* HZ. İBRAHİM ALEYHİSSELÂM VE OGLU
* PEYGAMBERLERİN MUCİZELERİ VE İLİM
RESULULLAH'IN FAZİLET VE MENKIBELERİ
* Allah'ın Rızası Ve Sevgisi
Sünnete Uymakla Elde Edilir:
ASHABIN FAZİLETLERİNİN MÜCMEL ZİKRİ
ASHABIN FAZİLET VE MENKIBELERİNİN YÜCELİGİ
BİR GRUBA HAS MÜŞTEREK FAZİLETLER
SAHABELERDEN BAZILARININ FAZİLETLERİ
* EBU BEKR SIDDIK (radıyallahu anh)
* HZ. ÖMER'LE HZ. EBU BEKR ARASINDA MÜŞTEREK HADİSLER
* HZ. ALİ İBNU EBİ TALİB (RADIYALLAHU ANH)
* TALHA İBNU UBEYDULLAH (RADIYALLAHU ANH)
* ZÜBEYR İBNU'L-AVVÂM (RADIYALLAHU ANH)
* SA'D İBNU EBİ VAKKAS (RADIYALLAHU ANH)
* SAİD İBNU ZEYD (RADIYALLAHU ANH)
* ABDURRAHMAN İBNU AVF (RADIYALLAHU ANH)
* EBU UBEYDE İBNU'L-CERRAH (RADIYALLAHU ANH)
* ABBAS İBNU ABDİLMUTTALİB (RADIYALLAHU ANH)
* CAFER İBNU EBİ TALİB (RADIYALLAHU ANH)
* HZ. HASAN VE HÜSEYİN (RADIYALLAHU ANHÜMA)
* HZ. RESULULLAH'IN HZ. HASAN VE HZ. HÜSEYİN'E SEVGİSİ VE BUNUN SEBEBİ
* ZEYD İBNU HARİSE VE OGLU ÜSAME (RADIYALLAHU ANHÜMA)
* AMMAR İBNU YASİR (RADIYALLAHU ANH)
* ABDULLAH İBNU MES'UD (RADIYALLAHU ANH)
* EBU ZERR EL-GIFÂRÎ (RADIYALLAHU ANH)
* HUZEYFE İBNU'L-YEMAN (RADIYALLAHU ANHÜMÂ)
* SA'D İBNU MU'ÂZ (RADIYALLAHU ANH)
* ABDULLAH İBNU ABBÂS (RADIYALLAHU ANHÜMÂ)
* ABDULLAH İBNU ÖMER (RADIYALLAHU ANHÜMÂ)
* ABDULLAH İBNU'Z-ZÜBEYR (RADIYALLAHU ANHÜMÂ)
* BİLAL İBNU RABAH (RADIYALLAHU ANH)
* UBEY İBNU KA'B (RADIYALLAHU ANH)
* EBU TALHA EL-ENSARÎ (RADIYALLAHU ANH)
* SELMÂNU'L-FÂRİSÎ (RADIYALLAHU ANH)
SAHABİLERİN FAZİLETLERİ BÖLÜMÜ
* EBU MUSA EL-EŞ'ARÎ (RADIYALLAHU ANH)
* ABDULLAH İBNU SELAM (RADIYALLAHU
ANH)
* CERÎR İBNU ABDİLLAH EL-BECELÎ (RADIYALLAHU ANH)
* CÂBİR İBNU ABDİLLAH İBNU HARÂM (RADIYALLAHU ANHÜMA)
* HZ. ENES İBNU MÂLİK (RADIYALLAHU ANH)
* BERÂ İBNU MALİK (RADIYALLAHU ANH)
* SABİT İBNU KAYS İBNU ŞEMMÂS (RADIYALLÂHU ANH)
* ADİYY İBNU HÂTİM (RADIYALLÂHU ANH)
* HZ. EBÛ HUREYRE (RADIYALLAHU
ANH)
* HÂRİSE İBNU SÜRAKA (RADIYALLAHU ANH)
* HALİD İBNU'L-VELİD (RADIYALLAHU ANH)
* AMR İBNU'L-AS (RADIYALLAHU ANH)
* EBÛ SÜFYAN İBNU HARB (RADIYALLAHU ANH)
* HZ. MUÂVİYE (RADIYALLAHU ANH)
* HATİCE BİNTU HUVEYLİD (RADIYALLAHU ANHÂ)
* HZ. HATİCE (RADIYALLAHU ANHÂ)
* HZ. FATIMA (RADIYALLAHU ANHÂ)
* SAFİYYE BİNTU HUYEY İBNU AHTAB (RADIYALLAHU ANHÂ)
* SEVDE BİNTU ZEME'A (RADIYALLAHU ANHÂ)
* ÜMMÜ EYMEN (RADIYALLAHU ANHÂ)
BEDİR, AKABE ve BEY'ATU'R-RIDVAN'A KATILANLARIN FAZİLETİ
FARKLI CEMAATLERİN FAZİLETLERİ
BAZI ARAP KABİLELERİNİN FAZİLETİ
SAHABE DIŞINDA BAZI KİMSELERİN FAZİLETİ
* MALİK İBNU ENES (RAHİMEHULLAH TEALA)
BAZI ZAMANLARIN ve MEKANLARIN FAZİLETİ
MEDİNE'NİN HARAM İLAN EDİLMESİ
MEKKE VE MEDİNE DIŞINDA YASAK BÖLGE:
MÜTEFERRİK AMEL VE FİİLLERİN FAZİLETLERİ
BAZI MÜŞTEREK VE MÜTEFERRİK HADİSLERLE FAZİLETİ BELİRTEN AMEL VE SÖZLER
HASTALIK, ÖLÜM VE MUSİBETLERİN FAZİLETİ
ÖLÜM VE ALLAH'A KAVUŞMA SEVGİSİ
(Bu bölümde sekiz bab vardır)
*
BİRİNCİ BÂB
BAZI PEYGAMBERLERİN FAZİLETLERİ
Hz. İbrahim'in Fazileti
Hz. Musa'nın Fazileti
Hz. Yûnus'un Fazileti
Hz. Dâvud'un Fazileti
Hz. Süleyman'ın Fazileti
Hz. Eyyüb'ün Fazileti
Hz. İsa'nın Fazileti
Hz. Hızır'ın Fazileti
*
İKİNCİ BÂB
HZ. RESULULLAH'IN FAZİLETLERİ
*
ÜÇÜNCÜ BAB
ASHABIN FAZİLETLERİ
*
BİRİNCİ FASIL
ÖZET OLARAK FAZİLETLERİ
*
İKİNCİ FASIL
TAFSİLATLI OLARAK FAZİLET VE MENKÎBELERİ
*
BİRİNCİ FER
BAZILARININ MÜŞTEREK FAZİLETLERİ
İKİNCİ FER'
HER BİRİNİN FARKLI FAZİLETLERİ
BİRİNCİ KISIM
ERKEKLERİN FAZİLETLERİ
Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallahu anh)
Hz. Ömer (radıyallahu anh)
Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer Arasında Müşterek Hadisler
Hz. Osman (radıyallahu anh)
Hz. Ali (radıyallahu anh)
Hz. Talha İbnu Ubeyd (radıyallahu anh)
Hz. Zübeyr (radıyallahu anh)
Hz. Sa'd İbnu Ebî Vakkas (radıyallahu anh)
Hz. Saîd İbnu Zeyd (radıyallahu anh)
Hz. Abdurrahman İbnu Avf (radıyallahu anh)
Hz. Ebû Ubeyde ibnu'l-Cerrah (radıyallahu anh)
Hz. Abbas İbnu Abdilmuttalib (radıyallahu anh)
Hz. Ca'fer İbnu Ebî Talib (radıyallahu anh)
Hz. Hasan ve Hüseyin (radıyallahu anhumâ)
Hz. Zeyd İbnu Hârise (radıyallahu anh)
Hz. Ammar İbnu Yasir (radıyallahu anh)
Hz. Abdullah İbnu Mes'ud (radıyallahu anh)
Hz. Ebû Zerr el-Gıfârî (radıyallahu anh)
Hz. Huzeyfe İbnu'l-Yemân (radıyallahu anh)
Hz. Sa'd İbnu Muâz (radıyallahu anh)
Hz. Abdullah İbnu'l-Abbâs (radıyallahu anh)
Hz. Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anh)
Hz. Abdullah İbnu'z-Zübeyr
(radıyallahu anh)
Hz. Bilâl İbnu Rabâh (radıyallahu anh)
Hz. Ubey İbnu Ka'b (radıyallahu anh)
Hz. Ebû Talha el-Fârisî (radıyallahu anh)
Hz. Selmân el-Farisî (radıyallahu anh)
Hz. Ebû Musa el-Eş'arî (radıyallahu anh)
Hz. Abdullah İbnu Selâm (radıyallahu anh)
Hz. Cerîr İbnu Abdillah el-Beceli (radıyallahu anh)
Hz. Câbir İbnu Abdillah İbni Harâm (radıyallahu anh)
Hz. Enes İbnu Mâlik (radıyallahu anh)
Hz. Berâ İbnu Malik (radıyallahu anh)
Hz. Sâbit İbnu Kays İbn Şemmâs (radıyallahu anh)
Hz. Adiyy İbnu Hatem (radıyallahu anh)
Hz. Ebû Hüreyre (radıyallahu anh)
Hz. Cüleybib (radıyallahu anh)
Hz. Hârise İbnu Sürâka (radıyallahu anh)
Hz. Hâlid İbnu'l Velîd (radıyallahu anh)
Hz. Amr İbnu'l-Âs (radıyallahu anh)
Hz. Ebû Süfyân (radıyallahu anh)Hz. Muâviye (radıyallahu
anh)
*
İKİNCİ KISIM
KADIN SAHABELERİN FAZİLETLERİ
Hz. Hatice Bintu Huveylid (radıyallahu anhâ)
Hz. Fâtıma
(radıyallahu anhâ
)Hz. Âişe (radıyallahu anhâ)
Hz. Safiyye (radıyallahu anhâ)
Hz. Sevde Bintu Zeme'a (radıyallahu anhâ)
Hz. Ümmü Eymen (radıyallahu anhâ)
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
EHL-İ BEYTİN FAZİLETLERİ
*
DÖRDÜNCÜ FASIL
ENSAR'IN FAZİLETLERİ
*
BEŞİNCİ FASIL
BEDİR EHLİNİN FAZİLETLERİ
DÖRDÜNCÜ BÂB
İSLÂM ÜMMETİNİN FAZİLETLERİ
*
BEŞİNCİ BÂB
MUHTELİF CEMAATLERİN FAZİLETLERİ
(Burda beş fasıl vardır)
*
BİRİNCİ FASIL
KUREYŞ'İN FAZİLETLERİ
*
İKİNCİ FASIL
BAZI ARAP KABİLELERİNİN FAZİLETİ
ÜÇÜNCÜ FASIL
ARAPLARIN FAZİLETİ
*
DÖRDÜNCÜ FASIL
ACEM VE RUMLARIN FAZİLETİ
*
BEŞİNCİ FASIL
SAHABE DIŞINDA BAZI KİMSELERİN FAZİLETİ
Üveysü'l-Karânî rahimehullah
Necâşî rahimehullah Teâlâ
Zeyd İbnu Amr İbni Nüfeyl
Ebû Tâlib
Mâlik İbnu Enes (radıyallahu anh) Teâla
*
ALTINCI BÂB
BAZI ZAMANLARIN VE MEKANLARIN FAZİLETİ
BİRİNCİ FASIL
BAZI ZAMANLARIN FAZİLETİ
*
BAYRAM
*
ZİLHİCCEDEN ON GÜN
*
ARAFE GÜNÜ
*
ŞA'BAN'IN YARISI
*
CUM'A GÜNÜ
*
MUHARREM
*
GECE
*
İKİNCİ FASIL
BAZI MEKANLARIN FAZİLETİ
*
BİRİNCİ FER'
Mekke'nin fazileti
*
İKİNCİ FER'
Medine'nin Fazileti
*
Kuba Mescidi, Uhud Dağı, Akik ve Zü'l-Huleyfe
*
ÜÇÜNCÜ FER'
Yeryüzünde Bazı Mekanların Fazileti
**
Hicaz
*
Cezîretu'l-Arab
*
Yemen-Şâm
*
Beytu'l-Makdis
*
Vecc Vadisi, Mescidü'l-Işâr, Bazı Nehirler
YEDİNCİ BÂB
BAZI AMELLERİN VE SÖZLERİN FAZİLETİNİ BEYAN EDEN MÜSTAKİL
HADİSLER
*
BİRİNCİ FASIL
Bazı Salavâtın Fazileti
*
İKİNCİ FASIL
Hasta Ziyaretinin Fazileti
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
Bazı Müşterek ve Müteferrik Hadislerle Fazileti Belirtilen
Amel ve Sözler
*
SEKİZİNCİ BÂB
HASTALIK, ÖLÜM VE MUSİBETLERİN FAZİLETLERİ
*
BİRİNCİ FASIL
HASTALIK VE MUSİBETLER
*
İKİNCİ FASIL
EVLADIN ÖLÜMÜ
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
ÖLÜM VE ALLAH'A KAVUŞMAYI SEVMEK
*
HZ. İBRAHİM ALEYHİSSELÂM VE OGLU
ـ4335 ـ1ـ
عَنْ أنَسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: ]جَاءَ
رَجُلٌ إلى
رَسُولِ
اللّهِ #
فقَالَ: يَا
خَيْرَ
الْبَرِّيَةِ.
فقَالَ #:
ذَاكَ إبْرَاهِيمُ
خَلِيلُ
اللّهِ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود
والترمذي.»البريّة«
الخلق .
1. (4335)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bir
adam gelip:
"Ey Hayru'l-Beriyye (yaratılmışların en hayırlısı)" diye
hitabetmişti. Aleyhissalâtu vesselâm hemen müdahale etti:
"Bu söylediğin İbrahim aleyhisselâm(ın vasfı)dır."
[Müslim, Fedâil 150, (2369); Tirmizî, Tefsir, Lem yekun suresi, (2349); Ebu
Dâvud, Sünnet 14, (4672).][1]
AÇIKLAMA:
Ulema, âyet ve hadislere dayanarak, yaratılmışların en
hayırlısının Resulullah olduğunu söyler. Hz. Peygamber'in, hadiste geçen sözü
iki suretle tevil edilir.
* Ya bunu tevazu için söylemiştir, zira Hz. İbrahim, Resulullah'ın
hem uzak dedesi, hem de Halîlullah'tır.
* Yahut da, Resulullah bu sözü, kendisinin insanlığın seyyidi
olduğunu bilmezden önce söylemiştir. Nitekim bir hadislerinde "Ben kıyamet
günü insanoğlunun seyyidiyim, fahir yok!"
buyurmuşlardır. Keza: "Peygamberler arasında üstünlük iddia
etmeyin" hadisi de, "Tefâhur maksadıyla üstünlük iddiasına kalkmayın" şeklinde açıklanmıştır.
Sadedinde olduğumuz hadisi bazı alimler,
"Kendi asrındaki insanların en hayırlısı idi" diye de tevil etmiştir.
[2]
ـ4336 ـ2ـ
وَعَنْ
اِبْنِ
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قَالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
الْكَرِيمَ
ابْنَ
الْكَرِيمِ
ابْنِ الْكَرِيمِ
ابْنِ
الْكَرِيمِ
يُوسُفُ بْنُ
يَعْقُوبَ
بْنِ
إسْحَاقَ
بْنِ
إبْرَاهِيمَ[.
أخرجه البخاري
.
2. (4336)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kerîm ibnu Kerîm İbni Kerim ibni Kerim: Yusuf İbnu Yâkup
İbni İshak İbni İbrahim'dir." [Buhârî, Enbiya 19, Tefsir, Yusuf 1.][3]
AÇIKLAMA:
1- Burada, "kerîm olmak" yani değerli olmak neseble
tevil edilmiştir. Gerçekten Hz. İbrahim'e dayanan Hz. Yûsuf'un nesebinde hep peygamberler yer almaktadır.
Böylesi bir nesebe sahip olan kimse nesebce ekrem olur.
2- Hz. İbrahim, Kur'ân-ı Kerîm'de zikri çokça geçen büyük peygamberlerden biridir. 69
kere ismi geçer. İkinci rivayette görüldüğü üzere bilinen diğer bir kısım
peygamberlerin babası veya ceddidir. Hz. İshâk, Hz. İsmail, Hz. Yâkup, Hz.
Yûsuf aleyhimüsselam gibi, Hz. Lut (aleyhisselâm)'ın da amcasıdır.
3- Hz. İbrahim'in diğer peygamberlere nazaran müstesna bir şahsiyeti vardır. Yahudi,
Hıristiyan ve Müslüman ona sahip çıkma hususunda nizâ ederler. Kur'an meseleyi
halleder: O ne Yahudi ne de Hıristiyan
değildir, o Müslümandır. "İbrahim ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan. O hak
dine yönelmiş bir Müslüman idi. O Allah'a ortak koşanlardan değildi." [(Âl-i İmrân 67).]
4- Hz. İbrahim'in hayatı, Kur'ân-ı Kerîm'de oldukça
teferruâtlı olarak anlatılır. Doğumu, babasıyla, puta tapan kavmiyle olan mücadelesi, putlara karşı
ateşe atılışı, Ka'be'yi inşâ edişi, Allah'a oğlu İsmâil'i kurban etmesi
hususunda gördüğü rüyası, oğlunu boğazlayacağı sırada koçun verilmesi vs.
Kur'ân'da hayat hikâyesi bu kadar teferruâtıyla yer alan başka peygamber yoktur
denebilir.
5- Hz. İbrahim, dinler tarihinde ve bilhassa tevhid tarihinde
mühim bir halkayı teşkil eder. Bir kısım içtimâî ve beşeri müesseseler onunla
başlar. Sünnet olma tatbikatını insanlığa ilk defa O getirmiştir. İlk misafir
ağırlayan da odur.
Hz. İbrahim, herkesin üryân (çıplak) geleceği mahşerde ilk
giydirilecek ve ayrıca Cennete ilk
girecekler arasında yer alır.
6- Kâbe'yi kurup, hacc menasikini ilk tanzim eden de Hz.
İbrahim' dir. O'nun putları kırma hadisesi ve böyle bir an'aneyi başlatmış olması müstesna bir
menkibedir. İnsanlık kıyamete kadar put kırma işinde O'ndan ilham almaya devam
edecektir.
7- Kur'ân'daki şu cümlesi, hatırda her an canlı tutulması gereken bir hakikatı
ifade eder: َاُحِبُّ
اْŒفِلِينَ
"Fani olan şeyleri sevmem!" (En'âm,
76).
8- Hz. İbrahim Halîlu'r-Rahmân bilinir. Yani Allah'ın halîli,
Halîl kelimesini kısaca dost olarak tercüme etmek mümkünse de bununlafarklı bir
dostluğun ifade edildiğini belirtmemiz gerekir.
İbnu Hacer İbrahim kelimesinin Süryanice'de müşfik baba اَبٌ
رَحِيمٌ mânasına geldiğini belirttikten sonra, Halil
kelimesinin tahliline geçer ve der ki: Halîl, faîl veznindedir, fâil
manasındadır. O, sadakat ve muhabbet manasına gelen hullet kelimesinden gelir.
Ancak bu öyle bir muhabbettir ki, kalbe iyice nüfuz etmiş ve artık onun bir
ihtiyacı, bir parçası haline gelmiştir. Bu mâna, Hz. İbrahim aleyhisselam'ın
kalbinde mevcut olan Allah sevgisine nisbet
edilince sahih olur. Ancak, onun Allah hakkında kullanılması mukabele
yoluyla tevil edilince doğru olur.
Şunu da belirtelim ki, hullet'in aslının "saflama",
"paklama" olduğu da söylenmiştir. Hz. İbrahim'in halîl olarak
tesmiyesi, bu açıdan, dostluğu da düşmanlığı da Allah adına yapmasındandır.
(Yani dost olup sevmede, düşman bilip sevmemede tek ölçü Allah'tır. Niyetini, ölçüsünü kirleten
bir başka gaye ve mülâhaza yoktur). Allah'ın O'na olan hullet'i ise O'na yardım ve O'nu imam
kılmasıdır. Halîl kelimesinin hallet yani hâcet'den geldiği de söylenmiştir. Bu manada Halîl, Hz.
İbrahim'in sadece Allah'la yetindiğini, ihtiyacının görülmesini sadece O'ndan
bildiğini, (bir başka kapıya arz-ı hâcet etmediğini) ifade eder.
Hullet, sadâkat, meveddet ve muhabbet gibi manalar ifade etse de
ulemâ, umumiyetle, hullet'le ifade edilen sevgi ve dostluğun, çok daha üstün
bir dostluk olduğunu söylemekte ittifak etmiştir. Hadiste Resulullah'ın
"Ben Rabbimden başka bir halil (dost) ittihaz etseydim..." demesi,
O'nun insanlardan bir halil'i olmadığını ifade eder. Halbuki, dostları vardı.
Öyleyse halîl çok daha yüksek bir dost olmalıdır. [4]
ـ4337 ـ1ـ
عَنْ أبِي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ:
]اِسْتَبَّ
رَجُلٌ مِنَ
الْمُسْلِِمينَ
وَرَجُلٌ
مِنَ
الْيَهُودِ.
فَقَالَ الْمُسْلِمُ:
وَالَّذِى
اصْطَفَى
مُحَمّداً عَلى
الْعَالَمِينَ؛
وَقَالَ
الْيَهُودِىُّ:
وَالّذِِى
اصْطَفى
مُوسى عَلى
الْعَالَمِىنَ.
فَرَفَعَ
الْمُسْلِمُ
عِنْدَ ذلِكَ
يَدَهُ
فَلَطَمَ
الْيَهُودىَّ
فَذهَبَ
الْيَهُودىُّ
إلى النّبىِّ
# فَأخْبَرَهُ.
فَقَالَ: َ
تُخَيِّرُونِى
عَلى مُوسى،
فإنَّ
النَّاسَ
يُصْعَقُونَ
فَأكُونُ
أوَّلَ مَنْ
يُفِيقُ
فإذَا مُوسى
بَاطِشٌ
بِجَانِبِ
الْعَرْشِ،
فََ أدْرِي
أكَانَ
مِمّنْ
صُعِقَ
فَأفَاقَ،
أوْ كَانَ
فِيمَن
اسْتَثْنَى
اللّهُ تَعالى[.
أخرجه الخمسة
إ النسائي.
قوله »اصطفى«
أى اختار.و»الصّعْقَةُ«
الموْتِ
والغشى.و»بَاطِشٌ«
أىْ آخذٌ
بِقَائِمَةِ
الْعَرش.و»أفَاقَ«
الْمَريضُ
وَالمغْشىّ
عَليه: إذا
عادَ إلى صحّته
.
1. (4337)- Hz. Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Müslümanlardan biri ile Yahudilerden biri
aralarında münakaşa edip küfürleştiler. Müslüman öbürüne:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı âlemler üzerine seçkin
kılan Zât-ı Zülcelâl'e kasem olsun!" diye yemin etti. Yahudi de:
"Musa aleyhisselam'ı âlemler üzerine seçkin kılan Zât-ı Zülcelâl'e kasem
olsun!" diye yemin etti. Derken, o böyle der demez, müslüman elini
kaldırıp yahudi'ye bir tokat vurdu. Yahudi de doğruca Aleyhisselâtu vesselâm'a
gidip hadiseyi haber verdi. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Beni Hz. Musa'ya üstün kılmayın! Çünkü insanlar hep
bayılacaklar. İlk kalkan ben olacağım.
Ben ayılınca Hz. Musa'yı Arş'ın bir ucundan tutmuş göreceğim. Bilemiyorum. O,
bayılıp hemen ayılanlardan mıdır, yoksa Allah'ın istisna ettiklerinden
midir?" buyurdu." [Buhârî, Husumât 1, Enbiya 34, 35, Rikâk 43, Tevhid
31; Müslim, Fezâil 160, (2373); Ebu Dâvud, Sünnet 14, (4671); Tirmizî, Tefsir,
Zümer, (3240).][5]
AÇIKLAMA:
Burada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kıyametten bahseden bir
ayete atıf yapmaktadır. Mezkur ayette Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: (Mealen):
"Sûra üfürülür ve Allah'ın dilediklerinden başka göklerde kim var, yerde
kim varsa düşüp ölür. Sonra bir daha sûra üflenir ve onlar kabirlerinden kalkıp
bakışırlar" (Zümer 68).
Âyete dikkat edersek sûr'a iki kere üfleneceğinden bahsetmektedir:
Birinci üflemede, Allah'ın istisna kıldıkları dışında her canlı ölecektir.
Demek ki bu üfleme ile âlemdeki bütün canlılar ölecek, Allah'ın istisna kıldıkları ölmeyecektir.
Sadedinde olduğumuz hadiste, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm),
ikinci üfleme ile ilk uyananın kendisi olacağını, Hz. Musa'yı Arş'ın bir ucunu
tutmuş görünce O'nun, birinci sûra üflemesinde ölüp kendinden önce mi
dirildiğini, yoksa birinci sûrda Allah'ın istisna ederek ölmeyeceğini haber
verdiği müstesnalardan mı olduğunu bilemediğini beyan etmiş olmaktadır. Şayet
müstesnalardan ise bu Hz. Musa için istisnai bir fazilettir. İslâm âlimleri
müstesna tutulacakların Cebrail, Mikâil, İsrâfil, Azrâil aleyhimüsselâm
olduklarını söyler. Bazıları da "Hamele-i arş veya rıdvan melekleri, huriler, Mâlik (cennetin hazinedârı),
Zebâniler (cehennemin bekçileri)" demiştir.
Hadisin bu şekilde izahı bir
müşkil ortaya koymaktadır: Hz. Musa halen ölmüş bilindiğine göre, O'nun,
sûra üflendiği zaman ölmekten istisna tutulanlar arasında olması nasıl mümkün olur? Bunu
söyleyebilmek için O'nun ölmemiş olduğunu, hayatta bulunduğunu kabul etmek
gerekir. Hz.İsa hakkında bunu söylemek
mümkün ise de, Hz. Musa hakkında söylemek mümkün değildir. Çünkü, "onun
ölmediğinden veya öldükten sonra tekrar hayata döndüğünden" bahseden bir
rivayet mevcut değildir.
Kâdı İyaz bu müşkile dikkat çektikten sonra bir açıklama yapar:
"Bana göre, hadiste zikri geçen bayılma hadisesi insanlar dirildikten
sonra, göklerle yerin yarıldığı anda vukua gelecek bir bayılma olması
muhtemeldir. Hadise bu şekilde bakınca âyetle arada ihtilaf kalmaz. Hadiste
geçen ayılma kelimesi de bu manayı teyid eder. Zira, ayılma tabiri bayılanlar
hakkında kullanılır. Ölenler için ayılmaktan değil, dirilmekten bahsedilir.
Nitekim Hz. Musa'nın Tûr dağında tecellî-i ilâhî karşısında
"bayılma"sı mevzubahisdir, "ölme"si değil."
Kadı İyaz'a göre, hadiste geçen "Benden önce mi ayıldı
bilmiyorum!" ifadesine, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), ilk dirilecek
insanın kendisi olacağını bilmezden önce söylemiş olmalıdır diye de
tevil getirilmiştir. Gerçi, hadisten, Hz. Musa'nın ilk dirilenlerden
olduğunu söylemiş olması da anlaşılabilir. Bu ilk dirilecekler,
peygamberlerdir. Aynî, bu hadisi açıklama sadedinde peygamberlerin diri
olduklarına dair bazı deliller kaydettikten sora der ki: "Peygamberlerin
diri oldukları takarrur edince, onlar yerle gökler arasındadırlar. Sûr'a
ölüm nefhası üfürülünce yer ve
göklerdeki bütün hayat sahipleri ölecek, sadece Allah'ın istisna ettikleri
ölmeyecektir. Peygamberlerden başkaları bu nefhada ölecek, peygamberler ise
bayılacaktır. Sûr'a diriltme (ihya) nefhası üflendiği zaman ölmüş olanlar
dirilecek, bayılmış olanlar ayılacaklardır. Durum böyle olunca, anlaşılıyor ki
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ilk ayılan ve (peygamberler dahil) bütün
insanlardan önce kabrinden ilk çıkan olacaktır. İşte, bu halden sadece Hz. Musa
istisna edilmiş gözükmektedir. Hadiste, Resulullah tereddüt ifade ediyor: O
daha önce mi dirilecek, yoksa bulunduğu hal üzere mi kalacak? Bu hususu tam
kestirememiş, tereddüt etmiştir. Her iki
hale göre de Hz. Musa için bu durum başkalarına nasip olmayan büyük bir
fazilettir."
2- Hz. Musa da büyük peygamberlerden biridir. Kur'ân-ı Kerîm Hz.
Musa'nın hayatına da geniş yer verir, pek çok teferruatı işler. Bilhassa
Firavun'la olan mücadelesi birçok surelerde tekrar tekrar özetlenir. Hz.
Musa'ya bir çok mucize verilmiştir. Ahkâmca zengin olan Tevrat'ın sahibidir.
Mısır'da, Hz. Yusuf'tan sonra sayıları artan ve Firavunlarca köleleştirilmiş
durumda olan İsrailoğullarını, Mısır'dan kaçırıp Kızıldeniz'i geçirmiş Sina'ya
getirmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Musa'nın büyüklüğüne iş'âren ona dokuz âyet
verildiğini zikreder (İsra, 101). Bu ayetler (mucizeler), İbnu Abbâs'a göre
şunlardır:
* Âsa,
* Yed-i beyza,
* Çekirge,
* Ekin biti,
* Kurbağa,
* Kan,
* Taş,
* Deniz,
* Tûr Dağı'nın İsrailoğullarını korkutması,
Bazılarına
göre de bu dokuz emirdir:
* "Allah'a eş koşmayın.
* Haksız yere adam öldürmeyin,
* Zina etmeyin,
* Faiz yemeyin,
* Sihir yapmayın,
* Hüküm sahibine karşı müzevirlikte bulunmayın,
* İsrâfa sapmayın,
* Namuslu kadınları lekelemeyin,
* Muhârebeden kaçmayın."[6]
ـ4338 ـ1ـ
عَنْ أبِي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قالَ: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #: مَا
يَنْبَغى
لِعَبْدٍ أنْ يَقُولَ:
أنَا خَيْرٌ
مِنْ يُونُسَ
بْنِ مَتَّى،
وَنَسَبُهُ
إلى أبِيهِ[.
أخرجه
الشيخان وأبو
داود ولم يذكر
أبو داود
ونسبه الى
أبيه.قالَ
بَعْضُهُمْ:
هذِهِ
ا‘لْفَاظُ
مُدْرَجَةٌ
فِى
الْحَدِيثِ
مِنْ كََمِ
أبِي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
فإنَّ
يُونَسَ بْنِ
مَتّى في هذَا
الْحَذِيثِ
مَنْسُوبٌ
إلى أمِّهِ دُونَ
أبِيهِ
فَبَيَّنَ
الرَاوِى
بِقَوْلِهِ:
وَنَسَبُهُ:
أى النبي # إلى
أبيه: أى
دُونَ أمِّهِ،
َ كَمَا
فَعَلْتُ
أنَا مَنْ
نِسْبَتُهُ
إلى أمه .
1. (4338)- Hz. Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Bir kulun: Benim, Yûnus İbnu Mettâ'dan hayırlı
olduğumu" söylemesi uygun olmaz. Onun
nesebi de babasınadır." [Buhârî, Enbiya 35, Tefsir, Nisa 26,
Tefsir, En'âm 4, Tefsir, Saffât 1; Müslim, Fezâil 166, (2376); Ebu Dâvud,
Sünnet 14, (4669, 4670).]
Bazı âlimler demiştir ki: "Rivayette geçen "Onun nesebi
babasınadır" cümlesi. Ebu Hüreyre'nin kelamıdır, bir derctir. Zira bu
hadisteki Yunus İbnu Mettâ babasına değil, annesine nisbettir. Böylece râvi "Onun nesebi..." sözüyle,
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Hz. Yunus'u annesine değil, babasına
nisbet ettiğini beyan etmiştir."[7]
AÇIKLAMA:
1- Müellif İbnu Deybe'nin kaydettiği son açıklama Mettâ
ismiyle ilgili bir münakaşaya parmak basmaktadır: Bazı alimlere göre bu,
babasının ismidir; bazılarına göre de annesinin. Şu halde, Ebu Hüreyre, bu
ihtilafta Mettâ'nın Hz. Yûnus'un annesinin değil babasının ismi olduğu
görüşündedir.
2- Bu hadisi iki şekilde anlamak mümkündür:
a) Hiçbir kulun "Ben Yûnus'tan hayırlıyım" demesi
münasib olmaz. Bu mânada Hz. Peygamber kendisini de kastetmiş olmaktadır. Çünkü
O da bir kuldur. Dolayısıyla mâna şöyle olur: " Benim bir peygamber olmama
rağmen Hz. Yûnus'tan daha hayırlı olduğumu söylemem muvafık değildir."
Nitekim Taberânî'nin, Abdullah İbnu Cafer'den kaydettiği bir rivayette: "Bir peygamberin: ‘Ben Yûnus'tan
hayırlıyım' demesi muvafık olmaz" şeklinde gelmiştir.
b) Hadisten şu mâna da anlaşılabilmektedir: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) demiştir ki: "Hiçbir kula, ben Muhammed
(aleyhissalâtu vesselâm)'in, Yûnus 'dan daha hayırlı olduğumu söylemesi muvafık
olmaz."
Her iki mâna aslında aynı neticeye çıkar ve Yunus aleyhisselâm'ın
Resûlullah'tan daha efdal olduğu mânasına ulaşılır. İşte bu mâna
"Ben Hz. Adem'in evladlarının efendisiyim (en
hayırlısıyım)" hadisine muhalefet ettiği için, hadisi âlimler müşkilatlı
bularak, işkâli kaldırmak için bazı açıklamalar getirmişlerdir:
* Hattâbî der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Ben Hz. Adem'in evladlarının efendisiyim" hadisiyle, Allah'ın
kendisine lutfettiği fazilet ve efendiliği haber vermiş olmakta, Allah'ın
üzerindeki nimetini belirtmekte, ümmetine, Hakk'a çağırdığı muhatablarına
Rabbi'nin yanındaki yüce makamı, hususî yeri bildirmiş olmaktadır. Tâ ki,
peygamberliğine inançları ve itaatine itikadları buna göre olsun. Ümmetine bu
efdaliyet durumunu bildirmek ve açıklamak ona gerekli ve üzerine farzdı.
Ancak Hz. Yunus aleyhisselâm hakkındaki sözüne gelince, bu iki
surette te'vil edilir:
1) "Bir kulun benim Yûnus İbnu Mettâ'dan hayırlı olduğumu
söylemesi uygun olmaz" cümlesi ile kendinden başkalarını kasdetmiş olması
mümkündür.
2) Bu ifade ile, başkalarının ve kendinin de dahil olduğu
mutlak bir mâna kasdetmesi de mümkündür. Bu durumda bu sözün ondan sudûru,
nefsinden bir fedakârlık ve Rabbine karşı bir tevazu izharıdır. Mâna şöyle
olur: "Benim, ondan hayırlı olduğumu söylemem muvafık olmaz. Çünkü benim
nail olduğum fazilet, Allah Teâlâ Hazretleri'nin bir lütfudur, onun hususi bir
muamelesidir. Kendi kendime kazandığım bir başarı değildir, kendi kuvvetim ve
gayretimle de ona ulaşmış değilim. Öyleyse onunla iftihar etmeye hakkım yok.
Bana düşen, bu lütfa karşı Rabbime şükretmektir. (Ben bu lütfu da ilan
ediyorum, çünkü "Allah'ın sana olan
nimetini (gizleme), söyle, (ilan et!)" (Duhâ, 11) âyetiyle Rabbim bunu
emrediyor.")
*
Doğruyu
Allah bilir ama, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, betahsis Hz. Yûnus
aleyhisselâm'ı zikretmesi, kanaatimce, Allah Teâlâ' nın O'nun hakkında bize
anlattığı şey sebebiyledir. Yani, kavminin verdiği ezaya karşı sabrının
azlığıdır: Bu eza sebebiyle onlara öfkelenerek onları terkedip gitmiş, azim
sahibi peygamberler gibi sabır gösterememiştir."[8]
Ulemânın
yaptığı iki te'vili böylece kaydeden Hattâbî devamla der ki: "Bu ikinci izah
hadisin mânasına daha uygun ve evlâ olanıdır. Nitekim, bir başka tarîkte hadis
şöyle gelmiştir:
"Bir
peygambere: ‘Ben Yunus İbnu Mettâ'dan hayırlıyım' demesi yakışık almaz."
Burada ifadeyi, Aleyhissalâtu vesselam, kendisine has kılmamış bütün peygamberlere
teşmil etmiş, böylece kendini de onlara dahil etmiştir. Bu rivâyet, Ebu
Dâvud'da da gelmiştir.
Mezkur
işkâli giderme sadedinde, bazıları, "Ben Âdem' in evladlarının
efendisiyim" hadisiyle, Kıyamet günü, şefaatiyle gelip, insanlara
efendilik yapacağı zamandaki durumunu kasdetmiş olabilir" demiştir."
3- Tevâzuunu ifade sadedinde, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı, Kur'an'da hatası nazara verilmiş olan Yûnus aleyhisselâm'la
mukayese etmeye sevkeden hususun anlaşılması için Hz. Yûnus'un kıssasını bilmek
gerekmektedir:
Hz. Yûnus, Musul'un Ninova kasabasından idi. Orası yüzbinden fazla
nüfuslu birşehirdi. Halkının ahlâkı bozulmuş ve puta tapmaya başlanmıştı. Hz.
Yûnus, 30 yaşında halkı Hakk'a davet etmek üzere peygamber kılındı. Tam 33 yıl
çalışmasına rağmen, iki kişi hariç kendisine kimse iman edip yolunu düzeltmedi.
Sonunda halkı kendilerine yaklaşmakta olan büyük bir azabla korkuttu ve gün
belirtti. Yine de dinleyen olmayınca, öfkeyle beldeyi terkedip, Dicle (veya
Deniz) kenarına çekildi. Halk Hz. Yûnus'un sözünü dinlemese de azab
ihtimalinden telaşlı, korkulu bir bekleyişe girmişti. Belirtilen gün gelince
haber verilen azâbın belirtileri zuhur etmeye başladı. Halk yaptığına pişman
oldu. Hz. Yûnus'u aradılar. Bunun üzerine şehri terkedip hariçte toplanarak hep
birlikte tevbe ettiler. Allah, tevbelerini kabul ederek azabı geri çevirdi.
Kur'ân-ı Kerîm'in ilgili âyetlerini yorumlayan âlimler Hz.
Yûnus'un, öfkeyle kavmini terkedişini, onun bir hatası (zelzelesi) olarak
değerlendirir. Gerçi burada emre itaatsizlik mevzubahis değildir. Allah Teâlâ
Hazretleri, "Şehirden çıkma!" emrinde bulunmuş değil, veya
"şöyle yap!" demiş de, O, yapmamış değil. Ama "Şehirden çıkarken
Hak Teâla'nın iznini almamıştır. İzin almalıydı, almamış olması bir zelle bir
hatadır" denmiştir.
İşte bu hatası sebebiyle, şehirde olup bitenlerden habersiz olarak
bir gemiye binen Yûnus aleyhisselâm, İlahî te'dibe mâruz kalır. Şöyle ki:
Bindiği gemi arızalanıp yürümez hale gelince, gemiciler: Ôİçimizde efendisinden
kaçan köle var' deyip kim olduğunu tesbit için kur'aya başvurdular. Üç sefer
tekrar edilen çekimde, kur'a her seferinde Hz. Yunus'a isabet etti. Onu,
kaldırıp denize attılar. Derhal bir balık yuttu.
Hayatında çok tesbihte bulunan Hz. Yunus, balığın karnında derhal
tesbihe başlayıp "Ey Rabbim! Senden başka ilâh yoktur, seni tenzih ederim.
Ben nefsine zulmedenlerden oldum" (Enbiya, 87) der. Hatasını itiraf eder,
mağrifet diler. Allah O'nu bu tesbihinin hatırına mağfiret buyurur: "Eğer
çok tesbih edenlerden olmasaydı, Kıyamete kadar balığın karnında kalıp
gitmişti" (Saffat 143-144).
İbnu Hacer'in kaydettiği
"sahih" bir rivayette
Hz. Yûnus'la ilgili kıssada şu ziyade yer almaktadır: "(Hz. Yûnus azab
gelmezden önce şehri terkedip gitti. Sabah olunca şehre yaklaşıp baktı ki azab
gelmemiş. Onların şeriatında yalan söyleyenler öldürülürdü. Bunun üzerine
öfkeyle oradan ayrıldı, bir gemiye bindi. Gemide: "Sizinle birlikte
Rabinden kaçan bir kul var, onu denize atmadıkça geminiz yürümez!" dedi. Gemiciler: "Ey
Allah'ın peygamberi seni asla atmayız!" derler. Yûnus aleyhisselam:
"Öyleyse kur'a çekin!" dedi.
Kur'a çekerler. Üç kere tekrarlarlar. Her seferinde O'na çıkar.
Onu denize atarlar ve bir balık yutar, denizin dibine götürür. Orada kumların
tesbihini işitir ve "karanlıkta da َ اله
اَّ اَنْتَ
سُبْحَانَكَ
اِنّى كُنْتُ
مِنَ
الظَّالِمِين
diye nida eder" (Enbiya 87).
Bezzâr'ın bir rivayetinde: "Allah, Yunus'u balığın karnında hapsetmek isteyince, balığa kemiklerini kırmamasını, etlerini
zedelememesini emreti. Denizin dibine götürünce, Yûnus, Allah'ı tesbihe
başladı. Melekler: "Ey Rabbimiz! biz, yakın bir yerden zayıf bir ses
işitiyoruz" derler. Rab Teâlâ: "Bu Yûnus'tur" buyurur. Melekler,
lehinde şefaatte bulunurlar. Allah balığa emreder, o da sahile atar."
Hz. Yûnus'un balığın karnında kaldığı müddetle ilgili olarak,
rivayetlerde; "40 gün, 7 gün, 3 gün, kuşluk vaktinden akşam vaktine
kadar" gibi farklı rakamlar gelmiştir.
Karaya atılan Yunus aleyhisselâm, üzerinde tüyü olmayan,
yumurtadan yeni çıkmış civciv gibi idi. Bitkin, halsiz vaziyette idi. Cenab-ı
Hakk yaktîn bitkisi'nin altında gölgeledi. Yaktin'in iri yapraklı, çabuk büyüyen kabak bitkisi
olduğu kabul edilir. Burada dinlenip
kendine gelen Hz. Yunus, tekrar kavmine döndü. Kıl payı azabtan kurtulan
Ninovalılar O'nu bir müddet dinleyerek istikâmete gelirler.[9]
4- Hz. Yûnus Kıssasındaki Hisse:
Kur'ân-ı Kerîm, geçmiş milletlerden, geçmiş insanlardan
bahsetmekle bize sadece bir tarih bilgisi vermeyi kasdetmez. Her ne kadar
geçmişin karanlık devirlerine de bir nur serpmek, maziyi bize aydınlatmak hizmetini de görüyor ise de, daha çok içinde
yaşadığımız şartlarda takib edeceğimiz doğru yolu veya önümüze çıkacak farklı
durumlar ve şahıslardan nelerin faydalı ve iyi, nelerin zararlı ve kötü
olduğunu göstermeyi gaye edinir. Hatta bu ikinci gaye öncekinden daha mühimdir. Her mü' mine, her insana bu suretle
bir mesaj verir, bir rehber ve kılavuz olur.
Hz. Yunus kıssasını, içinde bulunduğumuz şartlara tatbik ederek bir
ders-i ibret halinde yorumlayan nefis bir parçayı Bediüzzaman'dan kaydediyoruz:
"İşte Hz. Yûnus aleyhisselâm'ın birinci vaziyetinden yüz
derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz, istikbaldir. İstikbalimiz,
nazar-ı gafletle onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir.
Denizimiz, su sergerdân küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde
binler cenaze bulunuyor. Onun denizinden
bin derece daha korkuludur. Bizim hevâyı nefsimiz, hûtumuzdur (balığımızdır),
hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hût, onun hûtundan bin derec
daha muzırdır. Çünki, onun hutu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz
ise, yüzmilyon seneler hayatın mahvına çalışıyor. Madem hakiki vaziyetimiz
budur; biz de Hazret-i Yunus aleyhisselâm'a iktidâen umum esbabdan yüzümüzü
çevirip doğrudan doğruya Müsebbibü'l Esbâb olan Rabbimize iltica edip َ
اله اَّ
اَنْتَ
سُبْحَانَكَ
اِنّى كُنْتُ
مِنَ
الظَّالِمِين
demeliyiz ve ayn-elyakin anlamalıyız ki, gaflet ve delâletimiz
sebebiyle aleyhimize ittifak eden istikbal, dünya ve hevayı nefsin zararlarını
defedecek yalnız o zât olabilir ki, istikbal taht-ı emrinde, dünya taht-ı
hükmünde, nefsimiz taht-ı idaresindedir.
Acaba Hâlik-ı Semâvât ve Arzdan başka
hangi sebep var ki, en ince ve en gizli hâtırat-ı kalbimizi bilecek ve bizim
için istikbali, ahiretin icadiyle ışıklandıracak ve dünyanın yüzbin boğucu emvâcından kurtaracak, haşa Zât-ı
Vâcib-ül-Vücud'dan başka hiçbir şey,
hiçbir cihette O'nun izni ve idâresi olmadan imdat edemez ve halaskar
olamaz. Madem hakikat-ı hal böyledir. Nasıl ki Hz. Yunus aleyhisselâm'a o
münâcatın neticesinde hutu ona bir merkub (binek), bir taht elbahir (denizaltı)
ve denizi bir güzel sahra; ve gece, mehtabı bir latif suret aldı. Biz dahi o
münâcâtın sırriyle َ
الهَ اَّ
اَنْتَ
سُبْحَانَكَ
اِنّى كُنْتُ
مِن
الظَّالِمين demeliyiz,
َ اله
اَِّ اَنْتَ cümlesiyle istikbalimize سُبْحَانَك
kelimesiyle dünyamıza, اِنِّى
كنْتُ مِن
الظَّالِمين fırkasıyla nefsimize nazar-ı merhametini
celbetmeliyiz. Tâ ki, nur-u iman ile ve Kur'ân'ın mehtabıyla istikbalimiz
tenevvür etsin ve o gecemizin dehşet ve vahşeti, ünsiyet ve tenezzühe inkılâb
etsin. Ve mütemadiyen mevt ve hayatın
değişmesiyle seneler ve karnlar (çağlar) emvâcı üstünde hadsiz cenazeler binip
ademe atılan dünyamız ve zeminimizde, Kur'ân-ı Hakim'in tezgahında yapılan bir
sefine-i maneviye hükmüne geçen hakikat-ı İslâmiyet içine girip selâmetle o
denizin üstünde gezip, tâ sahil-i selâmete çıkarak hayatımızın vazifesi bitsin. O denizin fırtınaları ve zelzeleleri,
sinema perdeleri gibi tenezzühün manzaralarını tazelendirmekle, vahşet ve
dehşet yerine, nazar-ı ibret ve tefekkürü keyiflendirerek okşayıp ışıklandırsın.
Hem o sırr-ı Kur'an'la, o terbiye-i Fürkâniye ile; nefsimiz bize binmeyecek,
merkubumuz olup, bizi ona bindirip, hayat-ı ebediyemizin kazanılmasına kuvvetli
bir vâsıtamız olsun."[10]
ـ4339 ـ1ـ
عَنْ أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #
خُفِّفَ عَلى
دَاودَ
الْقُرآنُ،
فَكَانَ
يَأمُرُ
بِدَوَابِّهِ
أنْ تُسْرَجَ
فَيَقْرَؤُهُ
قَبْلَ أنْ
تُسْرَجَ،
وَكَانَ َ
يَأكُلُ إَّ
مِنْ عَمَلِ
يَدَيْهِ[.
أخرجه
البخاري .
1. (4339)- Hz. Ebu Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Dâvud aleyhisselâm'a okumak (Kur'ân) kolaylaştırılmıştı.
Böylece, hayvanının eğerlenmesini emreder, eğerlenmezden önce (baştan sona
Kur'ân'ı) okurdu. O, kendi el emeğiyle kazandığından başka bir şey
yemezdi." [Buhârî, Enbiya 37; Büyû 15, Tefsir, Benî isrâil 5.][11]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste geçen el-Kur'ân'dan maksat okumaktır. Nitekim bazı
rivayetlerde el-Kırâet kelimesi kullanılmıştır. Kıraat kelimesinin aslı
toplamak (cem) manasına gelir. "Her şeyi kıraat ettim" demek, her
şeyi cem ettim demektir. Her peygmaberin Kur'ân'ı, kendisine vahyedilen
kitabıdır. Hz. Dâvud'un okuduğuna da Kur'ân denmesi, Kur'ân'a mucize vaki
olduğu gibi ona da mucize vaki olduğuna işaret etmek içindir. Hz. Davud'a neyin
okunması kolaylaştırılmıştı? Bu açık değildir. Ulemâ "Tevrat'ın" veya
"Zebur'un" okunması demekte ihtilaf eder. Bu tereddüdün sebebi
Zebur'un tamamı mev'ize olması ve ahkâmı Tevrat'tan almaları sebebiyledir.
Yani, onlar nezdinde her iki kitap da muteberdi. Katâde merhum demiştir ki:
"Biz Zebur'un, hepsi de mev'ize ve senâ olan, içerisinde haramhelal,
ferâiz ve hudud hiç bulunmayan 150
sureden müteşekkil olduğunu konuşurduk. Ahkâm meselesinde Tevrat esas
alınırdı."
İbnu Hacer, at eğerleninceye kadar Kur'ân'ın okunması ihbarını
değerlendirerek, hadisten: "Bereket, bazan kısa bir anda tecelli eder de o
kısa anda pek çok amel ortaya konur" hükmünü ifade ettiğini söyler. Nevevî
der ki: "Bu hususta bana ulaşan
haberlerin çoğu, bir kimsenin dört hatim gecede, dört hatim de gündüzde
indirdiğini haber verir. Bazı sûfiler bu meselede mübâlağa ederek,aşırı
iddialarda bulunmuştur. Gerçeği Allah bilir."
Şu halde, İbnu Hacer tecelli eden harekete maddî, kemmî bir örnek
vermekten kaçınırsa da, Nevevî gece ve gündüz bir günde en fazla sekiz hatim
indirilebileceğine, aşırı iddialara itibar edilmemesi gereğine dikkat çeker.
Ancak, hemen belirtelim ki, Kur'an okumada bir günde bir kaç hatim indirmek
ideal olan okuyuş tarzı değildir.
2- Hz. Davud'un burada zikredilen mümtaz bir vasfı, kendi
elinin emeğiyle rızkını temin etmesidir.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir başka hadiste, "kişinin en temiz
yiyeceğinin el emeğiyle kazandığı şey" olduğunu belirtir ve buna örnek
olarak Hz. Davud'u gösterir:
"Kimse eliyle kazandığından daha hayırlı (temiz) bir şey
yememiştir. Allah'ın Peygamberi Dâvud aleyhisselâm el emeğini verdi."
İbnu Hacer, Hz. Dâvud'un el emeği olarak zırh yaptığını, onun zerrâd yani zırh ustası olduğunu, Allah'ın ona demiri
yumuşattığını, yumuşayan demiri onun zırh yapmada kullandığını, Dâvud
aleyhisselâm'ın, devrinin büyük
krallarından biri olmasına rağmen yapıp sattığı zırhın parasından başka bir şey
yemediğini belirtir. Nitekim sadedinde olduğumuz hadis, Hz. Dâvud'un binmek
istediği zaman başkaları tarafından eğerlenen hayvanları olduğunu söylemekle,
onun ciddi bir saltanata sahip olduğunu ima etmiş bulunmakta, bu imadan sonra
"elinin emeğini yediğinden" bahsedince, onun verâsına dikkat çekmiş
bulunmaktadır.
3- Davud aleyhisselâm'ın mümtaz bir diğer yönü, intikası ve dini
hayatıdır. Her işinde Allah rızasını arardı. Allah'a yaptığı sesli zikirleriyle
meşhurdur. Bazan onun, fevkalade güzel sesiyle yaptığı zikirlere dağ, taş, kuş
ve hayvanlar iştirak ederdi. Geceleri
teheccüde kalkar, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın övdüğü ve
ümmetine tavsiye ettiği savm-ı Davud denen gün aşırı oruç tutardı. Yani bir gün
yer bir gün tutardı. Çok güzel bir hatipti. Belâgat sahibi idi.
İsrâiloğullarının Tâlut'un komutası altında Amâlikalılar'la yaptığı savaşa
katılıp müşriklerin lideri Câlut'u öldürmüş, böylece onların bozgununu
kolaylaştırarak herkesin sevgi ve itimadını kazanmıştı. Tâlut'tan sonra da kral
olmuştu. Kendisine peygamberlik de verilince iki vasfı birden nefsinde topladı.
Hükümdarlığının adilâne olmasına gayret eder, bu maksadla zaman
zaman
tebdil-i
kiyafetle halk arasına çıkıp, "Davud'dan memnun musunuz?" diye sorar,
idaresini halkın arzusuna göre yönlendirirdi. Bu suretle adilâne bir saltanatla
kırk yıl kadar hüküm sürdü. Vefat edince yerine geçen oğlu Hz. Süleyman, hem
saltanata hem nübüvvete mazhar oldu.
İsrâilî kaynaklar, Hz. Dâvud'un, Hz. Musa'nın vefatından 535 sene
sonra hakkın rahmetine kavuştuğunu belirtir.[12]
ـ4340 ـ1ـ
عَنْ أبِي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
كَانَتِ
امْرَأتَانِ
مَعَهُمَا
ابْنَهُمَا
جَاءَ
الذِّئْبُ
فَذَهَبَ
بِابْنِ
إحْدَاهُمَا.
فَقَالَتْ
لِصَاحِبَتِهَا:
إنَّمَا ذَهَبَ
بِابْنكِ،
وَقالَتِ
ا‘ُخْرَى:
إنَّمَا ذَهَبَ
بابْنِكِ
فَتَحَاكَمَتَا
إلى داود عليه
السّمُ فَقَضى
بهِ
لِلْكُبْرى
فَخَرَجَتا
عَلى سُلَيْمَانَ
عَلَيْهِ
السََّمُ
فَأخْبَرَتَاهُ.
فقَالَ:
ائْتُونِى
بِالسِّكِّينِ
أشُقُّهُ
بَيْنَهُمَا.
فَقَالَتِ
الصُّغْرى: َ تَفْعَلْ
يَرْحَمُكَ
اللّهُ، هُوَ
ابْنُهَا،
فقَضى بِهِ
لِلصُّغْرى[.
أخرجه
الشيخان والنسائي
.
1. (4340)- Hz. Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "İki kadın vardı. Bunların beraberlerinde iki de çocukları
vardı. Bir kurt gelerek bu çocuklardan
birini kapıp kaçırdı. Kadın, arkadaşına:
"Kurt senin çocuğunu kaçırdı!" dedi. Diğeri ise:
"Hayır, senin çocuğunu alıp gitti!" dedi.
Bunlar (ihtilafa düşüp) Hz. Dâvud aleyhisselâm'a dava açtılar. Hz.
Dâvud, büyük kadın lehine hükmetti.
Küçük, hükme razı olmayınca, davayı Hz. Süleyman'a götürdüler. Hz. Süleyman
aleyhisselâm:"
Bir bıçak getirin, çocuğu ikiye böleyim, size birer parça
vereyim!" diye hükmetti. Küçük kadın:
"Böyle
yapma! Allah'ın rahmetine mazhar ol! Çocuk onundur!"dedi. Hz. Süleyman bu
cevap üzerine çocuğun küçük kadına ait olduğuna hükmetti." [Buharî, Ferâiz
30, Enbiya 40 (muallak olarak); Müslim, Akdiye 20, (1720); Nesâî, Kudât 14, (8,
235).][13]
AÇIKLAMA:
Burada, Hz. Süleyman'ın zekâveti görülmektedir. çünkü kadınların
çocuklarına olan şefkatine göre meseleyi çözmüştür. Küçük kadın, çocuğunun
kesilmesine gönlü razı olmadığı için "çocuk benim değil" demiştir.
Hadisin bir başka vechi daha açıktır: "Hz. Süleyman:
"Onu ikiye bölün bir yarısını birine, bir yarısını birine verin"
dedi. Büyük kadın: "Evet kesin!" dedi. Küçük kadın ise: "Hayır!
çocuğu kesmeyin, çocuk onundur!"
dedi. Bunun üzerine Hz. Süleyman, çocuğu küçük kadına hükmetti."
Hz. Süleyman, hakim olarak küçük kadının itirafı ile amel etmiyor.
"Çocuk büyüğündür" şeklindeki itirafına rağmen, çocuğun küçüğe ait
olduğuna hükmediyor. Buradan hakikatın ortaya çıkarılabilmesi için hâkimin
yapmayacağı bir şeyi "yapıyorum" demesinin cevazına, onların benzer
bir kısım davranışlarda serbest olduğuna hüküm çıkarılmıştır.[14]
ـ4341 ـ2ـ
وَعَنِ ابْنِ
عَمْرِو بْنِ
الْعَاصِ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما
قَالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #
لَمَّا بَنَى
سُلَيْمَانُ
بَيْتَ
الْمَقْدِسِ
سَألَ اللّهَ
خًَِ ثَثَةً:
سَألَهُ
حُكْماً
يُصَادِفُ
حُكْمَهُ،
فَأُوتِيهِ؛
وَسَألَهُ
مُلكاً َ
يَنْبَغِى
‘حَدٍ مِنْ
بَعْدِهِ،
فأُوتِيهِ؛
وَسَألُ
حِينَ فَرَغَ
مِنْ بِنَاءِ
الْمَسْجِدِ أنْ يَأتِيَهُ
أحَدٌ، َ
تَنْهَزُهُ
إَّ الصََّةُ
فىهِ أنْ
يُخْرِجَهُ
مِنْ
خَطِيئَتِهِ
كَيَوْمِ
وَلَدَتْهُ
أُمُّهُ[.
أخرجه
النسائي.
»يَنْهَزُهُ«
أى
يُدْفِعُهُ
وَيُحَرِّكُهُ
.
2. (4341)- İbnu Amr
İbni'l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyrudular ki:
"Hz. Süleyman Beytu'lmakdis'i bina ettiği zaman, Allah'tan
kendisine üç imtiyaz vermesini istedi:
* İlahi hükme müsadif olacak (uygun düşecek) hüküm (verme
kapasitesi) taleb etti; bu ona verildi.
* Kendisinden sonra kimseye verilmeyecek bir saltanat taleb etti;
bu da ona verildi.
* Mescidin inşaatını bitirdikten sonra bu mescide sırf namaz
kılmak için gelenlerin, oradan çıkarken, annelerinden doğdukları gündeki gibi
bütün günahları affedilmiş olarak çıkmalarını yalvardı; bu duası da kabul
edildi." [Nesâî, Mesâcid 6, (2, 34); İbnu Mâce, İkâmetu's-Salât 196,
(1408).][15]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet, Hz. Süleyman'ın adalete çok ehemmiyet
verdiğini, hükümlerinde isabetli
olabilmek için Allah'tan yardım taleb ettiğini ve bu duasının kabul
edildiğini göstermektedir. Esasen mülk ve saltanat taleb eden kimsenin,
mülkünün kıyam ve bekası için adalet taleb etmesi gereklidir. Çünkü mülk
onunla kaim ve dâim olur. Kur'an-ı Kerim
zalimlerin mülkünün yıkıldığını haber
verir.
2- Hz. Süleyman adalet dışında pekçok İlahi lütuflara,
mucizelere mazhar olmuş bir peygamberdir. Cenâb-ı Hak onunla ilgili kıssada,
yeryüzünde güçlü bir saltanat için gerekli olan şartları beyan eder: "Hz.
Süleyman'ın etrafında, içerisine ifritlerin de bulunduğu bir istişâre heyeti
var. Meseleleri onlarla tezekkür etmekte, fikirlerine başvurmaktadır. insanlar
tarafından sesi işitilmeyen karıncaya varıncaya kadar hayvan ve kuşların dilini
bilmektedir. Rüzgâr emrindedir, O'nun istediği yere kısa zamanda götürmektedir.
Cinler, Hz. Süleyman taleb edince kaleler, heykeller, büyük havuzlar,
çömlektencere gibi yemek kapları, yerden kalkmayacak büyüklükte ağır kazanlar
yaparlardı" (Sebe, 13.)
Hz. Süleyman devrinde heykel haram değildi. Peygamberlerin ve
diğer salih ve veli kimselerin
heykelleri yapılır, hak onları görerek onların iyiliklerini hatırlar, kendileri
de onlar gibi olmada gayrete gelirlerdi.
Hz. Süleyman, saltanat sahibi de olması sebebiyle, Kur'ân-ı Kerîm,
onun diğer bir saltanat sahibi Sebe melikesi Belkıs'la münasebetini anlatır.
Karşılıklı elçi teatisini, mektup ve hediye irsâlini, mektupta Hakka daveti,
tehdidi, meselelerin çözümünde istişare ve adabını, Belkıs'ın Hz. Süleyman'a
gelip teslim oluşunu anlatır. Bütün bu anlatımlarda Cenab-ı Hakk'ın Hz.
Süleyman'a bahşettiği muhteşem saltanatın tasviri de yapılır.
3- Hz. Süleyman'ın mazhar olduğu mucizelerde insanlığın
alacağı ibretler var. Zira Hz. Süleyman'ın mazhar olduğu üstünlükler, ayet-i
kerime'de insanların ulaşamayacağı bir mahiyet taşıyan mucizeler suretinde
değil, daha ziyade ona bahşedilen "ilim" sayesinde olduğu
belirtilmektedir. Öyleyse insanlık ilmini artırarak onlara ulaşabilecektir.
Kuşların dilini anlamak, karıncayla muhabere kurmak, cinleri bir kısım ağır
işlerde istihdam etmek, uzak mesafedeki eşyayı göz açıp kapama anında
nakletmek gibi Süleymanî imtiyazlar,
ilim sayesinde insanlığın imkânları
dahilindedir. Hatta Kur'ân-ı Kerim'in âyetlerine dayanarak, Kur'an'da
tasvir edilen Süleymânî haşmetin, onun zatına mahsus olmak üzere ânî ve def'i
bir surette verilmiş bir mucizenin beyanı olmayıp, onun zamanında zirveye
ulaşan, ilme dayalı teknolojik seviyenin tasviri olduğu söylenebilir.
Bu hususu daha analşılır kılmak maksadıyla, mevzu üzerine, ilmî bir toplantıya sunduğumuz bir
tahlili bu bahsin sonuna (4346 numaralı
hadisi müteakip) Peygamberlerin Mucizeleri Ve İlim başlığıyla sunacağız. Orada
yapacağımız iki tahlilden biri Hz. Süleyman aleyhisselam'la ilgili olacak.[16]
ـ4342 ـ1ـ
عَنْ أبِي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ
بَيْنَمَا
أيُّوبُ
يَغْتَسِلُ
عُرْيَاناً
خَرَّ
عَلَيْه
رِجْلُ جَرَادٍ
مِنْ ذَهَبٍ
فَجَعلَ
يَحْثى في
ثَوْبِهِ.
فَنَادَاهُ
رَبُّهُ: يَا
أيُّوبُ
ألَمْ أكُنْ
أغْنَيْتُكَ
عَمَّا
تَرَى؟ قَالَ:
بَلى يَا
رَبِّ،
وَلكِنْ
َغِنَى عَنْ
بََرَكَتِكَ[.
أخرجه
البخاري .
"Eyyub aleyhisselam üryan (çıplak) vaziyette yıkanırken
üzerine altından bir yığın çekirge düştü. Eyyûb aleyhisselam hemen onu
elbisesine avuç avuç koymaya başladı. Bunun üzerine Rabbi ona nida etti:
"Ey Eyyûb, ben seni bu gördüğün (dünyalıktan) müstağni
kılmadım mı?" Eyyûp aleyhisselâm:
"Evet! Ey Rabbim! Velakin senin bereketine karşı istiğna
yok!" diye mukabele etti." [Buhârî, Gusl 20, Enbiya 20, Tevhid 35;
Nesâî, Gusl 7,l (1, 200-201).] [17]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin bir başka vechi şöyledir: "...Eyyûb
aleyhisselam elbisesinin bir kenarını açıp çekirgeleri koymaya başladı. O kenar
dolunca diğer kenarını açıyordu."
2- Cenâb-ı Hakk'ın Eyyub aleyhisselam'a nidasını, alimler
"ilham vasıtasıyla" veya "vasıtasız" olarak yapmasının
muhtemel olduğunu belirtirler.
3- Hz. Eyyûb, bir başka
rivayette, ilâhî hitaba: "Evet sen beni müstağni kıldın ama, senin
rahmetine kim doymuştur ki?" cevabını verir. Böylece mazhar olunan maddî
zenginlikler de Allah'ın rahmeti olarak anlaşılmış olmaktadır.[18]
4- Hadisten Elde Edilen Bazı Fevâid:
* Şükrünü eda etme hususunda kendinden emin olan kimsenin, helal
malı çoğaltma hususunda hırs göstermesi caizdir.
* Hayırlı mala "bereket" demek caizdir.
* Şükreden zenginin
fazileti vardır.
5- Eyyûb aleyhisselâm, dûçâr olduğu ağır bir hastalığa karşı
gösterdiği sabırla meşhurdur. Onunla ilgili olarak rivayet edilen hikâyelerin
pek çoğu sıhhatçe güven verici değildir. İbnu Hacer, Buharî'nin bu rivayetler
içerisinde, kendi şartına uyanı sadece sadedinde olduğumuz rivayet olması
haysiyetiyle diğer rivayetlere yer vermediğini belirttikten sonra, onun
hakkında gelen bir diğer sahih rivayetin şu olduğunu kaydeder. İbnu Ebî Hâtim,
Hz. Enes'ten naklen kaydetmiştir: "Eyyûb aleyhisselâm hastalığa müptela
oldu ve bunu onüç yıl çekti. Bu esnada kardeşlerinden ikisi dışında, uzakyakın
herkes, onu terketti. Bu iki kişi her gün akşam ve sabah kendisine uğrarlardı.
Biri diğerine dedi ki:
"Eyyûb büyük bir günah işlemiş olmalı. Değilse bu belâ
şimdiye kadar ondan kalkardı!"
Diğeri, Eyyûb aleyhisselam'a bunu zikretti. O, bu sözü işitince
çok üzüldü ve Allah'a dua etti. İhtiyacı için dışarı çıktı. Hanımı elinden
tuttu. Eyyûb ihtiyacından boşalınca, kadını onu geri almada ağır davrandı.
Cenab-ı Hak kendisine, "Ayağını yere vur!" diye vahyetti. Ayağını yere vurdu. Oradan bir
göze kaynadı. Eyyûb aleyhisselâm gözenin
suyunda yıkandı. Sağlıklı olarak geri döndü. Hanımı gelince onu tanıyamadı.
Eyyub nerede? diye sordu.
"Eyyûb benim!"
dedi.
Onun iki harman yeri vardı. Bunlardan biri buğday, biri arpa
içindi. Allah bir bulut gönderdi, buğday harmanına altın, arpa harmanına gümüş
yağdırdı. Her ikisi de taştılar." İbnu Abbâs (radıyallahu anh)'dan gelen
bir rivayette şu ziyade var: "Allah ona cennet hullelerinden giydirdi. Hanımı gelince onu tanıyamadı ve
sordu:
"Ey Allah'ın kulu! Burada bir hasta vardı, gördün mü? Kurtlar
onu götürmüş olmasın?" Eyyûb:
"Bak hele! Yahu o benim!" dedi.
Bir başka rivayette şu ziyade var: "...Bunun üzerine secdeye
kapandı ve:
"Ey Rabbim izzetin adına yemin ediyorum, hastalığımı
almayınca başımı kaldırmayacağım! dedi. Allah
hastalığını aldı."
Bir başka rivayette: "...Allah hanımına da gençliğini iade
etti, öyle ki, Eyyub aleyhisselam'a yirmialtı erkek çocuk dünyaya getirdi"
denir.
Burada kaydında fayda umduğumuz bir başka rivayete göre, Eyyub
aleyhisselâm Vahranlıdır. Çokça malı, ailesi,
evladu iyali vardır. Derken, yavaş yavaş malını, mülkünü evladlarını
kaybeder. Ama o sabreder, Allah'tan sevab
bekler. Musibeti daha da artar, bedeninde çeşitli hastalıklar zuhur eder
ve şehrin dışına atılır. Kadını hariç
herkes onu reddeder. Kadının ücret mukabili çalışarak para kazandığı, bununla
kendisine yiyecek temin ettiği, sonunda hastalık bulaşır korkusuyla kimsenin iş
vermediği, bunun üzerine uzun ve güzel olan iki saç örgüsünden birini keserek,
eşraftan birinin kızına sattığı, onunla kendisi için iyisinden yiyecek satın
aldığı kulağına ulaşır. Kadın bu yemeği kendisine getirince bu yemeği nasıl temin
ettiğini söylemezse yemiyeceğine dair yemin eder. Kadın başını açar durumu
gösterir. Eyyûb aleyhisselâm'ın üzüntüsü daha da artar ve bu esnada Kur'ânda
zikri geçen duayı yapar: "Bana gerçekten zarar dokundu, sen ise
merhametlilerin en merhametlisisin" (Enbiya 83).
Hz. Eyyûb'la ilgili olarak, hanımının ismi, babası, yaşı, bela
çektiği müddet vs. rivayetlerde farklı, ihtilaflı hususlar gelmiştir. Onlara
girmeden, onun kıssası ile alâkalı
olarak Bediüzzaman'ın yer verdiği bir özetlemeye ve bu kıssadan çıkardığı bir
hisseye yer vereceğiz. O, önce Hz. Eyyûb aleyhisselâm'ın kıssasını şöyle
özetler: "Pek çok yara bere içinde epey müddet kaldığı halde, o hastalığın
azim mükâfaatını düşünerek kemâl-i sabırla tahammül edip kalmış; sonra
yaralarından tevellüd eden kurtlar, kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve
marifet-iİlahiyenin mahalleri olan kalp ve lisanına iliştikleri için, o vazife-i ubudiyete halel gelir düşüncesiyle
kendi istirahati için değil, belki ubudiyet-i ilahiye için demiş: "Yâ Rab
zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel geliyor"
diye münacaat edip, Cenâb-ı Hak o halis ve sâfi, garazsız, lillah için o
münâcaatı gayet harika bir surette kabul etmiş; kemal-i afiyetini ihsan edip
enva-i merhametine mazhar eylemiş.
Hazret-i Eyyûb aleyhisselam'ın zahiri yara hastalıklarının
mukabili, bizim batınî ve ruhi ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış
içe bir çevrilsek, Hz. Eyyub'dan daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz.
Çünkü, işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe, kalp ve
ruhumuza yaralar açar. Hazret-i Eyyûb aleyhisselam'ın yaraları kısacık hayat-ı
dünyeviyesini tehdit ediyordu. Bizim
mânevî yaralarımız pek uzun olan
hayat-ı ebediyemizi tehdit ediyor. O münâcât-ı Eyyubiyye'ye, o Hazretten bin
defa daha ziyade muhtacız. Bâhusus nasıl ki o Hazretin yaralarından neş'et eden
kurtlar, kalb ve lisanına ilişmişler; öyle de, bizleri, günahlardan gelen
yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şüpheler, (neûzubillah) mahall-i
iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imânı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın
zevk-i ruhanisine ilişip zikirden nefretkarâne uzaklaştırarak susturuyorlar.
Evet günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra ta nur-u imanı çıkarıncaya
kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küre gidecek bir yol var. O günah
istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil belki küçük bir manevi yılan
olarak kalbi ısırıyor. Meselâ: Utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam,
başkasının ıttılâından çok hicab ettiği zaman, melaike ve ruhaniyatın vücudu ona
çok ağır geliyor. Küçük bir emare ile onları inkar etmek arzu ediyor. Hem
meselâ: Cehennem azabını intaç eden büyük bir günahı işleyen bir adam,
cehennemin tehdidâtını işittikçe
istiğfar ile ona karşı siper olmazsa bütün ruhuyla cehenemin ademini arzu ettiğinden
küçük bir emare ve bir şüphe, cehennemin inkarına cesaret veriyor. Hem meselâ:
Farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adamın küçük
bir amirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o
adam, Sultân-ı Ezel ve Ebed'in mükerrer
emirlerine karşı farzında yaptığı bir tenbellik, büyük bir sıkıntı
veriyor ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve mânen diyor ki: "Keşke o vazife-i
ubudiyeti bulunmasa idi." Ve bu arzudan bir manevi adâvet-i ilâhiyyeyi
işman eden bir inkar arzusu uyanır. Bir şüphe, vücûd-u İlâhiyyeye dair
kalbe gelse, kat'î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder. Büyük bir
helaket kapısı ona açılır. O bedbaht bilmiyor ki; İnkâr vasıtasıyla gayet cüz'î
bir sıkıntı vazife-i ubudiyetten gelmeye mukâkbil, inkârda milyonlar ile o sıkıntıdandaha müthiş manevi
sıkıntılara kendini hedef eder. Sineğin
ısırmasından kaçıp yılanın ısırmasını kabul eder. Ve hâkeza bu üç misal kıyas edilsin
ki بَلْ
رَانَ عَلَى
قُلُوبِهِمْ
sırrı
anlaşılsın."
Burada
kaydedilen ayet: "...Bilakis, onların irtikab edegeldikleri (mâsiyet),
kalplerini paslandırmıştır" (Mutaffifîn 14) mealindedir.[19]
ـ4343 ـ1ـ
عَنْ أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ # مَا
مِنْ بَنِى آدَمَ
مَوْلُودٍ
إَّ يَنْخُسُهُ
الشَّيْطَانُ
حِينَ
يُولَدُ، فَيَسْتَهِلُّ
صَارخاً مِنْ
نَخْسَتِهِ إيَّاهُ،
إَّ مَرْيَمَ
وَابْنَهَا[.
أخرجه الشيخان.»استهل«
صياحُ
المَوْلُودِ
عند الودة.و»الصُّراخُ«
الصّياح
والبكاء .
1. (4343)- Hz. Ebu Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Ademoğlundan doğduğu vakit, şeytanın dürtüp de ağlatmadığı
kimse yoktur. Bundan sadece Meryem oğlu İsa hariçtir." [Buhârî, Enbiya 44,
Bed'ü'l-Halk 11; Tefsir, Âl-i İmran 2; Müslim, Fezâil 147, (2366).][20]
ـ4344 ـ2ـ
وَعَنْهُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ # أنَا
أوْلى
النَّاسِ بِابْنِ
مَرْيَمَ في
الدُّنْيَا
وَاخِرَةِ، لَيْسَ
بَيْنِى
وَبَيْنَهُ
نَبِىٌّ،
وَا‘نْبِيَاءُ
إخْوَةٌ
أبْنَاءُ
عََّتٍ،
أُمُّهَاتُهُمْ
شَتَّى
وَدِينُهُمْ
وَاحِدٌ[. أخرجه
الشيخان وأبو
داود.إذَا
كَانَ
ا‘خُوَّةُ ‘بٍ
وَاحدٍ وَأُمَّهاتٍ
شَتّى
كَانُوا
»أبْنَاءُ
عََّتٍ«
وَضِدُّهُ
أبناءُ
أخْيَافٍ،
وَإذَا كَانُوا
‘بٍ وَاحِدٍ
وَ‘مٍّ
وَاحِدَةٍ
فَهُمْ أعْيَانُ.
2. (4344)- Yine Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Ben, dünyada da ahirette de Meryem'in oğluna insanların en
yakınıyım. Benimle onun arasında başka bir peygamber yok. Peyamberler anneleri
ayrı, babaları bir kardeştirler, dinleri de birdir." [Buhârî, Enbiya 44; Müslim, Fezâil 145, (2365); Ebu Dâvud,
Sünnet 14, (4675).][21]
AÇIKLAMA:
1- Bu ikinci hadis Hz. Resulullah'ın Hz. İsa'ya insanların en
yakını olduğunu belirtir. Buradaki yakınlıkla kastedilen husus, Hz. İsa'ya en
yakın peygamber olmasındandır, arada bir başka peygamber mevcut değildir.
Kirmanî der ki:
"Bu hadisle şu mealdeki "İbrahim'e insanların en yakını,
ona uyanlarla, bu peygamberdir" (Âl-i İmrân 68) âyeti arasındaki uzlaşma
şöyledir: Hadis, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın metbu (uyulan) ayetin
ise tabi (uyan) olması haysiyetiyle varid olmuştur." Ancak İbnu Hacer buna katılmaz. "Âyet
de, hadis de aynı şekilde varid olmuştur, böyle bir ayırım yapmayı te'yid
edecek delil yok. Gerçek şu ki, arada bir zıtlık yok ki cem etmeye ihtiyaç
olsun. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. İbrahim'e insanların en yakını
olduğu gibi, Hz. İsa'ya da en yakını olmuştur. Birine yakınlık ona iktida
yönüyledir; diğerine yakınlık ise zaman itibariyle yakınlık yönüyledir."
2- Peygamberler baba bir kadeştirler. )عَلَّت( denmektedir.
* Babaları bir, anneleri ayrı kardeşlere "allat" عََّت
* Anaları bir ,
babaları ayrı kardeşlere "ahyaf"
اَخْيَاف
* Annebaba bir kardeşlere
"a'yan" اَعْيَان
denmektedir.
3- Peygamberlerin dinlerinin bir olması, asıl itibariyle aynı
olmasını ifade eder. Bu asıl, tevhid'dir. Ayrıca ahiret inancı, ibadet emri de
müşterektir. Aralarındaki ayrılık, cemiyetlerin gelişen şartlarına tabi olarak
ortaya çıkan bazı füru meselelerindedir.
4- Bu hadis, Hz. İsa ile Hz. Peygamber arasında bir peygamber
gelmediğine dair istidlal etmeye
sevketmiştir. Ancak bazı alimler, Yâsîn suresinde Ashâbu'l-Karye'ye
gönderilen üç kişiyi gösterip: "Bunlar Hz. İsa'dan sonra gelen iki nebi
idi" diye cevap vermiştir. İbnu Hacer "sadedinde olduğumuz hadis
sahih, diğeri ise zayıftır" diyerek, bunun haberini esas almak gerektiğine
dikkat çeker. Ayrıca şu ihtimale de yer verir: "Belki de hadisten murad,
ÔHz.
İsa'dan
sonra müstakil bir şeriat getiren peygamber olmadı, gelenler Hz. İsa'nın
şeriatını tahrire alıştılar' demektir."
Bu ihtilafın anlaşılması için şu noktanın hatırlanması gerekir:
İslâm âlimleri umumiyetle nebi ile resul arasında fark görürler. Resul, yeni
bir şeriat ve kitap getiren peygamberdir. Nebi ise önceki bir şeriatı ihyaya
çalışan, kitabı olmayan peygamberdir.
5- Hz. İsa aleyhisselâm, diğer peygamberler arasında farklı
bir vaziyet arzeder. Bu sebeple onun hakkında doğduğu günden itibaren başlayan
bir kısım münakaşalar günümüze kadar devam etmiştir. Hz. İsa, bakire olan Hz.
Meryem'den doğmuştur. Normal olarak Cenâb-ı Hak, insanların yaratılışını erkek
kadın birliğine bağlamıştır. Hz. İsa'nın, hiç erkek görmeyen bir kadından
doğması, ister istemez birtakım kuşkulara sebep olmuş, bizzat Kur'ân'ın yer
verdiği iftiralara, ayıplamalara maruz kalmıştır. Ancak, Hz. Meryem, bu
iftiralara cevap vermeksizin, beşikteki çocuğa işaret etmiş, çocuk olan İsa:
"Ben Allah'ın kuluyum. O bana kitap verdi ve beni peygamber yaptı.
Bulunduğum her yerde beni mübarek kıldı. Yaşadığım müddetçe bana namaz ve
zekatı emretti. Beni anneme itaatkâr kıldı. Beni bedbaht bir zorba yapmadı.
Doğduğum gün de, öldüğüm gün de, diri olarak haşredileceğim gün de selâmet
üzerimedir" (Meryem 30-33) diyerek konuşur. Burada kendisinin kul ve
peygamber olduğunu söyleyerek, ilahlaştıracak olan Hıristiyanlara da, annesini
itham eden Yahudilere de cevap var. Kur'anî âyet şöyle noktalanır: "İşte
Meryem oğlu İsa budur. O'nun hakkında ihtilafa düştükleri sözün doğrusu da
böyledir" (Meryem 34)
Hz. İsa, Kur'ân-ı Kerîm'de Meryem oğlu İsa'dır. Her nerede zikri
geçerse bu şekilde tesmiye edilir.
Günümüzde bile, "Hz. İsa'nın babası olmalıdır, tenasül kanunu
böyledir, erkek olmadan kadın çocuk yapamaz" gibi iddialarla Hz. İsa'ya
baba aramaya kalkanlara, Bediüzzaman, her kanunun istisnaları olduğunu, tenasül
kanununa bağlı canlıların başlangıçta, ilk yaratılışında anasızbabasız meydana
geldiklerini, halen yüzbinlerce nebat türünün, anababa ikilisine hacet kalmadan
bahar mevsiminde husûle geldiklerini hatırlatarak cevaplandırır. Ayrıca o,
kanunların da bir yaratanı olduğunu, Cenâb-ı Hakk'ın, yarattığı kanunlara
mahkum olmadığını, iradesinin ve meşîetinin her şeyin üzerinde olduğunu
göstermek için bütün kanunlara şaz düşen istisnalar yarattığını belirtir.
Kur'ân-ı Kerîm'de: "Allah katında İsa'nın hali, Âdem'in yaratılışı
gibidir..." (Meryem 58) buyurulduğunu hatırlatarak Hz. İsa'nın babasız
yaratıldığı hususunu te'vil etmeye imkân olmadığını, böyle inanmak gerektiğini
söyler. Tahlilini şöyle noktalar: "Acaba medbeinde ve hatta her senede bu
kadar şazlarıyla yırtılmış, zedelenmiş bir kanunun, bindokuzyüz senede bir
ferdin şüzûzunu (kanundışı oluşunu) aklına sığdıramayan ve nusûs-u Kur'ânî'ye
karşı bir te'vile yapışan bir aklın kaç derece akılsızlık ettiğini kıyas
et..."
Hz. İsa'nın babasız dünyaya geldiğine inanan Hıristiyanlar aşırı giderek,
"Onun babası Allah'tır, dolayısıyla o da Allah'ın oğludur, Allah'
tır" gibi iftikâr iddialarda bulunarak Hak'tan ayrılmışlardı. Kur'ân-ı
Kerîm böylelerine de cevaplar verir. Bunlardan biri şudur: "Allah'ın evlad
edinmesi olacak şey değildir. O her türlü noksandan münezzehtir. O, bir işi
dilediği zaman ona Ôol' der, o da oluverir" (Âl-i İmran 35)
Hz. İsa'ya otuz yaşında peygamberlik verilmiş, bir hidayet ve nur
olarak İncil vahyedilmiştir. Yahudiler içerisinde olması sebebiyle onları
hidayete, hak dine çağırmıştır. Ancak Yahudiler kendisinden mucize talebinde
bulundular. O da ölüleri diriltmek, kör, abraş gibi o gün için tedavisi kâbil
olmayan hastaları iyileştirmek nev'inden pek çok mucizeler gösterdi. Çamurdan
yaptığı kuş şekline üfleyerek hayattar kılmak gibi harikalar ortaya koydu.
Her şeye rağmen Yahudiler, ona inanmamakta direndiler. Aslında Hz.
İsa Tevrat'ı reddetmedi. Onun ahkâmını aynen kabul etti, önceki peygamberleri
te'yid etti.
Netice itibariyle, Hz. İsa'ya inanan mü'minlerin sayısı oniki'de
kalmıştır. Bunlara Havarî denir. Kur'ân-ı Kerîm'e göre, onlar, Hz. İsa'nın:
"Allah'ın dinine hizmette ve O'nu muhafazada içinizden kimler bana yardım
edecek?" sorusuna, hep birlikte: "Allah'ın dinine bizler yardım
edeceğiz, bizler Ensârulllah'ız (Allah'ın yardımcıları)..." diye cevap
verdikleri için Havârilere Ensarullah da denmiştir.
Hz. İsa, insanları hak dine davet ettikçe, Yahudiler ona karşı
temerrüd ve düşmanlıkta ileri gittiler. Onun çalışmalarını engellemeye gayret
ettiler. Sonunda onu da Hz. Zekeriya, Hz. Yahya ve daha nice peygamberler gibi
öldürmeye karar verdiler. Bu maksadla içlerinden bir şahsı inanmış gibi
aralarına soktular. Bu 13. şahıs onlara bunların faaliyetlerini, toplanma yer
ve zamanlarını bildiriyordu. Öldürmeye azmettikleri zaman Cenâb-ı Hak Hz.
İsa'ya şöyle vahyetti: "Ey İsa, seni ecelin geldiğinde öldürecek olan
benim. Seni ben semaya yükselteceğim.
Yahudilerin suikastlerinden tertemiz kurtaracağım ve sana uyanları
kıyamete kadar seni inkâr edenlere üstün kılacağım[22] Sonra dönüşünüz bana
olacak ve ihtilafa düştüğünüz meselelerde hükmü ben vereceğim" (Âl-i İmran
55)
Cenab-ı Hak, bu münafığı yani 13. kişiyi -ki ismi Taytanos'dur-
Hz. İsa'ya benzeterek, Hz. İsa yerine yahudilerin onu öldürmesini sağladı. Hz.
İsa'yı da semaya yükseltti.
Hz. İsa'nın akıbeti hususunda Yahudi ve Hıristiyanlar ihtilaf
etmişlerdir. Her ne kadar Yahudiler, "Biz öldürdük" deseler de şüphe
içindeydiler. Hıristiyanlar da Hz. İsa'nın çarmıha gerildiğine inanırlar. Hatta
Hz. İsa'nın Yahudilerin elinden kurtulmak için kaçıp gizlendiğini, çarmıha
gerileceğinde çokça ağlayıp sızladığını da söylerler.
Gerçeği Kur'ân dile getirir:
"Onlar İsa'yı inkar etmeleri, Meryem'e pek büyük bir iftirada
bulunmaları ve ÔAllah'ın Resûlü Meryem oğlu Mesîh İsa'yı biz öldürdük' demeleri
sebebiyle de lânete uğramışlardır. Onu ne öldürdüler, ne de astılar. Fakat
başkası ona benzetildi de onu öldürdüler.
Onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Kapıldıkları şey ancak bir
zan ve tahminden ibarettir. Hakikatte ise Allah O'nu kendi huzuruna yükseltti.
Allah'ın kudreti herkese galiptir ve O'nun her işi hikmet iledir" (Nisa
156-157)
İslâm itikadına göre, Hz. İsa, ruh ve cesediyle birlikte semaya
yükseltilmiştir ve halen sağdır. Kıyamete yakın yeryüzüne inerek, Deccal'ı
öldürecek, onun fikr-i küfrîsini, Mehdi ile işbirliği ederek ortadan
kaldıracakdır. Bu hususta geniş bilgiyi kıyametle ilgili bölümde 5008 numaralı
hadisten sonra vereceğiz.[23]
ـ4345 ـ1ـ عن
أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
إنَّمَا
سُمِّىَ
بذلِكَ ‘نَّهُ
جَلَسَ عَلى
فَرْوَةٍ
بَيْضَاءَ
فَاخْضَرَّتْ
تَحْتَهُ[.
أخرجه
البخاري
والترمذي.»الفَرْوَةُ«
قِطْعَةُ
نَبَاتٍ
مُجْتَمَعَةٍ
يَابِسَةٍ .
1. (4345)- Hz. Ebu Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki:
"Hızır'ın Hızır diye isimlenmesi şuradan gelir. O, kupkuru
beyazlamış ot destesinin üzerine oturmuştu. Deste, altında derhal
yeşerdi." [Buhârî, Enbiya 27; Tirmizî, Tefsir, Kehf (3150).][24]
AÇIKLAMA:
1- Dinimizde Hızır olarak bilinen zât peygamber midir, büyük
bir veli midir, ihtilaflı bir şahsiyettir. Kur'ân-ı Kerîm'de ismen zikri
geçmeksizin Hz. Musa ile olan macerası zikredilir. Kehf sûresinin 65-82.
âyetleri arasında yer alan bu macerada zikredilen zâtın Hızır olduğunu,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hadislerinden öğreniyoruz.
Sadedinde olduğumuz hadis, Hızır'ın, bir ikram-ı İlâhi olarak
üzerine oturduğu kuru otun yeşerdiğini, yeşillik manasına gelen hıdr
kelimesinden iktibas olunarak, Hıdır (veya Hızır) dendiğini belirtiyor. Mamafih
ferve kelimesinin otsuz arazi mânasına geldiği de belirtirler. Bu durumda
otsuz, çıplak bir araziye oturduğu zaman, kerâmeten orasının yeşerdiği
anlaşılır. Şarihler her iki manayı da benimserler ve her iki mânayı te'yid
edecek rivayetler kaydederler. Bilhassa namaz kıldığı yerin çevresinin
yeşillendiği de tasrih edilmiştir.
Hızır lakabını almazdan önce ismi ne idi, babasının ismi nedir, ne
kadar yaşamıştır, peygamber midir, velî midir, hep ihtilaf edilmiştir. Meselâ
teklif edilen isimler arasında: Belya, İlyas Yesa', Âmir vs. de var. Bir
rivayete göre Hz. İbrahim'den önce yaşamıştır ve Hz. İbrahim'in dedesinin
amcaoğludur. Bazı rivayetlerde Hz. İbrahim'den önce mi yaşadı, sonra mı
ihtilafı vardır. Bir rivayette künyesi Ebu'l-Abbâs'tır. Bir rivayette, Hz. Âdem'in
oğlu Kâbil'in oğludur.
Câfer-i Sadık'ın babasından yaptığı bir rivayete göre,
Zülkarneyn'in meleklerden bir arkadaşı vardı. Ondan, ömürünü uzun kılacak bir
çare göstermesini talep etti. Melek ona hayat gözesini gösterdi. Karanlık
içerisindeydi. Hızır önünde olduğu halde oraya gitti. Suyu Hızır bulup
içti, Zülkarneyn bulamadı.
Kâ'bu'l-Ahbar'ın bir rivayetine göre, insanlardan dört peygamber diridir ve arz ahalisi için
emândır: İkisi yeryüzündedir: Hızır, İlyas; ikisi semâdadır: Hz. İsa ve Hz.
İdris.
Ehl-i ilim umumiyetle Hızır'ın nebî olduğunu söylemiş, ancak resul
mü, değil mi ihtilaf etmiştir.
Kuşeyrî başta olmak üzere bir kısım âlimler de velî olduğunu
söylemiştir. Sa'lebî tefsirinde, bütün ülemânın onun görünmeyen, hayat sahibi
bir zât olduğunda ittifak ettiğini belirtir. Der ki: "Dendiğine göre, âhir
zamanda Kur'ân-ı Kerîm'in refedilmesiyle vefat edecektir." Hızır
aleyhisselam'ın nebi olduğu görüşünü iltizam eden Kurtubî şöyle bir delil de
beyan eder: "Cumhura göre nebidir. Âyet-i kerîme de buna şehadet eder.
Zira Allah nebisi (Hz. Musa), mertebece kendinedn dûn olan kimseden ilim tahsil
edecek değildir. Ayrıca bâtınla ilgili hükme sadece nebîler muttali
olabilir."
İbnu Salâh: "Cumhur-u ulemâya ve onlarla birlikte olan ammeye
göre, Hızır hayattadır. Bazı hadisçiler bunu inkâr etmekle şaz bir görüş ortaya
atmış olmaktadır." Bu meselede Nevevî de İbnu Salâh gibi hükmetmiş ve
ilaveten: "Sufiler ve ehl-i salâh arasında bu meselede ittifak vardır.
Üstelik onların Hızır aleyhisselâm'ı görmeleri, onunla biraraya gelmeleriyle
ilgili hikâyeleri sayılamayacak kadar çoktur" der.
İbnu Hacer, Hızır aleyhisselâm'ın hâl-i hazırda mevcut olmadığını
söyleyenlerin Buhârî, İbrahim el-Harbî, Ebu Ca'fer İbnu'l-Münâdî, Ebu Ya'lâ
İbnu'l-Ferra, Ebu Tâhir el-İbâdî, Ebu Bekr İbnu'l-Arabî ve bir grup başkasının
olduğunu kaydeder ve bunların görüşlerine delil olarak, Aleyhissalâtu
vesselam'ın hayatının sonlarında ifade buyurduğu şu hadisi ileri sürdüklerini
belirtir: "Bugün yaşayanlardan hiç kimse, yüz sene sonra yeryüzünde hayatta
olmayacaktır." Bu hadisi İbnu Abbâs'tan Buhârî rivayet etmiştir. Hiç bir
sahîh haberde Hızır'ın Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a geldiğine, onunla
beraber olup savaştığına dair rivayet gelmemiştir. Halbuki Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Bedir günü: "Allahım, bu birlik helak olursa
artık sana yeryüzünde ibadet edilmeyecek" buyurmuştur. Eğer Hızır mevcut
olsaydı Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu kadar kesin bir nefiyde
bulunmazdı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Allah, Musâ'ya rahmet
buyursun; keşke sabretseydi de Hızır'la onun haberinden bize anlatsaydı, ne hoş
olurdu" buyurmuştur. Eğer Hızır mevcut olsaydı, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın bu temennisi hoş olmazdı. Onu yanına getirtir, o da bu kısım acib
şeyler gösterirdi. Resûlullah o zaman kafirleri bilhassa Ehl-i Kitabı fazlaca imâna davet
ediyordu (onun bu çeşit yardımına muhtaçtı).
İbnu Hacer, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Hızır'la
karşılaşmasına dair bir rivayetin varlığını, ancak zayıf olduğunu kaydeder.
Ondan sonra Hızır'ın görüldüğüne dair rivayetlerden örnekler verir ve hepsinin
zayıf olduğunu belirtir.
Daha önce de kaydettiğimiz üzere, Bediüzzaman, Hızır ve İlyas
aleyhimesselam'ın sağ olduklarını ve ikinci mertebe-i hayatta bulunduklarını,
bizim gibi beşeriyat levâzımatıyla daimî mukayyed olmayıp bir vakitte pek çok
yerlerde bulanabileceklerini, diledikleri takdirde bizim gibi yiyip
içeceklerini ancak bizim gibi mecbur olmadıklarını belirtir.[25]
ـ4346 ـ1ـ عن
أبى سعيدٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: َ
تُخَيِّرُوا
بَيْنَ
ا‘نْبِيَاءِ[.
أخرجه أبو
داود .
1. (4346)-
Ebu Saîd (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular:
"Peygamberlerden birini diğerine üstün kılmayın." [Ebu
Davud, Sünnet 14, (4668).][26]
AÇIKLAMA:
Tahyir, hayır kelimesinden gelir. Burada "tafdil", yani
üstün kılmak manasınadır. Resulullah, "Bir peygamberin diğer bir
peygamberden üstün olduğunu ileri sürmeyin" demektedir. Yahut:
"Birinin tenkisini ve küçümsenmesini ifade edecek bir tarzda birini
diğerine üstün tutmayın" demektir.
Ulemâ böyle bir hali küfür olarak değerlendirir. Bütün peygamberler, peygamber
olmak sebebiyle yüce bir makam tutarlar. Hepsine karşı hürmetle mükellefiz,
salâtu selamla isimlerini zikretmemiz icabeder. Bazı alimler: "Nübüvvet
yönüyle aralarında üstünlük iddia etmeyin, çünkü o noktada müsavidirler,
aralarındaki üstünlük bazı hususiyetlerde ve bir kısım faziletlerdedir. Nitekim
ayet-i kerimede "Biz kıssalarını zikrettiğimiz bu peygamberlerde bir kısmını
diğerlerine üstün kıldık" (Bakara 253) buyrulmuştur" demişlerdir.
Hattâbî der ki: "Hadisin mânası, birini küçültecek tarzda
aralarında üstünlük iddiasını terketmektir. Zira böyle bir hal, haklarında
taşımamız gereken itikadın bozulmasına ve onların üzerimizde vâcib olan
hukuklarının ihlal edilmesine müncer olabilir.
Hadis onların hepsinin derecelerinin eşit olduğuna itikad etmemizi
emretmiyor. Nitekim, âyet-i kerîme de eşit olmadıklarını beyan eder: "Biz
kıssalarını zikrettiğimiz bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerine üstün
kıldık" (Bakara 253).
Bu mesele 4335, 4336, 4338 numaralı hadislerde de izah edildi.[27]
*
PEYGAMBERLERİN MUCİZELERİ VE İLİM
Aşağıda, Kur'ân'da zikri geçen mucizelerin ilmî bir yaklaşımla da
anlaşılmaya çalışılmasının fayda ve hatta gereğine dikkat çeken bir tahlili,
peygamberlerle ilgisi sebebiyle burada kaydedeceğiz.
Peygamber deyince, önce mucize akla gelir. Bu meselede öylesine
kesin şartlanmışız ki, bir peygamberin üstünlüğünden, galebesinden veya
başarısından sözedilse, hiç terüddüde yer vermeden bunları mu'cizelerle
gerçekleştirdiğine hükmeder geçeriz. Meselenin bir diğer veçhesini, insânî
imkânlara bakan yönünü veya bir başka ifade ile, ilmî yönünü hiç nazar-ı
dikkate almayız. Bu durum bize peygamberlerden yapılacak istifadeyi
azaltmaktadır.
Bu tebliğimizde, önce Hz. Süleyman, sonra da Hz. Nûh
aleyhimesselâm örneğinden hareketle, mucizelere bir başka açıdan nazar
edilmesini teklif edeceğiz. Kesin bir iddia olarak değil, bir mülâhaza hânesi
açma teklifi olarak diyoruz ki: Kurân'da zikri geçen nebevî harikaların bir
kısmı ilmî bir yaklaşımla izâh edilebilir ve günümüze bakan daha zengin
mesajları ortaya çıkarabilir.
Karınca dâhil, hayvanlarla konuşmak, cinleri istihdam etmek, iki
aylık yolu havada, bir günde almak; Sebe Melîkesi Belkıs'ın tahtını Yemen'den
Kudüs'e göz açıp kapama müddetinde getirmek vs. gibi pekçok üstünlüklere mazhar
olduğu Kur'ân-ı Kerîm'de belirtilen Hz. Süleyman'la ilgili âyetler yakından
tahlil edilince bu mazhariyetlerin, diğer insanlar tarafından ulaşılamayacak
Hz. İsa ve Havarilerinin mazhar olduğu gökten sofra inmesi veya Hz. Peygamber
aleyhissalâtu vesselam'ın mazhar olduğu ayın ikiye bölünmesi nev'inden
mucizeler olmadığı, ilmî düsturlara dayandığı anlaşılmaktadır.
Nitekim Neml sûresinde, Hz. Süleyman aleyhissselâm'la ilgili olan
pasajın (15-44. âyetler) ilk âyetinde şöyle buyurulmuştur: "Andolsun ki,
Dâvud'a ve Süleyman'a ilim verdik. İkisi: ÔBizi mü'min kullarının çoğundan
üstün
kılan
Allah'a ham olsun' dediler" (15. ayet)
Bu âyette iki husus tebârüz ettirilmektedir:
1- Hz. Dâvud'la Hz. Süleyman'a ilim verildiği,
2- İlim verilmiş olmakla kazandıkları üstünlüğe hamdetmeleri.
Bir başka ifade ile, Hz. Dâvud ve Hz. Süleyman, mazhar oldukları
mucizelerle değil, kendilerine verilen müstesna ilimle üstünlük kazandıklarını
belirtmiş olmaktadır.
Hemen belirtmek isteriz: Büyük insanlar, çevreleri ile büyüktür.
Hususen ilimle mümtaz kılınan büyüklerin, âlimlerden müteşekkil bir çevreleri
olmalıdır. Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Süleyman için böyle bir çevreden, kitaptan, bir
ilme sâhip kimselerden, devlet işlerinin istişâre edildiği zengin bir meclisten
haber vermektedir.
Mevzumuz açısından can alıcı nokta budur: Hz. Süleyman
aleyhisselâm'ın en büyük mucizesi bilinen Sebe Melikesi Belkıs'ın tahtını
terfatu'l-aynda, Yemen'den Kudüs'e getirilme vak'asını gerçekleştiren, Hz.
Süleyman'ın kendisi değil, kitaptan bir ilme sahip olduğu belirtilen birisidir
ve şahıs Hz. Süleyman'ın istişâre meclisinde üyedir.
Âyet-i kerîme şöyle: "(Süleyman, yanındaki istişâre cemaatine
şöyle dedi: "Ey cemaat, onlar (Bekıs ve kavmi), bana müslüman olarak
gelmezden önce, onun (Belkıs'ın) tahtını hanginiz bana getirir?" Cinlerden
bir ifrit dedi: "Sen yerinden kalkmadan önce getiririm. Muhakkak onu
taşımağa gücü yeten güvenilir bir kimseyim." Kendinde kitaptan bir ilmi
olan biri de şöyle dedi: "Ben gözünü kırpmadan önce onu sana
getiririm." Derken Süleyman, tahtı yanında duruyor görünce dedi ki:
"Bu Rabbimin fazlındandır. Beni imtihan etmek içindir. Şükür mü edeceğim,
yoksa nankörlük mü yapacağım?" (Neml 38-40).
Âyette dikkatimizi çeken bir-iki noktaya parmak basalım:
1- Kitaptan bir ilme sahip olan kimsenin cinlerden olmadığı
açık. Zira, aynı sûrenin 17. âyetinde: "Bir de Süleyman'a cinlerden,
insanlardan ve kuşlardan ordular toplandı. Bütün bunlar sevk ve idâre
olunuyorlardı" dendiğine göre, Hz. Süleyman'ın istişâre meclisinde yer
alan ikinci önemli grup, insandır, melek değil. Öyle ise o kimsenin insan
olduğu görüşünü taşıyan müfessirler daha haklı gözüküyorlar. Nitekim, tefsir
kitapları İsrâilî rivayetlere dayanarak bu ilim sahibinin isminden bile bahseder: Farklı
rivayetlere göre: Hızır'dır, Âsıt İbnu Berhayâ'dır, Belhaya'dır, Zü'n-Nur'dur.
2- O kimsenin ilim almış olduğ "kitap"
nedir?Herhalde, dinî bir kitap, sözgelimi Hz. Dâvud'a gelen Zebur olmamalıdır.
Çünkü, dinî kitaplarda böyle bir tekniğin ilmi mevcut değildir, olamaz da.
3- İlmi, bir kısım kanun ve kaidelere dayanan kesin bilgi
olarak anlayacak olursak, Hz. Süleymân aleyhisselâm'a verildiği belirtilen
"ilmin" yazılmış bulunduğu bir kitabın sözkonusu olabileceği hükmünü
âyetten çıkarabiliriz. Mamâfih, Hz. Süleyman'ın ilmini ihtiva eden kitapların
varlığı, ölümünden sonra bunları cinlerin gömüldükleri yerden çıkardıkları
vs... tefsir kitaplarında isrâilî unsurlarla tüllenmiş, ilmî aydınlığa henüz kavuşmamış
ayrı bir pasajdır. Kur'ânda Kitap'la bazan Levh-i Mahfuz'un da kasdedildiği
vâki ise de, sadedinde olduğumuz âyette bu mânada olması uzak ihtimaldir. Zira
Levh-i Mahfuz (Kitab-ı Mübîn) ilmi, Allah'a has olan gayb kitabıdır. İnsanoğlu
Allah'ın bilinmesine izin verdiği miktarı bilir, bu da insanlara peygamberlerle
intikal eder. Öyle ise, orada geçen kitabın Hz. Süleyman'a lütf-u İlâhî olarak
intikal ettirilen, "teknik"e müteallik ilimlere de yer veren bir
kitap olduğu ve böylece onun mazhar olduğu bu ilmî mucizelerin, emsallerine
insanların fen yoluyla ulaşabileceği istifadesine ulaşılabilir.
Bu açıklamalardan şu netice doğar: Hz. Süleyman aleyhisselâm'ın
mazhar olduğu mucizeler, birkısım ilmî düsturlara dayanmaktadır. Bu düsturlar
kitap halinde yazılmış olmakla kalmamış, birkısım insanlara da öğretilmiştir.
Hz. Süleyman, bunlara vâkıf insanlardan müteşekkil güzîde bir cemaatle,
saltanatını ve icraatını ilmî esaslar çerçevesinde yürütmüştür.
Eski devirlerde yaşayanların, Batılıların yakın zamana kadar
ısrarla söyledikleri şekilde vahşî, câhil ve teknikten mahrum olmadıklarını
gösteren bir başka haber, Hz. Süleyman'ın yaptırdığı camdan sarayla ilgili
olanıdır. Âyet şöyle: "Ona (Belkıs'a): ÔSaraya gir' dendi. O (Belkıs)
sarayı görünce, derin bir su zannetti ve (ıslanmasın diye) eteğini kaldırarak
bacaklarını da bir miktar açtı. (Süleyman): ÔO, camdan yapılmış şeffaf bir
saraydır' dedi" (Neml 44).
Bu âyet, o devirde çeşitli ilim ve tekniğin son derece geliştiğini
ifâde eder. Çünkü mesken, inşaat, mühendislik ve mimarlıktan başka, demircilik,
marangozluk, camcılık tezyîn, dekor gibi yüksek bir medeniyetin mahsulü olan
pekçok zevk, sanat, ilim ve tekniği gerektiren bir sektördür.
Kendisine ilim verilmekle mümtaz kılındığı belirtilen saltanat
sâhibi bir peygamberin hükümran olduğu bir cemiyette, böylesi bir ilimteknik
seviyenin olmadığı ve bunların her seferinde mucizevî yollarla
gerçekleştirildiği iddia edilemez.
Burada hatıra gelebiecek bir soru şudur: Hz. Süleyman bu kitabı ne
yapmıştır.
Varlığı hususunda kesin bir iddia değil, sadece bir tahmin ve
mülâhaza yürüttüğümüz bir kitabın ilmine, mahdut sayıda kimseler vâkıf olmuş
olabilir. Onların ölümü ile ilim de kitap da ortadan kalkmış olabilir. Veya Hz.
Süleyman'dan bir müddet sonra ortadan kalkmış olabilir. Nitekim
İsrailoğlulları'nın tarihi, dinlerinin kitabı olan Tevrat'ın bile defalarca
yokedilmesi vak'alarına sahne olmuştur. Öte yandan, dörtbin yıldan fazla bir
müddet fiilen hükümran olan Mısır medeniyeti bile, devasâ piramidlerine rağmen,
asırlar boyu unutulmuş; ancak, 19. yüzyıldan bu yana aydınlatılmaya başlanmış,
dînî, tıbbî, edebî ve terbiyevî her çeşit kitapları ortaya çıkarılmıştır.[28]
Hz. Süleyman aleyhisselâm'la ilgili Kur'ânî kıssanın mühim bir
mesajı hayvanlarla ilgili: Hz. Süleyman hayvanların dillerini bilmekte, Hüdhüd
vs. ile konuşmaktadır. Âyette karınca ile de konuşmasına dikkat çekilmesi ayrı
bir ehemmiyet taşır. Karıncaların, insanlarca işitilen bir sesi, görülen bir
kulağı yok. Buna rağmen Hz. Süleyman onlarla muhabere edebilir. Öyleyse
araştırıldığı takdirde, insanoğlu, onların bile muhabere sistemine
girebilecektir.
Hz. Süleyman'ın bu mucizesini aktaran Kur'ânî kıssa, sesi
işitilebilen pek çok hayvanın -belki de tamamının- muhabere sistemlerine
insanların girip onları, insanlığın lehinde birkısım mühim hizmetlerde istihdam
edilebileceklerine semavî bir irşad olmaktadır. Son çekirge istilasının, bir
kere daha hatırlattığı, Bediüzzaman'a ait mevzumuzu ilgilendiren bir mülahaza
şöyle: "... Meselâ çekirge âfetinin istilâsına karşı, çekirgeyi yemeden
mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse, ne kadar
istifadeli bir hizmette ücretsiz olarak istihdam edilebilir. İşte kuşlardan şu
nevî istifade ve teshîri ve telefon ve fonoğraf gibi câmidatı konuşturmak ve
tuyûrdan istifade etmek; en münteha hududunu şu âyet çiziyor..." [29]
Söylediklerimizi, Hz. Nuh'un gemisiyle ilgili âyetlere dikkat
çekerek de takviye edebiliriz. Hz. Nuh aleyhisselâm'ın gemisiyle ilgili
ayetlerde gelen geminin inşasıyla alâkalı bir kısım açıklamaları yakından
incelersek, gemi inşa işinin, fevkalâde, şaşırtıcı bir mucizeye dayanmayıp, o
devir insanlarına ulaşmış ve mâlum âletler kullanılarak, hiç de yadırganmayan
bir çalışma vetîresiyle gerçekleştirildiğini söyleyebiliriz. Şöyle ki:
1- Gemi, birbirine sıkıca rabtedilmiş levhalardan yapılmıştır.
Âyette Zâtı elvâh ve düsür olarak tavsir edilen (Kamer 15) elvâh, levhalar
demektir. Levha tahtadan olmalıdır. Düsür, lügatte gemi levhalarını birbirine
rabteden liften yapılmış ip mânasına gelir. Bu kelimeden, o vakit, henüz mâdenî
çivinin bilinmediği; dolayısıyle, tahtaların ana kalaslara iplerle rabtedildiği
mânası çıkabilir. Ancak, ağaçlardan tahta levhaların elde edilmesi, mutlaka
balta, testere gibi mâdenî âletlerin varlığını zarurî kılacağından, mâdenciliğn
bilindiği de anlaşılır. Öyle ise, düsür ile, mâdenî çivilerin kastedilmiş
olması daha kuvvetli ihtimaldir. Nitekim, çoğunluk itibariyle müfessirler de
düsür'den çivi ve perçini anlarlar.
Şu halde, bizzat âyetlerden hareket ederek, balta ve testere gibi
mâdenî aletlerin imalinde gerekli olan bir sanayi dalının (metalürji), tâ Hz.
Nuh aleyhisselâm zamanında var olduğuna hükmedilebilir. Bu da bize, çekiç, örs,
kerpeten, iğne, gürz gibi âletlerin mevcudiyetini tâ Hz. Âdem aleyhisselâm
devrine kadar uzayan rivayetlerin sıhhati hususunda kanaat verir.
Bu yorum, demirin Hz. Dâvud aleyhisselâm tarafından
yumuşatıldığını haber veren âyete ters düşmez. Çünkü âyet, demirin Hz. Dâvud'la
keşfedildiğini ifâde etmez. Belki, ondan itibaren geniş çapta kullanılmaya
başladığını ortaya koyar. Nitekim, yine âyet-i kerîme Hz. Dâvud'un zırh yapma
sanatında mahâretini haber verir. Öte yandan ilim adamları, halen ele
geçirilmiş bulunan demirden mâmul en eski âletlerin M.Ö. 2700 yıllarına âit
olduğunu tahmin ederken, demir devrinin, Kenan diyarında M.Ö. 1200 yıllarında
başladığını kabul ederler. Hz. Dâvud aleyhisselam'ın, M.Ö. 1000 yılları
civarında yaşadığı bilinmektedir. Arada görülen 200 yıllık farkın kısmen yorum,
kısmen tahmin hatası olabileceği söylenebilir. Çünkü geçmiş devirleri anlatan
kitaplarda rastlanan bilgi ve rakamlar hiçbir zaman kesinlik ifade etmez.
Bunlar çoğunluk itibariyle, araştırıcıların tahmin ve yorumlarına dayanır.
Meselâ Bronz devrinin M.Ö. 5000 ve 6000 yıllarında ortaya çıktığı kabul
edilmektedir ki, arada 1000 yıl fark vardır.
Âyetlerde gemi ile ilgili olarak geçen bir başka ifade, bize daha
ilgi çekici gözüküyor. Tennûr (fırın) kelimesi. Dilimizdeki tandır kelimesi
buradan bozmadır. Bâzı müfessirler bu tâbire dayanarak, Hz. Nûh'un gemisinde
buhar kazanının olabileceği tahminini de yürütürler. İlgili âyet şöyle:
"Son azab emrimiz gelip de tennûr feveran edince (kazan kaynayıp
fışkırınca) hemen ona, "her canlıdan birer çift koy" diye vahyettik"
(Hud 40)
Gemi Allah'ın vahyi ile, murakabesi altında inşa edilmiştir.
Bu durumu belirten âyetlerden birinin meali şöyle: "Biz ona
(Nûh'a) şöyle vahyettik: "Bizim nezaretimiz altında ve vahyimize göre
gemiyi yap" (Mü'minûn 7).
Bu gemi mucizesi, su üzerinde nakil vasıtasının daha önce
yokluğunu ifade etmez kanaatindeyiz. Çok basit ve ibtidai de olsa -en azından
sandal veya sal şeklinde- deniz taşımacılığının varlığı kuvvetle muhtemeldir.
Hz. Nuh gemi inşaatına ilâhî vahy ile azamet, sistem ve yeni teknikler getirmiş
olmalıdır. Bizzât âyet-i kerîmenin ifadesiyle dağlar kadar dalgalara
dayanabilecek sağlamlıkta (Hûd 42), en azından Hz. Nuh'un yaşadığı bölgelerde
mevcut olan hayvanlardan birer çifti içine alabilecek büyüklükte -İsrailî
kaynaklaragöre üç katlı- ve buharlı bir gemi, o devir için hârika bir inkılab,
gerçek bir mucize olmalıdır.
İnşa sırasında, inanmayanların Hz. Nuh'un yanından her
geçişlerinde kendisiyle alay ettiklerini haber veren âyet (Hûd 38), bu geminin
belli bir ölçüde normal bir inşa devresi geçirdiğini gösterir. Kâfirlerin alay
etmesi, bilinmeyen bir şeyin, mucizevî bir tarzda yeniden, yoktan inşasından
dolayı olmayıp, sudan uzak bir yerde, böylesine iri bir geminin inşaası
sebebiyle olmalıdır. Geminin inşaası, şakk-ı kamer mucizesinde olduğu gibi,
inkârcılara karşı doğruluğunu ve peygamberliğini ispatlamak maksadıyla -taleb
üzerine- gösterilmiş bir mu'cize değildir.
Elmalılı Hamdi Efendi, yukarıda tasvîr edilen evsaftaki, buharlı
gemi hakkında: "O zaman böyle bir gemi yapılabilir miydi, yapılsa unutulur
muydu?" şeklinde hatıra gelebilecek sorulara şu cevabı verir: "Bu
vahy-i İlâhî ile yapılmıştır. Tecrübelerle elde edilen pek çok sanatın zamanla
unutulmamasının tarihte örneği çoktur."
İnsanlık tarihi içinde, en azından bazı peygamberler döneminde,
ilme ve tecrübeye dayalı tekniğin gelişmiş olabileceğini kabul etmenin pratik
faydaları var. Günümüz insanı, binlerce yıl önce yapılmış bir kısım san'at ve
teknik eserlere sâhiptir. Arkeolojik kazılar bunlara yenilerini ekliyor. Bu
eserler üzerinde incelemeler yapılmadıkça, hayranlık artıyor ve nasıl yapılmış
olabilecekleri izahsız kalıyor.İnsanlığı mutlak bir vahşetle başlatıp, tedrîci
gelişme ile Batı medeniyetine getirip, bunu en son en mükemmel bilen batılı
espiri, mâziden intikal eden eserleri, vahşî, ilim ve teknikten mahrum bildiği
insanlara yakıştıramadığı için, bunları gökten gelen devlerle izah etmeye
kalkmıştır.
Hepimiz hatırlayacağız, birkaç yıl öncesi, biraz maddî, biraz da
ideolojik maksadlarla fazlaca propagandası yapılan Tanrıların Arabaları
adındaki kitap, uzun müddet efkâr-ı umûmiyeyi meşgul edip, kafaları
bulandırmayı becermiştir. Kendi dışındakilere vahşi, geçmiş asırlara vahşet
gözüyle bakan bir Batılının, maziden intikâl eden -başta Pirî Reis'imizin dünya
haritası olmak üzere- bâzı hârika eserleri gökten gelen devlere yaptırması
normaldir. Çünkü herşeyin vahşetten başlayıp, tedricî bir tarzda tekâmül
ettiğine, sonunda Batı medeniyeti olarak zirveye ulaştığına inandınız mı,
sözkonusu geçmişe ait harikalar ilimsiz dediğiniz, vahşi dediğiniz insanlara
yakıştıramazsınız. Aksi takdirde kendinizle tezada düşersiniz. Şu halde
bunların en zaruri izah yolu gökten inen devler olur. Öyle ise Batılı için
böyle bir izah, onun düşünce tarzının gereğidir ve normaldir. Ancak, bu
safsataların, müslüman çevrelerde mâkes bulması, gülünüp geçilecek yerde
ciddiye alınıp münakâşa edilmesi, kafaların bulanması normal değildir. Biz
müslümanlar, elimizde Kurân olduğu müddetçe geçmişe vahşet, eski insanlara
vahşîler gözüyle bakamayız. Hz. Süleyman örneğinde olduğu üzere, ilâhî vahye
mazhar ve bu yoldan teknik getiren peygamberlere inanıldığı müddetçe, keza
peygamberlere gelen tekniğin, kitaba geçen ilmî düsturlarla öğretilmiş
olabileceği ihtimalini akla veren Kur'ânî karîneler, âyetler olduğu müddetçe
biz eski insanlara vahşiler gözüyle bakamayız. Bize göre insanlığın maddî
terakkisi, mânevî durumu gibi, zikzaklar çizmiş, fevkalâde parlak dönemlerden
sonra düşüşler, tedennîler kaydetmiş, sıçramalar yapmıştır.
Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de gelmiş bulunan birçok âyette, birkısım
geçmiş milletlerin kuvvetçe daha ileri, mal ve evlatça daha çok oldukları
(Tevbe 69, Fâtır 41, Muhammed 13 vs.) ve yeryüzünde daha çok ve daha sağlam
eserler bıraktıkları (Mü'min 21, 28) ifade edilir. O kadar ki,
"Anahtarlarını güçlü bir topluluğun zor taşıyacağı" kadar çok mal
verildiği belirtilen Kârûn'dan söz edilirken bile, "Allah'ın öncekileri
ondan daha güçlü ve topladığı şey fazla olan nice nesiller"den bahsedilir
(Kasas 76-78). Bu mevzuda gelen âyetlerden sadece bir tanesinin meâlini kaydedeceğiz.
Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Yeryüzünde
dolaşıp kendilerinden önce geçmiş kimselerin sonlarının nasıl olduğuna
bakmazlar mı? Ki onlar, kendilerinden daha kuvvetli idiler, yeryüzünü kazıp
alt-üst ederek onlardan çok imâr etmiş kimseydiler ve onlara bürhanlarla peygamberler
gelmişti. Böylece Allah onlara zulmetmiyor, onlar kendilerine zulmediyorlardı.
Sonra Allah'ın âyetlerini yalan sayıp, onları alaya alarak kötülük yapanların
sonu pek kötü oldu" (Rum 9-10).
Kur'ânî görüşe böylece parmak bastıktan sonra, tekrar biraz başa,
Batı zihniyetini aksettiren mezkur kitaba, Tanrıların Arabaları'na dönüyorum.
Doğruluk ve mükemmellliğinin fevkalade oluşu sebebiyle, Batılı olmayan biri
tarafından, daha gerçek ifadesiyle, ilimden yoksun yarıvahşi bir millete mensup
Pîri Reis tarafından yapıldığı için, Piri Reis'e ve onun şahsında insanlığa çok
görülen bu eserin izahı sadedinde şu tekellüflü ve çocuksu ifadeye yer verilir:
"Haritaların çizildiği dönemlerde, böyle bir teknik bulunmadığına göre, ne
yolla çizildiklerini nasıl anlayacağız? Düşünce boyutlarımızı aştığı ve mantık
kaidelerine uymadığı için belki hiç aldırmayacağız. Ya da bütün cesaretimizi
toplayarak haritaların bir feza gemisinden çekilen fotoğraflar aracılığı ile
çizildiğini ileri süreceğiz. Piri Reis'in haritaları şüphesiz asıllarının
kopyasının kopyasının kopyasıydı. Bununla birlikte asılları olduğunu ve
onsekizinci yüzyılda çizildiklerini kabul etsek bile, nasıl çizildikleri
yolunda en ufak bir açıklama yapamayız."
Aslında müellifin harika olarak vasıflandırdığı her şeyi fezadan
gelenlerle izah yolunu tutması, hükümlerinde muknî vesâikten ziyade, zihninde
taşıdığı bir kısım peşin hükümlere dayandığının delili olmakta ve müellifin,
farkında olmadığı fikrî bir bocalama içinde bulunduğu kendi ifadelerinden
anlaşılmaktadır. Meselâ Peru'da kuru çamurun içinde bulunmuş olan ve fevkâlâde
mükemmelliği belirtilen bir takvimle alâkalı olarak: "Bu (mükemmellik) de
onu tasarlayan, ortaya koyan ve kullananların bizden üstün bir uygarlık
seviyesine ulaşmış olduğunu ispatlamaktadır" yorumunu yaptıktan sonra,
"Kendimize olan sonsuz güvenimiz bu isbatı nasıl kabul edecek
bilmiyorum" diyerek, Batılı üstünlük psikozunu ortaya koyar.
İşte bu psikozdur ki, sahiplerini, geçmiş asırları vahşete mahkûm
etmeye, onlarda görülen kemâli, "vahşi"ye yakıştıramadığı için, izah
sadedinde gülünç durumlara düşmeye sevkedecektir. Bir heykel üzerindeki
şekillerde okunan bir kısım astronomik bilgilerle alakalı şu yorum kaydedilir:
"Bu astronomi bilgisini, yapı sanatında bile pek çok geri olan iptidai insanlar mı
biraraya getirmişti, yoksa bu bilgi dünya dışı bir kaynaktan mı gelmişti."
Müellifin içine düştüğü tezadı ele veren bir başka ifadesi
Tassili'deki (Sahra) bazı mağaralarda keşfedilen bir resimle alakalı . Der ki:
"Resmin beş metre boyunda olması, onu yapan vahşinin hiç de sandığımız
kadar vahşi olmadığını açıkça gösterir."
Geçmiş devirlerde yaşamış olan insanların, Batılıların
zannettikleri kadar vahşi olamayacakları ihtimaline yer veremeyince, müllifin
kafasında sorular çoğalıyor: "..İptidaî mağara adamaları hangi eğitim,
hangi öğretim sonucu takım yıldızlarını tam yerine çizmeyi başarmışlardır?
Kristal mercekler hangi yüksek tekniğin dükkanından çıkmadır? 1800 santigrat
dereceden sonra erimeye başlayan platini kimler eritmiş ve şekil vererek süs eşyası
yapmıştır? Boksitten büyük güçlüklerle elde edilebilen aliminyumu Çinliler
hangi bilgilerle çıkarmışlardır?"
Bu çeşit madeni faziletleri sadece kendine mahsus gören örosantrik
(eurocentrique) zihniyetin cevabı, kendini ehl-i akıl nazarında müdhike kılacak
olsa da şudur: "Bizden önce, yüksek bir kültürün, ya da eşit seviyede bir teknolojinin varlığını
kabul edemeyeceğimize göre, bir tek nazariye kalıyor: "[30]
"Hülâsâ, temelini büyük ölçüde pozitivistlerin -ve meselâ
Darvin'in- tekâmülcü nazariyesinden alan bu sakat görüşten insanlığın
kurtarılması, medeni terakki meselesinde Kur'ânî esprinin iyice anlaşılıp
güzelce anlatılmasına bağlıdır. Bu da, peygamberlerin, insanlık tarihi içindeki
gerçek yerlerine konmalarını gerektirecektir. O zaman göreceğiz ki, o yüce
şahsiyetler sadece ruh ve maneviyatın mürşidleri değil, akıl ve zihinlerin de
terbiyecisi, maddiyat ve tekniğin de pirleri, önderleridirler, her çeşit
zanaatın hakiki ustalarıdırlar.[31]
İKİNCİ BAB
RESULULLAH'IN
FAZİLET VE MENKIBELERİ
ـ4347 ـ1ـ عن
أنسٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: أنَا
أوَّلُ
النَّاسِ خُرُوجاً
إذَا
بُعِثُوا،
وَأنَا
خَطِيبُهُمْ
إذَا
وَفَدُوا،
وَأنَا
مُبَشِّرُهُمْ
إذَا
أيِسُوا،
وَلِوَاءُ
الْحَمْدِ
يَوْمَئِذٍ
بِيَدِى،
وَأنَا
أكْرَمُ
وَلَدِ آدَمَ
عَلى رَبِّي
وََ فَخْرَ[.
أخرجه
الترمذي .
1. (4347)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"İnsanlar (Kıyamet günü) diriltilecekleri zaman yerden ilk
çıkacak olan benim. Onlar (huzur-u ilahiye) geldiklerinde (onlar adına)
hatipleri ben olacağım. (Allah'ın rahmetinden) ümidlerini kestiklerinde (rahmet
ve mağfireti) onlara ben müjdeleyeceğim. O gün Livâu'lhamd (şükür sancağı)
benim elimde olacak. Ademoğlunun Allah'a en kerim olanı da benim. Bunda fahr yok!"
[Tirmizî, Menakıb 2, (3614).][32]
AÇIKLAMA:
Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm), burada Rabb Teâla'nın kendisine tanıyacağı bir kısım
lütufları zikretmektedir. Bunlar Aleyhissalâtu vesselâm'ı diğer peygamberlerden
efdal ve üstün kılan faziletlerdir.
Sonunda,
"Bunda fahr yok" diyerek bütün bu faziletlerin ilahi bir lütuf
olduğunu, kendi nefsinden, kesbinden gelen, övünmeye medar olacak bir iktisab
olmadığını belirtiyor. Kendi kesbiyle olmayan şeyle övünülmeyeceğine göre, ben
de bunları zikretmekte övünmüş olmuyorum buyurmaktadır.
Müteakip
hadiste, Resulullah'a lütf-u ilâhî olan diğer bazı faziletler daha
zikredilecektir:
* Kıyamet günü peygamberlere imam olmak.
* Şefaat yetkisine sahip olmak gibi. mevzuyla ilgili açıklamayı
4349, hadisten sonra yapacağız.[33]
ـ4348 ـ2ـ
وعن أُبَيِّ
بْنِ كَعْبٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قَالَ:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إذَا
كَانَ يَوْمُ
الْقِيَامَةِ
كُنْتُ أنَا
إمَامَ
النَّبِيِّينَ
وَخَطِيبَهُمْ،
وَصَاحِبَ
شَفَاعَتِهِمْ
غَيْرَ
فَخْرٍ[.
أخرجه الترمذي
.
2. (4348)- Ubey İbnu Ka'b
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kıyamet günü geldi mi, ben peygamberlerin imamı, hatibi ve
(onlar arasında) şefaat (etmeye yetki) sahibi olacağım. Bunda övünme
yok." [Tirmizî, Menâkıb 3, (3617).][34]
ـ4349 ـ3ـ وَعَنْ
جابرٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
أُعْطِيتُ
خمْساً لَمْ
يُعْطَهُنَّ
أحَدٌ مِنَ
ا‘نْبِيَاءِ
قَبْلِى: كَانَ
كُلُّ
نَبِىٍّ
يُبْعَثُ إلى
قَوْمِهِ
خَاصَّةً
وَبُعِثْتُ
الى ا‘حْمَرِ
وَا‘سْوَدِ؛
وَأُحِلَّتْ
لِىَ
الْغَنَائِمُ
وَلَمْ تَحُلَّ
‘حَدٍ
قَبْلِى،
وَجُعِلَتْ
لِىَ ا‘رْضُ طَيِّبَةً
وَطَهُوراً
وَمَسْجِداً،
فَأُيُّمَا
رَجُلٍ
أدْرَكَتْهُ
الصََّةُ
صَلّى حَيْثُ
كَانَ،
وَنُصِرْتُ
بِالرُّعْبِ
عَلى
الْعَدُوِّ
بَيْنَ
يَدَىْ
مَسِيرَةِ شَهْرٍ،
وَأُعْطِيتُ
الشَّفَاعَةَ[.
أخرجه الشيخان
والنسائي.وزاد
في رواية:
]بُعِثْتُ
بِجَوَامِعَ
الْكَلمِ[ .
3. (4349)- Hz. Câbir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Bana beş şey verilmiştir ki, bunlar benden önceki
peygamberlerden hiçbirine verilmemiştir.
* Her peygamber sadece kendi kavmine gönderilmiştir. Ben ise
kırmızılara (Acemlere) ve siyahlara (Araplara)
da gönderildim.
* Bana ganimetler helal kılındı. Halbuki benden öncekilerden
kimseye helal değildi.
* Yer bana tahur, pâk ve mescid kılındı. Her kim namaz vaktine
girerse, nerede olursa olsun namazını kılar.
* Ben, bir aylık mesafede olan düşmanımın içine düşen bir korku
ile yardıma mazhar oldum.
* Bana şefaat (etme yetkisi) verildi." [Buhârî, Teyemmüm 3,
Salât 56,l Humus 8; Müslim, Mesâcid 3, (521);
Nesâî, Gusl 26, (1, 210-211).]Nesâî bir rivayette şu ziyadeyi
kaydetmiştir.
"Ben, cevami'u'lkelim (veciz sözler)le de gönderildim."[35]
AÇIKLAMA:
1- Burada, rivayetin zahiri, Resulullah'ın sadece beş
faziletle diğer peygamberlere üstün kılındığını ifade etmektedir. Halbuki
Müslim'in Ebu Hüreyre'den kaydettiği bir rivayette Aleyhissalâtu vesselâm:
"Ben peygamberlere karşı altı faziletle üstün kılındım" buyurmakta ve
hadisin devamında buradaki faziletlerden sadece dördünü zikredip, az ileride
temas edeceğimiz iki yeni fazilet daha ilave etmektedir.
Bu ihtilaf bazılarınca: "Resulullah beş dediği zaman
kendisine verilen hususiyetlerden sadece beşine muttali olmuş, diğerlerine
henüz muttali olmamış bulunabilir" diye te'lif edilmiştir.
Ancak alimler arasında, buradaki rakamı, kesin bir sayıya delalet
eden bir rakam olarak görmeyip bu
müşkilatı kökten reddeden de vardır.
Hadisin zâhiri, zikredilen bu beş vasfın Resulullah'tan önce
kimseye verilmediğini ifade etmektedir ki, vak'a da budur. Hz. Nuh
aleyhisselâm' ın, tufandan sonra bütün yeryüzü ahalisine nebi olduğu söylenerek
itiraz edilemez. Çünkü, yeryüzünde zaten ona inanıp, onunla kurtulanlar dışında
kimse kalmamıştı. Onlara nebi oluşu, risaletinin başlangıcında böyle değildi.
(Bütün insanlığı temsil eden bu bir avuç) insanlara peygamber oluşu, diğer
insanların helak olup, yeryüzündeki insanların onlara inhisar etme hadisesine
tesadüf etmiştir. Ama Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)'ın umumi olan
peygamberliği, risaletinin bidayetinden başlar. Şefaat hadisinde geldiği üzere,
Kıyamet günü, hesap için bekleşen insanların Hz. Nuh'a da Allah indinde
lehlerine şefaat etmesi için başvurdukları zaman sarfedecekleri: "Sen Arz
ehline Allah'ın ilk peygamberisin" sözünden murad, risaletinin umumi oluşu
değildir. Bilakis, peygamber olarak gönderilişinin önceliğine tesbittir.
Nitekim Kur'an-ı Kerim, birçok âyetinde Hz. Nuh'un kendi kavmine gönderildiğini beyan etmiştir.
Başka kavme de gönderildiğinden hiç
bahiste bulunmamıştır. Ancak şunu da belirtelim ki, bazı alimler Hz. Nuh'un risaletinin
umumi olduğuna, onun yeryüzünde bulunanların hepsine beddua edip bunun sonucu
olarak gemi ehli dışında kalanların tamamının boğulması hadisesiyle istidlal
etmiştir. Demişlerdir ki: "Eğer Nuh aleyhisselâm hepsine gönderilmemiş
olsaydı "Peygamber göndermedikçe biz, kimseye azab edici
değiliz" (İsra 15) ayeti mucibince
başka kavimlerin helak olmaması gerekirdi. Öyleyse o, bütün insanlığa
gönderilmiştir." Bu düşüncede olanlara şu cevap verilmiştir. "Nuh'un peygamberliği sırasında başka peygamberlerin
de gönderilmesi caizdir. Nuh, onlara da iman edilmediğini dahi bilip hem kendi
kavminden hem öbürlerinden iman etmeyenlere beddua etmiştir." Bu iddiaya
da şu güzel cevap verildi: "Lakin Nuh zamanında bir başkasına da
peygamberlik geldiğine dair bize rivayet intikal etmemiştir. Bu durumda
Peygamberimize tanınan hususiyetin manasının, şeriatının Kıyamete kadar bekası,
Nuh ve diğerlerinin ise daha kendi zamanlarında veya kendilerinden sonra bir
peygamberin gönderilip şeriatlarının
neshedilmiş olması ihtimal dahilindedir. Hz. Nuh'un kavmini tevhide
davet hadisesinin diğer insanlara da ulaşması, buna rağmen şirkte ısrar etmiş
bulunmaları böylece azabı haketmiş olmaları da muhtemeldir." İbnu Atiyye,
Hûd Suresi'nin tefsirinde bu görüşe meyleder ve der ki: "Onun peygamberlik
müddetinin uzunluğu sebebiyle risaletinin uzak veya yakın her tarafa ulaşmaması
mümkün değildir." İbnu Dakiku'l-İyd bunun makul yönünü şöyle gösterir:
"Her ne kadar ahkam-ı fer'iyye'de
her peygamber kendi kavmi ile sınırlandırılmış ise de tevhid'i tebliğde bazılarının bütün insanlığa yönelik bir
vazife almış olması caizdir. Nitekim peygamberlerden bazıları şirkle mücadelede
kendi kavimlerinden olmayanlarla da savaşmıştır. Tevhid onlara gerekli
olmasaydı, onlarla savaşmazlardı."
Hz. Nuh aleyhisselam'ın, Nuh kavmine gönderilmesi sırasında,
yeryüzünde (bir başka kavmin) olmaması da ihtimallerden biridir. Böylece onun
bi'setinin (gönderilmesinin), sırf kendi kavmi için olması sebebiyle hususidir
ama, yeryüzünde başka bir kavmin bulunmaması gözönüne alındıkça, umumi bir
risalet suretini kazanır. Ancak, bir başka kavmin varlığına müsadif olmaları halinde, Hz. Nuh onlara da
gönderilmiş olamaz.
İbnu Hacer der ki: "Şârih Davudî bu meselede büyük bir
gaflete düşerek dedi ki: "Hadiste
geçen bunlar hiç kimseye
verilmedi" ibaresi, "Bu
beş şey, benden önce kimseye cem
olmadı" demektir. Çünkü Nuh
aleyhisselâm bütün insanlığa gönderildi. Diğer dört fazilete gelince, bunlardan
hiçbiri, daha önceki peygamberlerden hiçbirine verilmemiştir."
Davudi, bu sözüyle, sanki hadisin sadece baş kısmını görmüş, son
kısmından gafil olmuşa benziyor. Çünkü (aleyhissalâtu vesselâm) şu sözüyle
"bütün insanlığa gönderilmek"le de hususiyet kazandığına
hükmetmiştir: "...her peygamber sadece kendi kavmine gönderilmiştir."
2- "...korku ile
yardıma mazhar oldum" cümlesi bazı
rivayetlerde "Düşmanlarımın kalbine korku atılır..." şeklinde
gelmiştir. Hadisin zahiri, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a, lütfu ilahi
olarak, bir aylık yürüme mesafesi uzakta bulunan düşmanlarının içine korku
atılıp, böylece saldırılarının sırf korku sebebiyle önlendiği ifade edilir. Bu
zahire göre bir başkası için bu mesafeden veya daha uzaktaki düşmana karşı
korku ile yardım yoktur. Daha yakındaki için olabilir. Ancak Amr İbnu Şu'ayb
rivayetinde gelen "Aramızda bir aylık mesafe bile olsa, düşmana karşı
korku ile yardıma mazhar oldum" ibaresi, korku ile yardımın Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a has olduğunu belirtir.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan sonra bu husisiyetten
ümmeti de istifade edecek midir? Bu husus kesin değil, muhtemeldir.
3- Hadiste yeryüzünün baştan sona mescid kılınması var. Yani
her tarafında secde yapılabilir, secde için muayyen bir yer aramak gerekmez.
Hadisi, daha önceki milletlerin dünyanın her yerinde ibadet yapamadıklarını
ifade eder. Bu madde bazı farklı yorumlara tabi tutulmuştur.
* İbnu't-Teymî der ki: "Bundan murad, "Arz benim için
mescid ve temiz kılındı" demektir. Benden öncekiler için sadece mescid
kılınmıştı, temiz kılınmamıştı. Zira Hz. İsa yeryüzünde seyahat eder, namaz
vakti nerede girerse, orada namazını kılardı." İbnu't-Teymî'den önce
Dâvudî de böyle demiştir.
* Bazı alimler de şöyle der: "Öncekilere, temiz olduğu
hususunda kesin kanaat hasıl olan yerlerde ibadet etmeleri mübah kılınmıştı. Bu
ümmete ise pis olduğu hususunda yakin hasıl ettikleri yerler dışında her yer
temiz kılınmıştır."
* En doğru açıklama Hattabi'ye aittir. Der ki: "Resulullah'tan
önceki nebilere sadece hususi yerlerde
ibadet etmeleri mübah kılınmıştı. Kilise, manastır, havra gibi." Amr İbnu
Şu'ayb'ın şu rivayeti de bunu te'yid eder: "...Benden önce kiliselerinde
namaz kılarlardı." Şu halde bu ibare münakaşayı bertaraf edip, yeryüzünün mescid
olmasının Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bir hususiyeti olması
meselesinde nass'dır. Bu söyleneni teyid eden bir rivayet Bezzar'da gelmiştir:
"Geçmiş peygamberlerden hçbiri mihrabına gelmedikçe namaz kılmazdı."
4- Hadisten tahur (temiz) olan bir şeyin bir başkasını da
temizleyeceği (mutahhir olacağı) hükmüne varılmıştır. Zira tahurdan murad, tahir (temiz) olsaydı,
bununla husuiyet sabit olmazdı. Hadis ise, hususiyeti isbat için beyan edilmiştir. İbnu'l-Münzir ve
İbnu'l-Carud, Hz. Enes'ten şu rivayeti kaydederler: "Bana her temiz
(tayyib) yer, mescid ve tahur kılındı." Burada tayyib'in manası tahirdir.
Eğer, tahur'un manası tahir olsaydı hasıl'ı tahsil gerekirdi.
Bu hadisle, bazıları teyemmüm de su gibi hadesi gidereceğine
istidlal etmiş, "Çünkü ikisi de aynı vasıfta birleşmektedirler"
demiştir. Ancak bu istitlal su götürür.
Ayrıca, yeryüzü nevinden her şeyle teyemmüm yapılabileceğine de
hükmedilmiştir. Bu husus bir başka hadisle te'kid edilmişthir. "Arz benim ve ümmetim için her şeyiyle
mescid ve tahur kılındı."
5- Hadis, her nerede namaz
vakti girerse namaz kılınacağını söyler. Burada, başka hadislerde gelen
tasrihatla alimler şöyle derler: "Yeryüzü bana tahur kılındı. Ümmetimden
kim namaz vaktine girer, su bulamazsa, toprakla teyemmüm yaparak hadesten
temizlenir ve namazını kılar. Su yok
diye namazı terketmez." Ahmed İbnu Hanbel'in bir rivayetinde "(Namaz vaktine girer, su bulamazsa)
üzülmesin), yanında suyu da mescidi de mevcuttur."
6- Hadis ganimetin helal kılınmasını da Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın bir hususiyeti olarak ifade eder. Bu hususu
açıklayan Hattabî der ki: "Önceki peygamberler iki kısımdı.
1) Bir kısmına cihad etme izni yoktu. Bunlara ganimet yoktu.
2) Bir kısmına cihad etme izni verilmişti. Ancak savaşta
ganimet alsalar onu yeme izni yoktu. Bir ateş gelip hepsini yakıyordu. Bazı
alimler Helal kılınmasından maksad ganimette dilediği gibi tasarruf
etmedir" demiştir. Ancak doğru olanı, önceki görüştür."
Cihad bahsinde ganimet meselesi genişçe açıklandı (1131 numaralı
hadis görülsün, 5. cilt sayfa 231).
7- Resûlullah'ın bir hususiyeti ona şefaat yetkisinin
verilmesidir. Buradaki şefaatten maksad; Kıyamet günü Mevkıf'te hesap vermek
üzere bekleyen insanların hepsine şâmil olan ve onların bekleme sıkıntısından
rahatlamalarını sağlayacak olan şefaat-i uzmâdır. Bunun vukuunda ülemâ ihtilaf
etmemiştir.
Ancak bu şefaat hakkında şu görüşleri ileri sürenler de olmuştur:
* Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hasâisine giren şefaatten
maksad "talebinde reddedilmemesi"dir.
* Bu şefaat, kalbinde zerre miktar imanı olanların cehennemden
çıkması için yapacağı şefaattır. Çünkü, kalbinde fazlaca imanı olanlara,
başkalarının şefaati de vaki olacaktır. (Bu görüş, Kadı İyaz'ındır).
* İbnu Hacer: "Bana öyle geliyor ki Kâdı İyaz'ın söylediği ile
birinci şıkta zikredilen şefaat kastedilmiştir. Çünkü şefaatla ilgili hadiste
her ikisi de mevzubahis edilmektedir" der.
* Beyhakî: "Resulullah'ın hususiyetini teşkil eden
şefaatin, küçük ve büyük günahları işleyenlere yapılacak şefaat olması
muhtemeldir. Çünkü, küçük günah sahiplerine başkaları da şefaat edecektir.
Büyüklere ise sadece Resulullah şefaat edecektir" der.
* Kâdı İyaz, bazılarının: "Bu şefaatten maksad reddedilmeyecek
olan şefaattir" dediğini nakleder.
İbnu Abbâs'ın bir rivayetinde, mealen: "Bana şefaat verildi,
fakat ben onu dünyada kullanmayıp, ümmetim için ahirete bıraktım. Bu ahirette Allah'a şirk
koşmayanlar lehinde olacaktır" denir. Amr İbnu Şu'ayb hadisinde:
"...bu sizlerle, Allah'ın bir olup başka ilah olmadığına şehadet edenlerin
lehine olacaktır" denmiştir. Bu hadisteki hususi şefaatten muradın,
tevhid' den başka salih ameli olmayan kimseleri ateşten çıkaracak olan
şefaattir.
Bu hususta ülema, rivayetlerin ihtiva ettiği farklılıklara
dayanarak başka görüşler de beyan etmişlerdir.
8- Hadiste "Ben ahmer (kırmızı) ve esved (siyah) olanlara
da gönderildim" buyurulmaktadır. Ahmer'le Acemler yani Arap olmayanların,
esved'le de Arapların kastedildiği ifade edilmiştir. Ancak ahmer'le insanlar,
esved'le cinlerin kastedilmiş olabileceği de söylenmiştir. Aslındaiki mana da
doğrudur. Zira Müslim'de gelen bir rivayette "Ben bütün mahlukata gönderildim" buyurulmuştur.
9- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın diğer peygamberlere
karşı haiz olduğu üstünlükler meselesine gelince, açıklamamızın bidayetinde
temas ettiğimiz üzere Müslim'in Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'tan kaydettiği
vechinde, iki fazilet daha ilave edilmektedir:
* "Bana cevâmi'u'lkelim verildi"
* "Benimle
peygamberler mühürlendi"
Böylece iki
hadiste zikredilen hasletlerin sayısı yediye çıkmaktadır. Müslim'in Huzeyfe
(radıyallahu anh)'tan kaydettiği bir diğer hadiste -ki müteakiben gelecek-
"üç" hasletle üstün kılındığını belirtir. Bunlardan ikisi farklıdır:
* "Saflarımız meleklerin safları düzeninde kılındı:
* Bana, Bakara
suresinin sonundaki şu iki ayet verildi: Bu ayetler Arş'ın altındaki
hazinedendir."
Böylece "âmener resul" diye bilinen ve aşır olarak da
okunan bu âyetlerde zikri geçen:
* Ümmetinden Allah'ın eski ümmetlerdeki isr'i (ağır yükü)
kaldırması ve tahammül edemeyeceği yükten sorumlu tutmaması ile,
* Ümmetinin hatâen yaptığından ve unutarak yapmadığından
affedilmesi kastedilmiş olmaktadır. Bunlarla mezkur haslet dokuza çıkar.
İbnu Hacer, Ahmed İbnu Hanbel ve Bezzâr'ın Müsned'leri gibi
Kütüb-i Sitte dışındaki bazı kitaplarda Resûlullah'ın hasâis'ini beyan eden
rivayetlerle sayıyı onaltıya çıkarır:
* "Bana arzın anahtarları verildi" ِ
* "Ahmed diye
isimlendirildim"
* "Ümmetimin en hayırlı ümmet
kılındı"
* "Benim geçmiş ve gelecek günahlarım
affedildi"
* "Bana kevser verildi
* "Arkadaşınız Kıyamet günü
Livâu'lhamd'in sahibidir"
* "Şeytanım kâfirdi, Allah ona karşı
bana yardımcı oldu da müslüman oldu"
İbnu Hacer, tahkiki derinleştirenlerin, bu hasletlerin sayısını
artıracağını belirttikten sonra Ebu Sa'id en-Neysâburî'nin Şerefu'l-Mustafa
adlı kitabında Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, diğer peygamberlere
imtiyaz teşkil eden hasetletlerinin altmışa çıktığını söylediğini belirtir.
Şu halde, hadislerde gelen bu çeşit rakamlar kesin bir miktara
değil, öğrenmeyi kolaylaştırmak için parça parça tebliğe delalet etmektedir.
Hadislerde çeşitli vesilelerle bu gruplamalara rastlanır; bazan büyük
günahlarla ilgili olarak, bazan Allah'ın sevmediği hasletler olarak vs. farklı
rivayetlerde farklı rakamlar ve farklı meseleler zikredilir. Bu çeşit ifadeler
arasında tearuz aramak gerekmez. Mevzuun derinliğine, şumûlünün genişliğine,
müfredatının çokluğuna bir delil olur.[36]
9- Hadisten Çıkarılan Bazı Fevâid:
Zikrettiklerimizden ayrı olarak şu hususlar da dikkat çekmektedir:
* Allah'ın nimetlerini saymak meşrudur.
* Sorudan önce ilim beyan edilmiştir.
* Arzda asıl olan temizliktir.
* Namazın sıhhati, bu maksadla yapılmış mescidlerde kılınmasına
bağlı değildir. Nitekim "Caminin komşusunun namazı camide olursa
muteberdir" hadisi zayıftır. Sahîh olduğu kabul edilse cemaate teşvikte
mübalağa üslubunun ihtiyarı olarak te'vili gerekir.
* Serahsî, el-Mebsut'ta bu hadisle istidlal ederek insanın
kerîm (değerli) bir varlık olduğuna dikkat çekmiştir. "Çünkü der insan su
ve topraktan yaratıldı. Her ikisinin de temizliği (nasslarla) sabittir. Öyleyse
bu durumda, insanın (aslının temizliği ve dolayısıyla) kerâmeti beyan edilmiş
olmaktadır."[37]
ـ4350 ـ4ـ
وَعَنْ
حُذَيفة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
فُضِّلْنَا
عَلى
النَّاسِ
بِثََثٍ:
جُعِلَتْ
صُفُوفُنَا كَصُفُوفِ
الْمََئِكَةِ،
وَجُعِلَتْ
لَنَا ا‘رْضُ
كُلُّهَا مَسْجِداً،
وَجُعِلَتْ
تُرْبَتُهَا
لَنَا طَهُوراً
إذَا لَمْ
نَجِدِ
الْمَاءَ[.
أخرجه مسلم .
4. (4350)- Hz. Huzeyfe
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlulah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "İnsanlara karşı üç şeyle faziletli (üstün) kılındık:
* Saflarımız meleklerin safları düzeninde
kılındı.
* Arzın tamamı bize mescid kılındı.
* Toprak bize, su bulamadığımız zaman, tahûr (temiz ve temizleyici)
kılındı." [Müslim, Mesâcid 4, (522).][38]
ـ4351 ـ5ـ
وَعَنْ أبِي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: ]قَالَ
رَسُولُ اللّهِ
#: مَا مِنْ
نَبِىٍّ مِنَ
ا‘نْبِيَاءِ إَّ
اُعْطِىَ
مِنَ اŒيَاتِ
مَا مِثْلُهُ
آمَنَ
عَلَيْهِ
الْبَشَرُ،
وَإنَّمَا
كَانَ الَّذِى
أُوتِيتُهُ
وَحْياً
أوْحَاهُ
اللّهُ
تَعالى
إليَّ،
فَأرْجُو أنْ
أكُونَ أكْثَرُهُمْ
تَابعاً
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ[.
أخرجه
الشيخان .
5. (4351)- Ebu Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Her peygambere mutlaka insanların inanmakta olageldikleri
şeyler cinsinden bir mucize verilmiştir. Ama bana verilen (mucize) ise vahiydir
ve bunu bana Allah vahyetmiştir. Bu sebeple Kıyamet günü, diğer peygamberlere
nazaran etbâı en çok olan peygamberin ben olacağımı ümid ediyorum."
[Buharî, Fezâilu'l-Kur'ân 1, Î'tisâm 1; Müslim, İman 239, (152).][39]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu hadislerinde de,
diğer peygamberlere nasib olmayan bir hususiyetinden bahsetmektedir: Kur'ân'ın
gelmiş olması. Aslında Aleyhissalâtu vesselâm başka mucizelere de mazhardır.
Sanki onlar yokmuş gibi bir üslubla sadece Kur'ân-ı Kerîm'i medar-ı bahs etmesi,
Kur'ân-ı Kerîm'in diğer mucizelerin hepsinin fevkinde yer tutmasından, onlarla
kıyaslanamayacak kadar büyük bir ehemmiyet taşımasından ileri gelir. Bu noktada
ilk akla gelen şudur: Resûlullah'ın mazhar olduğu diğer mucizelerin her biri
cereyan ettiği anda ve müşahede eden insanlar için fiilî bir vak'adır. Meselâ
bizler onlara da inanırız. Ama, kâfirler onlara efsâne diyebilirler. Halbuki
Kur'ân-ı Kerîm her günün mucizesidir ve Kıyamete kadar mucize olarak kalmaya
devam edecektir. Kur'ân-ı Kerîm'in: "Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz
Kur'ân'ın hak olduğunda şüpheniz varsa, haydi bir mislini getirin, cinler ve
insanlar toplanıp birbirine yardımcı da olsalar bunu yapamazlar!" meâlindeki meydan
okuyuşları hâlâ cevapsız kalmış, kimse bir benzerini yapamamıştır. Öyleyse,
onun üzerindeki i'caz mühürü bütün haşmetiyle parıldamaktadır.
2- Hadisi açıklarken şarihler umumiyetle şu mânaya yer
verirler: "Kendisiyle tahaddîde (meydan okumada) bulunduğum mucizem, bana
gelmiş olan vahiydir, yani Kur'ân'dır. Çünkü O, çok açık bir i'caza (insanları
aciz bırakan üstünlüğe) sahiptir. Hadisten murad başka mucizesi olmadığını
söylemek değildir. Keza kendinden önceki peygamberlere gelen çeşitten mucize
gelmediğini söylemek de kastedilmemiştir. Bilakis murâd, başkalarına benzeri verilmeyen,
kendisine mahsus olarak verilen "en büyük mucize"dir. Çünkü her bir
peygambere, kendine mahsus olmak üzere aynıyla bir başkasına verilmeyen mucize
verilmiştir, o da kavmine bu mucize ile meydan okumuştur.
Her bir peygamberin mucizesi, hitab ettiği kavmin haline uygun
olarak geliyordu. Nitekim Firavun kavminde sihir çok yaygındı. Hz. Musa
aleyhisselâm mucize olarak, sihirbazların yaptıklarına benzer şekilde bir âsa
getirdi. Ancak sihirbazların yaptığı numaraların hepsini yuttu. Bu mucize bir
başka peygambere verilmemiştir. Keza Hz. İsa'nın ölüleri diriltmesi, tedavi
edilemeyen dilsizleri, abrasları tedavi
etmesi de böyledir. Çünkü, o devirde tabibler, hekimler fazlaca zuhur etmiş
idiler. Hz. İsa da onların hâzık oldukları iş nev'inden, onların yapamayacakları
bir şey getirmiştir. İşte bu prensip gereği, Resûlullah, içlerinden çıktığı
Araplar arasında belâgat fevkalâde ileri bir seviyede olduğu için onlara
Kur'ân'la geldi ve bir sûresinin mislini getirmeye çağırdı, ama onlar buna
muktedir olamadılar."
3- Sadedinde olduğumuz hadiste kastedilen murâd hususunda
münferid görüşler de ileri sürülmüştür. Şöyle ki:
* "Kur'ân-ı Kerîm'in diğer mucizelerin hilafına ne
suretçe, ne de hakikatce misli yoktur. Halbuki diğer mucizeler, benzerleri
olmaktan hâlî değildir" denmiştir.
* "Her peygambere, sûreten veya hakîkaten misli kendinden
öncekilere verilmiş olan mucizeler gelmiştir. Halbuki Kur'ân'ın misli daha önce
hiçbir peygambere verilmiş değildir. Bu sebeple Aleyhissalatu vesselâm, sözüne:
"Kıyamet günü etbâı en çok olan peygamberin ben olacağımı ümid
ediyorum" temennisini ilave etmiştir' denmiştir.
* "Ona verilen Kur'ân'a başkalarına verilenin hilâfına
hayal ârız olmaz. O, mu'ciz bir kelamdı, hiç kimse ona benzeyeceği tahayyül
edilebilecek bir şey getiremez. Çünkü öbür peygamberlerin mucizelerinde
sihirbazların benzerini tahayyül ettirebileceği şeyler de vardır. Bu sebeple
sihirle mucize arasını ayırmak isteyenin, aklını çalıştırması gerekir. Halbuki
akıl bu işi yaparken hataya düşebilir. Bazan aklî muhakeme yapan kimse hataya
düşerek sihirle mucizeyi eşit görebilir" denmiştir.
* "Bütün diğer peygamberlerin mucizeleri, onların
asırlarının inkırâz bulmasıyla son bulmuştur. Mucizelerini sadece hazır olanlar
görmüştür. Halbuki Kur'ân-ı Kerîm'in mucizesi Kıyamete kadar bâkidir.
Üslûbuyla, belâgatıyla, gaybten haberleriyle harikulâdedir. Hiçbir asır geçmez
ki, onun olacak diye haber verdiklerinden biri zuhûr etmesin. Bu hal onun
davasının sahîh olduğuna delildir" denmiştir.
* "Geçmiş mucizeler hep hissî, yani beş duyu organı ile
algılanacak çeşitten idi, gözle görülebiliyordu: Hz. Sâlih'in devesi, Hz.
Musa'nın âsası gibi. Kur'ân-ı Kerîm'in mucizesi ise basîretle müşahede
edilebilmektedir. Bu sebeple ona tabi olanların sayısı daha çoktur. Zira
baştaki gözle müşahede edenler, müşâhede edilen şeyin inkirazıyla son bulur.
Ama mucizeyi akıl gözüyle müşâhede edenler bâkidir. İlk müşâhitlerden sonra
gelenler de müşâhede etmeye devam ederler" denmiştir.
İbnu Hacer der ki: "Bu sözlerin hepsini bir kelamda toplamak
mümkündür. Çünkü bunların hepsi öz itibariyle birbirinin aynıdır."
Şarihimiz devamla, hadisin sonundaki "Ümid ederim, Kıyamet günü bana tâbi
olanlar, hepsinin tâbilerinden çok olacak" cümlesini, Resûlullah'ın,
sözünün başında zikrettiği müstemir Kur'ân mucizesinin bir sonucu olarak ilave
ettiğine dikkat çeker. "Çünkü der, Kur'ân faidelerinin çokluğu, dâvet,
hüccet ve olacağı ihbar gibi mühim hususları içine almakla, sağladığı
menfaatlerin umûmiliği, keza hazır olanlara, gâib olanlara, bulunanlara,
bulunacak olanlara umûmî faydalılığı sebebiyle (Kur'ân'dan istifade edeceklerin
çok olacağını tahmin ederek) böyle bir ümitte bulunması pek muvafık düşmüştür.
Gerçekten bu ümid tahakkuk etmiştir. Zira Aleyhissalâtu vesselâm, kendine tabi
olanları en çok olan peygamberdir."
Bazı âlimler Kur'ân-ı Kerîm'in i'cazını dört noktada hülâsa
ederler:
1) Te'lifindeki güzellik, yani kelimelerin i'caz ve belâgat
içerisinde kaynaşması.
2) Siyâk şekli ve üslûbu. Bu yönüyle, Arapların nazım ve
nesirde belâgatıyla meşhur ediblerinin üslubuna muhalefet eder. Öyle ki,
onların akılları da Kur'ân karşısında hayrete düştüler ve hayran kaldılar. Bir
benzerini yapmaya
onları zorlayan pek çok sebebe rağmen bir benzerini getiremediler.
3) Geçmiş ümmetlerin ahvali ve ehl-i kitaptan pek nadir
kimselerin ancak bilebildiği eski şeriatler üzerine olan beyanlar.
4) Vukûa gelecek hâdiselerden ihbârı. Bunların bir kısmı
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında, bir kısmı da daha sonraki
asırlarda meydana gelmiştir.
Bu dört şey dışında, başka hususlarda da inkârcıları aciz bırakan
âyetler vârid olmuştur. Buna rağmen, Resûlullah'ı tekzibe onları mecbur kılan
pek çok sebepler vardı. Mesela yahudileri, ölümü temenni etmeye davet etmesi,
Kur'ân'ı dinleyenin ürpermesi, okuyanın tekrardan usanmaması, dinleyenleri bıktırmak
şöyle dursun, her tekrarda terâvet ve lezzetinin daha da artması, Kıyamete
kadar korunması, çeşitli ilim ve marifetleri cem etmesi, insanları şaşırtan
yönlerinin bitmeyişi, faydalarının tükenmeyişi.[40]
4-
Kur'ân'ın İnkârcılarına Cevap:
Aşağıya, sadedinde olduğumuz hadisi şerh ederken Müslim şârihi
merhum ve mağfur Ahmet Davudoğlu hocanın Kur'ân-ı Kerîm'in faziletini inkâr
eden nâdanlara cevabî mahiyetteki nefis bir açıklamasını aynen kaydediyorum:
"Maalesef bugün bazı dinsizler her fırsatta Kur'ân-ı Azîmüşşân'a
dil uzatmakta, onun hâşâ bir Arap düzmesi oluğunu iddia edecek kadar ileri
gitmektedirler.
Bunların içinde: "Kur'ân'dan ne olacak? O'nu ben de
yazarım" diyen yiğitler bulunduğunu da işitiyoruz. Omuzlarının üzerinde
kafa değil mankafa dolu birer susak
taşıdıklarının bile farkına varamayan bu gafillerle ilmî münakaşaya
girişmek abesle iştigal olur. Böylelere verilecek en kestirme cevabı biz yine
Aziz Kitabımız Kur'ân-ı Kerîm'de buluyoruz: "Haydi (yiğitler), siz de şu
Kur'ân gibi bir Kur'ân getiriverin!.."
Kur'ân'a nazîre yazacaklar çoktur; fakat ondört asırdır yazan
yoktur. Neredesiniz be koç yiğitler!.. Tam 14 asırdır meydan sizin! O kadar
kolay bir şeyi hâlâ hazırlayamadınız mı?.. Bütün Kur'ân'a nazîre yazmak sizi
terletecekse, ondan vazgeçtik; hiç olmazsa
"Kurân sûreleri gibi on sûre getirin!.." bu da kâfî... Niye
susuyorsunuz; onu da mı yapamayacaksınız? Üzülmeyin canım! hiç olmazsa Kevser
sûresi kadar, yani üç âyetten ibaret "Kur'an sûresi gibi bir sûre
getirin!.." Ondört asırdır vaadlerinizi bekliyoruz. Artık bu kadarcığını
da yapamazsanız yazıklar olsun size! Yiğitliği de batırdınız, insanlığı da... Bizim
bildiğimiz; yiğit verdiği sözün üzerine can veren adamdır. Ya dediğini yapar;
ya ölür. Siz hâlâ utanmadan yaşıyor, sıkılmadan insan arasına çıkıyorsunuz.
Eyvahlar olsun size!..
Şimdi adam akıllı rezil oldunuz ya, biraz beni dinleyin! Siz bu
kara sevdadan vazgeçin! Zira imkânı yok yapamazsınız. Güneşe tükürmeye kalkışan
yakalarını kirletmekte kalır derler. Değil sizin gibi ismini bile kekelemeden
söyleyemeyenler, fesâhat ve belâgat ile dünyaya ün salmış nice koç yiğitler
ortaya çıkmış; fakat Kur'ân-ı Kerîm'in icâzı karşısında hiçbir şey yapamamış;
yabancı köpekler gibi kuyruklarını kısarak kemâl-i rezâletle ortadan
çekilmişlerdir. Peygamberlik iddiasında bulunan yalancı Müseyleme'yi bu bâbda
misâl göstermek kâfidir. Marifetlerini tarihten öğrenebilirsiniz!...
Ey Muannidler! Bilmiş olun ki Kur'ân-ı Kerîm'i değiştirmek veya
ortadan kaldırmak şöyle dursun, O'nun bir harekesine bile dokunamayacaksınız.
Neden biliyor musunuz? Çünkü O'nu muhafaza eden bizzat Allah'tır. Teâlâ
Hazretleri sair semavî kitapların muhafazasını o kitaplarla amel edenlere tevdi
etmişti. Bugün bu kitapların hali meydandadır. Kur'ân-ı Azimüşşan'ı ise bizzat
kendisinin muhafaza edeceğini bundan ondört asır önce: "Hiç şüphe yok ki o
Kur' ân'ı biz indirdik biz!.. Hem hiç şüphe yok ki biz onu mutlaka muhafaza
edeceğiz" (Hicr 9) buyurarak cihana ilân etmiştir. Şurası calib-i
dikkattir ki âyeti kerimede sekiz-on tane te'kid biraraya gelmiştir. Şöyle ki:
1) Bu âyet, ismi üstünde te'kid edatı olan "inne" ile
başlamıştır.
2) "İnne"nin ismi cem'i mütekellim zamiri olup Allah'a
raci'dir. Bu zamirin cemi' oması ta'zim ve te'kid ifade eder.
3) "Nahnu" zamiri "inne"deki zamirin
te'kididir. Yahut müptedadır. Her iki halde de te'kid bildirir.
4) "Nezzelnâ" fiilinin faili de tazim için cem'i' sigası
ile gelmiştir.
5) Cümle, isim cümlesidir. "Vav" ile yukarıya
atfedilen ikinci cümlede hal yöne böyledir yani.
6) "İnne" tahkik ve te'kid edatıdır.
7) "Na" cemi' mütekellim zamiridir.
8) "Lehu" câr ve mecrur olup kasır ve hasır için
müteallakından önce zikredilmiştir.
9) "Lehâfizûn"un başındaki lâm, te'kid ifade eden
lâm'ı haliyyedir.
10) Cümle isim cümlesidir.
Görülüyor ki, bu âyet-i kerimede tam on tane te'kid vardır. Acaba
bunun hikmeti nedir? Hikmetini anlamak için bir nebzecik Maâni ilmine müracaat
edelim. O ilim diyor ki: Kendisine söz anlatlan kimse, ya hal-i zihindir, yani
söylenilen şeyi yeni işitir. Yahut biraz bilir de tereddüt halindedir. Fakat hakikati
öğrenmek ister; yahut da bilir de inkâr eder. İşte hâl-i zihin bulunan kimseye
o söz hiç te'kidsiz anlatılır. Mütereddit bulunana te'kidli söylemek iyi olur;
inkâr edene ise inkârının derecesine göre bir, iki veya daha fazla te'kid
vasıtaları kullanılarak ifade etmek vaciptir. İlm-i Maâini'nin bize lazım olan
izahatı burada bitti.
Şimdi düşünelim: Kur'ân-ı Kerim'e dil uzatmak cür'etkarlığında
bulunan küstahlar, şüphesiz ki onu inkâr edenlerdir. Âyet zaten onlara cevap
olarark nazil olmuştur. Arapçada te'kid vasıtaları çoktur. Bunlardan biri de
sözü tekrarlamaktır. Âyetteki bu on te'kidi bir an için sözün tekrarı
farzedersek, mütecavizlere Teâlâ Hazretleri bir şeyi tam on defa tekrarlayarak
yani on defa onu ben indirdim ben muhfâza edeceğim buyurarak te'kid etmiş olur
ki, bu iş, söz anlayan bir insan için kafasına odunla vurmaktan daha
müessirdir. Üstelik te'kid münkire karşı yapıldığı cihetle on te'kid ona on
defa kâfir demeyi de tazammum eder. Demek oluyor ki, Kur'ân-ı Kerîm'e dil
uzatan hainler en azından on kat katmerli kâfirdirler. Bu mâna âyetten kinaye
yolu ile çıkarılır.
Âyet-i kerîme iki tarafı da keskin bir kılıç gibi iki şey'e
delildir. Yani hem Kur'ân'a dokunmak isteyenlerin dillerini kesmekte, hem de
belâgata örnek olmaktadır.
Bu babta son sözüm şudur: Kuş beyni kadarcık bir beyne sahip
olanlar bile düşünürlerse anlarlar ki, ondört asırdan beri bunca düşmandan bir
tanesinin, Kur'ân-ı Kerîm'in bir âyetine dahi nazîre getirememesi, O'nun mucize
olduğuna en büyük delildir."[41]
ـ4352 ـ6ـ
وعَنْهُ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
أن رسُولَ
اللّهِ # قَالَ:
]بُعِثْتُ
مِنْ خَيْرِ
قُرُونِ
بَنِى آدَمَ
قَرْناً
فَقَرْناً،
حَتّى كُنْتُ
مِنَ الْقَرْنِ
الَّذِى
كُنْتُ
مِنْهُ[.
أخرجه البخاري.
6. (4352)- Yine Ebu Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Ademoğlu nesillerinin en temizinden süzüle süzüle gelerek
bulunduğum nesilde ortaya çıktım." [Buharî, Menâkıb 23.][42]
AÇIKLAMA:
Karn kelimesi, bir asırda yaşayan insanlar cemaatine denir.
Dilimizde bu mânaya en yakın kelime nesildir. Bizim nesil deyince, kısmen
bizimle beraber aynı zamanda yaşayan insanlar kastedilir. Âlimler karn ile
ortalama yüz yılı kastetmişlerdir. Yetmiş yıl ve daha başka müddetlere de karn
denildiği olmuştur. İbnu Hacer'in kaydettiğine göre karn'la kastedilen müddet
hakkında "on" ile "yüzyirmi" yıl arasında değişen
ihtilaflar olmuştur. Bu ihtilafı "karn, tamamen helak olup hiçbir ferdinin
kalmadığı bir topluluktur" diyerek cem etmeye çalışan da olmuştur. Ancak
çoğunlukla karn deyince yüz yıllık müddetin kastedildiği kabul edilmiştir.
Yapılan açıklamadan anlaşılacağı üzere karn, sadece zaman dilimi
ifade etmez, o dilim içerisinde yaşamış bulunan insanları da ifade eder. Bu
sebeple İbnu Hacer, "Birbirine yakın bir zamada belli ve muayyen bir işe
iştirak etmiş kimseler" diye tarif ettikten sonra, "Bir din veya
mezhep veya amel etrafında bir reis veya peygamber tarafından onlar zamanında
toplanmış bulunan kimseler cemaati" diye tarif edildiğini de belirtir. Bu
görüşe göre karn, belli bir vasıfla muttasıf olan, aralarında müşterek bir gaye
ve yön bulunan insanların cemaatine denmiş olmalıdır. İbnu'l-Arabî, karn
kelimesini akran kelimesinden geldiğini, dolayısıyla yaşıt insanlar neslini
ifade ettiğini, bunun da 20-70 yıl arası bir müddet olduğunu, her devirde insanların
ortalama ömrünün bu olması sebebiyle, en makul açıklamanın böyle demek
olacağını söyler.
Sadedinde olduğumuz hadis, Resûlullah'ın Hz. Adem'den beri her
seferinde zinadan uzak, nezih evlenmelerle teselsül edip, en sonunda bütün
Araplarca sayılan ve sevilen Kureyş ve onlar içerisinde en ziyade itibar gören
Benî Hâşimoğullarından geldiğini ifade etmektedir. Hadiste geçen قَرْنَا
فَقَرْناً ibaresini
değerlendiren âlimler, fe edatının fazilette tertibe delalet ettiğini,
dolayısıyla Resûlullah'ın mensup olduğu neseb zincirinin, (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın doğumuna yaklaştıkça faziletinin arttığının ifade edildiğini
söylerler. Nitekim Resûlullah'ın nesebi Hz. İbrahim'e kadar çıkmaktadır.
İbnu Sa'd'ın kaydettiği bir rivayette, Hişâm İbnu Muhammet
İbnu's-Sâib el-Kelbî babasından şunu nakleder: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın beş yüz kadar büyükannesini yazdım, bunlar arasında hiçbirinde sifâh
(zina) ve diğer câhiliye pisliklerinden birine rastlamadım."[43]
ـ4353 ـ7ـ
وَعَنْهُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
مَثَلِى
وَمَثَلُ ا‘نْبِيَاءِ
قَبْلِى
كَمَثَلِ
رَجُلٍ بَنَى
بَيْتاً
فَأحْسَنَهُ
وَأجْمَلَهُ
إَّ مَوْضِعَ
لَبْنَةٍ
مِنْ
زَاوِيَةٍ
مِنْ زَوَايَاهُ
فَجَعَلَ
النَّاسُ
يَطُوفُونَ
بِهِ وَيَعْجَبُونَ
لَهُ
وَيقُولُونَ:
هََّ وُضِعَتْ
هذِهِ اللَّبْنَةُ؟
فَأنَا
تِلْكَ
اللَّبَنَةُ
وََأنَا
خَاَتَمُ
النَّبِىِّينَ[.
أخرجه الشيخان
.
7. (4353)- Yine Hz. Ebu
Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Benimle benden önceki diğer peygamberlerin misâli, şu adamın
misali gibidir: Adam mükemmel ve güzel bir ev yapmıştır, sadece köşelerinin
birinde bir kerpiç yeri boş kalmıştır. Halk evi hayran hayran dolaşmaya başlar
ve (o eksikliği görüp): "Bu eksik kerpiç konulmayacak mı?" der. İşte
ben bu kerpiçim ben peygamberlerin sonuncusuyum." [Buharî, Menâkıb 18;
Müslim, Fedâil 21, (2286).][44]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste, geçmiş peygamberler ve insanları irşad etmek üzere
getirdikleri şeriatler, temelleri atılıp, üzerine duvarların örülmüş,
tamamlanmak üzere tek kerpici eksik kalmış, mükemmel güzel bir binaya
benzetilmektedir. İşte bu risalet binasını tamamlayacak sonuncu tuğla Hz.
Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm) olmuştur.
2- Hadisten şu hükümler çıkmaktadır:
* Meselelerin anlaşılmasını kolaylaştırmak için teşbihler
yaparak temsiller getirmek câizdir.
* Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, diğer peygamberler
üzerine fazileti vardır.
* Resûlullah son peygamberdi ve O'nunla şeriatler kemâle ermiştir.
Her peygamberin şeriati kendine nisbetle kâmildir, ancak şeriat-ı Muhammediye'ye
nisbetle eskiler eksik olmaktadır. [45]
ـ4354 ـ8ـ
وَعَنْ أنَسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: آتِى
بَابَ الْجَنَّةِ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
فَأسْتَفْتِحُ.
فَيَقُولُ
الْخَازِنُ:
مَنْ أنْتَ؟
فَأقُولُ:
مُحَمّدٌ.
فَيَقُولُ:
بِكَ
أُمِرْتُ أنْ
َ أفْتَحَ
‘حَدٍ
قَبْلَكَ[.
أخرجه مسلم .
8. (4354)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Ben kıyamet günü cennetin kapısına gelip açılmasını isterim.
Hâzin (kapıcı melek): "Sen kimsin?" diye seslenir. Ben:
"Muhammed'im!" derim. Bunun üzerine
"Sana açıyorum. Senden önce kimseye açmamakla
emrolundum!" diyecek!" [Müslim, İman 333, (197).][46]
ـ4355 ـ9ـ
وعَنِ ابْنِ
مَسْعُودٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: ]صَلّى
النَّبِيُّ #
الْعِشَاءَ.
ثُمَّ
انْصَرَفَ
فَأخَذَ بِيَدِى
حَتّى خَرَجَ
الى
بَطْحَاءِ
مَكَّةَ فَأجْلَسَنِى
وَخَطَّ
عَليَّ
خَطّاً، وَقالَ:
َ
تَبْرَحَنَّ
مِنْ خَطِّكَ.
فإنَّهُ سَيَنْتَهِى
إلَيْكَ
رِجَالٌ فََ
تُكَلِّمْهُمْ.
فإنَّهُمْ
لَنْ
يُكَلِّمُوكَ
ثُمَّ مَضَى
حَيْثُ
أرَادَ
فَبَيْنَا
أنَا جَالِسٌ
فى خَطِّى إذْ
أتَانِى
رِجَالٌ
كَأنَّهُمُ
الزُّطُّ أشْعَارُهُمْ
تُوَارِى
أجْسَامَهُمْ،
َ أرَى
عَوْرَةً وََ
أرَى قِشْراً
وَيَنْتَهُونَ
إليَّ َ
يُجَاوِزُونَ
الْخَطَّ
ثُمَّ يَصْدُرُونَ
إلى رَسُولِ
اللّهِ #.
حَتّى إذَا كَانَ
مِنْ آخِرِ
اللَّيْلِ
جَاءَنِى
رَسُولُ
اللّهِ # وَأنَا
جَالِسٌ
فَدَخَلَ
عَلىَّ
خَطِّى فَتَوَسَّدَ
فِخِذِى
فَرَقَدَ،
وَكَانَ إذَا
رَقَدَ
نَفَخَ.
فَبَيْنَا
أنَا قاعِدٌ
وهُوَ
مُتَوَسِّدٌ
فِخِذِى. إذْ
أتَى رِجَالٌ
عَلَيْهِمْ
ثِيَابٌ
بِيضٌ،
اللّهُ
أعْلَمُ مَا
بِهِمْ مِنَ
الْجَمَالِ،
فَانْتَهَوْا
إلىَّ، فَجَلَسَ
طَائِفَةٌ
مِنْهُمْ
عِنْدَ
رَأسِهِ وَطَائِفَةٌ
عِنْدَ
رِجْلَيْهِ
ثُمَّ قَالُوا
بَيْنَهُمْ
مَا رَأيْنَا
عَبْداً
قَطُّ أُوتِىَ
مِثْلَ مَا
أوِتِىَ هذَا
النَّبِىُّ
إنَّ
عَيْنَيْهِ
تَنَامَانِ
وَقَلْبُهُ
يَقْظَانُ
اضْرِبُوا
لَهُ مَثً.
مِثْلُ
مُشَيِّدٍ
بَنَى قصْراً
ثُمَّ جَعَلَ
مَائِدَةً،
وَدَعَا النَّاسَ
إلى
طَعَامِهِ
وَشرَابِهِ،
فَمَنْ
أجَابَهُ
أكَلَ مِنْ
طعَامِهِ،
وَشَرِبَ مِنْ
شَرَابِهِ،
وَمَنْ لَمْ
يُجِبْهُ عَاقَبهُ.
قَالَ: ثُمَّ
ارْتَفَعُوا
وَاسْتَيْقَنَ
# فقَالَ:
سَمِعْتُ مَا
قَالَ
هؤَُءِ، وَهَلْ
تَدْرِى مَنْ
هُمْ؟ قُلْتُ:
اللّهُ
وَرَسُولَهُ
أعْلَمُ.
قَالَ: هُمْ
الْمَŒئِكَةُ.
قَال: فَتَدْرِى
مَا
الْمَثَلُ
الَّذِى
ضَرَبَُوهُ؟
قُلْتُ
اللّهُ
وَرَسُولُهُ
اعْلَمُ.
قَالَ: الرَّحْمنُ
بَنَى
الْجَنَّةَ،
وَدَعَا عِبَادَهُ
إلَيْهَا.
فََمَنْ
أجَابَهُ
دَخَلَ الجَنَّةَ،
وَمَنْ لَمْ
يُجِبْهُ
عَاقَبَهُ[.
أخْرَجه
الترمذي
وصححه.وَالْمُرَادُ
»بِالْقِشْرِ«
الثِّيَابُ.
أى َ أرَى
عَوْرَةً
مُنْكَشِفَةً
مِنْهُمْ،
وََ أرَى
عَلَيْهِمْ
ثِيَاباً
تُغَطّى
عَوْرَاتَهُمْ
.
9. (4355)- İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün) yatsı namazını kıldı. Sonra namazdan çıkınca
elimden tuttu. Bathâ-i Mekke'ye kadar gidip orada beni oturttu. (Yere dairevî)
bir hat çizip:
"Hattından dışarı çıkma! Sana bazı kimseler gelecek, sakın
onlara bir şey söyleme. Zira onlar seninle konuşacak değiller!" buyurdu.
Sonra dilediği yere çekip gitti. Ben çizgimin içinde otururken bana bir grup
insan geldi. Esmer renkleriyle sanki Hindûlara benziyorlardı. (Pek uzun olan)
saçları, vücutlarını öylesine örtmüştü ki, ne bir avret yerlerini ne de bir
elbiselerini görüyordum. Bana kadar geldiler, ancak çizgiyi geçmediler. Sonra
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)(ın gittiği yere) yürüdüler.
Gecenin sonuna doğru Resûlulah (aleyhissalâtu vesselâm), ben
otururken yanıma geldi ve çizgiden içeri girdi. Dizime dayanıp yattı. Yatınca
(ağzından) soludu. Ben oturuyordum, O da dizime dayanmış vaziyette böyle
duruyorduk. Derken, üzerinde beyaz elbiseler olan bir grup adam geldi.
Güzelliklerinin derecesini Allah bilebilir. Bana kadar yaklaştılar. Bir kısmı
Aleyhissalâtu vesselâm'ın baş tarafına, bir kısmı da ayakları tarafına
oturdular. Sonra aralarında konuşarak:
"Biz şimdiye kadar bu peygambere verilen gibisinin, bir
başkasına verildiğini hiç görmedik. Bunun gözleri kapalı, kalbi uyanık. Ona bir
misâl verin!" (dediler ve şu temsili anlattılar):
"Bir efendi köşk yaptırmış sonra bir ziyafet verip sofra
kurmuş, insanları yiyip içmeye çağırmıştır. İcabet edenler gelip yemeğinden
yiyip, suyundan içmiştir. İcabet etmeyenleri de cezalandırmıştır" dediler
ve kalktılar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da kendine geldi ve:
"Şunların ne dediklerini işittim. Onların kim olduklarını
biliyor musun?" dedi. Ben: "Allah ve Resûlu bilir!" dedim.
"Onlar meleklerdi!" buyurdu ve ilave etti.
"Onların getirdikleri temsilin mânasını anladın mı?"
"Allah ve Resûlü bilir!" dedim. Aleyhissalâtu vesselâm
açıkladı:
"Rahman (Olan Rabbimiz) cenneti kurdu. Kullarını ona davet
etti. Kim davete icabet ederse cennete girer, kim de icabet etmezse onu
cezalandırır." [Tirmizî, Emsâl 1, (2865).][47]
ـ4356 ـ10ـ
وَعَنْ
عَبْدِاللّهِ
بْنِ هشَامٍ
قَالَ:
]كُنَّا مَعَ
النَّبِيِّ #
وَهُوَ آخِذٌ
بِيَدِ
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
فقَالَ عُمَرُ:
يَا رَسُولَ
اللّهِ ‘نْتَ
أَحَبُّ إلىَّ
مِنْ كُلِّ
شَىْءٍ إَّ
نَفْسِى،
فقَالَ #: َ،
وَالَّذِى
نَفْسِى
بِيَدِهِ
حَتّى أكُونَ
أحَبَّ
إلَيْكَ مِنْ
نَفْسِكَ.
فَقَالَ
عُمَرُ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه:
فإنَّهُ اŒنَ
‘نْتَ أحَبُّ
إلىّ مِنْ
نَفْسِى.
فقَالَ #: اَŒنَ
يَا عُمَرُ[.
أخرجه البخاري
.
10. (4356)- Abdullah İbnu
Hişâm (radıyallahu anh) anlatıyor: "Biz Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ile beraberdik. O sırada, Aleyhissalâtu vesselâm, Ömer (radıyallahu
anh)'ın elinden tutmuştu. Hz. Ömer:
"Ey Allah'ın Resûlü! Sen bana, nefsim hâriç herşeyden daha
sevgilisin!" dedi. Resûlullah hemen şu cevabı verdi:
"Hayır! Nefsimi elinde tutan Zât-ı Zülcelâl'e yemin ederim,
ben sana nefsinden de sevgili olmadıkça (imanın eksiktir)!"
Hz. Ömer (radıyallahu anh):
"Şimdi, sen bana nefsimden de sevgilisin!" dedi. Bunun
üzerine Aleyhissalâtu vesselâm:
"İşte şimdi (kâmil imâna erdin) ey Ömer!"
buyurdular." [Buhârî, Fedailu'l-Ashab 6, İsti'zân 27, Eymân 3.][48]
AÇIKLAMA:
1- Burada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), imanda
ulaşılacak en yüce mertebenin (rütbetu'l-ulya) anahtarını vermektedir:
"Kişinin kendisine olan fıtrî sevgisinden daha ileri bir sevgi ile
Resûlullah'ı sevmesi." Hatta bazı zâhidler, hadiste Aleyhissalâtu
vesselâm'ın şöyle söylediğini belirtmişlerdir: "Ey Ömer, sen benim rızamı,
helâk olmaya bile götürecek olsa, kendi hevâna tercih etmedikçe beni sevme dâvanda
doğru söylemiyorsun." Hattâbi der ki: "Kişinin nefsini sevmesi
tabiatında olan bir vak'adır, fıtrîdir. Başkasına olan sevgisi ise, sebeplerin
tavassutu ile ihtiyaridir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Ömer
(radıyallahu anh)'a söylemiş bulunduğu ifadesinde, bu ihtiyarî sevgiyi
kastetmiş olmalıdır. Çünkü tabiatın kalbedilip, üzerine yaratıldığı aslî
şeklinin değiştirilmesi mümkün değildir."
İbnu Hacer der ki: "Bu nokta-i nazardan, Hz. Ömer'in ilk
cevabı, fıtratın ifadesi olmaktadır. Sonra düşündü ve istidlâl yoluyla anladı
ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), kendisine, nefsinden daha sevgilidir.
Şundan ötürü ki: O (aleyhissalâtu
vesselâm), hem dünyada ve hem de ahirette felakete atıcı şeylerden kurtuluş
sebebidir. Böylece ihtiyarının iktizası olan şeyi de haber vermiş oldu. İşte
bunun için, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın cevabı: "İşte şimdi ey
Ömer!" Yani: "İşte şimdi anladın ve gerektiği şekilde konuştun!"
oldu.
Aynî, muhabbetin:
* İclal ve tazim muhabbeti: Babaya karşı muhabbet gibi;
* Merhamet ve şefkat muhabbeti: Evlada karşı muhabbet gibi;
* Müşâkele (benzerlik) ve istihsan muhabbeti: İnsanların
birbirine muhabbeti gibi, olmak üzere üç kısma ayrıldığını belirttikten sonra,
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu sevgilerin hepsini cem ettiğini
belirtir.[49]
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı nefsimizden de fazla
sevmemizin gereğini sadece bu ve benzeri hadiseler beyan etmez; Kur'ânî
vahiyler de bunu te'kid eder ve sıkça hatırlatır:"Eğer babalarınız, oğullarınız,
kardeşleriniz, eşleriniz, yakınlarınız, kazandığınız mallar, durgunlaşmasından
korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden meskenler, size Allah'tan, Resulü'nden ve
O'nun yolunda cihaddan daha sevgili ise, o zaman Allah'ın azabı gelinceye kadar
bekleyin. Allah, kendisine itaatten çıkmış fasıklar topluluğuna yol
göstermez" (Tevbe 24).
Sevgi, kalbî bir hadise. Herkes peygamberi sevdiğini söyleyebilir,
hatta sevmekte olduğunu zan da edebilir. İmanımızın sıhhatini mevzubahis eden
bu mühim hadisede ne derece başarılı ve samimi olduk ve gerçeğe ulaştık?
endişesi, mü'minlerin birinci problemi olmaya sezadır. Kur'an-ı Kerim buna pek
çok âyette yer verir, adeta maddî ölçüler koyar:
* Allah ve Resûlünün hükmüne itiraz etmemek: "Allah ve
Peygamberi bir işe hükmettiği zaman, gerek mü'min olan bir erkek, gerek mü'min
olan bir kadın için (ona aykırı olacak) işlerde kendilerine muhayyerlik
yoktur" (Ahzab 36).
* Resulullah'ın konuştuğu yerde (meselelerde), susmak: "Ey
iman edenler Sesinizi peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin..." (Hucurat
2).
* Peygamberin verdiğini almak, yasakladığını terketmek:
"Peygamber size ne verdi ise onu alın, size ne yasakladı ise ondan da
sakının" (Haşr 7).
* İhtilafların çözümünde Resulullah'ı hakem yapmak: "Hayır
öyle değil! Rabbine andolsun ki, onlar aralarında kimi oraya kimi buraya
çektikleri (kavga ettikleri) şeylerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin
hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan, tam bir teslimiyetle teslim
olmadıkça iman etmiş olmazlar." (Nisa 65.)[50]
Âlimler, âyetlerde ifade edilen meseleleri daha da müşahhas hale
getirerek şöyle derler: "Resulullah'ı sevmek:
* Sünneti yaşamak;
* Sünnetin ihyasına, yaşanmasına çalışmak;
* Şeriatinden bid'ayı defetmek;
* Hayatında şeriatın mevcudiyetini temenni etmek;
* Hayatını ve malını şeriat yolunda harcamak. [51]
Bir mü'minin
en büyük ideali, kendisini Allah'a sevdirmektir. Yani O'nun rızasını kazanmak,
gadabından korunmak. Aslında kılınan namazlar, tutulan oruçlar, verilen sadakalar, işlenen her çeşit hayırlar, hayır
yolunda tüketilen bütün nefesler tek gayeye bakar: Allah'ın sevgisini kazanmak.
Kaydedeceğimiz şu ayet bunun tek yolu olduğunu gösterir: Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın sünnetine uymak: "De ki: "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana
uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın." (Âl-i İmrân
31).[52]
İslâm alimleri, bu vesile ile sevginin mahiyetini tahlil ederek
derler ki:"Muhabbet:
* Ya menfaata itikat etmektir;
* Veya buna tabi olan meyildir;
* Ya da iki taraftan birine vaki olarak hususiyet kazanan bir sıfattır.
Meyl'e gelince, bu da:
* bazan duyulardan birinin lezzet
almasıyla hasıl olur; güzel bir surete meyil gibi;
* Bazan aklıyla lezzet aldığı şeyedir; fazilet ve kemâle olan sevgi
gibi;
* Bazan kendisine yapılan ihsan (iyilik) veya kendisine
gelecek bir zararı defetme gibi bir sebeple olur.
Şurası açık ki Resulullah'a meyledip sevmede bu üç sebebin üçü de
mevcuttur. Zahiri ve batınî güzellikler ondadır, kemâlatın envaı ondadır, bütün
mü'minlere sırat-ı mustakim hidayetini ihsan eden, ebedi cehennem belasından
vikaye eden odur."
Aynî der ki: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) sevgisi,
O'na itaatte bulunma ve muhalefeti terketme iradesidir. Bu ise İslam'ın
vaciblerindendir." Nevevî de şöyle demiştir: "Hadiste kötülükleri
emreden nefisle, mutmainne nefis
arasında hüküm vermeye bir telmih var. Zira, kim mutmainne cihetini
tercih ederse, Resulullah sevgisini üstün tutmuş olur. Kim de nefs-i emmare
canibini tercih ederse onun hükmü bilakistir." [53]
ـ4357 ـ11ـ
وَعَنْ أبِي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
وَالَّذِى نَفْسُ
مُحَمّدٍ
بيَدِهِ
لَيَأتِيَنَّ
عَلى
أحَدِكُمْ
يَوْمٌ وََ
يَرَانِى،
ثُمَّ ‘نْ يَرَانِى
أحَبُّ
إلَيْهِ مِنْ
أهْلِهِ وَمَالِهِ
مَعَهُمْ
فَأوَّلُوهُ
عَلى أنَّهُ #
نَعَى نَفْسَهُ
إلَيْهِمْ
وَعَرَّفَهُمْ
بِمَا يَحْدُثُ
بَعْدَهُ
مِنْ
تَمَنِّى
لِقَائِهِ
عِنْدَ
فَقْدِهِمْ
مَا كَانُوا
يُشَاهِدُونَ
مِنْ
بَرَكَاتِهِ،
صَلَواتُ
اللّهِ
عَلَيْهِ
وَسََمُهُ[.
أخرجه
الشيخان،
وهذا لفظ مسلم
.
11. (4357)- Hz. Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Muhammed'in nefsi yed-i kudretinde bulunan Zât-ı Zülcelâl'e
yemin olsun ki, sizden birine, beni görmeyeceği bir gün gelecek ki, o gün beni
beraberlerinde görmek, ona ehlinden ve malından daha makbul olacak."
Resulullah'ın bu sözünü, Ashab, kendilerine ölümünü haber veriyor diye
yorumladılar. Bunun üzerine, ölümüyle kendisini kaybedince getirmiş olduğu
bereketleri müşahede ettikleri müddetçe duyacakları, Aleyhissalatu vesselam'a
kavuşma temennisini kasdettiğini
bildirdi." [Müslim, Fezail 142, (2364).][54]
ـ4358 ـ12ـ
وَعَنْهُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قالَ: ]قيلَ
يَا رَسُولَ
اللّهِ: مَتَى
وَجَبَتْ
لَكَ النُّبُّوَّةُ؟
قَالَ:
وَآدَمُ
بَيْنَ الرُّوحِ
وَالْجَسَدِ[.
أخَرجه
الترمذي
وصححه .
12. (4358)- Yine Ebu Hureyre (radıyallahu anh) hazretleri anlatıyor:
"Ey Allah'ın Resûlü! dendi. Sana peygamberlik ne zaman vacib oldu?
Şöyle cevap verdi:
"Hz. Adem ruhla cesed
arasında iken!" [Tirmizî, Menakıb 1, (3613).][55]
AÇIKLAMA:
1-
Ulemanın
açıklamasına göre, burada, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle demek
istemektedir: "Hz. Adem yeryüzüne
suret olarak atılmış, henüz cesed giymemiş bir halde iken bana peygamberlik
vacib oldu." Yani, "Hz. Adem'in ruhu, henüz cesedine girmemiş
iken..." Ahmed İbnu Hanbel'in Müsned'de, Buharînin el-Tarihu'l-Kebir'de,
Ebu Nu'aym'ın ed-Delail'de ve diğer birçok alimlerce tahric edilen ve Hakim
tarafından sahih olduğu tasrih edilen bir hadis şöyledir: "Ben yaratılışta
peygamberlerin ilki, gönderilişte ise sonuncusuyum."
Ancak
halkın dilinde bu hadis şöyle bilinmektedir: "Adem su ile toprak arasında
iken ben peygamberdim."
Kitaplarda
hadisin başka değişik şekillerine de rastlanır. Esas olan Tirmizî'de yer alan
sadedinde olduğumuz hadistir. İbnu Sa'd'ın kaydettiği bir rivayette "Ben
yaratılışta insanların ilki, peygamber olarak gönderilişte
sonuncusuyum" buyrulmuştur.
2- Münavi, sadedinde olduğumuz hadiste Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın, kendisinin "ilk insan" veya "ilk
mevcut" olduğunu değil, "ilk nebi" olduğunu söylemiş olmasına
dikkat çeker ve bu ifade ile Aleyhissalatu vesselâm'ın, zamanın yaratıldığı ilk
sıralarda "nübüvvetin varlığına işaret ettiğini" söyler. Aynen şöyle
der: "Aleyhissalâtu vesselam, "Ben
ilk insandım veya ilk var olan mevcuttum" demiyor. Bununla,
nübüvvetinin, zamanın yaratılışının başında, âlem-i şehadette değil, alem-i
gaybta mevcud olduğuna işaret etmiş olmaktadır. İsm-i Batın'daki zaman,
cisminin varlığına ve ruhunun cisme irtibatına ulaşınca cereyan etmekte olan zamanın
hükmü, İsm-i Zahir'e intikal etti. Böylece Aleyhissalatu vesselam, ruhuyla, cismiyle bizzat ortaya çıktı.
Batında hüküm O'na aitti. Yani, nebiler ve resuller eliyle gelmiş olan bütün
şeriatlerde hüküm batınen O'na aitti. Sonra hüküm zahirde de O'nun oldu.
Böylece, İsm-i Bâtının ibraz etmiş olduğu her bir şeriat, İsm-i Zahir'in
hükmüyle neshedildi; tâ ki, şeriat bir dahi olsa, iki ismin hükmünün ayrı
olduğu beyan edilsin."
Münavi, "Hz. Adem ruhla cesed arasında iken" ibaresini
şöyle açıklar: "Yani Allah Teâla Hazretleri, Resulullah'a, daha insani
bedenler icad edilmezden önce, henüz o ruh iken haiz olduğu mertebeyi haber
vermiş olmalı, tıpkı insanoğlundan, daha cesedleri yaratılmazdan önce, misak
almış olması gibi." Bu mütâlaayı serdeden İbnu Arabî, -bazı alimlerce
benimsenerek tekrar edilen- şu görüşe de yer vermiştir: "Allah Teâla
Hazretleri Benî Adem'in sırtlarından zürriyetlerini alıp, onları nefislerine
karşı şahit kılıp, "Rabbiniz değil
miyim?" deyince, şu istişhada "Evet!" diye ilk cevap
veren Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm) olmuştur. İşte bu surette O, en son
gönderilen olduğu halde, bütün peygamberlerin önüne geçmiş oldu."
Bu sadedinde dense ki: Hz. Adem'in hakikatte topraktan kalıb
halinde yaratıldıktan sonra ruh üflenmiş olan varlıktır, yani Adem deyince, ruh
ve cesedin birleşmiş olduğu halde ortaya çıkan varlık anlaşılmaktadır. Bu
durumda "Adem ruhle cesed arasında iken" sözü ne mâna taşır?
Buna cevaben deriz ki: "Burada mecaz mevzubahistir. Yani, yaratılışı tam
orlarak ortaya çıkmazdan öneki ve fakat tamamlanmaya yaklaşmış bulunan halinden mecazdır. Nitekim falanca
"hastalıkla, sağlık arasındadır" deriz. Bu sözümüzle her iki hale de
yakınlığını kasdetmiş oluruz.
Bu hadisle ilgili olarak
Taceddin Subkî de şöyle bir açıklama yapar: "Şayet: Nübüvvet bir vasıftır,
vasfın olabilmesi için onunla muttasıf olan mevsufun mevcut olması gerekir.
Fiiliyatta da, doğumundan kırk yıl sonra
peygamber olduğu halde varlığından ve irsalinden önce nasıl bu sıfatla tavsif
edilebilir?" dersen, derim ki: Naslarda, Allah'ın, ruhları cesedlerden
önce yarattığı gelmiştir. Öyle ise "Ben peygamberdim" sözüyle,
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), ruh-u şeriflerine, yahut da hakikat-ı
Muhammediye'ye işaret etmiş olabilirler.
Bilindiği üzere, hakikatlerin künhüne akıllarımız vakıf olamaz. Onları
ancak yaratıcıları veya ilahî nurdan nasibedar olanlar anlayabilir. Alkamî, Ali
İbnu'l-Hüseyin'den o da babası tarikiyle
ceddinden merfu olarak şunu nakleder:
"Ben, Hz. Âdem aleyhisselam yaratılmazdan ondörtbin yıl önce,
Rabbimin yanında bir nur olarak mevcuttum..."[56]
ـ4359 ـ13ـ
وَعَنِ ابْنِ
مَسْعودٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَا
مِنْكُمْ
مِنْ أحَدٍ
إَّ وَقَدْ
وُكِّلَ بِهِ
قَرِينُهُ
مِنَ
الْجِنِّ
وَقَرِينُهُ
مِنَ الْمََئِكَةِ.
قَالُوا:
وَإيَّاكَ يَا
رَسُولَ
اللّهِ.
قَالَ:
وإيَّاىَ إَّ
أنَّ اللّهَ
أعَانِنى
عَلَيْهِ
فأسْلَمَ،
فََ يَأمُرُنِى
إَّ
بِخَيْرٍ[.
أخرجه مسلم،
وقد تقدّم في
كتاب الغيرة
من حديث عائشة
بمعناه.»القرينُ«
المصاحبُ،
وكلُّ إنسانٍ
فمعهُ قرينٌ
من المئكة
يأمرهُ
بالخير
ويُحَثَّهُ
عليه، وقرينٌ
من الشيطان
يأمرهُ بضّدِ
ذلك ويحثُّهُ
عليه.
13. (4359)- İbnu Mes'ud
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Sizden hiç kimse yoktur ki ona, biri şeytandan diğeri
melekten olmak üzere yanından ayrılmayan iki "karin" tevkil edilmemiş
olsun!"
"Size de mi ey Allah'ın Resûlü!" denildi.
"Bana da!" buyurdular. Ancak, Allah ona karşı bana
yardım etti de o müslüman oldu. Artık o bana hayırdan başka bir şey
emretmiyor!" [Müslim, Münâfıkûn 69, (2814).][57]
AÇIKLAMA:
Burada, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın mümtaz hususiyetlerinden biri açıklanıyor.
Şeytanının müslüman olması. Hadisin, Müslim' de Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'dan
rivayet edilen vechi daha açıktır. Hadisin mezkur vechi 4309 numarada
kaydedildi. Gerekli bazı açıklamalar da orada sunuldu.
Burada şunu ilave edelim ki, başka hadislerde daha sarih olarak
geldiği üzere insanın, biri şeytan diğeri melek olmak üzere iki karini vardır. Melek daima iyi şeyler,
hayırlar telkin eder. Şeytan da kötü şeyler, şerler, küfürler, isyanlar ve hevâ
telkin eder. Şu halde mü'min, içinden gelen iyi sesleri, melekten bilip onlara
uymalıdır, kötü şeyleri de şeytandan bilip onlara uymamalıdır. Müslüman,
bu seslerden birine, birinden diğerine uyup
uymamakla imtihan edilmektedir.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şeytanın müslüman olması ve
hayırdan başka bir şey emretmemesi, tebligatına olan güvenimiz bakımından mühim bir hadisedir. Böylece,
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan varid olan hadisler hakkında suizan
atmaya çalışacaklar, cevapları peşin almış oluyorlar. Esasen Aleyhissalâtu
vesselâm, Abdullah İbnu Amr İbnu'l-As'a, hangi halde, ne suretle konuşursa konuşsun fem-i mübareklerinden
Hak'tan başka bir şey çıkmayacağını yeminle söylemiştir (Bakınız 1. cilt sayfa
27).[58]
ـ4360 ـ14ـ
وَعَنْ أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّه #: مَا
مِنْ
مُسْلِمٍ يُسَلِّمُ
عَليَّ إّ
رَدَّ اللّهُ
تَعالى عَليَّ
رُوحِي حَتّى
أرُدَّ
عَلَيْهِ
السََّمَ[. أخرجه
أبو داود.
14. (4360)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Bana bir mü'min selam verdi mi, kendisine mukabele etmem
için Allah ruhumu bedenime iade eder. Ben de mutlaka selama mukabele
ederim." [Ebu Davud, Menasik 100, (2041).][59]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a ait bir
başka hususiyeti daha beyan etmektedir: Herhangi bir mü'min kabrini ziyaret
edip selam verdiği takdirde bu selam vesilesiyle Cenab-ı Hak, Aleyhissalâtu
vesselâm'ın mübarek ruhlarını cesedine göndermekte ve Resulullah da bu selama
mukabelede bulunmaktadır.
2- Hadisi bu zahiri manada anlayınca bazı müşkiller ortaya
çıkacaktır. Şöyle ki: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ruhunun
cesede her selam verişte girip çıkması gerekecek, bu hal bir meşakkat olmaktan öte, ölme ve dirilme
hadiselerinin tekerrür etmeyeceğini ifade eden ayetlere de muhaliftir.[60] Ayrıca bu anlayış,
peygamberlerin kabirlerinde diri olduklarını ifade eden mütevatir hadislere de
muhalefet eder Öyle ise, zahir murad olamaz, te'vil edilmesi gerekir. Beyhakî
der ki: "Nebilerin ruhu kabzedildikten sonra, ruhları tekrar kendilerine
iade edilir. Onlar Rableri indinde, tıpkı şehidler gibi diridirler."
Ortadaki müşkili çözmek sadedinde alimler muhtelif te'vil ve
açıklamalar yaparak "redd" kelimesinin, hadiste "geri gönderme"
yani "diriltme" manasında olmadığını gösterirler ve bu hususta
ittifak ederler. Bu tevillerin hepsini burada zikretmek uzun kaçar. Bu sebeple
sadece Suyutî merhumun açıklamasını kaydedeceğiz. Der ki:
"Redd lafzı bazan müfarakata (ayrılığa) delalet etmez,
bilakis onunla, "mutlak oluş" ve "bu oluşun güzelliği"
kinaye edilir. Bu, onunla arkadan gelen "ona selamı reddederim (mukabele
ederim)" ifadesi arasındaki lafzî münasebeti müraattır. Şu halde redd
kelimesinin hadisin başında gelişi, sonradan gelecek olan ikinci redd
kelimesiyle münasebeti sebebiyledir. Öyleyse, burada bedenden ayrıldıktan sonra
ruhun tekrar bedene gelmesi murad değildir. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
Berzah'ta melekut ahvaliyle meşguldür. Cenab-ı Hakk'ın müşahedesi ile müstağrıktır,
tıpkı dünyada iken vahy hâletinde olduğu gibi. Şu halde haletten ifakatını
redü'rruh (ruhun iadesi) tabiriyle ifade buyurmuştur."
3- Aleyhissaltu vesselam, bu hadislerinde, kendisine salat-u selam okumaya teşvikte bulunmaktadır.
Ebu Dâvud'un, hadisi "Kabirlerin Ziyareti" adlı bir babta kaydettiği
de nazar-ı dikkate alınınca, kabrini ziyarete ve bu ziyaret esnasında selam
vermeye teşvik manasının esas olduğu anlaşılır. Esasen bu sadedde başka
rivayetler de var. Şöyle ki: "Kim bana kabrimin başında salat okursa, onu
işitirim. Kim de bana uzaktan salat okursa o bana ulaştırılır."
"Yeryüzünde Allah Teala hazretlerinin seyyah melekleri vardır. (Ümmetimin
selamını bana ulaştırırlar."
İbnu Beşşar gibi bir kısım büyüklerden, Resulullah'ın kabri
başında selam verdikleri vakit içeriden ve aleyke'sselam mukabelesini
işittiklerine dair itiraflar rivayet edilmiştir.[61]
ـ4361 ـ15ـ
وَعَنْهُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: ]لَمَّا
كَانَ
الْيَوْمُ
الَّذِى
دَخَلَ فِىهِ
النَّبِىُّ #
اَلْمَدِينَةَ
أضَاءَ مِنْهَا
كُلُّ
شَىْءٍ، فَلَمَّا
كَانَ
الْيَوْمُ
الَّذى مَاتَ
فِيهِ
أظْلَمَ
مِنْهَا
كُلُّ
شَىْءٍ،
وَمَا نَفَضْنَا
أيْدِيَنَا
مِنْ
دَفْنِهِ
حَتّى أنْكَرْنَا
قُلُوبَنَا[.
أخرجه
الترمذي .
15. (4361)- Yine Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Medine'ye
girdiği gün, şehirdeki her şeyi aydınlık bürüdü, vefat etiği günde ise her şey
karardı. Defin işinden çıktığımız zaman hepimiz kalplerimizi (vahyin inkıtaı
sebebiyle) üzüntülü bulduk." [Tirmizî, Menakıb 3, (3622).][62]
ـ4362 ـ16ـ
وَعَنِ ابْنِ
عَمْرِو بْنِ
الْعَاصِ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قَالَ:
]تََ رَسُولُ
اللّهِ #:
رَبِّ
إنَّهُنَّ أضْلَلْنَ
كَثِيراً
مِنْ
النَّاسِ
فَمَنْ تَبِعَنِى
فإنَّهُ
مِنِّى
وَمَنْ
عَصَانِى فإنَّكَ
غَفُورٌ
رَحِيمٌ
وَقَوْلَهُ
إنْ تُعَذِّبْهُمْ
فإنَّهُمْ
عِبَادُكَ
وَإنْ تَغْفِرْ
لَهُمْ
فإنَّكَ
أنْتَ
الْعَزِيزُ
الْحَكِيمُ فَرَفَعَ
يَدَيْهِ
وَقالَ:
اللَّهُمَّ
أُمَّتِي،
وَبَكَى.
فقَالَ
اللّهُ عَزَّ
وَجَلَّ: يَا
جِبْرِيلُ
اذْهَبْ إلى
مُحَمّدٍ،
وَرَبُّكَ
أعْلَمُ
فَأسْألْهُ
مَا
يُبْكِيهِ؟
فَأتَاهُ
جِبْرِيلُ
فَسَألَهُ،
فَأخْبَرَهُ
بِمَا قَالَ،
وَهُوَ
أعْلَمُ.
فقالَ اللّهُ
تَعالى: يَا
جِبْرِيلُ،
اِذْهَبْ الى
مُحَمّدٍ
فَقُلْ لَهُ:
إنَّا
سَنُرْضِيكَ
في أُمَّتِكَ
وََ
نَسُوءُكَ[.
أخرجه مسلم .
16. (4362)- İbnu Amr
İbni'l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) (Hz. İbrahim'in duası olan): "Ey Rabbim şüphesiz ki o putlar
insanlardan pek çoğunu saptırmıştır. Kim bana uyarsa muhakkak ki o bendendir.
Kim de emirlerine karşı gelirse, şüphesiz ki sen çok bağışlayıcı, çok merhamet
edicisin" (İbrahim 36) mealindeki ayeti ile, Hz. İsa'nın duası olan:
"Eğer onlara azab edersen onlar senin kullarındır. Eğer onları
bağışlarsan, elbette sen dilediğini yapmayı kadirsin ve sen herşeyi hikmetle
yaparsın" (Maide 113) mealindeki ayeti tilavet buyurdu ve ellerini
kaldırdı, şöyle yalvardı: "Allahım! Ümmetimi (mağfiret et), ümmetimi
(mağfiret et!)" ve ağladı. Allah Teala Hazretleri:
"Ey Cibril, Muhammed'e git! dedi, -Rabbin bildiği halde- niye
ağladığını sor!" diye emretti: Cebrail aleyhisselam, O'na gelip niye
ağladığını sordu. (Rabb Teâla'ya dönüp Muhammed'in) ne söylediğini -O çok iyi
bildiği halde- haber verdi. Bunun üzerine Allah Teâla Hazretleri:
"Ey Cebrail! Muhammed'e git ve ona söyle ki: "Biz seni
ümmetin hususunda razı edeceğiz, asla kederlendirmeyeceğiz." [Müslim,
İman 346, (202).][63]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet, ümmet hakkında müjde dolu bir hadistir. Bu
müjdeyi, Duha suresindeki şu ayet teyid eder:
"Ve
elbette Rabbin sana razı olacağın ihsanlarda bulunacaktır" (Duha, 5). Bu
ayet indiği zaman Resulullah: "O halde ümmetimden tek kişi cehennemde
kaldığı müddetçe ben de razı olmam" buyurarak, ümmetten cehenneme gidecek
olanları da haber vermiştir. Bu ve benzeri hadisler bizi itikâle sevketmemeli,
bilakis ümmetine karşı bu kadar müşfik ve merhametkar bir peygambere layık olma
gayretine sevketmelidir. Bu da O'nun sünnetine sıkı yapışmakla mümkündür. Çokça
salat ve selam okumakla mümkündür.
2- Hadis, Cenab-ı Hakk'ın yanında Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın mertebesinin ne kadar yüce olduğunu, Cenab-ı Hakk'ın O'nu razı
etmek için her istediğini vereceğini ifade eder. Bu husus ümmet için son derece
mühimdir. Zira Resulumüz, ümmetinin affını ısrarla isteyeceğini bildirmiştir:
"Her peygamberin ümmeti hakkında yaptığı bir duası var. Ben duamı Kıyamet
günü ümmetime şefaat için sakladım. " Şu halde bu ve diğer şefaat
hadisleriyle, sadedinde olduğumuz hadisler birleştirilince Muhamed ümmetinin,
Kıyametin dehşetli anında Rab Teala'nın affına mazhar olmak gibi büyük bir
bahtiyarlığa ereceği anlaşılır. هذا
مِنْ فَضْلِ
رَبِّى
3- Hadis, dua ederken
el kaldırmanın müstehab olduğunu da ifade eder. [64]
ASHABIN
FAZİLETLERİNİN MÜCMEL ZİKRİ
ـ4363 ـ1ـ
عَنْ
عِمْرَانَ
بْنِ حَصِينٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهُمَا
قَالَ: ]قَالَ
رَسُولُ اللّهِ
#: خَيْرُ
النَّاسِ
قَرْنِى،
ثُمَّ
الَّذِينَ
يَلُونَهُمْ،
ثُمَّ
الَّذِينَ
يَلُونَهُمْ
قَالَ عِمْرانُ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ: فََ
أدْرِى أذَكَرَ
بَعْدَ
قَرْنِهِ
قَرْنَيْنِ
أوْ ثََثَةً
ثُمَّ إنَّ
بَعْدَهُمْ
قَوْماً
يَشْهَدُونَ
وََ
يُسْتَشْهَدُونَ،
وَيخُونُونَ
وََ
يُؤْتَمَنُونَ،
وَيَنْذِرُونَ
وََ
يُوَفُّونَ،
وَيَظْهَرُ
فِيهِمُ
السِّمَنُ،
زَادَ فِي
روَايَة: وَيَحْلِفُونَ
وََ
يُسْتَحْلَفُون[.
أخرجه الخمسة.وَزَادَ
في رِواية
للشَّيخَيْنِ
وَلِلتِّرْمِذِىِّ،
عَنِ ابْنِ
مَسْعُودٍ: »تَسْبِقُ
شَهَادَةُ
أحَدِهِمْ
يَمِينَهُ وَيَمِينُهُ
شَهَادَتَهُ«.»القَرْنُ«
الْعَصْرُ،
وَهِىَ ا‘ُمَّةُ
في كُلِّ
عَصْرٍ مِنَ
ا‘عْصَارِ
كُلَّمَا
انْقَضَى
عَصْرٌ
سُمِّيَ
أهْلَهُ
قَرْناً
سَوَاءً
طَالَ أو
قَصُرَ،
وَأرَادَ
بقوله:
»قَرْنِى«
أصْحَابَهُ
#.وقوله
»وَيَظْهَرُ فيهِمُ
السِّمَنُ«
يَحْتَمِلُ
أنَّهُ اَرادَ
أنَّهُمْ
يُحِبُّونَ
التَّوَسُّعَ
في الْمآكِلِ
وَالْمَشَارِبِ
وَهِىَ
أسْبَابُ
السِّمَنِ،
وَقِيلَ:
اَلْمَعْنى
أنَّهُمْ
يُحِبُّونَ
اِسْتِكْثَارَ
مِنَ
ا‘مْوَالِ
وَيَدَّعُونَ
مَالَيْسَ
لَهُمْ مِنَ
الشَّرَفِ
وَيَفْخَرُونَ
بِمَا لَيْسَ
مَعَهُمْ مِنَ
الْخَيْرِ،
كَأنَّهُ
اِسْتِعَارُ
السِّمَنِ في
ا‘حْوَالِ عَنِ
السِّمنِ في
ا‘بْدَانِ .
1. (4363)- İmran İbnu
Huseyn (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"İnsanların en hayırlıları benim asrımda yaşayanlardır. Sonra
bunları takip edenlerdir, sonra da bunları takip edenlerdir." İmrân
(radıyallahu anh) dedi ki: "Kendi asrını zikrettikten sonra iki asır mı,
üç asır mı zikretti bilemiyorum." Bu sonuncuları takiben öyle insanlar
gelir ki kendilerinden şahidlik istenmediği halde şahidlikte bulunurlar, onlar
ihanet içindedirler, itimad olunmazlar. Nezirlerde (adak) bulunurlar, yerine
getirmezler. Aralarında şişmanlık zuhûr eder." Bir rivayette şu ziyade
var: "Yemin taleb edilmeden yemin ederler." [Buharî, Şehâdât 9, Fezâilu'l-Ashâb
1, Rikak 7, Eymân 27; Müslim, Fezâilu's-Sahâbe, 214, (2535); Tirmizî, Fiten 45,
(2222), Şehâdât 4, (2303); Ebu Dâvud, Sünnet 10, (4657); Nesâî, Eymân 29, (7,
17, 18).][65]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Ashab ve arkadan gelen Tâbiîn ve Etbauttâbiîn
nesillerini tafdilde temel hadislerden biridir. Tahkik göstermiştir ki 13 ayrı
sahabe tarafından rivayet edilmiştir ve bu sebeple, birkısım ülemâ, mütevatir
olduğuna hükmetmiştir.
Hadis, mâna aynı kalmak şartıyla farklı lâfızlarla gelmiştir.
Burada İmrân, sahabeden sonra iki nesil mi zikredildi, üç nesil mi zikredildi;
tereddüt ifade eder. Çoğu rivayette bu şekk mevcut değildir. Ancak, İbnu Ebî
Şeybe ve Taberânî'de Ca'de İbnu Hübeyre'den kaydedilen bir rivayette,
"dördüncü asr"ın zikri de sabittir. Metin şöyle خَيْرُ
النَّاسِ
قَرْنِى
ثُمَّ
الَّذِينَ
يَلُونَهُمْ
ثُمَّ
الَّذِينَ
يَلُونَهُمْ
ثُمَّ
يَلُونَهُمْ
ثُمَّ
اŒخَرُونَ
آرْدَى. Sened sıkı ravilerden müteşekkil olmakla
birlikte Ca'de İbnu Hübeyre'nin sahabeliği Tâbiîndendir.
İslâm ülemâsı, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
hadislerinden sonra, bağlayıcılık sırasında Ashab'ın hadislerini (mevkuf),
Ashab'ın hadislerinden sonra Tâbiîn'in hadislerini (maktû), Tâbiînden sora
Etbauttâbiîn'in hadislerini (buna da maktû denir) esas almada bu hadisi esas
almıştır. Ondandır ki, Fıkıh mezhepleri, hep bu üç asırda yaşayan Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) övgüsüne mazhar nesiller tarafından ortaya konmuştur.
Fıkıh imamlarından İmam A'zam, Tâbiîndendir, diğerleri Etbauttâbiîndendir.
Övgüye mazhar bu üç nesle İslâm şeriatında selef veya mütekaddimûn
da denir. Bu nesiller, Kur'ân-ı Kerîm'in de senâsına mazhar olmuştur. Onlar
şeriata bağlılık, İslâm için fedâkarlık, harici baskı ve te'sirlerden
uzaklık gibi istisnâî vasıflarla mümtazdırlar. Bunlar hakkında etraflı
açıklamayı birinci ciltte kaydettiğimiz için tekrar etmeyeceğiz (5. cilt, sayfa
308 ve devamı).
2- Hadiste, şahidlik istenmediği halde kendiliklerinden
şehadette bulunacaklar kötülenmektedir. Bundan, şahidlik yüklenmediği halde
bunu kendi kendine yüklenen veya taleb edilmeyen şahidlik yapan kimselerin
kastedildiği anlaşılmıştır.
Ancak hadis, bu mefhumuyla, Müslim'de gelen bir başka hadisle
teâruz etmektedir: Zeyd İbnu Halid'den gelen rivayete göre, Aleyhissalâtu
vesselâm: "Size şahidlerin en hayırlısını bildireyim: Kendisinden şahidlik
istenmeden şahidlik yaparlar."
Âlimler bu iki hadisi tercihte ihtilaf eder. İbnu Abdilberr, Zeyd
hadisini -Medineliler rivayet ettiği için- tercih ede. Başkaları ise, sadedinde
olduğumuz İmran hadisini -müttefekun aleyh olduğu için- Müslim'in teferrüdüne
tercih eder. Bir grup âlim de farklı açılardan te'lif yollarını aramıştır.
* Zeyd hadisinden murad, "hak sahibi olduğu halde hakkını
bilmeyen kişi lehinde, hakkının ortaya çıkması için "hakkı bilen"
tarafından yapılan şehadettir. Böyle biri gelir, kişiye bildiği gerçeği haber
verir veya bu hakkı bilen hak sahibi vefat etmiştir ve geriye vâris
bırakmıştır. Şahid, onlara veya onlar adına konuşana gidip bildiğini
söyler." Bu te'vili İbnu Hacer "engüzel cevap" diye tavsif eder.
* Zeyd hadisindeki şehaddetten murad hisbe şehâdetidir. Bu, belli
muayyen kişilerin hukukuna girmeyen meselelerle ilgilidir. Zira hisbe'ye,
hukukullah'a, yahut azad etme, vakıf, umumî vasiyet, iddet, talak, hudud gibi
şaibeli meselelere müteallik hukuk girer. Öyeyse İbnu Mes'ud hadisi insanların
haklarına giren meselelerdeki şehadetle, Zeyd İbnu Hâlid hadisi ise
hukukullah'a giren şehadetle ilgilidir.
* Hadisi, şehadetin yerine getirilmesindeki mübalağaya
hamletmek de mümkündür. Bu takdirde, kişinin şahidliğini yerine getirmeye fevkalade
hazır oluşu ve seve seve şahitlik yapma hali anlaşılacaktır. Bu hal, şahidliği
taleb edilmeden şahidlik yapar diye ifade edilmiştir. Nitekim çok cömert insanı
vasfederken "daha istenmeden verir" denmektedir. Maksat istenince
derhal verdiğini ifade etmektedir.
Bu açıklamalar, "hakim nezdinde şehadet edası, hak sahibi
tarafından talebten sonra olur" prensibine mebnidir. Böyle olunca,
"Şahidlik istenmezden önce şehadette bulunanın zemmi, dava sahibinin
haberi olmadan bildiği hususu kendiliğinden gelip mahkemeye zikreden kimseyle
ilgilidir. Yahud "hisbe"ye giren ve şeriatın, gizlenmesini uygun
bulduğu hususlarla ilgili olara yapılacak şahidliklerle ilgilidir. Bu çeşit
bilgilerin taleb edilmeden ifşaı uygun görülmemiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın zemmi bunlarla ilgili olsa gerektir" denmiştir.
Zâlim idareler devrinde, müslümanların birbirleri aleyhine,
idarecilere yapacakları "hisbe"ye giren çeşitli ihbarları bu kısma
dahil etmek gerekmektedir. Her devirde umumî veya mahallî zulüm eksik olmayacağı
için, bu hususların müslümanlarca iyi bilinmesi gerekir.
Şunu da kaydedelim ki, bazı âlimler, sorulmazdan önce şehadette
bulunmayı caiz addetmiş ve yasağı şu çeşit şahidliklere hamletmiştir:
* Yalancı şahidliği.
* Yeminli şahidlik, yani kişinin: "Allah şahidimdir şu
hâdise şöyledir..." şeklindeki ifadesi. Çok yemin hoş görülmediği gibi,
yemin mânası taşıyan bir üslubla yapılan şehadet de hoş karşılanmamıştır.
* Gayıb insanlar hakkında: "Şunlar cennetliktir, bunlar
cehennemliktir" gibi delilsiz yapılan şahidliklerdir. Bunu da daha çok
ehl-i bid'at yapmaktadır.
* Şahidliğe ehil olmadığı halde kendini şahit kılanla ilgilidir.
* Hak sahibi kendisinin şahid olabileceğini bildiği halde, hak
sahibinin haberi olmadan şahidliğe koşar.
NOT: Hadiste geçen "şahidlikleri taleb edilmeden şahidlik
yapanlar" sözünden hareketle şu hükme de varılmıştır.: "Bir kimse bir
adamın: "Falancanın bende şu şu malı veya hakkı var" dediğini duysa,
bu kimsenin bu duyduğu ile o taleb etmedikçe onun aleyhine şahidlikte bulunması
câiz değildir. Ancak, bir kimse, bir adamın birini öldürdüğünü veya malını
gasbettiğini gözleriyle görürse, bunu, şahidlik taleb edilmeden söylemesi
caizdir."
3- Hadiste nezirde bulunup da yerine getirmeyenler de
kötülenmektedir. Nezir bahsi ileride müstakil olarak geleceği için (5727-5749.
hadisler) burada teferruata girmeyeceğiz. Ancak şimdilik şu kadarını kaydetmede
gerek var: Nezr, adak demektir. Kişi meşru olan şeylerden bir şey adadı mı,
onun edası vacib olur.
4- Şişmanlık zuhûr eder ibaresi, arkadan gelen insanların çok
yeyip içmeyi seveceklerini ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bunu hoş
karşılamadığını ifade eder. Çok yeyip içme, şişmanlık sebebidir.
* Âlimler, fıtraten şişmanların bu zemme dahil olmadığını, kasden
çok yiyerek şişmanlayanların zemmedildiğini belirtir.
* Bazıları burada kötülenen "şişmanlık"tan muradın
mal toplamak olduğunu söylemiştir.
* Keza bazı âlimler de bundan muradın, kendilerinde olmadığı
halde varmış gibi gösteren, kendilerinde bulunmayan mefahir ve şeref
vesileleriyle muttasıflarmış, onlara sahiplermiş gibi göstererek, olmayan
şeylerle böbürlenenler olduğunu söylemiştir.
Bunların hepsinin kastedilmiş olması da ihtimalden uzak değildir.
İbnu Hacer der ki: "Bu hadisi, Tirmizî, Hilâl İbnu Yasef
İmrân'dan şu lafızla rivayet etti: "Sonra bir kavim gelir (iradî olarak)
şişmanlarlar. Onlar şişmanlığı severler." Bu vecih, şişmanlama meselesinde
te'vile gitmeden, lafzın hakikatının kastedildiğini gösterir. Şu halde bu mâna,
yapılan te'viller içerisinde evla olanıdır. Şişmanlık mezmumdur. Çünkü şişman
kimse, meşhur olduğu üzere çoğu durumda anlayışca kıt, ibadette ağırdır."
Zayıflamak iradî gayretle mümkün olduğuna göre, hadisi zâhiri
üzere anlayıp şişmanların bundan kaçınması daha makul gelmektedir.[66]
ـ4364 ـ2ـ
وَعَنْ جابرٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهُ قَالَ:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: َ تَمَسُّ
النَّارُ
مُسْلِماً
رَأنِى أوْ رَأى
مَنْ رَآنِي[.
أخرجه
الترمذي .
2. (4364)- Hz. Câbir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Beni gören veya beni göreni gören bir müslümana ateş
değmeyecektir." [Tirmizî, Menâkıb, (3857).][67]
ـ4365 ـ3ـ
وعن أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قالَ:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: َ
تَسُبُّوا
أصْحَابِى؛
فَوَالَّذِى
نَفْسِى
بِيَدِهِ لَوْ
أنَّ أحَداً
أنْفَقَ
مِثْلَ
أُحُدٍ
ذَهَباً
مَا بَلَغَ
مُدَّ
أحَدِهِمْ
وََ
نَصِيفَهُ[.
أخرجه مسلم .
3. (4365)- Hz. Câbir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Ashabıma sebbetmeyin (dil uzatmayın). Nefsim elinde olan
Zât-ı Zülcelâl'e yemin olsun (sizden) biri, Uhud dağı kadar altın infak etse,
onlardan birinin infak ettiği bir müdd'e hatta yarım müdd'e bedel olmaz."
[Müslim, Fedailu's-Sahâbe 221, (2540).][68]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) pek çok hadislerinde Ashabını
tebrie eder, takdir eder. Bazan ferdleri, bazan muhacirleri, bazan Ensarîleri,
bazan, Gıfarî vs. olmak üzere grup grup tebrie ederken, bazan da mutlak olarak
Ashabını tebrie eder, tebcil eder. 4364 numarada kaydedilen Hz. Câbir
(radıyallahu anh) hadisi, hiçbir tefrike yer vermeden Ashabı ve Ashabı
görenleri, yani tâbiîni tebcil etmekte, cennetle müjdelenmektedir.
4365 numaralı hadiste fitmeye karışankarışmayan ayırımı
yapılmaksızın bütün sahabelere karşı mü'minlerin takınacağı edeb beyan
ediliyor: Saygı. Onlara sebbetmek saygısızlığın, tenkitçiliğin bir ifadesidir.
Sebb kelimesi, Arapçada, sövmek, hakaret etmek, kaba konuşmak, kırıcı konuşmak,
lanet okumak, yuhlamak gibi her çeşit kötü sözü ifade eder. Şu halde, Ashab'a
karşı bu vasfa giren sözlerin her çeşidinden kaçınmak gerekmektedir. Üstelik
Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat ülemâsı âyet ve hadislerde gelen Ashabı tebrie edici
nassların ıtlakına bakarak tebrienin âmm olduğunu anlamış, hiç bir surette
tefrike yer vermemiştir. Ashabı gruplara ayırıp, bir kısmını tebrie,
diğerlerini tenkid ve tekfir gibi davranışlar ifrad ve tefridlerden
kurtulamayan ehl-i bid'a dediğimiz şia fırkalarının işidir. Ehl-i Sünnet
nazarında bütün Ashab bu meselede bir bütündür, en âmîsinden en âlimine, en
faziletlisine kadar hepsi müberradırlar, hiçbirine dil uzatmak câiz değildir.
Nevevî der ki: "Fitnelere karışmış olsun olmasın, Ashab'a
sövmek haramdır. Haram kılınan kötülüklerdendir. Çünkü, bütün Ashab müçtehid
durumundadırlar. Onlar fitnelere, din adına yaptıkları içtihadlarla
girmiştirler. Mükerrer sefer belirtildiği üzere, müçtehid, içtihadında hata da
yapsa sorumlu değildir. Kâdı İyaz, Ashab'tan herhangi birine sövmeyi büyük
günah addetmiştir. Bizim mezhebimize (Şafiî) ve cumhûra göre, Ashab'a söven
öldürülmez, ta'zîr edilir. Bazı Mâliki âlimleri, öldürüleceğine hükmetmiştir."
Âlimler, Ashab-ı Kiram'ın, arkadan gelecek bütün insanlara kıyasla
daha efdal olduklarını, fazilette hiç kimsenin sahabîyi geçemeyeceğini
söylemekte bu hadisi de delil göstermişlerdir. Onlar İslâm'ın bânileri
durumundadırlar. İslâm binası onların maddî ve mânevî katkıları sayesinde vücut
bulmuştur. Sebep olan, yapan gibidir kâidesince, arkadan gelen ümmetin
hayırlarından da istifade etmeleri melhuzdur. Üstelik ameller şartlara göre
değer kazanır. Ashab, kendilerinde yokken maddî bağışlarda bulundular, tehlike
fevkalâde büyükken canlarını ortaya koydular. Bu şartlar içinde, işin başında,
yapılan fedakârlıklar fevkalade kıymetli olacak ki arkadan geleceklerin
yapacağı Uhud dağı cesâmetindeki bağış Ashabın yapacağı bir ve hatta yarım müdd
miktarındaki bağışa denk olmuyor.
İlahi adaletin böyle hükmedip, ilahi rahmetin böyle tecelli
ettiğini, Resul-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm) Allah adına haber verdikten
sonra, mü'minlere, "İnandık, tasdik
ettik ve teslim olduk ey Resûlümüz!" demekten başka ne gerekir?[69]
ـ4366 ـ4ـ
وعن أبى موسى
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]صَلَّيْنَا
الْمَغْرِبَ
مَعَ رَسُولِ
اللّهِ #
فَقُلْنَا:
لَوْ
جَلَسْنَا
حَتَّى نُصَلِّىَ
مَعَهُ
الْعِشَاءَ؟
فَجَلَسْنَا.
فَخَرَجَ
عَلَيْنَا.
فقَالَ: مَا
زِلْتُمْ هَا هُنَا؟
قُلْنَا:
نَعَمْ.
قَالَ: أحْسَنْتُمْ.
ثُمَّ رَفَعَ
رَأسَهُ إلى
السَّمَاءِ،
وَكَانَ
كَثِيراً مَا
يَرْفَعُ
رَأسُهُ إلى
السَّمَاءِ
فَقَالَ:
النُّجُومُ
أمَنَةٌ
لِلسَّمَاءِ.
فإذَا
ذَهَبَتْ
النُّجُومُ
أتَى
السَّمَاءَ
مَا تُوعَدُ،
وَأنَا أُمَنَةٌ
‘صْحَابِى.
فإذَا
ذَهَبْتُ
أتَى أصْحَابِى
مَا يُوعَدُونَ،
وَأصْحَابِى
أمَنَةٌ
‘مَّتِى فإذَا
ذَهَبَ
أصْحَابِى
أتَى
أُمَّتِى مَا
يُوعَدونَ[.
أخرجه
مُسْلِمٌ.»ا‘مَنَةُ«
جَمعُ أمِينٍ،
وَهُوَ
الْحَافِظُ .
4. (4366)- Hz. Ebu Musa
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile
beraber akşam namazı kılmıştık. Aramızda: "Burada oturup yatsıyı da onunla
birlikte kılsak" dedik ve oturduk. Derken yanımıza geldi ve:
"Hâlâ burada mısınız?" buyurdular.
"Evet!" dedik.
"İyi yapmışsınız!" buyurdu ve başına semaya kaldırdı.
Başını sıkça semaya kaldırdı ve şöyle buyurdu: "Yıldızlar semanın
emniyetidir.
Yıldızlar gitti mi, vaadedilen şey semaya gelir. Ben de Ashabım
için bir emniyetim. Ben gittim mi, onlara vaadedilen şey gelecektir. Ashabım da
ümmetim için bir emniyettir. Ashabım gitti mi ümmetime vaadedilen şey
gelir." [Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 207, (2531).][70]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) burada şunu ifade buyurmuştur:
"Yıldızlar semada müşahede etmekte olduğumuz nizamın bekçileridir. Kıyamet
hengâmında yıldızların yok olmasıyla sema yarılacak, o da yok olup gidecektir.
Burada vadedilen şeyden maksad Kıyâmettir.
Benim varlığım Ashab arasına çıkacak fitneleri önlemektedir. Ben
gidince dâhilde bir kısım fitneler olacak, irtidad hareketleri olacak vs.
Ashabın gitmesiyle de çeşitli bid'alar, kargaşalar çıkacak, kıyamet alâmetleri
zuhur edecek demektir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) böylece kendisinden sonra
nâhoş hadiselerin zuhur edeceğini haber vermiş olmaktadır. Bunların hepsi
söylediği şekilde çıkmış ve bu hadis, ihbar-ı gaybî nev'inden bir mucize
sayılmıştır.[71]
ـ4367 ـ5ـ
وعن
بُرَيْدَة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قالَ:
]قالَ رَسُولُ
اللّهِ # مَا
مِنْ أحَدٍ يَمُوتُ
مِنْ
أصْحَابِى
بِأرْضٍ إَّ
بُعِثَ لَهُمْ
نُوراً
وَقَائِداً
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ[.
أخرجه
الترمذي .
5. (4367)- Büreyde (radıyallahu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Bir yerde ölen Ashabımdan hiçbirisi yoktur ki, kıyamet günü
oranın ahalisine bir nur ve onlara (cennete sevkte) bir rehber olmasın."
[Tirmizî, Menâkıb (3864).][72]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu hadislerinde Ashab-ı Kirâm
hazretlerinin kendinden sonra yeryüzüne gerek fetih ve gerekse neşr-i din için
dağılacağını, gittikleri yerde şehid olmak, eceliyle ölmek gibi sebeplerle
öleceklerini haber vermekte ve o bölgelerin müslüman ahalilerine, bu
misafirlerinin kıymetini bilmelerini irşad buyurmaktadır: "Ashabım sıradan
insanlar değildir, Allah nazarında dereceleri, makamları vardır. Cenab-ı Hak
bir ikram ve taltif olarak, onları, kıyamet günü, öldükleri yerin ahalisine bir
nur ve hidayet vesilesi ve cennete girmelerinde rehber kılacaktır."[73]
ـ4368 ـ6ـ
وعن سعيد
ابْنِ
المُسَيّب عن
عمر رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قالَ:
]سَمِعْتُ
رَسُولَ اللّهِ
# يَقُولُ:
سَألْتُ
رَبِّى عَزَّ
وَجَلَّ عَنِ
اخْتَِفِ
أصْحَابِى
مِنْ
بَعْدِى؟ فَأوْحى
إلىَّ يَا
مُحَمَّدُ:
إنَّ
أصْحَابَكَ
عِنْدِى بِمَنْزِلَةِ
النُّجُومِ
في
السَّمَاءِ، بَعْضُهَا
أقْوَى مِنْ
بَعْضٍ،
ولِكُلٍّ نُورٌ.
فَمَنْ أخَذَ
بِشَىْءٍ
مِمَّاهُمْ
عَلَيْهِ
مِنْ
اِخْتَِفَهُمْ
فَهُوَ
عِنْدِى عَلى
هُدىً. قَالَ:
وَقَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
أصْحَابِِى
كَالنُّجُومِ
بِأيِّهِمُ
اقْتَدَيْتُمْ
اِهْتَدَيْتُمْ[.
أخرجه رزين .
6. (4368)- Saîd
İbnu'l-Müseyyeb, Hz. Ömer (radıyallahu anh)'tan naklediliyor: "Demişti ki:
"Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı dinledim, buyurmuştu ki:
"Ben, Rabbimden Ashabımın benden sonra düşeceği ihtilaf hakkında sordum.
Bunun üzerine şöyle vahyetti:
"Ey Muhammed! Senin Ashabın benim nezdimde, gökteki yıldızlar
gibidir. Bazıları diğerlerinden daha kavidirler. Her biri için bir nûr vardır.
Öyleyse, kim onların ihtilaf ettikleri meselelerden birini alırsa, o kimse
benim nazarımda hidayet üzeredir."
Hz. Ömer der ki: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
(devamla) ilave etti:
"Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayeti
bulursunuz." [Rezîn tahriç etmiştir. (Hadisin birinci kısmını
Câmi'u'us-Sağîr'de Suyutî kaydeder (Feyzu-Kadîr 4, 76). İkinci kısmı da İbnu
Abdi'l-Berr, Câmi'u'l-İlm'de kaydetmiştir (2, 91).][74]
AÇIKLAMA:
Münâvî şu açıklamayı sunar: "Ashabın ihtilafı rahmettir. Zira
onların (ihtilaf ve) kavgaları dünya için değil, din içindir. Onlar dünya
açısından ayrılmış olsalar da tevhîd meselesinde tek bir ruh gibidirler. Hepsi de
dine ve din ehline yardımcı oldular. Şirke ve onun temeline darbe indirdiler,
pek çok diyarları İslâm adına fethettiler. Küffâri kovup fâcirleri dize
getirdiler, takva kelimesine davet ettiler. Din onları kaynaştırdı, dünya ise
ayırdı. Allah'da onlara, kesbettikleri (hataları sebebiyle), kendi şiddetlerini
tattırdı."
İslâm ülemâsı bu hadisin mefhumuyla âmel etmiştir.
Hadis, siyasi meselelerdeki ihtilafın sahabelere bir ta'n vesîlesi
olmayacağını bildiriyor. Onlar, görüşlerinde dinin menfaatini arıyorlardı. İyi
niyetli yaptıkları içtihad, ihtilafa sebep olmuştur. Niyetleri hâlis olduğu ve
müçtehid oldukları için onlar bu ihtilaf sebebiyle ta'n edilemezler. [75]
ASHABIN
FAZİLET VE MENKIBELERİNİN YÜCELİGİ
(Bu fasılda iki fer' var)
BİRİNCİ FER'
BİR
GRUBA HAS MÜŞTEREK FAZİLETLER
ـ4369 ـ1ـ
عَنْ سعيد
بْنِ زَيدٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهُ
قالَ:
]سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ: أبُو
بَكْرٍ في
الْجَنَّةِ،
وَعُمَرُ في
الْجَنَّةِ، وَعُثْمَانُ
في
الْجَنَّةِ،
وَعَلِيٌّ في الْجَنَّةِ،
وَطَلْحَةُ
في
الْجَنَّةِ،
وَالزُّبَيْرُ
في
الْجَنَّةِ،
وَسَعْدُ بْنُ
مَالِكٍ في
الْجَنَّةِ،
وَعَبْدُ
الرَّحْمنِ
بْنُ عَوْفٍ
في
الْجَنَّةِ،
وَأبُو عُبَيْدَةَ
ابْنُ الْجَرَّاحِ
في
الْجَنّةِ،
وَسَكَتَ
عَنِ الْعَاشِرِ.
فَقَالُوا:
مَنْ
الْعَاشِرِ؟
فقَالَ:
سَعِيدُ
ابْنُ
زَيْدٍ،
يَعْنِى نَفْسَهُ.
ثُمَّ قَالَ:
واللّهِ
لَمَشْهَدُ
رَجُلٍ
مَنْهُمْ
مَعَ رَسُولِ
اللّهِ #
تَغَبَّرَ
فيهِ
وَجْهُهُ
خَيْرٌ مِنْ
عَمَلِ
أحَدِكُمْ
عُمْرَهُ،
وَلَوْ
عُمِّرَ
عُمْرَ
نُوحٍ[. أخرجه
أبو داود وهذا
لفظه
والترمذي .
1. (4369)- Saîd İbnu Zeyd
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle
söylediğini işittim:
"Ebu Bekr cennetliktir, Ömer cennetliktir, Osman
cennetliktir, Ali cennetliktir, Talhâ cennetliktir, Zübeyr cennetliktir, Sa'd
İbnu Mâlik cennetliktir, Abdurrahman İbnu Avf cennetliktir, Ebu Ubeyde
İbnu'l-Cerrâh cennetliktir."(Râvi der ki: Zeyd) onuncu da sükut etti.
Dinleyenler: "Onuncu kim?" diye sordular. (Bu taleb üzerine):
"Saîd İbnu Zeyd!" dedi. Yani bu, kendisi idi. Zeyd sonra
ilave etti:
"Allah'a yemin ederim. Onlardan birinin Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte yüzü tozlanacak kadar bulunuvermesi,
sizden birinin ömür boyu çalışmasından daha hayırlıdır, hatta ömrü, Hz. Nuh
aleyhisselâm'ın ömrü kadar uzun olsa bile." [Ebu Dâvud, Sünnet 9, (4648,
4649, 4650).] [76]
AÇIKLAMA:
Resûllah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadislerinde aşere-i
mübeşşere dediğimiz cennetle müjdelenenleri saymaktadır. Bunlar hadiste ismi
geçen on kişidir Sahabeler arasında faziletce bunlar birinci sırayı teşkil
ederler. Bunların ilk dördünün sıralanışında ittifak vardır. Ehl-i Sünnet, önce
Ebu Bekr'in, sonra Hz. Ömer'in, sonra Hz. Osman'ın, sonra da Hz. Ali'nin
geldiğinde ittifak eder. Bazı ehl-i sünnet âlimi, Hz. Ali'yi takdim etmiştir.
Şia ise Hz. Ali'nin en efdal olduğunu iddia etmekle kalmaz; -râfizî takımında
olduğu üzere- diğer büyükleri tekfir eder. Çok az sayıda sahâbe dışında,
hepsini reddedip, tekfir ederler.[77]
ـ4370 ـ2ـ وعن
أنسٍ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قالَ:
]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #:
أرْحَمُ
أُمَّتِى
بِأُمَّتِى أبُو
بَكْرٍ،
وَأشَدُّهُمْ
في أمْرِ
اللّهِ
تَعالى
عُمَرُ،
وَأشَدُّهُمْ
حَيَاءً عُثْمَانُ،
وَأقْضَاهُمْ
عَليٌّ،
وَأعْلَمُهُمْ
بِالْحَلِ
وَالْحَرَامِ
مُعَاذُ بْنُ
جَبَلٍ، وَاَفْرَضُهُمْ
زَيْدُ بْنُ
ثَابِتٍ،
وَأقْرَؤُهُمْ
أُبَىُّ
ابْنُ كَعْبٍ
وَلِكُلِّ
اُمَّةٍ
أمِينٌ،
وَأمِينُ
هذِهِ ا‘مَّةِ
أبُو
عُبَيْدَةَ
بْنُ
الْجَرَّاحِ،
وَمَا أظَلَّتِ
الْخَضْرَاءُ
وََ أقَلَّتِ
الْغَبْرَاءُ
اَصْدَقَ
لَهْجَةً
مِنْ أبِي
ذَرٍّ
أشْبَهَ
عِيسى عَلَيْهِ
السََّمُ في
وَرَعِهِ.
فقَالَ عُمَرُ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ:
أنَعْرِفُ
ذلِكَ لَهُ؟
قَالَ:
نَعَمْ،
فَاعْرِفُوهُ
لَهُ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُم
أجْمَعِينَ[.
أخرجه الترمذي.»الْخَضْرَاءُ«
السَّمَاءُ.و»إظَْلُهَا«
تَغْطِيَتُهَا
لِمَا
تَحْتَهَا.وَ»الغَبراءُ«
ا‘رْضُ.و»إقَلُهَا«
حَمْلُهَا
لِمَا
فَوْقَهَا.و»اللَّهْجَةُ«
اَللِّسَانُ
وَالنُّطْقُ .
2. (4370)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Ümmetimin(in ferdleri arasında) ümmetime karşı en çok
merhametli olan kimse Ebu Bekr'dir. Onlar içinde Allah'ın emri hususunda en çok
titiz olanı Ömer'dir. Haya cihetiyle en şiddetli olanı Osman'dır. (Davalarda)
en isabetli hüküm vereni Ali'dir. Helal ve haramı en iyi bileni Muâz İbnu
Cebel'dir. Ferâizi en iyi bilen Zeyd İbnu Sâbit'tir. Kur'ân okumasını en iyi
bileni Übey İbnu Ka'b'dır. Her ümmetin bir emîni vardır. Bu ümmetin emîni Ebu
Ubeyde İbnu'l-Cerrâh'dır. Ebu Zerr'den daha doğru sözlü olan birini ne gök
gölgeledi, ne de yer taşıdı. O, verâda Hz. İsa aleyhisselâm gibiydi."
Hz. Ömer (radıyallahu anh) (hased etmişçesine): "Yani biz bu
hasletin onda olduğunu kabul edecek miyiz?" dedi. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm):
"Evet. Bu hasletleri onda var bilin!" buyurdular."
[Tirmizî, Menakıb (3793, 3794).][78]
AÇIKLAMA:
Bu hadiste Ebu Zerr (radıyallahu anh)'ın en doğru kimse olduğu
ifade edilmektedir. Halbuki doğruluk deyince Ebu Bekr es-Sıddîk akla gelir.
Âlimler bu hususta, Ebu Zerr'in doğruluğunun mutlak olmayacağını belirtirler.
Buradaki hasr'dan murad onun sıdkında te'kîd ve mübalağa olduğu belirtilir.
"Zira, derler, Ebu Zerr'in Hz. Ebu Bekir'den asdak (daha doğru) olacağını
söylemek câiz olmaz. Çünkü o, bu ümmetin "sıddîkı"dır,
peygamberlerden sonra da en hayırlısıdır. Resûlullah ise Ebu Zerr'den ve bütün ümmetten
asdakdır."
Hadis, Aleyhisselâtu vesselâm'ın, Ashabından mümtaz olanları
kabiliyetleri ile tanıyıp, o yönleriyle ümmetine tanıttığını göstermektedir.[79]
ـ4371 ـ3ـ
وعن حذيفة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قالَ:
]قالَ رَسُولُ
اللّهِ #:
إنِّى َ
أدْرِى مَا
قَدْرُ
بَقَائِى
فِيكُمْ
فَاقْتَدُوا
بِالَّذِىنَ
مِنْ
بَعْدِى، وَأشَارَ
إلى أبِي
بَكْرٍ
وَعُمَرَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهُما.
واهتَدُوا
بِهَدْيِ
عَمَّارٍ،
وَمَا
حَدَّثَكُمْ
ابْنُ
مَسْعُودٍ فَصَدِّقُوهُ[.
أخرجه
الترمذي.»الهَدْيُ«
السَّمْتُ،
والطَّرِيقةُ
وَالسِّيرةُ .
3. (4371)- Hz. Huzeyfe
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Ben aranızda ne kadar kalacağımı bilemiyorum. Benden sora
"iki"ye uyun" dedi ve Ebu Bekr ile Ömer'e işaret etti.
(Sözlerine devam ederek): "Ammar'ın davranışlarını örnek alın. İbnu Mes'ud
ne söylemişse tasdik edin" buyurdu. [Tirmizî, Menakıb, (3804).][80]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) burada birkaç sahabeyi
bilhassa tafdil buyurmaktadır.
1) Hz. Ebu Bekr ve Ömer (radıyallahu anhüma). Bu ikisinin
faziletleri ümmetçe müsemmeldir.
2) Ammâr İbnu Yâsir (radıyallahu anh). Resûlullah, onun çok
müstakim olduğunu böylece beyan etmiş olmaktadır. Bir başka hadislerinde
Aleyhissalâtu vesselâm: "Ammar, ne zaman iki işten birini tercih durumunda
kalsa mutlaka en hayırlısını seçer" buyurmuştur.
Ammâr (radıyallahu anh), Erkâm'ın evinde İslâm'a giren
ilklerdendi. Annesi Sümeyye Hâtun'la birlikte çok sıkıntı çektiler, işkencelere
maruz kaldılar. Sümeyye (radıyallahu anha) işkence altında can verenlerdendir.
Ammâr'ın da bâğî bir grup tarafından öldürüleceğini Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) haber vermiş, bildirdiği aynen çıkmıştır ve Sıffîn'de şehid
edilmiştir. Onun burada şehid edilmesi, bu vak'ada Hz. Ali taraftarlarının
haklı, muhaliflerinin de haksız olduğunu böylece doğrulamış oldu.
Şehid olduğu zaman doksan küsur yaşında idi, (radıyallahu anh).[81]
ـ4372 ـ4ـ
وعن جابر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
أُرِيَ
اللَّيْلَةَ
رَجُلٌ
صَالِحٌ
كأنَّ
أبَابَكْرٍ
نِيطَ بِرَسُولِ
اللّهِ #،
وَنِيطَ
عُمَرُ
بِأبِي
بَكْرٍ،
وَنِيطَ
عُثْمَانَ
بِعُمَرَ،
قَالَ جَابِرٌ:
فَلَمَّا
قُمْنَا مِنْ
عِنْدِ
رَسُولِ اللّهِ
#، قُلْنَا:
أمَّا
الرَّجُلُ
الصَّالِحُ
فَرَسُولُ
اللّهِ #،
وَأمَّا
تَنَوُّطُ بَعْضِهِمْ
بِبَعْضٍ
فَهُمْ وَُةُ
ا‘مْرُ الَّذِى
بَعَثَ
اللّهُ بِهِ
نَبِيَّهُ #[.
أخرجه أبو
داود.»قَوْلُهُ
نِيطَ« أىْ
علّق بهِ وضمّ
إليهِ.
4. (4372)- Hz. Cabir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Geceleyin (rüyamda) bana sâlih bir adam gönderildi. Sanki
Ebu Bekr, Resulullah'a yamanmış gibiydi, Ömer de Ebu Bekr'e yamanmış gibiydi.
Osman da Ömer'e yamanmış gibiydi."
Câbir der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
yanından kalktığımız zaman dedik ki: "(Rüyanın yorumu şöyle olmalıdır):
"Oradaki salih kimse Resulullah'tır. Onların birbirlerine yamanmaları,
Allah'ın, peygamberleriyle gönderdiği işin (dinin) sorumluları
olmalarıdır." [Ebu Dâvud, Sünnet 9, (4636).][82]
ـ4373 ـ5ـ
وعن جابر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رسُولُ
اللّهَ #:
رَأيْتُنِى
دَخَلْتُ
الْجَنَّةَ
فَإذَا أنَا
بِالرُّمَيْصَاءِ
اِمْرَأةِ
أبِي
طَلْحَةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما، وَسَمِعْتُ
خَشْخَشَةَ
فَقُلْتُ:
مَنْ هذَا؟ قَالُوا:
بَِلٌ؛
وَرَأيْتُ
قَصْراً
بِفِنَائِهِ
جَارِيَةٌ.
فَقُلْتُ:
لِمَنْ هذَا؟
قَالُوا:
لِعُمَرَ
ابْنِ
الْخَطَّابِ.
فَأرَدْتُ
أنْ
أدْخُلَهُ
فَأنْظُرَ
إلَيْهِ،
فَذَكَرْتُ
غَيْرَتَكَ،
فَوَلَّيْتُ
مُدْبِراً.
فَبَكَى عُمَرُ
وَقَالَ:
أعَلَيْكَ
أغَارُ يَا
رَسُولَ
اللّهِ[.
أخرجه
الشيخان.»الْخَشْخَشَةُ«
صَوْتُ
السَّح
5. (4373)- Hz. Câbir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Ben kendimi cennete girmiş gördüm. Derken Ebu Talha'nın
hanımı Rumeysa ile karşılaştım (radıyallahu anhüma). Bir de hışırtı kulağına
geldi.
"Bu kim(in hışırtısı)?" dedim."
Bilâl(in)!" dediler. Avlusunda bir câriye bulunan bir köşk
gördüm.
"Bu kime ait?" dedim.
"Ömer İbnu'l-Hattâb'ındır!" dediler. İçine girip bakmayı
arzu ettim. Ancak senin kıskanç olduğunu hatırladım ve geri döndüm!"
Ömer, bu söz üzerine ağladı ve:
"Sana karşı da mı kıskanç olacağım ey Allah'ın Resûlü!"
dedi." [Buhârî, Ta'bir 31, 32, Bed'ü'l-Halk 9, Fezâilu'l-Ashab 19, Nikâh
107; Müslim, Fezailü's-Sahâbe 21, (2395).][83]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste geçen Rumeysa (radıyallahu anhâ), Hz. Enes'in annesi
olan Ümmü Süleym'dir. Rümeysâ, çapak manasına gelen ramas'dan ism-i tasgîrdir.
Ümmü Süleym'in gözündeki çapak sebebiyle rumeysâ ona bir vasıf olmuştur. Asıl
adı Sehle'dir. Başka isimlerde söylenmiştir.
2- Hadis, Hz. Ömer, Hz. Bilâl ve Ümmü Süleym'in cennetle
müjdelenmelerini ifade ediyor. [84]
ـ4374 ـ6ـ
وعن بريدة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: يَا
بَِلُ بِمَ
سَبَقْتَنِى
الى
الْجَنَّةِ؟
فَمَا
دَخَلْتُ
الْجَنَّةَ
قَطُّ إَّ
سَمِعْتُ خَشْخَشَتَكَ
أمَامِى
دَخَلْتُ
الْبَارحَةَ
الْجَنَّةَ
فَسَمِعْتُ
خَشْنَشَتَكَ
أمَامِي،
فَأتَيْتُ
عَلى قَصْرٍ
مُرَبَّعٍ
مُشَرَّفٍ
مِنْ ذَهَبٍ.
فَقُلْتُ:
لِمَنْ هذَا
الْقَصْرُ؟ فَقَالُوا
لِرَجُلٍ
مِنَ
الْعَرَبِ؛
فَقُلْتُ:
أنَا
عَرَبِىٌّ،
لِمَنْ هذَا
الْقَصْرُ؟
قَالُوا
لِرَجُلٍ
مِنْ
قُرَيْشٍ
فَقُلْتُ:
أنَا مِنْ
قُرَيْشٍ،
لِمَنْ هذَا
الْقَصْرُ؟
قَالُوا
لِرَجُلٍ
مِنْ أُمَّةِ
مُحَمَّدٍ #
فَقُلْتُ:
أنَا
مُحَمَّدٌ،
لِمَنْ هذَا
الْقَصْرُ؟
قَالُوا:
لِعُمَرَ
بْنِ
الْخَطَّابِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه.
فَقَالَ: يَا
رَسُولَ اللّهِ!
مَا
أُذِّنْتُ
قَطُّ إَّ
وَصَلَّيْتُ
رَكْعَتَيْنِ،
وَمَا
أُحْدَثْتُ
قَطُّ إَّ
تَوَضَّأْتُ
عِنْدَهُ،
وَرَأيْتُ
أنَّ للّهِ
عَلىَّ
رَكْعَتَيْنِ.
فَقَالَ رَسُولُ
اللّهِ #: بِهِمَا[.
أخرجه
الترمذي
وصححه .
6. (4374)- Hz. Büreyde
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Ey Bilâl! Ne ile benden önce cennete girdin? Her ne zaman
cennete girdiysem, her seferinde önümde senin hışırtını işittim. Dün gece de
cennete girmiştim, önümde (yine) senin hışıtrını duydum. Sonra altından
şerefeler olan murabba bir köşke geldim.
"Bu köşk kimin?" diye sordum.
"Arapardan birinin!" dediler. Ben cevaben:
"Ama ben de bir Arabım, (benim olmadığına göre) bu köşk
kimin?" dedim. Bunun üzerine:
"Kureyş'ten birinin!" dediler. Ben tekrar:
"Ben de bir Kureyşliyim, bu köşk kimin?" dedim. Bu
sefer:
"Muhammed ümmetinden birinin!" dediler. Ben de:
"Muhammed benim, bu köşk kimin?" dedim. Bunun üzerine:
"Ömer İbnu'l-Hattâb'ın" dediler, (radıyallahu anh).
Bunun üzerine Bilâl:
"Ya Resûlullah! Her ezan okuyuşunda iki rek'at namaz kıldım.
Her ne zaman hades vaki oldu ise derhal abdest tazeledim ve Allah'a iki rek'at
namaz kılmayı üzerimde borç gördüm" dedi. Bilâl'in bu açıklaması üzerine
Aleyhisselâtu vesselâm:
"İşte bu iki şey sebebiyle (cennete girmede benden evvel
davranmış olmalısın)" buyurdular. [Tirmizî, Menâkıb, (3690).][85]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, Hz. Bilâl (radıyallahu anh)'ın cennete girmede
tekaddüm imtiyazına nail olmasını iki sebeple açıklamaktadır:
1) Ezanla ikâmet arasında kılınan iki rek'at namaz. Bazı
âlimler bundan akşam namazını istisna tutmuşlardır: "Ezandan sonra hemen
ikamet okunur, nafile kılmaya vakit yoktur" derler. Ancak, namazla ilgili bahiste de geçtiği üzere,
akşam vakti girdikten sonra da iki rek'at nafile kılındığına dair rivayetler
mevcuttur. Dolayısıyla sonradan istikrar bulmuş duruma göre değerlendirerek
"akşam vaktinde, önce farz kılınır, nafileye yer yoktur" gibi bir
mülahaza ile, hadisin beş vakte şamil olan ıtlakını dört vakitle kayıtlamak
câiz olmaz.
2) Bilâl'e imtiyaz kazandıran ikinci husus, hades vaki olur
olmaz abdest tazeleyip iki rek'at nafile kılmasıdır. Bu namaz da "mekruh
vakitler dışında" diye kayıtlanmıştır. Ancak hadisi ıtlak üzere anlayıp,
abdest üzerine kılınacak iki rek'atlik namazı mekruh vakitlerdeki yasaklamadan
istisna kılmışlar her ne zaman abdest alınırsa iki rek'a nafile
kılınabileceğini söylemişlerdi. Bu namaza âlimler şükür namazı derler: "Ezâ'nın
izâlesi ve temizliğe ulaşmada Allah'ın tevfiki sebebiyle şükür.
2- Âlimler, Peygamberlerin rüyası haktır kaziyesinden
hareketle, bu zikri geçen zâtların cennetlik olduklarına hükmetmişlerdir.[86]
ـ4375 ـ7ـ
وعن عَمْرُو
بنِ العاصِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال: ]سَألْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #: أىُّ
النَّاسِ
أحَبُّ
إلَيْكَ؟
قالَ: عَائِشَةُ.
قُلْتُ:
وَمِنَ
الرِّجَالِ؟
قَالَ: أبُوهَا.
قُلْتُ: ثُمَّ
مَنْ؟ قَالَ:
عُمَرُ،
فَعَدَّ
رِجَاً[.
أخرجه
الشيخان
والترمذي .
7. (4375)- Amr İbnu'l-Âs
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
sordum:
"(Ey Allah'ın Resulü!) İnsanların hangisi size daha
sevgilidir?"
"Aişe!" buyurdular.
"Ya erkeklerden?" dedim
"Babası!" buyurdular.
"Sonra kim?" dedim.
"Ömer!" buyurdular ve başka bazı erkekler
saydılar." [Buharî, Meğâzî 63; Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 8, (2384);
Tirmizî, Menâkıb, (3879).][87]
AÇIKLAMA:
1- Daha önce de geçtiği üzere (4303. hadis) Resûlullah, Amr
İbnu'l-Âs (radıyallahu anh)'ı Zât u Selâsil gazvesine komutan tayin eder. Emri
altına Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer gibi Ashab'ın büyükleri de asker olarak
verilince, Amr'ın içinden: "Herhalde ben hepsinden efdalim, Resûlullah
beni hepsinden çok seviyor olmalı" diye geçer. Bunu tahkik etmek üzere,
sefer dönüşü, kendisine, kimin daha sevgili olduğunu sorar. Yukarıda görüldüğü
üzere ilk sıralarda yer almadığını görerek, daha gerilerde isminin çıkmaması
için, sorusunu devam ettirmekten vazgeçer.[88]
ـ4376 ـ8ـ
وعن اُسامة بن
زيد رَضِيَ
اللّهُ عَنْه قال:
]كُنْتُ
جَالِساً
عِنْدَ
النَّبِىِّ #
إذْ جَاءَ
عَلِيٌّ
وَالْعَبَّاسُ
يَسْتَأذِنَانِ.
فقَال:
أتَدْرِى مَا جَاءَ
بِهِمَا؟
قُلْتُ: َ
قَالَ:
لكِنِّى
أدْرِى، ائْذنْ
لَهُمَا،
فَدَخََ
فقَاَ: يَا
رَسُولَ اللّهِ
جِئْنَا
نَسْألُكَ،
أىُّ أهْلِكَ
أحَبُّ
إلَيْكَ؟
قَالَ:
فَاطِمَةُ
بِنْتُ مَحَمَّدٍ.
قَا: مَا
جِئْنَاكَ
نَسْألُكَ
عَنْ أهْلِكَ.
قَالَ: أحَبُّ
أهْلِى
إلَىَّ مَنْ
أنْعَمَ
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَأنْعَمْتُ
عَلَيْهِ،
يَعْنِى
أسَامَةَ
بْنَ زَيْدٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما.
قَاَ: ثُمَّ
مَنْ؟ قَالَ:
ثُمَّ عَليٌّ
بْنُ أبِي
طَالِبٍ.
فقَالَ الْعَبَّاسُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
يَا رَسُولَ اللّهِ!
جَعَلْتَ
عَمَّكَ
آخِرَهُمْ.
فقَالَ: إنَّ
عَلِيّاً
سَبَقَكَ
بِالْهِجْرَةِ[.
أخرجه الترمذي
.
8. (4376)- Usâme İbnu Zeyd
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
yanında oturuyordum. Ali ve Abbâs (radıyallahu anhümâ) gelip (huzuruna girmek
için) izin istediler. Aleyhisselâtu vesselâm:"
Ne getirdiler biliyor musun?" buyurdular.
"Hayır, bilmiyorum!" dedim.
"Ama ben biliyorum, onlara izin ver!" buyurdular. (İçeri
aldım), onlar da girdiler.
"Ey Allah'ın Resûlü! Ehlinden hangisi sana daha sevgili?
Sormaya geldik!" dediler.
"Ehlimin bana en sevgili olanı, kendisine (hidayet ederek)
Allah'ın nimetlendirdiği, (azad edip evlat edinmemle de) kendimin ikram etmiş
olduğu kimsedir!" buyurdu ve Üsâme İbnu Zeyd (radıyallahu anh)'ı zikretti.
"Pekalâ sonra kim?" dediler.
"Sonra Ali İbnu Ebî Tâlib!" buyurdular. Bunun üzerine
amcası Abbas (radıyalluha anh):
"Ey Allah'ın Resûlü! Amcanı en sona bıraktın!" dedi.
"Ali hicrette senden önce davrandı!" cevabını
verdiler" [Tirmizî, Menâkıb, (3821).] [89]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah'ın azad ettiği ve evlat edindiği kimse Üsâme
değil, babası Zeyd'dir (radıyallahu anhümâ). Resûlullah'ın, Üsame'yi azad etmiş
gibi ifadede bulunmasını ülemâ: "Bu iki nimette evlat babaya tabidir. Onun
hükmüyle ifade edilmesi câizdir" diye açıklamıştır. Esasen, Resûlullah'ın,
Zeyd'i, o suretle ifade etmesi, Zeyd'le ilgili olarak Kur'ân-ı Kerîm'de onun
aynı tabirlerle tavsifi sebebiyledir: "Hani Allah'ın iman nasib ederek
ikramda bulunduğu ve senin de azad edip evlatlık edinerek ikramda bulunduğun
kimseye sen: "Hanımını bırakma, Allah'tan kork" diyordun" (Ahzâb
37).
2- Âlimler, bu hadisten hareketle sevgi sıralamasının kan
yakınlığına göre değil, efdaliyete göre olması gerektiği hükmünü
çıkarmışlardır.[90]
ـ4377 ـ9ـ
وعن ابْنِ
عُمََرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال: ]كُنَّا
نُفَضِّلُ بَيْنَ
النَّاسِ
زَمَانَ
رَسُولِ
اللّهِ # فَنَقُولُ:
أبُو بَكْرٍ،
ثُمّ عُمَرُ.
ثُمَّ عُثْمَانُ،
وََ يُنْكِرُ
ذلِكَ
عَلَيْنَا[.
أخرجه
البخاري وأبو
داود
والترمذي .
9. (4377)- İbnu Ömer
(radıyallah anhümâ) anlatıyor: "Biz Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında
insanları derecelendirir ve şöyle sıralardık: [Ümmet-i Muhammed'in, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)' dan sonra en efdali] Ebu Bekr, sonra Ömer, sonra
Osman. [Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu sıralamayı işitir] bize itiraz
etmezdi (radıyallahu anhüm ecmaîn)." [Buhârî, Fezâilu'l-Ashâb 4, 7; Ebu
Dâvud, Sünnet 8, (4627, 4628) Tirmizî, Menâkıb, (3707).][91]
AÇIKLAMA:
Hadiste, Hz. Osman'ın faziletçe Hz. Ali (radıyallahu anhümâ)'den
önce olduğu te'yid edilmektedir. Ehl-i Sünnet'in cumhûru bu görüştedir. Bunu
te'yid eden başka rivayetler de var. Ancak bu hususta farklı görüşler
mevcuttur:
* Süfyan-ı Sevrî'nin Hz. Ali'yi efdal gördüğü, ancak bu görüşünden
döndüğü rivayet edilmiştir.
* Huzeyme'nin de bu görüşte olduğu söylenmiştir.
* İmam Mâlik: "Bu ikisi eşittirler, birbirine tafdil
edilmezler" demiştir. Yahya'l-Kattân ve müteahhirînden İbnu Hamza ve
başkaları bu görüşü benimsemiştir. İbnu Abdilberr, bu görüşü beğenmez ve
şahsi kanaatinde Hârun İbnu İshak'tan hikâye edilen şu rivayete dayanır:
Hârun der ki: "Ben İbnu Ma'in'in şöyle söylediğini işittim:
"Kim faziletleri Ebu Bekr, Ömer, Osman ve Ali diye sıralar ve
Ali'nin hizmetlerini ve faziletini tanırsa, o sâhib-i sünnettir." Ben
kendisine: "Bazılarının: "Ebu Bekr, Ömer ve Osman" deyip sükut
ettiklerini söyledim. Onlar hakkında galîz tabirler kullandı" Bu rivayet
tenkid edilerek: "İbnu Maîn, Hz. Osman sevgisinde aşırı gidip Hz. Ali'yi
tenkîse yeltenen Osmancı takımı reddetmiş olmalı. Şüphesiz üçüne iktisâr edip,
Hz. Ali'nin fazlını inkâr mezmundur" denmiştir.
İbnu Hacer, bu mesele ile ilgili tahlilini şöyle devam ettirir:
"İbnu Abdilberr şu iddiaya da yer vermiştir: "Bu hadis
(sadedinde olduğumuz rivayet), Ehl-i Sünnet'in: "Hz. Ali, üçlerden sonra
imamların en efdalidir" görüşüne de muhaliftir. Çünkü Ehl-i Sünnet,
üçlerden sonra insanların en efdali olduğunda icma eder. Bu icma, İbnu Ömer
hadisinin -sened İbnu Ömer'e kadar sahih de olsa- hatalı olduğuna delâlet
eder." İbnu Abdilberr'in bu iddiası da tenkid edilmiş ve şöyle denmiştir:
"Ashab'ın o zaman, Hz. Ali'yi tafdilde sükût etmiş olmaları ilelebet
tafdil etmedikleri mânasına gelmez. Nitekim mezkur icma İbnu Ömer'in
kayıtladığı zamandan sonra hasıl olmuştur. Böylece onun hadisi hatalı olmaktan
çıkar."
İbnu Hacer der ki: "Kanaatimce, İbnu Abdilberr, burada
Ubeydullah İbnu Ömer rivayetindeki ziyade sebebiyle inkârda bulunmaktadır. Bu
ziyade ["(Biz, Ebu Bekr, Ömer, Osman diye sayar, ondan sonra)
Resulullah'ın ashabı arasında dereceleme yapmadan hepsini terkederdik"]
şeklindedir. Lakin bu rivayette Nafi teferrüd etmez." İbnu'l-Maceşûn ona
mütâbaat eder. Bunu Hayseme, Yusuf İbnu'l-Mâceşun babasından, o da İbnu
Ömer'den tahric etmiştir: "Biz Resulullah zamanında (efdaliyet
sıralamasında) Ebu Bekr, Ömer, Osman der, sonra Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
Ashabını bırakır, aralarında bir efdaliyet gözetemezdik." Bununla
birlikte, o zaman aralarında dereceleme yapmayı terketmelerinden bundan
sonra Hz. Ali'nin diğerlerinden efdal
olduğuna itikad etmemiş olmaları manası çıkmaz. Doğruyu Allah bilir, Nitekim İbnu
Ömer (radıyallahu anh), Hz. Ali'yi diğer sahabelere takdim ettiğini itiraf
etmiştir. Nitekim bu itiraf bir önceki babta kaydettiğim bir rivayette geçti.
İbnu Hacer'in atıfta bulunduğu rivayet şudur: İbnu Ömer der ki:
"Biz Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında şöyle
derdik." Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) insanların en hayırlısıdır. Sonra Ebu Bekr, sonra Ömer gelir. Ali
İbnu Ebî Talib (radıyallahu anh)'a ise üç haslet verilmiştir ki onlardan birinin
bana verilmiş olması, bana kızıl
develerden daha sevgilidir: Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) kızıyla onu
evlendirdi ve kızı ona çocuk dünyaya getirdi. (Resulullah'tan sonra) mescidin
bütün kapıları kapatıldı, onun kapısı kapatılmadı. Hayber günü sancağı ona
verdi." (Hadisi Ahmed İbnu Hanbel hasen senedle kaydetmiştir).
İbnu Hacer tahliline devam eder: "İbnu Ömer hadisinin bazı
turukunda, mezkur hayırlı ve efdal olma halinin hilafetle ilgili hususta olduğu
kaydedilmiştir. Bu rivayeti İbnu Asâkir Abdullah İbnu Yesâr, Salim' den o da
İbnu Ömer'den naklen kaydetmiştir: "Siz biliyorsunuz, biz Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) zamanında şöyle derdik: "Ebu Bekr, Ömer ve Osman
yani hilafette (ki liyakatte) Bir diğer rivayet, Ubeydullah, Nafi'den, o da
İbnu Ömer'den: "Biz Resulullah zamanında derdik ki: "Bu işe
(hilafete) insanların en layıkı kimdir? ve cevap verirdik: Ebu Bekr, sonra
Ömer."
Bazı alimler: Sahabenin en efdali, Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın sağlığında şehid düşendir" demiş, bazıları da ismen:
"Cafer İbnu Ebî Talib'dir" demiştir. İmam Beyhakî, Şâfiî
hazretlerinin şu sözünü kaydeder: "Ashab ve Tabiin Ebu Bekr, sonra Ömer,
sonra Osman, sonra da Ali'nin (radıyallahu anhüm) efdaliyetinde icma
etmiştir."[92]
ـ4378 ـ10ـ
وعن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قالَ: ]كَانَ
أُسَيْدُ
بْنُ
حُضَيْرٍ
وَعَبَّادُ
ابْنُ بِشْرٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما
عِنْدَ
رَسُولِ
اللّهِ # في
لَيْلَةٍ
مُظْلِمَةٍ
فَخَرَجَا
مِنْ
عِنْدِهِ
فَإذَا بِنُورَيْنِ
بَيْنَ
أيْدِيهِمَا.
فَلَمّا افْتَرَقَا
صَارَ مَعَ
كُلِّ
وَاحِدٍ
مِنْهُمَا
نُورٌ[. أخرجه
البخاري .
10. (4378)- Hz. Enes (radıyallahu
anh) anlatıyor: "Üseyd İbnu Hudayr ve Abbâd İbnu Bişr (radıyallahu anhümâ)
karanlık bir gecede Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanında idiler.
(Sohbet bitince) yanından ayrıldılar. Derken önlerinde iki nur peydah oldu.
Yolları ayrıldığı zaman her birinin bir nuru vardı." [Buharî, Mesâ'ıd 78,
Menâkıb 28, Menakıbu'l-Ensar 13.][93]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayetin bir başka veçhi, bu sahabelerin ellerideki
nûrun, günümüzdeki pilli el feneri mahiyetindeki bir şeyden çıktığını tasvir eder.
Şöyle ki: "Üseyd İbnu Hudayr ve Ensar'dan bir kişi daha, Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın yanında konuşmak üzere kaldılar. Çok karanlık bir gece idi.
Gecenin bir müddeti geçtikten sonra çıktılar. Herbirinin elinde bir değnekcik
vardı. Birinin değneği önlerini aydınlatır olduğu halde yürüdüler. Yolları
ayrılınca diğerinin değneği de aydınlatmaya başladı. Her biri kendi deyneğinin
ışığında yürüdü, böylece evlerine vardılar."
2- Bu hadise Ashabın mazhar olduğu kerametlerden birini
daha aksettirmektedir. Alimlerimiz bu ve
benzeri rivayetlere dayanarak kerametin hak olduğuna hükmetmişlerdir. Keramet
hususunda geniş açıklama daha önce geçti (4256. hadis). [94]
İKİNCİ FER'
SAHABELERDEN
BAZILARININ FAZİLETLERİ
(İki kısımdır)
*
EBU BEKR SIDDIK (radıyallahu anh)
ـ4379 ـ1ـ عن
عائشةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قَالَتْ:
]دَخَلَ أبُو
بَكْرٍ عَلى
رَسُول
اللّهِ #: فقَالَ
لَهُ #:
أبْشِرْ
فَأنْتَ
عَتِيقُ اللّهِ
مِنَ
النَّارِ.
قَالَتْ:
فَمِنْ
يَوْمَئِذٍ
سُمِّى
عَتِيقاً[.
أخرجه
الترمذي .
1. (4379)- Hz. Aişe
anlatıyor: "Ebu Bekr (radıyallahu anh), Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın yanına girmişti. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Müjde, (Ey Ebu Bekr!) Sen Allah'ın ateşten azad ettiği
kimsesin!" buyurdular. İşte o günden itibaren Hz. Ebu Bekr, Atik (azadlı)
diye isimlendirildi." [Tirmizî, Menâkıb, (3679).][95]
AÇIKLAMA:
Hz. Ebu Bekr'in "Atik" diye isimlenmesi hususunda başka
üç rivayet daha var:
* Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gün dedi ki:
"Ateşten azad edilen birini görmek isteyen Ebu Bekr'e baksın."
* Musa İbnu Talha'nın rivayetine göre, annesi "Atik"
diye tesmiye etmiştir.
* Yüzündeki cemal (güzellik) sebebiyle Resulullah ona
"Atik" demiştir. [96]
ـ4380 ـ2ـ
وعن أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
أتَانِى
جِبْرِيلُ
فَأخَذَ بِيَدِى
فَأرَانِى
بَابَ
الْجَنَّةِ
الَّذِى تَدْخُلُ
مِنْهُ
أُمَّتِى.
فقَالَ اَبُو
بَكْرٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ يَا
رَسُولَ اللّهِ:
وَدِدْتُ
أنِّى كُنْتُ
مَعَكَ حَتّى
أنْظُرْ
إلَيْهِ
فقَالَ: أمَا
إنَّكَ يَا
أبَا بَكْرٍ
أوَّلُ مَنْ
يَدْخُلُ
الْجَنَّةَ
مِنْ أُمَّتِى[.
أخرجه أبو
داود .
2. (4380)- Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Cebrail aleyhisselam yanıma gelerek elimden tuttu ve bana
ümmetimin gireceği cennet kapısını gösterdi."
Hz. Ebu Bekr atılıp:
"Ey Allah'ın Resulü! Ben o sırada seninle olmayı ne kadar
isterdim, ta ki ona ben de bakayım!" dedi.
Aleyhissalâtu vesselâm:
"Ey Ebu Bekr, ümmetimden cenete ilk girecek kimse olman sana
yetmez mi!" karşılığında bulundular." [Ebu Davud, Sünnet, 9, (4652).][97]
ـ4381 ـ3ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #: مَا
‘حَدٍ
عِنْدَنَا
يَدٌ إَّ وَقَدْ
كَافَيْنَاهُ
بِهَا مَا خََ
أبَا بَكْرٍ
فإنَّ لَهُ
عِنْدَنَا
يَداً
يُكَافِيهِ
اللّهُ
تَعالى بِهَا
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ،
وَمَا
نَفَعَنِى
مَالُ أحَدٍ
قَطُّ مَا
نَفَعَنِى
مَالُ أبِي
بَكْرٍ،
وَمَا عَرَضْتُ
ا“سَْمَ عَلى
أحَدٍ إَّ
كَانَتْ لَهُ
كَبْوَةٌ إَّ
أبَا بَكْرٍ،
فإنَّهُ لَمْ
يَتَلَعْثَمْ،
وَلَوْ
كُنْتُ
مُتّخِذاً
خَلِيً َتّخَذْتُ
أبَا بَكْرٍ
خَلِيً أَ
وَإنَّ صَاحِبَكُمْ
خَلِيلُ
اللّهِ
تَعالى[.
أخرجه الترمذي.يُقَالُ
»كَبَا
الْفَرَسُ«
إذَا خَرّ
لِوَجْهِهِ،
والْمُرَاد
أنَّ
الصِّديقَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه لَمْ
يَتَرَدَّدْ
في
تَصْدِيقِهِ #
.
و»التَّلَعْثَمُ«
التَّرَدُّدُ
في الْقَوْلِ
وَالْفِعْلِ
والتَّتَعْتُعِ
فيه.وقَوْلُهُ:
»ولَوْ كُنْتُ
مُتَّخِذاً
خَلِيً إلى آخِرِهِ«
حَاصِلُهُ
أنَّ
الْخَلَّةَ
تَلْتَزِمُ
فَضْلَ
مُرَاعَاةٍ
لِلْخَلِيلِ
وَقِيَامٍ بِحَقّهِ
وَاِشْتِغَالِ
الْقَلْبِ
بِأمْرِهِ،
فَأخْبَرَ #
أنَّهُ
لَيْسَ
عِنْدَهُ فَضْلٌ
مَعَ خُلَّةِ
الْحَقِّ
لِخَلْقٍ
ِشْتِغَالِ
قَلْبِهِ
بِمَحَبَّةِ
رَبِّهِ فََ يَحْتَمِلُ
مَيًْ إلى
غَيْرِهِ .
3. (4381)- Yine Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Nezdimizde bir eli(ihsanı) bulunan hiç kimse yoktur ki, o
ihsan sebebiyle biz ona (misliyle veya daha fazlasıyla) karşılıkta bulunmayalım.
Ancak Ebu Bekr bundan hariç. Çünkü, onun nezdimizde yardımı varsa da, onun
karşılığını Kıyamet günü ona Allah verecektir. Bana Ebu Bekr'in malı kadar
kimsenin malı faydalı olmadı. Ben müslüman olmasını teklif ettiğim herkesten
bir zorluk gördüm. Ebu Bekr hariç. Zira o teklifim karşısında hiç tereddüd
etmeden kabul etti. Eğer kendime bir dost (halil) ittihaz etseydim, mutlaka Ebu
Bekr'i dost edinirdim. Haberiniz olsun, arkadaşınız Allah Teâla'nın dostu
(halilullah'tır)." [Tirmizî, Menakıb, (3662).][98]
ـ4382 ـ4ـ
وعن أبى سعيدٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]خَطَبَ
رَسُولُ
اللّهِ #
النَّاسَ
فَقَالَ: إنَّ
اللّهَ
تَعالى
خَيَّرَ
عَبْداً
بَيْنَ الدُّنْيَا
وَبَيْنَ مَا
عِنْدَهُ.
فاخْتَارَ
مَا عِنْدَهُ
فَبَكَى أبُو
بَكْرٍ فَعَجِبْنَا
لِبُكَائِهِ
أنْ يُخْبِرَ
# عَنْ عَبْدٍ
خُيِّرَ.
فَكَانَ #
هُوَ
الْمُخَيَّرَ،
وَكَانَ أبُو
بَكْرٍ هُوَ
أعْلَمُنَا. فَقَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
مِنْ أمَنِّ
النَّاسِ
عَلىَّ في
صُحْبَتِهِ
وَمَا له أبَا
بَكْرٍ،
وَلَوْ
كُنْتُ
مُتَّخِذاً
خَلِيً غَيْرَ
رَبِّى
تَّخَذْتُ
أبَا بَكْرٍ
خَلِيً، ولكِنْ
أُخُوَّةُ
ا“سَْمِ
وَمَوَدَّتُهُ.
َ يَبْقِيَنَّ
في
الْمَسْجِدِ
بَابٌ إَّ
سُدَّ إَّ
بَابَ أبِي
بَكْرٍ[.
أخرجه
الشيخان والترمذي.
4. (4382)- Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün) halka hitab ederek buyurdular ki:
"Allah Teâla Hazretleri bir kulunu, dünya ile nezdindeki tercihte muhayyer bıraktı. O kul,
Allah'ın nezdindekini tercih etti."
Bu söz üzerine Hz. Ebu Bekr ağlamaya başladı. Biz, Aleyhissalâtu
vesselâm, Allah tarafından muhayyer bırakılan bir kul hakkında verdiği haber
sebebiyle onun ağlamasına hayret ettik. Meğer, muhayyer bırakılan o kul
Aleyhissalâtu vesselâm'ın kendisi imiş. Meğer bunu en iyi anlayan da aramızda
Ebu Bekr imiş.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Sohbetiyle olsun malıyla olsun bana en ziyade ikramda bulunan Ebu
Bekr'dir. Eğer, ben Rabbimden başkasını halil (dost) tutacak olsaydım, mutlaka
Ebu Bekr'i halil edinirdim. (Allah arkadaşınızı kendine halil kıldı). Ancak
(aramızda) İslam kardeşliği ve İslam muhabbeti var [(bu) efdaldir].
Mescide açılan (hususi) hiçbir kapı bırakılmayıp, hepsi
kapatılacak, sadece Ebu Bekr'in kapısı açık bırakılacak." [Buharî,
Fezailu'l-Ashab 3, Menâkıbu'l-Ensâr 45, Mesacid 80; Müslim, Fezâilu's-Sahabe 2,
(2382); Tirmizî, Menakıb, (3661).][99]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet Hz. Ebu Bekr'in feraset ve anlayışça
ashabın hepsinden ileri olduğunu
göstermektedir. Ayrıca, onun Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) nezdinde
fevkalade bir takdire mazhar olduğu da anlaşılmaktadır. Resulullah, bir
rivayette yar-ı gar olan Ebu Bekr'in en kritik anlardaki beraberlik ve sohbeti
ile ünsiyet sağlayıp mânevi destek oluşunun ehemmiyetine işaret etmektedir.
Hicret sırasında ve bâhusus mağaradaki ve diğer nice beraberliklerin
ehemmiyetine işareten ayet-i kerimede َ تَحْزَنْ
اِنَّ اللّهَ
مَعَنَا tesellisine yer verilmiş olması (Tevbe 40) Sıddîk
hazretlerinin hadiste temas edilen "sohbet"inin ehemmiyetini
gösterir. Hudeybiye sulhü sırasında herkes antlaşmadan memnuniyetsizlik izhâr
ederken, Hz. Ebu Bekr'in teslimiyeti burada hatırlanması gerekli mânevi
desteklerinden bir diğeridir.
Şu halde, hadiste geçen "sohbet"i dilimizdeki
"karşılıklı konuşmak" manasında anlamayacağız. Bu mana da bulunmakla
birlikte beraberlik manası esastır. Nitekim, sahabî kelimesi de sohbetten gelir.
"Resulullah'la beraberliği olan, arkadaşlık eden" demektir. Öyleyse
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu hadislerinde, risalet-i
Muhammediye'nin tebliğ, tesbit ve takririnde bir kelime ile hedefe ulaşmasında,
Hz. Ebu Bekr'in "sohbet"inin katkısının ehemmiyetli olduğuna dikkat
çekiyor. Öyleyse bu sohbetten murad sadece konuşma değil, ünsiyet, teselli,
takviye, dayanışma, manevi destek vs. de maksuddur. Hz. Ebu Bekr'in hayatını ve
Resulullah'la olan münasebetlerini bilenlere bu husus vâzıhtır.
2- "Rabbimden başkasını halil (dost) tutacak olsaydım,
Ebu Bekr'i halil tutardım" cümlesine gelince: Halil, sevgisi kalbe -hiçbir
boşluk kalmaycak şekilde- nüfuz etmiş, umur-u esrarına girmiş dost demektir.
Âlimler meveddet, hullet, muhabbet, sadakat gibi birbirinin yerine
kullanılabilen yakın manadaki kelimelerin müteradif olup olmadıklarını münakaşa
etmişlerdir. Lügatçilere göre hullet,
sadakat ve meveddet demektir. Ancak
hullet'in en yüksek mertebede sevgi olduğu da söylenmiştir. Nitekim, Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm), ashabından bir kısmına -Ebu Bekr, Fatıma, Hz. Aişe,
Hasaneyn, Usâme.. vs. gibi- muhabbet ve sevgisini izhar etmiş olmasına rağmen: "Rabbimden başka birini halil
ittihaz etseydim..." demiştir. Demek ki, hulletle ifade edilen sevgi her
çeşit eksiklikten uzak, benliğin tamamını saran bir sevgidir ki, Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bu derecedeki bir sevgiyi Allah'a tahsis etmiş
olduğunu ifade buyurmuştur. Hadisin devamında, "Ebu Bekr'i halil ittihaz
ederdim" demiş olması. Hz. Ebu Bekr'in yanında birinci sırada yer alan bir
şahsiyet olduğunu ifade eder.
Zemahşerî, halil'i şöyle tarif eder: "Halil, sana boş
anlarında muvafakat eden, yolda seninle yürüyen veya senin açığını kapayan veya
senin açığını kapadığın veya senin evine giren kimsedir." Sırrına nüfuz
eden kimse" veya "Kalbinde kendisinden başkasına yer vermediğin
kimse" gibi daha birçok açıklama da yapılmıştır.
Hz. Ebu Bekr'de hullet'e giren bu vasıflar, Resulullah'la olan
münasebetlerinde azâmi mertebede mevcuttur. Hz. Ebu Hüreyre, Hz. Ebu Zerr (radıyallahu anhümâ) gibi bazılarının, zaman
zaman Resulullah'tan "Halilim" diye söz etmiş olmalarının, yapılan
açıklamalara ters düşen bir yönü olmamalıdır.
Çünkü onların, Resulullah'ı kendilerine halil ittihaz etmeleri caizdir.
Ancak onlardan birinin: "Ben Resulullah'ın haliliyim" demesi caiz olmaz. Nitekim Hz. İbrahim için
Halilullah denir, ancak Allah için, Halilu İbrahim denmesi caiz olmaz.
3- Sadedinde olduğumuz hadis,
Hz.Ebu Bekr'in mal cihetiyle İslâm'a katkılarına da temas etmektedir. Bu yönüyle de onun
hakkını vermek gerekir. Zira Tebük seferi sırasında en fazla veren Hz. Ömer,
malının yarısını verirken, Hz. Ebu Bekr, -ailesini Allah ve Resûlüne
havale ederek,- malının tamamını bağışlamıştır. Hz. Aişe, babası vefat
ettiği zaman tek dinar ve tek dirhem bırakmadığını ifade eder. Hz. Aişe'nin bir
başka rivayetinde, Sıddık (radıyallahu anh)'ın Resulullah'a kırkbin dirhem infak ettiğini belirtir. Resulullah
onun hakkını şöyle verir: "Aramızdan Ebu Bekr, bize insanların en
büyüğüdür. O, beni kızıyla evlendirdi. Nefsini bana adadı. Malca da
müslümanların en hayırlısıdır: O, maldan verdiği ile Bilal'i hürriyetine
kavuşturdu, (bu malla) o beni hicret
sırasında "Hicret evi"ne (Medine'ye) taşıdı."
4- Hadisin sadedinde olduğumuz veçhinde "...Ancak
(aramızda) İslâm kardeşliği ve muhabbeti var" denilmektedir Buhârî'nin bir
başka rivayetinde "efdal" ziyadesi var. Bu sebeple onu, tercümede
köşeli parantez arasında gösterdik. Ebu Yala'nın bir tahricinde ولكِنْ
خُلّةُ
اِسَْمِ
اَفْضَل şeklinde gelmiştir.
Yani "İslâm kardeşliği" yerine "İslam hulleti
(dostluğu)" denmiştir.
İbnu Hacer der ki: "Bu ifadede işkal (yani izahı müşkil bir
durum) var. Zira, hullet, uhuvvet-i
İslam'dan efdaldir. Çünkü, hullet, uhuvveti ifade ettiği gibi fazlasını da
ifade eder." Buna cevap sadedinde dendi ki: "Ondan murad, Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ile İslâm meveddeti, başkasıyla İslam meveddetinden
efdaldir." Keza dendi ki: "Buradaki ifdal (daha iyi), fâdıl (iyi)
manasındadır. Bu fazilete bütün sahbelerin iştirak etmeleri, söylediğimiz
hususa aykırı düşmez. Zira Hz. Ebu Bekr'in üstünlüğü, diğerlerinden ayrı olarak
bilinen bir husustur. İslâm kardeşliği ve İslam sevgisi müslümanlar arasında,
dine yardım ve hak kelamın yüce kılınması ve çok sevap kazanma hususlarında pek
farklı derecelerdedir. İşte bütün bunlarda Hz. Ebu Bekr'in hissesi herkesten
fazladır."
İbnu Hacer, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "Eğer bir
halil ittihaz edcek olsaydım, Ebu Bekr'i halil yapardım" buyurmuş
olmasının, başka hiç kimseye müyesser olmayan pek büyük bir menkîbe olduğunu
belirtir. İbnu'l-Tîn, bu ibareyi bazı alimlerin şöyle yorumladıklarını
nakletmiştir: "Eğer ben, herhangi bir kimseyi dine giren bir emirde hususi
bir imtiyaza mazhar kılsaydım, bu, Ebu
Bekr olurdu." İbnu't-Tîn ilave eder: "Bu ifadede Şia'nın
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Kur'ân' la ve dinle ilgili bazı
meselelerde, başka hiç kimseye nasib olmayacak şekilde Hz. Ali'yi bir kısım
hususiyetlerle imtiyazlı kıldığı" şeklindeki idialarında onları tekzib
vardır."
5- Hadiste geçen son
bir mesele, Hz. Ebu Bekr'in kapısı dışındaki kapıların kapanması
meselesidir. İbnu Hacer, bu hususta şu açıklamayı kaydeder: "Hattabî, İbnu
Battal ve başkaları dediler ki: "Bu hadiste Hz. Ebu Bekr'in açık bir
şekilde hususiyeti gözükmektedir. Yine
hadiste onun hilafete müstehak olduğunun kuvvetli bir delili vardır. Hususen, bu hadisin,
Resulullah'ın hayatının sonunda Ashab'a, Ebu Bekr'den başka kimsenin imamlık
yapmamasını emrettiği bir zamanda varid olması ayrı bir ehemmiyet taşır. Bazıları,
"kapı" ile hilâfet kinaye edilmiştir, "örtülmesi" ile de
hilafet talebi kinaye edilmiştir; sanki şöyle buyurmuştur: "Ebu Bekr'den
başka kimse hilafet taleb etmesin, onun
hilafeti talebinde bir beis yok"
demiştir. İbnu Hibban bu görüşü benimsedi ve bu hadisi tahric ettikten
sonra şu açıklamayı yaptı: "Bu
hadiste, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan sonra onun halife olacağına
delil var. Çünkü Aleyhissalâtu vesselâm: "Mescide açılan bütün havhaları
(kapıları) benden kapayın" sözüyle, kendinden sonra halife olma hususunda
herkeste uyanacak arzuları kesinlikle bertaraf etti." Bazı alimler bu
yorumu, "Ebu Bekr'in evi, Medine'nin banliyösündeki Sünuh nâm mevkide
olması dolayısıyla, onun mescide açılan bir kapısı bulunmaması" gerçeğiyle
de takviye ederler. Ancak bu isnad
zayıftır. Zira, Hz. Ebu Bekr'in evinin Sünuh'te bulunması, mescide
mücavir (komşu) bir evinin daha olmasına mani değildir. Sünuh'teki evi, Ensarî
kardeşinin evi olabilir. Nitekim o sıralarda, Hz. Ebu Bker'in bir diğer zevcesi
daha vardı: Esmâ Bintu Ümeys Bu husus bilittifak sabittir. Bazı rivayetlere
göre (Hz. Aişe'nin annesi olan) Ümmü Ruman (radıyallahu anhâ) da o sıralarda
sağdı."
Müteakip açıklamalarda sıkça geçeceği için hemen belirtelim: Havha
kapıdan ziyade "duvarda açılan oyuk, delik" manasına gelir, ışık
almak gayesiyle açılır, yüksek de olabilir, alçak da. İstenen yere geçmeye imkan verecek şekilde geniş tutulabilir. Bu
rivayetlerde havha ile böyle bir delik kastedildiği belirtilir.
Muhibbu't-Taberî, İbnu Hibbân'ı tenkidle der ki: "Ömer İbnu
Şehbe, Ahbâru'l-Medine'de zikreder ki: "Mescide açılan havhası (kapısı)nın
kapatılmasına izin verilen Ebu Bekr'in evi, mescide bitişikti. Bu ev, kendisine
gelen heyetlerden birine bir şeyler verme ihtiyacı hasıl oluncaya kadar elinde kaldı. O zaman evi sattı. Evi Ümü'lmü'minin
Hz. Hafsa (radıyallahu anhâ) dörtbin dirhem ödeyerek satın aldı. Ev, Hz. Osman
zamanında mescidin genişletilmesi arzu edilinceye kadar onun elinde kaldı. O
zaman mescidi genişletmek maksadıyla müslümanlar ondan taleb ettiler. O vermeye
yanaşmadı ve: "Pekiyi ben nasıl mescide gideceğim, yolum ne olacak?"
dendi. Kendisine: "Sana ondan daha geniş bir ev verir, aynı şekilde yol da
yaparız dediler Böylece o da razı oldu."
İbnu Hacer devamla der ki: "Mescid etrafındaki kapıların
kapanması ile alâkalı, zâhirleri buna muhalif başka rivayetler de var.
Kaydettiği rivayetlerin bazıları, kapatılmaktan istisna edilen kapının Hz.
Ali'nin kapısı olduğunu ifade eder. Bu rivayetlere göre, Ashab'tan bir kısmının
evleri mescide açılmaktadır. Hatta, Hz. Ali'nin evine giden başka yol da mevcut
değildir, cünüb bile olsa mescidden geçmektedir. Hz. Peygamber'in bu kapıları
kapatma emri üzerine, rahatsızlık izhar edenler olur. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Vallahi ben kendi başıma hiçbir şeyi ne kaparım ne de açarım. Ancak bir
şey bana emredildi mi ona ittiba ederim" diyerek, emrin ilahî menşeini
gösterir."
İbnu Hacer, Hz. Ali'nin kapısının istisna edildiğini ifade eden
rivayetlerden bir kısmını kaydettikten sonra Hz. Ebu Bekr'in kapısını istisna
eden hadislerle bunlar arasındaki tezadı giderme sadedinde zikredilen bazı
mütalaaları kaydeder. Bu meyanda İbnu'l-Cevzî'nin, Hz. Ali'nin kapısını istisna
kılan rivayetleri mevzu veya ma'ûl addederek ihticac dışı tuttuğunu, bunları
Râfizilerin uydurduğuna hükmettiğini belirtir. Fakat kendisi, bu hadislerin tek
başlarına alınsa bile ihticaca elverişli olduklarını, kaldı ki mecmuu
itibariyle hayda hayda ihticaca elverişli olacaklarını söylemek
İbnu'l-Cevzî'nin hükmünü şiddetle reddeder ve der ki: "İbnu'l-Cevzî bu
hükmüyle şenî bir hata işlemiştir. Zira o, bu davranışıyla, iki kıssanın
arasını cemetmek mümkün iken, arada muâraza var vehmine dayanarak sahîh
hadisleri reddetme yolunu tutmuştur. Nitekim cem meselesine Bezzâr, Müsned'inde
işaret eder ve der ki: "Hz. Ali'nin kıssası, Kûfe ehlinin hasen
rivayetleriyle varid olmuştur. Hz. Ebu Bekr' in kıssası ise Medine ehli'nin
rivayetlerinde varid olmuştur, Kûfe ehlinin rivayetlerinin sabit olması
halinde, bu iki rivayetin arası Ebu Sa'îdi'l-Hudrînin bir rivayetinin delaletiyle
cemedilir. Bu, Tirmizî'de gelmiştir. Mezkur rivayete göre, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) "Bu mescide benden ve senden başkası cünüb olarak
basamaz" buyurmuştur. Hadis şunu ifade eder: Hz. Ali'nin evine giriş veren
kapı mescide açılıyor idi. Evinde ondan başka da kapı yoktu, bu sebeple
Aleyhissalâtu vesselâm onun kapatılmasını emretmedi. Bunu, İsmâil el-Kâdı'nın
Ahkâmu'l-Kur'ân'da el-Muttalib İbnu Abdillah İbni Hantab tarikinden kaydettiği
şu rivayet de te'yid eder: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Ali hariç
kimsenin mescide cünüb olarak girmesine izin vermedi. Çünkü onun evi mescidde
idi."
İki rivayetin te'lifinin neticesi şudur: "Mescide açılan
kapıların kapatılmasıyla ilgili emr-i nebevî iki kere vâki oldu. Birincide Hz.
Ali'nin kapısının kapatılması istisna edildi. İkinci emirde ise, Hz. Ebu
Bekr'in kapısı istisna edildi." Ancak bu te'vil, Hz. Ali ile ilgili
kıssada geçen kapının hakîki kapı, Hz. Ebu Bekr'in kıssasında geçen kapının da
mecâzi olduğuna -onunla havha'nın murad olduğuna- hamledilince gerçekleşir.
Sanki, ashab kapıların kapatılması emriyle kapılarını kapattılar, ancak onun
yerine, mescide girişi imkân veren delikler (havha) açtılar. Bilahere, bunları
da kapamakla emrolundular. İki hadisin arasını cemetmede bu yol tatminkâr sayılabilir.
Ebu Ca'fer et-Tahâvî, Müşkilü'l-Asâr'da mezkur iki hadisin arasını cemde bu
yolu takip etmiştir. Bu, o kitabın son üçte birinin baş kısımlarında yer alır.
Ebu Bekr el-Kelâbâzî de Meâni'l-Ahbâr'da yer verir ve Hz. Ebu Bekr'in evinin
mescidin haricinde bir kapısı, mescide açılan bir havhası olduğunu, Hz. Ali'nin
evinin ise sadece Mescid'e açılan bir kapısı olduğunu tasrîh eder."[100]
6- Hadiste Yer Alan Bazı Fevâid:
Hadiste, Hz. Ebu Bekr'in, zâhir olan, faziletini beyan dışında
başka bazı fevaîd de mevcuttur. Ezcümle:
* Hz. Ebu Bekr, Rasûlullah'a halîl olmaya ehil idi.
* Halîl, bir başkasının istinakını reddetme sıfatına hâizdir.
(Yani bir kimse iki ayrı halîl edinemez.)
* Mühim bir sebep olmadıkça, mescid yol olarak kullanılamaz.
* Dinleyenlerin anlayışlarını ve meraklarını tahrîk etmek
için, tasrihten kaçıp, hususî bir remizle işârette bulunmak câizdir: Rasûlullah
ecelinin yaklaştığını böyle haber vermiştir.
* Anlayışta âlimler arasında fark vardır.
* Anlayışı yüksek olana "daha bilgin" denebilir.
* Resûlullah'ın ahireti tercihinde, bize dünyalığı değil
ahirete ait şeyleri tercihe teşvik var.
* İhsan edene teşekkür, lütfu sebebiyle medh u sena edilmesi
gerekir.[101]
ـ4383 ـ5ـ
وعن أبى
الدَّرْدَاءِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قالَ: ]كُنْتُ
جَالِساً
عِنْدَ
النَّبِىِّ #
إذْ أقْبَلَ
أبُو بَكْرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
آخِذاً
بِطَرَفِ
ثَوْبِهِ
حَتّى
أبْدَى
عَنْ
رُكْبَتَيْهِ.
فقَالَ #
أمَّا صَاحِبُكُمْ
فَقَدْ
غَامَرَ.
فَسَلَّمَ،
وَقالَ:
إنَّّهُ
كَانَ
بَيْنِى
وَبَيْنَ
ابْنِ الْخَطَّابِ
شَىْءٌ،
فَأسْرَعْتُ
إلَيْهِ
ثُمَّ نَدِمْتُ،
فَسَألْتُهُ
أنْ يَغْفِرَ
لِى فَأبِى
عَلَىَّ،
فَأقْبَلْتُ
إلَيْكَ،
فقَالَ: يَغْفِرُ
اللّهُ لَكَ
يَا أبَا
بَكْرٍ ثَثاً،
ثُمَّ إنَّ
عُمَرَ
نَدِمَ،
فأتَى مَنْزِلَ
أبِي بَكْرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه.
فقَالَ: أثَمَّ
أبُو بَكْرٍ؟
فقَالُوا: َ.
فَأتَى إلى النّبىِّ
# فَسَلَّمَ
فَجَعَلَ
وَجْهُ
النّبِىِّ # يَتَمَغَّرُ
حَتّى
أشْفَقَ أبُو
بَكْرٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه.
فَجَثَا عَلى
رُكْبَتَيْهِ
وَقَالَ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ ، أنَا
كنْتُ
أظْلَمَ.
فقَالَ
النَّبِىُّ #:
إنَّ اللّهَ بَعَثَنِى
إلَيْكُمْ
فَقُلْتُمْ
كَذَبْتَ،
وَقَالَ أبُو
بَكْرٍ:
صَدَقَ،
وَوَاسَانِى
بِنَفْسِهِ
وَمَالِهِ،
فَهَلْ
أنْتُمْ
تَارِكُونَ
لِى صَاحِبِى
مَرَّتَيْنِ
أوْ ثَثاً. قَالَ:
فََمَا
أُوذِىَ
بَعْدَهَا[.
أخرجه البخاري.»غَامَرَ«
أي خاصم.
»والتمَغُّرُ«
تَغَيُّرُ
اللَّوْنِ
مِن الغَضَب .
5. (4383)- Ebu'd-Derdâ
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
yanında oturuyordum. Derken, Ebu Bekr (radıyallahu anh) elbisesinin eteğini
tutarak çıkageldi. Öyle ki, dizleri açılmış durumdaydı. Aleyhissalâtu vesselâm
(onu bu halde görür görmez):
"Arkadaşınız biriyle çekişmiş olmalı!" buyurdular. Ebu
Bekr selam verdi ve:"
(Ey Allah'ın Resûlü!) Benimle İbnu'l-Hattâb arasında bir şey
(tatsızlık) oldu. Üzerine yürüdüm, sonra da pişman oldum. Beni affetmesini
taleb ettim, kabul etmedi. Bunun üzerine sana geldim!" dedi. Aleyhissalâtu
vesselâm da:
"Ey Ebu Bekr! Allah sana mağfiret etsin!" buyurdu ve
bunu üç kere tekrar etti. Sonra da Ömer (radıyallâhu anh), davranışından pişman oldu. Ebu Bekr (radıyallahu anh)'ın
evine gitti ve:"
Ebu Bekr evde mi?" diye sordu. "Hayır!" cevabını
alınca, o da doğru Aleyhissalâtu vesselâm'ın yanına geldi ve selam verdi.
Aleyhissalâtu vesselâm'ın yüzü (öfkeden) renk renk olmaya başladı. Bu hal, Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh)'ı
korkuttu. Derhal diz çökerek:
"Ey Allah'ın Resûlü! Bu meselede (hata benim), ben
zulmettim!" dedi. Aleyhissalâtu
vesselâm (hepimize):
"Allah beni size (peygamber olarak) gönderdi. Size tebliğ
ettiğim zaman hepiniz bana: "Sen
yalancısın" dediniz. Ebu Bekr ise: "Doğru söyledin" dedi ve bana canıyla, malıyla yardımcı oldu.
Siz arkadaşımı bana bırakırsınız değil mi?" buyurdular ve iki veya üç kere, bu sözü tekrar ettiler.
Ebu'd-Derdâ der ki: "Bundan sonra, (Rasulullah'ın hatırı
için) Ebu Bekr'e hiç eziyet edilmedi." [Buharî, Fezailu'l-Ashab 5, Tefsir,
A'raf 3.][102]
AÇIKLAMA:
1- Burada Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh)'ın Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
yanında nasıl bir mevki tuttuğu, hatırının ne derece yüce olduğu görülmektedir.
Zira Hz. Ebu Bekr'i üzdüğü için Hz. Ömer'e öfkesini, herkesin pay alacağı bir
üslubla açık ifade etmiştir. Hatta,
hadiseyi anlatan başka rivayetlerde Resulullah daha kesin bir üslubla Hz.
Ömer'e öfkesini izhar etmiştir. Ebu Ya'la'nın, Ebu Umâme'den kaydettiğine göre:
"Ömer oturdu, Resulullah ondan yüzünü çevirdi. Sonra Ömer yer değiştirip
Resulullah'ın önüne oturdu. Resulullah tekrar ondan yüzünü çevirdi. Ömer kalkıp Resulullah'ın tam önüne oturdu.
Aleyhissalâtu vesselâm tekrar ondan yüzünü çevirdi. Bu sefer Ömer:
"Ey Allah'ın Resûlu! Benden yüz çevirmenizin sebebi, benden
size ulaşan bir hatam sebebiyle olmalı! Siz benden yüz çevirirseniz hayatın
bana ne hayrı olacak?" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:"
Ebu Bekr senden özür diler, sen kabul etmezsin ha!"
buyurur.Bir başka rivayette: "Kardeşin senden bağışlamanı ister, sen
bağışlamazsın ha!" der.
Hz. Ömer: "Seni hak ile gönderen Zat'a yemin olsun! O her ne
zaman taleb etmişse mutlaka ben onu affetmişimdir. Allah, nazarımda, sizden
sonra ondan daha sevgilisini yaratmamıştır" der. Hz. Ebu Bekr de:
"Seni hak ile gönderen Zat'a yemin ederim, dediği doğrudur" diye Hz.
Ömer'i tasdik eder ve barışırlar. [103]
2- Hadiste Mevcut Bazı Fevaid:
* Hz. Ebu Bekr bütün sahabelerden efdaldir.
* Fâzıl kişinin, kendinden efdalle çekişmesi uygun düşmez.
* Kişi yüzüne karşı medhedilebilir, ancak fitneye ve gurura
düşmeyeceğinden emin olunmalıdır.
* İnsan beşeriyet icabı, öfkenin sevkiyle iyi olmayan şeyleri
irtikab edebilir. Dinde fazilet sahibi kişi, bu durumda, hemen makul
olana rücû etmelidir. Nitekim ayet-i kerimede de: "Takva sahipleri,
kendilerine şeytandan bir arıza değdiği zaman iyice düşünürler. Bir de bakarsın
ki hakikatı görüp bilmişlerdir bile" (Araf 201) buyrulmuştur.
* Peygamberden başkası fazilette zirveye bile ulaşsa hatadan
masun değildir.
* Mazlumdan af dilemek; helallik istemek müstehabtır.
* Arkadaşına kızan, onu ismiyle zikretmek yerine, babasına veya
dedesine nisbet ederek söyleyebilir. Nitekim Hz. Ömer'e kızgın gelen Hz. Ebu
Bekr "Ömer" dememiş, İbnu'l-Hattâb diyerek anmıştır. Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) da Hz. Ali'yi İbnu Ebî Talib diye anmıştır. اَِّ
اِذَا كَانَ
ابْنُ اَبِى
طَالِبٍ
يُرِيدُ اَنْ
يَنْكَحَ
ابْنَتَهُ
* Diz avret
değildir.[104]
ـ4384 ـ6ـ
وعن ابْنِ
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قالَ: ]لَمَّا
اشْتَدَّ
بِالنّبِىِّ #
الْمَرَضُ
قِيلُ لَهُ في
الصََّةِ.
فقَالَ:
مُرُّوا
أبَابَكْرٍ
فَلْيُصَلِّ
بِالنَّاسِ
فَقَالَتْ
عَائِشَةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ إنَّ
أبَابَكْرٍ
رَجُلٌ رَقِىقُ
الْقَلْبِ،
وَإنَّهُ
إذَا قَامَ في
مَقَامِكَ َ
يَكُادُ
يُسْمِعُ
النَّاسَ مِنَ
الْبُكَاءِ،
فَلَوْ
أمَرْتَ
عُمَرَ! فقَالَ:
مُرُو أبَابَكْرٍ
فَلْيُصَلِّ،
فَعَاوَدَتْهُ.
فقَالَ: مُرُوهُ
فَلْيُصَلِّ،
فَإنَّكُنَّ
صَوَاحِبُ
يُوسُفَ[.
أخرجه
البخاري.وَأرَادَ
بِقَوْلِهِ:
»إنَّكُنَّ
صَواحِبُ
يُوسُفَ«
اِمْرَأةُ
الْعِزِيزِ
وَالنِّسَاءِ
الَّتِى قَطَعْنَ
أيْدَيَهُنَّ،
أىْ إنكنَّ
تُحْسِنَّ
لِلرَّجُلِ مَاَ
يَجُوزُ
وَتُغْلِبْنَ
عَلى رَأيهِ.
6. (4384)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
hastalığı şiddetlenince, kendisine cemaate namazı kimin kıldıracağı soruldu.
"Ebu Bekr'e söyleyin, halka namazı o kıldırsın!"
buyurdular. Hz. Aişe (radıyallahu anhâ):
"Ebu Bekr yufka
yürekli bir kimsedir, senin yerinde namaza duracak olsa (dayanamayıp ağlar ve
ağlamaktan halka kıraati duyuramaz, (namaz kıldırma işini) Ömer'e
emretseniz!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm yine: "Ebu Bekr'e söyleyin,
namazı kıldırsın!" buyurdular. Hz. Aişe önceki sözünü tekrar etti. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Ona (Ebu Bekr'e) emredin, namazı kıldırsın!" dedi ve:
"Siz (kadınlar) kendi kafanıza göre düzende Hz. Yusuf'un
kadın arkadaşları gibisiniz!" diye söylendi." [Buhârî, Ezân 46.][105]
AÇIKLAMA:
1- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), ileride hilafet
meselesinde, ihtilafı önleyecek bir işaret olarak, sağlığında ve huzurunda, Hz. Ebu Bekr' in imametini
ısrarla arzu edip emir buyurduğu halde, Hz. Aişe (radıyallahu anhâ), daha
pratik, günlük bir maksadla, bu emrin tashihi istikametinde fikir beyan eder.
Resulullah'ın ısrarına, te'yidine
rağmen, o da görüşünde ısrar eder. Hatta Buharî'nin aynı babta kaydettiği bir
başka rivayete göre, Hz. Aişe, Hz. Hafsa'yı bularak, aynı gerekçeleri beyanla
halka namazı Hz. Ömer'in kıldırmasını söylemesini rica eder. Hafsa (radıyallahu
anhâ), Resulullah'a aynı şeyi söyler. Aleyhissalâtu vesselâm:"
Şu kadınlara bak! Sizler, mutlaka Hz. Yusuf'un kadın
arkadaşlarısınız! Ebu Bekr'e söyleyin,
halka namazı kıldırsın!" emreder. Resulullah'ın kendilerine
kızdığını gören Hafsa (radıyallahu anhâ), Hz. Aişe'ye: "Senden hiçbir
zaman hayır görmedim!" der ve o emrinden dolayı serzenişte bulunur.
2- Hadiste geçen: "Hz. Yusuf'un kadın arkadaşları" صَوَاحِبَ
يُوسُف tabirine gelince sevâhib kelimesi sahibe'nin cem'idir, kadın arkadaş demektir.
Yusuf ise Kur'an'da hikayesi geçen büyük peygamberlerden biridir. Öyleyse,
Yusuf'un kadın arkadaşları'ndan maksad, Kur'an'daki kıssada oyunları tasvir
edilen Mısır Azizi'nin karısı ve Yusuf'un güzelliği karşısında ellerini kesen
kadınlardır. Resulullah bu sözüyle, kadınların caiz olmayan şeyleri, erkeklere
cazib göstererek onların reylerine galebe çaldıklarını ifade buyurmuştur.[106]
ـ4385 ـ7ـ
وعن أنسٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ
أبُو بَكْرٍ يُصَلِّى
لَهُمْ في
وَجَعِ
النبىِّ #
الَّذِى مَاتَ
فيهِ.
فَلَمَّا
كَانَ يَوْمُ
اثْنَيْنِ
وَهُمْ
صُفُوفٌ في
الصََّةِ
فَكَشَفَ # سِتْرَ
الْحُجْرَةِ،
يَنْظُرُ
إلَيْنَا وَهُوَ
قَائِمٌ
كَأنَّ
وَجْهَهُ
وَرَقَةُ مُصْحَفٍ
ثُمَّ
تَبَسَّمَ
يَضْحَكُ
فَهَمَمْنَا
أنْ
نَفْتَتَنَ
مِنَ
الْفَرَحِ
بُرُؤْيَةِ النّبىِّ
#. فَنَكَصَ
أبُو بَكْرٍ
عَلى عَقَبَيْهِ
لِيَصِلَ
الصَّفَّ،
وَظَنَّ أنَّ
رَسُولَ
اللّهِ #:
خَارِجٌ إلى
الصََّة
فأشَارَ إلَيْنَا
النبىُّ # أنْ
أتِمُّوا
صََتَكُمْ، وَأرْخى
السِّتْرَ،
فَتُوُفِّىَ
مِنْ
يَوْمِهِ[. أخرجه
الشيخان
والنّسائِى .
7. (4385)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı vefata
götüren hastalığı şiddetlendiği zaman, halka namazı Hz. Ebu Bekr (radıyallahu
anh) kıldırıyordu. Pazartesi günü, cemaat saf olmuş halde namaza durduğu sırada
Aleyhissalâtu vesselâm hücresinin perdesini açtı, ayakta olduğu halde bize bakıyordu. Yüzü sanki bir mushaf yaprağı gibi
(uçuk) idi. Sonra tebessüm ederek güldü. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
(böyle) görmenin sevinciyle namazı bozayazdık. Hz. Ebu Bekr derhal safta namaz
kılmak üzere geri çekildi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın namaza
geldiğini zannetmişti. Ancak (aleyhissalâtu vesselâm), bize işaret ederek
namazı tamamlamamızı söyledi ve perdeyi indirdi. O gün vefat etti."
[Buharî, Ezan 46, 94, Amel fi's-Salât 6, Megâzî 83; Müslim, Salat 98; Nesâî,
Cenaiz 7, (7, 4).][107]
ـ4386 ـ8ـ
وعن عُرْوَةَ
قَالَ:
]سَألْتُ
عَبْدَ اللّهِ
بْنَ عُمَر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما عَنْ
أشَدِّ مَا
صَنَعَ الْمُشْرِكُونَ
بِرَسُولِ
اللّهِ #.
قَالَ: رَأيْتُ
عُقْبَةَ
بْنَ أبِي
مُعِيطٍ
جَاءَ إلى النَّبِىِّ
# وَهُوَ
يُصَلِّى،
فَوَضَعَ رِدَاءَهُ
في عُنُقِهِ،
فَخَنَقَهُ
خَنْقاً شَدِيداً.
فَجَاءَ أبُو
بَكْرٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه حَتّى
دَفَعَهُ.
ثُمَّ قَالَ:
أتَقْتُلُونَ
رَجًُ أنْ
يَقُولَ
رَبِّى
اللّهُ،
وَقَدْ جَاءََكُمْ
بِالْبَيِّنَاتِ
مِنْ رَبِّكُمْ[.
أخرجه
البخاري.
8. (4386)- Urve
(rahimehullah) anlatıyor: "Abdullah İbnu Ömer'e, müşriklerin Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a yaptıkları kötülüklerin en fenası hangisi idi? diye
sordum. Şunu anlattı:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) namaz kılarken Ukbe İbnu
Ebi Mu'ayt'ın kendisine gelerek ridasını boynuna geçirip şiddetli şekilde
boğduğunu gördüm. O sırada Ebu Bekr (radıyallahu anh) gelerek onu itti ve:
"Sen, Rabbim Allah'dır dediği için mi bir adamı öldürmek
istiyorsun? O size Rabbinizden açık hükümler getirdi?" dedi. [Buharî,
Fezâilu'l-Ashâb 5, Menakibu'l-Ensar 29, Tefsir, Mü'min 1.][108]
AÇIKLAMA:
Rivayette, müşriklerin Mekke'de Resulullah'a yaptıkları zulüm ve hakaretlerin
birini görmekteyiz. Bu vak'a birçok
tarikten, bazı farklı vecihlerle rivayet edilmiştir.
Hz. Ebu Bekr'in burada sarfettiği söz, Kur'an'da tekrar edilen bir
vahiy olarak geçmektedir. Ayette buna yakın sözü sarfeden kimse Firavun
ailesinden imanını gizleyen bir zâttır. Bu sözü Firavun, Hz. Musa'yı öldürmeye
azmettiği zaman söyler (Mü'min 28).
Rivayette anlatılan vak'a, bidayetten başlayıp Kıyamete kadar
devam edecek olan imanküfür mücadelesinde esasta bir şey değişmediğine, küfür
cephesinin daima zulüm ve işkenceye başvurduklarına, mü'minlere söz, düşünce ve
vicdan hürriyeti tanımadıklarına tipik bir örnek olmaktadır.[109]
ـ4387 ـ9ـ
وعن سفيان
قال: ]مَنْ
زَعَمَ أنَّ
عَلِيّاً
كَانَ أحَقَّ
بِا“مَامَةِ
مِنْ أبِي
بَكْرٍ
وَعُمَرَ
فَقَدْ خَطَأ
أبَابَكْرٍ وَعُمَرَ
وَالْمُهَاجِرِينَ
وَا‘نْصَارَ، وَمَا
أرَاهُ
يَرْتَفِعُ
لَهُ مَعَ
هذَا عَمَلٌ
إلى
السَّمَاءِ[.
أخرجه أبو
داود .
9. (4387)- Süfyan
(rahimehullah) dedi ki: "Kim, Hz. Ali'nin imâmete, Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer'den daha çok hak sahibi olduğu kuruntusuna düşerse, Hz.
Ebu Bekir'i, Hz. Ömer'i, Muhacirleri ve Ensarları toptan hatakârlıkla itham
etmiş olur. Bu bozuk akidesiyle onun amelinin semaya yükseleceğini
zannetmiyorum." [Ebu Dâvud, Sünnet 8, (4630).][110]
AÇIKLAMA:
Süfyan-ı Sevrî, Hz. Ali'nin hilafeti meselesinde Şiiler gibi
yanlış bir kanaate saplanarak, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (radıyallahu anhümâ)' dan
elyak olduklarını iddia edenlerin amellerinin indallah makbul olmayacağını
söylemektedir. Ayet-i kerimede güzel sözlerin Allah'a yükseldiği, bunu da amel-i
salih'in yükselttiği belirtilir (Fatır 10).
Ehl-i Bid'a dediğimiz, fırak-ı dalle'nin tekfiri hususunda Ehl-i Sünnet ve'lcemaat
ihtilaf etmiştir. Esas olan tekfir etmemektir. Süfyan-ı Sevrî burada, hilafet
meselesinde Ashabı hatakârlıkla itham manası taşıyan bir görüşü benimsemenin
iman hayatı yönünden çok tehlikeli olduğuna ima etmektedir. Süfyân-ı Sevrî'nin
görüşü hafife alınamaz. Çünkü o, selefin önde gelen müçtehid imamlarından
biridir. Birçok meselede görüşüne müracaat edilir.[111]
ـ4388 ـ1ـ عن
جابر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ عُمَرُ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْه، ‘بِي
بَكْرٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
يَا خَيْرَ
النَّاسِ بَعْدَ
مُحَمَّدٍ
رَسُولِ
اللّهِ #
فقَالَ أبُو بَكْرٍ:
أمَا إذْ
قُلْتَ ذلِكَ
فَلَقَدْ سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ: مَا
طَلََعَتِ
الشَّمْسُ
وََ غَرَبَتْ
عَلى رَجُلٍ
خَيْرٍ مِنْ
عُمَرَ[.
أخرجه الترمذي
.
1. (4388)- Hz. Cabir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Ömer (radıyallahu anh), Hz. Ebu Bekr'e:
"(Ey Ebu Bekr!) Allah'ın Resulu Muhammed (aleyhissalâtu
vesselâm)'dan sonra insanların en hayırlısı" diye hitab etmişti. Hz. Ebu
Bekr:
"Sen böyle söylersen ben (de sana) Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'dan işittiğimi söyleyeceğim. Demişti ki: "Güneş, Ömer'den daha
hayırlı bir kimse üzerine doğup batmadı." [Tirmizî, Menâkıb, (36 85).][112]
ـ4389 ـ2ـ
وعن ابْنِ
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قَالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
اللَّهُمَّ
أعِزَّ
ا“سَْمَ
بِأحَبِّ
الرَّجُلَيْنِ
إلَيْكَ؛
بِأبِي
جَهْلٍ، أوْ
بِعُمَرَ
بْنِ الْخَطَّابِ.
فَكَانَ
أحَبُّهُمَا
إلَيْهِ
عُمَرَ[.
أخرجه
الترمذي.
2. (4389)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle
dua etmişti: "Allahım, İslam'ı şu iki şahıstan sana en sevgili olanla aziz
kıl: Ebu Cehil ile veya Ömer İbnu'l-Hattâb ile. Bunlardan Allah'a daha sevgili
olanı Ömer'di." [Tirmizî, Menâkıb, (3682).][113]
ـ4390 ـ3ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
اللّهَ
تَعالى
جَعَلَ الْحَقَّ
عَلى لِسَانِ
عُمَرَ
وَقَلْبِهِ،
وَقَالَ
ابْنُ عُمَرَ:
مَا نَزَلَ
بِالنَّاسِ
أمْرٌ قَطُّ.
فَقَالُوا
فيهِ،
وَقَالَ فِيهِ
عُمَرُ: إَّ
نَزَلَ
الْقُرآنُ
فِيهِ عَلى نَحْوِ
مَا قَالَ
عُمَرُ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْه[. أخرجه
الترمذي،
وصححه .
3. (4390)- Yine İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Allah Teâla Hazretleri, hakkı, Hz. Ömer'in diline ve kalbine
koydu." İbnu Ömer der ki: "Halkın başına ne zaman bir iş gelse, (o
hususta) Ömer bir şey demiş, halk da başka bir şey demiş ise mutlaka Ömer
(radıyallahu anh)'ın dediği üzere Kur'an'dan bir vahiy gelmiştir." [Tirmizî,
Menâkıb, (3683); Ebu Davud, Harâc 18, (2962).][114]
ـ4391 ـ4ـ
وعن سالمٍ عن
أبيه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه قالَ:
]مَا سَمِعْتُ
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
يَقُولُ
لِشَىْءٍ
قَطُّ إنِّى
‘ظُنُّهُ كَذَا
إَّ كَانَ
كَمَا
يَظُنُّ.
بَيْنَا عُمَرُ
جَالِسٌ إذْ
مَرَّ بِهِ
رَجُلٌ
جَمِيلٌ. فقَالَ
عُمَرُ:
لَقَدْ أخْطأ
ظَنِّى، أوْ
إنَّ هذَا
عَلى دِينِهِ
في
الْجَاهِلِيَّةِ،
أوْ لَقَدْ
كَانَ
كَاهِنَهُمْ،
عَلي َّ بِالرَّجُلِ
فَدُعِيَ
لَهُ. فقَالَ
لَهُ عُمَرُ:
لَقَدْ
أخْطأَ
ظَنِّى أوْ
إنَّكَ
لَعَلَى دِينِكَ
في
الْجَاهِلَيَّةِ،
أوْ لَقَدْ كُنْتَ
كَاهِنَهُمْ
في
الْجَاهِلِيَّةِ
فقَالَ: مَا رَأيْتُ
كَالْيَوْمِ
اسْتُقْبِلَ
بِهِ رَجُلٌ
مُسْلِمٌ.
فقَالَ إنِّى
أعْزِمُ
عَلَيْكَ إَّ
مَا
أخْبَرْتَنِى.
قَالَ: كُنْتُ
كَاهِنَهُمْ
في
الْجَاهِلِيَّةِ.
قَالَ: فَمَا أعْجَبُ
مَا
جَاءَتْكَ
بِهِ
جِنِّيَّتُكَ؟
قَالَ: بَيْنَمَا
أنَا يَوْماً
في السُّوقِ
إذْ جَاءَتْنِى
أعْرِفُ
فِيهَا
الْفَزَعَ.
فقَالَتْ:
ألَمْ
تَرَ
الْجِنَّ
وَإبَْسَهَاوَيَأسَهَا
مِنْ بَعْدِ
إنْكَاسِهَاوَلِحُوقِهَا
بِالْقَِصِ
وَأحَْسِهَاقَالَ
عُمَرُ: صَدَقَ
بَيْنَا أنَا
قَائِمٌ
عِنْدَ
آلِهَتِهِمْ
إذْ جَاءَ رَجُلٌ
بِعِجْلٍ
فَذَبَحَهُ
فَصَرَخَ بِهِ
صَارِخٌ،
لَمْ أسْمَعْ
صَارِخاً
قَطُّ أشَدَّ
صَوْتاً
مِنْهُ
يَقُولُ: يَا
جَلِيحُ. أمْرٌ
نَجِيحٌ.
رَجُلٌ
فَصِيحٌ.
يَقُولُ: َ
إلهَ إَّ
أنْتَ،
فَوَثَبَ
الْقَوْمُ.
فَقُلْتُ: َ
أبْرَحُ حتّى
أعْلَمَ مَا
وَرَاءَ هذَا
ثُمَّ نَادَى:
يَا جَلِيحُ،
أمْرٌ
نَجِيحٌ.
رَجُلٌ فَصِيحٌ.
يَقُولُ: َ
إلهَ إَّ
اللّهُ.
فَقُمْتُ
فَمَا
نَشِبْنَا
أنْ قِيلَ
هذَا
نَبِىٌّ[. أخرجه
البخاري .
4. (4391)- Salim, babası
(radıyallahu anh)'tan naklediyor: "Dedi ki: "Ben Ömer (radıyallahu
anh)'ın bir şey için: "Zannederim ki bu şöyledir" deyip de dediği gibi olmadığını hiç görmedim.
(Nitekim bir gün), Ömer otururken güzel bir adam yanından geçti. Ömer:
"Zannımda yanıldım." Veya:
"Bu adam cahiliye devrindeki dini üzere devam
etmektedir." Veya:
"Bu, cahiliyede kavminin kahiniydi!" dedi ve: "Şu
adamı bana çağırın!" buyurdu. Adam çağrıldı. Ömer:
"Zannımda yanıldım veya sen cahiliye devrindeki dinin
üzeresin! veya cahiliyede sen onların kahini idin!" diyerek hakkındaki
tereddütlerini dile getirdi. Adam:
"Bu
günkü gibi bir gün görmedim (yani bugün gördüğüm şeyi hiç görmedim). Bugün
müslüman bir kimse (olmayacak şekilde) karşılandı" dedi. Hz. Ömer: "Sana yemin veriyorum,
benim istediklerimi doğru olarak söyleyeceksin!" buyurdu. Adam:
"Cahiliye
devrinde ben onların kahinleri idim!" dedi. Ömer ona:
"Dişi
cinninin sana getirdiği haberlerin en acayibi hangisi idi?" dedi. Adam:
"Bir gün ben çarşıda iken, bana dişi cin geldi. Ondaki korkuyu biliyorum.
Dedi ki: "Sen cinnî ve onun ye'sini ve başı üzerine devrilmesinden (yanı
kulak hırsızlığından men olarak haber alamayışından) sonraki ümidsizliğini ve
sırtlarına ince çullar konulmuş genç develerle yetişilip yakalamasını görmedin
mi?
Ömer
şöyle dedi: "Doğru söyledi. Ben onların putlarının dibinde uyurken, bir adam bir buzağı ile geldi ve
kesti. O zaman ona birisi öyle bir bağırdı ki, bu kadar yüksek sesle bağıran
birisini hiç işitmemiştim. Şöyle diyordu:
"Ey
celih (ey düşmanlığnı açığa vuran kimse)! Emrun
necih (zafer bulmuş bir iş), recülün fasih (fasih konuşan bir adam) var. Senden başka ilah yoktur
diyor!"
Oradaki
cemaaat o adama doğru sıçradılar.
(Hz.
Ömer devamla dedi ki): "Ben bunu görünce kendi kendime: "Ben bu işin
arkasında ne olduğunu anlayıncaya kadar buradan ayrılmayacağım!" dedim. Sonra o zât yine bağırdı:
"Ey
celîh, emrun necih, recülün asih (Ey düşmanlığını açığa vuran kimse! Muvaffak olacak bir iş, fasih
konuşan bir adam (var!) Lailahe illallah! diyor!" Ben kalktım. Aradan çok
geçmeden "Bir peygamber (çıktı)"
dendi." [Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr 35.][115]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayette Hz. Ömer'in konuştuğu zâtın kim olduğu belli
değildir. Ancak başka rivayetlerde bunun Sevâd İbnu Karib olduğu
belirtilmiştir. Rivayetten de anlaşılacağı üzere bu zât cahiliye devrinin
kahinlerindendir. Bilahare Allah hidayet nasib etmiş, Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın Ashabından olma şerefine ermiştir.
Sadedinde olduğumuz rivayette, bununla karşılaşan Hz. Ömer'in,
ondan eski bir hatırasını sormaktadır. Kahin, müslüman olmasına yardımcı olan
hatırasını anlatır.
2- İbnu Hacer, rivayetlerin çoğunda, duyulan sesin ياآلُ
ذُرَيْح diye başladığını
belirtir ve Âl-i Züreyh'in meşhur bir Arap kabilesi olduğunu haber verir.
Rivayetlerdeki farklılıklar umumiyetle hadisenin taaddüyle (birkaç tane
olmasıyla) izah edilir.
Ebu Nuaym'ın ed-Delail'de kaydettiği bir rivayete göre, Ebu
Cehl'in "Muhammed'i öldürene yüz deve" vaadetmesi üzerine bu maksadla
yola çıkan -ve henüz müşrik olan Ömer İbnu'l-Hattâb- yolda bu gaybî sesi, bir
buzağının karnından işitir ve kendisinden kastedildiğine hükmederek gidip
müslüman olur. Buharî de bu kanaatte olacak ki, hadisi, Hz. Ömer' in müslüman
oluşuyla ilgili babta kaydetmiştir.[116]
ـ4392 ـ5ـ
وعن عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: ]وَافَقْتُ
رَبِّى في
ثََثٍ،
قُلْتُ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ لَوِ
اتَّخَذْتَ
مِنْ مَقَامِ إبْرَاهِيمَ
مُصَلَّى؟
فَنَزَلَ:
وَاتَّخِذُوا
مِنْ مَقَامِ
إبْراهِيمَ
مُصَلّى. وَقُلْتُ
يَا رَسُولَ
اللّهِ:
يَدْخُلُ
عَلَيْكَ
الْبِرُّ
وَالْفَاجِرُ،
فَلَوْ
أمَرْتَ
أُمَّهَاتِ
الْمُؤْمِنِينَ
يَحْتَجِبْنَ؟
فَنَزَلَتْ
آيَةُ
الْحِجَابِ.
وَاجْتَمَعَ
نِسَاءُ
النَّبِىِّ #
في
الْغَيْرَةِ.
فَقُلْتُ:
عَسى رَبُّهُ
إنْ
طَلَّقَكُنَّ
أنْ
يُبْدِلَهُ
أزْوَاجاً
خَيْراً
مِنْكُنَّ.
فَنَزَلَتْ
كذلِكَ[.
أخرجه
الشيخان.وزاد
في رواية: »وفي
أسارى بَدْرٍ«
.
5. (4392)- Hz. Ömer
(radıyallahu anh) demiştir ki: "Üç şeyde Rabime muvafakat ettim:
* (Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a): "Ey Allah'ın
Resulü! Makam-ı İbrahim'de bir namaz yeri edinsen!" dedim, arkadan:
"İbrahim'in makamını namazgâh edinin" (Bakara 125) ayeti nazil
oldu."
* "(Bir gün) "Ey Allah'ın Resulü! Huzurunuza iyiler de facirler de giriyor. Emretseniz de
ümmühatu'lmü'minin örtünseler!" dedim. Bunun üzerine hicab (örtünme) ayeti
nazil oldu."
* "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hanımları
kıskançlıkta birleştiler. Ben de: "O sizi boşarsa Allah O'na sizden
hayırlısını verir" demiştim, bunun üzerine şu âyet indi. (Meâlen):
"Rabbi O'na sizden daha hayırlı olan, Allah'a teslim olmuş, iman etmiş,
ibadet ve itaatte sebat eden, günahlarından tevbe eden, Allah'a kullukta
bulunan, orucunu tutan hanımlar nasib eder ki, onlardan dul olanı da bâkire
olanı da bulunur" (Tahrim 5). [Buharî, Talâk 32, Tefsir, Bakara 9, Ahzâb
8, Tahrim 1; Müslim, Fezailu's-Sahabe 24 (2399).] [117]
AÇIKLAMA:
Hz. Ömer,
insanlığın iftihar edeceği büyük kapasite ve dirayet sahibi nadir kimselerden biridir. Öylesi yakınlarına
sahip olmak, Resulullah'ın mazhar olduğu ilahi lütuflardandır. Hadiseleri
anlamada, çare bulmada, takip edilen gelişme neticesine göre isabetli
hedeflerin tahmin ve tesbitinde fevkalâde kabiliyet ve sezgi sahibi idi.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) onun bu yönünü bir Buhârî rivayetinde şöyle
ifade buyurmuştur: "Sizden önceki ümmetlerde muhaddesler (yani ilhama
mazhar olanlar) vardı. [Bunlar peygamber olmadıkları halde hakkı dile
getirirlerdi.] Eğer ümmetimde bunlardan biri varsa o da Ömer'dir."
Hz. Ömer
(radıyallahu anh), gerek Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sağlığında ve
gerekse vefatından sonra çok isabetli teşhislerde bulunmuş, sâdık kararlar
vermiştir. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Allah hakkı, Ömer'in
lisanı ve kalbine koymuştur" buyurarak bu hususu beyan eder. Sadedinde
olduğumuz rivayet, Hz. Ömer'in isabetli tesbitlerinden üç tanesini gösteriyor.
O'nun burada, vahye tevafuk eden görüşleri hususunda verdiği rakam, bilinen
hadiselerin hepsini aksettirmez. Zira bu nevden vahye tekaddüm ve tevafuk eden
beyanları sayıca çoktur. Daha önce açıkladığımız için burada tekrar
etmeyeceğiz.[118]
*
HZ. ÖMER'LE HZ. EBU BEKR ARASINDA MÜŞTEREK HADİSLER
ـ4393 ـ1ـ
عَنْ أبِي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: بَيْنَمَا
رَاعٍ
يَرْعَى في
غَنَمِهِ إذْ
عَدَا الذِّئْبُ
فَأخَذَ
مِنْهَا
شَاةً،
فَطَلَبَهَا
حَتّى
اسْتَنقَذَهَا
مِنْهُ.
فَالْتَفَتَ
إلَيْهِ
الذِّئْبُ،
وَقَالَ: مَنْ
لَهَا يَوْمَ
السَّبُعِ،
يَوْمَ َ
رَاعِىَ لَهَا
غَيْرِى؟
فقَالَ
النَّاسَ:
سُبْحَانَ اللّهِ!
ذِئْبٌ
يَتَكَلَّمَ.
فقَالَ #:
فَإنِّى
أُؤْمِنُ بِهِ
وَأبُو
بَكْرٍ
وَعُمَرُ،
وَمَا ثَمَّ
أبُو بَكْرٍ
وَعُمَرُ[.
أخرجه
الشيخان
والترمذي.
1. (4393)- Hz. Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Bir çoban sürüsünü otlatırken, bir kurt koşarak gelip,
sürüden bir koyun kapar. Çoban kurtun peşine düşer ve koyunu ondan kurtarır.
Ancak kurt, çobana dönüp bakar ve: "Bu koyunlara yırtıcı gününde, onlara
benden başka çobanın olmadığı günde kim
bakacak?" der.
Halk bunun üzerine: "Sübhanallah! Kurt konuşur mu?" diye
hayrete düşerler. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (onların bu tereddütleri
üzerine):
"Buna ben inanıyorum, Ebu Bekr ve Ömer de inanıyor" der.
Halbuki o sırada Ebu Bekr ve Ömer orada değillerdi." [Buharî, Fezailu'l-Ashab
8, Hars 4, Enbiya 50; Müslim, Fezâilu's-Sahabe 13, (2388); Tirmizî, Menâkıb,
(3681, 3696).][119]
ـ4394 ـ2ـ
وعند مسلم
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ # بَيْنَا
رَجُلٌ
يَسُوقُ
بَقَرَةً
قَدْ حَمَلَ
عَلَيْهَا،
فَالْتَفَتَتْ
إلَيْهِ. فقَالَتْ:
إنِّى لَمْ
أُخْلَقْ
لِهذا
ولكِنِّى
خُلِقْتُ
لِلْحَرْثِ
فقَالَ
النَّاسُ:
سُبْحَانَ
اللّهِ! تَعَجُّباً
وَفَزَعاً
بَقَرَةٌ
تَتَكَلَّمُ.
فقَالَ: إنِّى
أُؤْمِنُ
بِهِ وَأبُو
بَكْرٍ
وَعُمَرُ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما[.قَوْلُهُ:
»مَنْ لَهَا
يَوْمَ
السَّبُعِ«
أىْ مَنْ لَهَا
يَوْمَ
الْفَزَعِ
وَعِنْدَ
الْفِتَنِ
حِينَ يَتْرُكُهَا
النَّاسُ
هِمًْ َ
رَاعِىَ لَهَا
نَهْبَةً
لِلذِّئَابِ
وَالسِّبَاعِ.
فَجَعَلَ
السَّبُعُ
لَهَا
رَاعِياً
لِكَوْنِهِ
مُنْفَرِداً
بِهَا .
2. (4394)- Müslim'in bir
rivayeti şöyledir: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Bir adam bir ineği sevkederken üzerine bindi. İnek adama
bakıp dile geldi ve: "Ben bunun için yaratılmadım, ben ziraat için
yaratıldım" dedi. Halk, hayret ve korku ile:
"Sübhanallah, konuşan bir inek ha!" dediler. Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm):
"Ben (onun konuşmasına) inanıyorum. Ebu Bekr ve Ömer de
inanıyorlar, (radıyallahu anhümâ)" buyurdular." [Müslim,
Fezâilu's-Sahabe 13, (2388).][120]
AÇIKLAMA:
1- Burada iki hadis, Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer'in Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a iman ve teslimiyetlerindeki salabeti ifade
etmektedir. Hayvan konuşur mu? Mucize olarak elbette konuşur. Nitekim, Ashab bu
hususta tereddüd izhar ederken, Aleyhissalâtu vesselâm inandığını ifade etmekte
ve gıyablarında Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer adına onların da inandıklarını, onları
takdir makamında beyan buyurmaktadır.
İbnu Hacer, burada zikri geçen çobanın kim olduğuna dair
açıklamaya ve ismine rastlamadığını belirttikten sonra bazı karinelerden
hareketle hadisenin Beni İsrail'de cereyan etmiş olacağını söyler.
Ancak, Ashab'tan bazılarına kurdun konuşma örnekleri Delail
kitaplarında gelmiştir. Bunlardan biri Uhbân İbnu Evs'tir. Uhbân, kurdun
kaptığı koyunu kurtarınca, kurt "Allah'ın bana lutfettiği rızkıma niye
mani oluyorsun?." manasında konuşur. Uhbân, kurdun konuşması karşısında
şaşkınlığını ifade eder. Kurt onu daha da şaşırtıcı konuşmasına devam ederek:
"Asıl şaşılacak şey şu Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'dır. Şu hurmalıklar arasında insanları Allah'a çağırıyor!" der.
Uhbân, Resulullah'a gelerek müslüman olur.
İbnu Hacer, Uhbân'ın vak'ayı anlatırken, Hz. Ebu Bekr ve Ömer'in
orada hazır bulunmuş olmalarının mümkün olduğunu, buna binaen Aleyhissalâtu
vesselâm'ın "Ebu Bekr ve Ömer inanırlar" demiş olabileceğini
kaydeder. Ancak, İbnu Hacer, Resulullah'ın bu sözü, onların imanlarındaki sıdk
ve yakine muttali olarak sarfetmiş olma ihtimalini de zikreder. Ve: "Bu
ihtimal rivayetin onların faziletleri meyanında zikredilmesine dahi
muvafıktır" der.
2- Hadiste geçen yırtıcı günü tabiri mübhem bir ifadedir. İfadeyi açmada alimler farklı
tevillere yer vererek ihtilaf ederler.
A) Kelime "sebu" okunursa:
* Bir açıklamaya göre: "Eğer vahşi hayvan koyunu kaparsa ondan
kurtarılamaz. O durumda sürüyü benden başkası güdemez." Yani, "Sen
vahşiden kaçarsın, ben ise ona yakın
olabilir, sürüden geride kalanı güdebilirim" (İbnu'l-Cevzî) demiş
olmalıdır.
* Bir başka açıklamaya göre: "Vahşinin yanı arslanın musallat
olduğu günde sen ondan kaçarsın, arslan da sürüden dilediğini alır ben ise
geride kalırım, o zaman sürünün benden başka çobanı olmaz" demiş olmalıdır
(Davudî).
* Şu da denmiştir ki: "Bu, fitne ile meşgul olunduğu sırada
cereyan eder, koyun ihmal edilir. Arslanlar sürüyü yağmalar, yalnızlığı
sebebiyle kurt, çoban gibi olur."
B) Kelime seb' okunursa:
* Bu, Kıyamet günü, haşrin vaki olacağı bir yer adı olabilir.
(Ancak bu görüş, o gün kurt, koyun, çoban olmayacak diye tenkid edilmiştir.)
* Bu bir cahiliye hayvanının adıdır. O gün herkes eğlence ile
meşgul olur. Çoban sürüden gafil kalır, kurt sürüye muktedir olur. Kurt, sürüye
olan ikidarını ifadede mübalağa için
"...benden başka çobanı yoktur" demiştir.
* Seb' kelimesi ihmal manası taşımaktadır. Buna göre,
"Sürünün istediği şekilde yayılmak üzere salıverilmesi günü" diye bir
mana anlaşılabilir. Nevevî bu manayı esas alır.
* Yevmu'sseb': "Yevmu'şşiddet (şiddet günü)dir" diyen de
olmuştur.
Başka teviller de yapılmıştır, ancak hepsini kaydetmiyor. Müellif
şu manayı dercetmiştir. "Her kim fitne sırasında ve korku gününde,
sürüsünü başıboş; kurt ve arslanlara yem olarak başıboş mühmel ve çobansız
bırakmışsa arslanı -sürüsüyle başbaşa olacağı için- ona çoban yapmış
olur."
2- Bu hadisler, harikulade
hadisler karşısında hayrete düşmenin caiz olduğunu, bilgi ve maarifte
insanların çok farklı derecelerde olduğunu ifade eder.[121]
ـ4395 ـ3ـ
وعن
الْخُدرىِّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ # إنَّ
أهْلَ الدَّرَجَاتِ
الْعُلَى
يَرَاهُمْ مَنْ تَحْتَهُمْ
كَمَا
تَرَوْنَ
النَّجْمَ
الطّالِعَ في
أُفُقِ
السَّمَاءِ،
وإن أبَا بَكْرٍ
وَعُمَرَ
مِنْهُمْ
وَأنْعَمَا[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي.قوله:
»وَأنْعَمَا«
أىْ زَادَ في
ا‘مْرِ
وَتَنَاهَيَا
فيهِ إلى
غَايَتِهِ .
3. (4395)- Hudrî
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Yüksek
derece sahiplerini onların altında olanlar görür. Tıpkı sizin, semânın ufkunda
doğan yıldızı görmeniz gibi. Ebu Bekr ve Ömer (radıyallahu anhümâ) onlardandır
(yüksek derece sahiplerindendir) ve daha da ileridirler." [Ebu Dâvud,
Huruf ve'l-Kıraat, (3987); Tirmizî, Menâkıb, (3659).][122]
ـ4396 ـ4ـ
وعن أنسٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ # ‘بِي
بَكْرٍ
وَعُمَرَ:
هذَانِ
سَيِّدا
كُهُولَ أهْلِ
الْجَنَّةِ
مِنَ
ا‘وَّلِينَ
وَاخِرِينَ، إَّ
النَّبِيِّينَ
وَالْمُرْسَلِينَ[.
أخرجه
الترمذي .
4. (4396)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Ömer
ve Hz. EBu Bekr (radıyallahu anhümâ) için:"
Bu ikisi var ya, bunlar, öncekiler ve sonrakilerden cennetlik olan
kühûlün efendisidirler." [Tirmizî, Menakıb, (3366).][123]
AÇIKLAMA:
1- Kehl (cem'i kühûl): Otuz veya kırk ile ellibir yaş arasında olanlara denir.
Dilimizde olgunluk yaşı olarak ifade ederiz. Aslında ahirette herkes otuzüç
yaşında olacağı için orada kühûl, süyuh gibi değişik safhalar mevcut değildir.
Bu rivayet, hadisin vürûd ettiği andaki onların halini ifade eder. Bazı âlimler:
"Bundan murad müslümanlardan kehl olarak ölüp cenete girenlerin efendisi
demektir. Onlar kühulun efendileri olunca cennet ehlinin efendileri olmaya
evladırlar" demiştir.[124]
ـ4397 ـ5ـ
وعن حذيفة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #
اِقْتَدُوا
بِالَّذَيْنِ
مِنْ بَعْدِي:
أبِي بَكْرٍ
وَعُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما[.
أخرجه
الترمذي .
5. (4397)- Hz. Huzeyfe
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Benden sonra şu ikiye iktida edin: Ebu Bekr ve Ömer
(radıyallahu anhümâ)." [Tirmizî, Menâkıb, (3663, 3664).][125]
ـ4398 ـ6ـ
وعن محمّد
بْنِ
الحَنَفية
قالَ: ]قُلْتُ ‘بِي
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
يَا أبَتَ،
أيُّ النَّاسِ
خَيْرٌ
بَعْدَ
رَسُولِ
اللّهِ #؟ قَالَ:
أبُو بَكْرٍ.
قُلْتُ:
ثُمَّ
مَنْ؟ قَالَ:
عُمَرُ،
وَخَشِيتُ
أنْ أقُولَ ثُمَّ
مَنْ؟
فَيَقُولَ:
عُثْمَانُ.
فَقُلْتُ:
ثُمَّ أنْتَ.
قَالَ: مَا
أنَا إَ
رَجُلٌ مِنَ
الْمُسْلِمِينَ[.
أخرجه
البخاري وأبو
داود .
6. (4398)-
Muhammed İbnu'l-Hanefiyye anlatıyor: "Babm (radıyallahu anh)'a dedim ki: "Babacığım, Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'dan sonra insanların hangisi hayırlıdır?"
"Ebu
Bekr! dedi.
"Sonra
kim?" dedim.
"Ömer!"
dedi.
Ben:
"Sonra kim?" diye sormaya devam edip "Osman!" cevabını
almaktan korktum da:"Sonra sen!" deyiverdim. Ama babam:
"Ben mi?
Ben sıradan bir müslümanım" dedi." [Buharî, Fezâilu'l,Ashab 5; Ebu
Dâvud, Sünnet 8, (4629).][126]
AÇIKLAMA:
1- Muhammed İbnu'l-Hanefiyye, Hz. Ali (radıyallahu anh)'ın
oğludur. Hanefiyye'nin adı Havle Bintu Ca'ferdir.
2- Anlaşılacağı üzere Hz. Ali'nin oğlu Muhammed, babasından en
efdal kimseyi öğrenmek ister. Hz. Ali, sırayla Ebu Bekr ve Ömer'i sayar. Üçüncü
sırada babasının olduğu kanaatinde olan Muhammed, tevazu ile babasının Osman'ı
söylemesinden korkarak, acele ederek babası Ali'yi zikrediverir.
Ancak Hz. Ali: "Ben müslümanlardan biriyim" yani
"Sıradan bir müslümanım" demek suretiyle, büyüklüğü ile mütenasib bir
tevazuda bulunur. Halbuki Hz. Ali, bunu söylediği sıralarda Hz. Osman şehid edilmişti ve kendisi hayatta
kalanların en efdali idi. Bazı rivayetler, bu konuşmanın Nehrevan savaşından
(Hicri 38) sonra olduğunu tasrih eder. İbnu Asakir'in bir tahricinde Hz. Ali:
"Üçüncüsü Osman" demiştir.
Bu mesele hususundaki ihtilâfa daha önce yer verdiğimiz için
tekrar etmiyeceğiz. Ancak şu kadarını söyleyelim: Ehl-i Sünnet, efdaliyet
sırasının hilafet sırasına uygun olduğunu kabul eder. Bazıları bu meselede icma
olduğunu söylemiştir. İcma iddiası
gerçeği aksettirmez. Hz. Osman'la Hz.Ali'nin sırası meselesi ihtilaflıdır.
Cumhur Hz. Osman'ı takdim etmiştir (radıyallahu anhüm ecmâin).[127]
ـ4399 ـ1ـ عن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]اِسْتَأذَنَ
أبُو بَكْرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
عَلى رَسُولِ
اللّهِ #
وَهُوَ
مُضْطجِعٌ عَلى
فِرَاشِهِ
َبِسٌ
مِرْطِى
فَأذَنَ لَهُ
وَهُوَ عَلى
حَالِهِ
فَقَضَى
إلَيْهِ
حَاجَتَهُ.
ثُمَّ
انْصَرَفَ.
ثُمَّ
اسْتَأذَنَ
عُمَرُ
فَأذِنَ لَهُ
وَهُوَ عَلى
تِلْكَ
الْحَالَةِ.
فَقضَى
إلَيْهِ
حَاجَتَهُ.
ثُمَّ
انْصَرَفَ.
ثُمَّ اسْتَأذَنَ
عُثْمَانُ
فَجَلَسَ
رَسُولُ
اللّهِ #، وَأصْلَحَ
عَلَيْهِ
ثِيَابَهُ،
وَقَالَ اجْمَعِى
عَلَيْكِ
ثِيَابَكِ.
فَأذِنَ لَهُ فَقَضَى
إلَيْهِ
حَاجَتَهُ
ثُمَّ
انْصَرَفَ.
قَالَتْ:
فَقُلْتُ يَا
رَسُولَ
اللّهِ، لَمْ
أرَكَ فَزِعْتَ
‘بِي بَكْرٍ
وَعُمَرَ
كَمَا فزِعْتَ
لِعُثْمَانَ؟
فقَالَ: إنَّ
عُثْمَانَ رَجلٌ
حَيِيٌّ،
وإنِّى
خَشِيتُ إنْ
أذِنْتُ لَهُ
وَأنَا عَلى
تِلْكَ
الْحَالَةِ
أنْ َ يَبْلُغَ
إليَّ في
حَاجَتِهِ[.
أخرجه
مسلم.وفي
رواية: ]أَ أسْتَحْيِى
مِمَّنْ
تَسْتَحِى
مِنْهُ الْمََئِكَةُ[
.
1. (4399)- Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Hz.Ebu Bekr (radıyallahu anh), Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanına girmek üzere izin istedi. Bu sırada
Aleyhissalâtu vesselâm yatağı üzerinde yatmakta idi. Üzerinde benim bürgüm
vardı. Resulullah halini bozmadan izin verdi. (Konuştular), meselelerini
hallettiler. Hz. Ebu Bekr gitti. Bir müddet sonra Hz. Ömer girmek için izin
istedi. Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) aynı halini hiç değiştirmeden
ona da izin verdi. Ömer'in ihtiyacını da gördü. Sonra da gitti.
Bir müddet sonra Osman izin istedi. Bu sefer (aleyhissalâtu
vesselâm) yatağında doğrulup oturdu. Üstünü başını düzeltti. Bana da:
"Elbiseni üzerine topla!" emretti. Ve ona da girmesi için izin verdi.
Onun da ihtiyacını gördü. Osman da gitti.
O gidince ben dayanamayıp: "Ey Allah'ın Resûlü! Ebu Bekir ve
Ömer gelince istifini bozmadığın halde Osman gelince kendine çekidüzen verdin.
Sebebi nedir?" diye sordum. Dedi ki:
"Osman çok utangaç birisidir. Ben istifimi hiç bozmadan eski
halimde iken içeri aldığım takdirde arzusunu açmadan gideceğinden korktum.
"Bir rivayette: "Kendisinden meleklerin haya duydukları
bir kimseden ben haya duymayayım mı?" demiştir. [Müslim, Fezailu's-Sahâbe
36, (4201).][128]
ـ4400 ـ2ـ
وعن عثمان بن
عبداللّه بن
موهبٍ قال:
]جَاءَ رَجُلٌ
مِنْ أهْلِ
مِصْرَ
يُرِيدُ
الْحَجَّ
فَرَأى
قَوْماً
جَلُوساً.
فقَالَ: مَنْ
هؤَُءِ؟
قَالُوا:
قُرَيْشٌ.
قَالَ فَمَنِ
الشَّيْخُ
فِيهِمْ
قَالُوا
عَبْدُاللّهِ
بْنُ عُمَرَ.
فقَالَ: يَا
ابْنَ عُمَرَ
إنِّى
سَائِلُكَ
عَنْ شَىْءٍ
فَحَدِّثْنِى
عَنْهُ، هَلْ
تَعْلَمُ
أنَّ
عُثْمَانَ
فَرَّ يَوْمَ
أُحُدٍ؟
قَالَ:
نَعَمْ،
فقَالَ
هَلْ
تَعْلَمُ
أنَّهُ
تَغَيَّبَ
عَنْ بَدْرٍ
وَلَمْ
يَشْهَدْ؟
قَالَ:
نَعَمْ. قَالَ
الرَّجُلُ: هَلْ
تَعْلَمُ
أنَّهُ
تَغَيَّبَ
عَنْ بَيْعَةِ
الرِّضْوَانِ
فَلَمْ
يَشْهَدْهَا؟
قَالَ:
نَعَمْ.
فقَالَ
الرَّجُلُ:
اللّهُ أكْبَرُ،
ثُمَّ وَلّى.
فقَالَ ابْنُ
عُمَرَ: فَتَعَالَ
أُبَيِّنْ
لَكَ. أمَّا
فِرَارُهُ
يَوْمَ
أُحُدٍ
فَأشْهَدُ
أنَّ اللّهَ
عَفَا عَنْهُ
وَغَفَرَ
لَهُ. قَالَ
اللّهُ تعالى:
وَلَقَدْ
عَفَا اللّهُ
عَنْهُمْ؛
وَأمَّا
تَغَيُّبُهُ
عَنْ بَدْرٍ،
فَإنَّهُ
كَانَ
تَحْتَهُ
رُقَيَّةُ
بِنْتُ
رَسُولِ
اللّهِ #
وَكَانَتْ مَرِيضَةً.
فقَالَ لَهُ
النَّبِىُّ #
أقِمْ مَعَهَا
وَلَكَ أجْرُ
رَجُلٍ
مِمَّنْ
شَهِدَ بَدْراً
وَسَهْمُهُ؛
وَأمَّا
تَغَيُّبُهُ
عَنْ بَيْعَةِ
الرِّضْوَانِ،
فَلَوْ كَانَ
أحَدٌ بِبَطْنِ
مَكَّةَ
أعَزَّ مِنْ
عُثْمَانَ لَبَعَثَهُ
مَكَانَهُ.
فَبَعَثَ #
عُثْمَانَ رَضِيَ
اللّهُ
عُنْهُ إلى
مَكَّةَ،
وَكَانَتْ
بَيْعَةُ
الرِّضْوَانِ
بَعْدَ مَا
ذَهَبَ
عُثْمَانُ فقَالَ
# بِيَدِهِ
الْيُمْنى
عَلى
اليُسْرَى وَقَالَ:
هذِهِ
لِعُثْمَانَ،
وَكَانَتْ يُسْرَى
رَسُولِ
اللّهِ #
لِعُثْمَانَ
خَيْراً مِنْ
أيْمَانِهِمْ
لَهُمْ ثُمَّ
قَالَ ابْنُ
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما
لِلرَّجُلِ:
اذْهَبْ
بِهَا اŒنَ
مَعَكَ[.
أخرجه البخاري
والترمذي
2. (4400)- Osman İbnu Abdillah İbnu Mevhib anlatıyor: "Mısır
ehlinden biri geldi, hacc yapmak istiyordu. Oturan bir grup gördü ve:
"Bunlar da kim?" dedi.
"Kureyşliler" denildi.
"Aralarındaki yaşlı zat da kim?" dedi.
"Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anh)" denildi.
(Abdullah'a yaklaşarak)
"Sana bir şey soracağım, bana ondan haber ver. Hz. Osman Uhud
günü (savaş meydanından) kaçmış mıydı, biliyor musun?" diye sordu. O da:
"Evet!" dedi.
"Onun Bedir'de kaybolduğunu ve savaşta hazır bulunmadığını da
biliyor musun?" diye sordu.
"Evet!" dedi.
Adam bu cevap üzerine:
"Allahuekber!" deyip döndü. Abdullah İbnu Ömer
(radıyallahu anh):
"Gel!" dedi, sana açıklayayım: "Uhud'daki firarına
gelince: " şehadet ederim ki, Allah onu affetti, mağfirette bulundu.
Nitekim Allah Teâla Hazretleri, haklarında şu ayeti indirdi: "Muhakkak ki
iki ordunun karşılaştığı günde içinizden geri dönen kimseleri, Resulullah'ın
emrine muhalefet gibi hareketleriyle kazandıkları bazı günahlar yüzünden şeytan
kaydırmak istedi. Fakat gerçekten Allah onların günahlarını bağışladı..."
(Âl-i İmran 155). Bedir'deki kayboluşuna gelince: Onun nikahı altında
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)' ın kerimeleri Rukiyye (radıyallahu anhâ)
vardı ve hasta idi. Aleyhissalâtu vesselâm kendisine: "Rukiyye ile kal.
Sana Bedr'e katılan bir kimsenin sevabı ve (ganimetten alacağı) pay var!"
buyurdu. (O da bu istek üzerine kaldı). Bey'atu'r-Rıdvan'daki kayboluşuna
gelince: Eğer Batn-ı Mekke'de ondan daha aziz biri olsaydı. (Resulullah),
yerine onu gönderecekti. Aleyhissalâtu vesselâm, Mekke'ye onu gönderdi.
Bey'atu'r-Rıdvan, Osman (radıyallahu anh) Mekke'ye gittikten sonra akdedildi.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Bey'at akdi sırasında sağ elini sol eli
üzerine koyarak: "Bu da Osman yerine!" buyurdular. Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın sol elinin Osman için hayrı, onların sağ elinin, kendileri için
olan hayrından fazla idi.
Sonra İbnu Ömer (radıyallahu anh), adama:
"Haydi şimdi bu (anlattıklarımı) beraberinde götür!"
dedi." [Buhârî, Fezâilu'l-Ashab 7, Humus 14, Meğâzî 19; Tirmizî, Menâkıb,
(3709).] [129]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, Hz. Osman (radıyallahu anh)'ın üç sebepten dolayı
kınandığını göstermektedir. Ancak, Abdullah İbnu Ömer, kınayanların her üç
meselede de haksız olduklarını belirtmekte ve sebeplerini göstermektedir:
1- Uhud'daki firar hususunda
vahy-i ilahi ile sabit olan affa mazhariyeti var, artık söz seylemeye
kimsenin hakkı olamaz.
2- Bedir savaşına katılmayışı Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın emri gereğidir, kendi isteği değildir. Bu emir de, hanımının
hastalığı sebebiyledir. Resulullah'ın kerimeleri hastadır, bakıma muhtaçtır.
Hz. Osman'ı bu seple geride bırakmıştır. Hatta Hakim'in bir rivayetine göre
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Rukiyye ile ilgilenmeleri için Osman'ı ve
Üsame İbnu Zeyd (radıyallahu anhümâ)'i geride bırakmıştır. Zeyd İbnu Harise
zafer müjdesini getirdiği sıralarda. Rukiyye (radıyallahu anhümâ), yirmi
yaşlarında olduğu halde vefat etmiştir.
3- Bey'atu'r-Rıdvan'a katılamayışı da meşru bir sebebe
dayanmaktadır. Resulullah onu Mekke'ye göndermişti. Bu gidiş resmi bir tavzif idi; Mekkelilere, müslümanların savaş
için değil, umre için geldiklerini anlatacaktı. Hz. Osman Mekke'de tevkif
edildi, vaktinde geri dönemedi. Bu sırada müslümanların kampında Hz. Osman'ın
öldürüldüğü ve müşriklerin harbe girişecekleri haberi şayi oldu. İşte bu şayia
üzerine Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)' harb hazırlığına başladı ve ağaç
altında, müslümanlardan, ölmedikçe geri dönüp kaçmayacakları hususunda meşhur
bey'at'ı aldı. Şu halde, Hz. Osman'ın öldürüldüğü şayiası üzerine aktedilen bir
bey'atta onun bulunamayacağı tabiidir.
Bezzâr'ın kaydettiği bir rivayetten öğrendiğimize göre,
Abdurrahman İbnu Avf da bir ara mezkur üç meseleyi zikrederek. Hz. Osman
(radıyallahu anh)'ı itab etmek ister.
Hz. Osman, kaydedilen manada açıklamalar yaparak Abdurrahman İbnu Avf
(radıyallahu anh)'a cevap verir. Hatta Bey'atu'r-Rıdvan'la ilgili olarak "Resulullah'ın solu, hakkımda, benim
sağımdan daha hayırlıdır" der.[130]
ـ4401 ـ3ـ
وعن
عبدالرَّحمنِ
بن سَمُرَةَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه: ]جَاءَ
عُثْمَانُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
إلى النّبىِّ
# بِألْفِ
دِينارٍ
حِينَ جَهَّزَ
جَيْشَ
الْعُسْرَةِ،
فَنَثَرَهَا
في حِجْرِهِ
فجَعَلَ #
يُقِلِّبُهَا
في حِجْرِهِ
وَيَقُولُ:
مَا ضَرَّ
عُثْمَانَ
مَا عَمِلَ
بَعْدَ
الْيَوْمِ
مَرَّتَيْنِ[.
أخرجه الترمذي.
3. (4401)- Abdurrahman İbnu Semüre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Hz. Osman (radıyallahu anh) Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
ceyşü'l-Usre'yi (Tebük'e gidecek orduya) techiz ettiği sırada bin dinar getirdi
ve Resulullah'ın kucağına döktü. Aleyhissalâtu vesselâm, parayı
kucağında (eliyle karıştırıp) altüst etti ve şöyle dedi:
"Bugünden sonra Osman'a, (her ne) yapsa zarar
vermeyecektir!" Ve bu sözü iki sefer tekrar etti." [Tirmizî, Menâkıb,
(3702).][131]
AÇIKLAMA:
Hadisin sonunda geçen "..Osman her ne yapsa zarar
vermeyecek" sözü "Her ne günah
işlerse zarar vermeyecek" demektir. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
bazı zamanlarda yapılan amelin az da olsa fevkalede kıymetli ve Allah'ın
rızasına vesile olacağını belirtme sadedinde bu çeşit ifadelere yer vermiştir.
Huneyn gazvesinde gece nöbeti tutan Enes İbnu Ebî Mersed el-Ganevi için de:
"Bu hizmetten sonra, hiçbir (hayırlı) amel yapmasan da cennet sana vacib
oldu" buyurmuştur (4289 numaralı
hadiste geçti). Keza Hatib İbnu Ebî Beltea' ya, Hz. Ömer tarafından ihanet
olarak değerlendirilen davranışına rağmen, Bedir gazisi olması sebebiyle:
"Belki de Allah Bedir gazilerinin haline muttali oldu da: "Artık
dilediğinizi yapın, ben sizi affettim!" buyurdu" demiştir.
Zaten Hz. Osman Aşere-i Mübeşşere'dendir. Yani sağlıklarında
cennetle müjdelenmiştir.[132]
ـ4402 ـ4ـ
وقال
عبدالرّحمن
بن خبَّابٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه:
]شَهِدْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
وَهُوَ
يَحُثُّ عَلى
تَجْهِيزِ
جَيْشِ
الْعُسْرَةِ
فقَامَ
عُثْمَانُ
بْنُ عفّان
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه فقَالَ:
يَا رَسُولَ
اللّهِ
عَلَيَّ
مِائَةُ
بَعِيرٍ
بَأحَْسِهَا
وَأقْتَابِهَا
في سَبِيلِ
اللّهِ. ثُمَّ
حَضَّ عَلى
الْجَيْشِ.
فقَامَ
عُثْمَانُ
فقَالَ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ
عَليَّ
مِائَتَا
بَعِيرٍ
بِأحَْسِهَا
وَأقْتَابِهَا
في سَبِيلِ اللّهِ
ثُمَّ حَضَّ
عَلى
الْجَيْشِ.
فقَامَ عُثْمَانُ
بْنُ
عَفَّانَ
فقَالَ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ، عَلَيَّ
ثََثُمِائَةِ
بَعِيرٍ
بِأحَْسِهَا
وَأقْتَابِهَا
في سَبِيلِ
اللّهِ. قَالَ
فَأنَا
رَأيْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَنْزِلُ
عَنِ
الْمِنْبَرِ،
وَهُوَ يَقُولُ:
مَا عَلى
عُثْمَانَ
مَا عَمِلَ
بَعْدَ هذِهِ،
مَا عَلى
عُثْمَانَ
مَا عَمِلَ
بَعْدَ
هذِهِ[. أخرجه
الترمذي .
4. (4402)- Abdurrahman İbnu
Habbab (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
ceyşü'l-Usre'yi techiz ederken şahid oldum.Osman İbnu Affân (radıyallahu anh)
kalktı ve:
"Ey Allah'ın Resulü! dedi, yüz deve çuluyla, semeriyle Allah
rızası için (bağış olarak) bendendir!"
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ordu için bağış, yapmaya
tekrar teşvikte bulundu. Osman yine kalkıp:
"Ey Allah'ın Resûlü! Çuluyla, semeriyle ikiyüz deve Allah
rızası için bendendir!" dedi. Sonra Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
ordu için bağışta bulunmaya yine teşvikte bulundu. Osman tekrar kalktı ve:
"Ey Allah'ın Resûlü!
dedi. Benden üçyüz deve çuluyla, semeriyle Allah rızası için
bağışımdır!"
Abdurrahman der ki: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
minberden inerken gördüm, hem iniyor, hem de:
"Bu hayırdan sonra, Osman'ın yapacağı (kötü amel) aleyhine
olmaz!" diyordu." [Tirmizî, Menâkıb, (3701).][133]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet Hz.
Osman'ın Allah yoluna bağışlamada ne kadar cömert olduğunu ifade ettiği gibi,
bu çeşit bağışların ne kadar makbul ve mağfirete vesile olduğunu da ifade
etmektedir. Yapılan bağış bazan geçmişteki günahların affını sağladığı gibi,
gelecekte işlenecek günahların affına da yetebilmektedir. Hadisi şöyle
yorumlayan da olmuştur. Bu "Bağıştan sonra, farz dışında hiçbir nafile
amel yapması gerekmez. Zira bu ameli, yapacağı bütün nafilelere bedeldir."
Keza hadiste, Hz. Osman'ın hüsn-i hatimeye mazhar olacağının müjdesi de
görülmüştür.[134]
*
HZ. ALİ İBNU EBİ TALİB (RADIYALLAHU ANH)
ـ4403 ـ1ـ
عَنْ أنس بن
مالِكٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قالَ: ]بُعِثَ
رَسُولُ
اللّهِ
#
يَوْمَ
ا“ثْنَيْنِ
وَصَلَّى
عَلِىٌّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
يَوْمَ
الثَُّثَاءِ[.
أخرجه الترمذي
.
1. (4403)- Hz. Enes İbnu Malik (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
pazartesi günü gönderildi. Hz. Ali (radıyallahu anh) da salı günü namaz
kıldı." [Tirmizî, Menâkıb, (3730).][135]
AÇIKLAMA:
Bazı alimler, bu hadise dayanarak Hz. Ali'nin erkeklerden müslüman olanların ilki olduğunu
söylemişlerdir.[136]
ـ4404 ـ2ـ
وعن ابْنِ عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]آخَى رَسُولُ
اللّهِ #
بَيْنَ
أصْحَابِهِ
فَجَاءَهُ
عَلَيٌّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه.
فقَالَ:
آخَيْتُ
بَيْنَ
أصْحَابِكَ
وَلَمْ تُؤاخِ
بَيْنِي
وَبَيْنَ
أحَدٍ. فقَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
أنْتَ أخِي في
الدُّنْيَا
وَاŒخِرَةِ[.
أخرجه
الترمذي .
2. (4404)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
Ashabının arasını kardeşlemişti. Hz. Ali (radıyallahu anh) yanına geldi ve:
"Ashabınızın arasını birbirleriyle kardeşlediniz, ama beni
kimseyle kardeşlemediniz!" dedi. Bunun üzerine (aleyhissalâtu vesselâm):
"Sen dünyada da ahirette de benim kardeşimsin!"
buyudular." [Tirmizî, Menâkıb, (3722).][137]
ـ4405 ـ3ـ
وعن زيد بن
أرقَمٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه قالَ:
]قالَ رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
كُنْتُ
مَوَْهُ
فَعَلِيٌّ
مَوَْهُ[.
أخرجه الترمذي
.
3. (4405)- Zeyd İbnu Erkam
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle
buyurdular: "Ben kimin dostu (mevlası) isem, Ali de onun dostudur."
[Tirmizî, Menâkıb, 3714).] [138]
ـ4406 ـ4ـ
وعن سَعْدِ
بْنِ أبِي
وَقّاصٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قالَ:
]خَلَّفَ
النبِىُّ #
عَلِيّاً
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
في غَزْوَةِ
تَبُوكَ. فقَالَ
يَا رَسُولَ
اللّهِ:
تُخَلِّفُنِى
في النِّسَاءِ
وَالصِّبْيَانِ؟
فقَالَ: أمَا تَرْضَى
أنْ تَكُونَ
مِنِّى
بِمَنْزِلِةِ
هرُونَ مِنْ
مُوسى، إَّ
أنَّهُ
َنَبِيَّ
بَعْدِي[.
أخرجه
الشيخان
والترمذي .
4. (4406)- Sa'd İbnu Ebi
Vakkas (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
Tebük seferine çıkınca Hz. Ali'yi geride (Medine'de) bırakmıştı.
"Ey Allah'ın Resulü, siz beni çocukların ve kadınların arasında mı
bırakıyorsunuz?" dedi (kalmak istemedi). Bunun üzerine (aleyhissalâtu
vesselâm):
"Sen, Hz. Harun'un, Hz. Musa yanında aldığı yeri, benim
yanımda almaktan razı değil misin? Şu farkla ki, benden sonra peygamber yok!"
buyurdular." [Buhârî, Megâzî 78, Fezailu'l-Ashâb 9; Müslim,
Fezailu'l-Ashab, 31, (2404); Tirmizî, Menâkıb, (3731).][139]
ـ4407 ـ5ـ
وفي رواية
لمسلم
والترمذي:
]قَالَ # يَوْمَ
خَيْبَرَ:
‘عْطِيَنَّ
الرَّايَةَ
غَداً رَجًُ
يحِبُّ
اللّهَ
وَرَسُولَهُ
وَيُحِبُّهُ
اللّهُ
وَرَسُولُهُ.
قَالَ:
فَتَطَاوَلَ
النَّاسُ
لَهَا فقَالَ:
اِدْعُوا لِى
عَلِيّاً
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه.
فَأُتىَ بِهِ
أرْمَدَ.
فَبَصَقَ في
عَيْنَيْهِ،
وَدَفَعَ
إلَيْهِ
الرَّايَةَ
فَفَتَحَ
اللّهُ
عَلَيْهِ. قَالَ:
وَلَمَّا
نَزَلَتْ
هذِهِ اŒيَةُ؟
تَعَالَوا نَدْعُ
أبْنَاءَنَا
وَأبْنَاءَكُمْ
دَعَا # عَلِيّاً
وَفَاطِمَةَ
وَحَسَناً
وَحُسَيْناً
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهم.
فقاَلَ:
اللَّهُمَّ
هؤَُءِ
أهْلِي[.
»الرَّمَدُ«
مرض في العين .
5. (4407)- Müslim ve
Tirmizî'nin bir rivayetinde şöyle gelmiştir: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Hayber günü buyurdular ki:
"Yarın sancağı öyle bir kimseye vereceğim ki, O, Allah'ı ve
Resûlünü sever, Allah ve Resûlü de onu sever."
Ravi devamla der ki: "Bu söz üzerine (beni mi seçer ümidiyle,
(aleyhissalâtu vesselâm)'a görünmek için) boyunlarını uzattılar. Ama o:
"Bana Ali (radıyallahu anh)'ı çağırın!" buyurdular. Ali
getirildi ama gözlerinden rahatsız idi.
Hemen gözlerine tükürdü ve sancağı ona verdi. Allah Teala Hazretleri onun eliyle fethi müyesser
kıldı."
Ravi devamla der ki: Şu ayet indiği zaman "Gelin,
oğullarımızı ve oğullarınızı çağıralım..." (Al-i İmran 61) Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) hemen
Ali'yi, Fatıma'yı, Hasan ve Hüseyin'i (radıyallahu anhüm ecmâin) çağırdı ve:
"Allahım, bunlar benim ailemdir" buyurdu." [Müslim,
Fezailu'l-Ashab 32, (2404); Tirmizî, Menakıb, (3726).][140]
AÇLIKLAMA:
1- Rivayetin birinci kısmında, Hayber'in fethi sırasında zuhur
eden fezail-i Ali (radıyallahu anh) açıklanmaktadır.
Resulullah'ın teyidi ile Hz. Ali:
* Allah ve Resulünü samimyetle sevmektedir.
* Allah ve Resulü de onu sevmektedirler. Bu ne büyük bir
mazhariyettir. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın böyle bir vak'aya
şehadeti bir kulun dünyada elde edebileceği
nimetlerin makamların en büyüğü
olsa gerektir. Bir tane dünya olsa, hepsinin bin yıllık saltanatı verilse bu
mazhariyetin binde birine değmez. Çünkü dünyevi olanlar fanidir, ne kadar çok
da olsa, büyük de olsa, müddeti uzun
da olsa fanidir, sonunda bir katre serap
olmaktadır.
* Hayber'in fethi Hz. Ali'nin eliyle müyesser olmuştur. Bununla ilgili bir kısım
teferruat 4268 numaralı hadisin sonunda geçti. Burada şunu belirtmekte fayda
var: Hayber'in fethi sırasında sancağın Hz. Ali'ye verilmesi hadisesi Ashab
nazarında mühim bir vak'adır. Çünkü bu, Allah ve Resulünün o kimseyi sevdiğinin delili olmaktadır.
Çünkü, bu önceden haber veriliyor. Binler dünya saadetine bedel olan bu
mazhariyete ermek ümidiyle herkesin, başını uzattığı belirtilir. Hz. Ömer de
vak'ayı anlatır ve der ki: "O güne kadar komutanlığı hiç arzu etmediğim halde,
o gün acaba sancağı bana mı verir diye
ümitlenerek, Resulullah'a görünmek için
başımı ileriye doğru uzattım."
* Hadisin ikinci kısmında, Hz. Ali'nin bir başka fazileti beyan
edilmektedir. Hz. Ali ve evladı. Hz. Peygamber'in evlatları hükmündedir.
Şöyle ki: Bu ayet, Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a Necrân'dan gelen
hıristiyanlar vesilesiyle nazil olmuştur. Bu hey'etle birkaç gün müzakereler edilmiş, Hz. İsa'nın şahsiyeti,
peygamberliği hususlarında açıklamalar yapılmış, en sonunda onlara bu ayetle mübahale
teklif edilmiştir. Yani, şayet bütün bu açıklamlara rağmen Hz. Muhammed'in risaletinin hak olduğuna kanaat
getiremediyseniz, gelin elbirliğiyle Allah'a dua edelim, kim haksızsa Allah'ın,
onlara bela indirmesini taleb edelim. Ayetin tamamı şöyle: "Sana bu ilim
geldikten sonra, kim seninle bu hususta mücadele edecek olursa, de ki:
"Gelin, çocuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendinizi ve kendimizi çağırıp
toplanalım, sonra niyaz edelim ki, Allah'ın laneti yalancılar üzerine olsun!" (Al-i İmran 61).
Şu halde Resulullah'ın bu
ilahi çağrıya hemen icabet zımnında Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve
Hüseyin'in ellerini tutması, bu sayılanların -ki Ali dahil- Resulullah'ın
çocukları yerine geçtiğini ifade eder. Bu durum Hz. Ali için şereflerden bir
şereftir, (radıyallahu anh).[141]
ـ4408 ـ6ـ
وعن زِرِّ
بْنِ
حُبَيْشٍ
قالَ:
]سَمِعْتُ
عَلِيّاً
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
يَقُولُ: وَالَّذِى
فَلقَ
الْحَبَّةَ
وَبَرَأ
النَّسَمَةَ
إنَّهُ
لَعَهْدُ
النَّبِىِّ
ا‘ُمِّى إليَّ
أنْ َ
يُحِبُّنِي
إَّ مُؤْمِنٌ
وََ
يَبْغَضُنِى
إَّ
مُنَافِقٌ[.
أخرجه مسلم
والترمذي
والنّسائِِى.»الْحَبَّةُ«
بفتحِ الحاء:
الحنطةُ
والشّعيرُ
وَنَحْوَهُمَا،
وبكسرها:
البُذُورَاتُ.و»فَلَقَهَا«
شَقَّهَا
لِلنَّبَاتِ.و»النَّسَمَةُ«
كُلُّ شَىْءٍ
فيهِ
رُوحٌ.وَ»بَرْؤُهَا«
خلقها .
6. (4408)- Zirr İbnu Hubeyş
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Ali (radıyallahu anh)'ın şöyle
söylediğini işitim. "Daneyi açan, canlıları yaratan Zât-ı Zülcelal'e
yeminle söylüyorum: Ümmî peygamberim (aleyhissalâtu vesselâm), bana şu hususu garantiledi: "Beni mü'min olan sevecek,
münafık olan da bana buğzedecektir." [Müslim, İman 131, (78); Tirmizî,
Menâkıb, (3737); Nesâî, İman 20, (8, 117).] [142]
AÇIKLAMA:
1- Daneyi açan, tohumlardan filizi çıkaran demektir. Her gün
seyrettiğimiz bu hadise, bize tabii ve normal gelir. Aslında büyük bir mucizedir. Basit bir danecik toprağa
atılınca bazı kimyevi muamele
geçirdikten sonra bir ağacın fabrikasını kendi kendine kurup ondan sonra
yaprak, kereste, meyve, renk, koku, tad ve neler neler imal etmeye başlıyor.
Bütün bu harikalar "danenin açılması" hadisesinin neticesidir. Bu
sebeple Hz. Ali bu hadisenin sahibi Allah'a yeminle söze başlıyor. Esasen bir
ayet-i kerimede Cenab-ı Hak: "Tohum ve çekirdekleri açan" diye
tanıtılmaktadır (En'am 95).
2- Neseme, can taşıyan her şeye denmektedir. Öncelikle insan
ve hayvan gibi mahlukat anlaşılır.
3- Ümmî, "umm"e yani anneye mensup demektir. Bununla
okuma yazma bilmemek kinaye edilmiştir. Çünkü insan annesinden doğunca okuma
yazma ve hiçbir şey bilmez. Bu hususu ayet-i kerime de teyid eder: "Allah
sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmez olduğunuz halde çıkardı ve
şükrediniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi" (Nahl 78),
Resulullah'ın ümmi olmasına rağmen Kur'an gibi
bir kitap getirmesi, geçmiş ve gelecekten ve kâinatın mahiyetinden doğru, değiştirilemez,
yanlışlığı idia ve ispat edilemez haberler vermesi, O'nun en büyük
mucizelerinden sayılmıştır.
4- Hz. Ali (radıyallahu anh)'ı sevmek veya buğzetmek iman ve
nifak alameti sayılmıştır. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a yakınlığı,
damadı olması İslam'a bunca hizmetleri, Resulullah ve diğer büyük sahabilerin
takdirlerinden sonra onu sevmemek, nifaktan, küfürden başka neye delalet
edebilir? Asırların gerisinde kalmış öyle bir zatı sevmek de ancak iman
sebebiyledir. Sözgelimi, Hint ve ya Çin tahrini ilgilendiren büyük
şahıslara karşı "kin" ve "sevgi" duymayız, belki
takdir ifade edebiliriz. Öyleyse kendimizle ilgi kurduklarımıza sevgi veya buğz
hissederiz. Bu açıdan Hz. Ali'ye hissedeceğimiz sevginin imandan, buğzun da
nifaktan gelmesi, inkârı mümkün olmayan bir hakikatın ifadesidir.[143]
ـ4409 ـ7ـ
وعن جابر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]دَعَا
رَسُولُ
اللّهِ #
عَلِيّاً
يَوْمَ
الطَّائِفِ
فَانْتَجَاهُ.
فقَالَ
النَّاسُ:
لَقَدْ أطَالَ
نَجْوَاهُ
مَعَ ابْنِ
عَمِّهِ. فقَالَ:
مَا
انْتَجَيْتُهُ،
وَلكِنَّ
اللّهَ
تَعالى
اِنْتَجَاهُ[.
أخرجه الترمذي.وقال
معنى قوله:
»ولكِنّ
اللّهَ انْتَجَاهُ«
أيْ أمَرَنِي
أنْ أنْتجى
معه .
7. (4409)- Hz. Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Taif
günü Hz. Ali (radıyallahu anh)'ı çağırdı ve onunla hususi konuşma yaptı.
(Bu görüşme o kadar uzadı ki) halkn: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
amcasının oğluyla görüşmesini
uzattı" dedi. (Resulullah bunu işitince):
"Onunla hususi görüşmeyi ben (kendi arzumla) yapmadım.
Allah(ın arzusu ve emri ile Resulü) yaptı" açıklamasında bulundu."
[Tirmizî, Menâkıb, (3728).][144]
AÇIKLAMA:
1- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Tâif seferi sırasında
Hz. Ali ile hususi şekilde fikir alışverişi yapar. Bu başbaşa görüşmesi,
mutadın fevkinde ve dikkatleri çekecek kadar uzar ve bazılarının
"Amcasının oğluyla konuşmasını uzattı" demesine sebep olur. Dikkat
edersek bu dedikodu da bir rahatsızlığın ifadesi var: Resulullah'ı, amcasının
oğlu ile risalet vazifesini taşıp
hususileşen, hususi tarafı ağır basan bir görüşme yapmış olmakla itham var.
Bunu sıkça gördüğümüz, her fırsatı aleyhte istismara tevessül eden nifak
ehlinin söylemiş olması kaviyyen mümkündür. Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın Ashab'a verdiği "düşüncelerini çekinmeden söyleme terbiyesi"nin
sonucu olarak samimi mü'minler
tarafından söylenmiş olması da mümkündür. Şu veya bu hangi sebeple söylenmiş
olursa olsun, Aleyhissalâtu vesselâm meseleye tavzih getirmiş, bu hususi uzun
görüşmeyi risalet vazifesinin gereği olarak yaptığını ifade etmiştir. Ancak
bunu ifade ederken ayet-i kerimede geçen bir üslubu ihtiyar etmiştir: "(Ey Habiim, Bedir
savaşında müşriklerin her birinin gözüne
ayrı ayrı ulaşan bir avuç toprağı) sen atmadın, Allah attı" (Enfal 17).
Burada, fiiliyatta atan Resulullah olduğu halde Cenab-ı Hak, rızasına uygun
olarak Cebrail'in talimiyle atmış olduğu ve bunun tesirini de bizzat halkettiği
için bu atışı kendine nisbet etmektedir.
Aleyhissalâtu vesselâm da sırf risalet hizmetini ilgilendiren bir görüşme
yaptığını ve hatta Allah'ın irşadı üzerine bu görüşmeye yer verdiğini ima için:
"Onunla ben görüşmedim, Allah görüştü" buyurmuştur.
Bu ifadede, Hz. Ali (radıyallahu anh)'la ilgili ortaya çıkan şeref
ve menkibe açıktır, (radıyallahu anh).[145]
ـ4410 ـ8ـ
وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]بَعَثَ
رَسُولُ
اللّهِ #
بِبَرَاءَةٍ
مَعَ أبِي بَكْرٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْه، ثُمَّ
دَعَاهُ.
فقَالَ: َ
يَنْبَغِِى
‘حَدٍ أنْ
يُبَلِّغَ هذَا
إَّ رَجُلٌ
مِنْ أهْلِي
فَدَعَا
عَلِيّاً
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
فَدَعَاهُ
إيَّاهُ[.
أخرجه
الترمذي .
8. (4410)- Hz. Enes (radıyallahu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Berâet (Tevbe)
sûresini, (Arafat'ta haçılara tebliğ edilmek üzere) Hz. Ebu Bekir (radıyallahu
anh)'ı göndermişti. Sonra onu çağırarak:
"Bunun, ehlimden olmayan bir kimse ile tebliğ edilmesi
muvafık değil!" buyurdu. Hz. Ali (radıyallahu anh)'ı çağırarak sûreyi,
(Arafat'ta okuması için) ona verdi." [Tirmizî, Tefsir, Tevbe, (3089).][146]
AÇIKLAMA:
Burada, Berâet sûresinin tebliğ edilme vazifesinin Hz. Ali'ye
verilmesi gözükmektedir. Hatta Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Bunun, aileme mensup olmayan biri tarafından tebliği muvafık olmaz"
buyurmştur.
Bu ne demektir, niçin böyle yapmıştır? sorusu hatıra gelmektedir.
Bu hususun anlaşılması için öncelikle Berâet sûresinin, müşriklere bir
ültimatom, yani, onlarla yapılan anlaşmaların müddetleri bitince
yenilenmeyeceğinin ilanı olduğunu bilmek gerekir. Sûre: "Müşriklerden
aranızda antlaşma bulunanlara bir ihtardır" diye başlar ve: "Dört ay
müddetle yeryüzünde dolaşın. Ve bilin ki, Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz ve
Allah elbette kâfirleri rezil edecektir. Büyük hacc gününde Allah ve
Resûlü'nden insanlara şunu ilan edin ki, Allah ve Resûlü müşriklerden uzaktır.
Tevbe ederseniz sizin için daha hayırlıdır. Ama yüz çevirirseniz, bilin ki,
Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz. İnkâr edenleri ise acı bir azapla müjdele"
(Tevbe 1-3)
Burada antlaşmaların dört ay sonra muteber olmadığı belirtilmekte,
tevbe ederek İslâm'a davet edilmekte, gelmeyecek olanlar ise şiddetle tehdid
edilmektedir. Müteakip âyette: "Müşriklerden aranızda antlaşma olup da
bunu hiç bir şekilde ihlâl etmemiş ve kimseye, size karşı yardım etmemiş
olanlar"a antlaşma müddetinin sonuna kadar dokunulmaması emredilmekte,
müddet bitince onlar da diğerleri gibi aynı tehdide maruz bırakılmaktadır.
Şu halde günümüz diplomasisinin diliyle tam bir ültimatom olan bir
sûre esas itibariyle antlaşmaların nakzını haber vermektedir.
Ülemâ der ki: "Hz. Ebu Bekir'den sonra Hz. Ali'nin
gönderilmesindeki hikmet, bir Arap adeti gereğincedir: Bu adete göre, akdi,
ancak onu yapan kimse veya aile yoluyla kendinden olan bir kimse bozabilir.
Resûlullah bu davranışıyla mezkur âdete uymuş olmaktadır. Bu sebeple: "Onu
sadece ben veya benim ailemden biri tebliğ edebilir" buyurmuştur."[147]
*
TALHA İBNU UBEYDULLAH (RADIYALLAHU ANH)
ـ4411 ـ1ـ عن
جابر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
سَرَّهُ أنْ
يَنْظُرَ إلى
شَهِيدٍ
يَمْشِي عَلى
وَجْهِ ا‘رْضِ
فَلْيَنْظُرْ
إلى طَلْحَةَ
بْنِ
عُبَيْدِاللّهِ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْه[. أخرجه
الترمذي .
1. (4411)- Hz. Câbir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Yeryüzünde (iki ayak üzerinde) yürüyen bir şehid görmek
isteyen Talha İbnu Ubeydullah (radıyallahu anh)'a baksın." [Tirmizî,
Menâkıb.][148]
ـ4412 ـ2ـ
وعن قيس بن
أبى حازمٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]رَأيْتُ
يَدَ
طَلْحَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
شََّءَ،
وَقَى بِهَا
رَسُولَ
اللّهِ # يَوْمَ
أُحُدٍ[.
أخرجه
البخاري.»الشَّلَلُ«
فَسَادُ
الْيَدِ
لِمَرَضٍ أوْ
قَطْعٍ .
2. (4412)- Kays İbnu Ebî
Hâzım (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben Talha İbnu Ubeydullah (radıyallahu
anh)'ın, Uhud'da Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı himâye ettiği elini
kurumuş gördüm." [Tirmizî, Fezâilu'l-Ashab 14.][149]
AÇIKLAMA:
1- Talha İbnu Ubeydullah beş-altı göbek yukarıda neseben
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la birleşir. Annesi Mekke'de müslüman olup
hicret edenlerdendir. Talha (radıyallahu anh) da ilk müslümanlardandır.
Resûlullah, daha hicretten önce Zübeyr'le Talha'yı kardeşlemiş, hicretten sonra
da Ebu Eyyub el-Ensâri ile kardeşlemiştir. Aşere-i mübeşşeredendir ve şûra
üyelerinden biridir. Resûlullah onu, Saîd İbnu Zeyd'le haber toplamak üzere
Suriye cihetine çıkardığı için Bedr'e katılamamış, fakat Resûlullah'tan, talebi
üzerine ganimetten pay almış, uhrevi sevabı da istemiş, Resûlullah onun da
verildiğini müjdelemiştir.
Talha (radıyallahu anh), Uhud savaşının en kritik anında
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan ayrılmayarak O'nu müşrik saldırılarına
karşı müdâfaa etmesiyle tanınmış ve haklı bir takdire mazhar olmuştur.
Buhârî'nin rivayetinde "Kendi sözlerine göre Talha ile Sa'd'dan başka
herkesin dağıldığı hengâmda bu ikisi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
yanından ayrılmamışlardır." Rivayetler, Uhud'da Resûlullah'a gelen
saldırılara karşı elini gerdiğini, "darbelerin Aleyhissalâtu vesselâm'a
bedel onun eline geldiğini", "bir ok isabet ettiğini",
"yetmiş küsur isabet aldığını", "(orta) parmağının
kesildiğini", "sol el yüzük parmağının dip mafsalından
koptuğunu", "sakatlanan bu eliyle Resûlullah'a kalkan yaptığını"
te'yid eder. Ayrıca bu savaşta Resûlullah'ı sırtına alarak, daha emniyetli olan
bir sekiye çıkarmış, saldırılardan emin kılmıştır. Zübeyr der ki: "Uhud
günü Resûlullah'ın iki zırhı vardı. Bir seki'yi atlamak istedi, muvaffak
olamadı. Altına Talha'yı yatırıp sırtına basarak sekiyi atladı."
Talha (radıyallahu anh)'ın Kureyşin hukamâsından olduğu
söylenmiştir. Cömertliği ve istenmeden bağışlamaları da dikkat çekecek dereceyi
bulmuştur. Der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) beni, Uhud
günü'nde Talhatu'l-Hayr, Usre günü'nde Talhatu'l-Feyyâz ve Huneyn günü'nde de
Talhatu'l-Cevvâd diye tesmiye buyurdu." Bu hal onun her savaşta bir başka
kahramanlık izhâr ettiğini ifade eder.
Talha (radıyallahı anh), Cemel vak'asında Hz. Ali cephesinde,
Hicrî 36 yılında şehid edilmiştir. Mervan İbnu'l-Hakem'in attığı bir okun sebep
olduğu kan kaybından ölmüştür. Yaşı ihtilaflıdır. 60-75 arası değişir.
Ölümünden yıllar sonra bir zât üç gün üst üste rüyasında Talha'nın: "Benim
yerimi değiştirin" dediğini görür. Durumu İbnu Abbâs'a anlatır. Giderler,
su akıntılarının kabri açtığını görürler. Vücudunun yeni gömülmüş gibi hiçbir
değişikliğe uğramamış olması dikkat çeker. Ebu Bekre'nin evlerinden biri onbin
dirheme satın alınarak oraya defnedilir (radıyallahu anh).
Hz. Ali der ki: "Kulağımla işittim. Resûlullah buyurdu ki:
"Talha ve Zübeyr cennette benim iki komşumdurlar." [150]
*
ZÜBEYR İBNU'L-AVVÂM (RADIYALLAHU ANH)
ـ4413 ـ1ـ عن
جابر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
لِكُلِّ
نَبِىّ حَوَارِيّى
وَإنَّ
حَوَارِيّي
الزُّبَيْرُ
بْنُ
الْعَوَّامِ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْه[. أخرجه
الشيخان
والترمذي.»الحَوَاريُّ«
خالصةُ ا“نْسَانِ
وَصَفيّةُ
الْمُخْتَصُّ
بِهِ، وَقيلَ
النَّاصِرُ .
1. (4413)- Hz. Câbir
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Her
peygamberin bir havarisi vardır. Benim havarim ise Zübeyr İbnu'l-Avvâm'dır,
(radıyallahu anh)." [Buharî, Fezailu Ashab 13, Cihad 40, 41, 135 Meğazi
29, Haber-i Vahid 2; Müslim, Fezailu's-Sahabe 48, (2415); Tirmizî, Menâkıb,
(3746).][151]
AÇIKLAMA:
1- Havari: Kelime olarak elbisenin yıkanıp paklanması
manasına gelen tahvir'den gelir. Samimi dost, yardımcı, nâsih (hayrını isteyen= hayırhah) demektir.
Hz. İsa'ya iman edip, onun yolunda ölmeye hazır olan gruptakilere de havari
denmiştir. Katâde'nin havariyi "Hilafete salih olan" diye açıkladığı
"vezir" de dediği rivayet edilmiştir. Kelimeyi
halil, halis, nasir diye açıklayanlar da
olmuştur.
2- Resulullah, Zübeyr İbbnu'l-Avvam (radıyallahu anh)'a
bu iltifatı Hendek savaşı sırasında
yapmıştır: "Kim düşman tarafından geçip bize haber getirecek?" diye
sorunca, Zübeyr derhal atılarak: "Ben!" der. Aleyhissalâtu vesselâm
soruyu üç kere tekrar eder, her seferinde Zübeyr: "Ben!" diyerek
atılır. Onun tehlikeli bir vazifeye
ısrarla sahip çıkması Aleyhissalâtu vesselâm'ı son derece memnun kılar ve bu
memnuniyetini: "Her peygamberin bir havarisi vardır, benim havarim de
Zübeyr'dir" iltifatıyla ifade
buyurur.
3- Zübeyr İbnu'l-Avvam (radıyallahu anh) Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın halası Safiye bintu Abdilmuttalib'in oğludur.
Babası da Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevce-i pakleri Hz. Hatice'nin
kardeşi Avvam İbnu Huveylid'dir.
Onbeş yaşında iken müslüman olmuştur. Başka yaşlarda olduğu da
söylenmiştir. Her halukarda ilk müslümanlardandır. Hz. Ebu Bekir'den hemen
sonra
hidayeti
bulmuştur, dördüncü veya beşinci müslüman bilinir. Habeşistan'a, Medine'ye
hicret edenlerdendir. Aleyhissalâtu vesselâm Mekke'de muhacirler arasını
kardeşleyince onu Abdullah İbnu Mes'ud'la kardeşlemiş idi. Medine'deki
Ensâr-Muhacir arasında kardeşlemede
Zübeyr'i, Seleme İbnu Selâme İbni Vakş ile kardeşledi.
Zübeyr, İslâm'ın büyük kahramanlarındandı. Eşca'u'n nâs yani insanların en şecâatlisi, en cesuru diye
ün yapmıştı. İslam'da ilk kılıncı onun
çektiği bilinir. Şöyle ki: Hicretten önce, Resulullah'ın müşrikler tarafından
yakalandığı haberini işitir. Zübeyr hemen kılıncını çekip halkı yararak
Resulullah'ı arar ve Mekke'nin üstünde görür. Aleyhissalâtu vesselâm onu böyle
görünce: "Ey Zübeyr ne oluyor?" der Kulağına geleni söyler.
Resulullah Zübeyr'e ve kılıncına duada bulunur.
Kendi ifadesiyle Resulullah'la beraberlikte "fercine varıncaya
kadar" yara almadığı uzvu kalmamıştır. Kureyza gününde Resulullah ondan
memnuniyetini: "Annem babam sana feda olsun" diyerek ifade etmiştir.
Bu tabiri Resulullah pek nadir
kullanmıştı.
Zübeyr (radıyallahu anh), Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la
birlikte bütün gazvelere katılmıştır. Bedir, Uhud, Hendek, Hudeybiye, Hayber,
Feth, Huneyn, Taif; Bedir'de sarı renkli
bir sarık taşıyordu. Resulullah,
meleklerin o gün Zübeyr'in simasında olarak savaşa katıldıklarını söylemiştir.
Cemel Vak'asında Zübeyr Hz. Ali karşısında mukatil olarak yer almıştı. Hz. Ali, ona Resulullah'ın:
"Sen Ali'yle mukatele edeceksin fakat haksızsın" dediğini hatırlatır.
Bunu hatırlayan Zübeyr savaşı terkeder.
Hz. Zübeyr, Hicretin 36. yılında
şehid edilir. Öldüğü zaman 67 yaşında idi.[152]
*
SA'D İBNU EBİ VAKKAS (RADIYALLAHU ANH)
ـ4414 ـ1ـ عن
عَلِيٍّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]مَا
سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يُفَدِّي
أحَداً
غَيْرَ
سَعْدٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه.
سَمِعْتُهُ
يَوْمَ
أُحُدٍ
يَقُولُ:
اَرْمِ يَا
سَعْدُ،
فِدَاكَ أبِي
وَأُمِّي[.
أخرجه الشيخان
والترمذي .
1. (4414)- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın Sa'd (radıyallahu anh)'tan başka kimseye
"Annem babam sana feda olsun" dediğini işitmedim. Uhud Savaşında:
"Ey Sa'd (okunu) at! Annem ve babam sana feda olsun!"
dediğini duydum. " [Buharî, Megazi
18, Cihad 80, Edeb 103; Müslim, Fezailu's-Sahabe 41, (2411); Tirmizî, Menâkıb,
(3756).][153]
AÇIKLAMA:
1- Burada Hz. Ali (radıyallahu anh) "Anambabam sana feda
olsun" tabirini, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sadece Sa'd İbnu
Ebi Vakas için kullandığını, başka birisi için kullanmadığını ifade eder.
Ancak, önceki rivayette Hz. Zübeyr
(radıyallahu anh) için de kullandığı ifade edilmişti. Alimler ihtilafı,
"Hz. Ali, Zübeyr için de bu tabiri kulandığını işitmemiş olabilir, bununla
kastedilen murad "Uhud savaşında" diye kayıtlamak olabilir"
diyerek te'lif etmişlerdir. Zührî, Uhud'da
Resulullah'ın "at!.." emri üzerine bir ok attığını rivayet
eder.
2- Sa'd İbnu Ebi Vakkas (radıyallahu anh) Aşere-i
Mübeşşere'dendir. Ebu İshak diye
künyelenir. Altıncı müslümandan sonra İslam'a girmiştir, dördüncüden
sonra olduğu söylenmiştir. Müslüman olduğu zaman 17 yaşındaydı. "Namaz farz edilmeden önce müslüman
oldum" dediği rivayet edilmiştir. Ashabın on büyüğünden (sâdât) biridir.
Hz. Ömer (radıyallahu anh)'ın vefat edince
yerine halifeyi seçmek üzere vazifelendirdiği altı kişilik şura'nın da
üyesidir. Bedir, Uhud, Hendek gibi
Resulullah'ın katıldığı savaşların hepsinde hazır bulunmuştur.
İslam'da ilk kan akıtan kimse odur. Allah yolunda ilk oku da o
atmıştır. Resulullah'ın annesi Beni Zühr kabilesindendi. Sa'd aynı kabileden
olduğu için Sa'd'a Aleyhissalâtu
vesselâm, "dayım" demiştir.
Mekke'de namaz ilk emredildiği sırada müslümanlar, dağlarda tenha
yerlerde kılarlardı. Bir seferinde bir grup müşrik Sa'd'ı namaz kılarken
görürler ve hakaret ederler. O da onlara
karşılık verir. Aralarında kavga çıkar. Sa'd bir deve kemiği vurarak bir müşriğin kafasını
yarar ve bu, Allah yolunda akıtılan ilk kan olur.
Hz. Ömer, Sa'd'ı İran'a gönderdiği ordulara komutan yapar. Nitekim
Kadisiye zaferi onun eliyle kazanılmıştır. Celûla, Medâin şehirlerini o
fethetmiş Kufe'yi o kurmuştur. Bilahare Hz.Ömer onu azletmiş ve "Hiyaneti veya aczi sebeiyle
azletmediğini" açıklamıştır.
Sa'd, Resulullah'ın: "Allahım, Sa'd'ın duasını kabul et"
duasına mazhar olmuş, ondan sonra her duası kabul edimiş, insanlar onun
bedduasını almaktan korkmuş ve kaçınmıştır.
Hz. Sa'd, Hz. Osman (radıyallahu anh)'nın ölümü üzerine
köşesine çekilmiş, hiçbir muharib hizbe katılmamıştır. Hatta oğlu Ömer
ve yeğeni Haşim İbnu Utbe İbni Ebi Vakkas, onu hilafete çağırmışlarsa da kabul
etmemiş, selameti tercih etmiştir. O,
aradan çekilince Hz. Muaviye (radıyallahu anh), onu ve Abdullah İbnu
Ömer ve Muhammed İbnu Mesleme'yi kendi tarafına çekmeyi arzulamış, onlara
yazdığı mektuplarla Hz. Osman'ın kanını taleb etmeye davet etmiştir. Hepsi de
bu davete uymayıp reddetmeyi uygun görmüştür.
Sa'd, müslüman olduğu ilk günlerde annesiyle yaşadığı bir
macerayı şöyle anlatır: "Ben anneme
karşı çok saygılı bir kimseydim. Müslüman olduğum zaman (annem bu saygımdan
istifade ile beni İslam'dan döndürmek istedi ve):
"Ey Sa'd! Bu yaşamaya başladığın yeni din de ne? Ya bu
dinini terkedeceksin, yahut ölene dek
yeyip içmeyi bırakacağım!" dedi.
Ben kendisine:
"Anneciğim sakın böyle bir şey yapma. Zira ben kesinlikle
dinimi bırakamam!" dedim. Yine de o yemeyi içmeyi bıraktı. Bu hal bir gün
bir gece devam etti. Sabah olunca bayağı bitkin düşmüştü. Kendisine:
"Allah'a yemin olsun! Senin bin ruhun olsa, hergün birer birer çıkmaya başlasa, ben şu dinimi bu sebeple terkedecek değilim!" dedim Benim bu
azmimi görünce, yeyip içmeye başladı. Bu hadise üzerine şu ayet indi, (mealen):
"Eğer ilah olduğuna dair hiçbir delil bulunmayan bir şeyi bana ortak
koşman için seni zorlayacak olurlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi
geçin. Bana yönelenlerin yoluna tabi ol. Sonunda dönüşünüz banadır.
Yaptıklarınızı ben size haber vereceğim" (Lokman 15).
Sa'd bu ayetin kendisiyle ilgili olarak nazil olduğunu söylerdi.
Sad, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan çokça hadis rivayet
etmiştir. Onun rivayetlerini Sahabe ve Tabiinden pek çok büyükler sonraki
nesillere intikal ettirdiler.
Sa'd Hicri 54 yılında, Medine'den yedi mil uzaklıktaki Akik'de
vefat etmiştir. Medine'ye omuzlarda getirilmiş, namazını Mervan kıldırmış,
Resulullah'ın zevceleri de namaza iştirak etmişlerdir. Oğlu Amir, Sa'd'ın
"en son ölen muhacir" olduğunu söylemiştir.[154]
*
SAİD İBNU ZEYD (RADIYALLAHU ANH)
ـ4415 ـ1ـ عن
قيس بن أبى
حازمٍ قال:
]سَمِعْتُ
سَعِيدَ بْنَ
زَيْدٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
يَقُولُ:
واللّهِ لَقَدْ
رَأيْتُنِى،
وَإنَّ
عُمَرَ
لَمُوثِقِى عَلى
ا“سَْمِ أنَا
وَأُخْتَهُ
قَبْلَ أنْ يُسْلِمَ
عُمَرُ،
وَلَوْ أنَّ
أُحُداً
انْقَضَّ
لِلَّذِي
صَنَعْتُمْ
بِعُثْمَانَ
لَكَانَ
مَحْقُوقاً
أنْ يَنْقَصَّ[.
أخرجه
البخاري .
1. (4415)- Kays İbnu Hazım
anlatıyor: "Said İbnu Zeyd (radıyallahu anh)'ı dinledim, diyordu ki:
"Vallahi ben şu halimi
hatırlıyorum: "Allah'a yemin olsun, Ömer İslam'a girmezden önce, beni ve
kızkardeşini müslüman olduk diye bağlamıştı. Eğer Osman'a yaptığınız (öldürme
işin)den dolayı Uhud dağı yerinden gitse, gitmede haklı idi."
[Buharî, Menakıbu'l-Ensar 34, 35, İkah
1.][155]
AÇIKLAMA:
1- Said İbnu Zeyd, Hz. Ömer (radıyallahu anh)'nın eniştesidir.
Burada Hz. Ömer'in, müslüman olmazdan öcne, eniştesine ve kızkardeşine
zulmettiği, İslam'dan çevirmek için
onlara hakaret ve tezlil olsun diye
horlayıcı muameleler yaptığı anlaşılmaktadır. Sadedinde olduğumuz rivayete göre, onlara, köleye yapılan muamelede
bulunmuş ve bağlamıştır. Kirmânî'nin hadisten "Said'in ...bizi İslam'a
tesbit edip takviye etmişti" demek
istediğini anlamış olduğunu belirten İbnu Hacer, bu mananın yanlış olduğunu
belirterek: "Sanki Kirmânî, hadiste geçen "müslüman olmazdan
önce" ibaresini dikkatten kaçırmışa benziyor. Zîra Hz. Ömer, henüz kafirken kendisinden
"İslam'a tesbit ve takviyenin vaki olması ihtimalden pek uzaktır. Böyle
bir iddia zaten vaki olana muhaliftir" der. Hz. Said İbnu Zeyd ve hanımı,
Hz. Ömer'den önce müslüman oldular. Esasen
rivayetler, Hz. Ömer'in müslüman oluş sebebini, eniştesinin evinde okunan Kur'an'ı işitmesi olarak gösterirler.
2- Said İbnu Zeyd el-Kureyşî, Hz. Ömer'in eniştesi ve
amcaoğludur. Ayrıca Said'in kızkardeşi Antike de Hz. Ömer'in nikahlısı idi.
Said (radıyallahu anh) ilk muhacirlerdendir. Resulullah onu, Ubey İbnu Ka'b'la
kardeşlemişti. Bedr'e katılamadı. Ancak (aleyhissalâtu vesselâm), ganimetten
pay vermiş, sevabını da vaadetmiştir. Resulullah'ın onu Şam taraflarına
casusluk vazifesi ile göndermiş olduğunu
daha önce belirtmiştik (4411). Diğer gazvelerin hepsine de katılmıştır.
Said İbnu Zeyd Aşere-i Mübeşşeredendir. Hata yaparım korkusuyla
Resulullah'tan hadis rivayet etmekten kaçınmıştır. Pek az rivayeti vardır. Onun
yaptığı bir rivayet şudur: "Kim malını müdafaa ederken öldürülürse
şehiddir."
Said, duası makbullerdendi.
Ervâ Bintu Üveys onu Medine valisi Mervân İbnu'l-Hakem'e: "Arazime tecavüz
etti" diyerek şikayet etmişti. Mudafaada Said: "Ben Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın "Kim bir karışlık arazi gasbederse Kıyamet
günü o arazi, yedi kat altıyla boynuna dolanır" dediğini işittim.
Bunu işitmiş olan beni, arazi gasıbı mı
zannediyorsunuz? Allahım, eğer şu kadın yalancı ise gözlerini kör etmeden canını alma, kabrini de kuyusunun içinde
kıl!" diyerek beddua eder. Kadın bir müddet sonra kör olur
ve evinde yürürken kuyuya düşer ve orasını ona kabir yaparlar. Bundan sonra
Medine'de şöyle demek adet olmuştur: "Allah Erva'yı kör ettiği gibi seni
de kör etsin."
Said İbnu Zeyd Yermuk savaşına ve Şam şehrinin (Dımeşk)
kuşatılmasına iştirak etmiştir. Aşere-i Mübeşşere'nin, savaşta Resulullah'ın
önünde, namazda hemen arkasında olduğu belirtilir.
Said İbnu Zeyd, hicretin 50. veya 51. yılında 70 küsur yaşlarında
olduğu halde vefat etmiştir. Medine'nin banliyösü sayılan Akik'de 58.
Hicri senesinde öldüğü de söylenmiştir.
Abdullah İbnu Ömer yıkamış, tahnit etmiş ve namazını kıldırmıştır.[156]
*
ABDURRAHMAN İBNU AVF (RADIYALLAHU ANH)
ـ4416 ـ1ـ عن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها
قالَتْ: ]قَالَ
رَسُولُ اللّهِ
# لِنسَائِهِ:
إنَّ
أمْرَكُنَّ
لَمِمَّا
يَهِمُّنِى
مِنْ
بَعْدِى،
وَلَيْسَ
يَصْبِرُ
عَلَيْكُنَّ
إَّ
الصَّابِرُونَ
الصِّدِّيقُونَ.
ثُمَّ
قَالَتْ ‘بِي
سَلَمَةَ بْنِ
عَبْدِالرَّحْمنِ:
سَقى اللّهُ
أبَاكَ مِنْ
سَلْسَبِيلَ
الْجَنَّةِ،
وَكَانَ ابْنُ
عَوْفٍ قَدْ
تَصَدَّقَ
عَلى
أُمُّهَاتِ
الْمُؤْمِنِينَ
بِأرْضٍ
بِيعَتْ
بِأرْبَعِينَ
ألْفاً،
وَقَالَ أبُو
سَلَمَةَ
بْنُ
عَبْدِالرَّحْمنِ
بْنِ عَوْفٍ:
أوصى
عَبْدُالرَّحْمنِ
بِحَدِيقَةٍ
‘ُمَّهَاتِ
الْمُؤْمِنِينَ
بِيعَتْ
بِأرْبَعَمِائَةِ
ألْفٍ[. أخرجه
الترمذي
وصححه.»السَّلْسَبِيلُ«
اسم عينٍ في
الجنَّةِ.
1. (4416)- Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir
gün) hanımlarına:
"Ölümümden sonra beni üzecek şeylerden biri de sizin
meselenizdir. Size ancak sıddîk (Hz. Aişe der ki yani mutasaddık) ve sabırlılar
tahammül edebilir" der.
Hz. Aişe devamla, Ebu Seleme İbnu Abdirrahman'a dedi ki:
"Allah senin babana cennetin selsebil çeşmesinden içirsin."
İbnu Avf, Ümmühatu'lmü'minin'e tasadduk edenlerdendi, kırkbin dirheme satılan bir bahçe tasadduk
etmiş idi. [Tirmizî, Menakıb, (3750).][157]
AÇIKLAMA:
1- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), vefatından sonra
kendisini kederlendirecek durumlar arasında zevcelerinin durumlarını
da saymaktadır. Çünkü onlar, dünya
hayatı ile ahiret hayatından birini
tercihte muhayyer bırakıldıklarında,
ahiret hayatını tercih etmişlerdi. Bu sebeple onlara maddi bir miras
bırakmamıştı.
2- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), zevcelerinin maddi
ihtiyaçlarını temin yüküne, aza rıza gösterip çoğu vermek suretiyle nefsin
muhalefetine, sabırlı olanlardan başka kimsenin tahammül edemeyeceğini
belirtmektedir.
3- Rivayette Hz. Aişe (radıyallahu anhâ), Abdurrahman İbnu Avf
(radıyallahu anh)'ı takdir etmekte, cennetteki Selsebil adlı çeşmenin suyundan
içmesi için dua etmektedir. Çünkü o, Ümmühâtu'lmü'minin'e cömert davranmıştır.
Hususen kırkbin dirheme satın aldığı bir
bahçeyi bağışlamıştır.
4- Abdurrahman İbnu Avf da Aşere-i Mübeşşeredendir. Künyesi
Ebu Muhammed'dir. Cahiliye devrinde adının Abdu Amr veya Abdu'l-Ka'be olduğu belirtilir.
Onu Abdurrahman diye Aleyhissalâtu vesselâm tesmiye buyurmuştur. Fil yılından
on sene sona doğmuştur. Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Daru'l-Erkâm'a girmezden önce müslüman olmuştur.
İslam'a ilk giren sekizler ve Hz. Ebu Bekr'in eliyle hidayete eren beşler arasında yer alır.
Ayrıca ilk muhacirlerdendi. Önce Habeşistan'a sonra da Medine'ye hicret etti.
Resulullah onu Sa'd İbnu Rebi ile kardeşlemişti. Bedir, Uhud ve sonaki bütün
gazvelerde Aleyhissalâtu vesselâm'la hazır bulundu. Resulullah, onu
Dümetu'l-Cendel'e Kelb kabilesine gönderdi, mübarek elleriyle sarığını sarıp
ucunu iki omuzu arasında sarkıttı ve: "Fetihte bulunursan kralın kızıyla
evlen" buyurdu.
Abdurrahman İbnu Avf, Hz. Ömer'in, kendinden sonra halife
seçmeleri çin tayin ettiği altı kişilik istişare heyetinden biri idi. Bir sefer
sırasında Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) onun arkasında namaz kılmıştır.
Uhud savaşında 21 adet yara aldığı belirtilir. Ayağından aldığı
bir yara sebebiyle topallamıştır.
Abdurrahman İbnu Avf zengin ve sehavetli idi. Bir günde otuz
köleyi azad etmiştir. Sa'd ile kardeş
kılınınca Sa'd kendisne: "Malım var aramızda ortaktır, iki hanımım var,
bak dilediğini senin için boşayayım!"
der. Abdurrahman: "Allah malını da ehlini de sana mübarek kılsın,
sen bana çarşıyı göster!" der.
Kısa zamanda kazandıklarıyla düğün yapar. Zamanla servetini
artırıp zengin olur. Öyle ki, bir seferde yediyüz deve onun adına buğday taşır.
Bir gün Ümmü Seleme'nin yanına girip: "Valideciğim, malın çokluğunun beni
helak etmesinden korkuyorum" der. O da: "Oğulcuğum Allah yolunda
harca!" tavsiyesinde bulunur. Büyük bir yük kervanının Medine'ye
gelmesi vesilesiyle Resulullah'ın:
"Abdurrahman cennete emekleyerek girecek" sözü kulağına gelince, yiyecek yüklü yediyüz
devenin hepsini yüküyle birlikte tasadduk eder. Onun, Resulullah'ın sağlığında
bir seferinde 4 bin, bir seferinde 40 bin, bir başka seferinde yine 40 bin
dinar tasadduk ettiğini, sonra iki ayrı seferde beşer yüz adet atlıyı Allah
yolunda donattığı, bütün bu serveti ticaretle elde ettiği belirtilir.
Hz. Ömer vefat edince, şura'ya: "Kim kendini adaylıktan
çıkarıp halife seçecek?" Kimse cevap vermeyince: "Ben adaylıktan
çekiliyorum!" der ve birisini seçme işini üzerine alır. Birkaç gün
çalışmadan sonra Hz. Osman'ı seçer ve ilk defa ona biat eder.
Hz. Halid İbnu Velid'le Abdurrahman İbnu Avf atışırlar. Halid
(radıyallahu anh): "Yani bizden önce müslüman oldun diye bize büyüklük mü
taslıyorsunuz?" der. Bu söz Aleyhissalâtu vesselâm'ın kulağına ulaşınca:
"Ashabımı bana bırakın! Ruhumu yed-i kudretinde tutan zat'a
yemin olsun! Vallahi sizden biri Uhud miktarınca altın tasadduk etse, bu
onların (evvelkilerin) infak ettiği bir ve hatta yarım müdd'üne denk
olmaz" ferman eder.
Abdurrrahman İbnu Avf, Hicrî 31 yılında Medine'de yetmişbeş yaşında olduğu halde
vefat eder. Ölünce ellibin dinar Allah yolunda bağışlanmasını vasiyet etmiştir.
Ayrıca Bedir Ashabından her birine dörtyüz dinar verilmesini de vasiyet
etmiştir. O zaman Bedir Ashabından yüz kişi hayatta idi. Hz. Osman dahil, hepsi bunu
alır. Bir diğer vasiyeti de Allah yolunda bin at bağışı idi.
Geride kalan malı pek fazla
idi. Bu meyanda külçe altın vardı, baltalarla kırılmış, kıranların elleri
kabarmıştı. Kırda otlayan bin devesi, yüz atı ve üçbin koyunu vardı.[158]
*
EBU UBEYDE İBNU'L-CERRAH (RADIYALLAHU ANH)
ـ4417 ـ1ـ عن
أنسٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ رَسُولُ
اللّهِ #:
لِكُلِّ
أُمَّةٍ
أمِينٌ وَإنَّ
أمِينَنَا
أيَّتُهَا
ا‘مَّةُ أبُو
عُبَيْدَةَ
بْنُ
الْجَرَّاحِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه[
.
1. (4417)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Her ümmetin bir emini vardır. Bizim eminimiz, ey ümmet, Ebu
Ubeyde İbnu'l-Cerrah (radıyallahu anh)'tır."[159]
ـ4418 ـ2ـ
وفي رواية
لمسلم: ]أنَّ
أهْلَ
الْيَمَنِ قَدِمُوا
عَلى رَسُولِ
اللّهِ #:
فقَالُوا ابْعَثْ
مَعَنَا
رَجًُ
يُعَلِّمُنَا
السُّنَّةَ وَا“سَْمَ
فَأخَذَ
بِيَدِ
عُبَيْدَةَ
بنِ الْجَرَّاحِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
وَقالَ: هذَا
أمِينُ هذِهِ
ا‘مَّةِ[.
أخرجه
الشيخان والترمذي
.
2. (4418)- Müslim'in bir
rivayetinde: "Yemenliler (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelerek: "Bizimle
birlikte birisini gönder de bize sünneti ve İslam'ı öğretsin!" dediler.
Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm Ebu Ubeyde İbnu'l-Cerrah (radıyallahu
anh)'ın elinden tutup:
"İşte bu, ümmetin eminidir!" buyurdu." [Buharî,
Fezâilu'l-Ashab 21, Megazî 72; Müslim, Fezâilu'l-Ashab 53, 54, (2419).][160]
AÇIKLAMA:
1- Ebu Ubeyde (radıyallahu anh)'ın ismi Amir ibnu Abdillah
İbni'l-Cerrah'tır. Yedi göbek yukarıda Resullah'la birleşir.
2- Emin, güvenilen kimse demektir. Resulullah'ın mümtaz
vasıflarından biridir. Cahiliye devrinde Muhammedü'l-Emin olarak şöhret yapmış
idi. Aleyhissalatu vesselâm, Ashabını galib vasıflarıyla tesmiye etmiştir.
Diğerleri de emin olmakla beraber, emanet Ebu Ubeyde'de galebe çaldığı için onu da bu suretle tesmiye ve taltif
buyurmuştur.
3- Müslim'in bir rivayetinde "Ehl-i Yemen'e bedel Ehl-i
Necran denmiştir. Burada ya Necran'ın Yemen'e yakınlığı sebebiyle, ravi
tarafından yapılan bir tasarrufla aynı yer kastedilmekle birlikte, iki ayrı
isim zikredilmiştir, yahut da iki ayrı
hadise mevzubahistir. Ancak İbnu Hacer, önceki ihtimali müreccah bulur.
4- Ebu Ubeyde İbnu'l-Cerrah (radıyallahu anh) Aşere-i
Mübeşşere' dendir. Bedir, Uhud ve diğer bütün gazvelere Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'la birlikte katılmıştır. Bu da ilk müslümanlardandır.
Habeşistan'a ve Medine'ye hicret etmiştir, el-Kavi el-Emin diye çağrılırdı.
Medine'ye hicret edince, Aleyhissalâtu
vesselâm onu Ebu Talha el-Ensarî ile kardeşlemiştir.
Resulullah öldüğü gün, yerine bir halife seçilmesi meselesinde,
Hz. Ebu Bekr; "Sizin için şu iki şahıstan şahsen razıyım; Ömer
İbnu'l-Hattab ve Ebu Ubeyde İbnu'l-Cerrah" diyerek onu da aday
göstermişti.
Şam şehrini fethetmek üzere Suriye'ye yürüyen ordu komutanlarından
biri Ebu Ubeyde idi. Hz. Ömer halife olur olmaz Halid İbnu Velid'i azletti, Ebu
Ubeyde'yi komutan tayin etti. Halid
vazifeyi devrederken orduya:
"Size bu ümmetin emini komutan oldu!" buyurdu. Ebu
Ubeyde de:
"Resulullah'ın: "Halid Allah'ın kılınçlarından bir
kılınçtır" dediğini işittim" buyurdu.
Ebu Ubeyde Bedir savaşında babasıyla karşılaşır ve babasının
üzerine üzerine geldiğini farkeder. İlk başta babasından kaçınmaya çalışırsa da
bilahare mukabele eder ve öldürür. Bu hadise üzerine şu mealdeki ayet nazil
olur. "Allah ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavmin Allah ve Resulü'ne
düşmanlık edenlere sevgi beslediğini
göremezsin, isterse onlar babaları, evlatları, kardeşleri yahut aşiretleri olsun. Allah onların
kalplerine imanı yerleştirmiş ve kendi tarafından bir nur ile
kuvvetlendirmiştr. Ahirette de onları içinde ebediyyen kalmak üzere, altından
ırmaklar akan cennetlere yerleştirir. Allah onlardan razıdır, onlar da
Allah'tan. İşte onlar Allah'a tabi olan gruptur. Haberiniz olsun ki, Allah'a
tabi olanlar, kurtuluşa erenlerin ta kendisidir" (Mücâdele 22).
Hz. Ömer (radıyallahu anh) Şam'a geldiği zaman, oradaki ordunun
komutanı olan Ebu Übeyde'nin evine uğrar. Evini fevklade bir sadelik içinde bulur. Sadece kılıncı ile
kalkanından başka bir şey göremez.
"Evine biraz eşya temin etseydin!" der. Ebu Ubeyde:
"Ey Emir elmü'minin, eşya bizi gündüz uykusuna atar!" cevabını verir. Ebu
Ubeyde'nin (Allah'a vereceği hesaptan korktuğu için): "Bir koç olmayı,
sahibim tarafından kesilip etimin yenilmesini, suyumdan da çorba yapılmasını
ne kadar isterdim" dediği rivayet
edilmiştir.
Ebu Ubeyde, Betyu'l-Makdis'te
namaz kılmak arzusuyla yola çıkar. Ürdün'ün Fıhl denen mevkiinde Hicrî 18 yılında ellisekiz
yaşında olduğu halde vefat eder. İmvas taununda öldüğü de kuvvetli bir rivayettir. Öleceği sırada yerine Hz. Muaz'ı
tayin eder, (radıyallahu anhüma).[161]
*
ABBAS İBNU ABDİLMUTTALİB (RADIYALLAHU ANH)
ـ4419 ـ1ـ عن
عَلىٍّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
آذَى عَمِّي
فَقَدْ
آذَانِي،
وإنَّمَا
عَمُّ
الرَّجُلِ
صِنْوُ
أبِيهِ[.
أخرجه
الترمذي.»الصِّنْوُ«
المِثْلُ .
1. (4419)- Hz. Ali
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kim amcama eziyet
verirse mutlaka bana eziyet vermiştir. Şurası muhakak ki, kişinin amcası
babası yerindedir." [Tirmizî, Menakıb, 37 64).][162]
ـ4420 ـ2ـ
وعن ابْنِ عبَّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #
لِلْعَبَّاسِ:
يَا عَمِّ
إذَا كَانَ
غَدَاةُ
ا“ثْنَيْنِ
فأتِني أنْتَ
وَوَلَدُكَ
حَتّى
أدْعُوَ
لَكُمْ
بِدَعْوَةٍ يَنْفَعُكَ
اللّهُ بِهَا
وَوَلَدَكَ.
قَالَ:
فَغَدَا
وَغَدَوْنَا
مَعَهُ
فَألْبَسَنَا
كِسَاءً.
ثُمَّ قَالَ:
اَللَّهُمَّ
اغْفِرْ
لِلْعَبَّاسِ
وَوَلدِهِ
مَغْفِرَةً
ظَاهِرَةً وَبَاطِنَةً
َ تُغَادِرُ
ذَنْباً.
اللَّهُمَّ
احْفَظْهُ في
وَلَدِهِ[.
أخرجه
الترمذي .
وزاد
رزين في
رواية:
]وَاجْعَلُ
الخَِفََةَ بَاقِيَةً
في عَقِبِهِ[ .
2. (4420)- İbnu Abbas (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Abbas (radıyallahu
anh)'a dedi ki:
"Ey amcam, pazartesi sabahı bana sen ve oğlun beraber gelin
size dua edivereyim. Allah bu dua
bereketine, sana da oğluna da hayırlar halketsin!"
İbnu Abbâs devamla der ki: "Abbâs gitti, biz de beraberinde
gittik. (Resulullah) hepimize bir kîsa örttü; sonra da şöyle dua buyurdu:
"Allahım! Abbas'ı ve oğlunu mağfiretine erdir, öyle bir
mağfiret ki zahiri batınî bütün günahlarına ulaşıp temizlesin, hiçbir günah
hariç kalmasın. Allahım, ona çocuğu sebebiyle ikram et." [Tirmizî,
Menakıb, (37 66).]
Rezin bir rivayette şu ziyadeyi
kaydetti: "Hilafeti onun neslinde baki kıl."[163]
ـ4421 ـ3ـ
وعن أبِي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #
تَخْرُجُ
مِنْ
خُرَاسَانَ
رَايَاتٌ
سُودٌ َ
يَرُدَّهَا شَىْءٌ
حَتّى
تُنْصَبَ
بِإيلِيَاءَ[.
أخرجه الترمذي
.
3. (4421)- Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Horasan'dan siyah bayraklar çıkacak. Bu bayrakları hiçbir şey
geri çeviremeyecek ve mutlaka İlya'ya
(Küdus şehrine) dikilecek." [Tirmizî, Fiten 79, (2270).][164]
AÇIKLAMA:
1- Bu üç rivayet Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın amcası
Abbas (radıyallahu anh)'la ilgilidir.
Birinci hadisin vürudu,
Tirmizi'de bir sebeple izah
edilmektedir: "Bir gün, Resulullah'ın amcası Abas (radıyallahu anh),
Aleyhissalâtu vesselâm'ın yanına öfkelenmiş bir halde girer. Aleyhissalâtu
vesselâm:
"Seni öfkelendiren sebep nedir?" diye sorar. Abbas
(radıyallahu anh):
"Kureyş'in bizimle alıp veremediği nedir? Aralarında
karşılaştıkları zaman birbirlerini güler yüzle karşılarlar, bizimle
karşılaştıkları zaman suratları bin parça" der. Bu duruma Aleyhissalâtu vesselâm da
öfkelenir. Öyle ki öfkeden yüzü al al olur ve şöyle buyurur:
"Nefsimi elinde tutan Zat'a yemin olsun! Siz Allah ve Resulü
için sevmedikçe hiç kimsenin kalbine
iman girmez!"
Sonra devamla der ki:
"Ey insanlar, bilin ki: Kim amcama eziyet verirse mutlaka
bana da eziyet etmiş olur. Zira, kişinin amcası baba yerindedir."
Şârihler, bu hadisin vürud sebebi olarak Kureyş'in kıskançlığını
zikrederler. Ebu Cehil gibi bir takım kimseler, Abbas (radıyallahu anh)'la
karşılaşınca Hak Teala'nın onlara
lutfetmiş olduğu şerefi çekemeyerek, hased ediyorlar ve surat asıyorlardı. Birbirlerine izhar
etikleri güleryüzden onları mahrum bırakıyorlardı. Nitekim bir seferinde Ebu
Cehil bu hasedini şöyle ifade etmişti:
"Beni haşim, Ka'be'yle ilgili hizmetlerden raye ve sikayeyi, nübüvvet ve risaleti alınca geride
kalan diğer Kureyşlilere daha ne kaldı?"
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), mü'min olanların Allah ve
Resulü için amcasını (ve diğer yakınlarını) sevmek zorunda olduklarını, imanla
onlara buğzun bir arada bulunamayacağnı ifade buyurur. Esasen اَسْألُكُمْ
اَجْراً اَِّ
الْمَوَدَّةَ
في الْقُرْبى ayetinde taleb
edilen "sevgi"yi, alimler, "Âl-i Beyt'e gösterilecek sevgi"
olarak da anlamışlardır. Öyleyse mü'min,
bir emr-i ilahi olarak Âl-i Beyt'i sevmekle mükelleftir. Dolayısıyla Al-i Beyt'i
Allah ve Resulü için sevmeyenlerin kalbinde gerçek iman yoktur.
2- Rezin'in ilave ettiği hadisle ilgili olarak Türbüşti der
ki: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu sözüyle, onların kendi
yakınları olduğuna, onların, tek bir kisanın örttüğü tek bir nefis durumunda
olduklarına işaret etmiştr. Duasıyla da Cenab-ı Hak'tan onlara rahmetini
saçmasını taleb etmiştir. Resulullah onların üzerine tek bir kisa örtmekle,
onları dünyada Allah'ın kelamını îla ve Resulü'nün davasına yardım için tek bir
bayrak altında toplayacağına, ahirette de tek bir sancak altında toplanacaklarına işaret
etmiştir."
3- Abbas İbnu Abdulmuttalib (radıyallahu anh), Resulullah'a
peygamberliğinin bidayetinden itibaren yardım eden yakınlarından biridir.
Künyesi, Ebu'l-Fadl'dır. Anesi Nüteyle Bintu Cenab'tır. Rivayete göre, bu kadın
Ka'be'ye örtü diken ilk Arap kadınıdır. Küçük oğlu Abbas kaybolur,
"Bulunduğu takdirde Ka'be'ye örtü dikeceğim" diye adakta bulunur.
Abbas ortaya çıkınca adağını yerine getirir.
Hz. Abbas, Resulullah'tan iki veya üç yaş büyüktür. Cahiliye
devrinde Abbas, Kureyş'in reisi idi. Mescid-i Haram'ın imaret ve sikayet hizmetleri de ona terettüp ediyordu.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Medine'lilerle yaptığı
Akabe bey'atında hazır bulundu, akdin gerçekleşmesinde katkısı oldu. Halbuki o
sıralarda henüz müşrikti. Bedir savaşına zorla getirildi. Müslümanlar esir
aldılar. Onun bağı sıkı idi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), o gün
amcasının durumu sebebiyle uyuyamadı. Sebebi sorulunca:
"Abbas'ın iniltileri sebbebiyle!" dedi. Biri kalkıp
bağlarını gevşetiverdi. Resulullah diğer esirlerin bağlarını da gevşettirdi.
Abbâs (radıyallahu anh), esaretten kurtulmak için fidye ödedi.
Ayrıca iki yeğeninin, Akil İbnu Ebi Talib ve Nevfel İbnu'l-Haris'in fidyelerini
de ödedi. Bundan sonra da müslüman oldu. Bazıları hicretten önce müslüman
olduğunu, ancak müslümanlığını gizlediğini, Meke'de kalıp müşriklerle ilgili
haberleri Resulullah'a yazdığını belirtir. Ayrıca onun Mekke'deki varlığının,
orada kalan diğer müslümanlara da bir takviye olduğu da belirtilir. Bir ara
hicret etmek için izin istemiş ise de Aleyhissalâtu vesselâm: "Senin
Mekk'deki ikametin daha hayırlı" diyerek izin vermemiş ve hatta Bedir savaşı sırasında "Abbas'a
rastlarsanız sakın onu öldürmeyin. O zorla çıkarıldı" diye tenbih ve
emirde bulunmuştur.
Resulullah, Abbas'a
"Nasıl ben peygamerlerin sonu isem, sen de muhacirlerin sonuncususun"
demiştir. O müslüman olduktan sonra Aleyhissalâtu vesselâm ona daima ikram ve
iltifatta bulunmuş ve saygı izhar etmiştir. Abbas (radıyallahu anh)'ın Kureyş'e
karşı zaafı vardı, onları kayırmak isterdi. Akıllı, müdebbir, isabetli görüş ve
rey sahibi idi. Ashab, onun kadrini bilir, faziletini tanırdı. Ona öncelik
verirler, onunla istişare ederler, re'yini esas alırlardı. Resulullah vefat
edince, Resulullah'ın asabesi içinde en yakını idi, ona taziye verilmişti.
Bir çok hadis rivayet etmiştir. Onun rivayetlerinden biri şudur:
"Kim Rab olarak Allah'ı, din olarak İslam'ı, peygamber olarak Muhammed'i
tanır, razı olursa imanın tadına
ulaşır."
Hz. Abbas, Mekke'nin zenginlerindendi. 70 tane köle azad etmiştir.
Abbas'ın kızlar hariç on oğlu vardı. Fazl, Abdullah, Ubeydullah,
Kusam, Abdrurahman,
Ma'bed, el-Haris, Kesir, Avn, Temman. Hicrî 32 yılında Medine'de, Hz. Osman'ın
şehadetinden iki yıl önce vefat etti. Ömrünün sonlarında gözlerini kaybetmiştir.
Ölümünde 88 yaşında idi. Namazını Hz. Osman kıldırdı, (radıyallahu anhüma).[165]
*
CAFER İBNU EBİ TALİB (RADIYALLAHU ANH)
ـ4422 ـ1ـ عن
أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
رَأيْتُ
جَعْفَراً يَطِيرُ
في
الْجَنَّةِ
مَعَ
الْمََئِكَةِ[.
أخرجه
الترمذي .
1.(4422)- Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Caferi gördüm, cennette meleklerle birlikte
uçuyordu." [Tirmizî, Menâkıb, (3767).][166]
ـ4423 ـ2ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كُنْتُ
ألْصِقُ
بَطْنِي
بِالْحِصْبَاءِ
مِنَ الْجُوعِ
وإنْ كُنْتُ
‘سْتَقْرِئُ
الرّجُلَ
اŒيَةَ وَأنَا
أعْلَمُهَا
كَىْ
يَنْقَلِبَ
بِى
فَيُطْعِمُنِى،
وَكَانَ
أخْيَرُ النَّاسِ
لِلْمَسَاكِينِ:
جَعْفَرَ
بْنَ أبِي طَالِبٍ،
كَانَ
يَنْقَلِبُ
بِنَا
فَيُطْعِمُنَا
مَا كَانَ في
بَيْتِهِ،
حَتّى إنْ
كَانَ
لِيُخْرِجُ إلَيْنَا
الْعُكَّةَ
الَّتِى
لَيْسَ فِيهَا
شَىْءٌ
فَيَشُقُّهَا
فَنَلْعَقُ
مَا فِيهَا[.
أخرجه
البخاري
والترمذي.»الْعُكَّةُ«
ظَرْفُ
السَّمْنِ.و»اللَّعْقُ«
أخْذُ الطَّعَامِ
بِا‘صَابِعِ
وَلَحْسُهَا،
وذلِكَ لِقِلَّةِ
الشَّىْءِ .
2. (4423)- Yine Ebu Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Açlıktan karnımı yere yapıştırdığım,
yönlerini dönüp de halimi anlarlar da yiyecek ikram ederler umuduyla bildiğim
ayetleri bana okumalarını taleb ettiğim zamanlar olurdu. Fakirlere en çok hayrı
dokunan kimse Ca'fer İbnu Ebî Talib idi. Gerçekten (söylediğim durumlarda) o bizimle ilgilenir, evinde ne
varsa ondan bize ikram ederdi. Öyle ki, bazan içi tamamen boşalmış olan yağ
kilesini bize çıkarıp açıverir, biz de onun içinde kalan (bulaşığın)ı yalanırdık."
[Buhârî, Fezailu'-Ashab 10; Tirmizî, Menâkıb, (3770).][167]
ـ4424 ـ3ـ
وعن البراء
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #
لِجَعْفَرِ
بْنِ أبِي طَالِبٍ:
أُشْبِهْتَ
خَلْقِي
وَخُلُقِي[.
أخرجه
الشيخان .
3. (4424)- Berâ (radıyallahu
anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Cafer İbnu Ebi Talib
(radıyallahu anh)'a dedi ki: "Sen bana
hem huy ve hem de yaratılış yönüyle benziyorsun." [Buharî, Megazî
43;0 Müslim, Cihad 90, (1783); Tirmizî, Menakıb, (3769).][168]
AÇIKLAMA:
1- Bu üç hadis, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
amcalarından Hz. Cafer (radıyallahu anh)' ın menkibesi ile alakalıdır. Hz.
Cafer, Hz. Ali'nin anababa bir kardeşi idi. Hz. Ali'den hemen sonra müslüman
olduğu için de ilk müslümanlardandı. Bazı kaynaklar 32. müslüman olduğunu
belirtir. Habeşistan'a hicret edenlerdendi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
onunla Necaşi'ye mektup göndermiş, hem oradaki muhacirlere başkan ve hem de
Necaşi nezdindeki elçisi kılmıştı. Hayber'in fethedildiği gün, Habeşistan'dan
Medine'ye gelir. Aleyhissalâtu vesselâm büyük sevinç izhar eder: Kucaklar,
alnından öper ve: "Bilemiyorum, Cafer'in gelişi sebebiyle mi, Hayber'in
Fethi sebebiyle mi daha çok sevinmeliyim!" der.
Birinci hadiste, Resulullah onu cennette uçar gördüğünü
söylemektedir. Bu sebeple ona Caferu't-Tayyar da denilmiştir. Bu lakabı Mu'te savaşında şehid düştüğü zaman
almıştı. Zeyd İbnu Harise'den sonra bayrağı ve komutanlığı alan Hz. Cafer,
ellerini kaybeder. Savaşı, anında Ashab'a, Medine'de safha safha haber veren
Aleyhissalâtu vesselâm, Cafer'in şehadetini: "Kolları kesildi, ancak Allah
onlara bedel iki kanat verdi, cennete uçuyor" diye müjdeler. Ölünce
vücudunun ön kısmında 70'ten fazla yara sayılır.
Hz. Ebu Hureyre, ikinci hadiste onun cömertliğini, fakirlere karşı
alakasını takdirle yadeder. Bu onun mümtaz yönlerinden biridir. Öyle ki,
Aleyhissalâtu vesselâm ona Ebu'l-Mesakin yani Fakirlerin Babası lakabını
takmıştır.
Resulullah şöyle demiştir: "Benden önce her
peygambere yedi tane seçkin vezir verilmiştir, bana ise ondört tane verildi:
Hamza, Cafer, Ali, Hasan, Hüseyin, Ebu Bekr, Ömer, Mikdad Huzeyfe, Selman,
Ammar ve Bilal." Resulullah Cafer'in ölümüne üzülmüş, gözlerinden akan yaşları
tutamamıştır. Hz. Aişe: "Cafer'in ölüm haberi gelince Resulullah'ın
yüzündeki hüznü okuduk" der.
Abdullah
İbnu Cafer der ki: "Hz. Ali'den bir
şey istediğim zaman yerine getirmezse "Cafer hakkına!" derdim ve o
vakit mutlaka yapardı."
Hz.
Cafer şehid edildiği vakit 41 yaşında idi. Başka rakamlar da söylenmiştir,
(radıyallahu anh).[169]
*
HZ. HASAN VE HÜSEYİN (RADIYALLAHU ANHÜMA)
ـ4425 ـ1ـ عن
البراء
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]رَأيْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #،
وَالحَسَنُ
عَلى عَانِقِهِ،
يَقُولُ:
اللَّهُمَّ
إنِّى أُحِبّهُ
فَأحِبَّهُ[.
أخرجه
الشيخان
والترمذي .
1. (4425)- Hz. Berâ
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
gördüm. Hz. Hasan'ı omuzunda taşıyor ve de:
"Allahım, ben bunu seviyorum, onu sen de sev!"
diyordu." [Buhârî, Fezâilu'l-Ashab 22; Müslim, Fezâilu's-Sahabe 58, 59,
(2422); Tirmizî, Menâkıb, (3784).][170]
ـ4426 ـ2ـ وفي
رواية
للترمذي:
]أنَّ النبىّ #
أبْصَرَ حَسَناً
وَحُسَيْناً.
فقَالَ:
اللَّهُمَّ
إنِّى
أُحِبُّهُمَا
فَأحِبَّهُمَا[
.
2. (4426)- Tirmizî'nin bir
rivayetinde şöyle gelmiştir: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hz.
Hasan ve Hüseyin'e bakıp: "Allahım, ben bunları seviyorum, sen de
sev!" buyurdu." [Tirmizî, Menâkıb, (3784).][171]
ـ4427 ـ3ـ
وعن عُقْبَةَ
بْنِ
الْحَارِثِ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]صَلَّى أبُو
بَكْرٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
صََةَ
العَصْرِ
ثُمَّ خَرَجَ
يَمْشِى
وَمَعَهُ
عَلِيٌّ،
فَرَأى الْحَسَنَ
يَلْعَبُ مَعَ
الصِّبْيَانِ،
فَحَمَلَهُ
عَلى عَاتِقِهِ،
وقَالَ:
بِأبِي
شَبِيهٌ
بِالنَّبِيِّ
لَيْسَ
شَبِيهاً
بِعَلِيٍّ،
وَعلِيٌّ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
يَضْحَكُ[.
أخرجه البخاري.
3. (4427)- Ukbe
İbnu'l-Haris (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh) (bir
gün) ikindi namazını kıldı, sonra beraberinde Hz. Ali (radıyallahu anh) olduğu
halde yürümeye başladı. Yolda Hz. Hasan'ı çocuklarla oynuyor gördü. Omuzuna
alıp:
"Babam feda olsun! Ali'ye değil, Resulullah'a benziyor!"
buyurdu. Hz. Ali de gülüyordu." [Buharî, Fezâilu'l-Ashab 22.][172]
ـ4428 ـ4ـ
وعن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]سُئِلَ
النَّبِىُّ #،
أىُّ أهْلِ
بَيْتِكَ
أحَبُّ
إلَيْكَ؟
قَالَ:
الْحَسَنُ
وَالْحُسَيْنُ،
وَكَانَ
يَقُولُ
لِفَاطِمَةَ:
ادْعي لِي ابْنَيَّ
فَيَشَمُّهُمَا
وَيَضُمُّهُمَا
إلَيْهِ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما[.
أخرجه
الترمذي .
4. (4428)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
"Ehl-i Beyt'inden hangisini en çok seviyorsun?" diye sorulmuştu.
"Hasan ve Hüseyin!" diye cevap verdi. Hz. Fatıma
(radıyallahu anhâ)'ya:
"Benim oğullarımı bana çağır!" emreder, onları getirtip
koklar, kucaklardı." [Tirmizî, Menâkıb, (3774).][173]
ـ4429 ـ5ـ
وعن يَعْلَى
بْنِ مُرَّةٍ
قالَ: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #:
حُسَيْنٌ
مِنِّي
وَأنَا مِنْ
حُسَيْنٍ،
أحَبَّ
اللّهُ
تَعالى مَنْ
أحَبَّ
حُسَيْناً،
حُسَيْنٌ
سِبْطٌ مِنَ
ا‘سْبَاطِ[.
أخرجه الترمذي.»السِّبْطُ«
ولَدُ
الْوَلَدِ،
وَأسْبَاطُ
بَنِى
إسْرائيل
أوْدُ يعقوبَ
وهم فيهمْ
كالْقَبَائِل
في العَرب،
وقد جَعلَ النّبِىُّ
#: حُسَيْناً
وَاحداً منْ
أودِ ا‘نْبِيَاءِ
.
5. (4429)- Ya'lâ İbnu Mürre
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin'denim. Allah Hüseyin'i seveni sever.
Hüseyin "esbat"tan biridir." [Tirmizî, Menâkıb, (3777); İbnu
Mâce, Mukaddime, (144).] [174]
AÇIKLAMA:
1- Esbat, "sıbt"ın cem'idir. Sıbt, çocuğun çocuğu
(torun) manasına gelir. Bu manadan bakınca hadis: "Hüseyin evladımın
evladlarındandır" manasını ifade
eder. Böylece, Hz. Hüseyin'in kendinden bir parça olma keyfiyetini te'kid etmiş
olmaktadır.
2- Sıbt, Kur'an-ı Kerim'de kabile manasına da kullanılmıştır.
"Biz İsrailoğullarını oniki kabileye ayırdık." (A'raf 160) ayetinde
bu manadadır. Alimler hadiste, Hz. Hüseyin neslinden ayrı bir cemaatin meydana
geleceğinin ihbar edildiğini anlamıştır.
Nitekim o nesilden pek çok insan meydana gelmiş, İslam aleminin her
tarafında İslâmî hizmetlerin başını çeken insanlar o mübarek şecere-i
nuraniyenin meyveleri olarak başkalıklarını hissettirmişlerdir.
3- en-Nihaye'de sıbt kelimesinin ümmet manasına geldiği belirtilir. Bu durumda hadis, Hz. Hüseyin'in
soyundan, hayırda giden bir ümmet hasıl olacağını haber vermiş olmaktadır.
İbnu'l-Esir el-Cezerî açıklamasına devamla, Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İshak'ın
evladlarından hasıl olan esbatın, Hz.
İsmail'in evladlarından hasıl olan kabileler menzilesinde olduğunu ifade eder.[175]
ـ4430 ـ6ـ
وعن أبى سعيدٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
الْحَسَنُ
وَالْحُسَيْنُ
سَيِّداَ
شَبَابِ
أهْلِ
الْجَنَّةِ. أخرجَهُ
الترمذي
وصححه .
6. (4430)- Ebu Said
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Hasan ve Hüseyin, cennet ehlinin iki gencidir."
[(Tirmizî, Menâkıb, (3778).][176]
ـ4431 ـ7ـ
وعن
عبداللّهِ بن
شدّادٍ عن
أبيهِ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]خَرَجَ
عَلَيْنَا
رَسُولُ
اللّهِ # في
إحْدَى
صََتِى
الْعِشَاءِ،
وَهُوَ
حَامِلٌ
حَسَناً أوْ
حُسَيْناً،
فَتَقَدَّمَ
النَّبِىُّ #
فَوَضَعَهُ
ثُمَّ
كَبَّرَ
لِلصََّةِ
فَسَجَدَ
بَيْنَ
ظَهْرَانَى
صََتِهِ
سَجْدَةً أطَالَهَا،
قَالَ أبِي:
فرَفَعْتُ
رَأسِى فإذَا
الصَّبِىُّ
عَلى ظَهْرِ
رَسُولِ
اللّهِ #
وَهُوَ
سَاجِدٌ،
فَرَجِعْتُ
إلى سُجُودِى.
فَلَمَّا
قَضى
رَسُولُ
اللّهِ #
الصََّةَ
قِيلَ: يَا رَسُولَ
اللّهِ
إنَّكَ
سَجَدْتَ
بَيْنَ ظَهْرَانَى
صَتِكَ
سَجْدَةً
أطَلْتَهَا
حَتّى ظَنَنَّا
أنَّهُ قَدْ
حَدَثَ أمْرٌ
أوْ أنَّهُ
يُوحى
إلَيْكَ.
قَالَ: كُلُّ
ذلِكَ لَمْ يَكُنْ،
وَلكِنْ
ابْنِى
ارْتَحَلَنِى،
فَكَرِهْتُ أنْ
أعْجِلَهُ
حَتّى
يَقْضِي
حَاجَتَهُ[.
أخرجه
النسائي .
7. (4431)- Abdullah İbnu
Şeddâd, babası (radıyallahu anh)'tan naklediyor. Der ki: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) iki akşam namazının(yani akşam ve yatsının) birinde
yanımıza geldi. Hasan veya Hüseyin'den birini taşıyordu. Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) öne geçip çocuğu yere bıraktı. Sonra tekbir getirip
namaza durdu. Sonra namaz sırasında uzunca bir secde yaptı."
Babam devamla dedi: "(Secde çok uzadığı için) başımı kaldırıp
baktım. Bir de ne göreyim! Secdede olan Resulullah'ın sırtına çocuk binmiş
duruyor. Ben hemen secdeme döndüm. Namaz bitince, Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a cemaatten:
"Ey Allah'ın Resulü! Namaz sırasında öyle uzun bir secde
yaptınız ki, bir hadise meydana geldi zannettik veya sana vahiy indi
zannettik!" diye soranlar oldu.
"Hayır! dedi, "bunlardan hiçbiri olmadı. Velakin, oğlum
sırtıma bindi. Ben, acele edip hevesi geçmeden sırtımdan indirmeyi uygun
bulmadım (kendisi ininceye kadar bekledim)." [Nesâî, İftitah 83, (2, 229,
230).][177]
ـ4432 ـ8ـ
وعن سلْمى
اِمْرأةٍ من
ا‘نْصَارِ
قَالَتْ:
]دَخَلْتُ
عَلى أُمِّ
سَلَمَةَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْها
وَهِىَ
تَبْكِى.
فَقلْتُ: مَا
يُبْكِيكِ؟
قَالَتْ:
رَأيْتُ اŒنَ
رَسُولَ اللّه
# في
الْمَنَامِ
وَعلى
رَأسِهِ
وَلِحْيَتِهِ
التُّرَابُ.
فَقُلْتُ:
مَالَكَ يَا
رَسُولَ
اللّهِ؟
قَالَ: شَهِدْتُ
قَتْلَ
الْحُسَيْنِ
آنِفاً[.
أخرجه الترمذي
.
8. (4432)- Ensar'dan bir
kadın Selma (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Ümmü Sele'nin yanına girdim,
ağlıyordu.
"Niye ağlıyorsun!" diye sordum. Bana şu cevabı verdi.
"Şimdi Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı rüyamda gördüm.
Başında ve sakallarında toprak vardı. "Neyiniz var, Ey Allah'ın
Resulü?" dedim, "Az önce
Hüseyin'in öldürüldüğüne şahid oldum" buyurdu." [Tirmizî, Menakıb,
(3774).][178]
ـ4433 ـ9ـ
وعن أنسٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]أُتِىَ
عُبَيْدُ
اللّهِ بْنُ
زِيَادٍ
بِرَأسِ
الْحُسَيْنِ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه
فَجُعِلَ في
طِسْتِ،
فَجَعَلَ يَضْرِبُ
بِقَضِيبٍ في
أنْفِهِ
وَيَقُولُ: مَا
رَأيْتُ
مِثْلَ هذَا
حُسْناً.
فَقُلْتُ: أمَا
إنَّهُ كَانَ
أُشْبَهَهُمْ
بِرَسُولِ اللّهِ
#[. أخرجه
البخاري
والترمذي،
واللّفظ له .
9. (4433)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Ubeydullah İbnu Ziyad'a Hz. Hüseyin
(radıyallahu anh)'ın başı getirildi. Elindeki çubuğun ucuyla burnuna dürtüyor ve:
"Bu kadar güzelini de hiç görmedim!" diyordu. Ben
de:"O, (Âl-i Beyt arasında) Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a en çok
benzeyeni idi" dedim." [Buharî, Fezailu'l-Ashab 22; Tirmizî, Menakıb,
(3780).][179]
AÇIKLAMA:
Ubeydullah İbnu Ziyad İbni Ebî Süfyan, Kûfe'de Yezid İbnu Muaviye'nin valisi idi. Hz. Hüseyin onun valiliği sırasında şehid
edilmişti.[180]
ـ4434 ـ10ـ
وعن
عَمَّارَة
بْن عُميرٍ
قال: ]لَمَّا جِئَ
بِرأسِ
عُبَيْدِاللّهِ
بْنِ زِيَادٍ
وَأصْحَابِهِ
نَضِّدَتْ
رُؤُوسُهُمْ
في الْمَسْجِدِ
في
الرَّحَبَةِ،
فانْتَهَيْتُ
إلَيْهِمْ
وَهُمْ
يَقُولُونَ:
قَدْ جَاءَتْ،
قَدْ جَاءَتْ.
فإذَا
حَيَّةٌ قَدْ
جَاءَتْ
فَجَعَلَتْ
تَخَلَّلُ
الرُّؤُوسَ حَتّى
دَخَلَتْ في
مِنْخَرِ
عُبَيْدِاللّهِ
بنِ زِيَادٍ،
فَمَكَثَتْ
هُنَيْهَةً
ثُمَّ
خَرَجَتْ،
فَذَهَبَتْ
ثُمَّ
عَادَتْ فََدَخَلتْ
فيهِ،
فَفَعَلَتْ
ذلِكَ
مَرَّتَيْنِ
أوْ ثََثاً[.
أخرجه
الترمذي
وصححه.»نَضِّدَتْ«
أى جَعَلَ بعضها
فوق بعض
مرتباً.
10. (4434)- Ammar İbnu Umayr (rahimehullah) anlatıyor: "Ubeydullah
İbnu Ziyad ve arkadaşlarının kellesi geldikçe Kûfe'nin Rahabe mahallesinin
mescidinde üst üste dizildi. (Seyirci
kalabalığı) ben de yaklaştım.
"Geldi! Geldi!" diyorlardı. (Ne idi bu gelen? Merak edip
daha da yaklaştım). Meğerse bir yılanmış. (Nerden geldiyse) gelmiş, kelleler
arasına girip (kayboluyor, tekrar) çıkıyordu. Derken Ubeydullah İbnu Ziyad'ın
burun deliğine girdi ve orada bir müddet kaldı. Sonra çıkıp gitti ve kayboldu.
Biraz sonra kalabalık tekrar bağırmaya başladı.
"Yine geldi! Yine geldi!"
Bu hal iki veya üç kere tekerrür etti." [Tirmizî, Menâkıb,
(3782).][181]
AÇIKLAMA:
1- Son on rivayet Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in menkibeleriyle
ilgilidir. Müellifimiz, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu iki torununun
menkibelerini beraber sunmuş,
ayırmamıştır. Buhari'de dahi, onlar için bir bab ayrıldığını görmekteyiz. Bu
birliğin sebebini İbnu Hacer bu iki zat'ın "bir çok menkibelerde müşterek
olmalarıyla" açıklar. Muhtelif rivayetlerde raviler bir menkibe anlatırken
menkibenin kahramanı "Hasan" mı, "Hüseyin" mi tereddütlü
olarak kaydederler. Bunlar, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın mübarek
başlarındaki iki sevgili gözleri mesabesindedir, ayrılmaları mümkün değildir.
Hz. Hasan, Hicretin üçüncü yılında Ramazan ayında Medine'de
doğmuş, elli senesinde zehirlenerek
öldürülmüştür.
Hz. Hüseyin ise Hicri dördüncü yılın Şa'ban ayında dünyaya gelmiş, altmışbir senesinde Kerbelâ'da Aşura
gününde şehid edilmiştir. Öldürülme hadisesi şöyle olmuştur. Hz. Muaviye
(radıyallahu anh), oğlu Yezid'i yerine halife tayin ederek vefat edince, Kûfeliler Hz. Hüseyin'e yazarak
kendisinin emrinde olduklarını bildirirler. Yezid İbnu Muâviye'ye biat etmemiş
olan Hz. Hüseyin, Medine'den ayrılıp Mekke'ye gelir. Yezid'e biat etmeyenler
arasında Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anh) gibi başka büyükler de var. Hz.
Hüseyin, Kûfeliler'in mektubunu Mekke'de alır. Kufe'ye gitmek için yol
hazırlığı yapar. Kardeşi Muhammed İbnu'l-Hanefiyye, İbnu Ömer, İbnu Abbas gibi
birçok rey ehli zevat, Kufe'ye gitmesini tavsiye etmezler. Ancak Hz. Hüseyin:
"Rüyada Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı gördüm. Bana bir emirde
bulundu, ben onu yerine getireceğim" diyerek gitmesine engel olanları
dinlemez.
Yezid, Kufe'ye Ubeydullah İbnu Ziyad'ı vali tayin eder, ayrıca
Kufe'ye müteveccihen yola çıkan Hz. Hüseyin'i karşılamak üzere ordu hazırlar.
Başına Ömer İbnu Sa'd İbnu Ebi Vakkas'ı
komutan yapar ve Hz. Hüseyin'e karşı kazanacağı zafere mukabil Rey
valiliğini vaadeder. Ömer İbnu Sa'd, Hz. Hüseyin'i karşılar ve Kufe valisi
Ubeydullah İbnu Ziyad'ın emrine uyma talebinde bulunduktan sonra, saldırıya
geçerek Hz. Hüseyin (radıyallahu anh)'ı ve beraberinde bulunan aile halkından
19 kişiyi şehid eder. Toplam öldürülenlerin sayısı 72'dir. Ömer İbnu Sa'd
bunların başlarını kopartarak Ubeydullah İbnu Ziyad'a gönderir. İbnu Ziyad Kufe'de halkı toplayıp
başları getirtir. Halkın gözü önünde elindeki çubukla Hz. Hüseyin'in
başına dürter, dudaklarının arasına
geçirir ve kaldırmaz. Bu hakareti gören Zeyd İbnu Erkam (radıyallahu anh):
"Kaldır çubuğu, kendisinden başka ilah olmayan Zat'a yemin
olsun, ben Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın dudaklarını bu dudakların
üzerinde onları öperken gördüm!" der ve kendini tutamayıp ağlar. Zalim
İbnu Ziyad:
"Allah, gözlerini
ağla(maktan çıkar)sın. Allah'a yemin olsun, eğer bunak ihtiyarın teki
olmasaydın kelleni uçururdum!" der. Zeyd İbnu Erkam orayı terkeder ve
şöyle söylenir:
"Ey Arap cemaati! Bugünden sonra artık kölesiniz. Hz.
Fatıma'nın oğlu Hüseyin (radıyallahu anh)'ı
katlettiniz, başınıza İbnu Mercane'yi (Ubeydullah İbnu Eyd'i kasteder)
emir yaptınız. O sizin hayırlılarınızı öldürecek, şerlilerinizi de köle
yapacaktır.
Buhârî ve Tirmizî, Ubeydullah İbnu Ziyâd zalimiyle ilgili rivayeti
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in menkîbeleri ile ilgili babta kaydetmiştir. Çünkü o
rivayetlerde, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kurretu'l-ayn'ı ve
reyhanesi olan Hz. Hüseyin'in mübarek başlarına karşı hakâretâmiz
davranışlarının cezasını, Cenab-ı Hakk'ın daha dünyada iken verdiğini ifade
etmektedir: Birden ortaya çıkan ince bir yılan mükerrer seferler ağzından girip
burnundan çıkıyor, burundan girip ağızdan çıkıyor ve sonra kayboluyor. Bu, Hz.
Hüseyin (radıyallahu anh)'a yapılan harekete karşı Cenab-ı Hakk'ın bir âyeti,
bir ibrettir.
Cenab-ı Hak bu zâlimin ölümünü İbrahim İbnu'l-Eşter eliyle hicrî
66 yılında gerçekleştirmiştir. İbrahim'i, Muhtar İbnu Ebî Ubeyde es-Sakafî,
İbnu Ziyâd'ı öldürmesi için yollamıştı. İbrahim İbnu'l-Eşter, zalimi, Musul'a
beş fersah mesafede el-Câzir'de adamlarından bir kısmıyla öldürür. Onun ve
adamlarının kelleleri getirilip muhtar'ın önüne atılır. Rivayette görüldüğü
üzere ince bir yılan gelerek kelleler arasında dolaşıp İbnu Ziyâd'ın burnuna,
ağzına girer çıkar. el-Muhtâr es-Sakafi İbnu Ziyâd ve diğer zalimlerin
kellelerini Mekke'ye Muhammed İbnu'l-Hanefiye'ye gönderir. Abdullah
İbnu'-Zübeyr'e gönderdiği de söylenmiştir. Bunlar Mekke'de teşhir edilerek Hz.
Hüseyn'in intikamının alındığı halka gösterilir. İbnu'l-Eşter, İbnu Ziyâd ve
hempalarından öldürülenlerin başsız cesetlerini yaktırır.
Irak ehlinden bir adam gelerek İbnu Ömer'den, elbiseye isabet eden
sivri sineğin kanının hükmünü sorar. İbnu Ömer, şu cevabı verir:
"Şuna bakın, neden sual etmekte! Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın oğlunu öldürdüler, sivri sineğin kanından sual ediyorlar. Ben
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Hasan ve Hüseyin, dünyadaki iki
reyhanım!" dediğini işittim."
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin her ikisinin de Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a benzediği rivayetlerde gelmiştir. Hz. Hasan baştan göğüse kadar
kısmıyla, Hz. Hüseyin ise göğüsten ayaklara kadar olan kısmıyla Aleyhissalâtu
vesselam'a benzemektedir. İbnu Hacer, bu vesile ile Aleyhissalâtu vesselâm'a
benzerlik arzeden diğer bir kısım şahısların ismini kaydeder: Ca'fer İbnu Ebi
Tâlib, oğlu Abdullah İbnu Ca'fer, Kusâm İbnu Abbâs İbni Abdulmuttalib, Ebu
Süfyan İbnu'l-Harîs İbni Abdilmuttalib, Müslim İbnu Akîl İbni Ebi Tâlib, Benî
Hâşim dışından: es-Sâîb İbnu Yezîd el-Muttalibî (İmam-ı Şafi'î'nin yukarı
dedesi), Abdullah İbnu Âmir İbnu Kereyz el-Ahşemî, Kâbis İbnu Rebî'a İbni Adiy;
Resûlullah'ın kızı Fatıma, oğlu İbrahim, Ca'fer İbnu Ebi Tâlib'in iki oğlu:
Abdullah ve Avn, Resûlullah'a benzeyenlerin sayısı bazı tahkiklerde 15'e kadar
çıkarılmaktadır.
Bazı rivayetler, Hasan ve Hüseyin isimlerinin cahiliye devrinde
bilinmediğini, Araplardan kimsenin bu isimlerle tesmiye edilmediğini, ilk defa
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu isimleri torunlarına koyduğunu
belirtir. Hatta rivayetler, doğdukları zaman, önce ilk oğulları olan Hz.
Hasan'a, babaları Ali (radıyallahu anh) tarafından Harb isminin konduğunu,
Resûlullah'ın bunu kabul etmeyip Hasan koyduğunu, ikinci oğullarına da, Ali
efendimizin yine Harb ismini koyduğunu, Resûlullah'ın yine kabul etmeyip
Hüseyin olarak tesmiye buyurduğunu belirtir.
Hz. Fatıma (radıyallahu anhâ), Hz. Hasan'ın doğumundan sonra
sadece bir tuhur müddeti geçtikten sonra Hz. Hüseyin'e hamile kalmıştır.
Dolayısıyla aralarında bir yaş farkı vardır. Katâde, ikisinin doğumları
arasında bir yıl on gün fark olduğunu söyler.
Hz. Hasan (radıyallahu anh) halim, kerim ve verâ sahibi idi.
Verâsı ve fazileti onu mülk ve dünyayı terke çağırmış, o da bu davete icabet
etmiştir. İslâm tarihinde Hz. Hasan'ı takdirde yâd ettirecek örnek davranışı,
bu vasıflarının gereği olarak ortaya çıkmıştır: Hz. Muâviye (radıyallahu anh)'
ın ordusu ile kendisine bağlı askerlerden müteşekkil iki ordu karşılaşıp savaşa
tutuşacakları bir hergâmda Hz. Muâviye ile anlaşarak hilafeti ona terketmiş,
böylece dünya saltanatı için müslüman kanının dökülmesini önlemiştir. Der ki:
"Bir avuç bile olsa kan akıtarak Muhammed ümmetine halife olmak
istemem." Hz. Muâviye ile hilafet hususunda anlaşmak suretiyle Aleyhissalâtu vesselâm'ın bir mucizesini
izhar etmiş oldu. Zira Aleyhissalâtu vesselam: "Bu oğlum seyyiddir. Allah
onunla iki müslüman kitlenin arasını sulh edecektir" buyurmuştu. Hilafeti
Hz. Muâviye'ye teslim tarihi biraz ihtilâflıdır. Bu ihtilafa göre, Hz. Âli'nin
vefatından hilafeti teslime kadar geçen halifelik müddeti altı aydan biraz
fazla veya sekiz ay kadardır.
Hz. Muâviye ile Kûfe'ye vardıkları zaman ve halk Hz. Muâviye'ye
biat edince, Amr İbnu'l-Âs, Hz. Muâviye'ye:
"Emret! Hasan da halka hitab etsin" der. Hz. Muâviye
buna yanaşmak istemez, fakat Amr ısrar eder:
"Ancak ben arzu ediyorum. Zira o bu işlerden anlamaz,
konuşsun da beceriksizliği ortaya çıksın!" der.
İkna olan Hz. Muâviye:
"Ey Hasan kalk, aramızda geçen (antlaşma)dan halka
konuş!" der. Hz. Hasan (radıyallahu anh) kalkıp hamd ve senâdan sonra şu
beliğ hitabette bulunur:
"Ey insanlar! Allah bizim evvelimizle (Hz. Peygamber'i
kasteder) sizlere hidayet verdi, sonuncumuzla (kendini kasteder) kanlarınızın
dökülmesini önledi. Bilesiniz, en zeki insan takva sahibi olandır, en âciz olan
da fâcir kimsedir. Ben ve Muâviye'nin ihtilafa düştüğümüz bu işe gelince: Ya o
buna benden daha çok hak sahibidir veya benim hakkımdır. Ben bu hakkı Allah
için ve Muhammed ümmetinin salâhı ve sizlerin kanını dökmemek için ona
terkettim!"
Sonra Hz. Muâviye'ye yönelir ve şu âyeti okur: "Olur ki
tehdid edildiğiniz şeyin gecikmesi, sizin için bir imtihan ve belli bir vakte
kadar elinize verilmiş bir fırsattır, onu da ben bilemem" (Enbiya 111).
Hz. Muaâviye (radıyallahu anh) bu belâgat karşısında bozulur ve
hutbeyi kesmesini emreder. Amr'a da:"
Sen bunu istemiştin!" der.
Hz. Hasan (radıyallahu anh)'ın vefat tarihi ihtilaflıdır: Hicrî
49, 50, 51 yılları denmiştir.
Ölüm sebebi zehirdir. Hanımı Ca'de Bintu'l-Eş'as zehir içirmiştir.
Zehrin tesiri hasıl olunca, kırk gün kadar altına leğen tutulmuştur. Öyle ki
biri kaldırılınca diğeri konmuş. Bunun tesiriyle vefat etmiştir.
Kardeşi Hüseyin (radıyallahu anh): "Seni kim zehirledi?"
diye sorunca:
"Onları öldürmek mi istiyorsun? Hayır. Ben Allah'a havale
ediyorum!" der, söylemez. Öleceğine yakın Hz. Aişe'ye haber salarak
Resûlullah'ın yanına gömülme izni ister. O da "Pekiyi' der. Ancak
iktidarda bulunan Emevî ailesi buna razı olmaz. Hz. Hüseyin, huzursuzluk
çıkmaması için bu meselede ısrar etmez. Hz. Hasan'ın vasiyeti esnasında
sarfettiği: "Mani olurlarsa Bakî'u'l-Garkad'a defnedin" sözü esas
alınarak Bakî'ul-Garkad'a defnedilir.
Ömer İbnu Ebî Seleme (radıyallahu anh) "Ey peygamber ailesi!
Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor" (Ahzâb 33)
âyetinin Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ)'nın evinde indiğini, bu inince
Aleyhissalâtu vesselâm'ın Hz. Fâtıma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Hz. Ali'yi
çağırtıp üzerlerine bir kısâ (örtü) gererek:
"Bunlar benim Ehl-i Beyt'imdir. Rabbim bunlardan ricsi
(günahı) gider, bunları tertemiz kıl" dediğini belirtir.
Zeyd İbnu Erkâm (radıyallahu anh) Âl-i Beyt'in dindeki ve ümmet
içerisindeki makamlarının yüceliğini belirten şu hadisi haber verir:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Ben size, temessük edip sıkı sarıldığınız takdirde dalâlete
düşmekten korunacağınız iki şey bırakıyorum: Bunlardan her biri diğerlerinden
daha büyüktür: Kitabullah. Bu, semadan arza uzanan Allah'ın ipidir. Diğeri
Ehl-i Beytim olan yakınlarımdır. Bu iki şey, Kevzer havzının başında
buluşuncaya kadar birbirlerinden ayrılmayacaktır. Bu iki şey hakkında benden
sonra nasıl davranacağınıza iyi bakın.
"Kurtubî, bu hadiste Ashab-ı Kisâ'nın kastedildiğini
belirttikten sonra, hadîsi şöyle anlar: "Eğer kitaba uyup emirlerini tatbik
eder, nehiylerinden kaçarsanız ve de Âl-i Beytimin hidayeti ile yolunuzu doğrultur, onların
sîretine iktida ederseniz hidayeti bulursunuz ve dalaletine düşmezsiniz"
Kurtubî devamla der ki: "Bu vasiyet ve bu büyük te'kid, Âl-i Beyt'e
ihtiram'ın, itaatin, onları büyüklemenin ve sevmenin, tıpkı terkine, kimseye
hiçbir özür olmayan müekked farzları yerine getirmenin vücubu derecesinde bir
vâcîb olduğunu ifade eder. Bu hüküm onların Resûlullah'a olan malum
yaknılıkları sebebiyledir. Nitekim Aleyhissalâtu vesselâm onları kendinden bir
cüz ilan etmiştir. Çünkü onlar, Aleyhissalâtu vesselâm'dan neş'et eden usûlü ve
fürûu idiler...[182]
*
HZ. RESULULLAH'IN HZ. HASAN VE HZ. HÜSEYİN'E SEVGİSİ VE BUNUN SEBEBİ
Siyer ve hadis kitapleri, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (radıyallahu anhümâ)'ya karşı gösterdiği ilgi ve sevgi
ile doludur.
Zaman olmuştur, yerde dört ayak olup sırtına bindirip
eğlendirmiştir.
Zaman olmuş, sırtüstü yatıp karnına oturtmuş, bu sırada üzerine
akıtmalarına bile seyirci olmuş, mâni olmak isteyenlere müdahele edip:
"Oğlumun akıtmasını kestirmeyin!" diyerek engel olmuştur.
Pek çok seferler birini bir omuzuna öbürünü diğer omuzuna alıp
gezdirmiştir.
Zaman olmuş, hutbe okurken tökezleyerek mescide giren torununu
kaldırmak üzere kesip kucaklayarak minberin üzerine oturtmuş, hutbesine devam
etmiştir.
Onları her fırsatta alınlarından, yanaklarından ve dudaklarından,
göbeklerinden ve hatta üzümcüklerinden öpmüştür.
Onları öven, sevgisini ifade eden medh u senalarda bulunmuştur,
dualar etmiştir.
Onların dünyevî ve uhrevî halleriyle ilgili ihbarlarda
bulunmuştur.
Kısacası Kıyamete kadar insanlığa gerekli olan hidayeti sunmak,
dünya ve ahiret saadetleri için muhtaç olacakları düsturları, esasları
vaz'etmek gibi pek büyük işlerle meşgul olan Fahr-ı Âlem'in hayatında iki küçük
torununun tuttuğu yer, gördüğü ilgi, mûtadın, alışılmışın ve olması gerekenin
çok ötesinde olmuştur. Ancak tahkik göstermiştir ki, bu ilgi ve alâka, kan
bağının, nesebî duyguların bir gereği ve sevki ile olmamış, Aleyhissalâtu
vesselâm'ın bütün insanlığa müteveccih olan risalet vazifesinin gereği olarak meydana
gelmiştir. Bu hususta Bediüzzaman merhumun nefis bir açıklamasını kaydediyoruz:
"Resul-i Ekrem aleyhissalâtu vesselâm, külli ve umumî
vazife-i nübüvvet içide bazı hususî, cüz'i maddelere karşı azim bir şefkat
göstermiştir.
Zahir hale göre o azim şefkati, o hususî cüz'î müddelere
sarfetmesi, vazife-i Nübüvvetin fevkalâde ehemmiyetine uygun gelmiyor. Fakat
hakikatta o cüz'î madde, küllî, umumî bir vazife-i Nübüvvetin medârı olabilecek
bir silsilenin ucu ve mümessili olduğundan, o silsile-i azîmenin hesabına onun
mümessiline fevkalâde ehemmiyet verilmiş. Meselâ: Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu
vesselâm) Hazret-i Hasan ve Hüseyn'e karşı küçüklüklerinde gösterdikleri
fevkkalâde şefkat ve ehemmiyet-i azîme, yalnız cibillî şefkat ve hiss-i
karâbetten gelen bir muhabbet değil, belki vazife-i Nübüvvetin bir hayt-ı
nuranîsinin bir ucu ve verâset-i Nebeviyenin gayet ehemmiyetli bir cemaatinin
menşei, mümessili, fihristesi cihetiyledir. Evet, Resul-i Ekrem (aleyhissalâtu
vesselâm), Hazret-i Hasan (radıyallahu anh)'ı kemal-i şefkatinden kucağına
alarak başını öpmesiyle, Hazret-i Hasan (radıyallahu anh)'dan teselsül eden
nuranî nesli, mübarekinden Gavs-ı Âzam olan Şâh-ı Geylanî gibi çok mehdimisal
verese-i Nübüvvet ve hamele-i şeriat-ı Ahmediye (s.a.s) olan zatların hesabına
Hazret-i Hasan (radıyallahu anh)'ın başını öpmüş ve o zatların istikbalde
edecekleri hizme-i kudsiyelerini nazar-ı Nübüvvetle görüp takdir ve istihsan etmiş
ve takdir ve teşvike alâmet olarak Hazret-i Hasan (radıyallahu anh)'ın başını
öpmüş. Hem Hazret-i Hüseyin'e karşı gösterdikleri fevkalâde ehemmiyet ve
şefkat, Hazret-i Hüseyin (radıyallahu anh)'ın silsile-i nuraniyesinden gelen
Zeynel-Âbidin, Câfer-i Sâdık gibi eimme-i âlişan ve hakiki verese-i Nebeviye
gibi pek çok mehdimisal zevât-ı nuraniyenin namına ve Din-i İslâm ve vazife-i
risalet hesabına boynunu öpmüş kemal-i şefkat ve ehemmiyetini göstermiştir.
Evet Zat-ı Ahmediyye'nin (s.a.s.) gaybâşina kalbiyle, dünyada Asr-ı Saadetten
ebed tarafından olan Meydan-ı Haşri temâşâ eden ve yerden cenneti gören ve
zeminden gökteki melâikeleri müşahede eden ve zaman-ı Âdemden beri mazi
zulümatının perdeleri içinde gizlenmiş hadîsatı gören, hatta Zat-ı Zülcelâl'in
rü'viyetine mazhar olan naraz-ı nuranîsi, çeşm-i istikbalbînisi, elbette
Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in arkalarında teselsül eden aktâb ve eimme-i verese
ve mehdileri görmüş ve onların umumu namına başlarını öpmüş. Evet Hazret-i
Hasan (radıyallahu anh)'ın başını öpmesinden Şâh-ı Geylânî'nin hisse-i azîmesi
var."
Bediüzzaman, bahsin devamında Resûl-i Ekrem'in, ümmeti, Âl-i
Beyt'i etrafında toplanmaya ehemmiyet verdiğini belirttikten, Âl-i Beyt'in
"Sünnet-i seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef
olan Âl-i Beyt" olduğuna dikkat çektikten sonra şunu söyler: "İşte bu
sırra binâendir ki, Kitap ve Sünnet'e ittiba ünvanıyla bu hakikat-ı hadisiye
bildirilmiştir. Demek ki Âl-i Beyt'ten vazife-i risaletçe muradı Sünnet-i
seniyyesidir. Sünnet-i seniyyeyi terkeden hakiki Âl-i Beyt'ten olmadığı gibi
Âl-i Beyt'e hakiki dost da olamaz."[183]
*
ZEYD İBNU HARİSE VE OGLU ÜSAME (RADIYALLAHU ANHÜMA)
ـ4435 ـ1ـ عن
ابْنِ عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]بَعَثَ
رَسُولُ
اللّهِ #
بَعْثاً وَأمَّرَ
عَلَيْهِمْ
أُسَامَةَ
بْنَ زَيْدٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما،
فَطَعَنَ
بَعْضُ
النَّاسِ في
إمَارَتِهِ.
فقَالَ
النَّبِىُّ #:
إنْ
تَطْعُنُوا
في
إمَارَتِهِ،
فَقَدْ
كُنْتُمْ
تَطْعُنُونَ
في إمَارةِ
أبِيهِ مِنْ
قَبْلُ،
وَأيْمُ اللّهِ
إنْ كَانَ
لَخَلِيقاً
لِ“مَارَةٍ،
وَإنْ كَانَ
لَمِنْ
أحَبِّ
النَّاسِ
إلَيَّ.
وَإنَّ هذَا
لِمَنْ
أحَبِّ
النَّاسِ
إليَّ
بَعْدَهُ[. أخرجه
الشيخان
والترمذي.يُقَالُ
فَُنٌ »خَلِيقٌ
بهذاَ ا‘مْرِ«
إذَا كَانَ
أهًْ لَهُ
وَهُوَ لَهُ
حَقيقٌ .
1. (4435)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) askeri bir sefere hazırlamış, askerlerin başına da
Üsame İbnu Zeyd'i komutan yapmıştı. (Üsâme siyahi bir azadlının oğlu olması
hasebiyle) onun komutanlığından memnun kalmayan bazı kimseler dedikodu
yaptılar. (Söylenen yersiz sözler kulağına ulaşmış olan) Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm):
"Onun komutanlığı hususunda dedikodu yapan sizler, aynı
dedikoduyu daha önce babasının komutanlığı için de yapmıştınız. Allah'a yemin
olsun! O komutanlığa layık idi. Ve o, bana, insanların en sevgililerindendi. Bu
da, bana ondan sonra insanların en sevgili olanlarındandır" buyurdu." [Buhârî, Fezâilu'l-Ashab 17,
Megâzî 42, 87, Eymân 2, Ahkam 33; Müslim, Fezailu's-Sahabe 63, (2426); Tirmizî,
Menakıb, (3819).][184]
ـ4436 ـ2ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]فَرَضَ
عُمَرُ
ُسَامَةَ
بْنِ زَيْدٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما في
ثََثَةِ آَفٍ
وَخَمْسَمِائَةٍ،
وَفَرَضَ لِى
في ثََثَةِ آَفٍ.
فَقُلْتُ:
لِمَ
فَضَّلْتَ
اُسَامَةَ
عَلَيَّ؟
فَوَ اللّهِ
مَا
سَبَقَنِي
إلى مَشْهَدٍ.
فقَالَ: يَا
بُنَيَّ
كَانَ زَيْدٌ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
أحَبَّ إلى
رَسُولِ
اللّهِ # مِنْ
أبِيكَ، وَكَانَ
أُسَامَةُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
أحَبَّ إلى
رَسُولِ
اللّهِ #
مِنْكَ،
فآثَرْتُ حُبَّ
رَسُولِ
اللّهِ # على
حُبِّي[.
أخرجه الترمذي
.
2. (4436)- Yine İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Ömer,
Üsame İbnu Zeyd'e (fey'den) üçbinbeşyüz (dirhemlik) pay ayırmıştı. Bana ise
üçbin (dirhemlik) pay verdi.
"Niye Üsâme'yi benden üstün tuttun? Vallahi hiçbir savaşta
benden ileri geçmiş değil (yani ben de onun katıldığı her savaşa katıldım)
dedim. Bana şu cevabı verdi:
"Ey oğulcuğum! Zeyd (radıyallahu anh), Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) nezdinde babandan daha sevgili idi. Üsame (radıyallahu
anh) da Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a senden daha sevgilidir. Ben
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sevgisini kendi sevgime tercih
ettim." [Tirmizî Menâkıb, (3815).][185]
AÇIKLAMA:
Zeyd İbnu Harise, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
azadlısıdır ve azadlılarının en meşhurudur. Üsâme de onun oğlu olduğu için Ebu
Üsame diye künyesi vardır. Resulullah
her iksisini de çok sevdiği için Hubbu Resulullah (Allah Resulünün sevgilisi)
bilinirlerdi.
Zeyd İbnu Harise, cahiliye devrinde bir baskınla kaçırılıp, Ukaz
panayırında köle olarak satılmıştı. Hakim İbnu Hızam onu, halası Hatice Bintu
Huveylid adına satın almıştı. Bilahare Hz.
Hatice (radıyallahu anhâ), onu
zevci Aleyhissalâtu vesselâm'a, Mekke'de daha peygamberlik gelmezden
önce bağışlayacaktır. O sıralarda, henüz
sekiz yaşında bir çocuktur.
Zeyd'in babası bir ara amcasıyla gelip onu kurtarmak ister.
Resulullah, gitmek isterse serbest olduğunu bildirir. Zeyd babasıyla dönmektense Resulullah'ın yanında kalmayı
tercih eder. Aleyhissalâtu vesselâm onu azad edip evlatlık edinir. Bu hadiseden
sonra Mekkeliler ona Zeyd İbnu Muhammed (Muhammed'in oğlu Zeyd) diye isim
takar. Ancak sonradan gelen bir vahiy bu
tesmiyeyi yasaklar ve herkesin gerçek babalarıyla çağırılmasını emreder.
(Mealen): "Onları kendi babalarına (nisbet ederek) çağırın. Allah katında
doğru olan budur..." (Ahzab, 5).
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Zeyd'i, Hamza İbnu Muttalib
ile kardeşlemişti.
Zeyd, Bedir savaşına katılanlardandı. Hatta Medine'ye zafer ve
nusret haberini de ilk getiren o idi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) onu,
azatlısı Ümmü Eymen ile evlendirmişti. Bu evlilikten Üsame (radıyallahu anh)
dünyaya geldi. Zeyd ayrıca Resululah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın hala kızı
olan Zeyneb Bintu Cahş'la da evlenmiş,
ancak imtizaç edemeyerek boşanmışlardır. Onun boşamasından sonra Zeyneb
(radıyallahu anhâ) ile Resûl-i Ekrem, emr-i ilahi ile evlenmiştir (Ahzab 37).
Münafıklar, o zamanın örfünü esas alarak "Oğlunun hanımıyla evlendi" diye dedikoduya girişirler. Haklı oldukları
yön, Resulullah'ın, azadlısı olan Zeyd'e "Oğlum!" demekte olması,
Zeyd'in de Zeyd İbnu Muhammed diye anılması idi. Mesele üzerine gelen vahiy
dedikoduyu kesti: "Muhammed sizden hiçbir erkeğin babası değildir. Lakin
O, Allah'ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur" (Ahzab 40). Böylece
peygamberlik sebebiyle veya üvey evlatlık yoluyla birbirlerine "baba-oğul"
nazarıyla bakmakla hatta öyle tesmiye etmekle neseb bağının hükmü hasıl
olmayacağı belirtilmiş ve bu evlilikte hiçbir eksik tarafın olmadığı anlaşılmış
oldu.
Zeyd İbnu Harise'nin Resulullah'ın nezdindeki yerini belirtme
zımnında Hz. Aişe der ki: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Zeyd'i bir
seriyye'ye göndermişse mutlaka komutan yapmıştır. Eğer sağ olsaydı, onu yerine
halife tayin ederdi." Resulullah Suriye'ye ordu çıkardığı zaman Zeyd'i
komutan yapmıştı. Mu'te savaşında Ca'fer'le birlikte şehid oldukları zaman
onların ölümlerine Resulullah ağlamış,
şehid olduklarına şahidlik etmiştir. Kur'an-ı Kerim'de peygamberler
dışında hiçbir sahabinin ismi geçmediği halde, Zeyd'in ismi bir yerde
zikredilmiştir. Bu da onun için bir şereftir.
Zeyd İbnu Harise Hicri 8. senede Mu'te gazvesinde şehid düşmüştür,
(radıyallahu anh).
2- Üsâme İbnu Zeyd, Resulullah'ın terbiyesinde yetişmiş bahtiyarlardandır. Hz. Aişe der ki: "Üsâme bir gün kapının eşiğine takılıp düştü, alnı kanadı. Aleyhissalâtu vesselâm bana: "Şu kanı temizleyiver!" dedi. Ben iğrenerek ağırdan almıştım. Resulullah o kanı emip püskürttü ve şöyle dedi: "Eğer Üsâme kız olsaydı, (ona güzel elbiseler) giydirir, takılar takar (onu cazip kılar)dım." Üsame'yi Resulullah kendi evladı gibi sever, öper, kucağına alır, hayvanının terkisine bindirirdi."
Babası gibi o da Aleyhissalâtu vesselâm'ın en çok sevdiği kimselerden bilinirdi. Resulullah nezdinde görülecek işler için halk Hz. Üsâme'ye müracaat edip onun tavassutunu te'mine çalışırlardı. Çünkü Aleyhissalâtu vesselâm onu hiç kırmak istemezdi. Hatta bir seferinde hırsızlığı sübut kazanan bir kadın için de, hadd tatbik edilmemesi için onu şefaatçi yaparlar. Ancak Resulullah, Üsame'ye:
"Allah'ın
hududunda şefaat olmaz, kızım Fatıma da çalmış olsa ellerini keserdim."
diyerek kızar.
Hz. Üsâme, bir
savaşta, teke tek mubare ettiği kimsenin, sonunda kelime-i şehadet getirmesini, ölümden kurtulmak için
yaptığına hükmederek kaale almayıp öldürmüştür. Resulullah bunu işitince:
"kalbini açıp baksaydın samimi olup
olmadığını anlardın" diye cidi şekilde azarlar. Üsâme bu işten öyle pişman
olur ki, "Keşke o güne kadar müslüman olmasaydım da müslüman olarak öyle
bir hatayı işlememiş olsaydım" der. Bu pişmanlık ona, Hz. Ali'nin
katıldığı dahili fitnelerden dışarıda kalmaya yetmiştir. Hatta yanında yer almak
teklifinde, Hz. Ali'ye şu cevabı vermiştir: "Sen elini yılanın ağzına
soksan, elimi ben de sokmaya hazırım. Ancak Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın o adamı öldürdüğüm zaman bana ne dediğini sen de işittin."
Bu rivayette
Üsame der ki: "Ben o zaman Allah'a söz verdim. Lailâleillah diyen hiç
kimse ile savaşmayacağım."
Hz. Üsâme, Hz.
Muâviye (radıyallahu anh)'ın hilafetinin son demlerinde Hicri 58 veya 59'da
vefat etmiştir, (radıyallahu anh).[186]
*
AMMAR İBNU YASİR (RADIYALLAHU ANH)
ـ4437 ـ1ـ عن
عليِّ بْنِ
أبى طالبٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]اِسْتَأذَنَ
عَمَّارٌ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
عَلى رَسُولِ
اللّهِ #.
فقَالَ:
اِئْذَنُوا
لَهُ،
مَرْحَباً
بِالطَّيِّبِ
الْمُطَيَّبِ[.
أخرجه
الترمذي .
1. (4437)- Hz. Ali İbnu Ebi Talib (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Ammar (radıyallahu anh), Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanına
girmek için izin istedi.
"Ona müsâde edin, girsin!" buyurdular. Ammâr girince de:
"Tayyib ve mutayyeb Ammar'a merhaba!" diyerek selamladılar. " [Tirmizî, Menakıb,
(3799).][187]
AÇIKLAMA:
Tayyib, tahir (temiz) demektir. Mutayyeb de temizlenmiş demektir.
Ammar (radıyallahu anh)'ın tayyib ve mutayyeb olarak tavsifi, onun fıtraten
temizliğini, şeriatle ve onunla amel etmekle deha da temizlendiğini, böylece
içiyle dışıyla temiz bir hal aldığını ifade etmektedir. Böylece Radıyallahu
anh'ın temizliği mübalağa ile ifade edilmiş olmaktadır.[188]
ـ4438 ـ2ـ
وعن عِكْرمة
قال: ]قالَ لِى
ابْنُ عَبَّاسٍ
وَِبْنِهِ
عَلِيٍّ
اِنْطَلِقَا
الى أبِي
سَعِيدٍ،
فَاسْمَعَا
مِنْ
حَدِيثِهِ
فَانْطَلَقْنَا
فإذَا هُوَ في
حَائِطٍ يُصْلِحُهُ.
فأخَذَ
رِدَاءَهُ
فَاحْتَبَى.
ثُمَّ أنْشَأ
يُحَدِّثُنَا
حَتّى أتَى
عَلى ذِكْرِ
بِنَاءِ
الْمَسْجِدِ.
فقَالَ:
كُنَّا نَحْمِلُ
لَبِنَةً
لَبِنَةً،
وَعَمَّارٌ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
يَحْمِلُ
لَبِنَتَيْنِ
لَبِنَتَيْنِ.
فَرآهُ
النَّبِىُّ #،
فَجَعلَ
يَنْفُضُ
التُّرَابَ
عَنْهُ
وَيَقُولُ:
وَيْحَ عَمَّارٍ؟
تَقْتُلُهُ
الْفِئَةُ
الْبَاغِيَةُ؛
يَدْعُوهُمْ
إلى
الْجَنَّةِ
وَيَدْعُونَهُ
إلى
النَّارِ[.
أخرجه
البخاري،
ولَمْ يَذْكُرْ
تَقْتُلُهُ
الْفِئَةُ
الْبَاغِيَةُ،
وأخرجها ابُو
بَكْرٍ
البَرْقَانِىُّ
وا“سْمَاعِيلِىُّ.»وَيْحَ«
كلمة تقال في
حال الشفقة
والتعطف.»وَوَيْسُ«
كلمةٌ تقال
لِمَنْ
يترحّم عليه
ويترفّق به .
2. (4438)- İkrime (radıyallahu anh) anlatıyor: "İbnu Abbas
(radıyallahu anh), bana ve oğlu Ali'ye:
"Ebu Said'e gidin, onun rivayet ettiği hadisi dinleyin! dedi.
Biz de gittik. Onu, bakımını yapmakta olduğu bir bahçede bulduk." (Bizi
görünce) ridasını alıp sarındı. Sonra bize (en baştan) anlatmaya koyularak,
mescidin inşaasını zikretmeye kadar geldi ve:
"Biz kerpiçleri tane tane taşıyorduk. Ammar (radıyallahu anh)
ise (biri kendi, biri de Resulullah adına) ikişer ikişer taşıyordu. Resulllah
(aleyhissalâtu vesselâm) onu gördü. Üzerindeki toprakları çırpmaya başladı ve:
"Vay Ammar'a! Onu bâği (asi) bir grup öldürecek. Bu, onları
cennete çağırır, onlar da bunu ateşe çağırır!" buyurdu." [Buhârî,
Salât 63, Cihad 17, (Buharî'nin rivayetinde "Onu baği bir grup
öldürecek" ibaresi mevcut değildi. Bu ibare Ebu Bekr el-Berkânî ve
el-İsmaili'nin rivayetinde mevcuttur.][189]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, Ammar İbnu Yasir'in din hizmetindeki şevkini
göstermektedir.
* Hadis rivayet ederken, ona saygı ifadesi olarak kılıkkıyafetçe
hazırlık yapmanın, başka meşguliyeti terketmenin müstehab olduğunu da
göstermektedir.
* Bir kimse ilmin tamamını elde edemez. Bu sebeple İbnu Abbas
(radıyallahu anhümâ), oğlunu Ebu Said'e gönderip ondan hadis dinlemesini
söylemiştir. Bu gönderişten maksad, âli isnad talebi de olabilir. Çünkü Ebu
Said, İbnu Abbas'tan sohbet itibariyle
akdem, sema itibariyle de daha fazladır.
* Selefin tevazusu da gözükmektedir. Bahçesinin bakımı ile bizzat
meşgul olmak, Ebu Said'in şe'ni olmaktadır.
* Fazilet ehlinin faziletini itiraf ve takdir örneği de
görülmektedir.
* İlim taliplerine ikram ve ihtiyaçlarının görülmesine öncelik
tanınmaktadır. Nitekim Ebu Said kendi işini bırakıp, hadis taliplerine hadis
rivayet edivermiştir.
* Hayır işlerinde meşakkati ihtiyar etmek caizdir.
* Reis'in işini yapmak gibi davranışlarla reise saygı ve onu
büyüklemek caizdir.
* Mescid inşaası faziletli bir ameldir.
2- Ammar, Sıffin'de öldürülmüştür. Hz. Ali cephesinde idi.
Karşı tarafta ise Hz. Muaviye vardı. Hz. Muaviye'nin yanında bir kısım sahbe de
vardı. Bu durumda şu soru hatıra gelebilir: "Onların ateşe çağırmaları
nasıl caiz olur."
Bu soruya İbnu Hacer şu cevabı verir:
"Onlar, cennete çağırdıklarını zannediyorlardı. Onlar
müçtehid oldukları için, zanlarına uymaları sebebiyle levm edilemezler. Cennete
çağırmaktan murad, onun sebebini çağırmaktadır. Bu da imama itaattır. Nitekim Hz.
Ammar, onları Hz. Ali'ye itaat etmeye çağırıyordu. O sırada itaat edilmesi
vacib olan imam da Hz. Ali idi. Öbürleri ise bunun hilafına çağrı yapıyorlardı.
Lakin onlar da kendilerine zahir olan te'vil sebebiyle mazur durumda
idiler."
İbnu Battal, Mühelleb'e uyarak der ki: "Bu mütâlaa,
kendilerine Hz. Ali tarafından Ammar'ın gönderilip onunla cemaate uymaya
çağırılan Havariç hakkında da caridir. Ashabtan hiçbiri hakkında sahih
değildir." Bu mütalaaya şarihlerden bir cemaat katılmıştır. Ancak birkaç
açıdan bu görüş mualleldir:
1) Hariciler, Hz. Ali'nin üzerine, Ammar'ın katlinden sonra
yürüdüler. Bu hususta ehl-i ilim arasında bir ihtilaf yok. Zira Hariciler
hadisesinin ibtidası Hakem (tahkim) vak'asının hemen arkasından başlar. Tahkim
hadisesi ise, Sıffin'deki savaşın bitmesiyle vukua gelmiştir. Halbuki Ammar'ın
katli, kesinlikle bu hadiselerden evvel
meydana gelmiştir. Hal böyle iken, Hz. Ali'nin, onu ölümünden sonra göndermesi
nasıl mümkün olur?
2) Hz. Ali'nin, Ammar'ı kendilerine gönderdiği kimseler, Kûfe
ahalisi idi. Onu Hz. Aişe ve berberindekilere karşı, asker toplayıp savaşmak
için, Cemel vak'asından önce göndermişti. Aralarında Sahabe'den bir cemaat
vardı. Bunlar Hz. Muaviye ile beraber sahabiler gizli faziletli kimselerdi ve
hatta efdal olanlar da vardı.
3) İbnu Battal, bu nakıs rivayette gelen haberi esas alarak,
şerhte bulunmuştur. Halbuki, hadisi
şöyle açıklamak mümkündür. Ateşe çağıranlardan murad, Kureyş kafirleridir.
Nitekim bu hususu bazı şarihler belirtmiştir. Lakin Sahih-i Buharî'nin
İbnu's-Seken ve Kerime nüshalarında gelen, Sağanî'nin, -Firebri'nin kendi el
yazması nüshasıyla karşılaştırdığını
zikrettiği- bir nüshasında da sabit olan bir ziyade, oradaki muradı
tavzih eder ve açıklar ki, zamir katillere racidir, onlar da Suriyelilerdir. Bu
açıklamaya göre "ateşe çağıranlar"dan Sahabe'yi anlamak münasib
olmaz.
3- Hadiste geçen ve Buharî'nin yer vermediği belirtilen
"Ammar'ı baği bir cemaat öldürecek" ibaresinin, sahabeden bir çokları
rivayet etmiştir. Katâde İbnu'n-Nu'man, Ümmü Seleme, (Müslim'de); Ebu Hüreyre
(Tirmizî'de), Abdullah İbnu Amr İbni'l-As (Nesaî'de); Osman İbnu Avfân,
Huzeyfe, Ebu Eyyub Ebu Rafi, Huzeyme İbnu Sabit, Muâviye, Amr İbnu'l-As v.s.
(Taberani ve diğer eserlerde).
4- Bu hadis, Resulullah'ın bir mucizesini ortaya koymaktadır.
Zira haber verdiği gibi, Ammar'ı bağî bir cemaat öldürmüştür.
5- Bu rivayetten, Hz. Ali ve Hz. Ammar'ın fazileti ve ayrıca
ihtilaflarda Hz. Ali'nin haklı taraf olduğu anlaşılmakta, aksini iddia
edenlerin haksızlığı gözükmektedir.[190]
ـ4439 ـ3ـ
وعن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَا
خُيِّرَ
عَمَّارٌ
بَيْنَ
أمْرَيْنِ
إَّ اخْتَارَ
أرْشَدَهُمَا[.
أخرجه
الترمذي .
3.
(4439)- Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Ammar hangi meselede muhayyer bırakılmışsa mutlaka en
doğrusunu seçmiştir." [Tirmizî, Menâkıb, (3800).][191]
AÇIKLAMA:
Ammâr'ın iki şeyden en doğruyu seçmiş olması, ihbar-ı nebevisinden
hareketle, dahili ihtilaflarda Hz. Ali'nin isabet ettiğine ve Hz. Muaviye' nin
hata ettiğine hükmedilmiştir. Zira Ammar, ihtilafta Hz. Ali tarafını seçmiştir.[192]
ـ4440 ـ4ـ
وعن عَمْرو
بْنِ
شُرَحْبِيلَ
عَنْ رَجُلٍ
مِنْ
أصْحَابِ
النَّبِى #
قَالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
مُلِئَ
عَمَّارٌ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه
إيماناً إلى
مُشَاشِهِ[.
أخرجه النّسائِى.»الْمُشَاشُ«
جمع مشاشةٍ،
وهى رُؤوُسُ
العِظَامِ
اللَّيِّنَةِ
الَّتِى يمكن بضعها
.
4. (4440)- Amr İbnu Şurahbil, Resulullah'ın ashabından bir kişiden
naklediyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Ammar kıkırdaklarına kadar iman
doldurulmuştur." [Nesâî, İman 17, (8, 111).][193]
AÇIKLAMA:
Ammar İbnu Yâsir, kendisi, annesi ve babası Mekke'de ilk defa
müslüman olanlardandır. Annesi Sümeyye Hatun (radıyallahu anhâ) Allah yolunda
işkence çekenlerden olmakla kalmamış, İslam'ın ilk şehidi olma şerefini de elde
etmiştir. Ammar da çok işkence görenler arasında yer alır. Ammar'ın babası
Yasir, aslen Yemen'lidir. Diğer iki kardeşi, Haris ve Malik ile birlikte bir
dördüncü kardeşlerini bulmak maksadıyla Mekke'ye gelirler. Yasir, Mekke'de
kalır, öbür ikisi Yemen'e döner. Yasir, Mekke'de Beni Mahzum'dan Ebu Huzeyfe
İbnu'l Muğîre ile halif olur, yani onlarla dostluk akdi yaparak
himayelerini alır. Onun Sümeyye adındaki cariyesi ile evlenir. Ammar, işte bu
evlilikten dünyaya gelir. Ebu Huzeyfe, Ammar'ı azad eder. Böylece Amar Beni
Mahzum'un mevlası (azadlısı) olur.
Ammar, Süheyb İbnu Sinan ile birlikte, Resulullah Daru'l-Erkâm'da
iken müslüman olur. Bazı rivayetlerde Ammar, otuz küsuruncu müslüman olarak
zikredilir ise de Mücâhid'in bir rivayetine göre müslümanlıklarını aleniyete
vuran ilk yediden biridir:
1) Hz. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm),
2) Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh),
3) Hz. Bilal (radıyallahu anh),
4) Hz. Habbab İbnu Eret (radıyallahu anh),
5) Hz. Süheyb İbnu Sinan (radıyallahu anh),
6) Hz. Ammar İbnu Yasir (radıyallahu anh),
7) Hz. Sümeyye (radıyallahu anhâ) (Ammâr'ın annesi).
Ammâr'ın Habeşistan'a hicret edip etmediği ihtilaflıdır. Ancak pek
çok işkenceye maruz kaldığı bilinmektedir. Öyle ki bir gün müşrikler onu
yakalayıp çokça işkence yaparlar ve Resulullah'a sebbedip putlarını hayırla
yadetmesine kadar işkenceyi kaldırmazlar. Bunu yapınca bırakırlar. Ammar,
Resulullah'a gelip durumu üzüntü ve mahcubiyet içinde anlatır. Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm):
"Kalbini nasıl buluyorsun?" diye sorar. Ammar:
"İman hususunda mutmain!" deyince, Aleyhissalâtu
vesselâm:
"Onlar yine işkence yapacak olurlarsa sen yine aynı şekilde
hareket et!" diye izin verir. Şu ayetin bu hadise üzerine nazil olduğu
belirtilmiştir:
"Kalbi imanla dolu olduğu halde inkara zorlananlar müstesna,
kim iman ettikten sonra tekrar kafir
olur ve gönül rızasıyla küfrü kabul ederse, öylelerinin üzerine Allah'tan bir
azab vardır. Onların hakkı pek büyük bir azabtır" (Nahl 106).
Yukarıda belirttiğimiz üzere, Ammar'ın Mekke'de sığıntı durumunda
olması, onları ailevi ve kabilevi himayeden mahrum bırakıyordu. Bu sebeple
müşrikler Yasir ailesinin ferdlerine diledikleri gibi işkence yapıyorlardı.
Resulullah (aleyhissalâtuvesselâm), Ammar'a anesine, babasına zaman zaman
uğrayıp teselli veriyor: "Ey Yasir ailesi, sabredin, size cennet
vaadedilmiştir" diyordu. Resulullah daha sonra: "Benden sonra, Ebu
Bekr ve Ömer ikilisine iktida edin, Ammar'ın istikametiyle istikametlenin, İbnu
Ümmi Abd'in (İbnu Mes'ud'un) ahdine temesük edin" diyecektir.
Ammar (radıyallahu anh) Medine'ye hicret etmiş, Resulullah'la
birlikte Bedir, Uhud, Hendek, Bey'atu'r-Rıdvan'a iştirak etmiştir.
İlk mescidi Ammar (radıyallahu anh)'ın inşa ettiği belirtilir.
Hakem İbnu Uteybe anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
Medine'ye ilk gelişinde bir kuşluk vakti inmişti. Ammar (radıyallahu anh):
"Biz Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a öğle sıcağına
karşı gölgelenmek istediği zaman gölgeleneceği ve namaz kılacağı bir yer
yapmalıyız!" dedi ve taş toplayarak Kuba
Mescidi'ni inşa eti. Bu İslam'da inşa edilen ilk mesciddi ve bunu Ammar inşa etmitşi.
"İbnu Ömer anlatıyor: "Yemâme savaşında Ammar'ı (en
önde) bir kayanın üstünde gördüm, mücahidleri şöyle teşci ediyordu.
"Ey müslümanlar! Cennetten mi kaçıyorsunuz! Bana doğru bana
doğru gelin! Ben Ammâr İbnu Yasir'im. Bana gelin!"
İbnu Ömer devamla der ki: "Ben onun kulağını gördüm, (bir
darbe ile) kopmuş sallanıyordu. O ise aldırmadan bütün şiddetiyle
savaşıyordu."
Hz. Ömer, Ammar'ı Kufe'ye vali tayin etti ve halka şöyle yazdı:
"Size Ammâr'ı emir olarak gönderiyorum, Abdullah İbnu Mes'ud'u da vezir ve
muallim olarak. Bu ikisi Muhammed'in ashabının seçkinlerindendir, onlara iktida
edin."
Ammar İbnu Yâsir bilahere Hz. Ali'ye refakat etmiş, Cemel ve
Sıffın savaşlarında sahabenin bir alemi gibi hareketle, Hz. Ali'nin haklılığına inanarak savaşmıştır. Sıffin
savaşında 93 veya 94 yaşında olduğu
halde şehit düşmüştür, sene: 37 hicrî, Hz. Ali onu elbisesiyle, yıkamadan
defneder.
Huzeyme İbnu Sabit Cemel savaşına Hz. Ammar'la birlikte Hz.
Ali'nin safında katılmış, fakat hangi tarafın haklı olduğu hususunda mütereddid
olduğu için kılıç çekmemiştir. Sıffin'e de katılmış, yine kılıç çekmemiştir.
Ancak, Ammâr şehid edilince kılıcını çekip savaşmış, bu davranışının sebebini:
"Ben kulaklarımla (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Ammar'a:
"Seni asi bir grup öldürecek!" dediğini işittim" diyerek açıklamıştır.
Ammar öldürülünce Huzeyme (radıyallahu anh): "Artık hakikat bana zahir
oldu!" der, ilerler ve ölünceye
kadar mukatelede bulunur.[194]
*
ABDULLAH İBNU MES'UD (RADIYALLAHU ANH)
ـ4441 ـ1ـ عن
عبدالرَّحْمن
بنِ يزيد قال:
]سَألْتُ
حُذَيْفَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
عَنْ رَجُلٍ
قَرِيبِ
السَّمْتِ
وَالدَّالِّ
وَالْهَدْىِ
مِنْ رَسُولِ
اللّهِ #،
حَتّى نَأخُذَ
عَنْهُ.
فقَالَ: مَا
نَعْلَمُ
أحَداً أقْرَبَ
سَمْتاً
وَهَدْياً
وَدَّ
بِالنَّبِىِّ
# مِنْ اِبْنِ
أُمِّ عَبْدٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
حَتّى
يَتَوَارَى
مِنَّا فِي
بَيْتِهِ[.
أخرجه البخاري
والترمذي .
1. (4441)- Abdurrahman İbnu
Yezid anlatıyor: "Huzeyfe (radıyallahu anh)'a, içiyle dışıyla, hal
ve hareketleriyle Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a en çok benzeyen şahıs
kimse, onu bize söyle de kendisinden hadis dinleyelim" diye sordum. Bize
şu cevabı verdi:
"Biz içiyle dışıyla, hal ve hareketleriyle, evinin
duvarlarıyla gizleninceye kadar Resulullah'a en çok benzeyen, İbnu Mes'ud
(radıyallahu anh)'tan başka birisini tanımıyoruz: [Buharî, Fezailu'l-Ashab 27,
Edeb 70; Tirmizî, Menâkıb, (3809).][195]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayette, İbnu Mes'ud'un bir menkibesi olarak
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a siret ve suretiyle, hal ve
davranışlarıyla çokça benzerliği ifade edilmektedir. Rivayette dikkatimizi
çeken husus, dış hayatının benzerliği hususunda garanti verilmiş olmasıdır.
Ravi: "Evine girdikten sonraki halini bilmiyorum, evinin duvarları iç
hayatını görmemize manidir" diyerek özür beyan etmektedir. Hadisin bir
başka veçhinde bu beznerlik "evinden çıkışı ile girişine kadarki müddet
içinde" diye ifade edilir. Bu
ifadeden, ev hayatında benzemediği manası çıkmaz, bilakis dışardaki
yaşayışındaki benzerliğin katiyeti hususunda itminan ve kesinlik ifade eder.
Evinin içinde ise, ailesine karşı Resulullah'ın davranışlarından fazla veya
eksik olabilir. Huzeyfe bize gördüğü hususlarda garanti vermektedir.
2- Hadiste geçen semt, din işinde iyi görünüş demektir. Ancak
işlerdeki iktisad ve orta yol da semt'le ifade edilmiştir. Dell, yürümede,
konuşma ve sair davranışlarda güzel hareket etmek demektir. Yol'a da delil
ıtlak olunur. Hedy de dell gibi iyi davranış, yol gibi manalara gelir. Ebu
Ubeyd, "hedy" ve "dell"in birbirine yakın manalar ifade
ettiğini, sekinet vakar, heybet ve manzar (görünüş) ve şemaili ifade etmede
kullanıldığını, semt ile de hayır ve diyanet cihetinden iyi görünüşün ifade
edildiğini, zinet ve maddi cihetten güzel manzaranın başka kelimelerle ifade
edildiğini belirtir. Bu kelimelerle, daha ziyade, dıştan bakışla görülen ahlak ve davranış güzellikleri ifade edildiği
için tercümemizi içiyle dışıyla, hal ve hareketleriyle diye daha umumi bir
ifade ile yaptık.
3- Abdullah İbnu Mes'ud'un hayat tarzında, Resulullah'la fazla
benzemesi şüyû bulduğu için ashabının O'na
benzeme hususunda gayret ettiği belirtilmiştir. Ebu Ubeyd,
Garibu'l-Hadis'inde şu rivayeti kaydeder: "Abdullah İbnu Mes'ud'un
arkadaşları (ashabı), onun semt, hedy ve dell'ine dikkat ederler, kendilerini
bu hususta ona benzetmeye çalışırlardı. Sanki bunları öyle davranmaya sevkeden husus, Huzeyfe hadisi idi."
Buhârî, el-Ebedü'l-Müfred'de Zeyd İbnu Vehb tarikinden şunu
kaydeder: "İbnu Mes'ud'un: "Bilesiniz, ahir zamanda iyi davranış
(hüsnü'lhedy), bazı amelden daha hayırlıdır" dediğini işittim."
Alimler, bu nevi sözler içtihada girmeyeceği için rivayet, İbnu
Mes'ud' un şahsî sözü gibi görünse de, bu rivayetin Resulullah'ın sözü olduğuna
hükmetmişlerdir. İbnu Hacer, Abdullah İbnu Mes'ud (radıyallahu anh)'ın bu
bilgisi sebebiyle hal ve etvarını Resulullah'a benzetme hususunda hırs göstermiş
olabileceği yorumuna yer verir. Şarih Davudî, Huzeyfe'nin bu sözü ile İmam
Malik'in şu sözünü biraz mütearız bulur: "Resulullah'ın etvarına (hedyin)
en çok benzeyen Ömer'di, Ömer'e en çok benzeyen de oğlu Abdullah'tı: Abdullah'a
en ziyade benzeyen de oğlu Salim'di."
Davudî devamla: "Huzeyfe'nin sözü, İmam Malik'in sözüne
takdim edilir" demiştir. Bazı şarihler: "İmam Malik diyanet yönünü
kastetmiş olabilir. Huzeyfe de davranışlarını kasdetmiş olabilir" diyerek
iki rivayeti cem' etmiştir. Mamafih, Hz. Huzeyfe'nin sözü, Hz. Ömer'in
vefatından sonra varid olmuş olabilir. İmam Malik'in sözünü te'yid eden bir
rivayet Buhârî' de Hz. Cabir'den gelmiştir: "Ashabtan hiçbiri,
Resulullah'ın yoluna Hz. Ömer kadar sıkı bağlı değildir."
Hz. Aişe'nin bir şehadeti
ise şöyle:
"Ben etvarıyla (semt, hedy, dell) Resulullah'a Fatıma
(radıyallahu anhâ) kadar benzeyen birini görmedim."
Bu rivayet, "kadınlar arasında" denilerek öncekilerle
cemedilebilir.
Hz. Ömer der ki:
"Resulullah'ın etvarını görmek kimi sürura garkedecekse Amr İbnu'l-Esved'in etvarına
baksın.
Bu rivayet de öncekilerle, "Sahabeden sonra..." kaydı
konularak te'lif edilir. Rivayete göre Amr İbnu'l-Esved'i hacc sırasında gören
İbnu Ömer (radıyallahu anh) da şöyle demiştir:
"Ben namazıyla, etvarıyla, huşûuyla, giyinişiyle Resulullah'a
bu adam kadar benzeyen birisini görmedim."[196]
ـ4442 ـ2ـ
وعن مسروقٍ
وشقيقٍ قا:
]قَالَ
عبْدُاللّهِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
وَالَّذِى َ
إلهَ غَيْرُهُ
مَا نَزَلَتْ
سُورَةٌ منْ
كِتَابِ اللّهِ
إَّ وَأنَا
أعْلَمُ
أيْنَ
أُنْزِلَتْ،
وََ أُنْزِلَتْ
ايَةٌ مِنْ
كِتَابِ
اللّهِ
تَعالى إَّ وَأنَا
أعْلَمُ
فِيمَ
أُنْزِلَتْ،
وَلَوْ أعْلَمُ
أَحَداً
أعْلَمُ
مِنِّي
بِكَتَابِ
اللّهِ
تَعالى
تُبْلُغُهُ
ا“بْلُ
لَرَكِبْتُ
إلَيْهِ[.
أخرجه
الشيخان
والنّسائى .
2. (4442)- Mesruk ve Şakik (rahimehümallah) anlatıyorlar:
"Abdullah İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) dedi ki: "Kenisinden başka
ilah olmayan Zat-ı Zülcelâl'e yemin olsun, Kur'an'dan nazil olan her bir surenin nerede indiğini,
her bir ayetin de ne sebeple indiğini
mutlaka biliyorum. Eğer bilsem ki, bir kimse Kitabullah'ı benden daha iyi
bilmektedir ve ona da deve ulaşabilmektedir, mutlaka binip giderim."
[Buharî, Fezâilu'l-Kur'ân 8; Müslim, Fezailu's-Sahabe 114, (2462) Nesâî, Zinet
10, (8, 134).] [197]
ـ4443 ـ3ـ
وعن أبِي
مُوسى رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]قَدِمْتُ أنَا
وَأخِى مِن
اليَمَنِ
فَمَكَثْنَا
حِيناً وَمَا
نَرَى ابْنَ
مَسْعُودٍ
وَأُمُّهُ إَّ
مِنْ أهْلِ
بَيْتِ
رَسُولِ
اللّهِ # مِنْ
كَثْرَةِ
دُخُولِهِمْ
عَلى رَسُولِ
اللّهِ
ولُزُومِهِمْ
لَهُ[. أخرجه
الشيخان والترمذي
.
3. (4443)- Ebu Musa (radıyallahu anh) anlatıyor: "Yemen'den ben
ve kardeşim beraber (Medine'ye) geldik. Bir müdet kaldık. Bu esnada İbnu Mes'ud
ve annesini, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanına çok girip çıkmaları
ve beraberliklerinin fazlalığı sebebiyle Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
aile efradından olduklarına hükmetmiştik." [Buharî, Fezailu'l-Ashab 27,
Megazî 74; Müslim, Fezâilu's-Sahabe 110, (2460); Tirmizî, Menakıb, (3808).][198]
ـ4444 ـ4ـ
وعن ابن مسعود
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]لَمَّا
نَزَلَتْ
لَيْسَ على
الَّذِينَ
آمَنُوا
وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ
جَنَاحٌ
فِيمَا
طَعِمُوا
إذَا مَا
اتَّقُوا
اŒية. قالَ لِي
رسولُ اللّهِ
#: أنْتَ
مِنْهُمْ[.
أخرجه مسلم
والترمذي .
4. (4444)- İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Şu ayet
indiği zaman (mealen): "İman edip güzel işler yapanlar, haramdan sakınıp
iman ederek güzel işler yaptıkları, sonra yine haramdan kaçınmaya devam edip
imanlarında sebat ettikleri, sonra da takvayı kalplerinde iyice kökleştirip
iyilikte bulundukları takdirde, onların, haram şeyleri, henüz haram kılınmazdan
önce tatmış olmalarından dolayı
üzerlerine bir günah yoktur. Zira Allah iyilik yapanları ve iyi kullukta bulunanları sever" (Maide 93)
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana: "Sen bunlardan birisin"
buyurdu." [Müslim, Fezailu's-Sahabe 109, (2459); Tirmizî, Tefsir, Maide,
(3056).][199]
AÇIKLAMA:
1- Abdullah İbnu Mes'ud (radıyallahu anh), Hz. Ömer'den de
önce müslman olanlar arasında yer alır. Said İbnu Zeyd ve zevcesi Fatıma
Bintu'l-Hattab ile beraber İslam'a girmiştir. Bir rivayette, ilk altının
altıncısı olduğunu söyler.
Müslüman oluşuyla ilgili olarak şunu anlatır: "Ben henüz
büluğa ermemiş bir çocuktum. Ukbe İbnu Ebî Mu'ayt'ın davarını otlatıyordum.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), yanında Ebu Bekr olduğu halde bana uğradılar.
"Ey oğlan, sütün var mı?" buyurdular.
"Evet var ama, bunlar bana emanettir (size veremem, ihanet
olur), dedim."
"Öyleyse tekenin aşmadığı (kısır, sütsüz) bir keçi
getir!" buyurdular. Ben de bir oğlak getirdim. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) onu tuttu, memesini meshetmeye ve dua etmeye başladı. Derken süt
indi. Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh) çukur bir taş getirdi. Aleyhissalâtu
vesselâm içine sağdı. Sonra Ebu Bekr'e: "İç" dedi. Ebu Bekr içti.
Sonra da Aleyhissalâtu vesselam içti. Sonra memeye:
"Büzül!" diye emretti. Meme büzülüp eski haline döndü.
Ben gelip:
"Ey Allah'ın Resûlü! Bana bu kelâmdan -bu Kur'ân'dan-
öğret" dedim. Başımı meshedip:
"Sen muallem (yetiştirilmiş) bir çocuksun!" buyurdular.
"İbnu Mes'ud der ki: "Ben bizzat Aleyhisssalâtu
vesselam'ın ağzından yetmiş sure aldım. Bu hususta hiçbir insan benimle niza
edemez."
Mekke'de, Kur'ân-ı Kerîm'i Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan
sonra cehren ilk okuyan Abdullah İbnu Mes'ud'dur. Kendisi şöyle anlatır:
"Resûlullah'ın ashabı bir gün toplanıp şöyle dediler: "Vallahi Kureyş
hâla şu Kur'ân'ı, birinin alenen okuduğunu işitmedi. Hangi babayiğit bunu
onlara işittirecek?" Abdullah İbnu Mes'ud atılıp:
"Ben" dedi. Ashab:
"Biz sana kötülük yapmalarından korkarız, biz daha ziyade
geride aşireti olan ve bu aşireti tarafından kötülük yapmak isteyenlere karşı
korunacak olan birini kastettik!" dediler. Fakat O:
"Bana müsaade edin, Allah beni koruyacaktır!" diye ısrar
etti. Ertesi gün kuşluk sıralarında Makam'a geldi. Kureyş de orada grup grup
oturmaktaydı. İbnu Mes'ud Makam'ın yanına dikilip yüksek sesle:
"Bismillahirrahmanirrahim, er-Rahman, Alleme'l Kur'ân" diye Rahman
sûresini okumaya başladı. Müşrikler:
"İbnu Ümmî Abd ne diyor?" diye sormaya, düşünmeye
başladılar. Sonradan farkına varıp:
"Galiba Muhammed'in getirdiği şeyden okuyor" dediler. Kalkıp
yüzüne yüzüne vurmaya başladılar. O, Allah'ın dilediği kadar okuduktan sonra
kaçıp arkadaşlarının yanına geldi. Darbeler yüzünde iz bırakmıştı. Arkadaşları:
"İşte hakkında korktuğumuz şey bu idi!" dediler. İbnu
Mes'ud:
"Allah düşmanları, şu andaki kadar nazarımda
küçülmemişlerdir. Dilerseniz yarın aynısını tekrar edeyim!" dedi. Onlar:
"Bu kadarı yeter. Onlara hoşlanmadıklarını dinlettin" dediler.
Abdullah müslüman olur olmaz, Aleyhissalâtu vesselâm yanına almış,
hizmetlenmiştir. Resûlullah, Abdullah'a Müslim'deki rivayete göre şu talimatı
verir: "Senin yanıma girmen için iznin, perdenin kaldırılması ve benim
fısıltımı işitmendir. Bu seni yasaklayıncaya kadar böyle devam edecektir."
İbnu Mes'ud, hem Habeşistan'a hem de Medine'ye hicret
edenlerdendir. İki kıbleye de namaz kılmıştır. Bedir, Uhud, Hendek,
Bey'atu'r-Rıdvan ve diğer gazvelerin hepsine Aleyhissalâtu vesselâm'la birlikte
katılmıştır. Resûlullah'tan sonra Yermük'e de katılmıştır. Ebu Cehl'in
kellesini Bedir'de Resûlullah'a o getirmiştir. Aleyhissalâtu vesselâm onu
cennetle müjdelemiştir.
Bir seferinde Aleyhissalâtu vesselâm, İbnu Mes'ud'dan Nisa
sûresini okumasını talep etmiş, "Kur'ân sana indi, benden okumak mı talep
ediyorsun?" sualine de: "Ben Kur'ân'ı başkasından dinlemeyi
severim" der. İbnu Mes'ud okur ve ة فكيف
اذا جئنا من
كل امة بشهيد âyetine gelince Aleyhissalâtu vesselâm ağlar.
Abdullah İbnu Mes'ud, Resûlullah'la hususiyeti olan
sahabelerdendir. Nitekim 4443 numaralı hadiste de görüldüğü üzere dışardan
bakan bir müşahid bu içlidışlılığı, bu beraberliğin çokluğuna bakarak İbnu
Mes'ud'un Resûlullah'ın aile efradından biri olduğuna hükmedebilmektedir.
Resûlullah, Abdullah'daki ilmî kapasite ve öğrenme şevkini keşfedince,
geleceğin bir Kur'ân ve sünnet üstadı olarak yetişmesi için kasd-ı mahsusla
kendisi ile beraberliğine imkân tanımış olmalıdır. Bu beraberliğin bir neticesi
olarak her sûrenin nerede indiğini, her âyetin ne sebeple, kimin hakkında
indiğini bilecek kadar (4442. hadis) Kur'ân'la ilgili ilmini arttırmıştır.
Abdullah İbnu Mes'ud, Ashab'ın âlim olanlarından ve ayrıca Allah'ın müyesser
kıldığı talebelerle ilmi, her tarafa neşredilenlerdendir. Hz. Ömer (radıyallahu
anh) onu Kûfe'ye muallim ve vezir olarak tayin etmiş, böylece Kûfe'de, bilahere
inkişaf edip ayrı bir ekol halinde İslâm kültür tarihine ismini verecek olan
Kûfe mektebi'nin ilk üstadı, belki de kurucu üstadı olmuştur. Hanefî mezhebi,
esas itibariyle İbnu Mes'ud'un
rivayetlerine, fetvalarına dayanacaktır. Hz. Ömer, Kûfelilere:
"...Abdullah'ı size göndermekle, sizi kendime tercih etmiş
olmaktayım" diyerek hem Abdullah'ın kadrini yüceltmiş, hem de oraya
gitmesinin ehemmiyetini ifade etmiş oluyordu.
Bir gün Resûlullah, İbnu Mes'ud'a bir ağaca çıkıp kendisine oradan
birşey getirmesini emreder. Ağaca çıkınca bacaklarının inceliğine Ashab güler.
Aleyhissalâtu vesselam:
"Niye gülüyorsunuz? Kıyamet günü onun bir ayağı Mîzan'da Uhud
dağından daha ağır olacak!" buyurur.
Bir gün İbnu Mes'ud, Hz. Ömer'in yanına gelir. Ancak, boyunun
kısalağı sebebiyle oturanlar arasında neredeyse görünmez olur. Hz. Ömer onu
görünce gülmekten kendini alamaz. İbnu Mes'ud yaklaşır, Hz. Ömer'e konuşur ve
onu güldürür. Sonra ayrılır. Gözüyle görünmez oluncaya kadar onu takip eden Hz.
Ömer (radıyallahu anhüma), "İlim dolu bir çıkın" der.
Abdullah hastalanır. Hz. Osman ziyaretine gelir. Aralarında şu
konuşma geçer:
"Hastalığın nedir?"
"Günahlarım!"
"Canın neyi çekiyor?"
"Rabbimin rahmetini!"
"Sana bir tabib göndereyim mi?"
"Beni tabib hasta etti."
"Sana ihsan göndereyim mi?"
"İhsana ihtiyacım yok!"
"Kızlarına kalır."
"Kızlarımın fakra düşmesinden mi korkuyorsun? Hayır. Ben
kızlarıma her gece Vâkı'a sûresini okumalarını söyledim. Ben Aleyhissalâtu
vesselâm'ın: "Kim Vâkı'a sûresini okursa asla fakirlik görmez"
dediğini işittim" der.
İbnu Mes'ud (radıyallahu anh), Hicrî 32 yılında Medine'de vefat
etmiştir. Zübeyr'e vasiyet eder, Baki'e gömülür, namazını Hz. Osman kıldırır.
Zübeyr veya Ammâr İbnu Yâsir'in kıldırdığı da söylenmiştir. Öldüğü zaman 60
küsur yaşında idi. Öldüğünü Ebu'd-Derda duyunca: "Yerine bir benzerini
koymadan gitti" der. [200]
*
EBU ZERR EL-GIFÂRÎ (RADIYALLAHU ANH)
ـ4445 ـ1ـ عن
أبى ذَرٍّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]لَقَدْ
صَلَّيْتُ
قَبْلَ أنْ
ألْقَى
النَّبِىُّ #
بِثََثِ
سِنِينَ.
قِيلَ
لِمَنْ؟
قَالَ: للّهِ.
قِيلَ:
فَأيْنَ
تَوَجَّهْتَ؟
قَالَ: حَيْثُ
يُوَجِّهُنِى
رَبِّى،
أُصَلِّى
عِشَاءً،
حَتّى إذَا
كَانَ آخِرُ
اللَّيْلِ
أُلْقِيتُ
كَأنِّى
خِفَاءَ
حَتّى
تَعْلُونِى
الشَّمْسُ. فقَالَ
أُنَيْسُ:
إنَّ لِى
بِمَكَّةَ
حَاجَةً
فَاكْفِنِى،
فَانْطَلَقَ،
حَتّى إذَا أتَى
مَكَّةَ
فَرَاثَ
عَلَيَّ،
ثُمَّ جَاءَ فَقُلْتُ:
مَا
صَنَعْتَ؟
قَالَ:
لَقِيتُ
رَجًُ
بِمَكَّةَ عَلى
دِينِكَ
يَزْعُمُ
أنَّ اللّهَ
تَعالى أرْسَلَهُ.
قُلْتُ: فَمَا
يَقُولُ
النَّاسُ؟
قَالَ
يَقُولُونَ:
شَاعِرٌ
كَاهِنٌ،
سَاحِرٌ؛
وكَانَ
أُنَيْسٌ
أحَدَ
الشَّعَرَاءِ.
فَقُلْتُ: مَا
تَقُولُ
أنْتَ؟ قَالَ:
لَقَدْ سَمِعْتُ
قَوْلُ
الْكَهَنَةِ
فَمَا هُوَ
بِقَوْلِهِمْ.
وَقَدْ
وَضَعْتُ
قَوْلَهُ
عَلى أقْرَاءِ
الشِّعْرِ
فَمَا
يَلْتَئِمْ
عَلى لِسَانِ
أحَدٍ
بَعْدِى
أنَّهُ
شِعْرٌ.
واللّهِ إنَّهُ
لَصَادِقٌ
وَإنَّهُمْ
لَكَاذِبُونَ.
قُلْتُ:
فَاكْفِنِى
حَتّى
أذْهَبَ
فَأنْظُرَ،
قَالَ: فَأتَيْتُ
مَكَّةَ.
قَالَ:
فَتَضَعَّفْتُ
رَجًُ
مِنْهُمْ.
فَقُلْتُ:
أيْنَ هذَا
الرَّجُلُ
الَّذِى
تَدْعُونَهُ
الصَّابِىءَ؟
فَأشَارَ
إليَّ.
فقَالَ:
الصَّابِئُ
الصَّابِئُ.
فَمَالَ
عَلَىَّ
أهْلُ
الْوَادِى
بِكُلِّ
مَدَرَةٍ
وَعَظْمٍ
حَتّى
خَرَرْتُ
مَغْشِيّاً
عَليَّ.
قَالَ:
فَارْتَفَعْتُ
حِينَ
ارْتَفَعْتُ
كَأنِّى
نُصُبٌ
أحْمَرُ.
فَأتَيْتُ
زَمْزَمَ
فَغَسلْتُ
عَنِّى
الدِّمَاءَ
وَشَرِبْتُ
مِنْ
مَائِهَا،
وَلَقَدْ
لَبِثْتُ
ثَثِينَ مَا
بَيْنَ
لَيْلَةٍ
وَيَوْمٍ،
مَا كَانَ لى
طَعَامٌ إَّ
مَاءُ
زَمْزَمَ.
فَسَمِنْتُ
حَتّى تَكَسَّرَتْ
عُكَنُ
بَطْنِى
وَمَا
وَجَدْتُ عَلى
كَبِدِى
سَخْفَةَ
جُوعٍ.
فَبَيْنَا
أهْلُ
مَكَّةَ في
لَيْلَةٍ
قَمْرَاءَ
إضْحِيَانِ،
إذْ ضُرِبَ
عَلى
أصْمِخَتِهِمْ
فَمَا يَطُوفُ
بِالْبَيْتِ
أحَدٌ،
وَإذَا
اِمْرَأتَانِ
مِنْهُمْ
تَدْعُوَانِ
إسَافاً وَنَائِلَةَ.
قَالَ:
فَأتَتَا
عَلَىَّ في
طَوافِهِمَا.
فَقُلْتُ:
أنْكِحَا
إحْدَاهُمَا
ا‘ُخْرَى.
قَالَ: فمَا
تَنَاهَتَا
عَنْ
قَوْلِهِمَا
حَتّى أتَتَا
عَلَيَّ في
طَوَافِهِمَا.
فَقُلْتُ:
هُنٌ مِثْلُ
الْخَشبَةِ.
فَانْطَلَقَتَا
تُوَلْوََنَ
وَتَقَوَْنِ:
لَوْ كَانَ
هَاهُنَا أحَدٌ
مِنْ
أنْفَارِنَا؟
فَاسْتَقْبَلَهُمَا
رَسُولُ
اللّهِ #
وَأبُو
بَكْرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
وَهُمَا
هَابِطَانِ.
فَقَاَ: مَا
بِكُمَا؟
قَالَتَا:
الصَّابِئُ
بَيْنَ
الْكَعْبَةِ
وَأسْتَارِهَا
قَاَ: مَا
قَالَ
لَكُمَا؟
قَالَتَا:
إنَّهُ قَالَ
كَلِمَةً
تَمْ‘ُ الْفَمَ
فَجَاءَ
رَسُولُ
اللّهِ #
حَتّى
اسْتَلَمَ
الْحَجَرَ.
فَطَافَ
بِالْبَيْتِ
هُوَ
وصَاحِبُهُ.
ثُمَّ صَلّى.
فَلَمَّا
قَضَى
صََتَهُ. قَالَ
أبُو ذَرٍّ:
فَكُنْتُ
أوَّلُ مَنْ
حَيَّاهُ
بِتَحِيِّةِ
ا“سَْمِ
فَقُلْتُ:
السََّمُ عَلَيْكَ
يَا رَسُولَ
اللّهِ.
فقَالَ: وَعَلَيْكَ
وَرَحْمَةُ
اللّهِ. ثُمَّ
قَالَ:
مِمَّنْ أنْتَ؟
قُلْتُ: مِنْ
غِفَارٍ
قَالَ:
فَأهْوَى بِيدِهِ
فَوَضَعَ
أصَابِعَهُ
عَلى جَبْهَتِهِ.
فَقُلْتُ في
نَفْسِى:
كَرِهَ أنْ
اِنْتَمَيْتُ
إلى غِفَارٍ
فَذَهَبْتُ
آخُذُ بِيَدِهِ
فَقَدعَنِى
صَاحِبُهُ،
وَكَانَ أعْلَمَ
بِهِ مِنِّى،
ثُمَّ رَفَعَ
رَأسَهُ
فَقَالَ: مَتَى
كُنْتَ
هَاهُنَا؟
قَالَ: قَدْ
كُنْتُ هَاهُنَا
مُنْذُ
ثَثِينَ
بَيْنَ
لَيْلَةٍ وَيَوْمٍ.
قَالَ: فَمَنْ
كَانَ
يُطْعِمُكَ؟
قُلْتُ: مَا
كَانَ لِى
مِنْ طَعَامٍ
إَّ مَاءُ زَمْزَمَ،
فَسَمِنْتُ
حَتّى
تَكَسَّرَتْ
عُكَنُ بَطْنِى،
وَمَا أجِدُ
عَلى كَبِدِى
سَخْفَةَ جُوعٍ.
فقَالَ:
إنَّهَا
مُبَارَكَةُ،
وَإنَّهَا
طَعَامُ
طُعْمٍ.
فقَالَ أبُو
بَكْرٍ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ،
اِئْذَنْ في
طَعَامِهِ اللَّيْلَةَ.
فَانْطَلَق
رَسُولُ
اللّهِ # وَأبُوبَكْرٍ
وَانْطَلَقْتُ
مَعَهُمَا.
فَفَتَحَ أبُو
بكْرٍ بَاباً
فَجَعَلَ
يَقْبِضُ
لَنَا مِنْ
زَبِيبِ
الطَّائِفِ.
فَكَانَ
ذلِكَ أوَّلَ
طَعَامٍ
أكَلْتُهُ
بِهَا ثُمَّ
غَبَرْتُ مَا
غَبَرْتُ
ثُمَّ
أتَيْتُ
رَسُولَ اللّهِ
# فقَالَ:
إنِّى
قَدْ
وُجِّهْتُ
إلى أرْضٍ
ذَاتِ نَخَلٍ
َ أُرَاهَا
إَّ
يَثْرِبَ،
فَهَلْ أنْتَ
مُبْلِغٌ
عَنِّى
قَوْمَكَ؟
عَسى اللّهُ أنْ
يَنْفَعَهُمْ
بِكَ
وَيأجُرَكَ
فِيهِمْ؛
فَأتَيْتُ
أخِى
أُنَيْساً.
فقَالَ: مَا
صَنَعْتَ؟
قُلْتُ:
صَنَعْتُ
أنِّى قَدْ
أسْلَمْتُ
وَصَدَّقَتُ.
فقَالَ: مَا
بِى رَغْبَةٌ عَنْ
دِينِك،
وَانِّى قَدْ
أسْلَمْتُ
وَصَدَّقْتُ. قَالَ:
فأتَيْنَا
أُمَّنَا
فقَالَتْ: مَا
بِِى
رَغْبَةٌ
عَنْ
دِينِكُمَا،
وَإِنّى قَدْ
أسْلَمْتُ
وَصَدَّقْتُ.
فَاحْتَمَلْنَا
حَتّى
أتَيْنَا
قَوْمَنَا
غِفَاراً
فَأسْلَمَ
نِصْفُهُمْ،
وَكَانَ
يَؤُمُّهُمْ
أيْمَاءُ
بْنُ
رَخْضَةَ
الْغِفَارىُّ،
وَكَانَ
سَيِّدَهُمْ؛
وَقَالَ
نِصْفُهُمْ.
إذَا قَدِمَ
رَسُولُ اللّهِ
#
الْمَدِينَةَ
أسْلَمْنَا.
فَقَدِمَ رَسُولُ
اللّهِ #
الْمَدِينَةَ
فَأسْلَمَ النِّصْفُ
الْبَاقى.
وَجَاءَتْ
أسْلَمُ فقَالَتْ:
يَارَسُولَ
اللّهِ!
إخْوَانُنَا:
نُسْلِمُ
عَلى الَّذِى
أسْلَمُوا
عَلَيْهِ؛ فَأسْلَمُوا.
فقَالَ #:
غِفَارٌ،
غَفَرَ
اللّهُ
لَهَا، وَأسْلَمُ
سَالَمَهَا
اللّهُ
تَعالى[.
أخرجه مسلم،
وهذا لفظه .
1. (4445)- Hz. Ebu Zerr (radıyallahu anh):
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile karşılaşmazdan önce
üç yıl ibadet ettim" demişti. Kendisine: "(Bu ibadeti) kimin için
yaptın?" diye sordular.
"Allah için!" cevabını verdi. Tekrar:
"Pekiyi nereye yönelerek yaptın?" denildi.
"Rabbim beni nereye yöneltmiş idiyse oraya!" dedi ve
açıklamaya devam etti: "Akşam vakti namaza başlıyor, gecenin sonuna kadar
devam ediyordum. O zaman kendimi bir örtü gibi atıyor, güneş tepeme
yükselinceye kadar öyle kalıyordum. ( Bir gün kardeşim) Üneys bana:
"Benim Mekke'de görülecek bir işim var. Sen bana başgöz ol
(eksikliğimi duyurma) dedi ve Mekke'ye gitti. Oraya varınca bana dönmekte
gecikti. Nihayet geldi.
"Ne yaptın?" dedim.
"Mekke'de bir adama rastladım, senin (gibi farklı bir) din
üzerine yaşıyor. Ancak O, kendisini Allah Teâlâ'nın gönderdiğini zannediyor"
dedi.
"Halk ne diyor?" diye sordum.
"Halk mı? Halk O'na şair diyor, kâhin diyor, sâhir (sihirbaz)
diyor!" dedi. Esasen Üneys şâirlerden biriydi. Tekrar sordum:"Pekâlâ
sen ne diyorsun?""Ben dedi, kâhinlerin sözünü işittim, bilirim. Onun
ki kâhin sözü değil. Onun söylediklerini şiir çeşitlerine tatbik ettim.
Hiçbirine uygun gelmiyor. Benden sonra kimse O'na şiir diyemez. Vallahi O doğru
sözlüdür, kâhinler ise hep yalancıdırlar!" dedi. Bu açıklama üzerine ben
ona:
"Öyleyse benim işlerime de sen başgöz ol, bir de ben gidip
göreyim!" dedim."
Ebu Zerr, gerisini şöyle anlatır:
"Mekke'ye geldim. Halktan zayıf bir adam buldum. Ona:
"Şu Sâbî (sapık) dediğiniz adam nerede? diye sormuştum. Adam, beni
göstererek:
"Burada bir sâbiî var! Burada bir sâbiî var!" diye
bağırmaya baladı. Derken vâdi halkı kesek ve kemiklerle üzerime hücum etti. Bayılarak
yığılmış kalmışım.
Kendime gelip kalktığım zaman kırmızı bir dikili taş gibiydim.
Zemzem'e kadar gittim. Kanlarımı yıkadım, suyundan biraz içtim.
Böylece otuz gün, gece ile gündüz arası kaldım. Bu esnada zemzem
suyundan başka hiçbir taam almadım. Buna rağmen şişmanladım ve karnımın
kavrımları arttı. Ciğerimde açlık hissi duymadım. Mekkeliler, ay ışığı olan bir
gecede uyurken Beytullah'ı tavaf eden yoktu. Onlardan sadece iki kadar, İsâf ve
Naile (adındaki putlarına) dua ediyordu. Tavafları sırasında bana kadar
geldiler. (Dayanamayıp):
"Onları birbirlerine nikâhlayıverin bari!" dedim. Onlar
dualarından vazgeçmeyip, tavaflarını yaparken yanıma kadar geldiler. Bu sefer:
"Onlar(a niye tapıyorsunuz)? Odundan farkları ne?"
dedim. Kadınlar:
"(İmdat!) burada bir adam yok mu?" diye velvele
kopararak gittiler. Tam o sırada kadınları Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
ve Ebu Bekr (radıyallahu anh), tepeden inerlerken karşılayıp:"
(Niye bağırdınız) başınıza ne geldi?" derler. Kadınlar
(onları daha tanımadan):
"Kâ'be ile örtüsü arasında bir sâbiî (sapık) var!"
derler. Onlar sorarlar:
"Size ne dedi?"
"Bize ağzı dolduran (ağza alınmaz) sözler söyledi"
derler. Derken Resûlulah (aleyhissalâtu vesselâm) geldi, Haceru'l-Esved'e
istilâmda bulundu, arkadaşıyla birlikte Beytullah'ı tavaf etti. Sonra namaz
kıldı. Namazını bitirince, -Ebu Zerr der ki: "Aleyhissalatu vesselâm'ı
İslâm selâmı ile ilk selamlayan ben oldum.- "Esselâmu aleyke ya
Resûlullah. (Ey Allah'ın Resûlü! Selam üzerine olsun)!" dedim. Bana:
"Ve aleyke ve Rahmetullah. (Selam senin üzerine olsun,
Allah'ın rahmeti de)!" diye mukabele etti. Sonra:
"Sen kimlerdensin?" diye sordu."
Gıfâr'danım!" dedim. Bunun üzerine eliyle eğilerek
parmaklarımı alnına koydu. İçimdem: "Galiba kendimi Gıfâr'a nisbet
etmemden hoşlanmadı" dedim. Elinden tutmak üzere ilerledim. Fakat arkadaşı
bana mâni oldu. Onu benden iyi biliyordu. Sonra başını kaldırıp sordu:"
Buraya ne zaman geldin ?
"Otuz gündür burdayım!" dedim.
"Sana kim yiyecek verdi?" dedi.
"Zemzen suyundan başka bir yiyeceğim olmadı. Şişmanladım
bile. Öyle ki karnımın kıvrımlları arttı. Ciğerimden açlık hissi de
duymadım!" dedim
"Zemzem suyu mübarektir. O hakikaten besleyici bir
gıdadır!" buyurdu. Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh):
"Ey Allah'ın Resulü! Bana müsaade et, bu geceki yiyeceğini
ben ikram edeyim!" dedi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve Ebu Bekr
(radıyallahu anh) gittiler, onlarla ben de gittim.
Ebu Bekr bir kapı açtı. Taif kuru üzümünden benim için bir avuç
çıkarmaya başladı. Bu, Mekke'de yediğim ilk yemekti. Orada kaldığım kadar
kaldım. Sonra Resulullah'a geldim. Bana dedi ki:
"Ben hurmalıklı bir yere sevkedileceğim. Burasının Yesrib
olduğu kanaatindeyim. Sen kavmine benden mesaj götür. Umarım, sayende Allah onları hayırla
menfaatlendirecek ve onlar sebebiyle de sana sevap verecek."
Bundan sonra ben kardeşim Üneys'e geldim. Bana:
"Ne yaptın? diye sordu. Ben:
"Müslüman oldum ve (Muhammed'in hak bir peygamber olduğunu)
tasdik ettim" dedim.
"Ben senin dinine karşı değilim. Ben de müslüman oldum ve
tasdik ettim" dedi. Sonra kalkıp annemize geldik. (Durumu anlattık). O da
bize:
"Ben sizin dininize karşı değilim. Ben de müslüman oldum ve
tasdik ettim!" dedi. Sonra kalkıp hayvanlarımıza binip kavmimiz Gıfar'a
geldik. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın mesajını getirdik. İlk anda) yarısı müslüman oldu. Eyma İbnu Rahza
el-Gıfârî müslüman olanların imamlığını yürütüyordu, bu onların efendisi idi.
Diğer (müslüman olmayan) yarı:"
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Medine'ye gelince müslüman
oluruz!" dediler. Derken (aleyhissalâtu
vesselâm) Medine'ye geldi. O geri kalan yarı da müslüman oldu. Bir müddet sonra
Eslem kabilesi de gelerek:
"Ey Allah'ın Resûlü! (Gıfarlılar) bizim kardeşlerimizdir.
Onların müslüman oldukları şey üzere biz de müslüman oluyoruz!" dediler ve
onlar da müslüman oldular. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Gıfâr'a Allah mağfiretini bol kılsın. Eslem'i de Allah
selamete kavuştursun!" diyerek o iki kabileden memnuniyetini ifade
buyurdular." [Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 132, (2473). Metin Müslim'in
metnidir.][201]
ـ4446 ـ2ـ
وفي رواية له
وللبخاري:
]لَمَّا
بَلَغَ أبَا
ذَرٍّ
مَبْعَثُ
النَّبِىِّ #.
قالَ ‘خِيهِ:
اِرْكَبْ الى
هذَا
الْوَادِى
فَاعْلَمْ لِى
عِلْمَ هذَا
الرَّجُلِ
الَّذِى
يَزْعَمُ أنَّهُ
نَبِىٌّ
يَأتِيهِ
الْخَبَرُ
مِنَ السَّمَاءِ،
وَاسْمَعْ
مِنْ
قَوْلِهِ ثُمَّ
ائْتِنِى.
فَانْطَلَقَ
ا‘خُ حَتّى
قَدِمَ
وَسَمِعَ
مِنْ
قَوْلِهِ.
ثُمّ رَجَعَ
إلى أبِي
ذَرٍّ: فقَالَ
لَهُ:
رَأيْتُهُ
يَأمُرُ بِمَكَارِمِ
ا‘خَْقِ،
وَكََماً
مَاهُوَ بِالشِّعْرِ.
فقَالَ: مَا
شَفَيْتَنِى
مِمَّا أرَدْتُ.
فَتَزَوَّدَ
وَحَمَلَ
شَنَّةً لَهُ
فِيهَا مَاءٌ
حَتّى قَدِمَ
مَكَّةَ،
فَأتَى الْمَسْجِدَ
فَالْتَمَسَ
النَّبِىَّ #،
وَهُوَ َ
يَعْرِفُهُ،
وَكَرِهَ أنْ
يَسْألَ
عَنْهُ
حَتّى
أدْرَكَهُ
بَعْضُ
اللَّيْلِ فَاضْطَجَعَ
فَرآهُ
عَلِيٌّ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه
فَعَرَفَ
أنَّهُ
غَرِيبٌ.
فَلَمَّا رَآهُ
تَبِعَهُ فَلَمْ
يَسْألْ
وَاحِدٌ
مِنْهُمَا
صَاحِبَهُ
عَنْ شَىْءٍ
حَتّى
أصْبَحَ.
ثُمَّ احْتَمَلَ
قِرْبَتَهُ
وَزَادَهُ
الى
الْمَسْجِدِ
فَظَلَّ
ذلِكَ
الْيَوْمَ
وََ يَرَاهُ
النَّبِىَّ #
حَتّى أمْسى.
فَعَادَ الى
مَضْجَعِهِ.
فَمَرَّ بِهِ
عَلِيٌّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه.
فقَالَ: أمَا
آنَ
لِلرَّجُلِ
أنْ يَعْرِفَ
مَنْزِلَهُ؟
فَقَامَ
وَتَبِعَهُ
وََ يَسْألُ
وَاحِدٌ
مِنْهُمَا
صَاحِبَهُ
عَنْ شَىْءٍ
حَتّى إذَا
كَانَ يَوْمُ
الثَّالِثِ
فَعَمِلَ ذلِكَ
فَأقَامَهُ
عَلِيٌّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
مَعَهُ. ثُمَّ
قَالَ: أَ
تُحَدِّثُنِى
مَا الَّذِى أقْدَمَكَ
هذَا
الْبَلَدَ؟
قَالَ: إنْ
أعْطَيْتَنِى
عَهْداً
وَمِيثَاقاً
لَتُرْشِدَنَّنِى
فَعَلْتُ
فَفَعَلَ
فَأخْبَرْتُهُ
فقَالَ:
أنَّهُ
حَقٌّ،
وَهُوَ
رَسُولُ اللّهِ
فَإذَا
أصْبَحْتَ
فَاتَّبِعْنِى،
فإنِّى إنْ
رَأيْتُ
شَيْئاً
أخَافُ
عَلَيْكَ قُمْتُ
كَأنِّى أُبِقُ
الْمَاءَ،
فإنْ
مَضَيْتُ
فَاتَّبِعْنِى
حَتّى
تَدْخُلَ
مَدْخَلِى.
فَفَعَلَ فَانْطَلَقَ
يَقفُوهُ
حَتّى دَخَلَ
عَلِىٌّ عَلى
النَّبِىِّ #
فَدخَلَ
مَعَهُ
وَسَمِعَ مِنْ
قَوْلِهِ،
وَأسْلَمَ
مَكَانَهُ.
فَقَالَ لَهُ
النَّبِيُّ #:
ارْجِع الى
قَوْمِكَ فَاخْبَرَهُمْ
حَتَّى
يَأتِيكَ
اَمْرِي،
فَقَالَ:
وَالَّذِى
نَفْسِى
بِيَدِهِ
‘صْرُخَنَّ
بِهَا بَيْنَ
ظَهْرَانَيْهِمْ.
فَخَرَجَ
حَتّى أتَى
الْمَسْجِدَ
فَنَادَى
بِأعَْ
صَوْتِهِ: أشْهَدُ
أنْ َ إلهَ
اللّهُ،
وَأنَّ
مَحُمَّداً
رَسُولُ
اللّهِ
وَثَارَ
الْقَوْمُ
فَضَرَبُوهُ
حَتّى
أوْجَعُوهُ
فَأتى
الْعَبَّاسُ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه
فَأكَبَّ
عَلَيْهِ.
فَقَالَ: وَيْلَكُمْ،
ألَسْتُم
تَعْلَمُونَ
أنَّهُ مِنْ
غِفَارٍ؟
وَأنَّ
طَرِيقَ
تُجَّارِكُمْ
الى الشَّامِ
عَلَيْهِمْ،
فضأنْقَذَهُ
مِنْهُمْ.
ثُمَّ عَادَ
مِنَ الْغَدِ
لِمِثْلِهَا
فَثَارُوا عَلَيْهِ
فَضَرَبُوهُ،
فَأكَبَّ
عَلَيْهِ الْعَبَّاسُ
فَأنْقَذَهُ.
فَكَانَ هذَا
أوَّلَ
إسَْمِ أبى
ذَرٍّ
الْغِفَارِىِّ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْه[.»الخِفَاءُ«
بكسر الخاء
المعجمة:
كساءٌ
يُطرَحُ على
السِّقَاءِ.وقوله:
»فَرَاثَ« أىْ
أبْطَأ.و»أقَراءُ
الشعر«
طرائقهُ وَأنواعه،
واحدُها:
قَرءٌ بفتح
القَافِ.و»المَدَرَةُ«
الطِّينَةُ
الْمُسْتَحْجَرَةُ.وقوله:
»كَأنَى
نُصُبٌ
أحْمَرُ«
أرَادَ
أنَّهُمْ ضَرَبُوهُ
حَتّى
أدَمُوهُ
فصَارَ
كَأنّهُ نُصُبٌ
أحْمَرُ،
والنصب الحجر
أو الصنم
الَّذِى
كانُوا
يَنْصِبُونَهُ
في
الجَاهِلِيَّةِ
وَيَذْبَحُونَ
عَليهِ
فَيَحْمَرُّ
من دم
الْقُرباَنِ
والذَّبَائِحِ.و»سَخَفَةُ
الْجُوعِ«
رِقَّتُهُ
وَهَزَالُهُ.و»لَيْلَةُ
إضحيَانِ« أى مَضِيئُةُ
َغَيْمَ
فيها.و»ا‘صْمَخَةُ«
جَمْعُ
صِمَاخٍ،
وَهُوَ
ثُقُبُ
ا‘ُذْنِ.و»الضَّرْبُ«
هَاهُنَا:
اَلْمَنْعُ
مِنَ
اِسْتِمَاعِ،
وَكَنّى بِهِ
عَنِ
النَّوْمِ
الْمُفْرِطِ.و»إسَافٌ
وَنَائِلَةُ«
صَنَمَانِ
يَزْعُمُ
الْعَربُ
أنَّهُمَا
كَانَا رَجًُ
وَاِمْرَأةً
فَزَنَيَا في
الْكَعْبَةِ
فَمُسِخاً.و»الهَنُ«
عُنِىَ بِهِ
الذِّكْرُ.و»الْوَلْوَلَةُ«
اِسْتِغَاثَةُ
والصَّيَاحُ.و»ا‘نْفَارُ«
الْجَمَاعَةُ:
أىْ مِنْ
أصْحَابِنَا
وَجَمَاعَتِنَا،
وَهُوَ مِنَ
النَّفَرِ
الَّذِينَ
مِنَ الثََّثَةِ
الى
الْعَشَرَةِ .
وَقَوْلَهُمَا:
»كَلِمَةً
تَمَ‘ُ
الْفَمَ« أرَادَتَا
أنَّهَا
عَظِيمَةٌ
تُقَالُ.و»القَدْعُ«
اَلْمَنْعُ
وَالْكَفُّ.و»طَعَامُ
طُعْمٍ« أىْ
شَبْعٍ،
يَعْنِى أنَّهُ
يُشْبِعُ
وَيَكُفُّ
الْجُوعَ
وَيَكْفى مِنْهُ.و»الغَابِرُ«
هَاهُنَا:
اَلْبَاقِى وَهُوَ
مِنَ
ا‘ضْدَادِ.و»ظَهْرَانِى
الْقَوْمِ
وَا‘مْرِ« أىْ
وَسَطُهُ
وَفيمَا
بَيْنَهُ .
2. (4446)- Ebu Zerr'in Buhari'de gelen bir rivayetinde şöyle
denmiştir: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bi'set (peygamber
olarak gönderildi) haberi Ebu Zerr (radıyallahu anh)'a ulaşınca, kardeşi
(Üneys)'e:
"Devene bin! Şu vadiye (Mekke'ye) git! Kendisini peygamber
zanneden ve semadan haber geldiğini söyleyen şu adam hakkında bana bilgi edin,
sözlerini dinle ve bana getir!" dedi. Kardeşi gidip, Mekke'ye vardı. Onun
sözlerinden dinledi. Sonra Ebu Zerr'in yanına döndü ve şu bilgiyi verdi:"
Onu gördüm. İnsanlara güzel ahlakı emrediyordu. (İnsanlara
getirdiği) kelam da şiir değil."
Ebu Zerr (kardeşinin anlattıklarını tatminkar bulmayarak),
kardeşine:
"Arzuladığım kadar merakımı gideremedim!" dedi. Azık
hazırladı. İçerisine su olan dağarcığını yüklenip yola çıktı. Mekke'ye geldi.
Mescide uğrayıp Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı kolladı. Esasen O'nu
tanımıyordu. Doğrudan sormayı da uygun görmedi. Böylece birkaç gece geçirdi.
Tutup (bir kuytuya) yattı. Derken Ali (radıyallahu anh) onu görüp, bir yabancı
olduğunu anladı. Onu görünce takip etti. Bu ikisinden hiçbiri diğerine herhangi bir şey sormadı. Bu suretle
sabaha erdiler. Sonra kırbasını ve azığını Mescid'e taşıdı. O gün de öyle geçti
ve Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı akşama kadar göremedi. Bunun üzerine
yattığı yere döndü. (Az sonra) Ali (radıyallahu anh) ona uğradı ve adama:
"Yerimi öğrenme zamanı gelmedi mi?" dedi. Böylece Ebu
Zerr'i kaldırdı ve beraberinde götürdü. (Ebu Zerr onu geriden takip etti.)
Birbirlerine hiçbir şey söylemediler. Üçüncü güne ermişlerdi. O gün de aynı
şekilde hareket ettiler. Ali onu beraberinde ikamet ettirdi. Ve:
"Seni bu memlekete getiren sebebi bana söylemez misin?"
diye sordu. Ebu Zerr:
"Bana yardımcı olup yol göstereceğin hususunda ahd-u misakda
bulunur (kesin söz verir)sen açıklarım!" dedi. Ali söz verdi, o da
açıkladı. Ali dedi ki:
"O haktır ve Allah'ın Resulüdür. Sabah olunca peşimi takip
et. Ben, senin hakkında korktuğum bir şey görürsem, sanki su döküyorum gibi
doğrulurum, değilse yürümeye devam ederim. Böylece girdiğim yere sen de
girinceye kadar beni takip et!"
Ali böyle yaptı. O da onu takip edip geldi. Ali, Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanına girdi. O da onunla birlikte içeri daldı.
Resulullah'ın sözünü dinledi ve anında müslüman oldu. Resulullah kendisine:
"Hemen kavmine dön. (Gördüklerini) onlara haber ver. Emrim
sana gelinceye kadar (orada kal)" ferman etti. Ebu Zerr de:
"Nefsim elinde olan
Zat'a yemin olsun, ben de haberi onlar
arasında bağırarak söyleyeceğim!" dedi. Oradan çıkıp Mescid'e geldi.
Yüksek sesle:
"Eşhedu enlâ ilâhe
illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resulullah!" dedi. Halk üzerine atılıp,
onu iyice dövdüler, canını pek yaktılar.
derken Abbas (radıyallahu anh) gelip üzerine kapanarak (mani oldu).
"Yazık size! Bunun Gıfarlı olduğunu, Şam'a giden
tüccarlarınızın yolunun oradan geçtiğini bilmiyor musunuz?" diyerek onu
ellerinden kurtardı.
Ebu Zerr, ertesi günü aynı şeyi tekrarladı. Mekkeliler, üzerine
atılıp tekrar dövdüler. Yine Abbas üzerine kapandı ve onu kurtardı
(Ravi der ki): "Bu, Ebu Zerr el-Gıfârî'nin müslüman oluşunun
başlangıcı oldu." [Buharî, Menâkıbu'l-Ensar 33, Menâkıb 10.][202]
AÇIKLAMA:
1- Hadisi anlatan İbnu
Abbas'tır. Ancak İbnu Abbas (radıyallahu anh), vak'ayı Ebu Zerr el-Gıfarî'nin
kendisinden naklen anlatmaktadır.
2- Ebu Zerr el-Gıfârî
hazretleri, Ashab arasında müstesna bir şahsiyettir. Kendi anlatımından
kaydedilen iki rivayetten de vazıh
olarak anlaşılacağı üzere, herşeyden önce, kendisine islami davet yapılmadan,
kendi kendine, içinden gelen merakla
araştırıp, Resulullah'ı bulmuş ve hemen müslüman olmuştur. Onun İslam'a girişi
bi'setin ikinci veya üçüncü yılı içerisinde olmalıdır. Bazı rivayetlerde ilk
beş müslümandan beşincisi olduğu söylenebilecek kadar, müslümanlığı eskidir.
3- Ebu Zerr'in ismi hususunda çok ihtilaf edilmiştir. Cündeb
İbnu Cünâde diyenler daha çoktur. Ancak Büreyr İbnu Adillah, Büreyr İbnu
Cünâde, Büreyre İbnu Işrıka, Cündeb İbnu Abdillah, Cündeb İbnu Seken gibi başka
isimler de ileri sürülmüştür. Annesi Remle bintu'l-Vukey'a (radıyallahu
anhâ)'dır.
Ebu Zerr (radıyallahu anh), Ashab'ın büyüklerindendir. Daha
Resulullah'ın bi'setini duymazdan önce kendi kendine ibadete başlamış olması,
duyar duymaz, tahkik için kardeşi Üneys'i Mekke'ye yollaması, onun getirdiği
haberle tatmin bulmayıp bizzat kendisinin Mekke yollarına düşmesi, onun ne
derece manevi bir potansiyel taşıdığını, nasıl bir maneviyat adamı olduğunu
göstermektedir. İslam olduktan sonra büyük ekseriyete ters düşen nevi şahsına
münhasır bir İslam anlayışına ermesi ve bu münferidlik içinde hayatının sona
ermesi, hep onun yaratılıştan sahip olduğu bu manevi potansiyelin kesafet ve
sikletinden ileri gelmektedir. Ekseriyete şaz, düşen bu Ebu Zerrî anlayış
İslam'a garib mi kalmaktadır. diye bir soruya tereddütsüz verilecek cevap:
"Hayır! Asla!"dır. Zira, onun hak olan teferrüdünü, tavizsizliğini fıtratbin basîriyle keşfedip okuyan
Resululah: "Allah Ebu Zerr'e rahmet buyursun, o tek başına yürür, (tek
başına yaşar), tek başına ölür, tek başına haşr olur" diyerek, münferid de
olsa o yolun hak olduğunu beyan etmiş,
tebcil buyurmuştur. İslam sünnete ters düşmeyen farklı anlayışların hepsini
meşru addeder. Sünnet ise zengin mi zengin.
Ebu Zerr, zahid bir kimsedir. Ashab arasında dünyaya en az kıymet
veren odur. Resulullah onun zühdünü: "Ebu Zerr, ümmetim içerisinde
Hz.İsa'nın zühdünü yaşayan kimsedir"
sözleriyle ifade buyurmuştur.
Onun şahsiyetinde, ilmin de yüksek mertebede yer aldığını
belirtmeliyiz. İlminin Abdullah İbnu Mes'ud'a denk olduğu kabul edilmiştir. Hz.
Ali "Ebu Zerr, insanların öğrenmekten aciz kalacağı derecede ilim
kesbetti. Ancak sonradan (dağarcığının) ağzını sımsıkı bağlayıp, dışarıya bir
şey sızdırmadı" der. Böylece onun geniş ilmine rağmen, bu ilmi neşretme
gayretine girmediğine dikkat çeker.
Ebu Zerr'i diğer sahabelerden farklı kılan zühdü, onu, birkaç
dinar ve hatta birkaç dirhem biriktirmeyi Tevbe
suresinde zikri geçen "kenz" kabul etmeye itmiştir. Bu
sebeple, kendisine beytu'lmaldan verilen
tahsisatı o gün fakirlere dağıtmayı prensip edinmiştir. Ebu Zerr,
Resulullah'ın: "Kıyamet günü, makamca bana en yakın olacak kimse, dünyayı
terkettiği zaman, benim kendisini bıraktığım
heyette olan kimsedir"
hadisine uyarak, Resulullah zamanındaki heyetini ve hayat standardını
değiştirmemeye gayret etmiş ve diğer sahabelerin hiçbiri buna riayet
edemedikleri için, Kıyamet gününde Resulullah'a yakınlık kazanacağını ifade
etmiştir.
Resulullah'ın vefatından sonra Şam'da yaşayan Ebu Zerr, Hz.
Muaviye'nin sultanlar gibi debdebeli yaşayışını tenkid etmiş, bunun sünnete
aykırı olduğunu, israf olduğunu söylemiş ve bu sözleri halk üzerinde te'sir
halketmişti. Onun bu müessiriyetinden rahatsızlık duyan Hz. Muaviye, Halife Hz.
Osman (radıyallahu anh)'a şikayet eder. Halife, Ebu Zerr'i Medine'ye çağırır,
oradan da Rebeze'ye gönderir ve orada
ikametini uygun görür. Hcri 31'de
Rebeze'de vefat eder, (radıyallahu anh).
Resululah onun doğru sözlülüğünü
takdiren: "Onun gibi doğru sözlü birisini ne yer taşıdı, ne de gök
gölgeledi" buyurur (4370'de açıklandı). Bedir savaşına katılmamıştır ama
Hz. Ömer, tahsisatta onu Ashab-ı Bedr'e ilhak etmiştir. İbnu İshak'ın
Sire'sinde kaydedildiğine göre, Resulullah'a tebük seferine katılmayanlar haber
verilip: "Falan da katılmadı"
denince: "Bırakın onu, eğer onda bir hayır varsa Allah onu size
ilhak edecektir! Hayır yoksa, Allah ondan sizi selamette tutuyor
demektir" derdi. Ebu Zerr devesi
ile yola çıkar, ancak deve bir türlü sür'at yapamayınca, deveyi bırakır, malzemesini sırtına alır, geriden
tek başına yaya olarak orduya yetişmeye
çalışır. Bir ara, Resulullah'a geriden birinin yaya gelmekte olduğu haber
verilir. Efendimiz: "Bu Ebu Zerr ola!" buyururlar. Yaklaşınca gerçekten onun olduğu anlaşılır ve
Aleyhissalâtu vesselâm'a Ebu Zerr diye haber verirler. Aleyhissalâtu
vesselâm:"
Allah Ebu Zerr'e rahmet buyursun. O tek başına yaşar, tek başına
ölür, tek başına haşrolunur" buyururlar.
Yukarıda belirtildiği üzere, Ebu Zerr pek çok hususta münferid
kalmış, münferid yaşamış ve
münferid ölmüştür. [203]
*
HUZEYFE İBNU'L-YEMAN (RADIYALLAHU ANHÜMÂ)
ـ4447 ـ1ـ
عَنْ
حُذَيْفَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه قَالَ:
]سَألَتْنى
أُمِّى مَتَى
عَهْدُكَ بِرَسُولِ
اللّهِ #؟
فَقلْتُ:
مَالِى بِهِ
عَهْدٌ
مُنْذُ كَذَا
وَكَذَا،
فَنَالَتْ
مِنِّى.
فَقُلْتُ
لَهَا: دَعِينِى
آتِى رَسُولَ
اللّهِ #
فَأُصَلِّى
مَعَهُ
الْمَغْرِبَ
وَأسْألُهُ
أنْ
يَسْتَغْفِرَ
لِى وَلَكَ.
فَأتَيْتُهُ
فَصَلَّيْتُ
مَعَهُ
الْمَغْرِبَ
فَصَلّى
حَتّى صَلّى
الْعِشَاءَ
ثُمّ
انفَتَلَ
فَتَبِعْتُهُ
فَسَمِعَ
صَوْتِى
فَقَالَ: مَنْ
هذَا:
حُذَيْفَةُ؟
قُلْتُ: نَعَمْ
قَالَ: مَا
حَاجَتُكَ؟
غَفَرَ
اللّهُ تَعَالى
لَكَ
و‘ُمِّكَ.
إنَّ هذَا
مَلَكٌ لَمْ
يَنْزِلِ
ا‘رْضَ قَطُّ
قَبْلَ هذِهِ
اللَّيْلَةِ،
اسْتَأذَنَ
رَبَّهُ أنْ
يُسَلِّمَ
عَلَيَّ
وَيُبَشِّرَنِي
أنَّ
فَاطِمَةَ
سَيِّدَةُ
نِسَاءِ
أهْلِ
الْجَنَّةِ،
وَالْحَسَنَ
وَالْحُسَيْنَ
سَيِّدَا
شَبَابِ
أهْلِ الْجَنَّةِ[.
أخرجه
الترمذي .
1. (4447)- Hz. Huzeyfe (radıyallahu anh) anlatıyor: "Annem bana:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı (en son) ne zaman gördün?"
diye sordu. Ben:
"Şu şu zamandan beri görmedim!" dedim. Annem bana (kızdı
ve) azarladı. Bunun üzerine:
"İzin ver Aleyhissalâtu vesselâm'a gideyim, akşam namazını
O'nunla kılayım ve bana da sana da mağfiret dileyivermesini taleb edeyim!" dedim. (O gün) Aleyhissalâtu vesselâm'a gittim. Akşamı onunla kıldım. Yatsıyı da
kılıncaya kadar (orada nafile) namaz kıldı. Sonra ayrıldı. Ben de peşine
düştüm. Derken sesimi işitti.
"Bu kim? Huzeyfe değil mi?" dedi.
"Evet, Huzeyfe'dir!" dedim.
"Hacetin nedir? Allah Teala Hazretleri sana da, annene de
mağfiret buyursun. Şu bir melektir. Bu geceden önce arza hiç inmemiştir. Bana
selam vermek ve Fatıma'nın cennetteki kadınların efendisi olduğunu, Hasan ve
Hüseyin'in de cennetteki gençlerin efendisi olduğun bana müjdelemek için
Rabbinden izin istedi" buyurdu." [Tirmizî, Menâkıb, (3783).] [204]
ـ4448 ـ2ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالُوا يَا
رَسُولَ
اللّهِ لَوِ
اسْتَخْلَفْتَ؟
فَقَالَ:
إنِّى إنِ
اسْتَخْلَفْتُ
فَعَصَيْتُمُوهُ
عُذِّبْتُمْ
وَلَكِنْ مَا
حَدَّثَكُمْ
بِهِ
حُذَيْفَةُ
فَصدِّقُوهُ،
وَمَا
أقَرَأكُمْ
عَبْدُ
اللّهِ بْنُ
مَسْعُودٍ
فَاقْرَءُوهُ[.
أخرجه
الترمذي .
2. (4448)- Yine Huzeyfe (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ashab:
"Ey Allah'ın Resulü! yerinize bir halife tayin etseniz!"
demişti. Şu cevapta bulundu:
"Ben birini yerime koysam, sonra da siz ona isyan etseniz,
azaba maruz kalırsınız. Velakin, siz, Huzeyfe'nin size rivayet edeceği sözleri
tasdik edin, Abdullah İbnu Mes'ud'un okuyacağını okuyun." [Tirmizî,
Menakıb, (3814).][205]
AÇIKLAMA:
1- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu hadislerinde ümmet
için her devirde, her mekanda ve her zamanda, her an ehemiyet taşıyan şeye
dikkat çekmekte ve sanki şöyle demektedir: "Benim yerime birini seçmem
sizler için çok ehemmiyetli değil, ehemmiyeti olmayan meseleyi bırakın. Velakin
kitapla ve sünnetle amel etmek sizin için çok daha ehemiyetlidir. Bunlara dört
elle sarılın." Bilhassa Huzeyfe'yi zikretmesi, onun Resulullah'ın sahib-i
sırr'ı olmasından ileri gelir. Hz. Huzeyfe (radıyallahu anh) münafıklarla ilgili
sırlara vakıf idi. Herkes hayırdan sorarken, o hep şerden ve arkadan çıkacak
fitnelerden sorardı. Resulullah o hususlarla ilgili birçok malumatı kendisine
sır olarak tevdi etmiş idi. Dünyevi fitnelere karşı halkı uyaran o idi. Adullah İbnu Mes'ud (radıyallahu
anh) da uhrevi fitnelere karşı uyarma yapardı.
2- Bu hadiste, Resulullah'ın vefatından sonra halife seçimi
esnasında Abdullah İbnu Mes'ud'un sarfettiği muknî sözlerle o meselenin
hallindeki müsbet katkılarına da işaret etmiş olabilir. Zira o, hilafete Hz.
Ebu Bekr'in seçilmesinin gerektiğini söyledikten sonra şu gerekçeyi ileri
sürmüştü:
"Biz Resulullah'ın sağlığında öne geçirip, arkasında namaz
kıldığı kimseyi, hilafet meselesinde geri atamayız. Nasıl olur da Aleyhissalâtu
vesselâm'ın dinimizle ilgili olarak razı olduğu kimseden biz dünyamız
hususunda razı olmaz, öne geçirmeyiz?"
Bu hususu te'yid eden bir Tirmizî hadisi şöyledir: "Benden
sonra, Ashabımdan Ebu Bekr ve Ömer ikilisine iktida edin. Ammar'ın
istikametiyle istikametlenin, İbnu Mesud'un
vasiyetine de yapışın." (4371 numaralı hadise bakılsın.)
Bu hadisin başında Hz. Ebu Bekr ve Ömer'e iktida emredildikten
sonra, aynı hadisin sonunda İbnu Mes'ud'un vasiyetine temessük (yapışma)
emredilmiş olması, bu vasiyetin Hz. Ebu Bekr'e uyma hususundaki vasiyetiyle
ilgili olduğu düşüncesine kuvvet veriyor. Efendimiz, mucize olarak istikbâlbin
nazarıyla İbnu Mes'ud'un o tavsiyesini görmüş ve ashabına ona uymalarını
vasiyet etmiştir.
3- Huzeyfe İbnu'l-Yeman'ın adı, Huzeyfe İbnu Hısl İbni Cabir'dir.
Yeman ismi babasınının lakabıdır. Kavminde bir kan davasına karıştığı için
Yemen'den kalkıp Medine'ye gelmiş ve orada, Beni Abdu'l-Eşhel ile halif olup
yerleşmiştir.
Uhud'a katılmış, o savaşta babasını kaybetmiştir.
Huzeyfe'nin en bariz vasfı Resulullah'ın münafıklar hakkında
sahib-i sırr'ı olmasıdır. Aleyhissalâtu vesselâm kimlerin münafık olduğunu
sadece Huzeyfe'ye söylemiş idi. Bunu herkes biliyordu. Hatta, Hz. Ömer bir ara:
"Benim memurlarım arasında münafık var mı." diye sormuş, "Evet!
bir tane!" cevabını alınca, "O kimdir?" diyerek öğrenmek
istemiş, ancak Huzeyfe: "Söylemem! demiştir. Huzeyfe, bir müddet sona Hz.
Ömer'in onu azlettiğini söyler.
Hz. Ömer (radıyallahu anh), bir kimse öldüğü zaman, Huzeyfe'nin
cenaze namazına katılıp katılmadığını
sordurur, katılmış ise kendisi de iştirak edermiş.
Huzeyfe Nihavent savaşına katılmıştır. Komutan Nu'mân İbnu Mukaran
şehid olunca, bayrağı alır. Bundan sonra Hamedan, Rey, Dinever onun eliyle
fethedilir. el-Cezire'nin fethinde hazır bulunur. Nusaybin'e yerleşir ve orada
evlenir.
Huzeyfe'nin diğer bir hususiyeti, sakınmak için şerden sormasıdır.
"Herkes hayırdan sorarken ben kendimi korumak için şerden
sorardım" der. Bu sebeple fitneye
müteallik hadisleri çokça rivayet etmiştir. Müşrikler misak aldığı için Bedr'e katılmadığını daha
önce belirtmiştik. Hendek savaşı
sırasında küffar'dan haber getirmesi için geceleyin onların arasına
gönderilmiştir.
Hz. Ömer, bir
vali tayin ettiği zaman, tayin kararnamesine, gideceği yer ahalisine hitaben:
"Size falancayı şu kadar ücretle gönderiyorum" diye
yazardı.Huzeyfe'yi Medâin'e vali olarak gönderince, karanameye: "...Ona
itaat edin ve istediğini verin" diye yazar. Huzeyfe Medâin'e gelince köy
muhtarları (Dehâkin) onu karşılayıp kararnameyi okurlar.
"Ne
miktar itiyorsan söyle!" derler. Huzeyfe (radıyallahu anh):
"Aranızda
kaldığım müddetçe yiyeceğim ekmeğimi ve merkebimin yemini istiyorum" der.
Hz. Ömer geri çağırdığı zaman, yolda karşılar. Bakar ki, gönderdiği zamanki
kılıkkıyafeti içerisinde. Onun bu tevazuundan memnun kalarak kucaklar ve:
"Sen
benim kardeşimsin, ben de senin kardeşinim!" der.
Hz. Huzeyfe
(radıyallahu anh), Hz. Osman'ın şehadetinden kırk gün sonra, Hicrî 36 yılında
vefat eder. Ölüm gelince çok fazla hayıflanır. Niçin ağladığı sorulunca:
"Dünyaya
esef ederek ağlamıyorum, bilakis ölüm benim için daha sevgili. Ancak, ne
üzerine öleceğimi bilemiyorum: Rıza üzerine mi, gadab üzerine mi?" der.
Ölüm geldiği zaman:
"İşte
dünyadaki en son ânım! Allahım, biliyorsun ki ben seni seviyorum, sana
kavuşmamı mübarek kıl!" der ve ruhunu teslim eder, (radıyallahu anh).[206]
*
SA'D İBNU MU'ÂZ (RADIYALLAHU ANH)
ـ4449 ـ1ـ عن
البراء
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أُهْدِىَ
لِرَسُولِ
اللّهِ #
جُبَّةٌ مِنْ
سُنْدُسٍ،
وَكَانَ
يَنْهَى عَنِ
الْحَرِيرِ،
فَعَجَبَ
النَّاسُ
مِنْهَا. وَفي
روايةٍ: ثَوْبُ
حَرِيرٍ
فَجَعَلْنَا
نَلْمُسُهُ
وَنَتَعَجَّبُ
مِنْهُ.
فقَالَ:
وَالَّذِى
نَفْسِى
بِيَدِهِ
لَمَنَادِيلُ
سَعْدِ بْنِ
مُعَاذٍ في
الْجَنَّةِ
خَيْرٌ مِنْ
هذَا[. أخرجه
الشيخان والترمذي.»السُّنْدُسُ«
مَا رَقَّ
مِنَ اِبْرِيسِمِ.و»ا“سْتبرقُ«
مَا غَلُظَ
مِنْهُ.
1. (4449)- Berâ (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a sündüs bir cübbe hediye edildi, elimizle yoklamaya
başladık, hepimiz hayran olmuştuk"
"Nefsim (kudret) elinde olan Zât'a yemin olsun, Sa'd İbnu
Mu'âz'ın cennetteki mendilleri bundan hayırlıdır" buyurdular."
[Buharî, Libas 26, Bed'ül-Halk 8, Menâkıbu'l-Ensâr 12, Eymân 3; Müslim, Fezail
126, (2468); Tirmizî, Menâkıb, (3846).][207]
ـ4450 ـ2ـ
وعن جابرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
اِهْتَزَّ
الْعَرْشُ؛ وفي
رواية:
اِهْتَزَّ
عَرْشُ
الرَّحْمنِ
لِمَوْتِ
سَعْدِ بْنِ مُعَاذٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْه[. أخرجه
الشيخان
والترمذي.و»اِهْتِزَازُ
الْعَرْشِ«
كِنَايَةٌ
عَن
اِرْتياحِهِ
بروحه حين
صُعِدَ بِها
لكرامَتِهِ
عَلى ربّهِ،
وكلُّ مَنْ
خَفَّ ‘مْرٍ
وارْتاحَ له
فقَد اهْتَزّ
لهُ، والمعنَى
فرحَ أهْلُ
العَرْشِ
لِقُدومِهِ
على اللّهِ
لِمَا رَأوْا
مِنْ
مَنْزِلَتِهِ
وَكرَامَتِهِ
وفَضْلِهِ .
2. (4450)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Sa'd İbnu Mu'âz'ın vefatından Arş
titredi. -Bir rivayette "Arş-ı Rahmân titredi" buyurmuştur-"
[Buharî, Menâkıbu'l-Ensâr 12; Müslim, Fezailu's-Sahâbe 125, (2467); Tirmizî,
Menâkıb, (3847).][208]
ـ4451 ـ3ـ
وعن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]لَمَّا
حُمِلَتْ
جَنَازَةُ
سَعْدِ بْنِ
مُعَاذٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قالَ الْمُنَافِقُونَ:
مَا أخَفَّ
مَا كَانَتْ
جَنَازَتُهُ؛
يَعْنُونَ
لِحُكْمِهِ
في بَنِى قُرَيْظَةَ.
فَبَلَغَ
ذلِكَ
رَسُولَ
اللّهِ #. فقَالَ:
إنَّ
الْمََئِكَةَ
كَانَتْ
تَحْمِلُهُ[.
أخرجه
الترمذي.
3. (4451)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Sad İbnu Mu'âz
(radıyallahu anh)'ın cenazesi taşındığı zaman münafıklar: "Cenazesi ne
kadar hafif!" dediler. (Bu sözleriyle) Benî Kureyza hakkındaki hükmünü kastediyorlardı. Bu, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın kulağına ulaştı. Hemen şunu söyledi: "Onun
cenazesini melekler taşıyordu. (Bu sebeple insanlara hafif geldi)."
[Tirmizî, Menâkıb, (3848).][209]
AÇIKLAMA:
Sa'd İbnu Mu'âz, Ensâr'ın bir yarısını teşkil eden Evslilerin
lideri idi. Müslümanlara muallim ve İslâm'ın neşri için Resûlullah tarafından
Medine'ye gönderilen Mus'ab İbnu Umeyr'in eliyle İslâm'a girmiş idi. Müslüman
olur olmaz kavmi Abdu'l-Eşhed'i toplayıp: "Müslüman oluncaya kadar
erkeklerinizin de kadınlarınızın da bana konuşması haramdır" der. Derhal
hepsi müslüman olur
Sa'd İbnu Mu'âz (radıyallahu anh) İslâm'a fevkalâde hizmeti geçen
zatlardan biridir. Medine'de İslâm'ın bidayette kökleşip inkişafında ve
Resûlullah'ın himayesinde, katkısı büyük olmuştur. Bedir, Uhud, Hendek
savaşlarına katılmıştır. Hendek'te koldaki ana damardan isabet alarak
yaralanır. Yaralanan Sa'd şöyle dua eder: "Ey Allahım! Kureyş'le yapacak
daha savaşımız varsa o savaş için ömrümü uzat! Ben, Resûlüne eza veren, onu
yalanlayan ve yurdundan çıkaran bir kavimle savaşmaktan hoşlandığım kadar başka
bir şeyden hoşlanmam. Eğer onlarla aramızdaki savaş sona erdiyse şu yaramı
şehâdete vesile kıl. Benî Kureyza'dan içim rahata kavuşmadan canımı alma!"
Resûlullah onun tedavisiyle daha yakından ilgilenebilmek için Mescid'in
içerisine çadır kurdurarak, oraya yatırmış, kanı durdurabilmek için dağlama tatbik
etmiştir. Bir ara kesilen kan, Benî Kureyza hakkındaki hükmünden sonra tekrar
akmaya başlar. Bütün ihtimama rağmen kan durdurulamaz ve kan kaybından vefat
eder. Ancak ölmezden önce, savaş sırasında müslümanlara ihanet ederek Kureyş'le
işbirliği yapmaya kalkan Benî Kureyza yahudilerinin cezalandırılmasında hakem
olmuş, onların hakettikleri ve "Allah'ın hükmüne muvafık düşen"
cezayı vermiştir: "Mukatillerin öldürülmesi, kadın ve çocukların esir
edilmesi, mallarının taksimi."
Sa'd İbnu Mu'âz'ın vefatı anında Cebrâil aleyhissalâm Resûllah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a gelip: "Ey Allah'ın Resûlü! Kendisine sema
kapıları açılan ve Arş'ı titreten bu zât kimdir?" der. Aleyhissalâtu
vesselâm, elbisesini çekerek çarçabuk dışarı çıkar, Sâ'd'ın vefat etmiş
olduğunu görür.
Resûlullah cenazesini defnedip dönerken sakallarının üstünden
gözyaşları süzülür. Resûlullah, Sa'd'ın cenazesine, daha önce Arz'a ayak
basmamış olan yetmiş bin meleğin indiğini, (onun gelmesinden duyduğu sevinç ve
neşe ile) Arşu'r-Rahmân'ın ihtizaza gelip deprendiğini söylemiştir.
Sa'd'ın vefatı sebebiyle Arş'ın ihtizaza gelmesi ile ilgili hadis,
bir çok Sahabî tarafından rivayet edilmiştir: Câbir, Ebu Saîd el-Hudrî Esîd
İbnu Hudayr, Rümeyse, Esmâ Bintu Yezîd, Abdullah İbnu Bedr, İbnu Ömer
(radıyallahu anhüm ecmâîn).
Tîbî, münafıkların sarfettiği "Sa'd'ın cenazesi ne kadar
hafif" sözüyle, Sa'd'ı kötülemeyi gaye edindiklerini, Benî Kureyza
hakkında verdiği hükümde adaleti gözetmeyip zulme yer verdiğine dair
kanaatlerini izhar ettiklerini belirtir. İşte onların bu "hakaret
niyetlerine", Resûlullah cevap maksadıyla anında: "Onun cenazesinin
hafifliğinin, ona tazîmen meleklerin taşımasından ileri geldiğini"
söylemiştir.
Sa'd'ı unutulmaz kılan hizmetlerinden biri olarak Bedir savaşı
bidâyetindeki tavrı ve sözleri zikredilir: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
Kureyş'in kervanının önünü kesmek gayesiyle Medine'den ayrılmış, müslümanlar
hedefe doğru yol alırken, yarı yolda kervanın kaçtığı, Kureyşlilerin savaşmak
üzere yola çıktıkları haberi gelince, Resûlullah, kendileriyle sadece kendisini
ve müslümanları himaye etmeleri hususunda antlaşma yapmış olduğu Ensâr'ın bu
yeni durumda isteyerek savaşa katılmalarını arzu ediyor, ancak açıktan
söylemiyordu. Bu sebeple Ashâb'ın ve bâhusus muhacirlerin sözcüleri durumunda
olan Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer gibi büyüklerle istişare ederek mevzuya girer.
İşte bu sırada Sa'd İbnu Mu'âz, zekavat ve ferasetiyle Aleyhissâlatu
vesselâm'ın niyetini sezer ve Resûlullah'ı son derece memnun edecek şu
konuşmayı yapar:
"Allah'a kasem olsun, sanki siz bizi (Ensârîleri)
kastediyorsunuz!" der ve "Evet!" karşılığını alınca, sözlerine
devam eder:
"Biz sana inanmış ve seni tasdik etmişiz, senin getirdiğin
şeriatın hak olduğuna şehadet etmişiz. Seni dinleyip itaat edeceğimize dair
garanti vermişiz. Öyleyse ey Allah'ın Resûlü, dilediğine karar ver, biz seninle
beraberiz. Seni Hak ile gönderen Zât-ı Zülcelal'e yemin olsun şu denize
yürüyecek olsan biz de seninle birlikte dalacağız ve bizden tek kişi geri
kalmayacak. Bizi yarın düşmanla karşılaştırmandan rahatsız olmayacağız. Bizler harp
sırasında sabırlı, karşılaşma esnasıda da sebatkâr kişileriz. Umulur ki, Allah
sizi memnun kılacak şeyi aramızda murad edecektir. Bizi Allah'ın bereketiyle
sevket!"
Resûlullah bu sözlere son derece memnun kalır ve düşmanla
karşılaşma hususunda şevke gelir.
Hâdiseyi anlatan İbnu'l Esîr: "Sa'd İbnu Mu'âz'a fahr için bu
vak'a kâfidir, gerisini terkediyoruz" der.[210]
*
ABDULLAH İBNU ABBÂS (RADIYALLAHU ANHÜMÂ)
ـ4452 ـ1ـ عن
ابْنِ
عبَّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قالَ:
]ضَمَّنِى
رَسُولُ
اللّهِ # الى
صَدْرِهِ،
وَقالَ: اللّهُمَّ
فَقِّهْهُ في
الدِّينِ
وَفي روايةٍ: اللّهُمَّ
عَلِّمْهُ
الْكِتَابَ.
وفي أُخْرى:
الْحِكْمَةَ[.
أخرجه
الشيخان
والترمذي .
1. (4452)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) beni sinesine bastırdı ve: "Allahım, bunu dinde
fakîh kıl" diye dua etti." Bir başka rivayette: "Allahım ona
Kitab'ı öğret!"; bir diğer rivayette: "Hikmeti öğret"
demiştir." [Buharî, Fezâil'l-Ashâb 24, İlm 17, Vudû 10, İ'tisam 1; Müslim,
Fezâilu's Sahâbe 138, (2477); Tirmizî, Menâkıb, (3823, 3824).][211]
AÇIKLAMA:
Abdullah İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) Resûlullah'ın en ziyade
sevdiği amcalarından Abbâs İbnu Abdilmuttalib'in oğludur. Annesi
Lübâbetü'l-Kübrâ Bintu'l-Hâris'tir. Aynı zamanda Hâlid İbnu Velîd'in teyzesinin
oğludur. Habru'l Ümme denmiştir. İlminin genişliğine telmihen Bahr lakabı da
verilmiştir. İbnu Ömer onun için: "Muhammed'e ineni en iyi bilen insan" demiştir.
İbnu Abbas hakkında yeterli bilgiyi birinci ciltte kaydettiğimiz
için (s. 81 ve devamı) burada hayatı ve şahsiyeti hakkında teferruata
girmeyerek, sadece sadedinde olduğumuz hadisle ilgili bazı açıklamalar
kaydedeceğiz:
* İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ), bu duanın bereketine
Kur'ân-ı Kerîm'i tefsir'de, ümmetin en büyük müfessir alimi olmuştur.
* Burada, Resûlullah'ın İbnu Abbas'a yaptığı duanın üç veçhi
kaydedilmiştir. Başka vecihler de farklı kitaplarda gelmiştir:
** "Allahım ona
kurân'ın te'vilini öğret".
** "Allahım İbnu
Abbâs'a hikmet ver ve te'vîli öğret".
** "Allahım onu dinde fakih (anlayışlı) kıl, Kurân'ın
te'vilini öğret.
"* Burada hikmetle ne kastedildiği hususunda da ülemâ ihtilaf
etmiştir. Başlıca şu görüşler ileri sürülmüştür:
** Sözde isabetlilik denmiş.
** Allah adına anlama,
** Sıhhatine aklın şehadet ettiği şey denmiş,
** Vesveselerle ilham arasını tefrike yarayan nur denmiş,
** Bazıları, Kur'an demiştir.
** Kur'ân'la amel denmiştir.
** Sünnet denmiştir.
** Haşyet denmiştir.
** Akıl denmiştir.
Şarihler, İbnu Abbâs (radıyallahu anhüma)'nın izhar ettiği hal'e
bakarak, Aleyhissalâtu vesselâm'ın onun için yaptığı duanın Allah indinde
kabule mazhar olduğunu belirtirler. "Zîra derler, tefsir bilmek, din
ilminde diğer sahabeler arasında mümtaz bir mevki tutmaktadır."
Fıkıh kelimesi de, fehim yani anlayış mânasına gelir. Şu halde
dinde fakih olmak, "dinde anlayış sahibi olmak" mânasına da gelir. Bu
mâna "din ilmini bilmek" manasına da şâmildir.[212]
*
ABDULLAH İBNU ÖMER (RADIYALLAHU ANHÜMÂ)
ـ4453 ـ1ـ عن
عبداللّه بن
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال: ]رَأيْتُ
كَأنَّ
بِيَدِى
قِطْعَةً
مِنِ
اسْتَبْرَقٍ
وَلَيْسَ
مَكَانٌ أُرِيدُهُ
مِنَ
الْجَنَّةِ
اَِّ طَارَتْ
بِى
اِلَيْهِ.
قَالَ:
فَقَصَصْتُهَا
عَلى حَفْصَةَ:
فَقَصَّتْهَا
عَلى
النَّبِىِّ #
فقَالَ لَهَا
إنَّ أخَاكِ
رَجُلٌ
صَالِحٌ لَوْ
كَانَ
يَقُومُ مِنَ
اللَّيْلِ
قَالَ: فَمَا
تَرَكْتُ قِيَامَ
اللَّيْلِ
بَعْدَ
ذلِكَ[. أخرجه
الشيخان
والترمذي .
1. (4453)- Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
"(Rüyamda) elimde bir istirak parçası gördüm. Cennette her nereye istedi
isem bu parça beni (bir kanat gibi) oraya uçuruyordu. Rüyamı (kızkardeşim)
Hafsa'ya anlattım, O da Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a anlatmış.
Aleyhissalâtu vesselâm, Hafsa'ya:
"Kardeşin Abdullah (Allah'ın ve kulların hakkına riayet eden)
sâlih bir insan, keşke geceleyin de namaza kalksa!" buyurmuş. Ben bu
vak'adan sonra gece namazını hiç bırakmadım." [Buharî, Fezâilu'l-Ashab 19,
Mesâcid 58, Teheccüd 2, 21, Tâbir 25, 35, 36; Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 139,
(2478); Tirmizî, Menâkıb, (3825).][213]
AÇIKLAMA:
Abdullah İbnu Ömer hakkında birinci ciltte yeterli bilgi verdiğimiz
için burada tekrar etmeyeceğiz. (1. cilt, s. 71-74).[214]
*
ABDULLAH İBNU'Z-ZÜBEYR (RADIYALLAHU ANHÜMÂ)
ـ4454 ـ1ـ عن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالتْ:
]أوَّلُ
مَوْلُودٍ
وُلِدَ في
ا“سَْمِ
عَبْدُ اللّهِ
ابْنِ
الزُّبَيْرِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه.
فَأتَوْا
بِهِ النَّبِىَّ
# فَأخذَ
تَمْرَةً
فَََكَهَا.
ثُمَّ
أدْخَلَهَا
فيهِ.
فَأوَّلُ مَا
دَخَلَ بَطْنَهُ
رِيقُ
رَسُولِ
اللّهِ #[.
أخرجه
الشيخان .
1. (4454)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "İslâm'da doğan
ilk çocuk Abdullah İbnu'z-Zübeyr (radıyallahu anhümâ)'dır. Doğunca onu
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a getirdiler. Bir hurma alarak ağzında
gevdi, sonra (sevdiği şeyi) çocuğun ağzına soktu. Karnına ilk giren şey
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın tükrüğü oldu." [Buhârî,
Menâkıbu'l-Ensâr 45; Müslim, Adâb 26, (2146).] [215]
AÇIKLAMA:
Abdullah İbnu Zübeyr'in "ilk çocuk" olmasından maksad,
hicretten sonra Medine'de doğan ilk çocuk olmasıdır. Değilse, Habeşistan'da
Abdullah İbnu Ca'fer doğmuştur. Hicretten sonra Medine'de Ensâr'dan ilk doğan
çocuk Mesleme İbnu Mahled olmuştur. Nu'man İbnu Beşîr'in, ilk doğan çocuk
olduğu da söylenmiştir. Sadedinde olduğumuz hadis Abdullah İbnu Zübeyr'in,
hicretin birinci yılı içinde doğduğunu ifade etmektedir. Vâkidî ise hicretten
20 ay sonra, ikinci yılda doğduğunu söylemiştir. Ancak önceki ifade esas kabul
edilmiştir.
Abdullah'ın doğumu müslümanlar arasında büyük bir sevince ve
ferahlamaya sebep olur. Çünkü yahudiler: "Biz muhacirlere sihir yaptık,
artık onların çocuğu olmayacak" diye maneviyat bozucu propagandalar
yapmışlardı. Memleketleri olan Mekke'den ayrılmış, malsız, mülksüz ve de maddî
sınkıntı içinde olan ve üstelik Medine'nin rutubetli havasına henüz intibak
edememiş olmakla birtakım rahatsızlıklara mâruz kalmış olan muhâcir kitle
üzerinde bu propagandaların menfî tesirleri oluyordu. Şu halde Abdullah
(radıyallahu anh)'ın doğumu, yahudi propagandasının yalandan ibaret olduğuna
yakîn hasıl ederek menfi havayı fevkalâde kırmış olacak ki müslümanlar safında
büyük bir sevinç ve rahatlama hasıl etmiştir.[216]
ـ4455 ـ2ـ
وعنها رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]رَأى رَسُولُ
اللّهِ # في
بَيْتِ
الزُّبَيْرِ
مِصْبَاحاً.
فقَالَ يَا
عَائِشةُ،
مَا أرَى
أسْمَاءَ إَّ
قَدْ نُفِسَتْ
فََ
تُسَمُّوهُ
حَتّى
أُسَمِّيَهُ.
فَسَمَّاهُ
عَبْدَاللّهِ،
وَحَنَّكَهُ
بِتَمْرَةٍ
بِيَدِهِ[.
أخرجه
الترمذي .
2. (4455)- Yine Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Zübeyr'in evinde bir kandil görmüştü:
"Ey Aişe dedi. Ben Esmâ'yı nifas olmuş (doğum yapmış)
zannediyorum. Sakın çocuğa isim koymayın, ben isim koyacağım.!"
Sonra ona Abdullah ismini koydu ve elindeki bir hurma ile de
tahnîk yaptı." [Tirmizî, Menâkıb, (3826).][217]
AÇIKLAMA:
1- Tahnîk: Yeni doğan çocuğa süt vermezden önce yapılan bir
muameledir. Şöyle ki hurma ağızda gevilir, sonra bu hurma gevişi ile çocuğun
damağı ovulur. Böylece bebeğin midesine ilk giren şey hurma suyu olur.
Bu, müstehabdır.
Hadis, yeni doğan çocuğa isim koymak, tahnîk yapmak gibi
muamelelerle Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bizzat ilgilendiğini
göstermektedir.
2- Abdullah İbnu Zübeyr, Resûlullah'ın baldızı olan Esmâ Bintu
Ebî Bekr'in oğludur. Baba tarafından büyükannesi Safiyye Bintu
Abdilmuttalib'tir -ki Resûlullah'ın halasıdır-. Hz. Aişe de teyzesidir. Annesi
Esma'ya hamile olarak Medine'ye hicret etmiştir. Hicretten sonra hamile kaldığı
da söylenmiştir.
Abdullah, çok oruç tutan, geceleri çok kalkan, uzun uzun namaz
kılan, şecâ'at sahibi bir kimsedir. Zamanını üçe taksim etmiştir: Bir gece
sabaha kadar kıyam eder, bir gece sabaha kadar rükû eder, bir gece de sabaha
kadar secde ederdi. Müslim İbnu Yennâk der ki: "Bir gün İbnu'z-Zübeyr bir
rükûda bulundu, ben, o sırada Bakara, Âl-i İmrân, Nisa ve Mâide sûrelerini
okudum, o hâlâ doğrulmamıştı." Cum'a'dan cum'a'ya hiç iftar etmeden oruç
tuttuğu, açınca da cüz'î bir şey yediği belirtilir. Daha yedi veya sekiz
yaşında iken babası onu Resûlullah'a biat etmeye getirmiş, Aleyhissalâtu
vesselâm tebessüm buyurarak biat almıştır.
Abdullah İbnu'z-Zübyer İfrikiye'nin fethinde bulunmuş ve
gerçekleştirmiştir.
Hz. Muâviye (radıyallahu anh) vefat edince, oğlu Yezîd'e biat
etmemiş, Yezîd onu itaate getirmek için Müslim İbnu Ukbe'yi göndermiş, Müslim
de Medine'yi muhasara etmiş ve Medineliler meşhur Harra vak'asını
yaşamışlardır. İbnu'z-Zübyer'le savaşmak için buradan Mekke'ye hareket eden
Müslim yolda ölmüş komutayı Husayn İbnu Nümeyr es-Sekûfî almış, Hicrî 64
yılında Zübeyr'i muhasara etmiştir. Bu muhasara sırasında Ka'be yakılmış ve bu
yangında Hz. İbrahim'in İsmail'e bedel kurban ettiği koçun boynuzu da
yanmıştır. Yezîd ölünceye kadar muhasara sürmüş, o zaman Huseyn, Abdullah'a
-aralarında cereyan eden savaşta ölenlerin kanı heder olmak kaydıyla- biat
etmeyi ve birlikte Şam'a gitmeyi ve orada hilafete oturtmayı teklif etmiş,
ancak Abdullah: "Ben ölenlerin kanını heder edemem (cezasız
bırakmam)" diyerek teklifi kabul etmemiştir. Husayn da: "Seni dâhi
veya mâhir sayanı Allah çirkin kılsın. Ben seni hilafete çağırıyorum, sen ise
beni katle!" demiştir.
Yezîd'in ölümünden sonra Abdullah'a biat edilir. Hicâz, Yemen,
Irak, Horasan ahalisi ona itaat eder. İbnu'z-Zübeyr, Abdulmelik İbnu Mervân
babasından sonra başa geçinceye kadar hilafette kalır. Şam ve Mısır'ı disipline
sokunca ordu hazırlar. Irak'a yürür. Mus'ab İbnu'z-Zübeyr'i katleder. Hicaz'a
Haccac İbnu Yusuf'u (Haccac-ı Zalim) gönderir. Haccac Abdullah'ı Mekke'de
muhasara eder. Yıl 72, Zilhicce, Ebu Kubeys dağına mancınık kurar. Ka'be' ye
taş atmaktan çekinmez. Muhasara 73 yılının Cemadiyelâhire ayında Abdullah'ın
şehid edilmesine kadar sürer.
Abdullah hilafeti sırasında Ka'be'nin tamirini yeniler, Hıcr'ı ona
dahil eder. Ancak şehid edildikten sonra, Abdülmelik İbnu Mervan Ka'be'yi
önceki haline çevirtir ve Hıcr'ı binanın tekrar dışında bıraktırır.
Abdullah İbnu'z-Zübeyr'in annesi Esma, bu vesile ile zikri gereken
bir dirayet ve şecaat örneğidir. Haccac'la savaş sırasında oğlu Abdullah'a
fevkalade destek vermiştir: Urve İbnu'z-Zübeyr anlatıyor. "Abdullah
(radıyallahu anh)'ın katlinden on gün kadar önce, muhasara şiddet kesbetmişti.
Abdullah'ın yanına annesi Esma müsellah olarak girer. Abdullah:
"Ölümde rahat var!" der. Annesi:
"Belki de bunu benim için temenni etmiş olmalısın! Ama ben
senin iki tarafından biri bana getirilmezden önce ölmek istemiyorum: Ya
öldürüleceksin, bu durumda sevabını ümid edip sabredeceğim, yahut da düşmanına
galebe çalacaksın ve için huzur bulacak!" der. Abdullah güler.
Öldürüldüğü gün gelince, annesinin yanına girdi. Annesi:
"Ey oğlum, sakın ölüm korkusuyla onlardan nefsine züll
getireceğinden korktuğun bir mütareke kabul etmeyesin. Allah'a yemin olsun
izzetle gelecek bir kılınç darbesi, zilletle gelecek bir kamçı, darbesinden
daha hayırlıdır" der. Abdullah dışarı çıkar, Ka'be'de, saldırganlarla
kahramanca çarpışır. Hangi köşeye hücum etmiş ise oradaki Şamlı askerleri
hezimete uğratır. Ancak Safa tepesi
cihetinden gelen bir taş iki gözünün arasına isabet eder ve yıkılmasına sebep
olur. Şamlılar başına toplanıp şehid ederler."
Ya'la İbnu Harmele der ki: "İbnu'z-Zübeyr'in öldürülmesinden
sonra Mekke'ye girdim. Annesi geldi. Uzun boylu, yaşlı bir kadındı. Gözleri
kapanmıştı, başkası yediyordu. Haccac'a:
"Bu suvariye inme zamanı gelmedi mi?" dedi. Haccac ona:
"Münafık (oğlun) mu?" dedi. Esma:
"Hayır, vallahi o münafık değildi, bilakis çok oruç tutan,
geceleri çok kalkan, (günlerce iftar etmeksizin) oruç tutan bir kimseydi"
dedi. Haccac:
"Çekil
buradan, sen bunamış bir ihtiyaresin!" diye bağırdı. Esmâ:
"Hayır,
vallahi bunamadım! Ben muhakkak ki Resulullah'ın şöyle söylediğini işittim:
"Sakif'ten bir yalancı, bir de mübir (insanları helak eden, yakıp yıkan)
çıkacak." Yalancıyı gördük, mubir'e gelince, o mübir de sensin."
Esma, yalancı sözü ile Muhtar İbnu Ebî Ubeyd'i kastediyordu."
Abdullah
İbnu'z-Zübeyr İbnu Hacer'e göre 73 senesinin Cemâdi'l-Ulâ ayında şehid
edilmiştir, (radıyallahu anh).[218]
*
BİLAL İBNU RABAH (RADIYALLAHU ANH)
ـ4456 ـ1ـ عن
أبى هريرة
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: يَا بَِلُ
حَدِّثَنِى
بَأرْجَى
عَمَلٍ
عَمِلْتَهُ
في ا“سَْمِ
مَنْفَعَةً
عِنْدَكَ
فإنِّى سَمِعْتُ
اللَّيْلَةَ
خَشْفَ
نَعْلَيْكَ بَيْنَ
يَدَيَّ في
الْجَنَّةِ.
فقَالَ: مَا عَمِلْتُ
في ا“سْمِ
عَمًَ أرْجى
عِنْدِى مَنْفَعَةً
مِنْ أنِّي َ
أتَطََهَّرُ
طُهُوراً
تَاماً في
سَاعَةٍ مِنْ
لَيْلٍ أوْ
نَهَارٍ إَّ
صَلَّيْتُ
بذلِكَ
الطُّهُورِ
مَا كُتِبَ
لِي أنْ
أُصَلِّي[.
أخرجه
الشيخان .
1. (4456)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Ey Bilal! İslâm olalıdan beri işlediğin ve sen çok menfaat
ümid ettiğin ameli bana söyler misin? Çünkü ben, bu gece (rüyamda), cenette ön
tarafımda senin ayakkabılarının sesini işittim!"
Bilal şu cevabı verdi:
"Ben İslam'da, nazarımda, daha çok menfaat umduğum şu amelden başkasını işlemedim: Gece
olsun gündüz olsun tam bir temizlik yaptığım (abdest aldığım) zaman, mutlaka
bana kılmam yazılan bir namaz kılarım." [Buharî, Teheccüd 17; Müslim Fezailu's-Sahabe 108, (2458).][219]
ـ4457 ـ2ـ
وفي رواية للبخاري
عن جابرٍ قال:
]كَانَ عُمَرُ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه
يَقُولُ: أبُو
بَكْرٍ
سَيِّدُنَا وَأعْتَقَ
سَيِّدَنَا،
يَعْنِى بًَِ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما[.»حَشْفَ
نَعْلَيْكَ«
أىْ
تَحْرِيكَهُمَا
.
2. (4457)- Buhari'nin bir rivayetinde Hz. Cabir (radıyallahu anh)'tan şu
rivayet kaydedilmiştir: "Hz. Ömer (radıyallahu anh) derdi ki: "Ebu
Bekir, efendimizdir, seyyidimizi azad etmiştir." Bundan, Bilal
(radıyallahu anh)'ı kastederdi." [Buharî, Fezâilu'l-Ashab'ın-Nebi 23.][220]
AÇIKLAMA:
1- Bilal İbnu Rabah, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın,
Bilal-i Habeşi olarak bilinen meşhur müezzinidir. İlk müslümanlardandır ve
inancı için Habbab İbnu'l-Eret, Ammar İbnu Yasir gibi en çok işkence çekenler
arasında yer alır. Resulullah'ın hususi sevgi, iltifat ve takdirine mazhar olmuş
bahtiyarlardandır.
2- Birinci hadisteki, Hz. Bilal, "kılması yazılan
namaz" tabiriyle, farz ve nafile, hepsine şamil olacak bir ifadeye yer
vermiş olmaktadır. İbnu't-Tin der ki: "Bilal böyle itikad etmektedir,
çünkü Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan namazın en efdal amel olduğunu,
sırrî yapılan amelin cehrî olandan efdal olduğunu öğrenmişti. Bu açıklama ile, zikredilenin dışında salih amel
zikredecek olanın zikri ortadan kalkar. Zahir olan şu ki, Bilal'den sorulmuş
olan en ümid verici amellerden murad, nafile amellerdir. Çünük farz olanların
efdal olacağı açıktır."[221]
3- Bazı Fevaid:
* Hadis, ibadet için vakit
tayini hususunda içtihadın caiz olduğunu gösteriyor. Çünkü Hz. Bilal,
zikredilen ibadeti şahsi istinbatı ile yapmış, Resulullah da bunu tasvib etmiştir.
* İbnu'l-Cevzî: "Hadiste, abdestin arkasınadan namaz kılmaya
teşvik var ta ki abdest, maksaddan hali
kalmasın" der.
* Salihlere, Allah'ın kendilerine hangi salih amelle hidayet
nasib ettiği sorulabilir. Böylece, bu amellere başkalarının da uyması sağlanmış
olur.
* Şeyh, başkasını da teşvik maksadıyla tilmizine, güzel olan
amelinden sorabilir. Güzel olmayan amelinden sormaz, ondan nehyeder.
* Bu namazın mekruh vakitlerde de kılınabileceğine istidlal
edilmiştir. Çünkü hadiste mutlak bir üslubla: "Her vakitte..."
denilmiştir. Nitekim, rivayetin başka vecihleri bu hususta daha sarihtir:
"Bana bir hades ârız oldu mu hemen anında abdest alırım" veya
"Abdestim bozulunca mutlaka abdest alır iki rek'at namaz kılarım." Bu
ifadeler, hadesi abdestin, abdesti de iki rek'at namazın takip ettiğini ifade
eder, vakit ne olursa olsun.
* Devamlı abdestli olmak müstehabtir. Bunun mükafaatı cennete
girmektir. Çünkü bir hadise göre, kişi yatıncaya kadar abdestli olur. Böylece
geceye girerse ruhu yükselir ve Arş'ın altında secde eder. Şu halde bu sevap,
zikredilen amel sebebiyle olmaktadır. Bu hadis "Kimse ameliyle cennete
giremez" hadisine muhalif değildi. Çünkü bu sonuncu hadisle
"Yaptığınız ameller sebebiyle cennete girin" (Nahl 32) âyeti arasını
te'lifte şu meşhur mülahaza söylenmiştir: "Cennete giriş Allah'ın
rahmetiyledir, fakat orada elde edilecek derece amele tabidir."
Hâdise rüyada cereyan etmiş olmalıdır. Çünkü, cennete dünyada iken
girmek kimseye nasip olmaz. Rüya da olsa, rivayet Hz. Bilal'in faziletine
delildir. Çünkü peygamberlerin rüyası vahiydir.
Bilâl'in Resûlullah'tan önde yürümesi yakaza halindeki adetinden
ileri gelir. Çünkü Hz. Bilâl, yolda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
önünde yürürdü. Şu halde aynı hali rü'yada da görmüş oldu. Bundan Bilâl' in
cennete Aleyhissâlatu vesselâm'dan önce gireceği istidlal edilemez. Çünkü daima
tâbi olma makamındadır. Resûlullah, bu hadisleriyle Bilâl' in hayatı boyunca bu
hal üzere devam edeceğini müjdelemiş olmaktadır ki, bu, Bilâl (radıyallahu anh)
için büyük bir menkîbe, fevkalâde bir şereftir.
* Hadis, Mutezile'nin iddiası hilafına cennetin halen mahluk
ve mevcut olduğuna delildir.
4- Hz. Bilâl'in hayatıyla ilgili bir kısım teferruata daha
önce yer verdiğimiz için burada tekrar etmeyeceğiz (8. cilt, 351-354).
5- İkinci hadiste Hz. Ömer'in, Hz. Bilâl için
"efendimiz" demesi, onun Hz. Ömer'den efdal olduğunu ifade etmez.
Alimler, Hz. Ömer'in bunu tevazû gereği söylemiş olabileceğini belirtirler.
Bilâl, seyyidlerden olsa da seyyidliğin efdaliyet gerektirmediği söylenmiştir. [222]
*
UBEY İBNU KA'B (RADIYALLAHU ANH)
ـ4458 ـ1ـ عن
أنسٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #
‘ُبَىّ بْنِ
كَعْبٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه: إنَّ
اللّهَ
أمَرَنِى أنْ
أقْرَأَ
عَلَيْكَ
لَمْ يَكُنِ
الَّذِينَ
كَفَرُوا
مِنْ أهْلِ
الْكِتَابِ.
قَالَ:
وَسَمَّانِى
اللّهُ
تَعالى لَكَ؟
قَالَ: نَعَمْ.
فَبَكىَ
أُبَيُّ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْه[. أخرجه
الشيخان
والترمذي .
1. (4458)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Übey İbnu Ka'b (radıyallahu anh)'a: "Allah bana,
Lemyekünillezine keferû'yu sana okumamı emretti!" demişti. Ka'b:
"Yani Allah Teâla Hazretleri benim ismimi size zikir mi
etti?" diye sual etti. Aleyhissalâtu vesselam:
"Evet!" buyurdular. Bunun üzerine Ubey (radıyallahu anh)
ağladı". [Buhârî, Menâkubu'l-Ensar 16, Tefsir, Lem-Yekun 1; Müslim,
Fezailu's-Sahabe 122, (799); Tirmizî, Menâkıb, (3894).][223]
AÇIKLAMA:
1- Übey İbnu Ka'b İbnu Kays el-Hazreci en-Neccârî el-Ensârî:
Ensar'ın ilk müslümanlarındandır. Akabe biatına katılmıştır. Bedir ve diğer
gazvelerin hepsine Resulullah ile birlikte iştirak etmiştir. Übey kaza yönüyle
de öndedir. Mesrûk der ki: "Resûlullah'ın Ashabı içerisinde kaza ehli altı
idi: Ömer, Ali, Abdullah, Ubey, Zeyd ve Ebu Musa." Ubey, Resûlullah
Medine'ye geldiği zaman kâtiplik yapan ilk kimse olmuştur. Mektupların sonuna:
"Bunu falan oğlu falan yazdı" diye not düşme işini de ilk o
başlatmıştır.
Sadedinde olduğumuz hadiste Ubey İbnu Ka'b, Resûlullah'a Allah
ismimi zikretti mi, yoksa "Ashabından birine oku" dedi de sen mi beni
tercih ettin? mânasıda Resûlullah'a sual tevcih etmiştir. Resûlullah, Cenab-ı
Hakk'ın onu ismen zikrettiğini ifade edince, bu mazhariyete şükretmede kusur mu
işlerim diye endişesinden veya böyle mazhariyetin verdiği ferah ve sürurdan
ağlamış olmalıdır. İnsan bazı kere de neşesinden, sevincinden ağlar. Übey İbnu
Ka'b'a Resûlullah'ın arzı, Übey'in Aleyhissalâtu vesselâm'dan kıraatı öğrenmesi
ve o hususta hazâkat kazanması içindi. Ayrıca hadiste, Kur'ân'ı arzetmenin
sünnet kılınması, Übey İbnu Ka'b'ın faziletini ilan, Kur'ân'ın hıfzında ve
kıraatında üstünlüğünü ve otoritesini beyan gibi başka maksadlar da var.
Hadisten ayrıca, ehlinden ilim alırken kendi dûnunda bile olsa,
talibin tevazû göstermesinin meşruiyeti anlaşılmıştır.
Kurtubî, Lemyekunillezine keferû suresinin zikredilmede imtiyazlı
kılınmasını, onun muhtevasıyla açıklar: "Çünkü der, o sûre tevhid,
risalet, ihlas ve peygamberlere inen suhuf ve kitaplara da şamildir, namaz,
zekât, meâd (ahiret), cennet ve cehennem ehlinin kısaca zikirleri var."
Ubey İbnu Ka'b Hicrî 30 yılında vefat etmiştir. 32'de vefat ettiği
de söylenmiştir. Başka rakamlar da ileri sürülmüştür, (radıyallahu anh).[224]
*
EBU TALHA EL-ENSARÎ (RADIYALLAHU ANH)
ـ4459 ـ1ـ عن
أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]جَاءَ
رَجُلٌ الى
رَسُولِ
اللّهِ #.
فقَالَ: إنِّى
مَجْهُودٌ.
فأرْسَلَ الى
بَعْضِ
نِسَائِهِ.
فقَالَتْ: والَّذى
بَعَثَكَ
بِالْحَقِّ
مَا عِنْدَنَا
إَّ مَاءٌ.
ثُمَّ
أرْسَلَ إلى
أُخْرَى؛ فقَالَتْ
مِثْلَ ذلِكَ.
فقَالَ #: مَنْ
يُضَيِّفُهُ
يَرْحَمُهُ
اللّهُ.
فَقَامَ
رَجُلٌ مِنَ
ا‘نْصَارِ
يُقَالُ لَهُ
أبُو
طَلْحَةَ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
فَقَالَ: أنَا
يَا رَسُولَ
اللّهِ،
فَانْطَلَقَ
بِهِ الى
رَحْلِهِ.
فقَالَ
“مْرَأتِهِ:
هَلْ
عِنْدَكِ
شَىْءٌ؟
فقَالَتْ: َ
إَّ قُوتَ
صِبْيَانِى.
قَالَ:
فَعَلِّلِيهِمْ
بِشَىْءٍ
ثُمَّ
نَوِّمِيهِمْ
فإذَا دَخَلَ
ضَيْفُنَا
فَأرِيهِ
أنَا نَأكُلُ
فإذَا أهْوَى
بِيَدِهِ
لِيَأكُلَ
فَقُومِي إلى
السَّرَاجِ
كَيْ
تُصْلِحِيهِ
فَأطْفِيهِ.
فَفَعَلْتَ،
وَقَعْدُوا
وَأكَلَ
الضَّيْفُ وَبَاتَا
طَاوِيَيْنِ.
فَلَمَّا
أصْبَحَ غَدَا
عَلى رَسُولِ
اللّهِ #.
فقَالَ لَهُ #
لَقَدْ
عَجِبَ
اللّهُ
الْبَارِحَةَ
مِنْ صِنِيعكُمَا
بَضَيْفِكُمَا.
فَنَزَلَ
قَوْلُهُ
تعالى: وَيُؤثِرُونَ
عَلى
أنْفُسِهِمْ
وَلَوْ كَانَ
بِهِمْ
خَصَاصَةٌ[.
أخرجه
الشيخان.»المجهودُ«
الْمَهْزُولُ
الجَائعُ.
و»تَعليلُ
الطَّفْلِ«
وَعْدُهُ
وَتَسْوِيفُهُ
وَتَمْنِيَتُهُ
وَصَرْفُهُ
عَمَّا يُرَادُ
صَرْفُهُ
عَنْهُ،
وَإذَا نَامَ
الصَّائِمُ
وَلَمْ
يُفْطِرْ
فَهُوَ طَاوٍ.و»الخَصَاصَةُ«
الحَاجَةُ
والفاقَةُ .
1. (4459)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir adam
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelerek:
"Ben açlıktan bitkinim!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm
derhal hanımlarından birine (adam) (gönderip yiyecek istedi. Ama kadın):
"Seni hak ile gönderen Zâüt-ı Zülcelâl'e yemin olsun
yanımızda sudan başka bir şey yok" diye cevap verdi. Aleyhissalâtu
vesselâm bunun üzerine diğer bir kadına gönderdi. O da aynı şeyi söyledi.
Aleyhissalâtu vesselâm sonunda:
"Bu (bitkin) açı kim misafir edip (doyurursa) Allah ona
rahmet edecektir!" buyurdu. Ensardan Ebu Talha (radıyallahu anh) denen
birisi kalkıp:
"Ey Allah'ın Resûlü! Ben misafir edeceğim!" buyurdu ve
onu evine götürdü. Evde hanımına:
"Yanında yiyecek bir şey var mı." diye sordu. Hanım:
"Hayır, sadece çocukların yiyeceği var!" dedi. Bunun
üzerine hanımına:
"Sen onları bir şeylerle avut, sonra da uyut. Misafirimiz
girince, ona sanki yiyormuşuz gibi görünelim. Yemek için elini tabağa uzatınca
lambayı düzeltmek üzere kalk ve onu söndür!" diye tenbihatta bulundu.
Kadın söylenenleri yaptı. Beraberce oturdular. Misafir yedi. Karıkoca geceyi aç
geçirdiler.
Saban olunca Aleyhissalâtu vesselâm'a geldiler. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), Ebu Talha'ya:
"Dün gece misafirinize olan davranışınız sebebiyle Allah
Teâla Hazretleri taaccüp etti (ve güldü)!" buyurdu ve şu âyet-i kerime
nazil oldu. (Meâlen): "...Ve kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile, onları
kendi nefislerine tercih ederler" (Haşr 9). [Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr 10,
Tefsir, Haşr 6; Müslim Eşribe 172, (2054).][225]
AÇIKLAMA:
1- Bu hâdise, fetihlerin başlamadığı ilk yıllarda cereyan
etmiş olabilir. Çünkü İslâm'ın ilk yıllarında fukaralık fazla idi. Başta Resûllah
(aleyhissalâtu vesselâm) olmak üzere, Ashâb'tan birçoğunun yiyecek ve hatta
giyecek yönüyle darlık çektiklerini ve hatta karınlarına taş bağladıklarını
biliyoruz.
2- Buradaki Ebu Talha'nın şahsiyeti hususunda şârihler ihtilâf
etmiştir. Bazıları, bunun Sâbit İbnu Kays İbnu Şemmâs (radıyallahu anh)
olduğunu ileri sürmüştür. Çünkü benzer bir hâdisede ismi geçmektedir. ancak
İbnu Hacer bunu hâdisenin taaddüdüne hamleder.
Bazıları bunun, Ebu Talha Zeyd İbnu Sehl olduğunu söylemiştir.
Hatibu'l-Bağdâdî, bunun meşhur olduğunu, dolayısıyla hakkında "Ebu Talha
denen bir Ensarînin..." tabirini kullanılmasının makul olmayacağını, bir
de Zeyd İbnu Sehl'in, en çok malı olanlar arasında yer alması sebebiyle böyle
bir vak'anın başından geçmesinin düşünülemeyeceği mülahazasıyla, hadisteki Ebu
Talha'nın Zeyd İbnu Sehl olmaması gereğine hükmetmiş olmalıdır. Fakat İbnu
Hacer bu gerekçeleri zayıf bulur. Keza İbnu Beşkevâl de herhangi bir rivayete
dayanmaksızın bunun İbnu Abdullah İbnu Ravâha olduğunu söylemiştir. Hadisi
rivayet eden Ebu Hüreyre'nin kendisi olduğunu söyleyen de olmuştur. İbnu Hacer
buradaki Ebu Talha'nın kim olduğu hususunda açık bir beyanda bulunmaz ise de,
Zeyd İbnu Sehl olduğu kanaatını ihsas eder.
3- Hadiste ifade edilen "Allah'ın taacüb etmesi ve
gülmesi" mecâzidir. Allah'a nisbet edilen bu iki bereşrî hal ile
kastedilen şey, karıkocanın yaptığından Allah'ın râzı olduğunu belirtmektir.
4- Âyet-i kerimenin nüzûlüne sebep olan hâdisenin zikredilen
vak'a olduğu umumiyetle kabul edilmiş olmakla beraber, İbnu Merduye bir başka
hâdise daha kaydeder: İbnu Ömer'in anlattığına göre, bir adama bir koyun başı
hediye edilir. Adam bunu, kardeşim falanca, buna benden daha muhtaç diye bir
başkasına hediye eder. O da aynı düşünce ile bir başkasına hediye eder. Böylece
kelle tam yedi el değiştirdikten sonra birinci adama geri gelir. Bunun üzerine
âyet nâzil olur. İbnu Hacer, âyetin bu sebeplerin hepsi için nâzil olmuş
olabileceğini belirtir.
5- Ebu Talha'ya gelince: Bu zât Zeyd İbnu Sehl İbni'l-Esved
İbni Harâm el-Ensârî el-Hazrecî'dir. Akabe ve Bedr'e iştirak etmiştir. Nakib'
dir. Annesi Ubâde Bintu Mâliktir. Künyesi ile meşhurdur. Hz. Enes'in annesi
Ümmü Süleym'in ikinci kocasıdır.
Hicretten sonra, Resûlullah Ebu Talha'yı Ebu Ubeyde İbnu'l-Cerrah
(radıyallahu anhüma) ile kardeşlemiştir. Ebu Talha, Resûlullah'ın bütün
gazvelerine katılmış, bilhassa Uhud'da Resûlullah'ı himaye hususunda büyük
kahramanlık göstermiştir: Resûlullah'ın önüne geçmiş, önden gelecek her çeşit
darbeye karşı kendi sinesini siper etmiştir. Ashab arasında atıcılık ve şecâatiyle
ün alanlardandır. Huneyn savaşında yirmi müşrik öldürüp seleb'lerini aldığı
rivayet edilir. Uhud'da Resûlullah'ın önünde ok attıkça, Resûlullah doğrulup,
hedefe ulaşıp ulaşmadığına bakmıştır. Aleyhissalâtu vesselâm: "Ebu
Ubeyde'nin ordu içerisinde sesi yüz kişiye bedeldir" buyurmuştur.
Ümmü Süleym'e evlenme teklifi yapınca şu cevabı alır:
"Ey Ebu Talha, senin gibi birisinin telifi reddedilmez. Ancak
sen kâfirsin ben ise müslüman. İslâm'a gir, bu senin mehrin olsun, bensenden
mehir olarak başka bir şey istemiyeyim." der. Kabul eder, müslüman olur.
Resûlullah'ın kabrini kazan ve defneden Ebu Talha olmuştur.
Ebu Talha, Resûlullah hayatta iken, hayatı hep gazvelerle geçtiği
için oruç tutamaz. Resûlullah vefat ettikten sonra kırk yıl ara vermeden oruç
tutar, sadece bayramlarda oruç tutmaz.
Hicrî 51 yılında yetmiş yaşında olduğu halde vefat etmiştir. Başka
tarihler de söylenmiştir. Rivayete göre, Beraet sûresini okuyup انفِرُوا
خفَافً
وَثَقَاً âyetine gelince:
"Görüyorum ki Rabbim beni gençken de yaşlı iken de cihada çağırıyor"
der ve oğullarına, "Teçhizatımı hazırlayın!" emreder. Çocukları:
"Siz Resûlullah'la birlikte, o ölünceye kadar savaştınız. Sonra Hz. Ebu
Bekir ve Hz. Ömer'le de savaştınız. Artık senin yerine biz savaşalım (sen istirahat
et, ibadet et)" derler. Ebu Talha ısrar eder, hazırlık yapar, gemi ile
cihada çıkar. Deniz seferi sırasında ölür. Onu gömebilecekleri bir karaya, bir
hafta boyu rastalayamazlar. Yedi gün sonra gömerler, cesedinde hiçbir değişme
ve kokuşmanın olmadığı görülür. Medine'de vefat ettiği de söylenmiştir.[226]
*
SELMÂNU'L-FÂRİSÎ (RADIYALLAHU ANH)
ـ4460 ـ1ـ عن
أبِي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]تََ
رَسُولُ
اللّهِ #
هذِهِ اŒيةَ:
وَإنْ تَتَوَلَّوْا
يَسْتَبْدِلْ
قَوْماً
غَيْرَكُمْ.
فَقَالُوا:
مَنْ
يُسْتَبْدَلُ
بِنَا؟ فَضَرَبَ
# عَلى
مَنْكِبِ
سَلْمَانَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه.
ثُمَّ قَالَ:
هذَا
وَقَوْمُهُ،
وَالَّذِى نَفْسِى
بِيَدِهِ
لَوْ كَانَ
ا“يمَانُ
مَنُوطاً
بِالثُّرَيّا
لَنَالَهُ
رِجَالٌ مِنْ
فَارِسَ[.
أخرجه
الترمذي.»المَنُوطُ«
الْمُعَلَّقُ
بالشَّىْءِ .
1. (4460)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu âyeti okumuştu. (Meâlen):
"Siz Allah yolunda bağışta bulunmaya çağırılan kimselersiniz. Fakat
içinizden bazıları cimrilik eder. Cimrilik eden ise, kendi zararına cimrilik
etmiş olur. Allah ganîdir; muhtaç olan sizsiniz. Eğer yüz çevirirseniz,) O,
sizin yerinize başka bir topluluk getirir ki, onlar sizin gibi Allah'a
itaatsizlik etmezler" (Muhammed 38).
(Orada bulunanlar):
"Bizim yerimize kimleri getirebilir?" dediler.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Selmân-ı Farisî'nin omuzuna vurdu, sonra
da:
"Bu ve bunun kavmi!" deyip sözüne devam etti:
"Ruhum elinde olan Rab Teâla'ya yemin olsun! Eğer ilim,
Süreyya yıldızına asılmış olsa Fâris'ten (yetişecek bir kısım) kimseler ona
yine de ulaşırlar." [Tirmizî, Tefsir, Muhammed, (3256, 3257).][227]
AÇIKLAMA:
1- Selmân-ı Fârisî (radıyallahu anh), İran asıllı bir
sahabidir. Ramâhürmüz'dendir. Isfahan'ın Cey şehrinden olduğu da söylenmiştir.
Künyesi Ebu Abdillah'tır. Selmânu'l-Hayr diye bilinir. Resûlullah'ın mevlası
(azadlısı)dır. Nesebi sorulduğu zaman Selman İbnu İslâm diye cevap vermiş;
İslâm'da, imanda, peygamber sevgisinde fani olmuş bir bahtiyardır.
Müslüman olmazdan önce, İran'da iken mecusî idi ve ateş
tapınağında hadimlik yapıyordu. Hıristiyanlarla karşılaşınca mecusiliği bırakıp
hıristiyan olur ve hıristiyanlığın aslını Şam'da aramak üzere yola çıkar. Orada
manastırda bir müddet kalır, arayışına devam ederek Musul'a gelir. Bir müddet
de orada ruhbanların yanında kalır. Tavsiye üzerine Ammuriye'ye gelir. Orada
yaşar, mal besler, servet edinir. Hep Hakk'ın arayıcısıdır. Yanında kaldığı
rahip alim, ölümüne yakınca, "Hz. İbrahim'in dini Haniflik üzerine,
hurmalıklı bir yerden yeni bir peygamber çıkacağını, onu bulmasını"
tavsiye eder. Bu çıkacak şahsın bazı alametlerini, peygamberlik mührü
taşıdığını vs. haber verir, hediye alıp sadaka kabul etmeyeceğini de söyler.
Alim kişi ölünce, bu tavsiye ile, Araplardan müteşekkil bir
kafileye katılarak Vâdi'l-Kura'ya gelir. Maalesef yanındakiler onu orada
"köle" diye bir yahudiye satarlar. Hurma ağaçlarını görünce aradığı
memleketin orası olduğuna hükmeder. Orada bir müddet ikamet eder. Benî
Kureyza'dan bir yahudi gelir ve onu satın alır. Medine'ye getirilir. Medine'yi
görünce Ammuriyeli âlimin tavsifinden tanır, aradığı şahsın oradan çıkacağına
hükmeder. Bu esnada Hz. Peygamber zuhûr eder, ama Selmân, Hicrete kadar ondan
gafil kalır. Medine'ye Mekke'den gelen birisinin peygamberlik iddiasında
olduğunu işitince, derhal ilgi kurar. Bir miktar hurma alarak Kuba köyüne
gider, hurmayı sadaka olarak bu yeni gelen misafire vermek ister ama O,
getirdiği sadakayı ashabına verir ve kendisi yemez. Selman kendi kendine:
"Bu, birinci alamet!" der ve ayrılır. Tekrar bir miktar hurma ile
gelir ve "Bu hediyemdir" diyerek takdim eder. Aleyhissalâtu vesselâm
hurmadan yer ve ashabına da yemelerini emreder. Selmân: "Bu ikinci
delil" der, kendi kendine. Sonra bir cenaze merasimi sırasında sırtındaki
peygamberlik mührünü de görür, üzerine kapanıp öper ve ağlar. Aleyhissalâtu
vesselâm yanına oturtur, konuşurlar. Selmân hayat hikâyesini anlatıverir.
Müslüman olan Selmân kölelik sebebiyle Bedir ve Uhud'a katılamaz.
Resûlullah, efendisiyle mukâtebe yapmasını söyler. 300 hurma fidanı dikmek ve
40 okiyye altın vermek üzere mukâtebe yapar. Ashab ona hurma fidanı temininde
yardımcı olur. Resulullah da dikimde yardımcı olur. İstenen altın da temin
edilir.
Hürriyetine kavuşan Selmân, Hendek savaşına Reshulullah'la
katılır. Sadece katılmakla kalmaz, Hendek yoluyla şehri koruma fikrini o telkin
ve tavsiye eder. Hendek'ten sonra yapılan bütün gazvelere katılır.
Aleyhissalâtu vesselâm da muvafık bulur. Resûlullah, Selmân'ı, Ebu'd-Derdâ ile
kardeşler.
Selmân İslâm'ın tebliğinde, neşrinde elinden gelen gayreti geri
bırakmamıştır. İran'ın fethinde ırkdaşlarına karşı seferlere katılmış hatta
kamutanlık yapmıştır. Resûlullah onun ihlasını takdir eder ve onu severdi. Bir
hadislerinde: "Cennet üç kişiye iştiyak duymaktadır: Ali, Ammâr ve
Selmân" buyurmuştur, ayrıca onun Ehl-i Beyt'ten olduğunu söylemiştir.
Selmân Ashab'ın en zahid, en faziletli en hayırlılarındandır.
Resûlullah'a yakınlığı vardır. Resûlullah'la geceleyin günlük hususî görüşme
saati vardır.
Hz. Ali'ye Selmân'dan sorulunca: "Evvelki ve ahirki ilmi
bilir, tükenmez bir denizdir, Ehl-i Beyt'tendir" diye cevap vermiştir.
Selman, Resûlullah'tan sona Irak'a
yerleşir. Kardeşi Ebu'd-Derdâ da-Şam'a. Ebu'd-Derdâ Selman'a yazdığı mektupta:
"Senden sonra Allah bana mal ve evlad nasib etti. Mukaddes beldeye
yerleştim" der. Selman verdiği cevapta: "Bana, Allah'ın mal ve evlad
verdiğini yazıyorsun. Bil ki esas olan hayırdır, hayır ise ne mal ne de evlat
çokuğundadır. Hayır, ilmin artmasıda, amelinin sana fayda vermesindedir. Bana
Mukaddes Belde'ye yerleştiğini yazıyorsun. Bilki belde, kimse için amelde
bulunmaz. Ahireti görüyormuşsun gibi çalış ve nefsini ölülerden addet"
buyurur. Kendisine bağlanan beşbin dirhemlik tahsisatı alır almaz fakirler
arasında dağıtır, kendi eliyle kazandığından yerdi. Hurma dalından eşya dokuma
sanatını biliyordu
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
Selmân'ın teklifini kabul ederek hendek kazımını emrettiği zaman Ashab,
Selmân'ı daha iyi takdir eder ve Ensâr'la Muhacirûn "Selmân
bizdendir" diye aralarında paylaşamazlar. Resûlullah araya girip:
"Selman bizden, Ehl-i Beytt'tendir!" buyurur ve ihtilafı halleder.
Selmân'ın İslâm'daki yüce yerini
anlamaya, bu yeterli bir menkîbedir.
Selmân (radıyallahu anh)'ın da vefat
tarihi ihtilaflıdır. Hz. Osman (radıyallahu anh)'ın hilafetinin sonunda, Hicrî
35'te vefat etmiştir. Hz. Ömer devrinde öldüğü de söylenmiştir. Bazı rivayetler
250 ve hatta 350 yıl yaşadığını belirtir, (radıyallahu anh).[228]
*
EBU MUSA EL-EŞ'ARÎ (RADIYALLAHU ANH)
ـ4461
ـ1ـ عَنْ أبى
مُوسى رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: لَوْ
رَأيْتَنِى
الْبَارِحَةَ
وَأنَا
اَسْتَمِعُ
لِقِرَاءَتِكَ؟
لَقَدْ
اُعْطِيتَ
مِزْمَاراً مِنٌْ
مَزَامِيرِ
آلِ دَاوُدَ[.
أخرجه الشيخان
والترمذي.وزاد
في رواية
البَرْقَانِى
عن مسلم: »لَوْ
عَلِمْتُ
واللّهِ يَا
رَسُولَ اللّهِ
أنَّكَ
تَسْتَمِعُ
لِقِرَاءاتِى
لَحَبَّرْتُهُ
لَكَ
تَحْبِيراً«.قَوْلَه:
»التَّحْبِيرُ«
التَّحْسِينُ
.
1. (4461)- Ebû Musa
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdularki: "Keşke dün akşam senin kıraatini dinlerken beni bir
görseydin! Gerçekten sana, Hz. Dâvud'un mizmarlarından bir mizmâr
verilmiş." [Buhârî, Fezâilu'l-Kur'ân 31;
Müslim, Müsâfirin 236, (793); Tirmizî,
Menâkıb, (3854).]Müslim'in Berkânî'den kaydettiği bir rivayetteki ziyadede Ebû
Musa demiştir ki: "Ey Allah'ın Resûlü! Bilseydim ki sen beni dinliyorsun,
kıraatimi senin için daha da güzelleştirirdim."[229]
AÇIKLAMA:
1- Bir başka rivayet, hadisin vürud
sebebini belirtir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Aişe ile Ebû
Musa'ya uğramışlardı. O ise evinde Kur'an okuyordu. Durup onun kıraatını
dinlediler. Sonra da yollarına devam ettiler. Ertesi gün Ebû Musa,
Resûlullah'la karşılaştı. O zaman Aleyhissalâtu vesselâm yukarıda rivayet
edildiği gibi buyurdu."
Hadis muhtelif vecihlerden gelmiştir. Bir
kısmında Ebû Musa'nın sesinin güzel olduğu teyid edilir.
2- Hadiste Âl-i Dâvud tabiri geçer. Biz
bunu Hz. Dâvud diye tercüme ettik. Çünkü şârihler, burada Âl-i Dâvud tabiri ile
Hz. Dâvud aleyhisselâm'ın kendisinin kastedildiğini, Hz. Dâvud'un aile
efradının veya diğer yakınlarının da seslerinin güzel olduğuna dair hiçbir
rivayet bulunmadığını belirtmektedirler.
3- Hadiste geçen mizmar'dan maksad güzel
sestir. Gerçi mizmâr, çalgı aleti manasına gelir. Ancak çalgı aletinin verdiği
ses güzel olduğu için, insanlardaki güzel sese de aradaki benzerlik sebebiyle
mizmâr ıtlak olunmuştur ve burada o mânada kullanılmıştır.
4- Ebû Musa el-Eş'arî'nin adı Abdullah İbnu
Kays el-Eş'arî'dir. Kavminden bir grupla Mekke'ye gelmiş, orada Saîd İbnu'l-As
ile müttefik (halif) olmuş, İslâm'a da
girerek tekrar memleketine dönmüştür. Dolayısıyla müslümanlığı eskidir.
Bazı rivayetler müslüman olup Habeşistan'a hicret ettiğini kaydeder. Ancak İbnu
Abdilberr'e göre, o, elli kişilik bir grup Eş'arî ile gemiye biner. Fırtınaya
tutulan gemileri bunları Habeşistan'a götürür. İşte bu geminin Habeşistan'dan
dönüşü ile, Habeşistan' daki müslümanların Ca'fer İbnu Ebî Tâlib başkanlığında
dönüşleri birbirine tevafuk eder. Bunlar beraberce Hayber'in fethi sırasında
dönerler. Bunlara Ashâb-ı Sefineteyn denmiştir: Eş'arilerin sefînesi, Caferin
sefînesi, (Sefîne, gemi demektir.) İbnu İshak'ın Ebû Musa'yı Habeşistan muhacirleri arasında zikretmesi,
bu Eş'arî grubunun Habeşistan'da bir müddet ikametten sonra müslümanlarla
beraber dönmelerinden ileri gelmiştir. Resûlullah, Ashâb-ı Sefîneteyn'e Hayber
ganimetinden pay ayırmıştır.
Ebû Musa el-Eş'arî (radıyallâhu anh),
Hicrî 17 yılında Basra'ya, Muğîre'nin yerine vali olmuştur. Hz. Ömer'in
(radıyallahu anh) emri ile Ahvâz,
İsfahân gibi bellibaşlı merkezleri fethetmiştir. Hz. Ömer'den sonra Hz.
Osman (radıyallahu anh) da onun Basra vâliliğini teyid etmiş, ancak bir müddet
sonra oraya İbnu Ömer'i tayin ederek Ebû Musa'yı azletmiş, Ebû Musa da Kûfe'ye
gidip yerleşmiştir. Halkın ısrarlı talebi üzerine Hz. Osman, Said İbnu'l-As'ın
yerine O'nu Kûfe'ye vali yapmıştır. Hz.
Osman (radıyallahu anha) şehid edilinceye kadar Kufe valisi olmuştur. Hz. Ali
halife olunca, azledecektir
Ebû Musa el-Eşarî, Hakemeyn hadisesinde
Hz. Ali'nin hakemi olmuştur. İbnu Abbâs (radıyallahu anhüma), hakem olarak Hz.
Muaviye' nin hakemi Amr İbnu'l-Âs'a denk birinin ve meselâ Ahnef'in olmasını
teklif eder. Ancak Hz. Ali Yemenlilerin ısrarlı istekleri üzerine Ebû Musayı
hakem tayin eder. Amr ve Ebû Musa'ya Hz. Ali: "Sizi Allah'ın kitabına
muvafık olarak hüküm vermeniz şartıyla hakem tayin ediyorum. Allah'ın Kitabı
ise tamamiyle benimle beraberdir. Allah'ın kitabıyla hükmetmezseniz hüküm yetkiniz yoktur" der.
Bilindiği
üzere Amr İbnu'l-Âs (radıyallâhu anh), Hz. Ali ve Hz. Muâviye'yi her
ikisini de hilafetten uzaklaştırıp şura
yoluyla halife seçme işini müslümanlara bırakma"yı teklif eder. Ebû Musa da
kabul eder. Varılan mutabakat üzerine yaşça büyük olan Ebû Musa (radıyallahu
anh) önce söz alır ve Amr İbnu'l-As'ın telkini ile: "Ey insanlar biz bu ümmetin meselesini
görüştük, en uygun çözümde fikirlerimiz birleşti. Ali ve Muâviye'yi azledip,
halife seçme işini halka bırakmaya karar verdik. Ben Ali ve Muâviye'yi
azlediyorum. Siz dilediğinizi seçin!" der ve huzurdan ayrılır.
Huzura gelen Amr: "Bu zâtın
söylediklerini işittiniz, müvekkilini azletti. Onun müvekkilini ben de tıpkı
onun gibi azlediyorum, kendi müvekkilim olan Muâviye'yi yerinde sabit
tutuyorum. Çünkü Hz. Osman'ın yerini
alan kimsedir ve Hz. Osman'ın kanının peşindedir. Bu
makama da insanların en ziyade hak sahibi olanıdır" der.
Ebû Musa (radıyallahu anh) oyuna
getirildiğini anlar ama iş işten geçmiştir. İbnu Abbas: "Burada senin
kabahatin yok! Kabahat bu işi sana verende! der.
Biz burada, İslam alemini, müteakip bir
kısım ızdıraplara atacak olan hadisenin teferruatına girmeyeceğiz. Ashab
hakkındaki hürmet ve hüsn-i zannımıza halel verecek bazı münakaşalara da yer vermeyeceğiz. Kader-i ilâhînin bir
cilvesi olarak, katıldıkları siyasi ihtilafta her biri İslam'ın menfaatini
kendi nokta-i nazarının galebesinde görerek ihlasla, ısrarla, samimiyetle üzerine
düşeni yapmıştır. Arkadan gelen ümmet de: "Hz. Ali haklı ve reyinde
isabetli idi" demekte itttifak etmiştir.
Bu ciğersuz hadiselere Hakemeyn (veya
Tahkim de denir) hadisesi sebebiyle, ismi karışmış olan Ebû Musa (radıyallahu
anh), Kur'ân-ı Kerîm'i güzel okuyuşu ile tanınmıştı. Sesi güzeldi. Sadedinde
olduğumuz hadis, o yönünü aksettirmektedir.
Ebû Musa 63 yaşında olduğu halde Kufe'de
vefat etmiştir. Hicrî 42 yılında Mekke'de öldüğü de söylenmiştir. Ölüm tarihi
ihtilaflıdır. Hicri 44, 49, 50, 52, 53 seneleri de söylenmiştir.[230]
*
ABDULLAH İBNU SELAM (RADIYALLAHU ANH)
ـ4462
ـ1ـ عن سعيد بن
أبى وقّاصٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]مَا
سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ # يَقُولُ
‘حَدٍ يَمْشِى
عَلى ا‘رْضِ،
إنَّهُ أهْلُ
الْجَنَّةِ
إَّ لِعَبْدِ
اللّهِ بْنِ
سََمٍ؛
وَفيهِ نَزَلَتِ
اŒيَةُ:
وَشَهِدَ
شَاهِدٌ مِنْ
بَنِى
إسْرَائِيلَ
عَلى
مِثْلِهِ[.
أخرجه الشيخان
.
1. (4462)- Sad İbnu Ebî
Vakkâs (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Yeryüzünde yürüyen hiç kimseye Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın "Cennetliktir" dediğini duymadım. Ancak Abdullah İbnu
Selam müstesna. Onun hakkında şu âyet indi. (Meâlen): "(De ki: Söyleyin
bana, eğer bu Kur'ân Allah tarafından
gönderildiği halde onu inkar ettiyseniz ve) İsrailoğullarından bir şahit de,
Tevrat'a dayanarak onu hak kitap olduğuna şahidlik edip iman ettiği halde, siz
iman etmeyi büyüklüğünüze yediremezseniz, zalim
olmaz mısınız? Muhakkak ki Allah zalimler gürûhuna yol göstermez"
(Ahkaf 10). [Buharî, Menâkibu'l-Ensâr 19; Müslim, Fezâilu's-Sahabe 147,
(2483).][231]
AÇIKLAMA:
1- Abdullah İbnu Selâm'ın cahiliye
devrindeki adı Husayn'dı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onu Abdullah diye
tesmiye buyurmuştur.
Kendisi Hazreç ile halif (müttefik)
olmuştu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Medine'ye gelir gelmez müslüman
olmuştur. Abdullah İbnu Selam, yahudi âlimi idi. Resûlullah'ın simasını
görünce: "Bu simada yalan
olmaz" diyerek İslam'a girmiştir. Der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Medine'ye geldiği zaman onu görmek için ben de çıktım. Yüzünü görür
görmez hemen bu yüzün, yalancı yüzü olmadığını anladım. Aleyhissalâtu
vesselâm'dan ilk işittiğim şu: "Selamı yayın, yemek yedirin, sıla-i rahim
yapın, insanlar uyurken gece namaz kılın, selametle cennete girin" demesi
olmuştu."
2- Sadedinde olduğumuz rivayete göre,
Resûlullah, Abdullah İbnu Selam'dan başkasına "cennetlik" olduğunu
söylememiş olmalı. Halbuki başta Aşere-i Mübeşşere olmak üzere nicelerine
cennetlik olduğunu tebşir buyurmuştur. Sa'd'ın da bunu duymamış olması mümkün
değil denilerek tenakuza dikkat çekilmiş ise de, "Kendi nefsini tezkiyeyi
hoş bulmadı, nitekim kendisi de Aşere-i
Mübeşşere'dendir" diye açıklık getirilmiştir. Ancak bu izah tatminkar
bulunmayıp: "Kendi hakkındaki
tevazusu, aynı meselede başkası hakkında
işittiğini de inkâr etmeyi gerektirmemeli" diye itiraz edilmiştir.
İbnu Hacer şöyle bir izah teklif eder: "Sa'd, bunu, Aşere-i Mübeşşere'nin
vefatından sonra söylemiş olmalı. Çünkü Abdullah İbnu Selam, onların vefatından
sonra da yaşadı. Zira Abdullah'la birlikte Aşere-i Mübeşşere'den
müteahhiren yaşayan sadece Sa'd ve Saîd
var. Bu manayı "yeryüzünde yürüyen" ifadesi de te'yid eder."
3- Abdullah İbnu Selam (radıyallahu anh) şu
ayetin de kendi hakkında indiğini söylemiştir. (Mealen): "İnkâr edenler:
"Sen Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber değilsin" diyorlar.
De ki: "Sizinle benim aramızda şahid olarak, Allah ile O'nun kitapları
hakkında bilgi sahibi olanlar yeter" (Ra'd 43).
Abdullah İbnu Selam, Hicrî 43 yılında vefat etmiştir,
(radıyallâhu anh).[232]
*
CERÎR
İBNU ABDİLLAH EL-BECELÎ (RADIYALLAHU ANH)
ـ4463
ـ1ـ عَنْ
جريرٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]مَا حَجَبَنِى
رَسُولُ
اللّهِ #
مُنذُ
أسْلَمْتُ
وََ رَآنِى
إَّ
تَبَسَّمَ في
وَجْهِى وَلَقَدْ
شَكَوْتُ
إلَيْهِ
أنِّى َ
أثْبُتُ عَلى
الْخَيْلِ،
فَضَرَبَ في
صَدْرِى
وَقَالَ: اللَّهُمَّ
ثَبِّتْهُ
وَاجْعَلْهُ
هَادِياً مَهْدِيّاً[.
أخرجه
الشيخان
واللفظ لهما،
والترمذي .
1. (4463)- Cerîr
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) müslüman
olduğum günden beri beni yanına girmekten men etmedi. Beni görüp de yüzüme
karşı tebessüm etmediği de olmadı. Ona at üzerinde duramamaktan dert yandım.
Bunun üzerine eliyle göğsüme vurdu ve:
"Allahım, bunu (atın üzerinde) sabit
kıl, onu hidayete eren ve hidayete erdiren kıl!" buyurdu." [Buharî,
Menâkıbu'l-Ensâr 21; Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 35, (2475); Tirmizî, Menâkıb,
(3822).][233]
AÇIKLAMA:
Cerîr İbnu Abdillah İbni Câbir el-Becelî:
Müslüman olduğu yıl ihtilaflıdır. İbnu Hacer: "Sahih olanı, Vüfûd senesi
olan dokuzuncu senedir" der. İbnu'l-Esîr'in: "Resûlullah'ın
vefatından kırk gün önce vefat
etti" hükmünü vehim olarak
değerlendirir. Delil olarak Resûlullah'ın ona Veda Haccında "İnsanları
sustur" demesine dair Buhârî'de gelen rivayeti gösterir. Veda Haccı ise Resûlullah'ın vefatından seksen
günden fazla önce vukua gelmiştir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
Cerîr'e, Zü'l-Halasa denen ve içinde put bulunan bir evin yakılması vazifesini
verir. Bu maksadla emrine verilen yüzelli atlı ile sefere çıkar. Vazifeyi yapar
gelir. Dönüşte Resûlullah kendilerine dua buyurur.
Cerîr, Resûlullah'ın huzuruna girince ona
ikram etmiş ve "Size bir kavmin kerîmi (kıymetlisi), büyüğü gelince ona
ikram edin (değer verin)" buyurmuştur.
Rivayetler, Resûlullah'ın Cerire
iltifatta bulunduğunu, ayrı bir alaka gösterdiğini ifade eder. Cerîr daha
huzuruna gelmezden önce onun geleceğini medihkâr sözlerle Ashab'a haber verir:
"Yanınıza uğurlu, hayırlı bir zât gelecek, yüzünde melek meshinin izi
vardır" buyurur. Bu sebeple
Medine'ye yaklaşınca halkın etrafını sarıp
dikkatle kendisine nazar ettiklerini müşahede eder ve "Yoksa Resûlullah
benim geleceğimden mi bahsetti?"
diye sormak zorunda kalır. Hakim'in bir rivayetinde, Ashabıyla oturmakta olan
Resûlullah'a gelen Cerîr, her tarafı
dolu bularak kapının eşiğine oturur. Aleyhissalâtu vesselâm, üzerinden
ridasını çıkararak üzerine oturması için Cerîr'e atar. Ridayı alıp öpen Cerir
(radıyallahu anh) duygulanıp ağlar ve: "Ridanıza oturmak bana
yaraşmaz" diyerek geri atar. Resûlullah ona bir yer verilmesini iş'âren,
sağa sola nazar edip: "Size bir kavmin büyüğü gelince ona hürmet edin"
buyurur.
Cerir (radıyallahu anh) Irak'ta cereyan eden savaşlarda müessir
roller oynamıştır. Kadisiye ve diğer fetihlerde büyük hizmeti geçmiştir.
Dağınık halde bulunan Becîle kabilesini Hz. Ömer derleyip toparlar ve başlarına
Cerîr'i koyar.
Cerîr Hicrî 50 yılında vefat etmiştir. 51
ve hatta 54 yılında vefat ettiği de söylenmiştir.[234]
*
CÂBİR İBNU ABDİLLAH İBNU HARÂM (RADIYALLAHU ANHÜMA)
ـ4464
ـ1ـ عن جابرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]لَقَدْ
اسْتَغْفَرَ
لِى رَسُولُ
اللّهِ #
لَيْلَةَ
الْبَعِيرِ
خَمْساً
وَعِشْرِينَ
مَرَّةً[.
أخرجه
الترمذي
وصححه .
1. (4464)- Hz. Câbir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
(kendisine devemi sattığım)
Leyletu'l-Baîr'de yirmibeş kere benim için istiğfar ediverdi." [Tirmizî,
Menâkıb, (3851).] [235]
ـ4465
ـ2ـ وعنه
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]لَقِىَنِى
رَسُولُ
اللّهِ # مَرَّةً
وَأنَا
مُهْتَمٌّ
فقَالَ:
مَالِى أرَاكَ
مُنْكَسِراً.
فَقُلْتُ:
اسْتُشْهِدَ
أبِى يَوْمَ
أُحُدٍ
وَتَرَكَ
عِياً
وَدَيْنَا: فقَالَ:
أَ
اُبَشِّرُكَ
بِمَا لَقِىَ
اللّهُ بِهِ
أبَاكَ؟
قُلْتُ: بَلَى
قَالَ: مَا
كَلَّمَ
اللّهُ
أحَداً قَطُّ
إَّ مِنْ
وَرَاءِ حِجَابٍ،
وَإنَّهُ
أحْيَا
أبَاكَ
فَكَلَّمُهُ كِفَاحاً.
فقَالَ: يَا
عَبْدِى!
تَمَنَّ عَليَّ
أُعْطِكَ.
قَالَ: يَا
رَبَّ
تُحْييِنِي
فَأقْتَلُ
ثَانِيَةَ.
فقَالَ
سُبْحَانَهُ
وَتَعالى:
إنَّهُ قَدْ
سَبَقَ
مِنِّى
أنَّهُمْ َ
يَرْجِعُونَ،
فَنَزَلَتْ:
وََ
تَحْسَبَنَّ
الَّذِينَ
قُتِلُوا في
سَبِيلِ
اللّهِ أمْواتاً
اŒية[. أخرجه
الترمذي.»كَلَّمَهُ
كِفَاحاً« أي
مُوَاجَهَةً
َ مِنْ
وَرَاءِ
حِجَابٍ .
2. (4465)- Yine Hz. Câbir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir defasında ben üzgün bir halde iken
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la karşılaşmıştık. Bana:
"Seni niye böyle üzgün görüyorum." buyurdu.
"Babam Uhud'da şehid düştü. Geriye
bakıma muhtaç horanta ve bir de borç bıraktı" dedim. Bunun üzerine:
"Allah'ın babana hazırladığı nimeti
sana müjde edeyim mi?" dedi. Ben:
"Evet!" deyince:
"Allah, hiç kimse ile yüz yüze
konuşmuş değildir, daima perde gerisinde
konuşur. Ancak, babanı ihya etti ve perdesiz konuştu:
"Ey kulum, dedi. Ne dilersen benden
iste vereyim!"
"Ey Rabbim dedi baban, beni dirilt,
senin yolunda ikinci sefer bir daha öldürüleyim!" Allah Teâla hazretleri:
"Ama ben daha önce şu hükmü
koymuşum: "Ölenler artık geri dönmeyecekler!" buyurdu. Bunun üzerine
şu âyet nazil oldu. (Meâlen): "Allah yolunda şehid edilenleri ölü sanma.
Onlar, Rabblerinin katında hayat sahibidirler ve O'nun nimetleriyle
rızıklanırlar" (Âl-i İmrân 169). [Tirmizî, Tefsir Al-i İmran, (3013).] [236]
AÇIKLAMA:
1- Birinci hadiste temas edilen
Leyletü'l-Baîr (= deve gecesi) tabiri ile, Hz. Câbir'in bir sefer sırasında devesini
Resûlullah'a satma hadisesine işaret edilmektedir. Mezkur hadise 276-280
numaralı rivayetlerde teferruatlı olarak geçtiği için burada tekrar
etmeyeceğiz. Özeti şu: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bir gazve dönüşü,
Hz. Cabir'in devesini, sırtı, yol boyu Câbir'e ait olmak üzere satın alır.
Cabir deveye sefer ve antlaşma gereği Medine'ye gelinceye kadar biner.
Medine'de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) devenin parasını verir, deveyi de
Câbir'e iade eder.
İkinci rivayetten anlaşılacağı üzere Aleyhissalâtu
vesselâm, Hz. Câbir'e, ihtiyacına binaen bu yolla maddi bir yardımda bulunmuş
olmaktadır.
2- Hz. Cabir İbnu Abdillah İbni Harâm,
Medinelidir, Ensardandır. Babasıyla birlikte ikinci Akabe Biatı'na katıldığı
zaman henüz çocuktu. Bedir ve Uhud gazvelerine katıldığı söylenmiştir. Aksi de iddia edilmiştir. Bir
rivayette kendisi, Aleyhissalâtu vesselâm'la birlikte 17 gazveye katıldığını
söyler; Bedir ve Uhud'a katılmadığını, buna da babasının mâni olduğunu, Uhud'da
babası şehid düşünce hiçbir gazveden geri kalmadığını belirtir. Sıffin'e, Hz.
Ali'nin yanında yer alarak iştirak etmiştir. Ömrünün sonlarında gözleri görmez
olmuştur. Akabe'ye katılanlardan Medine'de
vefat edenlerin sonuncusu olmuştur.
Hz. Câbir, hadiste müksirun grubundandır.
Sünneti iyi bilenlerdendir. 94 yaşında olduğu halde Hicrî 74 yılında vefat
etmiştir, (radıyallahu anh).
Hz.
Câbir hakkında daha önce (1. cilt, sayfa 88) genişçe bilgi verdiğimiz için
ortaya ediyoruz.[237]
* HZ. ENES İBNU MÂLİK
(RADIYALLAHU ANH)
ـ4466
ـ1ـ عن أنسٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]قَالَتْ
أُمُّ
سُلَيْمٍ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها: يَا
رَسُولَ
اللّهِ خَادِمُكَ
أنسُ ادْعُ
اللّهَ
تَعالى لَهُ.
فقَالَ:
اللَّهُمَّ
أكْثِرْ
مَالَهُ
وَوَلَدَهُ،
وَبَارِكْ
لَهُ فِيمَا
أعْطَيْتَهُ[.
أخرجه
الشيخان
والترمذي .
1. (4466)- Hz. Enes (radıyallahu
anh) anlatıyor: "Ümmü Süleym (radıyallahu anhâ) dedi ki:
"Ey Allah'ın Resûlü! Hadimin Enes
için Allah Teâla Hazretlerine dua ediver!"
Bunun üzerine şu duayı yapıverdi:
"Allahım, onun malını, çocuklarını
çoğalt ve ona verdiklerini hakkında mübarek kıl!" [Buhârî, Da'avât 19, 26,
47, Savm 61; Müslim, Mesâcid 268, (660), Fezâilu's-Sahâbe 141, 142, (2480,
2481); Tirmizî, Menakıb, (3827, 3828).][238]
ـ4467
ـ2ـ وعن أبى
خَلْدَةٍ
خَالِدِ بْنِ
دِينَارٍ
قَالَ:
]قُلْتُ ‘بِى
الْعَالِيََةَ:
سَمِعَ أنَسٌ
مِنْ رَسُولِ
اللّهِ #؟
قَالَ
خَدَمَهُ
عَشْرَ
سِنِينَ،
وَدَعَا
لَهُ،
وَكَانَ لَهُ
بُسْتَانٌ يَحْمِلُ
في السَّنَةِ
الفَاكِهَةِ
مَرَّتَيْنِ،
وَكَانَ
فِيهِ
رَيْحَانٌ
يَجِئُ مِنْهُ
رَيحُ
الْمِسْكِ[.
أخرجه
الترمذي .
2. (4467)- Ebû Halde Hâlid
İbnu Dinâr anlatıyor: "Ebû'l-Aliye'ye: "Enes, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'dan hadis işitti mi?" diye sordum. Ebû'l-Âliye:
"(Bu nasıl soru?) Hz. Enes on yıl
Resûlullah'a hizmet etti, Resûlullah onun için duada bulundu. Enes'in bir
bahçesi vardı, yılda iki sefer meyve verirdi. Bahçede bir reyhanı vardı, ondan
misk kokusu gelirdi" diye cevap
verdi." [Tirmizî, Menakıb, 3832).][239]
AÇIKLAMA:
Enes İbnu Mâlik (radıyallahu anh), Ümmü Süleym'in oğludur.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la hususiyeti olan bir aileye mensuptur.
Okuma yazma da bilen Enes, Resûlullah'ın hizmetçiliği gibi şerefli bir hizmeti
on yıl yürütme bahtiyarlığına ermiştir. Hadisleri yazmış, çokça rivayet edip
müksirûn arasında yer almıştır.
Birinci ciltte
(sayfa, 75) yeterince tanıttığımız için burada kısa kesiyoruz.[240]
*
BERÂ İBNU MALİK (RADIYALLAHU ANH)
ـ4468
ـ1ـ عن أنسِ بن
مالكٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: كَمْ
مِنْ أشْعَثَ
أغبَرَ ذِى
طِمْرَيْنِ َ
يُؤْبُهُ لَهُ؛
لَوْ أقْسَمَ
عَلى اللّهِ
‘بَرَّهُ، مِنْهُمُ
الْبَرَاءُ
ابْنُ
مَالِكٍ[.
أخرجه الترمذي
.
»ا‘شْعَثُ«
الْبَعِيدُ
الْعَهْدُ
بِالدُّهْنِ
وَالتَّسْرِيحِ
وَالْغَسْلِ.»الطِّمْرُ«
الثَّوْبُ
الْخَلِقُ.وَ»َ
يُؤْبَهُ
لَهُ« أىْ َ
يُعْرَفُ وََ
يَعْلَمُ
بِهِ
لِحَقَارَتِهِ.وقوله
»‘بَرَّهُ« أي
أبَّر
قَسَمَهُ: أيْ
صَدَّقَهُ
وَجَعَلَهُ
بَارّاً َ
يَحْنِثُ .
1. (4468)- Hz. Enes İbnu
Mâlik (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Saçı sakalı birbirine karışmış,
eski püskü elbiseler içinde, kimsenin itibar etmediği niceleri vardır ki,
Allah'a kasemde bulunsa, Allah onun yeminini boşa çıkarmaz. İşte Berâ İbnu
Mâlik öylelerindendir." [Tirmizî, Menâkıb, (3853).][241]
AÇIKLAMA:
1- Bera İbnu'n-Nadr el-Ensârî, Hz. Enes'in
anababa bir kardeşidir, (radıyallahu anhümâ). Bedr hariç, bütün gazvelere
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la
birlikte katılmıştır. Son derece şecaatli ve gözü kara idi. Hz. Ömer
(radıyallahu anh) onun müslüman askerlere komutan yapılmamasını ilgililere
yazmış, komutan olması halinde tehlikeli olacağına dikkat çekmiştir. Yemâme
savaşında, Müseylime'nin bulunduğu bahçe çerçevesinde çarpışmaların fevkalâde
kızıştığı bir anda:
"Ey müslümanlar! Beni bahçenin
içine, onların üzerine atın!" demiş, duvarın üzerine kadar taşınmış ve
duvardan içeriye atlamıştır. İçeride bahçe kapısı önünde mürtedlerle çarpışmış ve
kapıyı açmaya da muvaffak olmuştur. Açılan kapıdan içeri dalan müslümanlar
Müseylime'yi öldürerek nihai sonucu almışlardır. O gün Bera (radıyallahu anh)
80 küsur yara almıştır. Halid İbnu Velid (radıyallahu anh) bir ay kadar
tedaviye tabi tutmuş ve yaraları
iyileşmiştir.
2- Sadedinde olduğumuz hadis, Berâ'nın bir başka
yönünü nazara vermektedir: Duasının makbuliyeti, yani Cenâb-ı Hakk'ın onun
kasemini boş çevirmemesi. İran şehirlerinden Tüster'in fethi sırasında askerler arasında bir dağılma olur.
Müslümanlar Berâ'ya:
"Ey Berâ! Rabbine kasemde bulun!" derler.
O da, düşmanın hezimeti ve Resûlullah'a kavuşma hususunda Allah'a kasemde
bulunur ve düşmana atılır. Askerler de onunla birlikte saldırıya geçerler. Fars
büyüklerinden Merzûbanu'z-Za're'yi öldürür ve onun selebini alır. Fars
askerleri bozguna uğrar. Ancak, Hürmüzan da onu öldürür. Tüster'in fethi
sırasında Bera'nın teke tek çarpışma ile
yüz kişi öldürdüğü, onun iştirakiyle öldürülenlerin bu sayının dışında olduğu belirtilir.
Berâ güzel sesli idi. Resûlullah sefer sırasında
develerin yürüyüş ritmini onun nâmeleriyle ayarlatıyordu. Bazı rivayetler
seferde erkekler için Bera'nın, kadınlar kafilesi için de Enceşe'nin nâme
okuduğunu belirtir.
Berâ'nın ölüm yılı Hicrî 20'dir. Hicrî 19, 23 olduğu
da söylenmiştir.[242]
*
SABİT İBNU KAYS İBNU ŞEMMÂS (RADIYALLÂHU ANH)
ـ4469
ـ1ـ عن أنس بنِ
مالكٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]افْتَقَدْ
رَسُولُ
اللّهِ #
ثَابتَ بْنَ قَيْسَ
فقَالَ
رَجُلٌ يَا
رَسُولَ
اللّهِ: أنَا
أعْلَمُ لَكَ
عِلْمَهُ.
فَأتَاهُ
فَوَجَدَهُ
جَالِساً في
بَيْتِهِ
مُنَكِّساً
رَأسَهُ
يَبْكِى.
فقَالَ: مَا
شَأنُكَ؟
قَالَ: شَرٌّ،
كَانَ
يَرْفَعُ صَوْتُهُ
فَوْقَ
صَوْتِ
النَّبِىَّ #،
فقَدْ حَبِطَ
عَمَلُهُ
وَهُوَ مِنْ
أهْلِ النَّارِ.
فَأتَى
الرَّجُلُ
النَّبِىَّ #
فأخْبَرَهُ.
فقَالَ:
اذْهَبْ
إلَيْهِ
فَقُلْ لَهُ
إنَّكَ لَسْتَ
مِنْ أهْلِ
النَّارِ.
وَلكِنَّكَ
مِنْ أهْلِ
الْجَنَّةِ[.
أخرجه
الشيخان .
1. (4469)- Hz. Enes İbnu
Mâlik (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
Sabit İbnu Kays'ı sormuştu. Bir adam:
"Ey Allah'ın Resûlü! Ben onun yerini
biliyorum!" dedi ve gidip evinde oturmuş, başı önde ağlıyor vaziyette
buldu.
"Neyin var, (niye ağlıyorsun)?"
dedi.
"(Sorma), Şerr var! Sesim,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sesinin üstüne çıkıyordu, bütün amelim
gitti, cehennemliğim" dedi. Adam,
Sâbit'in bu sözlerini işitince doğru Aleyhissalâtu vesselâm'a geldi ve durumu
haber verdi.
"Ona git ve söyle buyurdular, sen
cehennemlik değilsin, bilakis sen cennetliksin!" [Buhârî, Menâkıb 25, Tefsir , Hucurat 1; Müslim, İmân
187, (119).] [243]
ـ4470
ـ2ـ وفي رواية
لمسلم:
]لَمَّا
نَزَلَ
قَوْلُهُ
تَعالى: يَا
أيُّهَا
الَّذِينَ
آمَنُوا َ
تَرْفَعُوا
أصْوَاتَكُمْ
فَوقَ صَوْتِ
النَّبىِّ اŒية:
جَلَسَ
ثَابِتٌ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
يَبْكِى في
بَيْتِهِ
فَالْتَمَسَهُ
النّبىُّ #،
وَذَكَرَ
الْحَدِيثَ[ .
2. (4470)- Müslim'in bir
rivayetinde: "Allah Teâla'nın şu
ayeti indiği zaman (meâlen): "Ey iman edenler! Seslerinizi, Peygamberin
sesinden fazla yükseltmeyin!..." (Hucurat 2), Sabit (radıyallahu anh)
evinde oturup ağlamaya başladı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onu aradı..."
şeklindedir." [Müslim, İman 187, (119).][244]
AÇIKLAMA:
1- Sabit İbni Kays İbnu Şemmâs, Ensâr'ın ve
Resûlullah'ın hatibi idi, tıpkı Hassan İbnu Sâbit'in Resûlullah'ın şairi olduğu gibi. Uhud'a ve diğer bütün gazvelere
iştirak etti. Yemame savaşında şehid düştü.
2- Sadedinde olduğumuz rivayetler, Hucurât
suresinde mü'minlere hitab edilerek, seslerini Hz. Peygamberin sesinden daha
fazla yükseltmemelerini, aksi takdirde
amellerinin heba olacağı bildirilince, Sabit'in üzüldüğünü ve ağladığını
göstermektedir. Çünkü Sâbit gür seslidir ve onun sesi Resûlullah'ın sesini
bastıracak kadar güçlü çıkmaktadır". Onun bu üzüntüsüne muttali olan Hz.
Peygamber, âyette bunun
kastedilmediğini, bilakis ehl-i cennet olduğunu müjdeler. Burada kastedilen,
haddini bilmemek, sünnette beyan edilen ölçülere uymayan ölçüler, değerler
ortaya koymak, bid'ayı seyyieye girmektir.[245]
*
ADİYY İBNU HÂTİM (RADIYALLÂHU ANH)
ـ4471
ـ1ـ عن
عَدِىٍّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: ]أتَيْتُ
عُمَرَ بْنَ
الْخَطَّابِ
في نَفَرٍ
مِنْ قَوْمِى
فَجَعَلَ
يَفْرِضُ
لِلرَّجُلِ
مِنْ
طَيِّىءٍ في
ألْفَيْنِ
وَيُعْرِضُ
عَنِّى
فَاسْتَقْبَلْتُهُ
فَأعْرَضَ
عَنِّى. ثُمَّ
أتَيْتُهُ
مِنْ حِيَالِ
وَجْهِهِ
فَأعْرَضَ
عَنِّى
فَقُلْتُ يَا
أمِيرَ
الْمُؤْمِنِينَ:
أتَعْرِفُنِى؟
فَضَحِكَ،
وَقَالَ:
نَعَمْ؛
واللّهِ إنِّى
‘عْرِفُكَ. آمَنْتَ
إذْ
كَفَرُوا،
وَأقْبَلْتَ
إذْ أدْبَرُوا،
وَوَفَيْتَ
إذْ
غَدَرُوا،
وَاِنَّ أوَّلَ
صَدَقَةٍ
بَيَّضَتْ
وَجْهَ
رَسُولِ
اللّهِ #
وَوُجُوهَ
أصْحَابِهِ
صَدَقَهُ
طَيِّىءٍ
جِئْتَ بِهَا
إلى رَسُولِ
اللّهِ #،
ثُمَّ أخَذَ
يَعْتَذِرُ.
ثُمَّ قَالَ:
إنَّمَا
فَرَضْتُ
لِقَوْمٍ
أجْحَفَتْ
بِهِمُ
الْفَاقَةُ وَهُمْ
سَادَةُ
عَشَائِرِهِمْ
لِمَا يَنُوبُهُمْ
مِنَ
الْحُقُوقِ.
قُلْتُ: فََ
أُبَالِى
إذاً[. أخرجه
الشيخان.»يَفْرِضُ«
أي يُوجِبُ
لَهُ هَذَا
الْمَقْدَارُ
في
الْعَطَاءِ.و»حِيَالُ
الشَّىْءِ«
تلقاؤه وما
يواجهه.و»أجحْفَتْ
بِهِ
الفَاقَةُ«
إذَا أفقرته
وأذهبت ماله
وجعلته
محتاجاً إلى
عشيرته.و»الفَاقَةُ«
الْفَقْرُ
والْحَاجَةُ.وَأرَادَ
بِقُوْلِهِ:
»لِمَا
يَنُوبُهُمْ«
مَا
يَتَجَدَّدُ
لَهُمْ مِنَ
الْحَوَادِثِ
الَّتِى
يَحْتَاجُونَ
الى ا“فْقِ
فِيهَا .
1. (4471)- Hz. Adiyy
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Kavmimden bir grupla Ömer İbnu'l-Hattab
(radıyallahu anh)'ın yanına geldim. Tayy kabilesine mensup her bir adam için
ikibin (dirhem) tahsisat ayırdı, benden ise yüz çevirdi. Ben karşısına geçtim,
yine benden yüz çevirdi. Ben tekrar karşı tarafına geçtim. O yine bana tersini
döndü. Bu durumda, ben:
"Ey mü'minlerin emiri! Beni tanıyor
musun?" dedim. Güldü ve:
"Evet! Vallahi seni tanıyorum!"
dedi ve ilave etti:
"Onlar kâfirken sen iman etmiştin.
Onlar yüz çevirirken sen gelmiş (teslim olmuş)tun. Onlar ahdinden cayarken sen
ahdinde sadık kalmıştın. Ayrıca,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yüzünü ve Ashab'ının yüzlerini
ağartan ilk zekat parası da, senin Tayy kabilesinden Resûlullah'a getirdiğin
zekât parası olmuştu."
(Hz. Ömer bu sözlerinden) sonra, (bana
vermeyişinin) özrünü beyana geçti ve dedi ki:
"Ben, fakirlik sebebiyle yoksul
duruma düşenlere tahsisat ayırdım. Onlar aşiretlerinin seyyidleridir. Temsil
ettikleri adamlarının (arız olacak kıtlık hallerinde onlara infak
gibi) hukuklarını üzerlerinde taşımaktadırlar. (Bu sebeple, geride kalan
adamları adına onlara tahsisat verdim.)
Bu açıklama üzerine Adiyy, Hz. Ömer'e:
"Öyleyse tamam, bana vermemeni
normal karşılarım" dedi."
[Bu rivayeti müellif, Buhârî ve Müslim'e nisbet etmektedir. Buhârî'de mevcut
değildir. Müslim'de muhtasar olarak gelmiştir (Fezailu's-Sahabe 196, (2523),
Rivayet, Ahmed İbnu Hanbel'in Müsned'inde yer almaktadır. (1, 45).][246]
AÇIKLAMA:
1- Adiyy İbnu Hâtim İbni Abdillah et-Tâî,
Sehâveti ile meşhur olmuş Hâtim-i Tâî'nin oğludur. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın Tayy kabilesine yaptığı seferde, Suriye'ye kaçmış idi. Yakalanan
esirler arasında Adiyy'in yaşlı kızkardeşi
Seffâne de vardı. Resûlullah bütün esirlere iyi muamele yapmış, hususen Adiyy'in
kızkadeşine, -babasının şöhreti ve kavminin ona olan sevgi ve saygısı
sebebiyle- çok daha farklı bir muamele
yapmıştı: Deriden mamul müstakil bir çadırda ağırlamak, bütün ihtiyaçlarını
görmek, dilediği zaman en iyi şartlarda memleketine göndermek gibi. Şan ve şereflerine muvafık bu muamelelerden memnun kalan Seffane müslüman olmuş, kardeşi Adiyy'i,
Resûlullah'la anlaşması için Medine'ye
göndermiş idi. O da, ilk
mülakatta hıristiyanlığı bırakıp müslüman olmuştur. Bu hadise hicretin
dokuzuncu senesinde cereyan eder. Mamafih onuncu yılda olduğu da söylenmiştir.
Adiyy, bu gelişini ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la mülakatını,
aralarında geçen konuşmaları ve müslüman oluşunu anlatır. Bazı mühim
tesbitleri şöyle:
* Medine'ye gelince müslümanlar kendisini
ilgiyle karşılayıp: "Adiyy geldi! Adiyy geldi!" diye sevinç izhar
ederler, halbuki henüz hıristiyandır.
* Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da
Adiyy'i ilgiyle karşılar. Evine götürür. Tek minderini Adiyy'e verir, kendisi
yerde oturur. Bu davranışlar Adiyy üzerinde fethedici tesirler hasıl eder.
* Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
müslüman olmasını teklif eder. Adiyy: "Benim dinim var, hıristiyanım" der ise de, Aleyhissalâtu
vesselâm: "Ben senin dinini senden iyi bilirim" der ve hıristiyanlıkta
yasak olan bazı şeyleri sayar ve bunları Adiyy'in yaptığını söyler. Sonra:
"Ey Adiyy İslam'a gir, selameti bul!" diye İslâm teklifini tekrarlar.
Adiyy'in tereddüdü üzerine Aleyhissalâtu vesselâm: "İslam'ı benimsemene
mâni olan, etrafımdakilerin zayıflığı ise, şunu bil ki az bir müddet sonra
bütün insanların tek bir cemaat olduğunu... Hir'den devesine binen bir kadının hiçbir
himayeye muhtaç olmadan korkusuzca tek başına Beytullah'ı tavaf edeceğini göreceksin... Yine göreceksin
ki yakında Kisra' nın hazineleri bize açılacak! Kisra'nın hazineleri bize
açılacak! Kisrâ'nın hazineleri bize açılacak! Öyle ki kişi, "kime zekatımı
vereyim?" diye sıkıntıda kalacak..." buyurur. Aleyhissalâtu
vesselâm'ın bu sözlerini anlatan Adiyy: "Resûlullah'ın ihbarlarından
ikisini gördüm: Kadın, korkusuzca seyahat edip Beytullah'ı ziyaret
edebilmektedir. Kisra'nın hazinelerine sefere çıkan ilk gazveye bizzat
katıldım. Resûlullah'ın söylediği üçüncü
şeyin de gerçekleşeceğine yemin ederim" diyecektir.
* Adiyy, bu konuşmaların akabinde müslüman
olur.
2- Adiyy, Resûlullah'ın vefatından sonra
bir kısım bedevilerin irtidadı zamanında
hiç sarsılmamış, Hz. Ebû Bekr'e kavminin
zekatını getirip vermiştir. Kavmi de kendisi gibi İslam'da samimi ve sabit
kalmıştır. Resûlullah'tan çok sayıda hadis rivayet etmiş olan Adiyy, babası
gibi cömert ve şerefli bir insandı. Kavmi ve başkaları nezdinde daima hürmet
görmüş, sayılmış ve büyüklenmiştir. Yanına girdiği zaman Aleyhissalâtu
vesselâm'da ona ikram etmiş, değer vermiştir. Hazır cevaplılığı da onun
menkîbeleri arasında yer alır.
3- Adiyy (radıyallahu anh) Irak'ın fethine
iştirak eder. Kadisiye, Mihran, Yevm-i Cisr vs. mühim savaşlarda Ebû Ubeyde ile
birlikte olur. Suriye'nin fethinde de Halid İbnu'l-Velid ile birlikte olur, bir
kısım savaşlara katılır. Hâlid (radıyallahu
anh), alınan ganimetlerin humus' larını Hz. Ebû Bekr'e onunla gönderir.
4- Adiyy, Kûfe'ye yerleşir. Şa'bi der ki:
"Eş'as İbnu Kays, Adiyy İbnu Hâtim'e adam göndererek, baba Hatim'i Tâî'nin
tencerelerini iareten ister. Adiyy tencereleri doldurup adamlarla gönderir.
Eş'as geri çevirip: "Biz bunları boş istiyorduk!" der. Adiyy
tencereleri tekrar dolu yollayıp:
"Biz bunları hiç boş olarak iare etmeyiz!" der. Adiyy
karıncalara ekmek parçalayıp atar:
"Bunlar komşularımızdır, bunların,
üzerimizde hakları var!" derdi. Adiyy Sıffin'de Hz. Ali'nin yanında yer
almıştır.
Adiyy (radıyallahu anh) Hicrî 67 yılında
Kufe'de vefat etmiştir. Hicrî 68, 69 da denmiştir. Öldüğü zaman 120 yaşındaydı. [247]
*
HZ. EBÛ HUREYRE (RADIYALLAHU ANH)
ـ4472
ـ1ـ عَنْ أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قُلْتُ
يَا رَسُولَ اللّهِ،
أسْمَعُ
مِنْكَ
أشْيَاءَ فََ
أحْفَظُهَا.
فقَالَ:
ابْسُطْ
رِدَاءَكَ.
فَبَسَطْتُهُ.
فَحَدَّثَنِى
حَدِيثاً
كَثيراً فَمَا
نَسِيتُ
شَيْئاً
حَدَّثَنِى
بِهِ[. أخرجه الشيخان
والترمذي،
وهذا لفظه .
1. (4472)- Hz. Ebû Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Ey Allah'ın Resûlu! dedim, senden çok güzel
şeyler işitiyorum, fakat ezberimde
tutamıyorum!"
"Ridanı aç!" emrettiler. Ben de açtım [Dua
buyurdu, sonra topladım]. Bundan sonra bana çok hadis söyledi. Ben söylediklerinden
hiçbirini unutmadım." [Buhârî, İlim 42; Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 159,
(2492); Tirmizî, Menâkıb, (3833, 3834).][248]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, Ebû Hureyre'nin, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın dualarına nasıl mazhar olduğunu ve mazhariyetin bereketine,
hâfızasına güç geldiğini, öyle ki, bundan böyle Resûlullah'tan dinlediği hiçbir
hadisi unutmadığını göstermektedir.
Esasen Ebu Hüreyre
hakkında birinci ciltte (s. 62-71) geniş bilgi verdiğimiz için burada tekrar
etmeyeceğiz.[249]
ـ4473
ـ1ـ عن أبى
برزةَ
ا‘سْلَمىّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ
رَسُولُ
اللّهِ # في
مَغْزىً لَهُ
فَأفَاءَ
اللّهُ
عَلَيْهِ.
فقَالَ ‘صْحَابِهِ:
هَلْ
تَفْقِدُونَ
مِنْ أحَدٍ؟
قَالُوا:
نَعَمْ؛
فُناً
وَفَُناً
وَفَُناً.
ثُمَّ قَالَ:
هَلْ
تَفْقِدُونَ
مِنْ أحَدٍ؟
قَالُوا:
نَعمْ؛
فَُناً
وَفُناً وَفَُناً.
ثُمَّ قَالَ:
هَلْ
تَفْقِدُونَ
مِنْ أحَدٍ؟
فَقَالُوا: َ.
قَالَ:
لَكِنِّى
أفْقِدُ جُلَيْبِيباً.
فَطَلَبُوهُ
فَوَجَدُوهُ
الى جَنْبِ
سَبْعَةٍ
قَدْ
قَتَلَهُمْ
ثُمَّ
قَتَلُوهُ.
فَأتَى النَّبِىُّ
# فَوقَفَ
عَلَيْهِ.
ثُمَّ قَالَ:
قَتَلَ
سَبْعَةً
ثُمَّ قَتَلُوهُ،
هَذَا مِنِّى
وَأنَا
مَنْهُ، هذَا
مِنِّى
وَأنَا
مِنْهُ. ثُمَّ
وَضَعَهُ
عَلى سَاعِدَيْهِ
لَيْسَ لَهُ
سَريرٌ إَّ
سَاعِدَ النبىِّ
#. قَالَ:
فَحُفِرَ
لَهُ
وَوُضِعَ في قَبْرِهِ
وَلَمْ
يَذْكُرْ
غُسًْ[. أخرجه
مسلم.قوله:
»فَأفَاءَ
اللّهُ
عَلَيْهِ«
اَلْفَىْءُ: مَا
يَحْصِلُ
لِلْمُسْلِمِينَ
مِنْ أمْوَالِ
الْكُفَّارِ
وَأهْلِهِمْ
وَدِيَارِهِمْ
بِغَيْرِ
قِتَالٍ وََ
حَرْبٍ .
1. (4473)- Ebû Berze
el-Eslemî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) gazvelerinden birinde idi. Allah Teâla Hazretleri ganimet nasib etti.
Ashab'ına: "Arkadaşlarınızdan herhangi bir kayıp verdiniz mi?" diye
sordu.
"Evet! dediler. Falanca, falanca ve
falanca!" Resûlullah yine sordu:
"Başka bir kaybınız var mı?"
Ashab:
"Evet! Falanca, falanca, falanca!
dediler. Aleyhissalâtu vesselâm yine sordu:
"Başka bir kaybınız yok mu?"
"Hayır! Yok! dediler.
"Ama ben Cüleybib'i kaybettim [Onu
arayın!]" emretti. Ashab onu aradı
ve öldürmüş olduğu yedi kişinin yanında bulundu. Düşmanlar da onu
öldürmüşlerdi. Aleyhissalâtu vesselâm gidip başucunda durdu ve:
"O, yedi kişiyi öldürmüş, onlar da
onu öldürmüşler! Bu bendendir, ben de ondanım. Bu bendendir, ben de
ondanım!" buyurdu. Sonra Cüleybib'i kolları arasına aldı. Ona,
Resûlullah'ın kollarından başka yatak olmamıştı.
"Ravi devamla der ki: "Ona bir
mezar kazıldı. Kabrinin içine
konuldu." Gusledildiğini zikretmedi." [Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 131,
(2472).][250]
AÇIKLAMA:
1- Cüleybib (radıyallahu anh) Ensârî'dir. Kısa boylu çirkince bir zattı.
Resûlullah'ın, Ensar'dan bir zâtın
kızıyla bunu evlendirmesi hikayesi kitaplarageçmiştir. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Cüleybib'i dilediği bir kızla evlendirmek üzere araya
girdiği vakit, kızın annesi ve babası bu
evlendirmeye razı olmak istemezler. Ancak kız, Aleyhissalâtu vesselâm arzusunu
işitir işitmez şu ayeti okur: "Allah ve Resulü bir meselede hükmünü
verdiği zaman, bir mü'min erkeğin yahut bir mü'min kadının, artık işlerinde bir
başka yolu seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resûlüne isyan ederse, apaçık bir
sapıklığa düşmüştür" (Ahzâb 36) ve
ilave eder: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın benim için
münasip görüp razı olduğuna ben de razıyım ve kabul ediyorum" der.
Bu davranıştan memnun kalan Aleyhissalâtu
vesselâm, bu bahtiyar kıza dua buyurur:
"Allahım, ona hayrı bol bol ver,
geçimini de dar kılma!"
Bu duay-ı nebevî bereketine, kızın, Ensar
kadınları arasında mal ve nafakaca en zengini olduğu belirtilir.
2- Sadedinde olduğumuz rivayet, Cüleybib'in
bir başka menkîbesine yer vermekte, şehid oluşunu anlatmaktadır. 7 kişiyi
öldürdükten sonra şehid edilir. Resûlullah'ın kolları arasında defnedilmek gibi
bir bahtiyarlığa erer, (radıyallahu anh).
3- Rivayetin sonunda yer alan:
"Gusledildiğini zikretmedi" sözü, Cüleybib'e şehid muamelesi yapıldığını
ifade eder. Çünkü şehidler kabirlerine yıkanmadan konulurlar.[251]
*
HÂRİSE İBNU SÜRAKA (RADIYALLAHU ANH)
ـ4474
ـ1ـ عن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أتَتْ أُمُّ
حَارِثَةَ
النبيَّ #؛
فقَالَتْ: يَا
نَبِىَّ
اللّهِ
حَدِّثْنِى
عَنْ
حَارِثَةَ، وكَانَ
قُتِلَ يَوْمَ
بَدْرٍ
أصَابَهُ
سَهْمُ
غَرْبٍ، فَإنْ
كَانَ في
الْجَنَّةِ
صَبَرْتُ،
وَإنْ كَانَ
غَيْرَ ذلِكَ
اجْتَهَدْتُ
عَلَيْهِ في الْبُكَاءِ.
فقَالَ: يَا
أُمِّ
حَارِثَةَ إنَّهَا
جِنَانٌ في
الْجَنَّةِ،
وَإنَّ ابْنَكِ
أصَابَ
الْفِرْدَوْسَ
ا‘عْلى[. أخرجه
البخاري والترمذي
.
يَقَالُ
»أصَابَهُ
سَهْمُ
غَرْبٍ«
بِا“ضَافَةِ
وَتَرْكِهَا
وَتَحَرُّكِ
الرَّاءِ وَتُسْكَنُ:
إذَا لَمْ
يَدْرِ مِنْ
أيْنَ أتَاهُ
.
1. (4474)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Ümmü Hârise (radıyallahu anhâ), Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a geldi ve:
"Ey Allah'ın Resulü! Bana Hârise'den
haber ver!" dedi. -Harise, Bedir günü isabet eden serseri bir ok sebebiyle
ölmüştü.- (Kadın devamla): "Eğer cennetteyse sabredeceğim, değilse (dünya evinde olduğum müddetçe)
ağlamaya devam edeceğim" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Ey Ümmü Hârise! [Cennetin tek bir bahçe olduğunu mu
sanırsın?] Cennette bahçeler var. Senin oğlun ise, Firdevs-i a'lâ'ya
kondu" buyurdular. [Bunun üzerine kadın gülerek geri döndü.]"
[Buhârî, Cihad 14, Megâzî 9, Rikâk 51;
Tirmizî, Tefsir, Mü'minun,
(3173).][252]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin bir başka veçhinde şu ziyade
gelmiştir: "Oğlun Firdevs-i A'lâ cennetindedir. Onun tavanı Arş-ı
Rahmân'dır. Cennetteki nehirler buradan kaynar. Allah yolunda -Sabah veya
öğleden sonra- atılan bir adım, dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır. Sizden
birinin yay veya okunun dünyada işgal
ettiği yer kadar cennetteki bir yeri, dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır.[253] Cennet ehlinin
kadınlarından biri dünyada görünecek olsa, nuruyla yeryüzünü ve onda bulunan her
şeyi aydınlatırdı. Kadının başörtüsü, dünya ve içindekilerden daha
hayırlıdır."
2- Hadiste, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın, ölenin arkasından matem tutmaya cevaz verdiği hükmü çıkmaktadır.
Zira matem tutacağını söyleyen kadını tevbih etmemiş, bu sözü sebebiyle onu
tenkid etmemiş, zecrde bulunmamıştır. Bu bir nevi takrir olmaktadır. Alimler,
bu davranışın mensuh olduğunu, matem
yasağının konmasından önceye ait olduğunu belirtirler. Nitekim hâdise Bedir
gazvesinin akabinde vukûa gelmiştir.
Halbuki matem yasağı Uhud savaşından sonra teşrî edilmiştir.
3- Hadiste cennetin çeşitli dereceleri olduğu belirtildiği gibi,
Firdevs cennetinin en üst tabakayı teşkil ettiği belirtilmektedir. Başka
hadislerde cennetin yüz derecesi olduğu, iki derece arasında arzla sema
arasındaki mesafe kadar seviye farkı bulunduğu belirtilmiştir.
4- Hârise İbnu Süraka Medinelidir ve
Hazrecîdir. Annesi, Rebî Bintu'n-Nadr'dır. Hz. Enes'in halasıdır. Annesine
karşı son derece saygılı ve hayırhah idi, hukukunu elinden geldikçe yerine
getiriyordu. Bu sebeple annesi onu çok seviyordu. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm): "Ben cennete girdim, Hârise'yi gördüm..." demiştir.
Resûlullah'tan, şehid olması için dua talep etmiştir. Bedir savaşının
bidayetlerinde, havuzdan su içerken atılan bir ok isabet eder ve şehid olur.
Ensar'dan ilk şehidin o olduğu söylenmiştir, (radıyallahu anh).[254]
*
HALİD İBNU'L-VELİD (RADIYALLAHU ANH)
ـ4475
ـ1ـ عن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]نَزَلْنَا
مَعَ رَسُولِ
اللّهِ #
مَنْزًِ فَجَعَلَ
النَّاسُ
يَمُرُّونَ.
فَيَقُولُ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
هذَا يَا أبَا
هُرَيْرَةَ؟
فَأقُولُ:
فَُنٌ. فَيَقُولُ:
نِعْمَ
عَبْدُاللّهِ
هذَا؛
وَيَقُولُ مَنْ
هذَا؟
فَأقُولُ:
فَُنٌ.
فَيَقُولُ:
بِئْسَ
عَبْدُاللّهِ
هذَا. حَتّى
مَرَّ
خَالِدُ بْنُ
الْوَلِيدِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه.
فقَالَ: مَنْ
هذَا؟
فَقُلْتُ:
خَالِدُ بْنُ
الْوَلِيدِ.
قَالَ: نِعْمَ
عَبْدُ
اللّهِ، هذَا
سَيْفٌ مِنْ
سُيُوفِ
اللّهِ
تَعالى[.
أخرجه الترمذي
.
1. (4475)- Ebû Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile
birlikte bir yere indik. Halk geçmeye başladı. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm):
"Ey Ebû Hureyre bu kim?" diye
soruyordu. Ben de:
"Falanca!" diyordum.
"Bu, Allah'ın ne iyi
kulu!" diyordu. Sonra tekrar
soruyordu:
"Peki şu kim?"
"Falanca" diyordum.
"Bu Allah'ın ne kötü kulu!"
diyordu. Bu hal, Halid İbnu'l-Velid (radıyallahu anh) geçinceye kadar devam
etti. O zaman:
"Bu kim?" diye yine sordu. Ben:
"Hâlid İbnu'l-Velîd!" dedim.
"Bu Allah'ın ne iyi kulu! Bu
Allah'ın kılınçlarından bir kılınç!" buyurdu." [Tirmizî, Menakıb,
(3845).][255]
AÇIKLAMA:
1- Konuşma, hangi gazvede olduğu
belirtilmeyen bir sefer sırasında cereyan eder. Bazı şarihlere göre Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) çadırda olmalıdır. Zira, aksi halde Halid İbnu Velîd
gibi birisini tanıması gerekirdi.
2- Resûlullah burada, takdir edilecekleri
"Ne iyi kul!" diye takdir ederken, kötülere de "Ne kötü
kul" diyerek takbih etmiştir. Alimler bunu, yasak olan gıybet addetmezler.
Çünkü insanlara gelecek zararından onları korumak için, fıskının, kötülüğünün
beyan edilmesi tecviz edilmiştir. Buradaki takbih bu nevdendir.
3- Hz. Hâlid İbnu Velid (radıyallahu anh)
üzerine gerekli açıklamayı, Hudeybiye Sulhü vesilesiyle 4269 numaralı hadisin
akabinde yaptık. Burada tekrara hacet
görmüyoruz.[256]
*
AMR İBNU'L-AS (RADIYALLAHU ANH)
ـ4476
ـ1ـ عن عقبة بن
عامر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
أسْلَمَ
النَّاسُ،
وَآمَنَ
عَمْرُو بْنُ
الْعَاصِ[.
أخرجه
الترمذي .
1. (4476)- Ukbe İbnu Âmir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "İnsanlar teslim oldu, Amr İbnu'l Âs ise iman etti."
[Tirmizî, Menâkıb, (3843).][257]
AÇIKLAMA:
1- Burada Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), Mekke fethinde müslüman olan Mekkelilerin durumunu belirtmektedir.
en-Nâs'dan murad, fetih sırasındaki Mekkelilerdir. Resûlullah hadiste:
"Mekkeliler, gücümüz karşısında teslim oldular, Amr ise, kalbinden gelen bir tasdikle kendiliğinden gelip müslüman oldu. Onun
İslam'a girişinde kuvvetin, maddenin bir rolü olmadı" demektedir. Böylece
Amr'ın imanındaki ihlası övmektedir. Nitekim Amr, Mekke fethinden bir veya iki
yıl önce kendi arzusuyla Medine'ye hicret ederek İslam'a girmiştir. Onun
İslam'a girmesinde herhangi bir şahsın
teşviki veya daveti müessir olmamıştır. Habeşistan'da Necâşî'nin Hz. Peygamber'in
nübüvvetini te'yid etmesi ile kalbine iman zuhur etmiş, oradan dosdoğru
Resûlullah'a gelerek müslüman olmuştur. Resûlullah da onu, aralarında Hz. Ebû
Bekr, Hz. Ömer gibi büyüklerin de bulunduğu bir cemaate komutan yapmıştır.
Bunun sebebi şöyle izah edilir: "O, müslüman olmadan önce Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a adavette ve Ashab'a zarar
vermede aşırı idi. İman edince, Resûlullah, onu kalbindeki kadim hasmane
duyguların eserini izale etmeyi, eski
yaptıklarından dolayı içinde yeredebilecek her çeşit korku ve endişeleri
tamamen yok etmeyi arzulamış olmalıdır." Bu davranışta, Amr'ın Rahmet-i
İlahiyeden ye'se düşmesini önlemek endişesini gören şârih de mevcuttur.
2- Amr İbnu'l-Âs İbni Vâil el-Kureşî:
Annesi Nâbiğa Bintu Harmele' dir. Habeşistan'a sığınan müslümanları kendilerine teslim etmesi için
Kureyşliler, Necâşî'ye elçi olarak Amr'ı
göndermişlerdi. Necâşî, talebi reddetmekle kalmamış, Hz. Muhammed'in hak
peygamber olduğunu söylemiş, Amr'a da müslüman olmasını tavsiye etmişti. Oradan
ayrılan Amr, doğru Medine'ye gelir ve müslüman olur. Bu hadise Hayber'in
fethedildiği senede cereyan eder. Bir başka rivayete göre de fetihden altı ay
kadar önce, Halid İbnu'l-Velîd, Osman
İbnu Talha el-Abderî üçü birlikte gelip müslüman olurlar. Hâlid, bey'at
yaparken "Daha önceki fiillerinin affı" şartını koşar. Resûlullah:
"Müslüman olmak ve hicret etmek,
daha önceki günahların hepsini
örter" der.
Resûlullah, Amr İbnu'l-Âs (radıyallahu
anh)'ı babasının dayıları tarafına İslam'a davet etmek ve asker toplamak üzere gönderir. Bu
sefere Zât-ı Selâsil seriyyesi denmiştir. Üçyüz kişilik seriyye hedefe varınca,
Amr, Resûlullah'tan yardım kuvveti ister. Ebû Ubeyde İbnu'l-Cerrâh komutasında
ilk muhacirlerden Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer gibi büyüklerin de bulunduğu bir
birlik daha gönderir.Resûlullah, Amr'ı Umman'a vali yapar ve Aleyhissalâtu
vesselâm'ın vefatına kadar orada kalır. Sonra Hz. Ebû Bekr, onu Şam'a gönderir.
Hz. Ömer önce Filistin'e, daha sonra ordu komutanı olarak Mısır'a gönderir.
Mısır'ı fetheder ve Hz. Ömer'in hilafeti sırasında Mısır valisi olarak kalır.
Hz. Osman da dört yıl kadar orada emir olarak bırakır, sona onu azlederek,
yerine Abdullah İbnu Sa'd İbni Ebî Sarh'ı tayin eder. Amr Filistin'e çekilir.
Hz. Osman'ın vefatından sonra Hz. Muaviye'ye gider ve destekcisi olur.
Sıffin'de yardımcı olur. Hakemeyn hadisesinde Hz. Muâviye'nin temsilcisi olarak
oynadığı rolü, Hz. Ebû Musa el-Eş'arî'yi anlatırken açıkladık, burada tekrar
etmeyeceğiz.
Hz. Muâviye, Tahkîm hadisesinden sonra onu Mısır'a gönderir. Mısır' da Hz.
Ali'nin valisi olan Muhammed İbnu Ebî Bekr'den valiliği alır. Hz. Muâviye onu
oraya vali tayin eder ve Hicrî 43 yılında ölünceye kadar valiliğini sürdürür.
Ölüm tarihi olarak Hicrî 47, 48, 51 rakamları da zikredilmiştir. Vefatı ramazan bayramı gecesine rastlar. Cenaze
namazını, bayram namazı için gelen kalabalık cemaat bayramdan önce kılar.
Amr (radıyallahu anh), Arab'ın dahi, şecî, kahraman olanları
arasında zikredilir. Sadedinde olduğumuz hadiste Aleyhissalâtu vesselâm onun
imanını takdir etmiştir.
Amr, ölüm yaklaşınca ağlar. Oğlu Abdullah:
"Niye ağlıyorsun, ölümden ürktüğün için mi?" der.
"Hayır! der, ölümden sonrasından korkarak
ağlıyorum!"
Oğlu teselli etmek için: "Sen hayır üzere yaşadın"
der ve hayırlarını sayar. Resûlullah'la sohbetini, Şam ve Mısır'ı fethini vs.
zikreder. Amr:
"Bunlardan daha hayırlı olanı terkettim: Allah'tan
başka ilah olmadığına şehâdetim!"
Amr, en değerli amelinin kelime-i tevhidi ikrar olduğunu
belirttikten sonra sözlerine şöyle devam eder:
"Ben üç hal yaşadım: Önce kâfirdim ve Resûlullah'ın en
azılı düşmanı idim. O zaman ölüverseydim ateş bana vacib olmuştu. Resûlullah'a biat edince,
(eski yaptıklarım sebebiyle) insanların ondan en çok haya edeni oldum. O zaman
ölseydim, insanlar: "Amr'a ne mutlu, müslüman oldu, hayır üzere de yaşadı
ve öldü, onun için cennet umulabilir" derlerdi. Sonra idarecilik ve başka
şeylerle iştigal ettim. Bunlar lehime mi oldu aleyhime mi bilemiyorum. Bu halde
ölsem kimse üzerime ağlamaz, matem tutmaz...."[258]
*
EBÛ SÜFYAN İBNU HARB (RADIYALLAHU ANH)
ـ4477
ـ1ـ عن ابن
عبّاس رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما قال:
]مَا سَألَ
أبُو سُفْيَانَ
رَسُولَ
اللّهِ #
شَيْئاً إَّ
قَالَ نَعَمْ[.
أخرجه مسلم .
1. (4478)- İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a Ebû
Süfyan, her ne taleb etti ise, mutlaka "Tamam!" diye müsbet
cevap almıştır." [Müslim,
Fezailu's-Sahabe 168, (2501).] [259]
AÇIKLAMA:
1- Bu
hadisin Müslim'deki aslı uzuncadır. Müellifimiz buraya ihtisar ederek almış.
Aslını aynen kaydediyoruz:
"Müslümanlar Ebû Süfyân'a bakmıyor, onunla
oturmuyorlardı. Bunun üzerine Ebû Süfyan, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a:
"Ey Allah'ın Resûlü! Üç şey var, onları bana ver (de
şerefleneyim)!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm da: "Pekâla!"
buyurdu. Ebû Süfyan (radıyallahu anh):
"Bende Arab'ın en iyi ve de en güzeli olan Ümmü Habibe
Bintu Ebi Süfyan var, onu sana nikahlıyorum!" dedi. Aleyhissalâtu
vesselâm: "Pekâla (aldım!) buyurdu. Ebû Süfyan devamla:
"Bir de (oğlum) Muâviye var. Onu kendine katip
yap!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm buna da "Pekâla! buyurdu. Ebû
Süfyan:
"Bir de beni emîr yap da vaktiyle müslümanlarla
çarpıştığım gibi, kâfirlerle çarpışayım!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm
buna da: "Pekâla!"
buyurdu."
Ravi Ebî Zümeyl der ki: "Eğer bunu, Ebû Süfyan,
Resûlullah'tan taleb etmeseydi ona vermezdi. Çünkü Aleyhissalâtu vesselâm,
kendisinden bir şey istenilecek olsa mutlaka "Pekâla!" derdi.
2- Bu hadis, tarihî vakalara zıt düştüğü
için "müşkil" kabul edilmiştir. Şöyle ki:
1) Resûlullah Ümmü Habîbe ile evlendiği
zaman Ebû Süfyân kâfirdi. Ümmü Habibe, Habeşistan'da muhacir hayatı yaşarken
Hicrî altıncıveya yedinci- yılda Resûlullah'a nikâhlanmıştır. Bu husus daha
önce geçti. Halbuki Ebû Süfyan'ın müslüman oluşu Fetih esnasında meydana
gelmiştir hatta müellefe-i kulubtandır.
Hadisteki bu zıtlık sebebiyle bazı
alimler, hadisin mevzu olduğuna hükmetmiş, senedde yer alan İkrime İbnu Ammâr'a
vaz'la itham etmiştir. Ancak bu zâtın sika birisi olduğu belirtilmiştir. Hadisi
te'vil sadedinde bazı açıklamalar yapılmış ise de hiçbiri tam bir itminân
vermiyor. Biz de müşkil deyip bırakacağız.
3- Ebû Süfyan Sahr İbnu Harb İbni Ümeyye:
Hz. Muâviye (radıyallahu anh)'ın ve Yezid'in babasıdır. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevce-i pâkleri Ümmü Habîbe de Ebû Süfyan'ın
kızıdır. Fil yılından on yıl kadar önce doğmuştur. Kureyş'in eşrafındandı ve
tüccardı. Kureyş'in ticaret kervanını Suriye, İran vs. yerlere götürür
getirirdi. Sırf kendisi için de gittiği olurdu. el-Ukâb denilen bayrak onda
idi, reisleri temsil ederdi. Savaş çıkınca Kureyş toplanır bu bayrağı reise teslim ederlerdi. Cahiliye
devrinde Kureyş'in reyce en güzel
olan üç kişisinden birinin Ebû Süfyan
olduğu söylenmiştir. Diğer ikisi Ebû Cehl ve Utbe'dir. İslâm gelince reyleri
tersine dönmüştür. Uhud savaşında Kureyş'in tamamını o sevketmiştir.
Ebû Süfyan Hz. Abbas'ın dostu idi. Huneyn
seferine katıldı. Aleyhissalâtu vesselâm, ganimetten ona 100 deve ve 40 okiyye
verdi. Oğulları Muâviye ve Yezid'e, her birine bir mislini verdi. Ebû Süfyan,
Resûlullah' ın bol miktardaki bağışını görünce: "Vallahi sen kerimsin,
anem babam sana feda olun, vallahi
seninle savaştım, sen ne iyi hasım idin; seninle sulh da yaptım, en iyi sulh
yapılan kimse idin; Allah sana hayırlı mükâafât versin" der. Taif seferine
Resûlullah'la katılan Ebû Süfyân'ın bir gözü isabet aldı. Yermük savaşında da
diğer gözü isabet aldı. Yermük seferinde İslâm ordusunun kâss'ı (teşvikci)
olduğu ve askerleri şu sözleriyle teşcî ettiği belirtilir: "ey Allah'ın
nusret ve yardımı, yaklaş! "Allah! Allah! Sizler Arab'ın hâmileri ve
İslâm'ın yardımcılarısınız, karşınızdakiler
ise Rumun hamileri ve müşriklerin yardımcılarıdır. Allahım, bu gün senin
günlerinden biridir. Allahım kullarına yardım ve nusretini indir." Her iki
gözünü de kaybedince, onu bir azadlısı yedmiştir.
Resûlullah onu Necrân'a vali tayin etti.
Aleyhissalâtu vesselâm vefat ettiğinde o
burada vali idi. Bilahare Mekke'ye dönmüş, oradan Medine'ye geçerek orada
ölmüştür. Bazı tarihçiler, Resûlullah'ın vefatı sırasında Ebû Süfyan'ın
Mekke'de olduğunu, Necran'da vali olarak Amr İbnu Haym'ın bulunduğunu
söylemiştir.
Ebû Süfyan hicrî 31 yılında 88 yaşında
olduğu halde vefat etmiştir. Hicrî 32,
hatta 34 yılında vefat ettiği, yaşının 93 olduğu da söylenmiştir.
Boyunun kısa, başının iri olduğu
söylenir. Cenaze namazını Hz. Osman kıldırmıştır. İslam'a sonradan da girmiş
olsa, müellefe-i kulûb arasında da yer
alsa, müslümanlığı samimi olmuş, İslâm için ciddi çalışmıştır. Yermük'te
gözünden isabet alması, bizzat savaştığına delil kabul edilmiştir, (radıyallahu
anh).[260]
*
HZ. MUÂVİYE (RADIYALLAHU ANH)
ـ4478
ـ1ـ عن أبى
إدْرِيسِ الْخَوَْنِى
قَالَ:
]لَمَّا
عَزَلَ
عُمَرُ
بْنُ
الْخَطَّابِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
عُمَيْرَ
بْنَ سَعْدٍ
عَنْ حِمْصَ
وَلَّى مُعَاوِيَةَ.
فقَالَ
النَّاسُ:
عَزَلَ
عُمَيْراً
وَوَلّى
مُعَاوِيَةَ؟
فقَالَ
عُمَيْرٌ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
َ تَذْكُرُوا
مُعَاوِيَةَ
إَّ بِخَيْرٍ،
فَإنِّى
سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ # يَقُولُ:
اللَّهُمَّ
اهْدِ بِهِ[.
أخرجه
الترمذي .
1. (4478)- Ebû İdris
el-Havlânî anlatıyor: "Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallahu anh), Umeyr İbnu
Sa'd'ı Humus valiliğinden azledince
yerine Hz. Muâviye (radıyallahu anh)'ı tayin etti. Halk:
"Umeyr'i azledip Muâviye'yi mi tayin
etti?" diye mırıldandı. Umeyr (radıyallahu anh):
"Muâviye'yi hayırla yâdedin. Zira
ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Allahım, onunla (insanlara)
hidayetini ulaştır!" dediğini
duydum!" dedi. [Tirmizî, Menâkıb, (3842).][261]
AÇIKLAMA:
1- Tirmizî'de gelen ve müteakiben 4480
numarada kaydedilen bir başka rivayette
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Muâviye'ye şöyle dua etmiştir:
"Allahım, onu (İnsanlara) hidayet edici ve kendisini de hidayete ermiş
kıl, onunla (insanları) doğru yola sevket."
Hz. Muâviye radıyallahu anh’ı tafdil eden
bu hadislerin sıhhati hususunda bazı şârihler şekke düşmüştür.
2-
Hz. Muâviye (radıyallahu anh) Ebû Süfyân'ın oğludur. Annesi Hind Bintu
Utbe'dir. Hz. Muâviye, babası, kardeşi
Yezid ve annesi, Mekke Fethi'nde müslüman olmuşlardır. Kendisi, Umretu'l-Kaza
yılında müslüman olduğunu, annesinden ve babasından müslümanlığını gizlediğini,
dolayısıyla Fetih senesinde Resûlullah'la müslüman olarak karşılaştığını
söylemiştir.
Hz. Muâviye, Huneyn gazvesine
Resûlullah'la birlikte katılmıştır. O da müellefe-i kulubtan sayılmış, babası
gibi 100 deve ve 40 okiyye almıştır. İslam'a daima sadık kalmış ve Hz.
Peygamber'e katiplik de yapmıştır.
Hz. Ebû Bekr (radıyallahu anh) Suriye
cihetine ordu sevkedince Hz. Muâviye de kardeşi Yezid'le orduya katıldı. Yezid
vefat edeceği zaman üzerindeki Dimeşk valiliğini kardeşi Muâviye'ye bıraktı,
Hz. Ömer de bunu teyid etti. Hz. Osman halife olunca, Şam valiliğine ilaveten
bütün Suriye bölgesinin valiliğini aldı.
Hz. Osman'ın vefatından sonra Hz. Ali'ye biat etmedi ve Suriye bölgesinin
müstakil hakimi durumuna geçti. Hz. Osman'ın kanını taleb etti. Böylece
taraftar topladı. Sıffîn savaşı Hz. Ali
ile Hz. Muâviye arasında cereyan etmiştir. Hz. Ali şehid edilip yerine
oğlu Hasan halife olunca Hz. Muâviye Irak'a yürüdü. Hasan da onun üzerine
yürüdü. Ancak Hz. Hasan fitne çıkıp kan döküleceğini görünce hilafeti Hz.
Muâviye'ye terketti ve Medine'ye döndü.
Hz. Muâviye Kufe'ye geldi. Halktan biat aldı. O seneye Âmu'l-Cemaat (cemaat
yılı) dendi.
Hz. Muâviye 20 yıl vali, 20 yıl da halife
olarak idarecilik yapmıştır.
Hz. Muaviye (radıyallahu anh),
hastalandığı zaman, Resûlullah'ın kendine giydirdiği bir gömleği kefeninin
altına giydirilmesini, Resûlullah' ın kesilmiş tırnaklarından muhafaza
ettiklerini, iyice öğütülerek gözlerine ve ağzına konmasını vasiyet eder. Ölüm
gelince: "Keşke Mekke'nin Zû-Tuva semtinde yaşayan sıradan bir Kureyşli
olsaydım da, hiçbir idarecilik almasaydım" der.
Hz. Muâviye Hicrî 60 yılında 78 yaşında
olduğu halde vefat etmiştir. Hicrî 59 yılında öldüğü, 86 yaşında olduğu da
söylenmiştir.
3- Hz. Muâviye'nin Resûlullah'tan sonra en
sehâvetli kimse olduğu söylenmiştir. Debdebeye de yer verdiğinden olacak, zühde ehemmiyet veren Hz. Ebû Zerr
(radıyallahu anh) ile araları açılacak ve hatta, Hz. Ömer Şam'a geldiği zaman
Hz. Muâviye'yi görünce "Bu,
Arapların Kisrası olmuş" diyecektir.
Müteakip rivayette görüleceği üzere
Aleyhissalâtu vesselâm çocuk olan İbnu Abbâs'ı göndererek Hz. Muâviye'yi
çağırtır. İbnu Abbâs gider, onu yemekte bulur, dönüp: "Yemek yiyor"
der. Aleyhissalâtu vesselâm İbnu Abbâs'ı ikinci, üçüncü sefer gönderir, dönüşte
yine yemek yediğini söyler. Bunun
üzerine: "Allah onun karnını doyurmasın" der. İmam Müslim, bu rivayeti, Resûlullah'ın,
haketmeyen bir kimseye bedduasının o kimse hakkında rahmet olacağını belirten
bir babta kaydeder. Bu babta Resûlullah'ın bazı "haksız beddua"larına
örnekler kaydeder. Şu halde Müslim'e göre, Hz. Muâviye hakkındaki bu beddua da
aynı mahiyettedir. Hz. Peygamber der ki: "Ben Rabbime şart koşup dedim ki:
"Ben bir insanım; insan razı olduğu gibi ben de razı olurum, insanın
kızması gibi, kızarım da. Ümmetimden kime haksız bedduada bulunursam, bunu,
onun hakkında bir temizlik vesilesi, bir paklanma ve Kıyamet günü Allah'a
yakınlığa bir vasıta kıl."
4- Hz. Muâviye (radıyallahu anh), İslâm'ın
seçime dayalı hilafet sistemini babadan oğula geçen saltanata çevirmekle tenkid
edilmiştir. Günümüzde, bu tenkidde
ifrata kaçıp, Sahâbe hakkında caiz olmayan suizan ve ithamlara kadar
ileri gidenler var. Biz ifrat görüşlere katılmıyoruz. Geçmiş hadiseleri
değerlendirirken kader'in payını da
ihmal etmemek gerekir. Hele Ashab'la, Resûlullah'la ilgili meselelerdeki
değerlendirmelerde, çeşitli vesilelerle belirttiğimiz[262] temel prensipleri daima
gözönüne almalıyız. Unutmayalım ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hiçbir
ayırıma yer vermeden bütün Ashab'ı tebrie etmiş, hangisi olursa olsun herhangi
birine dil uzatanı tel'in etmiştir. Bütün Ehl-i Sünnet ulemâsı, bunu mühim bir
esas olarak kabul etmiştir.
Bu meselede teferruâta girmeden, Hz.
Muâviye vefat ettiği zaman Dahhâk İbnu Kays'ın, minbere çıkarak yaptığı bir
konuşmayı kaydedeceğiz. Bu konuşmada Hz. Muâviye'nin hizmetleri
belirtilmektedir:
"Emîru'l-Mü'minîn Hz. Muâviye
(radıyallahu anh) Arab'ın gücü ve
Arab'ın dahisi idi. Allah onunla fitneyi önledi ve onu kulları üzerine hakim
kıldı. Ordularını karada ve denizde ilerletti. Allah'ın ibadete düşkün
kullarındandı. O dua etti, Allah da
duasına icabette bulundu. Artık vefat etmiştir. İşte kefenleri. Biz
kefenini sarıp, kabrine koyacağız. Allah'la kendi arasında ameli var. Dilerse
rahmet eder, dilerse azab eder.
"Hz. Muâviye devri İslâmî fetihlerin
devam ettiği bir devirdir.[263]
ـ4479
ـ2ـ وعن ابن
عبّاس رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال: ]كُنْتُ
ألْعَبُ مَعَ
الصِّبْيَانِ
فَجَاءَ
رَسُولُ
اللّهِ #،
فَتَوَارَيْتُ
خَلْفَ بَابٍ
فَجَاءَ
فَحَطَأنِى
حَطْأةً
وَقَالَ:
اِذْهَبْ الى
مُعَاوِيَةَ
فَادْعُهُ
لِى قَالَ:
فَجِئْتُ
فَقُلْتُ:
هُوَ يَأكُلُ.
ثُمَّ قَالَ:
اِذْهَبْ
فَادْعُ لِى مُعَاوِيَةَ.
قَالَ:
فَجِئْتُ
فَقُلْتُ
هُوَ يَأكُلُ.
ثُمَّ قَالَ:
اِذْهَبْ
فَادْعُ لِى
مُعَاوِيَةَ،
قَالَ:
فَجِئْتُ
فَقُلْتُ
هُوَ يَأكُلُ.
فَقَالَ: َ
أشْبَعَ
اللّهُ
بَطْنَهُ[. أخرجه
مسلم.»حَطَأنِ«
بالحاء
المهملة جاء
مفسراً في
الحديث. قلت:
ما خطأنى. قال :
قفدنِى، والقفد:
صفع الرأس
ببسط الكف من
قبل القفا.
2. (4479)- İbnu Abbâs
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben çocuklarla birlikte oynuyordum. Derken
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) geldi. Ben hemen bir kapının arkasına
saklandım. (Beni orada bulup) enseme dokundu.
"Muâviye'ye git! Onu bana
çağır!" dedi. (Ben derhal gittim ve) geldim:
"O yemek yiyor! dedim. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), tekrar:
"Git Muâviye'yi bana çağır!"
emrettiler. Ben (yine gidip) döndüm ve:
"O yemek yiyor!" dedim.
Resûlullah tekrar:
"Git! Muâviye'yi bana çağır!"
emrettiler. Ben yine gidip geldim ve:
"O yemek yiyor!" dedim. Bunun
üzerine: "Allah onun karnını doyurmasın!" buyurdular." [Müslim,
Birr 96, (2604).][264]
ـ4480
ـ3ـ وعن
عبدالرَّحْمن
بنِ أبى
عُمَيْرَةَ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْه،
وَكَانَ مِنْ
أصحاب
النّبِىّ #
عَنِ
النّبِىّ #
أنَّهُ قَالَ
لِمُعَاوِيَةَ:
]اللَّهُمَّ
اجْعَلْهُ هَادِياً
مَهْدِيّاً
واهْدِ بِهِ[.
أخرجه الترمذي
.
3. (4480)- Abdurrahman İbnu
Ebî Umeyre (radıyallahu anh) -ki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
Ashabından idi- Resûlullah'ın Muâviye için şöyle dua ettiğini rivayet
etmektedir: "Allahım, onu hidayet edici ve hidayeti bulmuş kıl ve onunla (insanlara) hidayet ver." [Tirmizî, Menâkıb, (3841).][265]
AÇIKLAMA:
Son iki hadisle ilgili açıklamaya, babın
birinci hadisini (4478) açıklarken yer verdik.[266]
*
HATİCE BİNTU HUVEYLİD (RADIYALLAHU ANHÂ)
ـ4481
ـ1ـ عن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أتَى
جِبْرِيلُ
عَلَيْهِ
السََّمُ
النَّبِىُّ #
فقَالَ: يَا
رَسُولَ
اللّهُ،
هذِهِ خَدِيجَةُ
قَدْ أتَتْ
وَمَعَهَا
إنَاءٌ فِيهِ
إدَامٌ أوْ
طَعَامٌ أوْ شَرَابٌ.
فَاِذَا هِىَ
أتَتْكَ
فَاقْرَأ عَلَيْهَا
السََّمَ
مِنْ
رَبِّهَا
وَبَشِّرْهَا
بِبَيْتٍ في الْجَنَّةِ
مِنْ قَصَبٍ َ
صَخَبَ فِيهِ
وََ نَصَبَ[.
أخرجه
الشيخان.»الْقَصَبُ«
هاهنا اللؤلؤ
المجوف.و»الصَّخَبُ«
الضجة والجلبة.
و»النَّصَبُ«
التعب .
1. (4481)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Cebrâil aleyhisselâm Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a gelerek:
"Ey Allah'ın Resûlü, dedi. İşte
Hatice geliyor. Beraberinde bir kap var, içerisinde katık -veya yiyecek, veya
içecek- mevcut. O yanınıza ulaştığı vakit, ona Rabbinden [ve benden] selam
söyleyin ve onu gürültü ve yorgunluk bulunmayan cennette, içerisi oyulmuş
inciden mamul bir evle müjdeleyin!" [Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr 20, Tevhîd
35; Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 71, (2432).][267]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayette Hz. Hatice'nin fazileti
beyan edilmektedir. Allah Teâla Hazretleri'nin Cebrail'le gönderilen hususî
selâmına mazhar olmak, bir kul için şereflerin, menkibelerin en yücesine ermek
olmalıdır. Hatta Ebû Bekr İbnu Dâvud gibi bazı âlimler, bu hadise dayanarak,
Hz. Hatice'nin, Hz. Aişe'den faziletce üstün
olduğuna hükmetmiştir. "Çünkü derler, Hz. Aişe, Hz. Cibril'in
selamına mazhar olmuşsa da Allah'ın selamına olmamıştır." Hatice validemiz
(radıyallahu anhâ)'nın Allah'ın hususi selamına mazhar olmakla ulaştığı şeref,
yaratılıştan beri acaba kaç kula nasib oluştur? Onu hakiki bir valide bilip
sevenlerin bu şereften nasibedar olacaklarını rahmet-i ilahiyeden umarız.
2- Rivayetin buradaki üslûbu, Hz.
Hatice'nin, vak'a sırasında Resûlullah'ın zevceleri değilmiş gibi bir mübhemlik
taşımaktadır. Ama gerçek öyle değil. Bu sebeple dilimize aktarırken şârihlerin
dikkat çektikleri manayı aksettirecek
bir üsluba yer verdik.
3- Hadis muhtelif vecihlerde bazı farklı
ziyadelerle gelmiştir. Bir ziyadeye göre Hz. Hatice (radıyallahu anhâ) bu ilahi
selâma şöyle mukabele eder: "O (şanı yüce Rab Teâla) Selâm'ın kendisidir, selâm ondandır,
Cebrâil'e (de bizden) selam olsun."
Bir başka vecihte buna ilaveten
"...Ey Allah'ın Resûlü, sana da selam ve Allah'ın rahmet ve bereketi
olsun." Birbaşka veçhinde ise: "Şeytan hariç selamı işitenlere de
(selam olsun)" demiştir.
Alimler bu cevaptan hareketle Hz.
Hatice'nin derin ve vüs'atli bir anlayış
sahibi olduğunu belirtirler. Çünkü, Allah'tan gelen selama mukabele ederken
"Selam Allah'a olsun" dememiş, aksine "Allah selamın
kendisidir" demiştir. Nitekim, teşehhüdde Ashab'tan bazıları esselâmu
alallâhi demiş, Resûlullah bunu yasaklamış ve: "Allah'ın kendisi selamdır,
öyleyse "ettahiyyatu lillahi (tahiyyât Allah) içindir" deyin"
emretmiştir. Şu halde Hz. Hatice anlayışlı olması haysiyetiyle, Cenab-ı Hakk'a
selam verilmeyeceğini, selamın mahlukata verileceğini anlamış olmaktadır.
"Selam" Allah'ın isimlerinden
bir isimdir. Ayrıca bir selamet duasıdır.
Öyleyse her iki noktadan da Allah'a selam söylenmesi muvafık değildir.
* Şu halde, hadis Allah'a senânın muvafık
düşeceğini göstermektedir. Hz. Hatice, selam makamında Allah'a senada bulunmuş,
Rab'la mahluk arasını tefrik ederek Hz. Cebrail'e ve Resûlullah'a selam
etmiştir.
* Hadisten çıkarılan diğer bir faide
şudur: Selam gönderene selamla mukabele edildiği gibi, selamı getirene de
selamla mukabele edilir.
* Hz. Hatice'nin Cebrâil'e iki sefer selam
verdiği görülmektedir: Birinciyi ismen zikrederek hususî surette, ikinciyi de
"işitenler" diyerek umumî bir üslubla söylemiştir. Umumî selamdan
şeytanı hariç tutmuştur. Çünkü şeytan selamet duasına müstehak değildir.[268]
ـ4482
ـ2ـ وعن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]مَا غِرْتُ
عَلى أحَدٍ
مِنْ نِسَاءِ
النَّبىِّ #
مَا غِرْتُ
على
خَدِيجَةَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْها،
وَمَا
رَأيْتُهَا
قَطُّ، وَلكِنْ
كَانَ
يُكْثِرُ
ذِكْرَهَا
وَرُبَّمَا
ذَبحَ
الشَّاةَ
ثُمَّ
يَقطِّعُهَا
أعْضَاءً
ثُمَّ
يَبْعَثُهَا
في صَدَائِقِ
خَدِيجَةَ؛
وَرُبَّمَا
قُلْتُ لَهُ:
كَأنَّهُ لَمْ
يَكُنْ في الدُّيْنَا
اِمْرَأةٌ
إَّ
خَدِيجَةَ؟
فَيَقُولُ:
إنَّهَا
كَانَتْ
وَكَانَتْ،
وَكَانَ لى
مِنْهَا
وَلَدٌ.
قَالَتْ:
وَتَزوَّجْنِى
بَعْدَهَا
بِثََثِ
سِنِينَ[.
أخرجه الشيخان
والترمذي .
2. (4482)- Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
hanımlarından hiçbirine, Hz. Hatice (radıyallahu anhâ)'ya karşı duyduğum
kıskançlığı hiç duymadım. Halbuki onu hiç görmüşlüğüm de yok. Ancak, aleyhissalâtu
vesselâm) onun yâdını çok yapardı. Ne zaman bir koyun kesip parçalara ayırsa
Hatice'nin dostlarına da gönderirdi. Bazan ona: "Sanki dünyada Hatice'den
başka kadın yok!" derdim de bana: "(Onun gibisi var mıydı!) o şöyleydi, o böyleydi...! [Öbür kadınlar beni
çocuktan mahrum ederken] benim çocuklarım ondan oldu" diye karşılık
verirdi. [Hz. Aişe der ki: İçimden "Bir daha Hatice hakkında kötü söz söylemeyeceğim"
dedim.].
Hz. Aişe
devamla der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hatice'den üç yıl sonra benimle evledi."
[Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr 20, Nikâh 108, Edeb 73, Tevhîd 32; Müslim, Fezâilu's-Sahâbe
73, 74, 77, 78, (2434, 2435, 2436,
2437); Tirmizî, Menâkıb, (3885, 3886).][269]
AÇIKLAMA:
1- Bu
rivayette Hz. Aişe, Hz. Hatice (radıyallahu anhümâ)'yı kıskanış sebebini
anlatıyor: "Buna göre, Resûlullah'ın onu çok zikretmesiyle ortaya çıkan fazla
sevgisi.. Tirmizî'nin rivayetinde bir başka sebep daha kaydeder: "Hz.
Hatice'nin, cennette inciden mamul bir evle müjdelenmiş olması."
2- Hz. Aişe, Hz. Hatice'yi görmediğini
söyler. Aslında Hatice (radıyallahu anhâ) vefat ettiği zaman Hz. Aişe altı yaşında
idi. Görmemesi söylenemez. Ancak "görmedim" sözüyle, "idrak
haline ulaşmış yaşta görmedim" demeyi kastetmiş olacağı gibi,
"Resûlullah'ın nikâhında beraber olmadık" manasını kastetmiş olması
da mümkündür. Gerçekten de Resûlullah Hz. Hatice hayatta olduğu müddetçe başka
bir kadınla evlenmemiştir. Nitekim hadisin bir vechinde Hz. Aişe "Hatice,
Resûlullah benimle evlenmezden önce
vefat etti" der.
3- Hz. Hatice'nin Resûlullah tarafından
yâdedilmesiyle ilgili bir rivayette şu ziyade yer alır: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Haticeyi anınca artık ne onu
sena etmekten, ne de ona istiğfarda bulunmaktan usanırdı." Nitekim
"Onun gibi var mıydı?"diye tercüme ettiğimiz اِنَّهَا
كَانَتْ
وَكَانَتْ ibaresi "O
şöyleydi, o böyleydi... diye faziletlerini sayardı" şeklinde
anlaşılmalıdır. Ahmed İbnu Hanbel'in bir rivayeti bu hususu tavzih eder. Ona
göre Aleyhissalâtu vesselâm bir seferinde: "İnsanlar beni inkâr ederken, o
inandı, herkes beni tekzib ederken o tasdik etti. Herkes bana haram ederken, o
malıyla benim için harcadı. Allah onun
vesilesiyle bana çocuk nasib etti, diğer kadınlardan çocuğum
olmadı" buyurmuştur. Şurası muhakkak ki Resûlullah, Hz. Hatice hakkında
daha nice faziletler saymıştır: "O akıllı idi, o faziletli idi, o
ferasetli idi..." gibi.
Nevevî, bu çeşit hadislerin, zevce olsun,
arkadaş olsun kişinin sevdiklerine karşı ahdini, muhabbetini ve hürmetini,
dostu hayatta da olsa ölmüş de olsa devam ettirmesi gereğini ifade
ettiğini belirtir.[270]
ـ4483
ـ3ـ وعن علي
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #:
خَيْرُ
نِسَائِهَا
مَرْيَمُ بِنْتُ
عُمْرَانَ،
وَخَيْرُ
نِسَائِهَا
خَدِيجَةُ
بِنْتُ
خُوَيْلِدٍ،
وَأشَارَ
الرَّاوى الى
السَّمَاءِ
وَا‘رْضِ[.
أخرجه
الشيخان والترمذي.وزاد
رزين في رواية
]قَالَ #:
كَمُلَ مِنَ
الرِّجَالِ
كَثِيرٌ
وَلَمْ
يَكْمُلْ مِنَ
النِّسَاءِ
إَّ مَرْيَمُ
ابْنَةُ
عِمْرَانَ،
وَآسِيَةُ
امْرَأةُ
فِرْعَوْنَ،
وَخَدِيجَةُ
بِنْتُ
خُوَيْلِدٍ،
وَفَاطِمَةُ
بِنْتُ
مُحَمَّدٍ،
وَفَضْلُ
عَائِشَةَ
عَلى
النِّسَاءِ
كَفَضْلِ
الثَّرِيدِ
عَلى سَائِرِ
الطَّعَامِ[.
قُلْتُ: وَمَا
زَادَهُ رَزين
أخرجه
البخاري بدون
ذكر خديجة
وفاطمة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما.
واللّه أعلم .
3. (4483)- Hz. Ali
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"(Ahiretin) en hayırlı kadını Meryem
Bintu İmrân'dır. (Dünyanın) en hayırlı
kadını Hatice Bintu Huveylid'dir." Ravi bunu söylerken, eliyle semaya ve
arza işaret etti. [Buhârî,
Menâkıbu'l-Ensâr 20, Enbiya 45; Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 69, (2430);
Tirmizî, Menâkıb, (3887).]
Rezîn bir rivayette şu ziyadeyi
kaydetmiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Erkeklerden pek çokları kemâle
ermiştir. Kadınlardan ise İmrân'ın kızı Meryem, Firavun'un karısı Asiye,
Huveylid'in kızı Hatice ve Muhammed'in kızı Fâtıma'dan başka kimse kemâle
ermemiştir. Hz. Aişe'nin kadınlara üstünlüğü, tiridin diğer yiyeceklere
üstünlüğü gibidir." Bu rivayet Buhârî'de Ebû Musa hadisi olarak gelmiştir
(Enbiya 45). [Müslim, Fezâuilu's-Sahabe 70, (2431); Tirmizî, Et'ime 31,
(1835).][271]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadiste ساءها tabirindeki zamir nereye râci, ihtilaf
edilmiştir. Hadisin, Hz. Hatice'nin sağlığında vürud etmiş olması halinde
birinci zamirin "semâ"ya, ikinci zamirin "dünya"ya ait
olması muhtemeldir. Tevili şöyle olur: "Ölüp ruhu semaya yükselen
kadınların en hayırlısı Meryem'dir. Yeryüzünde yaşamakta olan kadınların en
hayırlısı da Hatice'dir." "Eliyle işaret etti" ziyadesi bu
te'vili te'yid eder. Ancak Buhârî'nin rivayetinde bu ziyade mevcut değilir. Biz bu te'vili esas
alarak (semâ) ve (dünya) kelimelerini parantez arasında kaydettik. Ancak bazı
âlimler o zamirleri zamanlarıyla tevil ederek: "Meryem zamanının en
hayırlı kadını Hz. Meryem'dir", "Hatice de kendi devrinin en hayırlı
kadınıdır" şeklinde manayı tevcih
etmişlerdir. İbnu Hacer, şârihlerin çoğunlukla bu ikinci te'vilde
cezmettiklerini belirtir.
2- Rezin ilavesi olarak kaydedilen
rivayette kadınlardan sadece dört
tanesinin kemale erdiği belirtilmektedir. Hadisin Buharî ve Müslim'deki
veçhinde ise kemâle erenler olarak
sadece Hz. Asiye ile Hz. Meryem zikredilir, diğer ikisi zikredilmez.
İslâm âlimleri bu hadisteki "kemâl"den murad nedir? münakaşa
etmiştir. Bazıları bunu "nübüvvet" olarak yorumlayarak, kadınlardan
da peygamber geldiğini ileri sürmüştür. "Çünkü derler, insan nevinin en
kâmilleri peygamberlerdir; sonra veliler, sıddikler ve şehidler gelir. Asiye
ile Meryem, peygamber olmasalar, kadınlar içerisinde hiçbir velî, sıddîk ve şehid bulunmamak lazım gelir.
Hakikatte ise bu sıfatlar birçok
kadınlarda bulunmaktadır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu
hadislerinde Asiye ile Meryem'den başka peygamber olan yoktur buyurmuşa
benziyor."
Bu istinbatın oldukça su götüreceği açıktır. Peygamber bir tebliğ getiren
insandır. Ne âyetlerde ve ne de hadislerde bunların tebliğ sahibi oldukları
ifade edilmemiştir. Onların peygamber olma delili, yorumdan öte bir dayanağa
sahip değildir. Nitekim bazı alimler de: "Kemâl sözünden onların peygamber
olması lazım gelmez. Çünkü bu söz, birşeyin tamamını ve kendi nev'inde son
dereceye ulaştığını ifade eder. Öyle ise burada murad, Asiye ile Meryem'in,
kadınlar arasında faziletlerde, en üstün mertebeye ulaştıklarını
anlatmaktır" demiştir. Kirmanî: "Kadınlardan peygamber gelmediğine
icma naklolunmuştur" der. Ancak Eş'arî hazretleri kadınlardan altı
peygamber gelmiştir der ve sayar:
"Havva, Sâre, Hz. Musa'nın annesi, Hacer, Asiye ve Meryem."
Kurtubî: "Sahih kavle göre Hz.
Meryem, Peygamberdir. Çünkü ona melek vasıtasıyla vahiy gelmiştir. Asiye'ye
gelince onun peygamberliğine delalet
eden bir rivayet yoktur" diyor.
Asiye Bintu Müzahim, Firavun'un
karısıdır. Rivayete göre, Hz. Musa, Firavun'un sihirbazlarına galebe çalınca
Asiye iman etmiştir. Firavun bunu anlayınca onun el ve ayaklarını kazıklarla yere çaktırarak güneşe
karşı üzerine büyükbir kaya konmasını emretmiştir. Kaya getirildiği vakit Asiye: "Ya Rabbi, benim için cennetinde bir ev yap"
(Tahrim 11) diye niyazda bulunmuş, o anda cennette inciden mamul evi kendisine gösterilmiş ve ruhu
kabzedilmişti. Böylece getirilen kaya ruhsuz cesedinin üzerine konmuştu.
Hz. Meryem, İmran'ın kızıdır ve Hz.
İsa'nın annesidir. Kur'ân bir çok defa ondan bahseder. Herhangi bir erkek kendisine temas etmeden mucize olarak Hz.
İsa'yı dünyaya getirmiştir. Yahudiler onu bakire olduğu halde çocuk doğurduğu
için iffetsizlikle itham etmişlerse de, beşikteki çocuk bir mucize eseri olarak
konuşup annesini tebrie etmiştir.[272]
3- HZ. HATİCE'NİN EFDALİYETİ'NE GELİNCE: İlgili hadislerin şerhi sırasında
alimler birkaç mesele üzerinde dururlar. Çünkü ilgili hadisler bir kaç probleme
birden temas eder:
1- Fazilette Hz. Hatice, Hz. Fatıma veya
Hz. Aişe'den (radıyallahu anhünne) hangisi mukaddemdir?
2- Kadınlardan peygamber gelmiş midir?
3- Hangi kadınlar peygamberdir? gibi. Şu
halde nasların tabiatından çıkan bu meselelere burada yer vereceğiz.
Bezzâr'ın Ammâr İbnu Yasir'den kaydettiği
bir rivayette: "Hatice, ümmetinin kadınlarının hepsinden üstündür, tıpkı
Meryem'in cihan kadınlarına üstün olduğu gibi" buyrulmuştur. Âlimler bu
rivayete dayanarak Hz. Hatice'nin Hz. Aişe'den üstün olduğunu söylemişlerdir.
Ancak İbnu't-Tîn der ki: "Hz. Aişe'nin bu hadise dahil olmama ihtimali
var, çünkü o, Hatice (radıyallahu anhâ) vefat ettiği zaman üç yaşlarında idi.
Hadiste büluğa ermiş kadınların kastedilmiş olmaları muhtemeldir." İbnu
Hacer bu yorumu zayıf bulur: "Çünkü der, nisâ kelimesi büluğa eren-ermeyen
bütün kadınlara şâmildir. Ayrıca hadis, mevcut olan kadınları da, sonradan
gelecekleri de içine almaktadır." İbnu Hacer devamla: Nesâî ve başka
kaynaklarda İbnu Abbâs'tan gelen şu merfu rivayeti kaydeder: "Cennet
kadınlarının en hayırlıları Hatice, Fatıma, Meryem ve Asiye'dir" ve der ki: "Bu hadis sarih bir nasstır,
tevile de ihtimali yoktur." Kurtubî, bu dört kadından Meryem hariç hiçbiri
hakkında peygamber olduğuna dair sabit bir delil mevcut olmadığını, hadisin bir
başka vechinin bu mevzudaki işkâli bertaraf edecek bir açıklıkta geldiğini
belirtir: "Cihan kadınlarının efendisi Meryem'dir, sonra Fatıma, sonra
Hatice, sonra Asiye gelir." Arkadan şu neticeye varır: "Kim
Meryem, peygamber değildir" derse bu hadisi ve başkasını hadiste mevcut
olmadığı halde baziyyet ifade eden "min" var diye yoruma tabi tutmak
zorunda kalır. Bu durumda mana: "Cihan kadınlarının efendilerinden biri
Meryem'dir..." olur."
Görüldüğü üzere Kurtubî, efdaliyet
meselesinde hep Hz. Meryem'i öne çıkarma, onun peygamber olduğuna dair
kanaatini ispatlama cihetine
gitmektedir. Kadın peygamberin varlığına meylettiği sezilen İbnu Hacer,
Kurtubî'nin dayandığı delili kabul etmese de vardığı neticeye başka delillerle
ulaşmaya çalışır. Şöyle ki: O önce
Kurtubî'nin "işkali bertaraf edecek bir üslubta" olmamakla
değerlendirdiği ikinci hadisin sabit olmadığını, hadisin Ebû Davud ve
Hâkim'deki aslının tertib sigası ile gelmediğini belirtir. Sonra der ki:
"Hz. Meryem'in, sadedinde olduğumuz babta Hz. Hatice ile fazilet yönüyle
eşit olduklarını ifade eden bir üslubla zikredilmiş olmasını esas alarak:
"Hz. Meryem peygamber değildir, çünkü Hz. Hatice ulemânın ittifakıyla
peygamber değildir" diyenlere şu cevap verilir: "İkisinin
hayırlılıkta eşitlikleri bütün sıfatlarda eşit olmalarını gerektirmez. Nitekim
Ehâdisu'l-Enbiya bölümündeki tercüme-i halinde bu babta söylenenlere yer
verdik." İbnu Hacer'in atıf yaptığı bahsi yukarıda kısmen vermiş isek de
burada aynen alıyoruz: "Âyet-i kerîmede Hz. Meryem'le ilgili olarak geçen
"Hani melekler Meryem'e şöyle demişlerdi: "Ey meryem, muhakkak ki
Allah seni seçkin kıldı, tertemiz yaptı ve dünya kadınlarına üstün
tuttu..." (Âl-i İmran 42) ayetine dayanarak Hz. Meryem'in peygamber
olduğuna hükmettiler. Ancak, ayet bu
hükmü vermede çok sarih değil. Fakat Meryem Sûresinde onun peygamberlerle
zikredilmiş olması bu hükmü te'yid eder. Onun sıddîka olarak tavsif edilmesi de
peygamber olmasına mani değildir. Nitekim Hz. Yûsuf da sıddîk olmakla da mevsuftur. Eş'ârî'den nakledildiğine göre,
birçok kadın peygamber mevcuttur. İbnu Hazm onları altıya münhasır kılmıştır:
Havva, Sâre, Hacer, Musa' nın annesi, Asiye ve Meryem. Kurtubî, Sâre ve
Hacer'i iskât eder. İbnu Abdilberr bunu
el-Tenkîd'de fukahanın çoğunun görüşü olarak nakleder. Kurtubî der ki: "Sahih
olan şu ki Hz. Meryem, peygamberdir." Kadı İyaz der ki: "Cumhur, bu
görüşün hilafını söylemiştir."
Nevevî, el-Ezkâr'da der ki: "el-İmam, Hz. Meryem'in peygamber olmadığı
hususunda icma nakleder. Hasan Basrî'den nakle göre: "Ne kadınlardan ne de
cinlerden peygamber gelmemiştir." es-Sübki el-Kebir der ki: "Benim
nezdimde bu mesele ile ilgili hiçbir sabit rivayet yoktur." Bu görüşü Süheylî Ravzu'l-Unf'un sonunda
fakihlerin çoğundan nakleder." [273]
*
HZ. HATİCE (RADIYALLAHU ANHÂ)
Babası Hüveylid İbnu Esed'dir. Meşhur
Kusay'da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'la nesebi birleşir. Hanımları
arasında nesebce Aleyhissalâtu vesselâm'a en yakın olan Haticedir. Resûlullah, Kusay'ın zürriyetinden Hatice
dışında bir Ümm-i Habîbe ile evlenmiştir.
Cumhura göre, Resûlullah, Hz. Hatice ile
yirmibeş yaşında iken evlenmiştir. Hz. Peygamber'den önce Ebû Hâle
İbnu'n-Nebas'ın nikâhında idi. Cahiliye devrinde kendisine Tahire deniyordu.
Ebû Hale'den önce de Atik İbnu Abid'in nikâhında idi.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
evlilikten önce Hz. Hatice adına mudarib olarak Suriye cihetine ticarete gitmiş
idi. Bu vesile ile Hz. Hatice, Aleyhissalâtu vesselâm'ı daha yakından tanıma
fırsatı bulmuş ve bu, evlenmelerine zemin hazırlamıştı.
Resûlullah Hz. Hatice ile evlendiğinde
yirmibeş yaşında idi. Yirmibeş yıl süren beraberlikleri sırasında (aleyhissalâtu vesselâm) başka bir kadınla
evlenmemiştir. İbnu Hacer: "Bu, Hatice'nin Resulullah nezdinde ne
kadar kıymetli olduğunu ve faziletçe
üstünlüğünü gösterir" der ve ilave eder: "Çünkü, o Resûlullah'ı başka
kadınlardan müstağni kıldı."
Resûlullah'ın 38 yıl süren evlilik hayatının üçte ikisi Hz. Hatice ile
geçmiştir. Bu uzun süre içinde, Hz. Hatice'nin gönlünü kıskançlık ızdırabından
korumuştur. Bu fazilete öbür hanımları
iştirak edemezler.
Hz. Hatice, Resûlullah'ın peygamberliğine
ilk iman eden kimsedir. Bu hadiseyi Hz. Hatice'nin yetişilemeyecek bir fazileti
gören İbnu Hacer der ki: "Böylece kendisinden sonra İslam'a girecek bu tür
kadınlar için çığır açmış oldu ve bu yolla Kıyamete kadar imana girenlerin
sevabına iştirak etti. Bu hususta onun benzeri, erkeklere nisbetle de Ebû
Bekir'dir. Bu sebeple o ikisinin kazanacağı sevabın miktarını Allah'tan başka
kimse bilemez."
Hz. Hatice Resûlullah'ın hayatında
cereyan eden hadiselerde hiçbir zaman sarsılmayarak büyük bir sebat, azim ve
imanda yakîn örneği vermiştir. Sıkıntılı anlarda Resûlullah'a sağladığı
teselli, ondaki akıl ve ferasetin derecesini göstermeye yeterlidir. İbnu İshak:
"Resûlullah, kendisini üzen bir söz
işitince Hz. Hatice'ye döndümü, o mutlaka teselli verir, takviye eder, kederini
unuttururdu" der.
Kadınların efdali hususunda ihtilaf
edilmiş ise de, râcih görüşe göre
Ümmühâtu'lmü'minîn arasında en efdali Hz. Hatice'dir. Hz. Peygamber'in Mısırlı cariyesi olan
Mariye'den doğan İbrahim dışındaki bütün çocukları Hz. Hatice'dendir. Bu
çocuklar: Kasım, Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Külsüm, Fatıma, Abdullah -buna Tâhir ve
Tayyib de denmiştir. Bunların Abdullah'ın kardeşleri olduğu da söylenmiştir-
Erkekler küçükken ölmüşlerdir.
Hz. Hatice, Ebû Talib'ten üç gün
sonra, Hicretten üç yıl önce Ramazan
ayında vefat etmiştir. Ebû Tâlib ve Hatice'nin vefatından sonra Resûlullah'ın
musibetleri artmıştır. Hz. Aişe: "Hatice namaz farz kılınmazdan önce vefat
etti" der. Öldüğü zaman 65 yaşında idi, radıyallahu anhâ.[274]
*
HZ. FATIMA (RADIYALLAHU ANHÂ)
ـ4484
ـ1ـ عن جميع
بْنِ
عُمَيْرَ
التَّيْمِىِّ
قَالَ:
]دَخَلْتُ
مَعَ
عَمَّتِى
عَلى عَائِشَةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها
فَسُئِلَتْ:
أىُّ النِّسَاءِ
كَانَ أحَبَّ
الى رَسُولِ
اللّهِ #؟
قَالَتْ:
فَاطِمَةَ.
فَقِيلَ مِنَ
الرِّجَالِ؟
قَالَتْ
زَوْجُهَا، إنْ
كَانَ مَا
عَلِمْتُ
صَوّاماً
وَقَوّاماً[.
أخرجه
الترمذي .
1. (4484)- Cemî' İbnu Umeyr
et-Teymî anlatıyor: "Halamla birlikte Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nın
yanına gittim. Hz. Aişe'ye:
"Hangi kadın Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a daha sevgili idi?" diye soruldu.
"Fâtıma!" dedi.
"Ya erkeklerden?" dendi.
"Fâtıma'nın kocası! Zîra bildiğim
kadarıyla Ali (radıyallahu anh) çok oruç tutar, çok namaz kılardı."
[Tirmizî, Menâkıb, (3873).][275]
ـ4485
ـ2ـ وعن أُمِّ
سَلَمَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْها
قالَتْ:
]دَعَا رَسُولُ
اللّهِ #
فَاطِمَةَ
عَامَ
الْفَتْحِ فَنَاجَاهَا،
فَبَكَتْ.
ثُمَّ
نَاجَاهَا
فَضَحِكَتْ
قَالَتْ:
فَلَمَّا
تُوُفِّى
رَسُولُ
اللّهِ #
سَألْتُهَا
عَنْ
بُكَائِهَا
وَضَحِكَهَا.
قَالَتْ
أخْبَرَنِِى
رَسُولُ اللّهِ
# أنَّهُ
يَمُوتُ،
فَبَكَيْتُ.
ثُمَّ أخْبَرَنِى
أنِّى
سَيِّدَةُ
نِسَاءِ
أهْلِ
الْجَنَّةِ
إَّ مَرْيَمَ
بِنْتَ
عِمْرَانَ،
فَضَحِكْتُ[.
أخرجه
الترمذي.
2. (4485)- Ümmü Seleme
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Fetih
senesinde Fatıma'yı çağırarak hususi konuştular. Fatıma ağladı. Sonra tekrar
hususî olarak konuştular. Fatıma bu sefer güldü. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) vefat edince, Fatıma'dan o ağlama ve gülmesi hususunda sordum. Dedi
ki:
"Önce, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bana öleceğini haber verdi, ben de ağladım. İkinci konuşmamızda
benim, İmrân kızı Meryem hariç diğer kadınların cennette efendisi olacağımı
müjdeledi, bunun üzerine güldüm." [Tirmizî, Menâkıb, (3872).][276]
AÇIKLAMA:
1- Hz. Fâtıma (radıyallahu anhâ),
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kızıdır. Annesi Hz. Hatice (radıyallahu
anhâ)'dır. Hz. Fatıma İslam'dan sonra doğmuştur, ancak "Bi'setten önce
doğdu" diyen de olmuştur. Bedir savaşından sonra Hicretin ikinci yılında
Hz. Ali (radıyallahu anh) ile evlenmiştir. Evlendiği zaman 15 yaşında idi.
Hz. Fâtıma'nın gerek muasırların ve
gerekse kendinden sonra gelecek kadınların hepsinden faziletce üstün olduğu kabul edilir. Bu
hususa en kavi delil şu hadistir: "Fâtıma, Meryem hariç cihan kadınlarının efendisidir."
Resûlullah'ın diğer kızları, Aleyhissalâtu vesselâm daha hayatta iken vefat
ettikleri halde; Fatıma Resûlullah'tan sonra vefat etmiştir ve Resûlullah'ın nesli Hz. Fâtıma'nın evlatları
yoluyla devam etmiştir. Diğer kızlarından Rukiyye (radıyallahu anhâ)'dan doğan Abdullah
küçükken ölmüş, Ümmü Külsüm'den doğum olmamış, Zeyneb (radıyallahu anhâ)'dan
doğan Ali küçükken ölmüştür. Zeynep'ten doğan Ümâme'den de çocuk olmamıştır.
Resûlullah'ın en ziyade sevdiği kimse Fatıma idi. Resûlullah'ın kızlarına olan sevgisi, onları kuma üzerine
nikahlamaktan alıkoymuş, hatta, kızlarına kuma gelmesine de izin vermemiştir. Hz.
Ali'ye kız vermek isteyenler olmuş, izin için başvurdukları vakit onlara izin
vermemiş, hatta minberde alenen şöyle ilan etmiştir:
"Benî Hişâm İbnu'l-Muğîre, kızlarını
Ali'ye vermek için benden izin taleb ettiler. İzin vermiyorum! İzin vermiyorum!
İzin vermiyorum! Eğer Ali arzulu ise kızımı boşar, ondan sonra onların
kızlarını nikahlar. Çünkü Fâtıma benden bir parçadır. Onu ikrah ettiren şey
beni de ikrah ettirir, ona eza veren şey bana da eza verir."
Resûlullah Fatıma'ya: "Senin gadab ettiğin şeye Allah
da gadab eder, razı olduğun şeyden Allah da razı olur" demiştir.
Resûlullah seferden dönüşte kızı Fâtıma'yı öperdi.
Fâtıma (radıyallahu
anhâ) tesettüre son derece ehemmiyet verirdi. Vefat ettiği zaman cenazesinin
yıkanmasında iki kişinin bulunmasını (Esmâ Bintu Umeys ve Hz. Ali) ve küçük bir
çadır içinde yıkanmasını, cenazesinin kimse tarafından görülmemesi için
geceleyin defnedilmesini vasiyet etmiş ve öyle yapılmıştır. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) onun bu hassasiyetine muvafık olarak: "Kıyamet
günü olunca, perde gerisinden bir münâdi şöyle seslenecek; "Ey mahşer
halkı, gözlerinizi kapayın Fâtıma Bintu Muhammed geçecek."
Namazını Hz. Ali kıldırmıştır. Vefatı Hicrî 11. yılda
Ramazan'ın üçündedir. Resûlullah'ın vefatından 6 ay sonradır. 8, 2, 1 ay sonra
da denmiştir. Öldüğü zaman 24 yaşında
idi. 25, 29, 30 ve hatta 35 yaşında olduğu da söylenmiştir.[277]
ـ4486
ـ1ـ عن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قَالَ لِى
رَسُولُ
اللّهِ # يَا
عَائِشَةُ
هذَا جِبْرِيلُ
يُقْرِئُكِ
السََّمَ.
فَقُلْتُ وَعَلَيْهِ
السََّمُ
وَرَحْمَةُ
اللّهِ
وبَرَكَاتُهُ.
قَالَتْ:
وَهُوَ يَرَى
مَاَ أرَى[.
أخرجه الخمسة
.
1. (4486)- Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana:
"Ey Aişe! İşte Cebrail! Sana selam
ediyor" dedi. Ben de:
"Ve aleyhisselâmu ve rahmetullâhi ve
berakâtuhu!" dedim. Resûlullah benim görmediğimi görürdü." [Buhârî,
Fezâilu'l-Ashab 30, Bed'ül-Halk 6, Edeb 11, İsti'zân 16, 19; Müslim,
Fezâilu's-Sahâbe 91, (2447); Ebû Dâvud, Edeb 166, (5232); Tirmizî, Menâkıb,
(3876); Nesâî, İşretu'n-Nisa 3, (7, 69).][278]
AÇIKLAMA:
Önceki hadiste de belirttiğimiz üzere,
alimler, bu rivayette de Hz. Hatice'nin Hz. Aişe'ye nisbetle efdal olduğu
hususunda delil bulurlar. Zîra hadiste Hz. Aişe'ye Cebrail'in selamı mevzubahistir. Halbuki Hz. Hatice ile ilgili
rivayette, hem Cebrail'in ve hem de Hak Teâla'nın Hz. Hatice'ye selamı
mevzubahistir. 4483 numarada Rezîn'in ziyadesi olarak kaydedilen ve esasen
Buharî'de dahi yer alan Ebû Musa rivayetinde geçen "Âişe'nin kadınlara karşı fazileti,
tiridin diğer yemeklere karşı fazileti
(üstünlüğü) gibidir" ibaresini
alimler kayıtlayarak anlarlar. Derler ki: "Bu ve benzeri hadisler
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hanımları" diye kayıtlıdır.
Öyle ki bunlara Hz. Fatıma dahi girmez."[279]
ـ4487
ـ2ـ وَعَنْ
أبِى مُوسى رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]مَا
أشْكَلَ
عَلَيْنَا
أصْحَابَ
رَسُولِ
اللّهِ #
حَدِيثٌ
قَطُّ فَسَألْنَا
عَائِشَةَ
عَنْهُ إَّ
وَجَدْنَا
عندها مِنْهُ
عِلْماً[.
أخرجه
الترمذي وصححه
.
2. (4487)- Hz. Ebû Musa
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
Ashabı olan bizlere her ne zaman bir
hadis müşkilat arzedecek olsa, hemen Hz. Aişe'ye sorardık, o bize bu hususta
mutlaka bir bilgi sunardı." [Tirmizî, Menâkıb, (3877).][280]
AÇIKLAMA:
Hadisin müşkilat arzetmesinden maksad,
onu anlamakta karşılaşılan zorluk veya düşülen tereddüt gibi hususlardır.
Karşılaşılan mühim bir meseleye açıklık getirecek bir hadisin bulunmayışı da
buradaki müşkil zımnında kabul edilmiştir. Hadiste geçen: "Nezdinde bir
ilim bulurduk" ifadesini: "O hususta bize bir bilgi sunardı"
diye daha açık bir ifadeye döktük. Hz. Aişe'nin nezdinde bulunan
"ilim"den maksad, sorulan hadisi açıklayan "bir başka
hadis" veya, tarafından yapılan "bir te'vil", yahut da
"meseleyle ilgili bir hadis"dir.
Bu ifade Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nın
hadis sahasındaki gücünü ve malumatının vüs'atini gösterir.[281]
ـ4488
ـ3ـ وعن أبِى
وائِلْ قَالَ:
]لَمَّا
بَعَثَ عَلَيٌّ
عَمَّارَ
بْنِ يَاسِرٍ
وَالْحَسَنَ
بْنَ عَلَيٍّ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما الى الْكُوفَةِ
لِيَسْتَنْفِرَهُمْ،
خَطَبَ عَمَّارٌ
فقَالَ: إنِّى
‘عْلَمُ
أنَّهَا
زَوْجَةُ
نَبِيِّكُمْ #
في الدُّنْيَا
وَاŒخِرَةِ،
وَلَكِنَّ
اللّهَ
ابْتََكُمْ
لَتَتَّبِعُوهُ
أوْ
إيَّاهَا[.
أخرجه البخاري
.
3. (4488)- Ebû Vâil
anlatıyor: "Hz. Ali (radıyallahu anh), asker toplamak için Ammâr İbnu
Yâsir ve Hasan İbnu Ali (radıyallahu
anhüm)'yi Kufe'ye gönderince, Ammâr halka şöyle hitab etti: "Ben de biliyorum. O (Hz.
Aişe), dünyada da âhirette de Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
zevcesidir. Velâkin Allah sizleri imtihan ediyor. Kendisine mi, yoksa, Aişe'ye mi tabi olacaksınız?"
[Buhârî, Fezâilu'l-Ashâb 30, Fiten 17.][282]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet, Cemel vak'ası arefesinde
cereyan eden bir hadiseyi aksettirmektedir: Hz. Ali için asker toplamaya
Kûfe'ye gelen Ammâr'ın halka hitabını görmekteyiz. Konuşmasında Ammâr, Hz.
Aişe'nin Resûlullah'a dünyada da âhirette de zevce olmak gibi yüce makamını,
erişilmez faziletini dile getirmekle birlikte, halife olan ve itaat edilmesi
farz olan Hz. Ali'ye karşı isyan etmesini de tasvib etmemekte bunu da Allah'a
karşı gelmek olarak değerlendirmektedir. Yani burada, Allah'a uymaktan murad,
şeriatın "İmâma itaat etmek, isyan etmemek" hükmüne itaattir.
Şârihler, bu sözle Ammâr'ın "Evlerinizde oturun" (Ahzâb 33) âyet-i
kerîmesine işaret etmiş olabileceğini de söylerler. Zira ayette Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın zevcelerine müteveccih gerçek bir emir mevcuttur. Nitekim,
Ümmü Seleme (radıyallahu anh) öyle
anlamış ve "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a kavuşuncaya kadar,
beni devenin sırtı kımıldatamaz" (Ahzab, 33) diyerek evini terketmemiştir.
Hz. Aişe, Hz. Talha ve Zübeyr âyeti te'vil etmişlerdir. Fakat yaptıkları
te'vilde nefsânî hareket etmemişlerdi,
İslâm'ın menfaatini güttükleri inancıyla
ortaya çıkmışlardı. İbnu Hacer'in deyimiyle: "Muradları, insanlar arasına
düzeltme (ıslah) getirmek, Hz. Osman'ı şehid edenleri kısasla cezalandırmaktı.
Hz. Ali (radıyallahu anh)'ın görüşü ise itaat ederek birliği tesis ve Hz.
Osman'ın yakınlarının, katledilmeleri kesinlik kazananlardan usulünce kısas taleb etmeleri"
istikametindeydi.
2- Ammâr (radıyallahu anh)'ı, Hz. Aişe
hakkında "Dünyada da ahirette de Peygamberimizin zevcesidir" demeye
sevkeden husus, Aleyhissalâtu vesselâm'ın İbnu Hibbân'da gelen: اَمَا
تَرْضِينَ
أنْ تَكُونَ
زَوْجَتِى في
الدُّنْيَا
وَاŒخِرَةَ
"(Ey Aişe) sen,
dünyada da âhirette de zevcem olmaya razı değil misin?" sözü olabilir.
"Ammâr (radıyallahu anh)'ın, bu hadisi Resûlullah' tan işitmiş olması
muhtemeldir" denmiştir.
3- Hz. Aişe ile ilgili geniş bilgiyi
birinci ciltte kaydettik, ona havale ederek kısa kesiyoruz. (1. cilt, sayfa
76-80) [283]
*
SAFİYYE BİNTU HUYEY İBNU AHTAB (RADIYALLAHU ANHÂ)
ـ4489
ـ1ـ عن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]بَلَغَ صَفِيَّةَ
أنَّ
حَفْصَةَ
قالَتْ:
إنَّهَا بِنْتُ
يَهُودِىٍّ،
فَبَكَتْ.
فَدَخَلَ عَلَيْهَا
النَّبِىُّ #
وَهِىَ
تَبْكِى.
فقَالَ: مَا
يُبْكِيكِ؟
قَالَتْ لِى
حَفْصَةُ:
أنْتِ ابْنَةُ
يَهُودِىَّ.
فقَالَ
النَّبِىُّ #:
اِنَّكِ
َبْنَةُ
نَبِىٍّ،
وَإنَّ
عَمِّكِ
لَنَبِىٌّ،
وَإنَّكِ
لَتَحْتَ
نَبِىٍّ،
فَبِمَ تَفْخَرُ
عَلَيْكِ؟
ثُمَّ قَالَ:
اتَّقِى اللّهَ
يَا
حَفْصَةُ[.
أخرجه
الترمذي
وصححه، والنسائي
.
1. (4489)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Safiyye'ye, Hz. Hafsa (radıyallahu
anhümâ)'nın "Yahudi kızı" deyip (istiskâl ettiği) ulaşıyor. Bu sözü
işiten Safiyye ağlıyor. Tam o ağlarken Aleyhissalâtu vesselâm yanına giriyor
ve: "Niye ağlıyorsun?" diye soruyor. Safiyye:
"Hafsa bana "Sen Yahudi
kızısın!" dedi"der. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Sen bir peygamber kızısın. Senin
amcan da bir peygamberdir, ayrıca bir peygamerin de nikâhı altındasın. Öyleyse
o sana karşı neyi ile iftihar ediyor ki?" diyerek onu teselli etti. Sonra
da öbürüne: "Ey Hafsa! Allah'tan kork!" dedi." [Tirmizî,
Menâkıb, (3891); Nesâî'de bulunamamıştır. Belki de Nesâî'nin
es-Sünenü'l-Kübrâ'sında mevcuttur. Hadise Tirmizî "sahih" demiştir.[284]
AÇIKLAMA:
1- Ümmühâtu'l-Mü'min'în arasında zaman
zaman kıskançlığın sevki ile, kumalar arasında her yerde görülen tatsızlıklar
olmuştur. Sadedinde olduğumuz rivayet bunlardan biridir. İnsan fıtratını çok
iyi bilen Aleyhissalâtu vesselâm bu çeşitten yaratılış ve kadınlık gereği haller
ve hadiseleri fazla büyütmemiş ise de müdahalede bulunmuştur. Rivayette de
görüldüğü üzere hem bed muameleye uğrayan mazlum tarafa gönül alıcı sözler
söyleyerek onu takviye ve teselli etmiştir, hem de o muameleyi yapanı bundan
zecretmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın aile hayatına temas eden
siyer bahislerinde bunun farklı örnekleri mevcuttur. Aleyhissalâtu vesselâm
hemen her gün ikindi namazından sonra, zevcelerini teker teker ziyaret eder, bu
ziyaret sırasında onların bu çeşit mesele ve şikayetlerini de dinler ve
ilgilenirdi.
Bu hadise farklı şekillerde rivayet edilmiştir. Bir vechine göre, Hz.
Safiyye (radıyallahu anhâ)'ya böyle söyleyeceklere şu cevapta bulunmasını
tavsiye etmiştir: "Babam Hârun, Amcam Musa de!" Bir başka rivayette,
Safiyye, Hz. Aişe ve Hafsa her ikisinden şikayet eder. Aleyhissalâtu vesselâm
da şöyle teselli eder: "Sen onlara:
"Siz nasıl benden daha hayırlı olabilirsiniz? Kocam Muhammed, babam Hârun,
amcam Musâ!" demedin mi?" der. Bir sefer sırasında Zeyneb Bintu
Cahş'ın da Safiyye'ye "Yahudi!" diyerek istiskaline şâhid olan
Resûlullah kızar ve sefer boyu onunla
konuşmaz. Hac sırasında, Mekke'den, Medine'ye
dönüşte konuşmayan Resûlullah, küslüğü Muharrem ve Safer aylarında da
devam ettirir.
2- Safiyye Bintu Huyey İbnu Ahtab, Hayber
yahudilerinden Sellâm İbnu Mişkem'in karısı idi. Sonradan Kinâne İbnu
Ebi'l-Hukayk'a zevce oldu. Hayber'in fethi
sırasında Kinâne öldürüldü.
Hz. Enes, Resûlullah'ın Safiyye
(radıyallahu anhâ) ile evlenmesini şöyle anlatır: "Hayber fethedilip esirler
toplanınca, Dıhye İbnu Halife (radıyallahu anh), Resûlullah'a gelerek
esirlerden kendisine bir cariye verilmesini taleb etti. Aleyhissalâtu
vesselâm'ın "Git bir cariye seç!" demesi üzerine, o da gidip
Safiyye'yi seçti. Derken Aleyhissalâtu vesselâm'a:
"Ey Allah'ın Resulü! O, Kureyza ve
Nadir yahudilerinin seyyidesi (efendisi)dir! O size münasibtir! dediler. Bunun
üzerine Aleyhissalâtu vesselâm Safiyye'yi kendisi aldı, tesettüre soktu, azad
etti, kendine nikâhladı ve ona da bir
gece ayırdı. Hz. Safiyye, akıllı kadınlardan biriydi.
"Resûlullah'ın Safiyye'yi tesettüre
sokması, onu kendine zevce seçmesinin alâmeti idi. Safiyye'nin hicab'a girip
örtündüğünü gören müslümanlar onun ümmühât'a dahil edildiğini anladılar.
Safiyye, bu hadiseden bir müddet önce rüyasında,
ayın kucağına düştüğünü görür ve bunu babasına anlatır. Babası: "Sen Arap
melikine eş olacaksın!" diyerek yüzünü yaralayıp iz bırakan şiddetli bir
tokat atar. Bu izi gören Resûlullah sebebini sorar. Safiyye vak'ayı anlatır.
Resûlullah, Safiyye'nin yahudilerle
ilgili ricalarını yerine getirmiştir. Yahudi cemaatle Aleyhissalâtu vesselâm
arasında râbıta rolü oynamıştır.
Hicrî 36 yılında vefat etmiştir. Vefat
yılının 50 olduğu da söylenmiştir,
radıyallahu anhâ.[285]
*
SEVDE BİNTU ZEME'A (RADIYALLAHU ANHÂ)
ـ4490
ـ1ـ عن
عِكْرَمَةَ
قَالَ: ] قِيلَ
بْنِ عَبَّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما
بَعْدَ صََةِ
الصُّبْحِ:
مَاتَتْ
سَوْدَةُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْها.
فَسَجَدَ
فَقيلَ لَهُ
في ذلِكَ.
فقَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إذَا
رَأيْتُمْ
آيَةً فَاسْجُدُوا،
وَأىُّ آيَةٍ
أعْظَمُ مِنْ
ذَهَابِ
أزْوَاجِ
رَسُولِ
اللّهِ #؟[
أخرجه أبو
داود
والترمذي ولم
يسمياها؛
وذكر رزين رواية
وسماها .
1. (4490)- İkrime
anlatıyor: "(Bir gün) Sabah namazından sonra, İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ)'ya, Hz. Sevde'nin vefat ettiği söylenmişti, hemen secdeye kapandı. Niye
böyle davrandığı sorulunca şu cevabı verdi: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm): "(Allah'ın âyetlerinden) bir âyet gördüğünüz vakit secde
edin!" buyurmuştu. İmdi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
zevcelerinin gitmesinden daha büyük bir âyet var mıdır?" [Ebû Dâvud, Salât
269, (1197); Tirmizî, Menâkıb, (3889).]
"Ebû Dâvud ve Tirmizî, hadisi
kaydederler, ancak Resûlullah'ın zevcelerinden hangisinin vefat haberinin
geldiğini zikretmezler. Sevde diye tesmiye, Rezin'in ilavesinde gelmiştir.[286]
AÇIKLAMA:
1- Hadise, Mizzî'nin Tehzibu'l-Kemâl adlı
eserinde İkrime tarafından şöyle
anlatılır: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevcelerinden biri
Medine'de vefat etmişti. -İshâk İbnu Rahûye der ki: "Zannedersem onu
Safiyye Bintu Huyey diye tesmiye etmişti- ben hemen gidip İbnu Abbas'a haber
verdim. O, haberi duyunca secdeye kapandı. Kendisine: "Güneş daha doğmadan
secde mi ediyorsun?" dedim. İbnu Abbâs: "Anasız kalasıca! Sen
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Bir ayet gördüğünüz zaman hemen secdeye
kapanın!" dediğini bilmiyor musun" dedi.
2- Hadisteki "ayet"ten murad,
korkutan bir alâmettir. Tîbî der ki: "Alimlere göre, bundan murad, bela ve sıkıntıların
inişini haber veren inzar edici alametlerdir ki, Allah bunlarla kullarını korkutur. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevcelerinin vefatı da bu çeşit ayetlerden sayılmıştır.
Çünkü onlar zevcelik şerefine, sahabelik şerefini de eklediler. Aleyhissalâtu
vesselâm: "Ben ashabıma garantiyim, ben gittim mi, ashabıma vaadedilen
(musibet ve fitneler) gelecektir; ashabım da arz ehline garantidir, onlar da
gitti mi ümmetime vaadedilen gelecektir" buyurmuştur."[287] Resûlullah'ın zevceleri
bu manaya, diğerlerine nazaran daha çok hak sahibidirler, öyleyse onların
vefatları mezkur garantiyi ortadan kaldırıcıdırlar, garantinin kalkması ise
korkuyu gerektiren bir durumdur.
Resûlullah'ın zevcelerinin gitmesi en
büyük âyet telakki edilmiştir. Çünkü onlar bereket sahipleri idiler.
Hayatlarıyla halktan azabın define sebep oluyorlardı. Şu halde onların
gitmesiyle azabın gelmesinden korkulmuş ve bereketlerinin kesilmesiyle Allah'ın
zikrine iltica edip secde etmek gerekmiştir. Ta ki zikir ve namaz bereketine
gelecek azab defedilmiş olsun" (Aliyyü'l-Kârî).
3- "Hadisteki secde emrine gelince,
"Burada secde mutlaktır. "Ayet"le ay ve güneş tutulması murad
edilmişse, secdeden maksad küsuf namazıdır. "Ayet" bir başka şeyse
-söz gelimi şiddetli bir fırtınanın kopması, zelzelenin olması gibi- murad
bilinen secdedir, ancak, korku veren bir hadise ile karşılaşıldığı zaman namaza
yönelmeyi irşad eden rivayet sebebiyle namaza hamli de caizdir" (Tîbî).
4- Sevde Bintu Zeme'a İbnu Kays:
Ümmühâtu'lmü'minîndendir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onunla, Hz.
Hatice'nin vefatından sonra Mekke'de evlenmiştir. Bu evlilik Hz. Aişe ile olan
evliliğe tekaddüm eder. Hz. Aişe'den sonra diyen de olmuştur. Sevde, daha önce
amcasının oğlu Sekrân İbnu Amr'ın nikahında idi. Sekrân (radıyallahu anh)
Habeşistan muhacirlerinden olup, orada
vefat etmişti. Aleyhissalâtu vesselâm onu, İslâm'a bağlılığına mükâfaaten
yalnızlıktan kurtarmak gayesiyle nikahlamış idi.
Sevde yaşlı bir kadın idi. Bir ara
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kendisini boşayacağı endişesine
kapılarak, müracaat edip: "Beni boşama, nikahın altında tut, ben kendi
günümü Aişe'ye vereyim" talebinde bulundu. Aleyhissalâtu vesselâm da kabul
etti. Bunun üzerine şu meâldeki âyet nazil oldu: "Eğer bir kadın,
kocasının geçimsizliğinden veya kendisinden yüz çevirmesinden korkarsa, bazı
fedakârlıklarla sulh olup aralarını düzeltmelerinde onlar için bir günah
yoktur. Sulh ise daha hayırlıdır." (Nisa 128).
Hz. Sevde, nöbetindeki gününü Hz. Aişe'ye
vermiş olarak ümmühâtu'lmü'minîn arasındaki yerini muhafaza etmiş, Hz. Ömer'in
hilafetinin sonuna kadar yaşamıştır, (radıyallahu anhâ).[288]
*
ÜMMÜ EYMEN (RADIYALLAHU ANHÂ)
ـ4491
ـ1ـ عن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ أبُو
بَكْرٍ
لِعُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما،
بَعْدَ
وَفَاةِ
رَسُولِ
اللّهِ #:
انْطَلِقَ
بِنَا الى
أُمِّ
أيْمَنَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْها
نَزُورُهَا
كَمَا كَانَ
رَسُولُ اللّهِ
# يَزُورُهَا.
فَلَمَّا
أتَيَا
إلَيْهَا
بَكَتْ. فقَاَ
لَهَا: مَا
يُبْكِيكِ؟
أمَا
تَعْلَمِينَ
أنَّ مَا
عِنْدَ
اللّهِ
خَيْرٌ
لِرَسُولِ
اللّهِ،
قَالَتْ: بَلى
إنِّى ‘عْلَمُ
أنَّ مَا عِنْدَ
اللّهِ
خَيْرٌ
لِرَسُولِ
اللّهِ، وَلكِنْ
أبْكِى أنَّ
الْوَحْىَ
قَدْ
اِنْقَطَعَ
مِنَ السَّمَاءِ،
فَهَيَّجَتْهُمَا
عَلى الْبُكَاءِ،
فَجَعََ
يَبْكِيَانِ
مَعَهَا[. أخرجه
مسلم .
1. (4491)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Ömer, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın vefatından sonra, Hz. Ebû Bekr (radıyallahu anh)'a:
"Gel beraber Ümmü Eymen (radıyallahu
anhâ)'ya gidip ziyaret edelim, tıpkı Aleyhissalâtu vesselâm'ın onu ziyaret
ettiği gibi" dedi ve gittiler. Ümmü Eymen onları görünce ağladı.
"Niye ağlıyorsun? Resûlullah'ın
Allah nezdinde bulacağı (mükâfaatlar)ın daha hayırlı olduğunu bilmiyor
musun?" dediler. Ümmü Eymen:
"Evet bilmez olur muyum? Allah
indinde olan, Resûlullah için elbette daha hayırlıdır. Velâkin beni ağlatan,
semadan gelen vahyin kesilmiş olmasıdır" dedi. Bu sözleri onları da
hüzünlendirdi. Ümmü Eymen'le birlikte onlar da ağladılar." [Müslim,
Fezâilu's-Sahâbe 103, (2453).[289]
AÇIKLAMA:
Ümmü Eymen (radıyallahu anhâ) Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın hem azatlısı hem de hadine'sidir, yani Resûlullah
çocukken onun himayesinde büyümüştür. Onun bu hizmetine telmihen, Aleyhissalâtu
vesselâm "Ümmü Eymen annemden sonra
annemdir" diyecek, sıkça ziyaretine gidecektir. İslâm'ın başında
ilk müslüman olanlar arasında yer alır. Habeşistan'a da, Medine'ye de hicret
etmiştir.
Bir rivayete göre, Hz. Hatice'nin
kızkardeşine ait bir köle idi. Resûlullah'a hibe etmiştir. Diğer bir rivayete
göre ise, Resûlullah'ın annesine aitti. Amine hâtun Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı dünyaya getirinceye, büyüyünceye kadar yetişmesi ile ilgilenmiştir.
Bilahare Aleyhissalâtu vesselâm onu azad etmiş ve Zeyd İbnu Hârise ile
evlendirmiştir. Bu mutlu evlilikten Üsâme İbnu Zeyd doğacaktır. Üsâme,
Resûlullah'ın en ziyade sevdiği kimselerden ve ordu komutanlarından biri olması
haysiyetiyle Ümmü Eymen, Üsâme (radıyallahu anhümâ)'nın annesi olmaktan da şereflenmiştir.
Ümmü Eymen, Aleyhissalâtu vesselâm'ın
vefatından beş ay kadar sonra vefat etmiştir, (radıyallahu anhâ).[290]
ـ4492
ـ1ـ عن ابْنِ
عبَّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
أحِبُّوا اللّهَ
لِمَا
يَغْذُوكُمْ
بِهِ مِنْ
نِعَمِهِ،
وَأحِبُّونِى
لِحُبِّ
اللّهِ.
وَأحِبُّوا
أهْلَ
بَيْتِى لِحُبِّى[.
أخرجه
الترمذي .
1. (4492)- İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Nimetleriyle sizi beslediği için
Allah'ı sevin. Beni de Allah sevgisi için sevin. Ehl-i Beytimi de benim sevgim
için sevin." [Tirmizî, Menâkıb, (3792).][291]
AÇIKLAMA:
Bu hadiste, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), fıtrî ve tabiî bir sevgiden hareketle, Ehl-i Beyti'nin sevilmesi
gereğini ifade ediyor. Şöyle ki İslâm ulemâsı, insan fıtratındaki
"sevgi"nin üç şey sebebiyle hasıl olacağını belirtirler:
1- Kemâl,
2- İhsan,
3- Menfaat (4356. hadise bak).
Bu hadiste Resûlullah, hayatımızın
devamını sağlayan gıdamızı Allah'ın verdiğini hatırlatarak, ihtiyaçlarımızı
gören Rabbimizi sevmenin fıtrî ve tabiî birşey olduğunu bildiriyor. Allah'ı
sevdik mi ister istemez kendisini yani Hz. Peygamber'i seveceğiz, çünkü O,
Habîbullah'tır. Dostun dostu sevilir. Ayrıca Kur'an'da Allah'ı sevenlere, Resûlullah'a
ittiba ve onu sevmek emredilmiştir. (Bu hususlar da 4356. hadiste açıklandı).
Resûlullah'ı sevince, onun sevdikleri ve sevilmesini emrettikleri de
sevilecektir. Âl-i Beyt bunlardandır: Resûlullah hem sevmiştir, hem de
sevmemizi emretmiştir. Âl-i Beyt Aleyhissalâtu vesselâm'ın bu alâkası,
akrabalık gayretinin bir sonucu olmayıp, risalet vazifesinin icabı olduğunu,
ileride sayıca çok artacak ümmetinin, yeryüzünün her tarafına dağılarak İslâm'a
fıtrî bağlarla bağlı ve ciddi taraftar bir cemaat teşkil edeceğini; ilim,
maneviyat, cihad gibi cemiyetlerin dinamiği olan, milletlerin ayakta kalmasını
sağlayan ve devamları için şart olan hususlarda onların daima önde olacakları
ve onların sevilmesi ve sayılmasının ümmetî birliğe temel teşkil edeceği
hikmetine dayandığını Bediüzzaman merhumdan kaydettiğimiz bir pasajda
göstermiştik, burada tekrar etmeyeceğiz (4434. hadis).[292]
ـ4493
ـ2ـ وعن سعد
بْنِ أبى
وقّاص رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]لَمَّا
نَزَلَتْ
هذِهِ اŒيَةُ:
تَعَالُوا
نَدْعُ
أبْنَاءَنَا
وَأبْنَاءَكُمْ
وَنِسَاءَنَا
وَنِسَاءَكُم
اŒية؛ دَعَا
رَسُولُ
اللّهِ #
عَلِيّاً
وَفَاطِمَةَ
وَحَسناً
وَحُسَيْناً
وقَالَ:
اللَّهُمَّ
هؤَُءِ
أهلِى[.
أخرجه الترمذي
وصححه .
2. (4493)- Sa'd İbnu Ebî
Vakkas (radıyallahu anh) anlatıyor: "Şu âyet indiği zaman, (meâlen):
"Sana bu ilim geldikten sonra, kim
seninle bu hususta mücadele edecek olursa de ki: "Gelin,
çocuklarımızı ve çocukarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendinizi ve
kendimizi çağırıp toplanalım, sonra niyaz edelim ki, Allah'ın laneti yalancılar
üzerine olsun!" (Âl-i İmrân 61), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
Aliyi, Fatıma'yı, Hasan ve Hüseyin (radıyallahu anhüm ecmaîn)'i çağırdı ve:
"Allah'ım, bunlar da benim ehlim
(âilem)" buyurdu." [Tirmizî,
Tefsir, Âl-i İmrân, (3002).][293]
AÇIKLAMA:
Bu rivayetle ilgili açıklama daha önce
geçtiği için burada tekrar etmeyeceğiz (4407. hadis).[294]
ـ4494
ـ3ـ وعن أُمِّ
سلَمَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْها
قالتْ:
]نَزَلَتْ
هذِهِ اŒيةُ
وَأنَا جَالِسَةٌ
عَلى بَابِ
بَيْتِ
النَّبِىِّ #:
إنَّمَا
يُرِيدُ
اللّهُ
لِيُذْهِبَ
عَنْكُمُ
الرِّجْسَ
أهْلَ
الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ
تَطْهِيراً؛
وفي الْبَيْتِ
رَسُولُ
اللّهِ #
وَعلَيٌّ
وَفَاطِمَةُ
وَالْحَسَنُ
وَالْحُسَيْنُ
فَجَلَّلَهُمْ
بِكِسَاءٍ
وقَالَ:
اللَّهُمَّ
إنَّ هؤَُءِ أهْلُ
بَيْتِى،
فَأذْهِبْ
عَنْهُمُ
الرِّجْسَ
وَطَهِّرْهُمْ
تَطْهِيراً.
فَقُلْتُ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ
ألَسْتُ مِنْ
أهْلِ
الْبَيْتِ؟
فقَالَ: إنَّكِ
الى خَيْرٍ.
أنْتِ مِنْ
أزْوَاجِ
النَّبِىِّ #[.
أخرجه
الترمذي.»الرِّجْسُ«
النجس، وكل
مستقذر، وقيل
ا‘ثم .
3. (4494)- Ümmü Seleme
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
evinin kapısında iken şu âyet nazil oldu: "...Ey peygamber ailesi! Allah
günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor" (Ahzab 33). Evde
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin vardı.
Onlara bir örtü bürüdü ve:
"Allahım, işte bunlar benim ehl-i beytimdir, bunlardan günahı gider ve
bunları kirlerden tertemiz kıl!" buyurdu. Ben atılıp:
"Ey Allah'ın Resûlü! Ben ehl-i
beytten değil miyim?" dedim. Bana:
"Sen (yerinde dur, sen zaten)
hayırdasın, sen Resûlullah'ın zevcesisin!" diye cevap verdi."
[Tirmizî, Menâkıb, (3870).][295]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, ehl-i beyt'in, ümmet
arasındaki mümtaz yerini tesbit etmektedir. Ancak, Kur'an'da teşrif edilen bu "Ehl-i Beyt"e
kimler dahildir? hususu âlimler arasında ihtilaflıdır.
* İbnu Abbâs, İkrime, Atâ ve Kelbî,
Mukâtil, Sa'îd İbnu Cübeyr (radıyallahu anhüm)'e göre ayette mezkur olan Ehl-i
Beyte, hassâten Aleyhissalâtu vesselâm'ın zevceleri dahildir. Derler ki:
"Beyt'ten murad, beytu'n-Nebî ve zevcelerinin meskenleridir. Zira ayette:
"Evlerinizde okunan Allah'ın ayetlerini, ilim ve hikmeti tefekkür
edin" (Ahzab 34) buyurulmaktadır. Keza Kur'an'da Resûlullah'ın zevceleri
ile ilgili gelen şu kısımdaki âyetlerin siyakı da zevcât-ı tâhîrât'ın ehl-i
beyte dahil olduğunu gösterir: "Ey Peygamber! Hanımlarına de ki..."
den... "Şüphesiz ki Allah'ın lütfu geniştir, O herşeyden haberdar"
(Ahzâb 28-34. âyetler) âyetine kadar."
* Ebû Sâidi'l-Hudrî, Mücâhid, Katâde ise
Kur'ân'da mezkur olan Ehl-i Beyt'i hassâten Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve
Hüseyin (radıyallahu anhüm)'ün teşkil ettiğini söylemişlerdir. Onların bu hükme
varmada delillerinden biri, ayetteki hitabın kadınlara değil, erkeklere
yapılması sahih olacak şekilde gelmiş olmasıdır. Zira ayette erkekleri ifade
eden عَنْكُمْ
ve وَلِيطْهِرَكُمْ
denmiştir. Bu hitap sadece kadınlara
olsaydı عَنْكُنَّ
وَيُطَهِّرَكُنَّ
denmesi gerekirdi. Ancak önceki görüşte
olanlar, bu iddiaya: "İfadenin müzekker muhataba göre gelmesi ehl
kelimesini esas almaktan dolayıdır. Nitekim âyet-i kerîmede Cenab-ı Hak اَتَعْجَبِينَ
مِنْ أمْرِ
اللّهِ
رَحْمَتُ
اللّهِ وَبَرَكَاتُهُ
عَلَيْكُمْ
اَهْلَ
الْبَيْتِ buyurmuştur. Arapçada kişi arkadaşına, zevcesine veya zevcelerini
kastederek كَيْفَ
اَهْلُكَ der, o da
هُمْ
بِخَيْرِ der, kastedilenler kadın olduğu halde
erkek zamiri kullanılır" diye karşılık vermişlerdir.
Bu iki görüş sahiplerinin getirdikleri
delilleri burada serdetmeye gerek görmüyor, bunlar arasında üçüncü mutavassıt
bir görüş daha var, onu kaydediyoruz:
* Kurtubî, İbnu Kesîr gibi bir kısım
muhakkik ulemâya göre, âyette mezkur olan Ehl-i Beyt'e Resûlullah'ın zevceleri,
Hz. Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin dahildirler. Bunlara göre, zevcât-ı tâhirat
dahildir, çünkü işaret edilen ayetlerle kastedilenler onlardır, onlar
Resûlullah'ın evlerinde sakindirler. Bu hususu te'yid eden bir kısım rivayetler
İbnu Abbas ve başkaları tarafından rivayet edilmiştir. Ali, Fatıma, Hasan ve
Hüseyin hazerâtının da dahil olması ise, neseb yönüyle yakınlıklarından ve
ailesine dahil olmalarındandır. Keza âyetin onlar sebebiyle indiğini te'yid
eden rivayetlerde bu görüşe delil kabul edilmiştir. Bu durumda ayet-i kerîmenin
bu iki zümreden sadece birini kasdetmiş olduğunu iddia edenler, yapılması
gereken bir şeyi yaparken, ihmali câiz olmayan bir hususu da ihmal etmiş
olmaktadırlar.
2- Resûlullah'ın Ümmü Seleme (radıyallahu
anhâ)'ya söylediği: "Sen yerinde (dur, sen zâten) hayırdasın..." sözü
hususunda iki te'vil yapılmıştır.
* Birine göre mana şudur: "Sen
(zaten) hayırlısın. Benim ehl-i beytimden olman sebebiyle, bir de örtümün
altına girmeye ihtiyacın yok." Onu girmekten men edişinin sebebi Hz. Ali'nin oradaki
varlığıdır.
* Diğer te'vile göre, mana şöyledir:
"Sen ehl-i beytimden olmasan da sen hayırlısın." Mübârekfûrî, önceki
görüşün râcih ve hatta muteber görüş olduğunu belirtir. [296]
ـ4495
ـ4ـ وعن أنسْ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ رَسُولُ
اللّهِ #
حِينَ
نَزَلَتْ
هذِهِ اŒيةُ: إنَّمَا
يُرِيدُ
اللّهُ
لِيُذْهِبَ
عَنْكُمْ
الرِّجْسَ
أهْلَ
الْبَيْتِ
يَمُرُّ بِبَابِ
فَاطِمَةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها إذَا خَرَجَ
الى الصََّةِ
قَرِيباً
مِنْ سِتَّةِ
أشْهُرٍ.
فَيَقُولُ:
الصََّةَ
أهْلَ
الْبَيْتِ،
إنَّمَا
يُرِيدُ
اللّهُ
لِيُذْهِبَ
عِنْكُمُ
الرِّجْسَ
أهْلَ
الْبَيْتِ
وَيُطَهِّرَكُمْ
تَطْهِيراً[.
أخرجه
الترمذي .
4. (4495)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Şu âyet indiği zaman (meâlen): "...Ey
peygamber ailesi! Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak
istiyor" (Ahzâb 33), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sabah namazına
giderken, altı aya yakın bir müddette, Hz. Fâtıma (radıyallahu anhâ)'nın
kapısına uğrayıp:
"Namaz(a kalkın) ey Ehl-i Beyt
"Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor!"
buyurdu." [Tirmizî, Tefsîr, Ahzâb (3204).][297]
ـ4496
ـ5ـ وعن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالتْ:
]خَرَجَ
رَسُولُ
اللّهِ #
وَعَلَيْهِ
مَرْطٌ مُرَحَّلٌ
أسْوَدٌ،
فَجَاءَ
الْحَسَنُ فَأدْخَلَهُ،
ثُمَّ جَاءَ
الْحُسَيْنُ
فَأدْخَلَهُ،
ثُمَّ
جَاءَتْ
فَاطِمَةُ
فَأدْخَلَهَا،
ثُمَّ جَاءَ
عَليٌّ فَأدْخَلَهُ.
ثُمَّ قَالَ:
إنَّمَا
يُرِيدُ اللّهُ
لِيُذْهِبَ
عَنْكُمُ
الرِّجْسَ
أهْلَ الْبَيْتِ
وَيُطَهِّرَكُمْ
تَطْهِيراً[.
أخرجه
مسلم.»المِرْطُ«
كساء من خز أو
صوف يتغطى به.و»المُرَحَّلُ«
الموشى
المنقوش الذي
فيه صور
الرجال، وقال
الجوهري: هو
إزار خز فيه
أعم .
5. (4496)- Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
üzerinde siyah (yünden) nakışlı bir kumaş olduğu halde sabahleyin (evden)
çıktı. O sırada Hasan geldi, onu örtünün altına soktu. Sonra Hüseyin geldi onu
da soktu. sonra Fatıma geldi, onu da soktu. Sonra Ali geldi onu da örtünün
altına soktu. Sonra da:
"Ey Ehl-i Beyt Allah günahlarınızı
giderip sizi tertemiz yapmak istiyor" (Ahzâb 33) buyurdu" [Müslim,
Fezâilu's-Sahâbe 61, (2424).][298]
ـ4497
ـ6ـ وعن يزيد
بن حيّان عن
زيد بن أرقَمٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: أَ
وَإنِّى
تَارَكٌ
فِيكُمْ
ثِقْلَيْنِ،
أحَدَهُمَا
كِتَابُ
اللّهِ
تَعالى، هُوَ
حَبْلُ اللّه
الَّذِى مَنِ
اتَّبِعَهُ
كَانَ عَلى
الْهُدى
وَمَنْ
تَرَكَهُ
كَانَ عَلى
الضََّلَةِ،
وَعِتْرَتِى:
أهْلُ
بَيْتِى. قُلْنَا:
مِنْ أهْلِ
بَيْتِهِ
نِسَاؤُهُ؟ قَالَ
َ أيْمُ
اللّهِ إنَّ
الْمَرْأةَ
تَكُونُ مَعَ
الرَّجُل
الْعَصْرَ
مِنَ
الدَّهْرِ
فَيُطَلِّقُهَا
فَتَرْجِعُ
الى أبِيهَا وَقَوْمِهَا.
أهْلُ
بَيْتِهِ:
أصْلُهُ
وَعَصَبَتُهُ
الَّذِينَ
حُرِمُوا
الصَّدَقَةَ
بَعْدَهُ[. أخرجه
مسلم.سمى
النبى #
القرآن
العزيز وأهل
بيته ثقلين ‘ن
ا‘خذ بهما
والعمل بما
يجب لهما
ثقيل. وقيل
العرب تقول
لكل نفيس خطير
ثقل، فجعلهما
ثقلين
إعظاماً
لقدرهما
وتفخيما
لشأنهما.و»العَصبةُ«
أهل الرجل من
قبل اŒباء
وا‘جداد .
6. (4497)- Yezid İbnu
Hayyân, Zeyd İbnu Erkâm (radıyallahu anh)'tan naklen anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Haberiniz olsun! Ben size iki
ağırlık bırakıyorum. Bunlardan biri Allah Teâlâ'nın Kitabı'dır. O, Allah'ın (sema-arz arasına
uzanmış) ipi olup, kim ona tutunursa
hidayet üzere olur, kim de onu terkederse dalâlete düşer. İkincisi itretim,
Ehl-i Beytim'dir." Biz, Zeyd İbnu Erkam'a sorduk:
"Kadınları da Ehl-i Beyt'inden
midir?"
"Hayır! dedi, Allah'a yemin olsun,
kadın bir müddet erkekle beraber olur.
Sonra (kocası) onu boşar, o da babasına ve kavmine döner. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın Ehl-i Beyt'i aslı ve kendinden sonra sadaka haram
olan asabesi'dir." [Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 37, (2408).][299]
AÇIKLAMA:
1- Kur'an ve Âl-i Beyt için sakaleyn
(ağırlık) denmesi, onun kıymetce,
şerefceüstünlüğündendir. Bazı rivayetlerde iki ağır halife خَلِيفَتَيْنِ
ثَقَلَيْنِ diye gelmiştir.
2- Münâvî, Âl-i Beyt'le Ashâb-ı Kisâ'nın
kastedildiğini belirtir. Zekat haram edilenlere ehl-i beyt diyenlerin zayıf
görüşte olduklarına işaret eder. Hanefilere ve Şâfiîlere göre, bu hadiste zikri
geçen Âl'den murad, Benî Hâşim'dir. Yani, Hz. Ali, Akîl, Ca'fer ve Abbas
hazerâtının sülaleleri ve onların azatlılarıdır; bunlara zekât verilmez. İmam
Mâlik yalnız Benî Hâşim'e zekat verilmeyeceği görüşündedir. Bütün Kureyş'e
zekat verilmeyeceğini söyleyenler de olmuştur. Bu rivayette, Hz. Zeyd'in,
Ezvâc-ı Tâhirât'ı Al-i Beyt'ten saymaması bütün Kureyş kabilesini Ehl-i beyt
kabul edenlerin sözünü reddetmeye müteveccihtir. Gerçi onlardan Hz. Aişe,
Hafsa, Ümmü Habîbe, Ümmü Seleme, Sevde, Zeyneb Bintu Cahş gibi bir kısımları Kureyş'e mensup idiler.
3- Kurtubî, hadiste Kur'ân'ın emirlerine uyup
yasaklarından kaçınmak, itreti'nin sîretine uymak, hayatı onların istikametine
göre yönlendirmekle hidayete erilebileceğinin belirtildiğine dikkat çeker.
Sonra der ki: "Bu vasiyet ve bu büyük te'kid, Resûlullah'ın ehline
ihtiram, onları tebrie, tâzime ve sevginin vacib olduğuna, müekked farzların da
vacib olduğuna, bunları terke hiçbir kimseye bir özür tanımadığına delalet
eder."
4- Bu hadisin Zey İbnu Sabit (radıyallahu anh)'tan
gelen bir başka vechi şöyle devam eder: "Bu iki şey (Ehl-i Beyt ve
Kur'ân), (Kıyamet günü, Kevser) havuzunun başında toplanıncaya kadar
birbirlerinden ayrılmayacaklar."
Bir kısım alimler, bu ve benzeri
ifadelere dayanarak, Kıyamete kadar, dünyanın her tarafında Kur'ân'la amel
etmeyi terketmeyecek Ehl-i Beyt'e mensup
kimselerin bulanacağına hükmetmişlerdir. Böylece onlar Arz ehline bir
garanti teşkil etmişlerdir. Onların
tamamen tükenmesi, Arz ehlinin sonu demektir.
5- Asabe, kişinin baba cihetinden gelen
akrabalarına denir.[300]
ـ4498
ـ7ـ وعن ابن
عُمَر رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما: ]أنَّ
أبَا بَكْرٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قَالَ:
اِرْقُبُوا
مُحَمَّداً # في
أهْلِ
بَيْتِهِ[.
أخرجه
البخاري .
7. (4498)- İbnu Ömer (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Ebû Bekr (radıyallahu anh) buyurdular ki: "Muhammed
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı Ehl-i beytinde gözetin." [Buhârî, Fezâilu'l-Ashâb,
12, 22.] [301]
AÇIKLAMA:
Hz. Ebû Bekr, bu sözüyle halka
hitabederek, Resûlullah'ın hatırını akrabalarında gözetmeleri, Aleyhissalâtu
vesselâm'ın gönüllerde yüce olan hatırı ve sevgisi sebebiyle, O'na neseben
yakın olanlara hürmet etmeyi, onları incitip üzecek, gücendirecek söz ve
davranışlardan kaçınmayı tavsiye etmektedir. "Gözetin" diye ifade
ettiğimiz murâkabe "korumak ve kollamak" manalarına gelmektedir.
Buhârî, Hz. Ebû Bekr'in bu tavsiyesinin peşinden, bunu açıklar ve tamamlar
mahiyetteki şu hadisi kaydeder.
"Fâtıma benden bir parçadır, onu
öfkelendiren beni öfkelendirmiş olur." [302]
ـ4499
ـ1ـ عن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: لَوْ
أنَّ
ا‘نْصَارَ سَلَكُوا
وَادِياً أوْ
شِعْباً
لَسَلَكْتُ
وَادِىَ
ا‘نْصَارِ
وَشِعْبَهُمْ،
وَلَوَْ الْهِجْرَةُ
لَكُنْتُ
امْرؤاً مِنَ
ا‘نْصَارِ.
قَالَ أبُو
هُرَيْرَةَ:
بِأبِى هُوَ
وَأُمِّى مَا
ظَلَمَ:
آوَوْهُ
وَنَصَرُوهُ،
أوْ كَلِمَةً
أخرَى[. أخرجه
البخاري .
1. (4499)- Hz. Ebû Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Şayet Ensar vadiye veya geçide
sülûk etse ben de mutlaka Ensar'ın gittiği vadiye ve geçide sülûk ederim. [Eğer
hicret olmasaydı ben Ensâr' dan biri olurdum.]"
Ebû Hureyre der ki: "Ona annem ve
babam feda olsun. (Bu sözüyle haddi aşmış, Ensarın hakkından fazlasını onlara
vererek) zulmetmiş değildir. (Zira) onlar O'nu barındırdılar ve O'na yardım
ettiler veya bir başka kelime (ile ifade edilecek) yardımlar yaptılar.
Mallarıyla kendisine ve Ashabına muâvenette bulundular." [Buhârî,
Menâkıbu'l-Ensâr 2, Temennî 9.][303]
ـ4500
ـ2ـ وعن أبى
سعيدٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: أَ
إنَّ
عَيْبَتِي الَّتِى
آوِي
إلَيْهَا:
أهْلُ
بَيْتِى وَإنَّ
كَرِشِى
ا‘نْصَارُ،
فَاعْفُوا
عَنْ مُسِيئِهِمْ
وَاقْبَلُوا
مِنْ
مُحْسِنِهِمْ[.
أخرجه
الترمذي .
2. (4500)- Ebû Saîd
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Benim kendisine sığındığım sırdaşım
ehl-i Beyt'imdir, dayanağım da Ensâr'dır. Öyleyse onların (Ehl-i Beyt ve
Ensâr'ın) kusurlularını affedin, faziletli olanlarına da sarılın."
[Tirmizî, Menâkıb, (3900).][304]
ـ4501
ـ3ـ وعن ابن
عبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قَالَ:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: َ
يُبْغِضُ ا‘نْصَارَ
أحَدٌ
يُؤْمِنُ
بِاللّهِ
وَالْيَوْمِ
اŒخِرِ[. أخرجه
الترمذي
وصححه .
3. (4501)- İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Allah'a ve ahirete iman eden kimse
Ensâr'a buğzetmesin." [Tirmizî, Menâkıb, (3903).][305]
ـ4502
ـ4ـ وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #:
ا‘نْصَارُ
كَرِشِى
وَعَيْبَتِي،
وَإنَّ النَّاسَ
سَيكْثُرُونَ
وَيَقِلُّونَ،
فَاقْبَلُوا
مِنْ
مُحْسِنِهِمْ
وَتَجَاوَزُوا
عَنْ
مُسَيئِهِمْ[.
أخرجه
الشيخان
والترمذي.زاد
البخاري في
أخرى، عن ابن
عباس بعد قوله:
»وَيَقِلُّونَ
حَتّى
يَكُونُوا
كَالْمِلْحِ
في الطَّعَامِ«.قوله
»كَرِشِى
وَعَيْبَتِى«
أي موضع سرّي
وأمانتي،
فاستعارهما ‘ن
المجترّ يجمع علفه
في كرشه،
والرجل يضع
ثيابه في
عيبته.وقال
أبو عُبَيْدَ:
يقال للجماعة
من الناس:
كرش، كأنه
أراد جماعتي
وصحابتي
الذين بهم
أثق، وعليهم
أعتمد .
4. (4502)- Hz. Enes (radıyallahu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Ensâr dayanağımdır, sırdaşımdır.
İnsanlar sayıca artarken onlar azalacaklar. Öyleyse onların iyilerine yapışın,
kusurlularını da affedin." [Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr 11; Müslim, Fezâilu's-Sahâbe
176, (2510); Tirmizî, Menâkıb, (3901).]
Buharî, İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ)'dan kaydettiği bir diğer rivayette: "Onlar azalacaklar"
lafzının peşinde şu ziyadeye yer verir: "...Öyle ki yemekteki tuz gibi
olacaklar." [306]
BEDİR,
AKABE ve BEY'ATU'R-RIDVAN'A KATILANLARIN FAZİLETİ
ـ4503
ـ1ـ عن
رِفاَعة بْنِ
رَافع الزرقى
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]جَاءَ
جِبْرِيلُ
عَلَيْهِ السََّمُ
الى
النَّبىِّ #:
فقَالَ: مَا
تَعُدُّونَ
أهْلَ بَدْرٍ
فِيكُمْ؟
قَالَ: مِنْ
أفْضَلِ
الْمُسْلِمِينَ.
قَالَ:
وَكَذلِكَ
مَنْ شَهِدَ
بَدْراً مِنَ
المََئِكَةِ
عَلَيْهِمُ
السََّمُ.
وَكَانَ رِفَاعَةُ
مِنْ أهْلِ
بَدْرٍ،
وَكَانَ
رَافِعٌ مِنْ
أهْلِ
الْعَقَبَةِ،
فَكَانَ
يَقُولُ بْنِهِ
مَا
يَسُرُّنِى
أنِّى
شَهِدْتُ بَدْراً
بِالْعََقَبَةِ[.
أخرجه
البخاري .
1. (4503)- Rifâ'a İbnu
Râfi' ez-Zürakî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Cibril aleyhisselâm,
Resûlullah Aleyhissalâtu vesselâm'a gelerek:
"İçinizdeki Bedir ehlini ne
addediyorsunuz?" diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm: "Müslümanların
en faziletlisi!" buyurdu. Cebrail:
"Biz de Bedir'e katılan melekleri
öyle (en faziletlimiz) biliyoruz!"
dedi. Rifâ'a (radıyallahu anh) da Bedir ehlindendi. Râfi' ise Akabe
ehlindendi ve oğluna:
"Akabe bey'atlerinde hazır bulunmam
yerine Bedirde hazır bulunmuş olmam beni sevindirmez!" derdi." [Buharî,
Meğâzî 11.][307]
ـ4504
ـ2ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
اِطَّلَعَ
اللّهُ عَلى
أهْلِ بَدْرٍ.
فقَالَ:
اِعْمَلُوا
مَا شِئْتُمْ
فَقَدْ
غَفَرْتُ
لَكُمْ[.
أخرجه أبو داود
.
2. (4504)- Hz. Ebû Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Allah Teâlâ Hazretleri, Bedir
Ehli(nin yaptığı fedakârlık ve ihlâsları)na muttali oldu da:
"Artık ne isterseniz yapın. Ben sizi
affetmişim!" buyurdu." [Ebû Dâvud, Sünnet 9, (4654).][308]
ـ4505
ـ3ـ وعن جابر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: َ
يَدْخُلُ
النَّارَ
أحَدٌ مِمَّنْ
بَايَعَ
تَحْتَ
الشَّجَرَةِ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود
والترمذي .
3. (4505)-
Hz. Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "(Hudeybiyede) ağaç altında Bey'at edenlerden hiç
kimse ateşe girmeyecektir." [Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 163, (2496); Ebû
Dâvud, Sünnet 9, (4653); Tirmizî, Menâkıb, (3859).][309]
AÇIKLAMA:
1- Daha önce birkaç fırsatta temas edip
açıkladığımız üzere, bazı vakitlerde yapılan ameller Allah nezdinde fevkalâde
kıymetli olmakta ve amel sahibine tecelli ettirdiği feyiz ve bereket, o
kimsenin geçmiş ömründe işlediği günahların affına yettiği gibi, gelecek
hayatında işleyeceği günahların affına
da yetebilmektedir. Ulemâmız meseleyi öyle değerlendirmiştir. İşte bu babta
zikredilen gazveler, İslam tarihinin dönüm noktalarını teşkil edecek
ehemmiyette olduğu için o gazvelere katılanların böylesi bir mağfiret ve
berekete mazhar oldukları âyet ve hadislerde belirtilmiştir. Akabe Bey'atı:
Ensar'ın Resûlullah'a ve müslümanlara himaye verdikleri bir akittir. Medine'ye
hicret hadisesi bunun meyvesidir. İslâmî inkişafa hicretin katkısı, bu Akabe
bey'atinin bir semeresidir. Bedir gazvesi neşvünema halinde olan İslâm
filizinin koparılıp yok edilmesini önlemiştir. Bey'atu'r-Rıdvan, Feth-i Mübîn
olan ve insanların fevc fevc İslâm'a
girişini sağlamada zemin hazırlayan Hudeybiye Sulhü'ne sebep olmuştur. Bunlar
Resûlullah'ın hayatında mühim dönüm noktalarıdır. Cenab-ı Hakk'ın rahmeti, bu
gazvelere katılanları -ne yaparlarsa yapsınlar- bağışlayıp, ateşe girmeden
cennetine koyacak vüs'attedir. Madem ki, Allah adına konuşan, hizb ve mücâzefe
hakkında muhal olan Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm) öyle haber
vermiştir, dediği gibi, olacaktır. Nitekim Hâtıb İbnu Ebî Beltea ve başka bazı
vak'alarda Resûlullah bu espriye uygun olarak onların hatalarını değerlendirme
örneği de vermiştir."[310]
2- Bu husus, sadedinde olduğumuz son
hadisin Müslim'deki veçhinde daha açık görülmekte ve daha iyi anlaşılmaktadır.
Rivayet şöyle: Ümmü Mübeşşir (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın birgün Hz. Hafsa'nın yanında: "Ashab-ı
şecereden hiç kimse inşaallah ateşe girmeyecektir" buyurduğunu işittim.
Hz. Hafsa bu söze itiraz etmek isteyerek:
"Hayır, olamaz! Ey Allah'ın Resûlü!
dedi. Resûlullah (bu çıkışı sebebiyle) onu azarladı. Ama Hafsa (kanaatinde
ısrarlı idi. Kendisine delil olarak şu ayeti okudu): "Sizden herkes
mutlaka cehenneme gelecek" (Meryem 71).]
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da
Hz. Hafsa'ya ayetle cevap verdi:
"Allah Teâla Hazretleri şöyle
buyurmuştur: "Allah: "Sonra Allah'tan korkan muttakileri kurtaracağız
ve zâlimleri orada diz çökmüş halde bırakacağız" (Meryem 72)"
buyurdu."
Alimler burada Hz. Hafsa'nın istirşâd yani
o babtaki hükmün Resûlullah tarafından
açıklanmasını taleb maksadıyla itiraz ettiğini; gerçekte itiraz etmediğini
belirtirler. Bu meselede gerçek bir itiraz haddi aşmak olur. Zira uhrevî gaybî
meselelerde Resûlullah'tan başka hiç kimsenin söz hakkı ve yetkisi yoktur.
Ashabın hele Hz. Hafsa gibi bir büyük şahsiyetin bunu bilmemesi düşünülemez.
Ayetteki "cehenneme gelmek"ten murad Sırat'a gelmek denmiştir. Zira
üstünden geçmek üzere herkes Sırat köprüsüne gelecektir. O ise cehennemin
üzerindedir. [311]
ـ4506
ـ1ـ عن أبى
مُوسى رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
مَثَلُ
الْمُسْلِمِينَ
وَالْيَهُودِ
وَالنَّصَارَى
كَمَثَلِ رَجُلٍ
اسْتَأجَرَ
قَوْماً
يَعْمَلُونَ
لَهُ عَمًَ
الى
اللَّيْلِ
عَلى أجْرٍ
مَعْلُومٍ.
فَعَمِلُوا
لَهُ الى
نِصْفِ
النَّهَارِ.
فقَالُوا: َ
حَاجَةَ
لَنَا الى
أجْرِكَ
الَّذِى
شَرَطْتَ
لَنَا، وَمَا
عَمِلْنَا
بِاطِلٌ.
فقَالَ
لَهُمْ: َ
تَفْعَلُوا،
أكْمِلُوا
بَقِيَّةَ
عَمَلِكُمْ
وَخَذُوا
أجْرَكُمْ
كَامًِ. فَأبُوْا
وَتَركُوا
وَاسْتَأجَرَ
آخَرِينَ
بَعْدَهُمْ،
فقَالَ:
أكْمِلُوا
بَقِيَّةَ
يَوْمَكُمْ
هذَا وَلكُمُ
الَّذِى
شَرَطْتُ
لَهُمْ مِنَ
ا‘جْرِ.
فَعَمِلُوا
حَتّى إذَا
كَانَ حِينَ
صََةِ
الْعَصْرِ،
قَالُوا: لَكَ
مَا عَمِلْنَا
بِاطِلٌ،
وَلَكَ ا‘جْرُ
الَّذِى جَعَلْتَ
لَنَا فِيهِ
فقَالَ
لَهُمْ:
أكْمِلُوا بَقِيَّةَ
عَمَلِكُمْ،
فإنَّمَا
بَقِىَ مِنَ
النَّهَارِ
شَىْءٌ
يَسِيرٌ،
فأبُوا
فَاسْتَأجَرَ
قَوْماً
يَعْمَلُونَ
بَقِيَّةَ
يَوْمِهِمْ
فَعَمِلُوا
بَقِيَّةَ
يَوْمِهِمْ حَتّى
غَابَتِ
الشَّمْسُ
فَاسْتَكْمَلُوا
أجْرَ
الْفَرِيقَيْنِ
كِلَيْهِمَا.
فذلِكَ
مثَلُهُمْ
وَمَثَلُ مَا
قَبِلُوا
مِنَ هذا
النُّورِ[.
أخرجه البخاري
.
1. (4506)- Hz. Ebû Musa
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Müslüman, yahudi ve hıristiyanların
meseli şuna benzer: Bir adam var, bir grup kimseyi ücretli olarak tutmuş;
kendisi için belli bir ücret mukabilinde, geceye kadar çalıştırıyor. Bunlar
gündüzün yarısına kadar çalışıp:
"Bize şart koştuğun ücrete
ihtiyacımız yok. (Biz gideceğiz) Şu ana kadar yaptığmız iş için de para
istemiyoruz" derler. Adam onlara:
"Böyle yapmayın, işin geri kalan
kısmını da tamamlayın ve ücretinizi tam olarak alın!" diye rica eder.
Ancak onlar buna yanaşmazlar ve terkedip giderler.
Adam onlardan sonra işi için başkalarını
ücretle tutar. Onlara:
"Şu gününüzü tamamlayın, öncekilere
vaadettiğim ücreti size tam olarak vereyim!" der. Bunlar ikindi vaktine
kadar çalışırlar. O zaman:
"İşin senin olsun, yaptığımız
çalışmanın ücretini de istemiyoruz. (Çalışmayı terkediyoruz)!" derler.
Adam onlara da:
"İşinizin geri kısmını tamamlayın,
şurada az bir zamanınız kaldı" diye
rica eder, ancak onlar dinlemeyip giderler. Adam geri kalan zamanda çalışmaları
için yeni işçiler tutar. Bunlar da geri kalan zamanda güneş batıncaya kadar
çalışırlar ve önceki iki grubun ücretini de alırlar. İşte bu, onların ve bu
nurdan kabul ettikleri miktarın meselidir." [Buharî, İcâre 11,
Mevâkitu's-Salât 17.][312]
ـ4507
ـ2ـ وعن ابْنِ
عُمَرْ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #
إنَّمَا بَقَاؤُكُمْ
فِيمَا
سَلَفَ
قَبْلَكُمْ
مِنَ اُمَمِ
كَمَا بَيْنَ
صََةِ
الْعَصْرِ الى
غُرُوبِ
الشَّمْسِ،
أُوتِىَ
أهْلُ التَّوْرَاةِ
التَّوْرَاةَ
فَعَمِلُوا
بِهَا حَتّى
اِنْتَصَفَ
النَّهَارُ.
فَعَجِزُوا فَأُعْطُوا
قِيرَاطاً
قِيرَاطاً،
ثُمَّ أُوتِىَ
أهْلُ
ا“نْجِيلِ
ا“نْجِيلَ
فَعَمِلُوا
الى صََةِ
الْعصْرِ
فَجَزُوا
فَأُعْطُوا قِيراطاً
قِيراطاً،
ثُمَّ
أُتِينَا
الْقُرآنَ
فَعَمِلْنَا الى
غُرُوبِ
الشَّمْسِ
فَأُعْطَيْنَا
قِيرَاطَيْنِ
قِيرَاطِينِ.
فقَالَ أهْلُ
الْكِتَابَيْنِ:
أىْ رَبِّ،
أعْطَيْتَ
هؤَُءِ قِيرَاطَيْنِ
قِيرَاطَيْنِ،
وَأَعْطَيْتَنَا
قِيرَاطاً
قِيراطاً،
وَنَحْنُ
كُنَّا أكْثَرَ
عَمًَ مِنْهُمْ؟
قَالَ اللّهُ
عَزَّ
وَجَلَّ: هَلْ
ظَلَمْتُكُمْ
مِنْ
أجْرِكُمْ
شَيْئاً؟
قَالُوا: َ
قَالَ: فَهُوَ
فَضْلِِى
أُوتِيهِ
مَنْ أشَاءُ[.
أخرجه
البخاري
والترمذي.
2. (4507)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Sizden önce geçen ümmetlere nazaran
sizin bekânız, ikindi vakti ile güneşin batması arasındaki müddet gibidir.
Tevrat ehline Tevrat verildi, onlar gün ortasına kadar onunla amel ettiler.
Daha fazla devam etmekten aciz kaldılar. Onlara kîrat kîrat ücretleri verildi. Sonra Ehl-i incil'e incil
verildi. Onlar da ikindi namazına kadar çalıştılar. O zaman onlar da âciz kaldılar, kîrat kîrat onlara da
ücretleri verildi. Sonra bize Kur'ân
verildi. Biz güneşin batmasına kadar çalışacağız. Bize ücretimiz ikişer kîrat,
ikişer kîrat verildi. İki kitap mensupları:
"Ey Rabbimiz, sen bunlara ikişer
kîrat, ikişer kîrat olarak verdin. Halbuki bize birer kîrat, birer kîrat
vermiştin. Halbuki biz, amel yönüyle onlardan ileriyiz!" dediler. Allah
Teâla Hazretleri:
"Ben ücretlerinizde bir haksızlık
yaptım mı?" buyurdu. Onlar "Hayır!" dediler.
"Öyleyse, bu benim lütfumdur, onu
ben dilediğime veririm" buyurdu." [Buhârî, İcâre 8, 9,
Mevâkitu's-Salât 17, Enbiya 50, Fezâilu'l-Kur'ân 17, Tevhîd 31, 47; Tirmizî,
Emsâl 7, (2875).][313]
ـ4508
ـ3ـ وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]مُرَّ عَلى
رَسُولِ
اللّهِ #:
بِجَنَازَةٍ
فَأثْنَوْا
عَلَيْهَا
خَيْراً.
فقَالَ:
وَجَبَتْ. ثُمَّ
مُرَّ
بِأُخْرَى،
فَأثْنَوْا
عَلَيْهَا
شَرّاً.
فقَالَ:
وَجَبَتْ.
فقَالَ
عُمَرُ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
مَا وَجَبَتْ
يَا رَسُولَ
اللّهِ؟
قَالَ: هذَا
أثْنَيْتُمْ
عَلَيْهِ
خَيْراً
فَوَجَبَتْ
لَهُ الْجَنَّةُ،
وهذَا
أثْنَيْتُمْ
عَلَيْهِ شَرّاً
فَوَجَبَتْ
لَهُ
النَّارُ.
أنْتُمْ شُهَدَاءُ
اللّهِ في
اَرْضِ[.
أخرجه الخمسة
إَّ أبَا داود
.
3. (4508)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
yanından bir cenaze geçti. Oradakiler, cenaze hakkında hayırlı senada
bulundular. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Vacib oldu! [Vâcib oldu! Vacib
oldu!]" buyurdular. Sonra bir cenaze daha geçti. Bunu kötü sözlerle
yâdettiler. Resûlullah yine: "Vâcib oldu!" buyurdular. Hz. Ömer
(radıyallahu anh):
"Ey Allah'ın Resûlü! Vâcib olan
nedir?" diye sordu.
"Öncekini hayırla yâdettiniz ona cennet vacib oldu. İkincisini kötülükle
yadettiniz ona da cehennem vâcib oldu. Sizler Allah'ın yeryüzündeki
şâhidlerisiniz!" buyurdu. [Buhârî, Cenâiz 86, Şehâdet 6; Müslim, Cenâiz
60, (949); Tirmizî, Cenâiz 63, (1058); Nesâî, Cenâiz 50, (4, 49, 50); Ebû
Dâvud, Cenâiz 80, (3233).][314]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis muhtelif vecihlerde
rivayet edilmiştir. Hayatta olanların aksine ölmüş olanların senâ edilmesinin
caiz olduğunu ifade etmektedir. Hadisin bazı vecihlerinde, yapılan sena da
gelmiştir: "Ne iyi adamdı"; "İffetliydi, müslüman kişiydi";
"Annem, babam sana fedâ olsun" gibi. Şu halde hadis, bu çeşit
sözlerin söylenmesini tecviz etmektedir.
2- Hadiste geçen vâcib oldu sözü, kesinlik
ifade eder; değilse Allah hakkında hiçbir şey vacib değildir. Gerçek şu ki
sevaplar O'nun fazlı, ikablar da adaletidir. Rab Teâla yaptığından kimseye hesap verecek değildir,
kimse de O'na niçin yaptın? diye sual soracak değildir.
3- "Sizler Allah'ın yeryüzündeki
şahidlerisiniz" sözüne muhatap olanlar Sahabiler ve imanda onlarla
aynı evsafı paylaşan kimselerdir. Hadis insanların
verdiği hükme, bir kıymet atfediyorsa da âlimler bu insanların mü'min olması kaydını
getirmiştir. Şârih Dâvudî der ki: "Bu meselede muteber olan, ehl-i fazl ve
sıdk'ın şehadetidir, fâsıkların değil. Çünkü onlar kendileri gibi olanlara
senada bulunurlar. Keza, ölenle arasında düşmanlık olan kimsenin sözlerine de
itibar edilmez, çünkü düşmanın şehadeti makbul değildir." Nevevî
bazılarının "cenaze arkasından yapılan övgünün müessir olması için
söylenenin ölünün haline mutabık olmalıdır, o takdirde cennete girer, değilse
giremez" dediğini nakleder. Ancak kendisi hükmün âmm olmasının daha
muvafık olduğunu söyler.
Bazı alimler ise, buradaki hitabın sadece
Sahabe'ye has olduğunu söylemiştir. "Çünkü, derler, onlar daha sonra
gelenlerin aksine, hep hikmetle konuşurlardı." Ancak çoğunluk, burada
kadın ve erkek bütün müttakilerin kastedildiğini kabul etmiştir. Nitekim bir
başka Buhârî rivayetinde Mü'minler Allah'ın yeryüzündeki
şâhidleridir" denmiştir. Keza
Ahmed, Hâkim ve İbnu Hibbân'ın bir rivayetinde: "Bir müslüman ölünce,
yakın komşularından dört tanesi, ondan hayırdan başka bir şey görmediklerini
söyleyerek lehinde şehadette bulunurlarsa Allah Teâla'nın da: "Sözlerinizi
kabul ettim, sizin bilmediğiniz günahlarını da ben affettim" diyeceği
belirtilmiştir.
4- Nevevî, aleyhinde kötü vasıfları
zikredilen cenazenin münafık olduğunu belirtir. Bunu te'yid eden bu husus,
Ahmed İbnu Hanbel'in bir rivayetidir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
medh u sena edilenin cenazesine namaz
kıldırmış, öbürüne kıldırmamıştır.
5- Hadis, bu ümmetin faziletini ifade
etmekte ve zâhire göre amel etmek gerektiğini vurgulamaktadır.
6- Hadis, ihtiyaç halinde, kişinin lehine
ve aleyhine olan her iki halinden de bahsedilebileceğini, bunun gıybet
olmayacağını ifade eder.[315]
ـ4509
ـ4ـ وعن
حذيفة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
أضَلَّ
اللّهُ
تَعالى عَنِ
الْجُمُعَةِ
مَنْ كَانَ
قَبْلَنَا،
فَكانَ لِلْيَهُودِ
يَوْمُ
السَّبْتِ،
وَكَانَ
لِلنَّصَارَى
يَوْمُ ا‘حَدِ
فَجَاءَ
اللّهُ تَعالى
بِنَا
فَهَدَانَا
لِيَوْمِ
الْجُمُعَةِ،
فَجَعَلَ
الْجُمُعَةَ
وَالسَّبْتَ
وا‘حَدَ،
وَكذلِكَ هُمْ
تَبَعٌ لَنَا
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ.
نَحْنُ
اŒخِرُونَ
مِنْ أهْلِ
الدُّنْيَا،
ا‘وَّلُونَ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ،
الْمَقْضِيُّ
لَهُمْ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
قَبلَ الْخََئِقِ[.
أخرجه مسلم
والنسائي .
4. (4509)- Huzeyfe
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Allah Teâlâ hazretleri, bizden
öncekileri cum'ayı bulma işinde şaşırttı. Bu sebeple cumartesi yahudilerin,
pazar günü de hıristiyanların oldu. Allah Teâlâ hazretleri bizi yarattı ve
bizlere cuma gününü bulma hususunda hidayet nasib etti: Cumayı da, cumartesiyi
de, pazarıda (ibadet günleri) kıldı. Onlar Kıyamet günü de bize tabidirler.
Biz, dünya ehli arasında sonuncuyuz, fakat Kıyamet günü birinciler olacağız ve
bütün mahlukattan önce hesapları görülüp bitirilecekler olacağız."
[Müslim, Cum'a 22, (856).][316]
AÇIKLAMA:
Ulemâ hadisi farklı şekillerde
yorumlamıştır. İbnu Battâl ve Kadı İyaz gibi bir kısmı, hadisten maksadın, cuma
belirlendiği halde, bizden öncekilerin o günü benimsemeyip başka bir günü
seçtikleri manasına gelmez derler. Onlara göre, "Böyle bir tayinden sonra
bir başka günün seçilmesi isyan olur. Ama, Allah, onları bu günü bulmada
muhayyer bırakmıştır da onlar cum'aya isabet edemeyip, yahudiler cumartesine,
hıristiyanlar da pazara isabet ettiler. Allah cum'ayı bulma hususunda
bize yardımcı oldu, biz isabetle cum'ayı bulduk ve o günü ibadet günü
yaptık..." Nitekim Abdurrezzak'ın Musannaf'ında gelen bir rivayet isabetli
içtihadı gösterir. İbnu Sîrîn anlatıyor: "Medineliler, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) daha Medine'ye gelmeden ve Cum'a ayeti de inmeden
önce, bir yerde toplandılar. Ensâr: "Yahudilerin haftada bir kere
toplandıkları hususi bir günleri (cumartesi) var, hıristiyanların da öyle,
(pazarları var); o halde biz de toplanıp Allah'ı zikredeceğimiz, ona şükürde
bulunacağımız bir gün tayinedelim!" derler ve sonunda Arûbe gününü
toplanma günü tayin ederler ve o gün Es'ad İbnu Zürâre'nin yanında toplanırlar.
O gün ilk defa, onlara namazı Es'ad kıldırır (ve o güne cum'a derler). Sonra
Cum'a suresi inerek, o günde eda edilen namazı farz kılar"[317].[318]
ـ4510
ـ5ـ وعن أبى
سعيدٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
يَقُولُ
اللّهُ عَزَّ
وَجَلَّ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
يَا آدَمُ. فَيَقُولُ:
لَبَّيْكَ
وَسَعْدَيْكَ
وَالْخَيْرُ
في يَدَيْكَ.
فَيُنَادَى
بِصَوْتٍ: إنَّ
اللّهَ
يَأمُرُكَ
أنْ تُخْرِجَ
بَعَثاً الى
النَّارِ.
قَال: يَا
رَبِّ، وَمَا
بَعْثَ النَّارِ؟
قَالَ: مِنْ
كُلِّ ألْفٍ
تِسْعُمِائَةٍ
وتِسْعَةٌ
وَتِسْعُونَ.
فَحِينَئِذٍ
تَضَعُ
الْحَامِلُ
حَمْلَهَا،
وَيَشِيبُ
الْوَلِيدُ،
وَتَرَى
النَّاسَ
سُكَارَى
وَمَاهُمْ بِسُكَارى
وَلَكِنَّ
عَذَابَ
اللّهِ شَدِيدٌ.
فَشَقَّ
ذلِكَ عَلى
النَّاسِ
حَتّى تَغَيَّرَتْ
وُجُوهُهُمْ.
فَقَالُوا:
يَا رَسُولَ
اللّهِ.
وَأيُّنَا
ذلِكَ؟
فقَالَ # مِنْ
يَأْجُوجَ
وَمَأجُوجَ
تِسْعُمَائَةٍ
وَتِسْعَةَ
وَتِسْعُونَ
وَمِنْكُمْ
وَاحِدٌ. ثُمَّ
أنْتُمْ في
النَّاسِ
كَالشَّعْرَةِ
السَّوْدَاءِ
في الثَّوْرِ
ا‘بْيَضِ، أوْ
كَالشَّعْرَةِ
الْبَيْضَاءِ
في الثَّوْرِ
ا‘سْوَدِ[.
أخرجه الشيخان
.
5. (4510)- Ebû Saîd
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kıyamet günü Azîz ve Celîl olan
Allah: "Ey Adem!"diye seslenir. Adem:
"Ey Rabbim buyur, emrindeyim, bütün
hayırlar senin elindedir!" der. Şöyle bir nidada bulunulur:
"Allah sana, cehennem hey'etini
çıkarmanı emrediyor!" Adem sorar:
"Ey Rabbim, cehennem hey'eti ne
kadardır?"
"Her binden
dokuzyüzdoksandokuzu!"
İşte "hamilelerin çocuğunu
düşürdüğü, çocukların ihtiyarladığı, insanların sarhoş olmadıkları halde,
azabın şiddetinden sarhoşa döneceklerini göreceğin zaman bu zamandır."[319] Bu haber Ashab'a çok
ağır geldi. Öyle ki yüzlerinin rengi değişti.
"Ey Allah'ın Resûlü! dediler, bu
binde bir içine hangimiz gireceğiz?"
"Ye'cuc ve Me'cuc'dan binde
dokuzyüzdoksandokuz, sizden ise bir olacak. Şunu da bilin: Siz insanlar
arasında, beyaz bir öküzde siyah bir kıl veya siyah bir öküzde beyaz bir kıl
durumundasınız." [Buhârî, Tefsîr, Hac 1, Enbiya 7, Rikak 46, Tevhid 32;
Müslim, İman 379, (222).][320]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadiste cennete girecek mü'minlerin
binde bir olacağını, cehennemliklerin de binde dokuzyüzdoksandokuz olacağını
görmekteyiz. Cennete gideceklerin bu azlığı Ashâb'ı fevkalâde korkutmuş ve
renklerinin uçmasına sebep olmuştur. Ancak Kirmanî, rivayette geçen rakama
itibar edilmemesi gerektiğini, verilen sayının ziyadeye mâni olmadığını
belirtir ve "Burada zikredilen iki sayıdan birincisi, yani "bir"
ile azlık, ikincsi yani "dokuzyüzdoksandokuz" ile çokluk
kasdedilmiştir" der. İbnu Hacer de, "Bütün Âdem evlatları nazarı
itibara alındıkta mü'minlerin sayısı o kadar az olabilir" der. İkinci bir
te'ville: "Cehennem hey'eti"nden muradın kâfirler ve ateşe girecek
âsiler olabileceğini, bunların da binde dokuzyüzdoksandokuza ulaşabileceğini" belirtir.
2- Hadiste bir ifade müşkil bulunmuştur.
Kıyamette çocukların ihtiyarlayacağı, hamile kadınların çocuk düşüreceği
meselesi. Kıyamet günü kadınların hamile olmayacakları, çocukların
ihtiyarlamayacağı gözönüne alınırsa ifadenin nasıl bir müşkil ortaya çıkardığı
anlaşılır. Hatta bu müşkil sebebiyle bazı müfessirler, bu hadisenin Kıyametten
önce olacağını söylemiştir. Fakat Kirmanî bu mütalaaya şu cevabı verir:
"Hadisin ifadesi bir korkutma ve temsilden ibarettir." Kirmânî'den
önce Nevevî de şunu söylemiştir: "Hadiste ulemâ için iki vecih var:
Birine göre şöyle takdir etmek gerekir:
Kıyametin hali öyle bir dehşette olacak ki, o esnada eğer kadınlar hâmile
olsalardı çocuklarını düşürürlerdi. Netekim Araplar: “Bize öyle bir musibet
vurdu ki, coğu ihtiyarlandıracak derecedeydi.”
İkinciye göre: Hadîs, lafzın zahirine
göre de anlaşılabilir. Şöyle ki herkes, Kıyamette, nasıl öldü ise öyle
diriltilecektir. Bu durumda hamilelik üzere ölenler hamile olarak diriltilecek
demektir, çocukken ölenler de çocuk olarak, süt emdirenler süt emdirici olarak
diriltilecek demektir. Kıyametin zelzelesi vâki olup, hadiste belirtilen sözün
Hz. Adem'e söylendiğini insanlar işitince, onlara hamilenin düşük yapmasına,
çocuğun ihtiyarlamasına sebep olan korku çökecek. Bu hâl birinci nefhadan sonra
ikinci nefhadan önce olacaktır."[321]
ـ4511
ـ6ـ وعن أبى
أُمَامَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
وَعَدَنِى رَبِّى
أنْ يُدْخِلَ
مِنْ
أُمَّتِى
الْجَنَّةَ
سَبْعِينَ ألْفاً
َ حِسَابَ
عَلَيْهِمْ
وََ عِقَابَ، وَمَعَ
كُلِّ ألْفِ
سَبْعُونَ
ألفاً وَثََثَ
حَثَيَاتٍ
مِنْ
حَثَيَاتِ
رَبِّى[.
أخرجه الترمذي.و»الحثيةُ«
الغرفة بالكف
.
6. (4511)- Ebû Ümâme
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Rabim bana, ümmetimden yetmişbin
kişiyi hesab ve ceza olmaksızın cennete
koymayı vaadetti. Her bin ile birlikte yetmişbin ve Rabbimin avucuyla üç avuç
daha." [Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyâme 13, (2439); İbnu Mâce, Zühd 34, (4286).][322]
AÇIKLAMA:
Aliyyu'l-Kârî burada verilen sayının
hakikat olabileceği gibi, kesretten kinaye de olabileceğini söyler. Zerkeşî'ye
göre, "üç avuç" ibaresi yetmişe atıf olursa, bir defa olmak üzere üç
avuç miktarını ifade etmektedir. Her bin
ile birlikte yetmiş bin'e atıf olursa, yetmiş kere üç avuç manasına
gelmektedir.[323]
ـ4512
ـ7ـ وعن ابْنِ
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
بَابُ أُمَّتِى
الَّذِى
يَدْخُلُونَ
مِنْهُ
الْجَنَّةَ
عَرْضُهُ
يَسِيرُ
الرَّاكِبُ
الْمُجِدُّ الْمُسْرِعُ
الْمُجَوِّدُ
ثَثاً، ثُمَّ
إنَّهُمْ
يَتَضَاغَطُونَ
عَلَيْهِ
حَتّى تَكَادَ
مَنَاكِبَهُمْ
تُزُولُ،
وَهُمْ شُرَكَاءُ
النَّاسِ في
سَائِرِ
ا‘بْوَابِ[.
أخرجه
الترمذي سوى
قوله: وهم
شُركاءُ
النّاس... إلخ،
فهُوَ مِنْ
زيادة رزين .
7. (4512)- İbnu Ömer (radıyallahu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Ümmetimin cennete gireceği kapının
genişliği, iyi bir atlının üç gün (veya yıl) yürüme mesafesidir. Onlar (cennet
ehli) kapıdan girerken sıkışırlar da omuzları ezilecek hale gelir. Mü'minler
diğer kapılarda insanlarla ortakdırlar." [Tirmizî, Cennet 14, (2551).][324]
AÇIKLAMA:
Alimler, burada geçen "üç"
sayısını da mübalağaya hamletmenin daha muvafık olacağını belirtmişlerdir.
Dolayısıyla "gün" yerine
"yıl"la kayıtlamak da caizdir. Çünkü bir başka rivayette,
"Cennetin kapı kanatlarının genişliği kırk yıl yürüme mesafesi"
olarak ifade edilmiştir.[325]
ـ4513
ـ8ـ ولِلترمذي
في أُخْرى
عَنْ
بُرَيْدَةَ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أهْلُ
الْجَنَّةِ
عِشْرُونَ
وَمِائَةُ
صَفٍّ،
ثَمَانُونَ
مِنْ هذِهِ
اُمَّةِ،
وَأرْبَعُونَ
مِنْ سَائِرِ
اُمَمِ[.»التضاغط«
ازدحام .
8. (4513)- Tirmizî'nin bir
diğer rivayetine Büreyde (radıyallahu anh) (Resûlullah Aleyhissalâtu
vesselâm'ın şu sözünü) nakleder: "Cennet ehli yüz yirmi saftır. Bunlardan
seksen safı bu ümmetten, kırk safı da
diğer ümmetlerdendir." [Tirmizî, Cennet 13, (2549).][326]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, Muhammed ümmetinin çokluğunu
ifade etmektedir ki, verilen rakamlara göre cennet ehlinin üçte ikisine tekabül
etmektedir. Tîbî der ki: "Bu
hadisle Resûlullah'tan varid olan: "Ruhumu kabza-i tasarrufunda tutan
Zât-ı Zülcelal'e yemin olsun, cennet ehlinin dörtte biri olmanızı ümid
ederim" demişti. (Biz az bularak) tekbir getirdik. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Ehl-i Cennetin üçte biri olmanızı ümid ederim" dedi. Biz yine tekbir
getirdik. Aleyhissalâtu vesselâm: "Cennet ehlinin yarısı olmanızı ümid
ederim" dedi" hadisi arasındaki ihtilaf nasıl giderilir? dersen şunu söyleriz: "Resûlullah'a ikramen sayı yönüyle kırk
safa eşit olan seksen saf olması ve dörtte bir ve üçte bire galebe çalması gibi
yarıya da galebe çalması
muhtemeldir." Şeyh Abdullah merhum
Lemeât'da demiştir ki: "Bu hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın:
"Cennet ehlinin yarısı olmanızı ümid ederim" hadisine münafi
değildir. Zira Aleyhissalâtu vesselâm'ın ümit şeklinde ifade ettiği temennisini
Cenab-ı Hakk'ın kabul edip, ümmetin sayısını artırıp neticeyi Resûlullah'a
müjdelemiş olması muhtemeldir." Tîbî'nin "Kırk safa eşit seksen saf
olması muhtemeldir" sözü uzak bir
te'vildir. Çünkü Aleyhissalâtu vesselâm'ın: "Cennet ehli yüzyirmi
saftır" hadisinin zahirine göre bu safların aralarında tesâvî (eşitlik) olması gereğini ifade eder.[327]
ـ4514
ـ9ـ وعن أبى
مُوسى رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: َ
يَمُوتُ
رَجُلٌ مُسْلِمٌ
إَّ ادْخَلَ
اللّهُ
مَكَانَهُ
النَّارَ
يَهُودِيّاً
أوْ
نَصْرَانِيّاً[.
أخرجه مسلم .
9. (4514)- Ebû Musa
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Müslüman bir kimse öldü mü, Allah
ona bedel bir yahudi veya hıristiyanı cehenneme koyar." [Müslim, Tevbe 50,
(2767).][328]
AÇIKLAMA:
Bu hadis ilk nazarda "Hiçbir
günahkâr başkasının günahını yüklenmez" (En'âm 164) ayetine muhalif
gözükmektedir. Rivayetin uzun olan aslında Ömer İbnu Abdilaziz'in bu hadisi
işitince, kendisine rivayet eden Ebû Bürde'ye, onu babasının Resûlullah'tan
işittiğine dair üç sefer yemin ettirmiş olduğunun tasrih edilmesi mânidardır.
Şarihler, buradaki yüklemenin mecaz
olduğunu söylemişlerdir. Yahudi ve hıristiyanların üzerlerine yüklenecek günah
müslümanlarınki değil, kendilerininkidir. Bu günah da küfür ve zulümlerinden
gelmektedir. Bu hususu anlamada, hadisin yine Müslim'de gelen bir başka veçhine
bakalım: "Kıyamet gününde müslümanlardan birtakım kimseler dağlar kadar günahlarla gelecekler. Fakat Allah
onların bu günahlarını bağışlayacak ve -zannıma göre- yahudilerle
hıristiyanların üzerine yükleyecektir."
Burada yahudi ve hıristiyan milletlerinin
çeşitli entrikalarla müslümanları idlâl edip günahların her çeşidine
attırdıklarını düşünmek gerek. İslâm âlemi asırlardır, onların tasallutu
altındadır. Dâhildeki bir kısım fitne ve fesad komitelerinin gerilerinde
onların destekleri, teşvik ve tahrikleri, teşkilatları ve sermayeleri vardır.
Onların doğrudan veya dolaylı olarak bizzat kendilerinin veya satın aldıkları
uşakları olan uzantılarının içki, kumar, müstehcen neşriyat ant-i İslam
propagandalarla hazırladıkları bozuk ve mütefessih zeminde iman ve İslamına
rağmen nice müslümanlar had ve hesaba gelmeyen günahlara, masiyetlere, gayr-i
İslamî yaşayışa itiliyorlar. اَلسَّبَبُ
كَالْفَاعِلِ
sırrınca,
مَنْ
سَنَّ
سُنَّةً
سَيِّئَةً fehvasınca, bu mü'minlerin günahları bir
mislince onlara gitmektedir. Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm), mü'min
olarak kabre girenlere, Cenâb-ı Hakk'ın mağfiretini pek çok hadisleriyle
müjdeler. Âyet-i kerîmelerde de Allah'ın mü'minlere karşı rahim olduğu belirtilir. Şu halde sadedinde
olduğumuz hadisten, yahudi ve hıristiyanların
hile ve iğfalatıyla günaha itilen müslümanların çoklukla affedileceği,
günahlarının bir misli, sebep olanların sırtında kalacağı ifade edilmiş
olmaktadır. Hadisi böyle anlamadığımız takdirde, haklı olarak وََتَرِرُ
وَازِرَةٌ
وِزْرَ
أُخْرَى ayetiyle müteârız
bularak hakikatını görmekte zorluk çekebiliriz.[329]
ـ4515
ـ10ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ اللّهِ
#: كُلَّ
أُمَّتِى
يَدْخُلُونَ
الْجَنَّةَ
إَّ مَنْ
أبَى.
فقَالُوا:
مَنْ يَأبَى؟ قَالَ:
مَنْ
أطَاعَنِى
دَخَلَ
الْجَنَّةَ، وَمَنْ
عَصَانِى
فَقَدْ أبَى[.
أخرجه البخاري
.
10. (4515)- Hz. Ebû Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"İmtina edenler hariç, bütün ümmetim
cennete girecektir!" buyurmuşlardı.
"İmtina edenler de kim?"
dediler.
"Kim bana itaat ederse cennete
girer, kim asi olur (itaat etmezse) o imtina etmiş demektir!"
buyurdular." [Buharî, İ'tisam 2.][330]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
cennete girecekleri, "bütün ümmet" dedikten sonra, "imtina
edenler hariç" diye kayıt koyuyor. Ancak, ister istemez cennete girmeyi
kim istemez, kim bundan imtina eder,
kaçınır? sorusu akla gelir. Bu sebeple ashab sormuştur:
"Kim bu imtina edenler?"
Resûlullah'ın verdiği cevaptan, cennete
girmekten imtinanın mecaz olduğunu, asıl maksadın, sünnete uymaktan imtina olduğunu anlamaktayız.
Nitekim Resûlullah "Bana itaat eden
Allah'a itaat etmiş olur, bana isyan
eden de Allah'a isyan etmiş olur" buyurarak, sünnetine isyan etmenin
nereye varacağını, ne manaya geleceğini
daha açık bir üslubla beyan etmiştir. Ahmed İbnu Hanbel ve Hakim'in bir
tahricinde Aleyhissalâtu vesselâm: "Develer gibi kaçıp imtina edenler
dışında, herkes mutlaka cennete girecektir" buyurarak, sünnete uymamakta
ısrar edenlerin cennete giremeyeceklerini vurgulamıştır.
Bu hadiste kâfirler mevzubahis değildir,
zira kafir asla cennete girmeyecektir. Müslüman mevzubahis ise, murad, ilk
girenlerle girmeyecek demektir,
günahların cezasını çekerek temizlendikten sonra girecektir. Allah dilediği
mü'mini günahına rağmen bağışlar ve ilk girenlerle cennetine koyar.[331]
ـ4516
ـ11ـ وَعَنْ
أبى مَالِكٍ
ا‘شْعَرِى
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]قَالَ
رَسُولَ
اللّهِ #: قَدْ
أجَارَكُمُ
اللّهُ مِنْ
ثََثِ خَِلٍ:
أنْ َ يَدْعُوَ
عَلَيْكُمْ
نَبِيُّكُمْ
فَتُهْلِكُوا
جَمِيعاً،
وَأنْ َ
يُظْهِرَ
اللّهُ تَعالى
أهْلَ
الْبَاطِلِ
عَلى أهْلِ
الْحَقِّ، وأنْ
َ
تَجْتَمِعُوا
عَلى
ضََلَةٍ[.
أخرجه أبو
داود .
11. (4516)- Ebû Malik
el-Eş'arî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Allah sizi üç hasletten himaye
etti: "Hepinizi helak edecek olan peygamberinizin bedduasından, batıl
ehlinin hak ehline (nurunu söndürecek kesin) bir galebesinden, dalalet üzerine
birleşmenizden." [Ebû Davud, Fiten 1, (4253).][332]
ـ4517
ـ12ـ وعن أبِى
مُوسى رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
أُمَّتِى
أُمَّةٌ مَرْحُومَةٌ
لَيْسَ
عَلَيْهَا
عَذَابٌ في اŒخِرَةِ؛
عَذَابُهَا
في
الدُّنْيَا
الْفِتَنُ
وَالزََّزِلُ
وَالْقَتْلُ[.
أخرجه أبو
داود.
12. (4517)- Ebû Musa
(radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Şu ümmetim rahmete mazhar olmuş bir
ümmettir. Ahirette azaba maruz kalmayacaktır. Onun azabı dünyadadır: Fitneler,
zelzeleler ve katl." [Ebû Davud, Fiten, (4277).][333]
AÇIKLAMA:
1- "Şu ümmetim" diye kayıtlaması kendi devrindeki ümmetin yani
sahabelerin kastedilmiş olması esastır. Ancak, hükmün bütün ümmete teşmili de
muhtemeldir.
2- Ümmet-i merhum, rahmet mazhar olan ümmet
demektir. Muhammed ümmetinin ümmet-i merhume oluşu birkaç noktadan tezahür
eder:
* Ziyade bir rahmet mazhardır.
* Nimet onda tamamlanmıştır.
* Daha önceki ümmetlere yükletilmiş olan
ağır teklifler hafifletilmiştir. Tevbede nefsin katli yoktur, zekat olarak
malın dörtte biri değil kırkta biri verilmektedir. Temizlik için necaset
bulaşan yer kesilip atılmaz yıkanması yeterlidir.
3- Ahirette azabın olmaması, kafirlerin
maruz kalacağı şekilde bir azabın olmaması ile ifade edilmiştir. Sözgelimi
ebedi azab yoktur, vücudun tamamına azab yoktur, nitekim abdest uzuvlarının
azab görmeyeceği hadislerde gelmiştir." Aliyyü'l-Kari, Mirkatta:
"Ümmetin çoğu, günahlarından dünyada temizlenir, sıkıntılar, hastalıklar,
çeşitli bela ve musibetler onların günahlarını temizler. Nitekim bu husus ayetle
sabittir." "...Kim bir kötülük işlerse onun cezasını görür..." (Nisa 123) der.
4- Günahlarından dolayı dünyada ceza da bir
rahmettir, çünkü, dünyevi ceza ahirettekine nazaran pek hafif kalır. Üstelik bu
cezalar çeşitli şekilde tezahür eden
musibetlerdir. Hastalıklar, maddi sıkıntılar, belalar, birbirleriyle olan
kavgalar. Münavî: "Daha önceki ümmetlerin cezalandırılmasında esas adalet
ve rububiyet olmuştur. Bu ümmette ise fazl
ve cûd-u ilahidir" der. Aliyyu'l-Kari bu hadisin büyük günah
işlememiş olanlara has olma ihtimalinden
de bahseder ve hatta daha has bir cemaate işaret edilmiş olabileceğini, bu
cemaatin de Ashab'tan cennetlik olmakla haklarında şehadet vaki olanlar
cemaati, yahut da "Allah'a şirk koşanlar dışında, dilediklerini
affeder" (Nisa 48) ayetinde belirtilen meşîet-i ilahiyeye mazhar olanlar
cemaatinin kastedilmiş olabileceğini söyler. Bazı alimler, Resûlullah'ın büyük
ve hatta küçük günah işleyenlerin ceza göreceğini beyan eden hadisleri nazar-ı
dikkate alarak bu hadisin mutlak bir
üslubla kimsenin azab görmeyeceğini ifade etmesini müşkil olarak
değerlendirmiştir. Bu görüş: "Ümmetten murad Resûlullah'ın emirlerini tam
olarak yapıp yasaklarından tam olarak kaçan" diye tevil yapılarak
cevaplandırılmıştır. Tîbî merhum da: "Bu hadisin, Muhammed ümmetinin
medhini ve bu ümmetin diğer ümmetler arasında Allah'ın inayet ve rahmetine
mazhar olmadaki hususiyetini, dünyada bir diken batmasına kadar maruz kaldığı
her musibetin günahlarına kefaret
olduğunu, Allah'ın bunlarla ahirete
intikal eden bir günahını affettiğini, bu hususiyetlerin diğer
ümmetlerde bulunmadığını, ümmetin merhume olarak tavsifinin bu söylenenleri
teyid ettiğini" söyler ve islam ümmetinin mazhar olduğu bu hususi
fazlın "Rahmetim her şeyi
kuşatmıştır, onu, emir ve yasaklarımıza karşı gelmekten sakınan, zekatlarını
veren ve ayetlerimize iman edenlere nasib edeceğim. O kimseler ki,
yanlarındaki Tevrat ve İncil'de
vasıflarını yazılı buldukları ümmi peygamber olan Resûlullah'a uyarlar..."
(Araf 156-157) ayetinde dile getirildiğini belirtir.
Aliyyu'l-Kari, bu nakilleri yaptıktan
sonra bütün bu açıklamalara rağmen hadisteki "İşkal"in kalkmadığını söyler ve hadiste asıl söylenmek
istenen şeyin bu ümmetten de bir grubun ahirette ceza çekeceğini, ancak cezadan sonra gerek şefaat
ve gerekse afv-ı ilahi ile cehennemden
çıkacaklarını belirtmek olduğuna dikkat çeker.
Hadis üzerinde başkaca mütalaalar da
yapılmıştır, kısa kesiyoruz.[334]
ـ4518
ـ13ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #:
أنْزَلَ
اللّهُ
عَليَّ أمَانَيْنِ
ُمَّتِى؛ وَمَا
كَانَ اللّهُ
لِيُعَذِّبَهُمْ
وأنْتَ
فِيهِمْ،
وَمَا كَانَ
اللّهُ
مُعَذِّبَهُمْ
وَهُمْ
يَسْتَغْفِرونَ.
فإذَا مَضَيْتُ
تَرَكْتُ
فِيهمْ،
ا“سْتِغْفَارَ
الى يَوْمِ
الْقِيَامَةِ[.
أخرجه
الترمذي .
13. (4518)- Yine Ebû Musa
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Allah Teala Hazretleri (şu ayetle) ümmetim
için bana iki eman indirdi:
1) Sen aralarında olduğun müddetçe Allah
onlara (umumi bir) azab vermeyecektir.
2) Onlar istiğfarda bulundukları
müddetçe, Allah onlara azab vermeyecektir" (Enfal 33).
Ben aralarından ayrıldım mı, (Allah'ın azabını önleyecek
ikinci eman olan) istiğfarı Kıyamete kadar aralarında bırakıyorum."
[Tirmizî, Tefsir, Enfal (3082).][335]
AÇIKLAMA:
Bu rivayette Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bir ayeti açıklıyor. Bir
önceki ayet nazar-ı dikkate alınınca, muhatabın Mekkeli müşrikler olduğu
görülür. Çünkü sadedinde olduğumuz ayet, onların önceki ayette belirtilen bir
taleplerine cevap vermektedir. Taleb şu: "Ey Allahımız, eğer bu Kur'an
senin katından gelmiş olan hak bir kitap ise, üzerimize gökten taş yağdır veya
bize acı bir azap getir" (32. ayet) Resûlullah, Mekke müşriklerine verilen
cevabın, ümmeti için Kıyamete kadar muteber olduğunu, ümmeti, günahlarına tevbe
ettiği müddetçe Allah'ın azab göndermeyeceğini müjdeliyor.[336]
ـ4519
ـ14ـ وعن عامر
بْنِ سعد عن
أبيهِ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]دَخَلَ
رَسُولُ
اللّهِ #
مَسْجِدَ
بَنِى
مُعَاوِيَةَ
فَرَكَعَ
فِيهِ رَكْعتَيْنِ
وَصَلَّيْنَا
مَعَهُ
وَدَعَا رَبَّهُ
طَوِيً،
ثُمَّ
انْصَرَفَ
إلَيْنَا. فقَالَ:
سَألْتُ
رَبِّى
ثَثاً،
فَأعْطَانِى
اثْنَيْنِ وَمَنَعَنِى
وَاحِدَةً.
سَألْتُهُ
أنْ َ يُهْلِكَ
أُمَّتِى
بِسَنَةٍ
عَاَمَةٍ
فَأعْطَانِيهَا.
وَسَألْتُهُ
أنْ َ
يُهْلِكَ
أُمَّتِى
بِالْغَرَقِ
فَأعْطَانِيهَا
وَسَألْتُهُ
أنْ َ
يَجْعَلَ
بَأسَهُمْ
بَيْنَهُمْ
فَمَنْعِنِيهَا[.
أخرجه
مسلم.»السَّنَةُ«
الجدب والقحط
.
14. (4519)- Amir İbnu Sa'd
babası (radıyallahu anh)'tan naklen anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Beni Muaviye Mescidine girdi.
Orada iki rek'at namaz kıldı, biz de onunla berber kıldık. Sonra Rabbine uzun
uzun dua etti. Sonra yanımıza döndü. Dedi ki:
"Rabbimden üç şey taleb ettim.
İkisini verdi, birini geri çevirdi: Rabbimden ümmetimi umumi bir kıtlıkla helak
etmemesini talep ettim, bunu bana verdi. Ümemtimi suda boğulma suretiyle helak
etmemesini diledim, bana bunu da verdi. Ümmetimin kendi aralardında
savaşmamalarını da talep etmiştim, bu geri çevrildi." [Müslim, Fiten 20,
(2890).][337]
ـ4520
ـ15ـ وعن أبى
سعيد رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
مِنْ
أُمَّتِى مَنْ
يَشْفَعُ في
الْفِئَامِ
مِنَ
النَّاسِ،
وَمِنْهُمْ
مَنْ يَشْفَعُ
في
الْقَبِيلَةِ،
وَمِنْهُمْ
مَنْ يَشْفَعُ
في
الْعُصْبَةِ،
وَمِنْهُمْ
مَنْ يَشْفَعُ
في
الْوَاحِدِ
حَتّى
يَدْخُلُوا
الْجَنَّةَ[.
أخرجه
الترمذي .
15. (4520)- Ebû Said (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Ümmetimden (alim, şehid, salih)
bazıları var; bir(çok kabilelere şamil bir) cemaate şefaat eder, bazıları var
bir kabileye şefaat eder; bazıları var bir bölüğe şefaat eder; bazıları da tek
bir ferde şefaat eder ve cennete girmelerini sağlar." [Tirmizî, Kıyâmet
11, (2442).][338]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu
hadisleriyle, şefaatin hak olduğunu ifade buyurmaktan başka, bunun peygamerlere
has bir hususiyet olmayıp, bu ümmetten herkese böyle bir imtiyaz verildiğine
dikkat çekiyor.
2- Ümmete verilen şefaat yetkisi, kişinin manevi ağırlığıyla paralellik
taşımaktadır.Şefaati birçok kabilenin kurtuluşunu vesile olan yüce şahıslar
olduğu gibi, ancak bir kişiyi kurtarabilen şahıslar da vardır. Hadiste bu
tedrice en yüceden başlamak suretiyle yer verilmektedir.
3- Cenette girecekler hususunda iki tevil
yapılmıştır.
1) Şefaate mazhar olanlar cennete girinceye
kadar şefaat ederler.
2) Bütün ümmet cennete girinceye kadar şefaat ederler.[339]
ـ4521
ـ16ـ وزاد رزين:
]وَإنَّمَا
شَفَاعَتِى
في أهْلِ
الْكَبَائِرِ
مِنْ
أُمَّتِى،
وَإنَّهُ
لَيُؤْمَرُ
بِرَجُلٍ الى
النَّارِ
فَيَمُرُّ
بِرَجُلٍ
قَدْ سَقَاهُ
شَرْبَةَ
مَاءٍ عَلى
ظَمَإٍ فَيَعْرِفُهُ
فَيَقُولُ:
أَ تَشْفَعُ
لى؟
فَيَقُولُ:
مَنْ أنْتَ؟
ألَسْتُ أنَا
سَقَيْتُكَ
الْمَاءَ يَوْمَ
كَذَا
وَكَذَا؟
فَيَعْرِفُهُ.
فَيْشَفَعَ
لَهُ
فَيُرَدَّ
مِنَ
النَّارِ الى
الْجَنَّةِ[.
أخرجه
الترمذي .
16. (4521)- Rezin şunu ilave
etmiştir: "Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler içindir. Bir adamın
ateşe atılması için emir verilir.
Giderken, (dünyada) susadığı zaman su vermiş olduğu adama rastlar, onu tanır ve
ona:
"Benim için şefaat etmeyecek
misin?" der. Adam:
"Sen de kimsin?" diye sorunca:
"Ben sana falan gün su içirmedim
mi?" der. Öbürü bunu tanır ve (Allah nezdinde) onun lehinde şefaatte bulunur.
Adam da böylece geri çevrilir ve cennete
gider." [Tirmizî, Kıyamet 11, (2437).][340]
AÇIKLAMA:
1-
Rivayetin ilk cümlesi yani: "Şefatim, ümmetimden büyük günahlar işleyenler
içindir" kısmı Tirmizî'de ve ayrıca Ebû Dâvud'da da [Sünnet, 23, (4739)]
gelmiştir. Hadisin geri kısmı bu kaynaklarda mevcut değildir.
2- Bu hadiste, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın: "Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler içindir"
buyurmuş olması, izah gerektiren bir durum ortaya koymaktadır. Zira başka
rivayetlerde gelen bazı beyanlara teâruz arzetmektedir. Münavi merhumdan bazı
açıklamalar kaydediyoruz:
* Hadiste geçen "şefaat"ten
murad: Allah'ın Resûlullah'a verdiği ve vaadettiği şefaat olup, Kıyamet günü
kullanmak üzere saklamaktadır.
* "Büyük günah sahibi" ile, işlediği
kebireler sebebiyle cehennem kendisine vacib ve kesin hâle gelmiş büyük günah
sahipleri kastedilmektedir.
* Hadiste büyük günah işleyenlere şefaatin
vaadedimesi "Allah, mü'min kimseyi katleden hakkındaki şefaatimi kabul
etmedi" şeklinde gelen hadîse münafi değildir. Çünkü burada mü'minin
öldürülmesini helal addeden kastedilmiştir veya bu hadisten asıl maksad o
fiilden zecr ve tenfîr etmektir. Hakîmu't-Tirmizî müttaki ve verâ sahiplerine,
istikametleri doğru olanlara, kurtuluşları için hayatta iken gönderdikleri
hayırlı amellerin kafi geleceğini, ahirette onlara kavuşacaklarını
söyler. Ancak, onlar da derecelerinin yükselmesi suretinde şefaatten istifade
edeceklerdir.[341]
3- ŞEFAAT HAKTIR:
Eskiden beri şefaat mevzuu münakaşa
edilmiştir. Bazı sapık fırkalar herhangi bir şer'î delile dayanmadan, şahsî
te'villerle şefaati inkar cihetine gitmişlerdir. Ehl-i Sünnet ülemâsı şefaatın
hak olduğunda ittifak eder. Bu polemik mevzuu üzerine Nevevî, Kâdı İyaz'dan şu
açıklamayı kaydeder: "Ehl-i Sünnet'e göre şefaat aklen câizdir. Nakli
deliller açısından da vacibtir, çünkü
"O gün Rahmân'ın izin verip sözünden razı olduğu kimseden
başkasının şefaati fayda vermez" (Tâhâ 109) âyeti ile "Allah'ın razı
olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler.." (Enbiya 28) âyeti ve emsali
âyetler açık bir surette şefaatten bahsetmektedir. Ayrıca Resûlullah da pek çok
hadiste şefaatten bahsetmiş, haber vermiştir. Ahirette günahkâr müslümanlar
hakkında şefaatin sıhhati hususunda gelen rivayetlerin toplamı tevatür
derecesine ulaşır. Selef-i Salih ve ondan sonra gelen ehl-i sünnet ülemâsı bu
hususta icma etmiştir. Ancak Mutezile'den bazıları ile Hâricîler şefaati inkar
etmiştir. Onlar günahkârların cehennemde ebedî kalacakları görüşündedirler. Bu
hükme giderken "Onlara şefaat edicilerin şefaati fayda vermez"
(Müdderissir 48) "Artık zalimler
için ne bir candan dost vardır, ne de sözü dinlenir bir şefaatçi" (Mü'min
18) gibi âyetlerle ihticac etmişlerdir. Halbuki bu âyetler kâfirler hakkındadır.
Onların, şefaat hadislerini derecelerin ziyadeleşmesi ile te'vil etmeleri
bâtıldır. Hadislerin elfazı, onların görüşlerinin bâtıl olduğu ve kendilerine
ateş vacib olanların şefaatte ateşten çıkarılacağı hususunda pek
sarihtir."
Kâdı İyaz bu açıklamadan sonra şefaatin
beş kısım olduğunu belirtir:
1) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
has olan şefaat: Bu, Kıyamet günü Mevkif denen hesap bekleme yerinin korkusuna
karşı rahatlama ve hesabın te'ciline müessir olan şefaat.
2) Birkısım mü'minlerin hesap görmeden
cennete girmelerinde müessir olan şefaat. Bu da Resûlullah'a verilen bir şefaat
yetkisidir.
3) Ateşe girmeleri vacib olanlara karşı
şefaat. Bu şefaatı Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm) ve bir de Cenab-ı
Hakk'ın dilediği kimseler yapacaktır.
4) Günahkârlardan cehenneme girenler
hakkındaki şefaat. Bunların, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın meleklerin,
mü'min kardeşlerinin şefaatiyleateşten çıkacaklarına dair hadisler gelmiştir.
Sonra Allah, Lâilahe illallah diyen herkesi cehennemden çıkaracaktır, bu
hususta da hadis gelmiş,
"Cehennemde sadece kâfirler kalır" diye haber vermiştir.
5) Cennete gidenlerin cennetteki
dereclerinin yükselmesi için şefaat.
4- Şefaatle ilgili birkaç hadis:
"Ebû'd-Derdâ'ya rağmen, ümmetimden
günâhkarlara şefaatim olacaktır. Onlar zâni de olsa, hırsız da olsa."
"Ümmetimden Ehl-i Beytimi sevenlere
şefaatim vardır."
"Ashabıma kötü söz sarfedenler
dışında, herkese şefaatim mübahtır."
"Kıyâmet günü şefaatim haktır. Kim
şefaatime inanmazsa ona layık olmaz."[342]
ـ4522
ـ17ـ وَعَنْ
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قالَ: ]قَالَ
رَسُولُ اللّهِ
#: أُمَّتِى
مِثْلُ
الْمَطَرِ َ
يُدْرَى آخِرُهُ
خَيْرٌ أمْ
أوَّلُهُ[.
أخرجه
الترمذي وصححه
.
17. (4522)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Ümmetim yağmur gibidir, evveli mi,
ahiri mi daha hayırlıdır bilinemez." [Tirmizî, Emsâl 6, (2873).][343]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, ümmeti yağmura benzeterek, ilk
asır müslamanları mı, yoksa Kıyamete yakın gelecek olanlar mı daha hayırlı
bilinemez buyurmaktadır. Yani arkadan gelenlerin de hayırlı olacağını
belirtmektedir. Türbüştî der ki: "Bu hadis, ilk asırda gelenlerin,
sonradan gelenlere efdaliyeti hususunda tereddüde hamledilmemelidir. Zira, ilk
asrın sonradan gelenlere efdal olduğu hususu hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak
şekilde beyan edilmiştir. Sonra takib eden iki nesil daha tafdil edilmiştir.
Dördüncü nesilde râvi şüpheye düşmüştür. Övülen evvelkilerden murad da İslâm'ın
yayılması ve hakikatın küfre karşı korunmasında hizmeti geçenlerdir."
Bu hususta el-Kâdi de şu izahı yapar:
"Hayırlı oluşta, ümmetin hangi neslinin öne geçtiği hususunun bilinmediği
söylemedeki asıl maksad, nesiller arasında farklılığın olmadığını söylemektir,
tıpkı şu âyette olduğu gibi:
"...Sen de ki: "Göklerde ve
yerde Allah'ın bilmediği bir şeyi mi O'na bildiriyorsunuz?" Allah onların
ortak koştuğu şeylerden münezzeh ve yücedir" (Yunus 18). Yani ârz ve
semavatta olmayan bir şeyi mi Allah'a bildiriyorsunuz? demektir. Sanki:
"Eğer olsaydı bilirdi, çünkü olan bir şey ondan gizli kalmaz"
demektedir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ümmetinden her tabaka, hayırlı
olmayı gerektiren ayrı bir hususiyete sahip oduğu için bu hususî fazilette
hangisinin önde olduğunu bilemediğini söylüyor. Tıpkı yağmurda olduğu gibi: Her
yağmur nöbeti, bitkilerin neşv-ü nemâsında faydalıdır. Bunu inkar edip faydasızlığını
söylemek mümkün değildir. Bunun gibi ümmetin evvelkileri, gördükleri
mucizelerle iman ettiler ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın davetini
imanla icabetle kabul ettiler. Sondakiler ise kendilerine gelen mütevâtir
âyetlerle gaybî olarak (görmeden) iman ettiler ve kendiliklerinden iyilikle
ittiba ettiler. Keza öncekiler şeriatı tesis ve genişletmek için çalıştılar,
sonrakiler ise, imkânlarını, şeriatın telhis ve tecrîdi yolunda harcadılar,
ömürlerini takrîr ve te'kidi için tükettiler. Hepsinin (evvelkiler ve
âhirkiler) günahları mağfurdur, gayretleri meşkûrdur, ecirleri boldur."
(el-Kâdî'nin açıklaması bitti.)
Tîbî der ki: "Ümmetin yağmurla
temsili, hidayet ve ilimle olur. Tıpkı yağmurun hidayet ve ilimle temsil
edilmesi gibidir. Böylece, yağmura teşbih edilen bu ümmet, bazısı mükemmel,
kâmil alimlerle kendi dışındakilere karşı hususiyet arzeder. Bu açıklama,
hadiste geçen "hayır'dan muradın "faydalı"lık olduğunu gösterir.
Bundan fazilette eşitlik olduğu mânası çıkmaz. (Yani her nesil faydalı olmuştur,
bu yönden hangisi daha faydalı oldu denemiyebilir.) Eğer "hayırlılık"
meselesinin kastedildiğine hükmedilecek olsa, asıl muradın şu olduğu söylenir:
Bu ümmetin tamamı, -geçenleriyle, gelecekleriyle, evvelkileriyle,
sondakileriyle- hayırlıdır, her nesli birbiriyle kaynaşıp bir bütün ortaya
koymuştur, tıpkı başı neresi olduğu bilinemeyen dökme bir halka halini, örülmüş
bir bina vaziyetini almıştır. Bu sözün üslubuna uygun olarak Enmâriye der ki:
"Onlar mükemmel olan", ucu bilinemeyen dökme bir halka gibidirler.
Şairin şu sözü de bu mânaya telmihte bulunur:
"Kabilelerden hayırlı olanı bir
tanedir,
Benî Hanîfe'den herkes hayırlıdır."
Hülasa: Ümmet hayırlılıkta birbiriyle
yekvücut haldedir. Öyle ki, hangisinin daha hayırlı olduğu mübhemdir,
aralarında bir tefrik mümkün değildir. Nefsülemirde biri diğerinden şayet efdal
ise, bu, çok kapalı bir üslubla beyan edilmiştir ve hangisinin efdal olduğunu
bilmek zordur."[344]
ـ4523
ـ18ـ وعن
الْمُغِيرَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: َ
يَزَالُ نَاسٌ
مِنْ أمَّتِى
ظَاهِرِينَ
حَتّى
يَأتِيَهُمْ
أمْرُ اللّهِ
وَهُمْ
ظَاهِرُونَ[.
أخرجه الشيخان.قالَ
البخاري:
وهُمْ أهْلَ
الْعِلْمِ .
18. (4523)- Hz. Muğire
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Ümmetimden bir grup, (hak üzerine)
gâlip olmaktan hiç geri kalmaz. Allah'ın emri (Kıyamet) gelince de onlar
galibtir." [Buhârî, İ'tisâm 10, Menâkıb 27, Tevhid 29; Müslim, İmâret 171,
(1921).]
Buhârî: "Bu grup, âlimlerdir"
demiştir.[345]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, müslaman ümmetin, Kıyamete
kadar düşmanın kesin bir zaferiyle mağlup düşmeyeceği müjdesini vermektedir.
Kısmen mağlub duruma düşse bile, en azından diğer bir kısmın, bir zümrenin (bir
bölgenin) daima İslâm üzere, galib olarak varlığını Kıyamete kadar devam
ettireceğini müjdelemektedir. Bu paralelde gelen hadisler bazı farklı ziyadeler
ihtiva eder:
"...Onlara yardım kesenler onlara
zarar veremezler, onlar bu halde iken Allah'ın emri (kıyamet) gelir."
"...Onlar hak için,
galibâne kıyamete kadar savaşırlar."
"Bu din ilelebet ayakta kalacaktır.
Bir grup müslüman, onun için Kıyamet kopuncaya kadar savaşmaya devam
edecektir."
"Ümmetimden bir grup Allah'ın emri
üzerine savaşmaya devam eder. Bunlar düşmanlarına galiptirler. Muhalifleri
onlara zarar veremez, bu hal Kıyamete kadar devam eder."Bu hadisler
"Kıyamet insanların şerîrleri
üzerine kopacaktır." hadisi ile zıdlık arzederse de alimler:
"Allah'ın emrinin gelmesi'nden muradın: Mü'minlerden bâki kalanların
ruhlarının Şam cihetinden esecek bir rüzgârla kabzedilmesi, geriye sadece kâfirlerin
kalması, onların tepesine de Kıyametin kopması" diye te'vil yaparlar. Bu
hadise ise, güneşin batıdan doğmasından, Dabbetu'l-arz ve diğer büyük
âlemetlerin zuhurundan sonra vukua gelecektir.[346] Hemen kaydedelim ki
Kıyametle ilgili büyük alametler, bir rivayete göre altı, diğer bir rivayete
göre sekiz ay içerisinde olup bitecektir.[347]
ـ4524
ـ19ـ وَعَنْ
سعد بن أبِى
وقّاصٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: َ
يَزَالُ
أهْلُ
الْغَرْبِ
ظَاهِرينَ
عَلى الْحَقِّ
حَتّى
تَقُومَ
السَّاعَةُ[.
أخرجه مسلم .
19. (4524)- Sa'd İbnu Ebî
Vakkas (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Ehl-i garb hak üzere galib olmaya,
kıyamet kopuncaya kadar devam ederler." [Müslim, İmâret 177, (1925).][348]
AÇIKLAMA:
Bu hadiste geçen Ehl-i garb'ın kimler
olduğu hususunda âlimler farklı tahminler ileri sürmüşlerdi:
* Ali İbnu'l-Medinî'ye göre bunlar
Araplardır. Garb'tan maksad iri kova'dır. Araplar çoğunlukla bunu kullandıkları
için onlar, hadiste ehl-i garb olarak tesmiye edilmiştir.
* Hz. Mu'az: "Şam'da yaşayanlar"
der.
* el-Kâdî: Ehl-i Garbtan murad'ın şiddet ve
sertlik ehli olduğunu söyleyenler oldu" der.
* Bazıları: "Bu tabirle, arzın batısı
kastedilmiştir" demiştir.
* Bazıları: "Şam'da ve hatta
Beytu'l-Makdis'te yaşayanlar" demiştir.
* "Onlar Şam ve gerisinde
yaşayanlardır" diyen de olmuştur.[349]
ـ4525
ـ20ـ وعن
معاوية بن
قُرة عن أبيه
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ # إذَا
فَسَدَ أهْلُ
الشَّامِ فََ
خَيْرَ
فِيكُمْ. وََ
يَزَالُ
طَائِفَةٌ
مِنْ
أُمَّتِى
مَنْصُورِينَ
َ يَضُرُّهُمْ
مَنْ
خَذَلُهُمْ
حَتّى
تَقُومَ
السَّاعَةُ[.
قالَ علي بن
المدني رحمه
اللّه: هم أصحاب
الحديث،
أخرجه
الترمذي .
20. (4525)- Muâviye İbnu
Kurre, babası (radıyallahu anh)'tan naklen anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Şam (Suriye) halkı fesada uğradımı
artık (orada) sizin için hayır yoktur. Ümmetimden bir grup, Kıyamet kopuncaya
kadar mansur (Allah'ın yardımına mazhar) olmaya devam edecek, onları mahrum
bırakanlar onlara zarar veremeyecekler."
Ali İbnu'l-Medinî: "Bunlar hadis
ashabıdır" demiştir. [Tirmizî, Fiten 27, (2193).][350]
AÇIKLAMA:
1- Şam'da hayrın olmayışı "Orada
ikamet etmenizde" veya "oraya teveccüh etmenizde hayır yoktur"
şeklinde tevil edilmiştir.
2- Hadiste geçen mansurin kelimesi
"din düşmanlarına galibler olarak" şeklinde anlaşılmıştır.
3- Buradaki Kıyamet kopması, Kıyametin
yaklaşması, bu da mü' minlerin ruhunu kabzedecek olan hoş kokulu bir rüzgarın
çıkması olarak izah edilmiştir.
4- Hadisin sonunda Ali İbnu'l-Medinî'nin,
Kıyamete kadar kafirlerle muzafferane mücadeleye devam edecek olan cemaatın
hadisçiler olduğuna dair yorumu kaydedilmiştir. Bu sözün sahibi Ali
İbnu'l-Medinî, hakkında Nesai'nin: "Allah onu hadis için yaratmıştı"
dediği, ilel ve hadisi çok iyi bilen meşhur bir muhaddistir. Buhari'nin
hocalarındandır. Hocası Süfyan İbnu Uyeyne: "Onun benden öğrendiğinden çok
ben ondan öğrendim" demiştir.
O Allah'ın yardımına uğrayacak mansur
cemaat hakkında, Buhârî "Ehl-i ilim'dir" diye yorumda bulunmuştur. O
devirde ehl-i ilim tabiri umumiyetle ehl-i hadis manasında kullanıldığı için
Buhârî ile Ali İbnu'l-Medinî'nin aynı şeyi dedikleri de söylenebilir.Ahmed İbnu
Hanbel'in de "Bu cemaat ehl-i hadis değilse, başka hangi cemaat olabilir
bilemiyorum" dediği rivayet edilir.
Kadı İyaz: "
Ahmed İbnu Hanbel, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaa'at
ile ehl-i hadisin mezhebine itikad edenleri kastetmiştir" der.
Bu cemaat hakkında, Nevevî de şöyle der:
"Bu taifenin mü'min gruplar
arasında dağılmış olmaları da muhtemeldir. Şecaatle savaşanlar, fukaha,
muhaddisler, zahidler, emr-i bi'lma'ruf yapanlar, münkerden nehyedenler ve
diğer hayır grupları. Bunların bir arada toplanmaları da gerekmez. Yeryüzünün
bütün kıt'alarına dağılmışlardır."
Bazı tamamlayıcı açıklamalar önceki
hadiste geçti.[351]
ـ4526
ـ21ـ وعن
عِمْرانِ
بْنِ حُصَيْن
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: َ
تَزَالُ طَائِفَةٌ
مِنْ
أُمَّتِى
يُقَاتِلُونَ
عَلى الْحَقِّ
ظَاهِرينَ
عَلى مَنْ
نَاوَأهُمْ حَتّى
يُقَاتِلَ
آخِرُهُمْ
الْمَسِيحَ
الْدَّجَّالَ[.
أخرجه أبو
داود.»المناوَأةُ«
المعاداة .
21. (4526)- İmran İbnu
Husayn (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Ümmetimden bir grup (taife), hak
üzerine savaşmaya devam edeceklerdir. Onlar kendilerine meydan okuyanlara karşı
muzafferdirler. Öyle ki, bunların sonuncuları Mesih-Deccal'le de savaşırlar."
[Ebû Davud, Cihad 4, (2484).][352]
AÇIKLAMA:
Hattabî der ki: "Bu hadiste, cihadın
ebediyyen kesilmeyeceğinin beyanı vardır. Bütün imamların adalet ve diyanet
sahibi olmayacakları makul ise, demektir ki, küffara karşı zalim imamla da
savaşmak vacibtir, tıpkı adalet sahibi imamlarla olduğu gibi. Onların zulmü, cihadda onlara
itaati ortadan kaldırmaz, keza diğer
maruf olan işlerle ilgili emirlerine de itaat gerekir."[353]
ـ4527
ـ22ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
مِنْ أشَدِّ
أُمَّتِى لِى
حُبّاً نَاسٌ
يَكُونُونَ
بَعْدِى،
يَوَدُّ
أحَدُهُمْ
لَوْ رَآنِى
بِأهْلِهِ
وَمَالِهِ[.
أخرجه مسلم .
22. (4527)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Ümmetim içinde beni en çok
sevenlerden bir kısmı benden sonra gelenler arasından olacak: Mallarını ve
ailelerini feda pahasına, beni görmeyi arzu edecekler." [Müslim, Cennet
(2832).][354]
ـ4528
ـ23ـ وعن
عبداللّهِ بن
بُسر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
أُمَّتِى يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
غُرٌّ مِنَ
السُّجُودِ مُحَجَّلُونَ
مِنَ
الْوُضُوءِ[.
أخرجه الترمذي
.
23. (4528)- Abdullah İbnu
Büşr (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kıyamet gününde, ümmetimin (iki
alameti olacak: Biri) secde sebebiyle alnındaki parlaklık, (diğeri de) abdest
sebebiyle kollarındaki parlaklıktır." [Tirmizî, Salat 427, (607).][355]
ـ4529
ـ24ـ وعن أبى
مُوسى رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
اللّهَ إذَا
أرَادَ
رَحْمَةَ
أُمَّةٍ
قَبَضَ
نَبِيَّهَا
قَبْلَهَا
فَجَعَلَهُ
فَرطاً
وَسَلَفاً بَيْنَ
يَدَيْهَا،
وَإذَا
أرَادَ هََكَ
أُمَّةٍ
عَذَّبَهَا
وَنَبِيَّهَا
حَيٌّ فَأهْلَكَهَا
وَهُوَ حَيٌّ
يَنْظُرُ،
فَأقَرَّ
عَيْنَهُ
بِهََكِهَا
حِينَ
كَذَّبُوهُ[. أخرجه
مسلم .
24. (4529)- Ebû Musa (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Allah bir ümmete rahmet diledi mi,
peygamberlerini kendilerinden önce kabzeder ve onu ümmete bir öncü ve hazırlayıcı yapar.
Bir ümmetin helakini de diledi mi, onları peygamberleri hayatta iken cezalandırır da onun gözünün
önünde onları helak eder. Böylece, o ümmetin, inkâr ve tekzibleri sebebiyle-
helakleriyle peygamberin içi rahatlar." [Müslim, Fezail 24, (2288).][356]
AÇIKLAMA:
İbnu'l-Kemal, hadiste temas edilen,
"peygamberin önceden kabzedilmesi" hadisesinin rahmet olarak
tavsifini, o ümmet hakkında cezanın ihmali (geriye bırakılması) ve tehiri
olarak açıklar. Bu tehir onlara tevbe, istiğfar için imkan hazırlar. Bu ümmet,
peygamberin davetine icabet eden ümmettir. Öbürü ise, peygamberi dinlemediği
için cezalandırılan ümmettir. Nuh ve Lut kavmi bu ikinci gruba girer.
Bu hadiste Ümmet-i Muhammed
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın şerefine dikkat çekilmiş olmaktadır. Çünkü
peygamberlerinin sağlığında herhangi bir ceza gelmemiştir. Ayrıca ümmetin ömrü
uzundur, tevbe ve istiğfar imkânı mevcuttur. [357]
FARKLI
CEMAATLERİN FAZİLETLERİ
(Bu babta beş fasıl var)
*
BİRİNCİ FASIL
KUREYŞ'İN FAZİLETİ
*
İKİNCİ FASIL
BAZI ARAP KABİLELERİNİN FAZİLETLERİ
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
ARAPLARIN FAZİLETİ
*
DÖRDÜNCÜ FASIL
*
BEŞİNCİ FASIL
SAHABE DIŞINDA BİR GRUBUN FAZİLETİ
BİRİNCİ FASIL
ـ4530
ـ1ـ عن جابرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
النَّاسُ
تَبعٌ
لِقُرَيْشٍ
في الْخَيْرِ
وَالشَّرِّ[.
أخرجه مسلم .
1. (4530)- Hz. Cabir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "İnsanlar hayırda da şerde de Kuryeş'e tabidir."
[Müslim, İmâret 3, (1819).][358]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin yine Müslim'de gelen bir başka
veçhi şöyledir: "İnsanlar bu (emirlik) işinde Kuryeş'e tabidir.
Müslümanları onların müslümanlarına, kafirleri de onların kafirlerine
tabidirler."
Şarihler, bu hadislerde Resûlullah'ın,
Kureyşin İslam öncesi durumu ile İslam sonrası durumunu da zikrettiğine dikkat
çekerler. Araplar cahiliye devrinde, Kureyş'in Ka'be'ye olan hizmetleri ve
Mekke'nin merkezi oluşu gibi sebeplerle hep Kureyş'e tabi ola gelmişlerdi.
İslam'da da bu durum değişmemiştir. Resûlullah bir Kureyşîdir. Hz. Ebû Bekir,
Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Muaviye vs. hep Kureyş asıllıdır.
İslam daveti başladığı zaman bütün taşra
kabileleri hemen icabet etmemiş, Kureyş'in tavrını beklemiştir. Mekke'nin
fethiyle Kureyş'in İslam'a tesliminden sonra bütün Araplar, Kur'an'ın tabiriyle
fevç fevç gelip İslam'a dehalet
etmiştir.
Hadiste geçen şer'den murad cahiliye
devri, hayırdan murad da islam devresidir. İslam'dan önce olduğu gibi İslam'dan
sonra da Kureyşlilerin hilafette kalmaları Resûlullah'ı fiilen tasdik etmiştir.
Nevevî der ki: "Bu hadiste,
hilafetin Kureyş'e ait olduğunda delil
vardır. Onu Kureyş'ten başkalarına vermek caiz değildir. Bunun üzerine
sahabe ve onlardan sonra gelenler zamanında icma mün'akid olmuştur. Ehl-i
Bid'a'dan Hariciler gibi bazıları buna itiraz etmişse de icma karşısında mağlub
olmuştur. Nitekim Resûlullah bir başka hadiste insanlardan iki kişi kaldığı
müdetçe bu hilafet işinin Kureyş'te olacağını beyan etmiştir. Bu hadis
hilafetin Kıyamete kadar Kureş'te kalması gerektiğine parmak basar.
Söyledikleri, zamanımıza kadar zuhur etmiştir. Her ne kadar Kureyş'ten
olmayanlar mütegallibe bir kısım beldelere hakim olmuş ve kulları
kahretmişlerse de, yine hilafetin Kureyş'te olduğunu itiraf etmişlerdir.
Hadisten murad müstakillen hükmetmek değil, sadece hilafet ismidir."
Kâdı İyaz: "Halife'nin Kureyş'ten
olmasının şart kılınması, bütün ulemanın
mezhebidir" demiştir.
İbnu Hacer, hilafete liyakat için Kureyşî
olmanın yegane şart olmadığını, halifede aranacak şartlardan biri olduğunu,
dolayısıyla adaletle hükmetmeyen, müttaki olmayan Kureyşî'nin hilafete de layık
olmayacağını söyler.[359]
ـ4531
ـ2ـ وعن ابن
عبّاس رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
اللَّهُمَّ
اَذَقْتَ
أوَّلَ
قُرَيْشٍ
نَكَاً
فَأذَقْ آخِرُهَا
نَوَاً[.
أخرجه
الترمذي
وصححه.»النَّكَالُ«
اَلْعَذَابُ
وَالْمُشَقَّةُ. »النَّوَالُ«
العطاء .
2. (4531)- İbnu Abbas
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Ey Allahım, Kureyş'in ilkine azab
tattırdın, hiç olsun, ahirine ihsanı tattır." [Tirmizî, Menakıb, (3904).][360]
AÇIKLAMA:
Bazı alimler hadisteki nekal (azab) ile
İslam'ın bidayetinde, kafirlerin muhalefeti sebebiyle ilk müslümanların çektiği
sıkıntıların ve öldürülmelerin vs. kastedildiğini, neval ile de, sonradan
gelenlerin izzet, mülk, hilafet, imamet (komutanlık, başkanlık, amirlik) gibi dünyevi
nimetlerin kastedilmiş olabileceğini belirtirler.[361]
ـ4532
ـ3ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
نِسَاءُ
قُرَيْشٍ خَيْرُ
نِسَاءِ
رَكِبْنَ
ا“بِلَ،
أحْنَاهُ على
طِفْلٍ فِي
صِغَرِهِ،
وَأرْعَاهُ
عَلى زَوْجٍ
فِي ذَاتِ
يَدِهِ،
وَكَانَ أبُو
هُرَيْرَةَ
يَقُولُ:
وَلَمْ تَرْكَبْ
مَرْيَمُ
بِنْتُ
عِمْرَانَ
بَعِيراً
قَطُّ[. أخرجه
الشيخان.»أحْنَاهُ«
مِنَ الْحُنَوِّ،
وَهُوَ
العَطْفُ
وَالشَّفَقَةُ.و»أرْعَاهُ«
مِنَ
الْمُرَاعَاةِ
وَالْحفْظِ
وَاِحْتِيَاطِ
وَالرِّفْقِ
بِهِ وَتَخْفِيفُ
الْكلف
وا‘ثقال
عنه.و»ذَاتُ
يَدِهِ« مَا
يَمْلكُ مِنْ
مَالٍ
وَغَيْرُهُ .
3. (4532)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kureyş kadınları, deveye binen
kadınların en hayırlılarıdır: Onlar
küçük çocuklara karşı daha şefkatli, kocalarının mallarına karşı daha
muhafızlardır."
Ebû Hureyre (radıyallahu anh):
"Meryem Bintu İmran hiçbir zaman deveye binmedi" derdi."
[Buharz, Nikah 12, Enbiya 46,l Nefahat 10; Müslim, Fezailu's-Sahabe 10,
(2529.)][362]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah bu hadisi, evlenme teklif
ettiği zaman "çocuklarım olmasaydı sizinle evlenmekten pek memnun
olurdum" diye, ölen kocasından kalan beş altı tane çocuğu sebebiyle bu
mutlu teklife müsbet cevap veremeyen Sevde [veya Ümmü Hânî Bintu Ebi Talib] adında
bir kadının sözü üzerine takdiren irad etmiştir.
2- Hadiste deveye binenlerle "Araplar"
kastedilmiştir. Çünkü , o devirde deveye çoklukla Araplar binmekte idiler. Şu
halde hadis: "Arap kadınlarının en hayırlıları Kureyş'e mensup
olanlardır" demiş olmaktadır.
3- Daha şefkatli diye tercüme ettiğimiz
ahna kelimesi, haniye'nin ism-i tafdilidir. Bunu, Nevevî, "Yetimlik
halinde, çocuğu büyüyünceye kadar evlenmeyen kadın" olarak açıklar ve bu
durumda evlenene anha denmeyeceğini belirtir. Kocası ölen bir kadının, küçük
çocuğu olduğu halde evlenmesi, çocuk için bir felakettir. Çünkü, annenin üzerinden hidane hakkı düştüğü gibi, yeni
koca, kadının eski kocasından yetim kalan çocuğun, ailesine girmesini kabul
etmeyebilir. Böylece anne himayesinden de olan çocuk, yabancı ellerde kalır ve
terbiyesi ciddi şekilde aksar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), yetim
çocuğu varken evlenmemeyi ananeleştirmiş olan Kureyşli kadınları takdir ve
tafdil etmekle, bu adeti teşvik etmiş olmaktadır.
Kureyşli kadınların vasfı olarak takdir
ve tebcil edilen kadınlara mahsus ikinci
bir vasıf, kocanın malını tasarrufta dikkatli olmak, israftan, saçıp
savurmaktan kaçınmaktır.
Bu hadiste eşraf olanlarla ve bahusus
Kureyşli olan kadınlarla evlenmeye teşvik mevcuttur. Bundan hareketle, evlenmelerde
nesebce yüksek olanı aramanın müstehab olduğu söylenmiştir. Hadisten, nikahta itibar edilmesi gereken denklik'i
(küfüv olmayı), öncelikle nesebte aramak gerektiği, diğer kadınların bu hususta
Kureyşî olanlara yetişemeyecekleri hükmü de çıkarılmıştır.
Rivayet, çocuklara karşı şefkatli ve
merhametli olmayı, onlara yakın ilgi gösterip bizzat anne tarafından terbiye
edilmelerini, kocanın malının korunup idareli ve ölçülü harcanmasını tafdil
etmektedir.[363]
ـ4533
ـ4ـ وعن
عبداللّهِ بن
مُطِيعٍ عن
أبيه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #
يَوْمَ
فَتْحِ
مَكَّةَ: َ
يُقْتَلْ
قُرَشِىٌّ
صَبْراً
بَعْدَ هذَا
الْيَوْمِ
الى يَوْمِ
الْقِيَامَةِ.
وَلَمْ
يَكُنْ
أسْلَمَ أحَدٌ
مِنْ عُصَاةٍ
قُرَيْشٍ
غَيْرَ
مُطِيعٍ وَكَانَ
اسْمُهُ
الْعَاصِيَ،
فَسَمَّاهُ رَسُولُ
اللّهِ #
مُطِيعاً[.
أخرجه
مسلم.قَوله »َ
يَقْتُلْ«
بجَزْمِ
الَّمِ،
وَرُوِىَ
بِضَمِهَا، وَوَجهَ
الْجَزْمَ
أنَّهُ # نَهى
أنْ يَقْتُلَ
قُرَشى صبراً
الى يَوْمِ
الْقِيَامَةِ،
وَوَجَّه
الحميدى
الضمّ بأن
معناه
يقتل قرشى
بعد هذا اليوم
صبراً الى يوم
القيامة وهو
مرتد على
الكفر .
4. (4533)- Abdullah İbnu
Mûtî, babası (radıyallahu anh)'tan naklen anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Mekke'nin fethedildiği gün buyurdular ki:
"Bugünden sonra hiçbir Kureyşli,
Kıyamete kadar sabren öldürülemez."
[Ravi der ki:] "Kureyş'in Âsi
(isim)lerinden Mûti'den başka kimse müslüman olmadı. Mûti'nin ismi de Âsi idi.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ona Mûti ismini taktı." [Müslim, Cihad
88-89, (1782).][364]
AÇIKLAMA:
1- Sabren öldürmek, kişiyi esir
aldıktan sonra öldürmektir. Savaş sırasında öldürülene sabren öldürüldü denmez.
Esir edildikten sonra boynunu vurmak sabren öldürmektir. Günümüzdeki, kurşuna
dizmek, kılıçtan geçirmek, boynunu
vurmak gibi, esir durumdaki kimseye tatbik edilen öldürme usulüdür. Sabr, lügat
olarak habs manasına gelir ise de, sabren öldürmek, öldürülünceye kadar
hapsetmek manasına gelmez.
2- Bu hadis Kureyşlilerin tamamen müslüman
olacağını, Aleyhissalâtu vesselâm'dan sonra müslümanlara karşı savaş cephesi
açmaları gibi bir durum olmayacağını ilan etmektedir. Zulüm veya ceza olarak
sabren öldürülmeleri bu ihbarın dışında kalır. Nitekim, Resulullah'ın
vefatıyla, bir kısım Araplar irtidad
etmiş, fakat Kureyşlilerde isyan ve irtidad olmamıştır. İnşaallah olmayacaktır
da.
3- Kadı İyaz, hadiste geçen "Âsî"lerin
sıfat olmayıp isim olduğunu belirtir. Yani hadis demek ister ki:
"İslam'dan önce Kureyş kabilesinden Âsi ismini taşıyanlardan sadece biri
müslüman olmuştur, diğerleri İslam'a girmemiştir. Müslüman olan As İbnu
Esved'in ismini, Resûlullah, Mûtî diye
değiştirmiştir. İslam'a girmeden ölen diğer Âsi ismini taşıyanlardan As İbnu
Hişam, As İbnu Saîd vs. var. [365]
BAZI
ARAP KABİLELERİNİN FAZİLETİ
ـ4534
ـ1ـ عن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
أسْلَمُ
سَالَمَهَا اللّهُ،
وَغِفَارٌ:
غَفَرَ
اللّهُ
لَهَا[. أخرجه
الشيخان .
1. (4534)- Hz. Ebû Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Eslem kabilesini Allah selametli
kılsın, Gıfar kabilesine de mağfiret buyursun!" [Buharî, Menakıb 6;
Müslim, Fezailu's-Sahabe 183, (2515, 2516).][366]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Gıfar kabilesine mağfiret duasında bulunmaktadır. İbnu't-Tin bunu,
Gıfar'ın cahiliye devrindeki haline bağlar: Onlar, hacıların yolunu kesip soygunlar
icra ederlerdi. Müslüman olduktan sonra, eski günahlarının arından kurtulmaları
için mağfiretle dua etmiştir.
2- İbnu Hacer'in açıklamasına göre, duayı
nebeviye'ye mazhariyetleri, onların İslam'a girişteki önceliklerinden ileri
gelmektedir. Eslem, Gıfar, Müzeyne, Cüheyne ve Eşca kabileleri cahiliye
devrinde, kuvvet ve itibar yönüyle Beni Amir İbnu Sa'sa'a ve Beni Temim gibi
diğer bir kısım kabilelerden daha geri planda idiler. İslamiyet gelince,
bunlar, belki de mezkur zaaflarının sevkiyle İslam'ı daha önce benimsediler ve
böylece şeref onlara geçti.[367]
ـ4535
ـ2ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #:
قُرَيْشٌ
وَا‘نْصَارُ
وَجُهَيْنَةُ
وَمُزَيْنَةُ
وَأسْلَمُ
وَأشْجَعُ
وَغَفَارٌ
مَوالِيَّ.
لَيْسَ
لَهُمْ مَوْلى
دُونَ اللّهِ
وَرَسُولِهِ
#[. أخرجه
الشيخان
والترمذي.
2. (4535)- Yine Ebû Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kureyş, Ensar, Cüheyne, Müzeyne,
Eslem, Eşca' ve Gıfar benim dostlarımdır. Onların da Allah ve Resulünden başka
dostları yoktur." [Buharî, Menakıb 6; Müslim, Fezailu's-Sahabe 189, 190,
(2520-2521); Tirmizî, Menakıb, (3945).][368]
AÇIKLAMA:
Resûlullah burada öncelikle Kureyş ve
Ensar'ı tafdil etmektedir. Zira İslam'ın ilk nüvesi Kureyş içerisinde
atılmıştır: Öncelikle kendisi, Hz. Ebû Bekr Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali gibi,
sonradan halifeliği de deruhte edecek
olan ilk büyükler ve ilk müslümanlar Kureyşî'dir. Ayrıca Mekke'nin fethinden
sonra da İslam'a hizmette önde gidenler, küfür diyarlarını fetihte baş çekenler
hep Kureyşli olmuşlardır. Bu sebeple takdir-i nebeviye'ye hakkıyla layıktırlar.
Gerçi Resûlullah'ı en ziyade uğraştıranlar da Kureyş kafirleri olmuştur. Ancak
o devre fetihle kapanmıştır.
Ensariler ise, Mekke müşriklerine karşı
Resûlullah'a ve İslam'a himaye veren insanlık tarihinin bir daha görülmesi
mümkün olmayan alicenab, fedakar bir neslidir. Rabbülalemin onları kendileri
ihtiyaç içinde olsalar bile muhacir kardeşlerini nefislerine tercih eden
kimseler olarak tavsif ve takdir etmektedir. Ensar (radıyallahu anhüm),
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "İnsanlar bir vadiye, Ensar bir
vadiye gitse, ben Ensar'ın gittiği vadiye giderim" diyerek tafdil ettiği,
takdir ettiği insanlardır.
Diğer kabileler hakkındaki övgünün,
onların İslam'a girişteki acele ve çabukluklarından ileri geldiği
belirtilmiştir. Onların savaşmadan, mağlup olmadan, esaret altına girmeden,
kendiliklerinden gelip müslüman olmaları sebeiyle "Allah'ın dostu
olmak" gibi bir şerefe erdikleri de söylenmiştir.
Bazı alimler, "Bu hadisten murad,
onların esir edilmelerini nehyetmektir" demiş ise de, bu görüş zayıf
bulunmuştur.[369]
ـ4536
ـ3ـ وعن أبِى
مُوسى رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
إنِّى ‘عْرِفُ
أصْوَاتَ
رُفْقَةِ
ا‘شْعَرِيِّينَ
بِالْقُرآنِ
حِينَ
يَدْخُلُونَ
بِاللَّيْلِ،
وَأعْرِفُ
مَنَازِلَهُمْ
مِنْ
أصْوَاتِهِمْ
بِاللَّيْلِ
بِالْقُرآنِ،
وَإنْ كُنْتُ
لَمْ أرَ مَنَازِلَهُمْ
بِالنَّهَارِ[.
أخرجه
الشيخان.
3. (4536)- Ebû Musa
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Ben Eş'arî cemaatinin geceleyin evlerine
girerkenki Kur'an okuyuşlarını
seslerinden tanırım. Gündüzleyin girerlerken evlerini görmemiş de olsam,
geceleyin Kur'an okuyuşları sebebiyle seslerinden evlerini tanırım. Onlardan
biri Hakim'dir. Atlılara -yahut düşmana
dedi- rastlayınca, onlara:
"Arkadaşlarım, kendilerini
beklemenizi söylediler!" dedi." [Buharî, Megazî 38; Humus 15,
Menakıbu'l-Ensar 37; Müslim, Fezailu's-Sahabe 166, (2499).][370]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet, Eşarilerin mescid veya
iş için geceleyin çıktıkları zaman eve dönüşte yüksek sesle Kur'an okuduklarını
belirtmektedir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bunu takdir makamında
söylemesi, bunun caiz olduğunu ifade eder. İbnu Hacer: "Riyadan emin
olmak" ve "Kimseyi rahatsız etmemek" kaydıyla bunun müstahsen
olacağını belirtir.
2- Hadiste geçen Hakim'in Eş'arilerden
birinin ismi olduğu söylenmiştir, ancak bir zatın sıfatı olabileceği de
söylenmiştir. Bu zat, düşmanla karşılaşınca, aşırı cesareti sebebiyle kaçmayıp
onlara: "Askerlerimiz geliyor, bekleyin de boyunuzun ölçüsünü alın!.."
manasında onlara tek başına morallerini bozucu hitapta bulunmuştur. Bu yorum,
şekk'li olan ifadenin ikinci şıkkına yani düşmanla karşılaşmış olma haline
uygundur. Şayet birinci şık sahih ise, yani karşılaşanlar atlılar ise mana
şöyle olur: "Ey atlılar, bekleyin de geride kalan yayalar da gelsin,
düşmanın karşısına beraber çıkın." Bu takdirde Hakim'in karşılaştığı
atlılar müslümandır. İbnu Hacer bu yorumun daha doğru gözüktüğünü belirtir.
İbnu't-Tin: "Hakîm'in sözünün manası şudur: Onun arkadaşları Allah yolunda
savaşmayı severler, bu uğurda kendilerine gelecek musibete kıymet vermezler,
aldırmazlar."[371]
ـ4537
ـ4ـ وَلَهُمَا
في رِوايَةٍ
عنهُ: ]قَالَ #:
إنَّ
ا‘شْعَرِيِّينَ
إذَا
أرْمَلُوا في
الْغَزْوِ
وَقَلَّ
طِعَامُ
عِيَالِهِمْ
بِالْمَدِينَةِ
جَمَعُوا مَا
كَانَ
عِنْدَهُمْ
في ثَوْبٍ
وَاحِدٍ،
ثُمَّ اقْتَسَمُوهُ
بَيْنَهُمْ
بِإنَاءٍ
وَاحِدٍ
بِالسَّوِيَّةِ.
فَهُمْ
مِنِّى
وَأنَا مِنْهُمْ[
.
»أرْمُلُوا«
يعنى نفد
زادهم .
4. (4537)- Yine Buhari ve
Müslim Ebû Musa'dan şu hadisi kaydetmişlerdir. "Resulllah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Eş'ariler, gazve
sırasında azıkları tükenir, Medine'de
de ailelerinin yiyecekleri azalırsa, yanlarında bulunanları bir yaygının
üzerinde toplarlar sonra onu tek bir kabla eşit olarak paylaşırlar. Onlar
bendendir, ben de onlardanım." [Buharî, Şirket 1; Müslim, Fezailu's-Sahabe
167, (2500).][372]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
burada Eş'arilerin, memduh bir hasletlerini zikrederek övmektedir. Darlık
zamanlarında seferde ve hatta hazerde yiyeceklerin birleştirilmesi, Resûlullah:
"Onlar benden, ben de onlardanım" demekle onlardaki dayanışmayı övmüş, aynen benimsemiş ve dolayısıyle
ümmetine de tavsiye etmiş olmaktadır. Nevevî: "Birbirinden olmanın manası
"Yollarında birlikte ve Allah yolunda harcamadaki benzerlikte"
mübalağadır" der.
2- Alimler bu rivayetten, kişinin kendi
menkibesini zikretmesinin caiz olduğu, hibe-i meçhulun cevazı, dayanışma ve başkasını tercihin fazileti gibi
başka faideler de çıkarmışlardır.[373]
ـ4538
ـ5ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]َ أزَالُ
أُحِبُّ
بَنِى
تَمِىمٍ
بَعْدَ ثََثٍ
سَمِعْتُهَا
مِنْ رَسُولِ
اللّهِ #
يَقُولُهَا
فِيهِمْ،
سَمِعْتُهُ
يَقُولُ: هُمُ
أشَدُّ
أُمَّتِى
عَلى
الدَّجَّالِ.
وَجَاءَتْ
صَدَقَاتُهُمْ،
فَقَالَ #:
هذِهِ
صَدَقَاتُ
قَوْمِنَا،
وَكَانَتْ
سَبيَّةٌ
مِنْهُمْ
عِنْدَ عَائِشَةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها.
فقَالَ # اعْتَقِيهَا
فإنَّهَا
مِنْ وَلَدِ
إسْمَاعِيلَ[.
أخرجه
الشيخان .
5. (4538)- Hz. Ebû Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Benî Temim'i, haklarında Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Ôdan işittiğim üç şeyden sonra hep sever oldum.
Demişti ki: "Onlar Deccal'e karşı ümmetimin en şiddetlisidirler."
Onların zekatları gelmişti. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Bu, kavmimizin zekatlarıdır!"
buyurdular. Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nın yanında onlardan bir esire kadın
vardı.
"Onu azad et, çünkü o, Hz. İsmail
evlatlarından!" buyurdular. " [Buharî, Itk 13, Megâzî 67; Müslim,
Fezailu's-Sahabe 198, (2525).] [374]
AÇIKLAMA:
Rivayette, Arapların büyük kabilelerinden
olan Benî Temim onlarda bulunan üç güzel hasletle övülmüş olmaktadır. Bu üç hasletle
onların Aleyhissalâtu vesselâm tarafından övüldüğünü işiten Ebû Hüreyre, Temîmlileri sevmeye başlar. Hadisin Ahmed
ibnu Hanbel'de gelen vechindeki ziyade "Kabilelerden hiçbir kavme onlar
kadar nefret duymuyordum, böylece onları sevmiş oldum."Bu nefretin
Cahiliye devrinde aralarında cereyan eden düşmanlıktan ileri geldiği belirtilir. Şu halde, bu rivayet
Resulullah'ın bir kelamıyla eski
kinlerin nasıl süngerlendiğine, Aleyhissalâtu vesselâm'ın gönüllerde sevilen ve
nefret edilen şeyleri bile nasıl yönlendirdiğine güzel bir örnek
olabilmektedir.Mezkur üç hasletten biri onların
Deccal'e karşı şiddetle mücadele edeceğidir. Bu vasıf bir başka rivayette "Onların savaşta insanların
en şiddetlisi olduğu" şeklinde
gelmiştir. Bu iki rivayet te'vil edilerek: "Deccal'e karşı
yapılacak savaşta en şidetli savaşçılar olacaklar" denmiştir.İkinci
hasletleri, zekatlarının gelmesi vesilesiyle Resûlullah'ın nesebini onlarla
birleştirip onlara "kavmimiz" demesidir. Şarihler Benî Temimle,
Kureyş'in İlyas İbnu Mudar'da birleştiklerini belirtirler. Resûlullah, Benî
Temim'in bir kolu olan, Beni Sa'd'ın zekatı geldiği zaman da "İşte
kavminin zekatı" buyurmuştur.Üçüncü faziletleri de Temimlilerin nesebce
Hz. İsmail'e dayanmış olmasıdır. Bu hususla ilgili muhtelif rivayetler var.
Şarihler bu rivayetlere dayanarak Hz.
İsmail ahfadının azad edilmesinin efdal olacağına hükmetmişlerdir.[375]
ـ4539
ـ6ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]إنَّ رَجًُ
مِنْ قَيْسٍ
قَالَ يَا
رَسُولَ
اللّهِ # الْعَنْ
حِمْيَراً
فأعْرَضَ
عَنْهُ.
فأعَادَ عَلَيْهِ.
فقَالَ #:
رَحِمَ
اللّهُ
حِمْيَراً
أفْوَاهُهُمْ
سََمٌ،
وَأيْدِيهِمْ
طَعَامٌ،
وَهُمْ أهْلُ
أمْنٍ
وَإيمَانٍ[.
أخرجه
الترمذي .
6. (4539)- Yine Ebû Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Kays'tan bir adam:"Ey Allah'ın Resulü!
Hımyer'e lanet et!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm ondan yüzünü çevirdi. Adam aynı talebi tekrar
edince, Aleyhissalâtu vesselâm:
"Allah Hımyer'e rahmet kılsın.
Onların ağızları selam, elleri yiyecek, kendileri de emniyet ve iman ehli
kimseler!" buyurdu." [Tirmizî,Menâkıb, (3985).][376]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah burda Hımyer halkını
bazı mümtaz taraflarıyla tafdil ediyor:
* Rastladıkları herkese selam veriyorlar,
bunu terketmiyorlar.
* Muhtaç, yolcu, misafir herkese yemek veriyorlar:
* Onlardan kötülük beklenmez, güvenilen
emniyetli kimselerdir:
* Kalpleri de nur-u imanla doludur.
2- Hımyer, Yemen'deki kabilelerden
birisidir.[377]
ـ4540
ـ7ـ وعن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #
ا‘زْدُ أزْدُ
اللّهِ في اَرْضِ،
يُرِيدُ
النَّاسُ أنْ
يَضَعُوهُمْ وَيَأبَى
اللّهُ إَّ
أنْ
يَرْفَعَهُمْ
وَلَيَأتِيَنَّ
عَلى
النَّاسِ
زَمَانٌ يَقُولُ
الرَّجُلُ
فِيهِ:
يَالَيْتَ
أبِى كَانَ
أزْدِيّاً،
وَيَا لَيْتَ
أُمِّي
كَانَتْ
أزْدِيَّةِ[.
أخرجه
الترمذي.وقال:
قَدْ رُوِىَ
مَوْقُوفاً
على أنَسٍ،
وَهُوَ
عَندنا أصح .
7. (4540)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Ezd kabilesi, Allah'ın yeryüzündeki
ordusu (ve dininin yardımcıları)dır. Halk onları alçaltmak ister, Allah ise
onları yüceltir. İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, o zaman kişi:
"Keşke babam Ezdi olsaydı! Keşke
anem de Ezdi olsaydı!" diye temennide bulunacak." [Tirmizî, Menâkıb,
(3933).][378]
AÇIKLAMA:
1- Ezd, Yemen'de bir kabile adıdır.
Ezd-i Şenue denir. Bir başka rivayette (4544. hadis) Ezd kelimesinden sonra
"yani Yemen" ibaresine yer verilerek, hadiste geçen Ezd kelimesiyle
Aleyhissalâtu vesselâm'ın Yemen'i kasdettiğine işaret edilir. Ezd'le ilgili
olarak el-Kadi şu açıklamayı sunar: "Ezd'le Aleyhissalâtu vesselâm Ezd-i
Şenu'e'yi murad eder. Bu, Yemen'de bir kabiledir.Ezd İbnu'l-Gavs, İbnu Leys,
ibni Malik, İbni Kehlan, İbni Sebe'nin evladlarıdır. Onları Allah'a nisbet edişi , onların Hizbullah'tan ve Resulüne
yardım edenlerden olmaları sebebiyledir." Tibi de şu açıklamayı sunar:
"Ezdullah tabiri birkaç manaya muhtemeldir. Şöyle ki:
* Bu isimle iştihar etmiş olanları. Çünkü
onlar savaşta sebatkâr kimselerdir, asla kaçmazlar.
* Onların Allah'a nisbeti, husisiyetlerini
ortaya koyarak teşrif etmek içindir;
Beytullah (Allah'ın evi), Nâkatullah (Allah'ın devesi) tabirlerinde olduğu
gibi. Nitekim hadisin devamında halkın
onları alçaltma arzuları ifade
edilmiştir. Öyleyse buna karşı, onların teşrifi (şereflendirilmeleri) için
Allah'a nisbet etmişlerdir.
* Ezd kelimesi ile şecaat ifade edilmek istenmiştir. Bu durumda
kelam teşbih olarak kullanılmıştır. Yani el-Esed (aslan), esedullah demektir.
Bu durumda "Esed"în Ezd olarak gelmesi ya şekil benzerliğindendir
veya sin harfinin ze harfine
kalbolmasındandır." Aliyyu'l-Karî, Tîbî' nin bu açıklamasını kaydettikten
sonra der ki: "Bu yoruma, el-Mesabih şarihlerinden Sahibu'l-Ezhar da tabi
oldu. Ne var ki bu yorumun sağlam olması için, el-Ezd kelimesinin lügat
itibariyle el-Esed'den gelmesi gereklidir. Ancak, Kamus'tan anlaşıldığına göre
mesele böyle değil."[379]
ـ4541
ـ8ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]جَاءَ
الطُّفَيْلُ
بْنُ عَمْرٍو
الدَّوْسِىُّ
الى رَسُولِ
اللّهِ #:
فقَالَ: إنَّ
دَوْساً قَدْ
هَلَكَتْ،
عَصَتْ
وَأبَتْ، فَادْعُ
اللّهُ
عَلَيْهِمْ
فَظَنَّ
النَّاسُ أنَّهُ
يَدْعُو
عَلَيْهِمْ.
فقالَ:
اللّهُمَّ
اهْدِ
دَوْساً
وَأْتِ
بِهِمْ[.
أخرجه الشيخان
.
8. (4541)- Hz. Ebû Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Tufeyl İbnu Amr ed-Devsî, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Ôa gelerek:
"Devs kabilesi helak oldu. (Allah'a)
asi oldu (ve İslam'a girmekten) imtina etti. Onlara bir bedduada
bulunun!" dedi. Orada bulunanlar,
Aleyhissalâtu vesselam'ın beddua yapacağını zannetti. Ama O:
"Allah'ım, Devs'e hidayet ver,
onları imana getir!" buyurdu." [Buharî, Megazî 75, Cihad 100, Da'avat
59; Müslim, Fezâilu's-Sahabe 197, (2524).] [380]
AÇIKLAMA:
1- Devs, Hz. Ebû Hüreyre'nin mensup olduğu
kabiledir. Yemen'dedir.
2-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a müracaatta bulunan Tufeyl İbnu Amr
(radıyallahu anh) da Devslidir. Mekke'de
müslüman olmuş, memleketine dönerek Medine'ye hicret edinceye kadar, kabilesini
İslam'a sokmaya çalışmıştır. Ancak yeterince dinleyen olmamış, bunun üzerine
Resûlullah'a müracaat ederek onların faiz yediklerini, zina ettiklerini
söylemiş ve beddua taleb etmiştir. Fakat Aleyhissalâtu vesselâm insanlara
beddua ederek helaklerini değil, niyaz
ve tazarru ile hidayetlerini taleb etmek için peygamberdi, Rahmeten li'l-alemin
idi. Her seferinde olduğu üzere bu seferde
onların hidayeti için Allah'a duada bulunmuştur.
Dua kabul edilecek ve Devs İslam'a girecektir.[381]
ـ4542
ـ9ـ وعن جابرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ
الصَّحَابَة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهم قَالُوا
يَا رَسُولَ
اللّهِ:
أحْرَقَتْنَا
نِبَالُ
ثَقِيفٍ،
فادْعُ
اللّهَ
عَلَيْهِمْ. فقَالَ:
اللّهُمَّ
اهْدِ
ثَقِيفاً[.
أخرجه الترمذي
.
9. (4542)- Hz. Cabir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Sahabeler (radıyallahu anhüm), Aleyhissalâtu
vesselâm'a mürâcat ederek:
"Ey Allah'ın Resulü! Taiflilerin
okları bizleri yaralayıp parçaladı. Aleyhlerine Allah'a bir bedduada bulunuverseniz! " dediler. Aleyhissalâtu
vesselâm:
"Allahım, Taiflilere hidayet ver!" buyurdular!" [Tirmizî, Menakıb,
(3937).][382]
AÇIKLAMA:
1- Taif şehrinde yaşayan halkın ismi, Benî
Sakif veya kısaca Sakif'dir. Daha önce (4295. hadis) Taif Gazvesi bahsinde geçtiği üzere Taif'in kuşatılması sırasında müstahkem kalelerden
atılan oklar şehrin müdâfasında müessir olmuş, müslümanlardan bazılarının
ölümüne, birçoğunun da yaralanmasına
sebep olmuştu. İşte bu başarısızlık üzerine, askerlerden bazıları
Resûlullah'a mürâcatla beddua taleb
ederlerse de Aleyhissalâtu vesselâm, sadedinde olduğumuz hadiste görüldüğü üzere, beddua yerine Allah'tan hidayet talebinde
bulunur.[383]
ـ4543
ـ10ـ وعن أبِى
بَرْزة
ا‘سْلمىّ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]بَعَثَ
رَسُولُ
اللّهِ # الى
حَىٍّ مِنْ
أحْيَاءِ الْعَربِ
رَجًُ
فَسَبُّوهُ
وَضَرَبُوهُ.
فَجَاءَ الى
رَسُولِ
اللّهِ #
فَأخْبَرَهُ.
فقَالَ #: لَوْ
أنَّ أهْلَ
عُمَانَ
أتَيْتَ مَا
سَبُّوكَ وََ
ضَرَبُوكَ[.
أخرجه مسلم .
10. (4543)- Ebu Berze
el-Eslemî (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bir
sahabiyi Arap kabilelerinden birine irşad vazifesiyle gönderdi. Ancak
kabile halkı ona hakaretler edip bir güzel dövdüler. Sahabi, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a gelerek
durumu haber verdi. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Eğer Umman ahalisine gitmiş
olsaydın onlar ne söverler ne de seni
döverlerdi" buyurdu." [Müslim, Fezâilu's-Sahabe 228, (2544).][384]
AÇIKLAMA:
Bazı şarihler, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın bu sözleriyle, Umman halkının tahkik ehli ve araştırıcı kimseler
olduğunu, Yemenliler gibi ince kalpli ve nazik kimseler olduğun söylemek
istediğini belirtirler.
Hadiste Umman halkının fazileti ifade
edilmiştir.[385]
ـ4544
ـ11ـ وعن أبِى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
المُلْكُ في
قُرَيْشٍ،
وَالْقَضَاءُ
في ا‘نْصَارِ،
وَا‘ذَانُ في
الْحَبَشَةِ،
وَا‘مَانَةُ
في ا‘زْدِ،
يَعْنِى
الْيَمَنَ[.
أخرجه
الترمذي .
11. (4544)- Hz. Ebû Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Mülk (saltanat, idare)
Kureyş'tedir. Keza (davaları hükme bağlama) Ensar'dadır. Ezan Habeşlilerdedir,
emanet (güven) Ezd'dedir, yani Yemen'dedir." [Tirmizî, Menâkıb, (3932).][386]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste mülk yani hilafet, yani
saltanatın Kureyş'e ait olduğu ifade edilmiştir. Bu bahis daha önce geçtiği
için tekrar etmeyeceğiz (4530-4533).
2- Resûlullah Ensar'ın gönlünü hoş etmek
için kaza işlerinin onlar vasıtasıyla yürüyeceğini ifade etmiştir. Ensar bu
çeşit teşriflere fazlasıyla layık idi. Zira, İslam direğini kuranlar onlardı.
Onların himaye ve fedakarlıkları olmasaydı, zahir hale göre, sayıca az ve zayıf olan
ilk müslümanlar, ceberrut, zalim ve insafsız Kureyş müşrikleri karşısında yok
olmaya mahkum idiler. Ensar (radıyallahu
anhüm) himayesi İslam meşalesinin yanıp güçlenmesine gönülleri aydınlatıp,
insanlığa ilahi hidayetin ulaşmasına vesile oldu.
3- Kaza'dan murad nedir? Bu hususta farklı
görüşler ileri sürülmüştür.
* Hüküm-ü cüz'idir. Nitekim
Resûlullah "Helal ve haram en iyi
bileniniz Muaz'dır" buyurmuştur. Muaz ise Ensar'dandır.
* Nikâbettir, çünkü nâkibler onlardandı. Nâkib, bir cemaatin
işlerinde, ahvaline nezaret eden mümessilleridir. Akabe bey'atında Resûlullah,
kendisiyle hayatta bulunan müslüman gruplar
için hepsi Ensar'dan olmak üzere
birer nakib seçmişti. Bunların sayısı 12 idi. Şu halde bazı alimler, sadedinde
olduğumuz hadiste "Kaza Ensar'dadır" buyrulmakla nikabet (nâkiblik
işleri) Ensar'ın elindedir" dendiğini kabul etmiştir.
4- Ezanın
Habeşlilere ait olması, Resûlullah'ın baş müezzininin Bilal-i Habeşi
olmasından ileri gelen bir keyfiyettir.
5- Emanetin Ezd'de olması, Ezd'le Yemen'in
kastedilmiş olduğunu ifade eder. Çünkü Aleyhissalâtu vesselâm, insanlığın ilk
medeniyetinin beşiklerinden biri olması
kuvvetle muhtemel olan bu belde ahalisini, muhtelif hadislerinde övmüş,
ilmin, irfanın, yumuşak kalplilik ve
sükunetin Yemenlilerde bulunduğunu ve hatta ilmin ve hikmetin Yemenli
olduğunu söylemiştir. Bir rivayet şöyle:
"Size Yemenliler geldi. Onlar kalpçe
en zayıf, gönülce en hassas kimselerdir. İman Yemenlidir, hikmet de
Yemenlidir." Bir müslim hadisinde "...Fıkıh da Yemenlidir"
ziyadesi gelmiştir.
İmanın Yemen'e nisbeti bazı farklı
yorumlara sebep olmuştur. İbnu Hacer'in açıklamasına göre, İman Yemen'e nisbet edilmiştir. Zira, mebdei orasıdır.
Mekke, Medine'ye nisbeten Yemenlidir.. "Murad-ı İmanı Mekke ve Medine'ye
nisbettir", zîra bu iki yer Şam'a nisbetle Yemenlidir. Zîra, Resûlullah bu
hadisi Tebük'te sarfetmiştir. Bu durumda Suriye'ye nisbetle Hicaz, Yemen'den
sayılır. Nitekim bu tevili teyid eden bir rivayet Müslim'de gelmiştir:
"İman Hicaz ahalisindedir."
"Bir başka açıklamaya göre, bundan
Ensar maksuddur, çünkü Ensar aslen Yemen'den gelmedir ve Yemenli sayılırlar.
İman'ın onlara nisbeti pek muvafıktır, çünkü onlar, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın getirdiği şeriata yardımda asıl ve temel oldular."
İbnu Salah Ebû Ubeyde'nin Garibu'l-Hadis'te yer verdiği bu
açıklamaya katılmaz ve: "Kelamı zahiri üzere anlamaya bir mani yok! Hadisten
murad Yemenlileri, Meşrik ehlinden olanlara tafdildir. Bunun da sebebi imana
olan iz'an (ve yakinleridir). Çünkü onlar İsam'a girerken müslümanlara büyük
bir müşkilat çıkarmadılar. Halbuki
meşrik ahalisi ve başkaları böyle yapmadılar. Kim bir şeyle muttasıf olur
ve o şeyin izharında ciddi davranırsa, o
şeydeki kemalini göstermek için o kimsenin ona nisbet edilmesi adettendir.
Öyleyse, imanın Yemenlilere nisbeti, başkalarından onu nefyetmemizi
gerektirmez. Ayrıca, hadisin elfazında, bu hadisle muayyen şahısları
kasdettiğini gösteren karineler de var.
Aleyhissalâtu vesselâm bu sözüyle beldenin tamamını kasdetmemiş,
onlardan kendisine gelenlere işaret buyurmuştur. Bunu söylerken hadisin bazı
tariklerinde gelen: "Size Yemenliler geldi. Onlar kalpçe en yumuşak,
gönülce en hassas kimselerdir. İman Yemenlidir. Hikmet de Yemenlidir. Küfrün
başı da şark cihetindedir." Kelamı zahirine göre anlamaya ve ehl-i Yemen tabirini hakikatına hamletmeye
bir mani yok. Şurası da var: Bu sözle murad edilen, o zaman Yemenlilerden
mevcut olanlardır. Heramanda yaşayacak olan bütün Yemen halkı değil, zira lafız
böyle bir tamimi gerektirmiyor. "Fıkıh"dan kastedilen şey de dinde anlayıştır,
"hikmet"ten murad da Allah'ın marifetine götüren ilimdir."
Böylece, İbnu Salâh hadisin anlaşılmasına
daha pratik bir yorum kazandırmış olmaktadır.[387]
ـ4545
ـ12ـ وعن أبى
سكِينَةَ
)رَجُلٍ مِنَ
الْمُحَرَّرِينَ(
عَنْ رَجُلٍ
مِنْ
أصْحَابِ
النَّبِىِّ #
قَالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
دَعُوا الْحَبَشَةَ
مَا
وَدَعُوكُمْ،
وَاترُكُوا
التُّرْكَ
مَا تَرَكُوكُمْ[.
أخرجه أبو
داود
12. (4545)- Ebû Sekîne (ki
Muharrerler'den bir kimsedir.) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bir
sahabesinden naklen anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Sizi bıraktıkları müddetçe siz de Habeşîleri bırakın.
Sizi terkettikleri müddetçe Türkleri terkedin." [Ebû Dâvud, Melâhim 8,
(4302).][388]
AÇIKLAMA:
1- Şârihler, "Habeşiler sizi bıraktığı
müddetçe onları bırakın" ifadesini: "onlar size saldırmadıkça siz de
onlara karşı savaşı ilk başlatan olmayın" şeklinde anlamışlardır. Keza
Türklerle ilgili cümleyi de: "Türkler sizi terkettiği, size savaş açmadığı
müddetçe siz de onlara taarruz etmeyin, Türkler size taarruz etmede önce
davranırsa siz o zaman onlara mukabele edin" şeklinde anlamışlardır. Hattabî
(radıyallahu anh) der ki: "Bu hadisin
"Müşriklerle topyekün savaşın..." (Tebve 36) âyetiyle te'lifi
şöyledir: Âyet mutlaktır, hadis ise mukayyeddir, mutlak mukayyede hamlonulur ve
hadisle âyetin âmm olan hükmü tahsis edilir. Nitekim mecusiler hakkında da
böyle yapılmıştır. Zira onlar da kâfir oldukları halde "Mecusilere Ehl-i
Kitap muamelesi uygulayın" hadisi esas alınarak onlara ehl-i kitap
muamelesi tatbik edilerek cizye alınmıştır." Tîbî merhum; nesh ihtimaline
yer vererek: "Hadis İslâm'ın zayıflığı sebebiyle varid olmuştur da âyet
onu nesh etmiş olabilir" der.
2- Habeşlilerin ve Türklerin terkedilmeleri
ve savaş dışı bıkakılmalarının sebebini âlimler şöyle açıklamıştır:
"Müslümanlarla Habeşliler arasında korkunç çöller, susuz sahralar var.
Onlara ulaşmak yorucu, zor ve pek meşakkatli olduğu için, müslümanları bununla
mükellef tutmadı. Türklere gelince; onların gücü şiddetlidir, memleketleri
soğuktur. İslâm'ın ordusu olan Araplar ise sıcak iklimin insanlarıdır, bu
sebeple onları buralara gitmekle mükellef tutmadı. Bu iki sır sebebiyle onları
diğer milletlerden ayrı mütâla etti. Ancak onlar zorla İslâm memleketlerine
girerlerse, el-iyâzubillah hiçkimseye (hadis yasaklıyor diye) kıtali terketmek
câiz olmaz. Zira böyle bir durumda cihâd farz-ı ayn olur. Önceki durumda ise
farz-ı kifayedir." Âlimlerin bu görüşünü kaydeden Aliyyu'l-Kâri der ki:
"Aleyhissalatû vesselâm, bu mânaya "Onlar sizi terkettikçe..."
cümlesiyle işaret buyurmuştur.[389]
ـ4546
ـ13ـ وعن
عِمْرَانِ
بْنِ حَصينَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما
قَالَ: ]مَاتَ
رَسُولُ اللّهِ
# وَهُوَ
يَكْرَهُ
ثَثَةَ
أحْيَاءٍ: ثَقِيفاً،
وَبَنِى
حَنِيفَةَ،
وَبَنِى أُمَيَّةَ[.
أخرجه
الترمذي.
13. (4546)- İmran İbnu
Husayn (radıyallahu anhüma) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) üç kabileye ikrah eder halde vefat etti: Sakif, Beni Hanife, Beni
Ümeyye." [Tirmizî, Menâkıb, (3938).][390]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu
rivayete göre, üç kabileden hoşnutsuz olarak vefat etmiştir. Bunlardan Benî
Ümeyye hânedanı Kureyş'e bağlı bir koldur. Şârihler, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın Benî Ümeyye'ye duyduğu nefretin Ubeydullah İbnu Ziyâd sebebiyle
olduğunu belirtir. Daha önce de açıkladığımız üzere Fahr-i Âlem efendimizin
reyhanesi olan Hz. Hüseyin (radıyallahu anh)'ın kesik başını bir leğen
içerisine koyarak elindeki çubukla dürterek hakaret etmişti (4433, 4434.
hadisler). Öldürülüp kellesi getirilince ilahî bir ceza olarak zuhûr eden ince
bir yılan, herkesin göreceği şekilde İbnu Ziyâd'ın ağzına burnuna girmiş,
çıkmıştı (4433, 4434. hadisler).
Resûlullah'ın Sâkif'ten nefreti, oradan
zuhur eden Haccâc-ı Zâlim sebebiyledir. Bu herif de nice masumların kanına
girmiş, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Ashab-ı güzîne, İslâm'ın o
mübarek bânilerine etmedik hakaret ve işkence bırakmamıştı. Daha da ileri
giderek mancınıklarla attığı taşlarla Kâ'be'yi yıkmaktan çekinmemişti.
Efendimiz Aleyhissalâtu vesselâm'ın Benî
Hanîfe'ye iğbirarı da, oradan çıkan Müseylime adındaki yalancı sebebiyledir.
Resûlullah'ın hayatının son demlerinde peygamberliğini ilan ederek irtidad
etmiş, Hz. Ebû Bekir zamanında onun bertaraf edilmesi için müslümanlar epeyce
bir uğraşmışlardır.
Aleyhissalâtu vesselâm bu sonuncuya
sağlığında fiilen müşâede etti ise de, önceki ikisini Allah'ın bildirmesi ile
keşfen görmüştür. [391]
ـ4547
ـ1ـ عن
سلْمَانِ
الفَارِسِىُّ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قالَ:
]قَالَ لِى
رَسُولُ
اللّهِ #: َ تُبْغِضُنِى
فَتُفَارِقَ
دِينَكَ.
قُلْتُ: وَكَيْفَ
أُبْغِضُكَ
يَا رَسُولَ
اللّهِ؟ وَبِكَ
هَدَانِى
اللّهُ؟
قَالَ:
تُبْغِضُ الْعَرََبَ
فَتُبْغِضُنِى[.
أخرجه
الترمذي .
1. (4547)- Selman'ı Farisî
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana:
"Bana buğzetme, dinini terketmiş
olursun!" buyurdular. Ben:
"Ey Allah'ın Resulü, ben size nasıl
buğzederim? Allah hidayeti bana sizin elinizden ulaştırdı" dedim,
"Araba buğzedersin, böylece bana
buğzetmiş olursun" buyurdular." [Tirmizî, Menâkıb, (3923).][392]
ـ4548
ـ2ـ وعن عثمان
بن عفّان
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: منْ
غَشَّ العَرَبَ
لَمْ
يَدْخُلْ في
شَفَاعَتِى
وَلَمْ تَنْلَهُ
مُوَدَّتِى[.
أخرجه
الترمذي .
2. (4548)- Osman İbnu Affân
(radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kim Arab'ı aldatırsa şefaatime
giremez ve sevgim de ona ulaşmaz." [Tirmizî, Menâkıb, (3924).][393]
AÇIKLAMA:
Bu iki hadis, Arap milletine karşı kötü
his beslemenin tehlikesine dikkat çekmektedir. Müslümanlar kerdeştirler,
birbirlerini sevecekler, aralarında buğz ve adavete yer vermeyecekler,
birbirlerini aldatmayacaklar. Müslümanlar arasında bunlar haram olmakla
birlikte, Araplara karşı yapılması daha büyük bir günahı gerektirmektedir. Zîra
Resûlullah da Arap'tır. Şu halde meşru bir sebep olmadan Arab'a karşı alınan
tavır İslâm'a karşı alınmış bir tavırdır. İkinci hadis böyle bir durumda
kişinin kalbinde Resûl sevgisinin hasıl olmayacağını, dolayısıyla da
Resûlullah'ın kendisini sevmeyeceğini haber vermektedir. Bunlar bir mü'min için
büyük kayıptır. Allah korusun! [394]
ـ4549
ـ1ـ عن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]تََ
رَسُولُ
اللّهِ #
سُورَةَ الْجُمُعَةِ،
فَلَمَّا
بَلَغَ:
وَآخَرِينَ مِنْهُمْ
لَمَّا
يَلْحَقُوا
بِهِمْ. قَالَ
لَهُ رَجُلٌ:
يَا رَسُولَ
اللّهِ، مَنْ
هؤَُءِ
الَّذِىنَ
لَمْ
يَلْحَقُوا
بِنَا؟ فَوضَعَ
# يَدَهُ عَلى
سَلْمَانَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
وَقالَ:
وَالَّذِى
نَفْسِى
بِيَدِهِ لَوْ
كَانَ ا“يمانُ
بِالثُّرَيّا
لَتَنَاوَلَهُ
رجَالٌ مِنْ
هُؤَءِ، وفي
أُخْرَى:
رَجُلٌ مِنْ
فَارِسَ[.
أخرجه
الشيخان
والترمذي .
1. (4549)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Cum'a
sûresini tilavet buyurdu: "Onlardan diğer bir grup gönderdi ki (faziletçe)
birincilere yetişememişlerdir" (Cum'a 3) âyetine gelince, bir sahabe:
"Ey Allah'ın Resûlü! Bize
kavuşamayacak olan bunlar kimlerdir?" diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm
elini Selman (radıyallahu anh)'ın üzerine koyarak:
"Ruhumu kudret elinde tutan Zat-ı
Zülcelâl'e yemin olsun, eğer iman Süreyya yıldızında olsaydı, ona, bunun
kavminden bazı kimseler yine de ulaşacaklardı." -Bir diğer rivayette:
"Fars'tan bazı kimseler"- buyurdu. [Buharî, Tefsir, Cum'a 1; Müslim,
Fezâilu's-Sahâbe (2546); Tirmizî, Menâkıb, (3229).][395]
AÇIKLAMA:
Acem kelimesi Arapçada, Arap olmayanlar
için kullanılır ise de, sadedinde olduğumuz hadiste Farslar kastedilmektedir.
Resûlullah eski bir imparatorluğa dolayısıyla köklü bir kültüre ve ilim
an'anesine sahip bulunan İran milletini o yönüyle takdir etmektedir. Bu hadisin
mefhumuna ilk mazhar olan zât Selmân-ı Fârisi'dir. Resûlullah'ın en güzide
Ashabındandır. Hatta Efendimiz: "Selman bizden, Ehl-i Beyt'tendir"
buyurmuştur. Ancak bir kısım şârihler, bu hadiste İmâm-ı Âzam'a da işaret
edildiğini söylemiştir. İslâm'ın gelişmesinde ilmî katkıları olan daha nice
İran asıllıların hadisin şümûlüne girdiğini söyleyebiliriz. Nevevî:
"Hadiste Acemlerin faziletlerine ve yerine göre mecazla mübalağanın
kulanılmalarının câiz olduğuna açık delil vardır" demiştir.[396]
ـ4550
ـ2ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]ذُكِرَتِ
ا‘عَاجِمُ
عِنْدَ
رَسُولِ
اللّهِ #
فَقَالَ #:
‘نَابِهِمْ،
أوْ
بِبَعْضِهِمْ
أوْثَقُ مِنِّى
بِكُمْ أوْ
بِبَعْضِكُمْ[.
أخرجه الترمذي
.
2. (4550)- Yine Ebû Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
yanında Acemler zikredilmişti, şöyle buyurdular:
"Ben onlara -veya bazılarına- sizden
-veya bazınızdan- daha çok güven duyuyorum!" [Tirmizî, Menâkıb, (3928).][397]
AÇIKLAMA:
Hadiste Resûlullah'ın "siz"
diye hitap ettiği muhataplarının muayyen belli kimseler olduğuna dikkat
çekilmiştir. Bunlar, Allah yolunda infak etmeye çağrıldıkları halde bundan geri
durmuşlar, bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm onlara: "Ben Acemlere sizden
daha çok güveniyorum...." demiştir. Bu sözle: muhataplarına bir te'dib ve
ta'yib (ayıplama) mevcuttur. Buna delalet eden şu âyti de kaydedebiliriz:
"İşte siz Allah yolunda harcamanıza davet edilmekte olanlarsınız.
İçzinizde cimrilik edenler var... Eğer yüz çevirirseniz Allah sizin yerinize
bir başka kavim getirir" (Muhammed 8). Zira bu âyet şu âyetin akabinde
gelmişti.
"Eğer sizden onları(n tamamını)
ister, bu suretle (talebte) ileri giderse cimri bulursunuz..." (Muhammed
37). Yani: "Siz, çeşitli hallere bunca mümârese yaptınız ve Allah yolunda
harcamanın kendiniz için daha hayırlı olduğunu bilen kimseler olduğunuz halde
infaka çağırılınca ağır davranan, kaçınan kimselersiniz. Bu kaçkınlığınız devam
ederse Allah sizin yerinize bir başka kavim getirir. Onlar Allah yolunda
mallarıyla canlarıyla fedakârlıklarda bulunurlar, bol bol harcarlar, onlar
aşırı cimrilikte sizin gibi olmazlar." Bu ifade onları infak etmeye teşvik
ve tahrîk gayesini güder, bundan bir tafdil manası çıkmaz.
Aliyyu'l-Kârî de şunu söyler: "Bu
hadisten murad, mutlak sürette tafdilin olmayacağını söylemek olsa, hadisin
vürûdunun hususî sebebi değil, lafzın umûmiliği dikkate alındıkta, kitap ve
sünnete aykırılık çıkar. Eğer murad, mutlak tafdilin gerekmediğini söylemek ise
bu mâna sahihtir. Zira hadis, onların (Acemlerin), bazı vasıflarda Araplardan
efdal olduklarına delalet ede. Nitekim mefdulde (faziletçe düşük olanda),
fâzıldaki bazı faziletlere nisbet edilince üstünlük bulunmasında şaşılacak bir
husus yoktur. Öyleyse Arap cinsinin Acem cinsinden efdal olduğunda şüphe yoksa
da, hadise göre, bazı münferid faziletlerde Acem'in Arab'a üstünlüğü
vardır."
Bu
meselede ercah olan Kur'an'ın üstünlükte takvayı esas alan nassıdır. [398]
ـ4551
ـ3ـ وعن
المستورد
القرشى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #:
يَقُولُ
تَقُومُ
السَّاعَةُ
وَالرُّومُ أكْثَرُ
النَّاسِ.
فَقَالَ
عَمْرُو بْنُ
الْعَاصِ:
أبْصِرْ مَا
تَقُولُ.
قَالَ: أقُولُ
مَا سَمِعْتُ
مِنْ رَسُولِ
اللّهِ #:
قَالَ: إنْ قُلْتُ
ذلِكَ إنَّ
فِيهِمْ
لَخِصَاً
أرْبَعَةً،
إنَّهُمْ
‘ُحْلَمُ
النَّاسِ
عِنْدَ فِتْنَةٍ،
وَأسْرَعُهُمْ
إفَاقَةً
عِنْدَ مُصِيبَةٍ،
وَأوْشَكُهُمْ
كَرَّةً
بَعْدَ فَرَّةٍ،
وَأجْبَرُهُمْ
لِمِسْكِينٍ
وَيَتِيمٍ
وَضَعِيفٍ،
وَخَامِسَةً
حَسَنَةً
جَمِيلَةً،
وَأمْنَعُهُمْ
مِنْ ظُلْمِ
الْمُلُوكِ[.
أخرجه مسلم .
3. (4551)- Müstevrid
el-Kureyşî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı işittim, diyordu ki:
"Rumlar insanların ekserisi olduğu
bir sırada Kıyamet kopar." (Bunu işiten) Amr İbnu'l-Âs (radıyallahu anh)
atılarak:
"Söylediğine dikkat et!" dedi.
Müstevrid:
"Ben Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'dan işittiğimi söylüyorum! diye te'yid etti. Amr:
"Sen bunu söylersen (bil ki) onlarda
dört haslet vardı: Fitne sırasında, insanların en halîmidirler. Musibete
uğrayınca da onu en çabuk atlatanıdırlar. Kaçtıktan sonra geri dönmede insanların
en çabuğudurlar. Miskin, yetim ve zayıflara en hayırlı olanlarıdır. Beşinci
olarak hoş ve güzel bir hasletleri de
kralların zulümlerine en fazla karşı koyan kimseler olmalarıdır." [Müslim,
Fiten 35, (2898).] [399]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu
hadislerinde Kıyamet sırasında Rumların insanların eksiriyetini teşkil
edeceğini haber vermektedir. Bu hadiste Rum kelimesini, dilimizdeki
"Yunanlı" manasında anlamamız isabetli bir te'vil olmaz. O zaman için
Rum, Roma devletini, bir başka ifade ile hıristiyan âlemini ifade ediyordu. Bu
mânadan hareketle hadisteki "Rum'dan Batı âlemini, hıritiyan dünyayı
anlayabiliriz. Amr İbnu'l-Âs'ın Rum'a nisbet etitiği bir kısım hasletleri Batı
âleminde bugün bile görmek mümkündür.
Bu hadis, bizi islâm düşmanlarını
yakından tanımaya, iyi taraflarını, kendilerine has hususî yönleriyle birlikte
araştırmaya, öğrenmeye tevşvik etmektedir. Hatta güzel hasletleri sebebiyle
onları takdir etmeye de, rivayet örnek teşkil etmektedir. [400]
SAHABE
DIŞINDA BAZI KİMSELERİN FAZİLETİ
ـ4552
ـ1ـ عن أسير
بْنِ جَابِرْ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ
عمر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
إذَا أتَى
عَلَيْهِ
أمْدَادُ
أهْلِ
الْيَمَنِ سَألَهُمْ،
أفِيكُمْ
أُوَيْسُ
بْنُ عَامِرٍ؟
حَتّى أتى
عَلى
أُوَيْسِ
بْنِ عَامِرٍ.
فقَالَ: أنْتَ
أُوَيْسُ
بْنُ
عَامِرٍ؟ قَالَ:
نَعَمْ،
قَالَ مِنْ
مُرَادٍ،
ثُمَّ مِنْ
قَرَنٍ.
قَالَ:
نَعَمْ.
قَالَ:
فَكَانَ بِكَ
بَرصٌ
فَبَرَأْتَ
مِنْهُ إَّ
مَوْضِعَ دَرْهَمٍ.
قَالَ:
نَعَمْ.
قَالَ: لَكَ
وَالِدَةٌ؟
قَال: نَعَمْ.
قَالَ:
سَمِعْتُ
رَسُولَ اللّهِ
# يَقُولُ:
يَأتِى
عَلَيْكُمْ
أُوَيْسُ بْنُ
عَامِرٍ مَعَ
أمْدَادِ
الْيَمَنِ
مِنْ مُرَادٍ
ثُمَّ مِنْ
قَرَنٍ،
كَانَ بِهِ بَرَصٌ
فَبَرأَ
مِنْهُ إَّ
مَوْضِعَ
دِرْهَمِ،
لَهُ
وَالِدَةٌ،
هُوَ بِهَا
بَرٌّ. لَوْ أقْسَمَ
عَلى اللّهِ
‘بَرَّهُ.
فَإنِ
اسْتَطَعْتَ
أنْ
يَسْتَغْفِرَ
لَكَ
فَافْعَلْ،
فَاسْتَغْفِرْ
لِى.
فَاسْتَغْفَرَ
لَهُ فَقَالَ
لَهُ عُمَرُ:
أيْنَ
تُرِيدُ؟
قَالَ:
الْكُوفَةَ.
قَالَ: أَ
أكْتُبُ لَكَ
الى
عَامِلِهَا؟
قَالَ: أكُونُ
في غَبْرَاءِ
النَّاسِ
أحَبُّ اليَّ
قَالَ:
فَلَمَّا
كَانَ مِنْ
الْعَامِ الْمُقْبِلِ
حَجَّ رَجُلٌ
مِنْ
أشْرَافِهِمْ
فَوفَقَ
عُمَرَ،
فَسَألَهُ
عَنْ
أُوَيْسِ
رَحِمَهُ
اللّهُ.
قَالَ:
تَرَكْتُهُ
رَثَّ الْبَيْتِ
قَلِيلَ
الْمَتَاعِ.
فَأخْبَرَهُ
عُمَرُ بِمَا
سَمِعَ مِنْ
رَسُولِ
اللّهِ # فَلَمَّا
رَجَعَ
الرَّجُلُ
أتَى
أُوَيْساً.
فقَالَ: اسْتَغْفِرْ
لى. فقَالَ:
أنْتَ
أحْدَثُ
عَهْداً بِسَفَرٍ
صَالِحٍ.
فقَالَ:
اسْتَغْفِرْ
لِى. فقَالَ:
لَقِيْتَ
عُمَرَ؟
قَالَ:
نَعَمْ.
فَاسْتَغْفَرَ
لَهُ.
فَفَطَنَ
لَهُ النَّاسُ.
فَانْطَلَقَ
عَلى
وَجْهِهِ
رَحِمَهُ اللّهُ[.
أخرجه
مسلم.»ا‘مدَادُ«
جمع مدَد، وهم
ا‘عوانَ
الَّذين
كانوا
يجيئُونَ
لنصر
ا“سم.و»غَبَراءُ
النَّاسِ«
بقاياهم؛
وأراد أن يكون
مع
المتأخرين،
من المتقدمين
المشهورين .
1. (4552)- Üseyr İbnu Câbir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Ömer (radıyallahu anh)'a Yemenlilerin
takviye kuvveti geldikçe her defasında onlara:
"Aranızda Üveys İbnu Âmir var
mı?" diye sorardı. Nihayet Üveys İbnu Âmir'e rastladı. Aralarında şu
konuşma geçti:
"Sen Üveys İbnu Âmir misin?"
"Evet!"
"Murad'dan, sonra da
Karan'dan?"
"Evet!"
"Sende alaca hastalığı vardı, bir
dirhem kadar bir yer hariç tamamını atlattın, deği mi?"
"Evet!"
"Senin bir annen olacak?"
"Evet!"
"Ben Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'dan işittim. Şöyle diyordu: "Size, önce Muradî sonra da Karanî
olan Üveys İbnu Âmir, Yemen imdat kuvvetiyle gelecek. Onun alaca hastalığı
vardı, dirhem kadar yer hariç atlattı. Onun bir annesi var. O annesine karşı
saygılıdır. O, (bir şey için) yemin edecek olsa Allah (dilediğini yerine
getirmek suretiyle) onun yeminden halâs eder. Eğer ondan kendin için istiğfar
talep edebilirsen et."
Benim için istiğfar ediver" dedi. O
da istiğfar ediverdi. Bunun üzerine Hz. Ömer ona:
"Nereye gidiyorsun?" diye
sordu.
"Kûfe'ye!"
"Senin için vâlisine mektup yazayım
mı?"
"Ben (hususî muamele istemem,
herkesle bir olmayı), avamdan biri olmayı tercih ederim."
Ravi der ki: "Müteakip sene Kûfe'nin
eşrafından biri hacc yaptı ve Ömer'le karşılaştı. Ona Üveys rahimehullah'ı
sordu.
"Ben onu, dedi, evi perişan, eşyası
az bir halde bıraktım!"
Hz. Ömer, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'dan işittiğini ona da söyledi. Adam hacc'dan dönünce Üveys'e geldi
ve:
"Benim için istiğfar ediver!"
dedi.
"Sen hayırlı bir seferden yeni
döndün, sen benim için istiğfar et" dedi ve:
"Ömer'e mi rastladın?" diye
sordu.
"Evet!" dedi. Bunun üzerine
Üveys ona da istiğfarda bulundu. Böylece halk onun ne olduğunu anladı. Bir
müddet sonra da (Kûfe'yi terkedip) geri gitti, (rahimehullah)." [Müslim,
Fezâilu's-Sahâbe 225, (2542).][401]
AÇIKLAMA:
1- Üveys İbnu Âmir el-Karanî, halkımız
tarafından Veysel Karanî olarak bilinen zâttır. İsmi, zaman içerisinde biraz
değişikliğe uğramış.
2- Tâbiîn'in büyüklerindendir. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın sağlığında müslüman olmuştur. Annesine olan saygısı
Resûlullah'la karşılaşmasına mâni olmuştur. Bu hususta menkîbeleri var.
Resûlullah onu önceden haber vermiş, "Tabiîn'in en hayırlısıdır, duası
makbuldür, gören, ondan istiğfar edivermesini talep etsin" şeklinde
takdirlerini ifade etmiştir. Zühdü ile şöhret bulmuştur. Üstü başı öylesine
perişan haldedir ki, arzettiği garâbet sebebiyle dikkatleri üzerine çekmiş,
birçoklarının istihzasına sebep olmuştur. Hacc sırasında Hz. Ömer'in karşılaşıp
Üveys hakkında bilgi sorduğu kimsenin de onunla alay edenlerden olduğu,
Üsdü'l-Gâbe'nin rivayetinde belirtilir. Hatta o zât, Hz. Ömer'den Resûlullah'ın
Üveys hakkındaki söylediklerini işitince, Kûfe'ye dönüşte, kendi evine
uğramadan Üveys'e uğrar ve kendisi için istiğfar talep edivermesi ricasında
bulunur. Üveys, bir daha alay etmeyeceği ve Hz. Ömer'den işittiğini kimseye
söylemeyeceği hususlarında söz alarak, istiğfar ediverir.
Yine Üsdü'l-Gâbe'nin bazı rivayetlerinde görüldüğü üzere,
sonradan kedisine bir bürde giydirildiği halde, onunla alay etmekten
vazgeçilmez. Görenler "Üveys kim, bu bürdeyi giymek kim!" diye alay
ederler. Resulullah'tan merfu bir rivayete göre: "Ümmetimde öyleleri var
ki, mescide ve musallaya elbise bulamadığı için gelemezler. Hayaları sebebiyle
halktan da isteyemezler. İşte böylelerinden biri de Üveys el-Karanî'dir"
buyurmuştur.
Üveys, Sıffin savaşında Hz. Ali'nin cephesinde savaşmış ve
bu savaşta şehid olmuştur, (rahimehullah).
Sadedinde olduğumuz hadis, Üveys'in Allah'a yakınlığı ermiş
hal sahibi bir zât olduğunu, ancak halini halktan gizlemeye itina gösterdiğini
ifade etmektedir. Salih kimselerden istiğfar taleb etmek müstehaptır; talep
eden, Hz. Ömer gibi mertebece öbüründen üstün bile olsa. Hadis ayrıca anne ve
babaya itaatin, iyi muamelenin kişiye kazandıracağı yüce mertebeye de delil
olmaktadır.[402]
ـ4553
ـ1ـ عن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]لَمَّا مَاتَ
النَّجَاشِىُّ
رَحِمَهُ
اللّهُ
كُنَّا
نَتَحَدَّثُ
أنَّهُ َ
يَزَالُ
يُرَى عَلى
قَبْرِهِ
نُورٌ[. أخرجه
أبو داود .
1. ( 4553)- Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Necaşi (rehimehullah) öldüğü zaman biz onun
kabrinin üzerinde uzun müddet bir nur görüldüğünü konuşurduk." [Ebû Dâvud,
Cihâd 29, (2523).][403]
AÇIKLAMA:
Necaşi, kelime olarak Habeşce'de kral
demektir. Tıpkı, dilimizde hâkan, sultan, padişah, devlet reisi kelimeleri
gibi. Ancak İslâmî kaynaklarda, Resulullah devrindeki Habeş kralı kastedilir.
Asıl adı Ashame' dir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sağlığında
müslüman olmuş, kendisine iltica eden müslümanları himaye etmiştir. Mekkeli
müşriklerin, mültecileri iade taleplerini reddetmiştir.
Mekke fethinden önce vefat etmiş,
Aleyhissalâtu vesselâm, o öldüğü gün, "Bugün sâlih bir kul vefat etti. Adı
Ashame'dir, kalkın Asham'e üzerine namaz kılın!" buyurur ve gıyabında,
Medine'de dört tekbir getirerek cenaze namazı kıldırır. Bilahere gelen haber,
onun namazı kılındığı günde vefat ettiğini te'yid etmiş, bu vesile ile Efendimizin
bir mucizesi zâhir olmuştur.
Bazı rivayetler şu âyetin Necaşi hakkında
nâzil olduğunu belirtir. "Şüphesiz ehl-i kitaptan öyleleri var ki, Allah'a
da, size indirilmiş olana da, kendilerine indirilmiş olana da iman ederler.
Onlar Allah huzuruda tevazu ve teslimiyet içindedirler. Allah'ın âyetlerini az
bir menfaatle değiştirmezler. İşte onların Rableri katıda mükâfaatları vardır.
Muhakkak ki Allah pek çabuk hesap görür" (Âl-i İmran 199).[404]
ـ4554
ـ1ـ عن ابن
عُمَرَ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما:
]أنَّهُ كَانَ
يُحَدِّثُ عَن
رسولِ اللّهِ
#: أنَّهُ
لَقِىَ
زَيْدَ بْنَ
عَمْرِ بْنِ
نُفَيْلٍ
بِأسْفَلِ
بَلْدَحَ،
وَذلِكَ
قَبْلَ أنْ
يَنْزِلَ
الْوَحْىُ عَلى
النَّبِىِّ #.
فَقُدِّمَ
الى رَسُولِ
اللّهِ #
سُفْرَةٌ
فِيهَا
لَحْمٌ فأبى
أنْ يَأكُلَ
مِنْهَا
فَقَدَّمَهَا
الى زَيْدٍ
فَأبى. ثُمَّ
قَالَ زَيْدٌ:
إنّى َ آكُلُ
مِمَّا تَذْبَحُونَ
عَلى
أنْصَابِكُمْ.
وََ آكُلُ إَّ
مِمَّا
ذُكِرَ اسْمُ
اللّهِ
عَلَيْهِ،
وَكَانَ
يَعِيبُ عَلى
قُرَيْشٍ
ذَبَائِحَهُمْ
وَيَقُولُ:
الشَّاةُ
خَلَقَهَا
اللّهُ، وَأنْزَلَ
لَهَا مِنَ
السَّمَاءِ
الْمَاءَ،
وَأنْبَتَ لَهَا
مِنَ ا‘رْضِ،
وَأنْتُمْ
تَذْبَحُونَهَا
عَلى غَيْرِ
اسْمِ اللّهِ.
إنْكَاراً لذلِكَ[
.
1. (4554)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan anlatarak der ki:
"Aleyhissalâtu vesselâm, Zeyd İbnu Amr İbnu Nüfeyl'e, Beldah'ın aşağı
kısmında rastladı. Bu karşılaşma, Aleyhissalâtu vesselâm'a hünez vahiy gelmeye
başlamazdan önce idi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bir sofra ikram
edildi, sofrada et de vardı. Aleyhissalâtu vesselâm sofradan yemekten kaçındı
ve onu Zeyd'e sundu. O da yemekten kaçındı. Sonra Zeyd şunları söyledi:
"Ben sizin putlarınıza kestiğiniz
etten yemem. Ben sadece Allah'ın ismi zikredilerek kesilenden yerim."
Zeyd, Kureyş'i kestikleri sebebiyle
ayıplar ve şöyle derdi:
"Koyunu Allah yarattı. Onun için
gökten yağmur indirdi, yerden de bitki çıkardı. Ama siz onu Allah'ın ismini
zikretmeden kesiyorsunuz."
Böylece, Zeyd onların bu davranışlarının
münker olduğunu ortaya koyuyordu."[405]
ـ4555
ـ2ـ وفي
روايةٍ: ]أنَّ
زَيْدَ بْنَ
عَمْرِو بْنِ
نُفَيْلٍ
خَرَجَ الى
الشَّامِ
يَسْألُ عَنِ
الدِّينِ
وَيَتْبَعُهُ.
فَلَقِىَ
عَالِماً
مِنَ
الْيَهُودِ
فَسَألَهُ
عَنْ
دِينِهِمْ؛
وَقَالَ:
لَعَلِّي أنْ
أدِينَ
دِينَكُمْ.
فقَالَ: َ
تَكُونُ عَلى
دِينِنَا
حَتّى
تَأخُذَ
بِنَصِيبِكَ
مِنْ غَضَبِ
اللّهِ. قَالَ
زَيْدٌ: مَا
أفِرُّ إَّ
مِنْ غَضَبِ
اللّهِ، وََ
أحْمِلُ مِنْ
غَضَبِ
اللّهِ شَيْئاً
أبَداً،
وَأنَا
أسْتَطِيعُهُ،
فَهَلْ تَدُلُّنِى
عَلى
غَيْرِهِ؟
فقَالَ: مَا
أْعَلَمُهُ
إَّ أنْ
يَكُونَ
حَنِيفاً.
قَالَ زَيْدٌ:
وَمَا
الْحَنِيفُ؟
قَالَ دِينُ
إبْرَاهِيمَ عَلَيْهِ
السََّمُ،
لَمْ يكُنْ
يَهُودِيّاً
وََ
نَصْرَانِيّاً
وََ يَعْبُدُ
إَّ اللّهَ.
فَخَرَجَ
زَيْدٌ
فَلَقِيَ
عَالِماً مِنْ
عُلَمَاءِ
النَّصَارَى،
فَذَكَرَ
لَهُ مِثْلَ
ذلِكَ.
فقَالَ: لَنْ
تَكُونَ عَلى
دِينِنَا
حَتّى
تَأخُذَ
بِنَصِيبِكَ
مِنْ لَعْنَةِ
اللّهِ.
قَالَ: مَا
اَفِرُّ اَِّ
مِنْ
لَعْنَةِ
اللّهِ، وََ
اَحْمِلُ
مِنْ
لَعْنَةِ
اللّهِ شَيْئاً
أبَداً
وَأنَا
أسْتَطيعُ
فَهَلْ تَدُلُّنِى
على
غَيْرِهِ؟
فقَالَ: َ
اعْلَمُهُ إَّ
أنْ يَكُونَ
حَنِيفاً.
قَالَ: وَمَا
الْحَنِيفُ؟
قَالَ: دِينُ
إبْرَاهِيمَ،
لَمْ يَكُنْ يَهُودِيّاً
وََ
نَصْرَانِيّاً
وََ يَعْبُدُ
إَّ اللّهَ.
فَلَمَّا
رَأى زَيْدٌ
قَوْلَهُمْ
في
إبْراهِيمَ
خَرَجَ.
فَلمَّا
بَرَزَ رَفعَ
يَدَيْهِ.
فقَالَ:
اللّهُمَّ
إنِّى أُشْهِدُكَ
أنِّى عَلى
دِينِ
إبْراهِيمَ
عَلَيْهِ
السََّمُ[.
أخرجه
البخاري.»اَلْحَنِيفُ«
اَلْمَائِلُ،
وَهُوَ في
الْوَضَعِ
الشَّرْعِى:
اَلْمَائِلُ
عِنَ
ا‘دْيَانِ
كُلَّهَا الى
دِينِ
ا“سَْمِ.
3. (4555)- Bir başka
rivayette ise şöyle gelmiştir: "Zeyd İbnu Amr İbnu Nüfeyl hakiki dini
sorup, ona tabi olmak üzere [Varaka İbnu Nevfel ile birlikte] Şam'a gitti.
Orada bir yahudi âlimine rastladı. Ona dinleri hakkında sordu ve:
"Belki de dininize gireceğim, (bana
onu tanıtın)!" dedi. Yahudi:
"Sen, Allah'ın gadabından nasibini
almadıkça bizim dine giremezsin!" diye cevap verdi. Zeyd:
"Ben Allah'ın gadabından kaçarak
buralara geldim, (gadap değil, rıza ve rahmet arıyorum), elimden geldiğince,
Allah'ın gadabından herhangi bir pay almaya asla niyetim yok. Sen bana bir
başkasını göster (de ona gideyim)!" der. Yahudi âlim:
"Ben haniflikten başka bir şeyi
tanımıyorum!" cevabını verir. Zeyd:
"Haniflik nedir?" der. Yahudi
âlim açıklar:
"Hz. İbrahim aleyhisselam'ın
dinidir. O, ne yahudi ne de hıristiyandı, Allah'tan başka bir şeye
tapmıyordu."
Zeyd onun yanından çıkınca hıristiyan
âlimlerden biriyle karşılaşır. Ona da aynı şeyleri söyler. O da:
"Sen Allah'ın lânetinden nasibini
almadıkça bizim dinimize giremezsin!" der. Zeyd ona da:
"Ben zaten Allah'ın lanetinden
kaçarak bu diyarlara geldim. Elimden geldiğince, ebediyyen Allah'ın lanetinden
bir şey yüklenmeyeceğim. Sen bana bir başkasını gösterebilir misin?" der.
O âlim de:
"Hayır ben haniflikten başka bir şey
bilmem!" cevabını verir. Zeyd ona da: "Haniflik nedir?" diye
sorar. Âlim:
"Hz. İbrahim aleyhisselâm'ın
dinidir. O ne yahudi ne de hıristiyandı, o sadece Allah'a tapardı"
cevabını verir. Zeyd onların Hz. İbrahim hakkındaki sözlerini işitince, oradan
ayrılır. Dışarı çıkınca ellerini kaldırıp:
"Allahım, seni şahid kılıyorum: Ben
İbrahim aleyhisselâm'ın dini üzereyim!" der." [Buhari,
Menâkıbu'l-Ensâr 24, Zebâih 16.][406]
ـ4556
ـ3ـ وعن
أسْمَاءَ
بِنْتُ بكْرٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما
قَالَتْ:
]رَأيْتُ
زَيْدَ بْنَ
عَمْرِو
ابْنِ
نُفَيْلٍ
قَائِماً
مُسْنِداً ظَهْرَهُ
الى
الْكَعْبَةِ
يَقُولُ:
يَا
مَعْشَرَ
قُرَيْشٍ،
واللّهِ مَا
مِنْكُمْ
عَلى دِينِ
ابْرَاهِيمَ
غَيْرِى،
وَكَانَ
يُحْيِى الْمَوْؤُدَةَ.
يَقُولُ
لِلرَّجُلِ
إذَا أرَادَ
أنْ يَقْتُلَ
ابْنَتَهُ: َ
تَقْتُلْهَا،
أنَا
أكْفِىكَ
مُؤْنَتَهَا،
فَيَأخُذُهَا
فإذَا
تَرَعْرَعَتْ
قَالَ
‘بِيهَا: إنْ
شِئْتَ
دَفَعْتُهَا
إلَيْكَ
وَإنْ شِئْتَ
كَفَيْتُكَ
مُؤْنَتَهَا[.
أخرجه
البخاري.»اَلْمَوْؤُدَةُ«
الطُّفْلَةِ،
كَانُوا إذَا
وَلَدَ
‘حَدِهِمْ
بِنْت حَفِرَ
لَهَا
حُفْرَةً
وَدَفَنَهَا
وَهِىَ
حِيَّةٌ
غَيْرَةَ
وَأنْفَةً،
فَحَرَّمَ
اللّهُ ذلِكَ
.
3. (4556)- Esma Bintu Ebi
Bekr (radıyallahu anhumâ) anlatıyor: "Zeyd İbnu Amr İbnu Nüfeyl'in ayakta
dikilip sırtını Ka'be'ye dayayarak şöyle söylediğini işittim:
"Ey Kureyş topluluğu! Vallahi ben
hariç hiçbiriniz Hz. İbrahim aleyhisselâm'ın dini üzere değilsiniz!"
Zeyd diri diri toprağa gömülecek kızları
(kurtarıp) hayatını bağışlardı. Kızını öldürmek isteyen adama:
"Onu öldürme, onun külfetini ben
üzerime alıyorum" der ve kızı alırdı. Kız büyüyüp serpilince, babasına:
"Dilersen sana teslim edeyim,
dilersen külfetini ben çekeyim" der, (bakımına devam eder)di".
[Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr 24.][407]
AÇIKLAMA:
1- Zeyd İbnu Amr İbnu Nüfeyl, Aşere-i
Mübeşşere'den Saîd İbnu Zeyd'in babası, Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallahu anh)'ın
da amcasının oğlu idi. Nüfeyl, Hz. Ömer ve Amr her ikisinin de ceddi olması
hasebiyle onda birleşirler. Kaydedilen rivayetlerden de anlalışacağı üzere,
Zeyd Resûlullah'la Mekke'nin Beldah denen vadisinde karşılaşmış, ancak
peygamberlik gelmezden önce vefat etmiştir. Bazı rivayetlerde Şam'da iken Hz.
Peygamber'in nübüvvetini işitmiştir. Ona iman etmek niyetiyle yola çıkar, fakat
yol sırasında öldürülür. Diğer bazı rivayetlere göre henüz peygamberlik
gelmezden beş yıl önce, Kureyş'in Ka'be'yi inşaası sırasında vefat eder.
Zeyd, cahiliye devrinde Haniflik denen
Hz. İbrahim aleyhisselâm' dan intikal eden bir din üzere yaşıyordu. Onun gibi
aynı ananeyi devam ettirmeye çalışan başkaları da vardı. Zeyd cahiliye
devrinde Allah'ı bir bilir, ona ibadet eder, putlara kesilen hayvanların etini
yemez, faizi de yasaklardı. "Faizden kaçının, fakra sebeptir" der;
sonra "Benim ilahım, Hz. İbrahim'in ilahı, dinim Hz. İbrahim'in
dini"derdi. Resûlullah onun hak dini arayışını, elinden geldikçe tevhid ve
taabbüd izharını bilahere takdir edecek ve onun "Kıyamet günü Hz. İsa ile
kendi arasında tek başına bir ümmet olarak diriltileceğini" söyleyecektir.
2- Yukarıda kaydedilen birinci hadis
(4555), Buhârî'deki aslına tıpa tıp uymuyor. Ancak İbnu Hacer'in şerhte
kaydettiği başka vecihlere daha muvafık. Rivayetlerde: Resûlullah mı ona sofra
sundu, yoksa Resûlullah'a mı sofra sunuldu? İfadeler ihtilaf eder. Sadedinde
olduğumuz rivayette Zeyd'e, Resûlullah'ın etde bulunan bir sofra sunduğu,
Zeyd'in bu sofrayı kabul etmediği ve: "Ben sizin putlarınıza kestiğiniz
etten yemem" dediği görülmektedir.
Bu ifadeden Resûlullah'ın,
peygamberlikten önce putlara kesilen hayvanlardan yediği hükmü çıkar. Bu mâna
da peygamberlerin ismetine ters düşmekle müşkilata sebep olmaktadır. Hattâbi
der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Kâ'be'nin etrafına
yerleştirilen ve ensab denen taşlar üzerinde putlar için kesilen etlerden
yemezdi, ama bunlar dışındaki etlerden, Allah'ın adını zikretmeksizin kesseler
de yerdi. Zira şeriat henüz gelmemişti, dahası, üzerine Allah'ın ismi
anılmaksızın kesilen şeylerden yeme yasağı Resûlulah'a peygamberlik geldikten
uzun müddet sonra teşrî edilecektir."
İbnu Hacer, Hattâbî'nin bu açıklamasını, "O sofrayı
Resûlullah'a Kureyş hediye etmişti, Resûlullah yemekten imtina edip Zeyd İbn-i
Amr'a hediye etti, o da imtina edip Kureyşlilere hitaben: "...."
dedi" şeklindeki yoruma nazaran da makul ve muvafık bulur. Öbürünü de
"Rivayetlerde, böyle kesin bir üslub kullanmaya imkân verecek karine
yok" diyerek reddeder. Ancak kendi yorumu biraz daha farklı:
"Resûlullah'ın sofrasındaki eti, Aleyhissalât vesselâm'ın hizmetçisi Zeyd
İbnu Harise (radıyallahu anh)'ın Ka'be'nin etrafındaki taş (ensab) üzerinde
kesmiş olduğu takdirine göre, bu hali, onun putlar için kesilmediğine
hamlederiz. Ayet-i kerime'de gelen: "... dikili taşlar üzerinde kesilen
hayvanların etinden yemek de... size haram kılındı" (Maide 3) âyetindeki
yasaktan murad "bu taşlar üzerinde putlar adına kesilenlerdir."
Hattâbî devamla, bazı âlimlerin: "Bu taşlar üzerinde putlar adına
kesilmeyen hayvanlar hakkında hiçbir vahiy inmemiştir" dediklerini
kaydeder.
Mevzu üzerine gelen başka hadisleri kaydederek
tahlili derinleştiren İbnu Hacer, Dâvudî'nin sadedinde olduğumuz müşkille
ilgili şu yorumunu da kaydeder: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
bisetten önce, müşriklerin adetlerinden kaçınırdı. Ancak kesim meselesiyle
ilgili olan hükmü bilmiyordu. Zeyd İbnu Amr ise, bunu karşılaştığı Ehl-i
Kitap'tan öğrenmişti." Süheylî der ki: "Eğer "Resululah
(aleyhissalâtu vesselâm) bu fazilete sahip olmaya Zeyd'den evladır"
denecek olsa cevabımız şudur: "Hadiste Resûlullah'ın bu etten yediğine
dair bir sarahat yok. Yemiş olma takdirinde: "Bunu, kendine ulaşan bir
şeriatla değil, şahsî re'yi ile yapmıştır" diye açıklarız" der ve
devam eder: "Cahiliye halkı nezdinde Hz. İbrahim'in dininden bazı bekaya vardı. Hz. İbrahim'in şeriatında
meyte' nin (yani leş'in) yenmesi haramdı, ama üzerine Allah'ın ismi zikredilmeden kesilen hayvanın etini
yeme haramı yoktu. Bunun tahrimi İslam'da indi. Gerçek şu ki, her ne kadar,
kesilenlerin helal olduğuna dair (eski) şeriatta bir aslın bulunmasına ve bunun
Kur'an'ın nüzulune kadar devam etmesine rağmen, şeriat gelmezden önce bir şey
helal veya haram diye tavsif edilemez. Bi'setten sonra, ayet ininceye kadar
herhangi bir kimsenin, kesilenleri yemekten vazgeçtiğine dair rivayet
gelmemiştir." İbnu Hacer bu
noktada: "Davudi'nin, "Zeyd
bunu Ehl-i Kitap'tan öğrendi" iddiasını
ileri sürünceye kadar "Zeyd bunu
şahsî re'yi ile yaptı" demek
evladır" der. Buradan, Hz. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın henüz
peygamber değilken, kendisinden önce gelen herhangi bir şeriata tabi olmamış
bulunmasına atıf yapılarak "(kesilenlerle ilgili) yasaklar henüz yok olduğuna göre bu, onun hakkında muteber
demektir" neticesine varır.
İbnu Hacer, Zeyd İbnu Harise (radıyallahu anh)'tan
kaydettiği "Ensabtan biri üzerinde bir koyun kestik" ifadesini de
şöyle tevil eder: "Burada ensab taş demektir. Bu taş put değildir, ona ibadet de yapılmaz. Bu,
(kesimde kulanılan) kasap aletlerinden biridir. Üzerinde kesim yapılır. Zira
nusub, aslında büyük taş demektir. Bir kısmı vardır, müşriklerin tapındığı putlardır,
onun için ve onun adına kurban kesilir. Bir kısmı var onlara ibadet edilmez,
kesim aleti olarak kullanılır: Kurban kesecek kimse putu adına bunun
üzerinde kurbanını keser. Zeyd İbnu Amr da meseleyi kökten kesmek için
bu meselede imtina göstermiş olabilir."
3- Zeyd İbnu Amr'ın fazileti meyanında
babası tarafından diri diri toprağa gömülecek kız çocuklarını (mev'ude)
kurtarması zikredilmektedir. Bu Arapların eski bir geleneği idi. İki maksadla
yapılıyordu:
* Kızlara karşı duyulan kıskançlık.
Araplar birbirlerine yaptıkları baskında kızları kaçırıp köleleştirerek
istifraşda bulunurlardı. Kızın babası fidye-i necatla kızını kurtarmak istediği vakit, kız muhayer
bırakılırdı. Babasını veya kendini kaçırmış olan efendiyi tercih. Kız çoğu kere
efendiyi tercih ederek babaya büyük bir ar getirirdi. İşte babalar, bu duruma
düşmek korkusuyla kızlarını diri diri gömmeyi adet haline getirmişlerdir.
* İkinci sebep de geçim korkusuydu.
Kızların aile bütçesine yük olacağı korkusu, onların diri diri gömülmesine
sebep oluyordu. Sadedinde olduğumuz hadiste Zeyd'in, bu maksadla gömülecek
kızları kurtardığını görmekteyiz. Hatta hadiste, tenbihli bir üslubla
"Zeyd mev'udeleri (toprağa diri gömülen kızları) diriltirdi"
denmşitir. Bundan maksad, onların gömülmesine mani olmasıdır.
Kur'an-ı Kerim, Arapların bu çocuk
öldürme adetlerine birçok ayette temas eder ve yasaklar: (Tekvir 8-9, En'am
151, İsra 31).
4- Zeyd İbnu Amr'ın, Hak dini aramasıyla
ilgili menkibeler kitaplarda gelmiştir. Varaka İbnu Nevfel ile birlikte bu
maksadla Suriye'ye yaptıkları bir seyahatta Varaka hıristiyan olur ise de,
Zeyd olmaz. O'nun bir peygamber
beklediği, bazı yakınlarına "Ömrünüz kalırsa siz göreceksiniz" dediği
belirtilir. Bir rivayette Zeyd'in "Allahım, sana en iyi ibadet tarzını
bilsem öyle ibadet ederdim, ancak bilmiyorum" deyip avuçlarını yere
koyarak içine secde ettiği belirtilir.[408]
ـ4557
ـ1ـ عن
المسيبِ بْنِ
حَزنٍ قَالَ:
]لَمَّا حَضَرَتْ
أبَا طَالِبٍ
الْوَفَاةُ
جَاءَهُ رَسُولُ
اللّهِ #
فَوَجَدَ
عِنْدَهُ
أبَا جَهْلٍ
وَعَبْدُاللّهِ
بْنَ أبِى
أُمَيَّةَ بْنِ
الْمُغِيرَةِ.
فقَالَ: أىْ
عَمِّ، قُلْ َ
إلهَ إَّ
اللّهُ كَلِمَةَ
أُحَاجُّ
لَكَ بِهَا
عِنْدَ اللّهِ.
فقَالَ أبُو
جَهْلٍ
وَعَبْدُاللّهِ:
أتَرْغَبُ
عَنْ مِلَّةِ
عَبْدِ
الْمُطَّلِبِ؟
فَلَمْ
يَزَلْ
رَسُولُ
اللّهِ #
يَعْرِضُهَا
عَلَيْهِ،
وَيَعُودَانِ
لِتِلْكَ
الْمَقَالَةِ،
حَتّى قَالَ
أبُو طَالِبٍ
آخِرَ مَا
كَلَّمَهُمْ:
أنَا عَلى
مِلَّةِ
عَبْدِ
الْمُطَّلِبِ،
وَأبى أنْ
يَقُولَ: َ
إلَهَ إَّ
اللّهُ. فقَالَ
#: وَاللّهُ
‘سْتَغْفِرَنَّ
لَكَ مَالَمْ
أُنْهَ
عَنْكَ؛
فأنْزَلَ
اللّهُ عَزَّ وَجَلَّ:
مَا كَانَ
لِلنَّبِىِّ
وَالَّذِينَ
آمَنُوا أنْ
يَسْتَغْفِرُوا
لِلْمُشْرِكِينَ
وَلَوْ
كَانُوا
أُولِى
قُرْبَى.
اŒية؛ وَأنْزَلَ
في أبِى
طَالِبٍ:
إنَّكَ
َ
تَهْدِى مَنْ
أحْبَبْتَ
ولكِنَّ
اللّهَ يَهْدِى
مَنْ يَشَاءُ
اŒية[. أخرجه
الشيخان والنسائي
.
1. (4557)- Müseyyeb
İbnu'l-Hazn anlatıyor: "Ebû Talib'in ölüm anı gelince, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) yanına geldi. Başucunda Ebû Cehil ile Abdullah İbnu
Ebi Umeyye İbni'l-Muğîre'yi buldu.
"Ey Amcacığım! bir kelimelik Lailahe
illallah de! Onunla Allah indinde senin lehine şehadette bulunayım!" dedi.
Ebû Cehil ve Abdullah atılarak (Ebû Talib'e):
"Sen Abdulmuttalib'in dininden
yüz mü çevireceksin?" diye müdahale
ettiler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), (kelime-i şehadeti) ona arzetmeye
devam etti. Onlar da kendi sözlerini
aynen tekrara devam ettiler. Öyle ki bu hal Ebû Talib'in son söz olarak,
onlara:
"Ben Abdulmuttalib'in dini
üzereyim!" demesine kadar devam etti. Ebû Talib Lâilahe illallah demekten
kaçınmıştı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Yasaklanmadığı müddetçe senin için
istiğfar edeceğim!" dedi. Bunun üzerine aziz ve celil olan Allah şu vahyi
indirdi. (Mealen): "Akraba bile
olsalar, onların cehennemlik oldukları ortaya çıktıktan sonra müşrikler
hakkında Allah'tan af dilemek ne Peygmaber'e ve ne de iman edenlere uygun
düşmez" (Tevbe 113).
Cenab-ı Hak şu ayeti de Ebû Talib
hakkında indirmiştir. (Mealen): "Sen, sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet
verir. Doğru yolda olanları en iyi bilen
de O'dur" (Kasas 56 ). [Buharî, Menâkıbu'l-Ensar 40, Cenaiz 81, Tefsir,
Beraet 16, Kasas 1, Eyman 19; Müslim, İman 39, (34); Nesâî, Cenaiz 102, (4, 90,
91).][409]
ـ4558
ـ2ـ وعن أبى
سعيدٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]ذُكِرَ
أبُو طَالِبٍ
عِنْدَ
رَسُولِ
اللّهِ #
فقَالَ:
لَعَلّهُ
تَنْفَعَهُ
شَفَاعَتِى يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
بِأنْ
يُجْعَلَ في
ضَحْضاحٍ
مِنْ نَارٍ
يَبْلُغُ كَعْبَيْهِ
يَغْلِى
مِنْهُ
دِمَاغَهُ[.
أخرجه
الشيخان.»الضَّحْضَاحٍ«
الماء
القليل، استعارة
للنار وشبه به
في القلة ما
يكون فيه أبو
طالب من النار
القليلة.
2. (4558)- Ebû Sa'id
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Ebû
Talib Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanında zikredilmişti.
"Umulur ki, Kıyamet günü şefaatim
ona fayda eder de, böylece ateşten, topuklarına kadar yükselen sığ bir yere
konur, yine de beyni kaynar." [Buharî, Menakıbu'l-Ensar 40, Rikak 51;
Müslim, İman 360, (210).][410]
ـ4559
ـ3ـ وعن
الْعَبَّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه قَالَ:
]قُلْتُ يَا
رَسُولَ
اللّهِ. هَلْ
أغْنَيْتَ
عَنْ
عَمِّكَ؟
فإنَّهُ
كَانَ يَحُوطُكَ
وَيغْضَبُ
لَكَ. قَالَ:
نَعَمْ هُوَ
في ضَحْضَاحٍ
مِنْ نَارٍ،
وَلَوَْ أنَا
لَكَانَ في
الدَّرْكِ
ا‘سْفَلِ مِنَ
النَّارِ[.
أخرجه
الشيخان.»يَحُوطُكَ«
يَحْفُكَ
وَيَصُونَكَ
وَيَذُبّ
عَنْكَ
وَيَتفرع على
مصالحك .
3. (4559)- Hz. Abbas
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Ey Allah'ın Resulü dedim, amcana (istiğfarla
yardım)dan seni alıkoyan nedir? O seni koruyor, senin için kafirlere
kızıyordu."
"Evet! dedi, olacak. O ateşin sığ
bir yerindedir. Eğer ben olmasaydım cehenemin en derin yerinde olacaktı."
[Buhârî, Menakıbu'l-Ensar 40, Edeb 115, Rikak 51; Müslim, İman 357, (209).][411]
AÇIKLAMA:
1- Ebû Talib, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
cedd-i emcedleridir. Künyesi ile meşhur olmuştur. Adı Abdu Menaf'tır.
Rafizilerden bazıları اِنَّ
اللّهَ
اصْطَفَى
آدَمَ وَنُوحاً
وَآلَ
اِبْرَاهِيمَ
رَآلَ
عِمْرَانَ ayetindeki Âl-i
imran tabiriyle Âl-i Ebi Talib'in kastedildiğini iddia edebilmek için pek fahiş
bir teville Ebû Talib'in adının İmran olduğunu iddia etmiştir. Halbuki ulema
onun Abdu Menaf olduğunda hiç ihtilaf etmemiştir.
Ebû Talib, (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
muhterem pederleri Abdullah'ın annebaba bir kardeşi idi. Bu sebeple babaları
Abdulmuttalib ölürken yetim Muhammed'in himayesini Ebû Talib'e vasiyet etmiş
idi.
Ebû Talib bu himayeyi, o büyüyünceye
kadar en iyi şekilde yapmıştır. Peygamberlik geldikten sonra da yardım ve
desteğini devam ettirmiş, ölene kadar elinden gelen himayeyi vermiş, bu uğurda nice sıkıntılara
katlanmıştır. Bu meyanda en büyük sıkıntıyı, Kureyş'in Beni Haşim'e üç yıl boyu
uyguladıkları boykot sırasında çekmiş idi. Resûlullah'ı kendilerine teslim
edinceye kadar sürdürmek kararıyla
başlatılan bu boykotu bir yazıya da dökerek Ka'be'ye asarlar. Beni Haşim her
çeşit beşeri münasebetlerden tecrid edilir: Alışveriş, evlenme, konuşma vs.
hepsi durur. Onların çekildikleri Şı'b'tan sıkıntı büyük olur. Fevkalede
kıtlık yaşanır. Ebû Talib, müslüman
olmadığı halde, aile kaygusuyla
Resûlullah'ı sonuna kadar himaye eder.
Boykotun kaldırılmasından birkaç gün sonra Ebû Talib, arkasından da Hz. Hatice
vefat ederler. Aleyhissalâtu vesselâm'ın üzüntüsü büyük olur. O yıla
Resûlullah, hüzün yılı manasında amu'lhüzn der. Bu yıl bi'set'in onuncu
senesine müsadiftir.
İbni Hacer, Ebû Talib'in Resûlullah'a
himayesini belirtme sadedinde şu rivayeti kaydeder: "...Ebû Talib vefat
edince, Kureyş, Ebû Talib'in sağlığında yapamadıkları kötülükleri yaptı. Öyle
ki, Kureyş'in sefih takımını Resûlullah'ın üzerine saldılar. İstihkar etmek
için başına toprak saçtılar." Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir
seferinde): "Kureyş, Ebû Talib vefat edinceye kadar hoşlanmadığım bir şeyi bana yapamamıştı,
(onun vefatından sonra yaptı)" demiştir.
Resûlullah'a ve dolayısıyla İslam'ın
kuruluşuna böylesine hizmeti sebkat eden bir zatın ömrünün küfür üzerine kapanması bütün mü'min gönülleri üzen
bir hadisedir. Resûlullah da üzülmüştür. Hatta bir kısım alimler bu meselenin
fazla medar-ı bahs edilmemesini temenni
etmiştir. Resûlullah'ın sevgisine mazhar olması gibi hususi durumları sebebiyle
"
Cenab-ı Hakk'ın, rahmetinden ona, cehenem
içinde bir cenneti yaratabileceği umulur" şeklinde Resûlullah'ı ve onun
sevdiğini seven gönülleri rahatlatıcı yorumlar yapmıştır.Cenab-ı Hak, Ebû Talib
kıssası ile insanlığa mühim bir hakikatı ders vermektedir: Allah rızası için
yapılmayan hiçbir amelin, insanlığa fevkalade fayda sağlayacak çeşitten bile
olsa, Allah nazarında hiçbir değeri yoktur. İlahi ölçüler açısından, iman ve
rıza yolunda bir zerrecik amel, nefis ve heva yolunda yapılan dünyalar dolusu
hayırlı amelden daha üstündür. Kurtuluş için peygambere kan yakınlığının da
insana bir faydası olmayacağını bu hadis açık olarak göstermektedir.[412]
*
MALİK İBNU ENES (RAHİMEHULLAH TEALA)
ـ4560
ـ1ـ عن أبى
هُريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
يُوشِكُ أنْ
يَضْرِبَ
النَّاسُ
أكْبَادَ
ا“بِلِ في
طَلَبِ الْعِلْمِ
فَمَا
يَجِدُونَ
أعْلَمَ مِنْ
عَالِمِ
الْمَدِينَةِ[
.
قَالَ
عَبدالرّزاق
في حَديثه: هو
مالك بْنُ أنَسٍ
أخرجه
الترمذي .
1. (4560)- Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"İnsanların ilim taleb etmek üzere
seferlere çıkacakları zaman yakındır. (O zaman) Medine aliminden daha bilginini
bulamazlar."
Abdurrezzak, rivayetinde: "Bu
(hadiste haber verilen alim) Malik İbnu Enes'dir" demiştir. [Tirmizî, İlim
18, (2682).][413]
AÇIKLAMA:
İmam Malik hakkında geniş bilgi, birinci
cilltte geçti (s. 150-154). [414]
BAZI
ZAMANLARIN ve MEKANLARIN FAZİLETİ
(Bu babta iki fasıl var)
BİRİNCİ FASIL
ـ4561
ـ1ـ عن
عبداللّه
بْنِ قرط
قَالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
أعْظَمَ
ا‘يَّامِ
عِنْدَ اللّهِ
يَوْمُ
النَّحْرِ
ثُمَّ يَوْمُ
النَّفْرِ[.
أخرجه أبو
داود.»يَوْمُ«
النَّفْرِ« هو
اليوم الثاني
من أيام
التشريق .
1. (4561)- Abdullah İbnu
Kurt anlatıyor: "Resululah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Allah indinde günlerin en büyüğü
Kurban bayramı günüdür, bunu, fazilette Nefr günü (teşrik günlerinin ikinci
günü) takib eder." [(Ebû Davud, Menâsik 19, (1765).][415]
ـ4562
ـ2ـ وعن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَدِمَ
رَسُولُ
اللّهِ #
وَلَهُمْ
يَوْمَانِ
يَلْعَبُونَ
فِيهِمَا
فَقَالَ: مَا
هذَانِ الْيَوْمانِ؟
قَالُوا:
كُنَّا
نَلْعَبُ
فِيهِمَا في
الْجَاهِلِيَّةِ.
فقَالَ #: قَدْ
أبْدَلَكُمُ
اللّهُ خَيْراً
مِنْهُمَا:
يَومَ ا‘ضْحى
وَيَوْمَ
الْفِطْرِ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائي .
2. (4562)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
Medine'ye geldiğinde Medinelilerin iki (bayram) günleri vardı. O günlerde
oynayıp eğlenirlerdi.
"Bu iki gün(ün mana ve mahiyeti)
nedir?" diye sordu.
"Biz cahiliye devrinde bu günlerde
eğlenirdik!" dediler. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Allah, bu iki bayramınızı onlardan
daha hayırlı diğer iki günle değiştirdi: Kurban bayramı, Fıtır bayramı"
buyurdu." [Ebû Davud, Salât 245, (1134); Nesâî, Iydeyn 1, (3, 179).] [416]
AÇIKLAMA:
Hadiste temas edilen "Medine'ye geliş"ten murad
Hicrettir. Medinelilerin kutlayıp
eğlendikleri iki bayram da Nevruz ve Mihrican
bayramlarıdır. Nevruz, Farsça olup, yeni gün demektir. Güneş o gün, Haml
burcuna girer. Eski şemsî takvimde
yılbaşıdır.
Mihrican ise, nevruzun mukabilidir, son bahara tekabül eder.
Güneş mizan burcuna o gün girer. Gece ile gündüz bu günlerde eşittir. Bu günler
hava yönüyle de mutedildir, ne fazla soğuk ne de sıcak. Eski astronomların bu
iki günü bayram seçmiş oldukları, müneccimlerin halk üzerindeki itibarları
sebebiyle diğer insanlara da taklid edilip benimsendikleri, böylece o iki günün
bayram olarak kutlanmasının umumi bir
gelenek haline geldiği tahmin edilmiştir.
İslam dini, her bir medeni müessesesinde istiklâliyeti,
orijinaliteyi esas alması haysiyetiyle bu cahiliye adetini de kaldırıp, bütün
mü'minlerin ilahi menşeli iki bayram getirmiştir. Bayramların daha hayırlı
olanlarla değiştirilmesi ayrı bir ehemmiyet taşır. Böylece o günlerin kutlanış
ve o günlerdeki eğlence tarzı kökten
değiştirilmiş oluyor. Resûlullah, eski kutlamalardan ayrı olarak İslamî bir
kutlama teşrî etmiştir. Böylece mü'minlerin eğlencesi de bayramı da İslamca
olmuştur. Mü'minlerin bayramı ibadetle başlar. Zira hakiki sürur ibadettedir.
Ayet-i kerimede Cenab-ı Hak mü'minlere lütf-i ilahi ile ferahlanmalarını
emreder: "Onlara söyle ki, ancak Allah'ın lütfuyla ve rahmetiyle
ferahlansınlar..." (Yunus 58). Bazı alimler: "Ayette, Nevruz, Mihrican
ve diğer kâfir bayramlarının
kutlanmasının yasak kılındığına delil vardır" demiştir. Hanefi fukahadan Ebû Hafsı'l-Kebir:
"Bir mü'min nevruz bayramında, o günü tazimen bir müşriğe bir yumurta
hediye etse Allah'a küfretmiş olur, bütün amelleri düşer" görüşündedir.
Yine Hanefi fukahadan el-Kadı
Ebû'l-Mehasin el-Hasan İbnu Mansur der ki: "O günde kim, başka vakit satın
almadığı bir şeyi satın alır veya kafirlerin yaptığı gibi o günü ta'zimen bir
başkasına bir şey hediye ederse küfretmiş olur. Eğer kendisi yemek veya
tenezzüh etmek için satın almış ise bu mekruhtur. Keza adet olduğu için gönül
almak maksadıyla hediye olarak bir şey satın alsa o da mekruhtur. Çünkü bu
davranışta kefereye benzeme vardır."[417]
ـ4563
ـ1ـ عن ابن
عبّاسٍ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ # مَا
مِنْ أيَّامِ
الْعَمَلُ
الصَّالِحُ فِيهِنَّ
أحَبَّ الى
اللّهِ مِنْ
هذِهِ ا‘يّامِ
الْعَشْرِ.
قَالُوا: وََ
الْجِهَادُ
في سَبِيلِ
اللّهِ؟
قَالَ: وََ
الْجِهَادُ؛
إَّ رَجُلٌ
خَرَجَ
يُخَاطِرُ
بِنَفْسِهِ
وَمَالِهِ
فَلَمْ
يَرْجِعْ
بِشَىْءٍ[.
أخرجه
البخاري وأبو
داود
والترمذي .
1. (4563)- İbnu Abbas
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Salih amellerin Allah'a en ziyade
sevgili olduğu günler bu on
gündür!" buyurmuştu. Cemaatten:
"Allah yolundaki cihaddan da
mı?" diye soran oldu.
"Cihaddan da! buyurdu. Ancak bir
kimse, canını, malını muhataraya atarak çıkar, hiçbir şeyle dönmezse (yani
cihad arasında ölürse) o kimse hariç." [Buharî,l Iydeyn 11; Ebû Davud,
Savm 61, (2438); Tirmizî, Savm 52,l (7577.][418]
ـ4564
ـ2ـ زاد
الترمذي في
أخرى، عن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]يَعْدِلُ
صِيَامُ
كُلِّ يَوْمِ
مِنْهَا
بِصِيَامِ
سَنَةٍ،
وَقِيَامُ
كُلِّ
لَيْلَةٍ
مِنْهَا
بِقِيَامِ
لَيْلَةِ
الْقَدْرِ[ .
2. (4564)- Tirmizî, bir
diğer rivayette Ebû Hureyre (radıyallahu anh)' tan şu ziyadeyi kaydetmiştir:
"Ondaki her bir günün orucu bir yıllık oruca (sevabca) eşittir. Ondaki bir
gece kıyamı (ibadetle ihya edilmesi) Kadir gecesinin kıyamına (ihyasına)
eşittir." [Tirmizî, Savm 52, (758).][419]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste bahsi geçen on gün, Zilhicce
ayının ilk on günüdür. Bu on günün efadliyeti belirtilmektedir. Ulema hadisle
ilgili olarak birkaç noktada ihtilaf etmiştir:
1) Zilhicce'nin on günü mü efdal, yoksa
Ramazan'ın son on günü mü? Zira, Ramazan'ın son on gününü tafdil eden hadisler
de var. Bazı alimler bu hadise dayanarak Zilhicce'nin on günü daha hayırlı
derken, diğer bazıları: "Ramazan'ın on günü, -içinde Kadir gecesi ve oruç
da bulunması sebebiyle, daha hayırlıdır" demiştir. Bu ihtilaf şöyle bir
telife kavuşturulmuştur: "Zilhicce'nin on günü içerisinde arafe günü
sebebiyle, Ramazan'ın son on günü de oruç ve Kadir gecesi sebebiyle efdaldir." Bu
makul te'life göre, mü'mine düşen bu on günlere kavuştukça, onlarda vadedilen
sevab ve mağfiret nevinden feyiz ve bereketlere ermek için onları ibadetlerle,
istiğfarlarla ihya etme gayretine
girmesidir. İman ve ihtisabla yapılan ameller makbuldür, zira Cenab-ı Hak, bir kudsî hadiste: "Kulum
hakkımda nasıl bir zanla hareket ederse ona öyle muamele ederim"
vâdetmiştrir.
2) Zilhicce'nin on günü ile ilgili bir
ihtilaf, eyyam-ı teşrik'in ve hatta yevm-i îd denen bayram gününün buna dahil
olup olmadığıdır. Burada teferruata girmeden şu kadarına dikkat çekelim:
"Alimler Kur'an'da ziyade zikrullah'ın teşvik edildiği, eyyamu'lma'dudat
(Bakara 203) ile eyyamu't-Teşrik'in eyyamu'lma'lumat (Hacc 38) ile de
eyyamu'l-aşr'ın kastedilip kastedilmediği hususunda farklı yorumlar
yapmışlardır.
İbnu Abbas'tan gelen bir açıklamaya göre:
Eyyamu'l-Malumat terviye gününden önceki günle başlayıp terviye gününü ve arafe
gününü de içine alan günlerdir. Eyyamu'lma'dudat ise eyyamu teşrik'dir, bu
durumda bayram günü teşrik günlerine dahil olmaktadır.
İbnu Abbas'tan gelen bir başka veche göre
"Eyyamu'l ma'lumat Kurban günü ve bunu takib eden üç gün"dür. Kur'an'da
eyyamu'lma'lumat' ta ziyade zikir talep edildiğine göre, bu zikir teşrik tedbirleri olmaktadır.
İbnu Ebi Cemre, sadedinde olduğumuz
hadisin teşrik günlerinde yapılacak amelin, başka günlerde yapılacak olanlardan
üstün olduğunun beyan ediliğine dikkat çekerek, bu hususu kabulde zorluk
çekenlere karşı şu açıklamayı yapar: "Hadis, teşrik günlerindeki amelin
başka günlerde yapılan amellerden efdal olduğuna delalet eder. Teşrik
günlerinin bayram günleri olması ve bayram günlerinin de "yeme ve içme günleri"
olarak tarif edilmiş bulunması bu söylenene aykırı düşmez. Çünkü, bayramın öyle
tarif edilmesi, o günlerde hayırlı amel yapmaya mani değildir. Bilakis, o
günlerde ibadetlerin en alası teşrî edilmiştir, bu da Allah'ın zikridir.
Bayramda sadece oruç yasaklanmıştır. Bayram gününde ibadetin diğer
günlerdekinden efdal oluşunun sırrı şuradan ileri gelir: "Gaflet
vakitlerinde ibadet, diğerlerinden üstündür. Teşrik günleri ise umumiyetle
gaflet günleridir. Bu sebeple o günlerde ibadet yapana, diğer günlerde yapana nazaran ziyade bir sevap vardır. Bu
tıpkı, insanların çoğunluğu uykuda iken geceleyin kalkıp ibadet yapan kimse
gibidir. Teşrik günlerinin efdaliyeti meselesinde bir başka nükte var: O da
şudur: "Hz. İbrahim'e oğlu sebebiyle imtihan bu günlerde vaki oldu ve
sonunda Rab Teala oğluna bedel bir kurbanlık gönderdi. Bu sebeple o
günler faziletli kılındı."
2- Zilhicce'nin on gününde tutulacak bir
günlük orucun bir yıllık oruca bedel olması meselesinde alimler iki hususa
dikkat çekerler: "Bu "bir yıl"a "Zilhicce'nin on günü"
dahil olmadığı gibi "Ramazan ayı" da dahil değildir. Aksi takdirde
hesap yönüyle tezad çıktığı gibi farzla nafile karıştırılmış olur. Halbuki
farzın yerini hiçbir nafile -ne kadar çok, ne kadar faziletli olursa olsun- tutamaz."[420]
ـ4565
ـ1ـ عن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَا
مِنْ يَوْمٍ
أكْثَرَ أنْ
يَعْتِقَ
اللّهُ فِيهِ
عَبْداً مِنَ
النَّارِ
مِنْ يَوْمِ
عَرَفَةَ،
وَإنَّ اللّهَ
لَيَدْنُو،
ثُمَّ
يُبَاهِى
بِهِمُ الْمََئِكََةَ.
فَيَقُولُ:
مَا أرَادَ هؤَُءِ[.
أخرجه مسلم
والنسائي .
1. (4565)- Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Allah, hiçbir günde, arafe
günündeki kadar bir kulu ateşten çok azad etmez. Allah (mahlukata rahmetiyle)
yaklaşır ve onlarla meleklere karşı iftihar eder ve:
"Bunlar ne istiyorlar?"
der." [Müslim, Hacc 436, (1348); Nesâî, Hacc 194,l (5, 251, 252).][421]
ـ4566
ـ2ـ وعن طلحة
بن عبيداللّه
بن كُرُيْزٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #
أفْضَلُ
ا‘يَّامِ
يَوْمُ
عَرَفَةَ وَافقَ
يَوْمَ
جُمْعَةٍ.
وَهُوَ
أفْضَلُ مِنْ
سَبْعِينَ
حَجَّةً في
غَيْرِ
يَوْمِ جُمْعَةٍ،
وَأفْضَلُ
الدُّعَاءِ
دُعَاءُ يَوْمِ
عَرَفَةَ،
وَأفْضَلُ
مَا قُلْتُ
أنَا وَالنَّبِيُّونَ
مِنْ قَبْلى:
َ إلَهَ إَّ
اللّهُ
وَحْدَهُ َ
شَرِيكَ
لَهُ[. أخرجه
مالك من قوله:
أفضَلُ
الدُّعَاءِ
الى آخِرِهِ.
وأخرجه بطوله
رزين.
2. (4566)- Talha İbnu
Ubeydillah İbni Keiz (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Günlerin en efdali arafe günüdür.
(Faziletçe) cuma'ya muvafakat eder. O, cum'a günü dışında yapılan yetmiş
haccdan efdaldir. Duaların en efdali de arefe günü yapılan duadır. Benim ve
benden önceki peygamberlerin söylediği en efdal söz de: "Lailahe illallah
vahdehu lâşerikelehu" (Allah birdir, ondan başka ilah yoktur, O'nun ortağı
da yoktur) sözüdür."
İmam Malik "Duaların en
efdali..." ibaresinden sonraki kısmını Muvatta'da tahric etmiştir. Rezin
ise rivayeti baştan sona kadar tam olarak tahric etmiştir. [Muvatta, Hacc 246,
(1, 422.][422]
AÇIKLAMA:
1- Önceki hadis Müslim'de muhtasar olarak
kaydedilmiştir. Abdurrezzak, bu hadisi İbnu Ömer'den daha mufassal olarak
kaydeder: "Şüphesiz ki Allah(ın rahmeti) alt semaya iner de Allah
hacılarla meleklere iftihar eder ve "Bunlar benim kullarımdır. Bunlar
hakir bir kıyafetle toz toprağa bulanmış
olarak geldiler, rahmetimi umuyorlar, azabımdan da korkuyorlar. Halbuki onlar
beni görmüş de değiller. Acaba görseler ne yaparlardı!" der.
Âlimler bu hadisin arefe gününün
faziletine delil teşkil ettiğini belirtirler. Hatta Nevevî merhum: "Bir
adam "en faziletli günde karım boş olsun" diye talak verse, Şâfiî
ulemasının bir kavline göre, hanımı arefe günü boş olur. Diğer bir kavline göre
cum'a günü boş olur" der.
2- İkinci hadis, arafe gününü cum'a ile
kıyaslar. Cum'a'nın da fazileti teyid edilir. 4568 numaralı hadiste de
görüleceği üzere, bir kısım hadislerde cum'a gününün fazileti de hadislerde
teyiden, tekiden beyan edilmiştir. Bazı alimler haftanın en efdal günü cum'adır
diye "hafta" ile kayıtlamak suretiyle bu iki hadis arasını telif
etmiştir.
Cum'a günü le ilgili bir kısım
açıklamayı, az ileride yer verilecek olan cum'a günü ile ilgili bahse
bırakıyoruz.[423]
ـ4567
ـ1ـ عن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #
يَنْزِلُ
اللّهُ تَعالى
لَيْلَةَ
النِّصْفِ
مِنْ
شَعْبَانَ
الى سَمَاءِ
الدُّنْيَا
فَيَغْفِرُ
‘كْثَرَ مِنْ
عَدَدِ
شَعْرِ
غَنَمِ
كَلْبٍ[.
أخرجه الترمذي؛
وزاد رزين:
»مِمَّنِ
اسْتَحَقّ
النَّارَ« .
1. (4567)- Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Allah Teâla Hazretleri, Nısf-u
Şa'ban gecesinde dünya semasına iner ve Kelb Kabîlesinin koyunlarının tüyünün
adedinden daha çok sayıda günahı affeder." [Tirmizî, Savm 39, (739); Rezin
bu rivayete "Ateşe müstehak olanlardan" ziyadesini kaydetmiştir.][424]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis nısf-ı Şaban gecesinin
faziletini beyan etmektedir. Nısf, "yarı" demek olduğuna göre, nısf-u
Şa'ban, Şa'ban ayının ortasındaki günün
gecesi demek olur. Bu gece Şaban'ın onbeşinci gecesidir, Bereat gecesi de denir.
2- Hadis metin olarak:
"...Kelb kabilesinin koyunlarının
tüyünden daha çok sayıda insana mağfiret eder" şeklinde anlaşılmaya
elverişlidir. Hatta Rezin'in ibaresi de bu manayı teyid eder. Ancak alimler o miktarda Ashabın
bulunmayışını gözönüne alarak tercümede kaydettiğimiz üzere "Kelb kabilesinin koyunlarının
tüyünün adedinden daha çok sayıda günahı affeder" şeklinde anlamayı tercih
etmişlerdir. Kelb kabilesinin koyunlarının zikri, "Onlar, koyun beslemede
diğer kabilelerden ileri oldukları içindir" denmiştir. Böylece Allah'ın
rahmet ve mağfiretinin çokluğu daha iyi ifade edilmiş olmaktadır.[425]
ـ4568
ـ1ـ عن أوس بن
أوس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
مِنْ أفْضَلِ
أيَّامِكُمْ
يَوْمَ
الْجُمُعَةِ،
فِيهِ خُلِقَ
آدَمُ
عَلَيْهِ
السََّمُ،
وَفِيهِ قُبِضَ،
وَفِيهِ
النَّفْحَةُ،
وَفِيهِ
الصَّعْقَةُ،
فأكْثِرُوا
عَليّ مِنَ
الصََّةِ
فيهِ، فإنَّ
صََتَكُمْ
مَعْرُوضَةٌ
عَليّ.
قَالُوا:
وَكَيْفَ
تُعْرَضُ عَلَيْكَ
صََتُنَا؟
وَقَدْ
أرِمْتَ ]أىْ
بَلِيتَ[
فقَالَ: إنَّ
اللّهَ تعالى
حَرَّمَ عَلى
ا‘رْضِ أنْ
تَأكُلَ
أجْسَادَ
ا‘نْبِيَاءِ[. أخرجه
أبو داود
والنسائي.
1. (4568)- Evs İbnu Evs
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Cum'a, en hayırlı günlerinizden
biridir. Hz. Adem aleyhisselam(ın toprağı) o gün yaratıldı, o gün kabzedildi.
(Kıyamette Sur'a) o gün üflenecek, sayha da o günde olacak. Öyleyse o gün bana
salavatı çok okuyun. Zira salavatlarınız bana arzedilir."
Orada bulunanlar:
"Salavatlarımız size nasıl
arzedilir? Siz çürümüş olacaksınız!"
dediler. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Allah Teala Hazretleri, Arz'a
peygamberlerin cesetlerini yemeyi haram kıldı!" buyurdular." [Ebû
Davud, Salat 207, (1047); Nesaî, Cum'a 5, (3, 91, 92).][426]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadiste, cum'a gününün, en hayırlı
günlerden biri olduğu ifade edilir, "en hayırlı gündür" denmez.
Aliyyu'l-Karî, bu ifadeye dayanarak: "Hadiste, arafe gününün en efdal veya
cum'a'ya müsavi olduğuna bir işaret vardır" der.
2- Bazı alimler, hadiste geçen nefha
(üfleme)dan muradın ikinci nefha, yani iyileri ebedi cennete ulaştıracak olan
nefha olduğunu söylemiştir. Bazıları da "Birinci nefhadır, çünkü o,
Kıyametin başlangıcı, ikinci yaratılışın bidayetidir" denmiştir.
3- Sayha'dan maksad, insanları korkudan
öldürecek bir çığlıktır. Bu çığlık birinci nefhanın adıdır. Bir bakıma az önce
"nefha" diye söylenen hadise sa'ka (sayha) diye tekrar edilmiş
olmaktadır. Önceki, ikinci nefha kabul edilince sa'ka ile birinci nefhayı
anlamak muvafık olur. Resûlullah cum'a gününün faziletli oluşunun sebebini
açıklama sadedinde, o gün cereyan etmiş ve edecek başka durumlar da zikreder:
"Onda duaların mutlaka kabul
gördüğü bir saat var. Cum'a Resûlullah'ın vakfe yaptığı gündür. O gün dünyanın
her tarafında insanlar hutbe ve namaz için toplanırlar, bu haccdaki toplanmaya
ve Kıyamet günündeki hesap vermek üzere vukua gelecek toplanmaya da muvafık
düştüğünden cum'a günü bayram günüdür. Bu sebeple cuma günü toplanmak, hutbe
okumak teşri edilmiştir. Ta ki, o vesile ile mebde' ve meâd, cennet ve cehennem
hatırlanmış olsun. Bu sebeple, cum'a sabahı Secde ve Hel etaâ (insan)
surelerinin okunması sünnettir. Çünkü bu surelerde bu günde olmuş ve olacak
olan şeylerinzikri var: Hz. Adem'in yaratılışı, mebde ve mead gibi. Bu sebeple
cum'a'da yapılan ibadetler diğer günlerde yapılanlardan efdaldir. Hatta, facir
kimseler bile cum'a gününe ve gecesine hürmet ederler. Ayrıca cum'a günü,
cennetteki Yevmü'l-Mezid'e dahi muvafakat etmektedir. [Bu gün cennet ehlinin
misk tepeleri üzerinde toplanacakları müstesna bir gündür.] Bu sebeplerle cum'a
vakfesi diğer vakfelere üstündür. Ne var ki "cum'a'ya rastlayan vakfenin
72 hacca bedel olduğu" şeklinde şüyû bulan haber batıldır, hadiste bir
dayanağı yoktur. "Allah indinde ünlerin en hayırlısı cum'a günüdür"
hadisi haftanın en hayırlı gününü tesbit eder. Yılın en efdal günü arafe ve
kurban günüdür. Şâfiî'ye göre bunlardan en efdali arafe'dir. Zira o gün tutulan
oruç iki yıllık günaha kefaret olur.
Ayrıca Allah o gün en fazla azadda bulunmakta ve vakfede duranlarla melâikeye
iftihar etmektedir. Bazıları da:
"Kurban günü efdaldir, o gün tazarru ve tevbe edilir, ziyaretler,
gidipgelmeler icra edilir"
demiştir." [Münavî]
4- Salâvatın Resulullaha'a arzı,
onun cum'a günü makbul olarak
arzedilmesi demektir. Cum'a günü ve gecesi salavat okumanın faziletli ile igili
rivayetler çoktur. Aslında salavat her zaman için makbul bir duadır, melekler
vasıtasıyla Aleyhissalâtu vesselâm'a ulaşmaktadır. Cum'a günü bu amel daha çok
fazilet kazanmaktadır.
5- Hadisin sonunda Resûlullah peygamberlerin kabirlerinde çürümediğini
ifade etmektedir. Alimler bu mesele üzerinde tahkike dayalı olarak:
Peygamberlerin, tıpkı melekler gibi yiyip içmeye muhtaç olmaksızın kabirlerinde
diri olduğunu, ibadet ve namazla meşgul bulunduklarını kabul ederler. Bu
cümleden olarak resulullah da kabrinde sağdır ve ümmetinin taatiyle sürur
duymaktadır. Alimler, diğer ölülerin de kabirlerinde ilim ve işitme gibi mutlak
bir idrak sahibi olduklarını söylerler. Nitekim İbnu Abbâs, Resûlullah'ın şu
sözünü rivayet etmiştir. "Bir
kimse, dünyada iken tanıdığı mü'min bir kardeşinin kabrine uğrayıp selam
verse kabirdeki onu mutlaka tanır ve selamına mukabele eder."
Resûlullah'ın, Baki mezarlığına sıkça uğrayıp ölülere selam verdiği
bilinmektedir. Kur'an-ı Kerim şehidlerin bile diri olduklarını,
rızıklandırıldıklarını söylemektedir. Bu durumda peygamberlerin kabirdeki hayatlarını
istib'ad etmek abes olur. Resûlullah "Peygamberler kabirlerinde diridirler" hadisi sabit
rivayetlerdendir. [427]
ـ4569
ـ2ـ وعن ابْنِ
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قَالَ: ]قَالَ
رَسُولُ اللّهِ #
مَا مِنْ
مُسْلِمٍ
يَمُوتُ
لََيْلَةَ
الْجُمُعَةِ
أوْ يَوْمَ
الْجُمُعَةِ
إَّ وَقَاهُ
اللّهُ
فِتْنَةَ
الْقَبْرِ[.
أخرجه
الترمذي .
2. (4569)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Cum'a gecesi veya cum'a günü vefat
eden hiçbir müslüman yoktur ki, Allah onu kabir fitnesinden korumamış
olsun." [Tirmizî, Cenaiz 72, (1074).][428]
AÇIKLAMA:
1- Fitne kelimesi ayet ve hadislerde
pekçok manada kullanılmıştır: Kargaşa, fesad, azab, sual ve imtihan, cünun
gibi. Sadedinde olduğumuz hadiste azab ve sual manası daha muvafık
gözükmektedir.
2- Hadis, Tirmizî'nin diğer Kütüb-i Sitte
imamlarına teferrüd ettiği bir rivayet ise de bu manayı te'yid eden şevahid
dediğimiz başka rivayetler diğer kaynaklarda gelmiştir. Aliyyu'l-Karî,
Mirkat'da hadisi açıklarken ulemanın bazı yorumlarına yer verir. Kurtubî'den
kaydedilen bir açıklama şöyle: "Bu (ve bunu te'yid eden) ve kabir sualini
nefyeden hadisler, kabir suali üzerine daha önce kaydettiğimiz hadislere
muaraza etmez. Yani bunlar onlara zıtlık arzetmezler, belki tahsis ederler ve
kabrinde kimlerin hesaba çekilmeyeceğini ve azab görmeyeceğini, kimlere sual
icra edilip sıkıntılı hallere maruz kalacağını açıklar. Bu meselelerin hiçbiri
kıyasa girmez, içtihadla, ferdi mülahaza ile hükme medar edilemez, (sadece
vahiyle söz söylenebilir). Öyleyse o hususlarda Sadıku'l-Masduk olan Resul-i
Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)'ın söylediğini aynen kabul ve tasdik etmek
gerekir." Hakimu't-Tirmizî de şöyle demiştir: "Kim cum'a günü vefat
ederse, onun Allah indinde mevcut olan (esrarındaki) kapak açılır. Çünkü cum'a
günü cehennem yakılmaz, kapıları kapatılır, o gün ateşin sultanı, diğer
günlerde yaptığını yapmaz. Öyleyse Allah bir kulunun ruhunu Cum'a gününde
kabzederse bu onun saadetine ve iyi bir âkibete erdiğine delil olur. Zira Allah
Teala Hazretleri bu günde, yanında ehl-i
saadet diye yazdığı kimselerin ruhunu
kabzeder. Bu sebepledir ki onu kabir fitnesinden korur. Bunun da sebebi,
münafığı mü'minden ayırdetmektedir." Suyutî buna ilaveten der ki:
"Cum'a günü ölene şehid ecri verilecektir. Şehidlerle ilgili kaideye göre
onlara sual yoktur, nitekim hadiste:
"Kim cuma günü veya gecesi ölecek
olsa kabir azabından korunur, kıyamet
günü de, üzerinde şehid mühürü olduğu halde gelir" buyrulmuştur."
Cum'a günü ölenin şehid sayılacağı, kabir
fitnesinden korunacağı hususunda başka rivayetler de var. Bu kadarı ile
yetiniyoruz.[429]
ـ4570
ـ3ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]ذَكَرَ
النَّبِىُّ #
يَوْمَ
الْجُمُعَةِ
فقَالَ: فيهِ
سَاعَةٌ َ
يُوَافِقُهَا
عَبْدٌ مُسْلِمٌ
وَهُوَ
قَائِمٌ
يُصَلِّى
يَسْألُ اللّهَ
تَعالى
شَيْئاً إَّ
أعْطَاهُ
إيّاهُ
وَأشَارَ بِيَدِهِ،
يُقَلِّلُهَا[.
أخرجه الثثة
والنسائي .
3. (4570)- Hz. Ebû Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) cum'a
gününden bahis açıp dedi ki:
"Onda bir saat vardır; müslüman bir
kul namaz kılar olduğu halde, o saate erse, Allah'tan her ne istemişse onu
Allah kendisine mutlaka verir." Bunu söylerken [Resûlullah] eliyle o
vaktin azlığını işaretliyordu." [Buharî, Cum'a 37, Talak 24, Da'avat 61;
Müslim, Cum'a 13, (852); Muvatta, CUm'a 15, (1, 108); Nesaî, Cum'a 45, (3, 115,
116).][430]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis cum'a gününün en mümtaz
yönlerinden birini nazara vermektedir: Duaların kabul edildiği bir saat. O saat yakalandığı takdirde kişi,
"hayır nevinden" veya "Allah'tan talep edilmesi meşru olan",
"günaha, harama girmeyen" her ne isterse Allah o duayı yerine
getirecektir.
Bu kıymeti ve bereketi büyük vaktin
kısalığına hadiste dikkat çekilmiştir. Esasen hadis metninde geçen saat
kelimesi, bugün anladığımız gibi altmış dakikalık bir zaman dilimini ifade
etmez. "Müddet, "kısa bir zaman" manasına gelir. Kısalığına
ayrıca dikkat çekilmesi, o anı yakalamak için son derece dikkatli ve uyanık
olması gereğini tebarüz ettirir.
2- Diğer bir husus, bu vaktin yirmidört
saatlik günün hangi vakitlerine rastlamaktadır. O da belli değil; gecede mi, gündüzde mi, bunların hangi vakitlerinde? Seherde mi,
kuşluk, öğle, ikindi, akşam veya yatsıda mı? Belli değil.
İbnu Hacer, bu hususta -bir kısmı merdud
olan- tam 42 ayrı görüşü kaydeder ve münakaşasını yapar. Gece ve gündüzün
nerdeyse belli başlı bütün vakitlerine yer veren bu görüşlere burada yer
vermeyeceğiz. Umumiyetle kabul gören iki rivayetten birine göre bu saat
hatibin minbere oturması ile namazdan
çıkması arasında geçen müddettir; diğerine göre ise, ikindi vaktinden sonra
güneşin batmasına kadar geçen zamandır. Bu ikinci görüşte olan Ebû Hureyre,
Abdullah İbnu Selam'ın: "O saat namaz vakti değildir. Halbuki "namaz
halinde olan mü'minin duası makbuldür"
şeklinde yaptığı itiraza bir
başka nassla cevap vermiş, "namaz bekleyen kişinin, namaz kılan (musalli)
hükmünde olacağı"nı hatırlatmıştır.
Hutbe esnasında "namazda
olunmadığı" ileri sürülerek, birinci görüşe de itiraz yapılmıştır. Ancak
bu itiraza da "namaz" manasına kullanılmış olan salat kelimesinin dua
manasına da geldiği belirtilerek cevap verilmiştir. Keza metinde geçen kıyam
(namaza durmuş olma hali) tabiri de devam'a hamledilmiştir. Böyle olunca
"kaim"le "musalli"nin ifade edilme hadisesi bir parça ile
onun bütününün (cüz ile küllü) ifade edilmesi nevinden bir hadise olmaktadır.
Çünkü kıyam hali de namazın bir parçasıdır; tıpkı, rükü, sücud ve teşehhüdün de
namazın diğer halleri olması gibi.
Kayda değer bir görüşe göre, bu saat
cum'a gününün tamamına gizlenmiştir, tıpkı, Kadir Gecesi'nin son onda gizlenmesi,
İsm-i A'zam'ın esmau'l-Hüsna'da gizlenmesi gibi, İbnu Ömer: "Bir hacetin
bir gün içinde talebi kolay bir iştir" der ve ilave eder: "Bunun
manası, cum'a gününün tamamında duaya
devam gereğidir; duanın kabul edildiği ana rastlamak için bütün gün dua
edilmiş olur." Ka'b İbnu Malik, "bir grup, anlaşarak cum'a gününü dua
etmek üzere taksim etseler, bu saate daha kolay erişirler der. Birçok alim de
hadisi: "Cum'a günü, icabet saatine tesadüf etme ümidiyle çok dua etmek
müstehabtır" diye yorumlamıştır.
3- İbnu Hacer, yapılabilecek bir itirazı
kaydeder ve cevaplandırır: "Şayet: "Hadisin zahiri, her duaya, zikri
geçen şartlar tahtında icabet edileceğini ifade ediyor. Halbuki, vakit,
beldeden beldeye değişmektedir. Bu durumda namaz kılanların bir kısmı diğerine
nazaran erken davranacaktır. Dualara icabet saati ise vakte bağlıdır.
Öyleyse bu zaman ihtilafı ile farklı
beldelerdeki duaların makbuliyeti nasıl tahakkuk eder?" denirse cevabımız şudur: "İcabet saatini
her musallinin kendi fiiline bağlı olması muhtemeldir. Nitekim benzer hüküm
mekruh vakitler için de söylenir." [431]
ـ4571
ـ4ـ وعن أبى
بُرْدَةَ عن
أبيه أبى
مُوسى ا‘شْعَرى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]سَمِعْتُ رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ: هِىَ
مَا بَيْنَ
أنْ يَجْلِسَ
ا“مَامُ الى
أنْ
تَنْقَضِى
الصََّةُ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود .
4. (4571)- Ebû Bürde,
babası Ebû Musa el-Eş'arî (radıyallahu anh)' tan naklediyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Cum'adaki icabet saati imamın minbere
oturduğu anla, namazdan çıkması anına kadar geçen vakittir" dediğini
işittim." [Müslim, Cum'a 16, (853); Ebû davud, Salat 208, (1049).][432]
ـ4572
ـ5ـ وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]اَلْتَمِسُوا
السَّاعَةَ
الَّتِى
تُرجى يَوْمَ الْجُمْعَةِ
بَعْدَ
الْعَصْرِ
الى غَيْبُوبَةِ
الشَّفَقِ[.
أخرجه
الترمذي .
5. (4572)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) demiştir ki: "Cuma günü, (duaların kabul edileceği) ümit edilen saati, ikindi namazından sonra
güneşin ufuktan kaybolması anına kadar arayın." [Tirmizî, Salat 354,
(489).][433]
AÇIKLAMA:
Cuma günündeki saat-i icabenin hangi
vakitte olduğu hususunda ileri sürülen kırkı mütecaviz görüş içerisinde iki
tanesinin en meşhur ve en makbul
addedildiğini yukarıda kaydetmiş idik. Yukarıda kaydedilen iki hadis mezkur iki
görüşün delillerini teşkil ederler. İbnu Hacer bu iki görüş haricinde
kalanların ya bunlara muvafık olduğunu,
yahut da isnadının zayıf olduğunu, yahut da görüş sahibinin, onu merfu hadise
dayandırmadan şahsî içtihadına nisbet ettiğini belirtir. Ebû Said (radıyallahu
anh)'ın bir rivayetinde, Aleyhissalâtu vesselâm, soru üzerine bu saat-i
icabenin kendisine öğretildikten sonra unutturulduğunu söylemiştir. Şarihler
sadedinde olduğumuz bu iki hadisle Ebû Said hadisi arasında tearuzdan
bahsedilemeyeceğini belirtirler. "Çünkü der Beyhakî, bu iki hadisin
ravileri, o vakti, Aleyhissalâtu vesselâm'dan unutturulmazdan önce öğrenmiş
olmaları mümkündür."
Selef ulamâsı, ayrıca bu iki vakitten
hangisinin müreccah olduğu hususunu da araştırmıştır. İmam Müslim: "Ebû
Musa hadisi, bu babtaki rivayetlerin en sahihidir" demiştir. Bayhakî,
İbnu'l-Arabî, Kurtubî, Nevevî vs. pek çok alim bu görüşü tercih etmiştir.
Bir kısım alimler de Abdullah İbnu Selam'ın tercihini kabul
etmiştir. Ahmed İbnu Hanbel, İbnu
Abdi'l-Berr, Said İbnu Mansur, İshak İbnu Rahuye bunlardandır. İbnu
Abdilberr, bu saat-ı icabeyi yakalama şansını kuvvetlendirmek için mezkur iki
vaktin her ikisinde de dua hususunda gayret göstermek gerekir kanaatini beyan
etmiştir. Buna muvafık olarak bazı alimler: "Saat-i icabet bu iki vakitten
birindedir. Bunlar birbirlerine muarız da değiller. Zîra Aleyhissalâtu vesselâm'ın,
o iki sahabiden her birine, ayrı ayrı vakitlerde, mezkur irşadda bulunmuş
olması ihtimalden uzak değildir" demiştir.[434]
ـ4573
ـ1ـ عن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
أفْضَلُ
الصِّيَامِ بَعْدَ
رَمَضَانَ
شَهْرُ
اللّهِ
الْمُحَرَّمُ،
وَأفْضَلُ
الصََّةِ
بَعْدَ
الْمُكْتُوبَةِ
صََةُ
اللَّيْلِ[. أخرجه
الخمسة إ
البخاري .
1. (4573)- Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) enlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Ramazan ayından sonra en faziletli
oruç (ayı) şehrullah olan Muharrem ayıdır. Farz namazdan sonra en efdal namaz
da gece namazıdır." [Müslim, Sıyam 202, (1163); Ebû Davud, Savm 55, (2429); Tirmizî, Salat 324, (438); Nesâî,
Kıyamu'l-Leyl 7, (3, 207, 208).][435]
AÇIKLAMA:
1- Muharrem ayına, Şehrullah yani
Allah'ın ayı denmesi, onun şanını yüceltmek ve tazim içindir. Tîbî, şehrullah
orucu ile kastedilen şeyin, Aşura orucu olduğunu söyler. Ancak Aliyyu'l-Karî,
bununla Muharrem ayının tamamının kastedildiğini ileri sürer. Hadisin ıtlâkı
Aliyyu'l-Kari'nin haklı olduğunu göstermektedir.
2- Bu hadis, ayrıca geceleyin kılınan
teheccüd namazının diğer nafilelerden ve hatta farz namazlarla birlikte kılınan revatib
nafilelerden daha faziletli olduğunu ifade etmektedir. Şafiî alimlerinden Ebû
İshak el-Mervezî ve ona tabi olan bir grup alim, sadedinde olduğumuz hadisin
zahirini esas alarak bu görüşü benimsemişlerdir. Ancak çoğunluk "Revatib
nafileleri efdaldir" demiştir. Nevevî, bu hadisin hükmüne göre önceki
görüşün akva ve evfak olduğunu söyler.Tîbî de Nevevî'yi teyid eden bir
değerlendirme ile der ki: "Hayatıma yemin olsun, teheccüt
namazının hiçbir fazileti olmasa bile, ona fazilet olarak şu ayetlerdeki ifade
kâfidir. (Meâlen): "Gece vakti de uyanıp, sadece sana mahsus fazladan bir
ibadet olarak teheccüd namazını kıl. Umulur ki, Rabin, seni övülmüş bir makam
olan en büyük şefaat makamına kavuşturur" İsra 79). "Onlar ibadet
etmek için gece vakti yataklarından
kalkar. Rablerinin azabından korkarak ve rahmetini ümid ederek O'na dua
ederler..." (Secde 16).
Teheccüd namazına daha önce temas ettik
(3002-3015. hadisler. En sonda genişçe açıklama yapıldı).[436]
ـ4574
ـ2ـ وعن علي
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْه،
وَسَألَهُ
رَجُلٌ
]أىُّ شَهْرِ
تَأمُرُنِى أنْ
أصُومَ
بَعْدَ
رَمََضَانَ؟
فقَالَ: مَا سَمِعْتُ
أحَداً
يَسْألُ عَنْ
هذَا إَّ رَجًُ
سَألَ
رَسُولَ
اللّهِ #
وَأنَا
عِنْدَهُ. فقَالَ
يَا رَسُولَ
اللّهِ: أىُّ
شَهْرٍ
تَأمُرُنِى
أنْ أصُومَ
بَعْدَ
رَمضَانَ.
فقَالَ: إنْ
كُنْتَ
صَائِماً
بَعْدَ
رَمضَانَ
فَصُمِ الْمُحَرَّمَ
فإنَّهُ
شَهْرُ
اللّهِ، فيهِ
يَوْمٌ تَابَ
اللّهُ فيهِ
عَلى قَوْمٍ،
وَيَتُوبُ
اللّهُ فيهِ
عَلى قَوْمٍ
آخَرِينَ[.
أخرجه الترمذي
.
2. (4574)- Hz. Ali
(radıyallahu anh)'ın anlattığına göre bir adam ona sorar:
"Ramazandan sonra hangi ayda oruç
tutmamı tavsiye edersiniz?"
Ali (radıyallahu anh) şu cevabı verir:
"Ben bu soruyu Resûlullah'a
soran kimseye rastlamamıştım. Nihayet
bir adam sordu. O zaman ben de yanlarında idim. Dedi ki: "Ey Alah' ın
Resulü! Ramazandan sonra hangi ayda oruç tutmamı tavsiye edersiniz?" Şu
cevabı lutfettiler:
"Ramazan dışında da oruç tutmak
istersen Muharrem ayında tut. Çünkü o Şehrullah (Allah'ın ayı)dır. O ayda bir
gün vardır ki, Allah onda bir kavmin günahlarını affetti, bir başka kavmin günahını da
affedecek." [Tirmizî, Savm 40, (741).][437]
AÇIKLAMA:
Burada, Allah'ın mağfiret ettiği
belirtilen kavim, Hz. Musa (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kavmidir. Beni
İsrail'in Firavun'dan kurtarılışı, Firavun ve ordusunun denizde boğulması
maksuddur.[438]
ـ4575
ـ1ـ عن جابرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ: إنَّ
في اللَّيْلِ
سَاعَةً َ
يُوَافِقُهَا
رَجُلٌ
مُسْلمٌ
يَسْألُ
اللّهَ خَيْراً
مِنْ أمْرِ
الدُّنْيَا
أوِ اŒخِرَةِ
إَّ أعْطَاهُ
إيَّاهُ،
وذلِكَ كُلَّ
لَيْلَةٍ[.
أخرجه مسلم .
1. (4576)- Hz. Câbir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Gecede bir saat vardır ki, müslüman bir kimsenin
Allah'tan, dünya veya ahirete müteallik bir hayır talebi, o saate rastlarsa,
Allah dilediğini ona mutlaka verir. Bu saat her gecede vardır." [Müslim,
Müsafirin 166, (757).][439]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, her gecede bir saat-ı icabe
olduğunu ifade etmektedir. Bir saatin vakti belli değildir. Ancak bazı
rivayetlerde, bu saatin gecenin yarısından sonra veya son üçte birinde olduğuna
karine teşkil eder. Zira Aleyhissalâtu vesselâm bu zamanlarda gece ibadeti
yapmıştır. Kimin duası bu saate rastlarsa mutlaka kabul edileceğini hadis
garanti etmekte ve gece ibadetine teşvik buyurmaktadır. Gecenin gündüzden efdal
olduğunu söyleyen alimlerin delillerinden biri de bu hadistir. Müzzemmil sûresi
de mü'minleri gece ibadetine teşvik etmekte, değişik şartlara göre gece ibadetinin zamanını, miktarını
belirtmektedir. Gündüzde saat-ı icabe sadece cum'a günü mevzubahis olduğuna
göre, ibadet açısından gecenin
efdaliyeti inkar edilemez. [440]
(Bu fasılda üç fer' vardır.)
BİRİNCİ FER'
MEKKE'NİN FAZİLETİ
*
İKİNCİ FER'
MEDİNE-İ MÜNEVVERE'NİN FAZİLETİ
*
KUBA MESCİDİ
*
UHUD DAGI
*
AKİK VE ZÜ'L-HULEYFE
*
ÜÇÜNCÜ FER'
YERYÜZÜNDE FAZİLETLİ YERLER
*
HİCAZ
*
ARAP YARIMADASI
*
YEMEN-ŞAM
*
BEYTU'L-MAKDİS (KUDÜS)
*
VECC (TAİF)
*
MESCİDÜ'L-İŞÂR
*
BAZI NEHİRLER
BİRİNCİ FER'
ـ4576
ـ1ـ عن أبى
ذرٍّ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
أوَّلَ
بَيْتٍ وُضِعَ
لِلنَّاسِ
لِلَّذى
بِبَكَّةَ
مُبَارَكاً
يُصَلّى فيهِ
الْكَعْبَةُ.
قُلْتُ: ثُمَّ
أىٌّ؟. قَالَ:
الْمَسْجِدُ
ا‘قْصى.
قُلْتُ: كَمْ
كَانَ
بَيْنَهُمَا؟.
قَالَ
أرْبَعُونَ
عَاماً[.
أخرجه
الشيخان والنسائي
.
1. (4576)- Hz. Ebû Zerr
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Şurası muhakkak ki, (yeryüzündeki) ilk ev, mübarek olsun ve içinde namaz
kılınsın diye Mekke'de inşâ edilen Kâ'be' dir" buyurdular.
Ben: "Sonra hangisi?" diye
sordum. "Mescid-i Aksa" buyurdular. Ben: "İkisi arasında ne
kadar fark var?" dedim. "Kırk yıl!" buyurdular." [Buharî,
Enbiyâ 8, 40; Müslim, Mesâcid 2, (520); Nesâî, Mesâcid 3, (2, 32).][441]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Kâ'be'nin, yeryüzünde inşâ
edilen ilk mâbed olma hususiyetini taşıdığını belirtmektedir. Bu mânâ hadisin
sadedinde olduğumuz veçhinde sarîh olarak görülmez ise de, İshak İbnu Râhuye ve
İbnu Ebî Hâtim'in rivayetlerinde sarahatle ifade edilmişti: "Kâ'be'den
önce evler vardı. Ancak Kâ'be, ibadet için yapılan ilk ev idi."
2- Mescid-i Aksa, Beyt-ü Makadîs'in adıdır.
Aksâ, uzak mânâsına gelir. Kâ'be'ye uzaklığı sebebiyle ona bu isim verilmiştir.
"Ondan sonra ibadet mahalli olmadığı için de böyle tesmiye
edildiğini" söyleyen de olmuştur. Kezâ: "Kazurât ve pisliklerden uzak
olduğu için de bu adı aldığı" söylenmiştir. Nitekim, makdis
"pislikten arınmış" mânasına da gelir.
3- Kâ'be'nin inşaatı ile Beytu'l-Makdis'in
inşaatı arasnıda kırk yıl olmasını İbnu'l-Cevzî müşkil bulur. "Zira der,
Kâ'be'yi Hz. İbrahim, öbürünü Hz. Süleyman inşâ etmiştir. İkisi arasında ise
bin yıllık zaman farkı vardır." Âlimler, başka rivayetlerdeki
sarahatleri de değerlendirerek, Kâ'be'nin Hz. Âdem aleyhisselâm, Mescid-i
Aksa'nın da Adem'in oğuilları tarafından yapıldığını ve ikisi arasında kırk yıl
bulunduğunu söylemişlerdir. Öyleyse Hz. İbrahim ve Hz. Süleyman'ın inşaatları
muahhardır ve önceki temel üzerine bir imar veya bir genişletme ameliyesidir,
seferden başlama ameliyesi değildir. Bu yoruma ihtimal verdikçe Hz. İbrahim'le
Hz. Süleyman arasında varlığı söylenen bin yıllık fark, ehemmiyetini kaybeder.
Kâ'be'nin inşaatı meselesine daha önce
genişçe yer verdik.[442]
ـ4577
ـ2ـ وعن ابْنِ
عبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
نَزَلَ الْحَجَرُ
ا‘سْوَدُ مِنَ
الْجَنَّةِ،
وَهُوَ أشَدُّ
بَيَاضاً
مِنَ
اللّبَنِ،
وَإنَّمَا سَوَّدَتْهُ
خَطَايَا
بَنِى آدَمَ[.
أخرجه الترمذي
وصححه
والنسائي،
وهذا لفظُ الترمذي.
ولفظُ
النسائي
»الحَجَرُ
ا‘سْوَدُ مِنَ
الْجَنَّةِ« .
2. (4577)- İbnu Abbâs
(radıyallahu anümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Haceru'l-Esved, cennetten indi.
İndiği vakit sütten beyazdı. Onu insanların günahları kararttı." [Tirmizî,
Hacc, 40, (877).][443]
AÇIKLAMA:
Aliyyu'l-Kârî, hadisin zahirine
hamledilmesi gerektiğini belirterek, "Hacerü'l-Esved'in, kendisine değen
insanların günahları sebebiyle siyahlaştığını" söyler ve "Buna ne
aklî ne de naklî yönden bir engel yok" der. Ancak bazı Hanefî âlimleri de
şöyle demiştir: "Bu hadisle, Hacerü'l-Esved'in şânını yüceltme, hata ve
günahları da kötülemede mübalağa murad edilmiş olması muhtemeldir. Öyleyse mana
şöyledir: "Hacerü'l-Esved, kendisinde bulunan şeref, keramet, uğur ve
bereketle cennetin cevâhirine iştirak etmiş olmaktadır. Sanki o, cennetten bu
hal üzere indi. İnsanoğlunun günahları cansızlara tesir ederek, beyazı siyaha
çevirecek durumdadır. Durum böyle olunca insanların kalplerine ne yapmaz?"
Veya: "Madem ki o taş hataları örtücü, günahları mahvedicidir, öyleyse
sanki cennettendir. Keza insanoğlunun günahlarını çokça yüklenmesi sebebiyle,
sanki aslen şiddetli beyaz olduğu halde, hatalar onu karattı. Bu söylenen
durumu teyid eden hususlardan biri şudur: Onda beyaz noktalar vardı. Siyahlar
birikerek galebe çaldı. Hadiste gelmiştir ki: "Kul günah işleyince
kalbinde siyah bir leke hasıl olur. Günah işledikçe başka siyah noktalar
meydana gelir. Bu hal böyle devam eder ve kalbi tamamen siyahlaşır ve o kimse
şu âyetin haber verdiği takımdan olur: "Asla! Doğrusu onların kazandıkları
günahlar, birike birike kalplerini kaplayıp karartmıştır" (Mutaffifin 14).
Velhasıl, Hacerü'l-Esved, son derece saf, beyaz ayna menzilesindedir. Eşyadan
münasib olmayanların temasıyla hemen değişikliğe uğrayıp bütün cüzlerini
siyahlaştırmaktadır. Akıl sahiplerini icmaı ile sohbet bile Hacerü'l-Esved'e
tesir etmektedir."
İbnu Hacer der ki: "Bazı mülhidler
bu hadise itiraz ederek: "Nasıl olur da müşriklerin hatası bu taşı
siyahlandırırken, ehl-i tevhidin taatı beyazlatmıyor?" Bu itiraza İbnu
Kuteybe'nin sözüyle cevap verilir:" Allah dileseydi bu da olurdu. Allah
âdetini şöyle icra ediyor: "Siyah, boyuyor, beyazla bilakis boyanıp
beyazlaşmıyor?" Muhibbu't-Taberî de şöyle demiştir: "Onun siyah
olarak kalmasında basiret sahiplerine ibret var. Zira, eğer hatalar sert taş
üzerinde tesir halkederse, kalp üzerindeki tesiri daha şiddetli olur. İbnu
Abbâs'tan rivayet edilir ki, o siyaha çevrilmiştir; ta ki, dünyada ehl-i cennet
zinetine bakmasınlar. Eğer bu rivayet sâbit (sahîh) ise gerçek cevap
budur."[444]
ـ4578
ـ3ـ وعن ابْنِ
عمرِو بْنِ
الْعَاصِ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
الرُّكْنَ
وَالْمَقَامَ
يُاقُوتَتَانِ
مِنْ
يَواقِيتِ
الْجَنَّةِ
طَمَسَ اللّهُ
نُورَهُمَا،
وَلَوْ لَمْ
يَطْمِسْ نُورَهُمَا
‘ضَاءَتَا مَا
بَيْنَ
الْمَشْرِقِ
وَالْمَغْرِبِ[.
أخرجه
الترمذي .
3. (4578)- İbnu Amr
İbnu'l-Âs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Rükn ve makam iki cennet yakutu
idiler. Allah onların nurlarını aldı. Eğer onların nurlarını almamış olsaydı, o
ikisi mağrible maşrık arasını aydınlatırdı." [Tirmizî, Hacc 49, (878).][445]
AÇIKLAMA:
1- Rüknden maksad Hacer-i Esved'dir.
Makamdan maksad da Makam-ı İbrahîmdir. Hadis bu iki mukaddesin cennet
yakutlarından olduğunu ifade etmektedir.
Bunların nurunun alınmasını,
Aliyyu'l-Kârî "Müşriklerin onlara temasları sebebiyle" diye izah eder
ve "Buradaki hikmet de imanın aynî değil, gaybî olması için" der.[446]
ـ4579
ـ4ـ وعن
الخُدْري
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ اللّهِ
#:
لَيُحَجَّنَّ
هذَا
الْبَيْتُ
وَلَيُعْتَمَرنَّ
بَعْدَ
يَأجُوجَ
وَمَأجُوجَ[.
أخرجه
البخاري .
4. (4579)- el-Hudrî
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Bu Beyt'e Ye'cüc ve Me'cüc'den
sonra da hacc yapılacak umre icra edilecek." [Buharî, Hacc 47).][447]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, Kıyamet alametlerinden olan
Ye'cüc ve Me'cüc'ün zuhurundan sonra da Kâ'be'ye hacc ve umre ziyaretlerinin
devam edeceğini, Kâ'be'nin Kıyamete kadar ziyaret edilmekten mahrum
kalmayacağını belirtmektedir. Ancak "Kıyamet, Beyt'e haccın terkine kadar
kopmaz" hadisi ile bu hadis tearuz eder. Bunu İbnu Hacer: "Halkın,
Ye'cüc ve Me'cüc'den sonra da haccetmesi, kıyametin kopmasına yakın haccın
terkedilmesine mâni değil" diyerek açıklığa kavuşturur.[448]
ـ4580
ـ5ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولَ
اللّهِ #:
لَيُهِلَّنَّ
ابْنُ مَرْيَمَ
مِنْ فَجِّ
الرَّوْحَاءِ
حَاجّاً أوْ
مُعْتَمِراً
أوْ
لَيُثَنِّيَنَّهُمَا
مَعاً[. أخرجه
مسلم .
5. (4580)- Hz. Ebû Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Vallahi Meryem oğlu (Hz. İsa
aleyhisselâm), Feccu'r-Ravhâ nam mevkide, hacc yapmak veya umre yapmak yahut da
her ikisini de yapmak için telbiye getirecektir." [Müslim, Hacc 216,
(1252).][449]
AÇIKLAMA:
İslâmî nasslara göre, Hz. İsa
aleyhisselâm hayattadır, cism-i dünyevîsi semadadır. Ahir zamanda Deccal'i
öldürmek üzere yeryüzüne inecek ve adaleti tesis edecektir Onun getireceği adaletle
bolluk artacak, insanlığa refah ve sul-ü umumî gelecektir. Öyle ki zekât alacak
fakir kalmayacaktır.
Şu halde, Hz. İsa o zaman hacc
yapacaktır. Onun telbiye getireceği Feccu'r-Ravha Mekke-Medine yolu üzerinde,
Mekke'ye altı mil kadar uzaklıkta bir yerin adıdır. Resûl-i Ekrem
(aleyhissalâtu vesselâm), Bedir gazvesi, Fetih gazvesi ve Veda haccına giderken
buradan geçmiştir.[450]
ـ4581
ـ6ـ وعن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
يَغْزُو
جَيْشٌ الْكَعْبَةَ
فإذَا كَانوا
بِبَيْدَاءَ
مِنَ ا‘رْضِ
يُخْسِفُ
بأوَّلِهِمْ
وَآخِرِهمْ.
قُلْتُ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ
كَيْفَ يُخْسَفُ
بأوَّلِهِمْ
وَآخِرِهِمْ
وَفِيهِمْ أسْوَاقُهُمْ
وَمَنْ
لَيْسَ
مِنْهُمْ.
قَالَ:
يُخْسَفُ
بِأوَّلِهِمْ
وَآخِرِهِمْ
ثُمَّ
يُبْعَثُونَ
عَلى
نِيَّاتِهِمْ[.
أخرجه الشيخان.
واللّفظ
للبخاري.»الَبَيْدَاءُ«
ا‘رض الواسعة
القفر، وقد
جاء أنَّ
الْمُراد به
الْبَيْدَاءُ
الَّتِى
بالقرب من
المدينة، وهى
معروفة بقرب
ذى الحليفة .
6. (4581)- Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kâ'be'ye karşı bir ordu, saldırı
tertipleyecek. Yerin bir çölüne geldikleri vakit en öndekileri de en
sondakileri de (tamamiyle) yere batıracak!" Ben söze girip: "Ey
Allah'ın Resûlü, onların içerisinde çarşıpazar (ehli) olanlar, onlardan
olma(dığı halde katılan)lar da var. Nasıl olur da hepsi birden yere batırılıp
(cezalandırılır)?" dedim. Aleyhisselâtu vesselâm:
"Öndekileri de, arkadakileri de
batırılır. Ancak, herbiri niyetlerine göre diriltilir" buyurdular."
[Buharî, Büyu 49; Müslim, Fiten 8, (2884).][451]
AÇIKLAMA:
1- Beydâ çorak, geniş arazi demektir.
Ayrıca Beydâ, Medine civarında bir yerin adıdır ve Zü'l-Huzeyfe'ye yakındır.
Müslim'in bir rivayetinde, Ebû Ca'fer el-Bâkır hadiste geçen beydâ kelimesiyle
Medine yakınlarındaki el-Beydâ'nın kastedildiğini söyler. Müslim'in Hz. Ümmü
Seleme (radıyallahu anhâ)'dan kaydettiği bi rivayet, bu hadisin Abdullah İbnu
Zübeyr (radıyallahu anhümâ) hadisesineişaret eder. Muhteva da anlaşılmaya
muvafık olduğunu göstermektedir. Üstelik o hâdise sırasında Ümmü Seleme'den
hadis sorulmuştur. Ümmü Seleme, Resûlullah'ın şöyle söylediğini anlatır:
"Kâ'be'ye biri sığınacak ve ona karşı bir ordu gönderilecek. Bu ordu
(bütün efradıyla), yerin bir çölüne gelince, yere batırılacaktır." Yine
Müslim'de Hz. Hafsa'nın rivayetinde farklı bir ziyade yer alır: "...Yerin
bir çölüne geldikleri zaman, ortada olanlar batırılacaklar, öndekiler
sondakilere bağıracaklar bilahare onlar da batırılacaklar ve onlardan haber
veren serseriden başka kimse sağ kalmayacak..." Yine Müslim'in aynı babta
zikrettiği bir başka rivayetten, birkısım insanların İbnu Zübeyr'in üzerine
yürüyen Şam ordusunun, hadiste haber verilen ordu olduğunu ileri sürdüğü
anlaşılmaktadır. Çünkü rivayette şu ziyade var: "...Yusuf İbnu Mâhhek dedi
ki: "Şamlılar o gün Mekke'ye yürüyorlardı. Bunun üzerine Abdullah İbnu
Safvân: "Vallahi o, bu ordu değildi" dedi." İbnu't-Tîn der ki:
"Yere batırılacak olan bu ordunun, Kâbe' yi yıkacak olanların olması
muhtemeldir. Onlardan intikam alarak yere batırılır." Ancak bu görüşe
itiraz edilerek: "Kâ'be'yi yıkacak olanların Habeşliler olduğu hadislerde
gelmiştir. Halbuki bu hadisin Müslim'deki bir veçhinde yere batırılacak olanlar
hakkında: "Ümmetimden bir
grup..." demiştir. Ayrıca, İbnu't-Tîn'in sözünden yere batırma
hadisesinin, Kâ'be'yi yıkıp döndükten sonra vukua geleceği anlaşılmaktadır. Halbuki
haberin zahiri, daha yıkmadan yolda giderken batırılacaklarını ifade
etmektedir."[452]
2- Hadisten Çıkarılan Bazı Fevaid:
* Ameller
niyetlere göre değerlendirilir.
* Zulüm
ehli ile beraberlikten, onlarla düşüp kalkmaktan ve onların sayısını
artırmaktan yasaklama var. Ancak buna mecbur olanlar hariç.
*
Günah işleyen bi kavme iradî olarak katılıp onların sayısını artıran kimse -o
günahı bizzat işlemese bile- onlarla birlikte cezaya hak kazanır.
*
Tüccarın fitne ehline katılması, yaptıkları zulümde onlara bir yardım mıdır,
yoksa beşerî bur zaruret midir? Bu hususta tereddüt hasıl olmuştur.[453]
ـ4582
ـ7ـ وعن شقيقٍ
أن شيبة بن
عثمان قال:
]دَخَلَ عُمَرُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
الْكَعْبَةَ
فَرَأى مَا
فيهَا مِنَ
الْمَالِ.
فقَالَ: َ أخْرُجُُ
حَتّى
أقْسِمَ
مَالَ
الْكَعْبَةِ.
قُلْتُ: مَا
أنْتَ
بِفَاعِلٍ.
قَالَ: بلَى.
قُلْتُ: مَا
أنْتَ
بِفَاعِلٍ.
قَالَ:
لِمَ؟ قُلْتُ:
بأنَّ
رَسُولَ
اللّهِ # قَدْ
رَأى
مَكَانَهُ
وَأبُو
بَكْرٍ،
وَهُمَا
أحْوَجُ
مِنْكَ الى
الْمَالِ
وَلَمْ يُخْرِجَاهُ.
فقَامَ
فَخَرجَ[.
أخرجه
البخاري وأبو
داود، وهذا
لفظ أبى داود .
7. (4582)- Şakîk'in bir
riayetine göre Şeybe İbnu Osman şöyle anlatmıştır: "Hz. Ömer (radıyallahu
anh) Kâ'be'ye girdi. Orada bulunan emvali görünce:
"Kâ'be'nin malını taksim etmedikçe
çıkmayacağım" dedi. Ben de: "Sen bunu yapamazsın" dedim. O:
"Hayır, yaparım!" dedi. Ben tekrar: "Sen onu yapamazsın!"
dedim. O: "Niye?" diye sordu. Ben de: "Çünkü onun yerini
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da, Hz. Ebû Bekir de gördü. Onlar mala
senden daha fazla muhtaç idiler. Buna rağmen o malı çıkarmadılar" dedim.
Bunun üzerine kalkıp çıkıp gitti." [Buhârî, İ'tisam 2, Hacc 48; Ebû Dâvud,
Menâsik 96, (2031).][454]
AÇIKLAMA:
1- Hz. Ömer (radıyallahu anh)'ın taksim
etmeyi düşündüğü Kâ'be' deki mal hususu biraz münakaşalıdır:
* Bazıları: "Bundan murad, Kâ'be'deki
ziynet eşyalarıdır" demiştir.
* Bazıları: "Onun içindeki hazine
kastedilmiştir. Bu, oraya bağışlanan maldan, ihtiyaçlar için harcandıktan sonra
artanlardan hasıl olan meblağdır" der."
* İbnu'l-Cevzî der ki: "Kâ'be'ye
tazimen Cahiliye devrinde bağışlarda bulunulurdu. Bunlar orada birikip büyük
bir yekün tutuyordu."
İşte, Hz. Ömer bu malı (fakir)
müslümanlara dağıtmayı düşünür. Kendisine, Resûlullah ve Hz. Ebû Bekr gibi
seleflerinin bunu yapmadıkları, binaenaleyh onun yapmasının da muvafık
olmayacağı hatırlatılır. O da bundan vazgeçer.
2- Bazı âlimler, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın, Kâ'be'de biriken emvali vakıf sayarak, vakfın
başka maksatla kullanılmasının câiz olmayacağı gerekçesiyle harcamadığını ileri
sürmüştür. Ancak İbnu Hace bunu mâkul bulmaz ve "hadisin zahirinde böyle
bir mâna mevcut değildir" der ve Müslim'de gelen bir rivayete dayanak
Resûlullah'ın Kureyşlilerin düşünce ve aksülamellerini gözönüne alarak bu
hazîneye dokunmamış olacağını belirtir. Nitekim Hz. Aişe'den gelen bir rivayette,
kavminin, tamir sırasında Ka'be'yi Hz. İbrahim'in attığı temellerin üzerine
inşa etmediğini, şirkten yeni çıkmış olmaları sebebiyle, (onlarla cedelleşmeye
düşmek endişesiyle) eski temelleri üzerine yeniden inşaata teşebbüs etmediğini
belirtir. Bu hadisin bir veçhinde: "Eğer kavmin küfürden yeni kurtulmuş
olmasaydı, Ka'be'nin hazinesini Allah yolunda harcardım ve kapısını da yer
seviyesine indirirdim" denmiştir.
İbnu Hacer bu açıklamanın mutemed
(güvenilebilir) olduğunu belirtir.[455]
ـ4583
ـ8ـ وعن أبى
سعيدٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ اللّهِ
# َ تَشُدُّ
الرِّحَالُ
إَّ الى
ثَثَةِ مَسَاجِدَ:
الْمَسْجِدِ
الْحَرَامِ،
وَمَسْجِدِ
الرَّسُولِ #،
وَالْمَسْجِدِ
ا‘قْصى[. أخرجه
الشيخان
والترمذي.والْمُرَادُ: يقصدُ
موضع من
المواضع بنية
العبادة
والتقرّب الى
اللّهِ إّ هذه
ا‘ماكن الثثة
تعظيماً لشأنها
وتشريفاً .
9. (4583)- Ebû Said
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"(Ziyaret için) sadece üç mescide
seyahat edilebilir: Mescid-i Haram, Mescid-i Resûlullah, Mescid-i Aksa."
[Buharî, Fezâilu's-Salât 6, Hacc 26, Savm 67; Müslim, Hacc 288, (827); Tirmizî,
Salat 243, (326).][456]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadiste Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) sadece üç mescid için seyahat yapılabileceğini ifade buyurmakta ve bu
üç mescide seyahat yapmayı teşvik etmektedir. Alimler, bu hadisten başka
mescidlere seyahat etme yasağı bulunduğunu belirtirler. Hatta Tîbî: "Bu
tarz yasaklamanın sarih olarak "Başka mescidler için seyahat etmek
yoktur" şeklindeki bir yasaklamadan
daha baliğ olduğunu" belirtir.
2- Hadiste seyahat, "şeddü'rrihâl" tabiriyle
ifade edilmiştir. Bu, deve semeri bağlamak manasına gelir. Zira rihal
"rahl"ın cem'idir ve binek devesine vurulan semere ıtlak olunur. O
devirde Araplar seyahati çoğunlukla deve ile yaptıklarından, ekseriyet gözönüne
alınarak deve semerlemek denmiştir.
Değilse at, katır, merkeb vs. yol vasıtalarıyla da ifade edilebilirdi
veya günümüzde olduğu gibi uçak, otomobil vs. her çeşit vasıtalar aynı
değerdedir.
3- Hadis, üç
mescidin mübarek, mukaddes ve kıymetli yerler olduğunu ifade etmektedir.
* Mescid-i Haram: Bununla Harem bölgesinin
tamamının kastedildiği kabul edilmiştir. Ancak, bazı alimler: "Harem
içerisindeki namaz kılınabilen yerler
maksuddur. Harem'de yer alan evler vesair, ibadet dışı yerler hariçtir"
demiştir. Bazı alimler de: "Mescid-i Haram'dan maksad Ka'be'dir"
demiştir ve delil olarak, hadisin Nesai'deki veçhinde إَّ
الْكَعْبَة denmiş olması gösterilmiştir. Hatta İbnu
Huzeyme der ki: "Allah Teala'nın "...Yerli yahut taşradan gelen bütün
insanlar için müsavi kıldığımız Mescid-i Haram'ı ziyaretten
alıkoyanlara..." (Hacc 25) kavlinde Harem bölgesinin tamamı kastedilmiş
olsa ve Mescid-i Haram ismi Harem'in bütününe denmiş olsa, orada ne bir kuyu ne
de bir kabir kazmak, ne bir büyük ve küçük abdest bozmak, ne de bir pislik
atmak caiz olmazdı." Devamla: "Bu söylediklerimizi yasaklayan bir tek
alim bilmiyoruz. Keza, Mekke'ye hayızlı kadın veya cünüb erkeğin girmesini,
orada münasebet-i cinsiyenin yasak olduğunu söyleyen bir fakih de bilmiyoruz.
Böyle olsaydı, Mekke evlerinin hepsinde itikaf caiz olurdu. Bunu da iddia edene
rastlamadık." İbnu Hacer, İbnu Huzeyme'nin bu mütalaasını kaydettikten
sonra: "el-Mescidü'l-Haram'la, Harem bölgesinin tamamının kastedildiği
görüşünün İbnu Abbâs, Ata ve Mücahid'den varid olduğunu" belirtir. Ancak,
Harem'in tamamı mescid olması haysiyetiyle, kaydettiğimiz ilk görüş esas kabul
edilmiştir.
* Mescid-i Resûlullah: Bu, Medine'de
Resûlullah Muhammed Mustafa tarafından inşa edilen mesciddir. Hadisin bazı
vecihlerinde "benim mescidim" şeklinde de ifade edilmiştir.
Yeri gelmişken şu hususu belirtmede fayda var: "Mescidim"
tabiri sadece, Resûlullah zamanında
namaz kılınan makamı ifade etmez. Alimler, delile dayanarak,
genişletmelerle sonradan mescide dahil edilen kısımların da aynen mescid
olduğunu belirtirler. Ebu Hureyre'nin bir rivayetinde Aleyhissalâtu vesselâm:
"Bu mescide sonradan ilave yapılacak olsa, o da mescidim olur" buyurmuştur. Bir başka rivayette "Bu
mescid San'a' ya kadar uzatılsa da benim
mescidim olur" buyrulmuştur.
* Mescidü'l-Aksa: Bu Kudüs'teki mesciddir.
Aksâ diye sıfatlanmıştır. Aksa uzak demektir. Niye uzak (aksa) dendiği hususunda farklı
yorumlar yapılmıştır:
* Mescid-i Haram'dan mesafe itibaryle uzak
olması sebebiyledir.
* Mescid-i Haram'dan inşaatındaki zaman
itibariyle uzak olması sebebiyledir. Bu görüşe itiraz edilmiş ve: "Salih
haberler ikisi arasında kırk yıl fark
olduğunu söylemiştir. Bu ise, fazla
sayılmaz" denmiştir.
* Zemahşerî: "Aksâ denmesi, o vakit
onun geri tarafından başka mescidin olmamasından ileri gelmiştir"
demiştir.
* Her çeşit kir ve pisliklerden uzaklığı
sebebiyle Aksâ denmiştir.
* Medine mescidine nisbetle, Mescid-i
Haram’a daha uzak olduğu için Aksâ denmiştir.
Beytu'l-Makdis'in başka isimleri de var.
Bunlar yirmiye ulaşır: İlya, Beytu'l-Mukaddes, Beytu'l-Kuds, Şellem, Şelam,
Selim Evri, Kure, Beytâil gibi.
5- Alimler, belirtilen bu üç yer
dışında, başka mukaddes yerlere, ölü
veya sağ salihlere namaz ve teberrük maksadıyla ziyarette bulunmak üzere
seyahata çıkılıpçıkılamayacağı hususunda ihtilaf etmiştir.
* Eş-Şeyh Muhammed el-Cüveyni: "Bu
hadisin zahiriyle amel edince, bu üç mescid dışına seyahat etmek haramdır"
der. el-Kadı Hüseyn bu görüşü tercih ettiğine işarette bulunmuştur. İyaz ve
başka bir grup alim de bunu benimsemiştir. Bazı alimler hadisteki yasağın, sadece
mescidlerle ilgili hükmü tesbit ettiğini, ilim talebi, ticaret, tenezzüh,
salihleri ve meşhedleri (şehitlikler) ziyaret, arkadaşarı ziyaret gibi
maksadlarla yapılan seyahatleri ilgilendirmediğini belirtirler.
Nevevî, cumhurdan naklen bu hadise göre,
zikri geçen üç mescid dışındaki
mescidlere seyahat etmede hiçbir fazilet olmadığını söylemiştir.
* İbnu Battal'a göre bu hadis, ülema
nazarında nezirle ilgili olarak varid olmuştur. Yani, bir kimse, bu üç mescidin
dışında kalan herhangi bir mescidde namaz kılmak üzere nezretse, bu nezre uymak
gerekir mi? İşte bu meseleyi sadedinde olduğumuz hadis halletmektedir:
** İmam Malik der ki: "Bir kimse
ancak seyahatle ulaşabileceği bir
mescidde namaz kılmak üzere nezretse, gitmesine gerek yok, bulunduğu yerin
mescidinde kılar. Ancak, adı geçen üç mescidden birinde namaz kılmak üzere
nezretmişse, onlara gitmesi vacip olur."
** İbnu Battal der ki: "Kim salihlerin
mescidinde namaz kılıp onlarla tatavvu olarak teberrükte bulunmak arzu ederse
bu mübahtır." İbnu Battal ilave eder: "Dendi ki: "Bu üç
mescidden başka bir mescide namaz veya
bir başka şey (İtikaf) yapmak için gitmeyi nezretse, bu nezre uymak gerekmez.
Çünkü, diğer mescidlerin birbirine üstünlüğü yoktur. Herhangi bir mescidde
kılacağı namaz ona kafi gelir. "Nevevî: "Bu hususta ihtilaf yok"
demişse de, Leys'den: "Nezre uymak vacip olur" dediği rivayet
edilmiştir. Hanbelilerden bir rivayete göre, "Bu kimseye kefaret-i yemin
gerekir, nezri mün'akid olmaz."
** Bir kimse mezkur üç mescidden
birinde namaz kılmaya nezretse, oraya gitmek İmam Malik, Şafii ve Ahmed'e göre
vaciptir. Ebû Hanife'ye göre vacip değildir. Şafiî, el-Ümm'de "sadece Mescid-i Haram'la ilgili nezir vacip olur.
Çünkü, hacc menâsiki onunla ilgilidir" demiştir. İbnu'l-Münzir:
"Harameyn'le ilgili nezirler vacib olur, Mescid-i Aksa ile ilgili olanlar
vacib olmaz" demiştir. Bu meseleyle ilgili bir hadisi Hz. Cabir rivayet
etmiştir: "Bir adam Resûlullah'a: "Allah size Mekke'nin fethini
müyesser ederse, Beytu'l-Makdis'te namaz kılmayı nezrettim" demişti. Aleyhissalâtu vesselâm: "Burada
kıl!" buyurdular."
** İmam Şafii, Mescid-i Hayf'ta namaz kılmayı nezredene de oraya gitmenin
vacip olacağını söyler. Çünkü, orası da Harem'e dahildir. Ancak Mekke'ye
diyerek nezretse vacip olmaz. Haccı kasdetmişse vacip olur. Bazı alimler
Harem'e dahil olan her tarafı bir bütün kabul ederek, böyle bir ayırımı uygun
görmezler. er-Rafii: "Bir kimsenin "Harem'e gideceğim veya Mescid-i
Haram'a gideceğim veya "Mekke'ye" veya "Harem içinde bir yer
olan "Safa", "Merve", "Mescid-i Hayf" gibi herhangi
bir noktaya gideceğim" demesi arasında fark yoktur. Tıpkı
"Beytullahı'l-Haram'a gideceğim" demesi gibidir. Hatta "Ebû
Cehil'in evine gideceğim" dese de hüküm aynıdır" der. Ebû Hanife bu
meselede: "Beytullah'a veya
"Mekke"ye veya "Ka'be"ye veya "Makam-ı İbrahim'e diye
açıkça menasike dahil yerleri zikretmedikçe, oralara gitmek vacip olmaz"
demiştir.
6- Bu mescidlerin diğer mescidlere üstünlük
nisbeti, müteakip hadiste rakamla belirtilecektir. [457]
ـ4584
ـ9ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولَ
اللّهِ #
صََةٌ في
مَسْجِدِى
هذَا أفْضَلُ،
وفي رواية:
خَيْرٌ مِنْ
ألْفِ صََةٍ فِيمَا
سَوَاهُ مِنَ
الْمَسَاجِدِ
إَّ الْمَسْجِدَ
الْحَرَامَ[.
أخرجه السّتة
إَّ أبا داود .
9. (4584)- Hz. Ebû Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Şu mescidimdeki namaz
efdaldir." -Bir başka rivayette- "Bu mescidimdeki bir namaz),
Mescid-i Haram hariç bütün mescidlerde kılınan bin namazdan daha
hayırlıdır." [Buharî, Fazlu's-Salât 1; Müslim, Hacc 505, (1394); Muvatta,
Kıble 9, (1, 196); Tirmizî, Salât 243, (325); Nesâî, Mesâcid 7, (2, 35).][458]
AÇIKLAMA:
İbnu Hacer'in şerhte kaydettiği başka
hadislerde Mescid-i Haram ve hatta Mescid-i Aksa'da kılınan namazların üstünlük
miktarları da rakamlarla ifade edilmiştir. Müsned'de gelen bir rivayete göre:
"Bu mescidimdeki bir namaz, Mescid-i Haram hariç diğer bir mescidde
kılınan bin namazdan hayırlıdır. Mescid-i Haram'da kılınan bir namaz bu mescidde kılınan yüz namazdan hayırlıdır"
buyrulmuştur. Bezzar'ın bir rivayetinde: "Mescid-i Haram'da kılınan bir
namaz, yüzbin namaza bedeldir. Mescidimde kılınan bir namaz bin namaza
bedeldir. Beytü'l-Makdis'te kılınan bir namaz beşyüz namaza bedeldir."[459]
ـ4585
ـ10ـ وعن أبى
شريح العدوى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قُلْتُ
لِعَمْرِو
بْنِ سَعِيدٍ
وَهُوَ
يَبْعَثُ
الْبُعُوثَ
الى مَكَّةَ:
ائذَنْ لِى
أيُّهَا
ا‘مِيرُ
أُحَدِّثْكَ
قَوًْ قَامَ
بِهِ رَسُولُ
اللّهِ #
الْغَدَ مِنْ
يَوْمِ
الْفَتْحِ،
سَمِعْتُهُ
يقُولُ بَعْدَ
حَمْدِاللّهِ
وَالثَّنَاءِ
عَلَيْهِ: إنَّ
مَكَّةَ
حَرَّمَهَا
اللّهُ
تَعالى وَلَمْ
يُحَرِّمُهَا
النَّاسُ. فََ
يَحِلُّ
ُمْرِىءٍ
يُؤْمِنُ
بِاللّهِ
وَالْيَوْمِ
اŒخِرِ أنْ
يَسْفِكَ
بِهَا دَماً،
أو يَعْضِدَ
بِهَا شَجَرَةً.
فإنْ أحَدٌ
تَرَخَّصَ
لِقِتَالِ
رَسُولِ
اللّهِ#
فِيهَا،
فَقُولُوا:
إنَّ اللّهَ قَدْ
أذِنَ
لِرَسُولِهِ
وَلَمْ
يَأذَنْ لَكُمْ،
وَإنَّمَا
أذَنَ لِى
فِيهَا
سَاَعَةً
مِنْ نَهَارٍ،
ثُمَّ
عَادَتْ
حُرْمَتَهَا
الْيَوْمَ
كَحُرْمَتِهَا
بِا‘مْسِ
وَلْيُبَلِّغِ
الشَّاهِدُ
مِنْكُمُ
الْغَائِبَ.
فَقيلَ ‘بِى
شُرَيْحٍ:
مَاذَا قَالَ
لَكَ
عَمْرٌو؟ قَالَ:
قَالَ أنَا
أعْلَمُ
بذلِكَ
مِنْكَ يَا أبَا
شُرَيْحٍ،
إنَّ
الْحَرَمَ َ
يُعِيذُ
عَاصِياً وََ
فَارّاً
بِدَمٍ، وََ
فَارّاً
بِخَرْبَةٍ[.
أخرجه الخمسة
إّ أبا
داود.»الْعَضْدُ«
الْقطع بالحديدة.و»الفارُّ«
الهارب.و»الخربة«
العيب، والمراد
بها هاهنا
التفرّد
بالشئ
والتغلب عليه
مما
تجيزه
الشريعة، وقد
جاء في سياق الحديث
عن البخاري أن
الخربة:
الجناية
والبلية .
10. (4585)- Ebû Şüreyh
el-Adevî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Mekke' ye asker sevkeden Amr İbnu
Sa'id'e dedim ki:
"Ey emir, bana müsaade et. Fethin
ferdası gününde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın söylemiş bulunduğu bir
hadisi hatırlatayım: Allah'a hamd ve senadan sonra şöyle buyurmuştu:
"Mekke'yi insanlar değil, Allah haram kılmıştır. Allah'a ve ahirete inanan
hiçbir mü'mine orada kan dökmek helal olmaz. Ağaç sökmek de helal olmaz. Eğer biri çıkıp da Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın oradaki savaşını göstererek kan dökmeye ruhsat
vermeye kalkarsa kendisine şunu söyleyin: "Allah, Resulüne izin vermişti,
ama size izin vermiyor!" Mekke'de
bana bir gündüzün bir müddetinde [gün doğumundan ikindiye kadar] izin verildi.
Sonra bugün tekrar eski hürmeti (haramlığı) ona geri döndü. Bu hususu, sizden
burada hazır olanlar, hazır olmayanlara ulaştırsın."
Ebû Şüreyh'e: "Amr sana ne dedi?" diye soruldu.
"Ey Ebû Şureyh bunu ben, senden
daha iyi biliyorum. "Harem", asi
olana, kan döküp kaçana, cinayet işleyip kaçana sığınma tanımaz!" diye
cevap verdi" dedi. [Buharî, İlm 37, Cezau's-Sayd 8, Megazî 50; Müslim,
Hacc 446, (1354); Tirmizî, Hacc 1, (809), Diyat 13, (1406); Nesâî, Menâsik
11, (5, 205, 206).][460]
AÇIKLAMA:
1- Amr İbnu Said, İbnu'l-Âsî İbnu Said
İbni'l-Âsî İbni Ümeyye'nin oğludur. Sahabi değildir. Sahabeye
"ihsan"la tabi olanlardan da değildir. Yezid'in Medine valisi idi.
Mekke'de halifeliğini ilan edip, Şam'da hilafete geçen Yezid İbnu Muaviye'ye beyat
etmeyi reddeden Abdullah İbnu Zübeyr'e karşı Mekke'ye askeri birlikler
göndermekte idi. Meşhur hadisenin özeti şudur: "Hz. Muaviye (radıyallahu
anh) vefat ederken, yerine oğlu Yezid'i halife ilan etmişti. Hz. Hüseyin İbnu
Ali ile Abdullah İbnu Zübeyr dışında pekçokları Yezid'e biat ettiler. Ashabın
büyüklerinden Abdullah İbnu Ömer de Yezid'e
biat etmişti. Kûfe halkı, kendisine biat etmek üzerez. Hz. Hüseyin'i
çağırınca, o , Kûfe'ye gitti. İşte bu gidiş onun katledilmesine sebep
olacaktır.[461]
İbnu'z-Zübeyr ise Mekke'nin hurmetine sığındı ve ona Âizu'l-Beyt (Beytullah'ın
mültecisi) denildi. Mekke'de duruma hakim oldu. Yezid İbnu Muaviye Medine'deki
yetkililerine haber göndererek Abdullah
İbnu'z-Zübeyr'e karşı asker göndermelerini emretti.[462] Bunun sonucu olarak
Medineliler Yezid'in hilafetten azli
hususunda görüş birliğine vardılar.
2- Amr, Ebû Şureyh'e verdiği cevapta
"Mekke haramdır ama hadd suçu işleyeni hadd tatbik etmeye karşı korumaz.
Abdullah İbnu Zübeyr kan döküp oraya sığınmış, kısastan kurtulmak istemiştir.
Onun cezalandırılması gerekir" demek istemiştir. Aslında Amr'ın sarfettiği
sözün zahiri haktır. Ama o, hak sözle batıl bir gayeye delil getirmiştir.
Şöyle ki: Sahabî, onun Mekke'ye harp
açmasını uygun bulmamış ona "Mekke'nin haram olması orada kısas uygulanmasını
önlemez" demiştir, bu doğrudur. Ancak Abdullah İbnu Zübeyr, kısası
gerektiren bir fiilde bulunmamıştır. O sahabi olmanın ötesinde ilim ve takva
gibi mümtaz sıfatları nefsinde cem ettiği için Ehl-i Sünnet üleması hilafete Yezid'den elyak ve ehak olduğunu
söylemiştir. Üstelik ona ötekilerden önce bey'at edilmişti. Dolayısıyla
hilafete o layık idi.
3- Harem'de savaş meselesi münakaşa edilmiştir. Orada
savaşın haram olduğunu söyleyenlerin delillerinden biri de bu hadistir. Bunu
teyid eden başka rivayetler de var. Birkısım fukaha Mekke'de yaşayanların adil hükümdara isyan etmeleri halinde bu
asilere silahla mukabele ederek, Mekke'de
savaş yapmanın haram olduğuna hükmetmiştir. Onlara yapılacak meşru
muamele, taate dönünceye kadar tazyiktir; abluka edip sıkıntıya düşürüp taate
mecbur bırakmak gibi; Ancak fukahanın cumhuru, harpsiz taate dönmemeleri
halinde savaşın caiz olacağına hükmetmiştir. "Çünkü derler, asilerle
savaşmak, terki caiz olmayan Allah haklarındandır. Bu hakkı Harem-i Şerif'te de
olsa müdafaa etmek, terkinden evladır." Nevevî bu hükme iştirak eder.
4- Harem'e iltica ayrı bir konudur. İdamını
gerektiren bir suç işleyerek Mekke'ye iltica eden kimse orada öldürülmez. İmam
A'zam, sadedinde olduğumuz hadisle istidlal ederek, Harem'e iltica eden kimsenin
orada öldürülmemesi gereğine hükmetmiştir. İbun Abbas, Ata, Şa'bi gibi bir
kısım ulema aynı kanaattedirler. Bunlar ayet-i kerimede geçen "..O'na
giren (her türlü tecavüzden) emniyette olur" (Al-i İmran 97) ibaresine
dayanarak, "Mekke'ye girene Cenab-ı Hakk'ın emniyet vaadettiğini"
söyleyerek, bir had suçu işleyen kimse
Mekke'ye iltica ettiği takdirde, had vurulamaycağına hükmederler. Bunlar
mezkur imtiyazın, "sadece oraya girenlere" tanındığını belirterek,
Mekke'de had işleyenlere ceza
verileceğini belirtirler.
* Bazı alimler, "Mekke dışında hadd
işleyip oraya iltica edenler, dışarı çıkarılarak cezalandırılır" diye
hüketmişlerdir. Abdullah İbnu'z-Zübeyr,
Hasan Basrî, Mücahid bu görüştedir.
* İbnu'l-Cevzînin kaydına göre, Harem
dışında cinayet işleyen bir kimseye hadd tatbik edileceğinde icma mevcuttur.
Dışarıda cinayet işledikten sonra Harem'e sığınan kimseye Ebû Hanife ve Ahmed
İbnu Hanbel'e göre hadd tatbik edilemez. Malik ve Şafii'ye göre ise,
böylelerine hadd tatbik edilir. İbn Hazm, sahabeden bir cemaatin böylelerine
had tatbik edilmeyeceğine hükmettiğini, diğer sahabelerin de bunlara muhalefet
etmediğini, Tabiin'den bir cemaatin de aynı hükme katıldığını belirttikten
sonra, aksi hükümde bulunan Şafii ve Malik hazretlerine müteşeddid üslubuyla hücumda
bulunmuş, onları ashaba, kitaba ve sünnete muhalefet etmekle itham etmiştir.
Bazı alimler, İmam Şafii ile İmam
Malik'in görüşlerini, hadiste birkısım tatbikatı göstererek müdafaa etmek
istemişlerdir. Bunlara göre Aleyhissalâtu vesselâm, Fetih günü herkesi
affederken, bazılarını af dışı tutarak Ka'be'nin örtüsü arsında bile olsa
nerede yakalanırsa öldürülmelerini emretmiştir. Nitekim İbnu Hatal, Harem
dahilinde yakalanmış ve öldürülmüştür. Öyle ise canilere harem dahilinde hadd
tatbik edilebilir.
Bu iddiaya şu cevaplar verilmiştir:
*
İbnu Hatal hem mürted ve hem de katildi. Ayrıca, Resûlullah'ı hicvediyordu.
* Bu herif, eman dışında tutulmuş, bizzat Şari tarafından Ka'be örtüsü arasında
yakalansa da öldürülmesi emredilmişti.
* İbnu Hatal muhariblerdendi.[463]
ـ4586
ـ11ـ عن ابن
عبّاس رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قَالَ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَوْمَ
الْفَتْحِ: َ
هِجْرَةَ
بَعْدَ
الْفَتْحِ،
ولكِنْ جِهَادٌ
وَنِيَّةٌ،
وإذَا
اسْتُنْفِرْتُمْ
فَانْفِرُوا.
ثُمَّ قَالَ:
إنَّ هذَا
الْبَلَدَ
حَرَّمَهُ
اللّهُ
يَوْمَ
خَلَقَ السَّمَواتِ
وَاَرْضِ،
وَهُوَ
حَرَامٌ بِحُرْمَةِ
اللّهِ الى
يَوْمِ
الْقِيَامَةِ،
وإنَّهُ لَمْ
يَحِلَّ
الْقِتَالُ
فيهِ ‘حَدٍ قَبْلِى،
وَلَمْ
يَحِلَّ لِى
إَّ سَاعَةً منْ
نَهَارٍ.
فَهُوَ
حَرَامٌ
بِحُرْمَةِ
اللّهِ
تَعالى الى
يَوْمِ
الْقِيَامَةِ،
َ يُعْضَدُ
شَوْكُهُ،
وََ
يُنَفَّرُو
صَيْدُهُ،
وََ يُلْتَقَطُ
لُقَطَتُهُ
إَّ مَنْ
عَرَّفَهَا
وََ يُخْتَلى
خَهُ. قَالَ
الْعَبّاسُ
يَا رَسُولَ اللّهِ
إَّ ا“ذْخِرَ.
فقالَ #:
إَّ ا“ذْخِرَ[.
أخرجه الخمسة
إّ
الترمذي.قوله:
»وََ تَحِلُّ
لُقَطَتُهَا
إَّ
لِمُعَرَّفٍ«
أىْ عَلى الدوامِ
بِخَِفِ
غَيْرِهَا
فإنَّهُ
محدود بِسَنَةٍ
وَاحِدَةٍ .
11. (4586)- İbnu Abbas
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Fetih
günü buyurdular ki:
"Fetihten sonra artık hicret yoktur.
Ancak cihad ve niyet vardır. Öyleyse askere çağrıldığınız zaman hemen asker
olun!"
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
sözlerine şöyle devam etti: "Allah, bu beldeyi semavat ve arzı yarattığı
zaman haram kıldı. Burası, Kıyamete kadar Allah'ın haramıyla haramdır (onu
insanlar haram kılmamıştır). Benden önce kimseye orada kıtal helal olmadı. Bana
da günün bir müddetinde helal kılındı. Burası Kıyamete kadar Allah'ın haramıyla
haramdır. [Allah'a ve ahirete inanan hiçkimseye, orada kan dökmesi helal değildir]. Ayrıca onun dikeni
koparılmaz, av (hayvan)ı ürkütülmez, buluntusu da alınmaz (yerinde
bırakılır). Ancak ilan edip sahibini arayacak olanlar alabilir. Mekke'nin otu
da biçilmez!"
Abbas (radıyallahu anh) atılarak:
"Ey Allah'ın Resûlü! İzhir otu hariç olsun" dedi. Aleyhissalâtu
vesselâm: "İzhir hariç!" buyurdu." [Buharî, Cezau's-Sayd 9, Hacc
43, Cenâiz 77, Büyû 28, Megazî 52; Müslim, Hacc 445, (1353); Nesâî, Hacc 110,
(5, 203, 204); Ebû Davud, Menâsik 90, (2017, 2018).][464]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Mekke'yi fethettiği gün bazı temel prensipleri vazetmiştir. Sadedinde
olduğumuz hadis, Mekke fethinden sonra hicretin sona erdiğini ilan etmektedir.
Yani, burada yasaklanan hicret Medine'ye hicrettir. Zira bu hicret her
müslümana farz idi. Müslüman olduğu halde hicret etmeyenlerin imanı makbul
değildi. Bu husus ayet-i kerime ile
ilan edilmişti (Enfal 72, Nisa 89).
Şu halde sadedinde olduğumuz hadis, bu
manadaki hicretin kaldırıldığını ilan etmekte, hicret üzerine en son biatı Hz.
Abbas İbnu Abdilmuttalib ile yapmış olmakta idi. Fetih gününden sonra
"hcret üzere biat etmek üzere yapılan müracaatlar" kabul
edilmemiştir.[465]
Öyleyse, bazı hadislerde de ifade edildiği üzere, düşmanla
cihad edildiği müddetçe Kıyamete kadar diyar-ı küfürden daru'l-İslam'a
muhaceret devam edecektir ve meşrudur.
2- Mekke'nin haram kılınması, muhtelif
rivayetlerde ifade edilmiştir. Sadedinde olduğumuz rivayet, bunun semavat ve
arzın yaratıldığı an, ilahi irade ile
kesinleştiğini ifade etmektedir. Bazı hadislerde ise Mekke'yi ilk defa
haram ilan eden kimsenin Hz. İbrahim olduğu tasrih edilir. Bu rivayetler
arasında tearuz olmadığını belirten İbnu Hacer der ki: "Bunun manası,
"Hz. İbrahim Mekke'yi şahsî içtihadıyla değil, Allah'ın emriyle haram
etti" demektir. Veya: "Allah semavat ve arzı yarattığı gün, Hz.
İbrahim'in onu haram edeceğine hükmetti" demektir. Veya mana: "Hz.
İbrahim, Mekke'nin haram kılındığı insanlara ilan eden kimsedir. Bundan önce
Allah nezdinde haramdı" demektir. Veya "Tufandan sonra bunu ilk ilan
eden Hz. İbrahim'dir" demektir."
Kurtubî ise şöyle bir açıklama dermeyan
etmiştir: "Hadisin manası: "Allah Teala Hazretleri, Mekke'yi
bidayette herhangi bir sebebe dayanmaksızın herhangi bir kimsenin bunda bir
medhali, bir rolü olmaksızın haram kılmıştır." Kurtubî devamla der ki:
"Bu sebeple, bu manayı tekiden
Resûlullah: "Onu insanlar haram kılmadı" demiştir." İbnu
Hacer'e göre, "Onu insanlar haram
kılmadı" ibaresinden murad: "Mekke'nin tahrimi şeriatle sabittir.
Aklın bunda bir rolü yoktur" veya "Bu, Allah'ın haramlarındandır. Bu
yasağa riayet gereklidir; bu Cahiliye devrinde insanlar tarafından hevaya
uyarak vazedilen haramlardan değildir; öyleyse mezkur yasağın terki
istikametinde içtihad yapmak caiz değildir" demektir." İbnu Hacer bu hususta şöyle
denmiş olduğunu da kaydeder: "Bunun manası, onun haramlığı ilk
yaratılıştan itibaren devam etmektedir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
şeriatına mahsus bir yasak değildir."
3- Fakihler, kesilmesi yasak olan ağaçları "hüday-ı
nabit olanlar" veya Allah
tarafından bitirilenler diye kayıtlamışlardır. Yani insan emeğiyle
yetiştirilenlerin kesileceğinde ihtilaf edilmiş, cumhur cevazına kail olmuştur.
* İmam Şafii Harem bölgesinden kesilen
bütün ağaçlar için ceza terettüp ettiğini söylemiştir. İbnu Kudame de bu görüşü
tercih etmiştir. Hüdayı nabit olanı kesenin cezası nedir, bu da ihtilaflıdır.
** İmam Malik "cezası yoktur, ama
günah işlemiş olur" demiştir.
** Atâ: "İstiğfar etmesi
gerekir" demiştir.
** Ebû Hanife: "Kesilen şeyin
kıymeti alınır" demiştir.
** Şâfiî: "Büyük ağaçlar için sığır
keser, küçükler için davar"
demiştir.
** İbnu'l-Arabî: "Harem bölgesinin
ağacını kesmenin haram olduğu hususunda ülemâ ittifak etmiştir. Ancak Şafii,
misvak kesmenin caiz olacağını söylemiştir.
Keza, Şâfiî, ağaca zarar vermemesi halinde yaprak ve meyvesinin
koparılmasını caiz görmüştür. Atâ, Mücahid ve başkaları da bu görüştedir"
der.
** Bazıları zarar verdiği için
dikenin koparılabileceğine hükmetmiştir. Cumhur bunu reddeder.
** İbnu Kudâme, "kendiliğinden kopup
dökülen dallardan veya yapraklardan istifade etmede bir beis yok" demiştir.
** İmam Şâfiî ve ona uyanlar,
Harem'de hayvan otlatmada mahzur görmezlerse de, İmam A'zam Ebû Hanife ve
İmam Muhammed caiz bulmazlar. Üstelik bunlar nazarında
ot yaş da olsa kuru da olsa hüküm aynıdır.
4- Resûlullah'a Mekke'nin helal kılınması
Fetih gününde olmuştur: "Güneşin doğuşu ile ikindi namazına kadar. Amr
İbnu Şuayb an ebini an ceddihi tarikinden gelen bir rivayette denir ki:
"Mekke fethedilince Aleyhissalâtu vesselâm şöyle buyurdu: "Benî
Bekr'e karşı Huza'a hariç, silahları
durdurun." Huza'alılara ikindi namazını kılıncaya kadar izin verdi. Sonra onlara da: "Silahları
durdurun!" emretti. Ertesi gün Huzâ'a'dan bir kişi, Benî Bekr'den birine
Müzdelife'de rastladı ve onu öldürdü. Hadise Resûlullah'a ulaşınca kalkıp şu
hitabede bulundu: "Allah'a karşı adavette en ileri giden kimse, Harem
bölgesinde düşmanlık yapan
kimsedir.."
Huzâ'alılara verilen, 4269 numaralı
hadiste Hudeybiye Sulhü'nün Bozulması ile alakalı açıklamada geçtiği üzere,
Benî Bekr'in, Hudeybiye Sulhü'nü bozarak Huzâ'alılara saldırmış olmaları idi.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), müttefiki olan Huzâ'alıların, bu fırsatta
Benî Bekr'den intikam almasına müsaade etmiştir.
5- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
amcası Hz. Abbas'ın yasaktan istisna kılınmasını istediği izhir otu, Mekke'de
yetişen bir bitkidir. Geniş yapraklı ve
güzel kokulu bir ot olup, hayvanlara yem olarak verildiği gibi, evlerde ve
kabirlerde günlük olarak kullanılmaktadır.[466]
ـ4587
ـ12ـ وعن جابرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: َ يَحِلُّ
‘حَدٍ أنْ
يَحْمِلَ
السَِّحَ
بِمَكَّةَ[.
أخرجه مسلم .
12. (4587)- Hz. Câbir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Mekke'de silah
taşımak hiç kimseye helal değildir." [Müslim, Hacc 449, (1356).][467]
AÇIKLAMA:
Hadisin zahiri, mutlak olarak Mekke'de
silah taşımayı yasaklamakta ise de, Nevevî'nin açıklamasına göre, cumhur
ihtiyaç halinde orada silah taşınabileceğine hükmetmiştir. Hiçbir ihtiyaç
yokken silah taşımak caiz değildir. Hasan Basrî, hadisin zahirini esas alarak
"mutlak kerahet"e kail olmuştur.[468]
ـ4588
ـ13ـ وعن ابْنِ
عبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #
لِمَكَّةَ: مَا
أطْيَبَكِ
مِنْ بَلَدٍ
وَأحَبَّكِ
الىَّ،
وَلَوَْ أنَّ
قَوْمِى
أخْرَجُونِى
مِنْكِ
مَا سَكَنْتُ
غَيْرَكِ[.
أخرجه الترمذي
.
13. (4588)- İbnu Abbas
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlulah (aleyhissalâtu vesselâm) Mekke'ye
hitaben şöyle buyurdular:
"Sen ne hoş beldesin. Seni ne kadar
seviyorum! Eğer kavmim beni buradan çıkmaya mecbur etmeseydi, senden başka bir
yerde ikamet etmezdim." [Tirmizî, Menakıb, (3922).[469]
ـ4589
ـ14ـ وعن
يَعْلَى بْنِ
أُمَيَّةَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: احْتِكَارُ
الطَّعَامِ
في الْحَرَمِ
إلْحَادُ فيهِ[.
أخرجه أبو
داود.»احْتِكَارُ«
ادخار الطعام
وا‘قوات لتغلو
أسعارها
وتباع على المسلمين.و»ا“لحادُ«
الظلم، وأصله:
الميل والعدول
عن الشئ .
14. (4589)- Ya'la İbnu
Ümeyye (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Harem'de mal ihtikarı orada işlenen bir zulümdür."
[Ebû Davud, Menâsik 90, (2020).][470]
AÇIKLAMA:
İhtikar, dilimize girmiş bir kelimedir;
fiyatını artırmak üzere mal toplamaktır. Bir bakıma, ucuzken malı alıp satışa
sürmemek, fiyatlanmasını bekleyip,
piyasada hasıl olan kıtlık
sebebiyle fiyatlar yükselince satışa
arzetmek diye de tarif edilebilir. Bu davranış, bi'l-icma haramdır. Hadis, bunu
ilhâd olarak tavsif etmektedir. İlhâd ise, haktan ayrılıp, bâtıla
sapmaktır, zulümdür. Ayet-i kerimede:
"..ve orada haktan saparak zulme yeltenen kimseye pek acı bir azabı
taddırırız" (Hacc 25) buyrulmuştur.
Aslında ihtikar, sadece Mekke'de değil,
her tarafta aynı şekilde haramdır. Hadi, aynı fiilin Mekke'de daha şiddetli bir
haram olduğunu ifade etmektedir. Orası, ekime elverişli olmayan bir yer olması
sebebiyle, ihtikarın hasıl edeceği
zarardan daha çok etkileneceği zahirdir.[471]
ـ4590
ـ15ـ وعن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قَالَ لِي
النَّبِىُّ #
ألَمْ تَرى
أنَّ قَوْمَكِ
حِينَ بَنُوا
الْكَعْبَةَ
اقْتَصَرُوا
عَنْ
قَواعِدِ
إبْرَاهِيمَ.
فَقُلْتُ
يَا
رَسُولَ
اللّهِ أَ
تَرُدُّهَا
عَلى قَوَاعدِ
إبْراهِيمَ.
فقَالَ: لَوَْ
حَدَثَانُ
قَوْمِكِ
بِالْكُفْرِ
لَفَعَلْتُ.
فقَالَ
اِبْنَ
عُمَرَ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما
لَئِنْ
كَانَتْ
عَائِشةُ
سَمِعَتْ
هذَا مِنْ
رَسُولِ
اللّهِ # مَا أرى
أنَّ رَسُولَ
اللّهِ #
تَرَكَ
اسْتَِمَ الرُّكْنَيْنِ
اللَّذَيْنِ
يَلِيَانِ
الْحِجْرَ إَّ
أنّ
الْبَيْتَ
لَمْ
يُتَمَّمْ
عَلى قَواعِدِ
إبْرَاهِيمَ[.
أخرجه الستّة
إّ أبا داود.»حَدَثَانُ
الشّىْءَ«
أوّله،
والمراد به
قرب عهدهم
بالجاهلية
وأن ا“سم لم
يتمكن بعد،
فكأنهم كانوا
ينفرون لو
هدمت الكعبة
وغيرت هيئتها
.
15. (4590)- Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Biliyor musun, senin kavmin
Ka'be'yi yeniden inşa ederken Hz. İbrahim'in atmış bulunduğu temellere (tam
riayet etmeyip) inşaatı kısa tuttu."
Ben: "Ey Allah'ın Resulü dedim, inşaatı Hz. İbrahim'in temellerine
oturtmayacak mısın?" dedim.
"Kavmin küfre yakın olmasa mutlak
yapardım!" buyurdu.
İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) dedi ki:
"Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nın, bunu Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'dan işitmesine göre, ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, Hıcr'ı takip eden iki rüknün istilâmını
terketmesini Ka'be'nin inşaatının Hz. İbrahim (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
temelleri üzerine tamamlanmamış olmasıyla izah ederim." [Buharî, İlm 48,
Hacc 42, Enbiya 8, Tefsir, Bakara 10, Temenni 9; Müslim, Hacc 399, (1333);
Muvatta, Hacc 104, (1, 363, 364); Nesaî, Hacc 125, (5, 214-216); Tirmizî, Hacc
47, (875).][472]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadiste Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), Ka'be'nin Cahiliye devrindeki tamiri sırasında, Hz.
İbrahim'in temelleri üzerine oturtulmayıp, biraz kısa tutulduğunu ifade
etmektedir. Hatta, yine Müslim'de gelen bir başka rivayette Aleyhissalâtu
vesselâm: "Ey Aişe, eğer kavmin şirkten yeni çıkmış (yani henüz İslam kalplerine
yeterince yerleşmemiş) olmasaydı, Ka'be'yi yıkar, yere yakın (alçak) olarak
inşa eder, biri doğu biri de batı tarafında olmak üzere iki kapı koyardım.
Ayrıca Hıcr tarafından da altı arşın genişliği ona katardım. Çünkü Kureyş,
Ka'be'yi (tamir sırasında yeniden) inşa ederken onu küçültmüştür" buyurmuşlardır.
Bu rivayet, Abdullah İbnu Zübeyr'e, Şam
ordusunun attığı taşlarla harab olan Ka'be'nin tamiri sırasında yön vermiştir.
Çünkü o, "yıkılan yerleri tamir" ederek önceki şekline getirmekle,
tamamen yıkıp yeni baştan inşa etme hususlarında tereddüt etmiş, hatta İbnu
Abbas (radıyallahu anhümâ) "yıkılan yerlerin tamiri"ni tavsiye
etmişir. Ancak İbnu Zübeyr, üç gün istihare yaptıktan sonra tamamen yıkıp yeni
baştan, Resûlullah'ın tavsifine uygun şekilde inşa etmeye karar verir ve öyle
yapar. Abdullah'ı bu karara sevkeden başka nebevi irşadlar da mevcuttur.
Bunlardan Müslim'in kaydettiği bir rivayette Aleyhissalâtu vesselâm Hz. Aişe'ye
şunu da söyler: "...Şayet benden sonra kavmin Ka'be'yi yeniden inşa etmeyi
düşünürlerse, gel onların bıraktığı yeri
sana göstereyim." Sonra Hz. Aişe'ye
yedi arşına yakın bir kısmı gösterir. Resûlullah, Ka'be' nin kapısının yüksekte
bırakılışının sebebini de şöyle açıklar: "O'na istediklerinden başka
kimseyi sokmamak için. Bir kimse Ka'be'ye girmek istese, onun kapıya kadar çıkmasına
müsaade ederler, (girmesi istenmiyorsa) tam gireceği sırada adamı iterek
düşürürlerdi."
Abdullah İbnu'z-Zübeyr, bu rivayetleri
nazar-ı dikkate alarak Ka'be' yi Resûlullah'ın tavsifine uygun olarak inşa
eder. Zemin seviyesindeki iki kapı açar: Biri giriş, diğeri çıkış kapısı olur
ve içeride izdiham olmaz. Hıcr'ı Ka'be'ye dahil eder, boyunu da uzatır. Bu
inşaata geçmeden önce hafriyat yaptırır. Hz. İbrahim'in temellerine kadar
inilir. Temelde devenin arka kısmını andıran birbirine merbut taşlar görülür.
İbnu Zübeyr hafriyatı ziyarete açar. Halk günlerce gelip o taşları seyredip
giderler. Ata'nın rivayetinde bu temelin onsekiz zirâ olduğu görülür.
İbnu'z-Zübeyr uzunluğa on arşın daha ilave eder.
İbnu'z-Zübeyr, Ka'be'nin harabesinden
artan enkazı Kabe'nin iç kısmına açtırdığı çukura gömer.
Şunu da kaydedelim: İbnu'z-Zübeyr, hacıların vaziyeti görerek
Emevilere karşı nefret ve gayrete gelmeleri için, Ka'benin inşaatını hemen ele
almaz. Hacc mevsimi boyunca harab halde bırakır. Mevsim'den sonra Hicri 64 tarihinde
inşaat başlar, 65'te tamamlanır.
Abdullah İbnu'z-Zübeyr'in şehadetiyle
neticelenen savaşı Emeviler kazanıp Mekke'ye hakim olunca, Haccâc, Ka'be'nin
durumunu Halife Abdülmelik'e rapor eder. Abdulmelik: "İbnu'z-Zübeyr'in
kirletmesine razı olamayız" mealinde
tamim göndererek Ka'be'nin yıkılıp eski haline göre yeniden inşâ edilmesini
emreder. Bunun üzerine Haccâc, Ka'beyi yıkar. Kapının birini iptal eder,
diğerini eskiden olduğu gibi yükseltir. Hıcr'ı tekrar duvarın dışına alır,
İbnu'z-Zübeyr'in ilavesini iptal eder.
Müslim'in bir rivayetine göre,
İbnu'z-Zübeyr'in Ka'be ile ilgili icraatının gerçek bir rivayete dayandığı
hususunda ikna olan Halife Abdülmelik, Ka'be'yi yıktırdığına pişman olur.
Rivayet aynen şöyle:
Ebû Kaza'a anlatıyor: "Abdulmelik
İbnu Mervan, bir gün Beytullah'ı tavaf ederken birden şöyle dedi:
"Allah İbnu'z-Zübeyr'in belasını
versin! Hz. Aişe'yi yalanına alet ediyor ve: "Ben Aişe'nin şöyle
söylediğini işittim" deyip şu yalanı söylüyor: "Aişe dedi ki:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Ey Aişe buyurdular. Eğer
kavmin küfürden yeni çıkmış olmasaydı Ka'be'yi yıkar, ona Hıcr'ı dahil ederdim. Zira kavmin, onu inşa
sırasında kısalttı." Abdülmelik'e (yanında bulunan) el-Haris İbnu
Abdillah İbni Ebi Rebia müdahale edip: "Ey mü'minlerin emiri, bunu
söyleme! (Bu söz yalan değildir.) Ben de aynı şeyleri Hz. Aişe'den
işittim" dedi. Bunun üzerine Abdülmelik:
"Keşke bunu Ka'beyi yıktırmadan önce
işitseydim; onu İbnu'z-Zübeyr'in yaptırdığı şekilde bırakırdım" der."[473]
2- HADİSTEN ÇIKARILAN FEVAİD
* Bu hadis, fitne ve fesad ve daha büyük
zararı önlemek için maslahattan vazgeçmeye örnektir. Zira, Aleyhissalâtu
vesselâm, Ka'be'nin inşaatında bazı eksiklikler bulunmasına rağmen, onunla
ilgili bir tadilatın, Cahiliye devrinden
intikal eden Ka'be'ye karşı aşırı hürmet sebebiyle Kureyşlilerde hasıl edeceği
menfi aksülamelleri düşünerek durumunu düzeltme cihetine gitmiyor.
* İdareciler, halkın durumlarını gözönüne
alarak icraatlarında tezaddan kaçınmalıdır. Yapılan işin doğruluğu kafi
değildir. Halk da onun doğruluğuna ikna edilmelidir.
* Halkın memnun edilmesi esastır. Onun
zıddına, rağmen icraat akilâne değildir.
* İmam halkın salahı için haram olmadıkça
mefdûlü (az iyiyi), efdale (çok iyiye) tercih edebilir.
* Daha kötüye düşme korkusuyla, kötünün
varlığı sineye çekilebilir.[474]
ـ4591
ـ16ـ وعن عمرو
بْنُ دِينارٍ
قال:
]سَمِعْتُ جَابِرَ
بْنَ عَبْدِ
اللّهِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
يَقُولُ
لَمَّا
بُنِيَتِ
الْكَعْبَةُ
ذَهبَ
رَسُولُ
اللّهِ
وَالْعَبَّاسُ
يَنْقَُنِ
الْحِجَارَةَ.
فقَالَ
الْعَبَّاسُ
لِلنَّبِىِّ
#: اجْعَلْ
إزَارَكَ
عَلى
رَقَبَتِكَ
يَقيكَ
الْحِجَارَةَ.
فَفَعَلَ،
وكان ذلِكَ
قَبْلَ أنْ يُبْعَثَ،
فَخَرَّ الى
ا‘رْضِ،
فَطَمَحَتْ
عَيْنَاهُ
الى
السَّمَاءِ.
فقَالَ:
اِزَارى إزَارى
فَشَدَّهُ
عَلَيْهِ[.
أخرجه
الشيخان.وفي
رواية:
»فَسَقَطَ
مَغْشِيّاً
عَلَيْهِ، فَمَا
رُؤِىَ
بَعْدُ
عُرْيَاناً« .
16. (4591)- Amr İbnu Dinar
anlatıyor: "Cabir İbnu Abdillah (radıyallahu anh)'ı işittim. Demişti ki:
"Ka'be inşâ edilirken Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve (amcası)
Abbas taş taşımakta idiler. Bir ara Abbas (radıyallahu anh), Aleyhissalâtu
vesselâm'a: "İzarını omuzuna koy da taşın incitmesine mani olsun"
dedi. O da öyle yapmıştı. Bu hadise peygamberlik gelmezden önce idi. Birden
yere yığıldı. Gözleri semaya dikilmiş kalmıştı.
"İzarım! İzarım! dedi ve derhal onu
üzerine bağladı."
Bir rivayette şu ziyade var:
"...Bayılıp düştü. Bundan sonra hiç üryan görülmedi." [Buharî, Hacc
42, Salât 8, Menakıbu'l-Ensar 25; Müslim, Hayz 76, (340).][475]
AÇIKLAMA:
1- Hz. Cabir hadisenin müşahidi gibi
vak'ayı anlatmaktadır. Halbuki o vakte erişememiştir. Bu çeşit rivayetlere
sahabe mürseli denir. Bu vak'ayı kimden
işittiğini belirtmemektedir. Resûlullah'tan işitmiş olması kuvvetli ihtimaldir.
Mamafih Ka'be'nin inşa hadisesine şahid olan ashabtan birini de dinlemiş
olabilir.
2- Hadiste, bi'setten bazı rivayetlere göre
5, bazılarına göre de 15 yıl önce, Ka'be'nin tamiri sırasında cereyan eden bir
hadise anlatılmaktadır. Bir rivayete göre Ka'be'nin yakınlarında ateş yakan bir kadından sıçrayan
kıvılcım Ka'be'nin örtüsünü tutuşturur. Bina bundan ziyade zarar görür. Kureyş
Ka'be'yi yıkıp yeniden yapmaya karar verir. O sıralarda Cidde yakınlarında
karaya vuran bir geminin enkazı bu maksadla taşınır. Rumi bir de usta temin
edilir. Herkes, bu arada Resûlullah da Ecyad mevkiinden omuzlarında taş taşır.
İşte sadedinde olduğumuz rivayette
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, omuz üzerine konan taşların omuzlarını
incitmemesi için, vücudun göbekten aşağısını örten ve izar denen peştemalini
belden çıkartarak katlayıp, omuzu üzerine koyması mevzubahistir. Bu sıralarda
henüz peygamberlik gelmemiş olsa da ilahi murakabe altında olan genç
Muhammed'in avretinin açılmasına müsade edilmez ve aniden üzerine çöken bir
baygınlıkla yere düşer ve derhal izarını
isteyerek avret yerlerini örter. Bazı rivayetlerde gaybtan bir tokat yediği,
üzerini örtmesi emredildiği vs. ifade edilmiştir.
Bu vak'a Hz. İbnu Abbas'ın ve
Resûlullah'ın ağzından da değişik şekillerde
rivayet edilir.[476]
ـ4592
ـ17ـ وعن عمرو
بْنِ دِينارٍ
وَعُبَيْدِ
اللّهِ بْنِ
أبِى يَزِيدَ
قَاَ: ]لَمْ
يَكُنْ لِلْمَسْجِدِ
عَلى عَهْدِ
رَسُولِ
اللّهِ #
حَائِطٌ،
كَانُوا
يُصَلُّونَ
حَوْلَ
الْبَيْتِ حَتّى
كَانَ عُمَرُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
فَبَنَى
حَوْلَهُ
حَائِطاً
جَدْرَهُ
قَصِيرٌ فَعَّهُ
ابْنُ
الزُّبَيْرِ[.
أخرجه
البخاري .
17. (4592)- Amr İbnu Dinar
ve Ubeydullah İbnu Ebi Yezid dediler ki: "Resûlullah zamanında Ka'be'nin
(etrafında ihata) duvarı yoktu. İnsanlar Beytullah'ın etrafında namaz kılıyorlardı. Bu hal, Hz. Ömer zamanına kadar devam etti. Ömer
(radıyallahu anh) etrafına duvar çektirdi. Bu davarın boyu alçaktı. İbnu'z-Zübeyr
yükseltti." [Buharî, Menakıbu'l-Ensar 25.][477]
ـ4593
ـ18ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
يُخَرِّبُ
الْكَعْبَةَ
ذُو
السُّوَيْقَتَيْنِ
مِنَ
الْحَبَشَةِ[.
أخرجه
الشيخان
والنسائِى .
18. (4593)- Hz. Ebû Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Ka'be'yi, Habeşlilerden bacakları
ince bir adam tahrip edecektir." [Buhari, Hacc 49 Müslim, Fiten 57,
(2909); Nesaî, Hacc 125, (5, 216).][478]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste geçen suveykateyn iki bacakcık
demektir; zü'ssuveykateyn, bacakları ince olan kimseye denir. Bundan murad,
zayıf bir Habeşlidir. Yani zayıf bir Habeşlinin Ka'beyi yıkacağını ifade
eder.Bu hususa temas eden başka hadisler de var. Bunlara göre, Ka'be'yi,
Kıyamete yakın, yani Hz. İsa da indikten sonra, başlarında ince bacaklı şiş
karınlı bir kimsenin yer aldığı Habeşliler gelip yıkacaklar, müteakip hadiste
de görüleceği üzere taş taş sökecekler,
taşlarını da denize atacaklardır.[479]
ـ4594
ـ19ـ وفي أخرى
للبخاري عن
ابنِ عبّاس: ]كأنِّى
بِهِ
أسْوَدَ
أفْحَجَ
يَقْلَعُهَا
حَجَراً
حَجَراً[.ويعنى
الكعبة. إنما
صغر
السويقتين ‘نه
أراد ضعفهما
ودقتهما،
وذلك
غالب في سوق
الحبشة.و»الفحجُ«
بعد ما بين
الساقين .
19. (4594)- Buhâri'nin İbnu
Abbas'tan kaydettiği diğer bir rivayete göre, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) şöyle buyurmuştur: "Kâ'be'yi yıkacak olan o ayrık iri ayaklı,
güdük kafalı (koyu siyah) Habeşli'yi Kâ'be' nin taşlarını birer birer söker
halde görür gibiyim!" [Buharî, Hacc 49.][480]
ـ4595
ـ20ـ وعن
ابن عمرو بن
العاص رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
اَتْرُكُوا
الْحَبَشَ
مَا
تَرَكُوكُمْ
فإنَّهُ َ يَسْتَخْرِجُ
كَنْزَ
الْكَعْبَةِ
إَّ ذُو السُّوَيْقَتَيْنِ[.
أخرجه أبو
داود.»الكنزُ« المال
المخبوء،
والمراد به
مال الكعبة
الذي كان
معدّا لها من
النذور
القديمة
وغيرها .
20. (4595)- İbnu Amr
İbni'l-As (radıyallahu anhüma) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Habeşliler sizi terkettikçe onları terkedin. Zira, Kâ'be'nin
hazinesini sadece zü'ssüvaykateyn (ince bacaklı olan kimse) çıkaracaktır."
[Ebû Dâvud, Melâhim 11, (4309).][481]
AÇIKLAMA:
Burada, Habeşliler müslümanlara
dokunmadıkça onlara dokunulmaması tavsiye edilmektedir. Onlara dokunmamak,
şerlerinden azâde kalmak içindir. Zira hadisin devamı onlardan gelecek şerre
dikkat çekiyor: "Kâ'be'de gömülü olan hazineyi Habeş asıllı ve
Zü's-Suveykateyn lakabında biri çıkaracaktır." Süveyka'nın "ince
bacaklı" demek olduğunu yukarıda kaydettik.
Suyutî der ki: "Halîmî ve başka bazı
âlimlerin zikrine göre, Süvaykateyn'in zuhuru, İsa aleyhisselâm'ın zamanında,
Ye'cüc ve Me'cüc'ün helâkinden sonradır. Hz. İsa ona bir öncü kuvvet gönderir.
Bu birlik yedisekizyüz kişiliktir. Birlik ona doğru yürürken Allah Teâla
Hazretleri Yemânî olan güzel kokulu bir rüzgâr gönderir. Bu rüzgârla bütün
mü'minlerin ruhu kabzedilir." [482]
ـ4596
ـ1ـ عن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]حَرَّمَ
رَسُولُ
اللّهِ #
الْمَدِينَةَ
مَا بَيْنَ كَذَا
الى كَذَا.
فَمَنْ
أحْدَثَ
فِيهَا حَدَثاً
فَعَلَيْهِ
لَعْنَةُ
اللّهِ
وَالْمََئِكَةِ
وَالنَّاسِ
أجْمَعِينَ. َ
يَقْبَلُ
اللّهُ
مِنْهُ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
صَرْفاً وََ
عَدًْ[. أخرجه
الشيخان .
1. (4596)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
Medine'yi şu şu yer arasında kalan kısımlarıyla haram ilan etti. "Kim bu
haramı ihlâl edecek bir davranışta bulunursa, Allah'ın meleklerin ve bütün
insanların lâneti onun üzerine olsun. Allah Kıyamet günü o kimseden ne farz ne
nafile (hiçbir hayır) kabul etmesin" (buyurdu)." [Buhârî,
Fezailu'l-Medine 1, İ'tisâm 6; Müslim, Hacc 462, 463, 464, (1365, 1366, 1367).][483]
ـ4597
ـ2ـ وفي
روايةٍ لهما:
]أنَّهُ #
أقْبَلَ
حَتّى بَدَا
لَهُ أحُدٌ.
فقَالَ: هذَا
جَبَلٌ يُحِبُّنَا
وَنُحِبُّهُ.
فَلَمَّا
أشْرَفَ عَلى الْمَدِينَةِ
قَالَ:
اللّهُمَّ
إنِّى أُحَرِّمُ
مَا بَيْنَ
جَبَلَيْهَا
مِثْلَ مَا حَرِّمَ
إبْرَاهِيمُ
مَكَّةَ. اللّهُمَّ
بَارِكْ
لَهُمْ في
مُدِّهِمْ
وَصَاعِهِمْ[.»الْحَدَثُ«
ا‘مْرُ
الْحَادثُ
الْمنكر الّذى
ليس بمعتاد و
معروفٍ في
السّنة .
2. (4597)- Yine Sahiheyn'in
bir rivayetinde anlatıldığına göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
(Medine'nin dışına doğru) yürüdü. Önünde Uhud görünmüştü:
"Bu dağ var ya, o bizi çok seviyor,
bizde onu seviyoruz" buyurdular. Medine'ye yönelince de:
"Ey Allahım! Hz. İbrahim Mekke'yi
haram kıldığı gibi, ben de [Medine'yi] iki dağı arasıyla haram kılıyorum.
Allahım, (Medine halkını) müdd ve sa'larınla mübarek kıl"
buyurdular." [Buhâri, Fezâilu'l-Medine 6; Müslim, Hacc 462, (1365).][484]
ـ4598
ـ3ـ وعن علي
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]مَا كَتَبْنَا
عَنْ رَسُولِ
اللّهِ # إَّ
الْقُرآنَ
وَمَا في
هذِهِ
الصَّحِيفَةِ.
قَالَ: قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #: الْمَدِينَةُ
حَرَامٌ مَا
بَيْنَ
عَيْرٍ الى ثَوْرٍ.
فَمَنْ
أحْدَثَ
فِيهَا
حَدَثاً أوْ آوَى
مُحْدِثاً
فَعَلَيْهِ
لَعْنَةُ
اللّهِ
وَالْمََئِكَةِ
وَالنَّاسِ
أجْمَعِينَ،
َ يَقْبَلُ
اللّهُ
مِنْهُ
صَرْفاً وََ
عَدًْ.
ذِمَّةُ
الْمُسْلِمِينَ
وَاحِدَةٌ، يَسْعى
بِهَا أدْنَاهُمْ.
فَمَنْ
أخْفَرَ
مُسْلِماً في
ذِمَّتِهِ
فَعَلَيْهِ
لَعْنَةُ
اللّهِ وَالْمََئِكَةِ
وَالنَّاسِ
أجْمَعِينَ،
َ يُقْبَلُ
مِنْهُ
صَرْفٌ وََ
عَدْلٌ[.
أخرجه الخمسة،
وهذا لفظ
الشيخين.زاد
أبو داود: ]َ
يُخْتَلى
خََهَا، وََ
يَنَفّرُ
صَيْدُهَا،
وََ تُلْتَقَطُ
لُقَطَتُهَا
إَّ مَنْ
أشَادَهَا،
وََ يَصْلُحُ
لِلرَّجُلِ
أنْ يَحْملَ
فِيهَا
السَِّحَ
لِقِتَالٍ،
وََ يَقْطَعُ
مِنْهَا
شَجَرَةً إَّ
أنْ يَعْلِفَ
الرَّجُلُ
بَعِيرَهُ[.»عَيْرٌ
وَثَوْرٌ«
جَبََنِ
الْمَدِينَةِ،
وَقِيلَ
لَيْسَ بِهَا
ثور
وَلكِنَّهُ
بِمَكَّةَ،
ولعل الحديث
ما بين عير
الى أحد،
والصحيح أن
بها ثورا.و»المُحَدّثُ«
بكسر الدال:
فاعل الحدث،
وبفتحها: ا‘مر
المبتدع.و»خَفَرْتُ
الرَّجُلَ«
إذا أمنته،
وأخفرته: إذا
نقضت
عهده.و»الصَّرْفُ«
النافلة.و»العَدْلُ«
الفريضة .
و»ا“شَادةُ«
رفع الصوت
بالشئ،
والمراد
تعريف اللقطة
وافشاؤها .
3. (4598)- Hz. Ali
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Biz Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan
Kur'ân-ı Ker'îm ve bir de şu sahifede olandan başka bir şey yazmadık.. (Bu
sahifede bulunana gelince) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurmuştu ki:
"Medine Ayr dağı ile Sevr dağı
arasında kalan hudud içerisinde haramdır. Kim orada bir bid'atte bulunur veya
bid'atçiyi himaye ederse, Allah, melekler ve bütün insanların lâneti onun
üzerine olsun. Allah onun farz, ne nafile hiçbir hayrını kabul etmesin. Müslümanların
garantisi birdir, en düşükleri de bu garantiye sahiptir. Kim bir müslümana
garantisinde ihanet ederse, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti
üzerine olsun. Onun (Kıyamet günü) ne farz ve ne nafile hiçbir hayrı kabul
edilmez." [Buhârî, Fezâilu'l-Medine 1, Cizye 10, 17, Ferâiz 21, İ'tisam 5;
Müslim, Hacc 467, (1370); Ebû Dâvud, Menasik 99, (2034, 2035), Tirmizî, Vela
ve'l-Hibe 3, (2128). Bu rivayetin metni Sahiheyn'e uygundur.
Ebû Dâvud'da şu ziyade var: "Otu
yolunmaz, av hayvanı ürkütülmez, yitik malı, onu ilan edecek olan alabilir. Hiç
kimseye kıtal maksadıyla orada silah taşımak caiz olmaz. Oradan ağaç kesilmez.
Kişi devesini otlatabilir."][485]
AÇIKLAMA:
1- Bu üç rivayet, Medine'nin Resûlullah
tarafından haram kılındığını belirtmekte ve kabaca sınırını da vermektedir: Ayr
dağı ile Sevr dağı arasında kalan kısımlar. Ayr dağı güney, Sevr dağı ise kuzey
hududu teşkil eder. Başka rivayetlerde doğuda Lâbetu Şarkiyye'nin, batıda da
Lâbetu Garbiyye'nin diğer hudutları teşkil ettiği belirtilmiştir.
Ağaçlarının kasilmekten, hayvanlarının
öldürülmekten yasaklanması ile çevrenin canlı örtüsünü koruma altına alma işi,
Mekke'ye has olan bir tatbikattır. Mekkeliler buna Hz. İbrahim aleyhisselâm'dan
beri rivayet etmekte idiler. Resûlullah
bunu Medine için de aynen ilan etmiş ve bunun müesseseleşmesi için maddi ve
manevî müeyyideler koymuştur. Medine'nin haram kılınmasıyla ilgili açıklamayı
bu bahsin sonuna yani 4615 numaralı hadisten sonra müstakilen koyacağımız için,
burada fazla açıklamaya girmeyeceğiz.
Ancak şunu belirtmekte fayda var:
"İmam-ı A'zam Ebû Hanîfe Hazretleri, Medine'nin haram kılınması meselesinde,
Hz. Enes'in kardeşi Ebû Umeyr'in bir kuşla oynaması ve o kuşun ölmesiyle
ilgili يَا
اَبَا
عُمَيْرِ مَا
فَعَلَ النُّفَيْرُ؟
hadisi
ile ihticac ederek Medine'nin haram olmadığına hükmetmiştir. Şâfiî ve Mâlik
başta olmak üzere cumhur ise haram olduğuna hükmetmiştir. Şâfiî'ler, Hanefî
görüşe iki suretle cevap verirler:
* Ebû Umayr'la ilgili hâdise tahrimden
önceye ait olabilir.
* O kuş, haram bölgeden değil, helal
bölgeden tutulup getirilmiş olabilir. Bu ikinci cevap Hanefîleri ilzam etmez.
Çünkü, onlara göre helal bölgenin hayvanı haram bölgeye geçti mi o da haram
olur.
Bir diğer husus da şu: Şâfiî, Mâlik ve
cumhura göre Medine'nin hayvan ve ağacı haramdır. Fakat bu haram ihlal edilecek
olsa, Mekke'deki ihlâl gibi ağır bir ceza gerekmez. Tazminatı olmayan bir
haramdır. İbnu Ebî Zi'b ve İbnu Ebi Leylâ "tıpkı Mekke gibi buna da ceza
gerekir" demişlerdir. Mâlikî ve Şâfiî fukahâdan bazıları da böyle hükmetmiştir.
Şâfiî' nin kavl-i kadîmine göre Sa'd İbnu Ebi Vakkas'ın -ilerdeki açıklamamızda
kaydedilen- bir rivayeti mucibince bu yasağı ihlal edenin giyecek dahil bütün
malzemesi müsadere edilir.[486]
ـ4599
ـ4ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّه #: َ
يَصْبِرُ على
‘وَاءِ الْمَدِينَةِ
وَشِدَّتِهَا
أحَدُ مِنْ
أُمَّتِى إَّ
كُنْتُ لَهُ
شَفِيعاً
وَشَهِيداً
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ[.
أخرجه مسلم
والترمذي.وزاد
مسلم: ]َ
يَدَعُهَا
أحَدٌ
رَغْبَةَ
عَنْهَا إَّ
أبْدَلَ
اللّهُ
فِيهَا مَنْ
هُوَ خَيْرٌ
مِنْهُ[.»الوَاءُ«
الشدة وما
تعظم مشقته
على ا“نسان من
ضيق أو قحط أو
خوف ونحوه .
4. (4599)- Ebû Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Medine'nin sıkıntı ve
meşakkatlerine ümmetimden sabır gösteren herkese, Kıyamet günü şefaatçi ve
(hayır ameline) şahid olacağım." [Müslim, Hacc 484, (1378); Tirmizî,
Menâkıb, (3920).] [487]
AÇIKLAMA:
Bu hadis Medine'de mücavir kalmaya teşvik etmektedir. Yani
birkısım sıkıntılara katlanarak Medine'de kalmak büyük bir fazilet kaynağıdır.
Öyle ki Resûlulah Kıyamet günü, ona şefaat edecek ve lehinde şahidlik
yapacaktır. Aslında Resûlullah bütün ümmete şefaat edeceğini belirtmiştir.
Medinelilere hususî bir şefaat vaadi, şefaatinin bunlara daha çok olacağı veya
hesaplarının kolay olacağı mânasında anlaşılmıştır.
Şunu da belirtelim ki âlimler, Mekke ve Medine'de mücavir
kalmanın cevazı hususunda ihtilaf ederler. Meselâ Ebû Hanîfe ve diğer bazı
alimler mekruh olduğu görüşündedirler. Sebep olarak orada fazla kalanın ülfet
ve alışkanlıkla oralara karşı hürmette kusur edeceğini ve günaha gireceğini
söylerler. Zira orada yapılan hatalar başka yerlere nazaran daha çok günaha
vesiledir. Ahmet İbnu Hanbel ve bir kısım âlimler de orada mücâveretin bilakis
müstehab olduğunu söylemişlerdir. Sadedinde olduğumuz rivayet de bu görüşü
teyid etmektedir. Ayrıca Mekke ve Medine'de yapılacak ibadetin sevabının çok
olacağını ifade eden rivayetler de onlara delil olmaktadır. Bu durumda
buralarda kaldığı taktirde günah işlemekten korkanların kalmamaları evladır.
Kalanlar günahtan kaçındıkları takdirde manevî kazançları büyük olacaktır.[488]
ـ4600
ـ5ـ وعن
سُفْيَانِ
بْنِ أبِى
زُهَيْرٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: ]قَالَ
رَسُولُ اللّهِ
# يُفْتَحُ
الْيَمَنُ
فَيَأتِى
قَوْمٌ يَبُسُّونَ
فَيَتَحَمَّلُونَ
بِأهْلِيهِمْ
وَمَنْ أطَاعَهُمْ،
وَالْمَدِينَةُ
خَيْرٌ لَهُمْ
لَوْ كَانُوا
يَعْلَمُونَ.
وَتُفْتَحُ الشَّامُ
فَيَأتِ
قَوْمٌ
يَبُسُّونَ
فَيَتَحَمَّلُونَ
بأهْلِهِمْ
وَمَنْ
أطَاعَهُمْ،
والْمَدِينَةُ
خَيْرٌ
لَهُمْ لَوْ
كَانُوا
يَعلَمُونَ،
وَتُفْتَحُ
الْعِرَاقُ فَيَأتِى
قَوْمٌ يَبُسُّونَ
فَيَتَحَمَّلُونَ
بأهْلِيهِمْ
وَمَنْ
أطَاعَهُمْ
وَالْمَدِينَةُ
خَيْرٌ لَهُمْ
لَوْ كَانُوا
يَعْلَمُونَ[.
أخرجه الثثة.ومعنى
»يَبُسُّونَ«
يَسُوقُونَ
بِهَائِمَهُمْ
سَائِرين عن
المدينة الى
غيرها، وا‘صل
فيه أن بِسْ
بَس: كلمة زجر
لبل .
5. (4600)- Süfyân İbnu Ebi
Züheyr (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Yemen fethedilecek. Bir grup insan, Medine'den oraya
aileleri ve kendilerine tâbi olanlarla gidecekler. Halbuki bilselerdi, Medine
onlar için hayırlıydı. Şam da fethedilecek. Bir kavim Medine'den aileleri ve
kendilerine tâbi olanlarla oraya göç edecekler. Bilselerdi Medine onlar için
hayırlı idi. Irak da fetholacak. Bir grup kimse ailesi ve kendilerine tâbi
olanlarla Medine'den oraya taşınacaklar. Halbuki bilselerdi Medine onlar için
hayırlı idi." [Buharârî, Fezailu'l-Medine 5; Müslim, Hacc 497, (1388);
Muvatta, el Câmi' 7, (2, 887, 888).][489]
AÇIKLAMA:
Resûlullah bu hadislerinde bir mucize oarak, fethedilecek
yerleri haber vermiştir. Nitekim dediği şekilde aynı tertiple, zikredilen
yerler birer birer İslâm'a kazandırılmıştır. Yine Aleyhissalâtu vesselam'ın
haber verdiği üzere, Medine'den bir grup insan her seferinde bu fethedilen
yerlere aileleriyle göç edip yerleşmişlerdi. Bu göçlerin temelde yatan sebebi,
oralarda Medine'ye nazaran daha parlak maddî imkanların zuhurudur. İşte
Aleyhissalâtu vesselâm, Medine'nin maddî mülâhazalarla terkedilmemesi
gerektiğini hatırlatıyor. Fazileti sebebiyle seyahat edilmeye layık üç
mescidden biri Medine'dedir.
Hadîse verilen bu mânada bazı ihtilaflar olmuş ise de,
âlimleri bu tevcihi esas almaya sevkeden Ahmet İbnu Hanbel'in Hz. Câbir'den
kaydettiği şu rivayettir: "Öyle bir zaman gelecek ki Medine halkı,
zenginliğe ermek için civar karyelere dağılacak, oralarda gerçekten bolluk bulacaklar.
Sonra geri dönüp ailelerini de oraya götürecekler. Halbuki bilselerdi Medine
onlar için daha hayırlı idi." Resûlullah sadedinde olduğumuz hadiste,
Medine'de kalmayı, sırf servet çoğaltmak için Medine'yi terketmemeyi tavsiye
etmektedir. Alimler ticarî maksatla veya cihad maksadıyla yapılacak
ayrılmaların bu yasağa girmediğini belirtirler.
Öyleyse hadis, darlık, açlık gibi maddî sıkıntıları sineye
çekerek Medine'de kalmayı tavsiye etmiş olmaktadır.[490]
ـ4601
ـ6ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
أُمِرْتُ
بِقَرْيَةٍ
تَأكُلُ
الْقُرَى.
يَقُولُونَ:
يَثْرِبُ، وَهِىَ
الْمَدِينَةُ،
تَنْفِى
النَّاسَ كَمَا
يَنْفى
الْكِيرُ
خَبَثَ
الْحَدِيدِ[.
أخرجه الثثة .
وفي
رواية لمسلم:
]خَبَثَ
الفِضَّةِ[.ومعنى:
»تَأكُلُ
الْقُرَى«
أنَّ اللّهَ
يَنْصر ا“سْمَ
بأهلِهَا
وَهُمْ
ا‘نْصَارُ
وَتفتح القرى
على أيديهم
ويغنِمَهُمْ
إياها فيأكلونها،
وهذا من باب
اتساع
واختصار وحذف
المضاف،
والتقدير
يأكل أهلها
أموال القرى.
وغيّر # اسم
يثرب بطيبة
وطابة كراهة
التثريب، وهو
المبالغة في
اللوم
والتعنيف
والتعيير .
6. (4601)- Hz. Ebû Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Ben karyeleri yiyen karye(ye
hicret)le emrolundum. Buna Yesrib diyorlar. Burası Medine'dir. Medine, tıpkı
körüğün curufu ayırması gibi insanları(n kötüsünü) defedip ayırır."
[Buhârî, Fezâilu'l-Medine 2; Müslim, Hacc 488, (1382); Muvatta, el-Câmi' 4, (1,
886).][491]
AÇIKLAMA:
1- Medine'nin "Karyeleri yiyen bir
karye" olarak tavsifi, bir kısım mahzufları ihtiva eden teşbihli bir
ifadedir. Bu ifadede Allah'ın, Medine halkı ile İslâm'a hizmet sunacağını,
onların eliyle karyelerin yani pekçok memleketlerin fethedilip İslâm'a dahil
edileceğini, Medine ahalisinin bu fethedilen yerlerdeki ahaliye galebe çalarak
malını ganimet vs. şeklinde yiyeceğini haber verir. Hadiste "yemek"
fiili ile galebe çalmak ifade edilmiştir. İbnu'l-Münîr Medine'nin, diğer
şehirlerin faziletine galebe çalacağı da anlaşılabilir. Çünkü faziletler onun
büyük fazileti karşısında öylesine söner ki, sanki yok hükmünü alır."
Ancak bazı âlimler "en faziletli olma" iddiasını Medine hakkında
reddederler ve Mekke'nin Ümmü'l-Kurâ diye vasfedilerek faziletçe en önde
olduğunu belirtirler.
2- Medine'nin eski ismi Yesrîb idi.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu ismi önce Taybe ve Tâbe diye değiştirdi.
Sebebi de tesrîb, levm ve ayıplamada mübalağa mânasına gelmesidir. Hadisten
hareketle, bazı âlimler Medine'ye Yesrib demenin mekruh olduğunu, Kur'ân'daki
bu şekilde tesmiyesinin, gayr-i müslimlerdenöyle dediklerini hikaye etme
sebebinden ileri geldiğini söylerler. Bir rivayette Resûlullah "Kim Medine'ye Yesrib derse Allah'a
istiğfar etsin. O Medine'dir, o Medine'dir" buyurmuştur.
3- İbnu Hacer, hadisin iki kısım ihtiva
ettiğini, birinci kısmı Aleyhissalâtu vesselâm'ın Mekke'de iken söylemiş
olacağını; ikinci kısmı da Medine'de söylemiş olacağını belirtir.
4- Hadiste Medine'nin kötüleri dışarı
attığı ifade edilmektedir. Tıpkı körüğün madenin cevheriyle curufunu
birbirinden ayırması gibi. Bazı âlimler bunu zâhiri üzere alırlar. Zira
Resûlullah, Medine'nin havası sebebiyle hastalandığı için uğursuzluk verdiği
inancıyla yaptığı beyât akdini bozmak üzere gelen bedevi vesilesiyle:
"Medine körük gibidir. İnsanların kötüsünü atar (ve sinesinde
barındırmaz), iyisini tutar" buyurmuştur.
Hadisteki bu hükmün Deccal'ın zuhuru
zamanıyla ilgili olduğu da söylenmiştir. Zira Resûlullah başka hadislerinde
ahir zamanda Deccal'ın Medine civarına ineceğini, Medine'nin ahalisini üç kere
titreteceğini, bu vesileyle Allah'ın oradaki kâfir ve münafık herkesi
Medine'den çıkaracağını, bunların Deccal'e giderek Medine'yi terkedeceğini
haber vermiştir.[492]
ـ4602
ـ7ـ وعن ابْنِ
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قَالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَنِ
اسْتَطَاعَ
أنْ يَمُوتَ
بِالْمَدِينَةِ
فَلْيَمُتْ
بِهَا فإنِّى
أشْفَعُ
لِمَنْ
يَمُوتُ بِهَا[.
أخرجه
الترمذي
وصححه .
7. (4602)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhüma) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Medine'de ölmeye muktedir olan
orada ölsün. Zira ben, orada ölene şefaat ederim." [Tirmizî, Menâkıb,
(3913).][493]
AÇIKLAMA:
Hadiste, ölünceye kadar Medine'de ikamet
etmek tavsiye edilmektedir. Çünkü orada ölmeye muktedir olmak demek, ölünceye
kadar orada ikamete muktedir olmak demektir. Bu, orada ikamete teşviktir. Orada
oturanlara ikram olarak, Resûlullah, bütün ümmetine yapacağı umumî şefaatinde
ayrı olarak hususî bir şefaatte bulunacağını belirtmektedir.[494]
ـ4603
ـ8ـ وعن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]لَمَّا
قَدِمَ
النَّبِىُّ #
الْمَدِينَةِ
وَعِكَ أبُو
بَكْرٍ
وَبَِلٌ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
فَدَخَلْتُ
عَلَيْهِمَا.
فَقُلْتُ: يَا
أبَتِ،
كَيْفَ تَجِدُكَ؟
وَيَا بَِلُ،
كَيْفَ
تَجِدُكَ، وَكَانَ
أبُو بَكْرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه.
إذَا
أخَذَتْهُ
الْحُمَّى
يَقُولُ:كُلُّ
امْرِئٍ
مُصَبَّحٌ في
أهْلِهِ
وَالْمَوْتُ
أدْنَى مِنْ
شِرَاكٍ
نَعْلِهِ
وَكَانَ بَِلٌ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
إذَا أقْلَعَ
عَنْهُ يَرفَعُ
عَقِيرَتَهُ،
وَيَقُولُ: أَ
لَيْتَ
شِعْرِى هَلْ
أبِيتَنَّ
لَيْلَةً
بِوَادٍ
وَحَوْلِ إذْخِرٌ
وَجَلِيلٌ
وَهَلْ
أرِدْنَ
يَوْماً مِيَاهَ
مِجَنَّةٍ
وَهَلْ
يَبْدُوَنْ
لِى شَامَةٌ
وَطَفِيلُ
قَالَتْ:
فَأخَبَرْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
بذلِكَ.
فَقَالَ:
اللّهُمَّ حَبِّبْ
إلَيْنَا
الْمَدِينَةَ
كَحُبِّنَا
مَكَّةَ أوْ أشَدَّ.
اللّهُمَّ
وَصَحِّحْهَا
وَبَارِكْ
لَنَا في
مُدِّهَا
وَصَاعِهَا،
وَانْقُلْ
حُمَّاهَا،
وَاجْعَلْهَا
بِالْجُحْفَىِّ[.
أخرجه
الثثة.»اَلْوَعكُ«
ا‘لم، وقيل: هو
ألم الحمى.و»العَقيرةُ«
الصوت.و»الْجَلِيلُ«
الثمام وهو من
نبت
البادية.و»مِجَنَّةٌ«
موضع معروفٍ
بينه وبين مكة
ستة أميال،
وكان للعرب
فيه سوق.و»شَامةٌ
وَطَفِيلٌ«
جَبََنِ بأرض
مكة وما واها .
8. (4603)- Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
Medine'ye geldiği vakit Ebû Bekr ve Bilâl (radıyallahu anhümâ) hastalandılar.
Ben yanlarına gittim:
"Ey babacığım, dedim. Kendini nasıl
hissediyorsun? Ey Bilâl sen nasılsın?" diye sordum. Hz. Ebû Bekr
(radıyallahu anh) hummaya yakalanınca: "Her insana "sabahın hayırlı
olsun" denmiştir. Halbuki ölüm ona ayakkabısının bağından daha
yakındır" derdi. Hz. Bilal (radıyallahu anh) da humma nöbetinden çıkınca
sesini yükseltir ve (Mekke'ye hasretini ifade eden şu beyitleri) terennüm
ederdi:
"Bilmem ki! Mekke vadisinde etrafımı
izhir ve celil otları sarmış olarak bir gece daha geçirebilecek miyim? Macenne
suyuna ulaşacağım bir gün daha gelecek mi? (Mekke'nin) Şâme ve Tafil dağları
bana bir kere daha görünecek mi?"
[Sonra Bilâl şöyle beddua etti:
"Allahım, bizi yurdumuzdan çıkarıp bu vebalı diyara süren Şeybe İbnu
Rebî'a, Utbe İbnu Rebî'a ve Umeyye İbnu Halef'e lanet et!]
Hz. Aişe der ki: "(Ben gidip,
bunlardaki Mekke hasretini) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a haber verdim.
O, şöyle dua buyurdu:
"Allahım bize Medine'yi sevdir.
Tıpkı Mekke'yi sevdiğimiz gibi, hatta fazlasıyla! Allahım onun havasını
sıhhatli kıl. Onun müddünü, sâ'ını hakkımızda mübarek eyle. Onun hummasını al,
Cuhfe'ye koy!" [Buhâri, Fezailu'l-Medine 11, Menakıbu'l-Ensâr 46, Mardâ 8,
22, 43; Müslim, Hacc 480, (1376); Muvatta, Câmi' 14, (2, 890, 891).][495]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, Mekke'den Medine'ye hicret eden
muhacirlerden bazılarının, Medine'de hava değişikliği sebebiyle
hastalandıklarını ve bu halin onlarda dâussıla denen memleket hasretini tahrik
ettiğini göstermektedir. Mekke dağlarında bir gece geçirmek Hz. Bilâl'e büyük
bir hayal olur. Hasret ateşi sadece Mekke için değil, Mekke'nin civar yöreleri
ve oralarda yetişen bitkiler için de tutuşur:
İzhir: Daha önce geçtiği üzere bir ottur.
Celîl: Bu da bir kır otudur.
Mecenne: Mekke'ye altı mil mesafede bir
yer olup, Cahiliye devrinde orada panayır kurulurdu.
Şâme ve Tafîl: Mekke civarında iki dağ
adıdır.
Müdd ve sa' daha önce mükerrer seferler
geçtiği üzere iki hacim ölçeğidir.
2- Hz. Aişe'nin durumdan Resûlullah'ı
haberdar etmesi üzerine, Aleyhissalâtu vesselâm'ın, meseleleriyle ilgilendiğini
görmekteyiz: O hususta yaptığı dua buna delalet eder. Sadedinde olduğumuz
hadisin Buhârîdeki veçhinin devamında, Hz. Aişe'nin: "Biz Medine'ye hicret
edip geldiğimizde, Medine Allah'ın en vebalı, en hastalıklı arazisi idi.
Medine'nin Buthân sahrasındaki vadiden acı bir su akardı" demesi,
Aleyhissalâtu vesselam'ın duasından sonra Medine'nin havasının düzelerek
sağlıklı bir yere dönüştüğü anlaşılmaktadır.
3- Hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın humma hastalığının Medine'den Cuhfe'ye havâlesini talep ettiğini
göstermektedir. Bunun sebebi, o sıralarda Cuhfe'nin müşriklerle meskûn
olmasıdır.Hattabî, orada yahudilerin yaşadığını söyler. Şarihler bu duanın
indallah kabul gördüğünü, Medine bereket ve sağlığa kavuşurken Cuhfe'nin humma
yatağı haline geldiğini, o günden beri Cuhfe'nin bu hastalıktan kurtulamadığını
söylerler. Mesela Nevevî der ki: "Bu duada Resûlullah'ın zâhir bir
mucizesi var. Zira Cuhfe o günden beri herkesin kaçındığı bir yer olmuştur. Onun
suyundan kim içerse hummaya (sıtmaya) yakalanır."
4- Hadis, bazı sufîlerin: "Velayette
kemale ermek için kadere razı olma gerekir. Musibetlerin, hastalıkların def'i
için dua edilmez" şeklideki iddialarının sünnete aykırı olduğunu gösterir.
Keza, Mutezile'den bazılarının "dua ezelî kadere tesir etmez"
şeklindeki iddialarını da bu hadis reddeder. Çünkü dua ile Medine'de istenen
değişiklikler hasıl olmuştur.[496]
ـ4604
ـ9ـ وعن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
اللّّهُمَّ
اجْعَلْ بِالْمَدِينَةِ
ضِعْفَىْ مَا
جَعَلْتَ
بِمَكَّةَ
مِنَ
الْبَرَكَةِ[.
أخرجه الثثة .
9. (4604)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle
dua buyurdular: "Allahım! Mekke'ye verdiğin bereketi iki katıyla Medine'ye
de ver!" [Buhârî, Büyu' 53, Kefâret 5, İ'tisâm 16; Müslim, Hacc 465,
(1368); Muvatta, Câmi' 1, (2, 884, 885).][497]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, Medine'nin Mekke'den daha fazla
faziletli olacağını ifade eder. Ancak âlimler başka hisleri de gözönüne alarak,
bu bereket ve üstünlüğün dünyevî berekete yönelik olduğunu, uhrevî amellerde
Mekke'nin üstünlüğünün esas olduğunu belirtirler. "Medine'nin bir cihetle
efdal olması, her cihette Mekke'den efdal olmasını gerektirmez" derler.
Nevevî, bereketin ölçekte fiilen hasıl olduğunu, başka yerlerde bir müdd
zâhirenin az geldiği pek çok kimseye, Medine'de ölçülen bir müdd zahirenin kâfi
geldiği sıkça görülüp tecrübe edildiğini, bu durumun Mekke'de yaşayanlarca
bilmüşahede malum bulunduğunu söyler.[498]
ـ4605
ـ10ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ
رَسُولُ
اللّهِ # إذَا
أُتِىَ
بِأوَّلِ
الثَّمَرِ.
قَالَ:
اللّهُمَّ
بَارِكْ لَنَا
في
مَدِينَتِنَا
وَفي
ثِمَارِنَا
وفي مُدِّنَا
وفي صَاعِنَا
بَرَكَةً
مَعَ بَرَكَةٍ.
اللّهُمَّ
إنَّ
إبْرَاهِيمَ
عَبْدُكَ وَنَبِيُّكَ
وَخَلِيلُكَ،
وَإنِّى
عَبْدُكَ
وَنَبِيُّكَ.
وَإنَّهُ
دَعَاكَ
لِمَكَّةَ،
وَأنَا أدْعُوكَ
لِلْمَدِينَةِ
بِمِثْلِ مَا
دَعاكَ
لِمَكَّةَ
وَمِثْلِهِ
مَعَهُ ثُمَّ
يُعْطِيهِ
أصْغَرَ مَنْ
يُحْْضُرَ
مِنَ الْوِلْدَانِ[.
أخرجه مسلم
ومالك
والترمذي .
10. (4605)- Ebû Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a (yılın
turfanda) ilk meyvesi getirildiği zaman şöyle buyururlardı:
"Allahım, bize Medine'mizi,
meyvelerimizi, müddümüzü, sa'ımızı bereket üzerine bereketle mübarek kıl.
Allahım, İbrahim senin kulun, peygamberin ve halîlindir. Ben de senin kulun ve
peygamberinim. O sana Mekke için dua etti. Ben de Medine için, onun Mekke
hakkında yaptığı duayı bir misli ziyadesiyle aynen yapıyorum" Resûlullah
bu şeklide dua ettikten sonra getirilen meyveyi, orada hazır olan çocuklardan
en küçüğüne veerirdi." [Müslim, Hacc 473, (1373); Muvatta, Câmi' 2, (2,
885); Tirmizî, Da'avât 55, (3450).][499]
ـ4606
ـ11ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ # عَلى
أنْقَابِ
الْمَدِينَةِ
مََئِكَةٌ َ
يَدْخُلُهَا
الطَّاعُونَ
وََ الدَّجَّالُ[.
أخرجه الثثة
والترمذي.وزاد
مسلم: ]قَالَ #:
يَأتِى الْمَسِيحُ
الدَّجَّالُ
مِنْ قِبَل
الْمَشْرِقِ
وَهِمَّتُهُ
الْمَدِينَةُ
حَتّى يَنْزِلَ
دُبُرَ
أُحُدٍ ثُمَّ
تَصْرِفُ
الْمََئِكَةُ
وَجْهَهُ
قِبَلِ
الشَّامِ،
وَهُنَاكَ
يَهْلِكُ[.
»النَّقْبُ«
المضيق بين
الجبلين.وقوله
»ينْزلُ
دُبُرَ
اُحُدٍ« أي
خلفه .
11. (4606)- Yine Ebû Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Medine'ye geçit veren dağ
gediklerinde [birbiriyle kenetlenmiş] melekler var. [Her gedikte (kınından
çekilmiş) kılıçlarıyla bekleyen iki meleğin korumaları sebebiyle] Medine'ye ne
veba ve ne de Deccâl giremez." [Buhârî, Fezailu'l-Medine 9, Tıbbı 30,
Fiten 27; Müslim, Hacc 485, 486, (1379), 1380); Muvatta, Câmî' 16, (2, 892);
Tirmizî, Fiten 51, (2244).]
Müslim'in rivayetinde şu ziyade var:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Mesih Deccal,
doğu tarafından gelir. Kasdı Medine'dir. Uhud'un arka tarafına iner. Derken
(Medine'yi bekleyen) melekler, onun yüzünü Şam tarafına çevirirler ve orada
helak olur."[500]
AÇIKLAMA:
Medine'nin melekler tarafından Deccal ve
tâuna karşı korunduğu hususu Fatıma Bintu Kays, Mihcen, Üsema İbnu Zeyd, Semüre
İbnu Cündeb gibi başka sahabeler tarafından rivayet edilen hadislerde de teyid
edilmiş, güç kazanmıştır. Müslim'in kaydettiği Fatıma Bintu Kays (radıyallahu
anhâ)'nın rivayetinde, Deccal kendisinden bahseder: "...Ben Mesih
Deccal'ım. Yeryüzünü dolaşırım. Kırk günde Mekke ve Medine hariç inmediğim köy
bırakmaksızın hepsine uğrarım."[501]
ـ4607
ـ12ـ وعن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
لَيْسَ مِنْ
بَلَدِ إَّ
سَيطُؤُهُ
الدَّجَّالُ
إَّ مَكَّةَ
وَالْمَدِينَةَ،
لَيْسَ
نَقْبٌ مِنْ
أنْقَابِهَا
إَّ عَلَيْهِ
الْمََئِكَةُ
صَافِّينَ
يَحْرُسُونَهَا.
فَيَنْزِلُ
السَّبِحَةَ
ثُمَّ
تَرْجُفُ
الْمَدِينَةُ
بأهْلِهَا
ثَثَ رَجَفَاتٍ
فَيَخْرُجُ
إلَيْهِ
كُلُّ
كَافِرٍ وَمُنَافِقٍ[.
أخرجه
الشيخان .
12. (4607). Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Mekke ve Medine hariç Deccal'ın
çiğnemeyeceği memleket yoktur. Mekke ve Medine'ye geçit veren yolların
herbirinde saf tutmuş melekler var, buraları korurlar. (Deccal) es-Sebbiha nâm
mevkie iner. Sonra Medine ahalisini üç sarsıntı ile sarsar. Bunun üzerine
(şehirde bulunan) bütün kâfir ve münafıklar (şehri terkederek Deccal'e) gelirler."
[Buhâri, Fezailu'l-Medine 9; Müslim, Fiten 123, (2943).][502]
ـ4608
ـ13ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَا
بَيْنَ
بَيْتِى وَمِنْبَرِى
رَوْضَةٌ
مِنْ رِيَاضِ
الْجَنَّةِ،
وَمِنْبَرِى
عَلى
حَوْضِى[.
أخرجه الثثة .
13. (4608)- Hz. Ebû Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Evimle minberim arası cennet
bahçelerinden bir bahçedir. Minberim havuzumun üzerindedir." [Buharî,
Fazlu's-Salât 5, Fezâilu'l-Medine 11, Rikak 53, İ'tisam 16; Müslim, Hacc 502
(1392); Muvatta, Kıble 10, (1, 197).][503]
AÇIKLAMA:
1- Sadedinde olduğumuz hadis, Medine
Mescidi'nin faziletini beyan etmekte, ancak mescidin bazı kısımlarının diğer
yerlere nazaran efdal olduğunu belirtmektedir.
Bazı rivayetlerde "hücrem" ve
hatta "kabrim" denmiştir. Şarihler kabr kelimesinin "ev"in
tefsiri olduğunu belirtir. Çünkü Resûlullah evine gömülmüştür.
2- Âlimler bu hadisi iki surette
açıklamıştır:
* Belirtilen bu yer, olduğu gibi cennete
nakdelilecektir.
* Orada yapılan ibadet, sahibini cennete
götürecektir.
3- Alimlerden bazıları, bir başka yerin,
hadislerde cennetin bir parçası olarak tavsif edilmemiş olmasından hareketle,
bu hadisi, "Medine'nin en faziletli yer olduğu" hususunda delil
kılmıştır.
4- Havuzdan murad, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a verilmiş olan Kevser havzı'dır. Şu halde, minberi ahirette onun
üzerinde kurulacaktır. Bâtıl fırkalardan Mutezile ve Hariciler havz, şefaat ve
Deccal'e inanmazlar ise de Ehl-i Sünnet'e göre bunlar haktır ve inanmak
farzdır.
Hadis, Medine'de yaşamaya teşvikte bulunmaktadır.[504]
ـ4609
ـ14ـ وعن
الخدريّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]تَمَارَى
رَجَُنِ في
الْمَسْجِدِ
الَّذِى أُسِّسَ
عَلى
التَّقْوى.
فقالَ رَجُلٌ:
هُوَ مَسْجِدُ
قُبَا. وَقالَ
رَجُلٌ: هُوَ
مَسْجِدُ
رَسُولِ
اللّهِ #.
فقَالَ #: هُوَ
مَسْجِدِى
هذَا[. أخرجه
مسلم
والترمذي،
وهذا لفظه
والنسائي .
14. (4609)- el-Hudrî
(radıyallahu anh) anlatıyor: "İki kişi "takva üzerine kurulmuş olan
mescid" hakkında münakaşa ettiler. Biri: "Bu Kuba mescididir!"
derdi. Diğeri de: "O, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
mescididir!" dedi.
(Bu münakaşayı işiten) Aleyhissalâtu
vesselâm:
"Şu benim mescidimdir!"
buyurdular." [Müslim, Hacc 514, (1398); Tirmizî, Tefsir, Tevbe, (3098);
Nesâî, Mesâcid 8, (2, 36).][505]
AÇIKLAMA:
Burada, Kur'ân-ı Kerîm'in takva üzerine
kurulmuş olmakla tebcil ettiği mescidin Medine Mescidi olduğu takrir
edilmektedir. Ayet şöyle: "...Senin namaz kılmana layık olan mescid, ilk
günden beri takva üzerine kurulu bulunan mesciddir" (Tevbe 108).
İşte iki sahâbî bu mescidle hangi
mescidin kastedildiğini münakaşa etmiştir. Çünkü, Resûlullah'ın Medine'ye gelir
gelmez yaptırdığı mescid Kuba Mescidi'dir. Zira önce oraya inmiş, bir müddet
orada ağırlanmış, sonra Medine'nin içerisine gelinmiştir. Kuba, o zaman
Medine'nin dışında idi. Resûlullah oradaki ikameti sırasında derhal Kuba
Mescidi'ni inşâ ettirmişti. Medine'ye yerleştikten sonra da cumartesi günleri
Kuba'ya gidip orayı ziyaret ettiği, mescidinde iki rek'at namaz kıldığı
rivayetlerde belirtilmiştir.
Bu hadis de Medine'nin ve Mescid-i
Nebev'inin faziletini teyid eden rivayetlerdendir.[506]
ـ4610
ـ15ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
آخِرَ
قَرْيَةٍ
مِنْ قُرَى
ا“سَْمِ
خَرَاباً
الْمَدِينَةُ[.
أخرجه
الترمذي.
15. (4610)- Hz. Ebû Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"İslâm şehirlerinden en son harap
olacak olan Medine'dir." [Tirmizî, Menâkıb, (3915).][507]
ـ4611
ـ16ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #:
يَتْرُكُونَ
الْمَدِينَةَ
عَلى خَيْرِ
مَا كَانَتْ،
َيَغْشَاهَا
إَّ
الْعَوافِى،
يُرِيدُ
عَوَافِىَ
السِّبَاعِ
والطَّيْرِ،
وَآخِرُ مِنْ يُحْشَرُ
رَاعِيَانِ
مِنْ
مُزَيْنَةَ
يُرِيدَانِ
الْمَدِينَةَ
يَنْعِقَانِ
بِغَنَمِهِمَا
فَيَجِدَانِهَا
مُلِئَتُ
وُحُوشاً
حَتّى إذَا
بَلَغَا
ثَنِيَّةَ
الْودَاعِ
خَرَّ عَلى
وُجُوهِهِمَا[.
أخرجه
الثثة.»العَوَافِى«
جَمَعَ عَافِيَةَ،
وهِىَ: كُلَّ
طَالِب من سبع
وطير ودابة وغير
ذلك إ أنه كثر
استعماله
وغلب على
السباع والطير.و»نَعَقَ
الرَّاعِى
بالغنمِ« إذا
دعاها لتعود
عليه .
16. (4611)- Yine Ebû Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Medine'yi, taşıdığı yüce hayra
rağmen terkedecekler. Onu rızık arayanlar yani kuşlar ve kurtlar istila edecek.
Oraya [en son gelecek] iki çoban bu maksadla Müzeyne'den çıkıp koyunlarını
azarlayacaklar. Fakat Medine'yi vahşî hayvanlarla dolmuş bulacaklar.
Seniyyetü'l-Vedâ'ya ulaştıkları vakit yüzüstü düşe(rek ölecek)ler."
[Buharî, Fezâilu'l-Medine 5, Müslim, Hacc 499, (1389); Muvatta, Câmî 8, (2,
888).][508]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayetin bazı vecihlerinde تتركون yani
"...tekredeceksiniz" şeklinde gelmiştir.
2- Hadis hakkında İbnu Hacer, İyaz'dan naklen şu
açıklamayı kaydeder: "Bu ihbar aynen görülmüştür. Şöyle ki Medine
bidayette hilafet merkezi olmuş, bu suretle çok kimseleri kendine celbetmiş,
bir toplanma yeri olmuştur. Yeryüzünün serveti âdeta oraya akmış en mamur
beldelerden biri olmuştu. Hilafet merkezi oradan alınıp önce Şam'a, sonra da
Irak'a nakledilince oraya bedeviler hakim oldu ve fitneler kol gezdi. Sakinleri
birer birer orayı terkettiler. Derken şehir, vahşi kuşların ve yırtıcı
hayvanların istilasına uğradı." Hadiste geçen "avâfî", âfie'nin
cem'idir; gıdasını arayan hayvan mânasına gelir.
Nevevî, bu terke uğrama halinin, Medine'nin başına
Kıyamete yakın, ahir zamanda geleceği kanaatindedir ve "Medine'ye en son
gelecek ve orada vahşi hayvanlarla karşılaşacak iki çoban"la ilgili
ihbarın da bu hususu te'yid ettiğini söyler.
Nevevî'yi haklı bulan İbnu Hacer, İmam Mâlik'in Ebû
Hureyre'den kaydettiği şu hadisi de delil gösterir:
"Medine, üzerinde bulunduğu şu en güzel haline
rağmen terkedilecek. Öyle ki ona kurtlar [veya köpekler] girerler ve mescidin
bazı sütunları üzerinde veya minberi üzerinda gıdalanırlar [ulurlar]."
Ashab sordu: "[Ey Allah'ın Resûlü!] Bu durumda (Medine'nin) meyveleri kime
kalacak?" Aleyhissalâtu vesselâm: "Yiyecek arayanlara: Kuşlara ve
vahşi hayvanlara!" cevabını verdi."
İbnu Hacer'in Ebû Hureyre'den kaydettiği bir başka
rivayet, Medine ile ilgili olarak zikri geçen iki çobanın, en son haşredilecek
kimseler olacağını belirtir. Şu halde Medine'nin vahşiler tarafından istilası
âhir zaman alametleri meyanında anlaşılmalı diyenlere bu hadis destek
vermektedir: "En son haşredilecek iki kişi var. Bunların biri Müzeyne'den,
diğeri de Cüheyne'dendir. Bu iki şahıs acaba insanlar nereye gitti diye arayarak
Medine'ye gelecekler. Fakat orada tilkilerden başka birşey görmeyecekler.
Bunların yanına iki melek iner, onları yüzleri üzerine yere yatırır ve
canlarını alarak diğer insanlara kavuştururlar." Şu halde bunların haşri
ölümlerinden sonra meydana gelir.
Mühelleb, bu hadisten, Medine'nin Kıyamete kadar
meşhur bir yer olarak kalacağına delil bulur.[509]
ـ4612
ـ17ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
ا“يمَانَ
لَيَأْرِزُ
الى
الْمَدِينَةِ
كَمَا
تَأْرِزُ
الْحَيَّةُ الى
جُحْرِهَا[.
أخرجه الشيخان.»يَأرزُ«
أي ينضم
ويلتجى .
17. (4612)- Yine Ebû Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"İman Medine'ye çekilecek, tıpkı
yılanın deliğine çekilmesi gibi." [Buhârî, Fezailu'l-Medine 6; Müslim,
İman 233, (147).][510]
AÇIKLAMA:
İslâm'ın ilk neşir merkezi Medine olması
haysiyetiyle teşbihe yer verilmiştir. Yılan, yiyecek aramak üzere çıkıp
dolaşır. Herhangi bir şey onu korkutunca kaçıp deliğine girer. İslâm da bunun
gibi Medine'den intişar etmiştir. Bütün mü'minler Medine'ye gitmek hususunda
içlerinde bir müşevvik, bir sâik bulurlar. Çünkü bu, Resûlullah sevgisinin bir
neticesidir. Sağlığında zât-ı şeriflerini görmek, kendisinden İslâm'ı öğrenmek
için; vefatından sonra da mescidini, kabrini ve bıraktığı diğer maddî
hatıralarını görmek için Medine'ye gelmek isterler.
Kurtubî, bu hadiste, Medine halkını
gittiği yolun doğruluğuna delil görür. Nitekim İmam Malik'in mezhebinin esası
da bu görüşe dayanır; Medine ehlinin yaşayışı, sünneti temsil eder, haber-i
vahide tercih edilir, onların ameli hüccettir.
İbnu Hacer, Kurtubî'nin bu umumî hükmünü
"Resûlullah'ın devri ve Hülefa-i Râşidin'in devri" ile kayıtlayarak
benimser. "Fitnelerin zuhurundan ve sahabelerin her tarafa dağılmasından ve
hususan ikinci Hicri asrın sonlarından itibaren doğru olmayacağını, bizzat
müşahadenin bu kaydı getirmeyi gerektirdiğini" söyler.[511]
ـ4613
ـ18ـ وعن جابر
بنِ سمَرَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ] قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
اللّهَ سَمَّى
الْمَدِينَةَ
طَابَةَ[.
أخرجه مسلم .
18. (4613)- Cabir İbnu
Sümere (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Allah Teâla hazretleri Medine'yi
Tâbe diye tesmiye buyurdu." [Müslim, hacc 491, (1385).][512]
ـ4614
ـ19ـ وعن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ
رَسُولُ
اللّهِ # إذَا
قَدِمَ مِنْ
سَفَرٍ
فَنَظَرَ الى
جُدْرَانِ
الْمَدِينَةَ
أوْضَعَ
رَاحِلَتَهُ،
وإنْ كَانَ
على دَابَّةٍ
حَرَّكَهَا
مِنْ حُبِّهَا[.
أخرجه
البخاري
والترمذي.»أوْضَعَ«
أىْ أسْرَعَ .
19. (4614)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir
seferden dönünce, Medine'nin duvarlarına bakar, develerini hızlandırırdı. Eğer
bir bineğin üzerinde ise, onu tahrik ederdi. Bu davranışı Medine'ye sevgisinden
ileri gelirdi." [Buhâri Fezâilu'l-Medine 10, Umre 17; Tirmizî Da'avâtı 44,
(3437).][513]
AÇIKLAMA:
Bu rivayette, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın Medine sevgisini ve ona bir an önce kavuşmak için izhar ettiği
aceleyi görmekteyiz. Alimler buna dayanarak vatan sevgisinin ve ona duyulan
hasretin meşru olduğuna delil bulmuşlardır.
Resûlullah'ın Medine sevgisi, Medine'nin
kendisi veya Medine ahalisi için olabilir. Her iki sevgi de mümkündür ve
meşrudur denmiştir.[514]
ـ4615
ـ20ـ وعن سعيدٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]لَمَّا
رَجَعَ
النَّبِىُّ #
مِنْ تَبُوكَ
تَلَقَّتْهُ
رِجَالٌ مِنَ
الْمُتَخَلِّفِينَ
فَأثَارُوا
غَبَاراً
فخَمَّرَ بَعْضُ
مَنْ كَانَ
مَعَهُ
أنْفَهُ،
فأزَالَ رَسُولُ
اللّهِ #
اللِّثَامِ
عَنْ
وَجْهِهِ، وَقالَ:
وَالَّذِى
نَفْسِى
بِيَدِهِ
إنَّ غُبَارَهَا
شِفَاءٌ مِنْ
كُلِّ دَاءٍ
وَأرَاهُ
ذَكَرَ،
وَمِنَ
الْجُذَامِ
وَالْبَرَصِ[.
أخرجه رزين .
20. (4615)- Sa'd
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
Tebük'ten dönünce, (sefere katılmayıp Medine'de kalmış olan) mütehallifînden
bazıları onu karşıladılar. Bu sırada toz kaldırdılar. Bunun üzerine beraberinde
bulunanlardan bazıları burunlarını sardı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
yüzündeki sargıyı çıkardı ve: "Nefsimi kudret elinde tutan zâta yemin
olsun. Medine'nin tozu, her hastalığa şifadır!" buyurdu ve O'nun devamla
"Cüzzamdan, barastan (ala terlikten)" diye saydığını gördüm."
Rezîn tahric etmiştir. [515]
MEDİNE'NİN
HARAM İLAN EDİLMESİ
Mekke, Hz. İbrahim aleyhisselâm'dan bu
yana haram ilan edilmiştir. Resûlullah da Medine'yi haram ilan etmiştir. Bir
yerin haram ilan edilmesi demek, öncelikle ot, ağaç her çeşit bitkinin
koparılıp kesilmesinin yasak edilmesi, yabanî
hayvanlarının öldürülüp avlanmasının yasaklanması demektir. Mukaddes
beldeler için düşünülmüş olan bu tarihî tatbikat, günümüzde "millî
park", "yeşil kuşak", "yeşil saha" gibi farklı
telakkilerle daha yaygın bir şekilde gündeme gelmiş ve uygulanmaya konmaya
başlamıştır. Bu durum, tarihî tatbikatın aktualite kazanmasına ve gündeme
gelmesine sebep olmuştur. Bu sebeple Medine'nin tahrîmiyle ilgili tatbikatı
açıklamayı gerekli ve faydalı mülahaza ettik ve meseleye burada müstakillen
temas etmeyi uygun bulduk.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
mezkur yasağıyla ilgili hadisler, noksan ve ziyade farklarıyla başta Ebû
Hüreyre ve Câbir radıyallahu anhüma olmak üzere, Abdullah İbnu Zeyd, Asım İbnu
Ahvâl, Râfi İbnu Hudeyc, Enes İbnu Mâlik, Ebû Saîdi'l-Hudrî, Ali İbnu Ebi
Talib, Sa'd İbnu Ebi Vakkas, Ka'b İbnu Mâlik (radıyallahu anhüm ecmâin) gibi
pek çok sahabe tarafından rivayet edilmiştir. Bu hadislere başta Sahiheyn olmak
üzere bütün hadis kitapları yer verir.
Enes'ten gelen rivayete göre, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Hayber seferinden dönerken, Medine'ye
yaklaşınca, şehre işaret ederek: "Yâ Rabbi! Hz. İbrahim'in Mekke'yi haram
kıldığı gibi, ben de Medine'yi haram kıldım. Onun iki kayalığı arası haramdır,
ağaçları kesilemez, hayvanları avlanamaz, otu yolunamaz, ağaçlarının yaprağı
silkilemez..." der. Hadis muhtelif vecihleri (varyantları) çerçevesinde
çok daha uzun olmakla beraber, bizi alâkadar eden kısmı, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in, Medine'nin civarında belli bir sahayı haram ilân ederek,
"hayvanlarını öldürmekten, otunu yolmaktan, ağaçlarını kesmekten ve hattâ
yapraklarını koparmaktan" Müslümanları men etmiş olmasıdır.
Buharî'nin rivayetinde haram (yasak) ilân
edilen bu yerler hususu oldukça mübhemdir. En açık ifâde "iki siyah
kayalık (harrateyn) arası" tâbiridir. Bu haram bölge, Ebû Dâvud'un bir
rivayetinde "Air dağı ile Sevr dağı arası" diye tayin edilir.
Müslim'in Ebû Hüreyre'den yaptığı bir rivayette "Medine'nin etrafında oniki millik bir
kısmı koruluk (Himâ) kıldı" denir ki, bu, Adiyy İbni Zeyd'in "Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Medine'nin her cihetinden bir berîdlik[516] sahayı koruluk (haram)
bölge ilân etti"[517] sözüyle daha da sarâhat
kazanmış olmaktadır. Rivâyetler bu bölgenin ana sınırlarını belirtecek sarâhati
hâizdir. Müteakip haritada görüldüğü üzere, kuzeyde Sevr, güneyde Air dağları
ile, doğuda Lâbetu Şarkiyye (Harratu Vâkım), batıda Lâbetu Garbiyye
(Harratu'l-Vebere) dağları ile sınırlanmaktadır. Rivayetlerin farklı isimler
zikrederek bazı mübhemliklere yer vermesinin hiçbir ehemmiyeti yoktur.[518] Her halukârda, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in, Medine'yi dört bir yandan ihâta eden bir
yeşil kuşağın muhafazası için emir vermiş olması mühimdir ve bu husus da
kesindir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm),
bu yasağın ciddiyet ve ehemmiyetini belirtmek için, onu ihlâl edenlere karşı
vicdânî ve amelî olmak üzere gayet sert müeyyideler vazetmiştir. Vicdânî
müeyyideyi şu hadis ifade eder:
"Medine, Air ve Sevr dağları
arasında kalan kısımlarıyla haramdır. Orada kim bir yasak işlerse veya işleyeni
himâye ederse, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onun üzerine
olsun. Allah, kıyamet gününde, onun ne tevbesini ve ne de fidyesini (ne farzlarını,
ne de nafilelerini) kabul eder.
"Mü'min bir vicdan için bundan daha
ağır, daha müessir müeyyide olamaz.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
Medine'nin haramiyetinin fiilen korunması için de, yasağı işleyenlere karşı
pratik ve tatbikî tedbirler vazetmiş, suçlunun maddeten tecziyesini
emretmiştir; dövülmesi, soyulması ve malzemesinin müsaderesi. Bu hususla ilgili
bir vak'ayı kaydedeceğiz:
Müslim, Ebû Dâvud ve Belâzurî'de
birbirini tamamlayan rivayetlerde belirtildiğine göre, Akîk'deki[519] kasrına gitmekte olan
Sa'd İbni Ebi Vakkâs, haram bölgede bir köleyi, bir ağacı kesmekte veya
yaprağını düşürmek için silkelemekte (Belâzurî'de, ot biçmekte) iken yakalar.
Sa'd, kölenin elbisesini soyar, (Belâzurî'de, orağını da elinden alır). Sa'd
dönünce, kölenin efendisi gelip, köleden müsâdere etmiş olduğu şeyleri iade
etmesini ister. (Belâzurî'de, Hz. Ömer'e şikayet ederler ve Hz. Ömer, Sa'd'a
"Aldıklarını iade et" emrini verir.) Sa'd: "Resûlullah'ın bana
ganimet kıldığı bir şeyi geri vermekten Allah'a sığınırım" der ve talebi
reddeder.
Ebû Dâvud ve Belâzurî'nin rivayetlerinde
Sa'd şu cevapta bulunmuştur: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm),
burayı haram kıldı ve: "Kim, burada avlanan (ve ağaçlarını kesen) birini
yakalarsa onu dövsün, elbise ve malzemelerini de elinden alsın" buyurdu.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bana ganimet kıldığı bir şeyi asla
vermem, isterseniz fiyatını vereyim." Belâzurî'de belirtildiğine göre,
Sa'd, bu oraktan kendisine bir çapa yapar ve ölünceye kadar tarla işlerinde
kullanır.
Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallahu anh)
-belki de yukarıdaki hâdiseden sonra- Osman İbni Maz'ûn'un Harra'daki arazisini
elinde tutan azadlı kölesine (mevlâ) gelerek: "Sen yerinden ayrılma, ben
seni buralara idare memuru (amil) tayin ettim. Medine'deki ağaçları kesmeye ve
yapraklarını silkelemeye, kimseye müsaade etme. Bunu yapan birini yakalarsan
baltasını ve ipini elinden al" diyerek mezkûr koruluğun himayesi için
hususî bir de bekçi tayin eder.
Haram bölgenin korunmasında, sadece kasdî
ihlallere ceza ve müeyyide konmakla kalmamış, hatâen vukû bulacak ihlallere
karşı da müeyyide getirilmiştir. Muâviye İbni Kurre'nin anlattığına göre, hacc
sırasında, ihramlı bir kimsenin atı, bir deve kuşu yuvasına basarak ezer. Durum
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e intikal edince, her bir yumurta için
bir gün oruç ile bir fakir doyurmasını emreder.
Bu rivayet yumurtanın bile müeyyideye
bağlanması bakımından ayrı bir ehemmiyet taşır. Böylece, haram bölgede,
tahribin asgariye düşmesi için hacılar son derece dikkatli olmaya çağırılmış
olmaktadırlar.
Abdullah İbni Ubade'nin bir rivayeti,
haram sahası içerisinde çocukların bile kuş yakalamasına mani olunduğunu
göstermektedir. Zira Ebi İhab kuyusu yakınlarında bir kuş yakalamış olan
Abdullah'ın elinde kuşu gören babası Ubade, onu elinden alıp salıverir ve şu açıklamayı yapar: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), Medine'nin "lâbite"si (iki siyah kayalığı)
arasında kalan kısmını haram kıldı. Tıpkı Hz. İbrahim aleyhisselam'ın Mekke'yi
haram kıldığı gibi."
Kaynaklarımız, Medine'nin haram
bölgesiyle ilgili başka tamamlayıcı bilgiler de verirler. Buna göre, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), adamlar göndererek, haram bölgenin nihaî
hudutlarını her cihette işaretletmiştir. Ka'b İbni Malik'ten kaydedilen
rivayetlerde Ka'b'ın 7-8 tepeyi işaretlediği anlaşılmaktadır.
Muhammed Hamidullah'ın el-Vesaik'te
kaydettiği bir hatıradan, Resûlullah devrinde dağ zirvelerine inşâ edilmiş
bulunan bu işaret yapılarından (alem) bazılarının, günümüze kısmen de olsa
ulaştığını anlamaktayız. Kayıt aynen şöyle: "Bana, Medine'deki Arif Hikmet
Bey Kütüphanesi Müdürü eş-Şeyh İbrahim Hamdi Harputlu'nun açıklamasına göre,
Harputlu, Medine civarında, mevzuu geçen dağlara yaptığı gezintiler sırasında
bu işaret yapılarının kalıntılarına rastlamıştır. Bunlar Resûlullah devrinden
kalmış olmalıdır. Zira, bildiğimiz kadarıyla, Resûlullah'tan sonra kimse
bunları yenilememiştir."[520]
MEKKE
VE MEDİNE DIŞINDA YASAK BÖLGE:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'den gelen rivayetlere göre, ikamet edilen meskun mahallin civarında, her çeşit kesim ve
tahribe karşı korunması gereken ağaçlık bir bölge bulundurmak fikri, sadece Mekke ve Medine şehirlerine mahsus
değildir. Bunu, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bütün mü'minlere tecviz ve hatta tavsiye ettiğini kesinlikle
söylememize imkan verecek yeterli delil mevcuttur. Bu cümleden olarak,
Taiflilerle yapılan bir müâhede (anlaşma) metnini zikredebiliriz
Taif şehri, etrafını saran surların
himayesiyle, müstahkem bir vaziyet arzediyordu. Bu sebeple, Müslümanlarca kırk
gün kadar kuşatılmasına rağmen fethedilmemiş, civardaki diğer kabilelerin
İslam'a duhulundan sonra, dokuzuncu hicrî yılda kendiliklerinden Müslüman olmak
ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e biat etmek üzere bir heyet
göndermişlerdi. Bu sebeple onlar, anlaşma sırasında biraz nazlı idiler. Öyle
ki, namaz kılmamak, zekat vermemek, fuhşa ve alkollü içkilere devam etmek,
putlarının yıkılmaması vs. gibi son derece tuhaf, kabulü gayr-i mümkün şartlar
ileri sürüyorlardı. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bu şartlardan bir
kısmını şiddetle reddederken, bazılarını
kabul ediyordu.
İşte onların, mevzuunu ettiğimiz tekliflerinden biri de Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bu teklif karşısındaki tutumu, esas
mevzumuz açısından ehemmiyetlidir. Onlar, Taif şehrinin mukaddes şehir olarak
kabul edilmesini de talep etmişlerdi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm),
onların bu isteğini kabul etmiş ve anlaşma metnine şu maddeyi koymuştur:
"....Vadileri, bütünü ile
mukaddestir (haramdır) ve yasak, orada, Allah adına, vahşi ağaçlar ve av
hayvanları üzerinde, her baskı, her tecavüz ve her fenalığa karşı tatbik
edilir..."
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm),
metinde Taif vadisindeki ağaçların kesilmesini, hayvanların öldürülmesini
yasaklayan yukarıdaki maddenin yer aldığı anlaşma ile de yetinmeyip, bu
istikamette neşrettiği umumi bir beyannamede, bunun ihlaline karşı
"müeyyideler" koymuştur. Bütün mü'minlere hitaben yazılan bu
beyannamenin metni aynen şöyledir:
"Bismillâhirrahmânirrahîm. Peygamber
Muhammed'den mü'minlere: Vacc vadisinin
ne dikenli ağaçları ne de çalıları tahrip edilmeyecektir. Av hayvanları da
öldürülmeyecektir. Bu yasaklardan birini yapmaya tevessül eden bir kimse
yakalanacak olursa, kamçı ile dövülecek ve elbisesi de soyulup alınacaktır.
Eğer biri haddi aşacak olursa o, yakalanıp Peygamber Muhammed'e getirilecektir.
Bu emir Peygamber Muhammed' dendir. Bunu Allah'ın elçisi Muhammed'in emri ile
Halid İbni Said yazdı. Bu emri kimse ihlal etmesin, aksi takdirde Muhammed'in
emrettiği şeyde nefsine zulmetmiş
olur."
Taifliler dışında başka kabilelere de
benzeri berâetler verildiğine şahit olmaktayız.
Bunlardan biri Cüreyş halkıdır. Yazıda şöyle denir:
"(Cüreyşlilerin) Müslüman oldukları
sırada tasarruflarında bulunan arazi
kendilerine aittir. Cüreyşlilerin izni olmadan orada hayvan otlatan, haram iş
yapmıştır."
Bir diğer vesika da Tayylılar lehine
tanzim edilmiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Benî Esed kabilesine
yazdığı mektupta Tayylıların arazi ve sularından izinsiz istifade etmemelerini
emreder.
"Tayy kabilesinin sularına ve
arazilerine yaklaşmayın. Zira onların suları size helal değildir. Arazilerine
de Taylıların izin verdiklerinden başka kimse girmeyecektir. Emrine
uymayanlara Muhammed'in zimmeti (himaye ve garantisi) yoktur."
Şurası muhakkak ki, Hz. Peygamber'in
diğer kabile ve şehirlere tanıdığı imtiyazlardan maksad, onların da, kelimenin
tam manasıyla Mekke ve Medine'de olduğu gibi haram kılınması değildir.
Sözgelimi Taif şehri, tanınan bu nebevî imtiyaza rağmen, tarih boyunca
Müslümanlar nazarında Mekke ve Medine gibi, mukaddes bir şehir sıfatını
taşımamıştır. Hatta Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından verilen
bu vesikanın asıl gayesi de buraya böyle bir hüviyet kazandırmak değildir. Bu
vesika, bize her beldede yerli ahalinin, yakın çevrelerini hususi bir disipline
sokabileceklerini, ağaçların kesilmesini, hayvanların öldürülmesini
yasaklayabileceklerini, bunun dini açıdan meşru olduğunu göstermektedir. Tarih
boyunca, belki de ihtiyaç duyulmadığı için tatbik edilemeyen bu prensibin,
zamanımızda tatbiki zaruridir. Bu, her hareketinde dinden bir fetva arayan
Müslüman halkların nazarında, İslâm diyarının
yeniden ağaçlandırılmasının ehemmiyetini tesbitte, fazlasıyla istifade
edebileceğimiz bir husus olmalıdır.[521]
ـ4616
ـ1ـ عن ابْنِ
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قالَ:
]كَانَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
يَزُورُ مَسْجِدَ
قُبَاءَ
كُلَّ سَبْتٍ
رَاكِباً
وَمَاشِياً
وَيُصَلِّى
فيهِ
رَكْعَتَيْنِ[.
أخرجه الستة إ
الترمذي .
1. (4616)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) her
cumartesi günü Kuba Mescidini binekli ve yaya olarak ziyaret ederdi ve içinde
iki rek'at namaz kılardı." [Buharî,
Fazlu's-Salât 3, 4, İ'tisâm 16; Müslim, Hacc 516, (1399); Muvatta, Salat
fi's-Sefer 71, (1, 167); Nesâî, Mesacid 9, (2, 37); Ebû Davud, Menasik 99,
(2040).][522]
AÇIKLAMA:
1- Kuba, Medine'nin güneyinde iki mil mesafede bir köy idi. Bugün Medine
ile birleşmiş durumda. Resûlullah'ın
bizzat taş taşıyarak inşa ettiği bu
mescid, mübarek ve faziletli mescidlerden biridir. İnşâası Mescid-i Nebevî'den
önce gerçekleştirilmiştir. Çünkü, hicretle Medine'ye gelen Resûlullah, önce
Kuba'ya inmiş, orada Külsûm İbnu Hidm (radıyallahu anh)'ın evinde on dört gün
kadar
kalmıştır.
İşte bu sırada ilk iş olarak Mescid-i Kuba yapılmıştır. Taberânî'nin Bintu
Nu'man'dan kaydettiği rivayet, onun inşaatında Resûlullah'ın nasıl çalıştığını
gösterir. "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Kuba'ya geldiğinde, şu
mescidi yani Kuba mescidini bina ettiği zaman kendisini gördüm. Bizzat taş
taşıyordu. (Öyle irilerini kucaklıyordu ki) aldığı taş onu çökertiyordu.
Karnının veya göbeğinin üzerinde beyaz toprak izi görüyordum. Ashabından biri gelerek:
"Annem babam sana kurban olsun ey Allah'ın Resûlü! O taşı bana ver de,
senin yerine ben taşıyayım!" derdi. Fakat Aleyhissalâtu vesselâm:
"Sen de bunun gibi başka bir taş al" diye mukabele eder, taşı
vermezdi. Aleyhissalâtu vesselâm mescidi böyle bina etti."
Ulemâ bu hadise dayanarak, Mescid-i
Kuba'nın ziyaret edilmesini, orada namaz
kılınmasını hatta bu ziyaretin cumartesiye rastlatılmasını müstehab addetmiştir. Nesai'nin müteakiben
kaydedeceğimiz rivayeti bu hususu te'yid
eder: "Kim gidip şu Kuba mescidinde namaz kılarsa umreye bedeldir."
Sa'd İbnu Ebi Vakkas (radıyallahu anh)'ın da: "Kuba mescidinde iki rek'at
namaz kılmam, benim nazarımda Mescid-i Aksa'ya iki kere gitmemden daha
iyidir" dediği rivayet edilmiştir.
2- Alimler bu hadisten:
* Kuba ve mescidinin fazileti,
* Kuba mescidinde namaz kılmanın müstehab
oluşu,
* Bazı günleri ibadete tahsis etmenin
cevazı,
* Ziyaretleri binekli veya yaya yapmanın
caizliği gibi hükümler çıkarmışlardır.[523]
ـ4617
ـ2ـ وعن سهل
بنِ حنيف
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
خَرَجَ حَتّى
يَأتِى
مَسْجِدَ
قُبَاءَ
فَصَلّى فيهِ
رَكْعَتَيْنِ
كَانَ لَهُ
كَعَدْلِ
عُمْرَةٍ[.
أخرجه
النسائي .
2. (4617)- Sehl İbnu Huneyf
(radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlulah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kim evinden çıkıp Kuba mescidine
gelir ve orada iki rek'at namaz kılarsa bu ona bir umreye bedel olur."
[Nesaî, Mesacid 9, (2, 37).] [524]
ـ4618
ـ1ـ عن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
أُحُداً
جَبَلٌ يُحِبُّنَا
وَنُحِبُّهُ[.
أخرجه الثثة
والترمذي .
1. (4618)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki:
"Uhud öyle bir dağdır ki biz onu
severiz, o da bizi sever." [Buhârî, Cihad 71, 74, Enbiya 8, 27, Et'ime 28,
Da'avât 36, İ'tisâm 16; Müslim, Hacc 504, (1393); Muvatta, Câmî 10, (2, 889);
Tirmizî, Menakıb, (3918).][525]
AÇIKLAMA:
Bazı alimlere göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
Medine'ye ve Medinelilere olan sevgisini, Medine'nin bir parçası sayılan
Uhud dağına olan sevgisi ile de ifade
etmiştir. Nevevî, dağı sevme hadisesini mecaza değil hakikate hamleder.
"Sahih ve muhtar olan, Uhud'un bizi hakikaten sevdiğidir. Allah ona temyiz
ve idrak vermiştir. O da bu temyizle bizi sevmektedir." Şarihler, cansız
eşyada şuur ifade eden Kur'an ve sünetten bir kısım deliller kaydeder. Mesela
ayet-i kerimede "..Öyle taşlar var ki, Allah'ın korkusundan
yuvarlanır" (Bakara 74) buyurulmuştur. Resûlullah'ın avucunda taşların
tesbih etmesi, camideki kuru hurma kütüğünün mufarakat-ı Nebi sebebiyle
inleyerek ağlaması gibi... Keza ayette "kafirin ölümünde arz ve semanın
ağlamadığı" (Duhan 29) ifade edilir. Kısacası İslam inancı, insanı saran
fizik çevrenin (hava, su, toprak ve semâvat) insanla şuurdarane alaka içinde
olduğunu ifade eder. Şu halde, Uhud'un Resûlullah'a karşı sevgi izhar etmesi,
yadırganmaması gereken bir husustur. Görmediğimiz, duymadığımız bir şeyi inkâra
yeltenmek, tereddütle karşılamak mü'minin edebine yakışmaz. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) her ne söylemişse, o haktır. Aynen kabul eder, teslim
oluruz. Kur'an-ı Kerim, mü'mini tarif
ederken "gayba inanmayı" öncelikle zikreder (Bakara 3).[526]
ـ4619
ـ1ـ عن ابْنِ
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]أُتِىَ
رَسُولُ
اللّهِ #
وَهُوَ في مُعرسِهِ
مِنْ ذِى
الْحُلَيْفَةِ
بِبَطْنِ الْوَادِى.
فَقيلَ لَهُ:
إنَّكَ
بِبَطْحَاءَ
مُبَارَكةٍ
قَالَ مُوسى
ابْنُ
عُقْبَةَ:
وَقَدْ أنَاخَ
بِنَا
سَالِمٌ
رَحِمَهُ
اللّهُ بِالْمُنَاخِ
مِنَ
الْمَسْجِدِ
الَّذِى
كَانَ عَبْدُاللّهِ
يُنِيخُ
بِهِ،
يَتَحَرَّى مُعَرَّسَ
رَسُولِ
اللّهِ #:
وَهُوَ
أسْفَلُ مِنَ
الْمَسْجِدِ
الَّذِى
بِبَطْنِ
الْوَادِى
بَيْنَهُ
وَبَيْنَ
الْقِبْلَةِ،
وَسَطاً مِنْ
ذلِكَ[. أخرجه
الشيخان
والنسائي.»التَّحَرِّى«
القصد
واعتماد
لتحقيق الغرض
المطلوب.و»المَعَرَّسُ«
موضع التعريس
وهو: نزول
المسافر اخر
الليل نزلة
لستراحة
والنوم .
1. (4619)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
Zü'lhuleyfe'de, vadinin içinde istirahatgâhında iken yanına gelip kendisine:
"Sen mübarek Batha'dasın!" diyen
olmuş. Musa İbnu Ukbe der ki: "Salim rahimehullah, Abdullah'ın
devesini ıhdırdığı mescidin yanına bizim de devemizi ıhdırdı. Abdullah İbnu
Ömer orada Resûlullah'ın istirahat ettiği yeri araştırmak gayesiyle devesini
ıhtırırdı. Orası, vadinin dibindeki mescidin aşağısında, mescidle kıble
arasında orta bir yerdir." [Buhârî, Hacc 16, Hars 15, İ'tisâm 16; Müslim,
Hacc 434, (1346); Nesâî, Hacc 24, (5, 126,
127).][527]
AÇIKLAMA:
1- Gece istirahatı sırasında Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a gelip, bulunduğu Batha bölgesinin mübarek olduğunu
haber verenin Cebrail aleyhisselam olduğu bazı rivayetlerde belirtilmiştir.
Buharî'nin İbnu Ömer'den kaydettiğine göre, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), bu mubarekiyet sebebiyle, Mekke dönüşlerinde Batha'ya uğrar, orada
namaz kılar, geceyi de orada geçirdikten sonra sabahleyin yola çıkıp, Medine'ye
gündüzleyin girermiş.
Batha, lügat olarak vadilerin bitimindeki
düzlüğe denir. Sellerin getirdiği ince kumlarla kaplı geniş düzlük
manasına gelir; vadi ağzı diyebiliriz.
Sadedinde olduğumuz hadiste geçen Batha Zü'lhuleyfe'dekidir. Zülhuleyfe,
Medine'ye 6 veya 7 mil mesafede bir köy adıdır. Medine halkının mîkat
mahallidir. Hacca gidenler orada ihrama girerler. Bazı hadislerde başka
mevkilere de Zülhuleyfe dendiği
vâriddir. [528]
ـ4620
ـ2ـ وعن ابْنِ
عَبَّاسٍ
عَنْ عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهم قال:
]سَمِعْتُ
رَسُولَ اللّهِ
#: وَهُوَ
بِوَادِى
الْعَقِيقِ
يَقُولُ: أتَانِى
آتِ مِنْ
رَبِّى. فقَالَ:
صَلِّ في هذا
الْوَادِى
وَقُلْ:
عُمْرَة
وَحجَّة[.
أخرجه
البخاريّ
وأبو داود .
2. (4620)- İbnu Abbas, Hz.
Ömer (radıyallahu anhüm ecmain)'den naklen anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın Akîk vadisinde olduğu sırada şöyle söylediğini
işittim:
"Bana Rabbimden bir elçi geldi ve
"Bu vadide namaz kıl ve "Hacc için de umre(ye niyet ediyorum)
de!" emretti." [Buharî,l Hacc 16, Hars 15, İ'tisam 16; Ebû Davud,
Menasik 24, (1800).][529]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Medine'ye dört mil mesafede
olan Akîk vadisinin ve orada kılınacak namazın faziletini belirtiyor.
Mu'cemu'l-Büldan'da Akîk adıyla tanınan birçok mevki olduğuna dikkat
çekildikten sonra, mübarek olduğu belirtilen Akîk'in Zülhuleyfe vadisinde yer
alan Akîk olduğu tasrih edilir.
2- Hadiste geçen عَمرة
وحجَة ibaresi, bazı
rivayetlerde عُمْرَة
فِى حجة şeklinde gelmiştir. Bu sebeple manayı
tevcihte farklı görüşler ileri sürülmüştür.
* "Hacc sırasında umreyi de gerekli kıldım de!" Bu manadan
hareketle Resûlullah'ın hacc-ı kıran yaptığına hükmedilmiştir.
* "Umre, hacca dahildir. Yani umre
ameliyesi, hacc ameliyesine girer. Dolayısıyla, ikisine de tavaf yeter."
Bu mana uzak bulunmuştur.
* Bundan daha uzak bir manaya göre, bu
ibare "O sene, Aleyhissalâtu vesselâm, haccdan çıktıktan sonra umre
yapacaktır" demektir. Bu çok uzak
bir tevildir. Çünkü Resûlullah, o yıl böyle bir umrede bulunmamıştır.
* Resûlullah'ın bunu ashabına söylemekle emrolunması muhtemeldir. Maksad
hacc-ı kıran yapmanın meşruluğunu öğretmektir.[530]
ـ4621
ـ3ـ وعن مالكٍ
أنّهُ قال: ]
يَنْبَغِى
‘حَدٍ أنْ
يُجَاوِزَ
الْمُعَرَّسَ
إذَا قَفَلَ
الى
الْمَدِينَةِ
حَتّى
يُصَلِّى فيهِ
رَكْعَتَيْنِ
أوْ مَابَدَا
لَهُ. ‘نَّهُ بَلَغَنِى
أنَّ رَسُولَ
اللّهِ #:
عَرَّسَ بِهِ،
وَهُوَ عَلى
سِتَّةِ
أمْيَالَ
مِنَ الْمَدِينَةِ[.
أخرجه أبو
داود.
3. (4621)- İmam Mâlik'ten
nakledildiğine göre, şöyle demiştir: "Medine'ye giden hiç kimseye, en az
iki rekat namaz kılmadan Mu'arras'ı geçmesi
muvafık olmaz. Çünkü bana ulaştığına göre, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), orada gecelemiştir. Orası Medine'ye altı mil mesafededir." [Ebû
Dâvud Menâsik 100, (2045).][531]
AÇIKLAMA:
Muarras, konaklama yeri demektir; ta'ris
kökünden gelir. Ta'ris ise gecenin sonunda istirahat için konaklamak demektir.
Hadisteki muarrasla Zülhuleyfe'de Resûlullah'ın hacc dönüşü konakladığı yer
kastedilmiştir. el-Kâdî: "Zülhuleyfe'nin Batha kısmında hacc dönüşünde
konaklamak hacc menasikinden değildir. Bunu Medine ehlinden yapan kimse (bir
vecibe olarak değil), Resûlullah'ın sünnetiyle teberrük için yapar. Çünkü Batha
mübarek bir yerdir" der. el-Kâdî devamla bazı alimlerin: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), orada haccdan dönerken, geceyi geçirmek için
konaklamıştır. Ta ki, kafilede bulunanlar gecenin kör vaktinde Medine'ye
girerek, ailelerini rahatsız etmesinler. Nitekim yolculuktan gece dönmeyi birçok
hadisleriyle yasaklamıştır. Bu husus meşhurdur" dediğini belirtir. Muarras'ı bazı alimlerimiz: "Medine'ye
altı mil mesafedeki Zülhuleyfe mescididir" diye açıklamıştır. [532]
ـ4622
ـ1ـ عن عمرو
بْنِ عَوْفٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قالَ: ]قَالَ
رَسُولُ اللّهِ
#: إنَّ
الدِّينَ
لَيَأرِزُ
الى الْحِجَازِ
كَمَا
تَأرِزُ
الْحِيَّةُ
الى جُحْرِهَا
وَلَيَعْقِلَنَّ
الدِّينُ
مِنَ الْحِجَازِ
مَعْقَلَ
ا‘رْوِيَّةِ
مِنْ رَأسِ
الْجَبَلِ.
إنَّ
الدِّينَ
بَدَأ
غَرِيباً
وَسَيَعُودُ
غَرِيباً
كَمَا بَدَأ
فَطُوبى
لِلْغُرَبَاءِ
وَهُمُ
الَّذِينَ
يُصْْلِحُونَ
مَا أفْسَدَ
النَّاسُ
مِنْ سُننِى[.
أخرجه
الترمذي.»لَيَعْقِلَنَّ
الدِّينَ« أي
ليتعصم
ويلتجئ ويحتمي.و»ا‘روية«
الواحدة من
شياه الجبل .
1. (4622)- Amr İbnu Avf
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Bu din Hicaz'a çekilecek. Tıpkı
yılanın deliğine çekildiği gibi. (Allah'a kasem olsun!) Yaban keçisinin dağın
tepesine sığınması gibi, din de Hicaz'a sığınacaktır. Bu din garip olarak
başladı, tekrar garipliğe dönecektir. Gariplere ne mutlu. O garipler ki, benden
sonra insanların sünnetimden bozdukları şeyi ıslah edecekler." [Tirmizî,
İman 13, (2632).][533]
AÇIKLAMA:
Aliyyu'l-Kârî, bu hadisi şöyle
anlamıştır: "İman ehli, imanlarını orada korumak için Medine'ye
imanlarıyla iltica ederler. Çünkü Hicaz, imanın asli vatanıdır; orada zuhur
etmiş, orada kuvvetlenmiştir. Bu hadis ahirzamanda İslam'ın azalacağını
ihbardır." Aliyyu'l-Kârî'nin bu yorumu 20. asırda gelişen vak'aya mutabıktır. Batılıların veya
Batıcıların istilasına uğrayan pek çok İslam memleketindeki şuurlu ve münevver
Müslümanlar, İslamî hayatlarından taviz vermek
istemeyince, Suudî A-rabistan'a göç edip sığınmak zorunda kalmıştır. Halen bu
maksadla oraya sığınmış Orta Asya Müslümanları, Mekke ve Medine'de ticari
hayatta dikkat çekecek bir kesafete ulaşmıştır. Keza Mısır ve Kuzey Afrika
mültecileri, Suriye, Irak ve Türkiye mültecileri de mevcuttur. Cenab-ı Hak, Resûlü'nün bu ihbarına uygun
siyasi bir zemini orada ihzar etmek suretiyle, dininden dolayı her tarafta
sıkıntıya düşen Müslümanlara bir teselli ve bir ümid kapısını açık tutmuş
olmaktadır.
Hadisten, günümüzdeki bazı yorumcular
kıyamete yakın, İslam dini, tıpkı bidayette olduğu gibi garip yani akıl almaz
bir başarı ve inkişaf kaydedecek diye anlamışlardır. Gerçekten İslam'ın
bidayetteki inkişafı akılla izahı olmayan bir hadisedir; tam manasıyla bir
mucizedir. Kıyamete yakın benzer bir hamle yapması da Allah'ın rahmetine ve
adetine uzak değildir.[534]
ـ4623
ـ2ـ وعن جابرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
غِلَظُ
الْقُلُوبِ وَالْجَفَاءُ
في
الْمَشْرِقِ،
وَا“يمَانُ في
أهْلِ
الْحِجَازِ[.
أخرجه مسلم .
2. (4623)- Hz. Câbir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kabalık ve kalp katılığı şarktadır. İman ise Hicaz ahalisi
içerisindedir." [Müslim, İman 92, (53).][535]
AÇIKLAMA:
Hadiste, imanın Hicaz'a nisbeti vak'aya mutabıktır. Çünkü
İslam, Mekke ve Medine şehirlerinde doğup gelişmiştir. Hicaz denince öncelikle
onun iki şehri; Mekke ve Medine kastedilir. Resûlullah'ın hadislerinde bazan,
"iman" Yemen'e nisbet edilir.
Çünkü Yemen de esas itibariyle Hicaz'ın bir uzantısıdır. 4627 numaralı hadiste
açıklama gelecek.
Kabalık, kalp katılığı ve küfür, henüz şirk üzerine devam
eden kabilelerin bulunduğu şark cihetine nisbet edilmiştir.[536]
ـ4624
ـ1ـ عن جابرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #:
يَقُولُ: إنَّ
الشَّيْطَانَ
قَدْ يَئِسَ
أنْ
يَعْبِدَهُ
الْمُصَلُّونَ
في جَزِيرَةِ
الْعَرَبِ
ولكِنْ في
التَّحْرِيشِ
بَيْنَهُمْ[.
أخرجه مسلم.»التَّحْرِيشُ«
اغراء وايقاع
الفتن بين الناس
ونحو ذلك .
1. (4624)- Hz. Câbir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
işittim, şöyle diyordu:
"Şeytan artık Arap yarımadasında
namaz kılanların kendisine ibadet etmelerinden ümidi kesti. Ancak onları
aldatacaktır." [Müslim, Münâfikûn 65, (2812).][537]
AÇIKLAMA:
Hadis, Arap yarımadasında İslam'ın tam
olarak hakim olacağını haber vermektedir. Nevevî'nin ifadesiyle bu ihbar
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın mucizelerindendir. Gerçekten o günbugün
Arap yarımadası, bütün ahalisiyle Müslümandır. Ancak şeytan zaman zaman bazı
fitneler çıkarmıştır ve çıkarmaya çalışacaktır.[538]
ـ4625
ـ2ـ وعن ابْنِ
شِهَابٍ قالَ:
]قَالَ
رَسُولَ اللّهِ
#: َ
يَجْتَمِعُ
دِينَانِ في
جَزِيرَةِ
الْعَرَبِ.
قَالَ ابْنُ
شِهَابٍ:
فَفَحَصَ عَن
ذلِكَ عُمَرُ
بْنُ
الْخَطَّابِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
حَتّى أتَاهُ
الثَّلْجُ
وَالْيَقِينُ
أنَّ رَسُولَ
اللّهِ #
قَالَ ذلِكَ
فَأجْلَى
يَهُودَ خَيْبَرَ[.
أخرجه مالك.
وقال: وَقَدْ
أجْلَى عُمَرُ
يَهُودَ
بَحْرَانَ
وَفَدَكَ.
وَأمَا يَهُودُ
خَيْبَرَ
فَخَرَجُوا
مِنْهَا
لَيْسَ لَهُمْ
مِنَ
الْثَّمِرِ
وََ مِنَ
ا‘رَاضِى شَىْءٌ،
وأمَا
يَهُودُ
فَدَكَ
فَكَانَ
لَهُمْ نِصْفُ
الثَّمَرِ
وَنِصْفُ
ا‘رْضِ
قِيمَةٌ مِنْ
ذَهَبٍ
وَوَرِقٍ
وَإبِلٍ
وَحِبَالٍ وَأقْتَابٍ،
ثُمَّ
أعْطَاهُمُ
الْقِيمَةَ وَأجَْهُمْ
مِنْهَا.»الفَحصُ«
الْبَحْثُ
عَنْ حَقيقَة
ا‘مْر
وكشفه.و»الثَّلَجُ«
اليقين .
2. (4625)- İbnu Şihab
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Ceziretü'l-Arap'ta iki din içtima edemez."
İbnu Şihab devamla der ki: "Hz. Ömer
bu meseleyi, kesin bir kanaat ve yakin elde edinceye kadar araştırdı. Gördü ki,
Resûlullah gerçekten bunu söylemiş. Bunun üzerine Hayber Yahudilerini sürgün
etti." [Muvatta, Cami' 18, (2, 892, 893).]
Malik der ki: "Hz. Ömer (radıyallahu
anh), Necran ve Fedek Yahudilerini sürgün etti. Hayber Yahudilerine gelince,
onlar kendilerine meyve ve arazi gelirlerinden herhangi bir hak tanımadan orayı
terkettiler. Fedek Yahudilerinin [durumu farklı idi; meyvenin yarısı, arazinin
yarısı onlarındı. Çünkü Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), onlarla meyve ve arazinin yarısı üzerine sulh yapmış idi.]
Hz. Ömer onlara meyvenin yarısını, arazinin yarısını; altın, gümüş, ip ve semer
nevinden kıymet biçti ve onlara değerini vererek onları da oradan sürdü."[539]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın,
ölüm döşeğinde iken yaptığı bir kaç vasiyetten biri, Arap yarımadasında
İslam'dan başka din mensubunun
bulundurulmaması idi. Hz. Ömer halife olunca, bu vasiyetin sıhhatini
araştırır ve gereğini yerine getirir. Bunu yaparken Resûlullah'ın onlarla
yaptığı antlaşma şartlarına uyar: Fedek Yahudileri ile mal ve mahsul, yarı
yarıya sulh yapıldığı için, onların hakları hesaplanır, paraya tahvil edilir ve
ödenir. Böylece onlar hisseleri satmaya mecbur edilir ve paraları ödendikten
sonra sürülür.[540]
ـ4626
ـ3ـ وعن
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ:
‘خْرِجَنَّ الْيَهُودَ
وَالنَّصَارى
مِنْ
جَزِيرَةِ الْعَرَبِ
وََ أتْرُكُ
فِيهَا إَّ مُسْلِماً[.قَالَ
سَعِيدُ بْنُ
عَبْدِ
الْعَزِيزِ:
»جَزِيرَةُ
الْعَرَبِ
مَا بين
الْوادي الى
أقْصى
الْيَمَنِ
الى تُخُومِ
الْعِراقِ الى
الْبَحْرِ«.
أخرجه مُسلم
وأبو داود
والترمذي .
3. (4626)- Hz. Ömer
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle söylediğini işittim:
"Arap yarımadasından Hıristiyan ve
Yahudileri mutlaka çıkaracağım, orada Müslüman olmayanı bırakmayacağım."
Said İbnu Abdilaziz der ki: "Arap
yarımadası, el-Vadi'(l-Kura)dan Yemen'in uzak kısmına, Irak sınırına, denize
kadar olan kısımdır." [Müslim,
Cihâd 63, Ebû Dâvud, Harâc 28, (3030); Tirmizî, Siyar 43, (1606).][541]
AÇIKLAMA:
1-
Yahudi ve Hıristiyanların Arap yarımadasından sürülmesi birçok rivayette ele
alınmıştır. Sadedinde olduğumuz rivayet dahi onlardan biridir; Hz. Ömer'dendir.
2- Arap yarımadasını eski kaynaklarımız
kuzeyde Suriye ve Irak sınırlarına kadar uzanan, Cidde ve Kızıldeniz,
Yemen kıyıları-Aden arasında kalan,
bilinen yarımadayı tarif eder. Arap yarımadası Cezîretu'l-Arap diye tesmiye
edilmiştir. Yani Arap adası, aslında ada olmadığı halde ada denmesini el-Ezheri doğu, batı ve güneyinin
denizlerle çevrili olmasından başka, kuzeyden
de Dicle ve Fırat nehirleriyle
çevrili olmasıyla izah eder. el-Kamus'ta da "Ceziretu'l-Arap; Hind Denizi,
Şam Denizi, Dicle ve Fırat'ın ihata ettiği arazi" diye tarif edilmiştir.[542]
ـ4627
ـ1ـ عن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #:
أتَاكُمْ
أهْلُ
الْيَمَنِ هُمْ
أرَقُّ
أفْئِدةً
وَألْيَنُ
قُلُوباً، ا“يماَنُ
يَمَانٌ،
وَالْحِكْمَةُ
يَمَانِيَّةُ،
وََرَأسُ
الْكُفْرِ
قِبَلَ
الْمَشْرِقِ،
وَالْفَخْرُ
وَالْخيَءُ
في أهْلِ ا“بِلِ،
والسَّكِينَةُ
وَالْوَقَارُ
في
الْغَنَمِ[.
أخرجه الثثة
والترمذي.»ا‘فْئدة«
جمع
فؤاد.و»الخُيءُ«
الكبر والعجب
.
1. (4627)- Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Size Yemenliler geldi. Onlar, ince
ruhlu ve yufka yürekli insanlardır. İman Yemenlidir, hikmet de Yemenlidir.
Küfrün başı şark cihetindedir. Böbürlenme ve kibirlenme deve besleyenlerdedir.
Sükûnet ve vakar koyun (besleyenler)dedir." [Buharî, Menakıb 1, Megazî 74,
Bed'ü'l-Halk 14; Müslim, İman 84, (52); Tirmizî, Fiten 61, (2244).] [543]
AÇIKLAMA:
1- Burada Resûlullah, Yemenlileri ince
ruhlu ve yufka yürekli olmakla övmektedir. Bu onların şehirleşmiş, yerleşik
hayata geçmiş olmalarının bir neticesidir. Yemen eski bir medeniyet an'anesine
sahiptir. Nitekim Kur'anda zikri geçen Sebe kavmi Yemen'de yaşamakta idi. Hz.
Süleyman'la Sebe Melikesi Belkıs'ın macerası, orada gelişen ziraat hayatı,
yaptıkları su bentlerinin (baraj)
yıkılmasıyla hasıl olan Arim seli ve bunun getirdiği çölleşme Kur'an-ı Kerim'de
anlatılır (Sebe 16). Bu gelişen medeniyet ve yerleşik hayat elbette beşerî
münasebetlerde nezaket, kalplerde incelme getirecektir. Nitekim aynı hadiste,
Resûlullah kalp yönüyle kabalık, anlayış yönüyle kıtlığın deve besleyenlerde, yani bedevilerde olduğunu
görüyor. Deve besleyenlerden maksad bedevilerdir. Bunların sabit bir merkezleri
yoktur. Mevsime göre değişen otlakları takip ederler. Bu sebeple seyyardırlar.
Araplarda, bedevi denen kısım bunlardır. Bunlar, görgü ve beşerî münasebetler
yönüyle şehirleşmiş, yerleşmiş olanlara nazaran henüz yeterince incelmemiştir,
kabadır. Onların hakikatı anlamada çektikleri zorluğa Kur'an-ı Kerim dahi yer
vermiş, imandan çabuk dönecek bir kavrayışsızlığa sahip olduklarına dikkat
çekmiştir (Tevbe 97, Fetih 11, Hucurât 14). Nitekim, Resûlullah'ın vefatından
sonra "namaz kılarız, zekât vermeyiz" diyerek isyan edenler, bu kaba,
sert, anlayışsız bedevi takımlarıdır.
2- İmanın hadiste Yemen'e nisbeti, onun
Yemenli olduğunun beyanı, şarihleri farklı yorumlara sevketmiştir:
* "İman Mekke'de doğdu. Mekke
Medine'ye nazaran Yemenli sayılır, o cihettedir. Medine dahi Yemen'e nisbet
edilebilir. Çünkü Şam'a nisbetle Mekke de Medine de Yemenli sayılabilir."
Bu söz Resûlullah'tan Tebük'te sadır olmuştur. Öyle ise bu nisbet doğrudur.
Nitekim Hz. Câbir'in bir rivayetinde "İman Hicaz ehlindedir"
buyrulmuştur.
* Ensar aslen Yemenlidir. Dolayısıyla bu
hadisteki "Yemenli" sözüyle Ensâr
kastedilmiştir. İmanın onlara nisbeti caizdir. Çünkü Resûlullah'a yardım
edip destek verdiler. İslam'ın inkişafını onlar sağladı.
* İbnu Salah, bu tevilleri tenkid ederek,
hadisi zahirine göre anlamaya bir mani olmadığını söyler. Ona göre, burada Resûlullah Yemenlileri tafdil etmekte,
övmektedir. Sebebi de onların imanı zahmetsizce, kalpten kavrayıp
benimsemeleridir. İslam'ı kabulde ciddi bir problem çıkarmamışlardır. Halbuki
başka diyarların insanları, Müslümanları epeyce bir sıkıntıya soktuktan sonra,
İslam'ı kabule mecbur kalmışlardır. Kim bir şeyle muttasıf olur ve onu
ciddi bir şekilde izhar ederse o meseledeki kemalini ifade için bunun ona
nisbeti makuldur ve bu nisbet o şeyin başkasında da varlığını reddetmeyi
gerektirmez. Öyleyse imanı Yemenlilere nisbet de bunun gibidir. Başkalarından
imanı nefyetmek manası çıkmaz. Yine İbnu Salah'a göre, hadisin bazı vecihlerinde
gelen tasrihattan anlaşılıyor ki, Aleyhissalâtu vesselâm muayyen bir beldeyi
kasdetmemiş, onları temsilen gelen heyet mensuplarını, zatlarını kasdetmiştir.
İbnu Salah bu görüşüne delil olarak, hadisin sadedinde olduğumuz veçhini
kaydeder: "Size Yemenliler geldi. Onlar ince ruhlu ve yufka yürekli
insanlardır. İman Yemenlidir, hikmet de Yemenlidir..." "Hadisten muradın o zaman onlardan orada
mevcut olanlar olduğu da söylenebilir, yani her devirde yaşamış veya yaşayacak
olan bütün Yemenliler değil. Çünkü lafız bunu gerektirmez." İbnu Salah
devamla "Fıkıh"la kastedilen şey, dinde anlayıştır.
"Hikmet"le kastedilen şey Allah'ın marifetini de içine alan
ilimdir" der.
* Hakim et-Tirmizî: "Bu hadiste bir
tek şahıs kastedilmiştir; o da Üveys el-Karanî'dir" demiş ise de, bu tevil
pek uzak, pek zayıf bulunmuştur.
3- Küfrün bazı şark cihetinde
olmasından murad, öncelikle Mecusilerdeki küfrün şiddetidir. O zaman Mecusi
olan İranlılar onlara tabi durumdaki Araplar, Medine'ye nisbetle doğu sayılan
bölgelerde yaşıyorlardı. Ayrıca hakimiyetleri sebebiyle son derece kibir, gurur
ve ceberrut içerisinde idiler. Nitekim Resûlullah, İran kralına İslam'a davet
mektubu göndermiş, kral bu mektubu gururundan yırtmış, Yemen valisine,
"Peygamberim diye ortaya çıkan bu adamı bağla, bana yolla" diye emir
göndermişti.
4- Deve besleyenlerden maksat bedevilerdir. Bunlara
ehl-i veber de denmektedir. Nitekim hadisin başka vecihlerinde bedevilerin
ehl-i veber, yerleşiklerin ehl-i meder[544]
tabirleriyle ifade edildiği görülür. Hattabi'ye göre, göçebeler hayat
şartlarının galebesi sebebiyle günlük geçim meşgalesini öne alıp, umur-u
diniyelerini ihmal etikleri veya geri planlara attıkları için hadiste
zemmedilmişlerdir.
Bazı alimlerce, hadiste, koyun besleyenlerden
maksadın -yerleşik hayat sahibi- Yemenliler olabileceğine dikkat çekilmiştir.
Yine denmiştir ki: "Koyun besleyenler servet ve çokluk yönüyle deve
besleyenlerden geri oldukları için bunlarda öbürlerinde servet ve çokluğun
hasıl ettiği kibir ve gurur yoktur, tevazu hakimdir."[545]
ـ4628
ـ1ـ عن ابْنِ
عمرو بْنِ
الْعَاصِ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما قال:
]قَالَ رَسُول
اللّهِ #:
سَتَكُونَ
هِجْرةٌ
بَعْدَ
هِجْرَةٍ،
فَخِيَارُ أهْلِ
ا‘رْضِ
ألْزَمُهُمْ
مُهَاجِرَ
إبْرَاهِيمَ،
وَيَبْقى في
ا‘رْضِ
شِرَارُ
أهْلِهَا
تَلْفِظُهُمْ
أرَضُوهُمْ.
تَقْذَرُهُمْ
نَفْسُ اللّهِ
عَزَّ
وَجَلَّ
وَيَحْشُرُهُمْ
الى النَّارِ
مَعَ
الْقِرَدَةِ
وَالْخَنَازِيرِ[.
أخرجه أبو
داود.»تلفظهم«
أي تقذفهم كما
ترمى اللفاظة
من الفم.وقوله
»تقذرهم نفس
اللّه« معناه
يكره اللّه
خروجهم إليها
ومقامهم بها ف
يوفقهم لذلك
فيصيروا
بالرد وترك
القبول كالشئ الذي
تقذره النفس ف
تقبله .
1. (4628)- İbnu Amr
İbni'l-As (radıyallahu anhüma) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Bir hicretten sonra bir hicret daha
olacak. Arz ehlinin hayırlılarına Hz. İbrahim'in hicret ettiği yer (Şam) gereklidir.
Arzda, ahalisinin şerirleri kalır. Arzları, onları (öbür dünyaya) atar. Allah
Teala da onlardan hoşlanmaz. Onları ateş, maymunlar ve hınzırlarla birlikte
haşreder." [Ebû Davud, Cihad 3, (2482).][546]
AÇIKLAMA:
Şam deyince, Suriye bölgesini anlamamız gerekecektir.
Çünkü bugün Şam deyince sadece Suriye'nin başşehri olan Şam'ı anlarız. Halbuki
eski kitaplarda bu şehrin adı Dımeşk'tir. Mu'cemu'l-Büldan'da Şam bölgesinin sınırı Fırat'tan başlatılıp
Mısır diyarındaki el-Ariş'e kadar, kıble
cihetinden Tayy dağları ile Rum denizi arası diye çizilir. Başlıca şehirleri
olarak Menbec, Haleb, Hama, Humus, Dımeşk, el-Beytu'l-Makdis, Antakya, Trablus
vs. sayılır. Belli başlı bölgeleri olarak da Kınnesrîn, Dımeşk, Ürdün,
Filistin, Humus bölgeleri zikredilir. Bu açıklamaya göre, eski kitaplardaki Şam
kelimesi, sadece bugünkü Suriye'yi kasdetmiyor. Filistin, Ürdün, Lübnan topraklarını
da içine alıyor. Bu meyanda, Mu'cemu'l-Büldan'ın Şam'dan saydığı giriş
noktaları olarak, Masisa, Tarsus, Ezene, Antakya, Maraş, Hades, Bağras ve Belka
isimleri de zikredilir.
Şu halde hadislerde tafdil edilen Şam'ın,
geniş bir saha olduğunu, yurdumuzun güneydoğu kısmını da içine aldığını
bilmemizde fayda var. Yine Mu'cemu'l-Büldan'da Abdullah Amr İbnu'l-As'ın
şu söz kaydedilir:
"Hayır on kısma bölündü. Bunun onda
dokuzu Şam'a verildi, onda biri arzın diğer yerlerine. Şer de ona taksim
edildi. Bunun onda biri Şam'a, onda dokuzu arzın diğer yerlerine verildi."
Bu, sahih bir rivayet olması halinde
hükmen merfu sayılması gerekir. Çünkü bu açıklama içtihadla olamaz, vahiyle
olabilir. Rivayetin sıhhati meşkuk olması halinde, Şam hakkındaki yaygın
kanaati aksettirmesi bakımından yine de
kıymet taşır. Hayat hikayeleri Kur'an'da geçen bütün peygamberlerin bu bölgede
gelipgeçmeleri, bu bölgenin manevi bir berekete mazhar olduğunu anlamada kafi
bir durumdur. Ayrıca medeniyetin bu
bölgelerde doğup her tarafa buradan geçtiği de ciddi bir nazariye olarak
benimsenmiştir. Muhammed İbnu Amr İbnu
Yezid es-Sağânî der ki: "Kitaplarda Şam isminin o kadar çok zikrine
rastladım ki, bende, Cenab-ı Hakk'ın arzı yaratmaktan maksadı sanki Şam'ı
yaratmakmış gibi bir düşünce hasıl
oldu." Yakut el-Hamevi merhum, Resûlullah'tan da şu rivayeti kaydeder:
"Şam, Allah'ın beldeleri arasında Safvetullahtır (yani en temiz yeri).
Kullarından temiz olanları da oraya seçer. Ey Yemenliler, size Şam'ı tavsiye
ederim. Çünkü arzda Safvetulallah Şam'dır. İmtina eden bilsin ki Allah Şam'ı
bana tekeffül etmiştir."
Gerçekten o diyar bidayetten beri İslam'a
merkezlik etmiş; büyük alimler oralarda yetişmiştir. Bugünkü tezebzüb ve
tedenninin geçici olduğuna inanıyor, Rabb-i Rahim'den bu diyarların tekrar eski
misyonuna bir an önce dönmesini niyaz ediyoruz.[547]
ـ4629
ـ2ـ وعن
زَيْدِ بْنِ
ثَابِتٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]كُنَّا
يَوْماً
عِنْدَ رَسُولِ
اللّهِ #
نُؤَلِّفُ
الْقُرآنَ
مِنَ الرِّقَاعِ.
فقَالَ #:
طُوبَى
لِلشَّامِ.
فَقُلْتُ:
لِمَ ذاكَ يَا
رَسُولَ
اللّهِ؟
فَقَالَ: ‘نَّ
الْمََئِكَةَ
بِاسِطَةٌ
أجْنِحَتَهَا
عَلَيْهَا[.
أخرجه
الترمذي.
2. (4629)- Zeyd İbnu Sabit
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Biz bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın yanında idik. Parçalar üzerinde Kur'an (ayetlerini) tanzim
ediyorduk. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Şam'a ne mutlu!" buyurdular.
Ben: "Bu mutluluk nereden geliyor ey Allah'ın Resûlü?" diye sordum.
"Çünkü, buyurdular. [Rahmân'ın]
melekleri onun üzerine kanatlarını geriyorlar!" [Tirmizî, Menâkıb,
(3949).][548]
AÇIKLAMA:
1- Kur'an ayetlerini tanzim etmek olarak
çevirdiğimiz te'lifu'l-Kur'an' dan murad şudur:
"Kur'an-ı Kerim'in nüzulünde
ne sûre olarak, ne de ayet olarak belli bir sıra yoktu. Her bir vahiy ayrı ayrı
parçalara yazılıyor, sonra Resûlullah bu ayetlerin hangi sûreye ve sûrenin neresine konacağını belirtiyordu. İşte,
ayetlerin bu tanzim işine te'lif denmiştir. Bazı rivayetlerde sahabiler:
"Biz Resûlullah zamanında Kur'an'ı telif ederdik" diyerek bu vak'ayı dile getirirler. Ulemâ
sûrelerin tanzimi içtihadî mi, tevkifî mi diye ihtilaf etmişse de,
ayetlerin tanziminin tevkifi yani Resûlullah'a vahyen bildirmek
sûretiyle olduğu hususunda icma etmiştir.
2- Meleklerin kanat germesini, alimlerimiz
Şam ahalisinin küfürden korunması olarak anlamıştır. Bazı rivayetlerde
Melaiketu'r-Rahman şeklinde kayıtlı olarak ifadesi, bu meleklerin rahmet
melekleri olduğu hususunda kanaat vermiştir. Münavi, bunu "bereket ve rahmetin
inmesi, bela ve ezanın önlenmesi" olarak anlar.[549]
ـ4630
ـ3ـ وعن ابْنِ
حوالة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
سَيَصِيرُ
ا‘مْرُ الى
أنْ
تَكُونُوا
جُنُوداً
مُجَنَّدَةً:
جُنْدٌ
بِالشَّامِ،
وَجُنْدٌ
بِالْيَمَنِ،
وَجُنْدٌ
بِالْعِرَاقِ
فَقُلْتُ:
خِرْلِى يَا
رَسُولَ
اللّهِ إنْ
أدْرَكْتُ
ذلِكَ. قَالَ:
فَعَلَيْكَ
بِالشَّامِ
فإنَّهَا
خِيرَةُ
اللّهِ مِنْ
أرْضِهِ يَجْتَبِى
إليها
خَيْرَتَهُ
مِنْ
عِبَادِهِ. فَأمَّا
إذْ
أبَيْتُمْ
فَعَلَيْكُمْ
بِيَمَنِكُمْ،
وَاسْقُوا
مِنْ
غُدُرِكُمْ،
فإنَّ اللّهَ
تَوَكَّلَ
لِى
بِالشَّامِ
وَأهْلِهِ[.
أخرجه أبو
داود.قوله:
»خِرْلِى«
بِكَسْرِ
الْخَاءِ الْمُعْجَمَة:
أي اخترلى
ا‘صلح .
»وا“جْتِبَاءُ«
اختيار
واصطفاء .
3. (4630)- İbnu Havale
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Bu iş, sizin birkısım toplu
gruplara ayrılmanıza müncer olacak: Şam'da bir grup, Yemen'de bir grup, Irak'da
bir grup!"
Ben: “Ey Allah’ın Resûlü! Dedim. O güne
erdiğim takdirde (bunlardan en hayırlısı hangisi ise şimdiden) bana seçiverin!”
dedim.
"Öyleyse dedi, sana Şam'ı tavsiye
ederim! Çünkü orası, Allah'ın, arzında mümtaz kıldığı yerdir. Allah kulları
arasında seçkin olanları oraya tahsis eder. Ancak (oraya gitmekten) imtina
ederseniz, size Yemen'inizi tavsiye eder, (oradaki) havuzlarınızdan için derim.
Zira Allah, Şam ve ahalisini (fitnelerden koruma hususunda) bana garanti
verdi." [Ebû Davud, Cihad 3, (2483).][550]
ـ4631
ـ4ـ وعن أبى
الدَّرْدَاءِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
فَسْطَاطَ
الْمُسْلِمِينَ
يَوْمَ
الْمُلْحمَةِ
بِالْغُوطَةِ
الى جَانِبِ
مَدِينَةٍ
يُقَالُ
لَهَا
دِمَشْقُ
مِنْ خَيْر
مَدَائِنِ
الشَّامِ[.
أخرجه أبو داود.المراد
»بالفُسْطَاطِ«
هنا: البلد
الجامة
للناس.و»المَلْحَمَةُ«
الحرب
والقتال.و»الغوطة«
اسم للبساتين
والمياه التي
عند دمشق وهي غوطة
دمشق .
4. (4631)- Ebû'd-Derdâ
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Gûta'daki savaş sırasında
Müslümanların sığınağı, Şam şehirlerinin en hayırlısı olan Dımeşk denen şehrin
yakınındadır." [Ebû Dâvud, Melâhim 6, (4298) Sünet 9, (4639).][551]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Dımeşk'in (bugünkü Şam
şehrinin) faziletini ifade etmektedir. Ecdadımız Resûlullah'tan gelen bu çeşit
övgüler sebebiyle olacak, o mübarek şehrimizi Şam-ı Şerîf diye
yâdetmişlerdir.
Hadis, Dımeşk ahalisinin ahirzamandaki
faziletini de ifade etmektedir. Fitnelerden uzak kalacağı belirtilmiştir.
Alimler Dımeşk'in faziletlerini sayarken şunlara da dikkat çekerler.
* Ona Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
gören on bin göz girmiştir.
* Resûlullah oraya peygamberlikten önce
de, sonra da girmiştir. Peygamberlikten önce ticarî maksadlarla,
peygamberlikten sonra Tebük seferi sırasında ve Miraç gecesinde.
* Aleyhissalâtu vesselâm: "Savaşlar sırasında
Müslümanların ilticagâhı Dımeşk'tir" buyurmuştur.
2- Gûta: Dımeşk yakınlarında sulak
bağbahçelerin adıdır. Gûta-i Dımeşk diye bilinir. Müslüman askerlerinin burada
karargâh kurup toplanacaklarının ihbarı anlaşılmıştır.[552]
ـ4632
ـ5ـ وعن
عبدالرَّحْمنِ
بنِ
سُلَيْمَان
قال:
]سَيَأتِى
مَلِكٌ منْ
مُلُوكِ
الْعَجَمِ فَيَظْهَرُ
عَلى
المَدَائِنِ
كُلِّهَا إَّ دِمِشْقَ[.
أخرجه أبو
داود .
5. (4632)- Abdurrahman İbnu
Süleyman anlatıyor: "Acem krallarından bir
kral gelecek, Dımeşk hariç bütün şehirler üzerinde hakimiyet
kuracak." [Ebû Davud, Sünnet 9, (4639).][553]
ـ4633
ـ1ـ عن
مَيْمُونَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْها
قالت: ]قُلْتُ
يَا رَسُولَ
اللّهِ
أفِتْنَا في
بَيْتِ
الْمَقْدِسِ.
فَقَالَ:
ائْتُوهُ فَصَلُّوا
فيهِ،
وَكَانَتِ
الْبَِدُُ
إذْ ذَاكَ
حَرْباً،
فإنْ لَمْ
تَأتُوهُ
وَتُصَلُّوا
فيهِ
فَابْعَثُوا
بِزَيْتٍ
يُسْرَجُ في
قَنَادِيلِهِ[.
أخرجه أبو
داود .
1. (4633)- Meymune
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Ey Allah'ın Resûlü! dedim, bize
Beytu'l-Makdis hakkında fetva verin!"
"Ona gidin, içinde namaz
kılın!" buyurdular. -O zaman her tarafta savaş vardı. (Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bu durumu nazar-ı itibara alarak sözlerini şöyle
tamamladılar):- "Gidip, içinde namaz
kılamıyorsanız, hiç olmassa kandillerinde yanacak zeytinyağı
gönderin!" [Ebû Dâvud, Salât 14.] [554]
AÇIKLAMA:
Beytu'l-Makdis, bugün Mescid-i Aksa da denilen Kudüs'teki,
İslam'ın üçüncü mabedidir. Resûlullah, yeryüzünde sadece üç mescid için seyahat
yapılabileceğini söylemiştir. Ka'be, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksa, dünyanın
diğer bütün camileri aynı değerde olurken, Kudüs mescidinin ayrıca zikri, onun
faziletini ifade eder. O, bu fazileti tarihinden almaktadır. Zira Ka'be'den
sona Allah'a ibadet için inşâ edilen ikinci mesciddir. Sahih rivayetlerde
geldiğine göre, inşâ bakımından
aralarında kırk yıllık zaman farkı mevcuttur.[555]
ـ4634
ـ1ـ عن
الزُّبَيْرِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ اللّهِ
#: إنَّ صَيْدَ
وَجٍّ
وَعَضَاهَهُ
حَرَمٌ مُحَرَّمٌ
للّهِ
تَعالى[.
أخرجه أبو
داود.»وَجٌّ«
واد بين
الطائف ومكة.
قال الخطابى:
و أعلم لتحريمه
معنى إ أن
يكون على سبيل
الحمى لنوع من
منافع
المسلمين، أو
أنه حرم وقتاً
مخصوصاً ثم
أحلّ يدل على
ذلك قوله في
جامع ا‘صول
قبل نزوله
الطائف لحصار
ثقيف: ثم عاد
ا‘مر فيه الى
ا“باحة .
1. (4634)- Hz. Zübeyr
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Vecc (vadisin)in avı ve ağaçları
haramdır. Allah için haram kılınmıştır." [Ebû Davud, Menâsik 97, (2032).][556]
AÇIKLAMA:
1- Vecc, Mekke ile Taif arasında yer
alan bir vadinin ismidir. Medine'nin haram ilan edilmesiyle ilgili açıklamanın
sonunda belirttiğimiz üzere, Taifliler, sulh yoluyla gelip, İslam'a girme
şartlarını pazarlık ederken, bir kısım kabul edilmesi imkansız olan birçok
teklifleri ileri sürmüşlerdi. Bu tekliflerden biri de Taif'in haram ilan
edilmesi idi. Resûlullah, onların makul
tekliflerini kabul etmiş idi. İşte onlardan biri de bu idi. Hattabî: "Bu
tahrimden bir mana çıkaramadım. Ancak, Müslümanların menfaatine bir davranış
olan koruluk tesisi gayesini gütmüş olabilir" dedikten sonra şu yorumu da ilave
eder: "Yahut da belli bir müddet haram kıldı, sonra bu yasağı kaldırıp
helal kıldı." Hattabî, kendisini bu ikinci ihtimali söylemeye sevkeden
şeyin, hadisin sonunda yer alan bir açıklama olduğunu belirtir: "Vecc'in
haram kılınma hadisesinin Taif'in muhasara
edilmesinden önceye ait olduğu"dur. Buna dikkat çektikten sonra
Hattabi: "Sonra oranın durumu tekrar mübahlığa rücû etmiştir" der.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın,
Taif'i kuşatması sırasında Taiflilerin morallerini bozmak için ağaçların
kesilmesi hususunda verdiği emri delil gösteren bazı şarihler, Vecc vadisinin,
Taif'in muhasara edilmesinden önce haram edilmiş olma kaydını ihtiyatla
karşılarlar. Zira, bu kayıt önce kaydettiğimiz üzere bilahare İslam'a girmek
üzere gelen heyetin getirdiği tekliflerden bahseden rivayetlere de muhalefet
etmektedir.
İmam-ı Şafii, Vecc vadisine
"haram" demese de, av ve ağaç kesimine mekruh demiştir.
Bazı Şafii fakihler bunu kerahet-i tahrimiye olarak yorumlamıştır.
Fukaha umumiyetle sadece Mekke ve Medine'nin haram olduğuna hükmetmiş, hatta
Ebû Hanîfe, Medine hakındaki haram hükmünü de kabul etmemiştir.[557]
ـ4635
ـ1ـ عن أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]سَمِعْتُ رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ: إنَّ
اللّهَ
تَعالى يَبْعَثُ
مِنْ
مَسْجِدِ
الْعَشَّارِ
يَوْمَ الْقِيَامَةِ
شُهَدَاءَ َ
يَقُومُ مَعَ
شُهَدَاءِ
بَدْرٍ
غَيْرُهُمْ[.
أخرجه أبو
داود.وقال:
»الْمَسْجِدُ
با‘بُلَّهِ
مِمَّا يَلِى النَّهْرَ«
.
1. (4635)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
işittim. Buyurmuştu ki:
"Allah Teala Hazretleri, Mescidu'l-Aşşâr'dan, kıyamet günü bir kısım
şehidleri ba's eder (yeniden diriltir) ki, Bedir şehidleriyle sadece onlar
kalkar." [Ebû Davud, Melahim 10, (4308).]
Ebû Dâvud der ki: "Mescidu'l-Aşşâr,
Übülle'de (Fırat) nehrinin hemen yanındaki mesciddir."[558]
AÇIKLAMA:
1- Rivayetin Ebû Dâvud'daki aslı biraz daha
uzuncadır. Şöyle ki: İbrahim İbnu Salih İbni Dirhem babasından nakledyior: "Hacc
yapmak niyetiyle gelmiştik. Bir adamla karşılaştık. (Tanışıp nereli olduğumuzu
öğrenince): "Size yakın Übülle denen bir karye var değil mi?" dedi.
"Evet!" dedik. Bunun üzerine:
"Sizden kim, oradaki Mescidü'l-Aşşâr' da benim adıma iki veya dört rek'at
namaz kılıp: "Bu Ebû Hüreyre içindir!" deme hususunda bana garanti
verebilir" dedi ve açıkladı:
"Ben Halilim Ebû'l-Kasım
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı işittim. Demişti ki: "Allah, kıyamet günü Aşşâr
mescidinde öyle şehidler diriltecek ki, Bedir şehidleriyle onlardan başkası
kalkamaz!"
2- Übülle, Basra'ya yakın deniz cihetinde
bir karyedir. Mescid-i Aşşâr da, görüldüğü üzere kendisiyle teberrük edilen
meşhur bir mesciddir.[559]
ـ4636
ـ1ـ عن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
سَيْحَانُ
وَجَيْحَانُ
وَالْفُراتِ
وَالنِّيلُ،
كُلٌّ مِنْ
أنْهَارِ
الْجَنَّةِ[.
أخرجه مسلم .
1. (4636)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Seyhan, Ceyhan, Fırat ve Nil
cennet nehirlerindendir." [Müslim,
Cennet 26, (2839).][560]
AÇIKLAMA:
Hadiste zikri geçen dört nehirden üç tanesi sevgili
vatanımız Anadolu'dan çıkar ve kendi hudutlarımız dahilinde Akdeniz'e dökülür
ve yurdumuza büyük bereket sağlar. Fırat, Doğu Anadolu topraklarından çıkarak
Basra Körfezi'ne ulaşır. Nil-i mübarek Mısır topraklarına çöl ortasında hayat
verdikten sonra Akdeniz'e ulaşır. Şârihlerimiz bunların "cennetten
çıkmaları"nı iki surette açıklarlar:
* İslamiyet bu nehirlerin havzalarına
ulaşmış, oralar İslam toprağı olmuştur. Dolayısıyla o nehirlerden içenler,
istifade edenler, ehl-i iman olarak cennetliktirler.
* Diğer tevil, hadisin zahirine bakar. Bir
başka yoruma hacet bırakmaz. Ehl-i Sünnet akidesine göre cennet, tıpkı cehennem gibi
halen yaratılmış olarak mevcuttur. Ayrıca bir başka hadiste Resul-i Ekrem, bu
mübarek nehirlere cenetten her an birer damla karıştığını ifade buyurmuştur.
Bediüzzaman bu meseleye "Öyle taşlar
vardır, bağırlarından nehirler çağlar" (Bakara 74) ayetini açıklama sadedinde,
bir başka açıklık getirir ve der ki:
"Bu fıkra ile dağlardan nebean eden
Nil-i mübarek, Dicle ve Fırat gibi
ırmakları hatırlatmakla, taşların evamir-i tekviniyeye karşı ne kadar
harikanuma ve mucizevari bir surette mazhar
ve musahhar olduğunu ifham eder ve onunla böyle bir manayı
müteyakkız kalplere veriyor ki:
"Şöyle azim ırmakların elbette mümkün değil, şu dağlar hakiki menbaları olsun. Çünkü, faraza o
dağlar tamamen su kesilse ve mahruti birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin
şöyle sür'atli ve kesretli cereyanlarına muvazeneyi kabetmeden, birkaç ay ancak
dayanabilirler ve kesretli mesarife karşı galiben bir metre kadar toprakta
nüfuz eden yağmur, kafi varidat olamaz. Demek ki, şu enharın nebeanları, âdi ve
tabiî ve tesadüfi değildir. Belki pek harika bir surette Fatır-ı Zülcelâl,
onları sırf hazine-i gayb'tan akıttırıyor.
İşte bu sırra işareten bu manayı ifade
için hadiste rivayet ediliyor ki: "O üç nehrin herbirine cennetten birer
katre her vakit damlıyor ve ondan bereketlidirler" Hem bir rivayette
denilmiş ki: "Şu üç nehrin menbaları cennettendir." Şu rivayetin
hakikatı şudur ki, madem esbab-ı maddiye, şunların bu derece kesretli nebeanına
kabil değildir. Elbette menbaları, bir alem-i gaybtadır ve gizli bir hazine-i rahmetten gelir ki, masarif ile vâridatın muvazenesi devam eder." [561]
YEDİNCİ BAB:
MÜTEFERRİK
AMEL VE FİİLLERİN FAZİLETLERİ
(Bu babta üç fasıl vardır)
*
BİRİNCİ FASIL
HUSUSİ SALAVATLARIN FAZİLETİ
*
İKİNCİ FASIL
HASTA ZİYARETİNİN FAZİLETİ
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
BAZI MÜŞTEREK VE MÜTEFERRİK HADİSLERLE
FAZİLETİ BELİRTİLEN AMEL VE SÖZLER
BİRİNCİ FASIL
ـ4637
ـ1ـ عن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
الصَّلَواتُ
الْخَمْسُ،
والْجُمُعَةُ
الَى
الْجُمُعَةِ،
وَرَمَضَانُ
الَى
رَمَضَان:
كَفَّارَاتٌ
لِمَا
بَيْنَهُنَّ
مَا لَمْ تُغْشَ
الْكَبَائِرُ[.
أخرجه مسلم
والترمذي .
1. (4637)- Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Beş vakit namaz, bir cuma namazı
diğer cuma namazına, bir Ramazan diğer Ramazana hep kefarettirler. Büyük günah
irtikab edilmedikçe aralarındaki günahları affettirirler." [Müslim,
Taharet 14, (223); Tirmizî, Salat 160, (214).][562]
AÇIKLAMA:
Bu ve benzeri pekçok hadis, kişinin
abdest almak, günlük farzları eda etmek, cum'a namazlarını kılmak, Ramazan orucunu tutmak gibi amellerin arada
işlenen küçük günahları affettireceğini beyan ediyor. Burada şöyle bir sual
hatıra gelir: Günlük namazlar aradaki küçük günahları yevmî olarak affettirdiğine
göre cumadan cumaya veya Ramazandan Ramazana günah kalmaz? Veya hiç günah
işlemeyen kimse olursa durum nedir? Hadisi nasıl anlamalıyız? Ulemâ, Nevevî'nin
açıklamasına göre şöyle cevap vermiştir:
Bu zikredilenlerden her biri, günah işlenmesi halinde kefaret olmaya
elverişlidir. İşlenmediği takdirde kişinin sevabını artırır, büyük günahların
cezasını hafifletir, kulun Allah nezdindeki derecesini yüceltir.[563]
ـ4638
ـ2ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
صَلّى
الصُّبْحَ
فَهُوَ في
ذِمَّةِ
اللّهِ، فََ
يَتَّبِعَنَّكُمُ
اللّهُ
بِشَىْءٍ
مِنْ
ذِمَّتِهِ[.
أخرجه الترمذي
.
وزاد
رزين:
]فإنَّهُ مَنْ
يَطْلُبْهُ
يُدْرِكُهُ
ثُمَّ َ
يُفْلِتْهُ[ .
2. (4638)- Yine Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Sabah namazını (cemaatle) kılan,
Allah'ın garantisi altındadır. Sakın Allah, (ona verdiği garantisi sebebiyle)
size bir ceza vermesin."
Rezîn şunu ilave etti: "Kim bu
garantiyi talep ederse onu elde eder ve bir daha da kaçırmaz." [Tirmizî,
Fiten 6, (2165).][564]
AÇIKLAMA:
Garanti diye tercüme ettiğimiz kelime zimmettir; uhde, eman
gibi başka manalara da gelir. Hadis, "sabah namazını cemaatle kılan
kimseye şu veya bu sebeple eza verilmemesini âmirdir. Siz ona eza verirseniz,
karşınızda, onu garanti altına almış bulunan Allah'ı bulacaksınız"
demektir.
Hadis, şu şekilde de anlaşılmaya
uygundur: "Allah sabah namazını (cemaatle) kılana garanti vermektedir.
Öyleyse sakın (namazı terketme sebebiyle) bu garantiden mahrum kalmayın,
musibete maruz kalmayın."[565]
ـ4639
ـ3ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ] قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #
يَتَعاقَبُونَ
فِيكُمْ
مََئِكَةٌ
بِاللَّيْلِ
وَمََئِكَةٌ
بِالنَّهَارِ،
وَيَجْتَمِعُونَ
في صََةِ
الْفَجْرِ
وَصََةِ
الْعَصْرِ
ثُمَّ يَعْرُجُ
الَّذِينَ
بَاتُوا
فىكُمْ
فيَسْألُهُمْ،
وَهُوَ
أعْلَمُ
بِكُمْ،
كَيْفَ تَرَكْتُمْ
عِبَادِى فَيَقُولُونَ:
تَرَكْنَاهُمْ
وَهُمْ يُصَلُّونَ
وَأتَيْنَاهُمْ
وَهُمْ
يُصَلُّونَ[.
أخرجه الثثة
والنسائي.»يَتَعَاقَبُونَ«
أي تجئ طائفة
بعد طائفة: أي
إن مئكة الليل
تصعد وتنزل
مئكة النهار
وبالعكس .
3. (4639)- Yine Ebu Hüreyre
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Gece ve gündüzde birkısım melekler
nöbetleşe aranızda bulunurlar. Bunlar sabah namazı ile ikindi namazında
toplanırlar. Sonra sizi geceleyin takip eden melekler (hesabınızı vermek üzere
huzur-u İlahiye) yükselir. Sizi çok iyi bilen Allah, bu meleklere sorar:
"Kullarımı nasıl bıraktınız?"
"Biz onları namaz kılıyorlarken
bıraktık, biz onlara namaz kılarlarken vardık!" derler." [Buharî,
Mevâkitu's-Salat 16, Bed'ü'l-Halk 6, Tevhid 23, 33; Müslim, Mesacid 210, (632);
Muvatta, Kasru's-Salat 82, (1, 170); Nesaî, Salat 21, (1, 240, 241).][566]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, birkısım meleklerin insanları
gece ve gündüz nöbetleşe takip ettiklerini, insanı hiç yalnız bırakmadıklarını
belirtmektedir. Ulemâ çoğunlukla bu meleklerin hafaza melekleri olduğunu
söylemiştir. Başka melekler
olabileceğini söyleyenler de olmuştur; Kurtubî bunlardandır. Bu meleklerin ayrı
olduğunu söyleyenlere göre, hafaza melekleri insanın iyi ve kötü her hallerini
yazarlar. Halbuki bu melekler insanların iyi hallerine muttali olmakta, namaz
durumlarını Allah'a götürmektedirler. Böylece Cenab-ı Hakk'ın mü'min kullarına
bir lütfu ve kerameti olarak o meleklerden insanların kötü halleri saklı
kalmaktadır. Bu ifadede hafaza melekleri ile yazıcı meleklerin aynı melekler
olduğu görüşü çıkmaktadır. Halbuki bunların aynı değil, ayrı olduklarını ifade
eden hadisler var.
2- Meleklerin ikindi ve sabah vakitlerinde
toplanmaları da mü'min kullara bir lütuf olmaktadır. Çünkü her seferinde namaz
halinde görerek Allah'ın huzurunda öyle şehadette bulunurlar.
3- Meleklerin münavebesi şöyle
açıklanmıştır: Bir kısım melekler ikindileyin iner. Bunlar ertesi sabaha kadar
kalırlar. Sabahleyin ikinci grub iner ve her iki grup biraraya gelirler. Sonra
geceyi mü'minlerle geçiren grup semaya çekilir. İkinci gelenler ikindiye kadar
yeryüzünde kalırlar. İkindi olunca başka bir melek taifesi iner ve yeryüzündeki
meleklerle ikindi namazında buluşurlar.
Her iki grup bir müddet beraber olurlar. Sonra biri sabah namazında semaya çıkar. Bu suretle
ikindide iniş, sabahda da çıkış olmak suretiyle münavebe devam edip gider.
4- Meleklerin sabah ve ikindi vakitlerinde
gelmeleri, onların vakitli geldiğini ifade eder. Öyleyse ilk vakitlerinde
gelmeleri esastır. Hadislerde en efdal namazın ilk vaktinde kılınan namaz olduğu
belirtildiğine göre, bu namazların meşhûd olması için ilk vaktinde ve cemaatle
kılınmaya teşvik vardır.
5- Sabah ve ikindi vakitleri daha şerefli;
o vakitte kılınan namazlar daha sevaplıdır. [567]
ـ4640
ـ4ـ وعن
عَمّارة بْنِ
رؤيبة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: لَنْ
يَلِجَ النَّارَ
أحَدٌ صَلّى
قَبْلَ
طُلُوعِ
الشَّمْسِ وَقَبْلَ
غُرُوبِهَا
يَعْنِى
الْفَجْرَ وَالْعَصْرَ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود
والنسائي .
4. (4640)- Ammâre İbnu
Rueybe (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Güneşin doğmasından ve batmasından
önce namaz kılan hiç kimse ateşe girmeyecektir. -Burada sabah ve ikindi
namazları kastedilir.-" [Müslim,
Mesacid 213, (634); Ebu Davud, Salat 9, (427); Nesâî, Salat 21, (1, 241).][568]
AÇIKLAMA:
Bu hadis hakkında Azîmâbâdî şu açıklamayı
sunar: "Resûlullah sabah ve ikindiyi zikretti. Zira sabah uyku zamanıdır,
ikindi de ticari meşguliyet vaktidir. Kim bu iki namaza, söylenen
meşguliyetlere rağmen devam ederse,
diğerlerine de devamlı olacağı anlaşılır. Namazın insanı kötülüklerden
menedeceği Kur'anî ihbardır. Keza bu iki vakit meleklerce meşhuddur; gece melekleri ve gündüz melekleri
o namazlarda hazır olarak şehadette bulunurlar ve kulun amellerini Allah'a çıkarırlar.
Böylece bunlar, başka günahlara da
kefaret teşkil edip kişinin mağfur
olmasını ve cennete gitmesini temin etmiş olur."[569]
ـ4641
ـ5ـ وعن معاذ
بن أنس
الجُهَنِى
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ # مَنْ
قَعَدَ في
مُصََّهُ
حِينَ
يَنْصَرِفُ
مِنْ صََةِ
الصُّبْحِ
حَتّى
يُسَبِّحَ
رَكْعَتِى
الضُّحى، َ
يَقُولُ إَّ
خَيْراً غَفرَ
اللّهُ لَهُ
خَطَايَاهُ
وَإنْ كَانَتْ
أكْثَرَ مِنْ
زَبَدِ
الْبَحْرِ[.
أخرجه أبو
داود.»التَّسْبِيحُ«
هاهنا: صة
النافلة .
5. (4641)- Muaz İbnu Enes
el-Cühenî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Kim sabah namazından çıkınca, iki
rekatlik kuşluk namazını kılıncaya kadar hayırdan başka bir şey söylemeden
namaz kıldığı yerde oturur beklerse, Allah onun günahlarını, denizin köpüğü
kadar çok da olsa bağışlar." [Ebu Davud, salat 301, (1287).] [570]
AÇIKLAMA:
Rivayette Ebu Davud'un teferrüd ettiği bu
hadiste, sabah namazını kıldıktan sonra
kuşluk vaktine kadar yerinde kalmak tavsiye edilmektedir. Bilhassa amelde
bulunmamak ve hayırlı olmayan sözlerden kaçınmak esastır. Sadece sevap terettüp
edecek sözlerle iktifa edilecektir.
Alimler, affı vaadedilen günahların küçük
günahlar olduğunu, büyük günahların affının da muhtemel bulunduğunu
belirtirler.[571]
ـ4642
ـ6ـ وعن أم
حبيبة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قالَ رَسُولُ
اللّهِ #: مَا
مِنْ عَبْدٍ
مسلم يُصلّى
للّهِ كُلَّ
يَوْم ثِنْتَىْ
عَشْرَةَ
رَكْعَةً
مِنْ غَيْرِ
الْفَرِيضَةِ
إَّ بَنَى
اللّهُ لَهُ
بَيْتاً في
الْجَنَّةِ
قَالَتْ:
فَمَا
تَرَكْتُهَا
مُنْذُ
سَمِعْتُهَا
مِنْ رَسُولِ
اللّهِ #[. أخرجه
الخمسة إ
البخاري .
6. (4642)- Ümmü Habibe (radıyallahu
anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kim hergün farzlar dışında on iki
rekat (nafile) kılarsa Allah onun için cennette mutlaka bir ev inşa eder.
"Ümmü Habibe der ki: "Bunu
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan işittiğim günden beri bu namazları
terketmedim." [Müslim, Müsafirin 103, (728); Ebu Davud, Salat 290, (1250);
Tirmizî, Salat 306, (415); Nesâî,
Kıyâmu'l-Leyl 66, (3, 261).][572]
AÇIKLAMA:
Burada kastedilen on iki rekat, farzlarla
birlikte kılınan nafilelerdir. Bunlara
revatib denir. Tirmizî ile Nesâî'nin rivayetlerinin sonunda:
"Öğleden önce dört, sonra iki; akşam namazından sonra iki, yatsı
namazından sonra iki, sabah namazından evvel iki" diye döküm yapılır.
Bu sayılanlar biz Hanefilerin kılmakta
olduğumuz revatibten biraz ayrılmaktadır. Çünkü biz ikindiden önce dört,
yatsıdan önce de dört daha kılmaktayız. Hemen belirtelim ki revatib nafileleri
hususunda farklı rivayetler gelmiştir. Ebu Hanife'nin tercihi başka rivayetlere dayanır. Bu
hususlar kitabımızın namazla ilgili bölümünde yeterince açıklandığı için burada teferruata girmeksizin kitaplarda
gelen farklı rivayetlere dikkat çekeceğiz:
* Taberânî'nin Mucemu'l-Kebir'inde gelen
bir rivayette "ikindiden evvel iki, yatsıdan sonra da iki" denmiştir.
* Ebu Davud ve Sahiheyn'in bir rivayetinde
ikindiden önce iki rekatin zikri geçer.
* Ebu Davud'la Tirmizî'nin bir tahricinde
"İkindiden evvel dört rek'at
namaz" tavsiye edilmiştir.
* Yine Ebu Davud ve Tirmizî'nin bir başka
tahriclerinde "öğleden önce dört, öğleden sonra dört rek'at nafile" mevzubahis edilmiştir.
* Buharî'nin bir rivayetinde, akşamdan
önce nafile kılmak tavsiye edilmektedir.
* Bir başka rivayette ezanla kaamet
arasında bir nafile kılınması irşad-ı nebevî olmaktadır.
Nevevî'nin belirttiği üzere, akşamdan
öneki nafile hususunda münakaşa
edilmişse de, diğerleri ulema tarafından amele esas yapılmaktadır.
Revatib sünnetlerinde farklı rakamların varlığı, bu meselede ruhsata
hamledilmiştir. Dileyen fazla kılar, dileyen asgari ile yetinir. En az miktarındakini
yapmakla sünnet yerine gelirse de, kemal isteyen fazlasını yapar.[573]
ـ4643
ـ7ـ وعن زيد بن
خالد رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
تَوضّأَ فأحْسَنَ
وُضُوءَهُ
ثُمَّ صَلّى
رَكْعَتَيْنِ
َيَسْهُو
فِيهِمَا
غَفَرَ
اللّهُ لَهُ
مَا تَقَدّمَ
مِنْ
ذَنْبِهِ[.
أخرجه أبو
داود .
7. (4643)- Zeyd İbnu Halid
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kim güzelce abdest alır, sonra da
iki rek'at namaz kılar ve namazında gaflete yer vermezse Allah, (seğâirden
olan) geçmiş günahlarını mağfiret buyurur." [Ebu Davud, Salat 162, (905).]
[574]
ـ4644
ـ8ـ وعن سعيد
بن المسيب
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
بَيْنَنَا
وَبَيْنَ
الْمُنَافِقِينَ
شُهُودُ
الْعِشَاءِ
وَالصُّبْحِ،
َ
يَسْتَطِيعُونَهُمَا[.
أخرجه مالك.
8. (4644)- Said İbnu'l-Müseyyeb
(rahimehullah) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki:
"Bizimle münafıklar arasında yatsı
ve sabah namazlarında hazır bulunma farkı vardır. Onlar bu iki namaza muktedir olamazlar."
[Muvatta, Salatu'l-Cema'a 5, (1, 130).][575]
ـ4645
ـ9ـ وعن زيد بن
ثابتٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
صََةُ
الْمَرْءِ في
بَيْتِهِ
أفْضَلُ مِنْ
صََتِهِ في
مَسْجِدِى
هذا إَّ
الْمَكْتُوبَةَ[.
أخرجه ا‘ربعة
إ النسائي .
9. (4645)- Zeyd İbnu Sabit
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kişinin evindeki namazı, benim şu
mescidimde kılacağı namazdan efdaldir; tabii ki farzlar hariç." [Ebu
Davud, Salat 205, (1044), 340, (1447); Tirmizî, Salat 331, (450); Muvatta, Salatu'l-Cemâ'a
4, (1, 130).][576]
AÇIKLAMA:
1- Kişinin evindeki nafilenin başka yerde, Mescid-i Haram,
Mescid-i Nebevî, Mescid-i Aksa bile olsa, kılacağı namazdan efdal olması şu
hususlardan ileri gelir:
* Riyadan uzaktır, öbürüne riya karışabilir.
* Ev halkının görüp namaza teşvik ve
tedribi var.
* Ev böylece mübarek kılınır ve rahmetin
inmesine vesile olur.
* Eve melekler iner, şeytan kaçar.
2- Ancak ashabu'ş-Şafiî, hadisin âmm
hükmünden bazı nafileleri istisna tutarlar ve onların evin haricinde
kılınmasının efdal olacağını söylerler: Cemaatle kılınması gereken bayram
namazları, küsuf ve hüsuf namazları, istiska namazı, tahiyyetu'lmescid, tavafın
sonunda kılınan iki rek'at, keza ihram giyilince kılınan iki rek'at namaz.
3- Alimler bu hükmün erkeklerle ilgili
olduğunu da belirtirler. Çünkü farz da olsa kadınların namazlarını evlerinde
kılması efdal kabul edilmiştir; "...kendilerine bazı cemaatlere katılma
izni verilmiş olsa bile" denir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur: "Kadınlarınız, gece
bile mescide gitme izni isteseler izin
verin. Ancak evleri onlar için daha hayırlıdır."[577]
ـ4646
ـ10ـ وعن عبد
الواحد بن
زياد يرفعه
قال: ]صََةُ
الرَّجُلِ في
الْفََةِ
إذَا
أتَمَّهَا تُضَاعَفُ
عَلى صََتِهِ
في
الْجَمَاعَةِ[.
أخرجه رزين .
10. (4646)- Abdülvahid İbni
Ziyad merhum, merfu olarak şunu rivayet etmiştir: "Kişinin çölde kılacağı
namazı, tamamladığı takdirde cemaatle kılacağı namazdan efdaldir." [Rezin
tahric etmiştir. Hadis, Ebu Davud'da gelmiştir. (Salat 49, (560).]
Ebu Davud bu hadisi, Ebu Saidi'l-Hudrî'den
kaydettiği şu hadisin arkasından rivayet eder: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Cemaatle
kılınan namaz yirmi beş namaza bedeldir. Kişi (cemaatle yolculuk sırasında)
çölde kılar da rükû ve secdelerini tam
yaparsa, o zaman (sevabı) elli misline ulaşır."[578]
AÇIKLAMA:
Bu
hadis, yolculuk sırasında cemaatle namaz kılmanın faziletini nazara
vermektedir. Çünkü meşakkat sebebiyle
yolcudan namazını cemaatle kılması ısrar edilmemiştir. O, buna rağmen cemaatle
kılar ve tadil-i erkana da riayet ederse, normal zamanki cemaatten bir kat
fazla sevaba nail olacaktır. Hadiste, rükû ve
sücudun üzerinde durularak tam yapılmasının hatırlatılması, yolculuk
halinde biraz acele ile hafifletme
durumu olduğundandır. Acele yapıldığı takdirde ta'dil-i erkana riayet
edilmeyerek rükünler eksik kalacak ve gerçek sevab elde edilemeyecektir. Şu
halde namazda ta'dil-i erkan ve cemaat, hangi şartlarda olursa olsun, namazın
kıymetini artıran hususlardır.[579]
ـ4647
ـ11ـ وعن ابن
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
صََةُ
الْجَمَاعَةِ
أفْضَلُ مِنْ
صََةِ
الْفَذِّ
بِسَبْعٍ وَعِشْرينَ
دَرَجَةً،
وَرُوِيَ
بِخَمْسٍ وَعِشْرِينَ[.
أخرجه الستة إ
أبا داود .
11. (4647)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki:
"Cemaatle kılınan namaz münferid kılınan namazdan yirmi yedi derece üstündür."
-"Yirmi beş derece" diye de rivayet edildi.-" [Buharî, Ezan 30, 31; Müslim,
Mesacid 249, (650); Muvatta, Cemâ'a 1; Tirmizî, Salat 161, (215); Nesâî, İmamet
42, (2, 103).][580]
ـ4648
ـ12ـ وعن أبي
الدَّرداءِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَا
مِنْ ثََثَةٍ
في قَرْيَةٍ
وََ بَدْوٍ
َتُقَامُ
فِيِهِمْ
الْصََّةُ
إَّ قَدِ
اسْتَحْوَذَ
عَلَيْهِمْ
الْشَّيْطَانُ،
فَعَلَيْكُمْ
بِالْجَمَاعَةِ[.
أخرجه أبو
داود والنسائي.وزاد
رزين: ]وَإنَّ
ذِئْبَ
ا“نْسَانِ
الشَّيْطَانُ،
إذَا خََ بِهِ
أكَلَهُ[.»ا“ستحواذُ«
استيء على
الشئ والغلبة
.
12. (4648)- Ebu'd-Derda (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Köyde olsun, kırda olsun üç kişi
olur da orada cemaatle namaz kılınmazsa, şeytan onlara galebe çalmış demektir.
Size cemaatle namaz kılmanızı tavsiye
ederim." [Ebu Davud, Salat 47, (547); Nesâî, İmamet 48, (2, 106).]
Rezîn şu ziyadede bulunmuştur: "Zira
insanın kurdu şeytandır. Onu yalnız yakaladı mı yer."[581]
ـ4649
ـ13ـ وعن أبى
سعيدٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]جَاءَ
رَجُلٌ،
وَقَدْ صَلّى
رَسُولُ
اللّهِ #،
فَقَامَ
يُصَلِّى.
فَقَالَ
رَسُولُ اللّهِ
#: أَ رَجُلٌ
يَتْجُرُ
عَلَى هذَا
فَيُصَلِّي
مَعَهُ.
فَقَامَ
رَجُلٌ
فَصَلّى
مَعَهُ[. أخرجه
أبو داود والترمذي.»يَتجرُ«
بفتح المثناة
تحت وباسكان المثناة
فوق وضم
الجيم: أى
يحصل لنفسه
بالصة معه
مكسباً من
الثواب .
13. (4649)- Ebu Said
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), namazı
kılıp bitirdikten sonra bir adam gelip namaza durdu. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm): "Şununla namaza durup ticaret yapacak kimse yok mu?"
buyurdular. Bunun üzerine bir adam kalkıp onunla (ona uyarak) namaz
kıldı." [Tirmizî, Salât 164, (220); Ebu Davud, Salat 56, (574).][582]
AÇIKLAMA:
Hadisin Ebu Davud'daki veçhinde
Aleyhissalâtu vesselâm: "Şu adamla namaz kılıp ona tasaddukta bulunacak
yok mu?" buyurmuş olmalı. Böylece onun cemaat sevabına kavuşmasını
sağlayarak bir nevi sadakada bulunmuş olacağı ifade ediliyor. Zira yalnız
kılsaydı tek sevab elde edecekken,
cemaatle kılınca yirmi altı kat daha ilave etmiş olacaktır.
Bu hadisten, bir kısım ulemâ, cemaatle
namaz kılınan bir mescidde tekrar cemaat yapılabileceğine hükmetmiş; bunun caiz
olduğu hükmünü çıkarmıştır. Şafiî, Malik, Süfyan, İbnu'l-Mübarek ise, bir
camide cemaat yapılmışsa, ondan sonra
münferid kılmak gereğine hükmetmişlerdir.[583]
ـ4650
ـ14ـ وعن
عُثمان
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
صَلّى صََةَ
الْعَشَاءِ
في جَمَاعَةٍ
فَكأنَّمَا
قَامَ نِصْفَ
اللَّيْلِ،
وَمَنْ صَلّى
الصُّبْحَ في
جَمَاعَةٍ
فَكَأنَّمَا
قَامَ
اللَّيْلَ
كُلَّهُ[.
أخرجه مسلم
ومالك وأبو
داود والترمذي
.
14. (4650)- Hz. Osman
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kim yatsı namazını cemaatle kılarsa
sanki gecenin yarısını ihya etmiş gibidir. Kim de sabahı da cemaatle kılmışsa
gecenin tamamını ihya etmiş gibidir." [Müslim, Mesacid 260, (5656);
Muvatta, Cema'at 7, (1, 132); Ebu Davud, Salat 18, (555); Tirmizî, Salat 165,
(221).][584]
AÇIKLAMA:
1- Geceyi ihya etmek, namazla, zikirle
ibadetle geçirmektir. İlmî meşguliyetle geçirmek de ihyadan sayılmıştır. Hatta
ibadetle geçirmekten de efdal olacağı söylenmiştir.
2- Sabah ve yatsı namazlarını cemaatle
kılmanın geceyi ihya yerine geçmesi, yatsı ve sabahın cemaatle kılınmasında
hasıl olacak sevabın gece boyu kılınacak namazla elde edilecek sevaba eşit
olduğunu ifade eder. Hem cemaate katılan, hem de geceyi ihya eden, elbette kat kat sevaba nail olur. Şu
halde yatsı ve sabah namazlarını cemaatle kılmak gece ihyasının bir nevi
sayılmalıdır. [585]
ـ4651
ـ15ـ وعن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّه #: مَنْ
صَلّى
أرْبَعِينَ
يَوْماً في
جَمَاعَةٍ،
لَمْ
تَفُتْهُ
تَكبيرةُ
اِحْرَامِ
كُتِبَ لَهُ
بَرَاءَتَانِ:
بَرَاةٌ مِنَ
النَّارِ،
وَبَرَاءَةٌ
مِنَ النِّفَاقِ[.
أخرجه
الترمذي .
15. (4651)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kim
kırk gün, iftitah tekbirini
kaçırmadan cemaatle namaz kılarsa, kendisine iki berâet yazılır; ateşten
berâet, nifaktan berâet." [Tirmizî, Salat 178, (241).][586]
ـ4652
ـ16ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
ا“مَامُ
ضَامِنٌ، وَالْمُؤَذِّنُ
مُؤتَمَنٌ.
اللّهُمَّ
أرْشِدِ
ا‘ئِمَّةَ،
وَاغْفِرْ
لِلْمُؤَذِّنِينَ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي.قوله
»ضَامِنٌ« أى إن
صة المقتدين
به في عهدته،
وصحتها
مقرونة بصحة
صته فهو ضامن
لهم صحة
صتهم.و»الْمُؤَذِّنُ
مُؤْتَمَنٌ«
القوم الذين
يتقون به
ويأتمنون على
أوقات صتهم
وصيامهم .
16. (4652)- Hz. Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"İmam zâmin, müezzin de mü'temendir.
Allahım, imamları irşad et, müezzinlere de mağfiret buyur." [Ebu Davud,
Salat 32, (517); Tirmizî, Salat 153, (207).][587]
AÇIKLAMA:
1- İmamın zamin olması, kendine uyanların namazı onun uhdesindedir.
Namazların sıhhati, onun namazının sıhhatine tabidir. Öyleyse imam, cemaatinin
namazlarının sıhhatini garanti etmiş olmaktadır. Müezzin mü'temen olması,
cemaatin namaz vakitlerinde ona güvenmesidir. Öyleyse onlar da oruç ve namazların vakitlerinde
halkın itimad ettiği kimselerdir. [588]
ـ4653
ـ17ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ اللّهِ
#: صََةُ
الرَّجُلِ في
جمَاعَةٍ
تُضَعَّفُ
عَلى صَتِهِ
في بَيْتِهِ
وفي سُوقِهِ
خَمْساً
وعِشْرِينَ
ضِعْفاً.
،ذلِكَ
أنَّهُ إذا تَوَضأ
فأحْسَنَ
الْوُضُوءَ
ثُمَّ خَرَجَ الى
الْمَسْجِدِ،
َ يُخْرِجُهُ
إَّ الصََّةُ،
لَمْ يَخْطُ
خَطْوَةً إَّ
رُفِعَتْ
لَهُ بِهَا
دَرَجَةٌ
وَحُطّ
عَنْهُ بِهَا
خَطِيئَةٌ.
فإذَا صَلّى
لَمْ تَزَلِ
الْمََئِكَةُ
تُصَلّى
عَلَيْهِ مَا
دَامَ في
مُصََّهُ
اللَّهُمَّ
صَلّ
عَلَيْهِ،
اللّهُمَّ
ارْحَمهُ.
اللّهُمَّ
تُبْ عَلَيْه.
مَالَمْ
يُؤْذِ فيهِ،
مَالَمْ
يُحْدِثْ،
قِيلَ مَا
يُحْدِثُ
قَالَ أبُو
هُريْرة:
مَالَمْ
يَفْسُ أوْ
يَضْرُطْ، وََ
يَزَالُ
أحَدُكُمْ في
صََةٍ مَا
انْتَظرَ الصََّةَ[.
أخرجه الستة إ
النسائي .
17. (4653)- Yine Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki:
"Kişinin cemaatle kıldığı namaz,
evinde ve işyerinde kıldığı namazından yirmi beş kat daha sevablıdır. Çünkü,
güzelce abdest alır, mescide gider. Bu gidişte gayesi sadece ve sadece namazdır. Her adım atışında
bir derece yükseltilir, günahından da biri dökülür. Namazını kılınca,
namazgahında kıldığı müddetçe melekler ona mağfiret duasında bulunur ve:
"Allahım ona mağfiret et, Allahım ona rahmet et, Allahım onun tevbesini
kabul et" derler. Bu kimseye, orada eza vermedikçe, hadeste bulunmadıkça böyle devam eder."
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'a:
"Hadeste bulunması ne demek?"
diye sorulmuştu: "Sesli veya
sessiz yel bırakmadıkça!" diye açıkladı. "Sizden biri, namazı
beklediği müddetçe namazdadır." [Buharî, Ezan 30, Salat 87, Büyû 49;
Müslim, Mesâcid 246, (649); Muvatta, Taharet 33, (1, 33); Ebu Davud, Salat 49,
(559); Tirmizî, Salat 423, (603).][589]
ـ4654
ـ18ـ وعن سعيدٍ
بن
الْمُسَيّب
قال:
]احْتَضَرَ
رَجُلٌ مِنَ
ا‘نْصَارِ.
فقَالَ: إنِّى
مُحَدِّثُكُمْ
حَدِيثاً مَا
أُحَدِّثُكُمُوهُ
إَّ
احْتِسَاباً.
سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ: إذَا
تَوَضّأ
أحَدُكُمْ
فَأحْسَنَ
الْوُضُوءَ.
ثُمَّ أتَى
الى الصََّةِ
لَمْ
يَرْفَعْ
قَدَمَهُ
الْيُمْنى
إَّ كَتَبَ
اللّهُ لَهُ
بِهَا حَسَنةً،
وََ وَضَعَ
قَدَمَهُ
الْيُسْرَى إَّ
حَطَّ عَنْهُ
سَيِّئَةً
فَلْيُقَرِّبْ
أوْ لِيُبَعِّدَ.
فإنْ أتَى
الْمَسْجِدَ
فَصَلّى في جَمَاعَةٍ
غُفِرَ لَهُ،
وَاِنْ أتَى
الْمَسْجِدَ
وَقَدْ
صَلّوا
بَعْضاً
وَبَقِىَ بَعْضَ
صَلّى مَا
أدْرَكَ
وَأتَمَّ مَا
بَقِىَ،
كَانَ
كَذلِكَ.
فَإنْ أتَى
الْمَسْجِدَ
وَقَدْ
صَلّوا
فَصَلّى
وَأتَمَّ
الصََّةَ كَانَ
كذلِكَ[.
أخرجه أبو
داود .
18. (4654)- Said
İbnu'l-Müseyyeb (rahimehullah) anlatıyor: "Ensardan biri ölmek üzere idi.
Dedi ki: "Size bir hadis rivayet edeceğim. Bunun da sadece sevap ümidiyle
yapacağım. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı işittim, şöyle buyurmuştu:
"Biriniz abdest alır ve abdestini
güzel yapar sonra da namaza giderse, sağ adımını her atışta, bu adım sebebiyle
Allah mutlaka ona bir sevap yazar; sol adımını attıkça da her seferinde mutlaka
bir günahını döker. -Öyleyse (mescide) yaklaşsın veya uzaklaşsın- mescide gelir
ve cemaatle namazını kılarsa mağfirete mazhar olur. Mescide geldiğinde namazın
birkaç rek'ati kılınmış; birkaç rek'ati kalmış ise yetiştiğini cemaatle kılıp,
kaçırdıklarını da tamamlamışsa, keza mağfirete mazhar olur. Eğer mescide geldiğinde
namazı kılınmış bulur ve tek başına tamamlarsa yine mağfirete mazhar
olur." [Ebu Davud, Salat 51, (563).][590]
ـ4655
ـ19ـ وعن أبى
أُمَامة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسولُ
اللّهِ #: مَنْ
خَرَجَ مِنْ بَيْتِهِ
مُتَطَهِّراً
الى الصََّةِ
الْمَكْتُوبَةِ
كَانَ
أجْرُهُ
كَأجْرِ
الْحَاجِّ
الْمُحْرِمِ،
وَمَن خَرَجَ
الى
تَسْبِيحَةِ
الضُّحى َ
يُنْصِبُهُ
إَّ ذلكَ
كَانَ
كَأجْرِ الْمُعْتَمَرِ،
وَصََةٌ على
إثْرِ صََةٍ
َلَغْوَ
بَيْنَهُمَا
كِتَابٌ في
عِلِّيِّينَ[.
أخرجه أبو
داود.»النَّصْبُ«
التعب.
و»اللَّغْوُ«
الهذر من
القول.
و»عِلِّيِّينَ«
أعلى مكان في
الجنة .
19. (4655)- Ebu Ümâme
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kim evinden temizlenmiş olarak farz
namaz için çıkarsa, onun ecri, tıpkı ihrama girmiş hacının ecri gibidir. Kim de
kuşluk namazı için çıkar ve sırf bu maksadla yorulursa onun ücreti de umre
yapanın ücreti gibidir. Namaz kıldıktan
sonra araya lağv (dünyevî kelam) sokmadan kılınan ikinci namaz, İlliyyîn (denen
cennetin yüce makamın)da yazılıdır." [Ebu Davud, Salat 49, (558).][591]
AÇIKLAMA:
1- Aliyyu'l-Kârî, namaza gidenle hacca
giden arasındaki benzerliğin, sevabın azlığı, çokluğu veya kemiyet ve keyfiyet
cihetiyle olmadığını, bilakis bu benzerliğin evden çıkıştan itibaren geri
dönünceye kadar her ikisinin de ibadet
sayıldığı ve geçirilen her anın sevaba vesile olduğu cihetiyle olduğunu
belirtir. Çünkü, daha önce de kaydedilen bazı hadislere göre, kişi eve
dönünceye kadar geçen vaktin belli bir cüzünde namaz kılsa da bütün vakit
ibadet etmiş gibi vesile-i sevabtır. Hacc da böyle; hacı adayı asıl haccını
Arafat'ta geçrekleştirmiş olsa bile, evden çıktıktan dönünceye kadar geçen
zamanı hep hacc sevabına vesiledir.
2- Hadiste, keza ihramla temizlik arasında
da benzerlik kurulmaktadır: Bu benzerlik haccın ihramsız, namazın da abdestsiz
sahih olmaması sebebiyle. Keza hacı ihramlı oldu mu sevabı daha çok olmaktadır.
Namaza giden de abdestli çıktı mı, sevabı çok olmaktadır.
3- Hadiste, kuşluk namazı, tesbîhu'dduha
yani kuşluk tesbihi olarak ifade edilmiştir. Başka hadislerde de nafile
namazlarının tesbih veya sübha kelimesiyle ifade edildiği görülür. Bunun sebebi
farz ve nafile namazlarda tesbihlerin sünnet olması sebebiyledir. Sanki,
nafileye tesbih denmesi, vacib olmamakla zikre benzemesi sebebiyledir.
4- Aliyyu'l-Kârî'ye göre, bu rivayetin
sahih olması halinde, hadis metni, kuşluk namazı için çıkmanın efdaliyetine
değil, cevazına delalet eder. Yahut hadis, evi olmayana veya meskende
meşguliyeti olana hamledilir. Hadiste asla "mescid" kelimesinin zikredilmemiş
olması gözönüne alınınca, mananın şöyle olması gerekir. "Kim, kuşluk
namazına gitmek üzere dünyevî meşguliyetini terkederek evinden veya işyerinden
veya meşguliyetinden çıkarsa... ecri, umre yapanın ecri gibidir."
5- Kuşluk namazının İlliyîne yazılması, onun
sevab ve derecesinin yüceliğine alamettir. Çünkü İlliyîn, ebrar olanların
amellerinin yazıldığı divanın alem ve ünvanıdır. Nitekim ayet-i kerimede:
"İhlas ile kulluk edenler ise İlliyînde kayıtlıdır,
İlliyyînin ne olduğunu bilir misin? O apaçık yazılmış bir kitaptır"
(Mutaffifin 18-20) buyrulur.
İlliyyîn (veya illiyyûn) kelimesi
yükseklik manasına gelen ulüvv'den gelir; iliyy kelimesinin cem'idir.
Cennetteki en yüce makamın ismidir. Mezkur divanın da böyle tesmiyesi,
namazın tekrimen yedinci semaya yükseltilmiş
olmasından ve bir de en yüce derecelere çıkmaya sebep olmasındandır.
Bazı alimler: “Hadiste, namazların
arasına namaza münafi bir şey sokmadan kılmaya devam etmenin kişiye en yüce, en
şerefli mertebeyi kazandıracağı ifade edilmektedir. Bu durum İlliyyûn
kelimesiyle kinaye edilmektedir” demiştir.
Bazı alimler İlluyyûn için: "Yedinci
semanın ismidir" derken, diğer bazıları: "Salihlerin amellerinin
yazıldığı hafaza meleklerinin divanıdır"
demiştir.[592]
ـ4656
ـ20ـ وعن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أرَادَ
بَنُو
سَلِمَةَ أنْ
يَتَحَوَّلُوا
الى قُرْبِ
الْمَسْجِدِ.
فقَالَ
رَسولُ اللّهِ
#: أَ
تَحْتَسِبُونَ
آثَارَكُمْ
فَأقَامُوا[.
أخرجه
البخاري.»اِحْتِسَابُ«
ادّخار ا‘جر
عنداللّهِ
بفعل الخير.
و»اŒثار« آثار
مشيهم .
20. (4656)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Benî Selime
yurtlarını bırakarak Mescid-i Nebeviye yakın bir yere gelip yerleşmek
istediler. (Durumdan haberdar olan) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"(Yürüdüğünüz zamanki) adımların
sevabını hesaba katmıyor musunuz?" dedi. Bunun üzerine yerlerinde kaldılar." [Buharî, Fezâilu'l-Medine 11,
Ezan 33.] [593]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin, İbnu Hacer tarafından
kaydedilen muhtelif vecihleri, Ensardan Benî Selime denen oldukça büyük bir
grup, evlerinin mescidden bir mil kadar uzaklığı sebebiyle namaza gidipgelme
hususunda ortaya çıkan zorluğu bertaraf etmek için, mescide yakın bir yere
gelip oraya yerleşmek isterler. Resûlullah: "Medine'nin evlerinin boş
terkedilmesini istemediği için" buna izin vermez. Aksi takdirde kenar
mahalleler, evlerini terkederek merkeze yaklaşacak, böylece bir kısım yerler
harabe ve viraneye dönecekti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu önlemek
maksadıyla, mescide gelebilmek için ne kadar çok adım atılırsa o kadar fazla
sevap kazanılacağını hatırlatarak bunu önlüyor. Hadiste geçen asar (= izler)
kelimesiyle adımların kastedildiği
belirtilmiştir. Buhârî, sadedinde olduğumuz hadisi, İhtisabu'l-âsar
(adımlardan sevabını hesaba katmak) şeklinde bir başlık altında sunmakla
"Onların sağken yaptıkları ile arkadan bıraktıklarını (âsarlarını) zayi
etmeyip kaydeden biziz" (Yasin 12) ayetinin Benî Selime hadisesi üzerine
nazil olduğu kanaatini izhar etmiştir.
2- Bu hadis, iyi ameller ihlasla yapıldığı
takdirde o amelin icrası için atılan her adımın sevap vesilesi olduğuna delalet
etmektedir. Hadiste, bir başka menfaat olmadığı takdirde mescide yakın
oturmanın müstehab olduğu hükmü de görülmüştür. Nitekim Resûlullah Benî
Selime'yi niyyetleri sebebiyle reddetmemiş, bir başka maslahat zikretmiştir.
Mescide gidişgelişte attıkları adımlar, uzaklıktan doğan mahzuru telafi edecek
ve hatta yakınlığın faziletini geçebilecektir. Alimler, mescide yakın olan mı,
uzak olan mı efdal diye ihtilaf etmiştir. Taberî, müsavat olduğu kanaatindedir.[594]
ـ4657
ـ21ـ وعن
بُريدةٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
بَشِّرِ
المَشَّائِينَ
في الظُّلَمِ
الى
الْمَسَاجِدِ
بِالنُّورِ
التَّامِّ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
21. (4657)- Hz. Büreyde
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Karanlıkta mescide gidenlere
kıyamet günü tam bir nura kavuşacaklarını müjdele!" [Ebu Davud, Salat 50,
(561); Tirmizî, Salat 165, (223).] [595]
ـ4658
ـ1ـ فيه حديثٍ
عليّ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]مَا مِنْ
رَجُلٍ
يَعُودُ
مَرِيضاً
مُمْسِياً[ .
1. (4658)- Hz. Ali
(radıyallahu anh) diyor ki: "Bir hastayı akşamleyin ziyaret eden hiçbir
kimse yok ki beraberinde kendisine sabaha kadar istiğfar edecek yetmiş bin
melekle çıkmış olmasın. Ayrıca onun cenette bir bahçesi de vardır. Kim de hasta
ziyaretine sabahleyin gelirse onunla birlikte yetmiş bin melek çıkar, akşam
oluncaya kadar ona istiğfar ederler. Onun da cennette bir bağı vardır."
[Ebu Davud, Cenaiz 7, (3098, 3099), 3100).][596]
ـ4659
ـ2ـ وحديثَ
أنسٍ: ]مَنْ
تَوَضّأ
فَأحْسَنَ الْوُضُوءَ
وَعَادَ
أخَاهُ
الْمُسْلِمَ[
.
2. (4659)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kim güzel bir şekilde abdest alır,
Müslüman kardeşine, sevap düşüncesiyle
hasta ziyaretinde bulunursa, cehennemden yetmiş yıllık yürüme mesafesi
uzaklaştırılır."
Sabit dedi ki: "Ey Ebu Hamza, harîf
nedir?" diye Enes'ten sordum. Bana: "Yıl!" diye cevap
verdi." [Ebu Davud, Cenaiz 7, (3098).][597]
ـ4660
ـ3ـ وحديثَ
أبي هريرة:
]مَنْ عَادَ
مَرِيضاً أوْ
زَارَ أخاً
لَهُ في
اللّهِ[.وتقدمت
هذه احاديث في
كتاب الصحبة
من حرف الصاد
في الفصل
الثاني عشر
منه في عيادة
المريض وفضلها.
3. (4660)- Hz. Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kim bir hastaya veya bir din
kardeşine Allah rızası için ziyarette bulunursa, bir münadi ona nida eder:
"(Dünyada da ahirette de) iyi olasın, (ahiret yolculuğun da) iyi olsun.
(Bu davranışınla) cennette bir ev hazırladın!" der." [Tirmizî, Birr
64, (2009); İbnu Mâce, (Cenâiz 2, (1443).] [598]
BAZI
MÜŞTEREK VE MÜTEFERRİK HADİSLERLE FAZİLETİ BELİRTEN AMEL VE SÖZLER
ـ4661
ـ1ـ عن معاذ بن
جبلٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كُنْتُ
مَعَ رَسُولِ
اللّهِ #: في
سَفَرِ فأصْبَحْتُ
يَوْماً
قَرِيباً
مِنْهُ
وَنَحْنُ
نَسِيرُ.
فَقُلْتُ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ أخْبِرْنِى
بِعَمَلٍ
يُدْخِلُنِى
الْجَنَّةَ
وَيُبَاعِدُنِى
مِنْ
النَّارِ.
فقَال: لَقَدْ
سَألْتَ عَنْ
عَظِيمٍ،
وإنَّهُ
لَيَسِيرٌ
عَلى مَنْ يَسَّرَهُ
اللّهُ
عَلَيْهِ.
تَعْبُدُ
اللّهَ َ
تُشْرِكُ
بِهِ
شَيْئاً،
وَتُقِيمُ
الصََّةِ،
وَتُؤْتِي
الزَّكَاةَ،
وَتصُومُ رَمَضَانَ،
وَتَحُجُّ
الْبَيْتَ.
ثُمَّ قَالَ:
أَ أدُلُّكَ
عَلى
أبْوَابِ
الْخَيْرِ؟
قُلْتُ: بَلى
يَا رَسُولَ
اللّهِ.
قَالَ:
الصَّوْمُ
جَنَّةٌ، وَالصَدَقَةُ
تُطْفِئُ
الْخَطِيئَةَ
كَمَا يُطْفِئُ
الْمَاءُ
النَّارَ،
وَصََةُ الرَّجُلِ
مِنْ جَوْفِ
اللَّيْلِ
شِعَارُ الصَّالِحِينَ.
ثُمَّ تََ:
تَتَجَافَى
جُنُوبُهُمْ
عَنِ الْمَضَاجِعِ.
الى قَولِهِ:
جَزَاءً
بِمَا كَانُوا
يَعْمَلُوان.
ثُمَّ قَال:
أَ أُخْبِرُكَ
بِرَأسِ
ا‘مْرِ
وَعَمُودِهِ،
وَذِرْوَةِ سَنَامِهِ؟
قُلْتُ: بَلى
يَا رَسُولَ
اللّهِ.
قَالَ: رَأسُ
ا‘مْرِ
ا“سَْمُ،
وَعمُودُهُ الصََّةُ،
وَذِرْوَةِ
سَنَامِهِ
اَلْجِهَادُ
ثُمَّ قَالَ:
أَ
أُخْبِرُكَ
بِمََكَ
ذلِكَ كُلِّهِ؟
قُلْتُ: بَلى.
قَالَ كُفَّ
عَلَيْكَ هذَا،
وأشَارَ إلى
لِسَانِهِ.
قُلْتُ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ،
وَإنَّا
لَمُؤَاخَذُونَ
ممَا نَتَكَلّمُ
بِهِ؟ فقَالَ:
ثَكِلَتْكَ
أُمُّكَ يَا مُعَاذُ،
وَهَلْ
يَكُبُّ
النَّاسَ في
النَّارِ
عَلى
وُجُوهِهِمْ،
أوْ قَالَ
عَلى مَنَاخِرِهِمْ
إَّ
حَصَائِدُ
ألْسِنَتَهِمْ[.
أخرجه
الترمذي .
»الشعارُ«
العمة.والمراد
»بذروة
سنامهِ« أعلى موضع
في الجنة
وأشرفه.و»مكُ
ا‘مرِ« بفتح
الميم وكسرها:
قوامه وما يتم
به.و»الحصائدُ«
جمع حصيدة،
وهى ما يحصد
من الزرع، شبه
اللسان وما
يقتطع به من
القول بحدّ
المنجل وما
يقطع به من
النبات .
1. (4661)- Muaz İbnu Cebel
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir seferde Resûlullah'la beraberdik. Bir
gün yakınına tesadüf ettim ve beraber yürüdük.
"Ey Allah'ın Resûlü, dedim. Beni
cehennemden uzaklaştırıp cennete sokacak bir amel söyle!"
"Mühim bir şey sordun. Bu, Allah'ın
kolaylık nasib ettiği kimseye kolaydır; Allah'a ibadet eder, Ona hiçbir şeyi
ortak koşmazsın, namaz kılarsın, zekat verirsin, Ramazan orucunu tutarsın,
Beytullah'a hacc yaparsın!"
buyurdular ve devamla: "Sana hayır kapılarını göstereyim
mi?" dediler.
"Evet ey Allah'ın Resûlü" dedim.
"Oruç (cehenneme) perdedir; sadaka
hataları yok eder, tıpkı suyun ateşi yok etmesi gibi. Kişinin geceleyin kıldığı
namaz salihlerin şiârıdır"
buyurdular ve şu ayeti okudular. (Mealen): "Onlar ibadet etmek için
gece vakti yataklarından kalkar, Rablerinin azabından korkarak ve rahmetini
ümid ederek O'na dua ederler. Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeyden de
bağışta bulunurlar" (Secde 16).
Sonra sordu: "Bu (din) işinin
başını, direğini ve zirvesini sana haber vereyim mi?"
"Evet, ey Allah'ın Resûlü!"
dedim. "Dinle öyleyse" buyurdu ve açıkladı:
"Bu dinin başı İslam'dır, direği
namazdır, zirvesi cihaddır!"
Sonra şöyle devam buyurdu: "Sana
bütün bunları (tamamlayan) baş amili haber vereyim mi?"
"Evet ey Allah'ın Resûlü!"
dedim.
"Şuna sahip ol!" dedi ve eliyle
diline işaret etti. Ben tekrar sordum: "Ey Allah'ın Resûlü! Biz
konuştuklarımızdan sorumlu mu olacağız?"
"Anasız kalasıca Muâz! İnsanları
yüzlerinin üstüne -veya burunlarının üstüne dedi- ateşe atan, dilleriyle
kazandıklarından başka bir şey midir?" buyurdular." [Tirmizî, İman 8,
(2619).][599]
ـ4662
ـ2ـ وعن أبى
الدَّرْدَاءِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
أقَامَ
الصََّةَ، وَآتِى
الزَّكَاةَ،
وَمَاتَ َ
يُشْرِكُ
بِاللّهِ
شَيْئاً
كَانَ حَقّاً
عَلى اللّهِ
أنْ يَغْفِرَ
لَهُ،
هَاجَرَ أوْ
مَاتَ في
أرْضِهِ
الَّتِى
وُلدَ فيهَا.
فَقُلْنَا:
يَا رَسُولَ
اللّهِ أَ
نُخبِرُ
بِهَا
النَّاسَ
فَيَسْتَبْشِرُونَ؟
قالَ: إنَّ في
الْجَنَّةِ
مِائَةَ
دَرَجَةٍ مَا
بَيْنَ كُلِّ
دَرَجَتَيْنِ
كَمَا بَيْنَ
السَّمَاءِ
وَا‘رْضِ
أعَدَّهَا
اللّهُ
لِلْمُجَاهِدِينَ
في سَبِيلِهِ،
وَلَوَْ أنْ
أشُقَّ عَلى
الْمُؤْمِنينَ
وََ أجِدُ مَا
أحْمِلُهُمْ
عَلَيْهِ وََ
تَطِيبُ
أنْفُسُهُمْ
أنْ
يَتَخَلّفُوا
بَعْدِى مَا
قَعَدْتُ
خَلْفَ
سَرِيَّةٍ،
وَلَوْدِدْتُ
أنِّى أُقْتِلُ
ثُمَّ
أُحْيَا
ثُمَّ
أُقْتَلُ[.
أخرجه
النّسائِِى .
2. (4662)- Ebu'd-Derda
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kim namazı kılar, zekatı verir ve
Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmadan ölürse, ona mağfiret etmek Allah üzerine bir
hak olur. Hicret etse veya doğduğu yerde ölse de!"
Dedik ki: "Ey Allah'ın Resûlü! Biz
bunu halka anlatsak da sevinseler olmaz mı?"
"Cennette yüz derece var. Her iki
derece arasında arzla sema arasındaki kadar mesafe var. Allah onu kendi yolunda
cihad edenlere hazırladı. Ben mü'minleri bindirebileceğim bir şey bulamamam
sebebiyle onlar da (bu yüzden cihada iştirak edemedikleri için) benden geri
kalmalarına üzülmeleri suretiyle mü'minlere meşakkat vermemiş olsaydım, hiçbir
seriyyeden geri kalmaz, (her birine) iştirak ederdim. Ben (cihad esnasında)
öldürülüp, sonra tekrar diriltilmeyi, tekrar öldürülmeyi isterim" buyurdular." [Nesâî, Cihad 18, (6, 20).] [600]
ـ4663
ـ3ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
قَالَ اللّهُ
تَعالى: مَنْ
عَادَى لِي
وَلِيّاً
فَقَدْ
آذَنْتُهُ بِحَرْبٍ،
وَمَا
تَقَرَّبَ
اليّ عَبْدِي
بِشَىْءٍ
أحَبَّ الىَّ
مِنْ أدَاءِ
مَا افْتَرَضْتُ
عَلَيْهِ،
وََ يَزَالُ
عَبْدِي يَتَقَرَّبَ
اليّ
بِالنَّوافِلِ
حَتّى
أُحِبُّهُ،
فإذا
أحْبَبْتُهُ
كُنْتُ
سَمْعَهُ الَّذِى
يَسْمَعُ
بِهِ.
وَبَصَرُهُ
الَّذى يُبْصِرُهُ
بِهِ
وَيَدَهُ
الَّتِى
يَبْطَشُ بِهَا.
وَرِجْلُهُ
الَّتِى
يَمْشِى
بِهَا، وإنْ
سَألَنِى
أعْطَيْتُهُ،
وإنِ
اسْتَعاذَنِى
أعَذْتُهُ، وَمَا
تَرَدَّدْتُ
عَنْ شَىْءٍ
أنَا فَاعِلُهُ
تَرَدُّدِى
عَنْ قَبْضِ
نَفْسِ عَبْدِى
الْمُؤْمِنِ،
يَكْرَهُ
الْمَوْتَ
وَأكْرَهُ
مَسَاءَتَهُ[.
أخرجه
البخاري.»التردّد«
في حق اللّه
محال، ومعناه
ما ترددت رسلى
في شئ أنا
فاعله
كترديدي
إياهم في قبض
نفس المؤمن .
3. (4663)- Hz. Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Allah Teâla hazretleri şöyle ferman
buyurdu: "Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan
ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler
arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım (aynî veya kifaye)
şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile
ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi
artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı [aklettiği
kalbi, konuştuğu dili) olurum. Benden birşey isteyince onu veririm, benden
sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum. Ben yapacağım bir şeyde,
mü'min kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiç tereddüte düşmedim: O
ölümü sevmez, ben de onun sevmediği şeyi sevmem." [Buhârî, Rikak 38.][601]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın Rabbinden rivayet ettiği hadis-i kudsilerden biridir.
2- Hadiste geçen veliyyullah tabiri ile,
Allah'ı bilen, ibadetlerine eksiksiz, muntazam ve ihlasla devam eden kimse
kastedilmiştir.
İbnu Hacer der ki: "Böyle bir
kimseye düşmanlık yapacak birinin varlığı olamaz" denilerek hadis müşkil
bulundu. "Zira, dendi, düşmanlık iki tarafın varlığı ile vukua gelir.
Halbuki velinin taşıması gereken vasıflarından biri de hilm ve kendisine karşı
cehalette bulunan kimseye müsamaha göstermektir." Bu müşkile şu açıklama
getirilmiştir: "Düşmanlık sadece husumete ve dünyevi muamelelere münhasır
değildir. Bilakis bazı kereler buğz,
taassubtan doğar; tıpkı bir Rafizinin Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh)'e buğzu
gibi; bid'atçinin Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a buğzu gibi. Her iki
örnekte de buğz, tek taraftan vaki olmuştur. Veli tarafının buğzu ise Allah
rızası içindir ve Allah adınadır. Fâsık-ı mütecahire, yani fıskını alenen yapan
kimseye, veli Allah adına buğzeder. Öbür taraf da veliye, gittiği yolun kötülüğünü söyleyip, şehevatına uymaktan kendisini men ettiği için buğzeder. Buğz bazı
kereler, bir tarafta bilfiil olup, diğer tarafta bilkuvve bulunsa da buna
düşmanlık denir."
3- Bazı alimler demiştir ki:
"Veliyyullah, takva ve taatla Allah'ın dostluğuna talip olduğu için, Allah da onu, muhafaza ve
ona yardımını garanti ederek dostluğa kabul eder. Allah'ın cereyan eden bir
sünnetine göre düşmanın düşmanı dosttur, düşmanın dostu da düşmandır. Öyleyse
veliyyullahın düşmanı Allah'ın da
düşmanıdır. Bu durumda veliyyullaha düşmanlık eden ona harp açmış gibi olur.
Ona harp açan da sanki Allah'a harp açmış gibi olur."
4- Kulun Allah'a yaklaşması ile ilgili olarak
Ebu'l-Kasım el-Kuşeyrî demiştir ki: "Kulun Allah'a yakınlığı önce imanı
ile, sonra ihsanı ile vukua gelir. Allah'ın kuluna yakınlığı dünyada, ona
lutfedeceği irfan ile, ahirette de, rıdvan ile vukua gelir. Bu ikisi arasında
Allah'ın çeşitli nimetleri, ikramları ayrıca tecelli eder. Kulun hakka
yakınlığı halktan uzaklığı ile kemalini bulur." Kuşeyrî devamla der ki:
"Allah'ın ilim ve kudretiyle yakınlığı bütün insanlara şamildir. Lütuf ve
nusretiyle yakınlığı ise havassa
mahsustur. Ünsiyetiyle yakınlığı ise velilere hastır."
5- Hadisin zahiri, Allah'ın, kula olan
sevgisinin, kulun nafile ibadetlere devamı ile tahakkuk edeceğini, buna bağlı
olduğunu ifade etmektedir. Hadisin evvelinde en sevgili ibadetin farzlar olduğu
ifade edildikten sonra, nafilelerle Allah'ın sevgisine erişebileceğinin ifade
edilmiş olması müşkil bulunmuş ise de, şu açıklama yapılmıştır:
"Nafilelerden murad, farzların ihtiva ettiği, farzları ikmal eden
nafilelerdir." Bunu, Ebu Ümame rivayetinde gelen bir açıklık te'yid eder:
"Ademoğlu! Sen, benim yanımda
olana, sana farz kıldıklarımı eda etmedikçeulaşamazsın." Fâkihânî der ki: "Hadisin manası şudur:
"Kul farzları eda eder, namaz, oruç vesaireye bağlı nafileleri yapmaya
devam ederse, bununla Allah'ın
muhabbetine ulaşır." Bu hususta İbnu Hübeyre'nin bir notu da kayda
değer: Der ki: "Kulum bana nafile
ibadetlerle yaklaşmaya devam eder..." sözünden, nafilenin farzın
önüne geçmeyeceği hükmü çıkar. Zira nafileye, nafile denmesi, farzlara ziyade
olarak gelmesindendir. Öyleyse farz eda edilmedikçe nafile hasıl olmaz. Kim
farzı eda eder, üzerine nafileyi de ziyade kılar ve bunu da devam ettirirse,
işte bundan (Allah'a) yaklaşma iradesi tahakkuk eder." İbnu Hacer ilave
eder: "Nitekim, câri adete göre, yakınlaşmalar çoğu kere, yakınlaşmayı
sağlayanın üzerine vacip olmayan şeylerle hasıl olmaktadır; hediye, bağış gibi.
Üzerindeki haraç veya bir para borcunu ödeyen kimse, kalplerde, hediye kadar
yakınlık sağlayamaz. Keza Resûlullah'a teşri edilen şeyler arasında, farzları
ikmal etmek üzere nafileler de var. Bu husus Müslim'in bir hadisinde şöyle
ifade edilmiştir: "...Bakın araştırın, kulumun, farzdaki eksikliğini
tamamlayacak nafilesi var mı?.."
Öyleyse, "nafilelerle Allah'a
yaklaşmak"tan murad, öncelikle farzı mükemmel yapmaktır; farzı ihlal ve
ihmal etmek değildir. Nitekim bazı büyükler de şöyle söylemiştir: "Kim
nafile yerine farzla meşgul ise mazurdur, kim de farz yerine nafile ile
meşgulse mağrur (şeytan tarafından aldatılmış)tır."
6- Hadiste açıklama gerektiren bir husus,
Allah Teala hazretlerinin kulun kulağı, gözü, eli, ayağı, kalbi vs. olması
meselesidir. Evet bu nasıl olur? Meseleye değişik açılardan izah getirilmiştir:
1) Bu bir temsildir, zahiri murad değildir.
Manası şu olmalıdır: "Benim emrimi tercihte ben onun gözü ve kulağı oldum.
O taatimi sever, bana hizmeti tercih eder, tıpkı bu organlarını sevdiği
gibi."
2) Mana şudur: "O kulum, her şeyiyle
benimle meşguldür. Beni razı etmeyecek şeye kulak vermez, gözüyle de sadece
emrettiğime bakar..."
3) Mana şudur: "Ben, ona gözüyle ve
kulağıyla ulaşacağı maksadlar kılarım."
4) "Ben ona, düşmanına karşı yardımda
tıpkı gözü, kulağı eli, ayağı gibi
oldum."
5) Fâkihânî demiştir ki: "Bana öyle
geliyor ki bu hadiste mahzuf bir ibare var. Takdiri şöyledir: "Ben,
işittiği kulağın koruyucusu olurum da dinlenmesi helal olmayan şeyi dinlemez,
gözünü ve diğer organlarını da öyle korurum."
6) Fakihani ve İbnu Hübeyre'ye göre mana
şöyledir: "Öncekinden daha ince bir başka mana da muhtemeldir; bu da
"kulağı" ibaresinin manasının "işittiği şey" demek
olmasıdır. Zira Arapçada mastar, meful manasına kullanılır. Bu durumda hadisin
manası şöyle olmak gerekir: "O benim zikrimden başka birşey işitmez.
Kitabımın tilavetinden başka bir şeyden lezzet
almaz, bana münacaattan başka bir şeyle ünsiyet edip teselli elde edemez.
Benim melekutumun acaiblerinden başka bir şey de tefekkür etmez. Ellerini ancak
benim rızamın bulunduğu şeye atar, ayağı da böyle."
Hattâbî der ki: "Bunlar misallerdir.
Maksud olan mana ise: "Kulun, bu azalarla mubaşeret ettiği işlerde Allah'ın ona yardımı ve o ameller
hususunda muhabbetin onun için kolaylaştırılmasıdır. Bu da, maddi organlarını
korumakla, kişiyi Allah'ın hoşlanmayacağı şeyleri kulağıyla dinlemekten,
Allah'ın yasak ettiği şeylere gözleriyle bakmaktan, helal olmayan şeye eliyle
yapışmaktan ayaklarıyla batıla gitmekten korumak suretiyle, onu Allah'ın memnun
olmayacağı şeylere düşmekten korumaktır..."
Hattâbî, ayrıca Allah'ın kulu sevmesi
halinde, hoşlanmayacağı şeyden kulu nefret ettirerek onu yapmasına mani
olacağını ilaveten belirtir.
7) Yine Hattâbî'ye göre: "Bu hadisten murad, duaların
süratle karşılık görüp, talepte netice alındığını ifade etmektir. Çünkü, insan
mesaisinin hepsi bu sayılan organlarla yapılır. Bazıları, -kaydedilen
mütâlaadan alınmış olarak- şöyle demiştir: "Bu hadis, nafileleri işleye
işleye insan öyle bir mertebe kazanır ki, artık onun organlarının hepsi Allah
yolunda ve Allah'ın rızasına uygun şekilde hareket etmeye başlar." Beyhakî Kitabu'z-Zühd'de
Ebu Osman el-Cizi'den naklen şu yorumu kaydeder: "Hadiste Cenab-ı Hak:
"Ben, kulumun kulağıyla ilgili dinlemedeki, gözüyle ilgili nazardaki,
tutmayla ilgili eldeki, yürümeyle ilgili ayaktaki ihtiyaçlarını süratle
görürüm" buyurmaktadır.
7- Hadiste geçen "Kulum benden bir şey
isteyince onu veririm" ibaresi
müşkil bulunmuştur. "Zira, abid ve saliklerden pekçoğu dua etmiş ve hatta duasında ısrar etmiş fakat
dilekleri yerine gelmemiştir"
denmiştir. Bu hususa şöyle cevap verilmiştir: "Allah'ın duaya
icabeti çeşitli şekillerde vukua gelir:
* Bazan matlub, anında aynıyla hasıl olur.
* Bazan, bir hikmete binaen gecikerek hasıl
olur.
* Bazan da matlub, istenenden farklı
şekilde hasıl olur: Matlubta işe yarayan bir maslahat yoktur da vaki olan şeyde bu
vardır. Yani kişi hırsla zararına netice verecek bir şeyi talep etmiştir. Allah
rahmetiyle onu değil, neticesi hayırlı olacak bir başka şeyi verir."
8- Hadis, namazın kadrinin yüceliğini ifade
etmektedir. Zira namaz, Allah'ın kula sevgisini
hasıl etmektedir. Çünkü o, münacat ve yakınlık mahallidir; kul namazda,
araya bir vasıta girmeksizin Rabbiyle başbaşadır. Kulu memnun kılacak namaz
kadar müessir bir başka şey mevcut değildir. Bu sebeple hadiste "Gözümün
nuru (en ziyade sevdiğim şey) namazda kılındı" denmiştir. Bu da namaz
kılmada sabırlı olmakla mümkündür. Bu hususta sabır ve devamlılık üzerinde
bilhassa durulmuştur. Çünkü salik bir kısım afetlere ve fütura maruzdur, şeytan
rahat bırakmaz. Öyleyse sabır ve
devamlılıkla bunu yenmesi gerekir.
Hz. Huzeyfe (radıyallahu anh)'den gelen
bir rivayette namazın neticesiyle ilgili bir ziyade şöyle: "...Kulum,
evliyalarımdan, asfiyalarımdan biri olur. Nebiler, sıddıklar ve şehidlerle
birlikte cennette komşum olur."
9- İlahi tecelli arayan riyazet sahiplerinden bazı
cahillerin bu hadise dayanarak: "Eğer kalp Allah'ın hıfzına mazhar
olmuşsa, hatıratı hatadan ma'sum olur" diyerek, ölçüyü aşan iddialara
düştüklerini belirtir ve tahkik ehli olan tarikat mensuplarının verdiği şu
cevabı kaydeder: "Bu hatırattan Kur'an ve sünnete uyanlara itibar edilir,
uymayan hiçbir şeye iltifat edilmez. İsmet peygamberlere mahsustur; onların
dışında kalanlar hata yaparlar. Nitekim Hz. Ömer (radıyallahu anh) mülheminin
başı olmasına rağmen, sahabeler, zaman zaman onun beyan ettiği görüşe aykırı
olan beyanlarda bulunurlardı da, o da kendisininkini bırakıp, öbürlerine uyardı.
Bu durumda, kim Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın getirdiği hususlarda kalbine gelenle amel etmenin
kifayet edeceği zannına düşerse, hataların en büyüğünü irtikab etmiş olur. Bu
bakımdan bazıları daha da ileri giderek "Kalbim bana Rabbimden haber
veriyor" demesi daha şedid bir hatadır. Zira kalbinin şeytandan haber
vermiş olabileceğinden garantisi yoktur."
10- Süleyman et-Tûfî demiştir ki:
"Bu hadis, Allah'a sulûk ve O'nun marifet, muhabbet ve yoluna vasıl olmada
mühim bir asıldır. Çünkü dahili farzlar olan iman, harici farzlar olan İslam ve
bunların ikisinden hasıl olan her ikisinde de ihsan, -tıpkı Cibril hadisinde
beyan edildiği şekilde- bu hadiste yer almaktadır. İhsan ise, salikinin zühd,
ihlas, murakabe vs. nevinden bütün tabakatını ihtiva etmektedir."
11- Hadis, bir kimsenin üzerine vacip
olan amelleri yaptığı ve nafilelerle Allah'a yakınlık hasıl ettiği takdirde
-hadiste yeminle tekid edilmiş bu sadık vaadin varlığı sebebiyle- duasının
reddedilmeyeceğini ifade eder. Bununla ilgili bazı ihtirazî kayıdlar az
yukarıda kaydedildi.
12- Hadis, ayrıca, kul en yüce
mertebelere ulaşsa, Allah'ın sevdiği bir insan olma şerefine erse bile
Allah'tan talepte bulunma halinden kopamayacağını, zira talepte hudu ve
kulluğun izharı bulunduğunu ifade etmektedir.
13- Hadiste geçen son bir husus,
Allah'ın tereddüt etmesi meselesidir. Hattabî: "Allah hakkında tereddüt
caiz değildir" dedikten sonra iki tevil sunar:
1) "Kul hayatı sırasında,
herhangi bir hastalığa maruz kalarak ölümle burun buruna gelir veya fakirliğe
duçar olur. Bunun üzerine Allah'a dua eder. Allah da ona sıhhat verir,
fakirliği bertaraf eder. İşte bu Allah'ın mütereddin olan fiilidir; tıpkı
bir işi arzu eden kimsenin, bilahare
ondan vazgeçmesi gibidir. Ancak, eceli geldi mi ölüme kavuşması kesindir. Çünkü
Cenab-ı Hak kendi hakkında beka, kul hakkında fena yazmıştır."
2) "Mâna şudur: "Ben yaptığım bir
şeyde elçilerimi, mü'minin nefsi hakkında geri çevirdiğim gibi geri
çevirmedim. Nitekim Hz. Musa kıssasında
böyle olmuştur. Hz. Musa ölüm meleğinin gözüne tokat vurmuş ve melek ona birkaç
kere gidip gelmiştir. "Bu tereddüt manasının hakikatı, Allah'ın kuluna
karşı duyduğu şefkat ve merhamet ve ona gösterdiği lütuf ve ikramdır" diye
de izah edilmiştir."[602]
ـ4664
ـ4ـ وعن أبى
أمَامَة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
ثََثَةٌ
كُلُّهُمْ
ضَامِنٌ على
اللّهِ:
رَجُلٌ
خَرَجَ غَازِياً
في سَبِيلِ
اللّهِ
تَعالى،
فَهُوَ ضَامِنٌ
على اللّهِ
تَعالى حَتّى
يَتَوَفّاهُ اللّهُ
تَعالى
فَيُدْخِلَهُ،
أوْ يَرُدَّهُ
بِمَا نَالَ
مِنْ أجْرٍ
وَغَنِيمَةٍ،
وَرَجُلٌ رَاحَ
الى
الْمَسْجِدِ،
فَهُوَ
ضَامِنٌ عَلى
اللّهِ
تَعالى حَتّى
يَتَوفّاهُ
اللّهُ تَعالى
فَيُدْخِلَهُ
الْجَنَّةَ.
وَرَجُلٌ
دَخَلَ
بَيْتَهُ
بِسََمٍ،
فَهُوَ
ضَامِنٌ عَلى
اللّهِ[.
أخرجه أبو
داود.قوله:
»ضَامِنٌ« فَاعِلٌ
بِمعنى
مَفعولٍ،
ومعناه
مضمونٌ على
اللّهِ تعالى
.
وقوله:
»دَخَلَ
بَيْتَهُ
بِسََمٍ« أراد
بِه لزوم
البيت وطلب
السمة من
الفتن
ترغيباً في
العزلة
وتقليل
الخلطة .
4. (4664)- Hz. Ebu Ümame
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Üç şey vardır; her birine Allah garanti
vermiştir: "Allah yolunda cihad etmek üzere yola çıkan kimse: Bu öldüğü takdirde cennete koyma
hususunda, ölmeyip döndüğü takdirde ganimet ve sevapla gelme hususunda
garantilidir. Mescide giden kimseye, öldüğü takdirde, Allah cennete koyma
hususunda garanti vermiştir. Kişi (fitne zamanında bulaşmayıp) evine çekildiği
takdirde Allah ona da garanti vermişti." [Ebu Davud, Cihad 10, (2494).][603]
ـ4665
ـ5ـ وعن معاذ
بن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
الصََّةَ وَالصِّيَامَ
وَالذِكْر
يُضَاعَفُ
على
النَّفَقَةِ
في سَبِيلِ اللّهِ
بِسَبْعمِائَةِ
ضِعْفٍ[.
إخرجه أبو داود
.
5. (4665)- Muaz İbnu Enes
(radıyallahu anh) anlatıyodr: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Namaz, oruç ve zikir Allah
yolunda infak üzerine yedi yüz misli
katlanır." [Ebu Davud, Cihad 14, (2498).][604]
AÇIKLAMA:
1- Allah yolunda infak üzerine
tabiri, Allah yolunda maddi harcama demektir. Şu halde hadis, zikr'in Allah
yolunda yapılacak maddi harcamalardan çok kereler üstün olduğunu ifade
etmektedir
2- Burada geçen zikrden murad, tesbih,
tehlil, tahmid, tekbir, Kur'an tilaveti gibi taabbüdlerin hepsidir. Hadis,
cihad esnasında bunlardan hasıl olan sevabı Cenab-ı Hakk'ın yüzlerce kere
katlayacağını ifade etmektedir. Münâvî bu katlanmanın miktarının, kişinin izhar
edeceği niyetteki ihlas ve huşuya bağlı
olduğunu belirtir. Bu katlanmaya, ihlastan başka, ferdin içinde bulunduğu fizik
ve şartlar da müessir olacaktır. Kışta, soğuk gecede, ölüm tehlikesi içinde
icra edilen bir cihadla, daha hafif şartlar içerisinde icra edilen bir cihadın
sevabı da aynı olmayacağı açıktır.
İbnu'l-Kayyim bu babta gelen başka
rivayetleri de değerlendirdikten sonra der ki: "Bu meselede üç mertebe var:
Birinci mertebe: Hem zikir ve hem de cihad. Bu, en yüce
mertebedir. Ayet-i kerimede (mealen): "Ey iman edenler, düşman bir grupla
karşılaştınız mı sebat edin ve Allah'ı zikredin, Ola ki, felâha erersiniz"
(Enfal 45) buyurulmuştur.
İkinci mertebe: Cihad etmeksizin
zikretmek. Bu önceki mertebeden düşüktür.
Üçüncü mertebe: Zikretmeden cihad etmek.
Bu, her ikisinden de düşüktür. Zakir olan bundan hayırlıdır. Çünkü, cihad,
zikir sebebiyle vazedilmiştir. Cihaddan maksad Allah'ın zikri ve ibadetin
sadece Ona yapılması, O'nun bir bilinmesi, O'nun zikri, O'nun mabud
kılınmasıdır. Zikir, mahlukatın yaratıldığı gayeyi teşkil etmektedir."
Bu yorumda İbnu'l-Kayyim rahimehullah'ı
teyid etmemek mümkün değildir. Çünkü,
İslam açısından cihad, öncelikle Müslümanların ibadet hürriyetini kulluk
hüriyetini garantilemek için meşrudur. Zira kafir işgali altında din hürriyeti yoktur. Kafir işgalinin girdiği
yerde ilk tahrip edilen yerler mabedler olmaktadır. Tarihi veya mimari değeri
sebebiyle korunanlarda kapılar kilitli, minareler suskundur. Balkanların hali
böyledir. Eskiden yüzlerce camisiyle büyük bir İslam merkezi olan Sofya'da
bugün tek cami kalmıştır. Yugoslavya'nın meselâ Mostar'da ayakta kalanların
kapıları kilitlidir. Yurdumuzda, Birinci Cihan Harbi'nin sonunda İstanbul ve
İzmir'in işgalleriyle başlayan kafir hakimiyetinin ızdırabı, daha ziyade ibadet
edenler nezdinde canlı olarak hissedilmiştir.Mezkur işgali müteakip tahrip
edilen, minaresi yıkılan, depo olarak kullanılan, tamamen yıkılıp yok edilen mabedlerimizin
binleri geçen kesin sayısını bugün kimse bilmiyor. Bir yerde İslam
hakimiyetinin en bariz alemi zikirhaneler ve mabedlerdir. Hürriyetin alemi de
zikir hürriyeti ve hayatın farz zikirlere göre tanzimidir. Hür olan Batı
milletleri tatillerini dini günlerine göre ayarlamışlardır. Fatih İstanbul'u
fethedince, Ayasofya'yı cami yapmıştır. İspanyollar Endülüs'ü fethedince Kurtuba Camii'nde ezanı susturmuşlar, içine kilise inşa
etmişlerdir. Bu açıdan Ayasofya Camiinin mabedlikten çıkarılışı fevkalâde
manidardır.
Ebu'd-Derdâ hazretlerinin bir rivayetinde
geldiğine göre Resûlullah şöyle buyurmuştur:
"Size, amellerinizin en hayırlısını,
melikiniz Rab Teala nezdinde en temizini ve derecenizi yükseltmede de en önde
gelenini ve sizin için altın ve gümüş bağışından, hatta düşmanla karşılaşıp
sizin onların boyunlarını veya onların sizin boyunlarınızı uçurmasından
daha hayırlı olanını haber vereyim
mi?"
"Evet, ey Allah'ın Resûlü!"
dediler.
"Zikrullahtır!"
buyurdular."
Bir başka rivayette, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a sorulur:
"Kıyamet günü Allah nezdinde en
hayırlı ibadet hangisidir?"
Resûlullah şu cevabı verir: "Allah'ı
çok zikredenler!"
Hadisin ravisi Ebu Said der ki: "Ey
Allah'ın Resulü, Allah yolundaki gazilerden de mi?" diye sordum. Aleyhissalâtu vesselâm şu cevabı verdi:
"Gazi, kırılıncaya ve kana bulanıncaya kadar, kılıcını kafir ve
müşriklerin boyunlarına indirse de, Allah'ı zikredenler, derece itibariyle
ondan üstündür."[605]
ـ4666
ـ6ـ وعن جابرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
النُّعْمَانُ
بْنُ
نَوْفَلٍ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ،
أرَأيْتَ
إذَا
صَلَّيْتُ
الْمَكْتُوبَةَ،
وَصُمْتُ
رَمَضَان،
وَأحْلَلْتُ
الْحََلَ
وَحَرَّمْتُ
الْحَرَامَ
وَلَمْ أزِدْ
عَلى ذلِكَ
شَيْئاً،
أدْخَلُ الْجَنَّةَ؟
قَالَ:
نَعَمْ.
قَالَ:
واللّهِ َ أزِيدُ
عَلى ذلِكَ
شَيْئاً[.
أخرجه مسلم .
6. (4666)- Hz. Cabir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Nu'man İbnu Nevfel (bir gün) dedi ki:
"Ey Allah'ın Resûlü! Farz namazlarımı kılsam, Ramazan orucumu tutsam, helali helal bilip haramı da haram tanısam ve
bunlara hiçbir ilave (hayır ve ibadet)de bulunmasam cennete gider miyim?"
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Evet!" buyurdular. Nu'man: "Vallahi (bu farzlara) hiçbir
ilavede bulunmayacağım!" dedi." [Müslim, İman 16, (15).][606]
ـ4667
ـ7ـ وعن
الْحَارِثُ
ا‘شْعَرى
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
اللّهَ
تَبَارَكَ
وَتعالى
أمَرَ يَحْيى
بْنَ زَكَرِيّا
عَلَيْهِمَا
السََّمُ
بِخَمْسِ
كَلِمَاتٍٍ،
أنْ يَعْمَلَ
بِهَا وَأنْ
يَأمُرَ
بَنِى
إسْرَائِيلَ
أنْ
يَعْمَلُوا بِهَا،
وَإنَّهُ
كَادَ أنْ
يُبْطِئَ
بِهَا. فقالَ
لَهُ عِيسى
عَلَيْهِ
السََّمُ:
إنَّ اللّهَ
أمَرَكَ
بِخَمْسِ
كَلِمَاتٍ
أنْ تَعْمَلَ
بِهَا
وَتأمُرَ
بَنِى
إسْرَائِيلَ
أنْ يَعْمَلُوا
بِهَا فإمَّا
أنْ
تَأمُرَهُمْ
بِهَا، وَاِمَّا
أنْ
آمُرَهُمْ
أنَا بِهَا.
فقَالَ يَحْيى
عَلَيْهِ
السََّمُ:
أخْشى إنْ
سَبَقْتَنِى
بِهَا أنْ
يُخْسَفَ بِى
أوْ
أُعَذَّبَ. فَجَمَعَ
النَّاسَ في
بَيْتِ
الْمَقْدِسِ فَامْتَ‘َ
الْمَسْجِدُُ
وَقَعَدُوا
عَلى الشُّرَفِ.
فقَالَ: إنَّ
اللّهَ
أمَرَنِى
بِخَمْسِ كَلِمَاتٍ
أنْ أعْمَلَ
بِهِنَّ
وَأنْ
آمُرَكُمْ
أنْ
تَعْمَلُوا
بِهِنَّ:
أوَّلُهُنَّ
أنْ
تَعبُدُوا
اللّهَ َ
تُشْرِكُوا
بِهِ شَيْئاً.
فإنَّ مَثَلَ
مَنْ أشْرَكَ
بِاللّهِ كَمَثَلِ
رَجُلٍ
اشْتَرى
عَبْداً مِنْ
خَالِصِ
مَالِهِ
بِذَهَبٍ أوْ
وَرقٍ وقال:
هذهِ دَارِى،
وَهذا
عَمَلِى،
فاعْمَلْ
وَأدِّ
الىَّ،
فَكَانَ
يَعْمَلُ
وَيُؤَدِّى
الى غَيْرِ
سَيِّدِهِ،
فَأيُّكُمْ
يَرْضى أنْ
يَكُونَ
عَبْدُهُ
كذلِكَ؟
وَاِنَّ
اللّهَ
تَعالى
أمَرَكُمْ
بِالصََّةِ،
فإذَا
صَلَّيْتُمْ
فََ تَلْتَفِتُوا،
فَإنَّ
اللّهَ
يَنْصِبُ
وَجْهَهُ
لِوَجْهِ عَبْدِهِ
في صََتِهِ
مَا لَمْ
يَلْتَفِتْ،
وَأمَرَكُمْ
بِالصِّيَامِ:
فإنَّ مَثَلَ
ذلِكَ
كَمَثَلِ
رَجُلٍ في
عِصَابَةٍ
مَعَهُ صُرَّةٌ
فيهَا مِسْكٌ
وَكُلُّهُمْ
يُعْجِبُهُ
رِيحُهَا،
وإنَّ رِيحَ
الصَّائِمِ
أطْيَبُ
عِنْدَ اللّهِ
مِنْ رِيحِ
الْمِسْكِ،
وَأمَرَكُمْ
بِالصَّدَقَةِ:
فإنَّ مَثَلَ
ذلِكَ
كَمَثَلِ رَجُلٍ
أسَرَهُ
الْعَدُوُّ
فأوْثَقُوا
يَدَيْهِ الى
عُنُقِهِ
وَقَدَّمُوهُ
لِيَضْرِبُوا
عَنُقَهُ.
فقَالَ: أنَا
أفْدِى نَفْسِى
مِنْكُمْ
بِالْقَلِيلِ
وَالْكَثِيرِ
ففَدَى
نَفْسَهُ مِنْهُمْ،
وَأمَرَكُمْ
أنْ
تَذْكُرُوا
اللّهَ: فإنَّ
مَثَلَ ذلِكَ
كَمَثَلِ
رَجُلٍ خَرَجَ
الْعَدُوَّ
في أثَرِهِ
سِراعاً
حَتّى أتَى
عَلى حِصْنٍ
حَصِينٍ
فأحْرَزَ
نَفْسَهُ
مِنْهُمْ،
وكَذلِكَ
الْعَبْدُ َ
يَحْرِزُ
نَفْسَهُ
مِنَ
الشَّيْطَانِ
إَّ بِذِكْرِ
اللّهِ تَعالى؛
وَقَالَ #:
وَأنَا
آمُرَكُمْ
بِخَمْسٍ، اللّهُ
تَعالى
أمَرَنِى
بِهِنَّ:
اَلسَّمْعِ
والطَّاعَةِ
وَالْجِهَادِ
وَالْهِجْرَةِ
وَالْجَمَاعَةِ
فإنَّ مَنْ
فَارَقَ
الْجَمَاعَةَ
قِيدَ شِبْرٍ
فَقَدْ خَلَعَ
رِبْقَةَ
ا“سَْمِ مِنْ
عُنُقِهِ إَّ
أنْ يُرَاجِعَ،
وَمَنْ دَعَا
بِدَعْوَى
الْجَاهِلِيَّةِ
فَهُوَ في
جَهَنَّمَ.
فقَالَ
رَجُلٌ: وَإنْ
صَامَ وَصَلّى
يَا رَسُولَ
اللّهِ؟
قَالَ: وَإنْ
صَامَ
وَصَلّى.
فَادْعُوا
بِدَعْوى
اللّهِ الَّذِى
سَمَّاكُمُ
الْمُسْلِمِينَ
وَالْمُؤْمِنِينَ
عِبَادَ
اللّهِ
تَعالى[.
أخرجه الترمذي
وصححه .
7. (4667)- El-Hâris
el-Eş'arî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Allah Teâla hazretleri, Yahya İbnu
Zekeriyya aleyhimâsselam'a, beş kelime söyleyip bunlarla amel etmesini ve
onlarla amel etmelerini Benî İsrail'e de söylemesini emir buyurdu. Ancak O, bu
hususta ağır aldı. İsa aleyhisselâm kendisine: "Allah sana beş kelime
öğretip onlarla amel etmeni ve Benî İsrail'e de onlarla amel etmelerini
emretmeni söyledi. Ya sen bunları onlara emredersin veya bunları onlara ben
emredeceğim" dedi. Yahya aleyhisselâm: "Onları emretmede benden önce
davranacak olursan yere batırılmam veya azab görmemden korkarım!" dedi ve
halkı Beytu'l Makdîs'te topladı. Mescid ağzına kadar doldu. Mahfillere de
oturdular. (Söz alıp):
"Allah bana beş kelime gönderdi ve
onlarla amel etmemi ve size de amel etmenizi emretmemi bana emretti:
* Bunlardan birincisi Allah'a ibadet
etmeniz, ona hiçbir ortak koşmamanızdır. Allah'a ortak koşanın misali şudur:
Bir adam, kendi öz malından altın veya gümüş mukabilinde bir köle satın alır
ve: "Bu benim evim, bu da işim (çalış kazandığını) bana öde!" der.
Köle çalışır, fakat kazancını efendisinden başkasına öder. Kölenin böyle
yapmasına hanginiz razı olur? Aynen bunun gibi, Allah da size namazı emretti.
Namaz kılarken (sağasola) bakınmayın. Zira Allah yüzünü, namazda bulunan
kulunun yüzüne karşı diker, o sağa sola bakmadığı müddetçe.
* Allah size orucu emretti. Bunun misali şu
insanın misaline benzer: O bir grup içerisindedir. Beraberinde bir çıkın içinde
misk var. Herkes onun kokusundan hoşlanmaktadır. Oruçlunun (ağzında hasıl olan)
koku, Allah indinde miskin kokusundan daha hoştur.
* Allah size sadakayı emretti. Bunun misali
de şu adamın misâline benzer: Düşmanlar onu esir edip ellerini boynuna
bağlamışlar ve boynunu vurmaları için cellatlara teslim etmişlerdir. Adam:
"Ben az veya çok (bütün malımı) vererek kendimi fidye mukabilinde
kurtarmak istiyorum" der ve nefsini fidye ödeyerek kurtarır.
* Allah size, Allah'ı zikretmenizi de
emretti. Bunun da misali, peşinden hızla düşmanın geldiği bir adamdır. Bu adam
muhkem bir kaleye gelip, düşmandan kendini korur. Kul da böyledir. Şeytana
karşı kendisini sadece zikrullahla koruyabilir."
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
(buraya hikayeyi tamamlayarak) dedi ki: "Ben de size beş şeyi emrediyorum:
Allah onları bana emretti. Dinlemek, itaat etmek, cihâd, hicret ve cemaat.
Zira, kim cemaatten bir karışçık ayrılırsa boynundaki İslâm bağını çıkarıp
atmıştır, geri dönen hariç. Kim de cahiliye davası güderse o cehennem molozlarından
biridir!"
Bir adam: "Ey Allah'ın Resulü! O
kimse namazını kılar, orucunu tutar idiyse (yine mi cehennemlik)?" diye
sordu. Aleyhisselâtu vesselâm:
"Evet, namaz kılsa, oruç tutsa da!
Ey Allah'ın kulları! Sizi Müslümanlar, mü'minler diye tesmiye eden Allah'ın
çağrısı ile çağırın!" buyurdular." [Tirmizî, Emsâl 3, (2867).][607]
AÇIKLAMA:
1- Hadîse göre, Cenab-ı Hakk yüzünü namaz
kılanın yüzüne karşı tutmaktadır. Bu ifade müteşabih olup, zahiriyle anlamamak
gerekir. Aksi takdirde Allah'a yön ve mekan izafesi gibi küfrü gerektiren
yanlış mânalar ortaya çıkar. Bir kelamın zahiri, umumî prensiplere ters
düşünce, mecaz kastedildiğine hükmedilerek teviline gidilir. Burada asıl
kastedilen şey Allah'ın rızası ve buna bağlı olarak rahmetin tecellisi
olmalıdır. Çünkü ibare, namazda, iltifat
denen ve nazarı sağasola çevirmekten ibaret olan davranıştan men etmek
gayesiyle sadır olmuştur: Kişi namazda iltifatta bulunmadığı müddetçe
karşısında vech-i İlahiyi bulacak, yani namazı edebiyle kılmış olarak bol
rahmete mazhar olacaktır.
2- Hicretten murad, fetihten önce ise
Mekke'den Medine'ye göçtür. Fetihten sonra ise dâr-ı küfürden dâr-ı İslam'a,
dâr-ı bid'a'dan darı'ssünneye, masiyetten tevbeye intikaldir. Nitekim bir
hadiste: "Muhacir, Allah'ın yasakladığı şeyden hicret edendir" buyrulmuştur.
3- Cemaatten murad, Tîbî'ye göre sahabe ve onlardan
sonra gelen tabiun ve etbauttabiundur. Bunlara Selef-i Salihin de denir. Hadis,
bunların tabi oldukları hidayeti benimsemeye ve gittikleri yola gitmeye,
onların zümresine dahil olmaya teşvikte bulunmaktadır. Manayı şöyle anlamak
gerekmektedir: "Kim, sünneti terkedip, bid'aya bulaşmak ve az bir miktar
da olsa taattan elini çekmek suretiyle cemaatin takip ettiği yoldan ayrılırsa,
boynundaki İslam bağını çıkarmış olur."
İslam bağından maksad İslam dinidir. Yani, kişinin
İslam'ı benimsemekle, nefsine iradesiyle bağladığı İslamî bağlardır; hudud,
ahkam, emirler, yasaklar vs. hepsi İslam'ın bağlarıdır.
Hadis, cemaate uymanın ve onlardan ayrılmanın
mü'minlerde bulunması gereken temel vasıflardan biri olduğunu, cemaati
terketmenin de cahiliye huylarından biri olduğunu ilan etmektedir. Nitekim bir
başka hadiste Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Kim elini itaatten
çekerse, kıyamet günü hüccetsiz olarak Allah'a kavuşur. Kim de boynunda bey'at olmadığı
halde ölürse, cahiliye ölümü ile ölmüş olur."
4- Sadedinde olduğumuz hadiste geçen
cahiliye çağrısı tabirini, bu son hadisin ışığında cahiliye sünnetiyle diye
ıtlakı üzere açıklamak gerekir. Çünkü
yapılan çağrı cahiliye devrinin sünnetinedir.
İkinci bir yoruma göre, da'va, dua, yani
çağırma, nida etme demektir. Mana şu olur: "Kim Müslüman olduğu halde,
cahiliye devrinin nidası (yani çağırma üslubuyla) çağıracak olursa..."
demektir. Yani, cahiliye devrinde, bir kimseye
hasmı galebe çalınca, avazı çıktığı kadar yüksek bir sesle "Yâ âl-i
fülân!" diye bağırırdı. Artık bu sesi işiten kavmine mensup kimseler,
asabiyetin sevki ve cehaletleri sebebiyle, zalim veya mazlum olduğuna
bakmaksızın onun yardımına koşarlardı. Aslında bu ikinci yorum da neticede birinci
yoruma kavuşur.[608]
ـ4668
ـ8ـ وعن ابْنِ
عَبَّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
أتَانِى اللَّيْلَةَ
آتٍ مِنْ
رَبِّى، وَفى
رِوَايَةٍ:
أتَانِى
رَبِّى في
أحْسَنِ
صُورَةٍ.
فقَالَ يَا
مُحَمَّدُ.
فَقُلْتُ:
لَبَّيْكَ
رَبِّى
وَسَعْدَيْكَ.
قَالَ: هَلْ
تَدْرِى
فِيمَ
يَخْتَصِمُ
الْمَ‘َ
ا‘عْلى؟
قُلْتُ: َ.
فَوَضَعَ
يَدَهُ
بَيْنَ
كَتِفِىَّ
حَتّى
وَجَدْتُ
بَرْدَهَا
بَيْنَ
ثَدْيَىَّ.
فَعَلِمْتُ
مَا في السَّمواتِ
وَمَا في
ا‘رْضِ.
ثُمَّ
قَالَ: يَا
مُحَمَّدُ!
أتَدْرِى
فِيمَ يَخْتَصِمُ
الْمَ‘ُ ا‘عْلى؟
قُلْتُ:
نَعَمْ، في
الدَّرَجَاتِ
وَالْكَفَّاراتِ
وَنَقْلِ
ا‘قْدَامِ الى
الجَمَاعَاتِ،
وَإسْبَاغِ
الْوُضُوءِ
في السَّبْراتِ،
وَاِنْتِظَارِ
الصََّةِ
بَعْدَ الصََّةِ،
ومَنْ
حَافَطَ
عَلَيْهِنَّ
عَاشَ بِخَيْرٍ
وَمَاتَ
بِخَيْرٍ
وَكَانَ مِنْ
ذُنُوبِهِ
كَيَوْمَ وَلَدَتْهُ
أُمُّهُ
ثُمَّ قَالَ:
يَا مُحَمَّدُ.
قُلْتُ:
لَبَّيْكَ
وَسَعْدَيْكَ.
قَالَ: إذَا
صَلَّيْتَ
فَقُلِ:
اللَّهُمَّ
إنِّى أسْألُكَ
فِعْلَ
الْخَيْرَاتِ
وَتَرْكَ الْمُنْكَرَاتِ،
وَحُبَّ
الْمَسَاكِينِ،
وَإذَا
أرَدْتَ
بِعبَادِكَ
فِتْنَةً
فَاقْبِضْنِى
إلَيْكَ
غَيْرَ
مَفْتُونٍ.
قَالَ:
وَالدَّرَجَاتُ
إفْشَاءُ
السََّمِ
وإطْعَامُ
الطَّعَامِ
وَالصََّةُ
بِاللَّيْلِ
وَالنَّاسُ
نِيَامٌ[.
أخرجه
الترمذي..اطق
»الصُّورةِ«
على اللّهِ
تعالى يجوز،
والمراد بما
جاء في الحديث
أنه أتاه في
أحسن صفة، أو
يكون المعنى
عائداً الى النبي
#: أي أتاني ربى
وأنا في أحسن
صورة.»والْمَ‘ُ
ا‘عْلى«
المئكة
المقربون.و»السبرات«
بإسكان الموحدة:
جمع سبرة، وهى
شدة البرد.
وفي بعض النسخ:
المكروهات .
8. (4668)- İbnu Abbas
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Bu gece Rabbimden bir (melek, elçi
olarak) geldi. -Bir rivayette ise şöyle demiştir: "Rabbim bana en güzel
bir surette geldi"- ve: "Ey Muhammed!" dedi.
"Buyur Rabbim, emrindeyim!"
dedim.
"Mele-i A'la(da bulunanların)
nelerde yarıştıklarını biliyor musun?" dedi.
"Hayır!" dedim. Bunun üzerine
elini omuzlarımın arasına koydu. Hatta onun serinliğini göğüslerimde
hissettim. Derken semavat ve arzda olanları
öğrendim. Sonra: "Ey Muhammed! Mele-i A'la (efradı) nelerde yarışır
biliyor musun?" dedi.
"Evet! Dereceler(i artıran
ameller)de, keffaretlerde. [Keffaretler ise][609] yaya olarak cemaatlere
gitmek, şiddetli soğuklarda abdesti tam almak, namazdan sonra namaz
beklemektedir. Kim bunlara devam ederse hayır üzere yaşar, hayır üzere ölür,
günah mevzûunda da annesinden doğduğu gündeki gibi olur" dedim. Sonra
tekrar: Ey Muhammed!" dedi.
"Buyurun emrinizdeyim!" dedim.
"Namaz kıldığın vakit, dedi, şunu
oku: "Allahım, senden hayırları yapmamı, kötü şeyleri de terketmemi ve
fakirleri sevmemi talep ediyorum! Kullarına bir fitne arzu edersen, beni
fitneye düşmeden, yanına al!"
(Gece bana gelen elçi -veya Rabbim- son
olarak) dedi ki: "Dereceler ise, selamı yaymak, yemek yedirmek, insanlar
uyurken gece namaz kılmaktır!" [Tirmizî, Tefsir, Sad, (3231, 3232).][610]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu hadislerinde,
çok çarpıcı bir üslubla birkısım amellerin ne derece ehemmiyetli olduklarını,
feyiz ve bereketçe ne kadar faziletli olduklarını ifade buyurmaktadır:
1) Aleyhissalatu vesselam, rüyasında Rab Teala'yı en güzel
bir surette görmüş, beyan edeceği hakikatı ondan taallüm buyurmuştur .
2) Mele-i A'la, yüce cemaat demektir. Cenab-ı Hakk'a
yakınlığı olan büyük meleklerin teşkil ettiği cemaattir. Hadis, işte bu yüce
cemaate mensup olanların bazı ameller hususunda aralarında yarış yaptıklarını
bildirmektir. Ehemmiyetini anlamakta eksik kaldığımız birkısım amellerde bu
büyük meleklerin yarışması mesele üzerinde mukni bir kanaat verir.
Yarışmanın
mahiyeti nedir? Bu hususta alimler birkaç ihtimal üzerinde durmuştur.
* Bu amelleri
tesbit edip, semaya getirmede tebâdür, yani önce ve çabuk davranma gayreti
olabilir.
*
Bu, amellerin fazilet ve şereflerini sayıp dökme gayreti olabilir.
* Bu amellere insanların gıbtasını tahrik ederek, onları bu amelleri iktisaba ve onlar sebebiyle -şehvet yönünden farklı olmalarına rağmen- faziletçe meleklere galebe çalmaya teşvik gayreti de olabilir.
3)
Meleklerin bu husustaki davranışı muhaseme olarak ifade edilmiştir. Zira, hadis
sualcevap zımnında varid olmuştur. Bu ise, muhaseme ve münazaraya benzer. Biz
bunu yarışma kelimesiyle Türkçeye aktardık.
4)
Kıymeti belirtilmek istenen amellere gelince, bunlar iki kısımda sunulmuştur:
1)
Dereceleri artıranlar;
2)
Kefaretler.
Dereceleri
artıranlar meyanında şunlar var:
*
Selamın yaygınlaştırılması.
*
Yemek yedirilmesi.
*
Herkes uyurken geceleyin namaz kılmak.
Kefaretler,
yani günahları örtenler:
*
Yaya olarak cemaate katılmak.
*
Soğuk günlerde bile abdesti tam almak.
*
Namazdan sonra namaz beklemek (ve namazı ilk vaktinde kılmak).
Bu
hususlara riayeti esas alan bir hayat
tarzı, İslam'ın istediği tarzdır. Bunu yapan, annesinden doğduğu gündeki gibi
hiçbir lekesi olmadan Allah'a kavuşacaktır.
2-
Hadiste, Allah'ın en güzel şekilde görülmesi gibi kelami münakaşalara giren
unsurlar var. Ancak, ulemâ, bunun bir rüya olduğuna dikkat çekerek, tevil
yapmaya bile gerek görmemiştir. Mesela Aliyyu'l-Karî: "Bu, rüyada olduğuna
göre, yadırganacak bir husus olmamalıdır. Çünkü, kişi rüyasında olmayacak
şeyler görür; şekilsiz şeyi şekilli görebilir, şekilliyi de şekilsiz
görebilir" der.
وأدَامَ
الصِّيَامَ،
وَصَلّى
بِاللَّيْلِ
وَالنَّاسُ
نِيامٌ[.
أخرجه
الترمذي .
9. (4669)- Hz. Ali
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Cennette bir takım odalar vardır.
Dışları içlerinden, içleri de dışlarından görülür."
Bunu işiten bir bedevi ayağa kalkıp:
"Bu odalar kim(ler)e ait ey Allah'ın Resûlü?" diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm: "Sözü
güzel yapan, yemek yediren, oruca devam eden, gece herkes uyurken namaz kılan
kimse(lere) ait!" buyurdu." [Tirmizî, Birr 53, (1985).][611]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, önceki hadiste temas edilen
bazı faziletli amellere bir yenisini ilave ederek ona dikkat çekip, teşvikte
bulunmaktadır: "Tatlı söz sahibi olmak." Alimler bunu insanlara karşı
iyi olmak, onlarla malâyânî konuşmamak, kırıcı olmamak, kaba, yakışıksız, edebe
sığmayan sözlerden kaçınmak olarak anlarlar. Ayet-i kerimede "Rahman'ın
has kuları... kendilerine cahiller hitap edince "selametle!" deyip geçerler, (onlara bulaşıp
kalmazlar)" buyrulmuştur. Böylece,
yeryüzünde tevazu ile yürüyen Rahman'ın has kulu olur ve birkaç ayet ilerde vaadedilen mükafaata ererler: "İşte
onlar sabretmelerine karşılık cennetin en yüksek köşkleriyle
mükâfatlandırılırlar..." (Furkan 63-75).
Böylece hadis, bir bakıma kaydedilen ayeti tefsir etmiş
olmaktadır. Zira, ayette Rahman'ın has kulları diye tercüme ettiğimiz
ibadu'r-Rahman'ın bir kısım amelleri
sayıldıktan sonra gurfe vâdedilmektedir. Böylece ayette vâdedilen
gurfenin, hadiste tavsifi yapılan gurfeler şeklinde, yani dışından içini,
içinden de dışını gösterir mahiyette olduğu söylenebilir.
2- Yemek yediren tabiriyle, öncelikle
bakımıyla mükellef olduğu iyali, diğer yakınları, fakirler, yolcular,
misafirler vs. yani Allah'ın rızasını düşünerek yapılan meşru yedirmeler anlaşılacaktır.
3- Oruca devam eden tabiriyle farz dışında
oruç tutan anlaşılmıştır. Arası kesilmeden tutulacak nafile oruçlar buraya
girer. Bunun kesin bir miktarını söylemek uygun olmaz. Resûlullah'ın sünnetine
bakmak gerekir. Aleyhissalâtu vesselâm savm-ı Davud dediği bir gün yiyip bir gün tutmayı en güzel oruç tarzı olarak
beyan eder. Ancak kendisinin hep bu tarz oruç
tuttuğu rivayet edilmemiştir. Bazı hadislerde pazartesi, perşembe olmak üzere haftada iki gün oruç tavsiye
eder. Bazı hadislerde ayda üç gün
tavsiye edilir. Rivayetlerdeki bu farklılığa binaen "Ayda en az üç gün oruç tutan bu hadisin hükmüne
girer" diyen alim olmuştur. Ayette gurfe, sabredene vâdedildiği için,
hadisteki oruca devam eden tabiriyle irtibatlı görülmüş ve sabırdan maksadın
sarih olarak oruca devam olduğu belirtilmiştir.
Hadiste temas edilen gece namazının
ehemmiyetine mükerrer yerlerde temas
ettik (3003-3015. hadisler ve bilhassa 3015 numaralı hadisten sonraki müstakil
açıklama görülmelidir: 9. cilt, 318-325. sayfalar).[612]
ـ4670
ـ10ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
يَقُولُ
اللّهُ عَزَّ وَجَلَّ:
أنَا عِنْدَ
ظَنِِّ
عَبْدِى بى،
وَأنَا
مَعَهُ حِينَ
يَذْكُرَنِى.
فإذَا ذَكَرَنِى
في نَفْسِهِ
ذَكَرْتُهُ
في نَفْسِى، وإنْ
ذَكَرَنِِى
في مَ“ٍ
ذَكَرْتُهُ
في مَ‘ٍ
خَيْرٍ
مِنْهُ. فإنِ
اقْتَرَبَ
اليَّ شِبْراً
اِقْتَرَبْتُ
إلَيْهِ
ذِراعاً
وَإنِ اقْترَبَ
اليّ ذِراعاً
اقْتَرَبْتُ
مِنْهُ بَاعاً،
وإنْ أتَانِى
مَشْياً
أتَيْتُهُ هَرْوَلَةً[.
أخرجه
الشيخان .
10. (4670)- Hz. Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Allah Teala hazretleri diyor ki:
"Ben, kulumun hakkımdaki zannı gibiyim. O, beni andıkça ben onunla
beraberim. O, beni içinden anarsa ben de onu içimden anarım. O, beni bir cemaat
içinde anarsa, ben de onu daha hayırlı bir cemaat içinde anarım. O, şayet bana
bir karış yaklaşacak olursa, ben ona bir zira yaklaşırım. Eğer o, bana bir zira
yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim bana yürüyerek gelirse ben ona
koşarak giderim. Kim bana şirk koşmaksızın bir arz dolusu günahla gelse, ben de
onu bir o kadar mağfiretle karşılarım." [Buharî, Tevhid 15; 35; Müslim, Zikr 2, (26 75), Tevbe 1,
(2675).][613]
AÇIKLAMA:
1- Hadise göre, Allah, kulun Allah
hakkındaki zannına göredir. Yani Allah, kul ne şekilde tasavvurda bulunursa onu
yapabilecek güçtedir. İbnu Hacer, bu ifadede kulu, Allah hakkında hüsn-ü zanda
yani ümid içinde olmaya teşvik bulur. Kişi Allah'ın kendisini cezalandıracağını
düşününceye kadar, affedeceğini düşünmesi daha muvafıktır. Bir başka ifade ile dinimizde Allah'a
karşı takip edilecek edebte beyne'rreca ve'lhavf (ümid ve korku ortasında
olmak) Allah'ın af, mağfiret ve rahmetinden ümid ettiğimiz kadar da celalinden,
gadabından, azabından korkmak gerekmektedir. Allah telakkimizde mühim bir
esastır ve bu muvazeneyi iki taraftan birinin lehine bozmak caiz değildir.
İşte sadedinde olduğumuz hadis,
muvazeneyi ümid lehine bozmaya teşvik
etmektedir. Çünkü Allah'ın, hakkındaki
zannımıza göre bize davranması esas olunca, her insan iyi zanda bulunmayı
tercih eder, buna meyyaldir.
Nevevî, İslam ulemasının şu görüşte olduğunu kaydeder:
"Allah hakkında hüsn-ü zannın manası O'nun
kendisine merhamet ve afla muamele edeceğine inanmasıdır." Kişi
sıhatli halde korku ve ümid içindedir. Her iki duygu eşittir. Bazısı: "Korku galiptir"
demiştir. Ancak ölüm emareleri yaklaştıkça ümid galip olur veya sırf ümid hakim
olur. Zira korkudan maksad measiden, çirkinliklerden sakınmak; taat ve hayırlı
amelleri çok yapmada hırstır. Yaşlılık halinde bunların veya çoğunluğunun
yapılması zorlaşır. Bu sebeple artık hüsn-ü zannda bulunmak müstehab olur.
Yeter ki bu, Allah'a karşı iftikarı
tazammun etsin, kişiyi O'ndan istemeye sevketsin." Esasen Müslim'in bir rivayetinde "Sizden kimse
Allah hakkında hüsn-ü zannda
bulunmadan ölmeyecektir" buyrulmuştur.
Bu hadis ölüme yakın Allah'ın rahmetinden ümidin galebe çalacağını ifade eder.
Bu hususu, yine Müslim'de kaydedilen bir diğer hadis dahi teyit etmektedir:
"Her kul ne üzerine ölürse o şey üzerine diriltilir." Öyleyse
yaşlılıkta ümidin galebe çalması, Allah hakkında hüsn-ü zann, Rabb-ı Rahim'in
rahmetine itimad İslamî edebe aykırı olmamakta, bilakis müstehab olan edebi
teşkil etmektedir.
2- Bazı alimler, sadedinde olduğumuz
hadiste geçen zan kelimesinin "bilmek" manasına geldiğini
söylemişlerdir. Bu durumda mana: "Kişi Allah'ı nasıl bilirse, Allah
kendisine öyle muamele eder" olur.
Kurtubî, hadisle ilgili bir başka yorum
kaydeder: "Bazıları "Kulumun hakkımdaki zannı"ndan muradın,
"Dua sırasında duaya icabet
edileceği zannı, tevbe sırasında tevbenin kabul edileceği zannı, istiğfar
sırasında mağfiret zannı, şartlarına uygun yapılan ibadet sırasında mükafaat
verileceği zannı" olduğunu söylemiştir. Böyle düşünenlere göre Cenab-ı Hak
sadıku'lva'd'dır. Yani o vaadinde
sadıktır, doğrudur. Madem ki Resulü bu vaadi haber vermiştir, bizim buna
inanmamız, hüsn-ü zannı esas almamız gerekir. Nitekimbir başka hadiste
"Size icabet edileceğine inanarak Allah'a duada bulunun"
buyurur. Kurtubî devamla der ki: "Bu
sebeple, kişiye kendisine terettüp eden vacipleri, Allah'ın onları kabul
edeceği ve kendisini mağfiret buyuracağı hususunda muknî olarak yapmaya gayret
etmesi gerekir. Çünkü Allah böyle vaadetmiştir. O vaadinden dönmez. Eğer kişi,
yaptığını Allah'ın kabul etmeyeceğine, bunun kendisine fayda getirmeyeceğine inanırsa
bu, Allah'ın rahmetinden yeis yani ümidi
kesmek olur. Bu ise, büyük günahlardan biridir. Kim de böyle düşünerek
ölürse kendisine, düşündüğü şekilde muamele edilir. Nitekim mezkur hadisin bazı
tariklerinde "durum budur, artık kulum,
hakkımda nasıl isterse öyle
zannda bulunsun" demiştir."
Buna rağmen alimlerimiz mağfiret zannında
ısrarın, halis cehalet ve aldanma olduğunu, böyle bir durumun kişiyi Mürcie
mezhebine götüreceğini belirtirler.
3- Hadiste geçen "Kişi beni zikredince ben onunla beraberim" ibaresindeki beraberlik, zatî beraberlik
değil, ilmî beraberliktir. Yani Cenab-ı
Hakk: "İlmimle beni zikredenin yanındayım, beni zikrettiğini bilirim" demiş olmaktadır; şu ayette geçtiği üzere
"Allah: "Korkmayın" buyurdu. Şüphesi Ben sizinle beraberim,
işitir ve görürüm" (Ta-Ha 46). Bu
beraberlik şu ayette ifade edilen
beraberlikten daha hususidir.
"Üç kişi arasında gizli bir konuşma
geçmez ki dördüncüsü Allah olmasın. Beş kişi olmaz ki, altıncısı Allah olmasın.
Bundan az da olsalar, çok da olsalar farketmez; nerede olurlarsa olsunlar Allah
onlarla beraberdir" (Mücadele 7).[614]
4- Zikrin çeşitleri: Bu hadisi
açıklama sadedinde alimler, dört çeşit zikirden bahsederler:
* Lisanla olan zikr.
* Kalple olan zikr.
* Hem lisan ve hem de kalple olan zikr.
* Emre uymak, nehiyden kaçınmakla olan
zikr.
5- Hadiste,
kulun "Allah'ı içinde zikretmesi", gizlice O'nu tenzih ve
takdis etmesidir. Allah'ın kulu zikretmesi de sevap ve rahmetle gizlice
anmasıdır. [615]
6- Melek mi Üstün, İnsan mı?
Hadiste geçen "Kulum beni bir cemaat
içerisinde anarsa, ben de onu ondan daha hayırlı bir cemaat içerisinde
anarım" ibaresini bazı alimler meleklerin insanlardan efdal oldukları
hususunda nass kabul etmişlerdir. İbnu Battal: "Bu cumhurun görüşü"
der. Ancak ehl-i sünetin cumhuru, insanlardan salih olanların diğer cinslerin hepsinden efdal olduğuna
hükmetmiştir.
* Meleklerin mutlak üstünlüğünü iddia
edenler, felsefeciler olmuş, bunları Mutezile takip etmiş, mutasavvıflardan
bazı kimseler de bu görüşü benimsemiştir. Keza az sayıda Zahiri de aynı iddiaya
düşmüştür.
* Bazıları da her ikisinin ayrı ayrı
faziletlere sahip olduğunu söylemiştir. Bunlar şöyle derler: "Meleğin
hakikatı insanın hakikatından üstündür. Çünkü o, nûrânidir, hayırlıdır, latifdir; ayrıca geniş
bir ilme, büyük bir kudrete ve saf bir cevhere sahiptir. Ancak bu durum melek
sınıfına giren her bir ferdin, insan
sınıfına giren her bir ferde üstün olmasını gerektirmez. Çünkü insanların bazı
fertlerinde melekteki vasıflar fazlasıyla bulunabilir, bu caizdir."
* Bazı alimler aradaki ihtilafı, salih
insanlarla melekler arasında sınırlar. Bir kısmı bunu peygamberlerle sınırlar.
* Bazı alimler de, meleklerin peygamberler
dışındaki insanlardan üstün olduğunu ileri sürmüştür.
* Bazıları da meleklerin
Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)
hariç, bütün peygamberlerden de üstün olduğunu iddia etmiştir.
* Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
melekten üstün olduğunu söyleyenlerin bir delili, Allah'ın meleklere emredip,
Hz. Adem aleyhisselam'a secde ettirmesidir. Bu secde Adem'i büyükleme gayesine
matuftur. Bu sebeple İblis, bunu kibrine
yediremeyip Kur'an'da muhtelif ayetlerde geçtiği üzere bahaneler ileri sürüp
secde etmemiştir.
* Ayette Cenab-ı Hakk Adem için
"ellerimle yarattığım" (Sad 75) tabirini kullanır.
* Bir başka Kur'anî delil "Allah
Adem'i, Nuh'u, Âl-i İbrahim ve Âl-i İmran'ı alemler üzerine seçip çıkardı"
(Âl-i İmran 33) ayetidir.
* Keza bir diğer delil şu ayettir: "Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini kendi
tarafından bir lütuf olarak sizin hizmetinize verdi..." (Casiye 13). "Ayette
geçen "hepsi" içerisine melekler de girer. Kendisine teshir edilen,
kendisi teshir edilenden efdaldir" denmiştir.
* Ayrıca: "Melaikenin taati yaratılışı
gereğidir. Beşerin taati ise nefis mücadelesiyledir. Çünkü insan tabiatına
şehvet, hırs, heva, gadab gibi duygular konmuştur. Bu duygularla birlikte
ibadet meşakkatlidir."
* Ayrıca meleklerin taati kendilerine
Allah'tan gelen emir iledir. Beşerin
taati ise, bazısı nassla, bazısı içtihatla bazısı istinbatladır ve
meşakkatlidir.
* Melekler, şeytanların vesveselerinden,
atacakları şüphelerden ve saptırmalardan selamette oldukları halde, bunlar
insanlar hakkında caizdir. Melekler melekûtî hakikatları görebilirler. İnsanlar
ise bunları göremez. Allah'ın bildirmesiyle bilgi sahibi olabilir.
Bu meselede değişik görüşler arasında
delillerle yapılan münakaşa uzundur. Bahsi burada keserek, hadiste geçen diğer bir meseleye temas edeceğiz .
7- Kulun Allah'a, Allah'ın da kula yaklaşması, bu yaklaşmayı
"yürüyerek" veya "koşarak" yapma meselesi:
İbnu Battal der ki: "Bunlardan her
biri hakikate de mecaza da
hamledilebilir; ikisi de muhtemeldir. Hakikata hamli, mesafe katetmeyi
ve cisimlerin birbirine yaklaşmasını gerektirir. Ancak bu, Allah Teala hakkında muhaldir. Arap dilinde meşhur olduğu
üzere, bir sözün hakikate hamlinin muhaliyeti ortaya çıkınca mecaz olması
kesinlik kazanır. Öyleyse kulun Allah'a karışla, zira ile yaklaşma sıfatının ve
Allah'a gelmesinin, yürümesinin manası, O'na yaptığı itaatiyle, farz ve
nafilelerden eda ettikleriyle elde ettiği (manevi) yakınlıktır. Allah'ın kuluna
yaklaşması, ona gelmesi, yürümesi de kulun taatine sevap vermesi, rahmetiyle
yakınlaşmasıdır. Böylece Cenab-ı Hakk'ın "Ona koşarak gelirim" demesinin manası: "Ona sevabım süratle
gelir" demektir." Taberi'den nakledildiğine göre, "az bir
ibadet "karış"la temsil
edilirken, Cenab-ı Hakk'ın sevab ve ikramında bolluk "zira" ile
temsil edilmişir. Bu hal, Cenab-ı Hakk'ın, ibadete tevessül eden kuluna olan
sevap ve ikramının bolluğuna bir delil kılınmıştır."
Râgıb'ın açıklaması biraz daha farklı:
"Kulun Allah'a yakınlığı, sadece Allah'ı tavsifte kullanılması caiz olan birkısım sıfatları
-Allah'ı tavsif ölçüsünde olmasa da- kullara da tahsis etmektir; hikmet, ilm,
hilm, rahmet vs. gibi sıfatlar bu gruba
girer. Bunlar kulda, cehl, hafiflik, gadab vs. bir kısım manevi pisliklerin
izalesiyle beşeri takat ölçüsünde hasıl olur. Bu yakınlık bedenî değil, ruhanî
bir yakınlıktır."[616]
ـ4671
ـ11ـ وعن أبى
ذرٍّ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رسُولُ
اللّهِ #:
يَقُولُ
اللّهُ عَزَّ وَجَلَّ:
مَنْ جَاءَ
بِالْحَسَنَةِ
فَلَهُ
عَشْرُ أمْثَالِهَا؛
وَأزِيدُ،
وَمَنْ جَاءَ
بِالْسَّيِّئَةِ
فَجَزَاءُ
سَيِّئَةٍ
مِثْلُهَا؛
وَأغْفِرُ،
وَمَنْ
تَقَرَّبَ
اليَّ شِبْراً
تَقَرَّبْتُ
مِنْهُ
ذِراعاً،
وَمَنْ تَقَرَّبَ
اليَّ
ذِراعاً
تَقَرَّبْتُ
مِنْهُ
بَاعاً،
وَمَنْ جَاءَنِى
يَمْشِى
أتَيْتُهُ
هَرْوََلَةً،
وَمَنْ
لَقِىَنِي
بِقُرَابِ
ا‘رْضِ خَطِيئَةً
َ يُشْرِكُ
بِى شَيْئاً
لَقِيتُهُ
بِمِثْلِهَا
مَغْفِرَةً[.
أخرجه
مسلم.»قُرابُ
ا‘رْضِ« ما
يقارب م‘ها .
11. (4671)- Ebu Zerr
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Allah Teala hazretleri demiştir ki:
"Kim bir hayır işlerse ona sevabının on katı verilir veya arttırırım da.
Kim bir günah işlerse bunun cezası, misli kadardır, veya affederim. Kim bana
bir karış yaklaşırsa ben ona bir zira yaklaşırım. Kim bana bir zira yaklaşırsa
ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim. Kim bana hiçbir şeyi şirk
koşmaksızın arz dolusu hata ile kavuşursa ben de onu bir o kadar mağfiretle karşılarım." [Müslim, Zikr 22, (2687).][617]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste Cenab-ı Hakk'a izafe edilen
cümlelerden bazıları Kur'an-ı Kerim'de mevcuttur. En'am suresinde 160. ayet şöyledir. (Mealen):
"Kim bir hayır işlerse ona sevabının on katı verilir, kim de bir günah
işlerse onun cezası da mislidir."
2- Gerekli diğer açıklamalar önceki hadiste
geçti.[618]
ـ4672
ـ12ـ وعن أبى
مالِكِ
ا‘شْعرى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
الْوُضُوء شَطْرُ
ا“يمان،
وَالْحَمْدُللّهِ
تَمْ‘ُ الْمِيزَانَ،
وَسُبْحَانَ
اللّهِ
وَالْحَمْدُ
للّهِ تَم‘نِ
مَا بَيْنَ
السَّمَاءِ
وَا‘رْضِ،
والصََّةُ نُورٌ،
والصَّدَقَةُ
بُرْهَانٌ،
وَالصَّبْرُ
ضِيَاءٌ،
وَالْقُرآنُ
حُجَّةٌ لَكَ
أوْ عَلَيْكَ،
كُلُّ
النَّاسِ
يَغْدُو،
فَبَايَعٌ
نَفْسَهُ فَمُعْتِقُهَا
أوْ
مُوبِقُهَا[.
أخرجه مسلم والترمذي
والنّسائى.»موبقها«
أي مهلكها .
12. (4672)- Ebu Malik
el-Eş'arî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Abdest imanın yarısıdır.
Elhamdülillah mizanı doldurur; sübhanallah velhamdülillah arz ve sema arasını
doldurur; namaz nurdur; sadaka bürhandır;
sabır ziyadır; Kur'an ise lehine veya aleyhine bir hüccettir. Herkes sabahleyin
kalkar, nefsini satar; kimisi kurtarır kimisi de helak eder." [Müslim,
Taharet 1, (223); Tirmizî, Da'avat 91, (3512); Nesaî, Zekat 1, (5, 5-6).][619]
AÇIKLAMA:
1- Abdestin imanın yarısı olması ile ilgili
olarak Nevevî ulemanın muhtelif yorumlarını kaydeder:
* Temizliğin sevabı katlanarak imanın
sevabının yarısına ulaşır.
* İman, önceki günahları sildiği gibi,
abdest de önceki günahları siler, ancak abdestin sahih olması imanın varlığına
bağlı. Bu sebeple onun, imana bağlı olma durumu "onu imanın yarısı"
şeklinde değerlendirmeyi gerekli kılmıştır.
* Burada "iman" kelimesi ile
namaz kastedilmiştir.Nitekim "Allah sizin imanınızı zayi edecek
değildir" (Bakara 143) ayetinde de iman kelimesiyle namaz
kastedilmiştir. Malum olduğu üzere
namazın sıhhati için taharet şarttır. Bu sebeple taharet namazın yarısı
durumunda olmuştur. Burada yarı olmak, hakiki bir yarım olmayı
gerektirmez."
Nevevî, bu sonuncuyu en doğru tevil
olarak yorumlar ve der ki: "Şu mana da muhtemeldir.: "İman
kalple tasdik, zahirle inkıyaddır. Bu
ikisi ise imanın iki yarısını teşkil ederler. Temizlik, namazı tazammun ettiği
için o da zahiri azanın inkıyadı demektir."
2- Elhamdülillah mizanı doldurur demenin
manası, bunu söylemedeki sevabın
büyüklüğüdür. Yani onun sevabı mizanı dolduracaktır. Kur'an ve sünnette
pek çok nass, amellerin tartılacağından;
bazılarının ağır, bazılarının hafif geleceğinden bahseder. Şu halde
elhamdülillah diyerek yapılan zikir ağır gelecek amellerdendir.
3- Sübhanallah ile elhamdülillah'ın yergök
arasını doldurması, elhamdülillahla ilgili olarak söylediğimiz manadadır.
Bunlarla zikir fevkalade kıymetli amellerden olmaktadır. Esasen sübhanallah
kelimesi Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih, hamd de mazhar olduğumuz nimetlerin Allah'tan
geldiğinin itiraf ve ifadesidir. Ubudiyetin özü de bunlara dayanır. Namazın her
tarafında bu kelimeler sıkça tekrarlanır. Sonda da bunlar otuz üçer kere
tekrarlanır. Elbette bu kelimelerin sevabı, ifade ettikleri mana gereğince
fazladır. Bunlarla Allah'ın sıkça, çokça zikri, kişiyi her çeşit şirkten
uzaklaştırır, gerçek tevhide ve ihlasla muvaffak eder. Sadedinde olduğumuz
hadiste bu iki kelimeyi tamamlayan
tekbir medar-ı bahs edilmemiş ise de
hadisin Tirmizî'de gelen bir başka veçhinde ona da yer verilmiştir:
"Tesbih mizanın yarısıdır; elhamdülillah mizanı doldurur; tekbir ise gökle
yer arasını doldurur; oruç sabrın yarısıdır; temizlik imanın yarısıdır."
4- Namazın nur olmasından murad,
insanın nurla yolunu aydınlatıp tehlikelerden kurtulduğu gibi, namaz da insanı,
Kur'an'ın müjdesiyle, kötülüklerden
koruduğuna göre, insan hayatında nurun fonksiyonunu icra etmiş olmaktadır.
* Bazı alimler: "Namaz kıyamet günü bir nur olacak" demiştir.
* Bazıları: "Namaz marifet nurlarını
parlatır kalbe inşirah verir, hakikatların kalple inkişafını ve idrakini sağlar, kulun zahiriyle de
batınıyla da Allah'a yönelmesine zemin
hazırlar" demiştir.
* Bazıları: "Namaz kılanın yüzünde
dünyada da ahirette de bir nur vardır, hadis bunu beyan ediyor" demiştir.
Nitekim bir başka hadiste Resûlullah mü'minlerin kıyamet günü namaz sebebiyle
alınlarındaki abdestleri sebebiyle de abdest uzuvlarındaki bir nurla
haşrolunup, diğer ümmetler arasında bu nurla temayüz edeceklerini haber vermiştir.
5- Sadakanın bürhan olması, "Kıyamet
gününde kişiye malını nereye harcadığı sorulunca, sadakayı delil gösterip,
Allah rızası için harcadığını ispatlayabilecektir" manasında
açıklanmıştır. Bazı alimler de: "Sadaka vermek, verenin imanına hüccettir.
Çünkü kafir ve münafık zekata inanmadığı için sadaka ve zekat vermez. İnsanî
duygularla verse bile Allah onu kabul etmeyecektir. Sadakanın makbuliyeti Allah
rızası için verilmiş olmasına bağlıdır. Bu düşünce ile verilen sadaka
onun imanına delil olacaktır" demişlerdir.
6- Sabır ziyadır: Şer'an makbul olan sabrı
alimler, -hadislerden hareketle- üçe ayırırlar:
* Allah'a taatte sabırdır: Ömür boyu
taatte hiç fütur göstermeden, usanmadan, emredilenleri yapmak.
* Masiyete karşı sabırdır: Bu, Allah'ın
yasakladığı şeyleri işlememekte sabretmek, direnmektir.
* Musibetlere sabırdır: "Bize düşen,
aklın gösterdiği tedbirleri aldıktan sonra sabretmek, başımıza gelen
musibetleri kaderden bilmek, insanları acındırmak gibi bir düşünceyle bağırıp
çağırmamak, şikayet etmemek. İlla da şikayet edeceksek nefsimizi Allah'a
şikayet etmek, halimizi Allah'a açmak, O'na arzetmektir. Mü'minin en bariz
vasıflarından biri sabırlı ve mütevekkil olmasıdır. Bazı alimler sabrı
"Kur'an ve sünnet üzerine sebat etmektir" diye açıklamıştır.
Mü'min meşru hudutlar içerisinde sabır
gösterdiği takdirde, doğru olana, isabetli olana yol bulacaktır.
Hadiste, namaz için nur denirken, sabır
için ziya denmesi, alimlerin bu hususta im'an-ı nazar etmesine vesile olmuştur.
Pratik kullanışta nur ve ziya aynı manayı ifade ederler. Ancak ayette geçen
"Biz güneşi ziya, ayı da nur kıldık" ifadesini esas alarak, ziyayı
kaynaktan çıkan birinci ışık, nuru da birinci ışığın yanmasıyla hasıl olan
ikinci ışık olarak değerlendirmişlerdir. "Her nur ziyadır, ama her ziya,
nur değildir" derler. "Öyleyse ziya ehastır. Bu sebeple sabır, ehas
olan ziya ile tavsif edilmiştir. Sabır, nefsi taat ve meşakkatlere hapsetmek
olunca, sabır, namazdan önce gelir. Öyleyse sabrın ehas olan ziya ile tavsifi ve bunun neticesi
olan namazın nur ile tavsifi uygundur" denmiştir.
7- Kur'an'ın lehte veya aleyhte hüccet
olması açık bir husustur. Okuyup gereğiyle amel edene Kur'an lehte hüccettir, onu okumayıp mucibiyle amel
etmeyen onu mehcur bırakan Hz. Peygamber de şikayet edecektir. (Furkan 30). Şu
halde amellerin mizanı sırasında, aykırı amelde bulunanların
değerlendirilmesinde Kur'an aleyhte bir hüccet olacaktır.
8- Kişinin sabaha erip nefsini satması
şöyle açıklanmıştır: "Herkes kendi kendine birşeyler yapar. Kimisi nefsini
Allah'a satar, yani onu ibadete harcar ve mukabilinde ateşten kurtarır. Kimisi de şeytana ve hevaya ve onlara uymaya satar ve helak eder.
Şu halde günlük hayatı yaşayıp da nefsini
bu iki yoldan birine satmayan yoktur: Eğer Allah'a satılmamış, hayırla
geçirilmemişse şeytan ve heva yolunda
bad-ı heva harcanmış demektir. Hayatın Allah'a satılması, şuurlu taatte,
hayırda geçirilmesi demektir. Bu şuuru kaybeder, otomat veya insiyaki bir tarzda cereyana bırakırsak
şeytan yoluna gitme tehlikesi büyük ihtimaldir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu tehlikeye dikkat çekmektedir.
Şuurla şeytan yolunu tercih edenler
hakkında bir şey söylemeye zaten gerek yok."[620]
ـ4673
ـ13ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #
يَوْماً: مَنْ
أصْبَحَ
الْيَوْمَ
مِنْكُمْ
صَائِماً؟ قَالَ
أبُو بَكْرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
أَنَا. قَالَ:
فَمَنْ تَبعَ
مِنْكُمُ
الْيَوْمَ جَنَازَةً؟
قَالَ أبُو
بَكْرٍ: أنَا
قَالَ: فَمَنْ
أطْعَمَ
مِنْكُمُ
الْيَوْمَ
مِسْكِيناً؟
قَالَ أبُو
بَكْرٍ: أنَا
قَالَ: فَمَنْ
عَادَ
مِنْكُمُ
الْيَوْمَ
مَرِيضاً؟
قَالَ أبُو
بَكْرٍ: أنَا
قَالَ # مَا
اجْتَمَعْنَ
في رَجُلٍ إَّ
دَخَلَ
الْجَنَّةَ[.
أخرجه مسلم .
13. (4673)- Hz. Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gün:
"Bugün sizden kim oruçlu olarak
sabahladı?" diye sordular. Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh):
"Ben!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Bugün kim bir cenazeye
katıldı?" dedi. Yine Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh): "Ben!"
dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Bugün kim bir fakire yedirdi?” dedi. Hz.
Ebu Bekr radıyallahu anh: “Ben!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Bugün kim bir hastayı ziyaret
etti?" dedi. Bu sefer de Hz. Ebu Bekir: "Ben!" dedi. Bunun
üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Bunlar bir kimsede biraraya geldi
mi, o kimse mutlaka cennete girer!" buyurdu." [Müslim, Zekat 87,
(1028).][621]
AÇIKLAMA:
Bu hadisten hareketle, bazı alimlerin
dikkat çektiği bir husus, kişinin "ben" demesinin bir mahzur teşkîl
etmeyeceğidir. Çünkü "Ben demek İblis'e mahsus bir haldir, bu onun
lanetlenmesine vesile olmuştur" mütâlaasını ileri süren bir kısım
alimlere karşı, bu hadis başta olmak üzere Kur'ân ve hadisten gösterilen
delillerle ben demenin mekruh olmadığı belirtilmiş, İblis'in lanetlenmesi de
ben demesinden dolayı olmayıp, Allah'ın emrine isyan ederek "Ben Âdem'den
daha hayırlıyım!" demesinden ileri geldiği söylenmiştir.[622]
ـ4674
ـ14ـ وعن أبى
ذرٍّ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالُو:
يَا رَسُولَ
اللّهِ
ذَهَبَ أهْلُ
الدُّثُورِ
بِا‘جُورِ،
يُصَلُّونَ
كَمَا نُصَلِّي
وَيَصُومُونَ
كَمَا
نَصُومُ،
وَيتَصَدَّقُونَ
بِفَضْلِ
أمْوَالِهِمْ.
قَالَ: أوَلَيْسَ
قَدْ جَعَلَ
اللّهُ
لَكُمْ مَا
تَتَصَدَّقُونَ
بِهِ، إنَّ
بِكُلِّ
تَسْبِيحَةٍ
صَدَقَةً،
وَكُلِّ
تَكْبِيرَةٍ
صَدَقَةً،
وَكُلِّ
تَحْمِيدَةٍ،
وَكُلِّ
تَهْلِيلَةٍ
صَدَقَةً،
وَأمْرٌ
بِالْمَعْرُوفِ
صَدَقَةٌ،
وَنَهْىٌ عنْ
مُنْكَرِ
صَدَقَةٌ،
وَفي بُضْعِ
أحَدِكُمْ
صَدَقَةٌ.
قَالُوا: يَا
رَسُولَ
اللّهِ، أيَأتِى
أحَدُنَا
شَهْوَتَهُ
وَيَكُونُ
لَهُ فِيهَا
أجْرٌ؟ قَالَ:
أرَأيْتُمْ
لَوْ وَضَعَهَا
في حَرَامٍ
أكَانَ
عَلَيْهِ
وِزْرٌ؟
قَالُوا:
نَعَمْ.
قَالَ:
كَذلِكَ إذَا
وََضَعَهَا
في الْحََلِ
كَانَ لَهُ
أجْرٌ[. أخرجه
مسلم .
14. (4674)- Hz. Ebu Zerr
(radıyallahu anh) anlatıyor: "(Ashabtan bazıları): "Ey Allah'ın
Resûlü! Zenginler ücretleriyle gittiler. Onlar da bizim gibi namaz kıldılar,
bizim gibi oruç tuttular, mallarının artanından da sadaka verdiler!"
dediler. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Allah size de tasadduk edeceğiniz
şeyler verdi: Her bir tesbih sadakadır, her bir tekbir sadakadır, her bir
tahmîd sadakadır, her bir tehlil sadakadır, emr-i bi'lma'ruf sadakadır, nehy-i
ani'lmünker sadakadır, herbirinizin (hanımıyla) ciması sadakadır!"
buyurdu. Derken cemaatten: "Ey Allah'ın Resûlü! Yani birimizin şehvetine
mübaşeret etmesine ücret mi var?" diye soranlar oldu. Aleyhissalâtu
vesselâm:
"İhtiyacını haramla görmüş olsaydı
bundan ona bir vebal var mıydı, yok muydu ne dersiniz?" diye sual ettiler.
"Evet vardı!" demeleri üzerine:
"Öyleyse, ihtiyacını helal yolla
gördü mü bunda onun için ücret vardır!" buyurdular." [Müslim, Zekât
53, (1006).] [623]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, İslâm'ın bazı umumî prensiplerini
müşahhas hale getirmektedir. Bunlardan biri mükellef kişinin her anından hesap
prensibidir. Böyle olunca yaptığı fiiller de ya lehine ya aleyhinedir.
Hanımıyla cinsî mübaşereti bile sadaka sayılıp, ücrete vesile olunca, geri
kalan fiillerinin nasıl bir değerlendirmeye tabi tutulacağı anlaşılır. İslâm'ın
sorumluluk anlayışının şumûlünü, derinlik ve inceliğini kavramada bu hadis
mühim bir değer taşır.
2- İslâm'da sadaka anlayışı da burada
vüs'at kazanmaktadır. Sevap getiren herbir amel sadaka mefhumuna
girebilmektedir. Bu açıdan fakirliği sebebiyle maddi sadaka veremeyenler,
zenginlerden daha fazla sadaka sevabı kazanabilecek durumdadırlar. Hele riya
ile verme tehlikesi, minnet etme tehlikesi, ihlaslı verememe tehlikesi, ucba
düşme tehlikesi gibi birkısım muhâtaraları beraberinde getiren maddî sadakaya
nazaran tesbih, tahmid, emr-i bi'lmaruf, ihtiyaçlarını meşru yoldan, helal
yoldan giderme gibi mecazî sadakalar çok daha selametli, garantili ve kıymetli
bir sevap kaynağı olmalıdır. Kişi bu inançla, boş zamanlarını, an be-an,
birkısım ezkarlarla kelime kelime zaman ipliğine ebedî nur pırlantaları olarak
dizebilir.
Müteakip hadis, sadaka mefhumunun hangi
meselelere kadar uzandığını kavramada daha sarihtir ve bu hadisi tamamlar.[624]
3- Hadisten Çıkarılan Bazı Hükümler:
* Hanımla münasebet-i cinsiyeye varıncaya
kadar, bütün mübah fiiller iyi bir niyetle ibadet olabilir.
* Hadisten kıyasın cevazına delil
çıkarılmıştır. Zira Resûlullah, Ashabtan haram cima ile helal cima arasında
kıyas yapıp netice çıkarmalarını istemiştir ki, bu, kıyastan başka bir şey değildir.
Ehl-i Sünnet ulemâsı bi'l-ittifak kıyası caiz görmüş, meşruluğuna hükmetmiştir.
Zâhîriler buna muhalefet ederse de, itibar edilmemiştir.[625]
ـ4675
ـ15ـ وللترمذي
في رواية:
]تَبَسُّمُكَ
في وَجْهِ
أخِيكَ
صَدَقَةٌ،
وَأمْرُكَ
بِالْمَعْرُوفِ
ونَهْيُكَ عَنِ
الْمُنْكَرِ
صَدَقَةٌ،
وإرْشَادُكَ
الرَّجُلَ في
أرْضِ
الضََّلِ
لَكَ
صَدَقَةٌ، وَبَصَرُكَ
لِلرَّجُلِ
الرَّدِىِّ
الْبَصَرِ
صَدَقَةٌ،
وَإمَاطَتُكَ
الْحَجَرَ والشَّوْكَ
وَالْعَظْمَ
عَنِ
الطَّرِيقِ صَدَقَةٌ،
وَإفْرَاغُكَ
مِنْ
دَلْوِكَ
في
دَلْوِ
أخِيكَ
صََدَقَةٌ[ .
15. (4675)- Tirmizî'nin bir
rivayetinde şöyle buyurulmuştur: "Kardeşine karşı izhar edeceğin
tebessümün bir sadakadır. Emr-i bi'lmâ'rûfun ve nehy-i ani'lmünkerin sadakadır.
Yolunu kaybeden kimseye yolu gösterivermen sadakadır; gözü sakat kimse için
görüvermen sadakadır; yoldan taş, diken, kemik (gibi şeyleri) kaldırıp atman
sadakadır; kovandan kardeşinin kovasına su boşaltman sadakadır." [Tirmizî,
Birr 36, (1957).][626]
ـ4676
ـ16ـ وعن جابرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
ثََثُ مَنْ كُنَّ
فيهِ نَشَرَ
اللّهُ
عَليْهِ
كَنَفَهُ وَأدْخَلَهُ
الْجَنَّةَ:
رِفْقُ
بِالضَّعِيفِ،
وَالشَّفَقَةُ
عَلى
الْوَالِدَيْنِ،
وَا“حْسَانُ
الى
الْمَمْلُوكِ[.
أخرجه الترمذي.
»كَنَفُ
ا“نْسَانِ«:
ظِلَّهُ
وحماه الذي يأوي
إليه الخائف .
16. (4576)- Hz. Câbir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûllullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Üç şey vardır, bunlar kimde
bulunursa, Allah onun üzerine himayesini açar ve onu cennete koyar:
"Zâyıflara rıfk, annebabaya şefkat, kölelere ihsan." [Tirmizî,
Kıyâmet 49, (2496).][627]
ـ4677
ـ17ـ وعن أبِى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
ثََثَةٌ
حَقٌّ عَلى
اللّهِ
عَوْنُهُمْ:
الْمُجَاهِدُ
في سَبِيلِ
اللّهِ،
وَالْمُكَاتَبُ
الَّذِى يُرِيدُ
اَدَاءَ،
وَالنَّاكِحُ
الَّذِى
يريدُ الْعَفَافَ[.
أخرجه
الترمذي
والنَّسائى .
17. (4677)- Hz. Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Üç kimse vardır ki, bunlara yardım
Allah üzerine bir haktır: Allah yolunda cihad eden; borcunu ödemek isteyen
mükâteb, iffetini korumak niyetiyle evlenen kimse." [Tirmizî,
Fezâilu'l-Cihâd 20, (1655); Nesâî, Nikâh 5, (6, 61).] [628]
ـ4678
ـ18ـ وعن أبِى
ذَرٍّ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
ثََثَةٌ
يُحِبُّهُمْ
اللّهُ،
وَثََثَةٌ
يُبْغِضُهُمْ
اللّهُ:
فأمَّا
الثََّثَةُ
الَّذِينَ
يُحِبُّهُمْ
فَرَجُل أتَى
قَوْماً
فَسألَهُمْ
بِاللّهِ
وَلَمْ
يَسْألْهُمْ
بِقَرابَةٍ
بَيْنَهُ
وَبَيْنَهُمْ
فَمَنَعُوهُ،
فَتَخَلّفَ
رَجُلٌ
بِأعْقَابِهِمْ
فأعْطَاهُ
سِرّاً َ
يَعْلَمُ
بِعَطِيَّتِهِ
إَّ اللّهُ
وَالَّذِى
أعْطَاهُ،
وَقَوْمٌ
سَارُوا
لَيْلَتَهُمْ
حَتّى إذَا كَانَ
النَّوْمُ
أحَبَّ
إلَيْهِمْ
مِمَّا يُعْدَلُ
بِهِ
فَنَزلُوا.
فقَامَ
رَجُلٌ يَتَمَلَّقُنِى
وَيَتْلُو
آيَاتِى،
وَرَجُلٌ
كَانَ في
سَرِيَّةٍ
فَلَقِىَ
الْعَدُوَّ فَانْهَزَمُوا
فأقْبَلَ
بِصَدْرِهِ
حَتّى
يُقْتَلَ أوْ
يُفْتَحَ
لَهُ،
وَأمَّا الثََّثَةُ
الَّذِينَ
يُبْغِضُهُمُ
اللّهُ:
فَالشَّيْخُ
الزَّانِى،
وَالْفَقِيرُ
الْمُخْتَالُ،
وَالْغَنِيُّ
الظَّلُومُ[.
أخرجه
الترمذي
والنسائي .
18. (4678)- Hz. Ebu Zerr
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Üç kişi vardır, Allah onları sever,
üç kişi de vardır Allah onlara buğzeder.
Allah'ın sevdiği üç kişiye gelince:
"Bir adam bir cemaate gelir, onlardan Allah adına birşeyler ister,
kendisiyle onlar arasında mevcut bir karâbet sebebiyle istemez. Onun başvurduğu
kimseler, istediğini vermezler. İçlerinden biri cemaatin arkasına kayıp,
isteyen kimseye gizlice ihsanda bulunur. (Öyle gizli verir ki) onun verdiğini
sadece Allah'la ihsanda bulunduğu adam bilir.
(İkinci adam ise:) Bir cemaat yoldadır.
Gece boyu da yürürler. Derken (yorulurlar ve) uyku herşeyden kıymetli bir hal
alır. Konaklarlar, [başlarını koyup yatarlar.] Bir adam kalkıp bana karşı
tevazu ve tazarruda bulunur, ayetlerimi okur.
(Üçüncü adama gelince:) Seriyyeye
katılmıştır. Seriyye düşmanla karşılaşır, hezimete uğrarlar. Ancak o ilerler,
öldürülünceye veya başarıncaya kadar savaşmaya devam eder.
Allah'ın buğzettiği üç kişiye gelince:
Bunlar zâni ihtiyar, kibirli fakir, zâlim zengindir." [Tirmizî, Cennet 25,
(2571); Nesâî, Zekât 75, (5, 84).] [629]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah, burada kulluk edebine
yaraşan üç iyi vasıfla, kulluk edebine hiç yakışmayan üç kötü vasfı
anlatmaktadır. İyi vasıflar:
* Sadakayı Allah rızası için ve gizli
vermek.
* Yolculukta bile olsa gece ibadeti
yapmak.
* Düşman karşısında tek başına bile kalsa
savaşmaya devam etmek. Bu tavrın bilhassa bozgun esnasında büyük ehemmiyeti
olmalıdır,. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), gerek Uhud'da ve gerekse
Huneyn' de bu çeşit davranışıyla, dağılan İslâm askerlerinin etrafında
toplanmasını sağlamıştır. Böylece Uhud'da hem moral çöküntüsünü hem de daha
kötü sonuçları önlemiştir. Huneyn'de de büyük zaferin sebebi olmuştur.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu hadislerinde, bozgun hengâmında
cesurâne davranan tek bir kişinin bile savaşın seyrini değiştirebileceğine
parmak basmış olmaktadır.
2- Şarihler, hadiste kötü fiillerden
olarak zikredilen "şeyhin zinası" tabiri ile muhsan olanın zinasının
kastedilme ihtimalinden bahsederler. Zira, dinimiz evli ile hiç evlenmemiş
bakire kimsenin zinasını bir tutmaz. Bâkirenin zinası, muhsan olanın zinasına
nazaran daha hafif bir cürümdür. Çünkü birinin cezası ölüm iken, diğerinin
seksen sopadır. Keza bu tabirle, gence mukabil olan "ihtiyar ve yaşlanmış
kimse"nin zinasını kastetmiş olabileceği ihtimalini de belirtirler. Bu mânada
anlaşılınca, çirkin işlerin herkeste aynı değerde kötü olmayacağı dersi
verilmiş olmaktadır. Zina kötü bir fezâhet ama, buna yaşlanmış insan teşebbüs
ederse çok daha kötü bir hal olmaktadır. Manayı muhalifi ile, edeb ve iffet
güzeldir ama gençlerde olursa daha güzeldir. Çünkü gençlikte edeb ve iffetlilik
güzel bir alışkanlık îras eder ve bütün hayatın iyi bir istikamette gitmesini
sağlar. Sonradan -şayet nasib olursa- ulaşılan iyilik, bir yama veya aşı
durumundadır, gençlikten tevarüs edilen kadar feyizli ve bereketli olmayabilir.[630]
ـ4679
ـ19ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
سَبْعَة
يُظِلُّهُم اللّهُ
في ظِلِّّهِ
يَوْمَ َ
ظِلَّ إَّ
ظِلُّهُ:
إمَامٌ
عَادِلٌ،
وَشَابٌّ
نَشَأ في عِبَادَةِ
اللّهِ،
وَرَجُلٌ
قَلْبُهُ
مُعَلَّقٌ
بِالْمَسْجِدِ
حَتّى
يَعُودَ
إلَيْهِ،
وَرَجَُنِ
تَحَابّا في
اللّهِ،
اجْتَمَعَا
عَلى ذلِكَ
وَتَفَرَّقَا
عَلَيْهِ،
وَرَجُلٌ
دَعَتْهُ
امْرأة ذَاتُ
مَنْصِبٍ
وَجَمَالٍ
فقَالَ: إنِّى
أخَافُ
اللّهَ،
وَرَجُلٌ
تَصَدَّقَ
بِصَدَقَةٍ
فأخْفَاهَا
حَتّى
َ تَعْلَمَ
شِمَالهُ مَا
تُنْفِقُ
يَمِينُهُ،
وَرَجُلٌ
ذَكَرَ اللّه
خَالِياً
ففَاضَتْ
عَيْنَاهُ[.
أخرجه الستة إ
أبا داود .
19. (4679)- Hz. Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Yedi kişi var, Allah onları hiçbir
gölgenin olmadığı kıyamet gününde kendi gölgesinde gölgeler:
* Adil imam,
* Allah'a ibadet içinde yetişen genç,
* Tekrar dönünceye kadar kalbi mescide
bağlı olan kimse
* Allah için birbirlerini seven, Allah
rızası için biraraya gelip, Allah rızası için ayrılan iki kişi,
* Güzel ve makam sahibi bir kadın
tarafından davet edildiği halde: "Ben Allah'tan korkarım" de(yip
icabet etmey)en kimse,
* Sağ eliyle verdiğini sol eli görmeyecek
kadar gizli bir şekilde sadaka veren kimse,
* Allah'ı tek başına zikrederken
gözlerinden yaş boşanan kimse." [Buhârî, Ezân 36, Zekât 16, Rikâk 24,
Hudûd 19; Müslim 91, (1031); Muvatta 14, (952, 953); Tirmizî, Zühd 53, (2392);
nesâî, Kudât 2, (8, 222, 223).][631]
ـ4680
ـ20ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
دَعَا الى
هُدىً كَانَ لَهُ
مِنْ ا‘جْرِ
مِثْلُ
أجُورَ مَنِ
اتَّبَعَهُ َ
يَنْقُصُ
ذلِكَ مِنْ
أجُورِهِمْ
شَيْئاً،
وَمَنْ دَعَا
الى ضََلَةِ
كَانَ عَلَيْهِ مِنَ
ا“ثْمِ مثْلُ
آثَامِ مَنِ اتَّبَعَهُ
َ يَنْقُصُ
مِنْ
آثَامِهِمْ
شَيْئاً[.
أخرجه مسلم
ومالك وأبو
داود
والترمذي .
20. (4680)- Yine Hz. Ebu
Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kim bir hidayete davette bulunursa,
buna uyanların sevaplarının bir misli ona gelir ve bu durum, onların
ücretlerinden hiçbir şey eksiltmez. Kim bir dalâlete çağrıda bulunursa, buna
uyanların günahlarından bir misli de ona gelir ve bu onların günahlarından
hiçbir eksiltme yapmaz." [Müslim, İlm 16, (2674); Tirmizî, İlm 15, (2676);
Ebu Dâvud, Sünnet 7, (4609); Muvatta, Kur'ân 41, (1, 218).][632]
ـ4681
ـ21ـ وعن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قَالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
الدَّالُّ
عَلى
الْخَيْرِ كَفَاعِلِهِ[.
أخرجه
الترمذي .
21. (4681)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Hayra delâlet eden onu yapan
gibidir." [Tirmizî, İlm 14, (2672).][633]
ـ4682
ـ22ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
يَقُولُ
اللّهُ عَزَّ
وَجَلَّ
لِمََئِكَتِهِ:
إذَا هَمَّ
عَبْدِى
بِعَمَلٍ
سَيِّئَةٍ
فََ
تَكْتُبُوهَا
حَتّى
يَعْمَلَهَا،
فإذَا
عَمِلَهَا
فاكْتُبُوهَا
عَليْهِ
وَاحِدَةٍ،
وإنْ
تَرَكَهَا
‘جْلِي فاكْتبُوهَا
لَهُ
حَسَنَةً،
وإذَا هَمَّ
بِعَمَلٍ
حَسَنَةٍ
وَلَمْ
يعْمَلْهَا
فَاكْتُبُوهَا
لَهُ
حَسَنَةً،
فإنْ
عَمِلَهَا فاكْتُبُوهَا
لَهُ
بِعَشْرِ
أمْثَالِهَا
الى
سَبْعِمِائَةِ
ضِعْفٍ[.
أخرجه
الشيخان والترمذي
.
22. (4682)- Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Allah Teâla hazretleri meleklerine
şöyle emreder: "Kulum kötü bir amel yapmak isteyince, onu yapmadıkça
yazmayın, Yapınca, onu aleyhine bir günah olarak yazın. Eğer benim rızamı
düşünerek terketti ise bunu onun lehine bir sevap yazın. Kulum iyi bir iş
yapmak arzu edince, yapmasa bile onu, lehine bir sevap yazın. Eğer onu yaparsa
en az on misli olmak üzere yedi yüz misline kadar ona sevap yazın." [Buhârî,
Tevhed 35; Müslim, İmân 203, 205, (128, 129); Tirmizî, Tefsîr, Enâm (3075).][634]
ـ4683
ـ23ـ وعن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَا
مِنْ
حَافِظَيْنِ
رَفَعَا الى
اللّهِ مَا
حَفِظَا مِنْ
عَمَلِ عَبْدٍ
مِنْ لَيْلٍ
أوْ نَهَارٍ
فَيَجِدُ
اللّهُ في
أوَّلِ
الصَّحِيفَةِ
وَآخِرَهَا
خَيْراً، إَّ
قَالَ
لِلْمََئِكَةِ:
أُشْهِدُكُمْ
أنِّى قَدْ
غَفَرْتُ
لِعَبْدِى
مَا بَيْنَ
طَرَفَي
الصَّحِيفَةِ[.
أخرجه
الترمذي .
23. (4683)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kulun gündüz veya gece amelini
yazan hafaza melekleri, yazdıklarını Allah'a yükseltirler. Allah sahifenin baş
ve son kısmını hayırlı bulursa, meleklere şöyle der: "Sizi şahid
kılıyorum, ben kulumun sahifesinin iki tarafı arasında kalan kısmını mağfiret
ettim." [Tirmizî, Cenaiz 9, (981).][635]
ـ4684
ـ24ـ وعن
عَمْرِو بْنِ
عبسة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
شَابَ شَيْبَةً
في ا“سَْمِ
كَانَتْ لَهُ
نُوراً يَوْمَ
الْقِيَامَةِ،
وَمَنْ رَمَى
بِسَهْمٍ في
سَبِيلِ
اللّهِ
فَبَلَغَ
الْعَدُوَّ
أوْلَمْ
يَبْلُغْهُمْ
كَانَ لَهُ
عِتْقُ
رَقَبَةٍ،
وَمَنْ
أعْتَقَ
رَقَبَةً مُؤْمِنَةً
كَانَتْ
فِدَاءَهُ
مِنَ النَّارِ
عُضْواً
عُضْواً[.
أخرجه
أصْحَابَ
السنن، وهذا
لَفْظُ
النّسائى .
24. (4684)- Amr İbnu Abese
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kim Müslüman olduğu halde, saçından
bir kıl beyazlarsa, bu, kıyamet günü onun için bir nur olur. Kim Allah yolunda
bir ok atarsa, bu düşmana değse de
değmese de, atan için bir köle azadı
yerine geçer. Kim mü'min bir köleyi azad ederse bu onun için cehennemden bir
azadlık vesilesi olur: Her bir uzuv için bir uzvu ateşten kurtulur." [Tirmizî, Fezâilu'l-Cihad, (1634); Nesaî,
Cihad 26, (6, 26); Ebu Daud, Itk 14, (3966).][636]
ـ4685
ـ25ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
يَقُولُ
اللّهُ عَزَّ
وَجَلَّ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ:
يَا ابنَ آدَمَ:
مَرِضْتُ
فَلَمْ
تَعُدْنِى.
فَيَقُولُ:
يَا رَبِّ
كَيْفَ
أعُودُكَ
وَأنْتَ
رَبُّ الْعَالَمِينَ؟
قَالَ: أمَا
عَلِمْتَ
أنَّ
عَبْدِى
فُناً مَرِضَ
فَلَمْ
تَعُدْهُ؟
أمَا عَلِمْتَ
أنَّكَ لَوْ
عُدْتَهُ
لَوَجَدْتَنِى
عِنْدَهُ؟
يَا بْنَ
آدَمَ:
اِسْتَطْعَمْتُكَ
فَلَمْ
تَطْعِمُنِي.
قَالَ: يَا
رَبِّ كَيْفَ
أُطْعِمُكَ
وَأنْتَ
رَبُّ الْعَالَمِينَ؟
قَالَ: انّ
عَبْدِي
فَُناً
اِسْتَطْعَمَكَ
فَلَمْ
تُطْعِمُهُ.
أمَا عَلِمْتَ
لَوْ أنَّكَ
أطْعَمْتَهُ
لَوَجَدْتَ
ذَلِكَ
عِنْدِي. يَابْنَ
آدَمَ:
اسْتَسْقَيْتُكَ
فَلَمْ تُسْقِنِى.
قَالَ: يَا
رَبِّ كَيْفَ
أسْقِيكَ وَأنْتَ
رَبُّ
الْعَالَمِينَ؟
فَيَقُولُ: إنَّ
عَبْدِى
فُناً
اسْتَسْقَاكَ
فَلَمْ تَسْقِهِ؟
أمَا
عَلَمْتَ
أنَّكَ لَوْ
سَقَيْتَهُ
لَوَجَدْتَ
ذلِكَ
عِنْدِي[.
أخرجه مسلم .
5. (4685)- Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kıyamet günü aziz ve celil olan
Allah şöyle buyuracak:
"Ey ademoğlu! Ben hasta oldum beni
ziyaret etmedin." Kul diyecek:
"Ey Rabbim, sen Rabbülâlemin iken
ben seni nasıl ziyaret ederim?" Rab
Teala diyecek:
"Bilmedin mi, falan kulum
hastalandı, fakat sen onu ziyaret etmedin, bilmiyor musun? Eğer onu etseydin,
yanında beni bulacaktın?"
Rab Teala
diyecek:
"Ey ademoğlu ben senden yiyecek
istedim ama sen beni doyurmadın!"
Kul diyecek:
"Ey Rabbim, ben seni nasıl
doyururum. Sen ki Alemlerin Rabbisin?" Rab Teala diyecek:
"Benim falan kulum senden yiyecek
istedi. Sen onu doyurmadın. Bilmez misin ki, eğer sen ona yiyecek verseydin ben
onu yanımda bulacaktım." Rab Teala diyecek:
"Ey ademoğlu! Ben senden su istedim
bana su vermedin!" Kul diyecek:
"Ey Rabbim, ben sana nasıl su
içirebilirim, sen ki Alemlerin Rabbisin!" Rab Teala diyecek:
"Kulum falan senden su istedi. Sen
ona su vermedin. Bilmiyor musun, eğer ona su vermiş olsaydın bunu benim yanımda
bulacaktın!" [Müslim, Birr 43, (2569).][637]
AÇIKLAMA:
Hadiste, hasta ziyareti, aç doyurmak,
susuza su vermek gibi amellerin fazileti farklı bir üslubla takrir edilmiş
olmaktadır. Kulun, ziyaret edilenin yanında veya karnı doyurulanların yanında
Allah'ı bulması demek, o fiiline mukabil Allah'ın bol sevabını, rahmetini
bulması demektir.[638]
ـ4686
ـ26ـ وعن أبى
سعيدٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
أكَلَ
طَيِّباً
وَعَمِلَ في
سُنَّةٍ
وَأمِنَ
النَّاسُ
بَوَائِقَهُ
دَخَلَ
الْجَنَّةَ.
قَالَ لَهُ
رَجُلٌ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ! إنَّ
هذَا
الْيَوْمَ في
النَّاسِ
كَثِيرٌ.
قَالَ:
فَسَيَكُونُ
في قَرُونٍ بَعْدِى[.
أخرجه
الترمذي.والمراد
»بالبوائق« هنا:
الغوائل
والشرور
والظلم والغش
.
26. (4686)- Ebu Said
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kim temiz rızık yer ve sünnete
uygun amelde bulunur, halk da kendisinden bir kötülük gelmeyeceği hususunda
güven duyarsa cennete girdi demektir."
Bir adam: "Ey Allah'ın Resulü! Bugün
insanlar arasında böyleleri çoktur!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm da:
"Benden sonraki zamanlarda da
olacaklar!" buyurdu." [Tirmizî, Kıyamet 61, (2522).][639]
AÇIKLAMA:
Resûlullah helal rızıkla beslenip,
söylediği sözler veya yaptığı işler sünnet veya Kur'an'da mevcut nasslardan birine uygunluk arzeden bir
kimseye, cennet hususunda garanti vermektedir. Yeter ki, halk da ondan gelecek
her çeşit kötülükten kendini emin hissetsin.
Resûlullah her asırda bu çeşit iyi
insanların çokça olacağını müjdelemektedir. [640]
ـ4687
ـ27ـ وعن
البراء
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
مَنَحَ
مِنْحَةَ لَبَنٍ
أوْ وَرقٍ،
أوْ هَدى
ضَاًّ
طَرِيقاً،
أوْ أعْمى
زُقاقاً،
كَانَ لَهُ
مِثْلُ مَنْ
أعْتَقَ
رَقَبَةً[.
أخرجه
الترمذي.»المِنحةُ«
العطية.
والمنحة:
الناقة
والشاة تعار
لينتفع
بِلَبَنِهَا
ثم تعاد .
27. (4687)- Hz. Bera
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kim sağmal bir hayvanı veya parayı
(karz-ı hasen olarak ) iâreten verirse veya yolunu kaybedene yolunu gösterirse
veya amayı sokağına koyarsa kendisine bir
köle azad edenin sevabı verilir." [Tirmizî, Birr 37, (1958).][641]
ـ4688
ـ28ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قِيلَ
يَا رَسُولَ
اللّهِ:
الرَّجُلُ
يَعْمَلُ
الْعَمَلَ
سِرّاً فإذَا
اطَّلِعَ عَلَيْهِ
أعْجَبَهُ
ذلِكَ. فقَالَ
#: لَهُ أجْرَان:
أجْرُ
السِّرِّ
وَأجْرُ
الْعََنِيَةِ[.
أخرجه
الترمذي.المعنى
أعْجبه ثناء
الناس عليه بالخير
لقوله #:
اَنْتُمْ
شُهدَاءَ
اللّهُ في ا‘رض
أما إذا أعجبه
علم الناس به
ليكرم أو يعظم
بذلك فهذا
رياء. وقيل
معناه أعجبه
اطع الناس
عليه رجاء أن
يعمل بمثل
عمله فيكون له
مثل أجر من
عمل لقوله #: من
سنّ سنة حسنةً
كان له أجرها
وأجرُ من عمل
بها .
28. (4688)- Hz. Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e
soruldu:
"Ey Allah'ın Resûlü! Bir adam gizli
olarak hayırlı ameller yaparken bir de bakarsın halk buna muttali olmuştur da
bu onun hoşuna gitmiştir?" Aleyhissalâtu vesselâm:
"Bu kimsenin iki ücreti vardır:
Gizli yapmanın ücreti ve aleni yapmanın ücreti." [Tirmizî, Zühd 49,
(2385).] [642]
AÇIKLAMA:
Tirmizî bu hadis hakkında şu açıklamayı
kaydeder: "Bu hadisi, alimlerden bir kısmı şöyle açıkladı: "Yaptığı
işe muttali olununca hoşuna gider" ibaresinin manası şudur: "Halkın
kenisini bu işi sebebiyle hayırla sena
etmesi onun hoşuna gider, zira Aleyhissalâtu vesselâm: "Sizler Allah'ın
yeryüzündeki şahidlerisiniz" buyurmuştur. Bu hadisin müjdesi sebebiyle
(halkın övgüsü Allah'ın rızasının alameti olduğu için) övgü adamın hoşuna
gider. Ancak o kimse, bu hayrı kendinden bilsinler de hayrına mukabil kendine ikram
etsinler, büyüklensinler diye, bilinmiş olmaktan hoşlanırsa bu riyadır. Bazı
alimler de şöyle demiştir: "Kendisine muttali olununca, kendi yaptığı
örnek alınarak başkasının yapmasına da vesile
olur" ümidiyle hoşlanırsa, bu durumda onların sevaplarının bir
misli ona gelir. Çünkü hadiste : "Kim iyi bir yol açarsa, ona bunun ecri
ve bu yolda gidenlerin ecrinin bir misli vardır" buyrulmuştur.[643]
ـ4689
ـ29ـ وعن أبى
ذَرٍّ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قِيلَ
يَا رَسُولَ
اللّهِ:
الرَّجُل
يَعْمَلُ
الْخَيْرَ
وَيَحْمَدُهُ
النَّاسُ
عَلَيْهِ.
فقَالَ:
تِلْكَ عَاجِلُ
بُشْرى
الْمُؤْمِن[.
أخرجه مسلم .
29. (4689)- Hz. Ebu Zerr
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah'a soruldu: "Ey Allah'ın
Resûlü! Kişi hayır yapsa halk da bu sebeple onu övse (bunun hükmü nedir?)"
"Bu mü'mine (Allah'ın razı olduğuna
dair) peşin bir müjdedir"
buyurdular." [Müslim, Birr 166, (2642).][644]
AÇIKLAMA:
Nevevî, kulun övülmede dahli olmadığı
takdirde, gıyabında halkın yaptığı övgünün Allah'ın rızasına alâmet olacağını,
aksi takdirde kendi iradesiyle, arzusuyla övgünün hasıl olması halinde bunun rıza müjdesi olmayacağını belirtir.[645]
ـ4690
ـ30ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
وَفْدُ
اللّهِ ثََثَةٌ:
اَلْغَازِى،
وَالْحَاجُّ،
والْمُعْتَمِرُ[.
أخرجه
النسائي .
30. (4690)- Hz. Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Allah için sefer yapanlar üçtür: Gazi, hacı,
umreci." [Nesâî, Hacc 4, (5, 113).][646]
ـ4691
ـ31ـ وعن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: ما مِنْ
مُسْلِمٍ
يَغْرِسُ
غَرْساً أوْ
يَزْرَعُ
زَرْعاً
فَيَأكُلُ
مِنْهُ
طَيْرٌ أوْ إنْسَانٌ
أوْ
بَهِيمَةٌ
إَّ كَانَ
لَهُ بِهِ صَدَقَةٌ[.
أخرجه
الشيخان
والترمذي .
31. (4691)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Bir Müslüman bir ağaç diker veya
bir tohum eker de bunların mahsulatından bir kuş veya insan veya hayvan yiyecek
olsa, bu onun için bir sadaka olur." [Buharî, Hars 1, Edeb 27; Müslim,
Müsâkat 12, (1553); Tirmizî, Ahkam 40, (1382).][647]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadisi Buharî: "Yenilen
şeyleri ekmenin ve dikmenin fazileti"
adını taşıyan bir babta kaydeder: "Ekme" ve
"dikme"nin faziletine Kur'anî delil olarak da "Onu siz mi
bitiriyorsunuz yoksa bitirenler Biz miyiz? Eğer dileseydik, muhakkak ki onu
(tohumsuz) bir ot kırıntısı yapardık da siz de şaşakalırdınız" (Vakıa
64-65) ayeti zikredilir.
2- Buhârî'nin bab başlığından da
anlaşılacağı üzere ulemâ, hadisin, ekip
dikmenin faziletli ameller arasında yer ettiğine delil olduğunu ve arzın imar
edilmesine teşvik teşkil ettiğini söylemiş, ayrıca hadisten çiftlik kurmanın ve onunla meşgul olmanın
caiz olduğu hükmünü de çıkarmıştır. İbnu Hacer der ki: "Bu hadis, zahid
geçinenlerden bazılarının ziraatle meşgul olmanın faziletini reddeden
sözlerinin batıl olduğuna ve ziraatle meşguliyetten uzaklaştırmayı ifade
zımnında gelen rivayetlerdeki asıl
maksadı, dinî işlere mani olacak derecesine hamletmek gerektiğine de
delildir."
Burada İbnu Hacer'in kasdettiği yasaklayıcı hadislerden biri şudur:
"Çiftlik edinmeyin, dünyaya rağbet edersiniz." Kurtubî bu iki hadisi şöyle cemeder: "Bu ikinci
hadisteki yasaklama aşırı çokluğun peşine düşüp o yüzden dinî vazifeleri ihmal
etmeye hamledilir. Sadedinde olduğumuz hadiste ziraat da ihtiyaç nisbetinde
veya Müslümanların ondan istifadesini düşünerek veya sevap elde etmek
maksadıyla yapılan ziraate
hamledilir." Hadisin Müslim'deki veçhinde sebeb-i vürud da mevcut:
Buna göre Resûlullah, bir bahçede çalışmakta olan Ümmü Ma'bed'in yanına gelip: "Bu
hurmaları kim dikti, kafir mi Müslüman mı?" diye sorar. Ümmü Ma'bed: "Müslüman!"
deyince Fahr-i Kainat (aleyhissalâtu vesselâm): "Müslüman bir kimse ağaç
diker de ondan bir insan veya hayvan yahut
kuş yerse bu mutlaka onun için kıyamet gününe kadar bir sadaka olur" buyurur.
3- Müslim'in bir ziyadesi bilhassa
kaydetmeye değer: "...kıyamet gününe kadar kendisi için sadaka olur."
Demek ki iyi bir niyetle atılan bir tohum veya dikilen bir ağaçtan istifade edildiği müddetçe kıyamete kadar
sevap hasıl olmaktadır. Bu ziyadeden, ekilen o tohumun, müteakip tohumlarından
veya ağacın müteakip çekirdek ve filizlerinden hâsıl olacak ve kıyamete kadar
müteselsilen elde edilecek menfaatlerden, eken kimsenin sevap cihetiyle
istifade edeceği mânasını dahi anlamak mümkün ise de, Nevevî, İbnu Hacer
"Sevap elde etme işi, ekilen veya dikilen şeyden yenilmeye devam edildiği
müddetçe, kişi ölmüş bile olsa, hatta mülkiyeti başkasına intikal etmiş bile
olsa" diyerek "bizzat dikilenin varlığının devamı müddetince"
diye bir sınırlama getirirler. Her halükârda bu hadis ziraatçiliğe, mü'min
gönüllerde fevkalâde bir teşvik hâsıl eder.
4- İbnu Hacer, "Müslüman"
kelimesinin mutlak gelmiş olmasından hareketle, "hür, köle, fasık,
müttaki, erkek, kadın her Müslümanın bu ekim sevabından istifade
edeceğine" dikket çeker. "İstifade edecek kimse"de mutlak
gelmiştir: "İnsan." Bu durumda onun milliyeti, diyaneti, müşteri veya
hırsız olması mevzubahis değildir. Hadisteki bu ıtlaka binaen Bediüzzaman bu
hadisin mealini, "Hem bu bağdan çıkan mahsulattan kim yese -hayvan olsun,
insan olsun, inek olsun, sinek olsun, müşteri olsun, hırsız olsun- sana bir
sadaka hükmüne geçer" şeklinde verir.
Bu çeşit hadislerin, zamanımızda ortaya
çıkan ve pek çok insanımıza musallat olan ve insanları belli yaşlardan sonra
müstahsil olmaktan alıkoyup, sadece müstehlik olmaya atan emeklilik anlayışının
zararlılığını kavramada önemi büyüktür. Bu maksadla, yetiştirilen ağaç ve diğer
bitkilerden hasıl olan mahsulatın sadaka yerine geçmesinin namaz kılma şartına
bağlı olduğu görüşünde olan Bediüzzaman'dan bir pasajı aynen aktarıyoruz:
"Eğer sen, istirahat ve teneffüs
vaktini ruhun rahatına, kalbin teneffüsüne medar olan namaza sarfetsen, o
vakit, bereketli nafaka-i dünyeviye ile beraber, senin nafaka-i uhreviyene ve
zâd-ı ahiretine ehemmiyetli bir menba olan, iki mâden-i mânevi bulursun:
Birinci Maden: Bütün bağındaki
yetiştirdiğin -çiçekli olsun, meyveli olsun- her nebâtın, her ağacın
tesbihatından, güzel bir niyyet ile, bir hisse alıyorsun.
İkinci Maden: Hem bu bağdan çıkan
mahsûlattan kim yese -hayvan olsun, insan olsun, inek olsun, sinek olsun,
müşteri olsun, hırsız olsun- sana bir sadaka hükmüne geçer. Fakat o şart ile
ki: Sen, Rezzak-ı Hakikî nâmına ve izni dairesinde tasarruf etsen ve O'nun
malını, O'nu mahlûkatına veren bir tevziat memuru nazariyle kendine baksan...
İşte bak, namazı terkeden, ne kadar büyük
bir hasâret eder. Ne kadar ehemmiyetli bir serveti kaybeder ve sa'ye pek büyük
bir şevk veren ve amelde büyük bir kuvve-i manevî temin eden o iki neticeden ve
o iki madenden mahrum kalır, iflas eder. Hatta ihtiyarlandıkça bahçecilikten
usanır, fütur gelir. "Neme lazım der. Ben zaten dünyadan gidiyorum. Bu
kadar zahmeti ne için çekeceğim?" diyerek, kendini tenbelliğe atacak.
Fakat evvelki adam der: "Daha ziyade ibadetle beraber sa'y-i helale çalışacağım.
Tâ, kabrime daha ziyade ışık göndereceğim. Ahiretime daha ziyade zahire tedarik
edeceğim."[648]
SEKİZİNCİ BAB
HASTALIK, ÖLÜM VE MUSİBETLERİN
FAZİLETİ
(Bu babta üç fasıl vardır)
*
BİRİNCİ FASIL
HASTALIK VE MUSİBETLER
*
İKİNCİ FASIL
EVLADIN ÖLÜMÜ
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
ÖLÜM VE ALLAH'A KAVUŞMA SEVGİSİ
BİRİNCİ FASIL
ـ4692 ـ1ـ عن
أبى هريرة
وأبى سعيدٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما:
]أنَّهُمَا
سمعا رسُولَ
اللّهِ # يَقُول:
مَا يُصِيبُ
الْمُؤْمِنَ
مِنْ وَصَبٍ وََ
نَصَبٍ وََ
سَقَمٍ وََ
حَزَنٍ حَتّى
الْهَمُّ يُهِمُّهُ
إَّ كَفَّرَ
اللّهُ بِهِ
مِنْ سَيِّئَاتِهِ[.
أخرجه
الشيخان
والترمذي.
»النَّصبُ
والوصَبُ«:
الوجع والمرض
.
1. (4692)- Ebu Hüreyre ve Ebu Said (radıyallahu anhüma)'nın
anlattıklarına göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur:
"Mü'min kişiye bir ağrı, bir yorgunluk, bir hastalık, bir
üzüntü hatta ufak tasa isabet edecek olsa, Allah onun sebebiyle müÔminin
günahından bir kısmını mağrifet buyurur." [Buhârî, Marda 1; Müslim, Birr
52, (2573); Tirmizî, Cenâiz 1, (966).][649]
ـ4693 ـ2ـ
وعن جابرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]دَخَلَ رَسولُ
اللّهِ # عَلى
أُمِّ
السَّائِبِ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها.
فقَالَ:
مَالكِ
تُزَفْزِفِينَ.
فقَالَتِ:
الحُمّى! َ
بَارَكَ اللّهُ
فيهَا.
فقَالَ: َ
تَسُبِّى
الْحُمّى فإنَّهَا
تُذْهِبُ
خَطَايَا
بَنِى آدَمَ
كَمَا يُذْهِبُ
الْكِيرُ
خَبَثَ
الْحَدِيدِ[.
أخرجه مسلم.»تُزَفْزِيفينَ«
بالزاي
المكررة. وأصل
الزفيف:
الحركة
الشديدة كأنه
سمع ما عرض
لها من رعدة
الحمى؛ ويروى
بالراء
المهملة، من
رفرفة جناح
الطائر، وهى
تحريكه عند
الطيران. فشبه
حركة رعدتها
به، وا‘ول
أكثر،
واللّهُ أعلم.
2. (4693)- Hz. Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Ümmü's-Saib (radıyallahu anhâ)'in
yanına girdi ve:
"Niye
zangırdıyorsun, neyin var?" dedi. Kadın: "Humma (sıtma)! Allah
belasını versin!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm da:
"Sakın
hummaya sövme! Çünkü o, insanların hatalarını temizlemektedir, tıpkı körüğün
demirdeki pislikleri temizlediği gibi!" buyurdular."[650]
ـ4694 ـ3ـ
وعن أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]عَادَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
مَحْمُوماً
فقَالَ لَهُ:
أبْشِرْ
فإنَّ اللّهَ
تَعالى
يَقُولُ: هِىَ
نَارِى
أُسَلِّطُهَا
عَلى عَبْدِى
الْمُؤْمِنِ
لَتَكُونَ حَظَّهُ
مِنَ
النَّارِ[.
أخرجه رزين .
3. (4694)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir hummalıyı ziyaret etmişti.
Hastaya:
"Müjde! Zira Allah Teâla hazretleri diyor ki: "Humma
benim ateşimdir, ben onu mü'min kuluma musallat ederim, ta ki, ateşten tadacağı
nasibini dünyada tadmış) olsun."
[Rezîn tahriç etmiştir. (Ahmet İbnu Hanbel'in Müsned'inde
mevcuttur: 2, 440).][651]
ـ4695 ـ4ـ
وعن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ # إذَا
أرَادَ
اللّهُ
بِعَبْدٍ
خَيْراً
عَجَّلَ لَهُ
الْعُقُوبَةَ
في الدُّنْيَا،
وإذَا أرَادَ
بِعَبْدِهِ
الشَّرَّ أمْسَكَ
عَنْهُ
بِذَنْبِهِ
حَتّى
يُوَافِيَ بِهِ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ[.
أخرجه
الترمذي .
4. (4695)- Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Allah bir kuluna hayır murad ettimi onun cezasını tacil edip
dünyada verir; bir kulu hakkında da kötülük murad ettimi onun günahlarını
tutar, kıyamet günü cezasını verir." [Tirmizî, Zühd 57, (2398).][652]
ـ4696 ـ5ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
عُظْمَ
الْجَزَاءِ
مَعَ عُظْمِ
الْبََءِ،
وإنَّ اللّهَ
تَعالى إذَا
أحَبَّ
قَوْماً
ابْتََهُمْ،
فَمَنْ رَضِيَ
فَلَهُ
الرِّضَا،
وَمَنْ
سَخِطَ
فَلَهُ السَّخَطُ[.
أخرجه
الترمذي.
5. (4696)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Mükâfatın
büyüklüğü belânın büyüklüğü ile (orantılıdır). Allah bir cemaati sevdi mi
onları musibete müptela eder. Kim bundan razı olursa Allah da ondan razı olur,
kim de razı olmazsa Allah da ondan razı olmaz." [Tirmizî, Zühd 57,
(2398).][653]
ـ4697
ـ6ـ وعن جابرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
يَوَدُّ
أهْلُ
الْعَافِيَةِ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
حِينَ يُعْطى
أهْلُ الْبََءِ
الثَّوَابَ
لَوْ أنَّ
جُلُودَهُمْ
كَانَتْ
قُرِضَتْ في
الدُّنْيَا
بِالْمَقَارِيضِ[.
أخرجه
الترمذي .
6. (4697)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kıyamet günü, afiyet ehli kimseler, bela ehline sevapları
verilince, dünyada iken derilerinin makaslarla kazınmış olmasını temenni
edecekler." [Tirmizî, Zühd 59, (2404).][654]
ـ4698 ـ7ـ
وعن أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَا
يَزَالُ
الْبََءُ
بِالْمُؤْمِنِ
وَالْمُؤْمِنَةِ
في نَفْسِهِ
وَوَلَدِهِ
وَمَالِهِ
حتّى يَلْقَى
اللّهَ وَمَا
عَلَيْهِ
خَطِيئَةٌ[.
أخرجه مالك والترمذي
.
7. (4698)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Mü'min erkek ve kadının nefsinde, çocuğunda, malında bela
eksik olmaz. Tâ ki hatasız olarak Allah'a kavuşsun." [Muvatta, Cenâiz 40,
(1, 236); Zühd 57, (2401).][655]
ـ4699 ـ8ـ
وعن مصعب بن
سعد عن أبيه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قُلْتُ
يَا رَسُولَ
اللّهِ! أىُّ
النَّاسِ
أشَدُّ
بََءً؟ قَالَ:
ا‘نْبِيَاءُ، ثُمَّ
ا‘مْثَلُ، فَا‘مثَلُ،
يُبْتَلى
الرَّجُلُ
عَلى حَسَبِ
دِينِهِ فإنْ
كانَ
شَدِيداً في
دِينِهِ صُلْباً
اِشْتَدَّ
بََؤُهُ،
وإنْ كَانَ في
دِينِهِ
رِقَّةٌ
اِبْتََهُ
اللّهُ عَلى
حَسَبِ
دِينِهِ،
فَمَا
يَبْرَحُ
البََءُ
بِالْعَبْدِ
حَتّى
يَتْرُكَهُ
يَمْشِى عَلى
ا‘رْضِ
وَلَيْسَ
عَلَيْهِ
خَطِيئَةٌ[.
أخرجه
الترمذي.يقال:
»جاءَ
الْقَوْمُ
اَمْثَلَ
فَا‘مْثَلَ«
أىْ جاء أشرافهم
وأجلّهم
وخيرهم
واحداً بعد
واحد في الرتبة
والمنزلة .
8. (4699)- Mus'ab İbnu Sa'd, babası radıyallahu anh'tan naklediyor:
Der ki:
"Ey Allah'ın Resulü! dedim, insanlardan kimler en çok belaya
uğrar?"
"Peygamberler, sonra büyüklükte onlara ve bunlara yakın
olanlar. Kişi diyaneti nisbetinde belası da şiddetli olur. Şayet dininde
zayıflık varsa, Allah onu da diyaneti nisbetinde imtihan eder. Bela kulun
peşini bırakmaz. Tâ o kul, hatasız olarak yeryüzünde yürüyünceye kadar."
[Tirmizî, Zühd 57, (2400).][656]
ـ4700 ـ9ـ
وعن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
قَالَ اللّهُ
عَزَّ وَجَلَّ،
وَعِزَّتِى
وَجََلِى
أخْرِجُ أحَداً
مِنَ
الدُّنْيَا
أُرِيدُ أنْ
أغْفِرَ لَهُ
حَتّى
أسْتَوْفِيَ
كُلَّ
خَطِيئَةٍ في
عُنُقِهِ
بِسَقَمٍ في
بَدَنِهِ
وَإقْتَارٍ
في رِزْقِهِ[.
أخرجه
رزين.»ا“قتارُ«
التضييق على
ا“نسان في
رزقه .
9. (4700)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Allah Teâla hazretleri ferman etti: "İzzetim ve celalim
hakkı için, mağfiret etmek istediğim hiç kimseyi, bedenine bir hastalık,
rızkına bir darlık vererek boynundaki günahlarından temizlemeden dünyadan
çıkarmayacağım." [Rezîn tahriç etmiştir."[657]
ـ4701 ـ10ـ
وعن أبى موسى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إذَا
كَانَ
الْعَبْدُ
يَعْمَلُ
عَمً
صَالِحاً
فَشَغَلَهُ
عَنْهُ
مَرَضٌ
أوْ
سَفَرٌ
كَتَبَ
اللّهُ لَهُ
كَصَالِحِ مَا
كَانَ
يَعْمَلُ
وَهُوَ
صَحيحٌ
مُقِيمٌ[. أخرجه
أبو داود .
10. (4701)- Ebu Musa radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Bir kul, salih amel işlerken araya bir hastalık veya sefer
girerek ameline mani olsa, Allah ona sıhhati yerinde ve mukim iken yapmakta
olduğu salih amelin sevabını aynen yazar."
[Buhârî Cihâd 134; Ebu Dâvud, Cenâiz 2, (3091).] [658]
ـ4702 ـ1ـ عن
أبى سعيدٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قالَ: ]قَالَ
النّسَاءُ
لِلنَّبِىِّ
#: يَا رَسُولَ اللّهِ
غَلَبنَا
عَلَيْكَ
الرِّجَالُ،
فَاجْعَلْ
لَنَا
يَوْماً مِنْ
نَفْسِكَ
فوَعَدَهُنَّ
يَوْماً،
فوَعَظَهُنَّ
وَأمَرَهُنَّ،
وَكانَ
فِيمَا قَالَ
لَهُنَّ: مَا
مِنْكُنَّ اِمْرَأةٌ
تُقَدِّمُ
ثََثَةً مِنْ
وَلَدَهَا
إَّ كَانُوا
لَهَا
حِجَاباً
مِنَ النَّارِ.
فقَالَتِ
امْرَأةٌ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ،
وَاثْنَيْنِ؟
قَالَ:
وَاثْنَيْنِ[.
أخرجه الشيخان
.
1. (4702)- Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: "Kadınlar
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a dediler ki:
"Ey Allah'ın Resulü! Sizden (istifade hususunda) erkekler
bize galip çıktı (yeterince sizi dinleyemiyoruz). Bize müstakil bir gün
ayırsanız!"
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunun üzerine onlara bir gün
verdi. O günde onlara vaaz u nasihat etti, bazı emirlerde bulundu. Onlara
söyledikleri arasında şu da vardı:
"Sizden kim, kendinden önce üç çocuğunu gönderirse, onlar
mutlaka kendisine ateşe karşı bir perde olur!"
Bir kadın sormuştu: "Ey Allah'ın Resûlü! Ya iki çocuğu
ölmüşse?"
"İki de olsa!" buyurmuşlardı." [Buharî, İlm 36,
CEnâiz 6, İ'tisâm 9; Müslim, Birr 152, (2633).][659]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadiste sahabe hanımlarının dinlerini öğrenme hususunda hırsları
gözükmektedir. Zira Mescid-i Nebevî'nin arka kısmında yer alan kadınların,
araya giren erkek cemaati sebebiyle Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
işitmeleri zorlaşmış olunca daha yakından dinleme imkanı sağlayacak hususî bir
gün talep ediyorlar.
2- Bazı rivayetlerde Resulullah'ın "Falanca hanımın
evinde toplanın" diyerek, kadınlara mahsus vaaz gününü hususî bir evde
yaptığı belirtilir.
3- Hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kadınların
dinlerini öğrenmeleri meselesine ehemmiyet verip hususî şekilde ilgilendiğini
göstermektedir.
4- Hadis, keza Müslüman çocuklarının cennette olduğunu,
çocukların ebeveynleri için ateşe karşı perde olacaklarını ifade etmektedir.
Bu rivayette iki çocuğu ölen kimsenin cennete gideceği ifade
edilmiştir. Bir başka rivayette "Ya tek çocuğu ölmüşse?" sorusu da
sorulmuş, Resûlullah bir müddet sükût buyurduktan sonra: "Tek de
olsa!" diye cevap dermeyan etmiştir. Bir başka hadiste "Kim büluğa
ermemiş üç çocuğu önden gönderirse bunlar kendisi için ateşe karşı muhkem bir
kal'a olurlar" buyurulmuştur. Bir çocuk gönderene de cennet verileceğini
teyid eden muhtelif rivayetler var. İbnu Hacer, bunlardan en sahih olanını,
Buhârî'nin Rikâk'ta kaydettiği şu rivayetin teşkil ettiğini söyler:
"Allah Teâla hazretleri buyurmuştur: "Ben, dünya
ehlinden sevdiğini aldığım bir kulum, onun sevabını umarak sabreder, rıza
gösterirse mükâfatı ancak cennettir." İbnu Hacer, "Bu rivayete tek
çocuk da dahildir" der.
Bu çeşit rivayetlerin bir kısmı ihtisab yani "sevap niyetiyle
sabır" kaydını ihtiva etmez, mutlak gelir. Bunlara göre, çocuğu ölen her
mü'min bu sevaba dahildir. Ancak İbnu Hacer der ki: "Şeriatın bilinen
kaidelerindendir: "Sevap niyete terettüp eder." Öyleyse mutlak
hadisleri "ihtisab"la kayıtlamak gerekir. Öyleyse mutlak hadisler mukayyed
olanlara hamledilecektir."[660]
ـ4703 ـ2ـ
وعن أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: َ
يَمُوتُ ‘حَدٍ
مِنَ الْمُسْلِمِينَ
ثََثَةٌ مِنْ
الْوَلَدِ فَتَمَسَّهُ
النَّارُ إَّ
تَحلَّةَ
الْقَسَمِ[.
أخرجه الستة إ
أبا داود.وفي
أخرى للترمذي:
»واثْنَانِ
وَوَاحِدٌ«.ومعنى
»تَحِلَّةِ
الْقَسَمِ«
أى
تمسه النار إ
مسة يسيرة مثل
تحليل قسم
الحالف.
2. (4703)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Mü'minlerden birinin üç çocuğu ölür ve ona da ateş değerse,
bu çok hafif bir alev yalamasıdır." [Buharî, Cenâiz 6, Eymân 9; Müslim,
Birr 150-154, (2632-2635); Muvatta, Cenâiz 38, (1, 235); Tirmizî, Cenâiz 64.
(1060); Nesâî, Cenâiz 25, (4, 25).][661]
ـ4704 ـ3ـ
وعن ابْنِ
عبَّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
كَانَ لَهُ
فَرَطَانِ
مِنْ
أُمَّتِى
دَخَلَ
الْجَنَّةَ
بِهِمَا.
قَالَتْ
عَائِشَةُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْها:
وَمَنْ كَانَ
لَهُ فَرَطَ.
قَالَ: وَمَنْ
كَانَ لَهُ
فَرَطٌ يَا
مُوَفَّقَة.
قَالَتْ: فَمَنْ
لَمْ يَكُنْ
لَهُ فَرَطٌ
مِنْ أُمَّتِكَ؟
قَالَ: أنَا
فَرَطُ
أُمَّتِى،
لَنْ يُصَابُوا
بِمِثْلِى[.
أخرجه
الترمذي.»الفرطُ«
السابق
المقدم على
القوم في طلب
الماء
والمنزل، وإذا
مات ل“نسان
ولد صغير فهو
فرط له .
3. (4704)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Ümmetimden kimin iki öncüsü varsa, onlarla birlikte cennete
girer!"
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) sordu: "Bir öncüsü olan?"
"Bir öncüsü olan da, ey (hayırda) muvaffak olan!"
buyurdular.
Hz. Aişe tekrar sordu: "Ümmetinden hiç öncü göndermeyen?"
"Ben, ümmetimin öncüsüyüm, (şefaatimle onları cennete ben
sevkedeceğim. Hatta ben bütün öncülerin en büyüğüyüm. Çünkü ücret, çekilen
meşakkate göre büyür). Benim ki gibisine de hedef olmayacaklar. (Onların beni
önden göndermekten daha büyük bir kayıpları, daha acılı bir musibetleri yoktur
ve olmayacak da. Zira vahiy kesilmiş oldu.)" [Tirmizî, Cenâiz 64, (1062).] [662]
ÖLÜM VE ALLAH'A KAVUŞMA SEVGİSİ
ـ4705 ـ1ـ عن
عُبَادَةِ
بْنِ
الصَّامِتٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
أحَبَّ
لِقَاءَ
اللّهِ
أحَبَّ
اللّهُ لِقَاءَهُ،
وَمَنْ
كَرِهَ
لِقَاءَ
اللّهِ كَرِهَ
اللّهُ
لِقَاءَهُ.
فقَالَتْ
عَائِشَةُ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها: إنَّا
لَنَكْرَهُ
الْمَوْتَ.
قَالَ: لَيْسَ
ذلِكَ؛
وَلكِنِ الْمُؤْمِنَ
إذَا
حَضَرَهُ
الْمَوْتُ
بُشِّرَ
بِرِضْوَانِ
اللّهِ
وَكَرَامَتِهِ،
فَلَيْسَ
شَىْءٌ
أحَبَّ
إلَيْهِ
مِمَّا
أمَامَهُ،
فأحَبَّ
لِقَاءَ
اللّهِ
وَأحَبَّ
اللّهُ
لِقَاءَهُ،
وإنَّ
الْكَافِرُ
إذَا
حَضَرَهُ
الْمَوْتُ
بُشِّرَ
بِعَذَابِ
اللّهِ
وَعُقُوبَتِهِ
فَلَيْسَ
شَىْءٌ
أكْرَهَ
إلَيْهِ مِمَّا
أمَامَهُ،
فَكَرِهَ
لِقَاءَ
اللّهِ،
وَكَرِهَ
اللّهُ لِقَاءَهُ[.
أخرجه الخمسة
إَّ أبَا داود
.
1. (4705)- Ubâde İbnuÔs-Samit (radyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki:
"Kim Allah'a kavuşmayı severse, Allah da ona kavuşmayı sever.
Kim Allah'a kavuşmaktan hoşlanmazsa Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz!
"Hz. Aişe (radıyallahu anhâ): "Biz ölmekten
hoşlanmayız" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Kasdımız bu değil. Lâkin, mü'mine ölüm gelince, Allah'ın
rızası ve ikramıyla müjdelenir. Ona, önünde (ölümden sonra kendisini bekleyen)
şeyden daha sevgili birşey yoktur. Böylece o, Allah'a kavuşmayı sever, Allah da
ona kavuşmayı sever. Kâfir ise, ölüm kendisine gelince Allah'ın azabı ve
cezasıyla müjdelenir. Bu sebeple ona önünde (kendini bekleyenlerden) daha
menfur bir şey yoktur. Bu sebeple Allah'a kavuşmaktan hoşlanmaz, Allah da ona
kavuşmaktan hoşlanmaz." [Buhârî, Rikâk 41; Müslim, Zikr 14, (2683);
Tirmizî, Cenâiz 67, (1066); Nesâî, Cenâiz 10, (4, 10).] [663]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste kulun Allah'a olan sevgi ve nefreti ile Allah'ın da
kula olan sevgi ve nefreti mevzubahis edilmektedir. Kulun sevgi ve nefretini
anlamak o kadar zor değildir. Ama Allah'ın sevgi ve nefreti izah gerektirir. Bu
sebeple alimler: "Allah'ın kullarına muhabbeti, onun hayır ve hidayetini
irade etmesidir. Kula in'amda bulunmasıdır. Nefreti de bunların zıddıdır. Yani
kulun hayrını ve hidayetini irade etmemesi, in'amda bulunmamasıdır."
Hadiste gelen مَنْ (kim) kelimesi şart değil de haber olarak
telakki edilince şöyle bir mana çıkacağına da dikkat çekilmiştir: "Allah'a
kavuşmayı seven, Allah'ın kendisine kavuşmasını sevdiği kimsedir."
Bu durumda, Allah'ın, kula kavuşmayı sevmesinin sebebi kulun
Allah'a kavuşmayı sevmesi değildir. Keza kerahat ve nefret de böyle.
2- Hadisin son kısmını anlamada Müslim ve Nesâî'de Şureyh İbnu
Hânî tarikinden gelen veçhinde geçen ziyadeyi kaydediyoruz:
"...Ebu Hüreyre'yi dinledim... (hadisin aslını zikreder ve
der ki:) "Sonra Hz. Aişe'ye geldim. Dedim ki: "Bir hadis işittim,
eğer öyleyse hepimiz helak olduk" -Hadisi zikreder ve der ki:-
"Aramızda ölümden hoşlanan kimse yok, herkes onu sevmiyor."
Bunun üzerine Hz. Aişe: "Onun mânası senin hatırına gelen şey
değil. (Hadiste ölüm hali anlatılıyor.
Ölmek üzere olan insanın) gözü belerdi mi yani can çekişen kimse, gözünü açıp
yukarıya dikti mi artık etrafa bakamaz, göğsü daralır, ruh gidip gelmeye
başlar, derisi titrer ve büzülür. İşte bu can çekişme halidir" der."
Bu hadisin Abda İbnu Humeyd'de gelen bir veçhinde Hz. Aişe şöyle demiştir:
"Allah bir kul hakkında hayır murat etti mi, onun ölümünden bir yıl önce
bir melek göndererek onu takviye edip hayırlı işlerde muvaffak kılar. Hakkında:
"Hayır üzere öldü" denir. İşte bu kimse ölüm gelince sevabını gördü
mü nefsi ona kavuşma arzusu duyar. Bu onun Allah'a kavuşmayı sevmesi, Allah'ın
da ona kavuşmayı sevmesidir. Allah bir kul hakkında şer murad etti mi,
ölümünden bir yıl önce ona bir şeytan musallat eder. Bu onu saptırır ve fitneye
atar. Öyle ki: "İçinde bulunduğu şer üzere öldü" denir. Ölüm geldiği
zaman, Allah'ın kendisine hazırladığı azabı görür ve nefsi bundan korkar. İşte
bu onun Allah'a kavuşmaktan, Allah'ın da ona kavuşmaktan hoşlanmamasıdır."
3- Hattabî'ye göre, hadiste geçen lika (kavuşma)dan farklı
manalar muraddır:
* Muayene, (birkısım gaybî
hakikatleri ölüm anında görmek).
* Ba's yani ölümden sonra dirilme; şu ayette olduğu gibi:
"Allah'ın huzuruna varacaklarını inkâr edenler hüsrana
uğramışlardır..." (En'âm 31).
* Ölüm; şu ayette olduğu gibi: "Kim Allah'a kavuşmayı
ümit ederse, Allah'ın vaadettiği o an mutlak
gelecektir..." (Ankebut 5). Keza şu ayette olduğu gibi: "De
ki: Kaçtığınız ölüm, mutlaka gelip sizi bulacaktır. Sonra da görünür ve
görünmez alemleri hakkıyla bilen Allah'a döndürüleceksiniz..." (Cum'a 87).
* İbnu'l-Esir, en-Nihaye'de şöyle der: "Burada likâullah
(Allah'a kavuşmak)tan murad Ahiret yurduna dönüş ve Allah'ın indindeki
şeylerden taleptir. Bundan gaye ölüm değildir. Çünkü herkes ondan nefret eder.
Öyleyse kim dünyayı terkeder ve ona buğzederse Allah'a kavuşmayı sever, kim de dünyayı tercih edip
ona kendini verirse Allah'a kavuşmayı sevmez, çünkü bu kimse, ona ölümde vasıl
olur."
* Hattabî der ki: "Kulun Allah'a kavuşmayı sevmesinin manası,
ahireti dünyaya tercih etmesidir. Böylece kul, dünyada ikametin devam etmesini sevmez, bilakis oradan
göçe hazırlık yapar. Allah'a kavuşmaktan nefret, bunun zıddıdır."
* Nevevî der ki: "Hadisin manası şudur: "Şer'an itibar
edilen, muhabbet ve nefret, hayatının
sonuna gelmiş kimseye birkısım gaybî ahvalin açılıp, sonunun ne olacağı
gösterilen, bu sebeple, artık tevbesinin
kabul edilmediği can çekişme anında vaki olan muhabbet ve nefrettir."[664]
4- Hadisten Çıkarılan Bazı Fevaid:
* Hayır ehli, şerefleri sebebiyle önce zikredilir, şer ehli
sayıca çok olsa da ikinci planda mevzubahis edilmelidir.
* Cezalar amel cinsindendir. Hadiste muhabbet muhabbetle,
nefret nefretle karşılık görmektedir.
* Bazı alimler lika'yı rü'yet olarak tevil ederek hadisten ahirette
hayır ehlinin Allah'ı göreceğine delil bulmuş ise de bu zayıf addedilmiş ve
lika ile Allah'ın sevabına kavuşmanın
kastedilmiş olmasının da mümkün ve makul olduğu ileri sürülmüştür.
* Can çekişen kimsede sürur ve ehemmiyet alameti zuhur ederse, bu
onun hayır üzere olduğuna delildir. Aksi zuhur
ederse şer üzerine olduğuna delil olur.
* Allah'a kavuşma sevgisi, ölümü temenni etme yasağına girmez.
Çünkü bu, ölümü temenni etmediği halde kişide bulunabilir. Nitekim Allah'a kavuşma muhabbeti hasıl olan
kişide bu hal, ölümün gelmesi veya gecikmesiyle ortadan kalkmaz. Halbuki can çekişme ve gaybî halleri
görme anı, ölümü temeni yasağına girmez. Bilakis o anda temeni müstehabtır.
* Sıhhat halinde ölümden nefret etmenin farklı şekilleri var:
** Bazı insanlar,
ölümden sonraki ahiret nimetlerine, dünyayı tercih ederek ölümden nefret eder.
Bu, mezmumdur.
** Bazıları, kendisini
bekleyen hesaptan korkarak ölümden nefret eder. Bunlar yeterli amelde
bulunamadığını, hazırlığı olmadığını idrak eder de gerekli şekilde Allah'ın
emrini yerine getirmek arzusuyla ölmemek ister. Bunlar ölümden nefret etmede
mazurdur. Bu gruba girenlerin çok ciddi şekilde uhrevi hazırlığa girişmeleri ve
ölüm gelinceye kadar bu hali terketmemeleri gerekir. Ölüm geldi mi, bunların
Allah'ın rahmetinden ümidvar olarak ölümü nefretle değil, muhabbetle karşılamaları icab eder.
* Dünyada, sağlardan hiç kimse Allah'ı göremez. Bu görme işi, mü'minlere ölümden sonra vaki olur. Zira, hadisin bir başka veçhinde: "Ölüm, Allah'a kavuşmadan öncedir" ibaresi gelmiştir. Lika, rü'yetten daha âmm bir tabirdir. Öyleyse lika ortadan kalkınca rü' yet (görme) de ortadan kalkar. Nitekim bir Müslim hadisinde, buradakinden daha sarih olarak şöyle buyrulmuştur: "Siz, ölmedikçe Rabbinizi göremeyeceksiniz." [665]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/341.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/341.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/342.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/342-343.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/344-345.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/345-347.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/347-348.
[8] Yani Resûlullah şöyle demiş
olmalıdır: "Sabırsızlığı yüzünden Allah tarafından cezalandırılan Hz.
Yunus'u küçük görerek: "Ben Yunus'tan hayırlıyım" demek hiçbir
peygambere yakışmaz.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/348-351.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/351-353.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/353.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/353-355.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/355-356.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/356.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/356-357.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/357-358.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/358.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/359.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/359-362.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/362.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/363.
[22] İslâm âlimleri, burada geçen: "İsâ'ya
uyanlar"ın müslümanlar olduğunu belirtirler. Çünkü müslümanlar, Hz.
İsâ'nın gerçek kadrini bilirler, onun getirdiği tevhid'e tâbi olurlar.
Hıristiyanlar ona, Allah, Allah'ın oğlu diyerek ondan uzaklaşmıştır.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/363-366.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/367.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/367-369.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/369.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/369-370.
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/370-373.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/373.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/373-378.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/378.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/379.
[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/379-380.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/380.
[35] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/380-381.
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/381-387.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/387.
[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/387-388.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/388.
[40] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/388-391.
[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/391-393.
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/394.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/394-395.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/395.
[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/395.
[46] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/396.
[47] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/397-398.
[48] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/398-399.
[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/399.
[50] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/399-400.
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/400.
[52] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/401.
[53] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/401.
[54] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/402.
[55] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/402.
[56] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/402-404.
[57] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/405.
[58] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/405.
[59] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/406.
[60] "Onlar da, "Ey Rabbimiz derler,
bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin...""(Mü'min 11) âyeti ile
ölme ve dirilme hadisesi "iki" ile sınırlıdır.
[61] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/406-407.
[62] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/407.
[63] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/408.
[64] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/408-409.
[65] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/411.
[66] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/411-414.
[67] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/414.
[68] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/415.
[69] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/415-416.
[70] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/416-417.
[71] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/417.
[72] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/417.
[73] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/417-418.
[74] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/418.
[75] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/418-419.
[76] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/420.
[77] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/421.
[78] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/421-422.
[79] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/422.
[80] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/422-423.
[81] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/423.
[82] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/424.
[83] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/424-425.
[84] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/425.
[85] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/425-426.
[86] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/426-427.
[87] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/427.
[88] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/427.
[89] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/428.
[90] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/429.
[91] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/429.
[92] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/429-431.
[93] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/431.
[94] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/431-432.
[95] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/433.
[96] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/433.
[97] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/434.
[98] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/435.
[99] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/436.
[100] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/436-441.
[101] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/441.
[102] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/442-443.
[103] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/443.
[104] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/444.
[105] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/445.
[106] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/445.
[107] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/446.
[108] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/447.
[109] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/447.
[110] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/447.
[111] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/447-448.
[112] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/448.
[113] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/449.
[114] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/449
[115] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/450-451.
[116] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/451-452.
[117] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/452.
[118] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/453.
[119] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/454.
[120] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/454-455.
[121] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/455-456.
[122] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/456-457.
[123] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/457.
[124] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/457.
[125] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/457.
[126] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/458.
[127] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/458-459.
[128] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/459-460.
[129] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/461.
[130] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/462.
[131] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/463.
[132] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/463.
[133] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/464.
[134] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/464.
[135] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/465.
[136] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/465.
[137] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/465.
[138] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/465.
[139] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/466.
[140] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/466-467.
[141] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/467-468.
[142] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/468.
[143] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/469.
[144] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/470.
[145] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/470.
[146] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/471.
[147] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/471-472.
[148] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/472.
[149] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/472.
[150] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/472-473.
[151] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/474.
[152] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/474-375.
[153] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/475-476.
[154] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/476-477.
[155] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/478.
[156] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/478-479.
[157] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/480.
[158] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/480-482.
[159] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/482.
[160] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/482.
[161] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/482-484.
[162] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/484.
[163] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/485.
[164] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/485.
[165] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/485-488.
[166] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/488.
[167] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/488-489.
[168] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/489.
[169] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/489-490.
[170] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/490.
[171] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/490.
[172] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/491.
[173] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/491.
[174] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/491.
[175] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/492.
[176] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/492.
[177] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/493.
[178] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/493-494.
[179] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/494.
[180] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/494.
[181] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/495.
[182] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/495-500.
[183] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/500-502.
[184] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/502.
[185] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/503.
[186] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/503-505.
[187] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/505-506.
[188] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/506.
[189] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/506-507.
[190] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/507-509.
[191] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/509.
[192] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/509.
[193] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/509.
[194] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/509-512.
[195] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/512.
[196] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/512-514.
[197] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/514.
[198] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/515.
[199] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/515.
[200] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/515-518.
[201] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/521-524.
[202] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/527-528.
[203] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/528-530.
[204] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/531.
[205] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/532.
[206] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/532-534.
[207] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/535.
[208] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/535.
[209] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/536.
[210] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/536-538.
[211] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/538.
[212] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/538-539.
[213] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/540.
[214] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/540.
[215] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/540.
[216] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/541.
[217] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/541.
[218] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/541-544.
[219] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/544.
[220] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/545.
[221] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/545.
[222] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/545-546.
[223] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/547.
[224] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/547-548.
[225] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/549.
[226] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/549-551.
[227] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/552.
[228] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/552-554.
[229] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/5.
[230] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/5-6.
[231] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/8.
[232] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/8-9.
[233] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/9.
[234] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/9-10.
[235] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/10.
[236] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/11-12.
[237] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/12.
[238] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/12-13.
[239] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/13.
[240] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/13.
[241] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/14.
[242] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/14-15.
[243] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/15.
[244] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/16.
[245] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/16.
[246] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/17-18.
[247] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/18-19.
[248] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/20.
[249] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/20.
[250] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/21.
[251] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/21-22.
[252] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/23.
[253] Burada mübalağa yoktur. Çünkü o ebedîdir,
dünya fânidir. Ebedî akan bir çeşme büyük bir denizden daha zengindir. Öyle ise
ebedî olan kamçı kadar yere dünyadan daha hayırlıdır.
[254] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/23-24.
[255] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/24-25.
[256] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/25.
[257] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/25.
[258] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/25-27.
[259] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/27.
[260] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/28-29.
[261] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/30.
[262] Birinci cilt, s.518-530'a bakılsın.
[263] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/30-32.
[264] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/33.
[265] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/33.
[266] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/33.
[267] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/34.
[268] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/34-35.
[269] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/35-36.
[270] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/36-37.
[271] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/37.
[272] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/37-39.
[273] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/39-40.
[274] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/41-42.
[275] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/42.
[276] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/43.
[277] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/43-44.
[278] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/44.
[279] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/44-45.
[280] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/45.
[281] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/45.
[282] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/45-46.
[283] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/46.
[284] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/47.
[285] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/47-49.
[286] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/49.
[287] Bu hadis 4366 numarada geçti.
[288] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/49-51.
[289] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/51.
[290] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/51-52.
[291] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/52.
[292] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/52-53.
[293] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/53.
[294] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/53.
[295] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/54.
[296] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/54-55.
[297] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/56.
[298] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/56-57.
[299] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/57.
[300] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/57-58.
[301] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/58.
[302] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/59.
[303] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/60.
[304] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/60-61.
[305] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/61.
[306] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/61-62.
[307] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/63.
[308] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/63-64.
[309] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/64.
[310] Birinci cilt 527-529. Sayfalara bakılsın.
[311] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/64-65.
[312] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/66-67.
[313] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/68.
[314] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/68-69.
[315] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/69-70.
[316] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/70.
[317] Cum'a bahsi 9. Ciltte (s. 176 ve devamı)
geçti.
[318] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/70-71.
[319] Bu kısım ayetten muktebestir (Hacc 2).
Birine göre şöyle takdir etmek gerekir: Kıyametin hali öyle bir dehşette olacak
ki, o esnada eğer kadınlar hamile olsalardı çocuklarını düşürürlerdi. Nitekim
Araplar: اَصَابنَا
اَمْرٌ
يُشِبُ
مِنْهُ
الْوَلِيدُ
[320] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/71-72.
[321] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/72-73.
[322] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/73.
[323] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/73.
[324] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/74.
[325] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/74.
[326] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/74.
[327] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/74-75.
[328] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/75.
[329] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/75-76.
[330] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/76.
[331] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/76-77.
[332] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/77.
[333] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/78.
[334] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/78-79.
[335] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/79-80.
[336] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/80.
[337] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/80-81.
[338] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/81.
[339] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/81.
[340] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/82.
[341] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/82-83.
[342] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/83-84.
[343] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/84.
[344] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/84-86.
[345] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/86.
[346] Kıyamet alametleri, Kıyametin vukû'u gibi
meseleler kitabımızın Kıyamet Bölümünde gelecektir (5004-5056. Hadisler).
[347] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/86-87.
[348] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/87.
[349] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/87-88.
[350] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/88.
[351] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/88-89.
[352] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/89.
[353] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/89-90.
[354] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/90.
[355] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/90.
[356] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/90-91.
[357] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/91.
[358] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/93.
[359] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/93-94.
[360] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/94.
[361] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/94.
[362] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/95.
[363] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/95-96.
[364] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/96-97.
[365] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/97.
[366] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/98.
[367] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/98.
[368] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/99.
[369] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/99.
[370] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/100.
[371] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/100.
[372] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/101.
[373] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/101.
[374] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/101.
[375] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/102.
[376] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/102-103.
[377] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/103.
[378] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/103.
[379] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/103-104.
[380] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/104.
[381] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/105.
[382] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/105.
[383] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/105.
[384] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/106.
[385] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/106.
[386] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/106.
[387] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/106-108.
[388] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/108-109.
[389] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/109.
[390] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/110.
[391] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/110.
[392] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/111.
[393] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/111.
[394] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/111-112.
[395] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/113.
[396] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/113-114.
[397] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/114.
[398] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/114-115.
[399] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/115.
[400] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/116.
[401] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/118-119.
[402] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/119-120.
[403] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/120.
[404] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/120-121.
[405] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/121-122.
[406] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/123.
[407] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/124.
[408] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/124-127.
[409] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/128.
[410] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/129.
[411] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/129.
[412] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/129-130.
[413] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/131.
[414] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/131.
[415] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/132.
[416] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/132.
[417] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/133.
[418] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/134.
[419] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/134.
[420] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/134-136.
[421] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/136.
[422] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/137.
[423] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/137.
[424] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/138.
[425] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/138.
[426] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/139.
[427] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/139-140.
[428] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/141.
[429] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/141-142.
[430] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/142.
[431] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/142-143.
[432] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/144.
[433] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/144.
[434] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/144-145.
[435] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/145.
[436] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/145-146.
[437] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/146.
[438] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/146-147.
[439] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/147.
[440] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/147.
[441] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/149.
[442] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/149-150.
[443] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/150.
[444] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/150-151.
[445] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/151.
[446] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/151-152.
[447] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/152.
[448] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/152.
[449] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/152.
[450] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/152-153.
[451] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/153.
[452] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/153-154.
[453] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/154.
[454] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/155.
[455] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/155-156.
[456] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/156.
[457] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/156-159.
[458] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/160.
[459] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/160.
[460] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/161-162.
[461] Bu hadisenin teferruatı daha önce geçti
(4432-4434. hadisler).
[462] Bu hadisenin teferruatı daha önce geçti
(4454-4456. hadisler).
[463] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/162-164.
[464] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/164-165.
[465] Hicret ve "hicret üzerine biat"
hadisesinin risalet-i Muhammiye'deki geniş mânâsı Hicretle ilgili bölümün
(5775-5779) sonunda müstakilen tahlîl edilecektir.
[466] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/165-167.
[467] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/167.
[468] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/167.
[469] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/168.
[470] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/168.
[471] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/168.
[472] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/169.
[473] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/169-171.
[474] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/171-172.
[475] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/172.
[476] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/172-173.
[477] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/173.
[478] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/173-174.
[479] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/174.
[480] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/174.
[481] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/174-175.
[482] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/175.
[483] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/176.
[484] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/176-177.
[485] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/178.
[486] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/178-179.
[487] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/179.
[488] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/180.
[489] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/180-181.
[490] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/181.
[491] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/182.
[492] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/182-183.
[493] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/183.
[494] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/183.
[495] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/184-185.
[496] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/185-186.
[497] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/186.
[498] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/186-187.
[499] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/187.
[500] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/188.
[501] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/188.
[502] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/188-189.
[503] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/189.
[504] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/189-190.
[505] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/190.
[506] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/190.
[507] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/191.
[508] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/191.
[509] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/191-192.
[510] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/193.
[511] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/193.
[512] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/193.
[513] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/194.
[514] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/194.
[515] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/194.
[516] Bir berîd: Dört fersah; bir fersah dört
mil; bir mil dört bin zirâ'dır. Yani bir berid altmışdörtbin (64.000) zirâ'dır.
1 zirâ'da 50-70 cm uzunluğuna tekabül eden bir ölçü birimidir (el-Müncid-
Beyrut. 1960. S. 234).
[517] Belâzurî'deki bir rivâyette "Ancak
saka devesi ile ekin ve bağlarını sulayan kimseye sabanını ve (bozuk) sulama
âletini onarmak üzere dağdağan ve seksek ağaçları mâkulesinden faydalanmaya
müsâade etti" denir.
[518] Muhtelif rivâyetlerde, haram
kılınan bölgenin hududlarını tesbit maksadıyla, çok sayıda yer isimleri
zikredilir. Bunlardan bir kısmı sarihtir, mâlum yerlerdir. Bir kısmı mübhemdir (Lâbiteyhâ, Me'zemeyhâ,
Cebeleyhâ gibi). Bir kısmı da münâkaşalıdır (Sevr dağı gibi ki, bâzı selef
âlimleri, Medine civârında bu isimde bir yer olmadığını, Sevr'in hicret
sırasında Resûlullâh aleyhissalâtü vasselâm'ın sığındığı mağaranın
bulunduğu dağ olduğunu, bu dağın ise
Mekke yakınlarında bulunduğunu söylemişlerdir. Ancak başta İbn-i Hacer
el-Askalâni olmak üzere (Fethu'l-bâri: 4/453-454) mes'eleyi tahkîk eden bir çok
âlimler Medine'de Uhud dağının gerisinde, küçük, yuvarlak bir dağın Sevr olarak
bilindiğini ve Medine halkınca da mâruf olduğunu göstermişlerdir. Muhammed Fuâd Abdulbâki merhum. Müslim'in tahkıkli neşrini yaparken
bu mevzuya geniş açıklama ayırmıştır, oraya bakılsın (2/995-998). Biz, şerh
kitaplarında yer alan uzun münâkaşa ve tahlillere burada yer vermeyi gerekli
bulmadık. Mevzuya ilgi duyacak okuyucularımıza, bu meseleye geniş şekilde yer
vermiş bulunan Semhûdî'yi de tavsiye ederiz (el-Vefâu'l-Vefâ: 1/89-117).
[519] Akik: Medine'de Harra'dan sonra gelen (...)
bir yer. Yâkut'un açıklamasına bakılırsa, haram bölge (koruluk)'nin dışında
kalmaktadır (Mucemu'l-Büldân, Beyrut, 1957, 4/139).
[520] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/195-198.
[521] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/198-200.
[522] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/200.
[523] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/200-201.
[524] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/201.
[525] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/202.
[526] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/202.
[527] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/203.
[528] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/203.
[529] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/204.
[530] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/204.
[531] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/205.
[532] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/205.
[533] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/206.
[534] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/206-207.
[535] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/207.
[536] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/207.
[537] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/208.
[538] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/208.
[539] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/208-209.
[540] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/209.
[541] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/209-210.
[542] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/210.
[543] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/210.
[544] Veber: Deve yünü demektir. Ehl-i veber'le
bedeviler kastedilir. Çünkü onlar evlerini bu yünden yaptıkalr çadırlar
şeklinde inşa ederlerdi, yani çadırlarda yaşarlardı. Meder: Yapışkan toprak
demektir. Ehl-i meder tabiriyle şehirliler, yerleşikler ifade edilir. Çünkü
evlerini topraktan inşa ederler.
[545] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/211-213.
[546] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/213.
[547] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/213-214.
[548] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/215.
[549] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/215.
[550] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/216.
[551] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/216.
[552] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/216-217.
[553] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/217.
[554] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/217.
[555] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/218.
[556] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/218.
[557] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/218-219.
[558] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/219.
[559] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/219-220.
[560] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/220.
[561] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/220-221.
[562] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/223.
[563] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/223.
[564] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/224.
[565] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/224.
[566] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/224-225.
[567] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/225.
[568] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/226.
[569] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/226.
[570] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/226.
[571] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/227.
[572] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/227
[573] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/227-228.
[574] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/228.
[575] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/229.
[576] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/229.
[577] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/229-230.
[578] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/230.
[579] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/230.
[580] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/230-231.
[581] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/231.
[582] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/231-232.
[583] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/232.
[584] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/232.
[585] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/232.
[586] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/233.
[587] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/233.
[588] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/233.
[589] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/234.
[590] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/235.
[591] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/236.
[592] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/236-237.
[593] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/237.
[594] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/238.
[595] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/238.
[596] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/239.
[597] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/239.
[598] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/240.
[599] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/242-243.
[600] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/243.
[601] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/244.
[602] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/244-249.
[603] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/250.
[604] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/250.
[605] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/250-252.
[606] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/252.
[607] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/254-255.
[608] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/255-256.
[609] Köşeli parantez, rivayetin Tirmizi'deki
aslından alınmadır, bazı küçük farklar var.
[610] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/257-258.
[611] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/260.
[612] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/260-261.
[613] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/261.
[614] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/261-263.
[615] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/263.
[616] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/264-265.
[617] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/266.
[618] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/266.
[619] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/267.
[620] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/267-270.
[621] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/270.
[622] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/270-271.
[623] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/271.
[624] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/271.
[625] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/272.
[626] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/273.
[627] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/273.
[628] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/273.
[629] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/274.
[630] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/275.
[631] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/276.
[632] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/276-277.
[633] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/277.
[634] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/277.
[635] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/278.
[636] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/278.
[637] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/279-280.
[638] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/280.
[639] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/280.
[640] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/280.
[641] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/281.
[642] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/281.
[643] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/282.
[644] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/282.
[645] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/282.
[646] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/282.
[647] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/283.
[648] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/283-285.
[649] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/287.
[650] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/288.
[651] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/288.
[652] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/288.
[653] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/289.
[654] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/289.
[655] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/289.
[656] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/290.
[657] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/290.
[658] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/291.
[659] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/292.
[660] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/292-293.
[661] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/294.
[662] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/294.
[663] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/295.
[664] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/296-297.
[665] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/297-298.