ـ1ـ
عن ابن عمر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُمَا
قال: ]لَقَدْ
رَأَيْتُنِى
مَعَ رَسولِ
اللّه # وَقَدْ
بَنَيْتُ
بَيْتاً
بِيَدِى
يُكِنُّنِى مِنَ
المطَرِ
وَيُظِلُّنِى
مِنَ
الشَّمْسِ
مَا
أعَانَنِِى
عَلَيْهِ
أَحَدٌ مِنْ
خَلْقِ
اللّهِ
تعالى[. أخرجه
البخارى .
1. (401)- İbnu Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la beraber iken kendi elimle bir ev
yapmıştım. Bu ev beni yağmura karşı korumaya, güneşe karşı da gölgelemeye
yetiyordu. Bunun inşasında Cenâb-ı Hakk'ın mahlukatından hiçbirinin yardımını
da görmemiştim."[1]
ـ2ـ
وفي رواية:
]مَا وَضَعْتُ
لَبِنَةً
عَلى لَبِنَةٍ
مُنْذُ
قُبِضَ رسولُ
اللّه #[ .
2.
(402)- Bir
başka rivayette: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın vefatından beri
tuğla üzerine tuğla da koymuş değilim" der.[2]
ـ3ـ
وعن قيس بن
أبى حَازمٍ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قال:
]أتَيْنَا
خَبَّابَ بْن
ا‘رتْ رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ
نَعُودُهُ،
وَقَدِ
اكْتَوَى
سَبْعَ
كَيَّاتٍ في
بَطْنِهِ؛
فقالَ: إنَّ
أصْحابَنَا
الَّذِينَ
سَلَفُوا وَمَضَوْا
وَلَمْ
تَنْقُصُهُمْ
الدُّنْيَا،
وإنَّا
أصَبْنَا مَا
َ نَجِدُ لَهُ
مَوْضِعاً
إَّ
التُّرَابَ،
وَلَوَْ أنَّ
النَّبِىَّ #
نَهَانَا
أنْ نَدْعُوَ
بِالْمَوْتِ
لَدَعَوْتُ
بِهِ
أتَيْنَاهُ
مَرَّةً
أخْرَى وَهُوَ
يَبْنِى
حَائِطاً
لَهُ فقالَ:
إنَّ
الْمُسْلِمَ
يُؤْجَرُ في
كُلِّ شَئٍ
يُنْفِقُهُ
إَّ في شئٍ
يَجْعَلَهُ
في هَذا
التُّرَابِ[.
أخرجه الشيخان
.
3. (403)- Kays İbnu Ebî Hâzım (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Habbab İbnu'l-Eret (radıyallahu anh)'e geçmiş olsun ziyaretine geldik.
Karnına tam yedi yerden dağ vurdurmuştu. Bize:
"Bizden önce gelip geçen arkadaşlarımız varya,
dünya onların sevaplarından hiçbir şey noksanlaştırmadı. Biz ise onlardan sonra
öyle dünyalığa erdik ki, koruyacak yer bulamayarak toprağa (bina inşaatına)
yatırdık. Halbuki sıkıntılı dönemde, (öyle anlar oldu ki) eğer Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) yasaklamasaydı, ölmeyi temenni edecektik" dedi.
Bir başka gelişlerimizde, Habbab'ı kendine ait bir duvarı inşa ederken
görmüştük de şöyle buyurmuştu:
"Müslüman harcadığı her şey için sevaba erer,
ancak şu inşaat işi hâriç."[3]
AÇIKLAMA:
Habbab İbnu Eret, ilk Müslümanlardandır. Kendisi
aslen Temimli'dir ve Mekke'ye bir nevi mülteci statüsüyle yerleşmiştir. Yabancı
ve dolayısıyla hâmisiz oluşu sebebiyle en ağır işkencelere mâruz kalmıştır. Kızgın demir ve taşlarla
yapılan işkenceler vücudunda ölünceye kadar devam eden yaralar açmıştır.
Rivâyette, Habbâb (radıyallahu anh) kendisi gibi ilk
dönemin işkence ve sıkıntılarına mâruz kaldıkları halde, sonraki zafer ve
bolluk devrine erişmeden ölmüş olanları anıyor: "Onlar, hizmetlerine
mukabil, hiçbir dünyevî ücret alamadılar, bütün ücretleri âhirete kaldı, biz
ise zafer ve zaferin getirdiği bolluk devrini idrak ettik. Hizmetlerimizin
mükâfaatını dünyada almış gibiyiz" demek istiyor. Habbâb'ın
kasteddiklerinden biri: Mus'âb İbnu Umeyr (radıyallahu anh)'dir. İslâm'dan önce
bolluk içinde olduğu halde, Müslüman olunca, ailesi onu evlatlıktan çıkarıp,
her türlü maddî destekten mahrum bırakmıştı. Büyük maddî sıkıntılara rağmen
İslâm için hizmet verirken Uhud'da şehid düştüğü zaman, vücudunu örtecek kefen
bile bulunamadı. Elbisesi ile baş tarafı örtülünce ayak tarafı açık kalmıştı, ayakları kuru otlarla örtülerek
mezara kondu.
Hadiste geçen bina yapmanın keraheti meselesine
gelince, âlimler bu konularda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. İhtiyaçtan
fazla, gösteriş için yapıldığı takdirde mekruh olduğunda ittifak ederler.
Aksine, zaruri ihtiyacı karşılayan mesken inşaatının mekruh olmayacağında da
ittifak ederler. Ancak bazıları bu durumda harcanan için ne sevap ne günah
yoktur demişse de, sevab olacağını ifade eden âlimlerimiz de vardır. Aslolan
ikinci görüş olmalıdır.[4]
ـ4ـ
وعن أنس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسولُ
للّه #
النَّفَقَةُ
كُلُّهَا في
سَبِيلِ اللّهِ
إَّ الْبِنَاءَ
فََ خَيْرَ
فِيهِ[. أخرجه
الترمذى .
4. (404)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Nafaka için harcananın hepsi Allah yolunda
harcanmış gibidir, bina için harcanan müstesna, bunda hayır yoktur."[5]
ـ5ـ
وعنه رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قالَ:
]خَرَجَ رسولُ
اللّه #
يَوْماً
وَنَحْنُ
مَعَهُ فَرأى
قبَّةً
مُشْرِفَةً.
فقالَ مَا
هذِهِ؟ قِيلَ
لِفُنٍ
رَجُلٍ مِنَ
ا‘نْصَارِ.
فسكَتْ وَحَمَلَهَا
في نَفْسِهِ
حَتَّى جَاءَ
صَاحِبُهَا
فَسَلَّمَ
عَلَيْهِ في
النَّاسِ
فَأعْرَضَ
عَنْهُ
فَصَنَعَ
ذلكَ
مِرَاراً حتى
عَرَفَ
الرَّجُلُ
الْغَضَبَ
فِيهِ
وَا“عْراضَ عَنْهُ
فَشَكَا ذلكَ
إلى
أصْحَابِهِ
فقالَ وَاللّهِ
إنِّى َنْكُر
نَظَرَ رسول
اللّه #، مَا
أدْرِى مَا
حَدَثَ
فِيَّ؛
فقالوا:
خَرَجَ فَرَأى
قبَّتَكَ
فقالَ: لِمَنْ
هذهِ؟ فأخْبَرْنَاهُ
فَرَجَعَ
الرَّجُلُ
إلى
الْقُبَّةِ
فَهَدَمَهَا
حتَّى
سَوَّاهَا
بِا‘رْضِ.
فَخَرجَ رسولُ
اللّه # ذَاتَ
يَوْمٍ
فَلَمْ
يَرَهَا فقالَ:
مَا فَعَلَتِ
القُبَّةُ؟
فَحَدَّثُوهُ
بِمَا كَانَ
مِنْ
صَاحِبها.
فقالَ رسولُ اللّه
#: أمَا إنَّ
كُلَّ
بِنَاءٍ
وَبَالٌ عَلَى
صَاحِبِه إَّ
مَاَ إَّ
مَاَ.
يُعْنِى: مَا
بدّ منه[.
أخرجه أبو
داود .
5. (405)- Yine, Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yanında biz olduğumuz halde (gezintiye)
çıktı. Derken, etrafındaki binalara rağmen (daha yüksek olduğu için) sivrilen
bir kubbe görmüştü:
"Bu da ne?" diye sordu.
"Ensardan falancaya ait" dendi. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) sükut buyurdu, ancak binaya karşı içinden hoşnutsuz
olmuştu. Bir müddet sonra, sahibi geldi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e cemaatin içinde selam verdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
yüzünü çevirdi ve selamını almadı. Tekrar tekrar selam verdi ise de aynı
şekilde davranarak selamını almadı. Adam anladı ki Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) kendisine kızgındır ve yüz çevirmektedir. Durumu arkadaşlarına
açarak:
"Allah'a kasem olsun, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın bakışını iyi bulmuyorum. Hakkımda ne olup bitti, bilemiyorum
da" dedi. Kendisine:
"Gezinirken kubbeni gördü. "Bu
kimin?" dedi. Sana ait olduğunu haber verdik" dediler.
Adam hemen dönüp, kubbesini yıktı, öyle ki yerle bir
etti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir başka gün yine gezintiye çıktı.
Kubbeyi göremeyince:
"Kubbeye ne oldu?" diye sordu.
Kubbe sâhibiyle olup biten gelişmeler haber verildi.
Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
"Bilin ki, zaruri olmayan her bina, sahibine
bir vebaldir" buyurdu.[6]
ـ6ـ
وعن
عبداللّهِ بن
عمرو بن العاص
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُما قال:
]مَرَّ بِىَ
رسولُ اللّه # وَأنَا
أطَيِّنُ
حَائِطاً لِى مِنْ
خُصٍّ. فقالَ
ما هذَا يَا
عَبْدَاللّهِ؟
فقُلْتُ
حَائِطاً
أصْلِحُهُ.
فقالَ: ا‘مْرُ أيْسَرُ
مِنْ ذَلِكَ،
وفي رواية:
مَا أرَى ا‘مْرَ
إَّ أعْجَلَ
مِنْ ذلِكَ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذى
وصححه »الحصچ
القصب .
6. (406)- Abdullah İbnu Amr İbni'l-Âs (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Ben, ahşab evimi tamir için çamurlamakla meşguldüm. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bana uğradı ve:
"Bu da ne Ey Abdullah?" buyurdu. Ben:
"Evin tamiriyle meşgulüm" dedim.
"Ölüm(ün gelmesi) ve bu ev(in yıkılmasın)dan
daha çabuktur" buyurdu.
Bir rivayette: "Ben emr-i Hakk'ın gelmesini
bun(un yıkılmasın)dan daha çabuk görüyorum" buyurmuştur.[7]
ـ7ـ
وعن دكين بن
سعيد المزنى
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قال: ]أتيْنَا
رسولَ اللّه #
سألْنَاهُ الطّعَامَ
فقالَ: يَا
عُمَرُ
اذْهَبْ
فأعْطِهِمْ؛
فارْتَقَى
بِنَا إلى
عُلِّيّةٍ
فأخْرََجَ
الْمِفْتاحَ
مِنْ
حُجْرَتِهِ
فَفَتَحَ[.
أخرجه أبو داود.
7. (407)- Dükeyn İbnu Sâid el-Müzenî (radıyallahu anh)
anlatıyor; "Yiyecek istemek üzere Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
uğradık. Hz. Ömer (radıyallahu anh)'e seslenerek:
"Ey Ömer git, istediklerini ver" emretti. Hz. Ömer bizi bir
odaya çıkardı. Hücresinden anahtarı çıkardı ve kapıyı açtı."[8]
ـ8ـ
وعن أبى هريرة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
#: إذَا
تَشَاجَرْتُمْ
في الطَّريقِ
فَاجْعَلُوهُ
سَبْعَةَ
أذْرُعٍ[.
أخرجه الخمسة
إ النسائى .
8. (408)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Yol hususunda ihtilaf ederseniz genişliğini
yedi zira' yapın."[9]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
şehircilik meseleleriyle de meşgul olması bakımından ehemmiyetlidir. Yeri
geldikçe görüleceği üzere belediyeleri ilgilendiren çeşitli meselelerle
ilgilenmiştir.
Âlimler, yolla ilgili bir rivayeti açıklarken,
hadisten maksadın yolun genişliğini bu rakamla tahdid etmek olmadığını belirtirler. Bu rakamın daha çok herkesin
gelip geçtiği ana yollarla ilgili olduğu, tâli ve hususî yolların, ihtiyacı
görecek genişlikte olabileceği gibi, ana yolların daha da geniş olabileceği
belirtilir.[10]
Kitabımızın meskenle ilgili bölümünde, gördüğümüz
üzere, sekiz aded hadis yer almıştır. Halbuki Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'den meskenle ilgili yüzlerce hadis vârid olmuştur.
Öte yandan mesken aslî ihtiyaçlarımızdan biridir ve
hayatımızın çoğu meskende geçmektedir. Mesken içtimâî, kültürel, terbiyevî çok
yönü olan medenî bir müessesedir. Bilhassa günümüzde mesken, teknik ve
mühendislik yönleri bir tarafa, sadece
içtimâî yönüyle müstakil bir araştırma konusu olmuştur. Mesken Sosyolojisi
denen bu yeni dalı, her hayvanın ayrı bir yuvası olduğu gibi her inanç
sisteminin, her kültür ünitesinin kendisine has bir meskeni olduğunu
söylemektedir.[11]
Terbliye meselesinde mühim bir husus, meskendir.
İnsanoğlunun, yarı ömründen fazlasını içerisinde geçirdiği mesken, tek zâviyeden değil, pek çok
zâviyelerden ehemmiyet taşır. Kur'ân-ı Kerim'de geçmiş ümmetlerin, gerek güç
ve haşmetleri ve gerekse zulüm ve
fesâdları ile meskenleri arasında bir ilgi kurulmakta, meskenlerinin ahvâli
üzerine durulup ibret almaya teşvik edilmektedir.
Şu âyet Sebe' kavminin ulaştığı haşmetin
meskenlerinde okunduğunu söyler:
"Gerçekten (Yemen'de yaşamış olan) Sebe' kavmi
için meskenlerinde bir âyet vardı. Sağ ve soldan iki taraflı bahçeler
(...)"
(Sebe': 34/15).
Keza Semûd kaminin
kudretini tasvîr zımnında:
"Vâdilerde kayaları oyarak" ev ve şehir kurdukları
belirtilir (Fecr: 89/8-9). Şu âyete de zulmün, neticede medeniyetleri yıkıp,
evleri virâneye çevireceği bildirilir, virâneler üzerinde tefekkür ve
araştırmaya sevkedilir: "İşte zulümleri yüzünden çökmüş, ıpıssız kalmış
evleri (nin enkâzı). Şüphe yok ki bilecek bir kavm için bunda (ibret verici)
bir nişâne vardır," (Neml: 27/52).
Şu âyette de maddî medeniyette ulaşılacak ileri bir
seviye, meskenlerin alacağı şa'şaa ile tasvir edilmekten başka, bu şa'şaa
karşısında insanların kültürel değişikliğe uğrayıp bozulacaklarına da işaret
edilmektedir:
"Eğer bütün insanlar (küfre imrenecek), bir tek
ümmet hâline gelmeyecek olsalardı o çok esirgeyen (Allah)'a küfreden kimselerin
evlerinin tavanlarını, üstünden çıkacakları merdivenleri, odalarının
kapılarını, üzerine yaslanacakları tahtları hep gümüşten yapardık. Onların bu
eşyalarını altın yaldızlı ve işlemeli kılardık. Bunların hepsi, ancak dünya
hayatının geçici menfaatleridir." (Zuhruf: 43/33-35).
Bu âyetlerde temas edilen beşer-mesken
münâsebetleri, günümüzde müstakil bir ilim dalı olarak inceleme konusu hâlini
almış durumdadır. Mesken Sosyolojisi dediğimiz bu yeni disiplinin mensubları,
araştırmalar ilerledikçe, tecrübi ilimlere has, objektif, her tarafta geçerli
kanunlara ulaşacaklarını söylemektedirler.
Bugüne kadar yapılan araştırma ve katedilen
mesafelere dayanarak şimdiden kesin bir dille meskeni "belli bir
medeniyette kültürün bir tezâhürü", "cemiyetin arz üzerine vurulmuş
bir mührü, bir damgası" olarak tavsîf etmektedirler. Onlara göre, bu
damgada, o cemiyetin mânevî durumu, iktisâdî durumu, mâruz kaldığı
"çeşitli problemleri ve müşkilleri" okunabilir.
Dilimizde kısaca aslan yatağından belli olur diye
ifâde edilen fikre, ilmî ve daha şümûllü bir hüviyet verilerek "Ferd...
Cemiyet... Ve hattâ medeniyet yatağından bellidir" denecek kadar ileri
gidilerek bir cemiyetin kültürü ile meskeni arasında tefrîki gayr-ı kaabil bir
birlik ve berâberlikten ittifakla söz edilmiştir. Neticede ferdin oturduğu
meskenin kendi kültürüne uygun olması gerektiği, aksi takdirde ya meskende bâzı
tadilatlar yaparak sâkinin onu kendisine uyduracağı, yahut meskenin, içinde
oturan kimsenin duygu, düşünce, telakkî ve davranışlarında (yani kültüründe)
bazı değişiklikler husûle getirerek kendine uyduracağı ileri sürülmüştür. Bu
husûsun kesinliği, meselenin uzmanlarına: "Meskenlerimizi biz yaptığımızı
zannederiz, aslında bizi yapan meskenlerimizdir" dedirtmiştir. Aynı fikir,
bazan da tıpkı cemiyetin, alt yapı (enfrastructure) denen ekonomik durumuna
tabi olarak üst yapı (süperstructure) denen din, hukuk, siyâset vs.nin
değişeceğini iddia edenlere paralel bir üslûbla: "Mesken ve lojmanı, devâm
edecek bir değişikliğe tâbi tutmak, ancak ve ancak, âile ve cemiyeti
değiştirmekle mümkündür" şeklinde ifâde edilmiştir. Ciddi bir terbiye
sonucu kültür, teknik ve iktisâdî hayatta husûle gelecek bir değişiklikle
meskenin de kendiliğinden değişeceği böylece ifâde edilmiştir.
Şüphesiz bu ifâdeler inkârı zor olan bir gerçeği
dile getirmektedirler. İbtidâîlerin meskenleriyle yüksek bir teknik seviyeye
ulaşan ileri bir milletin inşaatlarını nazara alacak olsak söyleneni te'yîd
eden müşâhedelere varırız.
Şu hâlde, sâdece soğuk-sıcak ve emniyetsizliklere
karşı ferdin ilticâ yeri olmakla kalmayan, aynı zamanda kültür ve mânevî
değerlerin de bir melcei durumunda olan meskenin sünnetteki yeri nedir? Terbiye
bir yönüyle cemiyetin kültürünü ferde aktarmak, diğer bir yönüyle de ferdin
dünyâ ve âhiret saâdetini te'mînde ona yardımcı olmak olduğuna göre, kendisini
bir muallim ve bir mürebbi olarak takdim eden dünyâ ve âhiret saâdetinin
yollarını gösteren Hz. Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm), insanoğlunun
hayatında bu kadar ehemmiyetli bir yer tutan meskene nasıl bir nazar atfetmiş,
getirdiği sistem için nasıl bir meskeni uygun bulmuştur? Bunları bilmekte mevzûmuz için fayda ve belki de
zarûret vardır. Nitekim, geçmişte ciddi şekilde kaleme alınmış sistematik
terbiye ve ahlâk kitaplarımızın çoğunda meskenle ilgili bölümlere de rastlamaktayız.
Buralarda ittifakla meskenin aslî ihtiyâçlardan biri olduğu belirtilir. Meselâ
Kınalızâde, evi: "İnsanların bekâyı nesil için muhtaç oldukları beş esâsı
(anne, baba, evlad, hâdim ve gıda) muhâfazaya mahsûs mahal ve me'vâ"
olarak târîf ettikten sonra bunun, taştan, yünden, deriden vs. olabileceğini
söyler. Ahlâk-ı Hâmide de: "İndelhâce alıp kullanmak üzere havâic-i
asliyesini hıfzetmek üzere yerler tedârikini" insanı hayvandan ayıran
vasıflardan biri olarak kaydeder. Kârî, mesken inşaatına başlarken "Sıcak
ve soğuktan korunmakla birlikte, içerisinde ibâdet yapmaya da (taabbüd) niyet
etmeli" der. Bu kitabların bir kısmında bâzan inşaatta kullanılacak
malzeme ve tâkip edilecek inşaat usûlüne kadar inen -yapıcı tekniğiyle ilgili-
bâzı teferruâta da rastlandığı hâlde, terbiye için asıl mühim olan plân
meselesine, meskenin diğer te'sîslerle olan münâsebetlerine, hıfzu's-sıhha
şartlarına vs. aynı ağırlıkta ve yeterince rastlanamaz. Meselâ geniş olması,
yüksek olmaması gerektiği söylenir ama tatmîn edici açıklamaya yer verilmez.
Halbuki terbiyenin mahalli olarak mesken, bilhassa taşıdığı plân ve beşerî
ihtiyâçlara uygunluğu ile büyük ehemmiyet taşır. Hele, meskeni tek başına ele
almak son derece noksan bir davranış olur.
Öte yandan Kur'ân ve sünnette meskenin terbiyevî
yönüyle alâkalı bir hayli teferruât yer aldığı gibi, diğer te'sislerle olan
ilgisine de dikkat çekilmektedir. Bilhassa sünnette meskene geniş yer
verildiğini görürüz. Mükerrer rivayetlerde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm), meskeni, kişinin saâdeti için şart olan üç ana unsurdan biri olarak
tavsîf eder: "Kişinin saâdeti üç şeye bağlıdır: "Sâliha kadın, sâlih
mesken, iyi binek." Burada teleffuz edilen "sâlih"lik vasfı
oldukça mutlak bir ifâdedir. Az sonra belirteceğimiz gibi, bâzı hadislerde
"sâlih" olmanın şartları"
arasında bilhassa genişlik, komşularının iyiliği, camiye yakınlık vs.
bâzı vasıflar daha belirtilmişse de her devrin değişen şart ve gelişen
telakkîlerine göre ilâve edilecek başka vasıflara, aranacak başka hususiyetlere
açıktır.
Hülâsa, biz burada Hz.Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in meskenle ilgili olarak tebliğ ettiği tâlimâtı inceleyeceğiz. Temâs
edilecek meseleler iki ana başlık altında toplanacaktır.
1. Mikro Plânda Mesken: Bu kısımda meskeni tek
başına ele alıp sünnette beyân edilen vasıfların ve kısımlarını belirtip,
İslâm'ın ideal mesken plânını ana hatlarıyla ortaya koymaya, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in mesken siyâsetini açıklamaya çalışacağız.
2. Makro Plânda Mesken: Bu kısımda ise meskeni
şehir bütününün bir parçası olarak ele alıp, meskenin bir nevi hârice uzantısı
olan ve tamamlayıcı durumunda bulunan diğer içtimâî te'sîslerle olan münâsebeti
üzerinde duracağız[12].[13]
Terbiye nokta-i nazarından mesken ele alınınca,
birinci plânda karşımıza çıkan, meskenin müstakil bir ünite olarak taşıması
gereken vasıflarıdır. Bir başka deyişle bir meskenin sâkinini mes'ûd edebilmesi için hâiz olması gereken
vasıflar nelerdir? Genişliği, odalarının
sayısı, mefrûşât, dekor vs. nasıl olmalıdır? Bu meselelerde Sünnet'in tavsiye
ettiği ölçüler var mıdır, varsa nelerdir? Şu hâlde biz burada, bu husûsları
belirtmeye çalışacağız ve önce bunlardan en mühimmi olan genişlikten söz edeceğiz.[14]
Sünnetin beyânında meskenin geniş olması kaçınılmaz,
vazgeçilmez bir vasıftır. "Sâlih Mesken" in evsâfını belirten çeşitli
hadislerde, genişlik her seferinde birinci şart olarak tekrâr edilmiştir.
Bundan maksadın (istifâde edilen) odaların (merâfık) sayıca çokluğu olduğu
ayrıca tasrih edilmiştir.
Sünnette meskenin genişliği üzerinde ısrarla
durulduğunu te'yîd eden rivayetler çoktur. Kurtuluşun nasıl olacağını soran
Ukbetu'bnu Âmir'e Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Diline hâkim ol, evini genişlet, hatâlarına da
ağla (tevbe et)" cevabını verir. Sevbân'ın rivayetinde bu mânâ: "Lisânına hâkim
olan, evini genişleten ve hatasına ağlayana ne mutlu" şeklinde ifâde
edilmiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in: "Yâ Rabbî!
Günâhımı affet, evimi genişlet, rızkımı mubârek kıl" diye dua ettiği
de rivayetler arasındadır.
Bir kısım rivayetlerde evin genişliği, evin uğuru
olarak ifâde edildiği gibi, darlığı da uğursuzluğu olarak ifâde edilmiş[15]
ve darlık kişiyi şekâvete (bedbahtlık) atan, üç âmilden biri olarak
zikredilmiştir:
"Âdemoğlunun şekâveti üç şeydendir: "Kötü
hanım, kötü mesken ve kötü binek (...)". Meskenin kötülüğünden Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in darlığını kastettiğini Hâkim'in bir tahricinde
görmekteyiz:
"(...) Meskenin kötülüğü darlığıdır (yâni, istifade edilen) bölümlerinin azlığı." İbnu Hacer'in Taberânî'ye atfen zikrettiği bir vecihte, bu darlık, "bölümlerinin azlığı" şeklinde değil "sâhasının darlığı" şeklinde ifâde edilmiştir.
Bâzı rivayetlerde, Hicreti müteâkip bir kısım
muhâcir kadınların, ev darlığından şikâyet etmeleri üzerine, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in bu mesele ile ciddiyetle ilgilendiğini görürüz.
Önce, Muhâcirler'i Ensar'ın evlerine yerleştirmiş, (bilâhere de) Medine'de ev
inşâ etmeleri için arsa taksîm etmiştir. Kendilerine arsa verilenlerden bir
çoğunun ismini zikreden ve arsaların yerleriyle ilgili rivayetleri de zikreden
es-Semhûdî, mezkûr arsaların büyük ekseriyetinin Mescid-i Nebevî etrafında yer
aldığını ilâve eder.
Kötü meskenin başlıca vasfının darlık olduğu
belirtilmiş olmakla berâber, bâzı rivayetlerde "komşusunun kötülüğü",
"ezân ve kaamet işitilmeyecek derecede mescide uzaklığı" da
zikredilmiştir. Gürânî, bunlara "havasının kötü olmasını" da ilâve
eder.
Diğer bâzı rivayetler bize sünnetin oturulan meskenden hoşlanılmasını istediğini, hoşlanılmayan meskenin -hoşlanılacak şekle sokulmasını, mümkün olmuyorsa- terkedilmesini emrettiğini göstermektedir. Hz. Enes (radıyallahu anh)'in rivayet ettiğine göre (yeni yerleştiği evi uğursuz addederek) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e gelip: "Ya Resûlallâh! Biz bir evde idik, orada sayıca kalabalık, malca zengindik, bir başka eve geçtik, bu yeni yerde sayımız da azaldı, malımız da, (ne yapmamızı söylersin?)" diyen bir kimseye -ki, bu Muvattâ'nın rivayetinde kadındır-: "Orayı zemim olarak (kabûl edin ve) terkedin" der. Hattâbî, buraya terk emrini, orada bizâtihi uğursuzluk olduğu için değil, ev ve mesken sebebiyle kendilerine uğursuzluk geldiğine dâir içlerinde doğan vehmi izâle etmek için verdiğini belirtir.
Aynı şekilde ikamet etmekte oldukları yerin,
şiddetli vebâ vakalarına sahne olduğundan şikâyet eden bir (Yemenliye) de:
"Oraya gitmekten vazgeç, zira hastalığın bulaşması kırıma sebep olur"
der. Kezâ evinin darlığından şikâyet eden Hâlid İbnu Velîd'e de: "Binâyı
göğe yükselt ve Allah'tan (fiilî olarak) genişlik taleb et" der.
Bu rivayetlerden evin gerek kapladığı mesâha ve
gerekse oda sayısı yönünden geniş olması gerektiği anlaşılmakla berâber ne
mesâha ne de oda sayısı yönüyle bir rakama rastlanmamaktadır. Bunun sebebini,
ailenin sâbit olmayan hacmi ile izâh edebiliriz. Zîra aileler nüfusça kalabalık
olabileceği gibi karı-kocadan müteşekkil iki kişi de olabilir. Binâenaleyh ev
için sünnetçe tesbît edilecek kesin bir rakam olamazdı.[16]
Bir meskenin nasıl olması husûsunda bâzı umûmî
bilgileri verdikten sonra nassî ifâdelere dayanarak, acaba bu evin bütün
kısımlarına şâmil kaba bir plân mümkün mü? diye bir sual akla gelebilir. Esâsen
bu husûs bizzat Kur'ân-ı Kerîm'de işlenmiş olan bir mevzûdur. Orada bir
Müslüman ailesinin oturması gereken asgarî ölçüleri havi normal bir evin plânı
bize verilmektedir. Kur'ân'daki bu bilgilere sünnetten bâzı detaylar da ilâve
edilince İslâm terbiyesine ve İslâm dünya görüşüne uygun ev plânı kolayca
çıkmaktadır.
Daha önce de belirtildiği gibi meskenin ebâdı herşeyden
önce ailenin hacmine bağlıdır. Kur'ân'ın derpîş ettiği aile, günümüz
sosyolojisinde nükleer (çekirdek) aile denen, anne-baba, çocuklar (ve
hizmetçi)'den müteşekkil sınırları oldukça mahdût bir aile tipidir. Diğer yakın
akrabaların herbirinin evleri ayrı, sofraları ayrı olacaktır. Biz bunu şu
âyetten anlamaktayız:
"Size göre de (gerek) kendi evlerinizden, gerek
babalarınızın evlerinden, gerek annelerinizin evlerinden, gerek
bîraderlerinizin evlerinden, gerek kızkardeşlerinizin evlerinden, gerek
amcalarınızın evlerinden, gerek halalarınızın evlerinden, gerek dayılarınızın
evlerinden, gerek teyzelerinizin evlerinden gerek (başkasına ait olup da)
anahtarlarına mâlik (ve hazinedârı) bulunduğunuz (evler)den, yâhut da sâdık
dostlar (ın evlerinden) yemenizde de (bir hareç yoktur). Hep bir arada toplu
olarak da, dağınık olarak da yemenizde dahi hareç yok (...)" (Nur: 24/61).
Âyetin sonunda berâber olmaya da cevaz vermekle
birlikte esas olan ayrılmaktır.
Şu âyetten çocuk veya hizmetçi bulunan bir evde en
az iki odanın bulunması gerektiğini, günün (istirâhate tahsîs edilen) belli
saatlerinde aynı odada kalmayıp ayrı ayrı odalara geçmek icâbettiğini
anlıyoruz:
"Ey iman edenler, sağ elinizin mâlik olduğu
(köle ve cariyeler), bir de sizden olup da henüz bülûğ çağına girmemiş
(küçük)ler, (şu) üç vakitte, sabah namazından önce, öğle sıcağından elbisenizi
çıkaracağınız zaman, bir de yatsı namazından sonra (odanıza girecek olurlarsa)
sizden izin istesin(ler). Bu üç (vakit) sizin için avret (ve halvet
vakitleri)dir. Bunlardan sonra ise birbirinizi dolaşmanızda ne sizin üzerinize,
ne de onların üzerine bir vebâl yoktur. Allah âyetleri size böyle açıklar
(...). Sizden olan (hür) çocuklar büluğ çağına ulaştığı zaman kendilerinden
evvelkilerin izin istediği gibi izin istesinler (...)" (Nûr: 24/58-59).
İbnu Abbâs âyetin iniş sebebini beyân zımnında o
vakitte evlerde perde olmadığını, erkek hanımı üzerinde iken "hâdim veyâ
çocuk veya evde bulunan yetime"nin âniden çıkageldiklerini, bunun üzerine
âyetin perdeyi emrettiğini bildirir. İbnu Kesîr, âyetin muhkem ve gayrı mensûh
olmasına rağmen insanların bununla amele pek riayet etmedikleri için İbnu
Abbâs'ın hayıflandığını kaydeder.
Şu hâlde bir Müslüman'ın evi, birbirine kapı ile
geçilen asgarî iki bölme olmalıdır. Bölmeler ahşap kapı veyâ bez perde ile
mutlaka ayrılmalıdır.
Diğer taraftan sünnet yedi yaşından itibâren
çocukların yataklarının ayrılmasını emretmektedir. Bu ayırma keyfiyeti, hadiste
oldukça mübhemdir. Henüz bülûğa ermeyenler için yataklarının aynı oda
içerisinde ayrılması anlaşılsa bile bülûğa erdikten sonra odaların da
ayrılması, bilhassa erkek ve kız çocuklarının odalarının ayrılması, terbiye
için daha muvâfık gözükmektedir. Hadîsten bu mânayı çıkarmaya mâni bir sarâhat
de gözükmüyor.
Şu hâlde bu durumda asgarî oda sayısının üç olması
gerekmektedir:
1- Ebeveyn odası,
2- Kız çocukları için bir oda,
3- Erkek çocukları için bir oda.
Sünnet açısından bir Müslüman, misâfiri de nazara
almak zorundadır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Allah’a ve
âhiret gününe inanan (...) misâfirine ikrâm etsin." "Her şeyin bir
zekâtı vardır, evin zekâtı da ziyâfettir", gibi çeşitli beyânlarıyla
evlerde misâfir ağırlamaya, onlara hizmet, yemek v.s. yollarla ikramda
bulunmaya teşvîk etmiştir. Hattâ "Bir gün ve bir gece evde kalması, misâfirin
kesinlikle hakkı" olarak beyân edildikten başka misâfirliğin üç gün
olduğu teyid edilir. Evi planlarken misâfir unsurunun behemahal nazar-ı itibâra
alınması gerektiğini te'yîd eden bir diğer hadis de yatak sayısı ile ilgili
olarak gelmiştir: "Bir kimsenin evinde üç yatak bulunmalıdır: Biri
erkek için, biri hanım için, biri de misâfir için, dördüncüsü ise şeytana
aittir." Anlaşılacağı üzere buradan asıl maksat evde bulunması gereken
yatak sayısını bildirmek değildir. Nitekim çocukların yatağından bahsedilmiyor.
Hadîs, karı ile kocanın ayrı ayrı yatağı (ve hattâ odaları) olabilir mi gibi
bir tereddüt ve suale "evet" diyor, bir de ihmâli mümkün olan misâfir
yatağı (ve konması gereken odayı) hatırlatıyor. "Dördüncüsü şeytana aittir"
tâbiri ise, şârihlerin belirttiği gibi, "ihtiyaçtan fazla, gösteriş ve
övünmeklik için isrâf olarak alınan ev eşyâsına şâmilir." Nitekim İbnu
Zübeyr, zevcesinin yanında üç yatak görünce: "Biri bana, biri de zevceme
ait, üçüncüsü ise şeytana aittir, çıkarın onu" der ve misâfir yatağını
sözkonusu bile etmez.
Tatbikatta, bir evi plânlarken ilk Müslümanların bu
husûsu nazara almış olacağını teyîd eden
son bir delîlimiz Şir'atu'l-İslâm'da yer eden şu cümledir: "Binâ
ile ilgili sünnetlerden biri de (...) evde ziyâfet için bir odanın (misâfir
odası) inşâsıdır; zira hadiste: "Her şey için bir zekât vardır, evin
zekâtı da (evde verilcek) ziyâfettir" buyrulmuştur.
Bunlardan başka, Kur'ân-ı Kerîm yaşlanan anne ve
babalara da bakılmasını emreder ki, mesken inşâsında nazara alınması gereken
bir başka durum olmaktadır.
Şu hâlde asgarî iki oda olması gereken Müslüman
evinin âzamî oda sayısı için bir hudûd konmamış, ihtiyâca ve maddî imkâna göre
Müslümanların insiyâtifine bırakılmış, ancak daha önce de belirttiğimiz gibi
gerek kapladığı sâha ve gerekse oda sayısı itibârıyla geniş olması, yani az
sonra belirteceğimiz seyyaliyete imkân tanıması tavsiye edilmiştir.
Burada ev plânına dâhil edilmesi gereken diğer bir
unsur evin avlusudur. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in şahsî evinin
plânından bahsederken görüleceği üzere avlu evin ayrılmaz bir parçasıdır. Evin
şartlarından bahseden bir çok rivayetlerde avlunun da behemahâl söz konusu
edildiğini görürüz. Bu durum Müslümanlar'a: "Finâyı hâne'yi hânenin
müştemilâtından" telâkkî ettirmiş,
yakın zamana kadar şehirlerde bile evlerin bahçeli olarak inşâ edilmesini
netice vermiştir. Ancak zamanımızın şartları, bilhassa büyük şehirlerde,
avlu veya bahçe mefhumunu unutturmak istikâmetinde gelişmektedir.[17]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in evi beher
kenarı takrîben 100 zira' olan kare bir avlu etrafında sıralanan dokuz adet
hücreden müteşekkildi. Bunlardan iki adedi Mescid-i Nebevî'nin inşâsı sırasında
yapılmış, diğerleri ihtiyaç hasıl oldukça bilâhare ilâve edilmiştir. Bu, bir
avlu etrafında dışarı kapalı, hepsi avluya açılan odalardan müteşekkil ev tipi,
"Halen Mısır, Suriye, Mezopotamya ve Arabistan Yarımadası'nın şehirlerinde
ikâmetgâh olarak kullanılmakta olan" ev tiplerine benzemektedir. Rivâyetler,
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hücrelerinin takrîben 10x10 zira'
ebâdında kare şeklinde, duvarlarının da 7 veya 8 zira' boyunda olduğunu haber
verir. Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nin hücresi ile ilgili tafsîlâta göre kapısı
dikenli ardıç (sâc) veyâ ur'ur (denen, Hindistan'da yetişen, abanoz ve çınara
benzetilen bir ağaç)dandır. Tek kanatlıdır ve Şam cihetine bakmaktadır. Bâzı
rivayetler bu hücreye ikindi güneşinin vurduğunu da kaydederler.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in meskeninin
plân ve şümûlü husûsunda Kettânî oldukça mübâlağalı bir tasvîr ve tahminde
bulunur. Delîle dayanmadığı için burada zikretmeyi uygun bulmadık.
Müteahhir kitaplarda, inşâ edilecek bir binada
odanın yüksekliği için verilen: "Sünnette bu, mikdâru'lkifâye (yeterli
miktar)dır, bu da altı zirâdır", ölçüsü buradan alınmış olabilir. Odanın
genişliği hususundaki "mikdâru'lkifâye" için "içinde oturanların
durumuna bağlı olarak değişir" denmektedir.[18]
Anlaşıldığı üzere, evin muhtaç olunan hacmi ve
odalarının sayısı, her an değişmesi muhtemel olan ihtiyâca göre farklı
olacaktır. Halbuki inşaat bir defa yapılır ve sâbittir. Bu durumda âilenin
ilerde muhtemelen alacağı en büyük vüsati nazarı itibâra alarak mı plân
yapmalı? Halbuki çocukların büyüdükten sonra evlenip ayrılmaları, âilenin
hacmini tekrar düşürecektir. Her hâl u kârda sünnette bu meseleyle de ilgili
bâzı rivayetlere rastlamaktayız ve bunlardan evin elastikî bir plâna sahib
olması gerektiği sonucunu çıkarmaktayız. Mezkûr rivayetlerden bâzıları Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in, evin içerisinde, bir köşede, büluğa ermiş kızların
kalması için "hıdr" denen bir çadır kurduğunu haber verir. Hattâ
evlendireceği zaman çadırın önüne oturur ve: "Falanca, falancayı (kızın ve
erkeğin ismini söyleyerek) istiyor", der eğer içerideki sükût ederse onu
isteyenle evlendirirdi, istemediği takdirde vururdu ve Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) de istemediğini anlayarak ona vermezdi, denir.
Diğer bâzı rivayetlerden de Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in bir hasırı olduğunu, gündüzleyin bunu (üzerine
oturmak üzere) yaydığını, geceleyin de onunla (evin içerisine kendisi ile
başkaları arasında perde olmak üzere) bölme yaptığını öğrenmekteyiz. Zeyd İbnu
Sâbit (radıyallahu anh)'ten gelen rivayette, hasırla bölme işinin mescidde
yapıldığı tasrîh edilir. Ancak bu, evde de yapılmış olduğunu nefyetmez. Hz.
Aişe (radıyallahu anhâ)'den Müsned'de tahrîc edilen rivayette aynen şöyle
denir: "Bizim bir hasırımız vardı. Onu gündüzleri yayar, geceleri de
(onunla) hücre yapardık (...)."
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
hücrelerinde çadır kurup, bölme yaptığına delâlet eden daha sarîh başka
rivayetler de mevcuttur. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in âzadlı
cariyelerden Ruzeyne (radıyallahu anhâ)'nin rivayetine göre, "Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ)'nin hücresinde (ihtiyaç halinde) içerisine girilerek
saklanılan, hurma dallarından (sa'af) örülmüş bir çadır vardı." İçerisine
toz, toprak ve örümcek ağının bulunduğuna dâir gelen sarahat nazarı itibâra
alınacak olursa bunun pek sık kullanılmadığı anlaşılmaktadır.
Hülâsa, muhtelif rivayetler nazara alınınca Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hücrelerinde, mahremiyyet v.s.
maksadlarla perde germek, küçük çapta çadır kurmak gibi çeşitli tedbirlere
tevessül ederek evi genişletme imkânları aradığı ve evin de bu çeşit
teşebbüslere imkân verecek durumda olduğu anlaşılmaktadır.
Burada son olarak şu
noktayı da belirtelim ki Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in evi
zevcelerinden her birine birer oda isâbet edecek şekilde idi. Üstelik, daha
önce başka vesîlelerle de belirttiğimiz üzere, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in çocukları yanında kalmıyorlardı. Zâten Medîne'de iken, sâdece
Mısırlı câriyesi, Mâriye (radıyallahu anhâ)'den çocukları olmuştu. O da diğer
zevceleri gibi mescidin yanındaki hücrelerden birinde değil, ayrı bir yerde
kalıyordu. Nitekim daha önceki bahislerimizde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in süt annesi (radıyallahu anhâ)'nde olan çocuğu için sık sık
ziyârete gittiğini de zikretmiştik.[19]
Evin mutfak, helâ, gusülhâne.. gibi sâbit
unsurlarına gelince, bunlardan bir kısmının eskiden beri bütün evlerde mevcut
olmasına rağmen bir kısmının İslâmî kültür ve terbiyenin bir icâbı olarak
sonradan ilâve edildiği anlaşılmaktadır ki bu durum, mesken sosyolojisine
"meskeni kültürün arz üzerine vurulmuş bir damgası kabûl edip, evdeki her
bir inşâî unsurun, içerisinde yaşayanların kültüründe mevcut zevk, inanç ve
alışkanlıklarına tekâbül ettiği" fikrini savunanları te'yîd etmektedir.
Komşularından biriyle müşterek olan fırın, bâzı kereler -maddî darlık
sebebiyle- iki ay boyunca ateş yakılmadığı bildirilen mutfak, umûmiyetle
evlerin üst kısmında yer alıp, merdivenle çıkıldığı anlaşılan ve müstakil bir
odadan müteşekkil meşrübe, içerisine eşyâ koymak için evin dâhilinde inşâ
edilen ve kapısına perde çekilerek örtülen -ki sofa, raf, duvarda eşyâ koymaya
mahsus oyuk, ışık ve hava için açılan delik (kevve), evin bir kenarında altına
eşyâ koymak için inşâ edilen üzeri örtülü târiflere nazaran bugünkü dîvânı
andıran sâbit hücre-, vs. mânâlarına da gelen sehve, büyük odaların içerisinde
inşâ edilen, küçük çaptaki dar mahdâ, câhiliye devrinde kocası ölen kadınların
mâtem alâmeti olarak bir yıl boyu girdikleri tavanı son derece basık, dar, âdi
hıfş gibi câhiliye evlerinde de bulunan unsurlar istisnâ edilirse, helâ,
gusûlhane, misâfir odası, namazgâh gibi bâzı kısımlar İslâmî kültürün bir icâbı
olarak Müslüman evlerin plânında hemen hemen umûmî bir şekilde yer almıştır.
Ahlâk kitaplarında "binâ husûsundaki sünnetler" meyânında:
"Büyük ve küçük, abdest bozmaya mahsûs bir yer (helâ), abdest ve gusül
için bir yer (gusülhâne), ziyâfet için bir yer (misâfir odası -ki ziyâfet odası
demek daha doğrudur-) zira hadiste vârid oldu ki: "Her şeyin bir zekâtı
vardır, evin zekâtı da ziyâfettir (...)" ifadesine hemen hemen aynı
lâfızlarla yer verilmesi, bu plânın umûmîliğini ifâdeye kâfidir.
İslâmî inancın getirdiği mühim unsurları görelim:[20]
Buhârî, Müslim ve diğer sünnet kitaplarında gelen rivayetlerden, İslâm'dan önceki Arap cemiyetinde, evlerde helâ bulunmadığını anlıyoruz, tıpkı yakın zamana kadar Avrupa evlerinde ve hattâ saraylarda bulunmadığı gibi. İhtiyâcı gelenler kazây-ı hâcet için şehir dışına çıkmaktadır. Bidâyette Hz. peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ve zevceleri de aynı geleneğe uymuşlardır. Ancak kadınların gece karanlığından bilistifâde akşamdan akşama Medîne'nin dışında Menâsı' denen "husûsî yerler"e kazâ'yı hâcet yaptıkları, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in de bu maksatla şehir dışına çıkarak "kimsenin göremiyeceği kadar uzaklaştığı" ve hattâ Muğammis denen ve Mekke'ye üçte iki fersâh mesâfede, (Tâif yolu üzerine bulunan) bir yere kadar gittiği rivayetlerde tasrîh edilir. Bu hal, tesettür âyetinin gelişine kadar devâm etmiş, ancak ondan sonradır ki evlerde helâlar inşâ edilmiştir. Semhûdî'nin kaydettiği bir rivayetten Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nin hücresi ile kızı Fatıma (radıyallahu anhâ)'nın hücresi arasındaki boşlukta yer aldığını anlamaktayız.
Dinin bir vecibesi, evlerde hela ilavesiyle inşaat
planlarını değiştirmekle kalmamış, helanın yönüne de te'sir etmiştir. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den "Kazâyı hâcet ve bevl sırasında
ön ve arkanızı kıbleye çevirmeyin (...)" meâlindeki hadisler Müslüman
evlerde helaların istikametine de yön vermiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) bu kararı verdiği zaman kararını Mekke ahâlisine de duyurmak için
Sehl İbnu Hanif'i husûsi elçi olarak yollamıştır. Rivayetler, Mısır'a ve Şam'a
gelen Müslümanlar'ın orada yönü kıbleye müteveccih olarak eskiden inşa edilmiş
olan helalarda bile imkân nisbetinde bu emre
riayet ettiklerini gösteriyor. Alimler bu yasağın kır gibi etrafı açık
yerler için varid olduğu, kapalı yerler için olmadığı arka tarafın çevrilebileceği,
ön tarafın çevrilemeyeceği, yasağın Kudüs cihetine de (yâni her iki kıbleye de)
râci olduğu hususlarında sünnette gelmiş olan muhtelif rivayetlere dayanarak
münakaşa etmişlerdir. Bundan başka helâlarda su bulundurmak, suya imkân verecek
şekilde inşa etmek gibi hususiyetler, sünnetteki ilgili emirlerden menşelerini
almışlardır.[21]
Helâdan sonra mühim bir unsur banyodur. Az önce
söylediğimiz gibi İslâm'dan önce de varlığı düşünülebilse de İslâmiyet'ten
sonra evlerin vazgeçilmez bir unsuru olmalıdır. Hem abdest almak, hem de gusletmek
için ihtiyaç vardır. Hastalığı sırasında Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in leğen içerisinde yıkandığına dâir rivayet olmakla berâber Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ)'nin Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le birlikte
guslettiğine ve kendisine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in guslünden
soran kardeşine, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın az su ile guslettiğini
göstermek niyetiyle, perde gerisinde, bir sa' su ile yıkandığına dair
rivayetler Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nin hücresinde gusle mahsus hususi bir
mahallin varlığını ifade eder. Nitekim az ilerde, tasvirle ilgili olarak Hz.
Aişe (radıyallahu anhâ)'dan rivayet edilen: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) bir seferden dönmüştü. (O'nun) yokluğu esnâsında üzerinde (kanatlı
at) timsâller(i) bulunan bir durnûku eve (sehve üzerine) asmıştım. Bana onu
indirmemi emretti. İndirdim. Ben ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bir
tek kaptan su alarak yıkanıyorduk" hadisinde Hz. Aişe'nin perdeden söz
ederken hiçbir sebep yokken gusle geçip, ondan söz etmeye başlamasını, Kirmanî
rivayette üzerinde perde çekilen mezkûr sehve'nin gusülhâne (muğtesel)
olabileceği ihtimâli üzerinde durmaktadır. Sehve hakkında ilerde kaydedeceğimiz
tasvirler de bu ihtimâli kuvvetlendirmektedir. Bu durumda Hz. Aişe'nin
hücresinde gusülhane olduğu hükmüne varılabilir. Bunu takviye eden diğer bir
husus az önce temas ettiğimiz Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hasta
iken içerisinde yıkandığı leğenle ilgili: Rivâyette bunun Hz. Hafsa'ya ait
olduğu tasrih edilmektedir. Hz. Aişe'nin odasında bulunan Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) hasta olması sebebiyle gusülhânede yıkanmıyor, daha
kullanışlı olduğu için Hz. Hafsa'nın leğeninde yıkanıyor.[22]
Hadiste dünyevi hayatın şekâvet ve huzursuzluklarının
baş âmillerinden biri olarak gösterilen fenâ mesken, içerisinde yaşayan her
yaştaki sâkinine zararlı olmakla berâber en büyük zararı çocuklara yapmaktadır.
Meskenin çocuğun terbiye ve sıhhatli bir gelişme göstermesindeki ehemmiyetini
ibrâz sadedinde: "Lojmanda baş yeri çocuk almalıdır. Lojman çocuğun
ihtiyaçları nazara alınarak plânlanıp inşâ edilmelidir" denilmektedir.
Günümüz araştırıcıları çocuk ölüm nisbetinin nâmüsâit evlerde müsâit evlere
nazaran daha önde olduğunu tesbit etmiştir. Sağ kalanlar içerisinde de çocuk
suçları işleyerek mahkemelere, çeşitli ruhî ve bedenî marazlarla hastanelere
düşenlerin nisbeti yüksektir.
Bunlardan başka çocuk şahsiyetinin gelişmesinde de
bu dar evlerin menfi rolü büyüktür. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
çocuklarla münâsebetini incelerken çocuğa tam bir hürriyet tanımanın esâs
olduğunu görmüş, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in çocuklara aşırı
sevgi göstermekten başka müdâhaleden de kaçındığını belirtmiş, hele dayağa hiç
yer vermediğini misâllerle beyân etmiştik. Halbuki dar meskende, her elinin
ulaştığını tedkîk edip karıştırarak merâkını tatmin etme, her an hoplayıp
zıplayarak eğlenme, gürültü yapma fıtratında olan çocukların mütemâdî
müdâhale, azar, tekdir, te'dip ve dayağa
mâruz kalmaları için en iyi ortam
hazırlanmış oluyor. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in evinin sâdeliği,
Müslümanlar'a sâdeliği tavsiye edip dikkat çekişi, "dünyâya çekici"
tezyinâtı istihkâr edişi de çocuk
terbiyesi noktasından değerlendirilebilir. Zira, günümüzde olduğu gibi, bu
çeşit câzib biblolar, tablolar, rengârenk ve parlak masa ve sehpa örtüleri gibi
hep çocukları kendine dâvet eden çeşitli süsleme unsurları çocuklara müdâhale
imkânlarını sayıları nisbetinde artırmaktadır. Hele bunlar ellerinin ulaşacağı
seviyede, -darlık veya odaların düşüncesizce plânlanmaları sebebiyle de- günlük
cevelân sâhasının içerisinde yer alıyorlarsa böyle bir ev, çocuklu bir âile
için büyük küçük herkese, gerçekten büyük bir huzursuzluk kaynağı olacaktır. Bu
açıdan eski evlerimizi takdir etmemek elden gelmiyor. Bugünkü, üzerlerindeki
tezyin unsurlarıyla çocukları kendine çeken, her an kırılıp dökülmeye hazır
koltuk ve sehpâlara bedel, her bakımdan emniyetli, çocuk ölçüleriyle de
mütenâsib kanapeler minderler, çocukların ulaşamayaağı seviyede (raflarda
duvarlarda) yer alan tezyin unsurları, onların terbiyesinde, anne-babaya âdetâ
yardımcı durumundadırlar. Geniş ve iyi plânlanmış meskenler, bu yeni şartların
zararlarını asgarî bir nisbete indirebilirse de dar evlerde -ki günümüzde iktisâdî
ve içtimâî sebeplerle çoğunluğu teşkil etmektedirler- mümkün değilir.
Darlığın çocuğun ruhî inkişâf ve terbiyesiyle olan
menfi ilgisini araştırıcılardan dinleyelim: "Bir evde oda başına düşen
ferd sayısı 2'den 2,5'a yükselirse[23]
çocuk çabuk sinirlenen, kırıp dökmeyi huy edinen bir tip olur." Bu ifâde
bir başka ekibin: "Evin genişliği, adam başına ortalama sekiz-on
metrekareden daha az bir yer isâbet edecek şekilde dar olursa ebeveynle
çocuklar arasındaki münâsebetler son derece gergin olur, ebeveyn çocuklara
bağırıp çağırmaktan kendilerini alamazlar" hükmüne tevafuk etmektedir. Bu
araştırmalardan bahsederken şunu belirtmek gerekir ki kalabalık ve dar
meskenlerde çocuk, davranış bozuklukları göstermek tehlikesiyle başbaşadır.
Sonunda genç çocuğun rûhî gelişmesi önlenmiş olur ve böylece ortaya çıkan
gecikme, şartlar değişmedikçe bir daha telâfi de edilemez. Çocukta meydana
gelen "bir kısım ruhî bozuklukların, çocuğun anne baba ile aynı odada
yatıp kalkmasından" ileri geldiği artık bilinen bir husustur.
Fenâ meskenlerin hâsıl ettiği problemler, şüphesiz sadece içinde oturanlara
münhasır kalmamakta, cemiyete de sirâyet ederek çok yönlü menfi neticeler,
içtimâî huzursuzluklar doğurmaktadır. Bu hususta da şu pasajı gözden geçirelim: [24]
"Bu seriye giren hadiseler, beşerî ve ahlâkî planda
tecâhülü imkânsız, insanı isyâna sevkeden vahim bir durumu gözler önüne
sermektedir. Fenâ mesken, bir yandan esas sebebini teşkil eden içtimâî
eşitsizlikleri takviye edip artırırken diğer yandan da ferd ve âilelerin
bozulmalarının yegâne sebebi olmaktadır.(...)"
"Fena meskenler, gruplar teşkil edecek şekilde
bir arada bulundukları zaman, cemiyetin dışında kalan fertlerin bir araya
gelmesine imkân hazırlayan yuvalar ortaya çıkmış olur. Böylece fertlerin tekrâr
düzeltilmeleri iyice zorlaşır. Diğer taraftan, iktisâdî imkânsızlıklar
sebebiyle başka yerde yerleşmeyecek olan âileler de bozulmaya yüz tutacaklar.
Bu durum, sâdece vahim ruhî netcelere müncer olmakla kalmıyor, aynı zamanda
devlet için de çok pahalıya mal oluyor. Hattâ gecekondunun bir "lüks
maddesi" olduğu söylenmiştir. İçtimâî Muâvenet Dâiresi gecekondularda
oturan muhtelif âilelere hastalık ve hastaneye kaldırılmaları için yapılan
masrafları rakamlara vurmayı denedi. Devletin karşıladığı yük, gerçekten ağır
(...) Bâzan o kadar ağır ki, âile için mükemmel dayalı döşeli bir mesken inşâsı
daha ucuza çıkıyor. Bu değerlendirmede ne komşulara da bulaştırma tehlikesi, ne
hastalık sebebiyle kişinin kaybedeceği iş verimi, ne de âilenin çekeceği
ızdırâb ve bozulmalar hesâba
katılmamıştır. Meselâ ABD'de Cleveland şehrinin gecekondu mahalleri ağır
bir yüktür. Orada şehir halkının sâdece onda biri oturduğu hâlde, şehirdeki
mevcut polis, itfâiye ve içtimâî muâvenet hizmetlerinin % 26'sı, bütün şehir
sâkinleri için yapılan masrafların da % 36'sı onlara gitmektedir. Bu nisbet bir
çok Amerikan şehirlerinde mevcuttur."
Son araştırmalarla, mesken darlığının bilhassa çocuk
için bir yıkım olduğunu anlayan batılılar, iktisâdî imkânlarına paralel olarak,
mesken telakkilerini değiştirerek ferd başına bir odayı esâs alma görüşüne
ulaşmışlardır. Le Monde Gazetesi'nin bir haberinden Fransa'da 1976 yılı
içerisinde, sırf günlük vaktinin mühim bir kısmı mutfakta geçen anneyle bu
esnâda, çocukların münâsebetlerini en iyi bir tarzda tanzim etmek gâyesiyle,
bundan böyle inşâ edilecek meskenlerde mutfakların en az 12 m2 olması için
kanûnî mecburiyet koyma cihetinde prensip kararına varıldığını öğreniyoruz.
Çocukların ihtiyacı nazar-ı itibâra alınarak
kanunlaştırılan diğer bir husus, lojman dışı genişlikle ilgili. İslâmî meskenin
plânını incelerken "hanenin müştemilâtından" olarak telakki
edildiğini belirttiğimiz avlu unsurunun, modern "blok inşaatları"
dediğimiz toplu meskenlerde ortadan kalkmasının husûle getirdiği boşluk ve
ızdırapları telâfi etmeyi, -hiç olmazsa azaltmayı-, hedef edinen bu tedbire
göre Fransa'da -şimdilik resmî- blok inşaatlarında lojman başına asgarî 0,
75-1,000 m2'lik bir boş sâha bırakılacaktır.
Bu tedbirlere ehemmiyet veren Fransa'da doğum
nisbetinin düşüklüğü sebebiyle çocuk sayısının son derece az olması bir yana,
kış mevsiminin oldukça mûtedil ve nisbeten kısa geçtiğini, her şehirde mahalle
aralarında sık sık irili ufaklı parklar, çocuk bahçeleri vs. olduğunu, çocuklar
için ayrıca ana okulları, kreşler bulunduğunu, kaldırımların oldukça geniş
olduğunu vs. nazara alırsak, yurdumuzda bu tedbirleri daha da çoğaltmaya, çocuk
sayısı, kış süresi ve diğer bir kısım imkânsızlıklara muvâzî olarak değişik
rakamlara yer vermeye mecbur olduğumuzu anlarız. İstanbul'un bahçelerden mahrûm edilmiş, parlaklardan yoksun,
kaldırımları -bazân hiç yok denecek kadar- dar, nüfusça kalabalık yerlerinde
çocuklar ömürlerinin baharını yaşamaktan çok uzaktalar. Bu tâlihsizlerin
sağlıklı bir gelişim göstermeleri, tesâdüfe kalmış gibidir.
Bu fecî durumu bütün büyük şehirlere teşmîl etmek
gerekir. Hele Erzurum gibi, iklim icâbı sekiz ay içeride kalmak zorunda olan
çocukların durumu yeni inşaatlarda behemahal nazara alınmalıdır.[25]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in evinde yer
alan malzeme ile de ilgili bâzı rivayetler mevcuttur. Bunlar tezyin işinde
olduğu gibi tefriş işinde de sâdeliğin esas olduğunu göstermektedir. Hz. Ömer
ilâ hâdisesiyle ilgili ziyâretinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
evini gözleriyle tetkik ettiğini belirttikten sonra bize çok kıymetli bir
tasvir sunar. Anlattıklarına göre bu ziyârette, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in başını dayadığı, içerisi lifle doldurulmuş bir yastık, vücudunun
ancak bir kısmına kifâyet eden hurma yaprağından örülmüş bir hasır (hasefe),
tepesinin üzerinde asılı duran işlenmemiş bir kaç (üç adet) deri ve bir miktar
da, deri işlemede kullanılan ağaç yaprağından görür. Hasırın örgülerinin, Hz.
Peygamber'in vücûdunun açık yerlerinde izler yapmış olduğunu gören Hz. Ömer
(radıyallahu anh) manzaradan müteessir olarak ağlamaya başlar. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) niçin ağladığını sorunca:
"Nasıl ağlamayayım, şu hasır vücudunda izler
bırakmış, odada ise görülenlerden başka bir
şey yok. Şu Kisrâ ve Kayser
nehirler, meyveler içerisinde (altın tahtlar, ipek ve atlas yataklar
üzerinde) olsunlar, sen ise Allah'ın Resûlü (ol da böyle yokluk çek) sana da
yatak yapsak olmaz mı?" der. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
(bir rivayetteki) cevâbı aynen şöyle:
"Benim dünyâ ile ne alâkam var, ben dünyâda
kendimi bir ağacın altında gölgelenip, sonra bırakıp giden yolcu gibi
görüyorum."
Böylece Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
nezdinde sâdeliğin bir esâs olduğunu belirttikten sona bazı ana malzemeden
bahsedebiliriz.[26]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in evinde
sergi olarak umumiyetle, yukarıda da sözü geçtiği gibi, hurma yaprağından örülmüş hasır zikredilir. Daha
önce de temâs edildiği üzere gündüzleri alta yayılan bu hasır, geceleri de evi
bölmek için perde olarak kullanılmaktadır.
Halı Araplarca bilinmekle berâber Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in ve umumiyetle Müslümanların kullanmadığı
anlaşılıyor. Hattâ Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) kullanmadığı için
Ashâb'dan bunun kerâhetine zâhip olanlar da çıkmıştır. Ancak şu rivayet bunun
kullanılmayışının maddî darlık sebebiyle
olduğunu ve hattâ Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in halıya cevâz da
verdiğini göstermektedir: Hz. Câbir anlatıyor: "Evlendiğim zaman Hz.
Peygamber bana:
"Halılar da te'mîn ettin mi?" dedi. Ben de:
"Halıyla da ne alâkamız var?" dedim. Bunun
üzerine:
"Fakat bil ki yakın bir gelecekte halılar da
olacak"
buyurdu.
Buradaki cevâzın daha ziyâde yere serilen halılara
olduğu, sırf tezyin kasdıyla duvara halı vs. asmanın hoş karşılanmadığı
belirtilmektedir. Müslim'in tahricinde, kapının üzerine halı asan Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ)'ye Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "Allah taş
ve toprağa elbise giymeyi emretmemiştir" diyerek indirttiğini
görmekteyiz. Buhârî'nin bir tahricinde, İbnu Ömer (radıyallahu anhüma)
tarafından dâvet edilen Ebû Eyyûb (radıyallahu anh) da duvarın bir örtü ile
kaplanmış olduğunu görünce (duraklar). İbnu Ömer (radıyallahu anhüma) "Bu
meselede kadınlar bize galebe çaldı (söz dinletemedik)" der. Ebû Eyyûb
(radıyallahu anh): "Başkasın(ın evde böyle bir münkere yer vereceğin)den
korksam da senden korkmazdım" der ve geri döner. İbnu Hacer, başka rivayetlere
dayanarak, bu dâvetin İbnu Ömer'in oğlu Sâlim'in düğünü vesilesiyle yapıldığını
belirtir. Abdullah İbnu Yezîd de dâvet edildiği yerde tezyin için duvara örtü
çekildiğini görünce girmez, oturup
ağlar. Sebebi sorulunca: "Nasıl ağlamıyayım" der ve Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in "(...) Dünya size galebe çalacak
(...) siz bir elbiseyle evden çıkıp, bir başka elbiseyle geri döneceksiniz,
evlerinizi de Kâbe'yi örter gibi örteceksiniz." (...) dediğini
duymuştum" der.
Hülâsa bu konuda muhtelif rivayetleri veren İbnu Hacer
duvara halı vs. çekmenin hükmü hususunda "İhtilâf-ı kadim" var
dedikten sonra cumhur-u Şâfiiyyenin, kerâhetine hükmettiğini belirtir.
Hanefiler de bu çeşit tezyinâtta mübâlağayı tavsiye etmezler.[27]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in ev
malzemelerinden biri de bir karyoladır (serîr). Rivâyetler Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in torunu Hasan'ın oynamakta olduğu bir köpek
yavrusunun zaman zaman bunun altına girdiğini ve hatta orada öldüğünü
belirtirler. Yerine göre leğen, evrak gibi bâzı eşyaların konduğu, küçük
hayvanların girebildiği bu karyolanın altı boştur.
Süheylî bu karyola hakkında şu bilgiyi verir:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın karyolası lifle çatılmış tahtalardan
(mâmûl) dü. Benû Ümeyye zamanında satıldı. Bir adam bunu 4.000 dirheme satın
aldı.
Ebû Rifâ'a' (radıyallahu anh)'nın rivayetinden Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in ayakları demirden olan bir sandalyesi
olduğunu, Hz. Ali (radıyallahu anh)'nin rivayetinde Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in kızı Fâtıma'nın el değirmeni kullanmaktan ellerinin
yara ve nasır bağladığını öğreniyoruz.[28]
Evde zarûri olandan fazla yatak bulundurmayı
yasaklamış bulunan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in kendisinin tek
yatağı olduğu, bunun da kılıfının deri, içerisinin ise hurma lifleriyle
doldurulmuş bulunduğu belirtilir. Yastığı için de aynı tavsifde bulunulmuştur.
Bu hâliyle bir hayli sert olduğu söylenebilen bu yatak, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in hayat karşısındaki sâdelik ve zühdünü ifâde etmektedir. Çocukların
yatağı hususunda terbiye kitaplarında "sert olması" için yapılan
tavsiyeler bu tavsiflerden alınmadı ise hükemâ ve etibbânın sözlerinden alınmış
olabilir. Zira bu konuda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e nisbet edilen
herhangi bir rivayete rastlamadık.[29]
Bilhassa tesettür vâsıtası olması hasebiyle Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hücrelerinde yaygın bir şekilde perde
kullanıldığı anlaşılmaktadır. Buhârî'de geçen "odasının perdesini
açtı" cümlesinde kullanılan "es-Sicfu" isminin boydan boya
ortadan bölünmüş perdeye ıtlak edildiğine bakılırsa Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in penceresinde (daha kullanışlı olan) iki kanatlı
perde kullanmış olabileceğine hükmedilebilir.[30]
Bâzı rivayetler, "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in, evde hurma kütüğünden bir leğen bulundurduğunu, geceleyin bunu
kullanıp karyolasının altına koyduğunu" haber verir. Bâzı âlimler "Evde
bevli bekletmeyin, zira melâike, bekletilmiş bevl olan eve girmez",
"Evde leğen içerisinde bevl
bekletilmesin (...)" gibi hadislere dayanarak bu iki hadisin
teâruzundan bahsetmişse de Suyutî'nin belirttiği üzere yasaktan maksad uzun
süre bekletme olabilir. Kaldı ki Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
hastalığı sırasında (küçük abdest bozmak için) leğen istediğine ve yine hasta
iken leğen içerisinde guslettiğine dâir rivayetler gelmiştir. Şu hâlde eve
seyyâliyet kazandıran bir unsur olarak leğen, diğer ev eşyâları arasında mühim
bir yer işgal etmiş olmalıdır.[31]
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'den gelen, gece
namazıyla ilgili bir rivayette geçen: "O sırada evlerde lâmba (mesabih)
yoktu" cümlesinden anlaşıldığına göre bidâyette lamba Medine'de
kullanılmamaktadır. Zâten diğer bâzı rivayetler, bunun ilk defâ
Hıristiyânlıktan mühtedî Temîmu'd-Dârî tarafından getirildiğini bildirmektedir.
Her hâl u kârda kandil Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında evlere
girmiş olmalıdır. Zîra Buhârî'nin el-Edebü'l-Müfred'de yaptığı bir tahricten
anlıyoruz ki yanık bırakılan kandilin fitilini bir fâre alıp tavana
götürdüğünü, geceleyin uyanmış olan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
görür ve muhtemel bir yangının önüne geçer. Hâkim'in tahricinde, bu fitilin
fâre tarafından geri getirilip, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
yanına bırakıldığı, dirhem büyüklüğünde bir yerin yanmasına sebep olduğu
sarâhatına rastlarız. Muhtemelen bu hadiseden sonra olacak ki yatarken
kandillerin söndürülmesini Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) sıkı sıkıya
tavsiye etmiştir.[32]
Evde aranan diğer bir fonksiyon, içinde yaşayanlara
mahremiyet imkânlarını sağlamasıdır. Sünnet bu husûsa da ehemmiyet vermiştir.
Sünnet açısından ev, sâdece soğuğa sıcağa karşı bir ilticâ yeri değil, aynı
zamanda insanda fitrî olan mahremiyeti sağlama yeridir. Bu sebeple eve
"haram" denmiş ve buraya sâhibinin izni olmadan girilmesi
yasaklanmıştır.
Sünnetin beyânlarına göre mahremiyeti ihlâl sâdece
"girmek" fiiliyle tahakkuk etmez, "bakmak"la da vukûa gelir.
Bu sebeple, "Hiç kimse izin almaksızın başkasının evinin içine bakmasın,
kim izinsiz bakarsa aynen girmiş gibidir" denir ve bu fiil, "helâl
olmayan fiiller" meyânında zikredilir.
"İzin istemek" (isti'zân) göz sebebiyle
vaz edilmiş olduğu gibi izin henüz tahakkuk etmeden gözün içeriye kaymamasına
dikkat etmek gerekecektir. Bu sebeple kapıyı çalarken, kapıya yüzünü dönerek
değil, yan dönerek durmak emredilmiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in de böyle hareket ettiği belirtilir. "Kim, bir başkasının
evine ıttılâ peydâ ederken gözü çıkarılır da diyet için mürâcaat etmeye
kalkarsa bilsin ki hiçbir hak talep etmeye hakkı yoktur" hükmü bu
meselenin ciddiyet ve ehemmiyetini teyid eder. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) kendi evine pencereden izinsiz
bakmış olan bir adama elinde
tarağı göstererek: "Bilseydim ki içeri bakıyordun, şu tarağı
gözüne sokardım" der. İbnu Abbâs (radıyallahu anh)'ın bildirdiğine
göre Hakem İbnu Ebî'l-Âsî (radıyallahu anh)'yi içeriye bakarken tesbit eden Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) "Ben sağ olduğum müddetçe Medine'de
oturmayacaksın" diyerek Tâif'e sürer.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in: "Bir
kimse kapısı açık bırakılmış (veya giriş kısmında perde olmayan) bir eve uğrar
da (içeriye bakarsa kabahat onda değil, ev sâhibindedir" sözü,
mahremiyeti bozmama husûsunda sâdece yoldan geçenin veya eve uğrayan
ziyâretçinin değil herkesin, bütün ev sâhiplerinin dikkat etmesi gerektiğini
ifâde etmektedir. Her âile dışarıya karşı mahremiyetin te'mini için gerekli tedbiri
almalı, bunu te'min vasıtası olan perde, kapı vs.ye dikkat etmelidir. Aksi
takdirde mahremiyetin ihlâli vak'asından "ev sâhibi kabahatlidir."
Bu hadis Müslümanlar'ı, evlerin plânlanmasında
mahremiyyet unsurlarının yerleştirilmesine itinâya dâvet etmektedir. Kapılar ve
pencereler bu maksada en uygun şekilde yerleştirilmelidir. Umûmiyetle giriş
kapılarının arkasında yer alan aralık (antre) kısmı bu maksatla ihdâs edilmiş
olabilir. Şu hâlde bâzı yeni plânlamalarda bunun ihmâli, bir eksiklik olarak
değerlenirilmelidir.[33]
Meskenin şâmil olması gereken muhtemel plânını
incelerken de belirttiğimiz üzere, plâna, sâdece âile dışındakilere karşı
duyulan mahremiyet değil, "zevce ve sağ elin sâhip olduğu (yâni cariye)
dışında kalan" bütün âile efradına karşı korunması emredilen mahremiyyet
de te'sîr etmektedir. Hz. Câbir'den: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) "Kişi
çocuğundan -ne kadar yaşlı da olsa- annesinden, erkek kardeşlerinden, kız
kardeşlerinden ve babasından izin almalıdır" dediği rivayet edildiğine
göre, bunlarla berâber yaşandığı takdirde, bu ferdlerden her birinin
birbirlerine -en az Kur'ân'ın belirttiği üç vakitte- isti'zânla gidip
gelecekleri şekilde yerleştirilmeleri gerekecektir. Yukarıdaki hadisi
"Burada zikredilen fertlerin ayrı ayrı evlerde yaşamaları hâline
râcidir" diye yapılabilecek muhtemel bir itirazı şu hadisle
cevaplandırabiliriz: "Atâ' İbnu Yesâr (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e bir adam gelerek sordu:
"Yâ Resûlallah annemin yanına girerken izin
isteyeyim mi?"
"Evet" cevâbını verince adam tekrâr:
"Eğer ben evde onunla berabersem?" Hz.
Peygamber:
"İzin iste" dedi. Adam itirazla:
"Ben ona hizmet etmekteyim" dedi. Bunun
üzerine Resûlullah:
"(Öfkeyle): "Annenden izin iste, onu üryân
olarak görmekten hoşlanır mısın?" dedi. Adam:
"Hayır" deyince:
"Öyle ise (her seferinde yanına girerken)
annenden izin iste" buyurdu."
Bilhassa bu son rivayette, hayâtının büyük bir
kısmını geçirdiği evinde fertlerin,
gönlünce ve kılık kıyâfet bakımından da oldukça serbest olabilmesi için
behemahal müsâit, müstakil bir odaya muhtâç olduğu ifâde edilmektedir. Müslüman
âile geçici darlıklar müstesnâ, devâmlı dar yerlerde kalmamalıdır. Büluğ
sahasını aşan -ve hattâ bülûğa yaklaşan- âile ferdleri, anne baba dâhil,
müstakil birer odaya sâhip olmalıdır, sünnetin ulaşılmasını istediği ideal
mesken tipi budur.
Burada bir kere daha tekrâr edelim ki günümüz
sosyologları dar meskenin zararları üzerinde ısrarla durmaktadırlar. Bunlar çok
yönlü olarak mahzurludurlar. Ezcümle, dar meskenlerde ve bunların bir araya
gelmesiyle teşkil edilen muhitlerde, zamanla, cemiyette hâkim bir kısım değer
öçlülerinin kaybolduğu, bunların yerine, cemiyete ters düşen yeni değerlerin
çıktığı, binnetice telâkki ve davranışların da değişerek, yeni davranışların
ortaya çıktığı tesbit edilmiştir. Bu sebeple gecekondu diye ifâde edilen dar ve
nâmusâid yerlerde kalanlar sosyal yönden
"anormaller" olarak kabûl edilmekte ve "cemiyetin kayıpları"
nazarıyla bakılmaktadır. Araştırmalar, uzun müddet böyle dar yerlerde
kalanların, müsâid meskenlere geçtikleri zaman, buralara intibâk edemedikleri,
yeni ve normal hayat şartlarına intibâk edebilmeleri için "bunların, her
seferinde, tâkip edilmeleri" ve "yeniden terbiyeden geçirilmeleri"
gerektiğini ortaya çıkarmıştır. Bu meseleye ciddiyetle eğilen Hollanda,
Belçika, İngiltere, ABD, Fransa gibi ileri memleketlerde "bu, sosyal
yönden bozulmuşlar"a normal ev verilmezden önce, "yeniden terbiye
edilerek" cemiyete kazandırılmak düşüncesiyle, husûsi sûrette inşâ edilmiş
mutavassıt lojmanlarda belli bir müddet (10-12 ay civârında) oturmaya icbâr
edilmişlerdir.
Batı Medeniyeti'nin Zevâli (Le Declin de l'Occident)
adlı eseriyle ün yapan Spengler'in ifâdesinde, medeniyetlerin çöküş sebebi
olarak gösterilen "Medenînin kısırlığı (la stérilité du civilisé)"
bir başka deyişle doğum azalması, sosyologlarca geniş ölçüde mesken şartlarına
bağlanmış olması da bize enterasan gelmektedir. Muhtelif araştırmalardan:
"Çok dar ve gayr-i müsâid meskenlerde, davranışlarda her çeşit kontrolun
kaybolmaya yüz tutması sonucu doğumun, fizyolojik bir hâl alarak arttığı,
müsâid meskenlerde oturan âilelerde tabiî bir şekilde arttığı, bu ikisi
arasında kalan nâmüsâid evlerde ise azalmaya yüz tuttuğu" sonucunun
çıkarıldığı belirtilmiştir.[34]
Sünnette üzerinde titizlikle durulmuş olan diğer bir
husus, içerisinde ikamet edilen meskenin dekorudur. Ev içerisinde yer alan her
bir eşya ve eşyada tezâhür eden telkin unsurları üzerinde Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) hassâsiyet göstermiştir. Gerek kendi evinde gerekse
Ashâb'ın evlerinde İslâm kültürüne muhalif düşen ve başka kültürleri temsil
eden unsurların ve şekillerin varlığına muttali olunca ya sözle, ya fiille,
yâhut da ahvâliyle istikrâhını bildirerek müdâhale etmiştir.
Buhârî'nin Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'den yaptığı
bir tahricte, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in evde, üzerinde haç
bulunan her eşyanın haçını mutlaka
bozduğu bildirilmektedir.
Yasak sâdece haç şekillerini ihtivâ eden eşyâlara
münhasır kalmayıp Allah'ı, yaratma fiilinde taklid manası taşıyan tasvirlere de
şamil kılınmıştır. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) bu mânâyı taşıyan tasvirlerin evde bulunma yasağını: "Tasvirin
olduğu yere melek girmez", "En büyük azâba maruz kalacak kimseler musavvirlerdir",
"Dünyada suret yapana kıyamet günü "haydi, yaptığına ruh üfle"
denecek ve üfleyemeyecek" gibi şiddet ifade eden çeşitli tâbirlerle
dile getirmiştir.[35]
Bu husûsla ilgili rivayetlerden birinde Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) şöyle bir
vak'a anlatır: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bir seferden
dönmüştü. (Onun yokluğu esnâsında) üzerinde (kanatlı at) timsaller( i ) bulunan
bir durnûku (eve) asmıştım. Bana onu indirmemi emretti, indirdim (...)"
Hadisin bir başka vechinde "üzerinde timsaller bulunan bir kıramımı, sehve
(denen duvardaki hücrenin) üzerine örtmüştüm. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) onu görünce çıkardı ve: "Kıyâmet günü azâbın en şiddetlisine
dûçar olacak kimseler Allah'ın yarattıklarını taklid edenlerdir" dedi.
Ben de ondan bir veya iki yastık yaptım. Bir başka vechinde: "İki nümruka
(minder) yaptım, bunlar evdeydi ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
üzerine oturuyordu" der.
Bu hadise müsteniden alimlerin, gölgesi olmayan
tasvirlerin, üzerine oturmak, basmak gibi hakir durumlarda kullanılan halı,
döşek vs. eşyâ üzerinde bulunmasına cevaz verdiği belirtilir. Nevevî bu görüşün
Sahâbe ve Tâbiine mensub Cumhur-u ulemânın görüşü olduğunu belirttikten sonra
bu meyânda Sevrî, Mâlik, Ebû Hanîfe ve Şâfiî'nin ismini zikreder. Nesâî'nin bir
tahricinde Hz. Peygamber'in yanına girmek için gelmiş olan Cibril girmez ve: "Nasıl
gireyim, evinde tavsirler ihtivâ eden bir örtü var. Ya suretlerin başını kopar,
ya örtüyü üzerine basılan bir sergi yap. Biz
melekler tasvirin bulunduğu bir eve girmeyiz" der.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Abdullâh İbnu Ömer (radıyallahu anh)'in rivayetinde ziyâret için gelmiş olduğu, Sefine Ebû Abdirrahmân'ın rivayetinde de berâber yemek için vâki dâvet üzerine gelmiş olduğu kızı Fâtıma (radıyallahu anhâ)'nın evine, kapıya asılmış olan nakışlarla süslü perde sebebiyle girmeden geri döner.
Abdurrezzâk'ın bir tahricinde de yemeğe dâvet
edildiği eve geldiği vakit, çeşitli renklerle tezyin edilmiş olduğunu görür,
kapıda durup renkleri saydıktan sonra "Keşke tek renk olsaydı"
diyerek girmeksizin geri döner. Aşağıdaki misallerin de te'yid edeceği üzere,
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bu davranışla evin tezyininde sadeliğin
esas olmasını irşâd buyurmuştur.
İlim adamları
bu rivayetlerden "İçerisinde muharremât bulunan eve girmek ve dâvete
icâbet etmek için önce izâlesine çalışılır, muktedir olunmazsa girilmez, icâbet
edilmez" hükmünü vermişlerdir. Ancak Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in son misalde "keşke tek renk olsaydı" dediği,
birinci misâlde de geri dönüş sebebini soran Hz. Ali'ye "Dünya benim
neyime, nakış benim neyime?" cevabını verdiği, kezâ yukarıda
zikrettiğimiz tasvirli perde vs.yi kaldırması için Hz. Aişe'ye verdiği emirle
ilgili hadisin bâzı vecihlerinde: "Zira bu bana dünyayı hatırlatıyor",
"Zira üzerindeki tasvirler namaz esnasında dikkatimi dağıtıyor",
"Zira eve her girişimde bunu görüyorum, dünyâyı hatırlıyorum" vs.
dediği tasrih edilmektedir ki bunlar Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
yeni tebliğ etmiş olduğu bir dinin tam yerleşmesine engel teşkil edebilecek
sebepler hususunda titizliğinin derecesini göstermektedir. O, istiyordu ki
insanlar bütün himmetleriyle Kur'ân'a yönelsin, onun hakikatlarını anlamaya,
yaşamaya çalışsın. Hattâ bu sebeple kendisinden Kur'ân dışında bir şey yazmayı
da yasaklamış, bir nevi câhiliye prestişlerinden biri olan kabir ziyaretlerini
de menetmişti. Diğer taraftan "İnsanların kalbi Allah'ın iki parmağı
arasındadır, istediği gibi oynatır" cümlesinde ifâde ettiği beşer
tabiatındaki istikrarsızlık sebebiyle iman ve amellerine rağmen müşrikliğe ait
hâtıralar sebebiyle eski sapıklıklarının tekrâr şu veya bu şekilde tezâhüründen
korkmakta idi. Bu sebeple, o hususlarda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
titizliği ileri götürmüş, açık kapı bırakmak istememiştir. Halkın esprisini
nazara alışını gösteren en mânidâr misallerden biri Hz. Aişe'ye, cahiliye
devrinde yanlış temele oturtulmuş olan Kâbe'yi, yeniden aslî temeli üzere
kurmaya teşebbüs etmeyişinin sebebini izah sadedinde söylediği şu cümledir: "Kavmin
Câhiliye devrine yakındır. Bu sebeple, (yapacağım tâdilâtın) kalplerinde nefret
uyandıracağından korkuyorum..."
Şu hâlde "Câhiliye devrine yakın" olan
insalığın hâlet-i rûhiyelerini nazarı itibara alan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm), o devre âit şirklere alâmet olan her şeye karşı amansız bir mücâdele
açmıştır. Bu, put olabilir, putların tasviri olabilir, o devreye âit bir yemin
tarzı, selâmlaşma şekli vs. olabilir, hepsi yasaklanmıştır.
Tasvirle ilgili yasakları, şârihlerin:
"Kendisine ibâdet edilen zîruhların hürmet ifade eden tarzda konması
haramdır, ayak altına atılması mübahtır" diye formüle etmesi sünnette
gelen yasağın terbiyevî yönünü ifâde eder. Bu yasaktan ağaç tasvirleri istisnâ
edilmiştir. Ancak Arapların o devirde takdis ettikleri ağaçları Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in yıktırdığını, rivayetler haber verir.[36]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Medine'yi
baştan ayağa kontrol ettirecek "putları kırdırdığı, yüksek kabirleri
düzlettiği, tasvirleri de iptal ettirdiği"ne dair rivayetler bu husustaki
titizliğinin ne dereceyi bulduğunu gösterir. Bu rivayetlerden bâzılarında bu
maksatla gönderilen "Ensâr'dan bir adamın":
"Yâ Resûlallâh, ben kavmimin evlerine girmek
istemiyorum" diye itirazı -ve bunun üzerine Hz. Ali'nin gönderilmesi-
devletin, bu hususla ilgili olarak koyduğu yasağın uygulanmasını tâkip için
evleri kontrolden bile geçirdiğini göstermektedir.
Söylediklerimizi hülâsa etmek gerekirse, evin dekor
ve tezyininde yer alan tezyin unsurları aynı zamanda bir telkin vâsıtası kabul
edilmektedir. Müslümanın hayat görüşüne ters düşen unsurların yer almaması
gerekmektedir. Son olarak şunu da kaydedelim: Dehlevî'ye göre duvar ve elbisenin resimlenmesi iki sebepten
yasaktır: 1- Fuzûlî isrâf ve iftihârı önlemek, 2- Putperestlik
kapısını açmamak.[37]
Çocuğun terbiyesinden birinci derecede baba ve sonra
anne mes'ul olması hasebiyle evin başlıca fonksiyonlarından biri, çocuğun
mânevî ve ruhî terbiyesinde de en önde yer almaktır. Bu sebeple daha yapılışı
sırasında onun maddî mânevî kirlerden temiz olması istenmekte ve: "Binâlarınıza
haram taş koymaktan sakının. Zîra bu harap olmanın esâsı (temel
sebebi)dir" denmektedir. Bu meâlde olarak Vehb İbnu Münebbih'in
"Tevratta Okudum" kaydıyla yaptığı rivayette de: "Zayıfların
gücü ile (zorla) yapılan binanın âkibeti harap olmaktır, haram yolla kazanılan
malın âkibeti de fakra düşmektir" denir ki bu çeşit nasihatlara ahlâk
kitaplarımızın ilgili bahislerinde rastlanır.
Şüphesiz evi helâl kazançla inşa etmekle (veya helâl
kazançtan kirasını ödemekle) mesele bitmiş olmuyor. Evin iyi bir terbiye yuvası
olabilmesi için her çeşit menhiyâttan sakınılması, farz ve vâcibâtın yerine
getirilmesi, bir başka deyişle İslâm'ın fiilen yaşanması gerekmektedir. Bu
sebeple yasak olan oyun âletleri, ipekten mâmul döşek (halı, yastık, perde vs.)
altın ve gümüşten mâmul kap kacak vs.nin evde bulundurulması yasaklanmıştır.
Diğer mühim bir husus, evin sadece yatma, yeme,
istirahat veya emniyet yeri olarak düşünülmemesi, veya fiilen öyle bir havanın
hakim kılınmamasıdır. Bunu Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Evlerinizi
kabirlere çevirmeyin" sözüyle ifade eder. Evleri kabir olmaktan
kurtaracak şey, evlerde yapılacak ibadet ve zikirlerdir. Kur'an okumak, namaz
kılmak, tefekkür ve nefsî murâkebede bulunmak gibi. Bu sebeple: "Evlerinizi
kabirlere çevirmeyin, Kur'ân okuyun, Kur'ân okunan eve şeytan girmez".
"Kişi evinde Kur'ân okursa ev, ehline karşı genişler ve melekler de orada
hazır olur, şeytanlar kaçar, hayır artar. Kur'ân okunmayan eve gelince, o,
sâhibine daralır, melekler orayı terkeder, şeytanlar istilâ eder, hayır da
azalır." "Nâfile namazlarınızı evlerinizde kılın, onları kabirlere
çevirmeyin", "Kişinin evindeki namazı nûrdur, öyle ise evlerinizi
(namazla) nurlandırın." "Mescitte namazınızı edâ edince eviniz için
de bir nasib ayırın, zira Allah bu namazdan dolayı eve (hususi) bir hayır
yapar", "Farzdan sonra en hayırlı namazınız evlerinizde kıldığınız
namazdır" vs. mânevî tevâtüre ulaşan pek çok târiklerle gelen
rivayetle, kişinin behemahal evinde namaz kılmasını emretmektedir.
Hattâ bâzı rivayetlerde bu teşviklerin bir neticesi
olarak evlerde hususî namazgâhlar (mescidler) ittihâz edildiği anlaşılmaktadır.
Buhârî'nin bir rivayetinden daha Mekke devresinde iken buna başlandığını ve
(belki de ilk defâ olarak) Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh)'in evinin avlusunda,
bir köşede bir mescit ittihâz ettiğini görmekteyiz. Medine'de Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e çeşitli mâzeretlerle mürâcaat edip evlerinde mescit
ittihaz etmek için müsâade talep
ettiklerine rastlıyoruz. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) arzu
üzerine evlere gidip "mescit yapmak istedikleri yerde" namaz
kıldırmak suretiyle bu talepleri yerinde ve normal bulduğunu göstermiştir. İbnu
Mes'ud (radıyallahu anh)'dan gelen uzun bir rivayetin son kısmı
"mescid"in hususî bir hücre olabileceği ihtimalini
kuvvetlendirmektedir. Hadiste İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) fitne ânında ne
yapması gerektiğini sorar. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Dârına (kabilesinin, akrabalarının kaldığı
yer) gir"
der. İbnu Mes'ud:
"Oraya da gelirse?" der.Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm):
"Beytine (âilesiyle kaldığı ev) gir" der. İbnu Mes'ud tekrar
sorar:
"Oraya da gelirse?" Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in cevabı şu olur:
"O vakit mescidine gir (...)". Kezâ bir başka rivayette
de Zeyneb bintu Cahş (radıyallahu anhâ)'ın Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'le evlenmezden önce evindeki "mescid"den bahsedilmektedir.
Hülâsa evlerde husûsî mescidler ittihâzı için vâki
teşvikten sonra, daha Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) devrinde, bir
kısım Müslümanlar meskenlerinde buna yer vermişler, âlimler de bunu tecviz
etmiştir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in evlerden
menhiyyâtın kaldırılması, Kur'ân okunması, namaz kılınması, hattâ mescidler
ittihâz edilmesi gibi dinin evde yaşanmasına müteallik ısrarlı tavsiyeleri, bir
bakıma, evde yeni yetişmekte olan çocukların terbiyeleri içindir. Zira, böylece
onlar, büyüklerinden dini meseleleri kulaklarıyla işitmiş, gözleriyle görmüş,
halleriyle de yaşamış olacaklardır.[38]
Evle ilgili rivayetler bize, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) tarafından vaz edilen ve müteakip halifelerce
titizlikle tâkip edilen bir "mesken siyâseti"nin varlığını
göstermektedir. Bir başka deyişle meskenin kültürle olan sıkı irtibatı
sebebiyle bir kısım kültürel değerlerin hayâtiyeti için devletin mesken
inşaatını devamlı murâkebe altında tuttuğunu, kanun dışı inşaat tipleri ortaya
çıkınca derhal müdahale ederek bunları ortadan kaldırttığını görüyoruz.
Müteâkiben vereceğimiz misallerden, ferdler ve ailelerin mesken inşası
meselesinde tamamen hür olmadıkları, devletin müdahale hakkının her an mevcut
olduğu fikrinin vicdanlara iyice yerleştirildiği sonucu çıkarılabilir. Bizi bu
hükme götüren bâzı misâlleri, müdahalenin yapıldığı sâhalar çerçevesi
içerisinde inceleyeceğiz. [39]
Şunu belirtelim ki, meskende genişlik tavsiye
edilmiş olmakla berâber, isrâfa yer verilmemesi, fuzulî inşaatlar yapılmaması
için ısrar edilmiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) "Nafakanın
hepsi Allah yolundadır, bundan bina (yapmak için harcanan) hâriç, onda hayır
yoktur" der. Başka rivayetlerde "Kişinin ihtiyacı hâricinde
yaptığı her bina sırtına bir vebaldir", "(...) Oturmayacağınız binâyı
yapmayın (...)", "Kim ihtiyacından fazla bina yaparsa kıyâmet günü
onu boynuna yüklenmeye zorlanır", "Allah bir kuluna kötülük murad
edince malını binaya infak ettirir" vs. yasaklayıcı ifadeler bulunur.
Mevzu ile ilgili bazı hadisleri vermek için,
Buhari'nin ayırdığı baba "Binâ hakkında varid olanlar bâbı" diye
mutlak bir başlık atmasından da anlaşılacağı üzere yukarda verdiğimiz hadislere
istinâd eden bir kısım Müslüman âlimler, bina yapmanın kerâhetine kaani
olmuşlar, "İnşaat için harcanacak parayı kerih addetmişlerdir".
Kerâhete meyledenlerden İbrâhim Nehâ'î
mûtedil bir ifâde ile ihtiyaç için yapılan binâlardan dolayı "sevab da
günah da terettüp etmez" demiştir.
Ancak buradaki kerahatin ihtiyaçtan fazla olarak,
tefâhur ve gösteriş için yapılan inşaatlara râci olduğu "ikâmet, soğuk ve
sıcağa karşı korunmak için yapılanlara şâmil olmadığı" da ayrıca
belirtilmiştir. Esâsen bizzat Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den
"Kim zulmetmeksizin ve ilâhî hududu tecavüz etmeksizin bir bina yapacak
olursa, bundan Cenab-ı Hakk'ın mahlûkatı istifâde ettiği müddetçe, ona komşuluk
sevâbı hâsıl olur" buyurur.
Binaya para ve
ekmek sarfetmenin kerâhetine kaail olanların, kendilerine delil
meyânında zikrettikleri Abdullah İbnu Amr hadisini de muhkem kabul edemeyiz.
Zira bu rivayet evini çamurla tamir etmekte olan Abdullâh İbnu Amr (radıyallahu
anh)'a Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in: "(...) Ölümün gelmesi
bu evin yıkılmasından daha süratlidir" diyerek, bu meşguliyetten
kerâhat izhâr ettiğini göstermekte ise de Habbetü'bnu Hâlid ve Sevâ' İbnu Halid
(radıyallahu anh)'in rivayetlerinde bizzat Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in evini tamir işiyle meşgul olduğunu görmekteyiz. Üstelik Hz. Ömer
(radıyallahu anh)'in de minberden: "Ey nâs evlerinizi tâmir edin
(...)" diye uyarılarda bulunduğu da mervidir. Şu hâlde sâdece bazı
hadislerin zâhirine bakarak: "Sünnet meskene yapılacak yatırımı kerih
addetmiştir" diye hükmetmek, gerçeği aksettirmekten son derece uzak
kalacaktır.
Semerkandî, inşaatta beis görmeyenlerin Kur'ân'dan: "Allah
sizi (...) yeryüzünde yerleştirdi, ovalarında (kışlık) köşkler ediniyor,
dağlarında (yazlık) evler oyup duruyorsunuz" (A'râf: 7/74), "De
ki, Allah'ın kulları için çıkardığı zineti, temiz ve hoş rızıkları kim haram etmiş?" (A'râf:
7/32), gibi âyetleri; hadisten de: "Allah bir kuluna nimet verince o
nimetin eserini kulu üzerinde görmekten hoşlanır" mealindeki Hz.
Peygamber'in sözlerini delil
getirdiklerini zikrettikten sonra (kendini kastederek) fakih der ki:
"Efdal olanı, malı âhiret için harcayıp dünya
için sarfetmemektir. Buna rağmen,
1- Malı haram yoldan kazanmamış olmak,
2- Bir Müslüman veya zımmîye (İnşaat vesilesiyle)
zulmetmemek,
3- (İnşaat sebebiyle) Allah'a karşı olan farzlardan
birini terketmemek şartıyla inşaat haram değildir" hükmüne varır.
el-Hakîmu't-Tirmizî de, Hz. Ömer (radıyallahu
anh)'in bina hususundaki bir müdâhalesini kaydettikten sonra şunu söyler:
"Eğer bina muhtaç olunan miktarsa bunu Allah'tan sevâb bekleyerek inşâ
edebilir. Zira meskene olan ihtiyaç aynen yiyecek, giyecek ve bineğe olan
ihtiyaç gibidir" der.
Bina hususunda hadislerde gelen bir kısım istikrâhı,
isrâfla izah etmek çok yerinde olacak. Müslümanlar'ın bu konudaki kanaatlerini,
bu meseleye bakışlarını Hârunu'r-Reşîd'e, yüksek bir saray yaptırdığı zaman,
Muhammed İbnu's-Semmâk'ın cesâretle yüzüne haykırdığı şu sözlerde bulabiliriz:
"Toprağı yükselttin, dini bıraktın. Eğer bu kendi paranla yapıldıysa, bil
ki sen müsriflerdensin, Allah ise müsrifleri sevmez. Yok bu başkasının malından ise bil ki zâlimlerdensin. Allah ise
zâlimleri sevmez" der.
Mesken mevzuunda israftan zecirle ilgili tâlimât
Ahlâk-ı Alâiyye'de şu ifâdeye ulaşır.: "... İrtifa'ı binâ ve nakş ve
zuhrufe'i sakf ve cidârda mübâlağadan hazer ede. Ahbârda vârid olmuştur ki bir
kimseye menzilini altı zirâ'dan artık kaldırsa melâike-i âsiman ilâ eyne yâ
mel'ûn derler.
İtidâlden bîrûn kadr u mâlâbüdden efzûn harc
mezmumdur. Hususan ki bozup düzmeye mûtad ve bir sûretten usanıp hey'et-i cedid
etmeğe mübtelâ olma maraz-ı sa'b ve huluk-ı zemimdir..."[40]
Yukarıda verdiğimiz misâllerden Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in her insan için zaruri olan, normal bir eve sahip
olmasını hoş karşılamadığı hükmünü çıkarmak çok yanlış olur. Aksine bu
husustaki siyâsetin esası her âileyi "geniş" bir ev sâhibi yapmaya
dayanır. Vazifeli olarak tayin ettiği her memurun, bir ev edinme külfetini
devlete tahmil etmesi kim olursa olsun her Müslümana herhangi bir ev veya
akarını, alacağı parayı tekrar ev veya akara yatırmadıkça, satmayı hoş karşılamayıp
"yerine yenisi konmazsa bu para hakkında hayırlı kılınmaz" demesi
gibi muhtelif rivayetler Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in "her
Müslüman için normal bir ev" siyâseti takib ettiğinin inkâr edilmez
delilleridir.[41]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) evlerin
yüksek olmasına katiyyen taraftar değildir. Rivâyetlerin göstereceği üzere ev
hususunda müdâhele ettiği cihetlerden biri de evlerin boyu ile ilgilidir. Hattâ
Medine'ye gelince Hz. Ebû Eyyûbi'l-Ensârî (radıyallahu anh)'nin yedi ay misâfir
kaldığı evinin alt katına yerleşmiş, bir müddet sonra Hz. Ebû Eyyûb
(radıyallahu anh)'un üste geçmesi için vâki mürâcaatına Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm): "Alt daha rahattır", "Bizim ve
bizimle temâsı olanlar (Ashâb) için altta olmamız daha uygundur" gibi
cevâplar vermiştir. Fakat Ebû Eyyûb hazretlerinin (radıyallahu anh):
"Senin, altında bulunduğun bir tavanın üstüne çıkamıyacağım" diye
ısrârı üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) mihmândârını memnûn etmek
için (istemeyerek) üste geçer ve Ebû Eyyûb (radıyallahu anh) da aşağı iner.
Hatta Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
nezâret ve iştiraki ile yapılan ilk câmi ve âilesine mahsûs etrafındaki
hücrelerin de tavanı el değecek kadar alçaktır.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) evlerin boyca
yükselmesindeki istikrâh ve memnûniyetsizliğini muhtelif vesilelerle ifâde
etmiş, bunu "kıyâmet alâmetlerinden biri" olarak tavsif etmiştir.
Meşhûr Cibril hadisinde kıyâmetin ne zaman kopacağına dâir suâle "Bilmiyorum" dedikten sonra alâmetlerinden olarak: "Davar
çobanları bina yükseltmekte yarıştıkları zaman" der[42].
Kezâ bir diğer rivayette de "binâlar sivrilince" kıyâmetin
beklenmesi gerektiğini söylemektedir. Bu cümleden olarak kıyâmete yakın
insanların evlerini (rengârenk münakkaş ve çizgili elbiselere benzeteceklerini
ifâde ederek, evin harici tezyinatını da israf sınıfına sokarak kerâhetini
bildirmiştir.
Meskenlerin fazla yüksek olmasını tavsiye etmeyen
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu rivayette takribî bir rakam da verir: "Bir
kimse binâsını yedi (bir başka vecihte on) zirâdan fazla yükseltirse kendisine
(semâdaki bir münâdi tarafından): "Ey fâsık (Ey Allah'ın düşmanı) nereye
(gitmeyi arzu ediyorsun?) diye nidâ edilir." İbnu'l-Arabî
"Rabbinin Ad’a ne yaptığını görmedin mi, Sütunlar sahibi İrem’e"
(Fecr: 89/6-7) âyetinin tefsirinde bu âyetten, binayı yüksek ve iri yapmaktan
tahzir manasını da kaydeder.
Yüksekten men sebepleri hadiste tavzih edilmediği
halde şarihlerce israf, tefahur ve başkalarının avretine ıttıla gibi sebeplerle
izah edilmektedir. Bunlarla birlikte başka sebeplerin de olabileceğini hadisin
ıtlâkından çıkarmak mümkündür. Bu meyânda, hususen zamanımızda anlaşılan
mahzurlardan biri, insan ölçüleriyle tenâsübü son derece aşan inşaatların
insanda meydana getirdiği ruhî ve içtimâî bozukluklardır. Bugün "cehennemî
makine", "umacı şehir" gibi vasıflarla tavsif edilmeye başlanan
büyük şehirlerde hızla artmakta olan tecennün ve buna yakın rûhî hastalıkların
sebepleri arasında bu durum da kaydedilmektedir. Büyük inşaatlar azametleriyle
insan ruhunu ezmekle kalmıyor, içinde yaşayanların tabiatla ilgisini son derece
azaltıyor ve ayrıca insanlar arası münasebetlere te'sir ederek menfi
istikamette geliştiriyor. Apartman hayatının huzursuzlukları ve komşu seçme
imkânı tanımayan şartları nazara alınınca büyük şehirlerde, kalabalığa rağmen
insanın nasıl yalnızlığa itildiği anlaşılır. Sosyologlar, "Temâslar
satıhta kaldığı müddetçe, mübâşeret ne kadar artarsa artsın ferdin kalabalık
içerisinde yalnız kalacağını", yalnızlığı ortadan kaldıran şeyin sâdece
"görmek ve dinlemek" değil, aynı zamanda "görülmek ve
dinlenilmek" olduğunu belirtmişlerdir. Bir İslâm feylesofu olan Fârâbî'de
(v. 950) de değişik kelimelerle aynı şeyi buluruz. O, "el-Medînetü'l-Fâdıla"
ile kasteddiği ideal şehri "saadeti elde etmede muhtaç olunan şeyleri
te'minde, teâvün maksadıyla toplanılan yer" olarak kabûl eder. Cemâat ve
yardımlaşma şuurunu vermeyen, bugünün tabiriyle kişiyi yalnızlığa iten şehir,
ideal şehir değildir. Ona göre ideal şehir sıhhatli, her bakımdan tam ve mükemmel bir beden gibidir ki uzuvları
birbiriyle gâyenin te'mîninde yardımlaşırlar."
Şunu da son olarak kaydedelim ki, ihtiyaçtan doğarak
darlığı önleyecek yükseltmelere müsâade edilmişe benziyor. Zira evinin
darlığından şikâyet eden Hâlid İbnu Velîd'e Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm): "Evi semâya doğru yükselt ve Allâh'tan genişlik iste"
buyurmuştur.[43]
Bazı rivayetler sünnetin meskenle ilgili bir kısım
tavsiye ve nasihatlarda bulunmakla kalmayıp, tavsiye edilen evsafa uyulmadığı
hallerde müdahale de edildiğini göstermektedir.
Enes'in rivayetine göre, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) bir çıkışında etrafındaki evlere nazaran çıkıntı
teşkil eden (yüksekçe) bir kubbe görür ve
"Bu da ne?" diye sorar. Ashâbı kendisine
"Bu, Ensâr'dan falancanındır" derler.
Hz.Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) manzaraya içinden kızarsa da sükût eder.
Fakat inşaat sâhibi, kendisine gelip selâm verince selâmını almaz ve yüzünü
çevirir. Öbürü kaç sefer karşısına geçip selâm verse de Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) her defasında aynı şekilde davranıp selâmını almaz.
Neticede adamcağız Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in kendisine
kızdığını ve bu sebeple yüz çevirdiğini anlar. Durumu arkadaşlarına açarak dert
yanar. Ona:
"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) dışarı
çıktığı vakit kubbeni gördü (ve buna kızdı)" derler. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bir başka gün kubbeyi yerinde görmeyince
"Kubbeye ne oldu?" diye sorar. Olup biteni
kendisine anlatırlar. Bunun üzerine: "İhtiyaç fazlası her bina, sâhibi
üzerine bir vebâldir" buyurur.
Kezâ aynı muhtevâda bir müdahale de amcası Abbas'ın
yaptırdığı gurfe'ye karşı olmuştur. Hz. Abbâs (radıyallahu anh), gurfe'nin
yıkılmaması karşılığında bedelince sadakada bulunmayı teklif eder. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bunu kabul etmez. Abbâs (radıyallahu anh)
teklifinde sonuna kadar ısrar ederse de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buna katiyyen yanaşmaz ve "yık onu" der. İnşaat yıktırılır.
Süveylimu'l-Yahûdi'nin evinin yıkılmasıyla ilgili
hâdise, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in meskene olan müdâhalesine
değişik bir misâl olarak zikre değer. İbnu Hişâm'ın kaydına göre münâfıklar,
Tebük gazvesi için hazırlık yapıldığı sırada Yahudi Süveylim'in evinde
toplanarak halkın sefere katılmasını önleyici faaliyetlerde bulunuyordu. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Talha İbnu Ubeydillah (radıyallahu anh)
başkanlığında bir grup göndererek Süveylim'in evini üzerlerine yıkmalarını
emreder. Talha (radıyallahu anh) emri aynen icra eder.
Burada müdâhale sebebi olarak devlet aleyhine
cereyân eden menfi faaliyeti görmekteyiz ki az ilerde, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'den sonra görülen bâzı benzer örnekler vereceğiz.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hayâtında
rastlanan mühim bir müdâhale örneği mâbedlerle ilgili. Hâtırası Kur'ân'da
ebedleştirilen Mescid-i Dırâr hâdisesi mevzumuzu ilgilendirse gerek.
Kaynaklarımızın bildirdiğine göre Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Tebük
seferinde iken Medine münafıklarından 12 kişilik bir grup, müstakil bir mescid
inşa ederek kendi aralarında bir araya gelme imkânı düşünürler. Zira Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in onlara karşı takip ettiği başarılı bir
siyaset sonucu bir araya gelemiyorlardı. Müslümanlar seferden dönüp, Medine
yakınlarındaki Zi-Evân mevkiine gelince Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e adam yollayarak:
"Ya Resûlullah biz, hastalar, ihtiyaç
sahipleri, yağmurlu ve karanlık geceler için bir mescit yaptık, senin bize
orada namaz kıldırarak (küşâdını yapmanı) istiyoruz" dediler. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Siz gidin, şu anda yolculuğum bitmiş değil,
meşguliyetim de var, Medine'ye varınca inşaallah geliriz (...)" diyerek müsbet cevap verir.
Fakat bir müddet sonra gelen vahiy münâfıkların gerçek gayesini Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e bildirir:
"Bir de (Müslümanlar'a) zarar vermek için,
küfür için, mü'minlerin arasına ayrılık sokmak için ve daha evvel Allah ve
Resûlü ile harb eden (in gelmesini iştiyak ile) beklemek ve gözetmek için bir
(bina yapıp onu) mescid edinenler ve "(bununla) iyilikten başka bir şey
kastedmedik" diye muhakkak yemin edecek olanlar vardır. Allah şâhitlik
eder ki: Onlar şeksiz şüphesiz yalancıdırlar. (Habîbim) onun içerisinde hiçbir
vakit (namaza) durma (...) onların kurdukları bina, kalblerinde dâimî bir şek
(ve nifaka) sebep olacaktır. Meğer ki kalbleri ölümle parçalanmış olsun
(....)"
(Tevbe: 9/107-110).
Vahiy üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
gönderdiği adamlarla "küfür, Müslümanlar'a zarar ve nifak için"
yapılmış olan ve "sağ kaldıkları müddetçe kalplerindeki şek ve nifakı
besleyip artıracak" olan bu inşaatı yıktırıyor ve yaktırıyor.
Rivayetler, Mescid-i Dırâr'ın yerinin çöplük ve mezbelelik yapıldığını, oraya uğrayan
yoldan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hiç geçmediğini kaydederler.
Taif mescidinin Taif'deki eski tapınağın bulunduğu yere yapılması için verilen
emirle bu sünnet karşılaştırılınca "binâu'lmüfsidin"e karşı
gösterilen aksülamel anlaşılır.
Rivâyetler, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in sünnetinde rastlanan bu misâllere muvazî olarak müteakip
devirlerde halifeler tarafından hususi meskenlere ve hatta amme için yapılmış
inşaatlara, benzeri maksatlarla müdahalelerde bulunulduğunu göstermektedir.
Müleyh İbnu Avf es-Sülemî'nin rivayetine göre Hz. Ömer'e, Sa'd İbnu Ebi Vakkas
(radıyallahu anhümâ)'ın evinin kapısına tahtadan işlemeli bir kapı, kasrına da
kamıştan ilave bir kulübe yaptırdığı haberi ulaşır. Hz. Ömer (radıyallahu anh)
bu haber üzerine derhal Muhammed İbnu Mesleme (radıyallahu anh)'yi göndererek
(israf olarak değerlendirilen) mezkur kapı ve kulübeyi yakmasını emreder.
el-Hakîmu't-Tirmizî'nin bir tahricinde, Ebûd-Derdâ'nın Humus'daki evine bir
kenif ilâve ettiğini haber alan Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in, "Yâ Üveymir,
dünyayı tezyin hususunda Fars ve Rum'un inşaatları sana kifayet ederdi. Allah
onları (israfları için) harâb etti. Mektubumu alır almaz Humus'u terket,
Dımeşk'e git" diyerek cezâ olarak onu bulunduğu yerden sürgün eder.
Hz. Ömer (radıyallahu anh), Humus emîrinin, evin
üstünde ılliyye denen bir tenezzüh odası yaptırdığını duyunca derhal ona bir
mektup yazarak "odun toplayıp yakmasını" emreder. Benzeri bir olayı
Hâricetu'bnu Hüzâfe (radıyallahu anh)'nin Mısır'da yaptırdığını duyunca Mısır Vâlisi
Amr İbnu'l-Âs (radıyallahu anh)'a yazarak "... Hârice, komşuların avretine
ıttıla peydâ etmek istyor, mektubumu alınca yık onu" der.
Temîmü'd-Dârî (radıyallahu anh)'nin rivayetinden
"Hz. Ömer (radıyallahu anh) zamanında
halkın yüksek binâlar yaptırdığını" öğreniyoruz.
Abdullâhu'r-Rûmî'nin bahsettiği, Hz. Ömer (radıyallahu anh) tarafından
vâlilere: "Binâlarınızı yükseltmeyin" diye yapılan tamim bu yüksek
yapma hareketlerinden sonra yapılmış olabilir. Belki de Hz. Ömer (radıyallahu
anh)'in bu titizliği sonucu olarak Kûfe'de bulunan Sa'd İbnu Ebî Vakkâs oturmak
için muhtâç olduğu evin Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in mesken mevzuundaki
titizliğini ifade eden bir diğer misâl tezyinatla ilgili. Abdurrezzâk'ın bir
tahricinde Hz. Ömer (radıyallahu anh)'e Basralı Hadrâ adında bir kadın evinin
iç duvarlarını, örtüler çekerek, tezyin ettiği haberi ulaşınca orada vâli
bulunan Ebû Musâ el-Eş'arî (radıyallahu anh)'ye yazarak bu tezyinat perdelerini
yırtmasını emreder. Kezâ kendisini İrânlı bir çiftçi (dehkân) dâvet edecek
olsa, önce sorar, eğer evinde tasvir olduğunu öğrenecek olursa icâbet etmezdi.
Hz. Ömer (radıyallahu anh) umumi ahlâka menfi te'sir
eden evlere de müdâhale etmiştir. Bu meyânda bir nevi içki imâl ve satış yeri
(hânût) durumunda olan Ruveyşudu's-Sakafi'nin evini yaktırır. Sa'd İbnu İbrâhim
evi bir kor hâlinde gördüğünü kaydeder.
Hülâsa, gerek Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'den, gerek Hz. Ömer (radıyallahu anh)'den verdiğimiz bu misaller her
çeşit inşaatların -ister yükseklik ve ebad yönüyle, ister tezyinat ve
kullanılış gayesi yönüyle- devletin murâkebe ve kontrolü altında tutulduğunu
göstermektedir. Bu durum, bilhassa ilk zamanlarda daha titizlikle uygulanmış
gözükmektedir. Suyûti, Halife Muktedir Billâh'ın Râfizîler'den bir grubun
toplanıp namaz kıldığı, Sahâbeye hakâret edip cuma kılmadıkları ve Karâmita ile
de mektup irtibâtına başladıkları, Nerâsâ mescidinin yıkılması hususunda
ulemâya başvurup "Mescid-i Dırâr'dır" diye fetvâ alıp yıktırdığını ve
yerini de mezarlık yaptırdığını kaydeder.
Cemiyet için zararlı faaliyetlerde bulunan, davranış
ve yaşayışlarıyla ammenin ahlâkını bozucu kötü örnekler veren kimseleri
barındıran "binâu'l-müfsidin"in yıktırılması hususunda fetvâ veren
Suyûtî, bu mühim mesele için bir de
müstakil eser vermiştir: Ref'u Menâri'd-Din ve Hedmu Binâi'l-Müfsidîn.[44]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in mesken
siyâsetini belirtmek sadedinde naklettiğimiz hususlar nazara alınınca her
Müslümanın şöyle bir mesken telakkisine sahip olmasını arzu ettiği neticesi
çıkarılabilir.
1- Mesken dünyevî (ve dolayısıyla uhrevî) saadetin baş
âmillerinden biridir.
2- Meskenin iyi olması: Genişliğine, komşusuna, sosyal
tesislere yakınlığına, yeni yerinin havadar, güneşli vs. olmasına, civarında
mescid, mektep, çarşı gibi kültürel ve
iktisâdî tesislerin bulunmasına bağlıdır.
3- Meskenin genişliği, içinde oturanların adedine
bağlı olarak oda sayısının çokluğu ve odalarının genişliği ile ölçülür.
4- Mesken sâde olmalı, inanç ve ahlâka zıt telkinlere
sebep olan yabancı kültürü temsil eden tezyin unsurlarına yer verilmemelidir.
5- Mesken gerek vüsat ve gerek tefriş yönüyle ihtiyacı
taşıyıp isrâfa yer vermemelidir.
6- Mesken yüksek olmamalıdır.
7- Her mesken gusülhâne, helâ, mutfak gibi unsurlara
şâmil olmalıdır.
8- Kanûna uymayan meskene devlet müdâhale edebilir.
Böyle bir mesken telâkkisine her Müslümanın sâhip
olması gerektiğini, bu vasıfların ufak tefek farklarla kısa bir şekilde terbiye
kitaplarında umumiyetle yer almış olmasından da anlayabiliriz.[45]
Sünnete göre bir evde bulunması gereken şartları
ortaya koyup, her Müslüman'ın sâhip olması gereken mesken telakkisini
belirttikten sonra fukahânın, kocayı, karısına karşı teminle mükellef kıldığı
meskenin tasvirini vermekte fayda var. Bu meskene şer'î mesken veya meşrû mesken
denebilir. Burada, fukahânın, normal bir İslâmî hayat için oturulacak meskende
bulunmasını şart ve zarurî gördükleri asgarî evsafı görmüş olacağız. Dikkat
edilirse burada, çocuk unsuru üzerinde durulmamıştır. Evlenme ânında, çocuksuz
farzedilen bir kadına hazırlanması gereken meskenin zarurî şartları
mevzubahistir. Çocuklar olunca durum ne olacak? Fıkıh kitaplarında burası
mübhemdir. Dr. Ruhi Özcan'ın "İslâm Hukukunda Karı-Koca Nafaka
Mükellefiyeti" adlı doktora tezinden aynen aldığımız tasvir şöyle:
"A- Meşrû meskende aranan şartlar
şunlardır:
1) Zevcenin din ve dünya işlerini görmesine müsâid
olmalıdır.
2) Kocanın zevceye zulüm (haksızlık) etmek istediğinde
bu zulümden onu men etmeye kudreti yeten sâlih komşular arasında yer almalıdır.
3) Zevceye can ve mal emniyeti sağlayabilmelidir.
4) Kocanın zevcesinden cinsen faydalanmasına imkân
vermelidir.
5) Bütün ihtiyaçlarla birlikte su da meskene koca
tarafından getirilmiş olmalıdır. Meskenin içinde sarnıç, kuyu, çeşme bulunması,
bu mahallin meşrû mesken olmasına engel değildir.
6) Zevce izin vermedikçe meskeninde, kocanın akrabası
ikâmet edemezse de kocanın her türlü kadın kölelerinin, başka kadından olma
cinsî münâsebeti anlamayacak kadar küçük çocuklarının bulunmasına mani olamaz.
Buna mukabil meskende zevce de kocanın izni olmadıkça, başka kocasından olma
küçük çocuğunu, kendi akrabasını bulunduramaz. Mesken mülkiyetinin kocaya âit
olması veyâ olmaması bu ahkâma müessir değildir.
B- Mesken tenhâ, duvarları yüksek, konak gibi geniş
olup da, zevcenin yalnızlıktan dolayı aklına bir bozukluk gelmesine sebep
olacağı anlaşılır (mâlum olur)sa kocanın zevceye bir yoldaş; (arkadaş, enise)
temin etmesi lâzımdır.
C- Zevceye arkadaş te'mîn mecbûriyeti, zevceden
zevceye ve yerden yere değişir; farklıdır. Meselâ zevce yalnız başına odada
ikâmet edip gecelemekten korkan cinsten ise, iskân yeri küçük olsa bile,
kocanın zevceye yoldaş te'mîn etmesi gerekir. Kezâ zevce küçük ve yalnız olarak
ikâmetten korkan bir insansa, zevceye yoldaş te'mîni icâb eder.
Ç- İskân yeri küçük, sâlih komşular arasında olup da,
zevcenin korkmayacağı anlaşılır (mâlûm olur)sa, kocanın zevcesine yoldaş te'min
etmesi gerekmez.[46]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/174.
[2] Buhârî, İstizan: 53; İbnu
Mâce, Zühd: 13, (4162); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 3/174.
[3] Buhârî, Mardâ: 19, Da'avât:
30, Rikâk: 7, Temennî: 6; Müslim, Zikr: 12, (2681); Nesâî, Cenâîz: 2, (4, 3-4);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/175.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/175-176.
[5] Tirmizî, Kıyamet: 41,
(2484); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/176.
[6] Ebû Dâvud, Edeb: 169,
(5237); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/177.
[7]Ebu Davud, Edeb: 169, (5235),
(5236); Tirmizî, Zühd: 25, (2336); İbnu Mâce, Zühd: 13 (4160); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/177.
[8] Ebû Dâvud, Edeb: 170,
(5238); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/178.
[9] Buhârî, Mezâlim: 29; Müslim,
Müsâkât: 243, (1613); Tirmizî, Ahkâm: 20, (1355); Ebu Dâvud, Akdiye: 31,
(3633), İbnu Mâce, Ahkâm: 16, (2338); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/178.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/178.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/179.
[12] Bu bahse burada yer
vermeyeceğiz. (İbrahim Canan)
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/179-182.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/182.
[15] Hz. Peygamber bâzı sahîh
hadîslerde, uğursuzluk addetmeyi, (teşâum) reddettiği halde (bak. Müslim,
Selâm: 110-114 (4, 1745-46, 2223-2224 HI.) burada uğursuzluktan bahsetmesi
âlimler arasında münâkaşa vesilesi olmuştur. Hattâ Hattâbî ve diğer birçokları,
bu üç şeyde uğursuzluk çıkarmanın nehyedildiğini (Meâlim: 4, 236)
anlamışlardır. Onlara göre bu üç nesneden sâhiplerinin memnûniyetsizlikleri söz
konusu olabilir. Bu durumda talak ve satış yoluyla halâs olması gerekir.
Bâzılarına göre de kadının uğursuzluğu kısır oluşu; kötü dilli oluşu; bineğin
uğursuzluğu huysuz oluşu, üzerinde cihât edilmemesi vs. dir. (İbrahim Canan)
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/184.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/184-187.
[18] Evin genişliği, bugünkü
sosyologlara göre, sâdece içerisinde yaşayanların sayısına değil, yaşayanın
iktisâdî durumuna da bağlıdır. Meselâ Fransa'da bekâr yaşayan bir kimse için 14
m² normal genişlik kabûl edilirken, bu Amerika'da 36 m² dir. Kezâ Amerika'da
iki kişi için 67 m², üç kişi için 90 m², dört kişi için 103 m² tesbît
edilmiştir (Famille et Habitation 1, 108). Oda sayısının tesbîti için de :
"Ebeveyn için bir yatak odası, -ailenin durumuna göre- evde kalan diğer
nüfustan her ikisi (veyâ her biri) için birer oda. Diğer kısımların (oturma
odası, gusulhane, mutfak, helâ... ) sayı ve genişliği evde kalanların sayısına
göre değişir" denmektedir. (a.e. 1, 109); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/187-188.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/188-189.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/189-190.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/190-191.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/191-192.
[23] Dar mesken husûsunda iki
ölçü verilir:
1- Mesâha yönünden: Adam başına 8-10 m² düşen
lojman behemahal marazîdir, 12-14 m² tehlikelidir ve marazî ârazlara sebep
olabilir.
2- Kesâfet yönünden : Oda başına 2,5 kişi düşerse
behemahal marazîdir, 2 kişi düşerse tehlikelidir (Famille et Habitation 1,
121). Meselenin ehemmiyetine binâen bir başka kaynakta, Fransa'da âile nüfus
sayısına göre tesbît edilen lojman standart tablosunu burada sunmayı uygun
bulduk (J. -E. Havel, Habitat et Logement, Puf, Paris, 1974, s.34). (İbrahim
Canan)
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/192-194.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/194-195.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/196.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/196-197.
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/197-198.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/197-198.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/198.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/198.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/198-199.
[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/199-200.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/200-201.
[35]Aynî bu konuda şiddet ve
suhûlet ifade eden hadîslerin te'lifi zımnında: "Şâri bidâyette nakış bile
olsa, bütün sûretleri yasakladı. Zira halk sûretperestlikten yeni çıkmıştı.
Fakat nehiy yerleştikten sonra câhilin, hürmete tevessül etmeyeceğinden emin
olunan vazîyetlerdeki (yüksekte asılı olmayan) tasvîrler mubâh kılındı"
der. (Aynî 22, 74). (İbrahim Canan)
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/202-204.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/204.
[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/204-206.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/206.
[40] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/207-208.
[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/208-209.
[42] İbnu Hacer'in Kurtubî'den "Nebat
(ehlinin) kibarlaşması ve şehirlerde kasırlar edinmeleri dînin inkilâbına duçâr
olmasıdır" hadîsi üzerine naklettiği şu îzahı, enteresan olduğu için
aynen naklediyoruz: "Hadîsden maksûd ehl-i bâdıyenin (köylülerin) amme
işlerini (el-emr) (devlet) istilâ etmeleridir. Memlekete zorla hâkim olurlar.
Bunların (böylece) malları çoğalır, himmetleri (yüksek apartmanlar inşasıyla)
binâ yarışına ve bununla tefâhura yönelir. Bu duruma içinde bulunduğumuz şu
devir şehâdet etmektedir:" (F.B. 1,131). Merhûm Prof. Hamdi Râgıb Atademir
bir vesile ile Cibril hadisinde geçen "tetavülü'l-Bünyân" tâbiriyle
günümüzün demokrasi sistemine ve bunun marazî tarafına delâlet ettiğini
söylemişti. Aynı hadîsi Mübârekfûrî' de: "Bu hadis köylü ve benzeri
ihtiyâç sâhiplerinin dünyâlık yönüyle zenginleşerek binâlar yaptırmak sûretiyle
birbirlerine karşı böbürleneceklerine delâlet eder" der. (İbrahim Canan)
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/209-211.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/211-214.
[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/214-215.
[46] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/215-216.