FİTNELER, HEVALAR VE İHTİLAFLAR BÖLÜMÜ
İÇTİMÂÎ KARGAŞA (ANARŞİ) OLARAK FİTNE:
FİTNE PATLAK VERİNCE YAPILACAK TAVSİYE
2- Fitnecileri Yalnız Bırakmak:
4- Öldürmektense Ölmeyi Tercih Etmek:
ZAMANLA VUKÛA GELECEK FİTNE VE HEVÂLARDAN ZİKREDİLENLER
2- Kutta-ı Tarik (Yol Kesenler):
3- Kutta-ı Tarik Mesabesinde Olanlar:
* İSMEN ZİKREDİLMEYEN FİTNELER
2- Fitne Bir Kere Çıktı Mı Sonu Gelmez
7- Herkes Kendi Görüşünü Beğenir
16- Asiller Öldürülür, Meydan Adilere Kalır
18- Katl (Öldürme) Vakaları Artar
22- Ganimet (Devlet Malı) Helal Addedilir:
23- Fitnenin Girmedigi Ev Kalmaz:
FİTNELERİN GELDİĞİ CİHET VE FİTNELERİN ÇIKTIĞI KİMSELER
MÜSLÜMANLARIN BİRBİRLERİYLE SAVAŞLARI
SAHABE VE TÂBİÎN ARASINDA ÇIKAN KAVGA VE İHTİLAFLAR
* HAKEMEYN HÂDİSESİ VE YEZİD İBNU MUAVİYE'YE BİAT VAKASI
* HAKEMEYN HÂDİSESİ VE HARİÎİLER
1- Fitne Hâdiselerini Sahabeler Çıkarmadı
2- Sahabeler Fitneye Katılmadı:
3- Ashab'ın Katıldıgı Fitneler Üzerine Birkaç Mütalaa:
Sahabeler Arasındaki Muharebelerin Mahiyeti Ve Hikmeti
(Bu bölümde altı fasıl vardır.)
BİRİNCİ FASIL
FİTNE PATLAK VERİNCE YAPILACAK TAVSİYE
*
İKİNCİ FASIL
ZAMAN İÇİNDE ÇIKACAK FİTNELERDEN ZİKRİ GEÇENLER
*
İSMİ GEÇEN FİTNELER
*
İSMİ GEÇMEYEN FİTNELER
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
ASABİYYE VE EHVA
*
DÖRDÜNCÜ FASIL
FİTNENİN GELECEGİ CİHET VE FİTNEYİ ÇIKARACAKLAR
*
BEŞİNCİ FASIL
MÜSLÜMANLARIN BİRBİRLERİYLE SAVAŞLARI
*
ALTINCI FASIL
SAHABE VE TABİİN ARASINDA ÇIKAN KAVGA VE İHTİLAFLAR
*
HZ. OSMAN'IN ŞEHİD EDİLMESİ
*
CEMEL VAK'ASI
*
HARİCİLER
*
HAKEMEYN HADİSESİ VE YEZİD İBNU MUAVİYE'YE BİAT
*
İBNU'Z-ZÜBEYR DEVRİ
*
HACCAC
*
BENÎ MERVAN
FİTNELER, HEVALAR VE İHTİLAFLAR BÖLÜMÜ
Fitne, insanlık tarihinin, Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)'
den sonra kıyametin kopmasına kadar geçecek zaman içerisinde en bariz
kaderlerinden biri olduğu için Resûlullah pek çok hadisleriyle uyarıda
bulunmuştur. Hadis kitaplarında mutlaka yer alan bölümlerden biri
Kitabu'lfiten'dir. Ebu'l-Fida İbnu Kesir, bu hadisleri en-Nihaye ev el-Fiten
ve'l-Melahim adlı bir kitapta toplamıştır.[1] Zamanımız, hadislerde
haber verilen bütün fitnelerin yaşandığı bir devredir. Çünkü fitneyi kısaca
dahilî kargaşa olarak anlarsak, artık İslam âlemi dış oyunların tuzağına düşerek, cihad mânasında, küffara
karşı savaş dönemini hemen hemen kapamış, Müslümanların birbirleriyle kavgasına dönüşen dahilî
kargaşalar vetiresine girmiştir. Şu halde, fitne nedir ve ne değildir,
fitne sırasında takip edilecek tavır
hususunda ne gibi İlahi düsturlar varid olmuştur? bilmek her zamankinden daha
büyük, daha zaruri bir ihtiyaç haline gelmiştir. Bu sebeple, bu bölümde
açıklamaları biraz daha geniş tutacağız.[2]
Din
alimlerince, dinimize umumiyetle sınama ve imtihan olarak aktarılan bu kelime
aslında altın ve gümüşü, yabancı maddelerden temizleyip saf olarak elde etmek
için ateşe sokup eritmeye denmiştir. İyiliği ve kötülüğü belli olmak için
insana edilen muamele ve ibtilaya da bu asıldan alınmış olarak fitne denir.
Kelime zamanla çok daha geniş mânalar kazanarak iptila, imtihan, tecrübe
mânalarına, insanın ateşe atılıp azap edilmesi vs. mânalarına da
kullanılmıştır.
İbnu'l-Arabî
bu kelimenin "tecrübe" (ihtibar), mihnet, mal, evlad, küfür,
insanların fikir ayrılıklarına düşmeleri, ateşte yakmak gibi çeşitli mânalara
geldiğini belirtir.
Fitne
kelimesinin, gerek Kur'an'da gerekse hadislerde, söylenenlere ilaveten günah,
saptırma, sapıtma, cünun (delilik) rezalet (faziha), insanların birbirlerini
öldürmesi, katl, ateşte yakarak azab vermek gibi çok değişik mânalarda
kullanıldığı muteber kaynaklarda şahitleriyle belirtilir. Aliyyü'l-Kârî, bozuk
akideye de fitne dendiğini ayrıca belirtir.
Hülasa
bu kelime, lügat açısından bidayette, tecrübe ve mihnet mânalarını taşıdı ise
de, zamanla her çeşit fena ve mekruh
şeye ıtlak edilmiştir.
Bu
kelime üzerine İmam Birgivî'nin kaydettiği açıklama, onun ifade ettiği mânanın
genişliğini daha iyi gösterir. Der ki: "Fitne, insanları meşru bir faide
olmaksızın ızdıraba, ihtilale, ihtilafa,
mihnet ve belaya düşürmektir. Kalbin afetlerinin 48'incisidir. Cemaat
imamının namazı uzatması, halka anlayamayacağı çapraşık ve kapalı dil ile hitap
etmesi fitnelerdendir.
"Fitne kelimesinin buraya kadar sayılan mânaların
birçoğuna delalet ettiğini Kur'an-ı Kerim'de görmekteyiz, mesela:[3]
Saptırma: "İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar, sırf fitne aramak
(ötekini berikini saptırmak) için
(Kur'an'ın) müteşabih âyetlerine tabi olurlar" (Âl-i İmran 7, İsra 73).[4]
İmtihan: "Biz onlardan (insanlardan) kimini kimi ile.. işte
böyle imtihan ettik" (En'am 53. Ayrıca Bak. Taha 85; Sâd 34, Ankebut 3.)[5]
AZAB:
"Davud sandı ki, biz kendisine bir
azab hazırladık..." (Sad 24)[6]
Yakmak: "Mü'minler, münafıklara: "...Siz kendinizi
kendiniz yaktınız" derler" (Hadid 14).[7]
İşkence: "Rabbin, işkence edildikten sonra hicret edip sonra
cihad ve sabır edenlerin lehindedir" (Nahl 110).[8]
Fenalık Yapmak: "Kafirlerin size fenalık
yapmalarından korkuyorsanız..." (Nisa 101).[9]
Belaya Uğratmak: "Hakikat, erkek mü'minlerle kadın
mü'minleri belaya uğratanlar..." (Bürûc 10).[10]
Delilik: "Delilik hanginizde imiş?" (Kalem 6).[11]
Şirk Ve Tefrika: "Fitneden yani (şirk ve tefrikadan)
eser kalmayıncaya din de (şunun bunun değil, yalnız) Allah'ın (dini tanınmış) oluncaya
kadar onlarla savaşın..." (Bakara 193).[12]
Kargaşa (Ölümü Temenni Ettiren Hal): "Onları
(size harp açanları) nerede bulursanız öldürün, onları, sizi çıkardıkları
yerden (Mekke'den) çıkarın. Fitne (ölümü
temenni ettiren hal) katilden beterdir" (Bakara 191).[13]
İman Zayıflığı-Küfür: "Kafir olanlar bile birbirlerinin
yardımcılarıdır, eğer siz bunu yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne (iman
zayıflığı, küfür) ve büyük bir fesad olur" (Enfal 73).[14]
İsyan-Muhalefet: "Onlardan kimi de: "...Bana
izin ver, beni fitneye (isyana, muhalefete) düşürme" diyecektir. Haberin olsun ki, onlar zaten
fitne çukuruna düşmüşlerdir" (Tevbe 49).[15]
Fitne kelimesinin taşıdığı bu çeşitli mânalar, aslında,
birbirinden tamamen uzak değildir. Birçoğu birbirine yakındır ve ebedî bir
hayat içinde ve tekamülden geçmek üzere
yaratılmış bulunan insanın imtihanında düğümlenmektedir. Yani insan bir imtihan
için yaratılmıştır (Mülk 2). O, çeşitli şekillerde, hayırlaşerle (Enbiya 35);
bollukladarlıkla, hastalıklasağlıkla (Bakara 155), dünyevî derece ve nimetlerde
üstünlük ve alçaklıkla (En'am 165) vs. imtihan edilmektedir. Maruz kaldığı
imtihanların hepsi, Kur'an ve hadisin dilinde "fitne"dir, yani
imtihandır. "(Ey iman edenler) mallarınız, evladlarınız herhalde sizin
için bir fitnedir (imtihandır) ..." (Tegâbün, 15). Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) de şöyle buyurur: "Kişinin fitnesi, ailesinde, malında,
nefsinde, çocuğunda ve komşusundadır. Bu fitneyi, oruç, namaz, sadaka, emr-i bi'lma'ruf ve nehy-i
ani'lmünker (yani iyiliği emir, kötülükten men etmek) yollarıyla örter (telafi
eder)."
Burada fitne olarak tavsif edilen mal, nefis, evlad gibi şeyler
diğer hadislerde düşman ve hatta en büyük düşman olarak tavsif edilir:
"Öldürdüğün takdirde, senin için bir nur olan, seni öldürdüğü takdirde
(şehadetine sebep olarak) cennete gönderen düşman değildir. Hakiki ve en büyük
düşmanın kendi sulbünden gelen evladın, sonra tasarrufun altında bulunan
malındır."
Şu hadiste ise bu sayılanlar arasında birinci planda nefsin yer
aldığı, kişinin afaki, dış hadisatta boğularak kendini unutmaması, ruhunu güzel
ahlak, iyi niyet, hayırhahlık gibi faziletlerle tezyin edip, kötü huylarını
baskı ve kontrol altına alması için mücadeleye çağırır: "Senin en büyük
düşmanın, içindeki nefsindir."
Allah'ın verdiği her çeşit nimet (sağlık, mal, mülk, evlad...)
mü'minin vermekte olduğu imtihanı kazanmasına vesile olursa, bunlar gerçek
mânada nimet olur. Aksi takdirde, düşmandır. İnananların bu mühim hakikattan
gafil olmamaları için, Kur'an ve hadiste çok çarpıcı ifadelerle dikkatler
çekilir. Mesela bir ayette: "Ey iman edenler, eşlerinizin, evlatlarınızın
içinde hakikaten size düşman (olanlar) da var. O halde onlardan sakının"
(Tegâbün, 14) denmektedir.
Şu ayet de mal ve evladın nasıl düşman olabileceğini açıklar:
"Ey iman edenler, sizi ne mallarınız, ne evladlarınız Allah'ın zikrinden
alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar hüsrana uğrayanların ta
kendileridir" (Münafıkûn 9).
Bu bahsi, Abdullah İbnu Ömer'in bir sözü ile noktalayabiliriz:
"Sizden hiç kimse "Ya Rabbi, fitneden (imtihandan) sana
sığınıyorum" demesin. Zîra, sizden hiç kimse fitnenin (imtihanın) dışında
kalmaz. Ancak istiazede bulunan kimse fitnenin şerrinden (muhtemel maddî ve
manevî zararlarından) istiazede bulunsun. Nitekim Cenab-ı Hak: "Mallarınız
ve evlatlarınız sizin için bir fitnedir" buyuruyor." Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın şu hadisinde de kaçınılması mümkün olmayan, ancak
alınacak tedbirlerle zararı asgariye düşürülebilecek bir fitneden söz edildiği
görülmektedir: "Ben, arkamda, erkekler için kadından daha zararlı bir
fitne bırakmıyorum."
Kişinin nefsî meseleleriyle
alakalı bu açıklamalar, esas mevzumuzdan uzaklaşma sayılmamalıdır. Zîra
ileriki bahislerde daha iyi görüleceği üzere, cemiyeti kasıp kavuran asıl
fitnenin sebebini, kişinin ailesindeki fitneyi (imtihanı) hafife alması ve bu
küçük dairedeki imtihanı kaybetmesi
teşkil etmektedir.[16]
İÇTİMÂÎ KARGAŞA (ANARŞİ) OLARAK
FİTNE:
Fitne kelimesinin lügat ve örf yönünden taşıdığı mânalara kısa bir
dikkat çektikten sonra, asıl mevzumuzu teşkil eden içtimâî kargaşa yönünü ele
alacağız.
Fitne kelimesi dilimizde
daha ziyade içtimâî bozuklukları ifade eder. Arapça aslında mevcut olan delilik,
günah, imtihan, ateşe atma gibi bizzat Kur'an'da kullanılmış olan birkısım
mânalarını dilimize geçerken kaybetmiştir. Fitne deyince ilk akla gelen mâna,
beşerî huzursuzluk, bozgun, kavga, kargaşa, birbirine girme, dedikodu, fesad
gibi insanlar arasında cereyan eden menfî hâdiselerdir.
Meşhur dilcimiz Hüseyin Kâzım Kadri, Türk Lügatinde bu kelimeye,
Arapça lügatlerde belirtilen -ki yukarıda kaydettik- mânaları verir. Ancak
fiiliyatta, Arapça aslında bütün mânalarıyla kullanılması Türkçemizde pek yaygın
değildir. Nitekim diğer bir lügatta "azdırma, baştan çıkarma, karışıklık,
ara bozma" gibi birbirine yakın mânalara yer verilir.
Kur'an ve sünnetin mükerrer beyanlarla üzerinde durup
reddettikleri fitne, bu fitnedir, bütün cemiyetin ferdlerine sirayet edip
kardeşlik, yardımlaşma, birbirini sevip
sayma gibi iyi münasebetleri bozup, bunların yerine düşmanlık, kin, husumet,
kavga, katl gibi, içtimâî huzuru, ümmet ve millet bütünlüğünü bozucu mahiyette
olan fitnedir.
Hemen kaydedelim ki, yeri geldikçe belirtileceği üzere,
alimlerimizce ehl-i kıble tabir edilen ve Ehl-i Sünnet dışında kalan diğer
fırkalarla düşülen ihtilaflar da "fitne" mefhumunun şümûlüne girer.
Fitneye karşı beyan edilen her çeşit yasak, tahdit ve tehditler bu çeşit ehl-i bid'a fırkaları için de
muteberdir.
Yine ileriki bahislerde görüleceği üzere, hadislerde ısrarla
bulaşılmaması istenen ve fıkıh açısından bir kısım ahkama menşe ve merci olan
fitnenin daha has bir mânası vardır. Burada onu da belirtmemiz gerekir.
Vereceğimiz bu mâna, mesele üzerinde ortaya atılan değişik görüşlerden, cumhur
denen ekseriyetin görüşüdür: "Fitne, dünyevî iktidar talebiyle düşülen
ihtilaf olup, bu ihtilafta kimin haklı kimin haksız olduğu belli
değildir." Bu tarifle içtimâî kargaşalardan bir kısmı -teknik tabiriyle
bağy (isyan), irtidat (dinden dönme) ve kat'u'ttarik (yol kesme) denen- diğer
bir kısım kargaşalardan ayrılmış oluyor. Bunlardan her birine terettüp eden
ahkam farklı olmaktadır, yeri geldikçe göreceğiz.
Şu halde, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hadislerinde
geliş şartları ve evsafı belirtilen, çıktığı zaman nasıl hareket edilmesi
gerektiği mü'minlere bildirilen, önleme ve ortadan kaldırma çareleri bütün
teferruatıyla açıklanan asıl fitne bu fitnedir. Keza Kur'an-ı Kerim'de:
"Öyle bir fitneden sakının ki
(geldiği zaman) içinizden yalnız zulmedenlere çatmaz (ammeye de sirayet eder ve
hepsini perişan eder)" (Enfal 25) ayetinde kastedilen fitne de bu
fitnedir.
İşte bu sebepledir ki, müteakip hadislerde bu fitne mevzubahis
olacak, bu fitneyle alâkalı tahliller yapılacaktır.[17]
Bu kelime lügat açısından bir şeyin itidal ve ölçüden dışarı
çıkmasını ifade eder. Bu çıkış az da olsa çok da olsa fesad diye ifade edilir.
Zıddı salahdır, düzeltme ve ıslah etmedir. Kelime sadece mânevî sahada değil,
maddî sahada da kullanılır. Nefis olsun, beden olsun, eşya olsun istikametten
ayrılan her şeyi ifade için bu kelime kullanılır.
Kur'an-ı Kerim'de bu kelimenin ve bu kelimeden türeyen başka
kelimelerin, fitne gibi çeşitli mânalarda olmasa bile sıkça kullanıldığına
şahit olmaktayız. Bir-iki misal verelim: "Kendilerine yeryüzünde fesat
yapmayın denildiği zaman "biz ancak ıslah edicileriz" derler"
(Bakara 11).
"Yeryüzünde -o, ıslah edildikten sonra da- fesadçılık
etmeyin. O'na (Cenab-ı Hakk'a) korkarak ve umarak dua edin" (A'raf 56).
"Eğer (yer ve gök) her ikisinde Allah' tan başka tanrılar olsaydı, bunların ikisi de
muhakkak ki fesada uğrar, (harap olur) giderdi" (Enbiya 22).
"O, yeryüzünde iş
başına geçti mi, orada fesat çıkarmaya, ekini ve zürriyeti kökünden kurutmaya
koşar. Allah fesadı sevmez" (Bakara 205).
"Eğer Hak onların heva (ve
heves)lerine tabi olsaydı, göklerde, yerde ve bunların içinde bulunanlar
muhakkak ki fesada uğrardı" (Mü'minûn 71).[18]
Bazı rivayetlerde aslen Habeşçe olduğu ve katl (öldürme) mânasına
geldiği (Buharî, Fiten 5) belirtilen bu kelime için, Cevherî: "Herc
kelimesi, lügat açısından, bir şeyde çokluk mânasına gelir" der. İbnu
Hacer, bu kelimenin kullanıldığı mânaların dokuza çıktığını el-Muhkem'den
naklen belirttikten sonra hepsini kaydeder. Fitne kelimesi ile alakasını
anlamamıza yardım edecek olan bu dokuz mânaya bir göz atalım:
1- Katlde şiddet,
2- Katlde çokluk,
3- İhtilat (kargaşa)
4- Ahirzamanda ortaya çıkacak fitne,
5- Nikahda çokluk,
6- Yalanda çokluk,
7- Uykuda çokluk,
8- Uykuda görülen düzensiz, karmakarışık rüyalar,
9- Bir şeyde düzgünlük, sağlamlık gibi mükemmelliğin bulunmayışı.
Buharî şarihlerinden Aynî, bu kelimenin Arapça ihtilât (kargaşa)
mânasına geldiğini belirttikten ve
kelimedeki bu mânayı tebarüz ettirip vurguladıktan sonra, herç kelimesinin katl
mânasındaki tefsirini Habeşçe'ye nisbet edenlerin hata ettiklerine temas eder
ve kesin bir dille: "Bu kelime hakiki Arapça bir kelimedir" der.
Teferruat bir tarafa,
gerçek olan şu ki, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu kelimeyi,
kendisinin ölümünden sonra, İslam cemiyetinde çıkacak ve galip vasfıyla
mü'minlerin birbirlerini çokça öldürmeleri şeklinde tezahür edecek olan içtimaî
bozuklukları haber vermek maksadıyla sıkça kullanmıştır. Bir başka ifadeyle,
fitne kelimesi ile, katl dahil her çeşit
içtimâî bozukluklar kastedilirken; herç
kelimesiyle de, içtimâî bozuklukların dahilî kırım halini alacak kadar ilerleyen had safhası kastedilmiş oluyor.
Herç kelimesinin bilhassa mü'minin mü'mini öldürmesi şeklindeki
kargaşaları ifade etmek maksadıyla kullanılma keyfiyeti, bizzat Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in sözlerinden açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber,
kıyametten önce ortaya çıkacak içtimâî bozuklukları sayarken, bu bozuklukların
bir neticesi olarak "herç"in de artacağını mükerrer olarak ifade
eder. Dinleyiciler tarafından umumiyetle müphem bulunan "herç"in ne
olduğu sorulunca Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bazan bizzat sözle:
"Herç ölüm demektir, ölüm demektir, ölüm demektir" diye vurgulayarak
açıklarken, bazan da eliyle boyun uçurma işareti yaparak, bu kelime ile
katletmeyi kasd ettiğini belirtir.[19]
Birkısım rivayetlerden, Ashab'tan bazılarının "çokça
katl" olarak tesbit edilen herçten düşmanla cihad
sırasında ölme veya öldürmenin artması şeklinde
yanlış anladığını, ancak Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bu anlayışı tashih ettiğini görmekteyiz.
Ebu Musa'dan gelen bir rivayete göre, Hz. Peygamber: "Kıyametten önce
mutlaka herç vardır" buyurması üzerine: "Ey Allah'ın Resûlü herç
nedir?" diye sordum.
"Katldir" cevabını verdi. Bunun üzerine orada bulunan Müslümanlardan
bazıları: "Ey Allah'ın Resûlü (bunu belirtmeniz de niye?) Biz şimdiden bir
yılda şu kadar bu kadar çok müşrik öldürüyoruz!" derler. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) muhatablarının yanlış anladıklarını görerek, şu tavzih
ve açıklamada bulunur: "(Benim kastım) müşriklerin öldürülmesi değildir.
(O gün gelince) birbirinizi öldüreceksiniz, o kadar ki, kişi komşusunu, amcaoğlunu ve akrabalarını
öldürecek." Cemaatten bazıları tekrar sorar: "Ey Allah'ın Resulü, o
zaman aklımız başımızda olduğu halde mi
bunu yapacağız (yoksa delirmiş mi olacağız?)" Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) şu cevabı verir: "Hayır, bu esnada akıl kalmaz. (Aşırı hırs ve cehalet sebebiyle) o devir insanlarının
ekseriyetinin aklı ortadan kalkar. Bu durumda, halk içinde ortaya çıkan akıldan
mahrum bir ayak takımı, öncekilerin yerine geçer." Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Davaları aynı olan iki büyük grup arasında büyük bir savaş vukua
gelmedikçe kıyamet kopmaz" diyerek
herçle alâkalı hadislerde ifade edilen dahilî öldürmeleri teyid eder.[20]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) kendisinden sonra ortaya
çıkacak mühim hadisatı, "onlara karşı ümmetin her an müteyakkız olması
için" haber vermiştir. İstanbul'un fethi, Kıbrıs'ın fethi, Hz. Ömer, Hz.
Osman ve Hz. Ali'nin şehadetleri vs. gibi, Resûlullah tarafından haber verilen
hadisat çoktur. Bunlar Hz. Peygamber'in siyerinde ayrı bir mevzudur, teferruatı vardır, fakat inceliklerine inmek
bizim gayemizin dışında kalır. Ancak şunu hemen
kaydedelim ki: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in gelecekte
vukuunu haber verdiği pek çok meseleden, âhirzaman fitnesi ile alâkalı olanları
mühim ve hususi bir yer tutar.
Bu çeşit rivayetler, diğerlerine nisbetle sayıca pek çoktur. O
kadar ki, ilk tedvin edilen kitaplar başta olmak üzere, hemen hemen bütün hadis
mecmualarında "Kitabu'l-Fiten", "Kitabu'l-Melahim"
adları altında müstakil bölümlere yer
verilerek bunlarda o hadisler zikredilmiştir.
Bu hadislerden birinde, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm),
ümmeti beş tabakaya ayırır: "Ümmetim beş tabakadır: Kırk seneye kadar olanlar birr (iyilik) ve takva ehlidir.
Bundan sonra 120 yılına kadar, birbirlerine karşı merhamet duyan, sıla-i rahmi
yerine getiren kimselerdir. Sonra 160 yılına kadar olanlar, bunlar
birbirlerinden yüz çeviren, (her çeşit beşerî bağları koparanlar) gelir. Bundan
sonra gelecek olan "herç"tir, herç. Bunun çabuk geçmesini talep
edin."
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in, kimlerin münafık
olduğuna dair bilgileri sır olarak tevdi etmiş bulunduğu Huzeyfe tu'bnu'l-Yeman
(radıyallahu anh)'dan gelen rivayetler Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'in
vukua gelecek fitnelere dikkat çekmekle kalmayıp, -sır olarak tevdi edilmiş
bile olsa- en azından birkısmını, bazı şahıslara birer birer haber vermiş
olduğunu gösterir. Şöyle der: "Allah'a kasem olsun, ben, benimle kıyamet
arasında vaki olacak bütün fitneleri bilmede insanların en malumatdarıyım.
Bunları size bildirmeme mani olan şey, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
bunları bana sır olarak tevdi etmiş olmasıdır. Ancak şu da var ki, içerisinde
benim de bulunduğum bir mecliste fitne hakkında (sır olmaması gereken)
açıklamalarda bulunmuştu. Fitneleri tadad ederken şunu da söyledi: "Bu
fitnelerden üç tanesi var ki, hemen hemen hiç bir şey bırakmaz. Bunlardan
bazıları da var ki, yaz mevsiminde esen rüzgar gibidir. Bu fitnelerden küçük
olanları var, büyük olanları var."
Huzeyfe'nin Ebu Davud'da yer
alan açıklamasına göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm),
zamanında kıyamete kadar gelecek fitneleri tadad etmekle kalmıyor, etbaı üç
yüzden fazla olacak fitnebaşılarını isimleriyle, baba ve kabile isimleriyle
söylüyor. Hatta bu bilgiler verilirken yanında başkalarının da bulunduğunu
kaydeden Huzeyfe (radıyallahu anh) ilave eder: "Kasem olsun, anlamıyorum.
Bunları arkadaşlarım gerçekten unuttu mu, yoksa kasden unutur mu
gözüküyorlar?"
Nitekim Üsame (radıyallahu anh)'den gelen bir rivayette, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in, bir gün Medine'deki eski kalelerden
(Ütm) birine çıkarak: "Benim gördüğümü görüyor musunuz? Ben, evleriniz
arasında fitnelerin vaki olacağı yerleri görüyorum..." dediğini belirtir.
Buharî'de kaydedilen bir rivayette, "Kahtan kabilesinden birisi çıkıp
insanları deyneğiyle idare etmedikçe kıyamet kopmaz" denir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), ümmetinin kıyamete kadar
devam edecek ana vasıflarından birinin dahilî fitne ve kargaşalar olacağını
çeşitli şekillerde ifade etmiştir. Şöyle ki:
1- Bir grup rivayetlerde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in, Cenab-ı Hakk'tan üç şey talep ettiği, bunlardan ikisinin kabul
edilip, birisinin reddedildiği, reddedilenin de: "Kendi aralarında savaş
olmasın talebi" olduğu belirtilir. Bu rivayetlerden Müslim'de kaydedileni
şöyle: "Rabbimden üç şey talep
ettim. Bunlardan ikisini bana verdi,
birini vermedi. Rabbimden ümmetimi kıtlıkta helak etmemeni istedim, bunu kabul
etti. Keza ümmetimin (Nuh kavminin başına geldiği şekilde) suda boğularak helak
edilmemesini istedim, bu da kabul edildi. Rabbimden ümmetimin birbirini belaya atmamasını istedim; bu
reddedildi."
Şunu hemen kaydedelim ki, bu hadisin farklı rivayetlerinde
reddedilen şey hep aynı kaldığı halde kabul edilen diğer iki talepte
değişikliklere rastlanmaktadır. Nitekim yine Müslim'de kaydedilen diğer bir
rivayette, kabul edilenlerden biri Cenab-ı Hakk tarafından şöyle
cevaplandırılır: "Ben sana, senin ümmetin için... onlara kendilerinden
başka bir düşmanın musallat
olmasını veriyorum..."
Bu hususu teyid eden bir diğer rivayette Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) şöyle der: "Benim ümmetim, ümmet-i merhumedir (yani diğer ümmetlerden farklı ve
ziyade bir lütf-i İlahîye mazhardır). Ahirette (ebedî) azap görmeyecektir; onun
azabı (daha ziyade) dünyadadır. Dünya hayatında (aralarında çıkacak harp
suretinde) fitneler, (bir kısım şiddet ve korku) çalkantıları ve kıtaller
suretinde azap ve ibtila olunacaklar."
Bir diğer rivayette: "Allah bu ümmet üzerinde iki kılıcı birleştirmeyecektir:
Kendi kılıçları ve düşmanlarının kılıcı." Alimler bunu,
"Müslümanların ortadan kalkmasıyla sonuçlanacak böyle bir durumun olmayacağı, dışa karşı birleşecekleri, ancak
dış düşman tehlikesi kalkınca birbirlerine düşecekleri" şeklinde anlamışlardır.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), kendisinden sonra zuhur edecek ihtilaf ve
gruplaşmaları haber verirken bilhassa menfi olanların hususiyetlerini
belirtmeye ayrı bir gayret gösterir.
Bunladan birinde şöyle der: "Ümmetimde ihtilaf ve iftiraklar olacak.
Bunlardan bir zümre sözlerinde çok güzel, amellerinde çok kötü olacak. Kur'an'ı
okurlar da gırtlaklarından öte geçmez.
Okun hedefi delip geçmesi gibi dini
terkederler, bir daha da geri dönmezler. Onlar insanların ve mahlukatın en
şerlisidirler..."
2- Diğer bir kısım rivayetlerde
ümmet-i Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'in 73 fırkaya ayrılacağı,
bunlardan 72'si sapık olup, sadece
birinin hidayet üzere olacağı
belirtilir: "Muhammed'in nefsini elinde tutan zata kasem ederim ki,
ümmetim 73 fırkaya ayrılacak. Bunlardan biri cennetlik, geri kalan 72'si
cehennemliktir..."
Bu rivayetlerde, ayrıca Hıristiyanların 71, Yahudilerin de 72
fırkaya ayrılmış olduklarının ifade edilmiş olmaları dikkate alınırsa,
Müslümanların onlara nazaran daha çok tefrikalara düşeceğinin ifade edilmek
istendiği anlaşılır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bu çeşit
rakamlarla çokluğu kasteder, bizzat rakamın gösterdiği sayıyı değil.
3- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bazı kereler,
ümmetin sadece fırkalara bölünmekle kalmayıp, birkısmının irtidat bile ederek
tamamen İslam dairesinden dışarı çıkacağını haber verir.
"İnsanlar bu dine kitleler halinde (fevç fevç) girdiler,
ondan tekrar kitleler halinde
çıkacaklar."
"Ümmetimden bazı kabileler (irtidat edip) müşriklere iltihak
etmedikçe kıyamet kopmaz."
4- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), fitneyi haber
verirken, bunun fasılalarla kıyamete kadar devam edeceği hususunu bilhassa
tebarüz ettirir, vurgular. Bu noktanın anlaşılmasında en güzel örnek, Huzeyfe tu'bnu'l-Yeman'dan
gelen bir rivayettir, aynen kaydediyoruz:
"İnsanlar, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e hep
hayırdan sorarlardı. Ben ise, bana da ulaşır korkusuyla hep şerden sorardım.
Bir defasında dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, biz bir cahiliyet ve kötülük devrinde yaşadık. Allah bizi bu hayırla,
İslam'la müşerref kıldı. Bu hayırdan sonra tekrar herhangi bir şer var
mı?"
"Evet var" dedi. Tekrar sordum: "Bu şerden sonra
tekrar hayır gelecek mi?"
"Evet dedi, gelecek. Ancak, bu hayır bulanık olacak (yani
önceki şerrin kalplerde bıraktığı kin, husumet ve itimadsızlık gibi fenalıklar
belli bir ölçüde devam edecek.)"
Tekrar sordum: "Bu bulanıklık da ne?" Dedi ki: "(Önceki şerle ortaya çıkan) bir zümre (varlığını
devam ettirecek. Bunlar) benim sünnetimden, benim getirdiğim hidayetten
ayrılacaklar, başka bir sünnete, başka bir
itikada tabi olacaklar. Sen bunların bazılarını (veya bazı
davranışlarını güzel bulur) tasvip edersin, bazılarını (veya bazı
davranışlarını kötü bulur) reddedersin.
"Ben tekrar sordum: "Pekala, bu hayırdan sonra da şer
var mı?" Cevaben: "Evet, dedi ve devam etti: "Bunlardan sonra
cehennem kapısında durup (bid'ata, küfre) çağıranlar (yani emîrler, reisler,
gizli açık teşkilatlar, militanlar, hatipler, yazarlar vs.) var. Çağrılarına uyanları oraya (cehenneme)
atarlar."
Tekrar dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, bu çağırıcıların
vasıflarını bana bildir (de onları tanıyayım ve çıktıkları zaman
uymayayım)." Dedi ki: "Onlar bizim bedenimizdendir, soydaşlarımızdır,
dindaşımızdır, milletimizin efradındandır." Tekrar dedim ki:
"Onlar bana ulaşacak olsa ne
yapmamı emredersin?" Cevaben: "Müslümanların cemaatlerinden ve
imamlarından ayrılma" dedi.
Ben tekrar sordum: "Onların cemaatleri ve bir imamları yoksa
(ne yapayım?)" Dedi ki:
"O zaman mevcut fırkaların hepsini terket. Hatta bir ağacın
köküne dişlerinle tutunmuş vaziyette
bile olsan, ölüm sana ulaşıncaya kadar öyle kal, (yine de onlara
katılma)."
Esma'dan gelen şu rivayet bize Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in çıkacak fitnelere karşı, ashabını uyarmada değişik üsluplara başvurduğunu göstermektedir: "Ben
(cennette bana has olan) havuzumun başında yanıma gelecekleri beklerken, bir
bölük insan (cehenneme atılmak üzere) yakalanıp getirilir. Ben: "Bunlar
benim ümmetimdir" diyerek müdahale
ederim. Ancak, "Sen bunların arkandan yüz geri olup, dinden çıktıklarını
bilmiyorsun" derler."
Son olarak şunu belirtmede fayda var: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in "Benden sonra" veya "Kıyamete yakın",
"Kıyamet kopmazdan önce" gibi çeşitli tabirlerle zamanlayarak haber
verdiği hadiseler, daha Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) hayatta iken ortaya çıkan ve ölümünden sonra Hz. Ebu
Bekir zamanında gelişen yalancı peygamber Müseylime-i Kezzab hadisesi ile başlar.
Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali'nin şehadetleri ile, Cemel, Sıffîn, Nehrevan
vakaları ile devam eder.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ihbar ettiği fitnelere,
İslam dünyasının her tarafında günümüzde şahit olduğumuz ve gelecekte şahit
olacağımız fitneler de dahildir. Hadislerdeki tasvirlerle bunların herbiri
arasında mutabakat görülebilir. Her devirde yaşayan Müslümanlar, bu mutabakatı
görerek, devirlerindeki fitnenin, Hz. Peygamber tarafından haber verilen fitne olduğunu ifade
etmişlerdir. Bunlardan biri,
Resûlullah'ın arkadaşlarından (Ashab) Huzeyfe'ye aittir. O, şöyle der:
"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bize: "Bana Müslümanların
sayımını yapın" deyince, biz: "Ey Allah'ın Resulü, sayımız altı yedi
yüze ulaştığı halde, yoksa korkuyor
musunuz?" dedik. Bunun üzerine:
"Siz bilmezsiniz, belki de imtihan ve (ibtila)
olunacaksınız" cevabını verdi. Biz gerçekten imtihan olunduk. Öyle ki,
bizden bir kimse, namazı bile gizlice kılmak durumunda kaldı."[21]
FİTNE PATLAK VERİNCE YAPILACAK
TAVSİYE
ـ4758 ـ1ـ عن
أبِى أُمَيَّةَ
الشّعْبَانِى
قالَ: ]قُلْتُ
يَا أبَا ثَعْلَبَةَ
كَيْفَ
تَقُولُ في
هذِهِ اŒية:
يَا أيُّهَا
الَّذِىنَ
آمَنُوا
عَلَيْكُمْ
أنْفُسَكُمْ.
فقَالَ: أمَا
وَاللّهِ
لَقَدْ سَألْتَ
عَنهَا
خَبِيراً.
سَألْتُ
عَنْهَا
رَسُولَ
اللّهِ #.
فقَال: بَلِ
ائْتَمِرُوا
بِالْمَعْرُوفِ،
وَانْتَهُوْا
عَنِ
الْمُنْكَرِ،
حَتّى إذَا
رَأيْتُمْ
شُحّاً
مُطَاعاً،
وَهوىً
مُتَّبِعاً،
وَدُنْيَا
مُؤْثِرَةً،
وَإعْجَابَ
كُلِّ ذِى
رَأىٍ
بِرَأيِهِ،
فَعَلَيْكَ
بِنَفْسِكَ،
ودَعْ عَنْكَ
أمْرَ الْعَوَّامِّ.
فإنَّ مِنْ
وَرَائِكُمْ
أيَّاماً
الصَّبْرُ
فِيهِنَّ
كَالْقَبْضِ
عَلى
الْجَمْرِ،
لِلْعَامِلِ
فِيهِنَّ
مِثْلُ أجْرِ
خَمْسِينَ رَجًُ
يَعْمَلُونَ
مِثْلَ
عَمِلِكُمْ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي.»الشُّحُ«
البخل
الشديد.و»طَاعَتُهُ«
اتباع انسان
هوى نفسه
لبخله وانقياده
له.وقوله:
»دُنْيا
مؤْثَرَةً« أى
محبوبة مشتهاة
.
1. (4758)- Ebu Ümeyye
eş-Şa'bânî anlatıyor: "Ey Ebu Sa'lebe, dedim, şu ayet hakkında ne
dersin?" (Mealen): "Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru
yolda oldukça sapıtmış olanlar size zarar vermez.." (Maide 105).
Bana şu cevabı verdi:
"Gerçekten bunu, iyi bilen birine sordun. Zira ben aynı şeyi
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a sormuştum: Demişti ki:
"Ma'rufa sarılın, münkerden de kaçının! Ne zaman uyulan bir
cimrilik, takip edilen bir heva, (dine, ahirete) tercih edilen dünyalık görür,
rey sahiplerinin (selefi dinlemeden) kendi reylerini beğendiklerini müşahede edersen, o
zaman kendine bak. İnsanlarla uğraşmayı
bırak. Zîra (bu safhaya gelince) arkanızda sabır günleri var demektir. O günler
avuçta ateş tutmak gibi (sıkıntılı)dır.
O günlerde, sizin kadar amel yapabilen bir kimseye elli kişinin ecri
verilecektir." [Ebu Davud, Melahim 17, (4341); Tirmizî, Tefsir, Mâide,
(3060); İbnu Mace, Fiten 21, (4014).][22]
AÇIKLAMA:
Hadis, kişinin
kendisiyle meşgul olmasını, başkasının sapıklığının kişiye zarar vermeyeceğini
ifade eden bir ayeti (Maide 105) açıklama sadedinde varid olmuştur. Ayetin
zahirine bakılınca emr-i bi'lmarufa yer vererek başkalarıyla meşgul olmayı
değil, kendi işiyle meşgul olmayı emrediyor gözükmektedir. Ayet suale vesile
olmuştur. Çünkü mü'min kişiyi emr-i bil marufta bulunmaya, münkerden nehyetmeye
teşvik eden ayetler ve hadisler var. Bu ayetle öbür ayetler arasında zahirî bir
tezad gözükmektedir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) beyan buyurdukları
açıklama ile "Marufa sarılın..." emretmektedir. Ma'ruf, güzel kabul
edilen, meşru olan, şeriatın yapılmasını tecviz ve teşvik ettiği her
şeydir. Bunlar arasında emr-i bi'lmaruf ve nehy-i anil münker de yer alır.
Şu halde mü'min buna ara vermeden devam edecek. Ancak cemiyette zuhur edecek
bazı alametler var. Onlar görüldü mü,
artık emr-i bil maruf ve nehy-i ani'lmünkeri terketmek evladır. Çünkü, bu
safhada emr-i bil'maruf, fayda değil zarar verebilecektir. Hadiste bu alametler şöyle sayılır:
* İtaat gören cimrilik. Bazı alimler aşırı, hırsla karışık cimrilik
diye açıklamıştır.
* Hevaya uyulması, yani şeriatın emirlerinin terkedilmesi.
* Dine tercih edilen dünya.
* Rey sahiplerinin kitaba,
sünnete, icma-ı ümmete, sahabe akvaline
bakmadan kendi görüşünü beğenip ona tabi olması.
Bu sayılanlar, haricî bir düşmanın
hakimiyeti değil, İslam cemiyeti içerisinde gayr-ı İslamî, beşerî
değerlerin hakimiyetidir, fitnedir, dahili kargaşanın had safhaya ulaşmasıdır.
Bu derece bozulan insanlara emr-i bil maruf fayda vermez, zararı daha da
artırır mânasında olmak üzere Aleyhissalâtu vesselâm, kişiye, cemiyeti
terketmesini, kendini kurtarmayı düşünmesini tavsiye etmektedir. Çünkü arkada
sabrın övüleceği sıkıntılı günler gelecektir.[23]
ـ4759 ـ2ـ
وعن واقِدِ
بْنِ مُحمّدٍ
عن أبيهِ عن
عبداللّهِ
بْنِ عَمْرِو
بْنِ
العَاص
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]شَبَّكَ رَسُولُ
اللّهِ #
أصَابِعَهُ.
وَقَالَ:
كَيْفَ أنْتَ
يا
عَبْدَاللّهِ
ابْنَ
عَمْرٍو إذَا
بَقِيْتَ في
حُثَالَةٍ
قَدْ
مَرَجَتْ عُهُودُهُمْ،
وَاخْتَلَفُوا
فَصَارُوا
هكذَا؟ قَالَ:
فَكَيْفَ يَا
رَسُولَ
اللّهِ؟ قَالَ:
تَأخُذُ مَا
تَعْرِفُ،
وَتَدَعُ مَا
تُنْكِرُ،
وَتَقْبِلُ
عَلى
خَاصَّتِكَ،
وَتَدَعُهُمْ
وَعَوَامَّهُمْ[.
أخرجه
البخاري. قال
الحميديّ:
وليس هو في
أكثر
النسخ.»الحثالةُ«
ما يسقط من
قشر الشعير
ونحوه إذا
نقّى، وكأنّهُ
الردئ من كل
شئ.و»مَرجَتْ
عُهُودُهُمْ«
أى
اِخْتَلَطَتْ
وَاختلفت .
2. (4759)- Vakid İbnu
Muhammed babasından, o da Abdullah İbnu
Amr İbni'l-As (radıyallahu anhümâ)'dan anlattığına göre demişti ki:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), (bir gün) parmaklarını
kenetledi ve dedi ki:
"Ey Abdullah İbnu Amr! Ahidleri bozulup şöyle karmakarışık
hale gelen bir kısım ayak takımı (hezele) kimselerle başbaşa kalırsan ne
yaparsın?"
"Ne yapmamı tavsiye edersiniz, Ey Allah'ın Resulü!"
dedim. Buyurdular ki:
"Güzel bulduğun şeyi yaparsın, kötü bulduğun şeyi de terkedersin. Kendi yakınlarının (hallerini
düzeltmeye) yönelirsin. O hezele takımı
(ile de), onların cemaatı ile de (uğraşmayı) terkedersin." [Buhârî, Salat
88, Fiten 13; Ebu Davud, Melâhim 17, (4342); İbnu Mace, Fiten 10, (3957).][24]
AÇIKLAMA:
1- Ahdin bozulması, güven ve
emniyetin kalkmasıdır. İster mal,
ister can, isterse ırz emniyeti olsun, hepsinin kalkması, halel görmesi, ahdin
bozulması ile ifade edilmiştir. Irz emniyeti deyince vicdan hürriyeti, din
hürriyeti gibi kişinin şahsiyetine giren hususları da anlamamız gerekir. Ahdin
bozulmasıyla cemiyette bunlar da kalmaz, vicdanlara baskı artar, inançları
sebebiyle dindarlara taarruz ve tasallut tahammül
edilmez hale gelir. Önceki hadiste de kısmen geçtiği üzere dindarlığın,
ahirzamanda, elde ateş tutmak gibi
zorlaşması, ahdin bozulmasıyla din ve vicdan hürriyetinin de ortadan
kalkacağını ifade eder.
2- Şarihler bu hadisi açıklarken, hadisin "parmakların
kenetlenmesini yasaklayan" bir başka hadisle arzettiği tenakuza dikkat
çekip, aralarını telif ederler: "Resûlullah buyurmuştur ki: "Biriniz
namaz kılınca parmaklarını kenetlemesin. Zira, kenetleme işi, şeytandandır.
Biriniz mescidde olduğu müddetçe, oradan çıkmadıkça namazdadır." Şarihler,
umumiyetle bu iki rivayet arasında tearuz görmezler. Çünkü bu sonuncu hadiste,
namaz esnasında veya namaz beklerken parmakların kenetlenmesi yasaklanmaktadır.
Halbuki, sadedinde olduğumuz hadis, hadisenin
namazla ilgisinden bahsetmez. Hadisin mescidde vürud etmesi de
muhtemeldir. Bu takdirde cevap şöyledir: Yasak, gayesiz bir şekilde boş yere
kenetlemekle ilgilidir. Halbuki Resûlullah bir temsil vermek, kapalı bir mânayı
daha anlaşılır kılmak için parmaklarını kenetlemiştir. Öyle ise, namaz dışında
müsbet, faideli bir maksatla parmakların kenetlenmesinde bir mahzur yoktur.
Kenetlenme yasağının hikmeti üzerine: "Çünkü
"şeytandandır", "uykuyu getirir", "kenetlemenin
arzettiği manzara, ihtilafın manzarasıdır, bu manzara namazda veya namaz
hükmündeki bir halde bulunan kimse hakkında
mekruh görülmüştür. Çünkü bir başka hadiste "Karışık olmayın;
kalplerinize ihtilaf girer"
buyrulmaktadır" gibi yorumlar getirilmiştir.
3- Hadisin, fitne sırasında Müslümanın takip edeceği yolla
ilgili mesajı izah gerektirmeyecek kadar açıktır: Fitneye bulaşmamak, ateşi avuçta tutmak kadar zor bir iş dahi olsa fitneden kaçmak; öyle
ki, icabında emr-i bi'lmaruf ve nehy-i
ani'l münkeri de terkedip, sözünü dinleyecek yakınlarla meşgul olup, onları
kurtarmaya çalışmak. Müteakiben kaydedilecek ilk iki hadiste (4760, 4761) fitneden kaçmanın
gereği ve hayrı daha açık olarak ifade edilecektir.[25]
ـ4760 ـ3ـ
وعن أبى ذرٍّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ # يَا
أبَا ذَرٍّ
قُلْتُ:
لَبَّيْكَ
يَا رَسُولَ
اللّهِ
وَسَعْدَيْكَ.
قَالَ: كَيْف
أنْتَ إذَا
أصَابَ
النَّاسَ مَوْتٌ
يَكُونُ
الْبَيْتُ
فيهِ بِالْوَصِيفِ؟
قُلْتُ: مَا
خَارَ لِى
اللّهُ
وَرَسُولُهُ.
قَالَ:
عَلَيْكَ
بِالصَّبْرِ،
أوْ قَالَ
تَصَبَّرْ
ثُمَّ قَالَ
لِى: يَا أبَا
ذَرٍّ.
قُلْتُ:
لَبَّيْكَ
يَا رَسُولَ
اللّهِ
وَسَعْدَيْكَ
قَال. كَيْفَ
أنْتَ إذَا
رَأيْتَ
أحْجَارَ
الزَّيْتِ
قَدْ غَرَقَتْ
بِالدَّمِ؟
قُلْتُ: مَا
خَارَ لِى
اللّهِ وَرَسُولُهُ.
قَالَ
عَلَيْكَ
بِمَنْ أنْتَ
مِنْهُ.
قُلْتُ يَا
رَسُولَ
اللّهِ: أفََ
آخُذُ سَيْفى
أضَعَهُ عَلى
عَاتِقِى.
قَالَ: شَارَكْتَ
الْقَوْمَ
إذن. قُلْتُ:
فَمَا
تأمُرُنِى؟
قَالَ:
تَلْزَمُ
بَيْتَكَ.
قُلْتُ: فإنْ
دُخِلَ
عَلَىًّ
بَيْتِى؟
قَالَ: إنْ
خَشِيْتَ أنْ
يَبْهَرَكَ
شُعَاعُ
السَّيْفِ
فألْقِ ثَوْبَكَ
عَلى
وَجْهِكَ
يَبُوءُ
بإثْمِكَ وإثْمِهِ[.
أخرجه أبو
داود.والمراد
»بالبيت« ههُنَا
القبر.و»الوَصيفُ«
العبد،
والمعنى أن
القتلى تكثر
لكثرة الفتن
حتى يشترى
موضع قبر يدفن
فيه الميت
بعبد لضيق
المكان عنهم،
أو ‘نه شتغال بعضهم
ببعض
يوجد من يحفر
قبر ميت ويدفنه
إ أن يعطي
وصيفا أو
قيمته .
3. (4760)- Hz. Ebu Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) seslendiler:
"Ey Ebu Zerr!"
"Buyurun, Ey Allah'ın Resulü, emrinizdeyim!" dedim.
"İnsanlara (kitle halinde) ölüm isabet edip, kabirlerin
(ücretli) hizmetçiler tarafından kazılacağı zaman ne yapacaksın?"
buyurdular.
"Benim için Allah ve Resulü neyi ihtiyar buyurursa onu
yaparım!" dedim.
"Sabrı tavsiye ederim!" buyurdular -veya, sabredersin!
dediler- ve sonra bana tekrar seslendiler:
"Ey Ebu Zerr!"
"Buyurun ey Allah'ın Resûlü, sizi dinliyorum!" dedim.
"Zeyt mıntıkasının taşları kanda boğulduğunu gördüğün zaman
ne yapacaksın?"
"Allah ve Resûlü benim için neyi ihtiyar buyurursa onu!"
dedim
"Sana kendilerinden olduğun yakınlarını tavsiye
ederim!" dedi. Ben sordum:
"Ey Allah'ın Resulü! (O zaman) kılıcımı alıp omuzuma
koymayayım mı?"
"Böyle yaparsan
(fitneci) kavme ortak olursun!" buyurdular.
"Bana ne emredersiniz!" dedim."Evine çekil!"
buyurdular.
"Evime girilirse?" dedim.
"Eğer kılıcın parıltısının seni şaşırtacağından korkarsan,
elbiseni yüzüne ört. Gelen hem senin günahınla, hem de kendi günahıyla
dönsün!" buyurdular." [Ebu
Davud, Fiten 2, (4261); İbnu Mace, Fiten 10, (3958).][26]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis fitneye karışmayı yasaklayan hadislerden biridir.
Hadisin, Begavî tarafından Mesabih'te kaydedilen veçhi biraz daha
teferruatlıdır; şöyle ki:
"Ebu Zerr (radıyallahu
anh) anlatıyor: "Ben bir gün, bir merkep üzerinde, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
terkisinde idim. Medine'nin (dış) evlerini geçtiğimiz sırada bana:"Ey Ebu
Zerr! Medine'ye açlık hakim olduğu; öyle ki, yatağından kalkınca açlıktan
bitkin düşüp mescide kadar gidemediğin zaman ne yapacaksın?" dedi"
diyerek başlayan hadis, Resûlullah'ın şu tavsiyesi ile noktalanır:[27]
"Eğer kılıcın parıltısının sana galebe çalmasından
(dayanamayıp kılıca sarılıp fitneye katılmaktan) korkarsan elbisenin kenarını yüzüne çek, ta ki, (haksız
yere öldürerek) senin günahınla ve kendi günahlarıyla geri dönsünler."
2- İnsanlara (kitle halinde) ölüm nisbeti kıtlık, veba, savaş gibi sebeplerle
gelecek umumi ölüm hadisesi olarak
anlaşılmıştır.
3-
Hadiste
geçen beyt ve vasif kelimelerini
anlamada şarihler bazı farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Şöyle ki:
*
Mezar olarak tercüme ettiğimiz (beyt)
kelimesini bazı alimler mezar olarak anlamıştır. Hattabî der ki: "Beyt,
burada "mezar" demektir, vasif de hizmetçi. Murad olan mâna şudur:
"İnsanlar, öylesine meşguldürler ki öleni gömmeye fırsat bulamazlar da onu gömmesi için
hizmetçiye verirler, yahut ücretle gömdürürler."
* Buradan şöyle anlayanlar da
olmuştur: "Mezar yerleri öylesine dardır ki, herbir ölüleri için bir kabir
yerini bir köle vererek satın alırlar." Ancak bu ikinci te'vil tenkit
edilmiş ve: "Ölüm, sağlar arasında devam etse ve fevkalade yayılarak artsa
da yine böyle bir darlık hasıl olmaz.
Çünkü arz geniştir" denmiştir. Ancak, hadisin Mesabih'ten kaydettiğimiz
veçhinde ikinci mânayı teyid eden ibareler mevcuttur. Hadisin şerhinde imkan
varsa hadisten istifade en evla yoldur. Burada o imkan mevcuttur.
* Bu ibareden şu mâna dahi
çıkarılmıştır: "O zaman evler, ölümlerin çokluğu ve ikamet edeceklerin
azlığı sebebiyle çokça ucuzlar. Öyle ki bir ev, aslında normal olarak bir
köleden pahalı olduğu halde, bir köle mukabilinde satılır."
*
Şu mâna da
çıkarılmıştır: "Evlerde önceleri
çok insan mevcut olduğu halde, bu evin işini görmeye sadece bir köle
kalır."
4- Zeyt'in Medine'nin bir mahallesi veya Medine civarında bir
yer adı olduğu söylenmiştir. Türbüşti: "Burası, Yezid zamanında cereyan eden meşhur hadisenin vukua
geldiği Harra'da bir noktanın adıdır. Orada savaşan zalim orduların komutanı da
Müslim İbnu Ukbe el-Mürri'dir. Resûlullah'ın koyduğu haramları mübah kılan
heriftir. Karargahı Medine'nin batısında yer alan Harre-i garbiyye idi.
Medine'nin hurmetini ihlal etti, erkekleri hep öldürdü. Orada üç gün -beş de
denmiştir- talanda bulundu."
5- "Kendinden oldukların" tabiriyle kişinin ailesi,
yakınları, kavmi kastedilmiştir. Bununla "İmam"ın yani biat
etmiş olduğu imamının kastedildiği de söylenmiştir. Bu
durumda mâna: "İmamına ve bey'at ettiğin kimseye tabi ol" demek olur.
6- Hadiste, kişinin kılıcı alıp omuza koyması halinde, günahta
fitnecilere ortak olacağı ifade edilmiştir. Öyleyse fitne şartlarında
fitnecilere iştirak etmemek, günahlarına ortak olmamak için silaha sarılmamak
gerekir. Aliyyu'l-Kârî der ki: "(Fitnede) hasım Müslümansa, fesad terettüp etmeyecek ise, müdafa-i nefis
caizdir. Ancak hasım kafir ise, imkan nisbetinde
müdafaa etmek vacib olur."
7- "Kılıcın parıltısının galebe çalması", kılıcı
kullanmaktan kinayedir. "Elbisenin kenarıyla yüzünü örtmek", düşmanı
görüp, korkmamak içindir. Bundan maksad, "Onlar seninle savaşsa da sen
onlarla savaşma, ölmeyi tercih et"
demektir.
Bu taktirde, gelenler
"seni öldürmüş olmanın günahı ve diğer günahlarıyla dönerler" mânası
anlaşılır.[28]
ـ4761 ـ4ـ
وعن أبى مُوسى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
بَيْنَ يَدَى
السَّاعَةِ
فَتَناً
كَقِطَعِ
اللَّيْلِ
الْمُظلمِ،
يُصْبِحُ
الرَّجُلُ
فِيهَا
مُؤْمِناً
وَيُمْسِي
كَافِراً،
وَيُمْسِي
مُؤْمِناً
وَيُصْبِحُ
كَافِراً
اَلْقَاعِدُ
فِيهَا
خَيْرٌ مِنَ
الْقَائِمِ،
وَالْمَاشِى
فِيهَا
خَيْرٌ مِنَ
السَّاعِى.
فَكَسِّرُوا
قِسيَّكُمْ،
وَقَطِّعُوا
أوْتَارَكُمْ،
وَاضْرِبُوا
سُيُوفَكُمْ
بِالْحِجَارَةِ.
فإنْ دُخِلَ
عَلى أحَدٍ
مِنْكُمْ
فَلْيَكُنْ
كَخَيْرِ
ابْنَى آدَمَ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي.وزاد
أبو داود بعد
الساعى:
]قَالُوا:
فَمَا
تأمُرُنَا؟
قَالَ:
كُونُوا
أحَْسَ
بُيُوتِكُمْ[.»قِطَعُ
اللَّيْلِ«
طائفة منه،
وأراد فتنا
مظلمة سوداء تعظيماً
لشأنها.وأراد
بقوله:
»فَلْيَكُنْ
كَخَيْرِ
ابْنَىْ
آدَمَ« ابن
آدم لصلبه
هابيل الذي
قتله أخوه
قابيل، ومما
قال اللّهُ
تعالى في أمرهما:
لَئِنْ
بَسَطْتَ
إليَّ يَدَكَ
لِتَقْتُلَنِي
اŒية .
4. (4761)- Hz. Ebu Musa
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kıyametten hemen önce karanlık gecenin parçaları gibi
fitneler var. Kişi o fitnelerde mü'min olarak sabaha erer, akşama kafir olur;
mü'min olarak akşama erer, sabaha kafir çıkar. O fitnede oturan, ayakta
durandan hayırlıdır. Yürüyen koşandan hayırlıdır. Öyleyse yaylarınızı kırın,
kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı da taşa vurun. Sizden birinin evine
girerlerse Hz. Adem'in iki oğlundan hayırlısı olsun (ölen olsun, öldüren
değil)" [Ebu Davud, Fiten 2, (4259, 4262); Tirmizî, Fiten 33, (2205).]
Ebu Davud, "koşandan" kelimesinden sonra şu
ziyadeyi kaydetmiştir:
"Yanındakiler, "Bize ne emredersiniz (ey Allah'ın Resulü)?" dediler. "Evinizin demirbaşları
olun!" buyurdu."[29]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah, kıyamete yakın çıkacak fitnelerin dehşetini
belirtmek için, zifirî karanlık gecenin parçalarına benzetmiştir. Yani peşpeşe
fitneler olacak, her biri, gece parçası gibi karanlık, yani doğruyanlış,
haklıhaksız, isabetlihatalı vs. şekilde tefrik etmek imkanı tanımayacak, son
derece dehşetli olacak demektir. Bu
teşbihten maksat fitnenin
büyüklüğünü ifadedir.
2- Hz. Adem'in iki oğlundan hayırlısı Hz. Habil'dir. Kardeşi
Kabil onu öldürmek istediği vakit ayet-i
kerimenin ifadesiyle kardeşine: "Sen beni öldürmek için elini bana kaldırsan da , ben seni
öldürmek için elimi sana kaldırmayacağım" (Maide 28) demiştir. Bu ayette,
Cenab-ı Hakk fitne sırasında Müslümanların takip edeceği siyaseti vaz' etmiş
olmaktadır: "Fitneden kaçmak, öldürmektense ölmeyi tercih etmek." İslam'da
bunun ilk örneğini Hz. Osman (radıyallahu anh)'ın verdiği belirtilir: O
fitnenin büyümemesi için öldürmeyi değil, öldürülmeyi tercih etmiştir.
3- Evin demirbaşı olmaktan maksad, evden ayrılmamak, dışarı
çıkıp fitneye bulaşmamaktır. Nasıl ki demirbaş denen halı, kilim gibi bir kısım eşyalar devamlı evde kalırlar;
fitne sırasında da o eşyalardan biri
gibi olmak yani evden dışarı çıkmamak tavsiye edilmiştir. Bundan da maksad,
fitneye katılmamaktır.[30]
ـ4762 ـ5ـ
وعن أبى سعيدٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهُ #:
يُوشِكُ أنْ
يَكُونَ
خَيْرَ مَالِ
الْمُسْلِمِ
غَنَمٌ
يَتْبَعُ
بِهَا شَعَفَ
الْجَِبَالِ
وَمَوَاقِعِ
الْقَطْرِ،
يَفِرُّ بِدِينِهِ
مِنَ
الْفِتَنِ[.
أخرجه
البخاري ومالك
وأبو داود
والنسائي.»مَوَاقِعِ
الْقَطْرِ«
المواضع التي
ينزل بها
المطر .
5. (4762)- Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kişinin en hayırlı malının peşine takılıp dağ geçitlerini ve
yağmur düşen yerleri takip edeceği koyunu olacağı zaman yakındır. Böylece
dinini fitnelerden kaçırmış olur." [Buhârî, İman 12, Bed'ü'l-Halk 14,
Menakıb 25, Rikak 34, Fiten 14; Muvatta, İsti'zan 16, (2, 970); Ebu Davud,
Fiten 4, (4267); Nesâî, İman 30, (8, 123, 124).][31]
ـ4763 ـ6ـ
وعن مَعْقِلْ
بن يسار قال:
]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #:
الْعِبَادَةُ
في الْهَرْجِ
كَهَجْرَةِ
اليَّ[. أخرجه
مسلم
والترمذي.»اَلْهَرْجُ«
هنا: اختف
والفتن .
6. (4763)- Ma'kıl İbnu
Yesar anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Herc (fitne)
zamanında ibadet, tıpkı bana hicret gibidir." [Müslim, Fiten 130,
(2948); Tirmizî, Fiten 31, (2202).][32]
ـ4764 ـ7ـ
وعن الْمقداد
بن ا‘سود
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
السَّعِيدَ
لَمَنْ
جُنِّبَ
الْفتَنَ
وَلَمَنِ ابْتُلِىَ
فَصَبَرَ،
فَوَاهاً[.
أخرجه أبو داود.»وَاهاً«
كلمة يقولها
المتأسف على
الشئ والمتعجب
منه .
7. (4764)- Mikdad
İbnu'l-Esved (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Bahtiyar, fitneden kaçınan kimse ile, belalarla karşılaşınca
sabreden kimsedir. Ne mutlu ona!"
[Ebu Davud, Fiten 2, (4263).][33]
ـ4765 ـ8ـ
وعن ابْنِ
عبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #:
وَيْلٌ
لِلْعَرَبِ
مِنْ شَرٍّ
قَدِ
اقْتَرَبَ،
أفْلَحَ مَنْ
كَفَّ يَدَهُ[.
أخرجه أبو
داود .
8. (4765)- İbnu Abbas
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Yaklaşan bir şerden
yazık Araplara! Elini çeken ondan kurtulur." [Ebu Davud, Fiten 1,
(4249).] [34]
AÇIKLAMA:
Kaydedilen son hadisler, özet olarak fitneye bulaşmamayı ve imkan
nisbetinde fitneden kaçmayı tavsiye etmektedir. Kapıya kadar gelen fitneye, öldürülmeyi
tercih edecek kadar bulaşmama emri, üzerinde durulması gereken bir husustur.
Zîra ulema, çeşitli nokta-i nazarları ve
mukabil delilleri de gözönüne alarak, mesele üzerinde ziyadesiyle durmuş ve
enine boyuna tartışmıştır. Fitne şartlarında yaşamamız haysiyetiyle bu
hususların daha sistemli ve teferruatlı olarak bilinmesinin gerekli ve faydalı
olacağına inanıyoruz. Bu sebeple mevzuyu
biraz açıklayacağız.
Fitnede herkese ferdî olarak terettüp edecek vazifeleri şöyle
sayabiliriz:
1- Fitnenin getireceği sıkıntılara sabır.
2- Fitnecileri yalnız bırakmak,
3- Uzlet; eve çekilmek, dağa çekilmek, terk-i diyar etmek,
4- Öldürmektense ölmeyi tercih etmek. Fitnede müdafa-i nefis
meselesi,
5- Dilini tutmak,
6- Kalben kerahet,
7- Mal ve evlatça hıffet,
8- Silah edinmemek,Şimdi bunları açıklayalım:[35]
Hangi çeşitten olursa olsun, iradesi dışında gelen her çeşit
musibet karşısında Müslümanın başvuracağı mühim bir silah olarak ifade edilen
"sabır", fitne karşısında daha da ehemmiyet kazanan, ısrarla tavsiye
edilen en mühim silah hüviyetini kazanmaktadır. Bu hususu Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm), bazan tek tek fertlere, bazan umumi bir ifade ile
herkese duyurmuştur.
Müslim'de gelen bir rivayette, Hz. Peygamber, kendisine memuriyet
vermesini isteyen Ensar'dan bir zata şu cevabı verir: "Siz benden sonra
bencillik (ve fitneyle) karşılaşacaksınız. Havz(-ı Kevser)in başında bana kavuşuncaya kadar
sabredin." Tirmizî'nin rivayetinde, "..fitne ve dine muhalif
bulacağınız icraatlar göreceksiniz" ibaresi vardır. Ensârinin "Ey
Allah'ın Resulü, bize ne tavsiye edersiniz?" sualine karşı:
"İcraatcılara olan vazifelerinizi (onların hakkını) eda edin, haklarınızı
Allah'tan talep edin" cevabını verir.
Bu mevzuda Ebu Zerr'den gelen bir rivayet daha geniş, daha
açıktır; aynen kaydediyoruz: Ebu Zerr anlatıyor: "Bir gün Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in bineğinin terkisinde idim. Medine'nin evlerinden
dışarı doğru çıkmıştık ki bana:
"Ey Ebu Zerr, Medine'de açlık bulunduğu ve hatta sen
yatağından kalkıp da açlık sebebiyle mescide kadar gidecek gücü kendinde
hissetmediğin zaman halin nedir?" dedi Ben de: "Allah Resulü daha iyi
bilir" dedim. Resûlullah:
"Ey Ebu Zerr! İffetini koru (söz ve fiillerde haramdan
kaçın)" dedi ve ilave etti: "Ey Ebu Zerr! Medine'de kıtal olsa ve bir
mezarın ücreti bir köle fiyatına ulaşsa, o kadar ki, bir kabir bile bir köle
karşılığında satılsa, senin durumun ne olur?" "Allah ve Resulü daha iyi bilir"
cevabını verdim.
"Sabret ey Ebu Zerr" dedi ve ilave etti: "Ey Ebu
Zerr! Medine'de kıtal olsa ve kan (Medine dışında yer alan) Zeyt mıntıkasının
taşlarını sulayacak kadar çok aksa ne
yaparsın?" Ben yine: "Allah ve Resulü daha iyi bilir" dedim.
Resûlullah:
"Mensup olduğuna (yani aile ve akrabana veya biat ettiğin
imama) dön" dedi. Ben sordum ve: "Silahımı kuşanayım mı?" dedim.
Resûlullah:
"(Hayır) o takdirde insanlara (kötü amellerinde) iştirak
etmiş olursun" cevabını verdi.
"Öyleyse ne yapayım ey Allah'ın Resulü?" diye sordum.
Cevaben:
"Evinde kal, çıkma" dedi. Ben tekrar: "Ya evime de
gelirlerse?" dedim.
"Kılıcın parıltısının galebe çalmasından (kullanmaktan)
korkarsan elbisenin kenarını yüzüne ört, ta ki (gelen kimse) hem senin
günahınla hem kendi günahıyla dönsün.
"Hz. Enes, Haccac'ın zulmüden çok ızdırap çekerek, ne
yapacağız? diye şikayete gelenlere: "Sabredin, Rabbinize kavuşuncaya kadar
sabredin. Zira artık her gelen yeni gün, gidenden daha kötüdür" der ve
bunu Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den işittiğini ilave eder.
Mikdad İbnu'l-Esved ise, yeminle te'kid ederek Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'den şunu işittiğini söyler: "Bahtiyar kimse
(lütf-i İlahî olarak) fitnelere karışmaktan uzak tutulan kimsedir. Bahtiyar
kimse fitnelerden uzak tutulan kimsedir. (Çeşitli belalarla) imtihan edildiği
zaman sabırla karşı koyana ne mutlu!"
Tabiinden
meşhur Hasan-ı Basrî de burada zikre değer. Zîra o da fitneye karşı hararetle
sabır tavsiye eder ve ortalığın tevbe ile, insanların kendilerini düzeltmesi
ile iyiye döneceğini söyler. Kendisine Haccac'la alâkalı sorulduğu zaman da hep
şu mealde tavsiyede bulunurdu: "Ben onunla mukatele edilmemesi
görüşündeyim. Zîra, eğer o Allah'tan bir ceza ise, siz kılıcınızla Allah'ın
cezasını geri çeviremezsiniz. Şayet bir bela ise, sabredin, Allah hükmünü
versin. Zîra O, en hayırlı şey üzere hükmedicidir." Ona göre fitne
sırasında hiçbir gruba iltihak etmemelidir.[36]
Çıkan fitnenin büyümesini önlemede ve ondan gelecek zararlara
karşı korunmada en isabetli tedbirlerden biri, fitneciyi yalnız bırakmaktır.
Haklı ve haksız tarafların belli olduğu durumlarda, haklı tarafın desteklenmesi
tavsiye edilmiş olmakla beraber, haklı veya haksızın belli olmadığı durumlarda,
hiçbir tarafa destek vermemek, bütün tarafları terketmek esastır. Hz.
Peygamber'den gelen rivayetlerden bu anlaşılmaktadır.
Müslim'de gelen bir rivayette Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm): "Ümmetimi Kureyş'ten şu kabile helak edecektir" diye
istikbalde gelecek bir fitneden haber verir. Yanındakiler: "O vakit ne
yapmamızı, nasıl davranmamızı emredersiniz?" diye sorarlar. Cevap
şudur: "İnsanlar onları
terketmelidir."
Muhtelif tariklerden gelen şu rivayet, fitne çıkaranların yalnız
bırakılmalarının lüzumunu ve fitneye karışmamanın gereğini herkesin anlayacağı
bir üslubla, çok vazıh bir şekilde ifade eder: Ebu Hüreyre, Hz. Peygamber'in
şöyle dediğini bildirir: "Haberiniz olsun (benden sonra) fitne çıkacak. O
fitne sırasında uyuyan uyanıktan [yatan oturandan]; oturan ayakta olandan;
ayakta olan yürüyenden, yürüyen koşandan daha hayırlıdır. Kim böyle bir fitneye
rastlarsa hemen geri dönsün. Kim de fitne anında sığınacak bir kuytu bulursa
oraya girsin."
İbnu Hacer, ed-Davudî'den naklen şu açıklamayı sunar:
"Hadisin zahirine göre, fitneye
uzak veya yakından muhtelif derecelerde teması olan kimseler burada dile
getirilmektedir. Yani bu işte bazıları bazılarına rağmen çok daha ileridir.
Bunlardan en ileride olanı, fitnenin artmasına sebep olacak şekilde koşandır.
Sonra fitnenin sebeplerini hazırlayacak
şekilde ortaya çıkandır ki, hadiste bu,
"yürüyen" diye ifade edilmektedir. Sonra fitne ile alakadar olan gelir ki,
ona da: "ayakta olan" denmiştir. Ondan sonra fitneyi seyretmekle
beraber mücadele etmeyen (karışmayan) gelir, bu da "oturan" diye
ifade edilmiştir. Sonra da kendisinden bu hususta hiçbir ilgi, alâka sadır olmayan, ancak razı (ve memnun) olan
gelir ki, bu da "uyuyan" diye
ifade edilmiştir."
İbnu Hacer, fitneye karışma
hususunda niyetlenenleri üç gruba ayırarak mesuliyet durumlarını belirtir:
1) Arzu geçirenler: Bunlar fiilen karışmadıkça günaha girmezler.
2) Arzuda kalmayıp fiile dökenler: Bunlar günahkârlardır.
3) Azmedenler, iyice niyetlenenler: Bunların durumu
münakaşalıdır.
İbnu Hacer'in bu açıklamasının ışığında, "uyuyandan"
maksadın fitneden hiç haberi olmayacak
kadar kendi işine gücüne dalmış,
çolukçocuğunun rızkı ve terbiyesi ile meşgul kimse olduğunu söyleyebiliriz.
Nevevî de bu hadiste, "fitnenin zararının büyüklüğüne dikkat çekildiğini, fitneden son
derece çekinip kaçmaya, fitneye götürecek herhangi bir şeye teşebbüsten imtina
etmeye teşvik edildiğini, zira fitnenin zararı ve şiddeti onunla olan alaka
nisbetinde arttığını" belirtir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), diğer birkısım
hadislerinde de, dahilî birliğin
kaybolduğu, ortaya çeşitli hiziplerin çıktığı hallerde -ki hadiste Müslümanların
cemaat ve imamı yoksa diye ifade edilir- bu fırkaların hepsinin terkedilmesi
emredilir.
Fitnecinin yalnız bırakılmasının fiilen gerçekleşmesi için, Hz.
Peygamber'in bunu tamamlayıcı başka tavsiyelerine de rastlarız. Şimdi onları
görelim:[37]
Bu, kısaca
inziva diye de ifade edilebilir. Uzlet veya inzivanın tahakkukunda
Resûlullah'ın farklı tavsiyelerini
görmekteyiz: Eve çekilmek, dağa çekilmek, terk-i diyar etmek gibi. Kişi, kendi
şartlarına hangisi muvafıksa onu tercih edecek ve uzleti ihtiyar edecek. Şimdi
bunları açıklayalım:[38]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), gelecek fitneyi haber
verip, insanları dehşete düşüren vasıflarıyla tavsif ettiği zaman
dinleyicilerden vaki olan: "Ey Allah'ın Resûlü! Biz o zaman ne yapalım.?"
sualine, Hz. Peygamber'in verdiği cevaplardan bir kısmı "evlerinize
çekilin" mealindedir.
Ebu Musa'dan gelen bir rivayet aynen şöyle: "Önümüzde
karanlık gece parçaları gibi fitneler var. O fitneler geldiği zaman kişi,
mü'min olarak sabaha erer de akşam oluncaya kadar kafir olur. Orada oturan
ayakta durandan; ayakta duran yürüyenden; yürüyen de koşandan
hayırlıdır.." Dinleyenler: "Bize ne emredersiniz?" dediler. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm): "Evinizin demirbaşları olun" cevabını
verdi."
Aynı tavsiye İbnu Mes'ud'dan gelen bir rivayette: "Elinizi ve
dilinizi tutun, evin demirbaşlarından biri olun" şeklinde az bir farkla
tekrar edilir.Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in fitne çıktığı zaman
dökülecek kanların çokluğuyla alakalı -daha önce Ebu Zerr'den kaydettiğimiz-
tasviri sırasında Ebu Zerr'e yapılan
tavsiye daha vazıhtır: "...Evinde otur, kapıyı üzerine kilitle..."
Keza, bir başka hadiste, fitne tasvir edilirken, emniyetin,
insanlara güven ve itimadın kaybolması, iyi, kötü fark edilemeyecek derecede
insanların her an değişeceği belirtildiği sırada, ne yapılması gerektiği
sorulunca Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Evine kapan, diline
sahip ol, iyi bildiğin şeyi yap, kötü bildiğin şeyi de terket, kendi
yakınlarınla meşgul ol, ammenin işini terket" der.
Şarihler eve kapanma emrini, zaruri olmayan işler dışında, halkla
irtibatı kesmek şeklinde anlarlar. Zaruri temaslardan vazgeçilmemesi
gerektiğini de belirtirler.
Yukarıdaki rivayette de görüldüğü üzere, mücerred bir eve çekilme
yeterli değildir. Bir başka rivayette: "(Göze batıcı, dikkat çekici
davranışlardan kaçınarak) kendinizden az bahsettirin" denmektedir.[39]
Fitneye karışmamak, dışında kalabilmek için hadislerde ifade
edilen bir tedbir de dağa çekilmektir. Fitneye karışmamaya teşvik hususunda
beyan edilen: "...Fitne sırasında yatan oturandan; oturan ayakta
durandan... daha hayırlıdır..." hadisinin Ebu Bekre tarafından rivayet
edilen veçhinde, bir adam Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a sorar: "Ey
Allah'ın Resulü, bu durumda ne yapmamızı emredersin?" Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in ona verdiği cevap şudur: "Kimin dağda develeri
varsa onların peşine düşsün, kimin de davarı varsa, davarlarının yanına gitsin.
Kimin de (ekim) arazisi varsa o da çiftinin başına çekilsin...."
Buharî ve Müslim tarafından kaydedilen bir rivayette "dağa
çekilme" keyfiyeti te'yid edilir: "Müslüman kimseye, en hayırlı malın
davar olacağı zaman yakındır. fitnelerden kaçarak, dinini kurtarmak için
dağların yağmur düşen otlak yerlerini takip etmek üzere peşine takıldığı davar
onun en hayırlı malıdır."
Müslim'de Ebu Bekre'den gelen rivayette daha vazıh olarak:
"...Haberiniz olsun, fitne iner veya vukua gelecek olursa, devesi olan,
devesine; davarı olan davarına; arazisi olan arazisine iltihak etsin..." denir.
Fitne sırasında inzivayı teşvik eden hadislerden biri de taarrüb
ile alakalı rivayettir. Göçebe Araplara katılarak onlar arasında ikamet
mânasına gelen taarrüb daha ziyade, hicret ederek Medine'ye yerleştikten sonra,
geldiği kabileye geri dönerek tekrar göçebeleşmek durumuna düşenler için
kullanılan bir tabirdir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), göçebe
hayattan sonra şehirlileşen bu kimselerin tekrar eski hayata dönmelerini
kesinlikle yasaklamış, ancak fitne anında müsaade etmiştir: "Hicret
ettikten sonra tekrar bedeviyete (eski göçebe hayata) dönen kimseye Allah lanet
etsin, fitne zamanında dönenler bundan hariçtir. Zîra göçebelik (bedeviyet),
fitne bulunan yerde ikametten hayırlıdır." Hz. Peygamber'den bu maksadla
izin alanlar meyanında Seleme tu'bnu'l-Ekva'ın ismi geçer.
Bu bahsi kaparken şu noktayı belirtmede fayda var: İmam Azam
tarafından da fitne sırasında karışmayıp eve çekilme gereği hususunda te'yid
edilen hükme Bedayi'de Kâsânî tarafından şu ihtirazi kayıt konmaktadır:
"Bu hüküm, hususi bir vakitle
alakalıdır. Bu da, fitnecilerle savaşa
çağıran imamın bulunmadığı vakittir.
Böyle bir imam varsa ve (cihada)
çağırıyorsa icabet etmek farzdır."[40]
Bir kısım hadisler, fitne çıktığı vakit eve, dağa, tarlaya
çekilmekten daha öte, terk-i diyar etmeyi tavsiye etmektedir. Bu tavsiyeye
uyarak Şam'a göç eden Ebu'd-Derda ile alakalı rivayet şöyle: "Yezid İbnu
Ebî Hubeyb anlatıyor: "İki kişi Ebu'd-Derda'ya gelerek bir parça tarla
için birbirlerini şikayet ettiler. Ebu'd-Derda onlara: "Ben Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in: "Sen bir yerde bulunduğun sırada bir parça
tarla için iki kişinin husumet
ettiklerini işitecek olursan orayı terket" dediğini işittim" der ve
Ebu'd-Derda Şam'a gider."
Terk-i diyar umumi bir emir olarak anlaşılmasa bile, fitne
sırasında buna tevessül etmenin istihbab edileceği bu rivayetten
anlaşılmaktadır. Nitekim, yukarıda kısaca temas ettiğimiz Selemetu'bnu'l-Ekva
(radıyallahu anh) da Ebu'd-Derda gibi fitneye bulaşmak korkusuyla terk-i diyar
edenlerden biridir. "Hicretten irtidat mı ettin?" şeklinde maruz
kaldığı ağır ithamlara rağmen, Mekke ile Medine arasında yer alan Rebeze'ye göç
eder.
Hadisi şerh eden Aynî fitne korkusuyla seleften birçoğunun
terk-i diyar ettiklerini belirtir. (1.
cilt, s. 163) [41]
Yukarıda kaydettiğimiz hadisler
bize fitne sırasında uzlet ve inzivanın tavsiye edildiğini ifade eder. Esasen fitne olmayan
normal zamanlarda alimlerin ekseriyeti tarafından cemiyete karışmak (muhalata),
inzivaya çekilmeye tercih edilmiş, üstün tutulmuş ise de, bu üstünlük mutlak
değildir. Birkısım şartların ortaya çıkması halinde inziva tercih edilmelidir.
Bu mühim mevzunun aydınlanması için fitne sırasında hayvanlarını alarak dağa
çekilmeyi veya arazinin başına geçerek ekimle meşgul olmayı tavsiye eden hadisi
açıklama zımnında İbnu Hacer'in sunduğu veciz açıklamayı burada kaydetmeyi
gerekli bulduk. Der ki: "Selef alimleri, uzlet hususunda ihtilaf etmişlerdir. Cumhur (ekseriyet) şunu
söylemiştir: "İhtilat (cemiyete karışma) uzletten evladır. Zîra İslamî
şeâirin devamı için lüzumlu olan dinî
bilgiler bu sayede öğrenilir. Cemiyete
karışmada Müslümanların sayıca artması da mevzubahistir. Onlara, maddî ve
manevî yardımda bulunmak, hastalarını ziyaret etmek gibi çeşitli hayırlar bu
sayede ulaştırılır."
Bazı alimler şunu söylemişlerdir: "Uzlet, üzerine düşeni
bilmek şartıyla, ihtilattan evladır. Zîra
uzlette selamat tahakkuk eder, gerçekleşir." Nevevî der ki:
"Muhtar olan (yani farklı
görüşlerden tercih edileni), günaha düşmeyeceği hususunda zann-ı galib olan
kimse için cemiyete karışmak daha iyidir."
Bazıları da şu görüştedir: "Burada verilecek hüküm şahıstan şahısa değişir. Bazıları için
bunlardan biri şarttır. Bazıları için de
tercih vesilesidir. Bu iki husus açıktır. Ancak, inziva ile ihtilat eşit
olurlarsa birini diğerine tercih hususunda verilecek hüküm zamanın ve ahvalin
değişen şartına bağlıdır."
Kendisine muhâlata (yani cemiyete karışma) gereken kimseler
meyanında kötülüğü bertaraf etme gücüne sahip olan kimse vardır. Böyle birisine
cemiyete karışmak farzdır. Bu farz, ahval ve imkânlara tabi olarak, farz-ı
kifâye nev'indendir.
Kendisine muhâlata şâyan-ı tercih olan kimseler meyânında, iyiliği
emir, kötülükten men ettiği (emr-i bi'lma'ruf ve nehy-i ani'lmünkerde
bulunduğu) takdirde kendisi fitneye maruz kalmayacağı hususunda zann-ı galibi
hasıl olan kimse vardır.
İnzivaya çekilme ile cemiyete karışma şıklarından her ikisi de
kendisine eşit olanlara misal olarak şöyle bir adam gösterilebilir: Kişi
fitneye düşmeyeceği hususunda kendinden emindir. Ancak, kesinlikle bilmektedir
ki, sözü tutulmayacak, kendisine itaat edilmeyecektir. Bu duruma, umumî bir
fitnenin mevcut olmadığı hallerde rastlanır. Fitne çıkacak olursa, uzleti
tercih etmek gerekir. Zira bu durumda umumiyetle zarara düşülmektedir.
Fitneye girenlere (İlâhî) belalar gelir ve fitneye katılmayanlara
da sirayet eder. Bu hususu şu ayet haber vermektedir: "Öyle bir fitneden
kaçının ki geldiği zaman sizden sadece zalim olanları çarpmaz..."
Sunduğumuz açıklamayı Ebu Saîd'in rivayet ettiği şu hadis de
te'yid eder: "İnsanların en hayırlısı o kimsedir ki, nefsiyle ve malıyla
cihad eder, keza o kimsedir ki dağ başlarında Rabbına ibadet eder ve böylece
insanlara kötülük yapmaktan uzak olur."
Cemiyete karışıp karışmama, yani inziva ve ihtilat hususlarında
Hattâbî'nin bir izahı da klasik alimlerimizin görüşlerini anlamada bizim için
faydalı olacağı kanaatindeyiz. Der ki: "İnziva ve ihtilat, kendileriyle
alâkalı şeylere tabidir. Onlar değiştikçe bunlardan birini tercih durumu
değişir. İhtilâta ve cemiyete karışmaya teşvik sadedinde gelen deliller,
imamlara itaatla ve bir kısım dinî meselelerle alâkalıdır. İnzivaya teşvik
sadedinde gelen deliller de, bunlar dışında kalan meselelerle alâkalıdır.
Mesela bedenen insanlara karışmayı veya onları terketmeyi ele alalım. Tek
başına geçimi te'min ve dinini muhafaza edebileceğine kâni olan bir kimse için,
bir şartla, insanlara karışmaktansa uzak dursa daha iyi olur. O şart da (namaz
için) cemaate devam, selam vermeye ve almaya devam, hasta ziyareti, cenaze
teşyii gibi Müslümanların hukukunu edaya devamdır.
Matlub olan, lüzumsuz sohbetleri terketmektir. Zîra sohbetin
fazlası, zihnimizi meşgul ve vaktimizi zâyi ederek mühim işlerimizi ihmal
ettirir. En iyisi ihtilat ve insanlarla görüşme işini, kendisinden tamamen
vazgeçilmeyen, sabah ve akşam yemekleri menzilesinde tutup, zarûrî olanıyla
iktifa etmektir. Böyle yapmak beden için ve kalp için de çok daha rahatlatıcı,
çok daha uygundur."
Buhârî şarihlerinden Aynî de hadislerden, fitne sırasında, inziva
ve uzleti ihtiyar etmenin lüzumunu anlamıştır. İbnu Hacer'den sunduğumuz
açıklamanın yapılmasına sebep olan aynı hadisin şerhi sadedinde Aynî de şu
kıymetli açıklamayı yapar: "Bu hadiste, fitne zamanında uzletin fazileti
ifade edilmektedir. Ancak fitneyi izale edecek güçte olan kimse bu hükme tâbi
değildir. Zîra bu durumda olan kimseye, fitneyi izâle etmek için, üzerine
yürümesi farzdır. Bu farz, ahvâl ve imkâna tâbi olarak ya farz-ı ayn ya da
farz-ı kifâye sûretlerinden biriyledir."
Fitne bulunmayan zamanlarda uzlet ve ihtilattan hangisinin efdal
olduğu hususunda âlimler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Nevevî'nin sunduğu
izaha göre: "İmam Şâfiî ve âlimlerin ekserisi ihtilatın efdal olduğu
görüşündedirler. Zîra derler, ihtilatta bir kısım faydalı ameller îfa edilir, çeşitli İslâmî tezahürlere (şeâir-i
İslâmiyye) katılır, Müslümanların sayısını artırır, hasta ziyareti, cenaze
teşyii, selam vermek, emr-i bi'lma'rûf ve nehy-i ani'lmünkerde bulunmak, iyi ve
hayırlı işlerde yardımlaşmak, muhtaçlara yardım, cemaatlere katılmak gibi
herkesin muktedir olabileceği amellerle onlara birkısım hayır ve menfaat
ulaştırır."
Bilhassa, âlimler ve zühd sahipleri hakkında, ihtilatın fazileti
te'kidli olarak beyan edilmiştir.
Birkısım âlimler de, uzlette kesinlikle selâmet bulunduğu için,
onun daha efdal olduğuna hükmetmişlerdir. Ancak bu, kendisine terettüp eden
ibadet vazifelerini ve mükellef olduğu şeyleri bilmek şartına bağlıdır.
Muhtar olan (tercih edilen) görüş şudur: "Günaha düşmeyeceği
hususunda zann-ı galib hasıl olan kimse için cemiyete karışmak (ihtilaf)
efdaldir."
Kirmânî ise şunu söyler: "Asrımızda muhtar olan inzivadır.
Zîra uğranacak meclisler (mehâfil) arasında günahlardan hâlî ve uzak olanlar
nadirdir." Aynî ilave eder: "Ben Kirmânî'nin sözüne iştirak ederim.
Zîra bu devirde insanlara karışmak birtakım şeylerden başka bir şey
celbetmez."
Daha uzlaştırıcı bir neticeye varan Kastalânî ise: "Kişinin
kemâli hem uzlet ve hem de sohbet (karışma) ile gerçekleşir. Sohbetle dinini
salim kılamayan fakihe uzlet, hakkını veren kimseye de sohbet gereklidir"
der.[42]
Dahilde fitne çıktığı zaman dağa çekilmek, eve kapanmak -ve az
sonra temas edileceği üzere- silah edinmemek gibi emirler, aslında bozulmuş
olan içtimâî durumun daha da kötüye gitmesini önlemek içindir. Fitne ateşinin
yandığı yerde sönmesi, onun üzerine gitmemeye bağlıdır. Söndürmeye gücü
yetmeyenlerin, hususi eşhasın buna katılmaları, karışmaları, bulaşmaları onu
daha da artıracaktır. İslam'ın bu konudaki görüşünün özü budur.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), fitneye bulaşmamanın
ehemmiyetini vurgulayabilmek, tebarüz ettirebilmek, ami, cahil herkese
duyurabilmek için "Fitne sırasında, seni öldürmeye gelseler bile karşılık
verme, öldürmektense ölümü tercih et" mealindeki beyanlarda, emirlerde
bulunmuştur.
Daha önce zikri geçen ve eve çekilmeyi emretmekle alâkalı
rivayetlerin devamında umumiyetle şu sual sorulmaktadır: "Fitneciler eve
de gelirse ne yapalım?" Bu sual Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
fitnede takınılacak tavırla alakalı emir
ve tavsiyelerinin mantıkî silsilesi
içerisinde mukadder, kaçınılmaz bir sualdır. Suale verilen cevap, fitneye
karışmamak için yapılması gereken gayret ve gösterilmesi gereken
fedâkârlıkların neler olabileceğini ifade eder, hiçbir hal ve şartta fitneye
bulaşmanın meşru olmayacağını, dinin buna cevaz vermeyeceğini gösterir.
Sual mükerrer olarak sorulmuştur. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de her
seferinde aynı cevabı vermiştir.
Cevap kısaca şu mealdedir: "Fitnede öldürülmeye razı ol,
fakat öldürme."
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), tebliğ ettiği her mühim
meselede olduğu gibi bunu da tebliğ
ederken, şartlara, muhatablara göre değişik üsluplara yer vermiştir. Kısmen
daha önce söylediklerimizi tekrar mahiyetinde olmakla beraber, onlardan daha
şümullu, daha cami olan bir rivayeti tam olarak görelim. Rivayeti yapan
Abdullah İbnu Mes'ud'dur. Der ki: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in şöyle söylediğini işittim: "İleride fitne çıkacak, o zaman
uyuyan yatandan hayırlıdır; yatan oturandan hayırlıdır; oturan ayakta durandan
hayırlıdır; ayakta duran yürüyenden hayırlıdır; yürüyen koşturandan (atlı)
hayırlıdır. Fitnede savaşanların hepsi ateştedir." Ben: "Ey Allah'ın
Resulü, bu söylediğin fitne ne zaman olacak?" dedim. "Bu, dedi,
eyyamu'lherçtir (dahilî kıtal zamanıdır)." Ben takrar: "Eyyamü'lherç
ne zaman olur?" diye sordum. Dedi ki: "Kişi arkadaşına itimat
etmediği zaman." O güne erişecek olsam bana ne emredersin?" dedim.
"Nefsini, elini geri tut ve mahallene gir" dedi. Tekrar sordum: "Ey Allah'ın Resulü, eğer
mahalleme de girerse ne yapayım?" "Evine gir" dedi. Ben tekrar :
"Ya evime de girerse?" dedim. "O takdirde mescidine gir ve şöyle
yap" -dedi ve sağ eliyle bileğinden tutarak- ilave etti: "Bu halde
ölünceye kadar, "Rabbim Allah'tır" de."
Burada sırayla mahalleye, eve ve en sonunda evin daha kuytu bir köşesi olan mescid odasına sığınmanın
tavsiye edilmiş olması, fitneden en son imkana kadar kaçılması gerektiğini
ifade eder. Sığınılan son melceye kadar takip edildiği takdirde ise, elini
tutmak, müdahale etmemek tavsiye edilir.
Başka rivayetler, o andan yani
sığınılması mümkün son kuytu yere
de düşman geldiği andan itibaren, yapılması gerekecek davranışı daha açık
olarak ifade etmektedir. Sa'd İbnu Ebi Vakkas'dan gelen rivayette Sa'd:
"..Ey Allah'ın Resulü, düşman evime kadar girip beni öldürmek için elini
kaldıracak olursa ne yapayım?" diye sorar. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm): "Hz. Adem'in oğlu (Habil) gibi ol" der ve Hz. Adem aleyhisselam'ın
oğulları Kabil ile Habil arasında geçen hadiseyi hülasa eden -ve Habil'in söylediği sözleri nakleden- şu
ayeti okur: "Andolsun ki, beni
öldürmek için elini bana uzatırsan ben seni öldürmek için elimi sana uzatıcı
değilim. Çünkü ben, kainatın Rabbi olan Allah'tan korkarım. Şüphesiz dilerim
ki, sen kendi günahınla birlikte benim günahımı da yüklenesin de o ateş
yârânından olasın. İşte zalimlerin
cezası budur" (Maide 28-29).
Bir başka rivayette bu duruma düşecek olan bir kimseye Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), daha açık bir ifade ile şu emri verir:
"Elini tutsun, Allah'ın öldürülen kulu (Abdullahi'l-Maktul) olsun,
Allah'ın öldüren kulu (Abdullahi'l-Katil) olmasın. Zîra kişi, İslam cemaatinde
bulunur da, kardeşinin malını yer, kanını döker, Rabbine isyan eder ve böylece
cehennem kendisine vacip olur."
İbnu Ömer'den gelen bir rivayette ise Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) şunları söyler: "Sizden birine, bir adam -yani ehl-i kıbleden
biri- öldürmek kastıyla geldiği zaman (iki elinden birini diğeri üzerine
koyarak) (Kur'an'da Habil'in Kabil'e söylediği sözü) söyleyip Hz. Adem'in iki
oğlundan en hayırlısı olmaktan aciz mi? Zira bu taktirde o, cennetliktir. Böyle
yapmaz da geleni öldürecek olursa cehennemliktir."
Fitnede kıtalden men etmek maksadıyla bir başka sahabiye
Resûlullah şu mealde vasiyette bulunmuştur: "İnsanların iki ayrı emîre
(lidere) biat ettiklerini gördüğün zaman, benimle birlikte katıldığın cihadlarda kullanmış olduğun
kılıcını al, kırılıncaya kadar Uhud dağına vur. Sonra evinde otur. Günahkar bir
el veya ölüm sana gelinceye kadar (evinden çıkma)."
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Ebu Zerr'e yaptığı bir tavsiyede, buraya kadar söylenenlerin
ötesinde bir tedbirin emredildiği görülmektedir. "Fitne zamanında eve giren
düşmana karşı yüzünü örtmek."
Rivayetin bizi alâkadar eden kısmı aynen şöyle: "... Dedim
ki: "Ey Allah'ın Resulü, ya evime de girecek olurlarsa?" Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verdi: "Eğer kılıcın
parıltısının sana galebe çalmasından (yani eve giren düşmana mukabele etmekten)
korkarsan, giyindiğin ridanın bir kenarı ile yüzünü ört, (seni öldürse de
karşılık verme). Böylece hem kendi günahıyla ve hem de senin günahınla geri dönsün ve
ateş ashabından (cehennemlik) olsun."
Aynı rivayette, evine gelen düşmana karşı silahına davranma
hususunda soran Ebu Zerr'e şu cevabın verildiğini görmekteyiz: "O
taktirde, sana gelen kimsenin içinde bulunduğu şeyde (yani fitnede) ona ortak
olursun." Nitekim Ebu Bekre'nin: "Benim üzerime düşmanlar girecek olsalar,
kendimi müdafaa için elimi silahıma uzatmam" dediği rivayet edilmiştir.
Eyyûbu's-Sahtiyani'nin de ifade ettiği üzere, Hz. Osman kendini
öldürmek için gelen katillerine mukabele etmemiştir. O, yukarıda kaydettiğimiz,
Hz. Adem'in oğlu Habil'in, kendini öldürmek isteyen kardeşine, "Andolsun
ki, beni öldürmek için elini bana
uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatıcı değilim" dediğini haber veren ayetle, bu ümmetten amel
edenin ilki olduğu belirtilir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, fitne esnasında
öldürmektense, ölmeyi tercih edecek kadar fitneden uzak durma hususundaki
tavsiyelerine harfi harfine uymayı kendilerine şiar edinerek, Hz. Osman
(radıyallahu anh)'ın şehadetiyle teselsül eden fitnelerde Hz. Ali'nin haklı
olduğunu, muhaliflerinin haksız olduğunu
kabul etmesine rağmen, Hz. Ali safında yer
almaktan kaçınan Sa'd İbnu Ebi Vakkas, Abdullah İbnu Ömer, Muhammed İbnu
Mesleme, Ebu Bekre ve diğerleri (radıyallahu
anhüm ecmain) şu kanaati izhar etmişlerdir: "Fitneden uzak durmak şarttır. Öyle ki, biri gelip kendisini öldürmek
istese, ona karşı müdafa-i nefis de yapılmaz" (İbnu Hacer, Fethu'l-Bari
16, 142).[43]
Fitne zamanında kişi, evine kadar gelen düşmana bile mukabele
etmekten men edilince, karşımıza mütenakız bir durum çıkmaktadır. Zîra,
İslam'da tecavüz haram olmakla beraber,
müdafa-i nefis helal addedilmiş ve hatta buna
teşvik edilmiştir. O kadar ki, malını, canını, namusunu müdafaa
sırasında öldürülen kimsenin manen şehid olacağı belirtilmiştir. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurur: "Kim malı(nı koruma) için
dövüşürken öldürülürse (manevî) şehittir. Kim kanı(nı, canını malını korumak)
için dövüşür ve öldürülürse (manevî) şehittir. Kim ehli(nin korunması) için
dövüşürken öldürülürse (manevî) şehittir. Kim din için dövüşürken öldürülürse o
da şehittir."
Bir seferinde, bir adam gelerek malına tecavüz eden kimseye nasıl
davranacağı hususunda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e sorar.
Aralarında geçen konuşma mal ve can müdafaasının meşruiyetini görmekte burada kayda
değer:
"Ey Allah'ın Resulü, bir adam gelerek malıma saldırsa ne
yapmamı tavsiye edersin?"
"Ona Allah'ı hatırlat." Müteakip hadiste: "Allah'ı
üç kere hatırlat" denir.
"Allah'tan
korkmazsa?"
"Etrafındaki Müslümanlardan ona karşı yardım iste."
"Yanımda Müslümanlardan kimse yoksa?"
"Ona karşı sultandan yardım iste."
"Sultan beden uzaksa?"
"Ahiret şehitlerinden biri oluncaya veya malını koruyuncaya
kadar onunla dövüş."
Rivayetin bir başka veçhinde: "...Dövüş. Öldürülsen cennetliksin,
öldürürsen öbürü cehennemliktir"
denir. Kur'an-ı Kerim'de de -haddi
aşmamak kaydıyla- yapılacak kötülüğe denk bir kötülük yapmaya cevaz
verilmiştir: "Kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülük (bir misilleme)dir.
Fakat kim affeder, barışı sağlarsa mükafaatı Allah'a aittir. Kim kendisine
yapılan zulmün ardından herhalde hakkını
alırsa, artık bunlar aleyhinde (me'suliyete) bir yol yoktur" (Şura 40, 41,
42). Ayet ve hadislerde gelen bu müdafa-i nefis hakkı ile, daha önce
zikrettiğimiz yasak alimler arasında
medar-ı münakaşa olmuştur. İmam Nevevî, bu münakaşaları şöyle hülasa eder:
"Bu ve benzeri hadisler fitne
zamanında hiçbir hal ve şartta kıtali caiz görmeyenlerin hücceti olmaktadır. Alimler
fitne sırasında yapılacak kıtal üzerine
farklı görüşler ileri sürdüler. Onlardan bir grub: "Müslümanlar
fitneye düştüğü zaman, düşman evin içine girmiş ve öldürmeye teşebbüs etmiş
bile olsa onunla kıtal edilmez; ona karşı müdafayı nefiste bulunmak caiz
değildir. Zîra eve gelen düşman (kafir değil) mütevvildir (ayetleri inkar
etmiyor, tevil ederek herkesçe benimsenmeyen bir mânayı benimsiyor.) Bu görüş,
Ashabtan Ebu Bekre ve diğer bazılarının (radıyallahu anhüm) görüşüdür.
İbnu Ömer, İmran İbnu'l-Husayn ve diğer bazılarının (radıyallahu
anhüm) görüşüne göre, "fitneye karışılmaz, ancak, ölüm tehlikesi
karşısında nefis müdafaası yapılır."
Bu iki görüş, Müslümanlar arasında çıkan fitnelerin hiçbirine
girmemek hususunda müttefiktir. Sahabe
ve Tabiinin büyük çoğunluğu ve İslam
âlimlerinin tamamı, "fitnede haklı tarafa yardım etmek ve onlarla birlik
olarak asilere karşı mükatele etmek gerekir" demişlerdir. Nitekim ayet-i
kerimede de: "Eğer mü'minlerden iki zümre birbiriyle dövüşürlerse aralarını (bulup) barıştırın. Eğer onlardan
biri diğerine karşı hâlâ tecavüz ediyorsa, siz, o tecavüz edenle, Allah'ın
emrine dönünceye kadar savaşın..."
denir.
Bu mevzuda sahih olan budur.
Hadisler ise, kendisine haklı tarafın karşı çıktığı kimseyle veya
her ikisi de zalim olan iki grupla alâkalıdır, şeklinde izah ve tevil edilir.
Bunlardan sadece biriyle tevil edilemez. Eğer birincilerin dediği gibi hareket
edilecek olursa fesad ortalığı kaplar, baği ve sapık olanların hakimiyeti devam
eder gider. Doğruyu Allah bilir."
Fahreddin-i Razi de, müdafa-i nefsin meşruiyyetini te'yid etmekle
beraber, bunun mütecaviz tarafa mümkün olan asgari bir zarar vermek suretiyle
yapılması hususunda ehl-i ilmin ittifak ettiğini kaydeder.
Aliyyu'l-Kârî, Ebu Zerr'den gelen: "...Eğer kılıcın
parıltısının sana galebe çalmasından (yani eve seni öldürmek için giren düşmana
mukabele etmekten) korkarsan, giyindiğin ridanın bir kenarı ile yüzünü
ört.." mealindeki hadisin şerhini yaparken, Tîbî'den şöyle bir görüş
kaydeder: "...Doğrusu şudur: Eğer eve gelen düşman Müslüman ise ve
kendisine bir fesad da terettüp etmeyecek ise, onu defetmesi caizdir. Eğer
düşman kafir ise, mümkün mertebe def'i vacibtir."
Fitne sırasında mütecavize -eve kadar gelmiş bile olsa- mukabele
edilmemesi görüşünde olanların delil olarak gösterdikleri ayet-i kerime de
ayrıca üzerinde durulması gereken bir ayettir. Mevzubahs olan ayette Hz. Adem
(aleyhissalâtu vesselâm)'in oğlu Habil, kardeşi Kabil'e şunu söyler:
"Kasem ederim ki, sen beni öldürmek
için bana el uzatsan da ben, seni öldürmek için sana el uzatacak değilim. Ben
alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. Ben isterim ki sen, benim günahımı da
kendi günahını da yüklenip varasın da, o
ateşe layıklardan olasın..." (Maide 28).
Bu ayetle alâkalı olarak, müfessir Hamdi Yazır, şu açıklamayı
yapar: "Burada iki sual vardır:
Birincisi: "Bir başka ayette mealen: "Hiç kimse
başkasının günahından sorumlu değildir" (Fatır 18) dendiği halde, katil maktulün
günahını nasıl yüklenir? Bu nokta birkaç veçh ile izah edilmiştir. Bir hadis-i
şerifte: "Birbirine küfreden iki
kişinin bütün söyledikleri, mazlum, haddi aşmadıkça ilk başlayana aittir"
denmektedir. Yani ilk başlayan hem aynen kendisinin günahını, hem de sebep
olduğundan dolayı arkadaşının bir
mislini yüklenir. Fakat mazlum tecavüz edip daha ileri gitmedikçe."
Ayrıca ayette geçen: "Benim günahımı da..", sözü
"şayet sana karşı mukabeleten el uzatırsam gireceğim günahın bir
misli" demektir.
Binaenaleyh biri tecavüz eder, diğeri de mukabele eyler de ikisi
de maktul düşecek olursa, ilk başlayan iki cinayet, öbürü de bir cinayet yapmış
olur.
Beriki mukabele etmeyecek olursa bu, bir cinayetten de kurtulur.
Fakat katil yine iki cinayet yapmış ve iki günah yüklenmiş bulunur ki, birisi
mazlumu katletmek, diğeri kendini ukubete müstehak kılıp ateşe atmak
cinayetidir.
Bundan başka, "benim günahımı..." sözü, "beni
öldürmek günahını..." mânasına geldiği gibi, "kendi günahını.."
sözü de "bundan evvelki günahın (Kabil'le ilgili olarak) ezcümle
kurbanının kabul edilmemesine sebep olan
günahın" demek de olabilir. Nitekim bu ikinci mânayı İbnu Abbas, İbnu
Mes'ud, Hasan-ı Basrî gibi selefin büyükleri ayetten anlamışlardır.
Eyyubu's-Sahtiyanî, bu ayetle ilk amel eden Müslüman kimsenin Hz.
Osman olduğunu, kendini basanlara mukabele etmektense onlar tarafından
öldürülmeyi tercih ettiğini söyler.
Burada hemen kaydedelim ki, birbirini takip eden fenalıkların
çıkmasına sebep olan fitneci kimseye sadece ilk yaptığının günahı değil,
arkadan teselsül edecek fenalıkların da günahından bir misli gelecektir.
Nitekim, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), kıyamete kadar işlenecek cinayetlerin
günahından bir mislinin Hz. Adem (aleyhissalâtu vesselâm)'in oğlu Kabil'e
geleceğini, çünkü yeryüzünde bu menfur işi onun başlattığını ifade eder.
İbnu Hacer'in bir kaydını nazar-ı dikkate alacak olursak,
"fitneye karışmak mı, karışmamak mı, fitne sırasında müdafa-i nefis caiz
mi, değil mi?" gibi ihtilaf ve
münakaşaların, aslında bir ıstılah karışıklığından ileri geldiği söylenebilir.
Zîra, onun kaydettiği üzere, alimlerin bir kısmına göre, "fitne"
tabiriyle sadece dünyevî maksatlarla çıkartılan kargaşaları anlamak gerekir.
Bağy tabir edilen ve meşru devlete, haksız bir teville karşı gelen isyancıların
eylemi, karışmaktan men edilen fitne değildir,
bertaraf edilinceye kadar bunlarla savaş gerekir.
Bu duruma göre, Nevevî'nin az önce sunduğumuz açıklamalarında
rastlanan -ve belli bir ölçüde, tenakuz olarak değerlendirilmesi mümkün olan-
müphemlik böylece ortadan kalkmış oluyor. Haklı tarafa yardım veya ayet-i
kerimede ifade edilen "birbiriyle dövüşen iki mü'min zümreden mütecaviz
olanla, Allah'ın emrine dönünceye kadar savaş" emri de, meşru devlete
karşı bir te'vile dayanarak, haksız olarak isyan edenlere karşı devletin
yanında yapılacak savaşı ifade eder. Değilse, devlete karşı isyan eden muhtelif
fırkalardan birini desteklemek mânasına gelmez. İlerde bu bahse tekrar
döneceğiz.[44]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bir kısım hadislerine
göre, fitne yoksa çıkaran, çıkmış ise büyütüp geliştiren ve fertleri fitnenin
getireceği şerlerin içine atan en mühim amillerden biri de "dil"dir.
Fitneye karşı mü'minleri uyarmak maksadıyla varid olan bir kısım hadislerde dilin rolüne dikkat
çekilerek, dilin kılıç gibi, hatta kılıçtan da beter olduğu ifade edilmiştir.
Ebu Davud'da gelen Ebu
Hüreyre rivayetinde: "Sağır, dilsiz
ve kör fitne gelecek. Fitneye azıcık meyledenin üzerine o, süratle gelir
(kendine çeker). Fitnede dilini oynatmak aynen kılıç oynatmak gibidir"
denir. Abdullah İbnu Amr'ın rivayetinde ise, dilin kılıçtan daha beter tesir icra edeceği ifade edilir: "Haberiniz olsun ki, ilerde Arapları darmadağın edecek fitne
çıkacak. O yüzden ölenlerin hepsi ateştedir. O zaman dil(i kullanmak) kılıç kullanmaktan
beterdir."
Yine Abdullah İbn-i Amr'dan gelen bir rivayette, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in gelecek fitne ile alâkalı tasvir ve ihbarları
üzerine, "O çıktığı zaman ne yapalım?" diye soranlara: "Evine
çekil, diline sahip ol, maruf ile amel
et, münkeri terket, kendi çolukçocuğunla ilgilen, başkasıyla meşgul olma" şeklinde cevap verdiğini görmekteyiz.
Hadiste yasaklanmış bulunan "fitnede dil oynatmak" tan
maksad nedir?
Aliyu'l-Kârî'nin Mirkat'ta naklettiği açıklamalara göre, halkın
dedikodusunu yapmak, fitneye karışanların lehinde veya aleyhinde
konuşmak, bir tarafı kötülerken bir tarafı övmek suretiyle iki gruptan birini
ta'n etmek, hep bu yasağa girmektedir. Hatta zalim idarecilere haber götürüp
(ispiyonculuk yapmak) da bu yasağın
tahtındadır. Zîra bu davranış idarecinin öfkesini kabartarak öldürme, hapis, sürgün vesair pek
ciddi öyle fenalıklara sebep olur ki, kılıç kullanmak bu kadarını yapamaz.
Münâvî, "dilini
tutmak" emrinden, "konuşmazdan önce iyice düşünerek sadece
lehine olacak hususlarda konuşup, kendini ilgilendirmeyen hususlarda hiç
konuşmamayı" anlar.
Yukarıda kaydettiklerimizden öyle anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Hz.
Muaz'a bir vesileyle söylemiş bulunduğu: "Ey Allah hayrını veresice Muaz,
insanları yüzüstü ateşe atan şeyin, dilleriyle haset etiklerinden başkası
olduğunu mu zannediyorsun?" sözü
fitne hakkında da aynen doğrudur: İnsanı fitneye atacak veya fitneden koruyacak
en mühim amillerden biri dildir.[45]
Fitnenin maddî
ve manevî şerrinden kurtuluşun mühim şartlarından biri, kalben fitneye
buğzetmektir. Aslında münker olarak ifade edilen her çeşit şer ve kötülüğün
izalesi için eliyle, diliyle müdahale bir vecibe kılınmış ise de, gerek şerrin
büyüklüğü, gerek şahsın aczi gözönüne alınarak "gücü yetiyorsa",
"fitneyi artırmayacaksa" gibi kayıtlar konmuştur. Güçsüzlüğü
sebebiyle şer ve fitneye eli ve diliyle müdahele edemeyecek durumda olan
kimselerden, ortadaki kötülüğe karşı, en azından kalben kerahet istenmiştir. Buna da gücü yetmeyen
kimse düşünülemez. Dinimizin yasakladığı şeyleri , devrin icabı, modanın icabı,
bulunduğumuz cemiyetin icabı diyerek meşru görmek mümkün değildir. Kişi
birkısım münkerleri işlemek durumunda olsa bile, onun kötülüğünü kabul etmek,
kalben nefret etmek zorundadır.
Hadiste kesin
bir dille şöyle denir: "Yeryüzünde
bir hata işlendiği vakit, bunu görüp de ikrah eden sanki orada bulunmayan
birisi gibidir. Orada bulunmadığı halde, işlenen fenalığı hoş görüp razı olan
kimse de sanki fenalığa şahit olmuş gibidir." Evet hadiste, "Mü'minin
niyeti amelinden hayırlıdır"
buyrulmuştur.[46]
Gerek dağa çekilmek ve gerekse eve çekilmek suretiyle fiile
konması tavsiye edilen fitneden kaçma ve inzivanın gerçekleşmesine yardımcı
olacak durumların da ayrıca tavsiye edildiğine
şahit olmaktayız. Bu cümleden olarak, mal ve evlad azlığı
zikredilmektedir. Bir rivayette Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"İkinci asrın başında sizin en hayırlınız
hissece hafif olanıdır" der. "Hissece hafiflik nedir?"
diye sorulunca: "Ehil ve malı olmayandır" diye cevap verir.
Bir başka rivayet de şöyle: "Öyle bir devir gelecek ki, o
zaman bekarlık helal olacak. O zaman dindar kişi, civciviyle kaçan bir kuş,
yavrusuyla kaçan bir tilki gibi, diniyle
birlikte bir dağdan öbür dağa, bir inden öbür ine kaçmadıkça selamet bulamaz.
Bu meyanda namazını kılar, zekatını verir ve hayır işleri dışında insanlardan
uzak durur."[47]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), fitneyi önleyici, şümûlünü
azaltıcı tedbirler meyanında "fitne sırasında silah satışını
yasaklamakla" kalmaz, elde herhangi bir silah bulundurulmasını kesinlikle
yasaklar. Rivayetlerde bu yasak "mevcutların kırılması", "taşa
çalınması", "tahtadan kılıç
kuşanılması" şeklinde ifade edilir.
Şu noktayı bilhassa belirtmeliyiz: Silah edinmeme emri, hassaten
evinde kalanlara yapılmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz üzere fitneye
karışmamak için ilk tavsiye edilen husus deve, koyun gibi hayvanlarını alarak
dağlara çekilmek veya ekim arazisinin başına geçmek, meskun mahalden uzaklaşmaktır. Bu imkânlardan mahrum
kişiye de evine kapanması emredilir.
İşte bu sonuncu durumda olan
kimsenin peşi takip edilebilir, fitneye düşürülebilir. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm), bu ihtimali asgariye düşürebilmek için bu durumdaki
kimselere silah edinmemeyi emretmektedir.
Söylenen bu hususu az yukarıda kaydettiğimiz Ebu Bekre hadisinin
devamında görmekteyiz: "...Fitne vaki olduğu zaman devesi olan devesine,
davarı olan da davarına iltihak etsin, kimin de arazisi varsa, arazisine
gitsin." Bir adam sordu: "Ey Allah'ın Resulü! Ne devesi, ne davarı ve
ne de arazisi olmayan kimse ne yapacak?" Cevaben: "Kılıcına gitsin,
keskin tarafını taşa vursun, sonra da gücü yettiğince fitneden kaçsın"
dedi."
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bu emrin ehemmiyetini
vicdanlarda tesbit için: "Ey Allahım, tebliğ vazifemi yaptım mı, ey
Allahım, tebliğ vazifemi yaptım mı, ey Allahım "tebliğ vazifemi yaptım
mı?" diye üç kere tekrar eder.
Hadisin bir başka veçhinde:
"Kılıcını alsın, keskin tarafını kara taşa vursun" denir. Muhammed
İbnu Mesleme'ye de: "Kılıcını al, Uhud dağına git, kırılıncaya kadar dağa
vur" demiştir.
Nevevî: "Kılıcını taşa çalsın" emri ile hakikaten
kılıcın kırılması mı, yoksa bununla mecaz mı kastedildiği hususunu ele alarak
bazı alimlerin: "Hadisin zahirine göre, kişinin kendisine fitne kapısını kapaması
için, gerçekten kılıcı kırması gerekir"
derken, bazılarının da: "Bu
mecazdır, asıl maksad kıtalin terkidir" dediğini belirtir. Ancak birinci
görüşün muteber görüş olduğunu kaydeder.
Bu görüş başka alimlerce de paylaşılmıştır.
Fitne çıktığı zaman kırılması gereken silah sadece kılıç değil,
silahın her çeşididir. Nitekim bir başka
rivayette, fitne hakkında gerekli bilgi verildikten sonra: "Yaylarınızı
kırın, kirişlerinizi parça parça edin, kılıçlarınızı taşa vurun (ve evlerinizin
içine girin). Buna rağmen birinizin üzerine gelirlerse, Hz. Adem'in iki oğlundan hayırlısı (Habil) gibi
olun" buyurur.
Yayın kırılmasından sonra kirişin bir işe yaramayacağı bedihi
olduğu halde, kirişin de parçalanmasının
emredilmesinde, bazı alimler, yasaktaki mübalağanın vurgulanma gayesini görmüşlerdir. Fakat başkasının
istifade etmesini önleme gayesine de matuf olduğu söylenmiştir.
Birçok durumlarda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
ashabına: "Müslümanlar arasında
fitne çıktığı vakit tahtadan bir kılıç edinin" diyerek öldürücü silah bulundurma yasağını
dile getirdiğini görmekteyiz.
Hadis kitapları, bu yasağa da harfiyyen uyup tahtadan kılıç
taşıyanların örneklerini zikreder. Bunlardan biri Ebu Müslim'dir, bir diğeri
Ühban İbnu Sayfi'dir. Ebu Müslim ile alâkalı rivayet aynen şöyle: "Hz.
Ali, Hz. Muaviye ile olan mücadelesi sırasında hazırlık yapmak üzere Basra'ya
gelir ve Ebu Müslim'e uğrayarak:
"Bana yardım et" der. Ebu Müslim "hayır" diye kestirip atmaktansa lisan-ı hal ile bunu
ifade etmeyi tercih ederek kılıcını getirir. Kınından bir karış kadar sıyırır.
Hz. Ali (radıyallahu anh)'ye bunun tahtadan olduğunu gösterdikten sonra şu
açıklamayı yapar: "Can dostum ve senin amcaoğlun (aleyhissalâtu vesselâm)
benden, "Müslümanlar arasında fitne çıktığı zaman tahta kılıç
edinmem" hususunda söz aldı (ve ben
de yaptım. Buna rağmen) seninle harbe çıkmamı istersen yine de çıkarım."
Hz. Ali şu cevabı verir: "Ne sana, ne de kılıcına ihtiyacım yok." [48]
ZAMANLA VUKÛA GELECEK FİTNE VE
HEVÂLARDAN ZİKREDİLENLER
Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm), fitne hadislerinde, kıyamete kadar Müslümanlar
arasında cereyan edecek pek çok hadisatı haber vermiştir. Hz. Huzeyfe'nin
ifadesiyle etrafında üç yüz kişi
toplayabilecek fitne başlarını adları, baba adları, kabile adlarıyla
bildirmiştir.
Yani fitne
ile ilgili oldukça teferruata inen
ihbarlarda bulunmuştur. Bugün bize rivayet edilebilen hadisler, Hz. Huzeyfe'nin
dediği açıklıkta bir fitneler listesi çıkarmamıza imkan tanımaz. Ancak, Teysir
müellifinin koyduğu başlıktan, bu
hadislerin iki kısımda mütalaa edilebileceğine inanıyoruz:
1- İsmi zikredilen sarih fitneler.
2- İsmi zikredilmeyen, umumî vasıfları zikredilen fitneler.
İsmi zikredilenleri, şarihler hadiseler vuku buldukça "bu
fitne falan hadiste haber verilen fitnedir" diye belirtmişlerdir. İkinci
kısmı, izmi zikredilmeyen, vasfı zikredilen fitneler teşkil eder. Kıyamete kadar, İslam aleminin her köşesinde
her devirde vukua gelecek hadiselere bunları tatbik etmek mümkündür. Ancak,
hadis sarih olmadığı için, bu çeşit tatbiklerde ve yorumlarda kesin ifadeden
kaçınmak gerekir, ihtimalli konuşmak ihtiyata muvafık olur.
Biz burada, hadislere geçmezden önce fitnelerin çeşitleriyle
ilgili umumi bir açıklamada bulunacak,
sonra hadisleri ve -gereken yerlerde- açıklamalarını kaydedeceğiz:[49]
Bir hadiste, giderek ağırlaşacak olduğu bildirilen dört ayrı
fitneden bahsedilmektedir: "Dört (büyük) fitne vukua gelecek. Birinci
fitnede kan dökmek helal addedilecek; ikincisinde hem kan hem de mal helal
addedilecek; üçüncüsünde kan, mal ve ferc (ırza tecavüz) helal addedilecek. Dördüncüsü ise Deccal
fitnesidir."
Ebu Davud'da
yer alan bir rivayet de dikkat çekicidir. İbnu Ömer anlatıyor: "Biz bir
grup kimse, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in yanında idik. Bize
fitnelerden bahsetti ve ısrarla üzerinde durdu. Bu meyanda "demirbaş
fitne"yi (fitnetu'l-ahlas) mevzubahs etti. Derken dinleyenlerden birisi:
"Ey Allah'ın Resulü, demirbaş fitne de
nedir?" diye sordu. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"O, (kin, husumet ve düşmanlık sebebiyle insanlardan) kaçmaktır, (mal ve
ehil yağmalandığı için) açıkta kalmaktır. Sonra refah fitnesi (fitnetu'sserra)
var. Bunun dumanı Ehl-i Beytimden bir adamın ayaklarının altından (gelir). O,
kendisini benden zanneder, o benden değildir. Benim dostlarım müttaki
kimselerdir. Sonra insanlar, ilmi ve fikri nakıs olduğu için ehil olmayan,
kararsız bir kimsenin etrafında toplanırlar. Sonra yaygın (yani herkese
bulaşan) fitne (fitnetu'dduheyma) gelir. Bu fitne ümmetimden kimseyi istisna
etmez, hepsine bir darbe vurur. Her ne zaman bittiğine hükmedilse, yine başlar
ve temadi eder gider. Bu fitne zamanında
kişi, mü'min olarak sabahlar, kâfir olarak akşamlar. Bu zamanda insanlar iki
ayrı gruba ayrılır:
1) İman grubu ki, burada nifak yoktur.
2) Nifak grubu ki burada
da iman yoktur.
İşte siz bu durumda iken, artık sabah-akşam Deccal'ın gelmesini
bekleyin."
Bu hadiste sözkonusu edilen fitne çeşitleri birbirini takiben
ortaya çıkacak fitneler olabileceği gibi, birbiriyle öncelik, sonralık irtibatı olmayan fitneler de
olabilir.
Kur'an-ı Kerim'de, bilhassa geldiği zaman, sadece zalimlere değil,
herkese çarpan fitneye karşı dikkat çekilmiş olması da (Enfal 25), fitnelerin
çeşitli olacağını te'yid etmektedir. Hatta ayette geçen fitnenin yukarıda zikri geçen "yaygın
fitne (fitnetu'dduheyma) olduğu da söylenebilir.
Bir başka hadiste Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) fitneden
daha değişik kelimelerle bahseder: "Şurası muhakkak ki, benden sonra henat
ve henat (yani şerler ve fesatlar) olacak. Cemaatten ayrılan veya Muhammed
ümmetinin birliğini bozmak isteyen birisini gördünüz mü, bu herifi kim olursa
olsun öldürün. Zîra Allah'ın (yardım) eli cemaat üzerindedir. Şeytan ise
cemaatten ayrılanla birliktedir."[50]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hadislerinde yeralan fitne
çeşitlerinden bahsederken Deccal fitnesinden ayrıca bahsetmemiz gerekmektedir.
Zîra, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bilhassa bu fitneye karşı
mükerreren uyarıda bulunmuştur. Hadislere göre, bu fitne, insanlığın en büyük
fitnesidir. Hz. Nuh'tan bu yana bütün peygamberler aleyhimüsselam, ümmetlerini
Deccal fitnesine karşı uyarmışlardır. Deccal'in iki gözünün arasında kafir
yazılıdır, okuma yazmayı bilen de bilmeyen de bunu okur. Deccal'ın beraberinde
ateş ve cennet beraber bulunur, onun ateşi cennet, cenneti ateştir. Onun iki
akan nehri vardır. Bakınca biri tatlı sudur, diğeri yakıcı ateştir. Fakat kim
buna kavuşursa ateş olan nehre gelmeli, ondan içmelidir. Zîra o aslında tatlı
sudur. Deccal Medine ve Mekke haricinde her beldeye ayak basacaktır. Çıkacak
olan Deccal sayıca otuzu bulacak, hepsi de Allah ve Resulü hakkında iftiralar
düzerek küfre düşecek vs.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in, Deccal fitnesine karşı
vaki uyarıları tebligatında mühim bir yer
tutar. Bu husus, Deccal'le alâkalı rivayetlerin çokluğundan
anlaşılabileceği gibi, bilahare bunun, selef tarafından mahalle mekteplerinde muallimler tarafından çocuklara
öğretilecek bilgiler arasında yer verilmesi gerektiğine hükmedilecek kadar
ehemmiyet verilmiş olmasından da anlaşılmaktadır.
Esasen Heysemi tarafından sıhhati te'yid edilen bir hadiste Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Deccal fitnesine karşı halkı devamlı
uyarmayı tavsiye etmekte bunun terkini hoş
karşılamamaktadır: "İnsanlar Deccal'ı zikrettiği, imamlar
minberlerden bunu duyurmaya devam ettiği müddetçe Deccal çıkmaz." Öyle
ise, bazı hadislere göre, namazların arkasında istiaze edilecek, Allah'ın
yardımı talep edilecek dört şeyden biri "Deccal fitnesi" olmalıdır.
Fitne üzerine gelen ve bazan birbirine zıd olan tavsiflerin,
farklı zaman ve farklı mekanlarda zuhur
edecek, mahiyetçe birbirinden farklı fitnelerle alâkalı olduğuna şarihlerce de
dikkat çekilmiştir. Nitekim Buhari
şarihi aynî, muhtelif hadislerde kıyamet alâmetleri olarak beyan edilen
"cimriliğin artması" ile, yine muhtelif hadislerde ifade edilen
"bolluğun artması" gibi zıt durumları, dediğimiz şekilde te'lif
zımnında şunları söyler: "Her ikisi de (yani bolluğun artması da,
cimriliğin artması da) kıyamet alâmetlerindendir. Fakat, her biri başka başka
zamanlara aittir."[51]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hadislerinde mevzubahs
edilen fitneleri, başta Ashab olmak üzere, her devir âlimleri kendi
zamanlarındaki huzursuzluklara tatbik etmişlerdir. Zamanımızın Müslümanları da tabii olarak
aynı şeyi yapmak isteyecektir. Ancak, kıyamete kadar gelecek her devre hitap
eden Resulullah'ın sözlerini belli bir asırda yorumlarken, hataya düşmemek için
son derece dikkat etmek gerekir.
Bu sebeple "imtihan"dan "isyan"a kadar pek çok
mânaları ihtiva eden fitne ve müteradifi tabirlerle alâkalı açıklamalarda
yanlış anlamalara, tehlikeli ve ters yorumlara düşmeyi önlemek için, devlete
karşı gelmek şeklinde ifadesini bulan dahilî fitneler hususunda fukahanın
taksimat ve değerlendirmesini burada kaydetmeyi lüzumlu görüyoruz. Esasen
gayemiz, bugünkü fiilî durumu teker teker ele alarak tahlil etmekten ziyade,
İslamî ölçüyü, sünnette, Kur'an'da ve alimlerin değerlendirmelerinde yer almış
olan zaman ve mekanüstü endazeyi okuyucunun eline vermeye çalışmaktır.
Ölçme işini, miyara vurma işini
okuyucunun ferasetine bırakacağız.
Fakihler, meşru otoriteye (veliyyü'l-emr'e) itaat etmemek, karşı
gelmek şeklinde tezahür eden davranışları adi suçlardan ayrı mütalaa
etmişlerdir. Günümüzde de bu çeşit cürümlere kısaca "siyasî cürüm"
diyoruz. İslam fakihleri bu siyasî cürmü işleyenleri dört grupta mütalaa
etmişlerdir:[52]
"Ulu'l-emrin haklı olan emirlerine haksız olarak isyan edip,
bir bölgeyi zorbalığı altına alanlardır." Bunları diğer isyankâr gruplardan
ayıran vasıflar şunlardır:
a) Bunlar otoriteye (Veliyyü'l-emr'e) karşı bir te'vile (haklı
gibi görünen bir bahaneye) dayanarak haksız yere isyan ederler.
b) İsyan etmiş olmakla beraber, kendilerinden olmayan
Müslümanların kanlarını, mallarını helal ve zürriyetlerinin esir edilmesini
mübah görmezler.
Bunlar esas olarak bir te'vile dayanarak isyan ettikleri, yağma
vs.'yi mübah görmedikleri için, bunlarla yapılan savaşta, bunların telef ettiği
mal ve can sebebiyle, kendilerine ceza
terettüp etmez. Fukaha bu hükmü Zührî'den gelen şu rivayete istinad
ettirmiştir: "Hz. Peygamber'in ashabının çokca bulunduğu bir zamanda fitne
çıktı. Ashab şu hususta ittifak ettiler: "Kur'an'ın te'vili ile helal
addedilen her kan bırakılmıştır. Kur'an'ın te'vili ile helal addedilen her mal
bırakılmıştır, Kur'an'ın te'vili ile helal addedilen her ferc bırakılmıştır
(bunlar için ceza verilmez)." Bu hususta Sahabe'nin icmaı hasıl olmuştur. Bağiler desteksiz ise esirler
öldürülmez, kaçanlar kovalanmaz. Arkaları varsa esir edilirler veya
hapsedilirler.
İmam, bağilerin oyalama nevinden olmayan sulh teklifini,
durumlarını görmek için kabul edebilir. Ancak, buna mukabil para alamaz.[53]
Bunlar
otoritenin (veliyyü'l-emr'in) itaatinden bir te'vile müstenid olmaksızın
çıkarak yolları kesen halkın can ve
malına kasteden kimselerdir.Bunların geride güvenip dayandıkları bir şey
(teşkilat, kuvvet, teşvikçi gibi bir nokta-i istinad) bulunsa da bulunmasa da
bu ismi alırlar.[54]
Bunlar da
veliyyü'l-emrin (otoritenin) itaatinden bir te'vile müstenid olarak çıkan,
geride güvenip dayandıkları bir şey bulunmayan kimselerdir.
Bu iki gruba
"yolkesenler"le alâkalı ahkâm uygulanır.[55]
Bunlar kendilerince haklı olan bir te'vile dayanarak isyan
edenlerdir. Ancak te'villerine dayanarak,
a) Otoritenin kâfir olduğunu ileri sürerler.
b) Otorite ile savaşmanın farz olduğunu kabul ederler.
c) Kendilerine muhalif olan Müslümanların öldürülüp,
mallarının gasbedilmesini ve zürriyetlerinin de esir edilmesin helal
addederler.
d) Bunlar, geride güvenip dayanacakları bir şeye de
sahiptirler.
Hariciler cumhur-u fukahaya ve ehl-i hadisin ekserisine göre bugat
(asiler) hükmündedirler. Bazı ehl-i hadise göre bunlara mürted ahkâmı tatbik
edilir.[56]
ـ4766 ـ1ـ عن
حُذيفة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كُنَّا
عِند عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
فقال: أيُّكُمْ
يَحْفَظُ
حَدِيثَ
رَسُولِ
اللّهِ # في
الْفِتْنَةِ؟
فَقُلْتُ:
أنَا. قَالَ:
إنَّكَ
لَجَرِئٌ؛
وَكَيْفَ؟
قَالَ قُلْتُ:
سَمِعْتُهُ
يَقُولُ:
فِتْنَةُ
الرَّجُلِ في
أهْلِهِ
وَمَالِهِ
وَوَلَدِهِ
وَنَفْسِهِ وَجَارِهِ
يُكَفِّرُهَا
الصِّيَامُ،
وَالصََّةُ،
وَالصَّدَقَةُ،
وَا‘مْرُ
بِالْمَعْرُوفِ،
وَالنَّهْىُ
عَنِ
الْمُنْكَرِ
فقَالَ
عُمَرُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
لَيْسَ هذَا
أُرِيدُ
إنَّمَا
أُريدُ
الَّتِى
تَمُوجُ
كَمَوْجِ
الْبَحْرِ
قَالَ
فَقُلْتُ:
مَالَكَ
وَلَهَا يَا
أمِيرَ الْمُؤْمِنِينَ!
إنَّ
بَيْنَكَ
وَبَيْنَهَا
بَاباً
مُغْلِقاً.
قَالَ:
فَيُكْسَرُ
الْبَابُ أوْ
يُفْتَحُ؟
قَالَ:
قُلْتُ: َ.
بَلْ يُكْسَرُ.
قَالَ: ذلِكَ
أحْرَى أنْ َ
يُغْلَقَ
أبَداً.
فَقُلْنَا
لِحُذَيْفَةَ:
هَلْ كَانَ
عُمَرُ
يَعْلَمُ
مَنِ
الْبَابُ؟
قَالَ: نَعَمْ،
كَمَا
يَعْلَمُ
أنَّ دُونَ
غَدٍ اللَّيْلَةَ،
إنِّي
حَدَّثْتُهُ
حَدِيثاً لَيسَ
بِا‘غَالِيطِ.
فَقِيلَ
لِحُذَيْفَةَ:
مَنِ
الْبَابِ؟
قَالَ:
عُمَرُ[.
أخرجه
الشيخان والترمذي
.
1. (4766)- Huzeyfe
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in yanında idik:
Bize:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın fitne hakkındaki
hadisini kim hafızasında tutuyor?" dedi. Ben atılıp: "Ben
biliyorum!" dedim.
"Sen iyi cür'etlisin, nasılmış söyle bakalım!" dedi. Ben de anlattım:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı işittim. Demişti ki:
"Kişinin fitnesi ehlinde, malında, çocuğunda, nefsinde ve komşusundadır.
Oruç, namaz, sadaka, emr-i bi'lmaruf ve nehy-i ani'lmünker bu fitneye kefaret olur!"
Ömer (radıyallahu anh) atılıp: "Ben bu fitneyi kastetmemiştim. Ben öncelikle
denizin dalgaları gibi dalgalanacak (bütün cemiyeti sarsacak) fitneyi
kastetmiştim!" dedi. Bunun üzerine ben:
"Ey mü'minlerin emîri! O fitne ile sizin ne alâkanız var!
Sizinle onun arasında kapalı bir kapı
mevcut!" dedim.
"Bu kapı kırılacak mı, açılacak mı?" dedi.
"Hayır açılmayacak bilakis kırılacak!" dedim. Hz. Ömer
(hayıflanarak):
"(Eyvah) Öyleyse ebediyen kapanmayacak!" buyurdu." Ravi der ki: "Biz Huzeyfe
(radıyallahu anh)'ye sorduk:
"Ömer bu kapının kim olduğunu biliyor muydu?"
"Evet, dedi. Yarından önce bu gecenin olacağını bildiği
katiyyette onu biliyordu. Ben hadis rivayet ettim; boş söz (ve efsane)
anlatmadım.
"Huzeyfe (radıyallahu anh)'ye soruldu:
"O kapı kimdir?"
"Ömer (radıyallahu anh)'dir!" buyurdu." [Buharî,
Mevakitu's-Salat 4, Zekat 23, Savm 3, Menakıb 25, Fiten 17; Müslim, Fiten 17,
(144); Tirmizî, Fiten 71, (2259).][57]
ـ4767 ـ2ـ
وفي رواية
لمسلم رحمه
اللّه قال:
]سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ: تُعْرَضُ
الْفِتَنُ
عَلى
الْقُلُوبِ
كَالْحَصِيرِ
عَوْداً
عَوْداً.
فأىُّ قَلْبٍ
أُشْرِبَهَا
نَكَتَتْ
فِيهِ
نُكْتَةً
سَوْدَاءَ،
وَأىُّ
قَلْبٍ
أنْكَرَهَا
نَكَتَتْ فيهِ
نُكْتَةً
بَيْضَاءَ
حَتّى
يَصِيرَ عَلى
قَلْبَيْنِ:
قَلْبٍ
أبْيَضَ
مِثْلِ
الصَّفَا فََ
يَضُرُّهُ فِتْنَةٌ
مَا دَامَتِ
السَّمواتُ
وَا‘رْضُ وَاŒخَرُ
أسْوَدُ
مُرْبَادٌّ
كَالْكُوزِ مَجْخِيّاً
َ يَعْرِفُ
مَعْرُوفاً
وََ يُنْكِرُ
مُنْكَراً
إَّ مَا
أُشْرِبَ
مِنْ هَوَاهُ؛
وَفيهِ قَالَ
حُذَيْفَةُ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه: إنَّ
بَيْنَكَ
وَبَيْنَهَا
بَاباً
مُغْلَقاً يُوشِكُ
أنْ يُكْسَرُ
قَالَ عُمَرُ:
أكَسْراً َ
أبَالَكَ؟
فَلَوْ
أنَّهُ
فُتِحَ،
كَانَ لَعَلَّهُ
يُعَادُ.
قَالَ:
وَحَدَّثْتُهُ
أنَّ ذلِكَ
الْبَابَ
رَجُلٌ
يُقْتَلُ أوْ
يَمُوتُ
حَدِيثاً
لَيْسَ
بِا‘غَالِيطِ.
فَقُلْتُ
لِسَعْدِ
بْنِ طَارِقٍ:
مَا أسْوَدُ
مُرْبَادٌّ؟
قَالَ:
شِدَّةُ
الْبَيَاضِ
في سَوَادٍ.
قُلْتُ: فَمَا
الْكُوزُ
مُجْخِيّاً؟
قَالَ: مَنْكُوساً[.»والجرأةُ«
ا“قدام على
ا‘مر
العظيم.و»ا‘غاليطُ«
جمع أغلوطة،
وهى المسائل
التي يغلط بها،
وا‘حاديث التي
تذكر
للتكذيب.وقوله:
»كَالْحَصِير
عَوْداً
عَوْداً«
معناه أن
القلوب تحيط
بها الفتن حتى
تكون فيها
المحصور والمحبوس،
يقال حصره
القوم: إذا
أحاطوا به
وضيقوا عليه.وقوله:
»عَوْداً
عَوْداً« بفتح
العين: أي مرة
بعد
مرة.و»أشربها«
أى دخلت فيه
وقبلها وسكن
إليها .
و»النكتة«
ا‘ثر.و»المربادُّ«
الذي في لونه
ربدة، وهى لون
بين السواد
والغبرة.و»المجخيُّ«
المائل عن
استقامة
واعتدال هاهنا
.
2. (4767)- Müslim rahimehullah'ın bir rivayetinde (Huzeyfe radıyallahu
anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı işittim. Demişti
ki:
"Fitneler, tıpkı (kamışlardan örülen) hasır gibi, (insanların
kalbine) çubuk çubuk atılır. Hangi kalbe bir fitne nüfuz ederse onda siyah bir
leke hasıl olur. Hangi kalp de onu reddederse onda beyaz bir benek hasıl olur.
Böylece iki ayrı kalp ortaya çıkar: Biri cilalı taş gibi bembeyazdır; dünyalar
durdukça buna hiçbir fitne zarar vermez. Diğeri ise, alaca siyahtır. Tepetaklak
duran testi gibidir; bu kalp, ne iyiyi iyi bilir, ne de kötüyü kötü. O, hevadan
(beşerî değerlerden) kendisine ne yutturulmuşsa, onu (hak veya batıl) bilir.
"Bu rivayette Huzeyfe (radıyallahu anh) der ki: "(Ey
Ömer!) Seninle o fitne arasında kapalı bir kapı vardır kırılması
yakındır!"
Hz. Ömer atıldı: "Ey babasız kalasıca! O kırılacak mı? keşke
açılsaydı. Böylece tekrar (kapatılarak eski normal hale) dönülürdü!"
Huzeyfe der ki: "Ben ona bu kapı ile öldürülecek veya ölecek
bir şahsın kinaye edildiğini bildiren
bir hadis söyledim. Mugalata (ve efsane anlatıp boş laf) etmedim."
Ravi der ki: "Sa'd İbnu Tarık'a (hadiste geçen) "esvedü
mürbad" tabiri ne demektir?" diye sordum.
"Siyah üzerine şiddetli beyazlıktır" dedi. Ben tekrar
"elkûzu mechıyy" nedir?" dedim. "Tepetaklak (ters
çevrilmiş) testi!" diye cevap verdi." [Müslim, İman 231, (144).][58]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın, istikbalde olacakları ihbar sınıfına giren
mucizelerdendir. Aslında gaybı sadece Allah bilir. Ancak Allah'ın bildirmesiyle
insanlar da bilebilir. Peygamberler, Allah'ın gaybı bildirme nimetine en ziyade mazhar olan
kimselerdir. Resul-i Ekrem
(aleyhissalâtu vesselâm), en kamil mertebede bu nimete mazhar olmuştur.
Şarihler, bu hadisle Hz. Ömer'in şehit olacağının ihbarı ile Hz. Osman fitnesinin
haber verildiğini belirtirler.
2- Bizim dikkat çekeceğimiz bir mucize de fitneye düşenlerin
psikolojik halleriyle ilgili beyanlardır. Bunu da bir mucize olarak
değerlendirmemize hiç bir mani yoktur. Fitneye tam olarak düşmüş olan kimsede
herkesçe müsellem olan değerlerin kaybolduğu, kendisine "içirilen"
-ki yutturulan diye tercüme ettik- dışında bir değer tanımadığı belirtilmiştir.[59] Günümüzde bu tip insanları
fiilen gördüğümüz için hadisin demek istediği gerçeği daha iyi anlama şansına
sahibiz. Aksi takdirde inayet-i İlahiyeye mazhariyet dışında bir imkânla
bu hadisin mesajını anlamamız mümkün
olmayacaktı.
Hadisin anlaşılması için ma'ruf ve münker tabirlerine dönelim:
Ma'ruf, şeriatın ve aklın güzel bulduğu şeydir. Ma'rufla, insanlarca elbirlik
takdir edilen şeriatça te'yid edilen müşterek değerler sistemi; bir başka
ifadeyle iyi olan şeylerin ifade edildiğini, münkerle de yine insanlarca
elbirlik reddedilen, takbih edilen, şeriatça da çirkinliği, kötülüğü,
zararlılığı te'yid edilen değerlerin ifade edildiğini bilmek gerekir. Bu
değerler ferdî değildir, beşerî değildir. Bu sebeple hadis, bunların heva
olmadığına dikkat çeker. Hadis, fitneye düşen kimsenin, insanlarca ma'ruf kabul
edilmiş bir şeyi maruf addetmediğini; münker bilinen şeyi de münker görmediğini
buna mukabil kendisine yutturulan yeni değerler sistemine göre hükmettiğini
belirtir. Yeni değerler sistemine hadis heva demektedir. Bir ayet, İlahi değerler yerine "heva"nın
konulmasını halis şirk ilan etmektedir:
"Gördün mü o heva (ve heves)ini tanrı edinen kimseyi? Şimdi onun
üzerine (habibim) sen mi bir bekçi olacaksın? Yoksa onların çoğunu hakikaten
(söz) dinlerler, yahut akıllanırlar mı sanıyorsun? Onlar başka değil, dört ayaklı hayvanlar gibidir.
Belki yolca daha sapıktır" (Furkan 43-44).
Ayet-i kerime, beşerî hevaya saplanarak İlahî menşeli marufu
"iyi"; münkeri de "kötü" kabul etmeyenleri dört ayaklıdan
beter ilan etmektedir.
Böylece sadedinde olduğumuz hadiste, günümüzde çağdaşlık,
hümanizm, laisizm gibi yaftalarla nikah, edeb, tesettür, haya, ibadet gibi
marufları gericilik diye reddeden; fuhuş,
içki, kumar, açıksaçıklık, ahlaksızlık, hayasızlık gibi her çeşit
münkeri de ilericilik diye hoş göstermeye, müdafaalarını yapmaya kalkan insanların hem yetişme
vetirelerinin ve hem de ruhî yapılarının en beliğ bir tasvirini görmüş
olmaktayız.
3- Hadisle ilgili ilave yorumları müteakiben kaydedeceğiz.[60]
ـ4768 ـ3ـ
وعن أبى بكْرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
يَنْزِلُ
أُنَاسٍ مِنْ
أُمَّتِى
بِغَائِطٍ
يُسَمَّى
الْبَصْرَةَ
عِنْدَ
نَهْرٍ
يُقَالُ لَهُ
دِجْلَةُ. يَكُونُ
عَلَيْهِ
جِسْرٌ
يَكْثُرُ
أهْلُهَا،
وَتَكُونُ
مِنْ
أمْصَارِ
الْمُهَاجِرِينَ.
فَإذَا كَانَ
في آخِرِ
الزَّمَانِ
جَاءَ
بَنُو قَنْطُورَاءَ
عِرَاضُ
الْوُجُوهِ
صِغَارُ ا‘عْيُنِ،
حَتّى
يَنْزِلُوا
عَلى شَطّ
النَّهْرِ،
فَيَتَفَرَّقُ
أهْلُهَا
ثَثَ فِرَقٍ: فِرْقَةٌ
يَأخُذُونَ
أذْنَابَ
الْبَقَرِ والْبَرِّيَةِ
وَهَلَكُوا،
وَفِرْقَة يَأخُذُونَ
‘نْفُسِهِمْ
وَكَفَرُوا،
وَفِرْقَةٌ
يَجْعَلُونَ
ذَرَارِيَّهُمْ
خَلْفَ
ظُهُورِهِمْ
وَيُقاتِلُونَهُمْ،
هُمْ
الشُّهَدَاءُ[.
أخرجه أبو
داود.»الغائط«
المطمئن من
ا‘رض.و»البصرة«
الحجارة
البيض
الرخوة، وبها
سميت
البصرة.و»بَنُو
قَنْطُورَاءَ«
هُم الترك،
يقال إن
قنطوراء اسم
جارية كانت
“براهيم
الخليل عليه
الصة والسم، ولدت
له أوداً جاء
من نسلهم
الترك .
3. (4768)- Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Ümmetimden bir kısım insanlar Dicle denen bir nehir yanında,
Basra denen geniş bir düzlüğe inerler. Nehrin üzerinde bir köprü vardır. Oranın
halkı (kısa zamanda) çoğalır ve muhacirlerin [Müslümanların[61]] beldelerinden biri olur.
Ahirzamanda geniş yüzlü, küçük gözlü olan Benî Kantûra gelip nehir kenarına
inerler. Bundan böyle (Basra) halkı üç fırkaya ayrılır:
* Bir fırka sığır ve kır develerinin peşlerine takılıp (kır ve
ziraat hayatına dönerler, bunlar) helak olurlar.
* Bir fırka nefislerini(n kurtuluşunu esas) alırlar (ve Benî Kantûra ile sulh yolunu) tutarlar.
Böylece bunlar küfre düşerler.
* Bir fırka da çocuklarını geride bırakıp onlarla savaşırlar. İşte
bunlar şehit olurlar." [Ebu Davud, Mehalim 10, (4306).][62]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, henüz Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
zamanında mevcut olmayan, Hz. Ömer zamanında, hicrî 27 yılında, Utbe İbnu
Gazvan tarafından kurulan ve içerisinde hiç
puta tapılmamış olan Basra şehrinden bahsetmektedir. Ancak bazı alimler
başka görüştedir. Aliyyu'l-Kari şu açıklamayı kaydeder: "El-Eşref der ki:
Aleyhissalâtu vesselâm bu şehirle,
Medinetu's-Selam olan Bağdat'ı kastetmiştir. Zîra Dicle hadiste geçen kırdır.
Köprü de Bağdat'ın ortasında mevcuttur. Basra'nın ortasında köprü yoktur.
Resulullah Bağdat'ı Basra diyerek tanıtmıştır. Çünkü Bağdat'ın dışında kapısına
pek yakın bir yer vardır; Babu'l-Basra denir. Aleyhissalâtu vesselâm böylece, Bağdat'ı, ya bir kısmının ismiyle
isimlendirmiş olmaktadır; yahut da muzafın hazfedilmesiyle[63] tıpkı ayet-i
kerimede وَاسْألِ
الْقَرْيََةَ
dendiği
gibi. Bağdat dahi Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrinde bugünkü şekliyle
kurulmuş değildi. Keza Aleyhissalâtu vesselâm devrinde, şehirlerden bir şehir
de değildi. Bu sebeple Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Müslümanların
beldelerinden biri olur" demiş, geleceğe matuf konuşmuştur. Aleyhissalâtu
vesselâm zamanında bilakis (o civarda), Kisra'nın Medain şehri çıktıktan sonra
Basra'ya mensup, onun nahiyeleri sayılan bir kısım köyler vardı (büyük bir şehir yoktu). Ayrıca,
meselenin bir başka yönü daha var: Zamanımızda, Türklerin Basra'ya savaş
suretiyle girdiğine dair kimse bir şey işitmiş değildir. Hadisin mânası şu
olmalıdır: "Ümmetimden bir kısmı,
Dicle yakınlarına inecek ve orada yerleşecektir. Burası Müslüman beldelerden
biri olacaktır." İşte burası Bağdat'tır." (Aliyyu'l-Kârî'den.)
2- Benî Kantûra ile Türklerin
kastedildiği kabul edilmiştir. Hattâbi, "dendiğine göre" diyerek şu
açıklamayı kaydeder: "Kantûra Hz. İbrahim'in cariyesinin ismidir. Hz.
İbrahim'in bundan çocukları dünyaya geldi. Türkler bu çocuklardan
çoğalmadır." Bazı açıklamalara göre Kantûra, Türklerin atasının ismidir.
Bazı âlimler bu açıklamaları reddeder ve "Türklerin, Hz. Nuh'un
oğullarından Yafes'ten çoğaldıklarını ileri sürer. Hz. Nuh aleyhisselam, Hz.
İbrahim'den çok önce yaşadığına göre Türklerin Hz. İbrahim'le bir irtibatı olmamalıdır. Görüşlerdeki bu
zıtlığı, "Cariyenin, Yafes evladından olması mümkündür" veya
"Cariye ile, -Hazreti İbrahim'in
evladlarından gelmesi haysiyetiyle- Hz. İbrahim'e mensup, Yafes'in
evladlarından biriyle evlenmiş bir kızın
kastedilmiş olması, Türklerin mezkur evlilikten hasıl bulunması da mümkündür" gibi uzlaştırıcı
açıklamalarla kaldırmaya çalışanlar da olmuştur.
Şunu
kaydetmek isteriz: Yeryüzündeki ırkların menşei bugün dahi ilmî kesin bir
çözüme kavuşmuş değildir. Sadece bazı
nazariyeler mevcuttur. Kaydedilen açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, eski
kitaplarımız da, çok sağlam ve kesin bir kaynağa dayanmaksızın, malumat-ı
mütearife şeklinde yaygınlık kazanmış olan birkısım rivayeti, bütün
farklılıklarıyla birlikte tekrar etmektedirler. İlerde Kıyamet'le ilgili
bölümde, Kıyamet Öncesi Fitneler Faslında (5018. hadis) açıklayacağımız üzere
ulemanın ekseriyeti tarafından Benî Kantûra'dan maksadın Türkler olduğu kabul
edilmiş bulunduğu halde bununla başkasının ve mesela Sudanlıların
kastedildiğini söyleyenler de olmuştur.
3- Basralıların ayrılacağı üç fırka hususunda şarihler şu
açıklamayı kaydederler:
1) "Sığırların ve kır develerinin kuyruklarını
yakalarlar"dan murad,
"Savaştan kaçınırlar, canlarını ve mallarını kurtarmayı düşünürler
ve sığırlarının peşine düşerek kırlara, çöllere çekilirler. Ancak oralarda
helak olurlar" veya "Savaştan kaçınıp ziraatle meşgul olurlar. Ekip
kaldırmak maksadıyla sığırların peşine takılarak muhtelif yerlere dağılırlar,
oralarda helak olurlar."
2) "Can derdine düşenler"den maksad, Benî Kantûra ile
sulh yapmayı prensip edinen zümredir. Bunlar sulh elde edecek ama dinden,
sünnetten, şahsiyetten fedâkârlıkla, zilletle bunu yapabilecektir. Bu da
helakın bir başka şekli, cesedden önce ruhun öldürülmesidir. Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bunu da te'yid etmiyor.
3- Üçüncü grup, kadın ve çocuklarını arkada bırakarak Benî
Kantura'ya karşı çıkıp mertçe savaşanları teşkil edenlerdir. Bunlar
Resulullah'ın te'yid ve tasvibindedir. Zîra bunlardan ölenlerin şehit
olacaklarını haber vermektedir.
Aliyyu'l-Kârî der ki: "Bu hadis Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın mucizelerindendir. Çünkü, hâdise Aleyhissalâtu vesselâm' ın haber
verdiği tarzda aynen, 656 yılında Safer ayında vukua gelmiştir."
Aliyyu'l-Kârî'nin temas ettiği bu hâdise, Hülagu tarafından
Bağdat'ın zaptıdır.
Bağdat'ın düşmesiyle noktalanan İslamî tezebzüb ibretlerle dolu
bir hâdisedir. Hülagu, Bağdat'ı zaptettikten sonra Halep Hükümdarı el-Meliku'n-Nasır'a yazdığı bir
mektupta, Müslümanların uğradığı bu mağlubiyet ve zilletin sebebini şöyle
özetler: "Sizler haram yediniz ve imanınıza sadık kalmadınız. Birçok
bid'atları meydana koydunuz. Sabi çocukları kullanmayı adet ettiniz, şimdi
buyurun zillet ve hakareti! Bugün yaptıklarınızın cezasını göreceksiniz.
"Zulmedenler nereye gideceklerini ve hangi deliğe tıkılacaklarını yakında
görür ve bilirler" (Şuara 227). Siz bize
kafir diyorsunuz. Biz de size fasık ve facir diyoruz."
Mezkur mektubu, dipnotlar da düşerek bazı yorumlar katarak
nakleden Ahmed Hilmi'den aynen kaydetmeyi, Resulullah'ın hadisinin anlaşılması ve tarihten ibret alınması için
gerekli görüyoruz:
"Bu arada (Hicrî 657'de) Hülagu, Halep Hükümdarı
el-Meliku'n-Nasır'a elçilerle bir mektup gönderdi. Bu mektup, Hülagu'nun
davranışı ve zihniyetini göstermesi bakımından çok alakabahştır. Bu sebeple
Ebu'l Ferec'den aynen alıyoruz:
"el-Meliku'n-Nasır bilir
ki biz (Hicrî 656'da) Bağdat üzerine inip tanrının kılıncı ile orayı
aldık ve oranın sahibini yanımıza çağırarak kendisine iki sual sorduk.
Suallerimize cevap veremedi. Bundan dolayı sizin Kur'anınızda "Tanrı hiç
bir kavmin elindeki nimeti, o kavim kendi kendisini bozmadıkça bozmaz"
(Rad suresi 2) denildiği gibi, bizim
azabımıza kendisinin yapmış olduğu işler yüzünden müstehak oldu.
Mallarını kıskandığı için, malına gelecek olan, canına geldi ve tatlı canlarını
adi madenlere değiştiler. Bunun sonucu yine Tanrının dediği "her ne
yaptılarsa orada hazır buldular" (Kehf 49) gibi oldu. Çünkü biz, Tanrının
kuvvetiyle kalktık ve O'nun kuvvetiyle
muvaffak olduk ve olmaktayız. Hiç şüphe yoktur ki biz, yeryüzünde Tanrının
askerleriyiz.[64]
Kendisi gazabına uğratmak istediği kimseler üzerine bizi gönderir. Olup biten vakalar size ibret ve nasihat olsun.
Bizim önümüzde kale para etmez ve karşımıza geçen ordular bir işe yaramaz ve
hakkımızda yaptığınız kargışlar (beddua) bize geçmez. Başkalarına bakıp onların
başlarına gelenlerden ibret alın ve örtü açılıp altındakiler meydana çıkmadan
ve size bir hata gelmeden önce işlerinizi bizim elimize verin; biz sonradan
ağlayanlara ve şikayet feryatları koparanlara acımayız. Nice şehirleri
yaktık ve nice kimseler yok ettik ve nice
çocukları atasız bıraktık ve yeryüzüne fesat saldık. Size kaçmak varsa,
bize de kaçanları yakalamak var. Sizin
için bizim kılıncımızdan kurtuluş yoktur. Oklarımız size nerede olsanız
yetişir. Atlarımız her attan ziyade koşar ve oklarımız her şeyi yarar geçer, kılıçlarımız yıldırım gibi iner.
Akıllarımız dağlar gibi sağlamdır.
Sayımız kumlar kadar çoktur. Bizden aman dileyen selamete erer. Bizim ile savaş
etmeye yeltenenler sonunda pişman
olurlar. Eğer siz bizim emrimize itaat
ile şartlarımızı kabul edecek olursanız canlarınız bizim canlarımız ve
mallarınız bizim mallarımız gibi olur. Yok, emrimize karşı gelir ve muhalefette
ayak dilerseniz, başlarınıza gelecekler geldiği zaman bizi değil kendinizi kınayın,
ey zalimler! Tanrı sizin aleyhinizedir. Gelecek musibet ve belalara hazırlanın!
Sonucun fena geleceğini önceden söyleyen kimsede şüphe yoktur ki, hiç bir
kabahat kalmamıştır. Sizler haram yediniz ve imanınıza sadık kalmadınız. Birçok
bid'atları meydana koydunuz. Sabi çocukları kullanmayı adet ettiniz, şimdi
buyurun zillet ve hakareti! Bugün yaptıklarınızın cezasını göreceksiniz! "Zulmedenler nereye gideceklerini ve
hangi deliğe tıkılacaklarını yakında görür ve bilirler" (Şuara 227). Siz
bize kafir diyorsunuz. Biz de size fasık ve facir diyoruz. Bütün işleri takdir
ve tedbir eden kimse tarafından biz size musallat edildik. Sizin azizleriniz
bizim katımızda zelil ve hakirdirler.
Sizin zenginleriniz bizim katımızda yoksuldurlar. Yeryüzünün batı ve doğusu
bizim elimizdedir. Yeryüzünde ne kadar mal sahipleri varsa onların hepsinin
ellerindeki mallar ve kendileri bizim demektir. istediğimiz vakit o malları
onların ellerinden alırız ve her gemiyi gasbederiz.[65] Kâfirler ateşlerini
alevlendirmeden, kıvılcımlarını saçmadan ve sizin hepinizi yok edip yeryüzünde
sizden bir kimseyi bırakmadan, akıllarınızı başlarınıza devşirin; doğruyu
eğriden ayırın. Bu mektubumuz ile biz sizi uykudan uyandırdık. Apansız başınıza
ateşler yağmamasını istiyorsanız hemen bu mektubumuza cevap verin. Sonrasını
siz bilirsiniz."
Hülagu, bu mektubunda, kendilerinin Tanrı te'yidine mazhar
oldukları, hatta Tanrı kudretinin kendilerine tecelli ettiği, kendilerinin onun takdirini icra eden
memurlar olduklarını, zalimlere, facirlere karşı gönderilmiş bulunduklarını
söylemektedir. Cengiz'den itibaren hep
böyle konuşmuşlardır. Bu onların bu
vazifelerine hakikaten
inandıklarını gösterir. "Sizin azizleriniz bizim katımızda zelil ve hakirdirler..." derken de
makam-ı uluhiyetten konuşur gibidir. Eski Türk hakanları (Tanrı kulu)durlar,
yani (Zillullahi fil-arz)dırlar. Tanrının yeryüzünde mümessilidirler ki, bu
ibare de ona işaret etmektedir. Diğer taraftan kendi vücudunu ve zuhurunu
Kur'an'la da te'yit etmektedir ki, bu kalplere hoş görünmek içindir
denilebilir.
Halep Meliki bu mektubu alınca, umerâsıyla müzakere ederek yerine
oğlunu gönderdi. Hülagu bunu izaz etmekle beraber, babasının gelmesini şu cümle
ile bildirdi: "Onun gönlü bize karşı doğru ise kendi gelir; yoksa biz, ona
gideriz." Bu sözler üzerine Melik, Hülagu'ya gitmek istedi ise de beyleri
döndürdüler."[66]
ـ4769 ـ4ـ
وعن حسّان
بْنِ عَطيّة
عن جُبير بن
نُفَيْر عن
رجل من أصحاب
النبي # يقال
له ذو مخبر قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #
سَتُصَالِحُونَ
الرُّومَ
صُلْحاً
آمِناً
فَتَنْزُونَ
أنْتُمْ
وَهُمْ عَدُوّاً
مِنْ
وَرَائِكُمْ
فَتُنْصَرُونَ
وَتَغْنَمُونَ
وَتَسْلَمُونَ،
ثُمَّ تَرْجِعُونَ
حَتّى
تَنْزِلُوا
بِمَرْجٍ ذِى تُلُول،
فَيَرْفَعُ
رَجُلٌ مِنْ
أهْلِ النَّصْرَانِيَّةِ
الصَّلِيبَ؛
فَيَقُولُ: غَلَبَ
الصَّلِىبُ،
فَيَغْضَبُ
رَجُلٌ مِنَ
الْمُسْلِمِينَ،
فَيَدُقُّهُ.
فَعِنْدَ
ذلِكَ
تَغْدِرُ
الْرُّومُ
وَتَجْتَمِعُ
لِلْمَلْحَمَةِ
وَيَثُورُ
الْمُسْلِمُونَ
الى
أسْلِحَتِهِمْ
فَيَقْتِلُونَ،
فَيُكْرِمُ
اللّهُ
تِلْكَ الْعِصَابَةَ
بِالشَّهَادَةِ[.
أخرجه أبو داود.»الْمَرْجُ«
ا‘رض الواسعة
ذات النبات
تمرج فيها
الدواب: أي
تسرح مختلطة
كيف
شاءت.و»التُّلُولُ«:
ا‘ماكن المرتفعة
من ا‘رض.
و»الملحمةُ«
معظم القتال.
4. (4769)- Hassan İbnu
Atiyye, Cübeyr İbnu Nüfeyr'den, o da Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
Zi-Mihber denen bir sahabisinden naklen anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Rumlarla güvenilir bir sulh
yapacaksınız. Onlar arkanızda (başkalarına) düşman olacaklar, sizler (de
diğer düşmanlarınızla) savaşacak ve (Allah'ın keremiyle) yardıma mazhar
olacaksınız; ganimet elde edecek, selamete ereceksiniz. Sonra dönüp tepelikli
bir çayıra ineceksiniz. Hıristiyanlardan biri salibi kaldıracak ve: "Salib
galebe çaldı!" diyecek. Müslümarlandan bir adam öfkelenip onu (salibi)
kıracak. Bunun üzerine Rum, (antlaşmasına) ihanet edip büyük bir savaş için
toplanacak. Müslümanlar da silaha
sarılıp savaşacaklar. Allah bu orduya şehadet lutfedecek." [Ebu Davud,
Melahim 2, (4292, 4293).][67]
ـ4770 ـ5ـ
وعن أمُّ
سلَمَة زوج
النبي #
رَضِيَ اللّهُ
عَنْها قالت: ]
قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ # يَكُونُ
اخْتَِفٌ
عنْدَ مَوْتِ
خَلِيفَةٍ.
فَيَخْرُجُ
رَجُلٌ مِنْ
أهْلِ الْمَدِينَةِ
هَارباً الى
مَكَّةَ
فَيأتِيهِ
نَاسٌ مِنْ
أهْلِ
مَكَّةَ
فَيُخْرِجُونَهُ
وَهُوَ
كَارِهٌ،
فَيُبَايِعُونَهُ
بَيْنَ
الرُّكْنِ
وَالْمَقَامِ،
وَيُبْعَثُ
اليْهِمْ
بَعْثٌ مِن
الشَّامِ
فَيُخْسِفُ
بِهِمْ
بِالْبَيْداءِ
بَيْنَ
مَكَّةَ
وَالْمَدِينَةِ.
فَإذَا رَأى
النَّاسُ
ذلِكَ أتَاهُ
أبْدَالُ الشَّامِ
وَعَصَائِبُ
أهْلِ
الْعِرَاق
فَيَبُايِعُونَهُ.
ثُمَّ
يَنْشَأُ
رَجُلٌ مِنْ
قُرَيْش،
أخْوَالُهُ
كَلْبٌ
فَيَبْعَثُ إلَيْهِ
بَعْثاً
فَيَظْهَرُونَ
عَلَيْهِمْ
وَذلِكَ
بَعْثُ كَلْبٍ،
وَالْخَيْبَةُ
لِمَنْ
يَشْهَدْ غَنِيمَةَ
كَلْبٍ.
فَيَقْسِمُ
الْمَالَ وَيَعْمَلُ
في النَّاسِ
بِسُنّةِ
نَبِيِّهِمْ
وَيُلْقى
ا“سَْمُ
بِجِرَانِهِ
الى ا‘رْضِ، فَيَلْبَثُ
سَبْعَ
سِنِينَ،
وَقَالَ بَعْضُ
الرُّوَاةِ:
تِسْعَ
سِنِينَ،
ثُمَّ يَتَوَفَّى
وَيُصَلّى
عَلَيْهِ
الْمُسْلِمُونَ[.
أخرجه أبو
داود.قوله
»وَيُلِقى
ا“سَْمُ
بِجِرَانِهِ«
أى يقرّ قراره
ويستقيم: كما
أن البعير إذا
برك فاستراح
مدّ جرانه على
ا‘رض.
5. (4770)- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevcelerinden Ümmü
Seleme (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Bir halifenin ölümü anında (ehl-i hal ve akd arasında)
ihtilaf olacak. (O zaman) Medine ahalisinden bir adam (Mehdi) kaçarak Mekke'ye
gidecek. Mekke halkından bir kısmı ona gelecek ve (fitne çıkar korkusuyla)
istemediği halde onu (evinden) çıkaracaklar. Rükn ile Makam arasında ona biat
edecekler. Onları (ortadan kaldırmak için) Şam'dan bir ordu gönderilecek. Ordu
Mekke-Medine arasındaki el-Beyda'da yere batırılacak. İnsanlar bu (kerameti)
görünce Şam'ın ebdalı ve Irak ahalisinin velileri ona gelip biat ederler. Sonra
Kureyş'ten dayıları Kelb kabilesinden olan bir adam zuhur eder ve (Mehdi ve
adamlarına) karşı bir ordu gönderir. Ama onlar bu orduya galebe çalarlar. Bu ordu, Kelbî'nin
(ihtirasıyla çıkarılmış) bir ordudur. Bu Kelbî'nin ganimetine iştirak edemeyen
zarara uğramıştır. (Mehdi, malı taksim eder. Halk arasında peygamberlerinin
sünnetini (ihya eder ve onun) ile amel eder. İslam yeryüzünde yerleşir. Yedi
yıl hayatta kalır. -Bazı raviler dokuz yıl demiştir.- Sonra ölür ve Müslümanlar
cenaze namazını kılarlar." [Ebu Davud, Melahim 1, (4286, 4288, 4289).][68]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, birkaç meseleye birden temas etmektedir:[69]
Medine'den çıkıp kaçarak Mekke'ye giden zatı, bazı alimler Mehdi
olarak değerlendirmiştir. Bu kanaatte olan Tîbî, delil olarak bu hadisi Ebu
Davud'un Kitabu'lmehdî bölümünde kaydetmiş olmasını gösterir.
Hadisten anlaşıldığına göre, bir halifenin ölümü üzerine, yerine
seçilecek kimse meselesinde seçiciler (ehlü'lhal ve'l-akd) arasında ihtilaf
çıkar. Zikri geçen zat (Mehdi), emîrlik makamının mes'uliyetinden veya fitne
çıkmasından korkarak Mekke'ye kaçar. Ne de olsa orası, kendisine iltica
edenlere emniyet sağlayan, içinde yaşayanlara mabet olan mukaddes yerdir.
Mekke halkı onun halini anlayarak yalnız bırakmaz: Onu evinden
çıkarıp Ka'be'nin önünde Haceru'l-Esved Rüknü ile Makam-ı İbrahim arasında biat
eder. Ancak Şam'dan bir ordu gönderilerek bunlar tenkil edilmek istenir. Fakat
ordu Mekke-Medine yolu üzerinde el-Beyda'da yere batırılır. Bu kerametle
kıymeti ve makamı ortaya çıkan zatın etrafında, civarın salihleri toplanır; Şam'ın ebdalları, Irak'ın sulehası
vs. yanına gelip biat ederler.
Sonra, annesi Kelb kabilesinden olan Kureyşli birisi buna
(Mehdi'ye) karşı çıkar ve hatta bir ordu hazırlar. Mehdi ve adamları bu orduyu
bertaraf ederler, bol miktarda ganimet elde ederler.
Mehdi yedi veya dokuz yıl hayatta kalır. Sünneti ihya eder ve halk arasında sünnetle amel
edilmesini sağlar. İslam böylece sağlam bir şekilde yeryüzüne yerleşir.
Hadis, bu şekilde Mehdi'nin yapacağı icraatı özetler.
Mehdi hakkında yegane hadis
bu değildir. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), pek çok hadisiyle,
ahirzamanda çıkacak Mehdi'den bahsetmiş, icraatını ve diğer birkısım evsafını bildirmiştir.
Mehdi ile ilgili açıklamayı ileride (5004-5008. hadisler) yapacağımız için burada teferruata
girmeyeceğiz.[70]
Hadiste temas edilen diğer bir husus Şam'ın ebdallarıdır.
Ebdal, "bedel" kelimesinin cem'idir. Dilimizde abdal
şeklinde kullanılır. Kelime cemi olmasına rağmen müfred gibi kullanırız. Arapça
aslında da müfredi olan bedel pek
kullanılmamaktadır. en-Nihaye'de şu
açıklama yapılır: "Bunlar evliyalar ve abidlerdir; bedelin cem'idir. Ebdal
diye isimlenmişlerdir. Çünkü, her ne
vakit bunlardan biri ölecek olsa, bir başkası onun yerini alır." Suyûtî
Mirkatu's-Suud'da der ki: "Kütüb-i Sitte'de Ebdal'dan bahseden bir başka
hadis mevcut değildir. Sadece Ebu Davud'un bu hadisi onların zikrine yer
vermektedir. Ancak Hakim bu hadisi el-Müstedrek'te tahric etmiş ve sahih
olduğunu belirtmiştir. Kütüb-i Sitte dışında, ebdallar hakkında pek çok hadis
gelmiştir. Bunları müstakil bir kitapta topladım." İbnu'l-Cevzî, Ebdal'la
ilgili bütün rivayetlere "mevzu" demiştir. Ancak Suyûtî, ona karşı
çıkmıştır. Suyûtîye göre, ebdalle ilgili haber sahihtir. Hatta mütevatir de
denilebilir. "Çünkü der, rivayetler manevî mütevatir haddine ulaşmıştır. Öyle
ki, ebdalların varlığına kesinlikle
hükmetmek zaruret halini almıştır." İbnu Hacer, Fetava'sında: "Ebdallah
hakkında kimisi sahih kimisi gayr-i sahih bir çok hadis gelmiştir. Kutub'un
zikri bazı âsarda gelmiştir. Sufiler arasında meşhur olan evsafıyla Gavs
hakkında hiçbir rivayet sabit değildir" der.
Ebdallarla ilgili birkaç hadisi mealen kaydediyoruz:
* Ahmet İbnu Hanbel, Ubade İbnu's-Samit'ten merfu olarak
naklediyor: "Bu
ümmette ebdallah otuz tanedir. Kalpleri, Halilu'r-Rahman Hz. İbrahim
aleyhisselam'ın kalbi üzeredir. Bunlardan biri ölünce Allah onun yerine bir
başkasını koyar."
* Yine Ubâde'nin bir başka rivayeti şöyledir: "Ümmetimde
ebdallar otuz tanedir. Arz onlar sebebiyle ayaktadır, onlar sebebiyle yağmura mazharsınız, onlar
sebebiyle yardıma mazharsınız." Bu iki hadisin senedine "sahih"
denmiştir.
* Avf İbnu Malik'in Taberani'deki rivayeti şöyle:
"Ebdallar Şam ehli arasındadır. Onlar sebebiyle yardım görürler, onlar
sebebiyle rızka mazhar olurlar."
* Hz. Ali'nin rivayeti: "Ebdallar Şam'dadır. Onlar kırk
erkektir. Bunlardan biri öldü mü, Allah yerine birini koyar, yağmur onlar
sebebiyle sular, düşmanlara karşı onlar sebebiyle yardım edilir, Şam
ehlinden azap onlar sebebiyle bertaraf
edilir."
Bu son iki rivayetin hasen olduğu söylenmiştir.
Hilyetü'l-Evliya'da Ebu Nuaym'ın İbnu Ömer'den rivayeti şöyle:
"Her nesilde ümmetimin en hayırlıları 500 kişidir. Ebdallar da kırk
kişidir. Ne 500'ler için ne de 40'lar için eksilme vardır. Bunlardan bir kimse
ölünce Allah yerine 50'den birini alır, kırklara koyar." Yanındakiler:
"Ey Allah'ın Resulü! Bize onların amellerini söyle!" dediler. Buyurdu
ki: "Onlar kendilerine zulmedenleri affederler. Kendilerine kötülük
yapanlara iyilik yaparlar. Allah'ın kendilerine verdiği şeylerde başkalarına
pek cömert davranırlar."
Yukarıda kaydedilen hadislerde Ebdalların miktarı hakkında bazan
otuz bazan kırk sayısı zikredilmiştir. Şarihler arada bir tenakuz belirtirler
ve: "Çünkü derler, hadisin birinde "kırk erkek" denirken, diğerinde "Hz. İbrahim'in kalbi üzerine
otuz" denmiştir. Şu halde otuzu Hz. İbrahim'in kalbi üzerinedir, on adedi
öyle değildir." Münâvi, arzın ebdallah sayesinde ayakta kalması, yağmur ve
nusretin onlar vasıtasıyla gelmesi hususunda şu açıklamayı kaydeder:
"Peygamberler arzın direkleri idi. Peygamberlik kesilince, Allah onların
yerine bunları koydu. Bunların bir kısmı arz ehline yardım eder, feyzin gelmesini
artırır. Bazı âsarda gelmiştir ki: "Arz, peygamberlerin gidişinden Allah'a
şikayette bulunur. Allah Teala: "Senin sırtına otuz tane sıddîk
koyacağım" cevabını verir. Arz da sükunete erer." Ubade hadisinde
geçen: "..Onlar sebebiyle arz ayaktadır..." ibaresi, yine Hilye'nin bir başka rivayetinde: "Onlar
sebebiyle ihya edilir ve öldürülür, yağmur yağar, nebat biter, belalar
defedilir." Ravi der ki: "Haberi rivayet eden İbnu Mes'ud'a denildi
ki: "Nasıl, onlar sebebiyle ihya ve öldürme olur, yağmur yağar...?"
Şu cevabı verdi: "Çünkü onlar, Allah'tan ümmetlerin çoğalmasını taleb ederler ve çoğalırlar,
cebbarlara beddua ederler, onlar azalır.
Yağmur talep ederler, yağmur yağar. Onlar dilerler, onlar için arz nebat verir,
dua ederler, bu dua sebebiyle nice belalar defolur." Hakimu't-Tirmizî, şu
rivayeti kaydeder: "Arz Allah'a nübüvvetin kesilmesinden şikayette
bulundu. Allah Teala: "Senin sırtına kırk tane sıddîk koyacağım. Onlardan
biri ölünce, yerine bir başkasını bedel kılacağım. Bu sebeple onlara bedel dediler.
Allah onların ahlaklarını tebdil etti. Onlar arzın direkleridir, onlar
sebebiyle arz ayaktadır, onlar sebebiyle yağmur yağar.
"Bu ümmette ebdallar otuz kişidir. Hepsinin kalbi Hz. İbrahim
Halilurrahman'ın kalbi üzerinedir. İçlerinden biri ölünce, Allah onun yerine
bir başkasını bedel kılar" hadisini açıklayan Münavi şu bilgileri
kaydeder: "Bunların kalbine, Allah'a gitmede, Hz. İbrahim aleyhisselam'ın yolu açılır. Bir
rivayette: "Kalpleri bir kişinin kalbi üzeredir" ibaresi gelmiştir.
el-Hakim (et-Tirmizî) der ki: "Onlar böyle tek bir kalp gibi oldular.
Çünkü kalpleri Allah'tan başka herşeyle meşguliyeti terkeder, hepsinin tek
meşguliyeti Allah olunca kalplerde tam bir birlik hasıl olur." Futuhat-ı
Mekkiyye'de İbnu Arabî der ki: "Hadisteki "Hz. İbrahim'in kalbi
üzeredirler" sözü; bir başka hadiste geçen "Hz. Adem'in kalbi
üzeredirler" şeklindeki, beşer büyüklerinden birinin veya bir meleğin
kalbine izafe eden ifadelerin mânası şudur: Onlar İlahî marifetleri kazanmada
bu şahsın kalbiyle tekallüb eder (haşir neşir olur). Çünkü İlahî ilimlerin
varidatı, kalplere varid olur. Her bir ilim, melek ve peygamberden bir büyüğün
kalbine varid olur. O da bunu, kalbi kendi kalbi üzere olan bu kalplere ifaza
eder. Bu sebeple, bazı büyükler der ki: "Falan kimse falan kimsenin izi
üzeredir." Bunun mânası zikrettiğimiz şekildedir." el-Kayserî
er-Rumî, el-Arif İbnu Arabî'den naklen der ki: "Hadiste: "İbrahim
aleyhisselam'ın kalbi üzeredir" denmiştir. Çünkü velayet ikidir: Mutlak
velayet, mukayyed velayet. Mutlak
olan, küllî olan velayettir, bütün cüz'î
velayetler onun fertleridir. Mukayyed olan ise, hadiste geçen (Hz. İbrahim'in
yolu, Hz. Adem'in yolu... gibi) münferid velayetlerdir.
Küllî olsun, cüz'î olsun bu velayetlerden her biri marifetin zuhurunu talepeder. Bu ümmet
içerisinde, veraset yoluyla bütün peygamberlerin velayetleri zuhur etmiştir. Bu
sebeple bu hadiste "İbrahim aleyhisselam'ın kalbi üzere" denmiştir;
bir başka hadiste "Musa aleyhisselam'ın kalbi üzere" denmiştir.
Değişik hadislerde başka isimler de sayılmıştır. Peygamberimiz Muhammed Mustafa
(aleyhissalâtu vesselâm), velayet-i külliye dairesinin sahibi olması haysiyetiyle velayet-i külliye
sahibidir. Çünkü, bu küllî nübüvvetin
bâtını küllî velayet-i mutlakadır. Bu ümmet içerisinde, peygamberlerden
herbirinin velayetinin bir mazharı olunca, bu ümmette büyük peygamberlerden
herbirinin kalbi üzere olan kimseler bulunacaktır."
Münâvî ebdal diye tesmiye edilişlerine: "Çünkü onlar kötü
huylarını tebdil ettiler, nefislerini buna razı ettiler, böylece güzel ahlak
amellerinin zineti oldu" şeklinde bir yorum getirir.
Münâvî, otuz rakamıyla ilgili olarak şu açıklamayı yapar:
"Ehl-i hakikatın sözlerinin zahirine göre "otuz, onların muhtelif
mertebeleridir." el-Arif el-Mürsî der ki: "Melekût âleminde dolaştım.
Ebu Medyen'i, arşın tavanında muallak gördüm. Kızıl tenli, mavi gözlü
birisiydi. Kendisine: "İ-limlerin ve makamın nedir?" dedim. "Yetmiş bir ilim
biliyorum. Makamım da halifelerin dördüncüsü, yedi ebdalin başıdır" dedi.
"Ya Şazelî'nin durumu?"dedim. "O bir denizdir, onu ihata etmek
mümkün değildir!" dedi."
el-Arif el-Mürsî der ki: "Üstadım Şazelî'nin önünde
oturuyordum. Yanına bir cemaat girdi. Bana: "Bunlar ebdaldır" dedi.
Ben de basiretimle baktım. Onları ebdal
olarak görmedim ve hayrette kaldım. Şeyhim dedi ki: "Kim günahlarını
hasenata tebdil ederse, o kimse bedeldir."[71] Böylece anladım ki
ebdallığın ilk mertebesi günahların sevaba tebdilidir." İbnu Asakir'in
tahricine göre, İbnu'l-Müsennâ, Ahmed İbnu Hanbel'e: Bişru'l-Hafi İbni'l-Haris
hakkında sorunca: Ahmed İbnu Hanbel "Yedi Ebdal'in dördüncüsüdür"
diye cevap vermiştir.
Münâvî, İbnu Arabî'nin Hilyetu'l-Ebdal kitabından şunu kaydeder:
"Bir arkadaşımız anlattı ki; "Bir gece ben o günkü virdimi tamamlamış
olarak seccademde oturuyordum. Başım dizlerimin arasında Allah'ı zikrediyordum.
Derken bir şahsın altımdaki seccademi çekip, ona bedel bir hasır yaydığını
hissettim. "Bunun üzerinde namaz kıl" dedi. Halbuki odamın kapısı
üzerime örtülü idi. Bu durum bana bir korku verdi. Ama adam: "Allah'a dost
olan korku hissetmez" dedi ve arkadan ilave etti: "Her halinde
Allah'tan kork!" Sonra içimden bir ses geldi ve: "Ey Efendim!
Ebdallar ne ile ebdal oluyorlar?" diye sordum.
"Dört şeyle, dedi ki, bunları Ebu Talib, el-Kut'da
zikretmiştir. Samt (konuşmamak), uzlet, açlık, geceleyin uyumamak." Adam
sonra çekilip gitti. Odama nasıl girdi, nasıl çıktı bilemiyorum. Çünkü kapım
kapalıydı." el-Arif İbnu Arabî der ki: "Bu ebdallardan biridir, ismi,
Muaz İbnu Eşres'dir. Mezkur olan dört şey de bu yüce yolun temelleri ve
esaslarıdır. Kimin bu yolda ayağı ve
sebatı yoksa, o kimse Allah'ın yolundan sapmış demektir." İbnu Arabî
devamla der ki: "Bir ebdal, bir yeri terketti mi, yerine oraya ruhani bir
hakikati koyar. Bu velinin göç ettiği bu yer ahalisinin ervahı onun etrafında
toplanır. Bu yerdeki insanlardan birinde, bu şahsa karşı şiddetli bir şevk ve
arzu zuhur etse, o şahsın yerine, bedel kıldığı bu ruhanî hakikat cesed giyer ve onlarla
konuşur. Onlar da kendilerine gaib olduğu halde buna konuşurlar. Bu hal, bazan
ebdaldan olmayan kimse hakkında da cereyan eder. Ancak bu ikisi arasında fark
vardır: Ebdal olan gitmiştir ve yerine başkasını bıraktığını bilir. Ebdal
olmayan ise, onu bıraksa da bunu bilmez. Çünkü bu dört şeye onun hakkında
hükmedilemez."
Bazı rivayetlerde
ebdalların evsafıyla muttasıf olmanın yolu çok namaz, çok oruçtan
ziyade, ahlâkî kemalden geçtiği
belirtilir. Hakimu't-Tirmizî, Ebu'd-Derda'dan kaydettiği bir rivayette şunu
ziyade etmiştir:
"Onlar insanları ne çok namaz kılarak, ne çok oruç tutarak,
ne de çok tesbih çekerek geçmiş değillerdir. Fakat onları öne geçiren husus
güzel ahlak, vera ve takvada sıdk, halis niyet, iç temizliği gibi ahlakî
düsturlardır. (Bunlar(a uyanlar) hizbullahtır. Hizbullah olanlar kurtuluşa
erecek olanlardır)" (Mücâdile 22). Bunlara ebdal denmiştir. Çünkü onlar,
önceki yerlerinde kendilerine benzeyen bir başkasını bedel bırakarak başka bir
yere göçerler. Cinler hakkında muhtelif suretlere bürünmek caiz olunca,
melekler ve evliyalar hakkında bu evladır. Sufiyye mesleğine göre, cisimler âlemi
ile ruhlar alemi arasında orta bir âlem mevcuttur; buna âlem-i misal derler.
Onlara göre bu âlem, cesedler âleminden daha latif, âlem-i ervahtan daha
kesiftir. Ruhların cesed giyme ve muhtelif şekillerde zuhur etme hadisesini bu
âlem-i misale bina ederler. Bir velinin tavırdan tavıra geçmek (suretiyle
terakki etmesi) üç şekilde husul bulur:
1) Cinlerde olduğu gibi, temsil ve teşekkül yoluyla birçok
sureti alma hali.
2) Farklı suretlere bürünmeden arzın dürülmesi, mesafenin
tayyedilmesi suretiyle farklı yerlerde görünme hali. Bunun sonucu olarak onu
iki ayrı şahıs, aynı bünye ve şekil içinde ayrı ayrı yerlerde görebilir. Allah
bunu, arzı dürmek ve görmeye mani perdeleri kaldırmak suretiyle gerçekleştirir.
Kişi aslında bir yerde olduğu halde iki yerde zannedilir. Bunun en iyi örneği,
(Mirac dönüşü Mekkelilerin dileği üzerine) Beytu'l-Makdis'le Resulullah
arasındaki perdelerin kalkması ve
Aleyhissalâtu vesselâm'ın onu tasvir etmesidir.
3) Velinin cüsse itibariyle
kevni dolduracak kadar azamet ve büyüklük kesbetmesi ve bu yolla her tarafta müşahade
edilmesidir.
Gazâlî der ki: "Ebdallar insanların ve halkın gözünden
saklıdırlar. Çünkü bunlar, devrin alimlerine bakmaya tahammül edemezler. Çünkü
bunlar, onlar nazarında Allah'ın cahilidirler. Onlar ise, nefisleri yanında ve
cahiller nazarında ulemadırlar."[72]
İbnu Arabî der ki: "Allah'ın kendileriyle alemi muhafaza
buyurduğu direkler dörttür. Bunlar ebdallardan daha hastırlar. İki imam ise
bunlardan daha hastırlar. Kutup ise hepsinden ehastır. Ebdal, kötü vasıfları iyileriyle tebdil eden herkes için
kullanılan müşterek bir lafızdır ve bunu muayyen bir miktar hakkında
kullanırlar. Bu muayyen miktar kırktır; otuz da denmiştir, yedi de denmiştir.
Her birinin, dört direk (veted)den bir direği, Beyt'in rükünlerinden bir rüknü
vardır. Hz. İsa'nın kalbi üzere olanlara Rükn-i Yemanî, peygamberlerden bir
peygamberin kalbi üzere olanla, Hz. Adem'in kalbi üzere olan kimseye Rükn-i
Şamî; Hz. İbrahim'in kalbi üzere olana, Rükn-i Irâkî; Hz. Muhammed
(aleyhissalâtu vesselâm)'in kalbi üzere olana da Rükn-i Hacer-i Esved vardır.
Bu, Allah'a hamdolsun bizimdir."[73]
Asaib, en Nihaye'nin açıkladığı üzere "İsabe"nin
cem'idir. Miktarı, on'dan kırk'a kadar olan cemaat demektir. Hadiste,
hayırlılar cemaati mânasınadır. Hz. Ali'nin bir rivayeti şöyle: "Ebdallar
Şam'dadır; Nücebâ Mısır'dadır; Asa-ib de Irak'dadır." Şu halde, asaib
salihler, iyiler mânasına gelir. Hadiste, ıstılah olarak kullanılmış olup
Irak'da bulunan salihleri ifade etmektedir.
Anlaşılacağı üzere hadis, ebdal,
nüceba, asaib gibi kelimelerle ifade edilen salih, zahid ve veli
kulların Mehdi'ye delalet edeceklerini ifade etmektedir.[74]
ـ4771 ـ6ـ
وعن
ثَوْبَانِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
يُوشِكُ
ا‘ُمَمُ أنْ
تَدَاعِى
عَلَيْكُمْ كَمَا
تَتَدَاعَى
ا‘كَلَةُ الى
قَصْعِتِهَا.
فقَالَ
قَائِلٌ: مِنْ
قِلَّةٍ
نَحْنُ يَوْمَئِذٍ؟
قَالَ: َ. بَلْ
أنْتُمْ
يَوْمَئِذٍ كَثِيرٌ،
وَلكِنَّكُمْ
غُثَاءٌ
كَغُثَاءِ السَّيْلِ،
وَلَيَنْزَعَنَّ
اللّهُ مِنْ صُدُورِ
عَدُوِّكُمُ
الْمَهَابَةَ
مِنْكُمْ،
وليَقْذِفِنَّ
في
قُلُوبِكُمُ
الْوَهْن.
قِيلَ: وَمَا الْوَهْنُ؟
قَالَ: حُبُّ
الدُّنْيَا
وَكَرَاهَةُ
الْمَوْتِ[.
أخرجه أبو
داود.»التَّدَاعِي«
التتابع: أى
يدعو بعضها
بعضاً
فتجيب.و»ا‘كَلةُ«
جمع
آكل.و»الغُثَاءُ«
ما يلقيه
السيل .
6. (4771)- Hz. Sevban
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Size çullanmak üzere, yabancı kavimlerin, tıpkı sofraya
çağrışan yiyiciler gibi, birbirlerini çağıracakları zaman yakındır.
"Orada bulunanlardan biri: "O gün sayıca azlığımızdan
mı?" diye sordu:
"Hayır, buyurdular. Bilakis o gün siz çoksunuz. Lakin sizler
bir selin getirip yığdığı çerçöpler gibi hiçbir ağırlığı olmayan çerçöpler
durumunda olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı korku duygusunu çıkaracak ve sizin
kalplerinize zaafı atacak!"
"Zaaf da nedir ey Allah'ın Resulü?" denildi.
"Dünya sevgisi ve ölüm korkusu!" buyurdular." [Ebu
Davud, Melahim 5, (4297).][75]
AÇIKLAMA:
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), düşmana karşı gerçek gücün ve
gerçek zaafın ne olduğunu iki kelime ile ifade etmektedir:
* Dünya sevgisi
* Ölüm korkusu
Bunların zıddı
da gerçek gücü ifade eder.
Sadece
ekonomik gücün değil, her çeşit insanî ve medenî kıymetlerin bile rakama
dökülüp kemiyetle ifade edildiği günümüz telakkisinden ne kadar farklı?
İslam'ın bidayetteki kemmî azlık ve ekonomik hiçliğe rağmen şehit olmak hırsı
ve Allah yolunda ölmek aşkıyla doluluk
sebebiyle elde edilen başarıları ve ulaşılan iktisadî zenginliği delil
kılarak, hadisin İslam âleminin günümüzdeki problemlerine de çözüm formülü olabilecek
bir hakikatı dile getirdiğini söylemek istiyoruz.[76]
اَلَّلهُمَّ
اَرِنَا
الْحَقَّ
حَقّا
وَارْزُقْنَا
اِتِّبَاعَهُ
ـ4772 ـ7ـ
وعن حذيفة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
أنّهُ قال:
]واللّهِ مَا
أدْرِى
أنسِيَ
أصْحَابِي أمْ
تَنَاسَوْا؟
واللّهِ مَا
تَرَكَ
رَسُولُ اللّهِ
# مِنْ
قَائِدِ
فِتْنَةٍ الى
انْقِضَاءِ
الدُّنْيَا
يَبْلُغُ
مَنْ مَعَهُ
ثَثَمِائَةٍ
فَصَاعِداً إ
سَمَّاهُ
لَنَا بِاسْمِهِ
واسْمِ
أبِيهِ
وَقَبِيلَتِهِ[.
أخرجه أبو
داود .
7. (4772)- Hz. Huzeyfe
(radıyallahu anh) diyor ki:
"Vallahi bilemiyorum! Arkadaşlarım gerçekten unuttular mı yoksa unutmuş mu
gözüküyorlar? Allah'a kasem olsun, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) kıyamete
kadar gelecek fitne başılardan üç yüz ve daha fazla etbaı bulunan herkesi,
hiçbirini bırakmadan, bize ismiyle, babasının ismiyle, kabilesiyle söyleyip
haber verdi." [Ebu Davud, Fiten 1, (4243).][77]
* İSMEN ZİKREDİLMEYEN FİTNELER
ـ4773 ـ1ـ عن
أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
بَادِرُوا
بِا‘عْمَالِ
فِتَناً
كَقِطَعِ
اللَّيْلِ
الْمُظْلِمِ
يُصْبِحُ
الرَّجُلُ
مُؤْمِناً،
وَيُمْسِي
كَافِراً
وَيُمْسِي مُؤْمِناً
وَيُصْبِحُ
كَافِراً
يَبِيعُ دِينَهُ
بِعَرَضٍ
مِنَ
الدُّنْيَا[.
أخرجه مسلم والترمذي
.
1. (4743)- Hz. Ebu
Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Karanlık gecenin parçaları gibi olan fitnelerden önce,
hayırlı ameller işlemede acele edin. O fitne geldi mi kişi mü'min olarak sabaha
erer de kâfir olarak akşama girer. Mü'min olarak akşama erer de kafir olarak
sabaha ulaşır; dinini basit bir dünya menfaatine satar." [Müslim, İman
186, (118); Tirmizî, Fiten 30, (2196).][78]
ـ4774 ـ2ـ
وعن ابْنِ
مَسْعُودٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
تَكُونُ في هذِهِ
ا‘ُمَّةِ
أرْبَعُ
فِتَنٍ، في
آخِرِهَا الْفَنَاءُ[.
أخرجه أبو
داود .
2. (4774)- İbnu Mes'ud
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Bu ümmette dört (büyük) fitne olacak. Sonuncusunda kıyamet
kopacak!" [Ebu Davud, Fiten 1, (4241).][79]
AÇIKLAMA:
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu hadislerinde kıyamete
kadar vukua gelecek dört mühim dahilî fitneden bahsetmektedir. Bu fitnelerin
umumi vasfı Taberânî'nin İmran İbnu Husayn'dan yaptığı bir rivayette
belirtilmiştir:
"Dört (büyük) fitne olacak. Birincide kan helal addedilecek;
ikincide hem kan hem de mal helal addedilecek; üçüncüde hem kan, hem mal, hem
de fercler helal addedilecek; dördüncü fitne Deccal fitnesidir."[80]
ـ4775 ـ3ـ
وعن
عَرْفَجةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
سَتَكُونُ
هَنَاتٌ
وَهَنَاتٌ،
فَمَنْ
أرَادَ أنْ
يُفَرِّقَ أمْرَ
هذِهِ
اُمَّةِ وَهِىَ
جَمِيعٌ
فَاضْرِبُوهُ
بِالسَّيْفِ
كَائِناً
مَنْ كَانَ.
وَفي روايةٍ:
فَاقْتُلُوهُ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود
والنسائي.»الهنات«
جمع هنة، وهي
الخصلة من
الشر دون
الخير .
3. (4775)- Arfece (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Şerler ve fesadlar olacak. Kim, birlik içinde olan bu
ümmetin işinde tefrika çıkarmak isterse, kim olursa olsun kılıçla boynunu
uçurun." -Bir rivayette: "...onu öldürün!" denmiştir-"
[Müslim, İmaret 59, (1852); Ebu Davud, Sünnet 30, (4762); Nesâî, Tahrim 6, (7,
93).[81]
ـ4776 ـ4ـ
وعن معاوية
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَامَ
فِينَا
رَسُولُ
اللّهِ #
فقَالَ: أَ
إنَّ مَنْ
كَانَ
قَبْلَكُمْ
مِنْ أهْلِ
الْكِتَابِ
افْتَرقُوا
عَلى
اثْنَيْنِ
وَسَبْعِينَ
مِلَّةً،
وَإنَّ هذِهِ
اُمَّةِ
سَتَفْتَرِقُ
عَلى ثََثٍ
وَسَبْعِينَ
فِرْقَةَ:
ثِنْتَانِ
وَسَبْعُونَ في
النَّارِ،
وَوَاحِدَةٌ
في
الْجَنَّةِ، وَهِىَ
الْجَمَاعَةُ[.
أخرجه أبو
داود.وزاد في
رواية:
»سَيَخْرُجُ
مِنْ
أُمَّتِى
أقْوَامٌ
تَتَجَارَى
بِهِمُ
ا‘هْوَاءُ
كَمَا يَتَجَارَى
الْكَلَبُ
بِصَاحِبهِ َ
يَبْقى مِنْهُ
عِرْقٌ وََ
مَفْصِلٌ إَّ
دَخَلَهُ«.و»التَّجَارِى«
تَفَاعَل من
الجرى وهو
الوقوع في
ا‘هواء الفاسدة.و»التَّدَاعِى«
فيها، تشبيها
بجرى الفرس.»الكَلَبُ«
بتحريك الم:
داء معروف
يعرض للكلب، إذا
عض إنساناً
عرضت له أعراض
رديئة فاسدة
قاتلة، فإذا
تجارى با“نسان
وتمادى به هلك
.
4. (4776)- Hz. Muâviye
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir
gün) aramızda doğrulup buyurdular ki:
"Haberiniz olsun! Sizden önce Ehl-i Kitap, yetmiş iki millete
(dine) bölündüler. Bu ümmet ise yetmiş üç fırkaya bölünecek. Bunlardan yetmiş
ikisi ateşte, sadece biri cennettedir. Bu da (Ehl-i Sünnet
ve'l-Cemaattir." [Ebu Davud, Sünnet 1, (4597).]
Bir rivayette şu ziyade var: "Ümmetimden bir kısım gruplar
çıkacak, bunları bid'alar istila edecek, tıpkı
kuduzun, buna yakalanan kimsede hiç bir damar, hiçbir mafsal bırakmayıp
her tarafını sardığı gibi, bu bid'a da onların her hallerine sirayet
edecek." [82]
AÇIKLAMA:
Bid'a, daha önce[83] açıkladığımız üzere
sünnette olmayan, sonradan çıkan her şey mânasına gelir. Bunlardan bir kısmı hayatın gelişmesi sebebiyle ortaya çıktığı için,
İslam alimleri normal karşılamış hatta مَنْ
سَن
َّسُنَّةً
حَسَنَةً hadisi açısından,
bu çeşit bid' aya teşvik bile etmiştir. Bunlara bid'ayı hasene demişlerdir.
Burada mevzubahis edilen, kötülenen bid'a bu değildir. Reddedilen bid'a,
sünnete aykırı olan, alındığı takdirde bir sünnetin terkini gerektiren
bid'attir. Bu bid'ate bid'at-i seyyie denmiştir.
Şunu da belirtmede fayda var: Halkımızın bid'at deyince anladığı
şey, davranışlarla ilgili olan, maddî olan bid'attir. Halbuki hadiste bid'at
deyince sadece maddî şeyler kastedilmez. İnançlar, telakkiler ve anlayışlarda
da bid'at olabilir. Hatta bu çeşit
bid'at önce gelir. Zîra kişinin inançlar telakkiler dünyasında, yani ruh
âleminde bid'at yer etmeden, fiillerine, eşyalarına yani yaşayışına bid'at
girmez. Nitekim ulemâ nezdinde ehl-i bid'at tabiri öncelikle Ehl-i Sünnet
ve'l-Cemaat dışında kalan sapık mezhepleri ifade eder. Bu mezhep mensupları,
Ehl-i Sünnetten kılık kıyafetle, kullandığı eşyalarla ayrılmazlar; sadece bazı
temel meselelerdeki nokta-i nazarlardan ayrılırlar. Yani belirtmek istediğimiz
husus, bid'at deyince itikada, inanca, telakkiye müteallik farklılıkların,
sünnete aykırılıkların kastedildiğini
tebarüz ettirmektir. Bilhassa geçmiş dönemlerde, kılıkkıyafet, kullanılan eşya
ve hatta hayat tarzları ve
davranışlarıyla birbirinin aynısı olan insanlardan bir kısmı Ehl-i Sünnet, bir
kısmı ehl-i bid'at idiyse, aradaki fark sadece inanç cihetinden gelmekte idi. Ehl-i
Sünnet, Kur'an-ı Kerim'in açıklamasında sünneti esas alanlardır. Ehl-i bid'a
veya ehl-i heva denenler de sünneti reddedip, onun yerine beşerî hevayı
koyanlardır. Beşerî hevâ fertten ferde değişebileceği için, onlar sayıca
çoktur. Hadiste ümmetin yetmiş üç fırkaya ayrılacağı belirtildikten sonra
bunlardan sadece birinin yani sünnete uyanlar fırkasının kurtuluşa ereceği,
geri kalanların ateşte olacağı belirtilmiştir. Aslında heva fırkalarının sayısı
yetmiş ikiden pek çok kereler fazladır.
Alimler hadisteki "yetmiş
iki"den muradın, çokluk ifade ettiğini belirtirler. Ehl-i Sünnet, sünnete
dayandığı için onun fırkaları yoktur. Bazı meselelerde ihtilaf ve farklılıklar
olsa da bu yine bir sayılır. Çünkü, bu ihtilaflar da sünnete dayanır. Aynı
meselede iki veya üç farklı sünnet, iki veya üç ayrı görüşe sebep olmuştur.
Ancak bunlardan hiçbirine "sünnet dışı" denemez.
2- Hadiste, tıpkı vücudun her bir organına sirayet edip
tesirini gösteren kuduz gibi, bid'anın
da buna giren kimsenin hayatının her veçhesine, her safhasına gireceği beyan
edilmektedir. Bu, "sünneti terk" prensibinin getireceği tabii
neticeyi nazara vermektir. Sünneti
terketme, kişinin ruh dünyasına bir mikrop gibi girdi mi, sünnetin
taalluk ettiği her hususta neticesi hasıl olacak demektir.
Hayatımızda sünnetin müdahale etmediği, yönlendirmediği hangi
husus var? Kılık kıyafetten yeme-içme,
oturmakalkma, uyuma, konuşma... âdabına, dost veya düşmanla, komşuyla
münasebetlerimize, canlı ve cansız tabiatta tasarrufa, Kur'an ayetlerinin
tefsirine varıncaya kadar sayılamayacak kadar çok hususlarda sünetin yeri var, nuru var. Öyleyse "süneti
terk" prensibi benimsenince, tıpkı kuduz hastalığının vücudun her tarafına
sirayet etmesi gibi bid'a da mü'min kişinin hayatını her meselede sararak,
belli bir duruş noktası, hudud tanımayacaktır.[84]
ـ4777 ـ5ـ
وعن ابْنِ
عَمْرِو
العاص رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
لَيَأتِيَنَّ
عَلى
أُمَّتِى مَا
أتَى عَلى
بَنِي إسْرَائِيلَ
حَذْوَ
النَّعْلِ
بِالنَّعْلِ،
حَتّى إنْ
كَانَ
مِنْهُمْ
مَنْ أتَى
أُمَّهُ
عََنِيَةً
لَيَكُونَنَّ
في أُمَّتِى
مَنْ يَصْنَعُ
ذلِكَ،
وَإنَّ بَنِي
إسْرَائِيلَ
تَفَرَّقَتْ
عَلى
اثْنَيْنِ
وَسَبْعِينَ
مِلَّةً،
وَسَتَفْتَرِقُ
أُمَّتِى
عَلى ثََثٍ
وَسَبْعِينَ
مِلَّةً؛
كُلُّهَا في
النَّارِ إَّ
مِلَّةً
وَاحِدَةً.
قَالُوا مَنْ
هِىَ؟ قَالَ:
مَنْ كَانَ
عَلى مَا أنَا
عَلَيْهِ
وَأصْحَابِى[.
أخرجه
الترمذي.»حَذوَ
النَّعْلِ
بِالنَّعْلِ«
أى مثل النعل
‘ن إحدى
النعلين تقطع
وتقدّ على حذو
النعل ا‘خرى،
والحذو:
التقدير. قال
الخطابى: في
قوله #: ستفترق
أمتى، دلة على
أن هذه الفرق
غير خارجة عن
الملة والدين
إذ جعلهم من
أمته .
5. (4777)- İbnu Amr İbni'l-As
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Benî İsrail üzerine gelen şeyler, aynıyla ümmetimin üzerine
de gelecektir. Öyle ki onlardan alenî
olarak annesine gelen olmuşsa, ümmetimden de bu çirkin işi mutlaka yapan
olacaktır. Nitekim, Benî İsrail yetmiş iki millete (dine, fırkaya) bölünmüştü.
Benim ümmetim de yetmiş üç millete bölünecektir. Bunlardan bir tanesi hariç
hepsi ateştedir."
"Bu fırka hangisidir?" diye soruldu.
"Benim ve ashabımın üzerinde olduğu şeyden
ayrılmayanlardır!"
buyurdular." [Tirmizî, İman 18, (2643).][85]
AÇIKLAMA:
1- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), her fırkayı burada
millet olarak isimlendirmektedir. Millet, aslında insanların Allah'a yakınlık
sağlayabilmeleri için Allah tarafından peygamberleri diliyle teşri edilen şey,
yani din mânasına gelir. Bütün şeriatler için kullanılır. Herhangi bir şeriati
ifade etmek için izafet yapılır; millet-i İbrahim, millet-i Muhammed gibi.
Ulema kelimeyi daha sonra öncelikle batıl fırkaları ifade etmede kullanmıştır.
Çünkü bunlar, aradaki farklılıkları büyüterek, herbiri diğerinden ayrı bir
dinmiş gibi ortaya çıkmış ve mecazî olarak da
millet diye isimlendirilmiştir. Bazı alimler, hak da olsa batıl da olsa
bir cemaatin müştereken benimsediği her bir fiil ve kavle millet demiştir.
Öyleyse hadis, ümmet efradının, biri diğerinden farklı düşünce ve
davranışları benimseyen birkısım fırkalara ayrılacağını ifade etmiş olmaktadır.
Bu farklılıklar hevadan geleceği için hepsi batıl olup , sadece bir fırka
sünnetten ayrılmayacağı için haktır.
Mirkat'ta Aliyyu'l-Kârî Mevakıf'tan naklen belli başlı İslamî
fırkaları sekiz kısma ayırır:
1) Mu'tezile: Bunlar "Kul, fiilinin halıkıdır"
derler, rü'yeti reddederler, sevap ve ikabın vacip olduğunu söylerler. Başlıca
20 fırkaya ayrılmışlardır.
2) Hz. Ali muhabbetinde ifrata kaçan Şia. Bunlar 22 fırkaya
ayrılmıştır.
3) Hz. Ali'yi ve büyük günah işleyenleri tekfirde ifrata kaçan
Haricîler. Bunlar 20 fırkaya ayrılmıştır.
4) İman olunca günah zarar vermez, tıpkı küfür varsa amelin fayda
vermediği gibi diyen Mürcie. Bunlar 5 fırkadır.
5) Fiillerin yaratılması meselesinde Ehl-i Sünnet gibi
düşünmekle birlikte, Allah'tan sıfatları
nefyetmede ve kelamın hadis olduğunu iddiada Mu'tezile gibi düşünen
Neccâriye. Bunlar 3 fırkadır.
6) İnsanda ihtiyar yoktur, fiilinde mecburdur diyen Cebriyye.
Bunlar tek fırkadır.
7) Allah'ı cisim yönüyle insana benzeten ve hulul iddia eden
Müşebbihe. Bir fırkadır.
8) Ehl-i Sünnet. Bu da tek fırkadır. Hepsinin toplamı 73
yapar.
Bunların tali fırkaları mevzubahis edilmemiştir.
2- Burada şu hususu da
belirtmemiz gerekir: Bu hadisi açıklayan alimlerimiz Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın burada, fıkhî meselelerdeki haram helal şeklindeki
ihtilafları kastetmediğini belirtirler. Öyleyse hadiste zemmedilen fırkalar
tevhid esaslarında hayır ve şerrin takdirinde, risalet ve peygamberliğin
şartları, sahabenin müvalatı gibi, daha çok itikada giren meselelerde haktan
ayrılıp hevaya sapan fırkalardır. Çünkü bu meselelerde ihtilaf edenler
birbirlerini tekfir etmişlerdir. Halbuki ahkâm-ı fer'iyye ve fıkhiyyede
ihtilafa düşenler arasında birbirlerini tekfir ve tefsik yoktur. Bu sebeple
sadedinde olduğumuz hadiste temas edilen ümmetin fırkalara ayrılma işinden
muradın, bu itikadi meselelerdeki ayrılıklar olduğu kabul edilmiştir.
Bu tefrikalar, daha Sahabe hayatta iken, Sahabe devrinin sonlarına
doğru, Ma'bedu'l-Cühenî ve ona tabi olanlar tarafından çıkarılmaya başlanmış,
zaman içinde inkişaf kaydetmiş, belli başlı yetmiş üç fırkayı bulmuştur.[86]
ـ4778 ـ6ـ
وعن عائشة
رَضِيَ اللّهُ
عَنْها قالت:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: َ يَذْهَبُ
اللَّيْلُ
وَالنَّهَارُ
حَتّى تُعْبَدَ
الَّتُ
وَالْعُزَّى.
فَقُلْتُ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ؟ إنْ
كُنْتُ ‘ظُنُّ
حِينَ أنْزَلَ
اللّهُ
تَعالى: هُوَ
الَّذِى
أرْسَلَ رَسُولَهُ
بِالْهُدَى
وَدِينِ
الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ
عَلى
الدِّينِ
كُلِّهِ. أنَّ
ذَلِكَ تَامٌّ.
قَالَ: إنَّهُ
سَيَكُونُ
مِنْ ذلِكَ
مَا شَاءَ
اللّهُ
تَعالى ثُمَّ
يَبْعَثُ
اللّهُ
رِيحاً
طَيِّبَةً
فَيُتَوَفّى
كُلُّ مَنْ
كَانَ في
قَلْبِهِ
مِثْقَالُ
حَبَّةٍ مِنْ
خَرْدَلٍ
مِنْ
إيمَانٍ،
فَيَبْقى
مَنْ َ خَيْرَ
فيهِ
فَيَرْجِعُونَ
الى دِينِ
آبَائِهِمْ[.
أخرجه مسلم .
6. (4778)- Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir
gün):
"Lât ve Uzza'ya (tekrar) tapılmadıkça gece ile gündüz
gitmeyecektir!" buyurdular. Ben atılıp: "Ey Allah'ın Resulü! Allah
Teala Hazretleri "O Allah ki Resulünü hidayet ve hak dinle göndermiştir,
ta ki onu bütün dinlere galebe
kılsın" (Saff 9) ayetini indirdiği zaman ben bunun tam olduğunu zannetmiştim!" dedim. Aleyhissalâtu
vesselâm cevaben:
"Bu hususta Allah'ın dediği olacak. Sonra Allah hoş bir
rüzgar gönderecek. Bunun tesiriyle kalbinde zerre miktar imanı olanın ruhu
kabzedilecek. Kendisinde hiçbir hayır olmayan kimseler dünyada baki kalacaklar
ve bunlar atalarının dinlerine dönecekler!" buyurdular." [Müslim
Fiten 52, (2907).][87]
ـ4779 ـ7ـ
وعن ثَوْبَان
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
إنَّمَا
أخَافُ عَلى أُمَّتِى
ا‘ئِمَّةَ
الْمُضِلِّينَ،
وَإذَا
وُضِعَ
السَّيْفُ في
أُمَّتِى
لَمْ يُرْفَعْ
عَنْهَا الى
يَوْمِ
الْقِيَامَةِ،
وََ تَقُومُ
السَّاعَةُ
حَتّى
تَلْتَحِقَ
قَبَائِلُ
مِنْ أُمَّتِى
بِالْمُشْرِكِينَ،
وَحَتّى
تَعْبُدَ
قَبَائِلُ
مِنْ
أُمَّتِى
ا‘وْثَانَ،
وَإنَّهُ
سَيَكُونُ في
أُمَّتِى
ثََثُونَ كَذّاباً
كُلُّهُمْ
يَدَّعِى
أنَّهُ
نَبِىٌّ،
وَأنَا
خَاتَمُ
النَّبِيِّينَ
َ نَبِيَّ بَعْدِي،
وََ تَزَالُ
الطَّائِفَةُ
مِنْ
أُمَّتِى
عَلى الْحَقِّ
َ
يَضُرُّهُمْ
مَنْ
خَالَفَهُمْ
حَتّى
يَأتِىَ
أمْرُ اللّهِ
وَهُمْ عَلى
ذلِكَ[.قَالَ
علي بن
المدينى رحمه
اللّه تعالى:
هم أصحاب
الحديث. أخرجه
مسلم وأبو
داود
والترمذي مفرقا،
وأخرجه رزين
بهذا اللفظ .
7. (4779)- Sevban
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Ümmetim için saptırıcı imamlardan korkarım. Ümmetimin
arasına kılıç bir kere girdi mi, artık kıyamet gününe kadar kaldırılmaz. Ümmetimden bir kısım kabileler
müşriklere iltihak etmedikçe, ümmetimden
bir kısım kabileler putlara tapmadıkça
kıyamet kopmaz. Ümmetimde otuz tane
yalancı çıkacak hepsi de kendisinin peygamber olduğunu iddia edecek. Halbuki
ben peygamberlerin mührüyüm (sonuncusuyum) ve benden sonra peygamber de yoktur.
Ümmetimden bir grup hak üzerinde olmaktan geri durmaz. Onlara muhalefet edenler
onlara zarar veremezler. Allah'ın (Kıyamet) emri, onlar bu halde iken
gelir."
Ali İbnu'l-Medînî: "Bunlar ashabu'lhadistir"
demiştir." [Müslim, İmaret 170, (1920); Ebu Davud, Fiten 1, (4252);
Tirmizî, Fiten 32, (2203, 2220, 2230). Hadisi, Müslim, Ebu Davud ve Tirmizî
parça parça rivayet etmişlerdir. Rezin ise bu lafızla (kaydettiğimiz şekilde
tek bir rivayet halinde) tahriç etmiştir.][88]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, kıyamete yakın hakim olacak fitne ahvaliyle
ilgili olarak muhtelif durumları zikretmektedir. Teysir müellifinin de
belirttiği üzere, kaynaklarda farklı rivayetler halinde parça parça rivayet
edilmiş olduğu halde, Rezîn bunları tek bir rivayet olarak kaydetmiştir. Ulema
sıhhat yönünden eşit olan hadislerin bu suretle rivayetinde beis görmez. Ancak
aralarında sıhhat açısından farklılıklar bulunan rivayetlerin birleştirilmesi
kesinlikle caiz olmaz.
2- Saptırıcı imam, ümmetin haktan ayrılarak batıla, sapıklığa,
fıskafücura gitmesine sebep olandır. Saptırma inanç ve fikirlerde olduğu gibi,
yaşayışta da olabilir. Hadiste "İnsanlar önderlerinin dini üzeredir"
denmiştir. Bazı hadislerde bu saptırıcıların cahil olacakları, Allah'tan korkmayacakları da belirtilir. Bir
Müslim hadisi şöyle "Allah... insanlara cahil başlar bırakır. Bunlar ilme dayanmayan fetvalar vererek dalalete
düşerler. Halkı da dalalete atarlar."
Bu rivayet Buharî'de gelmiştir.
3- Ümmet arasına kılıç girmekten maksad, fitnedir. Yani
Müslümanların, kendi aralarında ihtilaf
ederek birbirlerini öldürmeleri, Hz. Osman (radıyallahu anh)'ın şehit
edilmesiyle başlayan bu hal günümüze kadar ortadan kalkmış değildir. Böylece,
bu hadisi de Resulullah'ın mucizelerinden biri olarak değerlendirebiliriz.
4- Ümmetten bir kısmının puta
tapması, müşriklere iltihak etmesi de açık bir durumdur. Bazı şarihler
burada işaret edilen putun manevi
olabileceğini söylemiştir. Nitekim bir başka hadiste "Dinar ve dirheme
(paraya) kul olanlar helak olmuştur"
buyrularak sadece puta değil,
parayapula da kul olunabileceğine dikkat çekilmiştir. Günümüzde, İslam
beldelerinde her iki çeşit putçuluktan bahsedilebilir.
5- Resulullah, bu hadislerinde kıyamete kadar çok sayıda
yalancı peygamberlerin çıkacağını haber vermektedir. Bunlar sayıca otuzu
bulacaktır.
6- Hadis, kıyamete kadar İslam'ı yaşayan, İslam için açıktan
açığa mücadele eden bir grubun varlığını devam ettireceğini ifade eder. Ahmed
İbnu Hanbel'e göre bunlar ehl-i hadistir. Buhari'ye göre ehl-i ilimdir. Nevevî
daha geçerli bir yorumla bunların ümmetin her taifesinde olabileceğine dikkat
çeker: "Askerler arasında cengâver yiğitlerdir, ulema arasında haktan
taviz vermeyen , gerçeği canı pahasına söyleyen kimselerdir. Halk arasında her
çeşit levme, ta'yibe rağmen zühd ve takvayı elden bırakmayan, emr-i bi'lmaruf
ve nehy-i ani'lmünkeri şiar edinen kimselerdir." Dindarlığın pek çok
sıkıntı ve meşakkati peşinden getirdiği günümüz şartlarında, İslam'a hasbî ve samimi bir surette her memlekette gönül
verip çilesini çeken, işten atılan, hapse tıkılan, terfi ve makamından olan,
karakollarda dayak yiyen, işkence çeken, hayatını kaybeden her zümreden insan
bu gruptan sayılmalıdır. Hiçbir zümre bunu kendine mal edemez.
7- "Allah'ın emri, onlar bu halde iken gelir"
ifadesi, kıyamet onların başına kopar demek değildir. Çünkü, başka hadisler, kıyametin mü'minlerin değil,
kafirlerin başına kopacağını haber vermektedir. Öyle ise ibare, kıyametin
kopacağı en son vakte kadar yeryüzünden dindarların, Rabb Teala'ya ihlasla
kulluk yapanların eksik olmayacağını ifade etmektedir. Kıyametin kopmasına az
kala Yemen cihetinden esecek hoş kokulu bir rüzgar bunların ruhunu kabzedecek,
kıyamet kafirlerin, facirlerin başına kopacaktır.[89]
ـ4780 ـ8ـ
وعن أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
لَيَأتِيَنَّ
عَلى
النَّاسِ
زَمَانٌ َ
يَدْرى الْقَاتِلُ
في أيِّ
شَىْءٍ
قَتَلَ، وََ
الْمَقْتُولُ
في أى شَىْءٍ
قُتِلَ.
قِيلَ:
وَكَيْفَ ذلِكَ؟
قَالَ:
الْهَرْجُ
الْقَاتِلُ
وَالْمَقْتُولُ
في النَّارِ[.
أخرجه مسلم .
8. (4780)- Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"İnsanlar öyle günler görecek ki, katil niçin öldürdüğünü,
maktul de niçin öldürüldüğünü bilemeyecek."
"Bu nasıl olur?" diye soruldu. Şu cevabı verdi:
"Herçtir! Öldüren de ölen de ateştedir." [Müslim, Fiten
56, (2908).] [90]
ـ4781 ـ9ـ
وعن أُسَامَة
بن زَيدٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال: ]أشْرَفَ
النَّبِىُّ #
عَلى أُطُمٍ
مِنْ آطَامِ
الْمَدِينَةِ.
فقَالَ: هَلْ
تَرَوْنَ مَا
أرَى؟
قَالُوا: ،
قال: فإنِّى
‘رَى مَوَاقِعَ
الْفِتَنِ
خَِلَ
بُيُوتِكُمْ
كَمَواقِع
الْقَطْرِ[.
أخرجه
الشيخان.»ا‘طمُ«
بناء مرتفع،
وجمعه آطام .
9. (4781)- Üsame İbnu Zeyd
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm),
Medine'nin Ütüm denen (eski ve yüksek) binalarından birine yaklaşmıştı:
"Benim gördüklerimi siz de görüyor musunuz?" buyurdular.
Yanındakiler: "Hayır" deyince, açıkladı:
"Ben, şu evlerinizin arasında bir kısım fitnelerin yerlerini
görüyorum, tıpkı yağmur yerleri
gibi." [Buhârî, Fezailu'l-Medine 8, Mezalim 25, Menakıb 25, Fiten 4;
Müslim, Fiten 9, (2885).][91]
AÇIKLAMA:
1- Ütüm, Medine'de taştan yapılmış müstahkem binalara
denir; bir nevi kaledir. Bazı tariflere göre Batı'daki şatoyu
andırırlar.
2- Medine'ye fitnelerin çokça gelmesini yağmura teşbih
buyurmuştur. Şarihler, Hz. Osman'ın şehid edilmesiyle başlayıp arkası
kesilmeden devam eden fitne
hareketlerini hatırlatarak, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu ihbarını
onun mucizelerinden biri olarak zikrederler.
Hadiste geçen rü'yet (görme) hadisesi için de: "Ya ilmî bir
rü'yettir, yahut da aynî (gözle olan) bir rü'yettir. Bu da fitnelerin, onun
göreceği şekilde temessül ettirilmiş olmasıyla mümkün olur. Nitekim kıble
cihetinde cennet ve cehennem de ona temessül ettirilmiş, namaz kılarken
görmüştür" denilmiştir.
Resulullah'ın bunu ihbarı, ashabını fitneyi sabırla karşılamaya
hazırlamak içindir. Fitneyi haber verdiği hadislerde, soru üzerine, o esnada
nasıl davranmaları gerektiği hususunda açıklamalar yapmıştır: Konuşmamak,
bulaşmamak, sıkıntılara katlanmak, fitne çıkan yerden uzaklaşmak vs. [92]
ـ4782 ـ10ـ
وعن أبى سعيدٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #:
تَمْرُقُ
مَارَقَةٌ
عِنْدَ فِرْقَةٍ
مِنَ
الْمُسْلِمِينَ
يَقْتُلُهَا
أوْلى
الطَّائِفَتَيْنِ
بِالْحَقِّ[.
أخرجه أبو
داود.»تمرقُ«
أى تخرج طائفة
من الناس على
المسلمين
فتحاربهم.و»وَالْمارقُ«
الخارج عن الطاعة
المفارق
للجماعة .
10. (4782)- Ebu Said
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Müslümanlar arasına tefrika girip (iki fırkaya ayrıldıkları)
zaman dinden çıkan bir taife zuhur edecek. Onları, iki taifeden hakka en yakın
olanı öldürecektir." [Müslim, Zekat 150, (1065); Ebu Davud, Sünnet 13,
(4467).][93]
AÇIKLAMA:
Hadis, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın mucizelerinden
biridir. Zîra, haber verdiği gibi çıkmıştır. İhtilaflar çıktığı zaman, kendini
gösteren iki fırkadan biri Hz. Ali ve taraftarları, diğeri de Hz. Ali
(radıyallahu anh) ile savaşan muhalifleridir. Bu sırada zuhur eden sapık zümre
ise Haricîlerdir. Haricîleri, Hz. Ali fırkası öldürmüştür.
Nevevî der ki: "Bu (meseleye temas eden) rivayetler, ilk ihtilaflarda
Hz. Ali ve taraftarlarının haklı, muhaliflerinin yani Hz. Muaviye ve taraftarlarının haksız ve
müteevvil olduklarını gösterir. Yine bu rivayetlerden her iki tarafın da mü'min
olduklarını anlamaktayız. Bunlar, aralarında savaş yapmakla dinden çıkmış
değillerdir, fâsık da olmuş değillerdir."
Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat, Ashab-ı Güzîn arasında cereyan eden bu
savaşlarda iyi niyetle, rıza-ı Bari için
hareket edildiğni, her iki taraf da içtihad etmiş olmakla birlikte Hz. Ali'nin
içtihadında musib olduğunu, öbür tarafın isabet edemediğini; ancak,
"müçtehid müçtehidi nakzedemez", "müçtehid hata ederse günahkâr
olmaz, sadece içtihad sevabı alır"
gibi temel prensipler icabı, her iki tarafın da Allah indinde mükafaat
göreceği neticesini çıkarmıştır.
Hadiste de görüldüğü üzere
sapık oldukları tebeyyün eden Haricîlerin Hz. Ali'yi tekfir etmeleri,
onların sapıklığına delil olmaktadır. [94]
ـ4783 ـ11ـ
وعن ابن
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إذَا
مَشَتْ أُمَّتِى
الْمُطَيطَاءَ
وَخَدَمَتْهَا
أبْنَاءُ
الْمُلُوكِ:
فَارِس
وَالرُّومُ،
سُلِّطَ
شِرَارُهَا
عَلى
خِيَارِهَا[.
أخرجه
الترمذي.»المُطَيطَاءُ«
بضم الميم
والمد: المشى
بتبختُر، وهى
مِشْيَةُ
المتكبرين المتجبرين
.
11. (4783)- İbnu Ömer
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Ümmetim çalımlı çalımlı yürüdü ve meliklerin evladları, Rumlar ve İranlılar
hizmetini yaptı mı, şerirleri hayırlılarına musallat edilecektir."
[Tirmizî, Fiten 64, (2262).][95]
AÇIKLAMA:
1- Şarihler bu hadisi de Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın mucizelerinden sayarlar. Zîra, Bizans ve İran toprakları
fethedilip onların hazine ve malları ganimet kılınıp, insanları esir edilince
iç fitneler başlamış, ilk defa Hz. Osman'a saldırılmış, daha sonra Emevîler
Haşimîlere saldırmış ve böylece başlayan fitneler günümüze kadar aralıksız
devam edip gelmiştir.
2- Çalımlı çalımlı yürümek, kibir ve gurura düşmek, kulluk
haddinin dışına çıkmaktır. Kibir, bir nevi şirk ve inkârdır.[96]
ـ4784 ـ12ـ
وعن ابن
عَمْرِو بن
العاص رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إذَا
فُتِحَتْ
عَلَيْكُمْ
خَزَائِنُ
فَارِسَ
وَالرُّومِ،
أىُّ قَوْمٍ
أنْتُمْ؟
قَالَ عَبْدُ
الرَّحْمنِ
ابْنُ عَوْفِ:
نَكُونُ
كَمَا
أمَرَنَا اللّهُ
تَعَالَى.
فَقَالَ #:
بَلْ
تَتَنَافَسُونَ
وَتَتَحَاسَدُونَ
ثُمَّ
تَتَدَابَرُونَ
وَتَتَبَاغَضُونَ،
ثُمَّ
تَنْطَلِقُونَ
الى مَسَاكِينَ
الْمُهَاجِرِينَ
فَتَحْمِلُونَ
بَعْضَهُمْ
عَلى رِقَابِ
بَعْضٍ[.
أخرجه مسلم.»المُنَافَسَةُ«
على الشئ:
المغالبة
عليه وانفراد
به.و»التَّدَابُر«
كناية عن اختف
وافتراق.
12. (4784)- İbnu Amr
İbni'l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bir gün:
"Size İran ve Bizans'ın hazineleri açılınca, nasıl bir kavim
olacaksınız?" diye sormuştu. Abdurrahman İbnu Avf: "Allah'ın
emrettiği şekilde oluruz!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Bilakis, sizler birbirinizle münafese (menfaat yarışı)
edecek, hasedleşecek sonra da birbirinizden
yüz çevirecek ve kinleşeceksiniz. Daha sonra da muhacirlerin miskin (ve
zayıf olan)larına gidip bir kısmını
diğeri üzerine valiler yapacaksınız." [Müslim, Zühd 7, (2962).][97]
ـ4785 ـ13ـ
وعن أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إذَا
كَانَتْ
أُمَرَاؤُكُمْ
خِيَارَكُمْ،
وَأغْنِيَاؤُكُمْ
سُمَحَاءَكُمْ،
وَأُمُورُكُمْ
شُورَى بَيْنَكُمْ
فَظَهْرُ
ا‘رْضِ خَيْرٌ
لَكُمْ مِنْ
بَطْنِهَا؛
وَإذَا
كَانَتْ
أُمَرَاؤُكُمْ
شَرَارَكُمْ،
وَأغْنِيَاؤُكُمْ
بُخََءَكُمْ
وَأُمُورُكُمْ
الى
نِسَائِكُمْ فَبَطْنُ
ا‘رْضِ خَيْرٌ
لَكُمْ مِنْ
ظَهْرِهَا[.
أخرجه
الترمذي .
13. (4785)- Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Umerânız hayırlı olanlarınızdan iseler, zenginleriniz
sehâvetkâr kimselerse, işlerinizi aranızda müşavere ile hallediyorsanız, bu
durumda yerin üstü (hayat), altından (ölümden) hayırlıdır. Eğer umeranız
şerirlerinizden, zenginleriniz cimri ve işleriniz kadınların elinde ise, yerin
altı üstünden, (ölmek yaşamaktan) daha hayırlıdır. (Çünkü artık dini ikame
imkanı kalmaz.)" [Tirmizî, Fiten 78, (2267).][98]
ـ4786 ـ14ـ
وعن علي
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #
كَيْفَ
بِكُمْ إذَا
فَسَقَ فِتْيَانُكُمْ،
وَطَغَى
نِسَاؤُكُمْ.
قَالُوا: يَا
رَسُولَ
اللّهِ؛ وَإنَّ
ذلِكَ
لَكَائِنٌ.
قَالَ: نَعَمْ
وَأشَدُّ.
كَيْفَ إذَا
لَمْ
تَأمُرُوا
بِالْمَعْرُوفِ
وَلَمْ
تَنْهَوْا
عَنِ
الْمُنْكَرِ؟
قَالُوا: يَا
رَسُولَ
اللّهِ،
وَإنَّ ذلِكَ
لَكَائِنٌ؟
قَالَ: نَعَمْ
وَأشَدُّ.
كَيْفَ بِكُمْ
إذَا
أمَرْتُمْ
بِالْمُنْكَرِ
وَنَهَيْتُمْ
عَنِ
الْمُعْرُوفِ؟
قَالُوا:
يَا
رَسُولَ
اللّهِ،
وإنَّ ذلِكَ
لَكَائِنٌ؟
قَالَ: نَعَمْ
وَأشَدُّ.
كَيْفَ
بِكُمْ إذَا
رَأيْتُمْ
الْمَعْرُوفَ
مُنْكَراً
وَالْمُنْكَرَ
مَعْرُوفاً،
قَالُوا يَا
رَسُولَ
اللّهِ،
وَإنَّ ذلِكَ
لَكَائِنٌ؟
قَالَ:
نَعَمْ[.
أخرجه رزين .
14. (4786)- Hz. Ali
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir
gün):
"Gençlerinizin fıska düştüğü, kadınlarınızın azdığı zaman
haliniz ne olur?" diye sormuştu. (Yanındakiler hayretle):
"Ey Allah'ın Resulü, yani böyle bir hal mi gelecek?"
dediler.
"Evet, hatta daha beteri!" buyurdu ve devam etti:
"Emr-i bi'lma'rufta bulunmadığınız, nehy-i ani'lmünker yapmadığınız vakit haliniz ne olur?"
diye sordu. (Yanındakiler hayretle):
"Yani bu olacak mı?" dediler.
"Evet, hatta daha beteri!" buyurdular ve sormaya devam
ettiler:
"Münkeri emredip, ma'rufu yasakladığınız zaman haliniz ne olur?" (Yanında bulunanlar iyice
hayrete düşerek):
"Ey Allah'ın Resulü! Bu mutlaka olacak mı?" dediler.
"Evet, hatta daha beteri!" buyurdular ve devam ettiler:
"Ma'rufu münker, münkeri de ma'ruf addettiğiniz zaman haliniz
ne olur?" (Yanındaki Ashab): "Ey Allah'ın Resûlü! Bu mutlaka olacak
mı?" diye sordular.
"Evet, olacak!" buyurdular." [Rezin tahric
etmiştir. Bu rivayet daha muhtasar olarak Ebu Ya'lâ'nın Müsned'inde ve
Taberanî'nin el-Mucemu'l-Evsat'ında tahric edilmişir. Heysemî,
Mecmau'z-Zevaid'de kaydetmiştir (7, 281).][99]
AÇIKLAMA:
İslam'ın en şa'şaalı şekilde yaşandığı bir anda, zamanımızdaki
içtimâî bozukluğu olduğu gibi görüp tasvir etmek, gerçekten lisan-ı nübüvvete
has bir hadisedir, tam bir mucizedir.
Resulullah tedricen şu hallerin vukua geleceğini haber
vermektedir:
1) Gençlerin taşkınlığı, kadınların azması.
2) Emr-i bi'lma'ruf ve nehy-i ani'lmünkerin terki.
3) Münkerin emredilmesi, ma'rufun yasaklanması.
4) Ma'rufun münker münkerin ma'ruf addedilmesi.
Hadisin
siyakından şu husus anlaşılmaktadır: Bu içtimâî ve dinî bozuklukların ilk
halkasını, gençlerin ve kadınların ihmal edilerek İslamî terbiye ile yeterince
terbiye edilmemesi teşkil etmektedir.
Bu hal zamanla emr-i bi'lma'rufun terkine müncer olmaktadır.
Emr-i bi’l-ma’rufun terki, zamanla münkerin emrine, ma’rufun
nehyine sebep olmaktadır.
Bozulmanın son halkasını ma'rufun münker bilinmesi, münkerin de ma'ruf
sayılması teşkil etmektedir.
Bu hal, değerler sisteminin alt-üst olması, tersine dönmesidir.
Günümüzde ilericilik, çağdaşlık, laiklik yaftası altında ta'mime çalışılan
beşerî değerler sistemi, dinî açıdan ma'rufun münker addedilmesinden başka bir
şey değildir. Keza çağdışılık, gericilik, yobazlık, anti laisizm şeklinde ifade
edilen hususlar da ma'rufun münker addedilmesinden başka bir mâna taşımaz.
Resulullah'ın gerçek bir mucizesi olarak değerlendirdiğimiz bu
hadisinin bir başka dikkat çeken yönü, bu hallere düşecek kimselerin
ümmet mefhumuna dahil olmasıdır. Yani İslam'ın dışında, gayr-ı müslimlerin
kafalarında gelişip, hayatlarında yaşanacak bozukluklar olmayıp, bizzat
Müslümanlara intikal edeceğinin bu hallerin Müslümanlarca benimseneceğinin ifade
edilmiş olmasıdır.
Dediğimiz gibi, en azından memleketimizde bu halleri son
zamanlarda iyice müşahede eder hale geldik.[100]
ـ4787 ـ15ـ
وعن أبى مالكٍ
أو أبى عَامرٍ
ا‘شعرى رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: لَيَكُونَنَّ
مِنْ
أُمَّتِى
قَوْمٌ يَسْتَحِلُّونَ
الْحِرَ
وَالْحَرِيرَ،
وَالْخَمْرَ
وَالْمَعَازِفَ،
وَلَيَنْزِلَنَّ
أقْوَامٌ الى
جَنْبِ
عَلَمٍ،
تَروحُ عَلَيْهِمْ
سَارِحَةٌ
لَهُمْ
فَيْأتِيهِمْ
رَجُلٌ
لِحَاجَتِهِ،
فَيَقُولُونَ:
ارْجِعْ
إلَيْنَا
غَداً
فَيُبَيِّتُهُمُ
اللّهُ تَعالى،
وَيَضَعُ
الْعَلَمَ،
وَيَمْسَخُ
آخَرِينَ
قِرَدَةً وَخَنَازِيرَ
الى
يَوْمِ
الْقِيَامَةِ[.
أخرجه
البخاري.»الحِر«
بكسر الحاء
المهملة
وبعدها راءٌ
مهملة، والمراد
به هنا:
الزنا.و»العَلَمُ«
الجبل والعمة.و»تَروحُ
علَيْهِمْ
السَّارِحَةَ«
السارحة:
المواشى تسرح
الى المرعى،
وتروح الى
أهلها
بالعشى.و»بَيَّتَهُمُ
العدوُّ« إذا طرقهم
لي وهم غافلون
.
15. (4787)- Ebu Malik veya Ebu Amir el-Eş'arî (radıyallahu
anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Ümmetimden bir kavim, ferci (zinayı), ipeği, içkiyi, çalgıyı
helal addedecektir. Bir kısım kavimler de bir dağın eteğine inecekler. Onların
sürüsünü, çoban sabahları yanlarına getirecek. (Fakir) bir adam da bir ihtiyacı
için yanlarına gelecek. Onlar adama:
"Bize yarın gel!" derler. Bunun üzerine Allah onları
geceleyin yakalayıverir ve dağı tepelerine koyarak bir kısmını helak eder. Geri
kalanları da mesh ederek kıyamete kadar maymun ve hınzırlara çevirir."
[Buhârî, Eşribe 6.][101]
AÇIKLAMA:
Hadiste zikredilen belanın hakikatı üzere olacağı gibi, mecaz
olacağı da kabul edilmiştir. Hakikatı üzere olması mümkündür. Zîra geçmiş milletlerde, benzer hâdiseler vaki olmuştur.
Mecaz olması halinde insanların ahvalinin değişmesinden kinayedir. İbnu Hacer:
"Hakikat olması esastır" der.[102]
ـ4788 ـ16ـ
وعن حذيفة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ
النَّاسُ
يَسْألُونَ
رَسُولَ اللّهِ
# عَنِ
الْخَيْرِ،
وَكُنْتَ
أسْألُهُ عَنِ
الشَّرِّ،
مَخَافَةَ
أنْ
يُدْرِكَنِى.
فَقُلْتُ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ إنَّا
كُنَّا في
جَاهِلِيَّةٍ
وَشَرٍّ
فَجَاءَنَا
اللّهُ بهذَا
الْخَيْرِ،
فَهَلْ
بَعْدَ هذَا
الْخَيْرِ مِنْ
شَرٍّ. قَالَ:
نَعَمْ:
قُلْتُ:
فَهَلْ بعْدَ
ذلِكَ
الشَّرِّ
مِنْ خَيْرٍ
قَالَ: نَعَمْ،
وَفِيهِ
دَخَنٌ.
فَقُلْتـ34وَمَا
دَخَنُهُ؟
قَالَ:
قَوْمٌ
يَسْتَنُّونَ
بِغَيْرِ
سُنَّتِي وَيَهْتَدُونَ
بِغَيْرِ
هَدْيِي
تَعْرِفُ مِنْهُمْ
وَتُنْكِرُ.
قُلْتُ:
فَهَلْ بَعْدَ
ذلِكَ
الْخَيْرِ
مِنْ شَرٍّ؟
قَالَ: نَعَمْ.
دُعَاةٌ على
أبْوَابِ
جَهَنَّمَ،
مَنْ أجَابَهُمْ
إلَيْهَا
قَذَفُوهُ
فيهَا. قُلْتُ:
يَا رَسُولَ
اللّهِ،
فَمَا
تَأمُرُنِى إنْ
أدْرَكَنِى
ذلكَ؟ قَالَ:
تَلْزَمُ
جَمَاعَةَ
الْمُسْلِمينَ
وإمَامَهُمْ.
قُلْتُ: فإنْ
لَمْ يَكُنْ
جَمَاعَةٌ
وََ إمَامٌ؟
قَالَ: فاعْتَزِلْ
تِلْكَ
الْفِرَقَ
كُلِّهَا
وَلَوْ أنْ
تَعَضَّ
بِأصْلِ
شَجَرَةٍ؛
حَتّى يُدْرِكَكَ
الْمَوْتُ
وأنْتَ عَلى
ذلِكَ[. أخرجه
الشيخان وأبو
داود .
16. (4788)- Hz. Huzeyfe
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a halk
hayırdan sorardı. Ben ise, bana da ulaşabilir korkusuyla, hep şerden sorardım.
(Yine bir gün):
"Ey Allah'ın Resulü! Biz cahiliye devrinde şer içerisinde
idik. Allah bize bu hayrı verdi. Bu hayırdan sonra tekrar şer var mı?"
diye sordum.
"Evet var!" buyurdular. Ben tekrar: "Pekiyi bu
şerden sonra hayır var mı?" dedim.
"Evet var! Fakat onda duman da var" buyurdular. Ben:
"Duman da ne?" dedim.
"Bir kavim var. Sünnetimden başka bir sünnet edinir;
hidayetimden başka bir hidayet arar. Bazı işlerini iyi (maruf) bulursun,
bazı işlerini kötü (münker)
bulursun" buyurdular. Ben tekrar: "Bu hayırdan sonra başka bir şer
kaldı mı?" diye sordum.
"Evet! buyurdular. Cehennem kapısına çağıran davetçiler var.
Kim onlara icabet ederek o kapıya doğru giderse, onlar bunu ateşe atarlar"
buyurdular. Ben: "Ey Allah'ın Resulü! Ben (o güne) ulaşırsam, bana ne
emredersiniz?" dedim.
"Müslümanların cemaatine ve imamlarına uy, onlardan ayrılma.
[İmam sırtına (zulmen) vursa, malını (haksızlıkla) alsa da onu dinle ve itaat
et!]" buyurdular.
"O zaman ne cemaat ne de imam yoksa?" dedim.
"O takdirde bütün fırkaları terket (kaç)! Öyle ki, bir ağacın
köküne dişlerinle tutunmuş bile olsan, ölüm sana gelinceye kadar o vaziyette
kal!" buyurdular." [Buharî, Fiten 11,
Menakıb 25; Müslim, İmaret 51, (1847); Ebu Davud, Fiten 1, (4244, 4245,
4246, 4247).][103]
AÇIKLAMA:
Bu hadisten ulema, İbnu Hacer'in açıklamasına göre, Müslümanların
cemaatine uymanın şart olduğu, asi bile olsalar sultanlara itaatin gerektiği
hükmünü çıkarmışlardır.
Beyzâvî der ki: "Mânası şudur: "Eğer yeryüzünde halife
yoksa, sana uzlet ve zamanın sıkıntılarına sabır gerekir. "Ağacın köküne
dişlerle tutunmak" tabiri meşakkate tahammülden kinayedir. Şu sözde
olduğu gibi: "Falan elemin şiddetinden taşı ısırıyor." Veya
maksad "uymak"tır. Nitekim bir başka hadiste "Ona dişlerinizle tutunun" denmiştir. Önceki mânayı bir başka hadisteki
"Sen bir köke dişinle tutunmuş
vaziyette ölsen, o (fitne cemaatlerinden) birine uymandan hayırlıdır"
ifadesi teyid eder."
İbnu Battal der ki: "Müslümanların cemaatine uyup, zalim
imamlara isyanı terk etmek gerektiği görüşünde olan fakihler cemaatine bu
hadiste hüccet vardır. Çünkü, hadis sonuncu taifeyi, "Cehennem kapılarına
davet ediciler" olarak vasfetti. Onlar hakkında, "Bazı işlerini iyi
(maruf) bulursun, bazı işlerini de kötü (münker) bulursun" demedi. Bunlar
öyle olmazlar, bunlar hak üzere değildirler. Buna rağmen cemaate uymayı
emretti."
Taberî der ki: "Bu emir ve cemaat hususunda ihtilaf
edilmiştir. Bir grup alim: "Bu emir vacip ifade eder.
"Cemaat"ten murad da, sevad-ı azam (yani ekseriyet)tir" demiştir." Taberî, sonra İbnu Mes'ud'dan
bir fetva kaydeder: "Hz. Osman katledildiği zaman kendisine vaki olan bir
sual üzerine: "Sana cemaate uymayı tavsiye ederim. Zîra Allah Teala
hazretleri, ümmet-i Muhammed'in hepsini dalalete atıcı değildir" diye tavsiyede bulunur.
Bir grup da şöyle der: "Cemaat"ten murad Sahabe'dir; sonraki nesiller
değil." Bir grup da: "Onlardan
murad ehl-i ilimdir. Zira Allah Teala hazretleri alimleri halk için bir hüccet
kılmıştır. İnsanlar din meselesinde onlara tabidirler" demiştir.
Taberî, bu farklı görüşleri kaydettikten sonra der ki: "Doğru
olanı şudur: "Hadisten murad, emir
tayininde (ehl-i hal ve akdin) içtima etmiş bulunduğu kimseye itaat
etmekte olanların cemaatine uymaktır. Kim biatını bozarsa cemaatten ayrılmış
olur." Devamla der ki: "Hadiste şu hüküm de var: "İnsanlar
imamsız kalır ve insanlar bu yüzden fırkalara ayrılırsa, kişi şerre düşmek
korkusuyla elinden gelirse bu fırkalardan hiçbirine katılmaz. Diğer hadislerde
gelen ifadeler de bu hükme uyarlar. Bu hüküm esas alınınca zahirinde ihtilaf
olan hadisler de telif edilmiş olur."
İbnu Ebî Cemre hadisten başka incelikler çıkarır:
* "Bu hadiste, kullardan herbirini dilediği şekilde istihdam edişinde
kullar hakkındaki Allah'ın hikmeti
gözükmektedir. Şöyle ki: Ashab'ın çoğuna, bizzat amel etmeleri ve başkalarına da tebliğ etmeleri için,
hayırdan sual etmeleri sevdirildiği halde, Huzeyfe (radıyallahu anh)'ye de
bizzat çekinmesi ve Allah'ın kurtuluşunu irade ettiği kimselerden de def'ine
sebep olması için şerden sual etmesi sevdirilmiştir.
* Hadisten, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sadırının
genişliği ve herkese her ne sorarsa uygun cevap verebilecek kadar her hususa
müteallik ahkâmı bildiği de
görülmektedir.
* Hadisten şu netice de çıkarılmaktadır: Her kime bir şey
sevdirilirse, o kimse, bu hususta başkasını geçer. Bundandır ki, Hz. Huzeyfe,
başkasının bilmediği şeyleri bilen sahib-i sır idi. Öyle ki, münafıkların
ismini ve müstakbel hadiselerin birçoğunu bilmekte idi.
* Hadisten elde edilen bir diğer nafi prensip ta'lim edebine
girmektedir; talebeye, çeşitli mübah ilimlerden hangisine meyletmişse onu
öğretmek esas alınmalıdır. Çünkü,
talebenin onda başarılı olma ve hakkından gelme şansı daha kuvvetlidir.
* Hadis, hayır yolunu
gösteren her şeye hayır, şerre sevkeden herşeye de şer dendiğini de
ifade eder.
* Kim, Kur'an ve sünnet varken bir başka şeyi din için asıl yapar
da Kur'an ve sünneti ikinci plana atar
ve bu ihdas ettiği şeye tabi kılarsa, yapılan bu iş zemmedilir, kabul edilmez.
* Bâtılı ve nebevî hidayete muhalefet eden her şeyi reddetmek
vaciptir. Sünnete muhalif olan şeyi, makamı yüksek veya alçak her kim söylemiş olursa olsun, hükmü
birdir, merduddur."[104]
ـ4789 ـ17ـ
وعن عبدالرّحمنِ
بن عبدِ رَبِّ
الْكَعْبَةِ.
قَالَ: ]دَخَلْتُ
الْمَسْجِدَ
فإذَا
عَبْدُاللّهِ
بْنُ عَمْرِو
بْنُ
الْعَاصِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
جَالِسٌ
في
ظِلِّ
الْكَعْبَةِ،
وَالنَّاسُ
في ظِلِّ
الْكَعْبَةِ
مُجْتَمِعُونَ
إلَيْهِ فَجَلَسْتُ
إلَيْهِ.
فقَالَ:
كُنَّا مَعَ
رَسُولِ
اللّهِ # في
سَفَرٍ،
فَنَزَلْنَا
مَنْزًِ
فَمِنَّا
مَنْ
يُصْلِحُ
خِبَاءَهُ وَمِنَّا
مَنْ
يُنَضِّدُ
رَحْلَهُ،
وَمِنَّا
مَنْ هُوَ في
جَشَرِهِ،
إذْ نَادَى
مُنَادِى
رَسُولِ
اللّهِ #:
الصََّةُ
جَامِعَة، فَاجْتَمَعْنَا
إلَيْهِ.
فقَالَ:
إنَّهُ لَمْ يَكُنْ
نَبِيٌّ
قَبْلِي إَّ
كَانَ
عَلَيْهِ أنْ
يَدُلَّ
أُمَّتَهُ
عَلى خَيْرِ
مَا يَعْلَمُهُ
لَهُمْ،
وَيُنْذِرَهُمْ
شَرَّ مَا
يَعْلَمُهُ
لَهُمْ،
وَإنَّ
أُمَّتِكُمْ
هذِهِ جُعِلَ
عَافِيتُهَا
في
أوَّلِهَا،
وَسَيُصِيبُ
آخِرَهَا
بََءٌ،
وَأُمُورٌ
تُنْكِرُونَهَا،
فَتَجئُ فِتْنَةٌ
فَيَزْلِقُ
بَعْضُهَا
بَعْضاً. فَيَقُولُ
الْمُؤْمِنُ:
هذِهِ
مُهْلِكتِي. ثُمَّ
تَنْكَشِفُ
وَتَجِئُ
الْفِتْنَةُ.
فَيَقُولُ
الْمُؤْمِنُ:
هذِهِ هذِهِ.
فَمَنْ أحَبَّ
أنْ
يُزَحْزَحَ
عَنِ
النَّارِ
وَيُدْخَلَ
الْجَنَّةَ،
فَلْتَأتِهِ
مَنِيَّتُهُ
وَهُوَ يُؤْمِنُ
بِاللّهِ
وَالْيَوْمِ
اŒخِرِ،
وَلْيَأتِ
الى النَّاسِ
مَا يُحِبُّ
أنْ يُؤْتى إلَيْهِ،
وَمَنْ
بَايَعَ
إمَاماً
فَأعَطَاهُ
صَفْقَةَ
يَدِهِ
وَثَمْرَةَ
قَلْبِهِ فَلْيُطِعْهُ
مَا
اسْتَطَاعَ.
فإنْ جَاءَ
آخَرُ
يُنَازِعُهُ
فَاضْرِبُوا
عُنُقَ
اŒخَرِ. قَالَ:
فَدَنَوْتُ
مِنْهُ.
فَقُلْتُ:
أنْشُدُكَ
اللّهَ، أأنْتَ
سَمِعْتَ
هذَا مِنْ
رَسُولِ
اللّهِ # فأهْوى
إلى أُذُنِهِ
وَقَلْبُهُ
بِيَدِهِ؛
وَقَالَ:
سَمِعَتْهُ
أُذُنَاىَ،
وَوَعَاهُ
قَلْبِى.
فَقُلْتُ:
إنَّ ابْنَ
عَمِّكَ مُعَاوِيَةَ
يَأمُرُنَا
أنْ نَأكُلَ
أمْوَالَنَا
بَيْنَنَا
بِالْبَاطِلِ،
وَنَقْتُلَ
أنْفُسَنَا،
واللّهُ
تَعالى
يَقُولُ: يَا
أُيُّهَا الَّذِينَ
آمَنُوا َ
تَأكُلُوا
أمْوَالَكُمْ
بَيْنَكُمْ
بِالْبَاطِلِ
إَّ أنْ
تَكُونَ
تِجَارَةً
عَنْ تَرَاضٍ
مِنْكُمْ وََ
تَقْتُلُوا
أنْفُسَكُمْ
إنَّ اللّهَ كَانَ
بِكُمْ
رَحِيماً.
فَسَكَتَ
عَنِّى
سَاعَةً؛
ثُمَّ قَالَ:
أطْعِهُ في
طَاعَةِ
اللّهِ،
وَاعْصِهِ في
مَعْصِيَةِ
اللّهِ[.
أخرجه مسلم
والنّسائى.»اَلْجَشَرُ«
هنا: المال من
المواشى التي
ترعى حول البيت،
و تروح
الى
أهلها
لي.و»يَزْلِقُ
بَعْضُهَا
بَعْضاً« أى
يدفعه بسرعة
وُروده عليه.وروى
»يَزْهَقُ«.
بالهاء بدل
الم.و»ا“زهاقُ«
اعجال .
17. (4789)- Abdurrahman İbnu
Abdi'l-Ka'be anlatıyor: "Mescide girmiştim. Abdullah İbnu Amr İbni'l-As
(radıyallahu anhümâ)'yı gördüm, Ka'be'nin gölgesinde oturuyordu. Ka'be'nin gölgesinde birçok kimse ona müteveccih
olarak oturmuştu. Ben de ona doğru oturdum. Şunu anlattı:
"Bir seferde Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la
beraberdik. Bir yerde konakladık. Kimimiz çadırını tamir ediyor, kimimiz
yerini düzlüyor,(29) kimimiz
hayvanlarını güdüyordu. Derken Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın münadisi
seslendi: "es-Salatu câmia: Haydin namaza!" Resulullah'a gittik,
yanında toplandık. Şöyle buyurdular:
"Benden önce her peygamber, ümmeti için hayır bildiği şeyi
onlara öğretmekle mükellef idi. Onlar için şer bildiği şeyden de onları inzar etmesi (korkutması) gerekli
idi. Bilesiniz, şu ümmetinizin afiyeti önce gelenler hakkında kesin kılınmıştır. Sonrakiler belaya ve kötü
addedeceğiniz birkısım hallere maruz
kalacaklardır. Birbirini takip eden fitneler gelecek. Mü'min: "Bu fitne
helakimdir" diyecek. Sonra bu kalkacak, başka bir fitne gelecek.
"Helakim işte bundan, işte bundan" diyecek. Öyleyse, kim ateşten uzak
kalmayı ve cennete girmeyi dilerse, Allah'a ve ahiret gününe inanır olduğu halde
ölümü karşılasın. İnsanlara, onların kendisine nasıl muamele etmelerini dilerse
öyle muamelede bulunsun. Kim bir imama biat edip samimiyetle sadakat sözü vermiş ise, elinden geldikçe
ona itaat etsin. Bir başkası gelip,
önceki ile münazaaya girişecek olursa sonradan çıkanın boynunu uçurun.
"Ravi (Abdurrahman) der ki: "Abdullah İbnu Amr'a
yanaştım ve:
"Allah aşkına söyle. Bu anlattıklarını bizzat kendin
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan işittin mi?" dedim. Sorum üzerine
eliyle kulak ve kalbini tutarak:[105]
"Evet
kulaklarım işitti, kalbim de belledi" dedi. Ben:
"Ama,
amcaoğlun Muaviye, bize mallarımızı aramızda batıl bir şekilde yememizi,
birbirimizi öldürmemizi emrediyor. Halbuki Allah Teala hazretleri (mealen):
"Ey iman edenler! Birbirinizin
malını haram şekilde yemeyin;
ancak karşılıklı rıza ile
yaptığınız ticaret başkadır. Birbirinizi
ve kendinizi öldürmeyin. Canlarınızı da boşu boşuna tehlikeye atmayın. Şüphesiz
ki Allah size merhametlidir" (Nisa
29) buyuruyor" dedim. Biraz sustu sonra:
"Allah'a
itaatte ona itaat et, Allah'a isyanda ona isyan et!" dedi. " [Müslim,
İmaret 46, (1844); Nesâî, Bey'at 25, (7, 153); Ebu Davud, Fiten 1, (4248); İbnu
Mace, Fiten 9, (3956).][106]
AÇIKLAMA:
Hadis, izah gerektirmeyecek kadar açık. Ancak son kısımdan,
konuşmanın Hz. Muaviye (radıyallahu anh) zamanında geçtiği anlaşılmaktadır. Bu
durumda, icraatı ve hatta meşruiyeti bazı dedikodulara sebep olan halife Hz.
Muaviye'ye itaat hususunu gündeme getirmektedir. Anlaşılan, hadisin ravisi
Abdurrahman, Hz. Muaviye'nin emirlerine itaatın caiz olup olmayacağı
hususunda mütereddittir. Bu tereddütünü,
yeri gelmişken Abdullah İbnu Amr İbni'l-As'a, Hz. Muaviye aleyhinde ayet-i
kerimeyi de delil kılarak sorar. Ancak yüce sahabi İbnu Amr, fitne hususundaki
İslam'ın fetvasını verir:
"Allah'a itaat etmeyi
tazammun eden emirlerinde itaat
edin. Allah'a isyan mânasını taşıyan emirlerinde isyan edin!"
Hadiste geçen "isyan etmek"ten murad "Allah'a
isyanı mucip olan emirlere uymayın, o çeşit emirlerini icra etmeyin!"
mânasındadır. Çünkü, ulema zalim imamı devirme
mânasındaki isyana çok kayıtlarla fetva vermiştir. Bu hususa daha önce temas
etmiş idik. (2. cilt, 287-300. sayfalar).[107]
ـ4790 ـ18ـ
وعن جابرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
يُوشِكُ
أهْلُ
الْعِرَاقِ
أنْ َ يَجِئَ
إلَيْهِمْ
قَفِيزٌ وََ
دِرْهَمٌ.
قِيلَ: مِنْ
أيْنَ؟ قَالَ:
مِنْ قِبَلِ
الْعَجَمِ
يَمْنَعُونَ
ذلِكَ. ثُمَّ
قَالَ:
يُوشِكُ
أهْلُ
الشَّامِ أنْ
َ يَجِئَ
إلَيْهِمْ
دِيَنارٌ وََ
مُدْيٌ.
قِيلَ: مِنْ
أيْنَ ذلِكَ؟
قَالَ: مِنْ
قِبَلِ
الرُّومِ. ثُمَّ
سَكَتَ
هُنَيْهَةً[.
أخرجه مسلم
.»القَفِيزُ«
مكيال
بالعراق وهو
ثمانية
مكاكيك.و»الْمُدْيُ«
مكيال ‘هل
الشام يسع
خمسة وأربعين رط،
والمعنى أن
أهل الذمة
يمتنعون من
أداءِ الجزية
.
18. (4790)- Hz. Cabir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Irak ehline bir ölçeklik yiyecek ve tek dirhemlik paranın
gelmeyeceği zaman yakındır!" buyurmuşlardı.
"Nereden?" diye soruldu.
"Acem diyarından. Onlar bunu yasaklayacak" buyurdu ve
devamla:
"Şam ehline de tek dinarlık paranın ve bir ölçeklik yiyeceğin
gelmeyeceği zaman yakındır!" buyurdular. Yine:
"Bu nereden gelmeyecek?" diye soruldu.
"Rum cihetinden!" buyurdular. Sonra (Hz. Cabir) bir
müddet sustu (ve ilave etti: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) dedi ki:
"Ümmetimin sonunda bir halife gelecek; malı sayı ile değil, avuç avuç dağıtacak!]"
[Müslim, Fiten 67, (2913).][108]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, ehl-i zimmenin yani İslam memleketinde yaşayan
gayr-ı müslim vatandaşların cizye (vergi) vermekten imtina edeceklerini ifade
eder. Bu, iki sebebe dayanır:
* Gayr-ı müslimlerin Müslüman olmaları: "Bu durumda cizye
vermezler, zekat verirler."
* Onlar gayr-ı müslim kaldıkları halde, devletin zayıflaması
sebebiyle vergi alamaz veya o diyarlar şu veya bu şekilde İslam hakimiyetinden
dışarıda kalır.
Hadis bu ihtimallerin hangisi olacağını tasrih etmiyor.
2- Hadisin Müslim'deki
aslı daha uzundur. Teysir'in
hazfettiği kısmın tercümesini köşeli parantez içerisinde kaydettik.
3- Hadiste geçen kafiz ve müdy kelimelerini ölçek olarak ifade ettik; miktarları üzerinde
durmadık. Zîra, hadiste bir miktar tesbiti mevzubahis değil. Kafiz Irak'ta
kullanılan, müdy de Suriye'de kullanılan bir hacim ölçeğidir.[109]
ـ4791 ـ19ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #:
يَكُونُ في
آخِرِ
أُمَّتِى خَلِيفَةٌ
يَحْثِي
الْمَالَ
حَثْياً َ
يَعُدُّهُ
عَدّاً. قيلَ
‘بِى نَضْرَةَ
وَأبِى
الْعََءِ:
أتَرَيَانِ
أنَّهُ
عُمَرُ بْنُ
عَبْدِ
الْعَزِيزِ؟
قَاَ: َ[. أخرجه
مسلم .
19. (4791)- Yine Hz. Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Ümmetimin sonunda bir halife gelecek, malı sayarak değil,
avuçlayarak dağıtacak."
Hadisi (Hz. Cabir'den rivayet eden) Ebu Nadre ve Ebu'l A'la'ya:
"Bunun Ömer İbnu Abdilaziz olmasına ne dersiniz?" diye
sorulmuştu. Onlar:
"Hayır, (değildir)!" dediler. [Müslim Fiten 67, (2913).][110]
AÇIKLAMA:
Ömer İbnu Abdilaziz'in hayatından bahsederken belirttiğimiz üzere,
onun devlet idaresine getirdiği adalet, tatbik ettiği sıkı iktisad, israfla
mücadele ve sünnetin tam tatbiki gibi
müsbet icraatları sonunda her sahada fevkalade düzelmeler olmuş, kısa zamanda iktisadî hayat değişmiş;
Mısır gibi birkısım beldelerde zekat verilecek adam bulunamayacak kadar bolluk
müşahede edilmiştir. Bu sebeple bazı hadislerde, ahirzamanda çıkacağı haber
verilen Mehdî, Müceddid gibi müsbet şahsiyetin Ömer İbnu Abdilaziz olduğu, daha
onun sağlığında ulema tarafından söylenmiş, halk tarafından tasvip görmüştür.
Mudakkik âlimlerimizden Suyutî merhum, kendi zamanına kadar, İslam âleminin her
sınıf insanında görülen mehdileri zikrederken ikinci hicrî asrın mehdisi olarak
Ömer İbnu Abdilaziz'i kaydeder.
Şu halde sadedinde olduğumuz rivayet, Hz. Cabir'in rivayetinde
"malı sayarak değil, avuç avuç verecek olan" ahirzaman halifesinin
Ömer İbnu Abdilaziz olduğu hususunda bir kanaatin ortaya çıktığını
göstermektedir.[111]
ـ4792 ـ20ـ
وعن أبى هريرة
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ
#: مُنِعَتِ
الْعِرَاقُ
قَفِيزَهَا
وَدِرْهَمَهَا،
وَمُنِعَتِ
الشَّامُ
مُدْيَهَا وَدِينَارَها،
وَمُنِعَتْ
مِصْرُ
أرْدَبَّهَا
وَدِينَارَهَا،
وَعُدْتُمْ
مِنْ حَيْثُ
بَدَأتُمْ،
ثََثَ
مَرَّاتٍ،
شَهِدَ عَلى
ذلِكَ لَحْمُ
أبى هريرةَ
وَدَمُهُ[.
أخرجه مسلم
وأبو
داود.و»ا‘ردَبُّ«
مكيال ‘هل مصر:
يسع أربعة
وعشرين مناً، وأربعة
وعشرين صاعاً
على أن الصاع
خمسة أرطال
وثلث.وفي هذا
الحديث إخبار
من النبي # بما
لم يكن وهو في
علم اللّه
كائن فخرج
لفظه على لفظ الماضى
تحقيقاً
لوقوعه
وحدوثه، وفي إعمه
به قبل وقوعه
دليل من دئل
النبوة، وفيه
دليل على ما
وظفه عمر بن
الخطاب
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
على الكفرة من
النصارى من
الجزية ومقدارها.وقوله
»مُنِعَتْ« له
معنيان:
أحدهما أنهم
سيسلمون
ويسقط عنهم ما
وظف عليهم
بإسمهم، والثاني
أنهم يرجعون
عن الطاعة
فيمنعون ما في
أيديهم .
20. (4792)- Hz. Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Irak'a ölçeği ve dirhemi verilmeyecek. Şam'a da ölçeği ve
dinarı verilmeyecek. Mısır'a da ölçeği ve dinarı verilmeyecek. Başladığınız
yere döneceksiniz" buyurdu ve üç kere tekrar etti. Buna Ebu Hüreyre'nin
eti ve kanı şahit oldu." [Müslim, Fiten 33, (2896); Ebu Davud, Harac 29, (
3035).][112]
AÇIKLAMA:
1- Son üç hadiste Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), üç
beldede cari olan ölçü ve para birimlerini zikretmektedir:
* Kafiz: Irak bölgesinde kullanılan ölçeğin adıdır. Sekiz mekkuk
miktarındadır. İbnu'l-Esir, en-Nihaye'de Mekkuk'un müdd mânasında
kullanıldığını, miktarı hakkında ihtilaf edildiğini belirtir.
* Müdy: Şam, yani Suriye bölgesinde kullanılan ölçeğin
adıdır. Hacminin 45 rıtl tuttuğu
belirtilir.* İrdebb: Bu da Mısır'da kullanılan ölçeğin adıdır. Bir sa' rıtl
olma hesabıyla yirmi dört sa' miktarında bir hacme sahiptir.
* Rıtl: Bazı hesaplaşmalara göre 2564 gram bir ağırlığa tekabül etmektedir.
* Dirhem: Gümüş paranın adıdır.
* Dinar: Altın paranın adıdır.
2- İbnu'l-Esir,
el-Camiu'l,Usul'da hadisle ilgili olarak şu
açıklamayı sunar: "Hadisin iki mânası var:
1) Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) burada, onların
(Irak, Şam, Mısır ahalisinin) Müslüman
olacaklarını haber vermiş olmaktadır. Böylece onlar üzerindeki borçlar Müslüman
olmalarıyla düşecektir. Müslümanlıkları, üzerlerindeki borçları ödemelerine
mani olacaktır. Buna hadiste geçen: "Başladığınız yere döneceksiniz"
ibaresiyle istidlal edilmiştir. Çünkü, onların bidayeti Allah'ın ilminde,
kazasında ve kaderinde: "Onlar Müslüman olacaklar" şeklindedir.
Böylece başlamış oldukları yere dönmüş oldular.
2) İkinci mâna şudur: "Onlar taatten yüz
çevirecekler." Bu mânayı Buharî'nin
Sahih'inde tahric ettiği şu hadis te'yid eder: "Siz, dirhem ve
dinar toplayamadığınız zaman ne yapacaksınız?" demişti. Kendisine: Bunun olacağını nereden biliyorsun? denildi.
"Evet, nefsim yed-i kudretinde olan Zat-ı Zülcelal'e yemin
olsun, bunu sadık ve masduk (doğru söyleyen ve söylediğinde İlahî tasdike mazhar olan)
zatın sözünden naklediyorum!" dedi. Kendisine yine soruldu:
"Bu niye olacak?"
"Allah'ın haramı, Resulü'nün zimmeti (garantisi) ihlal
edilir. Allah da ehl-i zimmenin kalbine katılık verir. Onlar da ellerindekini
vermezler."
Sadedinde olduğumuz hadisle ilgili olarak, İbnu Deybe de şunu kaydeder: "Bu hadiste henüz
vukua gelmemiş, fakat ilm-i İlahî'de mevcut olan şeyin ihbarı var. Resulullah,
istikbalde olacak vak'ayı, olmuş bir hadiseyi haber verme üslubuyla (mazi
fiiliyle) beyan etmektedir. Bu üsluba, hadisenin kesin şekilde vukuunu ifade
etmek için başvurulur. Hadisenin vukuundan önce bildirilmesinde Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın peygamberliğinin delili mevcuttur. Keza bu hadiste,
Hz. Ömer'in Hıristiyan kâfirlerine cizye borcu yüklediği ve miktar tayin ettiği
hususunda da delil mevcuttur."[113]
ـ4793 ـ21ـ
وعن جابر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
عَرْشَ
إبْلِيسَ عَلى
الْبَحْرِ،
فَيَبْعَثُ
سَرَايَاهُ
فَيَفْتِنُونَ
النَّاسَ،
وَأعْظَمُهُمْ
عِنْدَهُ
مِنْزِلَةً
أعْظَمُهُمْ
فِتْنَةً،
يَجِئُ
أحَدُهُمْ
فَيَقُولُ
فَعَلْتُ
كذَا وكذَا.
فَيَقُول: مَا
صَنَعْتَ
شَيْئاً.
ثُمَّ يَجِئُ
أخَرُ.
فَيَقُولُ: مَا
تَرَكْتُهُ
حَتّى
فَرَّقْتُ
بَيْنَهُ وَبَيْنَ
امْرَأتِهِ
فَيُدْنِيهِ
مِنْهُ وَيَلْتَزِمُهُ.
فَيَقُولُ:
نَعَمْ
أنْتَ[. أخرجه
مسلم .
21. (4793)- Hz. Câbir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "İblis'in arşı deniz üzerindedir. Oradan askerlerini
gönderip insanları fitneye atar. Bunlardan, yanında mertebece en yüksek olanı
en büyük fitneyi çıkarandır. Askerlerinden biri gelip: "Şunu şunu
yaptım!" der. İblis: "Hiçbir şey yapmamışsın!" der. Sonra bir
diğeri gelip: "Ben falanı(n peşini) hanımıyla arasını açıncaya kadar
bırakmadım!" der." [Müslim, Münafikûn 66-67, (2813).][114]
ـ4794 ـ22ـ
وعن أبى
الْبخترى. قال
حَدَّثنِى من
سمع النبي #
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: لَنْ
يَهْلِكَ
النَّاسُ
حَتّى
يَعْذُروُا،
أوْ يُعْذِرُوا
مِنْ
أنْفُسِهِمْ[.
أخرخه أبو
داود.ومعنى
»يَعْذِرُوا«
أى
يهلكهم
اللّه حتى تكثر
ذُنُوبَهُمْ
وعيوبهم
فتقوم الحجة
عليهم ويتضح
لهم عذر من
يعاقبهم .
22. (4794)- Ebu'l-Bahterî
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı dinleyen bir zatın bana
anlattığına göre Resulullah demiştir ki:
"İnsanlar, günahları çoğalmadıkça helak
olmayacaklardır." [Ebu Dâvud, Melahim 17, (4347).][115]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste, sahabi müphem kalmış ise de, İbnu Cerîr
et-Taberî'nin tefsirinde Abdullah İbnu Mes'ud olduğu belirtilmiştir. Hadisin bu
ikinci veçhinde, Abdullah bu hadisi Resûlullah'tan nakledince, "Bu nasıl
olur?" diye sorulmuş, o da şu ayeti okumuştur: (Meâlen:) "Kendilerine
azabımız geldiği zaman çağırışları "Biz hakikaten zalimlerdendik"
demelerinden başka (birşey) olmadı" (A'raf 7).
2- Hadiste, özür fiilinin iki farklı kullanışı sebebiyle
ravinin tereddüdüne yer verilmiştir. Ancak mânaya farklılık tesir etmemektedir.[116]
ـ4795 ـ23ـ
وعن سلمة بن
ا‘كوع رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
سَلَّ عَلَيْنَا
السَّيْفَ
فَلَيْسَ
مِنَّا[.
أخرجه مسلم .
23. (4795)- Seleme
İbnu'l-Ekva radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim bize kılıç kaldırırsa bizden
değildir." [Müslim, İman 162, (99).][117]
ـ4796 ـ24ـ
وعن أبى مُوسى
وابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهم
قا: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
حَمَلَ
عَلَيْنَا
السَِّحَ
فَلَيْسَ
مِنَّا[.
أخرجه
الشيخان
والترمذي.
وأخرجه
النسائي عن ابن
عمر فقط.قوله:
»فليسَ منا« أى
إذا حمله على
المسلم لكونه
مسلماً فليس
بمسلم. فأما
إذا حمله لغير
ذلك فمعناه
ليس مثلنا
وليس متخلقاً
بأخقنا
وأفعالنا .
24. (4796)- Ebu Mûsa ve İbnu
Ömer radıyallahu anhüm anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kim bize karşı silah taşırsa bizden değildir." [Buharî,
Fiten7; Müslim, İman 163, (100); Tirmizî, Hudûd 26, (1459).][118]
ـ4797 ـ25ـ
وعن
عبْدِاللّهِ
بنِ الزبير
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما قال:
]قَالَ
رَسُولُ اللّهِ
#: مَنْ شَهَرَ
سَيْفَهُ
ثُمَّ
وَضَعَهُ فَدَمُهُ
هَدَرٌ[.
أخرجه
النسائي.»الهَدَرُ«
الذي
يطلب بثأره.
25. (4797)- Abdullah İbnu'z-Zübeyr (radıyallahu anhüma) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kim kılıcını çeker sonra koyarsa kanı hederdir."
[Nesâî, Tahrîm 26, (7, 117).][119]
AÇIKLAMA:
1- Son üç hadis birbirine yakın hükümler taşımaktadır: Bir
mü'minin, bir başka mü'mine silah çekmesi haramdır. Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bu yasağı farklı üsluplarla ifade buyurmuşlardır. Zira silah çekmek,
silah taşımak, silah kaldırmak gibi tabirler umumiyetle vuruşmayı, mukateleyi
ifade ederler.
2- "Bizden değil" ifadesi iki suretle açıklanmıştır:
1) Silahı, Müslüman kişiye" "Müslüman olduğu için
kaldıran" Müslüman değildir. Burada Müslümana silah çekmeyi helâl addetme
vardır. Haramı helal addetmek küfürdür. Bu mânada silah çeken tekfir olunur.
Sırf silah çekmesi sebebiyle tekfir olunmaz.
2) Bizim yolumuzda değil, bizim sünnetimiz üzere değil; çünkü
bizim sünnetimizde Müslümanın Müslümana silah çekmesi yoktur, helal değildir.
Müslümanın Müslümandan yardım görme hakkı vardır. Müslüman kişi, Müslüman
kardeşi yolunda mukâtele etmekle mükelleftir, onu öldürmek veya onunla kavga
yapmak için silah çekerek korkutma hakkına sahip değildir.
Selef uleması, bu çeşit haberlerin te'vilsiz olarak, ıtlakı üzere
beyan edilmesini, zecrin daha beliğ, daha müessir olması için gerekli görür.
Süfyân İbnu Uyeyne, bu çeşit hadisleri, zahirinden başka mânaya tev'il etmeye
karşı çıkarak: "Onun mânası bizim yaptığımız gibi değil" derdi. Ona
göre, zikredilen vaide, ehl-i haktan baği (eşkiya) olanlara karşı silah
çekenlerin girmez. Bağilere ve haksız kavgayı başlatanlara silahla karşı koymak
caizdir.[120]
Buraya kadar kaydettiğimiz hadislerde, muhtelif fitnelerin
vasıfları dağınık olarak zikredilmiştir. Ancak, bunların birkısım açıklamalarla
birlikte sistemli olarak topluca zikrinde fayda umuyoruz.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), kendisinden sonra ortaya
çıkacak fitneleri haber verirken bunların ana vasıflarını belirtmiştir. Daha
önce de söylediğimiz gibi, fitne, fesat, anarşi gibi beşerî münasebetlerde
ortaya çıkan bozulmalar, içtimâî hayatta gelişmiş olan birtakım kötü şartların tabî
bir sonucudur, içtimâî bir marazdır.
Öyle ise bu şartlar cemiyette gelişip hakim duruma geçince
bunların ferdî davranışlarda tahrîk edeceği menfî tezahürleri önceden tahmin
edilebilir neler olacağı söylenebilir. Bu sebeple fıtrat kanunlarına,
insanların tâbi olduğu beşerî ve içtimâî kanunlara marifet ve vukuf kesbeden
kimseler, bunları önceden söyleyebilirler. İnsanlar şöyle yaparlarsa arkadan şu
durumlar ortaya çıkar, böyle yaparlarsa bu durum ortaya çıkar diyebilirler.
Kur'ân ve hadiste bunun pek çok örnekleri vardır. Kur'ân-ı Kerim'de
"sünnetullahın tebdil edilip değiştirilemeyeceğini" (Ahzâb 62, Fâtır
43, Feth 23) belirten ayetler bunu ifade ederler. Cemiyetlerin ve insanlığın
geleceğine dair isabetli tahminler yapan hakîm ve feylesofların varlığı bu
söylediklerimizin doğruluğuna yeterli bir şahittir.
İşte, vahye mazhar olan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm),
insan fıtratını bizzat yaratmış, belli kanunlara bağlamış olan Cenab-ı Hakk'ın
irşad ve ilhamıyla bunları beyan etmiştir. Vefatından günümüze kadar geçen 1400
yıllık zaman içerisinde cereyan eden hadiseler onun hiçbir sözünü tekzib etmemiştir.
Sözü daha fazla uzatmadan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'
in, kendisinden sonra çıkacak fitnelerin sıfatlarıyla alâkalı ihbaratına geçebiliriz. Ancak, şu
hususu bir kere daha belirtelim ki, kaydedeceğimiz evsafın hepsini, her fitnede
tam olarak aramak gerekmez. Zîra, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
hadislerinde "elfitne" değil "el-Fiten" yani sadece bir
fitne değil, fitneler mevzubahistir. Öyle ise
bu sıfatlardan bazan biri, bazan birkaçı, bazan da hepsi görülebilir.[121]
Yer yer temas ettiğimiz üzere, fitne içtimâî bir hadisedir.
Hiçbir içtimâî hâdise fevrî ve ani bir
şekilde zuhur etmez. Belli bir gelişme devresinden geçtikten, belli bir
vetireyi takip ettikten sonra ortaya çıkar. Tıpkı bir bitki gibi, onun da bir
tohumu vardır. Bu tohumun gelişip meyve vermesi için toprak, su, ısı, ışık gibi
çevre şartlarına ihtiyaç vardır. İşte itikadî, ahlakî, iktisâdî, her çeşit
beşerî ve içtimâî bozukluklarla beslenip
gelişen fitne de kemaline erdiği zaman
basit bir sebeple ortaya çıkar. Onun bu zuhuru, yevmî birkısım amillere
bağlanabilir. Bu amiller fitneye sebep olmakla suçlanıp mücrim ilan edilebilir.
Halbuki, aslında "bu mücrim amil" bardağı taşıran son damla rolü
oynamıştır. Fitne ile "o mücrim amil" arasındaki münasebeti, belli
bir ölçüde mukarenet veya beraberlik tabirleriyle ifade edebiliriz. Ama sebep
ve illet olarak ileri süremeyiz. Bunu söylemek ya -günümüz siyasî
hayatında yapıldığı gibi- tecahül veya mualata (demagoji) veya gerçekten
içtimâî hadisata yön veren temel prensibi
bilmemekten ileri gelir. Eğer yıllarca, çeşitli hocaların hizmetiyle,
feyziyle kendini yetiştirip mühendis olan bir kimsenin bu payeyi elde
etmesindeki bütün şeref ve minnetin, mezuniyet töreninde kendisine mühendislik
diplomasını veren en son şahsa ait kabul
edilmesi makul bir davranış mıdır diye sorsak, herkesin
"hayır" diyeceği şüphesizdir. İşte, o mücrim amilin içtimâî
kargaşadaki rolü, bu kimseye diplomayı veren son merciin rolü gibidir.
4767 numarada kaydettiğimiz hadis bu söylediğimizi te'yid eder.
Mevzubahs olan rivayete göre, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), fitnenin gelişmesini şöyle açıklar:
"Fitne insanların kalbine (birden atılmaz). Hasır misali çöp çöp konur,
örülür. Hangi kalbe bundan içirilse (yani ferdin istek ve iradesi ile tam bir
şekilde girerse, bulaşırsa,) onda siyah bir nokta hasıl olur. Hangi kalp de
bunu reddederse onda beyaz bir leke
hasıl olur.
"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), fitnenin
amillerinden olan "emanetin kalkışı" ile alâkalı bir açıklamasında,
kalpteki bu tedricî değişmeyi daha vazıh bir üslubla tekrar ele alır ve bazı temsillerle zihinlere yerleştirmeye
çalışır. Huzeyfe'nin naklettiği bu rivayet Buharî ve Müslim'in ittifak ettiği
hadislerdendir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurur ki: "Emanet
(din duygusu, adalet, emniyet)
insanların kalplerinin derinliklerine iner (fıtrî olarak onlarda vardır). Sonra
Kur'an ve sünnetten aldıkları bilgilerle bunu beslerler, kuvvetlendirirler. Emanetin
kaldırılmasına gelince, (bu da yavaş
yavaş olur, şöyle ki:) Kişi uyur (fesada bulaşma nispetinde emanet(ten bir
miktarı) kalbinden alınır. Öyle ki, emanetin yeri, rengi uçmuş bir yanık izi
gibi küçük bir lekeye döner. Kişi bir kere daha uyur, (cemaatten geri kalan da)
alınır. Bu sefer geride, senin ayağının
üzerinden yuvarlanan kor taneciğinin hasıl ettiği kabarcık gibi bir iz kalır.
Bu kabarcık nasıl ki boştur, sana te'sir etmeden söner gider, (aynen öyle de
emanetten kalan iz de yaşayışa hiç bir tesir
icra etmez). Böylece insanlar alışveriş (ve günlük yaşayışlarına) gitmek
üzere müşkil bir günün) sabahına
erişirler. Hemen hemen hiç kimse emaneti eda etmez (dinin istediği şekilde
yaşamaz). Zamanla iyiler o kadar azalır
ki) parmakla gösterilmeye başlanır ve "Falanca yerde emin bir adam
varmış" denir. Bir kimse lehinde "Ne akıllı, ne nezaketli, ne
civanmert kişi" diye medh ü sena edilir de o adamın kalbinde hardal tanesi
kadar iman bulunmaz."
Aynî, bu hadisi izah ederken hadiste, emanetin önce bir zümreden (kavm), sonra bir
başka zümreden, azar azar, kısım kısım, bir zamandan öbür zamana -dindeki fesat
derecesine göre- alınacağının ifade edildiğini
dile getirir ve açıklamasını şu şekilde noktalar:
"Emanetin azar azar gitmesiyle kalp ondan tamamen boşalır.
Emanetten bir parça gidince, nurunu da alır götürür, onun yerini yanık izi gibi
zulmetten (karanlıktan) bir benek alır. Bundan bir parça daha gidince, oradaki
karanlık (büyüyerek) yanık kabarcığı gibi olur. Bu hemencecik kaybolmayan,
kısmen sabitleşen bir izdir. Hadiste, kalpte yerleşen nurun bilahere birbiri ardınca kısım kısım çıkarak kaybolup
gitmesi, ayak üzerine yuvarlanan kor parçasına benzetilir. Kor gider, fakat
yerinde yanık kabarcığı bırakır."[122]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in, fitneye karşı fazlaca
uyarıda bulunmasının sebeplerinden biri de herhalde onun ortadan kalkmayan bir
vasfa sahip olmasıdır. Hadislerin beyanından anlaşıldığına göre, herhangi bir
yerde, herhangi bir sebeple ne çeşitten olursa olsun bir fitne çıktı mı artık
onun açtığı yara bir daha kapanmayacaktır. Fitne, yatışsa, heyecanını yitirse
ve sönse bile içtimâî bünyede açılan yaranın izi silinmemekte, kalpler eski
berraklık ve sâfiyetine bir daha kavuşamamaktadır. Resulullah, bunu bir
hadislerinde: "Ümmetim arasına kılıç girdi mi, artık kıyamete kadar bir
daha kaldırılmaz" diye ifade eder. Fitne ile hasıl olacak fenalığın
-küllenmesine rağmen sönmeyen bir kor gibi- sulh ve sükunete rağmen devam
edeceğini Huzeyfe tu'bnu'l-Yemân'ın bir rivayetinde açık olarak görmekteyiz.
Daha önce tam olarak kaydettiğimiz bu rivayette, Huzeyfe, bu şerden sonra
tekrar hayır mı diye sorunca Hz. Peygamber, mevzumuzu alâkadar eden şu ilgi
çekici cevabı verir: "Evet gelecek. Ancak bu hayır bulanık olacak."
Rivayetin Ebu Dâvud'daki bir veçhinde: "Bu yerden sonra bulanık bir sulh
(hüdne) var" denilir. Hadisin bütün vecihlerinde yer eden
"bulanık" kelimesiyle tercüme ettiğimiz kelimenin aslı
"dahan"dır.
Şârihler, aslen küdûred, yani bulanıklık mânasına gelen bu tabirin
açıklanmasına ayrı bir yer verirler. Aliyyu'l-Kâri, şerden sonra gelecek
hayrın, diğer bir ifade ile fitneden sonra teessüs edecek sulh ve sükûnun hile,
nifak ve hiyanet içerisinde devam edeceğini ifade eder ve devamla: "Şu
mâna dahi muhtemeldir; fitneden sonra insanların, emîr olarak başa geçirilen
kimsenin etrafında toplanmaları kerhendir, gönül rızasıyla değildir, isteyerek
değildir" der.
Zemahşerî, el-Fâik'da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
zahirî salâh altında bâtınî fesadın devam edeceğini ifade etmek maksadıyla
böyle bir misal verdiğini söyler.
İbnu Hacer, dahan kelimesine kin (hıkd), kusur, kalpdeki fesad
mânalarının verildiğini ve her üç mânanın da birbirine yakın olduğunu
belirttikten sonra şunu söyler: "Hadis, şerden sonra gelen hayrın halis
bir hayır olmayacağına, bilakis nakıs ve bulanık bir hayır olacağına işaret
etmektedir." İbnu Hacer açıklamalarına devamla, Ebu Ubeyd'in şöyle
dediğini kaydeder: "Bu hadisteki muradı bir başka hadis açıklamaktadır:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bir diğer sözü şudur:
"İnsanların kalpleri bir daha eski halleri üzerine rücû etmez."
İbnu Hacer, bu açıklamalardan sonra: "Sanki mâna,
"insanların kalbi artık birbirine karşı halisâne olamaz"
gibidir" der.
Nevevî'nin açıklamaları da İbnu Hacer'den kaydettiklerimize
benzer.[123]
Birkısım hadisler, mü'mini fitneye karşı uyarma vazifesini yapmak
için, onun ölümü aratacak kadar kötülüğünü ortaya koyarken, bir de, bir girenin
bir daha çıkamayacağı yönünün bulunduğunu belirtmektedir. Bu artık o fitnenin
iradeleri yenen menhûs zevkinden midir, yoksa fitne teşkilatının (zîra az
ilerde bir teşkilat olma durumuna temas edilecektir) baskısı sebebiyle midir,
daha başka sebeplerden midir, bu nokta belirtilmiyor. Ama netice şudur: Fitneye
giren çıkamıyor. Ebu Hüreyre haber vermektedir: "Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: "Sağır, dilsiz, kör bir fitne olacak.
Kim ona yaklaşırsa, o da bunu kendine çekecek..." Şarihler, bu hadisten
fitneye girenlerin hakla bâtılı ayırmaktan uzak kalacaklarını, kendilerine
yapılan nasihata, emr-i bi'lma'rûf ile nehy-i ani'lmünkere kulak
vermeyeceklerini, hakkı söyleyenlerin bela ve cefalara mâruz kalacağını,
fitneye bir parça meyledenleri kendisine şiddetle çekeceğini vs. anlamaktadırlar. [124]
Bazı hadislerden Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in ümmetin dikkatini çekmeye çalıştığı büyük
fitnelerin dine zıt olan fikrî cereyanlar sebebiyle ortaya çıkacağı
anlaşılmaktadır. Burada "dine zıt"
kaydını bilhassa tebarüz ettirmek isteriz. Zîra, gayesi Allah'ın
rızasını tahsil, hedefi dine hizmet, sünneti ihya olan ve davranışlarında,
düşüncelerinde Kur'an ve sünnetin düsturlarından ayrılmayan bir kısım dinî
gruplaşmalar her devirde olagelmiştir ve olacaktır da. Hak mezhepler, hak
tarikatlar bu söylediğimize misaldir. Birbirlerine hasmane tavır almadıkları,
hayırda yarışma vasfını kaybetmedikleri müddetçe bu çeşit gruplaşmaların Kur'an
ve sünnetin ruhuna aykırı olmayıp, bilakis muvafık düştüğünü belirterek mevzumuzla
alâkalı hadisi kaydediyoruz:
Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Fitne insanların kalbine hasır
misali çöp çöp konur. Hangi kalbte, bundan içirilirse onda siyah bir nokta
hasıl olur, hangi kalp de bunu reddederse onda da beyaz bir leke hasıl olur.
Böylece (cemiyetin fertleri) iki gruba ayrılır. Bir grubun kalbi düz (ve
parlak) bir taş gibi beyazdır. Bunlara arz ve semavat baki kaldıkça fitne zarar
vermez. Diğer grubun kalbi siyahtır,
bulanıktır, tıpkı (ateşte) kararmış tencere gibidir. Ne iyiyi iyi, ne kötüyü
kötü kabul eder (cemiyetin hiçbir mânevî değerlerini tanımaz). Hevayı nefsinden
kendisine ne telkin edilirse onu bilir..."
Burada, belli bir fikir sistemi, belli bir görüşe şartlanan
insanların tasvir edildiği pek açıktır. Zîra batıl gruplaşmalara dahil olan
kimseler için, kendi sistemlerinin, kendi teşkilatlarının iyi dediği dışında
iyi, kötü dediği dışında kötü mevcut değildir. Veya bunun dışında bir değer
kabul etme hürriyetine sahip değildirler. Hadisteki "hevayı nefsinden ne
telkin edilirse" cümlesini, "teşkilattan ne telkin edilirse"
şeklinde anlamamıza hiçbir mani yoktur. Çünkü, İlahî ölçülerle
değerlendirilmeyen ve ona zıt düşen her şey "heva"dır, bu kimden
gelirse gelsin farketmez. Hatta Kur'an-ı Kerim'de böylelerinin "hevasını
ilahlaştırmakla" itham edildiğini görürüz[125].[126]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), zina, hırsızlık, içki gibi
fenalığı herkesçe müsellem olan içtimâî afetlerden de beter ilan edip mü'-min
ve Müslümanlık vasfı ile bağdaştıramadığı yalan (ve iftiranın) fitne zamanında
son derece artacağına dikkat çekiyor.
Yüzde doksanı yalana dayanan günümüz siyasî hayatının hakiki
değerlendirmesini mü'minlerin isabetle yapabilmesi için Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu ikazına da muhtacız. Zîra hemen hemen yalan ve iftira
üzerine oturtulmuş olan günümüz siyasetinin girmediği Müslüman aile
kalmamıştır.
Hz. Peygamberin kıyamet fitnesi zuhur ettiği zaman artacağını
haber verdiği "herc"in ne olduğu sorulunca, İbnu Mes'ud'dan gelen bir
rivayette Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı vermiştir:
"el-Katlu ve'lkizbu" yani "artacak olan herc'ten maksad haksız yere adam öldürmek ve yalan
söylemektir."[127]
Fitne hakkındaki bazı hadislerde, fitne hengâmında, fitnecilerin
hep yalan dolanla, batıl sözlerle
hareket etmeyip, birkısım gerçeklere de yer verecekleri, daha doğrusu, birkısım
hakikatları suret-i haktan görünerek kendi batıl davaları lehine istismar
edecekleri beyan edilmektedir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bu noktayı, ümmeti için en
ziyade korktuğu üç şeyden birini "Kur'an-ı Kerim'i bilen münafık"
olarak ifade ederek tebarüz ettirir. Bu hususu işleyen muhtelif hadislerden
biri şöyledir: "Ben ümmetim için ne mü'minden ne de müşrikten korkarım. Zîra
mü'mini, onun imanı kötülük yapmaktan alıkoyar müşriği de küfrü durdurur. Fakat
bütün korkum, âlim olan münafıktandır. Hoşunuza gidecek, te'yid edeceğiniz
şeyleri söylerler, size zarar verecek işler yaparlar." Hz. Peygamberin
mükerreren ifade ettikleri endişe, saf Müslümanların, masum ve iyi niyetli
kimselerin, cazip ve parlak sözlerle münafık, ikiyüzlü, tahripkâr, fitneci
kimselerce aldatılmasıdır. Bu meseleye
en canlı misal, Hz. Ali ile Haricîler arasında cereyan eden bir
konuşmadır. Haricîler, halife ve hükümdarın varlığına lüzum olmadığı
hususundaki akidelerine delil olarak, Kur'an'dan iktibas ederek "Lâ hükme
illâ lillah" yani "Hüküm ancak
Allah'ındır" cümlesini kendilerine slogan yapmışlardır. Hz. Ali, bunu
işitince şu cevabı verdi: "Bu, doğru bir sözdür. Ancak bâtıl adına söylenmiştir."
Sadece Haricîler değil, ta Abdullah İbnu Sebe ile başlayıp
Karmatîler, Rafizîler, İsmailîler vs. günümüze kadar devam eden bütün fitne
hareketleri dinî sloganlarla ortaya çıkmışlardır. Kur'an'ı inkâr değil
istedikleri şekilde te'vil ederek cahilleri aldatmışlardır.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), "Kur'an'ı bilen
münafık" tehlikesine karşı yaptığı
uyarı ile, bu canipten gelecek fitnelere parmak basmış olmaktadır. Dindarlığı
laftan ibaret kalıp, amele intikal etmeyenlerin durumundan az ileride ayrıca söz edeceğiz.[128]
Hadislerde zikredilen fitne alametlerinden biri de, herkesin kendi
görüşünü benimsemesidir. 4758 numaralı hadiste geçtiği üzere, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) mü'minin cemiyet hâdiselerine karışmayarak, kendi
hanesine çekilmesini gerektiren durumları sayarken, bilhassa rey sahiplerinin
sadece kendi reylerinden (görüşlerinden) hoşlanmasını (yani -ulemanın
açıklamasıyla- Kitap, sünnet ve icma tarikiyle gelen hükümlere bakmaksızın, Sahabe
ve Tabiin gibi selef-i salihine uymayı terkederek, kendi hevasına göre hüküm
yürütmesini) de zikreder.[129]
"Oku" emri ve kalemin övülmesiyle başlayan İslam'ın en
ziyade ehemmiyet verdiği şeylerden biri ilimdir. Mü'min için, imandan sonra ilim
gelmelidir. Dini yaşamak, korumak, düşmana galebe çalmak, vs. hep ilimle
mümkündür. Hakiki ilmin olduğu yerde din vardır. İman vardır. Allah korkusu
vardır. Kur'an-ı Kerim: "Kullar arasında Allah'tan en ziyade korkanların
ilim sahipleri" (Fatır 28) olduğunu bildirir. İçki, kumar, ihtikar, zina,
yalan, sefalet, fakirlerin ezilmesi gibi bütün içtimâî bozuklukların temelinde
Allah korkusunun yokluğunun yatmakta olduğunu kim inkâr edebilir? Ayet, Allah korkusunu ilme
bağladığına göre, düzensizliğin olduğu yerde ilmin kalkmış, cehaletin artmış
olması gerekir. Nitekim, muhtelif hadislerde bu husus, herhangi bir tekellüf ve
dolaylı ifadeye ihtiyaç bırakmayacak şekilde açık olarak beyan edilir:
"Kıyametten önce gelecek fitne devrinde ilim gider, cehalet gelir..."[130]
4767 numarada kaydettiğimiz Huzeyfe hadisinden çıkaracağımız bir
diğer hüküm, fitne zamanında insanların hakkı batıldan ayırma hususunda
geçirecekleri şaşkınlıktır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından
fitnenin kör ve sağır olarak tavsifi,
alimlerin, birkısım fitne
esnasında insanların şaşkınlık içerisinde kalarak sağduyuları ile
hareket edemeyecekleri yorumuna varmalarına sebep olmuştur. Hatta Huzeyfe' den
Üsdü'l-Gâbe'de gelen bir başka rivayette, Huzeyfe'nin sözkonusu durumu
"fitnenin en dehşetlisi" olarak tavsif ettiğini görürüz:
"Bir adam Huzeyfe'ye "hangi fitne daha fenadır?" diye sorunca şu
cevabı verdi: "Sen hayır ve şer her ikisine birlikte maruz kaldığın zaman
hangisini tercih edeceğini bilememendir."
Aslında insanlar mükerremdir, fıtratı icabı hakkı, doğruyu arar.
Üstelik Müslümanların ferasetleriyle, imanın verdiği sağduyu ve sezgi hakkı ile
temyizde zorluk çekmeyecekleri Hz. Peygamber tarafından müjdelenmiştir:
"Mü'minlerin ferasetinden kaçının. Zîra onlar, Allah'ın nuru ile
görür." Bu hadisin, bir ayeti (Hicr 75) tefsir sadedinde irad edildiği de
gözönüne alınınca, insanlardaki sağduyunun ehemmiyeti anlaşılır. Bütün bunlara rağmen, fitnenin
vasıflarından biri olarak hakla batılı tefrik ettirmeyecek umumî bir şaşkınlığa
dikkat çekilmesi, o sırada yaşanacak şartların ağırlığını vurgulamayı gaye edinmiş olmalıdır.
Söylediğimiz gibi bu şaşkınlık, bu mefluciyata fitnenin, insanın iradesini
elinden alan bir baskı ve korku gücüne sahip disiplinli bir teşkilat eliyle yürütülmesinden
midir, yoksa büyük güce sahip propaganda merkezlerinin efkâr-ı umumiyeyi iğfal
etmesinden midir kesin bir şey söylenemez. Zamandan zamana mekandan mekana
bunlardan biri veya bir başkası veya hepsinin birden rol oynayabileceği
açıktır.[131]
İslam dini, dünya işleriyle ahiret işlerini birbirinden ayrı
mütalaa etmez. Mü'minin beşerî hayatını ilgilendiren her şey, aynı zamanda dini
de ilgilendirir. Bu sebeple şu ameller dinî, şu ameller gayr-ı dinî denemez.
Fıkıh kitapları mü'minin amellerini dinî ameller dünyevî ameller diye ayırmaz;
ibadat, muamelat vs. şeklinde ayırır ve muamelât zımnında zikrettiği ticaret, ziraat, nikah
gibi meseleleri de, ibadat zımnında zikrettiği namaz, oruç gibi meselelerle
aynı değerde dinî kabul eder. Zîra hepsi
hususunda İlahî emirler, İlahî ölçüler gelmiştir.Sözgelimi, sathî bir nazarla, namaz ve oruca nisbetle gayr-ı
dinî olduğu söylenebilecek bir nevi vergi olan zekat ile namazı Kur'an-ı Kerim,
çoğu kere yan yana ve beraber zikreder:
"Namaz kılın, zekat verin" der.[132]
Hz. Pegyamber daha da ileri giderek, farzlara riayet eden bir
Müslümanın, haram olmayan her çeşit günlük muamelâtının, uyumak, yemek yemek ve
hatta zevcî muamelede bulunmak nevinden olsun, hepsinin ibadet olacağını
söylemiştir.
Bu
dünya-ahiret ayrılmazlığının sonucu olarak İslam'da devlet reisliği müessesesi
aynı zamanda dinî reisliği de temsil eder. Devlet reislerinin dinin tatbikatına
müteallik vazife ve mesuliyetlerden kendilerini
uzak tutmaları din açısından bir fitne olarak değerlendirilmiştir.
Nitekim Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bir hadiste şöyle buyurur:
"İhsan ihsanlık vasfını korudukça kabul edin. Fakat bu, dine karşı rüşvet
mahiyetini alınca reddedin, almayın. (Maalesef) bunu terketmeyeceksiniz. Dine karşı
rüşveti terketmekten sizi alıkoyan şey korku ve fakirliktir. Haberiniz olsun,
iman çarkı (ilelebed) dönecektir. Bu çark her nerede dönüyorsa Allah'ın
kitabına uygun olarak dönderin. Haberiniz olsun sultan ve kitap birbirinden
ayrılacaktır. Sakın sakın siz Kitap'tan ayrılmayın. Haberiniz olsun başınıza
öyleleri reis (emîr) olarak geçecek ki, (kendileri için hükmettiklerini sizin
için hükmetmeyecekler), onlara itaat etseniz sizi dalalet ve sapıklığa atarlar,
itaat etmeyip isyan etseniz, sizi öldürürler." Cemaatten bazıları sordu.
"Ey Allah'ın Resûlü! Pekâla ne yapalım?" Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm): "Hz. İsa'nın ümmeti gibi yapın. Onlar, ateşe atıldılar,
testerelerle biçildiler (fakat dinlerinden dönmediler). Allah'ın taati uğruna ölmek Allah'a isyan içinde yaşamaktan
daha hayırlıdır."
Bu ihbarlar,
İslam tarihinde, değişik beldelerde, farklı zamanlarda kerratla vaki olmuştur.
Ahirzamanda çıkıp dinden kopacak umerayı (idarecileri) tanıtma maksadıyla irad
buyrulan bir diğer hadiste şöyle buyurulur: "(Benden sonra) birkısım umera
gelecek. Onların batıl sözlerine itiraz edilemez. Bunlar kendilerini şapır
şapır ateşe atarlar. Dalalet ve ateşe gitmede birbirlerini takip ederler."
Hadisi rivayet eden Hz.Muaviye (radıyallahu anh), halkın itiraz etmesi gereken gayr-i
adil bir hükmü, aynı camide aynı cemaate üç cuma üst üste hutbede tekrar eder.
Üçüncü seferinde bir itiraz yükselince, kendisinin o zümreden olmadığına
hükmederek sevinir ve itiraz eden kimseye iltifatta bulunur.[133]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in haber verdiği fitne
devri gelince din bir isim, resim ve şekilden ibaret kalacaktır. Bir kısım
rivayetlerden anlaşılan budur. Dinî emirlerin talim, tatbik ve icralarının
gerçekleşmesi için gerekli olan vazifelerin ihmali ve hazırlanması icabeden
şartların terki halinde lüzumlu olan müeyyide ortadan kalkınca dinin şekilden
ve laftan ibaret kalacağı açıktır ve tabiî bir sonuçtur.
Nitekim hadisler birkısım fitneleri çıkaranların talim ve terbiye
gibi her çeşit dinî formasyondan mahrum gençlerden oluşacağını haber verir.
Bunlardan, Hz. Ali'nin rivayet ettiği mühim bir tanesinde Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm), şöyle haber verir: "Ahirzamanda öyle bir zümre
zuhur edecek ki, bunlar yaşça genç, akılca kıttırlar. Bunlar konuştukları zaman
mahlukatın en hayırlı sözünden (yani Kur'an-ı Kerim'den ve hadis-i şeriften)
bahsederler. Kur'an-ı Kerim'in kendi lehlerine olduğunu zannederler. Halbuki
kendilerinin aleyhinedir. Ancak imanları gırtlaklarından öte geçmez. Okun
hedefi delip geçmesi gibi, dine girip
çıkarlar."
Yani bugünün tabiratına dökecek olursak, hadisin haber verdiği
güruh, sistemli ve köklü bilgilerden
mahrum, bir kısım sloganlar ezberletilmiş, akıldan çok his ve heyecana tabi,
düşüncesi kıt gençlerdir. Bunlar kendilerine telkin edilip ezberletilen
sloganlarla heyecana gelip, tahrik edilirler. Sloganlar ise, en dindar
kimselerin bile hoşuna gidecek güzel sözlerdir. Kur'andan bir ayet, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den bir hadistir. Ancak, bu sloganların
yaşayışlarına tesiri yoktur. Şarihlerin belirttiği üzere, bunlar lafta
inandıklarını söylerler, kalpleriyle inanmazlar. Zahiren güzel sözler
söylerler, hakikat-ı halde söylediklerine muhalif hareket ederler.
Şu hadiste ise bunların
asıl maksatlarının dünyalık (mal, mevki, şöhret, iktidar vs.) olduğu, dini ise, bu maksatla istismar için
ağızlarına aldıkları daha sarih olarak ifade edilmektedir: "Ahirzamanda
bir grup insan türeyecek ki, bunlar dinle dünyayı talep edecekler. İnsanlara
karşı yumuşak (dindar, dünyayı terketmiş)
görünmek için koyun postuna bürünürler. Dilleri şekerden tatlıdır. Kalpleri ise, canavarların kalbi gibidir.
Allah onlara şöyle der: "Bana karşı
laubalilikte mi bulunuyorsunuz! Şanıma ve azametime kasem olsun ki, ben
onlara, kendilerinden (çıkaracağım) öyle bir fitne göndereceğim ki, (değil
fiilen fenalıkları işleyenler)
içlerindeki iyiler bile şaşkına
dönecekler (ne def edebilecekler, ne de ondan paçalarını kurtarabilecekler)."[134]
Ahirzaman fitnesinin, hadislerde ifade edilen en bariz ve en
mühim vasıflarından biri, dine karşı olmasıdır. Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın geleceğe ve bilhassa Deccal fitnesine ait
ihbarlarda kullandığı teşbihli üslup ve ifadelerden şöyle bir mâna çıkarmak
mümkündür: Ahirzamanda ortaya çıkacak birkısım beşerî (hümanist) görüşler ve
değerler, dinin yerini almaya çalışacaktır. Kendisine resmen din demese bile ortaya
atacağı sistemi, kurmaya çalışacağı
nizamıyla akide nokta-i nazarından aynen bir din hüviyetini alacaktır. Öyle bir
din ki, kendi dışında kalanlara hayat hakkı tanımayan, diğer dinlerde mevcut
olan kendini hak başkalarını batıl ilan
eden kıskançlık ve taassuba fazlasıyla sahip yeni bir din. Bu yeni din beşer
üstünde mevcut her çeşit İlâhî sultayı kaldırmak amacıyla inkar-ı uluhiyeti
akidesine temel yapar. Her çeşit dinî değerin yerine beşerî bir put (heva) dikmeye çalışır. Temel ma'budu madde ve insan
olan ladinî bir dindir. Nitekim,
komünizmin bu mahiyette olduğu birçok müellifce vurgulanmıştır.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bu beşerî, bu ârızî ve
materyalist sistemin, beşerin hevayı nefsini putlaştırıp ilahlaştırmakla
kalmayıp, İlahî dinle, İslamiyet ile de
mücadele edip, ortadan kaldırmaya çalışacağını mü'min ile Müslüman olanları,
çeşitli hakaretlere maruz bırakacağını ifade ediyor ki, bunların geçmiş
zamanlarda ve hatta günümüzde aynen çıktığını söyleyebiliriz. Komünizmin
girdiği yerlerde başta Müslümanlar olmak üzere bütün klasik dinlere inananların
çektikleri cümlenin malumudur.
İşte Hz. Peygamber, dinini tatbik edebilmek için hakim durumdaki
düşman güçlerle mücadele gibi fevkalade, fevkalbeşer şartlara maruz bu
"çetin şartlar devri Müslümanı"nı takviye ve teşvik etmeye
tebliğatında hususi bir yer vermiştir. "İnsanlar öyle bir devir yaşayacaklar
ki, o devirde dini üzerine sabretmek, elinde ateş tutmak gibi zordur. Çünkü o
devirde mü'min (öyle hakaretlere maruz
kalır ki) davarından daha zelil, (daha haysiyetsiz) bir duruma düşer. Bu hakaret ve baskıya birçok insan dayanamaz.
Zayıf olanlar, fire vererek, beş paralık menfaat için din ve mukaddesatından
rüşvet verme durumuna düşer. Gündüz ve gecelerin akması öyle devir getirecektir
ki, o zaman biri kalkıp alenen: "Bir avuç menfati için bize din (ve
mukaddesatını) kim satacak?" diye sorar. Bu soruş boşa değildir de: "Birçokları dinlerini çok
az bir dünya malı karşılığında satar."
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bu zor şartlar alında dini tatbikatın diğer
zamanlardakine nazaran çok daha değerli
olduğunu ifade eder: "Herc, fitne ve insanların ahvalindeki ihtilat ve
karışıklıklar zamanında ibadet tıpkı bana hicret etmek gibi büyük sevaba
vesiledir." Bir başka rivayette Hz. Peygamber, fitne devrindeki şartların ağırlığını ifade için Ashabına şu hitapta bulunur: "Siz
öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki, sizden biri emredilenlerin onda birini
terketse helak olur. Fakat arkadan öyle bir devir gelecek ki, her kim,
emredilenlerin onda birini yapsa kurtuluşa erecek."
4758 numarada kaydedilen hadiste, zor fitne şartlarında dinî
salabetini muhafaza edebilenlere normal şartlarda yapılan ibadetin sevapça elli
misli vaadedilir: Hz. Peygamber: "Siz kendi nefislerinizi (ıslah etmeye)
bakın" ayetiyle alâkalı bir soru üzerine Ebu Sa'lebe'ye yaptığı açıklama
sırasında sözlerini şöyle bitirir:
"...Zira, önünüzde "sabır günleri" var. O zaman sabır, elde ateş tutmak gibidir. O vakit, dini tatbik
eden bir kimsenin (amilin) ücreti, onun gibi çalışan elli kişinin ücretine
denktir..."" "Bu onlardan elli kişinin ücreti mi?"
diye bir kişi sorunca, Hz. Peygamber: "Bizden elli kişinin ücreti"
diye tasrih eder.[135]
Dinin ta'lim, tedris ve tatbiki resmî himaye ve müeyyideden mahrum
kalmaktan öte dindarlar baskı ve hakaretlere de maruz kalınca bunun tabii bir
sonucu olarak din hususunda bilgisizlik ve sathîlik ortaya çıkacaktır.
Şüphesiz, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in haber verdiği bu durumlar
tesadüfi, arizî durumlar değildir. Dine
karşı yürütülen bütün bu menfi durumlar, şuurlu, sistemli ve planlıdır. Öyle
ise, dine karşı cehaletle birlikte, dini insanlar nazarında düşürmek maksadıyla
dine karşı aleyhte propaganda da yapılacaktır.
Şu halde gerçek din bilgisinden mahrumiyete, dinle alâkalı kasıtlı
yanlış bilgiler, aleyhte propaganda ve dindarlara baskı ve istihkar da
eklenince insanların dinle olan bağı son derece zayıflayacak demektir. O kadar
ki, bazan ferdî, bazan da kitle halinde irtidatlar, dinden çıkma vakaları olacaktır. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in fitne ile alâkalı bir kısım beyanları bu söylediklerimizi
tasvir eder. Hz. Cabir (radıyallahu anh), Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in: "İnsanlar bu dine kitleler halinde girdiler ve kitleler
halinde de çıkacaklar" dediğini
ağlayarak anlatır. Hz. Aişe'nin Müslim'de gelen bir rivayetinde de Hz.
Peygamber: "Gece ve gündüzün akışı Lat ve Uzza'ya ibadeti
getirecektir" der. Müslim'in diğer bir rivayetinde Devslilerin
"Zülhalasa" adındaki cahiliye
putlarını ihya edecekleri belirtilir. Lat, Uzza, Zülhalasa adlarındaki meşhur
cahiliye putlarının Resulullah devrinde param parça edildiği gözönüne alınırsa,
bu hadisle, insanların elleriyle yapıp
diktikleri putlara, perestiş, ibadet mânasını taşıyan ta'zim ve hürmet
göstereceklerinin ifade edildiği anlaşılır. Bu
mânayı teyid eden bir başka hadiste: "Putlar tekrar dikilmedikçe
kıyamet kopmaz. Bunu ilk yapacak olan da Tihâme'den bir kal'a ehlidir" denilir.
Şu rivayet, kıyamete yakın çıkacak bu dinî gerilemeleri cehle
bağlar: "Öyle fitneler olacak ki, o
zamanda birkimse, mü'min olarak sabahladığı halde, kafir olarak akşamlar.
Allah'ın ilim (vermek sureti) ile ihya edip hayatlandırdıkları müstesna (onlar
imanlarını kolay kolay kaybetmezler)." Hadiste geçen "Allah'ın
ilim ile ihya ettikleri müstesna"
tabiri, bu irtidatların asıl sebebinin cehalet olduğuna dair yukarıda söylemiş
bulunduğumuz hususu te'yid eder.
Keza, şu müteakip rivayette zikredilen: "Dini fiilen tatbik
etmede acele davranın.." kaydı da fitnenin çıkış sebebinin dindeki
gevşeklik olduğu, fiilen, ciddî şekilde tatbik eden fertlere fitnenin zarar
vermeyeceğini ifade etmektedir. "Zifiri gece karanlığı gibi çökecek fitneler gelmeden dini fiilen
tatbik etmede acele davranın. (Fitne gelince) kişi mü'min olarak sabahlar da
kâfir olarak akşamlar, mü'min olarak akşamlar da kafir olarak sabahlar. Bir kısmı, çok az bir dünya
menfaati mukabilinde dinini satar."
Akşamdan sabaha veya sabahtan akşama insanlarda meydana gelen bu
süratli değişmelerin sadece dinî temel nasslarda, akidelerde kalmayıp beşerî
vicdanlarda bulunması gereken her çeşit değerlere sirayet ettiğini muhtelif rivayetler te'yid
eder. Bunlardan birinde: "...Kişi kardeşinin kanını, ırzını ve malını
haram bilerek sabahlar da, kardeşinin kanını, ırzını ve malını helal addederek
akşamlar" buyrulur.[136]
Bazı hadislerden kıyamete
yakın bütün insanlara şamil fevkalade bir zenginliğin geleceği ifade edilir.
Ancak bu zenginlik kıyamet alâmeti olması sebebiyle bir fitnedir, en azından
bir fitnenin sebebidir. Belki de daha önce zikri geçen "refah
fitnesi"dir.
Her halukarda mükerrer hadislerde kıyamete yakın, zekat kabul
edecek bir kimse bulunmayacak derecede umumi bir bolluk mevzubahistir: "Ahirzamanda
ümmetim içerisinde bir halife zuhur edecek. Bu halife malı öyle dağıtacak ki,
hesabını bile tutmayacak." Buharî'nin bir rivayetinde malı hesapsızca
dağıtacak olan kimse Hz. İsa'dır: "Hz. İsa çıkınca malı cömertçe dağıtır,
ama kimse bunu kabul etmez."
Bir diğer rivayette de "Sizden birinin sadaka vermek üzere
çıkıp, kabul edecek kimseyi bulamayacağı gün gelmezden önce kıyamet
kopmaz" denir. [137]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), insanoğlunun madde
karşısında hususi bir zaafı olduğuna fazlaca dikkat çeker. Yaratılışından gelen
bir hırsla, ölünceye kadar bu tamahkârlığın devam edeceğini belirtir:
"İnsanoğlu ne kadar yaşlansa da ondaki iki arzu genç kalır. Yaşamak arzusu
ve madde arzusu." "İnsana iki vadi dolusu altın verilse bir üçüncüyü
ister, onun iç boşluğunu ancak toprak doyurur."
Ondaki bu zaaf şer'î ölçülerle disiplin altına alınmaz, terbiyeden
geçirilmezse birkısım içtimâî bozukluklara sebep olur. Bu mal hırsının marazî
tezahürlerinden biri cimriliktir. Cimrilik ve mal düşkünlüğüne, bazı fertlere
has münferid vak'alar olarak her devirde her cemiyette rastlanır ise de, bunun
bir cemiyette umumi ve yaygın bir hal alması normal değildir. Böyle bir durumun
bir cemiyette zuhuru, bir kısım içtimâî bozuklukların had safhaya ulaştığının
delili ve alâmeti olmalıdır. Hatta Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), cimriliğin yaygınlaşma halini, emr-i
bi'lmarufun fayda yerine zarar vereceği ve bu sebeple onu da terk etmeyi
gerektiren bir mi'yar olarak değerlendirir: "..İrşad işini bırakmayın.
Aksine ma'rufa uyun, münkeri nehyedin. Ancak, ne zaman mucibiyle amel edilen
bir cimrilik peşinden gidilen hevesat görür, inanların (mal, mevki gibi
menfaatlere aldanarak) dünyayı ahirete tercih ettiklerine, rey sahiplerinin
(Kur'an, hadis ve icmayı bir tarafa iterek) kendi rey ve düşüncelerini
beğendiklerine şahit olursan sen o zaman, kendi başının çaresine bak,
başkasıyla uğraşmaktan vazgeç." 4758 numarada geçen bu hadisten, daha önce
temas ettiğimiz sebeplerden ileri gelen içtimâî bozukluklarla birlikte
cimriliğin de yaygınlaşacağını anlamaktayız.[138]
Bir kısım hadisler, fitnede rol oynayacak kimselerin, birinci
derecede gençler olduğunu ifade ederken, diğer bir kısım hadisler dahi
asaletli, emin, dindar kişilerin helak olacağını bunların yerini gayr-ı
mûtemed, hain, çapulcu ve sefih kimselerin alacağını vurgular. Dinsultan
ayrılığı, dinin devlet himayesinin dışında bırakılması, dindarlığın elde ateş
tutmak kadar zorlaşması gibi birbirini tamamlayan ve takip eden vakaların
gelişmesinin tabii bir sonucu olarak cemiyette ortaya çıkacak olan bu durum,
5036 numarada kaydedeceğimiz bir Tirmizî rivayetinde şöyle ifade edilir:
"Dünyada insanların en bahtiyarlarını (malca en zengin, yaşayışça en
müreffeh, makamca en üstün, nüfuzca en kavi)
en adi kimseler teşkil etmedikçe kıyamet kopmaz."
Hadiste mevzubahs edilen adiliğin
neseb ve haseb yönünden olduğu, kullanılan kelimenin nesebi bilinmeyen
ahlakî kemâli duyulmayan kimse mânasını da ifade ettiği şarihlerce belirtilir.
Taberânî'nin bir tahricinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
şöyle buyurmuştur: "Fuhuş ve cimrilik ortalığı sarmadıkça, emin ve
güvenilir kimseler aşağılanıp, hainlere itimat edilmedikçe, "vuûl"
olanlar helak olup, "tuhût"
olanlar zuhur etmedikçe kıyamet kopmaz." Dinleyenler sorar: "Ey Allah'ın Resûlü,
"vuûl" ve "tuhût" da ne demek?" Cevaben: "Vuûl, insanların ileri
gelenleridir, eşrafıdır. Tuhût ise, insanların en düşük olanlarıdır, ayak
altında bulunan (adı sanı duyulmamış) bilinmeyen kimselerdir" der. Hadisin
bir başka veçhinde tuhut, adi, düşük ailelerden gelen kimseler olarak
açıklanır.
Müslim'de kıyamete yakın vukua gelecek hâdiseleri tasvir eden bir
rivayette, şu açıklamaya da rastlarız: "Geriye insanların şerirleri kalır.
Bunlar (şerlere ve şehvani hedeflere koşmada) kuşlara, (birbirlerine zulüm ve
düşmanlıkta) vahşi hayvanlara benzerler."
Hadis kitaplarında "Cibril hadisi" olarak şöhret kazanan
meşhur rivayette, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) kendisine kıyamet
alametlerini soran Cebrail aleyhisselam'a, diğer bazı alametler meyanında şunu
da zikreder: "..Yalın ayak başı kabak (halktan gelme, asaletsiz)
kimselerin insanlara baş olmaları kıyamet alâmetlerindendir."
Daha önce fitnenin çeşitlerinden bahsederken kaydettiğimiz bir
hadiste, refahtan hasıl olan fitneden sonra insanların, ilmi ve fikri nakıs
olduğu için gayr-ı ehil, kararsız bir kimsenin etrafında toplanarak, sulha
kavuşacaklarının beyan edildiğini görmüştük. Bu rivayet de fitneden sonra
ehliyetsizlerin, zorla, hile ile başa geçeceklerini ifade eder.
Rivayetlerin hepsini zikretmeye gerek yok. Kaydedilenler bize
gösteriyor ki, ahirzamanda çeşitli içtimâî bozuklukların neticesi olarak
insanlar umumiyetle bozulacak ve kendilerine uygun olarak, bozuk kimseler
başlarına geçecektir; "Her bir kabileyi (milleti) o kabilenin münafıkları
sevk ve idare etmedikçe kıyamet kopmaz."[139]
Yukarıda kaydedilen bir
hadiste, en azından bir kısım mühim fitnelerde, tecrübesiz ve kıt düşünceli
gençlerin birinci derecede rol oynayacağı, bunların herkesçe makbul
ve müsellem olan güzel sözler, ayet ve hadisten alınma parlak düsturlarla
ortaya çıkacakları, ancak sözleriyle amellerinin bir ilgisinin olmayacağı
belirtilmiştir.
Daha başka hadislerde de, içtimâî ve siyasî hayatta gençlerin
birinci planda yer aldıkları devirlerde fitne ve fesadın, emr-i bi'lmaruf gibi
şartlara göre farz-ı ayn sayılacak kadar değer kazanmış, son derece mühim bir
vazifenin "terkini gerektirecek", defalarca yasaklanmış olan
"ölümü isteme"yi meşru kılacak kadar ileri ölçülere varacağı ifade
edilmekte, "umera çocuklardan olduğu müddetçe yeryüzünden lanetin
kalkmayacağı" belirtilmektedir. Bu mânayı te'yid eden şu hadis de ziyadesiyle
manidardır: "Kıyamet alametlerinden biri de ilmin gençler nezdinde aranmasıdır." Şu
rivayet de Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)' in bu mevzudaki mühim uyarı
ve tenbihlerinden biri olmalıdır: "Hz. Peygamber bir defasında
"Çocukların emîrliğinden Allah'a sığınırım" der. Yanındakiler:
"Çocukların emîrliği de nedir?" diye sorarlar. Şu cevabı verir:
"Onlara itaat etseniz (dininizde) helak olursunuz? Şayet isyan etseniz
sizi(n dünyanızı) helak ederler; ya
malınızı, ya canınızı ya da her ikisini almak suretiyle."
Bizzat Buhârî'de gelen bir rivayette, ümmet-i Muhammed'in
helakının Kureyş kabilesinden emîrliğe geçecek çocuklar (gençler) yüzünden
geleceği belirtilmiştir. Şarihler aynıyla vaki olduğunu misallerle te'yid
ederler.[140]
Bidayette de belirttiğimiz üzere, fitnede artacağı belirtilen
"herç" ölüm demektir. Şu halde fitnelerin en bariz vasıflarından biri
öldürme vakalarının artmasıdır. Fitne sırasında kardeş kardeşi öldürecek demektir. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm), Müslümanların bu davranışlara düşmemeleri için,
fitnenin bilhasa bu yönüne fazlaca dikkat çekmiştir. Pek çok hadiste görüldüğü
üzere, fitneye karışmamayı ısrarla tavsiye edişten maksad, haksız yere kan
dökme amellerinden korumayı sağlamaktır. "...Zîra kişi Müslüman cephesinde
olduğu halde, kardeşinin malını yer, kanını döker ve Rabbine isyan eder,
hâlıkını inkâr eder ve kendisine cehennem şart olur."
Fitnede, haksız yere katl vakalarının, kardeşin kardeşi öldürme
hâdiselerinin çokca artacağını ifade eden hadisler çoktur. Burada daha önce
4760 numarada zikrettiğimiz hadisin bir parçasını hatırlamakla yetiniyoruz:
"Ey Ebu Zerr, haberin ola. Ölüm insanlara öylesine çok gelecek ki,
kabirler hizmetçi ve köleler tarafından inşa edilecek." Bir Sahiheyn hadisinde
"herc artmadıkça kıyamet kopmaz" buyuran Resulullah, "Herc
nedir?" sorusuna, "Öldürme, öldürme (katl)!" diye cevap verir.[141]
Fitneyi tasvir zımnında ifade edilen en enteresan hadislerden biri
4780 numarada kaydedilen hadistir: "Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a
kasem ederim ki, insanlar öyle bir devir yaşayacaklar ki, katil niçin öldürdüğünü, maktul niçin
öldürüldüğünü bilmeyecek." "Bu nasıl olacak?" diye sorulduğu
zaman Hz. Peygamber şu açıklamayı yapar: "İşte bu herçtir. (Buna
bulaştıktan sonra) ölen de öldüren de ateştedir."
Biz bu hadisi, fitne üzerine söylenen enteresan hadislerden biri
olarak tavsif ettik. Çünkü, bilhassa memleketimizin yaşamış bulunduğu durumu
tasvir etmektedir. Birtakım gizli teşkilatlar tarafından yürütülen anarşik
hadiselerde kullanılan şahıslar, kendilerine verilen vazifeyi yapmak
zorundadır, sebebini, niçinini soramaz. Mesela halkı yıldırmayı hedef alan bir
çok vakada, gelişigüzel kalabalık üzerine, otobüs durağında bekleyenlere yaylım
ateşi açılmaktan çekinilmemiştir.
Teşkilatlar adına işlenen ve para mukabili adam öldüren klasik
tipteki kiralık katillerden daha gayesiz
katiller tarafından sahneye konan bu cinayetleri Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm): "Öldüren niçin öldürdüğünü, ölen niçin öldüğünü bilemez"
şeklinde ifade etmiştir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bu hadiste, hassaten
teşkilatlarca tertiplenen anarşist
cinayetleri tasvir ettiğini te'yid etmek için bu çeşit cinayetleri tahlil eden
bir Batılının şu satırlarına göz atalım: "Anarşist cinayet, siyasî
cinayetlerden farklıdır. Kurbanın katil nazarında gerçekten suçlu olması mühim
değildir. Hatta kurban suçsuz olduğu
nisbette anarşik cinayetin daha mükemmel olduğu söylenebilir. Nitekim bu
cinayetlerde mühim olan, tedhiş vasıtasıyla halk üzerinde yılgınlık hasıl
etmektir. Kurban edilen kimsenin mevki-i içtimâîsi yüksek olduğu nisbette bu
gayeye daha iyi ulaşılır. Zaten tedhişçiler, içtimâî bünyede gedik açabilmek için başa vurmak gereğine
inanırlar."[142]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in mükerrer hadislerinde,
fitne, anarşi devrinde emniyetin kalkacağı, kimsenin kimseye itimat
edemeyeceği, emin kimselerle hain kimselerin tefrik edilemeyeceği vs.
belirtilir. Bu hususla alakalı olarak Abdullah İbnu Amr'dan gelen bir
rivayette, fitnenin çıkacağı devre, "(İnsanlar arasında emin ve güvenilir
kimselerle hain kimseler, salihlerle facirler birbirinden tefrik edilemeyecek
kadar) insanların ahde vefaları bozulduğu, itimadın kalktığı zaman.."
olarak tasvir edilir.
Bir başka rivayette, fitneden haber veren Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a İbnu Mes'ud sorar: "Ey Allah'ın Resulü, bu
fitne ne zaman gelecek?"
"Bu herc (insanların birbirini kırdığı) devirdir."
"Bu kırım devri ne zaman gelir?"
"Bu, kişinin arkadaşına bile itimad edemediği zamandır."
İbnu Mes'ud, bu hadisi Vabısa'ya anlatırken, Vabısa da İbnu
Mes'ud'a eyyâmu'lhercin (kırım zamanının) ne vakit geleceğini sorar. O da
mualliminden aldığını belirttiği cevabı tekrar eder: "Kişinin arkadaşlarına
bile itimad edemeyeceği zaman."
Bir başka rivayette, cemiyet
fertlerinin maruz kaldıkları içtimâî bozukluklar sonunda, dinin
"ahidlerinizi tutun" (Nahl 91, İsra 34), "verdiğiniz sözlerde
durun", "yalan söylemeyin" gibi emirlerini unutarak itimat
edilmez davranışlara düşecekleri belirtilir: "Sen, ahidlerini bozan,
güvenirliklerini kaybeden mübtezel (ayak takımı) insanların arasında kaldığın
zaman ne yapacaksın? O insanlar düzenleri bozulmuş (biri diğerine benzemeyen)
her biri her an değişen, ahidlerini bozan, itimad ve emniyetleri suistimal eden
kimselerdir." Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu açıklamadan sonra
parmaklarını birbirine geçirerek: "İşte böylesine karışık" der.[143]
Büyük fitnenin hususiyetlerinden biri ölümü aratmasıdır. Yukarıda
söylediğimiz gibi fitne; içtimâî hastalıkların artması sonucu kargaşanın fiile geçmesidir. Her çeşit
dinî ahlakın, aklî ve vicdanî prensiplerin mağlup ve makhur edilip hissiyatın,
içgüdülerin, beşeriyetin kemali için daima baskı altında tutulması gereken
hevayı nefsin hakim olmasıdır. Mal ve can emniyetini kaldırıp, katl, hırsızlık
ve soygunları artırmaya müncer olan iktisâdî ve
içtimâî bozuklukların böylesine
artması, hayatın da mânasını kaybettirecektir. Böyle bir ortamda
ölenlere gıpta edilmesi mucib-i hayret olmalıdır. Buhari ve diğer kaynakların
kaydettikleri bir rivayette Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bu durumu şöyle ifade eder:
"Bir insan, ölmüş bir kimsenin kabrine uğrayınca: "Bunun yerinde
keşke ben olsaydım" diye temenni
etmedikçe kıyamet kopmaz."
Müslim ve İbnu Mace'de gelen bir rivayette bu temenninin dindarlık
sebebiyle olmayıp, maruz kalınan belalar, çekilen sıkıntılar sebebiyle olduğu
tasrih edilir. Daha başka rivayetlerde insanların, sabredilmesi, elde ateş tutmak
kadar zor olan musibet dolu devirler yaşayacakları belirtilir.
Bir başka rivayette, ölümü arattıran bu fitnenin maddî imkanların
darlığı ile bir alakasının bulunmadığı, bilakis zenginlik sebebiyle arttığı,
hatta bu yüzden insanların fakirliği temenni bile edecekleri tasrih edilir.
Daha çok zengin başların derde düşmeye başladığı günümüz ahvaline oldukça
yakınlık arzetmesi sebebiyle hadisi
aynen kaydediyoruz:
"Siz öyle zaman göreceksiniz ki, o vakit kişi, nasipçe
(malca) hafif olmaya gıpta eder, tıpkı şimdi sizin mal ve evlat çokluğuna gıpta
ettiğiniz gibi. O kadar ki, biriniz kardeşinin mezarına uğrar da, hayvanın
yerde yuvarlanması gibi yuvarlanarak: "Keşke senin yerinde ben
olsaydım" der. Bu davranışı (Hz. Yusuf gibi bir an evvel) Allah'a kavuşmak
arzusuyla veya önceden işlediği iyi ameller sebebiyle değil, maruz kaldığı
belalar sebebiyledir."[144]
"Devletin
malı deniz yemeyen domuz" diyerek devlet malını çeşitli yollardan
yağmalamayı helal addeden fasıklarla, "burası dâr-ı harptir, dar-ı harpte
zekat verilmez" diyerek başta vergi kaçakçılığı olmak üzere çeşitli
haramları helal addeden cahillerin halini beyan etmeye de Hz. Peygamber ehemmiyet vermiş, bu durumun
ahirzaman fitnesinin alâmetlerinden birini teşkil ettiğini belirtmiştir. Hz.
Ali'den gelen rivayete göre, "Kıyamet ne zaman?" diye soran bir
kimseye, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) cevaben kıyamet alametlerini
sayarken: "..emanet ganimet sayıldığı, sadaka (yani zekat ve vergi) bir yük
addedildiği... zaman" demiştir. Aynı fikre, Ebu Hüreyre'den gelen
"rihu'lhamra (kızıl rüzgâr) hadisinde
de yer verilerek: "Emanet ganimet addedilince, zekat ise (dini bir
borç değil, zorla alınan) bir ceza telakki edildiği zaman.. kızıl rüzgârı
bekleyin" denmiştir.[145]
Bazı rivayetlerden, kıyametten önce, gelecek bir fitnenin
girmeyeceği evin kalmayacağı, istisnasız her eve gireceği ifade edilir.
Abdullah İbnu Amr tarafından rivayet edilen bir hadiste kıyamet alâmetleri,
bir ipe dizilmiş bulunan boncukların, ipin kırılmasıyla birbirini takip etmesi
gibi, peşpeşe gelecekleri ifade edilir. İşte birbirini takip edecek bu
alâmetlerden altı tanesi tadad edilir. Bunlardan birinin: "Bilâistisna her
Arabın evine girecek olan bir fitne" olduğu belirtilir. Hadisin Müsned'de
gelen iki veçhinden birinde "sizden her bir kimsenin evine" şeklinde;
diğerinde "her bir yün ve toprak eve" şeklinde ifade edilerek bu
hususta şehir ve köy farkının da kalmayacağı belirtilmiştir. [146]
ـ4798 ـ1ـ
عَنْ جُندب بن
عبداللّه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
قُتِلَ
تَحْتَ
رَايَةٍ
عِمِّيَّةٍ
يَدْعُو لِعَصَبِيَّةٍ
أوْ يَنْصُرُ
عَصَبِيَّةً
فَقِتْلَتُهُ
جَاهِلِيَّةً[.
أخرجه مسلم
والنسائي.»العِمِيّةُ«
بتشديد: بيّن
الجهالة والضلة،
وهى فِعّيلة
من
العمى.و»التَّعصِيبُ«
المحاماة
والمدافعة عن
ا“نسان الذي
يلزمك أمره أو
تلتزمه
لغرض.و»القِتلَةُ«
بكسر القاف
حالة القتل،
أى فقتله قتل
جاهلي .
1. (4798)- Cündeb İbnu
Abdillah (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kim ummiyye (gayesi İslam olmayan) bir bayrak altında bir
asabiyete çağırırken veya bir asabiyete yardım ederken öldürülürse onun ölümü,
cahiliye ölümü üzeredir." [Müslim, İmaret 57, (1850); Nesâî, Tahrîm, 28,
(7, 123).][147]
ـ4799 ـ2ـ
وعن سُراقة بن
مالك الجعشمى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
خَيْرُكُمُ
الْمُدَافِعُ
عَنْ
عَشِيرَتِهِ
مَالَمْ
يَأثَمْ[.
أخرجه أبو
داود .
2. (4799)- Sürâka İbnu
Mâlik el-Cu'şemî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"En hayırlınız, (zulme düşerek) günah işlemedikçe aşiretini
müdafaa edendir." [Ebu Davud, Edeb 121, (5120).] [148]
ـ4800 ـ3ـ
وعن واثلة بن
ا‘سقع رَضِيَ
اللّهُ عَنْه قال:
]قُلْتُ يَا
رَسُولَ
اللّهِ: مَا
الْعَصَبِيَّةُ
قَالَ: أنْ
تُعِينَ
قَوْمَكَ عَلى
الْظُّلْمِ[.
أخرجه أبو
داود .
3. (4800)- Vâsile
İbnu'l-Eska (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ey Allah'ın Resûlü, dedim,
asabiyet nedir?"
"Asabiyet, buyurdular, zulümde kavmine yardım etmendir."
[Ebu Davud, Edeb 121, (5519).][149]
ـ4801 ـ4ـ
وعن عمَرو
بْنِ أبِى قرة
قال: ]كَانَ
حُذَيْفَةُ
بِالْمَدَائِنِ
يَذْكُرُ
أشْيَاءَ
قَالَهَا
رَسُولُ اللّهِ
#: ‘نَاسٍ مِنْ
أصْحَابِهِ
في الْغَضَبِ.
فَيَنْطَلِقُ
نَاسٌ
مِمَّنْ
سَمِعَ ذلِكَ
مِنْ
حُذَيْفَةَ
فَيَأتُونَ
سَلْمَانَ
الْفَارِسِىُّ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما
فَيَذْكُرُونَ
ذلِكَ لَهُ.
فَيَقُولُ:
حُذَيْفَةُ
أعْلَمُ بِمَا
يَقُولُ.
فَيَرْجِعُونَ
الى
حُذَيْفَةَ فَيَقُولُونَ
لَهُ: قَدْ
ذَكَرْنَا
قَوْلَكَ
لِسَلْمَانَ،
فَمَا
صَدَّقَكَ
وََ كَذَّبَكَ.
فأتَى
حُذَيْفَةُ
سَلْمَانَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما:
فقَالَ: مَا
يَمْنَعُكَ
أنْ تُصَدِّقَنِى
فِيمَا
سَمِعْتُ
مِنْ رَسُولِ
اللّهِ #؟ فقَالَ
سَلْمَانَ:
إنَّ رَسُولَ
اللّهِ # كَانَ
يَغْضَبُ
فَيَقُولُ في
الْغَضَبِ،
وَيَرْضَى
فَيَقُولُ في
الرِّضَا.
ثُمَّ قَالَ:
يَا
حُذَيْفَةُ!
أمَا
تَنْتَهِى
حَتّى تُوَرِّثَ
رِجَاً حُبَّ
رِجَالٍ،
وَرِجَاً
بُغْضَ رِجَالٍ،
وَحَتّى
تُوَقِعَ
اخْتَِفاً
وَفُرْقَةً؛
وَلَقَدْ
عَلِمْتَ
أنَّ رَسُولَ
اللّهِ #
خَطَبَ
فَقَالَ:
اللَّهُمَّ
إنِّى أتَّخِذُ
عِنْدَكَ
عَهْداً
أيُّمَا
رَجُلٍ مِنْ
أُمَّتِى
سَبَبْتُهُ
سُبَّةً أوْ
لَعَنْتُهُ
في غَضَبِى
فإنَّمَا
أنَا مِنْ
وَلَدِ آدَمَ
أغْضَبُ
كَمَا
يَغْضَبُونَ
وَإنَّمَا
بَعَثْتَنِى
رَحْمَةً
لِلْعَالَمِينَ.
فَاجْعَلْهَا
عَلَيْهِمْ
صََةً يَوْمَ
الْقِيَامَةِ،
وَاللّهُ
لَتَنْتَهِيَنَّ
يَا
حُذَيْفَةُ
أوِ
‘كْتُبَنَّ
الى عُمَرَ
ابْنِ
الْخَطَّابِ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْه[. أخرجه
أبو داود.
4. (4801)- Amr İbnu Ebî Kurre anlatıyor: "Huzeyfe (radıyallahu
anh) Medâin'de iken, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın öfke halinde,
ashabından bazılarına sarfettiği sözleri anlatıyordu. Huzeyfe'den bunları
işitenlerden bir kısmı Selman (radıyallahu anh)'a gelip, Huzeyfe'nin
anlattıklarını kendisine söylüyorlardı. Selman da onlara:
"Huzeyfe söylediğini daha iyi bilir!" diyordu. Onlar da
tekrar Huzeyfe'nin yanına dönüp kendisine:
"Biz senin söylediklerini Selman'a soruk. Ne tasdik etti ne
de reddetti" dediler. Bunun üzerine Huzeyfe (sebze tarlasında bulunan)
Selman (radıyallahu anhümâ)'nın yanına gidip:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan işittiğim şeyler
hususunda beni niye tasdik etmedin?" diye sordu. Selman da:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) öfkelenir ve öfkeli iken
konuşurdu. Razı olur ve rıza halinde de
konuşurdu!" cevabını verdi ve sonra devamla:
"Ey Huzeyfe! dedi. Sen, kalplerde, bir kısım insanlara sevgi,
bir kısım insanlara buğz hasıl edip aralarında ihtilaf ve ayrılıklara sebep
olan bu konuşmalardan vazgeçsen olmaz mı! Nitekim biliyorsun ki, Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün) hutbesinde şöyle buyurmuştu: "Allahım!
Ben senin katından bir garanti talep ediyorum: Ümmetimden kimi öfkeli halimde
(haksız yere) sebbetmiş veya lanet etmiş [veya vurmuş veya incitmiş] isem -ki
ben de ademoğluyum, tıpkı onların öfkelenmeleri gibi öfkelenirim. Halbuki sen
beni âlemlere rahmet olarak gönderdin- bu (haksız sözümü) o kimseler için
kıyamet günü rahmet, [zekat, ecir, yakınlık vesilesi, tuhur] kıl. [Ta ki o vesile ile sana
yaklaşsın!]"
Ey Huzeyfe! Allah'a yemin olsun,
ya bu konuşmalardan vazgeçeceksin, yahut da seni Ömer İbnu'l-Hattab
(radıyallahu anh)'a yazıp şikâyet edeceğim!" [Ebu Davud, Sünnet 11,
(4659).] [150]
FİTNELERİN GELDİĞİ CİHET VE
FİTNELERİN ÇIKTIĞI KİMSELER
ـ4802 ـ1ـ عن
أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
رَأسُ
الْكُفْرِ
نَحْوُ
الْمَشْرِقِ،
وَالْفَخْرُ
وَالْخَيَءُ
في أهْلِ
الْخَيْلِ
وَا“بِلِ
وَالْفَدَّادِينَ:
أهْلِ
الْوَبَر،
وَالسَّكِينَةُ
في أهْلِ
الْغَنَمِ[.
أخرجه الثثة .
1. (4802)- Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Küfrün başı doğu cihetindedir. Övünme ve çalım satma işi at,
deve, sığır besleyenler, çadırda oturanlar arasındadır. Sükûnet de koyun
besleyenlerdedir."[151]
ـ4803 ـ2ـ
وفي أخرى
للبخاري قال:
]قَالَ
رَسُولُ اللّهِ
#: اَ“يمَانُ
يَمَانٍ،
وَالْفِتْنَةُ
ههُنَا
حَيْثُ
يَطْلُعُ
قَرْنُ
الشَّيْطَانِ[
.
2. (4803)- Buhârî'nin bir
diğer rivayetinde denir ki: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki:
"İman Yemenlidir. Fitne şu tarafta, şeytanın boynuzunun
doğduğu yerdedir."[152]
ـ4804 ـ3ـ
ولمسلم:
]اَ“يمَانُ
يَمَانٍ،
وَالْكُفْرُ
قِبَل
الْمَشْرِقِ،
وَالسَّكِينَةُ
فِي أهْلِ
الْغَنَمِ
وَالْفَخْرُ
وَالْخُيََءُ
فِى
الْفَدَّادِينَ:
أهْلِ الْخَيْلِ
وَالْوَبَرِ[.»الخُيََءُ«
الكبر
والعجب.و»الفدَّادُونَ«
قالَ أبو
عبيدة هو
بتشديد الدال
ا‘ولى، وهم
المكثرون من
ا“بل، وهم
جفاة أهل خيء .
و»أهلُ
الْوَبرِ« هم
ا‘عراب الذين
في البادية ومن يأوى
الى جدار، ضد
أهل المدر،
وأضاف ا“يمان
الى اليمن ‘ن
أصل ظهوره من
مكة، والكعبة
تسمى الكعبة
اليمانية.و»قَرنُ
الشَّيْطَانِ«
أمته، وقيل
قوّته .
3. (4804)- Müslim'in
rivayetinde şöyledir: "İman Yemenlidir. Küfür de şark cihetindedir.
Sükûnet koyun besleyenlerin yanındadır. Övünmek ve çalım satmak feddadların,
yani at besleyip çadırda kalanların yanındadır." [Buhârî, Bed'ü'l-Halk 15,
Menakıb 1, Megâzî 74; Müslim, İman 85, (52); Muvatta, İsti'zan 15, (2, 920).][153]
AÇIKLAMA:
1- Bu üç rivayetin üçü de Ebu Hüreyre'den gelmektedir. Aslında
bir olan hadis, bazı farklı ziyadelerle rivayet edilmiş.
2- Hadis, daha önce de geçti. İzahı gereken bir iki noktasını
kısaca kaydedeceğiz;
a) Küfrün başı şarktadır ifadesiyle Mecusîlere ve onlardaki küfrün
şiddetine işaret edilmektedir. Zîra o sıralarda Mecusîler ve onlara tabi
olanlar Medine'nin doğu cihetinde idi. Bunlar eski bir imparatorluğa, muntazam
bir ordu ve devlete sahip oldukları için fevkalade kibir ve gurur içinde
idiler. Hele devletsiz, teşkilatsız olan, aşiret hayatı yaşayan Arapları hakir
görüyorlardı. Bu haletleri, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın gönderdiği
mektubu yırtmaya sevketmişti. Resulullah da onlara paramparça yırtılmaları için
beddua buyurmuştu. Neticede Bizans'tan sonra ikinci süper devlet olan Sasanî
İmparatorluğu Hz. Ömer zamanında param parça olmuştu.
3- Hadiste geçen fahr, kibr ve huyelâ tabirleri kendini
beğenmek, başkasını hakir görmek gibi kötü bir ruh halini ifade eden, birbirine
yakın mânalar taşıyan kelimelerdir. Feddâdîn kelimesi feddanın cem'idir. Birkaç
mânaya geldiği belirtilmiştir:
1) Ziraat işlerinde kullanılan öküze denmektedir.
2) Hattâbî, ekimde kullanılan alete feddan dendiğini belirtir.
Bu durumda saban demek olur.
3) Bazı açıklamalarda
deve, sığır, at gibi hayvanlara, ekim sırasında ve diğer fırsatlarda
yüksek sesle bağıran kimseye feddan denmektedir. Fedid, şiddetli ses mânasına
gelir.
4) Bazıları Feddâdun kelimesinin çöllerde yaşayanlar mânasına
geldiğini çünkü kelimenin çöl demek olan fedted'den geldiğini ve fedtedde
oturan demek olduğunu ileri sürmüştür. İbnu Hacer, bu te'vilin uzak olduğuna
dikkat çeker.
5) Ma'mer İbnu'l-Müsenna ise, "Feddâdin'le iki yüz ile
bin arasında devesi olan kimselerin kastedildiğini" söylemiştir.
6) Buhârî'nin bir başka rivayetinde "Kasvet ve kalp
katılığı develerin kuyruklarının dibinde bas bas bağıranlardadır" denmektedir. Buradaki
feddâdîn kelimesini, "yüksek sesle bağıranlar" olarak anlamak
suretiyle hadis daha açık bir mâna kazanmakla kalmıyor, diğer rivayetlerde, bu
kelimenin hangi mânada kullanılmış olabileceğine de ışık tutuyor.
Hattâbî der ki: "Çölde yaşayanların zemmedilmesi, çöl
hayatında insanı kuşatan şartlar icabı, o insanların din işlerine ayıracak
vakit bulamamaları sebebiyledir. O, gayr-ı dinî meşguliyetlerin kesâfeti kişiyi
kalp katılığına atar."
4- Ehl-i veber, çadırda yaşayanlar demektir. Çünkü veber deve yünü mânasına
gelir. Araplar çölde, kırda göçebe hayatı yaşayanlara ehl-i veber der. Buna
mukabil ehl-i meder tabiri vardır. Bununla da yerleşik hayat yaşayanlar,
şehirliler kastedilmiştir.
5- Sükûnet, diye açıkladığımız sekîne kelimesinin tuma'nîne (itminan),
sükûn, vakar ve tevazu mânalarını ifade ettiği belirtilmiştir. Sükûnetin koyun
besleyenlere nisbet edilmesi, onların deve besleyenlere nazaran servet ve
bollukça daha geri olmalarındandır. Servet
arttıkça kibir, gurur gibi mezmum hallerin insanlar üzerinde galebe
çaldığı bilinen bir husustur. Böylece Resulullah bu beşerî zaafa dikkat çekerek
servet sahiplerini uyarmayı gaye edinmiş olmalıdır.
Şunu da belirtelim ki, bazı şarihler koyun sahipleri tabiriyle
Resulullah'ın Yemenlileri kastettiğini; zîra onların Mudar ve Rebîa
kabilelerinin aksine koyun beslediklerini söylemiştir. Rebîa ve Mudar ise deve
besicileridir. Bir İbnu Mâce rivayetinde Aleyhissalâtu vesselâm, Ümmü Hani' ye
"Koyun edin. Zîra onda bereket var!"
tavsiyesinde bulunmuştur.
6- İkinci rivayette geçen "Şeytanın boynuzu"
tabirine gelince, Hattâbî, beğenilmeyen, kötü şeylerin şeytan boynuzu diye
ifade edildiğini belirtir. Fitnenin şeytan boynuzunun doğduğu yerde olması,
fitnenin, kötülüklerin, küfrün hakim olduğu yerlerde çıkacağını ifade eder.
Karnu'ş-Şeytan tabiriyle, şeytanın ümmeti, şeytana tabi olanlar,
şeytanın kuvveti gibi başka mânaların kastedildiği de belirtilmiştir. Netice
itibariyle hepsi aynı mânada birleşir ve
hadisten, fitnenin şeytana uyanların çok olduğu, şeytanın güçlü bulunduğu, bu
sebeple kötülüklerin galebe çaldığı
yerlerde çıkacağı anlaşılır. [154]
MÜSLÜMANLARIN BİRBİRLERİYLE
SAVAŞLARI
ـ4805 ـ1ـ عن
ا‘حنف بن قيس
قال:
]خَرَجْتُ
أُرِيدُ هذَا
الرَّجُلَ
فَلَقِيَنِى
أبُو بَكْرَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه.
فَقَالَ:
أيْنَ
تُرِيدُ يَا
أحْنَفُ.
قُلْتُ:
أُرِيدُ
نُصْرَةَ
ابْنِ عَمِّ
رَسُولِ
اللّهِ #. فقَالَ:
ارْجِعْ،
فإنِّى
سَمِعْتُ
رَسُولَ اللّهِ
# يَقُولُ:
إذَا
تَوَاجَهَ
الْمُسْلِمَانِ
بِسَيْفَيْهِمَا،
فَالْقَاتِلُ
وَالْمُقْتُولُ
في النَّارِ.
فقِيلَ: يَا
رَسُولَ اللّهِ،
هذَا
الْقَاتِلُ
فَمَا بَالُ
الْمَقْتُولِ؟
قَالَ: إنَّهُ
كَانَ
حَرِيصاً على
قَتْل
صَاحِبِهِ.
وفي رواية:
أنَّّهُ قَدْ
أرَادَ قَتْلَ
صَاحِبِهِ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي .
1. (4805)- Ahnef İbnu Kays
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Şu adamı kastederek (evden) çıkmıştım. Yolda
Ebu Bekre (radıyallahu anh)'ye rastladım.
"Ey Ahnef nereye gidiyorsun?" dedi.
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın amcaoğluna yardım
etmeyi arzu ediyorum!" dedi.
"Dön! dedi. Zîra ben,
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle söylediğini işittim: "İki
Müslüman kılıçlarıyla birbirlerinin üzerine yürürlerse öldüren de ölen de
ateştedir!" (Bu söz üzerine Resul-i Ekrem'e): "Ey Allah'ın Resûlü!
Katili anladık ama maktul niye ateşte?"
diye sorulmuştu.
"Çünkü o da kardeşini öldürme hırsı taşıyordu!" cevabını
verdi. -Bir başka rivayette ise: "O da kardeşini öldürmek istemişti"
demiştir.- [Buhârî, Diyât 2, Fiten 10; Müslim, Fiten 14, (2888); Ebu Davud,
Fiten 5, (4268); Nesâî, Tahrim 29, (7, 125).][155]
AÇIKLAMA:
1- Burada kastedilen vaka Hz. Ali ve taraftarları ile Hz. Aişe
ve taraftarları arasında cereyan eden Cemel vakasıdır. İlerde (4810-4812.
hadisler) bu hadise müstakilen tahlil edileceği için burada açıklama
yapmayacağız.
2- Hadis, iki Müslümanın birbirlerini öldürmek niyetiyle
silaha sarılmalarını yasaklamaktadır. İbnu Hacer hadisle ilgili olarak şu
açıklamayı yapar: "Ulema der ki: "Her ikisinin de ateşte olmasının
mânası şudur: "Onlar bunu hak ederler. Ancak işleri Allah'a kalmıştır.
Dilerse her ikisini de cezalandırır. Sonra diğer muvahhidler gibi onları da
ateşten çıkarır, dilerse her ikisini de affeder ve onlara hiçbir ceza
vermez." Bazıları: "Hadis, bunu helal addedenlere hamledilir. Hadiste
ne Haricîler için ne de Mu'tezile'den: "Masiyet ehli ateşte ebedî
kalıcıdır" diyenler için hüccet mevcut değildir. Çünkü, hadiste geçen
"Her ikisi de ateştedir" ibaresi, onların ateşte ebedî kalacaklarını
ifade etmez" demiştir.
3- Fitneye karışmamak gerekir görüşünde olanlar, bu hadisle de
ihticac etmişlerdir. Bunlar, Ashab'tan, savaşlarda Hz.Ali'nin yanında yer almaktan kaçanlardır: Sa'd İbnu Ebî
Vakkas, Abdullah İbnu Ömer, Muhammed İbnu Mesleme, Ebu Bekre, Üsâme, Ebu Berze
el-Eslemî vs. Bunlar özetle: "Savaştan geri durmak gerekir. O kadar ki,
biri öldürmek istese, nefis müdafaası da yapılmaz" demişlerdir. Mamafih:
"Fitneye girilmez, ancak birisi öldürmek isterse nefis müdafaası
yapılır" diyen de olmuştur. İbnu Hacer Sahabe ve Tabiinin cumhurunun
"Hak tarafa yardımcı olup baği tarafa karşı mücadele vermenin vacip olduğu"na hükmetmiştir.
Bunlar fitneye karışmamayı emreden bu hadisleri, savaşacak güçte olmayan veya
hak sahibini teşhisten aciz kalan kimselere hamletmişlerdir. Ehl-i Sünnet, aralarında meydana gelen hâdiseler sebebiyle -haklı taraf bilinse dahi-
Ashab'tan birini ta'n etmeyi men etmenin
vacip olduğunda ittifak etmiştir. Çünkü
onlar, bu harbi içtihadları sonucu yaptılar. Resulullah'ın haber verdiği üzere,
Allah Teala hazretleri içtihadda yapılacak hatayı affetmiştir. Dahası, hatalı
içtihad yapana da bir sevap verileceği sabittir. İçtihadında isabet eden ise
iki ücret alacaktır" demiştir.
Hadiste gelen mezkur vaid, meşru bir te'vile dayanmaksızın, sırf saltanat için
savaşan kimselere hamledilmiştir.
Taberî der ki: "Müslümanlar arasında vukua gelen her hâdisede, evde kalarak kavgadan kaçmak ve
kılıçları kırmak, vacip olsaydı ne hak ikame edilir ne de bâtıl iptal edilirdi.
Dahası fasıklar, Müslümanlarla savaştığı zaman, onlar; "Bu fitnedir, biz
fitnede onlarla savaşmaktan men edildik" diyerek ellerini fasıklardan
çekecek olsalar, malları yağmalamak, masum kanları dökmek, iffetleri payimal etmek gibi haramları
irtikaba yol bulurlardı. Bu davranış, sefihlere mani olmakla ilgili emirlere
muhalif olurdu."
Hadisin Bezzar'da gelen veçhinde yer alan bir ziyade, bu hadisteki
maksada vuzuh getirmektedir: "Eğer dünya ile savaşırsanız ölen de öldüren
de ateştedir." Bu hususu 4780 numarada kaydedilen bir Ebu Hüreyre rivayeti
de te'yid eder. Orada Resulullah, Müslümanların, ölenin niçin öldüğünü,
öldürenin niçin öldürüldüğünü bilemeyeceğini haber verir. Bu nasıl olur? diye
sorulunca: "Herctir, ölen de öldüren de ateştedir" buyurur. Kurtubî
der ki: "Bu hadis açıkça ortaya koyuyor ki, eğer kıtal (kavga) dünyayı
talep eden veya hevaya uyan taraf bilinmediği
halde yapılırsa öldüren de ateştedir"
ve "ölen de öldüren de ateştedir" hadisinden maksad da bu
durumdur." Bu temel prensibi, sahabeler arasındaki ihtilafa tatbik eden
İbnu Hacer der ki: "Bundandır ki, Cemel ve Sıffîn savaşlarına katılmaktan
kaçınanlar, sayıca katılanlardan daha azdır. İnşaallah bunların hepsi de
mütevvildir mecurdur (Allah'tan mükafaata mazhar olacaklardır). Sonradan
gelenler, bunların hilafına dünya için savaşmışlardır." Nitekim Buhârî'de
gelen yüce sahabe Ebu Berze el-Eslemî (radıyallahu anh)'nin bir rivayeti bunu
teyid etmektedir. Der ki: "...Sizler, ey Araplar, cahiliye devrinde bildiğiniz gibi, zillet,
fakirlik ve dalalet içinde idiniz. Allah sizi İslam ve Muhammed (aleyhissalâtu
vesselâm)'le o halden kurtardı, bugünkü duruma geldiniz. Ne var ki şu dünya
sizi ifsad etti, aranızı açtı. Şu Şam'da bulunan [Mervan] var ya, Allah'a yemin
olsun sırf dünya için savaşıyor." Hadisin başka veçhinde, "O
sıralarda ortaya çıkan fırkalardan hangisi hayırlı?" diye gelen bu suale
Ebu Berze, "Hiçbir taraf!" mânasına gelen şu cevabı verir:
"Bana insanların en sevimli olanları şu gruptur: Onların
karnı, halkın malından boştur, sırtları masumların kanlarının günahından
azadedir.
"İbnu'l-Arabî der ki: "Demirle işaret eden lanete müstehak olursa, ya onu Müslümana vuran neye müstehaktır?
Kişi, ciddi veya şaka olarak, tehditle işaret etti mi lanete layık olur. Şaka
ile bunu yapan da, kardeşini korkuttuğu için muaheze olunur. Ancak, ciddi
olanla şaka yapanın günahları bir değildir. Yalın kılıcın teati edilmesinin
yasaklanması, yakalama sırasında gafil davranılarak,
kazaya sebep olma korkusundandır."[156]
ـ4806 ـ2ـ
وعن أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: َ
يُشِرْ
أحَدُكُمْ الى
أخِيهِ
بِالسَِّحِ،
فإنَّهُ َ
يَدْرِى لَعَلَّ
الشَّيْطَانَ
يَنْزَغُ في
يَدِهِ،
فَيَقَعُ في
حُفْرَةٍ
مِنَ النَّارِ[.
أخرجه
الشيخان
والترمذي.»النَّزْغ«
بالغين
المعجمة:
الفساد .
2. (4806)- Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah buyurdular ki: "Sizden kimse
kardeşine silahla işarette bulunmasın. Zîra, o bilemez, belki de şeytan elinde
bir fesatta bulunur da ateşten bir çukura düşer." [Buharî, Fiten 7;
Müslim, Birr 126, (2617); Tirmizî, Fiten 4, (2163).][157]
AÇIKLAMA:
Resulullah burada, ister ciddi ister şaka olsun yasak olan,
mahzurlu olan bir neticeye götürmesi muhtemel olan davranışı men etmektedir. Hadis
mutlak olduğu için, şaka kasdıyla da olsa zarara götürme ihtimali olan davranış
yasaklanmaktadır. Nitekim, silah
şakasıyla vukua gelen kazaları sık sık işitiriz. Silah korku veren bir nesne
olduğu için, hadisten Müslümanı korkutmaktan yasaklama hükmü çıkarılmıştır.
"Ateş çukuruna düşmek", ateşe götürecek günaha düşmekten kinayedir.
Bir başka hadiste: "Bir kimse kardeşine bir demirle işaret etse, muhakkak
melekler ona lanet eder, onu bırakıncaya kadar. İsterse annebaba bir
kardeşi olsun" buyrulmuştur. Resulullah bu hususta dikkat çekmeye
ehemmiyet vererek bir başka hadislerinde kınından sıyrılmış vaziyette silah
teatisini de yasaklamıştır. Bu husustaki rivayetlerden biri şöyle:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bir yerde, bir grupa uğradı. Kılıçlarını
yalın halde birbirlerine teati ediyorlardı. "Bundan yasaklamadım mı? Kim
kılıcını sıyırmışsa tekrar kınına koysun. Sonra arkadaşına versin. [Allah bunu
yapana lanet etmiştir...] buyurdular"[158]
ـ4807 ـ3ـ
وعن عبداللّه
بن مسعود
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
سِبَابُ
الْمُسْلِمِ فسُوقٌ،
وَقِتَالُهُ
كُفْرٌ[.
أخرجه الخمسة إّ
أبا داود.وقيل
هذا محمول على
من فعل ذلك من غير
تأويل؛ وقيل:
قاله على جهة
التغليظ أن
قتاله كفر
يخرج عن
الملة.
3. (4807)- Abdullah İbnu
Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Müslümana sövmek fısktır, onunla çarpışmak da
küfürdür." [Buharî, Fiten 8, İman 36, Edeb 44; Müslim, İman 116, (64);
Tirmizî, İman 15, (2636); Nesaî, Tahrim
27, (7, 132).][159]
AÇIKLAMA:
1- Sibab: Sövmek olarak tercüme ettiğimiz bu kelime, Arapçada kişinin
namusunu lekeleyecek sözler sarfetmektir. Sebb ile sibab aynı mânaya gelir ise
de sibaba sövüşmek mânası veren de olmuştur. İbrahim Harbî, sibabı "Kişiyi ayıplamak maksadıyla kendine olan olmayan kusurları
sayıp dökmek" diye açıklar. Fısk, "Allah ve Resulü'ne itaatten
çıkmak" mânasına gelir. Şer'î örfte fısk, isyandan eşeddir. Ayeti kerimede
"...Size küfrü, fıskı ve isyanı çirkin gösterdi..." (Hucurat 7)
buyrulmuştur.
2- Mü'minle çarpışmanın küfür olduğunu ifade eden hüküm biraz
ihtilafa sebep olmuştur. Çünkü, hadisin zahirinde Haricîlerin iddiasını teyid
var. Onlar "Büyük günah işleyen kâfir olur" iddiasındadırlar. Ehl-i
Sünnet alimleri, mü'minle mukatele hâdisesini dinden çıkma mânasında küfür kabul etmezler.
* "Resulullah'ın "küfür" olarak ifade etmesinden
murad tahzirde mübalağadır" derler. Çünkü bu çeşit durumlarda kişinin
dinden çıkmayacağı umumi bir kaide olarak herkesçe malum ve müsellemdir. Bunu
te'yiden şefaat hadisi, ayrıca "Allah'ın şirk dışındaki bütün günahları
dilediğinden affedeceğini" (Nisa 48) ifade eden ayeti kerime gösterilmiştir.
* Hadisi te'vil zımnında:
"Katl hâdisesinin küfre benzemesi sebebiyle Resulullah böyle
buyurmuştur. Çünkü, mü'mini öldürmek kafirlerin şanıdır" da denmiştir.
* Bazı âlimler de: "Burada maksad küfr kelimesinin lügat
mânasıdır; bu da örtmektir. Çünkü
Müslümanın, Müslüman üzerindeki hakkı, onun kendisine yardım etmesi,
desteklemesi, eza vermekten kaçınmasıdır. Kendisini silahla öldürmeye yani silah kuşanmaya
kalkınca, sanki bu hakkı örtmüş olur" denmiştir.
* "Buradaki küfürden murad Allah'a küfürdür" diyen
de olmuştur. Bunlara göre hadis, hiç te'vile yer vermeden Müslümanla
mukateleyi helal addedenler hakkında
varid olmuştur.
3- Hadiste mü'minin hukuku ta'zim edilmektedir. Müslime
sebbeden kimseye fasık demeye cevaz da
gelmiş olmaktadır.[160]
ـ4708 ـ4ـ
وعن ابن
عبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: َ
تَرْجِعُوا
بَعْدِى
كُفَّاراً
يَضْرِبُ
بَعْضُكُمْ
رِقَابَ
بَعْضٍ[.
أخرجه
الترمذي،
وأخرجه أبو
داود
والنسائي عن
ابن عَمر.وزاد
النسائي في
رواية عن ابن
مسعود: ]وََ
يُؤْخَذُ
الرَّجُلُ
بِجَرِيرَةِ
أبيهِ، وََ
بِجَرِيرَةِ أخيهِ[.قيل
معنى »َ
تَرْجِعُوا
بَعْدِى
كُفَّاراً« أى
فرقاً مختلفة
يقتل بعضكم
بعضاً فتشبهون
الكفار يقتل
بعضهم بعضاً
بالعداوة. و»الجَرِيرةُ«
الذنب .
4. (4808)- İbnu Abbas
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Benden sonra birbirinizin boynunu vuran kâfirler olarak
(dinden) dönmeyin." [Tirmizî, Fiten 28, (2194); Buhârî, Fiten, 8, Diyat 2;
Ebu Davud, Sünnet 16, (4686); Müslim, İman 66, (119); Nesâî, Tahrim 28, (7,
127).]
Nesâî, İbnu Mes'ud'dan yaptığı
bir rivayette şu ziyadeye yer
verir: "Kişi ne babasının ne de kardeşinin cinayetinden sorumlu
tutulmaz."[161]
AÇIKLAMA:
Hattâbî, küfre dönme tabirini ulemanın iki suretle te'vil ettiğini
belirtir:
1) Resulullah, hadiste küfürle, silahla örtünmeyi kastetmiş
olmalı. Çünkü küfrün aslı, lügat olarak örtmektir.
2) Hadisin mânası: "Benden sonra birbirlerini öldürmeye
kalkan fırkalara ayrılmayın. Aksi taktirde kâfirlere benzersiniz. Çünkü,
kâfirler adavet sebebiyle birbirlerini öldürürler. Müslümanlar böyle değildir.
Çünkü bunlar kan dökmemekle, birbirleriyle kavga yapmamakla
emrolunmuşlardır" şeklindedir.
* Hadiste, Hz. Ebu Bekr'in hilafeti sırasında irtidat edip,
Müslümanları öldüren ehl-i riddenin kastedildiğini söyleyenler de olmuştur.
İbnu Hacer, aynı cümle için sekiz görüş ileri sürüldüğünü
kaydeder:
* Haricîler: "Bu hadis zahirî mânasında vürud
etmiştir" derler.
* Bu hüküm Müslümanın kanını helal addedenler içindir.
* Kan hurmetini, Müslümanların hurmetini, dinin hukukunu
örtenlerdir.
* Birbirinizi öldürmekle kafirlerin fiillerini yapmış
olursunuz.
* Silah kuşananlar, silahla örtünenler kastedilmiştir.
* Allah'ın nimetini örten (inkar eden).
* Hadisin zahiri murad değil, öldürme fiilinden zecretme muraddır.
* Birbirinizi tekfir etmeyin, birbirinize "ey kâfir"
demeyin.[162]
SAHABE VE TÂBİÎN ARASINDA ÇIKAN
KAVGA VE İHTİLAFLAR
ـ4809 ـ1ـ عن
ابن أخِى
عبداللّهِ
بْنِ سََمٍ عن
عَمِّه
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه:
]أنَّهُ جَاءَ
الى
عُثْمَانَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
لَمَّا
أُرِيدَ
قَتْلُهُ. فقَالَ
لَهُ
عُثْمَانُ:
مَا جَاءَ
بِكَ؟ قَالَ:
جِئْتُ في
نُصْرَتِكَ.
قَالَ:
اخْرُجْ الى النَّاسِ
فَاطْرُدُهُمْ
عَنِّى
فإنَّكَ خَارِجاً
خَيْرٌ لِى
مِنْكَ
دَاخًِ.
فَخَرَجَ عَبْدُاللّهِ
بْنُ سََمٍ
فقَالَ:
أيُّهَا النَّاسُ،
إنَّهُ كَانَ
اسْمِى في
الْجَاهِلِيَّةِ
فُناً
فَسَمَّانِى
رَسُولُ
اللّهِ # عَبْدَ
اللّهِ،
وَنَزَلَ
فيَّ آيَاتٌ
مِنْ كِتَابِ
اللّهِ
تَعالى.
نَزَلَ فِيَّ:
وَشَهِدَ
شَاهِدٌ مِنْ
بَنِى
إسْرَائِيلَ
عَلى
مِثْلِهِ فَآمَنَ
وَاسْتَكْبَرْتُمْ؛
وَنَزَلَ
فيَّ: قُلْ
كَفَى
بِاللّهِ
شَهِيداً
بَيْنِى وَبَيْنَكُمْ
وَمَنْ
عِنْدَهُ
عِلْمُ
الْكِتَابِ؛
إنَّ للّهِ
سَيْفاً
مَغْمُوداً
عَنْكُمْ،
وإنَّ
الْمََئِكَةَ
قَدْ
جَاوَرَتْكُمْ
في بَلَدِكُمْ
هذَا الَّذِى
نَزَلَ فيهِ
نَبِيُّكُمْ،
فَاللّهَ
اللّهَ في
هذَا
الرَّجُلِ
أنَّ تَقْتُلُوهُ،
فَوَاللّهِ
إنْ
قَتَلْتُمُوهُ
لَتَطْرُدَنَّ
جِيرَانَكُمُ
الْمََئِكَةُ،
وَلَيَسُلَّنَّ
سَيْفُ
اللّهِ
الْمَغْمُودُ
عَنْكُمْ،
فََ يُغْمَدُ
الى يَوْمِ الْقِيَامَةِ.
فَقَالُوا:
اقْتُلُوا
الْيَهُودِىَّ
وَاقْتُلُوا
عُثْمَانَ[.
أخرجه
الترمذي .
1. (4809)- Abdullah İbnu
Selam'ın kardeşioğlu, amcası (Abdullah İbnu Selam) (radıyallahu anh)'tan
naklediyor.
"Hz. Osman (radıyallahu anh) öldürülmek istendiği zaman
yanına geldim. Osman bana:
"Sen niye geldin?" diye sordu.
"Sana yardım edeyim diye geldim" dedim.
"Öyleyse halka çık. Onları benden uzaklaştır. Zîra sen bana hariçte olursan, yanımda
olmaktan daha faydalı olursun!" dedi. Ben de çıkıp: "Ey insanlar!
Bilirsiniz, benim adım cahiliye devrinde falandı. Ama Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) beni Abdullah diye tesmiye buyurdu. Benim hakkımda Kitabullah'ta
birkısım ayetler nazil olmuştur. Şu ayet benim hakkımda nazil olanlardan
biridir: "De ki: "Söyleyin bana, eğer bu Kur'an Allah tarafından
gönderildiği halde, onu inkar ettiyseniz ve İsrailoğullarından bir şahit de
Tevrat'a dayanarak onun hak kitap olduğuna şahitlik edip iman ettiği halde siz
iman etmeyi büyüklüğünüze yediremezseniz, zalim olmaz mısınız? Muhakkak ki,
Allah zalimler güruhuna yol göstermez" (Ahkaf 10). Keza şu ayet de benim
hakkımda nazil oldu: "İnkar edenler "Sen Allah tarafından gönderilmiş
bir peygamber değilsin" diyorlar. De ki: "Sizinle benim aramızda
şahid olarak Allah ile O'nun kitapları
hakkında bilgi sahibi olanlar yeter" (Ra'd 43). Allah'ın size karşı kınına
konmuş bir kılıcı var. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın inmiş olduğu bu
beldenizde melekler size mücavir oldular. Öyleyse bu adamı öldürmekten
Allah'tan korkun! Allah'tan korkun! Allah'a
yemin olsun eğer onu öldürürseniz, komşularınız olan melekleri
buradan tardetmiş olacaksınız ve
Allah'ın size karşı kında tuttuğu kılıcı kınından çıkartacaksınız ve artık o
kıyamete kadar kınına girmeyecek!"
Bu sözlerim üzerine:
"Şu Yahudiyi öldürün! Osman'ı öldürün" diye
bağrıştılar." [Tirmizî Tefsir, Ahkaf.][163]
AÇIKLAMA:
Abdullah İbnu Selam, İslam'a giren meşhur Yahudi
alimlerinden biridir. İslam olmazdan önceki ismi Husayn idi. Zikrettiği ayette
mevzubahis edilen şahidin Abdulah İbnu Selam olduğu biraz münakaşalıdır. Çünkü
Ahkaf suresi, bi'l-icma Mekkîdir. Abdullah ise hicretten sonra Müslüman
olmuştur. Bu durumda ayette mevzubahis olan şahid, Mekke' de Müslüman olan bir
ehl-i kitaptır. Hicretten önce İslam'a girmiş ve Kur'an'ı tasdik etmiş
olmalıdır. İbnu Cerir et-Taberî bu görüştedir. Ancak ekseriyet, ayette zikri
geçen bu şahidin Abdullah İbnu Selam olduğunda müttefiktir. Hasan Basrî,
Mücahid, Katâde vs. birçokları. Bunlar surenin Mekkî olduğunu, ancak mezkur
ayetin Medenî olduğunu söylerler. Bu şahitle Abdullah İbnu Selam'ın
kastedildiğini te'yid eden İbnu
Hibban'da Avf İbnu Malik, İbnu Merdûye'de İbnu Abbas hadisleri mevcuttur.
Netice itibariyle racih görüş o şahidden
maksadın Abdullah İbnu Selam olduğudur.[164]
ـ4810 ـ1ـ عن
عبداللّهِ
بْنِ زِيَادَ
قال: ]لَمَّا
سَارَ
طَلْحَةُ
وَالزُّبَيْرُ
وَعَائِشَةُ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهم الى
الْبَصْرَةِ
بَعَثَ
عَلِيٌّ
عَمَّارَ بْنَ
يَا سِرٍ
وَحَسَناً
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهم،
فَقَدِمَا
عَلَيْنَا
الْكُوفَةَ
فَصَعَدا
الْمِنْبَرَ،
فَكَانَ
الْحَسَنُ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
في أعَْهُ،
وَعَمَّارٌ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
أسْفَلَ
مِنْهُ،
فَاجْتَمَعْنَا
إلَيْهِمَا.
فَسَمِعْتُ
عَمَّاراً
يَقُولُ: إنَّ
عَائِشَةَ
قَدْ سَارَتْ
الى
الْبَصْرَةِ،
إنَّهَا
لَزَوْجَةُ
نَبِيِّكُمْ
في الدُّنْيَا
وَاŒخِرَةِ،
وَلَكِنَّ
اللّهَ ابْتََكُمْ
لِيَعْلَمَ
إيَّاهُ
تُطِيعُونَ
أمْ هِيَ[.
أخرجه البخاري
.
1. (4810)- Abdullah İbnu
Ziyad anlatıyor: "Hz. Talha, Zübeyr ve Hz. Aişe (radıyallahu anhüm)
Basra'ya yürüyünce, Hz. Ali, Ammar İbnu
Yasir ve Hasan'ı (radıyallahu anhüm) gönderdi. Bu ikisi Kûfe'ye yanımıza
geldiler ve minbere çıktılar. Hz. Hasan
(radıyallahu anh) minberin yukarısında idi. Ammar (radıyallahu anh) da ondan
aşağıda idi. Biz onların etrafında toplandık. Ammar'ın şöyle konuştuğunu
işittim:
"Aişe, Basra'ya yürüdü. Muhakkak ki o, dünyada da ahirette de
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in zevcesidir. Ancak Allah sizi imtihan
ediyor: Kendisine mi itaat edeceksiniz, yoksa
ona (Hz. Aişe'ye) mi?" [Buhârî, Fezailu'l-Ashab 30, Fiten 17.][165]
ـ4811 ـ2ـ
وعن شقيق بْنِ
عبداللّهِ
قال: ]كُنْتُ
جَالِساً
مَعَ أبِى
مُوسى
ا‘شْعَرىّ،
وَأبِى
مَسْعُود
ا‘نْصَارِىّ،
وَعَمَّارٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُم
فَقَالَ أبُو
مَسْعُودٍ
لِعَمَّارٍ:
مَا مِنْ
أصْحَابِكَ
مِنْ أحَدٍ
إَّ لَوْ
شِئْتُ لَقُلْتُ
فيهِ
غَيْرَكَ،
وَمَا
رَأيْتُ مِنْكَ
شَيْئاً
مُنْذُ
صَحَبْتَ
رَسُولَ اللّهِ
# أعْيَبَ
عِنْدِى
مِنَ
اسْتَسْرَائِكَ
فِي هذَا ا‘مْرِ.
فَقَالَ
عَمَّارٌ: يَا
أبَا
مَسْعُودٍ مَا
رَأيْتُ
مِنْكَ وََ
مِنْ
صَاحِبِكَ
هذَا شَيْئاً
مُنْذُ
صَحِبْتُمَا
رَسُولَ
اللّه # أعْيَبَ
عِنْدِي مِنْ
إبْطَائِكُمَا
فِي هذَا
ا‘مْرِ
فَقَالَ أبُو
مَسْعُودُ:
وكَانَ مُوسِراً:
يَا غَُمُ!
هَاتِ
حُلَّتَيْنِ
فأعْطَى
إحْدَاهُمَا
أبَا مُوسى،
وَا‘خْرى
عَمَّاراً،
وَقَالَ:
رُوحا
فِيهِمَا الى
الْجُمُعَةِ[.
أخرجه
البخاري .
2. (4811)- Şakik İbnu
Abdillah anlatıyor: "Ben, Ebu Musa el-Eş'arî, Ebu Mes'ud el-Ensârî ve
Ammar (radıyallahu anhüm) ile oturuyordum. Ebu Mes'ud, Ammar'a:
"Senin arkadaşlarından herkese dilediğim takdirde bir kulp takabilirim. Ama sen hariçsin. Senin
hakkında bir şey söyleyemem. Senin, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
arkadaş olduğun günden beri şu işteki aceleciliğinden başka bir kusurunu
görmedim!" dedi. Ammar da ona şu cevabı verdi:
"Ey Ebu Mes'ud! Ben de
ne senden ne de şu arkadaşından, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a arkadaş
olduğunuz günden beri, ikinizin şu
işteki ağırlığınızdan başka bir kusurunuzu görmüş değilim!
"Ebu Mes'ud -zengin birisiydi- şu karşılıkta bulundu:
"Ey oğlum! İki hulle (takım) getir. Birini Ebu Musa'ya ver, diğerini de
Ammar'a!" Ve ilave etti: "Bunların içinde ikiniz cumaya gidin."
[Buhârî, Fiten 18, Fezailu'l-Ashab 30.][166]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste zikri geçen Ebu Mes'ud, Ukbe İbnu Amr olup, o gün
için Kûfe'de Hz. Ali'nin valisi bulunuyordu.
2- Hadisin bir başka veçhi daha teferruatlı:
"Belirtildiği üzere, Ammar (radıyallahu anh), Hz.Ali için asker toplamak
üzere Kûfe'ye gelmiştir. Bu sırada
yanına gelen Ebu Musa ile Ebu Mes'ud el-Ensarî, Ammar'ı heyecanlı savaş
taraftarı olmakla itham ederler. Ammar
da onları bu savaşta (haklı olan) Hz. Ali'yi yeterince desteklemeyip ağırdan
almakla itham eder. Neticede zengin olan
Ebu Mes'ud iki takım elbise getirip
arkadaşlarına giydirir ve beraberce
cum'a'ya giderler.
3- İbnu Hacer, İbnu Battal'dan hadisle ilgili olarak şu
açıklamayı kaydeder: "Ebu Mes'ud zengin ve cömert birisi idi. Bir cum'a
günü Ebu Mes'ud'un yanında toplanmış idiler. Ammar'a cum'aya kıyafetle katılması için
bir takım hediye etmiş olmalı. Çünkü Ammar, yoldan gelmişti ve yolcu kıyafeti
ve savaş teçhizatı içerisindeydi. Bu haliyle cum'a namazına katılmasına gönlü
razı olmamıştır. Ebu Musa'nın yanında sadece ona elbise hediye etmeyi muvafık
bulmadığı için, Ebu Musa'ya da bir takım hediye etmiştir."
4- Hadisten şu da anlaşılmaktadır: Savaşa katılma hususunda
içtihadları farklıdır: Ammar (radıyallahu anh) ağır davranmayı mekruh
addederken, diğer ikisi aceleci olmayı mekruh addetmişlerdir. Şüphesiz her iki
taraf da görüşünde haklıdır. Aceleciliği mekruh addedenler Resulullah'ın
fitneden sakınmayı emreden hadislerini esas almış olmalıdırlar. Ammar da
bağilerle savaşmayı emreden ayet-i kerimeyi esas almış olmalıdır. (Mealen): "Mü'minlerden
iki grup birbirleriyle çarpışacak olursa aralarını düzeltin. Onlardan biri
diğerine karşı tecavüzünde ısrar ederse,
saldıran tarafla, onlar Allah'ın
hükmüne dönünceye kadar savaşın. Eğer dönerlerse siz de aralarını
adaletle düzeltin ve doğruluktan ayrılmayın" (Hucurat 9).[167]
ـ4812 ـ3ـ
وعن قَيْس
بْنِ عَبّادٍ
قَالَ:
]قُلْتُ لِعَلِيٍّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
أخْبِرْنِى عَنْ
مَسِيرَكَ
هذَا: أعَهْدٌ
عَهِدَهُ إلَيْكَ
رَسُولُ
اللّهِ #: أمْ
رَأىٌ
رَأيْتُهُ؟ فقالَ:
مَا عَهِدَ
الىًّ
رَسُولُ
اللّهِ #: بِشَىْءٍ
وَلَكِنَّهُ
رَأىٌ
رَأيْتُهُ[.
أخرجه أبو
داود .
3. (4812)- Kays İbnu
Abbad (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Ali (radıyallahu anh): "Söyle bize! (Savaş için) şu yürüyüşünü Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)' ın bir
emrini yerine getirmek üzere mi yapıyorsun, şahsî bir içtihadın olarak
mı?" diye sordum.
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana bu yürüyüşü yapmam için herhangi bir emirde
bulunmadı. Ben bunu şahsî reyimle yapıyorum!" cevabını verdi." [Ebu
Davud, Sünnet 13, (4666).][168]
AÇIKLAMA:
Buradaki yürüyüşten maksad, Hz. Ali'nin Hz. Muaviye ile savaşmak
üzere Irak'a yaptığı veya Cemel Vakası diye meşhur, Hz. Zübeyr'le savaşmak üzere Basra'ya yaptığı
yürüyüştür. İbnu Sa'd'ın Tabakat'ında anlatıldığı üzere Hz. Osman'ın şehid edilmesinin ferdasında Hz. Ali'ye Medine'de
biat edilmişti. Medine'de bulunan bütün sahabeler Hz. Ali'ye biat etmiş idiler. Ancak Hz. Talha
ile
Zübeyr'in
istemeyerek biat ettikleri söylenir.
Bunlar biattan sonra Medine'den ayrılıp Mekke'ye Hz. Aişe'nin yanına giderler.
Hz. Aişe'yi oradan alıp Basra'ya geçerler. Bu hal Hz. Ali'ye ulaşır. O da
Irak'a geçer. Basra'da Talha, Zübeyr, Aişe (radıyallahu anhüm) ve beraberindekilerle karşılaşır ve Cemel Vakası
vukua gelir: Yıl 36 hicrî, Cemadiyü'l-ahire ayı. Hz. Talha, Zübeyr ve başka birçokları
şehit olurlar. Ölü sayısı on üç bine ulaşır. Hz. Ali on beş gün kadar Basra'da
kalır. Oradan Kûfe'ye geçer. Sonra Hz. Muaviye ve beraberindekiler Şam'da
Hz. Ali'ye kıyam ederler. Bu haber
kendisine ulaşınca o da ordusuyla yürür. Sıffîn'de karşılaşırlar. Yıl: Hicrî 39
senesi, Safer ayı. Savaşla ilgili bazı açıklamalara az ilerde yer vereceğimiz için kısa
kesiyoruz.[169]
ـ4813 ـ1ـ عن
زيد بن وهب
الجُهَنى:
]وَكانَ في
الْجَيْشِ
الَّذِينَ
كَانُوا مَعَ
علِيٍّ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
حِينَ سَارَ
الى
الْخَوَارِجِ
فقَالَ
عَلِيٌّ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه:
أيُّهَا
النَّاسُ
إنِّى
سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ:
يَخْرُجُ
قَوْمٌ مِنْ
أُمَّتِى
يَقْرَأوُنَ
الْقُرآنَ
لَيْسَتْ
قِرَاءَتُكُمْ
الَى
قِرَاءَتِهِمْ
بِشَىْءٍ،
وََ
صََتُكُمْ
الى
صََتِهِمْ بِشَىْءٍ،
وََ صِيَامُكُمْ
الى
صِيَامِهِمْ
بِشَىْءٍ يَقْرَأونَ
الْقُرآنَ
يَحْسِبُونَ
أنَّّهُ لَهُمْ
وَهُوَ
عَلَيْهِمْ،
َ تُجَاوِزُ
صََتُهُمْ
تَرَاقِيَهُمْ،
يَمْرُقُونَ
مِنَ الدِّينِ
كَمَا
يَمْرُقُ
السَّهْمُ
مِنَ الرَّمِيّةِ،
لَوْ
يَعْلَمُ
الْجَيْشُ
الَّذِينَ
يُصِيبُونَهُمْ
مَا قُضِيَ
لَهُمْ عَلى
لِسَانِ
نَبِيِّهِمْ
لَنَكَلُوا
عَنِ
الْعَمَلِ،
وَآيَةُ ذلِكَ
أنَّ فِيهِمْ
رَجًُ لَهُ
عَضُدٌ وَلَيْسَ
لَهُ
ذِرَاعٌ، على
عَضُدِهِ
مِثْلُ حَلَمَةِ
الثَّدْيِ،
عَلَيْهِ
شَعَراتٌ
بِيضٌ؛
فَتَذْهَبُونَ
الى
مُعَاوِيَةَ
وَأهْلِ
الشَّامِ
وَتَتْرُكُونَ
هؤَُءِ
يَخْلُفُونَكُمْ
في ذَرَارِيِّكُمْ
وَأمْوَالِكُمْ،
وَاللّهِ إنِّى
‘رْجُو أنْ
يَكُونُوا
هؤَُءِ
الْقَوْمِ،
فَإنَّهُمْ
قَدْ
سَفَكُوا الدَّمَ
الْحَرَامَ،
وَأغَارُوا
في سَرْحِ النَّاسِ.
فَسِيرُوا
عَلى اسْمِ
اللّهِ تَعالى.
قَال:
فَلَمَّا
الْتَقَيْنَا،
وَعلى
الْخَوارِجِ
يَوْمَئِذٍ
عَبْدُاللّهِ
بْنُ وَهْبٍ
الرَّاسبِى.
فقَالَ لَهُمْ:
ألْقُوا
الرِّمَاحَ
وَسَلّوا
السُّيُوفِ
مِنْ
جُفُونِهَا
فإنِّى
أخَافُ أنْ يُنَاشِدُوكُمْ
كَمَا
نَاشَدُوكُمْ
يَوْمَ
حَرَوْرَاءَ.
فَرَجَعُوا
فَوَحَّشُوا
بِرِمَاحِهُمْ
وَسَلُّوا
السُّيُوفَ
وَشَجَرَهُمْ
النّاسُ بِرِمَاحِهِمْ،
وَقَتَلُوا
بَعْضَهُمْ
عَلى بَعْضٍ.
وَمَا
أُصِيبُ
يَومَئِذٍ
مِنَ الرِّجَالِ
إَّ رَجَُنِ.
فقالَ
عَلِيٌّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
الْتَمِسُّوا
فيهِمْ الْمَخْدَجَ
فَلَمْ
يَجِدُوهُ.
قَالَ فقَامَ
عَلِيٌّ
بِنَفْسِهِ
حَتّى أتَى
أُنَاساً
قَدْ قُتِلَ
بَعْضُهُمْ
عَلى بَعْضٍ.
فقَالَ:
أخِّرُوهُمْ
فَوَجَدُوهُ
مِمَّا يَلِى
ا‘رْضِ.
فَكَبَّرَ
وَقَالَ:
صَدَقَ
اللّهُ
وَبَلَّغَ
رَسُولُهُ. فَقَامَ
إلَيْهِ
عَبِيدَةُ
السَّلْمَانِى
فقَالَ: يَا
أمِيرَ
الْمُؤْمِنِينَ؛
وَاللّهِ
الَّذِى َ
إلهَ إَّ هُوَ
لَسَمِعْتَ
هذَا
الْحَدِيثَ
مِنْ رَسُولِ
اللّهِ #:
فَقَالَ إى
واللّهِ الَّذِى
َ إلهَ إَّ
هُوَ، حَتّى
اسْتَحْلَفَهُ
ثَثاً وَهُوَ
يَحْلِفُ
لَهُ[. أخرجه
مسلم وأبو
داود .
1. (4813)- Zeyd İbnu Vehb
el-Cühenî -ki bu zat, Hz. Ali (radıyallahu anh) Haricîlerle savaşmak üzere
yürüdüğü zaman beraberindeki orduda bulunuyordu- anlatıyor: "Hz. Ali dedi
ki: "Ey insanlar, ben Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle
söylediğini işittim:
"Ümmetimden bir grup
çıkar. Kur'an'ı öyle okurlar ki, sizin okuyuşunuz onlarınkinin yanında bir hiç kalır. Namazınız da namazlarına göre
bir hiç kalır. Orucunuz da oruçları
yanında bir hiç kalır. Kur'an'ı okurlar, onu lehlerine zannederler. Halbuki o
aleyhlerinedir. Namazları köprücük kemiklerinden öteye geçmez. Okun avı delip
geçmesi gibi dinden hemen çıkarlar. Onlarla harb eden ordu(nun askerlerine)
peygamberlerinin diliyle ne (kadar çok
ücret)ler takdir edilmiş olduğunu bilselerdi (başkaca) amel yapmaktan
vazgeçerlerdi. Onların alâmeti şudur: Aralarında pazusu olduğu halde kolu
olmayan bir adam olacak. Pazusu üzerinde meme ucu bir çıkıntı bulacak. Bunun
üzerinde de beyaz kıllar bulunacak. Sizler Muaviye ve Şamlıların üzerine
gidecek, buradakileri terkedeceksiniz. Onlar da sizin (yokluğunuzdan istifade
ile) çolukçocuğunuza ve mallarınıza sizin namınıza halef olacaklar!"
(Hz. Ali ilave etti): "O vallahi! Ben, onların bu kavim
olacağını kuvvetle ümit ediyorum. Çünkü onlar haram kan döktüler. Halkın
meradaki hayvanlarını gasbettiler. Öyleyse Allah adına bunlar üzerine yürüyün!"
Ravi der ki: "Haricîlerin başında o gün, Abdullah İbnu Vehb
er-Rasibî olduğu halde, onlarla
karşılaşınca Hz. Ali (radıyallahu anh) askerlerine:
"Mızraklarınızı bırakın, kılıçlarınızı kınlarından çıkarın.
Çünkü ben, onların Harura günü size yaptıkları gibi yine size sulh teklif
edeceklerinden korkuyorum!" dedi.
Bu emir üzerine döndüler, mızraklarını bertaraf ettiler ve kılıçlarını
sıyırdılar. Askerler onlara mızraklarını sapladı. Öldürüp üst üste yığdı. O gün
cengâverlerden sadece iki kişi isabet alıp şehit düştü. Ali (radıyallahu anh):
"Aralarında o sakat herifi arayın!" emretti. Aradılar, fakat bulamadılar. Bizzat
Ali kalkıp üst üste öldürülmüş insanların yanına geldi:
"Bunları geri çekin!" dedi. Sonra yere gelen cesetler arasında onu buldular. Onun bulunması üzerine Hz.
Ali (radıyallahu anh) tekbir getirdi ve:
"Allah doğru söyledi, Resulü de doğru tebliğ etti" dedi.
Ubeyde es-Selmânî, Hz. Ali'ye doğrulup:
"Ey mü'minlerin emîri! Kendisinden başka ilah olmayan Allah aşkına söyle. Sen bu hadisi
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan bizzat
işittin mi?" diye sordu. Ali (radıyallahu anh):
"Kendinden başka bir ilah olmayan Allah'a yemin ederim,
evet!" dedi. Ubeyde Hz.Ali'ye üç
sefer yemin verdi. O da ona üç sefer
yemin etti." [Müslim, Zekat 156, (1066).][170]
ـ4814 ـ2ـ
وأخرجه مسلم
عن
عُبيدِاللّهِ
بْنِ أبِى
رَافعٍ
بِنَحْوِهِ،
وفي أوَّلِهِ:
]أنَّ الْحَرُورِيَّةَ
لَمَّا
خَرَجَتْ على
علِيِّ بْنِ
أبِى طَالِبٍ.
قَالُوا: َ
حُكْمَ إَّ للّهِ.
فقَالَ
عَلِيٌّ:
كَلِمَةُ
حَقٍّ أُرِيدُ
بِهَا
بَاطِلٌ[.»التَّرَاقِيُّ«
جمع ترقوة،
وهى العظم
الذي بين ثغرة
النحر
والعاتق.و»الرَّمِيَّة«
ما يرمى من
صيد أو نحوه
قال الخطابي:
قد أجمع علماء
المسلمين على
أن الخوارج
على ضلتهم
فِرْقة من فرق
المسلمين،
ورأوا
مناكحتهم،
وأكل
ذبائحهم،
وأجازوا
شهادتهم .
قال:
ومعنى
»يَمرُقونَ
مِنَ الدِّينِ«
أى يخرجون عن
طاعة ا“مام
المفترض طاعته
وينسلخون
منها.و»نَكَلُوا
عَنِ
الْعَمَلِ« أى
فتروا
وجبنوا.و»اŒية«
العمة التي
يستدل بها.و»وحشُّوا
رَماحَهُمْ«
أى رموا بها
وألقوها من
أيديهم.و»التَّشَاجُرُ
بِالرّمَاحِ«
التطاعن
بها.و»المخْدَجُ«
الناقص .
2. (4814)- Müslim, (bu hadisi)
Abdullah İbnu Rafi'den de aynı
şekilde tahriç etmiştir. O
rivayetin baş kısmında şu ziyade var:
"Haruriyye, Ali İbnu Ebî Talib (radıyallahu anh)'e karşı
huruc ettikleri zaman: "Hüküm Allah'ındır" dediler. (Bu ibare
Kur'an'dan bir iktibas olması hasebiyle) Hz. Ali de: "Kendisiyle batıl
murad edilen hak bir söz"
dedi." [Müslim, Zekat 157, (1066).][171]
AÇIKLAMA:
1- Haricîler, Cemel Vakası'yla başlayan iç karışıklıkların
sonunda ortaya çıkan bir fitne grubunun adıdır. Bunlar Sıffîn Savaşı'ndan
sonra, aradaki ihtilafın iki hakem tarafından Kur'an'a göre halledilmesi
şeklinde bir karara varılınca, bu kararı beğenmeyerek hem Hz. Muaviye'ye hem de
Hz. Ali'ye karşı gelmişlerdir. Fiilen halife Hz.Ali (radıyallahu anh) olması
haysiyetiyle Hz. Ali onların üzerlerine
gitmiş, itaate getirmek için onlarla savaşmıştır. Hz. Ali'ye karşı, siyasî bir
eylem olarak ilk toplandıkları yerin adı Harura olduğu için bunlara Haruriye de
denmiştir. Haricîler büyük günah işleyen kâfir olur diye ortaya attıkları bir prensiple hareket ettikleri
için, zamanla kelamî bir mezhep mahiyetini de kazanmıştır.
Haricîler, bidayetten
itibaren Muhakkime-i ûlâ, Ezârika,
Necedat, Sufriyye, Acâride, İbâziye gibi değişik kollara ayrılmıştır.
Zamanımıza kadar varlığını sürdüren kolu İbâziye'dir. Tunus'ta, Cezayir'de
bunlara rastlanır. Zengibar'ın resmî mezhebinin İbâziye olduğu
bilinmektedir.
2- Sadedinde olduğumuz hadis, Nehrevan Savaşı'nı
anlatmaktadır. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Müslümanlarla savaşacak bir
fitne grubunun evsafını beyan buyurmuş,
Hz. Ali bu vasıfları Haricîlerde görmüştür. Resulullah'ın kendisine verdiği
bilgilere dayanarak, bu zümre içerisinde Zü's-Südye isminde bir kimsenin
bulunması gerekeceğinde ısrar eder. Gerçekten, ölüler arasında Hz. Ali'nin
"peygamberin ihbarı"na dayanarak yaptığı tasvire uygun bir adam
bulununca nebevî bir mucize daha ortaya çıkar. Hz. Ali (radıyallahu anh)
bu mucize karşısında heyecanlanır ve
tekbir getirir: "Allah doğru söyledi. Resulü doğru söyledi" demesi, Allah'ın bildirmesiyle konuşan Hz.
Peygamber'in sözünün doğrulandığını, te'yid gördüğünü ifade buyurmasıdır.
Şarihler, Ubeyde es-Selmânî'nin, bu hadisenin
itibarını Resulullah'tan işittiğine dair Hz. Ali' ye üç kere yemin ettirmesini,
bunu herkese duyurma maksadıyla
yaptığını belirtirler.
3- Hz. Ali onların Lahükme illa lillah Kur'ânî cümlesini
"Batıla alet edilen hak bir söz" olarak değerlendirir. Hatta
Haricîler, aşırı dindarlıklarıyla da meşhurdurlar. Çok ibadetten alınları yara
olan kimselerdir. Onun için hadiste "onların namazı yanında sizinki bir
hiçtir..." cümlesine rastlanır. Ne var ki ne çok ibadet, ne Kur'an ve
hadiste gelen ibarelerin slogan olarak kullanılması gidilen yolun meşruluğu
için kafi değildir. Siyasi görüşü kendine muvafık olmayan, Müslümanları tekfir,
halifeye isyan gibi davranışlar onları ve benzerlerini Resulullah'ın ifadesiyle
"İnsan ve hayvanların en şeriri" olmaktan kurtaramıyor. Haricîlerin
"Hüküm Allah'ındır" diye pek sık kullandıkları slogan, Kur'an'dan
muktebestir. Birçok ayette bu mâna ifade edilmiştir (En'am 57, 62, Yusuf 40,
67, Kasas 70, 88, Gafir 42), Hz. Ali buna itiraz etmemiş, fakat söyleniş
gayesinin batıl olduğunu belirtmiştir.
4- Bu hadis, mü'minler arasında cereyan edecek kıtallerin
ahkâmını tesbitte esastır. Ulema bu ve diğer benzeri hadislerden sonra
Sahabe'nin tatbik ettiği ahkâmdan hareketle şu esasları tespit etmiştir:
* İmama isyan edenler önce hakka
çağrılır, tehdid edilir, saldırmadıkları müddetçe saldırılmaz.
* Saldırmaları halinde onlarla savaşılır.
* Yaralılarına dokunulmaz. Bozguna
uğradıkları takdirde, destek görmeleri melhuz değilse takip edilmezler.
* Malları ganimet değildir yağma edilmezler.
* Tevbe edenlerin tevbesi kabul edilir.
* İsyan sebebiyle dinden çıkmış sayılmazlar. Ancak inkarları
sebebiyle isyan etmişlerse o zaman mürted muamelesi yapılır.
* Onlardan esir alınanlara da, esir muamelesi yapılmaz;
öldürülmezler.
* Devlete karşı isyan eden bağîlere ve Haricîlere karşı
savaşmak caizdir, sevaptır, bu savaşta ölenler şehittir.
Fitnenin çeşitleri ve herbirine
karşı uygulanacak ahkâm hakkında geniş bilgiyi daha önce kaydettik.[172]
ـ4815 ـ3ـ
وعن سويد بن
غفلة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
عَلِيٌّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
إذَا
حَدَّثْتُكُمْ
عَنْ رَسُولِ
اللّهِ #
حَدِيثاً،
فَوَاللّهِ
‘نْ أخِرَّ
مِنَ
السَّمَاءِ أحَبُّ
الىَّ مِنْ
أقُولَ
عَلَيْهِ مَا
لَمْ يَقُلْ،
وَإذَا
حَدَّثْتُكُمْ
فِيمَا بَيْنِى
وَبَيْنَكُمْ
فإنَّ
الْحَرْبَ
خِدْعَةٌ،
وَإنِّى
سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ # يَقُولُ:
سَيَخْرُجُ
قَوْمٌ في
أخِرِ
الزَّمَانِ
حُدَثَاءُ
ا‘سْنَانِ
سُفَهَاءُ
ا‘حَْمِ،
يَقُولُونَ
مِنْ خَيْرِ
قَوْلِ
الْبَرِيَّةِ،
يَقْرَأوُنَ
الْقُرآنَ، َ
يُجَاوِزُ
إيمَانُهُمْ
حَنَاجِرَهُمْ،
يَمْرُقُونَ
مِنْ الدّينِ
كَمَا
يَمْرُقُ
السَّهْمُ
مِنْ الرَّمِيَّةِ،
فأيْنَمَا
لَقِيتُمُوهُمْ
فَاقْتُلُوهُمْ
فإنَّ في
قَتْلِهِمْ
أجْراً لِمَنْ
قَتَلَهُمْ
عِنْدَ
اللّهِ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ[.
أخرجه الخمسة إ
الترمذي.»حُدَثَاءُ
ا‘سْنَانُ« أى
شباب لم يكبروا
حتى يعرفوا
الحق.»سُفَهَاءُ
ا‘حَْمِ« السفه
الخفة في
العقل
والجهل.»ا‘حمُ«
العقول .
3. (4815)- Süveyd İbnu
Gafle (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ali (radıyallahu anh) dedi ki:
"Ben size Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)' dan bir hadis söyleyince,
Allah'a yemin olsun Aleyhisselâtu
vesselâm'ın söylemediği bir şeyi söylemektense gökten atılmayı tercih ederim.
Ancak benimle sizin aranızda cereyan eden şeyler hakkında konuşunca, bilesiniz
harp hiledir. Zîra ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle söylediğini
işittim:
"Ahirzamanda yaşça küçük, akılca kıt birtakım gençler
çıkacak. Yaratılmışın en hayırlısının sözünü söylerler, Kur'ân'ı okurlar.
İmanları gırtlaklarından öteye geçmez. Okun avı delip geçtiği gibi dinden
çıkarlar. Onlara nerede rastlarsanız onları gebertin. Zîra, onları öldürene,
kıyamet günü, Allah'ın vereceği ücret var." [Buhârî, Fezâilu'l-Kur'ân
36, Menakıb 25, İstitâbe 6; Müslim, Zekât 154, (1066); Ebu Davud, Sünnet 31,
(4767); Nesâî, Tahrîm 26, (7, 119).][173]
AÇIKLAMA:
1- Eslâf uleması, burada yaşça genç, akılca kıt gençlerle
Haricîlerin kastedildiğini anlamışlardır. Nitekim, Teysîr'in bu hadisi,
Haricîlerle ilgili fitne başlığı altında kaydettiğine göre, aynı anlayışı
görmek mümkün. Ancak Resûlullah'ın hadisleri, aynen Kur'ân gibi her devre
baktığı için, kıyamete kadar gelecek zaman içinde her devir insanı, kendi
zamanına tatbik etme hakkına sahiptir. Nitekim, bizde Fitnenin Evsafı ile
ilgili bahiste, günümüzün fitnelerinde gizli ve münafık güçlerin cahil
gençlerimizi, İslâmî sloganlarla aldatıp istismar edeceklerine dikkat
çekmiştik.
2- خير قول
البرية tabirinde bazı alimler "kalb
mevcuttur, قول خير
البرية şeklinde olmalıdır" demiştir.
"Yaratılmışın en hayırlısının sözü" demek olur. Bununla Kur'ân ve
hadisin kastedildiği belirtilmiştir.
3- Kur'ân okumalarına rağmen imanlarının gırtlaklarından öteye
geçmemesi Kur'ân'ı anlamadıklarına, ahkâmını hayatlarında tatbik etmediklerine,
halkı aldatmak için, slogan olarak onları zikrettiklerine delalet eder. Bunlar,
bir avı delip, ondan hiçbir bulaşık almadan öbür tarafa geçen ok gibi,
İslâm'dan hiçbir pay kapmamış olarak dinden çıkarlar. İbnu'l-Esîr, en-Nihâye'de
bu insanların dine giriş ve çıkışlarını "ok"un bir ava giriş çıkışına
benzetmesini, oka avdan hiçbir şeyin takılmaması sebebine bağlar.
4- Hadisin Ebu Dâvud'daki bir veçhinde "Onlar
Müslümanları (büyük günah işleyince kâfir olurlar diyerek) öldürürler. Fakat
put ehlini bırakırlar. Eğer ben onlara yetişecek olsam, vallahi Ad kavminin
ölümleriyle öldürürüm" buyurulmuştur. Ad kavminin ölümü tabiriyle,
"Köklerinin kesilmesi"nin kastedildiği belirtilmiştir. Çünkü o kavim
helak olmuş, arkası kesilmiştir.
Eski âlimler bu hadisi Haricîlere tatbik edip büyük günah
işleyenleri kâfir addederek diye kayıtlamıştır. Ancak günümüzde benzeri
davranışlara düşen kitlelerin davranışlarını aynı tabirlerle kayıtlamak
gerekmez. Üstelik İslam âlemi şimdilerde ne kadar geniş. Müslümanlara musallat
olacak bu heriflerin ileri sürecekleri bahaneler her köşede bir başka şey
olabilir. Ama onların sonunu da Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) haber
vermektedir: "Âd kavminin ölümüyle ölmek." "Âd kavmi
öldürülmedi, (atom bombasından hasıl olan fırtınayı hatırlatan) bir rüzgâr ile
toptan helak edildi" der, şârihimiz... [174]
ـ4816 ـ4ـ
وعن أبى سعيدٍ
وَأنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قا: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #
سَيَكُونُ في
أُمَّتِى
اخْتَِفٌ
وَفُرْقَةٌ:
قَوْمٌ يُحْسِنُونَ
الْقِيلَ
وَيُسِيئُونَ
الْفِعْلَ،
يَقْرَأُونَ
الْقُرآنَ َ
يُجَاوِزُ تَرَاقِيَهُمْ،
يَمْرُقُونَ
مِنَ
الدِّينِ
كَمَا يَمْرُقُ
السَّهْمُ
مِنَ
الرَّمِيَّةِ.
ثُمَّ َ
يَرْجِعُونَ
حَتّى
يَرْتَدَّ
عَلى فُوقِهِ.
هُمْ شَرُّ
الْخَلْقِ،
طُوبَى
لِمَنْ قَتَلَهُمْ
وَقَتَلُوهُ،
يَدْعُونَ
الى كِتَابِ
اللّهِ
وَلَيْسُوا
مِنْهُ في
شَىْءٍ. مِنْ
قَاتَلَهُمْ
كَانَ أوْلى
بِاللّهِ
مِنْهُمْ.
قَالُوا: يَا
رَسُولَ
اللّهِ #! مَا
سِيمَاهُمْ
قَالَ:
التَّحْلِيقُ[.
أخرجه أبو
داود،
وللشيخين عن
أبى سعيد نحوه
.
4. (4816)- Ebu Said ve Enes
radıyallahu anhümâ anlatıyorlar: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Ümmetimde ihtilâf ve ayrılıklar meydana gelecek. (Onlardan)
bir grup lafıyla güzel, ameliyle kötü olacak. Bunlar Kur'ân'ı okuyacaklar,
ancak köprücük kemiklerinden aşağı geçmeyecek. Bunlar, dinden tıpkı okun avı
delip geçmesi gibi çıkarlar. Onlar, ok, kirişine dönmedikçe bir daha dine geri
gelmezler. Bunlar mahlukatın en şeriridir. Onları öldürene ve onlar tarafından
öldürülene ne mutlu! Onlar insanları Kitabullah'a çağırırlar, fakat Kitap'tan
zerre kadar nasipleri yoktur."
Yanında bulunan Ashab:
"Ey Allah'ın Resûlü onların alâmeti nedir?" diye
sordular da:
"Tıraş olmak!" buyurdular." [Ebu Dâvud, Sünnet 31,
(4765).]
Benzer bir rivayeti Ebu Saîdi'l-Hudrî'den Sahiheyn kaydetmiştir.
[Buhâri, Fezailu'l-Kur'ân 36, Menâkıb 25, Edep 95, İstitabe 6, 7; Müslim, Zekât
143-148, (1064); Muvatta, Kur'ân10, (1, 204, 205); Nesâî, Zekât 79, (5, 87).
Tahrîm 26, (7, 119).][175]
ـ4817 ـ5ـ
وفي روايةٍ عن
أنسٍ قال:
]سِيمَاهُمْ
التَّحْلِيقُ
وَالتَّسْبِيدُ.
فإذَا
رَأيْتُمُوهُمْ
فَأنِيمُوهُمْ[.»الفُوقةُ
وَالفُوقَُ«
موضع وقوع الوتر
من السهم.
5. (4817)- Hz. Enes'ten
gelen bir rivayette (Resûlullah şöyle) buyurmuştur: "Onların alâmeti tıraş
ve saçın yolunmasıdır. Onları gördüğünüz zaman öldürün."[176]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, önceki hadiste geçen dalalet fırkasıyla ilgili
mütemmim bilgi sunmaktadır. Dinden çıkan bu yaşça genç, aklı kıt, lafı güzel,
ameli kötü gürûhun bir daha kazanılamayacağı ifade edilmektedir. Onların geri
gelmesi, okun kirişine geri gelmesine bağlanmıştır. Yani olması muhal olan şeye
dilimizde böylesi makamda "balık kavağa çıkınca" deyimini kullanırız.
Maksad muhal olan şeyi ifade etmektir. Keza bunların okuduğu Kur'ân'dan zerre
miktar bir tesir, bir iz kalmayacağı, kalplerine hiçbir şey inmeyeceği hakikatı
da, okuduklarının köprücük kemiklerinden aşağı gitmeyeceği tabiriyle ifade
edilmiştir. Başka rivayetlerde köprücük kemiği yerine boğaz, hançere, gırtlak
gibi başka tabirler kullanılmıştır. Şarihlerimiz bu tabiri "Kıraatleri
Allah'a yükselmez. Allah kabul buyurmaz" şeklinde de anlamıştır.
2- Hadis, böylesi insanlarla cihad gereğine dikkat
çekmektedir. Çünkü, dinî sloganlarla, Kur'ân tilavetiyle meydana çıktıkları
için mü' minler arasında tereddüt çıkabilecektir. Aleyhissalâtu vesselâm bu
tereddütü yenmek ve izale etmek maksadıyla onları öldüren gazi, onlar tarafından
öldürülen şehit olur mânasında olmak üzere "Onları öldürene ve onlar
tarafından öldürülene ne mutlu!" buyurmuştur.
3- Onların alâmeti başı tıraş etmek olarak belirtilmiştir.
Nevevî der ki: "Alimlerden bazıları bu hadisten hareketle başı tıraş
etmenin mekruh olduğuna hükmettiler. Ancak, hadiste buna delalet yoktur, tıraş
onların alâmetidir. Alâmet, bazan da mübah olur. Nitekim Aleyhissalâtu
vesselâm: "Onların alâmeti bir pazusu kadın memesi gibi olan siyah bir
adamdır" buyurmuştur. Malum olduğu üzere, bu haram değildir. Ayrıca Ebu
Dâvud'un Sünen'inde Buhârî ve Müslim'in şartına uygun sahih bir rivayette
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) başının birkısmı tıraş edilmiş bir
çocuk görmüştü: "Ya tamamını tıraş edin ya tamamını kesmeyin" buyurdu"
denmiştir. Bu rivayet başın tıraş edilmesinin mübahlığı hususunda sarihtir,
te'vile ihtimali yoktur. Ulemâ der ki: "Her durumda başın tıraş edilmesi
caizdir. Kişiye yağlanması ve bakımı
meşakkat getirecekse tıraş etmesi müstehab olur. Eğer meşakkat getirmiyorsa
kesilmesi müstehab olur."
İkinci hadiste, tıraş olarak tercüme ettiğimiz tahlik kelimesini
te'kîden tesbîd, (bazı nüshalarda tesmîd şeklindedir) kelimesi gelmiştir.
Lügatte aynen deriden saçın tıraş edilmesi mânasına gelirse de Ebu Dâvud, saçın
kökten yolunması diye açıklar.[177]
ـ4818 ـ6ـ
وعن جابرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أتَى
رَجُلٌ
رَسُولَ
اللّهِ #
مُنْصَرَفَهُ
مِنْ
حُنَيْنٍ،
وَفي ثَوْبِ
بَِلٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
فِضَّةٌ،
وَرَسُولُ
اللّهِ #
يَقْبِضُ
مِنْهَا
وَيُعْطِى
النَّاسَ.
فَقَالَ: يَا
مُحَمَّدُ،
اعْدِلْ فَقَال:
وَيْلَكَ
فَمَنْ
يَعْدِلُ
إذَا لَمْ أعْدِلْ؟
لَقَدْ
خِبْتُ
وَخَسِرْتُ
إنْ لَمْ
أعْدِلْ.
فَقَالَ
عُمَرُ:
دَعْنِى يَا
رَسُولَ
اللّهِ
أضْرِبْ
عُنُقَ هذَا
الْمُنَافِقِ.
فَقَالَ #:
مَعَاذَ
اللّهِ أنْ
يَتَحَدَّثَ
النَّاسُ
أنَّ
مُحَمَّداً
يَقْتُلُ أصْحَابُهُ،
وَإنَّ هذَا
وَأصْحَابَهُ
يَقْرَأُونَ
الْقُرآنَ َ
يُجَاوِزُ
حَنَاجِرَهُمْ،
يَمْرُقُونَ
مِنَ
الدِّينِ
كَمَا
يَمْرقُ السَّهْمُ
مِنَ
الرَّمِيَّةِ[.
أخرجه
الشيخان، واللفظ
لمسلم .
6. (4818)- Hz. Câbir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
Huneyn dönüşünde bir adam yanına geldi. Bu sırada Hz. Bilâl'in eteğinde gümüş
(para) vardı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bundan avuç avuç alıp
insanlara dağıtıyordu. Gelen adam:
"Ey Muhammed! Adil ol!" dedi. Aleyhissalâtu vesselam
(öfkeli olarak):
"Yazık sana! Ben de adil olmazsam kim adil olabilir? Eğer
adil olmazsam zarara ve hüsrana düşerim!" buyurdular. Hz. Ömer atılıp:
"Ey Allah'ın Resûlü! Bana müsaade buyurun şu münafığın
kellesini uçurayım!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Halkın "Muhammed arkadaşlarını öldürüyor" diye
dedikodu yapmasından Allah'a sığınırım. Bu ve arkadaşları Kur'ân okurlar (ama
okudukları) hançerelerinden aşağı geçmez. Dinden, okun avı delip geçtiği gibi
çıkıp giderler!" buyurdular." [Buhârî, Humus 16; Müslim, Zekât 142,
(1063). Metin Müslim'inkidir.][178]
AÇIKLAMA:
1- Hadis birçok vecihten rivayet edilmiştir. Müslim'in Zekât
bölümündeki 140-160 arasındaki hadisler bu vak'a ile alakalı. Bazı
rivayetlerdeki ziyadelerden anlaşıldığına göre, hâdise, Huneyn Savaşı'ndan elde
edilen ganimetin Ci'râne'de dağıtımı sırasında
cereyan etmiştir ve bu itirazcının adı Zülhüveysıra'dır. Bir rivayette
adam tasvir de edilir: "Gür sakallı, elmacıkları çıkık, gözleri çukur,
alnı yüksek, başı traşlı." Bir rivayete göre, "Sağında ve solunda
olanlara verdi. (Henüz) arkadakilere vermemişti. Arkadakilerden bir adam
kalkarak: "Ey Muhammed, taksimde
adil olmadın" der. Resulullah bu söze çok öfkelenir. Ancak: "Vallahi,
benden sonra, benden daha adil olacak
birini bulamazsınız" demekle yetinir. Sonra şu açıklamayı yapar:
"Ahirzamanda bir kavim çıkacak. Sanki bu, onlardan biridir. Onlar, Kur'an
okurlar fakat okudukları köprücük kemiklerini geçmez. İslam'dan okun avdan
geçtiği gibi geçip giderler. Alametleri tıraştır. Bunların arkası kesilmez;
sonuncuları Mesih Deccal'le birlikte çıkar. Onlara rastladığınız zaman bilin
ki, onlar halkın ve hayvanların en şerirleridir."
2- Havazinliler, askerlerinin daha fedakârane savaşmaları
düşüncesiyle mallarını ve hatta çocuk ve kadınlarını da cephe gerisine getirdiklerinden
savaşta mağlup olunca Müslümanlara çok miktarda ganimet intikal etmişti; 6.000
kadın ve çocuk, 4.000 okiyye gümüş, 24.000 deve, 40.000'den fazla koyun.
Vakidî, o gün her bir gaziye dört deve ile kırk koyun ganimet isabet ettiğini
belirtir. Ayrıca müellefe-i kulub denen kalpleri kazanılacak, şair, hatip,
kabile reisi gibi nüfuzlu kimselere, durumuna göre 50'şer, 100'er deve
verilmiştir.
3- Bazı rivayetlerde, Resulullah'tan bu adamı öldürme
müsaadesi isteyen Halid İbnu Velid'dir. Dahası, hâdisenin Ci'rane'de değil
Medine'de cereyan ettiğini ifade eden rivayet de var. İbnu Hacer el-Askalânî,
bu rivayetlerin arasında zıtlık olmadığını, hâdisenin birkaç sefer cereyan
etmiş olabileceğini söyleyerek zahirî zıtlığı te'lif eder.
4- Bu hadisler, Haricîlerle ilgili olması haysiyetiyle,
bunların şerhi zımnında, Haricîlerin tekfir edilip edilmeyeceği hususuna da yer
verilir. Hemen belirtelim ki, onların tekfiri hususunda ihtilaf edilmiştir.
Şâfiîlerden cumhur-u ulemâya göre Haricîler tekfir edilemez. Bakillânî, onların sarih küfre düşmediğine,
fakat küfre müeddi olan söz söylediklerine dikkat çekmiş ise de bu, tam bir
tekfir sayılmamıştır. Kadı İyaz,
"tekfir hususunda, ulemanın, muteber tek delili olduğunu, bunun da,
onların kendi dışındaki Müslümanları tekfir etmeleri bulunduğunu, zîra bir
hadiste mü'mini tekfir eden kimsenin
sözünün havada kalmayıp, haksız yere tekfirde bulunan kimseye geri döneceğini
bildirdiğini" söyler. Aslında bu hüküm, diğer fırâk-ı dâlle için de geçerlidir.
Ehl-i Sünnet
uleması, tekfir hâdisesi, dinde çok nazik bir bahis olması sebebiyle, tekfir
etme hususunda fazlaca dikkatli ve ihtiyatlı davranmışlardır. Dolayısıyla
onların kestiklerinin yeneceğine, kadınlarıyla evlenilebileceğine, cenazelerine
iştirak edileceğine, şehadetlerinin makbul olacağına hükmetmişler ve bu hususta
icma etmişlerdir. Hz. Ali'ye : "Onlar kâfir midirler?" diye sorulmuş:
"Küfürden kaçtılar!" demiştir.
"Münafık
mıdırlar?" denilmiş,
"Münafıklar Allah'ı pek az zikrederler. Halbuki onlar akşam sabah
zikrediyorlar!" demiştir. "Onlar kimdir?" denilmiş, "Fitneye maruz kalıp, bu yüzden hakka karşı körleşen,
sağırlaşan kimselerdir!" demiştir.[179]
* HAKEMEYN HÂDİSESİ VE YEZİD
İBNU MUAVİYE'YE BİAT VAKASI
ـ4819 ـ1ـ عن
ابْنِ عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]دَخَلْتُ على
حَفْصَةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها
فَقُلْتُ: قَدْ
كَانَ مِنَ
النَّاسِ مَا
تَرَيْنَ،
وَلَمْ
يُجْعَلْ لِى
مِنَ ا‘مْرِ
شَىْءٌ. فَقَالَتْ:
اَلْحَقِ
النَّاسَ
فَهُمْ ينْتَظِرُونَكَ،
وَأخْشى أنْ
يَكُونَ في
احْتِبَاسِكَ
عَنْهُمْ
فُرْقَةٌ،
فَلَمْ
تَدَعْهُ
حَتّى ذَهَبَ.
فَلَمَّا
تَفَرَّقَ
النَّاسُ
خَطَبَ مُعَاوِيَةُ
وَقَالَ: مَنْ
كَانَ
يُرِيدُ أنْ
يَتَكَلَّمَ
في هذَا
ا‘مْرِ
فَلْيُطْلِعْ
لَنَا
قَرْنَهُ،
فَلَنَحْنُ
أحَقُّ بِهِ
مِنْهُ
وَمِنْ
أبِيهِ. قَالَ
حَبِيبُ بْنُ
مَسْلَمَةَ:
فَقُلْتُ
لِعَبْدِاللّهِ،
فَهََّ أجَبْتَهُ؟
فقَالَ: لقَدْ
هَمَمْتُ أنْ
أقُولَ
أحَقُّ بِهذا
ا‘مْرِ مِنْكَ
مَنْ
قَاتلَكَ
وَأبَاكَ عَلى
ا“سَْمِ،
فَخَشَيْتَ
أنْ أقُولَ
كَلِمَةً
تُفَرَّقَ
بَيْنَ
الْجَمِيعِ
وَتُسْفِكُ
الدَّمَ
وَيُحْمَلُ
عَنِّى
غَيْرُ ذلِكَ،
فَذَكَرْتُ
مَا أعَدَّ
اللّهُ في
الْجِنَانِ.
قُلْتُ:
حُفِظْتَ
وَعُصِمْتَ[.
أخرجه
البخاري .
1. (4819)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Hz. Hafsa (radıyallahu anhâ)'nın yanına
girdim ve:
"(Ali ile Muaviye
(radıyallahu anhümâ)'nin Sıffîn'deki hâdiseleri sebebiyle) halka gelenleri
görüyorsun. (Şimdi Harameyn ve başka yerde hayatta kalan sahabeleri toplayıp
fikirlerini almak istiyorlar.) Bu hilafet ve emîrlik meselesinde bana hiçbir
hak tanımadılar (bu sebeple gitmek istemiyorum, ne dersin?)" dedim.
"Katıl. Çünkü onlar seni bekliyorlar. Onlardan geri durmanı,
onların bir muhalefet saymalarından korkarım!" dedi ve Abdullah, oraya
gidinceye kadar Hafsa onu bırakmadı. (Hakemlerin hüküm vermesinden sonra) Hz.
Muaviye bir hutbe irad etti ve (Abdullah'la
babası Ömer'i kastederek) dedi ki:
"Kim bu hilafet meselesi hakkında bizimle konuşmak isterse
kendini bize göstersin (meydana çıksın). Şurası muhakkak ki biz, halifeliğe
ondan da babasından da ehakkız."
Habib İbnu Mesleme der ki: "Abdullah'a: "Ona cevap
vermedin mi?" dedim. Abdullah
cevaben:
"Bu işe senden daha ehak olan, İslam adına sana ve babana
karşı (Uhud'da, Hendek'te) mücadele vermiş olan Ali (radıyallahu
anh)'dir!" demek istedim. Fakat,
herkesin arasına tefrika sokup, kan akıtacak ve istemediğim bir mânaya
çekilecek bir kelime sarfetmekten korktum. Allah'ın (sabredene) cennette hazırladığı mükafaatları da
hatırlayarak (Muaviye'ye) karşılık vermedim" demiştir. Habib İbnu Mesleme:
"Bu tavrı takdir ederek: "Sen bir fitneden (inayet-i İlahî ile) korunmuş ve (ciddî) bir felaketten muhafaza
edilmişsin!" dedim" der. [Buharî, Megazî, 29.][180]
AÇIKLAMA:
1- İbnu Hacer'den alarak koyduğumuz parantez arası
açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, Hz. Abdullah İbnu Ömer, Sıffîn
Savaşı'nda, ihtilafın çözümü Hakemeyn'e yani biri Hz. Ali, diğeri de Hz.
Muaviye (radıyallahu anhümâ) tarafından seçilecek iki hakemin tesbit edeceği
ortak görüşe havale edildikten sonra, hayatta
kalan sahabelerin fikirlerini almak üzere yapılan bir davete icabet
edip-etmeme hususunda Resulullah'ın zevcelerinden ve aynı zamanda kızkardeşi
bulunan Hafsa ile istişare etmiştir.
Kendisi kırgın bir hava taşımakta, bu sebeple de davete icabet etmemek istemektedir. Ancak Hz. Hafsa, katılmasını tavsiye etmektedir.
Abdullah katılır. Hz. Muâviye'nin kulağına Abdullah'tan bir şeyler
ulaşmış olmalı ki, ilk hutbesinde ta'rizkâr ve hatta tehditkar bir üslupla Hz.
Abdullah'a laf atar. Abdullah, Hz. Ali lehine konuşup, bidayetten beri İslam
için çalıştığını, Hz. Muâviye ve babası Ebu Süfyan'a karşı Uhud'da, Hendek'te
İslam'ı korumak için savaş verdiğini, bu
sebeplerle onun hilafete kendisinden ehak olduğunu söylemeyi
düşünür. Fakat, fitne çıkmasın diye sükut eder. Said İbnu Mansur'un kaydettiği
munkatı bir rivayette Hz. Abdullah, Muâviye'ye şöyle söylemek istemiştir:
"Hilafete, İslam adına sana ve babana karşı savaşmış olanlar
ehaktır." Ancak kan dökülmesi ve sözünün yanlış anlaşılması korkusuyla
susmayı tercih eder, (radıyallahu anh).
2- Hadiste, Hz. Abdullah'a bu davranışı sebebiyle takdirlerini
ifade eden Habib İbnu Mesleme, küçük sahabelerdendir. Şam'a yerleşmiştir.
Babasının Resulullah'la sohbeti
mevcuttur. Aslında Hz. Muaviye taraftarlarındandır. Muaviye (radıyallahu anh)
onu, kuşatma altındaki Hz. Osman'a yardım etmesi için bir askerî birliğin başında Şam'dan Medine'ye göndermiş, ancak o
gelmeden Hz. Osman şehid edilmiş olduğu
için geriye, Hz. Muâviye'nin yanına dönmüştür. Şam'da Hz. Muâviye ile
beraberdir. Hz. Muâviye onu Rumlara karşı yapılan gazvelerin başına komutan
tayin etmiştir. Sıkça Rumlarla
karşılaştığı için Habibu'r-Rum lakabıyla şöhret bulmuştur. Hz.
Muâviye'nin hilafeti sırasında vefat etmiştir.
Habib İbnu Mesleme'nin Hz. Abdullah'a "Allah seni fitne ve felaketten himaye etmiş"
sözü, o sırada Hz. Muâviye aleyhine sarfedeceği bir sözün mutlaka bir kavgaya
sebep olacağını ifade eder. Çünkü hâdiselerin içinde, hatta yetkili bir
şahsiyettir, havayı gayet iyi bilmektedir.
3- İbnu Hacer'in açıkladığına göre, Hz. Muâviye, hilafet
meselesinde şu görüşte idi: "Kuvvet, re'y ve marifette üstün olanın, İslam'da öncelik, diyanet ve ibadet yönleriyle
üstün olana takdim edilmesi gerekir." İşte bu görüş gereğince kendisinin
hilafete ehak olduğunu ileri sürmüştür.
İbnu Ömer ise aksi görüşte idi ve fitne korkusu olmadıkça mefdula biat
edilmeyeceği kanaatini taşıyordu. İşte bu sebeple sonradan Hz. Muâviye'ye ve
daha sonra da oğlu Yezid'e biat etti,
çocuklarına da biatlarını bozmayı yasakladı. Aynı düşünce ile, Yezid'den sonra
da Abdülmelik İbnu Mervan'a biat etmiştir.[181]
ـ4820 ـ2ـ
وعن ابْنِ
الْمُسَيَّبِ
قَالَ:
]لَمَّا وَقَعَتْ
اَلْفِتْنَةُ
ا‘ولى، يَعْنِى
مَقْتَلَ
عُثْمَانَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
لَمْ تُبْقِ
مِنْ
أصْحَابِ
بَدْرٍ أحَداً؛
ثُمَّ
وَقَعَتِ
الْفِتْنَةُ
الثَّانِيةُ
يَعْنِى
الْحَرَّةَ،
فَلَمْ
تُبْقِ مِنْ
أصْحَابِ
الْحُدَيْبِيَةِ
أحَداً؛ ثُم وقَعَتِ
الثَّالِثَةُ
فلَمْ
تَرْتَفِعْ
وَلِلنَّاسِ
طَبَاخٌ[.
أخرجه
البخاري .
يقال
فن » طَبَاخَ
لهُ« أى
عقل له و خير
عنده،
والمراد أنها
لم تبق في
الناس من
الصحابة أحداً
.
2. (4820)- İbnu'l-Müseyyeb
(radıyallahu anh) anlatıyor: "İlk fitne yani Hz. Osman (radıyallahu
anh)'ın şehid edilmesi vukua geldiği zaman Ashab-ı Bedr'den kimseyi hayatta
bırakmadı. Sonra ikinci fitne yani Harra
hâdisesi vukua geldi. Bu da Hudeybiye ashabından kimseyi hayatta bırakmadı.
Sonra üçüncüsü vukua geldi. O da insanlar arasında akıl ve kuvvet (sahabe) barakmadı." [Buhârî, Megazî 11.][182]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste üç fitneye temas
edilmektedir. Bunlardan ilki Hz. Osman'ın şehid edilmesi hâdisesidir. Bu
vak'a hicrî 35 senesinde vukua gelmiştir.
İkinci fitne Harre vakasıdır. Bu vaka Hicri 63 yılında vukua
gelmiştir.
Üçüncü fitnenin hangi hâdise olduğu tasrih edilmemektedir.
Kastalânî Irak'ta vukua gelen Ezârika fitnesi, Haccac tarafından İbnu Zübeyr
(radıyallahu anh)'in şehid edilmesi ve Kâbe'nin yıkılmasıyla sonuçlanan hicri
74 yılındaki fitne; Mervan İbnu Muhammed'in hilafeti sırasında 130 yılında
Medine'de cereyan eden Ebu Hamza
el-Haricî fitnesinin kastedilmiş olabileceğinin ileri sürüldüğünü kaydeder.
İbnu Hacer, üçüncü fitnenin Ezârika fitnesi olduğunu söyleyen
Davudî'ye itiraz eder ve katılmayış sebebini iki sebebe bağlar:
1) Hadisin ravisi Yahya İbnu Said burada Medine'de vukua gelen fitneleri
kastedmiştir, diğerlerini değil.
2) Ezârika fitnesi ise
Yezid İbnu Muâviye'nin vefatını müteakip vukua gelmiş; yirmi seneden fazla
devam etmiştir.[183]
İbnu Hacer üçüncü fitnenin hangisi olduğunu belirleme maksadıyla
İmam Malik'in Yahya İbnu Said'den kaydettiği şu açıklamaya yer verir:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın mescidinde iki gün namaz
terkedilmiştir:
1) Hz. Osman'ın şehid edildiği gün,
2) Harra günü."
İmam Malik: "Üçüncüyü unuttum" demiştir. İbnu Hacer
devam eder: "İbnu Abdü'l-Hakim: "Haricî Ebu Hamza'nın huruc ettiği
gündür" der. Bu ise Mervan İbnu Muhammed İbnu Mervan İbni'l-Hakem'in
hilafeti zamanında 130 yılında cereyan etmiştir. Bu hâdise Yahya İbnu Said'in
vefatından bir müddet önce vukua
gelmiştir. Ben, Dârakutni'nin Garaibu Malik nam eserinde, kendisine Yahya İbnu
Said'den sahih bir senetle ulaşan buna
benzer bir rivayete rastladım. Sonunda şöyle diyordu: "Üçüncüsü vaki
olursa insanlarda akıl ve güç bırakmaz." İbnu Ebî Hayseme'nin tahricinde
"Şayet üçüncü vaki olsaydı" şeklinde
gelmiştir. Bu ifade, sadedinde
olduğumuz hadiste üçüncü fitne
hakkındaki cezme muhaliftir (yani hâdisenin henüz vukua gelmediğini
beyandır). Aralarını bulmak ve te'lif etmek mümkündür. Şöyle ki: "Yahya
İbnu Said bu sonuncu ifadeyi önce söylemiştir, sonra da mezkur üçüncü fitne, o daha sağ iken vaki
olmuştur. Hâdiseden sonra Yahya İbnu Said, Leys İbnu Sa'd'ın kendisinden
naklettiği ifadeyi söylemiştir."
2- Hadiste geçen Tabah kelimesi kuvvet, akıl, hayır gibi
mânalara gelir. İbnu'l-Esir, Camiu'l-Usul'de bundan maksadın Sahabe olduğunu
belirtir. Rivayetten, mezkur üç fitneden birincide Bedir Ashabı, ikincide
Hudeybiye Ashabı, üçüncü de Ashabın geri
kalanı öldürülecek gibi bir mâna anlaşılmaktadır. Fakat mâna öyle değil. O
sıralarda onların kalmamış olacağı ifade edilmiştir. Yani, "Bedir
Ashabı'nın tükenme sıralarında Hz. Osman katledildi, birinci fitne husule
geldi; Hudeybiye Ashabı'nın tükenmesi zamanında Harra hadisesi vukua geldi, Ashab'ın tükendiği sıralarda da üçüncü fitne
vukua geldi" denmektedir.
3- Burada bir noktaya dikkat çekmek isteriz: Sadedinde
olduğumuz rivayet Said İbnu'l-Müseyyeb'ten bir nakil gözükmektedir. Yapılan
açıklamalara göre bu eser Yahya İbnu
Said'e aittir. Nitekim Said İbnu'l-Müseyyeb hicrî 94 yılında vefat etmiştir.
Halbuki üçüncü fitne olarak yorumu yapılan hâdise hicrî 130 yılında cereyan
etmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, hadisin baş kısmı Said İbnu'l-Müseyyeb'e aittir.
Ravi Yahya İbnu Said, Said İbnu'l-Müseyyeb'in sözlerini naklettikten sonra
kendisi şu ilavede bulunmuştur: "...Sonra üçüncü bir fitne daha vukua
geldi, o da insanlarda akıl ve kuvvet bırakmadı." Ne var ki bu derc'e
raviler dikkat çekmemişlerdir. Yahut bu söz,
Buharî, rivayetinin zahirine göre müdrec değildir. Gerçekten Said
İbnu'l-Müseyyeb'e aittir. Bu durumda üçüncü fitne hususunda yapılan ve İbnu
Hacer tarafından da benimsenmiş olan yorum yanlıştır. Üçüncü fitneyi Said
İbnu'l-Müseyyeb'in ölümünden önce
cereyan eden bir fitne ile izah etmek gerekecek
ki bu da Davudî'nin yaptığı izahtır: Ezarika fitnesi. [184]
* HAKEMEYN HÂDİSESİ VE HARİÎİLER
Bu iki hadise birbirine bağlı olduğu için ikisini birlikte kısaca
Suyutî'nin anlatımından kaydedeceğiz: "Hz. Ali'ye Osman'ın şehit
edilmesinin ertesi günü, Medine'de bulunan sahabeler (radıyallahu anhüm) biat
ettiler. Aşere-i Mübeşşere'den Talha ve Zübeyr (radıyallahu anhümâ)'in
istemeyerek biat ettikleri söylenmiştir. Bu sebeple o ikisi Mekke'de bulunan
Hz. Aişe'nin yanına giderler. Üçü beraber, Hz. Osman'ın kanını talep etmek
üzere Basra'ya giderler. Haber Hz. Ali'ye ulaşınca o da Irak'a hareket eder.
Basra'da Talha, Zübeyr ve Hz. Aişe (radıyallahu anhüm) ve beraberindekiler ile
karşılaşırlar. Cemel Vakası vukua gelir. Hicrî 36 yılında cereyan eden bu
hâdisede Talha ve Zübeyr'in de aralarında yer aldığı 13.000 kişi hayatını
kaybeder. Bunlardan 2.000 kadarı Hz. Ali saflarından, geri kalan da Hz. Aişe
saflarındandır.
Hz. Ali, 15 gün kadar Basra'da kaldıktan sonra Kûfe'ye geçer. Bu
esnada Şam'dan da Hz. Muaviye, beraberindekilerle birlikte Hz. Ali'nin üzerine
yürür. Sıffîn'de karşılaşırlar. Tarih hicrî 37 Safer ayı. Aralarında başlayan
savaş birkaç gün neticesiz devam eder. Şamlılar Mushafları kaldırarak onun
hakemliğine başvurmayı teklif ederler. Bunun, Amr İbnu'l-As tarafından teklif
edilen bir harp hilesi olduğu söylenmiştir. Hz. Ali'nin askerleri Kur'an'a
karşı savaşmak istemezler. Sulh talep ederler. İki hakem tayin edilir. Daha
önce belirttiğimiz üzere, Hz. Ali, Ebu Musa el-Eş'arî'yi, Hz. Muaviye de Amr İbnu'l-As (radıyallahu
anhüm ecmain)'ı hakem tayin eder.
Aralarında yazılı bir vesika tanzim ederek yılbaşına Ezruh'ta bir
araya gelip ümmetin meselesini halletme hususunda görüş birliğine varırlar.
Herkes dağılır. Hz. Muaviye
Şam'a, Hz. Ali de Kûfe'ye dönerler. Bu sırada Hz. Ali'nin saflarından,
Haricîler denecek olan bir zümre ayrılır. Bunlar hakem hâdisesine karşı
çıkarlar. "Hüküm Allah'a aittir" derler. Harura'yı kendilerine
karargâh yaparlar. Hz. Ali bunlara İbnu Abbas'ı nasihatçi olarak gönderir.
Onlarla bazı münakaşalar yapar, açıklamalarda bulunur. Bir kısmı nasihat dinler; gidilen yolun yanlış, şeriate aykırı
olduğunu kabul edip rücu eder. Bir kısmı
da batılda ısrar eder. Bu ısrarcılar Nehravan'a giderler, orada başkaldırırlar.
Hz. Ali oraya gidip, onlarla savaşır ve
-önceki rivayette (4813. hadis) açıklandığı üzere- Zü's-Südye başta olmak üzere pek çokları
öldürülürler; yıl hicrî 38.
Aynı senenin
Şa'ban ayında Ezruh'ta hakemlerin hükmünü dinlemek üzere toplanırlar. Sa'd İbnu
Ebî Vakkâs, İbnu Ömer ve diğer pekçok sahabe -4819 numaralı hadiste de
açıklandığı üzere- oraya gelirler.
Amr İbnu'l-As,
kurnazlık yaparak ilk önce Ebu Musa el-Eş'arî'yi konuşturur. Aralarındaki
antlaşma gereği o, Hz. Ali'yi azleder. Arkadan Amr konuşur, hilafette Hz.
Muâviye'yi sabit tutar ve ona biat eder.
Halk bu
kargaşa ile ayrılır. Hz. Ali askerlerinin ihtilafına muhatap olur.
İşte bu
kargaşa sırasında Haricîlerden üç kişi, ortaya atılıp: Abdurrahman İbnu Mülcem
el-Murâdî, Bürek İbnu Abdillah et-Temîmi ve Amr İbnu Bekr et-Temîmi. Bunlar Mekke'de
biraraya gelip, Hz. Ali, Hz. Muâviye ve Hz. Amr İbnu'l-Âs radıyallahu anhüm'ü
öldürmek ve ümmeti bunların fitnesinden huzura kavuşturmak hususunda antlaşma
yaparlar.
İbnu Mülcem:
"Ben Ali'yi halledeyim" der. el-Bürek: "Ben Muâviye'yi
halledeyim" der. Amr İbnu Bekr de: ÔBen de Amr İbnu'l-Âs'ı
halledeyim" der.
Ehl-i Sünnet
ulemâsı hürmet ve sevgi ile mükellef olduğumuz Ashab-ı Kiram hazeratının
aralarında cereyan eden elim vukuatı naklederken, hürmet ve muhabbeti
zedeleyerek teferruata inmekten içtinab etmişler kısaca hülasa
etmişlerdir."
Bu bahsin
sonunda Ashab arasında cereyan eden hâdiselerin mahiyeti hakkında
Bediüzzaman'ın bir yorumunu kaydedeceğiz.[185]
ـ4821 ـ1ـ عن
أبى نَوْفَلْ
قَالَ:
]رَأيْتُ
عَبْدَاللّهِ
بْنَ
الزُّبَيْرِ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما على
عَقَبَةِ
الْمَدِينَةِ،
فَجَعَلَتْ
قُرَيْشٌ
وَالنَّاسُ تَمَرُّ
عَلَيْهِ،
حَتّى مَرَّ
عَلَيْهِ عَبْدُاللّهِ
ابْنُ عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
فَوَقَفَ
عَلَيْهِ.
فقَالَ:
السََّمُ
عَلَيْكَ
أبَا
خُبَيْبٍ
ثَثاً، أمَا
وَاللّهِ
لَقَدْ كُنْتُ
أنْهَاكَ
عَنْ هذَا
وإنْ كُنْتَ
مَا عَلِمْتُ
صَوَّاماً
قَوَّاماً
وَصُوً
لِلرَّحِمِ،
أمَا
وَاللّهِ
‘ُمَّةٌ أنْتَ
شَرُّهَا
‘ُمَّةُ
خَيْرٍ.
فَبَلَغَ
الْحَجَّاجَ
مَوْقِفُ
عَبْدِاللّهِ
ابْنِ عُمَرَ
وَقَوْلُهُ.
فأرْسَلَ
إلَيْهِ
فأُنْزِلَ
عَنِ جِذْعهِ
فَأُلْقِىَ
في قُبُورِ
الْيَهُودِ.
ثُمَّ
أرْسَلَ الى
أُمَّةِ
أسْمَاءَ
بِنْتِ
أبِى بَكْرٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما،
فأبَتْ أنْ
تَأتِيَهِ،
فأعَادَ
إلَيْهَا الرَّسُولَ
لتَأتِيَنِّى
أوْ
‘بْعَثَنَّ إلَيْكِ
مَنْ
يَسْحَبُكِ
بِقُرونِكِ.
فأبَتْ
فقَالَتْ:
واللّهِ َ
أتِى إلَيْكَ
حَتّى
تَبْعَثَ
مَنْ
يَسْحَبُنِى
بَقُرونِى
فقَالَ:
أُرونِي
سِبْتِيَّتَيَّ
فأخَذَ نَعْلَيْهِ
ثُمَّ
انْطَلَقَ
يَتَوَذَّفُ حَتّى
دَخَلَ
عَلَيْهَا
فقَالَ:
كَيْفَ رَأيْتُنِى
صَنَعْتُ
بِعَدُوِّ
اللّهِ؟ قَالَتْ:
رَأيْتُكَ
أفْسَدْتَ
عَليْهِ
دُنْيَاهُ
وَأفْسَدَ
عَلَيْكَ
آخَرَتَكَ.
بَلَغَنِى
أنَّكَ
تَقُولُ: يا
ايْنَ ذَاتَ
النِّطَاقَيْنِ،
أنَا واللّهِ
ذاتُ
النِّطَاقَيْنِ.
أمَّا
أحَدُهُمَا
فَكُنْتُ
أرْفَعُ بِهِ
طَعَامَ
رَسُولِ اللّهِ
# وَطَعَامَ
أبِى مِنَ
الدَّوَابِّ،
وَأمَّا
اŒخَرُ
فَنِطَاقُ
الْمَرْأةِ
الَّذِى َ
تُسْتَغْنِى
عَنْهُ. أمَا
إنَّ رَسُولَ
اللّهِ # حَدَّثَنَا
أنَّ في
ثَقِيفٍ
كَذَّاباً
وَمُبِيراً.
أمَّا
الْكَذَّابُ
فقَدْ
رَأيْنَاهُ،
وَأمَّا
الْمُبِيرُ
فََ إخَالُكَ
إَّ إيَّاهُ.
فقامَ
عَنْهَا
وَلَمْ
يُرَاجِعْهَا[.
أخرجه
مسلم.وزاد
رزين أن
الحجاج قال:
]دَخَلْتُ إلَيْهَا
‘حْزِنَهَا
فأحْزَنَتْنِى[.و»قرونُ
المَرأةِ«
ضفائرها.و»التَّوْذفُ«
التبختر، وقيل
ا“سراع.و»السِّبْتِيَّتَانِ«
النعن، وأصله
من السبت، وهو
جلود البقر
المدبوغة
بالقرظ يعمل
منها النعال
نسبت إليها.
وقيل من السبت
وهو حلق الشعر
‘ن شعر الجلود
ترمى عنها ثم
تعمل منها
النعال.و»الْمُبيرُ«
المهلك .
1. (4821)- Ebu Nevfel
anlatıyor: "Abdullah İbnu'z-Zübeyr (radıyallahu anhümâ)'i (Mekke'deki)
Akabetü'l-Medine (denilen yerde) (asılmış) gördüm. Kureyş ve diğer halk onun
yanına gelmeye başlamıştı. Derken Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhüma) de
geldi. Yanında durdu. "es-Selâmu aleyke ey Ebu Hubeyb!" dedi ve bu
selamı üç kere tekrar etti. Sonra sözlerine devamla [üç kere de] "Vallahi
seni bu işten men etmiştim (ama beni dinlemedim)" deyip şunları söyledi:
"Vallahi, benim bildiğime göre sen, çok oruç tutan, çok namaz kılan,
yakınlara çokca yardımcı olan bir kimseydin. Vallahi, en kötüsü sen olan bir
ümmet mutlaka en hayırlı bir ümmettir!"
Haccâc'a, Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'in İbnu'z-Zübeyr
karşısındaki tavrı ve söylediği bu sözleri ulaştı. Derhal adam göndererek
İbnu'z-Zübeyr'in cesedini asılı olduğu kütükten indirtip, Yahudilerin
kabirlerine attırdı. Sonra annesi Esma Bintu Ebî Bekr (radıyallahu anhâ)'i de
bir adam gönderip çağırttı. Fakat kadıncağız gitmekten imtina etti. Haccâc
ikinci bir elçi daha gönderdi ve: "Ya bana kendi rızanla gelirsin ya da,
sana saç örgülerinden sürüyerek getirecek birisini gönderirim!" dedi. Esmâ
yine imtina edip:
"Sen, örgülerimden tutup beni sürükleyecek birini
gönderinceye kadar vallahi gelmeyeceğim!" dedi. Haccâc:
"Bana ayakkabılarımı gösterin!" dedi. Papuçlarını alıp,
çalımla koşup Esmâ'nın yanına girdi.
"Allah düşmanına ne yaptığımı gördün mü?" dedi.
"Ona dünyasını berbat ettiğini, onun da senin ahiretini
berbat ettiğini gördüm. Bana ulaştığına göre ona: "Ey iki kuşaklının
oğlu" demişsin. Vallahi iki kuşaklı benim. Onlardan biriyle ben Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın ve Ebu Bekr'in (hicret sırasındaki) yiyeceklerini
bağladım. Diğeri de, kadının belinden ayırmadığı kuşağıdır. Şunu ilave edeyim
ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana: "Sakif'te bir yalancı, bir
de zalim var!" demişti. Yalancıyı gördük. Zalime gelince; bunun da ancak
sen olacağını zannediyorum!" dedi. Haccâc, hiç cevap vermeden yanından
ayrıldı." [Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 229, (2545).]
Rezîn şu ilavede bulundu: "Haccâc (bilahare) demiş ki:
"Ben Esmâ' nın yanına onu üzmek için girmiştim, ama o beni üzdü."[186]
AÇIKLAMA:
1- Daha önce (4454-4455)
açıkladığımız üzere Hz. Abdullah İbnu'z-Zübeyr, Hz. Muâviye radıyallahu anh'ın
vefatından sonra oğlu Yezîd'e biat etmeyip Mekke'de halifeliğini ilan etmiş
idi. Sadedinde olduğumuz hadis, Haccâc'la yaptığı savaşta, şehid düşen
Abdullah'ın cesedine yapılan bed muameleyi aksettirmektedir. Haccâc, hakaret
maksadıyla Akabatu'l-Medine denen mahallede[187]
bir ağaca tepesi aşağı astırıp teşhîr etmiştir. Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu
anhüma) cesedi hürmetle karşılayıp selam vermiştir. O sırada sarfettiği sözlerden, İbnu Ömer'in, Abdullah
İbnu Zübeyr'e halife olma hususunda arzu izhar edip Emevîlerle nizaya
girmemesini tavsiye etmiş olduğunu anlamaktayız. Ama İbnu'z-Zübeyr, onu
dinlememiş, sonu elemle biten bir kararda ısrar etmiştir.
2- Abdullah İbnu Ömer'in, İbnu Zübeyr hakkında ifade ettiği
savvam, kavvam övgüsünü anlamamıza Taberânî'nin bir rivayeti yardımcı olur:
"İbnu'z-Zübeyr bütün sene oruç tutar, bazan hiç iftar etmeden birkaç gün
üst üste oruç tutardı. Geceleri de namazla ihya eder, çoğu kere vitir namazında
Kur'ân'ı hatmederdi. Haccâc, bütün bu haline rağmen onu, "ümmetin en
kötüsü" diyerek asmıştır. Abdullah İbnu Ömer'in: "Vallahi en kötüsü
sen olan bir ümmet en hayırlı ümmettir" sözü, Haccâc'a bir cevap
olmaktadır.
3- Hz. Esmâ'nın Zâtunnitakeyn, iki kuşaklı lakabı, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) tarafından verilmiş bir lakaptı. Hicret hazırlığı
sırasında, deve hazırlanırken, yol azıklarının deveye yüklenmesi anında
birkısım eşyanın (yiyecek ve içeçecek malzemelerinin) bağlanması gerekmiş,
şartlar icabı zaman darlığı olduğu için Esmâ (radıyallahu anhâ), zekasını kullanıp,
kuşağını çıkararak ikiye bölmüş, bir yarısı ile eşyalar bağlanmış, diğer
yarısını da tekrar beline bağlamıştır. Onun bu pratik zekasından memnun kalan
Fahr-ı Kâinat, muhterem baldızlarına Zatunnitakeyn (iki kuşaklı) lakabını
takarak iltifat buyurmuşlardır. Esmâ validenin, o fırsatta Haccâc'a bunu
açıklama ihtiyacını duymasından anlıyoruz ki, Haccâc, İbnu'z-Zübeyr
(radıyallahu anhümâ)'e "İbnu Zatunnitakeyn" diyerek hakaret etmiştir.
Hz. Ebu Bekri's-Sıddîk'in kızı olmaya bihakkın layık Zâtunnitakeyn
Esmâ radıyallahu anha validenin cesaret ve fetâneti karşısında hayran kalmamak
mümkün mü?
4- Hadis, Abdullah İbnu'z-Zübeyr (radıyallahu anhüma)'in o
savaşta haklı olduğunu göstermektedir. İslâm uleması da bu hususta ittifak
eder. Halifeliğini ilan edince kendisine biat edilmiş, Haccâc ve diğer Emevî
taraftarları ona isyan edip şehit olmasına müncer olan hâdiselere sebep
olmuşlardır. Abdullah İbnu Ömer, ona olan takdirlerini ifade etmekten
çekinmemiş, Haccâc'ın kulağına gideceğine aldırmamıştır.
5- Ulemâ, hadisten hareketle, kabirdekilere selam vermenin,
bunu üç kere de tekrar etmenin, ölenleri hayırlı yönleriyle yadetmenin müstehab
olduğuna hükmetmiştir.[188]
ـ4822 ـ1ـ عن
الزُّبير بن
عدي قال:
]دَخَلْنَا
عَلى أنَسِ
بْنِ مَالِك
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
فَشَكَوْنَا
إلَيْهِ مَا
نَلْقَى مِنَ
الْحَجَّاجِ.
فقَالَ:
اصْبِرُوا،
فإنَّهُ َ
يَأتِى عَلَيْكُمْ
زَمَانٌ إَّ
وَالَّذِى
بَعْدَهُ شَرٌّ
مِنْهُ حَتّى
تَلْقَوْا
رَبَّكُمْ. سَمِعْتُ
هذَا مِنْ
نَبِيِّكُمْ
#[. أخرجه البخاري
والترمذي .
1. (4822)- Zübeyr İbnu Adiy
(rahimehullah) anlatıyor: "Hz. Enes İbnu Mâlik (radıyallahu anh)'in yanına
girdik. Haccâc'ın bize yaptıklarını şikayet ettik.
"Sabredin, buyurdu. Zîra öyle günlerle karşılaşacaksınız ki,
her yeni gün, gidenden daha kötü olacak. Bu hal Rabbinize kavuşuncaya kadar
devam edecek. Ben bunu, Resûlünüz (aleyhissalâtu vesselâm)'den işittim."
[Buhârî, Fiten 6; Tirmizî, Fiten 35, (2207).][189]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Haccâc'ın zulmünü belirtmeye ayrılmıştır. Haccâc,
Emevî halifelerinden Abdülmelik İbnu Mervân ve oğlu Velid zamanında Irak ve
Horasan valiliği yapmış, sert ve zalimâne muameleleri sebebiyle zalim lakabıyla
meşhur olmuştur. Taiflidir ve Benî Sakîf'tendir. Bu sebeple Sakafî diye nisbeti
de vardır. Hicrî 75 yılında 54 yaşında ölmüştür. Şa'bî, onun sert muamelesini belirtme
sadedinde şu kıymetli bilgiyi sunar: "Hz. Ömer ve kendinden sonra
gelenler, asi olan kimseyi tutup, sarığını çıkararak halka teşhir ederlerdi. Bu
hal Ziyâd'a kadar devam etti. O, cinayetlere kamçı ile vurma cezası getirdi. Daha sonra Mus'ab İbnu Zübeyr buna
sakalı traş etmeyi de ilave etti. Bişr İbnu Mervan, caninin elini çivi ile
çakmaya başladı. Haccâc gelince: "Bütün bu cezalar (ciddiyetten uzak)
eğlencedir!" dedi ve kılıçla öldürme cezası getirdi." Müteakip
hadiste görüleceği üzere Haccâc'ın kılıçla ölüm cezasına mahkûm ettiklerinin
sayısı 120 bini bulmuştur.
2- Hadiste her gelen günün giden günü aratacağı ifade
edilmekte ve karşılaşılan menfi durumlar karşısında en çıkar yolun sabretmek
olduğu belirtilmektedir. İbnu Mes'ud'un şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Dün bugünden hayırlıdır, bugün yarından hayırlı olacak. Bu hal kıyamete
kadar devam edecek."
İbnu Battâl der ki: "Bu hadis, Resûlullah'ın nübüvvetinin
delillerinden biridir; bir mucizedir. Zîra, ümmetin halinin bozulacağını haber
vermektedir. Bu ise gayba ait bir haldir, re'y ile bilinemez, vahiyle
bilinebilir.
Hadiste her gelen günün bir öncekine nazaran kötü olacağı mutlak
bir üslupla ifade edilmiştir. Halbuki zaman zaman eskiye nazaran iyi günler
yaşanmıştır. Bu hal bir tezad olarak görülmüştür. Nitekim, Ömer İbnu Abdilaziz,
Haccâc'dan az sonra gelmiş ve gerçekten ümmete hayırlı günler yaşatmıştır. Onun
günlerinin önceki günlerden daha kötü olduğunu söylemek mümkün değildir. Hatta
onun zamanında şerrin kalmadığını bile söylemek mümkündür. Bu durumu nazar-ı
dikkate alan Hasan Basrî hazretleri, hadisin hükmünü ekser ve ağleb duruma göre
diye te'vil etmiştir. Haccâc'dan sonra Ömer İbnu Abdilaziz'in gelmesi sorulunca
da:
"İnsanların bir nefes alması gerekir!" diye cevap
vermiştir.
Temas edilen müşkile bazı alimler: "Tafdilden murad,
asırların mecmuunun asırların mecmuuna tafdilidir. Zîra Haccac asrında çok
sayıda Sahabe vardı. Ömer İbnu Abdilaziz'in asrında, onlar münkariz oldular.
Sahabenin yaşadığı zaman, kendinden sonra gelen zamandan hayırlıdır. Nitekim
"Asırların en hayırlısı benim asrımdır. Bundan sonra onu takip eden asır
gelir. Onu da daha sonraki asır takip eder" hadisi bu hususu te'yid eder.
Şu hadis de bu hususta kayda değer: Ashabım ümmetimin güvencesidir. Ashabım
gitti mi vaadedilen (fitneler) ümmetimin başına gelecektir." İbnu Hacer'in
İbnu Mesud'dan kaydettiği bir hadiste yer alan tasrihat, mevzuyu daha açık hale
getiriyor. Gelecek kötülükten murad ilmin gitmesidir: "Size artık gittikçe
daha kötü olan günler gelecek. Bu hal kıyamete kadar devam edecek. Burada,
yaşayışınıza gelecek sıkıntıları kasdetmiyorum, hadis bunu ifade etmez. Lakin,
size her gelen gün ilim cihetiyle gidenden daha düşük olacaktır. Alimler
gittimi insanlar müsavileşir, ma'rufu
emretmezler, münkerden yasaklamazlar. İşte bu durumda helak
olurlar." İbnu Mes'ud'un, bir başka tarikten şöyle dediği rivayet
edilmiştir. "...Biz bereketli bir yıl yaşamıştık. Dedi ki: "Bunu
kasdetmiyorum. Kasdettiğim şey ulemanın gitmesidir." Bir başka hadiste de:
"...Size daima eskisinden daha kötü
günler gelecek. Ancak bu kötülükle emîrlerinizin kötülüğünü kasdetmiyorum.
Fakat alimlerinizi, fakihlerinizi kastediyorum. Bunlar gidiyorlar, sizler
onların yerine yenisini bulamayacaksınız. Bunlar yerine kendi reyleriyle fetva
verecekler geliyor." Bu hadisin bir başka veçhinde: "...Ben bununla
yağmurun bolluk veya darlığını kasdetmiyorum, fakat ulemanın gitmesini kastediyorum. Bunlar gidince kendi reyleriyle
fetva verecek bir kavim gelecek. Bunlar İslam'ı delip helak edecekler."
Deccal'den sonra İsa aleyhisselam'ın gelme hâdisesi de hadise zıt
bulunmuştur. Ancak Kirmânî bu müşkili şöyle cevaplar: "Hadisten murad, Hz.
İsa'dan sonra gelecek zamandır veya içinde umeranın bulunacağı zaman cinsidir.
Aksi takdirde, dinimizde zaruri olarak bellidir ki, masum peygamber devrinde
şer yoktur."İbnu Hacer, bu nakillerden sonra ilave eder: "Zamanlardan
murad Deccal ve ondan sonrakiler gibi kıyametin büyük alâmetlerinin zuhurundan
önceki zamanlar olması da muhtemeldir. Böylece, şerde üstün olan zamandan murad,
Haccâc'dan Deccal'e kadar geçecek zaman olur. Hz. İsa'nın zamanı ise, ayrı bir
hükme tabidir. Doğruyu Allah bilir." Mezkur zamanlarla kastedilen şey
Sahabelerin devri de olabilir. Zîra, bunun
muhatabı onlardır, hüküm onlara has olur. Böyle olursa, onlardan sonra gelecekler
mezkur haberde kastedilmemiş olur. Ancak, Ashab bunu kendilerine mahsus olarak
değil, bütün ümmeti ilgilendiren bir hüküm olarak anlamıştır. Bu anlayış
sebebiyledir ki, Hz. Enes, kendisine
Haccâc' dan şikayet edene bu tarzda cevap vermiş ve sabır tavsiye etmiştir. Onların tamamı veya
çoğunluğu Tabiin'dendi.
İbnu Hibban, Sahih'inde, "Yeryüzü zulümle dolduktan sonra
adaletle dolacağını ifade eden Mehdi hadislerini gözönüne alarak, Enes hadisini
âmm hükmüyle almamak gerektiğini"
istidlal eder. Ancak ben, sadedinde olduğumuz hadisi tefsirde işe yarayacak
olan ve de İbnu Mes'ud'dan gelen bir kaydı, Darimi'nin Müsned'inde hasen
senedle gelen bir rivayette buldum. Der ki:
"Size her yeni gelen yıl öncekinden daha kötüdür. Ancak ben
bu sözümde bir tek yılı kastedmiyorum."[190]
ـ4823 ـ2ـ
وعن ابْنِ
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: في
ثَقِيفٍ كَذَّابٌ
وَمُبِيرٌ[.
أخرجه
الترمذي .
وقال
يُقَالُ:
الكَذَاب
المختار بن
أبى عبيد،
والمبير
الحجاج بن
يوسف .
2. (4823)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resululah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Sakif'ten bir yalancı, bir de zalim çıkacaktır."
[Tirmizî, Fiten 44, (2221).][191]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis 4821 numarada geçen uzun bir hadisin parçasıdır.
Orada gerekli izah yapıldığı için, burada iki noktaya temas edeceğiz:
1) Mübir: Yıkıcı, helak edici mânasına gelir ise de
zalim olarak tercüme ettik. Çünkü yıkma,
helak etme de zalime mahsus bir haldir, zalimin vasfıdır. Üstelik
bununla kastedilen şahıs da Haccâc'dır
ve ümmet ona zalim demekte, onu bu vasıfla anmakta ittifak etmiştir.
2) Yalancıya gelince; onun da Muhtar İbnu Ebî Ubeyd es-Sakafî
olduğu kabul edilmiştir. Bu herif, Hz. Hüseyin'in şehit edilmesinden sonra
zuhur etmiş, halkı onun kanının intikamını almaya çağırmıştır. Bu işte asıl
maksadının, insanların yüzünü kendine çevirmek, bu suretle emîrlik ele geçirmek
olduğu anlaşılmıştır. Dünyayı talep ettiği halde, asıl maksadını başka
bahanelerle gizlemeye çalışmıştır. Babası büyük sahabelerdendi. Hicret yılında
doğan Muhtar'ın sohbeti yoktur, rivayeti de yoktur. Abdullah İbnu İsmet,
hakkında: "Bu, Resulullah'ın: "Sakif'ten bir yalancı çıkacak"
hadisiyle haber verdiği yalancıdır" demiştir. Önceleri fazilet, ilim ve
hayırla meşhur idi. Bu hali Abdullah İbnu Zübeyr'i terkedinceye kadar
devam etti. O andan itibaren gizlediği
hali ortaya çıktı. Emîrlik talep etti ve içinde gizlediği bozuk fikirlerini,
sapık inançlarını, hevâsını açığa vurdu. Böylece dine muhalif pek çok yönleri
ortaya çıktı. Sahtekârlıklarını, kendisine Cebrail'in vahiy getirdiğini
söyleyecek kadar ileri götürdü. Bu halini hicrî 62 yılında öldürülünceye kadar
sürdürdü.[192]
ـ4824
ـ3ـ وعن هِشام
بْنِ حِسَانِ
قالَ:
]أُحْصِىَ مَا
قَتَلَ
الْحَجَّاجُ
صَبْراً
فَوُجِدَ مِائَةُ
ألْفٍ
وَعِشْرُونَ
ألْفاً[.
أخرجه الترمذي.قوله
»صَبْراً«
المراد به كل
من قتل في غير
حرب و اختس
كمن تضرب
عنقه
أو يحبس الى
أن يموت أو
يصلب أو نحو
ذلك من
هيْئاتَ
القتل فهو
مقتول صبراً .
3. (4824)- Hişam İbnu Hısan
rahimehullah anlatıyor: "Haccâc'ın hükmen öldürttüğü insanların miktarı
sayılmış, 120 bin kişiye ulaştığı görülmüştür." [Tirmizî, Fiten 43,
(2221).][193]
AÇIKLAMA:
Sabran
öldürme; savaş ve kavga sırasında veya hataen olmaksızın icra edilen öldürmeye
denir. Buna hükmen diyebiliriz. Harp esirleri ve suçlulara uygulanan öldürme
vakaları sabran öldürmedir. Sadedinde olduğumuz rivayet Haccâc'ın zulmünün
büyüklüğünü göstermeye kafidir.[194]
ـ4825 ـ1ـ عن
سعيد بْنِ
عَمْرُو بْنِ
سعيدِ بْنِ الْعَاصَ
قَالَ:
]أخْبَرَنِى
جَدِّى قَالَ:
كُنْتُ
جَالِساً
مَعَ أبِى
هُرَيْرَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
في مَسْجِدِ
الْمَدِينَةِ
وَمَعَنَا
مَرْوَانُ.
فقَالَ أبُو
هُرَيْرَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
سَمِعْتُ
الصَّادِقَ
الْمَصْدُوقَ
# يَقُولُ:
هَلَكَةُ
أُمَّتِى على
يَدَيْ أُغَيْلِمَةٍ
مِنْ
قُرَيْشٍ.
قَالَ
مَرْوَانُ: لَعْنَةُ
اللّهِ
عَلَيْهِمْ؛
فقَالَ أبُو هُرَيْرَةَ:
لَوْ شِئْتُ
أنْ أقُولَ
فَُنُ
وَفَُنُ لَفَعَلْتُ.
قَالَ
سَعِيدٌ
رَحِمَهُ
اللّهُ: فَخَرَجْتُ
مَعَ جَدِّى
الى الشَّامِ
حِينَ مَلَكَهُ
بَنُو
مَرْوَانَ،
فإذَا
رَآهُمْ غِلْمَاناً
أحْدَاثاً
قَالَ: عَسى
أنْ يَكُونَ
هؤَُءِ
الَّذِينَ
عَنَى أبُو
هُرَيْرَةَ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه.
فَقُلْتُ:
أنْتَ
أعْلَمُ[.
أخرجه البخاري.»الصَّادِقُ
وَالْمَصْدُوقُ«
هو النبي #،
صدق في قوله
وما أخبر به،
وصُدِّق فيما جئ
به إليه من
الوحي.و»أُغيلمةٌ«
تصغير غلمة.
1. (4825)- Said İbnu Amr
İbni Said İbni'l-As anlatıyor: "Ceddim
bana dedi ki: "Ben Ebu
Hüreyre (radıyallahu anh) ile beraber Medine mescidinde oturuyordum. Yanımızda
Mervan da vardı. Bir ara Ebu Hüreyre (radıyallahu anh):
"Ben, sadık ve masduk olan Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın şöyle buyurduklarını
işittim:
"Ümmetimin helak olması Kureyş'e mensup [aklı kıt] bir grup
çocukcağızın elleriyledir!"
Mervan: "Allah onlara
lanet etsin!" dedi. Ebu Hüreyre der ki:
"Eğer ben dileseydim falan falan diye onları teker teker
ismen sayardım." Said rahimehullah dedi ki:
"Ben, Benî Mervan iktidar olduğu zaman dedemle birlikte Şam'a gittim.
Orada onları genç oğlanlar olarak görünce:
"Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'nin kastettiği bunlar
olmasın?" dedi. Ben de: "Sen daha iyi bilirsin" dedim."
[Buhârî, Fiten 3, Menakıb 25.][195]
AÇIKLAMA:
1- Bir rivayette: "Ben Resulullah'tan iki dağarcık ilim
aldım. Birini rivayet ediyorum. Diğerini de rivayet etsem boynumu
vurursunuz" diyen Ebu Hüreyre'nin bu ikinci dağarcığı hakkında bir ipucu
veren rivayetiyle karşı karşıyayız. Bu ve bunu açıklama sadedinde kaydedeceklerimizden
anlaşılacaktır ki Ebu Hüreyre, Aleyhissalâtu vesselâm'dan fitnelerle ilgili
teferruatlı bilgiler edinmiş, fakat rivayet etmede çok ihtiyatlı davranmıştır.
Bu rivayet, fitnecileri Ebu Hüreyre'nin ismen bildiğine delalet etmektedir.
2- Hadiste geçen uğaylime, "ğılme" kelimesinin ism-i
tasğîridir. Gılme ise ğulâmın çoğuludur. Gulam, doğumbüluğ arası çocuğa denir.
Şu halde, çocukcağızlar demek olur. Ancak İbnu Hacer, büluğa ermiş bile olsa
akıl, tedbir ve diyanet yönüyle zayıf olan kimselere de sabiy (çocuk) veya
guleym dendiğini, hadiste bu kelimenin bu mânada kullanıldığını belirtir.
"Çünkü, der, Benî Ümeyye halifelerinden hiçbiri büluğa ermeden halife
olmuş değildir. Keza işbaşına koydukları arasında da büluğa ermemiş çocuk yoktur. Öyleyse uğaylime'den murad hilafete
getirilen bazılarının, fesada sebep olan
evladlarıdır."
3- Hadiste geçen ümmetten murad, kıyamete kadar gelecek olan
ümmet değil, sadece o asırdaki ümmettir.
Bu hadisi daha iyi anlamada, Ebu Hüreyre'nin bir başka merfu rivayeti
İbnu Ebî Şeybe'de gelmiştir: "Çocukların emîrliğinden Allah'a
sığınırım." Sordular: "Çocukların emîrliği de nedir?" dedi ki:
"Onlara itaat edecek olsanız (dininizde) helak olursunuz, isyan edecek
olsanız sizi helak ederler (yani dünyanızı mahvederler; ya canınıza kıyarlar
veya malınıza yahut da her ikisine)." Yine İbnu Ebî Şeybe, Ebu Hüreyre ile
ilgili olarak şu rivayeti kaydetmiştir: "Ebu Hüreyre çarşı pazar gezerken:
"Allahım bana ne altmış senesini ne de çocukların emirliğini gösterme"
diye dua ederdi.
İbnu Hacer der ki: "Bu rivayette, çocukların ilkinin altmış
senesinde iktidar olacağına işaret vardır. Nitekim öyle de olmuştur. Zîra Yezid
İbnu Muâviye o yılda hilafeti ele aldı ve altmış dört yılına kadar
devam etti. Ölünce oğlu Muaviye halife oldu. Birkaç ay içinde öldü. Ebu
Hüreyre'nin ihbarını Yezid'in hali te'yid eder mahiyettedir. Çünkü, büyük
merkezlerdeki yaşlıları azlederek, kendi yakını olan gençleri iş başına
getirip, idari kadroyu gençleştirmiştir.
4- Bu rivayet, Ebu Zür'a'nın Ebu Hüreyre'den rivayet ettiği "Halkı Kureyş'ten şu
kabile helak edecek" hadisini tahsis eder. Zîra burada Kureyş'in
tamamı değil, bazısı kastedilmiştir. Bunlar da gençlerdir, tamamı değil.
Öyleyse hadisten murad şudur: "Bu gençler, iktidar talep ederek bu yolda savaşlar
yaparak halkın ahvalini bozup insanları helake atarlar, fitnelerin peşpeşe
devamı suretiyle zarardide olanlar çoğalır." Nitekim fiiliyat, aynen
Aleyhissalâtu vesselâm'ın haber verdiği şekilde
cereyan etti. Yukarıdaki hadisin devamında "İnsanlar onları
terkederlerse (kendileri için daha iyi
olur)" buyrulmakta. Resulullah o çeşit fitnelerde kenara çekilmeyi tavsiye
etmiştir. İbnu Hacer kenara çekilmeyi "Onlara müdahale etmemek, onlarla
kavgaya girişmemek, dinini fitneden kaçırmak" diye açıklar ve "Bu
hadisten masiyetin alenen işlendiği
yerden göç etmenin müstehab olduğu hükmü çıkarılmıştır. Çünkü bu, umumi
felaketin gelmesine sebep olan fitneye düşmeye sebeptir."der. İmam Malik:
"Bir yerde münker alenen işlenirse orası terkedilir" diye
hükmetmiştir.
5- İbnu Battal demiştir ki: "Bu hadiste de zalim bile
olsa sultana isyan etmemek gerektiğine delil vardır. Çünkü Aleyhissalâtu
vesselâm, Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'ye bunların ve babalarının ismini
öğretmiştir. Fakat, -ümmetinin helaki onlar eliyle olacağını haber vermiş
olmasına rağmen- onlara isyan etmelerini emretmemiştir. Çünkü isyan, helak
yönüyle itaat etmeye nisbetle daha çok
helak edici ve tamamen yok olmaya daha yakındır. Böylece iki fenalıktan daha hafifini iki
zorluktan daha kolayını tercih etmiş olmaktadır."
İbni Hacer son olarak der ki: "Zahirde kendi evlatları
olmasına rağmen Mervan'ın bu "oğlancağızlar"a lanet etmesi hayret
veren bir husustur. Sanki Cenab-ı Hak Hazretleri, bunu onun diliyle icra etti.
Ta ki, aleyhlerine daha şiddetli bir delil teşkil etsin; ola ki ibret
alırlar." İbnu Hacer, Mervan'ın babası Hakem'in de lanette bulunduğuna
dair Taberanî ve diğer kitaplarda rivayet geldiğini kaydeder.[196]
ـ4826 ـ2ـ
وعن حُذيفة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
احْصُوا لِى
كَمْ
يَلْفَظُ
بِا“سَْمِ.
قُلْنَا: يَا
رَسُولَ اللّهِ!
أتَخَافُ
عَلَيْنَا
وَنَحْنُ مَا
بَيْنَ
السِّتِّمِائَةِ
الى
السَّبِعْمِائَةِ؟
قَالَ:
إنَّكُمْ َ
تَدْرُونَ،
لَعَلَّكُمْ
أنْ
تُبْتَلُوا.
قَالَ:
فَابْتُلِينَا
حَتّى جَعَلَ
الرَّجُلُ
مِنَّا َ
يُصَلِّي إّ
سِراً[. أخرجه
الشيخان .
2. (4826)- Hz. Huzeyfe
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir
gün):
"Bana İslam telaffuz eden kaç kişi olduğunu sayıverin"
buyurdular. Biz: "Ey Allah'ın Resulü! Bizim sayımız altıyedi yüze ulaşmış
olduğu halde hakkımızda korku mu taşıyorsunuz?" dedik.
"Siz bilemezsiniz, (çokluğunuza rağmen) imtihan
olunabilirsiniz!" buyurdular.
Gerçekten öyle (belaya maruz kalıp) imtihan olunduk ki, içimizden namazını gizlice kılanlar oldu." [Buhârî, Cihad
181; Müslim, İman 235, (149).][197]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, nüfus sayımı ile alakalıdır. Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın, hayatî korku
mevzubahis olmadan bile sayım emrettiğini göstermektedir. Hadisin
Buharî'de gelen bir veçhinde; "sayın" şeklinde değil اكتبوا yani "yazın!" şeklindedir.
Demek ki teker teker yazıya dökülen bir sayma mevzubahistir. Hudeybiye ile
ilgili rivayetlerde, oraya iştirak edenlerin sayısı 1500, 1400, 1300 kişi
arasında değişmektedir. Bir Buharî rivayetinde "Muhacirlerin sekizde
birini Eslem kabilesinden olanların teşkil ettiği" belirtilir. Buradan
hareketle Muhacirlerin sayısını vermeye çalışan İbnu Hacer, Vâkidî'nin bir
rivayetinde Eslemlilerin 100 kişi olduğunun belirtildiğini söyleyerek
Muhacirlerin orada 800 kişi olduklarına hükmeder.
2- Huzeyfe (radıyallahu anh)'nin bahsettiği ibtila ve imtihan
ne zaman oldu? Bu, alimleri muhtelif görüşler ileri sürmeye sevketmiştir:
* İbnu't-Tin, bunun Hendek kazma sırasında yaşandığında
cezmetmiştir.
* Davudî şu ihtimali hikaye etmiştir: "Müslümanlar Hudeybiye'de
iken olmuştur. Çünkü sayıları hususunda bin beş yüz mü idiler, bin dört yüz mü
idiler, ihtilaf edilmişti."
* Huzeyfe'nin
"imtihan olunduk..." sözüyle Hz. Osman'ın hilafetinin
sonlarında, Kûfe emîrlerinden Velid İbnu Ukbe gibi bazılarından vaki olan
hallere işaret de olabilir. Onlar zamanında namaz te'hir edilmiş veya icap
ettiği tarzda kılınmamıştır. Bu sebeple bir kısım vera sahipleri namazlarını
tek başlarına ve gizlice kılmışlar, sonra da fitne korkusuyla mescidde emîrle
birlikte kılmışlardır.
* Şöyle diyenler de olmuştur: "Bu korku hali, Hz. Osman'ın
sefer namazını dört kıldığı zaman olmuştur. Çünkü bazıları gizlice tek başına
iki kılıyorlardı, tenkid edilir korkusuyla alenen kılamıyorlardı."
* "Bu, Hz. Osman'ın şehid edildiği sıraya rastlar" diyen
de olmuştur. Ancak İbnu Hacer, "O esnada Huzeyfe (radıyallahu anh)
Medine'de değildi" der ve bunun bir vehim olduğunu söyler ve ilave eder:
** "Bu hadiste, Resulullah'ın istikbali ihbar nevine
giren bir mucizesi vardır. Nitekim Huzeyfe'den sonra Haccâc ve diğerleri
devrinde belirtilenden çok daha şiddetli korkularla dolu zamanlar
yaşandı."[198]
ـ4827 ـ3ـ
وفي أخرى
لَهُمَا عنه
قالَ: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
لَيَرِدَنَّ
عَلى حَوْضِى
أقْوَامٌ
فَيُخْتَلَجُونَ.
فَأقُولُ:
أصْحَابِى. فَيُقَالُ:
إنَّكَ َ
تَدْرِي مَا
أحْدَثُوا
بَعْدَكَ[.»فَيُخْتَلَجُونَ«:
أىْ
يُجْذَبُونَ
وَيُنْتَزَعُونَ
.
3. (4827)- Sahiheyn'de yine
Huzeyfe (radıyallahu anh)'den gelen bir rivayet şöyledir: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"(Kıyamet günü, havz-ı kevserime bir kısım gruplar da
gelecekler ki, onlar oradan uzaklatşırılacaklar. Ben: "Onlar benim
ashabımdır!" diyeceğim. Fakat:
"Sen, onların arkandan neler işlediklerini
bilmiyorsun!" denilecek."
[Buhârî, Rikâk 53; Müslim, Fezail 32, (2297).][199]
AÇIKLAMA:
Bu rivayette, Ashab'tan bir kısmının Resulullah'tan sonra
bozulacağı mânası çıkmaktadır. Kabisa: "Bunlar, Hz. Ebu Bekir zamanında
irtidat edip, Hz. Ebu Bekir'le mukatele edip, küfür üzerine
öldürülenler" demiştir. Ancak
Hattabî der ki: "Sahabeden kimse irtidat etmemiştir. İrtidat edenler,
dinde nasipleri olmayan kaba
bedevîlerdir. Dolayısıyla bunlara bakarak meşhur sahabeyi ketmekmek caiz
olmaz." Hattâbî, bu hükmüne, hadisin bazı vecihlerinde gelen اُصَيْحَابي
"Ashabcıklarım" tabirini delil göstererek: "Onların sayıca
azlığına bu tabir delildir" der. Başka alimler, meseleye farklı yorumlar
getirmişlerdir:
* "Bu zahirî küfürdür. Ancak murad, kendisine icabet eden
ümmet (ümmetü'l-icabe) değil, davetine muhatap olan ümmettir
(ümmetu'dda've)" diyen de olmuştur.
* İbnu't-Tin: "Bunların münafıklar veya kebîre işleyenler olma
ihtimali var" demiştir.
* Bazıları: "Bunlar ölüm korkusu, dünyaya erme ümidiyle
İslam'a giren kaba bedevîlerdir" demiştir.
* Davudi: "Kebîre işleyenlerin, bid'ata düşenlerin buna
dahil olması muhal değildir" demiştir.
* Nevevî der ki: "Bunlar münafıklardır,
mürtedlerdir" dendi. Öyleyse onların da mü'minlere mahsus alındaki
ve abdest uzuvlarındaki nurdan beneklerle haşrolunmaları caizdir, ama
sonradan nurları söndürülür."
* Dendi ki: "Onların üzerinde alâmet bulunması gerekmez,
Müslüman bilinmeleri sebebiyle onlar da çağrılır."
* "Onlar, İslam üzere ölen
kebîre ve bid'atler ashabıdır. Böyle olunca onların cehenneme
gidecekleri kesinlikle söylenemez. Zîra, ceza olarak önce Havz'dan tardedilip,
sonra merhamet görmeleri de caizdir."
* Onların alın ve diğer abdest uzuvlarında nurdan parlaklıklar olması, bu alâmetleriyle
Resulullah'ın onları -ister muasırı olsunlar, isterse kendisinden sonra
yaşayanlardan olsunlar- bu alâmetleriyle tanıması da imkan harici değildir.
* İyaz ve el-Bâci ve diğer bir kısım âlimler, hadisin ravisi Kabîsa' nın yukarıda
kaydettiğimiz "Bunlar, Aleyhissalâtu vesselâm'dan sonra irtidat
edenlerdir" şeklindeki görüşünü müreccah bulmuşlardır. Resulullah'ın
onları tanımış olması, onların üzerlerinde Müslümanlara has olan alâmeti
taşımalarını gerektirmez. Çünkü bu alâmet, Müslüman amelini izhar eden İlahî
bir ikramdır. Mürtedin ameli ise
düşmüştür. Öyleyse Resulullah'ın onları tanıması irtidatlarından önce
taşıdıkları alametleri itibariyle değil, şahısları itibariyledir. Keza, bu
nokta-i nazardan, onların, Aleyhissalâtu vesselâm zamanındaki münafıkların da
buraya dahil olmaları uzak bir ihtimal değildir. Şefaat hadisinde de geçtiği
üzere "Bu ümmet, içerisinde münafıkları olduğu halde varlığını
sürdürecektir." Öyleyse bunlar bu işaretleri olmasa da ümmetle birlikte haşrolunacaklar ve fakat
zatları bilinecektir. Kim onun suretini tanırsa, dünyada onu kendinden ayıran
haliyle birlikte ona nida ederek belli
edecektir.
Bid'a ehlinin oraya girmesine gelince: Aleyhissalâtu vesselâm'ın,
kendinden sonra bid'alar işlemelerine rağmen onları, "Ashabım" diye
ifade etmesi uzak bulundu. Bu müşkil, sohbet kelimesinin umumi mânasına
hamliyle cevaplandırılmıştır.[200]
ـ4828 ـ4ـ
وعن
الْمُسَيْبِ
بْنِ رَافع
قال: ]لَقِيتُ
الْبَرَاءَ
بْنَ عَازِبٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما.
فَقُلْتُ:
طُوبَى لَكَ،
صَحِبْتَ
رَسُول
اللّهِ #،
وَبَايَعْتَهُ
تَحْتَ
الشَّجَرَةِ.
فقَالَ: يَا
ابْنَ أخِى
إنَّكَ َ
تَدْرِى مَا
أحْدَثْنَاهُ
بَعْدَهُ[.
أخرجه
البخاري.وقال:
قال خلف بن
حوشب كانوا
يستحبون أن
يتمثلوا بهذه
ا‘بيات عند
الفتن:الحَربُ
أوَّلُ ما
تَكُونُ
فتِيةًتَسْعَى
بِزِينَتِهَا
لِكُلِّ
جَهُولِحَتّى
إذَا اشْتعَلَتْ
وَشَبَّ
ضِرَامُهَاوَلَّتْ
عَجُوزاً غَيْرَ
ذَاتِ
حَلِيلِشَمْطَاءُ
يُنْكَرُ لَوْنهَا
وَتَغَيَّرَتْمَكْرُوهَةً
لِلشَّمِّ
وَالتَّقْبِيلِ
4. (4828)- Müseyyeb İbnu
Râfi anlatıyor: "Bera İbnu Âzib (radıyallahu anhümâ)'e rastladım.
Kendisine:
"Sana ne mutlu!
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la sohbet şerefine erdin. O'na
(Hudeybiye'de) ağaç altında biat ettin!" demiştim. Bana şu cevapta
bulundu:
"Ey kardeşimoğlu! Biz
ondan sonra ne bid'alar işledik sen bilemezsin." [Buhârî, Megâzî, 35.][201]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, Tabiin'in Ashab'a
olan gıptasını göstermekte, Resulullah'ı görmenin, Sahabi olmanın şerefini
takdir ettiklerini ifade etmektedir. Sahabinin cevapta tevazu yolunu ihtiyar
ederek, izhar ettiği kemali, üstelik cereyan eden birkısım dahilî hâdiseler sebebiyle, Allah'a
iltica ve tazarrularını ve akibetlerinden endişelerini göstermektedir ki, bu bir
başka kemalin ifadesidir.
2- Sadedinde olduğumuz hadisin
sonunda, fitne zamanında okunmasının müstehap addedildiği belirtilen şiir,
Buharî'de yer almaktadır. mânası şöyledir:
"Harp,
başlangıçta her cahil erkeğin gözüne zinetiyle koşan genç bir kız olur.
Nihayet
tutuşup, yakacaklarını yaktığı zaman,
Talibi
olmayan ihtiyar bir karıya döner.
Saçları
kırçıllaşmış, çirkin, koklanıp öpülmek istenmez."
İbnu
Hacer, bu beytin bazı nüshalarda
İmru'l-Kays'a nisbet edildiğini, ancak tahkikte Amr İbnu Ma'dikerb'e ait
olduğunun anlaşıldığını belirtir.
Bu
beyti sunan bir rivayette Hz. İsa'dan şu tavsiye kaydedilir:
"Krallar
size hikmeti bıraktıkları gibi, siz de
dünyayı bırakın (onlarla dünya kavgası yapmayın.)"[202]
Fitne ile ilgili olan bu bölümü mütemmim iki parça ile kapatacağız:
Birincisinde fitne hâdiselerinde Sahabe'nin tutumu tahlil
edilecek, fitne hâdiselerine iradî olarak girmedikleri, hâdiselerin onlar
dışında bir tezgahlama olduğu gösterilecektir.
İkincisinde, fitne hâdiselerinin hikmeti açıklanmaktadır.[203]
Bilindiği üzere, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in vukua
geleceğini haber verdiği fitneler, daha Sahabe devrinde çıkmaya başlamıştır.
Hz. Ömer'in şehadetiyle başlayan ilk kımıldamalar, esas itibariyle
el-Fitnetü'l-Kübrâ denen Hz. Osman'ın şehadetiyle şiddet ve vüs'at kazanmıştır.
Pekçok Müslümanın ölümüne sebep olan Cemel, Nehrevan ve Sıffîn vakaları bu
fitne hareketlerinin sebep olduğu mühim hâdiselerdir. Şüphesiz burada o
hâdiselerin tarihini anlatacak değiliz. Ancak bu hâdiselerle alâkalı olarak
bilinmesinde bizim için ibretler, faydalar bulunan bazı durumlar, teferruatlar
var ki onlar dikkatten kaçmaktadır. Biz mühim addettiğimiz birkaç noktaya
dikkat çekmeye çalışacağız.[204]
Sahabe zamanında cereyan eden hâdiseler mevzubahis olunca
dikkatten kaçan mühim hususlardan biri budur. Bu nokta iyi ve net bilinmezse Sahabeler
hakkında yanlış birkısım kanaatler beslemek, hatalı sözler söylemek mümkündür
ve bugün Müslümanlar arasında bu çeşit durumlar, maalesef, fiilen mevcuttur.
Halbuki, fitnenin çıkışı ile Ashab'ın hiçbir alâkası yoktur. Ashab dışındaki
birkısım münafıklar hâdiseleri tezgahlayıp tahrik etmişler, Ashab da ister
istemez kendini bu vakaların içinde bulmuştur. Şöyle ki:
Kısa zamanda, İslam'ın kaydettiği fütuhatlar, kazandığı zaferler
sebebiyle, İslam'ın gittiği Mısır, İran, Suriye gibi yerlerde pekçok kimseler
eski düzenlerinin bozulması sonucu
menfaatlerini kaybetmişlerdi. Bunlar Müslümanlara karşı intikam hisleri ile
dolu idiler. Ne var ki, açıktan açığa
Müslümanlara karşı çıkmak mümkün değildi. Müslüman gözükerek ortalığı
karıştırmak daha uygun bir metoddu ve öyle yaptılar.
O devirde vukua gelen hâdiselerin çıkışından gelişmesine, tahrikçilerinden karşı koyanlarına ve karşı
koyuşta takip ettikleri tarz ve metodlara varıncaya kadar bizim için ibret
olabilecek yönleri var. Ashab'ın, hâdiselere
alâkası bunlardan biridir. Onların, hâdiselerin çıkışından itibaren pek
az hisse sahibi olduklarını, hep gayr-i iradî olarak sürüklendiklerini birkaç meseleye parmak basarak göstermeye
çalışacağız: [205]
a- Fitneyi Çıkaranlar: Söylediğimiz gibi, Ashab devrinin
hâdiselerinin gerçek müsebbibleri, İslâm'ın getirdiği yeni idare sebebiyle
menfaatleri haleldâr olan, İslâm'a karşı kin ve hasetle dolan kimselerdir. Bu
işleri tezgahlayan baş mürettibin Abdullah İbnu Sebe adında bir Yahudi dönmesi
olduğunu bilmek bile mesele hakkında kabaca bir bilgi verir. Onun
faaliyetlerini ve fitnedeki rolünü biraz detaylı bilmek ise, mevzumuzu oldukça
aydınlatır.
Abdullah İbnu Sebe kimdir? İslâm tarihinde Hz. Osman'dan bu yana
akan kardeş kanlarında asıl hissenin sahibi olan bu adam bir Yahudidir. Onun
attığı fitne bugün bile tesirini icra etmektedir. Hakkında şahsî yorumdan
ziyade, büyük alim Taberî'nin (vefatı hicrî 311) sunduğu geniş malumattan bir
parçayı aynen sunuyoruz. Der ki:
"Abdullah İbnu Sebe, San'alı bir Yahudi idi. Annesi siyah bir
kadındı. Abdullah, Hz. Osman'ın hilafeti sırasında Müslüman oldu. Sonra İslâm
memleketlerini dolaşarak halkı baştan çıkarmaya gayret etti. Bu faaliyetlerine
Hicâz'da başladı. Sonra sırayla Basra'ya, Kûfe'ye ve oradan da Şam'a geçti.
Fakat Şam ahalisi nezdinde arzularından hiçbirine muvaffak olamadı. Hatta
Şamlılar onu Şam'dan sürüp çıkardılar.
İbnu Sebe, Şam'dan çıkarılınca Mısır'a geldi. Burada yerleşerek
faaliyetlerine devam etti. Ora halkına söyledikleri arasında şu da vardı:
"Hz. İsa'nın geri döneceğine inanıp da Hz. Muhammed'in döneceğini
reddedenlere şaşmak gerek. Cenab-ı Hakk Kur'ân-ı Kerîm'de "Herhalde o
Kur'ân'ı senin üzerine farz kılan (Allah) seni (tekrar) dönülecek yere
döndürecektir" (Kasas 85) buyurmaktadır. Öyle ise, Hz. Muhammed geri
gelmeye Hz. İsa'dan daha çok hak sahibidir."
Taberî'den naklimize burada kısa bir ara vererek hemen şunu
belirtelim ki, bu âyet, hicret sırasında nazil olmuştur. Dehhâk'tan gelen
rivayete göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Mekke'den Medine'ye
müteveccihen hicret ederken el-Cuhfe denen, Mekke'den dört merhalelik mesafede
bir mahalle geldiği zaman Mekke'den ayrılışın üzüntüsünü duyar ve Mekke'ye,
doğum yerine karşı bir iştiyak duyar. Cenab-ı Hakk Resûlünü teselli için bu
ayeti inzal ederek tekrar buraya geleceğini haber verir.
Şimdi tekrar Taberî'den nakle dönüyoruz:
"İbnu Sebe'nin bu sözleri kabul gördü. Böylece o, ric'at
(tekrar hayata dönüş) inancını Mısır ahalisi arasına sokmuş oldu. Bu mevzuda
pek çok münakaşalar oldu. İbnu Sebe başka görüşler sokmaya devam etti. Bu
meyanda diyordu ki: "Şimdiye kadar bin kadar peygamber geldi geçti. Her
peygamberin bir vasisi vardı. Ali de Hz. Muhammed'in vasisidir."
İbnu Sebe bu görüşünü telkin ettikten sonra şunu ileri sürdü:
"Hz. Muhammed Hatemü'l-Enbiya'dır. Ali de Hatemü'l-Esfiya'dır."
İbnu Sebe bunu da telkin ettikten sonra şunu ileri sürdü:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın vasîsine tecavüz ederek ümmetin
işini eline alan ve Hz. Peygamber'in vasiyetini yerine getirmeyen kimseden daha
zalim kim vardır?"
Bu teşvişleri de piyasaya sürdükten sonra (yakınlarına) şöyle
dedi: "Hilafeti Osman haksız olarak aldı. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in vasisi ise meydandadır. Öyle ise ey insanlar bu işin tashihi için
kalkın, meseleyi uyandırın. Bu maksatla, umerâyı (idarecileri) kötülemekle işe
başlayarak kendinizi emr-i bi'lma'rûf ve nehy-i ani'lmünkerle meşgul gösterin
ki, halkın alâka ve taraftarlığını kazanın ve sonra onları asıl meseleye
çağırın..."
Bu şekilde yeterli sayıda adam ayarladıktan sonra dâilerini
(militanlarını) her tarafa gönderdi. Gittikleri yerlerde fesat işlerini yürüten
bu ajanlarla sıkı bir yazışma yaptı. Bunlar görüşlerini çok gizli bir şekilde
yayıyorlardı. Dışa karşı da emr-i bi'lma'rûf ve nehy-i ani'lmünker yapıyormuş
görünümünü veriyorlardı. Bunlar da kendi aralarında mektuplaşıyorlardı ve
birbirlerine mektup gönderirken ajanlarının yol dağarcıklarının içerisine iyice
gizliyorlardı.
Her bölgede bulunan kimseler aynı titizlik ve gizlilik içerisinde
karşılıklı olarak, diğer bölgelerde bulunan adamlarıyla mektuplaşarak herbiri
kendi bölgelerinde yapılanları (yeni gelişmeleri) bildiriyorlardı. Her biri
mektup geldikçe, bunu bölgesindeki bütün hempalarına okuyordu.
Bu şekilde çalışmalarla propagandaları her tarafa ulaştı ve hatta
Medine'ye kadar dayandı. Bunlar açıkça söylediklerinden başka şeyler peşinde
koşuyorlar, gizlediklerinden başka şeyler izhar ediyorlardı. (Yapılan propagandalarla
başka yerler ahalisi o kadar kargaşa ve huzursuzluk içinde gösterilmişti ki)
her bölge halkı (bu haberleri duydukça): "Çok şükür, diğer yerlerdeki
belalardan ve keşmekeşlerden azadeyiz, afiyetteyiz" diyorlardı. Medine'ye
her taraftan bu huzursuzluk haberleri geliyordu. Onlar da bu durum karşısında:
"Çok şükür, başka yerleri kasıp kavuran belalardan azadeyiz" diyerek
hallerine şükrediyorlardı.
Medine'de bu durumla karşılaşan Muhammed ve Talha, Hz. Osman'a
çıkarak: "Ey mü'minlerin emîri, insanların huzursuzluğu hakkında bize
ulaşmış olan haberler size de geldi mi?" dediler. Hz. Osman
"Hayır, ben onlardan sadece selamette oldukları hususunda haber
almaktayım" dedi. Onlar, hayır diyerek kendilerine ulaşan huzursuzluk vs.
haberlerini anlattılar.
Hz. Osman, onlara "Siz benim yardımcılarım ve mü'minlerin de
şahidlerisiniz, ne yapmam gerekiyorsa söyleyin" der. Onlar da: "Biz
sana, itimat ettiğin kimselerden bazılarını diğer bölgelere göndererek durumu
tahkik ettirmeni tavsiye ederiz" dediler.[206]
Tahkîk Heyeti: Hz. Osman, yapılan tavsiye üzerine bir tahkik heyeti teşkil
ederek, başta Kûfe, Basra, Mısır, Şam olmak üzere her tarafa muhakkikleri
gönderir. Taşra ahalisine hitaben şu tamimi de yollar: "Ben her yıl hacc
mevsiminde valilerimle karşılaşırım. Başa geçeliden beri ümmete emr-i
bi'lma'rûf ve nehy-i ani'lmünkerin hakim kılınmasına gayret ettim. Şimdiye
kadar bana intikal eden bir sızlanmada haklı hakkını almıştır. Âmillerime
(valilerime) intikal eden haksızlıklara da el konmuş, haklıya hakkı verilmiştir.
Ne ben, ne ailem raiyyetten fazla bir hakka sahip değiliz. Herhangi bir
haksızlık oldu ise, hemen terkedilecektir. Medine halkı bana, insanlardan bir
kısmının haksız yere hakarete uğrayıp dövülmekte olduklarını söylediler. Kim
bizim gıyâbımızda gizlice dövülmüş, hakarete uğramış ise, kim böyle bir
haksızlık iddia ediyorsa, hacc mevsiminde Medine'ye gelsin, hakkını benden veya
amillerimden alsın veya bağışlasın. Zîra Allah bağışlayanları
mükaafatlandıracaktır." Bu mektup taşra vilayetlerde okununca herkesi ağlattı.
Halk Hz. Osman'a hayır duada bulundu."[207]
Valilerle İstişare: Hz. Osman bununla da yetinmeyip,
kendileriyle istişarede bulunmak üzere valileri merkeze çağırır. Abdullah İbnu
Âmir, Muâviye, Abdullah İbnu Sa'd (radıyallahu anhüm ecmain) gelirler. Bunlarla
birlikte Saîd İbnu'l-Âs ve Amr'ı da istişare meclisine alır.
Yine Taberî'den aynen takip edelim:
"Hz. Osman (valilere): "Söyleyin, nedir bu şikayet, bu
şayia, vallahi aleyhinize kabul görmesinden korkuyorum. Bunu tasdik etmek benim
nazarımda zor görünse de başkaları kolay kapılır" dedi. Valiler, cevaben
ona şunu söylediler: "Sana biz halktan haber getiriyoruz. Tahkikçiler de
çıkardın, onlar da getirdiler. Halktan kimse bizzat temas kurarak, şifahen
herhangi bir şikayette bulunmamaktadır. Hayır, Allah'a kasem olsun,
(dedikoducular) doğru söylemiyorlar, dürüst hareket etmiyorlar. Biz, bu duruma
hiçbir sebep göremiyoruz. Sen, bununla alâkalı bir kimseyi getirip kesin bir
tavır alacak durumda da değilsin. Ortada boş bir şayiadan başka bir şey yok. Bu
şayia ile amel etmek, onu ciddiye almak doğru olmaz."
Bunun üzerine Hz. Osman "Öyleyse ne yapalım, bana yol
gösterin" dedi. Said İbnu'l-Âs söz alarak: "Bu uydurma bir şeydir,
gizlice uydurulup el altından yayılıyorlar. Hususî meclislerde bunlar konuşulup
büyütülüyor" dedi. Hz. Osman tekrar sordu: "Buna karşı tedbir ne
olmalı?" Saîd İbnu'l-Âs: "Bu kimseler araştırılmalı. Bu şayiaları
çıkaranlar öldürülmeli" dedi. Abdullah İbnu Sa'd da şunu söyledi:
"İnsanlara verilmesi gerekeni verince onların eda etmeleri gerekeni de
onlardan al. Zîra bu, onları bırakmandan hayırlıdır." Hz. Muâviye de şunu
söyledi: "Sen beni vali tayin ettin ve ben de onların işlerini üzerime
aldım. Onlardan sana sadece hayır haberi geldi. İki kişi onların bölgesini daha
iyi bilir." Hz. Osman ona da: "Ne yapmamız gerekir, fikrin ne?"
dedi. Hz. Muâviye: "İyi muameleye devam" dedi. Hz. Osman: "Sen
ne dersin ey Amr?" dedi. Amr da şu (enteresan) beyanda bulundu: "Ben
görüyorum ki, sen insanlara çok yumuşak davranıyor ve ağır alıyorsun. Bu
davranış Hz. Ömer'de yoktu. Ben senden önce geçen iki arkadaşının yolundan
gitmeni tavsiye ederim. Şiddet gösterilmesi gereken yerde şiddet, yumuşak
davranılması gereken yerde yumuşaklık göster. İnsanlara kötülükten başka bir
şey yapmayanlara şiddet gerekir. Yumuşak davranış başkalarına karşı hep
hayırhah olanlar içindir. Sen hiçbir ayırım yapmadan iki grup için de hep
yumuşak davrandın."
Bu konuşmalardan sonra Hz. Osman kalkarak Allah'a hamd ve senâda
bulundu: "Bana söylediklerinizin hepsini dinledim. Her meseleye girmek
için kendine has bir kapısı vardır. Ortada ümmet için endişe duyduğumuz şu iş
vardır. Bunun üzerine örtülen ve kendileriyle korunacağımız kapı ise, Allah'ın
tayin ettiği hudud yumuşaklık, anlaşma ve uzlaşmadır" dedi.
Görüldüğü üzere, son derece sinsi ve hesaplı bir şekilde
hazırlanan fitne ve huzursuzluklara Sahabeler tedbir bulmakta zorluk
çekmekteler. Zîra görünürde hiçbir meşrû ve mâkul sebep yok, üzerine gidilecek
açık hedef yok. Ama tek gerçek şu ki, bu gelişen hâdiselerde Ashab'ın hiçbir
dahli yok.[208]
Sahabenin fitne karşısındaki tutumunu belirtmek maksadıyla nazar-ı
dikkate arzetmemiz gereken mühim bir nokta da, çıkmış bulunan fitneye
katılmaktan Ashab'ın kaçmış bulunduğu, fiilen girenlerin, daha doğru bir ifade
ile girmek zorunda kalanların sayıca çok az olduğu keyfiyetidir. Bu maksadla,
İbnu Sebe'nin Hz. Osman tarafından temsil edilen İslâm devletinin alacağı bütün
tedbirleri bozarak Halife'nin şehid edilmesine müncer olan dalaverelerini ve
teselsül eden hadiseleri atlayarak, ikinci mühim hâdise olan Cemel Vakası'na
geçip onunla alakalı bazı gelişmeleri
belirteceğiz.[209]
Bu hadise, bilindiği üzere, Hz. Osman'ın katillerinin
cezalandırılması meselesinde ortaya çıkan görüş ayrılığı sebebiyle vukua gelmiştir.
Bir tarafta Hz. Ali, bir tarafta da Hz. Aişe ve onun maiyetinde Hz. Zübeyr ve
Hz. Talha vardır.
Hz. Osman'ın şehid edilmesinden beş gün sonra halife olan Hz. Ali,
sayısı iki bini geçen ve Mısır, Kûfe ve Basra'dan gelmiş bulunan ihtilalcilerin
kalabalık oluşları ile, vaka sırasında Medine halkının suskun davranışı gibi
hususları nazar-ı dikkate alarak cezalandırma işinde acele davranma taraftarı
değildi.
Buna karşılık, Mekke'de bulunan Hz. Aişe ve aralarında Hz. Talha
ve Hz. Zübeyr'in de bulunduğu diğer birkısım Müslümanlar Hz. Osman'ın
katillerinin hemen cezalandırılmasını
istiyorlardı. İşe Basra'da başlamaya karar verdiler.
Hz. Ali, bunların niyetini ve Basra'ya hareket
ettiklerini duyunca herhangi bir hâdiseye meydan vermemek, onlarla anlaşmak niyetiyle
o da harekete geçerek Rebeze'ye gelir. Hz. Aişe ve taraftarlarının Basra'ya
vardıklarını öğrenince Kûfe'den te'min ettiği kuvvetlerin başına geçerek
Basra'ya yürür. Taberî'nin rivayetlerinden aynen takip edeceğimiz üzere her iki
taraf da sulhtan başka bir şey istememektedir. Ancak araya giren gizli oyunlar
burada da muvaffakiyetler elde ederek
iki Müslüman kitleyi savaşa sokarlar.
"Askerler konaklayınca Hz. Ali çıktı. Öbür taraftan da Talha
ve Zübeyr çıktılar. Bunlar oturup, ihtilaf ettikleri hususlarda konuştular.
Sulh etmekten ve harbi terketmekten daha uygun bir şey görmediler.
Birbirlerinden bu anlaşma ile ayrıldılar. Hz. Ali karargahına, Hz. Talha ve Zübeyr de kendi karargahlarına
çekildiler. Her iki taraf da geceyi sulhle geçirdiler. Çoktandır, aradaki
ihtilaf ve yaklaşmakta olan savaş sebebiyle böylesine huzurlu bir gece
geçirmemişlerdi."[210]
İhtilalciler Sulhten Rahatsız: Taberî, bundan sonra orduya
karışan İbnu Sebe ve adamlarının iki tarafı nasıl tutuşturup, harbe
soktuklarını anlatır:
"...Hz. Osman hadisesini tahrik edenler de çok fena bir gece
geçirdiler. Zîra başlarına gelmekte olan felaketi görmüşlerdi. Bütün gece
aralarında müzakere yaptılar. Sonunda, gizlice harbi kızıştırmaya karar
verdiler. İşlemeye çalıştıkları şerrin duyulmaması için çok gizli
yapılmasını istediler. Alacakaranlıkta
harekete geçecekler, bundan yakın komşuları bile haberdar olmayacaktı."[211]
İbnu Sebe'nin Sözleri: Hâdiseleri takip ederken, atlanmaması,
ibretle okunması gereken bir husus,
Yahudi dönmesi İbnu Sebe'nin, daha
önce, henüz iki ordu karşılaşmadan,
yukarıda anlaşma vaki olmadan önce
verdiği bir talimattır. Bu talimat bize, fitnecilerin, her iki tarafın da iyi niyetlerini akim bırakacak, çok önceden
hazırlanmış bir tertiple her iki tarafın da ordusuna katılmış olduklarını
gösterecektir. Hatta hemen hatırlatabiliriz ki,
onların bu katılışı rastgele bir
katılış değil, hin-i hacette, alınacak kararlara kendi istekleri
istikametinde yön vermede müessir olacak şekilde, en kritik noktalarda yer
alacak şekilde bir katılış, bir sızmadır. İşte İbnu Sebe'nin sözleri: "Ey kavm, sizin hayat ve
şerefiniz insanların birbirine düşmesine bağlıdır. Öyle ise onları birbirine
düşürün. Yarın bunlar karşılaştıkları vakit harbi kızıştırın. Onları başka
şeylerle meşgul olmaya bırakmayın. Öyle
ise kendileriyle beraber olduğunuz
kimseler, sizin istemediğiniz şeyden (yani sulhtan) yüz çevirmenin ve
Allah'ın Ali'yi, Zübeyr'i ve Talha'yı ve onlar gibi düşünenleri (birbirleriyle
savaştırarak) meşgul etmesinin zaruri olduğunu bilsinler..." Bu talimatı
alan kurmay heyeti orduya dağılarak, sulh yapılmamasının, her iki ordunun
birbiriyle çarpıştırılmasının lüzumu hususunda, diğer adamlarını ikna
edeceklerdir.[212]
Fitneciler Müslümanları Vuruşturuyor: Şimdi, tekrar
Taberî'nin Cemel Vakası'nın başlangıcı ile alâkalı açıklamalarına dönelim.
Yukarıdaki fitnecilerin sabaha kadar
müzakere ederek alacakaranlıkta harekete geçme kararlarını belirtmiştik.
İstişareye katılan yönetici ekip, ortalık henüz karanlıkken şafakla birlikte
harekete geçerler. "Mudar kabilesinden olanlar, diğer Mudarlı
arkadaşlarının yanına, Rebia kabilesinden olanlar diğer Rabialı adamlarının yanına, Yemen'den olanlar da
diğer Yemenli adamlarının yanına gittiler ve aniden baskına geçtiler. Basralılar
harekete geçerek karşılık verdi. Bütün
ordu harekete geçti. İleri gelenleri arasında, onları aniden basanlar da vardı. Zübeyr ve Talha, Mudar'dan
olan ileri gelenlerle ortaya çıktılar ve sağ cenaha -ki Rebialılardır-
Abdurrahman İbnu'l-Haris'i, sol cenaha da Abdurrahman İbnu Attab İbni Esid'i
gönderdiler. Kendileri de merkezde kaldılar ve "Ne oluyor?" diye
sordular. Onlar (Abdullah İbnu Sebe'nin oradaki adamları): "Kûfeliler bize
gece baskını yaptı" dediler. Bunun üzerine Zübeyr ve Talha: "Anlaşıldı; Ali harbi kesme sözünde samimi değilmiş; kan
dökmek, haramları helal addetmek istiyormuş; bizimle sulh meselesinde mutabık
değilmiş" dediler ve Basralıların yanına geldiler.
Basralılar kendilerine saldıranları geldikleri yere geri
püskürttüler. Hz. Ali ve Kûfeliler, bunların gürültüsünü işitmişti. (Fitneciler
casus olarak) adamlarından birini, diledikleri şeyi (Hz. Ali'ye) haber olarak sunulmak
üzere Hz. Ali'nin yakınlarına yerleştirmişlerdi. Hz. Ali gürültüyü işitince:
"Ne oluyor?" diye sordu. İşte bu adam, hemen cevap verdi: "Biz
ani baskın yapmadık. Ancak onlardan bir grup gece baskını yaptı. Biz de
geldikleri yere geri püskürttük. Askerler hemen harekete geçtiler. Hz. Ali sağ
ve sol cenah komutanlarına "Yerlerinizi alın" dedi ve ilave etti:
"Anlaşıldı; Talha ve Zübeyr harbi
kesme sözünde samimi değillermiş; kan dökmek, haramları helal addetmek
istiyorlarmış, bizimle sulh meselesinde mutabık değillermiş."
Böylece akşamdan sulh üzerine anlaşan iki İslam ordusu birbirine
girer ve her iki taraftan beşer binin üzerinde olmak üzere, tarihin on binden
fazla ölüye mal olan Cemel Vakası meydana gelir.[213]
Fitne çıktığı zaman Ashab'tan kahir bir ekseriyet, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in fitneye karışmamayı sıkı sıkıya tavsiye eden
hadislerini -ki bunlardan birkısmını geçen bahislerde kaydetmiş bulunuyoruz-
hatırlayarak karışmamıştır. Esasen
karışanlar da çok azdır. Bir Cemel Vakasında on bin kişi şehid oldu
dendiği vakit gafletle, bunların Sahabi yani bizzat Hz. Peygamber'i görmüş
bulunan kimseler olduğu zihne gelir. Halbuki meseleye, tarih ve rivayet
kitaplarının verdiği bilgiler ışığında bakıldığı zaman insanı hayrette bırakan
bir gerçekle karşılaşılmaktadır; o da bu savaşa katılanlar arasında, idareciler
dışında pek az sayıda Sahabe'nin bulunmuş olmasıdır.
Sözü fazla uzatmadan, bu ilk devirdeki fitnelere, çok az sayıda
Sahabe'nin katıldığı hususunda bizi ikna edecek bir tahkiki, değerli
hocalarımızdan Talat Koçyiğit'ten aynen sunacağız. Hadiscilerle Kelamcılar
Arasındaki Münakaşalar adlı kitabında der ki: "Sahabenin en fazla
bulunduğu senelerde zuhur eden fitneler
gözönünde bulundurulacak olursa, bu fitnelere
Sahabeden hemen hemen hiç kimenin iştirak etmediği görülür. Mesela Cemel
Harbi'ne iştirak eden Sahabilerin sayısı hakkında gelen bir rivayette eş-Şa'bî:
"Cemel'e, Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in ashabından Ali, Ammar,
Talha ve ez-Zübeyr'den başka hiç kimse
iştirak etmemiştir. Eğer beşincisini bulurlarsa ben yalancıyım!" demektedir. Ahmed İbnu Hanbel ise,
"Ehl-i Bedr"den Sıffîn Harbi'ne iştirak edenlerin yetmiş kişi olduğuna dair ileri sürülen bir haberi,
Şu'be'nin nasıl yalanladığını ve Huzeyme İbnu Sabit'ten başka hiç kimsenin bu
harbe katılmadığını nasıl kat'î bir ifade ile belirttiğini zikreder."
Şüphesiz, bu vakalara katılan Sahabeler, sayıca yukardaki rivayette zikredilen rakamlarla tahdid
edilemez. Şa'bî'nin rivayetini nakleden Zehebî de, Şa'bî'nin kesin ifadesine
"Sanki Şa'bî, burada ilk muhacirleri kastediyor" kayd-ı ihtirâzisini koyarak Sahabeden daha başka
katılanların da olduğunu ima ediyor. Nitekim, yukarıda ismi geçenler dışında
Abdullah İbnu Zübeyr, Muhammed İbnu Ebi Bekr gibi birkısım meşhurların da Cemel
Vakası'na iştiraklerini muteber kitaplar te'yid eder. Şu halde, ifade edilmek
istenen gerçek, on bini mütecaviz maktul arasında Sahabeden olanların tahmin
edilecek kadar az olduğudur. Bunlar da hâdiseleri isteyerek çıkarmış değil,
zoraki sürüklenmişler, adeta kendilerini bu vak'aların içinde bulmuşlardır.[214]
Sahabenin Fitneye Girişmeyişinin Sebebi: Sahabeleri, bu
dahilî hâdiselere girmekten alıkoyan
şey, mükerrer olarak temas ettiğimiz üzere, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in bu husustaki uyarı ve tenbihleri idi. Birçok ısrar ve
teşebbüslere rağmen bu harplere
katılmama hususunda sistemli direniş
gösterenlerden Seleme tu'bnu'l-Ekva, Sa'd İbnu Ebi Vakkas, Muhammed İbnu
Mesleme, Abdullah İbnu Ömer, Ebu Bekre, Ühban İbnu Sayfi meşhurdur.
Bunlardan birkısmı: "Bu fitnelere karışmamak gerekir. Öyle ki, birisi öldürmek niyetiyle
gelecek olsa, müdafa-i nefis de yapılmaz" demiştir. Hz. Osman'ın birinci
görüşün kurbanı olduğunu daha önce belirtmiştik. Şimdi bazılarının tutumuyla
alâkalı bir iki misal göreceğiz.
Ahnef İbnu'l-Kays'ın Ebu Bekre ile alâkalı bir rivayeti şöyle: "Ben bu adama (Hz.
Ali'ye) yardım etmek için çıkmıştım, yolda Ebu Bekre'ye rastladım. Nereye
gidiyorsun?" dedi. Şu adama yardım etmeye dedim. Dön dedi, zîra ben Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
şunu söylediğini işittim:
"İki Müslüman silahla birbirlerinin karşısına çıkacak olurlarsa katil de
maktul de ateştedir..."
Ühbân ise, Hz.Ali'nin yardım
teklifini: "Benim dostum, senin de amcaoğlun olan Hz. Peygamber,
insanlar arasında kargaşa çıkınca tahtadan bir kılıç edinmem hususunda benden
söz aldı..." diyerek reddeder ve Hz. Ali de normal karşılar, ısrar etmez.
Üsâme İbnu Zeyd, "La ilahe illallah" diyen bir kimse ile
ebediyyen mukatele etmeyeceği hususunda yemin eder.
Fitneden kaçanların
mühimlerinden biri olan Abdullah İbnu Ömer'e iki kişi gelerek:
"İnsanların yaptığını görüyorsun. Sen ki, Hz. Ömer'in oğlusun, Hz.
Peygamber'in ashabındansın, seni bu savaşa katılmaktan alıkoyan şey
nedir?" derler. O: "Allah bana Müslüman kardeşimin kanını haram
etti" der. Onlar: "Allah:
"Fitnenin olmaması ve dinin tamamı Allah için olsun diye onlarla
savaş" (Enfal 39) demedi mi?" diye bir ayet hatırlatırlar. İbnu Ömer
şu cevabı verir: "Biz savaştık, hatta fitne kalktı, dinin tamamı da Allah
için oldu. Siz de fitne olsun, din de Allah'tan başkası için olsun diye harp
ediyorsunuz."
Sa'd İbnu Ebî Vakkas da aynı mealde bir ifade ile fitneye
girmeyişinin sebebini açıklar. Muhammed İbnu Mesleme'nin de Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in tavsiyesine uyarak tahtadan bir kılıç yaptırdığını
ve Hz. Ali'nin davetine rağmen fitneye
karışmadığnı daha önce belirtmiştik.[215]
Şurası
muhakkak ki, sayıca az da olsa, arzu ve rızalarının hilafına da olsa, Ashabtan
bazılar fitne hareketlerine bulaşmamışlardır. Bu durum Müslümanları Ashab
hakkında birkısım yersiz düşünce ve
hükümlere götürebilir. Bu ise, Ehl-i Sünnet akidesi açısından son derece
mahzurludur. Gerek ferdî gerek içtimâî hiçbir amelî faydası olmayan bu hatalı
değerlendirmelere düşemek için Ehl-i Sünnet alimlerinin bu meselelerle alâkalı
olarak beyan ettikleri birkaç mütalaayı
burada kaydetmede fayda var:[216]
a) Ashab'tan Katılan da Katılmayan da Haklıdır: İbnu'l-Arabî,
Ashab'tan bazıları bu dahilî harbe katılırken diğer bazılarının katılmayışını,
cihadın farz-ı kifaye oluşuyla izah eder. İbnu Hacer de bu mealde olmak üzere şunları
söyler: "Bu meselede hakikat şudur: Mezkur sahabeden herbirisi amelinin
doğru olduğuna hükmetmiş olmalıdır. Kıtale bulaşanlar nezdinde, bağiler grubu ile harp etme emrini ifade eden
delil vuzuh kazanmıştır ve kendisinde de
bu işi yapacak kudret mevcuttur.
Katılmayanlar için de, iki gruptan hangisinin baği addedileceği hususu
vuzuh kazanmamıştır. Nitekim Huzeyme tu'bnu Sabit, Hz. Ali tarafında olmakla
beraber savaşmamıştır. Ne zaman ki Ammar'ı savaşır gördü o da mukateleye
katıldı ve "Ammar'ı bağî bir grup öldürecek" hadisini rivayet
etti."[217]
b) Fitnenin Bir Hikmeti: İbnu'l-Arabi'ye göre, "Ashab
arasında cereyan eden bu savaşlarda Allah'ın güttüğü hikmetlerden biri, ehl-i
te'vil ile yapılacak harbin ahkâmını öğretmektir."[218]
c) Fitneye Karışan Sahabeler Hakkında Verilen Hüküm: "Sahabeler
arasında cereyan eden vakalara temas ederken bir noktanın belirtilmesi
gerekmektedir. O da, Sahabeler hakkında bu mesele ile alakalı olarak
gelişigüzel söz etmemektir. Bu husus, Ehl-i Sünnet ile diğer fırkaların ayrıldığı
mühim noktalardan biridir. Haricîler, Şiîler vs. bu meselede birkısım
sahabeleri tekfire kadar giden ifratlara düşerler. Nevevî, Ehl-i Sünnet'in itidal
üzere olan ve nasslara uygun düşen görüşünü
şöyle hülasa eder: "Bil ki, Ashab arasında akan kanlar, hadiste
gelen "...ölen de öldüren de ateştedir" tehdidine dahil değildir.
Ehl-i Sünnet ve ehl-i hakk olan mezhebimizin görüşü "Ashab hakkında hüsn-i
zanda bulunmak ve onların aralarında cereyan eden hâdiseler hususunda
gelişigüzel söz etmekten çekinmek ve onların mukatelelerini te'vil ederek iyiye
yormaktır. Şöyle ki: Onların hepsi
müteevvil ve müçtehid kimselerdi. Allah'a isyan ve dünyevî bir maksatla hareket
etmediler. Aksine her bir fırka, hak yolda olduğuna inanıyordu. Şurası muhakkak
ki, bu içtihadlarında bir kısmı musib
(isabet etmiş) bir kısmı da muhti (hataya düşmüş) idi. Hataya düşenler, bu hatalarında mazur idiler. Zîra içtihad meselesinde, müçtehide hatasından dolayı
günah yoktur. Hz. Ali bu hareketlerde içtihadında musib ve haklı idi. Mevcut
vaziyet karşısında verilecek
hükümler şaşırtıcı idi, doğrusunu bulmak zordu. Bu sebeple Ashab kararda
mütehayyir kaldı ve üç gruba ayrıldı. İki grub birbirine zıd içtihadlarla karşı
karşıya gelirken, bir üçüncü grup bunlardan her ikisini de terketti, savaşlara
katılmadı, doğru olanın hangisi olduğu hususunda kesin kanaat
edinemediler."
İbnu Hacer, bu mücadelelerde, kimlerin muhik olduğu bilinse bile,
Sahabelerden hiçbirine, bu meselelerden dolayı ta'nda bulunmamanın bir vecibe
olduğunda Ehl-i Sünnet'in "ittifak ettiğini" belirttikten sonra: "Zîra onlar bu
harplerde, içtihadları sebebiyle
mukatele ettiler" der.
Nevevî'nin -ve veciz olarak da İbnu Hacer'in yukarıdaki
açıklamalarında- atıfta bulunduğu "hata da yapsa müçtehidin günahkâr
olmayacağı" prensibi, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in şu
hadisidir: "Bir hakim, içtihad ederek hüküm verince isabet ederse,
kendisine iki sevap vardır; içtihad ederek verdiği hükümde hata ederse
kendisine bir sevap verilir."
Öte yandan alimler, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in:
"İki Müslüman birbirine silah çekecek olursa, ölen de öldüren de
ateştedir..." hadisini şerhederken burada mevzubahis olan, "ölen ve
öldüren"lerin -dine hizmeti gaye edinen bir te'ville değil- dünyevî bir
maksat arama veya heva ve cehaletinin sevkiyle mukatelede bulunanlar olduğunu
belirtirler. Sahabenin ise, sırf dinî gayretle bu mücadelelere girmiş bulunduğu
her çeşit şüpheden uzak bir keyfiyettir. [219]
Burada belirtilmesi gereken bir diğer mühim nokta da, amme meselelerinde
zıt içtihad ve görüşleri sebebiyle birbirlerine muhalif düşen ve hatta
aralarında savaş cereyan eden Ashabın, savaş dışı meselelerde birbirlerine
karşı olan münasebetlerindeki ölçü ve hakkaniyettir. Onlar birbirlerini hataya
düşmekle itham etmişler, ancak rencide edici, şahsî faziletlerini inkar edici sözler sarfetmemişler, hele asla tekfir
cihetine gitmemişlerdir. Buna en iyi örnek, Hz. Aişe ile ona muhalefet edip Hz.
Ali tarafında yer almış olan Ammar İbnu
Yasir arasında geçen bazı tarizler, konuşmalardır. Hülasa edelim:
Söylediğimiz üzere Ammar İbnu Yasir, Hz. Ali ile Hz. Aişe
arasındaki ihtilafta, Hz. Ali'nin haklı Hz. Aişe'nin haksız olduğuna
inanıyordu. Bu meselede halkı ikna etmek maksadıyla mescitte yaptığı konuşma tam bir insaf
örneğidir. Der ki: "Aişe Basra'ya yürüdü. Allah'a kasem olsun, o dünyada
da ahirette de Peygamberimizin (aleyhisselam) zevcesidir, bunda şüphemiz yok.
Ancak, Allah sizi imtihan ediyor; Kendisine mi (celle celaluhu), yoksa O'na mı
(radıyallahu anhâ) itaat edeceksiniz?"
Burada, ahirette de Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevcesi
olduğunun kasemle te'yidi, Hz. Aişe'nin
asla tekfir edilmediğini gösterir. Fakat görüşlerinde yanıldığı kesinlikle
ifade edilmektedir.
Kendisine yöneltilen bu çeşitten şiddetli tenkitler karşısında Hz.
Aişe (radıyallahu anhâ)'nin aksülameli de burada zikre değer. İbnu Hacer'in
Taberânî'den naklen kaydettiğine göre, yine aynı Ammar, Cemel Vakası'nın
akabinde Hz. Aişe'ye gelerek:
"Sizin bu askerî şerefiniz Allah'ın sizinle yaptığı ahde (anlaşmaya) ne
kadar aykırı" der ve bu sözleriyle Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
zevceleriyle alâkalı olarak gelmiş bulunan "(vekar ile) evlerinizde
oturun. Evvelki cahiliyet yürüyüşü gibi yürümeyin" (Ahzâb 33) ayetine
işaret eder.
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nin cevabı şu olur: "Allah'a
kasem olsun sen hakkı söyledin." Ammar da "Senin lisanınla hakkında
bu hükmü veren Allah'a hamd olsun" der.
İbnu Hübeyre bu konuşmayı şöyle değerlendirir: "Bu rivayetten
anlıyoruz ki, Ammar doğru sözlüdür. Kezâ husumet onu, hasmının faziletlerini
inkâra da sevketmemiştir. Zîra aralarında cereyan eden harbe rağmen Hz.
Aişe'nin tam bir fazilete mazhar olduğuna şehadette bulunmaktadır.[220]
Bediüzzaman Hazretleri ise Mektubat'ında bu konuyla ilgili şunları
söyler:"
İkinci sualinizin meali: Hz. Ali (radıyallahu anh) zamanında
başlayan muharebelerin mahiyeti nedir?
Muhariplere ve harpte ölen ve
öldürenlere ne nam verebiliriz?
Elcevap: Cemel Vak'ası denilen Hz. Ali ile Hz. Talha ve Hz. Zübeyr
ve Aişe-i Sıddîka radıyallahu teala aleyhim ecmain arasında olan muharebe;
adalet-i mahza ile, adalet-i izafiyenin mücadelesidir. Şöyle ki:
Hz. Ali, adalet-i mahzayı esas edip, Şeyheyn (yani Hz. Ebu Bekr ve
Hz. Ömer) zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş. Muarızları
ise, Şeyheyn zamanındaki safvet-i İslamiye, adalet-i mahzaya müsait idi, fakat
mürur-u zamanla İslamiyetleri zaif muhtelif akvam hayat-ı içtimaiye-i
İslamiyeye girdikleri için, adalet-i mahzanın tatbikatı çok müşkil olduğundan,
"ehvenüşşerri ihtiyar" denilen adalet-i nisbiye esası üzerine içtihad
ettiler. Münakaşa-i içtihadiye, siyasete girdiği için, muharebeyi intaç
etmiştir. Madem sırf "Lillah" için ve İslamiyetin menafii için içtihad
edilmiş ve içtihaddan muharebe tevellüd etmiş; elbette hem katil, hem maktul,
ikisi de ehl-i cennettir, ikisi de ehl-i sevaptır diyebiliriz. Her ne kadar Hz.
Ali'nin içtihadı musib ve mukabilindekilerin hata ise de, yine azaba müstehak
değiller. Çünkü; içtihad eden hakkı bulsa, iki sevap var. Bulamazsa, bir nevi ibadet olan içtihad sevabı olarak
bir sevap alır. Hatasından mazurdur. Bizde gayet meşhur, sözü
hüccet bir zat-ı muhakkik Kürtçe demiş ki: زِ
شرِّ
صَحَابَانْ
مَكَه قَانُ
وَقيلْ
لَوْ
رَاجَنَّتَيْنَ
قَاتِلُ هَمْ
قَتِيلْ Yani Sahabelerin
muharebesinden kıyl ü kâl etme. Çünkü hem katil ve hem maktul ikisi de ehl-i cennettirler.Adalet-i mahza
ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki: مَنْ
قَتَلَ
نَفْساً
بِغَيْرِ
نَفْسٍ اَوْ
فَسَادٍ في
ا‘رْضِ
فَكَأنَّمَا
قَتَلَ
النَّاسَ
جَمِيعاً
"Ayetin mânayı işarîsiyle: "Bir
masumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir ferd dahi, umumun
selameti için feda edilmez. Cenab-ı Hakk'ın nazar-ı merhametinde hak, haktır;
küçüğüne, büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin
selameti için, bir ferdin rızası bulunmadan hayatı ve hakkı feda edilmez.
Hamiyyet namına rızasiyle olsa, o başka meseledir."
Adalet-i izafiye ise; küllün selameti için, cüz'ü feda eder.
Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nev'i adalet-i
izafiyeyi yapmağa çalışır. Fakat, adalet-i mahza kabil-i tatbik ise, adalet-i
izafiyeye gidilmez, gidilse zulümdür.
İşte İmam-ı Ali (radıyallahu anh), adalet-i mahzayı Şeyheyn
zamanındaki gibi kabil-i tatbiktir deyip, hilafet-i İslamiyeyi o esas üzerine
bina ediyordu. Mukabilleri ve muarızları ise, "kabil-i tatbik değil, çok müşkilatı var" diye
adalet-i izafiye üzerine içtihad etmişler. Tarihin gösterdiği sair esbab ise,
hakikat-i sebep değiller, bahanelerdir.
Eğer desen: Hilafet-i İslamiye noktasında İmam-ı Ali'nin fevkalade
iktidarı, harikulade zekası ve yüksek likayatiyle beraber seleflerine nisbeten
muvaffakiyetsizliği nedendir?
Elcevap: O mübarek zat, siyaset ve
saltanattan ziyade daha çok mühim başka vazifelere layık idi. Eğer tam
muvaffakiyet-i siyasiye ve tamam saltanat olsaydı, "Şah-ı Velayet"
ünvan-ı manidarını bihakkın kazanamayacaktı. Halbuki zahirî ve siyasî hilafetin
pek çok fevkinde mânevî bir saltanat kazandı ve Üstad-ı Kül hükmüne geçti.
Hatta kıyamete kadar saltanat-ı mânevîsi baki kaldı.
Amma Hazret-i İmam-ı Ali'nin Vak'a-i Sıffin'de, Hazret-i Muaviye'
nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilafet ve saltanatın muharebesidir. Yani:
Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslamiyeyi ve ahireti esas tutup,
saltanatın birkısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını
onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i
İslamiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp, ruhsatı
iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih
ettiler, hataya düştüler.
Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in Emevilere karşı mücadeleleri
ise, din ve milliyet muharebesi idi. Yani: Emevîler, Devlet-i İslamiyeyi, Arap
milliyeti üzerine istinad ettirip; rabıta-i İslâmiyeti, rabıta-i milliyetten
geri bıraktıklarından, iki cihetle zarar verdiler.
Birisi: Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş ettiler.
Diğeri: Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden zulmeder.
Adalet üzerine gitmez. Çünkü; unsuriyetperver bir hakim, milletdaşını tercih eder, adalet edemez. اَِسْمِيَّةُ
جَبَّتِ
الْعَصَبِيَّةَ
الْجَاهِلِيَّةَ
َ فَرْقَ
بَيْنَ عَبْدٍ
حَبَشِىٍّ
وَسَيِّدٍ
قُرَيْشِىٍّ
اِذَا
اَسْلَمَا ferman-ı kat'isiyle, rabıta-i diniye
yerine rabıta-i milliye ikame edilmez; edilse
adalet edilmez; hakkaniyet gider.
İşte Hazret-i Hüseyin, rabıta-i diniyeyi esas tutup, muhik olarak onlara karşı
mücadele etmiş, ta makam-ı şehadeti ihraz etmiş.
Eğer denilse: Bu kadar haklı ve hakikatlı olduğu halde, neden
muvaffak olmadı? Hem neden kader-i İlahî ve rahmet-i İlahiyye onların feci bir
akibete uğramasına müsaade etmiş?
Elcevap: Hazret-i Hüseyin'in yakın taraftarları değil, fakat
cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milliyeleri cihetiyle,
Arap milletine karşı bir fikr-i intikam bulunması Hazret-i Hüseyin ve
taraftarlarının safi ve parlak mesleklerine halel verip, mağlubiyetlerine sebep
olmuş.
Amma kader nokta-i nazarında feci akibetin hikmeti ise, Hasan ve
Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, mânevî bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile mânevî saltanatın
cem'i gayet müşkildir. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin
yüzünü gösterdi. Ta, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri
muvakkat ve surî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı
maneviyeye tayin edildiler, adi valiler yerine, evliya aktablarına merci
oldular.[221]
Üçüncü sualiniz: O mübarek zatların başına gelen o feci
gaddarane muamelenin hikmeti nedir? diyorsunuz.
Elcevap: Sabıkan beyan ettiğimiz gibi, Hazret-i Hüseyin'in
muarızları olan Emevîler saltanatında, merhametsiz gadre sebebiyet verecek üç
esas vardı:
Birisi: Merhametsiz siyasetin bir düsturu olan: "Hükümetin
selameti ve asayişin devamı için, eşhas feda edilir."
İkincisi: Onların saltanatı, unsuriyet ve milliyete istinad ettiği
için, milliyetin gaddarane bir düsturu olan: "Milletin selameti için
herşey feda edilir."
Üçüncüsü: Emevîlerin, Haşimîlere karşı an'anesindeki rekabet
damarı, Yezid gibi bazılarda bulunduğu için, şefkatsiz bir gadre kabiliyet göstermişti.
Dördüncü bir sebep de: Hazret-i Hüseyin'in taraftarlarında bulunuyordu ki, Emevîlerin, Arap milliyetini esas tutup, sair milletlerin
efradına "memalik" tabir ederek köle nazariyle bakmaları ve gurur-u
milliyelerini kırmaları yüzünden, "milel-i saire" Hazret-i Hüseyin'in
cemaatine intikamkârane ve müşevveş bir niyetle iltihak ettiklerinden,
Emevîlerin asabiyyet-i milliyelerine fazla dokunmuş, gayet gaddarane ve
merhametsizcesine meşhur faciaya sebebiyet vermişlerdir.
Mezkur dört esbab, zahirîdir. Kader noktasından bakıldığı vakit,
Hazret-i Hüseyin ve akrabasına o facia sebebiyle hasıl olan netaci-i uhreviye
ve saltanat-ı ruhaniye ve terakkiyat-ı mâneviye, o kadar kıymetdardır ki, o
facia ile çektikleri zahmet, gayet kolay ve ucuz düşer. Nasıl ki bir nefer, bir
saat işkence altında şehit edilse, öyle bir mertebeyi bulur ki, on sene başkası
çalışsa ancak o mertebeyi bulur. Eğer o nefer
şehid olduktan sonra ona
sorulabilse, "az bir şey ile pek çok şeyler kazandım"
diyecektir." [222]
[1] Bu kitap iki cilt halinde tahkikli olarak
tabedilmiştir (Matba'atu'l-Medenî, 1389/1969), toplam dokuzyüz küsur sayfayı
bulmaktadır.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/353.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/353-354.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/354.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/354.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/354.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/354.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/354.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/354.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/354.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/354.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/354-355.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/354.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/355.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/355.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/355-356.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/356-357.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/357-359.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/358-359.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/359-360.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/360-364.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/365-366.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/366.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/367.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/367-368.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/369-370.
[27] Hadîsin bu vechini, az ilerde Fitnede Sabır
meselesini açıklarken tam olarak
kaydedeceğimiz için burada sadedinde olduğumuz hadisin açıklamasında atıf
yapacağımız bir iki ziyadeyi kaydediyoruz.
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/370-372.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/372-373.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/373.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/373-374.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/374.
[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/374.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/374.
[35] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/375.
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/375-377.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/377-378.
[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/378.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/378-379.
[40] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/379-380.
[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/380.
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/381-383.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/383-386.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/386-390.
[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/390-391.
[46] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/391.
[47] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/391-392.
[48] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/392-393.
[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/394.
[50] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/394-395.
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/395-396.
[52] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/396-397.
[53] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/397-398.
[54] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/398.
[55] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/398.
[56] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/398.
[57] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/399-400.
[58] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/401.
[59] Hadiste geçen üşribe "içirilen"
tabiri pek manidardır. Günümüzde şartlandırılan kelimesi bunu en iyi
karşılayacak tabir olmalıdır.
[60] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/401-403.
[61] Ebu Ma'mer'in rivayetinde
"müslümanların..." denmiştir.
[62] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/403-404.
[63] Muzafın hazfı: Bâbu'l-Basra tabirinde Bâb
kaldırılınca Basra kalır.
[64] Hülâgû burada Hz. Peygamber'in, rivayet
edilen bir hadisine işaret etmektedir. Bu hadis şöyledir: "Benim bir takım
askerlerim vardır, onları doğu tarafına yerleştirdim ve onlara Türk adını
verdim. Onları hiddet ve gazap arasında yarattım. Herhangi bir kul, bir ümmet
benim emrimi yapmazsa, bunları onların üzerine musallat ederim ve bunlar
vasıtasıyle onlardan intikam alırım..." bu tip hadislerin hem ilm-i
rivayet-ül hadis, hem de dirayet-ul-hadis yönünden muallel ve mevzu
bulundukları, muhaddislerce kabul edilmektedir. Fakat bu hadisler mevzu olsalar
bile, bize devirlerindeki telâkkiyi anlatırlar ve zamanlarının, muhitlerinin
bir bakıma aynası hükmündedirler. Hülâgû mektubunda, Moğolların nasıl
göründüğünü, müslümanlarca nasıl karşılandığını pek mükemmel gösterdiği gibi,
kendisinin sebeb-i vücudunu da bu görüşe istinat ettirmektedir. Cengiz'in
Buhara'daki konuşması, Hülâgû'nun bu mektubu, Papaların ve hıristiyanların
görüşleri hep aynı noktada düğümlenmektedir: Moğollar insanların günâhları
dolayısıyla Tanrı tarafından gönderilmiş bir ceza makinesidir. Moğollar bunu
bilhassa işlemişler ve kendilerini diğer milletleri yola getirmek için Tanrı
tarafından gönderilmiş, İkab-ı ilahîyi icraya memur, bir kavim olarak görmüşler
ve göstermişlerdir. Bu, onlara karşı mukavemeti kırdığı gibi, kendilerinin de
gayrete getirmiş; kuvvetlendirmiştir.
[65] Kur'an'da buyrulduğu veçhile Musa (A.S.),
Hızır'la yoldaşlık ederken, Hızır binmiş oldukları gemiyi delmiş, Musa (A.S.)
buna itiraz etmiş, Hızır "geminin önünde her gemiyi gasbeden bir padişah
var idi" demişti. Bu söz buna
işaret edip, biz ilâhi kudret ve teyidle hareket edip, her şeyi yaparız demek
istemekte, hatta daha ileri gitmektedir.
[66] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/404-408.
[67] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/409.
[68] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/410.
[69] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/410.
[70] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/410-411.
[71] Burada Furkan suresindeki "Allah tevbe
edenlerin günahını hasenâta tebdil eder..." mealindeki ayete işaret
edilmiştir (70. âyet).
[72] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/411-416.
[73] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/416.
[74] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/416.
[75] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/417.
[76] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/417-418.
[77] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/418.
[78] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/418-419.
[79] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/419.
[80] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/419.
[81] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/419-420.
[82] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/420.
[83] Birinci cilt, 325-328. sayfalar.
[84] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/421-422.
[85] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/422-423.
[86] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/423-424.
[87] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/424-425.
[88] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/425-426.
[89] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/426-427.
[90] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/427.
[91] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/428.
[92] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/428.
[93] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/429.
[94] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/429.
[95] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/430.
[96] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/430.
[97] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/431.
[98] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/431.
[99] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/432.
[100] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/432-433.
[101] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/434.
[102] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/434.
[103] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/435-436.
[104] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/436-437.
[105] "Kimimiz yerini düzlüyordu"
ibaresi, zikrettiğimiz kaynaklarda mevcut değil.
[106] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/439-440.
[107] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/440.
[108] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/441.
[109] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/441-442.
[110] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/442.
[111] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/442.
[112] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/443.
[113] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/443-445.
[114] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/445.
[115] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/445.
[116] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/445-446.
[117] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/446.
[118] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/446.
[119] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/447.
[120] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/447.
[121] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/447-448.
[122] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/448-450.
[123] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/450-451.
[124] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/451.
[125] Bu hadis 4767 numarada daha geniş
açıklandı.
[126] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/452.
[127] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/452-453.
[128] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/453-454.
[129] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/454.
[130] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/454.
[131] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/454-455.
[132] Kur'ân'da bu çeşit ifâdeler "namaz
kıl, zekât ver" veya "namaz kılın zekat verin" veya "onlar
ki namaz kılarlar, zekat verirler" gibi çeşitli şekillerde gelir.
[133] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/455-456.
[134] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/456-457.
[135] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/457-459.
[136] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/459-460.
[137] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/460.
[138] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/461.
[139] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/461-462.
[140] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/462-463.
[141] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/463-464.
[142] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/464.
[143] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/464-465.
[144] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/465-466.
[145] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/466.
[146] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/466-467.
[147] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/468.
[148] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/468.
[149] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/469.
[150] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/470.
[151] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/471.
[152] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/471.
[153] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/472.
[154] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/472-474.
[155] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/475.
[156] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/475-477.
[157] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/478.
[158] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/478.
[159] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/479.
[160] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/479-480.
[161] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/480.
[162] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/480-481.
[163] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/482-483.
[164] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/483-484.
[165] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/484.
[166] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/485.
[167] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/485-486.
[168] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/486.
[169] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/486-487.
[170] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/488-489.
[171] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/490.
[172] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/490-492.
[173] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/492-493.
[174] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/493.
[175] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/494.
[176] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/495.
[177] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/495-496.
[178] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/496.
[179] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/496-498.
[180] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/498-499.
[181] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/499-500.
[182] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/501.
[183] Yezîd İbnu Mûaviye Hicrî 64
yılında vefat etmiştir. O sıralarda ortaya çıkan Ezârike fitnesi, hâricîlerin
çıkardığı bir huzursuzluktur. Bu isim, hâdisenin lideri Nâfi İbnu'l-Ezrak'tan
gelir. İbnu Hacer'in yirmi yıldan fazla sürdüğünü belirttiği bu fitne Hicri
77'de büyük darbe yemiştir.
[184] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/501-502.
[185] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/503-504.
[186] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/505-506.
[187] Akabe, lügat olarak dağ yolu
demektir. Hadiste geçen akabetu'l-Medine tabirini Medine dağ geçidi şeklinde
anlamak yanlıştır. Çünkü Hz. Abdullah İbnu'z-Zübeyr Medine'de değil Mekke'de
şehid edilmiştir. Nevevî'de şerhinde, Akabetu'l-Medine'nin Mekke'de bulunan bir
akabe (dağ yolu) olduğunu belirtir. Mekke dağlıktır. Şehre giriş veren
yollardan birinin bu ismi taşıdığı anlaşılmaktadır. Haccac, Hz. Abdullah'ı bu
yol üzerinde bir ağaca asmış olmalı.
[188] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/506-508.
[189] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/508.
[190] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/508-510.
[191] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/511.
[192] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/511.
[193] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/512.
[194] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/512.
[195] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/513.
[196] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/513-515.
[197] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/515.
[198] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/515-516.
[199] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/516-517.
[200] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/517-518.
[201] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/519.
[202] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/519.
[203] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/519-520.
[204] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/520.
[205] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/520.
[206] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/521-523.
[207] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/523.
[208] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/523-524.
[209] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/524-525.
[210] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/525.
[211] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/525.
[212] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/526.
[213] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/526-527.
[214] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/527-528.
[215] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/528-529.
[216] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/529.
[217] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/529.
[218] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/529.
[219] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/529-530.
[220] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/531.
[221] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/532-534.
[222] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/534-535.