DÜNYANIN VE YERYÜZÜNDEKİ BAZI YERLERİN ZEMMEDİLMESİ BÖLÜMÜ
YERYÜZÜNDEKİ BAZI YERLERİN ZEMMİ
(Bu kitapta iki fasıl vardır)
*
BİRİNCİ FASIL DÜNYANIN ZEMMİ
*
İKİNCİ FASIL
YERYÜZÜNDEKİ BAZI YERLERİN ZEMMİ
Hadis
kitaplarının, daha ziyade, zühd ve rikak'la ilgili bölümlerinde yer alan bir
kısım hadisler dünyayı ve dünyaya ait bir kısım tezâhürleri, davranışları
zemmeder, yani kötüler. Bu çeşit hadisler, herkes tarafından, Şâri'in
kasdettiği geçek mânâda anlaşılmıyor. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de
bunların yorumunda ifrat ve tefritlere düşüldüğünü sıkça görmek mümkündür. Bu
yanlışlıkların sonucu olarak cüretkâr nâdanların bu çeşit hadislere ve bunlar
bahanesiyle din-i mübine dil uzattıklarına şahid oluruz.
İşte
bu bölümde, mezkûr hadislere yer verilecektir. Biz bu çeşit hadisler karşısında
hataya düşmemek için, bir iki noktaya dikkat çekmek istiyoruz:
1-
Lafzî mânası bize çarpıcı gelen, önceden sağlam şekilde bildiğimiz dinî
bilgilerimize, müşâhede ve sağduyumuza ters düşen rivâyetler sağlam bir kaynağa
dayanmakta mıdır? İlk iş, bunu araştırmak gereklidir. Bunu yaparken böyle
çarpıcı bulduğumuz rivâyete: "Akla mantığa terstir, olmaz böyle şey!"
diyerek menfî bir tavra girmemelidir. Belki mûteber bir kaynakta mevcuttur.
Ancak, bazı yorumlarla anlaşılabilecek, yorumu, te'vili yapılınca
reddedilemeyecek bir rivâyettir.
2-
Kabulde zorlandığımız rivâyetlerin lafzî mânasına bağlanıp kalmaktansa Şâri'in
neyi kastetmiş olabileceğini araştırmak da faydalıdır. Güvenilir bir kaynakta
rastladığımız böyle bir hadisi, zâhirî mânasını akla (!), mantığa (!), şuna
buna ters bulduk diye reddetmek çok yanlış bir hareket olur. Belâğat kaidelerindendir,
lafzın zâhiri maksûd değilse, burada bir kinâye, bir başka maksad vardır, mecâz
sözkonusudur, bunun araştırılması gerekir.
3-Mevzubahis
edilen bir şey çok yönlüdür, hadiste bir yönü ele alınmış, o yönüyle
değerlendirilmiştir, biz ise bir başka yönüyle değerlendirmeye kalkınca ortaya
çelişkiler çıkmaktadır. Sadedinde olduğumuz "dünya" böyledir, bir çok
yönü vardır, hattâ her insana göre bir dünya vardır bile denilebilir. Sözgelimi
dindar bir kimse için dünya bir mâbed gibidir, ibâdet yapılan bir yerdir.
Yankesiciler için, hergün yeni insanların çarpınacağı bir yerdir. Âlim için
ilmin geliştirileceği bir kütüphânedir. Tüccar için iyi bir pazar, çiftçi için
mükemmel bir tarla ve çiftliktir. Sözü uzatmaya ne hâcet, aslında tek bir
varlık olan küre-i arzımız, her meslek, her meşreb, her mîzac, her ruh
sahipleri için ayrı ayrı nice dünyalardır. Dahası, değişen ruh hallerine, maddi
şartlarına göre bir insan için bile bir çok dünyalar vardır. Bazıları hiç
ölmeyecek gibi ona bağlanırken, bazıları artık yaşanmaya değersiz bularak
intiharı bile tercih edebilmektedir.
Böyle
bir dünyadan bahseden Hz. Peygamber(aleyhissalâtü vesselâm) dünyanın hangi
yönünden sözetmelidir? Hep tek bir yönünden mi bakmalıdır, yoksa farklı farklı
yönlerinden bakarak mı sözetmelidir?
Hemen
cevap verelim: Resûlullah(aleyhissalâtü vesselâm) bu binbir yüzlü dünyanın
bazen iyi, bazen kötü yüzünden bahsetmiş, bazen abidlerin, dindarların
dünyasını, bazan da hovardaların, sefihlerin ve âhireti hiç düşünmeyen zâlim
mübtezel takımlarının dünyasını değerlendirmiştir. Bu sebeple bir hadiste
(1884. hadis) dünya âhiret için bir ekim yeri, âhiret için ziraat yapılacak,
bir kerecik lâilâheillallah ile ebedî bir cennet ağacı kazanılacak kadar
kıymetli bir yer olarak belirtilirken, aynı dünya bir başka hadiste (1971.
hadis) sinek kanadından da değersiz ve hatta mel'un (1967. hadis) olarak
değerlendirilmiştir.
Belirtilen
ayırım yapılmadan hepsine aynı zâviyeden bakıldığı takdirde bu ifâdeleri
müteârız ve çelişkili bulmamak mümkün değildir. Bu hadiste (1884. hadis) dünya
hayatının bir kerecik sübhanallah velhamdülillah ve lâilâhe illallâhu vallâhu
ekber denecek kadar fazla yaşanabilmesi "üzerine güneşin doğduğu herşeyden
daha kıymetli" olduğu ifâde edilirken, bir başka hadiste (1968. hadis),
aynı dünyanın "hapishane" ve hatta bazılarında "cîfe"
olduğu belirtilmiştir.
Mevzuyu
tamamlayacak bir izahı 1973 numaralı hadisin Açıklama kısmına bırakarak
hadislere geçiyoruz:[1]
ـ1ـ عن أبى
سعيد رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]جَلَسَ رسولُ
اللّهِ # عَلى
المِنْبرِ
وَجَلَسْنَا
حَوْلَهُ.
فقَالَ: إنَّ
مِمَّا
أخَافُ عَلَيْكُمْ
مَا يُفْتَحُ
عَلَيْكُمْ
مِنْ زَهْرَةِ
الدُّنْيَا
وَزِينَتِهَا.
فقَالَ رَجُلٌ:
أوَ يَأتِى
الخَيْرُ
بِالشَّرِّ؟
فَسَكَتَ
رسولُ اللّهِ
# فَرُئِينَا
أنَّهُ يَنْزِلُ
عَلَيْهِ
فَأفَاقَ
يَمْسَحُ
عَنْهُ الرُّحَضَاءَ.
وقالَ: أينَ
هذَا
السَّائِلُ؟
وَكَأنَّهُ
حَمِدَهُ.
فقَالَ:
إنَّهُ
َيَأتِى
الخَيْرُ
بِالشَّرِّ
وَإنَّ
مِمَّا يُنْبِتُ
الرَّبِيعُ
مَا يَقْتُلُ
حَبَطاً أوْ
يُلِمُّ إَّ
آكلةَ
الخُضْرَةِ
فَإنَّهَا
أكَلَتْ
حَتَّى إذَا
امْتَدَّتْ
خَاصِرَتَاهَا
فَاسْتَقْبَلَتْ
عَيْنَ
الشَّمْسِ
فثَلَطَتْ
وَبَالَتْ
ثُمَّ
رَتَعَتْ،
وَإنَّ هذَا
المَالَ خَضِرٌ
حُلْوٌ
وَنِعْمَ
صَاحِبُ
المُسْلِمِ
هُوَ لِمَنْ
أعْطى مِنْهُ
المِسْكِينَ
وَاليَتِيمَ
وَابْنَ
السَّبِيل.
وَإنَّ مَنْ
يَأخُذُهُ
بِغَيْرِ
حَقِّهِ
كَمَنْ
يَأكُلُ وََ
يَشْبَعُ وَيَكُونُ
عَلَيْهِ
شَهِيداً
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ[.
أخرجه
الشيخان
والنسائى.»زَهْرَةُ
الدُّنْيَا«
حسنها
وبهجتها.»والرُّحَضَاءُ«
العَرَق
الكثير.»وَالحَبَطُ«
انتفاخ يقال
حبط بطنه إذا
انتفخ
فهلك.»وَثَلَطَ
الْبَعِيرُ« يثلُط
إذا ألقى
رجيعه سهً
رقيقاً. وفي
الحديث مثن: أحدهُما
للمفرط في جمع
الدنيا، واŒخر
للمقتصد في
أخذها
وانتفاع بها .
1. (1965)- Ebû Saîd (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm) minbere oturdu, biz de etrafında
yerlerimizi aldık. Buyurdular ki:
"Sizin
için korktuğum şeylerden biri, dünyanın süs ve güzelliklerinin sizlere
açılmasıdır!"
Bir
adam (araya girerek söze karıştı ve):
"Yani
(nâil olacağımız) hayır, şer mi getirecek?" dedi. Resûlullah(aleyhissalâtü
vesselâm) bu soru üzerine sükût etti. (Adama: "Sana ne oluyor da
Resûlullah'ın sözünü kesip, onunla konuşmaya kalkıyorsun? O sana konuşmuyor
ki!.." diye paylıyanlar oldu). Gördük ki, kendisine vahiy gelmekte. Derken
vahiy hâli açılmış, yüzündeki terleri silmekte idi.
"Şu
soru soran nerede?" diye söze başladı. Ve sanki adamı (sorusu sebebiyle)
takdir ediyor gibiydi: Sözlerine şöyle devam etti:
"Muhakkak
ki, hayır, şer getirmez. Ancak derenin[2]
bitirdikleri arasında, ya çatlatarak öldüren ya da ölüme yaklaştıran bitki de
var. Yalnız yeşil ot yiyen hayvanlar müstesna. Zîra bunlar yeyip böğürleri
şişince güneşe karşı dururlar. (Geviş getirirler), akıtırlar ve rahatça def-i
hâcet yaparlar, sonra tekrar dönüp yayılırlar.
Şüphesiz
ki, bu mal hoştur, tatlıdır. Ondan fakire, yetime ve yolcuya veren bu malın
Müslüman sâhibi en iyi (insan)'dir. Bunu haketmeden alan, yediği halde doymayan
kimse gibidir. O mal, kıyamet günü aleyhinde şâhidlik yapacaktır."
[Buhârî, Zekât 47, Cum'a 28, Cihâd 37, Rikâk 7; Müslim Zekât 123, (1052);
Nesâî, Zekât 81, (5, 90).][3]
AÇIKLAMA:
1-
Hadis, muhtelif vecihlerde farklı ziyâdelerle rivâyet edilmiştir. Parantez
içerisinde kaydettiklerimiz, rivâyetin başka vecihlerinden alınmadır.
2-
Hadiste dünya hayatı, insanların hoşuna giden bir mala benzetilmektedir.
"Hudra" kelime olarak yeşillik, yeşil gibi mânaya gelirse de Arapçada
hoşa giden şey için "hoş", "sevilen",
"hoşa giden" mânalarında sıfat olarak kullanılır. "Mal" ile
dünya kastedilmiştir. Çünkü mal dünyanın zînetidir. Nitekim âyet-i kerîme'de:
"Mal ve oğullar dünya hayatının zînetidir" (Kehf 46) buyurulmuştur.
Dünya
malının, zehretü'ddünya tâbiriyle ifâdesinde, bu malın ömrünün kısalığına
dikkat çekilmek istendiğini anlarlar. Çünkü zehre, ağaçlarda açan çiçek
demektir, ömrü kısadır. Öyle ise dünya malının zehretü'd'dünya (dünya çiçeği)
olarak ifadesi, malın bu yönüne dikkat çekmek içindir ve bununla, devamının
azlığına rağmen insanların iftihar vesîlesi olan kaynaklar, elbiseler, ekinler
ve sair her şey kastedilmiştir.
3-
Kâdı İyaz bu hadisi şöyle özetler: "Resûlullah, ashabına ikdisatlı (orta
yolda giden) ile, mal toplamada hırslı olanın hallerini misal göstermiş ve
demiştir ki: "Siz baharda bitenlerin hep hayır olduğunu, hayvanların
onlardan istifade ettiğini zannediyorsunuz. Ama gerçek bu kadar mutlak
değildir. Bahar bitkileri arasında hayvanı öldüreni veya ölüme yaklaştıranları
da vardır. İşte çok yiyerek çatlayıp ölen hayvanın hâli, çok mal toplayıp onu
yerli yerince sarfetmeyen insana benzer" buyurarak mal toplama husûsunda
îtidâli aşmamaya dikkat çekmiş, sonra da topladığı mal kendisine fayda veren
kimseye geçerek, onu yeşil bakla yiyen hayvanın hâline benzetmiştir."
4-
"Hayır, şer getirmez" cümlesini, Resûlullah(aleyhissalâtü vesselâm)
bazı rivâyetlerde üç kere tekrar etmiştir. Bu ifadeden âlimlerimiz şu mânaya
ulaşırlar: "Rızk" ne kadar çok da olsa hayır cümlesindendir. Rızkın
kendisinde, tabiatında şer mevcut değildir. Şer, rızka hâricî bir sebeple
sonradan ârız olur. Meselâ, müstehak olana vermekte cimrilik etmek, veya
harcarken meşru olmayan yerlerde israf etmek, mala gelen şerlerdir."
Âlimlerin
bu hadisten elde ettikleri diğer bir hüküm şudur: "Allah'ın hayır olarak
hükmettiği her şey hayırlıdır, şer olamaz; şer olarak hükmettiği her şey
şerdir, hayır olamaz. Ancak, kendisine hayır takdîr edilene, o hayrı tasarrufunda
kendisine şerri celbedecek şeye mâruz kalmasından korkulur."
İbnu
Hacer, bu mânayı te'yiden hadisin bir başka vechini kaydederek der ki:
"Saîd İbnu Mansûr'un Saîdu'l-Makberî'den kaydettiği mürsel bir
rivâyette أوْ
خَيْرٌ
هُوَ؟ denir ve bu üç kere
tekrar edilir. inkârî bir istifhamdır: "O (mal), hayır mıdır, elbette
değil!" mânasında. Yani mal, hakîki bir hayır değildir, ancak hayır olarak
isimlendirildi. Zîra malda hakîkî hayır, Hakk yolunda (şeriatın meşru kabûl
ettiği yerlerde) infaka mazhar olmasıdır. Tıpkı ondaki hakîki şerrin de Hakk
yolunda sarfedilmekten alıkonulup, bâtılda harcanmaya mâruz kalması ile vukuâ
gelmesi gibi.
5-
el-Ezherî, hadiste ifâde edilmek istenen mânanın anlaşılabilmesi için onda
geçen iki temsilin nazar-ı dikkate alınması gerektiğine dikkat çeker:
1)
Dünya malını yığmaktan ifrata kaçıp, gerektiği şekilde harcamaktan alıkoyan
kimse, temsilde, çok yemekten karnı şişip çatlayarak ölen hayvana
benzetilmiştir.
2)
Malı kazanmada ve harcamada orta yolu tutan kimse, temsilde yeşillik yiyen
hayvana benzetilmiştir. Çünkü yeşillik, derenin bitirdiği serâzâd bitkiler gibi
değildir, fakat o habbe'dir; habbe ise, otlardan büyük, otların kurumasından
sonra hayvanların yediği ağaçlardan küçük (ot-ağaç arası) bitkilerdir. Yeşil ot
yiyen hayvanları, dünyalık kazanıp biriktirmede orta yolu tutanlara temsil
yaptı. Böylelerini mal hırsı, hakkı olmayan şeyleri de almaya sevketmediği
gibi, Hakk yolunda harcamaya da engel olmuyor. Bu kimse, yeşil ot yiyenin
kurtarılması gibi, malın getirdiği vebalden kendisini kurtarmıştır. Hayvanları
çoğunlukla çatlatan şey, mayısını karnında tutup dışarı atamamasıdır."
Tîbî
der ki: "Bu hadiste dört sınıf insan gözükmektedir:
1-
Dünya malını telezzüz için fazla yiyen ve kaburgaları şişen kimseler. Bunlar
çabuk helâke mâruz olurlar.
2-
Yine çok yemekle birlikte, iyice kökleştikten sonra, hastalığı defetmek için
çareye başvuran, ancak hastalık ona galebe çalacak ve helâke atacaktır.
3-Yine
birincide olduğu gibi çok yemekle birlikte, zarar veren şeyi izâle etmek için acele
davranıp, ortadan kalkıncaya kadar def'ine çâre arayan ve neticeye varan
kimsedir.
4-
Bir de ifrata kaçmadan yiyen, açlığını giderecek miktarla iktifâ edip, hayatını
devam ettiren kimse vardır."
Birincisi:
Kâfirin misâlidir.
İkincisi:
Tevbe ve kötülüklerden uzaklaşmayı, iş işten geçtikten sonra aklına getiren
gâfil âsinin misâlidir.
Üçüncüsü:
Bir kısım haltlar karıştırmakla birlikte vaktinde tevbe husûsunda acele eden
kimsenin misâlidir.
Dördüncüsü:
Dünyaya îtibar etmeyip (zâhid) âhirete yönelmiş, onu arayan kimsenin misâlidir.
Zeyn
İbnu'l-Münîr de şunları söyler: "Bu hadiste bir çok güzel teşbihler
yapılmıştır:
*
Birincisi: Mal ve malın artırılması, bitkiye ve onun zuhuruna benzetilmiştir.
*
İkincisi: Kazanç ve kazanç sebeplerine düşkünlük, ota düşkün hayvanlara
benzetilmiştir.
*
Üçüncüsü: Malın çokca kazanılıp biriktirilmesi, yemedeki oburluğa ve otla
karnının şişirilmesine benzetilmiştir.
*
Dördüncüsü: Cimrilikte mübâlağaya kaçacak derecede nefiste fazla büyütülmüş
olan maldan çıkan şey, hayvan mayısına benzetilmiştir. Bu teşbihte, mal
düşkünlüğünün şeriat nazarında nasıl bir denîlik ve düşüklük olduğuna açık bir
işâret vardır.
*
Beşincisi: Mal toplamak ve yığmaktan uzak kalan kimse, güneşe karşı yönelerek
istirahata çekilen koyuna benzetilmiştir. Koyunun bu hâli, onun sükûnetini
ifâde etmede en uygun, en güzel vaziyetidir. Bunda, onun arzularına kavuştuğuna
işaret vardır.
*
Altıncısı: Malı toplayıp başkasına vermeyenin ölümü, kendine zarar veren şeyi
def etmekten gâfil hayvanın ölümüne benzetilmiştir.* Yedincisi: Mal, düşmana
inkılab edeceğinden emin olmayan sâhibine benzetilmiştir. Zîra korunması,
bağlarının sıkı tutulması malın şe'nindendir. Bu durum onu, müstehak olanlara
vermemeye sevkeder, bu da malı kazananın mükâfaatlandırılmasına sebep olur.
*
Sekizinci: Malı haksız olarak alan kimse, yeyip de doymayan kimseye
benzetilmiştir."
Gazâli
der ki: "Malın misâli faydalı tiryakla, öldürücü zehri taşıyan yılanın
misâli gibidir. Zehrin şerrinden sakınıp tiryakı çıkarmasını bilen ârif kişi
için o bir nimettir. Ancak o, böyle olmayan bir ahmakın eline geçerse, kendini
helâke atacak belayı bulmuş demektir."[4]
6-HADİSTEN
ÇIKARILAN BAZI HÜKÜMLER
*
Cuma hutbesi dışında da imam mev'ize esnasında minbere çıkabilir.
*
Halk imamın (ve minberin) etrafını sarabilir.
*
Dünyalık için münâfeseden (yarışmak, çekişmek, iddialaşmaktan) yasaklama var.
*
Âlim, müşkil olan şeyi anlamaya çalışmak, muârazayı kaldırmak için delil
aramalıdır.Malın hayır olarak isimlendirilmesi câizdir, nitekim âyet-i
kerîme'de: وَإنَّهُ
لِحُبِّ الْخَيْرِ
لَشَدِيدٌ "İnsanoğlu hayır
(yani mal) husûsunda şiddetli hırs sahibidir" (Âdiyât 8) buyrulmuştur.
Buradaki hayır "mal" demektir.* Bevl vs. gibi müstehcen kelimelerle
de olsa hikmet için misal zikri câizdir.
*
Hz. Peygamber(aleyhissalâtü vesselâm) sorulan şeye cevap vermek istediği zaman
sahabenin zannına göre vahiy beklemekte idi. Ancak, O'nun sükûtu, daha veciz,
daha câmî ve anlaşılır bir ibare ile cevap vermek için sükût buyurmuş olması da
câizdir.
*
Cevap vermede acele etmemek gerekir. Hususen teemmül gerektiren meselelerde.
*
Sualde inadlaştığı (taannüt ettiği) zannedilen kimsenin levm edilmesi câizdir.
*
Güzel sual soranın övülmesi uygundur.* Hadiste zengin fakire tafdîl edilmiştir.
*
Hadiste fakir, yetim ve yolcuya tasadduk etmeye teşvik mevcuttur.
*
Helâl olmayan yollardan mal kazanana bu mal mübârek kılınmaz, zira böyleleri
yediği halde doymayan kimseye benzetilmiştir. Keza meşrû harcamayı yapmayana da
mal mübarek kılınmamıştır.
*
İsraf, çok yeme ve oburluk mezmumdur.[5]
ـ2ـ وعنه
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رَسُولُ
اللّه # إنَّ
الدُّنْيَا
حُلْوَةٌ
خَضِرَةٌ،
وَإنَّ
اللّهَ مُسْتَخْلِفُكُمْ
فِيهَا
فَنَاظِرٌ
كَيْفَ
تَعْمَلُونَ؛
فَاتَّقُوا
الدُّنْيَا وَالنِّسَاءَ
فَإنَّ
أوَّلَ
فِتْنَةِ
بَنِى
إسْرَائِيلَ
كَانَتِ
النِّسَاءَ[.
أخرجه مسلم
والنسائى.وعنده:
فَمَا
تَرَكْتُ
بَعْدِى
فِتْنَةً أضَرَّ
عَلى
الرِّجَالِ
مِنَ
النِسَاءِ .
2. (1966)- Yine Ebû Saîd (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah(aleyhissalâtü vesselâm) buyurdular ki:
"Dünya tatlı ve hoştur. Allah sizi ona vâris kılacak ve nasıl hareket edeceğinize
bakacaktır. Öyleyse dünyadan sakının, kadından da sakının! Zîra Benî İsrâil'in
ilk fitnesi kadın yüzünden çıkmıştır." [Müslim, Zikr 99, (2742); Tirmizî,
Fiten 26, (2192); İbnu Mâce, Fiten 19, (4000).]
Müslim'in
bir rivâyetinde: "Kendinden sonra erkeklere, kadından daha zararlı bir
fitne bırakmadım" buyurulmuştur."[6]
ـ3ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قال
رسولُ اللّه #
الدُّنْيَا
مَلْعُونَةٌ،
مَلْعُونٌ
مَا فِيهَا
إَّ ذِكْرَ
اللّهِ تَعَالى
وَمَا وَاَهُ
وَعَالِمٌ
وَمُتَعَلِّمٌ[.
أخرجه الترمذي
.
3. (1967)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah(aleyhissalâtü vesselâm) buyurdular ki:
"Dünya mel'undur, içindekiler de mel'undur, ancak zikrullah ve zikrullah'a
yardımcı olanlarla âlim veya müteallim hâriç." [Tirmizî, Zühd 14, (2323);
İbnu Mâce, Zühd 3, (4112).][7]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivâyet farklı şekillerde rivâyet edilmiştir. Bazılarında şöyle
buyurulmuştur:
*
"Dünya mel'undur, içindekiler de mul'undur, Allah için olanlar hâriç."
*
Dünya mel'undur, içindekiler de mel'undur, emr-i bil ma'rûf nehy-i ani'lmünker
veya zikrullah hâriç."
*
Dünya mel'undur, içindekiler de mel'undur, Allah'ın rızası için yapılanlar
hâriç."
Sadedinde
olduğumuz hadis, mânasındaki derinlik ve câmiiyyet sebebiyle ulemâca
künûzu'lhikem ve cevâmiulkelîm denen özlü hadislerden kabul edilmiştir. Zîra,
açıklanacağı üzere, açık mânasıyla bütün güzel hasletlere şâmil olduğu gibi
mefhum olarak da bütün kötü hasletlere yer vermektedir.
2-
Zikrullah'a yardımcı olanlardan maksad kaydettiğimiz diğer rivâyetlerden de
anlaşılacağı üzere zikrullah sınıfına giren yani Allah rızası için yapılan,
Allah'ın emri, Resûlünün (aleyhissalâtü vesselâm) sünnetine müteveccih olan her
çeşit hayır amellerdir: İlim talebi, emr-i bi'lma'rûf nehy-i ani'lmünker,
sadakalar, sıla-i rahm gibi dinin teşvik ve tecviz ettiği ve Allah'ın hoşuna
gidecek her çeşit "iyi ameller." Yardımcı olanlar diye tercüme
ettiğimiz kelimenin aslı müvâlât'tan gelir. Bu, lügat olarak iki şey arasındaki
sevgi, dayanışma, yakınlık gibi mânalara gelen bir mastardır. Öyleyse hadis
zikrullah'a yakın olan şeyler diye de anlaşılabilir.
Şu
halde dünyada zikrullah ve bunun gibi Allah'ın hoşuna giden şeyler dışında her
şey mel'undur. Zikrullah, doğrudan Allah'ın anılmasıdır, bunun ne olduğunu
anlamada fazla müşkilatımız yok. Ancak Allah'ın hoşuna giden şeyler yorum
gerektirebilir. İki ayrı fiil mahiyetce aynı olduğu halde, biri Allah'ın hoşuna
giden sınıfına girer, diğeri girmez. Meselâ, Allah'ın rızası için sadaka
vermekle, gösteriş için sadaka vermek, birbirinin tıpatıp aynısı olan iki
fiildir. Allah, birinden memnun olacaktır, diğerinden olmayacaktır. Resûlullah
(aleyhissalâtü vesselâm) "Sünnete uyarak yatan mü'minin uykusu da
ibâdettir" buyurmaktadır. Öyle ise, hayatını İslâm'ın getirdiği esaslara
göre tanzîm eden bir kulun, ibâdetleri dışındaki bütün mübah amelleri de
Allah'ın hoşuna giden fiiller sınıfına girmektedir. Nitekim "uyku"su
hakkında: "Müteâkip gündeki kulluk
vazîfelerini yapabilmek için ihtiyacı olan istirahatıdır" denebilir.
Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm) sadece namazı değil, namaz için gidiş ve
dönüşte atılan her adımı, namaz kılmak için bekleyerek geçirilen her ânı
"ibadet" olarak değerlendirmiştir.
Münâvî,
"Allah'ın hoşuna giden" tâbirini açıklamada el-Eşrefî'nin şu sözünü
nakleder: "Bundan murad zikrullahtır, Allah'a tâattir, emirlerine
uymaktır, yasaklarından kaçmaktır, çünkü zikrullah bunları iktiza eder."
3-
Mel'un, metrûk ve rahmetten uzaklaştırılmış demektir. Dünya ve içindekilerin
mel'un olması, enbiya, asfiya, âbid gibi yüce ruhlar tarafından terkedilmiş,
itibâr edilmemiş ve Allah tarafından da terkedilerek, rahmetten uzak kılınmış
demektir."
Nitekim
rivâyetlerde: لَهُمُ
الدُّنْيَا
وَلَنَا
اŒخِرَةُ "(Nefs-i emmâreye bakan fâni yönüyle)
dünya onların; (bâki olan) âhiret bizimdir." اَلدُّنْيَا
مَلْعُونَةٌ
‘نَّهَا
غَرَّتِ
النُّفُوسَ
بِزَهْرَتِهَا
وَلَذَّتِهَا
فَامَالَتْهَا
عَنِ الْعُبُودِيَةِ
الى الْهَوَى
"Dünya mel'undur, çünkü fâni süsüyle ve
lezzetiyle nefisleri aldattı ve onları ibâdetten alıkoyup hevâya sevketti"
denmiştir. Lânetlenen ve terkedilen dünyadan murad da dünyanın şehevâta hitab
eden yönleri, dünyalık yığmak, kadınlara oğullara, kantar kantar altın ve
gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek
insanlara güzel gösterilmiştir, bunlar dünya hayatının süsleridir" (Âl-i
İmrân 14) âyetinde ifâde edilen fâni sevmeler ve dünyada ebedî kalma aşkı gibi
şeylerdir.
4-
Âlim ve Müteallim'e gelince: Bunlar lânetten istisna edilmiştir. Bu istisna,
Cenâb-ı Hakk'ın faydalı olan ve Allah'a götüren ilmi sevdiğini ifâde etmektedir.
Yani bu ilmin âlimi ve müteallimi (öğrenme gayretinde olan talebesi)
terkedilmiş değildir. Âlimler derler ki: "Aslında "Allah'ın hoşuna giden şeyler"
tabirinde her çeşit hayır gibi, faydalı ilim de mevcuttur. Buna rağmen ayrıca
âlim ve müteallim'in zikri onların şanlarını açıkca yüceltmek, onları tafdîl
etmek, onlar dışında kalan insanlarda hayır olmadığını ilan etmek, âlim ve
müteallimden maksadın Allah'ı tanıyan, ilimle amelin arasını cem'eden
kimselerin kastedildiğine, câhillerin ve ilmiyle amel etmeyenlerin, fuzûlî ve
dîne müteallik olmayan şeyle amel edenlerin hâriç tutulduğuna tenbîh
içindir."
5-Hadis,
"zikrullah"ın, yapılan bütün ameller içerisinde en efdali, en mümtazı
olduğunu, bütün ibâdetlerin başını teşkil ettiğini ifâde etmektedir.
6-
İbnu Atâullah der ki: "Sen dünyaya sarıldığın halde onu tahkîr etmen, bir
yalan ve bühtandan başka bir şey değildir. Allah'tan yüz çevirip (dünyaya
yönelmişliğinle birlikte) Allah'a tâzîmin, hızlân (yardımcısız ve yalnız kalma)
alâmetlerindendir. O'nun yanında hiçbir kıymeti olmayan şey, seni kendine kul
yapmış iken, sen, Allah yanında bir kadr u kıymete sâhip olduğunu nasıl ümîd
edebilirsin? (Dünyaya meyletmiş olduğun halde) işlediğin bâkiye müteveccih
âmiller O'nun yanında senin lehine bir özür teşkil etmeyecektir. Ebede
müteveccih bâki ameller işlemene rağmen durumun bu olursa, arkası olmayan, fânî
amellerle meşgul olursan âkibetin nice olur."
Şüphesiz
bu yorumlar, kişiyi daha ziyade kulluğa ve kullukta ihlâsa teşvîk içindir.
Unutmayalım ki, mü'min ne kadar kötü durumlara düşmüş bile olsa tevbe ve
istiğfarla dönüş yapıp en âlî mertebelere çıkabilir, hatta: إَّ
مَنْ تَابَ
وَآمَنَ
وَعَمِلَ صَالِحاً
فَاُلئكَ
يُبَدِّلُ
اللّهُ
سَيِّئآتِهِمْ
حَسَنَاتٍ
"Ancak tevbe edip amel-i
sâlih işleyenlerin Allah kötülüklerini iyiliklere çevirir" (Furkan 70)
âyetinin müjdesiyle, eski günahları bağışlanmakla da kalmaz, o günahları sevaba
çevrilebilir.[8]
ـ4ـ وعنه
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسولُ
اللّهِ #
الدُّنْيَا
سِجْنُ
المُؤْمِنِ،
وَجَنَّةُ
الكَافِرِ[.
أخرجهُ مسلم
والترمذي .
4. (1968)- Yine Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah(aleyhissalâtü vesselâm)
buyurdular ki: "Dünya, mü'mine hapishâne, kâfire cennettir." [Müslim,
Zühd 1, (2956); Tirmizî, Zühd 16, (2325).][9]
AÇIKLAMA:
1-
Hadiste dünya, mü'minler için bir hapishane olarak değerlendirilmiştir.
Âlimler, bu hükmün âhirete nisbetle verildiğini, yani, mü'mine Rabblerinin
âhirette hazırladığı cennete nisbetle, dünya hayatının bir hapishane hükmünde
kaldığını belirtirler. Dünyanın kâfir için cennet olması da, yine âhirette
karşılaşacağı cehennem azâbına nisbetledir
2-
Bazı âlimler, hadise şöyle bir açıklama da getirmişlerdir: "Mü'min
iradesiyle, nefsini dünyevî lezzetlerden uzak tutmuş, böylece sanki kendini bir
nevi hapse tâbi kılmıştır. Kâfir ise, nefsini şehevâta salmış, böylece dünya
ona cennet gibi olmuştur." Sühreverdî der ki: "Hapishâne ve ondan
çıkış, mü'minin kalbinde saatler ve vakitlerin geçmesiyle birbirlerini
kovalayıp dururlar. Zîra nefiste nefsânî bir sıfat zuhûr edince, kalbe zamanı
karartır ve onu darlık ve sıkıntıya atar. Nitekim hapishâne, darlık ve dışarı
çıkmaya engel olmaktan ibâret değil midir? Kalb, her ne zaman uhrevî zevkleri
arzulayıp fezâyı melekûtta tenezzüh ve ezelî cemâlin müşâhedesi kaygısıyla
dünyevî hevesâtın kötülüklerinden uzaklaşmak ve âcil şehvetlerin kayıtlarından
kurtulmak istese, şeytan ona bu kapıyı kapar. Nefs-i emmâre ipiyle sarkarak
önüne çıkar, berrak hayatını bulandırır, kişi ile tabiatının sevdiği muallâ
zevkler arasına bir engel gibi girer. İşte bu hal, hapishânelerin en muhkem ve
en dar olanıdır. Zîra, kim kişi ile onun sevgilisi arasına girer ise, ona arzı,
bütün genişliğine rağmen daraltır. Bundan da kişinin nefsi daralır."
Münâvî,
hadisi açıklama sadedinde şu menkîbeyi nakleder: "Anlattıklarına göre,
Hâfız İbnu Hacer, Kâdı'il-Kudât iken, bir gün etrafını saran büyük bir
cemaatle, haşmetli ve güzel bir hey'ete bürünmüş halde pazara uğrar. Derken
kılık kıyafeti pejmürde, eskimiş ve yağlara bulanmış bir elbise içerisinde
sıcak zeytinyağı satan bir yahudi, kendisine doğru yaklaşıp atının yularından
tutar ve: "Ey Şeyhülislam, inanıyorsun ki, Peygamberiniz: "Dünya
mü'mine hapishâne, kâfire cennettir" demiştir. Sen hangi hapistesin ve ben
nasıl bir cennetteyim?" der. İbnu Hacer şu cevabı verir:
"Ben,
Allah'ın bana âhirette hazırladığı nimetlere nisbetle, hâl-i hazırda sanki -(şu
dünyevî saltanatıma rağmen)- hapiste gibiyim. Sen de, sana âhirette hazırlanan
azâba nisbetle, cennette gibisin!"
Yahudi,
bu cevap üzerine Müslüman olur."
3-
El-Askerî, el-Emsâl adlı kitabında
hadisin vürud sebebiyle ilgili bir ziyadede bulunur: "Âmir İbnu Atâiyye
der ki: "Selmân-ı Fârisî'yi gördüm, yemeğe karşı çekingendi. Dedi ki:
"Resûlullah(aleyhissalâtü vesselâm): "Kıyamet günü en uzun müddet aç
kalacak olanlar, dünyada çok yiyenlerdir. Ey Selmân, dünya mü'minin hapsi,
kâfirin cennetidir" buyurmuştur. İbnu Ömer (radıyallâhu anh)'den yapılan
bir rivâyette şöyle buyurmuştur: "Ruhu cesedinden çıkan (ölen) bir
mü'minin misâli, hapiste iken çıkıp, yeryüzünde istediği gibi gezip dolaşan,
dilediği şekilde ferahlayan kimsenin misâlidir."[10]
ـ5ـ وعن أنس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسولُ
اللّهِ #:
حُبُّ
الدُّنْيَا
رَأسُ كُلِّ خَطِيئَةٍ،
وَحُبُّكَ
الشَّىْءَ
يُعْمِى وَيُصِمُّ[.
أخرجهُ رزين .
5. (1969)- Hz. Enes (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Dünya sevgisi her çeşit hatalı davranışların başıdır. Bir şeye
olan sevgin seni kör ve sağır yapar." [Rezin ilâvesidir. Beyhakî
Şuabu'l-Îman'da kaydetmiştir. Hadisin ikinci yarısı Ebû Dâvud'da tahric
edilmiştir. (Edep 125, (5150).][11]
AÇIKLAMA:
1-
Münâvî, hadisin "Dünya sevgisi her çeşit hatalı davranışın başıdır"
kısmıyla ilgili şu açıklamayı yapar: "Bunun doğruluğuna tecrübe ve
müşâhede şehadet etmektedir. Çünkü dünya sevgisi açık ve gizli her çeşit hataya
dâvet eder. Hele sevilen şey o hatayı işlemeye bağlı ise .. Sevgi, âşığı
öylesine sarhoş eder ki, artık sevgisidir. İblisin hatâsı da aynı. Zîra onun da
sebebi dünya sevgisinden daha zararlı olan sevgisi idi. Firavun, Hâman ve
askerlerinin küfrü de dünya sevgisidir. Cehennemi ve ehlini ebedî kılan dünya
sevgisi olduğu gibi, cenneti ve ehlini ebedî kılan da dünya buğzudur. Böylece
denilir ki: "Dünya, şeytan şarabıdır, kim ondan içerse, onun
sarhoşluğundan hüsran ve pişmanlık içerisinde teneşirde uyanır."
Gazâlî
der ki: "Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm): "Dünya sevgisi
herçeşit hatanın başıdır" buyurmuştur. Ne var ki, insanlar dünyayı
sevmeseler âlem helâk olur, hayat iptal olur. Öyleyse O (aleyhisselâm), bildi
ki, dünya sevgisi helâke atıcıdır ve onun helâke atıcı olduğunu söylemek, küçük
bir azınlık dışında, büyük çoğunluğun kalbinden onun sevgisini çıkarıp atmaz,
bu küçük azınlığın sevgiyi terketmesiyle dünya hayatınabir zarar gelmez. Bu
sebeple O (aleyhissalâtü vesselâm), dünya sevgisinin getireceği tehlikeleri
hatırlatıp, nasihat etmeyi terketmemiştir..."
2-
Bazı âlimler, hadisten şu hükmü çıkarmışlardır: "İlmin, insanların dünyaya
en az bağı olanından alınması gerekir. Çünkü böylesinin kalbi daha nurlu, dînî
meselelerde asgarî derecede sıkıntıdadır. İlim, nasıl olur da, kalbinde mevcut hatâların başını cem'etmiş olan
kimseden alınır? Bu, Allah'ın huzuruna, Resûlü'nün huzuruna girmeye mânidir.
Çünkü Allahu Teâlâ'nın huzûru O'nun kelâmıdır, Resûlü'nün huzûruna girmek ona
müyesser olmaz, namazında bile. Çünkü kimse, yüce sıfatı, O'nunla mücâleseye
(beraberliğe) sâlih olmadıkça kavrayamaz. Kim, Mustafa(aleyhissalâtü vesselâm)
gibi, dünyayı terkederse, O'nun kelâmını anlamaya ehil olur. Fakihlerin
çoğunluğu gibi, dünyaya rağbet eden, buna ehil olmaz ve Şâri'in muradını
anlayamaz."
Dünyayı
terk meselesinde, Müslüman fakihleri, sünnetten çok uzaklaşmış bulan Münâvî
şöyle bir fıkra nakleder. "Bir hıristiyanı dinledim. Bir fakihle
aralarında şu konuşma geçti. Hıristiyan dedi ki:
"Nasıl
olur da âlimleriniz kendilerini peygamberlerinin vârisleri zannederler, onlar
ki, bizim râhiblerimizin terkettiği dünyanın tâlipleridirler."
"Nasıl
olur?"
"Çünkü
onlar, dinin ikâmesi için hutbe, tedrîs, imâmet nev'inden verdikleri hizmete
mukabil dünyalık taleb etmektedirler, kendilerine, dünyalık verilmezse bu hizmetler
muattal olacak. Halbuki bizim bütün ruhbanlarımız dînî vazifeleri meccânen îfâ
ediyorlar. Bir bizim adamlarımızın îman kuvvetlerine bak, bir de sizin adamlarınızın imanındaki zaafa bak. Eğer
sizinkiler, Rabbinizin indinde olanın daha hayırlı ve ebedî olduğuna dair
âyet-i kerîme'yi (Şûrâ 36; Kasas 60) tasdik etmiş olsalardı dünya malına îtibar
etmeyeceklerdi, tıpkı peygamberlerinin ve ruhbanlarımızın etmediği gibi."
Bir
kimse, ârif bir zâta durumunu anlatarak şeytanın çokça vesvese verdiğinden
şikayet eder. Ârif:
"Kızını
boşarsan, ziyâretini terkeder, onun kızı dünyadır. Böylece sana olan sıla-i
rahmini koparacaksın der Adam:
"Ama
o, yanında dünyalığı olmayana geliyor" der. Ârif:
"İyi
ya, dünyalığı olmayan, dünyalığa tâlip demektir, kim birinin kızını talep
ederse, derhal onun sevgisine kapı açmış olur, daha kızıyla zifaf yapmasa
bile" cevabını verir.
Rebî
İbnu Haysem: "Kalblerinizden dünya sevgisini çıkarın ki, oraya âhiret
sevgisi girsin" demiştir. Resûllulah da şöyle buyurmuştur:
اَلدُّنْيَا
دَارُ مَنْ َ
دَارَ لَهُ
وَمَالُ مَنْ
َ مَالَ لَهُ
ولَهَا
يَجْمَعُ
مَنْ َ عَقْلَ
لَهُ
"Dünya (âhirette) evi olmayanın evidir,
malı olmayanın malıdır. Dünyalığı, ancak aklı olmayan yığma derdine
düşer."[12]
ـ6ـ وعن ابن
مسعود رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]دَخَلْتُ
عَلى رسول
اللّهِ #
وَقَدْ نَامَ
عَلَى رِمَالٍ
حَصِيرٍ
وَقَدْ
أثَّرَ في
جَنْبِهِ.
فَقُلْتُ يَا
رسُولَ
اللّهِ: لَوِ
اتّخَذْنَا
لَكَ وَطَاءً
تَجْعَلُهُ
بَيْنَكَ
وَبَيْنَ الحَصِيرِ
يَقِيكَ
مِنْهُ؟
فقَالَ:
مَالِى وَلِلدُّنْيَا؟
مَا أنَا
وَالدُّنْيَا
إَّ كَرَاكِبٍ
اسْتَظَلَّ
تَحْتَ
شَجَرَةٍ
ثُمَّ رَاحَ وَتَرَكَهَا[.
أخرجهُ
الترمذي
وصححه .
6. (1970)- İbnu Mes'ûd (radıyalllâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm)'ın yanına girmiştir.
Onu bir hasır örgünün üzerinde uyumuş buldum. Hasır, (vüçudunun açık olan) yan
taraflarında izler bırakmıştı.
"Ey
Allah'ın Resûlü dedim, sana bir yaygı te'min etsek de hasırın üstüne sersek,
onun sertliğine karşı sizi korusa!"
"Ben
kim, dünya kim. Dünya ile benim misâlim, bir ağacın altında gölgelenip sonra
terkedip giden yolcunun misali gibidir." [Tirmizî, Zühd 44, (2378).
Tirmizî hadisin sahih olduğunu söyledi.][13]
AÇIKLAMA:
1-
Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm) dünyayı nasıl değerlendirmemiz gerektiği
husûsunda güzel bir teşbihte bulunmaktadır: Yolcunun, bir miktar, dinlenmek
üzere dibine oturduğu bir ağaç. Ebediyet yolculuğunda, dünyanın mü'min
hayatında bundan fazla bir değeri olmaması gerekir. Hiçbir yolcu, öyle bir
ağaca sahiplenmez, bağlanıp kalmaz. Çünkü ulaşacağı bir hedef var. Yeşilliği,
serinliği, manzarası hoşuna gitse bile bu kalbî alâkası sınırlıdır, çünkü
yüklenip götürmesi mümkün değildir. Tîbî, "Buradaki benzetme yolculuğun
süratli ve oyalanmanın azlığına binâendir" der. Teşbihteki gâye şunu
söylemektir: "Dünya gözler ve nefisler için süslenmiştir. Ancak insan ona,
takdir ederek, severek sâhip çıkmıştır. Eğer kalb, hakikatının mârifetine erse,
gerçek değerini anlasa, ondan nefret eder. Ne var ki, onu müeccel olan yani
arkadan gelecek ebedîye (âhirete) tercih etmiştir." Hz. İsa
(aleyhisselâm), havârilerine: "Hanginiz deniz dalgaları üzerinde ev
yapabilir? diye sorar. Kendisine: "Bu mümkün mü?" diye karşılık
verilir. Hz. İsa: "Dünyadan sakının, onu karar yeri ittihâz etmeyin"
der. Böylece dünyaya bağlanmayı denizin dalgaları üzerine ev yapmaya benzetir.
2-
"Ben kim, dünya kim?" tâbirini Aliyyü'l-Kâri şöyle açıklar: " Ne
benim dünyaya karşı bir ülfetim, bir sevgim var, ne de dünyanın bana karşı bir
ülfeti, sevgisi var. Öyleyse ona niye rağbet edeyim, niye ona açılıp, onda
bulunanları yığma derdine düşeyim, lezzetinin peşinde gideyim?...." veya
" Dünyaya meyilden ne elime geçecek?" veya "Onun bana meyli ne
kazandıracak? Zîra ben âhiretin tâlibiyim.[14]
ـ7ـ وعن سهل
بن سعد رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]قال رسولُ
اللّه #: لَوْ
كَانَتِ
الدُّنْيَا
تَعْدِلُ
عِنْدَ
اللّهِ جَنَاحَ
بَعُوضَةٍ
مَا سَقَى
كَافِراً مِنْهَا
شَرْبَةَ
مَاءٍ[. أخرجه
الترمذي .
7. (1971)- Sehl İbnu Sa'd (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm) buyurdular ki:
"Eğer dünya Allah nazarında sivri
sineğin kanadı kadar bir değer taşısaydı tek bir kâfire ondan bir yudum
su içirmezdi." [Tirmizî, Zühd 13, (2321); İbnu Mâce, Zühd 11, (2410).][15]
AÇIKLAMA:
Hadis,
dünyanın değerinin Allah nazarında
düşüklüğünü ve hakaretini belirtmek için bu teşbihte bulunmuştur. Mâna şudur:
"Dünyanın Allah nazarında zerrecik değeri olsaydı, kâfir ebediyen ondan
istifâde edemezdi."
Ancak
hemen belirtelim ki, burada takbîh edilen, Allah'ın zerre miktar değer
vermediği belirtilen dünya, kâfirlerin dünyasıdır, nefs-i emmâreye bakan,
Allah'a küfür, isyan ve fısklarla dolu olan ehl-i dalâletin dünyasıdır.
Mü'minlere mescid, âhirete tarla, Cenâb-ı Hakk'ın isimlerine âyine ve masnuât-ı
İlâhiyeye teşhirgâh olan dünya değildir.[16]
ـ8ـ وعن
قتادة بن
النعمان
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قال: ]قال
رسولُ اللّه #
إذَا أحَبَّ
اللّهُ
عَبْداً
حَمَاهُ مِنَ
الدُّنْيَا
كَمَا يَظَلُّ
أحَدُكُمْ
يَحْمِى
سَقِيمَهُ
المَاء[.
أخرجه
الترمذي .
8. (1972)- Katâde İbnu Nu'mân
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Allah bir kulu sevdi mi, onu dünyâdan korur. Tıpkı sizden
birinin hastasına suyu yasaklaması gibi." [Tirmizî, Tıbb 1, (2037).][17]
AÇIKLAMA:
1-
Allah'ın sevdiği kulu dünyadan korunması demek, kulla dünya arasına girerek
kulu dünyevî şehvetlerden, dünyevî nimetlerden uzak tutması, dünyanın aldatıcı
güzellikleriyle kirlenmesine mâni olarak kalbinin onlarla ve onların sevgisiyle
kirlenmesini önlemesidir.
2-
Suyun yasaklanması, hastanın şifâya kavuşması için perhîz ettirilmesidir. Zîra
bazı hastalara su zararlıdır, onun sıhhate kavuşması için verilmez veya asgari
nisbette verilir.[18]
ـ9ـ وعن علي
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]ارْتَحَلَتِ
الدُّنْيَا
مُدْبِرَةً
وَارْتَحَلَتِ
اŒخِرَة
مُقْبِلَةً!
وَإنَّ
لِكُلِّ وَاحِدَةٍ
مِنْهُمَا
بَنِينَ.
فَكُونُوا
مِنْ
أبْنَاءِ
اŒخِرَةِ، وََ
تَكُونُوا
مِنْ أبْنَاءِ
الدُّنْيَا. فإنَّ
الْيَوْمَ
عَمَلٌ وََ
حِسَابَ،
وَغَداً
حِسَابٌ وََ
عَمَلَ[.
أخرجه رزين.
قلت: وأخرجه
البخارى بغير
إسناد،
واللّه أعلم .
9. (1973)- Ali İbnu Ebî Tâlib
(radıyalllâhu anh) buyurdular ki: "Dünya arkasını dönmüş gidiyor, âhiret
ise yönelmiş geliyor. Bunlardan her ikisinin de kendine has evlatları var.
Sizler âhiretin evlatları olun. Sakın dünyanın evlatları olmayın. Zîra bugün amel var hesap yok, yarın
ise hesap var amel yok." [Rezîn tahric etmiştik. Buhârî, muallak
(senetsiz) olarak kaydetmiştir. (Rikâk 4).][19]
AÇIKLAMA:
1-
Rivâyette geçen "Dünya arkasını dönmüş gidiyor..." cümlesi, Hz. Ali
tarafından hem mevkuf (kendi sözü) hem de merfû (Resûlullah'ın sözü) olarak
rivâyet edilmiştir. Hilye'de gelen vechi daha uzundur: "Sizin için en
ziyâde korktuğum şey hevaya uymanız ve tûl-i emele düşmenizdir. Hevaya uymak
Hakk'ın yolunu keser, tûl-i emel ise âhireti unutturur. Haberiniz olsun! Dünya
arkasını dönerek gidiyor..."
Hadisin
merfu olan bir vechinde bazı farklılıklar yer alır. Meselâ: "Hevaya uymak,
kalplerinizi Hakk'tan çevirir, tûl-i emel de himmetlerinizi dünyaya
çevirir."
Bazı
hükema, Hz. Ali'nin sözünden bilistifâde şöyle demiştir:
اَلدُّنْيَا
مُدْبِرَةٌ
وَاŒخِرَةُ مُقْبِلَةٌ
فَعَجَبٌ
لِمَنْ
يُقْبِلْ عَلى
الْمُدْبِرَةِ
وَيُدْبِرُ
عَلى الْمُقْبِلَةِ
"Dünya arkasını dönmüş gidiyor âhiret
yönelmiş geliyor. Arkasını dönene
yönelip, yönelene sırt çevirene şaşmalı!"
Tûl-i
emel denilen dünyada hiç ölmeyecek düşüncesine kapılmayı zemmeden merfû hadislerden birini daha yeri
gelmişken kaydedelim:
اَرْبَعَةٌ
مِنَ
الشَّقَاءِ:
جُمُودُ
الْعَيْنِ
وَقَسْوَةُ
الْقَلْبِ
وَطُولُ
ا‘مَلِ
وَالْحِرْصُ عَلى
الدُّنْيَا
"Dört şey şekâvet (hüsran) alâmetidir:
"Gözün kuruması (günahlarına ağlamamak), kalbin katılaşması, tûl-i emel
(dünyada hiç ölmeyecek gibi plânlar yapmak), dünyaya karşı hırs."
Abdullah
İbnu Amr, Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm)'dan nakleder: "Bu ümmetin
başlangıcındaki salâh, dünyadan kaçınmak ve yakînden ileri gelmiştir.
Sonuncularının helâki de cimrilik ve emelden ileri gelecektir."
Ulemâ,
tûl-i emel'den ibâdete karşı tembellik, tevbeyi hep gerilere bırakmak, dünyaya
rağbet, âhireti unutmak, kalbte katılık.. gibi mânevi marazların hâsıl
olacağını söylemiştir. "Halbuki derler, kalbteki rikkat ve saflık ölümü,
kabri, sevabı, ikabı, kıyâmetin korkunç hallerini hatırlamakla hâsıl olur.
Nitekim âyeti kerîme'de: فَطَالَ
عَلَيْهِمُ
اَمَدُ
فَقَسَتْ
قُلُوبُهُمْ "....üzerlerinden uzun zaman geçti
kalpleri katılaştı" (Hadîd 16) buyurulmuştur. Bazı âlimler: "Kimin
emeli kısa olursa kaygısı az olur, kalbi nurlanır, çünkü ölümü hatırlarsa taat
hususunda gayrete gelir, kaygısı azalır ve aza razı olur."
Muhammed
İbnu Ebî Bekr der ki: "Emel halk için mezmûmdur, fakat âlimler için değil.
Zîra ulemâ emel sâhibi olmazsa yazma ve te'lif etme işleri durur."
Bazıları da şunu demiştir: "Emel, bütün âdemoğlunda fıtrî bir
duygudur." Nitekim hadiste de: َ
يَزَالُ
قَلْبُ
الْكَبِيرِ
شَابّاً في
اِثْنَيْنِ:
حُبُّ
الدُّنْيَا
وَطُولُ اَمَلِ "İnsan yaşlandıkça iki duygu genç kalır:
Dünya sevgisi ve tûl-i emel."
İbnu
Hacer der ki: "Emelde latîf bir sır var. Zîra, emel olmazsa kimse
yaşamaktan zevk almaz, dünyevî işlerden hiçbirine başlamaktan nefsi hoşlanmaz.
(Öyle ise bu meselede ondan vazgeçilemez.) Kötü olan, tûl-i emele kendimizi
bırakıvermek, âhiret hazırlığını terketmektir. Şu halde bu dereceye düşmeyen
kimseden tûl-i emeli izâlesi istenmemelidir."
Hadisleri
ve yorumlarını nazar-ı dikkate alırsak şöyle bir sonuca varabiliriz: İnsanda
mutlak bırakılmış, fıtrî ve vazgeçilmez duygulardan biri de dünya sevgisidir,
buna tûl-i emel de denebilir. Aslında bu gerekli bir duygudur. İnsan kendini
bunun galebesine bırakıverirse, âhireti unutmaya, terketmeye götüren
aşırılıklara düşer, dünyevî arzuların peşine düşer, suistimallere, haramlara
sevkeder. Her devirde görülen aşırı kazanç çılgınlıkları, bundan hâsıl olan
binbir çeşit hileler, skandallar, sahtekârlıklar, ölmeler, öldürmeler, İslâm'ın
sınırlamaya çalıştığı bu tûl-i emel zaafının eseridir. İslâm, bu meselede denge
istiyor. Âhireti unutturmayacak, ibâdetten alıkoymayacak, harama yer vermeyecek
ölçüde dünyalık talebini tevcvîz ediyor.
Güçlü
Müslümanın, zayıf Müslümana nazaran Allah'a daha sevgili olduğunu söyleyen,
veren elin alan elden üstün olduğunu beyan eden İslâm'ın, "dünyayı tamamen
terket" demeyeceği açıktır.[20]
Dünyanın
zemmiyle ilgili bahsin umumî açıklama kısımında belerttğimiz gibi, dünya,çok
yönlü bir varlık hattâ bir mefhumdur. Hadislerde gelen zemm ve kötüleme bütün
yönlerine bakmaz. Bu hususu açık bir uslûbla bize tahlîl eden doyurucu bir
pasajı Bediüzzaman'dan iktibas edeceğiz:
"Ehl-i
dalâletin (sapıkların) vekili der ki: "Ehâdisinizde dünya tel'în edilmiş.
"Cife" ismiyle yâdedilmiş. "Fenadır, pistir" diyorlar.
Halbuki sen, bütün kemâlâtı İlâhiyeye medâr ve hüccet, onu gösteriyorsun ve
âşıkâre ondan bahsediyorsun?"
"ELCEVAP:
Dünyanın üç yüzü var:
Birinci
yüzü: Cenâb-ı Hakk'ın Esmâsına bakar. Onların nukûşunu gösterir. Mânâyı
harfiyle, onlara âyinedârlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektubât-ı
Samedâniyyedir. Bu yüzü gayet güzeldir. Nefret değil, aşka lâyıktır.
İkinci
yüzü, âhirete bakar. Âhiretin tarlasıdır. Cennetin mezrasıdır. Rahmetin
mezheresidir. Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir. Tahkire değil,
muhabbete lâyıktır.
Üçüncü
yüzü, insanın hevesâtına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın
mel'abe-i hevesât olan yüzüdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü fânidir, zâildir,
elemlidir, aldatır. İşte, hadisde vârid olan tahkîr ve ehl-i hakîkatın ettiği
nefret, bu yüzdedir.
Kur'ân-ı
Hakîm'in kainattan ve mevcudattan ehemmiyetkârane, istihsankârane bahsi ise;
evvelki iki yüze bakar. Sahabelerin vesair ehlullahın merğub dünyaları, evvelki
iki yüzdedir.
Şimdi,
dünyâyı tahkîr edenler dört sınıftır:
*
Birincisi: Ehl-i mağfirettir ki, Cenâb-ı Hakk'ın mağfiretine ve muhabbet ve
ibadetine sed çektiği için tahkîr eder.
*
İkincisi: Ehl-i âhirettir ki, ya dünyanın zarûrî işleri onları amel-i uhrevîden
menettiği için veyahut şuhûd derecesinde îman ile cennetin kemâlât ve
mehasinine nisbeten dünyayı çirkin görür. Evet Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm)'a
güzel bir adam nisbet edilse, yine çirkin göründüğü gibi; dünyanın ne kadar
kıymetdâr mehâsini varsa, cennetin mehâsinine nisbet edilse, hiç hükmündedir.
*
Üçüncüsü, dünyayı tahkir eder. Çünkü, eline geçmez. Şu tahkir, dünyanın
nefretinden gelmiyor, muhabbetinden ileri geliyor.
*
Dördüncüsü, dünyayı tahkir eder. Zîra dünya , eline geçiyor. Fakat durmuyor,
gidiyor. O da kızıyor, teselli bulmak için tahkir eder, "Pisdir" der.
Şu tahkir ise, o da dünyanın muhabbetinden ileri geliyor. Halbuki, makbul tahkir odur ki, hubb-u
âhiretten ve Mârifetullah'ın muhabbetinden ileri geliyor...
Demek
makbul tahkir, evvelki iki kısımdır. Cenâb-ı Hakk, bizi onlardan yapsın. Âmin.
Bihürmet-i Seyyidi'l Mürselîn."[21]
ـ1ـ عن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]لَمَّا مَرَّ
رسولُ اللّهِ
# بِالْحِجْرِ
قال: َ
تَدْخُلُوا
مَسَاكِنَ
الَّذِينَ
ظَلَمُوا
أنْفُسَهُمْ
إَّ أنْ
تَكونُوا
بَاكِينَ أنْ
يُصِيبَكمْ
مَا أصَابَهُمْ
ثُمَّ
قَنَّعَ
رَأسَهُ
وَأسْرَعَ
السَّيْرَ
حَتَّى
أجَازَ
الْوَادِى[.
أخرجه الشيخان
.
1. (1974)- İbnu Ömer (radıyallâhu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhisselâtu vesselâm) Hıcr'a uğradığı
zaman: "Nefislerine zulmedenlerin meskenlerine girerken onların mâruz
kaldığı musîbetin size de gelmesi korkusuyla ağlayarak girin!" dedi. Sonra
başını (ridasıyla) örtüp yürüyüşünü hızlandırdı ve vâdiyi geçinceye kadar bu
hâl üzere devam etti." [Buhârî, Enbiya 7, Mesâcid 53, Megâzî 80, Tefsîr,
Hıcr 2; Müslim, Zühd 38-40, (2980).][22]
AÇIKLAMA:
1-
Bu hadis, Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm)'ın Tebük seferi'ne giderken
geçtiği güzergâh üzerinde yer alan Hıcr'a uğrayışını nakletmektedir. Hıcr,
Semûd Kavmi'nin yurdudur. Şam'la Medîne arasına düşer. Azgınlıkları sebebiyle
mâruz kaldıkları bela sonucu helâk olan kavim, geride, insanlığa bir ibret satırı
halinde meskenlerinin harabelerini bırakarak yok olmuş gitmiştir.
2-
Bu hadis, muhtelif vecihlerle rivâyet edilmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtü
vesselâm) böylesi harâbeyi ziyaret ederken, takınılacak âdâbı öğretmek istemiş
ve askerlerin dikkatlerini çekmiştir. Takrîr edilen âdâb, o manzaradan bir
ibret dersi aldırmaya yöneliktir. Rivâyetin bir başka vechinde bu maksad daha
açık olarak görülmektedir: "Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm) dedi ki:
"Bu azâba uğrayanların yanına girmeyin. Ancak ağlayarak girerseniz o
başka. Eğer ağlamazsanız yanlarına girmeyin de onlara gelen belâ size de
gelmesin." Ağlamak tefekkür içindir. Böylece, onlara, bunları ağlayacak
bir sona götüren sebepler ve içtimâî gelişmeler üzerinde tefekkürü emretmiş
olmaktadır: "Allah, onlara yeryüzünde imkânlar tanımış, uzun müddet hayat
vermiş olmasına rağmen küfürleri sebebiyle belâya uğratmış, şiddetle
cezalandırmıştır. Allah kalbleri çevirendir. Mü'min âkibetinin böyle
olmayacağından emin olmamalı, rehâvete düşmemeli, ibâdetler, tevbe ve istiğfardan
gâfil olmamalı vs.
Rivâyetin
yine Buhârî'de İbnu Ömer'den tahrîc edilen daha teferruatlı bir vechi şöyle:
"Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm) Tebük Gazvesi sırasında Hıcr'a indiği
zaman kuyularından su içmemeyi, onlardan su almamayı emretti. Ashab
(radıyallâhu anh):
"Biz
onlardan su aldık ve hamur yaptık!" dediler. Bunun üzerine
Resûlullah(aleyhissalâtü vesselâm) o hamuru atmayı ve suları dökmeyi emretti.
"Bazı
rivâyetlerde hamurun develere yem yapılmasını emrettiği belirtilir. Bir başka
rivâyete göre, Hz. Sâlih (aleyhisselâm)'in devesinin su içtiği kuyudan su
almalarını emretmiştir.
Bir
diğer rivâyette, Tebük seferi sırasında bir vâdiye gelince Hz. Peygamber'in:
"Şu anda sizler, mel'un (lânete uğramış) bir vâdidesiniz, öyleyse hızlanın
(buradan çabuk çıkın)... kim (buranın suyu ile hamur yaptı, tencere kaynattı
ise ters çevirsin..." dediği belirtilir.
3-
Bulkînî'ye Hz. Sâlih'in devesinin su içtiği kuyunun nasıl bilindiği sorulmuş, O
da: "Tevâtürle, zîra mütevâtir haberde Müslüman olma şartı aranmaz"
demiştir. Ancak İbnu Hacer, bunu Resûlullah'ın vahyen öğrenmiş olabileceğini
söyler.
4-
Lânetli yerlerden ağlamadan geçenlerin, onların uğradığı belaya uğramalarından
korkma'nın mânası şudur: "Onların Allah'ın verdiği nimetlere nankörlük
etmeleri, inanılması gereken husûslarda ve ibâdet edilmesi gereken Zât hakkında
akıllarını kullanmamaları gibi ağlanacak halleri üzerine tefekkür etmedikleri
için, bu ihmalkâr davranışlarıyla Semûd kavmine benzemiş oluyorlar. Bu hâl
onları katı kalpliliğe ve sonuç olarak öncekilerin felâketine dâvet çıkaran
yanlış amellere sevkedebilir, böylece bunlara da onları vuran bela
gelebilir."[23]
5-HADİSTEN
ÇIKARILAN BAZI HÜKÜMLER
*
Semûd kavminin kuyularından su almak mekruhtur. Keza küfrü sebebiyle Allah'ın
azabı ile helâk olmuş emsâl yerlerin kuyu ve pınarlarından su almak da
mekruhtur. Suyu sâlihlerin kuyusundan almalıdır.* Bu kerâhetin tenzîhî bir
kerâhet mi, tahrîmi bir kerâhat mi olduğu, tahrîmi olduğu takdirde bu su ile
temizlik sahih mi değil mi ihtilâf edilmiştir.
*
Azâba uğrayanlar hakkında tefekkür ve murâkabe teşvik edilmekte, oralarda
ikâmet etmek yasaklanmaktadır.
*
Lânetli yerlerden hızlı geçilmelidir.
*
İnsanlara men edilen bir yiyecek hayvanlara verilebilir.[24]
ـ2ـ وفي أخرى
لهما عنه قال:
]لَما نََزَلَ
النَّاسُ
مَعَ رسولِ
اللّه # عَلى
الحِجْرِ
أرْضِ
ثَمُودَ فَاسْتَقَوْا
مِنْ
آبَارِهَا
وَعَجَنُوا بِهِ
الْعَجِينَ
فَأمَرَهُمْ #
أنْ يُهَرِيقُوا
مَا
اسْتَقَوْا
وَيَعْلفُوا
ا“بِلَ الْعَجِينَ،
وَأمرَهُمْ
أنْ
يَسْتَقُوا
مِنَ الْبِئْرِ
الَّتِى
كَانَتْ
تَرِدُهَا
الناقةُ[ .
2. (1975)- Buhârî ve Müslim'de yine
İbnu Ömer anlatıyor: "Halk, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile
birlikte Hıcr'a Semûd kavminin yurduna inince, kuyularından su aldılar ve
onunla hamurları develere yem yapmalarını emretti. ayrıca, Hz. Sâlih'in
devesinin su içtiği kuyudan su almalarını emretti." [Buhârî, Enbiya 17;
Müslim, Zühd 40, (2981).][25]
ـ3ـ وعن أنس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال لى رسول
اللّه #: يَا
أنَسُ إنَّ
النَّاسَ
يُمَصِّرُونَ
أمْصَاراً،
وَإنَّ
مِصْراً
مِنْهَا
تُسَمَّى
الْبَصْرَةُ
أوِ
الْبُصَيْرَةُ،
فَإنْ أنْتَ
مَرَرْتَ بها
وَدَخَلْتَهَا
فإيّاكَ
وَسِبَاخَهَا
وَكََءَها
وَسُوقَها
وَأبْوَابَ
أُمَرائها،
وَعلَيْكَ بِضَوَاحِيهَا
فَإنَّهُ
يَكونُ بها
خَسْفٌ
وقَذْفٌ
وَرَجْفٌ
وَقَوْمٌ
يَبِيتُونَ فَيُصْبِحُونَ
قِرَدَةً
وَخَنَازِيرَ[.
أخرجه أبو
داود والنسائى.»السِّبَاخُ«
ا‘رض الملحة
التي
تكاد تُنْبِتُ
نباتاً.»والكء«
بالمد
والهمزة: ساحل
كل نهر، وهو
الموضع الذي
تجتمع فيه
السفن. ومنه
كء البصرة
لموضع
سفنها.»وَضَوَاحِى
الْبَلَدِ«
ظَوَاهرُها
الظاهرة
للشمس .
3. (1976)- Hz. Enes (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana: "Ey Enes, dedi,
insanlar yurtlar ediniyor. Bu yurtlardan biri Basra ve Busayra diye tesmiye
edilmektedir. Eğer sen oraya uğrar veya ona girersen, oranın çorak (tuzlu)
arazisinden, gemilerin yanaştığı limanından, çarşısından, ümerâsının
kapılarından sakınasın! Sana oranın güneşe açık yerlerini (dağları) tavsiye
ederim. Zîra orada hasf (yere batma), kazf ve zelzele olacak. Bir kavim de
normal şekilde akşama erdiği halde, sabaha maymun ve hınzırlar olarak
çıkacak." [Ebû Dâvud, Melâhim 10, (4307).][26]
AÇIKLAMA:
Hz.
Peygamber(aleyhissalâtü vesselâm) Hz. Enes'i Basra'da karşılaşabileceği menfi
durumlara karşı uyarmaktadır:
Çorak
arâzi: Ekin bitirmeyen yer,
Çarşı:
Orada husûle gelen gaflet, lüzumsuz
lakırdılar, hileler, fâsid akidler vs. sebebiyle.
Ümera
kapısı: Zulmün çokça işlendiği yer.
Güneşe
açık yerler (Dahâvî): Bunların dağlar olduğu,
dolayısıyla dağlara gidip inzivaya çekilmesini emrettiği belirtilmiştir.
Hasf:
Yere batıp, toprağın derinliklerinde kaybolmak. Basrâ'da .böyle bir vak'anın
olacağı haber verilmiş olmaktadır.
Kazf:
iki mânası var.
1-
Soğuk, şiddetli bir rüzgâr,
2-
Ölüyü, arzın gömüldükten sonra dışarı atması.
Akşama
sâlih olarak ulaşıp, sabaha maymun ve hınzırlar olarak çıkmak'tan murad,
mesh'dir. Bazı âlimler, bu teşbihle, Basra'da Kaderiye mezhebinin çıkacağının
haber verildiğini söylemişlerdir. Zîra bu ümmete, hasf ve mesh hadiseleri,
kaderi inkâr edenlere gelecek diye bilinmektedir.[27]
ـ4ـ وعن مالك:
]أنَّهُ
بَلَغَهُ
أنَّ عُمرَ رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ:
أرَادَ الخُرُوجَ
إلى
الْعِرَاقِ
فقَالَ لَهُ
كَعْبُ
ا‘حْبَار: َ
تَخْرُجْ يَا
أمِيرَ
المُؤْمِنينَ
فَإنَّ بها
تِسْعَةَ
أعْشَارِ
الشّجْرِ أوِ
الشِّرِّ؛
وَبِها
فَسقَةُ
الجِنِّ، وَبها
الدَّاءُ
الْعُضَالُ:
يعنى الهك في
الدين[.»الدَّاءُ
الْعُضَالُ«
ما أعجز
ا‘طباء ف دواء
له .
4. (1977)- İmam Mâlik'e ulaştığına
göre, Hz. Ömer (radıyallâhu anh) Irak'a çıkmak istemişti. Ka'bu'l-Ahbâr
kendisine dedi ki:
"Ey
mü'minlerin emiri! çıkma, zîra sihrin -veya şerrin- onda dokuzu oradadır.
Cinlerin fâsıkları da oradadır. Devasız hastalık da oradadır." (Mâlik der
ki): "Bununla dînî helâki
kasteder." [Muvatta, İsti'zân 30, (2, 975); İmam Mâlik, bunu belâğ
(senetsiz) olarak rivâyet etmiştir.][28]
AÇIKLAMA:
Zürkâni,
sihrin ondan dokuzunun Irak'a nisbet edilmesini, Bâbil şehrinin Irak'ta olmasıyla
îzah eder. Kur'ân-ı Kerîm'de insanlara sihir öğreten Hârut ve Mârut adındaki
iki meleğin Bâbil'e indiği haber verilmiştir (Bakara 102).
Devasız
hastalık, tabiblerin tanımadığı, tedâvisinden âciz kaldıkları hastalık
demektir.
Zürkâni
bu bilgileri Ka'bu'l-Ahbâr'ın eski kitaplardan nakletmiş olabileceğini söyler.
Çünkü Ka'b yahudilikten ihtida etmiş bir âlim idi. Eski kitapları çok iyi
biliyordu ve zaman zaman o kitaplardan rivâyetlerde bulunuyordu.[29]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/231-232.
[2] Hadiste geçen "rebî" kelimesi, bahar ve dere mânâlarına gelir. Her iki mânâ da burada uygundur.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/233-234.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/234-237.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/237-238.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/238.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/238.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/238-241.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/241.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/241-242.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/242.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/242-244.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/244.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/244-245.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/245.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/245.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/246.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/246.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/246.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/246-248.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/248-249.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/250.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/250-251.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/251.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/252.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/252-253.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/252-253.
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/253-254.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/254.