ALIŞ-VERİŞTE VE İKÂLE'DE (GERİ VERME) KOLAYLIK
ALIM-SATIMI CAİZ OLMAYAN ŞEYLERE DAİR
MEYVELERİN VE EKİNLERİN SATIŞINA DAİR
ALIM-SATIMI CAİZ OLMAYAN EŞYALAR HAKKINDA
ALIM SATIMDA CÂİZ OLMAYAN ŞEYLER HAKKINDA
SÜTÜ HAYVANIN MEMESİNDE BEKLETMEYE DAİR
BEY'U'L-GARAR VE DİĞERLERİ HAKKINDA
HAYVAN VS. İLE İLGİLİ TEFERRUAT
Şuf'a Hakkı Olan Kimse İle Müşterinin İhtilafı:
SELEM (ÖNCEDEN SATMA) HAKKINDA
İHTİKÂR VE PAHALANDIRMAYA DAİR HADÎSLER
AYIP SEBEBİYLE MALI GERİ VERMEYE DAİR
AĞACI VE MEYVEYİ SATMAK, SATILAN KÖLENİN MALI VE MALA GELEN MUSİBETE DÂİR
BİRİNCİ BAB
ALIM-SATIMIN ADABINA DAİR
BİRİNCİ FASIL
SIDK VE EMANET (GÜVEN)
*
İKİNCİ FASIL
ALIŞVERİŞTE VE İKALE'DE
(GERİ VERME) KOLAYLIK
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
ÖLÇÜLER VE TARTILAR
*
DÖRDÜNCÜ FASIL
ALIM-SATIMIN ADABINA DAİR
MÜTEFERRİK HADİSLER
ـ1ـ
عن أبى سعيد
الخدرى رضى اللّه
عنه قال: قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
]التّاجِرُ
ا‘مِينُ
الصَّدُوقُ
مَعَ
النَّبِييِّنَ
والصِّدِّقِينَ
والشُّهَدَاءِ
والصَّالِحِينَ[.
أخرجه
الترمذى .
1. (194)- Ebu Sa'îd el-Hudrî (radıyallahu anh) anlatıyor:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam) şöyle buyurdu:
"Emin ve doğruluktan ayrılmayan ticaret ehli
(ayette sırat-ı müstakim ashabı olarak zikredilen) peygamberler, sıddikler,
şehidler ve sâlihlerle beraberdir."[1]
AÇIKLAMA:
İşlerinde "doğruluk" ve "güven"i
esas alan kimseler insanların en üstün tabakasını teşkil eden peygamberler,
sıddikler, şehidler ve sâlihler zümresinde yer alabilirler. Hadiste bu durumun
tüccarlar hakkında zikredilmesi, bu iki vasfın bilhassa ticâret hayatındaki
ehemmiyetini ifâde eder. Bir memlekette iktisadî kalkınma, herhalde öncelikle
doğruluk ve güvene bağlıdır. Doğruluğun olduğu yerde güven hâsıl olur. Güvenin
olduğu yerde az sermayeler bile bir araya gelerek en büyük kalkınma
faaliyetlerine yönlendirilebilir. İslâm'ın yalan, aldatma, ölçü ve tartılarda
hile gibi ahlaksızlıklar karşısındaki şiddeti, tehdidatı, sözkonusu doğruluk ve
emniyeti sağlamaya yöneliktir.[2]
ـ2ـ
وله في أخرى
عن رِفاعة بن
رافع قال:
]إنَّ التُّجَّارَ
يُبعَثُونَ
يومَ
القيامَةِ
فجَّاراً إّ
مَن اتَّقَى
اللّهَ
وَبَرَّ
وصَدَقَ[ .
2. (195)- Tirmizî'nin, Rifâ'a İbnu Râfi'den yaptığı diğer bir
rivayetinde şöyle buyrulmuştur:
"Kıyamet günü tüccarlar fâcirler (günahkârlar)
olarak diriltilecekler. Ancak Allah'tan korkanlar, iyilik yapanlar ve
doğruluktan ayrılmayanlar müstesna"[3]
ـ3ـ
وعن قيس بن
أبى غَرَزَةَ
الغفارى رضى
اللّه عنه
قال: ]كُنَّا
قَبلَ أن
نُهَاجِرَ
نُسَمَّى
السَّمَاسِرَةَ،
فَمَرَّ
بِنَا رَسُولُ
اللّهِ #
يوماً
بالمدينةِ
فَسَمَّانَا
باسْمٍ هُوَ
أحْسَنُ منهُ.
فقال: يَا
مَعْشَرَ التُّجَّارِ
إنَّ البيعَ
يَحضُرُهُ
اللَّغْوُ
والحَلِفُ[.وفي
رواية:
الحلِفَ
والكذبُ فَشُوبُوهُ
بالصَّدَقَةِ.
أخرجه أصحاب
السنن.»شوبوه«
أى اخلطوه .
3. (196)- Kays İbnu Ebî Gareze el-Gıfârî (radıyallahu anh)
anlatıyor:
"Biz hicret etmezden önce simsarlar olarak
isimlendiriliyorduk. Bir gün, Medine'de, bize Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) uğradı. Bize ondan daha iyi bir isim verdi. Buyurdu ki:
"Ey tüccarlar, satış işine, yemin ve boş söz
karışır..."
Bir başka rivayette şöyle denmiştir: "Satış
işine yemin ve yalan bulaşmaktadır, siz (Rabbin gadabını söndüren) sadaka
karıştırın"[4]
AÇIKLAMA:
Bu hadisin zâhirinden hareketle Zâhirîler tüccarın
zekatla mükellef olmayıp sadaka ile mükellef olduğunu söylemiştir. Halbuki
diğer ulema zekat, senelik belli nisabı
olan bir vergi olduğu halde sadakanın herhangi bir zamanı, nisabı olayan bir
bağış olduğu, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in tüccarları zekattan
başka olan sadaka vermeye de teşvik ettiğini söylemiştir. Ümmetin ameli ve
ulemanın icmâı bu görüş üzeredir.[5]
ـ4ـ
وعن أبى هريرة
رضى اللّه عنه
قال: ]سَمِعْتُ
رَسُولُ
اللّهِ #
يقولُ:
الحَلِفُ
مَنْفَقَةٌ
لِلسَّلعةِ
مَمْحَقَةٌ
لِلْكَسْبِ[.
أخرجه
الشيخان،
وهذا لفظهما،
وأبو داود
ولفظهُ:
مَمحقة
للبركةِ.
4. (197)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'i işittim, diyordu ki:
"(Ticarette yalan) yemin, (tüccarın zannınca)
mala rağbeti artırır. (Halbuki gerçekte) kazancı giderir."[6]
AÇIKLAMA:
Dinimiz, alışverişte satıcıların mala rağbeti
artırmak için yemin etmelerini hoş karşılamaz. Hadislerde "yemin"
kelimesi mutlak olarak gelmiştir, elhalif veya elyemîn şeklinde. Şarihler
"yalan" kelimesiyle kayıtlayarak anlamaya meylederler. Buhârî bu
bahse tahsis ettiği baba "Alışverişte mekruh olan yemin babı" adını
vererek hadisin ruhuna uygun bir sunuş yapar. Yani satıcının yemin etmesi
mekruhtur. Yemin yalan yere olursa tahrimen mekruhtur, doğru yemin olursa
tenzihen mekruhtur.
Hülasa satıcının yemini mala olan alâkayı, rağbeti
artırırsa da kazancın bereketini yok eder. Muttakî ticaret ehlinin herçeşit
yeminden kaçınması, yemine dilini alıştırmaması gerekir.
Kazançta bereketin kalkması çeşitli şekillerde
tezâhür eder. Bunlardan bir kısmını izah kolay olmasa bile, bir kısmı kolaydır.
Meselâ şöyle bir izah makul gelmektedir: Yalan söylenerek satılan malın ayıbı
mutlaka ortaya çıkar. Müşteri, o tüccara artık kendisi uğramayacağı gibi
başkalarının uğramasına da mâni olur. Bu, kazancın bereketini gideren bir
durumdur. Gayr-i meşru yoldan kazanılan paranın gayr-ı meşru harcamalara
giderek sâhibini günaha soktuğu, bir kısım taşkınlıklar, şımarıklıklar sonucu
sıhhatini, istirahatini kaybettiğini, hapishane, hastane ve hatta mezaristana
düştüğünü çevremizde sıkca görmekteyiz. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
ihbar ettği bereketsizlik haktır, ama şöyle ama böyle, bugün veya yarın.[7]
ـ5ـ
وعن حكيم بن
حزام رضى
اللّه عنه
قال: قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: ]
البيِّعانِ[
وفي رواية: ]مُحِقَتْ
بَرَكةُ
بَيْعِهِمَا:
اليمنُ الفاجرةُ
مَنفَقةٌ
للسَّلعةِ
ممحقةٌ
للكسبِ[. أخرجه
الخمسة.
بالخيارِ
مالمْ
يتفرَّقا.
فإنْ صَدَقَ
البيِّعانِ
وَبَيَّنا
بُورِكَ
لهُمَا في
بَيْعِهِمَا،
وإنْ كَذَبَا
وَكَتَمَا فَعَسَى
أن يَرْبَحَا
رِبحاً مّا،
ويُمْحَقَا
بَرَكةَ
بيعهِمَا[ .
5. (198)- Hakim İbnu Hizâm (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki:
"Alıp-satanlar" birbirlerinden
ayrılmadıkça (vazgeçmekte) muhayyerdirler. Alıp-satanlar alışverişi sıdk ve
doğruluk üzere yapar (kusuru) beyan ederlerse alış-verişleri her ikisi hakkında
da mübarek kılınır. Yalan söylerler (kusurları) gizlerlerse, belli bir kâr
sağlasalar bile, alış-verişlerinin bereketini kaybederler."
Bir rivayet şöyledir: "Alış-verişlerinin
bereketi yok edilir: Yalan yemin malı rağbetli, kazancı bereketsiz kılar."[8]
AÇIKLAMA:
1- Burada alışveriş akdine kesinlik kazandıran ayrılık
üç şekilde anlaşılmıştır:
a) Kelamların ayrılması: Yani mal sâhibi: "sattım", müşteri de:
"aldım" dedi mi artık geri dönülemez. İmam Malik, Ebu Hanife ve bir
kısım âlimler hadisi böyle anlamışlardır.
b) Ebu Yusuf, Şâfiî ve diğer bir kısım alimler de
bedenlerinin ayrılmasını anlarlar.
c) Diğer bir grup âlim de meclisten ayrılmayı
anlamıştır.
Şu halde Hanefîler'de esas olan akdin sözle
kesinleşmesidir. Bu tahakkuk etti mi, müşteri mala sâhib olur. Ancak
hıyâru'rrü'ye (görme muhayyerliği), hıyâru'l-ayb (kusur tesbiti hâlinde akdi
fesih hakkı), hıyâru'l-şart (hususî olarak belirtilen şarta bağlı fesih hakkı)
durumları söz konusu olursa akdi fesih hakkı doğar. Aksi takdirde akid söz
kesinleştikten sonra bozulamaz.
2- Alış verişte gizlenmemesi, beyan edilmesi gereken
hususa gelince, bunu bazı âlimler malın ayıbı, kusuru varsa bunu satıcının
açıklaması, semen (fiyat bedel) ile alakalı bir husus varsa onu da müşterinin
gizlememesi, açıklaması gerekir diye izah etmişlerdir. Daha umumî bir ifade
kullanarak: "Her iki taraf için de açıklanması gerekli olan hususların
açıklanması gerekir" diye tasrih edenler de olmuştur. [9]
ـ1ـ
عن جابر رضى
اللّه عنه
قال: قالَ
رَسُولُ اللّهِ
#: ]رَحِمَ
اللّهُ رجًُ
سَمْحاً إذا
بَاعَ
وَاِذَا
اشْتَرَى
وإذاَ
اقْتَضَى[.
أخرجه البخارى،
والترمذى،
واللفظ
للبخارى .
1. (199)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Satışında, satın alışında, borcunu ödeyişinde
cömert ve kolaylaştırıcı davranan kimseye Allah rahmetini bol kılsın".[10]
AÇIKLAMA:
Alış veriş muamelesinin her safhasında kolaylık ve
karşı tarafı memnun edici davranış teşvik edilmektedir. Müsamaha ve fedakârlık
sâdece satıcıdan beklenmemeli. Alıcı da aynı anlayışı göstermelidir. Hele
borcun ödenmesi... geciktirmeden, tam zamanında eksik bırakmadan, bugün git yarın
gel demeden ödenmesi gerekmektedir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buna dikkat çekmektedir.[11]
ـ2ـ
وعند الترمذى:
]غَفَرَ
اللّهُ لرجلٍ
كانَ قبلَكُمْ:
سَهً إذَا
باعَ، سَهًْ
إذا اشْتَرَى،
سَهًْ إذا
اقْتَضَى[ .
2. (200)- Tirmizî'nin rivayeti şöyledir:
"Allah, sizden önce yaşamış olan bir kimseye
rahmetiyle muamele etti. Çünkü bu adam satınca kolaylık gösterir, satın alınca
kolaylık gösterir, alacağını isteyince (kabalık ve sertlik değil, anlayış ve)
kolaylık gösterirdi."[12]
AÇIKLAMA:
Münavî: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
Allah'ın mağfiretini kazanmada bu kimseyi kendimize örnek edinmeye teşvîk
etmektedir, bu maksadla onu zikretmiştir" der.[13]
ـ3ـ
وله في أخرى
عن أبى هريرة
رضى اللّه عنه
يرفعه: ]إنَّ
اللّهَ
يُحِبُّ
سَمْحَ
البيعِ سَمْحَ
الشِّرَاءِ
سَمْحَ
القَضَاءِ[ .
3. (201)- Tirmizî'nin Ebu Hüreyre'den kaydettiği bir
rivayette Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurur:
"Allah, satıştaki müsâmahayı, satın alıştaki
müsâmahayı, ödemedeki müsâmahayı sever"[14]
AÇIKLAMA:
Hadiste müsamaha diye tercüme ettiğimiz kelimenin
aslı semh'dir. Münâvî hadiste bunun, "karşılıklı kolaylık (müsâhale)"
mânasında kullanıldığını belirtmiştir. Aynı mânada olmak üzere Nesâî'nin bir
tahrici şöyledir:
"Allah müşteri iken kolaylık gösteren, satıcı iken kolaylık
gösteren, borcunu öderken kolaylık gösteren, alacağını ödetirken kolaylık
gösteren kişiyi cennete koydu." [15]
ـ4ـ
وعن حذيفة
وأبى مسعود
البدرى رضى
اللّهُ عنهما.
أنّهما سمعَا
رَسُولُ
اللّهِ # يقول:
]إنَّ رجً
مِمَّنْ
كَانَ
قَبْلَكُمْ
أتاهُ الملَكُ
ليَقْبِضَ رُوحَهُ
فقالَ هَلْ
عَمِلْتَ
مِنْ خَيْرٍ؟
قالَ مَا
أعْلَمُ. قيلَ
لهُ انظرْ.
قالَ ما أعلم
شيئاً غيرَ
أنِّى كنتُ
أبايِعُ
النّاسَ في الدنيا
فأنظِرُ
المُوسِرَ
وأتَجَاوَزُ
عن المعْسِرَ
فأدخَلهُ
اللّهُ
الجنةَ[.
أخرجه الشيخان
.
4. (202)- Huzeyfe ve Ebu Mes'ud el-Bedrî (radıyallahu anh)
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle söyediğini işittiklerini anlatır:
"Sizden önce yaşamış olan birisine, ruhunu
kabzetmek üzere melek gelmiş idi, sordu:
"- Bir hayır işledin mi?" Adam:
"- Bilmiyorum" diye cevapladı. Kendisine
tekrar:
"- Hele bir düşün (belki hatırlarsın) dendi.
Adam:
"- Bir şey hatırlamıyorum, ancak dünyada iken,
insanlarla alışveriş yapardım. Bu muâmelelerimde zengine ödeme müddetini
uzatır, fakire de (ödeme işlerinde müsâmaha ve bazı eksikliklerini bağışlamak
sûretiyle) kolaylık gösterirdim" dedi.
Allah onu (bu kadarcık iyiliği sebebiyle affedip)
cennetine koydu."[16]
ـ5ـ
وعن عمرة بنت
عبدالرحمن
رضى اللّهُ
عنها قالت:
]ابْتَاعَ
رجلٌ ثمرَةَ
حائِطٍ
فعالَجَهُ
وقَامَ فيهِ
حتًَّى
تَبَيَّنَ
لَهُ النُّقْصَانُ
فسألَ ربَّ
الحائطِ أنْ
يَضَعَ لهُ أو
يُقيلَهُ فَحَلَفَ
أنْ
َيَفْعَلَ
فذَهَبَتْ
أُمُّ
المشترى إلى
رَسُولِ
اللّهِ #
فَذَكَرَتْ لَهُ
ذلكَ فقالَ:
تألَّى أنْ َ
يَفْعَلَ
خَيْراً،
فَسَمِعَ
بذلكَ ربُّ
الحائطِ
فأتَى رَسُولُ
اللّهِ #
فقالَ: يَا
رَسُولُ
اللّهِ هُوَ
لهُ[. أخرجه
مالك .
5. (203)- Amra Bintu Abdirrahmân (radıyallahu anhâ)
anlatıyor: "Bir adam bir meyve bahçesinin meyvelerini toptan satın aldı.
Meyveyi toplayıp miktarını tayin edince, tahmîn edilenden noksan buldu. Bahçe
sâhibini görerek eksik çıkan kısmı hesaptan düşmesini veya alımsatım akdinden
dönmesini talebetti. Fakat adam teklif edilenleri kabul etmemeye yemin etti.
Bunun üzerine müşterinin annesi, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e
müracaat ederek durumu arzetti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "O
adam, hayır yapmamaya yemin etmiştir" buyurdu. Bu sözü işiten bahçe sâhîbi
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e gelerek: "Ey Allah'ın Resûlü,
talebini kabul ettim" dedi. Muvatta,
Büyû 15. (2, 621); Buhârî, Sulh 10; Müslim, Müsâkât 19, (1557).[17]
ـ6ـ
وعن أبى هريرة
رضى اللّه عنه
قال: قالَ رَسُولُ
اللّهِ #: ]مَنْ
أقالَ مسلماً
أقالهُ اللّهُ
عَثْرَتَهُ[.
أخرجه أبو
داود .
6. (204)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki:
"Kim bir Müslümanın ikâlesini (yani alım-satım
akdini feshetmesini) kabul ederse, Allah da onu düşmekten kurtarır"[18]
AÇIKLAMA:
İkâle, ıstılah olarak alım-satım akdinin
bozulmasıdır. Akdi bozma talebi müşteriden gelse de, satandan gelse de farketmez, ikale denir. Aslında akit yapıldıktan sonra, -önceden bilinmeyen
veya beyan edilmeyen bir kusurun ortaya çıkması gibi- meşru bir mazeret
olmadıkca akdi bozmak caiz değildir. Bir taraf (alan veya satan) bozmak
istediği takdirde diğer taraf dilerse kabul eder. Bu sebepten 203 numaralı hadiste
görüldüğü üzere müşterinin akdi bozma (ikale) teklifi bahçe sahibi tarafından
kabul edilmeyince Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) meseleye müdâhale
ederek, bahçe sâhibine: "Akdi boz, ikalesini kabul et!" dememiştir.
Sadece kendisine sevap getirecek bir davranışı reddetmiş olduğunu ifade
buyurmuştur.
Şu halde dinimizin tavsiyesi, böyle bir durumda,
karşı tarafın ikâleyi kabul etmesini
tavsiye etmektir. Bunun sebebi açık: İkâle teklifinde bulunan taraf bu
alışverişten bir huzursuzluğa bir pişmanlığa düşmüştür, bir zarar görmektedir.
Öbür tarafın da bunu kabul edivermesi hem bir huzursuzluğu bertaraf edecek, hem
de iki taraf arasına bir tadsızlık girmesini önleyeceği gibi muhabbetin
artmasına da yardımcı olacaktır. Dinimiz her huzursuzluğu takbih ettiği gibi,
muhabbet vesilelerini de takdir eder. Nitekim bu hadiste "akid bozma"
teklifini kabul edenin davranışı övülmüş, mukabilinde Cenâb-ı Hakk'ın, onu
düşmelerden, hatalardan koruyacağı, hatalarından hâsıl olan günahlarını
affedeceği ifade edilmiştir.
Bir mü'mine ikâleyi kabul, kendisi için yeterli bir
kârdır.[19]
ـ1ـ
عن ابن عمر
رضى اللّه
عنهما قال:
قالَ رَسُولُ
اللّهِ #:
]الْوَزْنُ
وَزْنُ أهْلِ
مَكَّةَ،
وَالْمكيَالُ
مكيالُ أهلِ
المدينةِ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى.وفي
رواية عكسُهُ
.
1. (205)- İbnu Ömer
anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"(Şer'î hukuku ödemek için) vezin'de Mekke
halkının vezn'i esastır, keyl'de de Medine halkının keyl'i esastır."[20]
AÇIKLAMA:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu
hadislerinde medenî hayat için son derece ehemmiyet arzeden ölçü ve tartı
birimlerine temas etmektedir. Ticarî ve dolayısıyla iktisadî hayat büyük ölçüde
bunlara dayanır.
Vezn tartı yoluyla ölçmek mânasına gelir. Miktarın
tayininde ağırlığı esas alınan mallara veznî denir, yağ, bal, şeker bu veznî
gruba girer. Bu gruba giren malların miktarını tayinde muhtelif birimler
olunca, devlet içerisinde kargaşayı önlemek için sadece birinin esas alınması
gerekir. Hadis, kurulmakta olan İslâm devletinde veznî birim olarak Mekke
ölçüsünün esas alınmasını emretmektedir. Âlimler "Mekkeliler ticaret
ehlidir, onların bu husustaki bilgi ve tecrübeleri fazladır. Bu sebeple vezinde
Mekke vezninin esas alınmasını emretmiştir" derler.
Keyl'e gelince bu daha çok tahıl ölçüsüdür. Bu gruba
girenlere keylî denir. Kile tabirimiz buradan gelir. Hububatı ağırlığına göre
değil, hacmine göre ölçer. Peygamberimizin (aleyhissalâtu vesselâm) Keyl'de
Medine Mikyalini esas almasını, Medine'nin ziraatçilikte gelişmesiyle izah ederler.
Malum olduğu üzere Mekke beynelmilel bir ticaret şehridir, geçimini ticaretten
sağlamaktadır. Ziraat mümkün değildir. Buna mukabil Medine ziraate elverişlidir
ve bahçecilik, meyvecilik gelişmiştir. Binâen-aleyh Medîne halkı mikyâllerin
(mekâyîl) ahvalini en iyi bilen kişilerdir.
Öyle ise bu hadis, altın gümüş üzerinden zekâtın
hesaplanmasında Mekke vezin birimleri olan dirhem'in,sadaka-i fıtr, kefâret
gibi dinî borçların ödenmesinde de Medine mikyallerinden olan Sâ'ın esas
alınmasını emretmiş olmaktadır. Örfî olarak her bölgede miktâra az veya çok
farklılıklar arzeden ölçü ve tartı birimlerinin kullanıldığı Arabistan'da
"200 dirhem altına sâhip olan zekât vermelidir" sözü "Hangi
dirheme göre?" sorusunu getirecektir. Şu halde yukarıda sunulan hadis, bu çeşit
meselelerin çözümünde esas olmuştur.
Bu çeşitten ölçü birimlerini tâyin ve tahdid eden
bakşa hadisler de mevcuttur.[21]
ـ2ـ
وعن المقدام
بن معدى كرب
رضى اللّه عنه
قال: قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
]كِيلُوا
طَعامَكُمْ
يُبَارَكْ
لَكُمْ فيهِ[.
أخرجه
البخارى .
2. (206)- Mikdâm İbnu Ma'dikerb (radıyallahu anh) Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın şu sözünü nakletti:
"Yiyeceklerinizi kîle ile ölçün, sizin için
mübarek kılınsın."[22]
AÇIKLAMA:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
yiyecekleri tartmakla ilgili emri, daha ziyade "alım-satım" ve
depodan çıkarılması sırasında diye kayıtlanmıştır. Alım-satımda tartmanın
ehemmiyeti açıktır. Mücâzefe denen "karalama" veya
"kabalama" alım-satımda taraflardan biri aldanabilir. Dinimizde ise,
"aldanmamak ve aldatmamak" esastır.
Depodan çıkarırken tartma "Hesabın bilinmesi,
istihlâkin önceden yapılan tahmine uygun olarak yapılması, vaktinden evvel
tüketilmemesi içindir" denmiş, böylece taamın bereketleneceğine dikkat
çekilmiştir. Şârihlerin belirttiği üzere "yiyeceği tartma" ameliyesi
tek başına ona "bereket ilâve etmez". Hesabı göstererek ölçülü
istihlâke sevkederek berekete vesile olur.[23]
ـ3ـ
وعن ابن عباس
رضى اللّه
عنهما قال:
قالَ رَسُولُ
اللّهِ #: ]‘هْلِ
المِكْيَالِ
والميزانِ
إنكُمْ قَدْ
وُلِّيتم
أمْرَينِ
هَلَكَتْ
فِيهمَا
ا‘ُمَمُ
السَّالفةُ
قبلَكُمْ[.
أخرجه الترمذى
.
3. (207)- İbnu Abbas (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) mikyal (ölçek) ve mîzân (terazi)
kullananlara şöyle hitab etti:
"Sizler bizden önce gelip geçen kavimleri helâk
eden iki işi üzerinize almış bulunmaktasınız"[24]
AÇIKLAMA:
Burada ictimaî ahlâkın mühim bir esasına parmak
basılmaktadır: Alış-veriş sırasında ölçü ve tartıda dürüstlük, fertler arası
güven, sevgi, saygı gibi pek çok umur buradaki dürüstlüğe dayanır. Cemiyetin
ahengi, huzuru ve dolayısıyla sağlıklı terakki de bunlara dayanmaktadır. Bir
cemiyette bu bağlar bozuldu mu, o cemiyetin batması yakındır. Başta Hz.
Şuayb'in kavmi olmak üzere, birçok kavimlerin bu ölçü-tartı hilesinin getirdiği
bozukluklarla battığını Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hatırlatmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm bu mevzuya birçok âyetlerinde yer verir. Mutaffifin sûresi bu
mevzuyu müstakilen ele alır.
Şurası açıktır ki, bazı safdillerin zannettiği gibi,
ölçü-tartı gerektiren meslekler, dindarlığa uymayan, kaçınılması gereken
meslekler değildir. Bu hadiste, böyle bir nasihat mevcut değildir. Burada ölçü
ve tartı meselesinde çok dikkatli davranılması, alırken de verirken de ölçümde
hassas olunması gereği vurgulanmaktadır. Nitekim daha önce geçen hadislerden
bir kısmı ve meselâ 194 numaralı hadis "Emin ve doğruluktan ayrılmayan
tüccârların peygamberler, sıddikler, şehîdler
ve sâlihlerle beraber olacaklarını" haber vermiş,
müjdelemiştir.[25]
ـ4ـ
وعن ابن حرملة
قال:
]وَهَبَتْ
لَنَا أمُّ حبِيبةَ
بِنْتُ ذُؤيبِ
بنِ قيسٍ
الْمُزَنِيَّةُ
صَاعاً
حدّثَتْنَا
عن ابنِ أخِى
صَفِيةَ عن
صفيةَ زوجِ
النبىِّ #
أنهُ صَاعُ
النبىِّ #. قال
أنسُ: فجرَّبتُهُ
فَوَجَدتُهُ
مُدّيْنِ
ونصفاً
بِمُدِّ هشَامٍ[.
أخرجه أبو
داود .
4. (208)- İbnu Harmele (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ümmü
Habib Bintü Züeyb İbnu Kays el-Müzenniyye, bize (ölçüm işlerinde kullanılan)
bir sa' bağışladı. Ümmü Habib bize rivayet etti ki, kendisine, İbnu Ahî
Safiyye'den geldiğine göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevce-i
pâkleri Safiyye vâlidemiz (radıyallahu anhâ) bağışlanan bu sâ'in, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in kullandığı sâ' olduğunu söylemiştir. Râvilerden
Enes İbnu İyâz der ki: "Ben bu sâ'ı denedim, (kontrol ettim) gördüm ki bu
sâ, Emevî Halifesi Hişâm İbnu Abdi'l-Melik'in kullandığı müdd'le iki buçuk müdd
miktarında idi".[26]
AÇIKLAMA:
Ebu Dâvud bu hadisi "Kefaret'in Ödenmesinde
Kullanılan Sâ'ın Miktarı Nedir?" başlığını taşıyan babta kaydeder.
Görüldüğü üzere, "şerî borçların ödenmesinde esas ittihaz edilmesi gereken
birim ne olacaktır, bunun miktarı nasıl tâyin edilmelidir?" Âlimler
arasında bidayetten beri bir problem olmuştur ve bu mesele hep, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın beyanları doğrultusunda, onun vaz'ettiği birimler
çerçevesinde çözülmeye çalışılmıştır[27].
ـ5ـ
وعن السائب بن
يزيدَ قال:
]كانَ الصاعُ
علَى عهدِ
رَسُولِ
اللّهِ #
مُدّاً
وَثُلُثاً
بِمُدِّكُمْ
اليومَ، وقد
زيدَ فيهِ في
زمنِ عمرَ بن
عبدِ العزيزِ
رحمه اللّهُ
تعالى[ .
5. (209)- es-Sâib İbnu Yezîd (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) devrinde bir sâ', bugün sizlerin
kullanmakta olduğunuz müdd'le, bir müdden üçte bir müdd miktarında fazla idi.
Ancak bu miktara Ömer İbnu Abdilaziz merhum zamanında ilâve bulunuldu.[28]
ـ6ـ
وعن عثمان رضى
اللّه عنه
قال: قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: ]إذَا
بِعْتَ فَكِلْ
وَإذَا
ابْتَعْتَ
فكْتَلْ[.
أخرجهما
البخارى .
6. (210)- Hz. Osman (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Sattığın zaman tart, satın alınca
tarttır."[29]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, ticarî hayat için mühim iki prensip vazediyor:
1- Alım-satımın ölçümle yürütülmesi.
2- Tartma külfetinin satıcıya âit olması.
Hadisin vürud sebebi kayda değer: Hz. Osman Benu
Kaynuka çarşısında hurma alıp Medine'ye getirip, pazara döker, ne miktar
olduğunu beyan eder, müşteri de onun beyanı üzerine tartmadan alır, uygun bir
kâr verirmiş. Durum Hz.Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in kulağına ulaşınca
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Osman'a: "Sattığın zaman tart,
satın alınca da tarttır" emreder.
Tartma işi ücretle yapılıyorsa, bunun ücreti
satıcıya âittir. Verilecek paranın, o devirde olduğu üzere, tartımı, bütünse
bozdurulması külfet, masraf gerektiriyorsa bu da müşteriye aittir.[30]
ـ1ـ
عن أبى هريرة
رضى اللّه عنه
قال: قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: ]إنَّ
أحَبَّ
البِدِ إلى
اللّهِ تعالى
المساجِدُ، وأبغضَ
البدِ إلى
اللّهِ تعالى
ا‘سواقُ[.
أخرجه مسلم .
1. (211)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular:
"Allah'ın en çok sevdiği yerler mescidlerdir.
Allah'ın en ziyade nefret ettiği yerler de çarşı ve pazarlardır."[31]
AÇIKLAMA:
Mescidler ibadet, zikir, takva gibi kulluğun kâmil
mânada gerçekleştiği mahallerdir. Bu sebeple Allah nazarında en çok sevilen
yerlerdir. Çarşı pazar ise hilenin, aldatmanın, İslâm'ın en az hatıra
getirildiği, en ziyade dünyanın, dünyalığın düşünüldüğü, gaflet yerleri de yine
çarşı pazarlardır.
Hadis çarşıların bu yönüne dikkat çekerek,
teyakkuza, dürüstlüğe teşvik etmektedir. Aslında, dinin belirttiği çerçevede
yapılan ticaret helâldir. Bu çeşit ticaretin yapıldığı yerler de tebcîle değer
yerlerdir. Nasıl olmasın ki, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) dürüst
tüccarları en yüce mertebedeki insanlar arasına dahil etmiştir.[32]
ـ2ـ
وله عن سلمان
رضى اللّه
عنه: ]َ
تَكُوننَّ إنِ
اسْتَطَعْتَ
أوَّلَ مَنْ
يدخُلُ
السُّوقَ وََ
آخِرَ مَنْ
يَخرجُ مِنْهَا
فإنّهَا
مَعْرَكَةُ
الشيطانِ، وَبِهَا
يَنْصِبُ
رَايَتَهُ[.
2. (212)- Selman (radıyallahu anh) diyor ki: "Elinden
geliyorsa, çarşıya ilk giren olma. Oradan son çıkan da olma. Çünkü çarşı,
şeytanın, (insanları şaşırtmak için kıyasıya) savaş verdiği yerdir, bayrağı da
orada dalgalanır."[33]
AÇIKLAMA:
Bu hadis Hz. Selman (radıyallahu anh)'ın şahsî sözü
gibi görünse de hükmen merfû sayılır. Burada da herçeşit uyarılara rağmen
çarşıda hüküm sürecek fiilî duruma dikkat çekiliyor: Hile, hurda, yalan yere
yemin, aldatmalar, boş sözler vs. hepsi de şeytana lâyık işler.[34]
ـ3ـ
وعن عمر رضى
اللّه عنه
أنّه قال: ]َ
يَبعْ في سُوقِنَا
إّ مَنْ قَدْ
تَفَقَهَ في
الدِّينِ[.
أخرجه
الترمذى.
3. (213)- Hz. Ömer (radıyallahu anh): "Bizim çarşımızda
dini bilen kimseler satıcılık yapsın" buyurmuştur.[35]
AÇIKLAMA:
Burada dini bilmekten maksad, iman ve asgarî
seviyede ibadetlerini yapabilecek kadar ilmihal bilmek olmamalıdır. Bunlara
ilâveten, farzları, haramları, mekruhları, alış verişle ilgili emirleri,
yasakları, ticaret âdabını ve hatta meslekî bilgileri vs. yi de buna dahil
edebiliriz. Nitekim İbnu Abidin farz-ı ayn ilimleri sayarken "...Keza
meslek erbabına ve bir şeylerle meşgul olan herkese, o mevzudaki haramdan
kaçınabilmesi için onunla ilgili ilmi ve ona terettüp eden ahkâmı öğrenmesi
farzdır... Keza alışveriş... ile ilgili bilgiler de bu meselelerle iştigal
etmek isteyen kimselere farzdır..." demektedir.
Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in bu emri doğrultusunda
tatbikata yer verildiği zamanlar istikrarlı, güvenilir bir ticarî hayata sahip
olarak terakkî eden İslâm cemiyetleri, buna riayet edilmediği dönemlerde
geriliklere düşmüşlerdir. Asker kaçaklarının, emeklilerin, köyden şehre gelen
işsizlerin çarşı pazarda iş bularak esnaf ve ticaret ahlâkını nasıl
bozduklarını ve bu duruma paralel olarak İslâm âleminin nasıl çöküntüye
sürüklendiğini İ.Ü. İktisat Fakültesi Öğretim üyelerinden merhum Sabri F.
Ülgener "İktisadî İnhitat Tarihimizin Ahlâk ve Zihniyet Meseleleri"
adlı eserinde edebî örneklerle izâh eder.
Eseri dikkatlice ve ne demek istediğini anlayarak
okuyanlar, marksistlerin bir iddiasının ilmî bir tekzibini görecekler: Onlara
göre, "Üstyapı dedikleri ahlâk, hukuk, din gibi mânevî değerler, altyapı
denen iktisadî hayata bağlıdır. İktisâdî durum değiştirildi mi, kendiliğinden
ve zorunlu olarak ahlâk, hukuk din vs. değişir."
Ülgener, edebî örneklerle ahlâk ve zihniyet
durumlarının değiştiğini gösterdikten sonra, buna tâbi olarak iktisadî durumun
bozulduğunu gözler önüne serer.
Ülgener'in bu çalışması Alman mütefekkiri Max
Veber'in geliştirdiği sistemi Türk tarihine bir tatbikten ibârettir.[36]
ـ4ـ
وعن أبى
الدرداء رضى
اللّه عنه
قال: ]مَا أوَدُّ
أنَّ لِى
مَتْجَراً
عَلى دَرَجةِ
جَامعِ
دِمَشْقَ
أُصِيبُ فيهِ
كلَّ يومٍ
خمسينَ دينَاراً
أتَصَدّقُ
بهَا في سبيلِ
اللّهِ،
وََتَفُوتُنِى
الصّة في الجماعةِ،
وَمَا بِى
تَحْرِيمُ
مَا أحلَّ اللّهُ
تَعَالى،
ولكنْ
أكْرَهُ أن َ
أكونَ منَ
الذينَ قال
اللّهُ تعالى
فيهم رِجالٌ
تُلهِيهمْ
تِجَارَةٌ
وََ بَيعٌ عنْ
ذِكْرِ
اللّهِ اŒية[.
أخرجه رزين .
4. (214)- Ebu'd-Derda (radıyallahu anh) buyurmuştur ki:
"Ben, Şam'daki Ümeyye Camii'nin merdivenlerinde bir dükkan sâhibi olup,
her gün elli dinar kazanıp Allah yolunda harcamak ve bu esnada namazlarımı da
hep cemaatle kılmak, Allah'ın helal kıldıklarını da haram etmemek şartlarını
arzulamaktan ziyade, Allahu Teâla'nın, haklarında: "...o kimseler ki ne
bir ticaret ne de bir alış veriş onları Allah'ı zikretmekten alıkoymaz"
(Nur: 24/36) övgüsünü kullandığı kimselerden olmamaktan korkarım."[37]
(Bu babda dört fasıl vardır)
BİRİNCİ FASIL
NECÂSETLER
*
İKİNCİ FASIL
KABZEDİLMEYEN SATIŞA DAİR
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
MEYVELERİN VE EKİNLERİN SATIŞINA DAİR
*
DÖRDÜNCÜ FASIL
ALIM-SATIMI CÂİZ OLMAYAN EŞYALAR HAKKINDA
ـ1ـ
عن جابر رضى
اللّه عنه
قال:
]سَمِعْتُ
رَسُولُ
اللّهِ #
يَقُولُ
عَامَ الفتحِ
بِمَكّةَ:
إنَّ اللّهَ
تعالَى
حرَّمَ بيعَ
الخمرِ
والميْتةِ وَالخنْزِيرِ
وَا‘صْنَامِ.
فقيلَ يَا
رَسُولُ اللّهِ:
أرَأيْتَ
شحُومَ
الميتةِ:
فإنّهُ يُطلَى
بهَا
السُّفُنُ،
ويُدْهَنُ
بهَا الجُلُودُ،
وَيَسْتَصْبِحُ
بهَا
النَّاسُ.
فقالَ: هوَ
حَرامٌ. ثم
قالَ عندَ
ذلكَ قاتَلَ
اللّهُ اليَهُودَ
إنَّ اللّهَ
تعالى لما
حرّمَ عَلَيْهِمْ
شُحُومَها
أجْمَلُوهُ
ثمَّ باعُوهُ
فأكَلُوا
ثَمَنَهُ[.
أخرجه الخمسة.
ومعنى »أجْمَلُوهُ«
أذَابُوه .
1. (215)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: Mekke'nin
fethedildiği sene Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'i Mekke'de işittim,
şöyle buyuruyordu:
"Cenab-ı Allah içki, ölmüş hayvan, domuz ve
putun alımsatımını yasakladı." Bunun üzerine:
"Ey Allah'ın Resûlü "ölmüş hayvanların iç
yağı hakkında ne buyurursunuz, zîra onunla gemiler yağlanır, derilere sürülür,
kandiller aydınlatılır" dendi. Cevâben:
"O (nun satışı) haramdır" buyurdu ve ilâve etti: "Allah
Yahudilerin canını alsın. Allah onlara ölmüş hayvanların iç yağını haram
kıldığı vakit bu yağı erittiler, sonra satıp parasını yediler."[38]
AÇIKLAMA:
Âlimler burada ifade edilen hükümde bazı farklı
görüşler ileri sürmüşlerdir. İhtilaf, daha ziyade Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in sorulan soruya verdiği cevaptaki "O haramdır"
cümlesindeki "O" zamirinden kastedilen şeyden ileri gelir. Şâfiîler
bundan "alım-satım"ın kastedildiğini söylerler. Böyle olunca "iç
yağı" ve bir kısım "pis şeyler"in alım satımı haram olmakla
birlikte kullanılması haram değildir hükmü çıkarılır. Halbuki Cumhur dediğimiz
çoğunluk "O" zamirinden "kullanma"yı anlamışlardır.
Şafiîler'e göre ölmüş hayvanın iç yağı yenmese,
insan bedenine sürülmese de, gemi yağlama, kandil yağı yapma gibi işlerde
kullanılabilir.
Cumhur ise ölmüş hayvandan istifade yasağı umumî
olduğu için, hiçbir surette bu maddelerden istifâde edilemeyeceğine
hükmetmiştir. Cumhur'un tek ruhsatı, ölmüş hayvanın debbağlanmış derisi ile
ilgilidir. Bu da zâten nasla açıklanmış bir ruhsattır.
Zeytin yağı, tereyağı gibi aslında temiz olduğu halde
sonradan necâset değerek kirlenen yağlara gelince, bunların yenme ve bedene
sürülmesi dışında, kandilde yakılmaları, sabun yapılmaları, pislenmiş balın
tekrar arıya yedirilmesi, ölmüş hayvanın köpeğe yedirilmesi, keza pislenmiş
yemeğin hayvanlara yedirilmesi gibi meselelerde de selef âlimleri ihtilaf
ederler. Şâfiî mezhebinin sahih hükmüne göre bütün bunlar câizdir. İmam Malik
ve Ebu Hanîfe'nin de aynı görüşte olduğu rivayet edilmiştir. Ebu Hanîfe
(rahimehullah) necis olan zeytin yağının "durumunu belirtmek
kaydıyla" satışının da câiz olacağını söylemiştir. Ahmed İbnu Hanbel ise,
temiz olmayan şeylerin kullanılmasının, satılmasının haram olduğu, onlardan
hiçbir surette istifadenin câiz olmadığı görüşündedir.[39]
ـ2ـ
وعن
عبدالرحمن
بنِ وَعْلَةَ
أنهُ سألَ ابنَ
عباسٍ رَضِى
اللّهُ عنهما
عمّا يُعْصَرُ
مِنَ
العِنَبِ
فقال: ]إنَّ
رجً أهدَى
لرسولِ
اللّهِ #
رَاويةَ
خَمْرٍ فقالَ
لهُ: هلْ عَلِمْتَ
أنَّ اللّهَ
تعالى
حَرَّمَها؟
قال
فَسَارَّ
إنساناً إلى
جَنْبِهِ،
فقال لهُ
رَسُول اللّه
#: بِمَ
سَارَرْتَهُ؟
قالَ
أمَرْتُهُ
بِبَيْعها.
فقال: إنّ
الَّذِي
حرَّم
شُرْبَها،
حَرَّمَ
بيعَها،
فَفَتَحَ
المَزادَتيْنِ
حتَّى ذَهَبَ
ما فيهما[.
أخرجه مسلم،
ومالك،
والنسائى.
»المزادة«
الراوية .
2. (216)- Abdurrahman İbnu Va'le'nin anlattığına göre, İbnu
Abbas (radıyallahu anh)'dan üzüm şırası
hakkında sorunca ondan şu cevabı almıştır:
"Adamın biri Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a bir şarap dağarcığı hediye etmişti, kendisine
"Allah'ın bunu haram kıldığını bilmiyor
musun?"
dedi. Adam:
"Hayır bilmiyorum" cevabını verdi ve
yanında bulunan birisine birşeyler fısıldadı. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) adama
"Ona ne fısıldadın?" diye sorunca adam:
"Onu satmasını emrettim" dedi. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm):
"İçilmesi haram olanın satılması da
haramdır"
buyurdu ve iki şarap dağarcığının ağızlarını açarak içlerini boşalttı."[40]
ـ3ـ
وعن ابن عباس
رضى اللّه
عنهما قال:
]رأيتُ رسُولَ
اللّهِ #
جالساً عندَ
الرُّكنِ
فرَفَعَ
بَصَرَهُ إلى
السماءِ
فضَحِكَ فقال:
لَعَنَ
اللّهُ
اليهودَ ثثاً:
إنَّ اللّهَ
تعالى حرَّمَ
عليهِمُ
الشُّحُومَ
فباعوهَا
وأكلُوا
أثمَانَهَا،
وإنَّ اللّهَ
تعالى إذا
حرَّمَ عَلَى
قومٍ أكلَ شئ
حَرَّمَ
عليهمْ
ثَمَنَهُ[.
أخرجه أبو
داود .
3. (217)- İbnu Abbas (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'i Kâbe'nin yanında otururken gördüm. Bir ara
başını semaya kaldırarak güldü ve şunu söyledi:
"- Alah Yahudilere lânet etsin, Allah
Yahudiler'e lânet etsin, Allah Yahudiler'e lânet etsin! Allah onlara (ölmüş
hayvanların) iç yağını yasaklamıştı tutup bunu sattılar ve parasını yediler.
Halbuki Allah bir millete bir şeyin yenmesini haram etti mi, onun parasını da
haram etti demektir."[41]
AÇIKLAMA:
Açıklama için 215 numaralı hadise bak.[42]
ـ4ـ
وله عن
المغيرةِ رضى
اللّه عنه
قال: قالَ رَسُولُ
اللّهِ #: ]مَنْ
بَاعَ
الْخَمْرَ
فَلْيُشَقِّصِ
الخَناَزِيرَ:
أى فليقطعها كالقصَّاب
ويبيعها[ .
4. (218)- el-Muğîre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: "Kim içki
satarsa, hınzır kasaplığı da yapsın"[43]
AÇIKLAMA:
Hadis, tağliz ve tenfir yoluyla içkinin yasaklığını
beyan etmektedir. Zira domuz yemekten umumiyetle kaçınıldığı hâlde, içkiye
karşı alâka gösterenler az değildir. Halbuki haram olma yönüyle ikisi de birdir
ve ikisi de eşit şekilde haramdır. Bu mânayı Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) böyle bir benzetme ve mukayese ile ifade buyurmuştur.[44]
ـ5ـ
وعن أبى طلحة
رضى اللّهُ
عنه. ] أنهُ
سألَ رسُولَ
اللّهِ # عنْ
أيتَامٍ
وَرِثُوا
خَمْراً فقال:
أهرِقْهَا،
قالَ أوََ
أجْعَلُهَا
خًَّ؟ قالَ َ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذى.وعندهُ:
أهرِقِ
الخمرَ
واكسِرِ
الدِنَان .
5. (219)- Ebu Talha (radıyallahu anh) anlattığına göre,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan "İçkiye vâris olan yetimler"
hakkında sormuştur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Dök onu!" emretmiştir. Ebu Talha:
"Sirke yapsam olmaz mı?" deyince de
"Hayır!" diye cevap vermiştir."
Tirmizî'nin rivayetinde: "Şarabı dök,
küplerini de kır" buyurmuştur.[45]
AÇIKLAMA:
Âlimler bu hadisin hükmünde de az çok ihtilaf
etmişlerdir. Bazıları şarabın hiçbir surette kullanılmaması gereğine
hükmederler. Zîra, malının ziyan edilmemesi hususunda en ziyâde hassasiyet
gösterilmesi gereken yetimlere miras yoluyla intikal eden şarabın sirkeye
tahvil edilerek değerlendirilmesine cevaz verilmemekte, dökülmesi
emredilmektedir. Hz. Ömer, Şafiî, Ahmed İbnu Hanbel hazerâtı bu görüştedirler.
Ancak, Atâ İbnu Ebî Rabah, Ömer İbnu Abdilaziz, Ebu
Hanîfe gibi bâzı âlimler şarabın muameleden geçirilerek sirkeleştirilmesini
câiz görmüşlerdir. Bazıları bu muameleyi ölmüş hayvanın derisinin debbağlanarak
kullanılır hâle getirilmesine benzetmişlerdir. Ancak, "Derinin debbağlanması
meselesinde nas olduğu halde, şarabın sirkeleştirilmesi meselesinde nas yoktur,
kıyas yanlıştır" denmiştir. [46]
ـ1ـ
عن ابن عمر
رضى اللّه
عنهما قال:
قالَ رَسُولُ
اللّهِ #: ]مَنِ
اشْتَرَى
طَعَاماً فَ
يَبِعْهُ
حتّى
يَسْتَوْفِيَهُ[.
أخرجه الستة إ
الترمذى .
1. (220)- İbnu Ömer (radıyallahu anh)'den rivayet edildiğine
göre Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle demiştir:
"Bir yiyecek satın alan kimse, onu kabzetmeden
önce satamaz"[47]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste, malın kabzedilip, satıcıdan tamamen
devralınmasından önce satılması yasaklanmaktadır. Bu mevzuda da âlimler başka
rivayetleri de göz önüne alınca bazı ayrılıklara düşmüşlerdir. Şöyle ki: Ebu
Hanîfe "Akar hâric, başka şeylerin hepsinde caiz değildir" der. İmam
Şâfiî, "Satılan mal devralınmadan satılamaz" der. Onun için akar,
yiyecek, menkul, nakd hepsi birdir. İmam Mâlik ve diğer bazıları:
"Yiyecekte câiz değildir, başka mallarda câizdir" demiştir.
"Mekîl ve mevzun olanlar yani kile ile ölçülenlerle terazi ile tartılanlarda
caiz değil, öbürlerinde caizdir" diyenler de olmuştur.
Unutmayalım, her görüş sahiblerinin şer'î delilleri
mevcuttur. Farklılıklar dinimizin farklı şartlara göre getirdiği ruhsat ve
kolaylığı, Şâri-i Rahimin kullar karşısındaki rahmetini gösterir. Zîra Resûlü
Ekrem: "ümmetimin ihtilafı rahmettir" müjdesini vermiştir.
2- Malın kabzedilmesine gelince, kabz'ın eşyaya,
şartlara göre değişik şekillerde gerçekleşeceği belirtilmiştir. Hattabî özetle
şunları söyler: "Kabz eşyanın cinsine ve halkın âdetlerine göre
farklılıklar arzeder. Bâzan satılan eşyayı (mebî) satın alanın eline koymak
sûretiyle olur. Bâzan müşteri ile mal arasındaki mânianın tahliyesi ile (arsa
gibi) olur. Bâzan malın yerinden götürülmesi ile olur. Bâzan kîle ile
ölçülenlerin kileye vurulmasıyla olur. Göz kararıyla toptan satılanlarda kabz,
yerini değiştirmekle, bir başka mekâna taşınmakla olur. Bir malı kile ile ölçüp
satın alan kimse yeniden ölçmeden, ilk ölçümü ile satmak isterse caiz değildir.
İkinci sefer ölçerek satmalıdır."[48]
ـ2ـ
وفي أخرى:
حتّى
يَقْبِضَهُ
قال: وَكُنَّا
نَشْتَرِى
الطَّعاَمَ
من
الرُّكبَانِ
جُزافاً
فنهاناَ
رَسُولُ
اللّهِ # أنْ
نَبِيعَهُ حَتَّى
نَنْقَلَهُ
مِنْ
مَكَانِهِ.»الجزاف«
المجهول
القدر: مكي
كان أو
موزوناً .
2. (221)- Bir diğer rivayette: "... malı kabzedinceye
kadar" ziyadesi vardır. İbnu Ömer der ki: "Biz hayvanla
gelenlerden tartmadan göz kararıyla yiyecek satın alırdık. Sonra Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) satın aldığımız bu şeyleri başka yere naklederek
yerini değiştirmeden satmamızı yasakladı"[49]
ـ3ـ
وعن حكيم بن
حزام رضى
اللّه عنه
قال: ]قلتُ ياَ
رَسُولُ
اللّه: إنَّ
الرَّجُلَ
ليأتِينِى فيُريدُ
منِى البيعَ،
وليسَ عندِى
ما يَطلبُ؛
أفأبيعُ منه:
ثم
أبْتَاعُهُ
مِنَ السُّوقِ؟
قال:
تَبِعْ ما
لَيْسَ عِنْد
َكَ[. أخرجه
أصحاب السنن .
3. (222)- Hakîm İbnu Hizâm (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Ey Allah'ın Resûlu dedim, bana gelip,
birşeyler almak isteyenler oluyor. Halbuki istenen şey bende yoktur. Bu durumda
bilâhere çarşıdan satın alarak teslim etmek üzere istenen şeyi satayım
mı?"
" Hayır dedi, yanında mevcut olmayan şeyi
satma."[50]
AÇIKLAMA:
Âlimler bu yasağın daha ziyade ayn (cemi'a'yân
gelir) denilen hâricen mevcut muayyen müşahhas olan -bir kitap, bir ev, bir at,
bir miktar para... gibi- eşya ile alâkalı olduğunu söylemişlerdir. Bu çeşit
mallar akit sırasında mülkünde veya taht-ı tasarrufunda değilse satışı
yasaktır. Kaçmış kölenin satışı, henüz kabzedilmemiş bir mebî'in (satın alınmış
malın) satışı, kafesten kaçmış bir kuşun satışı, bir başkasına ait malın
sahibinin izni olmadan satışı gibi. Başkasının malını satma yasağı, sahibinin
izin verip vermiyeceği bilinmediği içindir. Şâfiî (rahimehullah) bu görüştedir.
Mâlik, Ebu Hanîfe'nin ashabı ve Ahmed İbnu Hanbel hazerâtı (rahimehümullah)
sahibinin iznine bağlı olarak başkasının malından satılabileceğini söylemişlerdir.
Satış sırasında mevcut olmayan şeyin satılmasıyla
ilgili yasak daha ziyade aynî eşya ile alâkalıdır, değilse, Bağavî'nin
Şerhu's-Sünne'de açıkladığı üzere Bey'us-Sıfat bu yasağa girmez.
Bey'us-Sıfat tâbiriyle selem kastedilir. Zîra, selem
akdi sıfatları belirlenmiş malın bu sıfatlara uygun şekilde, tâyin edilen vakti
gelince teslim edilmek üzere yapılan satışıdır. Bu satış "ayn"ın
değil "sıfat"ın satışı olmaktadır.[51]
ـ4ـ
وعن ابن عباس
رضى اللّه
عنهما قال:
]نَهَى رَسُولُ
اللّهِ # أن
يَبِيعَ
الرجلُ طعاماً
حتى
يَسْتَوْفِيَهُ.
قال طاوس:
قلتُ بن
عباسٍ: كيفَ
ذلِكَ؟ قال:
ذاكَ
دَرَاهِمُ
بِدَرَاهمَ،
والطعامُ
مُرْجَأ[.
أخرجه الخمسة
.
4. (223)- İbnu Abbas (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir kimsenin, yiyecek maddesini tam
olarak kabzetmiş olmadan satmasını yasakladı. Tâvus der ki: "İbnu Abbas'a
"Bu nasıl olur?" diye sordum da bana şu
cevabı verdi:
"Bu dirhemlerin dirhemlerle alınıp
satılmasıdır, yiyecek maddesi ise tehir edilmiştir."[52]
AÇIKLAMA:
Burada yasaklanan alım-satım muamelesi şöyle: Bir
şahıs diğerinden 100 dinara yiyecek satın alır. Ve 100 dinarı satıcıya peşin
öder, ancak malı teslim almaz. Mal satıcının elinde gecikir. Sonra malı bu yeni
sahibi bir başkasına mesela 120 dinara satar. Böylece ortaya dinin ruhuna uymayan
bir satış şekli çıkmış olmaktadır: Parayla para kazanmak. Bu ise ribâ'dır ve
haramdır. İşte Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu şekli önlemek ve bu
tarzın açacağı suistimalleri bertaraf etmek için satın alınan malın
kabzedilmeden satılmasını yasaklamıştır.[53]
ـ5ـ
وعن سليمان بن
يسار رضى
اللّه عنه
قال: قالَ أبو
هريرة رضى
اللّهُ عنه
لمروان بن
الحكم: ]أحلَلْتَ
بَيْعَ
الربَا؟ فقال
مافَعَلْتُ. فقال
أبو هريرة:
أحلَلْت
بَيْعَ
الصَكاكِ، وقَدْ
نَهى رَسُولُ
اللّهِ # عن
بيعِ الطعامِ
حتى
يُسْتَوْفَى
فخطب مروانَ فنهى
عن بيعهِ قال
سليمان:
فنظرتُ إلى
حرسٍ يأخذُونهَا
من أيدِى
الناسِ[.
أخرجه مسلم .
5. (224)- Süleyman İbnu Yesar (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) Mervân İbnu'l-Hakem'e:
- Sen faiz ticaretini helâl kıldın dedi. Mervan:
- Ne yapmışım? diye sordu. Ebu Hüreyre tekrar:
- Sen sened satışını helâl addetmişsin. Halbuki
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), tam olarak kabzedilmezden önce yiyecek
satışını yasakladı, dedi. Râvi der ki:
"Bu konuşma üzerine Mervan halka hitab ederek
sened satışını yasakladı." Süleyman ilâve etti:
"Ben muhafızların bu senedleri, halkın elinden
topladıklarını gördüm."[54]
AÇIKLAMA:
Sened diye tercüme ettiğimiz tâbirin aslı sakk'dır,
borç senedi, mahkeme hücceti mânalarına gelir. Burada, âmir tarafından memura verilen
maaş senedidir. Bu senede: "Filana şu kadar zahîre veya para
verilsin" diye yazılmıştır. Senedi alan orada yazılı olan şeyleri tesellüm
etmeden başkasına satardı. İşte bu muâmele yasaklanmış olmaktadır.[55]
ـ6ـ
وعن ابن عمر
رضى اللّهُ
عنهما قال:
]كنا مَعَ
رسُولِ
اللّهِ # في
سَفرٍ فكنتُ
على بَكْرٍ
صَعْبٍ
لِعُمَر
فكانَ
يَغْلِبُنِى
فَيَتَقدَّمُ
أمامَ
الْقَوْمِ
فيزجرُهُ
عمرُ
فيردُّهُ
ثُمَّ يتقدمُ
فيزْجُرُهُ
ويقولُ لِى
أمْسِكْهُ
يتقدَّمُ
بين يَدَىْ رسُولِ
اللّهِ #. فقال
له رسول
اللّهِ #
بِعْنِيهِ
يَا عُمَرُ.
فقال هُوَ
لَكَ يَا
رَسُولُ
اللّهِ
فَبَاعَهُ
منهُ. فقال
لِى رَسُولُ
اللّهِ # هُوَ
لكَ يَا
عَبدَاللّهِ
فاصْنَعْ
بِهِ مَا
شِئْتَ[. أخرجه
البخارى .
6. (225)- İbnu Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir
sefer sırasında Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le beraber bulunuyorduk.
Ben Hz. Ömer'e ait, yüke yeni alıştırılan henüz zabtı zor bir devenin
üzerindeydim. Deve dik başlılık edip cemaatin önüne önüne giderdi. Babam Ömer
(radıyallahu anh) devenin bu davranışından üzülür, onu tekrar geriye atardı.
Bana da:
"Devene sâhib ol, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın önüne geçmesin" derdi. Sonunda Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm):
- Ey Ömer, onu bana sat dedi.
- Pekâla o senin olsun ey Allah'ın Resûlü!"
dedi. Böylece deveyi Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ondan satın almış
oldu. Sonra da Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana dönerek:
"Ey Abdullah, deveyi sana bağışladım, artık o
senindir, onu istediğin gibi kullan" dedi.[56]
ـ1ـ
عن ابن عمر
رضى اللّه
عنهما قال:
قالَ رَسُولُ
اللّهِ #: ]َ
تَبِيعُوا
الثّمَرَ
حتَّى يبدُوَ
صحُهُ، وَ تَبيعُوا
الثَّمَرَ
بِالتَّمْرِ؛
قال سالم: وأخبرنى
عبداللّه عن
زيد بن ثابتٍ
رضى اللّهُ عنه
أنّه قال: ثم
رخَّصَ
رَسُولُ
اللّهِ # بَعْدَ
ذلكَ في
بَيْعِ
الْعَرِيّةِ
بالرُّطبِ أو
بالتمرِ ولم
يُرَخِّصْ في
غيرِهِ،
وكانَ ابن
عُمَرَ إذا
سُئِلَ عن
صَحِهَا قال:
حتَّى تَذْهَبَ
عنها
العَاهَةُ[.
أخرجه الستة،
وهذا لفظ
الشيخين .
1. (226)- İbnu Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle emretti:
"Ağaçların üzerinde o yılın meyveleri
(olgunlaşmaya) sâlih olduğu (kızarmak, sararmak sûretiyle) zâhir olana kadar,
meyveleri satmayın. Yaş hurmayı kuru hurma karşılığında da satmayın."
Yine Abdullah İbnu Ömer, Zeyd İbnu Sabit'in şöyle
dediğini rivayet etmiştir: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yaş hurmayı
kurusu ile değiştirmeyi yasakladıktan sonra, ariyyenin (muayyen bir ağacın
başındaki yaş hurmayı) yerdeki yaş veya kuru hurma ile tebdiline müsaade
buyurdu. Bu çeşit bir değiş tokuşa başka alım-satımlarda müsaade
buyurmadı."
İbnu Ömer'e meyvenin sâlih olarak ortaya çıkması
nedir? diye sorulunca şu cevabı verirdi:
"Meyvenin afete uğrayarak zarar görme
tehlikesini atlatmasıdır."[57]
AÇIKLAMA:
Bu hadis ağaç üzerindeki meyvelerin belli şartlarla
satılabileceğini ifade eder: Bu şartları şöylece özetleyebiliriz:
1- Meyvenin olgunlaşacağı ortaya çıkmalıdır. Soğuk
vurması, dolu vurması gibi çeşitli afetler atlatılmış, normal şartlarda,
ağaçtaki meyvelerin olgunlaşacağı kanaati hasıl olmuşsa artık meyve hasad
edilmeden, miktarı tahmin yoluyla tesbit edilerek satılabilir.
2- Satış muamelesi, faize giren şartlarla olmamalıdır.
Yani altın gümüş cinsinden parayla veya aynı cinsten olmayan başka ticaret
eşyasıyla olabilir
3- Ariyye'ye de ruhsat vardır.
Ariyye nedir? Bu, bahçe sâhibinin, hurma ağaçları
arasından, mahsulünü satmak için ayırdığı ağaçtır. Sâhibi, âcil ihtiyacını
görmek için, üstündeki mahsulü kuruduktan sonra, kaç kile geleceğini tahmin
ederek bunun satılmasına veya taze hurma ile değiştirilmesine ariyye satışı (bey-i
ariyye) denir.
Ariyye satışı, elinde kuru hurma olduğu halde,
parasızlık yüzünden yeni çıkan yaş hurmayı yiyemeyenlerin müracaatı üzerine
tanınan bir ruhsattır. Esas itibariyle, kuru hurma vererek yaş hurma satın
almak - 232 numaralı hadiste görüleceği üzere- yasaklanmıştır. Bu durum, kuru
hurması olanlara da, turfanda hurma yetiştirenlere de bazı zorluklar
getiriyordu. Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm) kayıtlı olarak bu değiş
tokuşa müsaade etmiştir. 233 numaralı hadiste de göreceğimiz gibi, ariyye
suretiyle yapılacak alım-satım beş vask miktarını taşmamalıdır.
Bir vask altmış sâ', yani takriben bir deve yüküdür.[58]
ـ2ـ
وفي أخرى
للخمسة إ
البخارى:
]نَهى رَسُولُ
اللّهِ # عن
بَيْعِ
النَّخْلِ
حتَّى
يزْهُوَ، وعن
بيْعِ
السُّنبُلِ
حتَّى
يَبْيَضَّ وَيَأمَنَ
العاهَةَ،
نَهَى
البائعَ
والمشترى[ .
2. (227)- Buhârî'nin dışındaki müelliflerin kaydettiği bir
diğer rivayette şöyle denir: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) meyvesi
olgunlaşıncaya kadar hurmayı, dânesi beyazlaşıp afetten emin oluncaya kadar
başağı satmaktan men etti. Bu muameleden satıcı da alıcı da yasaklanmıştır.[59].
ـ3ـ
وفي أخرى
للثثة
والنسائى عن
أنس رضى اللّه
عنه: ]نَهَى
عَنْ بَيْعِ
الثَّمَرِ
حتى يزهُوَ:
قيل له ما
زُهُوُّهَا!
قال:
تَحْمَرُّ
وَتَصْفَرُّ.
أرأيتَ إنْ
منعَ اللّهُ
تعالى الثمرة،
بِمَ تَسْتَحِلُّ
مالَ أخيكَ[ .
3. (228)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) olgunlaşmazdan önce meyvenin ağacın başında
iken satılmasını yasakladı. Kendisine (aleyhissalâtu vesselâm) meyvenin
olgunlaşması ile ne kastediliyor? diye sorulunca:
"Onun kızarması ve sararmasıdır" diye açıkladı ve ilave
etti: "Cenâb-ı Hakk bir âfet vererek meyveye mâni olacak olsa,
kardeşinden aldığın parayı nasıl helal addedeceksin?"[60]
ـ4ـ
وللشيخينِ
وأبى داود في
أخرى عن جابر
رضى اللّه عنه
قال: ]نَهََى
أنْ تُبَاعَ
الثمرةُ حتى
تَشَقّحَ: قيلَ
وَما
تَشَقّحُ! قال
تَحْمارُّ
وَتَصْفَارُّ،
ويُؤْكَل
منها[ .
4. (229)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) alacalanmazdan önce meyvenin satılmasını
yasakladı.
"Meyvenin alacalanması nedir?" diye
sorulunca:
"Kızarması, sararması ve yenir hâle
gelmesidir" diye açıkladı.[61]
ـ5ـ
وفي أخرى ‘بى
داود
والترمذى عن
أنس رضى اللّهُ
عنه: ]نَهَى عن
بَيْعِ
العِنَبِ
حتَّى يسودَّ،
وعن بيعِ
الحبِّ حتَّى
يَشْتَدَّ[ .
5. (230)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) siyahlanmazdan önce üzümün,
sertleşmezden önce hububatın satılmasını yasakladı."[62]
ـ6ـ
وعن خارجة بن
زيد رضى
اللّهُ عنه:
]أن أباهُ كانَ
يَبِيعُ
ثمارَهُ حتى
تَطْلُعَ الثُرَيَّا[.
أخرجه مالك .
6. (231)- Hârice İbnu Zeyd (radıyallahu anh)'in anlattığına
göre, babası, süreyya yıldızı doğmadıkça meyve satmazdı.[63]
AÇIKLAMA:
Zürkânî'nin şerhte kaydettiği üzre, İbnu Ömer
(radıyallahu anh) meyvenin, afete uğrama tehlikesi kalkıncaya kadar satışının
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından yasaklandığını bildirmesi
üzerine bunun nasıl anlaşılacağı sorulmuş, o da: "Süreyya yıldızı
görülmeye başlayınca" demiştir. Süreyya yıldızının, yaz mevsimi girdiği
günün sabahında doğduğu, bunun da yaz sıcaklarının başlangıcı olduğu, artık
meyvelerin olgunlaşmaya geçtiği belirtilir. Öyle ise, bu mevzuda muteber hudud
süreyya yıldızının doğmasıdır. Dalı üzerinde meyve satışı burdan sonra
başlayabilir.[64]
ـ7ـ
وعن سهل بن
أبى حثَمة رضى
اللّه عنه.
]أنَّ النبىَّ
# نَهى عن بيعِ
الثَّمَرِ
بِالتَّمَرِ،
وقال ذلك
الرِّبَا،
تلك
المُزابَنَةُ
إّ أنه رخَّصَ
في بيعِ
الْعَرِيَّةِ:
النخلةِ
والنَّخْلَتَينِ
يأخُذُهَا
أهلُ البيتِ
بخَرْصِهَا
تمراً
يأكُلُونَها
رُطَباً[.
أخرجه الخمسة.وزاد
الترمذى في
أخرى: ]وعن
بيعِ
العِنَبِ بالزّبِيبِ،
وَعَنْ كلِّ
ثََمَرَةٍ
بِخَرْصِهَا
مِنَ الثمرِ.
قال: يحيى بن
سعيد
»العَرِيّةُ«
أن يشترِىَ
الرجلُ
ثَمَرَ
النَّخَتِ
لِطَعَامِ
أهْلِهِ
رُطباً
بِخَرْصِهَا
تَمْراً[ .
7. (232)- Sehl İbnu Ebî Hasme (radıyallahu anh) anlatıyor:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) yaş hurmayı kuru hurma ile değiştirmeyi
yasakladı ve "Bu riba'dır, buna müzâbene denir" buyurdu. Ancak
ariyye satışını bundan istisna etti. Ariyye bahçe sâhibinin ayırdığı bir veya
iki hurma ağacıdır. Onların başındaki meyvenin kuruyunca ne kadar olacağını göz
kararıyla tahmîn eder. Bunun bedelince yaş hurma (satın alıp) yer"..
Tirmizî bir başka rivayette şu ilâveyi kaydeder:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yaş üzümü kuru üzümle her meyveyi,
meyve cinsinden tahmînî karşılığıyla satmayı yasakladı."
Yahya İbnu Said ariyye'yi şöyle açıkladı:
"Kişinin âilesine yedirmek maksadıyla birkaç hurma ağacının yaş meyvesini,
-miktarını tahmin yoluyla takdir edip- kuru hurma karşılığında satın
almasıdır." [65]
ـ8ـ
وعن أبى هريرة
رضى اللّه عنه
قال: ]رخَّصَ رسُولُ
اللّهِ # في
بيعِ
العرَاياَ
بخَرْصِهَا
من التَّمْرِ
فيما دونَ
خَمْسَةِ
أوْسُقٍ أو خَمْسَةِ
أوْسُق[. شك
بعض الرواة في
خمسة أوسق أو
دون خمسة
أوسق. أخرجه
الستة .
8. (233)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) dedi ki: Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), kuru hurma vererek, tahmin yoluyla
ariyyelerin satın alınmasına, beş vask veya beş vasktan az miktar için izin
verdi." Ravilerden biri, "beş vask" mı dedi, yoksa "beş
vasktan az" mı dedi diye şüphe etmiştir.[66]
AÇIKLAMA:
Ariyye satışı nedir, niçin buna ruhsat verilmiştir?
gibi bazı mübhem noktaları az yukarıda 226 numaralı hadisle birlikte açıkladık.
Tahmin meselesi şudur: Bir ağaçtaki taze hurma
kuruduğu zaman ne kadar kuru hurma olacaktır, önceden tahmin edilir. Tahmin işi
bir ehl-i vukufa (bilir kişi) yaptırılır. Ariyye satışını yapan kimse, tahmin
edilen bu miktarı kuru hurma olarak verir. Böylece verdiği, aldığına "kuru
cinsinden" denk olur.[67]
ـ9ـ
وعن أبى سعيد
رضى اللّهُ
عنهُ قال:
]نَهى رَسُولُ
اللّهِ # عن
المُزَابَنَةِ
والمُحَاقلةِ
»فالمزابنةُ«
اشتراءُ الثمر
في رؤسِ
النخلِ[.زاد
مالك بالتمرِ
»والمحاقلةُ«
كراءُ ا‘رضِ
بالحنطة.
أخرجه الثثة
والنسائى .
9. (234)- Ebu Sa'îd (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) müzâbene ve muhâkala'yı yasakladı. Müzâbene,
yeni meyvenin daha hurma, ağacının başında iken satın alınmasıdır. İmam Malik
"... kuru hurma vererek" ziyadesini kaydetti.
Muhâkale de buğday karşılığında tarlanın
kiralanmasıdır.[68]
AÇIKLAMA:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında
araziyi kiraya vermek yaygın bir tatbikattı. Tohum, ekiciye ait olur, tarlanın
münbit kısmından belli bir bölüm tarla sâhibine, geri kalan kısım da ekiciye
ait olurdu. Reshulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu usûlü yasakladı çünkü
ayrılan kısmın mahsül vermemesi, telef olması mümkündü.
Nevevî'nin açıklamalarına göre, âlimler bu konuda
ihtilaf eder. Bazıları sadece mahsül karşılığında değil, altın, gümüş, vs.
karşılığında da olsa tarlanın kiraya verilmesine -hadisteki ıtlaka dayanarak-
karşı çıkmıştır. Ebu Hanîfe, Şaifî başta diğer bir çok ulema, arazinin altın,
gümüş zahîre, elbise ve diğer eşyalar mukabili kiraya verilebileceğini
söylemiştir. İcar bedeli ekin cinsinden de olabilir. Ancak, çıkan mahsulün üçte
biri veya dörte biri gibi bir cüzüne mukabil icârı câiz değildir. Buna
"muhâbere" denir. Muayyen bir parçanın tarla sahibi için ekilmesini
şart koşmak da caiz olmaz.
Ahmet İbnu Hanbel, Ebu Yusuf, İmam Muhammed ve
Malikîlerden bazılarına göre, "Yeri altın ve gümüş mukabilinde kiraya
vermek ve mahsulün üçte biri, dörtte biri gibi bir cüzü karşılığında kiraya
vermek caizdir. Muhtar olan da budur."
Farklı görüşlerden herbiri rivayete dayanmaktadır[69].
ـ10ـ
وعن ابن عمر
رضى اللّهُ
عنهما قالَ:
]نهى رَسُولُ
اللّهِ # عنِ
المُزَابنَةِ،
وَالْمُزَابَنَةُ
بيعُ
الثَّمَرِ
بالتَّمْرِ
كيً، وَبيعُ
الكَرْمِ
بالزَّبِيبِ
كيً[. أخرجه
الستة .
10. (235)- İbnu Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) müzâbene'yi yasakladı. Müzâbene, yaş
hurmayı, ölçeğe vurarak kuru hurma mukabili satmaktır, keza taze üzümü ölçeğe
vurarak kuru üzüm karşılığında satmaktır."[70]
ـ11ـ
وفي أخرى ‘بى
داود رضى
اللّه عنه:
]نَهى عن بَيْعِ
الزَّرْعِ
بِالحِنْطَةِ
كيً[ .
11. (236)- Ebu Dâvud'un bir diğer rivayetinde:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ekini, ölçekli olarak buğdayla
satmaktan yasakladı."[71]
AÇIKLAMA:
Önceki hadiste açıklanan müzâbeneye benzer. Şu
miktar arazideki ekini, kile nevinden muayyen bir miktar buğday mukabili
satmaktır. Bu tarz satışı Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) yasaklıyor.
Müteakip hadis meseleye daha fazla açıklık getirecektir.[72]
ـ12ـ
وفي أخرى
للشيخين عن
جابر رضى
اللّه عنه:
]نَهى عنِ
المُخَابرَةِ
وَالمُحَاقَلَةِ.
قالَ: عطاءُ
فسَّرَ لنَا
جَابِرٌ قال:
أمّا المخابرةُ:
فا‘رضُ
البيضاءُ
يدفعُهَا
الرجلُ إلى
الرجلِ
فيُنفِقُ
فيها ثمّ
يأخذُ من
الثمرةِ، وزَعَمَ أنّ
المُزَابَنَةَ
بيعُ الرُّطَبِ
في النخلِ
بالتمرِ كي،
والمحاقَلةُ
في الزرعِ على
نحوِ ذلك،
بيعُ الزرعِ
القائم
بالحبِّ كيً[ .
12. (237)- Sahiheyn'in Hz. Câbir'den kaydettikleri bir rivayet
de şöyle: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Muhâbere ve Muhâkale'yi
yasakladı. Atâ der ki: Câbir bize şu açıklamayı yaptı:
Muhâbere: Boş araziyi, sâhibi bir başkasına verir. Alan adam
bütün masrafları karşılayarak tarlayı eker. Tarla sâhibi mahsülden hisse alır. Müzâbene'ye
gelince, bunun "daha ağaçta iken yaş hurmayı, kuru hurma ile ölçekle
satmak" olduğunu söyledi. Muhâkale ise, ekinden cârî bir alışveriş,
müzâbene'ye benzer, ekinin ölçekle buğday mukabili satılmasıdır.[73]
ـ13ـ
وفي أخرى
لمسلم رحمه
اللّه: ]نَهى
عن المحاقلةِ
والمزَابَنَةِ
والمعاوَمةِ
والمُخَابَرَةِ
قال:
والمعاومةُ
بيعُ السنينَ.
وعن الثُّنَيَّا[.
زاد أصحاب
السنن: إ أن
تُعلَمَ .
13. (238)- Müslim'in bir diğer rivayetinde şöyle denir:
"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) muhâkale, müzâbene, muâveme ve
muhabere suretiyle yapılan alışverişleri yasakladı.
-Ravi der ki: Muâveme, bir kaç yılı içine alan bir
satıştır.- Keza, sünya'yı da yasakladı" Sünen müellifleri şu ziyadeyi
kaydederler. "...bilinme durumu hâriç"[74]
AÇIKLAMA:
Birkaç yılı içine alan muâveme akdinde açık
bir aldatma vardır. Çünkü müteakip yıllarda da, meyve olup olmayacağı, bahçenin
bir afete maruz kalıp kalmayacağı bilinemez. Burada açıklamaya muhtaç olan
şekil sünyâ'dır. Sünyâ: Kişinin bahçesinin meyvesini tamamen satıp,
belli ve muayyen olmayan bir kısmını hâriç tutmasıdır. Sünen müellifleri,
koydukları kayıtta istisna kılınan kısım belirtildiği takdirde, bu satışın câiz
olacağını açıklamışlardır.[75]
ـ14ـ
وفي أخرى
للنسائى:
والمخاضرَةِ
والمخابرَةِ
قال:
والمخاضرةُ
بيعُ التمرِ
قبلَ أن يزهُوَ،
والمُخَابَرَةُ
بيعَ الكدَسِ
بكذا وكذا
صاعاً.زاد
البخارى عن
أنس:
والممَسةِ
والمنابَذةِ
»الكدس«
الطعام
المجتمع
كالصّبرة .
14. (239)- Nesâî'nin diğer bir rivayetinde: Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)... muhâdara ve muhâbere satışlarını yasakladı"
der. Ravi şu açıklamayı yaptı: Muhâdara, hurmanın alaca düşmezden önce
satılmasıdır, muhâbere de, yığının, (miktarını göz kararıyla tahmin edip) şu kadar bu kadar
sâ'ya satmaktır.
Buhârî, Enes'ten şu ziyadeyi kaydetti:
"...mülâmese ve münâbeze'yi de... yasakladı."[76]
AÇIKLAMA:
Mülâmese, satış sırasında, taraflardan birinin:
"Elbisene değersem veya sen elbiseme değersen alım-satım
kesinleşmiştir" demesidir.
Münâbeze de buna benzer bir akit çeşididir.Alım-satım
yapanların birbirlerinin elbisesine bakmadan, elbiselerini birbirlerine atınca
akdin kesinleşeceği hususunda anlaşmalarıdır.
Mülâmese ve münâbeze'nin mahiyeti yani nasıl cereyan
ettiğinin tavsifinde, alimler ihtilâf ederler. Umumiyetle katlanmış olarak
gelen veya karanlıkta getirilen kumaşın iyice görüp anlamadan sadece el
değmesiyle akdin kesinleşmesi hususundaki mutabakata mülâmese denmektedir. Bu
durumda kumaşın sâhibi: "Kumaşı sana, şu fiyata, elle dokunman, bakman
yerine geçmesi şartıyla sattım, bakınca geri verme hakkına sahip değilsin"
der. Öbürü de kabul eder. Müşteri değme sonunda karar verdi mi akit kesinleşir.
Münâbezede atılan şey taş mı kumaş mı, ihtilaflıdır.
Taş ise, satıcı: "Şu taşı atıyorum, kumaşa değince satılmış demektir"
veya "Şu taşın ulaştığı yere kadar olan araziyi sana satıyorum."
Bu çeşit alım satımlardaki aldanma ve aldatma
durumları izah gerektirmeyecek kadar açıktır. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) yasaklamıştır.[77]
ـ1ـ
عن ابن عمر
رضى اللّه
عنهما أن عمر
رضى اللّه عنه
قالَ:
]أيُّمَا
وليدةٍ
ولَدَتْ من
سيِّدها
فإنَّه
يبيعُهَا،
وَ يَهبُهَا،
وََ
يُورِّثُهَا،
ويَسْتَمْتِعُ
بهَا ما عاشَ،
فإذا ماتَ فهى
حُرةٌ[. أخرجه
مالك .
1. (240)- İbnu Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz.
Ömer (radıyallahu anh) buyurdu ki: "Efendisinden çocuk doğuran cariyeyi
efendisi artık satamaz, hibe edemez, miras olarak da bırakamaz. Hayatta kaldığı
müddetçe ondan istifade eder. Ölecek olursa cariye hür olur."[78]
AÇIKLAMA:
Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in hadiste beyan ettiği
üzere efendisinden çocuk dünyaya getiren cariyenin (köle kadın) satılamıyacağı
hususunda İslâm fukahası icma etmiştir. Müteâkiben kaydedeceğimiz Câbir hadisi
bu hükme muarız değildir. Hz. Ömer'in tatbikatına uymayan bazı rivayetlere
itibar edilmemiştir. Ümmü Veled de denen bu durumdaki köle kadınlar yarı hür
bir statü kazanırlar. Efendi ölünce derhal hür olurlar.[79]
ـ2ـ
ولرزين عن
جابر رضى
اللّه عنه
قالَ:
]بِعْنَا أمَّهاتِ
ا‘ودِ على
عهدِ رسولِ
اللّه # وأبى
بكرٍ، فلما
كان عمرُ رضى
اللّه عنه
نهانَا فانتَهَيْنَا[
قال: ابنُ
ا‘ثيرِ ولمْ
أجِدْهُ في
ا‘ُصول .
2. (241)- Rezîn, Hz. Câbir (radıyallahu anh)'in şu sözünü
kaydeder: "Biz Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ve Hz. Ebu Bekir
(radıyallahu anh) zamanında ümmü veled'i satardık. Hz. Ömer bu alışverişten
bizi yasaklayınca terk ettik."
İbnu'l-Esir: "Bu rivayeti ana kaynaklarda
(Usûl) göremedim" der.[80]
ـ3ـ
وعن ابن عمر
رضى اللّه
عنهما. أنّ
رسولَ اللّهِ
#: ]نهَى عن
بيْعِ الوََءِ
وعن
هِبَتِهِ[.
أخرجه الستة .
3. (242)- İbnu Ömer (radıyallahu anh) diyor ki:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) velâ'nın alım-satımını ve hibe
edilmesini yasakladı."
Bazı âlimler, hadisteki "... hibe edilmesini..."
kısmının, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in sözü olamıyacağını iddia
etmiştir.[81]
AÇIKLAMA:
Velâ: Tasarruf, muâvenet, muhabbet demek olup kurb
(yakınlık) mânâsına olan velî kelimesinden alınmadır. Hakukî bir tâbir olarak,
verâsete sebep olan hükmî bir akrabalık ifade eder. Bu akrabalık âzad etme
sonucu efendi ile azadlı köle arasında teessüs eder ki, buna velâ-i i'tâk
denir. Tevârüs ve diyete iştirak gibi karşılıklı bir kısım hak ve sorumluluklar
getirir. Velâ'nın akidle hüsulü de söz konusudur, buna velâ-i müvâlat denir. Şu
halde, yukarıdaki hadis, bu hukukî akrabalığın para ile satışını veya hibe
yoluyla bir başkasına devredilmesini yasaklamaktadır.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrinde
velâ'nın hibe edildiğini ifade eden bazı rivayetlerin varlığı sebebiyle hadisin
hibeyi yasaklayan kısmının Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e ait
olamayacağını söyleyen alim olmuştur. Ancak hadisin hükmünde icma edilmiştir.[82]
ـ4ـ
وعن إياسِ بن
عبد اللّه رضى
اللّه عنه قالَ:
]نهَى رسولُ
اللّهِ # عن
بَيْعِ
الماءِ[.
أخرجه أصحاب
السنن .
4. (243)- İyas İbnu Abdillah (radıyallahu anh) "Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in suyun satılmasını yasakladığını"
rivayet etmiştir.[83]
AÇIKLAMA:
Alimler çoğunlukla buradan yağmur, pınar veya nehir
suyunu anlamışlardır. Değilse, kişinin kabına aldığı suyu satabileceğini
söylemişlerdir.
Ancak, Tirmizî'nin belirttiği üzere, insanlar suya
muhtaçken, bir kimsenin ihtiyacından artan suyu başkasına satmasını mekruh
addeden alimler de mevcuttur.[84]
ـ5ـ
ولمسلم والنسائى
عن جابر رضى
اللّه عنه:
]أنّه نهى عن
بَيْعِ فضْلِ
الماءِ[ .
5. (244)- Hz. Câbir' (radıyallahu anh)'den rivayet edildiğine
göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) "Suyun fazlasını satmayı
yasaklamıştır."[85]
ـ6ـ
وعن أبى هريرة
رضى اللّه عنه
قالَ: قال رسُولُ
اللّهِ #: ]
يُباعُ
فَضْلُ
الماءِ
لِيُبَاعَ
بِهِ الكَ‘ُ[.
أخرجه
الشيخان .
6. (245)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh), Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Ot satmak maksadıyla suyun fazlası
satılmaz" dediğini rivayet etmiştir.[86]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) burada kişinin
ihtiyacından artan suyu içmek veya hayvanlarını sulamak üzere başkası istediği
zaman bunu vermemekten veya parayla satmaktan yasaklamıştır. Âlimler, arazi
sulamak için istendiği takdirde parayla satılabileceğinde ittifak ederler.
Şârihlerin açıkladığı üzere yukarıdaki hadis,
kaplara alınan suyu değil daha ziyade şöyle bir durumu mevzubahis etmektedir:
Kırda, bir zatın tarlasında, kendine ait kuyusu var. Başka kuyu veya su kaynağı
yok. O kuyunun suyundan istifâde edilebildiği takdirde başkaları hayvanlarını
kırda otlatabilecektir. Aksi takdirde susuzluk endişesiyle kimse hayvanını
otlağa getiremiyecektir. Bu durumda suyun parayla satılması, dolaylı olarak
otlağın, daha doğrusu kırdaki otların satılması olacaktır.
Hadiste geçen kelâ, yaş veya kuru her çeşit otu
ifade eder. Şu halde hayvanlarını orada otlatmak zorunda olan sürü sâhibi,
hissedeceği zarurete göre, sâdece suya değil, buna ilâveten kırın otuna da para
vermek mecburiyetinde kalabilir. Böylece su sâhibi zulüm üzerine zulümde
bulunabilir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) muzdar durumda kalanların
istismarını önlemek için bu durumdaki su sâhiplerinin, ihtiyaçlarından artan
miktarı satamıyacaklarını teşrî buyurmuştur. Hadiste nehye kuvvet vermek için
suyun satılması, kırdaki otun satılması gibi gösterilmiştir.
Bu yasağın hükmü, tenzihî bir kerâhet midir, tahrîmi bir kerâhet midir
ihtilaf edilmiştir, ancak esah olan tahrimî olmasıdır. Nevevî, kırdaki ihtiyaç
fazlası suyun parasız verilmesi üç şart altında vacibtir der ve açıklar:
1- İhtiyacı görebilecek başka su yoksa,
2- Suyun hayvanları sulamak için kullanılması,
ekinleri sulamak için değil,
3- Su sahibinin kendisi bu suya muhtaç olmaması, yani
ihtiyacından artması.
Fazla suyu ihtiyaç sahiplerine vermemesinin büyük
günah olduğunu söyleyen alimlerimiz de vardır.
Yolcu ve hayvanlara su vermenin vücubunda ihtilaf
yok ise de, mezkur kuyunun civarında ikâmet etmek isteyenlere verme hususunda
ihtilaf edilmiştir. Bâzı âlimler "Burada ikamette zaruret olmadığı için
böylelerine su vermek vâcib değildir" derken, bazıları
"Vâcibtir" demiştir. Esah olan da bu ikinci görüştür. Kezâ bunlardan
para alınıp alınmayacağı da ihtilaflıdır, ancak "alınamaz"diyen görüş
râcih kabûl edilmiştir.[87]
ـ7ـ
وفي أخرى
للستةِ إّ
النسائى: ]
تَمنعُوا
فضلَ الماءِ
لِتَمنَعُوا
بِهِ الك‘[ .
7. (246)- Nesâî dışındaki beş kitapta geldiğine göre, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle emretmiştir: "Ota mâni olmak
maksadıyla suyun fazlasına mânî olmayın."[88]
AÇIKLAMA:
Şarihlerin açıkladığına göre, bir otlağa yakın yerde
bir kimseye ait bir kuyu var. İnsanlar başka kuyu olmadığı için, onun suyundan
istifâde edemedikleri takdirde, hayvanlarını, susuzluk endişesiyle oraya
otlatmaya getiremeyecekler. Böyle bir durumda kuyu sahibinin ihtiyaç fazlası
suyu vermemesi otlağın kendine kalmasını netice verecektir. İşte Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) böyle bir düşünce ile ihtiyaç fazlası suya mâni olmayı
yasaklamakta, haram kılmaktadır. Önceki hadise ve açıklamasına da bakılsın.[89]
ـ8ـ
وفي أخرى
لمالك عن عمرة
بنت
عبدالرحمن: ]
يُمنعُ
نَقْعُ
البِئْرِ[ .
8. (247)- Amra Bintu Abdirrahmân'ın naklettiğine göre
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur:
"Kuyu suyunun fazlası yasaklanamaz"[90]
AÇIKLAMA:
Hadisten "kuyunun içinde biriken su"
anlaşıldığı gibi, ihtiyaçtan artan kısmı da anlaşılmıştır. Kuyu ortakları
münâvebe ile sudan istifade ederken,kendi gününde ihtiyacı olmadığı için
kullanmayan kişinin, kullanılması zarar getirmeyecek ise, ortağına mâni
olmaması gereğini de anlamışlardır.[91]
ـ9ـ
وعن رجل من المهاجرين
قال:
]غَزَوْتُ
مَعَ رسولِ
اللّه # ثثاً
أسمعهُ يقول:
المسلمونَ
شركاءُ في
ثثٍ: في الماءِ،
والكَ“ِ،
والنارِ[ .
9. (248)- Muhâcirlerden bir kişi şunu anlatmıştır: "Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le birlikte üç defa gazveye katıldım. Onun
şöyle söylediğini işittim: "Müslümanlar üç şeyde ortaktırlar: Suda,
otda ve ateşte." [92]
AÇIKLAMA:
Burada, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
yaygın bir câhiliye geleneğini kaldırmıştır. Kişi belli bir bölgenin otlağını
kendi hayvanlarına ayırıp, başkasına yasaklayabiliyordu. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) sahipsiz arazinin (mevât) otunu kimsenin başkasına
menedemiyeceği prensibini getirmiştir. Sahibi olan arazinin otuna veya kaba
alınmış suyuna başkası izinsiz karışamaz.
Ateş meselesine gelince, bazı alimler, ateş elde
edilen taş, odun gibi maddeleri anlayarak, sahipsiz araziden bunların
alınmasına kimse mâni olamaz demişlerdir. Tutuşturmak maksadıyla köz vs.
isteyenin talebinin de reddedilemiyeceğini anlayanlar olmuştur.[93]
ـ10ـ
وعن بهيسة
الفَزارية رضى
اللّه عنها
قالت:
]استأذنَ أبِى
النبىَّ # فدخلَ
بينهُ وبينَ
قَميصِهِ
فجعلَ
يُقَبِّلُ
ويلتزِمُ. ثم
قال يارسولَ
اللّه:
حَدِّثْنِى
ما الشَّئُ
الذى
يَحِلُّ
مَنعُهُ؟ قال:
الماءُ. ثم
قال مَا
الشَّىْءُ
الَّذِى َ
يَحِلُّ
مَنْعُهُ قَالَ:
الْمِلْحُ
ثُمَّ قَالَ ماذا؟
قالَ
النَّارُ. ثم
قال يا نبىَّ
اللّهِ: ما
الشئُ الذى
يَحِلُّ
مَنْعُهُ؟
قال: أن
تَفْعَلَ
الخيرَ
خَيْرٌ لكَ[.
أخرجهما أبو
داود .
10. (249)- Büheysetu'l-Fezâriyye (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Babam, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan izin isteyerek kendisi ile
kamîsi arasına girdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı öpüyor ve
kucaklıyordu. Sonra:
"Ey Allah'ın Rasûlü yasaklanması yasak olan şey
nedir? bana söyle" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Tuz!" dedi. Babam tekrar sordu:
"Başka ne var?" Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm):
"Ateş!" dedi. Sonra tekrar sordu:
"Ey Allah'ın Resûlü yasaklanması helal olmayan
şey nedir?" Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Hayır yapman kendine hayırdır" cevabını verdi"[94]
AÇIKLAMA:
Burada tuz için de ot ve su için yukarıda beyan
edilen hüküm konmaktadır. Tuz bir yerde, bir dağda maden halinde mevcutsa ondan
istifadede herkes eşittir. Ama bir kimsenin mülkü içinde ise ondan istifade
hakkı sâhibine aittir. Satmak, satmamak, mani olmak gibi her çeşit tasarrufu
vardır.[95]
ـ11ـ
وعن أبى أمامة
رضى اللّه
عنه. أن رسولَ
اللّه # قالَ: ]
تَبيعُوا
الفَيْناتِ
المُغَنِّياتِ،
وََ
تَشْتَروهُنَّ،
وَ
تُعلِّمُوهُنَّ،
وَ خَيْرَ في
تِجَارَةٍ
فِيهنَّ،
وثمَنُهُنَّ
حَرامٌ. قال:
وفي مِثلِ هذا
أنزَلتْ »وَمِنَ
النَّاسِ
مَنْ يَشْتَرى
لَهْو
الحديثِ«[ .
11. (250)- Ebu Ümâme (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Şarkıcı cariyeleri satmayın, satın da almayın.
Onlara (musikî) de öğretmeyin. Onları alıp satmak şartıyla yaptığınız ticarette
hayır yoktur, onlar için ödenen para haramdır." Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ilave etti: "Şu âyet bu gibiler hakkında nâzil olmuştur:
"İnsanlardan bazıları, bir bilgisi olmadığı
halde, Allah yolundan saptırmak için boş sözlere müşteri çıkarlar. Allah yolunu
alaya alırlar. İşte bunlara alçaltıcı bir azab vardır" (Lokman: 31/6).[96]
AÇIKLAMA:
Burada, çalgıcı olduğu için, cariyenin satın
alınması yasaklanıyor. Bazı âlimler böylesi cariyeler üzerinde yürütülen akdin
fâsid olacağını söylemiştir. Ancak Cumhur, sıhhatini kabul eder. "Ancak
onlardan alınan para haramdır. Tıpkı şarapçıya satılan üzümden alınan para
gibi, zîra bu satışta haram işe yardım var" demişlerdir. Alimler âyeti bu
makamda: "Allah'ı zikirden alıkoyan haram şarkıcı sesleri satın alan"
şeklinde anlamış, boş söz (Lehve'l- hadis) tabirinin içine her çeşit zararlı,
faydasız hakikatı olmayan şeyleri dâhil etmişlerdir.
Şarkıcılığın haram olduğuna kail olanlar da bu hadis
ve bu âyete dayanırlar.[97]
ـ12ـ
وعن أبى سعيد
رضى اللّه عنه
قالَ: ]نَهَى
رسولُ اللّهِ
# عن شِرَاءِ
الغنائِم حتى
تُقْسَمَ[.
أخرجهما
الترمذى .
12. (251)- Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) taksimden önce ganimetin satılmasını
yasakladı."[98]
AÇIKLAMA:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) sahih
rivayetlerle de sabit olduğu üzere, savaş sırasında elde edilen ganimet
malından herhangi bir şeyi, taksim edilmezden önce temellük edinmeyi, satmayı
şiddetle yasaklamıştır. Bu davranış, gulûl yani devlet malından yapılan
hırsızlık olarak vasıflandırılmıştır. Ganimet malından bir iğne, bir ayakkabı
bağı çalanın bile, savaşta öldürülme hâlinde şehitlik mertebesini kaybedeceği,
cehenneme gideceği sarih olarak ifade edilmiştir.
Ancak, ganimet olarak elde edilen at, silah, elbise,
yiyecek gibi, savaş sırasında kullanılmasına ihtiyaç duyulan bazı malzemenin,
taksimden önce, savaş gayesine uygun olarak kullanılmasını âlimler tecviz
etmişlerdir. Savaş gayesi dışında bunlar da kullanılamaz, hibe edilemez.[99]
ـ13ـ
وعن ابن عمر
رضى اللّه
عنهما قالَ:
]كانَ أهلُ
الجاهِليَّةِ
يَتَبَايَعُونَ
لحَمْ
الجَزُورِ إلى
حَبْلِ
اَلْحَبَلَةِ،
وحَبْلُ
الحَبلَةِ أن
تُنْتِجَ
الناقةُ ما في
بَطْنِهَا ثم تَحْملُ
التى
تُنْتَجُ:
فنهاهم رسولُ
اللّه # عن
ذلكَ[. أخرجه
الستة.وفي
أخرى للبخارى:
ثُم تُنتِجُ
التى في
بَطنِهَا .
13. (252)- İbnu Ömer (radıyallahu anhüma) anlatıyor:
"Cahiliye insanları, devenin etini, karnındakinin hamileliği vaktine
satarlardı. "Karnındakinin hamileliği" devenin karnındakini
doğurması, doğanın da büyüyüp hamile kalmasıdır. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bu alışverişi yasakladı."
Buhârî'nin bir rivayetinde "...sonra karnındaki
de doğar" denir.[100]
AÇIKLAMA:
Yukarıdaki hadis iki farklı anlayışa götürmüştür:
1- Buradaki satış, hayvanın doğuracağı yavrunun
doğurma zamanında ödenmek üzere veresiye yapılan satıştır.
2- Bu satıştan maksad, hal-i hazırda hâmile olan
devenin doğacak yavrusunun satılmasıdır. Râvi İbnu Ömer (radıyallahu anhüma)'in
açıklamasına göre birinci mâna esastır.
Her iki tefsirdeki satışı da Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) yasaklamış bulunmaktadır. Birincisi yasaktır, çünkü
meçhul bir vadeye ta'lik edilen bir ödemeyle yapılan satıştır. İkinci de
yasaktır, çünkü, henüz mevcut olmayan (ma'dum),
meçhûl ve satıcının elinde bulunmayan bir şeyin satışıdır, teslimi kesin
değildir.[101]
ـ14ـ
وعن ابن عباس
رضى اللّه
عنهما. أنّ
رسولَ اللّهِ
# قال: ]السَّلَفُ
إلى حَبْلِ
الحَبْلَةِ
رباً[. أخرجه
النسائى .
14. (253)- İbnu Abbâs (radıyallahu anh)'ın naklettiğine göre
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur:
"Ödemenin, karnındakinin doğumuna tehiri riba
(faiz)dır."[102]
AÇIKLAMA:
Bu, müşterinin, hâmile devesi bulunan şahsa, bu
devenin bedelini vermesi ve şöyle demesidir: "Bu deve doğurur ve doğurduğu
da doğurursa, onun doğurduğunu bu fiyata senden satın alıyorum." İşte bu
çeşit bir muamele ribaya benzemektedir ve riba gibi haramdır. Çünkü henüz
mevcut olmayanın satışıdır ve bu, tam bir aldatmadır.[103]
ـ15ـ
وعن جابر رضى
اللّه عنه
قال: ]نَهَى
رسولُ اللّهِ
# عن ضِرَابِ
الْجَمَلِ[.
أخرجه مسلم والنسائى.
15. (254)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) erkek deveye (parayla) çekmeyi yasakladı."[104]
AÇIKLAMA:
Hadis, "...erkek deveye çekmeyi yasakladı"
şeklinde ise de, âlimler umumiyetle, para ile çekmeyi anlayarak alınan paranın
tahrimine hükmetmişlerdir. Bazı hadislerde daha açık bir tabirle "erkek
devenin suyunu (satmayı) yasakladı", şeklinde ifade edilmiştir. Alimler,
para mukabili damızlık hayvana dişilerinin çekilmesi caiz mi değil mi diye
ihtilâf etmişlerdir. Damızlığa çekilme normal olarak yasak olmayıp, para ile bu
işin yapılması münâkaşalıdır.[105]
ـ16ـ
وعن أنس رضى
اللّه عنه
قال: ]بَاعَ
حَسَّانُ رضى
اللّه عنه
حِصَّتَه من
بَيْرُحاءَ
مِنْ
صَدَقَةِ أبى
طلحةَ رضى
اللّه عنه.
فقيلَ له:
أتبِيعُ
صَدَقةَ أبى
طَلْحَةَ؟
فقال: أ أبيعُ
صاعاً مِنْ
تَمْرٍ
بصَاعٍ منْ
دَرَاهِمَ[. أخرجه
البخارى .
16. (255)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hassan
(radıyallahu anh), Ebu Talha (radıyallahu anh)'nın tasadduk ettiği Beyruha adlı
bahçeden hissesine düşen kısmı (Hz. Muâviye'ye yüzbin dirheme) satmıştı.
Kendisine:
"Ebu Talha'nın sadakasını satıyor musun?"
dediler. Şu cevabı verdi:
"Yani bir sâ' hurmayı, bir sa' para mukabilinde
satmayayım mı?"[106]
AÇIKLAMA:
Rivayetlerde geldiği üzere, "Sevdiğiniz
şeylerden infak etmedikçe iyiliğe erişemeziniz.." (Âl-i İmrân: 3/92)
meâlindeki âyet nâzil olunca, Ashabın sevdiği şeylerden infak etmeye
başlamıştı. Ebu Talha da, suyunun tatlılığı ve gölgesinin serinliği ve
tanziminin güzelliğiyle Medine'de şöhret yapmış olan Beyruha adındaki bahçesini
tasadduk eder. Bu bahçe o kadar hoştur ki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
zaman zaman orayı şereflendirirdi. İşte Allah'ın âyette vaadettiği iyiliğe
(birr) nâil olmak arzusuyla Ebu Talha (radıyallahu anh) bu en sevgili, en
değerli malını, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın irşadı doğrultusunda
yakınlarına bağışlar. Yukarıdaki rivayet bu taksimden hissemend olanlardan
birinin Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şâiri Hassan (radıyallahu anh)
olduğunu ifade ediyor.
Bu bahçenin Ebu Talha tarafından vakfedldiği de
söylenmiş ise de satış akdi, bunun vakıf değil temlik olduğunu gösterir. Zîra
vakıf olsa idi Hassan (radıyallahu anh)'ın satması caiz olmazdı. Ancak, Ebu
Talha, "hissesini satma ihtiyacını duyan satabilir" diye şart koyarak
vakfetmiş ise, bu şart caiz olabilir" denmiştir. Hz. Ali ve başka bazıları
vakıfta böyle bir şartın caiz olduğunu söylemişlerdir. Muhammed İbnu'l-Hasan
el-Mahzûmî Ahbâru'l-Medîne adlı kitapta Hz. Muâviye'nin bahçeden satın aldığı
hisseye yüzbin dirhem ödediğini belirtir. Buraya Hz. Muâviye (radıyallahu anh)
Kasru Benî Hudeyle adıyla bilinen bir köşk yaptırmıştır[107].
ـ17ـ
وعن ابن
المسيب قال:
]نهى رسول
اللّه #: عنْ بَيْعِ
الْحَيَوَانِ
باللَّحْمِ[.
أخرجه مالك .
17. (256)- İbnu'l-Müseyyeb anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) hayvanın et mukabilinde satılmasını yasakladı."[108]
AÇIKLAMA:
Canlı hayvanın "şu kadar et" mukabilinde
satılmasını yasaklamıştır. Bunlar aynı cinse girdikleri için misli olmadıkları
takdirde müzâbeneye girecektir. Zîra, hayvan kesilince ne kadar et vereceği, az
mı çok mu olacağı bilinemez. [109]
(Bu babta altı fasıl vardır)
BİRİNCİ FASIL
ALDATMAYA DAİR
*
İKİNCİ FASIL
SÜTÜ HAYVANIN MEMESİNDE BEKLETMEYE DAİR
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
FİYAT KIZIŞTIRMAYA DAİR
*
DÖRDÜNCÜ FASIL
ŞARTLAR VE İSTİSNA HAKKINDA
*
BEŞİNCİ FASIL
MÜLÂSEME VE MÜNÂZEBE'YE DAİR
*
ALTINCI FASIL
BEY'UL-GARAR VE DİGERLERİ HAKKINDA
ـ1ـ
عن ابن عمر
رضى اللّه
عنهما: ]أنّ
رجً ذكرَ لِرسولِ
اللّهِ #
أنّهُ
يُخْدَعُ في
البيوعِ. فقالَ
رسول اللّه #:
مَنْ
بَايَعْتَ
فقل خِبةَ،
فكانَ إذا بايََعَ
قال َ خِبَةَ[.
أخرجه الستة إ
الترمذى.
»الخبة«
الخداع .
1. (257)- İbnu Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir
adam, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelerek alışverişte aldatıldığını
söyledi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kendisine:
"Alış-veriş yaptığın kimseye: Aldatmaca yok!
de"
buyurdu."[110]
Bu hadise dayanarak alış-verişte aldatma olamaz,
normal değerinin üçte birini bulan bir aldatma olursa aldanan tarafın
"hıyâr hakkı" vardır denmiştir. Ancak, Hanefî, Şâfiî ve diğer bazılarına
göre, alış-verişte esas, bir tarafın aldanmasıdır. Aldanma az da olsa çok da
olsa, aldanana hıyâr hakkı sağlamaz. Esas olan görüş de budur. Ama mahkemeye
müracaat hakkı vardır.[111]
ـ2ـ
وعن عبد
المجيد بن
وهْب قال: قال
لى العَدَّاءُ
بنُ خالدٍ رضى
اللّه عنه : ]أ
أُقرِئُكَ
كِتاباً
كَتَبَهُ لى
رسولُ اللّهِ
#؟ قلت بلى.
فأخْرَجَ
إلىَّ
كِتاباً »هذا ما
اشتَرى
العُدَّاءُ
بنُ خالدِ بن
ذَهْوَةَ من
محمّدٍ #،
اشترَى منهُ
عبداً أو
أمَةً َ دَاءَ
وَ غائِلةَ و
خِبْثَةَ،
بيعُ
المُسْلمِ من
المسلمِ«[.
قال:
قتادة
»الغائلة« الزنا
والسرقة
واŒباق. أخرجه
البخارى
تعليقاً والترمذى
.
2. (258)- Abdülmecid İbnu Vehb anlatıyor: "Bana,
el-Addâ' İbnu Hâlid (radıyallahu anh):
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bana
yazdığı bir mektubu sana okuyayım mı?" dedi. Ben:
"Memnuniyetle!" deyince bir mektup
çıkardı. Mektupta şunlar yazılı idi:
"Bu, el-Addâ İbnu Hâlid İbni Zehve'nin Muhammed
(aleyhissalâtu vesselâm)'den satın aldığı şeyi tevsik eder. el-Addâ ondan bir
köle veya cariye satın aldı. Kölede, ne herhangi bir hastalık, ne (zina, hırsızlık,
kaçma gibi) bir düşkünlük ne de (satışını gayr-ı meşru kılan hürr asıllı
bulunmak, emânet ve rehin olarak verilmiş olmak gibi) haramlık yoktur. Bu
Müslümanın Müslümana satışıdır."[112]
ـ3ـ
وعن ابن أبى
أوْفى رضى
اللّه عنهما
]أنَّ رجً
أقَامَ
سِلعةً في السُّوقِ،
فَحَلَفَ
باللّهِ لقد
أُعطِىَ بها
مالم يُعْطَ
لِيُوقِعَ
فيهَا رجً من
المسلمينَ
فنَزلتْ »إنَّ
الذين
يَشْتَرونَ
بِعَهْدِ
اللّهِ
وأيْمَانِهِم
ثمناً قليً«
إلى آخر اŒية[.
أخرجه
البخارى .
3. (259)- İbnu Ebî Evfâ (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Bir adam çarşıya satmak üzere mal koydu. Müslümanlardan biri alıcı
çıkınca, onu ikna için, "senin vermediğin parayı ödedim" diye Allah'a
kasem etmişti. Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu:
"Allah'ın ahdini ve yeminlerini az bir değere
değişenler var ya, işte onların âhirette bir payları yoktur. Allah, kıyamet
günü, onlara hitab etmeyecek, onlara bakmayacak, onları temize çıkarmayacaktır.
Elem verici azab onlar içindir" (Âl-i İmrân: 3/77)[113]
AÇIKLAMA:
Yemin meselesine temas eden bir ayet-i kerimenin
nüzulüne sebep olan bir vakayı aydınlatan yukardaki hadisten şârihler,
alışveriş esnasında, mala rağbeti artırmak için yemin etmenin yasaklandığı
hükmünü çıkarmışlardır. Âyet-i kerime, sürüm maksadıyla Allah'ın adını vererek
yemin edenler hakkında birçok cezanın takdir edildiğini beyan etmektedir:
1- Ahiret nimetlerinden mahrumiyet,
2- Cenab-ı Hakk'ın kelâmına mazhariyetten mahrumiyet.
3- Allah'ın rahmet bakışından mahrumiyet.
4- Günahlardan tezkiyeden mahrumiyet,
5- Elim bir azâbı hak etme.
Yemin etiğimiz meselede sadık bile olsak alışveriş
gibi basit işlerde yemine müracaattan kaçınmalı, çok ciddî, son derece mühim
meselelerde yemin etmeliyiz. Yemin, dâvada hak olduğumuzu te'yid için Allah'ı
şâhid kılmaktır.[114]
ـ4ـ
وعن عمرو بن
دينار قال:
]كانَ هَا
هُنَا رجلٌ
اسمهُ
نَوَّاسٌ وكَانَ
عِنْدَهُ
إبِلٌ هِيمٌ
فاشترَى ابنُ
عمر رضى
اللّهُ
عنهُما تلكَ
ا“بلَ من
شريكٍ له فجاءَ
إليهِ
شريكُهُ فقال:
بعنا تلكَ
ا“بلَ. قال
مِمَّنْ؟ قال
منْ شيخِ كذا
وكذا. قال:
وَيْحَكَ
ذاكَ واللّهِ
ابنُ عُمرَ،
فجاءهُ فقال:
إنَّ شَريكِى
باعَكَ إبً
هيماً ولم
يُعْرفْكَ.
قال:
فاسْتَقْهَا:
فلما ذهبَ
ليستاقهَا قال
دَعْها
رَضينا
بقضاءِ رسولِ
اللّهِ #،
عَدْوَى[.
أخرجه
البخارى.»والهُيامُ«
داء يأخذ ا“بل
فتعطشُ
فتَهلكُ منه .
4. (260)- Amr İbnu Dinar anlatıyor: "Nevvas adında biri
vardı. Yanında su içme hastası bir deve vardı. İbnu Ömer (radıyallahu anh) bu
deveyi ortağından satın aldı. Ortağı kendisine uğrayınca:
"Şu devemiz var ya onu sattık" dedi:
Ortağı
"kime" deyince
"şu şu evsafta bir yaşlıya" diye tarif
etti. Ortağı:
"Öyle mi, amma da yaptın, vallahi o zat İbnu
Ömer'dir" dedi: Sonra İbnu Ömer (radıyallahu anh)'e gelerek:
"Ortağım sana su içme hastası bir deve satmış,
durumunu da sana söylememiş" dedi. İbnu Ömer:
"Öyleyse götür onu" dedi. Adam götürmek
üzere tutunca:
"Bırak deveyi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
hükmüne râzıyız, sirayet yoktur" buyurdu."[115]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, sonradan beyan edildiği takdirde, ayıplı
bir malın reddedilebileceği gibi alınabileceğini de ifade etmektedir.Müşteri
ayıbını bilerek razı ise bu hile, aldatma sayılmaz. Nitekim burada İbnu Ömer,
ayıplı deveye râzı olmuştur. Salih ve itibarlı kişileri aldatmaktan kaçınmaya
daha ziyade gayret gösterilmesi gereği de anlaşılmıştır. Çünkü: "amma da
yaptın, o zat İbnu Ömer'dir" tabiri bunu ifade eder[116].
ـ5ـ
وعن أبى هريرة
رضى اللّه عنه
]أنَّ رسولَ
اللّه # مَرَّ
في السُّوقِ
على صُبْرةِ
طعامٍ فأدخلَ
يدَهُ فِيهَا
فنالت
أصابِعُهُ
بَلً. فقال: ما
هذا يا صاحبَ
الطعامِ؟
فقال: ياَ
رَسُولُ
اللّهِ
أصابتْهُ
السماءُ. قال
أفَ جعلْتَهُ
فوقَ
الطَّعامِ
حتّى يَراهُ
الناسُ؟ مَنْ
غَشَّنَا
فليْسَ
مِنَّا[.
أخرجه
مسلم
وأبو داود
والترمذى،
وهذا لفظ
مسلم.
5. (261)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) çarşıda bir yiyecek yığınına
rastlayınca elini yığına daldırıp çıkardı. Parmaklarına rutubet bulaştı. Adama:
"Ey satıcı nedir bu?" diye çıkıştı. Adam:
"Ey Allah'ın Resûlü, yağmur ıslattı,deyince:
"Bu yaşlığı üste getirip, herkesin görmesini
sağlıyamaz mıydın? Kim bizi aldatırsa o bizden değildir" buyurdu.[117]
ـ6ـ
في رواية أبى
داود
والترمذى
]فأوحى إليهِ أنْ
أدْخِلْ يدكَ
فيهِ فأدْخَلَ
يَدَهُ فيهِ
فإذا هو
مبْلولٌ فقال:
ليسَ مِنَّا
مَنْ غشَّ[ .
6. (262)- Ebu Dâvud ve Tirmizî'nin rivayetlerinde (yukarıdaki
hadiste) şu ziyade mevcuttur: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a "elini
yığına daldır" diye vahyedildi, o da elini daldırdı. Yığın ıslaktı. "Aldatan
bizden değildir" buyurdu."[118]
ـ7ـ
وعن عُقْبَة
بن عامر رضى
اللّه عنه
قال: ] يَحِلُّ
ِمْرئٍ
مُسْلمٍ
يبيعُ سِلعةً
يَعْلَمُ
أنَّ بِهَا
داءً إ
أخْبَرَ
بِهِ[. أخرجه
البخارى في
ترجمة باب .
7. (263)- Ukbe İbnu Âmir (radıyallahu anh) buyurmuştur ki:
"Müslüman bir kimsenin, bir malda kusur olduğunu bildiği halde, müşteriye
haber vermeden satması haramdır." Buhârî, bunu bir babın başlığında
kaydetmiştir. (Büyû 19).[119]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in devlet reisi vasfıyla zaman zaman çarşıpazarı teftiş ettiğini
gösterir. Ma'mafih çarşıya alışveriş için de gelmiş bulunsa, bu esnada konrol
ve murâkebe işini de yürüttüğünü ve dolayısıyla, devletin bu işlere ehemmiyet
vermesi gereğini ifâde eder.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in buğdaydaki
yaşlığı gizlememesini söylemesi, bu yığnı toptan satmak üzere koyduğunu ifade
eder. Çünkü ölçek ölçek satılma durumunda alttaki yaşlılık meydana
çıkacağından, burada bir aldatma niyeti söz konusu olamaz. Şu halde bağ-bağ, sandık-sandık,
sepet-sepet, çuval-çuval, toptan satışlarda üst kısma kalitelisini, kusursuzunu
koyarak, müşterinin nazarından bazı kusurlarını gizlemek haram olmaktadır.
Üst kısımla alt kısım arasında fark
büyük olduğu takdirde müşteri akdini bozabilir, az farkı böyle bir hak tanımaz,
çünkü alışverişte bir tarafın az miktarda aldanması normal karşılanır.
Bazı âlimler, bu hadisten, büyük ve fazilet ehli
kimselerin alışveriş için pazara gitmelerinin sünnet olduğu hükmünü
çıkarmışlardır. Nitekim İmam Mâlik: "Eskiden insanların âdeti pazar
yerlerine çıkmak ve oralarda oturmak idi. İbni Ömer çok defa pazara gelip orada
otururmuş" der.
Yahya İbnu Sâid de: "Ben Saîd İbnu'l-Müseyyeb
ile Sâlim Mevlâ İbnu Ömer (radıyallahu anh)'in bir kısım rivayetlerini, onlar
çarşıda oturup sohbet ederken aldım" demiştir. Bu durumu te'yid eden bir
rivayet, Ashabtan Abdullah İbnu Büsr en-Nasrî ile ilgili: "Bu zat
(radıyallahu anh), cuma namazını kıldıktan sonra, hemen çıkar, çarşı-pazarı bir
dolaşır tekrar camiye girip ibâdetle meşgul olurmuş. Kendisine niçin böyle
yaptığı sorulunca: "Müslümanların Efendisi (aleyhissalâtu vesselâm)'ni
böyle yapar gördüm de ondan" cevabını vermiştir.[120]
ـ1ـ
عن أبى هريرة
رضى اللّه عنه
قال: قال
رسولُ اللّهِ
# ]َ تُصَرُّ
وَيُرْوَى
َتَصُرُّوا ا“بِلَ
والغنَمَ،
ومن
ابتَاعَهَا
فهوَ بِخَيْرِ
النَّظَرَيْنِ
بَعْدَ أنْ
يَحْلُبَهَا
إنْ شاءَ
أمْسَكَ،
وأنْ شَاءَ
ردَّها وصاعاً
من تمرٍ[.
أخرجه الستة .
1. (264)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular:
"Deve ve koyunun memelerinde süt bekletmeyin.
Kim böyle sütü bekletilmiş bir sağmal hayvan satın almışsa sağdıktan sonra
muhayyerdir, dilerse kabul eder, dilerse bir sâ' miktarında kuru hurma da
vererek iade eder."[121]
ـ2ـ
وفي أخرى
للبخارى: ]فإن
رَضِيَهَا
أمْسَكَهَا
وإنْ
سَخِطَهَا
فَفى
حَلْبَتِهَا
صاعٌ من تمرٍ[ .
2. (265)- Buhârî'nin bir başka rivayetinde "...Memnun
kalırsa hayvanı tutar, memnun kalmazsa iâde eder. İâde ettiği takdirde sağdığı
süt için bir sâ' kuru hurma verir" denmektedir.[122]
ـ3ـ
وفي أخرى
لمسلم: فهو
فيما بالخيار
ثثةَ أيامٍ،
وله: إن رَدَّ
معها صَاعاً
من طعامٍ
سمراءَ.وله
في أخرى: مِنْ
تَمْرٍ
سمراءَ.
ولهما:
و تُصرُّ
ا“بلُ والغنمُ
.
3. (266)- Müslim'in bir rivayetinde denmektedir. Büyû, 25.
Müslim'in bir başka rivayetinde: "...bir sa'
kuru hurma verir, buğday değil" denir.
Buhârî ve Müslim'in rivayetlerinde: "Deve ve
koyunun sütü (satış sırasında) memede bekletilmez" buyurulur.[123]
ـ4ـ
وللنسائى
رحمه اللّه:
]مَنِ ابْتَاع
مُحَفَّلَةً
أو
مُصَرَّاةً[ .
4. (267)- Nesâî'nin bir rivayetinde: "Kim sütü
bekletilmiş bir deve veya davar satın alırsa.." denir[124].
ـ5ـ
وعن ابن عمر
رضى اللّه
عنهما قال:
قال رسولُ
اللّه #: ]مَن
باعَ مُحفلةً
فهوَ
بالخِيارِ ثثةَ
أيامٍ، فإن
ردَّهَا ردّ
معها مِثلَ أو
مِثلَىْ
لَبَنِهَا
قمحاً[. أخرجه
أبو داود .
5. (268)- İbnu Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kim sütü memesinde bekletilmiş bir deve satın
alırsa o üç gün muhayyerdir. Şayed iâde edecek olursa, hayvanla birlikte, sütü
mislince veya sütünün iki mislince buğday da verir."[125]
AÇIKLAMA:
Dinimiz alışverişte dürüstlüğe çok ehemmiyet vermiş,
aldatmanın her çeşidini yasaklamıştır. Bu meyanda satılacak olan sağmal
hayvanların memesinde süt bekletmek de yasaklanmıştır. Cahiliye devrinde Araplar,
satacakları hayvanı, çok süt veren cinsten göstererek daha iyi bir fiyatla
satabilmek maksadıyla birkaç gün sağmayarak sütü memede bekletirlermiş. Bu
çeşit hayvanlara musarrât denmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu
çeşit satışları hususî kaideler getirerek, hileyi önlemek için tedbir almıştır.
Yukardaki rivayetlerde, hayvanı iade edecek olan müşterinin, bir sâ' miktarında
hurma vermesi de istenmektedir. Bu, sağılmış olan süte karşılıktır.
Fakihler bu hadisleri farklı şekillerde yorumlamışlardır.
Şâfiîler ehemmiyetle, burada kuru hurma verileceğini söylerler. Müşteri, kuru
hurma bulamazsa hurmanın Medine'deki bedelini veya o beldeye en yakın bulunan
hurma diyarındaki kıymetini verir.
İmam-ı Âzam, İmam Muhammed, İmam Yusuf ve İmam Malik
gibi diğer bir kısım âlimler "müşteri sütü biriktirilmiş hayvanı hıyar-ı
ayb denilen kusur muhayyerliği ile sâhibine iâde edemez, ancak noksanlığını
ödetir. Çünkü burada iâdeye mâni olan ayrı ziyade vardır" demişlerdir.
Hanefîler, memede sütü bekletilen sağmal hayvan
satın alındığı takdirde sonradan iâde edilemeyeceği prensibini te'yid edecek
muhtelif delil ve izâh getirerek hadisin zahiriyle amel edilemeyeceğini
belirtirler. [126]
ـ1ـ
عن أبى هريرة
رضى اللّه عنه
أنّ رسولَ اللّه
# قال: ]
َتَناجَشُوا[.
أخرجه الخمسة
إ النسائى .
1. (269)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) efendimiz buyurdular ki:
"(Alıcı olmadığınız hâlde, fiyatları
kızıştırmak için) müşteri ile satıcının aralarına girmeyin."[127]
ـ2ـ
وعن ابن عمر
رضى اللّه
عنهما قال:
]نَهَى رسولُ
اللّه # عن
النَّجْشِ[.
أخرجه الثثة
والنسائى.وزاد
مالك قال:
»والنجش« أن
تُعْطِيَهُ
بِسِلْعتِهِ
أكثرَ منها،
وليس في
نَفسِكَ اشتراؤُها
فيَقتدِى بكَ
غيرُكَ .
2. (270)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) diyor ki: "Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) müşteri kızıştırmayı yasakladı".
İmam Mâlik şu ilâvede bulunur: "Kızıştırma
(necş): Aslında alıcı olmadığın halde, (araya girerek) mala değerinden fazla
fiyat vermendir. Böylece (gerçekten almak isteyen) bir başkası, seni tâkiben
mala daha fazla fiyat vererek aldanır."[128]
ـ3ـ
وعن ابنِ أبِى
أوفى رضى
اللّه عنهما
قال: ]الناجِشُ
أكِلُ
الرِّبَا
خائنٌ، وهوَ
خِدَاعٌ
باطلٌ
يَحِلُّ[.
أخرجه
البخارى موقوفاً
مُعَلَّقاً.
3. (271)- İbnu Ebî Evfa (radıyallahu anh) buyurmuştur ki:
"Müşteri kızıştıran, ribâ yemiş hâindir. Bu iş, bâtıl bir aldatmadır,
helâl değildir."[129]
AÇIKLAMA:
Müşteri kızıştırarak malın daha fazla bedelle
satılmasını sağlamak sûretiyle satın alanın aldanmasına yol açtığı için
yasaklanmıştır. Bu meselede hiçbir ihtilâf sözkonusu değildir. Bu satışın
sıhati hususunda ihtilaf edilmiştir. Hanefîler'e göre, satıcı günahkâr olsa da
satış sahihdir. İmam Malik müşterinin hakk-ı hıyarına, dolayısıyla dilerse akdi
bozabileceğine kaildir. Ehl-i hadisten bazıları ile zâhirîlere göre akid
fâsiddir.[130]
ـ1ـ
عن ابن مسعود
رضى اللّه عنه
قال: ]أنهُ
اشتَرى
جَارِيةً من
امْرَأتِهِ
واشتَرطَتْ
عليهِ أنَّكَ
إنْ
بِعْتَهَا
فهى لى بالثمن
الَّذِى
ابْتَعْتَهَا
بهِ؟ فاستفتى
في ذلكَ عمرَ
رضى اللّه عنه
فقال: َ
تَقْرَبْهَا.
وفيهَا شرطٌ
َحَدٍ[. أخرجه
مالك .
1. (272)- İbnu Mes'ud (radıyallahu anh)'un anlattığına göre:
"Kendisi, hanımından bir cariye satın alır. Ancak karısı bir şart koşarak
der ki:
"Şayet cariyeyi satacak olursan, satın aldığın
fiyatla ben alacağım." Bu hususta Hz. Ömer (radıyallahu anh)'e sordum.
Bana:
"Câriyeye yaklaşma. Onda başka birisi için şart
var" dedi.[131]
AÇIKLAMA:
Burada satış akdinin muhtevasına uygun gelmeyen bir
şart koşulmaktadır. Zira, satış mülkiyetinin eksiksiz ve tam olarak müşteriye
geçmesini sağlamalıdır. Bu şart sebebiyle İbnu Mes'ud cariyeyi dilediği gibi
satamayacak, hibe edemiyecek. Öyle ise mülkiyet hakkı tam değildir. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) böyle şartlı satışları yasaklamıştır.[132]
ـ2ـ
وعن عمرو بن
شعيب بن محمد
بن عبداللّه
بن عمرو بن العاص
عن أبيه عن
جده عبد اللّه
رضى اللّه عنه
قال: ]نهى
رسولُ اللّهِ
# عن بيعِ
العُربانِ[.
أخرجه مالك
وأبو داود.
وقال مالك:
وذلك فيما نُرى
واللّه أعلمُ
أن يشتَرى
الرجلُ
العبدَ أو الوليدَةَ
أو يتَكَارَى
الدَّابّةَ، ثم
يقولُ
الَّذِى
اشْتَرَى منه
أو تكارَى منه:
أُعْطِيكَ
دِيناراً أوْ
دِرْهَماً أو
أكْثَرَ مِنْ
ذلكَ أو
أقَلَّ على
أنى إنْ
أخَذْتُ
السِّلْعَةَ
أو رَكِبْتُ
الدَّابَةَ
فالَّذِى
أُعْطيكَ
هُوَ مِنْ
ثمنِ
السِّلْعَةِ
أوْ مِنْ
كِراءِ
الدابةِ،
وإنْ
تَرَكْتُ ابْتِيَاعَ
السلعةِ أو
كِرَاءَ
الدّابةِ فما
أُعْطيكَ
باطِلٌ
بِغَيْرِ
شَئٍ .
2. (273)- Amr İbnu Şuayb İbni Muhammed İbni Abdillah İbni Amr
İbni'l-As babası tarikiyle ceddi Abdullah'tan rivayet ettiğine göre, "Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bey'u'l-urban'ı yasaklamıştır."
İmam Mâlik bey'ul-urbân'ı şöyle tarif eder:
"Kişinin bir köle veya cariyeyi satın alıp veya bir hayvanı kiralayıp,
sonra satan veya kiralayan kimseye: "Sana şu kadar dirhem veya dinar
veriyorum, şu şartla ki, ben bu malı
satın alır veya senden kiraladığım hayvana binersem sana vermiş olduğum para,
malın bedelinden veya hayvanın kirasından sayılacaktır. Şayet malı almaktan,
veya hayvanı kiralamaktan vazgeçersem, sana önceden vermiş olduğum para senin
olsun" der.[133]
AÇIKLAMA:
Bey'u'l-Urban'ı âlimler umumiyetle tecviz etmemişler, butlanına hükmetmişlerdir. Ahmet
İbnu Hanbel cevazına meyleder. Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in de tecviz ettiği
rivayet edilmiştir.[134]
ـ3ـ
وعن
عبداللّهِ بن
أبى بكر. ]أنَّ
جَدَّهُ محمدَ
بن عمرو: باعَ
ثمرَ حائطٍ له
يُقالُ له
ا‘فراقُ
بأربعةِ آفِ
دِرْهَمٍ،
واستثنَى
بثمانمائةِ
درهمٍ[ .
3. (274)- Abdullah İbnu Ebî Bekr'in anlattığına göre:
"Dedesi Muhammed İbnu Amr, el-Efrâk adındaki bağının meyvesini dört bin
dirheme sattı. Bundan sekiz yüz dirheme (tekabül eden) hurmayı müstesna
kıldı."[135]
AÇIKLAMA:
Bir bahçenin meyvesi toptan satılırken üçte biri
geçmeyecek miktarda meyvenin satıştan
hâriç tutulabileceği hükme bağlanmıştır. Sayısı belirtilmek kaydıyla bir kısım
ağaçlar da satıştan istisna edilebilir. Bu da câizdir.[136]
ـ4ـ
وعن مالك رحمه
اللّه أنه
بَلغَهُ أنّ
رسول اللّه #:
]نهَى عن
بيْعٍ
وسَلَفٍ[.
أخرجهما
مالك، قال:
وتفسيرُ ذلك
أنْ يقولَ
الرجلُ للرجل
آخذُ سِلعتَكَ
بِكَذَا
وَكَذَا علَى
أنْ تسْلِفَنِى
كذا وَكَذَا،
فإن عَقَدَ
بَيْعَهَا على
هذا فهوَ
غَيْرُ جائز .
4. (275)- İmam Mâlik (radıyallahu anh)'e ulaştığına göre, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) satışı ve selefi yasaklamıştır.
İmam Mâlik bunu
şöyle açıklar: "Bu, bir kimsenin diğerine şöyle demesidir:
"Senin malını şu şu fiyata alıyorum ancak bir şartla sen de benden şunu ve
şunu selef sûretiyle satın alacaksın". Bu çeşit bir muamele câiz
değildir."[137]
AÇIKLAMA:
Selef kelimesi iki mânada kullanılmaktadır:
1- Selem, yani parayı peşin vererek malın bilâhare
alınması: Tarladan çıkacak buğdaydan şu kadar miktarına şimdiden şu kadar para
alarak satmak.
2- Selef bir de karz yâni, herhangi bir menfaat
beklenmeden borç para vermek mânasına gelir. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) karzla (veya selemle) satışın birleşmesini yasaklamıştır. Bu çeşit satışta bir malın normal
bedelinden daha yükseğe satılması olduğu gibi karzın, malı satmaya teşvik
maksadını gütmesi, dolayısıyla bir menfaat mukabili yapılmış olması da söz
konusudur. Halbuki karz karşılıksız olmalıdır, aksi takdirde fâiz olur ve
haramdır. Şöyle ki: Bir adam mesela düğün için kumaş alacak, fakat parası yok.
Kumaşı satın alacağı tüccardan karz sûretiyle yani borçlanarak para alıyor, bu
parayı aynı tüccara kumaş karşılığı ödüyor. Hadisi, bazı alimler şu şekilde de
anlamıştır: Kumaşı alan zat, tüccardan peşin para alarak, karşılığında selem
sûretiyle, yani tarladan çıkacağı zaman vermek üzere buğday satıyor. Peşin
aldığı parayı, o tüccardan satın aldığı kumaş için ödüyor. İşte bu çeşit bir
muâmelede hem satış, hem selem birleşmiş olmaktadır. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bu tarzı yasaklamaktadır. [138]
ـ5ـ
وعن جابر رضى
اللّه عنه
قال:
]غَزَوْتُ مَعَ
رَسُولِ
اللّه #
فَتََحَقَ بى
رسولُ اللّه # وأنَا
علَى ناضحٍ
لَنا قَدْ
أعْيَا. قال:
فتَخَلّفَ
رسولُ اللّه #
فزجرهُ
ودَعَا لهُ
فما زالَ بينَ
يَدَى ا“بلِ.
فقال لِى
كَيْفَ ترَى
بعيرَكَ؟
فقلتُ
بِخَيْرٍ:
قَدْ
أصابَتْهُ بَرَكتُكَ.
قال:
أفَتبِيعُنيهِ؟
قالَ: فاستحييتُ،
ولم يكن لَنَا
ناضحٌ غيرُهُ.
قال: فقلتُ
نعمَ، فبعتهُ
إياهُ على أن
لى فقارَ
ظهرهِ حتى
أبلغَ
المدينةَ،
قال فقلت يا
رسولُ اللّه إنّى
عَرُوسٌ،
فأستأذنتُهُ
فأذِنَ لِى
فتقدَّمْتُ
الناسَ إلى
المدينةِ حتى
أتَيْتُ المدينةَ
فَلَقِيَنِى
خالِى
فسألنِى عن
البعيرِ
فأخْبَرْتُهُ
بما صنعتُ
فيهِ
فََمِنى، وقدْ
كانَ رسولُ
اللّه # قال
لِِى حين
استأذنتهُ:
هلْ تزَوجتَ
بِكراً أم
ثيِّبا؟
قُلْتُ: بل ثيباً.
قال هّ بكراً
تعبها
وتعبُكَ؟
قلتُ يا رسول
اللّه:
تَوَفَّى
والدِى ولى
أخَوَاتٌ
صِغَارٌ
فكَرِهْتُ
أنْ
أتَزَوَّجَ
مِثْلَهنَّ ف
تؤدِّبُهنَّ
و تقومُ
عَلَيْهِنَّ،
فَتَزَوَّجْتُ
ثَيِّباً
لِتَقُومَ
عَلَيْهِنَّ
وتؤدِّبهنَّ.
قال: فلما
قَدِمَ رسول
اللّه # المدينةَ
غَدَوْتُ
عليه
بالْبَعيرِ
فأعْطانِى
ثَمَنَهُ
وردَّهُ
عَلَىَّ[.
أخرجه الخمسة
.
5. (276)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le birlikte gazveye katıldım. Ben su
taşımada kullandığımız devemizin üzerinde giderken Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bana kavuştu. Devem yorgundu ve bu yüzden gerilerden yürüyordu.
Durumu görünce Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de geride kalarak deveyi
sürdü ve ona dua buyurdu. Bunun üzerine bütün develerin önünden gitmeye
başladı. Bana:
"Deveni nasıl görüyorsun?" diye sordu.
"Çok iyi görüyorum, bereketiniz değdi"
dedim.
"Onu bana satar mısın?" buyurdu. Ben utandım,
bundan başka su taşıyan devemiz yoktu. Yine de
"evet" dedim ve Medine'ye varıncaya kadar
sırtı benim olmak şartıyla deveyi kendilerine sattım. Ona:
"Ey Allah'ın Rasûlü yeni evliyim" diyerek izin istedim. Bana izin verdiler.
Bunun üzerine, Medine'ye gelince beni dayım karşıladı. Deveden sordu. deve ile
ilgili yaptıklarımı anlatınca beni ayıpladı. İzin istediğim sırada Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Bâkire ile mi, dulla mı evlendin?" diye sormuştu. Ben
"dul biriyle" dedim.
"Niye bâkire ile değil, o seninle sen de onunla
şakalaşırdınız" buyurdu. Ben:
"Ey Allah'ın Resûlü, babam vefat etti. Bir çok
kız kardeşim var, hepsi de küçük. Onlarla aynı yaşta, onların terbiyeleriyle
meşgul olamayacak, onlara bakamıyacak çok genç biriyle evlenmeyi uygun
bulmadım. Bu sebeple onlara bakıp
terbiyelerini yapacak bir dulla evlendim" dedim."
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Medine'ye
gelince deveyi vermek üzere yanlarına gittim. Bana parasını verdi ve deveyi de
iâde etti."[139]
ـ6ـ
وفي أخرى قال:
]بِعْنِيهِ
بأُوقِيةٍ.
قلتُ . قال
بِعْنِيهِ
بأُوقِيةٍ،
فبعتُهُ
واسْتَثْنَيْتُ
حُمْنَهُ إلى
أهْلِِى. فلما
قَدِمْنَا
أتيتُهُ
بالجمل
ونَقَدَنِِى
ثمَنهُ ثم
انصرفتُ
فأرسَلَ على أثرِى
فقال: ما كنتُ
Œخذَ
جَمَلَكَ،
فَخُذْ جَمَلَكَ
فهُوَ
لكَ[.وفي أخرى:
]أفْقَرنِى
رسولُ اللّهِ
# ظهْرَه إلى
المدينةِ[.وفي
أخرى: ]لكَ ظهرهُ
إلى
المدينة[.وفي
أخرى: ]فشرطَ
ظهرَهُ إلى
المدينةِ. قال
البخارى:
اشتراطُ أكثر
وأصحُّ[.وفي
أخرى:
]بأربعةِ
دنانيرَ، وهذا
يكونُ
أُوقِيّةً
على حِسابِ
الدينارِ بعشرةٍ[.وفي
أخرى: ]أوقيةَ
ذهب[.وأخرى:
مائَتىْ درهم.
وأخرى:
بأربعِ
أواقِىَ.وأخرى:
بعشرين
ديناراً.وأخرى:
فإذَا
قَدِمْتُ
المدينةَ
فالكَيْسَ
الْكيْسَ،
وفيها:
وقَدِمْتُ
المدينةَ بالغداةِ
فجئتُ
المسجدَ
فَوَجَدْتُهُ
على بَابِ
المسجِدِ،
فقال اŒنَ
قَدِمْتَ؟
قلتُ: نَعَمْ.
قال: فَدَعْ
جَمَلَكَ
وادخُلْ
فصلِّ ركعيتنِ،
فدخلتُ
فَصَلَّيْتُ،
ثم رجعتُ،
فأمَرَ بً أنْ
يَزِنَ لِى
أُوقيَّةً
فَوَزَنَ لِى
بِلٌ
فأرجَحَ.وفي
أخرى قال:
فلمَّا
ذهبنَا لندخلَ
قال:
أمْهِلُوا
حتَّى ندخلَ
ليً كىْ تَمتَشِطَ
الشَّعِثَةُ
وَتَسْتَحِدَّ
المَغِيبَة
6. (277)- Bir diğer rivayette şöyle gelmiştir:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Deveyi bana bir okiyye'ye sat" dedi. Ben:
"Hayır" dedim. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ısrar ederek:
"Onu bana bir okiyye'ye sat" dedi ben de sattım fakat
evime kavuşuncaya kadar binme şartını koştum. Medine'ye gelince, teslim etmek
üzere deveyi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a getirdim. Bana parasını
hemen ödedi. Ben oradan ayrıldım. Arkamdan birini göndererek:
"Esasen senin devene müşteri değilim, sen
deveni geri al artık, o yine senin olsun" dedi.
Bir diğer rivayette: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) hayvanın sırtını Medine'ye kadar bana iâde etti" denir.
Bir diğer rivayette: "Medine'ye kadar sırtı
senin" denir.
Bir diğer rivayette: "...Medine'ye kadar
sırtını şart kıldı" ifadesi vardır. Buhârî der ki: "Şart kılma
ifadesi rivayetlerin çoğunda yer alır. Sahîh olan da budur."
Bir diğer rivayette: "Deveyi, dört dînara
(sattım)" denir. Bu, dinarın on dirhem hesabından bir okiyye yapar. Diğer
bir rivayette "Bir okiyye altın'a" denir. Diğer bir rivayette
"ikiyüz dirheme" denir. Bir diğer rivayette "Dört
okiyye'ye" denir. Bir diğer rivayette "Yirmi dinara" denir.
Bir diğer rivayette: "Medine'ye geldiğin
zaman dikkatli ol hanımın hayızlı olabilir"[140]
buyurdu. Bu rivayette "Akşam vakti Medine'ye geldim. Mescide uğradım.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı orada mescidin kapısında buldum. Bana
"Şimdi mi geldin?" diye sordu.
"Evet!" dedim. Bana:
"Deveni bırak, içeri gir, iki rek'at namaz
kıl!"
buyurdu. Ben hemen girdim, namaz kıldım ve döndüm. Hz. Bilâl'e emrederek bana
bir okiyye tartmasını söyledi. Bilal derhal tarttı ve biraz da fazla
koydu" denir.
Bir diğer rivayette Câbir (radıyallahu anh) der ki:
"(Evimize) girmek için gittiğim zaman, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
şöyle uyardı:
"Biraz ağır olun, evlere geceleyin girelim.
Böylece, saçı başı dağınık olanlar taranır, gurbette kocası olanlar etek traşı
olurlar."[141]
ـ7ـ
وفي أخرى
لمسلم قال:
]بِعْنِى
جَمَلَكَ هذَا،
قلتُ َ: بلْ
هوَ لكَ قالَ
َ: بَلْ
بِعْنِيهِ.
قلتُ َ: بلْ
هوَ لَكَ
يَارسُولَ
اللّهِ: قال َ:
بَلْ
بِعْنِيهِ.
قلتُ فإنَّ
لِرجلٍ علىَّ
أوقِيَّةَ
ذَهَبٍ
فَهُوَ لكَ
بها. قالَ قد
أخَذْتُهُ
فَتَبَلَّغْ
عليه إلى
المدينةِ،
فلمّا قَدِمْتُ
المدينةَ قال
لِبلٍ
أعْطِهِ أوقيَّةَ
ذَهَبٍ
وَزِدْهُ:
فَزَادَنِى
قِيرَاطاً،
فَقُلْتُ
َتُفَارِقُنِى
زِيَادَةُ
رسولِ اللّهِ
# فكانَ في
كِيْسٍ لِى
إلى أنْ
أخَذَهُ أهلُ
الشّامِ يومَ
الحَرَّةِ[ .
7.
(278)-
Müslim'in bir diğer rivayetinde şöyle gelmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm):
"-
Bana şu deveyi sat" buyurdu. Ben:
"-
Hayır satmam, size bağışlıyorum, deve sizin olsun ey Allah'ın Resûlü"
dedim.
"-
Olmaz, bağış kabûl etmem, sat onu bana" buyurdu. Ben:
"-
Öyleyse, dedim, bir adama bir okiyye miktarında altın borcum var, ona mukabil
deveyi size sattım" dedim. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"-
Aldım onu, ancak sen yükünü Medine'ye
kadar onun üzerinde götür" dedi.
Medine'ye
gelince, Hz. Bilâl (radıyallahu anh)'e:
"- Câbir'e bir okiyye altın ver, biraz da fazla
olsun"
emretti. Bilal bu söz üzerine bir kîrât[142]
fazla tarttı. Kendi kendime: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bana
verdiği fazla miktarı yanımdan hiç ayırmayacağım" dedim. Harra harbinde,
Şamlılar tarafından yağma edilinceye kadar, kesemin dibinde duruyordu."[143]
ـ8ـ
وله في أخرى
أتبيعُنيهِ
بِكذَا وكذَا
واللّهُ
تعَالى
يَغْفِرُ
لكَ؟ قُلْتُ:
هُوَ لَكَ. فما
زالَ
يَزِيدُنِى،
وَيَقُولُ:
واللّهُ تعالى
يَغْفِرُ لكَ.
قَالَهَا
ثثاً .
8. (279)- Yine Müslim'den gelen bir başka rivayet şöyledir:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Bana, deveyi şu, şu bedele sat, Allah da seni
mağfiret buyursun, olmaz mı?" dedi. Ben cevaben:
"Elbette, o sizin olsun" dedim. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bir taraftan miktarı artırmaya devam ediyor bir
taraftan da: "Allah Teâlâ sana mağfiret buyursun" diyordu. Bu
sözü üç kere tekrar etti."[144]
ـ9ـ
وفي أخرى:
وقال لى:
]ارْكبْ
بِسْمِ
اللّهِ فلمّا
قَدِمْنَا
المدينةَ
دخَلَ
النبىُّ # المسجدَ
في طوائفَ
مِنْ
أصْحَابِهِ
وَدَخَلْتُ
إليهِ
وَعَقَلْتُ
الجملَ في
ناحيةِ الْبطِ.
فَقُلْتُ لهُ:
هذا جمَلُكَ؟
فخَرَجَ:
فجعلَ يُطيفُ
بالجملِ
ويقولُ:
الجمَلُ جَمَلُنَا.
فَبَعَثَ
بِأوَاقِىَ
مِنْ ذَهَبٍ فقال:
أعْطُوهَا
جَابِراً. ثم
قال:
اسْتَوْفَيْتَ
الثَّمَنَ؟
فقلْتُ:
نَعَمْ!
فقالَ: الثَّمَنُ
وَالجَملُ
لكَ[ .
9. (280)- Bir diğer rivayette şöyle denir: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bana:
"Allah'ın adıyla bin" dedi. Medine'ye geldiğimiz
zaman Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ashâbından bazı gruplarla birlikte mescide girdi. Ben de
mescide girip, devemi kapının yanındaki taş döşeli kısma bağladım. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a
"işte deveniz" diye haber verdim.
Mescidden çıktı. Deveye yaklaştı ve
"Deve, devemizdir" buyurdu. Sonra birkaç
okiyye altın gönderip: "Bunu Câbir'e verin" dedi. Sonra bana: "Parayı
aldın mı?" diye sordu.
"Evet" dedim. Bunun üzerine:
"Para da, deve de senindir" buyurdu (ve deveyi de geri
verdi.)"[145]
AÇIKLAMA:
Yukarıdaki 276 numaralı rivayetten itibaren
kaydedilen vecihlerden de anlaşılacağı üzere, Hz. Câbir (radıyallahu anh)'in
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a deve satmasıyla ilgili vak'a çok değişik
şekillerde nakledilmiştir. Bu hâdise nikah, cihad, alışveriş, menâkıb... gibi
pek çok konularla ilgili hükümlere yer vermektedir. Bu sebeple, hadis
kitaplarının muhtelif bölümlerinde, farklı şekilleriyle yer almıştır.
Âlimler, hadisle ilgili bir kısım teferruatı anlama
ve açıklamada ihtilaf ederler. Söz gelimi, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın deveye ödediği bedel nedir? Rivayetlerde buna temas eden ifâdeler
farklı rakamlara yer verir. Bunların te'lifi, açıklanması şârihleri fazlaca
meşgul eder.
Biz, daha ziyade hususî araştırıcılar için ehemmiyet
taşıyacak bu gibi teferruata girmeden her okuyucumuz için faydalı olabilecek,
âlimlerimizin müştereken parmak bastıkları birkaç noktaya burada yer vereceğiz:
1- Bu rivayete dayanarak bazı âlimler, "istediği
zaman binmek şartıyla" hayvan satışı yapılabileceği hükmünü çıkarmış ise
de Ebu Hanîfe ve Şâfiî hazretleri böyle bir satışın bâtıl olacağına
hükmetmişlerdir.
2- Hadiste, öncelikle bâkire ile evlenmeye teşvik
vardır. Terbiyevî mülâhazalarla dul ile evlenmek de "efdal" olabilir.
3- Büyükler, arkadaşlarının evlilik dâhil her çeşit
meseleleriyle ilgilenmeli, yol göstermelidirler. Bu ilgi müstehabdır,
faydalıdır.
4- Yetimlerin terbiyelerini düşünmek gerekir. Onların
durumlarını nazar-ı dikkate alarak, icab ediyorsa dulla evlenmek de faziletli
bir evlenmedir. Bâkire ile evlenmeye teşvik buna mâni değildir. Hz. Câbir
(radıyallahu anh) misâlinde olduğu üzere, bazı içtimâî şartlar, dulla evlenmeyi
"efdal" kılabilir.
5- Seferden dönerken, komutanın izni ile, askerler öne
geçebilir.
6- Sefer dönüşünü, uygun saatlere rastlatmak
müstehabdır.
7- Hz. Câbir (radıyallahu anh)'in, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) nezdinde mühim bir yeri vardır.
8- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) son derece
cömerttir. [146]
ـ10ـ
وعَن عائشةَ
رضى اللّهُ
عنها ]أنَّ
بَرِيرَةَ
جاءتْهَا
لِتَسْتَعينَ
بِهَا في كِتَابَتِهَا
وَلَمْ
تَكُنْ
قَضَتْ مِنْ
كِتَابَتِهَا
شَيْئاً.
فقالتْ لَهَا
عائشةُ: ارْجِعِى
إلى أهْلِكِ
فإنْ
أحَبُّوا أنْ
أقْضِىَ
عَنْكِ
كِتَابَتَكِ
وَيَكُونَ
وََؤُكِ لِى
فَعَلْتُ.
فَذَكَرَتْ
ذلِكَ
بَرِيرَةُ ‘هْلِهَا
فأبَوْا،
وَقالُوا: إنْ
شَاءَتْ أنْ تَحْتَسِبَ
عليكِ
فَلْتَفْعَلْ،
ويكونُ لنَا
وََؤُكِ؛
فَذَكَرَتْ
ذلكِ
لِرَسُولِ اللّهِ
# فقال: لَهَا
ابْتَاعِى
وأعْتِقِى
فإنَّمَا
الْوََءُ
لِمَنْ
أعْتَقَ،
ثمَّ قَامَ
فقَالَ: ما
بَالُ
أُنَاسٍ
يَشْتَرِطُونَ
شُروطاً لَيْسَتْ
في كِتَابِ
اللّهِ
تعالى؟ مَنِ
اشْتَرَطَ
شَرْطاً
لَيْسَ في
كِتَابِ
اللّهِ فلَيْسَ
له، وإنِ
اشْتَرَطَ
مِائةَ
شَرْطٍ، شَرْطُ
اللّهِ تعالى
أحَقُّ
وأوْثَقُ[.
أخرجه الستة .
10. (281)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nin anlattığına göre:
"Berîre, mukâtebe borcunu ödeme hususunda yardımcı olması için kendisine
(Hz. Aişe'ye) uğramıştı. O âna kadar borcundan herhangi bir şey ödememiş
bulunuyordu. Hz. Aişe, Berîre'ye
"Ailene dön, senin mukâtebe borcunu ödememi
istiyorlarsa bir şartla yaparım: Senin üzerindeki velâ hakkı bana geçmeli"
dedi. Berîre dönüp, ailesine durumu anlattı. Onlar kabul etmediler ve:
"Sana bir iylik yapmak isterse yapsın,
karışmayız, ancak velâ'n bize aittir" dediler.
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) bunun üzerine, durumu
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e arzetti. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ona:
"Sen satın al, sonra da âzad et. Velâ hakkı,
âzâd edene aittir" buyurdu.
Bunu söyledikten sonra Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ayağa kalkarak şu hitabede bulundu: "İnsanlara ne oluyor ki,
alışverişlerinde Kitabullah'ta bulunmayan şartları koşuyorlar? Kitabullah'ta
olmayan bir şart koşana bu helâl olmaz. Böyle biri yüz şart da koşacak olsa,
Allah'ın şartı daha doğru,daha sağlamdır."[147]
AÇIKLAMA:
Berîre bintu Safvân (radıyallahu anhâ), kıbtî asıllı
bir cariyedir. Efendisinin kim olduğu hususunda rivayetler ihtilâflıdır.
Kocasının şahsiyeti de ihtilaf konusudur.
Sâhipleri, Berîre (radıyallahu anhâ) ile mukâtebe
anlaşması yapmışlardı. Yâni, anlaşılan miktarda para ödeyerek hürriyetine
kavuşacaktı. Bu bedel dokuz okiyye idi. Her yıl bir okiyye (kırk dirhem gümüş)
ödeyerek dokuz yılda hürriyetine kavuşacaktı. Vak'a'nın yukarıdaki hadiste
kaydedilen seyrine göre, Berîre (radıyallahu anhâ) bu borcun ödenmesinde Hz.
Aişe (radıyallahu anhâ)'nin yardımını taleb ediyor. Hz. Aişe (radıyallahu
anhâ), velâ hakkının kendisine ait olması şartıyla bu yardımı yapmayı
kabulleniyor, Berîre (radıyallahu anhâ)'nin efendisi velâ hakkını bırakmak
istemeyince, mesele Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e intikal ettirilir.
Reshulullah velâ hakkının âzad edene ait olacağını belirtir.
Hadiste geçen "Kitabullah" tâbirine
bakarak buradaki hükmün Kur'ân-ı Kerîm'de yer aldığı zannedilmemelidir. Bu
mevzu, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hükmü ile sabittir, Kur'ân'la
değil. İslâm âlimleri bu ve benzeri ifâdelere dayanarak Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in vazettiği hükümlerin de Kur'ân'ın hükmü gibi
telakki edilmesi gereğine hükmederler. Bu çeşit hükümler "vasıtalı olarak
Kur'ân'ın hükmündedir." Vâsıta ise Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'tır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bu yetkiyi veren de
Kur'ân'dır: "Resul size ne getirmişse onu alın" (Haşr: 59/96).
Keza: "Allah ve Resûlüne itaat edin" (Âl-i İmrân: 3/132). Öyle
ise Resûle itaat emri Kur'ân'da yer aldığına göre, ondan sâdır olan hükümleri,
Kur'ân'ın hükmü gibi değerlendirmek, "Kitabullah'tandır" demek câiz
olmaktadır.
Velâ: Âzâd edilen köle ile âzâd eden efendi arasında
teessün eden akrabalık bağıdır. Buna vela-i ataka denir. Nesebi mâruf olmayan
kimsenin, nesebi mâlum biri ile kardeşlik akdederek "Sen benim mevlâm ol,
ölürsem bana mirascı olursun, bir cinayet işlersem benim namıma cezamı
ödersin" demesi sûretiyle tevessül eden akrabalığa da vela-i muvâlat
denir.
Hadisten çıkarılan pekçok hükümden birkaçı:
1- Köle ile efendi arasında mükâtebe akdi caizdir.
2- Velâ hakkı âzad edene aittir.
3- Dostluk, yardımlaşma, bir kimsenin elinde Müslüman
olma veya kimsesiz bir çocuğu sokakta bulup alma gibi durumlarla velâ hakkı
tahakkuk etmemesi gerekir. Fakihler bu meselelerde farklı görüşler ileri
sürerler. Şafiî mezhebine göre bunların hiçbirinde velâ hakkı doğmaz. Hanefiler
de velâ hakkını yukarıda kaydettiğimiz iki şekle hasrederler: "Velâ-i
ataka ve vela-i muvâlat, bunlar dışındaki velâlar meşrû olamaz" derler.
4- Bid'at çıktığı vakit, devlet reisinin müdâhalesi
gerekir.
5- Hatalar yüze vurulmamalı, "umumî bir ifâde
ile" dikkat çekilmeli. Nitekim rivayette Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) "insanlara ne oluyor..." diyerek münkere parmak basmıştır.
6- Mukâtebe akdi yapan cariyenin çalışmasına kocası
mâni olamaz.
7- Cariyenin kocası köle ise mukâtebe akdi yapmak
isteyince kocası buna mâni olamaz.[148]
ـ11ـ
وفي أخرى قال:
]إشْتَرِيها
وأعْتِقِيها
ولْيَشْتَرِطُوا
ما شَاءُوا،
فاشْتَرَتْهَا
فأعْتَقتْهَا،
واشْتَرَطَ
أهْلُهَا
وََءَهَا؛
فقال النبىُّ
#: الْوََءُ
لِمَنْ
أعْتَقَ،
وَإنِ
اشْتَرطُوا
مِائَةَ
شَرْطٍ[ .
11. (282)- Diğer bir rivayette, Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'ye şöyle söylemiştir: "(Berîre'yi)
önce satın al sonra da âzad et. (Onu satan efendilerini de bırak, bir işe
yaramıyacak olan) istedikleri şartı koşsunlar." Aişe Berîre'yi satın alıp,
âzad etti. Berîre'nin ailesi, velâ hakkının kendilerine ait olması şartını koştu.
Bunun üzerine Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm); şu açıklamayı yaptı:
"(Olmaz öyle şey!) Velâ hakkı âzad edene
aittir. Satanlar yüz şartta koşsalar (batıldır!)".[149]
ـ1ـ
عن أبى سعيد
الخدرى رضى
اللّه عنه
قال: ]نَهَى
رَسُولُ
اللّهِ # عَنْ
لُبْسَتَيْنِ
وَعَنْ بَيْعتَيْنِ؛
نَهَى عَنِ
المُمَسةِ
وَالمُنَابَذَةِ
في
الْبَيْعِ،
والمُمَسَةُ
لَمْسُ
الرَّجُلِ
ثَوْبَ اŒخَرِ
بِيَدِهِ
بِاللَّيْلِ
أو
النَّهَارِ َ
يُقَلِّبُهُ،
والمُنَابَذَةُ
أنْ يَنْبُذَ
الرَّجُلُ
إلى الرَّجُلِ
ثَوبَهُ،
وَيَنْبُذَ
اŒخَرُ
بِثَوْبِهِ
ويَكُونُ ذلكَ
بَيْعُهمَا
مِنْ غيرِ
نَظرٍ وََ
تَرَاضٍ،
واللَّبْسَتَانِ
اشْتِمَالُ
الصَّمَّاءِ:
وهو أنْ
يَجْعَلَ
ثَوْبَهُ على
أحَدِ عاتِقَيْهِ
فَيَبْدُوَ
أحَدُ
شِقَّيْهِ
لَيْسَ عَليه
ثوبٌ،
واللُّبْسَةُ
ا‘خرى اخْتِبَاؤُهُ
بِثَوْبِهِ
وهو جالِسٌ
ليسَ عَلَى
فَرْجِهِ
مِنْهُ شئٌ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذى .
1. (283)- Ebu Saîd el-Hudrî (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) iki giyim ve iki de alışveriş tarzını
yasakladı. Yasaklanan satış tarzları: Mülâmese ve münâbezedir. Mülâmese,
diğerinin elbisesine gündüz veya gece, eliyle sâdece değmesi, elbiseyi altüst ederek iyice görmemesi (ve bu kadarla
satış akdininin tamamlanmasıdır). Münâbeze ise, kişinin elbisesini öbürüne atması,
öbürünün de kendi elbisesini ona atması ve bu atışmanın da, elbiseye bakıp râzı
olmadan satış sayılmasıdır.
Yasaklanan iki giyinmeden biri,
iştimâlu's-sammâ'dır; bu da kişinin elbisesini omuzlarınan biri üzerine koyup,
sarınması, diğer giyinme omuzunu açıkta elbisesiz bırakmasıdır. Yasaklanan
diğer giyinme tarzı ihtibâ'dır. Bu da oturmakta olan bir kimsenin elbisesine
sarınması, bu esnada fercini örten başka bir şey olmamasıdır."[150]
ـ2ـ
وفي أخرى
للنسائىِّ
رحمه اللّه
تعالى: ]المنابَذَةُ:
أنّ يَقُولَ
إذا نَبَذْتُ
هذا الثَّوْبُ
إليْكَ فقَدْ
وَجَبَ
الْبَيْعُ،
والممسَةُ
أنْ
يَمَسَّهُ بِيدِهِ
وََ
يَنْشُرَهُ
وََ
يُقَلِّبَهُ
إذَا مَسَّ
وَجَبَ
البَيْعُ[.وعنده
عن ابنِ عُمَرَ.
وهى بُيُوعٌ
كانُوا
يَتَبَايَعُونَ
بِهَا في
الجَاهِلِيَّةِ
.
2. (284)- Nesaî'nin bir rivayetinde şu açıklama yapılır:
"Münâbeze: satıcının; "Bu elbiseyi sana atarsam satış tamam
olmuştur" demesidir. Mülâmese de elbiseyi açıp, evirip çevirmeden elini
değmesi ve değince de satış muâmelesinin tamam olmasıdır.
"Nesâî'de İbnu Ömer (radıyallahu anh)'den:
"Bu, câhiliye ehlinin, alışverişte başvurdukları bir tarzdı"
açıklaması yer alır.[151]
AÇIKLAMA:
Bu iki hadis, câhiliye devrinin bazı giyinme ve
alışveriş tarzını belirtmekte ve Hz. Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)'in
bunlarla ilgili olarak getirdiği yasaktan haber vermektedir.
Mülâmese ve münâzebe'nin ne olduğu yukarıdaki rivayetlerde
açıklanmıştır. Bazı âlimler bu açıklamanın Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a ait olduğunu söylemiş ise de umumiyetle râvilerden biri tarafından
yapılan bir derc olduğu kabul görülür. Bu cümleden olarak mülâmese,
"müşterinin elbiseye dürülü iken veya karanlıkta dokunması, satıcının da:
"Bu malı sana dokunman, görmek, yenini tutmak ve gördüğün zaman
muhayyerlik kalmamak şartıyla sattım" demesidir. Burada dokunma satış için
yeterli şart yapılmış oluyor ve muhayyerlik hakkını da tanımıyor. Görüldüğü
gibi, burada aldatma söz konusudur. İslâm satış akdinin meşrû sayılması için
malın görülmesini, kusurları varsa söylenmesini şart koşmuştur. Muhayyerlik de
ayrı bir haktır. Bütün bunları reddeden aldatmalı bir alışverişe, İslâm'ın
cevâz vermeyeceği açıktır.
Münâbeze'ye gelince bu da farklı şekillerde cereyan
etmektedir:
1- Satıcının: "Şu attığım taş hangi elbiseye
isâbet ederse sana onu sattım" der.
2- "Şu araziden attığım taşın vardığı yere
kadarını sana sattım" diyerek satış yapar.
3- Taşı atması, satış sayılır. "Şu elbiseye taş
attım mı sana şu kadara satılmış sayılmalı" der. Burada da aldatma olduğu
görülmektedir, izaha hacet kalmıyor.
İştimâlu's-Sammâ: Bunun tarifi farklı şekillerd yapılmıştır.
"Tek parçadan müteşekkil bir kumaşla omuzun birir açık kalacak şekilde sımsıkı sarınmak. Fakihler bunun
yasaklanmasını: "Çünkü, bu durumda eli elbisenin altında kalır. Çarpmalara
düşmelere karşı elini kullanıp korunmak istese bunu yapamaz, zorlukla
karşılaşır. Bu maksadla alttan elini çıkarsa avret yerleri açılır" diye
açıklamışlardır. Bazı şârihlerin de belirttiği gibi vâcibden "tesettürü
ihlâl etmeyen bir tarzda sarınmak" haram ve hatta mekruh olmamalıdır.
Yeter ki teşebbüh (kâfire benzemek) gibi bir başka mahsûr daha sözkonusu
olmasın.
İhtibâ'nın açıklanmasında da farklılıklar olmuştur.
"Kişinin elbisesine sarınıp bürünmesidir" dendiği gibi, "İnsanın
ilyeleri (kabaları) üzerine oturup, bacaklarını dikip bu vaziyette elbiseye
sarınmaktır" diyen de olmuştur. Bu tarz örtünme, dikkat edilmediği
takdirde haram yerlerin görünmesine yol açabileceği gibi, ayağa kalkışlarda da
tesettürü ihlâl edebilir. Hamamlarda bu çeşit mahzurlar vukuâ gelir. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bu durumlara dikkat çekmiş olmaktadır. [152]
ـ1ـ
عن أبى هريرة
رضى اللّه عنه
قال: ]نَهى
رسولَ اللّه #
عنْ بَيْعِ
الغَرَرِ وعن
بَيعِ الحَصَاةِ[.
أخرجه
الخمسةُ .
1.
(285)- Ebu
Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
bey'u'l-garar ve bey'u'l-hasatı yasakladı."[153]
AÇIKLAMA:
Şârihler bey'u'l-garar'ı meçhulün satışı
olarak izah ederler: Sudaki balık, havadaki kuş, denizdeki inci, kaçmış olan
köle, bağından boşanmış deve, açılıp görülmeyen bohçadaki elbise, kapalı evdeki
yiyecek, henüz doğmamış hayvan yavrusu, henüz meyvelenmeyen ağacın meyvesi
gibi, fiilen olup olmayacağı henüz kesinlik kazanmayan eşyanın satışı bu gruba
girer. Burada aldatma pek zâhirdir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu
çeşit aldatıcı alışverişleri yasaklamıştır.
Bey'u'l-hasat'a gelince, bu üç şekilde olur:
1- Satıcının "Attığım şu taşın değdiği
kumaşı" veya "Buradan taşın düştüğü yere kadar olan tarlayı
sattım" demesi.
2- Satıcı: "Ben bu taşı atıncaya kadar satışı
bozmada muhayyer olman şartı üzerine sana satıyorum" demesi.
3- Bizzat taşın atılışını satışın kesinlik kazanması
kılarlar, bu durumda satıcı şöyle der: "Bu elbiseyi taşı attım mı bu sana
satılmış demektir.
"Cahiliye devrine ait olan bu çeşit hileli
alışverişleri Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) yasaklamıştır. [154]
ـ2ـ
وفي أخرى ‘بى
داوُدَ عَنْ
عَلِيٍّ رضى
اللّه عنه
قال: ]يَأتِى
على الناسِ
زمانٌ
عَضُوضٌ
يَعَضُّ
المُوسِرُ
فيهِ على مَا
فِي يَدِهِ،
وَيُبَايِعُ
المُضْطَرُّونَ
ولم يُؤْمَرُوا
بذَلكَ. قال
اللّهُ تعالى:
وََ تَنْسَوُا
الفَضْلَ
بَيْنَكُمْ
وقدْ نَهى
رسُولُ
اللّهِ # عن بَيْعِ
المُضْطَرِّ،
وعن بَيْعِ
الْغَرَرِ، وعن
بَيْعِ
الثَّمَرَةِ
قَبْلَ أنْ
تُدْرَكَ[ .
2. (286), Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: "Halk
öyle çetin devirler yaşayacak ki, o zaman zenginler, kendilerine emredilmediği
halde, cimriliklerinden, ellerindekileri çok sıkı tutacaklar. Cenab-ı Hakk: "Aranızdaki
fazileti unutmayın" buyurmaktadır (Bakara: 2/237). Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) da şunları yasaklamıştır: Bey'u'l-muzdar'ı,
bey'u'l-garâr'ı, (meçhûlün satışı) ve salâhı ortaya çıkmadan meyve
satışını."[155]
AÇIKLAMA:
Bey'u'l-garârı yukarıda açıkladık. Bey'u'l-muzdar'a
gelince, bu, iki çeşittir:
1- Mal sâhibi,
zor kullanarak, satmaya icbar etmek. Bu akid fâsidir.
2- Mal sâhibi, borç veya geçim sıkıntısı sebebiyle
elindeki malını zararına satmaya çalışır. Dindarlık ve mürüvvetin gereği, böyle
daralanın malını almak değil, ona anlayış göstermek, karz-ı hasende bulunmak
veya borcunun ödeme müddetini te'hîr etmek gibi yollarla yardım etmektir.
İkinci şıkka giren bey'u'l-muzdar fâsid sayılmaz, sahîhtir, ancak kerâhetten
hâlî değildir[156].
ـ3ـ
وعن جابر رضى
اللّه عنه
قال: ]نَهَى
رسُولُ اللّهِ
# َ يَبِعْ
حَاضِرٌ
لِبَادٍ،
وَدَعُوا
الناسَ
يَرْزُقُ
اللّهُ
بَعْضَهُمْ
مِنْ بَعْضٍ[.
أخرجه الخمسة
إ البخارى .
3. (287)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Köylü adına şehirli satış yapmasın" dedi ve ilave etti: "Bırakın
insanları, Allah birinin sebebiyle diğerini rızıklandırsın"
buyurdu."[157]
ـ4ـ
وفي أخرى
للخمسة إ
الترمذى عن
أنس: ]نَهَى عَنْ
بَيْعِ
حَاضِرٍ
لِبَادٍ،
وَإنْ كَانَ أخَاهُ
بِيهِ
وَأُمِّّهِ[ .
4. (288)- Hz. Enes (radıyallahu anh)'ten gelen bir başka rivayette şu
şeklinde ifade edilmiştir: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ana baba
bir kardeş bile olsa şehirlinin köylü adına satış yapmasını menetti."[158]
AÇIKLAMA:
Burada, şehirlinin köylünün yerine satması da, onun
adına satın alması da yasaklanmaktadır.
Şehirlinin köylü adına alış-veriş yapmasının
yasaklanması ücret mukabilinde yapması durumuyla ilglidir. Buna simsarlık denir.
Simsarlık değil de, yardım olsun diye köylü adına şehirlinin yapacağı
alış-veriş muâmelesi yardım yerine geçer.
Hanefîler, taraflardan biri zarar görmediği takdirde
şehirlinin köylü adına alım-satımda bulunabileceğine hükmederler.[159]
ـ5ـ
وفي أخرى ‘بى
داود
والنسائى ]وإن
كانَ أخَاهُ
أوْ أَبَاهُ[.
زاد أبو داود
في أخرى عن
أنس رضى اللّه
عنه قال: ]كَانَ
يُقَالُ يَبِعْ
حَاضِرٌ
لِبَادٍ،
وهىَ كَلمةٌ
جامعةٌ
َيَبِيعُ
لَهُ شَيْئاً
وََ يَبْتاعُ
لَهُ شَيئاً[ .
5. (289)- Ebu Dâvud ve Nesaî'den gelen bir başka rivayette
şöyle buyurulur: "Şehirlinin köylü adına satış yapması yasaktır,
şehirli köylünün kardeşi veya babası bile olsa."
Ebu Dâvud'un Hz. Enes (radıyallahu anh)'ten yaptığı
bir başka rivayet şu ziyâdeyi ihtivâ eder: "Şöyle denirdi:
"Şehirli köylü yerine satmasın." Bu özlü, câmi bir sözdür.
"Şehirli köylü için hiçbir şey satmasın, köylü adına satın da
almasın" demektir.[160]
ـ6ـ
وعن ابن عمر
رضى اللّه
عنهما قال:
]قال رسُولُ
اللّه #
تَلَقَّوُا
السِّلَعَ
حتَّى
يُهْبَطُ
بهَا إلى
ا‘سْواقِ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذى .
وزاد
أبو داود في
أوَّلهِ: ]
يَبِعْ
بَعْضُكُمْ
عَلى بَيْعِ
بَعْضٍ، وَ
َتَلَقَّوا
السِّلَعَ[.
وعند النسائى
»الجَلَبَ«
عِوَضَ
السِّلَعِ .
6. (290)- İbnu Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle emrettiler:
"Satıcılar mallarını çarşıya indirmezden önce
yolda karşılayıp alışveriş yapmayın."
Ebu Dâvud
hadisin baş kısmında şu ziyadeye yer verir: "Birbirinizin
alışverişine karşı alışveriş yapmayın. (Pazara giden) malı yolda
karşılamayın."
Nesâî'de "ticaret malı (es-Sila') yerine
"Celeb malı" tâbiri kullanılmıştır. (Celeb: Satmak için celbedilen
mala denir.).[161]
AÇIKLAMA:
Alış-verişe karşı alış-veriş yapmak: Bu, iki kişi
arasında akid kesinleşmiş, ancak her ikisi de aynı meclisde ve muhayyerlik
müddeti içindeler. Bu sırada bir üçüncü şahıs, benzer bir malı piyasaya daha
ucuz bir fiyatla arzediyor. Veya daha kaliteli bir malı aynı fiyatla piyasaya
arzederek, bitmiş olan alış-verişin bozulmasına sebep oluyor. Yasak olan budur.
Henüz pazarlık halinde iken mal sürme, yasağa girmez.
Malın çarşıya inmezden önce yolda karşılanmasının
yasaklanması aldanmayı önlemek içindir. Çünkü eşyanın pazardaki fiyatını
bilmeden satış yapan kimsenin daha ucuza satarak aldanma ihtimâli vardır.
Şârihlerin belirttğine göre, câhiliye devrinde tüccarları yolda karşılayıp:
"Çarşı durgun, fiyatlar düşük, mala rağbet yok" diyerek aldatıp ucuz
fiyata mallarını satın almak âdetmiş. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu
yasaklamıştır.
Bu hadise dayanan ulemadan bir çoğu (Mâlik, Evzâî,
Şâfiî, Ahmed İbni Hanbel) yolda alış-verişi mekruh addetmişlerdir. Şâfiî ve
Ahmed İbnu Hanbel hazretleri satıcıya muhayyerlik hakkı tanır. Ebu Hanîfe bu
alış-verişi mekruh addetmez ve satıcıya, pazara vardığı zaman muhayyerlik de
tanımaz. Bazı alimler, pazarda fiyatların yüksek olma durumunda satıcıya
muhayyerlik hakkı tanımıştır, değilse hakkı yoktur.[162]
ـ7ـ
وله في أخرى:
]نهى عنِ
النَجْشِ
والتَّلَقِّى،
أو يَبيعُ
حاضِرٌ
لِبادٍ[ .
وفي
أخرى: نَهَى
عن
التَّلَقِّى .
7. (291)- İbnu Ömer'den gelen bir
başka rivayette: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) satıcının malını
övmesini ve daha pazara varmadan malın yolda satın alınmasını veya şehirlinin
köylü adına satış yapmasını yasakladı" buyrulur.
Bir başka rivayette de sadece "malın daha
pazara varmadan satın alınmasını yasakladı" denmektedir.[163]
ـ8ـ
وفي أخرى لهم
عن ابن عباس
رضى اللّه
عنهما قال:
]قالَ رسُولُ
اللّهِ #
تَلَقُّوا الرُّكْبَانَ،
وََ يَبِعْ
حَاضِرٌ
لِبَادٍ،
فقال له
طاوسٌ: ما
قَوْلُهُ:
َيَبِعْ حاضِرٌ
لِبَادٍ؟
قال:
َيَكُونُ
لهُ سِمْسَاراً[
.
8. (292)- Aynı kaynakların İbnu Abbâs (radıyallahu anh)'dan
yaptıkları bir rivayette şöyle denir: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdu ki:
"Pazara binerek (uzaktan) gelenleri yolda
karşılamayın. Şehirli, köylü adına alım-satım yapmasın."
Tâvus, İbnu Abbas (radıyallahu anh)'tan sordu:
"Şehirli köylü adına alımsatım yapmasın"
sözünden maksat nedir?" İbnu Abbâs:
"Onun adına simsarlık yapmasın (yani ücret
mukabili alım-satım işlemini yapmasın)."[164]
ـ9ـ
وعن أبى هريرة
رضى اللّه عنه
قال: ]نَهَى رَسُولُ
اللّهِ # أنْ
يُتَلَقَّى
الجَلَبُ،
فَمَنْ
تَلَقَّى
فاشْتَراهُ
فإذَا أتَى سَيِّدُهُ
السُّوقَ
فَهُوَ
بالخِيَارِ[.
أخرجه
الخمسة، وهذا
لفظ مسلم
والترمذى
وأبى داود .
9. (293)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), celeb malın pazara gelmeden önce karşılanmasını
yasakladı. Kim onu yolda karşılar ve satın alırsa, malın sâhibi pazara gelince
muhayyerdir (satıştan vazgeçebilir).[165]
AÇIKLAMA:
Celeb Malı: Satmak maksadıyla pazara götürülen maldır. Bunun
bir veya birkaç kişi tarafından yolda karşılanması bazı açıklamalarda, mal
sahibinin aleyhine anlaşılmış, bazı açıklamalarda bölge ahâlisinin aleyhine
anlaşılmıştır. Malın sâhibi pazara kadar gittiği takdirde ucuz fiyata da satma ihtimali var. Böylece bölge halkı
çoğunluk olarak ucuzluktan istifâde edecek demektir. Şu hâle göre pazara
varmadan malın satılması mal sahibinin aleyhine olabileceği gibi, bölge
ahâlisinin de aleyhine olabilmektedir. Öyle ise malın pazara kadar ulaşması
gerekmektedir.[166]
ـ10ـ
وعنه رضى
اللّه عنه
قال: ]أنّ
رَسُولُ اللّهِ
# نَهَى عن
بَيْعَتَيْنِ
في بَيْعَةٍ[.
أخرجه ا‘ربعة .
10.
(294)- Ebu
Hüreyre (radıyallahu anh) şöyle haber verdi: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bir satışta iki satışı yasakladı."[167]
AÇIKLAMA:
Burada "bir satışta iki satış" adı ile
tavsif edilen yasak muamele, bazı âlimlerin açıklamasına göre iki şekilde
cereyan eder:
1- Satıcı, müşteriye: "Bu elbiseyi sana peşin on
bine, vâdeli on beş bine sattım, hangisiyle istersen al" demesi. Bu caiz
olmaz; zira hem, fiyatta mübhemlik var, akid hangisi esas alınarak yapılacak
belli değil. Hem de peşinle vâde arasındaki fiyat farkını faiz addeden görüşe
göre, bu satışa faiz de bulaşmaktadır.
2- Satıcının müşteriye: "Sana kölemi satıyorum,
mukabilinde sen de bana atını satacaksın" demesidir. Burada birinci satış,
istikbalde vaki olması kadar olmaması da mümkün olan ikinci bir satışa
bağlanmaktadır, dolayısıyla satışla hasıl olması gereken mülk istikrarsız
kalmakta, kesinleşmemektedir.
Hadiste geçen "iki satış" tabiri ile kastedilen satış tarzının ne olduğu hususunda
farklı yorumlar olduğu gibi, "yasak sebebi"nin açıklamasında da
farklı yorumlar vardır.
Nitekim Neylü'l-Evtâr'da kaydedildiği üzere, bazı
âlimler, yukarıdaki anlayışa göre çıkarılan yasak hükmü için: "İki
fiyattan birinin, tasrih edilmeden satışı kabul ettiği farzedilme" esasına
dayanır. Aksi durumda, yani "peşin on bine kabul ettim" veya
"vâdeli on beş bine kabul ettim" demesi halinde bu satışın câiz
olduğunu kabul etmişlerdir.
Yine orada belirtildiği üzere, bir malı, vâde ile
satan kimse, peşin fiyatından daha fazla fiyat istediği takdirde bu ziyadeyi
câiz görmeyip, faiz addedenler olduğu halde, Şafiîler, Hanefîler ve Cumhur,
"Bunun cevazına hükmeden delillerin âmm oluşlarına" dayanarak, câiz
olduğuna hükmetmişlerdir ve asıl olan da caiz olmasıdır.[168]
ـ11ـ
وعند أبى
داود: ]مَنْ
بَاعَ
بَيْعَتَيْنِ
في بَيْعَةٍ
فَلَهُ أوْ
كَسُهُمَا
أوِ الرِّبَا[
.
11. (295)- Ebu Dâvud'da gelen rivayet şöyledir: "Bir
satışta iki satış yapan kimseye en düşük
olanı (helal)dır. Aksi halde ribâdır."[169]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, zâhiri ile önceki hadisten farklıdır.
Önceki hadis "iki satışı ihtiva eden satışın" her iksini de, tefrike
yer vermeden haram kıldığı halde, bu hadis, "en ucuz" olanı caiz
addetmektedir.
Bu satış tarzı, şöyle açıklanmaktadır: Bir kimse,
belli bir vâde ile bir ölçek buğday mukabilinde bir dinar borçlanır. Vâde
dolunca, alakcaklı, parayı ister. Borç sahibi; ikinci bir vâdeye tehirle,
"Sana iki ölçek buğday vereyim" der. Burada, birinci satışa dâhil
edilen ikinci bir satış araya girmiştir. İşte hadis, bunu reddetmekte ve en noksan
olanın yani birincinin meşru olduğunu belirtmektedir.[170]
ـ12ـ
وعن مالك:
]أنّهُ
بَلَغَهُ
أنَّ رَجًُ
قال لِرَجُلٍ:
ابْتَعْ لِى
هذَا
البَعِيرَ
بِنَقَدٍ
حَتَّى
أبْتَاعَهُ
مِنْكَ إلى
أجَلٍ، فسألَ
ابنَ عُمَرَ
عن ذلك
فَكَرِهَهُ
وَنَهى
عَنْهُ[ .
12. (296)- İmam Mâlik (radıyallahu anh)'ten anlatıldığına göre
ona şu durum ulaşmıştır: "Adamın biri diğer birisine: "Bana şu deveyi
peşin parayla sat, ben de sana vâde ile satayım" der. Adam bu tarz
alışveriş hakkında İbnu Ömer'e sorar. İbnu Ömer hoşlanmaz ve adamı bu işten
nehyeder."[171]
AÇIKLAMA:
Burada bir satışta iki satış muamelesi mevcut olduğu
için yasaklanmıştır. Peşin alım, aynı malın daha pahalı olarak vâdeli satışını
da tazammun etmektedir. Böylece biri peşin, biri vâdeli olan iki satış cereyan
etmiş olmaktadır. Ayrıca bu satışta, henüz mâlik olunmayan şeyin satışı da söz
konusudur. Zira müşteri henüz eline geçmeden deveyi satmış olmakta ve sanki
peşin parayla satın aldığı malı veresiye satmış olmakla, vâde sebebiyle ilâve
ettiği ziyadeyi müşteriye borç kılmaktadır. Bütün bunlar satışın cevazına mâni
durumlardır.[172]
ـ13ـ
وعن ابن عمر
رضى اللّه
عنهما أنّ
رسُولَ اللّهِ
# قال: ] يَبِعْ
بَعْضُكُمْ
عَلَى بَيْعِ
بَعْضٍ[.
أخرجه الستة،
زاد مسلم وأبو
داود والنسائى:
و يَخْطُبْ
علَى
خِطْبَةِ
أخِيهِ إّ أنْ
يأذَنَ لَهُ .
13. (297)- İbnu Ömer (radıyallahu anh)'in anlattığı üzere Hz.
peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur:
"Birinizin satışı üzerine başkanız satış
yapmasın."[173]
AÇIKLAMA:
"Birinin satışı
üzerine satış yapma" tarzının ne olduğu daha önce 290 numaralı
hadiste geçti.[174]
ـ14ـ
وفي أخرى
للنسائى ]َ
يَبِيعُ
الرجلُ على بَيْعِ
أخِيهِ حتَّى
يَبْتَاعَ
أوْ يَذَرَ[ .
14. (298)- Nesâî'de gelen bir diğer rivayette şöyle
buyrulmuştur:
"Kişi, kardeşi, satın alma işini kesinliğe
kavuşturuncaya veya, tamamen vazgeçinceye kadar araya girip alışverişte
bulunmasın."[175]
ـ15ـ
وعن أبى هريرة
رضى اللّه عنه
قال: ]نَهَى رسُولُ
اللّهِ # أنْ
يَبِيعَ
حاضِرٌ
لِبَادٍ، و تَنَاجَشُوا،
وَ يَبعِ
الرَّجُلُ
عَلى بَيْعِ
أخِيهِ، وَ
يَخْطُبْ
علَى
خِطْبَةِ أخِيهِ،
و تَسْألِ
المرْأةُ طقَ
أُخْتِهَا
لِتَكْفَأَ
مَا في
إنَائِهَا[.
أخرجه الستة .
وفي
أخرى: ]و
يَزِيدَنَّ
عَلى بَيْعِ
أخيهِ[.وفي
أخرى: ]و
يَسِمِ
الرَّجُلُ
على سوْمِ
أخيهِ[ .
15. (299)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şehirlinin köylü adına alışveriş
yapmasını, alıcı olmadığı halde alıcı imiş gibi görünüp yüksek fiyat vererek
fiyat artırmayı, iki kimsenin başlattığı alışveriş muamelesi kesinlik kazanıp
tamamlanmadan bir başkasının aynı mal üzerinde alışverişe girişmesini, bir kız
istetilmiş iken ona tâlib olmayı, bir kadının, -kız kardeşinin kabındakini
almak için- kocasına onu boşamasını taleb etmesini yasakladı."[176]
Bir başka rivayette "...Kardeşinin satışı
(kesinleşmeden araya girip fiyatını) artırmasın" şeklindedir.
Bir başka rivayette: "...Kişi kardeşinin
pazarlığı üzerine pazarlık yapmasın."[177]
AÇIKLAMA:
Hadisin son kısmı hâriç diğer hükümler daha önce
açıklandı. Son kısımda, bir kadının evlenmek istediği evli bir erkeğe giderek,
hanımını boşamayı talebetmesi yasaklanmaktadır. Hadiste "kız kardeşi"
tabiriyle sadece öz kardeşi veya din kardeşleri kastedilmiyor. Şârihler, kâfire
bile olsa bütün kadınların buna dâhil olduğunu belirtirler.[178]
ـ16ـ
وفي أخرى ‘بِى
داود: ]وََ
تَصُرُّوا
ا“بِلِ والْغَنَمَ
فَمَنِ
ابْتَاعهَا
بَعْدَ ذلكَ فَهُوَ
بِخَيْرِ
النَّظَرَيْنِ
بَعْدَ أنْ
يَحْلُبَهَا،
فإنْ
رَضِيَها أمْسَكَهَا،
وَإنْ
سَخِطَها
رَدَّهَا
وصَاعاً مِنْ
تَمْرٍ[ .
16.
(300)- Ebu
Dâvud'dan gelen bir başka rivayette şöye denmiştir:
"Deve ve davarın sütünü memesinde bekletmeyin.
Kim böyle (memede sütü bekletilmiş) bir hayvanı satın alırsa, sağdıktan sonra
muhayyerdir: Memnun kalırsa hayvanı alıkor, memnun kalmazsa hayvanı iâde eder
ve (sağdığı süte karşılık olmak üzere) bir sâ hurma verir."[179]
ـ17ـ
وعن ابن عباس
رضى اللّه
عنهما قال:
قال رَسُولُ
اللّهِ #: ]
تَسْتَقْبِلُوا
السُّوقَ، وَ
َتُحَفِّلُوا،
وََ يَنْفُقْ
بَعْضُكُمْ
لِبَعْضٍ[.
أخرجه
الترمذى
وصححه .
17. (301)- İbnu Abbas (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Pazara gitmekte olan malı önceden
karşılamayın. Hayvanların sütünü memelerinde
(günlence bekleterek) biriktirmeyin. Bir birinize karşı (müşteriyi kızıştırmak
için alıcı olmadığınız halde, yüksek fiyat vererek) malın değerini
artırmayın."[180]
ـ18ـ
وعن عبداللّه
بن عمرو بن
العاص رضى
اللّه عنهما
قال: قال
رسُولُ
اللّهِ #: ]َ
يَحِلُّ
سَلَفٌ
وَبَيْعٌ،
وََ شَرْطانِ
في بَيْعٍ،
وََ رِبْحُ
مَا لَمْ
يَضْمَنْ، وَ
تَبِعْ مَا
لَيْسَ
عِنْدَكَ[.
أخرجه أصحاب
السنن وصححه
الترمذى .
18. (302)- Abdullah İbnu Amri'bni'l-Âs (radıyallahu anh)
hazretleri anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle
buyurdular:
"Hem veresiye hem satış helâl olmaz. Bir
satışta iki şart da helâl değildir. Zimmette olmayanın kârı yoktur. Yanında
bulunmayan malın satışı yoktur."[181]
AÇIKLAMA:
Hadiste geçen birkaç tâbir ayrı ayrı açıklanmaya
muhtaç.
1- Hem veresiye hem satış şöyle olur: Kişi, bir malı,
veresiye olduğu için normal fiyatından yüksek almak istiyor. Ancak nazarında bu
caiz olmadığı için şöyle bir hileye başvuruyor: Malın bedelini satıcıdan borç
alıyor ve satıcıya, malın bedeli olarak peşin veriyor.
2- "İki şart" tabiri farklı tefsirlere yol
açmıştır: Bazıları: "Bu, kişinin bir mal için; "Peşin olunca şu
fiyata, veresiye olunca şu fiyata satıyorum" demesidir" demiştir.
Bazıları: "Bu satıcının müşteriye "Bu malı satmayacaksın, hibe
etmeyeceksin" şartını koşmasıdır" demiştir. Bazıları da;
"Satıcının "falanca malı bana şu fiyata satman şartıyla bu malı sana
satıyorum" demesidir" demişlerdir.
3- "Zimmette olmayanın kârı yoktur" ifâdesi
ile: "Mâlik olmadığın mal, yani gasbedilmiş mal kastediliyor, zîra, böyle
bir mal gasbedenin mülkü değildir. Bu
çeşit bir malı satarak kâr etse bu ona haramdır" denmiştir. Bu tâbiri
şöyle de izah etmişlerdir: "Zimmette olmayan mal, satın alınıp da henüz
kabzedilmeyen maldır. Zira henüz kabzetmediği mal müşterinin zimmetinde değildir.
Sözgelimi mal kabızdan önce telef olsa, satıcının malından telef olur."
4- Yanında bulunmayan mal'la, satış ânında satıcının
yanında bulunmayan mal kastedilmiştir. Bu yasaklanmıştır, çünkü aldatma vardır.
Kaçmış kölenin, bağından boşanıp giden devenin satışı gibi; kişinin zimmetinde
olmayan mallar da buraya girer: Satın aldığı birşeyi daha kabzetmeden satması
gibi, keza kişinin bir başkasının malını, mal sâhibinin rızasına tâlik ederek
satması da buraya girer. Bu mal ne yanındadır, ne de mülküdür. Mal sâhibinin
râzı olup olmayacağı ise meçhuldur. Bu sebeple Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) hepsini yasaklamıştır.[182]
ـ19ـ
وعن جابر رضى
اللّه عنه
قال: ]نَهى
رسُولُ اللّهِ
# عن بَيْعِ
الصُّبْرَةِ
مِنَ التَّمْرِ
َ تُعْلَمُ
مَكيلَتُهَا
بالكَيْلِ
المُسَمَّى
مِنَ
التَّمْرِ[.
أخرجه مسلم
والنسائى .
19. (303)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) miktarı bilinmeyen kuru hurma
yığınını, miktarı belli kuru hurma ile satmayı yasakladı.[183]
AÇIKLAMA:
Aynı cinsten iki şey misli misline değiştirilebilir.
Biri fazla olduğu takdirde bu riba muamelesine girer ve haramdır. Hadislerde
sarih olarak hurmanın bu çeşit alım-satımı haram kılınmıştır. Miktarı belli
olmayanla miktarı belli olanın alım-satımında belli olmayanın daha çok olduğuna
hükmedilir. Böylece eşitlik ortadan kalkar, dolayısıyla bu alışveriş muâmelesi
ribaya girer. [184]
ـ20ـ
وفي أخرى
للنسائى ]
تُبَاعُ
الصُّبْرَةُ مِنَ
الطعامِ
بِالصُّبْرَةِ
مِنَ الطَّعامِ،
وََ
الصُّبْرَةُ
مِنَ
الطَّعَامِ
بِالكَيْلِ
المُسَمَّى
مِنَ
الطَّعَامِ[ .
20. (304)- Nesâî'nin bir diğer rivayetinde şöyle denmiştir:
"Yiyecek yığını, yiyecek yığını mukabilinde satılmaz. Yiyecek yığını,
miktarı belli yiyecek mukabilinde satılmaz."[185]
AÇIKLAMA:
Yukarıda geçti.[186]
ـ21ـ
وعن أبى
أيُّوبَ رضى
اللّه عنه
قال: ]سَمِعْتُ
رسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ: مَنْ
فَرَّقَ بينَ
والِدَةٍ
وَوَلَدِهَا
فرَّقَ
اللّهُ بَينَهُ
وبينَ
أحِبَّتِهِ
يومَ
القِيامَةِ[. أخرجه
الترمذى .
21. (305)- Ebu Eyyûb (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı dinledim, diyordu ki:
"Kim çocuğuyla annesi arasını ayırırsa kıyamet
günü Allah (celle celâluhu) sevdikleriyle onun arasını ayırır."[187]
AÇIKLAMA:
Bu yasak cariyelerle ilgilidir. Cariyeyi birine,
çocuğunu bir başkasına satarak, anne ile çocuğunu ayırmayı Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) yasaklamıştır. Müteâkib hadislerde görüleceği üzere
bunun başka örnekleri de mevcuttur. Bu çeşit yasakların, çocuğun terbiyesini
ilgilendiren mülahazalardan kaynaklandığı 307 numaralı hadisin sonuna
koyacağımız açıklamadan anlaşılacaktır.[188]
ـ22ـ
وعن عليّ رضى
اللّه عنه
قال: ]أنّهُ
فرّق بَيْنَ
وَالِدَةٍ
وَوَلَدِهَا
فَنَهاهُ
رسُولُ
اللّهِ # عن
ذلكَ، وردَّ
البَيْعَ[.
أخرجه أبو
داود .
22. (306)- Hz. Ali (radıyallahu anh)'nin anlattığına göre,
"(Satış sebebiyle cariye bir) anne ile çocuğunun arasını ayırmıştı.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu yasakladı ve satışı bozdu."[189]
ـ23ـ
وعن علي رضى
اللّه عنه
قال: ]وَهَبَ
لِى رسُولُ
اللّهِ #
غُمَيْنِ
أخَوَيْنِ،
فَبِعْتُ أحَدَهُمَا.
فقال لِى
رسُولُ
اللّهِ #: مَا
فَعَلَ
غُمَاكَ؟
فأخْبَرْتُهُ
فقال لِى: لِى
رُدَّهُ
رُدَّهُ[.
أخرجه
الترمذى .
23. (307)- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bana,
kardeş iki köle hediye etti. Bunlardan birini sattım. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bir ara sordu:
"Köleler ne yapıyorlar?" Ben durumu söyledim. Bunun
üzerine bana:
"Satışı boz, satışı boz" buyurdu."[190]
AÇIKLAMA:
Son üç rivayette, gerek anne ile evladın ve gerekse
kardeşlerin aralarının açılması ile ilgili yasak daha ziyade terbiyevî
mülâhazalarla konulmuştur. Çünkü çocuğun terbiyesinde annenin varlığı ve ailevî
ortam son derece ehemmiyetli bir husustur. Dinimizin terbiyeye atfettiği
ehemmiyetin sonucu olarak, terbiye açısından mühim olan anne ve âile unsurları
bir kısım kesin tedbirlerle korunma altına alınmıştır. Yukarıdaki rivayetlerde
bunu görmek mümkündür.Biz burada yeri gelmişken, esasını yukarıdaki
rivayetlerden alan, İslâm'ın hidâne ile alâkalı teşriatını birazcık açıklığa
kavuşturmaya çalışacağız.[191]
Hidâne, fukahanın târifine göre "Kız veya erkek
çocukların veya kendi işlerinde müstakil
olmayan gayr-i mümeyyiz mâtuhların muhafazasına bakmak, onların menfaatlerini
mûcip hususları deruhte etmek, ezâ ve zarar verecek şeylerden korumak, hayatın
icabâtını hakkı ile göğüsleyebilmeleri için bedenî, rûhî ve aklî terbiyeleri
ile meşgul olmak ve mesûliyetlerini duyurmaktır." Bu devre normal olarak,
erkeklerde 7-9, kızlarda 9-11 yaşları arasıdır. Çocuk, yemede, içmede,
giyinmede, taharet ve yıkanmada kadına müstağnî duruma gelince bu devre sona
erer. Kız çocuğu için, hayız yaşına gelince sona erer.
Çocuğun yetişmesinde birinci derecede muhtaç olduğu
şey şefkat olması hasebiyle anne ve babanın boşanmaları veya bunlardan birinin
veya her ikisinin de ölümleri hâlinde çocuğa bakmaya kimin daha çok layık ve
hak sâhibi olduğu meselesi mühim bir husustur. Normal olarak annenin bu işe
daha layık olduğu kabul edile gelmiştir. Çocuk Hakları Beyannamesi'nin 6.
maddesinde de: "küçük çocuk istisnâî durumlar dışında, anasından
ayrılmamalıdır" denmektedir.
Sünnet de annenin babaya nazaran daha şefkatli
olduğunu ifade eder. Bu sebeple henüz büluğ çağına ermeyen bir çocuğun
annesinden ayrılmaması, bir esâs olarak vazedilmiştir. "Allah anne ile
çocuğunun arasını açanı kıyamet günü sevdiklerinden ayrı tutar." Hatta anne
köle bile olsa satış sonucu ikisinin ayrılması yasaklanmıştır. Câfer İbnu
Muhammed babasından şunu nakleder: "Hz. Peygamber'e esirler getirildiği
zaman onları saf hâline koyar, sonra karşılarına geçip bakardı. Eğer ağlayan
bir kadın görürse niye ağladığını sorardı. Kadın çocuğunun satıldığını
söyleyecek olursa (akit bozulur) çocuğu kendisine iâde edilirdi." Râvî
buna bir de Ebû Üseyd es-Sa'ıdî ile ilgili bir misâl verir.
Ebû Dâvud'un bir tahricinde, Hz. Ali'nin satış
sonucu köle anne ile çocuğunu ayırdığını, fakat durumundan haberdâr olan
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bunu yasaklayarak satış aktini iptal
ettiğini öğreniyoruz. Bu hususa gereken titizliği Hz. Ömer de göstermiş,
civardaki sorumlulara mektuplar yazarak uyarmalarda bulunmuştur. Abdullah İbnu
Ferrûh babasından şunu nakleder: "Ömer İbnu'l-Hattab bize: "Ne
kardeşlerin, ne de anne ve evladlarının arasını satışla açmayın" diye
yazdı." Kaynağımız, Hz. Ömer'in aynı muhtevada Nâfi İbnu Abdi'l-Hâris'e de
yazdığını kaydeder.
Münâvî, "satış, hibe vs. yollarla anne ile
evladın arasını açmanın; Şâfiî, Ebû Hanîfe ve Mâlik nezdinde şiddetli haram
olduğunu, ancak Şâfiî'nin "temyiz yaşından önce", Ebû Hanîfe'nin de
"Büluğ yaşından önce" şartını koştuklarını" kaydeder.
Bu husustaki yasak sâdece anne ile evlâdın değil,
baba ile evladın ve kardeşlerin arasının açılmasına da şâmildir. Ancak anne
hususu, te'kîdle ifâde edilmiştir. Nitekim Saîd İbnu Mansur'un bir tahricinde
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ayrı ayrı satılan iki kız kardeşin satış
aktini iptâl etmiştir.
Çocuğu annenin terbiyesi bir esâs olmakla berâber,
boşanma hâlinde çocuğa sâhib olma husûsunda anne ile baba arasındaki ihtilaf,
kezâ çeşitli durumlarda anne ile amca, baba ile anne-annesi vs. arasında
çıkacak ihtilâflar, karşımıza farklı meseleler ve çözüm yolları çıkarmaktadır.
Bu hûsusta sünnette çeşitli misâllere rastlamaktayız.
1- Çocuk temyiz yaşından küçükse; tekrâr evlenmedikçe
anne ehaktır:
Abdullah İbnu Amr'ın rivayetinde; bir kadın gelerek:
"Yâ Rasûlallâh, ben şu oğlumu karnımda taşıdım,
göğsümden emdirdim, kucağımda korudum. Şimdi babası beni boşadı ve bunu elimden
almak istiyor" der. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Evlenmediğin müddetçe çocuk senin hakkın" cevabını verir. Kezâ Hz.
Ebû Bekir de, Hz. Ömer'in boşamış olduğu karısından doğan oğlu Âsım için:
"Annesi evlenmediği müddetçe oğluna daha lâyıktır. Zira o (anne), daha
şefkatli, daha lütûfkâr, daha
merhametli, çocuğa da düşkün, daha re'fet sâhibidir" demiştir.
Annenin şefkatine muhtâc olduğu devrede, hidâne işinin
anneye terettüp edeceği hususunda âlimler ittifak etmiş durumdadır. Fakihler
hidâne meselesinde çocuğun anneye âit olduğu devreyi: "Çocuğun; yeme, içme
ve istincâ işlerinde annesine muhtaç olmaktan çıktığı, bu işleri kendi kendine
yapmaya başladığı zaman" olarak tavsif ve tahdid ederler ve bunun 7-8
yaşlarına tekâbül ettiğini söylerler, ayrıca, kız çocuklarının hayız oluncaya
kadar anneye muhtaç olduklarını belirtirler.
2- Çocuk temyiz yaşında ise: Muhayyerlik.
Boşanma durumunda çocuk hususunda ihtilâfa düşen bir
anne ile baba Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e mürâcaat ederler. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ikisini yan yana oturtup "Ey çocuk
işte baban, işte annen hangisini istersen ona git" der, ikisinden
birini seçmeyi çocuğa bırakır.
İbnu Abbas'ın rivayetinde Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer'in
oğlu Âsım'ın annesine hükmederken: "O, büyüyüp kendisi için seçinceye
kadar annesinin kokusu, harâreti ve yatağı, ona senden daha hayırlıdır"
dediğini ve Hz. Ömer'in hiç bir itirazî kelâmda bulunmadığını, Ammâretu'bnu
Rabî'a'nın rivayetinde ise yine amca ile anne arasında çocuğun (ki 7 veyâ 8
yaşındadır) Hz. Ali tarafından muhayyer bırakıldığını, küçük kardeşi için de
Hz. Ali'nin: "Bu da aynı yaşa gelseydi onu da muhayyer bırakırdım"
dediğini, Abdurrahman İbnu Ganem'in rivayetinde ise henüz konuşma safhasında
olmayan bir çocuk için Hz. Ömer'in: "Lisanı açılıp kendisi seçecek yaşa
gelinceye kadar annesi ile berâberdir" hükmünü verdiğini görmekteyiz.
Bütün bu misâller küçük çocuğun
behemahal annesinin emânetinde olacağı, temyiz ve konuşma hâlinde tahyir
(yâni muhayyer bırakılma) meselesinin araya gireceği hükmünü ifade ederler.
Ancak şunu belirtmek gerekiyor: Temyiz yaşına ulaşan
bir çocuğun tahyîri (anne, baba, asabe veya zevi'l-erhâm'dan birini seçmede
serbest bırkılması) bir kısım fukaha nazarında ihtilaf konusu olmuştur. Ahmed
ve İshâk: "Anne ve baba arasında ihtilâf vâki olunca, yedi yaşındaki çocuk
muhayyer bırakılır, daha da küçükse anne ehaktır" demiştir. Tahyîre
taraftar olanlara karşı olanlar arasında mutavassıt ve her iki tarafa da hak
verir bir görüşe sâhip olan Şureyh: "baba ehak, anne erfak (daha
şefkatli)" der ve kendisine babaları ölmüş bir grup siyah çocuk
getirildikte: "Muhayyer bırakın, istedikleriyle beraber olsunlar" hükmünü
verir. İmam Şâfiî de tahyîri iltizam eder.
3- Tahyiri kabûl etmeyen Hanefî görüşü savunan Tahâvî,
Ebû Hüreyre'den gelen ve böyle bir ihtilafı Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in "aranızda kur'a çekin" teklifine babanın itiraz etmesi
üzerine çocuğun ihtiyarına mürâcaat ettiğine dair olan rivayete dayanarak
çocuğun muhayyer bırakılmasının "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
bir kazâsı olmadığı" hükmünü çıkarır ve Kûfeliler'in ekserîsinin de buna
kâil olduğunu belirtir. Hükmüne sünnetten başka misâller de getirerek Hamza'nın
kızıyla ilgili hadiste de asebeden birini seçmede çocuğun serbest
bırakılmayışını, karısı Müslüman olmayan kocanın dâvasında, karıyla kocanın,
"çocuğun muhayyer bırakılması" teklifini kabul etmelerinden sonra
tahyire tevessül edildiğini bildiren Abdülhamîd İbnu Selemeti'l-Ensarî ve Râfi
İbnu Sinan'dan gelen rivayetleri de delil olarak zikreder. Hanefî fukahasından
el-Kâsânî "Oğlan çocuğu temyîz yaşına ulaşıp yeme, içme, giyinme gibi
işlerinde istiğnâya ulaşsa bile yine de annesine değil, babasına teslimi
gerektiğini, zira alması gereken erkeklere âit ahlâk ve âdabı babasından
alabileceğini, annesine verildiği takdirde kadınlara âit ahlâk ve âdabı alarak
kadınlaşacağını kaydeder. Bu mahzur kız çocuğu için söz konusu olmayacağından
başka, kadınlığa ait terbiyeyi alması için annesine teslim edileceğini de
ayrıca ilâve eder.
Çocuğun tahyirine karşı çıkan Hanefî görüş bir de şu
mülâhazayı ileri sürer: "Çocuğun seçmeye bırakılmasında hikmet yoktur.
Çünkü ona hevâsı galebe çaldığı için hazır lezzet nerede varsa oraya meyleder.
Bu ise tembellik, havaîlik, mektep ve terbiye-i nefisten kaçmakta, dinî
bilgileri alma zahmetine girmemektedir. Binnetîce ebeveynden en kötüsünü seçer.
O da kendisini ihmâl eden, terbiyesi için titiz davranmayandır." Ayrıca tahyire
kâil olanların dayandıkları hadiste mevzubahis olan çocuğun büluğ yaşına
ulaştığını da göstererek tahyîrin ancak büluğdan sonra câiz olduğunu söylerler.
Esasen temyiz yaşına basmış çocuğun terbiyesinde
babanın ehemmiyetini de gözden uzak tutmak istemeyen tahyîr taraftarları:
"Eğer çocuk anneyi seçmişse, sırf buna dayanarak onu ihmâli gerekmez,
te'dib ve tâlimleriyle ister bizzat, ister bil vâsıta ilgilenir, ihtiyaçlarını
te'min eder" demektedirler.
Son olarak şunu da belirtelim ki tahyire kâil
olanlar, bunu tarafeynin hidâne şartlarını (İslâm, hürriyet, akl, adâlet, aynı
yerde ikamet gibi) eşit olarak ihraz etmeleri hâlinde câiz görürler. Bir taraf
bu vasıtalardan birini kaybederse hidâne hakkını da kaybeder. Çocuğun hangi
hususlarda ebeveynden birine tâbi olacağı meselesinde umumî kaide şudur:
"Hürlük veya kölelikte anneye, neseb ve tesmiyede babaya, dinde ise, en
hayırlı olana tâbi olur."
4- Anne tarafının baba tarafına takdimi: Hz. Ali
(radıyallahu anh)'nin rivayetine göre umre yapıldıktan sonra Mekke'den ayrılırken
Hz. Hamza'nın kızı, "amca, amca!" diyerek peşlerine düşer. (İbnu
Abbas'ın rivayetinde, kendisini götürmeleri için ayrı ayrı görmüş olduğu) Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Zeyd İbnu Hârise ve Ca'fer, Kureyş ile
yapılan anlaşmaya uyarak talebe müsbet cevap vermezler. Hz. Ali elinden tutar
ve yeğenine sâhip çıkar. Ancak Hz. Ca'fer:
"Onu ben alacağım, amcamın kızıdır, üstelik
teyzesi de nikâhım altındadır, teyze anne gibidir, onu almakta ben daha çok hak
sâhibiyim" der. Ali de:
"Hayır ben daha çok hak sâhibiyim, zira amcamın
kızıdır ve yanımda da Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kızı vardır, o
bana ehaktır" der. Hz. Zeyd de:
"Ben daha ziyade hak sahibiyim, kardeşimin
kızıdır..." der. Aralarında nizâ ederler. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) çıkar ve Ca'fer
lehine hükmederek:
"Böylece teyzesinin yanında olur, teyze anne
demektir"
der.
Çeşitli vecihleri muvacehesinde farklı mülâhazalara,
yorumlara sebep olan bu hâdiseden, "Hidâne meselesinde teyzenin halaya
mukaddem olduğu (....), anne cihetinden gelen akrabaların, baba cihetinden
gelen akrabalara takdim edileceği hükmü çıkarılmıştır.
Hidâne husûsunda teyzenin takdim edileceğini te'yid
eden başka rivayetlere de rastlanır. Keza Ebû'l-Velîd gelen rivayette, anne ile
amca arasında çıkan bir ihtilafta Hz. Ömer'in çocuğa: "Annenin darlığı
amcanın bolluğundan senin için daha hayırlıdır" demiştir.
Hidâne için İslâm, akl, büluğ, (terbiyye) kudret,
emânet (fâsık olmamak), hürriyet, evlenmemiş olmak gibi şartlar koşan fukaha bu
hususta, sünnette vâki olan -ki kısmen yukarıda zikrettik- ahbârı nazar-ı
itibara alarak, hidâneye ehak olanları sırayla şöyle tesbit etmiştir:
1- Anne.
2- Annenin annesi.
3- Babanın annesi.
4- Ana baba bir kız kardeş.
5- Anne bir kız kardeş.
6- Baba bir kız kardeş.
7- Ana baba bir kız kardeşin kızı.
8- Anne bir kız kardeşin kızı.
9- Anne baba bir teyze.
10- Anne bir teyze.
11- Baba bir teyze.
12- Baba bir kız kardeşin kızı.
13- Anne baba bir erkek kardeşin kızı.
14- Anne bir erkek kardeşin kızı.
15- Baba bir erkek kardeşin kızı.
16- Anne baba bir hala.
17- Anne bir hala.
18- Baba bir hala.
19- Annenin teyzesi.
20- Babanın teyzesi.
21- Annenin halası.
22- Babanın halası.
Her durumda anne baba bir olanlar takdim edilir. Bu
mehârim arasında çocuk için kadın akraba yoksa veya olmakla beraber hidâne için
ehil değilse, hidâne irsteki tertibe göre erkek tarafı mehâriminden olan
asebâta intikâl eder.
Eğer ricâl-i mehâriminden gelen asabe arasında kimse
bulunmaz veya bulunmasına rağmen hidâne için ehil olmazsa, hidâne hakkı
asabeden olmayan erkek mehârime intikal eder. Hidâne hususunda böyle bir tertib
ortaya konmuştur. Zîra çocuğun hidânesi, ihmâli imkânsız bir keyfiyettir. Bu
işe en elyak olanı da akrabasıdır. Akrabanın da biri diğerinden evlâdır. Çocuğa
bakacak hiçbir akraba bulunmazsa çocuğun hidânesi için uygun olanı tâyin etme
vazifesi hâkime terettüp eder.[192]
(Bu babda iki fasıl vardır)
BİRİNCİ FASIL
RİBÂNIN ZEMMİNE DAİR
*
İKİNCİ FASIL
RİBÂ İLE İLGİLİ HÜKÜMLER
ـ1ـ
عن ابن مسعود
رضى اللّه عنه
قال: ]لَعَنَ
رسُولُ
اللّهِ #
آكِلَ
الرِّبَا
وَمُوكِلهُ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود
والترمذى،
وزاد ا‘خيران:
وشَاهِدَيْهِ
وَكاتِبَهُ .
1. (308)- İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ribâyı (fâizi) yiyene de, yedirene de
lânet etti."
Ebu Davud ve Tirmizî'nin rivayetlerinde şu ziyade
vardır: "(Fâiz muâmelesine) şâhitlik edenlere de bu muâmeleyi yazana
da..."[193]
AÇIKLAMA:
Ribâ lügat olarak ziyade, artma demektir. Istılahta
ribâ, bir cinsten olan iki bedelden birine yapılan karşılıksız ziyadedir.
Dilimizde buna fâiz de denir. Ribâ muâmelesi dinimizin şiddetli
yasaklarındandır, büyük günahlara girer. Dinimiz şüpheli şeylerden kaçınmayı
mendub addettiği halde faiz şüphesi olan şeylerden kaçmayı vâcib kılmıştır.
Hadiste, ribâ muamelesine bulaşan herkes ilâhî
tehdide maruz kılınmıştır. Sadece almak veya vermek değil, bu muâmeleye
kâtiplik, şâhidlik yapmak da yasaklanmaktadır. Hanefîler'den İmam-ı Âzam'la
İmam Muhammed'e göre, dâr-ı harpte yaşayan bir harbî yani gayr-ı müslim ile,
Müslüman arasında ribâ muâmelesi câizdir. Kumar da böyledir. Yalnız bir şartla
ki; o da Müslüman'ın kazanmasının garanti olması lâzım. İmam Ebu Yusuf ise bunu
kabûl etmez.
Hadisten, batıla yardımın haram olduğu hükmü de
çıkarılmıştır.[194]
ـ2ـ
وعن أبى هريرة
رضى اللّه عنه
قال: ]قالَ رسُولُ
اللّهِ #:
لَيَأتِيَنَّ
على الناسِ
زَمانٌ
يَبْقَى
أحَدٌ إَّ
أكَلَ
الرِّبَا،
فَمَنْ لَمْ
يَأكُلْهُ
أصَابَهُ
مِنْ بُخَارِهِ[.
وفي رواية:
مِنْ
غُبَارِهِ.
أخرجه أبو داود
والنسائى .
1. (309)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"İnsanlar öyle bir devre ulaşacak ki, o zamanda
ribâ yemeyen kalmayacak. Öyle ki, (doğrudan) yemeyene buharı ulaşacak."
Bir rivayette "...tozu ulaşacak"
denir.[195]
AÇIKLAMA:
Ribâ'dan buharın ulaşması, ribâ muâmelesine
şâhidlik, kâtiplik yapmak veya ribâ yoluyla elde edilen kazançtan verilen
ziyafetten yemek, böyle bir kazançla satın alınan hediyeyi kabul etmek.. gibi
değişik şekillerde olabileceği belirtilmiştir. Bu durumda, Aliyyu'l-Kâri'ye
göre, hadis şu mânayı ifade eder: "Öyle bir zaman olacak ki, bu devrede
kişi, bilfarz, hakikî fâizden kaçınsa bile, dolaylı şekilde gelecek fâiz
bulaşmalarından kendini kurtaramayacaktır."
Bu hadis nokta-i nazarından, muâmelâtının esası
fâize dayanan banka dâhil, bütün benzer müesseseler mevzuunda mümin
Müslümanlar'ın dikkatli olmaları gerekir. Şu veya bu mülâhaza ve gerekçelerle,
bulaşmak zorunda kalınan veya bulaşmak zorunda kalındığı zanniyle bulaşma şıkkı
tercih edilen "fâiz"li muamelelere, hiçbir surette kesin bir ifade
ile "fâiz değildir" veya "câizdir" diye fetva vermemek
gerekir. Fetva, büyük mesûliyet işidir. Dâima ihtiyat şıkkını tercih etmek en muvafıkıdır. Daha öcne de temas ettiğimiz,
İslâm ulemasının ittifakla benimsediği
umumî bir prensip mevcuttur: "Bir meselede helâl ve haram ihtimali
beraberce var ve fakat birini tercihe karine yok ise, ihtiyaten haram olma
şıkkı esas alınır. Yani şüpheli şeylerden kaçmak esastır. Binâenaleyh, fâiz
şüphesi olan muamelelerin "fâiz olduğunu" esas alıp, kaçınmaya
çalışmalı, kaçınamıyor isek tevbe ve istiğfarı elden bırakmamalıyız. Her hâl u
kârda "haram değil" diye fetva vermekten zinhar kaçınmalıyız, bu
ebedî hayatımızı mahvedecek bir hata olur.
Bütün ihtilallerin, ictimâî fesadların,
huzursuzlukların, ahlâksızlıkların temelinde "sen çalış ben yiyeyim"
düşüncesinin yattığını, bunu da ribânın besledğini söyleyen Bediüzzaman,
muâmelâtının esası fâiz olan bankalar için şunu söyler:
"Ribâ atalet verir, şevk-i sa'yi söndürür.
Ribânın kapıları hem de onun kapları olan bu bankaların her dem nef'i ise (yani
faydası), beşerin en fena kısmınadır; onlar da gâvurlardır. Gâvurlardaki nef'i
en fena kısmınadır: Onlar da zâlimler. Her dem zâlimlerdeki nef'i (faydası,
zâlimlerin) en fena kısmınadır: Onlar da sefihlerdir. Âlem-i İslâm'a bir zararı
mutlaktır..", "Kur'an'ın adâleti bâb-ı âlemde durup ribâya der:
"Yasaktır! Hakkın yoktur; dönmeli!", Dinlemedi bu emri, beşer yedi
bir sille. Müdhişini yemeden bu emri dinlemeli.
"Kur'ân'ın yasakladığı ribâ şüphesi olan
muamelelere, fetva vermemenin meşrûiyeti hususunda münâkaşayı devam ettirmenin
şu dünyevî faydası da gözden ırak tutulmamalıdır: Bu meselede vicdanen huzursuz
olan mü'min, vicdanını huzura kavuşturacak müessese arayacak, nazariyat
geliştirecek, maddî teşebbüste bulunacak, bu vâdide öncülük edenleri
destekleyecektir. Bir kelime ile İslâmî tarzın arayışını devam ettirecektir.
Karşısına çıkan iki müesseseden ribâ endişesi daha az olan öbürünü tercih
edecektir. Allah'a binler hamd, mü'minler fâiz mevzuunda bugüne kadar ihtiyat
tavırlarını koruyabilmişler ve son zamanlarda kâr ve zarar ortaklığına dayanan
yeni banka modellerinin fiiliyata geçmesine zemin hazırlamışlardır.
Bu çeşit müesseselerin daha da gelişeceğini ümitle
bekleyebiliriz.[196]
ـ3ـ
وعن عمرو بن
ا‘حوص رضى
اللّه عنه
قال: ]سَمِعْتُ
رسولَ اللّهِ
# يقولُ في
حَجَّةِ
الَوداعِ: أَ
إنَّ كُلَّ
رِباً منَ
رِبَا
الجاهِلِيَّةِ
مَوْضُوعٌ.
لَكُمْ
رُؤُسُ
أمْوَالِكُمْ
َ
تَظْلِمُونَ
وََ تُظْلَمُونَ.
أَ وإنَّ كلَّ
دمٍ منْ
دِمَاءِ
الجاهليةِ
مَوْضُوعٌ،
وأوَّلُ دَمٍ
أضَعُهُ دَمُ
الحارِثِ بنِ
عبدِ
المُطَّلِبِ،
وكان مُسْتَرْضَعاً
في بَنِى
لَيْثٍ
فَقَتَلَتْهُ
هُذَيْلٌ:
اللَّهُمَّ
قدْ بَلّغْتُ.
قالوا: نَعَمْ
ثثَ مراتٍ.
قال:
اللَّهُمَّ
اشْهَدْ ثثَ مراتٍ[.
أخرجه أبو
داود. قال
الخطابى: هكذا
رواه أبو داود.
دَمُ
الحَارِثِ
ابنِ
عبدِالمُطّلِب:
وَإنما
هُوَ
دَمُ
رَبِيعَةَ
بنِ
الحَارِثِ
بنِ عبدِالمُطَّلِبِ
في سَائِرِ
الرواياتِ .
1. (310)- Amr İbnu'l-Ahvas (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'i Veda Haccı sırasında dinledim,
şöyle diyordu:
"Haberiniz olsun, câhiliye devrindeki bütün
ribâlar kaldırılmıştır, ödenmeyecektir. Sadece verdiğiniz ana parayı
alacaksınız. Böylece ne zulmetmiş olacaksınız ne de zulme uğramış olacaksınız.
Haberiniz olsun cahiliye devrindeki bütün kan dâvaları kaldırılmıştır.
Kaldırdığım ilk kan dâvası da el-Hâris İbnu Abdilmuttalib'in kan
dâvasıdır." Bu kimse, Benû Leys'te süt anadaydı. Hüzeyl onu öldürmüştü. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm):
"Yâ rabbi tebliğ ettim mi?" dedi. Cemaat:
"Evet tebliğ ettin" dediler ve üç kere
tekrarladılar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Ya Rabbi şahid ol!" dedi ve üç kere tekrar
etti."
Hattâbî der ki: "Ebu Davûd, hadisi şu şekilde,
yani "Haris İbnu Abdilmuttalib'in kan dâvası..." diye rivayet
etmiştir. Halbuki diğer kitaplarda: Rebî'a İbnu'l-Haris İbni Abdilmuttalib'in
kan dâvası şeklinde rivayet edilmiştir.[197]
AÇIKLAMA:
Bu hadis Veda Haccı ile ilgili olarak diğer bazı
hadis kitaplarında da rivayet edilmiştir: (Müslim, Hac 147; Tirmizî, Tefsir,
Tevbe 2; İbnu Mâce, Menâsik (76, 84). Burada öldürülen Rebî'a olmayıp İbnu
Rebî' İbni'l-Hâris İbni Abdilmuttalib'tir. Küçük yaşta evlerin arasında
emeklerken, Benî Sa'd'la Beni Leys İbnu Bekr arasında cereyaneden bir savaş sırasında
atılan bir taşın isabeti sonucu ölmüştür. Rebî'a, İbnu'l-Hâris Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in ashâbındandır, rivayette de bulunmuştur. Hz.
Ömer'in hilâfeti sırasında rahmet-i Rahman'a kavuşmuştur (radıyallahu anh). [198]
ـ1ـ
عن عمر بن
الخطاب رضى
اللّه عنه
قال: ]قال رسول
اللّه #:
الذَّهَبُ
بالذَّهَبِ
رباً إَّ هَاءَ
وَهَاءَ،
وَالْبُرُّ
بالْبُرِّ
رِباً إَّ
هَاءَ
وَهَاءَ،
وَالشَّعِيرُ بِالشَّعِيرِ
رباً إَّ
هَاءَ
وَهَاءَ،
وَالتَّمْرُ
بالتَّمْرِ
رِباً إَّ
هَاءَ
وَهَاءَ[.
أخرجه الستة،
وهذا لفظ
الشيخين، وللبخارى
في رواية.
]الْوَرِقُ
بالْوَرِقِ،
والذَّهَبُ
بالذَّهَبِ[ .
1. (311)- Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallahu anh) anlatıyor:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Altın altınla peşin
olmazsa ribâdır. Buğday buğdayla peşin satılmazsa ribâdır. Arpa arpayla peşin
satılmazsa ribâdır. Kuru hurma kuru hurmayla peşin satılmazsa ribâdır."
Yukarıdaki metin Sahiheyn'in metnidir. Buhârî'nin
bir rivayetinde, "verik (yani basılmış dirhem) verikle, altın altınla..."
şeklinde gelmiştir.[199]
ـ2ـ
وعن أبى سعيد
رضى اللّه عنه
قال: ]كُنَّا
نُرْزَقُ
تَمْرَ
الجَمْعِ
علَى عَهْدِ
رسُولِ
اللّهِ #
وَهُوَ
الخَلِطُ منَ
التَّمْرِ فَكُنَّا
نَبِيعُ
صَاعَيْنِ
بِصَاعٍ
فَبَلَغَ
ذلكَ رسُولَ
اللّهِ #
فقَالَ:
صَاعَيْنِ
تَمْراً
بِصَاعٍ، وََ
صَاعَيْنِ
حِنْطَةً
بِصَاعٍ، وََ
دِرْهَمَيْنِ
بِدِرْهَمٍ[.
أخرجه الستة إ
أبا داود.
2. (312)- Ebu Saîd (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) zamanında bize bayağı hurma veriliyordu. Bu muhtelif
cins kuru hurmanın bir karışımı idi. Bu bayağı hurmanın iki ölçeğini bir ölçek
iyi hurma mukabilinde satıyorduk. Bu tarz Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in kulağına ulaşınca şöyle buyurdu: "İki ölçek hurmaya bir
ölçek hurma, iki ölçek buğdaya bir ölçek buğday iki dirheme bir dirhem
olmaz."[200]
ـ3ـ
وفي رواية
]جاء بِلٌ رضى
اللّه عنه إلى
رسولِ اللّهِ
# بِتَمْرٍ
بَرْنِىٍّ
فقال له مِنْ أيْنَ
هذاَ؟ فقال:
كانَ
عِنْدَنَا
تَمْرٌ رَدِئٌ
فَبِعْتُ منه
صَاعَيْنِ
بِصَاعٍ لِمَطعِمِ
النَّبىِّ #،
فقال: عند ذلك
أوَّهْ عَينُ
الرِّبَا،
أوّه، عَيْنُ
الرِّبَا،
عَيْنُ
الرِّبَا، َ
تَفْعَلْ
وَلَكِنْ
إذَا أرَدْتَ
أنْ
تَشْتَرىَ
فَبِعِ التَّمْرَ
بَيعاً آخَرَ
ثمَّ اشْتَر
ِبهِ[ .
3. (313)- Bir rivayette
de şöyle gelmiştir: "Hz. Bilâl (radıyallahu anh), Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a (iyi cins bir hurma olan) bernî hurması getirmişti.
"Bu nereden?" diye sordu. Bilâl
(radıyallahu anh):
"Bizde âdi hurma vardı. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın yemesi için ondan iki ölçek vererek bundan bir
ölçek satın aldık", dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm):
"Eyvah! Bu ribânın ta kendisi, eyvah bu ribânın
ta kendisi, sakın öyle yapma. Şayet iyi hurma satın almak istersen elindekini
ayrıca sat. Sonra onun parasıyla iyi hurmayı satın al" dedi.[201]
ـ4ـ
وفي رواية
للشيخين:
]الدِّينارُ
بالدِّينار،
والدِّرْهَمُ
بالدِّرْهَمِ
مِثًْ بِمثْل
فَمَنْ زَادَ
أوِ ازْدَادَ
فقَدْ
أرْبَى[. وقال
رَاوِيه
فَقُلْتُ:
إنَّ ابن
عباسٍ
يقُولهُ
فقالَ أبو
سعيدٍ:
سَألتُهُ
فقلتُ : سَمِعْتَهُ
مِنْ رَسُول
اللّه #، أوْ
رَجَدْتهُ في كتابِ
اللّهِ
تعالى؟ فقال:
كُلُّ ذلك أقُولُ،
وأنْتُمْ
أعْلَمُ
بِرَسُولِ
اللّهِ #
مِنِّى، ولكِنْ
أخْبَرَنِى
أُسامَةُ بنُ
زَيْدٍ رضى اللّه
عنهما أنّ
رسول اللّه #
قال: َ رِبَا
إَّ في
النِّسِيئَةِ.
4. (314)- Sahîheyn'de
yer alan bir rivayette şöyle gelmiştir: "Dinar dinarla, dirhem
dirhemle başa baş misliyle değiştirilmelidir. Kim fazla verir veya fazla alırsa
ribâya girmiş olur."
Hadisi rivayet eden râvî der ki: "Ben dedim ki;
"İbnu Abbas (radıyallahu anh) bunu söylemez.
Ebu Saîd der ki:
"İbnu Abbas (radıyallahu anh)'a sordum:
"Sen bunu Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'dan mı işittin, Kitabullah'ta mı gördün?" Bana şu cevabı verdi:
"Bunun ikisini de söylemiyorum. Siz, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı benden daha iyi tanırsınız. Ancak bana Üsâme İbnu
Zeyd (radıyallahu anh) haber verdi ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Sadece
veresiye satışta ribâ vardır" buyurmuştur."[202]
AÇIKLAMA:
Hadisin sıhhatinde âlimler ittifak eder. Hz. Üsâme
(radıyallahu anh)'nin "Sadece veresiye satışta ribâ vardır" sözü
mensuhtur. Âlimler onunla amel edilemeyeceği hususunda ittifak ederler.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hayatta iken İbnu Abbas (radıyallahu anh)
küçüktü, bu sebeple, "Siz Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı benden
daha iyi bilirsiniz" buyurmuştur[203].
ـ5ـ
وفي أخرى
لمسلم:
]الذَّهَبُ
بِالذَّهَبِ،
وَالفِضَّةُ
بالفِضََّةِ،
والبُرُّ
بِالبُرِّ،
والشَّعِيرُ
بالشَّعِيرِ،
والتَّمْرُ
بالتَّمْرِ،
وَالْمِلْحُ
بالمِلْحِ مِثًْ
بِمِثْلِ
يَداً
بِيَدٍ،
فَمَنْ زَادَ
أوِ
اسْتَزَادَ
فَقَدْ
أرْبَى،
اŒخِذُ والْمُعْطى
فيهِ سَواَء[.
وله عن أبى
هريرة في رواية:
إ ما اخْتَلَفَتْ
ألْوَانُهُ .
5. (315)- Müslim'in bir diğer rivayeti şöyledir: "Altın
altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpayla, hurma hurma ile, tuz
tuzla başbaşa misliyle, peşin olarak satılır. Kim artırır veya artırılmasını
taleb ederse ribâya girmiştir. Bu işte alan da veren de birdir."
Yine Müslim'de Ebû Hüreyre'nin bir rivayetinde "..cinsleri
farklı ise müstesna" denir.[204]
AÇIKLAMA:
Âlimler yukarıda zikredilen altı çeşit malda ribânın
haram olduğunda icmâ ederler: Altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuz. Bunlara
ribâ malları da denir. Bu altı kalem eşyadan her biri aynı cinsten eşya ile
satılınca fazlalık olmamalı, alışveriş peşin yapılmalıdır.
Bu altı çeşidin dışında kalan eşyaların alıp
satılmasında fazlalık haram mıdır? sorusuna âlimler farklı cevaplar verir.
Aradaki ihtilaf, bu altı çeşit mala konan "haram" hükmünün illetine
dayanır. Cumhur aynı illette müşterek olanların haramlığında ittifak ederse de
illetin ne olduğunda ihtilaf edilmiştir. Bu noktada, fıkıh kitaplarında on
farklı illet üzerinde durulduğu görülür. İmam-ı Âzâm'a göre, illet, cinsle
birlikte ölçü, veya cinsle birlikte tartıdır. Öyle ise, hangi çeşit mal olursa
olsun ölçü veya tartı ile satılan mallarda ribâ (fazlalık) haramdır. Satışı
böyle yapılmayan malların cinsi ne olursa olsun fazlalık (ribâ) haram değildir.
Mesela kireç veya alçı gibi yenmeyen mallar mâdemki ölçekle satılmaktadır,
fazlalık haramdır, binaenaleyh kireç vererek vasfı değişik bir kireç alacak
olsak, bu peşin yapılmalıdır ve miktarları eşit olmalıdır, fazlalık veya vâde
araya girerse ribâdır, haramdır. Hadiste geçen ölçü ve tartı ile satılmayan
eşyalar yenen cinsten de olsa araya girecek fazlalık haram değildir.
İmam Şâfiî'ye göre, haram kılınmada illet, malın
yiyecek olmasıdır, ölçü veya tartı ile satılmasına bakılmaz. Yiyecek olmayan
şeylerde yalnız altın ve gümüşte ribâ vardır. Ahmed İbnu Hanbel'in de bu
görüşte olduğu söylenmiştir.
İmâm Malik'e göre, illet ekseriyetle yemek için
biriktirmektir.
Hadisin, Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'den
kaydedilen son fıkrasından sarâhaten belirtildiği üzere, farklı cinsler
arasında ribâ olmaz. Yani buğdayla arpanın, altınla gümüşün alınıp satılmasında
miktar sözkonusu değildir, ulemâ bu hususta ittifak eder.[205]
ـ6ـ
وفي أخرى عن
عُباَدَةَ
بنِ الصَّامت
]إذَا
اخْتَلَفَتْ
هَذِهِ ا‘صْنَافُ
فَبِيعُوا
كَيفَ
شِئْتُمْ
إذَا كَانَ
يَداً
بِيَدٍ[.
أخرجه الخمسة
إ البخارى .
6. (316)- Ubadetu'bnu Sâmit (radıyallahu anh)'ten gelen bir
başka rivayette (şu ziyade) ifade edilmiştir: "...Bu çeşitler farklı
olduğu takdirde peşin ise dilediğiniz gibi satın."[206]
AÇIKLAMA:
315 numaralı hadisle ilgili olarak kaydettiğimiz
açıklamaları tamamlamak üzere şunu kaydetmek gerekir: İlletde müşterek olmayan
ribâ malları fazlalıkla ve keza veresiye satılabilir. Meselâ altınla buğday,
gümüşle arpa bütün ulemanın ittifakıyla bu şekilde satılabilir. Fakat ribâ
malları cinsi cinsine olursa biri peşin, diğeri veresiye ve keza biri noksan,
diğeri fazla olarak satılamadığı gibi teslim ve tesellüm yapılmadan satış
meclisinden ayrılmak da câiz değildir. Satılan malların cinsleri muhtelif
olursa, peşin teslim edilmek şartıyla fazlalık câizdir. Meselâ bir ölçek buğday
iki ölçek arpa mukabilinde satılabilir.[207]
ـ7ـ
وعن أبى
المنهال قال:
سَألتُ زيدَ
بن أرْقَمَ
وَالبَرَاءَ
بنَ عازِبٍ عن
الصَّرْفِ فقا:
]نَهَى رسولَ
اللّهِ # عن
بيْعِ
الذَّهَبِ
بالوَرِقِ
دَيْناً[.
أخرجه الشيخان
والنسائى .
7. (317)- Ebu'l-Minhâl anlatıyor: "Zeyd İbnu Erkam ve
el-Berâ İbnu Âzib (radıyallahu anh)'e sarf'tan (yani altınla gümüşü cinsi
cinsine satmaktan) sordum. İkisi de şu cevabı verdi: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) altının gümüş mukabilinde veresiye satılmasını yasakladı."[208]
ـ8ـ
وعن فضالة بن
عبيد رضى
اللّه عنه
قال: ]أُتِىَ
النبىُّ # وهو
بِخَيْبَرَ
بِقدةٍ فيها
خَرَزٌ
وَذَهَبٌ وهى
منَ
المغَانِمِ
تُبَاعُ فَأمَرَ
بالذَّهَبِ
الَّذِى في
القِدَةِ فنُزِعَ
وحْدَهُ وقال:
الذَّهَبُ
بالذَّهَبِ
وَزْناً
بِوَزْنٍ[.
أخرجه الخمسة
إ البخارى.وفي
أخرى:
تُبَاعُ
حتَّى
تُفْصلَ .
8. (318)- Fadâle İbnu Ubeyd (radıyallahu anh) buyuruyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a Hayber'de bulunduğu sırada altın ve
boncuklarla yapılmış bir gerdanlık getirildi. Bu satılık ganimet mallarındandı.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) altınların boncuklardan ayrılmasını
emretti. Derhal gerdanlığın altın kısmı ile boncuk kısmı birbirinden ayrıldı.
Sonra Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Altın, altına mukabil, tartısı tartısına
satılsın" buyurdular.[209]
AÇIKLAMA:
Burada altının başka bir madde ile birlikte
satılması yasaklanmaktadır. Başta Şâfiî ve Ahmed İbnu Hanbel olmak üzere bir
kısım âlimler verilen altın cinsinden fiyat, satılan eşyadaki altından fazla da
az da olsa bu satışın fâsid olduğuna hükmeder. Ebu Hanîfe: Altın cinsinden
biçilen fiyat, satılan eşyadaki altından fazla olduğu takdirde satışın câiz
olacağına, misil veya daha az olma halinde satışın câiz olmayacağına hükmeder.İmam
Mâlik buna yakın bir fikir beyan eder. Ancak fiyat fazlalığı üçte ikiyi
geçmemeli, noksanlık da üçte birden aşağı düşmemeli. Bu hudud dâhilinde satış
câizdir, aksi takdirde değildir.[210]
ـ9ـ
وفي أخرى
لمسلم قال حنش
الصنعائى:
]كُنَّا مَعَ
فُضَالَةَ في
غَزْوَةٍ
فطارَتْ لِى
وَ‘صْحابِى
قَِدَةٌ فيها
ذهَبٌ
وََورِقٌ
وَجَوْهَرٌ
فأرَدْتُ أنْ
أشْتريها
فَسَألْتُهُ
فقال: إنْزِعْ
ذَهَبَهَا
فاجْعَلْه في
كِفّةٍ،
واجْعَلْ ذَهَبَكَ
في كِفّةٍ،
ثم
تأخُذَنَّ
إَّ مِثًْ
بِمثْلٍ،
فإنِّى
سَمِعْتُ
النَّبِىَّ #
يقولُ: مَنْ كَانَ
يُؤْمِنُ
بِاللّهِ
وَاليَوْمِ
اŒخَرِ فََ
يَأخُذَنَّ
إَ مِثًْ
بِمِثْلٍ[ .
9. (319)- Müslim'de gelen diğer bir rivayette Haneş
es-San'ânî der ki: "Biz Fadâle ile bir gazvede berâberdik. Derken bana ve
arkadaşlarıma ganimetten bir gerdanlık isabet etti. Gerdanlık altın, gümüş ve
kıymetli taşlardan yapılmıştı. Ben bunu satın almak isteyerek, Fadâle'ye
sordum. Bana şöyle cevap verdi: Bunun altınını ayır, bir kefeye koy. Kendi
altınını da bir kefeye koy. Sonra sakın misli mislinden fazla birşey alma! Zîra
ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle buyurduğunu işittim: "Kim
Allah'a ve âhiret gününe iman ederse sakın misli mislinden fazla bir şey
almasın."[211]
ـ10ـ
وعن أبى بكرة
رضى اللّه عنه
قال: ]نَهَى
رسول اللّه #
عَنِ
الفضّةِ
بالْفِضّةِ،
والذَّهَبِ
بالذَّهَبِ إ
سَوَاءً
بسَوَاءٍ،
وَأمَرَنَا
أنْ
نَشْتَرِىَ
الفِضّةَ
بالذَّهَبِ
كَيْفَ شِئْنَا
وَنَشْتَرِىَ
الذَّهَبَ
بِالْفِضّةِ
كَيْفَ
شِئْنَا
يَداً
بِيَدٍ[.
أخرجه الشيخان
والنسائى .
10. (320)- Ebu Bekre (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), gümüşün gümüşe başa baş olmayan satışını yasakladı.
Bize altın mukabilinde dilediğimiz şekilde gümüş ve gümüş mukabilinde
dilediğimiz şekilde altın satın almayı emretti."
Müslim'in ziyadesinde "..Bir adam
"peşin mi?" diye sordu. Ebu Bekre:
"Ben böyle işittim" cevabını verdi.[212]
AÇIKLAMA:
Hadis, ribâ mallarının, alım satımlarında şu iki
şeye dikkat edilmesini teyid etmektedir:
1- Aynı cinsten şeyler alınıp satılırsa başa baş yani
eşit miktarda olacak, altınla altın, gümüşle gümüş üzümle üzüm gibi. Üzüm
vererek üzüm, altın vererek altın alacak olursak, miktarlarını eşit tutacağız,
araya girerse ziyade fâiz olur.
2- Ayrı cinsten şeylerden birini vererek yapılan
alışveriş, karşılıklı mütâbakatla istenen miktarda olur, ancak peşin olarak
teslim ve tesellüm gerekir.[213]
ـ11ـ
وعن يحيى بن
سعيد قال:
]أمَرَ رسولَ
اللّه # السَّعْدَيْنِ
يومَ
خَيْبَرَ أنْ
يَبِيعا آنِيَةً
مِنَ
الْمَغنَمِ
مِنْ ذَهَب
أوْ فِضّةٍ:
فََبَاعَا
كُلَّ ثَثةٍ
بِأرْبَعَةٍ،
أو كُلَّ
أرْبَعَةٍ
بِثثةٍ
عَيْناً،
فقال لهما:
أرْبَيتُمَا
فَرُدَّا[.
أخرجه مالك .
11. (321)- Yahya İbnu Sa'îd (radıyallahu anh) anlatıyor:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hayber'in fethi sırasında iki Sa'd'a (Sa'd
İbnu Ebî Vakkâs ve Sa'd İbnu Ubâde), ganimet malından altın veya gümüş bir kabı
satmalarını emretti. Onlar, her üç (birim)'i aynı dört (birim) mukabilinde,
veya her dört (birim)'i üç (birim) aynı mukabilinde sattılar. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) onlara: "Siz ribâ yaptınız, geri verin"
emretti."[214]
AÇIKLAMA:
Başka rivayetlerde tasrîh edildiği üzere Hayber'in
fethi sırasında ganimetlere nezâret vazifesini Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) rivayette isimleri geçen iki Sa'd'a vermiş idi. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın emri üzerine, altın (veya gümüş) bir kabı aynı
cinsten para ile satarlar. Yani altın kap sattılarsa mukabilinde altın, gümüş
kap sattılarsa mukabilinde gümüş para aldılar demektir. Aynı cinsten para
alınca, ağırlığına denk olması gerekirken, dörtte bir fazlasına veya dörtte bir
eksiğine satmışlar. Râvî, fazlaya mı, eksiğe mi sattıklarını hatırlamıyor ise
de;
a) Aynı cinsiyle sattığını ve arada fark bulunduğunu
iyi hatırlamaktadır.
b) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu akdi
"ribâ" diye reddettiği de râvî tarafından kesinlikle ifâde edilen bir
husus olmaktadır.
Ribâdır, çünkü ribâ mallarından biri kendi cinsinden
bir malla alınıp satılacak olursa başa baş misliyle olur, biri fazla diğeri
eksik olamaz.
Ribâ malları hangileridir? 315 numaralı hadise bakılsın.[215]
ـ12ـ
وعن مجاهد
قال: ]كُنْتُ
مَعَ ابنِ
عُمرَ رضى
اللّه عنهما
فجاءَهُ صائِغٌ
فقالَ: يا
أباَ عبدِ
الرَّحْمنِ
إنِّى أصُوغُ
الذَّهَبَ
فأبِيعُهُ
بالذَّهَبَ بِأكْثَرَ
مِنْ
وَزْنِهِ
فأسْتَفْضِلُ
قَدْرَ
عَمِلِى فيهِ
فنهاهُ عنْ
ذلكَ فَجَعلَ الصَّائغُ
يُرَدِّدُ
عليهِ
المسئلةَ
وابنُ عُمرَ
ينهاهُ حتَّى
كانَ آخرَ ما
قالَ لهُ: الدِّينارُ
بالدِّينارِ،
والدِّرْهَمُ
بالدِّرْهَمِ
َفَضْلَ
بَيْنَهُمَا،
هذا عهدُ نَبيِّنَا
# إلينا
وَعَهْدُنَا
إلَيْكُمْ[.
أخرجه بطوله
مالك، وأخرج
النسائى
المسند منه .
12. (322)- Mücahid anlatıyor: "Ben İbnu Ömer (radıyallahu
anh)'le beraberdim.Ona bir kuyumcu gelerek: "Ey Ebu Abdirrahman! Ben altın
işliyor ve bunu kendi ağırlığından fazla altınla satıyorum. Böylece ona
harcadığım el emeği miktarında fiyatını artırıyorum" dedi. İbnu Ömer
(radıyallahu anh) onu bu işten yasakladı. Kuyumcu aynı meseleyi tekrar tekrar söyledi.
Her seferinde İbnu Ömer (radıyallahu anh) onu bu işten yasakladı ve son olarak
da şunu söyledi: "Dinar dinarla, dirhem dirhemle satılır. Aralarında
fazlalık olamaz. Bu, Peygamberimizin bize vasiyetidir, biz de size vasiyet
ediyoruz (tebliğ edip duruyoruz)."[216]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, altın ve gümüş gibi, kıymet birimi olan
maddelerin alışverişi, kendi cinslerinden maddelerle yapıldığı takdirde itibarî
değerlerinin nazar-ı itibâra alınmayacağını ifade eder. İtibarî değer, antika
eşyalardaki hâtıra değeri, süs eşyasındaki san'at ve işlemeye müteallik el
emeği gibi değerlerdir. Söz gelimi bilezik, kolye, küpe gibi altın ve gümüşten
mâmul eşyalardaki emek ve işçilikten ileri gelen fiyat artması aynı cinsten
parayla alıp satmalarda hesaba katılmayacak demektir. Hesaba katılması için bir
başka cinsten para veya eşya ile alınıp satılması gerekir. Buna riâyet
edilmeyen alış verişler ribâ sayılır ve haramdır.
Bu prensip ilk nazarda zorluk gibi gözükürse de,
büyük bir rahmettir. Zîra, itibârî değeri olan antika veya hâtıra eşyalarını
taşıyanların vergi yükü hafifletilmiş olmakta, bunların alım satımları
vesilesiyle başka mallar da tedâvül imkânı bulmakta ve dolayısıyla piyasa
hareketlilik kazanmaktadır. Hele temel gıda maddelerinde buna riâyet, başka
hareket ve bereketlere imkân hazırlamaktadır[217].
ـ13ـ
وعن عطاء بن
يسار: ]أنَّ
مُعاوِيَةَ
رضى اللّه عنه
بَاعَ
سِقايَةً
مِنْ ذَهَبٍ
أوْ وَرِقٍ
بأكْثَرَ
مِنْ
وَزْنِهَا
فقالَ لَهُ أبوُ
الدَّرْدَاء
رضى اللّه
عنه: سَمِعْتُ
رسولَ اللّه #
يَنْهَى عنْ
مِثًْ
بِمِثلٍ هذا
إَّ مِثْل.
فقال معاويةُ:
ما أرَى بهذا
بأساً. فقال:
أبو الدَّرْدَاء
رضى اللّه عنه
منْ
يعذُرُنِِى منْ
مُعاوِيةَ؟
أنَا
أُخْبِرُهُ
عنْ رسولِ اللّهِ
# وهوَ
يُخبرنِى عنْ
رأيِهِ، أساكِنُكَ
بِأرْضٍ أنتَ
بهَا! ثُمَّ
قَدِمَ أبو
الدَّرْدَاء
رضى اللّه عنه
على عُمَرَ
بنِ الخطابِ
رضى اللّه عنه
فذكرَ لهُ
ذلكَ فكتبَ
عُمَرُ إلى
مُعاويةَ
أنْ
تَبِعْ
ذَلِكَ إَّ
مِثًْ
بِمِثْلٍ
وَوَزْناً
بوَزْنٍ[.
أخرجه مالك
والنسائى
»السِّقَايَةُ«
إناء يُشرب فيه
.
13. (323)- Ata İbnu Yesâr anlatıyor: "Hz. Muâviye
(radıyallahu anh) altın veya gümüşten mâmul bir su kabını, ağırlığından daha
fazla bir fiyatla satmıştı. Kendisine Ebu'd-Derda (radıyallahu anh):
"Ben Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
bu çeşit alışverişi yasakladığını işittim. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
bunların satışı misline misil olmalı diye emretti" diye itiraz etti. Hz.
Muâviye (radıyallahu anh):
"Ben bunda bir beis görmüyorum" diye
cevap verdi. Ebu'd-Derda (radıyallahu
anh) öfkelendi ve:
"Muâviye'yi kınamada bana yardım edecek biri
yok mu? Ben ona Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den haber veriyorum o
bana şahsî reyinden söz ediyor. Senin bulunduğun diyarda yaşamak bana haram
olsun!" diye söylendi.
Ebu'd-Derda bunun üzerine orayı terkederek Hz. Ömer
(radıyallahu anh)'in yanına geldi. Durumu olduğu gibi ona anlattı. Hz. Ömer
(radıyallahu anh) Hz. Muâviye (radıyallahu anh)'ye bir mektup yazarak bu çeşit
satışı (altının altınla satılması), misli misline ve ağırlığına denk olarak
yapmasını emretti."[218]
AÇIKLAMA:
Hadiste Hz. Mu'âviye (radıyallahu anh)'nin satın
aldığı belirtilen sikâye'yi İmam Mâlik'in ashâbı gerdanlık (kılâde) anlamıştır.
Halbuki sikâye, -bazan sıvı eşyaların miktarını tesbitte ölçek olarak da
kullanılan- bir su kabıdır. Rivâyette mevzubahis edilen bu su kabı,
altındandır, ancak inci, yâkut ve zeberced cinsinden kıymetli taşlarla
işlenmiştir. Hz. Muâviye (radıyallahu anh)'nin buna 600 dinar para verdiği
belirtilir.
"Hz. Muâviye'nin: "Ben bunda bir beis
görmüyorum" demesi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünnetine
muhalefet düşüncesinden ileri gelmediği, İbnu Abbâs (radıyallahu anhüma)'ın da,
fazlalığı, ribâ addetmemesinden kaynaklanabileceği belirtilmiştir. Ancak,
sünnete muhalefet mânası taşıdığı için, Ebu'd-Derda fevkalâde üzülmüştür. Zîra
şahsî re'yi ile sünneti reddetmek gibi bir davranış İslâm ulemasını son derece
üzen bir vak'adır. Ebu'd Derda'nın Hz. Muâviye (radıyallahu anhümâ)'ye küsmesi
makbul küsmelerden sayılmıştır. Ulema, bir kimse, bir başkasına sünneti tebliğ
ettiği zaman kulak verip itaat etmediği
takdirde onu terkedip küsmenin câiz olacağını söylemiştir. Hatta, Tebük
seferine katılmaktan kaçan Ka'b İbnu Mâlik (radıyallahu anh)'le kimsenin
konuşmaması için, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in verdiği emir de bu
meselede misal olmaktadır. Âlimler, bid'at çıkaran kimsenin terkedilmesi ve
kendisiyle konuşulmaması gerektiği hususunda bu vak'ayı delil kılmışlardır.
Nitekim İbnu Mes'ud, bir cenaze sırasında bir adamın güldüğünü görünce:
"Allah'a kasem olsun seninle ebediyyen konuşmayacağım" demiştir.
Bu vak'a'nın Ubâdetu'bnu's-Sâmit'le Hz. Muâviye
arasında geçtiğine dair rivayetler de mevcuttur. İki ayrı hâdise olması
muhtemeldir.[219]
ـ14ـ
وعن أسامة بن
زيد رضى اللّه
عنهما قال:
]قال رسولَ
اللّهِ #:
إنَّمَا
الرِّبَا في
النَّسيئَةِ[.
أخرجه
الشيخان
والنسائى،
وفي أخرى: رِبَا
فيمَا كانَ يداً
بِيَدٍ .
14. (324)- Üsâme İbnu Zeyd (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Ribâ veresiyededir" buyurdu.
Diğer bir rivayette: "Peşin alışverişlerde
(cinsler farklı ise fazlalık sebebiyle) riba olmaz" buyurulmuştur.[220]
AÇIKLAMA:
Burada Hz. Üsâme (radıyallahu anh)'nin bir hadisin
son kısmını hatırlayarak rivayet ettiği açıklanmıştır. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a ayrı cinsten iki şey birbiriyle satılırken birinin
diğerine mukabil ağırlıkça fazla olmasının ribâ sayılıp sayılmayacağı
soruluyor. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu durumda peşin satıldığı
takdirde ribâ olmayacağını ancak, veresiye olduğu takdirde fazlalık girecek
olursa bunun ribâ olacağını beyan buyuruyor.[221]
ـ15ـ
وعن ابن عمر
رضى اللّه
عنهما قال:
]كُنْتُ
أبِيعُ ا“بِلَ
بالدَّنَانِيرِ
وآخُذُ مَكَانَهَا
الوَرِقَ،
وَأبِيعُ
بالوَرِقِ،
وآخُذُ
مَكَانَهَا
الدَّنَانِيرَ،
فسألتُ رسولَ
اللّهِ # عنْ
ذلكَ فقالَ: بأسَ بِهِ
بالْقِيمَةِ[.
أخرجه أصحاب
السنن .
15.
(325)- İbnu
Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben dinarla deve satıyor, dinar yerine
gümüş alıyordum. Bazan da gümüşle satıyor, onun yerine dinar alıyordum. Bu
durumu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a arzederek hükmünü sordum. "O
andaki (aynı meclisteki) kıymetiyle olunca bunda bir beis yok"
buyurdu."[222]
ـ16ـ
وفي رواية أبى
داود.
بأسَ أنْ
تُؤخَذَ
بِسِعْرِ
يَوْمِهَا ما
لم
تَفْتَرِقَا
وَبَيْنَكُمَا
شَئٌ .
16. (326)- Ebû Dâvud'un bir rivayetinde şöyle gelmiştir: "...O
günün fiyatıyla almanda bir beis yoktur, yeter ki aranızda (henüz ödenmeyen)
bir miktar olduğu halde birbirinizden ayrılmış olmayasınız."[223]
ـ17ـ
وعن معمر بن
عبداللّه بن
نافع رضى
اللّه عنه.
]أنّهُ أرْسلَ
غُمَهُ
بِصَاعِ
قَمْحٍ فقالَ
بِعْهُ ثمَّ
اشْتَرِ بِهِ
شَعيراً
فَذََهَبَ
الْغُمُ
فَأخَذَ
صَاعاً
وَزِيَادَةً. فلما
جاءَ قال له:
لِمَ
فَعَلْتَ
ذلكَ؟
انْطَلِقْ
فَرُدَّهُ
وََ
تَأخُذَنَّ
إَّ مِثً
بِمِثْلٍ؛
فإنى كُنْتُ
أسمَعُ رسولَ
اللّه # يقولُ:
الطّعامُ
بالطَّعَامِ
مثًْ بِمِثْلٍ،
وكانَ
طَعاَمُنَا
يَومَئِذٍ
الشَّعِيرَ.
فقِيلَ لَهُ
إنّهُ لَيْسَ
بِمِثْلِهِ قالَ:
فإنِّى أخافُ
أنْ
يُضَارَعَ[.
أخرجه مسلم،
ومعنى »يضارع«
يشابه .
17. (327)- Ma'mer İbnu Abdillah İbni Nâfi (radıyallahu
anh)'nin anlattığına göre, kölesine, bir sâ buğday vererek pazara yollar ve:
"Bunu sat, parasıyla arpa satın al" der.
Köle gider. Onu vererek bir sa'dan bir miktar fazla arpa satın alır. Köle
dönünce, Ma'mer (radıyallahu anh) ona
"Niye böyle yaptın? Çabuk git ve geri ver.
Misli misline denk al. Zîra ben, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı işittim,
şöyle diyordu: "Yiyecek, yiyecekle misli misline denk olmalıdır."
O zaman yiyeceğimiz arpa idi. Kendisine:
"Ama bu arpa onun misli değildir" dendi
ise de:
"Ben arpanın buğdaya benzemesinden
korkarım" cevabını verdi."[224]
AÇIKLAMA:
Görüldüğü üzere arpa ile buğday birbirine yakın iki
gıda maddesi olduğu için, bir cins sayarak araya giren fazlalığı fâiz kabul
edenler olmuştur. İmam Mâlik bu mânadaki hadislere dayanarak bu iki maddeyi bir
cins addeder. Cumhur ise buğday ve arpanın iki ayrı cins olduğunu kabul eder.
Aslında burada da buğdayla arpanın bir cins olduğu sarih değildir. Ma'mer hazretleri
takvasına binâen ihtiyatla hareket etmiştir.[225]
ـ18ـ
وعن مالك.
أنّهُ بلغَهُ
أنَّ
سُلَيمَانَ بنَ
يسارٍ قال:
]فَنِىَ
عَلَفُ
حِمَارِ سعدِ
بن أبى
وَقّاصٍ
فقالَ
لِغُمِهِ:
خُذْ مِنْ حِنطة
أهْلِكَ
فابْتَعْ
بِهِ
شَعيراً، وََ
تأْخُذْ إّ
مِثْلَهُ[ .
18. (328)- İmam Mâlik'e ulaştığına göre, Süleyman İbnu Yesar
demiştir ki: "Sa'd İbnu Ebî Vakkas'ın merkebinin yemi bitmişti. Kölesine:
"Ailene ait buğdaydan bir miktar götür, ona mukabil arpa satın al, sakın
mislinden fazla almayasın" dedi.[226]
AÇIKLAMA:
Önceki hadiste geçti.[227]
ـ19ـ
وعن أبى عياش
رضى اللّه
عنه، واسمه
زيد ]أنّهُ
سألَ سعدَ بنَ
أبى وقّاصٍ
رضى اللّه عنه
عن
الْبَيْضَاء
بالسُّلْتِ.
فقالَ
لهُ سعدٌ رضى
اللّه عنهُ:
أيُّهُمَا
أفضَلُ؟ فقال
البَيْضَاءُ؟
فَنهَاهُ عنْ
ذلكَ، وقال:
سمعتُ رسولَ
اللّهِ #
يسْألُ عنِ اشْتِراء
التَّمْرِ
بالرُّطَبِ
فقالَ رسول
اللّه #:
أينقُصُ
الرُّطَبُ
إذاَ يَبِسَ؟
قالَ: نعمْ.
فنَهَاهُ عنْ
ذلكَ[. أخرجه
ا‘ربعة وصححه
التمرذى .
19. (329)- Ebu Ayyaş'ın -ki ismi Zeyd'dir- anlattığına göre:
"Sa'd İbnu Ebî Vakkas (radıyallahu anh)'a, beyaz buğday mukabilinde
kabuksuz arpa satın almanın hükmünü sorar. Sa'd (radıyallahu anh) kendisine:
"Hangisi daha kıymetli? diye sorar. Zeyd:
"Beyaz buğday" der. Sa'd onu bu işten men
eder ve der ki:
"Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a kuru
hurmayı tâze hurma mukabilinde satın alma hakkında sorulduğu zaman işitmiştim.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu sorana:
"Tâze hurma kuruyunca ağırlığını kaybeder
mi?"
dedi. Adam
"evet" cevabını verince, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) onu bu işten men etmişti."[228]
AÇIKLAMA:
Görüldüğü üzere yaş hurma, kuru hurma ile eşit
miktarla da olsa, farklı miktarla da olsa, peşin de olsa, veresiye de olsa
satın alınamadığı gibi, kıymetce birbirinden farklı olan buğday ve arpa da
birbiri mukabilinde alınıp satılamaz. Araya bir başka birim meselâ
"para" girmelidir. Biri satılır, elde edilen para ile öbüründen satın
alınır. Ebu Hanife merhum yasağı veresiye satışa hamlederek ölçek yönüyle
eşitlik halinde birbiriyle satışlarını tecviz eder.[229]
ـ20ـ
وفي أخرى ‘بى
داود قال: ]نَهَى
رسول اللّهِ #
عن بَيْعِ
الرُّطَبِ
بالتَّمْرِ
نَسِيئَةً[.
»السلت« ضرب من
الشعير أبيض قشر له .
20. (330)- Ebu Dâvud'un diğer bir rivayetinde: "Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), tâze hurmayı kuru hurma ile veresiye
satmayı yasakladı" denir."[230]
ـ1ـ
عن جابر رضى
اللّه عنهُ
قال: ]جاءَ
عبدٌ فبايعَ
رسولَ اللّه #
على
الهِجْرَةِ
ولمْ يُشْعِرْ
أنَّهُ عبدٌ
فجاءَ
سَيِّدُهُ
يُرِيدُهُ.
فقالَ لهُ
رسولَ اللّه #:
بِعْنِيهِ
فاشتَراهُ
منهُ بعبدينِ
أسودينِ[.
أخرجه الخمسة
إ البخارى .
1. (331)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir
köle gelerek Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e hicret etmek üzere biat
etti, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onun köle olduğunu sezemedi. Arkadan
efendisi onu aramaya geldi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ona: "Onu
bana sat" buyurdu ve köleyi iki siyah köle mukabilinde satın aldı."[231]
AÇIKLAMA:
Buradaki köle sâhibinin de Müslüman olduğuna
hamledilmiştir. Müslim'in rivayeti Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu
vak'adan sonra, kendisine bey'at için gelenlerin köle olup olmadığını tahkik
ettiğini belirtir. Çünkü, burada,
bilmeyerek hicret üzere bey'at
aldığı kölenin, şarta uygun hâle gelmesi için, onu satın alarak
efendisinin bağından kurtarmak zorunda kalmıştır.
Hadisten âlimler, bil-icmâ, bir kölenin iki köle
mukabilinde satılabileceğine delil bulurlar. Nevevî, efendinin Müslüman olduğu,
iki siyahî kölenin de Müslüman olduğu hükmünü belirtir, "çünkü, Müslüman
kölenin kâfir köle mukabilinde satılması câiz değildir" der. Ancak her üçünün
kâfir olabilme ihtimâline de parmak basar.
Şu halde, satılabilen şeylerin aynı cinsleriyle
olmaları halinde ziyadenin ribâ sayılması prensibine burada olduğu gibi
istisnalar var. Nevevî, köleler kıymet itibarıyla farklı veya eşit de olsa
peşin olma kaydıyla, birinin verilerek ikisinin alınabileceği hususunda icma
edilmekle birlikte veresiye olma hâlinde ihtilâf edildiğini, Şafiî ve Cumhur'un
"câiz" derken, Ebu Hanîfe ve Kufîler'in "câiz değildir"
dediklerini belirtir.
Bu hüküm hayvanlar hakıkında da muteberdir.[232]
ـ2ـ
وعن عبداللّه
بن عمرو بن
العاص رضى
اللّه عنهما
قال: ]أنّ رسول
اللّه # أمرهُ
أنْ يُجَهِّزَ
جَيْشاً
فَنَفدتِ
ا“بِلُ فأمَرَ
أنْ يَأخُذَ
على قََئِصِ
الصَّدَقَةِ
فكَانَ يأخُذُ
البَعِيرَ
بالبَعِيرَيْنِ
إلى إبل الصَّدَقَةِ[.
أخرجه أبو
داود .
2. (332)- Abdullah İbnu Amr İbni'l-Âs (radıyallahu anh)'ın
anlattığına göre, "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) kendisine bir
ordu hazırlamasını emretmiştir. Mevcut develer (askerlere) yetmedi. Bunun
üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (devesi olmayanlar için, bilâhere)
hazine develerinden ödenmek üzere deve te'min etmesini emretti. (Böylece
Abdullah) zekat yoluyla hazineye gelecek develerden iki adedi karşılığında bir
deve temin ediyordu."[233]
AÇIKLAMA:
Cumhur, aynı cinsten de olsa hayvanın hayvana
mukabil veresiye olarak, farklı sayıda satılabileceğini söylemiştir. İmam Malik
cinslerin farklı olmasını şart koşmuştur.[234]
ـ3ـ
وعن علي بن
أبى طالب رضى
اللّه عنهُ:
]أنَّهُ باعَ
جَمًَ لهُ
بِعِشْرِينَ
بعيراً إلى أجَلٍ[.
أخرجه مالك .
3. (333)- Ali İbnu Ebî Tâlib (radıyallahu anh)'in anlattığına
göre, "Devesini yirmi küçük deve mukabilinde veresiye olarak
satmıştır"[235]
ـ4ـ
وعن ابْنِ
عُمَرَ رضى
اللّه عنهُما:
]أنَّهُ
اشْتَرَى
راحِلةً
بأربَعةِ
أبْعِرَةٍ
مَضْمُونَةٍ
عَلَيْهِ أنْ
يُوَفيَهَا
صَاحِبَهَا
بالرَّبذَةِ[.
أخرجه
البخارى في
ترجمة، ومالك
.
4. (334)- İbnu Ömer (radıyallahu anh)'in anlattığına göre,
"Kendisi, satıcının zimmetinde bulunan bir binek devesini, Rebeze'de
bulunan dört küçük deve mukabilinde satın almıştır."[236]
AÇIKLAMA:
Başka rivayetlerde daha açık olarak geldiği üzere,
İbnu Ömer, Rebeze'de bulunan dört küçük deve mukabilinde bir binek devesi satın
alır. Deve sahibine: "Git develerine
bak, memnun kalırsan akid kesinleşmiş olsun" der. Bu durumda binek
devesini satan zat, muhayyerlik şartına sahiptir, binek devesini müşteriye
teslim edinceye kadar deve kendi zimmetindedir[237].
ـ5ـ
وعن جابر رضى
اللّه عنهُ.
أنّ رسولَ
اللّه # قالَ: ]
يَصْلُحُ
الْحَيَوانُ
اثْنَانِ
بِوَاحدٍ
نسيئةً، و
َبأسَ بِهِ
يداً بِيَدٍ[.
أخرجه
الترمذى .
5. (335)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular:
"İki hayvan, veresiye olarak bir hayvana
mukabil satılamaz. Peşin satılırsa bunda bir beis yok."[238]
ـ6ـ
وعن سَمُرةَ
بن جُندَب رضى
اللّه عنهُ
قال: ]نَهَى
رسولَ اللّه #
عن بَيْعِ
الحيوانِ
نَسِيئَةً[.
أخرجه أصحاب
السنن وصححه
الترمذى .
6. (336)- Semüre İbnu Cündeb (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hayvanın hayvanla veresiye
satışını yasaklamıştır."[239]
ـ7ـ
وعن ابن شهاب
أن سعيد بن
المسيب رحمه
اللّه كان
يقول: ] رِبَا
في
الحَيَوانِ،
وأنَّ
رَسُولُ
اللّهِ #
إنّمَا نَهَى
في بَيْعِ
الحَيَوانِ
عن ثَثٍ:
ألْمضَامينِ
والْمََقِيحِ،
وَحبْلِ الحَبْلَةِ؛
فالمَضَامِينُ:
ما في بُطوُن
إناثَ ا“بلِ،
وَالمَقِيحُ:
ما في ظُهُورِ
الجَمالِ، وَحَبَلُ
الحَبَلَةِ:
هُوَ بَيْعُ
الجَزُورِ
إلى أنْ
تُنْتِجَ
النَّاقَةُ
ثمَّ تُنْتَجُ
الَّتِى في
بَطْنِهَا[.
أخرجه مالك.
مفسراً بهذا
اللفظ.
والمعروف عند
أهل اللغة
والغريب والفقه
تفسير
المضامين
والمقيح بعكس
ذلك، واللّه
أعلم .
7. (337)- İbnu Şihâb anlatıyor: "Saîd İbnu'l-Müseyyeb
derdi ki: "Hayvanda ribâ yoktur. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
hayvan satışını üç hususta yasakladı: el-Mezâmin, el-Melâkih ve Habelu'lhabele.
Mezâmîn: Dişi devenin karnındaki yavru demektir.
Melâkih: Erkek devenin belinde bulunan (ve dişiyi dölleyen)
şey demektir.
Habelu'l-habele: "Hâmile develerin hâmile kalması) yani,
dişi develerin karnındaki ceninin doğuracağı yavrunun satımı.
İmam Mâlik, bu tâbirleri, yukarıdaki gibi
açıklamıştır. Ancak garib kelimeleri açıklayan lugatci ve fakihler nezdinde,
mezâmîn ve melâkih kelimeleri aksi mânaları ifade etmektedir.[240]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, biri diğerine mukabil karşılıklı satıma
konu olan hayvanlar, aynı cinsten de olsa ayrı cinsten de olsa peşin veya
veresiye, mutlak olarak câiz olduğunu beyan etmektedir. Esâsen farklı cinsteki
hayvanlar veresiye olarak birbiriyle satılsa ribâ yoktur. Aynı cinsten olmaları
hâlinde veresiye satımları İmam Mâlik'e göre câiz olmaz. Şafiî hazretleri
yukarıdaki rivayeti esas alarak cevazına hükmeder.[241]
ـ8ـ
وعن مالك أنه
بلغَهُ أن
رجًُ أتى ابنَ
عمرَ رضى
اللّه عنهُما
فقال:
]أسْلَفْتُ
رَجًُ سَلفاً
وَاشْتَرطْتُ
عليهِ
أفْضَلَ
مِمَّا أسْلَفْتُهُ.
فقالَ ابنُ
عمرَ: ذلكَ
الرِّباَ.
ثمَّ قال:
السَّلَفُ
عَلَى
ثََثَةِ
وُجُوهٍ:
سَلَفاً
تُسلِفُهُ
تُريدُ بِهِ
وَجْهَ اللّهِ
تعالى فَلَكَ
وَجْهُ
اللّهِ
تعالى، وَسَلفاً
تُسْلِفُهُ
تُريدُ بِهِ
وجهَ صاحِبِك
فلكَ وجهُ
صَاحِبكَ،
وسلفاً
تُسْلِفُهُ
لتأخُذَ
خبيثاً
بطيِّبٍ
فذلكَ
الرِّبَا.
قال:
فكيفَ
تأمرُنِى يا
أبا
عبدالرحمن؟قَالَ
أرى أنْ
تَشُقَّ
الصَّحِيفَةَ،
فإنْ أعطاكَ
مثلَ الَّذِى
أسْلَفْتَهُ
قَبِلْتَهُ، وإنْ
أعطاَكَ دُونَهُ
فأخَذْتَهُ
أُجِرْتَ،
وإنْ أعطاكَ
أفضَلَ
طيِّبَةً
بِهِ نفسُهُ
فذلكَ شُكْرٌ
شكَرَهُ لكَ،
ولكَ أجرُ ما
أنْظَرْتَهُ[
.
8. (338)- İmam Mâlik'e ulaştığına göre, bir adam İbnu Ömer
(radıyallahu anh)'e gelerek: "Ben birisine bir borç verdim. Bana, bunu
daha üstün bir şekilde iadesini şart koştum" dedi ve hükmünü sordu. İbnu
Ömer (radıyallahu anh): "Bu ribâdır" diye cevap verdi ve şu
açıklamada bulundu: "Borç verme işi üç şekilde cereyan eder.
1- Borç vardır, bunu vermekle sâdece Allah'ın rızasını
düşünürsün. Karşılığında sana rızayı ilâhî vardır.
2- Borç vardır, bununla arkadaşını memnun etmek
istersin.
3- Borç vardır, temiz bir malla pis bir şey almak için
bu borcu verirsin. İşte bu ribâdır."
Adam: Öyleyse bana ne emredersiniz, ey Ebu
Abdirrahman? diye sordu. İbnu Ömer şu açıklamada bulundu:
"Akdi yırtmanı tavsiye ederim. Borçlu, verdiğin
miktarı aynen iade ederse alırsın. Verdiğinden daha az iade eder, sen de
alırsan sevap kazanırsın. Eğer sana, daha iyi birşeyi gönül hoşluğu ile
verirse, bu sana bir teşekkürdür, böylece teşekkürünü ifade ediyor demektir.
Sana ayrıca, ona vâde tanıdığın için sevap vardır."[242]
ـ9ـ
وعن مجاهد أن
عمر رضى اللّه
عنهما:
]اسْتَسْلفَ
دَراهِمَ
فقضَى
صَاحِبَهاَ
خيراً منَها،
فأبى أنْ
يَأخُذَهَا،
وقال: هذِهِ
خيرٌ منْ
دَراهِمِى.
فقالَ ابنُ عمرَ:
قدْ علمتُ
ولكنْ نفسى
بذلكَ
طَيِّبةٌ[ .
9. (339)- Mücahid'in anlattığına göre, "İbnu Ömer
(radıyallahu anh) bir miktar borç para aldı. Bunu sâhibine daha iyi bir şekilde
ödedi. Borç veren adam:
"Bu verdiğimden efdaldir (fazladır)"
diyerek almak istemedi. İbnu Ömer adama:
"Biliyorum, ancak için bu şekilde rahat
edecek" dedi.[243]
AÇIKLAMA:
İmam Mâlik, önceden her iki tarafca şart koşulmamak
kaydıyla, borçlunun borcunu öderken, içinden gelerek, bir fazlalıkta bulunduğu
takdirde bunun faiz olmayacağını ifade etmiştir. Bunun borçlunun içinden
gelmesi, gönül hoşluğu ile vermesi şarttır. Verilen fazlalık şart gereği, âdet
icabı, vaad sonucu olursa câiz olmaz. Ayrıca bu fazlalık bir başka eksikliği kapatmamalıdır. Sözgelimi on aded düşük
altına mukabil sekiz adet kıymetli altın ödemek veya on aded âdi sikke altın
almışken, on aded iyi altın ödemek gibi, bu durum da ribâ sayılır.[244]
ـ10ـ
وعن سالم قال:
]سُئِلَ ابنُ
عُمَرَ رضى
اللّهُ
عنهُما عنِ
الرَّجُلِ
يَكُونُ لَهُ
الدَّيْنُ
عَلَى رَجُلٍ
إلى أجلٍ
فيضَعُ عنهُ صاحِبُ
الحَقِّ
لِيُعَجَّلَ
الدَّيْنَ
فكرِهَ ذلكَ
ونَهى عنهُ[ .
10. (340)- Salim (radıyallahu anh) anlatıyor: "İbnu Ömer
(radıyallahu anh)'e belli bir vâde ile bir başkasında alacağı bulunan adam,
parasını daha çabuk alabilmek için bir kısmından vaz geçecek olsa? diye
sordular. İbnu Ömer bunu hoş görmedi ve bu davranışı yasakladı."[245]
AÇIKLAMA:
İmam Mâlik ve Ebu Hanîfe vâdeyi kısaltma
karşılığında borcun azaltılmasını tecviz etmemişlerdir. İbnu Abbas (radıyallahu
anh) bunu tecviz eder. Şâfiî'nin her iki görüşe de sâhip olduğu belirtilir.[246]
ـ11ـ
وعن عبيد بن
أبى صالح قال:
]بِعْتُ
بُرّاً منْ
أهْلِ دَارِ
نَخْلَةَ إلى
أجَلٍ فأردتُ
الْخُروجَ
إلى الكوفةِ
فعَرَضُوا
عليَّ أنْ أضَعَ
لَهُمْ
ويَنْقُدُونِى
فسألتُ زيدَ بنَ
ثَابتٍ فقال: آمرُكَ
أنْ تَفْعَلَهُ،
وََ أنْ
تَأكُلَ
هَذَا
وَتُوَكِّلَهُ[.
هذه اŒثار
الثثة أخرجها
مالك .
11. (341)- Ubeyd İbnu Ebî Sâlih anlatıyor: "Ben, bilâhere
ödenmek üzere Dar-ı Nahle ehline bez sattım. Bir müddet sonra Kûfe'ye gitmek
istedim. Borçlular bana gelerek fiyattan biraz inmem hâlinde peşin
ödeyeceklerini söylediler. Bunu Zeyd İbnu Sâbit'e sordum. Bana: "Hayır, bu
işi yapmana cevaz veremem, bunu (ribâyı) ne senin yemeni, ne de (satın
alanlara) yedirmeni emredemem" dedi.[247]
ـ12ـ
وعن أم يونس
قالت:
]جَاءَتْ أمُّ
وَلَدِ زَيدِ
بنِ أرْقَمَ
رضِىَ اللّهُ
عنه إلى
عائشةَ رضِىَ
اللّهُ عنها
فقالت: بِعْتُ
جَارِيةً منْ
زيدٍ
بثمانمائةِ
دِرْهمٍ إلى
العَطَاءِ تم
اشْتَرَيْتُهَا
منهُ قَبْلَ
حُلُولِ ا‘جَل
بِستِّمائَةِ
دِرْهَمٍ،
وكنتُ
شرَطْتُ عليه
أنَّكَ إنْ
بِعْتَهَا
فأنَا
أشْتَريِها
مِنْكَ
فقالتْ عائشةً
رضى اللّه
عنها:
بِئْسَمَا
شَريْتِ
وَبِئْسَمَا
اشْتَرَيْتِ:
أبْلِغِى
زيدَ بنَ
أرْقَمَ أنّه
قَدْ أبْطَلَ
جِهَادَهُ
مَعَ رسولِ
اللّهِ # إنْ
لَمْ يَتُبْ
مِنْهُ. قالتْ
فمَا
يَصْنَعُ؟
فَقَالَتْ
عائشةُ رضى
اللّه عنها فَمَنْ
جَاءَهُ
مَوْعِظَةٌ
مِنْ رَبِّهِ
فانْتَهَى
فلهُ مَا
سَلَفَ
وأمْرهُ إلى
اللّهِ اŒية
فلم يُنْكِرْ
أحَدٌ على
عائشةَ رضى
اللّه عنها،
والصّحَابَةُ
رضى اللّه
عنهم
مُتَوَافِرُونَ[
.
12- (342)- Ümmü Yunus (radıyallahu anh) anlatıyor: "Zeyd
İbnu Erkam (radıyallahu anh)'ın Ümmü Veled'i (çocuk doğurmuş cariyesi), Hz.
Aişe (radıyallahu anhâ)'ye uğradı ve dedi ki:
"Zeyd'in bir cariyesini el-Atâ'ya sekiz yüz
dirheme sattım. Sonra aynı cariyeyi ondan, ödeme zamanı dolmazdan önce altı yüz
dirheme satın aldım. Ayrıca ben kendisine, bunu satacak olursan senden ben satın
alacağım diye şart koşmuştum." Hz. Aişe (radıyallahu anhâ):
"Şart koşman da uygunsuz, satın alman da
uygunsuz olmuş. Zeyd İbnu Erkam'a söyle ki, bu iş sebebiyle tevbe etmezse,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la birlikte yaptığı cihadı iptal etmiştir"
dedi. Kadın:
"Zeyd ne yaptı ki (böyle hükmediyorsun?)"
diye sorunca Hz. Aişe cevap olarak şu âyeti okudu:
"Kime Rabb'inden bir öğüt gelir de fâizcilikten
geri durursa, geçmişi kendisinedir, onun işi Allah'a aittir..." (Bakara: 2/275).
Ashab'tan pek çoğu hayatta olduğu hâlde, kimse bu
hükümden dolayı Hz. Aişe'yi reddetmedi.[248]"
ـ13ـ
وعن زيد بن
أسلمَ قال:
]كانَ
الرِّبَا
الَّذِى
أذِنَ اللّهُ
فيهِ
بالحَرْبِ
لِمَنْ لَمْ
يتْرُكْهُ
عندَ
الجاهليةِ
على وَجْهَيْنِ:
كَانَ يكونُ
لِلرَّجُل
على رَجُلٍ
حقٌّ إلى
أجَلٍ فإذا
حلَّ ا‘جَلُ
قال صاحِبَ
الحَقِّ:
أتَقْضِى أمْ
تُرْبى؟ فإنْ
قَضَاهُ
أخَذَ منه،
وإَّ طَواهُ
إن كانَ
مِمَّا
يُكَالُ أو
يُوزَنُ أو
يُذْرَعُ أو
يُعَدُّ،
وإنْ كَانَ
سِنَّا رَفَعَهُ
إل الذى
فَوْقَهُ
وَأخَّرَهُ
عنه إلى أجلٍ
أبْعَدَ
منْهُ. فلمَّا
جَاءَ ا“سْمُ أنْزَلَ
اللّهُ تعالى:
يَا أيُّهَا
الَّذِينَ
آمَنُوا
اتَّقُوا
اللّهَ
وَذَرُوا مَا
بَقِىَ منَ
الرِّبَا إنْ
كُنْتُمْ
مُؤْمِنِينَ
ـ إلى ـ وإنْ
تُبْتُمْ
فَلَكُمْ
رُؤسُ أْوَالِكُمْ
إلى آخرها[.
أخرجهُ رزين .
13. (343)- Zeyd İbnu Eslem anlatıyor: "Cenab-ı Hakk'ın
terketmeyenler için harb etmeye izin verdiği ribâ, câhiliye devrinde iki
şekilde cereyan ederdi:
1- Bir kimsenin diğer bir kimsede, vâdeli bir alacağı
bulunurdu. Vâde dolunca alacaklı: "Ödeyecek misin yoksa fâizlesin
mi?" derdi. Borçlu öderse öbürü alırdı. Ödemezse, ölçeklenen, tartılan,
ekilen veya sayılan çeşitten ise alacak katlanırdı.
2- Yaşla ölçülen bir mal ise, daha üst mertebeye
kaydırılır, vâde de uzatılırdı. İslâm gelince Cenab-ı Hakk şu âyeti indirdi:
"Ey iman edenler! Allah'tan sakının, inanmışsanız
fâizden arta kalan hesaptan vazgeçin. Böyle yapmazsanız, bunun Allah'a ve
Peygamberine karşı açılmış bir savaş olduğunu bilin. Eğer tevbe ederseniz
sermayeniz sizindir. Böylece haksızlık etmemiş ve haksızlığa uğramamış
olursunuz" (Bakara: 2/278-279).[249]
ـ1ـ
عن ابن عمرَ
رضى اللّهُ
عنهما. أنّ
النبىّ # قال:
]المُتَبايعانِ
بالْخِيارِ
مالمْ يَفْتَرقَا،
أو يقولُ
أحَدُهُما
لŒخَرِ:
اخْترْ، ورُبَّمَا
قال: أو يكونُ
بيعَ خيار[.
أخرجه الستة .
1. (344)- İbnu Ömer (radıyallahu anhüma) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Alışveriş yapanlar, birbirlerinden
ayrılmadıkca (akdi bozmakta) muhayyerdirler. Veya alışveriş yapanlardan biri
diğerine "muhayyersin" demişse yine muhayyerdir." Ravi, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın belki de "Alışveriş yapanlardan biri "muhayyerlik şartı
üzere olsun demişse" şeklinde buyurmuş olacağında şüphe etmektedir."[250]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, alışveriş yapanların akitten sonra
birbirlerinden ayrılmadıkca satış akdini bozup bozmamakta serbest olduklarını
ifade eder. Âlimler, ayrılmanın nasıl tahakkuk edeceği hususunda ihtilâf
etmiştir. Bir kısmı "bedenen" ayrılmayı, bir kısmı da
"kavlen" ayrılmayı anlamıştır.
İmam Mâlik, İmam Âzam ve İmam Muhammed ayrılmanın
"kavlî" olduğunu söylerler. Onlara göre satıcı: "Sattım",
müşteri de: "Aldım" dedi mi akit kesinleşmiş ve iki taraf birbirinden
ayrılmış sayılır. Artık her iki tarafa da muhayyerlik tanınmaz. Ancak bizzat
hadislerde temas edildiği üzere, müşteri o malı görmek, kusursuz olmak veya
muhayyer olmak gibi bir şartla almış ise bu şartlara binâen akdi bozarak malı
iade edebilir.
İmam Şâfiî ve Ahmed İbnu Hanbel (rahimehumullâh)
başta olmak üzere diğer birçok âlimlere göre alıcı ile satıcının
ayrılmalarından murad "bedenen birbirlerinden uzaklaşmalarıdır."
Arkadan kaydedeceğimiz 346 numaralı hadisteki
"Muhayyerlik şartıyla yapılan satış müstesna" cümlesinde kastedilen
"muhayyerlik" hakkında üç görüş söz konusudur:
1- Muhayyerlik akid tamamlandıktan sonra o meclisten
ayrılmadan sübut bulur. Yani "alıcı ile satıcı birbirinden ayrılmadıkca
muhayyerlik var" diye takdir edilir.
2- İkinci kavle göre, bundan maksat üç gün veya daha
az bir müddet muhayyerlik şartıyla yapılan akittir. Bu durumda, muhayyerlik,
tesbit edilen bu müddet esnasında devam eder.
3- Üçüncü görüşe göre, "meclis muhayyerliği
bulunmamak şartıyla yapılan satış müstesnâdır" demektir. Bu durumda akdin
yapılması ile satış tamamlanır, artık muhayyerlik yoktur.
Bu üç görüşten birincisi en sahih olanıdır. Âlimler
bunu çoğunlukla kabul etmekten başka bilhassa üçüncü görüşün nasslara zıt
düştüğü ve dolayısıyla bâtıl olduğu husûsunda fikir beyân etmişlerdir.
Nevevî, "Alışveriş yapanlardan biri diğerine
"muhayyersin" demişse..."
cümlesinden: "satışın muteber olduğunu ihtiyar et" mânasını anlar. Ve
şu açıklamayı sunar: "Öbürü ihtiyar ederse satış kesinlik kazanır... Sükut
ederse hıyâr (satıştan dönme) hakkı devam eder. Satışın kesinleşmesini sözle
ifâde eden tarafın ihtiyâr hakkının devam edip etmiyeceği hususunda ashâbımız
(Şâfiîler) iki görüş ileri sürmüştür. Sahih olanı, devam etmeyeceğine dair
olanıdır, hadisin zâhirine uygun olan görüş de budur." Nevevî'nin bu
yorumunu kaydeden Aynî, cerhetmek maksadıyla, Hattâbî'nin şu yorumunu kaydeder:
"Bu hadis, hıyâru'l-meclis'in mevcudiyetine açık bir delildir. Ayrıca,
hadislerin zâhirine muhâlefet olarak yapılan bütün tevilleri de iptal
etmektedir. Hadisin sonunda gelen: "Alışverişi yaptıktan sonra ayrılırlar
da..." cümlesi[251]
de aynen bunun gibidir. Bu da açık bir şekilde, bedenî ayrılıkla, muhayyerlik
hakkının kalktığını gösterir. Zira, kastedilen ayrılmadan maksad sözle olan
ayrılma olsaydı hadisin bir mânası kalmazdı." Hattâbi'ye Aynî şu cevabı
verir: "Bu hadis alışveriş yapanlardan biri, diğerine bir icab'ta
(teklif'te) bulununca diğerinin kabul edip etmemekte muhayyer olduğu hususunda
açık bir delildir, bu doğru. Ancak bir taraftan "icab", diğer
taraftan da "kabûl" vâki olunca akit tamam olur, bundan sonra -hususî
şekilde koşulan şartla, hıyâru'l-ayb dışında, hıyâr (akdi bozma) hakkı yoktur.
Bunun delili de Nesâî'de kaydedilen Semüre (radıyallahu anh) hadisidir:
"Alış veriş yapanlar birbirlerinden
ayrılmadıkça ve her biri, diğerinden dilediğini almadıkça
muhayyerdirler..." Aynî, Tahâvî' nin hadisle ilgili şu yorumunu ilâve eder: "Bu
hadiste yer alan "...her biri, diğerinden dilediğini almadıkça" sözü,
alışveriş yapanlara tanınan muhayyerlik'in aralarında akdin kesinleşmesinden
evvele ait olduğuna delalet eder. Öyle ise, akid müşterinin râzı olacağı husus
üzerine cereyan eder, râzı olmayacağı şey üzerine değil. Çünkü bu meselede,
hadiste mezkur olan ayrılıktan maksadın, alışverişten sonra vâki bedenî ayrılma
olduğunu söyleyenler arasında, müşterinin maldan dilediği kadarını alıp geri
kalanı bırakma hakkına sahip olmadığı, ya tamamını alıp, ya da tamamını
terketmesi gerektiği hususunda hiçbir ihtilaf yoktur." Aynî şu neticeyi
kaydeder: "Bu da gösterir ki, ayrılıktan maksad "kavlî
ayrılık"tır, "bedenî" değil. Hattâbî'nin "...hadislerin
zâhirine muhalif olarak yapılan bütün te'villleri iptal eder" sözü Hanefiler
nezdinde müsellem değildir. Çünkü iki te'vil birbirine zıd düşerse hadis
üzerinde tevakkuf edilir ve kıyasla amel edilir. İmdi alışveriş, icâre gibi,
bazı malların menfaatlerine mâlik olmayı sağlayan akidlerin hepsi -icab ve
kabulle gerçekleştikleri için- nikâh akdine kıyas olunur. Nasıl ki nikâh
akdinde, akid tamamlandıktan sonra bedenî ayrılık şartı koşulamazsa, alışveriş
akidlerinde de böyle bir şart koşulamaz.
İmam Mâlik der ki: "Alışveriş yapanların
birbirlerinden ayrılmaları hususunda belli bir sınır, muayyen bir vakit
konmamıştır. Öyle ise, akdin kesinleşmesini bedenî ayrılığa talik etmek, akdi,
-Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yaklaşmış olduğu mülâmese ve münâbeze
satışlarında veya meçhul vâdeli muhayyerlik hakkı tanıyan alışverişlerde olduğu
gibi- meçhulat üzerine bina etmek gibidir ve böyle bir akit katî surette
fâsiddir.[252]
ـ2ـ
وفي رواية
للشيخين: ]إذا
تبَايعَ
الرُّجنِ
فكُلُّ واحدٍ
منهما
بالخيارِ
مالمْ يَتَفَرَّقَا
أو يُخَيَّر
أحَدُهُما
اŒخَرَ، فإنْ خَيَّرَ
اŒخرَ
فتبَايَعَا
على ذلك فَقَدْ
وجَبَ
البيعُ، وإنْ
تَفَرَّقَا
بَعْدَ أنْ
تَبَايَعَا
وَلمْ
يَتْرُكْ
واحدٌ منهما
البَيْعَ
فَقدْ وَجَبَ[
.
2. (345)- Sahîheyn'de gelen bir rivayette şöyle
buyurulmuştur:
"İki kişi alışverişte bulununca, onlar
ayrılmadıkça, veya biri diğerini
muhayyer bırakmadıkça her ikisi de muhayyerdir. Biri diğerini muhayyer bırakır
da bu şartla alışveriş yaparlarsa artık akit kesinleşmiştir. Alışverişi
yaptıktan sona ayrılırlar da ikisinden biri satıştan vazgeçmezse yine satış
kesinleşmiştir."[253]
AÇIKLAMA:
Açıklama için önceki hadise bakınız.[254]
ـ3ـ
وفي أخرى
لمسلم: ]كُلُّ
بَيِّعَيْنِ بَيْعَ
بينَهُما
حتَّى
يَتَفَرَّقَا
إ بَيْعَ
الْخِيَارِ[ .
3. (346)- Müslim'in bir diğer rivayetinde şöyle
buyurulmuştur: "Alışveriş yapan herhangi iki kişi arasında,
birbirlerinden ayrılmadıkça akit kesinleşmiş olmaz. Ancak muhayyerlik şartıyla
yapılan satış müstesna!"[255]
AÇIKLAMA:
Açıklama için 344 numaralı hadisin açıklamasına
bakınız.[256]
ـ4ـ
وله في أخرى.
قال نافع:
]وكان ابن
عُمرَ رضى اللّه
عنهما إذا
بَايع رجً
فأراد أنْ يُقِيلَه
قامَ فمَشى
هنَيْهَةً
ثمَّ رَجَعَ[ .
4. (347)- Müslim'in bir diğer rivayetinde Nafi der ki:
"İbnu Ömer (radıyallahu anhüma) bir kimse ile alışveriş yapınca bu satışın
bozulmasını istemedi mi kalkar biraz yürür, sonra geri dönerdi."[257]
AÇIKLAMA:
Başka
rivayetlerde "İbnu Ömer hoşuna giden birşey satın alınca
arkadaşından ayrılırdı." "İbnu Ömer alışveriş yapınca, akdin kesinlik
kazanması için oradan ayrılırdı" şeklinde ifadeler gelmiştir. Müteakip
rivayet de bu gruba dahildir. Bütün bu rivayetler, İbnu Ömer'i, hadiste gelen
"ayrılma"dan bedenen ayrılmak'ı anladığı ortaya çıkmaktadır.[258]
ـ5ـ
وفي أخرى
للترمذى:
]كانَ ابنُ
عمرَ إذا ابْتَاعَ
بَيْعاً وَهو
قاعدٌ قامَ
لِيَجِبَ لهُ[
.
5. (348)- Tirmizî'nin bir rivayetinde şöyle gelmiştir:
"İbnu Ömer, bir alışverişi oturarak yapmış ise, akdin kesinleşmesi için
ayağa kalkardı."[259]
ـ6ـ
وعن حكيم بن
حزام رضى
اللّه عنه
قال: ]قالَ رَسُول
اللّه #
الْبَيِّعَانِ
بِالْخِيَارِ
مَالمْ
يتَفرَّقَا،
فإنْ صَدَقَا
وَبَيَّنَا
بُورِكَ
لَهُمَا في
بَيْعِهِمَا،
وَإنْ
كَتَمَا
وَكَذَبَا
مُحِقَتْ بَرَكَةُ
بَيْعِهمَا[.
أخرجه الخمسة
.
6.
(349)-
Hakim İbnu Hizâm (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Alışveriş yapanlar birbirlerinden ayrılıncaya
kadar muhayyerdirler. Eğer doğru söyler ve (her şeyi) beyan ederlerse bu
alışverişleri her ikisi hakkında da mübarek kılınır. Gerçeği gizlerler ve yalan
söylerlerse, alışverişlerinin bereketi kalmaz."[260]
AÇIKLAMA:
Alışveriş yapanların doğru söylemeleri fiyat, malın
kalitesi, ödeme şekli gibi, her iki tarafı ilgilendiren hususların hepsine
şâmildir. Beyân' dan maksad da, satılan eşyanın ve semenin kusurunun, olduğu
gibi eksiksiz açıklanmasıdır. Alışverişin mübarek kılınması, fâidesinin çok
olması ve her iki tarafa da hayırlı kılınmasıdır. İbnu Hacer, zâhirî mânanın esas
alınabileceğini, zîra, hile ve yalandaki uğursuzluğun, akdin üzerine çökerek,
bereketini kaldırabileceğini belirtir. Keza bu hâlin sadece hile ve yalana yer veren tarafa gelip, öbür tarafın bu
bereketsizliğin dışında kalmasının da muhtemel olduğunu belirten İbnu Hacer,
Buhârî şarihlerinden İbnu Ebî Cemre'nin bu ikinci görüşü tercih ettiğini
söyler.[261]
ـ7ـ
وعن عبداللّه
بن عمرو بن
العاص رضى
اللّه عنهما
قال: ]قالَ
رسول اللّه #
الْبَيِّعَانِ
بِالْخِيَارِ
مَالَمْ
يَتَفَرَّقَا
إَّ أنْ
تَكونَ
صَفقَةَ
خِيَارٍ فَ يَحِلُّ
أنْ يُفَارقَ
صاحِبَهُ
خَشْيَةَ أنْ
تَسْتقِيلَهُ[.
أخرجه أصحاب
السنن.
7. (350)- Abdullah İbnu Amr İbni'l-Âs (radıyallahu anhüma)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Alışveriş yapan iki taraf, birbirlerinden
ayrılmadıkça muhayyerdirler. Ancak, aralarında muhayyerlik anlaşması varsa bu
müstesna. Bu durumda, "karşı taraf pişman olur da akdi bozar" korkusuyla birinin oradan ayrılması helâl
olmaz."[262]
AÇIKLAMA:
Alışverişin kesinleşmesini sağlayan
"ayrılma"yı akid meclisini terkederek "bedenen ayrılma"
olarak anlayan Tirmizî hazretleri hadisle ilgili olarak şu açıklamaya da yer
verir: "Bunun mânası, alışverişten sonra muhayyer taraf pişman olarak
alışverişten vazgeçer korkusuyla (muhayyerlik hakkına sahip olmayan tarafın)
onu terketmesidir. Şayet ayrılıktan murad kavlî ayrılık (yani her iki tarafın
alışveriş akdini kesin bir dille ifade etmiş olmaları) olup, bu akidden sonra
muhayyerlik bulunmasaydı, bu hadis mânasız olurdu. Zira hadiste: "Karşı
taraf pişman olur da akdi bozar korkusuyla oradan ayrılması helâl olmaz"
buyrulmaktadır.
Şu halde bu hadis, "ayrılık"ın kavlî
değil, bedenî ayrılık olduğuna delil olmaktadır. Ancak 344 numaralı hadisle
ilgili olarak kaydettiğimiz açıklamalara göre aksi de söylenmiştir ve Hanefiler
başta, bir kısım fakihler, akdi kesinleştiren ayrılığın bedeni değil, kavlî
ayrılık olduğu görüşünü benimsemişlerdir.[263]
ـ8ـ
وفي أخرى ‘بى
داود عن أبى
هريرة رضى
اللّه عنه
قال: ]قال
رسولُ اللّه #:
َ
يَتَفَرَّقَنَّ
اثْنَان إَّ
عَنْ تَراضٍ[ .
8. (351)- Ebu Dâvud'un Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)
hazretlerinden kaydettiği bir rivayette şöyle denir: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Alış veriş yapan her iki taraf da akitden
memnun kalmadıkça ayrılmasınlar."[264]
AÇIKLAMA:
Aliyyu'l-Kârî, Mirkât'da: "Allahu âlem hadisten
murad şudur" dedikten sonra açıklar: "Alım ve satım yapan her iki
taraf da malın kabzı ve semenin ödenmesiyle ilgili bütün hususlarda eksiksiz
anlaşmış olarak ayrılmalıdırlar." Aksi takdirde bir kısım mahzurlar hâsıl
olur. İşte şeriat bunu yasaklamıştır. Mamafih hadisten şu da
anlaşılabilmektedir: Ayrılmak isteyen taraf arkadaşına: "Malı almak
istiyor musun?" der. Öbür taraf akdi bozmayı isterse akdi bozar. Bu mâna,
bu babtaki ikinci hadise de muvâfık düşüyor.
Bu hadiste ifade edilen nehy (yasaklama) tahrimî
değil tenzihî'dir, yani şiddetli değil hafif bir yasaktır, zira taraflardan
birinin izni veya bilgisi olmadan öbürünün akid meclisini terketmesinin helâl
olduğu hususunda icma mevcuttur.
Hadiste, her iki tarafın hıyâru'l-meclis (yani, beraberlikleri sırasında akdi bozma) hakkına sâhip
olduklarına delil mevcuttur, aksi halde bu hadisin mânası olmaz diyen de
olmuştur.[265]
ـ9ـ
وعن حابر رضى
اللّه عنه:
]أنَّ رسولَ
اللّه # خيَّرَ
أعْرَابِيّاً
بَعدَ
الْبَيْعِ[.
أخرجه
الترمذى
وصححه .
9. (352)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir bedeviyi, satıştan sona muhayyer
kıldı."[266]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, icâb (teklif) ve kabul tahakkuk ettikten
sonra, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bedeviye muhayyerlik hakkı
tanıdığını ifade eder. Tîbî der ki: "Hadisin zâhiri, Ebu Hanife'nin
görüşüne delâlet eder. Çünkü, hıyâru'l-meclis akitte sâbit olsaydı, yeniden
muhayyerlik tanımak abes olurdu. (Yâni sözün bitmesiyle akit kesinleşmeseydi,
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ona ilâveten muhayyerlik tanımazdı).
Ancak mesele şöyle cevaplandırılır: "Bu hadis mutlaktır, mukayyede
hamlolunur, nitekim İbnu Ömer (radıyallahu anh)'in rivayetinde öyle gelmiştir:
"Alışveriş yapanlar, birbirlerinden ayrılmadıkça muhayyerdirler. Muhayyerlik
şartı ile yapılan akit hâriç (onlar şarta göre muhayyerliklerini devam
ettirirler.)[267]
ـ10ـ
وعن ابن مسعود
رضى اللّه عنه
قال: ]قالَ رسول
اللّه #: إذَا
اختَلَفَ
البَيِّعَانِ
فَالقَوْلُ
قَوْلُ
البَائِعِ،
والمبتاعُ
بالخِيَارِ[.
أخرجه مالك
والترمذى واللفظ
له .
10. (353)- İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Alışveriş yapanlar
ihtilafa düşerlerse satanın sözü esas alınır. Müşteri muhayyer bırakılır."[268]
AÇIKLAMA:
Alışveriş yapanların ihtilafından maksat, satıcı ile
müşteri arasında fiyatın miktarı, muhayerlik şartı veya bir başka hususta,
taraflardan birinin elinde kendi iddiasını te'yid edici bir delil olmaksızın
çıkan anlaşmazlıktır. Burada, ihtilafın çıktığı mesele zikredilmemiştir. İlmü'l-Meânî
kâidesince, bu makamda, böylesi mutlak ifade
hükmün tâmîmine sebeptir. Yâni, ihtilaf her neyi alâkadar ederse etsin
demektir: Fiyatla ilgili olur, malla ilgili olur, akde konulması meşru
şartlarla ilgili olur, kısacası alışveriş sebebiyle müşteri ile satıcı arasında
mevzubahis olabilecek herhangi meşru bir mesele üzerine çıkan ihtilafta..
demektir. Bazı rivayetlerde fiyatla ilgili ihtilâfın tasrih edilmiş olmasının,
buradaki hazfa dayanarak ifade edilen tâmime münâfi olmadığı belirtilmiştir.
Öyle ise her çeşit ihtilafta müşteri delil
getiremeyince, yemin ettiği takdirde, satıcının sözü esas alınacak demektir.
Müşteri, satıcının sözüne uygun şekilde akdi kabul edip etmemekte muhayyerdir.
Satan kimsenin yemin etmesi gereğini ifade için bazı âlimler: Alıcı ile satıcı
arasında fiyat, mal veya koşulan şartlarla ilgili bir ihtilâf çıktığı vakit
yemin ettiği takdirde satıcının sözü esas alınır, çünkü şeriatta, sözü esas
alınacak olana yemin ettirilir[269]
kaidesi mevcuttur diyerek, hadisi bu hükme delil göstermiştir. Ancak aynı
hükme, Ahmed İbnu Hanbel ve Nesâî'nin bir rivayetinden getirilen delille
ulaşanlar da olmuştur. Çünkü Ebû Ubeyde'den yapılan mezkur rivayete göre, fiyat
hususunda ayrı ayrı rakamlar iddia ederek kendisine (aleyhissalâtu vesselâm)
müracaat eden iki kişiden satıcıya Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yemin
ettirmiş, sonra müşteriyi bu fiyatla alıp almamakta muhayyer bırakmıştır.
Neylü'l-Evtar'da Şevkânî, satıcı ile müşteri
arasında ihtilaf çıktığı vakit, her iki tarafın rızasıyla anlaşmanın feshine
gidilmemesi halinde takip edilecek muamele hususunda satıcının sözünün, yemin
etmesi şartıyla esas alınarak ihtilafın giderileceğini söyler. Her iki tarafın
rıza göstererek feshe gitmesinin câiz olduğunu belirtir.
İhtilaf çıktığı
zaman takip edilcek yol hususunda, ihtilafa konu olan malın mevcut veya
telef olması arasında fark olmadığı, her iki halde de aynı yola gidileceği
belirtilir.
Yine Neylü'l-Evtâr'da dikkat çekilen bir hususu
kaydetmekte fayda var: Satıcı ile müşteri arasındaki ihtilafların hallinde
"satıcıya yemin ettirip, sözünü esas almak" prensibini, bazı
ihtilafların hallinde bütün âlimler ittifakla kabul ederken, bazı ihtilâfların
hallinde kabul edememişlerdir. Bu meselede ulemayı ihtilâfa sevkeden sebep şu
hadisin hükmüdür: "İhtilaflarda dâvacıdan delil istenir, dâvalıya da
yemin teklif edilir." Bu hadisin hükmü umumidir, hangi çeşit dâvâ
olursa olsun delil dâvâ sahibinden, yemin de dâvâ edilenden istenecektir,
hangisi satıcı hangisi müşteri bakılmayacaktır. Halbuki üzerinde durduğumuz hadis
yemini satıcıya teklif edip, onun sözünü esas alıyor, delili de -davacı veya
davalı oluşuna bakmadan- müşteriden taleb ediyor. İki hadis arasında umum-husus
münâsebeti mevcuttur ve aynı meseleye temas etmeleri, cihetiyle de
müteârızdırlar. Şöyle ki malı satan davacı olsa birine göre yemin edecek,
diğerine göre delil getirecek. Şu halde, bu iki hadisten biri, haricî şartlara
bakılarak tercih edilip amelde esas kılınacaktır..."
Şevkânî bu açıklamadan sonra "delil getirmeyi
dâvâcıya, yemin etmeyi dâvâlıya" yükleyen hadisin râcih olduğunu gösteren
deliller kaydeder.[270]
ـ11ـ
وعن أبى الوضئ
قال:
]غَزَوْنَا
غَزْوَةً فَنَزَلْنَا
مَنْزًِ
فَبَاعَ
صَاحِبٌ لَنَا
فَرساً
بِغُمٍ ثمَّ
أقامَا
بقيَّةَ
يَوْمِهمَا
وَلَيْلَتِهِمَا؛
فلمَّا
أصبَحْنَا
حضَرَ
الرَّحِيلُ
فقامَ الرَّجُلُ
إلى فرَسِهِ
ليُسْرَجَهُ
فَنَدِمَ
فأتَى
الرَّجُلَ
فأخَذَهُ
بالبيعِ
فأبَى الرَّجلُ
أن يدفَعَهُ
إليهِ، فقالَ:
بَيْنِى
وَبينَكَ
أبُو
بَرْزَةَ
صَاحبُ
رسُولِ اللّهِ
#، فَأتَيَاهُ
فأخْبَراهُ
فقالَ: أتَرْضِيَانِ
أنْ أحْكُمَ
بَيْنَكما
بِقَضَاء رسُولِ
اللّهِ #؟
قالَ رسولَ
اللّهِ #:
البَيِّعَانِ
بالخِيَارِ
مالم
يَتَفَرَّقَا،
وََ
أرَاكُمَا افْتَرقْتُمَا[.
أخرجه أبو
داود .
11. (354)- Ebu'l-Vadî' anlatıyor: "Bir gazvede bulunduk.
Bir yere indik. Bir arkadaşımız, bir köle karşılığında bir at sattı. O günün
geri kalan kısmında ve geceleyin beraber kaldılar. Sabah olunca göç hazırlığı
yapıldı. Adam kalkarak atını eğerlemeye gitti. Bu satıştan pişman olmuştu.
Öbürüne gidip akdi bozmak istedi. Fakat diğeri kabul etmedi, atı vermeyi
reddetti ve
"Aramızda Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın ashabından Ebu Berze hakem olsun" dedi. Ona gelip, durumu
anlattılar. Ebu Berze:
"Aranızda Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın hükmüyle hükmetmeme razı mısınız? Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurmuştu ki: "Alım-satım yapanlar, birbirlerinden
ayrılmadıkça muhayyerdirler." Ben sizi ayrılmış göremiyorum."[271]
AÇIKLAMA:
Hadis, Ebu Berze (radıyallahu anh)'nin,
"ayrılma"yı bedenî ayrılma anladığını, çok geniş bir meclis
telakkisine sahip olduğunu, şöyle ki, onun nazarında o mekanı terketmedikce
bedenî ayrılmaların da gerçek "ayrılma" sayılmadığını göstermektedir.
Zira, Ebu'l-Vadî', alış verişten sonra günün geri kalan kısmı ile gecenin de
orada geçirildiğini belirtmektedir. Ebu Berze buna rağmen "Ben sizi ayrılmış
göremiyorum" demiştir. Şurası muhakkak ki, bu müddet içerisinde yeme,
içme, abdest bozma gibi çeşitli ihtiyaçlar için birbirlerinden ayrılmış
olmalıdırlar. Ancak bu ayrılmalar aynı mekan çerçevesindedir. Üstelik, hadisin
Tirmizî'de gelen vechinde hadisenin gemi içerisinde geçtiği belirtilir.
Ayrılma'yı "bedenî ayrılma" şeklinde
anlamada Ebu Berze'nin yalnız olmadığı, Buhârî'de İbnu Ömer, Şureyh, Şa'bî,
Tâvus, Âtâ, İbnu Ebî Müleyke gibi başkalarının da bu görüşte olduğu
belirtilmiştir.
344 numarlı hadisin açıklamasında da uzunca temas
edildiği üzere, akdin kesinleşmesini sağlayan "ayrılma"nın tavsifinde
âlimler ihtilâf etmişlerdir.
Hattâbî, Meâlim'de bilhassa Mâlikî ulemasının,
"ayrılma"yı belirleyen muayyen bir tarifin yokluğundan yakındıklarını
kaydeder. Selef ulemasının bu ihtilafı halefe bir kısım rahatlıklar sağlamıştır
denebilir. Çünkü onlar: "Bu ve benzeri meselelerde halkın örf ve âdetini
esas almayı prensip edinmişler, alıcı ve satıcı her ikisinin birlikte
bulundukları mekânın hâline itibar etmişlerdir." Sözgelimi geniş bir evde
idiyseler, biri bulunduğu meclisi terkederek bir başka oda veya bölmeye geçti
ise, arkadaşından "ayrılmış"tır. Bunlar bir çarşıda veya dükkanda
olsalar, ayrılma, birinin arkadaşından ayrılıp birkaç adım atmasıyla tahakkuk
eder.[272]
ـ1ـ
عن جابر رضى
اللّه عنه
قال: ]قَضَى
رسُولُ اللّهِ
#
بالشُّفْعَةِ
في كُلِّ
مالَمْ يُقْسَمْ،
فإذاَ
وَقَعَتِ
الحدُودُ
وصُرِّفَتْ الطُّرُقُ
فَ شُفعةَ[.
أخرجه
الخمسة، وهذا
لفظ البخارى،
ولفظ مسلم ]في
كُلِّ
شَرِكَةٍ لَمْ
تُقْسَمْ : أربعَةٍ
أوْ حَائِطٍ
يَحِلَّ
لَهُ أنْ
يَبِيعَ
حتَّى
يُؤْذِنَ
شَرِيكَهُ،
فإنْ شَاءَ
أخَذَ وإنْ
شَاءَ
تَرَكَ،
فإذَا بَاعَ ولم
يُؤذِنْهُ
فَهُوَ
أحَقُّ بِهِ[ .
1. (355)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) taksîm edilmedikçe her (akar) malda
şuf'a hakkı bulunduğuna hükmetti. Araya sınırlar konup, yollar tayin edilince
şuf'a hakkı kalkar."
Müslim'deki metin
şöyledir: "Henüz taksim edilmemiş arazi, mesken, bahçe gibi (akar
nevinden) her ortaklıkta şuf'a hakkı vardır. (Ortaklarından birinin) ortağına
haber vermeden satması helal olmaz. Satmadan önce haber verir, ortağı satın
alır veya terkeder. Ortağına haber vermeden satarsa, ortağı bu mala (aynı fiyat
karşılığında) hak sâhibi olur."[273]
AÇIKLAMA:
Şuf'a kelime olarak bir şeyi diğerine katmaya, ilâve
etmeye, denir. Böylece o şey bir iken iki, tek iken çift olur. Bu kelimenin yardım mânasına gelen şefâat
kökünden geldiği de söylenmiştir. Dinî bir ıstılah olarak, ortaklık ve komşuluk
sebebiyle, bir akar üzerinde ortak ve komşunun, üçüncü bir şahsa satıldığı
şartlar tahtında o mala temellük etme hakkıdır. Bu hak üç suretle ortaya çıkar:
1- Âlimler, yukardaki hadisin sarahatinden hareketle
taksim edilmemiş bir akarda ortak olan kimsenin, o akarda şuf'a hakkı
bulunduğunda ittifak ederler.
2- Ortaklıktan başka, herkese açık olmayan hususî
kuyunun suyuyla sulama, hususî yoldan müştereken istifade gibi durumlarda da
şuf'a hakkı doğmaktadır. Bu durumda tarla veya evin bitişikliği de aranmaz.
Hakk-ı şirb-i has'ta veya tarîk-i has'ta müştereklik, araya başka mülkler girse
bile bu hakkı doğurur.
3- Üçüncü olarak, komşuluk, bitişiklik de şuf'a
hakkını doğurmaktadır. Bazı âlimler komşuluğun şuf'a hakkı doğurmadığını
söylemiştir.
Bu durumlarda satılacak mal önce şuf'a hakkı olana
teklif edilir. O olmadığı takdirde satılır. Haber verilmeden üçüncü şahsa
satıldığı takdirde, şuf'a hakkı olan kimse aynı parayı ödeyerek, o akara cebren
mâlik olur.
Hanefiler bir binanın, üst katı birinin, alt katı
birinin olduğu takdirde şuf'a hakkı doğacağına ictihad etmişlerdir.
Şuf'a hakkı tanıyan komşuluğun tavsifi nasıldır?
diye bir soru hatıra gelebilir. Hanefilere göre, bitişik komşu şuf'a hakkına
sahiptir. Ancak, satılacak evin etrafından kırk hânenin şuf'a hakkına sahip
olduğunu söyleyen âlim de çıkmıştır. Hatta daha ileri gidip evin her cihetinden
kırkar haneyi komşu addedenler, sabah namazını müştereken aynı camide kılanları
komşu addedenler olmuş ve hata bütün şehir halkını birbirine komşu sayanlar da
olmuştur. Bu çeşit telakkiler hiçbir zaman fiilî örneği bulunmayan ve tatbik
imkânı da olmayan fantezi görüşler ise de, bir bakıma, yerleşim birimlerine
yabancı unsurun sokulmasını önlemek düşünüldüğü takdirde işletilebilecek
hikmetli içtihadlar diye saygıyla karşılanması gerekir. Bu meselede
"bitişik komşu" prensibini koyan İmam-ı Âzam, yukarıda açıklanan
ifrat görüşlerle komşuya şuf'a hakkı tanımayarak tefrite düşen Şâfiîler
arasında mutavassıt ve tatbik imkânı
olan makul yolu tutmuş olmaktadır.[274]
Komşuya şuf'a hakkı tanıyan hadislerde "komşu"
tabiri âm olduğu için kâfir, müslim, köylü, şehirli, büyük, küçük, hâzır, gâib
ayırımı yapılmaz, bütün komşular bu hakka sâhiptir. Ahmed İbnu Hanbel, Şâbî ve
Hasen Müslüman aleyhine zımmîye şuf'a hakkı
olmayacağına kâil ise de, Ebu Hanîfe, Mâlik, Şâfiî ve Cumhur'a göre
zımmî de şuf'a hakkına sahiptir.
Yukarıda kaydedilen hadisin bilhassa Müslim
tarafından rivayet edilen vechi, şuf'a'nın daha ziyade akar denen gayr-ı
menkulle (ev, arsa, bahçe gibi) ilgili olduğunu tasrih eder. Ancak, elbise bile
olsa, ortaklığın girdiği herşeyde şuf'a vardır diyen alim de olmuştur.[275]
ـ2ـ
وفي أخرى ‘بى
داود
والترمذى قال:
]الجارُ أحقُّ
بِشُفْعةِ
جارِهِ
يَنْتَظِرُ
بِهَا وإنْ
كانَ
غَائِباً إذا
كانَ
طَرِيقُهما
واحِداً[ .
2. (356)- Ebu Dâvud ve Tirmizî'de gelen bir diğer rivayet
şöyledir: "Komşu, komşusuna karşı şuf'a hakkına sâhiptir. Aynı yoldan
işliyorlarsa, komşu bulunmadığı takdirde, gıyâbında satış yapmaz, bekler."[276]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, şuf'a hakkının gaybûbetle ortadan
kalkmayacağını te'yid etmektedir. Şuf'a hakkına sahip kişi, çocuksa, onun
büluğa ermesi beklenir. Büluğa erince hakkını kullanır veya kullanmaz. Keza,
hak sâhibi, herhangi bir sebeple mevcut değilse, geldiği zaman hakkını
kullanabilir.
Bazı âlimler, bu hadise dayanarak şuf'a hakkının
sübûtu için, "mücerred komşuluk yeterli değildir, yol birliği de
gereklidir." hükmüne varmışlardır.
Bu hadis bazı âlimlerce sened yönüyle zayıf
addedilmiştir.[277]
ـ3ـ
وفي أخرى
للترمذى:
]جارُ الدارِ
أحَقُّ بالدار[
.
3. (357)- Tirmizî'nin bir diğer rivayetinde: "Evin
komşusu eve bir başkasından daha çok hak sâhibidir" buyrulmuştur.[278]
AÇIKLAMA:
Komşunun da şuf'a hakkına sâhip olduğuna hükmetmiş
olan Hanefiler bu hadisle istidlal etmişlerdir. Komşuluğun şuf'a hakkı
doğurmadığını söyleyenler, hadiste geçen câr (komşu)'dan murad ortak
(şerik)'dir derler.
Hadisi rivayet eden Ebu Râfi'dir. Sa'd İbnu Ebî
Vakkâs'ın binasında iki odalık mülkü mevcuttur. Sa'd'a bu iki odasını satın
almasını teklif eder. Sa'd, odalara dört yüz dinar verir. Ebu Râfi şöyle der:
"- Bu iki oda için bana beşyüz dinar verdiler.
Şayet Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "Evin komşusu, eve bir
başkasına nazaran daha çok hak sahibidir" dediğini işitmemiş olsaydım,
bu iki odayı dörtbin (dirhem)'e sana vermez, beş yüz dinara başkasına verirdim.
"Ebu Râfi odalarını Sa'd (radıyallahu anh)'a
satar.
Bu hadisi, yukarıda belirttiğimiz gibi Hanefîler,
şuf'a-i câr'a yani komşuluğun şuf'a hakkına sebep olduğu prensibine esas
yaparken, şuf'a-i câr'ı inkâr edip şuf'a hakkının doğmasını mülkiyette iştirake
istinat ettiren Şâfiîler bu hadisi tevîl ederler. Derler ki: "Muhtemelen,
Ebu Râfi ile Sa'd İbnu Ebî Vakkas bu iki odada ortak idiler. Hadiste her ne
kadar "câr" yâni komşu kelimesi geçmiş ise de, Arapça'da câr kelimesi
şerîk (ortak) manasına da kullanılmaktadır. Nitekim bir erkeğin hanımına câre
denir ve hayat ortağı mânasına gelir, komşusu mânasına değil" derler.
Hanefîler bunu tekellüflü ve gerçekten uzak bir
te'vil kabul ederler. Ve Ebu Râfi'in ortak olarak değil, müstakil olarak orada
mülk sâhibi bulunduğunu söylerler. Bu hususu bir başka rivayetle de
kuvvetlendirirler. Bu ikinci rivayet Ömer İbnu Şebbe'den yapılmıştır. Şöyle
der: "Sa'd İbnu Ebî Vakkas'ın düz bir zemin üzerinde birbirine mütekabil
olan iki evi vardı. Bu iki evin arasında on zira genişliğinde bir açıklık vardı.
Bunlardan, Mescid-i Nebevî'nin sağına rastlayanı önceleri Ebu Râfi'ye ait idi.
Bilâhere, burasını Sa'd İbnu Ebî Vakkâs ondan satın aldı."
İbnu Şebbe'nin bu rivayeti kesin şekilde Ebu Râfî
ile Sa'd İbnu Ebî Vakkas (radıyallahu anhüma) arasında ortaklık değil komşuluk
bulunduğunu te'yid ederek, Hanefi görüşün haklılığını destekler.[279]
Yukarıdaki hadisten, mal sahibinin, malını satmazdan
önce, o malda şuf'a hakkı bulunan kimseye satış teklifinde bulunması hükmünü de
çıkarmışlardır. Ancak, bu husus ulema arasında bir kısım münâkaşalara sebep olmuştur. Ebu Hanîfe,
Mâlik ve Şâfiî (rahimehullah)'ye ve bunların ashâbına göre, bir şerîkin, ortak
maldaki hissesini, şuf'a hakkına sahip diğer ortağına satış teklif etmiş
olmasıyla, bu ikincinin hakk-ı şuf'ası ortadan kalkmaz. Çünkü, bunlara göre,
şuf'a, ortağın malı, bir başka şahsa satmasından sonra vacib olan bir haktır.
Öyle ise, satıştan önce, ortağına yapmış olduğu teklif ortağının şuf'a hakkını
iptal etmez, çünkü bu hak henüz tahakkuk etmemişti. Bu sebeple, şuf'a hakkı
bulunan kimse, satılan malı, satım
muamelesinin bitmesinden sonra kesinlikle ortaya çıkan hakkına dayanarak aynı
fiyatı ödeyerek satın alma hakkına sahiptir. Bu hususu, Hanefî uleması şöyle bir
prensiple ifade etmiştir: "Şuf'a hakkının vâcib bir hak mahiyetini
kazanması için satılan malın mülkiyeti, satan ortaktan çıkmış olmalıdır."
Bey'in envaına göre, bu esas şöyle tafsil edilir:
Bey-i fâsid'de bâyiin hakk-ı istirdâdı sakıt oladıkça şuf'a câri olmaz. Şart-ı
hıyar (muhayyerlik şartı) ile beyi'de de eğer, muhayyer yalnız müşteri ise bâyi
(satıcı) olan şerikin mülkiyeti zâil olmuş bulunacağından vücûb-ı şuf'a
tahakkuk eder. Muhayyer olan bâyi ise, hakk-ı hıyârı sâkıt olmadıkça şuf'a câri
olmaz. Hıyâr-ı ayb ile hıyâr-ı rü'yet (yani malı görme, ayıp çıkma hâlinde geri
dönme muhayyerliği) ise, şuf'anın sübutuna mâni değildir.
Diğer taraftan Ahmed İbnu Hanbel, Süyan-ı Sevrî,
İshak İbnu Râhuye, Ebu Ubeyd, Hasan İbnu Hay ve ehl-i zâhir, arz-ı bey ile
yâni, satıcının, malda şuf'a hakkı bulunan ortağına satış teklifinde
bulunmasıyla şuf'a hakkının düşeceğine kânidirler. Bunlar, bu babın ilk hadisi
olarak Müslim'in rivayetinden kaydettiğimiz hadisi esas almışlardır:
"Henüz taksim edilmemiş arazi, mesken, bahçe gibi (akar nevinden) her ortaklıkta
şuf'a hakkı vardır. (Ortaklardan birinin) ortağına haber vermeden satması helal
olmaz. Satmadan önce, haber verir. Ortağı satın alır veya terkeder. Ortağına
haber vermeden satarsa, ortağı bu mala (aynı fiyat karşılığında) hak sâhibi
olur."[280]
İmam Mâlik ile Şâfiî hazretleri (rahime hümullah)
şuf'a hakkının vârislere intikal edeceğini söylemişlerdir. Ancak, Ebu Hanîfe,
Ahmed İbnu Hanbel, İshak İbnu Râhûye, Süfyan-ı Sevrî, İbrahim Nehâî, Hasan İbnu
Hayy İbnu Sîrîn, Ebu Süleyman gibi çoğunluk, şuf'a hakkının vârislere intikal
etmeyeceğini kabul ederler.
İmam-ı Âzam (rahimehullah), bu mevzuda "şuf'a
hakkına sâhip olan kimsenin vefatıyla bu hakkın sâkıt olduğu ve ölenin
varislerine geçmediği" istikametinde içtihadda bulunmuştur. Hak sâhibinin
ölümü, satış arzının yapılmasından önce veya sonra olsun farketmez. Satıcının
vefatına nazaran şuf'a hakkının hükmü böyledir. Müşterinin vefatına nazaran
durum aksidir. Yani müşteri ölecek olursa, şuf'a hakkına sâhip ortağın hakkı
zâil olmaz.[281]
Müşteri ile şuf'a hakkı olan kimse satın alınan
malın fiyatı hususunda ihtilâf edecek olsalar, müşterinin sözüne itibar olunur.
İki tarafa da yemin teklif edilmez.
Ancak, şuf'a hakkı olan kimsenin getireceği delil muteberdir. Bu görüş İmam Ebu
Hanîfe ile İmam Muhammed (rahimehümullâh)'in görüşüdür, Ebu Yusuf
(rahimehullah)'a göre, aksine müşterinin getireceği delil (beyyine) mûteberdir.[282]
ـ4ـ
وفي أخرى له
و‘بى داود عن
سَمُرَة:
]جارُ الدار
أحقُّ بدارِ
الجار وا‘رْضِ[
.
4. (358)- Tirmizî'nin
ve Ebu Dâvud'un Semure'den yaptıkları bir rivayete göre, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur:
"Evin komşusu komşunun evine veya tarlaya daha
ziyade hak sâhibidir."[283]
ـ5ـ
وعن عمرو بن
الشَِّّر يد.
أنه سمِعَ أبَا
رافعٍ رضى
اللّه عنه
يقول:
]سَمِعْتُ
رسُولَ
اللّهِ #
يقولُ: الجارُ
أحَقُّ
بصَقَبِهِ[.
أخرجه
البخارى،
وأبو داود،
والنسائى
»الصَّقبچ
القرب في
الجوار .
5. (359)- Amr İbnu'ş-Şerid'den anlattığına göre, Ebu Râfi
(radıyallahu anh)'nin şöyle söylediğini işitmiştir: "Komşu, yakın
komşusuna karşı daha çok hak sahibidir."[284]
AÇIKLAMA:
Komşuya şuf'a hakkı tanımayanlara göre, burada
"şuf'a" zikredilmeksizin yakın komşusunun, daha çok hakkı bulunduğu
belirtilmektedir. Bu hakkın, şuf'a hakkı olmayıp, iyilik, ilgi, yardım, sıla-ı
rahim gibi haklara müteallik olduğu belirtilmiştir. Hanefilere göre ise,
şuf'a'ya "bitişik komşu"nun hak sâhibi olacağına dâir delil vardır.[285]
ـ6ـ
وعن
الشَّرِيدِ
رضى اللّه
عنه: ]أن رجً
قال: ياَ
رسوُلَ
اللّهِ
أرْضِى
ليسَ ‘حَدٍ
فيها شَركَةٌ
و قِسْمَةٌ إ
الجِوَارُ.
فقال رسولَ
اللّهِ #: الجارُ
أحَقُّ
بصَقَبِهِ[.
أخرجه
النسائى .
6. (360)- Şerîd (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir adam,
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e:
"Ey Allah'n Resûlü tarlam var, kimsenin bunda
ne ortaklığı ne de hissesi var, ancak komşum var" dedi. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm):
"Komşu, yakın olan eve daha ziyade hak
sâhibidir" buyurdu.[286]
AÇIKLAMA:
Bu hadis de şuf'a hakkını sadece ortaklara tanıyan
Şâfiî görüşü cerheder mâhiyette bir rivayettir. Çünkü açık bir şekilde bitişik
komşunun arazî üzerindeki (şuf'a) hakkını takrir buyurmaktadır.[287]
ـ7ـ
وعن عثمان رضى
اللّه عنه
قال: ]إذَا
وَقَعَتِ
الحُدُودُ في
ا‘رْضِ فَ
شُفْعَةَ
فِيهَا، و
شُفْعَةَ
بِئْرٍ وََ
فَحْلِ
النَّخْلِ[.
أخرجه مالك .
7. (361)- Hz. Osman (radıyallahu anh) buyurdular ki:
"Bir araziye sınırlar konacak olursa artık onda şuf'a hakkı kalmaz, ne
kuyunun suyunda şuf'a hakkı ne de hurma ağaçlarını telkih de (döllemede) şuf'a
hakkı kalmaz."[288]
AÇIKLAMA:
Hz. Osman (radıyallahu anh)'ın bu ifadesi, daha önce
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın beyanında daha veciz olarak geçti.
Komşuluk sebebiyle şuf'a hakkı olmayacağı görüşünde olan âlimlerimiz bu
rivayetleri esas almışlardır. Ortak arazi taksim edilip ortaklar arasına sınır
konduktan, yollarla arası açıldıktan sonra devam eden komşuluk sebebiyle
kuyunun suyunda şuf'a olamaz, çünkü kuyu bölünemez, denmiştir.
Hurma telkihinden maksat şudur: O devirde dişi hurma
ağaçları bazı erkek ağacın tozu ile döllenir, böylece verim alınırdı. Ortaklık
taksimle sona erdikten sonra bölünüp taksimi mümkün olmayan erkek hurma
ağacında da şuf'a hakkının kalmayacağı beyan buyrulmuş olmaktadır.
Tekrar edelim, bu hükümler Hanefîler'e göre
değildir.[289]
ـ1ـ
عن ابن عباس
رضى اللّه
عنهما قال: ]قَدِمَ
رسولُ اللّه #
المدِينَةَ
وهم يُسْلِفُونَ
في التَّمْرِ
العامَ
والعَامَيْنِ.
فقال لهم:
مَنْ أسْلَفَ
في تمْرٍ ففى
كيلٍ معلومٍ
ووَزْنٍ
مَعْلُومٍ
إلى أجَلٍ
مَعْلُومٍ[. أخرجه
الخمسة.وفي
أخرى للبخارى
وأبى داود نحوه
وقالَ:
السَّنَتَيْنِ
وَالثََّثَ .
1. (362)- İbnu Abbas (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Medine'ye geldiğinde Medineliler, bir
yıllık, iki yıllık hurma mahsulünü peşinen satarlardı. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) onlara:
"Hurmayı kim önceden satarsa ölçüsünü,
tartısını belirterek, vâdesini tâyin ederek satsın" buyurdu.
Bunu Beş Kitap tahric etmiştir.
Buhârî ve Ebu Dâvud'da gelen diğer rivayetlerde
aynısı ifade edilmiş ve şöyle bir farklılığa yer verilmiştir: "...iki ve
üç yıllık..."[290]
AÇIKLAMA:
Selem İslâm ulemasınca meşruiyeti ittifakla kabul
edilen bir alış veriş çeşididir. Aynı mânada selef kelimesi de kullanılır.
Selef, peşin alınan para ile ileride teslim etmek üzere bir malı satmaktır.
Malın cinsi, miktarı, teslim edileceği vâde akit sırasında belirtilmelidir.
Hanefiler'e göre miktarı ve sıfatı belli olan her
şeyden selem câizdir. Metre, kilo, litre ve benzeri şeylerle ölçülen, veya sayı
hesabıyla satılan malların hepsinde selem câizdir, yeter ki açık seçik olarak
miktar tayin ve tavsif edilmiş olsun. Şâfiî hazretleri selem'i sadece tartı ile
öçlülen şeylerde câiz görür. İmam Mâlik sayı ilk satılan şeylerde sayının kâfi
geldiğine, tartıya lüzum olmadığına kâildir. Ancak tâneleri fiyatı değiştirecek
kadar farklı büyüklük arzederse bunların sayı hesabına göre selemi câiz olmaz.
İmam Züfer de böyle düşünür.
Şunu da belirtelim ki, nassın zâhirini esas alan
Zâhiriye mezhebinden İbnu Hazm "Selem yalnız ölçülen ve tartılan mekîlât
ve mevzunât'a münhasırdır. Ne mezru'da (yani zira' ve metre ile ölçülen) ne
mâdud'da ne de bir başka birimde câiz değildir. Çünkü nasda yalnız mekîlât ve
mevzûnât zikredilmiştir" der. Fakat bu görüşe ulema katılmamıştır.[291]
ـ2ـ
وعن محمد بن
أبى المجلد
قال:
]اختَلَفَ عبدُ
اللّهِ بنُ
شِدادِ بن
الهادِ أبو
بُردَةَ في
السَّلَفِ
فَبَعَثُونِى
إلى ابن أبى
أوْفى رضى
اللّه عنه
فَسَألْتُهُ فقالَ:
كُنَّا
نُسْلِفُ
عَلى عهدِ
رَسُولِ اللّهِ
# وأبِى
بَكْرٍ
وَعُمَرَ رضى
اللّه عَنْهُمَا
في
الحِنْطَةِ
والشَّعِيرِ
والزَّبيبِ
والتَّمْرِ.
وسَأَلتُ
ابنَ أبْزَى
فقالَ مِثْلَ
ذلكَ[. أخرجه
البخارى وأبو
داود والنسائى
.
2. (363)- Muhammed İbnu Ebi'l-Mücalid anlatıyor:
"Abdullah İbnu Şeddad İbni'l-Hâd ve Ebu Bürde selef mevzuunda ihtilafa
düştüler. Beni, İbnu Ebî Evfa (radıyallahu anh)'ya gönderdiler. Ben kendisine
bu hususta sordum. Şu cevabı verdi: "Biz Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (radıyallahu anhüma) devirlerinde buğday,
arpa, kuru üzüm ve kuru hurma hususlarında selef'te bulunurduk. Ben, İbnu
Ebzâ'ya da sordum. O da buna benzer bir cevap verdi."[292]
AÇIKLAMA:
Rivayette zikri geçen ihtilaf, selef câiz mi, değil
mi? meselesi üzerinedir. Yâni, elde teslim edilecek mal olmadığı halde satış
muamelesi yapıp para almak câiz olur mu olmaz mı? şeklinde olmuştur. Bu bahsi,
arkadan gelecek hadis açıklığa kavuşturacaktır.[293]
ـ3ـ
وفي أخرى
]قلْتُ إلى
مَنْ كَانَ
أصلَهُ
عندَهُ؟
فقالَ: مَا كُنَّا
نَسْأَلُهُمْ
عَنْ ذَلِكَ[.
زاد أبو داود:
إلى قَوْمٍ
ماهُوَ
عِنْدَهُمْ .
3. (364)- Bir diğer rivayette şöyle gelmiştir:
"...Dedim ki: (siz selem akdini) yanında
alacağınız malın aslını bulunduran kimse ile mi yapardınız?" Şu cevabı
verdi:
"Biz selem yaptığımız kimseye o hususu
sormazdık."
Ebu Dâvud'un rivayetinde şu ziyâde var: "(Selem
akdini) alacağımız mal elinde bulunmayan kimselerle yapardık."[294]
AÇIKLAMA:
Buhârî, bu mevzuya tahsis ettiği bir baba şu manada
bir bab başlığı koymuştur: Yanında Aslı Bulunmayan Kimseye Selem, burada asıl
kelimesinden maksad satılan şeyin aslıdır. Söz gelimi buğday üzerine selem akdi
yapıldı ise bunun aslı ekindir, meyve üzerine ise bunun aslı ağaçtır.
Buhârî'nin bu başlığı koymaktan kastının selem akdinde asl'ın bulunması
şartının konmayacağını belirtmektir. Nitekim Buhârî'nin o babta kaydettiği
hadiste, "Selem akdini yanında aslı bulunan kimse ile mi yapardınız?
sorusuna yüce sahâbi Abdurrahman İbnu Ebza (radıyallahu anh) şu cevabı verir:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ashâbı (radıyallahu anhüm ecmain),
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında selem akdi yapardı fakat
birbirlerine ekinleri var mı yok mu hiç sormazlardı."
Bu hadise dayanarak, Ahmed İbnu Hanbel, İshak ve Ebu
Sevr, kabz mekânı zikredilmeden yapılacak selem akdinin sıhhatine hükmetmiştir.
İmam Malik de aynı görüşü paylaşır ve şunu ilâve eder: "Selem akdinin
yapıldığı mahalde kabzeder, ihtilaf çıkarsa satıcının sözü esastır."
Süfyanu's-Sevrî, İmam Şafiî ve Ebû Hanife hazerâtı (rahimehumullah):
"Taşıması külfet ve zahmet gerektiren mallarda, malın belli bir yerde
teslim şartı koşulmadıkça akit sahih olmaz" demişlerdir.
Yukarıdaki hadisten selem sırasında mevcut olmamakla
birlikte, selem vâdesinin sona ereceği zamanlarda mevcut olması imkân dahilinde
bulunan mallarla selem akdi yapılabileceği hükmü çıkarılmıştır. Bu Cumhur'un
görüşüdür. Yine Cumhur'a göre seleme konu olan mal önce mevcut iken vâdenin
dolmasından önce veya sonra inkıtaya uğrayıp bulunmaz hâle gelse bu, akdin
feshini gerektirmez. Ebu Hanîfe (rahimehullah) "Önceden inkitâya uğrayan
malda akid sahih olmaz" demiştir. Cumhur, vâde bitiminde bulunabilecek bir
mal üzerine selem yapıldığı halde, vâdenin hitamında inkitaya uğrayıp bulunmaz
hâle gelse yine de akdin feshedilmeyeceğine hükmetmiştir.
Hadisten, ihtilafa düşenlerin, meseleyi hal için
sünnete başvurup, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın takrirlerini esas
almaları gereği de anlaşılmıştır.[295]
ـ4ـ
وعن أبى سعيد
الخدرى رضى
اللّه عنه
قال: ]قالَ
رسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
أسْلفَ في
طَعَامٍ أوْ
شَئٍ فَ
يَصْرفْهُ
إلى غَيرهِ
قبلَ أنْ يَقْبِضَهُ[.
أخرجه أبو
داود .
4. (365)- Ebu Said el-Hudrî (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) dedi ki:
"Kim bir yiyecek veya bir başka şeyde selem
akdi yapmışsa, bu malı fiilen kabzetmedikçe bir başkasına satmasın."[296]
AÇIKLAMA:
Hadisin aslında satmak kelimesi değil sarf kelimesi
geçer. Şârihler, satış ve "hibe" yoluyla başkasına sarfetmesin diye
anlarlar. Sindî, selem tarikiyle satılan malın kabzedilmeden önce bir başka
malla değiştirilemeyeceğini anlamıştır. Tîbî ise, "başkasına"
kelimesindeki zamirle daha önce zikredilen "kim bir yiyecek...
satarsa" ibaresindeki "kim"in yani satışı yapan şahsın
kastedilmiş olmasının câiz olduğu gibi "bir yiyecek veya bir başka
şeyde..." ibaresinde zikredilen "şey"in kastedilmiş olması da
mümkündür dedikten sonra hadisten şu iki hükmü çıkarmanın da câiz olduğunu
söyler.
1- Selem usulüyle mal satın alan kimse, malı
kabzetmeden önce bir başka şahsa satamaz, hibe edemez, devredemez..
2- Selem usulüyle her kim mal satın almış ise, bu malı
bir başka mal olarak alamaz, sonradan malın cinsini değiştiremez.
Bu mânayı te'yid eden bir rivayet Dârakutnî'de
tahric edilmiştir.
"Kim bir mal ile selem akdi yapmış ise, vakit
gelince ancak o malı alabilir veya sermayesini alabilir."
Hadiste ifade edilmiş olan "değiştirilme"
yasağı sebebiyle, kabzetmeden önce, selem malın satılması, tevliyesi
(mütemelliye havalesi), şirkete, musâlahaya konu kılınması yasaktır, hatta,
"malı teslim alacak tarafın kızına mehir olarak da devredilemez, söz
konusu taraf kadın olsa, erkek o malı mehir olarak vererek onunla evlenmek
istese, evli ise muhâla'a şeklindeki boşanmanın bedeli yapmak istese hiçbiri
câiz olmaz" denmiştir.[297]
ـ5ـ
وعن أبى
البخترى رضى
اللّه عنه
قال: ]سألتُ
ابنَ عُمَرَ
رضى اللّه
عنهُما عنِ
السَّلَمِ في
النَّخْلِ فقال:
نَهَى رسولُ
اللّهِ # عن
بَيْعِ
النَّخْلِ
حتَّى
يَصْلحَ[ .
5. (366)- Ebu'l-Bahterî anlatıyor:
"İbnu Ömer (radıyallahu anhüma)'e hurmada selem
yapılır mı? diye sordum. Bana:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), meyvesi
(yenmeye) sâlih oluncaya kadar hurmanın satılmasını yasakladı" cevabını
verdi. Buhârî, Selem 3, 4.[298]
AÇIKLAMA:
Selem, ilerde verilecek malı peşin parayla satmak
suretiyle yapılan akittir ve bunun meşruiyeti, önceki açıklamalarda geçtiği
üzere câizdir. Ancak burada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) muayyen, belli
bir ağacın veya tayin edip belirlenen bir kısım ağaçların hurmalarını, meyvenin
afet tehlikesini atlattığına dair alâmetler zuhur etmeden satmayı
yasaklamıştır. Değilse, mevsimi gelince falan ayda şu şu evsafı hâiz falanca
miktar hurma, gibi kayıtlarla, selem yoluyla yapılan satış câizdir. Açıklama
gelecek.[299]
ـ6ـ
وعن ابن عباس
رضى اللّه
عنهُما
مثلُهُ، قال:
]حتَّى
يُؤْكَلَ
منهُ، وحتَّى
يُوزَنَ. قلتُ:
مَا يُوزَنُ؟
فقالَ رجلٌ
عندَهُ: حتَّى
يُحْزَرَ[.
أخرجهما
البخارى .
6. (367)- İbnu Abbas'dan da böyle bir rivayet yapılmıştır.
Rivayetinde der ki: "...Ondan yeninceye, tartılıncaya kadar. Ben
"Tartılması da nedir?" diye sordum.
Yanında bulunan bir zat:
"Miktarı göz kararı ile kabaca takdir
edilebilinceye kadar" diye açıkladı."[300]
AÇIKLAMA:
Yukarıdaki rivayet, muayyen bir ağaçtan veya belli
bir bahçeden elde edilecek mahsulün selem sûretiyle önceden satılabileceğini
ifade eder. Ancak, bu satış akdinin, taraflardan birine zarar vermemesi için,
a) Mahsûlün âfet tehlikesini atlatmış olması,
b) Ne miktar
mahsul elde edileceğinin göz kararıyla doğruya yakın şekilde tahmin
edilebilmesi için meyvelerin belli bir olgunluğa ulaşması lâzımdır. Daha çiçek
veya gök çağala iken yapılan selem akdi haramdır. Dinimiz, taraflardan birinin
zarardîde olmasına rıza göstermez.[301]
ـ7ـ
وعن ابن عمر
رضى اللّه
عنهما: ]أنَّ
رجًُ أسْلَفَ
في نَخْلٍ
فلمْ
تُخْرَجْ
تِلْكَ السَّنَةَ
شَيْئاً
فاخْتَصَما
إلى رسُولِ
اللّهِ # فقال:
بِمَ تَسْتَحِلُّ
مالَهُ؟
أرْدُدْ
عَلَيْهِ مَالَهُ؛
ثُمَّ قال: َ
تُسْلِفُوا
في النَّخْلِ
حتَّى
يَبْدُوا
صَحُهُ[.
أخرجه مالك
وأبو داود .
7. (368)- İbnu Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir
adam selem yoluyla (yani parasını peşin alarak, çıkacak mahsülden verilmek
üzere) bir ağacın hurmasını sattı. Fakat o yıl o ağaç hiç mahsül vermedi.
Satıcı ile müşteri ihtilafa düşerek dâvalarını Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e getirdiler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) satıcıya:
"Onun parasını nasıl helal addedersin, parayı
geri ver"
dedi. Sonra şunu söyledi: "Hurma (yenmeye) sâlih oluncaya kadar onu
selem yoluyla satmayın."[302]
AÇIKLAMA:
Bu rivayette, bir tarafın zarar görmesini netice
verecek bir selem akdinin yasaklanmış olduğu daha açık şekilde gözükmektedir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) böyle bir zararı önlemek için meyvenin
salâhat izhar etmeden akdin yapılmamasını emretmiştir.
Meyvede aranacak salâhat nedir? Bu durum umumiyetle
mutlak geldiği için âlimler, yorumda bazı ihtilaflara düşmüşlerdir. Yerine
göre, "olgunluk", "kemâl" diye ifade edilen bu merhaleye,
sarı renkli meyvelerin sararmaya, kırmızı renklilerin kızarmaya başlaması,
hububat ve sebzelerin de istifade edilebilecek hâle gelmesiyle ulaşır.
Bazı âlimler, bu merhaleyi, meyve cinsini bir bütün
olarak değerlendirmek sûretiyle aramıştır. Yâni, ilk evvel olgunlaşan meyve salâhate erince diğerlerinin de artık
-akit yapmaya sâlih- hale geldiğini kabul eder. Bu durumda ilk eren meyve söz
gelimi yeni dünya veya kiraz ise, bunların yenebilir hale gelmesinden sonra
henüz yenilebilir olmasa da bütün meyvelerin selem yoluyla satılabileceğine
hükmedilmiştir.
Ahmet İbnu Hanbel,: "Her bahçe ve hatta her
ağaç için olgunluğun müstakillen aranması gerekir" demiştir.
Şafiîler her cins meyveyi ayrı ayrı ele almayı, her
cinsin olgunlaşma zamanını müstakillen belirlemeyi uygun bulurlar.
Hanefiler bu meselede teferruata inmezler.
Olgunlaşmamış meyvenin satışıyla ilgili olarak Şafiî
fukahasından Nevevî şu açıklamayı yapar: "Bir kimse, meyveyi, daha
olgunlaşmadan, derhal toplamak şartıyla satsa bu akit bilittifak sahihtir.
Şâfiî alimler şöyle söylerler: "Meyveyi toplamayı şart koşsa da sonra
toplamasa satış sahihtir. Satıcı müşteriye o meyveyi toplatır. Alanla satanın
meyveyi ağaçta bırakmak hususunda
anlaşmaları da câizdir. Meyveyi ağaçta bırakmak şartıyla satış icmâen batıldır.
Çünkü, çoğu kere, meyve kemâle ermeden zâyi olur. Bu takdirde satıcı din
kardeşinin malını haksız yere yemiş olur. Fakat meyveyi derhal toplamayı şart
koşarsa bu zarar ortadan kalkar. Bu hususta şart koşmadan mutlak olarak satarsa
bizim mezhebimiz (Şâfiî) ve Cumhur'a göre satış bâtıldır. İcmâ sebebiyle,
meyvenin toplanması şartı konmuşsa akdin sıhhatine hükmederiz.. Ancak meyve,
salâhın ortaya çıkmasından sonra satılmışsa, bu satış mutlak yapılsa da,
toplama şartıyla veya ağaçta bırakma
şartıyla yapılsa da câizdir.
Ebu Hanîfe, meyvenin toplanma şartının akde
konmasını vâcib görmüştür.
Aynî, Nevevî'nin yukarıda temas ettiği icma
iddiasını reddederek âlimler arasında mevcut ciddi ihtilaflara temas eder:
"İbnu Ebî Leylâ ile Süyan Sevrî meyveyi olgunlaşmazdan önce satmanın
mutlak sûrette câiz olmayacağını söylerler. Şu halde bu meselede icma var diyen
yanılmıştır. Yezîd İbnu Ebî Habîb ise bu satışın mutlak surette hatta meyveyi
ağaçta bırakmak şartıyla dahi câiz olduğunu söylemiştir. Bu hususta icmadan söz
eden de hata etmiştir."
Bu mevzudaki farklı görüşleri şöyle toparlamak
mümkündür:
1- Sevrî, İbnu Ebî Leyla, Şâfiî, Mâlik, Ahmed, İbnu
Hanbel (rahimehumullah) kızarmaya, sararmaya başlamadıkça ağaç üzerindeki
meyveyi satmak câiz değildir demişlerdir.
2- Ebu Hanife, Ebu Yusuf, İmam Muhammed ve Evzâî'ye
göre ağaçta meyve zuhur ettikten sonra, olgunlaşmadan satmak câizdir. İmam
Mâlik ile İmam Ahmed'in de birer kavlinin böyle olduğu rivayet edilmiştir. Hanefiler,
bu meselede, Buhârî'nin kaydettiği İbnu Ömer hadisini esas almışlardır:
"Her kim tohumladığı bir hurmayı satarsa, o
hurmanın meyvesi satana aittir, yeter ki müşteri şart koşmamış olsun, eğer
alana kendisinin alacağına dair bir şart koşmuş ise müşterinin olur."
Hadisten bu hükme ulaşma husûsu (delalet vechi)
şöyle açıklanır: Hadis, olgunlaşmadan meyve satmanın mübah olduğunu gösterir,
çünkü satışa şart koşulmaksızın dahil olmayan bir şeyin, şart koşulursa
satılabileceğine delalet ediyor. Burada şart koşulmadan satışa dâhil olmayan
şey olgunlaşmamış meyvedir.[303]
ـ8ـ
وأخرج مالك
رحمه اللّه
موقوفاً عليه
قال: ] بأسَ أنْ
يُسْلِفَ
الرَّجُلُ
الرَّجُلَ في الطَّعَامِ
المَوْصُوفِ
بِسعْرٍ
مَعْلُومٍ
إلى أجَلٍ
مَعْلُومٍ
مُسَمّىً
مالمْ يَكُنْ
ذلكَ في
زَرْعٍ لم يَبْدُ
صَحُهُ[.
وأخرجه
البخارى في
ترجمة باب .
8. (369)- İmam Malik, İbnu Ömer'in sözü olarak şunu tahric
etmiştir: "Kişinin, bir başkasına selem yoluyla yiyecek satmasında bir
beis yoktur, yeter ki, yiyecek maddesinin fiyatı belirlenmiş, ödemenin zamanı
tayin edilmiş olsun. Ancak (hasada) salahı ortaya çıkmayan ekinde veya
(yenmeye) salahı ortaya çıkmayan hurmada selem olmaz."
İbnu Ömer'in bu sözünü Buhârî, bab başlığında
senedsiz olarak kaydetmiştir.[304]
AÇIKLAMA:
Selem akdi, Hanefiler'e göre, miktarı, vasfı ve
teslim tarihi belirlenen yiyecek maddesi kuru ve yaş meyve gibi her mala
şâmildir. Salâhı ortaya çıkmayan ekin ve meyvede selem akdinin yasak olması
hükmüyle, Kastalânî'nin belirttiği üzere, Mâlikiler amel etmiştir. 368 numaralı
hadisin İbn-i Mace'deki vechinde zâhir olduğu üzere ihtilaf muayyen bir bahçe
(veya ağaç)nin meyvesiyle ilgilidir. Yani "hasad zamanında şu miktar
hurmanın tesliminden ziyade, belli bir bahçenin o yılki mahsulünün teslimi
sözkonusu olmuştur.[305]
ـ9ـ
وعن مالك أنه
بلَغه أنَّ
عمر رضى اللّه
عنه: ]سُئلَ في
رجلٍ أسْلَفَ
طعَاماً على
أنْ
يُعْطِيَهُ
إيَّاهُ في
بلدٍ آخرَ فكرِهَ
ذلك عُمرُ،
وقال: فأيْنَ
كِرَاءُ
الجملِ[ .
9. (370)- İmam Mâlik'e ulaştığına göre, "Bir adam, Hz.
Ömer (radıyallahu anh)'a gelip başka bir memlekette ödemek şartıyla kendisiyle
selem akdi yapan bir adamdan haber vererek bu akid hakkında sormuştur da Hz.
Ömer (radıyallahu anh) hoşnutsuzluk izhar etmiş ve: "Pekâla, devenin kirası nerede?" demiştir."[306]
AÇIKLAMA:
Selem akidlerinde, akde konu olan malın taşınması
külfet, zahmet, masraf gerektirecek bir malsa, akitte teslim yerinin mutlaka
belirtilmesi gerektiğini daha önce (364 numaralı hadisin açıklamasında)
belirttik. Ancak, buhur, koku gibi taşınması zahmet gerektirmeyen maddelerin
selem akitlerinde teslim yeri belirtilmediği takdirde akit bâtıl olmaz. Hz.
Ömer başka yerde ödenecek selem akdine yol masrafının dahil edilmesi gereğine
dikkat çekiyor.[307]
ـ10ـ
وعنه أنه
بلغهُ أنَّ
ابنَ مسعودٍ
رضِىَ اللّه
عنه كان
يقولُ: ]مَنْ
أسْلَفَ
سَلَفاً ف
يَشْتَرِطْ
أكثَرَ منهُ،
وإنْ كان
قَبْضَةً منْ
عَلفٍ فهوَ
رباً[ .
10. (371)- Yine İmam Mâlik'e ulaştığına göre, ibnu Mes'ud
(radıyallahu anh) şöyle demiştir: "Kim selem akdi yaparsa, sakın fazla
alma şartı koşmasın. Bir avuç saman bile olsa bu fazlalık ribâdır."
Muvatta, Büyû 94, (2, 682).[308]
AÇIKLAMA:
Şerhte belirtildiği üzere, selemde ribâ addedilen
fazlalık, önceden şarta bağlanan fazlalıktır. Aksi takdirde ödeme sırasında,
ödeyenin, kendi içinden gelerek koyacağı ziyade 339 numaralı rivayette
görüldüğü üzere ribâ sayılmaz. Fazlalığı ribâ kılan husus üçtür:
1- Şart kılınmış olması,
2- Vaad edilmiş olması,
3- Adet olması. Vâad ve âdet aslında, "şart"
kadar kesin ribâ ifade etmezse de ribâ şüphesinden hâli değildir. Dinimizde ise
sedd-i zerâyi (harama, zarara götüren yolları kapamak, sebeblere de yer
vermemek) prensibi esastır. Nitekim hadiste "Kesinlikle emin olmadıkça
şüpheli şeylerden kaçınız" emredilmiştir. Üstelik bu ihtiyâtî tavır fâize
giren şüphelere daha da te'kidli olarak ifade edilmiştir. Bu sebeplere binâen
bir beldenin örfünde "ziyadeli ödeme" var ise bu ribâdır,
alışverişlerde bu ziyadeden kaçınmak gerekmektedir.
Rivayette geçen "Bir avuç saman bile olsa"
tabiri, ne kadar az bile olsa, oraya girecek fazlalığın, muameleyi ribâ
muâmelesine çevireceğini ifade etmektedir. Böyle fazlalıktan kaçınmanın gereği
te'kidli bir üslûbla ifade edilmiş olmaktadır.[309]
Selem (veya selef) ile ilgili meseleleri, hâdislere
bağlı olarak oldukça parçalı şekilde sunmuş olduk. Şöyle bir özetleme
yapılabilir: Semen ve bedeli peşin olarak, akit sırasında alınmak, malın
teslimi ise daha sonra yerine getirilmek üzere yapılan alışveriş akdine selem
akdi denir. Bu da diğer akitler gibi icab (teklif) ve kabul ile münakid olur ve
mülkiyeti icab ettirir. Selem, miktarı, vasfı tayin edilebilen şeylerde sahih
ve mûteber olur. Bu sebeple miktarı tayinde hacmi esas alınanlar (mekîlât) keyl
(litre) ile, ağırlığı esas alınanlar (mevzunât) vezn (kilogram) ile, uzunluğu,
eni esas alınanlar (mezrû'ât) zira' (metre) ile, sayısı esas alınanlar
(ma'dudât, yumurta gibi) sayı ile belirlenir. Miktarı belirlemede açıklık
gerektiği gibi, kalite gibi, cins gibi kıymete te'sir eden başka evsafları da
belirlenir. Sözgelimi şu kadar metre kumaş tabiri eksiktir. Çünkü kumaşın her
zaman çeşitleri olagelmiştir.
Selem'de ödeme yer ve zamanının da açık olarak
belirtilmesi gerekir.[310]
ـ1ـ
عن ابن المسيب
أنّ معْمَر بن
أبى معَمرٍ وقيل
ابن
عبدِاللّهِ
أحَدَ بنِى
عَدىِّ ابن كعب
رضى اللّه عنه
قال: قالَ
رسولُ اللّهِ
#: من احْتَكَرَ
فهوَ خاطِئٌ.
قيلَ
لِسَعِيدٍ:
فإنَّكَ
تَحْتَكِرُ!
فقالَ إنَّ
مَعمراً
الَّذِي كانَ
يُحَدِّثُ
هذا الحديثَ
كانَ
يَحْتَكِرُ[.
أخرجه مسلم،
وأبو داود،
والترمذى .
1. (372)- İbnu'l-Müseyyeb anlatıyor: "Ma'mer İbnu Ebî
Ma'mer -ki İbnu Abdillah da denir ve Benu Adiyy İbnu Ka'b'dan biridir- dedi ki:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular:
"İhtikâr yapan hatakâr olmuştur." Said İbnu'l-Müseyyeb'e:
"Ama sen de ihtikâr yapıyorsun" dendi de:
"Bu hadisi rivayet eden Ma'mer de ihtikâr
yapıyordu" diye cevap verdi."[311]
AÇIKLAMA:
İhtikâr lügatte toplamak ve hapsetmek demektir.
Şer'î bir ıstılah olarak "Erzakı pahalanıncaya kadar hapsetmektir."
İhtikâr mevzuunda âlimlerin görüşleri
farklıdır. Ahmed İbnu Hanbel, ihtikârı sâdece yiyecek maddelerinde görür
ve ona göre sadece Mekke, Medine gibi büyük şehirlerde söz konusudur.
Hanefîler'e göre umuma zararı olan yerde, insan ve hayvan yiyeceklerinde
ihtikâr mekruhtur. Umuma zararı olmayan yerde malını satmayıp pahalanmasını
beklemek ihtikâr sayılmadığı gibi, tarlasından çıkan mahsulünü veya uzaktan
getirdiği zahiresini satmamak da ihtikâr değildir.
Şâfiîler bu hadisi esas alarak sadece yiyecek
mallarında ihtikârın haram olduğunu kabul ederler. Yiyecek kabilinden olmayan
şeylerde bil-ittifak ihtikâr yoktur.
Said İbnu Müseyyeb ve Ma'mer'in ihtikâr yapmaları
meselesine gelince, bu büyüklerin Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan
rivayet ettiklerine muhalif amelde bulunmalarını âlimlerimiz kabul etmezler.
Bunu, "Her maddenin ihtikârı bir değildir, bazı durum ve şartlarda, bazı
maddelerde yapılan ihtikârın yasaklanan ihtikâr sayılmayacağı" prensibiyle
izah ederler. Nitekim onların ihtikârı "zahire" gibi aslî maddede
olmamış, zeytinyağı gibi tâli maddede olmuştur ve "ihtiyaç zamanında
yiyecek saklama"ya hamledilmiştir. Nitekim Hanefiler ve Şafiîler bu
görüştedir. İhtiyaç anında saklanan şey ihtikâr değildir.
Alimler, bekletilmesi câiz olan tâli malların da
piyasada tükenmesi halinde, o günün fiyatı ile, zor kullanılarak
sattırılabileceğine hükmetmişlerdir.[312]
ـ2ـ
وعن مالك قال:
بلغنى أن عمر
رضى اللّه عنه
كان يقول: ]
حُكْرَةَفي
سُوقِنَا،
يَعمِدُ
رِجَالٌ بأيدِيهمْ
فضُولُ
أذْهَابٍ إلى
رِزقٍ
مِنْ
أرزَاقِ
اللّهِ تعالى
يَنزلُ
بِساحتنَا
فيحتَكِرُونَهُ.
ولكنْ
أيُّمَا
جالبٍ جَلَبَ
علَى عمودِ
كَتَدِهِ في
الشِّتَاءِ
والصَّيْفِ
فذلكَ ضَيفُ
عُمرَ
فَليبِعْ
كيفَ شاءَ
اللّهُ تعالى،
وليُمسِكْ
كيفَ شاءَ
اللّهُ تعالى[
.
2. (373)- İmam Mâlik diyor ki: "Bana ulaştığına göre Hz.
Ömer (radıyallahu anh) şöyle demiştir: "Bizim çarşımızda ihtikâr olamaz.
Yanlarında fazla yiyecek maddesi bulunan bir kısım insanlar, bizim sahâmıza
Allah'ın rızkından inmiş olan bir rızka yönelip, onu bize karşı saklayamazlar.
Ancak kim, yaz, kış demeden zahmetlere katlanarak mal getirmiş ise o Ömer'in
misafiridir. Allah'ın istediği şekilde malını satsın, istediği şekilde de
saklasın."[313]
ـ3ـ
وعن مالك أنه
بلغه أيضاً:
]أنَّ عُثمانَ
رضى اللّهُ
عنهُ كانَ
يَنهَى عن
الْحكرةِ[ .
3. (374)- İmam Malik'e ulaştığına göre, "Hz. Osman da
ihtikâr yapmayı yasaklamıştır."[314]
ـ4ـ
وعن ابن
المسيب: ]أنَّ
عمرَ رضى
اللّه عنهُ مرَّ
بحاطِبِ بن أبى
بَلْتَعَةَ
وهوَ يَبِيعُ
زَبِيباً لهُ
في السُّوقِ
فقالَ لهُ:
إمَّا أنْ
تَزِيدَ في السَّعْرِ
وإمَّا أنْ
تُرفَعَ منْ
سُوقِنَا[. أخرجه
مالك .
4. (375)- İbnu'l-Müseyyeb anlatıyor: "Hz. Ömer
(radıyallahu anh), pazara uğramıştı. Orada Hâtib İbnu Ebî Belte'a'ya uğradı.
Hâtib'in (ucuz fiyatla) kuru üzüm sattığını görünce: "Ya fiyatı
(diğerlerinin seviyesine yükseltirsin yahut pazarımızdan çeker gidersin"
diye ihtâr etti."[315]
AÇIKLAMA:
Bazı âlimler normal fiyattan daha düşük fiyatlara
satanlara, öbür satıcıların zarar görmelerini önlemek için, müdahale edilmesi
gereğine hükmetmişse de bazı âlimler bu müdahaleyi doğru bulmamışlardır.[316]
ـ5ـ
وعن أبى هريرة
رضى اللّه
عنهُ: ]أنَّ
رجً قالَ: يا
رسولَ اللّهِ
سَعِّرْ
لَنَا فقَالَ:
بل ادْعُو.
ثمَّ جاءَ
آخرُ فقالَ يا
رسُولَ اللّهِ
سَعِّرْ لنَا
فقالَ: بل
اللّهُ تعالى
يَخْفِضُ
وَيَرْفَعُ،
وَإنِّى
‘رْجُو أنْ
ألقَى اللّهَ
تعالى وليسَ
‘حَدٍ عندِى
مَظلمةٌ[. أخرجه
أبو داود .
5. (376)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir
adam gelerek:
"Ey Allah'ın Resulü, bizler için eşyalara fiyat
tesbit ediver" diye müracaatta bulundu. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm):
"Hayır fiyat koymayayım (rızka bolluk vermesi
için) Allah'a dua edeyim" cevabını verdi. Arkadan bir başkası gelerek:
"(Ortaklık pahalandı, eşyaların) fiyatını bize
siz tesbit ediverin" diye talebde bulununca, bu sefer:
"Hayır rızkı bollaştırıp, darlaştıran
Allah'tır. Ben hiçbir kimseye zulmetmemiş olarak Allah'a kavuşmak
istiyorum" cevabını verdi."[317]
AÇIKLAMA:
Hadis piyasaya, otoriteler tarafından fiyat koymanın
zulüm ve dolayısıyla haram olduğunu göstermektedir. İslâm'ın Kur'ân tarafından
tesbit edilen ticâret anlayışında esas, satıcının ve müşterinin karşılıklı
hoşnutluğudur: "Ey iman edenler, mallarınızı aranızda haksızlıkla değil
karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle yiyin..." (Nisâ: 4/29).
Otoritenin satıcının rızasına uymayacak şekilde
fiyat koyması bu esasa ters düşer. Bu sebeple cumhur-u ulema, fiyat koyma
prensibini reddetmiş ve serbest bırakmayı esas almıştır. İmam Mâlik'in muhalif
görüşü iltizam ettiği, devlet tarafından fiyat tesbit edilebileceği kanaatinde
olduğu da rivayet edilmiştir. Keza, fiyatların artma durumunda İmam Şâfiî'nin
de fiyat koymayı tecviz ettiği belirtilmiştir.
Fiyat tesbit yasağı hadisin zahirine göre her çeşit
mal içindir: İnsanların gıda ve diğer ihtiyaç maddelerine olduğu gibi,
hayvanların gıdalarına da şamildir.
Dinimizde esas prensip, herkesin malları üzerinde
tasarrufta serbest olmasıdır. Fiyat tesbiti, bu serbestiye bir tahdid (hacr),
bir müdâhele kabul edilerek uygun görülmemiştir. Diğer taraftan "Devlet
reisinin fiyat tahdidi müşteriler lehine bir davranıştır. Halbuki devlet reisi
satıcı ve alıcı karşısında bîtaraf davranmalıdır, o bütün Müslümanların
maslahatını gözetmek durumundadır, bir kısmının değil" demiştir[318].
ـ6ـ
وعن أنس رضى
اللّه عنه
]أنَّ الناسَ
قالُوا:
يارسُولَ اللّهِ
غََ
السِّّعْرُ
فَسَعِّرْ
لَنَا فقالَ:
إنَّ اللّهَ
هوَ
المُسَعِّرُ
القابضُ الباسط
الرَّازِقُ،
وإنِّى ‘رْجُو
أنْ ألقَى اللّه
تعالى وليسَ
أحدٌ
يُطالِبُنِى
بِمَظْلَمَةٍ
في دمٍ وَ
مالٍ[. أخرجه
أبو داود والترمذي
وصحّحه .
6. (377)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Halk
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e müracaatla:
"Ey Allah'ın Resûlü, fiyatlar yükseldi, bizim
için fiyatları siz tesbit edin" dediler. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) onlara şu cevabı verdi:
"Fiyatları koyan Allah'tır. Rızkı veren,
artırıp eksilten de O'dur. Ben ise, hiç kimse benden ne kan ne de mal hususunda
hak talebinde bulunmaz olduğu halde Allah'a kavuşmamı diliyorum."[319]
ـ7ـ
وعن ابن عمر
رضى اللّه
عنهما. أنَّ
رسولَ اللّهِ
# قالَ: ]مَنِ
احْتَكَرَ
طعاماً
أربعينَ
يَوماً يُريدُ
بِهِ الغَءَ
فقدْ بَرِئَ
مِنَ اللّهِ تعالى
وبَرِئَ
اللّهُ تعالى
منهُ[ .
7. (378)- İbnu Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Pahalanması için, kim bir yiyecek maddesini
kırk gün saklarsa, o, Allah'tan yüz çevirmiştir, Allah da ondan yüz
çevirmiştir."[320]
ـ8ـ
وعن معاذ
رضِىَ اللّهُ
عنهُ
قال: ]سَمعْتُ
رسولَ اللّهِ
# يقولُ:
بِئْسَ
العَبدُ المُحتِكرُ
إنْ أرخصَ
اللّهُ تعالى
أ‘سْعارَ حَزِنَ،
وإنْ أغهَا
فرَحَ[ .
8. (379)- Hz. Muaz (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in şöyle söylediğini işittim:
"İhtikâr yapan kişi ne kötüdür. Allah fiyatları
ucuzlatsa üzülür, pahalandırırsa sevinir."[321]
ـ9ـ
وعن أبى أمامة
رضِىَ اللّهُ
عنهُ. أنَّ رسولَ
اللّهِ # قالَ:
]أهلُ
المَدائنِ هم
الحُبسَاءُ
في سَبيلِ
اللّهِ تعالى
ف
تَحتَكِرُوا
عليهُم
ا‘قواتَ، وَ
تُغْلُوا
عليهمُ
ا‘سْعارَ، فإنَّ
مَن احْتكرَ
عليهم طعاماً
أربعينَ يوماً
ثم تصدقَ بهِ
لمْ يَكُنْ
لهُ كفارةٌ[ .
9. (380)- Ebu Ümâme (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdu:
"Şehirlerde yaşayanlar, Allah yolunda
hapsedilmiş kimselerdir. Gıdalarında onlara ihtikâr yapmayın, onlara fiyatları
yükseltmeyin, zira kim onlara bir gıda maddesini kırk gün hapsetse, sonra da tamamını
tasadduk etse yine de işlediği günahı affettiremez."[322]
ـ10ـ
وعن أبى هريرة
ومعقل بن يسار
رضِىَ اللّهُ
عنهُما قا:
قالَ رسولُ
اللّهِ #
يُحشَرُ الحاكرونَ
وقَتَلَةُ
ا‘نفُس في
درجةٍ، ومنْ
دََخَلَ في
شئٍ مِنْ
سِعْرِ
المسلمينَ
يُغلِّيهِ
عَليهمْ كانَ
حقّاً على
اللّهِ تعالى
أنْ
يُعذَّبَهُ
في مُعظَمِ
النَّارِ
يومَ
القيامةِ[ .
10. (381)- Hz. Ebu Hüreyre ve Hz. Ma'kıl İbnu Yesar
(radıyallahu anhüma)'ın anlattıklarına göre, Hz. Peygamber şöyle
buyurmuşlardır:
"Muhtekirler ve cana kıyanlar aynı derecede
haşrolacaklar. Kim Müslümanların herhangi bir şeydeki fiyatına müdâhale ederek
pahalandırırsa, kıyamet gününde ateşin büyüğünde cezalandırılması Allah'a vacib
olmuştur."[323]
ـ11ـ
وعن ابن عمر
رضِىَ اللّهُ
عنهُما قال:
]الجَالبُ
مرزُوقٌ،
والمُحتكِرُ
محرومٌ، ومَنِ
احْتَكَرَ
على
المُسلمِينَ
طعاماً
ضَرَبهُ اللّهُ
تعالى
بِا“فْسِ
والْجَذَامِ[.
أخرج هذه ا‘حاديث
الخمسة رزين
وحمه اللّه
تعالى .
11. (382)- İbnu Ömer (radıyallahu anhüma) buyurdu ki:
"Pazara mal celbeden rızıklanır, muhtekir mahrum bırakılır. Kim
mü'minlerin bir gıdasını onlara karşı saklar, ihtikâr yaparsa, Allah onu iflasa
ve cüzzam hastalığına dûçâr eder."[324]
ـ1ـ
عن عائشة
رضِىَ اللّهُ
عنها. ]إنَّ
رَجً: ابتاعَ
غُماً فأقامَ
عندَهُ ما
شاءَ اللّهُ
ثم وَجَدَ
بِهِ عَيْباً
فخاصمهُ إلى
رسولِ اللّهِ
# فَردَّهُ عَليهِ،
فقالَ
الرَّجُلُ: يا
رسولَ اللّهِ
قدِ استَغلَّ
غُمِى، فقالَ
رسولُ اللّهِ
#: الخَراجُ
بالضَّمَانِ[.
أخرجه أصحاب
السنن .
1. (383)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Bir
adam bir köle satın aldı. Köle, Allah'ın dilediği kadar (bir müddet) adamın
yanında ikâmet etti. Sonra adam kölede bir kusur tesbit etti. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e gelerek şikâyette bulundu ve eski sahibine
iate etti. Eski sahibi:
"Ey Allah'ın Resûlü, (yanında kaldığı müddetçe)
kölemi kullandı, ondan istifade etti" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm):
"Harac (menfaat), zâmin (kefil) olana
aittir"
buyurdu.[325]
AÇIKLAMA:
Hadisteki harac, menfaat, istifade, gelir
manasınadır. Yani, köle, tarla hayvan gibi herhangi bir malı satın alan kimse
önceden belirtilmeyen bir kusur bularak bilahare onu eski sahibine iade edip,
ödediği parayı geri almak isterse bu hakka sahiptir. Satın aldığı andan geri
verdiği ana kadar geçen zaman içerisinde -köleyi hizmetlenmek, hayvana binmek,
tarladan ürün elde etmek gibi- elde edilen istifadeler onu satın alan
müşterinindir. Çünkü, bu esnada o malın zâmini, satın alan müşteri idi. Yani, o
mal telef olsaydı, müşterinin zararına telef olacaktı. İşte hadiste Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) "Bu mala kim zâmin ve kefil ise, kimin
sorumluluğunda ise, ondan elde edilen menfaat de ona aittir"
buyurmaktadır. Telef olma hâlinde onu satmış olana rücu etmek, onu da zarara
ortak etmek söz konusu olmadığına, bütün zarara müşteri zâmin olduğuna göre,
gelir de bu zarara zâmin olana yâni müşteriye aittir.
Ayrıca şu da ilâve edilebilir: Zarara zâmin olma
dışında, köle olsun, hayvan olsun, kusuru tesbit edilen şeyin bakım ve
muhafazası için yapılan masraf ve zahmetler de müşteri tarafından deruhte
edildiği için, onlardan istifadesi normal hakkı sayılmaktadır.[326]
ـ2ـ
وفي أخرى
للنسائى:
]أنَّ رسولَ
اللّهِ # قَضَى
أنَّ
الخَراجَ
بالضَّمَانِ،
وَنَهى عنْ ربْحِ
مالمْ
يَضمَنْ[.قال
الترمذى:
وتفسير قوله
»الخراج
بالضمانچ هُو
الرجل يشترى
العبد يستغله
ثم يجد به عيباً
فيرده على
البائع،
فالعُلة
للمشترى، ‘ن العبد
لو هلكَ هلكَ
من مال
المشترى،
ونَحْو هذا من
المسائل يكون
فيهِ الخراج
بالضمانِ .
2. (384)- Nesâî'nin bir rivayeti şöyledir: Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) menfaatin, zâmin olana aid olduğuna hükmetti ve zâmin
olmayan kimsenin menfaat talebini yasakladı.
Tirmizî hazretleri, "Menfaat, zâmin olana
aittir" sözünü şöyle açıkladı: "Burada zâmin o kimsedir ki, bir köle
satın alır, bir müddet onu hizmetlenir, sonra onda bir kusur tesbît eder ve bu
sebeple köleyi satıcısına iâde eder. Bu durumda, köleden hâsıl olan menfaat
müşteriye aittir. Zira köle, şâyet helâk olsaydı, müşterinin malı olarak helâk
olacaktı. Buna benzeyen bütün meselelerde menfaat, zâmin olana aittir."[327]
ـ3ـ
وعن عقبة بن
عامر رضِىَ
اللّهُ عنهُ.
أنّ رسُولَ
اللّهِ # قال:
]عُهْدَةُ
الرَّقِيقِ ثَثَةُ
أيَّامٍ إنْ
وَجَدَ دَاءً
رَدَّ في ثثِ
لَيَالٍ
بِغَيْرِ
بَيِّنَةٍ،
وَإنْ وَجَدَ
دَاءً بَعْدَ
الثََّثِ
كُلِّفَ
البَيِّنَةَ
أنَّهُ
اشْتَراهُ
وَبهِ هذَا
الدَّاءُ[.
أخرجه أبو
داود .
3. (385)- Ukbe İbnu Âmir (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki:
"Kölenin müddeti üç gündür. Şayet müşteri, bir
hastalığa rastlarsa, herhangi bir delil ibraz etmeden köleyi satana geri verir.
Üç günden sonra hastalığa rastlarsa, bu hastalığın, satın aldığı zamana ait
olduğu hususunda delil ibraz etmesi gerekir."[328]
AÇIKLAMA:
Bir kimse, köle veya cariye satın alınca akid
sırasında satıcı, kölenin kusursuz olduğunu ifade etmemiş olsa, müşterinin ilk
üç gün içinde gördüğü kusur, satıcının malındaki kusur sayılır ve köleyi,
herhangi bir delil ibrazına ihtiyaç duymadan, eski sâhibine geri verebilir. Üç
günden sonra göreceği kusurun, alış sırasında kölede bulunduğuna dair delil
getirmesi gerekir. Hadis, fakihlere göre farklı yorumlara tâbi tutulmuştur.
İmam Mâlik bu söylenen görüşü benimsemiş, ilâveten "Bayi, ayıptan berî
olma şartını koşmadı ve cünun cüzzâm, alaca gibi, hastalıklardan selâmet
müddeti bir yıldır. Bir yıl içerisinde bu çeşit ciddî hastalıklardan birine
rastlamazsa satanın her çeşit sorumluluğu tamamen kalkar. Bundan sonra
görülecek kusurlar yeni sahibinin sorumluluğuna terettüp eder. Esasen böyle bir
yıllık sorumluluk, sadece köle için mevzubahistir.
Şâfiî hazretleri ise ne üç gün ne de bir yıl diye
bir müddet tanımaz, hastalığa bakar. Eğer hastalık satın aldığı günden ihtilaf
anına kadar geçen zaman içinde çıkması normal olan bir hastalıksa, yeminle
birlikte satıcının sözüne itibar edilir. Satın aldığı günden ihtilâf anına
kadar geçen zaman içinde husule gelmesi mutad olmayan bir hastalıksa, köleyi
satana geri verir.
Ahmed İbnu Hanbel, satın alınan köle konusunda üç
günlük müddetle ilgili hadisi zayıf bulur ve: "Müddet hususunda hadis
yoktur" der.[329]
ـ4ـ
وعن أبى سلمة
بن عبد الرحمن
بن عوف: ]أنَّ
عَبْدَالرَّحْمَنِ
بنَ عَوْفٍ
رضِىَ اللّهُ عنهُ
اشْتَرَى
جَاريَةً
مِنْ عَاصِمٍ
بنِ عَدىٍّ
فَوَجَدَهَا
ذَاتَ زَوْجٍ
فَرَدَّهَا[ .
4. (386)- Ebu Seleme İbnu Abdirrahmân İbni Avf anlatıyor:
"Abdurrahman İbnu Avf (radıyallahu anh), Asım İbnu Adiy'den bir cariye
almıştı. Cariyenin evli olduğunu anladı ve derhal geri verdi."[330]
AÇIKLAMA:
Cariye, efendisine helâl ise de, cariyenin evli
olması hâli bu helâlliği kaldırır. İslâm, hiç bir surette bir kadından, cariye
bile olsa, aynı anda iki kişinin istifadesine cevaz vermez.
Yukarıdaki rivayet, cariyede evlilik hâlinin, akdi
satıcı aleyhine bozmaya yeterli bir kusur olduğu görülmektedir. Rivayetten, bu
kusurun akit sırasında beyan edilmemiş olduğu anlaşılmaktadır.[331]
ـ5ـ
وعن ابن عمر
رضِىَ اللّهُ
عنهُما:
]أنَّهُ بَاعَ
غُماً
بِثمانِمائَةِ
دِرْهمٍ
وَبَاعَهُ
عَلَى البَرَاءَةِ
فَقالَ
الَّذِى
ابْتَاعَهُ:
بِالْغُمِ
دَاءٌ لَمْ
تُسَمِّهِ
لِى، فَاخْتَصَمَا
إلى
عُثْمَانَ
رضِىَ اللّهُ
عنهُ فَقالَ
الرَّجُلُ:
بَاعَنِى
عَبْداً
وَبِهِ دَاءٌ
لَمْ
يُسَمِّهِ
لِى. فقالَ
عَبْدُاللّهِ:
بِعْتُهُ
بِالْبَراءَةِ
فَقَضَى
عُثْمَانُ
رضِىَ اللّهُ
عنهُ عَلَى
ابْنِ عُمَرَ
أنْ يَحْلِفَ
لَهُ لَقَدْ
بَاعَهُ
الْعَبْدَ
وَمَا دَاءٌ يَعْلَمُهُ.
فَأبَى أنْ
يَحْلِفَ
فَارْتَجَعَ
الْعَبدَ
فَصَحَّ
عِنْدَهُ
فَبَاعهُ بَعدَ
ذلكَ بِألْفٍ
وَخَمِسْمَائَةِ
دِرْهمٍ[.
أخرجهما مالك
.
5. (387)- İbnu Ömer (radıyallahu anh)'in anlattığına göre,
"Kendisi, sekizyüz dirheme bir köle satar ve satarken "kusursuz"
olduğunu söyler. Ancak, satın alan kimse bilahere:
"Kölede bir hastalık var bana söylemedin"
der. İhtilaf Hz. Osman (radıyallahu anh)'a götürülür. Adam:
"Kölede hastalık olduğu halde, haber
vermeksizin bana sattı" der. Abdullah (radıyallahu anh):
"Ben onu ‘kusursuz' olarak sattım" der.
Hz. Osman (radıyallahu anh) sattığı zaman kölede kusur olduğunu bilmediğine
dair yemin etmesine hükmetti. Abdullah yemin etmekten imtina ederek, köleyi
geri aldı. Köle yanında sıhhate kavuştu. Sonra onu yeniden sattı ve bu sefer
bin beş yüz dirhem aldı."[332]
ـ1ـ
عن ابن عمر
رضِىَ اللّهُ
عنهُما قال:
]سَمِعْتُ
رسولَ اللّهِ
# يقولُ: مَنْ
بَاعَ، وفي
رواية: مَنْ
ابْتَاعَ
نَخًْ قدْ
أُبَّرَتْ فَثَمَرُهَا
لِلْبَائِعِ
إَّ أنْ
يَشْتَرِطَ
الْمُبْتَاعُ،
وَمنِ
ابْتَاعَ
عبداً فَمَالُهُ
لِلَّذِى
بَاعَهُ إَّ
أنْ يَشْتَرِطَ
الْمُبْتَاعُ[.
أخرجه الستة.
»والتأبيرچ التقليح
.
1. (388)- İbnu Ömer (radıyallahu anhüma) anlatıyor: "Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in şöyle sölediğini işittim:
"Kim döllemesi yapılmış bir hurmalık satarsa (bir başka rivayette satın
alırsa) bunun meyvesi satana aittir. Satın alan kendisinin olacak diye
şart koşmuşsa o hâric (bu durumda meyve müşterinindir). Kim de bir köle
satarsa, kölenin malı satanındır, burda da satın alan "benim olacak"
diye şart koşmuşsa o hâriç, bu takdirde kölenin malı varsa müşterinin
olur."[333]
ـ2ـ
وعن حابر
رضِىَ اللّهُ
عنهُ قال:
]قالَ رسُولُ
اللّهِ #: إنْ
بِعْتَ مِنْ
أخِيكَ
تَمْراً
فَأصَابَتْهُ
جَائِحةٌ فََ
يَحِلُّ لَكَ
أنْ تَأْخُذَ
مِنْهُ شَيْئاً،
بِمَ
تَأْخُذُ
مَالَ أخِيكَ
بِغَيْرِ
حَقٍّ[. أخرجه
مسلم وأبو
داود
والنسائى.وفي
رواية: أمر
رسول اللّه #:
بِوَضْعِ
الجَوَائِحِ.كتاب
البخل وذم
المال
2. (389)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Bir din kardeşine yemiş satsan sonra da buna
bir âfet gelse, ondan bir şey alman sana helâl olmaz. Kardeşinin malını hakkın
olmadığı halde nasıl alırsın?"[334]
Bir başka rivayette: Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) âfetle gelen zararın hesaptan düşülmesini emretti" demiştir.[335]
AÇIKLAMA:
Satılan meyve henüz müşteri tarafınan ağaçtan
toplanmadan dolu, fırtına, çekirge, susuzluk gibi insan dahli bulunmayan bir
âfete mâruz kalarak zarara uğrarsa bunun zararı satıcıya mı aittir, satın alana
mı? şeklinde âlimler farklı görüşlere sahiptir.
1- Mâlikîler toplanmayan malın satıcının garantisinde
olduğu kanaatindedir.
2- Ahmed İbnu Hanbel: "Gelen zarar üçte birden
azsa müşteri çeker, fazla ise satıcı" der. Zararın miktarı hususunda
ihtilaf edilirse satıcının sözü esastır.
3- İmam-ı Âzam ve Şâfiî hazretleri ve Zâhirîler "Müşteri teslim almışsa,
afetle gelen zararın tamamı müşteriye
aittir, teslim almadan önce gelirse satıcıya aittir"derler. Teslimden
maksad müşteri ile malın başbaşa kalmasıdır. [336]
[1] Tirmizî, Büyû: 4, (1209);
İbnu Mâce, Ticârât: 1, (2139); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 3/8.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/8.
[3] Tirmizî, Büyû: 4 (1210);
İbnu Mâce, Ticârât: 3, (2146); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 3/9.
[4] Ebu Dâvud, Büyû: I, (3326,
3327); Tirmizî, Buyû: 4, (1208); Nesâî, Eymân: 7, (7, 15); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/9.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/9.
[6] Buhârî, Büyû: 26; Müslim,
Müsâkât: 13 (1607); Ebu Dâvud, Büyû: 6, (3335); Nesaî, Büyû: 5, (7, 246).
Hadis'in metni Buhârî ve Müslim'deki metindir.
Ebu Dâvud'da "Bereketi giderir" şeklindedir. İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/10.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/10.
[8] Buhârî, Büyû: 19, 22, 44,
46; Müslim, Büyû: 47, (532); Ebu Dâvud, Büyû: 53, (3459); Tirmizî, Büyû: 26,
(1246); Nesâî, Büyû: 3, (7, 244-245); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/11.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/11.
[10] Buhârî, Büyû: 16; Tirmizî
Büyû: 75, (1320); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 3/12.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/12.
[12] Tirmizî, Büyû: 75. (1320);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/12.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/12.
[14] Tirmizî, Büyû: 75 (1319);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/13.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/13.
[16] Buhârî, Büyû: 17-18, Enbiyâ:
50, İstikrâz: 5; Müslim, Müsâkât: 26-31, (1560); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/13-14.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/14.
[18] Ebu Dâvûd, Büyû: 54, (3460);
İbnu Mâce, Ticârât: 26, (2199); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 3/14-15..
[19] Ebu Dâvud, Büyû: 8, (3340);
Nesâî, Büyû: 54, (7, 284); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 3/15.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/16.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/16-17.
[22] Buhârî, Büyû: 52; İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/17.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/17.
[24] Tirmizî, Büyû': 9, (1217);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/18.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/18.
[26] Ebû Dâvud, Eymân: 18,
(3279); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
3/18-19.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/19.
[28] Buhârî, İ'tisam: 16,
Kefârât: 5; Nesâî, Zekât: 44, (5, 54); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/19.
[29] Buhârî, Büyû': 51; İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/19.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/19-20.
[31] Müslim, Mesâcid: 288, (671);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/21.
[32] Bak. 194 numaralı hadis.
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/21.
[33] Müslim, Fedâilu's-Sahâbe:
100, (2451); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
3/22.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/22.
[35] Tirmizî, Vitr: 21, (487);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/22.
[36] Daha fazla bilgi için
Peygamberimizin Hadislerinde Medeniyet Kültür ve Teknik adlı kitaba bakılmalıdır
(s. 45-55), ayrıca Ülgener'in kitabı da görülmelidir. İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/22-23.
[37] Bu rivayet Rezîn'in
ilâvesidir. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
3/23.
[38] Buhârî, Büyû': 112, Meğâzî:
50; Müslim, Müsâkât: 71 (1581); Ebu Dâvud, Büyû': 66 (3486); Tirmizî, Büyû': 61
(1297); Nesâî, Büyû': 93, (7, 309-310); İbnu Mâce, Ticarât: 11, (2167); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/26.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/26-27.
[40] Müslim, Musâkat: 68, (1579);
Muvatta, Eşribe: 12, (2, 846), Nesâî, Büyû': 90, (7, 307-308); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/27-28.
[41] Ebu Dâvud, Büyû': 66 (3488);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/28.
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/28.
[43] Ebu Dâvud, Büyû': 66,
(3489); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/28.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/28-29.
[45] Ebu Dâvud, Eşribe: 3 (3675);
Tirmizî, Büyû': 58, (1293); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 3/29.
[46] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/29.
[47] Buhârî, Büyû: 49, 51, 54,
55, Hudud: 42; Müslim, Büyû': 29, 35, 40, 41, (1525-1526-1528-1529); Nesâî,
Büyû: 55, (7, 286-287); Ebu Dâvud, Büyû: 67 (3492); Tirmizî, Büyû': 56 (1291);
Muvatta, Büyû: 40, (2, 640-641); İbnu Mâce, Ticarât: 37, (2226); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/30.
[48] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/30-31.
[49] Müslim, (1527); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/31.
[50] Nesâî, Büyû: 60, (7, 289),
Ebu Dâvud, Büyû': 70 (3503); Tirmizî, Büyû: 19, (1232); İbnu Mâce, Ticarât: 20,
(2187); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/31.
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/32.
[52] Beş kitap'ta da tahriç edilmiştir.
220 numaralı hadisle aynı bablarda zikredilmiştir. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/32.
[53] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/32-33.
[54] Müslim, Büyû: 40 (1528);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/33.
[55] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/33.
[56] Buhârî, Büyû: 47, Hibe: 25;
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/34.
[57] Buhârî, Büyû: 82-87,
Müsâkat: 17, Selem: 4; Müslim, Büyû: 51, 59, 79, (1534-1535-1539); Ebu Dâvud,
Büyû': 20, (3361); Nesâî, Büyû: 28 (7, 262-263), 40 (7, 270-271), Eymân: 45 (7,
33); İbnu Mâce, Ticârât: 32, (2214-2215); Muvatta, Büyû': 10, (2, 618); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/35.
[58] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/36.
[59] Müslim, Büyû': 50, (1535);
Ebu Dâvud, Büyû': 23, (3368); Tirmizî, Büyû': 15, (1226-1227); Nesâî, Büyû':
40, (7, 270, 271); İbnu Mâce, Ticarât: 32, (2214-2215); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/36.
[60] Buhârî, Büyû': 83, Selem 4;
Müslim, Müsâkat: 15-17 (1555), Büyû: 49, 50 (1534-1554); Muvatta, Büyû: 11 (2,
618); Ebu Dâvud, Büyû: 23, (3367); İbnu Mâce, Ticaret: 61, (2284); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/37.
[61] Buhârî, Büyû: 83, Zekât: 58;
Müslim, Büyû: 53 (1536); Ebu Dâvud Büyû': 23, (3370-3373); Nesâî, Büyû: 28, (7,
264); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/37.
[62] Ebu Dâvud, Büyû: 23, (3371);
Tirmizî, Büyû': 15 (1228); İbnu Mâce, Ticarat: 32, (2217); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/37.
[63] Muvatta, Büyû': 13, (2,
619); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/37.
[64] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/38.
[65] Buhârî, Büyû: 83, Şürb: 17;
Müslim, Büyû': 64, (1540); Ebu Dâvud, Büyû: 20, (3363); Tirmizî, Büyû': 64,
(1303); Nesâî, Büyû': 35, (7, 268); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/38.
[66] Buhârî, Büyû: 83 (Şürb: 17);
Müslim, Büyû: 71, (1541); Ebu Dâvud, Büyû: 21, (3364); Nesâî, Büyu: 35, (7,
268); Tirmizî, Büyû: 63, (1301); Muvatta, Büyû: 14, (2, 620); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/39.
[67] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/39.
[68] Buhârî, Büyû: 82; Müslim,
Büyû: 105, (1546); Muvatta, Büyû: 23-25 (2, 625); Nesâî, Müzâra'a: 45, (7, 39);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/39.
[69] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/39-40.
[70] Buhârî, Büyû: 75, 82;
Müslim, Büyû': 74 (1542); Ebu Dâvud, Büyû: 18, (3361); Nesâî, Büyû: 33, (7,
266); Tirmizî, Büyû: 63, (1300); Muvatta, Büyû: 23, (2, 624); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/40.
[71] Ebu Dâvud, Büyû: 19, (3361);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/40.
[72] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/41.
[73] Buhârî, Şürb: 17; Müslim,
Büyû: 53, (1536); Tirmîzî, Büyû': 55, (1290), 72, (1313); Ebu Dâvud, Büyû: 24,
(3374-3375); Nesâî, Büyû: 39, (7, 270); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/41.
[74] Müslim, Büyû': 85, (1536);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/41.
[75] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/41-42.
[76] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/42.
[77] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/42.
[78] Muvatta, Itk: 6, (2, 776);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/43.
[79] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/43.
[80] Ebu Dâvûd, Itk: 8, (3953);
İbnu Mâce, Itk: 2, (2517); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 3/43-44.
[81]Buhârî, Itk: 10, Feraiz: 21;
Müslim, Itk: 16, (1506); Ebu Dâvud, Feraiz: 14, (2919); Tirmizî, Büyû': 20
(1236); Muvatta, Itk: 10 (2, 782); İbnu Mâce, Feraiz: 15, (2747); Nesâî, Büyû:
87, (7, 306); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
3/44.
[82] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/44.
[83] Ebu Dâvud, Büyû: 63, (3478);
Tirmizî, Büyû': 44, (1271); Nesâî, Büyû': 88, (7, 307); İbnu Mâce, Rühûn: 18,
(2477); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/44.
[84] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/45.
[85] Müslim, Musâkat: 34 (1565);
Nesâî, Büyû: 89, (307); İbnu Mâce, Rühûn: 18, (2477); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/45.
[86] Buhârî, Şürb: 2, Hiyel: 5;
Müslim, Musâkât: 38, (1566); İbnu Mâce, Rühûn: 19, (2478); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/45.
[87] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/45-46.
[88] Buhârî, Müsâkât: 2, Hiyel:
5; Müslim, Musâkât: 37, (1566); Muvatta, Akdiye: 29, (2, 744); Ebu Dâvud, Büyû:
62, 3473); Tirmizî, Büyû: 24 (1272); İbnu Mâce, Rühûn: 19, (2478); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/46.
[89] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/47-48.
[90] Muvatta, Akdiye: 30, (2,
745); İbnu Mâce, Rühûn: 19, (2479); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/47.
[91] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/47.
[92] Ebu Dâvud, Büyû: 62, (3477);
İbnu Mâce, Rühûn: 16, (2473); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 3/47.
[93] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/47.
[94] Ebu Dâvud, Büyû: 62, (3476);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/48.
[95] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/48.
[96] Tirmizî, Büyû: 51, (1282),
Tefsîru'l-Kur'ân, Lokman: (3193); İbnu Mâce, Ticârât: 11, (2168); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/48-49.
[97] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/49.
[98] Tirmizî, Siyer: 14, (1563);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/49.
[99] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/49.
[100] Buhârî; Büyû: 61,
Menâkıbu'l-Ensâr: 26, Selem: 8; Müslim, Büyû': 5-6, (1514); Tirmizî, Büyû: 16,
(1229); Ebû Dâvud, Büyû': 24, (3370); Nesâî, Büyû': 67, 68 (7, 293-294); İbnu
Mâce, Ticarât: 24, (2197); Muvatta, Büyû: 62, (2, 653-654); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/50.
[101] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/50.
[102] Nesaî, Büyû: 67, (7, 293);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/50.
[103] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/50-51.
[104] Müslim, Müsâkat: 35, (1565);
Nesâî, Büyû: 94, (7, 310); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 3/51.
[105] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/51.
[106] Buhârî, Vesâya: 17; İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/51.
[107] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/51-52.
[108] Muvatta, Büyû: 64, 66;
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/52.
[109] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/52.
[110] Buhârî, Büyû: 48, İstikraz:
19, Husûmât: 3, Hiyel: 7; Müslim, Büyû: 48, (1533); Ebu Dâvud, Büyû: 68,
(3500); Tirmizî, Büyû: 28 (1250); Nesâî, Büyû: 51; Muvatta, Büyû 98; İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/54.
[111] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/54.
[112] Tirmizî, Büyû: 8, (1216);
Buhârî, senetsiz olarak kaydetmiştir. (Büyû: 19); İbnu Mâce, Ticarât: 47,
(2251); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/55.
[113] Buhârî, Büyû: 27, Tefsir: 3,
3; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/55.
[114] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/55-56.
[115] Buhârî, Büyû: 36; İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/56.
[116] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/56.
[117] Müslim, İman: 164, (102);
Tirmizî, Büyû: 74, (1315); Ebu Dâvud, Büyû: 52, (3452); İbnu Mâce, Ticarât: 36,
(2224). Metin, Müslim'inkidir. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 3/57.
[118] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/57.
[119] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/57.
[120] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/57-58.
[121] Buhârî, Büyû: 64; Müslim,
Büyû: 11, (1524); Ebu Dâvud, Büyû: 48, (3443), (3444), (3446); Nesâî, Büyû: 14,
(7, 253-254); Muvatta, Büyû: 96, (2, 683); Tirmizî, 29, (1251-1252); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/59.
[122] Buhârî, Büyu: 69; İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/59.
[123] Müslim, Büyû: 25; İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/60.
[124] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/60.
[125] Ebu Dâvud: 48, (3446); İbnu
Mâce, 42, (2240); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 3/60.
[126] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/60-61.
[127] Buharî, Büyû: 58; Müslim,
Büyû: 11, (1515), Nikâh: 52 (1413); Ebu Dâvud, Büyû: 46, (3438); Tirmizî, Büyû:
65, (1304); Nesâî, Büyû: 21 (7, 1259); İbnu Mâce, Ticârât: 14, (2174); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/62.
[128] Buhârî, Büyû: 60; Müslim,
Büyû: 13, (1216); Muvatta, Büyû: 97, (2, 684); İbnu Mâce, Ticârât: 14 (2173);
Nesâî, Büyû: 16, 17, 21. (7, 258); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/62.
[129] Buhârî bunu senetsiz olarak
ve sahâbe sözü şeklinde rivayet etmiştir. Büyû: 60; İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/63.
[130] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/63.
[131] Muvatta, Büyû: 5, (2, 616);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/64.
[132] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/64.
[133] Ebu Dâvud, Büyû: 69, (3502);
Muvatta, Büyû: 1, (2, 609); İbnu Mâce, Ticârât: 22, (2192); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/65.
[134] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/65.
[135] Muvatta, Büyû: 18, (2, 622);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/65.
[136] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/65-66.
[137] Muvatta, Büyû: 69, (2, 657);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/66.
[138] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/66.
[139] İ Buhârî, Cihad: 49, 113,
Vekâlet: 8, Mesacid: 59, Büyû: 34, istikrâz: 1, 7, Mezâlim: 26, Hîbe: 23,
Şürût: 4, Nikâh: 10, 121, Nafakât: 12, Daavât: 53; Müslim, Müsâkat: 109, (710),
Salâtu'l-Müsafirîn: 69, (710), Rida: 54, (710); Tirmizî, Nikah: 13, (1100),
Büyû: 30, (1253); Nesâî, Büyû: 77, (7, 297-300); Ebu Dâvud, Ticârât: 71,
(3505); İbnu Mâce, Ticârât: 29, (2205); brahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/67-68.
[140] Bu cümle"Medine'ye
varınca (hanımınla temasta bulunarak) çocuk talepet" şeklinde de
anlaşılmıştır. (İbrahim Canan)
[141] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/69-70.
[142] Kîrât : İbnu'l-Esîr,
umumiyetle bir dinarın, onda birinin yarısına denk düşen bir cüz'üne dendiğini
belirtir. Bazı yerlerde, yine dînarın bir cüz'üne dense de, miktarının
değişebileceğine de işâret eder. (İbrahim Canan)
[143] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/70-71.
[144] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/71.
[145] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/71.
[146] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/72.
[147] Buhârî, Mesâcid: 70, Zekât:
61, Büyû: 67, 73, Itk: 10, Mekâtib: 2, 3, 4, 5, Hîbe: 7, Şurût: 3, 10, 13, 17,
Talâk: 16, Kefârâtü'l-İman: 8, Ferâiz: 19, 20, 22, 23; Müslim, Itk: 5, (1504);
Muvatta, Itk: 17, (2, 780); Ebu Dâvud, Itk: 2, (3929-3930); Nesâî, 85, 86 (7,
300); Tirmizî, Büyû: 33, (1256), Vesâya: 7, (2125); İbnu Mâce, Itk: 3, (2521);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/73.
[148] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/74-75.
[149] Buhârî, Şurut: 10; İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/75.
[150] Buhârî, Libas: 20, 21,
Salât: 10, Savm: 66, Büyû: 62, 63, İsti'zân: 42; Müslim, Büyû: 3, (1512); Ebu
Dâvud, Büyû: 25, (3377-3378); Nesâî, Büyû: 25, (7, 260-261); İbnu Mâce,
Ticârât: 12, (2170); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 3/76-77.
[151] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/77
[152] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/77-78.
[153] Müslim, Büyû: 4, (513); Ebu
Dâvud, Büyû: 25, (3376); Tirmizî, Büyû: 17, (1230); Nesâî, Büyû: 27 (7, 262);
İbnu Mâce, Ticârât: 23, (2194); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 3/79.
[154] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/79.
[155] Ebu Dâvud, Büyû: 26 (3382);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/80.
[156] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/80.
[157] Buhârî, Büyû: 58, 64, 67,
69, 70, 71, İcâre: 14, Şurût: 8; Müslim, Büyû: 11, 12, 18-21, (1515,
1520-1523), Nikâh: 51, 52 (1413); Ebu Dâvud, Büyû: 47, (3442); Tirmizî, Büyû:
13, (1223); Nesâî, Büyû: 17, (7, 256); İbnu Mâce, Ticârât: 15, (2176); Muvatta,
Büyû: 96, (2, 683); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 3/80.
[158] Buhârî, Büyû: 68, Müslim,
Büyû: 19, (1521); Nesâî, Büyû: 18, (7, 256); İbnu Mâce, Ticârât: 15, (2177);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/81.
[159] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/81.
[160] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/81.
[161] Tirmizî ve Muvatta
dışındakilerde tahric edilmiştir; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/82.
[162] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/82.
[163] Buhârî, Büyû: 71; Müslim,
Büyû: 15, (1518); Ebu Dâvud, İcâre: 45 (3436); Nesâî, Büyû: 18, (7, 257); İbnu
Mâce, Ticârât: 16, (2179); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 3/83.
[164] Ebu Dâvud, İcâre: 47,
(3439); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/83.
[165] Buhârî, Büyû: 71; Müslim,
Büyû: 17, (1519); Tirmizî, Büyû: 12, (1221); Nesâî, Büyû: 18, (7, 257); Ebu
Dâvud, Büyû: 45, (3437). Yukarıda kaydedilen metin Müslim, Tirmizî ve Ebu
Dâvud'daki metinlerin aynısıdır. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 3/83.
[166] 290 numaralı hadisin
açıklamasına bakın. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 3/84.
[167] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/84.
[168] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/84-85
[169] Ebu Dâvud, İcâre: 55,
(3461), Muvatta, Büyû: 72, (2, 663); Nesâî, Büyû: 73 (7, 395-396); Tirmizî,
Büyû: 18, (1231); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 3/85.
[170] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/85.
[171] Muvatta, Büyû: 73, (2, 663);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/85.
[172] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/86-87.
[173] Buhârî, Büyû: 58, 64, 70,
71, Şurût: 8, Nikâh: 45; Müslim, Nikah: 49, (1412), Büyû: 7, 8, 11, (1412),
Birr: 29, (2563), 32 (2564); Ebu Dâvud, Nikah: 17, (2080), Büyû: 45, (3436), 48
(3443); Tirmizî, Nikah: 38 (1134), Büyû: 57, (1292); Nesâî, Nikâh: 20, 21 (6,
72-73-74), Büyû: 17, 20, 21, (7, 258); İbnu Mâce, Ticârât: 13, (2171); Muvatta,
Büyû: 95, 96, (2, 683); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 3/86.
[174] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/86.
[175] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/86.
[176] Buhârî, Büyû: 58, 70, 71,
Şurut: 8, 11; Müslim, Nikâh: 38, 39, 51, 52, (1408-1413)- Büyû: 12, (1515);
Tirmizî, Talâk: 14, (1190); Nesâî, Nikâh: 20, (6,71), Büyû: 19, 21, (7,
258-259); Ebu Dâvud, Nikâh: 2, (2176), 18, (2080); Muvatta, Büyû: 45, (2, 683).
[177]Müslim, Büyu: 9; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/87.
[178] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/87.
[179] Ebu Dâvud, Büyû: 48 (3493).
Bu mevzu 264-268. hadislerde açıklandı. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/87-88.
[180] Tirmizî, Büyû: 41 (1268).
Tirmizi hadisin sahîh olduğunu belirtti. Bu hadisin izahı 264, 269 ve 290
numaralı hadislerde geçti. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 3/88.
[181] Ebu Dâvud, Büyû: 70, (3503);
Tirmizî, Büyû: 19, (1234); Nesâî, Büyû: 60, 71, 72 (7, 288, 295); İbnu Mâce,
Ticârât: 20, (2188). Tirmizî, hadisin sahih olduğunu söyledi. İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/88.
[182] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/88-89.
[183] Müslim, Büyû: 42, (1530);
Nesâî, Büyû: 37, 38, (2, 269, 270); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/89.
[184] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/89.
[185] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/90.
[186] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/90.
[187] Tirmizî, Büyû: 52, (1283),
Siyer: 17, (1566); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 3/90.
[188] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/90.
[189] Ebu Dâvud, Büyû, Cihad: 133,
(2696); İbnu Mâce, Ticârât: 46, (2249); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/90.
[190] Tirmizî, Büyû: 52, (1284);
İbnu Mâce: 46, (2249); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 3/91.
[191] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/91.
[192] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/91-96.
[193] Müslim, Müsâkât: 25, (1579);
Ebu Dâvud, Büyû: 4, (3333); Tirmizî, Büyû: 2, (1206); İbnu Mâce, Ticârât: 58,
(2277); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/98.
[194] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/98.
[195] Ebu Dâvud, Büyû: 3, (3331);
Nesâî, Büyû: 2, (7, 243); İbnu Mâce, Ticârât: 58, (2278); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/99.
[196] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/100.
[197] Ebu Dâvud, Büyû: 5, (3334);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/101.
[198] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/101.
[199] Buhârî, Büyû: 54, 74, 76;
Müslim, Musâkât: 79, (1586); Ebu Dâvud, Büyû: 12, (3348); İbnu Mâce, Ticârât:
50, (2160), (2259); Muvatta, Büyû: 38, (2, 636-637); Tirmizî, Büyû: 24 (1243);
Nesâî, Büyû: 41, (7, 273); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 3/102.
[200] Buhârî, Büyû: 21; Müslim,
Müsâkat: 98, (1594, 1595,1596); Tirmizî, Büyû: 23, (1241); Nesâî, Büyû': 41,
50, (17, 271-272-273); Muvatta, 32, (2, 632); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/103.
[201] Buhârî, Vekâlet: 11; Müslim,
Müsâkat: 96, (1594); Nesâî, Büyû: 41, (7, 271-272); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/103.
[202] Müslim, Müsâkât: 101,
(1596); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/104.
[203] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/104
[204] Müslim, Müsâkât: 82, (1584);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/104.
[205] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/104-105.
[206] Bu hadisi, Buhârî hâriç, Beş
Kitap rivayet etmiştir. Müslim, Müsâkat: 81, (1587); Ebu Dâvud, Büyû: 12,
(3349-3350); Tirmizî, Büyû: 23, (1240); Nesâî, Büyû: 43, 44, (7, 274, 275, 276,
277, 278); İbnu Mâce, Ticârât: 48, (2254); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/106.
[207] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/106.
[208] Buhârî, Büyû: 80, 8, Şirket:
10, Menakıbu'l-Ensâr: 50; Müslim, Müsakât: 87, (1589); Nesâî, Büyû: 49, (7,
280); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/106.
[209] Buhârî hâriç Beş Kitap
tahric etti. Müslim, Müsâkat: 89, (1591); Tirmizî, Büyû: 32, (1255); Ebu Dâvud,
Büyû: 13, (3351-3353); Nesâî, Büyû: 48, (7-279); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/106-107.
[210] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/107.
[211] Müslim, Büyû: 91, (1591);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/107.
[212] Sahîheyn ve Nesâî rivayet
etmiştir. Buhârî, Büyû: 81, 77; Müslim, Müsâkat: 88, (1590); Nesâî, Büyû: 50
(7, 280-281); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
3/108.
[213] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/108.
[214] Muvatta, Büyû: 28 (2, 632);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/108.
[215] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/109.
[216] Bu rivayet Muvatta'da tam
olarak gelmiştir. Nesâî ise sâdece Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
sözünü kaydeder. Muvatta, Büyû: 31, (2, 633); Nesâî, Büyû: 46, (7, 278);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/109-110.
[217] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/110.
[218] Muvatta, Büyû: 33 (2, 634);
Nesâî, Büyû: 47, (7, 279); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 3/110-111.
[219] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/111-112.
[220] Buhârî, Büyû: 40; Müslim,
Büyû: 102, (1596); Nesaî, Büyû: 50, (7, 281); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/112.
[221] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/112.
[222] Tirmizî, Büyû: 24, (1242);
Ebu Dâvud, Büyû: 14 (3354-3355); Nesâî, Büyû: 50, (7, 281-282); İbnu Mâce,
Ticârât: 51, (2262); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
3/112.
[223] Ebu Dâvud, Büyû: 14, (3354,
3355); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/113.
[224] Müslim, Müsâkât: 93, (1592);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/113.
[225] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/113.
[226] Muvatta, Büyû: 50, 52, (2,
645); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/114.
[227] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/114.
[228] Tirmizî, Büyû: 14, (1225);
Ebu Dâvud, Büyû: 18, (3359); Muvatta, Büyû: 22, (2, 624); Nesâî, Büyû: 36, (7,
269); İbnu Mâce, Ticârât: 53, (2264); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/114.
[229] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/114-115.
[230] Ebu Dâvud, Büyû: 18, (3360);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/115.
[231] Müslim, Musâkât: 123,
(1602); Tirmizî, Siyer: 36, (1596); Ebu Dâvud, Büyû: 17, (3358); Nesâî
Bey'a: 66, (7, 292-293); İbnu Mâce,
Cihad: 41; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
3/116.
[232] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/116-117.
[233] Ebu Dâvud, Büyû: 16, (3357);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/117.
[234] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/117.
[235] Muvatta, Büyû: 59, (2, 652);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/117.
[236] Buhârî, bu hadisi bab
başlığında (senetsiz olarak) kaydetmiştir. (Büyû: 108); Muvatta, Büyû: 60, (2,
652); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/118.
[237] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/118.
[238] Tirmizî, Büyû: 21, (1238);
İbnu Mâce, Ticârât: 56; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 3/118.
[239] Tirmizî, Büyû: 21, (1237);
Ebu Dâvud, Büyû: 15; Nesâî, Büyû: 65, (7, 292); İbnu Mâce, Ticârât: 56, (2271).
Tirmizî, hadisin sahih olduğunu belirtmiştir.
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/118.
[240] Muvatta, Büyû: 63, (2, 654);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/119.
[241] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/119.
[242] Muvatta, Büyû: 92, (2,
681-682); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
3/120.
[243] Muvatta, Büyû: 90, (2, 681);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/120.
[244] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/120-121.
[245] Muvatta, Büyû: 82, (2, 672);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/121.
[246] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/121.
[247] Muvatta, Büyû: 81, (2, 671);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/121.
[248] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/122.
[249] Bu rivayeti Rezîn tahric
etti. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/123.
[250] Buhârî, Büyû: 42, 43, 44,
46; Müslim, Büyû: 45, 47, (1531); Tirmizî, Büyû: 26, (1246); Ebu Dâvud, Büyû:
53. (3454); Nesâî, Büyû: 9, (7, 248); Muvatta, Büyû: 79, (2, 671); İbnu Mâce,
Ticârât: 17, (2181); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 3/124.
[251]Bu cümle müteakip 345
numaralı rivâyette yer alacaktır.
[252] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/124-126.
[253] Buhârî, Büyû: 45; Müslim,
Büyû: 44, (1531); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 3/127.
[254] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/127.
[255] Müslim, Büyû: 46, (1531);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/127.
[256] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/127.
[257] Müslim, Büyû: 45, (1531);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/127.
[258] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/127.
[259] Tirmizî, Büyû: 26, (1245);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/128.
[260] Buhârî, Büyû: 19, 22, 42,
44, 46; Müslim, Büyû: 47, (1532); Ebû Dâvud, Büyû: 53, (3459); Tirmizî, Büyû:
26, (1246); Nesâî, Büyû: 8, 57, 244); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/128.
[261] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/128.
[262] Tirmizî, Büyû: 26, (1247);
Ebu Dâvud, Büyû: 53, (3954); Nesâî, Büyû: 11, (7, 251-252); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/129.
[263] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/129.
[264] Ebu Dâvud, Büyû: 53, (3458);
Tirmizî, Büyû: 27, (1248); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 3/129.
[265] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/129-130.
[266] Tirmizî, Büyû: 27, (1249).
Tirmizî hadisin sahih olduğunu söylemiştir. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/130.
[267] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/130.
[268] Muvatta, Büyû: 80, (2, 671);
Tirmizî, Büyû: 43, (1270); Metin Tirmizî'ye aittir. İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/130-131.
[269] Bu kâide: Tirmizî'de
kaydedilir. (İbrahim Canan)
[270] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/131-132.
[271] Ebu Dâvud, Büyû: 53, (3457);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/132-133.
[272] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/133.
[273] Bu hadisi Beş Kitap da
tahric etmiştir. Buhârî, Şuf'a: 1, Büyû: 96, 97, Hiyel: 14, Şirket: 8-9;
Müslim, Müsâkat: 134 (1608); Nesâî, Büyû: 108, 109 (7, 301); Ebû Dâvud, Büyû:
73, (3513, 3514); Tirmizî, Ahkâm: 33, (1370); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/134.
[274] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/134-135.
[275] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/135-136.
[276] Ebu Dâvud, Büyû: 75, (3518);
Tirmizî, Ahkâm: 33, (1369); İbnu Mâce, Şüf'a: 2, (2494); Nesâî, Büyû: 80, (7,
301); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/136.
[277] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/136.
[278] Tirmizî, Ahkâm: 31, (1368),
33, (1370); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
3/136.
[279] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/136-137.
[280] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/137-138.
[281] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/138-139.
[282] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/139.
[283] Tirmizî, Ahkâm: 31, (1368);
Ebû Dâvud, Büyû: 75, (3518); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 3/139.
[284] Buhârî, Şüf'a: 2, Hiyel: 14,
15; Ebu Dâvud, Büyû: 75, (3516); Nesâî, Büyû: 109, (7, 320); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/139.
[285] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/139.
[286] Nesâî, Büyû: 109, (7, 320);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/140.
[287] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/140.
[288] Muvatta, Şüf'a: 4, (7, 320);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/140.
[289] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/140.
[290] Buhârî, Selem: 1, 2, 7;
Müslim, Müsâkat: 127, 128, (1604); Ebu Dâvud, Büyû: 57, (3463); Tirmizî, Büyû:
68, (1311); Nesâî, Büyû: 6, 3 (7, 290); İbnu Mâce, Ticârât: 59, (2280); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/141.
[291] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/141-142.
[292] Buhârî, Selem: 2, 3, 7; Ebu
Dâvud, Büyû: 57, (3464); Nesâî, Büyû: 62, (7, 290); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/142.
[293] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/142.
[294] Buhârî, Selem: 3; Ebu Dâvud,
Büyû: 57, (3464); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 3/143.
[295] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/143-144.
[296] Ebu Dâvud, Büyû: 59, (3468);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/144.
[297] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/144-145.
[298] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/145.
[299] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/145.
[300] Buhârî, Selem: 3, 4; Müslim,
Büyû: 55, (1537); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 3/145.
[301] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/145.
[302] Ebû Dâvud, Büyû: 58, (3467);
İbnu Mâce, Ticârat: 61, (2284); Muvatta, Büyû: 21, (2, 644); Buhârî, Selem: 2;
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/146.
[303] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/146-148.
[304] Muvatta, Büyû: 94, (2, 682);
Buhari, Selem: 7; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 3/148.
[305] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/148.
[306] Elimizdeki Muvatta
nüshasında "devenin kirası" tabiri yerine "taşınması"
tabiri yer almıştır (Terceme eden). Muvatta, Büyû: 91, (2, 681); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/148.
[307] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/149.
[308] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/149.
[309] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/149.
[310] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/149-150.
[311] Müslim, Müsâkat: 129,
(1605); Ebû Dâvud, Büyû: 49, (3447); Tirmizî, Büyû: 40 (1267); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/151.
[312] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/151-152.
[313] Muvatta, Büyû: 56, (2, 651);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/152.
[314] Muvatta, Büyû: 58, (2, 651);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/152.
[315] Muvatta, Büyû: 57, (2, 651);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/153.
[316] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/153.
[317] Ebû Dâvud, Büyû: 51, (3450);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/153.
[318] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/153-154.
[319] Ebu Dâvud, Büyû: 51, (3451);
Tirmizî, Büyû: 73, (1314). Tirmizî hadisin sahih olduğunu söylemiştir. İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/154.
[320] Bu hadisi Ahmed İbnu Hanbel
Müsned'inde (2, 33) zikretmiştir. Mecmâu'z-Zevâid'de bunun ayrıca Ebû Ya'lâ
el-Mevsılî'nin ve Bezzâr'ın Müsned'lerinde, Taberânî'nin
el-Mu'cemu'l-Evsât'ında tahric edildikleri belirtilir. İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/154-155.
[321] Bu rivayet Mişkâtu'l-Mesâbih'de
2897 numarada Rezin'den olarak kaydedilmiş, Beyhakî'nin Şu'abu'l-İman'ından
alındığı belirtilmiştir. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 3/155.
[322] Rezîn'in ilâvesidir.
Münzirî'nin et-Tergîb ve't-Terhîb'inde kaydedilmiştir. (3, 27); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/155.
[323] Rezin'in ilavesidir.
Münzirî'nin et-Terğîb ve't-Terhîb'inde kaydedilmiştir. (3, 27); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/156.
[324] İbnu Mâce, Ticârât: 6, (2153). Bu son beş rivayeti
Rezîn merhum tahric etmiştir. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 3/156.
[325] Ebu Dâvud, Büyû: 71, (3508,
3509, 3510); Tirmizî, Büyû: 53 (1285); Nesâî, Büyû: 15, (8, 254-255); İbnu
Mâce, Ticârât: 43, (2242-2243); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 3/157.
[326] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/157-158.
[327] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/158.
[328] Ebû Dâvud, Büyû: 72, 3506;
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/157-158.
[329] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/159.
[330] Muvatta, Büyû: 8 (2,
617); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/160.
[331] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/159-160.
[332] Muvatta, Büyû: 4, (2, 613);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/160.
[333] Buhârî, Büyû: 90, 92, Şürb:
17, Şürût: 2; Müslim, Büyû: 77, (1543); Muvatta, Büyû: 9 (2, 617); Tirmizî,
Büyû: 25, (1244); Ebû Dâvud, İcâre: 44, (3433, 4434); Nesâî, Büyû: 75, (7,
296); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/161
[334] Müslim, Müsâkat: 14, (1554);
Ebû Dâvud, İcâre: 24, (3574), 60, (3470).
[335] Müslim, Musâkat: 17; İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/162.
[336] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/162.