66. Bir Kimseye Hz. Peygamberin Künyesi Olan
Ebü'l-Kasım Künyesini Vermenin Hükmü
68. Hz. Peygamberin Hem İsmini Hem De Künyesini Bir Adama Vermenin Caiz
Olduğunu İfade Eden Hadisler
69. Çocuğu Olmayan Bir Kimsenin Künye Alması Konusunda Gelen Hadisler
70. Çocuğu Olmayan Kadına Da Künye Verilebilir
71. Ta'riz (Yoluyla Konuşmanın Hükmü)
72. Bir Kimsenin: "Bazı Kimseler Şöyle Bir İddiada Bulundular"
Diyerek Konuşmasının Hükmü
73. Hutbe Esnasında: “Emma Ba'dü" Demenin Hükmü
74. Kerm (Kelimesi) Ve Dili Koruma Hakkında Gelen Hadisler
75. Köle Efendisine "Rabbim" Diyemez
76. İnsanın Kendisi İçin "Nefsim Pis Oldu" Demesi Doğru
Değildir
78. Yatsı Namazı (Nın İsmi Nedir)?
80. Yalan Hakkında Gelen Şiddetli Tehdidler
82. Va'detmek Konusunda (Gelen Hadisler)
83. Kendisine Verilmemiş Bir Şeyle (Sanki Verilmiş De Onunla) Doymuş Gibi
Görünmenin Hükmü
84. Şaka Hakkında Gelen (Hadisler)
85. Bir Kimsenin Malını Haberi Olmadan Şaka Diye Almanın Hükmü
86. Güzel Konuşmaya Özenerek Ağzı Doldura Doldura Konuşmak
87. Şiir Hakkında Gelen Hadisler
88. Rüya Hakkında Gelen Hadisler)
89. Esnemek Konusunda (Gelen Hadisler)
90. Aksırma Hakkında (Gelen Hadisler)
91. Aksırana Dua Etmek (Teşmit) Hakkında
92. Aksıran Kimseye Kaç Defa Yerhamükellah Diye Dua Edilir?
93. (Aksırdıkları Zaman) Gayr-İ Müslim Vatandaşlara Nasıl Teşmît (Dua)
Yapılır?
94. Aksırıpda "Elhamdülillah" Demeyen Kimse Hakkında
95. Yüzü Koyun Yatan Kimse Hakkında (Gelen Hadisler)
96. Etrafı Çevrili Olmayan Bir Dam Üzerinde Uyumak Hakkında (Gelen
Hadisler)
96-97. Yatağa Abdestli Halde Yatmak
İnsan Yatağa Yatarken Ne Tarafa Yönelir
97-98. İnsan Yatarken Hangi Duayı Okur?
98-99. Geceleyin Uyanan Kimse Hangi Duayı Okur?
99-100. Uyumadan Önce Yapılacak Tesbihat (Zikirler)
100-101. Kişi Sabahladığı Zaman Hangi Duayı Okur?
101-102. İnsan Yeni Ayı (Hilali) Görünce Hangi Duayı Okur?
102-103. İnsan Evine Girdiği (Çıktığı) Zaman Hangi Duayı Okur?
103-104. İnsan Rüzgar Estiği Zaman Hangi Duayı Okur?
104-105. Yağmur Hakkında (Gelen Hadisler)
105-106. Horoz Ve (Diğer) Hayvanlar Hakkında (Gelen Hadisler)
Eşeğin Anırması Ve Köpeklerin Havlaması
106-107. Çocuk Doğunca Kulağına Ezan Okunur
107-108. Kişinin Allah İsmini Vererek Diğer Bir Kişiye Sığınması
108-109. (Kalbe Gelen) Kuşkunun
(Vesvesenin) Önlenmesi Hakkında (Gelen
Hadisler)
109-110. Kişinin Nesebini Kendi Velilerinden Başka Birine Nisbet Etmesi
Hakkında (Gelen Hadisler)
110-111. Soy-Sop İle Övünme(Nin Haramlığı) Hakkında Gelen Hadisler
111-112. Asabiyyet (Kavmiyetçilik) Hakkında Gelen Hadisler
112-113. Kişinin Sevdiği Bir Kimseye Sevgisini Bildirmesi (İyidir)
114-115. Hayra Kılavuzluk Eden (Onu Bizzat İşlemiş Gibidir)
1i5-116..Nefsin Boş İstekleri (Ne Kapılmak Caiz Değildir)
117-118. Mektup Yazarken Kişi Önce Kendi İsminden Başlar
118-119. İslâm İdaresi Altındaki Azınlıklara (Zimmîlere) Mektup Nasıl
Yazılır?
119-120. Anne Ve Babaya İyilik Ve İtaat
Baba Veya Annenin Emri Üzerine Evlad Karısını Boşamaya Mecbur Mu?
120-121. Yetimin Geçimini Üzerine Alan Kimsenin Fazileti Hakkında (Gelen
Hadisler)
121-122. Yetimi Bağrına Basmanın Fazileti
4965... Hz.
Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Benim adımla
adlanınız, fakat künyemle künyelenmeyiniz..."'
Ebu Dâvud dedi ki: Bu
hadisi aynı şekilde Ebu Hüreyre'den Ebu salih de rivayet etmiştir. Ebu
Süfyan'ın Cabir'den (olan) rivâyetiyle Salim İbn Ebu Ca'd'ın Cabir'den;
Süleyman el-Yeşkerf nin ve İbnü'l Münkedir'in Cabir'den rivayeti de böyle
olduğu gibi, ve Enes b. Mâlik'in rivayeti de (yine böyledir).[1]
Künye: Kamus
tercümesinde açıklandığına göre, bir
kimseye anaı oğul kız kelimeleri muzaf kılınarak isim vermektir. Bugünkü
manada "soyadı" demektir. Bedrüddin Aynî (r.a.) mevzumuzu teşkil
eden hadisi açıklarken şu görüşlere yer vermektedir.
"Ulema, bu konuda
ihtilafa düşmüştür. İmam Tahavî, Şerhü Meâni'l Âsâr isimli eserinde bu konu
için özel bir bab açmış ve orada konuyla ilgili bir çok hadis-i şerif
zikretmiştir. İmam Tahavî'nin sözü geçen babda zikrettiği hadislerden biri Hz.
Ali'dendir ve şöyledir: "Hz. Ali diyor ki: Ben (birgün) Hz. Peygambere
varıp:
Ey Allah'ın Resulü,
eğer bir gün bir oğlum olursa O'na senin ismini ve künyeni verebilir miyim?
diye sordum da:
Evet verebilirsin,
buyurdu.
Görülüyor ki bu
hadis-i şerif bir kimsenin Hz. Peygamberin künyesiy-le künyelenmekte bir
sakınca olmadığım açıkça ifade etmektedir.
İşte bu gibi Hz.
Peygamberin künyesiyle künyelenmeye izin veren bazı hadisler sebebiyle
ulemadan bir cemaat, bir kimsenin "Ebü'l-Kasım" künyesini ve Muhammed
ismini almasında bir sakınca görmemişlerdir. Delilleri ise İmam Tahavî'nin
rivayet ettiği bu Hz. Ali hadisidir.
Bu görüşte olan ulema
Muhammed İbn Hanefiyye ile İmam Malik ve bir rivayete göre İmam Ahmed'dir.
Sonradan bu görüşte olan ulema kendi aralarında ikiye ayrılmışlardır:
1. Bir
kimsenin Hz. Peygamberin künyesi olan Ebu '1-Kasım künyesiyle künyelenmesi
asla caiz değildir. Bu konuda kişinin isminin Muhammed olup olmaması da önemli
değildir.
Muhammed İbn Şirin ile
İbrahim en-Nehai ve İmam Şafiî bu görüştedirler.
2. İsmi
Muhammed olmayan kimselerin bu künyeyi almalarında bir sakınca yoksa da ismi
Muhammed olan kimselerin bu künye ile künyelenmeleri asla caiz değildir. Zahirî
uleması ve bir rivayete göre İmam Ahmed bu görüştedir.
Nitekim Hz. Cabir'den
rivayet edilen hadis-i şerifte bir kimsenin Hz. Peygamberin ismiyle birlikte
künyesini de alması yasaklanmaktadır.
Bu yasağın Hz.
Peygamberi rahatsız edeceği için sadece O'nun sağlığında geçerli olup,
vefatından sonra geçerli olmadığını söyleyenler olduğu gibi, Hz. Peygamberin
sadece ismini almanın bile caiz olmadığını söyleyenler de vardır. Delilleri
ise Salim İbn Ebi'l-Ca'd'ın rivayet ettiği, Hz. Ömer'in Hz. Peygamberin ismini
koymamaları için Kûfelilere yazdığı mektup ile el-Hakern İbn Âtiy.ye'nin sabit
yoluyla Hz. Enes'den rivayet ettiği: "Çocuklarınıza Muhammed ismini
koyuyorsunuz. Sonra da onlara lanet ediyorsunuz" şeklindeki merfu
hadistir.
Taberi'ye göre ise Hz.
Peygamberin künyesini almakla ilgili yasak ha-ramlık değil kerehat ifade eder.
Bu mevzuda gelen Haberlerin hepsi de sahihdir, aralarında bir çelişki olmadığı
gibi nesh de sözkonusu değildir. Hz. Peygamberin Hz. Ali'ye bu konuda ruhsat
vermesi, bunun kerahetle
caiz olduğunu ümmetine
ilan etmesi içindir.[2]
Avnü'l-Mabud yazarının açıklamasına göre Hanefi ulemasından İbn Melek "el
Mebarik" isimli eserinde bu konuda şöyle demektedir:
"Hz. Peygamberin
künyesini almakla ilgili yasaklar kerahet-i tenzihiyye ifade etmektedirler.
Haram ifade ettiğini söyleyenler de vardır. Hadisin zahirinden anlaşılan şudur
ki; yasak olan, mutlak surette Hz, Peygamberin künyesini almak ya da
vermektir. Bu yasağı künyeyle ismi birleştirmeğe tahsis edenler de vardır. Bu
görüşlerin arasını şu şekilde birleştirmek mümkündür: Hz. Peygamberin sadece
künyesini almak mekruhtur. Künyesiyle birlikte ismini de almanın keraheti ise
daha da şiddetlidir. İmam Malik bu kerahetin Hz. Peygamberin sadece sağlığına
ait olduğunu söylerken İmam Şafiî vefatından sonra da geçerli olduğunu söylemiştir."[3]
Meseleyi özetlemek
icab ederse, diyebiliriz ki, Hz. Peygamberin künyesini almanın caiz olup
olmaması konusunda dört görüş vardır.
1. Mutlaka
mekruhtur. Delilleri (4965) nolu hadis-i şeriftir.
2. Mutlaka
mubahtır. Delilleri (4968) numaralı hadis-i şeriftir. Nitekim İbn Ebi Şeybe'nin
rivayetine göre Hz. Aişe'nin kız kardeşinin
oğlu Muhammed İbn
Eş'as Peygamberimizin ismini aldığı gibi künyesiyle de künyelenmiş ve kendisi
bu künyeyle çağrılmıştır. Ayrıca İbn Ebi Hayseme'nin Zühri'den rivayetine göre
Zühri şöyle demiştir:
"Resul-i Zişan
efendimizin sahabilerinin çocuklarından şu dört kişiye yetiştim ki dördünün de
ismi Muhammed, künyesi Ebü'l Kasım idi:
a. Muhammed
İbn Talha İbn Abdullah,
b. Muhammed
İbn Ebi Bekir.
c. Muhammed
İbn Ali İbn Ebi Talib.
d. Muhammed
îbn Sa'd İbn Ebi Vakkâs.
Bu görüşte olan
ulemaya göre Ebu'l-Kasım koymak, mutlak surette caizdir. Sözü geçen künyenin
alınmasını yasaklar mahiyetteki hadisler
nesh edilmiştir.
3. Hz.
Peygamberin ismiyle künyesini bir adamda birleştirmek caiz değilse de bir
adama Hz. Peygamberin sadece ismini ya da künyesini koymakta bir sakınca
yoktur. Bu görüş Zahiri ulemasının görüşüdür. Aynı zamanda İmam Ahmed'den de
rivayet edilmiştir. Delilleri ise (4966) numaralı hadistir.
4. Rasûlullah
(s.a.) efendimizin künyesiyle künyelenmek onun hayatında menedilmişti.
Vefatından sonra bunda bir sakınca yoktur. ,.
Delileri ise (4967) numaralı Ebu Davud hadisidir.'[4]
Bu konuda Merhum Kâmil
Miras da şöyle diyor: "Hulasa, hadis-i şe-nfte, ne emir buyurulan tesmiye
vücub içindir ne de nehyedilen tesmiye tahrime mevzudur. Bir de bu nehy Rasûl
Ekremin hal-i hayatında mucib-i iştibah olmamak gayesine matuf olması da
vârid-i hatırdır. Bu cihetle cumhuru ulema tesmiye ile tekniyenin ceminde
hiçbir beis görmemiştir."[5]
Bütün bu
açıklamalarımızdan da anlaşılıyor ki; bazılarına göre Hz. Peygamberin hem adını
hem de künyesini koymak caizdir. Bunu meneder mahiyetteki hadislere gelince,
İmam Malik'in dediği gibi, onlar, Peygamber (a.s.) efendimiz hayatta bulunduğu
süreyle sınırlıdırlar. Sebebi de Muhammed ya da Ebu'l-Kasım diye çağrıldığında
Rasûlullah (s.a.) efendimiz kendisi çağrılıyor diye dönüp sese yönelmesin ve
muhatabın şahsiyetiyle Peygamber (s.a) efendimizin şahsiyeti hitab anında birbirine
karışmasın diye böyle bir engel konulmuştur. Ama efendimizin vefatından sonra
artık sözü edilen bir iltibasa imkân kalmamıştır. Bu da onun hem ismini, hem
de künyesini bir çocuğa koymakta bir sakınca kalmadığını göstermektedir.
Bu bölümde açıklanan
hadisleri öğrendikten sonra ana-babaların yapması gereken şudur: Çocuklarına
isim korken en sağlıklı yolu tutmaları, çocukları küçük düşürecek,
kişiliklerini zedeleyecek, ad ve künyelerden sakınmaları, onlara şeref ve
itibar verecek kişiliklerini sağlam ayakta tutacak maneviyatlarına hep destek
olacak isimleri seçmeleridir. Bunun gibi küçük yaşta çocukların kulaklarına
sevgili Peygamberinin ismini ve künyesinin hoş gelmesini sağlamak, onları bu
isim ve künyelere âşinâ kılmak için onlara efendimizin isimlerinden birini
koymaları ve O'nun künyesiyle onları çağırmaları pek uygun olur. Çünkü bu
durumda çocuklar hem birbirlerine hitap ederken taşıdıkları isim ve künyeye
saygılı olurlar, hem de bu vesileyle sevgili peygamberini sık sık anma
bahtiyarlığına erişirler.[6]
4966... Hz.
Câbir'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Benim ismimle isimlenmiş olan kimse künyemi de almasın. Künyemi almış
olan ismimi almasın."
Ebu Dâvud der ki: Bu
hadisin manasım İbn Adan babası vasıtası ile Hz. Ebu Hür ey re den rivayet
etti. Ebû Zur'a vasıtasıyla da Ebû Hureyre'den rivayet edilmiştir. Ancak diğer
iki rivayetle arasında farklılık vardır. Abdurrahman fbn Ebi Amre'nin Ebû
Hureyre'den rivayeti de böyledir. (Bu rivayette) Abdurrahman'a muhalefet
edilmiştir.
Bu hadis-i şerifi,
Es-Sevrî ile Ibn Cüreyc, Ebu z-Zübeyr'in rivayeti gibi rivayet ettiler. Ma'kıl
Ibn Ubeydillah ise Ibn Şirin inki gibi rivayet etti. Bu hadisde Musa Ibn
Yesar'm Ebu Hureyre' den olan rivayeti iki farklı şekilde gelmiştir. Bu
farklılığın birisi Hammâd İbn Halid'e, diğeri de İbn Ebî Füdeyk' e aittir.[7]
Bu hadis-i şerif, Hz.
Peygamberin ismiyle künyesini bir adamda birleştirmenin caiz olmadığını, ancak
bunlardan sadece birini almakta bir sakınca bulunmadığını söyleyen Zahirî
ulemasının delilidir. Bu görüş, Ahmed İbn Hanbel (r.a.)'dan rivayet
edilmiştir. Nitekim bir önceki hadis-i şerifin şerhinde açıklamıştık.[8]
4967... Muhammed
İbn el-Hanefiyye'den (rivayet edildiğine göre) Hz. Ali (r.a.) şöyle demiştir:
Ben Resûlullah
(s.a.)'e:
Eğer senden sonra bir
çocuğum dünyaya gelirse ona hem senin ismini hem de künyesini vereceğim, dedim
de:
Evet (koyabilirsin)
buyurdu.
(Ancak bu hadisi Ebu
Davud a nakleden hocalarından biri olan) Ebu Bekir (b. Ebf Şeybe hadisi rivayet
ederken, diğer ravi olan Osman b. Ebi Şeybe'nin rivayetinde bulunan ve bu
hadisi Muhammed İbn el-Hanefiy-ye'nin bizzat Hz. Ali'den aldığına delalet
eden): "Ben RasûlullaKa dedim (ki" sözünü) rivayet etmedi. (Bu
sebeple Ebu Bekir'in bu rivayetinde, Osman'ın rivayetinde bulunan sözü geçen
özellik yoktur. Ebu Bekir bu hadisi) Ali (a.s): "Peygamber (s.a.)'e dedi ki..."
şeklinde rivayet etti.[9]
Bu hadis-i şerif,
"Hz. Peygamberin hem ismini, hem de künyesini bir kimseye vermenin
yasaklığı Hz. Peygamberin sağlığında geçerli idi. Yasağı gerektiren sebeb, Hz.
Peygamberin vefatıyla kalkmış olduğundan, Hz. Peygamberin vefatiyle bu yasak
da yürürlükten kalkmıştır" diyen İmam Malik 'le cumhuru ulemanın
delildir. Biz bu mevzudaki görüşleri (4965) nolu hadisin şerhinde
açıkladığımızdan burada tekrarla lüzum görmüyoruz.[10]
4968... Hz.
Âişe (r.anha)'dan demiştir ki:
Bir kadın Peygamber
(s.a.)'e gelerek:
Ey Allanın Resulü! Ben
gerçekten bir oğlan çocuğu dünyaya getirdim de ona Muhammed ismini ve
Ebu'l-Kasım künyesini verdim. Bunun üzerine bana senin bundan hoşlanmayacağın
haber verildi. (Ne buyurursun)? diye sordu.
(Hz. Peygamber de:)
"Benim ismimi (koymayı) helal künyemi (vermeyi de) haram kılan şey
nedir?" yahutta: "Benim künyemi (vermeyi haram, ismimi (koymayı da)
helal kılan şey nedir?" cevabını verdi.[11]
Bu hadis-i şerif Hz.Peygamberin
hem isminin hem de künyesinin bir şahısta toplanmasının mutlak surette caiz
olduğunu söyleyenlerin delilidir. Biz; bu mevzuyu (4965) numaralı hadisin
şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[12]
4969... Enes
İbn Malik'ten demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) (herkes gibi bizim aramıza da
girerdi.Bir de benim Ebu Umeyr künyesiyle anılan bir küçük kardeşim vardı.
Kırmızı gagalı serçe kuşuna benzeyen kuşuyla oynar dururdu. Bir süre sonra (bu
kuş) öldü. Bir gün Peygamber (s.a.) onun yanma giriverdi de onu üzgün bir halde
gördü. Bunun üzerine (Orada bulunanlara):
Bunun hali nedir? diye
sordu (onlar da:)
Kuşu öldü, dediler.
(Hz. Peygamber de:)
Ey Ebu Umeyr, kuşcağiz
(a) ne oldu? diye Onunla şakalaştı.[13]
Nugar: Serçe kuşuna
benzer kırmızı gagalı bir kuştur. Küçük gagah kırmızı başlı bir kuş türüdür"
diyenler olduğu gibi Medinelilerin "bülbül" dedikleri bir kuş türüdür,
diyenler de vardır. Nevevî'nin açıklamasına göre "Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerif, çocuğu olmayan bir kimseye ve çocuğa künye vermenin, günah
teşkil etmeyen sözlerle şakalaşmanın, zorlamaksızın secîli konuşmanın,
çocuklarla şakalaşmanın ve arkadaşlık kurmanın caiz olduğuna Hazret-i
Peygamberin ahlâkının güzelliğine ve özellikle mütevaziliğine delâlet
etmektedir."[14]
Hafız İbn Hacer'in
açıklamasına göre Şafiî ulemasından İbn el-Kasım, Ahmed İbn Ebu Ahmed
et-Taberanî bazı kimselerin hadiscileri tenkid amacıyla, hadis kitaplarında
faydasız rivayetler bulunduğunu söylediklerini ve misal olarak da mevzumuzu
teşkil eden bu hadisi misal gösterdiklerini görünce bu hadis-i şerifin 60 tane
ilmi ve edebi hüküm ve incelik ihtiva ettiğini tesbit etmiş ve bunları teker
teker zikrederek, sözü geçen kişilerin bu iddialarının boşluğunu gerçekten
isbat etmiştir.[15]
Hadis-i şerif, kuş
beslemenin cevazına delâlet etmektedir.[16]
4970... Âişe
(r.anhâ)'dan (rivayet edildiğine göre) kendisi (birgün Hz. Peygambere):
Ey Allah'ın Rasulii,
benim her arkadaşınım künyesi var. (Ben de bir künye alabilir miyim?) diye
sormuş da, (Hz. Peygamber: O'nun kızkarde-şinin oğlunu kast ederek):
Sen de oğlun (hükmüne
olan) Abdullah'la künyelen, buyurmuş. (Ravi) Müsedded (bu Abdullah kelimesini)
"Abdullah İbnü'z-Zübeyr"
diye rivayet etti.
(Ravi Urve hadisinin kalan kısmını şöyle) rivayet etti: "Bunun üzerine
(Hz. Aişe) "Ümmü Abdullah künyesini almıştı." Ebu Davud dedi ki: Bu
hadisin benzerini de yine aynı şekilde (yani Hi~ şanı Ibn Urve'nin, babası Urve
yoluyla Hz. Aişe'den rivayet ettiği gibi) Kurrân Ibn Temmam ile Ma'mer de
Hişam'dan rivayet ettiler.
Ebu Üsâme ise Hişam ve
Abbâdyoluyla Hamza'dan rivayet etti. Ham-mâd Ibn Seleme ile Mesleme Ibn Ka'nab
da Ebu Üsame gibi yine Hişam'dan rivayetti.[17]
Bu hadis-i şerif
çocuğu olmayan bir kadının da künye almasının caizliğini ıiade ve teyzenin anne
mesabesinde olduğuna delalet etmektedir.[18]
4971... Süfyan
İbn Esîd el-Hadramî'den demiştir ki: Ben Rasûlullah (s.a.)'ı şöyle derken
işittim:
"Sana inandığı
halde bir (din) kardeşine kendisini kandıracak yalan bir söz söylemen ne kadar
büyük bir hıyanettir!"[19]
Edebiyatta "ta'riz"
"kapalıca itiraz etmek" demektir. Bunu "bir tarafı gösterip
diğer tarafı kast etmek" diye tarif ederler. "Kitabınızı o kadar
muhafazaya çalışıyorsunuz ki sahifeleri dağılmasın diye kenarlarını
kesmiyorsunuz" ibaresi bir tarizdir. Bundan maksûd olan "Ders
çalışmadığınız kitaplarınızın kenarlarını kesmeyişinizden belli"
ifadesidir. O ise bir itirazdır. Birinci fıkrada bir, taraf yani
"kitapların kesilmediği" gösterilmiş, fakat onunla dîğer taraf yani
"çalışmamak" anlatılmak istenmiştir.[20]
Fıkıh ulemasının
dilinde ise bu kelime biraz daha farklı bir anlamda kullanılmaktadır. Nitekim
fıkıh ulemasından İmam Nevevî, bu kelimeyi açıklarken şöyle diyor:
"Tevriye ve ta'riz sözü zahiri manasına değil de zahiri manasına ters
düşen diğer manasını kasd ederek söylemektir. Sözü bu şekilde kullanmak ise
muhatabı aldatmaktan başka birşey değildir. Alimler şöyle dediler: Muhatabı
aldatma kötülüğünü, üstün gelen seri bir maslahat veya yalandan başka çıkış
yolu olmayan bir ihtiyaç gerektirirse tariz yapmakta bir mahzur yoktur. Böyle
bir durum yoksa tariz mekruhtur. Fakat yine de haram değildir. Meğer ki bu
yolla bir batıl elde etmek veya bir hakkı çiğnemek gibi mahzur bulunsun. O
takdirde tariz yapmak haramdır. Mevzuun prensibi budur".
Bu konuda vârid olan
eserlere gelince; bunlardan bir kısmı tarizi mubah, bir kısmı da mahzurlu
gösteriyor. Bu değişiklik, zikrettiğimiz tafsilata göre olmaktadır. Tarizin
men'ine dair gelen hadislerden bir tanesini Süfyan İbn Esed (r.a.)'den rivayet
ettik. Buna göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:[21]
Onun seni tasdik
edeceği ve senin yalancı olacağın bir sözü (din) kardeşine söyleme.
ibn Şirin (r.a)'den
de: "Söz nükte ve incelik bilen bir insanı yalan söylemeye mecbur
etmeyecek kadar geniştir" dediğini rivayet ettik.
Mubah olan tarize bir
misal vererek en-Nehâî (r.a.) şöyle dedi:
"Hakkında
söylediğin bir söz adama ulaşır ve senden bunu sorarsa ne söylediğimi[22]
Allah bilir" de! Sen:
Allah söylediğim şeyi
bilir, demek istediğin halde muhatabın senin bunu inkar ettiğini vehm
edecektir. Yine en-Nehâî şöyle dedi:
Çocuğuna, sana şeker
alacağım deme, sana şeker alsam güzel olur değil mi de ve birisi kendisini
sorduğu zaman en-Nehâî cariyesine:
Ona kendisini mescidde
ara, diye söyle, derdi. Bir başkası da (babasını) soran bir kimseye:
Babam bundan evvel bir
vakitte çıktı, dedi. Eşa'bî de bir daire çizer ve cariyesine:
"Parmağını bunun
içine koyarak o burada değildir" diye şöyle, derdi. Yemeğe davet
edilenlerin adet olarak söyledikleri "ben niyetliyim" sözü de bir
tarizdir. Çünkü onlar bununla "yemeğe niyyetliyim" demek istedikleri
halde muhatabları oruçlu olduğunu anlar.."[23]
İmam Nevevî mevzumuzu
teşkil eden hadisin zayıf olduğunu ifâde etmekle beraber Münavî'nin Ebu
Davud'un rivayet etiğine göre onun "ha-sen olması gerekir" dediğini
zikrederek bu görüşe katıldığını işaret etmek istemiş. Sonra bu görüşün
doğruluğunu te'yid için bu hadis-i İmam Ahmed ile Taberanî'nin de En-Nevvâs İbn
Sema'an'dan rivayet ettiklerini vurgulamıştır.[24]
4972... Ebû
Kılabe'den demiştir ki: Ebu Mesûd, Ebu Abdullah'a - ya-hutta -Ebu Abdullah, Ebu
Mesûd'a:
"Rasûlullah
(s.a.)'ı; (Bazı kimseler) şöyle bir iddiada bulundular, sözü hakkında neler
söylerken işittin? demiş de (Ebu Abdullah, yahutta Ebû Mesûd) şöyle demiş:
Ben Rasûlullah (s.a.)'i
(bu söz hakkında) şöyle buyururken ısıttım: "Zeamû (iddia ettiler)
kelimesi kişinin ne kötü bir bineğidir!"
Ebu Davud dedi ki:
(Sözü geçen) bu Ebu Abdullah, Huzeyfe'dir.[25]
Zu'm: Kuru iddia
demektir. Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şedf kişinin maksadına erebilmek için
bu iddialara sarılıp onları delil getirmesinin ve dayanak edinmesinin
çirkinliğini açıkça ifâde etmektedir.
Gerçekten şuurlu bir
müsliimana yakışan savunduğu bir fikrin delilini ve sarıldığı delilin sıhhat
derecesini bilmek, şuursuz, bir taklidden sakınmaktır. Müslümanların ferdi ve
içtimaî yönden, terakkileri buna bağlı olduğu gibi kör taklitçiliğin
doğuracağı donukluk, tefrika ve zillet felâketlerinden kurtulmaları da buna
bağlıdır. Bir müslümâna asla yaraşmayan kör taklid hakkında büyük mafessir
Elmalılı Hamdi Yazır Bakara suresinin 170. âyet-i kerimesini tefsir ederken
şöyle demektedir:
"...âyet
gösteriyor ki: İcmali veya tafsili bir delili hakka isnad etmeyen taklid-i mahz
din hakkında memnu'dur. Belli bir cehalete, dalâlete ittiba ü taklid aklen
batıl olduğu gibi meşkuk olan hususatta da delilsiz taklid şer'an gayri
caizdir. Bedaheten (açıkça) ma'lum olmayan hususatta delilsiz söz söylemek o
yolda hareket etmek, bilmediği birşeyi Allah'a iftira olarak söylemek ve şeytana
uyup cehl ile hareket etmektir... binaenaleyh böyle taassub ve taklidçilik,
müşriklerin ve kâfirlerin şiarıdır."[26]
Resul-i zişan
efendimiz bu hadis-i şerifte hiçbir fikri cehd içerisine girmeksizin Ahmed'in
ve Mehmed'in temelsiz görüşlerine sarılarak hakika-ta erişmek isteyen kimseleri
bir beldeye gitmek için takib edeceği yolu ve ciheti tayin etmeden rastgele bir
bineğe biniverip de yolculuğa çıkan fikri bir cehd ve çileden uzak kişilerin
yolculuğuna benzetmiştir. Artık bu bineğin onu hangi semte doğru götüreceği
belli değildir.[27]
4973... Zeyd
İbn Erkam'dan (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) kendilerine bir hutbe
okumuş da (hutbe esnasında) "Emmâ ba'd" tabirini kullanmıştır.[28]
Hadis-i şerif, Resul-ü
zişan efendimizin hutbe esnasında "emmâ ba'd" kelimesi kullandığını
ifade etmektedir.
Bilindiği gibi, Hz.
Peygamber bu kelimeyi Allah'a hamd-ü senadan ve şehadet kelimelerini okuduktan
sonra kullanmıştır. Otuz kadar sahabiden gelen rivayetler buna delalet etmekte
ve Hz. Peygamberin hutbelerinde bu kelimeyi bu şekilde kullanmaya devam
ettiğini ifâde etmektedir.
Binaenaleyh bu
kelimeyi hutbe esnasında bu şekilde okumaya devam etmek müstehabtır.[29]
"Ba'd"
kelimesi izafetten kesildiği için zamm üzere mebnî olan zarflardandır. Bü
kelimeyi önüne "emmâ" kelimesini getirerek okuduğumuz zaman
"bundan sonra, gelelim mevzumuza" gibi manalara gelir.[30]
4974... Hz.
Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle)
buyurmuştur: "(Sizden) biriniz (üzüm çubuğuna) kernı demesin. Çünkü
(hakiki) kerm müslüman kişidir, fakat siz (üzüm çubuklarına) üzüm bağlan
deyiniz."[31]
Bu babda mevzumuzu
teşkil eden bu hadisin dışında başka bir hadis yoktur. Görüldüğü gibi mevzumuzu
teşkil eden hadis-i şerif üzüm çubuğuna "kerm" denilmemesi ile daha
doğrusu dili İslam adabına aykırı sözleri sarf etmekten kaçınmakla ilgilidir.
Hatta bu babtan sonra gelen bablarda yer alan hadis-i şeriflerin ekserisi dili
bu gibi gayri İslami sözlerden korumakla ilgilidir. Bu bakımdan sözü geçen
hadisler tek bir bab altında toplanabilirdi.
Mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerif üzüm çubuğuna "kerm" demeyi yasaklamakta ve kerm
isminin ancak müslümana verilebileceğini ifade etmektedir. Çünkü araplar,
içenlere cömertlik kazandırdığına inandıkları için şaraba kerm (cömert) ismini
verdikleri gibi şarabın elde edildiği üzüme de üzüm kütüğüne de
"kerm" ismini vermişlerdi.
Bu mevzuda Bezlü'l
Mechud yazarı İbnu'l-Cevzî'den naklen şöyle diyor:
"Hz. Peygamberin
üzüm kütüğüne kerm denmesini yasaklamasının sebebi şudur: Cahiliyye döneminde
araplar üzüm kütüğüne cömert anlamına gelen "kerm" ismini
vermişlerdi. Çünkü onlar üzüm şarabını, içen kimselere cömertlik kazandırdığına
inanırlardı. Şarap yasaklandıktan sonra Resul-i zişan efendimiz üzüm kütüğüne
cömertlik ifâde eden "kerm" ismi verilmesini yasaklamakla şarabın
haramlığını ve kötülüğünü te'yid etmek ve bir defa daha vurgulamak ve bu ismin
kalbi iman nuru ile dolu olan mü'mine verilmesinin daha uygun olacağını ifade
etmek istemiştir."
Yine Bezlü'l-Mechud
yazarının açıklamasına göre hocası Muhammed Yahya merhum Sünen-i Ebu Davud
üzerine yazdığı notlarında bu mevzuda şöyle demiştir:
"Üzüm kütüğüne
"kerm" ismi verilmesinin yasaklanmasına sebeb câhiliyye araplarının
üzüm şarabını, içenlere cömertlik ve güzel ahlâk kazandırdığına olan
inançlardır. Hz. Peygamber ümmetini Cahiliyye araplarını bu inançlarından
korumak için müsebbebin sebebe isim olarak verilmesi kabilinden olan bu
isimlendirmeyi yasaklamıştır."
Hz. Peygamber kerm
ismini üzüm kütüğüne verilmesini yasaklamakla kalmamış, bu isme en lâyık olan
yaratığın kalbi iman nuru ile dolu mü'minler olduğuna dikkati çekmiştir. Çünkü
aslında üzümde mevcud olan hayır, bereket ve tatların hepsi gerçek mü'minde
mevcuttur. Mü'min hayırlıdır, bereketlidir, etrafına faydalar sağlar ve
tatlıdır. Kerm (cömert) ismini almaya üzümden daha da layık olan gerçek
mü'minin vasıflarını tanımaya yardım olacağı düşüncesiyle İbn Kayyim el-Cevziyye'nin
üzümün vasıfları hakkındaki açıklamalarını burada kaydetmekte fayda görüyoruz.
"Aslında üzüm çok
faydalı ve bereketlidir. Çünkü:
1. Meyveleri
aşağıdadır, herkes onu kolaylıkla alabilir.
2. Dikensizdir,
meyvesini alanları rahatsız etmez.
3. Başı yükseklerde
değildir isteyen ondan yararlanabilir.
4. Kökleri
ve dallan çok da kalın olmadığı halde kökleri ve dalları daha kalın olan
ağaçlardan katkat fazla olan üzüm yüklerini taşıyabilir.
5. Başı
kesildiği zaman diğer bazı ağaçlar gibi kuruyu vermez. Bilakis iyice
kuvvetlenir ve erafa dal budak salar.
6. Meyvesi
daha olmadan önce yenebildiği gibi olduktan ve kuruduktan sonra da yenebilir.
7. Kendisinden
pekmez ve sirke gibi hem tatlı hem de ekşi meşrubat elde edilebilir. Bu
özellikler diğer ağaçlarda yoktur.
8. Kurusu
nzık, yiyecek ve katık olarak saklanabilir.
9. Üzüm
meyvelerde aranan itidal özelliğine sahiptir. Yani kayısıda bulunan soğukluk
özelliğiyle hurmada bulunan sıcaklık Özelliğinden uzaktır. İkisinin
arasındadır."
Bu gibi özellikleri
taşımakla birlikte bazı muamelelere tabi tutularak özünün değiştirilmesi
sebebiyle kendisinden şarap elde edildiği ve bu yüzden de kendisinde bulunan
hayırların unutulup sadece bir şarap kaynağı olarak görülmeye başlanması
sebebiyle, Hz, Muhammed ona kerm ismini vermeyi yasaklayıp, bu ismi almaya
hakiki mü'minlerin daha layık olduğunu ve gerçek hayır ve bereketin mü'minin
kalbinde olduğunu ifade buyurmuştur.
Bu itibarla mevzumuzu
teşkil eden bu hadis "hakiki pehlivan başkalarını yenen kimse değil
öfkelendiği zaman öfkesini yenebilen kimsedir"[32]
hadis-i şerifine benziyor.[33]
4975... Hz.
Ebû Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"(Sizden) biriniz
sahibi olduğu kimseye: Kulum, cariyem demesin, köle olan kimseler de
(sahiplerine): Rabbinı, demesin. Sahip olan (sahip olduğu kimseye): Oğlum,
kızım diye hitap etsin. Kendisine sahip olunan kimse de (sahibine): Efendim
diye hitab etsin. Çünkü sizler kölesiniz Rabb (rızık verip besleyip büyüten)
de Aziz ve Celil olan Allah'dır."[34]
Hakiki kulluk ancak Allah'a
yapılır. Çünkü kendine kulluk edilmeye müstehak olan yegâne varlık O'dur. Bu
itibarla bütün erkekler Allah'ın âzad kabul etmez kölesi bütün kadınlar da
câriyesidir. Bir kul için en tatlı hürriyet Allah'a kul, köle olmaktır.
Durum böyle olunca,
kendisine: Rabbim diye hitap edilmeye en layık olan varlık, herşeyin sahibi
olan lutf-u keremi ile herkesi besleyip büyüten yüce Allah'dır. Dolayısıyla bir
kölenin ve cariyenin sahibine: "Rabbim" diye hitab etmeyi alışkanlık
haline getirmesi caiz olmadığı gibi, efendinin de kölesine: Abdim, emem (kulum)
diye hitap etmesi caiz değildir, mekruhtur. Binaenaleyh caiz olan, cariyesine:
Kızım diye hitap etmesi köle ve cariyelerin de sahiplerine: Efendim diye hitap
etmeleridir.
Gerçi, Resul-i Zişan
efendimiz kıyamet alâmetlerini açıklarken "Cariyenin, rabbini yahut
rabbesini doğurmasidır.”[35]
buyurmuştur. Fakat bu cevazı bildirmek içindir. Yasak olan, bu sözün
kullanılmasını âdet haline getirmektir. Nadir kullanılmasında ise bir sakınca
yoktur. Bir de bu kelimenin mutlak olarak kullanılması yasak edilmiştir. Yoksa
başka bir şeye izafetle kullanılmasında beis yoktur. Binaenaleyh Rabbusselem,
Rabbülmâl gibi terkibler hakkında sakınca yoktur.[36]
Bu mevzuda Avnü'l-Ma'bud
yazarı el-Azimâbadî şöyle diyor: "İmam Buhari kölenin sahibine,
"esseyyid" sahibin de kölesine abd (kul) demesinin caiz olduğunu
ifade eden hadisleri "köleye dil uzatmanın ve ona abdim (kulum), emem
(kulum) gibi sözlerle hitab etmenin keraheti" isimli özel bir babda[37] toplamıştır.
Sözü geçen babda yedi tane hadis rivayet etmiştir ki yedisi de kişinin
kölesine "abdim" cariyesine "emem" diye hitap etmesinin
caiz olduğuna delalet etmektedir. Nitekim Hafız İbn Hacer de "kölenin
sahibine seyyidî: (efendim) demesinin caiz olduğunu" söylemiş, Kurtubî ve
daha başkalarının da bu görüşte olduklarını fakat Rabb kelimesi Allah'ın
isimlerinden olup "seyyid" ismi gibi olmadığından kölenin efendisine
"rabbim" diye hitap etmesinin caiz olamayacağını söylediklerini
ifade etmiştir.[38]
Kölenin sahibine
seyyid (efendi) diye hitap etmesinin caiz olup olmaması konusunda ulema
ihtilafa düşmüşlerdir. Fakat şurası muhakkak ki: "Seyyid" kelimesinin
Allah'ın isimlerinden olduğuna dair Kur'an-ı Ke-rim'de bir âyet mevcut değildir.
Bu bakımdan seyyid kelimesinin Rabb kelimesine benzemediği kesindir ve
dolayısıyla kölenin efendisine: Sey-yidim diye hitap etmesinin sakıncası
yoktur."[39]
Her ne kadar (4806)
nolu hadis-i şerifte "Seyyidin Allah olduğu" ifade ediliyorsa da
orada da açıkladığımız gibi Rasûlü Zişan efendimizin kendisine: Seyyidimiz diye
hitap edenlere böyle "seyyid Allah'dır" diye cevap vermesinin hikmeti
cahilliyyet döneminden yeni kurtulmuş olan müslümanlann o gün için cahiliyye
araplarınin "seyyid" diye çağırdıkları ağalarla Hz. Peygamber
arasında bir benzerlik görerek ağalıkla Peygamberliği karıştırmalarını
önlemektir.
Hattâbî'ye göre
hadis-i şeriflerde yasaklanmak istenen "seyyid" ve "mevlâ"
kelimelerinin bir yaratık hakkında mutlak olarak izafe edilmeksizin kullanılması,
yani bir kimseye "seyyid", "mevlâ" şeklinde hitap
edilmesidir. Fakat "seyyidî" "mevlaye" veya
"mevlânâ" şeklinde hitap edilmesinde ise hiçbir sakınca yoktur. Allah
hakkında kullanılması söz konusu olunca mutlak olarak kullanılmasıyla mukayyed
olarak kullanılması arasında bii" fark yoktur. Her ikisini de kullanmak
kerahetsiz olarak caizdir.
Binaenaleyh bu hadis-i
şerif (4976) kölenin sahibine mevlâye (efendim) diye hitap etmesinin kerahetsiz
olarak caiz olduğuna delalet etmektedir. Her ne kadar bu konuda gelen bir hadis[40] in
sonunda: "Köle efendisine mevlanı demesin, zira sizin mevtanız
Allah'dır" anlamında bir ziyade varsa da Kadı Iyaz bu ilâvenin hadisin
aslında olmayıp raviler-den biri tarafından eklendiğini, sonunda bu ilave
bulunmayan rivayetlerin daha doğru olduklarını söylemiştir. Kurtubî de bu
görüştedir.[41]
4976... (Bir
önceki hadisi) Hz. Ebu Hüreyre'den Ebu Yunus da (rivayet etmiştir. Ancak (Hz.
Ebu Hüreyre) bu haberde Hz. Peygamber (s.a.)'i anmadı. (Yani hadisi kendi sözü
olarak zikretti)1 ve şöyle dedi: (Fakat köle efendisine) "seyyidi
(efendim) ve (yahutta) mevlâya (efendim) desin.[42]
Bu hadisle ilgili
açıklama bir önceki hadisin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum
görmüyoruz.[43]
4977... (Abdullah
İbn Büreyde'nin) babasından (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Münafığa seyyid
(efendi) demeyiniz. Çünkü eğer (siz ona böyle seyyid demeye devam ederken
birgün başınıza) seyyid oluverirse aziz ve celil olan Allah'ı öfkelendirmiş
olursunuz."[44]
Hadis-i şerifte
müslümanların münafıklara "efendi" diye nitap etmeyi alışkanlık
haline getirmeleri ya-saklanmakta ve müslümanlar bir münafığa böyle;
"efendi efendi" diye hitap ederlerken bu sayede onun birgün halk
arasında nüfuzlu ve sayılan bir kişi haline gelerek mal-mülk köle, cariye
sahibi ve kavminin seyyidi olu-vermesinin cenab-i Hakk'ın öfkesini celb
edeceğini ifade etmektedir.
Çünkü müslümanlar bir
münafığa bir saygı ifadesi olan efendi hitabiyle hitap etmekle Allah katında
saygıya hiç de layık olmayan bir kimseye saygı göstermiş, onu aralarında
itibarlı ve sayılır bir kimse haline getirmiş olurlar. Bu münafık kendisine
yapılan bu sözlü iltifatlar sayesinde öyle itibarlı bir hale gelmemiş bile
olsa, müslümanlar ona karşı kullandıkları efendi sözünden dolayı yine de
sorumluluktan kurtulamazlar. Çünkü bu durumda hiç de kendisinde efendilik vasfı
bulunmayan kimseye karşı bu kelimeyle hitap etmekle yalancı ve münafık durumuna
düşmüş olurlar.
Bir müslümanın bir
münafığa bu kelimeyle hitap etmesinin Allah'ı öfkelendirmesinin sebebi ise
gerçekten o münafığın birgün müslümanların başına efendi (idareci) olması
halinde, müslümanların onun emirlerine boyun eğmek zorunda kalmalarıdır. Bir
münafığın müslümanların başına idareci olup da müslümanların onun emrine boyun
eğmeleri ise elbette Allah'ın hoşuna gitmez. Bilakis gazabına mûcib olur.
Bazılarına göre ise
"münafığa seyyid (idareci, efendi) demeyiniz" sözünün manası
"Onu başınıza idareci olarak getirip de efendim, efendim diye karşısında
küçülmeyin" demektir. Allah'ın gazabını mûcib olan budur. Yoksa onu
cemiyette hiçbir itibarlı mevkiye getirmeden kendisine sözle efendi demek
değildir.[45]
4978... (Ebu
Ümâme İbn Sehl İbn Huneyf'in) babasından (rivayet edildiğine göre); Rasûlullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sakın hâ!... Biriniz; nefsim pis oldu, demesin.
Fakat; nefsim kötüleşti, desin."[46]
4979... Aişe
(ranha)'dan (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Sakın biriniz
içim bulandı, demesin, fakat nefsim kötüleşti, desin."[47]
İmam Hattâbi'nin de
açıkladığı gibi aslında "lekise” ve “nabuse” fiilleri arasında mana
bakımından bir fark yoksa da, yani her ikisi de pis oldu, kötü oldu anlamına
gelirlerse de Resulü Zişan efendimiz "habüse" kelimesinin çirkinliği
ve insan üzerindeki nefret uyandırıcı olumsuz te'siri sebebiyle ümmetine bu
kelimeyi bırakıp yerine daha edebî ve nefret uyandırıcı yönü daha az olan
"lakıset" kelimesini kullanmalarını tavsiye etmiştir. Çünkü insanın
kendi nefsi hakkında ya da belli bir şahıs hakkında böyle nefret uyandıran bir
kelime kullanması hiç de akıllıca bir iş değildir.
"İçi dışına
çıkacak, kusacak hale geldi" demek olan "Câşe" fiilini terk edip
yerine "lakıset" fiili kullanmalarını tavsiye buyurması da yine aynı
hikmete mebnidir. Resul-ü zişan efendimizin ümmetine olan bu tavsiyesinde
onları sürekli edebli ve mantıklı olmaya, herşeyin güzelini kullanıp çirkinini
terk etmeye teşvik gayesi mevcuttur.[48]
4980... Hz.
Ebu Huzeyfe'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah ve falan
kimse diledi demeyiniz. Fakat (önce) Allah sonra falan diledi, deyiniz."[49]
"Allah ve falan
kişi diledi" cümlesinde bulunan «ve,, harfi birUk beraberlik ifade
ettiğinden bu cümlede dileme işinde, kulu Allah'a ortak yapmak manası vardır.
Oysa kul, hiçbir hususta Allah'a ortak olamaz, her ne kadar Allahu teâla
hazretleri kulu sorumlu tutmak için ona hür bir irade vermişse de kulun bir
iradeye sahip olması yine Allah'ın istemesiyle olmuştur. Binaenaleyh Allah
O'na irade vermeyi dilemeseydi, o irade sahibi olamaz ve hiçbir şeyi
dileyemezdi.[50] Öyleyse kula düşen ilme
ve hikmete aykırı düşen bu sözü bırakmak, eğer mutlak surette bir kulun
dilemesinden bahsetmek gerekiyorsa önce Allah'ın dilediğini sonra bu sayede
kulun da dilediğini söylemektir. Yani "Allah diledi sonra da (Allah'ın
izniyle) falan diledi" demesi daha uygun olur. Çünkü bu cümlede-bulunan
"sonra (sümme)" kelimesi zaman itibariyle bir sırayı bildirir.
Görülüyor ki, bu hadis-i
şerif kulun iradesini inkâr eden Cebriyye mezhebi ile ona Allah'ın iradesine
eş bir bağımsızlık tanıyan Mu'tezÜe mezhebinin aleyhine, Allah'ın izn-ü
iradesiyle kulunda hür bir iradeye sahip olduğunu söyleyen ehl-i sünnet
ulemasının da lehine bir delildir.[51]
4981... Adiyy
İbn Hatem'den (rivayet edildiğine göre), bir hatip Peygamber (s.a.)'in
huzurunda bir hutbe okuyarak: "Her kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse
doğru yolu bulur, kim de onlara isyan ederse..." demiş de (Peygamber
(s.a.) (o hatibe): "Kalk" yahutta "git! Sen ne fena bir hatipsin"
buyurmuş.[52]
Bu hadisin tamamı
Müslim'in Sahih'inde şu manaya gden lafızlarla rivayet edilmiştir:
"Bir adam
Peygamber (s.a.)'in yanında hutbe okuyarak:
Her kim Allah ve
Rasûlüne itaat ederse muhakkak doğru yolu bulmuştur. Onlara isyan eden ise
muhakkak sapmıştır, demiş. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):
Sen ne fena hatipsin
(onlara isyan eden diyeceğine)- Allah ve Resulüne isyan eden-
de!"buyurmuşlar.
Kadı Iyaz'ın beyânına
göre ulemadan bir cemaat, "Rasûlullah (s.a.)'ın hatibe itiraz etmesine
sebep o hatibin Allah ve Resulüne ait zamirleri birleştirerek bir tesniye
zamiri olarak kullanmasıdır. Çünkü Allah'a ait zamirle Rasûlüne ait zamirin
birleştirilerek böyle birlikte beraberce zikredilmesi, en azından uluhiyyet ile
nübüvvet arasındaki farkı kaldırıp ikisini birleştirmek gibi tehlikeli bir
mana kokusu taşımaktadır. Hz. Peygamber'in uğruna baş koyduğu ve hayatı
boyunca üzerine titrediği İslamın özünü teşkil eden tevhid akidesine böyle bir
gölgenin düşürülmesi karşısında tepkisiz kalması düşünülemez.
Hadis-i şerifte de
açıklandığı üzere Hz. Peygamber sözü geçen hutbeyi okuyan hatibe sert bir
şekilde çıkışarak, Allah ve Rasulünden bu şekilde bahsetmekten onu
nehyetmiştir. Bu mevzu (1099) numaralı hadisin şerhinde de geçtiğinden
okuyucularımıza oraya da müracaat etmelerini tavsiye ederiz.[53]
4982... Ebû'l-Melâh'dan
(rivayet edildiğine göre) bir adam şöyle demiştir: Ben (bifgün) Rasûlullah
(s.a.)'in terkisinde idim. Hayvanının ayağı sürçüverdi. Bunun üzerine ben
"Hay burnu sürtülesice şeytan" dedim. (Hz. Peygamber de:)
Burnu sürtülesice
şeytan, deme. Çünkü sen bunu söyleyince o, ev gibi oluncaya kadar büyür ve:
"(Bu iş) benim kuvvetimle (oluyor)" der. Fakat sen "Bismillah
(Allah'ın adıyla) de! Çünkü sen bunu söyleyince, o karasinek gibi kalıncaya
kadar küçülür."[54]
Bu hadis-i şerif, şeytana
kızarak ona kötü sözler savurup lanetler yağdırmanın, onun kötülüğüne engel olmayıp
bilakis, ona ümit ve kuvvet vereceğini, onu kibirlendireceğini, gücüne güç
katacağını, onun gücünü kuvvetini götürüp, sinek kadar küçültecek olan yegâne
silahın ise; "bismillah" demek olduğunu ifade etmektedir.
Şuurlu bir müslümana
yakışan her işine besmele ile başlayıp Allah'ın ismini ağzından düşürmemek, her
işinde gücü ve yardımı Allah'dan istemek, sıkıntılı işlerinde Allah'dan başka
bir sığınak bulunmadığım bilerek başka yollara tevessül etmemektir.[55]
4983... Hz.
Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Bir adamı: 'Artık insanlar helak oldular' derken işittiğinde... (bil ki)
onların en çok helakte olanı o adamdır."
Musa (İbn İsmail ise
bu cümleyi) şöyle rivayet etti: "Bir adam: 'Artık insanlar helak oldular'
dedi mi (bil ki) insanların en çok helak olanı o adamdır."
Ebu Davud dedi ki: (Bu
hadisi hocam el-Ka'nebî'ye rivayet eden) Mâlik bu konuda şöyle dedi: İnsan bu
sözü halkın dinî işlerindeki (gevsek) durumunu görüp de üzüldüğünden dolayı
söyleyecek olursa, ben bunda bir sakınca görmem, kendini beğenip de başkalarını
küçümseyerek bu sözü söylüyorsa o zaman bu yasaklanmış olan çirkin bir sözden
başka birşey değildir.[56]
Metinde geçen
"ehlek" kelimesini ism-i tafdil olarak «ehlekü" şeklinde okumak mümkün olduğu
gibi fiil-i mazi olarak "ehleke" şeklinde okumak da caizdir.
"Ehlekü" şeklinde okunduğu zaman -ki biz tercümemizi buna göre
yaptık- bu kelime "en çok helak olan" anlamına gelir.
Bu birinci okunuş
şekline göre "insanlar artık helak oldular" diyen kimse insanların en
çok helak olanıdır" demek olur. Çünkü böyle diyen kimsenin insanların
helak oldukları hükmüne varması onların kusurlarını ve ayıplarını teker teker
araştırması neticesinde olmuştur. Gerçekte, insanlar, kusurlarından ve
ayıplarından dolayı kendilerini cehennemlik olmaya, ve dolayısıyla manen helak
olmaya arz etmiş olsalar bile, onların bu durumu insanların ayıplarını teker
teker araştırıp da onların kesinlikle cehennemlik olduklarını söylemek kadar
tehlikeli değildir. Çünkü bu sözü söyleyen kimse önce kulların kusurlarını
araştırmakla sonra da Allah'ın onlara nasıl muamele yapacağını bilmediği halde
Allah adına kesin bir hüküm vermekle ve bu hükmü verirken de onları küçük görüp
kendini beğenmekle, kendini daha büyük bir tehlikeye atmıştır.
Söz konusu kelime
fiil-i mazi olarak "ehleke" şeklinde okunduğu zaman ise "helak
etti" anlamına gelir ve bu okunuş şekline göre; "İnsanlar helak oldu
diyen kimse insanları helak etmiştir" demek olur. Bir başka ifadeyle
aslında Allah onları hiç de helak etmiş değildir. Fakat bu sözü söyleyen kimse
kendi karanlık ve ümitsiz dünyasında, kendi düşünce ve arzularına göre
insanları helake mahkûm etmiştir. Oysa Allah, onları mahkûm ettiğini
açıklamadığı için gerçek onun verdiği hükmün tam tersine olabilir.
Fakat Allah'ın
vasıflarını açıkladığı ve helak olacaklarını bildirdiği insanları şahıs
belirtmeden mücerred vasıflarıyla açıklayarak insanları uyarmak böyle değildir.
Tersine bu iş, Allah'ın kullarına yüklediği bir görevdir.
Söz konusu kelime
böyle fiil-i mazi olarak okunduğu zaman bu kelimenin yer aldığı cümleden şöyle
bir mana anlaşılır: "İnsanlar artık helak olmuşlardır, diyen kimse
insanların Allah'ın rahmetine karşı olan ümitlerini kırdığı ve onları
ümitsizliğe düşürüp ibâdete karşı olan ilgilerini kestiği için onları cehenneme
sürüklemiş ve helak etmiştir."
Nitekim musannif Ebû
Davud'un da açıkladığı gibi bu hadisin râvilerinden Malik de bu görüştedir.[57]
4984... İbn
Ömer (r.a.)'dan (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Sakın çöl
arapları (şu yatsı) namazımızın ismi hususunda sizi tesir altına almasınlar,
Uyanık olun! Bu (namaz) yatsı (namazı)dır. Fakat onlar develeri yüzünden
yatsıyı gecenin karanlığına kadar geciktirirler."[58]
Sindî'nin açıklamasına
göre "Ateme, karanlık demektir." Çöl arapları develerinin sütlerini
sağmakla meşgul oldukları için yatsı namazını gecenin karanlığı iyice çökünceye
kadar geciktirdiklerinden yatsı namazına mecazen ateme (karanlık) ismini
vermişlerdir"
Oysa Müslim'in
Sahih'inde rivayet edildiğine göre "bu namaz Allah'ın Kitabında İşâ diye
isimlendirilmiştir. Araplar arasında bir işin veya bir şeyin ismi daha ziyade
kendi kavimlerinin ileri gelenlerinin ağzından çıkan kelimelerle belirlenip
şekillendiğinden, Resul-i zişan efendimiz çöl arapla-rının ileri gelenlerinin
yatsı namazına ateme ismini vermelerinin, bu ismin bütün araplar arasında
yaygınlaşarak, Allah'ın kitabında yatsı namazı için belirlenmiş olan
"işa" ismini unutturacağından korkmuş.ve bu endişeyle yatsı namazı
için ateme ismini kullanmayı âdet hâline getirmekten onları sakındırmıştır.
Çünkü yüce Allah bu namaz için bir ismi belirledikten sonra o ismi bırakıp da
O'na başka bir isim vermenin çirkinliği meydandadır.
Öyleyse uygun olan bu
namaz için Allah'ın kitabında belirlemiş olduğu ismi kullanmayı âdet hâline
getirmektir.Avnü'l-Ma'bud yazarının açıklamasına göre, "Hadis-i şerifte
yasaklanmak istenen, yatsı namazı için "ateme"yi âdet hâline
getirmekse tenzihen mekruhtur. İmam Nevevî bu görüştedir."[59]
4985... Salim
İbn Ebi'l-Ca'd'den (rivayet edildiğine göre râvi Mis'ar'in (hakkında) -O'nun
Huzaa (kabilesin)den olduğunu zannediyorum- dediği bir adam:
"Keşke şu namazı
kılsaydim da bir rahata erseydim" demiş. (Orada bu lunan) bazı kimseler bu
sözünden dolayı o adamı ayıplar gibi bir tavır ta kınmışlar, bunun üzerine
(sözü geçen adam:)
Ben Rasûlullah
(s.a.)'i - Ey Bilâl, kalk namaza (çağır da) bizi namazla rahatlat, derken
işittim" demiştir.[60]
4986,.. Abdullah
İbn Muhammed İbn el-Hanefiyye'den.demiştir ki: "Babamla birlikte ensardan
olan bir damadımıza hasta ziyaretine gitmiştim. (Biz orada iken) namaz (vakti)
geliverdi. Aile fertlerinden birine:
Ey Câriye, bana abdest
suyunu getir (de abdestimi alayını); belki namazı kılarım da rahatlarım, dedi
biz de onun bu sözünü tenkid ettik. Bunun üzerine (bize) şöyle dedi:
Ben Rasûlullah
(s.â.)'ı "- Ey Bilal! Kalk (ezan oku da), bizi namazla rahatlat"
derken işittim.[61]
Huzaa kabilesinden
olduğu tahmin edilen kimsen "keşke şu namazı kılsaydım da bir rahata erseydim"
anlamındaki sözleri orada bulunan sahabiler tarafından "şu namazı kılmak
çok zoruna gidiyor keşke bir kılsamda bu yükten bir kurtulsam" şeklinde
anlaşıldığı için o zatı bu sözünden dolayı ayıplar gibi bir tavır takınmışlar
ve bu sözü beğenmediklerini kendisine hissettirmişlerdir.
Gerçi namazı bu
şekilde bir angarya ve yük telakki etmek ancak münafıklara yaraşan bir
özelliktir.[62]
Fakat sözü geçen zatın
bu sözü "şu namazı vaktini geçirmeden bir kılsaydım da vaktinde
kılamayacağım endişesini kafamdan atıp bir rahata erseydim" ve "şu namazı
bir kılsaydım da Cenab-ı hakkın huzuruna varmanın ve O'na münacaatta bulunmanın
manevi zevkim tadarak dünyanın sıkıntısından kurtulup mânevi bir rahata
erseydim" gibi manalara da gelir.
Nitekim sözü geçen zat
bu gibi sözleri Resul-i zişan efendimizden de duyduğunu söyleyerek, sözünün
yanlış anlaşıldığını ifade etmeye çalıştığına göre, onun bu sözü olumsuz manada
değil, olumlu manada kullandığı anlaşılmaktadır. Esasen Hz, Peygamberin
sohbetinde bulunmak, O'nun mektebinde yetişip ondan doyasıya feyz almak bahtiyarlığına
eren ve namazın esrarına hakkiyle vakıf olan sahabiden, namazın angarya
olduğunu ifade eden bir sözün sudur etmesi mümkün değildir.
Yine bu sahabinin ve
Abdullah tbn Muhammed el Hanefi'nin Hz. Peygamberden naklettikleri "Ey
Bilal kalk, ezan oku da namazı kılalım, bu suretle bizi dinlendir"
anlamındaki sözlerinin manası da gayet açıktır. Efendimiz bu sözleriyle
"namaza duralım ve Rabbimizin huzuruna çıkalım da O'na münacatta bulunarak
huzurunda bulunmanın zevkini yaşayalım, gerçek huzura erelim" demek
istemiştir. Nitekim "En büyük huzurum namazdadır"[63]
"namaz gözümün nurudur"[64] anlamındaki
buyrukları da buna ışık tutmaktadır, Son iki hadisin zahirde bab başlığıyla bir
alakasını görmek mümkün değildir.[65]
4987... Aişe
(r.anhâ)'den demiştir ki:
"Rasûlullah
(s.a.)'in herhangi bir kimseyi dinden başka birşeye nisbet ederken asla
işitmedim"[66]
Hafız Münzirî'nin
açıklamasına göre, bu hadis munkati'dir.
Çünkü bu hadisi Hz. Aişe'den naklettiği ifâde edilen Zeyd îbn Eşlem aslında
Hz. Aişe'den hadis işitmemiştir. Ayrıca bu hadisin babla ilgisi yoktur. Fakat
musannif Ebu Davud müslü-manların, her türlü sözlerinin kitaba ve sünnete uygun
olmasına gayret sarf etmeleri için, Hz. Peygamberin ümmetinin isimlerine
varıncaya kadar her türlü tutum ve davranışlarını dinin emirlerine uydurmaya
çalıştığını ifade eden bu hadisi bu baba yerleştirmeyi uygun bulmuş ve bu maksatla
bu hadisi de bu baba koymuştur.[67]
4988... Hz.
Enes'den (rivayet edilmiştir) demiştir ki:
Birgün Medine'de
korkunç bir olay olmuştu. Peygamber (s.a.) Ebu Talha'nın atına bin(ip hadisenin
üzerine doğru sür'atle git) di. Kısa bir süre sonra (yanımıza dönüp):
(Korkulacak) birşey
görmedik, -yahutta- korkulu bir şey görmedik (fakat) bu atı bir deniz (gibi
akıcı) bulduk," buyurdu.[68]
Bu hadis-i şerif İbn
Mâce'nin Sünen'inde şu manaya gelen ıafızıarıa rjVayet edilmiştir: "O
insanların en güzeli idi. İnsanların en cömerdi idi ve insanların en cesuru
idi. Bir gece Medine-i Münevvere halkı, bir düşman baskını korkusuyla sesin
geldiği tarafa doğru gittiler. Rasûlullah (s.a.) Ebû Talha'nın çıplak eğersiz
bir atı üstünde boyununda kılıç bulunduğu vaziyette ve herkesten önce sesin
olduğu yere varmış olarak (geri dönüp geldiğinde) onlara (yani sesin olduğu
yere gitmekte olan Medinenilere) rastladı ve onları geri çevirip:. - Ey
insanlar, korkutulmuyacaksınız, buyuruyordu. Sonra at için de: "- Biz onu
bir derya gibi (akıcı) bulduk" veya; "O bir derya gibi akıcıdır"
buyuruyordu."[69]
Aslında Peygamber
efendimizin yedi tane atı vardı. Bunlardan birini O'na Hz. Ebu Talha hediye
etmişti.[70]
İşte mevzumuzu teşkil
eden bu hadis-i şerifte, Peygamberin üzerine atlayıp da tehlikenin üzerine
doğru gittiğinden bahsedilen at bu "men-dub" isimli attır.
Görüldüğü gibi Resul-i
zişan efendimiz söz konusu atı sür'atli koşmasından dolayı onu sür'atli hareket
eden hareketli bir denize benzeterek ondan deniz, diye bahsetmiştir.
Bilindiği gibi teşbih
edatı ile benzetme yönü hafzedilerek yapılan bu gibi teşbihlere "teşbih-i
belîğ" denir.
İşte hadisin bab
başlığıyla ilgili olan tarafı da burasıdır. Yani karışıklığa meydana vermemek
kayıt ve şartıyla birşeyi teşbih veya mecaz yoluyla kendi isminin dışında başka
bir isimle anmanın caiz olduğuna delalet eden kısımdır.[71]
1- Resulü
Ekrem (s.a) insanların en cesuruydu.
2- Bir İslam
beldesine düşman baskın yaptığı zaman ona karşı koymak için cihada çıkmak
gerekir. Devlet adamları da bu cihada katılabilirler,
3- Cihada
giden adam tedbirli ve techizatlı olmalıdır.[72]
4989... Abdullah
(İbn Mesûd radiyallahü anh)'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.)
şöyle buyurmuştur:
"Yalandan
sakınınız! Çünkü yalan (sahibini) fenalığa, fenalık ise cehenneme götürür.
Gerçekten insan yalanı söyleye söyleye ve yalanı araya araya (o hale gelir ki)
nihayet Allah katında en yalancı (kimse diye) yazılır. Doğruluktan
ayrılmayanız. Çünkü doğruluk (sahibini) iyiliğe iyilik de cennete götürür.
Gerçekten insan doğruyu söyleye söyleye ve doğruyu araya araya (o hâle gelir
ki) nihayet Allah katında en doğru (insan diye) yazılır."[73]
Birr: Halis amel-i
salih demektir. Bu kelime bütün hayırlara şamil bir isimdir. Bazıları
"birr" den muradın cennet olduğunu söylemişlerdir.
Fücur: Doğruluktan
ayrılmaktır. Günahlara dalmak manasına geldiğini söyleyenler.de vardır. Bu
kelime de bütün serlere şâmildir. Ve birr'in zıddıdır. Kişinin doğrucu veya
yalancı yazılmasından murad hakkında hüküm verilmesi ve kullara
bildirilmesidir.
Hadis-i şerif
doğruluğu araştırmaya yani daima doğru söylemeye teşvik etmekte, yalancılıktan
ve bu hususta müsamaha göstermekten sakındırmaktadır. Çünkü yalan hususunda
müsamaha gösteren yavaş yavaş yalana alışır ve nihayet yalan söylemeyi adet
haline getirir ve yalancı damgasını alır. Doğru söylemeyi adet edinen de Allah
teâlâ nezdinde doğrucu diye tescil edilir.[74]
Sıdk: Doğruluk altı
şeyde aranır ve bunlar bulunduğu takdirde sıdkm kemal mertebesi husule gelmiş
olur. Bu üstün dereceye sahip olan kimseye de "sıddîk" denir.
Sıdk'ın altı kimi şöyledir:
1. Sözde
doğruluk: Söylenen sözün gerçeğe uyması, vakıaya aykırı düşmemesi,
2. Niyyete
doğruluk: Bunun manası ihlâsdır ki, hayırlı bir işe kalb ile niyyet edib gafil
olmaksızın Allah'a yönelmekle olur.
3. Azimde
niyyet: Hayırlı olduğuna inanılan birşeyi yapmaya koyulmak ve bundan
güçlenmek,
4. Vefa
göstermekte doğruluk: İşlemeye koyulduğu ve azmettiği hayırlı bir işi
başarmakta sebat gösterip onu tamamiyle yerine getirmek.
5. Amellerde
doğruluk: Gizli ve aşikâr yapılan
bütün amelleri eşit tutup amellere riya karıştırmaksızın hareket etmek.
6. Makamatta
doğruluk: Korku halinde ve emniyet halinde fark gözetmeksizin doğruluğa devam
edip ondan ayrılmamak.
İşte bu altı vasıfla
vasıflanan "sıddîk" olur. Bunlardan bir kısmı ile vasıflanan da
"sâdık" ismini alır. Doğruluktaki özellik insanı iyi amellere, birre
götürür. Esasen birrin manası Allah katında makbul olan ve kendine günah
karışmayan ameller ve ibadetlerdir. Böyle makbul ve iyi ameller de insanı
cennete götürür. Bu iyi ve güzel vasıfların zıddı olan yalan ise, insanı kötü
amellere ve günah işlere götürür. Günahlar da büyüdükçe insanı, cehenneme
iletir. Yalanın her çeşidini işleyip de bütün günahlara düşen kimseye
"kezzâb" büyük yalancı denir. Bu mertebeye düşenler yalancıların
cezasını çekerler.[75]
4990... (Hakim,
ibn Muaviye îbn Hayde'nin) babasından demiştir ki: Ben Rasûlullah (s.a.)'i
şöyle derken işittim: "Sözleriyle bir toplumu güldürmek için konuşup da yalan söyleyen
kimseye yazıklar olsun.
Yazıklar olsun,
yazıklar olsun."[76]
Bu hadis-i şerif
insanları güldürmek için yalan söylemenin vebalinin diğer yalanların
vebalinden daha büyük olduğuna delalet etmektedir. Çünkü metinde bulunan
"veyl" sözü akibeti son derece korkunç olan hâdiseler için
kullanılır.
Esasen şu üç yalanın
dışında yalan söylemek asla caiz değildir:
a. Kocanın
geçimsiz eşini yatıştırmak için söylediği yalan,
b. Taktik
olarak harpte düşmana karşı söylenen yalan,
c. İki
kişinin arasını düzeltmek için söylenen yalan.[77] Bu
konuda İmam Nevevî şöyle demiştir: Alimler mubah olan yalanları tayin edip
tesbit etmişlerdir. Gördüğüm kadarıyla bunları en iyi zabt eden de imam Ebu
Hamid el-Gazzalî'dir. O şöyle dedi: Söz maksatlara varma vasıtasıdır. Doğru ve
yalanın ikisiyle de ulaşılabilen bir maksat için yalana ihtiyaç yoktur. Doğru
söylemekle varılmayan ve ancak yalana ihtiyaç duyulan bir maksadın tahsili
mubah ise onda yalan söylemek mubah, tahsili vacib ise yalan da vacibdir.
Mesela bir müslüman bir zâlimden kaçıp saklandığı zaman zâlim, onun yerini
sorarsa yalan söyleyerek onu gizlemek vacibdir. Bunun gibi kendisinin ya da
başkasının yanında bir emanet bulunduğu zaman onu gasbetmek isteyen bir zalim,
onu veya yerini sorarsa onu saklamak ve korumak için yalan söylemek vacibdir.
Hatta yanındaki bir emaneti zalime söyler ve o da onu zorla alırsa onun
tazminatını ödemek kendisinin üzerine vacip olur. Yanında bir emanetin
olmadığını söylediği zaman zâlim yemin etmesini isterse, yemin etmesi ve fakat
tariz yapması (yani kendini yeminin vebalinden kurtaracak şekilde bir söz
söyleyip yemini doğru çıkaracak olan manayı kast etmesi) la-zımdıı'. Ta'riz
yapmadan yemin ederse sahih görüşe göre keffâret ödemesi gerekir. Kimi âlimler
de keffâret ödemesinin gerekmediğini söylediler ve yine harp maslahatı, arayı
bulmak veya kendisine cinayet işlenen kimseyi , hakkını affetmeye yanaştırmak
gibi maksatlar ancak yalanla hâsıl olursa onu söylemek haram değildir.
Fakat ihtiyat olarak
(tevriye, tariz) yapmalıdır... Kendisine veya başkasına ait sahih bir
gayenin.bağlandığı bir yalanın hükmü budur. Kendisine ait gayenin misali şudur:
Bir zalim onu yakalar ve almak için malını sorarsa o bunu inkâr edebilir veya
kendisi ile Allah arasında kalan bir günahı sultan sorarsa, inkâr edip
"zina etmedim, içki içmedim" diyebilir. Had gerektiren suçlarını
söyleyenlerin itiraflarından dönmelerini telkîn eden hadisler meşhurdur.
Başkasına ait gayenin mahalli ise; tıpkı kendisinden bir müslümanın sırrının
sorulması ve onun bunu inkar etmesi gibidir. Yalan söylemek durumunda olanın,
yalanının kötülüğü ile doğru söylemekten doğacak zararı karşılaştırması
gerekir. Doğru söylemekteki zarar daha büyükse yalan söyleyebilir. İş bunun
aksi ise veya hangi tarafın daha zararlı olduğunu kestiremiyorsa yalan
söylemesi haramdır. Yalanın caiz olduğu yerde onu mubah kılan maslahat kendi
şahsına ait ise yalan söylemesi müstehabdır. Fakat bu, başkası ile ilgili ise
onun hakkının zayi olmasına göz yumması caiz değildir. En sağlam hareket ise
yalan söylemek vacib olmadıkça onun mubah olduğu heryerde doğru söylemeyi tercih
etmektir.[78]
4991... Abdullah
İbn Âmir'den demiştir ki: Birgün Resulullah (s.a.) evimizde otururken annem
beni çağırıp: "Gel sana vereceğim (şu şeyi) al" dedi. Bunun üzerine
Resul-ü Ekrem kendisine:
Ona ne vermek
istiyorsun? dedi. Annem:
Ona bir kuru hurma
vereceğim, cevabını verdi. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) O'na şöyle buyurdu.
Dikkat et, eğer ona
bir şey vermemiş olsaydın (bu), senin hakkında bir yalan olarak
yazılacaktı."[79]
Metinde geçen
"kezibe" kelimesini kef'in fethiyle «kezbe" şeklinde Masdar-ı
merre olarak okumak da caizdir.
Bu hadis-i şerif,
ağlayan çocukları dindirmek için birşey vermeyi vâd ederek onları kandırmanın
ya da cin, peri, hortlak gibi varlıklarla veya başka bir şekilde korkutmanın
yalan hükmünde olduğunu ifâde etmekte ve çocuklara bu türden asılsız sözler
söylemenin de haram olduğuna delâlet etmektedir. Binaenaleyh müslüman yalanın
her çeşidinden kaçınmalıdır.[80]
4992... Hz.
Ebu Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur.
"Kişiye günah
olarak her duyduğunu söylemesi yeter."
Ebu Davud dedi ki: (Bu
hadisi bana rivayet eden iki şeyhten biri olan) Hafs (bu hadisi rivayet
ederken) Ebu Hüreyre'yi zikr etmedi. (Yani Ebu Hüreyre'yi atlayarak hadisi
doğrudan doğruya Hz. Peygamberden rivayet etti.)
Hz. Ebu Hüreyre'yi
senedde sadece Ali b. Hafs el- Medâinî zikretti.[81]
İmam Nevevî'nin
açıklamasına göre "kişiye günâh olarak her duyduğunu söylemesi yeter"
sözünden maksat şudur: "İnsan genellikle doğruyu da yalanı da işitir. Bunları
bir ayırım yapmadan her duyduğunu söyleyince ister istemez yalan haberleri de
doğruymuş gibi nakletmiş olur. Dolayısıyla yalancı durumuna düşer. Çünkü yalan
gerçeğe aykırı olan birşeyi gerçekmiş gibi haber vermekten ibarettir. Bunda, bu
haberi veren kimsenin yalan söylemeyi kast edip etmemesi de neticeyi
değiştirmez. Yani onu yalan söylemiş olmaktan kurtarmaz."
Bu hadisi Musannif Ebu
Davud'un şeyhlerinden Hafs, mürsel olarak Muhammed İbn el Huseyn de muttasıl
olarak rivayet etmiştir. Her iki rivayet şekli de bulunduğuna göre, hadisin
muttasıl olduğunu kabul etmekte bir sakınca yoktur.[82]
4993... Hz.
Ebu Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"(Allah ve
müslümanlar hakkında) iyi zann beslemek ibadetlerin iyisindendir."
Ebu Davud dedi ki:
(Ravi) Mehne güvenilir bir râvidir ve Basrahdır.[83]
Bezlü'l-Mechûd yazarının
açıklamasına göre "Allah'a iyi zan beslemek, Allah için salih ameller
işlemekle, Allah'ın bu amelleri kabul edeceğine inanmakla ve Allah'a hakkıyla
kul olmak için elden gelen gayreti sarf ettikten sonra elde olmayan kusurları
da Allah'ın affedeceğine inanmakla bu hususta Allah'ın sonsuz affına güvenmekle
olur. İşte bu güven de ibadettir ve hatta ibadetlerin en güzellerindendir.
Müslümanlara iyi zan
beslemek ise onlara güven beslemek, haklanda iyi düşünmekle olur. Ancak bu
güven ellerine geçen bir mal hususunda olursa ihtiyata aykırı olduğundan ibadet
değildir."[84] Çünkü Peygamberimiz:
"Her ümmet için bir imtihan (sebebi) vardır. Benim ümmetimin imtihanı da
(mal yüzünden olacak) dır"-[85]
buyurmuştur.
Fakat böyle ihtiyata
aykırı düşmeyen hususlarda müslümanlara da hüsn-i zan beslemek ibadettir. Böylesi
durumlarda kötü zan beslemek ise haramdır, günahtır.-[86]
Nitekim: "Ey iman
edenler! Zannın bir çoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır..."[87]
buyurulmuştur.[88]
4994... Hz.
Safiyye (bint Huyey Validemiz)'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) Ramazanın son
on gecesinde i'tikâfta iken kendisini ziyaret için bir gece yanına varmıştım.
Kendisiyle (bir süre) konuştuktan sonra kalkıp (evime) döndüm. Beni uğurlamak
için benimle beraber o da kalktı. -(O sıralarda) Hz. Safiyye, Üsame İbn Zeyd'in
evinde kalıyordu.-
(Hz. Peygamberle
birlikte evin önüne vardığımız zaman) ensardan iki adam (yanımızdan) geçti.
Peygamber (s.â.)'i görünce hızlandılar. (Onların hızlandığını gören) Allah
Rasulü onlara: "(Bizi görünce böyle hızlanmanıza gerek yok, eski) haliniz
üzere (yürüyünüz). Çünkü bu yanımda bulunan (kadın yabancı değil) Safiyye bint
Huyyey'dir" buyurdu. (Onlar da):
Sübhanallah, (hâşa biz
senin hakkında başka türlü nasıl düşünebiliriz) ey Allah'ın Resulü? dediler.
(Hz. Peygamber de):
Şeytan insan(ın
vücudu)nda kanın dolaştığı heryerde dolaşır. Sizin kalplerinize (kötü) bir
şüphe atmasından korktum" buyurdu - yahutta-:
“Bir şer (atmasından
korktum)" dedi.[89]
Hattâbî'nin
açıklamasına göre bu hadis-i Şerif insanın iyi sonuç vermeyeceği belli olan
işlerden ve kendisi hakkında insanların kötü zann beslemelerine sebep olacak
davranışlardan uzak durmasının ve hüsn-i zan beslemelerine sebep olacak davranışlarda
bulunarak halkın kendine kötü zan beslemesi ihtimalini kaldırmasının müstehab
olduğuna delâlet etmektedir.
Bu hadisle ilgili
fıkhı açıklamalar 2470 no'lu hadisin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum
görmüyoruz.[90]
4995... Zeyd
İbn ErkamMan (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur;
"Bir kimse yerine getirmek niyetiyle bir (din) kardeşine bir va'dde
bulunur da (bunu bir mazereti sebebiyle) yerine getiremezse ... günahkâr
olmaz.”[91]
Bezlü'l-Mechûd
yazarının açıklamasına göre bu hadis-i
şerifin delalet ettiği mana şudur: "Va'di yerine getirmek şer'an vâcib
değildir. Fakat yerine getirmek niyetiyle edilen bir va'di yerine getirmek
İslam ahlâkının bir gereğidir. Bir başka ifadeyle mekârim-i ahlâktandır.
Yerine getirmek niyeti
olmadan vaadde bulunmak ve bu niyyetin icabı olarak da va'di yerine getirmemek
ise münafıklık alâmetidir. Çünkü bu, hadis-i şerifte bir münafıklık alâmeti
sayılmıştır.[92]
Bazıları ise meşru bir
mazeret olmaksızın bir va'di yerine getirmenin haram olduğunu ve mevzumuzu
teşkil eden hadis-i şerifte ifade edilmekte olan hususun da bu olduğunu, ayrıca
va'di yerine getirmenin geçmiş dinlerde de dinî bir vecibe olduğunu
söylemişlerdir."
Hanefi ulemasından
Aliyyu'l-Kâri'nin açıklamasına göre ise "bu hadis-i şerif yerine
getirmemek niyetiyle vâdde bulunan bir kimsenin bu va'dini yerine getirse de
getirmese de günahkâr olacağına delâlet etmektedir. Esasen bu şekilde vaadde
bulunmak münafıklık alâmetidir.
Yine bu hadis yerine
getirmek niyyetiyle va'dedip de meşru bir mazeret sebebiyle bu va'dini
gerçekleştiremeyen kimsenin bu halinden dolayı günahkâr olamayacağına delâlet
etmektedir.
Şurası da bir
gerçektir ki, va'di yerine getirmenin vâcib olmadığını söyleyen kimseler için
bu hadisten bir destek yoktur. Çünkü bu hadiste bu hususla ilgili en küçük bir
beyan yoktur ve hadiste bu hususa temas edil- . memektedir.
Bazılarına göre ise bu
hadis yerine getirmemiş bile olsa kişinin sâlih niyyetlerinden dolayı sevab
alacağına delalet etmektedir."[93]
İmam Nevevî'nin
açıklamasına göre; bir kimsenin va'dde bulunmasının caiz olduğunda icma vardır.
Ancak vâdde bulunan kimsenin bu va'dini yerine getirmesi gerekir.
Va'di yerine
getirmenin hükmü üzerinde ulemâ ihtilâfa düşmüştür. İmam Şafiî ile Ebû
Hanife'ye ve cumhura göre va'di yerine getirmek müstehabtir. Yerine getirmediği
takdirde günahkar olmamakla beraber çok çirkin bir iş yapmış olur.
Fakat eğer bu va'di
karşısındakini üzmek ya da zarara uğratmak için yerine getirmemişse günahkâr
olur.
Ulemadan bir cemaate
göre ise va'di yerine getirmek farzdır. Ömer İbn Abdülaziz (r.a.) de
bunlardandır. Bazılarına göre ise bir kimsenin va'dini yerine getirmemesinden
de layı günahkâr sayılması ve bu va'di yerine getirmenin far:; olabilmesi için
bir takım şartların bulunması gerekir. Bu şartların bulunmaması halinde bu
va'din yerine getirilmesi farz olmadığı gibi, bu va'di yerine getirmeyen kimse
de günahkâr olmaz. İhyada geçen "Hz. Peygamber hiçbir zaman kesin va'dde
bulunmazdı, va'dde bulunduğu zaman belki kaydını koyardı. Hz. İbn Mesud'da bir
söz verdiği zaman inşallah derdi"[94]
mealindeki rivayetlerle (4996) numaralı hadis-i şerif, verilen sözü yerine
getirmenin farz olduğunu söyleyenlerin görüşünün daha isabetli olduğunu
göstermektedir.
Bütün bu
açıklamalarımızdan da anlaşıldığı gibi, meşru bir mazeret bulunmadıkça verilen
sözü yerine getirmek icab eder. Yerine getirmemek niyetiyle söz vermek ise
münafıklık alâmetidir.[95]
4996... Abdullah
İbn Ebi'l Hamsa'dan; demiştir ki: Peygamber (s.a.)'le (Peygamber olarak)
gönderilmeden önce bir alış-veriş yapmıştım. Kendisine bir miktar vereceğim
kalmıştı. Borcumu kendisine (sözleşme) yerine getireceğime dair söz vermiştim.
Ama ben (bu sözümü) unuttum, (ancak) üç gün sonra hatırladım. Bunun üzerine
hemen (yola çıkıp kararlaştırdığımız yere) vardım. Bir de ne göreyim! O,
(sözleştiğimiz andaki) yerinde hâlâ duruyordu. (Beni görünce):
Delikanlı bana zahmet
verdin. Ben burada üç gündür seni bekliyorum, dedi.
Ebu Davud dedi ki:
Muhammed İbn Yahya (ravi Abdülkerim hakkında şöyle) dedi: Bize göre bu zat Abdülkerim
İbn Abdullah İbn Şakik'dir. Ebû Davud dedi ki: Bu zatın ismi bana Ali İbn
Abdullah'dan da bu şekilde erişti. Yine hana eriştiğine göre hu hadisi Bişr İbn
el-Strrt, Abdülkerim Ihn Abdullah ibn Şakik'den rivayet etmiştir.[96]
Söz verme konusunda İmam
Gazalî şöyle diyor:Dil va detmekte yaraşır. Fakat umumiyetle insanın nefsi
verilen sözde durmaz. O zaman verdiği sözde durmamış olur. Bu ise nifak
alâmetidir. Nitekim Allahü Teâla: "Ey iman edenler! Akidleri-nizi yerine
getirin"[97] buyurmuştur. Resul-i
Ekrem de şöyle buyurmuştur. "Va'd atiyyedir, verilmesi gerekir." Yine
Resul-i Ekrem: "Va'd borç gibi ve belki borçtan daha mühimdir."
buyurmuştur. Allahü teâlâ İsmail aîeyhisselamı övmek üzere; "O va'dinde
sâdık idi"[98] buyurmuştur. Denildi ki:
İsmail (a.s.) bir yerde buluşmak üzere biriyle sözîeşmişti. Adam unuttu, İsmail
aleyhisselam yirmi gün adamı orada bekledi."[99]
Fıkıh ulemasının
mevzumuzu teşkil eden bu hadis hakkındaki açıklamaları bir önceki hadisin
şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyoruz.[100]
4997... Esma
bin Ebi Bekr'den (rivayet edildiğine göre) bir kadın (Hz. Peygamberin huzuruna
gelip) kumaşım kasd ederek:
Ey Allah'ın Rasulu,
benim bir kadın komşum var; kocamın bana vermediği bir şeyle (sanki vermiş de
onunla) doymuşum gibi görünmemde bana bir günah var mıdır? diye sormuş da (Hz.
Peygamber):
"Kendisine
verilmemiş birşeyle doymuş görünen kimse iki yalan elbîssi giyen kimseye
benzer, buyurmuştur.[101]
Araplar, bir kimsenin
karısından.komşusu diye bahsederler, kumalara da komşu kadınlar ismini verirler
binaenaleyh (metinde geçen) "çâre (komşu)" kelimesi kuma, anlamında
kullanılmıştır. Biz de böyle tercüme ettik.
Müteşebbî': Tok
görünen demektir. Tok görünmek iki şekilde olur:
1- Yemek
hususunda israfa kaçarak zengin görünmekle olur.
2- Aç olduğu
halde tok görünmekle olur.
Burada bu kelimeyle
istiare yoluyla faziletli olmadığı halde faziletli, görünmeye çalışan kimseler
de kasd edilmiş olabilir.
Burada tok görünen
kimsenin sahte elbise giyen kimseye benzetilirken sadece "yalan
elbisesi" denmeyip "iki yalan elbisesi" denmesinden maksat,
araplarm elbise olarak biri belden yukarısına (kamis) diğeri de belden
aşağısına olmak üzere iki peştemal kulİanmalarındandır. Aslında bu iki parça elbise
bir takım elbise demektir.
İbn el-Esir'in
en-Nihaye'de açıkladığına göre, hadis-i şerifte kendisine verilmeyen bir şeyi
sanki verilmiş gibi görünen bir kimsenin iki sahte elbise giyen kimseye
benzetilmesine sebeb, böyle yapan bir kimsenin aslında bu davranışında iki
yalanın birden bulunmuş olmasıdır. Çünkü bu kimse böyle bir görüntü vermekle:
1- Kendisinde
olmayan bir malı varmış gibi göstermektedir,
2- Bir malı
Allah kendisine vermediği halde o Allah bu malı sadece kendisine vermiş gibi
görünmektedir.
Bu bakımdan böyle bir
kimse iki parça sahte elbise giyen kimseye benzetilmiştir.
Elbise aynı zamanda
fazilet anlamına da geldiğinden, buradaki elbiseye bu manayı verdiğimiz
takdirdi kendisinde böyle bir fazilet bulunduğu görüntüsü veren kimse yine:
1. Kendisinde
olmadığı halde varmış gibi göründüğünden,
2. Özellikle
kendisine böyle bir fazilet Allah tarafından sunulmuş gibi görünmeye
çalıştığından, iki sahte elbise giyen kimseye benzetilmiş olur.[102]
4998... Hz.
Enes'den (rivayet edildiğine göre) adamın biri (Hz. Peygamberin huzuruna
gelerek):
Ey Allah'ın Rasulu,
beni bir binek hayvanına bindir! demiş Peygamber (s.a.)’de:
"Biz seni bir
dişi devenin yavrusuna bindireceğiz" cevabım vermiş.(Adam):
Ey Allah'ın Rasulü.ben dişi devenin
yavrusunu ne yapacağım? deyince
Peygamber (s.a.):
Her deveyi bir dişi
deve doğurmuş değil mi? diye şaka yapmış.”[103]
Gerçekten, Hz.
Peygamber son derece mütevazi ve insanlarla olan temaslarında son derece tabiî,
yapmacıktan, gösterişten, yalandan uzak idi. Çevresiyle oturup sohbet etmekten,
yeri geldiği zaman şakalaşmaktan, nükte yapmaktan da geri kalmazdı. Ancak ne
var ki onun bütün şaka ve mükteleri de gerçeğe uygundu. Bir defasında yaşlı bir
kadına "ihtiyar kadın cennete girmeyecek" diye şaka yapmıştı.
Gerçekten de yaşlı kadınlar cennete ihtiyar olarak değil genç-leşerek
gireceklerdir. Fakat bu kadın o anda bunu düşünemediğinden çok üzülmüş,
ağlayarak dönüp gitmişti. Sonra Hz. Peyamber meselesinin aslını açıklayarak
onu teskin etti.[104]
Binaenaleyh Hz.
Peygamberin latifeleri de, latif ve gerçeğe uygun idi, onun şakaları arasında
yalana ve kabalığa asla yer yoktu. Nitekim şu hadis-i şerif de bu gerçeği
ifade etmektedir. ".... Ben yalnız gerçeği söylerim."[105]
Nitekim, mevzumuzu
teşkil eden hadis-i şerif de bunun örneklerinden sadece bir tanesidir.
Hz. Peygamberin özel
hayatında şı kaya yer verdiğini ifade eden bu hadis-i şeriflerde
"kardeşinle münakaşa etme, onunla şakalaşma ve ona yerine getiremeyeceğin
va'dde bulunma"[106]
mealindeki hadis-i şerif arasında bir çelişki olduğu zannedilmemelidir. Çünkü
Hz. Peygamberin yasaklamak istediği şaka, haddi aşan, kaba, içinde yalan
bulunan şakalardır ve şakayı adet haline getirmektir. Zira şakayı adet hâline
getirmek insanı Allah'ı zikretmekten, dini meseleleri düşünmekten alıkoyar,
kalbi katılaştınr, insanı kırıcılığa, kindarlığa sürükler, heybet ve vakarı da
giderir.
Bu gibi zararlardan
arınmış olan şakalar ise mubahtır, Karşıdakinin gönlünü hoş eden ve onun
yalnızlığını giderip rahatlatan şakalar yapmak ise müstehaptır.[107]
4999... en-Nu'mân
ibn Beşir'den demiştir ki: Ebu Bekir (s.a.) Peygamber (s.a.)'in yanına girmek
üzere izin istedi. Hemen arkasından (kızı) Aişe'njn. yükselen sesini işitti.
Bunun üzerine içeri girince hemen yüzüne tokat atmak için Aişe'yi yakaladı ve:
Bir daha seni (böyle-)
sesini Rasûlullah (s.a.)'in sesinden daha fazla çıkarırken görmeyeceğim (tamam
mı)? dedi. O sırada Peygamber (s.a.) kendisine engel oldu (da Aişeyi
dövülmekten kurtardı). Hz. Ebu Bekir de öfkeli olarak çıkıp gitti. Hz. Ebu
Bekir, çıkınca Peygamber (s.a.) (Hz. Aişe'ye):
Adam(ın dayağm)dan
seni nasıl kurtardım, gördün mü? diye şaka yaptı.
Hz. Ebu Bekir günlerce
durduktan sonra (tekrar gelip) Rasûlullah (s.a.)'m huzuruna girmek için izin
istedi ve Hz. Peygamber ile Hz. Aişe'yi barışmış olarak buldu. Bunun üzerine
onlara:
Beni kavganızın
arasına soktuğunuz gibi barışınıza da sokunuz! diye şaka yaptı, Peygamber de:
(Gel istediğin gibi)
yaptık, (kavgamızın içine soktuğumuz gibi barışımızın içine sokma işini de)
yaptık, cevabını verdi.[108]
Metinde geçen
"elâ eraki" kelimesi aslında "seni daha) görmeyecek miyim?"
anlamına gelir.Çünkü müzâri bir fiil olan "erâki" kelimesiyle başına
gelmiş olan, nefy (olumsuzluk) "lâ"sı ve istifham (soru) hemzesinden
oluşmaktadır. Bu haliyle bir kelime başında soru edatı bulunan olumsuz bir
fiil-i müzari'dir. Ancak bu kelime bu haliyle olumsuz fiili muzari kalıbında
bir "nehy-i hazır" da olabilir. Bu takdirde mana şöyle olur:
"Seni (bir daha böyle) görmeyeceğim e mi?" Hemzesinin istifham-i
inkari için olup asıl yerinin de "terfeîne" kelimesinin başı olduğu
söylenebilir. Buna göre mana şöyledir:
"Seni bir daha
böyle görmeyeyim, demek sen sesini Rasûlullah'ın sesinden daha fazla
çıkartıyorsun, öyle mi?"
Tîbî (r.a.)'ye göre bu
cümle "sus sakın bana bir de sesini yükseltmene sebep olan şeyleri
anlatmaya kalkma”[109] anlamına
gelir.
"Letama"
kelimesi yüze tokat attı demektir. Aslında yüze tokat vurmak dinen yasaktır.[110]
Fakat, henüz o sıralarda bu yasak gelmediği için Hz. Ebu Bekir buna yeltenmiş olabilir.
Ya da aslında bu yasağı bildiği halde öfkesinin şiddetinden bu yasağı bir anda
hatırlayamamış fakat biraz sonra hatırladığı için bundan vazgeçmiş olabilir.
Çünkü metinde her ne kadar Hz. Ebu Bekir'in Hz. Aişe'ye tokat atmaya teşebbüs
ettiğinden bah-sediliyorsa da tokat attığından söz edilmiyor. Gerçi Hz.
Peygamberin Hz. Aişe'yi dövmesine engel olduğundan söz ediliyor. Ama bu
"eğer Hz. Peygamber araya girmeseydi mutlaka yüzüne tokat atacaktı"
anlamına gelmez. Kesin olan şu ki, Hz. Ebu Bekir ona tokat vurmaya teşebbüs
etmiş fakat her nasılsa bunu gerçekleştirememiştir.
Hz. Peygamberin Hz.
Aişe'ye: "Gördün ya seni babanın elinden nasıl kurtardım demesi"
gerekirken, "Gördün ya seni adamın elinden nasıl kurtardım" diyerek
şaka yapması aslında bir şaka olmakla beraber aynı zamanda "Hz. Ebu
Bekir'in Allah ve Resulü için öfkelenen kâmil bir erkek olduğu, hakiki
mertliğin en şaşmaz ölçünün de sevdiğini Allah ve Rasulü için sevmek yerdiğini
de Allah ve Rasulü için yermek olduğu" gerçeklerini de ifade eden bir
vecizedir. Binaenaleyh bir önceki hadisin şerhinde de ayrıntılı biçimde
açıkladığımız gibi Hz. Peygamber özel hayatında kabalıktan, yalandan uzak,
lâtif olan latifelere yer verirdi. Fakat bunu sık sık yapmaz, tadında
bırakırdı.[111]
5000... Avf
İbn Malik el Eşcaî'den (rivayet edilmiştir) dedi ki: Tebük savaşında
Rasululiillah (s.a.)'ın yanına vardım, deriden (yapılmış) bir çadırda
(bulunuyor) idi. (Kendisine) selam verdim. (Selâmımı) aldı ve: "Gir"
dedi. (Ben de):
Her tarafıni(la rrii
gireyim) ey Allah'ın Resulü? dedim.
Her tarafınla,
cevabını verdi.[112]
5001... Osman
İbn Ebi'l-Âtike'den (rivayet edilmiştir); dedi ki:
(Avf ibn Malik, bir
önceki hadiste sözkonusu edilen) "Her tarafımla mı gireyim" sözünü
sırf çadırın küçüklüğünden dolayı (şaka olsun diye) söyledi.[113]
5002... Hz.
Enes den (rivayet edilmiştir); dedi ki: Rasülullah (s.a.) (birgün) bana:
"Ey iki kulaklı!" diye şaka yaptı.[114]
Görüldüğü gibi, Hz.
Peygamber, Özel hayatında lâtif şakalara yer vermiştir. Ashab-ı kiram da onun
şakalarındaki incelikleri ve özellikleri kavrayarak yerinde, tatlı ve latif latifler
yapmaktan geri durmamışlardır. (5000) numaralı hadis-i şerifle (5001) numaralı
hadis-i şerifler, sahabe-i kiramın bu nevi şakalarına bir misal teşkil ederken,
(5002) numaralı hadis-i şerif de Resulü Zişan efendimizin söz konusu
şakalarından birini teşkil etmektedir.
Bilindiği gibi herkes
iki kulaklıdır. Hz. Enes de herkes gibi iki kulaklıdır. Bu itibarla iki
kulaklı olmak bir özellik teşkil etmediği için zikre değmez gibi görülmekle
beraber, bu tabirle "söylenen sözleri çok dikkatlice dinleyip anlayan ve
insanın iki kulaklı bir ağızlı olarak yaratılmasındaki hikmeti kavrayarak
dilini lüzumsuz lakırdılardan koruyan, iki dinleyip bir söyleyen" gibi
manalar kasd edildiği düşünülürse, bu tabirin muhatabın gönlünü ne kadar hoş
edeceği, onun özelliklerini nasıl bir vecazetle ortaya koyacağı ve ne kadar
lâtif bir şaka olduğu kolayca anlaşılır.Biz Hz. Peygamberin şakalarındaki
Özellikleri (4998-4999) numaralı hadislerin şerhinde açıkladığımızdan burada
tekrara lüzum görmedik.[115]
5003... (Abdullah
b. es-Saib b. Zeyd b. Said'in) dedesinden rivayet edildiğine göre) kendisi
(birgün) Rasülullah (s.a.)'i şöyle buyururken işitmiş:
"Sizden biriniz
(din) kardeşinin herhangi bir malını şaka ve ciddî olarak almasın"
Süleyman (b; Abdurrahman bu hadisi); "şaka olsun diye de almasın
ciddiyetle de (almasın" şeklinde yukarıdaki metnin manasına uygun olarak)
rivayet etti. (Hadisin kalan kısmı şöyledir):
"Kim (din)
kardeşinin bastonunu (bile haberli veya habersiz olarak) almışsa onu derhal
geri versin"
Ebu Davud dedi ki; Bu
hadisi, bana rivayet eden iki râviden biri olan Muhammed b. Beşşâr, İbn
Yezid'(in isminji zikretmedi. (Yani onu atlayarak sanki hadisi, bizzat Hz.
Peygamberin ağzından dinlemiş gibi;
"Rasûlullah
(s.a.) buyurdu ki:..." diye rivayet etti.[116]
Metinde geçen;
"şaka ve ciddî olarak almasın" sözü şu manalara gelmektedir:
1. Sizden
biriniz, din kardeşinin malını, sahiplenmek gayesiyle şakaya tutturarak veya
oyunla elinden almasın.
2. Sizden
biriniz sırf kardeşini kızdırıp onunla eğlenmek maksadıyla onun malını
ciddiymiş gibi görünerek elinden almasın.
3. Sizden
biriniz din kardeşinin malını elinden her ne maksatla olursa olsun ciddî olarak
da almasın şaka veya oyunla da elinden almasın.
Bilindiği gibi değeri
az bile olsa her kesin malı kendi yanında kıymetlidir.
Bir müslüman maimı
haksız olarak elinden ciddî bir şekilde almanın haramhğı ve kötülüğü bellidir.
Nitekim bu husus; "Bir kimsenin sahibinin izni olmaksızın başka birinin
malını kullanması caiz değildir."[117]
ifadesiyle formüle
edilmiştir.
Bu malı zahiren ciddi
görünüp de aslında geri vermek niyetiyle almakta ise malın sahibini
korkutmaktan, üzmekten başka birşey yoktur.
Bir müslümanı
korkutmak ise haramdır.[118]
Sonradan vermek niyetiyle şaka olsun diye almanın ise hiçbir anlamı yoktur.
Bu bakımdan bir
kimsenin malım bu yollardan biriyle elinden almak asla caiz değildir.[119]
5004... Abdurrahman
İbn Ebi Leylâ'dan demiştir ki: Rasûlullah (s.a.)'in sahabilerinin bize haber
verdiklerine göre, (kendileri birgün) Peygamber (s.a.)'le yolculuk ederlerken
içlerinden biri uyuyakalmış. Bunun üzerine onlardan birisi varıp o sahabinin
yanında bulunan ipi almış. (Adam uyanıp da yanında bulunan ipi göremeyince)
korkmuş. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):
"Bir müslümanın,
bir müslümanı korkutması helâl değildir" buyurmuş.[120]
Hadis-i şerif şakayla
bile bir müslümanı korkutmanın haram olduğuna delâlet etmektedir.[121]
5005... Abdullah
ibn Amr'den (rivayet olunmuştur) Rasûkıllah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah erkekler
arasından dilini, ineğin dilini (otlara) doladığı gibi (kelimelere) dolay(arak
konuş)an edebiyatçıya mığzeder."[122]
Hadis-i şerifte
edebiyat gösterişi yapmak için ağzını doldura doldura, dilini evire çevire
konuşan erkekler, dillerini dolaya dolaya ot yiyen ineklere benzetilmiştir.
Hadis-i şerifte sadece
böyle edebiyat gösterisi için ağzını doldura doldura konuşan erkeklerin
yerilmesi ve kadınlardan söz edilmemesi kadınların bu şekilde konuşmalarının
caiz olduğunu ifâde etmek için değil, bu tür gösteriler daha ziyade erkeklerde
görüldüğü içindir.[123]
Binaenaleyh hadis-i şerifteki bu yerme hem erkekler, hem de kadınlar için
geçerlidir.
Edebiyat gösterisi
yapmak için hadis-i şerifte tarif edildiği şekilde konuşanların hayvanlar
içerisinden sığıra benzetilmesine sebep ise, diğer hayvanlar otları yerken
dişleriyle koparıp alırken sığırların dillerine dolayarak almalarıdır.[124] Bu
bakımdan sözkonusu kimselerin durumuna hayvanlanıı içerisinde en çok benzeyen
hayvan türü sığırdır.[125]
5006... Hz.
Ebû Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim, insanların
gönüllerini cezbetmek için lüzumundan fazla söz öğrenirse Allah kıyamet gününde
onun nafilesini de farzını da kabul etmez."[126]
Sarfü'I-Kelâm: Sözün
fazlası, yani maksadı ifâde için gerekli olan sözün dışında ihtiyaç fazlası sözdür.
Nitekim Hattâbî de; "Para bozdururken, iki paranın değişimi neticesinde
taraflardan birinde meydana gelen fazlalığa sarf ismi verilir" demiştir.[127]
Bu mevzuda Hidaye
yazan Burhaneddin Mergınânî de şöyle demiştir: "sarf, sözlükte artış
anlamına da gelir. İmam Halil böyle demiştir. Bu nedenledir ki nafile ibadete
sarf adı verilmiştir."[128]
İbnü'I Esir de
"en-Nihâye" isimli eserinde şöyle diyor: "Sarf: Tevbe ve nafile
anlamlarına geldiği gibi adi de: Fidye ve fariza anlamına gelir."
Rasulü Zişan
efendimizin ihtiyaçtan fazla sırf insanlar üzerinde te'sir yapabilmek, onların
kalplerini cezbedebilmek amacıyla edebiyat öğrenmeyi yermesinin sebebi,
insanların gönlüne hükmederek onları şahsî emellerine ajet etmek gibi bir
bencillik duygusundan kaynaklanmış olması ve sırf bu duygu ve düşüncelerle
edebiyat öğrenen kimselerin riya, yalan ve yapmacılıktan kurtulmasının mümkün
olmamasıdır. Fakat Allah için, hak yolda hakkın muzaffer olması için insanları
etkilemek ve onları halka iletmek gayesiyle ihtiyaç fazlası süslü yaldızlı,
edebî sözler öğrenmek ise makbuldür ve gözettiği gaye kadar ulvidir.[129]
5007... Abdullah
İbn Ömer'den demiştir ki: Doğu (tarafın) da iki adam gelip bir konuşma
yaptılar. Halk onların (bu konuşmalarını) (çok) beğendi, bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.):
"Gerçekten
söz(ler) den oluşan sihir (ler) de vardır" buyurdu. Yahutta (şöyle dedi):
"Gerçekten bazı sözler sihir (gibi büyüleyici)dir."[130]
Bezlü'l-Mechud yazarının
açıklamasına göre: Metinde konuşmaları beğenilen iki misafirden birisi, ez-Züberkân
İbn Ethemdir. Bunlardan Züberkân çok fasih bir dille kendi faziletlerini sayıp
dökmüş, Amr de çok edebi bir uslûbla onu kötülemiş, bunun üzerine Züberkân,
"Ey Allah'ın Rasulü, aslında bu zatın benim hakkımda bildikleri, hakkımda
sarfetmiş olduğu bu sözlerden ibaret değildir. Aslında bu zat benim bir çok
iyiliklerimi de bildiği halde sırf hasedinden dolayı onları söylemiyor, sadece
kendine göre kötü olan taraflarımı anlatıyor" dedi.
Amr ise ikinci defa
söz alarak birinci konuşmasından daha te'sirli bir söz söyledi. Bunun üzerine
Resul-i Zişan Efendimiz:
"Gerçekten bazı
sözler sihir (gibi büyüleyicidir" buyurdu İhyaü Ulûmi'ddin'de Resulü Zişan
efendimizin bu sözü söylemesinin sebebi şöyle anlatılıyor:
Amr ibn Bühtem bir gün
arkadaşını övdü. Ertesi gün de onu yerdi, Hz. Peygamber, kendisine bu çelişkili
hareketinin sebebini sorunca:
Ey Allah'ın Rasulü, bu
adam dün bana iyi davranıp beni memnun etmişti. Ben de hakkında bildiğim bütün
iyilikleri sayıp döktüm. Bugünse beni öfkelendirdi. Ben de onun hakkında
bildiğim bütün kötülükleri dile getirdim, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a.): "Gerçekten sihir gibi büyüleyici sözler vardır," buyurdu.
Bir Önceki hadis-i
şerifin şerhinde de ifade ettiğimiz gibi böyle parlak ve büyüleyici sözler
hakkın ortaya konması uğrunda söylendiği zaman hakkın değeri nisbetinde makbul
ve ulvi olmakla beraber batıl davalar uğrunda sarf edildiği zaman da uğrunda
kullanıldığı zulüm ve batıl kadar merdûd ve değersizdir. Bunun için insan
söylediği sözün nereye varacağını iyice hesabetmeli, batılı veya haksızlığı
müdafaadan son derece kaçınmalıdır. Resulü Zişan efendimiz:
"Ben ancak bir
beşerim. Bazılarınızın ifadesi, bazılarınızdan daha inandırıcı olabilir. Bu
bakımdan beni kimin lehine, din kardeşi aleyhine bir hüküm verirsem, şüphesiz
lehine hüküm verdiğim kimseye ateşten bir parça kesmiş olurum"[131] buyurmakla
bu hususa işaret etmiş, özellikle mahkemelerde böyle yaldızlı konuşma ve
savunmaların haksızlığın hakka galebe çalmasında ne derece müessir olduğunu ve
sahibini ne denli korkunç akıbetlere sürükleyeceğini çok veciz bir şekilde haber
vermiştir. Hz. Peygamber bu hadisinde hakkı batıl, batılı da hak gösterebilen
sözleri sihire benzetmekle böylesi sözlerle daima batılın hizmetinde olan sihir
arasındaki benzerliği ortaya koymak istemiştir.[132]
5008... Ebû
Zabye'den demiştir ki: Bir gün bir adam ayakta, bir konuşma yapıp sözü
uzatmıştı. Bunun üzerine Hz. Amr ibn el-Âs şöyle dedi:
Eğer (bu adam)
konuşmasını fazla uzatmayıp yerinde kesse idi kendisi için daha hayırlı
olurdu. (Nitekim) ben Rasûlullah (s.a.)'ı şöyle buyururken işittim: "Ben
özlü konuşmayı bilirim -yahutta (bu şüphe raviye-aittir) -özlü konuşmakla emr
olundum. Çünkü özlü konuşmak daha hayırlıdır."[133]
Hadis-i şerif Rasulü
Zişan efendimizin özlü ve kısa konuşmayı sevdiğini ve bunu tavsiye ettiğini
ifade etmektedir. Gerçekten de bir konuşmanın sürçme ve noksanlıklardan sâlim
kalabilmesinin şartlarından biri sözü gerektiği kadar, konuşup, uzatmamaktır.[134]
Rivayet olunur ki, bir
bedevi arap Rasûlullah (s.a.)'in huzurunda konuştu ve sözü uzattı. Bunun
üzerine Peygamber efendimiz ona: "Dilin Önünde kaç perde vardır?"
buyurunca, bedevi arap:
Dudaklarım ve dişlerim
vardır, diye cevap verdi. Efendimiz (s.a.)'e
"Allah Teâlâ
böyle uzun konuşmaya dalanları sevmez. Onun için Çenab-ı Allah, ihtiyaç
nisbetinde konuşup sözü kısa kesen kimsenin yüzünü ak eylesin."dedi.
Bazı belagat ehli
diyor ki:
"Kişinin sözü
faziletinin belgesi ve aklının tercümanıdır. Onun için sözü yerinde bırak ve
azıyla yetin. Sultanını kızdıracak ve kardeşlerini nefret ettirecek uzun
konuşmalardan sakın. Çünkü sultanını kızdıran ölüme maruz kalır ve kardeşlerini
nefret ettiren de hürriyetini yitirir."[135]
5009... Hz.
Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre),RasûlulIah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Birinizin içinin
irin ile dolması şiirle dolmasından daha hayırlıdır."[136]
(Musannif Ehıı
Davud'un arkadaşlarından) Ebu Ali dedi ki: Bana ulaşan haberlere göfp Ebu
Ubeyd şöyle demiştir:
(Bu hadisin) manası
(şudur: Kişinin kafasında) Kur an{-ı Kerim) ve ilim daha fazla olunca bize göre
bu kişinin içi şiir/e dolu değildir. "Muhakkak ki sözlerin bazıları sihir
(gibi)dir." Sanki (bu cümle) deki mana şöyledir: (Bir kimsenin) diğer bir
insanı övmekteki ifadesi o hale erişir ki (dinleyen kimse) onu doğrular nihayet
(bu konuşan kimse) kalpleri kendi sözüne çevirir. Sonra (bu adam) daha önce
övmüş olduğu kimseyi kötüler nihayet (bu sefer de yine bütün) kalpleri bu
seferki sözüne çevirir (inandırır). Sanki bu haliyle dinleyenleri büyülemiş
olur.[137]
Hafız el Münzirî'nin
açıklamasına "öre metinde geçen; "Muhakkak ki, sözlerin bazıları
sihir (gibi etkileyicidir." cümlesinin tesirli söz söylemenin ya da
öğrenmenin aleyhine mi, yoksa lehine mi, delalet ettiği konusunda ulema
ihtilâfa düşmüştür:
1. Bazılarına
göre: Hz. Peygamber, bu sözünde böyle etkili sözleri, kalpleri büyüleyip tesir
altına alan çirkini süsleyip güzel, güzeli de çirkin gösteren sihire
benzettiğine göre; elbette bu hadisiyle sihir gibi etkili sözleri kötülemek
istemiştir. İmam-i Malik'in bu hadisi söylenmesi mekruh olan sözler babında
rivayet etmiş olması onun da bu görüşte olduğunu ifade eder.
Bazıları da sihir ile
bu türlü sözler arasındaki benzerliği de sihirbazlar nasıl sihirleriyle
insanları kandırarak günah kazanırlarsa, bu tür sözleri söyleyen kimseler de
kişileri sözleriyle etkileyerek onlara hakkı batıl, batılı da hak göstermek
suretiyle durmadan günah kazanırlar, derler.
2. Bazılarına
göre ise efendimiz bu hadis-i şerifleriyle sihir gibi etkileyici sözleri övmek
istemişlerdir. Çünkü bu gibi sözlerle kalpler te'sir altına alınabildiği gibi,
öfkeli insanların öfkeleri de teskin edilebilir. İnsanlar bu gibi etkili
sözlerin te'siriyle zor işleri göze alıp büyük zorlukları yenip başarılı bir
halâle gelebilirler.
Nitekim sihir gibi
etkili olan sözlerle ilgili olan bu hadisin şiirin hikmet olduğunu açıklayan
cümlelerle birarada yanyana zikr edilmiş olması da buna delâlet eder. Çünkü
biri övmek diğeri de yermekle ilgili iki cümlenin bir arada zikredilmesi
ihtimali oldukça zayıftır.
3. Bazılarına
göre de insanın içini irinle doldurmasının şiirle doldurmasından daha hayırlı
olduğunu ifade eden cümlede yerilmek istenen şiir, kâfirler tarafından Hz.
Peygamberi zemmetmek için söylenmiş olan şiirlerdir. Fakat bu görüşün
yanlışlığı açıktır. Çünkü böyle bir şiirin kötü olması ve yerilmesi için
insanın içini dolduracak kadar çok öğrenilmesine gerek yoktur. Böyle bir şiirin
bir mısrası bile insanı küfre götürmek için yeterlidir.
Bütün bu görüşler
birlikte gözden geçirilince bu konuda en doğru olan görüşün, Hz. Peygamberin bu
hadisiyle insanları batıla yöneltme, hakkı batıl batılı da hak gösterme yolunda
kullanılan sihir gibi etkili sözleri yermek istediğini söyleyenlerin görüşü
olduğu kolayca anlaşılır.
4. İmam Ebu
Hilal el-Askeri'ye göre Hz. Peygamber bu hadisiyle sihir gibi etkili sözlere
karşı duyduğu hayranlığı dile getirmiştir. Bu ise sözü geçen sözleri öğmekten
başka bir anlama gelmez.
5. İmam
Nevevî'ye göre şiir genellikle insanı Kur'ân okumaktan ve diğer dinî
ilimlerden alıkoyar. Bu sebeble, Hz. Peygamber, bu gibi şartlar altında
ekseriyetle şiirle meşgul olup şiir öğrenmeyi yermiştir. Fakat, insanın
kafasını ve gönlünü meşgul eden ilimlerin çoğunluğunu Kur'an-ı Kerim ve diğer
dinî ilimler olunca şiirle meşgul olmasında bir sakınca yoktur. Çünkü bu
durumda o kimsenin içini şiirle doldurduğu da söylenemez.
6. Ebu Ubeyd
el-Bekrî ise bu konuda şunları söylemiştir: Ulemadan bazıları, bu hadis-i
şerifin sihir gibi tesirli sözleri övmek için söylenmiş olduğunu zannettiler ve
kitaplarında bu görüşe uzun uzun yer verdiler.
Bazıları da bu hadisin
sihir gibi etkileyici sözleri, yermek için söylenmiş olduğunu söylediler.
Nitekim, İmam Malik de bu görüşte olduğu için bu hadisi Muvatta'da
"söylenmesi mekruh olan sözler" babına yerleştirmiştir. En doğru
olan görüş de budur. Çünkü Yüce Allah'ın: "... yaptığınız sihirdir, fakat
Allah onu boşa çıkaracaktır. Allah bozguncuların işini elbette
düzeltmez..."[138]
mealindeki âyet-i kerimede sihre "fesat: bozgunculuk" ismini vermesi
de buna delâlet eder.
Süyutî'nin ifade
ettiği gibi musannif Ebu Davud'un bu konudaki görüşü de böyledir.[139]
Gerçek olan şudur ki;
yapılan işler, vasıta oldukları gayenin hükmüne tabi olduklarından batıla
vasıta olan şiir veya nesirlerle uğraşmak, batıl ve merdûd; hakka ve hikmete
vasıta olan nesir ve şiirlerle meşgul olmak, makbuldür.
Bu konuda Hanefî
ulemasından İbn Âbidin şöyle demiştir: ".... Mekruh olan ilim,
Müvelledînin gazel ve betalet şiirleridir. ... Binaenaleyh nükte yapmak,
letafet göstermek, üstün teşbihler ve ince manalar ifade etmek maksadıyla az
miktarda şiir söylemekde beis yoktur."[140]
5010... Hz.
Ubey b. Ka'b'da demiştir ki: Peygamber (s.a.) şöyle buyurrdu: "Şüphesiz ki
bazı şiirler hikmettir."[141]
Şiir, sözlükte bir
şeyi zekâ ve fatenetle iyice anlatmak, manasınadır ve bilmek anlamına gelen
ilimden daha özel bir manaya gelmektedir.
Istılahta ise kasden
ve irade ile söylenen vezinli, kafiyeli sözdür. Şiirde kast ve iradenin
bulunması şart olduğundan vezinli ve kafiyeli olarak gelen âyetlere ve
hadislere şiir denilemez.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadisi açıklarken merhum Kâmil Miras şöyle demiştir: "Bundan sonra
Buharî, şiir ve recez inşâd eden şairlerin kötülüklerini ve iyiliklerini tarif
eden Şuarâ suresinin sonundaki dört âyeti zikretmiştir ki mealleri şöyledir:
"Şairler ki
bunların ardınca sapıklar, azgınlar giderler. Görmez misin onlar (söz
sahasının) her vadisinde dolaşırlar. (Hissin, lezzet ve nefret cihetlerini
gıcıklarlar) ve yapmayacakları şeyleri (yaparız diye yalan) söylerler. Ancak
iman eden (şair)ler ve hayır işleyenler ve Allah'ı çok zikredenler ve
kendilerine (müşrikler tarafından) zulüm edildikten sonra intikam alanlar
başka. O zulüm edenler hangi bir inkılab vakıasında yuvarlanacaklarını yakında
anlayacaklar."
Tefsir sahiplerinin
beyanına göre "Şairler ki, bunların ardınca sapıklar gider..."[142]
âyeti nazil olunca, İslam şâirlerinden Abdullah b. Revaha, Ka'b b. Malik,
Hassan b. Sabit Rasûlullah'a gelmişler ve ağlayarak:
Ya Rasûlllah! Allah
Teâlâ bu âyeti gönderdi. Allah bilir ki biz şairiz, diye şikâyet etmişlerdi.
Rasulü Ekrem de:
Âyetin alt
tarafını,"... ancak inanıp yararlı iş işleyenler Allah'ı çok çok
ananlar... müstesna..."[143] kavl-i
şerifini okuyunuz, buyurmuştur.
Bu âyetlerle, izanıyla
meşgul bulunduğunuz Ubeyy b. Ka'b hadisinin delâletleri veçhile şiirin, hayra
fazilete teşvik ve tergib eden menfaatleri olduğu gibi fuhşa, sefahete hizmet
eden zararlıları da vardır. Birinciler medih, ikinciler zemmedilmiştir."[144]
Nitekim Rasulü Zişan
efendimiz şair Lebid'in: "Dikkat et ki Allah'dan başka her şey
batıldır..." mealindeki şiirini en doğru söz olarak vasıflandırması[145] da
hayra ve fazilete tevsik eden hayırlı şiirlerin de olduğuna ve bunları Hz.
Peygamberin takdir ettiğine delâlet etmektedir. Bu konuda daha fazla bilgi için
bir önceki hadis-i şerifin şerhine de müracaat edilebilir.[146]
5011... İbn
Abbas'dan demiştir ki: Bir çöl arabı Peygamber (s.a.)'e gelerek (huzurunda çok
fasih) bir dille konuşma' yaptı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a):
"Kuşkusuz bazı
sözler sihir, bazı şiirler hikmettir” buyurdu.[147]
Bu hadisle ilgili açıklamalar
(5009) ve (5010) numaralı hadislerin şerhinde geçtiğinden burada tek-rara lüzum
görmüyoruz.[148]
5012... (Sahr
b. Abdullah İbn Büreyde'nin) dedesinden demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.)'i
şöyle buyururken işittim: "Kuşkusuz bazı sözler sihir (gibi tesirledir,
bazı ilimler cehalettir. Bazı şiirler, hikmettir, bazı sözler de
vebaldir." (Bu hadis-i şerif bu şekilde rivayet edilmiştir) bunun üzerine
Sa'sa'a b. Sûhan şöyle dedi: "Kuşkusuz bazı sözler sihir (gibi etkili)
dir" sözüne gelince (bunun manası şudur):
"Hak bir adamın
aleyhine olur. (fakat bu adam) delilleri dile getirmekte hak sahibinden daha
güçlüdür. (Bu adam) konuşmasıyla toplumu etkiler ve gerçeği alır götürür.
"Bazı ilimler de cehalettir" sözüne gelince (bunun da manası şudur:)
Bir âlim kendini
bilmediği bir konuda konuşmaya zorlar, bu da onun cahilliğini ortaya çıkarır.
"Bazı şiirler
hikmettir" sözüne gelince, bu hikmet olan şiirler ise (şiirlerden oluşan)
vaazlar ve halkın öğüt aldığı darb-i meselelerdir.
"Bazı sözler de
(söyleyen kimseler için) bir vebaldir" sözüne gelince (bu) sözünü
kendisini ilgilendirmeyen ve (dinlemek) istemeyen kimselere söylemendir."[149]
Bu hadis-i şerifi
musannif Ebu Davud, Sa'sa'a b. Suhan'ın anlayışına göre açıklamıştır. Sa'saVnın
yaptığı bu açıklama Ebu Davud (r.a)'ın anlayışına da uygundur.
Biz "Bazı sözler
sihir (gibi etkili)dir." sözünü (5009) numaralı hadisin şerhinde,
"Bazı şiirler de hikmettir" sözünü ise (5010) numaralı hadisin
şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.
Biz burada ancak daha
önce izahı geçmeyen cümleleri tahlil etmeye çalışacağız.
1. "Bazı
ilimler cehalettir." sözüyle kasd edilen ilim, falcılık gibi, tarihin
kesinlikle tesbit edemediği karanlık devirlere ait İsrailiyyat kabilinden
asılsız haberler ve faydasız bilgiler yığınıdır. Bunları öğrenmek insana
birşey kazandırmadığı gibi hem faydalı bilgiler öğrenmek için son derece
kıymetli olan zamanın zayi olmasına sebep olacağı, hem de gerçekten lüzumlu
olan bilgileri Öğrenmeye fırsat bırakmayıp, onların yerini alacağı için, bu bilgiler
cehaletle özdeştir. Son derece kısıtlı olan ömrünü bunlarla geçiren kimse,
gerçek ilmi öğrenmeye imkan bulamayacağından cahil kalmaya mahkûmdur. Onun için
efendimiz bu tür bilgileri öğrenmenin insanın gerçek bilgileri öğrenmesine
engel olacağını haber vererek ümmetini bu hususta ikaz etmiştir.
Bu cümleyi daha farklı
şekillerde anlayanlar da vardır. Bazılarına göre bu cümle ile anlatılmak
istenen kişinin ilmiyle amel etmemesidir. Çünkü kişi bilgisiyle amel
etmeyince, hiç bilgisi olmadığı için amel edemeyen cahilden farkı kalmaz.
Bazılarına göre de bu
cümle ile kast edilen, bilmediği konularda konuşmaya kalktığı için çelişkili
tutarsız sözler söylemek durumuna düşen âlimdir. Çünkü her ne kadar diğer
konularda bilgisi varsa da bilmediği konularda konuşarak bilgi vermeye
kalktığı için onun vermeye çalıştığı bu sözde bilgiler aslında cehaletten başka
birşey değildir.
2. "Bazı
sözler de vebaldir." cümlesine gelince, bu cümle ile kast edilen:
"Belanın gelmesini temenni eder mahiyette veballi sözler söylemek ve
karşıdakine kendisini ilgilendirmeyen ya da seviyesinin üzerinde olan sözler
söyleyerek onu bıktırmaktır."
Metinde geçen
"... delil getirmekte hak sahibinden daha güçlü olur..." cümlesini
(3583) numaralı hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum
görmüyoruz.[150]
5013... Said
b. el-Müseyyeb de demiştir ki:
(Bir gün Hz.) Ömer
mescidde şiir söylemekte olan Hz. Hassan (b. Sabitle uğradı. (Onu şiir söyler
vaziyette görünce) O'na (şöyle göz ucuyla) bir baktı, bunun üzerine Hz. Hassan
(O'na hitaben):
Ben bu mescidde senden
daha hayırlısı var iken de şiir söylerdim." dedi.[151]
5014... Hz.
Said b. el-Müseyyeb Hz. Ebu Hüreyre'den de (bir önceki hadisin) manasını
(rivayet etmiştir. Ancak bu rivayette ravilerden Ma'mer bir önceki hadisten
fazla olarak şunu da) ilave etmiştir: (Hz. Ömer camide şiir okunuşuna karşı
bakışlarıyla gösterdiği tepkiye, Hz. Hassan'ın) Rasûlullah (s.a.)'in bu hususta
vermiş olduğu izne dayanmak suretiyle karşılık vereceğinden korktuğu için O'na
(mescidde şiir söylemesi hususunda) izin verdi.[152]
Hassan b. Sabit
(r.a)'ın kendisinden rivayet edilen eder. bir hadis-j şerifte açıklandığı üzere
Rasûlullah (s.a.) O'na: "Onları hicvet (korkma) Cibril seninle
beraberdir."[153]
buyurmuştur.
Aynı şekilde
mü'minlerin annesi, Hz. Aişe'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.),
Hassan için mescidde bir minber kurdurur, Hz. Hassan da o minberin üstüne
çıkıp kâfirleri hicv edermiş.[154]
Edebiyat meraklısı
kimselerin gerek kendilerinin gerek başkalarının şiirlerini söylemeleri caiz
olup olmadığı meselesi müctehidleri iki kısma ayırmıştır: Bir takımları şiir
söylemenin mutlak surette caiz olduğunu söylemişlerdir. Şa'bî, Amr ibn Sa'd
Becelî, Muhammed İbn Şirin, Said İbn el-Müseyyeb, Kasim, Sevrî, Evzâî, Ebu
Hanife, Malik, Şafiî, Ahmed b. Hanbel, Ebu Yusuf, Muhammed, İshak, Ebu Sevr,
Ebu Ubeyd (r.a.) bu görüştedirler. Sözü geçen fıkıh imamlarına göre, Hicivden,
fuhuşdan, müslümanlardan birinin şeref ve haysiyyetine taarruzdan uzak olan
şiirleri söylemekte bir sakınca yoktur. Delilleri ise "Ey Allahım,
Hassan'i rû-hü'l Kudüs ile te'yid buyur."[155]
mealindeki hadis-i şerifle konumuzu teşkil eden hadisin şerhi esnasında geçen
hadislerdir.
Mesrûk ile, İbrahim
Nehaî, Salim İbn Abdullah, Hasan-ı Basrî ve Amr ibn Şuayb (r.a.) ise şiirin
rivayetini de söylenmesini de mekruh görmüşlerdir. Delilleri ise
"Şairlere gelince; onların ardınca ancak sapıklar gider."[156]
mealindeki âyet-i kerime ile "Birinizin içinin irin ile dolup harap olması
şiirle dolu olmasından daha hayırlıdır."[157] Mealindeki
hadistir.
Şiir söylemekte bir
sakınca olmadığını söyleyen fıkıh imamlarınca buradaki nehy her şiire şâmil
olmayıp sadece fuhş-u kelâm ile karışık olan şiirlere şamildir.
Nitekim Rasulü Ekrem
(s.a.)'in çok kere şiir dinlemiş olmaları, veznini değiştirerek bile olsa
başkalarının şiirlerini okumaları ve Özellikle, Hz. Hassan'ı her fırsatta şiire
teşvik buyurmaları da bu görüşü te'yid etmektedir.
Her ne kadar
müşriklere karşı şiirle sebb ve hicivde bulunmak caiz ise de , kâfirlerin de
buna karşılık vererek, ehl-i İslama küfretmeleri ihtimal dairesine
gireceğinden, bunu müslüm anların başlatması caiz görülmemiştir. Fakat
tecavüzü müşrikler, başlatırlar da aynı silahla müdafaa zarureti hasıl olursa o
zaman bunda bir sakınca yoktur. Çünkü "müşriklerle, mallarınız,
canlarınız ve dillerinizle mücadele ediniz." buyurulmuştur.[158]
Mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şeriften anlaşıldığına göre Hz. Ömer mescidde şiir söylemenin caiz
olmadığı görüşünde imiş. Hz. Hassan b. Sabit'i şiir söylerken görünce bunu
tasvib etmemiş ve tasvib etmediğini bakışlarıyla belli etmiş. Hz. Ömer'in
bakışlarındaki manayı sezen Hz. Hassan: "Ben'bu mescidde senden daha
hayırlısı varken de şiir söylerdim" diyerek Hz. Ömer'e karşı kendini
savunmaya başlamış. Hz. Ömer onun, kendisini savunmaya kararlı olduğunu ve bu
hususta Hz. Peygamberin kendisiai tasvib ettiğini ileri sürerek kendisine
cevap vermeye hazır olduğunu gördüğü için Hz. Peygamber'e dayanılarak kendisine
cevap verileceği ve neticesiz kalacağı belli olan bir münakaşaya girmek istememiştir.
Bezlü'l-Mechud
yazarına göre gerçekte bu konuda, Hz. Ömer'in görüşü daha isabetli idi. Çünkü
Hz. Peygamber devrinde mescidde şiir söylemeyi gerektiren sebepler vardı. Hz.
Ömer devrinde bu sebeplerden hiç birisi kalmamıştı.
Hassan b. Sabit
el-Ensari (r.a.) Muhadramindendir (yani hem cahi-liyyet döneminde hem de
İslamiyet döneminde yaşamıştır). 120 sene yaşamış bunun yarısını cahiliyye
devrinde yarısını da İslamda geçirmiştir. Babasıyla iki ceddinin de yüzyirmişer
sene yaşadıkları rivayet olunur. Künyesi Ebu'l-Velid, yahut Ebû
Abdurrahman'dır.[159]
5015... Hz.
Aişe'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) Hassan b. Sabit için mescide bir minber
koy(dur)wuştu. (Hz. Hassan) o minberin üzerine çıkar, Rasûlullah (s.a.)
aleyhine konuşanları hicvederdi.
Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.): "Muhakkak ki, Allah'ın Resulünü savunduğu sürece, Ruhulkudus
Hassan ile beraberdir."[160]
buyurdu.[161]
Hicviyye: Kusur ve
aybın teşbih ve teşhiri için yazılan şiirler hakkında kullanılan bir tabirdir.
Bu türlü nesir yazılara da o ad verilir. Birinin kusur ve ayıbını meydana koymak
manasına gelen Arapça "Hecv" kökünden gelmektedir. Üstat Tahir
Olgun'un dediği gibi "hiciv yahut hecv" maddesinin bu telaffuzu bizim
ağzımıza zor gelmiş olmalıdır ki inceltilmiş "hicv" yapılmıştır.[162]
Ruhulkudus: Cebrail aleyhisselamdır.[163]
1. Hakkı ve hakikati
ifade eden ve içerisinde dinen yasaklanmış sözler bulunmayan şiirleri yazmak ya
da okumak caizdir.
2. Mubah
şiirleri mescidde okumak caizdir. (Bu madde ile ilgili fıkhı görüşleri bir
önceki hadisin şerhinde açıkladık).
3. Ruhulkudus,
Cebrail aleyhisselamdır.[164]
5016... Hz.
İkrime'den (rivayet edildiğine göre) Hz. Abbas: "Şairlere gelince onların
ardınca azgınlar gider."[165]
âyetini okumuş ve şöyle demiştir: (Yüce Allah) âyetin şairlerle ilgili olan bu
hükümünden: "Ancak iman etmiş, salih amel işlemiş ve Alah'ı çokça
zikretmiş olanlar...
müstesna"[166]
buyruğu ile (anılan kimseleri, bu hükmün dışında tutarak) nesh istisna etmiş
(onları hariç bırakmış)tır.[167]
Bu konuda İbn Kesir
(r.a) şöyle diyor: Muhammed b İshak'ın Yezid İbn Abdullah İbn Kusayt'dan, onun
ta Temim ed-Dari'nin kölesi Ebu'l-Hasan Salim el-Berrad'dan rivayetinde o,
şöyle anlatmış: "Şairlere gelince, onlara da azgınlar uyar."âyeti
nazil olduğunda, Hassan b. Sabit, Abdullah b. Revaha ve Ka'b b. Malik ağlayarak
Allah Rasulü (s.a.)'ne geldiler ve:
Bu âyeti indirdiği
sırada şüphesiz Allah Teâlâ bizim şair olduğumuzu biliyordu, dediler. Allah
Rasulü (s.a.):
"Ancak iman
etmiş, salih amel işlemiş olanları müstesnadır." âyetini okuyup: İşte
bunlar sizlersiniz, "Allah'ı çokça zikretmiş olanlar müstesnadır."
ayetini okuyup: İşte onlar sizlersiniz, "zulme uğratıldıktan sonra zafer
kazananlar müstesnadır."ayetini okuyup: İşte onlar sizlersiniz, buyurdu.[168]
5017... Hz. Ebu
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) sabah namazın(ı
kıldık)tan (sonra yüzünü cemaate doğru) dönünce (onlara):
Bu gece sizden
biri(niz) rü'ya gördü mü? diye sorar ve şöyle dermiş: "Muhakkak ki
(artık) benden sonra Peygamberlikten, sadık rüyadan başka bir şey
kalmayacaktır."[169]
5018... Hz.
Ubâde b. Sâmit'ten (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Mü'minin rü'yası
Peygamberliğin kırkalti cüz'ünden bir cüz'dür."[170]
(5017) numaralı
hadis-i şerifte, Hz. Peygamberin vefatı ile peygamberlik görevinin sona erdiği
ve vahyin ebediyyen kesildiği, binaenaleyh artık bundan sonra sadık
rü'ya-lardan başka istikbalde olacak hadiselere dair haberleri alma yolunun kalmadığı
ifâde edilmektedir.
Buna göre, Hz.
Peygamberin dar-i bakaya irtihali ile Peygamberlik sona ermiş ve gayba ait
haberleri bilme hususunda ilham kabilinden olan rü'yadan başka bir yol
kalmadığından artık gaybı bilme konusunda elde nübüvvet gibi kesin bir delil
kalmamıştır. Çünkü her ne kadar rü'yayı sa-dıka ve ilham hak ise de bir
kimsenin görmüş olduğu rüya ve almış olduğu ilham kendisi için bir delil olsa
da başkaları için delil olamaz. Mevzu-muzu teşkil eden (5017) numaralı hadis
ise sahibi için bir delil ve gayba ait sağlam bir bilgi kaynağı olması
bakımından sadık rü'ya vahye benzetilerek Peygamberliğin kırkaltı cüz'ünden
bir cüz sayıldığı ifade edilmektedir. Bazılarına göre ise Peygamberlikten bir
cüz olduğu söylenen sadık rü'yadan maksat, Yusuf (a.s.)'a verilen rü'ya tabiri
ilmidir.
Hafız İbn Hacer'in
Fethü'l - Bari'de açıkladığına göre sadık rü'yanıh Peygamberliğin kaç cüz'ünde
bir cüz olduğuna dair rivayetler çok farklıdır. Bunlar içerisinde en sahih
olan rivayetler sadık rü'yanın peygamberlikten; 1/26, 1/40, 1/45, 1/48, 1/47,
1/49, 1/50, 1/70, 1/76, cüz olduğuna dair rivayetlerdir. Peygamberlikten 1/24,
1/25, 1/27, 1/42, 1/72, cüz olduğuna ifade eden zayıf rivayetler de vardır.
Hattâbî'nin
açıklamasına göre mevzumuzu teşkil eden (5018) numaralı hadis-i şerifi, rüya
mselesinin aslını tahkik ve tetkik etmekte ve onun başkalarında değil de sadece
peygamberlerde peygamberliğin cüz'lerin-den bir cüz olduğunu ve peygamberlerin
uyanık iken vahy aldıkları gibi uyurken de rü'yalarmda vahy aldıklarını ifade
etmektedir.
Yine Hattâbî'nin
(r.a.)'in haber verdiğine göre İbn el-Arabî Umeyr'den naklen:
"Peygamberlerin rü'yası vahiydir" mealinde bir hadis rivayet etmiş ve
arkasından: "... yavrum ben rü'yamda seni boğazladığımı görüyorum. Artık
bak ne düşünürsün? (çocuk ona şöyle) dedi:
Babacığım! Sana ne emr
ediliyorsa yap..."[171]
âyet-i kerimesini okumuş."
Sadık rü'yanın
peygamberliğin cüzlerinden biri olarak bildirilmesi ve bu mevzudaki
rivayetlerin farklı olması meselesine gelince; bu hususta çeşitli açıklamalar
yapılmıştır. Bunlardan bazıları şöyledir:
"Bab'ımız
rivayetlerinde salih rü'yanın peygamberliğin cüz'lerinden olduğu üç hadisle
bildirilmektedir. Bunların en meşhuruna göre rü'ya peygamberliğin kırk altı
cüz'ünden bir cüz'dür. İkinciye göre kırk beş, üçüncüye göre yetmiş cüz'ünden
bir cüz'dür. Müslim'den başkalarının rivayetlerinde cüz sayıları daha da
değişmektedir. Meselâ İbn Abbas (r.a) bir rivayetinde: "Elli cüz'ünden bir
cüz'ü": İbn Ömer rivayetinde: "Yirmi
altı cüz'ünden bir
cüz'ü"; Ubade
rivayetinde; "kırkdört cüz'ünden
bir cüz'üdür." denilmişir. Taberi bu ihtilâfın, rü'yayı görenlerin
muhtelif olmasından ileri geldiğine işaret etmiştir. Salih mü'minin rü'yası,
Peygamberliğin kırk altı cüz'ünden bir cüz, fasıkm rü'yasi ise yetmiş cüz'ünden
bir cüz olur. Bazılarına göre bu ihtilâftan murad: Gizli rü'yalar yetmiş
cüz'den bir cüz', aşikâr (açık) rü'yalar kırk altı cüz'den bir cüz'dür,
demektir. Bir takımları da şöyle demişlerdir: "Peygamber (s.a.)'e yirmi üç
sene vahy geldi. Bu yirmiüç senenin on üçü Mekke'de, onu Medine'de geçti. Daha önceki,
altı ayda vahyi rü'yada görmüştür. Bu altı ay kırk altı ayın bir cüz'üdür.
Mâziri diyor ki:
"Ulemadan bazıları rü'yaların peygamberlikle hasıl olan ve o sayede temyiz
edilen şeylere kırk altıda bir cüz1 nisbetinde benzerliği olduğunu
söylemişlerdir. Bazıları birinciye (yani altı ay rü'ya meselesine) itiraz
etmiş. Rasûlullah (s.a.)'in peygamberlik gelmezden Önce, vahyi tam altı ay
rü'yada gördüğü, tam sabit olmamıştır. Bir de peygamber olduktan sonra birçok
rü'yalar görmüştür. Bunlar da altı aya katılınca nisbet değişir, demişlerdir.
Bu ikinci itiraz batıldır. Çünkü vahyden sonraki rü'yalar melek vasıtasıyla
olmuştur ki, bunlar da vahye dahil olur, ayrıca hesaba katılmazlar.[172]
Bu konuda İbn el Esir
En-Nihaye isimli eserinde şöyle diyor: "Sadık rü'yanm peygamberlik
cüz'lerinden bir cüz' olduğu açıklanırken Özellikle kırkaltı cüz'den bir cüz
olduğu üzerinde durulmasının manası şudur: Bilindiği gibi sahih rivayetlerin
ekserisine göre Hz. Peygam-ber'in peygamberlik görevi yirmiüç sene sürmüştür
Bunun altı ayı (yani yarım yıl) sâdık rü'ya ile geçmiştir. Bu altı aylık
dönemde Hz. Peygamber vahyi hep sadık rü1 yalarla almıştır. İşte bu altı ay
peygamberlik süresinin tümüne nisbetle kırk altıda bir cüz' eder. Hadis-i
şerifte anlatılmak istenen budur. Bu konuda gelen rivayetlerin kuvvetlisi de
budur. Rü'yayı sadıkanın peygamberliğin kırk altı cüz'ünden biri olduğunu ifade
eden rivayetler bir birbirlerini desteklemektedirler.
Ancak sadık rüya'mn
peygamberliğin kırkbeş cüz'ünden bir cüz' olduğunu ifade eden rivayetler
bulunduğu gibi, kırk cüzünden bir cüz' olduğunu ifade eden rivayetler de
vardur. Bu rivayetlerin manası da şudur:
Bilindiği gibi Hz.
Peygamber efendimiz vefat ettiği zaman tam 63 yaşını doldurmamıştı. Tam altmış
iki buçuk yaşında vefat ettiğini söyleyenlere göre peygamberlik dönemi yirmi
iki buçuk sene sürmüştür. Ki Hz. Peygamberin sadık rü'yalarla geçen altı aylık
peygamberlik dönemi, bu yirmi iki buçuk yılın kırkbeş cüz'ünden bir cüz' eder.
Hz. Peygamberin peygamberlik döneminin yirmi yıl sürdüğünü ifade eden
rivayetler nazar-ı itibâra alınırsa sözü geçen sadık rüya dönemi peygamberliğin
kırkta bir cüz'ü eder. Sadık rü'yanın peygamberliğin bir cüz'ü olduğu ifadesine
bakarak peygamberliğin bir takım cüz'lerden meydana geldiğini ve bu cüz'lerden
birine sahip olan kimsenin peygamberlikten bir cüz'e sahip olacağını zannetmek
doğru değildir. Bu sözün manası peygamberliğin bir takım hasletleri vardır.
Sadık rü'ya görmek de onların bu hasletlerinden biridir, demektir.
Burada geçen
"peygamberlik" sözüyle peygamberlerin getirip de ümmetini kabule
çağırdıkları esaslar da kast edilmiş olabilir. Buna göre hadisin manası şudur:
Sadık rü'ya peygamberlerin ümmetlerine tebliğ ettikleri kırk altı esasdan
biridir."[173]
1. İmamın
selam verdikten sonra cemaata karşı dönmesi müstehabtır.
2. Rü'ya
gören olup olmadığını sormak ve günün evvelinde acele edip te'viline koşmak
müstehabtır. Çünkü bu vakitte zihni henüz dünya işlerine dağılmamış, rü'yayı
görende ara uzamadığı için henüz rü'yayı karıştırmamışur. Rü'yada hayra teşvik
gibi acelesi müstehab olan şeyler de bulunabilir.
3. Sabah
namazından sonra ilim ve rü'ya tabiri gibi şeyler hususunda konuşmak mubahtır.
4. İlim veya
başka birşey için kıbleye arka çevirerek oturmak mubahtır.[174]
5. Sadık
rü'ya peygamberlik cüz'lerinden bir cüz'dür.[175]
5019... Hz.
Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"(Kıyametin
kopma) zaman(ı) yakalaşmca müslümanın rü'yasi hemen hemen yalan çıkmayacaktır.
(Müslümanlar) rü'yası en doğru olanları, sözü en doğru olanlarıdır.
Rü'ya üç kısımdır:
(Birincisi) Allah'dan bir müjde olan sâlih rü'yadır, (ikincisi) şeytanın üzüntü
vermesinden ibaret olan rü'yadır. (Üçüncüsü de) kişinin kendi kendine içinden
geçirdiği düşüncelerden oluşan rü'yadır.
Biriniz uykusu içinde
hoşlanmadığı birşey görürse hemen kalksın namaz kılsın ve onu kimseye
söylemesin."
(Hz. Ebu Hüreyre
yahutta ravi Muhammed b. Şirin) dedi ki:
"(Rü'yada) köstek
(görme)yi severim. Bukağı (görmek) den hoşlanmam, (çünkü) köstek dinde sebat
demektir."
Ebu Davud Dedi ki:
(Metinde geçen) "zaman yaklaşınca" (sözü) gece ile gündüz(ün süreleri
birbirine) yaklaştığında yani eşit olduklarında anlamına gelmektedir.[176]
Bilindiği gibi
"rü'yet" uyanık iken görmek demektir. Uyurken görmek ise
"rü'yâ" kelimesi ile ifade edilir. Metinde geçen "zaman
yaklaştığında" sözüyle kasd edilen, kıyametin kopma vaktinin
yaklaşmasıdır. Buna göre kıyametin kopması yaklaştığı zaman müslümanların
rü'yaları hemen hemen tamamen sadık rüya olacaktır. Rü'yalarinda gördükleri
aynen çıkacaktır.
Bazılarına göre bu
sözle kasdedilen, gece ile gündüz sürelerinin birbirlerine yaklaşmalarıdır.
Hadisin sonundaki ilaveden de anlaşıldığı üzere Musannif Ebu Davud da bu
görüştedir.
Bilindiği gibi gece
süresi ile gündüz süresinin birbirine en çok yaklaştıkları aylar eylül ve mart
aylarıdır. Bu sürelerin eşitleştiği tarihler ise sözü geçen ayların yirmibir ve
yirmi ikinci günleridir.
Bu bakımdan rü'ya
tabircileri en doğru rü'yaların bahar mevsimlerinde görülen rü'yalar olduğunu
söylemişlerdir.
Bazılarına göre de
sözü geçen "vakif'ten murad, kişinin ecelinin yaklaştığı vakittir, kişi
bu çağda olgunluk dönemini yaşadığı için rü'yalarinda da doğruluk vardır.
"Müslümanların
rü'yası, en doğru olanları; sözü, en doğru olanlarıdır" sözü ile
anlatılmak istenen de şudur: "Sadık rü'yaları en çok görenler sözü en
doğru olan kimselerdir." Çünkü sözüne yalan karışanların gönlü yalanla
meşgul olacağından onların rü'yalarına da yalan karışır.
İmam Gazali (r.a.)'nin
ifadesiyle yalan sözler, kalp aynasını lekelendireceğinden, yalan söyleyen
kimsenin rü'yası da kalbine Levh-i Mahfuzdan aksedecek görüntüler, açık seçik
bir şekilde netleşmeyecek, bilakis bulanık ve karışık olacaktır.
Merhum A. Davudoğlu
mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifi açıklarken şu görüşlere yer veriyor:
"Rü'yada köstek
görmeyi severim, bukağıdan hoşlanmam." cümlesi hakkında ulema şunları
söylemiştir: - Köstek görmeyi sevmesi, köstek ayaklara takıldığı içindir. Bu
da günahlardan, kötülüklerden ve bilumum batıl şeylerden vazgeçmeyi bildirir.
Bukağıya gelince onun yeri boyundur. Hem bukağı cehennemliklerin sıfatıdır.
Nitekim hak teâlâ hazretleri:
"Biz onların boyunlarına
bukağı vuracağız..."[177]
"Boyunlarına bukağılar vurulduğu vakit"[178]
buyurmuştur. Tabiin uleması ise bu cümledeki iki sözü derecelere ayırmış ve
-uyuyan kimse mescidde veya hayırlı bir kalabalık içinde yahut güzel bir halde
ayaklarına köstek vurulduğunu görürse, bu onun iyi halde sebatine delildir.
Söz sahibi bir kimsenin rü'yasında kendisini bu şekilde görmesi de iyi halde sebatına
delildir. Kendisini ili'yasında bir hasta veya mahbus, yahut müsafir veya
felaketzede bir kimse halinde görürse, görenin bulunduğu halde sabit olduğuna
delildir.
Köstekle beraber
bukağıda bulunmak gibi sevilmeyen bir şey de görürse bu sefer netice sevimsiz
çıkar. Çünkü bukağı azab göreceklerin sıfatıdır.
Bukağıya gelince,
boynuna takılmış görürse kötüdür. Mamafih karine bulunduğu takdirde, büyük
mertebelere delalet eder. Elleri kelepçeli görmek iyidir. Onların kötülüğe
uzanmayacaklarına delaletdir. Bazan cimriliğine bazan niyet ettiği işi
yapamayacağına delil olur, demişlerdir."[179]
Rü'yalar konusunda
merhum Ömer Nasuhi Bilmen efendi şöyle diyor:
"Rü'ya uyku
halindeki görüş veya görülen şey demektir. Rü'ya ne suretle vuku buluyor ve
kaç kısma ayrılır? Bu bir nevi idrak midir? Yoksa hayalet ve evhamdan ibaret
midir? Bu hususa dair Hadis-i şerif kitaplarında, ilm-i kelâmda, psikolojide
birçok tezler vardır. Bunların hülasası şöyledir: Rü'yalar İbn Mâce, İbn Avf
Malik'den rivayet ettiği bir hadis-i şerife nazaran üç kısımdır:
1. İnsanları
mahzun etmek için şeytan tarafından; iîka edilen bazı korkunç rüyalardır.
Yüksek bir yerden düşmek, köpek tarafından ısırılmak gibi, bunlar esassız
şeylerdir. İnsan böyle bir rü'ya görünce Cenab-ı Hakka sığınmalı ve bunu
başkalarına hikaye etmemelidir.
2. İnsanın
uyanıkken ehemmiyetle meşgul olduğu şeylere ait gördüğü rü'yalardir. Bunlar da
birer kuruntu veya inhiraf-i mizaç neticesi olduğun--dan esassız şeylerdir.
3. Nübüvvet'in
kırk altı cüz'ünden bir cüz'ü addolunan rü'yalardır. Bunlar taraf-i ilâhiden
birer beşaret (müjde) veya inzar (korkutma) mahiyetinde olup bunların bir
kısmını melekler ilham ederler.
Birinci ve ikinci
kısım rüyalar, birer rüya'yı batıladır. Bunlara lisan-ı dinde "hulüm"
denir. Cem'i: "ahlâm"dır. Bunlar karma karışık şeyler olduğundan
"adğâsu ahlâm" da denir, adgâs, yaşı kurusuna karışmış ot demetleri
demektir. Üçüncü kısım rüyalara ise birer "rüya'-yi sadıka" denilir.
Bu sadık rüyalar, doğru sözlü, temiz yürekli, nezih itikatlı zatlara alel ekser
nasib olur ve bu halde bunlara "rü'yâyı saliha" da denir.
Resulü ekrem (a.s.)
efendimize yirmi üç sene vahy-i ilahi nazil olmuş ve bu vahy ilk altı ay
zarfında lihikmetin rü'yayı saliha suretiyle tecelli etmiştir. İşte bu itibar
iledir ki bu kabil rü'yalar birer hakikate tercüman olarak ilm-i nübüvvetin
kırkaltı cüz'ünden bir cüz sayılmıştır. Nitekim bir hâdis-i şerifte (Er
rü'yaü's-Salihatü cüz'ün min sittetin ve erbaine cüz'en minen-nüvveti)
buyurulmuştur."[180]
5020... Ebu
Rezîn'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Rü'ya
yorumlandığı sürece bir kuşun ayağı üzerindedir. (Yani istikrarsızdır)
Yorumlandığı zaman (yorumlandığı şekilde) yerine
iner." (Ravi Ebu
Rezin) dedi ki Öyle zannediyorum ki (Rasûlullah (s.a.), sözlerine devam ederek
şöyle) buyurdu: "Sen onu (seni) seven ve (rü'ya tabirini) bilen kimseden
başkasına anlatma."[181]
Avnü'l-Mabud yazan bu
hadisin izahı bölümünde özetle şöyle Hattabî, "Rü'ya yorumlanmadikça bir
kuşun ayağı üzerindedir" ifadesinden maksat, yorumlanmadıkça rü'yanın
istikrarsız ve askıda oluşudur." demiştir. Maksad bu olunca mana şöyle
olur: Rü'ya yorumlanmadıkça kuşun ayağına takılı birş'ey gibidir,
istikrarsızdır. Rü'ya yorumlanınca da yorumlandığı şekilde vuku bulur.
Yani bir rü'ya birden
fazla yorumlanabildiği takdirde bu işiten anlayan bir kimse onu nasıl
yorumlarsa o şekilde gerçekleşir ve artık diğer ihtimallere göre vuku bulması
beklenemez. Bu itibarla bir kimse gördüğü rüyayı râstgele kişilere veya
kendisini sevmeyenlere anlatmamalıdır. Sevenlerinden birisine veya ilim ve
dirayetine güvendiği, ehil ve liyakatli bir zata yorumlatmalıdır ki, iyi
biçimde bir yorum alabilsin. en-Nihaye yazan böyle açıklama yapmıştır.
Hadisde geçen:
"Vâddin" seven demektir, "zîre'y" sözcüğü ise akıllı veya
alim manasına yorumlanmıştır, Zeccâc, bundan maksat rü'yayı yorumlama işinden
anlayan ve bu sahada bilgi sahibi olan kimse demektir. Çünkü böyle bir kimse rü
'yanın hakiki yorumunu veya buna yakın bir yorum yapar, demiştir.[182]
5021... Ebu
Katâde (r.a.) Rasûlullah (s.a.)'ı şöyle buyururken işittiğini söylemiştir:
"Rü'ya
Allah'dandır. Hulm ise şeytandadır. Biriniz, hoşlanmadığı bir rü'ya görürse sol
tarafına üç defa tükürüp sonra onun şerrinden Allah'a sığınsın. Çünkü ( o
zaman ) o rü'ya kendisine zarar vermez."[183]
Rü'ya ile hulm, ikisi
de uyuyan kimsenin gördüğü manasına gelirse de ekseriyetle güzel düşlere
"rü'ya", korkunç ve çirkin olanlarına "hulm" denilmek âdet
olmuştur. Bundan dolayı hadiste teşrif izafeti kabilinden rü'ya Allah'a izafe
edilmiş, hulm ise şeytana nisbet olunmuştur.
İmam Maziri diyor ki
Ehl-i sünnetin, rü'ya hakkındaki mezhebine göre Allah teâlâ uyanık kimsenin
kalbinde bazı hisler yarattığı gibi uyuyan kimsenin kalbinde de bir takım
inançlar halk eder. Allah dilediğini halk eder. Bütün görülenler, Allah'ın halk
ettiği şeylerdir. Lâkin rü'yayı ve başka şeylere sevinç alamet olarak yarattığı
itikatları, şeytanı orada bulundurmadan yaratır, zarariı şeylere alamet
olanları şeytanın huzurunda yaratır. Böylece bunlar mecazen şeytana nisbet
edilirler. İşte Peygamber (s.a.)'in: "Rü'ya Allah'dandır, hulüm ise
şeytandadır" sözünün manası budur. Yoksa "şeytan bir şey yapar"
manasına değildir. Binaenaleyh sevilen düşün adı rüya sevilmeyenin adı da hulm
dür.
Rasûlullah (s.a.)'ın:
"Çünkü o düş kendisine asla zarar verecek değildir." sözünden murad
"Allah teâlâ üç defa sol tarafına tükürüp şerrinden Allah'a sığınmayı o
kimsenin korktuğundan kurtulup selâmete ermesine sebep kılmıştır. Nitekim
sadakayı da malı korumak ve belayı defetmek için sebep halk etmiştir"
demektir.
Binaenaleyh bu
rivayetlerde zikredilen hususları, toplayıp hepsiyle amel etmek gerekir. Bir
kimse korkunç bir rü'ya gördü mü, eûzu çekerek sol tarafına üç defa tükürmeli
bulunduğu taraftan öbür yana dönmeli, hatta iki rekat namaz kılmalıdır. Bu
suretle rü'ya hakkında rivayet edilen bütün hadislerle amel etmiş olur.
Mamafih hadislerdekinin bazısıyla amel etmek dahi biiznillah zararı defetmek
için kâfidir.
Kadı Iyaz diyor ki
"Üç defa üfürme emri gördüğü kötü rü'yada hazır bulunan şeytanı kovmak,
onu tahkir ve rezil etmek içindir. Sol tarafa tükürmek de solun sevilmeyen kir
ve paslar mahalli olmasındandır. Sağ bunun aksinedir..."[184]
Kadı Iyaz'ın sol
tarafa üflemekle, sol tarafa tükürmeyi ayrı ayrı zikretmesine bakarak bunların
iki ayrı fiil olduğu zannedilmemelidir. Çünkü-mevzumuzu teşkil eden hadiste
geçen "nefes" kelimesiyle kast edilen tükürükle birlikte üfürmektir.
Binaenaleyh tükrükle birlikte üfürmek birlikte yapılan iki fiildir. Kadı Iyaz
tükrüğün ve üfürmenin ifade ettikleri manaları ayrı ayrı izah edebilmek için
bunları ayrı zikr etmiştir.
Netice itibariyle hoşa
gitmeyen bir rü'ya gören kimsenin yapacağı işler şunlardır:
1. Uyandığı
zaman derhal hafif nefesle birlikte sol tarafına tükürür (Bkz. Mevzumuzu teşkil
eden hadis-i şerif)
2. Üç defa
"Allahım, görmüş olduğum bu rü'yanın şerrinden ve rahmetinden kovulmuş
olan şeytanın şerrinden sana sığınırım" diyerek Allah'a sığınır.[185]
3. Uyanınca
öbür tarafına döner.[186]
4. Allah'ın
bu rü'yayı hayırlara getirmesi için dua eder.[187]
5. Bu
rü'yayı kendisini seven ve rü'ya tabiri ilmine vakıf olan kimselerden
başkasına anlatmaz.[188]
6. Bu
hususlara riayet eden kimseye görmüş olduğu korkulu, rü'ya hiçbir zarar
vermez.[189]
Hoşa giden güzel br
rü'ya gören kimse ise şu hususlara riâyet eder:
1. Görmüş
olduğu bu güzel rü'yadan dolayı Allah'a hamd eder.[190]
2. Bu
rü'yayı Allah'tan bir müjde olarak kabul eder ve bunu başkalarına anlatır.[191]
5022... Hz.
Câbir'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Biriniz bir
rü'ya gördüğü zaman (uyanınca) hemen sol tarafına tükürsün ve üç defa şeytandan
Allah'a sığınsın, bir de üzerinde olduğu taraftan öbür tarafa dönsün."[192]
Bu hadisle ilgili açıklama
bir önceki hadisin şerhinde geçmiştir.[193]
5023... Hz.
Ebu Hureyre Rasûlullah (s.a.)'ı şöyle buyururken işittiğini söylemiştir:
"Kim beni rü'yada
görürse uyanıkken de görecektir. -Yahut da-: Sanki uyanık iken görmüş gibidir.
(Çünkü) şeytan benim şeklime giremez."[194]
Metinde geçen
"uyanık iken de görecektir.." sözü üzerinde çeşitli açıklamalar
yapılmıştır... Bütün bu görüşleri yedi maddede toplamak mümkündür:
1. Bu
cümlede teşbih vardır. "Beni rü'yada gören aynen uyanık iken görmüş
gibidir. Binaenaleyh beni rü'yada gören eğer uyanık iken görmüş olsaydı, uyanık
iken görmesi aynen rü'yada gördüğüne uygun olurdu" demektir.
Ancak bu izah Hz.
Peygamberin rü'yada aslî sıfatına uygun olarak görülmesiyle ilgilidir. Rü'yada
asli sıfatlarına aykırı biçimde görülürse o zaman bu rü'ya te'vile muhtaçtır.
Meselâ yüzü, gören kimseye dönük olarak görülmüşse bu hayra alamettir. Sırtı
dönük olarak görülmüşse şerre alâmettir.
2. "Beni
rü'yasında gören kesinlikle kıyamet gününde de görecek" demektir. Ancak
bu görüş tenkid edilmiştir. Çünkü Hz. Peygamberi kıyamet gününde ümmetinin
hepsi görecektir. Binaenaleyh Hz. Peygamberi kıyamet gününde görmeyi sadece
onu rü'yada görenlere tahsis etmenin bir anlamı yoktur.
3. "Beni
rü'yasında gören benim hakikatimi görmüş demektir." anlamına gelir. Ancak
bu görüş Hz. Peygamberin hakikatini görmek onu vefatından önceki cismi ve
ruhuyla görmekle mümkün olacağından Hz. Peygamberin, o anda vefatından önceki
suretiyle o zatın önüne gelip te-cessüm etmiş olmasını gerektirir ki; bir
kimsenin Hz. Peygamberi vefatından sonra bu şekilde görmesi mümkün olmayacağı
gibi, kabri de boş kalacağından, kabrini ziyarete gelenler boş bir mezarı
ziyaret etmiş olacaklardır, gerekçesiyle tenkid edilmiştir,
4. "Beni
rü'yasında gören, sağlığımdaki suretimle görmüştür" anlamına gelir. Bu
görüşe göre Hz. Peygamberi rü'yasında Şemail kitaplarında tarif edilen şekle
aykırı olarak görenlerin rü'yalarının sadık rü'ya olmayıp karışık rü'ya olması
gerekir. Oysa şurası bilinen bir gerçektir ki, Hz. Peygamberi rü'yasında
Şemail kitaplarında tarif edilen vasıflara aykırı olarak görmüş bile olsa onun
rü'yası haktır. Fakat te'vile muhtaçtır. Mesela bir kimsenin onu rü'yada evine
girerken görmesi evinin hayırlarla dolacağına alâmettir.
5. "Beni
rü'yasında gören beni sağlığımda kullandığım aynadan görebilecektir"
anlamına gelir ve bu mevzudaki görüşler içerisinde isabet derecesi en az olan
görüş budur.
6. "Benim
asrımda yaşadığı ve bana iman ettiği ve beni rü'yasında gördüğü halde uyanık
iken göremeyenler mutlaka Medine'ye hicret etmek suretiyle uyanık iken de
görmeye muvaffak olacaklardır" anlamına gelir.
7. "Beni
rü'yada gören kimse uyanınca mutlak surette tâbir veya hakikat yoluyla bu
rü'yanın te'vilini anlayacaktır" demektir.[195]
8. "Beni
rü'yada gören benim manamı kavramaya yarayacak bir misal görmüştür, cesedimi
görmüş değildir" demektir.Bu
görüş imam Gazzali'nindir.[196]
Her ne kadar Hz.
Peygamberi vefatından sonra, uyanık iken görmenin mümkün olup olmadığı meselesi
ulema arasında ihtilaflı ise de aslında sa-lihlerden büyük bir cemaatin Resul-ü
zişan efendimizi rü'yalarında gördükten sonra uyanık iken de görüp
müşkillerini sorarak öğrendikleri rivayetleri meşhurdur. Bunlar evliyanın
kerameti nev'inden olaylardır.
İmam Şar'anî (r.a.) bu
mevzuda şöyle diyor: "Sallalahü aleyhi ve Sel-lemt/".fendimize çokça
salat ve selam getirmeye çalışmalısın böylece o çevreye girebilecek ve
efendimizi görecek bir yol bulmuş olursun..
.... Bu iz üzerinde
yürüyen herhangi bir kişi bütün kusur ve kabahatlerdendim cay a kadar
Rasûlullah (s.a.) efendimize salat ve selamı çoğaltırsa, artık o kişi uyanık
bir halde iken istediği an (s.a.)'le buluşabilir..."[197]
".... Şeyh
Nureddin Şûnî hazretleri günde onbinkez salat ve selam getirirdi. Ahmed Zehavî
de kırkbin salat okurdu. Birgün bana şöyle demişti:
Bizim yolumuz yüce
Peygambere salat ve selamı çokça getirmektir. Bu sayede Rasûlullah meclisimize
uyanık halde şeref verir, ashab-ı kiram gibi kendisiyle sohbet eder, dinimizin
kapalı yönlerini, şüpheli, zayıf olarak anlatılan hadislerin doğruluk
derecesini kendisinden öğrenir, sonra tavsiyeleriyle amel ederiz.."[198]
İmam Gazzalî
hazretleri el-Münkizu Mine'd-Dalâl isimli eserinde bu gerçeği şöyle ifade eder:
"Tarikatın
başlangıcından itibaren keşif ve müşahedeler başlar, hatta onlar uyanık halde
bile melekleri ve nebilerin ruhlarını görürler, onlardan sözler işitir ve
faydalar temin ederler."[199]
Yine İmam Gazzali
hazretlerine göre rü'yasında Hz. Peygamberi gören kimse aslında Hz.
Peygamberin kendini değil, misalini görmüştür. Tıpkı rü'yasmda Allah'ı gören
kimse gibi. Gerçekten hak teâlâ hazretlerinin temiz zâtı, suretten ve şekilden
münezzehtir. Fakat o görünen misal onu tanımaya bir vâsıta olabilir."[200]
Bezlü'l-Mechud
haşiyesinde açıklandığına göre bu konuda üç görüş vardır:
1. Rü'yasmda
Hz. Peygamberi Şemail kitaplarında tarif edilen şekliyle görmüşse bu kimse
rü'yasmda gerçekten Hz. Peygamberi görüştür. Metinde geçen "Çünkü şeytan
benim şeklime giremez" mealindeki cümlede anlatılmak istenen de budur.
Buna göre, her kim Hz. Peygamberi sakahndaki 21 adet beyaz kıldan bir tanesini
dahi eksik olarak görse Hz. Pey-gamber'i gerçek şekliyle görmemiştir. Nitekim
ashab-i kirâm'da Hz. Peygamberi rü'yalarında gördükleri zaman bunun doğru olup
olmadığını Hz. Peygamber'in bilinen sıfatlarına uygun olup olmadığına göre
değerlendirirlerdi.
2. Hz.
Peygamberi rü'yasmda gören bir kimse her ne surette görürse görsün mutlak
surette Hz. Peygamberi kalp gözüyle görmüştü.
3. Rü'yasmda
Hz. Peygamber'i temiz kimselerin şeklinde gören kimse de Hz. Peygamberi
gerçekten görmüştür.
Hz. Peygamber, bir
kimseye rü'yasmda şarap içmesini emretse, bu emir o kimsenin günahkârlığını
kinayeli olarak dile getiren bir söz olarak kabul edilir. Bir kimsenin
öfkelendiği zaman karşısındaki ağzına pislik doldur, demesi gibi..."[201]
Bu konuyu
el-Mevâhibü'l-Ledünniyye'den aktaracağımız şu cümlelerle noktalıyoruz:
"Bir kimse Rasûlullah efendimizi gayet güzel bir suret üzre görse, gören
kimsenin dininde güzel olduğu delalet eder. Azasından birini noksan olarak
görse, gören kimsenin dininde bir noksan bulunduğuna delalet eder." Doğru
söz bu sözdür. Nice kere tecrübe edilip böyle bulunmuştur, dediler. Bu takdirde
Peygamber efendimizi rü'yada görmenin çok büyük faydası olur. Her kişi kendi
halini müşahede eder. Noksanı varsa tamamlamaya çalışır. Güzel hali varsa
onları daha da arttırmaya heves eder, şükür üzere olur. Velhasıl Rasûlullah
efendimiz hazretleri parlak bir ayna gibidir ki, onda asla bulanıklık ve keder
tozlan bulunmaz. Ona bakan kimse kendi suretini müşahede eder.
Rü'yada işitilen sözü
hakkında da böyle demişlerdir. Mesela bir kimse rü'yasmda Rasûlullah
efendimizden bir söz işitmiş olsa, sünnetine tatbik eder, eğer uygun düşerse
haktır, eğer aykırı gelirse o işitenin kendi bozukluğu yüzündendir. Şerefli
zatını görmek haktır. Aykırılık ve noksanlık olursa gören kimsenin kendi
halinin öyle olmasındandır. En iyisini Allah bilir.[202]
5024... İbn
Abbas (r.a.)'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş:
"Her kim bir suret yaparsa, Allah ona kıyamet gününde (yaptığı) o surete
ruh verinceye kadar azabedecektir ve o kimse o surete ruh vere(bile)cek (güce
sahip) değildir. Kim de görmediği bir rü'yayi gördüğünü iddia ederse, o kimse
bir arpa tanesini (iki ucunu bir araya getirmek suretiyle) düğümlemeye
zorlanır. (Bunu yapması ise imkânsızdır) ve her kim de kendisinden (işitmesini istemedikleri
için) söz kaçıran bîr cemaatin konuşmasına kulak verirse kıyamet gününde onun
kulağına saf kurşun eriği dökülecektir."[203]
Mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerifte üç önemli günah üzerinde durulmakta ve bu günahların kıyamet
günündeki cezalan haber verilmektedir:
1. Suret
yapanlara kıyamet gününde yaptıkları resmin canını vermeleri teklif
edilecektir. Onlar bu emri yerine getirinceye kadar kendilerine azab
edilecektir. Allah'dan başka hiçbir kimsenin can vermeye gücü yetmediğinden bu
kimseler de asla kendilerinden istenen bu can verme işini yerine
getiremeyeceklerdir. Dolayısıyla bu azab Allah'ın affı erişmediği takdirde
sonsuza kadar sürüp gidecektir.
Biz, suretin ne manaya
geldiğini ve fıkıh ulemasının bu konudaki görüşlerini bu eserimizin birinci
cildinde, 227 numaralı hadisin şerhinde, açıkladığımızdan burada tekrara luzüm
görmüyoruz.
2. Görmediği
bir rü'yayı, gördüğünü iddia eden kimseye kıyamet gününde bir arpanın iki
ucunu bir araya getirip düğümlemesi emredilecek, bu yerine getirilmesi imkansız
olan emri yerine getirinceye kadar kendisine azab edilecektir. Bir başka
ifadeyle eğer Allah'ın affı yetişmezse sonsuza kadar azab edilecektir.
Bu hususta uyanık iken
yaşanan olaylar hakkında yalan söyleyen kimseye bu kadar ceza verilmezken
rü'ya hakkında yalan söyleyen kimseye niçin bu kadar ceza veriliyor, diye
itiraz edilirse, şöyle cevap verilir: "Çünkü rü'ya peygamberlikten bir
cüz'dür." Binaenaleyh böylesine Önemli bir hadiseye yalan karıştırmanın
cezası da o nisbette büyük olur.[204]
3. Konuştuklarının
kendi aralarında gizli kalmasını isteyen kimselerin konuşmalarını gizlice
dinleyen kimsenin kulağına kıjamet gününde.saf kurşun eriyiği dökülecektir. Bu
kimse kulağıyla böyle çirkin bir suçu işlediği için böyle büyük bir cezayı
hakketmiş olur. Ancak arzulan hilâfına konuşmalarını dinlemiş olduğu bu
kimselerle dünyada helalleşirse yahut-ta Allah'ın lütfü imdadına yetişirse o
zaman bu günahtan kurtulur.[205]
5025... Hz.
Enes İbn Malik'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Bu gece rü'yamda (kendimizi) Ukbe İbn Râ-fi'in evinde imişiz gibi gördüm.
(Orada) bize İbn Tabe hurmasından hurma getirildi. (Ben de bu rü'yayı): Dünyada
yükselme, âhirette de (iyi) sonuç bizim içindir ve dinimiz kemâle ermiştir,
diye yorumladım."[206]
İbn Tab hurması:
Araplar arasında Rutabu b. Tab, temrü ibn Tâb azku ibn Tâb urcûnu ibn Tâb isimleriyle
anılan meşhur ve makbul bir hurma türüdür.
İbn Tâb ise Medine'de
yaşamış bir zattır. "Tâbe" fiili güzel oldu. Tamamlandı ve kemâle
erdi anlamlarına gelir. Hz. Peygamber, rü'yasında kendisini İbn Râfi'in evinde
görmesini tefe'ül yoluyla yükseklikle yorumlamıştır. Çünkü Râfi yüksek
demektir. İbn Râfi'in ismi olan Ukbe'den de yine tefe'ülen (yanı uğurlu sayma
yoluyla) iyi sonuç manasını çıkarmıştır. Çünkü Ukbe sonuç anlamına gelir.
Resulü Zişan efendimiz
riT yasında görmüş olduğu "İbn Tâb hurmalarım da îslâmiyetin güzelliğine
ve kemâline yorumlamıştır. Çünkü yukarıda da açıkladığımız gibi "tabe”
güzel oldu ve kemâle erdi manalarına geldiği gibi, iman da aslında tadh hurmaya
benzer.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerif rü'yaları iyiye yorumlamak gerektiğine delâlet etmektedir.[207]
5026... (İbn
Ebi Said el-Hudrî'nin) babasından (rivayet ettiğine göre) Rasûlullah (s.a.)
şöyle buyurmuştur:
"Biriniz esnediği
zaman (eliyle) ağzını tutsun. Çünkü şeytan girer."[208]
5027..
Süheyl'in (yine İbn Ebi Said el-Hudrî' ve onun babası yoluyla yaptığı) diğer
bir rivayete göre Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
"(Birinizin)
namazda esne(mesi gel) diği vakit gücü yettiği kadar ona engel olmaya
çalışsın."[209]
Esnemek: Vücuda
gevşeklik verir. Bu ise şeytanın işine yarar. Bu bakımdan esneyen bir kimse
ister istemez, hayırlı işlerden uzak kalır ve başarısızlığa düşer. Bu da netice
itibariyle şeytanın, o kimsenin içine girip kendisine hâkim olmasına denktir
hadisedir.
Namaz içerisindeki
esneme ise kişiye gaflet verip, onu namazın özü olan huşu ve hudû'dan alıkoyar.
Şeytanın namaz kılan bir kimseye yapabileceği en büyük kötülük budur.
Hadis-i şerifi bu
noktadan ele alarak açıklamamız mümkün olduğu gibi zahiri manasına alarak
"esneyen bir kimsenin ağzından içerisine şeytanlar girip, ona zarar
verebilir" şeklinde açıklamamız da mümkündür.
Binaenaleyh esnemesi
gelen bir kimse gücü yettiğince onu önlemeye çalışmalı, mideyi şişirmek,
gaflet meclislerinde bulunmak gibi esnemeye sebep olacak hallerden kaçınmalı ve
eğer bütün gayretine rağmen buna muvaffak olamamışsa elini ağzına koyarak
esneme anında yüzünün alacağı çirkin manzarayı gizleyerek şeytana fırsat
vermemelidir. Hafız Irakî'nin Tirmizi üzerine yazdığı şerhindeki açıklamasına
göre, bu hadisin bazı rivayetlerinde mutlak esnemeden bahsedilirken,
bazılarında namazda esnemeden bahsedilmesi "namazda esneme" payının
"mutlak esnemeyi" de kayıtladığını, binaenaleyh engellenmesi istenen
esnemenin namazdaki esneme olduğunu gösterir. Çünkü şeytan namazda insana her
zamankinden daha fazla zarar vermek ister. Ayrıca namazda esnemenin diğer
zamanlardaki esnemeden daha çirkin olduğunda şüphe yoktur. Bu namaz dışında
esnemenin bir sakıncası olmadığı anlamına gelmez. Çünkü ister namaz içerisinde
olsun, ister namaz haricinde olsun esnemek şeytandandır, (bk. 5028 no-lu
hadis). Öyleyse her iki halde de esnemek mekruhtur. Fakaz namaz içerisindeki o
esnemenin keraheti daha da şiddetlidir. İbn el-Arabî de bu görüştedir.[210]
5028... Hz.
Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak ki
Allah aksırmayı sever, esnemekten hoşlanmaz. Binaenaleyh, biriniz esne(mesi
gel)diği zaman elinden geldiğince onu önlemeye çalışsın. (Esneyip de ) hâh...
hââh... diye ses çıkarmasın. Çünkü bu şeytandandır. Şeytan buna güler."[211]
Allah (c.c.) esnemeyi
sevmez. Çünkü esneme bejene arız olan ağırlıktan ve duyu organlarında meydana
gelen gevşeklikten doğar. İnsana gaflet, tenbellik verir. Anlayışı zayıflatır.
Bu yüzden Allah (c.c.) onu sevmez. Şeytansa işine yaradığı için onu çok sever.
Aksırmak ise, vücutta
fazladan olan lüzumsuz salgıların atılmasına, bu ifrazatın atılması neticesinde
vücudun ve dimağın hafiflik kazanmasına, ruhun zindeleşmesine, duyu organların
kuvvetlenmesine sebep olduğu için Allah onu sever, şeytansa sevmez. Ancak,
Allah'ın sevdiği aksırma nezle sebebiyle olan aksırma değildir. Nezle sebebiyle
meydana gelen aksırmalar bir nevi rahatsızlıktan doğduğu için makbul değildir.
Bununla beraber, imam Nevevî hangi sebeble olursa olsun aksıran bir müslümana
"yerhamükellah: Allah sana rahmet etsin" diye duada bulunmak
müstehabdir, demiştir.[212] Biz
bu mevzudaki görüşleri (5030) numaralı
hadis-i şerifin şerhinde açıklayacağız; inşallah.
"Hadis-i şerifte
esnemenin şeytandan olduğu haber verilmektedir. Esnemenin şeytandan olmasından
maksat, şeytanın bundan memnun olması ve bunu çok arzu etmesidir. Bir başka
ifadeyle esnemenin şeytana izafe edilmesindeki izafet, riza ve irade
izafetidir. Yani şeytanın rızası ve iradesi sebebiyle esneme, ona izafe ve
nisbet edilmiştir.
İbnü'l-Arabî'nin
açıklamasına göre aslında şeriat her çirkin işi şeytana nisbed eder. Çünkü
şeytanın işi insanın çirkin işler yapmasına vasıta olmaktır. Hayırlı işleri de
meleğe nisbet eder. Çünkü meleğin işi insanın hayırlı işler yapmasına vasıta
olmaktır.."
Buharı sarihi
Bedriiddin Aynî de metinde geçen "Biriniz esn(mesi gel)diği zaman elinden
geldiğince onu önlesin" cümlesini açıklarken şöyle der:
"Esnemesi gelen
kimse ya eliyle ağzını kapatarak, dudaklarını kapatarak, esnemeyi önlemek
suretiyle, şeytanın esneme esnasında yüzde meydana gelen çirkinliği görerek
gülüp sevinmesine ya da şeytanın ağız boşluğundan sızarak içeri girmesine[213]
fırsat vermemeli, esneme esnasında çıkan sesini alçaltmalı, esnemenin en kısa
zamanda sona ermesine çalışmalıdır.
Aksırmanın da kendine
göre edepleri vardır. Bunları şu şekilde özetleyebiliriz:
1. Aksıran
kimse elden geldiğince sesini alçaltmalı,
2. Aksınnca
elhamdülillah demeli,
3. Yüzünü
eliyle kapatarak, ağzından ve burnundan saçılan salgıların sağa sola
yayılmasını önlemeli,
4. Etrafında
bulunan kişilerin üzerine doğru aksırmaktan kaçınmalı dır."[214]
5029... Hz
Ebıı Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) RasÛlullah (s a) aks'İracağ, zaman
elini ya da elbisesinin bir tarafını) yüzüne koyar, (böylece) aksırmayla
(çıkan) sesi alçaltır yahut da kısarmış. (Ravı) Yahya (rivayet ederken
"alçaktı ve kıstı" kelimelerinin hangisinin olduğunda) şüpheye düştü.[215]
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadiste aksıran kimseye tavsiye edilen bu hususlar, etrafında bulunan
kimseleri rahatsız etmemesi için, aksırmanın adabıyla ilgili hususlardır.
Nitekim bir önceki hadis-i şerifde açıklamıştık.[216]
5030... Hz
Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) RasÛlullah (s a.) şöyle buyurmuştur:
"Bir müslümamn (muslüman) kardeş» üzerinde (ki hakkı) beştir:
1. Selamı almak
2. Aksırana
(elhamdülillah demesi halinde) teşmît etmek (yerhamu-kallah: Allah sana
merhamet etsin, demek).
3. Davete
icabet etmek,
4. Hastayı
ziyaret etmek,
5. Cenazeyi
uğurlamak."[217]
Müslim'in rivayet
ettiği diğer bir hadis-i şerifte ise mevzumuzu
teşkil eden hadis-i şerifte sayılan haklardan fazla olarak bir de: "Senden
nasihat istediği zaman ona nasihat et"[218]
anlamında bir cümle daha yer almaktadır. Bu cümle ile bir müslümanın bir
müslüman üzerindeki hakkı altıya çıkmaktadır.
Netice itibariyle bu
haklardan:
1. Birinci
hak selamını almaktır ki biz bu konuyu 5193-5210 numaralı hadislerin şerhinde
açıklayacağız, inşaallah.
2. İkinci
hak aksırana "elhamdülillah: Allah'a hamd olsun" demesi halinde
"yerhamükellahü: Allah sana merhamet etsin" diye dua etmektir,
şeklinde teşmitte bulunmaktır.
Bilindiği gibi teşmît:
Aksıran kimseye "yerhamükellah: Allah sana merhamet etsin" diye dua
etmektir.[219]
Teşmit ve tesmit
kelimeleri aslında hayır ve bereketle dua etmek anlamına gelir. Fakat bu mana
teşmit kelimesinde, tesmit kelimesinden da-hada fazladır. Bazıları teşmit
"Allah seni düşmanlarına gülünç duruma düşmekten korusun" anlamına
gelir[220] demişlerdir.
Bu mevzuda
Avnü'l-Mabud yazarı şöyle diyor: "Teşmît, düşmanın sevinmesinden uzak
kalmayı dilemektir. Tesmît ise hidayetin en güzelini dilemektir." Aksıran
kimseye teşmit'in nasıl yapılacağı konusunda Hz. Ebu Hüreyre'den gelen bir
hâdis-i şerif şu mealdedir:
"Biriniz
aksırdığı vakit "elhamdülillah" desin, din kardeşi veya arkadaşı da
"Yerhamükellah" diye mukabele etsin. O da bu sefer "Allah size
hidayet versin ve halinizi ıslah etsin" desin."[221]
Cumhuru ulema bu
hadis-i şerife dayanarak "aksırdıktan sonra "Elhamdülillah"
diyen bir kimseye "Yerhamükellah" diye dua edilir. Aksıran kimsenin
de kendisine bu şekilde dua eden kimseye "yehdikümüllah ve yüslihu
belaküm1' diye dua etmesi vacibdir" demişlerdir. Küfe ulemasına göre
aksırınca "Elhamdülillah1' dediği için kendisine "yerhamükellah: Allah
sana merhamet etsin" diye dua edilen kimse "Yağfirullahü lena ve
le-küm (Allah sizi de bizi de mağfiret buyursun)" diye mukabele eder. Delilleri
ise Taberanî'nin ibn Mes'ud (r.a.)'dan rivayet ettiği "yağfirullahü lenâ
ve leküm (Allah sizi de bizi de mağfiret buyursun)"[222]
hadisidir.
Ulemadan bazıları,
aksıran kimse kendisine dua eden kimseye bu iki duadan biriyle mukabele
edebilir, derken bazıları da her ikisiyle birden mukabele etmesi gerektiğini
söylemişlerdir.
Zahirilerle,
Malikilerden İbn eî-Arabî, Müslim'in rivayet ettiği "Allah'a hamd ederse
dua et.."[223]
mealindeki hadisteki "dua et", emrine dayanarak aksırdıktan sonra
"elhamdülillah" diyen kimseye dua etmenin vâcib olduğunu
söylemişlerdir.
İmam Nevevî'nin
açıklamasına göre, ulema aksıran kimsenin: "elhamdülillah" demesinin
müstehab olduğunda ittifak etmişlerdir. Aksıran kimse hamdetmezse yanında
bulunan kimselerin bunu kendisine hatırlatmaları müstehaptir. Bu sebeple de
ona... hamd eder ve yanındakilerde ona tekrar dua etme fırsatı bulmuş olur. Bu
emr-i bilma'rûf kabilinden hayırlı bir iştir.[224] Bu
mevzuda Tuhfe yazarı da şu görüşlere yer vermektedir: "Hafız İbn Hacer'in
açıklamasına göre mevzumuzu teşkil eden hadiste geçen "aksırana dua
eder" sözünün zahiri İbn Dakiki'l-İ'd'e göre vücûb ifade eder. Nitekim Hz.
Ebû Hüreyre'nin rivayet ettiği "Biriniz aksınr da Allah'a hamdedecek
olursa onu işiten her müslümamn ona: "Rahimekallah: Allah sana merhamet
etsin" diye dua etmesi üzerine vacib olur"[225]
mealindeki hadis de bu görüşü desteklemektedir.
Ayrıca Maliki
ulemasından İbn Mezin ile Zahiri ulemasının büyük çoğunluğu da bu görüştedirler.
İbn Ebi Cemre:
"Ulemamızdan bir cemaat, aksırıp "elhamdülillah" diyen kimseye
dua etmenin farz-ı ayn olduğunu söylemişlerdir." demektedir. İbn el
Kayyım el-Cevzî de bu görüştedir. îbn Kayyım'e göre gerek aksırınca
"elhamdülillah" diyen kimseye dua etmeyi açıkça emreden hadisler ve
gerekse bu konudaki şahabı sözleri aksıran kimseye dua etmenin farz-ı ayn
olduğunu ifade etmektedir. Halbuki fıkıh uleması bazan bu kadar bol delili bir
arada bulamadıkları halde, daha az delille bazı hükümleri tesbit etmişlerdir.
Görüldüğü gibi bu mes'elede sözü geçen hükmün is* batı için pekçok delil bir
arada bulunmaktadır.
Ebu'l-Velid İbn Rüşd
ve Ebu Bekir İbn el-Arabî ile Hanefi ulemasına ve Hanbelîlerin büyük
çoğunluğuna ve Malikilerden bir cemaate göre ise müstehabtır. Ve bir
topluluktan birinin bu görevi yapmasıyla diğerleri sorumluluktan kurtulmuş
olurlar.
Şafiî ulemasının
görüşü de budur.[226]
İbn el-Kayyim, Zâdü'I
Meâd isimli eserinde: "Muhakkak ki Allah aksırmayı sever, esnemektense
hoşlanmaz. Binaenaleyh aksırınca Allah'a hamdeden bir kimseyi işiten herkese
onun için dua etmek vacibdir."[227]
mealindeki hadisi delil getirerek aksırınca: "Elhamdülillah" diyen
kimseye dua etmenin farz-ı ayn olduğunu İbn Ebî Zeyd ile Malikilerden İbn
el-Arabî'nin de aynı görüşü paylaştığını[228]
söylemiştir.[229]
Rivayete göre:
"Ebu Dâvud, bir gemide bulunuyormuş. Derken sahilde birinin akşınlığını
işitmiş ve hemen bir dirheme bir kayık kiralayarak ak-sıranın yanına gitmiş.
Ona teşmiti yaptıktan sonra tekrar geriye dönmüş. Kendisine neden tâ oraya
kadar gittiği sorulunca:
Olur ki o zat duası
makbul bir kimsedir. Diye cevap vermiş. Gemide-kiler o akşam uyudukları vakit
bir ses işitmişler, birisi onlara:
Hiç şüphe yok ki Ebu
Davûd, Allah'dan cenneti bir dirheme satın aldı, diyormuş.[230]
Aksıranın riâyet
etmesi gereken bazı edebler vardır ki onları şu şekilde özetlemek mümkündür:
Aksıracağı zaman elini
ya da elbisenin bir tarafını ağzına tutarak sesini kısmalıdır. (Bk. 5029
numaralı hadis-i şerif)- Aksırınca hemen akabinde "Elhamdülillahi rabbi'î-âlemin"
demelidir. Nitekim bir hadis-i şerifte "Biriniz, aksırır da: Elhamdülillah
derse melekler: Rabbilâlemîn derler. O kimse: Rabbilâlenıin de derse, melekler:
Allah sana rahmet buyursun, derler" buyurulmuştur.[231]
c. Aksırık
üç defa tekerrür ederse teşmit de tekrarlanır. Daha fazlası için teşmit
yapılmaz. Çünkü daha fazlası nezledendir. (Bk. 5034 nolu hadis).
d. Etrafında
bulunan kimselerin üzerine doğru aksırmaktan kaçınmalıdır.
3. Üçüncü
Hak: Davete icabet etmektir.
Mevzumuzu teşkil eden
hadisin zahiri, her davete icabet etmenin farz olduğunu ifade etmektedir. Ancak
ulema: "Sizden biriniz düğün yeme-ğine'çağrildiği zaman, ona mutlaka
gitsin"[232] hadis-i şerifini
gözönüne alarak, bu farziyyeti düğün yemeğine tahsis etmişlerdir. Nitekim:
"Bu davete icabet
etmeyen kimse Allah'a ve Rasûlüne isyan etmiş olur"[233]
hadisi de buna delalet etmektedir. Çünkü Peygamber (s.a.)'in bu hadiste geçen
davet sözüyle düğün yemeğini kast ettiği bilinmektedir.
Hanefilerin el-İhtiyar
isimli fıkıh kitabında bu konuda şöyle deniyor:
"Eğer davetli
oruçlu ise davete gider ve dua eder, oruçlu değilse yemek yer ve dua eder,
yemezse günaha girer ve ev sahibine eziyet etmiş olur.
Çünkü bu tutum onunla
alay etmek demektir" düğüne davet edilenin bu davete uyması gerekir. Eğer
düğüne gitmezse günahkâr olur.[234]
San'anî'nin
açıklamasına göre bu mevzuda söylenecek en isabetli söz şudur: "Düğün
yemeği dâvetine uymak farz, diğer davetlere uymaksa menduptur."[235]
4. Dördüncü
hak: Bir müslüman nasihat istediği zaman kendisine nasihat etmektir.
Ulema mevzumuzu teşkil
eden hadîsin Müslim'in Sahih'inde yer alan rivayetindeki:
"Senden nasihat isterse nasihat et" emrine bakarak nasihat isteyene
nasihat etmenin ve onu asla aldatmamanın farz; nasihat istemeden nasihatta
bulunmanın da mendup olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu hayra ve iyiliğe önder
olmlak demektir.[236]
5. Beşinci
hak ise, hastayı ziyarettir. Mevzumuzu teşkil eden hadisin Müslim'in Sahih'inde
bulunan rivayetindeki: "Hastalandığı zaman ziyaret" anlamındaki emir
bunu ifade eder.
Buharî'ye göre söz
konusu emir farziyet ifade ettiğinden hastalanan bir müslümanı ziyaret etmek
farzdır. Farz-ı kifâye olduğunu söyleyenler de olmuştur. Cumhur-i ulemaya göre
ise mendubtur Şafiî ulemasından İmam Nevevî bu ziyaretin farz olmadığına dair
icma bulunduğunu söylemiştir. İbn Hacer el-Askalanî'ye göre İmam Nevevî bu
sözüyle bu rivayetin farz-ı ayn olmadığına dair icmâ olduğunu söylemek
istemiştir.
Hastalanan bir
müslümamn ziyaret edilmesi konusunda, hastanın tanıdık olmasıyla tanıdık
olmaması arasında bir fark olmadığı gibi, hastanın yakınlardan olup olmaması
arasında da bir fark yoktur. Hatta hastalığın fazla acılı ve ağrılı olup
olmaması da önemli değildir. Her ne kadar bazıları göz ağrısına tutulan bir
kimseyi ziyaret etmek gerekmez diyerek, göz ağrısı hastalığını bu hükmden
istisna etmek istemişlerse de bu doğru değildir. O da bu hükmün şümulüne
dahildir. Çünkü Hz. Zeyd İbn Erkam: "Rasûlullah (s.a.) gözüm ağrıdığı
için beni ziyaret etti" (bk. Ebu Davud 3102 numaralı hadis) demiştir.
Mevzumuzu teşkil eden
hadiste yer alan: "Hastayı ziyaret" kelimesi ve bu hadisin
Müslim'deki rivayetinde yer alan "Hastalandığı zaman ziyaret et"
cümlesi, hastalanan bir müslümamn hastalığının ilk gününde bile ziyaret
edilebileceğine delalet etmektedir.
Her ne kadar "Peygamber
(s.a.) bir hastanın hastalığının üstünden üç-gün geçmedikçe onu ziyaret
etmezdi"[237] anlamında bir hadis-i
şerif varsa da bu hadis sahih bir hadis değildir. Çünkü senedinde güvenilmeyen
bir râvi vardır.
Hadisin metninde geçen
"Müslüman üzerindeki hakkı" kelimesinden zimmilerin (gayr-i
müslimlerden olan vatandaşların) hastalandıkları zaman kendilerinin ziyaret
edilmelerini beklemeye haklan olmadığı gibi bir mana anlaşılmakla beraber, Hz.
Peygamber'in zimmî olan bir hizmetçisini hastalığı esnasında ziyaret ettiği ve
duası bereketiyle onun da müs-lüman olduğu bilinmektedir.
Yine bilinen bir
gerçektir ki Peygamber efendimiz ölüm döşeğinde yatmakta olan amcasını ziyaret
edip onu müslüman olmaya davet etmiştir.[238]
6. Bir
müslümamn bir müslüman üzerindeki haklarından biri de cenazesinin kaldırılıp
uğurlanmasıdır. Mevzumuzu teşkil eden hadisin son cümlesi bu görevin yerine
getirilmesinin farz olduğuna delalet etmektedir. Bu hususta cenazenin tanıdık
olmasıyla olmaması arasısında bir fark yoktur.[239]
Bilindiği gibi Hanefi
ulemasına göre, bir müslümamn cenaze namazım kıldırıp defnetmek farz-ı
kifâyedir. Müslümanlardan bazılarının bu görevi yapmasıyla diğerleri bu
görevden kurtulur.
Tirmizî'nin
rivayetinde müslümamn müslüman üzerindeki hakları sayılırken: "Kendisi
için sevdiğini, onun için de sevmektir"[240]
şeklinde bir yedinci hak daha yer almaktadır. Ancak iyi dikkat edilirse sözü
geçen bu cümlenin yeni bir hüküm ve hak getirmediği, ancak daha önce geçen altı
maddeyi özetleyen ve altı maddeyi de kapsayan kapsamlı bir cümle olduğu
anlaşılır.[241]
5031... Hilâl
b. Yesaf'dan demiştir ki:
(Birgün) Salim b.
Ubeyd'le birlikte bulunuyorduk. (Orada bulunan) cemaatten biri aksirdı ve hemen
arkasından: "esselamü aleykum" dedi. Bunun üzerine Salim:
Sana da, anana da,
(selam olsun) diye mukabedele bulundu. (Bu mukabeleden) sonra (adamın bu
mukabeleden alındığını hissettiği için) "Her halde sen benim söylediğim
(bu söz)den alındın" dedi. (Adam da):
Annemin ismini hayırla
da şerle de anmamanı isterdim, karşılığını verdi. (Bunun üzerine Salim) şöyle
dedi:
Ben sana (bu hususta)
sadece Rasûlullah (s.a.)'in söylediğini söyledim. Biz (bir gün) Rasûlullah
(s.a.)'in yanında bulunuyorduk. Topluluktan birisi aksırmışti da akabinde
"Esselâmu aleykum" demişti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) (Ona):
"Sana da anana
da" diye karşılık vermişti ve sonra (bize hitab ederek):
"Sizden biriniz
aksırdiğı zaman Allah'a hamdetsin" (Ravi Hilal, Salim'in Hz. Peygamber'den
naklettiği hamd şekillerini hafızasında iyice muhafaza edemediği için) bir
takım hamdler rivayet etti. Sonra (rivayetine devam ederek, Salim'in Hz.
Peygamber'den) şu sözleri (naklettiğini) söyledi:
"... ve yanında
bulunan kimse de ona - Allah sana merhamet etsin-desin, (aksıran kimse de)
onlara: "Allah bize de size de mağfiret etsin" diye karşılık
versin."[242]
Bu hadis-i şerif
aksırınca elhamdülillah dediği için
kendisine dua edilen kimsenin "yağfirullahü lenâ ve leküm: (Allah
bize de size de mağfiret etsin" diye mukabele etmesi gerektiğini söyleyen
Küfe ulemasının delilidir. Nitekim bir önceki hadisin şerhinde ayrıntılı bir
şekilde açıklamıştık. Görüldüğü gibi hadis-i şerifte ismi açıklanmayan bir
kimse Hz. Peygamber'in huzurunda aksırınca "elhamdülillah" demesi
gerekirken "esselamü aleyküm" demiş, Hz. Peygamber de ona bu yanlış
duayı annesinin Öğretmiş olduğunu tahmin ettiği için hem kendisinin hem de
annesinin bu gibi yanlışlıklardan kurtulmak için duaya ihtiyaçları olduğunu
düşünerek ona: "Allah'ın selamı senin ve annenin üzerine olsun" diye
dua etmiştir. Bu durum gösteriyor ki aksıran bir kimsenin
"elhamdülillah" yerine "esselamü aleyküm" demesi kötü bir
bid'attir. Sünnete uygun olan aksıran kimsenin "elhamdülillah"
demesidir.
İmam Nevevî'nin
açıklamasına göre ulema aksıran bir kimsenin aksırmasından sonra
"elhamdülillah" demesinin vacib olmayıp müsteheb olduğunda ittifak
etmişlerdir. Nitekim bir önceki hadisin şerhinde açıklamıştık. Yine orada
açıkladığımız gibi "Elhamdülillahi Rabbil âlemin" demek daha da
faziletlidir.
Bu hadis-i şerif,
aksırmanın aksıran kimseye Allah'ın büyük bir nimeti olduğuna delildir, Bu da
aksırık üzerine terettüb ettirdiği hamdden anlaşılmaktadır.
Ayrıca hadiste
Allah'ın kuluna olan fazl-u kereminin büyüklüğüne de işaret vardır. Şöyle ki:
1. Aksırık
nimeti sayesinde ondan zararı gidermiştir,
2. Aksırana
hamdetmeyi meşru kılmıştır.
3. Hamdedene
yanındakilerin dua etmesini meşru kılmıştır.
4. Aksırık
sebebiyle, o kimseye bir nimet ve menfaat hasıl olmuştur. Çünkü aksırık olmasa
içerideki boğucu gaz ve buharlar dışarıya çıkamaz ve belki de içeride kalmış
olsa çeşitli ihtilaflara, güçlüklere sebep olabilir. İşte yerin zelzelesine
benzeyen bu beden zelzelesi ile o gaz ve buharlar birden dışarıya atılır. Fakat
bu müthiş zelzeleden bedenin tek bir uzvunda en ufak bir arıza vuku bulmaz. Bu
cidden şâyan-i şükran bir şeydir. Onun için de aksırıktan sonra hamdetmek meşru
olmuştur.[243]
5032... Şu
(bir Önceki) hadisi Hilal b. Yesaf, Peygamber (s.a.)'dan bir de Halid b. Arface
ve Salim İbn Ubeyd el-Eşcaî yoluyla rivayet etmiştir.[244]
Bu hadisle ilgili açıklama
bir önceki hadisin şerhinde geçmiştir. Bu hadisi Nesâî iki ayrı senedle daha rivayet
etmiştir:
1. Mansur-bir
adam- Halid b. Arfece - Salim
2. Mansur -
Hilâl ibn Yesaf-Bir adam.
Nesâî'ye göre bu
rivayetlerden doğru olanı ikincisidir. Birinci rivayetin senedi yanlıştır.[245]
5033... Hz.
Ebû Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Biriniz
aksırdiği zaman "elhamdülillah alâ külli hâl (her halükârda Allah'a hamd
olsun)" desin. (Onun bu hamdini işiten din) kardeşi veya arkadaşı (şüphe
râvidendir): "Yerhamükellah (Allah sana merhamet etsin)" desin.
(Arkadaşının bu duasına karşılık olarak) aksıran kimse de (ona:)
"Yehdikümüllah ve yüslihu bâleküm (Allah size hidayet versin ve halinizi ıslah
etsin)" diye dua eder."[246]
Bu hadis-i şerif
aksıran kimsenin kendisine "yerhamükellah" diye teşmitte bulunan
(dua eden) kimseye "yehdikümüHahü ve yüslihü bâleküm" diye mukabele
etmesi gerektiğini söyleyen cumhuru ulemanın delilidir.
Biz bu mevzuyu (5030)
numaralı hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[247]
5034... Hz.
Ebu Hüreyre'den şöyle de(diği rivayet edil)miştir:
"(Din) kardeşine
(aksırdığı zaman) üç defaya kadar (yerhamükelah diye) dua et. (Bundan) daha fazla olan aksırmalar
ise nezle(den)dir.
(Artık nezleden olduğu
anlaşılacağı için duaya devam etmek gerekmez.)"[248]
5035... Said
b. Said'den demiştir ki:
Benim kesin bildiğim
şu ki; Hz. Ebu Hüreyre bu (bir önceki) hadisi Hz. Peygamber'den (merfû olarak)
mânası ile rivayet etmiştir. (Lafızlarını rivayet ettiğini bilmiyorum).
Ebu Davud dedi ki:
Sözü geçen hadîsi (lafzıyla birlikte); Ebu Nuaym, Musa b. Kay s, Muhammed b.
Adan, Said, Ebu Hureyre - senediyle Peygamber (s.a.)'den (merfu olarak)
rivayet etmiştir.[249]
5036... Ubeyd
b. Rifâe'z-Züraki'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Aksıran (bir müslüman)ı üç defa(ya kadar teşmit (etmeye
devam) edersin, (üç defadan fazlasına gelince) eğer teşmit (dua) etmeyi
istersen, teşmit (e devam) et. (Ama) istersen (bundan) vazgeç (e bilisin. Yani
teşmite devam edip etmemek senin isteğine bağlıdır.)[250]
5037... (İyas
b. Seleme'nin) babasından (rivayet edildiğine göre); Bir adam Peygamber
(ş.a.)'in yanında aksirmış da Peygamber (s.a.) ona: "Yerhamükellah (Allah
sana merhamet etsin)" diye dua etmiş. Sonra (adam yine) aksırmış. Bunun
üzerine Peygamber (s.a.):
"Bu adam
nezledir" buyurmuş (ve teşmitten vazgeçmiş.)[251]
Bu babda yer alan hadis-i
şerifler bir mecliste aksıran bir kimseye, üçüncü defa aksırana kadar "yerhamükallah"
diye dua etmeye devam edileceğini, dördüncü defa aksırmasının ise onun nezle
olduğuna delalet edeceğinden, yanında bulunan kimselerin artık duaya devam
edip etmemekte muhayyer olacaklarını, isterlerse bundan sonrakiler için dua
edebileceklerini, istemezlerse dua etmeyi kesebileceklerini ifade etmektedir.
Hafız İbn Hacer, bu
mevzuda gelen rivayetleri ayrıntılı bir şekilde tetkik ettikten sonra
"bir mecliste üç defa aksıran bir kimsenin daha sonraki aksırmaları için
dua etmek mecburiyeti yoktur" demiştir. Tahavî, Merâ-ki'l-Felâh
haşiyesinde, Kâsânî, Bedayiüssanayi'de İbn Abidin, ed-Dur-rül Muhtar
haşiyesinde, İbn Nüceym'de el-Bahrürâik'te tilavet secdesini açıklarken
"bir mecliste birden fazla okunan secde ayeti için birden fazla secde
etmek gerekmediği gibi, üçten fazla aksırmalar için de teşmit gerekmez."
demişlerdir.[252]
5038... (Ebû
Bürde'nin) babasından şöyle de(diği rivayet edil)miştir: Yahudiler kendilerine
"yerhamükellah (Allah size merhamet etsin)"
diye dua etmesi
ümidiyle Peygamber (s.a.)'in yanında aksırırlardı da (Hz. Peygamber onlara):
"Allah size hidâyet versin ve kalbinizi ıslah etsin" diye karşılık
verirdi.[253]
Bab başlığında
"gayr-i müslim vatandaş" diye mana verdiğimiz lafzın karşılığı olarak
îslâmî ıstılahta; "zimnî" terimi kullanılır. Kısaca İslâm Devletinde,
kendisi için öngörülen hukukî çerçeve içerisinde yaşamayı kabul eden başka dine
mensup kişiler demektir.[254]
Hadis-i şerif, Hz.
Peygamberin zımmı vatandaşlar yanında aksırdığı zaman onlara sadece: Allah size
hidayet versin de inancınızı düzeltsin, diye dua etmekle yetinip müslü-manlar
için yaptığı "yerhamükellah (Allah size merhamet etsin)" duasını
onlardan esirgediğini ifade etmektedir.
Görüldüğü gibi
Peygamber efendimiz: "Allah size merhamet etsin" duasını sadece
müslümanlara tahsis etmiştir. Çünkü Allah'ın rahmeti kıyamet gününde sadece
mü'minlere mahsustur.
Ayrıca bu hadis-i
şerif, gayr-i müslim vatandaşlara (zımmîlere) aksırdıkları zaman metinde ifade
edildiği şekilde dua etmenin caiz olduğuna da delalet etmektedir.[255]
5039... Hz.
Enes'den demiştir ki:
İki adam Peygamber
(s.a.)'in yanında aksırdı da, onlardan birine dua etti, diğerine etmedi. Bunun
üzerine:
Ey Allah'ın resulü
(sen bu adamların ikisi de aksırdığı halde bunlardan) birine dua ettin,
diğerine ise dua etmedin (bunun hikmetini açıklar mısınız)? diye soruldu da,
(Hz. Peygamber): "Çünkü bu Allah'a hamd etti (bu yüzden ben de kendisine
dua ettim). Diğeri ise Allah'a hamd etmedi" cevabını verdi.[256]
(Bu hadisi Ebu Davud'a
rivayet eden Şeyhlerden) Ahmed: Birine dua ettin (anlamına gelen: şemmette ehadehüma)
kelimesini yine aynı manaya gelen) "semette ehadehüma" şeklinde de
(işitmiş olabileceğim) söylemiştir.[257]
Taberânî'nin
Mu'cem'indeki Sehl b. Sa'd hadisinden aksîrdığı halde Allah'a hamd etmediği
için Hz. Peygamberin duasından mahrum kalan kimsenin, Amir b. Tufeyl b. Malik
b. Cafer b. Kilâb el-Faris olduğu anlaşılmaktadır.
Hadis-i şerif
aksırdığı halde hamdetmeyen kimseye dua etmek gerekmediğine delâlet
etmektedir.
İmam Nevevî bu konuda
"aksırdığı halde hamdetmeyen kimseye dua etmek gerekmezse de hamdetmesinin
gereğini kendine hatırlatmak müs-tehabdır. Bu suretle hem o hamdetmiş olur, hem
de yanındakiler teşmitte bulunurlar. Bu emr-i bilma'ruf kabilindendir"
demiştir.[258]
Hafız İbn Hacer'in
açıklamasına göre mevzumuzu teşkil eden hadisin hükmü umumididir. Binaenaleyh
aksınnca Allah'a hamd etmeyen hiçbir kimseye dua etmek gerekmez. Nitekim bir
hadis-i şerifte: "Biriniz aksırdığı zaman Allah'a hamdederse teşmit
yapın, hamd etmezse ona teş-mitte bulunmayın"[259] buyurulmuştur.
Yine Hafız İbn Hacer'in
açıklamasına göre "Aksırdığı halde Allah'a hamd etmeyen kimseye teşmit
edilmeyeceği konusundaki yasağın haram mı yoksa kerahet-i tenzihiyye mi ifade
ettiği meselesinde ulema ihtilafa düşmüşlerdir. Cumhuru ulemaya göre bu yasak
kerâhet-i tenzihiyye ifade etmektedir.
Malikî ulemasından İbn
el-Arabî de teşmilin sadece aksırınca hamdeden kimseler için meşru kılındığını
söylemiştir."[260]
5040... Yaîş
b. Tı'hfe b. Kays el-Gıfârî'den demiştir ki: Babam Suffe ashabından idi.
(Birgün) Rasûlullah (s.a.); (bizim ev halkına): "Haydin bizimle beraber
Aişe'nin evine siz de gelin" dedi. Bunun üzerine (tuttuk, Hz. Aişe'nin
evine) gittik. (Hz. Peygamber):
Ey Aişe bizi doyur,
dedi. (Hz. Aişe) de içine et ve hurma katılmış ince bulgurdan yapılmış bir
yemek getirdi (onu) yedik, sonra (tekrar):
Ey Aişe bizi doyur,
dedi. (Hz. Aişe) de hurma, kavut, keş ve yağ karışımı güvercin (eti) kadar
(az) bir yemek getirdi. Onu da-yedik sonra:
Ey Aişe bizi sula,
dedi. (Hz. Aişe) de bir bardak süt getirdi. (Onu) içtik. Sonra (tekrar):
Ey Aişe bizi sula,
dedi. Küçük bir bardak (dolusu süt daha) getirdi. (Onu da) içtik. Sonra:
İsterseniz (burada)
uyursunuz, isterseniz mescide gidersiniz, dedi. Ben (mescidde) ciğer (ağrısın)
dan dolayı yüzü koyun uzanmış yatarken, bir de baktım ki; bir adam ayağıyla
beni dürtüklüyor. (Bana): "Bu yatış Allah'ın öfkelendiği bir
yatıştır" diyor. Baktım, bit de ne göreyim! Rasûlullah (s.a.) miş"[261]
Hz. Peygamberin Medine'deki
mescidinin sofasında yatıp kalkan arkadaşlarına "Ehlu's-Suffa" da denir.
Suffe veya Sofa, meskenlerde bulunan eyvan demektir.
Evi barkı olmayan
fakir sahabeler.[262]
Medine camiisinin bitişiğindeki kapalı bir sofada yatar kalkarlar, zamanlarını
ilim ve ibadetle geçirirlerdi.[263]
Ashabü's-Suffa çoğunlukla su taşımak, odun kesmek gibi yollarla hayatlarını
kazanırlardı. Bununla birlikte Hz. Peygamber ve onun tavsiyesi üzerine bazı
sahabiler tarafından kendilerine yiyecek gönderilir.[264]
dolayısıyla müslümanların müsafirleri sayılırlardı.[265]
Bizzat Hz. Peygamber ve başka muallimler burada ders verirlerdi. Ashabü's-Suffa
esas itibariyle Kur'ân tahsil eder ve Arabistanın muhtelif bölgelerine İslamı
tebliğ etmek ve öğretmek için gönderirlerdi. Kısa zaman sonra tebliğ ve öğretim
faaliyetleri için Suffa, artık kifayet etmemeye başlamış ve Hz. Peygamber Medine'nin
çeşitli semtlerinde mektepler açma mecburiyetini duymuştur.
Ashab-ı Suffa'nın
sayısı hakkında değişik rakamlar verilmektedir. Bazı rivayetlere göre doksanı
aşan bu sayı, diğer rivayetlerde daha yüksektir ve 400'e kadar çıkmaktadır. Bu
fakir sahabiler arasında 70 kişinin elbiselerinin son derece eskimiş ve
kifayetsiz olduğunu Ebu Hüreyre'den öğreniyoruz.[266]
Ashabü's-Suffa hakkında Hz. Peygamber'den nakledilen birçok hadis yanında,
bizzat kendilerinin ve muasırlarının da bir hayli hatıraları bize gelmiştir.
Ashabü's-Suffa arasında büyük hukukçular, Abdullah b. Mesûd, İbn Ömer, büyük
hadisçi Ebu Hüreyre, Müezzin Habeşli Bilâl, bir papaz oğlu Hanzale, büyük zâhid
Ebû Zer, Suheyb, İranlı Sel-man, Irak fatihi Sa'd b. Ebi Vakkas, gibi çok ünlü
kişiler mevcuddu. Yine bunlar arasında Arabistan'ın uzak bölgelerinde yaşayan
kabilelere mensup kimselerden bahsedilmektedir. Siyer, İslam tarihi, tabakât
kitapları ve sahablerin hal tercümelerinden bahseden eserlerde ashab-ı suffaya
geniş yer verilmiştir. Onlar hakkına müstakil hal tercümesi kitapları da
vardır.
Ashabü's-Suffa
tophıluğu, İslâmın Medine döneminde, özellikle siyasi, askeri, içtimaî,
iktisadi ve dini sebeplerle ortaya çıkmıştı. Müslüman oldukları için kavimleri
ve kabileleri arasına yaşama imkânını bulamayanlar, yurtlarını terk ederek
Medine'ye geliyor ve burada kendilerine tahsis edilen mescidin Sofasında
muhacir ve mülteci hayatı yaşıyorlardı. Geçimlerini temin eden bir iş bulanlar
veya memleketlerine dönme imkânına kavuşanlar, kısa veya uzun süre Suffada
kaldıktan sonra buradan ayrılırlardı. Bu arada yerlerine yenileri gelirdi.
Suffadaki sahabinin sayılarının zaman zaman artmasının veya eksilmesinin
sebebi budur.
Muhacir ve mülteci
olarak Medine'ye gelerek kısa veya uzun süre mesciddeki suffada kalanların en
açık ve ayırt edici özelliklerinin fakirlik ve yoksulluk olduğu tabidir. Ayrıca
işi, gücü bulunmayan bu şahısların ibadete ve dini bilgileri öğrenmeye diğer
sahabeden daha fazla zaman buldukları da muhakkaktır. Hz. Peygamber, komşuları
olan bu zatlarla daha fazla sohbet etmiş, İslamın neşir ve tebliğinde
kendilerinden faydalanmıştır.
Ayrıca İslamı yeni
kabul etmiş kabilelerden Medine'ye gelen temsilcileri, Suffada müsâfir edilir,
İslam dinini ana hatlarıyla öğrenene kadar burada ikamet ederlerdi.
Ashabü's-Suffa, eğitim
ve İslamı yaymak ve duyurmak için özel suretle planlanmış ve yetiştirilmiş bir
cemaat değildi. Nitekim, bu topluluğa vücut veren amiller ortadan kalktıktan
sonra, bu topluluk da İslamı neşr ve tebliğ işi devam ettiği halde, ortadan
kalkmıştı.
Ashabü's Suffa'nm dinî
yaşayış itibariyle Öbür mü slü m ani ardan farklı ve onlara üstün hiçbir tarafı
yoktur. Hatta en büyük ve en faziletli sahabi-ler Ashabü's-Suffa'dan
değillerdi...
Çoğu muhacir ve
mülteci olduğu için fakir, işi, gücü olmadığı için de fazla ibâdete daha çok
zaman ayırabilen Ashabü's-Suffa bu iki özelliği sebebiyle mutasavvıflar
tarafından örnek alınmış ve kendilerinin asr-i saadetteki temsilcileri saymışlardır.
Hatta Sufî, mutasavvıf ve tasavvuf kelimelerinin bile bu kökten geldiği öne
sürülmüştür..[267]
Suffe ehli mescidde
yatar kalkarlardı. Onların orada yatıp kalkmaları mescidde uyumanın caizliğine
delâlet eder.
"Bizler genç iken
Rasûlullah (s.a.)'tn zamanında Mescidde uyurduk"[268] meâlindeki
İbn Ömer (r.a.) hadisi de buna delâlet etmektedir.
İlim adamlarının bu
konudaki görüşlerini şu şekilde özetlemek mümkündür:
1. Said b.
Müseyyeb ile Hasan-i Basrî, Atâ, Muhammed b. Şirin ve Şafiîlere göre mescidde
uyumak orada namaz kılanların yerlerini daraltmamak ve onların şaşırmalarına
sebebiyet vermemek şartıyla, kerâhetsiz olarak caizdir. Aksi taktirde
haramdır. Delilleri ise "Bizler Rasûlullah (a.s) zamanında mescidde
uyurduk"[269] hadis-i şerifiyle
"Hz. Peygamberin Hz. Ali'yi mescidde yatarken görüp de onu bundan
nehyetmeyip "kalk ey Ebu Türab (toprağın babası)" diyerek[270]
iltifatta bulunduğunu ifade eden hadistir.
Şafiî ulemasından İmam
Nevevî de "Suffe ashabı ile sahabilerden bazılarının ve müslüman olmadan
önce Sümame b. Üsal'uı mescidde yatıp kalkmalarının bunun cevazına delalet
ettiğini ve imam Şafiî'nin de bu görüşte olduğunu söylemiştir:
Hanefi ulemasından
Bedrüddin Ayni'nin açıklamasına göre İbn el-Müseyyeb ile Süleyman b. Yesar'a
mescidde uyumanın hükmü sorulmuş da "Suffe ashabı mescidde uyuyorlardı.
Onlar meskenleri mescid olan bir cemaat idi. Durum böyleyken bunu bana niye
soruyorsunuz?" cevabını vermiş. Taberî de El-Hasan'ın: "Osman b.
Affan'ı başında nöbetçi falan olmadığı halde mescidde uyurken gördüm"
dediğini nakletmektedir.
İmam Malik'e göre evi
olan bir kimsenin mescidde gece veya gündüzün uyuması mekruhtur. Fakat yabancı
bir müsafirin uyumasında herhangi bir sakınca yoktur.
İbn Mesûd ile Tavus,
Mücâhid ve Evzaî de mescidde uyumayı mekruh görmüşlerdir. Nitekim 232 numaralı
hadisin şerhinde açıklamıştık. Ayrıca mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerif,
yüzü koyun yere yatmanın Allah'ın hoşlanmadığı bir yatış olduğuna da açıkça
delâlet etmektedir.[271]
5041... (Abdurrahman
ibn Seyhan'ın) babasından rivayet edildiğine göre Rasülullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Kim etrafı
çevrili olmayan (açık olan) bir dam üzerinde uyur (da düşüp öliir)se (Allah'ın ona
yapılacak haksızlıklardan dolayı ilgilileri dünyada sorumlu tutacağına dair
vermiş olduğu) ahidden (sözden) kendini uzaklaştırmiş olur.”[272]
Zimmet: Lügatta hıfz
ve himayesi icab eden ahd, eman teahhud manalarına gelir ki, yerine getirilmemesi
kötülenmeyi gerektirir.[273]
Fakihler bu kelimeyle insanın bu ahdleşme neticesinde doğan sorumluluğu
yüklendiği yeri, yani insanın kendisini kasdederler.
Kadı İmam Ebu Zeyd'in
açıklamasına göre, şeriat lisanında zimmet, bir vasıftır ki insanın onunla
lehine ve aleyhine olan hak ve vazifelere ehil olur. Yüce Allah insanı emaneti
yüklenmeye bir mahal olarak yaratjnca bunun karşılığında ona akzl ve beden
nimeti verdi de onu bir takım hak ve vazifeleri yüklenmeye ehil hale getirdi ve
bu sayede mal, can, ırz namus dokunulmazlığına sahib oldu.[274]
Bu ahidleşme A'raf
suresinde açıklandığı üzere ezelde Allah ile kullar arasında geçen: "Ben
sizin Rabbiniz değil miyim?" diye buyurduğu vakit "Evet Rabbimizsûı.
Şahid olduk"[275]
icab ve kabulü ile olmuştur. Kısaca zimmet hak ve vazife ehliyetidir.[276]
Mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerifte geçen zimmet kelimesiyle kasd edilen Kak ehliyetidir.
Binaenaleyh böyle etrafı çevrili olmadığı için üzerinde yatan bir kimsenin
herhangi bir hareket neticesinde yuvarlanıp düşmesine müsait bir dam üzerinde
yatan kimse, kendi kendini helake arz etmiş olacağından onun kanı heder
olmuştur. Onun ölümünden kimse sorumlu tutulmaz.[277]
5042... Muaz
b. Cebel'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Abdestli olarak
ve (Allah'ı) zikrederek yatıp da geceleyin uyanıp Allah'dan dünya ve âhiret
işlerinden bir hayır isteyen hiç bir müslü-man yoktur ki, Allah ona o
istediğini vermiş olmasın." Sabit el-Bunanî dedi ki: Ebu Zabye bizim
yanımıza gelmişti de bu hadisi bize Muaz b. Cebel yoluyla Peygamber (s.a.)'den
rivayet etmişti.
Falanca da (bana)
şöyle dedi: "Ben (bir gece) uykudan uyandığımda gece yapılacak olan bu
duaları okumak istedim de muvaffak olamadım."[278]
Bu hadis-i şerif, gece
yatağa Allah'ı zikrederek ve abdestli olarak yatıp da gecenin herhangi bir saatinde
uyanarak Allah'a el açıp dua eden bir müslümanın duasının kabul edileceğini
ifade etmektedir.
Hadis-i şerifte bu
duanın nasıl yapılacağına dair bir açıklama yoktur. Hadisin sonundaki ta'likten
aslında Hz. Peygamber'in bu duanın nasıl yapılacağını da Öğrettiği, fakat
raviler tarafından unutulduğu, hatta Sabit el Bunanî'nin bu duayı yapmak üzere
bir gece uyanıp yatağından kalktığı fakat duayı unutmuş olduğu için buna
muvaffak olamadığı anlaşılmaktadır. Biz bu konuyu (5060-5061) numaralı
hadislerin şerhinde tekrar ele alacağız, inşallah.[279]
5043... Ibn
Abbas'dan demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.)
geceleyin (yatağından) kalktı da ihtiyacını görüp elini yüzünü yıkadı. Sonra
(tekrar yatıp) uyudu.
Ebû Dâvud dedi ki:
(Hz. İbn Abbas ihtiyacını gördü derken) Küçük abdest bozdu, demek istiyor.[280]
Bu hadisin şerhinde
imam Nevevî şunları söylemiştir: Allahü a'lem kaza-i hacetten murad abdest
bozmak olacaktır. Kadı lyaz da aynı şeyi söylemektedir. Yüzü yıkamaktaki
hikmet uyku eserini gidermektir. El yıkamaya gelince Kadı lyaz "ihtimâl
ellerine bulaşan birşeyden dolayıdır" demiştir.”[281]
Bu hadis geceleyin
uyandıktan sonra tekrar uyumanın mekruh olmadığına delildir. Selefin bazı âbid
zevatından bunun mekruh olduğu nakledilmiştir. İhtimal onlar bundan vazifeye
mani olacak derecede uyumayı kasd etmişlerdir. Çünkü Rasûlullah (s.a.)
efendimiz vazife ve evradına mâni olacak derecede uykuya dalmazlardı.[282]
5044... Ümmü
Seleme'nin aile fertlerinin birinden (rivayet edildiğine göre) Peygamber
(s.a.)'in yatağı(nın konumu) insanın kabrine konulusu gibiymiş. Mescid de
baştarafında (kalır) imiş.[284]
Hadis-i şerif, Resul-i
Zişan efendimizin yatağa yatarken aynen
kabirde yatar gibi yüzü kıbleye gelecek şekilde, sağ kolu üzerine yattığını,
yatağının da buna göre konmuş olduğunu ifade etmektedir.
Yine bu hadis-i
şeriften anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber yatağına bu şekilde yatınca Medine'deki
Mescid-i Nebevi, baştarafma düşermiş. Bu mevzuda Bezi yazan şunları söylüyor:
"İşte metinde geçen "mescid de baştarafında kalırdı" mealindeki
cümle bunu ifâde etmektedir.
Fakat bu cümlede geçen
"mescid" kelimesiyle Hz. Peygamberin medine'deki mescidi değil de
evinde nafile namazlarını kılmak için tahsis edip seccadesini serdiği yer kasd
ediliyorsa o zaman bu söz konusu cümleyle "Hazret-i Peygamber'in bütün
düşünce ve gayesinin Allah'a kulluktan ibaret olduğu, yatağına yatarken
geceleyin ilk fırsatta teheccüd namazına kalkmak niyyetiyle yattığı"
ifade edilerek, Hz. Peygamberin yatağına kabre'girer gibi girmesine ilaveten
aynı zamanda.teheccüd namazına kalkmaya niyyetlenmeden asla yatmadığı da
anlatılmak istenmektedir. İmam Gazzâlî (s.a.)'da bu konuda şöyle demektedir:
"İnsana gereken yatağına girerken kabre konulusunu ve oradaki ahvâlini
düşünmektir. Özellikle kabre tek başına gireceğini sadece amelleriyle başbaşa
kalacağını, bütün yaptıklarından hesaba çekileceğini düşünmek ve rahat yatağa
yatmak için kendini uykuya hazırlamaktan kaçınmaktır. Çünkü uyku bir bakıma
hayatın atalete uğraması demek olduğundan ölüme benzer."[285]
5045... Peygamber
(s.a)'in zevcesi Hafsa'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (a.s.) uyumak
istediği zaman sağ elini (sağ) yanağının altına koyup sonra üç defa: "Ey
Allahım, kıyamet günü kullarını (hesaba çekmek üzere tekrar) dirilttiğinde
beni azabından koru!" diye dua edermiş.[286]
"Şüphesiz ki
göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde,
selim akıl sahipleri için ibret verici deliller vardır ki onlar ayakta iken,
otururken ve yanları üzerine yatarken, Allah'ı anarlar ve göklerin ve yerin
yapısındaki harikalar) hakkında inceden inceye düşünürler."[287]
âyetinin en büyük mazharı Resul-i Zişan efendimizdir. Onun Allah'ı hatırlamadan
geçen bir anı dahi yoktu. Nitekim (30) numaralı hadisin şerhinde açıklamıştık.
Bu itibarla insanlığın
hakka ve kurtuluşa ermesinin ancak, Hz. Peygamberin
sünnetini her an pusula gibi önünde bulundurup ona göre hareket etmekle mümkün
olabileceğinin idraki içinde olan bir müslüman da her an tefakkür içerisinde
olup malayaniden, keyfilikten uzak durur. Kulluk icabı her zaman için onun
kapısını çalıp ihtiyaçlarını ona arz eder. Sadece ona el açıp ihtiyaçlarını
ondan ister. Hangi saatte hangi duaların yapılması lâzım geldiğini araştırır,
ona göre hareket eder. Bu hususta yegâne örnek Allah'ın Resulüdür.[288]
5046... Sa'd
b. Ubeyde'den (şöyle) dedi(ği rivayet edil)miştir: Berâ b. Âzib'in bana
naklettiğine göre;Rasûlullah (s.a.)'ın kendisine şöyle buyurmuştur:
"Yatağına gir(mek
iste)diğin zaman (eğer abdestin yoksa aynen) namaz için aldığın abdest gibi
bir abdest al, sonra sağ tarafının üzerine yat ve: "Ey Allahım, ben yüzümü
sana teslim ettim, işimi de sana havale ettim, (azabından) korkarak ve
sevabını umarak (bütün İşlerimde) sırtımı sana dayadım. Senden kurtulup
sığınılacak ancak sen varsın, indirmiş olduğun kitabına ve göndermiş olduğun
nebî'nc iman ettim, diye dua et. (Böyle yaptığın takdirde) ölürsen İslam üzere
ölürsün. Bunlar son sözlerin olsun."
el-Bera (b. Azib
sözlerine devam ederek) demiş ki: Ben (kendi kendime): "Bu sözleri (bir
daha) hatırlayayım" dedim. "Göndermiş olduğun Resulüne..." diye
okudum da (fahr-i kainat efndimiz): "Hayır (öyle değil), göndermiş
olduğun Nebine" buyurdu.[289]
5047... el
Berâ b. Âzib'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) kendisine:
"Yatağına abdestli olarak girince yastığı sağ tarafına al..." buyurmuş
Hz. Berâ b. Azib daha sonra (bir önceki hadisin) benzerini rivayet etmiştir.[290]
Bu hadis-i şerifte üç
mühim sünnet göze çarpmaktadır:
1. Uykuya
yatacak kimsenin abdest alması. Önceden abdestli ise yenilemesi şart değildir.
2. Sağ
tarafına yatmak. Çünkü Râsulullah (s.a) her işinde sağdan başlamayı severdi.
3. Allah'ı
zikretmek. Müslümanın son işi Allah'ı zikr olmalıdır. Rivayetlerdeki
"yüz" kelimesinden maksat bütün vücuddur, "sırtını dayamak,"
tabiri de Allah'a itimad etmekten kinayedir.
Bu talimat dahilinde
hareket eden kimse o gece ölürse, fıtrat üzere, yani müslüman olarak ölecek,
sabaha sağ çıkarsa, hayra isabet edecek, yani bu sünnetlerin sevabını
kazanacaktır. Rasûlullah (s.a.)'m "Rasulu" kelimesini kabul etmeyip
onun yerine "Nebi" kelimesini kullanmasını emr buyurmasının sebebi,
ulema arasında ihtilaflıdır. Bazılarına göre bunun sebebi Rasul kelimesinin
Peygamber (s.a.)'den başkasına da ihtimali olduğu içindir. Mazirî ve başkaları
"bu bir zikir ve duadır, hangi sözlerle varid oldu ise harfiyyen onları
okumak gerekir. İhtimal mükafat o harflere mütealliktir. Belki Peygamber
(s.a.)'e bu harflerle okuması vahy edilmişti. Binaenaleyh aynı kelimelerle eda
olunması icab eder" demişlerdir. Nevevî bu kavli beğenmiştir. Ulemadan
bazıları da bu hadisle, istidlal ederek hadisi mana itibariyle rivayetin caiz
olmadığını söylemişlerdir. Cumhura göre manayı bilen kimsenin manen rivayeti
caizdir. Onlara göre burada mana muhteliftir. Böyle yerlerde ise mana
itibariyle rivayet bilittifak caiz değildir.[291]
5048... Şu
(bir önceki hadisi Sa'd b. Ubeyde ve el Berâ (b. Âzib) yoluyla A'meş ile
Mansur da rivayet etti. (Bu hadisi A'meş ile Mansur'dan nakleden) Süfyan (-i
Sevrî):
(Ancak A'meş ile
Mansur'dan) birisi (sözü geçen hadisi): "Yatağına abdestli olarak
girdiğinde" şeklinde rivayet etmişken diğeri: "(Yatağına
gireceğinde) namaz için aldığın abdest gibi abdest al" şeklinde rivayet
etmiştir, dedi ve (bir önceki 5046 nolu) Mu'temir (hadisin)in manâsını rivayet
etti.[292]
Mansur hadisi,
Müslim'in Sahih'inde: "Döşeğine yattığın
vakit namaz için aldığın abdest gibi abdest al. Sonra sağ tarafına yat, sonra:
Ey Allah'ım kendimi sana teslim ettim.. de..."anlamına gelen lafızlarla
rivayet edilmiştir.[293]
5049... Huzeyfe
(r.a.)'den demiştir ki:
Peygamber (s.a.)
uyu(mak istedi)ği zaman: "Ey Allah'ım, senin isminle ölür, senin isminle
dirilirim" derdi. Uykudan uyanınca da "Bizi öldürdükten sonra
(tekrar) dirilten Allah'a hamd olsun. (Yaratıkları) öldükten sonra diriltmek de
ona (mahsus)tur" derdi..[294]
Metinde geçen
"diriltti" ve "Öldürdü" kelimeleri uyandırdı ve uyuttu
anlamlarında kullanılmıştır. İnsan uykuda tamamen hareketsiz kaldığı için uyku,
ölüme; uyanıklık da canlılığa
benzetilmiştir.
o Metinde'geçen
"nüşûr" kelimesi de diriltmek ve yeniden hayata kavuşturmak
demektir.
Hadis-i şerif Fahr-i kâinat
efendimizin yatarken ve kalkarken nasıl hareket ettiğini açıkça ifade
etmektedir.[295]
5050... Hz.
Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Biriniz yatağına
gir(mek iste)diği zaman yatağını (önce) gömleğinin iç ucuyla bir silksin..
Çünkü o (daha önce o yataktan kalktığı zaman) yatak üzerinde kendi yerine
(tozdan topraktan ve haşerelerden) nelerin yerleştiğini bilemez. Sonra sağ
tarafı üzerine yatsın ve: (Ey Allahım!) 'Yanımı ancak senin isminle (döşeğe)
koydum, onu ancak senin isminle kaldırırım. Eğer nefsimi (öldürüp de yanında)
tutarsan ona merhametle muamele et. Eğer (öldürmez de tekrar bu âleme)
gönderirsen salih (kul)ları(nı) koruduğun şeylerle onu da koru' desin..."[296]
Hadis-i şerif, yatağa
yatmadan önce yatağı silkelemenin ve içinde bulunması muhtemel olan toz toprak
ve zararlı böceklerden temizlemenin ve metinde geçen duayı okumanın sünnet
olduğuna delâlet etmektedir. Yatağın içerisinde zararlı böcek bulunması
ihtimali, mevcut olduğundan onu çıplak elle silkelemek tehlikeli olabilir. Bu
nedenle eğer yatağı silkelemek için mutlaka eli kullanmak icab ediyorsa ele bir
bez parçası alıp bu işi o bezle yapmakta isabet vardır.
Fakat o anda ele bir
bez parçası da geçmiyorsa bu iş için gömlekten veya pijamadan da
yararlanılabilir. Fakat yatağı gömlek ya da-pijamanın dış tarafıyla silkelemek
onları kirletebilir. Bu bakımdan yatağı onların iç kısmıyla yani vücuda temas
eden yüzleriyle yapmakta fayda vardır.
İşte metinde geçen
"gömleğinin iç ucuyla silksin" cümlesiyle anlatılmak istenen budur.[297]
5051... Hz.
Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) yatağına girdiği
zaman şöyle dua edermiş:
"Ey göklerin,
yerin ve herşeyin Rabbi olan, taneyi ve çekirdeği yaran, Tevratı, İncili ve
Kur'ani indiren Allahım! Her şerlinin şerrinden sana sığınırım. (Çünkü) onun
alnı senin elindedir. Evvel sensin, senden önce hiçbir varlık yoktur. Zahir
sensin(zuhur yönünden) senin üstünde, hiçbir varlık yoktur. Bâtın (gizli)
sensin, (gizlilik bakımından) senden ilerde hiçbir varlık yoktur. (Zahir
olduğun halde zuhurunun şiddetinden seni herkes göremez, zatını idrâk
edemez)" (Bu hadisin râvüerinden) Vehb (b. Bakiyye) rivayetine (şu sözleri
de) ekledi: "Benden borçlarımı öde ve beni fakirlikten kurtar."[298]
Metinde geçen
"Onun alnı senin elindedir" tabirincien murad, "herşey senin
kudret ve saltanatının altındadır" demektir. Hadis-i şerifteki
"borç" kelimesinin bütün kul ve Allah borçlarına şâmil olması
ihtimali vardır.
Zahir ve bâtın
kelimeleri, Allah'ın isimlerindendir. Bazıları buradaki zahirin kudret-i kâmile
sahibi manasına geldiğini, birtakımları da zahirin "kat'î delillerle sabit
olan", bâtının ise "mahlûkatına görünmeyen" manasına geldiğini
söylemişlerdir. Bakıllanî'ye göre âhirin manası ilim, kudret vesâir
sıfatlarıyla bakî olan demektir. Yani Allah teâla ezelde nasıl bu sıfatlarla
mevsûf ise, mahlûkatı yok olup bittikten sonra da aynı sı-fatlarla
müttasıftır..[299]
5052... Ali
(r.a)'den (rivayet edildiğine göre) Resûlullah (s.a.) yatağına yatarken şöyle
dua edermiş:
"Ey Aliahım,
alnından tuttuğun şeylerin şerrinden kerem sahibi olan zâtına ve tam olan
kelimelerine sığınırım. Allah'ım, borcu ve günahı sen giderirsin. Allah'ım,
(Senin) askerin yenilmez, va'dinin aksi yapılmaz ve zenginlik sahibine senden
(gelecek azaba karşı) zenginliği fayda vermez. Seni her türlü eksiklikten
tenzih (ve takdis) ederim. Sana hamd(-ü senalar) ederim."[300]
5053... Hz.
Enes'den (rivayet edildiğine göre) Rasûllullah (s.a.) yatağına gir(mek üzere
yatağının üzerine otur)duğu zaman,- "Bizi doyurup sulayan, bize yeten ve
bizi sığındıran Allah'a hamdolsun! Nice kimseler vardır ki, onların ne
işlerini üzerine alıp kendilerine yeten(ler)i vardır, ne de barındıranları
vardır" demiştir.[301]
5054... Ebu'l-Ezheri'l-Enmarî'den
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) geceleyin yatağına yattığı zaman
şöyle dua edermiş:
"Allah'ım! Adınla
yanımı (yatağa) bıraktım. Ey Allah'ım! Günah(lar)ımı affet, şeytanımı (benden)
uzaklaştır. Rehinelerimi çöz, beni (mukarreb meleklerin toplandığı) yüksek
meclise koy!"
Ebu Davud der ki: Bu
hadisi Sevr'den Ebu Hammâm eî-Ehvâzî de rivayet etti. (AncakEbu Hemmâm, Ebu'I Ezher
el-Enmârî yerine): Ebu Züheyr el-Enmarî'yi zikretti.[302]
Hafız el-Münzirî'nin
açıklamasına göre 5052 numaraları hadisin senedinde bulunan el-Hâris el-A'ver
sağlam bir râvi değildir. Ancak sözü geçen hadis güvenilir bir râvi olan ve
Ebu'l-Meysere künyesiyle şöhret bulan Ömer b. Şürahbîl.el-Hemadânî el-Kûfî
tarafından da rivayet edildiği için delil olma niteliğini haiz bir hadistir.
(5053) numaralı hadis-i şerifte geçen: "Bize
yeten" sözü "bize her türlü sıkıntılardan korunma gücü ve imkânı
veren" anlamına geldiği gibi, "Bizi sığındıran" sözü de
"bizi ev, bark sahibi ederek bize ağır tabiat şartlarına ve düşmanlara
karşı koruma imkânı bahşeden"
anlamına gelmektedir. Bu sözlerin Allah'a şükür ve sena makamında ve
kulluk aczini itiraf gayesiyle söylendiği muhakkaktır. "Kendilerine yeten
birisi de yok kendilerini barındıran da yok" sözü, nice insanlar vardır ki
kendilerine yeten ve kendilerini barındıran Allah'dan haberleri yok, anlamına
kullanılmış da olabilir.[303]
(5054) numaralı hadiste geçen "Rehinelerimi
çöz" sözüyle "herkes kazancına bağlıdır"[304]
âyet-i kerimesine işaret vardır. Bilindiği gibi bu âyet-i kerimede herkesin
kendi kazancı karşılığında rehin olduğu, dolayısıyla kazancının hayır olması
halinde azad olacağı, şer olması halinde ise cehennemlik olacağı ifâde
edilmektedir. İşte metinde geçen söz konusu cümle ile cehennemlik olmaktan
kurtularak cennetlik olmak istenmektedir.[305]
5055... (Ferve
b. Nevfel'in) babasından (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) Ferve'ye:
"(Yatağına yattığın zaman) “Kul yâ eyyühel kâ-firûn" suresini (bir
defa) oku; Bitirince uyu. Çünkü o, şirkten beraet etmektir" buyurmuştur.[306]
Her ne kadar İbn Abdil
Berr bu Hadis-i şerifin muzdarip
olduğunu söylemişse de Hafız Ibn Hacer, İbn Abdil Berr'in bu iddiasını tenkid
ederek, bu hadisin sağlam olduğunu söylemiştir. Tirmizî de Hafız İbn Hacer'in
görüşündedir.[307]
5056... Aişe
(r.anha)dan rivayet edildiğine göre); Peygamber (s.a.) her gece yatağına
girdiği zaman avuçlarını birleştirir, sonra onlara üfürerek içlerine:
"kulhuvellahü
ehad," "kule ûzu birabbil-felak" ve "kul eûzü
birabbin-nâs" sûrelerini okur, sonra ellerini cesedinden erişebildiği
yerlere sürermiş. Önce, onları başına yüzüne ve cesedinin ön kısmına (sürmekle
işe) başlar ve bu işi üç defa tekrarlarmış.[308]
Hadisin zahirinden
fahr-i kâinat efendimizin yatağına yatacağı
zaman, önce ellerini bitiştirdiği sonra onlara üfürdüğü,
sonra onların içine İhlâs süresiyle Muavvizeteyn surelerini okuyup ellerini
başına, yüzüne ve vücudunun ön tarafında bulunan kısmına sürmekle işe başlayıp,
Ön tarafına meshetmeyi bitirdikten sonra vücudunun arka tarafına geçtiği ve
bunu üç defa tekrarladığı anlaşılmaktadır.
Münzirî'nin
Şerhü'I-Mesâbîh isimli eserindeki açıklamasına göre "ellere okumadan Önce
üfurmenin hiçbir anlamı yoktur. Doğru olan önce ellere okumak daha sonra da
ellere üfürmektir. Bu sayede Kur'an'm bereketi ellere daha da fazla erişmiş olur.
Esasen üfurmenin okumadan önce olması gerektiğini söyleyen bir ilim adamı da
görülmemiştir. Bu bakımdan bu hadis-i şerifte üfurmenin okumadan Önce
olduğundan bahsedilmesi râvilerden birine ait bir yanlışlıktan kaynaklanmış
olsa gerektir." Tîbî'ye göre ise "hadis-i şerifte ifade edilen sıra
doğrudur. Esasen rivayeti doğru olan bir raviye hiçbir sebep yokken itiraz
etmek doğru değildir. Binaenaleyh Hz. Peygamber ellerine önce üfürmüş sonra da
okumuştur. Belki de bunu sihirbazlara muhalefet etmek için yapmıştır. Çünkü sihirbazlar
kendilerine gövo. önce bir çok put ismi ve kelimeler okurlar, sonra
üfürürler."[309]
Hz. Peygamberin, sözü
geçen sureleri okurken ellerini bitiştirmeleri, namazdan sonra yapılan dualarda
da ellerin bitiştirileceği anlamına gelmez. Çünkü, bunların yerleri ayrıdır.
Bunun içindir ki Kütüb-i Sitte sahiplerinin hiçbiri mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerifi namaz bölümünde ya da namazdan sonra yapılacak dua bablannda
zikretmemişlerdir.
Kur'ân'ın faziletleri
ve tıb gibi bölümlerde zikretmişlerdir. Çünkü sözü geçen âlimlere göre Hz.
Peygamberin bu uygulaması, Kur'an-ı Kerimde bulunan bazı âyet ve surelerin
vücuda şifâ verdiğine delâlet eder. Namazdan sonra hangi duanın ve nasıl
yapılacağına delâlet etmez.[310]
5057... Hz.
İrbâd b. Sâriye'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) uyumadan önce
el-Musebbihat (denilen sureleri) okur ve:
"Bu surelerin
içerisinde bir âyet vardır ki bin âyetten daha faziletlidir" buyururdu.[311]
"el-Müsebbihât"
ismi verilen sureler, Kur'ân-ı Kerimde
"Sübhane" "Sebbeha" ve "Yusebbihu" kelimeleriyle
başlayan surelerdir ki; bunlardan birincisi, İsrâ, ikincisi Ha-did, Üçüncüsü
Haşr, dördüncüsü Saff, beşincisi Cum'a, altıncısı Teğabün, yedincisi A'lâ
suresi olmak üzere yedi sureden meydana gelmişlerdir.
Bu mevzuda
Aliyyü'I-Kâri (ra.) şöyle diyor: "Bazılarına göre bu âyetten murad Haşr
suresinin sonunda bulunan "Lev enzelnâ hâzel Kur'âne alâ cebelin.,."
diye başlayan âyet-i kerimelerdir. Bu âyetin diğer âyetler arasındaki yerini
ism-i a'zamin diğer esmaü'l-hüsna arasındaki yeri gibidir. Hafız İbn Kesir'e
göre metinde faziletinden bahsedilen âyet-i kerimeden maksat "-Huve'I
evvelü ve'l âhirü vezzahirü vel bâtın ve nüve bilkülli şey'in alîm"
âyet-i kerimesidir. Fakat en doğrusu şudur ki; söz konusu edilen âyet sadece
bir âyetten ibaret değildir. Bu âyetten maksat sözü geçen surelerin
herbirindeki sübhane, sebbaha, yüssebbihü kelimeleriyle başlayan yedi
âyettir."[312]
5058... Hz.
İbn Ömer'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) yatağına yattığı zaman
şöyle dua edermiş:
"Bana yeten (ve
halka muhtaç etmeyen, verdiği ev bark ile) beni barındıran, yediren ve içiren,
bana iyilik edip iyiliğini arttıran, bana (nimetlerini) veren ve bollaştıran
Allah'a hamdolsun. Allah'a her hâl(im)de hamdolsun, herşeyin besleyip
büyütücüsü ve gerçek sahibi ve herşeyîn ma'bûdu olan Allah'ım! (Cehennem)
âteş(in)den sana sığınırım."[313]
Metinde geçen
"her hâl(im)de Allah'a hamd olsun» mealindeki duada bolluk ve darlık,
refah ve sıkıntı hallerinin hepsi için Allah'a hamd manası bulunmakla beraber,
aynı zamanda cehennemlik olan küfür ehlinin halinden Allah'a sığınmak manası da
bulunmaktadır.
Çünkü müslümanm başına
gelen sıkıntılar, onun ya bir günahını örter, ya da Allah yanındaki derecesini
arttırır. Bu bakımdan şuurlu bir müslü-man her halinin kendisi için bir nimet
olduğunu bilir ve her haline şükür eder. Kâfir ise böyle değildir. O daima
isyan ve zarar içerisindedir. Müslüman bunun da şuurunda olduğu için kendisine
iman nimetini ihsan eden Allah'a her halinden dolayı hamd ederken, aynı zamanda
kâfirlerin hâline düşmekten de Allah'a sığınır.[314]
5059... Hz.
Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim bir yatağa
yatar da orada Allah'ı zikretmezse (bu durum) kendisi için kıyamet gününde bîr
hasret ve nedamet olur.
Kim de bir mecliste
oturur da orada aziz ve celil olan Allah'ı zikretmezse (bu durum) kıyamet
gününde kendisi için hasret ve nedamet olur."[315]
Tiretün: Noksanlık,
demektir. Noksanlık ise hasret ve nedâmet getirir. Bu bakımdan biz
"tire" kelimesini hasret ve nedamet diye tercüme ettik.
İmam Gazalî (r.a.)'nin
açıklamasına göre, Allah'ı zikretmeden uyumak hayatın atalete uğraması
demektir. Bu itibarla, uyku ölüme çok benzer. Bazan da insanların uykuda iken öldükleri
görülmüştür. Kul hangi hal üzere olursa, o hal üzere diriltileceğinden,
abdestli ve Allah'ı zikrederek uyumaya çaba göstermek icab eder. Kul bu halde
uykuya varacak olursa ruhuyla Arşa yükselir ve uyanıncaya kadar namaz kılmış
sayılır. Eğer kul bu halde iken ölecek olursa namaz kılar halde
diriîtilecektir."[316]
5060... Ubâde
b. Sâmit'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a,) şöyle buyurmuştur;
"Her kim geceleyin uyanır da uyandığı zaman: 'La ilahe illallahü vehdehû
lâ şerike leh, lehülmülkü ve lehül hamdu ve hüve alâ külli şey'in kadir,
sübhanellahi vel hamdülillahi velâ ilahe illallahü vellahü ekber, velâ havle
velâ kuvvete illa billah" (Al-lah'dan başka ilah yoktur, o tekdir ve
ortağı yoktur. Mülk onundur, hamd onundur ve o herşeye gücü yetendir. Ben
Allah'ı hertürlü noksanlıktan tenzih ederim Hamd, Allah'a mahsustur. Allah'dan
başka ilah yoktur. Allah en büyüktür, (günahlardan) dönüş ve (kulluk görevine)
güç (yetiriş) ancak Allah(ın izni ve inayeti) iledir) deyip sonra:
"Rabbiğfirlî (Ey Al-lahım, Rabbim! Beni bağışla) diye dua ederse (o
kimsenin günahları bağışlanır.)
el-Velîd (bu hadisi
naklederken tereddüde düşerek) dedi ki: - Yahutta-(Hz. Peygamber) şöyle
buyurdu: "Dua edecek olursa kabul edilir. Eğer kalkar da abdest alır sonra
namaz kılarsa namazı kabul edilir."[317]
Aslında her dua ve her
namazın kabul edilmesi Allah'dan umulur. İbn Melek'in açıklamasına göre bu
hadis-i şerifte söz konusu edilen dua ya da namazın kabul edilmesi ümidinin
diğer dua ve namazlardaki ümidin üzerinde olmasının kesinlik kazanmasıdır. Buna
kesin nazarıyla bakılabilir.
Bazı ilim adamlarına
göre burada anlatılmak istenen, sözü geçen dua ve namazın kesin bir şekilde
kabulü değildir. Fakat kabul edilmesi ümidinin diğer vakitlerdeki dua ve
namazlardan daha da fazla olmasıdır.
Metinde geçen
"te'ârra" kelimesi uyanmak ve uyanık iken birşeyler söylemek,
anlamlarına gelir. Eğer burada bu kelimenin uyanık iken bir şeyler söylemek
anlamına geldiği kabul edilirse o zaman bu kelimeyi takib eden
"fekale" kelimesinin başında bulunan fâ'nın "Tefsiriyye"
olması mümkündür. Bu durumda söz konusu "fâ" uyanınca söylenen
sözleri açıklamak için getirilmiş demektir. Öyleyse burada anlatılmak istenen
geceleyin uyanınca rasgele bir takım kelimeleri okumak değil, mevzumuzu teşkil
eden hadiste zikredilen kelimeleri okumaktır. Binaenaleyh daha sonra yapılacak
dua ve namazın kabulünün kesin bir şekilde ümit edilmesi de bu kelimelerden
sonra yapılmış olmasındandır. Öyleyse sut bu kelimelerdedir. Buna iyi dikkat
etmek gerekir.[318]
Şurasını da iyi bilmek gerekir ki, bu babda gelen zikirler, gece uyanıp da
tekrar uyumak isteyen kimseler içindir. Uyandıktan sonra uyumak istemeyen
kimselerin yapacakları zikirler ayrıdır.[319]
5061... Aişe
(r.anha)'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) geceleyin (uykudan)
uyanınca: "La ilahe illâ ente, Allah hümme estağfi-ruke lizenbî ve eselüke
rahmeteke, ÂUâhümme zidnî ilmen, velâ tüziğ kalbî ba'de iz hedeytenî ve heb Iî
minledünke rahmeten inneke entel-vehhâb (: Senden başka ilah yoktur seni her
türlü noksan sıfatlardan tenzih ederim. Allahım, günâhlarım için senden af
dilerim ve rahmetini isterim Allah'ım! İlmimi artır, bana hidayet verdikten
sonra kalbimi saptırma ve kendi katından bana rahmet ver, şüphesiz ki sen çok
bağışlayıcısın)" diye dua edermiş.[320]
Bu dua gece uykusu kaçıp
da tekrar uyumak isteyen kjmse içinciir Gece uyandıktan sonra bir daha uyumak
istemeyen kimseler için değildir. Gece uyandıktan sonra tekrar uyumak isteyen
kimse için müstehab olan kendisini uyku tutuncaya kadar bu babda gelen duaları
okumağa devam etmektir.
Bu babda gelen
okunması, müstehab olan dualardan biri de şudur: "Nâ-metiluyûn ve
gâretinnücûm ve ente hayyun kayyum (gözler uyumuş, yıldızlar batmıştır, sen
ise diri ve yaratıkları devamlı gözetleyensin.)"[321]
5062... Hz.
Ali (İbn Ebî Tâlib) dedi ki: Hz. Fatıma değirmen taşından meydana gelen
elindeki rahatsızlıktan Peygamber (s.a.)'e acınmıştı. Bu sırada Peygamber bazı
esirler getirilmişti. Bunun üzerine Hz. Fatıma bir esir istemek üzere Hz.
Peygamber'e geldi (fakat evinde olmadığı için) kendisini göremedi. Bu geliş
sebebini Hz. Aişe'ye bildirdi. Peygamber (s.a.) gelince Hz. Aişe Hz. Fatıma'nın
geldiğini (ve sebebini) kendisine haber vermiş. Bunun üzerine (Hz. Peygamber)
bize çıkageldi. Biz yataklarımıza yatmıştık. Biz (kendisini karşılamak için
yataklarımızdan) kalkmaya davrandık.
Yerlerinizde durun,
dedi ve aramıza oturdu. Hattâ göğsümün üzerinde ayaklarının serinliğini
hissettim. Hemen arkasından:
Size istediğinizden
daha hayırlısını göstereyim mi? Yataklarınıza yattığınız zaman otuz üç defa
"Sübhanellah", otuz üç defa "elhamdülillah", otuzdört defa
da "Allahü ekber" deyiniz. Bu sizin için bir hizmetçiden daha
hayırlıdır.[322]
5063... Ebu'l
Verd b. Sümame'den (rivayet edildiğine göre, birgün Hz. Ali (b. Ebi Tâlib, Ali)
b. A'bed'e şöyle demiş:
Sana kendimden ve
Rasûlullah (s.a.)'ın kızı Fatima'dan bahsedeyim. O Hz. Peygamber'in aile
fertleri arasında en çok sevdiği kimse idi ve benim yanımda (fakir bir hayat
sürüyor) idi. O (eliyle) değirmen çekerdi hatta değirmen elinde iz bırakmıştı.
Tulumla (eve) su çekerdi, hatta (tulumun ipleri) boynunda iz yapmıştı. Ve evi
(kendi elleriyle) süpürürdü, öyle ki elbisesi toz toprak içinde kalmıştı.
(Yemek) tencere (sinin altında ateş) yakardı da elbiseleri işlenmişti. Bu
sebeplerden dolayı onun başına (birçok) sıkıntı (lar) gelmişti). Derken
(birgün) Peygamber (s.a.)'e bir takım kölelerin getirilmiş olduğunu işittik.
Bunun üzerine ben (kendisine):
Babana gitsen de ondan
(günlük işlerinde) senin çalışmana gerek bırakmayacak bir hizmetçi istesen
dedim. O da (kalktı) Hz. Peygamber'e vardı. Hz. Peygamberin yanında onunla
konuşan bir takım insanları görünce (derdini anlatmaktan) utanıp geri döndü.
(Ertesi günü) kuşluk vakti (Hz. Peygamber) yanımıza çıkageldi. Biz
yorganlarımızın içinde idik. Hz. Fatıma'nın başı ucuna oturdu. Hz. Fatıma
babasından utandığı için başını yorganının içine çekti. Bunun üzerine (Hz.
Peygamber) O'na:
Muhammed ailesine olan
dünkü ihtiyacın ne idi? diye (iki defa) sordu. (Hz. Fatıma da) her ikisinde de
sükût etti.
Bunun üzerine ben
(söze başladım):
Ey Allah'ın Resulü,
Allah için sana ben cevap vereyim: Bu (kadıncağız) benim yanımda (fakirlikten
dolayı) un öğütmek için kendi elleriyle değirmen çekmektedir. Öyle ki
(değirmen) eline iz yaptı. Tulum ile su taşıdı da (tulum) boynunda iz bıraktı.
Ev süpürdü, elbiseleri toz toprak içinde kaldı. (Yemek) tencere(sinin altında
nefesiyle ateş) yaktı da elbiseleri is içerisinde kaldı. Bu esnada bize, sana
bir takım kölelerin, ya da hizmetçilerin- geldiği (haberi) ulaştı. Ben de
kendisine: Git ondan (bir hizmetçi de) iste, dedim...." (daha sonra
Ebu'l-Verd bir önceki) el-Hakem hadisinin manasını daha uzun olarak rivayet
etti.[323]
el-Muhalleb gibi bazı
âlimler mevzumuzu teşkil eden bu hadis-ı şeriflerin zahirinden yakın akrabaların
izinsiz olarak birbirlerinin evlerine girebilecekeri hükmünü çıkar-mışlarsa da
Hafız İbn Hacer -Darakutnî'nin Ilel'i ile Taberi'nin Tehzi-b'inden bu hadisin
bazı rivayetlerinde "Hz. Peygamberin içeri girmek için izin aldığı ve Hz.
AH ile Hz. Fatıma, Rasûlullah'ın içeriye girmesine izin vermeleriyle birlikte
yataktan kalkıp elbiselerini giymeye davrandıkları fakat Hz. Peygamberin onları
bu zahmete sokmak istemediği için yataklarında yatmalarını istediği"
ifade edilmektedir, diyerek Mühelleb'in bu görüşünü reddetmiştir.[324]
Nitekim, Hafız ibn
Hacer'in bu rivayeti "Ey iman edenler, kendi evlerinizden başka evlere
sahiplerinden izin alıp selam vermeden girmeyin. Umulur ki iyice düşünür,
(hikmetini hissedensiniz,
"Eğer orada bir
kimse bulamazsanız, size izin verilinceye kadar, oraya girmeyin şayet size:
Geri dönün derlerse hemen dönüp gidiniz. Bu sizin için daha temiz (bir
davramş)tır. Allah ne yaparsanız hakkıyla bilendir."[325]
âyet-i kerimelerinin ruhuna uygundur.
Çünkü, bu âyet-i
kerimeden anlaşılıyor ki hiçbir kimsenin ev sahibini haberdâr edip izin almadan
ve selamdan sonra "buyur" şeklindeki bir hüsn-ü kabul görmeden başka
birinin evine girmesi caiz değildir. Bu hususta yabancılar ile yakın akraba
arasında da bir fark yoktur. Çünkü bu âyetlerin hükmünün Umûmî olduğunda
bütün müfessirler
ittifak etmişlerdir.[326]
1. Hz. Ali
nin Hz. Peygamber yanında
çok büyük yeri
ve manevi değeri
vardır.
2. Kişinin,
kendi ev halkından olan birinin yanında hanımıyla birlikte bir yatağa yatması,
tesettüre riâyet etmek şartıyla caizdir.
3. Kişinin
kendisi için daha hayırlı gördüğü bir işi başkalarına da tavsiye etmesi
caizdir.
4. Gece
uykuya yatarken hadis-i şerifte açıklanan tesbihatı okumanın fazileti çok
büyüktür.
Bu tesbihat ile ilgili
açıklamamız (2988) numaralı hadisin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum
görmüyoruz.[327]
5064... Şu
(bir önceki) haberi Peygamber (s.a.)'den Hz. Ali yoluyla Şebes b. ibî de
(rivayet etmiştir). Bu rivayete göre Hz. Ali şöyle demiştir: Ben
(faziletlerini) Rasûlullah (s.a.)'dan duyduğumdan beri, bu zikirleri Sıffîn
gecesi dışında (hiçbir gecede) terk etmedim. Bu zikirleri ancak gecenin son
saatlerinde hatırladım da, hemen onları söyleyiverdim.[328]
Hz. Ali, bir önceki
hadiste seçen uykudan önce okunması tavsiye edilen zikirleri Hz. Peygamberde duyduğu
günden itibaren hiç terk etmemiş, her gece uykuya yatarken okumuştur. Ancak Hz.
Muaviye ile aralarında geçen Sıffîn savaşı gecesi bu zikirleri tam zamanında
yapamamış biraz te'hirli olarak gecenin sonunda yapabilmiştir.
Mu'cemu'I-Büldân'da
açıklandığı üzere, Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasında geçen Sıffîn savaşı
hicretin 37. senesinde Safer ayında vuku bulmuştur.
Sıffîn Fırat nehrinin
batısında Rakka ile Bâlis arasında ve Fırat kıyısında bulunan bir yerdir.[329]
5065... Hz.
Abdullah İbn Amr'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a) şöyle
buyurmuştur:
"İki zikir çeşidi
vardır ki, bunlara devam eden nıüslüman bîr kul mutlak cennete girer. Bunlar
kolaydır. Ama bunları yapanlar azdır. Her namazın ardında on defa:
"Sübhanellah", on defa: "elhamdülillah", on defa:
"Allahü ekber" der. (Böylece) bunlar (günde) yüz elli defa söylenmiş
olur. Mizanda ise binbeşyüz (eder).
Yatağına yattığında
otuz dört defa: "Allahü ekber" otuzüç defa "Elhamdülillah",
Otuzüç defa: "Sübhanellah" der. (Bu suretle) bunlar yüz defa dil ile
söylenmiş olur. Mizanda ise bin (kabul edilir. Ravi Abdullah b. Amr dedi ki):
Rasûlullah (s.a.)'i
bunları eli(nin parmakları) ile sayarken gördüm.
(Sahabe-i kiram):
Ey Allah'ın Resulü bunlar kolay olduğu halde
yapanlar neden az oluyor? diye sordular da (Hz. Peygamber) şöyle cevap verdi:
Sizden biri
yatağindayken şeytan ona gelir. Bunu söylemeye fırsat vermeden uyutur. Namaz
kılarken gelir. (Namazın sonunda) bunları söylemeden önce ona bir ihtiyacını
hatırlatıverir..."[330]
Hadis-i şerifte iki
zikir çeşidinden söz edilmektedir:
1. Her vakit
namazının sonunda okunan zikirlerden onar adet, beş vakitte toplam 150 adet
eder. "Kim bir iyilik yaparsa on katı verilir."[331]
âyet-i kerimesi gereğince her iyilik on misliyle mükâfat-landırılacağından bu
yüz elli zikir, kulun mizanına 1500 zikir olarak konacaktır.
Aslında farz
namazlardan her birinin ardında yapılan zikirlerin sayısının 99 adet olacağına
dair pekçok sahih hadis vardır. Öteden beri yapıla gelen uygulama da bu
hadislere göredir. Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte ise söz konusu
zikirlerin sayısının otuz olduğundan söz edilmektedir ki, bu mikdar farz
namazların sonunda yapılması gereken yeterli zikrin en az olan sayısıdır.
2. Gece
uykuya yatarken okunan yüz adet zikirdir. Bunlar da yine mealini sunduğumuz
âyet-i kerime gereğince Mizana bin adet zikir olarak konacaktır.
Fakat yapılması kolay,
sevabı fazla, dile hafif, terazide ağır olan bu zikirler, şeytanın hased
damarlarını fazlasıyla tahrik ettiği için şeytan mutlaka bir yolunu bulup
insanı bu kazançlı işten mahrum etmek ister. Çoğu zaman da buna muvaffak olur.
Bu bakımdan bir müslüman, hiçbir zaman şeytana bu fırsatı vermemelidir.[332]
1. Farz namazlardan
sonra on defa "Sübhanallan" on defa "elhamdülillah", on
defa da "Allahü ekber" demek meşrudur.
2. Gece
uykuya yatarken 33 defa sübhanalîah, 33 defa elhamdülillah, 34 defa da Allahü
ekber demek meşrudur.
3. Her
sevablı işe on kat sevab verilir.
4. Yapılan
zikirleri parmaklarla saymak meşrudur.[333]
5066... (Hz.
Peygamber amcası Ebu Talib'in oğlu ez-Zübeyr'in kızlarından Ümmü Hakem'in
yahut da Dubaa'nm oğlundan rivayet edildiğine göre) bu iki kadından birisi
şöyle demiştir:
Rasûlullah (s.a.)
birtakım esirler ele geçirmişti. Bunun üzerine ben, kızkardeşim ve Peygamber
(s.a.)'in kızı Fatıma ile birlikte Peygamber (s.a.)'e gittik. Kendisine (hep
birlikte) içinde bulunduğumuz sıkıntılardan yakındık ve kendisinden esirlerden
bir kısmının bize verilmesi için emir buyurmasını istedik de:
Bedir (şehidlerinin)
yetimleri sizi geçtiler, cevabını verdi. Sonra (ravi) Fazl b. Hasen (bir önceki
hadiste anlatılan) teşbih hadisesini anlattı (ve bu teşbihlerin) her (farz)
namazın arkasında (çekileceğini) söyledi, (fakat) uyku (ya yatarken çekilecek
tesbihat)dan söz etmedi.[334]
Bu hadisle ilgili
açıklama (2987) numaralı hadisin şerhinde geçmiştir.[335]
5067... Hz.
Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.) (Hz.
Peygamber'e):
Ey Allah'ın Resulü,
sabaha ve akşama çıktığım zaman okuyacağım bazı kelimeler emr et, demiş de (Hz.
Peygamber) şöyle buyurmuş:
Sabahladığın,
akşamladığın ve yatağa yattığın zaman şunları oku: "AHahümme
fâtırassamâvati vel erdi. Âlimelgaybi veşşehâdeti Rabbe külli şey'in ve
melîkehü! Eşhadü en Iâilahe illa ente. Eûzü bi-ke min şerri nefsî ve
şerrişeytani ve şirkini (:Ey Göklerin ve yerin yaratıcısı, gizliyi ve açığa
bilen! Herşeyin Rabbi ve meliki olan Allah'ım! Senden başka ilah olmadığına
şahidlik ederim nefsimin şerrinden şeytanın şer ve şirkinden sana
sığınırım.)"[336]
Hadis-i şerifte,
Allah'ın hıfz ve himayesi için sabah vaktine
ve akşam vaktine çıkan bir kimsenin söz konusu duayı okuması tavsiye
edilmektedir. Binaenaleyh sözü geçen vakitlerde bu duayı okumak müstehabtir.
Sabah vaktinden maksat
fecrin doğuşundan, güneşin ufukta ikindi güneşinin batı ufkuna olan yüksekliği
nisbetinde yükselmesine kadar geçen zaman dilimidir.
Mesâ (akşam) vaktinden
maksat ise, ikindi vaktinden itibaren akşam . vaktine ya da gecenin ilk üçte
birine veya yarısına kadar olan zaman dilimidir.[337]
Yatarken yerine getirilecek olan bu sünnetin en kâmil şekli, bu Şuayı bir de
yatağa yatınca okumakla gerçekleşir ki, Fahr-i kâinat efendimiz faydanın en
mükemmel şekilde gerçekleşmesi için sormadığı halde, Hz. Ebu Bekr'e bunu da
açıklamıştır.[338]
1. Metinde
geçen duaları sözü geçen zamanlarda okumak
müstehabür.
2. Bir
alimin kendisine soru soran bir kimseye sorusuyla ilgili olmakla birlikte
sormadığı kısımları da açıklaması meşrudur.[339]
5068... Hz.
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) sabaha çıkınca:
"AHahümme bike emseynâ ve bike nahyâ ve bike Nemû-tü ve ileyke'nnüşûr (:
AHahım senin hıfz ve himayenle sabaha çıktık. Akşama da seninle çıktık, seninle
yaşıyoruz seninle öleceğiz, ölümden sonra kalkış sanadır)" diye dua
edermiş. Akşama çıkınca da:
"Allahümme bike
emseyna ve bike nahyâ ve bike nemûtü ve iley-kennüşûr (Allah'ım seninle
akşamladık, seninle yaşar, seninle ölürüz. Senin (iznin)le ölürüz. Ölümden
sonra kalkış da sanadır" diye dua edermiş.[340]
Hayata gelen her
canlının hayatı iki kısma ayrılır:
1. Dünya
hayatı
2. Ahiret hayatı
Dünya hayatı da, iki
safhadan oluşur:
1. Uyku
hali,
2. Uyanıklık
hali.
Netice itibariyle
bütün bu durumlar, hep mutlak kudretin emir ve iradesiyle vücut bulur. Sabahın
aydın ve uyanık durumuna giren insan o gün başına ne işler geleceğini bilemez
ve günlük kaderini çizemez. Akşam olup gece karanlığına giren kimse de şuursuz
ve herşeyden habersiz olarak uykuya yatınca sağlam olarak sabaha çıkacağını
kestiremez. Yaşadıkça da dert ve musibetlerden sıyrılamaz ve akıbet ölümün
pençesine teslim olur.
Bütün bu haller
karşısında mü'min kula düşen vazife, hayatında ilâhi emirlere ilişkin
görevlerini bilerek yapmak ve tam bir teslimiyet içinde akşam ve sabah Allah'a
iltica edip Peygamber (s.a.)'in okumuş oldukları duaları okumaktır. Bu dualarda
geçen ifadeler yüce Allah'a karşı kulun acizliğini ve tevekkül ve teslimiyet
ihtiyacını itiraftan başka birşey değildir.
Bu itibarla samimi ve
şuurlu bir müslümanın bu gibi duaları ezberleyip kendine vird edinmesi son
derece lüzumlu ve kaçınılmaz bir görevdir.[341]
5069... Hz.
Enes b. Malik'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
Her kim sabaha ya da
akşama çıktığında "Allahümme innî esbah-tü üşhidüke ve üşhidü hamelete
arşike ve melâiketeke ve cemîe halkı-ke enneke entellahu İâ ilahe ifla ente ve
enne Muhammeden abdüke ve rasülüke (Allahım (senin izin ve inayetinle) sabah
vaktine eriştim, seni, arşını taşıyanları, (diğer) meleklerini ve
yaratıklarının tümünü şâhid tutuyorum ki, sen kendinden başka ilah olmayan
yegâne Allansın, Muhammed de senin kulun ve ekindir)" diye dua ederse
Allah onun dörtte birini Cehennemden azad eder. Her kim bu duayı iki defa
okursa Allah onun yarısını (cehennemden) azad eder. Üç defa okuyanın dörtte
üçünü, dört defa okuyanın bütün vücudunu azad eder.[342]
Fahr-i kâinat
efendimiz, hayatları boyunca sabah ve akşam çeşitli dualar okumuş ve
sahabilerinin herbirine hallerine, ihtiyaçlarına göre bunlardan uygun olan bir
duayı öğretmiştir. Bunların hepsini öğrenip okumağa ne hafıza müsaittir ne de
zaman. Bu bakımdan müslüman bunlardan haline ve ihtiyacına uygun düşenleri
.seçip kendine vird edinmelidir.
Bu hadisin şerhi için
bir önceki hadisin şarhine de bakılabilir.[343]
5070... (İbn
Büreyde'nin) babasından (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Her kim sabaha
yahut da akşama eriştiğinde: 'AHahümme Rabbi lâ ilahe illa ente halaktenî ve
ene abdüke ve ene alâ ahdike ve va'dike mesteta'tü, eûzü bike min şerri mâ
sana'tü ebû'u bi ni'metîke ve ebû'ü bizenbt fağfirli innehü lâ yağfirüzzünûbe illâ
ente (: Allahım sen Rabbimsin, senden başka ilah yoktur, beni sen yarattın ben
senin kulunum ve gücüm yeterince ahdin ve va'din üzerindeyim. Yaptığım
kötülüklerden sana sığınırım (üzerimdeki) nimetlerini ve günahlarımı itiraf
ederim. Beni affet. Çünkü günahları ancak sen affedersin) der de (o günün) gündüzünde
veya gecesinde ölürse (mutlaka) cennete girer."[344]
Buharî'nin rivayetinde
Resulü Zişan efendimizin mevzumuzu
teşkil eden bu hadis-i şerifte öğretilen
istiğfar için "Seyyidül istiğfar (istiğfar dualarının
efendisi)" tabirini kullandığı ifade edilmektedir. Fahr-i kainat
efendimiz bu tabiriyle "nasıl ki bir kavmin reisi o kavmin her türlü
sıkıntılarında başvurduğu bir merci ise bu duada dünyada başı sıkılan, sırtında
taşıdığı günah yüklerinin ağırlığı altında duyduğu sıkıntıdan ve bunalımdan
kurtulmak isteyen kimselerin merciidir" demek istemiştir.
Kıymetli ilim
adamlarımızdan Kamil Miras efendi mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifi
açıklarken şöyle diyor:
"Müellif Buharı,
bu hadisin başlığında Nuh sûresinin dokuzuncu âye-tiyle onu takib eden âyetleri
ve bir de Al-i İmran suresinin yüz otuzbeşin-ci âyetini zikretmiştir ki; Nuh
suresi âyetlerinin mealleri şöyledir:
"Sonra hem ilan
ederek onlara söyledim. Hem gizliden gizliye söy-ledinı onlara... Dedim ki:
Gelin Rabbinizin mağfiretini isteyin. Çünkü o Gaffardır (mağfireti çok boldur,
Rabbimizin mağfiretini dilediğiniz takdirde Allah) üzerinize bol bol yağmur
suyu verir.
Hem Mallarınızı, hem
de oğullarınızı çoğaltır ve size bahçeler yaratır size ırmaklar akıtır."[345]
Bu sure-i şerifede
bildirildiği üzere Nuh'un kavmi Vedd, Süva, Yegus, Ye'ûk, Nesr adlarında bir
takım hayvanları temsil eden putlara taparlardı. Hz. Nuh, kavmini bunlardan men
edip yalnız Allah'a ibadet ve ona itaat etmelerini tebliğ ve gece gündüz bu
da'vetle meşgul olduysa da bir türlü müessir (etkin) olamamıştı. Rivayete göre
bunun üzerine Cenab-ı Hak, Nuh'un kavminden kırk sene yağmuru esirgedi.
Kadınlarını da kısır bıraktı. Bunun üzerine Hz. Nuh tercümesini sunduğumuz
ayetlerde haber verildiği üzere kavmine istiğfar etmelerini ve bu suretle
kendilerine yağmur ve evlad ihsan olunacağını ve bu sayede refah ve saadete
kavuşacaklarını tebliğ etti. Bununla da uyanmadıklarından kendilerine tufan
alameti gönderildi.
Müellif Buhari, Hz.
Nuh'un isyankâr kavminin vaziyetine tercüme ettiğimiz âyetlerle işaret
ettikten sonra da Muhammed ümmetinin dua ve istiğfar hakkındaki mütaveatkârâne
hallerini tasvir eden Ali İmran suresinin şu mealdeki âyetini zikretmiştir:
"Ve bir günah
işledikleri veya nefislerine zulmettikleri zaman Allah'ı anarak hemen
günahlarının bağışlanmasını isterler, hem de işledikleri günahda bile bile
ısrar etmezler."[346]
Bu iki sureden
meallerini sunduğumuz âyetlerde istiğfarın yüksek fazileti tebliğ bu vurulmuş
tur. Bilhassa, Nuh suresinde istiğfarın herşeyin elde edilmesine vesile olduğu
bildirilmiştir.,
Sa'lebî'nin beyanına
göre Hasan-ı Basrî hazretlerine birisi gelerek fakirliğinden şikayet etmiş.
Hazret ona "Allah'a istiğfar et" diye cevap vermiş. Başka birisi de:
Dua buyursanız da Allah bir oğul verse diye rica etmiş. Hz. îmam buna da:
"Allah'a istiğfar et" demiş. Bir başkası daha gelerek kuraklıktan
bahçesinin kuruluğundan şikayet etmiş. Buna da: İstiğfar et, tavsiyesinde
bulunmuş.
Mecliste hazır
bulunanların Hasan-ı Basri Hazretlerine: "Ey Ustâd! Türlü şikayet ve başka
başka dileklerde bulunanların hepsine de aynı tavsiyede bulundun, demeleri
üzerine Hz. İmam - Ben bunu kafamdan atıp söylemedim. Nuh aleyhisselâm türlü
âfet ve zaruretlere müptela olan kavmine bunlardan kurtulmaları için
"Rabbinize istiğfar ediniz" dediği Kur'anda hikayet buyurulduğundan
mülhem olarak ben de bana müracaat edenlerin hepsine istiğfar etmelerini
tavsiye ettim" buyurmuştur ki; Hz. İmanın bu içtihadı bizim için de ibret
alınmağa değer mahiyettedir ve her türlü sıkıntılı zamanlarımızda istiğfar
ederek arınmak ve her çeşit maksadımızın husulü için Rabbimize müracaat etmek
gerektir...
Pek ziyade mesûr olan
bu istiğfar duası vaktiyle taşraların büyük camilerinde perşembe gibi eyyam-i
mübarekede ikindi namazından sonra imam tarafından cemaatle birlikte okunurdu.
Ne güzel adet idi."[347]
Şârih İbn Battal'ın
açıklamasına göre metinde geçen "gücüm yettiğince ahdin ve va'din
üzerindeyim" cümlesindeki ahd'den maksat: "Alla-hın insan neslini yaratmadan
önce onları Adem aleyhisselamm sulbünden zerreler halinde çıkarıp: "Ben
sizin Rabbiniz değil miyim?"[348]
şeklinde bir soru yönelterek onlardan: "Evet Rabbimizsin" cevabını
almak suretiyle kendinin Rabb; onların da kullar olduğuna dair onları şahid tutup
kendilerinin de bu şahidliklerinde sabit kalacaklarına dair aldığı söz ve
ahiddir. Yine aynı cümlede geçen "va'd" sözünden maksat ise; Allah
(c.c.) hazretlerinin Rasulü zişan efendimizin diliyle kullarına verdiği
"Şirk koşmadan farzlarını yerine getiren kimseyi cennetine koyacağına"[349]
dair verdiği sözdür.[350]
Hattabi'ye göre bu
kelimelerle kasd edilen, kulun Allah'a bütün samimiyetiyle inanıp bu inancına
uygun olarak, gücünün yettiğince kulluk görevini yerine getirmeye kararlı
olduğunu itiraf etmesidir.
Hadis-i şerifte
istiğfar duasının biri sabah biri de akşam olmak üzere günde iki vakitte
okunacağı ifade edilmektedir ki, hadisin bab başlığı ile ilgili kısmı
burasıdır.
Fahr-i kâinat
efendimiz, ümmetine öğretmek üzere çok çok istiğfar etmiş ve: "Vallahi ben
günde yetmiş defadan fazla Allah'a tevbe ve istiğfar ederim"[351]
"Amel defterinde bol bol istiğfar bulunan kimseye müjdeler olsun"[352]
buyurmuştur.[353]
5071... Abdullah
(b. Mesûd r.anh)'dan (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) akşam vaktine
erişince şöyle derdi: "Emseynâ ve emsel mülkü lillahi vahdehülâ şerikeleh
(: Akşam vaktine eriştik. Allah'a ait mülk de akşama erişti. Allah'a hamd olsun
Allah'dan başka ilah yoktur o tekdir ve ortağı yoktur.) (Cerir'in rivayetinde
şu ilave vardır. Zübleyd İbrahim İbn Süveyd'in şöyle dediğini söylerdi: Lâilâhe
illalla-hü vahdehü lâ şerike leh, lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli
şey'in kadir. Rabbi es'eluke hayra mafi hazıhilleyle ve hayra mâ ba'dehâ ve
eûzu bike min şerri ma fi hâzihilleyleti ve şerri ba'dehâ Rabbi eûzü bike
mine'I kese! ve min sûil kibr evilküfr. Rabbi eûzü bike min azabinnar ve
azabil kabr (: Allah'dan başka ilah yoktur, o
tektir ve ortağı yoktur mülk onundur hamd de ona mahsusdur, hem de o
herşeye kadirdir. Allah'ım senden bu gecenin ve ondan sonraki gecelerin hayrını
dilerim bu gecenin ve ondan sonraki gecelerin şerrinden de sana sığınırım. Ey
AUahim, tenbellikten, ihtiyarlığın kötülüğünden -yahut ta küfrün kötülüğünden-
sana sığınırım. Allah'ım, cehennem azabından ve kabir azabından sana
sığınırım.)"
(Peygamber efendimiz)
sabah vaktine erişince de aynı şekilde: "Sabahladık Allah'a ait olmak
üzere mülk de sabahladı..."diye dua ederdi.
Ehu Davud dedi ki: Şu
be bu hadisi Seleme b. KüheyTden naklen: "İhtiyarlığın kötülüğünden''
diye rivayet etti. "Küfür kötülüğünden"sözünü rivayet etmedi.[354]
Biri sabahleyin biri
de akşamleyin olmak üzere metinde geçen
duaları yapmak müstehabtir. Tekellüfsüz olarak seçili dua yapmak makbuldür.
Seci'in çirkini zorlanarak ve kasten yapılandır. Çünkü böyle bir seci' duanın
huşûunu ve ihlâsını kaçırır. Düşünmeden, tekeliüf yapmadan geliveren seci'de
ise beis yoktur. Hatta gü2eldir. Çünkü bu fesahatin kemalinden ileri gelir.
Yahutta evvelce ezberlendiği için böyle seci'li olur.[355]
5072... Ebû
Sellâm'dan (rivayet edildiğine göre); kendisi Hıms mescidinde iken mescide bir
adam gelmiş (Mescidde bulunan kimseler): "Bu adam (uzun süre) Peygamber
(s.a.)'e hizmet etti" demişler. Bunun üzerine (Ebu Sellâm) kalkıp da bu
adamın yanına varmış ve:
Bana Rasûlullah
(s.a.)'dan seninle onun arasına râvilerin girmediği (ve doğrudan doğruya)
kendisinden işittiğin bir hadis söyle, demiş.
(O adam da) şöyle
demiş:
Ben Rasûlullah
(s.a.a)'i şöyle buyururken işittim: "Her kim sabaha ve akşam vaktine
eriştiği zaman: Rabb olarak Allah'dan, din olarak İslamdan ve peygamber olarak
da Muhammed'den razıyım, derse onu memnun etmek Allah üzerine bir hak
olur."[356]
Sabah ve akşam
vakitlerinde mevzumuzu teşkil eden
hadiste öğretilen duayı okumanın sevabı çok büyüktür. Sözü geçen vakitlerde bu
duayı okuyan kimse Allah'ın rızasını kazanır.
Bu hadisin ravisi Ebu
Sellâm Memtûrü'l Habeşî'nin Hıms mescidinde karşılaştığı kişiden Hz.
Peygamberden araya bir ravi girmeden doğrudan doğruya Hz. Peygamberin kendi
mübarek ağzından işittiği bir hadis rivayet etmesini istemesi, araya girecek
olan sahabilere olan güvensizliğinden değildir. Çünkü o sahabilerin hepsinin de
güvenilir kişiler olduğunu bilmektedir. Bu nedenle o sahabilerin adalet
bakımından fevkalâde güvenilebilecek kişiler olmaları cihetiyle işittikleri
hadisleri mana olarak eksiksiz rivayet edeceklerinden emin olmakla beraber,
beşer olmaları sebebiyle lafızları naklederken onları aynıyla aktarmaya
muvaffak olamayip yanlışlıkla aynı manaya gelen kelimelerle değiştirerek
rivayet etmiş olabileceklerine de ihtimal vermektedir. İşte sözü geçen
kimseden araya ravi girmeyen bir hadis rivayet etmesini istemesinin sebebi
budur.
Bezlu'l-Mechûd
müellifi, (XX, 10'da) hadiste sözü edilen Peygamber Efendimiz'e hizmet etmiş
kişinin adım tespit edene rastlamadığını belirtmektedir.[357]
5073... Abdullah
b. Gannâmi'l-Beyâzî'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Kim sabahı ettiği zaman: Alla-hümme mâ esbaha bî min
ni'metin feminke vahdek, lâ şerike lek, fe-lekelhamdü velekeşşükrü (: Allahım,
benimle birlikte sabah vaktine erişen nimetlerin hepsi de tek olan sendendir.
Senin ortağın yoktur. Hamd de şükür de sana mahsustur), diye dua eder o gününün
şükrünü eda etmiş olur. Akşam vaktine erişince bunun gibi dua eden kimse de o
gecesinin şükrünü edâ etmiş olur."[358]
Bu hadis-i şerif
hakiki şükrün nimetin gerçek sahibini bilip bunu jütaf etmekten ve büyük, küçük
bütün nimetleri onun verdiğine inanmaktan ibaret olduğuna ve metinde geçen
duayı akşam ve sabah vakitlerinde okuyan kimsenin Allah'a karşı o günün şükrü,
görevini yerine getirmiş olacağına delâlet etmektedir.[359]
5074... Cübeyr b. Ebî Süleyman b. Cübeyr b.
Mut'ım'den demiştir ki:
Ben İbn Ömer'i şöyle
derken işittim:
"Rasûlııllah
(s.a.) akşam ve sabah vakitlerine eriştiği zaman şu duaları okumayı asla terk
etmezdi:
"Allahümme inni
es'elkülâfiyete fiddünya velâhira. Alfahünıme inni es'elükelafve velâfiyete fî
dînî ve dünyaye ve ehli ve mâlî, Alla-hümmestür, avreti - (Osman bu
kelimeyi)avrâtî diye rivayet etti- ve âmin rav'âtî Aliahümmehfaznî min beyni
yedeyye ve min halfî ve an-yeminî ve an şimalî ve min fevkî ve eûzü bi
azanıetike en uğtâle min tahtı (: Allahım, senden dünya ve âhirette afiyet
dilerim. Allahım! Senden dinim, dünyam, aile fertlerim ve malım hakkında afv ve
afiyet dilerim, Allah'ım ayıbımı ört, korkularımdan emin kıl, Allahım beni
önümden, arkamdan, sağımdan solumdan ve üstümden (gelecek her türlü tehlikeden)
koru. Altımdan (gelecek belalarla) helak olmaktan senin büyüklüğüne sığınırım.)"
Ebıı Davud dedi ki:
Veki (Hz. Peygamber' in hadisin sonunda geçen altımdan helak olmaktan -
sözüyle) yere batmayı kast ettiğini söyledi.[360]
Aslında insanın malı
ve aile fertleri, dünyasının bir parçasını teşkil eder. Bu bakımdan insan hadiste
öğretilen duayı okurken "dinim ve dünyam hakkında afv ve afiyet dilerim"
diyerek aynı zamanda aile fertleri ve dünyası hakkında da afv ve afiyet
istemesi aile fertleri ile malın insan hayatındaki fevkalâde önemlerindeııdir.
Bilindiği gibi afv,
günahın silinmesi demek, afiyet ise hastalık ve bela gibi insanın dünyevi
huzurunu kaçıran hadiselerden kurtulmak anlamına gelir.
Hz. Peygamber, bu
duada altı yönden gelecek tehlikelerden Allah'a sığınmıştır. Esasen insanın
sağ-sol, ön-arka, alt-üst olmak üzere altı yönü vardır. Gelecek olan bir
felaket te mutlaka bu yönlerden birinden gelir.
Tîbî'nin açıklamasına
göre Fahr-i kainat efendimiz bütün, bu yönlerden gelecek belalardan Allah'a
sığınırken, aşağıdan gelecek belalardan daha mübalağalı bir ifade ile Allah'a
sığınması, alttan gelen belaların daha tehlikeli olmasındandır. Mevzumuzu
teşkil eden bu hadis-i şerif metinde geçen duayı sabah ve akşam vakitlerinde
okumanın sünnet olduğunu ifade etmektedir.[361]
5075... (Hâşim
oğullarının azatlı kölesi Abdül-Hamid'in Hz. Peygam-ber'in kızlarından birine
hizmette bulunmuş olan annesinden rivayet edildiğine göre); Peygamber (s.a.)
(sözü geçen) kızına (lüzumlu duaları) öğreterek: "Sabah vaktine eriştiğin
zaman: SübhaneUahi ve bihamdihî lâ kuvvete illa billahi maşaallahü kâne ve mâ
lem yese' lem yekun, a'lemü ennelfahe ala külli şey'in kadir ve ennellahü kad
ehata bi külli şey'in ilmen (: Bana verdiği sayısız nimetlerinden' dolayı
Allah'a hamd ederek onu her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederim. (Allah'a
kulluğu) güç (yetirmek) ancak Allah'ın (yardımı) iledir. Allahın dilediği olur
dilemediği olmaz. (Şuna) inanıyorum ki, Allah'ın herşe-ye gücü yeter ve Allah
ilmiyle herşeyi kuşatmıştır) diye dua et. Çünkü bu kelimeleri sabahleyin
söyleyen bir kimseyi Allah akşama kadar korur, onları akşam vakti söyleyen
kimseyi de sabaha kadar korur" dediğini söylemiştir.[362]
Tîbî'nin açıklamasına
göre: Metinde geçen "Allahü Teâlanın herşeye gücu yeter ve o ilmiyle her
şeyi kuşatmıştır" mealindeki sözler, Allahın herşeyi kapsayan kudretini ve
herşeyi kuşatan hudutsuz ilmini ifade etmektedir ki, bu iki sıfat tevhidin
esasıdır. Binaenaleyh bu iki sıfata böylece inanan bir kimse inanç esaslarr
içerisinde en önemli yeri olan ölümden sonra dirilme, haşire neşr gibi inanç
esaslarına inanmış olduğu gibi, bu sıfatları burada ifade edildiği gibi
söyleyen kimse de ölümden sonra dirilmeyi, haşri ve neşri inkâr eden kâfirleri
reddetmiş olur."
Bu bakımdan bu duanın
- Allah yanında- büyük bir değeri vardır. Dolayısıyla duayı akşam ve sabah
okuyan kimse o günün gündüzünde ve gecesinde Allah'ın hıfz ve himayesinde olur.[363]
5076... Hz.
İbn Abbas'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Her kim sabaha eriştiğinde: "Akşama girerken ve sabaha ererken
hepiniz Allah'ı teşbih edin ve hamd O'nadır. Göklerde de yerde de günün sonunda
da öğleye eriştiğinizde de"[364]
âyet-i kerimesini, "... İşte siz de böylece çıkarılacaksınız."[365]
âyetine kadar okursa gündüzün kaçırmış olduğu hayrı telafi etmiş olur. Kim de
bunu akşam vaktine eriştiğinde okursa gecesinde kaçırmış olduğu hayrı telâfi
etmiş olur."
(Ebu Davud'un
şeyhlerinden Ahmed b. Said el-Hemdânî'nin bu hadisi Leys'den ihbar sigasiyle:
ahberanî diyerek rivayet etmesine karşılık, diğer şeyhi) er-Rebî (muanan olarak
yani); Leys'den diyerek rivayet etmiştir.[366]
Bu mevzuda İmam
Ahmed'in Muaz b. Enes el-Cühenî'den (rivayet ettiği) bir hadis-i şerif şu
meâldedir: "Yüce Allah'ın Hz. İbrahimi niçin vefakâr bir dost olarak isimlendirdiğini
size haber vereyim mi? Zira o: "Sabah ve akşamleyin akşama girerken ve
sabaha ererken Allah'ı teşbih ederim. Göklerde ve yerde hamd Onadır. Gündüzün
ardından öğle vaktine varınca da hamd ona mahsustur" derdi.[367]
5077... Ebû
Ayyaş'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Her kim sabaha eriştiğinde "lâ ilahe illâhü vahdehû Iâ-şerike leh
lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadir (: Allah'dan başka
ilah yoktur, o tekdir ve ortağı yoktur. Mülk onundur, hamd de O'na mahsustur ve
o herşeye kadirdir)" derse (bu zikir) onun için (sevab bakımından) İsmail
(Aleyhisselam)ın evladından bir köle âzad etmeye denk olur ve ayrıca o kimse
için on iyilik (sevabı) yazılır, on (küçük) günahı silinir. (Cennetteki yeri)
on derece yükseltilir. Akşama kadar şeytandan korunmuş olur. Eğer bu
kelimeleri akşamleyin söyleyecek olursa onun için aynı şeyler sabaha kadar da
o!ur."[368]
Bu hadisi Ebu Davud'a
rivayet eden Musa İbn İsmail kendisine) bu hadisin Ham m ad'd an gelen
rivayetinde (şu sözleri de) nakletti:
Bir adam rü'yasında Rasûlullah
(s.a.)'i gördü de "Ey Allah'ın Resulü Ebu Ayyaş senden şöyle şöyle bir
hadis rivayet etti (bu doğru mudur?)" diye sordu. (Hz. Peygamber de:)
Ebu Ayyaş doğru
söylemiştir, cevabını verdi.
Ebu Davud dedi ki; Bu
hadisi ismail b. Cû'fer ile Musa ez-Zem'î ve Abdullah b. Cafer de Süheyl ve
(Süheyl'in) babası zinciriyle b. Ai-ş(e)'den rivayet eîti(ler.)[369]
Hadis-i şerifte,
İsmail aleyhisselamın evladından bir
köle azâd etmekten
bahsedilmesi, İsmail (a.s.)'in
evladından bir köle azad etme sevabının herhangi bir köle azad etme sevabından
daha büyük olmasındandır. Hanefi ulemasından Aliy-yü'1-Kârî'nin açıklamasına
göre, İbn Haçer'in zannettiği gibi bu hadis-i şerif İsmail Aleyhisselam'ın
neslinden gelen kimselerin esir edilebileceğine delalet etmediği gibi, aksine
de delâlet etmez.[370]
Bilindiği gibi
Arapyarımadasında yaşayan arapların azad edilmesi İmam Şafiî'nin görüşüdür.
Hanefilere göre, onlar köle edilmezler ki, azad olsunlar. Dolayısıyla bu gibi
hadisler varsayıma hamledilir.[371]
Daha Önce de açıkladığımız gibi, Hanefilere göre müşrik araplara cizye ödeyerek
ya da köle olarak yaşamak hakkı tanınmamıştır, onlar ya müslüman olurlar ya da
kılıçtan geçirilirler. Onlar İslamın beşiğinde dünyaya geldikleri için
kendilerine köle olarak bile olsa müşrik olarak yaşama hakkı tanınmamıştır.
Aliyyü'l-Kârî'nin
açıklamasına ravinin rü'yadan bahsetmesi, işittiğini aynen aktarmak hususunda
ihtiyatla riayet etmiş olmak içindir. Rü'yanın delil olarak kabul edilmesi için
değildir. Çünkü rü'yanın delil olamayacağı hususunda icma vardır..[372]
5078... Enes
b. Malik Rasûlullah (s.a.) şöyle buyururken işittiğini söylemiştir:
"Her kim sabaha
eriştiğinde: "Allahümme innî esbahtu üşhidüke ve üşhidü hamelete arşike ve
inelâiketeke ve cemîa halkike, enneke entellahü lâ illahe illa ente vahdeka lâ
şerike lek ve enne Muhanıme-den abdüke ve Resulük (: Ey Allahım ben (senin izin
ve iradenle) sabaha eriştim, senin kendisinden başka bir ilah olmayan tek
Allah olduğuna ve ortağın bulunmadığına (dair) seni, Arşının taşıyıcılarını, meleklerini
ve tüm yaratıklarını şahit tutuyorum)" derse o günde kazanmış olduğu
(küçük) günahları affedilir. Eğer bu kelimeleri akşamleyin söylerse geceleyin
kazanacağı bütün (küçük) günahları affedilir."[373]
Bu hadis-i şerifte ve
benzerlerinde geçen "bütün günahları affedilir" gibi ifadeler
kişileri teşvik için söylenmiş sözlerdir. Gerçekten bütün günahları affedilecek
demek değildir.[374]
Çünkü bilindiği gibi
büyük günahlar ancak tevbe ile, kul hakları ile ilgili günahlar da ancak
sahipleriyle helallaşmak suretiyle affedilirler.[375]
5079... Müslim
b. el-Haris et-Temimi'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) kendisine
gizlice şöyle demiştir:
Akşam namazını
kıldığında yedi defa "Allahümme ecirnî min-nennâri (: Ey Allahim beni
cehennemden kurtar)" diye dua et. Eğer bu duayı okuduktan sonra o gecede
ölecek olursan senin için (cehennemden) kurtuluş (beratı) yazılır. Sabah
namazını kılınca da aynı duayı oku. Çünkü eğer sen (sabah namazından sonra
aynı duayı okuduktan sonra) ölecek olursan o gün (akşama kadar) senin için
kurtuluş (beratı) yazılır. (Muhammed ibn Şuayb dedi ki:) Ebu Said'in bana
bildirdiğine göre el-Haris şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.) bu duayı bize
gizlice söyledi. Biz de bunu sadece (çevremizde bulunan) kardeşlerimize söyleriz.[376]
Bu hadisin
ravilerinden el-Haris b. Müslim ile Müslim b. el-Haris'in hangisinin sahabi olduğu belli değildir. Bu konuda ihtilaf vardır.
Aynı şekilde hangisinin tabiûndan olduğu da belli değildir.
Buhârî ile Ebu Hâtem,
Ebu Zür'a, Tirmizî ve daha pek çok hadis âlimi, Müslim b. el-Haris'in sahabi
olduğunu söylemişlerdir. Darekutnî O'nun kimliği meçhul bir kimse olduğunu
söylemiştir. Hafız Münzirî ise bu hadis hakkında sükût etmiştir.
Hadis-i şerif söz
konusu duayı akşam ve sabah namazlarından sonra okumanın faziletinin büyük
olduğunu ifade etmektedir.
Hz. Peygamberin bu
duayı gizlice öğretmesinin hikmeti, onu başkalarından saklamak için değil,
onun öneminin iyice kavranması, kafalara ve gönüllere iyice yerleşmesi içindir.
Çünkü bir sır havası içinde gizlice ve fısıltı ile söylenen sözlerin kalpler
üzerindeki etkisi daha çok, bu sözlere gösterilen
alaka ve dikkat da daha fazla olur.[377]
5080... (Müslim
b. el-Haris b. Müslim et-Temimi'nin) babasından (rivayet edildiğine göre)
Peygamber (s.a.) (bir önceki hadisin) bir benzerini: "Ondan kurtuluş
(beratı yazılır)" sözüne kadar söylemiş; şu farkla; ki (akşam namazını
bitirince cümlesi ile sabah namazını bkirince anlamındaki) iki cümlenin
başında (bir de) "Hiçbir kimse ile konuşmadan" sözüne ilave etmiştir.
(Bu hadisi Musannif
Ebû Davud'a rivayet eden) Ali Ibn Sehl bu hadisi "Haris b. Müslim'in
babası, Haris'e haber verdi ki..." sözleriyle rivayet etti.
Ali (b. Sehl) ile
(Muhammed) b. el-Musaffa (Haris b. Müslim'in) şöyle dediğini rivayet ettiler:
""Rasûlullah (s.a.) bizi bir seriyye ile birlikte göndermişti. Baskın
yapılacak yere yaklaşınca ben atımı (olanca hızıyla) koşturup arkadaşlarımı
geçtim. Bunun (üzerine yaptığımız baskını gören) düşman askerleri, beni feryat
sesleri ile karşıladılar. Ben de onlara "Lâ ilahe illallah sözüyle
korununuz" dedim. Onlar da (hepsi) bu kelimeyi söylediler (ve dolayısıyla
müslümari oldular. Müslüman oldukları içinde hem canlarını hem de mallarını
kurtarmış oldular). Bunun üzerine arkadaşlarım: Bizi ganimetten mahrum ettin,
diye beni kına(maya başla)dılar. Rasûlullah (s.a.)'ın huzuruna gelince benim
yaptığım bu işi kendisine anlattılar, Rasûlullah (s.a.) beni çağırdı ve
yaptığım işi (çok) beğendi. "Şunu unutma ki (yüce) Allah (bu yaptığın
işten dolayı) sana (müslüman olan) o kimselerden her birine karşılık şu kadar
(sevap) yazmıştır" dedi. (Ravi) Abdurrahman da bu hadisi, (Hz. Peygamberin
bahsetmiş olduğu bu sevabıfn miktarını) unuttum-, şeklinde rivayet etti. (Bu
hadisi Ebu Davud'a aktaran Şeyh Ali b. Sehl rivayetine devam ederek el-Haris b.
Müslim'in sözlerine şöyle devam ettiğini söyledi): "Sonra Rasûlullah(s.a.)
(bana)
Sana benden sonra
(yapmaya devam edeceğin) bir vasiyet yazacağım, dedi ve (dediğini) yaptı.
(Vasiyyetin) üzerini mühürIcyip bana verdi ve bana dedi ki: (Hadisin bundan
sonraki kısmında Aîi b. Sehl, Ebû Davud'un diğer Şeyhlerinin bir önceki hadiste
geçen: Ey Allahım, beni cehennem ateşinden kurtar- anlamındaki dua ile ilgili)
hadislerinin manasını rivayet etti. (Muhammed) b. el-Musaffa ise ravi Abdurrahman
İbn Hassân'ın şöyle dediğini rivayet etti: "Ben el-Haris b. Müslim b.
el-Haris el-Temimi'yi babasından hadis rivayet ederken işittim."[378]
Bilindiği gibi bir
önceki hadis-i şerifte akşam ve sabah
namazlarından sonra: "Allahümme ecirnî minennar (: Ey Allah'ım! Beni
cehennem azabından kurtar)" anlamındaki duanın yedi defa okunması tavsiye
edilmiştir. Fakat sözü geçen hadis-i şerifte bu duanın sözü geçejı namazlardan
sonra hiçbir kimse ile konuşmadan yapılması şartından söz edilmemektedir. Mevzumuzu
teşkil eden bu hadis-i şerifte ise va'dedilen saadete erişmek için söz konusu
duanın sözü geçen namazların sonunda hiç dünya kelamı konuşmadan yapılması
şart koşulmaktadır.
Binaenaleyh bu duadan
yararlanabilmek için bu şarta uyularak yapılması gerekmektedir.
Diğer râviler bu
hadisin "Müslim el-Haris'in babasından rivayet edilmiştir" şeklinde
muanan olarak rivayet ederken, Ali b. Sehl rivayet bakımından daha muteber ve
makbul olan tahdis yoluyla yani "babası ona haber verdi ki" şeklinde
rivayet etmiştir. Bilindiği gibi tahdis sigasiyle rivayet edilen hadisler
"an" kelimesiyle yani "muanan" olarak rivayet edilen
hadislerden daha makbuldür. Binanenaleyh Ali b. Sehl'in rivayeti Ebu Davud'un
diğer şeyhlerinin rivayetinden daha sağlam ve makbuldür.
Hadis-i şerifte izaha
muhtaç olan hususlardan biri de Haris b. Müslim'in bir akıncı birliği ile
üzerlerine baskın yaptığı düşman birliğine kendilerini kurtarmaları için
kelime-i tevhid okumalarını telkin etmesi üzerine, düşman askerlerinin bu
teklife uyarak şehadet getirmeleriyle müslüman akıncı birliğinin onların
mallarına ve canlarına dokunamamaları ve bu yüzden de akıncı müslüman
askerleri: "Bizim elde edeceğimiz ganimete engel oldun" diyerek
el-Haris'e çıkışmalarıdır.
Bilindiği gibi
"Lâilahe ilallah Muhammedür Rasûlullah: diyen kimsenin canı da malı da
taarruzdan korunmuştur.[379] Bu
kelimeyi söyleyen kimse harp meydanında bile olsa canını ve malını
müslümanların taarruzlarından kurtarmış olur. Onun canına taarruz edilemediği
gibi esir de edilemez. Mallan da ganimet olarak alınan işte bu sebepledir ki,
müslüman akıncılar tevhid kelimesini söyleyen düşman askerlerinin canlarına
dokunamadıkları gibi mallarına da dokunamamışlar ve onlardan ellerine geçecek
olan ganimet mallarından mahrum kalmışlardır.
İşte bu yüzden
arkadaşları ona çıkışmışlardır. Hz. Haris onların müslüman olarak gerçek
hayata kavuşmalarını istediği için böyle hareket etmiştir. Niyeti gayet
halistir. Aslında ona çıkışan arkadaşlarının niyetleri de onunki kadar
halistir. Onların niyeti düşmana sessizce baskın yaparak onları esir edip
mallarını ele geçirmek ve müslümanlara ganimet kazandırmak ve bu sayede aynı
zamanda bu esirleri zamanla müslümanlaştırarak esas gayeye ermektir. Çünkü
onların kanaatine göre müslümanların eline geçen esirler zamanla İslamiyeti
tanıyacakları için ergeç müslüman olacaklardır.
Hadis-i şerifte, Hz.
Peygamberin Hz. Haris'e bu hareketinden dolayı müslüman olan her asker
karşılığında pek çok sevap verileceğinden bahsedilmekle, beraber bu sevabın
miktarı açık olarak ifade edilmemektedir.
Fakat "... kim de
onu dir,. bırakırsa sanki bütün insanları diriltmiş gibidir."[380]
âyet-i kerimesi bu sevabın derece ve miktarını anlamak için yeterlidir.
Hz. Peygamberin Hz.
Haris'e yazdığı vasiyyet bir önceki hadis-i şerifte, akşam ve sabah
namazlarından sonra 7 defa okunması tavsiye edilen "Ey Allahım, beni
cehennem ateşinden kurtar" mealindeki duadır. Ancak Hafız İbn Hacer
İsabe'de bu vas'yyetin valilere hitaben yazılmış Hz. Haris'in lehine bir
vasiyet olduğunu söylemektedir.[381]
1.
Lâilahe'.allah Muhammedür rasulullan kelimesini söyleyen kimsenin malıda canı
do emniyettedir. İsterse bu kelimeyi harp meydanında söylemiş olsun.
2. Bir
kimsenin kelime-i tevhidi söylemesine sebep olmanın sevabı çok büyüktür.
3. Akşam ve
sabah namazlarından sonra hiç konuşmadan "Allahüm-me ecirnî duasını
okumanın ecri büyüktür.
4. Ganimet
almak meşrudur.[382]
5081... Ebu'd-Derdâ
(r.a.)'dan demiştir ki:
Kim sabaha ve akşama
erişdiği vakitlerde yedişer defa: "Hasbiyella-hü lâ ilahe illa hüve aleyhi
tevekkeltü ve hüve Rabbü'1-arşi'l-azim (Ondan başka ilah yoktur. Ben O'na
tevekkül ettim. O ulu arşın da sahibidir") diye dua ederse Allah onu üzen
her şeye karşı ona yeter (bu kelimelere olan güveninde) ister sadık olsun,
ister (sadık olmayıp) yalancı olsun.[383]
Bu kelimeleri sabah ve
akşam vakitlerinde okumak, dünyevi ve uhrevi bütün sıkıntı ve üzüntülerden
kurtarır. Bu kelimeler öyle bereketlidir ki, onları tesirlerine inanarak okuyan
kimseler bir yana, onların yapacağı tesire güveni tam olmayan okuyan kimseleri
bile sıkıntılarından kurtarır.[384]
5082... (Muaz
b. Abdullah b. Huleyb'in) babasından demiştir ki:
Biz yağmurlu ve çok
karanlık bir gecede bize namaz kıldırması için Rasûlullah (s.a.)'i aramak üzere
(dışarı) çıkmıştık. Kısa bir süre sonra kendisini bulduk. (Bize): "Namazı
kıldınız mı?" diye sordu. (Ben kendisinin söze devam edeceğini
zannederek) birşey söylemedim. Bunun üzerine "Oku!" dedi. (Ben aynı
düşünceyle yine) bir şey söylemedim. Sonra (tekrar) "Oku!" dedi (ben
aynı düşünceyle yine) birşey söylemedim. Sonra (tekrar): "Oku!" dedi.
Bunun üzerine: "Ey Allah'ın Resulü ne söyleyeyim" dedim.
"Akşama ve sabaha eriştiğin zaman kulhüvallahü ehad (suresi) ile
mutavvezeteyn (surelerini) üç defa oku! Her türlü şerre karşı sana yeter"
buyurdu.[385]
Bu hadis-i şerif sabah
ve akşam vakitlerinde Ihlâs suresi ile
Felak ve Nas surelerini üçer defa okumanın insanı her türlü serden
koruyacağına delâlet etmektedir.
Ancak, kışın kar
üzerinde ateş yakmanın zorlaştığı gibi günahlarımızın ve özellikle haram
lokmaların da dualarımızın tesirini zayıflatacağından, okunan dua ve surelerin
tesirininin okuyana göre değişeceğini unutmamamız gerek.[386]
5083... Ebû
Mâlik'den demiştir ki: (Hz. Peygamber'e):
Ey Allah'ın Rasulü,
bize sabah ve akşam vakitlerine eriştiğimizde ve (uyumak için) yatağa
yattığımızda okuyacağımız bir dua öğret de okuyalım, dediler de onlara:
Allahümme
fâtırassemavati velerdi, âlimel gaybi veşşehadeti, ente Rabbü külli şeyin vel
mclaiketü yeşhüdüne enneke lâilahe illâ en-te, feinnâ neûzü bike min şerri
enfüsinâ ve min şerri'ş-şeytanirracimi ve şirkihi ve en nakterife sûen alâ
enfüsinâ ev necürrahü ilâ müsli-min: Ey göklerin ve yerin yatarıcısı, gizliyi
ve aşikârı bilen Allahim! Sen herşeyin Rabbisin senden başka ilah olmadığına
melekler de şahitlik ederler. Biz nefislerimizin şerrinden (Allah'ın
rahmetinden) koğulmuş olan şeytanın şerrinden ve (şeytanın bizi) şirke
düşürmesinden, nefislerimiz aleyhine (olacak) kötü (işler) yapmaktan yahut
müs-lümana kötülük yapmaktan sana sığınırız..." diye dua etmelerini (tavsiye)
buyurdu.[387]
5084... Ehu
Dâvud dedi ki: Şu (bir önceki hadisteki) senetle Rasülullah (s.a.)'in şöyle
buyurdu(ğu da rivayet edilmiştir:)
Biriniz sabah vaktine
eriştiği zaman "esbahnâ ve esbehalmülkü lüla-hi Rabbil âlemin. Allahümme
innî es'elüke hayra hâzetyevmi fethahû ve nasrahû, nurahû ve bereketehû ve
hüdahii ve eûzü bike min şerri mâ fini ve şerri mâ ba'dehü. (: Biz sabah
vaktine eriştik. Mülk de âlemlerin
Rabbi olan Allah'ın
(mülkü olarak) sabaha erişti. Ey Allahım! Senden (bu günün) hayrını ve
(düşmanlarıma karşı) zaferini ve yardımım, nurunu, berelini, hakka uymada
sebat etme duygusunu isterim. Bugünün ve ondan sonraki günlerin şerrinden sana
sığınırım" desin, akşama erişince de bunun benzerini söylesin."[388]
(5083) numaralı
hadis-i şerifte geçen "ve şirkihi" kelimesini böyle harfinin kesrası
ve "fa" harfinin de sükûnu ile "şirkini" şeklinde
okuduğumuz zaman, bu kelimenin yer aldığı cümle "o şeytanın bizi şirke
düşürmesinden sana sığınırım" anlamına gelir. Fakat bu kelime
"Şin" ve "ra" harflerinin fethiyle "şerek"
okuduğu zaman, sözü geçen cümle, "O şeytanın hile ve tuzağından sana
sığınırız" anlamına gelir. Çünkü "şerek" kelimesi "şereke"
kelimesinin çoğuludur.[389]
Hile ve tuzak anlamlarına gelir. Biz tercümemizi bu kelimenin "şirk"
şeklindeki okunuşuna göre yaptık.
(5083) ve (5084)
numaralı hadislerde öğretilen duaları sabah ve akşam vakitlerinde okumak
tavsiye buyuru I muştur. Ancak (5084) numaralı hadiste sabahleyin okunması
tavsiye edilen dua, akşamleyin aynısıyla okun-mayıp: "Emseynâ ve emsel
mülkü ve Hayra hazihilleyle" şeklinde yani "esbehnâ" kelimesi
"emseynâ" kelimesiyle "esbaha'l-mülkü" kelimesi de
"emelmülkü" kelimesiyle değiştirilerek ve müzekker zamirlerde
"hazihilleyle" şeklinde müennes, zamirlerle değiştirilerek
okunacaktır. Binaenaleyh (5084) nolu hadiste "akşamleyin de sabahki
duanın aynısını okuyunuz" buyrulmayıp da "sabahki duanın benzerini
okuyunuz" buyurması bundandır, Yani bu iki dua birbirinin aynısı
değildir. Biraz farklıdır.
Yine (5084) numaralı
duada "bugünden sonraki günlerin şerrinden
sana sığınırını" demekle yetinilip sözü geçen günlerin hayırlarının
istenmeyişinin hikmeti "şerri ve zararı önlemenin, hayır celbetmekten
önde geldiğine" işaret etmek içindir. Çünkü şerri önlemeye muvaffak olan
kimse aslında hayırı elde etmeye adaydır.
Şurasını da ifade
etmek isteriz ki: (1584) numaralı hadiste geçen "fet-hahû, nasrahû,
nurahû, bereketehû ve hüdâhü" kelimeleri kendilerinden önde geçmiş olan
"hayra hazelyevmi" kelimesinin tefsiri mahiyetindedir.
Hafız Münzirî'nin
açıklamasına göre mevzumuzu teşlal eden bu iki hadisin senedinde İsmail b.
Ayyaş ile babası Ayyaş bulunmaktadır. Bu iki ravi muhaddislerce tenkid
edilmişlerdir.[390]
5085... Şerik
el-Hevzenî dedi ki: (Birgün) Aişe (radiyallahü anha)nın yanma girmiştim.
Kendisine: "Rasûlullah (s.a.) geceleyin uykudan uyanınca (duaya) hangi
dua ile başlardı?" diye sordum da:
Sen bana senden önce
kimsenin sormadığı bir soru sordun, dedi. O gece uyandığı zaman on defa:
"AHahu ekber (: Allah en büyüktür)" derdi ve on defa
"elhamdülillah (: Hamd Allah'a mahsustur)", on defa:
"Sübhanellahi ve bihamidih (: Allah'ı kendini tenzih ettiği şekilde bütün
noksan sıfatlardan tenzih ederim)" on defa da, "Sübhanel me-likil
kuddûs (: Her türlü noksanlıklardan) münezzeh (olan) Malik(-i Hakikiy)i tenzih
ederim)" derdi. On defa (Allah'dan) af dilerdi'on defa:
"Lailahe
ilallah" derdi. Sonra da on defa: "Allahümme innî eûzu bike min
dîkıddünya ve dîkı yevmil kıyeme (: Ey Allahim dünyanın ve kıyamet gününün sıkıntısından
sana sığınırım) diye dua ederdi. Sonra (teheccüd) namaz(ın)a başlardı.[391]
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerif Hz. Peygamber efendimizin gece teheccüd namazına kalktığı
zaman önce sözü geçen duaları okuyup sonra teheccüd namazına durduğunu ifade
etmektedir.[392]
5086... Ebu
Hüreyre'den demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.)
yolculukta iken seher vaktinde (uykusundan) kalktığında şöyle dua ederdi.
"Semia sâmiun
bilhamdilllah ve nimetihi ve husni belâihi aleynâ. Allahümme sâhibnâ fefdil
aleyna Aizen billahi minennâri (: Nimetlerinden ve bizi tabi tuttuğu güzel
imtihanından dolayı (yüce) Allah'a (olan) hamdimizi bir dinleyen işitsin (ve
şahit olsun).
Ey Allahım, bize
yardım et bize nimetlerini bol bol ver. (Bunu) Ce-hennem'den Allah'a sığınarak (söylüyorum)."[393]
Hattabî'nin
açıklamasına göre "eshara" kelimesi
1. “Seher
vaktinde uykudan kalktı"
2. “Seher
vakti yolculuk yapmak üztre hayvana binmek,
3. Yolculuk
yaptığı yere seher vakti vardı, gibi manalara gelir. Seher vakti ise gecenin son
bölümüdür.
Biz bu kelimenin bu
hadis-i şerifte birinci manada kullanılmış olduğuna kanaat getirdiğimiz için
tercümeyi buna göre yaptık. Metinde geçen "semia" kelimesi Hattabî'ye
göre ihbar suretinde gelmiş inşaî bir kalıptır. Bu bakımdan bu kelime"işitsin"
anlamına gelir.
TurpuştFye göre bu
kelime hem sureten hem de manen bir ihbar siga-sidir. Bu bakımdan bu kelime
"duydu, duymuştur" anlamlarına gelir. Turpuştî'nin bu görüşüne göre
söz konusu kelimenin yer aldığı cümlenin manası şöyledir: "Allah'a olan
hamdimizi nimetlerini takdir ve tahsin ettiğimizi, nimetlerini bize bol bol
ihsan ettiğini dile getirdiğimizi işitme kabiliyeti olan herkes işitti."
Bazılarına göre,
burada bu kelimeyi mim harfini şeddeleyerek "sem-mea" veya
"semmia" şeklinde okumak da mümkündür. Bu okunuş şekillerine göre
sözü geçen cümlelerin manası şöyledir: "Üzerime bol bol nimetlerinden
dolayı Allah'a olan hamdimi duyan herkes başkalarına da duyursun."
Hadis-i şerif seher
vakitlerinde metinde geçen duayı okumanın müste-hab olduğuna delâlet
etmektedir.[394]
5087... Kasım
(b. Muhammed) den demiştir ki: Ebû Zer şöyle derdi:
"Her kim sabaha
erişince: "Allahümme mâ haleftü min halfin ev kultu min kavlin ev nezertü
min nezrin, femeşîetüke beyne yedey zâ-like küllini mâ şi'te kâne ve mia tem
teşe' lem yekûn. Allahümmeğfir Iî ve tecâvez lî anhü. Allahümme femen salleyte
aleyhi fealeyhi sa-lavâ'tî ve men leante fealeyhi la'netî kâne fistisnâ
înyevmihî zâlike (ev zâlikel yevmi (Ey Allahım. Ettiğim hiç bir yemin,
konuştuğum hiçbir söz, yaptığım hiçbir nezir yok ki, bunların tümünün önünde
senin iraden bulunmasın. Senin istediğin olur, istemediğinse olmaz. Ey Allahım
beni affet, benim için (bu yeminlerimin, söz ve nezirlerimin yapılmasında yada
yerlerine
getirilmesindeki hatalarımı) bana bağışla! Ey Allahım, senin rahmetin kime ise
benim acımam da onadır. Senin lanetin kime ise benim lanetim de onadır"
derse (o kimse) bu gününde (dil sürçmelerinden kurtulma hususunda) bir istisna
içinde olur.)"[395]
Bu hadisin ilk kaynağı
Hz, Ebû Zer'dir. Senedi Hz. Peygambere erışmemektedır. Luluı nın rivayetinde bulunmadığından
bu hadisi, Hafız Münzirî de kitabına almamıştır.
Hadis-i şerif metinde
geçen duayı sabahleyin okuyan kişiyi Allah'ın akşama kadar dil sürçmelerinden
koruyacağına delâlet etmektedir.[396]
5088... Hz.
Osman b. Affân, Rasûlullah (s.a,)1! şöyle buyururken işittiğini söylemiştir:
"Her kim
(akşamleyin) üç defa: "Bismillahillezi lâ yadurru mea ismini şey*ün fil
ardi velâ fissemai ve hüvessemîül alîm (: İsminin anılması) ile yerde ve gökte
(bulunan belâ ve musibet cinsinden) hiçbir şeyin zarar ver(e)mediği Allah'ın
ismi ile (korunuyorum). O (hem her sözü işiticidir, hem de (herşeyi)
bilicidir" dîyen kimseye (o gece) sabaha kadar ona ansızın bir musibet
gelmez. Kim de bu kelimeleri sabahleyin söylerse akşama kadar ona ansızın bir
musibet gelmez."
(Ebu Mevdud) dedi ki: (Bu hadisi rivayet eden)
Ebân b. Osman'a (bu hadisi rivayet ettikten sonra) günlerden birgün (ansızın
bir) felç geldi. Bunun üzerine hadisi (ondan bana) rivayet etmiş olan kimse (Muhammed
b. Ka'b) Ebân'a bakmaya başladı. (Bunu gören Ebân): Niçin bana (böyle)
bakıyorsun? Allah'a yemin olsun ki ben (Osman adına yalan bir söz uydurmadım.
Osman da Peygamber (s.a.)'ın adına yalan söz uydurmadı. Fakat bugün benim
başıma gelenler geldi. (Çünkü ben) öfkelenmiştim de bu duayı okumayı
unutmuştum.[397]
5089... (Yine
Ebân b. Osman ve Osman (b. Afvan) yoluyla Peygamber (s.a.)'den bir (önceki
hadisin) bir benzeri rivayet edilmiştir.) fakat ravi hadiste bir önceki
hadiste zikredilen) felç olayından bahsetmemiştir.[398]
Bu hadislerin
râvilerinden Ebân b. Osman Raşid halifelerden
Hz. Osman b. Afvan'm oğludur. Bu hadis-i şerif, söz konusu duayı sabah okuyan
kimsenin akşama kadar, akşam okuyan kimsenin de sabaha kadar ansızın gelen
belâlardan emin olacağım ifade etmektedir. Ancak duanın bu tesirinin
görülebilmesi için sağlam bir inançla ve iyi bir niyyetle okunması gerekir.
İşte o zaman bu kimse süflî ve ulvî âlemden malına ve canına gelecek olan bütün
musibetlerden emin olur.
el-Camiüssağîr şerhindeki
Kurtubî'nin rivayetine göre bu hadis-i şerifte tavsiye edilen dua tecrübe
edilmiş ve doğruluğu tesbit edilmiştir. Kurtubî bu mevzuda şöyle demiştir:
"Ben bu duayı işittiğim günden beri onunla amel ederim. Onu okumayı
unutmadığım günlerde başıma asla ani bir felâket gelmedi. Bir gece Medine'de bu
duayı unutmuştu. O gece beni bir akreb soktu. Düşününce o akşam bu duayı
okumayı unuttuğumu bu yüzden akrebin sokmasından kurtulmadığımı anladım."
Kemalüddin ed-Dümeyri ,de bu mevzuda şöyle diyor: Fahrüddin Osman b- Muhammed
et-Tûzî'den rivayet edilmiştir: Dedi ki: Birgün Şeyhimle feraiz okuyordum. Bir
de baktım ki bir akreb yürüyerek geldi. Şeyh hemen onu avucuna alıp onunla
oynamaya başladı. Ben bu durumu görünce kitabı okumayı bırakıverdim. Şeyh:
Durma devam et, dedi ben de "Bu meselenin sırrını bana açıklamadıkça
okumam" dedim. Bu senin bildiğin birşeydir, deyip bu duayı bana öğretti.[399]
5090... Câer
b. Meymûn'den (rivayet edildiğine göre) Abdurrahman b. Ebi Bekre, babasına: Ey
babacığım her sabah seni: "Allahümme afiniı fi bedenî, Allahümme afini fi
sem'i, Allahümme afim fi basan lâ ila illa ente (: Ey Allahım. Sen benim
vücudumda (özellikle) kulağıma ve gözüme âiyet ver, senden başka ilâh yoktur)"
diye dua ederken duyuyorum. Sabahleyin ve akşamleyin üç(er) defa okuyorsun-
(Bunun hikmeti nedir?) diye sormuş da (babası):
-Çünkü ben Rasûlullah
(s.a.)'i bu duayı okurken işittim. Onun sünnetine uymayı (gönülden) arzu
ettim, diye cevap vermiş. (Hadisi Ebû Davud'a nakleden iki hocasin)dan biri
olan Abbas (b.Abdulazim) bu hadis-i şerife (şu sözleri de) ilave etmiştir: -Sen
sabahleyin ve akşamleyin üç(er) defa; "Allahümme innî eûzü bike minelküfri
vel fakri, AHahümme in-ni eûzü bike min azabilkabri lailahe illa ente (: Ey
Allahım! Küfürden ve fakirlikten sana sığınırım. Kabir azabından da sana
sığınırım" diyorsun (yüce Allah'a) bu kelimelerle dua ediyorsun (bunun
hikmeti nedir)? diye sordum da (bana): "Ben onun sünnetine uymayı
(gönülden) arzu ediyorum da (onun için böyle yapıyorum)" cevabını verdi
ve (sözlerine devam ederek) şöyle dedi: "Rasûlullah (s.a.) sıkıntıya
düşenin duası şudur buyurdu. "AHahümme rahmeteke crcû fela tekilnî ila
nesî taraf-te aynin ve aslih li şe'nî küllehü la ilahe illa ente (: Ey Allahım!
Senin rahmetini umuyorum, beni göz açıp kapayıncaya kadar (bile olsa) nefsime
bırakma. Halimi tümüyle düzelt senden başka ilâh yoktur.") Ebu Davud dedi
ki: Bu hadisi bana naklen şeyhlerimden) bazıları (bu hadisi bana rivayet
ederken) arkadaşlarının rivayetlerini (daha başka kelimeler) ekleyerek rivayet
ettiler.[400]
Mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerif metinde geçen duayı
sabahleyin ve akşamleyin üçer defa okumanın sünnet olduğunu ifade etmektedir.
Hadis-i şerifte Rasulü
Zişân efendimizin fakirlikten Allah'a sığındığı iffade edilmektedir. Oysa Hz.
Peygamberin: "Allahım, beni miskin olarak yaşat, miskin olarak ruhumu al
ve beni miskinler zümresi içerisinde hasret".[401]
"Fakirlik mü'min için atın yanağından sarkan perçemden daha güzeldir."[402]
diye dua ettiği de bilinmektedir. Bu bakımdan zahirde bu dualar arasında bir
çelişki varmış gibi görünmektedir. Bu mevzuda Şaiî ulemasından İbn Kuteybe
şöyle demektedir: ''Allah'a hamdolsun burada herhangi bir ihtilaf yoktur. Onlar
te'vilde yanıldılar ve haksız yere itiraz ettiler. Çünkü onlar fakirlikle miskinliğin
ikisi ayrı ayrı olduğu halde aynı olduğunu zannetmişlerdir. Eğer:
"Allah'ım, beni fakir olarak yaşat, fakir olarak ruhumu al ve fakirler
zümresinde hasret" demiş olsaydı q-zaman delikleri gibi bir tenakuz
olurdu.
"Allahım, beni
miskin olarak hasret" sözündeki miskinliğin manası tevazu ve boyun
bükmektir. Yani Rasûlullah Allah'dan kendisini cebbarlardan ve
mütekebbirlerden kılmamasını ve onların zümresinden kendisini haşr etmemesini
istemiş gibidir...[403]
"Fakirlik mü'min
için atın yağına sarkan perçemden daha güzeldir" sözüne gelince; şüphesiz
fakirlik, dünyanın musibetlerinden büyük bir musibettir ve dünyanın acılarından
büyük bir acıdır. Kim Allah nzası için musibete sabreder, kısmetine razı olursa
Allah bununla dünyada onu süsler ve âhirette sevabını çoğaltır...[404]
Bu hadisin senedinde
bulunan Cafer b. Meyimin sağlam değildir.[405]
5091... Hz. Ebu Hureyre:den (rivayet edildiğine göre)
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Her kim sabahleyin yüz defa
sübhanellahilazim ve bihamdih (: Ulu Allah'ı hamdiyle beraber tenzih ederim),
derse ve akşamleyin de aynı şekilde hareket ederse onun elde ettiğinin bir benzerini
yaratıklardan hiçbiri elde edemez"[406]
Hadis-i şerite geçen
yüz adedi ziyadeyi iptal eden ve bu sebeple namaz rekatlarının sayısı gibi riayeti
gereken hudut değildir. Hadis mutlaktır, binaenaleyh duayı arka arkaya yüz defa
okumakla ayrı ayrı zamanlarda okunması arasında bir fark yoktur. Fakat duanın
tesirini gün boyu görebilmek için sabahleyin hepsini birlikte yapmak daha
faziletlidir.
Rivayetlerin zahirine
bakılırsa teşbihin (Sübhanellah demenin) tehlil-den (lâ ilaha illallah
demekten) daha faziletli olduğu anlaşılır. Fakat Kadı Iyaz tehlilin daha
faziletli olduğunu söylemiştir. Nitakim bu kavli te'yid eden rivayetler de
vardır. Bazıları tehlilin ism-i a'zam olduğunu söylemişledir.[407]
5092... Katade(nin)
haber verdi(ğine göre); kendisine Peygamber (s.a.)ın hilali (yine ayı) gördüğü
zaman üç defa: "Hilâle hayrın ve rüşdin âmentü billezî halekake.
(Allah'ım! Bu ayı) hayır ve düğruluk ayı kıl! Seni yaratana inandım" der,
sonra: "El-hamdülillahillezi zehebe bi şehri keza ve câe bişehri, keza
(falanca ayı götürüp falanca ayı getiren Allah'a hamd olsun)" diye
hamdettiği rivayeti ulaşmıştır.[408]
5093... Katade'den
(rivayet edildiğine göre) Rasulullah (s.a.).hilali (yine ayı) gördüğü zaman
yüzünü ondan çevirir (sonra dua eder) miş.
Ebu Davud der ki: Bu
mevzuda Peygamber (s.a.)'den (rivayet edilmiş ve) senedi (Hz, Peygambere)
ulaştırılmış sahih bir hadis yoktur.[409]
Hz. peygamberin yeni
ayı görünce dua ederken yüzünü aydan çevirmesinin sebebi, kendisini ayı
görünce dua ederken görenlerin aya dua ederek onu kutsallaştırdığını ve ondan
birşeyler istediğini zannetmemeleri içindir. Çünkü aya ve güneşe tapan
kavimler aya ve güneşe yönelerek onlara doğru dua ederlerdi.
Bilindiği gibi Resulü
Zişan efendimiz başkaları tarafından yanlış anlaşılacak hareketlerde
bulunmaktan titizlikle kaçınırdı.
Hafız Münzirî'nin
açıklamasına göre, Hz. Peygamberin hilâli görünce nasıl dua ettiğini ifade eden
bu hadislerin ikisi de mürseldir. Musannif "Ebu Davud'un (5093) numaralı
hadisin sonunda yaptığı "bu mevzuda Hz. Peygamberdendi vay et edilmiş
müsned ve sahih bir hadis yoktur" şeklindeki açıklamasıyla anlatmak
istediği de budur. Yine Hafız Münzirî'nin açıklamasına göre (5093) numaralı
hadisin ravilerinden Ebu Hilâl'in rivayet ettiği hadisler delil olma
niteliğinden mahrumdurlar.[410]
5094... Hz.Ürnrnü
Seleme'den demiştir ki: Rasulullah (s.a) benim evimden her çıktığında mutlaka
gözünü göğe dikip şu duayı okurdu:
"AUahümme innî
eûzu bike en edille ev udalle ev ezille ev üzelle ev ezlime ev uzleme ev echele
ev yüchele aleyye (: AHlah'ım! dalalete (sapıklığa) düşmekten veya
(başkalarını delalete düşürmekten, hataya düşmekten veya (başkasını) hataya
düşürmekten, zulmetmekten veya zulme uğramaktan cahillik etmekten ve bana
câhilce muamele edilmesinden sana sığınırım.)[411]
Dalâlet: Haktan, hidayetten
ve doğruluktan sapmak demektir. Türkçe karşılığı sapıklıktır.
Zelle: Sözlükte ayak
kayması demektir. Doğru yolda giderken kasıt olmadan işlenen küçük günahlara
da zelle denir. Kişi bu günahı farkında olmadan işlediği için bu hata yolda
giden bir kimsenin ayağının kayarak düşmesine benzetilmiş ve bu ismi alınıştır.
Zulüm: Adaletin
zıddıdır. Allah'ın koyduğu ölçüleri bırakıp ona aykırı olan ölçülerle muamele
etmektir.
Cehalet: Allah ile
kulları arasındaki ve kullarının kendi aralarındaki ilişkileri ve bu
ilişkilerle ilgili hakları bilmemek demektir.
Resulü Zişan Eendimiz
evinden ayrılmak istediği zaman bir rnüslüma-na yakışmayan bu olumsuz
davranışların tümünden Allah'a sığınmadan evinden dışarı çıkmamıştır. Bir
müslüman için yegâne örnek Fahr-i kâinat Efendimiz olduğuna göre bir müslüman
için bu hususta güzel davranış, evinden çıkarken Hz. Peygamberin bu sünnetine
uymaktır.[412]
5095... Enes
b. Mâlik'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur;
"Bir adam evinden
çıkınca "Bismillah tevekkeltü alallah, lâ havle velâ kuvvete illa billah:
Allah'ın ismiyle (daşırı çıktım) Allah'a tevekk-kül ettim, güç ve kuvvet sadece
Allah'dandır" derse, o zaman kendisine (bir melek taramdan o adama:
"Sen bu duanın bereketiyle) doğru yola iletildin, serlere karşı koymakta
yeterli hale getirildin (ve onlardan) korundun" diye karşılık verilir.
Bunun üzerine şeytanlar ondan uzaklaşır. Diğer bir şeytan da ona: Senin için
doğru yola iletilen, yeterli hale getirilen ve korunulan bir kimseyi (yoldan
çıkarmak) nasıl (mümkün olur)? der."[413]
Bu hadis-i şeriften
anlaşılıyor ki, kişi evinde yalnız başına bulunduğu sürece fitnelerden ve insan
ve cinn şeytanlarının hazırladığı tuzaklardan uzak kalır. Evinden çıkınca
şeytanlar onun peşine düşerler ve sürekli olarak takip ederek onu kötülüklere
sürüklemeye çalışırlar. Fakat adam evinden çıkarken mevzumuzu teşkil eden
hadiste geçen duayı okuyacak olursa şeytanlar o kimseye zarar vermekten
ümitlerini keserek onun peşini bir akı verirler.[414]
5096... Ebu
Malik el-Eş'arî'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Kişi evine
girdiği vakit: "Allahümme innî es'elüke hayralmevlici ve hayral mahreci
bismillahi velecnâ ve bismillahi haracnâ ve Alalla-hi Rabbena tevekkelnâ (: Ey
Allahım, senden giriş ve çıkışın en hayırlısını istiyorum. Allah'ın adıyla
girdik ve (yine) Allanın adıyla çıktı ve Rabbimiz olan Allah'a dayandık)"
desin, sonra (ev) halkına selâm versin."[415]
Mevlic: Kelime mimli
masdar zaman ve mekan ismi olarak
girmek, girme zamanı, girilecek yer gibi manalara gelir.
Mahreç: Kelimesi de
yine aynı şekilde bir mimli masdar, zaman ve mekan ismi olarak çıkmak, çıkma
zamanı, çıkılacak yer anlamlarına gelir.
Avnü'l-Ma'bûd
yazarının açıklamasına göre, hadis-i şerifte bu kelimelerin iade ettikleri
üçer mananın üçü de kast edilmektedir. Bu hadis-i şerifte "... Rabbim
beni doğruluk yerine koy ve doğruluk yerinden çıkar ve katında bana
destekleyecek bir kuvvet ver."[416]
âyet-i kerimeşinin manasına işaret vardır.
Tîbî'ye göre Mevlic ve
mahreç kelimeleriyle burada kast edilen giriş ve çıkış olabileceği gibi
girelecek ve çıkılacak yer de olabilir.
Mîrek'e göre burada bu
kelimelerin sadece masdar manaları kast edilmiştir. Binaenaleyh söz konusu dua
"Ey Allahım senden girişten ve çıkıştan gelecek hayırları istiyorum"
anlamına gelmektedir.[417]
5097... Hz.Ebu
Hüreyre, Rasûlullah (s.a.)'i şöyle buyururken işittiğini söylemiştir:
"Rüzgâr Allah'ın rahmet(ler)inden bir rahmettir. (Mü'minlere) rahmet,
(kâfirlere de) azab getirir. Binaenaleyh onu görünce, ona sövmeyiniz de
Allah'daiTonun hayrını isteyiniz. Şerrinden de Allah'a sığınınız."[418]
Rüzgâr: Allah'ın
emriyle yaz günlerinde serinlik ve
yağmur getirdiği gibi, kış günlerinde de bazan lodos şeklinde eserek karları
eritir, buzlan çözer; bazan da gerek yazın ve gerekse kışın bir takım aşırı
yağışları ve selleri, beraberinde getirerek za-rarlı ve tehlikeli neticelerin
doğmasına sebebiyet verir.
Geçmiş kavimlerde
Allah kâfirlerin toplu helâklannı rüzgarları vasıtasıyla almıştır. Âhir
zamanda ise yine rüzgârları vasıtasıyla mü'min kullarının canını tatlı bir
şekilde1 almak suretiyle onları kıyametin dehşetini görmekten koruyacak ve
kıyamet geriye kalan şerli insanların üzerine kopacaktır.
Görülüyor ki rüzgâr
mü'minlere genellikle rahmet getiren ve ancak Allah'ın emir ve iradesiyle
esebilen bir varlıktır. Öyleyse ona Ökelenmek, Allah'a kafa tutmak anlamına
geleceğinden akıl kârı bir iş değildir. Öyleyse onun esmesi zarar bile
getirmiş olsa Allah'ın rüzgâr vasıtasıyla bu zararı verdiğini, gafil kullarını
te'dip ederek onların uyanmasını sağlamak gibi bir çok hikmet ve maslahatlar
dilediğini düşünerek rüzgâra sövmek-ten kaçınıp Allah'dan onun hayrını istemek,
şerrinden de Allah'a sığınmak gerekir. Uyanık ve şuurlu bir miislümana yakışan
da budur.
Hadis-i şerifte geçen
"rahv" kelimesi "... Allah'ın rahmetinden ümidinizi
kesmeyin"[419]
âyet-i kerimesinde olduğu gibi "Rahmet" anlamına gelmektedir. Bu
hadis-i şerif rüzgâr estiği zaman onun hayrını isteyip şerlerinden Allah'a
sığınmanın müstehap olduğuna ve rüzgâra spymenin.se küfür olduğuna delâlet
etmektedir.[420]
5098... Heygamber
(s.a.)'in zevcesi Hz. Âişe'den demiştir ki: Ben Rasûlullah (s.a.)'i küçük
dilini görebileceğim şekilde gülerken asla görmedim. Çünkü o sadece
gülümserdi. Bir bulut yada rüzgâr gördüğü zaman bu(nun vediği sıkıntı) yüzünden
belli olurdu. Bu sebeple ben (birgüri kendisine):
Ey Allah'ın Resulü,
halk bir bulut gördükleri zaman onda yağmur bulunduğu ümidiyle sevinirler.
Oysa onu gördüğün zaman senin yüzünde bir rahatsızlık (alameti) görüyorum
(bunun hikmeti nedir?) diye sordum da:
Ey Âişe! O bulutta
(helak edecek) bir azab bulunmadığından beni hangi şey emin kılabilir? Oysa
(geçmişte) bir kavim rüzgârla helak edilmiştir, yine (geçmişte) başka bir kavim
de azab (taşıyan bulutları) görmüş de: Bu (ufukta beliren) bize yağmur getirici
bir buluttur" (Ah-kaf (46) 24) demişlerdi."[421]
Görülüyor ki
Rasûlullah (s.a.) şiddetli rüzgâr ile kesif buluttan hoşlanmaz, bunların umumi
bir ceza olmak üzere ümmetine bir musibet getireceğinden korkar ve bu hali yüzünden
anlaşılıyormuş.
Burada şöyle bir sual
vârid olabilir: Hak Teâla hazretleri Kur'an-i Keriminde: "Sen onların
aralarında bulunduğun müddetçe Allah onlara azab edecek değildir"[422]
buyururken, Rasûlullah (s.a.)'in bu endişesine mahal var mıdır?
Cevap: Bu âyet-i
kerime hadis-i şerifte beyan buyrulan vukuattan sonra nazil olmuştur. Âyet
nazil olduktan sonra bir daha Resul-i Ekrem (s.a.)'in endişesi kalmamıştır.
Rasûlullah (s.a.) aralarında bulunduğu müddetçe ümmetini azab etmemek ve keza
onun veatmdan sonra ümmeti istiğfara devam ettikçe kendilerine azab ve musibet
göndermemek sırf Peygamber-i Zişan (s.a.) efendimizin yüzü suyu hürmetinedir.
Aslında bu, Allah teâla taraından Resulü Zişanına bir ikram ve derecesini
terfi'dir.
Sûfiye bu hadis-i
şerifle istidlal ederek; Peygamber (s.a.)'in ümmeti arasında bulunması onların
azab edilmesine nasıl mani olmuşsa kalplerde bulunan iman da mü'minlerin
bedenlerini tazib etmeye öylece manidir, demişlerdir.[423]
Metinde rüzgârla helak
edildiklerinden bahsedilen kavimden maksat, Hud aleyhisselâmın ümmeti olan
"Ad" kavmidir.
Ufukta beliren
bulutlan görünce: "İşte bize yağmur getirecek bulutlar" diye sevinip
de o bulutlardan yağan azabla helak olduklarından bahsedilen kavim ise Salih
aleyhisselâmın ümmeti olan Semûd kavmidir, nitekim bu olay Kur'an-i Kerim'de
şöyle anlatılmaktadır: "O korkutuldukları azabı vadilerine doğru gelen
bir bulut halinde gördüklerinde: Bu ufukta beliren bir bulut, bize yağmur
yağdıracak, dediler."[424]
Bilindiği gibi mevzu
muzu teşkil eden hadiste "Kavm" kelimesinin tekrarlandığı gibi,
nekre bir kelime yine nekre olarak tekrarlanacak olursa, bu iki nekrenin
medlulleri (ifade ettikleri şeyler) birbirinden ayrı şeyler olur. Biz bu
kaideden hareketle metinde nekre olarak iki defa tekrarlanan kavim kelimesinin
iki ayrı kavme delâlet ettiğne kanaat getirdik. Bu konuda daha azla bilgi için
Ahkaf Suresinin 21-26, Fussilet suresinin 15 ve 16. âyetlerinin tesirlerine
bakılabilir.[425]
5099... Âişe
(r.anhâ)'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a) ufukta belirmeye
başlayan bir bulut gördüğünde namazda bile olsa (yapmakta olduğu) işi bırakır,
sonra: "Allahümme innî eûzu bike min şerri* hâ (: Ey Allahim, (bunun)
şerrinden sana sığınırım" derdi. Eğer yağmur yağarsa (o zaman da):
"AHahümme sayyiben henîen (: Ey Allah'ım, (bu yağmuru) faydalı (bir
şekilde inen (bir yağmur) kıl" derdi.[426]
Metinde geçen
"sayyıb" kelimesi "sabe" fiilinden gelmektedir. Gökten inen
anlamına gelir. Bu kelime İbn Mace'nin Sünen'inde "Sin" ile
"Seyb" şeklinde rivayet edilmiştir. Netice itibariyle aralarında bir
fark yoktur.
Bu hadis-i şerif
havada beliren bir bulut görünce metinde geçtiği şekilde onun şerrinden Allah'a
sığınmanın ve yağmur yağmaya başladığını görünce de yine metinde geçtiği
şekilde dua etmenin müstehab olduğuna delâlet etmektedir.
İmam Şafiî (r.a.)'nin
İbn Abbas (r.a.)'den rivayetine göre; O şöyle dermiş "Rüzgâr estiği zaman
Râsûlullah (s.a.) dizleri üzerine oturur ve: "Allah'ım, onu rahmet kıl
azab kılma! Allah'ım, onu rahmet rüzgârı kıl, azab rüzgârı kılma" diye dua
edermiş.
"Nitekim o
uğursuz günde üzerlerine insanların sökülmüş hurma kütüğü gibi yere seren
dondurucu bir rüzgarı devamlı olarak gönderdik.”[427]
"Ad kavminin
başından geçende ibret vardır. Onların üzerine uğradığı herşeyi bırakmayıp
toza çeviren kuru bir rüzgâr gönderdik."[428]
"Rüzgârları
aşılayıcı olarak gönderdik de yukardan su indirdik ve sizi onunla
suladık."[429]
"Rüzgârları
müjdeciler olarak göndermesi, O'nun varlığının alâ-metlerindendir."[430]
Şafiî Rahimetullah
munkati' hadis olarak bir adamdan şöyle bahsetti:
"O,Rasûlullah
(s.a.)'e fakirliğini şikâyet etti, Râsûlullah (s.a.)'de O'na:
Herhalde sen sürgâra
sövüyorsun dedi" Şafiî (r.a.):
Rüzgara sövmek kimseye
caiz ve uygun değildir. Çünkü o, Allah tealanın itaatkâr bir yaratığı ve
askerlerinden bir askeridir. İstediği zaman onu rahmet ve azab haline getirir,
dedi.[431]
5100... Hz.
Enes (İbn Malik)'den demiştir ki: (Birgün) Râsûlullah ile birlikte iken yağmura
tutulduk, Râsûlullah (s.a.) hemen (yağmurun altına) çıkıp (vücudunun) bir
kısmından elbisesini sıvazladı, nihayet orası yağmurla ıslandı. Bunun üzerine
biz:
Ey Allah'ın Resulü,
bunu niçin yaptın? diye sorduk.
Çünkü bu Rabbimin katından
yeni geliyor, buyurdu.[432]
Metinde geçen:
"Çünkü bu Rabbimin katından yeni
geliyor" cümlesinden murad "yağmur bir rahmettir. Allah teâlâ onu
yeni yaratmıştır. Binaenaleyh bereketinden yararlanmağa değer" demektir.
İmam Nevevî diyor ki:
"Bütün hadis-i şerifte yağmur yağmağa başladığı zaman avret yerlerinden
maada her. yerini açarak yağmurun ilk dam-lalarıyla ıslanmak müstehap olduğuna;
yine bu hadiste derecesi aşağı olan bir kimsenin üstün dereceli birinin
bilmediği bir şeyi yaptığını görünce onu öğrenmek amel etmek ve başkasına da
öğretmek için sorması gerektiğine delil vardır."
Burada şöyle bir sual
hatıra gelebilir: Yeni yaratılmış olmayı gerekçe göstermek, (var ediliş,
yaratılış) itibariyle değil, İslâmiyet itibariyle olan kıdeme göre yapılır.
Buradaki tercih ise
yücud itibari ile olan yakınlığa göredir.[433]
5101... Zeyd
b. Halid'den (rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Horoza sövmeyiniz. Çünkü, o, (sizi) namaza uyandırır."[434]
Bu hadis-i şerifi
açıklarken Hafız Münavî şu görüşlere yer veriyor: "Horoz gece öttüğü için insanları
geceleyin uykudan uyandırarak gece namazına kalkmaların yardımcı olur.
Kuşkusuz ibadet ve taata yardımcı olan yaratıklar, sövülmeye değil, övülmeye
müstellaktırlar. Tayâlisî'nin bu konudaki rivayeti ise "Horoza sövmeyiniz,
çünkü o, namaz vakitlerini bildirir" meâlinde-dir. Halimi Tayalisî'nin
rivayet ettiği bu hadisi açıklarken diyor ki: "Bu hadis kendisinden hayır
görülen hiç birşeye sövülemeyeceğine ve onun küçük görülemeyeceğine, bilakis
onun ikram ve şükre müstehak olduğuna, ona iyilikle mukabele etmek gerektiğine
delalet etmektedir.
Horozun namaza
çağırmasından maksat, gerçekten onun açıkça, "Namaza kalkın" diyi
nida etmesi değildir. Sadece, onun yaratılışı icabı sabah namazı vakti ve öğle
vakti girerken peşi peşine öterek insanlara namaz vaktinin girmekte olduğunu
hatırlatmasıdır.
Ancak bir horozun
ötüşünün hiç şaşmadan namaz vakitlerine rastladığını iyice tecrübe etmedikçe
sadece horozun Ötüşüne dayanarak, namaz vakitlerini belirlemek caiz
değildir."[435]
Horoz, ötüşüyle farz
namazların vakitlerinin girdiğini hatırlattığı gibi: geceleyin ötmeleriyle de
teheccüd namazına kalkmanın zamanının geldiğini bildirir. Bu bakımdan horozlar
sövülmeye değil, övülmeye layık yaratıklardır.[436]
5102... Hz.
Ebu Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Horoz ötüşünü duyduğunuzda yüce AI-Iah'dan fazlını (bereket ve ihsanını) isteyiniz. Çünkü o
(anda) melek görmüştür. Eşek anırması işittiğiniz zaman ise şeytandan Allah'a
sığınınız. Çünkü o (o anda) şeytan görmüştür."[437]
Kadı Iyaz dualarımızı,
horoz öterken etmemizin emr olunması,
meleklerin edilen duaya âmin demelerini ve duacı mü'min hakkında şehadet ve
istiğfar etmelerini ve bu suretle dualarımızın icabete mazhar olmalarını temin
içindir, demiştir. Sa'Icbî'nin rivayetine göre Nebi (s.a.): "Üç sese,
Allah muhabbet eder: Horoz sesi, Kur'ân okuyan mü'mimn sesi, bir de seher vakti
Allah'a isti-ğar edenlerin sesi" buyurmuştur.
Bu hususta İbn
Hibban'ın, Bezzar'dan da şu rivayetleri vardır. îbn Hibban, Sahih'inde
Rasûlullah (s.a.)'in: "Horoza sövmeyiniz, ona seb etmeyiniz. O sizi
namaza davet eder" buyurduğunu tahric etmiştir. Bezzar'in rivayetinde de
bir kere Rasûlullah (s.a,) yakınında bir horoz ötmüş-tü de orada bulunanlardan
bir kişi horoza:
Allah lanet etsin!
demişti, bunun üzerine Peygamber efendimiz:
Hayır, sakın öyle
söyleme, o seni namaza davet ediyor, buyurdu. Görülüyor ki horozun sair hayvanlarda
bulunmayan müstesna bir hususiyeti vardır, ki o da, gecelerde fasıla ile zaman
zaman ötmesi kronometre gibi hiç şaşmaksızın ve gece ister uzasın, ister
kısalsın bu sayhaların şafaktan önce ve sonra muttarid bir halde tevsalî
eylemesidir. Bu sebepten Kadı Hüseyn, Rafiî gibi bir kısım fukaha namaz
vakitlerinin tecrübeli horozların sesiyle tayin ve ona itimad edilmesi caizdir,
demişlerdir.
Davudi demiştir ki:
Horozda bu hayvandan Öğrenilmeğe değer beş şey vardır ve şunlardır, güzel ses,
seher vakti erken kalkmak, cömertlik, cinsî kıskançlık, aile bereketi.
Horoz sesi ne kadar
güzelse merkep avazı da o derece çirkindir ve is-tâzeye layıktır. Ebu Musa
el-İsfehanî'nin Tcrğib'inde Ebu Rafi'den tah-ricine göre. Rasûlullah (s.a.)
merkep, şeytan görmedikçe anırmaz. Merkep amrınca siz Allah Teâlâ'yı zikredin.
Bana da salavat getiriniz, buyurmuştur.[438]
Hadis-i şerif, salih insanların bulunduğu yere rahmet indiğine ve bu gibi
zamanlarda duanın müstehablığına, masiyet ehlinin bulunduğu yere de Allah'ın
gazabınının indiğine bu gibi zamanlarda Allah'a sığınmanın müstehaplığına
delalet eder.[439]
5103... Cabir
b. Abdullah'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: .
"Köpeklerin
ulumasını ve eşeğin anırmasını duyduğunuzda Allah'a sığınınız. Çünkü sizin
göremediğinizi görürler."[441]
Hadis-i şerif,
köpeklerin ve eşeklerin sezgi güçlerinin biz insanların sezgi ve güçlerinden
daha fazla olduğunu ve üzerimize inmekte olan felâket ve musibetleri bizden
daha önce sezip sesler çıkarmak suretiyle tepki gösterdiklerini ve bunların acı
acı sesler çıkarmağa başladıkları zaman üzerimize bir belânın yada musibetin
inmekte olduğunu düşünerek Allah'a sığınmamız gerektiğini ihtar etmektedir.
Bu bakımdan hadis-i
şerifteki ihtara kulak verip ona göre hareket etmek müstehaptir.[442]
5104... Câbir
b. Abdullah ile Ali İbn Ömer İbn Huseyn İbn Ali'den (rivayet edildiğine göre)
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"(Geceleyin yolda
ve sokakta) ayak sesleri kesildikten sonra (evlerden dışarıya) çıkmayı
azaltınız. Çünkü Yüce Allah'ın (geceleyin) yeryüzüne saldığı (birçok) canlı
yaratıkları vardır."
(Ebu Davud der ki:
Diğer şeyhim İbrahinı) b Mervan ise bu hadisi (bana): "Bu saatte Allah'ın
(sokaklarda doksan) yaratıkları vardır." (şeklinde) rivayet etti. Sonra
da bir önceki hadisteki gibi, köpek havlamasıy-la, eşeklerin anırmasısndan
bahsetti ve rivayetine şunu da ilâve etti: (Bir Önceki hadisin) bir benzerini
de Şurahbilü'l-Hacib, Cabir b. Abdullah zinciriyle Rasûlullah'a (s.a.)'den
naklen, İbn'ül-Hadi rivayet etti.[443]
Hadisin iki senedi
olup, bunlardan birinin ravilerinden Qİan Said b_ Ziyadî hayıftır. Ayrıca Ali
b.Ömer, sahabi değildir. Hadisi babasından nakletmiştir. Babası da sahabi
olmadığına göre bu hadis munkatidir. Buna karşılık, Câbir b. Abdullah sahabidir
ve onun senedi muttasıldır. Hadisin ravilerinden olan ve Ebu Davud'un metinden
sonra işaret ettiği Şurahbil b. Sa'd da sağlam değildir. Hadisleri delil olma
niteliğinden mahrumdur.
Ebû Davud, hadisin
muhtelif sened ve lafızlarına değinmekle bir taratan hadisteki
"ızdırab" a diğer taratan senedinin büsbütün zayıf olmadığına işaret
etmek istemiş olmalıdır.
Bu hadis-i şerif
geceleyin ayak sesleri kesildikten sonra Allah'ın yaratıklarından bilmediğimiz
birçok zararlı haşerelerin cin ve şeytanların sokaklara çıkabilecekleri ve
dolayısıyla yolda sokakta yalnız başına dolaşan kimselere zarar
verebileceklerini haber vermekte ve bu saatlerde ihtiyaç olmadıkça dışarı
çıkmaktan kaçınmayı ihtar etmektedir.
Hadis-i şerifteki
ihtarı itibara alıp ona göre hareket etmek müstehaptir.[444]
5105... (Ubeydullah
b. Ebi Rafi'in) babasından demiştir ki: "Ben Ra-sûlullah (s.a.)'i -Hasen
b. Ali'nin kulağına Hz. Fatima'nın onu dünyaya getirdiği zaman namaz için
(okunan ezan gibi) ezan okurken gördüm."[445]
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerif Hz. Peygambenn, torunu Hz. Hasan doğduğu zaman yaptığı ilk
telkinin kulağına ezan okumak olduğunu ifade etmektedir.
Bunun hikmeti başka
bir hadis-i şerifte şu manaya gelen lafızlarla ifade edilmektedir: "kimin
bir çocuğu olur da sağ kulağına ezan, kol kulağına ikamet okursa ona ümmü
sıbyan zarar vermez."[446]
Ancak bu hadis sened
yönüyle tenkid edilmiş, zayıf olduğu söylenmiştir.[447] Bununla
beraber Hz. Ömer b. Abdil Aziz'İn bu hadis-i şerifle amel ettiği bilinmektedir.[448]
İbn Kayyım el Cevziyye
bu konuda "Tuhfetü'I-Mevdûd" isimli eserinde şu görüşlere yer
mermektedir.
"İnsanın dünyaya
gözlerini açarken, kulaklarına çarpan ilk sesin, Allah'ın büyüklüğünü ve
yüceliğini iade eden sözler olması onun İslama girmesini sağlayan önemli bir
hadisedir, bir bakıma dünyaya ayak basan çocuğa İslam şiarını telkin etmek
anlamına da gelir. Tıpkı dünyadan ayrılırken de kelime-i tevhidin telkin
edilmesi gibi. Çocuk anlamasa da ezan
onun kaininin dp.rinlikle.rine inip tesir yapacağında şüphe yoktur.
Bununla beraber ezan
ve ikamet okunmasının, diğer bir faydası daha vardır; o da şeytanın ezam
duyunca uzaklaşıp beklemesidir. İlk anda şeytanı Öfkelendiren, onun gücünü
kıran böyle bir sesin yankı yapması şeytanın çocuğa musallat olacağı ilk
anlarda çok önemlidir.
Diğer bir ifadeyle
çocuğun kulağına ezan okunmakta çocuğu Allah'a davet etmek, İslam dinine
çağırmak, Allah'a kulluğa heveslendirmek, henüz şeytan bir dürtüş ve fısıltıda
bulunmadan bunları gerçekleştirmek gibi manalar vardır.[449]
5106... Âişe
(r.anha)'dan demiştir ki:
"(Yeni doğan)
çocuklar Rasûlullah (s.a)'e getirilirdi. (Hz. Peygamber de) onlara bereketle
dua ederdi."
Ebu Davud dedi ki: Bu
hadisi bana rivayet eden diğer şeyhim) Yusuf (İbn Musa bu rivayette): "Ve
onlara tahnikte bulunurdu" (cümlesini de) ekledi. Fakat (Osman b. Ebî
Şeybe'nin rivayetinde bulunan "Onlara bereketle (dua ederdi"
cümlesini) rivayet etmedi.[450]
Tahnîk: Hurma ve
benzeri birşeyi ağızda çiğnedikten sonra
çocuğun damağını onunla ovmak demektir.[451] İbn
Hacer tahnikin çocuğu yemeye alıştırıp takviye etmek için yapıldığını,
tahnikte en uygun olan gıdanın kuru hurma olduğunu, yokluğu halinde taze hurma
veya tatlı birşey tatlılar arasında evleviyetle anbali, bunlar da yoksa ateş
değmemiş birşey olması gerektiğini kaydeder.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerif, yeni doğan bir çocuğun, ağzına konacak ilk gıdaya çok önem
verip bu işle Hz. Peygamberin bizzat ilgilendiğini ifade etmektedir. Hz.
Ali'nin rivayet ettiği diğer bir hadis-i şerifte de "Hz. Peygamberin
torunu Hz. Hasan doğduğu zaman, onun ağzına Hz. Ali'nin tesbit edemediği bir
şey koyduğunu bu sebeple de Hz. Ha-san'm Hz. Hüseyn'e nazaran daha bilgili
olduğu ifade edilmektedir.[452]
İslam terbiyecileri bu
sünneti çocuğu bir âlime götürerek tahnik ettirmek suretiyle ibka
ettirmişlerdir."[453]
Bu sünnetteki hikmet
çocuğun ağız kaslarını, çene nahiyyelerini harekete geçirip kuvvetlendirmek ve
böylece anasının göğsnü daha çabuk tutmasını sağlamaktır. Ayrıca bunun ruh
üzerinde bir takım olumlu tesirleri düşünebilir. Bu bakımdan belirtilen
sünneti, takva ve salah ile bilinen, tanınan bir kişinin yerine getirmesi,
böylece çocuğun mübarek ve takva ile mevsuf bir kişilik kazanması bakımından
daha uygun olur.[454]
5107... Hz.
Âişe'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.): "İçinizde
mugarrebler görüldü mü?" buyurmuş, yahutta ("görüldü mü, kelimesi
yerine) başka bir kelime (söylemiş); Ben de: "Ey Allah'ın Resulü)
"Mugarrabler nedir? diye sordum; (Hz. Peygamber):
Kendilerine
cinnileriiı ortak olduğu kimselerdir, diye buyurmuştur.[455]
Hattâbî (r.a.)'nin
açıklamasına göre "mugarrab" aslından ve neslinden uzaklaşmış
kimseler dernektir.' Esasen bu kelimemin kökü olan "Gurb" kelimesi
uzaklık anlamına gelir.
İşlerine kendi
cinslerinden kendi yaratılışlarına ve şekillerine benzeyen kimselerin müdahale
etmesinden dolayı, kendilerinde bir yabancılık şaibesi ve şüphesi sezilen
kimselere bu isim verilir. İşte bu nedenle işlerine cin karışan kimselere de
bu isim verilmiştir.
Nihâye'de
açıklandığına göre "Mugarrabûn" kendilerinde yabancı bir' damar
bulunan yahutta yabancı bir nesebden gelen kimselerdir.
Bazılarına göre ise
bu. kelime ile işlerine şeytanın karışıp kendilerine zinayı caiz göstererek onu
emrettiği ve neslini de doğru yoldan uzaklaştırmaya muvaak olduğu kimselerdir.
Nitekim "mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol..."[456]
âyet-i kerimesinde kasdedilen mana da budur.[457]
BezhVl-Mechud
yazarının açıklamasına göre metinde geçen "mugarrabûn" kelimesinden
maksat, besmelesiz yapılan cima mahsûlü çocuklardır. Şeytan cima esnasında
onlara ortak olduğu için doğacak çocuk o kimsenin katıksız çocuğu olmayıp onda
şeytanın da payı olur. İbn Kayyım el-Cevziyye ise Fethü'l-Vedud isimli
eserinde bu konuda şöyle de-' mektedir: "Mugarrabûn" yüce Allah'ı
zikretmeden cima eden ve böyle hareket ettikleri için de çımalarına şeytan
ortak olan kimselerdir. Bazıları ise mugarrabûn insan menisi ile cin menisinden
meydana gelen kimselerdir. Yani damarlarına yabancı cinsten birinin kanı
karışan kimsedir. Nitekim bir hadis-i şerifte Rasulü Ekrem Efendimiz:
"Hel tehıssü minkün-ne imraetün ennel cinne tücâmiuhâ (Ey kadınlar, sizden
bazı kadınlarla cinnilerin cima ettiğini biliyor musunuz?") buyurmuştur.
Resul-i Zişan efendimizi su sözüyle bazı cinnilerin kadınlara aşık olup onlarla
sık sık cima ettiğini ifade buyurmuştur.[458]
Şir'atü'I-İslâm
yazarının Meâlimü't-Tenzil'den naklen yaptığı açıklamaya göre "şeytan
erkeğin zekerinin tepesine oturur, besmele çekmezse onunla birlikte hanımıyla
temas eder, aynı erkek gibi onda da o esnada inzal vuku bulur."[459]
Bütün bu
açıklamalardan da anlaşılacağı üzere galeyan halindeki şehvetin şeytani
saptırmalarla harama kanalize edilmesi pek mümkündür. Bu sebeble insan, cinsî
münasebetten Önce şeytanın tehlikesinden Allah'a na-sıl sığınılacağını Resulü
Zişan efendimiz bizlere şöyle açıklamıştır.
"Müzminlerden
biri karısı ile cinsî münasebette bulunmak istediği zaman: Bismillahi
Allahümme cennebişşeytane ve cennebişşeytane marazektenâ (: Bismillahi Allahım,
bizi şeytandan şeytanı da bize vereceğin çocuktan uzaklaştır) diye dua ederse
şeytan o çocuğa asla zarar veremez."122
Allah Rasûlünün aynı
konudaki diğer bir hadisinde; "Şeytan o çocuğa asla zarar veremez"
cümlesi "Allah o çocuğa şeytanı saldırtmaz."[460]
Fahr-i kâinat
efendimizin açıkladığı üzere: "İnsan oğluna şeytanın vesvesesi olduğu gibi
meleğin de ilhamı vardır. Bu sebeple kalpde hissedilen hayır, melekten şer de
şeytandandır."[461]
Kişi cinsî münasebette
bulunduğu zaman ona refaket eden meleklerde ondan ayrılırlar. Kişinin kendi
şeytanı da ona daha çok zarar verme imkânı bulur. Ancak yukarıda mealiyle
birlikte sunmuş olduğumuz duayı ci-madan önce okuyan kimseye şeytan bu konuda
zarar veremez.
Cimadan önce bu
şekilde dua okuyan bir kimseye şeytanın zarar veremeyeceği açıklığa
kavuşturulmuş olmakla beraber, şeytanın bu duayı okuyan kimseye nasıl ve ne
ölçüde zarar veremeyeceği açıklanmamıştır. Ancak İslam alimleri buna şu şekilde
yorumlar getirmişlerdir:
"Şeytan
besmelesiz ve duasiz yapılan cima mahsulü çocuğa zarar verebildiği halde,
besmele ve dua ile yapılan cima mahsûlü çocuğa zarar veremez.
Şeytan, imandan
saptırıp küür bataklığına düşüremez. Şeytan onu büyük günahları işlemeye sevk
edemez. Şeytan dualı çocuğun bedenine zarar veremez. Şeytan işlediği
günahlardan dolayı onun tövbesine engel olamaz. Şeytan bu çocuk üzerinde
sürekli hakimiyet kuramaz."[462]
Binaenaleyh nasıl ki çocuk yeni doğduğu zaman onun sağ kulağına ezan, sol
kulağına ikamet okumak o çocuğu şeytanın zararından korursa (bk. 5105 nolu
hadis) cimadan önce yukarıda mealini sunduğumuz duayı okumak da şeytanın cimaya
iştirak etmesini önler.
Musannı Ebu Davud işte
bu sebepten mevzumuzu teşkil eden hadisle yeni doğduğu sırada şeytanın
şerrinden korumak için kulaklarına ezan ve ikamet okunması arasında bir alaka
gördüğü için bu hadisi mevzumuzu teşkil eden "Çocuğun yeni doğduğu sırada
kulağına ezan okunacağına dair" olan baba yerleştirmiştir.
Buda Musannif Ebu
Davud'un "mugarrabun" kelimesiyle cimadan önce Allah'ı zikretmeyi
terk eden kimselerin kasd"edildiği görüşünde olduğunu gösterir.[463]
5108... Hz.
İbn Abbas'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Her kim Allah ismini vererek (size) sığınacak olursa ona yardım ediniz.
Her kim sizden Allah'(ın yüzü suyu) hürmetine (birşey) isterse ona (istediği
şeyi) veriniz."
(Ehû Davud dedi ki: Bu
hadisi bana rivayet eden şeyhlerimden biri olan) UheyduUah (hu son cümleyi
bana): "Sizden Allah için (birşey) isteyene (istediği şeyi)
veriniz." (seklinde) rivayet etti. (Diğer şeyhimin ri-vavetinde geçen yüzü
suyu hürmetine kelimesini rivayet etmedi.)[464]
5109... Hz.
İbn Ömer'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Her kim Allah'ın ismini vererek size sığınırsa onu himayeniz altına
alınız kim de sizden Allah için birşey isterse ona (isteğini) veriniz."
(Ebu Davud dedi ki: Bu
hadisi bana rivayet eden üç şeyhden ikisi (Sehl ile Osman (bu cümleye ilave
olarak): "Sizi davet eden (in dâvetin)e icabet ediniz." (cümlesini
de) rivayet ettiler. Sonra (şu cümleyi rivayette üçüde birleştiler: "Kim
size bir iyilikte bulunursa siz de onu mükâat-landırınız." (Sözü geçen üç
şeyhimden) Müsedded ile Osman (yukarıdaki rivayetlere ilâve olarak: "Eğer
(onu mükâfatlandıracak birşey) bulamazsanız, onun iyiliğini karşıladığınıza
kanaat getirinceye kadar ona dua ediniz." (cümlesini de) rivayet
etti(Ier).[465]
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şeriften başına gelen bir musibetten veya zulümden yada bir
tecavüzden dolayı aciz kalıp da "Allah aşkına, Allah için" gibi
sözlerle Allah adına dileyen bir kimseye Allah'ın ismini tazim için elden
geldiğince yardım edip istediği-. ni yerine getirmenin farz olduğuna delâlet
etmektedirler. Bazı hadis sarihlerine göre Metinde geçen: "Her kim Allah
ismi vererek sîze sığınacak olursa onu koruyunuz." cümlesinin manası
"Eğer bir kimseden, üzerine arz olmayan birşey istenir de yapamaz ve size
iltica ederek özür dilerse onu kendi haline bırakın gidin" demektir.
Hadis-i şerifler artık
böyle bir kimseden o şeyin istenmeyeceğine, Aî-lah aşkına isteyen kimseye
istediğini vermek gerektiğine iyilik yapana mükâfat vermek lâzım geldiğine
verilecek mükâfat bulunamadığı takdirde kendisine duada bulunmak icab ettiğine
delildir. Ancak verilmesi veya istenilmesi memnu olan şeyleri vermek icab
etmez. Bu babda Taberânî Hz. Ebû Musa el-Eş'arî'den şu hadisi rivayet etmiştir.
"Allah aşkına isteyen (dilenci) mel'ûndur. Kendisinden kötü olmayan
birşey Allah aşkına istenildiği halde vermeyen kimse de mel'ûndur."
dilenciye lanet
edilmesi, bıktıracak derecede İsrar ettiği takdirdedir. Vermeyene lanet ise
verilebilecek bir şeyi vermediği zamana mahsustur. Ulema bu hadisi kerahete
hamletmişlerdir.[466]
Mevzumuzu teşkil eden
(5109) numaralı hadis-i şerifte geçen "sizi davet edenin davetine icabet
ediniz." cümlesi de davete icabet etmek gerektiğini ifâde etmektedir,
bilindiği gibi, ulemadan bu davet düğün yemeği için olursa icabet etmek vacib,
diğer davetlere icabet ise menduptur.
Nitekim (5030)
numaralı hadisin şerhinde açıklamıştır. Mevzumuzu teşkil eden bu hadisler daha
önce 1672 numarada da geçmişti. Daha fazla malumat için sözü geçen numaradaki
hadisin şerhine müracaat edilebilir.[467]
5110... Ebû
Zümeyl'den demiştir ki: "Ben Hz. İbn Abbas'a: "Benim kalbimde
hissettiğim bu duygu nedir? diye sordum."
Neymiş o! (Söyle de
bilelim), dedi.
Ben de: Vallahi onu
söylemem, dedim. Bunun üzerine bana:
Şüphe ile ilgili bir
şey mi? (Yoksa) dedi ve gülerek: "Bundan hiçbir kimse kurtulamamıştır,
buyurdu. Nihayet aziz ve celîl olan Allah: "Sana indirdiklerimizde şüphe
ediyorsan, senden önce indirdiğimiz kitapları okuyanlara sor..."[468]
âyet-i kerimesini indirdi. Bunun üzerine (Hz. İbn Abbas) bana:
Eğer içinde bir şüphe
hissedecek olursan: "O hem evveldir, hem âhirdir, hem zahirdir, hem bâtındır
ve o herşeyi bilendir."[469] de
buyurdu.[470]
Bilindiği gibi, kalbe
arız olan duygular ya şeytandarıdır yada meleklerdendir. Şeytandan gelene vesvese
(kuşku), melekten gelene de ilham denir. Meîekden gelen ilhamlar, insanları
devamlı doğru yola götürüp imanlarını takviye ederek gözlerini ve gönüllerini
nurl andırdığı, ufuklarını aydınlattığı halde şeytandan gelen vesveselerin
onların gönüllerini ve yollarını karartıp şüphelerin ve tereddüdün karanlık
dehlizlerine sürükleyip huzurlarını kaçırır, azimlerini kırar ve onları
korkuya düşürür.
Esasen, mevzuimizu
teşkil eden bu hadis-i şerifte de açıklandığı gibi, bu vesveselerden insan kurtulamamıştır.
Binaenaleyh, insanların bu vesveseden kurtulması kendi elinde olmadığından
yüce Allah insanları kalplerine gelen bu vesveselerden dolayı sorumlu
tutmamıştır. Kullarına olan bu lütfunu; "... Allah kimseye gücünün
yeteceğinden azlasını yüklemez."[471]
âyetiyle bildirerek kullarını büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştır.
Ancak, şurasını
unutmamak lazımdır ki, ihtiyarsız olarak insanın kalbinden geçen bu
düşüncelerden insanın sorumlu olmaması için onun doğruluğuna inanarak
başkalarına anlatmış olmaması gerekir. Nitekim bir hadis-i şerifte:
"Şüphesiz ki dilleriyle söylemedikçe yahut filen yapmadıkça Allah
ümmetinin gönüllerinden geçirdikleri şeyleri, onlara bağışlamıştır.”[472]
Duyurulmuştur.
Bu mevzuda Bezi yazarı
şöyle diyor:
"Eğer metinde
geçen Yunus suresinin 94. ayeti Hz. Peygamberi muhatap alıyorsa bundan Hz.
Peygamberin bile vesveseden kurtulamadığı, vesvesenin insanlardan ayrılmayan
beşeri bir hadise olduğu ve insanın imanına bir zarar veremeyeceği anlaşılır.
Fakat şübhe mü'minin ayrılmaz vasfı değildir. Çünkü imanla şüphe bir arada
barınamaz. Bazılarına göre de bu âyetten murat-muhakkak ki insan şu nedir, şu
nedir diye (içinden kendi kendine) bir takım sorular sormakta devam edecektir.
Nihayet haydi yaratıkları Allah yarattı ya Allah'ı kim yarattı,
diyecektir"[473]
Mealindeki hadisde anlatılmak istenen manadır, yani senin ümmetine şeytanlar
vesvese vermeye devam edeceklerdir. Hatta onların kafalarına: "Haydi
yaratıkları Allah'ın yarattığını kabul edelim ya Allah'ı kim yarattı"
sorusunu dahi getireceklerdir. "İş bu dereceye gelince o kimse, hemen
Allah'a sığınsın ve (kafasından geçen bu sorulara kulak vermekten) vazgeçsin."[474]
demektedir.
Bezi yazarının bu
ifadelerinden anlaşılacağı üzere bu gibi vesveselere maruz kalan bir kimse
"Eûzü billahi mineşşeytanirracim" diyerek Allah'a sığındığı sürece
bu vesveseler ona hiçbir zarar veremeyecektir. Bu
vesveselerden Allah'a
sığınmak "Amentu billahi
(Allah'a inandım)"[475] demek
suretiyle de olabilir.
Her ne kadar mevzumuzu
teşkil eden hadis-i şerifin zahirinden bu vesveselerden Hz. Peygamberin dahi
kurtulamadığı anlaşılıyoısa da onun nezih kalbi imana zarar veremeyen bu
vesveselerden de münezzehdir.
İsmail Hakkı
Bursevi'nin de ifaede ettiği gibi "Yüce Allah'ın ona "sana
indirdiklerimizden şüphe ediyorsan..." buyurması bir padişahın askerlere
duyurmak istediği emri onların kumandanına hitaben vermesi kabilindedindir.
Çünkü askerlere verilecek bir emri bu şekilde kumandana yönelterecek vermek,
askerler üzerinde daha tesirli olur. Yüce Allah'ın Rasulimün şahsında ümetine
yönelttiği bu buyruğunda ehl-i kitaba müracaat edilmesini istemesi, onların
kitaplarında Hz. Peygamberin geleceğinin ve vasıflarının açıkça
bulunmasmdandır..."[476]
Çünkü, o zamanlarda
Hz. Peygamberin ümmeti arasında şüphe içerisinde bocalayan kimseler vardı. Bir
numara sonra mealini sunacağımız hadis-i şerifte de açılanacağı üzere şeytanın
insanın kalbine vesvese vermesi, neticesinde o insanın bundan rahatsız olup
zararından korunmaya çalışma,ı iman zayıflığının alameti değildir. Bilakis iman
alâmetidir. Bezi yazarının Ruhu'l-Beyan tefsirinden naklettiğine göre; Bir
yahudi Hz. Peygamberin müslümanlara şeytanların namazda bile vesvese verebileceğine
dair sözünü işitince kendilerine ibadet esnasında şeytanın asla vesvese
veremediğini söyleyerek itiraz etmiş. Bunun üzerine Hz. Peygamber o yahudiye
cevap vermek üzere, Hz. Ebu Bekir'i görevlendirmiştir. Hz. Ebu Bekir yahudiye
''Bir hırsız girmek için içerisi altın gümüş ve mücevherlerle dolu bir evi mi
tercih eter, yoksa içi bomboş olan harab bir evi mi tercih eder?" diye
sormuş; o yahudi de "elbette içi altın ve gümüşlerle dolu mamur evi
tercih eder" deyince Hz. Ebu Bekir: "İşte insanın en büyük düşmanı
olan şeytan da kalbi böyle iman cevheriyle mamur olan insanların kalbine
girmeye çalışır. Kalbi harab olan kimselerin kalbine niçin girsin? diyerek onu
susturmuş.
Bu mevzuda Bediuzzaman
Said Nursi de şöyle diyor: "Tedâî-yi hayalet, tahattür-i faraziyyât bir
nevi irtisam-ı gayrî ihtiyaridir. İrtisam ise, eğer hayırdan ve nûrâniyyetten
olsa, hakikatin hükmü bir derece suretine ve misaline geçen, güneşin ziya ve
hararetinin ayinedeki misaline geçtiği gibi... eğer şerrden ve kesiften olsa
asim hükmü ve hassası, suretine geçmez ve timsaline sirayet etmez. Meselâ
necis ve murdar bir şeyin ayini-deki sureti ne necistir ne murdardır ve yılanın
timsâli ısırmaz.[477]
Öyleyse kalbini böyle
vesveseler gelen kimse telaşa kapılmadan bu vesveseleri defetmenin yolunu
aramalıdır. Bunun en sağlam yolu tevhid âlimlerinin eserlerini okuyup onlardan
en iyi şekilde yararlanmaktır.[478]
5111... Hz.
Ebu Hüreyre'den demiştir ki: (Hz. Peygamberin) sahabîle-rinden bazı kimseler
(gelip): "Ey Allah'ın Rasulü, biz içimizde söylenmesini (bile) büyük (bir
suç) gördüğümüz birşey(ler) hissediyoruz, bi onu söyleyince (dünyanın tümüyle)
bizim olmasını (bile) istemeyiz" dediler. (Bunun üzerine Hz: Peygamber):
Demek böyle birşey
hissetiniz öyle mi? dedi.
Evet, dediler. (Hz.
Peygamber):
İşte bu, açık bir
imandır, buyurdu.[479]
Hattabî (r.a)'nin
açıklamasına göre metinde geçen İşte bu
açık bîr imandır" sözü "işte şeytanın sizin kalbinize attığı
vesveselerden rahatsız olup onları kabul etmeyerek onları reddedişiniz imanın
ta kendisidir. Artık şeytanın bu çabaları sizin kalbinize erişemeyecek ve size
bir zarar veremeyecek" anlamına gelmektedir. "Vesvese açık bir
imandır" manasına değildir. Nitekim bir numara sonra gelecek hadis-i
şerifte "şeytanın vesvese vermek için kurduğu hilesini reddeden Allah'a
hamdolsun" buyurulması da bunu gösterir.
Netice olarak şunu
söyleyebiliriz: Şeytanın vesvese vermek için imanlı kalpleri seçtiğinde şüphe
yoktur. Binaenaleyh şeytanın bir kemseye vesvese vermeye çalışması o kimsenin
iman sahibi olduğunun bir alâmeti olduğu gibi, şeytanın verdiği vesvese leri
gidermeye çalışmak da bir iman işidir. Mümin şeytandan gelen vesveseleri
gidermeye çalışmak da bir iman işidir. Mümin şeytandan gelen vesveselerden
allah'a sığınmalı ve endişeye kapılmadan o vesveseyi ilmi delilerle
gidermelidir. Nitekim bir önceki hadisin şerhinde açıklamıştık.[480]
5112... Hz.
İbn Abbas'dan demiştir ki: Bir adam Peygamber (s.a.)'e gelerek:
Ey Allah'ın Rasulü,
birimiz içinde kendisine (sıkıntı) veren (öyle) bir duygu hissediyor ki; onun
(yanıp) kömür olması kendisine onu (başkalarına) söylemesinden daha
sevimlidir, dedi. (Hz. Peygamber de:)
Allahu ekber, AUahü
ekber, Allahü ekber. (Şeytanın) vesvese vermek için (kurduğu) tuzağını bozan
Allah'a hamdolsun" cevabını verdi.
Ebu Davud dedi ki: (Bu
hadisin ravilerinden) İbn Kudâme (bu hadisi rivayet ederken) "tuzağını
bozan" kelimesi yerine "işini bozan" kelimesini rivayet etti.[481]
Bu hadisle ilgili
açıklama (5110) ve 5111 numaralı hadislerin
şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyoruz.[482]
5113... Ebu
Osman dedi ki: Sa'd b. Malik bana dedi ki: Muhammed (s.a.)'in "Her kim
babası olmadığını bildiği halde babasından başkasını (babam diye) iddia ederse
ona cennet haram olur." dediğini kulaklarım duydu, kalbim iyi belledi.
(Ebu Osman sözlerine devam ederek) dedi ki: (Bu hadisi Sa'd'den duyduktan)
kısa bir süre sonra Ebu Bekre ile karşılaştım ve hadisi kendisine okudum da
(bana ay-ren Sa'd'in dediği gibi): "Bunu Muhammed (s.a.)'den kulaklarım
duydu, kalbim de iyice belledi" dedi.
(Ravi) Âsim dedi ki
ben (Ebu Osman'a)
Ey Ebu Osman! Senin
yanında (bu hadisin doğruluğuna dair) iki kişi şahidlik etmiştir. Bu iki adam
kimdir? dedim de:
Birisi Allah yolunda
-yahut İslam uğrunda- ilk ok atan kimsedir. Öbürü ise (Tai kalesi kuşatıldığı zaman)
Tai'ten yaya olarak (Hz. Peygambere) gelip (Müslümanların safına katılan)
yirmi küsur kişiden biridir" dedi ve (Ebu Bekre'yle ilgili bir takım)
fazilet(ler)i anlattı.[483]
(Ebu Davud dedi ki;)
Ennüeylî de: "Bu
hadisi (bana bizzat falan) haber verdi" sözünün geçtiği yerlerde (hadisin
kesinlikle ravisinin ağzından işitilerek alındığını ifade eden) haddesenâ
(bize bizzat kendisi haber verdi) ve haddesenî (bana bizzat kendisi haber
verdi) kelimelerini kast ederek "Allah'a yemin olsun ki bu söz(ler) bana
baldan daha tadıdır" derdi.
Ebû Ali dedi ki: Ben
Ebu Davud'u söyle derken işittim;
Ben Ahmed b, Hanbel'i
-Küfe'itlerin rivayeti açık değildir. (Bu hususta) Basralı'lar gibisini
görmedim. Onlar bu hadisi Şube'den rivayet ettiler, derken işittim.[484]
Sa'd b. Malik cennetle
müjdelenen on kişiden biri Qİan Rz SaM b
Ebi VakkasMır.Hz. Ebu Bekre ise Taif kalesinin kuşatıldığı sırada yirmi küsur
arkadaşıyla beraber mtislümanlara katılan mücahidlerdendir.
Ebu Osman'ın bu hadisi
Ebu Bekre'ye sormasının sebebi şudur: "Hz. Ebu Süfyan cahiliyye döneminde
Ebu Bekre'nin annesiyle zina etmiş, sonra da Ziyâd dünyaya gelmişti. Daha sonra
Hz. Muaviye, Ziyad'ı Hz. Ebu Süfyan'm gayrimeşru oğlu olduğuna ve kendisinin de
kardeşi olduğuna ikna ederek, onun nesebini bu şekilde tescil ettirmiş ve
kendisini de vali tayin ederek, Hz. Ali'ye karşı onun desteğini sağlamıştı. Hz.
Aişe ise Ziyad'ın Ebu Süfyan'ın oğlu olmayıp Ebu Bekre'nin babasının oğlu olduğuna
kani idi. Ravi Ebu Osman, Ziyad'ın nesebinin Ebu Süfyan'a nisbet edilmesini Hz.
Ebu Bekre'nin de tasvip ettiğini zannediyordu ve fırsatını bulup bu işin Islami
olmadığını ifade eden, mevzumuzu teşkil eden bu hadisi ona hatırlatmak
istiyordu. İşte bu maksatla bu hadisi ona sordu ve Hz. Ebu Bekre'nin bu hadisi
bizzat Hz. Peygamber'den duyduğunu ve kardeşi Ziyad'ın nesebini Ebu Süfyan'a
nisbet etmesini asla tasvip etmediğini bizzat kendi ağzından işitip öğrenmiş
oldu.
Hz. Ahmed b. Hanbel,
"Küfe halkının rivayeti açık değildir" demekle onların rivayetlerinde
hadisleri senetlerindeki an'ane, ihbar, tahdis gibi incelikleri
belirtmediklerini söylemek istemiştir.
Ancak, burada şunu
belirtmek isteriz ki Hz. Ahmed b. Hanbel'in kast ettiği Kufe'lerden maksat
hanefi fakihleri ve hadisçileri değildir. Çünkü onların içinde Hz. ali ve Hz.
Abullah b. Mesud'un talebeleri ve arkadaşları vardır ki, onlar rivayetlerinde
rivayetin bütün incelik ve ayrıntılarını titizlikle belirtirler.
Mucmu'l-Buldân'da Hz.
Ali'den nakledilen bir hadis-i şerifte onların iman hazinesi İslamın hücceti
Allah'ın kılıcı ve mızrağı oldukları, Hz. Selman-i Farisî'nin de onlar
hakkında: "Onlar ehlü'llah'dır, Küfe İslâmın
kılıcıdır. Her
Müslüman onları takdir eder" dediği ifade edilmektedir. Fakat İmam Ahmed,
Kûfeliler için sarf ettiği bu sözle kendi zamanında yaşayan Kuelileri kast
etmiş olabilir.
el-Feth yazarının
beyanına göre İbn Battal bu hadis ile ilgili olarak şunları söylemiştir:
"Bu hadisten
maksat, bir kimsenin bile ble kendi öz nesebini bir tarafa bırakıp kendisinin
başka birinin oğlu olduğunu ve o kimsenin de kendi babası olduğunu iddia
etmesidir. Bu olay cahiliyye döneminde çok yaygındı ve hiç yadırganmazdı. Bir
kimse bu yolla başkasına ait bir çocuğu evlad edinirdi. O çocuk, bundan sonra
artık "Falancanın oğlu" diye çağırılmaya başlanırdı. Nihayet İslamın
gelmesiyle; "Evlâtlıkları babalarına nisbet ediniz. 8u, AEIah katında en
doğru olanıdır. Eğer babalarının kim olduğunu bilmezseniz bu takdirde onları
din kardeşleriniz ve dostlarınız olarak kabul ediniz."[485]
âyet-i kerimesi inince bu çirkin uygulama yürürlükten kaldırıldı ve artık herkes
hakiki babasına nisbet edildi."[486]
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte nesebini bile bile babasından veya efendisinden başka birine
nisbet eden kimseye cennetin haram olacağı ifade edilmektedir. Sebebi ise
şudur; bu kimseler bu hareketiyle ,ölümden doğan miras hakkının hakiki
sahiplerinin eline geçmesine engel olmuş olurlar. Bu haksız uygulamanın tüm
veballerini boyunlarına geçirmiş olurlar. Ancak burada "cennet
haramdır" sözünden maksadın ne olduğu iki şekilde açıklanabilir:
1. Hakikaten
bu kimse asla cennete giremeyecektir, anlamındadır. Ancak bu durum babasından
başka birine intisap etmeyi helal itikat edenler içindir.
2. Ehl-i
necat olanlar cennete girerken bunlar cennete giremezler. Ancak dünyadaki bu
gayrimeşru uygulamalarının cezasını çektikten sonra girebilirler, demektir.
Bu hadis-i şerifte bir
kimsenin kendisini bile bile babasından başka birine nisDet etmesinin haram
olduğuna işaret edildiği gibi bir kölenin kendisini bile bile başka bir
efendiye nisbet etmesinin de haram olduğuna delâlet eder. İşte bu hadisin bab
başlığıyla ilgili tarafı burasıdır.
İşte, bu sebeple Ebu
Davud bu hadisi bu babda yer aluı hadisler arasına koymuştur.[487]
5114... Hz.
Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Bir kimse kendini azad eden kimselerin izni olmaksızın bir kavmi
kendisine veli edinirse Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun
üzerine olsun! Kıyamet gününde onun farz,ve nafile hiçbir ibadeti kabul
edilmeyecektir."[488]
5115... Hz.
Eıies İbn Malik'den demiştir ki: Ben Rasûlullah (s.a.) şöyle derken işittim:
"Her kim babasından başka bir adamın kendi babası olduğunu- iddia ederse
yahutta (bir köle) kendisini efendilerinden başkasına nisbet ederse kıyamete
kadar Allah'ın laneti sürekli olarak onun üzerine olsun."[489]
Sarf: Farz olan
ibadetler demektir.
Adl: jsa nafüe ibadetlerdir Ancak bunım aksini
iddia edenler de vardır. Esmaî'ye göre sarf tevbe, adi de fidye manasına gelir.
Bazıları "Allah onun hiçbir ibadetini kabul etmez" demek, onun
ibadetini rızasıyla kabul etmez, demektir. Fakat Allah ona yine de ibadetiyle
hakkettiği mükafatı verir, demişlerdir.[490]
"Allah'ın
laneti" kelimesinden maksat, Allah'ın bir kimseyi rahmetinden
uzaklaştırma ve kovması demektir. Meleklerin ve insanların lanetinden maksat,
bunların bir kimsenin ilâhi rahmetinden uzaklaştırılması için dua etmeleridir.
Kadı îyaz:
"Buradaki lanet, kâfire olan lanetten farklıdır. Çünkü buradaki lanetten
maksat bu suçu işleyen kimsenin müstehak olduğu ceza ve azabı görmesidir. Ebedi
olarak ilahi rahmetten mahrum kalması anlamında değildir. Fakat kâfire yapılan
lanet ise ebedi olarak rahmetten mahrum kalması manasında kullanılır"
demiştir.[491]
5116... Hz.
Ebû Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"(Aziz ve Celil olan) Allah, cahiliyye (döneminin) kibrini ve övünme
adetini sizden giderdi. (İnsanlar iki kısımdır: Birincisi Allah katında
övülmüş olan) takva sahibi mü'min (kimseler, ikincisi de Allah katında
yerilmiş olan) bedbaht ve Allah'ın yolundan çıkmış (kimseler. Binaenaleyh) siz
(hepiniz) Ademoğlusunuz. Adem topraktan (yaratürmş)tır. (Allah'a yemin olsun
ki) insanlar (ya bu) kavimler(i) ile övünmeyi bırakırlar -ki o kavimler (böyle
cahiliyye adeti üzere yaşadıkları için şimdi) cehennem kömürlerinden bir
kömürdürler- yahud da Allah katında burnuyla dışkı yuvarlayan bokböceğinden
(mayıs böceğinden) daha değersiz bir hale düşerler."[492]
Şafiî ulemasından
Kemalüddin Dümeyrî'nin, Hayatü'I-Hayvanisimli eserindeki açıklamaya göre cual,
(çoğulu; ci'lân); kurumuş tersleri toplayıp yuvasında depo eden bir böcektir.
Özellikle hayvanların dışkılığında kalmış olan kurumuş dışkı kırıntılarını
ararken hayvanların ferclerini ısırıp kaçmakla meşhurdur. Karnında kırmızı bir
nokta olur. Daha ziyade sığır, camız ağıllarında ve tersliklerde yaşar. En
büyük özelliği pislik toplamaktır. Onun garip hallerinden birisi de gül
kokusundan ve benzeri güzel kokulardan ölmesi ve tekrar pislik üzerine konduğu
zaman canlanmasıdır. En büyük zevki ve gıdası pisliktir.
Ebû Davud
et-Tayalisrnin Müsned'i ile Şuabü'l-İman'da bu konuda İbn Abbas'dan rivayet
edilen bir hadis-i şerif de şu mealdedir: "Cahüiy-yet hali üzere ölmüş olan
babalarınızla övünüp durmayın. Varlığım elinde olan Allah'a yemin olsun ki, bok
böceğinin burnuyla yuvarlamış olduğu dışkı cahiliyye (adeti) üzere ölen
babalarınızdan daha hayırlıdır."
Bezzâr'ın Hz.
Huzeyfe'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır:
"Hepiniz Adem
oğlusunuz. Âdem ise topraktandır. Bir takım kavimler ya babalarıyla övünmeye
son vereceklerdir, ya da Allah yanında bok böceğinden daha aşağı
olacaklardır."
Aliyyü'l Kâri
(r.a.)'nin açıklamasına göre; mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte
cahiliyye adeti üzere ölen atalarıyla övünen kimseler bok böceklerinin
burunlanyla yuvarladıkları dışkıya benzetildiği gibi, övünmeleri de bok
böceğinin dışkıyı yuvarlamasına benzetilmiştir. Onlar ya bu övünmelerini
bırakıp bu vahim sonuçtan kurtulacaklardır ya da Allah yanında bok böceğinden
daha aşağı bir duruma düşeceklerdir.
Nitekim, yüce Allah
Kur'an-ı Keriminde bu mevzuyu şu âyet-i kerimesinde bizlere en veciz bir
şekilde açıklamıştır: "Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden (Âdem ile
Havva'dan) yarattık. Hem de sizi boylara ve kabilelere ayırdık ki,
biribirinizi taniyasınız. Biliniz ki Allah katında en iyiniz, takvası en
ziyade ölanınızdır.[493]
Asabiyyet: İsim"
ve masdar şekliyle birlikte kullanılan "asab" kökünden türetilmiş
bir ıstılahtır. İsim olarak âsâb, sinir ve sarmaşık manasına gelir. Masdarından
türetilmiş bir çok kelime daha vardır ki hepsi de bağlamak, sarmak, sarıp
bağlamak, toplanmak, birikmek, etrafını çevirmek, himaye etmek... gibi mana
farklılıkları taşır. Asabiyyet ise aynı kökten gelen "asabe'Yıin nisbî
masdarıdır. "Asaba" bir hukuk tâbiri oluşunun dışında, "bir
kimsenin baba taramdan olan akrabaları" manasına geldiği gibi, bir
şahsırThimaye etme ve yardım elini uzatma durumunda olduğu akrabası manasına
gelmektedir. Bu noktadan hareket edilerek "akrabası ve soydaşı durumunda
olan kimselerin yardımına koşma ve onları zulüm ve haksızlıktan koruma
gayretinde olma" işi de asabiyyet ıstılahı ile ifade edilmiştir.
Ancak bu ıstılah, Hz.
Peygamberin dilinde ayrı bir muhteva kazanmış ve tamamen özel bir durumu ifade
etmek için kullanılmıştır. Kur'an'da rastlanmayan "asabiyyet" en eski
ve belki de ilk olarak -kullanılışı hadis-i şeriflerde görülmektedir. Eldeki
hadis kaynaklarında asabiyetin geçtiği bir kaç rivayet vardır. Bunları,
muhtevaları bakımından iki ana grubta toplamak mümkündür. Daha Önce söylenmiş
olduğu tahmin edilen birinci grup hadisler asabiyyeti yasaklamaktadır.
Meselâ; ashabtan Cübeyr
b. Mutîm kanalıyla rivayet edilen hadis: "Halkı asabiyyet için toplanmaya
çağıran, asabiyyet uğrunda dövüşüp çarpışan ve asabiyyet yolunda ölen kimse
bizden değildir."[494]
Bu hadisin
söylenişinden sonra olmalıdır ki, ashabtan Vasile b. Aşka' (öl. 83/702)
Asabiyyetin ne demek olduğunu ve şümulünü Hz. Peygamber'den sorar:
Ya Rasûlullah! Bir
kimsenin kavmini sevmesi asabiyyetten sayılır mı? Hz. Peygamber:
Hayır, ancak kişinin,
zulüm ve haksızlık halinde olan kavmine yardım etmesi asabiyyettir"[495]
buyurur. Buna göre yasaklanan asabiyyet, bir kimsenin milletini sevmesi ve ona
karşı özel ve meşru' bir ilgi göstermesi değil, sırf akrabalık ve soydaşlık
gayretiyle zalimane ve haksız davranışları karşısında bile onları müdafaa ve
himaye etme işidir. Öte yandan İbn Haldun (öl 808/1406) Mukaddime'de asabiyyete
geniş bir şekilde yer verir. Ancak "Asabiyyetin yasaklanmasının sebebi,
onun kötü ve yanlış işlerde kullanılmasına engel olmaktır" diyen îbn
Haldun bu ıstılahı vatan, millet, memleket soy-sop akraba sevgisinin müsbet işlerde
kullanılışı şeklinde değerlendirir. Ona göre "milli birlik şuurunu canlı
tutan ve devlet kurup onu idare eden güç asabiyyet duygusudur." Asabiyyet
duygusunun bulunmadığı yerde ne millet vardır ne de devlet. O duygu olmadan
dinin yayılması ve devletin korunması mümkün değildir."[496]
Bütün bu
açıklamalardan anlaşılıyor ki, İslamiyyetin yasaklamış olduğu asabiyyet, bir
kimsenin milletini sevmesi ve ona karşı özel bir ilgi göstermesi değil, sırf,
akrabalık ve soydaşlık gayretiyle onlardan sudur eden zalimane ve haksız
davranışları dahi himaye etmeye kalkışma işidir.
Kişinin milletini
sevmesinden dolayı kınanması, hiçbir zaman doğru değildir. Çünkü İslâmi manada
millet, din ve şerifat kavramlarıyla eş anlamlıdır. Fakat kıymetli
alimlerimizden merhum müfessir Muhammed Hamdi Yazır Efendi'nin dediği gibi
"... din, şeriat, millet denilen şeyler vaki'de ve haddi zatında aynı
şeydirler. Fakat itibaren ve mefhumen her biri bir haysiyyetle diğerinden terik
olunur. İ'tikad haysiyeti ile din, amel haysiyyeti ile şeriat, içtima
haysiyetiyle millet denilir. Filvaki itikad edilen ne ise, esas itibariyle
amel edilen odur. Amel edilen ne ise esas itibariyle içtima edilen de odur.
Binaenaleyh millet, bir heyeti ictimaiyyenin etraında toplandığı ve üzerinde
yürüdüğü tabiri aharle fuh-ı içtimaisinin tabi olduğu ve cismi içtimaisinin
merbut bulunduğu mebâdii hakime ve tarikat-i meslûkedir. Hakkı hak, nâ hakkı nâ
hak, eğrisi eğri, doğrusu doğrudur. Şu kadar ki nâ hakları, hüsrana, hakkolan
da hüsn-i akıbete götürür. Demek ki millet hey'et-i ictimaiyyenin kendisi
değildir, ona cemaat, kavm, ümmet veya ehl-i millet denilir. Mesela Yahudiyet
ve Nasraniyyet bir millettir ve fakat Yehud ve Nasara ehl-i millet, sahib-i millettirler."[497]
5117... (Hz.
Abdurrahman b. Abdullah b. Mesud'un) babasından demiştir ki: Kavmine haksız
yere yardım eden kimse (bir kuyuya yüzüstü) düşüp de kuyruğundan çekil(erek
kurtarılmaya çalışd)an deve gibidir.[498]
Hattabî (r.a)'ye göre
bu hadisin manası şöyledir:"Haksız yere kavmine yardım eden kimse günah kuyusuna
düşerek helak olmuştur. Artık kurtarılması mümkün değildir. Bu haliyle o
kuyruğundan tutulup da yukarı çekilerek kurtarılmaya çalışılan bir deveye
benzer."
Aliyyü'l-Kari'nin
açıklamasına göre bazıları bu hadis-i şerifte şöyle marja vermişlerdir:
Haksız yere kavmine
yardım eden kimse zulme yardım ettiği için kendisini helak etmiştir. Gerçi o
bu yardımıyla kendini ve kavmini yükseltmek istemiştir. Ama yükseltmek
amacıyla koşarken günah kuyusunun dibine düşüp helak olmuştur.
Böyle bir kimsenin
hali ise kuyuya yüzüstü düşüp de kuyruğundan asılarak kurtarılmaya çalışılan
bir deveye benzer. Tabii ki bu deveyi bu şekilde kurtarmak mümkün değildir.
Bazılarına göre de bu hadis-i şerifte kuyuya düşerek helak olup da kuyruğundan
çekilerek kurtarılmaya çalışıldığı halde kurtarılamayan deveye benzetilen
kinişe, haksız durumda olan kavmidir. Çünkü batıl ve zulüm üzerine olan herkes
Ölmüş demektir.
Bu kavme kavmiyetçilik
duygusuyla yardım etmek isteyen kimse de sözü geçen devenin kuyruğuna benzetilmiştir.
Nasıl ki kuyuya yüzüstü düşerek ölen bir deveyi tutularak yukarı doğru çekilen
kuyruğu kurtarmaya yetmezse bu adamın o kimseyi kurtarmak için devreye girmesi
de o deveyi kurtarmaya yetmeyecektir.[499]
Netice itibariyle
mevzumuzu teşkil eden Hadis-i şerif, bir kimsenin sırf akrabalık ve soy
gayretiyle yakınlarından sudur eden haksızlıklara yardım etmesi haramdır.
Yukarıda bab başlığının altında da açıkladığımız gibi buna "asabiyyet
(kavmiyetçilik)" denir. İslam bunu kökünden kaldırmıştır.[500]
5118... (Abdurrahman
b. Abdullah'ın) babasından demiştir ki; "Ben Rasûlullah (s.a.)'ın huzuruna
varmıştım. Kendisi deriden (yapılmış) bir çadırda bulunuyordu..."
(Abdurrahman *ın
babası Abdullah b. Mesud rivayetine devam ederek bir önceki hadisin) bir
benzerini rivayet etti.[501]
Bu hadis-i şerifle
ilgili açıklama bab başlığının al-tında ve bundan önceki hadisin şerhinde
geçmiştir.[502]
5119... Vâsıla
b. el-Eska'nın kızından (rivayet edildiğine göre) kendisi babasını şöyle
derken işitmiş: (Ben Hz. Peygambere):
Ey Allah'ın Resulü
asabiyet nedir? diye sordum da:
Zulümde (haksızlıkta)
kavmine yardım etmendir, buyurdu.[503]
Bu babın giriş
kısmında "asabiyyet" kelimesinin ifade ettiği manaları genişçe açıkladığımızdan
burada tekrara lüzum görmüyoruz.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerif, zulümde yardımlaşmayı ve ırkçlığı yasaklamaktadır. Bu babın
başında da açıkladığımız gibi İslamiyet ırkçılık taassubunu kökünden
yıkmıştır. Kur'an-ı Kerim'de "Tebbet" suresi diye anılan bir surenin
Hz. Peygamberin en yakın akrabalarından amcası "Ebu Leheb" hakkında
inmiş olması bile bir müslümanın, İslam çizgisi dışında olan bir yakımyla
hiçbir bağı olamayacağını göstermek için yeterlidir.
Hele haksız bir işte
ona yardım etmeye kalkmanın İslamda hiçbir yeri yoktur. İslam kendi
müstesiplerine bile zulümde değil ancak iyilikte ve takvada yardımlaşmayı
emreder.[504]
5120... Süraka
b. Malik Cü'şüm el-Müdiicî'den demiştir ki: (Bir gün) Rasûlullah (s.a.) bize
bir hutbe irad ederek şöyle buyurdu:
"Sizin en
hayırlınız, günaha girmemek şartıyla yakınlarını savunan(ınız)dır."
Ebu Davud dedi ki: (Bu
hadisin ravilerinden) Eyyûb b. Süveyd zayıftır.[505]
Gerçekten ilahı müjde
yavaş yavaş akan bir çeşmeve benzer. O önce çevresini ıslatır. Sonra, yavaş
yavaş etrafa yayılır. Önce yakınlar sonra çevre daha sonra da biraz daha uzak
olanlara ulaşır. Hz. Peygamber de tebliğ hususunda böyle bir metot takib
etmişlerdir. Önce' kendi evine, sonra kendi akrabasına ve nihayet halka, ilahi
tebliği bildirmiştir: "En yakın akrabanı korkut."[506]
Bu daire daha sonra
gittikçe büyümüştür. Bunun için de önce Mekke'ye ve nihayet bütün dünyâya tebliği
ulaştırmaya çalışmıştır.[507]
İlahî rahmet
dalgalarının tebliğde görülen en yakından çevreye doğru genişleyen bu yayılma
hareketi, İslamın sıla-ı rahim, sadaka ve zekat gibi diğer alanlardaki
maddi-manevi yardımlaşma anlayışında da kendini gösterir.
Mevzumuzu teşkil eden,
bu hadis-i şerif, İslamın bu anlayışına uymanın, hayırlılığm bir ölçüsü
olduğunu ifade etmektedir. Kişi bu anlayışa uygun hareket ettiği nisbette hayırlı
olacaktır. Ancak zulümde ve düşmanlıkta yardımlaşmanın İslamda yeri
olmadığından İslamî bir yasağı çiğneyen veya bir günahı işleyen bir kimseye
akraba bile olsa destek olmak asla caiz değildir. Böyle bir günaha destek
veren kimse o suçun vebalini ortak olacağı için bu yardımı hayır olmaktan
çıkar şerre dönüşür.
Ancak bu insanın,
böyle zulmeden veya günah işleyen bir akrabasına yardımı, onu bu günahtan
çevirmesiyle olur. Nitekim Hadis-i şerifte: "Kardeşine zâlim de olsa,
mazlum da olsa yardım et. Zâlime yardım etmen onu zulümden alıkoymandır."[508]
buyurulmuştur. Fakat akrabalık gayretiyle bir yakına haksızlıkta yardımcı
olmanın İslamda asla yeri yoktur.[509]
5121... Cübeyrb. Mut'imden (rivayet edildiğine göre)
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
(Halkı) asabiyyet (soy-sop) davasına çağıran
bizden değildir. Asabiyyet (soy-sop) davası uğrunda savaşan bizden değildir.
Asabiyyet (soy-sop) davası uğruna ölen bizden değildir.[510]
Asabiyyet kelimesinin
ifade ettiği manalar mevzumuzu teşkil eden babın giriş kısmında
geçmişti.Mevzumuzu teşkil eden bu hadiste geçen bu "asabiyyet"
kelimesi bazı hadis kitaplarında "asabe" olarak rivayet edilmiştir.
Bilindiği gibi
"asabe" baba taraından olan akrabadır. Sinirlerin bütün vücudu
kaplaması gibi bir kimsenin asabesi de onu her taraftan kuşattıkları için
kendilerine bu isim verilmiştir. Sırf asabe namına harbetmek, kızmak ve
propaganda yapmak, hakka ve dine yardım değil, bilakis heva ve hevese göre
harekettir. Bu da cahiliyyeî devri adetlerinden biridir, binaenaleyh böyle bir
harpte öldürülen de şehit değil asi olur.[511]
5122... Hz.
Ebu Musa'dan (rivayet edildiğine göre) Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Bir kavmin kız kardeşinin
oğlu o kavimdendir."[512]
Bu hadis-i şerif bir
kimsenin kızkardeşinin oğlunun kendi
yakınlarından sayıldığını ifade etmekte ve diğer yakın akrabalarına yaptığı
yardımı, gösterdiği yakınlık ve sevgiyi ondan da esirgememesi gerekliğine,
sarılıp sır verebileceğine ve meşverette bulunabileceğine delalet etmektedir.
Fakat vâris olacağına delalet etmemektedir. İbn Ebi Hamza'nin açıklamasına
göre, bu hadis-i şerifin söy-lenmesindeki hikmet, Cahiliyye döneminde halkı
kızlarının ve kızkardeş-lerinin çocuklarına karşı takındıkları olumsuz tutumu
önlemektir.[513] Nevevî'nin açıklamasına
göre, bazıları, bu hadis-i şerifin zevilerham (teyze, hala, gibi kadın
akrabalarla, kızın oğlu, ananın babası gibi kadın tarafından olan akrabaların
varis olabileceğini söylemişlerdir ki; İmam Ebu Hanife (r.a.) ile İmam Ahmed
(r.a.) ve daha başkaları bu görüştedirler. İmam Malik ile İmam Şafiî'ye göre
ise bu hadis-i şerifte anlatılmak istenen sadece bir insanın zevil erham ile
arasında bir bağın bulunmasıdır.[514]
Resulü Zişan
efendimizin bu hadis-i şerifi irad buyurmalarının sebebi, Hz. Enes'den gelen
bir rivayette şöyle anlatılıyor:
Bir kere Resulü Ekrem
hususi olarak ensarın meclisine davet etmişti. Ensar toplandığında
"Aranızda gizden başka kimse var mıdır? diye sordu. Ensar da:
Hayır yoktur, ancak
kızkardeşlerimizin oğulları vardır, diye cevap verdiler. Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.): bana bakarak:
Bir kavmin ve bir
ailenin kızkardeşinin oğulları o soydandır, buyurdu.[515]
5123... Farslı
(İranh)lardan azatlı bir köle olan Ukbe'den demiştir ki: Al bu da benden. Ben
Farslı bir gencim diyerek müşriklerden birine bir darbe indirdim. Bunun üzerine
Rasûlullah {s.a.): bana bakarak:
Al bu da benden, ben
ensarlı bir gencim, deseydin ya? buyurdu.[516]
Hafız İbn Hacer'in
"el-İsabe" isimli eserindeki açıklamasına
göre "Ebû Ukbe" ensarın azad ettiği Farslı bir köledir.
Haşimoğullarının azadlısı olduğunu söyleyenler varsa da bu doğru olamaz. Çünkü
eğer bu zat gerçekten Haşim oğullarının azatlısı olsaydı, Resulü Zişan
efendimiz O'na: "Ben ensarlı bir gencim" demesini değil, "Ben
Haşim oğullarından bir gencim" demesini telkin ederdi. Nitekim (5114) ve
(5115) numaralı hadislerle; "bir kavmin azatlısının onlardan olduğunu
ifade eden hadis-i şerif[517] de
bu gerçeği ispat etmektedir.
Bilindiği gibi,
Farslıların savaşta düşmana kılıç sallarken "Al bu da benden ben
Falancanın oğluyum!" diyerek kavimleriyle övünmeleri adetleriydi, Sözü
geçen azadlı genç de darbesini indirirken kavminin bu eski adetine uyarak
kendisinin Farsh olmasıyla ifftihar etmişti. Oysa o sırada Fars halkı kâfir
idi. Hz. Peygamber bu gencin kendisini böyle kâfir bir kavme nisbet ederek
öğündüğünü görünce onu bu yanlışlıktan kurtarmak gayesiyle; "Eğer mutlaka
bu savaş meydanında darbeni indirirken mensup olduğun kavimle iftihar
edeceksen, kâfir bir kavimle değil, müslüman bir kavimle iftihar et. Bu
müslüman kavim de ancak ensar olabilir. Çünkü seni hürriyetine kavuşturanlar
onlardır ve azatlı köle kendisini azad eden kavimdendir" anlamında:
"Ben ensarlı bir gencim deseydin ya" buyurmuştur.[518]
5124... el-Mikdam
b. Ma'dikerib'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur: Bir kimse (din) kardeşini sevdiği zaman kendisini sevdiğini ona
bildirsin."[519]
5125... Hz.
Enes b. Malik'den (rivayet edildiğine göre) bir adam Peygamber (s.a.)'in
yanında iken oradan birisi geçmiş de (O adam):
Ey Allah'ın Resulü,
ben bu adamı seviyorum, demiş. Peygamber (s.a.) de ona:
(Peki sen bu sevgini)
kendisine bildirdin mi? demiş.(Adam da):
Hayır, cevabım vermiş.
Peygamber ona:
(Git) ona (sevdiğini)
bildir, demiş.
(Hz. Enes rivayetine
devamla) şöyle dedi: Bunun üzerine (bu adam) o kimseye varıp:
"Ben seni Allah
için seviyorum" dedi, (öbür adam da):
Beni kendisi için
sevdiğin Allah da seni sevsin, cevabını verdi.[520]
Bu hadis-i şeriflerde
bir kimsenin kendinde gördügü nayir(3an dolayı sevdiği bir kimseye bu sevgisini
bildirmesi tavsiye edilmektedir. Çünkü bu sevginin bildirilmesi hem onun
kalbinde kendisini sevdiğini bildiren bu kimseye karşı bir sevgnin doğmasına,
hem de sevgisini bildiren kimsenin kalbindeki sevginin artmasına yol açar.
Hattabî'nin
açıklamasına göre, bu hadis-i şeriften maksat, "müslümanları birbirlerini
Allah için sevmeye teşviktir. Gerçekten bir kimse karşısında bulunan bir
kimsenin herhangi bir çıkar olmaksızın ivazsız -garazsız, karşılıksız, sırf
Allah rızası için kendisini sevdiğini bilirse, onun nasihatlanm can kulağıyla
dinler, onun dediklerini rahatça kabul edip kendini düzeltebilir. Fakat
karşıdakinin kendisini sevdiğinden emin olmazsa, onun iyiniyetle yaptığı bütün tavsiyeleri
kötüye yorumlar, düşmanca söylenmiş bir söz olduğunu zanneder."
Kısaca müslüman
toplumunda emr-i bilmaruf (iyiliğe davet) nehy-i anilmünker (kötülükten
sakındırma) müessesesinin gayesine erişmesi büyük Ölçüde bu karşılıklı sevgi
ve saygının gönüllere yerleşmesine bağlıdır.
Müslümanlar arasında
sevgiyi tavsiye eden hadislerden bazıları şu mealdedir:
1. "Bir
adamla kendi arasında bir kardeşlik kuracak olursa ona adını, babasının adını
ve kimlerden olduğunu sorsun. Çünkü bu hareket samimiyet bağını daha da
artırıcıdır."[521]
2. "Bir
adam Rasûlullah (s.a.)'e gelerek: "Ey Allah'ın Resulü kıyamet ne zaman
kopacaktır?" dedi. Rasûlullah (s.a.) hemen namaza kalktı ve namazını
bitirince: "Kıyametin ne zaman kopacağını soran kişi nerede?"
buyurdu. Adam: "Benim ya Rasûlullah!" dedi (Hz. Peygamber de:)
Kıyamet için ne
hazırladın? diye sordu, adam:
Ey Allah'ın Resulü,
kıyamet için fazla namaz veya fazla oruç hazırlayamadım, fakat ben Allah'ı ve
onun Peygamberini seviyorum, dedi. Bunun üzerine Rasûîullah (s.a.):
Kişi sevdiğiyle
beraber (haşr olunacak)tır ve sen de sevdiklerinle beraber (haşr edilecek)sin,
buyurdu. Müslümanlıktan sonra müslüman-lanh bu söze sevindikleri kadar (başka
bir şeye) sevindiklerini görmedim."[522]
3. Safvân b.
Assai (r.a.)'den demiştir ki: Tok sesli bir çöl arabı (Hz. Peygamberin
huzuruna) geldi ve:
Ey Muhammed! İnsan bir
cemaati seviyor, fakat kendisi henüz onlara (nasib olan seviyeye) ulaşamamış
bulunuyor (ise ne olacak)?" dedi bunun üzerine Rasûlullah:
Kişi sevdikleriyle
beraber (haşr edilecek)tir" buyurdu.[523]
4. Hz. Ebu
Hüreyre'den demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdular: "Hiç şüphe
yok ki kıyamet gününde Allah:
Nerede benim azametim
için birbirini sevenler? Benim gölgemden başka hiçbir gölge bulunmayan bu
günde ben onları (kendileri için özel
olarak hazırlamış olduğum) gölgemde gölgelendireceğim, buyuracaktır."[524]
5. "...
Allah buyurdu ki: Benim azametim için birbirlerini sevenler için (kıyamet
gününde) nurdan minberler, vardır ki Peygamber ve şehidler onlara
imrenirler."[525]
6. "Üç
şey vardır ki, bunlar kimde bulunursa o kimse imanın tadını bulur:
1. Kendisine
Allah ve Rasulü başkalarından daha sevimli olmak,
2. Sevdiğinizi
yalnız Allah için sevmek.
3. Allah
kendisini küfürden kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmekten ateşe atılmaktan
tiksinir gibi tiksinmek."[526]
7. "Allah
(özel olarak hazırlamış olduğu) kendi gölgesinden başka bir gölge bulunmadığı
bir günde (yani kıyamet gününde) yedi
kişiyi gölgesinde gölgelendirecektir: a. Adaletli hükümdar, b. Allah'a ibadetle
yetişen genç, c. Mescidden çıktığı zaman (tekrar) dönünceye kadar gönlü
mescide asılı (bağlı) olan kişi, d. Allah için biribirini seven ve bu sevgi
üzerine toplanıp (bu sevgi üzerine) ayrılan kişiler, e. Yalnız başına iken
(veya riyasız olarak) Allah'ı zikredip gözleri yaşla dolup taşan kişi, f.
Güzel ve soylu bir kadının kendisini çağırması üzerine- Ben Allah'dan
korkarım- diyen kişi, g. Sağ elinin verdiği sadakayı sol eli bilmeyecek kadar
gizli sadaka veren kimse."[527]
8. "Siz
iman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de (tam) iman
etmiş olmazsınız. Ben size birşey göstereyim mi onu yaparsanız sevişirsiniz,
aranızda selamı yayınız."[528]
9. Ebû İdris
el-Havlânî'den (rivyet edilmiştir): Dedi ki: Dımeşk Camisine girmiştim. Bir de
baktım ki halk dişleri parlayan güler yüzlü bir adamın etrafında toplanmışlar,
birşey hakkın-da ihtilaf edince ona müracaat ediyorlardı ve onun sözünü kabul
ediyorlardı. Onun kim olduğunu sorduğumda;
Bu Muaz b Cebel'dir,
dediler. Ertesi gün erkenden (mescide) gittim. Onu bulduğumda benden daha erken
gelmiş, namaz kılıyordu. Namazını bitirinceye kadar onu bekledim. Sonra
huzuruna gittim, selam verdim ve
dedim ki:
Vallahi ben seni Allah
için seviyorum,
Vallahi mi, dedi.
Vallahi, dedim tekrar:
Vallahi mi, dedi,
Vallahi dedim, yine:
Vallahi mi, dedi,
Vallahi dedim. Bunun
üzerine abamdan tuttu. Beni yanına çekti ve dedi ki:
Seni müjdelerim! -Ben
Rasûlullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu duydum. Yüce Allah buyurur ki: Benim
rızam için birbirini seven, benim rızanı için bir arada oturan, benim rızam
için birbirini ziyaret eden ve kendilerini benim rızama adayan kimselere benim
muhabbetim vâcibtir."[529]
10. Hz. Ebû
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur;
Bir adam başka bir
köydeki kardeşini ziyaret etmiş, bunun üzerine Allah onun için yoluna bir
gözcü melek oturtmuş. Adam meleğin yanına gelince (O'na):
Nereye gitmek
istiyorsun? diye sormuş. Adam:
Şu köydeki kardeşime
gitmek istiyorum, cevabını vermiş.
Onun yanında ıslahına
çalıştığın bir ni'metin var mı? diye sormuş. Adam:
Hayır şu kadar var ki
ben onu Allah (Azze ve celle) için sevdim, cevabını vermiş; Melek:
O halde ben senin o
kardeşini Allah için sevdiğin gibi Allah'ın da seni sevdiğini bildirmek üzere
Allah'ın sana gönderdiği elçiyim, demiş.[530]
5126... Hz.
Ebu Zer'den (rivayet edildiğine göre) kendisi (birgün kendisini kasdederek Hz.
Peygamber'e): "Ey! Allah'ın Rasulü bir cemaati(n yaptığı salih amelleri)
sevip onların amellerini yapamayan bir kimse (hakkında ne
buyururursunuz?)" diye sormuş da (Hz. Peygamber):
Ey Ebû Zer! Sen
sevdiğin kimseyle berabersin, buyurmuş, (Hz. Ebû Zer rivayetine devam ederek)
şöyle dedi:
Bunun üzerine,
gerçekten ben Allah'ı ve Resulünü seviyorum, dedim.
Kuşkusuz sen
sevdiğinle berabersin, buyurdu.
Daha sonra (Ebû Zer
rivayetine devam ederek şunları) söyledi: "Ebû Zer gerçekten ben Allah'ı
ve Resulünü seviyorum, sözünü tekrarladı. (Buna karşılık) Rasûlullah (s.a.) de
(: Kuşkusuz, sen sevdiğinle berabersin, sözünü) üç defa tekrarladı.[531]
5127... Hz.
Enes b. Malik'den demiştir ki:
Ben, Rasûlullah
(s.a.)'ın sahabilerinin (müslüman olduktan sonra) şu olaya sevindiklerinden
daha azla sevindikleri birşey görmedim:
Bir adam (Hz.
Peygamberin huzuruna gelip): "Ey Allah'ın Resulü, bir adam, işlediği
hayırlı amellerden dolayı bir adamı seviyor, fakat onun gibi amel edemiyor,
dedi. Rasûlullah (s.a.)'de:
"Kişi sevdiğiyle
beraberdir," buyurdu.[532]
Bu hadis-i şerifler,
miislümanlann cennette sevdileriyle beraber olacaklarını bildirmektedir. İbn
Battal:
"Bir kimse bir
kulu Allah için severse muhakkak Allah onları cennetinde bir araya
getirecektir. Velev ki ameli, sevdiği zatın amelinden az olsun. Bunun sebebi o
zatın salihleri taat ve ibadetinden dolayı sevmesidir. Allah teâlâ salihlere
verdiği sevabı ona da verir. Çünkü niyet asıldır. Âmel niyete bağlıdır. Allah
"adlu insanını dilediğine verir" demiştir.[533] Ancak
şurasını iyi bilmek lazım gelir ki kişi sadece "Allahı ve Rasulünü seviyorum"
demekle bu iddiasında sadık olamaz. Bu iddiasında sadık olabilmesi için
dünyada Allah ve Rasulünün emirlerine ve nehiylerine hakkıyla riayet etmesi
gerekir. Aksi takdirde bu sevgi iddiası asılsız bir davadan ibaret kalır.
Esasen seven kimsenin kendini sevdiği kimsenin yoluna kaptırmaktan, onun
peşinde gitmekten alıkoyması mümkün değildir.[534]
Ayrıca bu hadis-i
şeriflerin bir başka yönü de dünyada kötüleri dost edinenlerin ahirette onlarla
beraber olmasıdır. Nitekim şu âyet-i kerime de buna ifade etmektir: "Ve o
gün zâlim iki elini ısırıp iki elini ısırıp ne olurdu ben o peygamberler ile
bir yol edinip peşinden gideydim. Ne olaydı da alanı dost edinmeyeydim...
der."[535]
5128... Hz.
Ebû Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kendisiyle
istişare edilen (yani bir mesele hakkında fikrini almak üzere kendisine
başvurulan) kimse güvenilen birisi (olmalı)dır."[536]
Tîbî'nin açıklamasına
göre bu hadis-i şerifte şunlara dikkat çekilmektedir. "Kendisiyle istişare
edilen kimsenin emin olması ve fikrine müracaat eden kimseye bildiğini dosdoğru
söylemesi, onu aldatmaması ve istişare esnasında istişare eden kimsenin
dünyevî ve uhrevî meselelerde kendisine başvuran kimseye en doğru yolu
göstermesi üzerine düşen bir görevdir. Bu esnada kendisine müracaat eden
kişiye ait öğrenmiş olduğu sırlar kendisine verilen bir emanettir. Bunları
ifşa ederek ihanette bulunmamalıdır.[537]
5129... Ebû
Mes'ud el-Ensarî'den demiştir ki; Bir adam Peygamber (s.a.)'e gelerek:
Ey Allah'ın Rasulü
benim hayvanım yola devam etmekten kesildi kaldı. Bana bir binek hayvanı ver,
dedi. (Hz. Peygamber de):
Ben sana verebilecek
bir at bulamam, fakat sen falan kimseye var, herhalde o sana bir binek hayvanı
verebilir, buyurdu. (Söz konusu adam) sözü geçen kimseye vardı; O kimse de
kendisine bir binek verdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):
Her kim bir hayra
önderlik ederse ona da hayrı işleyen kimsenin sevabı gibi (sevab) vardır,
buyurdu.[538]
Hadis-i şerif, hayra
delâlet etmenin ve hayır yapmanın, yardımda
bulunmanın, ilim öğretmenin faziletine delildir.
Metinde geçen:
"Ona da hayrı işleyen kimsenin sevabı gibi sevab vardır." cümlesinden
maksat "hayrı yapana nasıl sevap verilirse o hayrın yolunu gösteren kimseye
de öyle sevap verilir" demektir. Bundan her iki sevabın da miktarca eşit
olması lazım gelmez.[539]
5130... Hz.
Ebu'd-Derda'dan (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Birşeyi (haddinden azla) sevmen (seni) kör ve sağır eder."[540]
Hadis-i şerif, birşeyi
aşk edercesine severek onun sevgisinde
fani olmanın insanı kör ve sağır durumuna düşürerek onun kusurlarını göremez ve
işitemez hale getireceğini, hatta sevdiği o şeyden başşka hiçbir şeyi göremez
ve işitemez hale geleceğini anlatmaktadır.
Her ne kadar Kazvinî
bu hadisin mevzu olduğunu, soylemişse de Hafız Münzirî bu görüşü yanlış
olduğunu ve aslında bu hadisin Bilal b. Ebidderdâ'ya kadar ulaşan mevkuf bir
hadis olduğunu söylemiştir.
Salahuddin.el-Alâî'ye
göre ise her ne kadar bu hadisin mevzu olduğu söylenemezse de, aslında bu hadis
hasen derecesine asla yükselemeyen zayi bir hadistir.
Nitekim, Hafız İbn
Hacer de bu hadisin ravilerinden Ebû Bekir b. Ebî Meryem'in hafıza yönüyle
zayıf bir ravi olduğunu söylemiştir.[541]
5131... Hz.
Ebû Musa'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
(Dünyevi ve uhrevî müşkillerini hallettirmek için huzuruma gelip soru sormak
isteyen kimselerin) bana (gelebilmeleri için) aracı olunuz da sevaba erişiniz
ve Allah da (bu vesileyle) Peygamberinin dilinde dilediği hükmü versin."[542]
Hadisin manası şudur:
Birbirinize şefaatçi olun.Benden birşey istemeye gelen olur da sizde ona şefaatçilik
yaparsanız Allah teâla onun hacetini benim vasıtamla görür. Bu suretle hem
isteyen muradına erer, hem de siz sevap kazanırsınız.
Meşru istekler
hususunda aracılık yapmak; gerek hükümdar, kumandan, vali gibi büyükler
huzurunda; gerekse halkın birbirleri nezdinde şefaatta bulunmak müstehabtır.
Fakat Hudud-ı şer'iyye hakkında şefaat haramdır. Batılı tamamlamak bir hakkı
ibtal etmek gibi şeylerde dahi şefaat caiz değildir.[543]
5132... Hz.
Muaviye'den (şöyle dediği rivayet edilmiştir): Hayra aracı olunuz da sevaba eriniz.
Gerçekten biri işi yapmak istiyorum da sizin aracı olup da sevaba erişmeniz
için geciktiriyorum. Çünkü Rasûlullah (s.a.): "Hayırlı islere vesile olunuz
da sevaba erişiniz" buyurdu.[544]
5133... (Bir
önceki hadisin) bir benzeri de peygamber (s.a.)'den Hz. Ebu Musa yoluyla
rivayet edilmiştir.[545]
Bu hadislerle ilgili
açıklama 5131 numaralı hadisin şerhinde
yapılmıştır.[546]
5134... el-Alâ
(b. Hadremî)'nin çocuklarının birinden (rivayet edildiğine göre) el-Alâ b.
el-Hadremî Bahreyn'de Peygamber (s.a.)'in valisi imiş de Hz. Peygamber'e mektup
yazdığı zaman (her defasında da mektubuna "el-Alâ'dan Allah'ın
Resulüne" şeklinde) kendi ismiyle başlarmış.[547]
5135... el-Alâ
b. el-Hadremî'den (rivayet edildiğine göre) kendisi Peygamber (s.a.)'e mektup
yazmış da (sıra isminin zikrine gelince "el-Alâ'dan Allah'ın
Rasulüne" şeklinde önce) kendi isminden başlamış.[548]
Bu hadis-i şeriflerde
el-Alâ b. Hadramî'nin Bahreyn'de vali iken Hz. Peygambere yazdığı mektuplara
"Bismillahirrahmanirrahim, el-Alâ'dan Allah'ın Rasulüne" şeklinde
Besmeleden sonra, önce kendi ismini zikrederek başladığı, Hz. peygamberin de
onun bu uygulamasını iyi karşılanmasıyla kişinin yazdığı mektuplara besmeleden
sonra kendi ismiyle başlamasının takriri sünnet halinde yerleştiği ifade
edilmektedir.
Nitekim, Hz.
Peygamberin Bizans kralı Herakliyüs'e yazdığı mektupta "Rahman ve Rahim
olan Allah'ın adıyla! Allah'ın kulu ve Resulü Muhammed'den Rumların büyük reisi
Hekakliüs'e" şeklindedir.[549]
Hz. Peygamber'in bu
uygulamayı; "O, Süleyman'dan geliyor. Rahman ve Rahim olan Allah'ın
adıyla"[550] âyetinden aldığı
şüphesizdir.
Hafız İbn Hacer'in
Fethü'l Bâri'deki açıklamasına göre mektuplara bu şekil başlamak sünnettir.
Cumhuru ulemanın görüşü budur. Her ne kadar en-Nehhas sahabenin bu konuda
icmaı bulunduğu söylemişse de bu iddia doğru değildir. Çünkü sayıları az da
olsa bu görüşe katılmayan sahabilerin bulunduğu bir gerçektir.[551]
Bazılarına göre, bu
sünnet seviye itibariyle yüksek olan kimseler için geçerlidir. Fakat oğlun
babaya mektup yazması gibi sıradan mektuplarda adaba uygun olan önce mektup
yazılan kimsenin ismini zikretmektir. Fakat mektubu yazanın kendi ismiyle
başlaması da caizdir. Nitekim mevzu-muzu teşkil eden hadis-i şerif de buna delâlet
etmektedir.[552]
5136... İbn
Abbâs'dan (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) He-rakliüs'e (gönderdiği
mektupla ona selâmı şöyle) yazdı:
"Allah'ın
Resulünden Rum'un ulusu Herakl'e! Selam, hidayete uyan(lar)ın üzerine
olsun" (Muhammed) İbn Yahya'nın Hz. İbn Ab-bas'dan rivayetine göre Hz. Ebû
Süfyan O'na şöyle demiş:
Biz Herakl'ın yanına
girdik. Bizi önüne oturttu. Sonra Rasûlullah (s.a.)'m (kendisine göndermiş
olduğu) mektubu istedi.
Bir de baktık ki
mektupta (şu sözler var)! "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
(başlarım)! "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla (başlarım)! Allah'ın
Resulü Muhammed'den Rum'un ulusu Hirakl'e. Selam hidayete uyanların üzerine
olsun. Gelelim mevzumuza..."[553]
Hz. Peygamber, kafir
Rum kralı Herakliüs'e yazdığı
mektupta selamlarını sunarken müslümanlar için kullandığı
"esselamü aleyküm" kelimelerini kullanmamış bu kelimelerin yerine
"selâm hidayete tâbi olan kimselerin üzerine olsun" anlamına gelen
"selâmün alâ mennittebeal hüda" kelimelerini kullanmıştır.
Bu durum, müslümanların
kâfirlerle olan ilişkilerini insanlık duygu ve şartlan muvacehesinde
sürdürmeleri gerektiğini gösterir.
Nitekim "...
Yakın ve uzak komşuya ihsanda bulununuz..."[554]
âyet-i kerimesini tefsir eden Taberi, Kurtubî ve Nesefî gibi müessirler,
"uzak komşu"dan maksadın gayr-i müslimler olduğunu beyan etmişlerdir.
Bir toplum içerisinde
mü s lü m ani ardan başka gayr-i müslimlerin de bulunması mümkündür. Hal böyle
olunca bir arada yaşama ve insanlığın gereği olarak onlarla da sosyal
ilişkileri insanî ölçüler içerisinde sürdürmek gerekir.
Onlarla karşılaştığı
zaman selamlaşmadan geçilmeyeceği de muhakkaktır. Binaenaleyh bu durumda
Rasûlullah'tn tavsiyesine uyarak öncelikle onların selam vermesini bekleyip
selamlarından sonra "ve âleyke" demekle yetinmek gerekir.[555]
Şayet öncelikle
müslümanın selam vermesi zoru ılu ise Rasûlullah (s.a.)'ın özellikle gayr-i
müslim devlet başkanlarına yazarken uyguladığı ve Taha suresinde zikr olunduğu
üzere "Esselamü alâ menittebealhüdâ"[556]
şeklincıe selamlamak gerekir.
Mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şeriften anlaşılan da budur. Çünkü bu selamlayış tarzı zahiren
kâfirleri selamlama gibi görünürse de aslında bu selam gayr-i Müslimlere verilen
bir selam değil gıyablannda müslüman-lara verilmiş olan bir selamdır. Çünkü
"hidayete uyanlar, ve hidayet üzerinde olanlar ancak
müslümanlardır."
Her ne kadar Rum kralı
Herakliüs, zimmî değilse de kâfir olduğu için zimmilerle bu noktada aralarında
bir yakınlık vardır. İşte mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifle bâb başlığı
arasındaki ilgi de burasıdır.[557]
1. Zimmilerle
karşılaşınca, önce onların selâm vermesı beLnir.
2. Yazışmalarda
"emma ba'd" ifadesini kullanmak müstehabtır.
3. Zimmilere
önce selam vermek zorunda kalınınca "esselamü alâ minttebealhüda"
şeklinde kinayeli selam verilir.
4. Bu hadis
müslüman kâfire selam vermez, diyenlerin delilidir. Buharı ve başkaları bu
hadise dayanarak bid'at sahipleriyle büyük günah işleyenlere selâm verilmez
demişlerdir.[558]
5137... Hz.
Ebû Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Hiçbir çocuk
babasının hakkını ödeyemez. Ancak onu köle olarak bulup da satın alıp azad
etmesi müstesna."[559]
Anne ve babayla ilgili
hadis-i şerifleri ve âyet-i kerimeleri
gözden geçirecek olursak genellikle "birr ve ihsan" lafızlarının
kullanılmış olduğunu görürüz. Bu sebeple lügat ve tefsirlerden bu kelimelerin
anlam ve kullanılış şekillerini tesbit edersek anneye ve babaya yapılması
gereken iyiliğin nasıl olması gerektiğini anlamış oluruz.
Birr: İyilik ve
ihsanda ziyadelik, manasmdadır ki, karşıdakini razı eden bütün fiilleri içine
alır.[560] Ayrıca Ukûkun (hakka
riayetsizlik ve saygısızlığın zıddı olarak da tarif edilmiştir. Yani hakka
riayet etmek ve saygı duymak demektir.[561]
Rasûlullah (s.a.)'ın "Birr, güzel ahlaktır"[562] mealindeki
hadisinin şerhinde ulemanın açıkladığı gibi "birr" sıla (akrabayı
ziyaret etmek), lütuf, iyilik, güzel geçinmek ve taat manalarına gelir ki,
hadisteki "ahlâk güzelliğidir" şeklindeki tarif bu manaların hepsini
içine almaktadır.
İhsan ise, in'âm,
ihlâs, sözde, fiilde güzellik manalarına gelir. Şu halde birr ve ihsan
isteyerek ve samimiyetle iyilik etmek ve haklara riayet edip saygı göstermek
anlamlarına gelmektedir. Anne ve baba kişiye Al-lah'dan sonra en çok iyiliği
olan kimseler olarak evlât üzerinde pek çok haklara sahiptirler. Bu hakların
ayniyle ödenmesi ise imkân dahilinde değildir.[563]
Nitekim mevzumuzu
teşkil eden hadis-i şerif de buna delâlet etmektedir. Şöyle ki; mevzumuzu
teşkil eden hadis-i şerifte babanın hakkının onu ancak köle olarak bulup sonra
onu satın alıp sonra da azad etmekle ödenmiş olacağı ifade buyurulmaktadır.
Oysa Hattâbi'nin de ifâde ettiği gibi bir kimsenin köle olan babasını satın
almasıyla babası hürriyetine kavuşmuş olur. Dolayısıyla onu ayrıca azad etmek
fırsat ve sevabını elde edemez. Öyleyse bir kimse, hiçbir zaman köle olarak
bulacağı babasını hem satın alma hem de onu azat etme fırsatı bulamayacağından
babasının hakkını ödeyebilmesi için ona yapması gereken iyilikleri yapma
imkânını, hiçbir zaman bulamayacaktır.
Başka bir hadis-i
şerifte de bunun imkânsızlığı şöyle ifâde edilmektedir:
"Bir adam
annesini sırtına almış, Kabe'yi tavaf ettiriyordu. O esnada Rasûlullah (s.a.)'i
gördü ve:
Nasıl annemin hakkını
ödeyebildim mi? diye sordu. Hz. Peygamber de:
Hayır, seni karnında
taşırken bir nefes alma anındaki zahmetinin dahi hakkını ödeyemedin, buyurdu.[564]
Bu hadis-i şerifler,
gösteriyor ki anne ve babanın haklan ödenemeyecek kadar büyüktür; ne kadar
çalışırsa çalışsın, ödenmesi imkânsızdır. Bu nedenle bir kimse ancak onlarla
hüsnü muaşerette bulunmak suretiyle gönüllerini razı eder ve bu yolla Allah'ın
rızasını kazınırsa, o zaman anne ve babasının hakkını ödemiş.olabilir. Aksi
halde onların haklan ödenebilecek cinsten olmadığı için onları razı etmenin
dışındaki bir gayret fayda vermez.[565]
Anne ve babayı razı
etmenin yollarına gelince; bunu da yüce Allah Kur'an-ı Kerim'inde bizlere şöyle
açıklamaktadır: "Eğer onlardan birisi veya ikisi birden
ihtiyarlılıklannda senin yanında olurlarsa onlara "Öf deme, azarlama da...
güzel söz söyle merhametten dolayı tevazu kanatlarını ger ve: Ya Rabbi onlar küçükken
beni nasıl büyütüp beslemişlerse sen de onlara öyle merhamet et, de"[566]
Binaenaleyh anne ve
babadan biri çocuklarına mubah veya adabdan olan işin yapılmasını enir
ederlerse bu emre itaat edip onu yerine getirmeleri üzerlerine farz olur.[567]
Anne ve babanın emirleri itaatsizlik, Hz. Peygamber tardından; "şirkten
sonra en büyük günah" olarak nitelendirilmiştir.[568]
Ancak bu emir ve
yasaklar, İslamın koyduğu helâl ve haramlar doğrultusunda olmalıdır. Değilse
Şafiî âlimlerinden İzzüddin b. Selam'in dediği gibi, onların her emrine itaat
etmek yasakladıklarının da hepsini terk etmek gerekmez, ancak mubah olan
şeylerde, ebeveynin emrine itaat edilir. Dinen yasak olan konularda değil, çünkü
"masiyette itaat yoktur" kaisdesi, İslamın genel prensiplerindendir.
Emredilenin haramlığı
şüpheli ise ona da itaat edilir mi, konusuna gelince, bu soruya Gazali
"haram ve helal olduğu kesin olmayan şüpheli şeylerde anne ve babaya itaat
lazımdır. Haramlığı kesin olarak biliniyorsa itaat gerekmez. Fakat, mubah ve
şüpheli şeylerde ise itaat vacibdir. Çünkü onlar buna layıktır" demiştir.[569]
1. Anne ve
babaya itaat etmek farzdır.
2. Onlann
haklarını ödemek imkânsızdır.
3. Babanın
hakkını Ödemek ancak onu köle olarak bulup satın alarak azat etmekle mümkündür.
Her ne kadar, hadisin
zahirinden kişinin köle olarak bulduğu babasını satın alınca onun kölelikten
kurtulması için azat edilmesine lüzum olduğu manası anlaşılırsa da ulemanın
açıklamasına göre hadis-i şerifte anlatılmak
istenen mana bu
değildir. Hadis-i şerifte anlatılmak istenen, yukarıda da açıkladığımız gibi,
işinin anne ve babasının haklarını ödemenin imkansızlığıdır. Köle iken satın
alınan bir babanın satın alınmakla hürriyetine kavuşmuş olup olmayacağı
konusunda ulemanın görüşlerini şu şekilde özetleyebiliriz:
Zahirîler, mevzumuzu
teşkil eden bu hadisin mefhumu ile istidlal ederek; "Mücerred satın
almakla hiçbir köle ve cariye, âzâd olmaz. Azâd etmek şarttır"
demişlerdir.
Cumhur-u ulemaya göre
ise usul ve fürû denilen anne ve babalar ile çocuklar mücerred satın almakla
âzâd olurlar. Onları âzâd etmeye lüzum yoktur. Anne ve babalarla bütün
ninelerle, dedeler, çocuklar ve bütün torunlar bu hükme dahildir. Bu babda
müslim, gayr-i rriüslim uzak veya yakın hısım, mirasçı olan ve olmayan
arasında fark yoktur. Hulasa neseb çizgisi yukarıdan aşağı doğru herhalde âzâd
olur. Bu cihet ittifakıdır. Bunlardan maada akrabanın satın almakla âzâd olup
olmayacağı ihtilaflıdır. İmam Azam: "Nikâhı birbirine haram olan bütün
akraba satın almakla âzâd olur" demiştir. Şafiîlere göre usul ve fürû'dan
başka hiçbir akraba satın almakla âzâd olmaz. İmam Malik satın almakla usul ve
füru ile birlikte kardeşlerin de âzâd olacağına kaildir. İkinci bir rivayete
göre Hz. Malik bu meselede İmam Azamla, üçüncü bir rivayete göre de İmam Şafiî
ile beraberdir.
Cumhur bu hadisi te'vil
etmişlerdir. Onlara göre akrabayı satın almakla azadına sebep olduğu için alan
kimse hakkında mecazen azad etmek tâbiri kullanılmıştır.[570]
5138... (Hamza
b. Abdullah b. Ömer'in) babasından demiştir ki: Nikâhımın altında bir kadın
vardı. Kendisini seviyordum. (Babam) Ömer ise ondan hoşlanmıyordu. Bana:
Onu boşa dedi. Ben
kabul etmedim. Bunun üzerine Ömer, Peygamber (s.a.)'e varıp bunu kendisine
anlattı. Peygamber (s.a.)'de (bana):
Onu boşa, diye
emretti.[571]
Tuhfe yazarı bu
hadisin şerhinde şöyle diyor: "Baba oğluna karısını boşamasını emrettiği
zaman oğlun babasının emrine itaatla, karısını sevmesi, onu nikah altında tutması
için bir mazeret değildir. Bu hususta anne de baba hükmündedir. Çünkü annenin
hakkının babanın hakkından fazla olduğu sahih hadislerle sabittir."
Ebu'd Derdâ'nm
hadisini Tirmizî,, İbn Hibban, Hâkim ve Ebu Davud-i Tayalisî de rivayet
etmişlerdir. Hâkim bunun sahih olduğunu da söylemiştir. Zehebi de
desteklemiştir. Tirmizî'deki hadis meâlen şöyledir:
"Bir adam
Ebu'd-Derda (r.anhüma)'ya giderek: Benim bir karım vardır. Annem onu boşamamı
emrediyor, dedi. Bunun üzerine Ebu'd Derda: şu cevabı verdi:
Ben Rasûlullah
(s.a.)'den işittim, şöyle dedi:
Baba cennet
kapılarının en hayırlısından girmeye vesile)dir. Artık dilersen bu kapıyı zayi
et veya hıfzet."
Tirmizî'nin şârihi
Tuhfe yazarı bu hadisin izahı bölümünde şöyle der: "Kadı Iyaz bu hadisin
açıklaması hakkında şöyle demiştir. Yani Cennete girmeye ve en yüce makamlarına
erişmeye vesile olan en iyi hayır, babaya itaat ve hukukuna riayet etmektir.
Kadı Iyaz'dan başka
bazı âlimler ise; cennetin müteaddid kapıları bulunur, en iyi ve en üstünü
ortadaki kapıdır. Bu kapıdan girmeyi sağlayan şey babanın hukukuna riayettir,
demişlerdir. Hadisteki baba tâbiri umumî olup anneye de şümullüdür. Çünkü bu kelime
vâlid diye geçer, vâlid doğurucu demektir. Baba çocuğun doğmasına vesile olduğu
gibi, anne de vesiledir. Bir de şu var, annenin hukuku babanın hukukundan daha
önemlidir.
İbn Atiyye, baba ve
anneye itaat için şu umumi hükmü ve prensibi söylemiştir: Mubah işleri yapmak
veya yapmamak hususunda baba ve annenin emrine uymak vacibdir. Mendup ve
farz-ı kiayelerde onlara itaat müs-lehabtir. Evlâd iki vâcib arasında kaldığı
zaman yine baba ve anuesinin arzusu olan yönü tercih edecektir. Meselâ, anne
hastadır. Oğlunun onun yanında durup bakımı ile meşgul olmasını ister. Adam
orada durursa cemaatle namaz kılmayı kaçıracak veya namazı vaktinin son
zamanına tehir edecek, anasının arzusuna uymasa cemaate yetişecek veya namazını
ilk vaktinde eda edecektir. Bu durumda annenin yanında kalmayı tercih etmek
gerekir. Fakat annenin emrini ve arzusunu yerine getirmek bir farzın terkine
sebebiyet verirse ona itaat yoktur. Mesela annesinin bakımı ile meşgul olduğu
takdirde farz namazı kazaya bırakmak mecburiyeti doğacaksa, bu durumda Önce
farz namazı kılacak ve bunu tercih edecektir.[572]
Bu babdaki hadisler
evladın kayıtsız ve şartsız bu emre uymak mecburiyetinde olduğuna delalet
etmezler. Şöyle ki; İbn Ömer (r.a.) sevdiği karısını babasının emri üzerine
Resul-i Ekrem (s.a.)'in emri ile boşamış ise de bu olaydan umumî bir hüküm
çıkarılamaz. Çünkü Ömer (r.a.) gibi bir baba kendi gelininden hoşlanmamış ve
oğlunun onu boşamasını istemiş ise, muhakkak bu istek Allah yolunda.,bir
istekdir. Dünya ile ilgili bir istek değildir. Nitekim et-Tac el-Cami H'I-Usul
adlı hadis kitabının V. cildinin başında bulunan "birrin nevileri"
babında rivayet olunan bu hadisin haşiyesinde; "Ömer (r.a.)'in hoşlanmaması
üzerine oğlu Abdullah'ın karısını boşaması için, Peygamber (s.a.)'in emir
vermesi hükmü, Hz. Ömer ve onun gibi zatlara mahsus bir hükümdür. Çünkü Ömer'in
hoşlanmaması muhakkak Allah içindir ve din açısından hoşlanmamayı gerektiren
bir nedene dayanır. Bunun içindir ki, Peygamber (s.a.) Abdullah'a kadını boşamayı
emretmiştir. Böyle bir özel durum olmadıktan sonra kadını boşama hususunda
erkek kimseye itaat etmekle mükellef değildir. Ancak boşamayı gerektiren meşru
bir sebeb varsa, bu ayrı bir meseledir. Bilindiği gibi "boşama, Allah
katında en çirkin helâldir" mealinde sahih hadis vardır" denilmiştir.
îbn Hacer Heytemi de
ez-Zevâcir kitabının "baba ve anneye itaat" babında, bu babdan önceki
babda, baba ve anneye itaatsizliğin ölçüsü hakkında geniş bilgi vermiştir.
Orada ezcümle ve özetle şöyle der: "Baba ve anneye ukuk diye ifade edilen
asilik ve itaatsizlik, onlara örf ve adette basit sayılmayacak derecede eziyet
etmek ve incitmektir. Eziyet ve incitme konusunda muteber olan şey baba ve
annenin durumudur. Yani baba ve anne bir şeyden inciniyorsa, evlâd bundan
sakınmalıdır. Lâkin baba ve annenin ikisinin veya birisinin aklı noksan olduğu
ve iyi ile kötüyü seçemediği için evlâdına bir şey emreder veya menederse, buna
muhalefet etmek de Örf ve adette asilik itaatsizlik sayılmazsa, evlad bu
durumda muhalefet edebilir ve bu muhalefetten dolayı fasık sayılmaz. Çünkü mazurdur.
Mesela adam, karısını seviyor ve ondan ayrılmak istemiyor, babası veya annesi
yahut ikisi de onun karısını boşamasını istiyorlar. Bu istek kadının
diyanetinin noksanlığından bile ileri gelse adam baba ve annesinin isteğine
uymaya mecbur değildir. Ebu Derdâ'nm hadisinden bu hüküm çıkarılır."
Yazar "baba
cennet kapılarının en hayırlısından girmeye vesiledir artık dilersen baba ve
annenin hukukunu iyice koru veya iyice korumayı terk et"[573]
mealindeki hadisi kast ediyor,
"Çünkü
Ebu'd-Derda (r.a.) soru sahibini serbest bırakıyor. Ama babanın emrine uyulup
boşamanın daha iyi olduğuna işaret ediyor. İbn Ömer (r.a.) hadisi de böyle yorumlanır."
(Yazar 5138 numaralı
Ebû Davud hadisini kasd ediyor) "Baba ve annenin diğer emir ve yasaklan da
böyledir. Yani sırf akıllarının noksanlığı ve meseleyi kavrayamama medeni ile
verecekleri emir veya yasak, akıllı adamlara arz edildiği zaman bu noktada baba
ve anneye itaat etmemeyi eziyet ve incitmek saymazlarsa, evlât o işte
muhalefet edilebilir."
Şu halde, baba ve
annenin evlâdına kanlarını boşamaları için verecekleri emre uyma zorunluluğu
yoktur ve bu emri yerine getirmemekle evlâd, haram bir iş yapmış sayılmaz.[574]
5139... (Behz
b. Hakîm'in) dedesinden demiştir ki: (Hz. Peygambere):
Ey Allah'ın Rasulü
kime iyilik edeyim? diye sordum da,
Annene, sonra annene,
sonra (yine) annene, sonra babana sonra da sıra ile en yakınına ve en
yakımna"dedi ve şöyle buyurdu: "Bir adam (kendisini hürriyete
kavuşturan) efendisinden (yahutta yakınından) yanında bulunan ihtiyaç fazlası
o mal kıyamet gününde sahibinin yanına (zehirinin çokluğundan dolayı) başının
kılları dökülmüş (zehirli) bir yılan olarak çağn(lıp getiri)Iir."[575]
Ebu Davud der ki;
"Akra" tehirinden başının kılları dökülen demektir.[576]
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifle birlikte Allah'ın en
çok sevdiği amelin vaktinde kılman namazdan sonra anne ve babaya iyilik
olduğunu ifade eden hadis-i şerif[577] ve
Resulü Ekrem eendimzin cihada katılmak isteyen bir sahabiye: "Git yaşlı
anne ve babana hizmet et"[578]
buyurması, ayrıca "Rabbin yalnız kendisine ibadet etmenizi, anne ve
babaya ihsanda bulunmanızı emretti."[579]
ayet-i kerimesi gibi âyet-i kerimeler, anne ve babaya iyilik ve ihsanın
Allah'a itaattan sonra ikinci derecede gelen büyük bir görev olduğunu açıkça
ortaya koyan delillerdir. Özellikle mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte
dayanarak Kurtubî (r.a) der ki:
"Bu hadis
gösteriyor ki, anneye yapılacak ihsan ve şefkatin, babaya yapılandan üç misli
azla olması gerekmektedir. Çünkü anne babadan fazla olarak, hamilelik, doğum ve
emzirme zahmetlerine katlanmıştır. Babanın bu üç konuda hiçbir yardımı
olmamıştır."[580]
Nitekim, şu âyet-i
kerime de bu gerçeği ifade etmektedir: "Biz insana anne ve babasını
tavsiye ettik (Çünkü) annesi kendisini (gebelik zahmeti, doğum sancısı ve
emzirme) zaaf üzerine zaafla taşımış, sütten ayrılması da iki yıl sürmüştür.
Bana, anne ve babana şükret. Dönüşünüz banadır."[581]
Hadis-i şerifte fakir
düşüp de kendisini azad eden ve elinde ihtiyaç fazlası mal bulunan efendisine
veya yakın akrabasına müracaat ettiği halde onu eli boş geri çeviren efendinin
veya yakın akrabanın karşısına o malın, zehrinin çokluğundan başının kılları dökülmüş
kel bir yılan suretinde çıkarılacağı haber verilmektedir. Binaenaleyh ihtiyaç
fazlası bir malı, özellikle el açmış olan yoksul bir yakından esirgemenin
vebali çok büyüktür.
Hadis-i şerifin
sonundaki bu tehdidin, kendisini azat ettikten sonra fakir düşerek kendisine
el açan eski efendisine, yanında bulunan ihtiyaç fazlası malı vermekten imtina
eden kimse hakkında olması da mümkündür.[582]
5140... (Kuleyb
b. Menfaa'nın) dedesinden (rivayet edildiğine göre) kendisi (birgün) Peygamber
(s.a.)'e gelip:
Ey Allah'ın resulü
kime iyilik edeyim? demiş de, (Peygamber efendimiz):
Annene, (sonra)
babana, (sonra) kizkardeşine, (sonra) erkek kardeşine ve (sözü geçen bu
kimselerden) sonra gelen yakınma (iyilik et). Bu (yapılması) gereken bir
vazifedir. (Bunlar) ilişkileri devam ettirilmesi gereken yakınlardır."[583]
Hadis-i şerif baştan
anııe-baba ve kardeşler olmak üzere
bütün akrabaya karşı iyilikte bulunmayı tavsiye etmekte, babadan önce annenin,
erkek kardeşten önce de kizkardeşin zikredilmesiyle de annenin iyiliğe babadan,
kızkardeşin de erkek kardeşten daha çok muhtaç olduklarına işaret
edilmektedir.
Metinde geçen
"mevlâkellezî yelî" kelimesiyle de derece itibariyle sözü geçen
yakınlardan sonra gelen akrabalardır. Kızkardeşin oğlu, erkek kardeşin oğlu,
hala, amca, hala oğlu ve hala kızı gibi. Nitekim bir önceki hadis-i şerif de
buna delalet eder. Avnü'I-Mabud yazarının açıklamasına göre "bir adam
Rasûlullah (s.a.)'a gelerek:
Benim hüsnü sohbetime
en layık olan kimdir? diye sordu.
Annendir, buyurdular.
Sonra kimdir? dedi,
Sonra annendir,
buyurdu.
Sonra kimdir? dedi,
Sonra annendir,
buyurdu.
Sonra kimdir? dedi,
Sonra babandır,
buyurdu"[584] mealindeki hadis
mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte geçen "ve" harfinin "sümme
(sonra)" anlamında kullanıldığına, bu da "mevlâkellezî yelî"
kelimesiyle sözü geçen kimselerin kast edildiğine delalet eder.
Nitekim, Kur'an-i
Kerim'in muhtelif âyetlerinde sılâ-yi rahim (yakınlarla ilişkiyi sürdürmek)
teşvik edilmiştir.[585] Hz.
Peygamber de çeşitli hadislerinde bunu ısrarla emretmiştir.[586]
Bu mevzuda gelen
hadis-i şeriflerden biri şu mealdedir: "Şüphesiz Allah mahlukatı
yaratmıştır. Onlardan fariğ olduğu vakit, rahm ayağa kalkmış, bu
katledilmekten sığınan bir makamdır, demiş. Yüce Allah'da: Evet! Sana sıla
yapana, benim de sıla yapmama, senden ilgiyi kesene benim de ilgi kesmeme razı
değil misin? buyurmuş, rahm:
Evet razıyım, demiş
Yüce Allah da:
Bu sana verilmiştir,
buyurmuştur."[587]
Sılanın hakikati;
atiyye, şefkat ve merhamet manalarına gelir ki, Al-lahın kullarına bir lütfü,
ihsanı ve bir rahmetidir. Daha açık tabirle sıla-i rahim akrabayı ziyaret
ederek hallerini sormak, gerekirse yardımlarına koşmak uzakta iseler
mektuplaşmak, selam göndermek suretiyle aradaki mânevi bağın kopmamasına dikkat
etmektir. Bağın kopmasına "kat-ı rahim" denir ki; büyük günahtır.
Mamafih süa-i rahimin dereceleri vardır.
En yüksek derecesi
farzdır, bunu terk eden günahkâr olur. En aşağı derecesi de selamı kelamı
kesmektir. Sılanın kimlere farz olduğuna gelince; taraflardan biri erkek,
diğeri kadın olsa birbirlerine nikâh düşmeyecek derecede yakın akrabaya farz
olduğunu söylemişlerdir. Bu takdirde amca-oğulları ile dayı oğullarına farz
değildir. Bir takımlarına göre miras babında zevil ehram denilen bütün
akrabaya arzdır. Nevevî bu ikinci kavlin daha doğru olduğunu söylüyor.[588]
5141... Abdullah
b. Amr)dan (rivayet edildiğine göre); Rasûlullah (s.a.); "Kişinin anne ve
babasına lanet etmesi en büyük günahlardandır" buyurmuş da (kendisine);
"Ey Allah'ın Resulü, insan anne ve babasına nasıl lanet eder? demiş.
(Rasûlullah (s.a.)'de): "Kişi bir adamın babasına lanet eder, o da onun
babasına lanet eder. O (bir başkasının) annesine lanet eder, o da (onun) annesine
lanet eder" buyurmuştur.[589]
Hz. Peygamber'in
insanın kendi babasına lanet etmesinden bahsedince sahabe-i kiramın bunu hayretle
karşılayarak: "Ey Allah'ın Rasulü, insan kendi babasına nasıl lanet
edebilir?" diye sormaktan kendilerini alamamaları, o devirde babaya isyan
ve lanet etme olaylarının İslâm cemaati arasında hiç kalmadığından tam tersine
cemiyette anne ve babaya saygının hakim olmasındandır.
Fakat günümüzde
maalesef anne ve babalar dövüp sövmeler, her günkü görülen olağan hadiselerden
olmuştur. Hadis-i şerif bir kimsenin anne veya babasına lanet etmek suretiyle
onun da aynı şekilde karşılık vermesine sebep olmanın, o kişinin yapmış olduğu
bu lanet günâhının altına girmeyi icabettireceğini ifâde etmektedir.
Nitekim bir âyet-i
kerimede de: "Allah'dan başka yalvardıklarına sövmeyin ki onlar da
bilmeyerek, aşırı gidip Allah'a sövmesinler..."[590]
1. Sebebe
hüküm izafa edilebiler.
2. Zflnn_ı
galibe göre amd edüir Çünkü babasına
sövülen adam da şovenin babasına sövebilir. Fakat sövmemesi de mümkündür. Ancak
böyle hallerde çoğunlukla nasıl muamele görülürse öyle muamele edilir. Öyleyse
sövmenin karşı taraında sövmekle mukabele etmesine sebep olması ihtimâli
kuvvetli olduğundan bundan kaçınmak icabeder.
3. Anne baba
hakkı pek büyük ve onlara itaat farzdır.[591]
4. Anne ve
babaya sövmek en büyük günâhlardandır.
5. Sedd-i
Zeray'i (kötülüğe vasıta olan yolları kapatmak) ve feth-i zerayi (iyiliğe
vasıta olan yolları açmak) farzdır. Yerine göre vâcib, mendup mubah ve mekruh
da olabilir. Çünkü zeria vesile demektir. O halde harama vesile olan haramdır.
Cuma namazına gitmek gibi vacibe vesile olan vacibtir.[592]
5142... Ebû
Üseyd Malik b. Rabia'dan demiştir ki: Biz (birgün) Rasû-lullah (s.a.)'ın
yanında iken huzuruna Seleme oğullarından bir adam gelip:
Ey Allah'ın Rasulü,
anne ve babama ölümlerinden sonra da yapabileceğim iyilik kaldı mı? dedi.
Evet, onlara dua
etmek, onlar için Allah'dan mağfiret dilemek, ölümlerinden sonra (varsa)
ahidlerini (vasiyyetlerini) yerine getirmek, yakınlığı ancak onlar vasıtasıyla
olan akrabalarla ilgilenip onlara karşı üzerine düşeni yapmak ve (onların) arkadaşlarına
ikram ve hürmet etmek" buyurdu.[593]
Hadis-i şerif anne ve
babanın vefatlarından sonra da
kendilerine iyilik yapmanın mümkün olduğunu ifade etmekte ve bu iyilikleri beş
maddede özetlemektedir:
1. Onlara
dua etmek; Aliyyül-Kari'nin açıklamasına göre cenaze namazı da bu duaya girer.
2. Onlar
için istiğfar etmek, yani günahlarının ve kusurlarının bağışlanması için
Allah'a el açıp yalvarmak.
Bilindiği gibi
"Ey Allah'ım! Ben küçükken onlar beni nasıl büyütüp beslemiş, rıfkü
mülâyemetle muamele etmişlerse sen de onlara acı, nfk ve yumuşaklıkla muamele
et."[594] âyetini dua maksadıyla
okursa, mezkur âyette kasd edildiği şekilde anne ve babası için dua etmiş
olur.[595]
3. Vasiyyetlerini
yerine getirmek.
4. Dostlarına
ikramda bulunmak.
5. Akrabaları
ile ilgilenmek, onlara sıla-i rahimde bulunmak. Bilindiği gibi sıla-i rahim,
anne ve baba, vesair akrabayı ziyaret edip
onlara gerekli yardımı
yapmak, demektir. Bunun aksine kat-ı rahm denir. Ibn Ebi Cemre demiştir ki:
Sıla-i rahim, akrabaya mali yardımda bulunmak, ihtiyaçlarını gidermek,
başlarına gelmesi muhtemel zararı defetmek, güler yüz göstermek ve dua etmekle
olur. Hulasa, mümkün olan her iyiliği yapmak ve şerri defetmek gayretini
göstermektir. Akraba kısmı dürst ve dindar olduğu sürece anılan iyi ilişkileri
devam ettirmelidir. Şayet kâfir veya fasık, yani kötülüklere dalan tiplerden
olursa, önce gerekli nasihat yapılır. Yollarının yanlış olduğu anlatılarak
doğru yola yönelmelerine gayret edilir. Buna göre akraba durumundaki kişi veya
kişiler kendilerine çeki düzen vermedikleri takdirde olumsuz tutum ve
davranışları gerekçe gösterilerek ve uyarıda bulunarak, onlarla münasebet veya
ilişki kesilir. Bu kesinti, Allah yolunda olduğu için sala-i rahim sayılır.
İlişki kesmekle beraber doğru yola yönelmeleri için Allah'a dua etmeye devam
edilir."[596]
(5140) numaralı
hadisin şerhinde de bu mevzuda malumat vermiştik.[597]
5143... İbn
Ömer'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kişinin babası
öldükten sonra baba dostlarına sılada bulunması iyiliklerin en
iyisindendir."[598]
Bu hadis-i şerif, baba
dostalarına sılada bulunmanın faziletine
delildir. Sılada bulunmaktan murad onların ziyaretlerine
gitmek, kendilerine ihsan ve ikramda bulunmak, gerekirse yardımlarına
koşmaktır. Buna sebep baba olduğu için, dostuna yapılan her nevi ihsan ve ikram
babaya da yapılmış gibi olur. Annelerle dedelerin, hocaların, karı ve
kocaların dostlarına yapılan ikram da bu hükümdedir.
Hadis-i şerif baba
hakkının pek büyük olduğuna da işaret etmektedir. Çünkü babanın dostlarına
yapılan ikram ve ihsan iyiliğin en faziletlisi olunca bizzat babaya yapılan
ikramın faziletini dille tarife imkân kalmaz.[599]
5144... Ebu't
Tufeyl)den demiştir ki: Ben Peygamber (s.a.)'i Ci'râne'de (ganimetler arasında
bulunan) etleri bölüştürürken gördüm. O gün ben (yeni yetişmiş) bir gençtim ve
(kesilmiş) deve kemikleri taşıyordum. O sırada karşıdan bir kadın çıkıverdi,
Peygamber (s.a.)'in yanma geldi. Hz. Peygamber de abasını ona serdi. O da
(abanın) üzerine oturdu. Ben (orada bulunanlara):
Bu da kim? diye
sordum.
Kendisini emzirmiş
olan süt annesidir, dediler.[600]
5145... Ömer
b. es-Sâib'in haber verdiğine göre (birgün) Rasûlullah (s.a.) otururken süt
babası çıkagelmiş, bunun üzerine (Hz. Peygamber) onun için elbisesinin bir
ucunu yere sermiş, o da üzerine oturmuş, sonra süt annesi çıkagelmiş, (bu sefer
de) elbisesinin öbür tarafını yırtıp onun altına sermiş, o da bunun üzerine
oturmuş, sonra süt biraderi çıkagelmiş, Rasûlullah (s.a.) onun için ayağa
kalkmış ve onu önüne oturtmuş.[601]
Ci'râne: Haram
sınırları içerisinde bulunan bir hill dâiresidir. Mekke'de, yani Harem
dahilinde bulunan kimseler Umre için buradan ya da yine harem dahilinde bulunan
bir hıll dairesi olan "Ten'im" den ihrama girerler. Ten'im'den ihrama
girmek daha efdaldir.[602]
Ci'râne Mekke'ye bir
merhale uzaklıkta meşhur bir yerdir. Hz. Peygamber, Huneyn savaşından sonra
ganimetleri gazilere bölüştürmek için on günden daha fazla bir zaman süresince
burada kalmıştır.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifler insanın süt annesi ve süt babası, süt hemşiresi ve süt
biraderinin öz annesi, babası, kizkardeşi ve erkek kardeşi gibi iyilik ve
sılaya lâyık olduklarına delâlet etmektedir. Hz. Peygamberin süt annesi
"Halime bint Abdullah b. el-Hâris b. Sa'd b. Bekr b. Hevâzin'dir. İbn
Abdil Berr'in açıklamasına göre Hz. Peygamberin küçükken emzirmiş ve
kendisinde Peygamberliğine delalet eden harikulade (olağanüstü) olaylar
müşahede etmiştir. Kendisi Hz. Peygamber'in peygamberliğini tasdik ederek
müslüman olmuş ve Hz. Peygamberden hadis rivayet etmiş, kendisinden de bu
hadisleri kızı Şeyma ve Abdullah b. Cafer nakletmiştir.
Hz. Peygamber'in süt
babası el-Hâris b. Abdi'1-Uzzâ b. Rifa es-Sa'dîdir.
Süt hemşiresi:
eş-Şeymâ bint el-Hâristir.
Süt biraderi ise
Abdullah b. Haris'tir. Hepsi de İslam ile müşerref olmuşlardır."
Münzirî'nin
açıklamasına göre Ömer b. es-Saib'in bu hadisi mu'daldir.[603]
5146... Hz.
İbn Abbas'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Her kimin bir
kızı olur da onu diri diri toprağa gömmez, hor görmez, çocuğunu, -yani erkek
çocuğunu- ona tercih etmezse, Allah onu cennete
sokar."
(Bu hadisi rivayet
eden iki raviden biri olan Osman:) "Yani erkek çocuğunu" kelimesini
rivayet etmedi.[604]
Metinde geçen
"Onu diri diri toprağa gömmez, hor görmez ve erkek çocuğunu ona tercih etmezse"
cümleleriyle câhiliyye döneminde araplann kız çocuklarına reva gördükleri
yürekleri parçalayıcı ve yüz kızartıcı insanlık dışı vahşi uygulamaya işaret
edilmektedir.
Bilindiği gibi
câhiliyye dönemi arapları harbte ve soygunculukta işe yaramadıkları
düşüncesiyle onları hor gördükleri için küçükken diri diri toprağa gömerlerdi.
Nitekim: "Ve
sorulduğu zaman o diri diri toprağa gömülen kıza: Hangi günâh(ı) yüzünden
öldürüldü? diye"[605]
âyet-i kerimesi de bu gerçeği ifâde etmektedir.
İslâmiyet araplann bu
katı kalplerini rahmet ve şefkatle doldurdu. Bütün bu vahşi ve acımasız
uygulamalar yerlerini sevgi ve adalete terk etti.
Darimî, Müsned'inin
baş tarafında der ki: Adamın birisi Hz. Peygambere geldi ve:
Ey Allah'ın Rasulü,
biz cahiliyyet ehli puta tapan kişilerdik. Çocuklarımızı öldürürdük. Benim bir
kızım olmuştu. Konuşacak yaşa gelmişti. Kendisini çağırdığımda, sesini duyunca
sevinçle dolardım. Bir gün onu çağırdım ve peşime taktım, birlikte yürüdük.
Sonunda çok uzak olmayan bir akrabamın kuyusunun başına geldik. Elimle tutup
onu kuyuya attım. Ondan hatırladığım son söz "-Babacığım, babacığım!...
çığlığıydı" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) ağladı...[606]
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte bir kız çocuğunu aynen erkek çocuğu gibi besleyip büyüten
bir kimsenin cennetlik olduğu ifade edilmektedir.
Kendi çocuklarını bu
şekilde hor görmeden terbiye edip yetiştirmenin sevabı cennet olduğuna göre,
başkasına ait bir çocuğu besleyip büyütmek daha zor olduğundan elbette onun
sevabının daha da çok ve büyük olması gerekir. İşte mevzumuzu teşkil eden
hadisin "yetimlerin geçimini üzerine alan kimsenin fazileti" isimli
bab başlığımızla ilgili tarafı da burasıdır. Bu ilgiden dolayı musannif bu
hadisi bu başlığın altına yerleştirmiştir.[607]
5147... Ebû
Said el-Hudrî'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Her kim üç kızın
geçimini üzerine alarak onları (İslam terbiyesi üzere), terbiye eder,
evlendirir ve (evlendirdikten sonra da) onlara (olan) iyiliğini sürdürürse onun
için (mükâfat olarak) cennet vardır...”[608]
Hadis-i şerifte, bu
müjdeye erişebilmek için yetiştirilen kızların insanın kendi kızı olması veya
yetim olması şartı aranmadığına göre; kendi üç kızını İslam terbiyesi üzere
yetiştirip evlendiren kimseler bu müjdeye nail olabilecekleri gibi, kimsesiz,
yetim kız çocuklarını İslâm terbiyesi üzerine yetiştirip evlendiren kimselerin
de bu müjdeye erişecekleri anlaşılmaktadır. Bu mevzuda gelen hadislerin
bazıları şu mealdedir:
"Birgün yanıma
iki kız çocuğu ile birlikte dilenen bir kadın girmişti. O sırada yanımda bir
hurmadan başka birşey yoktu. O hurmayı ona verdim. Kadın hurmayı iki çocuğu
arasında taksim etti ve kendisi ondan birşey yemedi. Sonra kalkıp çıktı
(gitti). Arkasından yanıma Peygamber (s.a.) girdi. Bu olayı kendisine
anlattım.
1. "Her
kim şu kız çocukları yüzünden bir sıkıntı çekerse (bunu kendisi için bir hayır
bilsin. Çünkü) kız çocukları (kıyamet gününde) kendisi için cehennem ateşinden
koruyan birer perde olurlar."[609]
2. Rasûlullah
(s.a.): "Üç yetimin geçimini üzerine alan kimse gecelerin; ibadetle,
gündüzlerini de oruçla geçiren, kılıcını çekerek Allah yolunda cihâd eden kimse
gibi (sevaba erişmiş) olur. Ve benimle o şu iki kardeş (parmak) gibi cennete
kardeş oluruz" buyurdu. Ve Şehadet parmağıyla orta parmağını yapıştırdı.[610]
3. "Müslüman
toplumundaki evlerin en hayırlısı, kendisine iyilik edilen bir yetimin
bulunduğu evdir. Ve müslüman toplumundaki evlerin en şerlisi kendisine kötülük
edilen bir yetimin bulunduğu evdir."[611]
Hafız Münzirî'nin
açıklamasına göre mevzumuzu teşkil eden bu hadisin senedinde ihtilaf
edilmiştir.
Musannif Ebu Davud bu
hadisi Süheyl b. Ebi Salih, Said b. Abdurrah-man b. Mükmil el-A'şâ, Eyyüb b.
Beşir el-Ensari el-Meâdî, Ebu Said el-Hudri kanalıyla rivayet ederken Tirmizî,
Süheyl, Said b. Abdurrahman, Ebu Said el-Hudrî kanalıyla rivayet etmiş ve
"Bazı raviler, bu hadisin senedine bir kişi daha ilave etmişlerdir"
demiştir.
İmam Tirmizî'nin bazı
kişiler tarafından bu hadisin senedine ilave edildiğinden bahsettiği kişi Said
b. Abdurrahman ile Ebu Said el Hudri arasında yer alan Eyyüb b. Beşîr'dir.[612]
5148... (Yine)
aynı senetle Süheyl (b. Ebi Salih)'den (bir de bir önceki hadisin) manası
(rivayet edilmiştir. Bu rivayete göre Hz. peygamber: "Her kim) üç kız
kardeşin yada üç kızın yahutta iki kızın veya iki kız kardeşin (geçimini
üzerine alır da onları büyütür ve evlendirirse onun mükafatı cennettir)"
buyurmuştur.[613]
Bu hadis-i şerif, üç
kız çocuğu besleyip büyüttükten sonra
evlendiren bir kimsenin cennetlik olduğunu ifade etmektedir. Yetiştirilen kız
çocuğun, insanın qz kızı veya kendi kız kardeşi olması arasında fark yoktur.
Sözü geçen müjdeye erebilmek için herhangi
bir üç kız çocuğun besleyip büyütülüp evlendirilmesi ve evlendirildikten sonra
da aradaki ilişkilerin devam ettirilmesi yeterlidir. Nitekim bir önceki hadis-i
şerif de bunu ifade etmektedir.[614]
5149... Avf
b. Malik el-Eşcaî'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Asil ve güzel olduğu halde kocasından dul kalıp da yetim
çocukları için (onlar ev bark sahibi olup kendisinden) ayrılıncaya kadar
yahutta (onlar) ölünceye kadar, kendini (kocaya varmaktan) alıkoyan (ve bu
hususta karşılaştığı sıkıntılar sebebiyle) yanakları kararan kadınla ben
kıyamet gününde (biribirimize yakınlıkta) şu ikisi gibiyiz."
(Ravi) Yezid, (bu
hadisi rivayet ederken Hz. Peygamber'in bu hadisi söylerken yaptığı hareketi
aynen göstermek için) orta parmağıyla şehadet parmağına işaret etti.[615]
Sa'fâ: rengin değişip
kararması veya bozarmasıdır.
Hadis-i şerifte bu
kelimeyle, kasd edilen dul kalıp da yetim çocuklarını düşünerek evlenmeyi bile
terk edip onları yetiştirmek için her türlü sıkıntıyı çeken ve bu sıkıntılar
neticesinde de tazeliğini ve güzelliğini kaybeden kadındır. Hadis-i şerif,
yetim çocukları koruyup gözetmenin onları İslam terbiyesi üzere yetiştirmek
üzere gösterilen çabaların ve bu hususta çekilen sıkıntıların mükafatının büyüklüğüne,
yetim çocukların yetişmesi hususuna bütün bu bir gençliğini feda eden yetim
annelerin cennetteki makamlarının yüksekliğine bir delildir.
Bu mevzuda gelen
hadislerden bazıları şu mealdedir:
1. "Cennetin
kapısını ilk açan ben olacağım, bununla birlikte bir kadının (cennetin kapısını
açmak üzere) beni geçmeye çalıştığını görünce:
Ne oluyor sen kimsin?
diye soracağım. O da:
Dünyadayken yetim
kalan çocuklarımın başını bekleyen bir kadınım" diye cevap verecek.[616]
2. Uz. Yâkub
(a.s.)'a:
"Gözünü kör eden,
belini büken nedir?" dediler. Hz. Yakub:
Gözümü kör eden Yusuf'a ağlamam, belimi büken
ise kardeşi Bün-yamin'e olan üzüntümdür" dedi. Bu sırada Yakub (a.s.)'a
Cebrail geldi ve:
Allah'ı (kullara)
şikayet mi ediyorsun, dedi. Yakub aleyhisselam da:
Ben sadece' gam ve
kederimi Allah'a arz ediyorum, dedi. Cebrail (a.s.):
Söylediğin şeyi Allah
senden iyi bilir, dedi. Sonra Cebrail geçip gitti. Yakub (a.s) evine girdi ve:
Ya Rabbü... Yaşlı
ihtiyara merhamet etmez misin? Gözümü görmez ettin, belimi büktün, reyhan
çiçeği, kokulu iki oğlumu bana geri ver de onları bir defacık koklayayım, sonra
bana ne istersen yap dedi, arkasından Cebrail geldi ve:
Ey Yakub! Allah sana
selam ediyor ve buyuruyor ki: Müjdeler olsun, onlar ölü bile olsalardı,
gözlerin aydın olsun diye onları diriltirdim. Ey Yakub, biliyor musun, gözünü
neden görmez ettim ve belini niçin büktüm. Yusuf'a kardeşleri neden o
yaptıkları işi reva gördüler? Yakub (a.s.):
Hayır, dedi. Cenab-ı
Hak da (ona) şöyle buyurdu:
Sana oruçlu, karnı aç
fakir bir yetim gelmişti, ailenle bir koyun kesip yediniz ve ona yedirmediniz,
ben yarattıklarımın arasında yetim ve fakirleri sevdiğim gibi hiçbir şey
sevmedim. Bir yemek hazırla ve fakirleri davet et."
Enes dedi ki:
Rasûlullah (s.a.) şöyle devam etti. Bundan sonra her akşam Yakub (a.s.) adına
bir kişi:
Oruçlu olan varsa
Yakub'un yemeğine buyursun diye çağırır, sabah olunca da:
Oruca niyet etmeyen
Yakub'un yemeğine buyursun, diye bağırırdı.[617]
5150... Hz.
Sehl'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) orta parmağıyla baş
parmağının yanında yer alan şehadet parmağını bitiştirerek: "Yetimin
geçimin üzerine alan ile ben cennette işte böyleyiz." buyurdu.[618]
Hadis-i şerif, bir
yetimi İslam terbiyesi üzere yetiştirip büyüten bir kimsenin cennete orta
parmakla,şehadet parmağının beraberliği gibi Hz. Peygamberle beraber ve ona yakın
olacağını ifade etmektedir. Bu yakınlıktan maksat Cennetteki yerlerini
yakınlığı olabileceği gibi, derecelerinin yakınlığı yahut da hem yerlerinin
hem de derecelerinin yakınlığı olabilir. Cennete girerken öncelik hakkına
sahip olmadaki yakınlık da kast edilmiş olabilir.[619]
5151... Âişe
(r.anha)'dan (rivayet edildiğine göre); Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Cibril, komşu
hakkında o kadar tavsiyede bulundu ki sonunda (kendi kendine) onu mirasçı
kılacak, dedim."[620]
Metinde geçen
"kesinlikle onu bana mirasçı yapacak sandım" sözünden murad
"Bana bu hususta yakında Allah Man bir emir gelecek sandım"
demektir. Bu cümle komşu hakkının şiddetle riayet ve muhafazasını ifade için
mübalağa mevkiine çıkmıştır. Komşu ismi, müslüman, kâfir, âbid, fâsık, dost,
düşman, yabancı, hemşehri, faydalı zararlı, akraba ve ecnebi bütün çevre
halkına şamildir. Bunların hukuku en yakından başlamak üzere sırayla uzaklara
doğru gider. Komşuluğun hududu hakkında ihtilaf vardır. Hz. Ali'den bir rivayete
göre; birbirlerinin seslerini duyanlar komşudurlar. Bazıları sabah namazını
mescidde birlikte kılanlar komşudur, demişlerdir.
Bir rivayete göre[621]
komşuluk hakkı evin her tarafından kırk haneye kadar devam eder. Evzaaî'den de
Öyle bir kavil rivayet edilmiştir.[622]
Komşuların hakkı her
birine, haline göre muamele yapmak, hayır dilemek, zarar vermemek, nasihat
etmek, gibi şeylerdir. Buradaki emir güzel ahlâka irşad ve nedb içindir.[623]
Hafız İbn Hacer el
Askalanî'nin açıklamasına göre sahâbiler: "Ey Allah'ın Resulü, komşunun
komşu üzerindeki hakkı nedir?" diye sormuşlar da Hz. Peygamber şöyle cevap
vermiş:
Komşu senden birşeyi
ödünç olarak isterse onu vereceksin. Senden yardım dilerse, yardım edeceksin.
Hastalanmışa ziyaret edeceksin. İhtiyacı olursa yardım edersin. Hayırlı bir
işi olursa tebrik edersin. Başına bir musibet gelirse taziyet ve tesellide
bulunursun. Öldüğü zaman cenazesine iştirak edersin. Evinin önüne izin almadan
hava almasına engel olacak şekilde evinden yüksek ev yapmazsın. Tencerenin
yayacağı yemek kokusuyla onu rahatsız etmezsin. Pişirdiğin yemekten ona da
gönderirsen o başka. Meyve alırsan ona da hediye edersin. Şayet hediye
etmeyeceksen meyveyi dışarı çıkarmazsın. Komşunun çocuğu da görmez."[624]
5152... Mücâhid'den
(rivayet edildiğine göre) Abdullah b. Amr, bir koyun kesmiş de (aile
fertlerine: "Bu koyunun etinden) yahudi komşuma da verdiniz mi? (Bundan
ona da vermeyi unutmayınız) Çünkü ben Rasû-lullah (s.a.)'i:
Cibril bana komşuyu o
kadar (çok) tavsiye etti ki; neticede ben onu (bana) varis kılacak zannettim,
derken, işittim." demiş.[625]
Şuurlu müslüman
iyiliği sadece, akraba veya müslüman olan komşularına değil, gayr-i müslim komşularına
da yapar. Çünkü İslamin hoşgörüsü, bütün insanlığı dinlerine ve mezheplerine
bakmaksızın içine alır. Bu yüzden de kitap ehli olanlar müslümanların yanında
can, mal, namus ve inançlarından emin vaziyette güven içinde yaşıyorlar ve iyi
komşuluk, güzel muamele ve inanç hürriyeti içinde hayatlarını sürdürüyorlardı.
Asırlar boyunca
etrafında binlerce müslümanın yaşadığı kiliselerin hala ayakta durması, bunun
en bariz şahididir. Müslümanlar, ehl-i kitaptan olan komşularını gözetiyorlar,
onları koruyorlar ve adaletle muamele ediyorlardı. Çünkü, dinleri bunu
emrediyordu:
"Allah, din
uğrunda sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere iyilik
yapmanızı ve onlara karşı âdil davranmanızı yasak kılmaz. Doğrusu Allah âdil
onları sever."[626]
İnsanlığı her yerde
sarmış olan bedbahtlığın sebebi, gerçek müslüma-mn hayat sahnesinden çekilmesi,
İslamin insanî ve âdil ilkelerinin gözar-di edilmesidir. İnsanlık feza çağında,
uydular çağında fakirlik, sömürü, açlık ve çıplaklıkta yüzyüzedir. Birleşmiş
milletlere bağlı Uluslararası Gıda ve Ziraat Örgütü, 1975 senesinde Asya ve
Afrika'da yirmi ilâ yüzrnil-yon insanın açlık yüzünden ölüm tehlikesiyle karşı
karşıya olduğunu -açıkladı...
Afrika ve Asya'da
açlık kol gezerken dünyanın yüzde yirmisini oluşturan batı dünyası dünya
servetinin yüzde seksenini ellerinde bulundurmakta ve bu serveti muhafaza için
delicesine işler yapmaktadır. Asya ve Afrika açlıktan kıvranırken, ortak Pazar
(AET) ülkeleri fiyatların yüksek tutulmasını sağlamak amacıyla gıda ve ziraat
ürünlerinin fazlasını imha için, elli milyon dolar ödedi. Öte yandan medeni
ülke Amerika, fiyatların yüksek tutulması amacıyla fazla gıda maddesi
üretilmemesi için her sene üç milyon dolar tazminat ödemekte, yine et
fiyatlarını yüksek tutmak için Amerika'lı çiftçiler binlerce sığın öldürüp
toprağa gömmektedirler. Öte yandan ise Güney Amerika, Asya ve Afrika)da
onbinlerce insan açlıktan ölmektedir. Komşusunun yemek kokusundan etkilenmesine
rıza göstermeyen İslâm[627]
medeniyeti ile milyonlarca insanı açlıktan ölümün pençesine terkeden batı
medeniyeti arasındaki fark işte budur.[628]
Bezlü'l-Mechud
yazarının açıklamasına göre mevzurnuzzu teşkil eden bu hadis-i şerifte:
"Sizin ışığınızla onların ışığı birbirini görmesin" gibi müslüman1arla
azınlıkların komşu olmasını nehyeden hadisler arasında bir çelişki olduğu
zannedilmemelidir. Çünkü kâfirle komşu olmak, haneler arasında birbirini
görmelerine engel olacak bir maninin olmaması anlamına gelmez.
Hadis-i şerifte
anlatılan olayı yaşayan Abdullah b. Hazretleri evinin, müslüman mahallesiyle
azınlıklar mahallesinde sınır teşkil eden ve sırtı azınlık mahallesine dönük
bir ev olması da mümkündür. Büyük ihtimalle bu olay Hz. Abdullah b. Amr, Şam'da
veya Mısır'da geçici olarak kaldığı sırada vukua gelmiştir. Çünkü Hz, Abdullah
o sıralarda oralarda geçici olarak kalmıştı. Geçici olarak, azınlıklar
mahallesinde kalmakta ise bir sakınca yoktur. Hadis-i şeriflerdeki nehyler ise
devamlı olarak kalmakla ilgilidir.[629]
5153... Hz.
Ebû Hüreyre'den demiştir ki: Bir adam, Peygamber (s.a.)'e gelerek komşusundan
acındı. (Hz. Peygamber de): Git ve ondan gelen sıkıntılara sabret! buyurdu.
Sonra (adam) iki veya üç defa daha geldi. Bunun üzerine (Hz. Peygamber):
Git, eşyanı yola at!
buyurdu. Bunun üzerine (adam gidip) eşyasını yola attı. (Eşyayı yolda gören)
halk ona (bunun sebebini) sormaya başladı. (Adam da) olayı onlara anlatıyordu.
(Olayı Öğrenen kimseler de o kötülük yapan) komşuyu "Allah bunu onun da
başına getirsin!" diyerek lanet ediyorlardı. Derken o kötü komşu geldi ve
eşyalarını sokağa atan kimse: ("Artık evine) dön benden bir daha
hoşlanmayacağın bir davranış görmeyeceksin" dedi.[630]
Kalbi İslam nuruyla
aydınlanmış olan bir kimse komşusunun kötülüklerine kötülükle değil, sabırla karşılık verir. Ondan zuhur edecek herhangi
bir şen* ve fitneden dolayı hemen öfkelenmez. Komşusunun düştüğü bir hatayı
hemen yüzüne vurmaz, onu affeder ve bağışlar. Bu af ve bağışının Allah nezdinde
zayi olmayacağını bilakis bu sayede Allah'ın muhabbet ve rızasını kazanacağını
bilir. Resûl-i Zişan efendimizin sahabeye komşusunun kötülüklerine kötülükle
karşılık vermemelerini, bilakis ezasında sabretmelerini Öğretmesi, bu dinin
yüceliklerinden biridir. Çünkü eza veren o kötü komşu kendisinin kötülüklerine
sabır gösteren komşusunun bu olgun hareketinden etkilenerek ona kötülük
etmekten vazgeçmesi mümkündür.[631]
5154... Hz.
Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah'a ve
ârihet gününe iman eden kimse misafirine ikram etsin. Ulah'a ve ârihet gününe
iman eden kimse komşusuna eziyet etmesin. Vllah'a ve âhiret gününe iman eden
kimse ya hayır söylesin yada susun."[632]
Kadı Iyaz, bu hadis
hakkında şunları söylemiştir: "Hadisin manası şudur: İslamın semtlerini
benimseyen bir kimsenin komşusu ile misafirine ikram etmesi gerekir. Allah teâlâ
hazretleri de kitab-i keriminde bunu tavsiye etmiştir.[633]
Ziyafet, yani misair
ağırlamak, İslam adabından, Peygamberlerle salih-lerin ahlakındandır. Leys
müsafire bir günlük ziyafeti vacib saymıştır. Delili ise; "Müsafire bir
geceli gündüzlü bir günlüğüne ikram etmek her müslüman üzerine vacib olan bir
görevdir." anlamındaki (3749) numaralı Ebu Davud hadisiyle, "Eğer bir
kavme müsafir olur da sizin için misafirliğin hakkını yerine getirmek isterlerse,
onu hemen kabul edin, bunu yapmazlarsa üzerlerine düşen müsairlik hakkınızı
onlardan kendiniz alın." mealindeki (3752) nolu Ebu Davud hadisidir.
Umumiyetle fukahaya
göre müsafirperverlik güzel ahlaktan mâduttur. Delilleri ise; "Onun
cizyesi birgünle bir gecedir." mealindeki (3748) nolu Ebu Davud hadisidir.
Caize bahşiş, ihsan, armağan demektir. Armağan ise ancak ihtiyarî olur.[634]
Biz, fıkıh ulemasının
bu mevzudaki görüşlerini (3750) numaralı hadisin şerhinde açıkladığımızdan,
burada tekrara lüzum görmüyoruz.
Müsafire ikramdan
maksat, onu güleryüzle karşılamak, onu ağırlamak ve hizmetini yerine getirmekte
acele etmektir.
Metinde geçen
"komşusuna eziyet etmesin" sözü ile yerine getirilmesi gereken
komşuluk haklarının en aşağı derecede olanı istenmektedir.
Nitekim bazı
hadislerde; "komşusuna iyilik etsin."[635]
bazılarında "komşusuna ikram etsin."[636]
Duyurulması da bunu gösterir.
Cumhuru ulemaya göre
müsafire ikram hususundaki emr, nedb ifade eder. Bu bakımdan komşuya iyilik
ulemanın büyük çoğunluğuna göre menduptur.
İmam-i Şafiî ile İmam
Ahmed'e göre ise vâcibtir. İmam Ebu Hanife de mendup olduğu görüşündedir.[637]
İnsanın komşusuna
eziyet etmekten sakınması, İslam adabından önemli bir vazife olduğuna görre
insan komşusundan daha yakın olan koruyucu melekleri, rahatsız etmemek için
nasıl bir çaba sarfetmesi gerektiği ra-hatça anlaşılır.[638]
Müslümanın, son derece
dikkatli ve uyanık olması gereken hususlardan biri de bir mekruha veya bir
günaha veya bir fitnenin çıkmasına sebep olacağı korkusuyla ağzından çıkacak
sözlerdir; bunlara dikkat etmesi ve kesinlikle hayır olacağından emin olmadıkça
söylemek istediği sözü söylememesidir. Çünkü ağzından çıkacak bir söz, sebeb
olacağı neticeye göre hüküm alır. Harama sebep olmuşsa haram, sevaba sebeb
olmuşsa sevab hükmünü alır.
Nitekim, bir hadis-i
şerifte de: "Kişinin faydasız sözleri terk etmesi onun müslümanlığının güzelliğindendir."
buyurulmuştur.[639]
Bu mevzuda İmam
Gazzali hazretleri şöyle diyor: "Mubah olan sözlere gelince, bunları
konuşmakta dört tane mahzur vardır:
1. Kiramen
kâtibin melekleri, hayırsız ve faydasız şeylerle meşgul edilmiş olur.
Kişi, onlardan haya
etmesi ve onlara eziyet etmemesi ne kadar doğru bir harekettir. Cenab-ı Hak
şöyle buyurur: "O bir söz atmaya dursun, mutlak yanında hazır bir gözcü
vardır."[640]
2. Allah'ın
huzuruna, saçma-sapan ve boş sözlerden ibaret bir kitap gönderilmiş olur. O
halde kul bundan sakınsın. Ve Allah (c.c.)'de korkınsun.
3. İnsanların
konuştuğu şeyler, kıyamet günü şahidlerin yanında ve Allah'ın huzurunda, sözün
sahibi, aç-susuz, çıplak ve cennet nimetlerinden mahrum olduğu halde okunur.
4. Konuştuğun
sözden dolayı ayıplanır ve Allah'dan utanırsın. Bundan dolayı şöyle denmiştir:
"Lüzumsuz sözleri konuşmaktan sakın, çünkü onun hesabı uzun sürer."
Öğüt almak isteyen
kimseler için şu dört esas vaiz olarak yeter.[641]
Hadis-i şerifte vurgulanmak istenen bu üç önemli görevin yapılmasının Allah'a
ve ahiret gününe imana dayandırılması, bu işlerin önemine dikkati çekmek
içindir. Yoksa bu görevleri yerine getirmeyenlerin imansız olduğunu ifade
etmek için değildir.
Bu tıpkı bir kimsenin
kendi çocuğunu kendine itaata teşvik için, "Eğer sen, benim çocuğumsan
emirlerime itaat et" demesine benzer.[642]
5155... Âişe
(r.anhâ)'den demiştir ki: Ben (Hz. Peygambere:)
Ey Allah'ın Resulü!
Benim iki tane komşum var. (Ziyaret etmem veya hediye vermem icab ettiği zaman
bunların) hangisinden başlayayım? dedim de,
Kapısı en yakın olandan,
buyurdu.[643]
Ebu Davuddedi ki:
Şu'be bu hadisi rivayetinde: "Talka Kureyş'ten bir adamdır" dedi.[644]
Bir semtte yaşayan
kimselerin kaç haneye kadar birbirlerine
komşu sayıldıkları, komşuluk sınırının nereye kadar uzandığını (5155) nolu
hadisin şerhinde açıklamıştık.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte ise, komşuluk haklarından olan iyi geçinmek, içinde
bulundukları hale göre yardımlarına koşmak, kendileri için hayır dilemek
kendilerine gelecek zararları önlemeye çalışmak ve nasihat etmek gibi hakları[645]
yerine getirirken öncelik hakkının kapısı en yakın olan komşuya ait olduğunu
ifade etmektedir.
Ulemadan bazılarına
göre mevzumuzu teşkil eden bu hadis: "Allah'a ibadet edin. Ona hiçbir şeyi
ortak koşmayın. Ana babaya, yakınlara, yetimlere düşkünlere, yakın komşuya,
uzak komşuya, yakın arkadaşa yolcuya ve elinizin altında bulunanlara iyilik
edin..."[646] ayet-i kerimesinde
geçen "yakın komşu" tabirinin bir tefsiridir. Buna göre yakın
komşudan maksat kapısı en yakın olan komşudur. Yine aynı ayet-i kerimede geçen
"uzak komşu"dan maksat da kapısı uzak olan komşudur ve her komşu,
şuf'a hakkına sahiptir. Çünkü Hz. Peygamber: "Komşu şuf asına (başlarından)
daha çok müstehaktır" buyurmuştur.[647]
Fakat-mevzumuzu teşkil
eden hadis-i şerif, bu görüşte olan ulemanın aleyhing Pir rierüdir. ÇünKü
mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte komşuluktan doğan haklara birinci
derecede müstehak olanların duvar duvara bitişik komşular olduğu ifade
edilmektedir. İbn el-Münzir'in açıklamasına göre bu hadis-i şerif komşuluğun
duvar duvara bitişik olmayan yakın çevre için de cari olduğuna delalet
etmektedir. Ulemanın büyük çoğunluğu da bu görüştedir. Binaenaleyh şüf'a hakkına
en müstehak olan en yakın komşudur. O bu hakkından feragat edince bu hak
yakınlık sırasına göre diğer komşulara intikal eder. Fakat İmam Ebu Hanife bu
hususta ayrı bir görüş ileri sürerek bitişik olan komşudan başka hiçbir
kimsenin şuf'a hakkına sahip olamayacağını söylemiştir.[648]
Hafız el-Münzirî'nin
açıklamasına göre mevzumuzu teşkil eden hadisin senedinde bulunan Talha'dan
maksat Talha b. Abdullah b. Osman b. Ubeydullah b. Ma'mer el-Kureşi
et-Teymî'dir.
Musannif Ebu Davud da
metnin sonuna ilave ettiği açıklama ile bunu ifade etmek istemiştir.[649]
5156... Ali
Aleyhisselam'dan demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.)'in
son sözü: "namaza (sarılın) namaza!... (Bir de) sağ ellerinizin sahip
olduğu kimseler hakkında Allah'dan korkun"oldu.[650]
Bu hadis-i şerifte
Rasulü zişan efendimiz son nefesini verirken beş vakit namaza devam edilmesini ve
müslümanlann ellerinde bulunan kölelerin haklarına eksiksiz bir şekilde riayet
edilmesini vasiyyet etmiştir.
Görüldüğü gibi mallar
genellikle el ile kazanıldığı ve alışverişlerde çoğunlukla sağ el kullanıldığı
için köleler "sağ ellerinizin malik olduğu" tabiriyle ifade
edilmiştir.
Efendimiz son
nefesinde bu iki hususu vasiyet etmekle bunların dindeki önemini son bir defa
daha vurgulamak istemiştir. Çünkü bilindiği gibi namaz dinin direği,[651]
Cennetin anahtarı[652]
gözlerin nuru,[653] mü'minlerin
can ve tenlerinin rahatlama yeri[654]
bütün kötülüklerden alıkoyucudur.[655]
Köleler ise çaresiz ve
zayıf kimselerdir. İnsanların ellerinde esirdir.. Bu mevzuda gelen hadislerden
bazılarının meali şöyledir:
1. "Biriniz
için hizmetçisi yemeğini hazırlayıp da getirdiği zamanki o hizmetçi yemeğin
sıcağına, dumanına katlanmıştır; onu kendisi ile beraber oturtsun! O da sensin!
Şayet yemek az olursa eline ondan bir yudum yahut iki yudum koyuversin."[656]
2. ''Yiyeceği ve giyeceği kölenin hakkıdır.
Kendisine iş olarak da ancak gücünün yettiği şey yüklenir."[657]
3. Hz. Ebu
Bekir Sıddîk'ten rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.): "Mülkiyet;
altındaki (köle ve cariye)lere kötü davranan kimse cennete girmeyecek"
buyurmuş da sahabiler:
Ey Allah'ın Resulü!
Köle ve cariyeleriyle yetimleri en çok bulunan ümmetin bu ümmet olduğunu bize
sen haber vermedin mi? demişler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):
Evet, artık evladınıza
değer verdiğiniz gibi onlara da ikramda bulununuz ve yediğiniz yemekten ona da
yediriniz, buyurmuştur. (Bu defa da) sahabiler:
Peki ama köle ve
cariyeler bize dünyada ne menfaat sağlar? demişler. Rasûlullah (s.a.)da:
Bağlayıp beslediğin
bir at üstünde Allah yolunda savaşırsın, senin memlûkünde senin ihtiyacını
giderir. Namaz kıldığı zaman artık o senin kardeşindir." buyurmuştur.[658]
4.
"Köle Allah'ın hakkını ve sahiplerinin hakkını eda ettiği vakit ona iki
ecir verilir."[659]
5157... Ma'rur
b. Süveyd'den demiştir ki:
Ebu Zerr'i, Rebeze'de
üzerinde kalın bir aba olduğu halde gördüm. Kölesinin üzerinde de (o abanın)
bir eşi vardı. (Orada bulunan) cemaat:
Ey Ebû Zer! Kölenin
üzerinde bulunan abayı alsan da onun (senin üzerinde bulunan) şu abayla
birleştirsen (güzel) bir elbise olur. Kölene de başka bir elbise giydirsen
(olmaz mı)? dedi. Ebu Zer de şu cevabı verdi;
Ben annesi Acem olan
(Arap olmayan) bir kimseyle atışmış ve onu annesiyle ayıplamıştim. Bunun
üzerine (gidip) beni Rasûlullah (s.a.)'e şikâyet etti. Rasûlullah (s.a.)'da:
Ey Ebû Zer! Sen
kendisinde cahiliyyet (izleri) bulunan bir kişisin. Muhakkak ki bu köleler,
sizin kardeşlerinizdir, Allah (bazı dünyevi imkânlar vererek) sizi (dünyada)
onlara üstün kılmıştır. Eğer siz (in 2mirleriniz)e uygun hareket etmezlerse onları
satınız. (Fakat) Allah'ın yarattıklarına işkence etmeyiniz, buyurdu.[660]
5158... el-Ma'nir
b. Süveyd'den demiştir ki:
Biz Rebeze'de Ebu
Zer.'in yanına girmiştik. Bir de gördük ki üzerinde bir kumaş var ve aynısından
kölesinin üzerinde de var. Bunun üzerine (kendisine):
Ey Ebu Zer! Kölenin
kumaşım alıp da kendi kumaşına (ilave etsen sana bir takım) elbise olur. Kölene
de başka bir elbise giydirsen" dedik. (Bize) şöyle cevap verdi:
Ben Rasûlullah
(s.a.)'i: "(Köleleriniz) Allah'ın kendilerini sizin ellerinizin altına
koyduğu kardeşlerinizdir. Kimin kardeşi kendi elinin altına ise, ona yediğinden
yedirsin, giydiğinden giydirsin ve ona gücünü aşan bir iş yüklemesin. Şayet
ona gücünü aşan bir iş yüklerse kendisine yardım etsin" derken, işittim[661]
Ebu Davud dedi ki, hu
hadisi yine aynı şekilde İbn Numeyr de el
A'meş'ten rivayet etti.[662]
5159... Ebû
Mesud el-Ensarî'den demiştir ki:
Ben bir kölemi
dövüyordum. (Birden bire) arkamdan: "(Şunu) bilki (ey) Ebû Mesûd! diye bir
ses işittim. -İbn el Müsennâ (bu sesi) iki defa (işittim) diye rivayet etti.-
(Sonra bu ses): "Allah'ın gücünün sana olan üstünlüğü, senin gücünün bu
köleye karşı olan üstünlüğünden daha fazladır" (diye devam etti). Bunun
üzerine hemen (sesin geldiği tarafa doğru) dönüp baktım bir de ne göreyim; Peygamber
(s.a.)!
Hemen: "Ey
Allah'ın Rasulü, yüce Allah'ın rızası için bu köle hürdür" dedim.
Şunu iyi bil ki, eğer
sen (bu azad etme işini) yapmasaydın (kölene yaptığın bu işkenceden dolayı)
cehennem ateşi seni saracaktı, dedi.
(Ravi bu son cümlede
tereddüd etti de sonra şöyle dedi:) Yahutta: "Sana cehennem ateşi
dokunacaktı" dedi.[663]
5160... (Bir
önceki hadisin) manası aynı şekilde ve aynı senedle A'meş'den de (rivayet
edilmiştir. Bu rivayete göre Ebû Mes'ûd):
" Ben kendime ait
siyah bir köleyi kamçıyla dövüyordum..." demiş (fakat bir önceki hadiste
geçen) azad etme olayını anlatmamıştır.[664]
5161... Hz.
Ebu Zerr'den demiştir ki:
RasÛlullah (s,a.)
şöyle buyurdu: "Kölelerinizden, siz(in emirlerinizle uygun hareket
edenlere, yediklerinizden yedirin, giydiklerinizden de giydirin, onlardan
siz(in emirleriniz)e uygun hareket etmeyenleri ise satınız. Allah'ın yarattıklarına
işkence etmeyiniz."[665]
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şeriflerde:
1. Bir
kimseyi annesinin veya babasının milliyetinden ya da renginden dolayı
ayıplamanın cahiliyye adetlerinden olduğu açıklanmakta,
2. Köleleler
dayak atılması veya işkence edilmesi yasaklanmakta, kölelere yapılan haksız
muamelelerin insanı cehenneme sürükleyeceği haber verilmekte,
3. Onların
din kardeşlerimiz olduğu ifade edilerek Allah'ın köle sahiplerine verdiği bazı
imkânların kendilerine emanet olarak verildiği hatırlatılmakta ve bu
nimetlerin kölelerin aleyhine kullanılmaması, efendinin, yediğinden kölesine de
yedirmesi, giydiğinden ona da giydirmesi emre-dilmektedir. Ayrıca, kölelere
efendilerinin meşru emirlerini yerine getirdikleri sürece kendilerine bu
şekilde muamele etmeye devam edilmesine rağmen verilen emirleri yerine
getirmemeye başlamaları halinde ise, işkence ve sopaya başvurmadan satılmaları
istenmekte,
4. Takat
getiremeyecekleri şeyleri onlara yüklemek haram kılınmakta, onlara böyle bir
yük yüklendiği takdirde onlara yardım etmek icabettiği açıklanmaktadır.
Kadı Iyaz'ın
açıklamasına göre mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şe-riflerdeki kişinin yediği
yemekten kölesine de yedirmesi ve giydiğinden kölesine de giydirmesi ile ilgili
emirler farziyyet için değil, istihbab içindir. Öyleyse kişinin kölesine karşı
bu emirleri yerine getirmesi farz değil, müstehabtir. Ve "min ma'ye külü',
"min mâ yelbesü" cümlelerinin başında bulunan "min"
kelimesi "temyiz" için olduğundan kişinin müstehabbi yerine getirmiş
olması için her yediğinden ona yedirmesi, her giydiğinden önada giydirmesi
gerekmez. Ona yedirdiğinin kendi yediklerinden giydirdiğinin de kendi giydiklerinden
olması yeterlidir."[666]
Metinde
"felyüt'im min ma ye'külü (yediğinden tattırsın)" Duyurulup da
"fel yü'kil mimma ye'kül: Yediğinden yedirsin" denmesi efendinin
yediğinden kölesine karnını doyuruncaya kadar olmasa bile bir miktar tattırmakla
görevini yerine getirmiş olacağına delâlet ettiği gibi "fel yut'im mimmâ
yet'umu: Tattığı herşeyden tattırsın" denmemesi ise kişinin tattığı her
nefis yemekten yedirmesi gerekmediğine delalet eder. Çünkü "taame"
tattı, "et'ame" de "tattırdı" anlamına gelir.[667]
Binenaleyh, insan
çırağa, çobana, hizmetçiye ve köleye yediğinden yedirmeli, giydiğinden
giydirmeli, onlara hoş muamelede bulunmalı, yapamayacakla ı işi teklif
etmemeli; gönüllerini kırmamalıdır. Bir evin yemeğini pişiren hizmetçi elbette
o yemeğin kokusunu duyacaktır, pişirdiği yemeği yemekten ona da yedirmek) hele
sofraya çağırarak onu ayrı tutmamak ahlâkın en güzellerinden ma'dûddur ki, bu
hadislerin ifade ettiği mana da budur
İşte esir ve köle
denilince gözlerinin önüne eziyet, işkence tahkirden başka birşey gelmeyen din
düşmanları bu hadisleri ve müslümanlann bu husustaki muamelelerini bilseler
herhalde kıyas binnefs yapmakla müthiş yanıldıklarını anlar, biraz olsun
yüzleri kızarırdı!
Müslümanlar, hiçbir
vakit aldıkları esirlerin gözlerini çıkarmamış, onlara işkence ederek
öldürmemiştir... Fakat bu işi şimdi bize yalandan çeşitli suçlar isnad ederek
ayıplayan, Avrupalı'lar yapmışlardır.
Müslümanların
ellerindeki esir ve kölelere gösterdikleri evlad ve kardeş muameleleri her
tarif ve tasavvurun üstündedir. Bu sayede İslam âfa-kını güneşler gibi
aydınlatan nice benam ulema kölelerden yetişmiştir. Bunlar saymakla bitmez. Biz
yalnız bir misal verelim. İmam Şafiî'nin hadiste altın silsile diye isim
verdiği, İmam Malik, Nafi ve İbn Ömer (r.a) üç kişiden ibaret olup bunlardan Hz.
Nafi kölelikten yetişmedir.[668]
Hz. Ebu Zer'in,
kendisini "siyah kadının oğlu" diye ayıpladığı köle Hz. Bilal-i
Habeşî'dir.
Hz. Ebu Zer hakkında
bilgi için bu eserimizin ikinci cildinin 34. sayfasına, Hz. bilal için ise
birinci cildin 280. sahifesine bakılabilir. Rebeze, Medine'ye üç konak
uzaklıkta bir köydür.[669]
5162... Peygamber
(s.a.)'le birlikte Hudeybiye'de bulunmuş olan Rafi b. Mekîs'den (rivayet
edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Elinin
altındakilere iyi muamele etmek uğurdur. Kötü ahlâklı olmak ise uğursuzluktur."[670]
5163... Cüheyne'den
olan ve Rasûlullah (s.a.)'le birlikte Hudeybiye'de bulunmuş olan Rafi b.
Mekîs'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Elinin altındakilere iyi muamele etmek uğurdur. Kötü ahlâklılık ise
uğursuzluktur."[671]
Bir kimsenin idaresi
altındakilere iyi muamele edip onlara güler yüzlü ve tatlı sözlü olması
işlerinin uğurlu ve bereketli ve verimli olmasına sebep olduğu gibi, insanın
kötü ahlâklı olup etrafına sert ve kırıcı davranması işlerinin bozulmasına, sonuçsuz
ve bereketsiz kalmasına sebep olur.
Hafız Münzirî'nin
açılamasına göre (5162) numaralı hadisin senedinde meçhul bir ravi vardır.
Binaenaleyh sözü geçen hadis zayıftır ve (5163) nolu hadisin senedinde bulunan
Haris b. Rafi de tabiin olduğundan Hz. peygamber'den hadis alması mümkün
olamayacağına göre bu hadis de mürseldir.[672]
5164... el-Abbas
b. Ciileyd el-Hacrî'den demiştir ici: Ben Abdullah b. Ömer'i şöyle derken
işittim: "Bir adam Peygamber (s.a.)'e gelerek:
Ey Allah'ın Resulü
hizmetçiyi kaç defa affedelim? dedi.
(Hz. Peygamber) sükût
etti. Sonra (adam) bu soruyu Hz. Peygambere tekrar sordu. (Hz. Peygamber yine)
sükût etti. Bu sözü üçüncü kez tekrarlayınca: "Onu günde yetmiş defa
affediniz" buyurdu.[673]
Hz. Peygamber aslında
hizmetçinin suçunu bağişlamak mendup olmakla beraber bu bağışlamanın kaç defa
olacağına dair bir sınır tayin etmeye lüzum olmadığı cihetle bu soruyu
beğenmediği için sözü geçen birinci ve ikinci soruları sükûtla karşılamış
olabileceği gibi, bu mevzuda bir vahyin gelmesini beklediği için de susmuş
olabilir.
Yetmiş rakamı, burada
tayin ve tahdid için değil, çpklıık içindir. Çünkü bir hizmetçinin veya
kölenin hergün yetmiş defa suç işlemesi düşünülemeyeceğine göre buradaki
yetmiş kelimesinden maksat çokluktan başka birşey olamaz. Bir başka ifadeyle
bu hadis-i şerifte "Hizmetçilerinizi çok affediniz!" denilmek
istenmektedir.[674]
5165... Hz.
Ebu Hüreyre'den demiştir ki:
(Günde yetmiş defa
tevbe eden, tevbe için huzuruna pek çok insan gelen) Tevbe Peygamberi
Ebü'l-Kasim bana şöyle dedi:
Her kim kölesine
hakkında söylediği sözden beri olduğu halde zina isnad ederse kendisine
kıyamet gününde hadd (cezası) olarak celde yapılır.
Müemmel bu hadisi
rivayet ederken şöyle dedi: (Bu hadisi) bize İsa, el-dayl b. Gazvan'dan rivayet
etti.[675]
Celd: Lügatta deri üzerine
vurmaktır. Her bir vuruşa «ce» denir Deri üe yani kamçı gibi deriden yapılmış
birşey ile vurmak manasına da gelir.
Fıkıh ıstılahmca celd,
"muhsan olmayan mükelle zânî veya zâniye-nin muayyen uzuvlarına vech-i
mahsus üzere değnek veya kamçı vurmaktır" Bu ceza mücrimin cildi yani
derisi üzerine tatbik edildiği cihetle celde adını almıştır.[676]
"Namuslu ve hür
kadınlara (zina isnadıyla) iftira atan sonra (bu hususta) dört şahit
getiremeyen kimselerin (herbirine) de seksen deynek vurunuz. Onların ebedi
olarak şahitliklerini kabul etmeyiniz. Onlar fasıklarııı ta kendileridir."[677]
âyet-i kerimesi bu cezasının yüz deynek olduğunu açıklamaktadır. Bu âyet-i
kerimede bu cezanın kadınlara zina iftirası atanlara verileceğinden
bahsedilmesi, bu iftiraya daha ziyade kadınların maruz kalmasındandir. Aslında
bu iftirayı namuslu ve hür erkeklere yapanlar da aynı cezaya müstehakk
olurlar.[678]
Mealini sunduğumuz
âyet-i kerimeden de anlaşılacağı üzere iftiracının bu konuda cezaya
çarptırılabilmesi için iftiraya uğrayan kimsenin muhsan, yani namuslu olması
gerekir. Bir kimsenin namuslu sayilabilmesi için de âkil, baliğ, hür müslüman
ve iffetli olması gerekir.
Binaenaleyh köle
hürriyetine sahip olmadığından köleye zina isnadında bulunan kimse, dünyada
tazir cezasına çarptırılırsa da celde cezasına çarptırılmaz."[679] Bu
hususta kölenin tam köle, müdebber veya Ürrimu-veled olması neticeyi
değiştirmez.
Mevzumuzu teşkil eden
hadis bu gerekçelere işaret ettiği gibi, aynı zamanda herhangi bir köleye zina
iftirasında bulunan bir kimsenin dünyada tazir cezasıyla kurtulsa bile ahirette
mutlaka celde cezasına çarptırılacağını da ifade etmektedir.
İnsanlar kölenin
iffetli olduğundan emin olamadıkları için ona bu konuda iffetli bir insan
muamelesi yapmamakta mazurdurlar. Ama âhirette hakikatler, bütün çıplaklığıyla
ortaya çıkacağı için o günde dünyada namuslu bir köleye iftira eden kimse de
bu suçunun cezasını çekecektir.[680]
5166... Hilal
b. Yesafdan demiştir ki: Biz Süveyd b. Mukarrin'in evine inmiştik. İçimizde
öfkeli bir ihtiyar vardı, yanında da cariyesi vardı. (Derken ihtiyar
cariyesinin) yüzüne bir tokat vurdu. Süveyd'i o günkünden daha gazablı
görmemiştim. (Süveyd bu kızgınlığıyla ihtiyara) şöyle dedi:
Sen, tokatlamak için
bula bula onun korunmuş olan yüzünü mü buldun? Vallahi ben bizi(m herbirimizi)
Mukarrin oğullarından yedi kardeşin yedincisi olarak gördüm de bizim sadece
bir tane de cariyemiz vardı. En küçüğümüz onun yüzüne bir tokat vurdu da (ceza
olarak) Peygamber (s.a.) bize (onun) azad edilmesini emretti.[681]
İmam Nevevî metinde
geçen "aceza aleyke illa hiirrü vechihâ" cümlesine "yüz
kısmından başka vuracak bir yer bulamadın mı?" manasını vermiştir.
"Hurr" kelimesi
"yüzey"
anlamına gelir. Yani "yüz düzlemi, yüz kısmı" demektir. Çünkü "hurr"
diye birşeyin en faziletlisine ve en yükseğine denir. İnsan vücudu için bu
yüzdür.
Hurr kelimesinin
burada korunmuş ve masum anlamında kullanılmış olması da mümkündür. Nitekim biz
de tercümeyi buna göre yaptık. Her iki manaya göre de bu cümle ile
"Biriniz kardeşiyle dövüştüğü zaman yüzüne vurmaktan sakınsın."[682]
mealindeki yüze tokat vurmayı yasaklayan hadis-i şerife işaret edilmek
istenmiştir.
Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerif, köleye karşı işlenen bir suçun keffâretinin onu azad etmek
olduğuna delâlet etmektedir. Nitekim (5168) numaralı hadis-i şerif de bunu
ifade etmektedir.
Metinde geçen
"ben bizi yedi kardeş olarak gördüm bizim bir tane de hizmetçimiz
vardı" sözüyle "Biz yedi kardeştik. Bu yedi kardeşin sadece bir tane
hizmetçisi vardı. Ona çok ihtiyacımız vardı. Böyleyken, ona küçük kardeşimiz
tokat vurduğu için Hz. Peygamber ceza olarak onu azad etmemizi emretti"
denilmek istenmiştir.
Burada "madem ona
tokatı vuran en küçük kardeşleriydi de Hz. Peygamber sadece tokadı vuranı
cezalandırmakla kalmayıp niçin kölenin tümüyle azad edilmesini isteyerek
hepsini cezalandırdı?" diye bir soru yöneltilebilir. Bu soruya birkaç
şekilde cevap verilebilir:
1. Köleyi
döven kimsenin öteki kardeşleri de onun köleyi dövmesini tasvib etmek
suretiyle, onun dövmesine yardımcı oldukları için, Hz. Peygamber böyle
emretmiş olabilir.
2. Aslında,
Hz. Peygamber, sadece köleyi döven kimsenin köle üzerindeki payının azad
edilmesini emretmek istediği halde, köle bolünemediği için kölenin tümünün
azadım istemek durumunda kalmış olabilir. Belki de sonunda, diğer hisse
sahipleri hisselerini köleyi döven kardeşlerine bağışlamışlardır. Yahut da
ondan hisselerinin bedelini almışlardır. Ancak Bezlü'l-Mechud yazarının açıklamasına
göre sözü geçen yedi kardeş Hz. Peygamber o gün kendilerine bu köleyi azad
etmelerini emredince kendisine bu köleye çok ihtiyaçları olduğunu arz
etmişlerler, bunun üzerine Hz. Peygamber de zenginleşinceye kadar onu ellerinde
tutmalarına izin verip zenginleşince azad etmelerini emretmiştir. Nitekim bir
numara sonra gelen hadis-i şerif de bunu ifade etmektedir.[683]
5167... Muaviye
b. Süveyd b. Mukarrin'den demiştir ki: Ben bir kölemize bir tokat atmıştım.
Bunun üzerine babam onu ve beni çağırıp (ona beni göstererek): "Bunun sana
yaptığının aynısını sen de buna yap!" dedi.
Biz Mukarrin oğullan -
Peygamber (s.a.) zamanında sadece bir cariyeye sahiptik. İçimizden birisi ona
bir tokat attı da bunun üzerine Rasûlul-lah (s.a.):
Onu azadediniz,
buyurdu. (Bu emri alan kardeşlerim Hz. Peygambere):
Bizim bundan başka bir
cariyemiz yok, diye mazeret beyan ettiler. (Hz. Peygamber de:)
Öyleyse
zenginleşinceye kadar (bu cariye) kendilerine hizmet etsin. Zenginleştikleri
zaman onu azad etsinler, buyurdu.[684]
5168... Zâzân'dan
demiştir ki: Ben (Abdullah) b. Ömer'in yanına varmıştım. Kendisine ait bir
köleyi azat etmişti. Yerden bir çöp -yahutta- bir-şey (buradaki şüphe raviye
aittir) alıp:
(Bu azad işinde) benim
için şu (yerden aldığım) şey kadar bile sevap yoktur. (Çünkü ben) Rasûlullah
(s.a.)'ı (şöyle) buyururken işittim:
Kim köleye bir tokat
atarsa yahut da onu döverse keffâreti onu azat etmesidir.[685]
îbn Ömer Hazretleri,
kölesini tokatladığı için bu yaptığına
keffâret olmak üzere onu azat etmişti.Buradaki sözünden maksat da bunu
anlatmaktır. Yani "ben köleyi azad etmekle teberrük suretiyle yapılan köle
azad etme sevabını kazanamam, ben bunu ancak vurduğum tokada keffâret olsun
diye âzâd ettim" demek istemiştir.
Bu hadisler kölelere
ve hizmetçilere iyi muamele edilmesi lazım geldiğine delildir.
Ulema bu kadarcık
dövmekle köleyi âzâd etmenin vâcib değil, mendup olduğunda ittifak etmişlerdir.
Bunun yapılan hatâya keffâret olacağı ümid edilir. Fakat sebepsiz olarak
fazlaca dövüp bir yerini kırmak veya koparmak bir tarafını yakmak gibi ağır
tecziyeler hususunda ihtilâf edilmiştir.
Malikîlerle İmam
Leys'e göre böyle bir köle, sahibine rağmen azad olur. Ve sahibi hükümet
tarafından cezalandırılır. Diğer ulema kölenin azad olunacağına kail
olmuşlardır.[686]
[1] Buharî, ilim 38, menakib 20, edeb 106, 109; Müslim,
edeb 1, 3-5, 8; Tirmizî, edeb 68; İbn Mace, edeb 33; Darimî, istizan 58.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/201.
[2] Aynî, Umdetü'1-Kâri, XXII, 206-207.
[3] el-Azimâbadî, Avnü'l-Ma'bûd, XIII, 305.
[4] A. Nâsıh Ulvan, İslamda Aile Eğitimi, Çeviren, Celâl
Yıldırım, 1-103.
[5] Kamil Miras, Tecrid-i Sarih, V, 525, birinci baskı.
[6] A. Nasıh Ulvan, İslamda Aile Eğitimi, çeviren, Celal
Yıldırım I. 103-104.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/201-204.
[7] Tirmizî edeb 68; Ahmed b. Hanbel, 1,95, II, 312,
455,433, 111,450, V-364.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/205-206.
[8] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/206.
[9] Tirmizî, edeb 68.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/206-207.
[10] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/207.
[11] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/207-208.
[12] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/208.
[13] Buhâri, edeb 81,112, Müslim, edeb 30, Tirmizî, sala
131, birr 57; İbn Mâce, edeb 24; Ahmed b. Hanbel, IH, 115, 119, 171, 188, 190,
201, 212 ,223, 278, 288.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/208.
[14] Eş-Şerkavî. Fethü't Mübd-i bişerhi Muhtasarizzebidî, III,
346.
[15] İbn Hacerel-Askalânî, Fethü'l Bârı, XIII, 205-208.
Mısır 1959.
[16] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/208-209.
[17] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/209-210.
[18] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/210.
[19] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/211.
[20] Tahirü'l-Mevlevî, Edebiyat Lügati, s. 161.
[21] Ebû Dâvud.
[22] Arapçada "ma" kelimesi fiilin başında bazen
şey manasını, bazan da olumsuzluk ifade eder. Söylemek fiilinin başına
"ma" getirerek bu cümleyi kullanan adam "ma"dan şey
kastederken dinleyici bunun olumsuzluk edatı olduğunu zanneder, ve böyle anlar.
[23] Abdulhâlik Duran, el-Ezkâr Tere. s. 443-444.
[24] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/211-213.
[25] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/213.
[26] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, I,
586-587.
[27] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/213-214.
[28] Müslim Fedailüssahabe 36.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/215.
[29] Itr Nüreddin, Diraselun Tatbikıyye, 15.
[30] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/215.
[31] Buhârî edeb 101, Müslim elfz 6-10-12, Darimi, eşribe
16; Ahmed, 11-239, 259. 272, 316, 464,476,509.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/215-216.
[32] Buharî, edeb. 102, Müslim, birr 106-108; Muvatta,
hüsnü'l-huluk 12; Ahmed b. Hanbel, I, 382,11,236,368,517.
[33] Azimâbadî, Avnü'l-Mabud XIII, 318-319.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/216-217.
[34] Müslim, elfaz 13-15.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/218.
[35] Buharî, iman 37. ıtk 8, tefsir sure 31/2; Müslim, iman
1, 5-6; Ebû Davud, sünne 16; Tirmizî, iman 4, Nesâî, İman 5-6.
[36] A. Davudoğlu , Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX,
711.
[37] Buharı, ıtk, 17.
[38] İbn Hacer, Fethü'1-Bâri, VI, 105, Mısır 1959.
[39] el-Azîmabâdî, Avnü'l-Ma'bud, XIII, 322.
[40] Müslim, elfâz 14.
[41] el-Azimâbâdî, Avnü'l-Ma'bûd, XIII, 322-323;
Fethu'l-Bârî, VI, 105.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/218-220.
[42] Buharı, ıtk 17; Müslim, elfaz 14-15; Ahmed b. Hanbel,
II, 316, 423, 444, 496.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/220.
[43] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/220.
[44] Nesâî, Amelü'l yevmi velleyleti, 248, hadis nu. 244.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/220.
[45] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/221.
[46] Buharı, edeb 100; Müslim, elfaz 17; Ahmed b. Hanbel,
VI, 51, 66,209,231,281.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/221-222.
[47] Buhari ,edeb 100; Müslim, elfaz 17: Ahmed b. Hanbel.
VI. 51.66. 209. 231, 281.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/222.
[48] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/222.
[49] Ahmed b, Hanbel, V, 384, 394, 398; Nesâî, Amelülyevmi
ve'n-Nehâr, 544, hadis no. 985.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/222-223.
[50] Tekvîr (81), 29.
[51] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/223.
[52] Müslim, cumua 48: Ebü Davud, hadis no. 1099.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/223.
[53] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/223-224.
[54] Ahmed b. Hanbel, V, 59, 71, 365.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/224-225.
[55] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/225.
[56] Müslim, birr (39; Muvatta, kelâm 2; Ahmed b. Hanbel,
11-272, 342, 465, 517.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/225-226.
[57] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/226.
[58] Müslim, mesâcid 228-229; Nesâî, mevakît 23; îbn Mâce,
sala 13; Ahmed b. Hanbel, II, 10, 19,49, 144.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/227.
[59] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/227.
[60] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/228.
[61] Ahmed b. Hanbel, V, 364, 371.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/228.
[62] Nisa (4), 142.
[63] Nesâî, Nisa 1; Ahmed III, 128, 199, 285.
[64] Ahmed b. Hanbel, 11-340.
[65] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/229.
[66] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/229-230.
[67] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/230.
[68] Buhârî, cihâd 46, 50, edeb 116, hibe 33; Müslim,
fedai! 99; İbn Mace, cihad 9; Tirmizî cihad 14; Ahmed b. Hanbel, III; 171, 180,
185, 274, IV; 203.
Sünen-i Ebu Davud Terceme
ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/230.
[69] İbn Mace, Cihâd 9.
[70] Aynî, Umdetü'l-Kûrî, XIII, 178.
[71] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/230-231.
[72] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/231.
[73] Buhârî, edeb 69; Müslim, birr 103-105; Tirmizi, birr,
46; İbn Mâce. mukaddime 7; Darimî, nikah 7; Muvatta, kelam 17; Ahmed b. Hanbel, I, 384, 405, 432.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/231-232.
[74] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, X, 568.
[75] Buharî, el-Edebu'1-Müfred (tercümesi), Ahlak
Hadisleri, A.Fikri Yavuz, I, 399-400.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/232-233.
[76] Darimî, istizan 66; Ahmed, V, 3, 5, 7; Tirmizî, zühd
8.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/233.
[77] Tebrizî, Mişkâtu'l-Mesabih, II, 400, hadis no 5033;
Tirmizî, Birr 26; Ahmed b. Hanbel, VI, 459, 461.
[78] Durad Abdulhalik, el-Ezkar Tercümesi, 441-442.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/234-235.
[79] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/235.
[80] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/235-236.
[81] Müslim, Mukaddime bab/3 hadis no. 5, 1-10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/236.
[82] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/236-237.
[83] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/237.
[84] Bezlü'l-Mechud, XIX. 231.
[85] El-Mübarekfûrî, Tuhfetü'l-Ahvezî, VI, 630; Süyûti,
el-Camiüssâgîr, I, 98.
[86] Bezlu’l-Mechud, XIX-231.
[87] Hucurât (49), 12.
[88] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/237-238.
[89] Buharî, ahkâm 21, bed'ü'1-halk II, i'tikaf 11-12; Ebû
Dâvud, savm 78, sürme 17; İbn Mâce, siyam 65; Darimî, rikak 66; Ahmed b.
Hanbel, III, 156.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/238-239.
[90] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/239.
[91] Tirmizî iman 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/239.
[92] Tirmizî, iman 14.
[93] Aliyu'1-kâri, Mîrkatü'l-Mefatih, IV, 647.
[94] Gazzali, İhyaü UIûmi'd-Din, 111,133.
[95] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/239-241.
[96] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/241-242.
[97] Maide (5), 1.
[98] Meryem (19), 54.
[99] A. Serdaroğlu, İhyaü Ulûmi'd-Din, (tercemesi), II,
2961 Bedir Yayınevi.
[100] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/242.
[101] Buharı, nikah 106; Müslim, libas 126-127; Tirmizî,
birr 87; Ahmed b. Hanbel, VI, 167, 345, 348,353.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/242-243.
[102] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/243-244.
[103] Tirmizî, birr 57; Ahmed b. Hanbel. III, 267.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/244.
[104] Zürkanî, el-Mevâhibü'l-Ledünniyye, IV, 274.
[105] Tirmizî, birr 57.
[106] Tirmizi, birr 58.
[107] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/244-245.
[108] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/245-246.
[109] Aliyyu'l-Kürî, a.g.e., IV.452.
[110] Ebû Davud, nikah 41, hudud 38.
[111] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/246-247.
[112] Buharî cizye 51; İbn Mâce, fiten 25.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/247-248.
[113] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/248.
[114] Tirmizî, Birr57.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/248.
[115] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/248-249.
[116] Tirmizî fiten 3; Ahmed b. Hanbel, IV, 221.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/249.
[117] Mecelle 96. Madde; Hadimi Melâmi1, 370-371.
[118] Bk. 5004 numaralı hadis-i şerif.
[119] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/250.
[120] Ahmed b. Hanbel, V, 362; Tirmizî, fiten 3.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/250-251.
[121] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/251.
[122] Tirmizî, Edeb 72; Ahmed b. Hanbel, II, 165, 187.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/251.
[123] el-Mübârekfûrî, Tuhfetu'l-Ahvezî, VIII, 146.
[124] Azimâbadî, Avnü'l Ma'bûd XIII, 348.
[125] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/251-252.
[126] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/252.
[127] Azimâbadî. Abnü'l-Ma'bud, XIII, 348.
[128] Aynî, el-Binaye VI, 687-688.
[129] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/252.
[130] Buharî, tıbb 51, nikâh 48; Müslim, cuma 47; Ebu Davud,
edeb 86-87; Tirmizî, Biri 79; Darimî, sahi 199; Muvatta. kelam 7; Ahmed b,
Hanbel. I. 269, 273. 303. 309, 313. 323, 332. 397. 454. II, 16, 59, 62, 94.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/252-253.
[131] Bkz. 3583. numaralı hadis-i şerif.
[132] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/253-254.
[133] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/254.
[134] İslamda Dünya ve Din Edebi, (Çeviren: Ali Akın), 446.
[135] İslamda Dünya ve Din Edebi, (Çeviren: Ali Akın),450.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/254-255.
[136] Buharî edeb 92: Muslini, şiir 7-9; İbn Mace, edeb 42; Tirmizî.
edeb 71: Darimî, istizan 69: Ahmed b. Hanbel. I. 17-1 177. 181. II. 39, 96,
288. 331. 355, 391. 478. 486.
[137] Buharî edeb 92: Muslini, şiir 7-9; İbn Mace, edeb 42;
Tirmizî. edeb 71: Darimî, istizan 69: Ahmed b. Hanbel. I. 17-1 177. 181. II.
39, 96, 288. 331. 355, 391. 478. 486.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/255-256.
[138] Yunus (10), 81.
[139] Avnu'l-Mabud, XIII, 349-353.
[140] İbn Âbidin, İbn Âbidin Terceme ve Şerhi, I, 47-48.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/256-258.
[141] Buharı, edeb 90; Tirmizî edeb 69; İbn Mâce, edeb 41;
Darimî, istizan 68; Ahmed b. Hanbel, I, 269, 273, 303, 309, 313, 327, 332, III,
456, V, 125.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/258.
[142] Şuara(26), 224.
[143] Şuara (26). 227.
[144] Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, XII,
169-170 birinci baskı.
[145] Müslim, şiir 2-5.
[146] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/258-259.
[147] Buharî, edeb 90; Tirmizî, edeb 69; İbn Mâce, edeb 41;
Darimi, istizan 68; Ahmed b. Hanbel. 1. 269, 273, 303, 309, 313, 327, 332, II,
456, V, 125.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/259.
[148] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/259.
[149] Buharı, şehadat 27, hiyel 10; ahkâm 20; Müslim, akdiye
4; Ebu Davud, akdiye 7: Tirmizî, ahkâm 11, 18; Nesâî, kada 12, 33; İbn M-3ce,
ahkam 5; Muvatta, afediyye 1; Ahmed b. Hanbel, II, 332, VI. 203, 290, 307, 308,
320.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/260-261.
[150] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/261.
[151] Nesâî, mesacid 24; Müslim, tedailüssahâbe 151; Ahmed
V, 222; Buharî, edeb 91.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/262.
[152] Buharî, edeb 91; Müslim, fedailüssahâbe 151; Nesâî,
mesacid 24; Ahmed b. Hanbel, V, 222.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/262.
[153] Buharî, edeb 92; Müslim, Fedailüssahabe 153.
[154] Sünen-i Ebû Dâvud, hadis nu. 5015; Ahmed Naim,
Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, II,326-327. Birinci baskı.
[155] Buharî, sala 68, bed'ül-halk 6; Müslim, fedailüssahâbe
151-152, 157; Nesâî mesacid 24; Ahmed b. Hanbel, V, 222.
[156] Şuarâ (26), 224.
[157] Ebu Davud, hadis nu. 5009.
[158] A. Naim, Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, II, 327-328.
[159] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, X,
387-388.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/262-264.
[160] Tirmizî, edeb 70.
[161] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/264.
[162] M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri
Sözlüğü, I, 814.
[163] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/264-265.
[164] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/265.
[165] Şuara(26), 224.
[166] Şuara (26),227.
[167] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/265.
[168] Bekir Karlığa, Hadislerle Kur'an-i Kerim Tefsiri İbn
Kesir, XI, 6115.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/265-266.
[169] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/266.
[170] Buharı, tabir 2, 4, 10, 26; Müslim, rü'ya 6-9;Tirmizî,
rü'ya 1-2, 6, 10; İbn Mâce, rü'ya 1,3, 6, 9; Darimi, rü'ya 2; Muvatta, rü'ya 1,
3;Ahmed b. Hanbel, II, 18, 50, 219, 232, 233, 269,314,342,369,438,495,507, IV,
10-13 V, 316, 319.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/266.
[171] Saffat (37), 102.
[172] A. Davudoğlu, Sahih- Müslim Terceme ve Şerhi, X, 23.
[173] İbn el-Esir, en-Nihâye, I, 265-266.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/266-269.
[174] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terecine ve Şerhi, X. 40.
[175] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/269.
[176] Buharı, tabir 26, Müslim rü'ya 6; Tirmizî, rü'ya, 1,
7, 10, İbn Mâce, rü'ya 3, 9, Darimî, rü'ya 6-7; Ahmed II, 395.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/269-270.
[177] Yasin (36), 8.
[178] Gâfir (40),71.
[179] Sahih-i Müslim Tercenıe ve Şerhi, X, 24.
[180] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/270-273.
[181] Tirmizî rü'ya 6; İbn Mâce, rü'ya 6; Darimî, rü'ya 11;
Ahmed b. Hanbel IV, 10-13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/273.
[182] H. Hatipoğlu, ibn Mâce Terceme ve Şerhi, X, 108.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/273-274.
[183] Buharı, tabir 3-4, 10, 14, bedu'1-halk 11, tıbb 39;
Müslim, rüya i; İbn Mâce, rüya 4; Darimî rü'ya 5; Muvatta, rü'ya 4; Ahmed, V,
296, 300, 305, 310.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/274.
[184] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, X, 17.
[185] Sünen-i Ebu Davud hadis no. 5022; İbn Mâce, rüya 4;
Buharı, tıbb 39.
[186] Ebû Davud, hadis nu, 5022.
[187] İbn Mâce, abirü rü'ya 4.
[188] Ebu Davud, hadis nu. 5020.
[189] Ebu Davud, hadis nu. 5021.
[190] Buhârî, ta'bir 3.
[191] Buharî,ta'bir 3.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/274-275.
[192] Buharî, ta'bir 4, 14, bedii'1-halk II buyu I ,5; İbn
Mace Rü'ya 4; Darimî, rü'ya 5.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/276.
[193] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/276.
[194] Buharî, ilim 38, edeb 109, ta'bir 10; Müslim, rü'ya
10-11; Tirmizi, rü'ya 4,7; İbn Mâce, rü'ya 2; Darimî rü'ya 4; Ahmed b. Hanbel,
I. 375, 400, 440, II, 232, 41 I, 442, 463, III, 269, 530.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/276.
[195] İbn Hacer, Fethü'l Bari, XVI, 39-40.
[196] Zürkanî, Şerhü'l-Mevahibi'l-Ledünniyve, V, 293.
[197] Şar'anî, el-Uhûd'ul-Kübra, 16.
[198] Şarânî, Levâkihu'l-Envâri’l-kudsiyye, s.284.
[199] A. S. Furat, Dalaletten Hidayete (el-Munkızu...
tercemesi) 75 Şamil Yayınevi.
[200] Zürkani, ŞerhuM-Mevâ'hibi'I-Ledunniyye, V, 293.
[201] Bezlü'l-Mechud, XIX. 260.
[202] Mevahib-i Ledünniyye, Sadeleştiren H. Rahmi Yananlı,
I, 731-732.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/276-279.
[203] Buharî, tabir 45; Tirmizî, libas 19, rü'ya 8; İbn
Mâce, rü'ya 8; Darimî. rikak 3; Ahmed b. Hanbel, I, 246, 359, II, 504.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/279-280.
[204] İbn Esîr, en-Nihâye, I, 443.
[205] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/280-281.
[206] Müslim, rü'ya 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/281.
[207] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/281.
[208] Müslim, zühd 58.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/282.
[209] Müslim, zühd 59.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/282.
[210] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/282-283.
[211] Buharı, edeb 125, 128; Tirmizî, edeb 7; Ahmed b.
Hanbel, II,
265, 428, 517.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/283.
[212] Aynî. Uıııdetü'1-Kârî, XXII, 227.
[213] Bknz. 5026 numaralı hadis-i şerif.
[214] Aynî, a.g.e., XXII, 227.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/283-284.
[215] Tirmizî,edeb 7.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/285.
[216] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/285.
[217] Buhârî cenaiz 2; Müslim, selam 4; Tirmizî, edeb I;
Nesâî, cenaiz53; İbn Mâce, cenaiz 1; Darimî, istizan 5; Ahmed b. Hanbel, I, 89,
II, 68, 332, 388, 412, 540, V. 272.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/285-286.
[218] Müslim; selâm 5.
[219] Tuhfetu'l-Ahvezî. VIII, 4.
[220] en-Nihaye, II, 499-500.
[221] Buharî, edeb 126; Tirmizî, edeb 3; İbn Mâce, edeb 20;
Ahmed b. Hanbel, I, 120. 122, II, 353, V, 419, 422, VI, 8; Ebû Dâvud, 5033
no'lu hadîs.
[222] F. Yavuz, Ahlâk Hadisleri, (Buharı, el-Edebu'1-Müfret,
tercemesi), II, 295-296; Heytemî, Mecmeuzzevaid, VIII, 57; Ebû Dâvud 5031
numaralı hadis-i şerif.
[223] Müslim, selam 5.
[224] Kahtan Abdurrahman ed-Durî, Safvetü'l-Ahkâm min
Neyli'l-Evtar ve Sübül'is Selam, 232-233.
[225] Buharî, edeb 125; Müslim, selam 5; Ebû Dâvud, sala
167.
[226] İbn Hacer el-Askalanî. Fethü'l-Barî, XIII. 226, Mısır
1959.
[227] Buharı edeb 125. 128; Tirmizî, edeb 7; Ahmed b.
Hanbel, II,
265. 428, 517.
[228] İbn Kayyım el-Cevzî, Zadü'l-Meâd, II, 29-30, Mısır
1972.
[229] Mübârekfûri, Tuhfetü'l-Ahvezi, VIII, 6-7.
[230] A. Davudoğlu, Selamet Yolları, IV, 316.
[231] Heytemî, Mecmeuzzevâid, VIII. 57; Eddûrî Kahtan
Abdurrahman, Safvetü'l-Ahkâın inin Neyli'I Evtar ve Sübüli's Selam 234.
[232] Buhari, nikah 7i; Müslim, nikah 96-98; Ebu Davud,
et'ime 1; İbn Mace, nikah 25; Darimî, nikah 23; Muvatta. nikah 49; Ahmed b.
Hanbel. II, 20. 22. 37.
[233] Buharı, nikah 72, Müslim, nikah 107, 110;; Ebu Dâvud.
et'ime I; Darimî, et'ime 28; Muvatta, nikah 50; Ahmed b. Hanbel, 11-61.
[234] Meysılı. el-lhtiyar, IV, 176.
[235] ed-Düri Kahtan. Abdurrahman, a.g.e., 232.
[236] A. Davudoğlu, Selâmet Yolları, IV, 315.
[237] İbn Mâce, cenaiz I.
[238] Eddürî Kahtan, Safevetü'l-Ahkâm, 235.
[239] Aynı yer.
[240] Tirmizî, edeb 35.
[241] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/286-291.
[242] Tirmizî edeb, 3.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/291-292.
[243] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/292-293.
[244] A. Davudoğlu, Selamet Yolları, IV, 317-318.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/293.
[245] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/293.
[246] Buhârî, edeb 126; Tirmizî, edeb 3; İbn Mâce, edeb 20.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/294.
[247] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/294.
[248] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/294-295.
[249] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/295.
[250] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/295.
[251] Müslim, zühd 55: Tirmizî, edeb 5; İbn Mace, edeb 20,
Darimî, istizan 32; Ahmed b. Hanbel IV, 46, 50.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/296.
[252] İbn Nüceym, Bahru'r-Râik II, 135; İbn Abidin,
Reddü'l-Muhar, I, 522 Beyrut.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/296.
[253] Buharı, edeb 126; Tirmizî, edeb 3.
[254] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/296-297.
[255] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/297.
[256] Buharı, edeb 123. 127; Müslim, zühd 53; Tirmizî, edeb
4; İbn Mâce, edeb 20; Darimî istizan 31; Ahmed b. Hanbel, III, 100, 117, 176.
[257] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/297-298.
[258] ed-Durî Kahtan, a.g.e., 233.
[259] Müslim, Zühd 53, 54.
[260] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/298-299.
[261] Tirmizî edeb 21; İbn Mace, mesâcid 6, edeb 27; Ahmed
b. Hanbel, II. 287, 304, III, 430, IV, 426, 427.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/300-301.
[262] Buharı, sahi 58, mevakit 41, menakıb 25; Tirmizî,
tefsir 2/34.
[263] Ebû Davud, buyu 36; İbn Mace, tîcare 8.
[264] Müslim, İmare 147: Tirmizi. tefsir 2/34.
[265] Buhari, rikak 17; Tirmizî, kıyame 36.
[266] Buhari, sala 58.
[267] İslâmî Bilgiler Ansiklopedisi, Dergah Yayınları I,
251-252.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/301-302.
[268] Tirmizî, sala 122; İbn Mace, mesâcid 6; Ahmed b.
Hanbel, II, 12.
[269] Tirmizî, sala 122; İbn Mâce, mesâcid 6.
[270] Buhârî, sala 58; Müslim, fedailüssahabe 38.
[271] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/303.
[272] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/304.
[273] M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2664.
[274] M. Ali İbn et Tehânevi, Keşşafü İstilahati'I-Fünun,
11,516.
[275] A'raf (7), 172.
[276] Yazır M. Hamdi, a.g.e., IV, 2465.
[277] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/304-305.
[278] İbn Mâce. dua 17.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/305.
[279] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/305-306.
[280] Buhârî, Dea'vât 10; Müslim, Hayz 20.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/306.
[281] Nevevî, Şerhü Müslim, III. 215.
[282] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/306.
[283] Bu babın Concordance'da numarası yoktur.
[284] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/307.
[285] el Münâvî, Feyzü'l-Kadir, V, 172.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/307.
[286] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/308.
[287] Al-i İmran (3), 190-191.
[288] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/308.
[289] Buharî, vudü75, de'va. 7,9 tevhid 34, Müslim, zikr
56-57;Tirmizi, deavat 16, 32, 116; İbn Mâce, dua 15; Darimî, istizan 5 i; Ahmed
b. Hanbel, IV, 285,290, 292, 296, 299, 300, 302.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/308-309.
[290] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/309-310.
[291] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, XI,
48-49.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/310.
[292] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/310-311.
[293] Müslim, zikr 56-57.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/311.
[294] Buhârî, Dea'vât 7, 16; îbn Mâce, dua İ6; Tirmizî,
dea'vat, 28; Darimî, istizan 53; Ahmed b. Hanbel, IV, 294, 302, V, 154, 385,
387, 397, 399, 407.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/311.
[295] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/311.
[296] Buhârî, tevhid 13, dea'vât 12 Tirmizî, dea'val, 20;
İbn Mâce, dua 15; Darimî, istizan 51; Ahmed b. Hanbel, II, 246, 283, 295, 422,
432.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/312.
[297] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/312.
[298] Müslim, zikr 60; Tirmizî, dua 19; 67; İbn Mâce, dua
15; Ahmed b. Hanbel. 11-281, 404, 536.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/313.
[299] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, XI, 53.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/313.
[300] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/314.
[301] Müslim, zikr 65; Tirmizî daavat 16;Ahmed b. Hanbel,
II, 17,111, 153, 167,253.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/314.
[302] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/314-315.
[303] Aliyyü'I Karî, Miftahü'l-Mefatih, III, 97.
[304] Tur (52) 21.
[305] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/315-316.
[306] Tirmizî, Daavât 22.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/316.
[307] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/316.
[308] Buhârî, tıbb fedailü'l-Kur'an 14, Tıbb 39; Da'vât 11;
Tirmizî Dua 21; İbn Mâce, dua 15: Ahmed b.Hanbel.Vl-l 16, 154.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/316-317.
[309] Aynî, Umdetü'l Kari, XX,35; Şerkavi, Fethü'l Mübdî,
IV.120.
[310] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/317.
[311] Tirmizî, sevâbü'l Kur'an.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/317-318.
[312] Aliyyü'I Kârı, Mirkatü'I-Mefâtih, II, 598.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/318.
[313] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/318-319.
[314] Aliyyü'l Kâri, a.g.e., 111,110.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/319.
[315] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/319-320.
[316] el Münâvî. Feyzü'l-Kadir, VI, 70.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/320.
[317] Buhârî, teheccüd 21; Tirmizî, daavat 26; İbn Mâce, dua
16: Darimî istizan 53; Ahmed h. Hanbe.1, V, 313.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/320-321.
[318] el Mübarekfûrî, Tuhfetü'l-Ahvezî, IX,360.
[319] Allan, el-Fütûhatü'r-Rabbaniyye, III, 173.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/321.
[320] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/321-322.
[321] Muvatta, Kur'ân 43; Allan, el-Futuhatü'r-Rabbaniyye,
111,176.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/322.
[322] Buharî, nefakat 6, fedailüsaahabe 9, daavât 11;
Müslim, zikr 80-81.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/322-323.
[323] Buharî, nakafat 6, fedailülashâb 9, Daavât 11; Müslim,
zikr 80-81.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/323-325.
[324] İbn Hacer, Fethü'1-Bâri, XIII, 372, Mısır 1959.
[325] Nûr (24), 27.
[326] M. Zeki Duman, Kur'an-i Kerim'de Adab-ı Muaşeret,
Görgü Kuralları, 347.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/325-326.
[327] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/326.
[328] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/326.
[329] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/326-327.
[330] Ahmed ibn Hanbel. I, 147, II, 160-161, 205.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/327-328.
[331] En'âm (6). 160.
[332] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/328.
[333] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/328.
[334] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/328-329.
[335] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/329.
[336] Tirmizi, Daavat 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/329-330.
[337] el-Futûhatü'r-Rabbaniyye, III, 74.
[338] a.g.e.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/330.
[339] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/330.
[340] Tirmizî, Deavât 13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/330-331.
[341] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/331.
[342] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/331-332.
[343] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/332.
[344] Buharı, Daavat 2, 15; Tirmizî, Daavât 15; Nesaî,
istiâze 57; İbn Mâce, dua 14; Ahmed b. Hanbel IV. 122, 125, V. 356.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/332-333.
[345] Nuh (71), 9-12.
[346] Ali İmran (3), 135.
[347] K. Miras, Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, XII, 364-365.
Birinci baskı ist.
[348] A'raf(7), 172.
[349] Buharî, cenaiz 1, istikraz 3, bedu'l-haik 6, rikak
13-14, istizan 30, tevhid 33; Müslim, iman 150-151, 153, zekat 32-33; Tirmizî
iman 18; Nesâî, eihad 18, İbn Mâce, zühd 37; Ahmed b. Hanbel, II, 426, IV, 345,
346, V, 152, 159, 161-162, 240-241, 416, 419, 423.
[350] Aynî, Umdetül Kâri, XXII, 278.
[351] Buharî Daavât 3.
[352] İbn Mâce, edeb 57.
[353] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/333-335.
[354] Müslim, zikr 74-75; Tirmizi, Daavât 13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/336-337.
[355] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceıne ve Şerhi XI, 62.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/337.
[356] Tirmizî, Daavât 13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/337-338.
[357] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/338.
[358] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/338-339.
[359] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/339.
[360] Nesâî, istiaze 60; İbn Mâce, dua 14; Ahmed b. Hanbel,
II, 25, III, 3.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/339-340.
[361] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/340.
[362] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/341.
[363] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/341-342.
[364] Rûm (30), 17-18.
[365] Rûm (30), 19.
[366] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/342.
[367] Ahmed b. Hanbel, 111,439.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/342-343.
[368] İbn Mâce, dua 14; Nesâî Amelu'l-yevmi ve'n-Nehâr,
s.149, hadis nr. 27.
[369] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/343-344.
[370] Aliyyül Kâri, Mirkatü'I-Mefatih, 111,102.
[371] M. Zihnî. Ni'met-i İslâm, s. 159 Sönmez Neşriyat.
[372] Aliyyü'l Kâri. Mirkât, III. 103.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/344.
[373] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/344-345.
[374] Aliyyü'l Kâri. Mirkatü'l-Mefâtîh, 111,104.
[375] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/345.
[376] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/345-346.
[377] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/346-347.
[378] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/347-348.
[379] Buhârî liân 17, i'tisam 2X; Müslim, iman 34-36;
Tirmizî, İman I, Teftir Sure 77; Nesaî.cihad I, tahrim I; İbn Maca fiten 1;
Ahmed b. Hanbel III, 19,36.48. II,314.377.423.439.475, 482,502.528,111. 295,
300, 332, 394. V, 246.
[380] Mâide (5), 32
[381] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/348-350.
[382] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/350.
[383] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/350.
[384] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/351.
[385] Nesaî, İstiâze 1.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/351.
[386] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/351-352.
[387] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/352.
[388] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/352-353.
[389] el-Azimâbadî. Avnü'l-Mabûd, XIII, 428.
[390] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/353-354.
[391] Nesâî, istiâze 63.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/354-355.
[392] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/355.
[393] Müslim, zikr 68.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/355.
[394] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/355-356.
[395] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/356-357.
[396] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/357.
[397] Tirmizi, Daavât 12; İbn Mâce, Duâ; II; Ahmed b.
Hanbel, I, 62, 66, 72.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/357-358.
[398] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/358.
[399] Allan, el-Fühuhatürrabbaniyye, III, 100, 101.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/358-359.
[400] Nesaî. Amelu'l-Yevmi Ve'1-Leyle 146, hadis nu. 22;
Ahnıed b. Hanbel, V, 42.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/359-360.
[401] Suyûtî, el-Leaü el-Masnûa. II. 324. 25, Lisan, XVII. 79, Tâcu'u-Arus, IX, 238.
[402] Tacü'l-Arus. III, 387.
[403] İbn Kuteybe, Hadis Mudaası, (Çeviren: M. Hayri Kırbasoğlu),
223.
[404] Aynı eser, s. 225.
[405] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/360-361.
[406] Buharı, daeva 65; Muslin, zikir 28-29; Tirmizî daevât
59; İbn Mace. edeb 56: Muvalla, Kur'ân 21; Ahmet b. Hanbel, II, 302.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/361.
[407] A. Davudoglu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, XI, 30;
Nevevî, Şerhü Müslim, XVII, 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/361.
[408] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/362.
[409] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/362.
[410] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/362-363.
[411] Tirmizi, Daevât 28; İbn Mace, Daevât 28; Nesaî,
istiâze 30, 65; Ahmed b. Hanbel. II, 306, 318,322.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/363.
[412] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/363-364.
[413] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/364.
[414] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/364-365.
[415] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/365.
[416] İsra (17), 80.
[417] Aliyyü’l-Kârî, Mirkatü'İ Meatih III, 129.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/365-366.
[418] îbn Mâce, edeb 29; Ahmed b. Hanbel, II, 26K, 408, 518; Nesaî, Amelü'l Yevmi
ve'l-Leyleti, 519 hadis, nu. 929.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/366.
[419] Yusuf (12), 87.
[420] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/366-367.
[421] Buharı, tefsir XI. VI. 2: Müslim, isiiska 15-16; Ahmed
h. Hanhcl, VI. 66; Tiımizi. Tefsir XI-VI, 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/367-368.
[422] Enfal (8), 33
[423] A. payudoğlıi. Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, V.
56-57.
[424] Ahkaf (46), 24.
[425] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/368-369.
[426] Buharı, istiska 23; Nesaî, İstiska 15; İbn Mâce, dua
21; Ahmed b. Hanbel. VI, 41. 90. 119, 129, 138, 166, 190,223.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/369.
[427] Kamer (54), 19-20.
[428] Zâriyât (5), 41-42.
[429] Hıcr (15), 22.
[430] Rum (30), 46.
[431] Abdulhalik Duran, el Ezkâr Tercemesi, 220-211.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/369-370.
[432] Müslim, istiska 13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/370-371.
[433] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, V,
53-54.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/371.
[434] Ahmed b. Hanbel. V. 193. 195, Ne.saî, amelü'l-Yevmi
ve'I-Levltiti, 525. hadis nu. 945-946.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/371-372.
[435] el-Münâvi. Feyzü'l-Kadir, VI, 399.
[436] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/372.
[437] Buharı. bedü"l-Halk 15p Müslim, zikr 82; Tirmizî.
Daavat 56: Ahmed b. Hanbel, II, 306, 321, 364.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/372-373.
[438] K. Miras. Tecrid-i Sarih Terecine ve Şerhi, IX. 76-77
birinci baskı.
[439] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/373.
[440] Concordance'da bu baba numara verilmemiştir.
[441] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/374.
[442] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/374.
[443] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/374-375.
[444] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/375.
[445] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/376.
[446] İbn Hacer, el Askalanî. el-Metalihü'l Âliyye, II-289;
d-Heysemî. Mecmeıızzevaid, IV, 59; el Münâvi, Feyzül-Kadir, VI. 238.
[447] Aynı yerler.
[448] Azimâbadî, Avnü'l-Mabûd, XIV. 9; el Mübarekfuri.
Tuhfetu'l-Ahvazi, V. 107.
[449] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/376-377.
[450] Müslim. Uilıare 101; Ahmed b. Hanbel. VI, 212.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/377.
[451] İbn Kesir. en-Nihaye, 1. 541: İbn Hacer. Fethu'l-Bârî,
XII. 4. Mısır 1959.
[452] Heybemi. Mecmeuzzevaid, IX, 175; el-Mülteki.
Kenzu'l-Ummal, XVI, 284.
[453] İ. Canan (Doç. Dr.), Hz. Peygamberin Sünnetinde
Terbiye, 81.
[454] Abdullah Nasırı Ulvân, İslanıda Aile Eğitimi,
(Çeviren: C. Yıldırım), I, 85.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/377-378.
[455] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/378.
[456] İsrâ (17) 64.
[457] İbn Esir, en-Nihâye, III, 349.
[458] Avnü'l-Mabud, XIV, II.
[459] Naim Erdoğan, Tam Şia'atü'l-lslâm, 841.
[460] Ibn Mace. nikah 27.
[461] Tirmizî. Tesirül Kur'an 2991.
[462] el-Münâvî, Feyzü'l-Kadir, V, 307; Aynî,
Uındetü'l-Kari, II. 266.
[463] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/378-380.
[464] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/381.
[465] Ebû Davud, zekât 38; Ne.saî, zekat 72; Ahmed b.
Hanbel, II, 68, 96, 99, 127.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/381-382.
[466] A. Davudoğlu, Selamet Yolları, IV, 357-358.
[467] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/382-383.
[468] Yunus (10), 94.
[469] Hadid (57)3.
[470] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/383.
[471] Bakara (2). 286.
[472] Müslim iman 201;Buharî iman 15, talak 11; Ebu Davud,
talak 15.
[473] Müslim, iman 136: Buharî, bcd'u'l-halk 11.
[474] Müslim, iman 134 (214).
[475] Müslim, iman 134 (212).
[476] İsmail Hakkı Bursevî, Ruhu'l-Beyan, IV. 80.
[477] Mektubat, Onbirinci mekfub s. 36.
[478] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/384-386.
[479] Müslim, iman 132.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/386.
[480] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/386-387.
[481] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/387.
[482] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/387.
[483] Buharî, megazi 56. feraiz 29; Müslim, iman 114-115;
İbn Mace, hudud 36; Darimî, siyer 82; Buyü 62, feraiz 2; Ahmed b. Hanbel, I,
l69, 174, 170, V. 38, 46.
[484] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/388-389.
[485] Ahzâb(33), 5.
[486] İbn Hacer el-Askalanî, Fethü'I-Bâri, XV, 57, Mısır
1959.
[487] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/389-391.
[488] Müslim. Itk 18-19; Tırmizî, Vesaya5; Darimî, siyer 83;
Ahmed b. Hanbel, IV, 238, V, 267.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/391.
[489] Müslim, Itk 18-20; Tirmizî, Vesaya 5; Darimî, siyer
83: Ahmed b. Hanbel, IV,187, 238, V, 267.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/391-392.
[490] Davudoğlu, Sahih-i Müslim, VII, 580.
[491] H. Hadipoğlu, Sünen-i İbn Mâce Terceme ve Şerhi, VII,
248.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/392.
[492] Tirmizî. menakıb 74; Ahmed b. Hanbel, II, 361, 524.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/392-393.
[493] el Hucurat (49), 13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/393-394.
[494] Ebû Davud, edeb 5121; Müslim, imare 57; Ahmed İbn
Hanbel, II, 488; İbn Mâce, iten 3948; Abdurrezzak, el-Musannef 20707.
[495] İbn Mâce, iten 3949; İbn Hanbel, IV, 117, 160; Ebû
Davud, edeb 5119.
[496] İslamî Bilgiler Ansiklopedisi, I, 243, Asabiyye md.,
Dergah yayınları.
[497] Hak Dini Kur'an Dili, I, 484.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/394-396.
[498] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/396.
[499] Mirkatü'l-Mefâtîh, IV, 661.
[500] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/396-397.
[501] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/397.
[502] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/397.
[503] İbn Mâce, fiten 7;Ahmed b. Hanbel, IV. 107, 160.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/397-398.
[504] Mâide (5), 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/398.
[505] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/398.
[506] Şuara(26), 214.
[507] Eşref Edip, Asr-ı Saadet, IV, 317, Şamil Yayınevi
Neşri.
[508] Buharı, mezâlim 4, ikrah 7, Müslim, birr 62; Tirmizî,
fiten 68; Darirni, rikak 40; Ahmed b. Hanbel, 111,99, 201,324.
[509] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/398-399.
[510] Müslim, imare 57; Nesaî tahrim 28; İbn Mace, fiten 7;
Ahmed b. Hanbel, II, 306, 488.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/399-400.
[511] A. Davudoğlu, Suhih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 19.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/400.
[512] Buharî, feraiz 24; Tirmizi, mcnakıb 65; Nesaî zekat
96; Darimi siyer. 81.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/400.
[513] el Munavî. Abdurrauf. Fevziı'l Kadir, I, 87-88.
[514] el Mubarekfûrî, Tuhfetü'l-Ahvezî, X, 402.
[515] Buharı, feraiz 24; Tirmizî, menâkıb 65; Nesaî, zekat
96; Dârimi, diyet 81.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/400-401.
[516] İbn Mâce, hadis no: 2784.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/401.
[517] Buharı, eraiz 24.
[518] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/401-402.
[519] Tirmizî, zühd 54; Ahmed b. Hanbel, IV, 130.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/402.
[520] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/403.
[521] Tirmizî, zühd 54.
[522] Buharı, edailü aşna bin nebi yy 6, edeb 95-96, akkanı
10; birr 161-164; Tirmizi, Zühd 50; Ahmed b. Hanbel, III, 104, 110, 165,
167-168, 172-173, 178, 192,200,202,207-208,213, 226, 228, 255, 276, 283, 288.
[523] Ebû Davud, 5127 nolu hadis; Tirmizî, zühd 50.
[524] Müslim, birr 37.
[525] Tirmizi, zühd 53.
[526] Buhari,iman 9, 14, ikrah I, edeb 42; Müslim,, iman 67;
Ebû Davud, zekat 5; Nesai, iman 2-4, İbn Mace. iten 23; Ahmed b. Hanbel, II,
103, 114, 172, 174, 230, 248, 275 288.
[527] Buharî. ezan 36, zekât 16. rikak 24, hudud 19; Müslim,
zekât 9l;Tirmizî, Zühd 53; Nesai kudât 2; Muvatta, şea'r 4; Ahmed b. Hanbel,
II, 439.
[528] Ebû Davud, edeb 131.
[529] Muvatta, şear 16; Ahmed b. Hanbel, V, 229, 233, 237,
239, 328.
[530] Müslim, birr 38.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/403-406.
[531] Buhârî, edeb 95-96. ahkâm 10, edailüssahabe 6; Müslim
birr 161-161-164, Tirmizî, zühd 50;Darimî, rikak 71; Ahmed b. Hanbel, III, 104,
110, 165, 167-168, 172-173. 178, 192, 197, 200, 202-203, 207-208, 226-228, 255,
276, 283, 288, V, 154, 166.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/406-407.
[532] Buharı, edeb 96; Müslim, birr 165; Tirmizî, zühd 50;
daavat 98; Darimî, rikak 71; Ahmed b. Hanbel, 1,392, III, 104, 110, 159, 165,
167-168, 172-173, 178, 102^ 198,200,202,207-108, 2İ3, 222, 226-228, 336, 394,
IV, 107, 239-241, 392, 395, 398, 405.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/407.
[533] Davudoğlu Ahmed. Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, X,
610-611.
[534] Münâvî, Feyzü'l-Kadir, VI, 265-266.
[535] Furkan (25), 27-29.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/407-408.
[536] Tirmizî, zühd 39, edeb 57; İbn Mâce. edeb 37; Darimî,
siyer 13; Ahmed b. Hanbel, V, 274.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/408.
[537] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/408-409.
[538] Müslim, imare 133; Tirmizî, ilim 14; Ahmed b. Hanbel,
IV, 120, V, 274, 357.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/409.
[539] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 92.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/409-410.
[540] Ahmed b. Hanbel, V, 194, VI, 450.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/410.
[541] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/410.
[542] Buhârî, zekât 21; edeb 36-37, tevhid 31; Müslim, birr
145; Tirmizî, ilim 14,65; Ahmed b. Hanbel, IV, 400, 403, 409.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/411.
[543] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, X, 593.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/411.
[544] Nesaî, zekat 65.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/411.
[545] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/412.
[546] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/412.
[547] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/412.
[548] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/412.
[549] Ebû Davud, 5136 nolu hadis; M. Hamidullah, İslam
Peygamberi, I, 219.
[550] Neml (27), 30.
[551] El Askalanî, İbn Hacer, Fethü'l Bârî, I, 455, Mısır
1959.
[552] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/412-413.
[553] Buharî, bedü'1-vahy 6, cihad 102, tesir süre 3/4;
Müslim, cihad 73; Ahmed b. Hanbel. I, 263, VI, 58.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/413-414.
[554] Nisa (4), 36.
[555] Buharî, edeb 35.
[556] Taha (20), 47.
[557] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/414-415.
[558] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/415.
[559] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/415.
[560] Mütercim Asım, Kamus, II, 152.
[561] Muhammed er-Razi, es-Sihah, 38.
[562] Müslim, birr 14.
[563] Duman Dr. M. Zeki. Kur'an-ı Kerim'de Adabı Muaşeret,
174.
[564] Buhârî, el-Edebu'1-Müfred Tercemesi, A. Fikri Yavuz,
1, 15.
[565] Duman, M. Zeki, a.g.e.s. 175.
[566] İsra (17), 23-24.
[567] Kurtubî, el-Cami, X, 209.
[568] Buharı, istizan 35.
[569] Duman M-Zeki. a.g.e.s 170-171.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/416-417.
[570] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, VII,
586.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/418.
[571] Ebu Davud. talak 10; Tirmizî talak 36; İbn Mâce, talak
36; Ahmed b. Hanbel, IV, 33, 211.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/418-419.
[572] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/419-420.
[573] İbn Mâce, talak 36.
[574] H. Hadiboğlu, Sünen-i İbn Mâce Terecine ve Şerhi, VI,
24-26.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/420-421.
[575] Tirmizî, birr 1, İbn Mâce, edeb 1; Ahmed b. Hanbel, V,
3, 5.
[576] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/421-422.
[577] Buharî, edeb 3.
[578] a.g.e.
[579] İsrâ (16), 23.
[580] Kurtubî, el-Câmi, X, 209.
[581] Lukman (31), 14.
[582] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/422-423.
[583] Müslim, birr 1; İbn Mâce, edeb 1; Ahmed b. Hanbel, V,
3, 5.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/423.
[584] Müslim, birr I.
[585] Ra'd (13),21.
[586] Buharı, edeb 10, bed'ül-Vahy 6; Müslim, cihad 73;
Ahmed b. Hanbel, 1,81, 202.
[587] Müslim, birr 16.
[588] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, X, 496.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/424-425.
[589] Buharî, edeb 4; Müslim, iman 146; Tirmizî, birr 4;
Ahmed b. Hanbel II, 216.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/425.
[590] En'âm (6), 108.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/425-426.
[591] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, I, 380.
[592] M. Ebu Zehra, İslam Hukuku Metodolojisi, (Çeviren: A.
Şener), 278.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/426.
[593] İbn Mâce, edeb 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/426-427.
[594] İbrahim (14), 41.
[595] Cemel, Şerhü'I Cemel, III, 405.
[596] el Mübarekfûrî, Tuhfetü'l-Ahvezî, IV, 315.
[597] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/427-428.
[598] Müslim, birr 11-13; Tirmizî, birr 5; Ahmed b. Hanbel,
II, 88, 91, 97.
Sünen-i Ebu Davud Terceme
ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/428.
[599] A, Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, X, 493.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/428.
[600] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/429.
[601] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/429.
[602] A. Davudoğlu, İbn Âbidin Tercemesi, IV, 464.
[603] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/429-430.
[604] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/430-431.
[605] Tekvir (8l).8-9.
[606] Bekir Karlığa,, Çetiner Bedreddin, Hadislerle Kur'an-i
Kerim Tefsiri, XV, 8326.
[607] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/431-432.
[608] Tirmizî, birr 13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/432.
[609] Buharı, zekat 10; Müslim, birr 147; Tirmizî, birr 13;
Ahmed b. Hanbel, IV, 33, 88, 166, 243.
[610] İbn Mâce, edeb 6, hadis nu. 3578.
[611] İbn Mace. edeb 6, hadis nu. 3679.
[612] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/432-433.
[613] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/433.
[614] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/433-434.
[615] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/434.
[616] Münzirî, et-Tergib ve't-Terhib, III, 249.
[617] a.g.e III, 300.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/434-435.
[618] Buhari, takık 25, edeb 24; Müslim, zühd 42; Tirmizî,
biır 14; Muvatta, şea'î 5; Ahmed b. Hanbel, II, 375, V, 333.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/435-436.
[619] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/436.
[620] Buharı, edeb 28, Müslim bin. 140- 141; Tirmizî, birr
28; İbn Mace. edeb 4; Ahmed b. Hanbel, 11,85, 160, 259, 305, 445,458, 514. V,
32, 365. VI, 52.91, 125, 187,238.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/436.
[621] Heytemî, Mecmeuzzevaid, V1Iİ, 168; el Münziri,
et-Tergib, XIII, 353.
[622] Aynî, Umdetü'1-Kari, XXII, 108.
[623] A Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, X,
591-592.
[624] İbn Hacer d-Askalanî, Fethul Bari, XIII, 5X Kahire
1959; Heytemî, Mecmeuzzevaid, VIII, 165.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/437.
[625] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/437-438.
[626] Mümtehine (60), 8.
[627] Heytemî. Mecmeuzzevâid, VIII, 165.
[628] Prof. Dr. M. Ali Haşimî, Kur'an ve Sünnette Müslümanın
Şahsiyeti, s. 112. Risale
[629] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/438-439.
[630] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/439-440.
[631] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/440.
[632] Buharı, edeb 31, 85, rikak 23; Müslim, lukata 14, iman
74-75, 77; Ebû Davud, el'ime 5; Tirmizi, bin; 43, kıyame 50: İbn Mace, edeb 5;
Darimî, et'ime 11; Muvatta, sıfatüinnebiy 22; Ahmed b. Hanbel, II,
1/4,267,269,463, III. 76, IV, 31. V, 412, VI. 69, 384, 385.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/440.
[633] Bk. Nisa (4), 36.
[634] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, I,
271-272.
[635] Müslim; iman 76.
[636] a.g.e. 74.
[637] Kamil Miras, Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, VII, 549-551. Birinci baskı.
[638] Es Serkavî, Fethu'l-Mübdi, III, 329.
[639] Tirmizî, zühd il; Ibn Mace fiten 12; Muvatta,
hüsnü'l-huluk 3; Ahmed b. Hanbel, I, 201.
[640] Kaf (50), 18.
[641] Çöğenli M. Sa'di, Bayram Ali, Abidler Yolu, s.
107-108.
[642] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/441-442.
[643] Buharı, edeb 32, şüf a 3, hibe 16.
[644] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/442-443.
[645] Aynî, Umdetü'l, Kari, XXII, 108.
[646] Nisa (4), 35.
[647] Buharı, hiyel 14-15; Ahmed, VI, 390.
[648] Kurtubi, el Cami li âhkami'l-Kur'an, V, 184-185.
[649] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/443-444.
[650] İbn Mace, vesaya I.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/444.
[651] Aclûnî. Keşfü'l-Hafâ, II. 31.
[652] Ahmed b. Hanbel.II. 340.
[653] Nesaî, işretü'n-nisa 1.
[654] Ebu Davud 4985 nolu hadis.
[655] Ankebût (29), 45.
[656] Ebu Davud, et’ime 50.
[657] Müslim, eymân 41.
[658] İbn Mace, edeb 10.
[659] Müslim, eymân 45.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/444-445.
[660] Buhari. iman 22, cdeb44; Müslim, eyman 38,40: Tirmizî,
birr 29, tefsir 22/1; Ahmed b. Hanbel, V, 161, İbn Mace. edeb 10.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/446.
[661] Buharı, iman 22, edeb 44; Müslim, eyman 38, 40,
Tîrmizî, birr29. Ahmed b. Hanbel. V, 161, İbn Mace. edeb 10.
[662] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/446-447.
[663] Müslim, eyman 35; Tirmizi birr 30.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/447-448.
[664] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/448.
[665] Ahmed b. Hanbel; V, 168, 173.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/448-449.
[666] Aynî, Umdetü'I-Kari, XXII, 208.
[667] a.g.e.
[668] A. Davudoğlu. Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, VIII,
265-266.
[669] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/449-450.
[670] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/450-451.
[671] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/451.
[672] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/451.
[673] Tirmizi, bîrr 31.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/451-452.
[674] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/452.
[675] Buharı, hudud 45; Müslim, eyman 37; Tirmizî, birr 30;
Ahmed b. Hanbel, II, 431, 500.
Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/452-453.
[676] Bilmen, Ö. Nasuhi, Hukuk-ı İslamiyye ve İstilahat-ı
Fıkhiyye Kamusu, II, 10.
[677] Nur (24), 4.
[678] es-Sabûnî, Kur'an-i Kerim'in Ahkâm Tefsiri, (Çeviren:
Mazhar Taşkesenlioğlu), II, 97.
[679] Bilmen, Ö.N.a.g.e., 111,231.
[680] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/453-454.
[681] Müslim, eyman 31-33.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/454.
[682] Buharı, ıtk 20; Müslim, birr 112-116; Ebu Davud, hudud
38.
[683] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/454-455.
[684] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
16/455-456.
[685] Müslim, eyman 29.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/456-457.
[686] A Davudoğlu Sahih-î Müslim Terceme ve Şerhi, VIII,
253.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/457.