RESÛLULLAH'IN HÜKME BAĞLADIĞI
DÂVÂLAR
(Bu bölümde on fasıl vardır)
BİRİNCİ FASIL
KAZANIN KERAHETİ
*
İKİNCİ FASIL
ADİL VE ZALİM HAKİM
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
MÜÇTEHİDİN SEVABI
*
DÖRDÜNCÜ FASIL
RÜŞVET HAKKINDA
*
BEŞİNCİ FASIL
KAZANIN ÂDABI
*
ALTINCI FASIL
HÜKMÜN KEYFİYETİ
*
YEDİNCİ FASIL
İDDİALAR VE BEYYİNELER YEMİNİN ŞEKLİ
*
SEKİZİNCİ FASIL
ADALET VE ŞEHADET
*
EHL-İ KİTAB'IN ŞEHADETİ
*
DOKUZUNCU FASIL
HAPİS VE MÜLAZEMET
*
ONUNCU FASIL
RESULULLAH'IN HÜKMETTİGİ KAZALAR
Kazâ (veya kadâ), dilimize girmiş bir kelimedir. Aynı kökten
kazıyye, kadı, kudât gibi başka kelimeler de dilimize girmiş durumdadır. Asıl
itibariyle bir şeyi muhkem ve sağlam yapmak ve bitirmek mânasına gelir ise de;
hüküm, icra, ilzam... mânalarına da gelir. Kur'ân'da geçen "Yedi göğün
yaratılmasını iki günde tamamladı" (Fussilet 12); "İsrailoğullarına
Tevrat'ta şöyle hükmettik" (İsra 4) "Rabbin şunu da hükmetti: Ondan
başkasına ibadet etmeyin..." (İsra 23) gibi ayetler, kazâ kelimesinin
farklı mânalarına örnektir. Hukukî bir tabir olarak hükmü tenfiz mânasına da
kullanılmıştır. Hâkim'e, hükmü delillere dayanarak muhkem şekilde verdiği ve
sonra da icra ettiği için kâdı denmiştir. Kazâ, şer'î bir ıstılah olarak iki ve
daha çok sayıdaki hasım arasındaki husumeti Allah Teâla'nın hükmüyle fasletmek
(çözmek) mânasına gelir.
Bu bahis, bugünkü tabiriyle muhakeme ve bununla ilgili meselelere
yer verir. Dinî kitaplar bu meselelere kitâbu'lkazâ, kitâbu'l-akdiye,
kitâbu'l-ahkâm gibi farklı başlıklar altında yer verirler. Hepsi aynı mânaya
gelir. Bu sahanın günümüzde usûl-i muhakemât birkısım meseleleri edebu'lkâdı
adını taşıyan bazı kitaplarda müstakillen ele alınmıştır. [1]
ـ4881 ـ1ـ عن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ: مَنْ
جُعِلَ
قَاضِياً بَيْنَ
النَّاسِ
فقَدْ ذُبِحَ
بِغَيْرِ سِكينٍ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي.ومعناه:
مَنْ طَلَبَ
الْقضاءَ
وَحرص عليه
فقد تعرض
للذبائح
فليحذره.وقوله:
»بغيرِ سكينٍ«
كناية عما
يخاف عليه من
هك دينه دون
بدنه،
والمراد به أن
ما ذبح بغير سكين
يكون ذبحه
تعذيباً،
فضرب به المثل
ليكون أبلغ في
التحذير من
الوقوع فيه،
وأشد في التوقي
منه .
1. (4881)- Hz. Ebu Hüreyre
radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki:
"Kim insanlar arasında kâdı tayin edilmiş ise, bıçaksız
boğazlanmış demektir." [Ebu Dâvud, Akdiye 1, (3571, 3572); Tirmizî, Ahkâm
1, (1325).][2]
AÇIKLAMA:
İbnu Salâh'ın açıklamasıyla, "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), bu hadiste, kadılık mesleğinin zorluğuna ve mesûliyetinin ağırlığına
işaret buyurmaktadır. Kesilmekten murad, mânevîdir. Çünkü kadı, dürüst olursa
dünya azabına, dürüst olmazsa ahiret azabına maruzdur ve iki sıkıntı
arasındadır." Hattâbî'nin yorumu biraz daha farklı: "Burada bıçakla
kesilme mevzubahis edilmemiştir; tâ ki, korkulan şeyden muradın dinî helak
olduğu, bedenî helak olmadığı bilinmiş olsun. Bu, hadisin bir veçhidir. Diğer
veçhi ise şudur: Bıçakla kesmede kesilen şeye bir rahatlık vardır. Ama boğma,
yakma vs. suretlerle öldürme işinde eziyet çok fazladır. Böylece, çok daha
müessir bir metodla kadılıktan tahzirde bulunulmuş olmaktadır."
İbnu Hacer, el-Telhîs'de der ki: "İnsanlardan birkısmı
kadılık arzusuyla fitneye düşmüş ve hadisi, siyakından ilk akla gelen normal
mânasının dışına çıkarıp "bıçaksız kesilme" ile kadılıktaki rıfka
işaret etmiştir." Eğer bıçakla kesilseydi bu daha meşakkatli olurdu"
demiştir. Ancak bu te'vilin fasid olduğu açıktır." Sübülü's-Selâm'da şöyle
denmiştir: "Hadiste, kadılığı deruhte etmekten ve o mesleğe girmekten
tahzîre delil var. Sanki şöyle denmektedir: "Kim kazâ (kadılık) işini
üzerine alırsa, nefsini boğazlanmaya mâruz bırakmıştır. Öyleyse ondan sakınsın,
kaçınsın. Çünkü, bile bile veya cehâletle hüküm verdi mi cehennemliktir."
Nefsini boğazlamasından murat onu helâkete atmaktır. Yani,
"Kadılığı, üzerine almakla nefsini helâka atmıştır" demektir. Ayrıca
"bıçaksız kesilme"den bahsetmiştir; tâ ki, buradaki boğazlamadan
maksadın, çoğunlukla bıçakla yapılan damarların kesilmesi olmayıp, bilakis
uhrevî azapla nefsin helâk edilmesi olduğu bildirilmiş olsun."[3]
ـ4882 ـ2ـ
وعن
بُرَيْدَة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
اَلْقُضَاةُ
ثَثَةٌ:
وَاحدٌ في
الْجَنَّةِ،
وَاِثْنَانِ
في النَّارِ.
فأمَّا
الَّذِي في
الْجَنَّةِ
فَرَجُلٌ
عَرَفَ
الْحَقَّ
فقَضى بهِ، وَرَجُلٌ
عَرَفَ
الْحَقَّ
وَجَارَ في
الْحُكْمِ
فَهُوَ في
النَّارِ،
وَرَجُلٌ
قَضَى لِلنَّاسِ
عَلى جَهْلٍ
فَهُوَ في
النَّارِ[. أخرجه
أبو داود .
2. (4882)-
Büreyde radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kadı
üçtür: Biri cennetlik, ikisi cehennemliktir. Cennetlik olan, hakkı bilip öyle
hükmedendir. Hakkı bilip hükmünde (bile bile) adaletsiz davranan
cehennemliktir. Halka câhilâne hükümde bulunan da cehennemliktir." [Ebu
Dâvud, Akdiye 2, (3573).][4]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, hakkı bilen ve hakla amel eden kadının cehennemden
kurtulabileceğini belirtir. Diğerleri ise kutulamayacaktır. Şu halde burada
esas, sadece bilmek değil, onunla amel'dir. Zîra hakkı bilip de onunla amel
etmeyenin, aynen cehaletle hükmeden gibi cehennemlik olduğu belirtilmiştir.
Hadiste mühim bir husus şudur: Cehaletle hükmedenin hükmü hakka
muvafık olsa da cehennemliktir. Hadisin zâhiri bunu ifade etmektedir. Çünkü
mutlak gelmiştir. Böylece hadis, cehaletle hükmetmekten veya hakkı
bildiği halde haksız hükmetmekten şiddetle tahzîrde bulunmuş olmaktadır.
Hatîb Şerbînî: "Hükmü infaz edilecek kadı birinci kadıdır,
diğer iki sinin hükümlerine itibar edilmez" demiştir.[5]
ـ4883 ـ3ـ
وعن
عبداللّهِ
بنِ مَوْهَبٍ:
]أنَّ عُثْمَانَ
بْنَ
عَفَّانَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ ُبْنِ
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما: اِذْهَبْ
فَاقْضِ
بَيْنَ
النَّاس.
قَالَ: أوَ تُعْفِينِي
يَا أمِيرَ
الْمُؤْمِنينَ؟
فقَالَ: وَمَا
تَكْرَهُ
مِنْ ذلِكَ،
وَقَدْ كَانَ
أبُوكَ قَاضِيّاً.
قَالَ: ‘نِّي
سَمِعْتُ
رَسُولُ
اللّهِ #:
يَقُولُ: مَنْ
كَانَ
قَاضِياً
فَقَضى بِالْعَدْلِ
فَبِالْحَرِىّ
أنْ
يَنْقَلِيَ مِنْهُ
كَفَافاً
فَمَا أرْجُو
بَعْدَ
ذلِكَ[. أخرجه
الترمذي.يقال
فن »بالحريّ«
أن يكرم: أي هو
أهل لذلك
وحقيق به .
3. (4883)- Abdullah İbnu
Mevhib anlatıyor: "Osman İbnu Affan, İbnu Ömer radıyallahu anhüm'e:
"Git insanlar arasında hükmet!" dedi. Abdullah:
"Ey mü'minlerin emîri, beni bu vazifeden affetmez
misiniz?" diye ricada bulundu. Hz. Osman radıyallahu anh:
"Bundan niye kaçıyorsun? Senin baban da kadı idi" diye
ısrar etmek istedi. Ancak Abdullah dedi ki: "Doğru da, ben Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın:
"Kim kadı olur ve adâletle hükmederse, bu kimse başabaş
(sevap ve günahı eşit) ayrılmaya liyakat kazanmıştır" dediğini işittim.
Artı (Resûlullah'ın bu sözünden) sonra ne ümid edebilirim?" [Hz. Osman
bunun üzerine İbnu Ömer'e teklifte bulunmadı.]" [Tirmizî, Ahkâm 1,
(1322).][6]
AÇIKLAMA:
İbnu Ömer'in Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan yaptığı
rivayete göre, kişi iyi niyetle hareket ederek, hakkı bulma hususunda gayret
edip hükme varsa, ne sevap ne ikab başabaş kurtaracaktır. Bu durumda kazanılan
ne? İnanan insan amelinin sevap getirmesini ister. Kadılıkta bu yoksa niye
kadılık yapsın ki? İbnu Ömer bunu belirterek kadılık vazifesini kabul etmiyor.
Hz. Osman da ısrar etmiyor, radıyallahu anhüm.
Hadis, et-Tergîb'te biraz farkla rivayet edilmiştir. "Osman
İbnu Affân, İbnu Ömer radıyallahu anhüm'e:
"Git kadı ol!" diye emreder. İbnu Ömer:
"Beni bundan affetmez misiniz ey emîre'lmü'minîn?" der.
"Git insanlar arasında hükmet!" diye emri yeniler Hz.
Osman. İbnu Ömer tekrar eder: "Ey emîre'lmü'minîn! Beni affedin?"
Hz. Osman: "Kararım kesindir, gidip kadılık yapacaksın!"
der. İbnu Ömer:
"Acele etmeyin. Ben Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın:
"Kim Allah'a sığınırsa, bir sığınağa girmiş demektir" dediğini
işittim!" der. Hz. Osman, "Evet!" deyince, İbnu Ömer: "Ben
kadı olmaktan Allah'a sığınırım!" der. Hz. Osman sorar:
"Seni bundan engelleyen nedir, baban da kadı idi."
"Çünkü der İbnu Ömer, ben Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın şu sözünü işittim:
"Kim cehaletle hükmederse cehennemliktir. Kim de kadı olup
zulm ile hükmederse o da cehennemliktir. Kim de kadı olur ve hakla -veya
adaletle- hükmederse başabaş kurtulmayı talep eder."
Öyleyse bu sözden sonra (kadılıktan) ne bekleyebilirim?"[7]
ـ4884 ـ1ـ عن
أنَسٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَنِ
ابْتَغَى
الْقَضَاءَ
وَسَألَ فيهِ
شُفَعَاءَ
وُكِلَ الى
نَفْسِهِ،
وَمَنْ
أُكْرِهَ
عَلَيْهِ أنْزَلَ
اللّهُ
إلَيْهِ
مَلَكاً
يُسَدِّدُهُ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
1. (4884)- Enes radıyallahu
anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kim kadılık talep eder ve bunun gerçekleşmesinde şefaatçilere
baş vurursa (iş) kendisine yıkılır (Allah'ın yardımı olmaz). Kime de o iş zorla
verilirse, Allah onu doğruya sevkedecek bir melek gönderir." [Ebu Dâvud,
Akdiye 3, (3578); Tirmizî, 1, (1323, 1324).][8]
ـ4885 ـ2ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رَسُولَ
اللّهِ #
قَالَ: مَنْ
طَلَبَ قَضَاءَ
الْمُسْلِمِينَ
حَتّى
يَنَالَهُ ثُمَّ
غَلَبَ
عَدْلُهُ
جَوْرَهُ
دَخَلَ الْجَنَّةَ.
وإنْ غََلَبَ
جَوْرُهُ
عَدْلَهُ فَلَهُ
النَّارُ[.
أخرجه أبو
داود .
2. (4885)- Ebu Hüreyre
radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki:
"Kim Müslümanların kadılık hizmetini talep edip elde etse,
sonra adaleti zulmüne galebe çalsa cennete girer. Zulmü adaletine galebe çalsa,
ateş onundur". [Ebu Dâvud, Akdiye 2, (3575).][9]
ـ4886 ـ3ـ
وعن ابْنِ أبي
أوْفَى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
اللّهُ
تَعالى مَعَ
الْقَاضِي مَا
لَمْ يَجُرْ،
فإذَا جَارَ
تَخَلّى
عَنْهُ
وَلَزِمَهُ
الشَّيْطَانُ[.
أخرجه
الترمذي .
3. (4886)- [Abdullah] İbnu
Ebî Evfa anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kadı zulmetmedikçe, Allah Teâla hazretleri onunla
birliktedir (yardımcısıdır). Zulme yer verdiği zaman onu terkeder, artık şeytan
onunla beraber olur." [Tirmizî, Ahkâm 4, (1330).][10]
AÇIKLAMA:
1- Bu üç hadis, kadılıkta adaletli olmaya teşvik etmektedir.
Adaletin gerçekleşmesinde, mühim amillerden biri, hâkimin liyâkatine binaen,
aranan kişi olmasına bağlıdır. Kendi talebi ile ve hele şefaatçilerin
yardımıyla kadılık elde eden kimse, adaleti tam bir bîtaraflıkla yürütemeyeceği
için, Resûlullah bunu takbih etmektedir. Kadı, o işin talibi olmamalı, sultan
tarafından aranmalıdır. Aranma işi, layık olduğuna dair şöhret kazanmış
olmasına bağlı olduğu için, burada kadılık arzulayanların liyaketliliğine
hazırlanmalarına zımmî bir teşvikten de bahsedilebilir.
Adil olan kadıya Allah'ın melek göndererek yardımcısı olması, yüce
bir şereftir. Zalim olan, bilerek insanların haklarını payimal eden kadıya
şeytanın arkadaşlık edip, zulme teşvikte yardımcı olması büyük bir hüsrandır,
ebedî cehenneme gitmesine vesiledir.
2- 4885 numaları Ebu Hüreyre hadisi ile az yukarıda 4883
numarada kaydedilen Abdullah İbnu Mevhib hadisi arasında tearuz görülmektedir.
Zîra birinde adil kadıya cennet vaadedilirken, diğerinde kefâf yani başabaş
kurtulur, ne sevap ne de günah vaadedilmektedir. Önceki hadis adalet
müessesesinin hassasiyetine, ehemmiyetine, sorumluluğunun büyüklüğüne dikkat
çekmeye matuftur. Sonuncu hadis ise, adil olmanın adaletle hükmetmenin
mükâfaatının büyüklüğüne dikkat çekmeye matuftur diye te'lif edilebilir.
Nitekim, müteakiben kaydedilecek Amr İbnu'l-Âs radıyallahu anh hadisi (4887),
iyi niyetle hükmeden kadıya hakkı bulamasa bile mükâfaat vaadetmekte,
hatasından dolayı sorumluluğun olmadığını belirtmektedir. Normalde bu mâna
esastır. Aksi takdirde adalet mekanizmasının işlememesi veya o müessesenin
uhrevî mesuliyetten korkusu olmayan kimselerin elinde kalması gerekir. Dinimiz
buna fetva vermez. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), 4897 numaları hadiste
göreceğimiz üzere, zahire, delile göre hükmetmeyi prensip edinmiş, sahte
delillerle lehinde hüküm istihsal etmeyi ateşten parça koparmak olarak tavsif
etmiştir. Hadiste: "Ola ki biriniz, diğerine nazaran getireceği delili ile
daha ikna edici olur. Ben de işittiğime dayanarak lehine hükmederim..." denmekle
zahire göre hükmetmek, nefsü'l-emri aramamak teşri edilmiş olmaktadır. Öyleyse,
kadı, hakkı bulmak arzusu ile zâhire göre hükmedince kararından dolayı sorumlu
olmamalıdır. [11]
ـ4887 ـ1ـ عن
عَمْرُو بْنِ
العَاصٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إذَا
اجْتَهَدَ
الْحَاكِمُ
فَأصَابَ
فَلَهُ
أجْرَانِ، وَإنِ
اجْتَهَدَ
فأخْطَأ
فَلَهُ أجرٌ[.
أخرجه الشيخان
وأبو داود .
1. (4887)- Amr İbnu'l-Âs
radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah buyurdular ki:
"Hâkim içtihad eder ve isabet ederse kendisine iki ücret
(sevap) verilir. Eğer içtihad eder ve hata edese ona bir ücret vardır."
[Buhârî, İ'tisâm 21; Müslim, Akdiye 15, (1716); Ebu Dâvud, Akdiye 2, (3574);
Tirmizî, Ahkâm 2, (1326); Nesâî, Kazâ 3, (8, 224).)[12]
AÇIKLAMA:
1- Alimler bu hadisten, alim kimsenin âdabına uygun şekilde
içtihad yaptıktan sonra, isabet edemeyip, hataya düştüğü için hükümünün veya
fetvasının reddedilmiş olmasından günaha girmeyeceği hükmünü çıkarmışlardır.
"Bilakis, derler, eğer iyi niyetle bütün gayretini ortaya koymuşsa ücrete
mazhar olur, eğer isabet etmişse ecri katlanır. Ancak hakkında ilmi bulunmayan
bir meselede cüret edip, ileri atılır, hüküm veya fetva vermeye kalkarsa
günahkâr olur."
İbnu'l-Münzir der ki: "Hâkim, içtihadı bildiği halde içtihad
ederek hata yaparsa ücrete mazhar olur. Ama alim olmazsa ücret almaz."
İbnu'l-Münzir, bu hükmü verirken 4882 numarada kaydettiğimiz Büreyde hadisine
dayanır. Orada: "Kadı üçtür" dendikten sonra, "Haksız yere
hükmeden kadı cehennemliktir, câhilâne hükümde bulunan da cehennemliktir"
buyrulmuştur.
Hattâbî, kadı'nın hata yapsa bile ücrete mazhar olma şartını
açıklama sadedinde şöyle der: "Müçtehid, içtihad için şart olan vasıfları
nefsinde cem'etmiş ise, (içtihadın usulünü, kıyasın çeşitlerini vs. biliyorsa)
ücrete mazhar olur. Böylesi müçtehid hatasından mâzurdur. Ama mütekellif (yani
içtihad için gerekli evsafı nefsinde cem'etmeden yersiz bir cüretle içtihada
tevessül etmiş biri) ise onun sorumluluğundan korkulur. Ayrıca, âlim kimseye ücret
verilmesi, hakkı aramada gayret sarfetmenin ibadet olmasındandır. Bu hüküm
isabet etme haline bağlıdır. Ama isabet etmezse, hatalı hükmüne ücret yoktur,
fakat günahından eksiltilir." Hattâbî'nin bu sözünden onun, hadiste geçen
"...ona bir ücret vardır" ibaresini, günahın eksiltilmesini ifade
eden bir mecaz kabul ettiği anlaşılmaktadır.
2- Hadiste geçen isabet etmekten murad, nefsü'l-emirdeki
Allah'ın hükmüne tesadüftür. Hata etmekten murad da, müçtehidin "hak, şu
cihettedir" diye verdiği hükmün nefsü'l-emirdekinin hilafına tesadüf etmiş
olmasıdır.
3- İsabet edene verilen iki ücretten biri içtihad ücreti,
diğeri de isabet ücretidir. İsabet edemeyen ise sadece içtihad ücreti alır.
4897 numarada içtihadda hata meselesine temas edilecektir.
Muhtasar-ı Şerhi's-Sünne'de denir ki: "Müçtehid olmayanın
kaza (hüküm verme) işine girmemesi gerekir. İmamın böyle olmayanı kaza işlerine
tayin etmesi de caiz olmaz."
Devamla müçtehid hakkında şu bilgi verilir: "Müçtehid, şu beş
ilmi nefsinden cem'eden kimsedir:
* Kitabullah ilmi,
* Resûlullah'ın sünnetinin ilmi,
* Selef ulemâsının icma ve ihtilaflarına ait ilim,
* Lügat ilmi,
* Kıyas ilmi...
Kıyas: Kur'ân, sünnet veya icmada sarih olarak görülemeyen bir
meselenin Kur'ân ve sünnetten hükmünün çıkarılması yoludur. Bu sebeple kitap
ilmi olarak, Kur'ân'ın nasihini, mensuhunu, mücmel ve müfesserini, hâs ve âmm
olanını, muhkem ve müteşâbihini, kerahet ve tahrimini, mübâh ve mendubunu
bilmek gerekir. Sünnet ilmi olarak da bu sayılanların bilinmesi gerekir.
İlaveten sünnetin sahihini, zayıfını, müsned ve mürselini, sünnetin Kur'ân'a
karşı, Kur'ân'ın sünnete karşı durumu nedir bilmek gerekir. Sözgelimi zâhiri
Kur'ân'a muvafık düşmeyen bir hadisle karşılaşınca ne yapacaktır? Çünkü temel
prensip şudur: Sünnet, Kur'ân'ı beyan eder, ona muhalefet etmez. Müçtehidin, sünnette
varid olan şer'î ahkâmı, kısas, ahbâr ve mevâizden ayrı olarak bilmesi gerekir.
Keza müçtehid lügat ilminden bütün Arapçayı olmasa da, Kur'ân ve
sünnette gelen ahkâmla ilgili lügatı bilmesi gerekir.
Keza müçtehid, sahâbe ve tâbiînin ahkâmla ilgili akvâlini
(sözlerini) ve ümmetin gelip geçen fakihlerinin fetvalarını çoğunluk itibariyle
bilmelidir ki, vereceği bir hüküm onların akvâline muhalif düşmesin; böylece
icmayı delmeyeceğinden emin olunur.
Şu halde sayılan bu ilim çeşitlerini bilen kimse müçtehidtir.
Bilmediği takdirde ona düşen (önceki müçtehidleri) taklid etmektir.
Burada katılmakta zorluk çekilecek bir husus, taklid etme
tavsiyesidir. Çünkü taklid, mevcut bir hükme uymaktır. Halbuki, asıl meselemiz,
yeni çıkan bir meselenin hükmünü araştırmaktır. Bu durumda neyi, kimi taklid
edeceğiz? Belki şöyle söylemek daha uygun düşecektir: İçtihad için gerekli
şartları haiz olmayanlar, eslâfın içtihad edip hükme bağladığı meselelerde
yeniden içtihada gitmeyip taklidi esas almalı, yeni meselelerde de ehliyetli
olanlar söz söylemelidir. Ehliyetli olmayıp da hevesli olanlar, önce
kendilerini yetiştirerek gerekli şartları nefislerinde cem ettikten sonra,
mesele çözümüne tevessül etmelidir; dinle oynanmaz."
4- Mevzu ile ilgili olarak, ulemânın bir münakaşasına da
burada temas edeceğiz: Her müçtehid hakka isabet eder mi, yoksa sadece biri mi
isabet eder? Bu meselede Hanefî ve Şâfiî ulemâya göre bir mesele hakkında
muhtelif hükümler veren ulemadan yalnız biri hakka isabet etmiştir. Diğerleri
hata etmiştir. Ancak mâzur oldukları için günahkâr sayılmazlar. Yukarıda
belirtildiği üzere hatalı hükme varanlar birer ecir alırlar.
Diğer birkısım ulemaya göre, her müçtehid hakka isabet eder;
aralarında farklılıklar olsa da. Mâzirî, her iki görüşü temsil eden ulemanın
sadedinde olduğumuz aynı hadise dayandıklarını söyler. "Sadece biri hakka
isabet eder" görüşünü benimseyenler buna dayanır. "Çünkü derler, eğer
herkes hakka isabet etseydi, onlardan birine hata ıtlak olunmazdı. Zîra bir tek
halde iki zıt cem olmaz, muhaldir." Herkes hakka isabet eder diyenler,
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "herkesin ücrete mazhar
olacağı"nı söylemesini delil yaparlar. "Eğer isabet olmasaydı ücret
de olmazdı" diye istidlâl ederler ve hadisteki hata ıtlakını, nassdan
gâfil olarak veya içtihada gidilmesi câiz olmayan kat'iyyât ve icmaya muhalif
olan hususlarda içtihadda bulunanla izah ederler. Zîra böyle birisi,
içtihadında hata edecek olsa, vardığı hüküm ve verdiği fetva nesholur, icma ile
içtihad etse bile. İşte hata ıtlakı bunun hakkında sahih olur.
Ama "nass veya icma bulunmayan bir meselede içtihadda bulunan
kimseye hata ıtlak olunmaz..." tahlilini bu şekilde derinleştiren Mâzirî
sözlerini şöyle noktalar: "Her iki tarafta da hak vardır diyenler, fukaha
ve mütekellimînin ekseriyetini teşkil eder. Her birinden bu meselede ihtilaf rivayet
edilmiş de olsa Eimme-i Erbaa (dört imam) da bu görüştedir."
İbnu Hacer der ki: "Şâfiî merhumdan maruf olan, birinci
görüştür. Kurtubî, el-Müfhim'de der ki: "Mezkûr hükmün, iki hasım arasında
hükmeden hâkime mahsus olması daha uygundur. Zira burada, tek bir meselede iki
kısmın niza ettikleri muayyen bir hak mevzubahistir, (bu hak iki olamaz). Bu
hakkı iki taraftan biri lehine hükmetti mi diğerinin hakkı kesinlikle ibtal
olur. İşte burada hakkın biri batıl olur ve hâkim gerçeği bilemez. Burada ayrı
hükme gidilmiş olsa, birinin isabet edeceği, diğerinin hata edeceği, münakaşa
gerektirmeyen bir husustur. Her müçtehidin musib (doğruyu bulmuş) olması
hasebiyle, musib birdir şeklindeki ihtilafın, hakkın delalet yoluyla
kendilerinden çıkarıldığı meselelere has olması uygunluk arzetmektedir.
İbnu'l-Arabî der ki: "Bu hadiste alimlerin, etrafında dönüp
yakalayamadıkları ziyade bir faide görüyorum. O da şudur: "Kâsır (kişide
kalan) amelin ücreti tek bir amiledir. Ama müteaddi (başkasına sirayet eden)
amele mukabil ücret kat kattır. Çünkü kendi nefsinde ücret gördüğü gibi, aynı
cinsten ona müteallik olan başkalarının ücreti de kendine müncer olur. Böylece
hakka hükmetti ve hakkı sahibine verdi mi ona hem içtihad ücreti gelir, hem de
hakka müstehak olanın ücreti gelir. İki hasımdan biri hüccet beyanında daha
açıkgöz çıkarak, haksız olduğu halde onun lehinde hükmetse hâkime sadece
içtihad ücreti gelir."
İbnu Hacer der ki: "Bu sözü şöyle tamamlamak uygundur:
"Hâkim, hakkı, haksız olan tarafa verecek olsa, onu kasten yapmadığı için
muâheze olunmaz. Lehine hükmolunan kimsenin günahı kendinde kalır, hâkime
geçmez. Şurası açıktır ki, bu durum, liyakatli kimsenin, hakkı bulmak için
samimiyetle bütün gücünü harcamış olma şartına bağlıdır. Aksi taktirde, bu
şartları ihlal etti mi hâkime de vebal gelir."
Son olarak tekrar edelim ki: "İslâm uleması şu hususta icma
etmiştir: "Sadedinde olduğumuz hadis, hüküm vermeye ehliyetli müçtehid
hakkındadır. Böyle bir hâkim, içtihadda bulunur da isabet ederse, biri
içtihadına, biri de isabetine mukabil olmak üzere kendisine iki ecir verilir.
Hata ederse yalnız içtihadına mukabil bir ecir verilir."
İçtihada ehil olmayan kimsenin hüküm vermesi hiçbir surette helal
değildir. Bu kimse içtihadla verdiği hükümden dolayı sevap değil, günah
kazanır. Verdiği hüküm hakkı bulsa da bulmasa da, hiçbir değeri yoktur. İnfaz
edilmez. Verdiği hüküm isabetli bile olsa şer'î bir esasa değil, tesadüfe
dayandığı için Allah'a asi olmuştur, dini hafife almıştır. Binaenaleyh günahkârdır.
Bir mü'mini böylesi cinayetlerden Allah korusun.[13]
ـ4888 ـ2ـ
وعن يَحْيى
بِنْ سَعيدٍ
قالَ: ]كَتَبَ
أبُو
الدَّرْدَاءِ
الى
سَلْمَانَ
الْفَارِسِيّ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما: أنْ
هَلُمَّ الى ا‘رْضِ
الْمُقَدّسَةِ.
فَكَتَبَ
إلَيْهِ سَلْمَانُ:
إنَّ ا‘رْضَ َ
تُقَدِّسُ
أحَداً
إنَّمَا
يُقَدّسُ ا“نْسَانَ
عَمَلُهُ،
وَقَدْ
بَلَغَنِي
أنَّكَ
جُعَلْتَ
طَبِيباً
تُدَاوِي.
فَإنْ كُنْتَ
تُبْرِئُ
فَنَعِمَّا
لَكَ، وَإنْ
كُنْتَ
مُتَطَبِّباً
فَاحْذَرْ
أنْ تَقْتُلَ
فَتَدْخُلَ
النَّارَ.
فَكَانَ أبُو
الدَّرْدَاءِ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه إذَا
قَضى بَيْنَ
اثْنَيْنِ ثُمَّ
أدْبَرَا
عَنْهُ
نَظَرَ
إلَيْهِمَا
وَقَالَ:
مُتَطَبّبٌ
وَاللّهِ
ارْجِعَا
الىّ فَأعِيدا
عَليّ
قِصّتَكُمَا[.
أخرجه
مالك.»كَنّى
بِالطِّبِّ
هُنَا« عن
القضاء ‘ن
منزلة القاضي
من الخصوم،
وفصل الحكم
بينهم بمنزلة
الطبيب من إصح
البدن.و»الْمُتَطببُ«
هو الَّذِي
يتعانى الطب و
يجيد معرفته .
2. (4888)- Yahya İbnu Saîd
anlatıyor: "Ebu'd-Derdâ, Selman-ı Fârisî radıyallahı anhüma'ya:
"Arz-ı Mukaddese'ye gel!" diye yazmıştı. Selman ona
şöyle cevap yazdı:
"Arz kimseyi takdis etmez. İnsanı mukaddes kılan şey
amelidir. Bana ulaştığına göre, sen orada tabîb kılınmışsın ve hastaları tedavi
ediyormuşsun. Eğer tedavi edebiliyorsan ne mutlu sana. Eğer mütetabbib isen,
insanları öldürüp cehennemlik olmaktan sakın!"
Ebu'd-Derdâ radıyallahu anh iki kişi arasında hükmedince, onlar
yanından ayrıldıkları vakit onlara bakar ve:
"Vallahi mütetabbibdir. Bana geri dönün. Kıssanızı bana iade
edin (meselenizi iyice tetkik edeyim)!" derdi." [Muvatta, Vasiyyet 7,
(2, 769).][14]
AÇIKLAMA:
1- Şârih Zürkânî, hadiste geçen tabîb kelimesini kadı olarak
anlar ve hadisi: "Bana
ulaştığına göre sen orada kadı nasbedilmişsin" şeklinde mânalandırır.
Ebu'd-Derdâ'nın Şam'a kadı tayin edilmiş olduğunu ve orada kadılık vazifesini
ilk alan kimsenin o olduğunu belirtir. Ebu'd-Derdâ' nın tabîb şeklinde
isimlendirilmesini mânevî hastalıkları tedavi etmesiyle izah eder.
2- Mütetabbib, tabib olmadığı halde tedaviye yeltenen
demektir; sahte tabib de denebilir. Burada kadılıkta yetersiz mânasında anlamak
gerekecek. Nitekim hadisin sonunda, kendisine dava arzeden iki kişi arasında
hükmetmesi mevzubahis olmakta ve onlara; "hükümden sonra geri dönün,
kıssanızı yeniden anlatın (daha iyi araştırayım)" dediği mevzubahis
olmaktadır. Bu sözler tabib kelimesinin kadı mânasında kullanıldığına delil
olmaktadır. [15]
ـ4889 ـ1ـ عن
أبي هريرة
وابن عَمْرو
بْنِ الْعَاصٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهم قا:
]لَعَنَ
رَسُولُ اللّهِ
# الرَّاشي
وَالْمُرْتَشِي
في الْحُكْمِ[.
أخرجه أبو
داود عن ابنِ
عَمْرو وحده،
والترمذي
عنهما.»الرّاشِي«
معطي الرشوة
لينال بها باط
أو يتوصل بها
الى ظلم، فأما
معطيها
ليتوصل بها
الى الحق، أو
يدفع الظلم
بها عن نفسه
فغير داخل في
هذا الوعيد.و»المرتشي«
آخذها فهي
عليه حرام
سواء أبطل بها
حقاً أو دفع
بها باطً .
1. (4889)- Ebu Hüreyre, İbnu
Amr İbni'l-Âs radıyallahu anhüm anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), hükümde rüşvet alan ve rüşvet veren [ve aracılık eden] kimseyi
lanetlemiştir." [Tirmizî, Ahkâm 9, (1336); Ebu Dâvud da bu hadisi sadece
İbnu Ömer radıyallahu anh'tan tahric etmiştir (Akdiye 4, (3580).][16]
AÇIKLAMA:
Rüşvet lügat açısından, müdâhene (yağcılık) ile gayeye ulaşmak
mânasına gelir. Kelime dilimize girmiştir. Öncelikle devlet kapısında olmak
üzere, gayeye ulaşmak için yetkiliye gayr-ı meşru olarak verilen paraya denir.
Râşi, rüşvet veren, mürteşî de rüşvet alan demektir. Bazı rivayetlerde râiş de
zikredilmiştir ki, bu işte aracılık yapan demektir.
İslâm'ın üzerinde titrediği adalet müessesesini yerle bir edecek
en mühim âmil olan rüşvet, hadiste de görüldüğü gibi şiddetle yasaklanmıştır.
Kişinin, gasbedilen hakkını almak için başka yol kalmadığı taktirde- veya maruz
kaldığı zulmü defetmek için verdiği rüşvetin haram kısma dahil olmadığı
söylenmiştir. Mirkât'da rüşvet şöyle tarif edilmiştir: "Rüşvet: Bir hakkın
iptali veya bir bâtılın hak kılınması için verilen şeydir."
Mevzu üzerinde daha önce genişçe durulduğu için burada teferruata
girmeyeceğiz.[17]
ـ4890 ـ2ـ
وعن معاذ بن
جبل رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]بَعَثَنِي
رَسُولُ
اللّهِ # الى
اليَمَنِ فَلَمّا
سِرْتُ
أرْسَلَ في
أثَري
فَرُدِدْتُ.
فقال أتَدْري
لِمَ
بَعَثْتُ
إلَيْكَ؟ قال:
َ تُصِيبَنَّ
شَيْئاً
بِغَيْرِ
إذْني
فَإنَّهُ
غُلُولٌ، وَمَنْ
يَغْلُلْ
يَأتِ بِمَا
غَلَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ،
لهذا
دَعَوْتُكَ
فَامْضِ لِعَمَلِكَ[.
أخرجه
الترمذي .
2. (4890)- Muâz İbnu Cebel
radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) beni
Yemen'e göndermişti. (Hareket edip) yürüdüğüm zaman arkamdan birini göndererek
geri çağırdı. (Yanına varınca):
"Sana niye adam gönderip (geri çağırdığımı) biliyor
musun?" buyurdular ve ilave ettiler:
"Benim iznim olmadan hiçbir şey almayacaksın. Zîra bu
gulûldür (hırsızlık). Kim gulûl yaparsa, aldığı şeyle kıyamet günü (Allah'ın
huzuruna gelir). İşte bu (hususu tenbih etmek için) seni çağırdım, artık işine
gidebilirsin." [Tirmizî, Ahkâm 8, (1335)].[18]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Muâz'ı tam yola
çıktığı sırada tekrar geri çağırtarak rüşvetle ilgili hatırlatmada bulunuyor.
Bu davranış, rüşvet meselesinin zihinde canlı kalması gayesini gütmelidir. Öyle
ki, bu hususu, yaptığı başkaca tenbihler, nasihatler meyanında söyleseydi, Hz.
Muâz bu kadar canlı şekilde hatırlayamaz, zaman içinde unutabilirdi. Fakat bu
tarzla meselenin tebliği, onun hafızasında canlı olarak kalmasında müessir
olmuştur.
2- Hadisin son kısmı, âyet-i kerimeden muktebesdir: "Kim
emânete hıyanet ederse kıyamet gününde hıyanetinin günahıyla birlikte Allah'ın
huzuruna gelir..." (Âl-i İmran 161). [19]
ـ4891 ـ1ـ عن
عليّ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]بَعَثَنِي
رَسُولُ
اللّهِ # الى
اليَمَنِ
قَاضِياً
وَأنَا
حَدِيثُ
السّنّ َ
عِلْمَ لِي
بِالْقَضَاءِ.
فقَالَ: إنَّ
اللّهَ
سَيُهْدِي
قَلْبَكَ
وَيُثَبّتُ
لِسَانَكَ
فإذَا جَلَسَ
بَيْنَ
يَدَيْكَ
الْخَصْمَانِ
فََ
تَقْضِينَّ
حَتّى
تَسْمَعَ
كََمَ اŒخَرِ
كَمَا
سَمِعْتَ
كََمَ ا‘وّلِ،
فإنَّهُ
أحْرَى أنْ
يَتَبَيّنَ
لَكَ
الْقَضَاءُ. قَالَ:
فَمَا زِلْتُ
قَاضِياً
وَمَا
شَكَكْتُ في
قَضَاءِ
بَعْدُ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
1. (4891)- Hz. Ali
(radıyallahu anh) anlatıyor: "'Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) beni
Yemen'e kadı olarak gönderdi. O sıralarda henüz yaşım küçüktü, kazayı (hüküm
vermeyi) bilmiyordum (Beni takviye için):
"(Sen tereddüt etme, git! Bu vazife için) Allah kalbine
hidayet koyacak ve delili de sâbit kılacak. Yanına iki hasım geldiği vakit,
birinciyi dinlediğin gibi, diğerini de dinlemeden sakın hüküm verme. Böyle
yapman (daha isabetli) karar vermen için gereklidir!" buyurdular.
Hz. Ali devamla der ki: "Ondan sonra hep kadılık yaptım.
Henüz, bir kerecik olsun hükümde tereddüde düşmedim." [Ebu Dâvud, Akdiye
6, (3582); Tirmizî, Ahkâm 5, (1331); İbnu Mâce, Ahkâm 1, (2310).][20]
AÇIKLAMA:
1- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadislerinde,
muhâkemenin en mühim şartlarından birini beyan etmektedir: Şikayet eden kadar
da, şikayet edileni dinlemek. Hadisteki birinciden maksat şikayetçidir, diğeri
de maznûndur yani şikayete uğrayan. Şimdilerde davacı, davalı kelimeleriyle
ifade etmekteyiz.
2- Hattâbî der ki: " Hadiste, hâkimin gâib hakkında
hükmedemeyeceğine delil vardır. Şöyle ki: "Aleyhissalâtu vesselâm, hâkimi,
huzuruna gelmiş bulunan iki hasmı da dinlemezden önce hüküm vermekten men
ederse, huzuruna gelmemiş bile olan gâib hakkında hüküm vermekten yasaklaması evladır.
Bu yasağın gerekçesi açıktır: "Gâibin yanında, iddiayı iptal edecek bir
hüccet bulunabilir." Şâfiî'ye göre, namaz kısaltma mesafesinde yer alan
gâib hakkında hüküm caiz olduğu için, bazı âlimler, Hattâbî'nin burada
"gâib"le hüküm mahallinde bulunmayan kimseyi kasdetmiş olabileceğini
söylemiştir.
Şevkânî, "Kadı her iki tarafın delillerini dinlemeden hükme
gidecek olursa, o hükmün infaz edilmeyeceğini, davanın usûlünce yeniden
görülmesi gerekeceğini, mağdur tarafın bir başka kadıya giderek dava açma
hakkına sahip olacağını" belirtir. İbnu Ebî Leyla ve Ebu Hanîfe de
"gaib üzerine mutlak olarak hüküm verilemez" demişlerdir. "Ancak
derler, delillerin ikamesinden sonra suçlu kaçar veya gizlenirse hâkim üç sefer
ona nida eder, gelmezse, hüküm aleyhine infaz edilir." İbnu Battâl, Mâlik,
Şâfiî, Leys, Ebu Ubeyd ve bir cemaatin, gaibe hükmetmeye cevaz verdiğini
söylemiştir. Ahmed İbnu Hanbel'den gelen bir rivayete göre, o da câiz görmüştür.
3- Hadis, İbnu Mâce'de biraz teferruatlı olarak şöyle rivayet
edilmiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) beni Yemen'e gönderdi.
Ben: "Ey Allah'ın Resûlü dedim, ben daha genç olduğum halde onlar arasında
kazaya (davalarını görmeye) gönderiyorsunuz. Ben kazanın ne olduğunu (nasıl
yapılacağını) bilmiyorum" dedim. Bunun üzerine eliyle göğsüme vurdu,
sonra: "Allahım, kalbine hidayet, diline sebat ver" diye dua etti.
Ondan sonra iki kişinin arasında hükmederken hiç şekke düşmedim."
Hz. Ali'nin, Kur'ân ve sünneti iyi bilen birisi olmasına rağmen
"Ôbilmiyorum" demesi, o sırada onun kaza âdâbıyla ilgili tecrübesinin
yokluğunu ifade eder.[21]
ـ4892 ـ2ـ
وعن ابن
الزُّبير
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال: ]قَضَى
رَسُولُ
اللّهِ # أن الْخَصْمَيْنِ
يَقْعُدَانِ
بَيْنَ يَدِي
الْحَاكِمِ[.
أخرجه أبو
داود .
2. (4892)- İbnu'z-Zübeyr
radıyallahu anhüma dedi ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), iki
hasmın da kadı'nın önüne oturmasına hükmetmiştir." [Ebu Dâvud, Akdiye 8,
(3588).][22]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, hasımlardan birinin gayr-ı müslim olmadığı müddetçe,
davalı olsun davacı olsun, hâkimin önünde eşit seviyede oturmalarının teşrî
edildiğine delildir. Biri gayr-i müslim olma halinde Müslüman daha yükseğe
oturur. [23]
ـ4893 ـ3ـ
وعن أبي بكرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنّهُ كَتَبَ
الى ابْنِهِ
عَبْدِ
اللّهِ
وَهُوَ قَاضٍ
بِسِجِسْتَانِ:
أنْ َ
تَحْكُمَ
بَيْنَ
اثْنَيْنِ
وَأنْتَ
غَضْبَانُ
فإنّى
سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ: َ
يَحْكُمُ
أحَدٌ بَيْنَ
اثْنَيْنِ
وَهُوَ
غَضْبَانُ[.
أخرجه الخمسة
.
3. (4893)- Ebu Bekre
radıyallahu anh'ın anlattığına göre, Sicistan'da kadılık yapan oğlu Abdullah'a
şöyle yazmıştır: "İki kişi arasında, öfkeli olduğun zaman hüküm verme.
Zîra, ben Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle söylediğini işittim:
"Kimse, öfkeli iken iki kişi arasında hüküm vermesin." [Buhârî, Ahkâm
13; Müslim, Akdiye 16, (1717); Tirmizî, Ahkâm 7, (1334); Ebu Dâvud, Akdiye 9,
(3589); Nesâî, Kudât 17, (8, 337, 238).][24]
AÇIKLAMA:
Kadılık adabıyla ilgili bir prensip, öfkeli iken hüküm
vermemektir. İslâm âlimleri bunu umumî bir prensip olarak benimsemişlerdir.
Sebep olarak da gadab halinin, hâkimi bîtaraf ve hakkıyla hükmetmekten
alıkoyabileceğini gösterirler. İbnu Dakîkıl Îd, fukahânın "bu mânada olan
diğer hallerde de kadının hükmetmemesi gerektiği"ni söylediklerini belirtir.
Aşırı açlık ve susuzluk, uyuklama hâlinin galebesi gibi, nazarı, verilecek
hükümden dağıtacak bütün haller. Hadiste, sadece öfke halinin zikredilmiş
olması, onun, hükme tesir edecek mezkur hallerin en müessiri, en şiddetlisi,
mukavemeti nefse en zor olanı olması sebebiyledir.
İmam Şâfiî, el-Ümm'de: "Hâkimin aç veya yorgun veya kalbi bir
şeylerle meşgul iken hüküm vermesinden hoşlanmam. Çünkü bu haller kalbi tağyir
eder" demiştir.
Cumhur: "Hâkim muhâlefet edip öfkeli halde hükmedecek olsa,
hakkı bulması halinde câiz ise de, kerâhetten hâlî değildir" diye
hükmetmiştir. Nitekim Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Zübeyr'in komşusuyla
olan sulama ihtilafında, komşusunun davranışına öfkelenen Resûlullah, o halde
iken Zübeyr lehine hükmetmiş ise de, âlimler, bu hâdisenin, öfkeli halde
hükmetmenin meşruiyyetine delil olmayacağı, çünkü Resûlullah'tan başka kimsenin
"ismet" imtiyazına sahip olmadığına hükmetmiştir. Aleyhissalâtu
vesselâm'ın, öfke halinde de, rıza halinde olduğu gibi hakkı söyleyeceği, başka
nasslarda beyan edilmiştir. Ondan başka kimse böyle bir garantiye sahip
değildir.
Ayrıca hadiste gadab hali mutlak gelmiştir ve sebebi de
zikredilmemiştir. Bu sebeple alimler, gadab az veya çok, ne miktarda olursa
olsun, sebebi de ne olursa olsun, o
halde hükmün kerahetine hükmetmişlerdir. Bu cumhurun görüşüdür.
İmamu'l-Harameyn ve Bagavî, "Öfke Allah için olursa" diye bir istisna koyarak, bu halde mekruh olmayacağını
söylemiştir.
Bu hususta ulemanın farklı değerlendirmeleri mevcut ise de
teferruata girmeyeceğiz.[25]
ـ4894 ـ4ـ
وعن عَوْفِ
بْنِ مالكٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَاضَى
رَسُولُ
اللّهِ #
بَيْنَ رَجُلَيْنِ.
فَلَمَّا
أدْبَرَا
قَالَ
الْمُقْضِيُّ
عَلَيْهِ:
حَسْبِىَ
اللّهُ
وَنِعْمَ الْوَكِيلُ.
فقَالَ #: إنَّ
اللّهَ
يَلُومُ عَلى
الْعَجْزِ،
وَلكِنْ
عَلَيْكَ
بِالْكَيْسِ.
فَإذَا
غَلَبَكَ
أمْرٌ فَقُلْ:
حَسْبِيَ اللّهُ
وَنِعْمَ
الْوَكِيلُ[.
أخرجه أبو
داود .
4. (4894)- Avf İbnu Malik
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) iki kişi
arasında bir hükümde bulunmuştu.
Hasımlar ayrıldıkları vakit, aleyhine hükmedilen kimse:
"Hasbiyallahu ve ni'melvekil (Allah bana yeterlidir, O ne iyi
vekildir)!" dedi. (Bu sözü işiten) Aleyhissalâtu vesselâm:
"Allah Teala Hazretleri aczi levmediyor (kötülüyor). Fakat
sana akıllılık düşer. Ama bir şey sana
galebe çalacak olursa o zaman "hasbiyallahu ve ni'melvekil" de!"
buyurdular." [Ebu Davud, Akdiye 28, (3624).][26]
AÇIKLAMA:
Görüldüğü üzere, ihtilafa düşen iki şahıs hakkında Aleyhissalâtu
vesselâm hüküm vermiş, bu hüküm birinin lehine diğerinin aleyhine olmuştur. Aleyhine hükmedilen kimse, burada hakkının
yendiği kanaatindedir. Bu sebeple "hasbiyallahu ve ni'melvekil, yani Allah
bana yeter, o ne iyi vekildir (işimi O'na bırakıyorum)" demiştir.
Resulullah'ın müdahalesinde alimler şu mânayı görürler:
"Allah, aczi yani işini gevşek tutmayı, (sözgelimi mahkeme önünde kendini müdafaa edecek
delilleri ibraz etmemeyi, kendini delilsiz bırakacak şekilde tedbirsiz hareket
etmiş olmayı; alışverişi senede sepete bağlamamayı, şahid işini ihmal etmeyi
vs.) sevmez."
Keys, burada "acz"in zıddıdır. Öyleyse Aleyhissalâtu
vesselâm'ın: "Sana keys (akıllılık) düşer" sözü, şu mânayı ifade
etmektedir: "Gevşek, ihmalkâr olma, uyanık ol, gözünü dört aç, işlerini
sıkı takip et, esbaba yapışmayı unutma;
insanların iyi niyetine güvenip zevahire mürâcatı terketme. Zîra Allah bu çeşit kusurları sevmez. Allah uyanık ve
müteyakkız olmayı takdir ve tahmid etmektedir."
Fethu'l-Vedud'da şu açıklama yapılmıştır: "Keys, işlerde teyakkuz (uyanıklık) ve tedbire tevessül,
erbabı gözeterek maslahatı arama, sonuç hususunda fikri kullanmaktır",
yani "Sana, muamelende müteyakkız olman gerekirdi. Şimdi hasmın galebe
çalınca hasbiyallahu ve nime'lvekil
diyorsun. Zamanında müteyakkız olmadan, senin yaptığın gibi, iş işten geçtikten
sonra hasbiyallahu ve ni'me'lvekil
denmesi aczdir, uygun değildir" demektir."
Aliyyu'l-Kârî: "Hadiste hükme bağlanan husus belki de
bir borçtu. Adam delilsiz olarak
ödeyince, Resulullah adamı, şahidsiz olarak ödediği için, itab etmiştir"
der.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), muamelelerinde gevşek ve tedbirsizliği sebebiyle haksızlığa
uğrayan kimseyi itab etmiş olmasına rağmen, tedbirsizin gafletinden istifade
ile hileye başvuran kimsenin fiiline bir meşruiyet kazandırmaz. Onun uhrevî
mesuliyetinde bir eksiklik hasıl etmez. Müslüman, her işinde müteyakkız
olmalıdır. Fakat gafilin gafletinden
istifade ile haksızlığa da tevessül
etmemelidir.[27]
ـ4895 ـ5ـ
وعن عمرو
وعليّ
وغيرهما
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهم
أنهم قالوا:
]يَقْضِيَ
الْقَاضِي
وَالْحَاكِمُ
في
الْمَسْجِدِ
فإذَا أتَى
عَلى حَدّ
أُقِيمَ خَارِجَ
الْمَسْجِدِ[.
أخرجه
البخاري
ترجمة .
5. (4895)- Hz. Ömer, Hz.
Ali ve diğer bir kısım Ashab (radıyallahu anhüm) demişlerdir ki: "Kadı ve
hâkim mescidde hüküm verebilir. Şayet bir haddle ilgili hüküm vermişlerse,
bunun icrası mescidin dışında yapılır." [Buhârî, bab başlığı olarak
kaydetmiştir. Ahkâm 19.][28]
AÇIKLAMA:
Bu mâna, Buhârî'de bab başlığı olarak yer almıştır.
"Mâna" diyoruz, çünkü bab başlığındaki elfaz, bu mânayı ifade etse
de, farklıdır. İbnu Hacer'in açıkladığına göre, bu meselede, yani mescidde
muhakeme yapma işinde esas olan, mescidde bulunanları rahatsız edecek bir şeyin
olmamasıdır. Eğer öyle bir durum mevzubahis olursa, bunun mescidde cereyanı caiz olmaz. Nitekim, muhakemenin
hadd tatbiki kısmı, hariçte icra
edilecek; mescid, kirlenmelere karşı korunacaktır.
Hz. Ali ve Hz. Ömer
(radıyallahu anhümâ) ile ilgili rivayetler başka kaynaklarda mevsul olarak gelmiştir. Rivayetlerde,
kendilerine intikal eden hadd
davalarında, her ikisinin de haddin tatbiki için, mücrimlerin mescidden dışarı
çıkarılmalarını emrettikleri görülür.[29]
ـ4896 ـ1ـ عن
الحارث بن
عمرو بن أخي
المغيرة بن
شعبة يرفعه
الى معاذ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]لَمَا بعثهُ
رَسُولُ
اللّهِ # الى
اليمن قال له:
كَيْفَ
تَقْضَى إذَا
عَرَضَ لَكَ
قَضَاءٌ؟ قَالَ:
أقْضِي
بِكِتابِ
اللّهِ.
قَالَ: فإنْ
لَمْ تَجِدْ؟
قَالَ: أقْضي
بِسُنَّةِ
رَسُولِ اللّهِ
# قَالَ: فإنْ
لَمْ تَجِدْ
في سُنّةِ
رَسُولِ
اللّهِ # وََ
في كِتَابِ
اللّهِ؟
قَالَ: قُلْتُ
أجْتَهِدُ
بِرَأيِى وََ
آلُو. قَالَ: فَضَرَبَ
رَسُولُ
اللّهِ #
صَدْرِي،
وَقَالَ:
الْحَمْدُ
للّهِ
الَّذِي
وَفّقَ
رَسُولَ اللّهِ
# لِمَا
يُرْضَي
رَسُولَ
اللّهِ #[. أخرجه
أبو داود
والترمذي.»
آلُو« أى
أقصر .
1. (4896)- Haris İbnu Amr
İbni Ahi'l-Muğîre İbni Şu'be, Muaz (radıyallahu anh)'dan naklen anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Muaz'ı Yemen'e gönderdiği zaman kendisine sorar:
"Sana bir dava geldiği vakit nasıl hükmedeceksin?"
"Allah'ın kitabıyla hükmedeceğim" der Muaz.
"(Meseleyi Kitabullah'ta) bulamazsan?"
"Resulullah'ın sünnetiyle hükmedeceğim!"
"Ne Kitabullah'ta ve ne de Resulullah'ın sünnetinde
bulamazsan?"
"Kendi re'yimle ictihad edeceğim, (hüküm vermekten) geri
durmayacağım."
Hz. Muaz der ki: "Bu cevabım üzerine Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) (memnun kaldı), göğsüme eliyle vurup:
"Allah'ın elçisinin elçisini, Allah'ın elçisini memnun edecek
usulde muvaffak kılan Allah'a hamdolsun!" buyurdular." [Ebu Davud,
Akdiye 11, (3592, 3593); Tirmizî, Ahkâm 3, (1327, 1328).][30]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, senet
yönüyle bazı arızalara maruz ise de,
ifade ettiği hüküm yönüyle bütün fukahaca telakki-i bi'lkabule mazhar olmuş,
mana yönünden sıhhatinde şüpheye
düşülmemiştir. Mükerrer olarak
belirttiğimiz gibi, bir kere daha belirtmede fayda var: Hadis uleması,
bir hadisi zayıf diye damgalarken, zahirî şartlara göre bu hükmün verildiği, o rivayetin nefsü'l-emirde sahih
olabileceğini söylemiştir. Bu sebeple, bilhassa Hanefî ulema, bir hadis
münferid bile olsa, fukahanın ittifakla ameli sebebiyle ona "hükmen
mütevatir" demekten çekinmemiştir. Sadedinde olduğumuz hadis buna bir misal
olabilir: Senet yönüyle zayıf da olsa, İslam fukahası, hükmüyle amel etmede
müttefiktir. Hadisi tenkidde ileri giden İbnu'l-Cevzî de bununla bütün
fukahanın amel ettiğini, mânasının sahih olduğunu söyler. Şunu da belirtelim
ki, sadedinde olduğumuz hadisin, Hz. Ömer, İbnu Mes'ud, Zeyd İbnu Sabit, İbnu
Abbas gibi sahabenin büyüklerinden
mevkuf şahidleri mevcuttur. Beyhakî, Sünen'inde bu hadisi tahric
ettikten sonra, takviye maksadıyla bunları kaydetmiştir.
2- İctihad: "Kitab ve sünnete kıyas ederek hüküm aramada
alimin bütün gayretini sarfetmesi" olarak tarif edilmiştir. Hattâbî, "içtihad"la verilecek
hükmü, kıyas yoluyla, Kitab ve sünnetin mânasına göndermenin kastedildiğini,
Kitab ve sünnetten bir asla dayanmadan, kalbe doğan veya hatıra gelen şahsî re'yin
kastedilmediğini" belirtir. Hattâbî
devamla, "Bu hadiste kıyasın
sabit ve bu yolla hüküm vermenin vacib olduğunun görüldüğünü"
söyler.[31]
ـ4897 ـ2ـ
وعن أمّ سلمة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]سَمِعَ
رَسولُ
اللّهِ #
جَلَبَةَ
خَصْمٍ بِبَابِ
حُجْرَتِهِ
فَخَرَجَ
إلَيْهِمْ
فَقَالَ:
إنَّمَا أنَا
بَشَرٌ،
وإنَّهُ
يَأتِىنِي
الْخَصْمُ،
وَلَعَلّ
بَعْضُهُمْ
أنْ يَكُونَ
أبْلَغَ مِنْ
بَعْضٍ
فَأحْسِبُ
أنّهُ
صَادِقٌ
فَأقْضِي لَهُ،
فَمَنْ
قَضَيْتُ
لَهُ بِحَقّ
مُسْلِمٍ فإنَّمَا
هِىَ
قِطْعَةِ
مِنَ
النَّارِ، فَلْيَحْمِلْهَا
أوْ
لِيَذَرْهَا[.
أخرجه الستة .
2. (4897)- Ümmü Seleme
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm),
odasının kapısında bir münakaşa işitmişti. Yanlarına çıkıp:
"Ben bir beşerim. Bana ihtilaflılar gelir. Bunlardan biri, diğerine nazaran daha belagatlı (ikna
edici) olur. Ben de onun doğru söylediğini zanneder, lehine hükmederim. Ancak
kime bir Müslümanın hakkını vermiş isem, bunun ateşten bir parça olduğunu
bilsin. O ateşi ister yüklensin, ister terketsin (kendisi bilir)" buyurdular."[32]
ـ4898 ـ3ـ
وفي رواية
للشيخين:
]إنّمَا أنَا
بَشَرٌ مِثْلُكُمْ،
وإنّكُمْ
تَخْتَصِمُونَ
اليّ،
وَلَعَلّ
بَعْضُكُمْ،
أنْ يَكُونَ
ألْحَن
بِحُجَّتِهِ
مِنْ بَعْضٍ
فَأقْضِى
لَهُ بِنَحْوِ
مَا أسْمَعُ.
فَمَنْ
قَضَيْتُ لَهُ
بِشَىْءٍ
مِنْ حَقّ
أخِيهِ
فإنَّمَا
أقْطَعُ لَهُ
قِطْعَةً
مِنَ
النَّارِ[.ومعنى
»ألْحَنَ
بِحُجّتِهِ«
أي أقوم بها
منه وأقدر
عليها، من
اللحن بفتح
الحاء وهو
الفطنة .
3. (4898)- Sahiheyn'in bir
rivayetinde hadis şöyledir: "Ben de sizin gibi bir insanım. Siz
davalarınızın halli için bana geliyorsunuz. Bazınızın hüccet yönüyle, diğer
bazısından daha ikna edici olması, böylece benim, işittiğime dayanarak onun
lehine hükmetmem mümkündür. Kimin lehine, kardeşinin hakkından bir şey
hükmetmişsem (bilsin ki), onun için cehennemden bir ateş parçası kesmiş oluyorum."
[Buharî, Şehadat 27, Mezalim 16, Hiyel 9, Ahkam 20, 29, 31; Müslim, Akdiye 5,
(1713); Muvatta, Akdiye 1, (2, 719); Ebu Davud, Akdiye 7, (3583, 3584);
Tirmizî, Ahkam 11, (1339); Nesâî, Kudat 13, (8, 233).][33]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste, açıkgözlük, hile gibi yollara başvurarak,
ihtilaflı meselede haksız bir surette lehine karar çıkartmanın haram olduğu
belirtilmektedir.
2- Hadiste geçen "Müslüman", "kardeş" gibi
ifadeler, bu haksızlığı gayr-ı müslime karşı yapmanın caiz olacağı mânasına
gelmez. İbnu Hacer, "bu meselede Müslüman, zımmî, muâhid, mürted hepsinin
eşit olduğunu" belirtir. Beşerî
hukukun gasbına dinimiz hiçbir surette müsaade etmez. Mahkemede hile haramsa, bu kime karşı
işlenirse işlensin aynı şekilde haramdır. İmam Şafii bu hadisi zikrettikten sonra:
"Zîra, hâkimin hükmü ne haramı
helal, ne de helali haram kılar" demiştir.
3- Hadis, hâkimlerin zahire, delile göre hükmedeceğini, böyle
hükmedince haksız bir hüküm de verse
sorumlu olmayacağını belirtir. Ancak, hakkı bulma hususunda gereken gayret gösterilecektir.
Bu husus daha geniş olarak açıklandı (4887. hadis).
4- Hadisin bir veçhinde, Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın: "Kimin lehine kardeşinin hakkından bir şeye hükmetmişsem
(bilsin ki), onun için cehennemden bir
parça kesmiş oluyorum. Artık dileyen alsın, dileyen terketsin"
sözünden sonra şu ziyade gelmiştir: "Muhakeme olan her iki adam da
ağladılar ve her biri: "Hakkım senin olsun" dediler. Bunun üzerine
(aleyhissalâtu vesselâm): "Madem böyle yapıyorsunuz, öyleyse (ihtilaf
ettiğiniz malı) taksim edin, hakkı arayın!" buyurdular. Onlar da
hisselerini aldılar ve helallaştılar."
5- Hadisin bazı vecihlerinde, bunun bir miras ve eskimiş
mallar ihtilafı olduğu tasrih edilmiştir.
6- Hadisin bazı vecihlerinde gelen "O, ateşi ister
yüklensin, ister terketsin, (kendisi bilir)" şeklindeki ifade, muhatabı
muhayyer bırakmak için değil, tehdid için söylenmiştir.[34]
7- BAZI FEVAİD:
Yukarıda kaydettiklerimizden başka, hadisten çıkarılan bazı
hükümler şunlardır:
* Bir kimse bir hak iddia etse, delil yokluğu sebebiyle
hâkim müddea aleyhe yemin ettirse ve
lehine hükmetse; bu, adamı batında tebrie etmez. İddia sahibi sonradan delil
getirse, iddiası dinlenir; önceki hüküm iptal edilir.
* Bir kimse hile yollarından biriyle, batıl bir iş için hileye
tevessül etse ve zahirde hak onun olsa ve lehine hükmedilse, batında onu alması kendisine helal olmaz. Verilen
hükümle, günah üstünden kalkmaz. Sadece Ebu Hanife: "Hâkimin hükmü,
malların helal olmasını sağlamazsa da, ferçleri helal kılar, kararda zikri
geçen batını helal kılar" demiştir. Bu, hadis ve icmaya muhalif
bulunmuştur.
* Resulullah, vahiy gelmeyen hususlarda şahsî re'yi ile ictihad
ederdi. Bu husus münakaşalı ise de bu hadis, ictihad-ı nebevî hususunda
açıktır.
* Resulullah, zahire göre verdiği hükmünde, içtihadı O'nu, bazan
batındaki gerçek duruma uymayan hükme götürmüştür. Ancak, ismeti sebebiyle bu
hata üzerinde istikrar hasıl olmamıştır.
Resulullah'ın mutlak olarak hata yapmayacağını söyleyenler derler
ki:
"Eğer
Aleyhissalâtu vesselâm'ın hükmünde hatanın vukuu caiz olsaydı, mükelleflere
hatayı emretmesi gerekirdi. Zîra bütün hükümlerine uyma hususunda emir
sabittir. Nitekim Allah Teala Hazretleri
(mealen): "Hayır! Rabbine and olsun ki, onlar aralarındaki anlaşmazlıklar
için senin hükmüne müracaat edip, sonra da verdiğin hükme, gönüllerinde hiçbir
şüphe ve sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle razı olup uymadıkça, hakkıyla
iman etmiş olmazlar" (Nisa 65) buyurmuştur. Ayrıca, icma, hatadan
ma'sumdur. Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm), rütbesinin yüceliği sebebiyle masumiyete evladır."
Birinci mütalaaya şöyle cevap verilir: Eğer mesele, hata vukuunu
gerektirirse, onda bir mazhar yoktur. Çünkü hata mukallidler hakkında da
mevcuttur. Zîra onlar, müftüye ve hâkime, hata etmeleri caiz bile olsa, ittiba
etmekle emrolunmuşlardır.
İkinci noktanın cevabı şöyledir:
Mülazemet (beraberlik) merduttur. Çünkü icmanın varlığı farzedilse, bu,
dayanağını Resulullah'tan gelen rivayetten alır. Böylece, icmanın kendine
değil, Resulullah'a ittiba edilmiş olur.[35]
ـ4899 ـ4ـ
وعن ا‘شْعث بن
قيس: ]أنَّه
اشْتَرَى
رَقيقاً مِنَ
الْخُمُسِ
مِنْ
عَبْدِاللّهِ
بِعِشْرِينَ ألْفاً
فَارْسَلَ
إلَيْهِ
عَبْدُاللّهِ
في
ثَمَنِهِمْ.
فقَالَ:
إنّمَا
أخَذْتُهُمْ
بِعَشْرَةِ
آَفٍ. قَالَ
عَبْدُاللّهِ:
فَاخْتَرْ
رَجًُ
يَكُونُ
بَيْنَ
وَبَيْنَك.
فقالَ
ا‘شْعَثُ:
كُنْ أنْتَ
بَيْنِى
وَبَيْنَ
نَفْسِكَ. فقَالَ
عَبْدُاللّهِ:
سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ: إذَا
اخْتَلَفَ
الْبَيِّعَانِ
وَلَيْسَ
بَيْنَهُمَا
بَيّنَةٌ،
فَهُوَ مَا
يَقُولُ
رَبُّ
السِّلْعَةِ
أوْ يَتَتَارَكَانِ[.
أخرجه أبو
داود، وأخرجه
النسائي منه المسند
فقط .
4. (4899)- Eş'as İbnu
Kays'ın anlattığına göre, Humus'tan bir köleyi Abdullah'tan yirmi bin (dirhem)e
satın almış ve Abdullah kölenin bedelini almak üzere kenisine bir adam
göndermiştir. Adam gelince: Eş'as:
"Ben onu on bine satın aldım" dedi. Abdullah da:
"Öyleyse seninle benim arama (hakem olacak) bir kimse tayin
et!" dedi. Eş'as:
"Benimle kendi aranda
sen hakem ol!" dedi. Bunun üzerine Abdullah:Ben Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın: "Alışveriş yapan iki kişi ihtilafa düşerlerse ve aralarında
da delil yoksa, mal sahibinin söylediği
esas
alınır
veya (alışverişi) terkederler" dediğini işittim" dedi. [Ebu Davud,
Büyû 74, (3511); Nesâî, Büyû 82, (7, 302, 303), Nesâî'de sadece müsned
(Resulullah'a ait) kısım kaydedilmiştir.][36]
AÇIKLAMA:
Hattâbî bu meselede
ulemanın ihtilaf ettiğini belirtir:
* Malik ve Şafiî rahimehümallah: "Satıcıya: "Malı
söylediğin fiyata sattığına dair yemin et!" denir. Satan yemin ederse
müşteriye: "Ya satıcının söylediği
fiyata malı alırsın, ya da söylediğin fiyata sattığına dair yemin
edersin!" denir. Eğer yemin ederse,
mal, satana iade edilir. Şafiî'ye göre,
malın mevcut olması ile telef olmuş bulunması
arasında fark yoktur, hüküm böyledir. Çünkü her ikisi de yemin etmiş birbirinin söylediği fiyatları
reddetmiştir" demişlerdir. Muhammed İbnu'l-Hasen de bu görüştedir.
* Nehâî, Sevrî, Evzâî, Ebu Hanife ve Ebu Yusuf: "İstihlâktan
sonra, yemin edince müşterinin sözü esas
alınır. İmam Malik de, iki rivayetten en meşhurunda, bunların,
"İstihlaktan sonra" sözlerine yakın bir şey söylemiştir. Onların bu hükme, bazı
rivayetlerde "Mal kaim olduğu halde
alışveriş yapanlar ihtilaf ederlerse, satıcının sözü muteber olur veya
alışverişi terkederler" şeklinde gelen beyana dayandığı belirtilmiştir.
Ulema: "Malikin malın kıyamını şart koşması, malın istihlaki halinde
hükmün farklı olacağına delildir" demiştir.[37]
ـ4900 ـ1ـ عن
ابن عمرو بن
العاص رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال: ]قَالَ
لِى رَسُولُ
اللّهِ #:
اَلْبَيّنَةُ
عَلى
الْمُدّعِي
وَالْيَمِينُ
عَلى الْمُدّعَى
عَلَيْهِ[.
أخرجه
الترمذي .
1. (4900)- İbnu Amr
İbni'l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bana dedi ki: "Beyyine davacı üzerine, yemin de davalı üzerine
düşer." [Tirmizî, Ahkâm 12, (1341).][38]
ـ4901 ـ2ـ
وعن ابن
عبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما: ]أنّ
امْرَأتَيْنِ
كَانَتَا
تَخْرُزَانِ
في بَيْتٍ فَخَرَجَتْ
إحْدَاهُمَا
وَقَدْ
أُنفذَ بإشْفَافِى
كَفِّهَا،
فادَّعَتْ
عَلى ا‘خْرى،
فَرُفِعَ
ذلِكَ الى
ابْنِ
عَبّاسٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما
فقَالَ: قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: لَوْ
يُعْطَى
النَّاسُ
بِدَعْوَاهُمْ
ُدّعَى رِجَالٌ
دِمَاءَ
قَوْمٍ
وَأمْوَالَهُمْ،
وَلَكِنَّ
الْبَيِّنَةُ
عَلى
الْمُدّعِي،
وَالْيَمِينُ
عَلى مَنْ
أنْكَرَ.
ذَكِّرُوهَا بِاللّهِ،
وَاقْرَءُوا
عَلَيْهَا:
إنَّ الَّذِينَ
يَشْتَرُونَ
بِعَهْدِ
اللّهِ وَأيْمَانِهِمْ
ثَمناً قَلِيً
اŒيَةَ
فذَكّرُوهَا
فَاعْتَرَفَتْ[.
أخرجه
الخمسة، وهذا
لفظ البخاري .
2. (4901)- İbnu Abbas
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "İki kadın bir odada deri dikiyorlardı.
Bunlardan biri avucuna bîz batırılmış
olarak dışarı çıktı. Bunu diğerinin yaptığını iddia etti. Dava İbnu Abbas
(radıyallahu anhümâ)'a götürüldü. İbnu Abbas dedi ki:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuşlardı:
"Eğer insanlara sırf iddialarıyla (delil olmadan) talep ettikleri
verilseydi, insanlar başkalarının kan ve mallarını istemeye kalkarlardı. Ancak
iddia sahibine beyyine gerekmektedir. İddiayı inkar edene de yemin
gerekmektedir. (Bu kadına) Allah'ı (yalan yere yemin etmenin günahını)
hatırlatın. Ona şu ayeti okuyun: "Allah'ın ahdini ve yeminlerini az
bir pahaya değişenler, işte bunlar için ahirette hiçbir nasib yoktur"
(Al-i İmran 77).
Kadına bu hatırlatıldı. Bunun üzerine kadın suçunu itiraf
etti." [Buhârî, Tefsir, Al-i İmran 3, Rükûn 6; Müslim, Akdiye 2, (1711);
Ebu Davud, Akdiye 23, (3619); Tirmizî, Ahkâm 13, (1343); Nesâî, Kudât 35, (8,
248).][39]
ـ4902 ـ3ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قَضَى رَسُولُ
اللّهِ #
بِيَمِينٍ
وَشَاهِدٍ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود .
3. (4902)- Yine İbnu Abbas
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
(iddia sahibi iki şahid bulamazsa) bir yemin ve bir şahid(in yeterli olacağın)a
hükmetmiştir." [Müslim, Akdiye 3, (1712); Ebu Davud, Akdiye 21, (3608).][40]
AÇIKLAMA:
1- İslam şeriatı, ilk iki hadisten anlaşılacağı üzere,
davacıya, iddiasına beyyineyi şart koşmuştur. Davalıya da yemin etmeyi şart
koşmuştur. Beyyine, iddiayı isbatlayıcı delil ve hüccet demektir. Normalde
davacı (müddeî) hakkında beyyine, belli
şartları taşıyan iki şahittir. İddia sahibinin beyyinesi yoksa, davalıya (müddea
aleyh) yemin teklif edilir.
2- Üçüncü rivayet (4902) dava sahibi iki şahid bulamaz da tek
şahid bulursa, bir şahid yerine de yeminin yeterli olacağı görüşünü takrir
etmektedir. Ancak bu mesele ulema arasında ihtilaflıdır: Ebu Hanife, Şa'bi,
Evzâî, Leys ve İmam Malik'in ashabından Endülüslü olanlar, bir şahid ve yeminle
hiçbir surette hüküm verilemeyeceğini, iki şahidin şart olduğunu
söylemişlerdir. Ancak, diğer üç imam ve cumhur, bir şahidle davacının yemininin
malla ilgili davalarda yeterli olacağına hükmetmiştir. Mala girmeyen davalarda
yemin ve şahidin kabul edilmeyeceğinde hepsi
ittifak eder.[41]
ـ4903 ـ4ـ
وعن
عبداللّهِ بن
عُبَيْدِ
اللّهِ بْنِ
أبِى
مُلَيْكَةَ:
]أنَّ بَنِى
صُهَيْبٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
ادَّعَوْا
عِنْدَ
مَرْوَانَ
بَيْتَيْنِ
وَحُجْرَةً،
اَعْطَاهَا رَسُولُ
اللّهِ #
صُهَيْباً
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه.
فقَالَ
مَرْوَانُ:
مَنْ يَشْهَدُ
لَكُمْ
بذلِكَ؟
فقَالُوا:
ابْنُ عُمَرَ.
فَدعَاهُ
فَشَهِدَ
أنَّ رَسُولَ
اللّهِ # أعْطَى
صُهَيْباً
بَيْتَيْنِ
وَحُجْرَةً. فَقَضَى
مَرْوَانُ
بِشَهَادَتِهِ
لَهُمْ[.
أخرجه
البخاري.
4. (4903)- Abdullah İbnu Ubeydillah İbni Ebî Müleyke anlatıyor:
"Benî Süheyb (radıyallahu anh), Mervan nezdinde, iki ev ve bir odanın
kendilerine ait olduğunu, bunları (babaları) Süheyb'e Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın verdiğini iddia ettiler. Mervan: "Söylediğiniz şeye şahidiniz var mı?" dedi. Onlar:
"İbnu Ömer!" dediler. Mervan İbnu Ömer'i çağırdı. O, Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın Süheyb (radıyallahu anh)'e iki ev ve bir oda
verdiğini söyledi. Mervan sadece onun şehadetiyle onlar lehine hükmetti." [Buhârî, Hibe 30.][42]
AÇIKLAMA:
Burada tek şahidle davanın sübut bulması ve hüküm verilmesine
örnek var. Bazı müteahhir alimler, "İddia sahiplerine yemin de
ettirilmiştir" te'vilini yapmıştır. Ancak rivayette bunu te'yid eden bir
açıklık yok. Bu rivayete dayanan bir kısım müteahhir ulema: "Sıdkına
karine bulunduğu takdirde tek şahid de yeterlidir" demiştir. Seleften
Şureyh de böyle hükmetmiştir.
Ebu Davud, Sünen'inde "Hakim, şahidin sıdkını bilirse, tek şahidle
hükmetmesi caizdir" diye açtığı bir babta,
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şahideteyn (iki şahid) tesmiye
ettiği Huzeyme İbnu Sabit Kıssasını kaydeder. Ancak ulema, bu durumun
Resulullah'a has bir vak'a olduğunda ittifak etmiştir. İbnu't-Tin, bu rivayete
şöyle bir yorum getirir: "Muhtemelen Mervan, bunu Allah'ın malından,
nazarında ihsana müstehak olana bağış şeklinde vermiştir. Eğer Aleyhissalâtu
vesselâm vermiş idiyse, böylece bu bağış infaz edilmiş oldu, yok vermemiş idiyse, kendisi bu bağışı yapmış oldu."
İbnu't-Tîn demek ister ki, tek
şahidle dava hükme bağlanmaz. Öyleyse bu
rivayetin te'vili gerekir. İbnu't-Tîn ayrıca, bu hâdisenin fey'le ilgili
olduğunu, (insanlar arasında bir dava olmadığını) belirtir. Ömer İbnu Şeybe'nin
Ahbar-ı Medine'de zikrettiğine göre, Süheyb'in evi Ümmü Seleme'ye aitti.
Süheyb'e bağışladı. Belki de bunu Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
emriyle yaptı veya mecaz yoluyla Ümmü
Seleme'ye nisbet etti. Ev hakikatte Resulullah'ın idi. Onu Süheyb'e bağışladı
veya o, dava mevzuu olan evden başka bir evdir.[43]
ـ4904 ـ5ـ
وعن أبِى
مُوسى رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ
رَجُلَيْنِ
اِدَّعِيَا
بَعِيراً
عَلى عَهْدِ
رَسُولِ
اللّهِ #،
فَبَعَثَ
كُلُّ وَاحِدٍ
مِنْهُمَا
شَاهِدَيْنِ،
فَقَسّمَهُ # بَيْنَهُمَا
نِصْفَيْنِ[.
أخرجه أبو داود
والنسائي .
5. (4904)- Ebu Musa
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
zamanında iki kişi bir deve hakkında iddiada bulundular. Her biri, iki tane
şahid getirdi. Bunun üzerine (aleyhissalâtu vesselâm) deveyi ikiye bölerek aralarında taksim
etti." [Ebu Davud, Akdiye 22, (3613, 3614, 3615); Nesâî, Kudat 34, (8,
248).][44]
AÇIKLAMA:
1- Ebu Davud'un bir rivayetinde her ikisinin de beyyinesi
olmayan iki kişinin bir deve -veya hayvan- hakkında iddiada bulunduklarını, bu
durumda da hayvanı aralarında taksim ettiğini kaydeder. İbnu Raslan, iki
rivayetin de aynı hadiseye parmak basmış olabileceğini, zira her iki tarafın
birbirine zıt olan beyyine ibraz etmesiyle, beyyinelerin birbirlerini hükümden
düşürerek sanki yok hükmüne getireceğini belirtir.
2- Ulema şöyle bir durumda ihtilaf eder: Bir şey bir adamın
elindedir. Bunun hakkında iki kişi iddiada bulunur ve her biri kendinin
olduğunu söyler ve her ikisi de beyyine ikame eder.
* Ahmed İbnu Hanbel ve İshak İbnu Rahuye derler ki:
"Aralarında kur'a çekilir, kime çıkarsa o alır.
* Şafiî kavl-i kadiminde Ahmed gibi hükmetmişse de, kavl-i
cedidinde, "Bu hususta iki görüş var demiştir. Birine göre ikiye bölünerek
aralarında taksim edilir. Ashab-ı re'y ve Süfyan-ı Sevrî de buna hükmeder.
Diğer kavle göre; kur'a çekilir, kime çıkarsa "şahidleri hakka şehadet
etti" diye yemin eder ve böylece mal ona hükmedilir.
* İmam Malik: "Ben malı onlardan birine hükmetmem. Eğer mal
bir başkasının elinde ise" demiştir. Ondan rivayete göre: "Mal,
onlardan hangisinin şahidleri daha adi, selahet cihetiyle daha meşhur ise ona
aittir" demiştir.
* Evzâî: "Beyyine cihetiyle hangisi daha çok ise o alır"
demiştir.
* Şâbi'nin: "Mal aralarında şahidlerin hisselerine
göredir" dediği hikaye edilmiştir (Hattabi'den). Müteakip hadis, her iki
tarafın da beyyinesi bulunmama durumuyla ilgilidir. Oradaki açıklamalar bu
söyleneni tamamlayacak mahiyettedir.[45]
ـ4905 ـ6ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]عَرََضَ
رَسُولُ
اللّهِ # عَلى
قَوْمٍ الْيَمِينَ
فَسَارَعُوا
إلَيْهَا
فَأمَرَ أنْ
يُسْهَمَ
بَيْنَهُمْ
في
الْيَمِينِ،
أيُّهُمْ
يَخْلِفُ[.
أخرجه
البخاري وأبو
داود .
6. (4905)- Hz. Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir mal
hususunda ihtilaf eden, fakat beyyineleri olmayan) bir kavme yemin
teklif etti. (İki taraf da) birden yemin etmeye koştu. Bunun üzerine (önce)
yemin (edecek tarafın tesbiti için)
kur'a çekilmesini emretti." [Buhârî, Şehâdât 24; Ebu Davud, Akdiye 22,
(3616, 3617, 3618).][46]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, mefhumu hususunda şarih ve fakihlerin ihtilaf ettiği
hadislerdendir. Bir açıklamaya göre,
-önceki hadisin açıklamasında da geçtiği üzere- ihtilaf halinde iki taraf da
beyyine ibraz edemezse, her iki tarafa da yemin teklif edilir. Her iki taraf da
haklılığı hususunda yemin etmek isterse "hangisi öncelikle yemin
etmelidir" hususu mevzubahis olacaktır. Sadedinde olduğumuz hadis, bu
noktada prensip getirmektedir: Önce yemin edecek taraf, hâkimin arzusu ile
değil, kur'a ile tesbit edilmelidir.
Diğer bir açıklamaya göre, yemine iştirak şu suretle olur: İki
taraf, ellerinde bulunmayan bir mal
hususunda niza eder ve ikisi de lehinde
bir beyyine getiremezse, aralarında kur'a çekilir. Kur'a kime çıkarsa o yemin
eder ve mala hak kazanır. Bu manayı te'yid eden bir rivayeti, Ebu Davud ve
Nesâî'de Ebu Râfi Ebu Hüreyre'den nakletmiştir: "Her ikisinin de beyyinesi
olmadığı halde iki kişi bir mal hususunda ihtilaf ettiler. Resulullah: Dava
sahipleri memnun olsalar da olmasalar da yemin (hakkı) hususunda kur'a
çekin" buyurur."
Hadisi bu mânada anlayan Hattâbî der ki: "İstiham'ın buradaki
manası kur'a çekmektir. Resulullah şunu kastediyor: "İhtilaf sahibi her
iki taraf kur'a çeksinler. Kur'a kimin lehine çıkarsa yemin eder ve iddia
ettiği şeyi alır." Hattâbî bir deve üzerine çıkan bir ihtilafın, Hz. Ali tarafından
yapılan buna benzer bir çözümünü kaydeder.
Ebu Davud'dan kaydettiğimiz hadis hakkında Kirmânî'nin yorumu
şöyle: "Kur'a çekme işi, ihtilaf edenlerin, malı haketmeye götüren
sebeplerde eşit olma halinde olur. Mesela: "Mal her iki tarafın da elindedir
ve taraflar tamamına sahip olmak isterler, her ikisi de yemin edip almak ister.
İşte böyle bir durumda aralarında kur'a çekilir, hangisine çıkarsa o yemin eder
ve mala sahip olur."
Şerhu'l-Mişkat'ta aynı hadis için şu yorum yapılmıştır:
"Meselenin şekli şöyledir: İki kişi
üçüncü bir şahsın elinde bulunan bir mal
hususunda iddialaşırlar ve her ikisinin
de beyyinesi olmazsa veya her ikisinin de beyyinesi olursa, üçüncü şahıs da:
"Ben (bu mal bunlara mı, başka birine mi ait) bilmiyorum" derse,
bunlar hakkında verilecek hüküm iki iddiacı arasında kur'a çekmektir. Kur'a hangisine
çıkarsa o yemin eder ve mala sahip olur. Hz. Ali de böyle hükmetmiştir."
Şâfiî'ye göre bu durumda mal, üçüncü şahsın elinde bırakılır.
Ebu Hanife'ye göre, iki
dava sahibi arasında mal ikiye bölünür.
İbnu'l-Melek der ki: "Ahmed ve akvalinin birinde ve
sonuncusunda Şafiî, Hz. Ali gibi hükmetmiştir. Keza Ebu Hanife de öyle
hükmetmiş ve: "Her ikisine, yemin ettirilerek yarımşar verilir"
demiş, bir başka kavlinde de: "Üçüncü şahsın elinde bırakılır"
demiştir."
Mesele hususunda ihtilafı gösterme saddedinde Beyhaki'nin yorumunu
da kaydetmek isteriz. Der ki: "Kadı, taraflara yemin ettirmek isteyince,
önce hangisinin yemin edeceğini tesbit için kur'a çeker. Böylece önce biri
sonra diğeri yemin eder. Eğer ikincisi, birincisinin yemininden sonra yemin
etmezse, malın tamamını birinciye hükmeder. Eğer ikinci de yemin ederse, ikisi
de yeminde eşit olurlar ve böylece mal ikisi arasında yarımşar bölünür, tıpkı
yeminden önce olduğu gibi."[47]
ـ4906 ـ7ـ
وعن أبي
غَطفان بن
طريفٍ قال:
]اخْتصَمَ زَيْدُ
بْنُ ثَابِتٍ
وَابْنُ
مُطِيعٍ الى
مَرْوَانَ في
دَارٍ
كَانَتْ
بَيْنَهُمَا،
فَقَضَى
مَرْوَانُ
عَلى زَيْدِ
بْنِ ثَابِتٍ
بِالْيَمِينِ
عَلى
الْمِنْبَرِ
فقَالَ زَيْدٌ
أحْلِفْ لَهُ
مَكَانِي
هذَا. فقَالَ
مَرْوَانُ،
َ، إّ عِنْدَ
مَقَاطِعِ
الْحُقُوقِ.
فَجَعَلَ زَيْدُ
بْنُ ثَابتٍ
يَحْلِفُ إنّ
حَقّهُ لَحَقُّ،
وأبِى أنْ
يَحْلِفَ
عَلى
الْمِنْبَرِ،
فَجَعَلَ
مَرْوَانُ
يَعْجِبُ
مِنْ ذلِكَ[.
أخرجه مالك .
7. (4906)- Ebu Gatafan İbnu
Tarif el Mürrî anlatıyor: "Zeyd İbnu Sabit ve İbnu Mutî aralarındaki bir
ev sebebiyle (Medine valisi) Mervan'a dava açtılar. Mervan, minberde yemin
etmesi şartıyla, evin Zeyd İbnu Sabit'e ait olduğuna hükmetti. Zeyd:
"Ben onun için şu yerimde yemin ederim!" dedi. Mervan da:
"Hayır! Hukukun kesinleştiği yerde yemin edeceksin!"
dedi. Bunun üzerine Zeyd "Hakkım haktır" diye yemin etmeye başladı ve
minberde yemin etmekten imtina etti.
Mervan bu duruma hayret etti." [Muvatta, Akdiye 12, (2,
728).][48]
AÇIKLAMA:
1- Zürkânî, yeminin, Mescid-i
Nebevî'nin minberinin yanında yapılmasının istendiği;
"minberde" sözünden maksadın "minberin yanında" demek olduğunu belirtir.
2- İmam Malik, minberin yanında yemin etme an'anesinin
mevcudiyetini gözönüne alarak, "Zeyd İbnu Sabit (radıyallahu anh)'in imtinasını, onun sabru'lyemini mekruh
addetmesiyle" izah eder.
Sabru'lyemin: Kişinin yemine zorlanması, yemin edinceye kadar
hapsedilmesidir. Şu halde Zeyd (radıyallahu anh), yemine zor, icbar
karışmaması, kendiliğinden olması görüşündedir. Zorlamanın karışacağı
yemini mekruh addetmektedir.
3- Mervan'ın taccübü, Zeyd'in davranışı sebebiyledir. Çünkü
Zeyd, bu yeminin mekanla ilgili bir tağliz yemini olduğunu bildiği halde, buna
yanaşmayışına Mervan hayret etmiştir. Tağliz
suretiyle yemin, zaman, mekan ve bazı elfazı mahsusa ilavesi suretiyle
yapılır. Şöyle ki: "Hüküm eğer Mekke-i Mükerreme'de verilecek ise yemin,
Makam-ı İbrahim ile Beytu'l-Haram arasında yapılır. Ve eğer Medine-i
Münevvere'de ise yemin, Resulullah'ın minberi yanında yapılır. Bir başka
beldede ise o beldenin camiinde ikindiden sonra yapılır. Allah'ın isimlerinin
bazılarının ilavesiyle veya Kur'an üzerine yapılan yeminler de bu nev'e girer.
4- İmam Şafiî, Hz. Ömer'in bir adamla aralarında çıkan
ihtilafta minberin yanında yemin ettiğini belirtir. İlaveten: "Bize göre,
minber üzerinde yemin, ihtilaf edilmeyen bir husustur. Bu husustaki görüşümüz
hep aynı kalmıştır" der.
5- Hadisin Muvatta'daki aslında İmam Malik'in bir açıklaması
var: "Ben, bir dinarın dörtte birinden daha az bir şey için -ki bu üç
dirhem yapar- minberde yemin ettirilmesini uygun görmem."
Şafiî hazretleri: "Yirmi
dinar ve daha fazla değerde olan şeyler için minberde yemin ettirilir,
daha az şey için ettirilmez" der.
Zürkânî der ki: Cumhur, kan ve
çok miktardaki mal için mekan şartı ile tağliz suretinde yemin yaptırılır, daha az bir şey için yaptırılmaz
diye hükmetmiştir. Ancak azın, çoğun hududu
nedir? Bu hususta alimler ihtilaf etmişlerdir.[49]
ـ4907 ـ1ـ عن
ابن عبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما: ]أنَّ
رَسُولَ
اللّهِ #
قَالَ لِرَجُلٍ
حَلّفَهُ:
احْلِفْ
بِاللّهِ
الَّذِي َ
إلَهَ إَّ
هُوَ مَالَهُ
عِنْدَكَ
شَىْءٍ،
يَعْنِى
لِلْمُدَّعِي[.
أخرجه أبو
داود .
1. (4907)- İbnu Abbas
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm),
yemin teklif ettiği bir adama:
"Kendinden başka ilah bulunmayan Allah'ın adıyla, o kimsenin
yani dava sahibinin senin yanında malı
olmadığına yemin et!" buyurdu." [Ebu Davud, Akdiye 24, (3620).][50]
AÇIKLAMA:
Yeminin nasıl edileceği hâkim tarafından ilgiliye öğretilmelidir.
İslamî yeminin, Allah üzerine yapılması
esastır. Namus ve şeref üzerine yemin yapılmaz. [51]
SEKİZİNCİ FASIL
ـ4908 ـ1ـ عن
عمرو بن شعيب
عن أبيه عن
جدّه قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: َ
تَجُوزُ
شَهَادَةُ
خَائِنٍ وََ
خَائِنَةٍ،
وََ زَانٍ وََ
زَانِيَةٍ،
وََ ذِي غِمْر
عَلى أخِيهِ[.
أخرجه أبو
داود.وللترمذي،
عن عائشة بعد
قوله، خائنة:
و مجلودٍ
حداً، وَ
مُجرّبٍ
شَهَادَةٍ
وََ
القَانِعِ
‘هلِ الْبَيْتِ،
وََ
ظَنِينٍ)ـ1( في
وَءٍ وََ
قَرَابَةٍ.قال
الفزارى:
»القَانِعُ«
التابع.والمراد
»بالخائنِ«
الخيانة في
الدين والمال
وا‘مانة فإن
من ضيّع شيئاً
من أوامر
اللّه أو ركب
شيئاً من
منهياته يكون
عدً.و»القانع«
التابع مثل
ا‘جير والوكيل
تردّ شهادته
للتهمة في جر
النّفعِ الى
نفسه، ‘ن
التابع ‘هل
البيت ينتفع
بما يصير
إليهم .
1. (4908)- Amr İbnu Şuayb
an ebihi an ceddihi anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Hain erkek ve haine kadının, zani erkek ve zaniye kadının,
kardeşine kin taşıyan kimsenin şehadeti caiz değildir." [Ebu Davud, Akdiye
16, (3600, 3601) İbnu Mace, Ahkam 30, (2366).]
Tirmizî'de Hz Aişe'den yapılan bir rivayette, haine kelimesinden
sonra şu ziyade vardır: "Hadd-i kazf'la celde tatbik edilenin, şehadette
(yalanı) tecrübe edilmiş olanın, ev halkına hizmet edenin, kendisini nisbet
ettiği mevla ve akrabaları hususlarında
müttehem olan (gerçek nesebini gizleyen)in." [Tirmizî, Şehâdât 1, (2299).][52]
AÇIKLAMA:
1- İslam'da herkes şahidlik yapamaz. Şahid olabilmek için
adalet sahibi olmak gerekir. Bu vasfı taşımayan kimsenin şahitliği makbul
değildir. Sadedinde olduğumuz hadis, kimlerin şahidliği kabul edilmiyorsa
bunları belirtmektedir:
* Hain kelimesinden öncelikle insanlara karşı, emanetlerde hiyanetle tanınmış kimseler anlaşılmıştır.
el-Kâdı, hadisin daha umumi bir çerçevede anlaşılarak Allah'ın emanetine
riayetkâr olmayanla, insanların emanetlerine riayetkâr olmayanların da aynı
şekilde kastedilmiş olma ihtimalinin varlığına dikkat çeker.
* Zaniler.
Haddle celde uygulananlar... Bununla öncelikle hadd-i kazf (iftira) anlaşılmıştır. Ebu Hanife de bu
mânada anlamıştır: "Hadd-i kazf suçuyla celde tatbik edilenden ebediyen şehadet makbul olmaz, tevbe bile
etse" der. el-Kâdî: "Diğer
haddlerden ayrı olarak celde uygulananın zikredilmesi, bunun cinayetinin
büyüklüğünden dolayıdır. Celde haddi tabiri, gayr-ı muhsan zaniyi, iftira edeni
ve şarap içeni de içine alır" der.
Ebu Hanife: "Celde uygulananın, tevbe bile etse, şehadeti makbul değil" demiş ise de, ulemanın racih
görüşü, tevbe eden kimsenin şehadeti makbul olacağı istikametindedir.
* Kardeşine karşı kin sahibi olanın şehadeti.
* Şehadette yalancılık yapmakla tanınmış olan kimse.
* Ev halkına ücret ve sair yollardan biriyle hizmet eden, tabi
olan. Böyle birinin menfaatlendiği yere karşı bîtaraf olamayacağı kabul edilir
ve bu sebeple şehadeti reddedilir. Oğlu lehine babanın, baba lehine oğlunun
veya alacaklı kimse, müflisin bir
başkasında alacağı var diye şehadet edecek olsa, bunlar makbul değildir.
* Kendisini nisbette yalan
ithamıyla tanınan, yani: "Ben
falancanın azadlısıyım!" dese, fakat o kimseye nisbeti sahih olmasa,
fasık addedilir, şehadeti de reddedilir. Yalandan akrabalı iddiası da aynı hükme girer.[53]
ـ4909 ـ2ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسُولُ
اللّهِ #: َ
تَجُوزُ
شَهَادَةُ بَدَوِيٍّ
عَلى ذِى
قَرْيَةٍ[.
أخرجه أبو
داود.وإنما
كره شهادة
البدوي
لما فيه من
الجفاء في
الدين،
والجهالة
بأحكام
الشريعة،
ولعدم ضبطه
الشهادة في الغالب
على وجهها
لقلة معرفته
بشروطها،
وإليه ذهب
مالك. والناس
على خفه .
2. (4909)- Hz. Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Bedevinin, köylü aleyhindeki şehadeti caiz değildir."
[Ebu Davud, Akdiye 17, (3602); İbnu Mace, Ahkâm 30, (2367).][54]
AÇIKLAMA:
Bedevi, çöllerde çadırda yaşayanlara denir. Bunlar göçebe hayatı
sürer, belli bir yerleşim yerleri yoktur.
Bedevinin şehadetinin makbul olmayışı, onların dinî bakımdan eksikliklerinin fazlalığındandır. Onlar şer'î
ahkâmı da yeterince bilmezler, çoğu hallerde şehadeti usulüne uygun yapamazlar
da. Bu gibi sebeplerle onların şehadeti makbul addedilmemiştir. Ahmed İbnu
Hanbel hadisle ameli esas almıştır. İmam Malik ve Ebu Ubeyd de bu görüştedir.
Ancak cumhur, bedevinin de şehadetinin makbul olacağına hükmeder. İbnu Raslan:
"Bu hadisi, bedevilerden adaleti bilinmeyene hamlettiler. Zaten galib
durumda onların adaleti bilinmez" der.[55]
ـ4910 ـ3ـ
وعن أيمن بن
خُرَيْم بن
فاتك قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
عُدِلَتْ
شَهَادَةُ
الزُّورِ
إشْرَاكاً
بِاللّهِ
تَعالى. ثُمَّ
قَرَأ:
فَاجْتَنِبُوا
الرِّجْسَ
مِنَ
ا‘وْثَانِ
وَاجْتَنِبُوا
قَوْلَ
الزُّورِ
حُنَفَاءَ
للّهِ غَيْرَ
مُشْرِكِينَ
بِهِ[. أخرجه
أبو داود
والترمذي؛ إ
أن أبا داود
قال عن خريم
بن فاتك،
وخريم صحابي؛
وأما ابنه
أيمن فقال
الترمذي: نعرف له
سماعاً من
النبي # .
3. (4910)- Eymen İbnu
Hureym İbni Fatik anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Yalan şehadet Allah'a şirkle bir tutulmuştur!"
buyurdular ve şu ayeti okudular. (Mealen): "...Putlara tapmak gibi bir
pislikten ve yalan sözden de kaçının." (Hacc 30). [Tirmizî, Şehâdât 3,
(2300, 2301); Ebu Davud, Akdiye 15, (3599); İbnu Mace, Ahkâm 32, (2372).][56]
AÇIKLAMA:
Hadiste Aleyhissalâtu vesselâm, yalan şehadeti, günah itibariyle
şirke emsal tutmuştur. Çünkü şirk de Allah hakkında bir yalandan ibarettir;
söylenmesi caiz olmayan şeyi Allah'a
nisbettir. Aynı şekilde yalancı şahitlik de kula caiz olmayan bir şeyi söylemektir. Öyleyse her ikisi de, gerçekte
olmayan şeylerin iddiasıdır.
Tîbî der ki: "Resulullah
yalan sözü şirke müsavi kıldı. Çünkü şirk de yalan sınıfına girer. Zîra
müşrik, putun ibadete müstehak olduğunu zanneder."[57]
ـ4911 ـ4ـ
وعن زيد بن
خالد رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: أَ
أخْبرُكُمْ
بِخَيْرِ
الشُّهَدَاءِ؟
الَّذِي
يَأتِي
بِشَهَادَتِهِ
قَبْلَ أنْ
يُسْألَهَا[.
أخرجه مسلم
ومالك وأبو
داود
والترمذي.قال
مالك: هُوَ
الَّذِى
يُخْبِرُ
بِالشّهادةِ
الّتِي َ
يَعْلَمُ بِهَا
الّذِي هِي
لَهُ،
فَيأتِي
بِهَا ا“مَامَ
فَيَقْضِي
لَهُ بِهَا .
4. (4911)- Zeyd İbnu Halid (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Size şahidlerin en
hayırlısını haber vermeyeyim mi: O kendisine taleb edilmezden önce şehadet
etmeye gelendir." [Müslim, Akdiye 19, (1719); Muvatta, Akdiye 3, (2, 720);
Ebu Davud, Akdiye 13, (3596); Tirmizî, Şehâdât 1, (2296).][58]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, şahidlik taleb edilmeden, kendiliğinden gidip
şahitlikte bulunmayı takdir etmektedir.
Ancak daha önce de geçtiği üzere bazı hadisler, taleb edilmeden şahitlikte
bulunanları kötüler. Bir hadis şöyle: "Asırların en hayırlısı benim
asrımdır. Sonra onu takib eden
asırdakiler, sonra da onu takib eden asırdakiler gelir. Sonra da bir kavim
gelir ki onlar şahidlik taleb edilmeden şehadette bulunurlar."
Aradaki zıtlık (tearuz) şöyle giderilmiştir. Nevevî der ki:
"Bu hadiste iki te'vil var: En sahihi, en meşhur olanı İmam Malik ve
Ashab-ı Şafiî tarafından yapılan te'vildir. Buna göre, bir kimsenin nezdinde, bir insanın hakkını
ilgilendiren bir şehadet mevcuttur. Fakat hak sahibi onun şahid olduğunu
bilmemektedir. İşte bu kimse o adama gidip kendisi için şahid olduğunu haber
verir, nezdindeki emaneti eda etmiş olur.
İkinci te'vile göre, bu övülen şehadet, insan hukukuyla
değil, hisbe şehadetiyle ilgilidir:
Talâk, köle azadı, vakıf, ammeye yönelik
vasiyetler, hudud gibi meselelere giren şehadetlerdir. Bu çeşitten bir
şey bilen kimsenin, bildiğini gidip kadıya söylemesi, haber vermesi, şahidlik yapması vacibtir.
Üçüncü bir te'vile göre, bundan, talepden önce değil, sonra
şehadeti eda hususunda mecaz ve mübâlağa maksuddur. Nitekim: "Cömert,
istemeden veren kimsedir" sözünden, istenince hemen çarçabuk vermek
kastedilir."[59]
ـ4912 ـ5ـ
وعن خزيمة بن
ثابت رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنّ رَسُولَ
اللّهِ #
اِبْتَاعَ
فَرَساً مِنْ
أعْرَابِيّ
فَاسْتَتْبََعَهُ
النّبيُّ #
الى
مَنْزِلِهِ
لَيَقْضِيَهُ
ثَمَنَ
فَرَسِه.
فأسْرَعَ #
المَشْىَ وَأبْطأ
ا‘عْرَابِىّ،
وَطَفَقَ
رِجَالٌ يَعْتَرِضُونَ
ا‘عْرَابِىّ،
فَسَاوَمُوهُ
بِالْفَرَسِ،
وََ
يَشْعُرونَ
أنّ النّبىّ #
قَدِ
ابْتَاعَهُ.
فَنَادَى
ا‘عْرَابىّ
النّبىّ # فقَالَ:
إنْ كُنْتَ
مُبْتاعاً
هذَا
الْفَرسَ وإّ
بِعْتُهُ.
فقَامَ
النّبىُّ #
حِينَ سَمِعَ
نِدَاءَ
ا‘عْرَابِىّ
فقَالَ
أوَلَيْسَ
قَدِ ابْتَعْتُهُ
مِنْكَ.
فقَالَ
ا‘عْرَابِىّ:
واللّه مَا
بِعْتُكَه.
فقَالَ #ً
بَلْ قَدِ
ابْتَعْتُهُ
مِنْكَ.
فَطَفِقَ
ا‘عْرابِىّ
يَقُولُ: هَلُمَّ
شَهِيداً.
فقَالَ
خُزَيْمَةُ:
أنَا أشْهَدُ
أنّكَ
بَايَعْتَهُ.
فأقْبَلَ #
عَلى خُزَيْمَةَ
فقَالَ: بِمَ
تَشْهَدُ؟
قَالَ: بِتَصْدِيقِكَ
يَا رَسُولَ
اللّهِ،
فَجَعَلَ شَهَادَةَ
خُزَيْمَةَ
بِشَهَادَةِ
رَجُلَيْنِ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائي.وزاد
رزين: ]فقَالَ ا‘عْرَابِىّ:
أهذا رسولُ
اللّهِ؟
فقَالَ أبُو
هُريرةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
كَفى بِكَ جَهًْ
أنْ َ
تَعْرِفَ
نَبِيّكَ،
صَدَقَ اللّهُ:
ا‘عْرَابُ
أشَدُّ
كُفْراً
وَنِفَاقاً
وَأجْدَرُ
أنْ َ
يَعْلَمُوا
حُدُودَ مَا
أنْزَلَ
اللّهُ عَلى
رَسُولِهِ،
فَاعْتَرَفَ
ا‘عْرَابِىُّ
بِالْبَيْعِ[.
5. (4912)- Huzeyme İbnu Sabit (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir
bedeviden bir at satın almıştı. Aleyhissalâtu vesselâm, onu eve kadar
getirivermesini ve orada parasını almasını söyledi. Bu sırada kendisi hızlı
hızlı yürüdü; bedevi ise ağır ağır yürüyordu. (Aralarında epeyce bir mesafe
hasıl oldu. Bu sırada) bazı kimseler bedeviye gelip at üzerinde pazarlık
yapmaya başladılar. Onu Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın satın almış
olduğunu kimse bilmiyordu. Bedevî, Aleyhissalâtu vesselâm'a seslenip:
"Şu atı alacaksan al, değilse sattım!" dedi. Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bedevinin bu sözünü işitince adama yönelip: "Ben
onu zaten senden satın aldım ya!" buyurdular. Ama bedevi:
"(Bu ne demek?) Vallahi ben onu sana satmadım!" dedi.
Aleyhissalâtu vesselâm: "Bilakis! Ben onu senden aldım" dedi. Bunun
üzerine bedevi:
"Bir şahit getir!" demeye başladı. Hemen Huzeyme alınıp:
"Ben şehadet ederim, siz onu satın aldınız!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm, Huzeyme'ye gelerek:
"Ne ile şehadet ediyorsun?" diye sordu. Huzeyme:
"Sana olan tasdikim ile, Ey Allah'ın Resulü!" dedi.
bunun üzerine (aleyhissalâtu vesselâm) Huzeyme'nin şehadetini iki kişinin
şehadeti yerine koydu." [Ebu Davud, Akdiye 20, (3607); Nesâî, Büyu 91, (7,
302).]
Rezîn şu ziyadeyi ilave etti: "Bedevi: "Bu, Resulullah
mı?" dedi. Ebu Hüreyre kendisine: "Peygamberini tanımaman cahillik
olarak sana yeter. Allah Teala Hazretleri doğru söyledi: "Bedeviler küfür
ve nifak yönünden daha şiddetli ve Allah'ın Resulü'ne indirdiği emir ve yasakları bilmemeye daha
müsaitdirler" (Tevbe 97). Bedevi bunun üzerine atı sattığını itiraf
etti."[60]
AÇIKLAMA:
1- Hâdise İbnu Sa'd'da daha teferruatlı olarak
anlatılmaktadır. Buna göre Resulullah'ın satın aldığı atın adı Mürteciz'dir.
Satan bedevi de Benî Mürre kabilesinden Sevâ İbnu Kavs el-Muharibî'dir, Seva
İbnu'l-Haris de denmiştir. Anlatıldığı üzere eve kadar atı götürüp, parasını
evde alacak olan Sevâ, ağır ağır yürürken, yolda atı almak isteyenler çıkar ve
kandisine daha fazla fiyat teklif ederler. Bunun üzerine, Resulullah'a olan
satışını inkar cihetine gider.
2- Bir rivayette Resulullah Huzeyme'ye:
"Sen alışveriş esnasında bizim yanımızda değildin. Seni
şehadet etmeye sevkeden şey nedir?" diye sorar. Huzeyme: "Ben sizin
getirdiğiniz (risaleti) tasdik ettim, bildim ki, haktan başka bir şey
söylemezsin!" der. Bunun üzerine (aleyhissalâtu vesselâm): "Huzeyme
kimin lehinde veya aleyhinde şehadette bulunursa, bu ona yeter, (iki şahid
değerindedir)" buyurur.
3- Bu hâdise son derece hikmetlidir. Zîra, Resulullah'ın vefatından sonra, Huzeyme
(radıyallahu anh), bu vasfıyla mühim bir rol oynamıştır. Kur'an'ın cem'i
bahsinde geçtiği üzere Zeyd İbnu Sabit başkanlığındaki Kur'an'ı tedvin heyeti, ezberlerindeki ayetlere ikişer
yazılı şahid istiyorlardı. Son inenlerden iki ayeti yazılı olarak sadece Huzeyme getirmiş idi. "İki
şahid" ünvanı hatırlanarak itirazsız kabul edildi.
Bazı yorumcular: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), ondan
daha üstün, daha efdalleri varken bunlarınkini değil de, Huzeyme'nin şehadetini
iki şahidlik kabul etmesi, bir muhassıs sebepten dolayıdır. O sebep de, orada
Resulullah'ın lehine şehadet hususunda onun hemen ortaya atılmasıdır"
demiştir. Hülefayı Raşidîn, Huzeyme'yi o
vasıf üzere kabul etmişlerdir. Huzeyme,
aslında haklıdır. Bazı rivayetlerde ifade ettiği gibi, Resulullah'ı gaybî ve
son derece mühim meselelerde ne demiş ise aynen kabul eden bir kimsenin, böyle
basit bir meselede yalan söyleyeceğine ihtimal veremez. Aksini düşünmek kişiyi tezada atar. Resulullah yine de, şehadet
müessesesinin gerekliliği açısından, Huzeyme'nin şehadetini takdir
buyurmuştur. Resulullah'ın sıdkı ve
şahsî bilgisi açısından başka bir şahide ihtiyacı yoktur, ama buna rağmen
Huzeyme'nin şehadeti onu te'kid etmiş oldu.[61]
ـ4913 ـ1ـ عن
ابن عبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]يَا مَعْشَرَ
الْمُسْلِمِينَ
كَيْفَ تَسْألُونَ
أهْلَ
الْكِتَابِ،
وَكِتَابُكُمْ
الّذِى
أُنْزِلَ
عَلى
نَبِيّكُمْ،
أحْدَثُ
الْكُتُبِ
بِاللّهِ
تَقْرَءُونَهُ
مَحْضاً لَمْ
يُشَبْ،
وَقَدْ حَدّثَكُمُ
اللّهُ أنّ
أهْلَ
الْكِتَابِ
بَدّلُوا
كِتَابَ
اللّهِ
وَغَيّرُهُ،
وَكَتَبُوا
بِأيْدِيهِمُ
الْكِتَابَ،
وَقَالُوا:
هُوَ مِنْ
عِنْدِ
اللّهِ
لِيَشْتَرُوا
بِهِ ثَمَناً
قَلِيً؟ أَ
يَنْهَاكُمْ
مَا جَاءَكُمْ
مِنَ
الْعِلْمِ
عَنْ
مَسْألَتِهِمْ؟
وََ واللّهِ مَا
رَأيْنَا
مِنْهُمْ
رَجًُ قَطُّ
يَسْألُكُمْ
عَنِ الّذِى
أُنْزِلَ
عَلَيْكُمْ[.
أخرجه
البخاري .
1. (4913)- İbnu Abbas
(radıyallahu anhümâ) şöyle hitab etmiştir: "Ey Müslümanlar! Peygamberiniz
(aleyhissalâtu vesselâm)'e indirilen kitap, Allah'ın en yeni kitabı ve
içine hiçbir şey karışmamış olduğu halde, onu okuyup durduğunuz halde, nasıl
olur da Ehl-i Kitab'a (şer'î) birşey sormaktasınız? Halbuki Allah Teala
Hazretleri, Ehl-i Kitab'ın Allah'ın kitabını değiştirip elleriyle yeni bir kitap yazdıklarını, sonra da az bir menfaatı
satın almak için: "Bu, Allah katındandır" dediklerini haber
vermektedir. Bilesiniz, size gelen ilim, onlara soru sormanızı men etmektedir.
Hayır! Vallahi onlardan bir kişinin bile sizen inen kitaptan sizlere bir şey
sorduğunu görmüyoruz." [Buhârî, İ'tisam 25, Şehâdât 29, Tevhid 42.][62]
AÇIKLAMA:
1- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ), bu hitabetinde,
Müslümanların Ehl-i Kitap karşısındaki tavrını belirlemektedir. Sizler onlardan
dinî hususta bir şey sormayın, onların kitabının tağyir ve tebdil edildiğini Kur'ân haber
vermiştir. Üstelik sizin okumakta olduğunuz kitap ter u tâze, yeni, içerisinde
hiçbir karışıklık, tağyir mevzubahis değil vs.
Aslında bu mânada Resulullah'ın tavsiyeleri var. Aleyhissalâtu
vesselâm da Ehl-i Kitab'a dinî hususlarda
başvurmayı yasaklamıştır. Buharî'nin kısmen bab başlığı olarak Sahih'ine aldığı
bir Ahmed İbnu Hanbel hadisi şöyle: "Hz. Ömer bir gün, Ehl-i Kitap'tan ele
geçirdiği bir kitapla Resulullah'a geldi (ve içerisinden bir yer) okudu.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) öfkelendi ve: "Ben size kitabı saf, temiz olarak getirdim.
Onlara hiçbir şey sormayın. Ola ki doğru söylerler, siz yalanlarsınız, (hata
etmiş olursunuz). Yahut bir batıl getirirler, tasdik etmiş olursunuz. Nefsimi
elinde tutan Zat'a yemin olsun, eğer Hz. Musa aleyhisselam şimdi sağ olsaydı
onun bana uyması gerekirdi" dedi.
Bu hadis değişik vecihlerde rivayet edilmiştir. Şarihler bu
yasağın, nass gelmeyen hususlarla ilgili olduğunu, çünkü şeriatımızın tek
başına yeterli bulunduğunu söylerler. Eğer nass yoksa, kıyas ve istidlal var.
Bu yola başvurularak sormaktan müstağni olunmalıdır. Şarihler, şeriatımızın
tasdik ettiği, geçmiş ümmetlerle ilgili hususlardan sormanın bu yasağa girmediğini de
belirtirler. Ayette geçen: "Senden önceki kitabı okuyanlara sor!"
(Yunus 94) emri, onlardan iman edenlerle
ilgili, yasak da onlardan inanmayanlara sormakla ilgili. Yasağın tevhid ve
risalet-i Muhammediye ve benzeri meseleler üzerine sorulacak sorularla ilgili
olması da ihtimalden uzak değildir.
2- Hadisin bir başka veçhesi, Ehl-i Kitab'ın şehadetiyle
ilgilidir. Alimler, onların şahidliğinin kabul edilmeyeceği hususunda bunu
delil kılmışlardır.
Küffârın
şehadeti makbul mü, değil mi? Bu hususta üç görüş var:
1) Cumhurun görüşü mutlak olarak reddedilmesine kani.
2) Tabiinden bazıları, Müslümanlar aleyhine olmayan
şehadetlerinin mutlak kabulüne hükmetmiştir. Bu Kûfilerin görüşüdür:
"Birbirleri hakkındaki şehadetleri
kabul edilir" demişlerdir. Bu, iki rivayetten birinde Ahmed İbnu
Hanbel'in de görüşüdür, ancak bazı ashabı reddetmiştir. Ahmed, sefer halini
istisna tutmuş, "Seferde Ehl-i Kitabın şehadeti caizdir"
demiştir. Hasan Basri, İbnu Ebî Leyla, Leys, İshak: "Bir dinde olanın bir
başka dinde olana şehadeti makbul olmaz, birbirlerine şehadeti makbuldür. Çünkü bir ayette "Biz
Hıristiyanız diyenlerden de ahid almıştık. Onlar da kendilerine ihtar edilen
hakikatlerden nasiplerini unuttular. Bu yüzden aralarına, kıyamete kadar devam edecek bir düşmanlık ve
kin saldık.." (Maide 14) buyrulmuştur."
Cumhur, başta "Bir de sizden iki mü'min erkeği şahid tutun.
Eğer iki erkek şahid bulunmazsa, o zaman şahidliğine güvendiğiniz kimselerden
bir erkek ve iki kadın şahid tutun..." (Bakara 282) ayeti olmak üzere
başka ayet ve hadislere dayanır.
3- Hadiste, Ehl-i Kitab'ın, kitaplarını tağyirle ilgili şu
ayeti-i kerimeye işaret edilmektedir: (Mealen): "Yazıklar olsun o
kimselere ki, az bir dünya menfaati uğruna
kendi elleriyle ayetler yazıp, sonra da: "Bu, Allah katındandır" derler. O elleriyle
yazdıkları yüzünden, onlara yazıklar olsun! O kazandıkları yüzünden onlara
yazıklar olsun" (Bakara 79).[63]
ـ4914 ـ2ـ
وعن الشعبي:
]أنّ رَجًُ
مِنَ
الْمُسْلِمِينَ
حَضَرَتْهُ
الْوَفَاةُ
بدقُوقَاءَ. وَلَمْ
يَجِدْ
أحَداً مِنَ
الْمُسْلِمينَ
يَشْهَدُ
عَلى
وَصِيّتِهِ.
فَأشْهَدَ
رَجُلَيْنِ
مِنْ أهْلِ
الْكِتَابِ
عَلى
وَصِيّتِهِ.
فَقَدِمَا
الْكُوفَةَ.
فَأتَيَا
أبَا مُوسى
ا‘شْعَرِيّ
فأخْبَراهُ،
وَقَدِمَا
بِتَرَكَتِهِ
وَوَصِيّتِهِ.
فقَالَ أبُو
مُوسى: هذَا
أمْرٌ لَمْ
يَكُنْ
بَعْدَ
الّذِي كَانَ
عَلى عَهْدِ
رَسولِ
اللّهِ #:
فأحْلَفَهُمَا
بَعْدَ الْعَصْرِ
بِاللّهِ،
إنّهُمَا مَا
خَانَا، وََ
كَذَبا، وََ
بَدَّ، وََ
كَتََمَا،
وََ غَيّرا،
وإنّهَا
لَوَصِيّةُ
الرَّجُلِ
وَتَرِكَتهُ. فأمْضَى
شَهَادَتُهَما[.
أخرجه أبو
داود.
2. (4914)- Şa'bî anlatıyor:
"Müslümanlardan birine, Dakûka'da ölüm geldi. Vasiyetine şahidlik edecek
hiçbir Müslüman bulamadı. Bunun üzerine Ehl-i Kitap'tan iki kişiyi vasiyetine
şahid kıldı. Bunlar Kûfe'ye geldiler. Ebu
Musa el-Eş'arî'yi bulup durumu
haber verdiler. Bunlar ölenin tereke ve vasiyetini beraberlerinde
getirmişlerdi. Ebu Musa (radıyallahu anh) onlara:
"Bu hâdise, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrinden
sonra hiç görülmeyen bir hâdisedir" dedi. İkindi namazından sonra onlara,
ihanet etmedikleri, yalan söylemedikleri, vasiyeti tebdil etmedikleri,
gizlemedikleri, değiştirmedikleri, söylediklerinin o adamın vasiyeti,
getirdiklerinin de terikesi olduğuna dair yemin ettirdi. Sonra şehadetlerini(n
gereğini yerine getirip) uygulamaya koydu." [Ebu Davud, Akdiye 19,
(3605).][64]
AÇIKLAMA:
1- Dakûka, Bağdat ile Erbil arasında bir yer adıdır.
2- Ebu Davud el-Eş'arî hazretleri, Resulullah devrinde cereyan
eden es-Sehmî vakı'asına işaret etmiştir. Şu halde buna benzer bir hâdisenin
es-Sehmî vak'asından sonra cereyan etmediğini ifade etmektedir. Ona benzeyen bu
son vak'a, Dakûka'da bir Müslümanın
vefat etmesi, onun vasiyetine iki Hıristiyanın şehadet etmesi hadisesidir.
3- Ebu Musa el-Eş'arî'nin, yemini ikindi vaktinden sonra
yaptırması, yeminin, zaman seçilerek tağliz suretinde yapılmasının caiz
olduğuna delil kılınmıştır.
4- Hattâbî der ki: "Bu hadiste, ehl-i zimmenin, bilhassa
sefer sırasında, Müslümanın vasiyeti
hususunda şehadetinin makbul olacağına delil mevcuttur." Benzer
görüşün Şureyh, İbrahim Nehâî, Evzâî tarafından da benimsendiği rivayet
edilmiştir. Ahmed İbnu Hanbel der ki: "Ehl-i zimmenin şehadeti sadece
böyle bir durumda zarurete binaen
makbuldür.
* İmam Şafiî: "Ehl-i zimmenin şehadeti hiçbir surette makbul değildir; ne kâfir, ne
de Müslüman" demiştir. Bu, Malik'in de sözüdür.
* Ahmed İbnu Hanbel şunu da der: "Ehl-i Kitab'ın birbirlerine
olan şehadeti de makbul değildir.
* Ashab-ı rey: "Onların birbirlerine şehadeti caizdir,
küfrün hepsi bir millettir" demiştir.
* Şabî, İbnu Ebî Leyla
ve İshak İbnu Rahuye : "Yahudinin Yahudiye şehadeti caizdir. Hıristiyana
ve Mecusiye şehadeti caiz değildir. Çünkü onlar farklı farklı dinlerdir.
Bir din mensubunun, başka bir din
mensubuna şehadeti caiz değildir" demişlerdir. Aynı görüşte olduğu
söylenen Zührî ise: "Bu hüküm, onların aralarında birbirlerine karşı
besledikleri kinden dolayıdır ki, bu kini Cenab-ı Hak Kur'an'da haber
vermektedir" demiştir.[65]
ـ4915 ـ1ـ عن
بهز بن حكيم
عن جده: ]أنّ
رَسُولَ اللّهِ
# حَبَسَ
رَجًُ في
تُهْمَةٍ
ثُمَّ خَلّى
سَبِيلَهُ[.
أخرجه أصحاب
السنن .
1. (4915)- Behz İbnu Hakîm
an ceddihi anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir adamı bir
töhmet sebebiyle hapsetti, sonra da
serbest bıraktı." [Ebu Davud, Akdiye 29, (3630); Tirmizî, Diyat 21,
(1417); Nesâî, Sarık 2, (8, 67).][66]
ـ4916 ـ2ـ
وعنه أيضاً عن
أبيه عن جده:
]أنّ أخَاهُ أوْ
عَمّهُ قَامَ
الى رَسولِ
اللّهِ #
وَهُوَ يَخْطُبُ.
فقَالَ:
جِيرَانِي،
بِمَ أُخِذُوا؟
فَأعْرَضَ
عَنْهُ
مَرّتَيْنِ.
ثُمَّ ذَكَرَ
شَيْئاً
فقَالَ #:
خَلُّوا لَهُ
عَنْ جِيرَانِهِ[.
أخرجه أبو
داود .
2. (4916)- Yine Behz İbnu
Hakîm aynı tarikten naklediyor: "Kardeşi veya amcası, hutbe vermekte olan
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a doğrulup: "Komşularım (ve kavmim,
ashabın tarafından) niçin tutulup hapsedildiler?" dedi. Aleyhissalâtu
vesselâm (cevap vermeyip) yüzünü çevirdi. [Adam aynı sözü tekrar edince] ikinci
sefer yüzünü çevirdi. Sonra adam (saygıyı taşan) bir şey söyledi. Bunun üzerine
(aleyhissalâtu vesselâm): "Bunun komşularını salıverin!"
buyurdu." [Ebu Davud, Akdiye 29, (3631).][67]
AÇIKLAMA:
Bu hadisin Abdurrezzak'ta gelen veçhi daha açık: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm), ravinin kavminden bazı kimseleri bir töhmet sebebiyle
alıp hapseder. Kavminden bir adam, hutbe vermekte olan Aleyhissalâtu vesselâm'a
gelip: "Ey Muhammed! Komşularımı niye hapsediyorsun?" diye sorar. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) belki de
onun sinirli bir halde olduğunu anlamış olmasından olacak, cevap vermez. Adam
ısrar edip, ithamkâr bir üslub kullanmaya başlar. Ravi, bu durumu görünce, onun
sözünün Aleyhissalâtu vesselâm'ın kulağına ulaşmaması için, ikisinin arasına
girip bir şeyler söylemeye çalışır. Der ki: "Duyar da, kavmim aleyhine
beddua ediverir de kavmim bir daha felah
bulmaz korkusuyla, aralarında kelam sokmaya çalıştım. Ancak çok geçmeden Resulullah onun söylediğini anladı
ve: "Demek öyle mi diyorlar, eğer ben öyle yapmazsam bunun vebali banadır
onlara değil"[68] der ve ilave eder:
"Bunun komşularını serbest bırakın!"
Hadis, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "hapis cezası
verdiğini" de ifade etmektedir.[69]
RESÛLULLAH'IN HÜKME BAĞLADIĞI
DÂVÂLAR
ـ4917 ـ1ـ عن
ابن الزبير
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]خَاصَمَ
رَجُلٌ مِنَ
ا‘نْصَارِ
الزُّبَيْرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
الى رَسُولِ
اللّه # في
شَرجِ
الحرّةِ
الّتِى
يَسْقُونَ
بِهَا النَّخْلَ.
فقَالَ #
لِلزُّبَيْرِ:
اسْقِ يَا زُبَيْرُ.
ثُمَّ
أرْسِلِ
الْمَاءَ الى
جَارِكَ.
فَغَضِبَ
ا‘نْصَارِيُّ،
وَقَالَ: أنْ
كَانَ ابْنَ
عَمَتَكَ؟
فَتَلَوّنَ
وَجْهُهُ #
ثُمّ قَالَ:
يَا زُبَيْرُ
اسْقِ ثُمّ احْبِسِ
الْمَاءَ
حَتّى
يَرجِعَ الى
الْجَدْرِ:
فقالَ
الزُّبَيْرُ:
واللّهِ إنّى
‘حْسِبُ هذِهِ
اŒيةَ
نَزَلَتْ في
ذلِكَ: فََ
وَرَبّكَ َ
يُؤْمِنُونَ
حَتّى
يُحَكِّمُوكَ
فيمَا شَجَرَ
بَيْنَهُمْ
اŒيةَ[. أخرجه
الخمسة.»الحرّةُ«
ا‘رض ذات
الحجارة
السود.و»الشّراجُ«
جمع شرجة، وهو
مسيل الماء من
الجبال الى
السهل.و»الجِدارُ
والجَدْرُ«
الحائط. وقيل
الجدر أصل الجدار
ويروي بالدال
المهملة
وبالمعجمة،
وهو مبلغ تمام
الشرب .
1. (4917)- İbnu'z-Zübeyr
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Ensar'dan bir erkek, hurma ağaçlarını
suladıkları Harre'nin su arkı yüzünden Zübeyr (radıyallahu anh)'le ihtilafa
düşüp Resulullah'ın huzurunda murafaa oldular. Resulullah (ihtilaflarını
dinledikten sonra) Zübeyr'e:
"Ey Zübeyr (önce) sen sula, suyu sonra da komşuna sal!"
buyurdular. Ensarî bu hükme kızdı ve:
"Böyle hükmetmen, o senin halaoğlun olmasındandır!" dedi. Resulullah
bu söze çok kızdı, yüzü renk renk oldu ve: "Ey Zübeyr! Önce sen sula,
sonra duvara ulaşıncaya kadar da suyu tut!" dedi. Zübeyr dedi ki:
"Vallahi öyle zannediyorum ki şu ayet bu hâdise ile ilgili olarak indi. (Mealen):
"Hayır öyle değil! Rabbine and olsun ki, onlar aralarında kimi oraya kimi
buraya çektikleri (kavga ettikleri)
şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı
duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar" (Nisa
65). [Buhârî, Şirb 6, 7, 8, Sulh 12, Tefsir,
Nisa 12; Müslim, Fezail 129, (2357); Ebu Davud, Akdiye 31, (3637);
Tirmizî, Ahkâm 26, (1363); Nesâî, Kudat 26, (8, 245).][70]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste ismi zikredilmeyen ensarînin kim olduğu biraz
ihtilaflıdır: Sa'lebe İbnu Hatib, Sabit İbnu Kays İbni Şemmas... Önceki olması
daha kuvvetli ihtimal. İtirazcılığı sebebiyle, münafık olabileceğini
söyleyen olmuştur. Ancak bu davranışın
kasıtsız olarak vukua geldiği, nifakın mevzubahis olmadığı ifade edilmiştir.
Nitekim Hâtib İbnu Ebî Beltea, Mistah ve Hamnâ'dan da nifaka nisbet edilmeyen nahoş sözler sadır olmuştur.
2- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) önceki hükmünde,
Zübeyr'e hakkını tam kullanmaya değil, sulhü temin için biraz fedakarlığa
dayanan bir kullanmaya hükmetmiştir. Ancak adamın cehalet ve
anlayışsızlığı sebebiyle, ikinci emrinde
sulama hakkını tam kullanmayı emrediyor. Duvarın dibine ulaşıncaya kadar suyun
oyalanması.
Hadiste geçen جَدْر kelimesi cidar demektir. Bununla duvarın dibi
veya ağacın kökü anlaşılmıştır. Ağacın kökü'nün kastedildiğini söyleyenler,
bazı rivayetlerde kelimenin جذر imlasıyla
gelmesini gösterirler. Cezr, kök demektir. Ancak cedr kelimesi ile hurma ağaçlarından birini diğerinden ayıran ve suyu
engellemek üzere vaz'edilen sedlerin
kastedildiği de söylenmiştir. Bu durumda
Resulullah Zübeyr'e her çukura sedlerin seviyesine çıkıncaya kadar su salmayı emretmiş olmalıdır. Vak'aya uygun
gelen bir diğer açıklamaya göre, bu kelime ile hurma ağaçlarından herbirinin
dibine açılan sulama çukurları kastedilmiş, binaenaleyh (aleyhissalâtu
vesselâm), bu çukurlar tamamiyle doluncaya kadar suyu tutmasını emretmiştir.
Başka te'viller de var. Hepsi netice itibariyle aynı mânaya ulaşır ve suyun baş
tarafında olana, yeterince ihtiyacını görecek kadar kullanma ruhsatının
tanındığını gösterir.
3- Ayetin iniş sebebi ihtilaflıdır. Bu rivayette Hz. Zübeyr,
kendisiyle ilgili olarak indiğini cezmetmeksizin ifade etmektedir. Ancak
ayetin, Zübeyr'in mezkur hadisesiyle ilgili olarak indiği hususunda cezmeden
rivayetler de var. Ancak Mücahid ve Şa'bi'ye göre bu ayet az yukarıdaki ayetin
inmesine sebep olan kimse hakkında inmiştir. O ayette şöyle buyrulur (Mealen):
"Sana indirilen kitaba ve senden
önce indirilen kitaplara iman ettiklerini iddia eden o kimseleri görmedin mi ki
onlar, tagutu reddetmekle emrolundukları halde, tagutun hükmüne müracaat etmek
isterler. Şeytan da onları, haktan pek uzak bir sapıklıkla saptırmak
ister" (Nisa 60).
Bu ayetin nüzul sebebi, bir
münafıkla bir Yahudi arasında cereyan eden bir ihtilaftır. Şöyle ki: Bu iki
kimse arasında bir ihtilaf çıkınca, Yahudi, münafığı Resulullah'ın huzurunda
mürafaa olmaya çağırır. Sebebi Aleyhissalâtu vesselâm'ın rüşvet almayacağına,
âdilane hükmedeceğine olan inancıdır. Münafık da -rüşvet kabul edeceklerini
bildiği için- Yahudiyi kendi hâkimleri önünde
mürafaa olmaya davet eder. Bazı rivayetler o sırada Yahudi hakimin Ka'b İbnu'l-Eşref -veya henüz
Müslüman olmayan Ebu Berze el-Eslemî- olduğunu belirtir. Münafık: "Ka'b
İbnu'l-Eşref'e gidelim" derse de, Yahudi ağır basar ve Aleyhissalâtu vesselâm'a
gelirler. Efendimiz Yahudiyi haklı çıkarır. Öbürü kabul etmez ve: "Bir de
Ömer'e gidelim" der. Hz. Ömer'e gelip durumu anlatırlar. Hz. Ömer
"Bekleyin hükmümü vereyim" diyerek içeri gidip kılıncını getirir ve
"Resulullah'ın hükmüne razı olmayana benim hükmüm budur" diyerek herifin kellesini uçuruverir.
İşte bu hâdise bir taraftan Ömer İbnu'l-Hattab'ın "Ömeru'l-Faruk"
diye tesmiyesine vesile olurken, diğer
taraftan da sadedinde olduğumuz ayetin nüzulune sebep olur.
Şarihlerin bazıları, bu iki vak'anın aynı zamanda vukua gelmiş
olabileceğini söyleyerek arada ihtilaf olmadığını belirtirler.
Zübeyr'le ihtilafa giren ensarînin Kays isminde biri olduğu da,
gelen rivayetler arasında.[71]
ـ4918 ـ2ـ
وعن ثعلبة بن
أبي مالك
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَضَى
رَسُولُ
اللّهِ # في
سَيْلِ مَهْزُورٍ
وَمُذَيْنبٍ
الّذِى
يَقْتَسُونَ
مَاءَهُ،
فقَضى # أنّ
المَاءَ الى
الْكَعْبَيْنِ
َ يَحْبِسُ
ا‘عْلَى عَنِ
ا‘سْفَلِ[.
أخرجه مالك
وأبو داود،
ولم يذكر أبو داود
مذينيب.»مَهزُورٌ«
بتقديم الزاى
على الواو:
وادى بنى
قريظة
والحجاز،
وبتقديم
الراء على
الزاى: موضع
سوق
المدينة.و»مُذَيْنِيبٌ«
اسم موضع
بالمدينة .
2. (4918)- Sa'lebe İbnu Ebî
Malik (radıyallahu anh) anlatıyor: "Kureyş'ten bir adamın Benî Kureyza'da
bir payı vardı. Suyunu paylaştıkları Mehzur ve Müzeynib vadisinin suyu
hususunda ihtilafa düşerek Aleyhissalâtu vesselâm'a müracaat ettiler.
Resulullah aralarında: "Su hakkı topuklara kadardır. Üstteki alttakine
bundan fazlasına mani olmaz" diye hükmetti." [Muvatta, Akdiye 28, (2,
744); Ebu Davud, Akdiye 31, (3638); İbnu Mace, Ruhun 20, (2481).][72]
AÇIKLAMA:
1- Mehzur, Hicaz'da bulunan, Benî Kureyza vadisidir. Ancak:
"Bu Medine vadilerinden
biridir", "Medine çarşısının yeridir" gibi başka görüşler de
ileri sürülmüştür. İbnu'l-Esir ve el-Münzirî
imlayı biraz farklı tutarak: "Mehruz, Medine çarşısının
yeridir" demişlerdir. Müzeynib de Medine'de bir vadidir. Bunlardan yağmur
zamanlarında sel akmakta ve halk bu sular hususunda tenafüse (rekabete)
düşmektedir.
2- Hadisteki "üstteki" tabirinden maksad, suyun
kaynağı cihetinde olandır.
Şu halde mâna şöyle olur: "Suyun kaynağına yakın olan kimse,
topuğuna kadar olan miktardan fazlasını tutamaz, aşağı tarafta olana
salar."
3- Hadisin hükmünde bazı ihtilaflar olmuştur. Şöyle ki:
"İbnu Vehb, Mutarrıf, İbnu'l-Mâceşûn gibi bir kısım Malikî alim hadisi şöyle anlamıştır: "Üstteki
bağın sahibi, bütün suyu bahçesine çevirir. Bahçede biriken suyun seviyesi,
içindeki insanın topuklarına ulaşacak seviyeye çıkınca suyu artık bırakır, sonraki komşusu kullanır."
İbnu Vehb'ten bir başka
rivayete göre: "Önceki bağın sahibi, bahçesi suya kanıncaya kadar suyu kullanır -ki bu miktar
topuğa kadar yükselecek olan sudur- sonra komşusuna salar."
İbnu Malik:
"Önceki bağın sahibi, sudan cedvelinin istiab ettiği miktarda alıp
bahçesini kanıncaya kadar sular, sulama
işi bitince hepsini komşuya salar" diye hükmetmiştir.
Şöyle diyen de olmuştur: "Sel suyu ile ekini sulayan
kimse, su ayakkabı bağına kadar yükseldi
mi sulamayı durdurur. Ama hurma vesair ağaç gibi kökü olan bir şey sulandı mı,
bu durumda topuklara kadar su yükselmelidir." Ekin olsun, başka bir şey
olsun, sulama işinin, su topuğa yükselince durdurulması gerekir. Çünkü bunun
sulamada en ideal seviye olduğu da umumiyetle benimsenen görüştür.
Arazinin meyilli olması halinde, sulayanın itminan bulmasına kadar suyu kullanma
hakkının olacağı anlaşılmaktadır. [73]
ـ4919 ـ3ـ
وعن حرام بن
سعد بن محيصة:
]أنّ نَاقةً
لِلْبَرَاءِ
بْنِ عَازِبٍ
دَخَلَتْ
حَائِطاً لِرَجُلٍ
مِنَ
ا‘نْصَارِ
فَأفْسَدَتْ
فيهِ، فقَضى
رَسُولُ
اللّهِ #: أنّ
عَلى أهْلِ
ا‘مْوَالِ
حِفْظَهَا
بِالنّهَارِ،
وَعلى أهْلِ
المَواشِى
حِفْظَهَا
بِاللّيْلِ[
أخرجه مالك
وأبو داود .
3. (4919)- Haram İbnu Sa'd
İbnu Muhaysa anlatıyor: "Bera İbnu Âzib (radıyallahu anh)'e ait bir at,
Ensar'dan bir zatın bahçesine girdi ve zarar meydana getirdi. Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm), bunun üzerine: "Mal sahibinin, malını gündüzleyin;
hayvan (mevaşi) sahibinin de hayvanını geceleyin muhafaza etmesine
hükmetti." [Muvatta, Akdiye 37, (2, 747, 748); Ebu Davud, Büyû 92, (3569,
3570); İbnu Mace, Ahkâm 13, (2332).][74]
AÇIKLAMA:
Bağavî'nin Şerhu's-Sünne'de
açıkladığına göre, bu hadisi esas alan ulemâ, bir hayvan, gündüzleyin
bir başkasının emvaline zarar verirse, hayvan sahibinin tazmin etmeyeceğine,
zîra emvalini gündüzleyin koruma işi o emval sahibine ait olduğuna
hükmetmiştir. Ama hayvan geceleyin zarar vermişse, sahibi onu tazmin eder.
Çünkü, örfen mal sahibi gündüzleyin malını korur, hayvan sahipleri de
hayvanlarını geceleyin muhafaza ederler. Öyleyse kim bu adete muhalif
davranırsa, muhafaza kaidesinden dışarı
çıkmış olur. Yine de bu hüküm hayvan sahibinin hayvanla beraber olmama haline
bağlıdır. Eğer beraber olursa hayvanın verdiği telefi tazmin eder. Bu esnada
hayvana binmiş olması veya yedmiş olması ve hatta oturmuş, ayakta durmuş olması
farketmez. Keza hayvanın, zararı ağzıyla
veya ön veya arka ayağıyla vermesi de
farketmez.
İmam Malik ve Şafii böyle hükmetmişlerdir. Ancak Ebu Hanife
merhumun ashabı: "Hayvanın sahibi, beraber değil idiyse, ona tazmin
gerekmez; gece de olsa, gündüz de" diye hükmetmişlerdir.[75]
ـ4920 ـ4ـ
وعن رافع بن
خديج رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
زَرع في أرْضِ
قَوْمٍ
بِغَيْرٍ
إذْنِهِمْ
فَلَيْسَ
لَهُ مِنَ
الزّرْعِ شَىْءٌ
وَلَهُ
نَفَقَتُهُ[.
أخرجه
الترمذي .
4. (4920)- Râfi İbnu Hadic
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kim başkasının tarlasına onların izni olmadan ekim yaparsa,
ektiğinde hiçbir hakka sahip olamaz, ona
sadece nafakası verilir." [Tirmizî, Ahkâm 29, (1366); Ebu Davud,
Büyû 33, (3403); İbnu Mace, Rühûn 13, (2466).][76]
AÇIKLAMA:
Sahibinin izni olmadan bir tarlanın ekilmesi bir nevi gasbdır. Şu
halde sadedinde olduğumuz hadis, gasben ekilen bir tarlanın hükmünü belirtmektedir. Ekin, tarla sahibine aittir.
Tarla sahibi masrafını ekene verir.
Tirmizî, bu hadisle Ahmed ibnu Hanbel ve İshak'ın amel ettiğini
belirtir.
İbnu Raslan, Şerhu's-Sünen'de der ki: "Bununla, -Tirmizî'nin
de belirttiği üzere- Ahmed, "Bir başkasının tarlasına bir tohum ekse,
sonra tarla sahibi tarlasını talep etse bu talep iki suretten biriyle olur:
* Tarla sahibi bunu ya ekinin hasadından sonra yapar.
* Yahud da, ekin daha hasad edilmeden tarlada iken yapar.
Şayet, hak sahibi tarlasını ekinin hasadından sonra geri alacak
olsa, ekin gasıbın olur. Bu hususta hilaf bilmiyoruz. Ekin gasıbın olur dedik,
zîra onun malı nema bulmuştur. Ancak, tarlanın teslim anına kadar ki (kira)
ücretini, arzın eksilme tazminatını ödemesi ve tarlada husule gelen çukurları
düzlemesi gerekir.
Ama, tarla sahibi, tarlayı
gasıbtan ekin daha tarladan iken geri alacak olsa, tarla sahibi, gasıbı ekini
sökmeye zorlayamaz, böyle bir hakkı yoktur. İmam Malik, tarla sahibini, gasıba ücretini vererek ekine sahip
olmakla, (önceki şartlarla) ekini gasıba bırakma arasında muhayyer bıraktı. Ebu
Ubeyd'in hükmü de böyle. İmam Şafiî ve fukahanın ekserisi şöyle demiştir: "Tarla sahibi, gasıbı ekini sökmeye mecbur etme hakkına sahiptir. Onlar da bu
hükme giderken (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Zulmen dikene hak
yoktur" hadisine dayanırlar. Bunlara göre, ekin her halukârda tohum
sahibinin olur. Tohum sahibi tarlanın kirasını öder.
Birinci görüş sahiplerinin dayandığı delillerden biri Ahmed İbnu
Hanbel ve Ebu Davud'un şu rivayetidir: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Züheyr'in tarlasında bir ekin görmüştü. Hoşuna gitti ve:
"Züheyr'in ekini ne iyi!" dedi. "Ekin Züheyr'in değil"
dediler. "Ama tarla Züheyr'in değil mi?" buyurdular. "Evet,
tarla onun ama ekin falanın"
dediler. "Ekininizi alın, ona nafakasını verin"
emrettiler." Bu hadis, ekinin tarlaya tabi olduğuna delalet eder.Fıkıh kitaplarında,
bu mesele üzerinde bazı münakaşalar mevcuttur.[77]
ـ4921 ـ5ـ
وعن أبي سعيد
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]اِخْتَصمَ
رَجَُنِ الى
رَسولِ اللّه
# في حَرِيمِ نَخْلَةٍ،
فَأمَرَ
بِهَا
فذُرِعَتْ،
فَوُجِدَتْ
سَبْعَةَ
أذْرُعِ، أوْ
خَمْسَةَ أذْرُعِ،
فَقَضى
بذلِكَ[.
أخرجه أبو
داود .
5. (4921)- Ebu Said
(radıyallahu anh) anlatıyor: "İki kişi, bir hurma ağacının harimi
hususunda ihtilaf ederek Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a başvurdular.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ağacın ölçülmesini emir buyurdular. Yedi
veya beş zira' olduğu tesbit edildi. Aleyhissalâtu vesselâm (harimin) o kadar
olmasına hükmetti." [Ebu Davud, Akdiye 31, (3640).][78]
AÇIKLAMA:
Harim, lügatçilere göre, himayesi gereken her yere verilen
isimdir. Kuyunun harimi deyince, etrafında kuyu için korunması gereken yerdir.
Burası kuyunun hukukundan sayılır, işgal edilemez. Evin de harimi vardır.
Bununla eve izafe edilen kısım kastedilir.
Sadedinde olduğumuz hadiste, hurma ağacının harimi mevzubahis
edilmektedir. Resulullah ağaca tabi kısmı, onun boyu ile mütenasib olarak
hesaplamıştır: Kaç arşın boyda ise o kadar miktar etrafı harim addedilecek ve
boş bırakılacaktır.
Alimler buradan hareketle her ağacın harimini hesaplarında boyunu
esas almışlardır. Kaç zira' yüksekliğe
sahipse o miktar harimi olacaktır.[79]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/75.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/76.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/76-77.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/77.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/77-78.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/78.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/78-79.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/80.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/80.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/80-81.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/81.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/82.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/82-86.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/86.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/86-87.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/88.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/88-89.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/89.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/89.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/90.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/90-91.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/91.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/91.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/92.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/92-93.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/93.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/93-94.
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/94.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/94-95.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/96-97.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/97.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/97-98.
[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/98.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/98-99.
[35] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/99-100.
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/100-101.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/101.
[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/102.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/101-103.
[40] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/103.
[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/103.
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/104.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/104.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/104-105.
[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/105.
[46] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/105-106.
[47] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/106-107.
[48] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/107.
[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/108.
[50] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/109.
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/109.
[52] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/110-111.
[53] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/111.
[54] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/112.
[55] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/112.
[56] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/112-113.
[57] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/113.
[58] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/113.
[59] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/113-114.
[60] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/115.
[61] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/115-116.
[62] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/116-117.
[63] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/117-118.
[64] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/119.
[65] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/119-120.
[66] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/121.
[67] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/121.
[68] Adam şöyle demiştir: "Halk diyor ki:
Siz şerri yasaklıyorsunuz, fakat kendiniz yapıyorsunuz."
[69] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/121-122.
[70] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/123-124.
[71] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/124-125.
[72] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/125-126.
[73] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/126.
[74] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/127.
[75] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/127.
[76] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/127-128.
[77] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/128.
[78] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/129.
[79] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/129.