BÜYÜK HADİS İMAMLARININ TAHRÎCİNDE İTTİFAK ETTİĞİ
HADİSLER
Naklediliş Bakımından Hadisler
Haberin, İzafet Edildiği Kimse Bakımından Türleri
2- Usûl Bilgisinin Gerekliliği:
4- Hadis Usûlü'nün Doğuşu, Gelişmesi ve Temel Eserleri
5- Usûl Alanında Yazılan Eserler:
a) Erken Dönemlere Ait Eserler:
6- Ebû Hanîfe'pin Hadis Kabulündeki Şartları
Peygamber ve Sünnete Olan İhtiyaç
Meydana Geliş Açısından Sünnet
1. Kavlî Sünnet (Sözlü Hadis):
2. Fiilî Sünnet (Fiilî Hadis):
b) Hılkî (Yaratılışla İlgili) Sıfat:
Sünnetin Rivayet Bakımından Türleri
Âhâd Hadisle Amel Etmenin Şartları:
Senedinde Kopukluk Bulunan Hadisler:
Hadis, Fıkıh ve Usûl Bilginlerinin Sünnet Anlayışları
Uzunluklarına Göre Senedin Kısımları:
3. Râvinin Haberini Kabulde Adalet Şartını Aramak
4. Araştırmada Belli Sınırları Gözetmek
5. Yalan Haber Nakletmek Haramdır
A-Talibin (Hadis Öğrencisinin) Âdabı:
2) Hadisi Ehlinden Almaya Çalışmak
5) Arkadaşlarına Yardımcı Olmak
6) Tedricî Bir Metodla Çalışmak
8) Kendisinden Aşağı Olandan Hadis Almak
9) Hadisleri Kavramaya Çalışmak
10) Hadis Kitaplarına Önem Vermek
11) Hadis Dinlemeye Temyiz Yaşında Başlamak
B- Muhaddisin (Hadis Hocası) Âdabı
1- İyi Niyet ve Üstün Ahlak Sahibi Olmak
3- Kendinden Daha Ehil Olana Saygı Göstermek
4-Karıştırma
İhtimali Belirince Hadis Rivayetini
ve Okutmayı Bırakma
5- Hadise ve Hadis Meclislerine Önem Vermek
6- Kitap Yazmak
veya başka İlmî Faaliyetlerde Bulunmak
7- Hadis Tedrisi Sırasında Belli Kurallara Uymak
A) Hadis Öğrenim ve Öğretim Yolları
2- Kıraat ale'ş-Şeyh (Arz, Sunma, Okuma)
2) Açıklanması Gerekli Noktaları Açıklama usûlü
A) Lafzen (Kelimesi Kelimesine) Rivayet:
Mânâ ile Hadis Rivayet Edende Aranan Şartlar
Bir Şahsın Sahabe Olduğu Nasıl Bilinir?
Ashabı Öven Hadislerden Bazıları:
Sahabenin Rivayete Göre Taksimi
a) Çok Rivayet Eden Sahabeler (Müksirûn):
b) Az Rivayet Eden Sahabeler (Mukillûn):
Sahabenin Farklı Sayıda Hadis Rivayet Etme Sebepleri
Sahabe Hakkında Yazılmış Eserler
Cerh ve Ta'dîl İlminin Tarihî Geçmişi
Metâ'in-İ Aşere: Tenkid Noktaları
2- Töhmet-i Kizb: YalancıkklaSuçlanma
5- Cehalet: Râvinin Tanınmaması
9- Sû'i'l-Hıfz: Ezber Bozukluğu
10- Muhalefet: Sika Kavilere Muhalefet
Cerh ve Ta'dîl Lafızlarının Hükümleri
Cerh Ve Ta'dîlde Gevşeklik Ve Katılık
b) Hadiste Zayıflık Belirtileri:
c) Mevzu Hadislerin Özellikleri:
1- Kabul Veya Red Açısından Hadis Türleri
2- İlk Kaynağı Açısından Hadis Türleri
3- Seneddekı
İttisal Durumuna Göre Hadis
Türleri
A) Muttasıl (Müsned-Mevsûl) Hadis
B) Gayr-ı Muttasıl (Munkatı') Hadis
4- Sened Sayısına Göre Hadis Türleri
Mütevâtir Hadislerle İlgili Eserler:
iv. Ulemâ ve Muhaddisler Arasında Meşhur Hadisler
v. Fıkıh Usûlcüleri Arasında Meşhur Hadisler:
vi. Halk Arasında Meşhur Hadisler:
vii. Tasavvuf Ehli Arasında Meşhur Hadisler:
5- Sıhhat Veya Hüküm Açısından Hadisler
2) Kavideki Cerhi Gerektiren hâllere Göre Zayıf Hadis
Çeşitleri:
I-I) Musahhaf ve Muharref Hadisler:
Mevzu Hadislerin Ortaya Çıkışı:
6- Özel Maksatlarla Hadis Uydurmak:
Mevzu Hadisleri Tanıma Yolları:
1- Uydurmacıları Tanıma Yolları:
2- Uydurma Hadisleri Tanıma Yolları
a) Haberin Lafız ve Mânâsında Bozukluk
b) Birçok İnsanın
Görmesi Gereken Bir Olayı Tek Kişinin Rivayet Etmesi:
c) Kur'an ve Sahih Sünnete Aykırılık
d) Akla, Duyu Ve Gözleme Aykırılık
e) Tarihsel Gerçeklere Aykırılık
f) iyilik ve Kötülüğün Karşılıklarında Abartı
g) Güvenilir Hadis Kitaplarında Bulunmama:
1- Dinî Kaygılar-Islam'a Hizmet Etme Arzusu:
3- Fırka, Mezhep ve Kabile Taassubu
4- Halife ve Devlet Adamlarına Yaklaşma Arzusu
5- Geçinmek İçin Hadis Uyduranlar
6- İmtihan Maksadıyla Uydurmalar
9- Ticarî Çıkar Sağlama Düşüncesi
10- Kabile, Aşiret, Şehir, Irk Vs. Tarafgirliği
Hadis Okumada Dikkat Edilecek Noktalar
Âlemleri yoktan
yaratan Allah Teâlâ'ya hamd, hepsine rahmet olarak gönderdiği Peygamberine,
salât ü selâm olsun.
İslam dininin ikinci
temel kaynağı ve Kur'an- Kerim'in gerçek şerh ve tefsiri mâhiyetinde olan
Sünnet, üzerinde daha çok çalışılması gereken bir sahadır. Sünnetle ilgili
eski/yeni çalışmaların çok büyük bir bölümü, yazıldıkları dil olan Arapça'da
durmakta ve dilimizde yayınlanan eserler daha ziyade hadis metinlerinin
Türkçeye aktarımlarıyla sınırlı kalmaktadır.
Örneğin iki büyük
hadis kitabımız olan Sahih-i Buharı ve Sahih-i Müslim'in ciddi nitelikte
onlarca şerhinden biri dahi dilimize kazandırılmış değildir. Ülkemiz
âlimlerinin tefsirde gördüğümüz yüzağartıcı çalışmalarına rağmen, bu değerli
bilgi kaynağının şerhine dönük fazla bir şey yapıldığını söylememiz mümkün
görünmemektedir.
Elinizdeki bu çalışma,
Allah Resûlü'nün (sav) sünnetini anlamaya ve öğrenmeye yönelik mütevazı bir
girişimin ifadesidir. Eser, İmam Buhârî'nin Sahîh adh şaheserini esas almak
suretiyle onun, diğer sekiz imam ile tahririnde ittifak ettiği hadis-i şeriflerin
derlenmesinden ibarettir. Bu yapılırken, sadece hadis metinleri alt alta
sıralanmakla yetinilmemiş, îbni Hacer el-Askalânî'nin Fethu'l-bârî fi
şerhi'l-Ruhârî adlı güzide eserinden bu hadislerle ilgili şerh notları tercüme
edilmiştir. Ancak bununla da iktifa edilmeyip hadislerden özellikle hüküm
ihtiva edenlerin hükümleri belirtilmiş, gündelik hayatımıza yansıdıkları
boyutta ders ve öğütler çıkarılmaya çalışılmıştır.
Eserin ilk bölümüne,
dokuz büyük hadis imamının kısa biyografilerini koymak suretiyle Efendimizin
(sav) Sünnetini bizlere taşıyan bu büyük insanların daha yakından tanınmasını
amaçladık. Bu bölümde, o imamların hangi hocalardan ders aldıkları, hangi
ilimlerde derinleştikleri, hangi eserleri telif ettikleri ve arkalarından
kimlerin ne söylediği gibi başlıklara yer verdik.
İkinci bölümüne Sünnet
ve Hadis hakkında kısa ve özlü metodolji bilgisi içeren, hadislerin sınıfları,
nasıl nakledildikleri, sünnetin hayatımızdaki yeri ve önemi, zayıf ve uydurma
hadislerin tarif ve tanınma yolları gibi temel usûl konularının kısaca
işlendiği bir tematik hadis usûlü koymayı uygun gördük. Böylelikle hadis
ilimleri hakkında fazla bilgisi olmayan okurlarımızın da, dinin bu ikinci
kaynağıyla ilgili temel bazı bilgilere muttali olmalarını amaçladık.
Hadislerin yeraldığı
Câmiu'l-Hadis isimli bölümünü, İmam Buhârî'nin konu tertibini esas alarak ana
bölümlere ve alt başlışlara ayırdık. Burada, büyük İmam'in belli bir hikmetten
dolayı yaptığı tekrarları elemek gibi bir gayret içine girmeyip o hikmete
binaen hadis-i şerifi zikredip varsa farklı hükümleri açıklamaya çalıştık.
Şerh başlığı altında
hadis-i şerifle ilgili olarak İbni Hacer'in değerli eserindeki açıklamaları
özetleyerek aldık. Bunu yaparken Özellikle senede yönelik müzâkerelerden çok,
hadis metnini ve hükmünü anlamaya yönelik hususlar üzerinde yoğunlaştık.
Hüküm başlığı altında,
hadis-i şerifin başta Hanefî mezhebine göre hükmünü zikredip bölüm ve bab
başlığında anlatılan konuyla ilgili kısa fıkıh bilgisi vermeye çalıştık. Bu
bilgileri, muteber fıkıh ve ilmihal kitaplarından derledik. Tartışmalı
konularda Hanefî mezhebinde tercih edilen görüşü muhakkak zikrederek ayrıntıya
girmemeyi tercih ettik.
Ders başlığı altında
hadis-i şerifi günümüzle ilgili olarak nasıl anlamamız, ne gibi öğüt ve
dersler çıkarmamız gerektiği hususunda fikirler üretmeye çalıştık. Bunları
mümkün olduğunca yaşanan tecrübeler ve güncel hayat bağlamında yorumlamaya
gayret ettik. Bununla hadis-i şeriflerin ölü değil
aslında diri ve yaşayan metinler
olduklarını bir kez daha vurgulamayı amaçladık.
Hadis-i şeriflerin
tahriçlerinde el-Âlemiyye tarafından yapılan birleşik numaralama sistemini esas
aldık. Bu meyanda ilgili hadis kitabındaki bölüm adının arkasından, hadis-i
şerifin müteselsil numarasını zikrettik. Böylelikle tahriçte belli bir
standarda bağlı kalmayı uygun gördük.
Hadis-i şeriflerin
Arapça bilenler tarafından okunabilmesi için Arapça harekeli asıllarını
koyduğumuz gibi şerh bölümünde de İbni Hacer'den yaptığımız nakil bölümüne
konu kısımlarında ilgili ifadeyi Arapçasıyla birlikte zikrettik.
Eserin
okunabilirliğini arttırmak ve dipnot kalabalığına yol açmamak için hüküm
bölümünde yer verdiğimiz temel fıkıh bilgilerini, ayrıca dipnotlandırmaya gerek
görmedik. Birinci ve ikinci bölümleri hazırlarken başvurduğumuz Arapça ve Türkçe
kaynakları bölüm sonlarında belirtirken ayet-ı kerime ve hadis-i şeriflerin
kaynaklarını parantez içinde vermeyi daha uygun gördük.
Allah Resûlü'nün (sav)
sünnetiyle ilgili farklı bir çalışma olması itibarıyla eserimizi mütevazı bir
girişim olarak görmekte, zaman içinde daha kapsamlı ve geniş eserlerin
dilimize kazandırılacağını umut etmekteyiz. Sünnetin neredeyse yok sayılmaya
başlandığı bir tarihsel dönemeçte, bu dinin son din olduğuna inanan bizler,
onun mübelliği ve en büyük sârini konumundaki Hz. Peygamber'in (sav) sünnetini
çok daha zengin çalışmalarla taçlandırmak, anlamak, anlatmak ve gerekiyorsa
yeniden yorumlayarak yaşanır kılmakla mükellef bulunyoruz.
Bu duygu ve
düşüncelerle hazırladığımız eserdeki hatalardan dolayı taksiratımızın affolmasım
niyaz eder, değerli okurların uyarı ve katkılarından memnuniyet duyacağımızı
ifade etmek isteriz.
Başarı Allah'tandır.
Muharrem Tan muharremtan@gmail.com
Adı: Muhammed b.
İsmail b. İbrahim b. el-Muğîre b. Berdizye Künyesi: Ebû Abdullah
Nisbesi: el-Cu'fî; bu
nisbetin kökeni, Buhârî'nin ikinci dedesi olan Muğîre'nin, Yemen el-Cu'fî'nin
elinde Müslümanlığa girmesidir. Muğîre, azatlı k?öle olması itibariyle
el-Cu'fî'ye nispet edilmiştir.
Buhârî râsbesiise,
doğup büyüdüğü Buhara'dan gelmektedir.
Doğum tarihi: Hicrî
194 yılı şevval ayının Î cuma günüdür. (21. Temmuz.810)
Doğum yeri: Buhara
şehridir.
Çocukluğu: Buhârî'nin
babası İsmail de hadisçi idi. Ancak -,görüldüğü kadarıyla- rivayeti bol
değildi. Oğlu tarafından et-Târihul-kebîr adlı eserinde anılmış olup Hammâd b.
Zeyd ve Abdullah b. el-Mübârek'i görmüş, Mâlik b. Enes'ten hadis rivayet
etmiştir.
İsmail, oğlu Buhârî
henüz küçük bir çocukken vefat etmiş ve küçük Muhammed çocukluğunu annesinin
eteğinde yetim bir çocuk olarak geçirmiştir. Babası annesine ve ona hayli
yüklü miktarda bir miras bırakmış ve ölüm döşeğinde yatarken şöyle demişti:
"Servetimde haramlık veya şaibe izi taşıyan tek bir dirhem bile
yoktur."
Buhârî, bu helal
serveti babasının ruhunu şâd edecek bir yolda, ilim öğreniminde harcamıştır.
Henüz çocuk yaşta iken
annesi ve ağabeyi Ahmed ile hacca giden Buharı, bir süre Hicaz'da kalarak ilim
öğrenmiştir.
Görme gücünü
kaybedişi: Gancâr, Târîhu Buhara adlı ese-Lnde anlatır: Buhârî gözlerini henüz
genç yaşta kaybetmişti. An-esi yetim yavrusunun bu hâline üzülür, tekrar
görmesi için sü-ekli dua ederdi. Acılı kadıncağız bir gece rüyasında İbrahim
Pey-amber (as)'i gördü. Hz. İbrahim (as) ona şu müjdeyi verdi: Allah dualarını kabul etti ve oğlunun
gözlerini geri verdi!" Jerçekten de genç Buhârî o sabah uyandığında
gözleri eskisi gibi örmeye başlamıştı. Bu olay, Yüce Allah'ın henüz
küçüklüğünde na olan bir lütfudur.
Zekâ ve dikkati:
Buhârî, hızlı ezberleme, çok iyi kavrama yete-eğiyle güçlü bir hafizaya
sahipti. Çağında onun gibisi yoktu den-e yeriydi. Zekâ, hafıza, kavrayış ve
hemen her konuya hızla inti-ak etme kabiliyetleriyle eşsiz bir çocuktu. Daha
ergenlik çağına irmeden arkadaşlarına özel yetenekleriyle sivriliyordu. Kendisi
unu şöyle anlatır:
"Hadis ezberleme
isteği küttapta içime doğmuştu."
Kâtip Muhammed b. Ebî
Hatim sordu: O zaman kaç yaşınday-m?
Buhârî cevap verdi: On
yaşımda veya daha küçüktüm. Sonra ütüphaneden çıktım ve Dâhilî'ye ve
diğerlerine gitmeye başla-im. Bir gün öğrencilere hadis okurken şöyle dedi:
Süfyân,
Ebu'z-Zübeyr'den, o İbrahim'den rivayet etti ki..
Ben araya girerek:
Ebu'z-Zübeyr
İbrahim'den rivayette bulunmamıştır, dedim.
Beni azarlayarak
susturmak isteyince:
Yanınızda varsa
senedin aslına bakın o zaman, dedim.
Odasına gidip senedin
aslına baktıktan sonra çıkü ve yanımıza önünce sordu:
O senedin aslı
nasıldır çocuk? Senedi zikrederek:
Zübeyr, İbn Adiyy, o
İbrahim'den rivayet etti, şeklindedir, dedim.
Bunun üzerine kalemi
aldı ve kendi kitabını düzelterek ekledi:
Doğru söyledin.
Buhârî bunu anlatınca
biri sordu: -Ona itiraz ettiğinde kaç yaşındaydın? 11 yaşındaydım, diye cevap
verdi. Hâşid b. İsmail anlatır:
Buhârî gençliğinde
bizimle birlikte Basra'nın büyük hocalarına giderdi. Hocanın naklettiklerini
yazmazdı. Böyle günler geçti. Nihayet onaltıncı gün hocaların naklettiklerini
yazmadığı için kendisini kınadık. Bize şöyle dedi:
Fazla üzerime
geldiniz. Haydi şimdiye kadar yazdıklarınızı gösterin bana! On beş binden fazla
hadis yazmıştık. Onların tamamını ezberden okuyuverdi. Yazdıklarımızı onun
hafizasıyla sınar olmuştuk.
Ebû Bekir el-Kelûzânî
anlatıyor:
-Muhammed b. İsmail
gibisini görmedim. Hadis dolu bir mecmuayı alır, şöyle dikkatle bakardı.
Mecmuada bulunan hadislerin metin ve senedlerini bu bakışla bir kerede
ezberleyiverirdi. Yüce Allah'ın ihsan ettiği bu üstün meziyet, onu sonraları
yaşıtlarını geçip devrin gözde simalanyla yarışan bir hadis âlimi yaptı.
Hadis Öğrenimi: İmam
Buhârî hadis öğrenimine ergenlik çağına girmeden başlamıştı. Hadis sevgisi
onun kanma karışmış, damarlarında akan bir sel gibiydi. O, sanki bu görev için
yaratılmıştı. Babasının bıraktığı yüklü miras da bu konuda yardıma olmuştu.
Kendisi anlatıyor:
,Her ay beş yüz dirhem
alır ve bunu hadis öğrenimi için harcardım. Rabbimin katındaki daha hayırlı ve
daha kalıcıdır.
Hadis meclislerine
giderdi. Küçük yaşta Kur'an-ı Kerim'i ve o devirde var olan hadis kitaplarını
ezberlemişti. Ezberlediği kitapların başında Abdullah b. el-Mübârek, Vekî b.
el-Cerrâh'ın siinne; ve zühde dair yazdıkları geliyordu. Fıkıh ve re'y üzerinde
de kafi yormuştu.
Şöyle dediği
nakledilir: On altı yaşımda iken Ibn el-Mübârek ve Vekî'in kitaplarını okumuş, re'y
ehlini kastederek- onların âi görüşlerini öğrenmiştim
Gezileri: Hadis
ehlinin mesleğinde 'rihle' denen gezilerin çci bariz bir yeri ve önemli bir
itibârı vardı. Buharı, bu ilme gösterdi ği ilgi sebebiyle kendinden öncekilerin
sünnetine uydu. Beldesir deki hadis şeyhlerinden dinlemekle yetinmedi ve başka
şeyhler de dinlemek üzere gezilere çıktı. İlk gezisi h. 210 yılında annesi v?
ağabeyiyle birlikte Mekke'ye yaptığı hac gezisiydi. O sırada on al: yaşndaydı.
Buhârî'nin hadis
öğrenimi için ziyaret ettiği yerler:
1- Horasan ve civarı,
2- Basra, 3- Küfe, 4- Bağdat, 5- Mekk; Medine (Hicaz), 6- Şam, 7- Cezire
(Fırat-Dicle arasındaki şehirler 8- Mısır.
Buhârî anlatıyor: Şam,
Mısır ve Cezire'ye iki defa, Basra'y-dört defa gittim. Hicaz'da altı yıl ikâmet
ettim. Küfe ve Bağdat'a ka: defa gittiğimi sayamıyorum.
İmam Buhârî, tebe-i
tâbünin küçüklerinden bir topluluğa je tişmiş, onlar dışında birçok şeyhten
hadis rivayet etmiştir. Kene si bu konuda şöyle der: Aralarında hadis sahibi
olmayanın b* lunmadağı tam bin seksen kişiden hadis yazdım.
Buhârî'nin hadis
naklettiği belli başlı hocalar şunlardır:
1. Ebu Âsim en-Nebîl,
2. Mekkî b. İbrahim, 3. Muhammed: İsa b. et-Tabbâ', 4. Ubeydıülah b. Musa, 5.
Muhammed b. Selâi el-Beykendî, 6. Ahmed b. Hanbel, 7. İshâk b. Mansûr, 8.
Hallâd: Yahya b. Safvân, 9. Eyyûb b. Süleyman b. Bilâl, 10. Ahmed: İşkâb.
İmam Buhârî hadis
öğrenimi ve neşriyle meşgul olduğu kadar ilmiyle amel eden, Rabbine tâatini
hakkıyla yerine getiren bir insandı. Onda evliya ve sâlihlere özgü sıfatları
açıkça görebilirdiniz. Bu hayat tarzı sayesinde insanların gönüllerinde sayılan
ve sevilen bir yere sahip olmuştu.
Kâtibi Muhammed b. Ebî
Hatim şöyle derdi: Buhârî, seher vakitlerinde on üç rekât namaz kılar, bir
rekât vitirle bitirirdi.
Bir başkası ise şunu
anlatmıştır: Ramazan ayının ilk gecesi arkadaşları onun evinde toplanırdı.
Buhârî onlara namaz kıldırır, her rekâtte yirm ayet okurdu. Kur'an-ı Kerim'i
hatmedinceye kadar böyle devam ederdi. Seher vakitlerinde Kur'an'ın üçte biri
ile yarısı arasında bir miktar okurdu. Bu şekilde her üç gecede bii Kur'an'ı
hatmederdi. Cum'a günleri Kur'an'ı baştan sona okur, iftar saati hatmi
bitirdiğinde şöyle derdi: "Her hatimde, kabul edilmiş bir dua imkânı
olur."
Bir gün namazda iken
bir eşek arısı tarafından tam on yedi kez sokulmuştu. Namazı bitirdiğinde ev
halkına şöyle dedi: "Bakın hele, namazda beni rahatsız eden şey neymiş?"
Baktıklarında eşek
arısı tarafından sokulan tam on yedi yeri nin kabarmış olduğunu gördüler. Bu
kadar acıya rağmen namazı nı bölmemişti. Nasıl dayandığı sorulunca şöyle dedi:
Bir ayet oku yordum, onun bölmek istemedim.
Eli açık, ihsanı bol,
cömert, tevazu ve verâ sahibi bir insandı Hayatı bunu kanıtlayan sahnelerle
doludur. İşte onlardan bazıları:
1- Bir
keresinde inşaat yaptırıyordu. Kalabalık bir toplulul yardıma gelmişti. Kendisi
de boş durmuyor kerpiç taşıyordu. "Ebî Abdullah! Bırak başkası
taşısın" dediklerinde "Bunun bana fayda sı olur" diyordu.
İnşaata yardım için gelenlerin yemesi için bi inek kestirmişti. Etler pişince
onları sofraya davet etti. Yüz belk daha fazla insan vardı. Bu kadar kişinin
geleceğini kestiremedig için sadece bir inek kestirmişti. Buna rağmen
gelenlerin hepsi güzelce doydular. Sofra hâlâ dokunulmamış ekmekle doluydu.
2. Bir
keresinde ona mal getirilmişti. Akşam üzeri birkaç car beş bin dirhem kârla o
malı satın almak için evine gel( Onlara "Akşam vakti ticaret olmaz, şimdi
gidin" dedi. Ertes a bah başka tüccarlar gelerek onbin dirhem kâr teklif
ettiler, -m onları geri çevirerek şöyle dedi: "Dün akşam, o malı başka
bine-rine vermeye niyet ettim."
Gerçekten de malı
akşam gelen ilk gruba verdi ve şunu "Niyetimi bozmayı sevmem."
3. İmamın
bir cariyesi vardı. Bir gün eve girerken onun hoiir sını devirdi. Buhârî
"Nasıl yürüyorsun?" diye cariyeye çıkıdı kadın, "Yol olmayınca
başka nasıl yürüyebilirim?" diye kareii verdi. Bunun üzerine ellerini açtı
ve "Seni azat ettim" dedi.
"Seni kızdırdı mı
ey Ebu Abdullah?" denildiğinde şu cevabi".: di: "Yaptığın
hareket yüzünden nefsimi razı ettim."
4. Gıybetten
çok sakındığı bilinirdi. Arasıra şöyle derdi:"Gıybetnii-ram olduğunu
öğrendiğim günden beri bir kişinin dahi gıybetini eae dim."
5. Sakıncalı
bir duruma düşme endişesiyle alışverişi bina yapmaz ve bu konuda şöyle derdi:
"Hiçbir şeyi bizzat kendim n: satmadım. Birine söylerim o benim adıma
satın alır." "Niçin?" İra sorulduğunda cevap verdi: "Çünkü
alışverişin eksiği, fazla*n karıştırması olur."
Yüce Allah'ın sâlihler
hakkında koyduğu yasa, İmam Bel: için de hükmünü icra etti. Ömründe iki defa
ağır bir çile ve mâ-han dönemi yaşadı.
Birinci Çile: Halk-ı
Kur'an meselesi
İmam Buhârî,
çağdaşlarına göre çok daha derin ve geniş ile sahibi olması itibariyle parmakla
gösterilen bir hadis âlimi oiz:-tu. Bu durum, samimiyet ve ihlastan nasibini
almamış bazı ölseleri rahatsız ediyor, halkın ona olan ilgi ve teveccühünü
çekmiyorlardı. Onu yönetimin ve halkın gözünden düşürmek Kur'an'ı telaffuz
eden lafızlarımız yaratılmıştır" dediği iftiracı
yaydılar. Bu iftira
kısa sürede Nisabur ve diğer şehirlerde yayıldı. İftira kampanyasının
arkasmdakilerin başında Hafız Muhammed b. Yahya ez-Zühelî geliyordu.
Ebû Hâmid el-Ameşî
anlatıyor: Muhammed b. İsmail el-Buhârî'yi Osman b. Saîd b. Mervân'm
cenazesinde gördüm. Muhammed b, Yahya yanında durmuş, bazı isim ve künyelerle
hadis illetleri soruyordu. Buhârî onun sorularına, sanki İhlâs suresini okur
gibi seri cevaplar veriyordu. Bu cenazenin üzerinden bir ay geçmedi ki Muhammed
b. Yahya şöyle dedi: Buhârî'nin meclisine gidenler, bizim meclisimize
gelmesinler. Bağdat'tan bize ulaşan mektuba göre o, Kur'an'm lafzı hakkında
aykırı görüş belirtmiş. Kendisini sakındırdığımız hâlde buna devam etmekte. Bu
yüzden ona yakın duran bizden ırak dursun. Buhârî şöyle der:
Muhammed b. Yahya'nın
ilim yüzünden nasıl haset ettiği ortadadır. Hâlbuki ilim, Allah'ın dilediği
kullarına bahşettiği bir rızktır.
Buhârî hakkında
yayılan bu asılsız şayia, Buhârî'nin inanana aykırı idi. Nitekim o, sırf bu
iddianın geçersizliğini göstermek için "Halku ef'âli'l-ibâd~KvLMaxın
fiillerinin Yaratılması" adlı bir eser yazmış ve onda kulların fiilleriyle
Allah'ın Kelâmı arasındaki farkı beyan etmiştir. Ona göre kulların fiilleri
gibi, Mushaf satırlarında yazılı olan Kur'an da yaratılmıştır. Dillerde okunan
ve Cib-rîl (as) tarafından lafzen indirilen ilahî kelâm ise yaratılmamıştır. O,
bu görüşleriyle Ehli Sünnete uygun bir görüş belirtmiş ve hakkında çıkarılan
iddianın asılsız olduğu kesinleşmiştir.
ikinci Çile:
Buhara valisi Hâlid b.
Muhammed ez-Zühelî ile Buhara emîri Ahmed b. Hâlid Buhârî'ye elçi göndererek
şöyle demişti: "Câmiu's-sahîh, et-Târîhuî-kebîr ve diğer kitaplarını yüklenip
gel de onları senden dinleyeyim." Buhârî onun elçisine şu cevabı verdi:
Ben ilmi zelil etmem.
,,Onu birilerinin kapılarına da taşıyamam. Eğer senin bu ilme dair bir
ihtiyacın varsa, mescidime veya evime buyur. Devlet gücüne sahip olduğun için
bu hoşuna gitmez se, o zaman ilim meclisi kurmamı yasakla. Ta ki kıyamet günu
ilmi gizlemediğime dair Allah katında mazeretim olsun. Çünkü Allah Resulü (sav)
şöyle buyurmuştur: "Her kime ilim sorulur da onu -bildiği hâlde- gizlerse,
ağzına ateşten bir gem vurulur."
Emir ile aralarındaki
soğukluğun sebebi buydu. Buhara emîrı Haris b. Ebi'l-Verkâ ve diğerlerinin
yardımıyla Buhârî'nin itikâd: bozukluğuna dair şayia çıkartmış ve buna
dayanarak şehirden sürmüştü. Ama bu olayın üzerinden bir ay bile geçmeden
Tâhiriyye olayı çıktı ve tellallar eşek sırtında onun aleyhinde şeyjer
söylediler. Haris, karısının yaptıkları yüzünden çok büyük sı kıntılara düştü.
Diğerleri de çocukları veya başka konularda ağu belalara düçâr oldular.
İmam Buhârî, ilmini
hadis nakli ve yazdırması yoluyla yayma ya özen gösterdiği gibi, farklı ilim
dallarında yaptığı teliflerle de bu gayeye hizmet etmiş, Yüce Allah hayatında
olduğu gibi vefa tından sonra da insanları onun ilminden faydalandırmıştıi
Buhârî'nin telifleri hayli çok ve kapsamlı olup henüz yazma ha ündeki
et-Târîhu'l-evsat dışındaki bütün eserleri basılmıştır. Eserlerinden bir
bölümü ise aşağıda da görüleceği üzere hâlen kayıp durumundadır.
a. Bize
ulaşan eserleri:
1-
el-Câmiu's-sahîh (Sahîh-i Buhârî)
2-
et-Târîhu'l-kebîr; sahasında kaleme alınan en nefis eser olup Sahabe devrinden
kendi çağına kadar yaşayan hadis râvilerini ele ahr. Bunun yanı sıra hadis
illetleri, cerh ve ta'dîl ve diğer usîl konularına dair
bilgileri içerir. Allâme
Abdurrahman el Muallimî'nin
tahkikiyle Haydarâbâd'da 1691 yılında basımı yapılmıştır.
3- et-Târîhu'l-evsat;
yıl esasına göre tertip edilmiş bir eser olup yazma nüshası kısmen mevcuttur.
4-
et-Târîhu's-sağîr; yıl esasına göre tertip edilmiş bir tarih kitabı olup
müteaddit baskıları mevcuttur.
5- Kitâbu'l-kunâ;
Künyeler Kitabı, et-Târîhu'l-kebîr kitabının eki olarak Haydarâbâd'da
basılmıştır.
6- ed-Du'afâ;
Buhârî'nin bu isimle iki kitabı olduğu görünmektedir ki bunlardan biri küçük,
diğeri büyük hacimlidir. Bunlardan küçük hacimli olanı bize ulaşmış olup
basılmıştır. Kitap, 'zayıf râvilere ait biyografik bilgiler içermektedir.
7-
el-Edebu'l-mufred; kendi alanında çok değerli bir edep ve ahlak kitabıdır.
Bâblara göre tasnif edilmiş olup defalarca basılmıştır.
8- el-Kırâ'etu
halfe'l-imâm; Kıraat Cüz'ü olarak da bilinen bu küçük risale, imamın arkasında
namaz kılan kimsenin her halükârda Fatiha sûresini okuması gerektiğini savunan
ve namazın ancak böyle sahih olacağını söyleyen bir çalışmadır. Müteaddit
defalar basılmıştır.
9- Reful-yedeyn;
Elleri Kaldırma Cüz'ü olarak da bilinen bu eser, namaza başlayan ve intikâl
eden kimsenin tekbir esnasında ellerini kaldırması meselesini ele ahr.
Basılmıştır.
10- Halku
efâli'l-ibâd; Kulların Fiillerinin Yaratılmış Oluşu isimli bu risale, kulların
fiillerinin mahlûk, okunan Kur'an'm ise gayr-i mahlûk olduğunu kanıtlayan bir
risaledir. Buhârî'yi bu eseri yazmaya sevk eden, Halku'l-Kur'an meselesiyle
ilgili yaşadığı çile olmuştur. Defalarca basılmıştır.
b. Hâlen
ulaşılamamış eserleri:
1-
Birru'l-vâlideyn; Ibn Hacer ve geç dönem âlimleri tarafından rivayet edilmiş
bir eserdir.
2-
el-Câmi'ul-kebîr; İbn Tâhir el-Makdisî bahsetmiştir.
3-
el-Musnedu'l-kebîr; el-Ferberî bahsetmiştir.
4-
et-Tefsîrul-kebîr; el-Ferberî bahsetmiştir.
5- el-Eşribe;
İçecekler adlı bu eseri, Dârekutnî tarafından el-Mu'telif ve'l-muhtelif adlı
eserinde zikredilmiştir.
6-
Esâmi's-sahâbe; Sahabe isimleri adlı bu eser Ebul-Kâsnni. Mende ve başkaları
tarafından zikredilmiştir.
7- el-Hibe;
kâtibi Muhammed b. Ebî Hatim tarafından zikir dilmiştir.
8- el-Mebsût;
el-Halîlî tarafından el-İrşâd adlı eserinde zibr dilmiştir.
9-
el-Vahdân; sadece bir hadis rivayet eden sahabîlere yer vet len bir eserdir.
İbn Mende el-Ma'rife adlı eserinde ondan nakilk yapmıştır.
10- el-îlel;
Ebu'l-Kâsım b. Mende tarafından zikredilmiştir.
11-
el-Fevâid; Tirmizî tarafından es-Sünen'&e zikredilmiştir.
12-
Kazâya's-sahâbeti ve't-tâbiîn; telif ettiği ilk eserdir.
13-
Meşîhatuh; görüştüğü ve icazet aldığı şeyhlerini zikretti: bir eserdir. İbn
es-Sübkî tarafından bahsedilmiştir.
Vefatı: Buhara vahşi
ile yaşadığı sorun ve oradan ayrılışında sonra Hartenk'e (Semerkand köylerinden
biri) gitti. Orada yakı lan vardı. Onlara konuk oldu. Bir gece namazının
ardından şöyi dua ettiği duyuldu: "Allahım! Yeryüzü bütün genişliğine
rağrn:: beni sıkıyor. Beni katma al!" Bunun üzerinden bir ay geçmece Yüce
Allah aziz ruhunu teslim aldı. Hicri 256 yılı Ramazan baramı gecesiydi
(30.Ramazan.256/31.Ağustos.869). Altmış iki onüç gün eksikti. Allah'ın rahmet
ve rızası onunla olsun
1- Süleyman
b. Harb bir gün ona bakmış ve şöyle demişti: E: nun çok büyük şöhreti olacak.
Bazen şöyle derdi: O bize Şu'bet: galatlarını açıklardı.
2- Abdan b.
Osman el-Mervezî: -Buhârî'yi göstererek Bu gelerimle şundan daha basiretli bir
genç görmedim.
3- Kuteybe
b. Saîd: Nice fikıhçı, zâhid ve âbidin meclisinde \lundum. Aklım erdiğinden
beri Muhammed b. İsmail gibisini medim. Kendi zamanında Sahabe devrindeki Ömer
(ra) gibiydi. Eğer o, sahabe nesli arasında bulunsaydı, önde gelen mürşidlerden
biri olurdu.
4- Ahmed b.
Hanbel: Horasan, Muhammed b. İsmail gibisini çıkartmamıştır. Hıfz,, Horasan'da
şu dördüyle noktalandı, dedikten sonra onu da onlar arasında zikretti.
5- Ebu Bekir
b. Ebî Şeybe ve İbn Numeyr: Muhammedb. İsmail gibisini görmedik.
6- Muhammed
b. Beşşâr: Basra şehrine, kardeşimiz Ebu Abdullah'tan (Buhârî) daha iyi hadis
bilen biri girmemiştir.
7- ed-Dârimî:
Muhammed benden daha basiretlidir. Çünkü onun bütün kaygısı? hadis üzerinde
kafa yormaktır. O, Allah'ın yarattıklarının en zekisidir. Zira Allah'ın, Resulü
(sav) diliyle emrettiği ve yasakladığı bütün hükümlere vâkıf olmuştur. O
Kur'ân okuduğu zaman, kalbi, gözü ve kulağı onunla meşgul olur ve benzer
ayetler üzerinde düşünürdü. Helalini, haramını çok iyi bilirdi,
8- İbrahim
b. Muhammed b. Selâm: Hadis Ehlinin başları, örneğin Saîd b. Ebî Meryem, Naîm
b. Hammâd, el-Humeydî, Haccâc b. Minhâl, İsmail b. Ebî Uveys, el-Adenî, Hasan
el-Hallâl, Muhammed b. Meymûn, Muhammed b. el~Alâ, el-Eşecc, İbrahim b.
el-Münzir el-Hizâmî ve İbrahim b. Musa el-Ferrâ; Muhammed b. ismail
el-Buhârî'ye saygı duyar, bilgi ve tefekkürde kendileri nâmına onun lehine
hüküm verirlerdi..
Bunlar, Bishârî'nin
hocalarından bazılarının söyledikleriydi. Şimdi de yaşıtları ve Öğrencilerinin
söylediklerine bakalım:
1- îmanml-eimme
İbn Huzeyme: Şu gökyüzünün altında Allah Resûlü'nün (sav) hadisim Muhammed b.
İsmail'den daha iyi bilen ve nanzasmcia tutan birini görmedim.
2- Müslim b.
el-Haccâc: Buhârî bir hadisin illetini kendisine açıkladığında şöyle demişti:
Bırak da ayaklarını öpeyim ey hocaların hocası, hadisçilerin efendisi, hadis
illetlerinin tabibi!
3- Ebu Isâ
et-Tirmizî: Ne Irak, ne de Horasan'da hadis tarihini ve illetlerini, hadis
senedlerini Muhammed b. İsmail'den daha iyi bilen birini görmedim!
4- Ahmed b.
Seyyar: Muhammed b. İsmail hadisi talep etmiş, şeyhlerin meclisinde bulunmuş,
hadis öğrenmek için seferlere çıkmış, hadis sahasında büyük maharet ve basiret
sahibi olmuş bir zâttır. Bilgi ve tefekkür bakımından iyi, hadisin ehli bir
insandı.
5- Ebû Amr
el-Haffâf: Muhammed b. İsmail, hadisi İshâk b. Râheveyh'ten, Ahmed b. Hanbel ve
diğerlerinden yirmi derece daha iyi bilirdi. Aleyhinde laf eden biri bin
lanete uğrar.
Adı: Müslim b.
el-Haccâc b. Verd Künyesi: Ebu'l-Hüseyn
Nisbesi: el-Kuşeyrî;
bu nisbetin kökeni, mensup olduğu kabile olup Arap asıllıdi|. Nisbesinin azatlı
köle olması itibariyle Kuşeyr'den geldiği de söylenmiştir.
Nisâbûrî nisbesi ise,
yaşadığı Nisâbur'dan gelmektedir. Nisâbur, Horasan diyarında büyük bir
şehirdir.
Doğum tarihi: Ulemâ
doğum yılından kesin emin değildir. Bazıları h. 204 derken bazıları h. 206 yılını
telaffuz etmişlerdir.
Özellikleri: Orta
boylu, saçı sakalı ak bir zât idi. Sarığının ucunu omuzlarının arasından
sarkıtırdı. Elbisecilik yapardı.
Öğrenim Hayatı: İmam
Müslim'in yaşadığı çevre, ona ilim öğrenmek için gereken zemini hazırlamıştı.
Zira o yıllarda Nisâbur, Peygamber efendimizin (sav) hadis kültürünün vârisi
olan âlimlerle dolu, ilmî hayatı canlı bir şehirdi. İlim Öğrenen ve
Öğretenlerin sayısı bilinmezdi. Böyle bir ortamda doğup büyüyen birinin ilimle
ilişkisinin nasıl olacağım kestirmek güç olmasa gerekir. Müslim de bir çok
akranı gibi yaşadığı ortamdan nasibini almış ve henüz çocuk yaşta ilim
Öğrenmeye başlamıştı.
imam Müslim henüz on
iki ya on dört yaşında iken hocası Yahya b. Yahya et-Temîmî'den hadis dinlemeye
başladı.
Onun bu ulvî yolu
seçmesinde muhtemelen babası ve ev halkının da teşvik edici rolleri olmuştu.
Çünkü tarihçilere göre babası da şeyhlerdendi.
Müslim h. 220 yılında
hac yolculuğu için Hicaz'a gitmeye muvaffak oldu. Bu seferinde bir cemaatten
hadis dinledikten sonra fazla oyalanmadan memleketi Nisâbur'a döndü. Hadis
öğrenimi için yapacağı uzun nefesli yolculuklar bundan sonra ardı ardına
gelecekti.
Hadis öğrenimi için
yolculuk etmek, erken dönem hadisçileri-nin vazgezümez şiarıdır. Bunun temel
sebebi, hadis bilgisine sahip kaynak kişilerin muhtelif İslam beldelerine
dağılmış olmala ndır. Telif ve tasnif faaliyetleri henüz emekleme dönemindeydı
Bu nedenle, hadisleri sağlam kaynaklardan öğrenebilmek için bu tür yolculuklara
çıkmak zaruri idi.
İmam Müslim'in iki
yolculuğu olmuştur:
Birinci Yolculuk: H.
220 yılında Hicaz'a yaptığı hac yolculuğudur. Henüz çocuk denebilecek bir
yaşta çıktığı bu yolculukta Mekke'de yaşayan hadis şeyhi Abdullah b. Mesleme
el-Kaanbî ile görüşmüş ve ondan hadis dinlemiştir. Dönüş yolunda uğradığı
Küfe'de Ahmed b. Yunus ve bir topluluktan hadis dinleoikten sonra yurduna
dönmüştür.
İkinci Yolculuk: Hadis
talebiyle çıktığı asıl yolculuktur. H. 230 yılında çıkmış ve bir çok beldeyi
dolaşmıştır. Bu seferinle hadiste imam olmasını sağlayacak sayıda hadis şeyhi
ile görüşrıüş ve onlardan hadis dinlemiştir.
Dolaştığı beldeler: 1.
Horasan çevresi, 2. Rey, 3. Irak (Küfe Bağdat, Basra.) Bu şehirlere defalarca
uğramış, en son h. 259 yılında hadis imamı olarak nakil ve rivayette bulunmak
için gitmiştir. 4. Hicaz (Mekke, Medine), 5. Şam. Hatîb, İbn Asâki:1, Sem'âni
ve diğerleri Müslim'in Şam'a geldiğine tanıklık ederler. Zehebî sadece Şamlı
bir şeyhten duyduğunu ifade ederek Şam'a gitnıecb ğini söyler. Zehebî'nin
söylediği doğru kabul edilirse, Hicaz dönü şü şehirde kalmaksızın uğrayıp
geçmiştir. 6. Mısır.
Müslim, özellikle
hadis ilimlerine ilgi göstermiş diğer ilim dalarma fazla iltifat etmemiştir.
Küçük yaşta başladığı hadis ilimlerine yönelik ilgisi vefatına kadar devam
etmiş, başka ilim dallarıyla meşgul olmamıştır. Bu yüzden fıkıh, tefsir, dil
gibi ilimlerde adını görmek mümkün değildir.
Tabiî bu, Müslim gibi
büyük bir hadis imamının söz konusu ilimlerden hiç payı olmadığı anlamına
gelmez. Çünkü onunki gibi bir tahsil hayatı olup hadis öğrenen, hadis
lafızlarını bilen bir insanın diğer şer'î ilimlerden habersiz kalması mümkün
değildir. Üstte söylenenlerin asıl maksadı, esasen hadis ilimlerinde tebarüz
etmesi, onlarda uzmanlaşmış olmasıdır. Kendisi hadis ve ilimlerinde tam bir otoritedir.
Arkadaşı ve öğrencisi
Ahmed b. Seleme en-Nisâbûrî şöyle der: Ebü Zur'a ve Ebû Hâtimın Müslim b.
Haccâc'ı hadis bilgisi bakımından kendi çağlarının şeyhlerinden önde
tuttuklarını gördüm.
Abdurrahman b. EM
Hatim de şöyle demiştir: Müslim; sika, hâfiz ve hadis bilgisi çok güçlü bir
insandı.
Hadis bilgisi alanında
büyük otorite sayılan bu üç zâtın tanıklığı dahi yeterlidir.
Yukarıda
anlattıklarımızın en açık delili, İmanı Müslim'in hadis alanında yazdığı
eserlerdir. Onun tebarüz ettiği ilim dalları şunlardır:
1. Hadis
ilmi: Bu ilimle kastedilen, hadislerin siyak ve sibakları, senedleri,
metinleri, naslarının ezberi, ihtilaf ve ziyâdelerinin bilinmesi, sahihinin
çürüğünden ayrılması, merfû, mevkuf ve maktu olanlarının layıkıyla
bilinmesidir.
imanı Müslim bütün bu
ilini dallarında, meydanın en güçlü silahşoru saydırdı. Nitekim hadis
kaynakları arasında ikinci sırası uçurtulan ve Sahih-ı îiunart&en sonra en
çok ıübar edilen Câmiu's-sahîh kitabı bunu herkese ilân etmektedir. Kendisi bu
konuda şöyle der:
"Bu sahih eseri,
bizzat dinlenmiş üç yüz bin hadis arasından eleyerek tasnif ettim. Bu esere
koyduğum her hadisi bir hüccete dayanarak koydum. Yer vermediğim her rivayeti
de bir hüccete dayanarak
eledim."
Müslim, bu dev eseri
tam onbeş yıllık bir çalışma sonucunda ortaya koymuş ve bu uzun yıllar boyunca
değerlendirme ve elemeye devam etmiş, sonunda Yüce Allah'ın tevfiki ile bu
eser orta ya çıkmıştır.
Hafız İbn es-Salâh
şöyle der: "Yüce Allah Sahih eseriyle onu yıldızların mertebesine
yükseltmiş, bir imam ve hüccet olmuştur Hadis ilmi ve diğer ilimler, artık onun
ismiyle başlanıp onun ismiyle bitirilecektir."
2. Rical
(Râviler) İlmi: Hadisçinin senedleri tanıma ve ayrıştırma sürecinde başvurduğu
temel ilimdir. İmam Müslim bu ilrm iyi bilirdi. Hemen bütün râvilerin isim,
künye, lakap, nisbe, biyografi ve ölüm tarihlerine tahkik sahibine yakışır
seviyede vâkıftı. Bu alanda pek güzel telifleri de vardır.
3. Cerh ve
Ta'dîl timi: Râvilerin durumlarının tesbit ve tenkidini konu alan ilimdir.
Sahihi çürükten, güçlüyü zayıftan ayırmak isteyen her hadisçi bu ilmi çok iyi
düzeyde bilmelidir. İmam Müslim bu ilim dalının en iyileri arasındaydı.
Râviler hakkında kana atler belirtmiş, kiminin adaletine hükmederken kimini de
cerh etmiştir. Sahîh adlı şaheserinin giriş bölümünde bununla ilgih bazı
hususlara yer vermiştir. Mekkî b. Abadan ve diğerleri, cerh ve ta'dile dair
tespitlerini dinleyip nakletmişlerdir.
4. Hadis
illetleri (Ilel): Hadis ilimlerinin belki en zor ve çetrefil olanıdır. Bu ilim
dalında söz sahibi olabilmek çok güçlü bilgiye ve keskin bir tefekkür gücüne
ihtiyaç duyar. İmam Müslim, erker dönem ulemâsı arasında bu ilmin sayılı
simalarından biridir. Ha dişlerin illetleri üzerinde tespit ve
değerlendirmelerde bulunmu; çok faydalı eserler kaleme almıştır.
İmam Müslim,
gerçekleştirdiği yolculuklar sayesinde hadis şeyhi bir çok büyük hafız ve sika
râviden hadis dinleme imkân bulmuştur. Bunları tasnif edenlerden Zehebî sayının
220 kişi £ duğunu söylemektedir. Tabu Sahih adlı eserinde rivayetlerine yer
vermediği başka şeyhlerden de hadis dinlemiştir.
Belli başlı hocaları:
1- Abdullah
b. Mesleme el-Kaanbî, en büyük hocasıdır.
2- Ahmedb.
Hanbel.
3- İshâk b.
Râheveyh; müctehid fakîh ve muhaddis.
4- Yahya b.
Maîn; cerh ve ta'dîl, rical ilimlerinin büyük otoritesı.
5- İshâk b.
Mansûr el-Kevsec.
6- Ebu Bekr
b. Ebî Şeybe; bir çok eserin müellifidir.
7- Abdullah
b. Abdurrahman ed-Dârimî, Müsned müellifi.
8- Ebû
Kureyb JMuhammed b. Alâ.
9- Muhammed
b. Abdullah b. Numeyr.
10- Abd b.
Humeyd; Müsned ve diğer eserler sahibi, Buhârî, ez-Zühelî ve İbn el-Medînî ile:
Bu zâtların üçü de
İmam Müslim'in hocalarıdır. Kendisi Buhârî başta olmak üzere üçüne de
öğrencilik etmiş ve hadis dinlemiştir. Fakat Sahih adlı eserine bu zâtlardan
dinlediği hiçbir rivayeti almamıştır.
Buhârî ile uzun süre
birlikte olmuş, âdeta gölge gibi yanından ayrılmayarak onun ilim denizlerinden
kana kana içmiştir. Hadis yolunda onun izini sürmüş, yolunu takip etmiştir. O
kadar ki Dârekutnî bununla ilgili olarak şöyle demiştir:
"Buhârî
olmasaydı, Müslim bu yollara ne gidebilir, ne gelebilirdi."
Hatîb de şöyle
demiştir: "Müslim, sadece Buhârî'nin yolunu izlemiş, onun ilmini
incelemiş, adım adım onu takip etmiştir. Buhârî son yıllarında Nisâbur'a
gelince Müslim ondan ayrılmaz olmuş ve meclisine sürekli gelip gitmiştir."
Müslim, Buhârî'nin
ilmî kıymetini bilir ve takdir ederdi. Bir defasında, hiçbir yerde çözemediği
bir hadis illetini çözünce şöyle dediği rivayet edilmişti: " Bırak da
ayaklarım öpeyim ey hocaların hocası, hadisçilerin efendisi, hadis illetlerinin tabibi!"
Müslim, Sahîtiin
mukaddimesinde hocası Ali b. el-Medînî'nin mu'an'an hadisle ilgili şartını
tenkit etmiş, ancak adını vermemiştir. Konuyu bilenler bununla hocası Ali b.
el-Medînî'yi kasdettiğini anladıkları için, hocası hakkındaki bu tenkidi
insaflı bulmayarak Müslim'e iade etmişlerdir.
Buhâri'nin onu terk
etmesi muhtemelen bu sebepten, ya da ez-Zühelî ile arasında geçenlerden
dolayıdır. Muhammed b. Yahya ez-Zühelî Kur'an'ın mahlûk olup olmaması konusunda
Buhârî ile ihtilafa düşmüş bir hadis hafızıydı.
Müslim, ez-Zühelî'nin
Buhârî'ye reva gördüğü muamele yüzünden ondan rivayet ettiği hadislere
kitabında yer vermemiştir. Çünkü bu konuda hocası Buhârî'nin yanında yer
almıştır.
Buhârî'nin
rivayetlerine yer vermeyîş sebebi ise her iki hocasına duyduğu saygı
sebebiyledir. Allah en iyisini bilir.
İmam Müslim, ömrünü
ilim tahsili ve neşri uğrunda harcamış bir insandı. Yüce Allah'ın nasip ettiği
kabul ve ikbâl sayesinde fazilet ve makam ehli arasında yerini almıştır.
Kendisi Nisâbur'un çıkardığı üç büyük hadis âliminden biriydi- Nitekim hafız
Ebû Abdullah Muhammed b. Yakûb b. el-Ahram şöyle demiştir: "Nisâbur üç
adam çıkarmıştır: Muhammed b. Yahya; Müslim b. el-Haccâc ve İbrahim b. Ebî
Tâlib".
Böyle bir fazilet ve
makama sahip olan bir zâtın takva ve istikâmet üzere olması kadar tabiî bir
şey olamazdı. Nitekim o da, içi dışı bir, sünnete tâbi bir zâhid olarak hayat
sürmüştür. Hadis ehline yakışan da budur.
İmam Buhârî'nin maruz
kaldığı Kur'an'm yaratılrmşlığıyla ilgili imtihandan Müslim de nasibim
almıştır. Bilindiği üzere Muhammed b. Yahya ve taraftarları Buhârî'nin
Kur'an'm mahlûk olduğunu iddia etmişlerdi. Bu meselede onunla aynı görüşü belirten
Müslim de tenkit oklarına hedef olmuş ve ez-Zühelî Müslim'i
ders halkasından çıkartmıştır.
Hâlbuki Buhârî bu
suçlamadan berî olduğunu kanıtlamak üzere kulların fiillerinin yaratılmış,
Allah Kelâmı Kur'an'm ise yaratılmamış olduğunu anlatan bir risale yazarak bu
suçlamadan uzak olduğunu ilân etmiştir. Müslim de bu meselede hocasının yanında
yer almıştı.
Hatîb şöyle der:
"Müslim, Buhârî'yi savunuyordu. Sonunda onun yüzünden Muhammed b. Yahya
ez-Zühelî ile aralarına soğukluk girdi."
Hafız Ebû Abdullah b.
el-Ahram bunu şöyle anlatır:
Muhammed b. İsmail
el-Buhârî Nisâbur'a yerleşince Müslim b. el-Haccâc onun ders halkasına
katılmaya başladı. Muhammed b. Yahya ile Buhârî arasında, meşhur Halkul-Kur'an
meselesi patlak verince Muhammed b. Yahya öğrencilerini onun meclisine
gitmekten men etti. İmam Buhârî baskılar sonucu şehirden ayrılmak zorunda
kaldı. O dönemde Müslim dışında herkes onu bırakmıştı. Bir tek Müslim,
hocasını ziyarete devam etti. Bu tavrı sebebiyle Irak ve Hicaz'da aleyhinde
konuşuldu. Fakat her şeye rağmen tutumunu değiştirmedi.
Bir gün Muhammed b.
Yahya el-Hüzelî dersinin sonunda şöyle dedi: "Her kim ki Kur'an lafzı
meselesinde söz söyler, halkamıza gelmesi helal olmaz." Bunun üzerine
Müslim toparlandı ve ridâsmı üzerine alarak ayağa kalktı, herkesin bakışları
arasında halkayı terk etti. Evine varır varmaz Muhammed b. Yahya'dan yazdığı
tüm hadis mecmualarını topladı ve bir hamala vererek Muhammed b. Yahya'nın
kapışma gönderdi. Aralarındaki soğukluk böyle oluştu ve bir daha onun
meclisine gitmedi.
imam Müslim, hadis
ilimleri alanında bir çok eser telif etmiştir. Allah bu eserler sayesinde
güzel hatırasını ebedi kılsın. Bu eserlerden bazıları bize kadar ulaşmışken
bazıları henüz kayıp durumdadır.
a.
Ulaşanlar:
1-
Câmiu's-sahîh (Sahîh-i Müslim); hiç kuşkusuz eserlerinin kıymetlisi ve faydalısıdır. Sahih-i Buhârtden
sonra hadis alarm da yazılmış ikinci büyük eserdir.
2- el-Kunâ
ve'î-esmâ; Künyeler ve İsimler, basılmıştır.
3-
el-Munferidât ve'l-vahdân; Tek hadis rivayet edenler. Mü;; addit baskıları
vardır.
4-
et-Tabakât; yazma halindedir.
5- Ricâlu
Urve b. ez-Zübeyr; yazma halindedir.
6-
et-Temyîz; kısmen basılmıştır.
b.
Ulaşmayanlar;
1- el-Musnedu'l-kebîr; râvüer üzerinedir.
Müslim'den eden biri çıkmamıştır.
2-
el-Câmiu'l-kebîr; bâblar üzerinedir. el-Hâkim şöyle demişe Bu kitabın bir
bölümünü müellif hattıyla gördüm.
3- el-îlel.
4- el-Efrâd; el-Münferidât ve'l-vahdân kitabı
olması mümtdür.
5- el-Akran.
6- Suâlâtuhû
Ahmed b. Hanbel; Ahmedb. Hanbel'e sorulan 7. Hadîsu Amr b. Şu'ayb.
8- eltntifâ
bi-ehbi's-sibâ.
9- Meşâyîhu
Mâlik.
10-
Meşâyîhu's-Sevrî.
11- Meşâyîhu
Şu'be.
12- Men
leyse lehu illâ râvin vâhid.
13-
Kitâbuî-muhadramîn.
14-
Evlâdu's-sahâbe.
15- Zikru
evhâmi'l-muhaddisîn.
16- Efrâdu'ş-Şâmiyyîn.
İmâm Müslim b.
el-Haccâc H. 261 yılı Receb ayında bir pazar gecesi elli küsur yaşında vefat
etmiştir.
Ölüm sebebiyle ilgili
şu olay nakledilmiştir: Bir gün ders halkasında bilmediği bir hadis
sorulmuştu. Dersten sonra evine giderek odasına girip ışığı yaktı ve rahatsız
edilmemesini tembih etti. Atıştırması için bir sepet hurma bırakıp çekildiler.
İmam Müslim, hadisi araştırırken bir yandan da hurma atıştırıyordu. Sorulan
hadisi buluncaya kadar sepetteki hurmayı da -hiç farkında olmadan- bitirmişti.
Yediği hurmalar midesinde ağırlık yapmış ve bunun sonucu olarak
rahatsızlanarak vefat etmiştir.
İmam Müslim'in hadis
ilimleri alanındaki bilgi, imamet ve hıfzına hem hocaları, hem de öğrencileri
tanıklık etmişlerdir. Bu tanıklıklardan bazılarını zikretmek istiyoruz:
1- Hocası
İshâk el-Kevsec: Allah seni Müslümanlara sakladıkça hayırdan mahrum kalmayız.
2- Hocası
Muhammed b. Beşşâr Bendâr: Dünyanın hafızları dörttür. Rey'de Ebû Zur'a,
Nisâbur'da Müslim, Semerkant'ta Abdullah ed-Dârimî ve Buhara'da Muhammed b,
İsmail el-Buhârî.
3- Hocası
Muhammed b. Abdilvehhâb el-Ferrâ: Alimlerden ve ilim kaplarından biriydi.
Hakkında yalnız hayır bilirim.
3- Arkadaşı
Ahmed b. Seleme en-Nisâbûrî; Ebû Zur'a ve Ebû Hâtim'in sahih hadis bilgisinde
Müslim b. el~Haccâci kendi hoca-lanmn üstünde değerlendirdiklerini gördüm.
4- Öğrencisi
Abdurrahman b. Ebî Hatim: Ondan Rey şehrinde hadis yazdım. Sika bir hafızdı.
Hadis bilgisi derindi. Babama sorulduğunda şöyle demişti: Özü sözü doğru bir
insandır.
Kendinden sonrakilerin
söyledikleri:
1- Mesleme
b. Kasım el-Endelusî: Makamı yüksek bir sihir. İmamlardandır.
2- Ebû Yala
el-Halîlî: Faziletleri sayılamayacak kadar mân biridir.
3- Hatîb
el-Bağdâdî: Hadis imamlarından ve hafızlarında:
4.
es-Sem'ânî: Dünyanın imamların dan dan biridir.
5- İbn
el-Esîr: Hafız imamlardan biridir.
6- İbn
Kesir: Benzeri.
7- Zehebî:
Büyük imam, güçlü hâfi.z ve özü sözü doğru bz'ric-cettir.
Adı: Muhammed b. İsâ
b. Sevre b. ed-Dahhâk
Künyesi: Ebû İsâ
Nisbesi: es-Sülemî;
Nisbenin kökeni bir Arap kabîlesidir. Kendisi Arap asıllıdır.
Tirmizî nisbesi ise,
beldesi Tirmiz'den gelmektedir. Tirmiz, İran'ın kuzeyindeki Ceyhun nehrinin
kuzeyinde bulunan bir şehirdir.
Doğum tarihi:
Tarihçiler, onun doğum tarihi hakkında kesin bir rakam belirtmemekle birlikte
takdirî olarak h. 209 yılını telaffuz etmişlerdir. Zehebî, "H. 210 yılı
civarıdır" demiştir. Görme özürlü olarak doğduğu söylenmişse de hadis
yolculuklarından sonra ileri yaşta görme gücünü yitirdiği bilinmektedir.
İmam Tirmizî, Tirmiz
şehrinde büyümüş ve ilmî seyahetlerine başlamadan önce oranın alimlerinden
hadis dinlemiştir. Dedesinin Mervezî olduğunu kendisi ifade eder. Bilâhare
Merv'den yani Tirmiz'den ayrılmıştır. Bu sözü, delâlet yoluyla Tirmiz doğumlu
oluduğunu göstermektedir.
Kaynaklar, Tirmizî'nin
hadis öğrenimine tam olarak ne zaman başladığını bildirmemektedir. Ancak
biyografisi incelendiğinde yirmi yaşında başladığı anlaşılmaktadır. İleri bir
yaş olması bakımından bir çok büyük hadis imamını dinleme fırsatı olmamıştır.
Yine de onlardan öğrencileri vasıtasıyla hadis dinlemiştir.
Görünen odur ki hadis
öğrenmek için seyahate çıktığı ilk tarih. 234 yılıdır. Çok güçlü bir hafızaya
ve hızlı kavrana gücüne sahipti. O kadar ki ezber ve kavrayışta örnek
gösteriliri. Bununla ilgili kendi ağzından şöyle bir olay nakledilir:
"Mekke'ye
gidiyordum. Bir hocanın hadislerinden iÜ cüz dolusu yazmıştım. Kendisini
bulduğumda, cüzlerin yanımda olduğu zannıyla sordum. O da cevap verdi.
Yanımdaki cüzler çaktığımda boş olduklarını gördüm. Hiçbir şey yazılı değildi.
Hoca, rivayet ettiği hadisleri okuyor, bir yandan da elimdeki cüıt bakıyordu.
Sonunda cüzlerde bir şey yazılı olmadığını fark etti. Saa, Benden mi
çekmiyorsun? diye sordu. Durumu kendisine bildirip hadislerin tamamının
ezberimde olduğunu söyledim. 'Oku c zaman' dedi. Okuduğumda beni tasdik
etmeyerek 'Bana gelmede- mi ezberledin?' diye sordu. Başkalarını okumasını
istedim. E; akilde tam kırk hadis okudu ve 'Hadi bir de sen oku' dedi. Tamanm
bir harf bile hata etmeden okudum!"
Tirmizî, bu
meziyetleri sayesinde karşılaştığı hafız ve şeyhlerden lâyıkıyla istifâde
etmiş, büyük hadis ünamlany.a münazaralarda bulunmuştur. Nitekim hocaları
Buhârî, Ebû Zur'a er-Râzî ve ed-Dârimî ile münazara ettiği bilinmektedir. Bu
;nun ne kadar güçlü bir hafıza ve anlayışa sahip olduğunun açu tanıtıdır.
İmam Tirmizî hadis
dağarcığını zenginleştirmek ;çn Horasan, Irak ve Hicaz taraflarına yolculuk
etmiştir. Oralardı karşılaştığı hadis şeyhlerinden hadis dinlemiş ve bunları
sağlam bir şekilde kavrayarak hadis bilgisini arttırmıştır. Şam ve Mısra
gitmediği bilinmektedir. Bu nedenle o beldelerin hâfizlannık: hadis dinleme
imkânı bulamamış, örneğin Hişâm b. Ammâr ve benzerlerinden vasıtayla olsun
hadis alamamıştır.
Hadis tarihçileri
Bağdat'a gittiği hususunda farL görüşler belirtmişlerdir. Kimileri,
"Bağdat'a gitmiş olsaydı Ahmed b. Hanbel'den muhakkak hadis dinlerdi"
derken, Hanb. Bağdat'a yolculuk ettiğinden bahsetmemektedir. Hafız İbn Kckta ve
diğerleri ise gittiğini söylemekte, hatta orada Hasan V es-Sabâh, Ahmed b.
Meni' ve Muhammed b. İshâk es-Sâğânî filerden hadis dinlediğini ifade
etmektedirler.
Görünen odur ki
Tirmizî Bağdat'a Ahmed b. Hanbel'în vefatından sonra gitmiştir. Çünkü İbn
Nokta'nm saydığı kişiler İmam Ahmed'den daha sonra vefat edenlerdir. Hatîb-i
Bağdâdî'nin onu zikretmemiş olması, Bağdat'a gitmediğini göstermez. Zira Târîhu
Bağdâd adlı eserinde adlarını zikretmediği daha pek çok kişi vardır.
Tirmizî bu
yolculukların ardından Buhara ve Nisâbur'da bulunarak bir süre Buhârî'nin
halkasına katılmıştır. Bu süreçte onunla münazara edecek liyâkata ulaşmış,
kendisinden çok istifâde etmiştir.
İmam Tirmizî'nin
ziyaret ettiği şehirler: 1-Horasan, 2-Basra, 3-Kûfe, 4- Vâsıt, 5- Bağdat, 6-
Mekke, 7- Medine, 8- Rey.
Tirmizî İslamî
ilimlerin muhtelif dallarında öne çıkan bir şahsiyet olmuştur:
1. Hadis
ilmi: Hadislerin senedleri, metinleri, tarîklerindeki ihtilaflar, sahihinin
çürüğünden ayrılması, sahih, hasen ve zayıf olanlarının layıkıyla bilinmesi
noktasında çok önemli bir yeri olmuştur. el~Câmi adlı eseri bunun en açık
kanıtı olup bilgisinin genişliğine, anlayışının derinliğine ve dağarcığının
zenginliğine delalet etmektedir.
2. Hadis
İlletleri (îlel): Bu ilim, hadisçinin ulaşabileceği en yüksek gaye ve zirvedir.
Tirmizî bu ilim dalında bir imam ve parmakla gösterilecek kadar nâdir olanlardan
biriydi. Bu dalda çok güzel bir eser telif etmiş olup genelde hocası Buhârî'nin
bilgi ve görüşünü esas almıştır.
3. Cerh ve
Ta'dü İlmi: Hadisi ve illetlerini bilmek, sağlamını çürüğünden ayırmak,
sahihini, hasenini ve zayıfını bilmek ancak çok güçlü bir cerh ve ta'dîl ve
rical yani râvi bilgisiyle mümkündür. Nitekim Tirmizî, râvilerin isimleri,
künyeleri, nisbeleri, sika veya zayıf olma hâlleri gibi hususlarda çok zengin
bir bilgi birikimine sahipti. Onun bu alandaki konuşmaları, âlim ve arif birinin
kanaatlerini yansıtır.
4. Fıkıh
timi'. İmam Tirmizî fıkıh mezheplerinin görüşleri, ihtilafları, amele konu
olan hükümler gibi hususlarda çpk geniş tır bilgiye sahipti. O, Ehu Hanife ve
arkadaşlarının başını çektiği rey ehlinin fıkhının yanı sıra Mâlik, Sevrî ve
Şafiî'nin fıkhını, Ahmei b. Hanbel ve İshâk b. Râheveyh gibi hadis ehlinin
fıkıh anlayışla nnı çok iyi bilirdi. el-Câmi adlı eserinde yaptığı mukayese ve
tercihler bu alandaki bilgisinin canlı delilidir.
Nitekim Mübarek b.
el-Esîr şöyle demiştir: "Fıkıhta kâmil b eli vardı."
Hocalarından bazıları:
Kuteybe b. Saîd, İshâk b. Râhevev: Muhammed b. Amr es-Sevvâk el-Belhî, Mahmûd
b. Gaylân, İsaal b. Musa el-Fezârî, Ahmed b. Menî', Ebû Mus'ab ez-Zührî, Bişi:
Muâz el-Akdî, Hasan b. Ahmed b. EM Şu'ayb, Ebû Ammâr i-Hüseyn b. Harîs,
el-Mu'ammer Abdullah b. Muâviye el-Cuma^: Abdülcebbâr b. el-Alâ, Ebû Kureyb,
Ali b. Hicr, Ali b. Saîdb. Mesrûk el-Kindî, Amr b. Ali el-Fellâs, İmrân b. Mûsâ
el-Kaziii Muhammed b. Humeyd er-Râzî, Muhammed b. Râfi, Muhammrf b. Ebî Yahya
el-Adenî, Nasr b. Ali, Hennâd b. es-Seriyy, Yahya: Ekseni, Yahya b. Talha
el-Yerbû'î, Yûsuf b. Hammâd el-Mari İbrahim b. Abdullah el-Herevî, Suveydb.
Nasr el-Mervezî.
Tirmizî'nin sahip
olduğu en eski kaynaklar Mâlik ve i Hammâd'ın hadisleri ile, el-Leys, Kays b.
er-Rebî'in hadislerimi Nazil olan isnâdları ise bol miktarda Buhârî ile Hişâm ;
Ammâr'm öğrencilerin den di.
imam Tirmizî geniş
ilminin yanı sıra salâh ve istikâmet h anılan bir zât idi. "Kişi,
arkadaşının dini üzeredir" sözü ortada e arkadaşları çağının en âlim ve
zâhid insanları iken başka turfa olabilir miydi?!
ileri derecede vera'
ve zühd sahibi bir insandı. Dünyayı umu-samazdı. Bütün kaygısı, ilim ve onunla
amel etmekti. Allah kakmandan çok ağlardı. Hatta bu yüzden gözlerini kaybetmiş
b insandı. Sahip olduğu ilmi yaymaya çok özen gösterirdi. Bu ademleri sayesinde
halk içinde sayılan ve sevilen bir insan olmuştu.
Tirmizî, ilmini
eserlerine emanet etmiş âlimlerdendi. Bu eserler kendinden sonra büyük şöhret
kazanmış ve büyük imam onlarla bilinir olmuştur. Büyük hadis imamlarından
aldığı feyz ve bereketi yansıtan bu eserler, gerçekten çok faydalı bilgiler
içerdiği için İslam âleminin dört bir yanında, asırlarca ilgi ve kabul görmüştür.
Tirmizî'nin sonraki ulemâ üzerindeki ihsan ve faziletinin en önemli kaynağı bu
eserleri olmuştur.
a. Ulaşan
eserleri?
1-el-Câmiu's-sahîh;
Sünen adıyla bilinen eseri olup ilminin seviyesine delâlet eden canlı bir
tanıktır. İslam kültür tarihinin en önemli kaynaklarından ve Kütüb-i Sitte
olarak bilinen altı büyük kitabın üçüncüsüdür. Müslümanlar arasında elden ele
dolaşan, defalarca yazılıp basılmış bir eserdir.
2- el-îlel;
îlel-i Kebîr adıyla da bilinen eşsiz bir çalışmadır. Kadı Ebû Tâlib'in
tertibiyle bize ulaşan eser, Sünen'in eki olarak basılmıştır. Çok faydalı bir
eserdir.
3- eş-Şemâil;
Peygamber Efendimiz'in (sav) sıfat ve şemailini nakleden bir eser olup
defalarca şerh edilmiştir. Müteaddit baskılan mevcuttur.
4- Tesmiyetu
Ashâbi Resûlillah (sav); Esmâu's-sahâbe adıyla da bilinen bir eser olup
basılmıştır.
b. Ulaşmayan
eserleri:
1-
Kitâbu't-târîh.
2-
Kitâbu'z-zühd.
3- el-Esmâ
ve'l-kunâ.
Bir de fıkha dair bir
telifinin olduğu söylenmiştir.
imam Tirmizî, Hicrî
279 yık receb ayının onüçüncü pazartesi gecesi Tirmiz'e bağlı Buğ köyünde vefat etmiştir.
Tirmizî'nin ilmî
büyüklüğü hakkında hocası Buhârî'nin tanıklığı herkesin önüne geçmiştir.
Buharı ona şöyle demiştir: Benin senden istifâdem, senin benden istifâdenden
daha çoktur.
1- Ömer b.
AUek: Buharı vefat ettiğinde, Horasan'da ilim, hıiz vera' ve zühd bakımından
Ebû İsâ gibi bir halef bırakmamıştır.
2- İbn
Hıbbân: Ebû İsâ hadis toplayan, tasnif eden, ezberleyen ve dersini yapan bir
zât idi.
3- Ebû Ya'lâ
el-Halîlî: Üzerinde ittfîak edilmiş bir sika, emâne: ve ilimle şöhret bulmuş
bir zât idi.
4- Ebû Sâd
el-İdrîsî: Hadis ilminde kendisine uyulan imamlar dan biridir. Sünen, Tarîh ve
İleli telif etmiştir. Bunlar, ilmine ha kim ve dürüst bir zâtın telifleridir.
Ezberde parmakla gösteriler bir imamda.
5- Mübarek
b. el-Esîr: Hadis hafızı büyük imamlardan biridir
6- Hafız
el-MLzzî: Parmakla gösterilen hadis imamlarından Yüce Allah'ın Müslümanları
faydalandırdığı zevattan biridir.
7- Zehebî: Önde gelen hafız, üstün yetenekli bir
hadis imam: dır.
8- İbn Kesîr: Devrinin sahasında imam olan
zâtlarından bindir.
ibn Hazm'ın
değerlendirmesi:
Ulemâ arasında sadece
İbn Hazm el-Endelusî farklı bir değe: lendirmede bulunarak onun TVIeçhûl' bir
râvi olduğunu söylemi! tir. Ulemâ onun bu hükmünü ittifakla reddetmiş ve bunu
İt: Hazm'ın hadis ilmiyle ilgili bilgisinin sığlığına yormuşlardır. Cte-lara
göre İbn Hazm'ın onu tanımayışı, onun değil bizzat kendk nin kusur ve
eksikliğidir.
ibn Hazm'ın bu
değerlendirmesi, bütün ilim ve faziletine rai-men aleyhinde bir puan olarak
görülebilir.
Adı: Ahmed b. Şu'ayb
b. Ali b. Sinan b. Bahr Künyesi: Ebû Abdurrahnıan
Nisbesi: iVesâf Veya
Nesevî şeklinde olup doğduğu belde olan Nesâ'dan gelmektedir. Nesâ, Horasan
şehirlerindendir.
Doğum tarihi: H. 215
yılıdır.
Sıfatları: Güzel bir
fiziğe sahipti. Açık renk tene sahip yüzü kandil gibi nurlu biriydi. Heybetli
ve vakur bir görünümü vardı.
Heybet ve vakarının
nedenleriyle ilgili olarak şöyle denmiştir: Nesâî, yeme-içmesine, giyim
kuşamına ve cinsel hayatına itina gösterirdi. Helal nebîz içer, kendisi için
alınıp beslenen tavukları yerdi. Yeşik renkli Nubi hırkaları giyer ve
"Gözlerin ferini artırmak için yeşile bakma ihtiyacını böyle telafi
ediyorum" derdi.
Dört hanımı ve iki
cariyesi vardı.
Kadılığı: Rivayete
göre Mısır ve Humus'ta kadılık görevinde bulunmuş ve bu görevi liyâkatla yerine
getirmiştir.
Nesâî hadis öğrenimine
pek erken bir yaşta başlamış ve h. 230 yılında henüz 15 yaşındaki iken hadis
dinlemek üzere Kuteybe b. Saîd'e gitmiştir. Hocasının bulunduğu Bağlan
beldesinde bir sene iki ay kadar kalmış ve ondan bol miktarda hadis
Öğrenmiştir.
Ezber ve anlayış gücü
bakımından emsaline az rastlanır, Allah vergisi bir istidada sahipti. Bu
istidadın yanı sıra araştırma ve titizliği de meşhurdu. Bu/meziyetlerle
donanmış genç bir hadis öğrencisi olarak büyük hadis imamları ve hafızlarla
görüşmüş, hem ezberlemiş, hem
de yazmıştır. Hafızasında topladığı hadisi le bu dalda sayılı imamlardan biri
olmuştur. Başarısının ardır :ı ki en büyük etken, öğrenimini sırf Allah rızası
için yapması fa uğurda uzun yolculuklara çıkarak türlü sıkıntılara göğüs ger™;
sidir.
Sahih hadisleri
yazdığı gibi, zayıf hadisleri de yazmıştır. 3. hadis tenkitçilerinin öteden
beri yaptıkları bir şeydi. BöyleH* sağlam hadislerin çürüklerinden ayrılması
daha kolay olmak;: di. Nesâî, bu alanda neredeyse hiç kimsenin ulaşamadığı bir
nn tebeye ulaşmıştı. Hadis tenkidi konusunda, akranlarından ri üstün bir bilgi
ve yeteneğe sahipti. O, bu meydanın en gfcü silahşoruydu. Hadisleri öyle güçlü
kavrar ve incelerdi ki Hih Ebû Tâlib Ahmed b. Nasr şunu söylemek zorunda
kalmıştır:
"Nesâî'nin
gösterdiği sabra kimin gücü yeter ki? İbn Lehî'a rivayet ettiği hadisler bile
'an Kuteybe an İbn Lehî'a' şeklinde fa azasında mevcut olmasına rağmen birini
bile nakletmemin Burada kastedilen; İbn Lehî'a'nın hadislerinin tamamını bilire
ne rağmen zayıflığından dolayı nakletmemesidir.
Bu da gösteriyor ki
Nesâî çok fazla hadis rivayet etmek kavı sıyla yaşı kuruyu nakletme derdinde
bir insan değildi. Onun :; tün endişesi, ümmete karşı dürüst ve samimi olmak,
şeriatı zzc bilgilerden korumaktı. İlimdeki üstünlüğünü de bu hassasiyet;
borçludur.
Nesâî hadis dinlemede
(semâ) çok titiz davrandığı gibi naV-de de (edâ) titizlenirdi. el-Hâris b.
Miskîn'den bir çok hadis U miş ve nakletmiş olmasına rağmen "Bize anlattı
ki (haddese:-kalıbını kullanmayıp "Ona okunurken ben dinleyerek" diye
haii öğrenme şeklini zikredirdi. Bununla ilgili olarak Nesâî ile am> hoca
arasında bir tatsızlık olduğu ve bu yüzden Nesâî'nin meûr< dinlemesine izin
vermediği, onun da kapı arkasından dinleri: söylenmiştir. Görüldüğü gibi, buna
bile dikkat eden hassas ve zzı bir kişiliğe sahipti.
Nesâî islam
topraklarının doğusuna batısına bir çok yolculuk yapmış, gittiği her yerde hadis hafızları ve şeyhleriyle
görüşmüştür.
Ziyaret ettiği
beldeler: 1-Horasan, 2, Irak, Bağdat, Küfe, Basra, 3- Cezire; Harran, Musul ve
havalisi, 4-Şam, 5- Anadolu serhat beldeleri, 6-Hicâz, 7-Mısır.
Nesâî, bütün bu
yolculuklarının ardından Mısır'da istikrar bularak oraya yerleşmiştir.
Nesâî, şer'î ilimlerin
genelinde bilgi sahibi bir âlimdi. Rivayet ve dirayet ilimlerini kendinde cem
etmişti. Kıraat ilmini imamlarından, hadis ilmini ehlinden almıştı. Çok
çeşitli dallarda bilgi ve hüner sahibiydi.
1. Hadis
ilmi: Bu alanda parmakla gösterilen imamlardandır. Bu alanda Buhârî ve emsali
âlimlerle mukayese edilirdi. Kendisi, hadis sahasında tâbi olunacak
rehberlerden, uyulacak imamlardandı. Hadis tarîklerini, râvilerin hâllerini,
siyak ve sibakı iyi bilir, tahkik ve ayıklama yapardı. Bu ilimde çok güzîde
eserler telif etmiştir.
2. Cerh ve
Ta'dîl îlmi: İmam Nesâî bu ilim dalında eşsiz bir bilgi, tedkik ve tahkik
sahibi idi. Râvilerin durumlarını cerh ve ta'dîl ibarelerinin en açık ve
güzelleriyle belirlerdi. Bu tespitleri, ilim ehlinin büyük bölümü tarafından
itimâda şayan görülür, en üst mertebede değerlendirilirdi. Böyle kabul
görmesinin sebebi, râvilerin tenkidinde Buhârî ve Müslim'den çok daha ağır
şartlar aramasıydı. Bu nedenledir ki Nesâî, cerh ve ta'dîlde katı davrananlar
arasında sayılır. Onun ta'dîl ettiklerine sıkıca sarılmak
gerekirken cerh ettiklerine dikkat ve
ihtiyat ile yaklaşmak gerekir. Ebû Yala el-Halîlî şöyle der: Cerh ve ta'dîl konusunda söyledikleri
itimâda şayandır.
3. Hadis
İlletleri (tîel): Bu ilmin ana aleti, hadis rivayet tarîklerine vâkıf olmaya,
ihtilafları ayrıştırma ve râvilerin derecelerini iyi bilmeye dayanır. Nesâî, Ku
dalda geniş bilgi sahibiydi. Bu nedenledir ki Hadis İlletleri ilminde imam
sayılmıştır. O, bu ihm derinlerine nüfuz etmiş, kapalı yönlerini müdrik ve
gizli haküs lerini çok iyi bilen bir âlimdi.
4. Fıkıh
İlmi: Dârekutnî şöyle der: O, çağında Mısır ehlinirsı büyük fakîhi idi.
el-Hâkim ise şunu söylemiştir: Nesâî'nin
hadis fıkhı kon» da söylediği bir çok söz vardır. Onun Sünen adlı eserini
incekjo biri, sözlerinin güzelliği karşısında şaşkınlıktan kendini alamu
Bu iki büyük imamın,
Nesâî'nin fıkıh bilgisiyle ilgili şahâte rini gördük. Nitekim bir süre
bulunduğu kadılık görevi de anın fıkıh bilgisinin gücünü göstermektedir. Ancak
bilinen meiis imamlarından hangisine müntesip olduğu tam olarak anlasın
mamaktadır. Şâfiîler onu Şafiî sayarlar. Belki de Mısır'da buk-ması ve
Şafiî'nin bazı öğrencileriyle karşılaşıp onlardan rivâflfdfi bulunması
sebebiyle böyle denilmiştir. Fakat bu, tek başına $m sayılması için yeterli
değildir. Görünen odur ki o, Hadis Elon mezhebi üzere kalmıştır.
Nesâî'nin hadis
dinlediği sayısız hafız ve şeyhten bazıları sulardır: İshâk b. Râheveyh,
Hişânı b. Ammâr, Suveyd b. Nasr m b. Hammâd, Ahmed b. Abde ed-Dabbî,
Ebu't-Tâhir b. es-Serlı hâk b. Şâhîn, Bişr b. Muâz el-Akdî, Bişr b. Hilâl
es-Savvâf, Tüm b. el-Muntesir, el-Hâris b. Miskin, el-Hasen b. es-Sabbât i Bezzâr, Hamîd b.
Mes'ade, Ziyâd b. Eyyûb, Ebû Husayn AbdoM b. el-Yerbuî, Abdülcebbâr b. el-Alâ
el-Attâr, Abdurrahma: i. Ubeydullah el-Halebî, İbn Ehil-İmâm, Ebû Kudâme
Ubeydok h. Saîd, Utbe b. Abdullah el-Mervezî, Ali b. Hicr, Amr ., Ait Fellâs,
İsâ b. Muhammed er-Remlî, Muhammed b. Ebbân el-Böâ Muhammed b. İsmaü b.
Aliye Kadı Dımeşk,
Muhammen Beşşâr, Muhammed b. Zenbûr el-Mekkî, Muhammed b. el-Aii
Hemedânî, Muhammed b. Hâşim el-Be'albekî, Mahmûdb. Gam MuhaUed b. Hasan
el-Harrânî, Yahya b. Derst el-Basrî, Yûati Isâ ez-Zührî, Yûsuf b. Vazıh
el-Mueddeb.
Nesâî, sahih itikâd sahibi
bid'atlardan uzak bir âlimdi. Eserleri bunun açık kanıtlarıdır. İbn
el-Mübârekle ilgili olarak rivayet edildi ki: Ona şöyle denmişti: Filanca kişi
diyor ki: Her kim, "Gerçekten Ben, Ben Allah'ım, Benden başka İlah yoktur;
şu halde Bana ibadet et" (Taba, 14) ayetinin yaratılmış olduğunu söylerse
kâfirdir. İbn el-Mübârek "Doğru söylemiş" dedi. Nesâî, "Ben de
bu görüşteyim" dedi. Hadis ehli selefin inana buydu.
Davranış bakımından
düzgün, gece gündüz ibâdetine düşkün, Hz. Dâvud gibi günaşırı oruç tutan bir
âlimdi. Hac ve cihada devam eder, devlet adamlarından uzak durarak hâlini
ıslah etmekle meşgul olurdu. Müslümanların hayrına bir iş için olmadıkça saray
kapısına varmazdı. Ümmete karşı dürüst ve samimi, halkın hâlini düzeltmek için
çalışan bir insandı.
Söylediklerimizin daha
iyi anlaşılabilmesi için onunla ilgili iki olayı nakletmek faydalı olacaktır.
1- Arkadaşı
Muhammed b. Mûsâ el-Me'mûnî anlatır: Bir topluluğun Ebu Abdurrahman
en-Nesâî'nin el-Hasâis li-Ali (ra) adi eserini yadırgadıklarını, çünkü Hz. Ebu
Bekir ve Hz. Ömer'in (r.anhümâ) faziletlerine dair eser yazmadığını
söylediklerini duy muştum. Bunu kendisine anlattığımda şöyle dedi:
-Şam'a gittiğimde, Hz.
Ali (ra) aleyhinde olur olmaz konuşan ların hayli fazla olduklarını gördüm.
Bunun üzerine o eseri yaz dım. Dileğim Yüce Allah'ın bu insanlara Hz. Ali ve
Ehli Beyt hak kında doğru yolu göstermesiydi.
Bu yanlış anlaşılmayı
önlemek için çok geçmeden Fezâilu's sahabe adlı eserini kaleme aldı.
2- Bir
defasında Müslümanların fidyeleri için Mısır Emîri il sefere çıkmıştı. Burada tam bir yiğitlik ve fidye konusund
varolan sünnetin uygulayıcısı olarak davranmıştı. Bununla birlik temîrin
meclislerine gitmezdi. Haricîler tarafından şehit edilin ceye kadar bu
tutarlılığını sürdürmüştür.
Bir çok büyük imam
gibi, İmam Nesâî de haset ve gıybet ehlinin zehirli oklarından kurtulamamış,
şiî olduğu yönünde tamamen haksız bir suçlamayla sıkıntılı günler yaşamış ve
bu iftira yüzünden şehit olmuştur. Olayın aslı şöyledir:
İmam Nesâî Şam'a
vardığı zaman halkın Muaviye'ye tamamen meylederek Ali b. Ebî Tâlib'e (ra) yüz
çevirdiklerini görmüştü. Onların Ehli Sünnete aykırı bu eğilimlerini biraz
olsun düzeltebilmek için Hz. Ali'nin fazilet ve menkıbelerini anlatan bir
kitap yazmaya karar verdi. Böylesine hâlis bir niyetle eî-Hasâis li-Ali kitabım
kaleme aldı. Hakkında Şiîlik dedikodusu çıkartdmaması için de hemen arkasından
Fezâilu's-sahâbe adlı daha geniş bir eser yazdı. Ancak o eserde de Muâviye'nin
faziletlerine yer vermedi.
Bunun sebebi
sorulduğunda ise "Muâviye'nin başa baş kalması yetmez mi? Bir de üstünlüğü
mü olsun?" dedi. Böyle söylemesinin sebebi, onun faziletine dair her hangi
bir rivayet bulunmamasıydı. Bu yüzden ondan söz etmemişti. Buna karşın
aleyhinde bir şey de söylemeyip susmayı tercih etmişti.
Muhammed b. İshâk
eMsbahânî anlatıyor: Mısır'daki hocalarımızdan dinlediğimize göre olay şöyle
olmuş: Ebu Abdurrahman, ömrünün son demlerinde hacca gitmek üzere Mısır'dan
ayrılmış. Şam'a uğramış. Orada kendisine Muâviye'nin faziletleri hakkında soru
sorulmuş. Kendisi cevaben "Muâviye'nin başa baş kalması yetmez mi ki bir
de fazilet ve üstünlüğü aransın?" Bunun üzerine yumruklamaya başlamışlar.
Mescidden çıkarılıncaya kadar dayak atmışlar. O hâlde Mekke'ye götürülmüş ve
orada vefat etmiş.
Hafız İbn Asâkir şöyle
der: Bu vakıa, Ebu Abdurrahman'm Muaviye hakkında tarafsız bir kanaate sahip
olduğunu, hakkında ne olumlu, ne olumsuz konuşmak istemediğini gösterir.
İbn Asâkir, Ebû Ali
el-Hüseyn b. Ebî HilâTe isnâd ettiği şu rivayeti nakleder: Ebu Abdurrahman en-Nesâî'ye,
Allah Resûlü'nün (sav) ashabından Muaviye b. Ebî Süfyân'ın durumu sorulunca şöyle
dedi: "İslam, kapısı olan bir ev gibidir. İslam'ın kapısı sahabedir.
Sahabeye eziyet eden kimse, tıpkı girmek için kapıya yüklenen gibi İslam'ı
hedef almıştır." Ardından şöyle demiştir: "Muaviye'yi hedef alan,
ancak sahabeyi hedef almıştır."
Hafız Dârekutnî ise bu
olayı hasetle açıklamaktadır. Ebû Abdirrahman en-Nesâî, yaşadığı devirde
Mısır'ın en büyük fakîhi idi. Sahih hadisleri en iyi o bilirdi. Râvilerin
hâllerine en vâkıf olan da kendisiydi. Böyle bir makama ulaştığı için onu
çekemediler. Ramle'ye vardığında Muâviye'nin faziletleri hakkında soru
sordular. Cevap vermeyip susmayı tercih edince onu camide dövdüler.
Yanındakilere: "Beni Mekke'ye götürün" dedi. O hâlde deve sırtında
Mekke'ye yetiştirdiler. Orada şehit olarak ruhunu teslim etti.
Dârekutnî'nin
anlatısında, şehrin adı Dımeşk değil Ranıle olarak geçmektedir. Bu, yaşanan
acı olayın özü üzerinde fazla değişikliğe yol açmaz. Neticede her ikisi de Şam
diyarının şehirlerin-dendir.
imam Nesâî, geniş ve
derin ilmini eserlerine aktarmış ve bu eserlerden bazıları Müslümanların en
mühim dayanakları arasında yer almıştır. Allah Teâlâ Müslümanları yüz yıllarca
o eserlerden faydalandırmıştır. Hayli çok sayıda ve büyük faydaları hâiz olan
bu eserlerden bir bölümü bize ulaşırken bir bölümü henüz ulaşmamıştır.
a. Ulaşan
eserleri:
1- es-Sunenu'l-suğrâ; ulemâ
arasında el-Müctehâ. veya el-Müctenâ adlarıyla da bilinen ve Kütüb-i
Sitte arasında sayılan meşhur Sünen-i Nesâfdir.
2-
es-Sunenul-kubrâ; geç dönem ulemâsı tarafından nadiren görülen, bize ulaşmış,
bir kısmı basılmış, bir kısmı hâlen yazma durumundaki eserdir.
3- el-Kunâ;
yazma halindedir.
5-
Amelu'l-yevmi vel-leyle; basılmıştır.
Bazı rivayeti t Kubrâ'ya dâhil edilmiştir.
6- et-Tefsir;
basılmıştır. Bazı rivayetlerde el-Kubrân i edilmiştir.
7- ed-Du'afâ
ve'l-metrûkîn; basılmıştır.
8- Tesmiyetu
fukahâıl-emsâr; (Beldelerdeki fakihlem» ri), basılmıştır.
9- Tesmiyetu
men lem yervi anhu gayru raculin vahit ^ bir adamın rivayette bulunduğu
kimselerin isimleri), basûnir:
10. Zikru
men haddese anhu İbnu Ebî Arûbe; i 3 Arûbe'nin hadis naklettiği kimseler),
basılmıştır.
b. Ulaşmayan
eserleri:
1- Musnedu
Ali b. Ebî Tâlib.
2- Musnedu
hadîsi Mâlik. 3-Esmâu'r-ruvât ve't-temyîzu beynehum. 4-el-lhve.
5- el-Iğrâb.
6- Musnedu
Mansûr b. Zâzân
7- el-Cerhu
ve't-ta'dîl
İmam Nesâî bereketli
bir ömrün ardından Hicrî 303 n ı ayının on üçüncü pazartesi günü dünyadan
göçmüştür.
Mısır'dan ayrılışı h.
302 yılı zilkade ayı idi. Hafız İbn Yww Hafız et-Tahâvî'nin beyanlarına göre
Filistin'de vefat etman
Filistin'in Ramle
kentinde vefat ettiği ve Beyt-i Maii ı müldüğü de söylenmiştir.
Dârekutnî ve diğerleri
ise Suriye topraklarında yaşadın1 ardından yaralı hâlde Mekke'ye götürüldüğü ve
orada seh.uu vefat ettiğini söylemişlerdir.
Zehebî, İbn Yûnus'un
sözünü sahih saymış ve gerekçe olarak da "İbn Yûnus dikkatli bir hafız ve
Nesâî'den hadis dinlemiş bir arkadaşıdır. Kendisini daha iyi tanırdı"
demiştir.
İkinci görüştekilere
göre Safa ile Merve arasına defhedilmiştir. Vefat ettiğinde 88 yaşında idi.
Allah'ın rahmeti üzerine olsun.
İmam Nesâî'nin ilim,
imamet ve fazileti, gerek hocaları ve Öğrencileri, gerekse daha sonraki
Müslüman ulemâ tarafından kesin bir dille ikrar ve beyan edilmiştir. İşte
onlardan bazıları:
1-Me'mûn
el-Mısrî: Fidye yılı Nesâî ile birlikte Tarsus'a gittik. Orada, Abdullah b.
Ahmed b. Hanbel, Muhammed b. İbrahim Murabba', Ebu'1-Âzân, Keylece gibi hadis
imamlarından bir topluluk bir araya gelerek kimin şeyh seçileceğini istişare
ettiler. Sonunda Ebû Abdirrahman en-Nesâî'nin seçilmesi üzerinde ittifak
ettiler.
2- Öğrencisi
Ebu Ali en-Nisâbûrî: Müslümanların imamların-dandı. "Hiç tartışmasız
hadiste imamdı."
3- Öğrencisi
Ebu Bekir el-Haddâd eş-Şâfıî: Yüce Allah ile aramda hüccet olmak üzere ondan
razı oldum.
4- Öğrencisi
Mansûr b. İsmail el-Fakîh ile Ebû Ca'fer et-Tahâvî: Müslümanların imamlarından
bir imamdı.
5- Hafız Ebû
Saîd b. Yûnus: Hadiste imam, sika, sebt ve hâfiz idi.
6- el-Kâsım
el-Mutarraz: İmamdır, imameti hak eetmiştir.
7-
Dârekutnî: Ebû Abdurrahman, kendi devrinde bu ilimde zikredilenlerin hepsinin
önünde görülmüştür.
Hamza es-Sehmî
anlatıyor: Bir defasında Dârekutnî'ye sorulmuştu: "Ebû Abdurrahman
en>Nesâî ve İbn Huzeyme hadis naklettiklerinde, hangisini üstün
tutarsın?"
Dârekutnî şöyle cevap
verdi: Elbette Ebû Abdirrahman. Çünkü zamanında onun dengi ve üstüne
çıkarılacak kimse yoktu. Vera' bakımından da emsali yoktu.
Yine Dârekutnî şöyle
demiştir: Devrinde Mısır'ın en büyükû kîhi, hadis ve rical ilmini en iyi
bilendi.
8-
el-Halîlî: Sağlam bir hafızdır..Diğer hafızlar ondan razı:. muş, hıfzı ve
kavrayışı üzerinde ittifak etmişlerdir. Cerh ve tai. konusundaki hükümleri
itimâda şayandır.
9- İbn
Nokta: Dalının imamlarından bir imamdı.
10- el-Mizzî:
Önde gelen imamlardan, sağlam hafızlardan meşhur âlimlerden biridir.
11- Zehebî:
Anlayış, kavrayış, basiret, râvi tenkidi ve güzel;-Meriyle tam bir ilim deryası
idi.
"Bütün hafızlar
ondan hadis dinlemeye gitmişlerdir. Bu dalii emsali kalmamıştır."
"Üçüncü asrın
başında Nesâî'den daha güçlü bir hafız yob: Hadisi, illetlerini, râvilerin
durumlarını Müslim'den, Eb: Dâvud'dan ve Ebû İsa'dan daha iyi bilirdi. Bu
konuda ancai Buharı ve Ebû Zur'a onunla boy ölçüşebilirlerdi."
11- İbn
Kesîr: Devrinde imam, akranlarının üstünde bir âlimdi.
Adı: Süleyman b.
el-Eş'as b. Şeddâd b, Amr b. Amir
Abdurrahman b. Ebî
Hatim, tam adının böyle olduğunu söylemiştir.
Muhammed b. Abduiaziz
eL-Hâşimî'ye göre ise tam adı: Süleyman b. el-Eş'as b. Bişr b. Şeddâd
şeklindedir.
İbn Dâse ve Ebû Ubeyd
el-Âcurî'ye göre tam adı; Süleyman b. el-Eş'as b. İshâk b. Beşîr b. Şeddâd'dır.
İbn Amr b. Imrân;
ismine İmam, Şeyhu's-sünnet, Mukaddemu'l-huffâz, Ebû Dâvud el-Ezdî,
es-Sicistânî, Muhaddis-i Basra gibi sıfat ve nisbeleri eklemiştir.
Ebû Ubeydullah
el-Acurî şöyle der: Bir gün şöyle dediğini duydum: İki (h. 202) senesinde
doğdum. H. 220 senesinde Affân'ın cenaze namazını kıldım. Basra'ya girdiğimde
halk, Osman b. el-Heysem el-Müezzin dün ölmüş diye konuşuyorlardı. Ebu Ömer
ed-Darîr'den sadece bir mecliste hadis dinleyebildim.
Derim ki: O, h. 220
yılı şaban ayında vefat etmişti. Osman ise ondan bir ay önce vefat etmişti.
Ömer b. Hafs b. Gayyası evine kadar takip ettim. Ondan hadis dinlemedim. Saîd
b. Süleyman ve Asım b. Ali'den de sadece birer defa hadis dinlemiştir.
Ebû Davud'un
biyografisine dikkatle bakıldığında küçüklüğünden itibaren dinî ilimlere
yatkın olduğu görülür. Çünkü Yüce Allah ona keskin bir zekâ, dikkat ve basiret
lütfetmişti. Muhtemelen yaşadığı çevrenin de bunda büyük etkisi vardı.
Yaşadığı dönem, İslam tarihinde ilmî hayatın en canlı olduğu devirlerden birine
rastlıyordu.
O, çocukluğundan
itibaren hadis ilmine yönelmiş, Sicistan ve havalisinde bulunan hadis
şeyhlerinin halkalarına katılmıştır. 15 Yaşma bastığında daha fazla hoca ile
görüşmek üzere seyahat etmeye başladı. İslam dünyasının bir çok merkezine
giderek, hadis dinledi, yazdı ve ezberledi. Gün geldi ezberlediği hadislerin
sapa yarım milyona ulaştı. Artık hadis sahasında yazacağı eserler için
yeterince malzeme toplamıştı. Devrin âlimleri de hadis bilgisine güvenir
olmuşlardı.
Ne kadar güçlü bir
hafıza ve dikkatli bir zihne sahip olduğuna dair Muhammed b. Muhalled'in şu
gözlemi yeterli olacaktır: "0, bir oturmada yüz bin hadisi müzâkere
ederdi."
Ebû Dâvud hadisi
sağlam kaynaklardan öğrenebilmek için İslam coğrafyasının doğusuna batısına
bir çok seyahatte bulunmuştur. H. 220 senesinde 18 yaşında çıktığı ilk
yolculukta sırasıyla Irak, Şam, Mısır ve Hicaz'a gittikten sonra Irak'a dönmüş
.oradan Horasan'a gitmiş ve Basra'ya yerleşerek vefatına kadar orda yaşamıştır.
Dolaştığı merkezler:
1-Irak, Bağdat şehrine bir çok defa gidip gelmiştir. 2- Küfe, h. 221 senesinde
gitmiştir. 3- Basra, buraya yerleşmiş ve vefatına kadar burada kalmıştır.
4-Suriyes Şam Humus ve Halep şehirlerinde kalmıştır. 5-Cezîre; Harran şehrine
gitmiş, oranın âlimlerinden hadis dinlemiştir. Hicaz; Mekke'ye muhtemelen hac
niyetiyle gitmiştir. 7-Mısır. 8-Horasan; Nisâbui Herat Belh ve Bağlan kentlerinde
bulunmuştur. 9-Sicistân, doğduğu belde olup oradan ayrıldıktan sonra bir kez
dönmüş, sonra kahcı olarak Basra'ya yerleşmiştir.
Sünen kitabını iyi
bilen birinin gözünden Ebû Davud'un ne kadar derin bilgiye ve konunun
inceliklerine hâkîm olduğu hakikati kaçmaz. Böyle birinin elbette Kur'an ve
ondan doğan diğer ilimler hakkında da basiret sahibi olması gerektiğini anlar.
Çünkü Kur'an ve Sünnet, bir elmanın iki yarısı misâli birbirlerini tamamlayan
parçalardır. Gerçek mânâda sağlam bir fakîhin bu iki kaynağın hükümlerinden
habersiz kalması düşünülemez. Ebû Dâvud da tam böyle biriydi. Şer'î ilimlerin
bütün dallarından nasibini almış büyük bir imamdı. Şimdi onun en güçlü olduğu
ilim dallarını görelim:
1. Hadis
ilmi: Ebû Dâvud, bu alanda çok büyük bir nasibe sahip olmuş, gidilebilecek en
ileri noktalara ulaşmıştır. Bu yüzden 'imam-ı mukaddem=Önder imam' lıâfiz-ı
mülhem=ilham olunan hafız' sayılmıştır. Hadislerin metinleri, senedleri,
râvilerin ittifak ve ihtilafları, sağlamları ve çürükleri alanında çok derin
bilgi sahibidir. Sünen kitabını inceleyen biri, sözlerimizin en açık ve canlı
denlini görmüş olacaktır.
2. Cerh ve Ta'dîl İlmi: Ebû Dâvud gece oduncusu
değildi. Yani ne yüklediğini bilmeyen bir âlim değildi. Bilakis sağlam bir
tenkit ve tahkik bilgisine sahipti. Hadis râvilerinin sikalarını da zayıflarını
da iyi tanırdı. Ahmed b. Hanbel, Yahya b. Maîn ve İbn el-Medînî gibi cerh ve
ta'dîl otoritelerinin öğrencisi olarak aksi düşünülebilir mi?
Bu dalda eser telif
etmiş, birçok mesele kendisinden öğrenilerek kayıtlara geçmiştir. Cerh ve
ta'dilde bulunur, isimler, künyeler, nesepler ve ölüm tarihlerini iyi bilirdi.
Sünen adlı eserinin satır aralarında bu bilgilere rastlamak mümkündür.
3. Hadis İlletleri (İlel): Bu zor ve sıkıntılı
ilim dalının kilitleri Ebû Dâvud tarafından açılmış, büyük imamlar da bu konuda
ona ortak olmuşlardır. Sünen kitabı, bir çok hadisin gizli ve açık illetlerinin
izahlarıyla doludur. Bu da onun illetler konusundaki maharet ve bilgisinin en
güzel kanıtıdır. Ebû Ubeyd el-Âcurî ve diğerleri bu konuda kendisinden çok
şeyler öğrenmişlerdir.
4. Fıkıh
İlmi: Hâfiz Zehebî şöyle der: Ebû Dâvud, hadis ilmin-deki imametinin yanı sıra
büyük fakîhlerdendi. Kitabı buna delâlet eder. O, İmam Ahmed b. Hanbel'in
seçkin öğrencilerindendi. Bir süre ders halkasında bulunmuş, usûl ve furûa dair
bir çok meselenin inceliklerini bizzat ondan Öğrenmiştir.
Ebû Dâvud kitabında
hüküm bâblarını toplamış ve güzel bir şekilde tertip etmiştir. Fıkhî
meselelere vukufunu bu tertipten anlamak mümkündür.
Mekke'de el-Kaanbî ve
Süleyman b. Harb'den hadis dinlemiştir. Hadis dinlediği hâfiz ve şeyhleri
şöyle sıralayabiliriz:
Basra'da: Müslim b.
İbrahim, Abdullah b. Recâ, Ebu'l-Velîd et-Tayâlisî, Mûsâ b. İsmail.
Kûfe'de: el-Hasan b.
er-Rebî el-Bûrânî, Ahmed b. Yûnus el-Yerbû'î.
Halep'te: Ebû
Tevbeti'r-Rebî b. Nâfî.
Harran'da: Ebû Cafer
en-Nufeylî, Ahmed b. Ebû Şu'ayb.
Humus'ta: Hayve b.
Şüreyh, Yezîd b. Abdi Rabbih.
Şam'da: Safvân b.
Salih, Hişâm b. Ammâr.
Horasan'da: İshâk b.
Râheveyh ve tabakası.
Bağdat'ta: Ahmed b.
Hanbel ve tabakası.
Belh'te: Kuteybe b.
Saîd.
Mısır'da: Ahmed b.
Salih ve diğerleri.
Bunlar dışında,
İbrahim b. Mûsâ el-Ferrâ, Saîd b. Mansûr, Sehl b. Bekkâr, Muhammed b. Kesîr
el-Abedî, Müsedded b .Müserhed, Muâz b. Esed, Yahya b. Mam ve diğerleri.
1. Ebû Bekir
Muhammed b. İshâk es-Sâğânî ve İbrahim el-Harbî anlatıyor: Ebû Dâvud Sünen adlı
eserini telif ettiği zaman, Hz .Davud'a demir yumuşatılması misâli Ebû Davud'a
da hadis yumuşatılmıştı.
el-Hâkim anlatıyor:
Zübeyr b. Abdullah b. Musa'dan dinledim: (O:) Muhammed b. Muhalled'in şöyle
dediğini duydum: Ebû Dâvud, yüz bin hadisi müzâkere ederdi. Sünen'i telif edip
de insanlara okuduğu zaman, kitabı hadisçiler için sanki bir nıushafa
dönüştü. Ona uyuyor, rivayetlerine karşı
çıkmıyorlar di. Zamanın âlimleri onun hıfz ve üstünlüğünü ikrar etmişlerdi.
Hâfiz Mûsâ b. Harun
şöyle derdi: Ebû Dâvud dünyada hadis için, ahrette cennet için yaratılmış bir
insandı.
2. Allan b.
Abdussamed şöyle derdi: Ebû Dâvud'dan hadis dinledim. O, hadisin
süvarilerinden biriydi.
Ebû Hatim b. Hibbân
şunu derdi: Ebû Dâvud, fıkıh, ilim, hıfz, ubudiyet, vera' ve hadislerin zabtı
konusunda dünyanın imamla-rından biriydi.
3. Hafız Ebû
Abdillah b. Mende: Bu ümmetten çıkıp da sahihi illetliden, yanlışı doğrudan
temyiz edenler dört kişidir: Buhârî,
Müslim, Ebû Dâvud ve Nesâî.
4. Ebû
Abdillah el-Hâkim: Ebû Dâvud, kendi döneminde hadis ehlinin tartışmasız imamı
idi. Mısır, Hicaz, Şam, İrak ve Horasan'da hadis dinledi. Irak'a gitmeden önce
kendi beldesinde ve Herat'ta yazmaya başladı. Bağlan'da Kuteybe'den Rey'de
İbrahim b. Musa'dan hadis yazdı. Ancak onun en âlî isnadı el-Kaanbî-Müslim b.
İbrahim ... şeklindeki senedidir. Geçmişte Nisâbur'da yazmıştı. Sonra oğlu Ebû
Bekir'le birlikte Horasan'a gitti.
5. Kadı
el-Halîl b. Ahmed es-Secezî anlatıyor: Beldemizin kadısı Ahmed b. Muhammed b.
el-Leys'i şunu anlatırken dinledim: Sehl b. AbdiHahi't-Tüsterî Ebû Dâvud
es-Sicistânî'nin ziyaretine gelmişti. Hane halkı 'Ey Ebâ Dâvud! Sehl b.
Abdillah ziyaretinize gelmiş' dediler. Bunun üzerine misafirini karşıladı ve
oturttu. Sehl şöyle dedi:
Ey Ebâ Dâvud! Senden
bir hacetim var.
Ebû Dâvud
"Nedir?" diye sordu.
Sehl şöyle karşılık
verdi:
Mümkünse onu
yapacağına dair söz ver.
Ebû Dâvud
"Peki" deyince Sehl şöyle dedi:
Allah Resulünün (sav)
hadislerini naklettiğin o dilini göster ki onu öpeyim!
Ebû Dâvud dilini
çıkarınca Sehl bir hamlede kalkıp onu öpmeyin.
6. Hafız
Zekeriya es-Sâcî: Allah'ın Kitabı İslam'ın aslı. Sd Davud'un kitabı ise
İslam'ın ahdidir.
7.
el-Hattâbî anlatıyor: Abdullah b. Muhammed el-Miskîten şunu nakletti: Ebû
Davud'un hizmetçisi Ebû Bekir b. Câbir bm şunu anlattı: Bağdat'ta Ebû Dâvud ile
beraberdim. Akşamı Kzı Emîr Ebû Ahmed el-Muvaffak (veliaht) yanma geldi. Ebû
Dârm ona dönerek şöyle dedi: Bu vakitte Emîr hazretlerini buraya pren ne ola?
Emîr, 'Üç şeyden'
dedi. Ebû Dâvud, "Nedir onlar?" diye sorana Emîr cevap verdi:
Basra'ya taşınacak ve
oraya yerleşeceksin. Hadis öğrenir de oraya göç edecekler. Basra sayende mâmur
olacaktır. Çeri şehir harabeye döndü. İnsanlar artık oraya ilgi göstermez ;Zenci
isyanından beri şehir giderek kan kaybediyor.
Ebû Dâvud, "Bu
bir, diğerleri nedir?" diye sordu. Emîr verdi: Oğullarıma Sünen'i rivayet
edeceksin.
Ebû Dâvud buna da
"Peki" dedi ve üçüncüyü sordu. Enrvap verdi:
Onlara hususî halka
açacaksın. Çünkü halife çocukları anrla birlikte ders göremezler.
Ebû Dâvud mazur
görülmesini isteyerek şöyle dedi: İşte imkânı yok! Çünkü insanlar ilimde
eşittir.
îbn Câbir şöyle der: Gerçekten
de halifenin çocukları birlikte derse katılıyor, onlarla birlikte hadis dinliyo
Hakikaten şaşırtıcı bir manzaraydı.
Ebû Dâvud Yüce
Allah'ın kendisine lütfettiği ilimleri „ taşımak suretiyle faydalarını kalıcı
kılmıştır. Eserleri, yüz dır elden ele dolaşmakta ve insanların yollarını
aydınlatmam ir vam etmektedir. Özellikle de Kütüb-i Sitte arasında
sayılar-teber hadis kitabı Sünen. Eserlerinden bazıları bize ulaşmışken bazıları hâlâ
ulaşmamıştır.
a. Ulaşan
eserleri:
1- es-Sünen;
Kütüb-i Sitte arasında yer alan hadis kitabı olup defalarca basılmıştır. İslam
dünyasının her yanında elden ele dolaşan bir eserdir.
2-
el-Merâsîl; birkaç defa basılan mürsel hadis mecmuasıdır.
3- el-Mesâiî;
İmam Ahmed b. Hanbel ile fıkıh ve hadise dair meselelerden oluşan bir eserdir.
4- îcâbâtuhu
an su'âlâti Ebî Ubeydillah el-Âcurî; râviler, cerh ve ta'dîl ve illetlere idair
sorulan sorulara verilen cevapları içeren bir eserdir. Basılmıştır.
5- Risâletuhu
ilâ Ehli Mekkete fi vasfi's-sünen; Mekkelilere Sünen'i tanıtan eseridir.
Basılmıştır.
6- Tesmiyetu'l-ihve
ellezîne ravâ anhumi'l-hadîs; rivayette bulunduklarının isimleri. Basılmıştır.
7-
Kitabu'z-zuhd; yazma halindedir.
b. Ulaşmayan
eserleri:
1- er-Reddu
ala ehli'l-Kader; Kaderîlere reddiye.
2. en-Nâsihu
ve'l-mensûh.
3- et-Teferrud;
Şehirlerdeki muhaddislerin tek başlarına yaptıkları rivayetler.
4-
Fezâilu'l-Ensâr
5- Musnedu
Hadîsi Mâlik.
6-
Delâilu'n-nubuvve.
7- ed-Duâ.
8-
îbtidâul-vahy.
9-
Mbâru'l-havâric. MMa'rifetu'l-evkat.
Ebû Ubeydillah
el-Âcurî şöyle der: Ebû Dâvud H. 275 yılı şevval ayının onaltmcı Cuma günü 73
yaşında Basra'da vefat etti Allah'ın rahmeti üzerine olsun.
Hadis ilminin büyük
hafız ve imamları Ebû Dâvud'dan daima övgüyle söz etmişlerdir:
1. Ebu Bekr
el-Hallâl: Zamanında önder imamdı. Hadis tahrîa bilgisinde kimsenin geçemediği
bir kişiydi. Vera' ehli, öncü bir insandı.
2. Muhammed
b. Muhalled: Zamanın âlimleri onun hıfzını ve bu konudaki üstünlüğünü ikrar
ettiler.
3. Ahmed b.
Muhammed b. Yâsîn: Allah Resûlü'nün (sav) hadislerini ezberleyen İslam
hâfızlarmdandı. Hadis ilimlerini, illetlerini ve senedlerini iyi bilirdi,
ibâdet, iffet, vera' ve takvada en üst derecedeydi. Hadis süvarilerinden
biriydi.
4. Hâfiz
Mûsâ b. Harun: Ebû Dâvud dünyada hadis için yaratılmıştı.
5. İbn
Hibbân: Fıkıh, hadis, hıfz, ibadet, vera' ve zabt bakımından dünyanın
imamlanndandı. Hadisleri cem ve tasnif etmi; sünnetin müdâfaasında bulnmuştur.
6. el-Hâkim
en-Nisâbûrî: Çağında hadis ehlinin tartışmasız imamıydı
7. ibn
Nokta: Nakil (Hadis) Ehlinin imamlarından bir imamdı
8. Zehebî:
imam, sünnetin şeyhi ve hafızların Önderiydi.
Adı: Muhammed b.
Yezîd.
Şöhreti: İbn Mâce.
Mâce, babası Yezîd'in lakabıdır.
Künyesi: Ebû Abdullah
Nisbesi: er-Rabat;
Arap kabilelerinden Rebî'a'ya velâ bağıyla nisbeti.
el-Kazvînî: Acem
diyarının büyük şehirlerinden Kazvin'e mensubiyetinden gelmektedir. Genel
olarak bu nisbe ile tanınmıştır.
Doğum Tarihi ve Yeri:
İbn Mâce bizzat kendisi doğum tarihi olarak H. 209 yılını zikretmiştir.
Kaynaklar İbn Mâce'nin
doğum yerini zikretmemektedir. Kazvin'de büyümüş olması itibariyle orada doğmuş
olma ihtimali güçlüdür.
İbn Mâce, Kazvin'in
itibarlı ve saygın hanelerinden birinde yetişmiştir. Üç kardeşi olduğu
zikredilmiştir ki bunların künyeleri Ebû Bekir, Ebû Abdullah ve Ebû Muhammed Hasan
b. Yezîd b. Mâce'dir. Hadis rivayetinde bulunmuş, Bağdat'a gitmiş ve orada
hadis anlatmıştır.
ibn Mâce öğrenim
hayatına Kazvin'de başlamıştır. Ne var ki kaynaklarda kaç yaşında ders almaya
başladığı belirtilmemektedir. Bilinen odur ki İbn Mâce hocası Ali b. Muhammed
et-Tanâfisî'nin halkasına katılmıştır. O, fazilet ehli, sika ve rivayeti bol
bir âlimdi. İbn Mâce ondan çok hadis dinlemiştir.
et-Tanâfisî vefat
ettiğirfde (h. 233), İbn Mâce 24 yaşında olduğuna göre hadis dinlemeye yirmi
yaş civarında başladığı söylenebilir. Genç adam, hadis dinleme arzusuyla yanıp
tutuştuğu içm Kazvin ona yetmemişti. Önce civar beldeleri dolaşıp oraların âlimlerinden
hadis dinledi. Ardından ufuklara uzanan seyahatlerine başladı. Bu süreçte
birçok hadis dinleyip yazdı. Sonunda had:= ilminde imam, hatta onların
başlarından biri oldu.
İbn Mâce, hadis
öğreniminde çağında yaygınlaşan geleneği b-îeyerek uzun yolculuklara çıktı. Bu
meyanda İslam âleminin belli merkezlerini ziyaret etti. Bu yolculuklarının
sonunda da Kazvin şehrine dönerek orada istikrar buldu.
Bulunduğu şehirler: 1.
Horasan; Nisâbur vd. 2. Rey, 3. Irak: Bağdat, Küfe, Vâsıt ve Basra, 4. Hicaz;
Mekke ve Medine, 5. Suriye; Şam, Humus, 6. Mısır.
İbn Mâce, ilimler
arasında özellikle hadis ilmine ilgi göstermı* ve bir muhaddis olarak öne
çıkmıştır. Tabiî ki hadis ilminde uzmanlaşmak başka ilim dallarına da nüfuz
etmeyi beraberinde getiriyordu. Nitekim İbn Mâce de bundan payını almış, şer'î
ilimler sahasında farklı ilim dallarında uzmanlaşmıştır.
1- Hadis
İlmi: Sünen adlı eseri incelendiğinde İbn Mâce'nın zî kadar zengin bir
hafızaya, hadislerin tarîkleri ve metinleri konusunda geniş bilgiye sahip
olduğu görülür. Onun bu büyük esen. hemen bütün bâbları içeren ve maksadlarım
ziyadesiyle yence getiren bir çalışmadır. Bâblarla ilgili hadis seçimleri, bu
alandaki tecrübe ve bilgi birikimini yansıtmaktadır. O, eserinin bfc bâblannda lafız ve tarîk
bakımından en münasip olan hadislere yer vermiştir.
2- Fıkıh
îlmi: Bu ilme özel bir ilgi gösterdiğine dair bir kant bulunmamakla beraber
Sünen adlı eserinde izlediği metod, güçlü bir fıkıh bilgisine sahip olduğunu
göstermektedir. Onun kitabı ahkâm hadislerinin kapsam ve tertibi bakımından en
güzel kaynaktır. Hüküm ve meseleler kısa ve özlü ifadelerle beyan ediktir.
3- Tefsir
îlmi: Zehebî ve diğerleri onu Müfessir olarak nitelemişlerdir. Hafız el-Mizzî
de Tehzîbu'l-kemâl adlı eserinde Hafız Ebû Ya'lâ el-Kazvînî'den nakille bunu
kaydetmiştir.
4- Tarih
İlmi: Hafız İbn âhir el-Makdisî şöyle der: "Kazvin'de bulunduğum sırada
onun yazdığı, sahabe devrinden kendi zamanına kadar yaşamış kişiler ve
beldeleri ele alan bir tarih kitabını gördüm."
İbn Kesîr söz konusu
eserin tam bir tarih kitabı olduğunu söylemiştir. Şu halde İbn Mace tarih ilminde
de bir uzman ve imamdır.
İbn Mâce bir çok hadis
şeyhinden ilim almıştır. Onlardan bazıları: Ali b. Muhammed et-Tanâfisî,
Cebbâre b. el-Muğallis, Mus'ab b. Abdullah ez-Zübeyri, Suveyd b. Saîd, Abdullah
Muaviye el-Cumahî, Ebû Bekr b. Ebî Şeybe, Hişâm b. Ammâr, Yezîd b. Abdullah
el-Yemâmî, Bişr b. Muâz el-Akdî, Humeyd b. Mes'ade, Ebû Huzâfe es-Sehmî, Dâvud
b. Reşîd,, Ebû Hayseme, Ebû Saîd el-Eşec, Osman b. Ebî Şeybe ve diğerleri.
Kaynaklar onunla
ilgili fazla bilgi içermemektedir. Bununla birlikte salah ve takva sahibi,
sahih, itikad, zühd ve vera' ehli bir âlim olduğu iyi bilinir. Halkın
inançlarını hurafe ve bid'atlardan arındırarak Selefin temiz akidesine çekmeye
çalışırdı. Usûl ve furû'da sünnete uyar, ondan ayrılmazdı.
Eserinin Kazvin başta
olmak üzere bütün İslam âleminde revaç bulması, Müslümanların ona ne kadar
saygı ve muhabbet beslediklerinin açık delilidir.
ibn Mâce çok faydalı
eserler telif etmiştir. Şu var ki bu kitaplardan sadece Kütüb-i Sitte arasında
sayılan Sünen bize ulaşmış, diğerleri henüz bulunamamıştır.
Ulaşmayan eserleri:
1.
Kitâbu't-tefsîr: Biyografisini yazanların hemen hepsi hu eseri
zikretmişlerdir. Geç dönemlere kadar tedavülde olduğu hilinen eser, muhtemelen
henüz taranmamış yazmalar arasında bulunmaktadır.
2. Kitâbu't-târth:
İbn Tâhir bu eserden bahsetmiş ve sahabe devrinden kendi zamanına kadar geçen
dönemi kapsayan geniş bir eser olduğunu ifade etmiştir. Geç dönem ulemâsı
arasında ondan başka kitaba değinen çıkmamıştır.
İbn Mâce'ye nispet
edilen bir de Târihu'l-hulefâ adlı bir eser vardır ki basılmıştır. Ancak ona
aidiyetinde kuşkular mevcuttur.
Hicri 273 yılı Ramazan
ayının yirmibirinci pazartesi günü Hak'km rahmetine kavuşmuştur. Vefat
ettiğinde 64 yaşındaydı. Sah günü defnedilmiştir. Kardeşleri Ebû Bekir, Ebû
Abdullah ve oğlu Abdullah tarafından toprağa verilmiştir. Namazını kardeşi Ebû
Bekir kıldırmıştır.
H. 275 yılında vefat
ettiği söylenmişse de Zehebî ilk tarihin daha sahih olduğunu söylemiştir.
Büyük imamlar, tahkik
ve tenkit ehli âlimler İbn Mâce'nin hadis alanında imamlığına, mütedeyyin bir
zât olduğuna şahadet etmişlerdir.
1. Hafız
el-Halîli: Büyük bir sikadır. Üzerinde ittifak edilmiştir. Rivâyetiyle amel
edilir. Hadis bilgisi ve hıfzı tamdır.
2.Hafız
el-Mizzî: Hafızdır, Kitâbu's-Sünen ve diğer faydalı eserlerin müellifidir. Bir
çok yolculukta bulunmuştur.
"Devrinde
Kazvin'in hafızıdır." "ilmi geniş, özü sözü doğru ve tenkit ehli bir
hâfizdır."
Adı: Alımed b.
Muhammed b. Hanbel b. Hilâl b. Esed.
Künyesi: Ebû Abdullah.
Nesebi: Anne babası
Arap asıllıdır. Ebeveyni Şeybân b. Zühl b. Salebe boyundandır. Soyu, Nizâr
batnmda Peygamber Efendimizle (sav) birleşmektedir.
Doğum Tarihi ve Yeri:
İmam Ahmed b. Hanbel Bağdat'ta doğdu. Bir rivayete göre Merv'de doğmuş, henüz
emzikte iken Bağdat'a götürülmüştür. Doğum tarihi, h. 164 senesi Rebîülevvel
(ya- da Rebîülâhir) ayının yirminci günüdür. Doğduğunda babası ve dedesi vefat
etmişlerdi. Sadece soyu değil kaderi de Allah Resulü (sav) ile kesişmiş ve o
da yetim doğmuştur.
İmam Ahmed b. Hanbel'e
babasından ve dedesinden yüklü bir miras kalmamışsa da dedesi tarafından yüksek
bir nesep ve makama, babası tarafından cesaret ve cihad sevgisine vâris olmuştur.
Babası Muhammed b. Hanbel cihad ederken şehit düşmüştür. Dedesi Hanbel b. Hilâl
ise, Emevîler tarafından Serahs emirliğine tayin edilmiş bir zât idi.
Kaynaklar Ahmed b.
Hanbel'in h. 179 yılında on dört yaşında nadis tahsiline başladığını
kaydetmektedir. Bu konuda kendisi Şöyle demiştir:
"Hocaya
gittiğimde henüz çocuktum. On dört yaşına bastığım-aa divana gidip gelmeye
baş}adım." İmam, bundan sonra Kur'an hıfzı ve yazma dersinin yanında Bağdat şeyhlerinden
hadis dinlemeye başlamıştır. Yine kendi ifadesi şöyledir: "ilk defa H.
179 senesinde Ali b. Hişâm b. el-Berîd'den hadis dinlemeye başladım.
Hadis yazdığı ilk
âlim, kendi ifadesiyle Ebû Hanife'nin öğrencisi Ebû Yûsuf idi. O yıl (h. 179),
Abdullah b. el-Mübârek Bağdat'a gelmişti. Ahmed b. Hanbel ondan hadis
dinleyebilmek için acele ettiyse de kısmet olmadı. Çünkü Abdullah b. el-Mübârek
Romalılarla savaşmak üzere sefere gitmişti.
Ahmed b. Hanbel
Bağdat'ta bulunan hadis şeyhlerinden hadi: dinlemeye devam etti. Hocası Hüşeym
b. Beşîr'in vefat ettiği h 183 yılına kadar seyahate çıkmadı. Bu hocasının
derslerine tam bir titizlikle devam etmiş ve ondan hayli istifâde etmiştir. Bu
konuda kendisi şöyle der:
"Hüşeym'den h.
179 senesinde yazmaya başladık. Ondan Hac kitabı dâhil bine yakın hadis, bir
kısım tefsir ve Kaza kitabını yazdık." Oğlu Salih "Üç bin hadis oldu
mu?" diye sorunca "Daha fazla" demiştir.
Hadis ehlinin bu
geleneğinden Ahmed b. Hanbel de nasibim almış ve hocası Hüşeym'in vefatını, bir
tür izin olarak telakki etmiştir. Bundan sonra İslam âleminin değişik
merkezlerindeki ha dis şeyhleriyle görüşüp hadis dinlemek üzere yollara
düşmüştür Bu konuda gayet ciddi davranmış, azim ve kararlılığını asla yi
tirmemiştir. Bununla ilgili olarak şu ilginç ifadesini aktarmak faydalı
olacaktır: "Hadis dinlemeye erken vakitlerde gitmek ister dim. Annemse
sabah ezanının okunmasını, en azından halkın sa baha çıkmasını beklemem için
eteğimden çekiştirirdi."
imam Ahmed b.
Hanbel'in ziyaret ettiği ve etmek istediği beldeler:
1. Basra; bu
şehri h. 186, 190, 194 ve 200 senelerinde olmak üzere dört kez ziyaret
etmiştir. Beş kez gittiği de rivayet edilmiş tir.
2. Küfe; bu
şehre h. 183 yılında gitmiş aynı yıl yayan olarak oradan ayrılmıştır.
Bağdat'tan çıktıktan sonra yaptığı ilk yolculuk budur.
3. Mekke; h.
187 yılında gitmiş ve o sene İmam Şafiî ile görüşmüştür. Daha sonra h, 191,
196, 197 ve 199 yıllarında da Mekke'yi ziyaret etmiştir.
4. Yemen;
Mekke'den h. 199 senesinde yayan olarak çıkmış ve İbrahim b. Ukayl'in kapısında
iki gün kalmış ve Abdürrezzâk'tan hadis yazmıştır.
5. Tarsus;
Abdullah'ın ifadesine göre oraya yayan olarak gitmiştir.
6. Vâsıt;
kendisi, şöyle der: 'Yahya b. Saîd el-Kattân'm evinde ikâmet ediyordum. Sonra
Vâsıt'a gittim."
7. Rikka;
Ahmed b. Hanbel şöyle der: "Rikka'da Feyyaz b. Mu-hammed b. Sinan'dan daha
hayırlısın görmedim."
8. Abadan;
h. 186 yılında gittiği şehirde Ebu'r-Rebî ile görüşmüş ve ondan hadis
yazmıştır.
9. Mısır;
İmam Şafiî'ye kendisini Mısır'da ziyaret etme sözü vermesine rağmen
parasızlıktan gidememiştir.
10. Rey;
İmam şöyle der: "Eğer elli dirhemim olsaydı Rey'e gider Cerîr b.
Abdülhamîd'den hadis dinlerdim."
Onun seyahatleriyle
ilgili olarak dikkat çeken nokta, büyük ölçüde yayan yolculuk etmesiydi.
Arabistan gibi sıcak bir coğrafyada bunun ne kadar zahmet ve sıkıntı dolu
olacağı ortadadır. Âdeti gereği dinlediği hadisleri bir de yazan Ahmed b.
Hanbel'in bunları taşırken ne sıkıntılara katlandığını tahmin etmek zor
değildir.
Ahmed b. Hanbel
çağının bilgi ve ilimlerinden lâyıkıyla ıstıiade etmiştir. Özellikle Bağdat
gibi ilmin ve İslam medeniyetinin kalesi konumundaki bir şehirde yaşaması onun
en büyük şansı olmuştur. Bilindiği üzer o devirde Bağdat, hemen bütün âlimle
aSnda en az bir kez uğradıkları büyük bir merkezdi, mam Ahmed b. Hanbel gibj
ilim âşığı bir zâtin burada kurulan ilim halkalarına katılmaması gibi bir ihtimali hayal
etmek bile zordur.
Ahmed b. Hanbel'in
ilimleri arasında öne çıkan şu dalları zikredebiliriz:
1. Dil
ilimleri: Arapça'nın bütün varlığıyla hâkim olduğu bir çevrede yaşayan İmam
Ahmed b. Hanbel, öğrenim hayatına her genç gibi Kur'an ve ilimleriyle
başlamıştır. Bu ilimlerin büyük bölümü dille ilgili olması bakımından dil
ilimleri alanında çok geniş ve derin bilgi sahibi olmuştur. Nitekim kendisi
bunu şöyle ifade etmiştir: "Arapça adına yazdıklarım, bu dilin imamı
sayılan Ebû Amr b. el-Alâ'nm yazdıklarından daha fazladır." Nitekim Müsned
adlı dev eserindeki garîb kelimelerle ilgili açıklamaları, dil ilimlerine ne
kadar hâkim olduğunun kanıtıdır.
2. Hadis
İlmi: Hadis ilmine rivayet ve dirayet olarak hâkimdi. Müsned, onun bu sahadaki
liderlik ve imametinin en açık delilidir.
a. Rivayet
esaslı Hadis İlmi: İmam Ahmed b. Hanbel, çağında rivayetin imamı idi. Bunun en
canlı delili, otuz bini aşkın hadisten oluşan Müsned adlı dev eseridir. Bizzat
kendisi oğlu Abdullah'a şöyle demişti: "Bu Müsned'i iyi muhafaza et.
Çünkü o, insanlar için imam olacaktır."
Hafız Ebû Ali
el-Medînî Müsned'in özellikleri hakkında şöyle der: "Bu kitap, hadis ehli
için büyük bir asıl ve sağlam bir kaynaktır. Çok sayıda hadis ve bol miktarda
rivayetten seçilerek hazırlanmıştır. O, itimâda şayan bir imam ve ihtilaf
anlarında sığınak kılınmıştır."
b. Dirayet esaslı Hadis İlmi: İmam Ahmed b. Hanbel hadis
usûlü kapsamına giren diğer ilimlerde de otorite idi.
c. Cerh ve
Ta'dîl İlmi: İmam Ahmed b. Hanbel cerh ve ta'dîl konusunda kanâat belirten ulemâ arasında yer almıştır.
Bu konuda ne katı, ne de gevşek davranmayıp orta bir yol izlemiştir. Yahya b.
Saîd el-Kattân'ın öğrencisidir. Tabakâtu'l-Hanâbile adlı eserde Abdullah b.
Ahmed şöyle der: ""Ebû Turâb en-Nahşebî babama geldi. Babam
anlatmaya başladı: Filan zayıftır, filan sikadır.. Bunun üzerine EbuTurâb şöyle
dedi: "Şeyh hazretleri, Müslümanları çekiştirip gıybet etme." Babam
biraz sert bir ifadeyle karşılık verdi: "Yazık sana! Bu gıybet değil,
ümmete nasihattir!"
d. Hadis
İlletleri İlmi: İmam Ahmed b. Hanbel hadis illetleri dalında da çok derin bilgi
sahibiydi. Nitekim oğlu Abdullah ile Müsned'i müzâkere ederken "Şu hadise
dikkat et, onda şöyle bir illet var" diyerek uyarırdı. Ebû Bekir
el-Hallâl'm onun hadis illet-leriyle ilgili görüşlerinden derlediği
Kitâbu'l-ilel adlı eser, Ahmed b. Hanbel'in bu sahada ne kadar derin olduğunu
gösterir.
3. Fıkıh
İlmi: Bu ilimdeki yeriyle ilgili olarak Ahmed b. Hanbel'in ilk derslerini Ebu
Hanîfe'nin öğrencisi Ebû Yûsuftan aldığını söylememiz sanırız yeterli
olacaktır. Bilindiği üzere o, re'y ehlinin büyük imanlarından biriydi. İmam,
bundan sonra sadece hadis ilmiyle meşgul olmuş ve bu alandaki birikimini kemâle
erdirdikten sonra re'y ehlinin fıkıh anlayışım eleştirel bir bakışla
değerlendirerek kendine has
bir fıkıh anlayışı
geliştirmiştir. Tabakâtu'l-hanâbile müellifi onun fikıh bakışını şöyle
anlatmıştır: "O, fıkıhta azimetleri esas alırdı. Hükümlerinde Kur'an
ayetlerine, uygun hadislere veya değerli bir sahabî sözüne dayanırdı. Bütün
bunları re'y ve kıyasa tercih ederdi."
Hiç kuşkusuz İmam
Şafiî ile karşılaşması ve ona duyduğu derin hayranlık da fıkıh metodu üzerinde
etkili olmuştur.
İmam Şafii, onun
imamlığını tescil ettikten sonra -Tabakâtu'l-hanâbile sahibinin ifadesine göre-
şöyle demiştir:
"Ahmed sekiz
haslette imamdır. Hadiste imamdır. Fıkıhta imamdır. Dil ilimlerinde imamdır.
Kur'an'da imamdır. Fakirlikte imamdır. Zühdde imamdır. Vera'da imamdır.
Sünnette imamdır."
4. Kelâm
İlmi: Kelam ehlinin görüşleriyle ilgili derin bilgisi hakkında nasihatlerine
bakmak yeterlidir. Ahmed b. Hanbel bu nasihatlerinde insanları kelamcılarla
birlikte olmak ve tartışmaya girmekten sakındırmaktadır. Hatta onları dinlemeyi
bile sakıncalı görmektedir. İşte onun ifadeleri:
Kelam konusuna
girenler asla iflah olmazlar.1 Kelam işine girenler cehmîleşmekten
kurtulamazlar." (Cehmiye fırkasına atfen.)
Oğlu Abdullah'a:
"Sakın onların meclislerine oturma ve onlandan biriyle konuşma!"
"Sünneti
savunuyor bile olsalar kelam ehliyle oturma!"
Böylesi kesin
tavsiyelerde bulunan bir zâtın onların prensip ve görüşlerini bilmemesi
düşünülemez.
İmam İbn el-Cevzî onun
hocalarını sayarak şöyle demiştir; "Ahmed b. Hanbel'in dörtyüz ondört
erkek, bir kadın hocası olmuştur."
Bunlardan bazılarını
şöyle sıralayabiliriz: 1. Hüşeym b. Beşîi (Bağdat'ta beş yıl boyunca öğrencilik
yapmıştır.) 2. Süfyân b. Uyeyne, 3. İbrahim b. Sa'd, 4. Yahya b. Saîd
el-Kattân, 5. İmam Şafiî, 6. Kadı Ebû Yûsuf, 7. Mu'temer b. Süleyman, 8
Abdurrahman b. Mehdi, 9. Yezîd b. Harun, 10. Abdürrezzâk b. Hemmâm es-San'ânî,
11. Muhammed b. Ca'fer, 12. Yahya b. Saîd el-Emevî.
Allah Teâlâ sünneti
sözüyle ve ameliyle müdâfaa etmesi sebebiyle onun şanını zaman içinde daha da
yükseltmiş, bu uğurdaki gayret ve özverisiyle akranlarının üstünde, tâbiûnun
büyükleri arasında sayılmıştır. O, takva ehli evliyanın safları arasında da ön
sıralarda yer almıştır.
İmam Ahmed b. Hanbel,
Rabbine kulluk ve tâatinde örnek alınacak bir şahsiyetti. İbrahim b. Hâni
anlatıyor: Zühd, ibâdet ve nefse eziyette onun kadar güçlüsü görülmemiştir.
Gündüz oruç tutar, iftarı erkenden yaptıktan sonra yatsıdan sonra birkaç rekat
namaz kılardı. Hafif bir uykunun ardından kalkıp abdest alır ve tanyeri
ağarıncaya kadar namaz kılardı. Sonra bir rekat vitirle bu namazını bitirirdi.
Menkıbeleri kitaplara
sığmayacak kadar çok olup İbn el-Cevzî,. Ebû Hatim ve Beyhakî tarafından
müstakil eserlerde ele alınmıştır.
Örneğin zühdden söz
edildiğinde Ahmed b. Hanbel'in adı anılmazsa eksiklik olur. Çoğunlukla sirke ve
tuz ile yetinirdi. Yemeği bu kadar mütevazı olan İmam, giyiminde de çok
zâhidâne davra-
nirdı.
Hamdan b. Alî şöyle
der: Pamuklu bir elbisesinden başka giyeceği yoktu. Fakat dâima temiz olurdu.
Humeyd b. Zenciveyh
anlatıyor: Ahmed b. Hanbel'in sırtında yeşil bir cüppe gördüm. Üzerinde beyaz
yün kumaştan bir yama vardı.
Yemesinde ve giyiminde
böylesine tevazu ve zühd sahibi olan bir zâtın kadılık, valilik gibi devlet
görevlerine iltifat etmeyeceği de açıktır. Nitekim şöyle bir olay anlatılır:
Ebu Bekr b.
el-Esrem'den: "İmam Şafiî Ebû Abdullah'a şöyle demişti: "Müminlerin
emîri, Yemen'e bir kadı tavsiye etmemi istedi. Abdürrezzâk'la görüşme arzun
olduğunu biliyorum. Hem bu meramına erer, hem de hak için kadılık
edersin." Ahmed b. Hanbel ona şu cevabı verdi: "Bunu sizden bir kez
daha duyarsam, beni bir daha huzurunuzda göremezsiniz."
İmam Ahmed b.
Hanbel'in zühdü fakirliğinden kaynaklanmıyordu. Bilakis vera' ve Allah
korkusundan kaynaklanıyordu.
O, bütün bu ilim ve
imametine rağmen olağanüstü mütevazı bir kişiliğe sahipti. Uzleti, zikir için
inzivaya çekilmeyi severdi.
Yoksulluğuna rağmen
cömert bir insandı. Az da olsa vermekten hoşlanırdı. Harun el-Müstemlî onunla
yaşadığı şu olayı anlatır:
"imam ile
karşılaştığımda Tanımda hiç para yok' demiştim. Bana beş dirhem uzatarak şöyle
dedi: Bundan başka param yok!"
Müslümanlar Halife
Reşîd zamanına kadar Selef akidesi üzerinde gider ve Kur'an-ı Kerim'in
Allah'ın kelâmı ve vahyi olduğuna, yaratılmış (mahlûk) olmadığına inanırlardı.
Halife Me'mûn zamanında Mutezile ve Cehmiye sivrilmeye' başladı. Bunlar an'm
mahlûk olduğunu iddia ediyorlardı. Onlara göre Kur'an şeydi. Halife de zamanla bu görüşe meyletti.
H. 218 yılında Halife
halkın ve ulemânın imtihan edilmelerini emredere! Kur'an'ın mahlûk olduğu
görüşünü dile getirmelerini istedi Iş-kence ve ölüm cezasından korkan bir
çokları Halife'nin etnrkr uyarak istenenleri ikrar ettiler.
İmam Ahmed b. Hanbel,
Selef-i Sâlihin böyle bir akidesi olmadığını, Kur'an'ın da yaratılmış
olmadığını söyleyince hapse atili Me'mûn'un ölümüne dek hapiste kaldı. Mutasım
hilafete geçir;: münazara için Imam'ı çağırttı. Huzurunda kendisine işken::
edilmeye devam edildi. Hapis ve işkenceyle dolu bu çile, tam yim sekiz ay devam
etti. Bundan sonra salıverildi.
İmam bu zindan ve
işkence hayatından sonra tekrar hadis ve fetva faaliyetine başladı. Bu arada
babası Mutasım'm ardında Vâsık'm hilafeti başlamıştı. O da babasının ilk
yıllarında oldur. gibi Kur'an'ın mahlûk olduğu iddiasını yaymaya çalıştı. Budk
her yerde okutulup öğretilmesini istedi. Birçok âlim onun bu isic-ğine karşı
çıktı. Halife Vâsık, İmam Ahmed b. Hanbel'e de fcr emir göndererek şöyle dedi:
"Bundan sonra hiç kimse seninle toplanmayacak, benim bulunduğu toprakta
veya şehirde kalrnavçaksın. Dilediğin yere gidebilirsin."
İmam, Vâsık'm bu
fermanı üzerine evine kapandı. Namaz il: olsun evden çıkmadı. Bu durum, h. 232
yılında Vâsık'm ölümüm dek sürdü. Onun yerini alan Mütevekkil bu davadan
vazgeçerü halk üzerindeki baskıyı kaldırdı.
imam Ahmed b.
Hanbel'in hadis dışında bir şey yazmamak ran islam kültür hazinesini çok
değerli bilgilerden mahrum e-mistir. O, bu kararını gayet ısrarlı bir şekilde
uygulamış, ha": kendisinden hadis dışında bir şeyler yazıldığını
gördüğünde öfkelenmiştir.
Ebu Bekir el-Mervezî
anlatıyor: "Horasanlı birini gördüm. Eh Abdullah'ın yanma gelmişti. Ona
bir cüz uzattı. Ebû Abdulii: şöyle bir bakınca kendine ait sözler de
bulunduğunu gördü. Sinir: bir hâlde kitabı elinden fırlattı."
1. Müsned;
müteaddit baskıları yapılan büyük bir hadis kül yatıdır.
2. el-îlel;
1087 yılında İstanbul'da basılmıştır.
3. en-Nâsihu
ve'l-mensûh.
4. ez-Zühd; basılan bölümü, İbn Hacer'in asıl hacmiyle
ilgili söylediklerine uymamaktadır.
5. el-Eşribe;
Şeyh Subhi es-Sâmurâî'nin tahkikiyle basılmıştır.
6. el-îman;
İbn Ebî Hatim tarafından zikredilmiştir.
7. el-Fezâil;
1983 yılında iki cilt hâlinde basılmıştır.,
8. el-Ferâiz.
9. el-Menâsik.
10. Tâ'atu'r-Resûl.
11.
el-Mukaddem ve'l-mu'ahher.
12.
Ceuâbâtu'l'Kur'an.
13. Hadîsu
Şu'be.
14. Nefyu't-teşbîh.
15. el'îmâmet.
16.
Kitâbu'l-fiten.
17. Kitâbu
fezâili Ehli'l-Beyt.
18. Musnedu
Ehli'l-Beyt.
19. el-Esmâ
ve'l-kunâ; Kuveyt'te basılmıştır.
20.
Kitâbu'târîh; îbn el-Cevzî ve Zehebî taraûndan zikredilmiştir.
Ahmed b. Hanbel'e
nispet edilen eserler:
1.
et-Tefsîr; Zehebî'ye göre asılsız bir kitaptır.
2. er-Risâle
fi's-salât; Zehebî'ye göre uydurmadır.
3.
Kitâbu'r-reddi ale'l-Cehmiyye; Zehebî'ye göre uydurmadır.
4.
Kitâbu'l-ilel; üç cilttir.
5.
Kitâbu'l-ilm; üç cilttir.
6.
Kitâbu's-sunne; üç cilttir.
Hastalığı: Salih b.
Ahmed anlatıyor: Hicrî 241 yılı rebîülevvel ayının ilk günüydü. O Çarşamba
gününün gecesinde babam ateşlendi. Ateşi bir türlü düşmüyor, güçlükle nefes
alabiliyordu. Durumdan haberdar olan halk ziyaret için eve gelmeye başladılar.
İnsanlar gruplar halinde gelip geçmiş olsun dileklerinde bulunuyor ve dua
ederek çıkıyorlardı.
Vasiyeti: Salih b.
Ahmed anlatıyor: Babam şöyle vasiyette bulundu: "Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın adıyla. Bu, Ahmed b. Muhammed b. Hanbel'in vasiyetidir. O vasiyet eder
ki Allah'tan başka ilah yoktur. O'nun ortağı da yoktur. Muhammed O'nun kulu ve
Resûlü'dür. O'nu hidayet ve hak dinle göndermiştir ki -müşrikler istemese de-
onu bütün dinlerin üzerine çıkarsın. Hane halkından sözünü dinleyenlere Allah'a
kulluk etmelerini, hamd edenler arasında hamd etmelerini, Müslümanlara karşı
dürüst davranmalarını vasiyet eder. Vasiyet ederim ki ben Rab olarak Allah'tan,
din olarak İslam'dan, peygamber olarak Hz. Muhammed'den razı ve hoşnut
oldum."
Bundan sonra
borçlarının ödenmesini, oğulları Salih ve Abdullah'ın kız erkek bütün
çocuklarına 10'ar dirhem verilmesini vesiyet etti.
Vefatı: Merhum, h. 241
senesi rebîülevvel ayının on ikinci Cuma günü vefat etti.
Cenaze namazında bir
milyona yakın erkek ve altmış bin kadın hazır bulundu. O gün bütün Bağdat
halkı abdest almak isteyenler için evlerini kapılarını gelip geçenlere
açmışlardı.
1- Kuteybe:
Zamanımızın en hayırlısı İbnu'l-Mübârek idi. Sonra -Ahmed b. Hanbel'i
gösterek- bu gençtir. Ahmed'i seven birini gördüğünde bü ki o, sünnete sahip
çıkan biridir. Sevrî, Evzâ'î ve Leys'in zamanlarına yetişseydi onların önüne geçirilirdi.
Kuteybe'ye "Onu
tâbiûna katıyor musun?" diye sorulduğunda şöyle cevap verdi: Hem de
büyükleri arasına.
2- İmam
Şafiî: Bağdat'ta bir genç gördüm. O, "Bize nakledildi ki" diye
başladığında herkes tasdik ederdi. "O kimdi?" diye sorduklarında
" Ahmed b. Hanbel" dedi.
3- Ali b.
el-Medînî: Allah bu dini riddet günü Ebu Bekir (ra) ile, Halku'l-Kur'an
fitnesinde Ahmed b. Hanbel ile teyit etmiştir.
4- Ebû
Ubeyde: İlim şu dördünde zirveye ulaşır: ... ve Ahmed b. Hanbel.
5- İbn Mam:
Allah rızası için hadis nakleden yalnız üç kişi gördüm: Ya'lâ b. Ubeyd,
el-Kaanbî ve Ahmed b. Hanbel.
6- İbn Ebî
Hatim: Babama Ahmed b. Hanbel ile Ali b. el-Medînî'den hangisinin daha güçlü
hâfiz olduğunu sormuştum. Şu cevabı verdi: Hıfzda birbirlerine yakındılar.
Fakat Ahmed fikıhça daha üstündü.
Adı: Mâlik b. Enes b.
Mâlik b. Ebî Âmir.
Künyesi: Ebû Abdullah
Nisbesi: 1- el-Esbahî;
Himyer'den Zî Esbah'a nispetidir.
2- el-Medenî; ikâmet
ettiğibelde olan Medine'ye nispetidir.
Doğum Tarihi ve Yeri:
Büyük sahabî Enes b. Mâlik'in (ra) vefat ettiği h. 93 senesinde dünyaya
gelmiştir. Anne karnında kalış sûresi olağanüstü bir şekilde üç yıl sürmüştür.
Sıfatı ve yetişmesi:
Uzun boylu, iri yapılı, sarışın, mavi gözlü biriydi. Gür sakalları vardı. Saçı
sakalı aktı. Bıyıklarını uzatır, kısaltmaz di.
Temiz giyimliydi, ince
ve beyaz renk kumaşı tercih ederdi. Giysisini sık değiştirir, sarığını çenesinin
altından geçirip omuzlarından aşağı sarkıtırdı. Misk ve güzel koku sürünmeyi
severdi.
İmam Mâlik refah ve
bolluk içinde büyümüştür. Dış görünümüne Özen gösterir, her konuda kendine
dikkat ederdi. Güzel ahlak ve edebinin yanı sıra vakur ve heybetli
görüntüsüyle insanlar üzerinde saygın bir izlenim bırakırdı. Bulunduğu her
mecliste izzet ve itibâr görürdü.
imam Mâlik, ilim
öğrenmeye erken bir dönemde on yaş civarında başladı. O yıl, Medine'nin iki
tabii fakîhi el-Kâsım b. Mu-hammed ve Salim b. Abdullah Hak'kın rahmetine
kavuşmuşlardı. Küçüklüğünden
itibaren çok zeki ve akdlı biri olarak terLijtı etmişti. Ezberleme ve kavrama
gücü gerçekten parmakla gc&a-lecek düzeyde idi. İlim yani hadis Öğrenmeye
sağlam bir niy-T t; faydalanma maksadıyla başladı. Çok bilgili denmesi veya
&:bs sahibi olma gibi bir niyeti hiç olmamıştı. Bunu onun ağzındai n lemek
daha doğru olacaktır:
"İlmi sırf kendim
için öğrendim. İnsanların bana ihtiyaç::;• maları düşüncesiyle
öğrenmedim."
İmam Şafiî anlatıyor:
"Bir defasında Mâlik b. Enes'e 7:: Uyeyne, Zührî'den birçok rivayete
sahip. Bunlar sende yok' :-.ı-misti Bu söze şöyle karşılık verdi: Dinlediğim
her hadisi anlat&ak olsam, onları nakledenlere zulmetmiş olurum!"
Merhum hadis alırken
çok titizlenir, Allah Resûlü'nün -i hadislerine büyük saygı gösterirdi. Bu mey
anda söylediği;. ?:: çok anlamlıdır:
"Kimi şeyhler
oturup bize bütün gün hadis nakleder de bir tek hadis almayız. Bu, onu
suçladığımız için değil, hadi- üı olmayışındandır."
Yine o, bu konuda
şöyle derdi: "Hadis şu dört kişiden ahızı: En çok rivayette bulunan dahi
olsa, akılsızlığım ilan eden bru-siz. Halkı kendi hevâ ve arzusuna çağıran
bid'atçı. Hadis ksunda suçlamasam da- insanlarla konuşurken yalan söylere
Naklettiği hadise hâkim olmayan sâlih ve zâhid âbid."
Bir keresinde
sorulmuştu: Niçin Amr b. Dinar'dan nakildeh-iunmadın? Şu cevabı verdi:
-Onun halkasına
gittiğimde insanların ondan ayakta dinlediklerini gördüm. Allah Resûlü'nün
(sav) hadisine duyduhr saygıdan dolayı onu ayakta almayı uygun görmedim.
imam Mâlik hıfz ve
ezberde parmakla gösterilen bir insi:i Hatta bütün Hicaz'da hafızası en güçlü
kişinin o olduğu bile söylenirdi. Medine Halkının bütün ilmine, hadis olsun,
re'y olsuz û-kıfb. İmam Şafiî bu hususta şöyledemiştir:
"Mâlik ve İbn Uyeyne
olmalardı, Hicaz'ın ilmi kaybolup di."
Zehebî şöyle der:
Medine'de tâbiûndan sonra ilim, fıkıh, izzet ve hıfz bakımından Mâlik'e benzer
biri daha çıkmamıştır.
İmam Mâlik kendi
öğrencilik yıllarıyla ilgili olarak şunu anlatır- "Zührî Medine'ye
gelmişti. Rebîa ile yanma vardık. Bize kırk küsur hadis nakletti. Ertesi gün
yine gittiğimizde "Kitaba bakın da size ordan nakledeyim. Size dün
naklettiklerimden elinizde yazılı bir şey var mı?" dedi.
Bunun üzerine Rebîa
"İşte bu, dün naklettiklerinizi olduğu gibi size tekrar eder" dedi.
Zührî "Kimmiş o?" diye sorunca 'İbn Ebî Âmir" diyerek beni
gösterdi. Zührî "Oku bakayım" deyince dün naklettiği kırk hafdisi
okudum. Zührî şöyle dedi: Bunları benden başkası hıfzeden birinin kaldığını
sanmıyordum!"
İmam Mâlik geniş ilmi
ve olağanüstü güçlü hafızasına rağmen hadis öğrenmek için yolculuğa çıkmamış,
Hicaz'ın hadis mirasıyla yetinmiştir. Buna rağmen 21 gibi genç bir yaşta fetva
makamına layık görülecek düzeyde ilmî birikim ve önderliğe sahip olmuştur. O,
şeyhi Nâfi hayatta iken tedrisat halkasına sahip olmuş büyük bir âlimdi.
Mutlak anlamda imamdı.
Kur'an ve Sünnet kendisine hıfz, fıkıh ve bilgi olarak lütfedilmişti.
Hadis sahasında
meydanın en güçlü süvarisi, hatta süvari başıydı. Onun isnadı; MâHk-Nâfi-İbn
Ömer (ra), hadis isnâdlannm en sahihi (esahhul-esânîd), altın silsile (silsüe-i
zeheb) sayılırdı. O yalnız sika râvilerden nakilde bulunur, herkesten hadis
nakletmez, herkesi de dinlemezdi.
Hadisleri alırken ne
derece derin araştırma yaptığı bütün akranlarının teslim ettiğ bir gerçektir.
Örneğin Mekkelüerin imamı sayılan Süfyân b. Uyeyne onun hakkında şöyle demişti:
"Allah Mâlik'e merhamet buyursun. Râvileri nasıl da kata tenkid
ederdi." Yine o şöyle demiştir: "Mâlik, sahih olmadıkça hiçbir hadisi
tebliğ etmezdi. Yalnız
sikadan nakilde bulunurdu. Onun ölümüyle Medine'nin viraneye döneceğinden
eminim."
Değerli
öğrencilerinden olan Şafiî de şöyle demiştir: "Mâlik bir hadis hakkında en
ufak kuşkuya kapıldığında tümünü atardı."
Fıkıh ilmine gelince,
bu alanda kimsenin boy ölçüşemeyeceği eşsiz bir fikıh bilgisine ve melekesine
sahipti. Onunla aynı veya farkla düşünen herkes bu hakikati dile getirmiştir.
Yüce Allah onu bu ilmi sayesinde sülük ehlinin yıldızı, takva ehlinin imamı kılmıştır.
O, Müslümanlardan önemli'bir bölümünün ûkhen itimâd ettikleri bir mezhep
imamıdır.
Behlûl b. Râşid
anlatıyor: Sünnetin sahihini çürüğünü çok iyi bilmesine rağmen bir ayete Mâlik
kadar sarılan başka birini görmedim.
Abdullah b. Lehî'a
anlatıyor: Ebu'l-Esved'e (en-Nadr b. el-Cebbar) sordum: Medine'de Rebîa'dan
sonra söz kimin olacaktır? Şu cevabı verdi: Genç Esbahî'nin.
İmam Ahmed b. Hanbel
de Mâliki zikrederek Evza'î, Sevri Leys ve Hammâd'ın önüne koymuş, "O,
hadiste de, fıkıhta da imamdır" demiştir.
Zehebî ise şöyle
demiştir: Varılacak son nokta Mâlik'in fıkhıdır. Onun görüşlerinden ötesi
yoktur. Hiçbir şey yapmasa, hile ve maksatların gözetilmesi maddeleri ona
yeterdi. Mezhebi Kuzey Afrika, Endülüs, Mısırın bir bölümü, Şam'ın bir bölümü,
Yemen, Sudan, Basra, Küfe ve Horasan'ın bir bölümünde yayılmıştır.
imam Mâlik, sahabenin
ilmini taşıyan tâbiûndan bir topluluğa yetişmiş ve onların ilmini öğrenmiştir.
Bunlar arasında en güzideleri Abdullah b. Ömer'in (ra) azatlısı Nâfi idi. İmam
şöyle derdi: 'Nâfi, Ibn Ömer'in ilmini oğullarından daha fazla yaymıştır."
Mâlik'in Nâfi katında
çok özel bir yeri vardı. Nitekim o, bu hususta şunu anlatmıştır: "Henüz
çok küçük yaşta Nâfi'in halkasına gitmeye başladım. Buna rağmen oturduğu yerden
inip yanımda oturur ve bana hadis naklederdi."
Nâfi dışındaki
hocalarından bazıları şunlardır: 1. Ebu'z-Zinâd Abdullah b. Zekvân, 2. Hişâm b.
Urve b. ez-Zübeyr, 3. Yahya b. Saîd el-Ensârî, 4. Abdullah b. Dinar, 5. Zeydb.
Elsem Mevlâ Ömer (ra), 6. Muhammed b. Müslim b. Şihâb ez-Zührî, 7. Abdullah b.
ebî Bekr b. Hazm, 8. Saîd b. Ebî Saîd ei-Makbirî, 9. Mevlâ Ebû Bekr (ra).
İmam Mâlik'in menâkıb
ve faziletleri pek çok olup ulemâ ve imamlar tarafından ciltler dolusu kitapta
anlatılmıştır.
Akidesi: İmam Mâlik,
istikâdının sıhhat ve istikâmeti noktasında tam bir Ehli Sünnet imamı idi. O,
Kur'an-ı Kerim'in Allah'ın Kelâmı olduğunu v# mahlûk olmadığını söylerdi.
Sıfatları, hiçbir tefsire tâbi tutmaksızm olduğu gibi görüp anlardı. İlminin
her yerde olduğunu, hiçbir yerin O'nun ilmi dışında kalamayacağını savunurdu.
Kıyamet günü müminlerin Allah'ı gözleriyle göreceklerine (ru'yetuîlah)
inanırdı. Ona göre iman, söz ve fiil olup ibadetle artar, günahlarla
eksilirdi. Peygamber'e (sav) söven kimse, tevbe teklif edilmeksizin öldürülürdü.
Sahabenin tafdîli meselesinde Ebu Bekir ve Ömer'in (r.anhüma) ümmetin en
hayırlıları olduklarına inanır, Kaderiye mensuplarının arkasında namaz kılmayı
ve onlarla evlenmeyi caiz görmezdi.
Takva ve ibadeti: Bu
konuda örnek bir Müslümandı. Çok fazla nafile namaz veya oruç tutmazdı. Ama
vera' sahibi, Allah'ın koyduğu sınırlara harfiyen riâyet eden biriydi. Her
yerde hakkı söyler, iyiliği emredin kötülükten sakındırır di. Çok Kur'an okur,
iffet ve istikâmetten ayrılmazdı.
Öğrencisi Abdullah b.
Vehb anlatıyor: Bir defasında Mâlik'in kızkardeşine "Evde en çok neyle
meşgul olduğu" sorulmuştu. Şu cevabı verdi: Mushaf ve tilâvet.
ilimde edep ve vera'ı:
İbn Vehb şöyle demiştir: "Mâlik'in edebine dair anlattıklarımız, ilminden
öğrendiklerimizden fazladır."
Kuteybe b. Saîd: Ders
için evine gittiğimizde, yanımıza süslenmiş, gözleri sürmelenmiş, kokular
sürünmüş ve en güzel elbisesini giymiş halde çıkardı/ Halkanın baş tarafina
oturduktan sonra hizmetlisine
seslenip yelpaze getirtir ve her birimize bir tane verirdi.
Allah Resûlü'nün (sav)
sünnetine duyduğu saygıdan ötürü sadece abdestli hâlde hadis naklederdi. Ders
odasında şilteler ve yastıklar sağa sola serpiştirilmiş hâlde durur, Kureyş,
Ensâr ve halktan gelenleri burada ağırlardı. Meclisinde daima vakar ve hilm
havası hâkim olurdu. Onurlu ve heybetli bir insandı. Bulunduğu mecliste kavga
gürültü ve ağız dalaşı olmaz, boş konular konuşulmazdı. Ne kadar çok sorulsa da
siyer dışında cevap vermezdi. "Bilmiyorum" kelimesi, en çok
kullandığı ifadeydi.
Bunu tavsiye ederek
şöyle derdi: "Bilmiyorum" âlimin kalkanıdır. Onu ihmâl ettiğinde
helake düçâr olabilir.
Heysem b. Cemîl
anlatıyor: Duyduğuma göre Mâlik'e kırk sekiz mesele sorulmuş, onlardan otuz
ikisine "Bilmiyorum" diye karşıhk vermiş!
"Lâ havle velâ kuvvete
illâ billâh" demedikçe hiçbir konuda fetva vermezdi.
Vakar ve heybeti:
Öğrencisi Ebû Mus'ab anlatıyor: İnsanlar, Mâlik'in kapısına yığılır,
kalabalıktan birbirlerini ezecek gibi olurlardı. Fakat halkasına
oturduklarında birbirlerine başlarını bile çevirmezlerdi. Sultanlar ve emirler
bile ondan çekinirlerdi. Konuşması, "Evet, -ya da- hayır" şeklinde
olur, hiç kimse "Bu söylediğinin kaynağı nedir?" diye soramazdı.
Yine o anlatıyor: Bir
soruya cevap vermediğinde o soru tekrar sorulmazdı.
Öğrencisi İmam
Abdurrahman b. Mehdî şöyle der: "Mâlik'ten daha heybetli ve aklen daha
kâmil birini görmedim."
Tavırları: Halife
Mehdî Medine'ye geldiğinde Mâlik'e iki ya da üç bin altın göndermişti. Ardından
er-Rebî yanma gelerek "Müminlerin Emîri, Bağdat'a giderken kendisine
refakat etmeni istiyor" demişti. Bunun üzerine şöyle dedi: "Allah
Resulü (sav) buyurdu ki: Buseler, Medine onlar için daha hayırlıdır,"
Parası da olduğu gibi duruyor!
Mâlik şunu
anlatmıştır: Mehdî (bir rivayette Reşîd) bana üç hususta danıştı. İlki Muvatta'
adlı eserimi Kabe'ye astırmak ve insanları onunla amel etmeye zorlamaktı. Bunu
şöyle diyerek geri çevirdim: Sahabe dahi furûda ihtilaf etmişler ve hepsi
kendine göre isabet etmiştir. Minberi kaldırmaya gelince, insanları Allah
Resûlü'nün (sav) bir hatırasından mahrum etmeyi uygun görmem. Nâfİ'i imam
yapmana gelince, o kıratta imamdır. Mihrapta kendisinden farklı bir şey sâdır
olması muhtemeldir. Bu cevaplarım üzerine "Allah seni muvaffak kılsın ey
Ebu Abdullah" diyerek ayrıldı.
İmam Mâlik, zorlama
altındaki kimsenin boşamasının geçersiz olduğu söyler ve bunu hadis ile
delillendirirdi. Kendisi bundan men edilmesine rağmen aynı fetvayı vermeye
devam etti. Bunun üzerine Medine emîri Ca'fer b. Süleyman onu kırbaçlattı. O
kadar ki kolu çıktı. Sonra saçı başı tıraş edilerek bir katıra bindirildi ve
"Haydi fetvandan vazgeçtiğini haykır" dendi.. Bunun üzerine şöyle
haykırdı: "Beni tanıyan tanımıştır. Beni tanımayanlara söylevim: Ben Mâlik
b. Enes'im. Zorlama altındaki kişinin talâkı geçersizdir!" Bu durum
Ca'fer'e bildirilince "Çabuk yetişin ve katırdan indirin" diye haber
saldı.
O günden sonra
yerinden kalkacağı zaman bir kolunu diğeriyle tutardı.
Yaşadığı bu çile, onu
ne Rabbinin ne de halkın gözünde düşürmediği gibi daha da yükseltti. Çünkü o,
hak uğrunda işkenceyi göze almış yiğit bir âlimdi.
imam Mâlik yirmi iki
gün devam eden bir hastalığın ardından h. 179 senesi rebîülevvel ayında Hak'ın
rahmetine kavuştu. Beyaz kumaşa kefenlenmesini ve namazının sünnete uyularak
cenaze mahallinde kıldırılın asını vasiyet etti. Namazını Emîr Abdullah b.
Muhammed el-Hâşimî kıldırdı. Yine o cenazenin önünde yürüdü ve nâşını
taşıyanlara katıldı. Bakî mezarlığına defiıedildi.
Vefat ettiğinde 86
yaşındaydı.
Onun fazilet ve
makamının büyüklüğü herkesin teslim ettit bir hakikattir. İslam ümmeti bu
konuda hem fikirdir. Ulaştığı zir veyi beyan etmek anlamında hocaları ve
öğrencilerinden bazılar nın şahadetlerini zikretmek istiyoruz:
1- Süfyân b. Uyeyne: Mâlik, Hicaz ehlinin âlimi
ve devrim: hüccetidir.
Biz Mâlik'in yanında
neyiz ki. Onun ancak eserlerine tâbi ok İniliriz. Bir şeyhe baktığımızda, eğer
Mâlik ondan bir şey yazmışa biz de yazarız.
2- İmam
Şafiî: Mâlik hocamdır. İlmimi ondan aldım. Âlimler zikredildiğinde Mâlikonların
arasında- bir yıldızdır
3-
Abdurrahman b. Mehdî: Hadisin sıhhati konusunda hiç kır şeyi Mâlik'ten üstün
tutmam.
4- Evzâ'î
Mâlik'i andığı zaman şöyle derdi:Âlimlerin âlimi, Ha remeynın müftüsü.
5- Yahya b.
Sâîd el-Kattân: O, uyulması gereken bir imamdır Günümüzde hadisçe Mâlik'ten
daha sahihi yoktur. O, hadiste b imamdır.
6- Yahya b.
Maîn: Mâlik, Yüce Allah'ın halk üzerindeki hücc^: lerinden biriydi.
7- Nesâî:
Yüce Allah'ın, Peygamberinin (sav) ilmi üzerindeki eminleri şu üç kişidir:
Şu'be, Mâlik ve Yahya b. Kattan.
Adı: Abdullah b.
Abdurrahman b. el-Fadl b. Behrâm b. Abdussamed.
Künyesi: Ebû Muhammed.
Nisbesi: 1- et-Temîmî; mensup olduğu kabileye
nispetidir.
2-
ed-Dârimî; Temim oğullarından Dârim b. Mâlik'e nispetidir.
3-
es-Semerkandî; ikâmet ettiği belde olan Semerkand'a nispetidir. Maveraünnehr'in
meşhur şehirlerinden biridir.
Doğum Tarihi ve Yeri:
Doğum tarihiyle ilgili olarak kendisi şöyle demiştir: Ben, İbn el-Mübârek'in
vefat ettiği h. 181 yılında doğmuşum.
Doğum yeri muhtemelen
yaşadığı şehir olan Semerkand'dır. İlim öğrenmek için ayrıldığı Semerkand'a
yıllar sonra tekrar dönmüş ve ilmini orada yaymıştır.
Kaynaklar, hayatının
ilk dönemi hakkında fazla bilgi içermemektedir.
Dârimî olağanüstü bir
zekâ ve dikkate sahipti. Bu melekeleri sayesinde dinlediği şeyi kolayca anlar
ve ezberlerdi. Öğrenim yıllarında bir çok hocayla görüşüp hadis dinlemiştir.
Kaynaklarda ne zaman başladığına dair kesin bilgi mevcut değildir. Hadis almada
alçakgönüllü davranıp büyük küçük yaşlı genç demez herkesten hadis dinlerdi.
Ancak sika ve güvenilir kimselerden hadis alır, dinlediği hadisleri ayıklar, herkesin hadisini
nakletmezdi.
Doğduğu şehir olan
Semerkand, ulemâ ve hadisçiler bakımından hiç de fakir bir yer değildi. Fakat
diğer ilim merkezleri kadar şöhret kazanmamıştı. Meselâ Dârimî'den önce İslam
âlemi çapında şöhret sahibi bir muhaddis çıkmamıştı. O döneme bakıldığında
örneğin Bağdat'ta doğup büyüyen bir hadis öğrencisi dahi, onca ulemâ ve
hadisçinin varlığına rağmen yolculuğa çıkmışken Semerkandh bir hadis
öğrencisinin seyahat etmemesi düşünülemezdi.
Nitekim o da Allah
Resûlü'nün (sav) hadisini güvenilir ağızlardan dinlemek için yollara düştü. Bu
dönemde Horasan, Bağdat, Küfe, Basra, Vâsıt, Şam, Humus, Sûr, Harran, Mekke,
Medine ve daha bir çok şehri ziyaret etti. Oralarda hadis dinledikten sonra
imamı ve hadisçisi olmak üzere Semerkand'a döndü. Rabbinin kendisine lütfettiği
ilmi insanlarla paylaşmaya başladı.
Yüce Allah, sözü
dinlenen ve rehber kabul edilen bir imam olması için Dârimî'ye ilim kapılarını
açmıştı. Hadis ilminde derin bilgi sahibi olmuştu. Hadislerin illetlerini iyi
bilen, hadis tenkidine vâkıf bir hafızdı. Müsned adlı kıymetli eserini
inceleyenler bunu yakinen göreceklerdir.
Hafız Recâ şöyle der:
Allah Resûlü'nün (sav) hadisini Abdullah b. Abdurrahman'dan daha iyi bilen
birini tanımıyorum.
Dârimî fıkıhta da tam
bir derya idi. Fıkıh mezhepleri arasında tercihlerde bulunur, hükümlerin
inceliklerini iyi bilirdi.
Kaynaklar Dârimî'nin
tefsir âlimi olduğunu ve ayetlerin hüküm ve inceliklerini iyi bildiğini de
kaydetmişlerdir.
Bu meyanda Muhammed b.
İbrahim b. Mansûr eş-Şîrâzî şöyle demiştir: "O, tam anlamıyla
müfessirdi."
Yezîd b. Harun, Yala
b. Abîd, Ca'fer b. Avn, Bişr b. Ömer ez-
Zehrânî, Muhammed b.
Bekr el-Bersânî, Vehb b. Cerîr, en-Nadr b. Şumeyl, Osman b. Ömer b. Fâris,,
Saîd b. Âmir ed-Dabe'î, el-Esved b. Âmiri İshâk el-Hadremî, Ebû Âsim,
Ubeydullah b. Mûsâ, Ebul-Muğîre el-Hûlânî, Ebû Müshir el-Gassânî, Muhammed b.
Yûsuf el-Feryâbî, Ebû Nu'aym, Ebu'l-Velîd, Zekeriya b. Adî, Yahya b. Hassan,
Ahmed b. Hanbel, Yahya b. Maîn, Ali b. el-Medînî, Duhaym, Halife b. Hayât ve
diğerleri.
Dârimî, her anlamda
zamanın ender değerlerinden biriydi. Çok geniş bir ilim ve güçlü bir tefekküre sahipti,
ilmi amel etmek için öğrenmiş, ilmi ve ameliyle Örnekrfüinuştu. İlimde
güvenilirlik, vera', takva, zühd ve ibâdet düşkünlüğüyle halkın saygı ve sevgisini
kazanmıştı. Dirfdarlık, hoşgörü ve tevâzuda örnek gösterilen bir insandı.
Bir defasında Sultan
kendisini Semerkand Kadılığı görevine getirmek istemiş, fakat Dârimî bu görevi
geri çevirmişti. Sultan ısrar edip onu zorla kadı yapınca, tek bir davaya
baktıktan sonra istifa etmiş ve istifası kabul edilmişti.
Yüce Allah Semerkand
halkını onunu ilminden istifade ettirmiş, o da bulunduğu belde ve civarında
Allah Resûlü'nün (sav) sünnetini yaymaya ve bid'atlar karşısında müdafaaya
devam etmişti.
Bu ihlas ve gayretleri
sebebiyle Allah tarafından Müslümanlara sevdirilmiş, zühd ve tevazudan asla
ayrılmamıştır.
imam Dârimî İslamî
ilimlerin farklı dallarında faydalı eserler telif etmiştir. Bunların hiç
kuşkusuz en değerlisi Sünen-i Dârimî adıyla bilinen hadis mecmuasıdır.
Defalarca basılan bu eser, fikıh bâblanna göre tasnif edilmiş olması sebebiyle
en faydalı hadis kitaplarından biri olmuştur.
Bu eseri dışında bize
ulaşmayan iki eseri daha olduğu kaydedilmiştir:
1-
et-Tefsîr.
2- el-Câmi.
İmam Dârimî, h. 255
senesi Tevriye günü ikindi namazından sonra vefat etmiştir. Arifeye rastlayan cuma
günü defnedilmiştir. Vefat ettiğinde 75 yaşındaydı.
İshâk b. Ahmed b.
Halef anlatıyor:
Muhammed b. İsmail
el-Buhârî'nin yanında oturuyorduk. Abdullah b. Abdurrahman'ın vefat haberinin
yazılı olduğu bir mektup getirildi. Mektubu okuduktan sonra başını eğdi, sonra
kaldırdı ve bir dize söyledi. Yanaklarından yaşlar süzülüyordu.
1. İmam
Ahmed b. Hanbel: O, -hadiste- imamdır.
2. Hafız
Muhammed b. Beşşâr: Dünyanın hafızları şu dört kişidir: Rey'de Ebû Zur'a,
Nisâbur'da Müslim, Semerkand'da Abdullah b. Abdurrahman ve Buhara'da Muhammed
b. İsmail.
3. Hâfiz Ebû
Saîd el-Eşec: Abdullah b. Abdurrahman imamımız dır.
4. Muhammed
b. Abdullah el-Mahremî: Ey Horasanlılar! Abdullah b. Abdurrahman aranızda
olduğu sürece başkasıyla oyalanmayın.
5. Muhammed b
Abdullah b. Numeyr:
Abdullah b. Abdurrahman hıfzı
ve vera'ıyla bize galip gelmiştir.
6. Recâ b.
Mürcî: İbn Hanbel'i, İshâk b. Râheveyh'i, İbn el-Medînî'yi ve eş-Şâzkûnî'yi
gördüm. Abdullah b. Abdurrahman'dan daha kuvvetli hafız görmedim.
7. Ebû Hatim
er-Râzî: Muhammed b. İsmail Irak'a girenlerin en âlimiydi. Muhammed b. Yahya
Horasan'a girenlerin en âlimiydi. Muhammed b. Elsem vera' bakımından en
üstünü, Abdullah b. Abdurrahman ise hıfz bakımından en güçlüsüydü.
8. İbn
Hibbân: Sağlam hafızlardandır. Dinde vera' ehlidir. Hadişleri hıfzedip toplayan
ve tasnif edenler arasındadır. Beldesinde sünneti yaymış ve halkı sünnete davet
etmiştir. Onu müdâfaa etmiş ve muhalefet edenlerle mücadele etmiştir.
9 Ebû Hâmid
b. eş-Şarkî: Horasan beş tane hadis imamı çıkarmıştır: Muhammed b. Yahya,
Muhammed b. İsmail, Abdullah b Abdurrahman, Müslim b. el-Haccâc ve İbrahim b.
Ebî Tâlib.
10.
ed-Dârekutnî: Meşhur sikadır.
11.
el-Hâkim: Önde gelen hadis hâfızlarındandır.
12. Hatîb el-Bağdâdî: Hadis için yolculuk eden,
hıfz, cem ve tasnif ile bilinenlerdendi. Güvenilirlik, doğruluk, vera' ve zühd
ile tanınırdı.
13. Zehebî:
Hâfiz imamdır. Hadiste önde gelen kişilerdendir.[1]
Hadis: Allah Resûlü'ne
(sav) dayandırılan söz, fiil, takrir ya da sıfattır.
Haber: Hadis ile
eşanlamlı olmakla birlikte, hem Peygamber'e (sav), hem diğer insanlara
dayandırılması mümkün olan sözler olup daha kapsamlıdır.
Eser: Sahabî veya da
tabiîye dayandırılan rivayettir. Bazı hâllerde, Peygamber (sav) belirtilerek
O'na da isnâd edilebilir.
Kudsî hadis: Allah
Resûlü'nün (sav), yüce Rabbinden yaptığı rivayettir. Rabbani hadis veya ilâhî
hadis de denir.
"Ben kulumun
yanında hakkımda zan ettiği gibiyim. O Beni andığı vakit, Ben onunla birlikte
olurum. Eğer beni nefsinde anarsa, Ben de onu kendi nefsimde anarım. Eğer Beni
bir toplulukta anarsa, Ben de onu daha hayırlı bir toplulukta anarım."
(Bulıâri-Müslim)
Kudsî hadis konum
bakımından Kur'ân ile nebevi hadis arasında bir yerdedir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim
hem lafız, hem mânâ bakımından yüce Allah'a nispet edilirken Nebevi hadis hem
lafız, hem mânâ olarak Peygamberimize nispet edilir. Kudsî hadis ise mânâ
itibarıyla yüce Allah'a nispet edilir, ama lafız itibarıyla de-
Bu itibarla kudsî
hadis, ibadet maksadıyla okunmaz ve namazda tilâvet edilmez. Kur'ân-ı Kerim'de
olduğu gibi tevatür tarî-kıyla da nakledilmemiştir. Aksine kimi kudsî hadis
sahih, kimi zayıf, kimisi de uydurmadır.
Genel olarak yalan
üzerinde anlaşmaları imkânsız olan bir topluluğun rivayet ettiği ve maddî bir
şeye dayandırdıkları rivayettir.
Mütevâtir, hem lafız,
hem mânâ itibarıyla mütevâtir ve sadece manâsıyla mütevâtir olmak üzere iki
kısma ayrılır.
Hem lafız, hem mânâ
itibarıyla mütevâtir: Râvilerin hem lafzı, hem de mânâsı üzerinde ittifak
ettikleri mütevâtir rivayettir.
Mânâ itibarıyla
mütevâtir: Râvilerin anlam üzerinde ittifak ettikleri, fakat her rivayetin özel
mânâsı ile münferid kaldığı rivayetlerdir.
Mestler üzerine mesh
etmeye dair hadisler buna örnektir. Mütevâtir hadis, her iki kısmıyla:
a- İlim
ifade eder. Bu, kendisinden nakledildiği zâta nispetinin sahih olduğunun kafi
olması demektir.
b- Haber
verme şeklindeyse tasdik edilmesi, istek (emir ve yasak) ihtiva ediyorsa
uygulanması suretiyle gereğinin yapılmasını ifade eder.
Mütevâtir dışında
kalan rivayetlerdir.
Rivayet tarîkları
bakımından Meşhur, Aziz ve Garîb olmak üzere üç kısma ayrılır.
1- Meşhur:
Üç ve daha fazla kişinin rivayet ettiği ancak tevatür derecesine ulaşmayan rivayettir.
Örnek: "Müslüman diğer
müslümanların dilinden ve elinden kurtulduğu kimsedir." (Tirmizî, İman 12;
Nesâî, İman 8)
2- Azîz:
Sadece iki kişinin naklettiği rivayettir.
Örnek: "Sizden
herhangi biri beni çocuğundan, babasından ve bütün insanlardan daha çok
sevmedikçe (tam) iman etmiş sayılmaz." (Buhârî, İman 8; Müslim, İman 70;
Nesâî, İman, 19)
3- Garîb:
Sadece bir kişinin naklettiği rivayettir.
Örnek: "Ameller
ancak niyetlerledir ve her kişi için sadece niyeti vardır..." (Buhârî,
Bed'u'1-vahy 1, Itk 6, Menâkıbu'l-Ensâr 45, Nikah 5, Eyman 23, Hiyel 1; Müslim,
İmaret 155, (1907); Ebû Dâvud, Talak 11; Tirmizî, Fezâilu'l-cilıad 16; Nesâî,
Taharet 60)
Bu hadisi sadece Ömer
b. el-Hattâb (ra) rivayet etmiştir. Ondan da sadece Alkâme b. Ebi Vakkâs rivayet
etmiştir. Alkame'den ise yalnız Muhammed b. İbrahim et-Teymî rivayet etmiştir.
Mu-hammed'den sadece Yahya b. Saîd el-Ensarî rivayet etmiştir. Bunların hepsi
de tâbiîndendir. Yahya'dan ise pek çok kimse rivayet etmiştir.
Derece itibarıyla da
beş kısma ayrılır:
1- Sahih li
zâtibî: Zaptı tam, adaletli râvinin kopukluk bulunmayan (=muttasıl) bir
senedle rivayet ettiği, şâz olmayan ve bu mertebeden kabule engel bir illeti
bulunmayan rivayettir.
Örnek: "Allah kim
hakkında hayır murad ederse onu dinde fakih kılar." (Buhârî, Farzu'l-humus
7, İlm 13, İ'tisâm 10; Müslim, İmaret 98, Zekât 98, 100; Tirmizî, İlm 1)
Hadisin sıhhati üç
hususla bilinir:
a- Hadis'in
Buhârî ve Müslim'in Sahih'leri gibi rivayetlerine güvenilen kimselerce tasnif
edilen eserlerde bulunması.
b-
Hadislerin sıhhatini tespitte sözüne güvenilen ve bununla birlikte bu hususta
esneklikle tanınmamış imam bir zâtın, hadisin sıhhatini açıkça ifade etmesi.
c-
Râvilerinin ve rivayet kanallarının tetkik edilmesi.
Eğer sıhhat şartları
eksiksiz olarak tesbit edilebilirse, o zaman hadisin sahih olduğuna hükmedilir.
2- Sahih li
gayrihî: Bir kaç kanaldan rivayet edilmesi hâlinde, hasen li zatihi olan
hadistir.
Örnek: "Eğer
ümmetim üzerine zahmet vermeyecek olsaydım, her namazda misvak kullanmalarını
emrederdim
(Buhârî, Cum'a 8,
Temenni 9; Müslim, Taharet 42; Muvatta, Taharet 115, (1 66); Ebû Dâvud, Taharet
115, (46); Tirmizî, Taharet 18; Nesâî, Taharet 7)
Bu hadisi Ebû Hüreyre
(ra) rivayet etmiştir. Hadisin raviler. arasında Muhammed b. Amr bulunmaktadır.
Bu zat, adalet yönünden mükemmel olmakla bereber hafıza kusuru ile tenkıc
edilmiştir. Bu yüzden hadis, sıhhat şartlarına haiz olamamışta Ancak hadis,
râvilerinin hiçbiri tenkide uğramamış ve içinde ad: geçen râvinin bulunmadığı
başka senedlerle de nakledilmiştir. Bu sebeple hadiste bulunan şüpheler
giderilmiş ve sahih derecesine çıkmıştır. Fakat diğer rivayetlerin desteğiyle
sıhhate ulaştığı için "Sahih li gayrini" olmuştur.
Buna "sahih li
gayrihî" denilmesinin sebebi herbir rivayet tarîkinin tek başına ele
alınması hâlinde sahih mertebesine ulaşanı am asıdır.
3- Hasen li
zâtihî: Adaletli olmakla birlikte zaptı pek kuvvetli olmayan bir kimsenin
muttasıl bir senetle rivayet ettiği, şâz ve merdûd olmayı gerektiren illetten
uzak hadistir.
Hasen li zâtihî ile
sahih li zâtihî arasındaki tek fark, sahih hadiste zaptın tam olma şartının
koşulması ile birlikte, hasen lı zâtihide bunun şart olmamasıdır.
Örnek: "Namazın
anahtarı taharet (abdest), tahrîmi (namaz dolayısıyla bazı fiillerin haram
kılınması) iftitah tekbiri, tahlili (namaz dışındaki fiillerin mubah olması)
ise selam vermektir." (Ebû Dâvud, Taharet 31; Tirmizî, Taharet, 3)
4- Hasen li
gayrihî: Zayıf hadisin, biri diğerini telafi, edecek ve aralarında yalancı ve
yalanla itham olunmuş bir râvi bulunmayacak şekilde birkaç tanktan
nakledilmesidir.
Örnek: Ömer b.
el-Hattab (ra) dedi ki: "Allah Resulü (sav) dua ettiğinde ellerini
uzattığı takdirde onları yüzüne sürmeden geri çekmezdi." (Ebû Dâvud,
Tirmizî)
Bu hadisi Tirmizî
rivayet etmiştir. Hadisin Ebû Dâvûd ve başka eserlerde şahitleri
bulunmaktadır. Bunların toplamı hadisin hasen olmasını gerektirir.
Hasen li gayrihi
deniliş sebebi, herbir rivayet tarîki tek basma ele alındığında hasen
mertebesine ulaşamamasıdır. Fakat başka rivayet tarîkleri mevcut olunca bu
mertebeye ulaşacak kuvveti kazanmaktadır.
5- Zayıf:
Sahih ve hasen şartlarını taşımayan hadistir.
Örnek: "Sû-i
zanda bulunarak insanlardan korununuz" hadisi.
Munkatı' sened: Senedi
muttasıl olmayan demektir. Daha önce sahih ve hasen hadisin şartları arasında
senedin muttasıl olması gerektiği belirtilmişti. .
Munkatı' senedin dört
kısmı vardır: Mürsel, mu'allak, mu'dal ve munkatı':
1- Mürsel:
Sahabînin ya da tabiînden bir kimsenin Allah Re-sûlü'nden (sav) duymadığı bir
şeyi O'na ref etmesi (nispet etmesi) demektir.
2- Mu'allak:
Senedinin baş tarafları zikredilmeyen hadistir.
Bazen mu'allak ile
senedinin tamamı zikredilmemiş hadis de kasdedilebilir. Buhârî'nin:
"Peygamber (sav) her zaman Allah'ı zikrederdi" rivayeti gibi.
Umdetu'l-kârî müellifi
gibi musanniflerin sened zikretmeksizin hadisi aldıkları asıl kaynaklara nispet
ederek nakletmelerine gelince, hadisin nispet edildiği asıl kaynağa
bakılmadıkça mu'allak olduğuna hüküm verilmez. Çünkü onu nakleden, hadisi
bizzat senediyle nakleden değildir. O fer' durumundadır, fer'in hükmü ise aslın
hükmü ile aynıdır.
3- Mu'dal: Senedinde arka arkaya iki ve daha
fazla râvinin zikredümediği hadistir.
4- Munkatı*:
Senedinde bir ya da arka arkaya olmamak şartıyla daha fazla râvinin zikre
dilmediği hadistir.
Meselâ, Buhârî şöyle
der: Bize el-Humeydî Abdullah b. ez-Zübeyr anlattı dedi ki: Bize Süfyan
anlattı, dedi ki: Bize Yahya b. Said el-Ensarî anlattı, dedi ki: Bana Muhammed
b. İbrahim et-Teymî'nin haber verdiğine göre o Alkanıe b. Ebi Vakkas el-Leysî'yi
şöyle derken dinlemiştir: Ben Ömer b. el-Hattab (ra)'ı minber üzerinde şöyle
derken dinledim: Resûlüllah (sav)'i şöyle buyururken duydum: "Ameller
ancak niyetler iledir..." (Buhârî, Bed'u'1-vahy 1; Itk 6, Menâkıbu'l-Ensâr
45, Nikah 5, Eyman 23, Hiyel 1) Eğer bu senetten Ömer b. el-Hattab (ra)
kaldırılacak olursa hadise "mürsel" adı verilir.
Eğer
"el-Humeydî" zikredilmezse mu'allak denilir.
Senedinde Süfyan ile
Yahya b. Said zikredilmeyecek olursa mu'dal adını alır.
Şayet sadece Süfyan
veya onunla birlikte et-Teymî de zikredilmeyecek olursa munkatı' adını alır.
Senedi munkatı' hadis;
zikredilmeyen râvinin durumu bilinmediği için bütün kısımlanyla merduttur.
Aşağıdakiler müstesna:
a- Sahabînin
rivayet ettiği mürsel,
b- ilim
ehlinden pekçok kimseye göre tabiînin büyüklerinin rivayet ettiği mürsel, eğer
bir başka mürsel ile yahut Sahabînin uygulaması, ameli ya da kıyas ile
desteklenirse,
c- Mu'allak:
Eğer Buhârî gibi sahih rivayetlerin zikredilmesi esası ile yazılmış bir kitapta
kesin ifadeler ile mu'allak olarak zik-redilmişse,
d- Bir başka
tarîktan muttasıl olarak rivayet edilmiş olup kabul şartlarını da eksiksiz
olarak taşıyorsa.
Tedlîs: Hadisi
gerçekte bulunduğu dereceden daha üstün bir mertebede olduğunu düşündürecek bir
senedle nakletmektir.
Tedlîs iki kısımdır:
İsnâdda tedlîs ve şuyûh Tedlîsi
1) İsnâdda Tedlîs: Kişinin, karşılaştığı
kimselerden duymadığı bir sözü yahut yaptığını görmediği bir fiili o sözü
duyduğunu ya da (o fiili) gördüğünü düşündürecek şekilde rivayet etmesidir. Meselâ
dedi, yaptı, ya da filandan filan dedi yahut yaptı ve buna benzer ifadeler
kullanması.
2) Şuyûh
Tedlîsi: Rivayeti naklederek şeyhini (hadis aldığı hocasını) meşhur olduğu
nitelikten bir başkası ile zikretmesi ve böylelikle onun bir başka râvi olduğu izlenimini
vermesidir. Râvi bunu genelde hocasının kendisinden yaşça daha küçük olmasından
Ötürü yapar ve daha aşağı mertebede bulunan birinden rivayet ettiğinin açığa
çıkmasını istemez. Ya da hocalarının fazla olduğunun sanılması İçin ya da
başka maksatlarla yapar.
Tedlîs yapanlar pek
çoktur. Aralarında zayıf râviler de, sika râviler de vardır. Hasan-ı Basri,
Humeyd et-Tavîl, Süleyman b. Mehran, el-A'meş, Muhammed b. İshâk gibi.
Hadis hafizları tedlîs
yapanları beş mertebeye ayırmışlardır:
1- Tedlîs
yaptığı nadiren görülenler Yahya b. Saîd gibi.
2- Hadis
imamlarının Tedlîs yapmasını muhtemel görmekle birlikte, imamlığı ve yaptığı
rivayetlere göre tedlîsinin azlığı sebebiyle sahihlerde rivayetleri
nakledilenler. Süfyan es-Sevrî gibi. Ya da sadece sika bir râviden tedlîs
yapanlar; Süfyan b. Uyeyne gibi.
3- Ebû
Zübeyr el-Mekkî gibi sikalara bağlı kalmaksızın (herkesten) bolca Tedlîs
yapanlar.
4- Çoğunlukla
zayıf ve meçhul râvilerin rivayetlerini Tedlîs yaparak nakledenler. Bakiyye b.
el-Velid gibi.
5- Bir başka
sebep dolayısıyla zayıf râvi kabul edilenler. Abdullah b. Lehîa gibi.
Müdelüsin naklettiği
hadis makbul değildir. Ancak kendisi sika bir râvi olur ve rivayet naklettiği
kimseden doğrudan hadisi aldığını açıkça ifade ederse müstesna. Bu durumda meselâ,
şöyle der: Filanı şöyle derken dinledim, yahut şöyle yaparken gördüm yahut bana
anlattı ve buna benzer bir ifade kullanmalıdır.
Şu var ki Buharı ve
Müslim'in Sahihlerinde Tedlîs yapan sika râvilerden Tedlîs sigası ile gelen
rivayetler makbuldür. Çünkü hadis imamları bu iki eserde nakledilen rivayetleri
hiçbir ayırım yapmaksızın kabul etmişlerdir.
Muzdarib: Râvilerin,
senedinde ya da metninde ihtilâf ettikleri ve bunların birarada telifine ya da
tercihine imkân bulunmayan hadislere denir.
Örnek: Ebû Bekr
(ra)'dan rivayet edildiğine göre o Peygamber (sav)'e: Gördüğüm kadarıyla
saçların ağardı demiş, Peygamber (sav) de bunun üzerine:
"Saçlarımı Hud
(suresi) ve kardeşleri ağarttı" buyurmuş-tu.(Tirmizi, Tefsir, Vâkı'a,
3293)
Bu hadis yaklaşık on
farklı şekilde rivayet edilmiştir. Muttasıl ve mürsel olarak rivayet edildiği
gibi Ebû Bekir, Aişe ve Sa'd'dan müsned olarak da rivayet edilmiştir. Ancak
telifin de, tercihin de mümkün olamayacağı daha başka ihtilaflarla da rivayet
edilmiştir.
Şayet cem' (rivayetlerin
telifi) mümkün olursa cem' etmek gerekir ve ızdırab ortadan kalkar.
Örnek: Peygamber
(sav)'in Veda haccında ihrama hangi niyetle girdiğine dair rivayetler arasında
ihtilâf bulunmaktadır. Bu rivayetlerin bazısında hac için ihrama girdiği belirtilirken,
bazısında da temettü' haccı için ihrama girmiş, bir diğer kısmında da hac ve
umreyi birlikte (=hacc-ı kıran) yapmak üzere niyetlendiği zikredilmiştir.
Eğer tercih yapma
imkânı olursa tercih edilene göre amel edilir ve aynı şekilde ızdırab ortadan
kalkmış olur. Meselâ: Büreyde (r.anhâ)'nm hadisindeki rivayetlerin ihtilafı
böyledir. Kendisi azad edildiğinde Peygamber (sav) onu kocası ile birlikte evli
kalmayı sürdürmek yahut ondan ayrılmak hâllerinden birini seçmekte serbest
bırakmıştı. Acaba kocası o zaman hür müydü, köle miydi?
el-Esved'in, Âişe
(r.anhâ)'dan rivayetine göre kocası hür idi. Urve b. ez-Zübeyr ile Kasım b.
Muhammed b. Ebi Bekr'in rivayetine göre ise köle idi. Her ikisinin rivayeti
el-Esved'in rivayetine tercih edilmiştir. Buna sebep ise Urve ile Kasım'ın,
Aişe'ye olan akrabalıklarıdır. Çünkü Aişe (r.anhâ), Urve'nin teyzesi, Kasım'm
halası idi. Esved ise akrabalık bağı bulunmayan yabancı biri olmanın yanında,
rivayetinde inkıta' bulunan bir râvidir.
Muzdarib hadis
zayıftır, delil olarak kullanılamaz. Çünkü muzdarib olması râvüerinin zapt
sahibi olmadıklarını gösterir. Ancak eğer ızdırab, hadisin aslı ile ilgili
değilse zarar vermez.
Aynı şekilde râyinin
kimliği hususunda ittifak edilmekle birlikte adında, künyesinde ya da benzer bir
husustaki ayrılıklar da ızdırâbı gerektirmez. Nitekim bu, sahih hadislerde
çokça görülen bir husustur.
Metinde idrâc:
Râvilerden birisinin hadise gerekli açıklamayı yapmaksızın kendiliğinden bir
söz sokuşturması dır. Bunu ya bir kelimeyi açıklamak, ya bir hüküm çıkarmak ya
da bir hikmeti beyan etmek için yapar.
idrâc hadisin başında,
ortasında ve sonunda olabilir.
Başında yapılan idrâca
örnek: Ebû Hüreyre (ra)'m rivayeti: "[Abdest azalarını iyice yıkayınız].
Ayak topuklarının ateşten vay hâline/"(Buhkrl İlim 30, VudıV, 27,29;
Müslim, Taharet, 25-28,30; Ebû Dâvud, Taharet, 46)
Buradaki "abdest
azalarını iyice yıkayınız" ifadesi Ebû Hüreyre'nin sözünden sokuşturulmuş
bir ifadedir. Buhârî'nin yine ondan naklettiği şöyle dediğine dair rivayet bunu
açıklamaktadır: Ebû Hüreyre dedi ki: Abdest azalarını iyice yıkayınız. Çünkü
Ebu'l-Kasım (sav) buyurdu ki: "Ateşten topukların vay hâline!"
Bir delil bulunmadıkça
hadiste idrâc olduğuna hüküm verilemez. Bu, ya râvinin kendi sözüyle veya
muteber bir imamın sözüyle ya da sözün kendisinden Peygamber (sav)'in
söylemesinin imkansız olduğunun
anlaşılmasıyla bilinir.
Mânâ ile hadis
rivayeti: Hadisi, mânâsını bozmamak şartıyla rivayet edilen kişinin kullandığı
lafızlardan başka lafızlar kullanarak nakletmektir.
Ancak üç şartla
caizdir:
1- Dil ve
kendisinden rivayette bulunulanın maksadı açısından hadisin anlamını bilmesi.
2-Râvinin
hadisin anlamını ezberlemiş olmakla birlikte lafzını unutması sebebiyle bunu
gerektiren bir zorunluluğun bulunması.
Eğer lafzını
hatırlıyorsa muhatabın dili ile ona anlatmaya gerek duyulması hâli dışında
değişiklikte bulunması caiz değildir.
3- Lafzın,
zikir ve benzeri hadislerde olduğu gibi telaffuzları ile ibadet edilen türden
olmaması.
Eğer hadisi manâsıyla
rivayet ederse bunu hissettirecek ifadeler kullanarak hadisin sonunda:
"Yahut nasıl buyurmuşsa öyle" ya da "buna yakın
ifadelerle..." demesi gerekir.
Namazda bilmeden
konuşan Muaviye b. el-Hakem'in hadisinde de nakledildiği üzere Peygamber (sav)
namaz kıldıktan sonra ona şunları söylemişti:
"Şüphesiz bu
namazda insanların sözleri türünden şeyler konuşmak uygun değildir. Onda
söylenebilecek sözler teşbih, tekbir ve Kur'ân kıraatidir."
Cerh: Râvinin,
rivayetinin reddedilmesini gerektiren bir niteliğe sahip olduğunu tesbit etmek
ya da kabul edilmesini gerektiren bir niteliğe sahip olmadığını belirterek,
rivayetinin reddedilmesini icap ettirecek şekilde değerlendirmektir. Râvi
hakkında: O kezzâbtır (çok yalancıdır), fasıktır, zayıftır, sika değildir,
muteber değildir ya da hadisi yazılmaz, demek gibi.
Cerh mutlak ve
mukayyed olmak üzere iki kısma ayrılır:
E Mutlak: Râvinin
herhangi bir kayıt söz konusu edilmeden
cerh edildiğini
belirtmek. Bu, o râvinin rivayetinin her şekilde reddedilmesini gerektirir.
Mukayyed: Râvinin şeyh
(hoca) ya da taife ya da buna benzer muayyen bir şeye nispetle cerhe dilmesi.
Bu, o muayyen şeyle ilgili rivayetinin reddedilmesini gerektiren bir illet
olur, başka hususlar için olmaz.
Meselâ: İbni Hacer,
et-Takrib'de Zeyd b. el-Hünıâm hakkında: "Ondan Müslim de rivayet
etmiştir". Doğru sözlüdür. Fakat es-Sevrî tankıyla gelen hadislerinde hata
eder. Bu durumda sadece es-Sevrî'den rivayet ettiği hadisleri zayıf olur.
Cerhin mukayyed olarak
sözkonusu edilmesinden kasıt, onun bu kayıtlı konuda sika olduğu iddiasını
bertaraf etmek ise, başka hususlarda zayıf olmasına da engel değildir.
Cerhin bazı
mertebeleri vardır:
En yüksek mertebe, bu
hususta en ileri noktaya ulaşıldığına delâlet eden ifadelerdir. İnsanlar
arasında en yalancı kişidir, yalancılıkta bir temel taşıdır ifadeleri gibi.
ikinci derecede
mübalağaya delâlet eden ifadeler gelir. O kezzâbtır (çok yalancıdır), vaddâ'dır
(çok hadis uydurur) ve deccâldir ifadeleri gibi.
En hafifleri ise o
leyyfrı (yumuşak, gevşek), hıfzı kötü ya da hakkında konuşulmuştur, anlamındaki nitelemelerdir.
Cerhin kabul edilmesi beş şarta bağlıdır:
1- Cerh
yapanın adaletli olması gerekir. Fâsıkm cerhi kabul edilmez.
2- Dikkatli
birisi tarafından yapılmalıdır. Dalgın ve dikkatsiz kimsenin cerhi kabul
edilmez.
3-Cerh
sebeplerini iyi bilen birisi tarafından yapılmalıdır. Hâvi eleştiri ve cerh
sebeplerini bilmeyenin cerhi kabul edilmez.
4- Cerhin
sebebini açıklamalıdır. Kapalı ifadelerle cerh kabul edilmez. Meselâ: Zayıftır
demek ya da hadisi kabul edilmez demekle yetinilmez. Bunun sebebini de
açıklaması gerekir. Çünkü kişiyi sebepsiz yere cerhetmeye kalkışmış olabilir.
Tercih edilen görüş budur.
5- Adaleti
herkesçe bilinen ve imamlığı şöhret bulmuş kimse hakkında yapılmamalıdır. Nafi,
Şu'be, Mâlik ve Buhârî gibi. Bu ve benzerleri hakkındaki cerh ifadeleri kabul
edilmez.
Ta'dîl: Râvinin
rivayetinin kabul edilmesini gerektiren bir sıfata sahip olduğunun ve
rivayetinin reddedilmesini gerektiren bir sıfatının bulunmadığının ifade
edilmesidir. O sikadır, o sağlam birisidir, onda bir sakınca yoktur ya da
hadisi reddolunmaz denilmesi gibi.
Mutlak ve mukayyed
olmak üzere iki kısma ayrılır:
1- Mutlak:
Râvinin herhangi bir kayıt konulmadan adaletle anılmasıdır. Bu onun her durumda
sika olduğunun belirtilmesi demektir.
2-Mukayyed:
Râvinin şeyh, cemaat ya da benzeri belli bir şeye nispetle âdil olduğunun
belirtilmesidir. Bu durumda yalnız o muayyen şeye nispetle sika olduğu -başka
hususlarda böyle olmadığını- ifade edilmiş olur.
O, Nâiı'den rivayet
ettiği hadisleriyle veya Medineliler'den rivayet ettiği hadisleriyle sika
birisidir, denilmesi gibi.
Ta'dîlin dereceleri
vardır: En üst derece, bu hususta en ileride olduğuna delâlet eden ifadelerdir.
İnsanların en sikasıdır, sağlam rivayet etmekte, gibi.
Sonra bir ya da iki
sıfat ile pekiştirilen sikalıktır. Örneğin sikadır, sikadır yahut sikadır,
sebt (sağlam)dır gibi.
En alt derecesi ise en
hafif cerhe yakın olduğunu hissettiren ifadelerdir. Sâlihtir yahut mukaribdir
ya da hadisi rivayet edilir türü ifadeler gibi..
Ta'dîlin kabul
edilmesi dört şarta bağlıdır:
1- Ta'dîl
yapanın adaletli olması gerekir, fâsık bir kimsenin Ta'dîli kabul edilmez.
2- Uyanık
olması gerekir. Dış görünüşe aldanan gafil kimsenin Ta'dîli kabul edilmez.
3- Adalet
sebeplerini bilen bir kimse tarafından yapılmalıdır. Kabul ve red sıfatlarını
bilmeyenin Ta'dîli kabul edilmez.
4-
Rivayetinin reddedilmesini gereken yalancılık, açık fasıklık ya da buna benzer
bir husus ile ün salmış bir kimse hakkında yapılmamış olmalıdır.
Haber izafet edildiği
kimse itibarıyla üçe ayrılır: Merfû', Mevkuf ve Maktu'.
I- Merfû':
Peygamber (sav)'e izafe edilendir. Kendi içinde iki kısma ayrılır. Sarih (açık)
merfû' ve Hükmen merfû':
a- Sarih
merfû': Bizzat Peygamber (sav)'e izafe edilen söz, fiil, takrir, ahlakî sıfat
ya da yaratılışının niteliği ile ilgili şeylerdir.
b- Hükmen
merfû': Peygamber (sav)'e izafe edilmiş hükmünü taşıyan rivayetlerdir. Bu da
birkaç türlüdür:
1- Kişisel
görüş olarak ifade edilmesi mümkün olmamak, tefsir mahiyetinde olmamak, sözün
sahibi Isrâiliyâtı kabul etmekle tanınan birisi olmamak şartıyla, sahabîye ait
söz. Meselâ bu söz kıyametin alametleri yahut kıyametin hâlleri ya da
amellerin karşılıkları ile ilgili bir haberse ve kişisel görüş türündense o
zaman mevkuf sayılır.
Eğer tefsir
mahiyetinde ise aslolan kendi hükmünü almasıdır. Tefsir türü rivayetler mevkuf
olur.
Söz sahibi, İsrâüiyâtı
kabul etmekle tanınmış biriyse, bu durumda o söz İsrâiliyâta dair bir haber
yahut merfû' bir hadis olmak arasındadır. Varolan şüphe sebebiyle hadis olduğu
şeklinde hüküm verilmez.
Abâdile olarak bilinen
Abdullah b. Abbas, Abdullah b. ez-Zübeyr, Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Amr'm
Kâb el-Ahbar'dan yahut başkasından İsrail oğullarına dair birtakım haberleri
aldıkları muhaddisler tarafından belirtilmiştir.
2- Kişisel görüş
kabilinden olmasına imkân
bulunmayan Sahabî fiili. Buna örnek olarak Ali (ra)'ui küsuf namazını
her rekatte iki rükû'dan fazla rükû' yaparak kılmasını göstermişlerdir.
3-Sahabînin
herhangi bir hususu Peygamber (sav) dönemine izafe etmekle birlikte peygamberin
bundan haberdar olduğunu belirtmemesi. Ebû Bekr (ra)'m kızı Esma (r.anhâ)'nm:
Biz Peygamber (sav) döneminde Medine'de bir at kestik ve onu yedik, şeklindeki
sözü buna örnektir.
4- Sahabînin
herhangi bir hususun sünnetten olduğunu söylemesi. İbni Mesûd (ra)'ın:
-Namazdakini kastederek- teşehhüdü gizli okumak sünnettir, demesi gibi.
Bu sözü tabiînden biri
söylerse bunun merfû' olduğu söylendiği gibi, mevkuf olduğu da söylenmiştir.
5- Sahabînin:
Biz emrolunduk, bize yasak kılındı, insanlara emredildi ve benzeri sözler
söylemesi.
Ümmü Atiyye
(r.anhâ)'nın söylediği: Bize iki bayramda hür kadınları (namazgaha) çıkarmamız emredildi; sözü ile;
bizlere cenaze teşyî etmek yasaklandı. Ancak bu hususta kesin bir ifade
kullanılmadı, sözü.
6- Sahabînin
herhangi bir şey hakkında masiyet hükmünü vermesi. Ebû Hüreyre (ra)'m ezandan
sonra nıescidden ayrılan kimse hakkındaki: Buna gelince Ebu'l-Kasım (sav)'e
isyan etti, sözü gibi.
Aynı şekilde Sahabînin
herhangi bir şeyin itaat olduğu hükmünü vermesi de böyledir.
7- Hadisi
rivayet edenlerin sahabî hakkında hadisi (peygambere) ref etti ya da rivayet
etti, demeleri. Said b. Cübeyr'in, İbni Abbas (ra)'dan şöyle'dediğine dair
rivayeti gibi: Şifa üç şeydedir. Bir içim bal, hacamat bıçağının kesiği ve bir
ateşle dağlamaktır ve ben ümmetime dağlamayı yasaklıyorum, deyip hadisi
(Peygam-ber'e) dayandırması gibi.
Aynı şekilde sahabî
hakkında: ve hadisi nakletti yahut ona nispet etti veya hadisi Peygamber'e
kadar ulaştırdı ve buna benzer ifadeler kullanılması da böyledir. Bu tür
ibareler açık (sarih) merfû' hükmündedir.
II Mevkuf: Sahabîye izafe edilmekle birlikte
merfû' hükmü kesinleşmeyen rivayettir. Meselâ, Ömer b. el-Hattab (ra)'m şu sözü
böyledir: Alimin yanılması, münafığın Kitab'a dayanarak mücadele etmesi ve
saptırıcı imamların hükümleri yıkar.
III Maktu': Tabiîye ve ondan sonra gelenlerden
birisine izafe edilen hadistir.
Örnek: İbni Sîrin'in
şu sözü: "Bu ilim bir dindir. Buna göre dininizi kimden aldığınıza dikkat
ediniz."
Peygamber (sav) ile
O'na iman ederek birlikte olan yahut O'nu gören ve bu hâl üzere ölen kimsedir.
Buna göre önce irtidâd
eden, sonra tekrar İslama dönen kimseler de sahabî tanımına girer. el-Eş'as b.
Kays gibi. Çünkü o Peygamber (sav)'in vefatından sonra irtidad eden
kimselerdendi. Daha sonra Ebû Bekir'in huzuruna esir olarak getirildi, tevbe
etti. Ebû Bekir (ra) da onun tevbesini kabul etti.
Peygamber (sav)
hayattayken O'na iman etmekle birlikte, O'nunla görüşmeyen kimseler bu kapsam
dışında kalır. Necaşı gibi. İrtidad edip de mürted olarak ölen kimseler de
böyledir. Abdullah b. Hatal gibi.
Ashab-ı kiramın sayısı
çoktur. Sayılarını kesin olarak tesbit etmeye imkân yoktur. Ancak yaklaşık olarak
yüzondörtbin kişi oldukları söylenmiştir.
Ashabın hepsi sikadır
ve adaletlidir. Onlardan bir kişinin dahi rivayeti makbuldür. İsterse bu kişi
meçhul olsun. Bundan dolayı, Sahabînin cehaleti (kim olduğunun bilinmemesi)
zarar vermez, denilmiştir.
ibni Abbas (ra)'m
şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bir bedevi Peygamber (sav)'e gelerek:
"Ben hilali
-Ramazan ayı hilalini kastediyor- gördüm dedi." Peygamberimiz:
"Allah'tan başka
ilah olmadığına şehâdet ediyor musun?" diye sorunca, bedevi:
"Evet dedi. Peygamber:
"Muhammed'in
Allah'ın Resulü olduğuna şehâdet ediyor musun?" diye sordu. Bedevi yine:
"Evet" dedi.
Peygamber şöyle buyurdu:
"Ey Bilal kalk,
insanlara yarın oruç tutmaları için nida et." (Ebû Dâvud, Sıyâm 14;
Tirmizî, Savm 7; Nesâî, Savm 8; İbni Mâce, Sıyâm 6)
Bu hadis, Buhârî,
Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Nesâî tarafından rivayet edilmiş olup İbni
Huzeyme ve İbni Hibban sahih olduğunu belirtmişlerdir.
Son vefat eden sahabî
Leysli Âmir b. Vasile olup, Mekke'de hicri 110 yılında vefat etmiştir. Kendisi
Mekke'de en son vefat eden sahabîdir.
Medine'de en soıi
vefat eden sahabî ise Hazrecii Ensardan Mahmud b. er-Rabi'dir. Hicri 99 yılında
vefat etmiştir.
Şam bölgesinde son
vefat eden sahabî Leys'li Vasile b. el-Eska'dır 86 hicri yılında vefat
etmiştir.
Basra'da en son vefat
eden Sahabî Hazredi ensardan Enes b. Mâlik'tir. 93 yılında vefat etmiştir.
Küfede en son vefat
eden Sahabî Eslem'li Abdullah b. Ebi Evfadır. Hicri 87 yılında vefat etmiştir.
Mısır'da en son vefat
eden Sahabî Abdullah b. el-Haris b. Ceze ez-Zebîdî olup Hicrî 89 yılında vefat
etmiştir.
Hicrî 110 yılından
sonra sahabe neslinden hiç kimse hayatta kalmamıştır.
Ashab-ı kiramdan en
son vefat eden kişileri bilmenin iki faydası vardır:
1- Bu
tarihten sonra ölen bir kimsenin sahabî olduğu iddiası kabul edilmez.
2- Bu
tarihten Önce temyiz yaşma erişmeyen kimsenin sahabeden rivayet ettiği
hadisler munkatı'dır.
Peygamber (sav)'e
hayatta iken iman etmekle birlikte, O'nunla bir araya gelememiş olan kimseye
denir. Muhadramlar ashab ile tabiîn arasında bağımsız bir tabakadır denildiği
gibi, tabiînin büyükleridir, diye de söylenmiştir.
Bazı ilim adamları
bunların yaklaşık kırk kişi kadar olduğunu dahi söylemiştir. Bunlardan
bazıları: Üveys el-Karanî, el-Ahnef b. Kays, el-Esved b. Yezid, Sâd b. İyas,
Abdullah b. Ukeym, Anır b. Heymun, Ebû Müslim el-Haylânî, Habeşistan kralı
Necaşi.
Muhadram birinin
rivayet ettiği hadis, tabiinin mürseli kak ündendir. Hüküm olarak munkatı olup
kabul veya reddi nokts smda tabiînin naklettiği mürsel rivayetin kabulüyle
ilgili kıstas lar uygulanır.
Peygamber (sav)'e iman
eden bir kişi olarak Sahabî ile görüşe: ve bu hâli üzere ölen kimsedir.
Tabiûn hayli kalabalık
olup sayılarının tesbitine imkân yoktu: Tabiûn üç tabakadır. Büyük, küçük ve
orta.
Tabiûnun büyük
tabakası rivayetlerinin çoğunluğu ashab-ı k ramdan olan kimselerdir. Saîd b.
el-Müseyyeb, Urve b. ez-Züber ve Alkame b. Kays gibileri.
Orta tabaka hem
sahabeden, hem de tabiîlerin büyüklerinde: çokça rivayette bulunan kimselerdir.
Hasan-ı Basrî, Muhamme: b. Şîrîn, Mücâhid, İkrime, Katâde, Şa'bî, Zührî gibi.
Küçük tabaka,
rivayetlerinin çoğunluğu tabiînden olan ve £.: sayıda Sahabî ile karşılaşmış
kimselerdir, ibrahim en-Neha: Ebu'z-Zinâd ve Yahya b. Saîd gibi.
Sened de denir. Hadisi
bize nakleden râvilerin zinciridir.
Meselâ: Buhârî dedi
ki: Bize Abdullah b. Yusuf anlattı, bin Mâlik, İbni Şihab'dan, o Enes b. Mâlik
(ra)'dan diye haber verdi ğine göre Resûlüllah (sav) şöyle buyurmuştur:
"Birbirinize
buğzetmeyiniz, birbirinizi kıskanmayınız birbirinize sırtınızı çevirmeyiniz.
Allah'ın kardeş kullar olunuz. Müslüman bir kimsenin, müslüman kardeşinde: üç
günden fazla dargın durması helâl değildir." (Müslim, Birr ve Sıla, 23)
Bu senedde Abdullah b.
Yusuf, Mâlik, İbni Şihab ve Enes \ Mâlik bulunmaktadır.
İsnâd, âlî ve nazil
olmak üzere iki kısımdır:
Âlî isnâd: Sıhhate
daha yakın olandır, nazil isnâd ise bunun aksidir.
Uluvv iki türlüdür.
Sıfat itibarıyla uluvv, sayı itibarıyla uluvv.
1- Sıfat
itibarıyla uluvv: Râvilerin zapt ya da adalet bakımından bir başka isnâddaki
râvilerden daha güçlü olmalarıdır.
2- Sayı bakımından uluvv: Bir senetteki râvi
sayısının bir başka senede nispetle daha az olması demektir.
Sayı azlığının uluvv
olmasının sebebi, aradaki vasıtalar azaldıkça hata ihtimalinin azalmasından dolayıdır.
Bundan dolayı böyle bir senedin sıhhat ihtimali daha yüksektir.
Nüzul ise uluvvün
karşıtı olup sıfat itibarıyla nüzul ve sayı itibarıyla nüzul olmak üzere iki
türlüdür.
1- Sıfat itibarıyla nüzul: Bir senetteki
râvilerin zapt ya da adalet bakımından bir diğer senetteki râvilerden daha
zayıf olmaları demektir.
2- Sayı itibarıyla nüzul ise; bir senetteki râvi
sayısının bir diğer senettekine nispetle daha çok olması demektir.
Bazan aynı isnâdda
sıfat itibarıyla uluvv ve sayı itibarıyla uluvv türleri birlikte bulunabilir.
Bu durumda böyle bir isnâd, hem sıfat bakımından, hem sayı bakımından âlî olur.
Bazan birisi olur,
diğeri olmaz. Bu durumda sened nitelik bakımından âlî, sayı bakımından nazil
olabilir ya da bunun aksi sözkonusu olur. Uluvv ve nüzul (senedin âh ve nazil
oluşunu) bilmenin faydası, çelişme hâlinde âlî olan isnadın lehine tercihte bulunabilmektir.
Râvilerin gerek
rivayet eden, gerek rivayetle ilgili aynı husus üzerinde ittifak etmeleri
demektir.
Rivayet edenle ilgili
hususa örnek: Muaz b. Cebel (ra)'ın rivâyetine göre Peygamber (sav) ona dedi
ki: "Ey Muaz seni gerçekten seviyorum. Her namazın arkasında:
"Allahım, Seni zikretmek, Sana şükretmek ve Sana güzel bir şekilde ibadet
etmek için bana yardım et" demeyi sakın bırakma." Bu hadisi nakleden
herkesin, kendisinden bunu rivayet edecek olana: "Ben de seni seviyorum,
bu sebeple: Allah'ım... bana yardım et de" dediği zikredilmiştir.
Rivayetle ilgili olana
örnek, Buhârî'nin Sahih'inde naklettiği şu hadistir: Bize Amr b. Hafs anlattı,
bize babam anlattı, bize el-A'meş anlattı, bize Zeyd b. Vehb anlattı, bize
Abdullah -İbni Mesud'u kastediyor- anlattı. Bize Resûlüllah (sav) -ki o hem
doğru olandır, hem de doğruluğu tasdik olunandır- anlattı, dedi ki: "Sizden
birinizin hilkati annesinin karnında kırk günde bir araya getirilir. Sonra
alaka (kan emen bir sülük gibi yapışkan) olur..." (Buharı, Kader 1,
Bed'u'1-halk 6, Enbiyâ 1, Tevhid 28; Müslim, Kader 1; Ebû Dâvud, Sünnet 17)
Burada râvilerin tek
bir siga üzerinde ittifak ettikleri teselsülen görülmüştür. O da
"haddesenâ: bize anlattı" sözüdür.
Ya da bu hadis râvinin
hocasından duyduğu ilk ya da son hadis olması hâlinde teselsül olursa, bu da
müselsel olarak değerlendirilir.
Müselselin faydası:
Râvilerin birbirlerinden rivayet alışlarını iyice zaptettiklerini ve herbirinin
kendinden öncekine tabi oluşta itina gösterdiğini açıkça ortaya koymaktır.
Hadis yazmak: Yazmak
yoluyla hadis nakletmek demektir.
Bu yolda aslolan helâl
olmasıdır. Çünkü bu bir araçtır. Peygamber (sav) de Abdullah b. Anır'a
kendisinden duyduklarını yazması için izin vermiştir. Bunu Ahmed b. Hanbel,
hasen bir sened ile rivayet etmiştir. Eğer yazmaktan dolayı şer'î bir salanca
ortaya çıkacağından korkulursa o zaman ona engel olunur. İşte Peygamber
(sav)'in: "Benden Kur'ân'dan başka bir şey yazmayınız. Her kim benden
Kur'ân'm dışında bir şey yazmışsa onu silsin." (Müslim) hadisi buna göre
yorumlanır.
Sünnetin korunması ve
şeriatin tebliği ancak yazmakla mümkün olabiliyorsa o takdirde yazmak farz olur.
Peygamber (sav)'in hadisini insanları yüce Allah'ın yoluna davet etmek ve
onlara şeriatini tebliğ etmek üzere yazılı mektuplarla bildirmesi, buna göre
açıklanır.
Hadisin yazılmasına
itina göstermek gerekir. Çünkü bu, hadis nakletmenin iki yolundan birisidir.
Hadis yazmanın iki niteliği söz konusudur. Vacip ve müstahsen.
Vacip olan yazma:
Hadisi açık seçik, tereddüde düşürmeyen ve karışıklığa yol akmayan bir hat ile
yazmaktır.
Müstahsen şekil ise
aşağıdaki hususlara riâyet ederek yazmakla mümkündür.
1- Yüce Allah'ın
adı geçtiği yerde
"teâlâ, azze ve
celle, sübhânehu" lafızlarından birisini ya da bunlardan başka yüce
Allah'a açık övgü ihtiva eden bir kelimeyi rumuza başvurmaksızın (tam olarak)
yazmak. Resûlüîlah (sav)'in
adınm geçtiği yerde
"(sav)" yahut "aleyhi's-salâtu ve's-selâm" ifadelerini
rumuz kullanmadan açık bir şekilde yazmak.
Bir sahabînin adı
geçtiği vakit "ra=Allah ondan razı olsun" yazar.
Eğer bir tabiî ya da
ondan sonra duayı hakedenlerden bir kimse geçerse onun için "rahimehullah^Allah
rahmet etsin" diye yazar.
2- Hadisin
nassma başkasından ayırdedilecek şekilde bir işaret koyarak onu iki parantez
() yahut iki köşeli parantez [ ] yahut iki daire 00 ya da buna benzer işaretler
arasına alır ki, hadis başka şeylerle karışarak tereddüde düşülmesin.
3- Hataların
düzeltilmesi için izlenen kurallara riâyet etmek.
4- Şayet iki
ayrı kelime, iki ayrı satırda bulunuyor ve bunları birbirlerinden ayırmak
yanlış bir mânâ izlenimi veriyorsa bu iki kelimeyi birbirinden ayırmam alı dır.
5-
Muhaddisler arasında meşhur olanlar dışında rumuz lanmaktan uzak durmalıdır.
Meşhur olan bu rumuzların şunlardır: "Haddesenâ" yerine "sena,
nâ, desenâ? rumuz birisi yazılı olsa bile "haddesenâ" diye okunur.
"Kale"
yerine "kaf harfi" rumuz olarak yazılır ve "kale: diye okunur.
Çoğunlukla "kale" herhangi bir rumuz dahi maksızm hazfedilir, fakat
hadis kıraati esnasında telaffuz edil:
Hadis Peygamber (sav)
döneminde ve dört halife dönemi: ir daha sonraları yapıldığı şekilde tedvin
edilmiş değildi.
Beyhakî, el-Medhal'de,
Urve b. ez-Zübeyr'den rivayet ettiçıe göre Ömer b. el-Hattab (ra) Sünnetlerii
yazmak istedi. Bu hu?:.-::;-Allah Resûlü'nün (sav)'in ashabıyla istişare etti,
onları yazz^ı doğrultusunda görüş belirttiler. Ömer (ra) bir ay boyunca
buii-susta istiharede bulundu. Bir gün Allah ona bir karar vermeyi nasib etmiş
hâlde sabahı etti ve şöyle dedi: Önceden Süneni Ccy-gamberin sünnetlerini)
yazmak istedim. Daha sonra sizden ;i;e kimi kitaplar yazan ve sonra o kitaplara
yönelerek Allah'ın Kitabım terkeden bir kavmi hatırladım, Allah'a yemin ederim
ki. :en Allah'ın Kitabını ebediyyen başka bir şeyle karıştırmayacağını
Daha sonra Ömer b.
Abdu'1-Aziz (ra) halifeliği döneminde hadisin kaybolacağından korktu.
Medine'deki Kadısı Ebû Bekir b. Muhammed b. Amr b. Hazm'e şunu yazdı: Bir bak!
Peygazc-r (sav) hadisinden neler varsa onları yaz. Çünkü ben ilmin
kayixjl-masmdan, alimlerin gitmesinden korkuyorum. Allah Resulü (sav)'in hadisi
olmadıkça da kabul etme. İlmi yayınız ve bilen bilmeyene öğretmek için ilim
meclislerinde otursun. Çünkü ilim pzli saldı tutulmadıkça kaybolup gitmez.
Aynı emirleri İslam
dünyasının diğer bölgelerine de gönderdi. Sonra Muhammed b. Şihâb ez-Zührî'ye
bunları tedvin etmesi emrini verdi.
Böylelikle hadise dair
ilk eser tasnif eden kişi emiri
Ömer b. Abdu'l-Aziz'in emriyle Muhammed b. Şihâb ez-Zührî olmuştur. Allah
ikisine de rahmet eylesin. Bu da hicri 100. yılın başlarında olmuştu. Daha
sonra insanlar peşpeşe hadis eserleri derlediler ve hadis tasnifinde çeşitli
yollar izlediler.
Hadislerin iki türlü
tasnif yolu vardır:
Usûl tasnifi: Bunlar
hadisin, musannifden isnadın son noktasına ulaşıncaya kadar senediyle tasnif
edildiği eserlerdir. Bunların birtakım yöntemleri olup bazıları şunlardır:
1- Cüzler:
Her bir ilim babı için özel ve bağımsız bir cüz tasnif edilir. Meselâ, namaz
bahsi için özel bir cüz, zekât bahsi için özel bir cüz tasnif eder ve bu
böylece sürüp gider. Nakledildiğine göre bu ez-Zührî ve çağdaşlarının izlediği
yoldur.
2- Bablara
göre tasnif: Tek bir cüzde birden çok bab bulunur ve bu bablar konulara göre
düzenlenir. Fıkıh babları veya başka bablar
şeklinde. Meselâ Buhârî'nin, Müslim'in
ve Sünen sahihlerinin
izledikleri yol budur.
3- Müsnedlere göre tasnif: Her Şahabının
hadislerini ayrı bir bölüm hâlinde toplayıp "Ebû Bekir'in Müsnedi"nde
Ebû Bekir'den (ra) naklettiği
bütün rivayetleri kaydeder.
Ömer Müsned'inde Ömer'den (ra) naklettiği bütün rivayetleri zikreder ve
bu böylece sürüp gider. İmam Ahmed'in Müsnedinde izlediği yöntem gibi.
b- Furû'
Tasnifi: Bunlar eseri tasnif edenlerin usûlden naklederek asıllarına nispet
ile sened zikretmeksizin tasnif ettikleri eserlerdir. Bunun da çeşitli
yöntemleri vardır. Bazıları:
1- Bablara göre yapılan tasnif: İbni Hacer
el-Askalanî'nin
Bulûğu'l-merâm,
Abdu'1-Ğani el-Makdisî'nin Umdetu'l-ahkâm adlı eserleri gibi.
2- Alfabetik
sıraya göre düzenlenmiş tasnif: Suyuti'nin el-Camiu's-sağir adlı eseri gibi.
Bunların dışında her
iki türden de pek çok tasnif yöntemi vardır. Bu da hadis ehlinin, hadis
öğrenimi ve maksatlarının gerçekleştirilmesi açısından, en uygun gördükleri
yönteme göre yapılır.
Bu terim, aşağıdaki
ana kitaplar hakkında kullanılır:
1- Sahih-i
Buhârî
2- Sahih-i
Müslim
3- Nesâî'nin
Sünerii
4- Ebû
Davud'un Sünen'i
5-
Tirmizî'nin Sünen'i
6- İbni
Mâce'nin Sünen'i
Hadis usûlü adıyla
inceleyeceğimiz konu, aslında Hadis usûlü ilmi olup Hadis İlminin
Dirâyetü'l-hadis diye bilinen koludur. Hadis ilminin diğer kolu da
Rivâyetü'l-hadis ilmidir.
Hadis'in sözlük anlamı
yeni'dır. Eski demek olan kadim'in zıd-dıdır.
Hadis kelimesi
Kur!an-ı Kerim'de söz ve haber, anlamlarında kullanılmıştır. Meselâ "Haydi
omm gibi bir söz getirsinler" (Tur, 34) ayetinde söz, "Musa'nın
haberi sana ulaştı mı?" (Taha, 20/9; Zâriyât, 24; Nâziât,,15) ayetinde de
haber anlamındadır.
Hadisin terim anlamı
ise, söz, fiil, takrir (onay), ahlaki ve fizikî sıfat olarak Hz. Peygambere
izafe edilen her şeyin yazılı metinleri demektir. Çok özel ve dar anlamda
Peygamber sözüne de hadis denir. Çoğulu ehâdîs'dir.
Usûl, asrın çoğuludur.
Asıllar, kökler, kaynaklar mânâsına gelmektedir. Terim olarak yol, yöntem,
sistem, düzen ve metod anlamlarında kullanılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında
bir ilmin asıl konusundan önce öğrenilmesi gerekli esaslar, prensipler ve
başlangıç bilgileri ve tekniklerini ifade etmektedir.
Hadis usûlcüleri
dendiğinde,, hadis ilminin dirayete dayanan esas ve kuralları ile meşgul olan
alimler (usûliyyûn) anlaşılır.
Hadis usûlü ilmi de
hadis ilminin dayandığı prensipler, hadis metodolojisi demektir. Bu bilim
dalına başlangıçta Mustalahu'l-hadis de denilmiştir. Aynı anlamda Ulûmu'l-hadis
ifadesinin kullanıldığı da olmuştur.
Hadis usûlü, hadisin
sened ve metnini kabul ve red yönünden inceleyen ilim dalıdır.
Hadis ilmi temelde
rivâyetu'l-hadis ve dirâyetu'l-hadis diye iki ana bilim dalına ayrılmaktadır.
Rivâyetül-hadis ilmi,
Rasûl-i Ekrem (sav)'in söz, fiil, takrir ve hâllerini; bunların zabt edilip
usûlüne uygun olarak sonraki nesillere nakledilmelerini konu edinen hadis ilim
dalıdır.
Mustalahu'l-hadis ve
usûlü'l-hadis diye de isimlendirilen İJırâyetü'l-hadis ümi> "Sened ve
metnin durumlarını anlamaya yardım eden kurallar ilmi" olarak tarif
edilmektedir. Bu tariften anlaşılacağı üzere Dirâyetü'l-hadis ilmi, genel ve
teorik kaideler doyarak râvî, rivayet ve mervî konularının inceleme ve
eleştirisine zemin hazırlamaktadır.
Dirâyetü'l-hadis ilmi
ve dolayısıyla hadis usûlü edebiyatı da Rivâyetü'l-hadis ilmi ve edebiyatı gibi ashab-ı
kiramın hadi; nakli ve rivayetinde gösterdikleri titizlik, araştırma
(tesebbüt-taharri) ve denetim faaliyetlerine dayanmaktadır. Ashabın üst
seviyede bir dikkat ve titizliğe sahip olmaları yanında, birbirlerinden
duydukları hadisleri daha iyi bilenden tahkik etmekten de geri kalmadıkları
bilinmektedir. Hz. Aişe'nin (r.anhâ) yirmi kadai sahabînin rivayetlerini tashih
ettiği bilinmektedir.
Sahabe ile başlayan bu
araştırma ve tetkik gayretlen Dirâyetü'l-hadise ait kaidelerin şekillenmesine
zemin hazırla mıştır. Tebliğ görevi ve Hz. Peygamber'e yalan isnâd etmeme gayreti,
hadis ilmine dair tüm çalışmaların temelinde yatan gerçek olmanın yanında,
hadis usûlünün, erken bir dönemden itibaren uygulama alanına taşınmasını
sağlamış olan asıl sebeptir.
Alimler her ilmin
olduğu gibi hadis ilminin de esas ve metodlarını tesbit etmişlerdir. Bu ilmin
konusu Allah Resûlü'nüi: hadisleri olunca metodolojisi diyebileceğimiz usûlü
de, bunlar. bilmeye, sahihini zayıfından ve mevzu olanlardan ayırdetmeyr
yarayacak esaslar, kaideler ile hadisleri nakleden râvilerin hâllerini açığa
çıkarmaya yarayacak kurallardan ibarettir.
Usûl bilgisi
hadislerden faydalanabilmek için şarttır. Usûl bil-meyince hadislerden hüküm
çıkarmak imkânsız hâle gelir. Usîl bu açıdan bir tür istifâde metodudur. Onun
için "usûl"e metodolo; de denmiştir.
Bilindiği üzere hadis,
dinimizin ikinci kaynağıdır. İster Kur'ân-ı Kerîm'in daha iyi anlaşılmasında,
isterse Kur'ân'da bulunmayan meselelerin, dinimizin ruhuna uygun şekilde
açıklan:: değerlendirilmesinde olsun Allah Resulü (sav)'in sünnetine ihtiy»
cimiz vardır. Hadis kitaplarından doğrudan istifade etmekse hay_ güç ve
risklidir. İşte Usûl bilgisi bu zorlukları gidermeye ve rivayetlerden kolayca
istifâde etmeye yarar.
Usûl-i Hadisin kaynağı
tıpkı fıkıh, tefsir ve kelâm gibi diğer dinî ilimlerin usûlünde olduğu gibi
Kur'ân-ı Kerîm ve sünnettir. Âlimler hadis usûlünün ilkelerini imkan nispetinde
Kur'ân ve Sünnetin bir sarahat veya işaretine, bir karinesine dayandırmaya
çalışmışlardır. Aksi takdirde, müşterek kaidelerden ziyâde, âlimine göre
değişen bir usûl ortaya çıkardı. Nitekim bazı teferruatta, âlimlerin şahsî
yorumları devreye girmiş ve oralarda farklıklar ortaya çıkmıştır. Bu
farklılıklar mezhepler arasındaki ihtilaflı durumlarda etkili olmuşlardır.
Kur'an-ı Kerim'i dünya
ve ahiret saadetinin yollarını gösteren bir hidayet rehberi olarak gönderen
Yüce Allah, onu açıklama görev ve yetkisini de Resulü Hz. Muhammed'e (sav)
vermiştir.
Kitab ve Sünnet
arasındaki bu açıklanan-açıklayan ilişkisinin farkında olan sahabe-i kiram,
başından itibaren Hz. Peygamber'in (sav) hadislerine ve hayatına fevkalâde
itina göstermiş, onları ezberlemiş, yaşamış, aslana uygun olarak Öğrenmek,
uygulamak ve başkalarına ulaştırmak için büyük gayret göstermişlerdir. Hadis
kitaplarımız, bu üstün gayretlerin kanıtlarıyla doludur.
Sünneti öğrenmek
maksadıyla günlerini, geçim temini ve ilim tahsili arasında taksim eden ilk
müslümanlar, daha sonraları, yeni ülkeler fethedildikçe, tabiî olarak, bu kez
yeni Müslümanların Kitab ve Sünneti öğrenme istek ve gayretleriyle
karşılaştılar. Gerek halifelerce görevlendirilen valiler, gerekse fetih
ordularında mücahid olarak bulunan sahabîler, asli görevlerinin tebliğ ve talim
olduğu bilinciyle hareket ettiler. Fatih sahabîlerin bir çoğu, muhtelif
beldelerde yerleşerek oralarda Kitab ve Sünnet bilgisini yaymaya çalıştı.
Sahabîlerin bu İlmi
gayretleri hiç şüphesiz, kendilerini gören tabiîleri de aynı şekilde davranmaya
şevketti. Kendi bölgelerindeki sahabîlerden aldıkları bilgilerle yetinmeyerek
sünnetin beşiği olan Medine'ye gidip bilgilerini arttırmak isteyen tabiîler
görüldü.
Dolayısıyla çok canlı
ve hareketli bir ilim hayatı yaşanmaya başlandı. Böylece daha sonraları hadis
alimlerinin hemen hepsi tarafından uygulanacak ve müstehap şeklinde hükme
bağlanacak rihle denen ilim yolculukları başlatılmış oldu.
Her ilmî faaliyetin
belli esaslara göre yapılacağı ne kadar tabii ise, aynı şeylerin tekrarı da
belli kaidelerin bulunmasını, yoksa konulmasını ve onlara uyulmasını
gerektirir. Bir başka ifade ile. her şeyin bir yöntemi olur. Bu sebeple
yukarıda işaret edilen ilmî faaliyetler de bazı kaidelerin belirlenmesini
gerektirmiştir. İşte bu söz konusu kurallar, daha sonraları müstakil kitaplara
konu teşkil edecek olan hadis usûlü prensipleridir.
Sünnet malzemesinin
doğru nakli ve bu metinlerin sağlam bir şekilde korunup, eğitim-öğretiminin ve
değerlendirmesinin yapılması ashab-ı kirâm'a ait bir şeref olmuştur. Ashab-ı
kiram, hadis metinlerinin nakline öncülük ettikleri yani Rivâyetü'l-hadis ilmini
kurdukları gibi rivayet olayının vazgeçilmez kaidelerini koymuş,
Dirâyetü'l-hadis ilminin ilk temellerini de atmışlardır.
Müslümanlardan önce
hiçbir millet, nakil ve rivayette râvilerin güvenilirlik durumlarını tespit
için araştırma yapmayı ve bunu belli kaidelere bağlamayı düşünmemiştir. Olaylar
ve rivayetler sadece nakledilmiştir. Nadiren bir-iki isimlik sened zikredilmiş,
çoğu zaman ona da gerek duyulmamıştır. Bu sebeple hadis metinlerini
nakledenlerin şahsi durumlarının inceden inceye araştırılması ve mutlaka sened
zikrini esas alan Hadis usûlü İlmi, müslümanlara has bir meziyet olmuştur.
Usül-i hadis, bir
kısım târihî gelişme safhalarından geçerek olgunlaşmış bir ilimdir. Kaideler,
prensip ve tanımlar her ne kadar hadisten alınarak sistemleştirilmiş, tanzim
edilmişse de, Resûlüllah (sav)'m hadislerinde böyle bir ilmin adı geçmemektedir.
Allah Resulü (sav)
hadislerin öğrenilmesini ve aslına uygun olarak rivayet edilmesini teşvik
etmiştir. O, kendisi hakkında yalan söylenmemesini o kadar ısrarla tembih
etmiştir ki mütevâtir derecesine ulaşmıştır. Hattâ, Aliyyu'l-Kârinin
Esrâru'l-merfû'cıda yer verdiği bir rivayete göre, kendisi hakkında yalana
tevessül eden bir kimseyi en
ağır cezaya çarptırmış, öldürtmüştür.
Ashâb zamanında, hadis
usûlüne giren bazı meseleler su yüzüne çıkmıştır. Daha Hz. Ebû Bekir (ra)
devrinden itibaren bunların birer birer ortaya çıktığı görülmektedir: Örneğin
Hz. Ebû Bekr yeni bir hadis işitince şâhid istemeye başlar. Hz. Ömer bir adım
daha atarak, çok hadis rivayetini yasaklar, bazılarını bu yüzden sorguya çeker,
hattâ hapse atar.
Hadisçilerin üzerinde
en çok duracakları tesebbüt ve itkân prensiplerinin böylece daha ilk zamanlarda
kurumlaştığım, istikrara kavuştuğunu görürüz. Usûl-i hadisin, başta râvilerle
ilgili bahisleri olmak üzfere birçok konusunun kaynağını bu tesebbüt, yani
Hadis'in, Resûlüllah (sav)'a nispetinde sıhhat endîşesi teşkil edecektir.
Hadislerin manen veya
lafzen rivayeti, rivayette duyulan kuşkunun beyanı gibi usûle giren bir kısım
meselelerin Hz. Âişe, ibni Abbâs, Abdullah İbni Ömer (r.anhüm) gibi birçok
sahabî tarafından tartışıldığı bilinmektedir.
Nitekim İbni Sîrîn'in
şu açıklaması bu hususu aydınlatır: "Müslümanlar başlangıçta sened
sormazlardı. Ne zaman ki fitne ortaya çıktı, ondan sonra dikkat ettiler, ehl-i
sünnetten olanlardan alıp, ehl-i bid3at olanlardan rivayet almadılar."
İbni Sîrîn'in, fitne
ile neyi kastettiği rivayette belli olmasa da bunun Büyük Fitne de denen, Hz.
Osman'ın şehâdeti hâdisesi olduğu açıktır. Çünkü sonradan yaşanacak bir çok
fitnenin temelinde bu olay yatmaktadır.
Usûl ilmiyle ilgili
prensipler sahabe devrinde görülmeye başlamıştır. Tâbün devrinde ise daha da
gelişmiş, İmam-ı Azam örneğinde olduğu üzere istikrarını bulan prensiplerden
hareketle fıkıh tedyîn edilecek hâle gelmiştir. Fıkıh usûlü kitapları incelendiğinde
İmam A'zam (V. 150/767) zamanına kadar yerleşmiş ve onun dayanakları olan
-hadise ilişkin- birçok prensip ve kaideyi görmek mümkündür. İmam Şafiî (V.204/819) zamanında
isha da gelişmekten öte, belli bir disiplin içinde yazıya geçirildiğin
?orü-rüz. Bu bağlamda İmam Şafiî'nin er-Risâle adlı eseri fiici usûlünde
olduğu kadar hadis usûlünde de bir ilktir.
Yine de hadisçüer,
usûl-i hadisle ilgili bahislerin üçünâ asır boyunca artmaya devam edip
terimlerin dördüncü asırdi :L?un-lastiğini ve ilk müstakil telifin bundan sonra
ortaya çıkutjn kabul ederler.
1) el-Muhaddisu'l-fâsıl
beyne'r-râvi ve'l-vâî: Kadı Eri Mu-hammed el-Hasen İbni Abdirrahmân b. Hâllâd
er-Râmeh-rmuzi (v.360/970 veya 971) tararından telif edilmiştir. Bu dalda kendisinden
önce yazılanların hepsinden mükemmeldir.
2) Ma'rifetu
ulûmi'l-hadis: Hâkim Ebû Abdillah en-Kisâburi (v.405/1014) tarafından telif
edilmiş olup hadisle ilgili 5! i:-ui ilim zikredilmektedir.
3) el-Kifâye
fi kavânîni'r-rivâye ve el-Câmi li-âdâbi'ş-r-.
-*'s-sâmi': Hatîbu'l-Bağdâdî Ebû Bekr Ahmed İbni Ati (v.463/1070 veya
1071) tarafından telif edilmiş eserlerdir.
Konuları senedli
bilgilerle işleyen âlimlere Mütekaddimûn yani Erken Dönem ulemâsı denilir.
Konuların senedli
bilgilerle işlenmesi geleneğinin terkeildiği dönem eserlerinin müelliflerine
Geç Dönem Muilüeri (^müteahhirûn) denilir. Hadis usûlünde bu iki grup aramdaki
sınırı Hatîb Bağdadi oluşturmaktadır. Hatib dâhil, öncek: külcüler
mütekaddimûn, ondan sonrakiler müteahhirûndur.
1) el-Ilmâ'
fi zabti'r-rivayeti ve takyîdi'Uesmâ': Müelhl Kadı İyâz (Ebul-Fadl) İbni Musa
el-Yahsûbî'dir (v.544/1149).
2) Mâla
yeseu'î-muhaddise cehluh: Ebû Hafs Ömer İk: Abdil-MecîdMeyâncî (v.580/1184)
tarafindan telif edilmiştir.
3)
Ulûmu'l-hadis; Mukaddimetu Îbni's-Salâh: İbni Salâh (v 643/1245) tarafindan
telif edilmiştir. Mukaddimetu İbni Salâh adıyla da meşhur olan bu eser, daha
önce telif edilen benzer kitaplarda dağınık hâlde bulunan bütün konuları bir
araya getirir. Kitapta, hadis ilminin 65 türüne yer verir.
İbni's-Salâh'tan
sonraki usûl müellifleri çalışmalarını tamamen onun eserine dayandırmışlardır.
Ebû Hanîfe'nin (ra)
muhaddis yönünü tamamlayan bir hususun, hadis kabulünde koyduğu şartlar olduğu
ifade edilmiştir. Usûl-i Serâhsî'den hareket ederek aşağıda sıralanacak
kaideler, onun bu yönünü ve hadis hususundaki titizliğini belirtmekle kalmayıp
usûl-i hadisin onun zamanında fiilen mevcudiyetini de gösterecektir.
Ebû Hanîfe'nin koyduğu
şartlardaki "sıkılık", o devirde yaygınlık kazanan hadis uydurma
faaliyetlerine karşı büyük İmamın İslam'ı koruma endişesiyle açıklanmaktadır:
1- Haber-i
vâhid, yanında toplanmış olan usûle muhalefet etmemelidir. Zira bu usûl, şer'î
kaynaklarda yapılan araştırmalar sonunda elde edilmiştir. Çelişki bulunması
hâlinde iki delilden kuvvetlisiyle amel prensibine uyarak, haber-i vahidi
terketmiş ve o haberi şâz saymıştır.
2- Haber-i
vâhid, Kitab'm umûmi prensiplerine ve zahirine muhalefet etmemelidir. Böyle bir
durumda Kitabın zahirini almış, rivayeti terketmiştir. Burada da prensip
"iki delilden kuvvetlisiyle amel"dir. Ama bu rivayet, mücmel bir
âyeti açıklama konumunda veya yeni bir hüküm koyma babında ise o zaman hadisi
almıştır.
3- Haber-i
vâhid meşhur sünnete muhalefet etmemelidir. Meşhur sünnet kavli veya fiilî
olsun farketmez, hüküm aynıdır. Burada da "iki delilden kuvvetlisiyle
amel" prensibi esastır.
4- Haber-i
vâhid, kendisine eşit olan bir başka habere de muhalefet etmemelidir. Bu çeşit
iki haberden biri, tercih sebeplerinden biriyle diğerine üstün kılınır.
Meselâ: İki sahabeden biri daha fakîhtir, veya biri fakîh, öbürü değildir, veya
biri genç, diğeri ihtiyardır. Böylece hata ihtimalinden uzaklaşılmış olur.
5- Râvi, rivayet
ettiği hadise aykırı amel etmemelidir. Köpeğin yaladığı kabın yedi kere
yıkanması gerektiğini ifade eden Ebû Hüreyre (ra) hadisi gibi. Çünkü Ebû
Hüreyre (ra) bu hadisin gereğine göre amel etmemiştir.
6- Haber-i
vâhid, içerdiği fazlalıkta münferid kalmamalıdır. Bu durum, metinde olmuş,
senette olmuş fark etmez. Böyle bir hâlde, Allah'ın dininde ihtiyat maksadıyla
nakıs olanla amel eder.
7- Haber-i
vâhid, çok bilinen bir olaya dair olmamalıdır. Çünkü bu tür olaylar hakkındaki
haberin meşhur veya mütevâtir olması gerekir.
8-Hükümde
ihtilaf eden sahabeden biri, onlardan birinin rivayet ettiği haberi delil
olarak kullanmayı terketmemiş olmalıdır. Zira haber sabit olsaydı onlardan biri
mutlaka o haberi delil olarak kullanırdı.
9- Seleften
birinin, hadis hakkında tenkidi bulunmamalıdır.
10-
Rivayetlerin ihtilaf etmesi hâlinde, cezalarla ilgili meselelerde hafif olanı
almak esastır.
11-Râvinin
rivayet ettiği hadisi zabt durumu, hadisi aldığı andan naklettiği ana kadar
değişmemiş olmalı, unutma ve karıştırma yaşanmamış olmalıdır.
12-Haber-i
vâhid sahabe ve tabiîn arasında alışılagelmiş uygulamaya aynı beldede kaldıkça
muhalefet etmemelidir.
13-Râvî,
rivayet ettiği şeyi iyi hatırlamadıkça sırf yazının kendi yazısı olduğuna
dayanarak, yazıya itimad ederek rivayeti kabul etmesi caiz değildir.
Hadisin dinî bakımdan
işgal ettiği önemli konum zamanla bağımsız bir ilim dalma dönüşmesine sebep
olmuştur. Hadis âlimleri İslâm'da Kur'âri'dan sonra en önemli yeri işgal eden
bu ilim dalını, sahih olanlarını sahih olmayanlardan ayırmak için, hadisin
sened ve metninin araştınlmasını konu edinen bir ilim olarak tanımlamışlardır.
Hadis ilmi üzerinde
yapılan çalışmalar, bazı konuların bağımsız ilim dallarına dönüşmesine yol
açmıştır. Bu ilim dalları şunlardır:
Hz. Peygamber'in
sünnetini, toplayan, nakleden ilim. Hadislerin yazılı şekillerini ihtiva eden
bütün hadis kitapları (Sahihler, Camiler, Sünenler, Müsnedler...) bu ilme âit
malzemeyi oluştururlar.
Hz. Peygamber'e nispet
edilen söz, fiil, takrir ve sıfatların sağlam esaslarla naklini konu alan
ilimdir. Hadislerin lafızlarını tesbite yarayan terimler de Rivâyetü'l-hadis
ilminin konusuna girer.
Buradan anlaşılıyor
ki, Rivâyetü'l-hadis ilminin konusu doğrudan doğruya Hz. Peygamberin sözleri,
fiilleri, takrirleri ve sıfatlarıdır.
Bu ilmin içerdiği
sağlam hadisleri tesbit ve nakil esasları, Hz. Peygamber'e (sav) ait hadisleri
naldederken hata yapmama yollarını göstermesi bakımından çok önemlidir.
Hadislerin ilk
tedvininden itibaren yazılan bütün eserler Rivâyetü'l-hadis ilmine ait eserler
kabul edilir. İbni Şihâb ez-Zührî'den sonra İbni Cüreyc (Mekke), el-Evzai
(Şam), Süfyân es-Sevrî (Küfe), Hammâd b. Seleme (Basra) hadisleri ilk tedvin
edenler sayılır. Bilâhare bunların eserlerine Kütüb-i Sitte ashabının eserleri
de eklenmiştir.
Hadislerin sıhhat
durumlarını tesbit için, sened ve metnin durumlarını anlamaya yardımcı olan
ilim dalıdır.
Rivayet, rivayet esas
ve türleri, rivayete ait hükümler, râvilerin sıfatları, bir râvide bulunması
gereken şartlar, nakledilen hadis türleri gibi konularla ilgilenen bir
ilimdir.
Rivayet esaslarından
maksat, semâ, arz, kıraat, icazet gibi hadis rivayet yöntemleridir. Rivayete
ait hükümlerden maksat ise kabul veya reddir.
Nakledilen hadis
çeşitleri, cami, sünen, müsned, rnu'cem, cüz, müstahrec, müstedrek gibi
eserlerde nakledilenlerdir. Şu hâlde Dirayetül-Hadis ilmi, çeşitli eserlerde
tasnif edilerek yazılmış hadisler hakkında kabul veya red hükmünü verebilmek
için, onları değişik yönleriyle ele alan bir bilim dalıdır. Bu ilmin konusu
Özetle kabul veya red bakımından hadisler ve râvileridir.
Sahabeden itibaren
bütün hadis râvîlerinin doğruluk ve güvenirlik durumlarını inceleyen ilim
dalıdır.
Râvîler genelde
isimlerine ve künyelerine göre alfabetik bir tarzda sıralanır ve her birinin
hayatı, kimlerden hadis rivayet ettiği, kimlere hadis naklettiği, diğer
râvîler arasındaki yeri, adalet ve zabt bakımından durumu, hakkında hadis
eleştirmenlerinin görüşü... teknik terimlerle ifade edilir. İlk asırlardan
itibaren pek çok kıymetli eserin kaleme alındığı bu ilim dalında, İbni Ebi Hatim
er-Râzî'nin el-Cerh ue't-Ta'dîl adlı kıymetli bir kitabı vardır.
Cerh, sözlükte silahla
yaralamak, dürtmek, yarayı deşmek mânâlarına gelir. Ta'dîl ise düzeltmek,
hakkını vermek, temizlemek demektir.
Cerh ve ta'dîl; hadis
râvilerini irdeleyerek özel hayatlarında ve hadis rivayetinde kusur ve ayıp
sayılan hâllerini ya da güvenilir olduklarını açığa çıkarmak demektir. Cerh ve
Ta'dîl ilmi râvilerde hadis rivayetinde kusur sayılan bazı hâllerin bulunup
bulunmadığını araştıran ilimdir.
Cerh ve Ta'dîl, Hadis
Ricali İlminin bir bölümüdür. Hadis ilminde yüksek derecede bulunan bir
âlimin, bir râviyi İslam dininin emir ve yasaklarına aykırı hareket,
yalancılık ve hadis rivayet kaidelerine uymamak gibi bir sebeple tenkit edip
rivayetini çürüğe çıkarmasına cerh denir.
Ta'dîl ise araştırma
sonucu râvinin kötülükten uzak, dürüst, İslamiyetin emir ve yasaklarına bağlı,
haûza bakımından kusursuz olduğunun belirlenmesidir. Cerh ve Ta'dîl İlmi,
başka bir deyişle hadis râvilerinin güvenilir olup olmadıklarını ortaya koyan
ilim dalıdır.
Cerh ve Ta'dîl İlminin
temel eserleri:
a) Kitabul-Cerh ve't-Ta'dîl, İbni Ebî Hatim
er-Râzî (240-327 h./854-938m.)
b) el-Kâmil,
İbni Adıyy (277-327h./690-938m.)
c)
Mîzânu'l-i'tidâl, ez-Zehebi (673-748h./1274-1337m.)
d)
Lisânu'l-mîzân, İbni Hacer el-Askalânî.
Hadis rivayeti
bakımından râvilerin hayatlarını, tabakalarını inceleyen ilimdir.
Hadis râvilerini
inceleyen Rical ilminin bir bölümüdür. Râvilerin hâllerini, doğum-ölüm
tarihlerini, kimlerden hadis aldıklarını, hadis alış yer ve tarihlerini,
onlardan rivayette bulunanları ve seferlerini konu alır.
Bu da hadis
rivâyetiyle birlikte doğmuş bir ilimdir. Râvilerin hâllerini bilmek, hadisleri
tanımada ilk adımı teşkil ettiğinden Râvi Tarihi ilmi, hadis ilminin en önemli
kollarından birini oluşturur.
Bu sahada en tanınmış
eserlerden birkaçı:
a)
et-Tabakâtu'l-kubrâ, îbni Sa'd (168/230h./784-844m.)
b)
et-Târihu'l-kebîr, el-Buhârî.
c) Tehzîbu't-tehzîb, İbni Haceri'l-Askalânî.
d) el-lsâbe
fî temyîzi's-sahabe, İbni Hacer.
Hadislerin söyleniş
veya bir fiil bildiriyorsa yapılış sebeplerini konu alan ilim dalıdır. Kur'an-ı
Kerim için Esbâbu'n-nüzul İlmi (Ayetlerin iniş sebepleri) ne ise, hadisler için
Esbâbu vurûdil-hadis ilmi odur.
Bu ilim daha çok
hadislerin nâsih ve mensûhunu anlamada yardımcı olur. Ayrıca hadislerin
taşıdığı hükmü anlamaya da yardım eder.
Esbâbu vurûdi'l-hadis
konusunda yazılan en önemli eser, İbni Hamza ed-Dımeşkî'nin
(1054-1120h./1644-1708m.) el-Beyan ve't-ta'rîf fî esbâbi
vurûdi'l-hadisi'ş-şerîfadkldtabıdiT.
Hadislerin daha iyi
anlaşılmasını sağlayan bu dalda. Suyûtî'nin de el-Luma1 adlı bix eseri vardır.
Hadis metinlerinde
geçen, az kullanıldığı veya Arapça'ya sonradan girdiği için anlaşılması zor
olan kelimelerin açıklanması bu ilmin konusunu oluşturur.
Bu ilme, Müşkilu'l-hadis
ilmi de denir. Hadislerin iyice anlaşılabilmesi için bu ilme kesin ihtiyaç
vardır. Çünkü bir hadisten hüküm çıkarmak, ancak onun iyi anlaşılabilmesiyle
mümkündür. Hadis anlaşılamadığı takdirde çıkarılan hüküm yanlış olur.
Allah Resulü (sav)
herkesin anlayabileceği fasih ve açık bir Arapça ile konuştuğu için hadislerde
kapalılık ve anlaşılmayan bir taraf yoktur.
Ne var ki Hz.
Peygamber'in (sav) vefatından sonra yabancı milletlerden İslam'a girenlerin
çoğalması Arap dilinin kendi ifade kalıpları içinde söylenmiş hadislerin herkesçe
anlaşılmaması durumuna yol açmıştır. Yeni müslüman olmuş milletlerin hadisleri
Araplar gibi anlamasına imkan yoktu. Diğer taraftan hadislerin iyice
anlaşılabilmesi belli bir İslami kültürü de gerektirir. Yeni müslüman olmuş bir
yabancıdan böyle bir kültür beklenemez. İşte hadislerin herkes tarafından
kolaylıkla anlaşılabilmesi için onun yüksek ifadelerini, anlaşılmayan yerlerini
izah etmek Garibu'l-hadis ilminin doğuş sebebidir.
a) Garîbu'l-hadis, Ebû
Ubeyd el-Kâsım b.
Seliâm (157-224h./773-838m.)
b)
Gatîhul-kadp, İbni Kuteybe
c) el-Fâik
fi garîbi'l-hadis, Zemahşerî.
d)
en-Nihâye fi garîbi'l-hadis, İbni'l-Esîril-Cezerî (544-606h./H49-1209m)
Yalnız hadis
uzmanlarının tesbit edebildiği ve hadisin sıhhatine engel olan gizli kusurları
araştıran ilim dalıdır.
Zahirde sahih olan
bazı hadislerde herkesin anlayamayacağı gizli kusurlar bulunur. Bu kusurlara
illet denir. İllet kelimesinin çoğulu ileldir. İlelü'l-hadis, hadislerin
illetleri demektir.
Hadislerin illetleri
dışarıdan fark edilemeyecek derecede gizli olduğu için İlelü'l-hadis konusu
hadis ilimlerinin en karışık ve en zor olanı sayılmıştır. Buna rağmen İslam
alimleri Hadis İlminin her kolunda olduğu gibi bu önemli bölümünde de kıymetli
eserler vermişlerdir. Birkaç tanesini kaydediyoruz.
a)
Kitabul-ilel ve ma'rifetu'r-rical, Ahmedb. Hanbel
b)
Kitabu'l-üel, et-Tirmizî.
c)
Kitabu'l-üeli'l-hadis, İbni Ebî Hatim er-Râzî.
d) el-îlelü'l-varide
fi'l-ehâdîsi'n-Nebeviyye, ed-Dârekutnî (306-385h./9l8-995m.) *
Bu ilim, aslen
olmadığı hâlde dış görünüşü bakımından aralarında çelişki var gibi görünen
hadisleri ele alır ve görünürdeki çelişkiyi giderir.
İbni Kuteybe'nin bu
alanda yazdığı Te'uîlu muhtelifi'l-hadıs adlı eseri, Hadis Müdâfaası adıyla
Türkçe'ye çevrilmiştir.
Biri diğerinin hükmünü
kaldıran hadisleri konu edinen bir ilimdir.
Bu ilmin en önemli
kaynağı Hâzimî'nin el-î'tibâr adb. eseridir.
Hz. Peygamber (sav);
vahiy, üstün beşerî akıl ve nebevi akıl ya da peygamberlik birikimi denilen
üçlü bir yolla ilim elde etme imkanına sahip bulunmaktadır. Vahiy gibi diğer
insanların ulaşması mümkün olmayan bir bilgi kaynağıyla uzun süre temasta
bulunan beşerî aklın en üst seviyesine sahip Hz. Peygamber'de, meleke-i
nübüvvet denilen bir peygamberi ictihad kabiliyet ve birikiminin oluşacağı
muhakkaktır. Bu yetenek sayesinde Hz. Peygamber (sav), başkalarının
kavrayamadığı bazı ilahî gerçekleri kavrayıp en uygun ifade ve uygulamalarla
insanlara anlatır. Sünnetin ulaşılmaz boyutu, başkalarının yorumlarından üstün
oluşu işte buradan kaynaklanmaktadır.
Allah Resûlü'ndeki
(sav) bu peygamberlik melekesine, diğer bir ifadeyle nübüvvet ilmine, Kur'an-ı
Kerîm değişik kelime ve tabirlerle işaret etmektedir: Zikir, hüküm, hikmet,
yüreği açmak, tefhîm, öğretmek ve göstermek gibi kelime ve terimler
bunlardandır. Hz Peygamber'in ilahî iradenin beyanı niteliğindeki açıklamaları,
ilahî anlatım ve denetim altındaki nebevi akıldan doğmaktadır, denebilir.
Sünnetin'bağlayıcıhğı da işte bu ilahî-nebevî niteliğinden ileri gelmektedir.
Sünnet, Peygamber
Efendimiz'den (sav) Kur'an dışında sâdır olmuş her türlü söz, fiil ve
takrirlerden oluşmaktadır. Daha kısa ve fıkıh usûlü âlimlerinin anlayışına
uygun bir anlatımla "Sünnet, Allah Resülü'nün söz, fiil ve takrirlerinden
ibarettir."
Şer'î debilerin
ikincisi olan sünnetin tarifinde "peygamberlik" kaydı, vazgeçilmez
unsurdur. Böylece sevgili Peygamberimiz'in (sav), peygamberliğinin
başlangıcından vefatına kadar, Kur'an dışında söylemiş olduğu her söz veya
yaptığı her fiil sünnet içinde yerini almış olmaktadır. Bu söz ve fiillerin
ümmete yönelik genel bir hüküm getirmiş olması ile özel kişilere veya kendi
zatına yönelik olması arasında fark yoktur.
Bu kapsamdaki sünnetin
delil olduğunda bütün müslümanlar icmâ etmişlerdir. Yani "sünnef'in dinde
delil olmadığını söyleyen hiç kimse veya grup bulunmamaktadır.
Öte yandan, Kitabın
Sünnet'e göre üstün olduğu konusunda da bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır.
Zira Kitap, lafiz olarak Allah katından indirilmiş, ibadetlerde okunması
emredilmiş, bütün bir insanlık en küçük süresinin benzerini getirmekten âciz
kalmış ilahî bir beyandır. Sünnet ise bu vasıflara sahip değildir. Bu açıdan
bakıldığı zaman, delillerin sıralanmasında sünnet, elbette Kitap'tan sonra
gelmektedir.
Kur'an'da sünnetin
hukukî delil olduğunu gösteren ayetler bulunmaktadır. Bu sebeple sünnete ait
her hangi bir delilin, mesela çelişki halinde olduğu sanılan bir ayetin
zahirini korumak maksadıyla dikkate alınmaması, sünnetin delilliğini gösteren
ayetle-nn tamamının dikkate alınmaması anlamına gelir.
Sünnet, Kur'an karşısında üç görev
üstlenmiştir: Te'kid, tefsir, teşri'.
Te'kîd: Sünnet herhangi
bir hükme Kur'an gibi delalet eder, yani her yönüyle Kur'an'm hükmüne uygun bir
beyanda bulunur. Mesela, "Namazı kılın ve zekatı verin" (Bakara 43),
"Ey inananlar, oruç size de farz kılındı" (Bakara, 183),
"Kabe'ye gitmeye yol bulabilene haccetmek Allah'ın insanlar üzerinde bir
hakkıdır" (Âl-i İmrân, 97) ayetlerinde mutlak olarak ifade buyurulan
İslam'ın şartlarını bir de "İslam beş temel üzerine kurulmuştur"
(Buharı, İman 1; Müslim, İman 22; Nesâî, İman 13; Tirmizî, İman 3) hadisi,
-uygulamaya yönelik hiç bir açıklama getirmeksizin- sadece hüküm açısından
beyan etmektedir.
"Mallarınızı
aranızda haksız yollarla yemeyin..." (Nisa, 29) ayeti ile "Her
müslümamn malı diğerine haramdır" (Buhârî, Nikah 45, Edeb 57, 58, Ferâiz
2; Müslim, Birr 28-34; Ebû Dâvud, Edeb 40, 56) hadisi tam bir uyum içinde aynı
mânâyı ifade etmektedirler.
Tefsir veya beyan:
Sünnet, Kur'an'da bulunan herhangi bir hükmü, herhangi bir yönden açıklar. Buna
genellikle, kısaca temas edilmiş (mücmel) hükümlerle, anlaşılması kolay olmayan
(müşkil) hükümlerin açıklanması, mutlak hükümlerin belli kayıtlara bağlanması
(takyîd), genel hükümlerin özelleştirilmesi (tahsis) denilmektedir.
Örneğin namaz ve
zekatın uygulama biçim, Ölçü ve şekillerine açıklık getiren hadisler, yine
"beyaz iplik siyah iplikten sizin için ayırt edilinceye kadar"
(Bakara, 187) ayetindeki beyaz ve siyah iplikten maksadın gündüzün aydınlığı
ile gecenin karanlığı olduğunu belirten hadisler ve yine "inanıp da
imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar.." (En'âm, 82) ayetindeki
zulümden kastın, "şirk" olduğunu açıklayan hadis, sünnetin bu özelliğini
ortaya koymaktadır.
Sünnetin en yoğun
şekilde icra ettiği görev Kitab'ı açıklamaktır. Bu sebeple "Sünnet
Kitab'm açıklayıcısıdır" denilmiş ve Kitap ile Sünnet arasındaki ilişki de
açıklayan-açıklanan ilişkisi olarak tesbit edilmiştir.
Sünnetin bu iki işlevi
hakkında İslam bilginleri arasında herhangi bir görüş ayrılığı söz konusu
değildir.
Teşrî: Kur'an'm
herhangi bir hüküm getirmediği konuda sünnetin bir hüküm ortaya koyması
demektir. Bu konu alimler tara-ûndan tartışılmıştır.
Bazı alimler,
"Allah Teâlâ, Peygamber'e itaati farz kılmış ve Peygamber'in kendi
rızasına uygun davranacağını bildiği için Ki-tap'ta hükmü belirtilmeyen
konularda Peygamber'e hüküm koyma yetkisi vermiştir" dediler.
Bazıları da
"Hiçbir sünnet yoktur ki, Kur'an'da bir aslı bulunmasın. Namazın rfasıl
kılınacağını gösteren sünnetin, namazın kılınması emrini getiren ayete
dayandığı gibi diğer konulardaki teşriî sünnetler de mutlaka bir ayete dayanır.
Peygamber (sav) neyi haram veya helal kilmışsa, onları Allah tarafından bir
açıklama olmak üzere ortaya koymuştur" dediler.
Bu görüşler sünnetin
müstakil olarak hüküm getireceğinde birleşmekte, sadece Peygamber'in tek başına
ortaya koyduğu hükmü, doğrudan doğruya Allah'ın yardımına dayanarak kendiliğinden
mi ortaya koyduğu, yoksa kendisine vahiy mi edildiği, ya da kalbine ilkâ ve
ilham mı edildiği noktasında birbirlerinden ayrılmaktadırlar.
Sonuç itibarıyla
sünnetin müstakillen teşri kaynağı olduğu açıklık kazanmaktadır. Fıkıh
kitaplarında görülen "Bu konunun meşruiyeti sünnetle sabittir"
ifadeleri de sünnetin bağımsız teşri kaynağı kabul edildiğini gösterir. Mesela,
mest üzerine mesh etmek, yağmur duası ve namazı, şüf a, lukata, içki içene
verilecek ceza bu tür konulardandır.
Burada şu hususa da
dikkat edilmelidir. Peygamber (sav), herhangi bir hükmün tebliği konusunda
hataya düşmekten korunmuştur.
Sünnetin bir bütün ve
kavram olarak bağlayıcılığı kesindir. Peygamber'e (sav) uymayı, verdiği hükme
razı olmayı, O'nun hükmü karşısında mü'minlere seçim hakkı tanınmadığım belirleyen
ayetler, sünnetin müslümanların hayatındaki etkin ve bağlayıcı rolünü ortaya
koymaktadır.
Ancak Hz. Peygamber'in
değişik vasıflarla ortaya koyduğu sünnetin bağlayıcılık derecesinin ve
çerçevesinin aynı olmadığı da bir gerçektir. Hz. Peygamber
Risâlet
(peygamberlik),
İftâ (müftilik)
Kaza (hakimlik)
İmamet (devlet
başkanlığı) vasıflarından biri ile tasarrufta bulunur.
Risâlet vasfıyla
ortaya koyduğu sünnet, genelde ayetleri özelliklerine göre açıklama (tefsir),
belli bir şarta bağlama (takyîd), belli kişi ve şartlara özel kılma (tahsis),
helal ve haramı açıklama, inanç ve hükümleri beyan etme maksadını taşır. Bu
çeşit sünnet, ilahî hükümlerin bir beyan ve tefsiri demek olduğu için, hükmü
kıyamete kadar devam edecek olan bir teşrî anlamındadır. Zira Hz. Peygamber
(sav), bu tebliğ ve beyan tasarrufunda bir tebliğci ve «akilci durumundadır.
Allah katından kendisine bildirilen gerçekleri nakil ve beyan etmektedir. Hz.
Peygamber'in (sav) bu sıfatla ortaya koyduğu tasarrufları bütün ümmeti
bağlayıcıdır.
İftâ, Allah Teâlâ'nm
hükmünü delillerden çıkararak dini soruları cevaplandırmak, hükümleri Allah
adına bildirmek, tebliğ ve izah etmek demektir. Hz. Peygamber bu tasarrufunda
delillere bağlıdır. Bu yolla ortaya koyduğu hükümlerse ümmeti bağlayıcıdır.
Kaza, iki veya daha
fazla kişi arasında cereyan eden anlaşmazlıklarda, sebep ve delillerin meydana
getirdiği kanaate göre, haklıyı haksızı belirlemek maksadıyla verdiği
hükümlerdir. Peygamber (sav) burada yeni bir hüküm ortaya koymaktadır.
Hz. Peygamber,
kendisine getirilen davalar konusunda genel durumu ortaya koymak üzere şöyle
buyurmuştur:
"Davanızı bana
getiriyorsunuz, ben ancak bir beşerim. (Kimin haklı olduğu konusunda) bana bir
vahiy gelmiş değildir. Vahiy gelmeyen konularda ben ancak re'yimle hükmediyorum.
Olur ki biriniz, diğerine nisbetle delilini daha tesirli anlatır, daha iyi
ortaya koyar, ben de onu haklı zannederek lehine hükmederim. Her kime kardeşine
ait bir hakkı hükmeder, verirsem, sakın onu almasın. Ben ona bir ateş parçası
vermiş olurum". (Buhârî, Şehâdât 27, Mezâlim 16, Hiyel 9, Ahkâm 20, 29,
31; Müslim, Akziye 5; Muvatta, Akziye 1; Ebû Dâvud, Akziye 7; Tirmizi, Ahkâm
11; kesâî, Kuzât 13)
Hz. Peygamber'in
yargılama sonucu ortaya koyduğu sünnet, sadece davacı ve davalıyı bağlar. Ancak
hüküm verirken takip ettiği yöntem, dikkate aldığı esaslar, yargılama ve hukuk
usûlünde bize örnek oluşturur.
Devlet başkanlığı
tasarrufu, ilk üç sıfat ve tasarrufundan farklı ve onlara ilâve bir yetki ve
tasarruftur. Bunda bir yaptırım gücü söz konusudur. Öte yandan peygamberliğin
devlet başkanlığını gerektirmediği de ortadadır. Çünkü bazı peygamberlere hükümdarlık
verilmemiş, bazılarına ise verilmiştir. Hem hükümdar hem de peygamber olan
Peygamberimizin bu iki vasfıyla ortaya koyduğu tasarruflar birbirinden
farklıdır.
Hz. Peygamber'in (sav)
devlet başkanı sıfatıyla yaptıkları hem diğer devlet başkanlarını bağlamaz hem
de zamanın devlet başkanı izin vermedikçe, benzeri haklar müminler tarafından
re'sen kazanılamaz. Ganimetlerin paylaştırılması, devlete ait mal varlığının
uygun bir şekilde kullanılması ve harcanması, cezaların rn-fâzı3 orduların
teşkili ve şevki, toprak, maden ve su gibi doğal kaynakların özel şahıs veya
kuruluşlarca işletilmesi gibi hususlar bu tür tasarruflardır.
Başkan veya temsilcisi
hüküm ve izin vermedikçe, bunların alınması, yapılması, icra ve infaz edilmesi
caiz değildir. Bu konulara ait tasarrufları, sonra gelen başkan
değiştirebilir. Meselâ Hz. İn (ra) isyancıların üzerine asker sevketmezken Hz.
Ali (ra) sevketmiştir.
Sonuç itibarıyla
sünnetin bağlayıcılığı, tartışmasız bir gerçektir. Cereyan ettiği konuya ve
dayandığı niteliğe göre kapsam ve fıkhî hüküm açısından (vacip, mendup, müstehab
gibi) farklılık göstermesi onun temel özelliği olan bağlayıcılığı ortadan
kaldırmaz, aksine uygulama alanı ve kıymet hükmünün açıkça belirlenmesi
anlamına gelir.
Yüce yaratıcı
insanoğlunu değerli ve mükemmel bir varlık olarak yaratmıştır. Fakat bu
mükemmelliğine rağmen insan, ilahî hitaba doğrudan muhatap olacak yapıya sahip
değildir. Bu sebeple dünyada insan hayatının başladığı günden beri, Allah
Teâlâ, onların arasından seçtiği "Nebî" veya "Resul"
denilen peygamberleri kullarıyla arasındaki irtibatı kurmak ve dinini
açıklamakla görevlendirmiştir.
Bütün peygamberler,
Allah'ın emir ve yasaklarını kullarına ulaştırmak ve onlara doğru yolu
göstermekle görevlendirilmiş hidayet elçileridir. Peygamberler bu kutsal elçilik
görevlerini hakkıyla yerine getirmeye çalışmışlardır. Bizim Peygamberimiz Hz.
Muhammed (sav) de ümmetine Allah Teâlâ'nın istediği şekilde yaşamaları için
gerekli bilgileri uygulamalı olarak tesliğ etmiştir. Her peygamber gibi bizim
peygamberimizin de iki temel görevi vardı: Tebliğ ve beyân.
"Ey Peygamber,
Rabbînden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini
yerine getirmemiş olursun". (Mâide, 67)
"insanlara,
kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın diye sana da Kur'an'ı indirdik".
(Nahl, 44)
Peygamber Efendimiz
(sav) vahiy yoluyla Allah'tan aldığı Kur'an ayetlerini, görevi gereği,
insanlara sadece ulaştırmakla kalmıyor aynı zamanda onları açıklıyor ve
anlatıyordu. Tebliğ ettiklerini açıklamak ve anlatmak O'nun aslî göreviydi.
Hemen belirtelim ki Peygamberimizin tebliğ görevi evrensel olduğu için,
açıklamaları da ona uygun bir çerçeve ve nitelikte gerçekleşiyordu. Yani
sünnet, Kur'an'm evrensel planda Hz. Peygamber (sav) tarafından yorumlanması
demek oluyordu.
Gerçek şu ki, yüce
Kitabımızın yeterli, açık ve açıklayıcı oluşu bir hakikattir. Ancak onun bu
niteliklerine rağmen, muhatapları olan insanların anlayış seviyeleri farkh
olduğu için onu tek tek doğru olarak anlayıp kavramaları mümkün değildir. Öte
yandan sorumluluk için duymak değil, anlamak gerekmektedir. İnsanları
anlamadıkları şeylerden sorumlu tutmak mümkün değildir. Bu sebeple kim, neyi
anlamak ihtiyacında ise, ona onu anlatmak gerekir.
En iyi, en güzel, en
doğru ve en doyurucu açıklamayı da elbette Kur'an ayetlerini getirip tebliğ
eden Peygamber yapacaktır. Pey-gamber'in açıklamaları, hiç bir zaman Kur'an'ın
eksik, yetersiz ve kapah olduğu anlamına gelmez. "Allah'a kul
olmak"tan başka görevi bulunmayan insanlar, ancak bu açıklamalar
sayesinde O'na nasıl kulluk edeceklerini öğrenmiş olacaklardır. Bu sebeple
sün-netsiz bir müslümanlık düşünmek mümkün değildir.
Kur'an-ı Kerîm'de
şöyle buyurulmaktadır:
Peygamber size ne
verirse onu alın, neyi yasaklarsa ondan da kaçının!".(Haşr, 7)
De ki: Allah'ı
seviyorsanız, bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın".(Âliİmrân, 31)
Allah'a ve kıyamet
gününe kavuşacağını uman sizler için Allah'ın Resülü'nde güzel bir örnek
vardır".(Ahzâb; 21)
"Hayır Rabbine
andolsun ki onlar, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem tayin edip
verdiğin hükmü, içlerinde hiç bir sıkıntı duymadan kabul edip teslim olmadıkları
sürece tam mü'min olamazlar".(Nisa, 65)
Gerçekten sen, doğru
yola, Allah'ın yoluna çağırıyorsun".(Müminûn, 73)
"Peygamber'in
emrine muhalefet edenler, fitneye ya da can yakıcı bir azaba uğramaktan
çekinsinler".(Nur, 63)
"Kim Peygamber'e
itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur". (Nisa, 80)
Hz. Peygamber şöyle
buyurmaktadır:
"Kim sünnetimden
yüz çevirirse benden
değildir".(Buhârî- Müslim)
"Dinin elden
çıkışı sünnetin terkiyle başlar. Halat nasıl lif lif kopup parçalanırsa, din de
sünnetin birer birer terkiyle ortadan kalkar".(Dârimî, Mukaddime, 16)
Bütün bu ayet-i kerime
ve hadis-i şerifler, müslümanların ancak sünnete sarılmak ve ondan ayrılmamaya
çalışmak suretiyle İslamî kimliklerini koruyabileceklerini ifade etmektedir.
Çünkü sünnetin terk edilmesiyle doğacak boşluk, sünnetin tam zıddı demek olan
bid'atla doldurulacaktır.
Sünnet, en kısa ve
genel anlatımıyla "İslam kültürü" demektir. Bid'at ise, İslam
kültürüne ters düşen, onda yeri olmayan ve fakat ondanmış gibi görülmeye ve
gösterilmeye çalışılan yabancı unsurlar demektir.
"Hz.
Peygamber'den bize intikal eden her şey" demek olan sünnet ya da hadis,
değişik nitelikli bazı unsurlar ihtiva eder.
Sünnet, Kur'ân-ı
Kerim'den sonra ikinci ana kaynaktır. Fıkıh usûlünde delil olarak kullanılan
sünnet, Hz. Peygamber'den geliş şekline göre; söz, fiil veya onaylama (takrir)
olmak üzere üçe ayrı-hr. Bazı âlimler sıfat (vasfı) sünneti ilâve ederek dörde
ayırırlar.
Hz. Peygamberin (sav)
çeşitli vesilelerle söylemiş olduğu sözlerdir. Meselâ;
"Ramazan hilâlini
görünce orucu tutun, Şevval hilalini görünce orucu açın." (Ebû Dâvud, Savm
6)
"Size, sıkı
sarıldığınız sürece sapıtmayacağınız iki şey bıraktım. Allah'ın kitabı,
Resulünün sünneti." (Muvatta1, Kader, 3)
Peygamber (sav)'in
günlük yaşayışı sünnetin tümünü kapsamaktadır. Zira sünnet kelimesi
"Övülmüş veya kınanmış yol" anlamındadır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de
şöyle buyrulmuştur:
"Kendilerine
hidayet geldiğinde insanları inanmaktan ve Rablerinden mağfiret dilemekten
alıkoyan, sadece öncekilerin sünnetinin (gidişatının) kendilerine gelmesini
beklemelidir." (Kehf, 55)
Hz. Peygamber (sav)
sünnet kelimesini sözlük anlamı olan, yol mânâsında kullanmıştır:
"Kim iyi bir
sünnet (yol) edinirse, onun ve onunla amel edeceklerin sevabı o kimseye
aittir." (Müslim, İlim, 15, Zekât, 69)
Hadisçiler, Hz.
Peygamberin söz, fiil ve takrirleri şeklinde tarif etmişlerdir. Aynı şekilde
O'nun ahlâkî sıfatları, sîreti ve hayatı sünnettir.
Kavlî sünnet, Hz.
Peygamber'in çeşitli vesilelerle söylemiş olduğu mübarek sözlerdir. Bu
anlamıyla hadis ve sünnet eşanlamlıdır.
Hadislerin bütünü
içerisinde önemli yer tutan kavlî sünnet, özel çalışmalara da konu olmuştur.
Hukukî açıdan da kavlî
sünnetin önemi büyüktür. Çünkü fiilî sünnetin Hz. Peygamber'e mahsus özel bir
hâl olma ihtimali vardır- Takriri sünnette de bir şahsa ve olaya mahsus özel
bir hüküm veya izin olma ihtimali mevcuttur, hâlbuki kavlî sünnetin lafzî
delâleti daha açıktır. Bu açıdan şer'î hükümlerin istinbâtmda kavlî sünnet,
daha kuvvetlidir.
Resûlüllah'm davranış
ve fiili uygulamalarıdır. Fiilî sünnete O'nun namaz kılışını ve haccını örnek
verebiliriz. Kendisi şöyle buyurmuştur
"Ben namazı nasıl
kılıyorsam, siz de öyle kılın." (Buhâri,
Ezan 18, Edeb, 27)
Hz. Peygamber'in
savaşlarda yapmış olduğu işler de fiili sünnete girer.
Fiilî sünnetler de
diğer sünnetler gibi kısmen yazılarak ama büyük bir kısmı hafızadan hafızaya
nakledilerek tevatür, meşhur, âhâd tarîkleriyle bize kadar ulaşan, hadis adı
verilen sözlü ifadelerle belgelenmiş ve bunlar hadis kitaplarında
toplanmıştır.
Resûlüllah (sav)'m
fiilleri üçe ayrılır:
a. Allah
Resûlü'nün (sav) bir insan olarak yaptığı fiillerdir. Yeme, içme, giyinme,
uyuma, yatıp kalkma gibi. Bu fiiller genel olarak ümmeti bağlamaz. Çünkü bunlar
Allah elçisinden bir peygamber sıfatıyla değil bir insan olması sıfatıyla
zahir olan fiillerdir.
Yine de sahabe
arasında O'nu bu gibi fiillerinde izleyenler de vardı. Abdullah b. Ömer (ra)
bunlardandır.
Hz. Peygamberin
ticaret, tarım, savaş tedbirleri, hastalık tedavisi gibi dünyevî işlerde kendi
görgü ve tecrübesine dayanarak yaptığı davranışlar da bu kısma girer. Çünkü
bunlar kişisel tecrübeyle ilgilidir. Bununla ilgili olarak çok bilinen şu
örneği zikredebiliriz: "Hz. Peygamber, Medinelilerin hurmaları aşıladıklarını
görünce, aşılamamalarını bildirdi. Ertesi yıl iyi ürün alınmadığını görünce;
hurma bahçesi sahiplerine "Dünyanıza ait işleri daha iyi bilirsiniz"
buyurdu.(Müslim, Fezâil, 141;
İbnı Mâce, Rühûn, 15)
b.
peygamber'in sırf kendisine mahsus olduğu şer'i bir delille belirtilmiş olan
fiilleri. Gece teheccüd namazı kılması, Rama-zan'da "visal orucu"
tutması, dörtten fazla kadınla evlenmesi buna örnek olarak zikredilebilir.
c. Hz.
Peygamber'in teşrî (yasa, hüküm) nitelikli fiilleri. Namaz kılışı, oruç
tutuşu, haccedişi, ziraî ortaklık kuruşu, borç alıp vermesi gibi. Bu tür
fiilleri sünnet olup bunlara uymak gerekir.
Sonuç olarak sünnet,
Kur'ân'dan sonra ikinci asıl kaynak olup İslâm'ın pek çok hükmü ve belki İslâmî
müessese ve esasların bütünlüğü sünnetle tamamlanmıştır
Hz. Peygamber'in görüp
işittiği bir işe karşı çıkmaması ve onaylanıasıdır. Çünkü Allah Resulü (sav)
bir işin yapıldığını gördüğü veya işittiği hâlde onu reddetmemiş ve susmuşsa,
bu durum söz konusu işi tasvip ve kabul ettiği anlamına gelir.
Örnek: "Bîr gün
Hz. Peygamber kabir başında ağlayan bir kadına rastlar. Ona; "Allah'tan
kork ve sabret" der. Kadın Resûlüllah (sav)'ı tanımadan; "Benim
başıma gelen, senin başına gelmediği için beni anlayamazsın" diye cevap
verir. Daha sonra O'nun Allah elçisi olduğunu öğrenince de, evine giderek özür
diler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Asıl sabır, olayla ilk
karşılaşmada gösterilen sabırdır." (Buhâri, Cenaiz, 32)
Burada Allah'ın
Resûlü'nün (sav) kadının kabir ziyaretine ses çıkarmadığı görülmektedir. Bu,
erkekler gibi kadınlar için de kabir ziyaretinin caiz olduğunu gösteren bir
takrirdir.
Takriri Sünnet iki
türlüdür:
Resûlüllah'm (sav)
muttali olduğu herhangi bir olay ya da sahabîlere ait uygulamayı tasvip ve
tasdik ettiğini açıkça belirtnıesidir. Örneğin yılanın zehirlediği bir kabile
reisini Fatiha sûre-si'ni okuyarak tedavi eden ve bunun karşılığında bir miktar
koyun alan sahabînin, bu koyunların yenilip yenilemeyeceği hususunu
Resûlüllah'a sorması, Hz. Peygamber'in de: "Fatiha'nın şifa vereceğini
nereden biliyordun? İyi etmişsin. Koyunları bölüşün, bir pay da bana
ayırın" buyurmasıdır.
Allah Resulü (sav) bu
olayda Kur'an ile tedavi karşılığında ücret almayı açıkça tasvip etmiş
bulunmaktadır.
Gördüğü veya duyduğu
herhangi bir olay karşısında sükût buyurmasıdır.
Örnek: Hendek savaşı
sırasında Beni Kureyza Yahudilerinin üzerine giderken sahabeden bir grubun
ikindi namazını yolda kılması, bir grubun da "Beni Kureyza yurduna
varmadan kılmayın" buyurdu diyerek vakit geçmesine rağmen namazı kılmamış
olması karşısında Allah Resûlü'nün (sav) susarak her iki grubun hareketini de
zımnen tasvib etmiş olmasıdır. (Stret-i İbni Hişârn, Ben-i Kureyza Gazası,
2/234)
İki kısımdır.
Allah Resûlü'nün (sav)
herhangi bir ahlakî sıfatını tanıtan hadislerdir.
Örnek:
"Resûlüllah (sav), insanların en cömerdiydi. O (sav), Ramazan'da daha çok
cömertti." (İbni Kesir, Peygamberimizin Şemaili s. 86)
dir.
Allah Resûlü'nün (sav)
şemailine dair bilgileri içeren hadisler-
Örnek: "Allah
Resulü (sav) sima olarak insanların en güzeli, yaratılış olarak da en
mükemmeli, en dengelisiydi. O (sav), ne aşırı uzun ne de çok kısa idi."
(sonen-/nmut Tercümesi- 4, s.201)
Senedinde kopukluk
bulunmayan hadisler rivayet bakımından üçe ayrılır. Mütevâtir, meşhur ve Ahâd
sünnet.
Yalan üzerinde
birleşmeleri aklen mümkün olmayacak sayıda bir sahabe topluluğunun Hz. Peygamber'den
(sav) rivayet ettiği, daha sonra bu topluluktan tâbiûn ve tebe-i tabiîn
devirlerinde de aynı Özellikteki toplulukların naklettiği haberlere
"mütevâtir sünnet" denir.
Bu üç kuşaktan sonraki
devirlerde yalan üzerinde birleşmenin aklen mümkün olmaması şartı aranmaz.
Çünkü sünnet bu dönemden sonra tedvin ve tasnif edilerek yazılı eserlere
intikal etmiş, daha Önce tek râviler yoluyla gelen haberlerin büyük bölümü
tevatür ve şöhret derecesinde nakledilmiştir.
Tevatür lafzı ve
mânevi olmak üzere ikiye ayırıhr.
Lafız ve anlam birliği
içinde nakledilen mütevâtir haberdir. Meselâ; "Kim bana yalan söz isnat
ederse, cehennemdeki yerini hazırlasın" (Buharı, ilim 38; Müslim, zühd 72)
hadisi, tevatür derecesinde kalabalık bir sahabe topluluğunca aynı lafızla
rivayet edilmiştir.
Lafız ve anlam
bakımından farklılıklar içermekle birlikte, bütün râvilerin ortak bir anlamda
birleştiği mütevâtir haberdir. Dua sırasında ellerin kaldırılması bu çeşit
mütevâtire Örnek gösterilebilir.
Mütevâtir sünnetin
hükmü, Hz. Peygamber'e nispetinin kesin oluşudur. Buna göre, mütevâtir sünnetle
amel etmek farz olup onu inkâr eden dinden çıkar. Bu tür hadislerin delâleti
zannî olmadıkça, ortaya koyduğu hüküm kesinlik ifade eder. Mütevâtir hadisler,
delil olma bakımından Kur'ân'a yakın kuvvettedir.
Hz. Peygamber'den bir
veya iki ya da tevatür sayısına ulaşmamış sayıda sahabî tarafından rivayet
edilmişken, tâbiün veya tebei tabiîn devirlerinde tevatür sayısında râvi tarafından
nakledilen sünnettir.
Mütevâtir ve meşhur
sünnet arasındaki fark şudur; birincide her üç tabaka râvileri tevatür
sayısında iken, meşhur sünnette, sahabî râviler tevatür sayısına ulaşmamıştır.
Buna göre mütevâtir hadisin Hz. Peygamber'e nispeti kesinken meşhur hadisin,
Hz. Peygamber'den rivayet eden sahabîye nispeti kesin olmakla birlikte, Hz.
Peygamber'e nispeti kesinlik taşımaz.
Meşhur sünnetin hükmü,
kesine yakın bir bilgi vermesidir. Bu yüzden mütevâtir sünnetle Kur'ân'daki
umûmî lafzın tahsisi ve mutlak lafzın takyidi mümkün olduğu gibi, meşhur
sünnetle de aynı şeyler yapılabilir.
Bunlar, Hz.
Peygamber'den bir, iki veya daha fazla sahabî tarafından rivayet edilip meşhur
hadis şartlarını taşımayan hadislerdir. Ahâd hadisi bir kişiden yine bir kişi
rivayet etmiş olup, bize kadar ulaşan senedindeki kişiler hiçbir zaman tevatür
sayısına ulaşmamıştır. Hadis kitaplarında toplanmış bulunan hadislerin çoğu bu
türden olup, bunlara tek kişinin haberi anlamında "haber-i vâhid"
veya birer birer kişilerin haberi anlamında "âhâd haber" denir.
Âhâd sünnet kesin
bilgi ifade etmeyip zannî bilgi verir. Çünkü Hz. Peygamber'e nispetlerinde
kuşku vardır. Bu yüzden itikâdî konularda Âhâd habere dayanılmaz. Belli şartlan
taşıyan Âhâd haberler amelî konularında delil olarak kabul edilir.
Hanefîler dışındaki
âlimlere göre, hadisler Mütevâtir ve Âhâd olmak üzere ikiye ayrılır. Şu var ki
bu görüşte olanlar Âhâd haberi, kendi içinde "Garib",
"Aziz" ve "Müstefiz" olmak üzere üçe ayırmışlardır.
Hanelilere göre daha
önce de belirtiğimiz üzere Ahâd haberin delil olarak kullanılabilmesi için şu
özellikleri taşıması gerekir.
1. Râvi,
naklettiği hadisle amel etmelidir. Rivayetine
aykırı davranış veya fetvası bilinirse, hadis değil, amel veya fetvası
esas alınır. Çünkü râvi, bu hadisin neshedildiğini gösteren bir delil bilmese,
hadise aykırı davranmaz.
Aksi hâlde "adalet" vasfını kaybeder.
2. Hadisi
rivayet eden râvi, fıkıh bilgisi ve ictihad ehliyeti ile tanınmış bir kimse
değilse hadis, kıyasa ve genel şer'î usûle aykırı olmamalıdır.
Buna göre, kıyasa
aykırı hadis dört halife gibi, Abdullah b. Ab-bas, Abdullah b. Mes'ud ve
Abdullah b. Ömer gibi hem hadis rivayeti ve hem de fıkıhtaki ehliyeti ile
tanınmış biri ise hadis kabul edilir ve onunla amel edilir. Fakat Enes b. Mâlik
ve Bilâl gibi yalnız hadis rivayeti ile tanınan, ictihad ehliyeti bulunmayan
birisi ise, hadis kabul edilmez.
Bu prensip, hadislerin
mânâ ile rivayetinin yaygınlaşması yüzünden konmuştur. Buna göre fıkıh bilgisi
olan râvi, bir kelime yerine hadiste başka bir kelime kullansa, hadisin aynı
anlamı koruduğunu söylemek mümkün olur. Ancak fakih olmayan râvi için bunu
söylemek güçtür. Özellikle; ortada kıyasa ve genel şer'î esaslara aykırı düşen
bir rivayet varsa, bu râvinin yanılma ihtimali güç kazanır.
3. Âhâd
haber sık yaşanan ve her mükellefin bilmesi gereken olaylar hakkında
olmamalıdır. Usûl ilminde bu duruma "umumî belvâ" denir. Burada
olayın tevatür veya şöhret tarîkiyla nakli için gerekli şartlar oluşmuştur.
Buna rağmen haberin tek râvi tarîkiyla gelmesi, onun Hz. Peygamber'e (sav)
nispetinin sağlam olmadığını gösterir.
Bu ilkeden hareketle,
Hanefî bilginleri Abdullah b. Ömer'den (ra) rivayet edilen; "Hz. Peygamber
rukûya giderken ve başını rukûdan kaldırırken ellerini kaldırırdı"
anlamındaki hadis ile amel etmemişlerdir. Çünkü ellerin kaldırılması, çok sık
yaşanan ve herkesin hükmünü bilmesi gereken bir olaydır. Eğer bu konuda vârid
olan hadis sahih olsaydı, bunu çok sayıda başka râvinin nakletmesi gerekirdi.
Senedinde kopukluk
bulunan hadis sened bakımından Hz. Peygamber'e ulaşmayan hadistir. Buna
"Mürsel" veya "Munkatı"' hadis denir. Sahabe atlanıp
tabiînden birisinin Hz. Peygamber'den (sav) işitmiş gibi naklettiği hadis de
böyledir.
İmam Ebû Hanife ve
İmam Mâlik, mürsel hadisi kayıtsız şartsız kabul eder, yalnız mürsel hadisi
rivayet eden râvinin güvenilir olup olmamasına bakarlar.
İmam Şafiî ise, bunu
rivayet eden tabiî, Medineli Saîd b. el-Müseyyeb ve Iraklı Hasan el-Basrî gibi
meşhur ve bir çok sahabî ile görüşmüş bir tabiî ise kabul eder. İmam Şafiî
ilgili hadisin bunun dışında şu dört şeyden biriyle desteklenmesini de şart
koşar.
1. Mürsel
hadisi, senedinde kesinti olmayan ve anlamı aynı olan başka bir hadis
desteklemelidir.
2. Mürsel
hadisi, ilim adamlarının kabul ettiği
başka bir mürsel hadis desteklemelidir1.
3. Mürsel
hadis, bazı sahabî sözlerine uygun düşmelidir.
4. İlim
ehli, mürsel hadisi kabul edip çoğunluğu onunla fetva vermiş olmalıdır.
İmam Şafiî'ye göre,
mürsel hadis, senedi kesintisiz (^muttasıl) bir hadisle çatışırsa ikincisi
tercih edilir.
Bu üç sınıf ilim
adamının Allah Resûlü'ne (sav) bakışları sahip oldukları ilim gereği kısmen
farklı olduğu için sünnet anlayışları ve sünnet karşısındaki tavırları da biraz
farklı olagelmiştir.
Hadis bilginleri
Resûlüllah (sav)'i öncelikle bir hayat rehberi görür, Yüce Allah'ın
"Allah'ın Resulünde sizin için güzel bir örnek vardır" (Ahzab, 21) buyruğunu
şiar edinirler.
Onlara göre Resûlüllah
(sav)'den bize nakledilen her şey; söz, fiil, takrir, şemail, hâl, hılkî veya
hulkî sıfatlar, tavırlar... sünnettir, rivayet edilmeli ve korunmalıdır. Bu
bakımdan fikhî bir hükme delâlet etmesi, hatta risâlet sonrası döneme ait
olması da gerekmez. Dolayısıyla çocukluk ve gençlik dönemiyle ilgili
rivayetler de sünnet kabul edilir.
Fıkıh bilginleri ise
Hz. Peygamber (sav)'e öncelikle bir şeriat koyucu olarak bakar ve fiillerinin
mutlaka şer'î bir hükme delâlet edeceğini kabul ederler. Bu bağlamda O'nun fül
ve sözlerinden farz, vâcib, haram, mubah benzeri hükümler çıkarmaya çalışırlar.
Sünnet kavramı,
fıkıhçılar tarafından kimi zaman şer'î bir delil ile sabit olan hususlar için
kullanılır. Örneğin abdest uzuvlarının belli bir sırayla yıkanması Kur'ân ile
sabit olduğu hâlde Hane-filere göre sünnet, Şâfulere göre ise farzdır. Kurbanla
ilgili emir de böyledir.
Sünnetin bu geniş
anlamdaki kullanımına ilk üç kuşağı oluşturan selefin onayladığı her şey dâhil
edilebilir.
Fıkıh usûlü
bilginlerinin hadis/sünnet anlayışına gelince; bunlar Allah Resulü (sav)'e
daha farklı bir gözle bakmışlardır. Onlar Hz. Peygamber (sav)'e; fendinden
sonra, ictihâd yapacak müctehidlere, bu işte yol gösterecek ve dayanak olacak
esaslar koyan, insanlara
hayat kurallarını açıklayan bir 'şeriat koyucu' sıfatıyla bakmış ve bir hüküm
tesbit ve takrir eden söz, fiil ve takrirlerine yönelerek bunlara sünnet
demişlerdir.
Sünnet veya Hadis
yerine kullamllan kelimelerden biri de Eser kelimesidir. Sözlük anlamı
itibarıyla bir sözü nakletmek mânâsına gelir.
Hadise eser dendiği
gibi, muhaddis'e de eserî denmiştir. Bu deyime fazla sık olmasa da rastlanır.
Teferruata inildiği takdirde eser kelimesinin daha özel kullanımları
görülebilir. Şiîler, masum imamların söz, fiil ve takrirlerine
"hadis", masum olmayan kimselerden gelen sözlere "eser",
masumların dışındaki sahabi, tabiî ve tebei tabiînden gelen sözlere de
"haber" derler.
Aslolan cumhur yani
çoğunluğun kullandığı şekildir. Buna göre eser hadis ile eşanlamlıdır. Hatta
Müşküu'l-âsâr gibi kitap isimlerinde dahi kullanılmaktadır.
Hadisçiler, merfû ve
mevkuf hadislere 'eser' adım verirler. Tahâvî'nin bu
alandaki kitabının adı,
Şerhu Meâni'l-âsâri'l-
muhtelifeti'l-me'sûre'
dir.
Bu bağlamda değinmemiz
gereken Ehli re'y - Ehli eser ihtilâfı tâbiûn döneminde ortaya çıkmıştır. Ehli
eser, re'y ve kıyası zayıf saymış, zorunlu kalmadıkça akıl ve kıyasla fetva
vermemişlerdir. Onlar sadece hadis toplama ve yazma işine ağırlık vermişlerdir.
Zahirî mezhebi aşırı eserci bir mezhep kabul edilir. Çünkü kıyası, sahabe ve
tâbiûn fetvalarını delil olarak kabul etmezler.
"Allah'ın
rahmetinin eserlerine bir bak..." (Rûm 50) ayetinde olduğu gibi, yüce
Allah'ın âlemdeki bütün eserlerine âsâr denilir.
Eser, gerek Hz.
Peygamber (sav)' den, gerekse sahabeden rivâvet edilen habere denir. Ehli Eser
de eser sahipleri, eser taraftarları anlamına gelir. Bu gruptaki âlimler için
Ehli Rivayet, Ehli Hadis gibi tanımlar da kullanılmıştır.
Ortaya çıkan yeni bir
meselenin hükmünün Kur'an-ı Kerim ve hadislerde açık bir şekilde bulunamaması
durumunda umumî prensipler ve İslâm'ın ruhundan hareket edilerek akıl ve
kıyasla varılan netice ve çıkarılan hükme re'y denir. Sahabe ve tabiînin ilk
döneminde bu anlamda kullanılan re'y» tabiîn devrinin sonlarına doğru kıyası
ifa'de etmek için kullanılmıştır.
Re'y Ehli sahabe
devrinden itibaren başlamıştır. Sahabe'den bazıları Hz. Peygamber (sav)'den
hadis vârid olmayan hususlarda kendi re'y ve ictihadlarıyla hüküm verme yoluna
gitmişler, bu ruhsatı bizzat Peygamber Efendimiz (sav) vermiştir. Bu konuda en
meşhur hadis, Yemen'e gönderilen Muâz'm (ra) yaptığı sıralamadır: Allah'ın
Kitabı, Sünnet, re'y- (Ebû Dâvud, Akziye 11; Tirmizî, Ahkâm 3)
İslâm âlimlerinin her
bir grubu kendi görüş ve içtihadı için uygun deliller aramış ve farklı
ictihadlarda bulunmuşlardır. Hadise dayanarak görüş ve ictihadlarını
açıklayanlar fıkıh meselelerinin inceleme ve çözümünde izledikleri usûle göre
iki kısma ayrılmıştır. Bir kısmı nasslara bağlı kalmıştır ki bunlara Ehli
Hadis adı verilir. Diğer kısmı nasslarm illetlerini inceleyip kıyas yoluyla
yeni hükümler verme yolunu izlemişlerdir ki bunlara da Ehli Re'y adı
verilmiştir. Ehl-i Hadis'in merkezi Medine (Hicaz Okulu), Ehli Re'yin merkezi
ise Irak (Irak Okulu) olmuştur.
Haber, geçmişten bir
nakli ifâde eder, bu anlamda tıpkı hadis gibidir. Sözlük bakımından eşanlamlı
olmasına rağmen, çoğunlukla tarihî hâdiselerin nakline haber, Hz. Peygamberle
ilgili nakillere hadis denmiştir. Bu anlamda her hadis bir haber, ancak her
haber hadis değildir.
Haber kelimesinin
çoğulu "ahbâr"dır. Kur'an-ı Kerîm'de, Tebük seferine katılmayanlar
hakkında inen şu ayette sözkonusu kelime çoğul olarak geçmektedir:
"Münâ&klar (savaştan) döndüğünüz vakit sizden özür dilerler. De ki,
özür dilemeyin! Size asla inanmayacağız. Allah bize haberlerinizi açıkça
bildirmiştir." (Tevbe, 94).
Hadis kavramı olarak
haber; birkaç şekilde tanımlanmıştır. En yaygın ve kabul gören
tammı;"hadis" terimiyle eş anlamlı olarak kullanılmış ve Hz.
Peygamber'in (sav) hadislerine "haber" denmiştir.
Hadis ile haberi
farklı mânâda kullananlar da olmuştur: Bunlara göre de, "hadis"
sadece Hz. Peygamber'e ait "merfû"' rivayetleri; "haber"
ise Hz. Peygamber'in hadisleri dışındaki mevkuf ve maktu' rivayetleri ifade
eder. Bunun içindir ki, hadisle meşgul olanlara "muhaddis" dendiği
hâlde, tarih, hikâye veya kıssa ile uğraşanlara "ihbârî" denmiştir.
Haberleri genel olarak
ikiye ayıran usûl ve kelâm alimleri, bunlardan birincisine "mütevâtir"
ikincisine ise "âhâd" haberler ismini vermişlerdir. Haberlerin bu
şekildeki taksimi, onların rivayet şekline ve râvîlerine göre yapılmıştır.
a. Mütevâtir
Haberler: Mütevâtir kelimesi, arkası kesilmek -sizin, birbiri ardınca gelmek,
birini takip etmek mânâsına gelen "tevatür" fiilinin ism-i failidir.
Hadis terimi olarak
mütevâtir, hemen bütün usûl kitaplarında şöyle tarif edilir: 'Talan üzere
birleşmeleri aklen ve âdeten mümkün olamayacak kadar çok kimsenin; senedinin
başından sonuna kadar birbirinden rivayet ettikleri hadis."
Tarifte sözü edilen
konulardan biri olan çok insanın, kasıtlı veya kasıtsız yalan üzerinde
birleşmelerinin mümkün olmaması durumu, delil veya karinelerin delâleti ile
anlaşılır.
Mütevâtir haberi
nakledenlerin sayısı her devir veya kuşakta azalmamalı bilakis artarak devam
etmelidir.
Bu şartları taşıyan
mütevâtir haber mutlak ve kesin bilgi ifade eder; işiten kimse için red ve inkârı mümkün olmayıp
tasdik ve kabulü zorunlu olan bilgi olur. Eğer akide ile alakalı ise ona inanmayı;
amele dairse onunla amel etmeyi gerektirir. Bu şartları taşıyan hadislere de
mütevâtir hadis denir.
Kavlî ve ameli
sünnetlerden bazıları tevatür derecesindedir. Kimilerine göre, Kur'an-ı Kerîm
tevâtüren sabit olduğu hâlde, sünnet ve icmâ hem tevatür hem de âhâd yolla
sabit olmuştur. Şu var ki gerek sünnetten ve gerekse icmâdan mütevâtir
derecesinde olanlar oldukça azdır. Hatta sünnette sadece mânâ yönünden
mütevâtir durumunda olanlar vardır. Meselâ beş vakit namaz, rekâtlarının sayısı
bu tür sünnetlerdendir.
b) Âhâd
Haberler Râvî sayısı
bakımından mütevâtir derecesine ulaşmamış hadisler için kullanılan bir
terimdir.
Âhâd, sözlükte
"bir" mânâsına gelen "ehad" ve "vâhid" kelimelerinin
çoğuludur. Mütevâtir dışında kalan haber çeşitlerinin hepsine birden "âhâd
haber" denir.
İlk asırlarda yalnız
bir kişinin rivayet ettiği hadisler hakkında "haber-i vâhid" tabiri
kullanılırdı. Nitekim İmâm Şafiî, haber-i vahidi, "Hz. Peygamber'e veya
O'ndan sonraki bir şahsa ulaşıncaya kadar bir kişinin bir kişiden rivayet ettiği
haber" şeklinde tarif etmiştir. Fakat sonraki devirlerde bu tabir, iki,
üç, hatta daha çok kimsenin birbirinden naklettikleri fakat mütevâtirin
şartlarına hâiz olmayan bütün haberler hakkında kullanılmıştır.
Ahâd haberler kesin
bilgi ifade etmezler. Gerekli bilgilerin bulunması hâlinde bile sadece zan ve
galip zan ifade ederler. Âhâd haberler küfür ve iman konusunda debi olamazlar.
Zira akideyi ilgilendiren bir konudaki deliller zan ifade etmemelidir. Akâid
meselelerinde zan geçerli değildir. Âhâd haberler fıkhı ve ahlâkî konularda
amel edilen haberlerdir.
Aralarında Ahmed b.
Hanbel'in (h.241/855) de bulunduğu bir grup, haber-i vahidin kesin bilgi ifade
ettiği görüşündedirler. Zâhirî mezhebinden İbni Hazm şöyle der:
"Resulullah'a (sav) varıncaya kadar hep âdil kimselerin rivayet ettiği
haber-i vâhid hem ilim, hem de amel ifade eder."
İslâm âlimlerinin
çoğunluğuna göre âhâd haberler zan ifade ettiği için itikadı meselelerde tek
başına hüccet sayılmazlar. Zira itikatta zannî delile itibar edilmez.
Fıkhî konulara
gelince; İslâm âlimlerinin genel kanaati bu çeşit haberlerin amelî ve ahlâkî
konularda delil olması yönündedir.
Ancak İmam Ebû Hanîfe
zamanında hadis uydurma hareketi aşırı bir şekilde yayıldığı için o, haber-i
vâhidle amel etme konusunda ağır şartlar ileri sürmüş, pek titiz davranmış,
haber-i vâhidlerin çoğunu reddetmiş, kıyası birtakım hadislere tercih etmiştir.
Rivayet edilen
haberlerin doğruluğunu araştırmak, fâsık kimselerin getirdiği bilgileri hemen
kullanmayıp tenkide tâbi tutmaktır.
Yüce dinimiz islâm her
probleme çözüm getirdiği gibi haberlerin incelenmesi konusunu da halletmiş ve
müslümanlann bu konuda nasıl davranacaklarını Kur'an nassıyla belirlemiştir:
"Ey iman edenler; Bir fâsık size bir haber getirirse onu iyice
araştırınız. Yoksa bilmeyerek bir kavme kötülük yaparsınız da yaptığınız işten
pişman olursunuz" (Hucurât, 6)
Bu ayetin nüzul
sebebi, Allah Resulü (sav) tarafından zekat toplamakla görevlendirdiği bir
şahsın, gitmesi gereken bir kabileye gitmeyip 'zekat vermedikleri' şeklinde
bir haberle dönmesi ve bilahare o kabilenin gelerek onu yalanlaması olayıdır.
Ayetin nüzul sebebi,
anlamım hiçbir yoruma gerek bırakmayacak biçimde ortaya koymaktadır. Buna göre
fiskı sabit olan bir kimsenin şahitliği ve rivayetleri kabul edilemez.
Haberlerin araştırılmadan kabul edilmesi hâlinde, ayette bildirildiği üzere,
pişman olunacak sonuçlarla karşılaşılması kaçınılmazdır.
Fısk ise, genel itibarıyla kişiyi imandan
çıkarmamakla birlikte ahlakî, fıkhı ve itikâdî zafiyetler barındırma hâli için
kullanılır.
Hadisler birbirinden
farklı iki ana kısımdan oluşur:
1-Sened,
2-Metin.
İsnâd ve tarîk de
denir. Sened, günlük hayatta ne ifâde ediyorsa, hadiste de onu ifade eder. Ev
senedi, arsa senedi vb. nasıl her hangi bir şeyin mülkiyetini ifade ediyorsa,
hadis senedi de o rivayetin aktarıldığı kimselere aidiyetini gösterir.
Kısaca hadisteki
sened, hadis metninin kaynağa olan nispetini ispatlar. Merfû bir hadisin Hz.
Peygamber'e (sav) olan nispetini garantiler.
Başka bir deyişle
sened, bir sünnetin Resûlüllah (sav)'e ait olduğuna dair yapılan iddiayı
kanıtlayan delildir. Senedsiz bir sözün "hadis" olduğunu iddia etmek
mümkün değildir.
Bir hadis esasen metni
yani, içerdiği anlam ve hüküm sebebiyle kıymet taşır. Hadisten esas maksad
bunlardır. Fakat muhad-dısler açısından hadisin senedi en az metni kadar
değerlidir. Hatta sened, metinden daha önemlidir. Çünkü her hangi bir sözü
'ha-das1 yapan Allah Resulü (sav)'e ait olduğunu gösteren senedidir.
Güvenmek, dayanmak
anlamına gelen 'sened', bir hadis kavramı olarak, metnin başında yeralan ve
biri diğerinden almak ve nakletmek suretiyle hadisi rivayet eden kişilerin,
Resulullah'a varıncaya kadar bir bir anıldığı kısımdır. Diğer bir deyişle,
râvüer zincirinin adı olup bu zincir, hadisin Hz. Peygamber'den kimler
aracılığıyla ve hangi yollarla bize ulaştığını gösterir:
Örnek: Haddesenâ
Muhammed îbni Beşşâr, kale; haddesenâ Yahya kale; Haddesenâ Şu'be, kale; haddesenâ
Ebu't-Teyyâ'h, an Enes, ani'n-Nebiyyi sallallahü aleyhi ve sellem kale:
(Muhammed b. Beşşâr, Yahya-Şu'be-Ebu't-Teyyâh kanalıyla naklederek, Resûlüllah
(sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etti:)
Senette geçen
"haddesenâ" (bize nakletti, rivayet etti) ve "an" (ondan)
kelimelerine "rivayet lâfızları" denir. "Kale", dedi anlamındadır.
Senedi, yani râvîler
zincirini zikretmeye isnâd (=sened zikretme) denilmiş olsa da günümüzde sened
ve isnâd birbirinin yerine kullanılmaktadır.
Senede
"tarîk" veya "vecih" adı da verilmekte olup daha çok hadis
uzmanları için, hadisin sıhhatini, yani, hadisin Hz. Pey-gamber'e (sav) âit
olup olmadığını teyit etmek açısından önemlidir.
Metin, sened, ya da
râviler zincirinin sona ermesiyle başlayan esas bölümdür. Hadis, asıl itibarıyla
metin olmasına rağmen metnin Peygamber efendimize aidiyeti senedle bilinir.
Hadislerin metin
bölümleriyle ilgili bir çok ilim dalı gelişmiştir ki bunlara kısa kısa
değinilmişti.
Bunun dışında müdrec,
maklûb, münker, musahhaf, muharref ve mu'allel gibi sened ve metin arasında
müşterek olan terimler ve inceleme konuları da bulunmaktadır.
Hadis metinleri gerek
üslub ve dil bakımından gerekse kitap ve sünnetin genel espirisine uygun olup
olmamak açısından ha-disçilerce değerlendirilirler. Tarih, sosyoloji ve
psikoloji de bu değerlendirmede en çok yararlanılan ilmi branşlar olmaktadır.
Sened ve çevresindeki
çalışmaları ve geliştirilmiş branşları dikkate alarak hadisçilerin metinle pek
meşgul olmadıkları zan-nına kapılmamak gerekir. Zaten sened ve çevresindeki
gayretler hep metin için, ondan doğru sonuç çıkarabilmek içindir. Ancak kabul
etmek gerekir ki, oran olarak senedle daha fazla meşgul olunmuştur.
Senedin önemi iki
noktada yoğunlaşmaktadır:
a. Hadisin
sıhhatini tayin ve tesbitine zemin hazırlamak.
b. Rivayet
kargaşasını önlemek.
Süfyân es-Sevrî (v.
161/777) de "İsnâd, mü'minin silahıdır. Silahı olmayan ne ile ve nasıl
savaşacaktır?" derken senedin, sünnetin ve dolayısıyla dinin korunmasında
taşıdığı Öneme işaret et-mektedir.
Son zamanlarda temel
hadis kaynaklarının tercümelerinde de senedler, sahabî râvi dışında Türkçe'ye
çevrilmem ekte, adeta sened ikinci plana atılmaktadır. Hâlbuki senedin taşıdığı
özellikler anlaşıldığı ölçüde hadisten alınacak feyz artacaktır.
Senedler, uzunluk
bakımından ikiye ayrılmıştır: Alî sened, nazil sened. Uygulamada bu ayırımın
büyük önemi vardır. Çünkü rivayet edilen bir haberin yaşandığı zamanla, onu
yazan müellif arasına ne kadar az zaman girerse, rivayete olan güven o derece
artar. İslâm âlimleri sadece zamana bakmakla kalmayıp, araya giren râvi
sayısına da bakarlar. Buna göre hadisleri kaydeden müellifle Hz. Peygamber
(sav) araşma ne kadar az ravî girerse -râviler
sika olmak şartıyla-
o rivayet o
derece değerli olur.
Ali isnâd, son râviyi
haberin kaynağına en az râvi ile ulaştıran en kısa isnâddır. Senedde bulunan
râvilerin sayısının az olması hata yapma ihtimalini azaltacağı için aranan bir
özelliktir.
Alî isnadın üstün
sayılması şu değerlendirmeden kaynaklanır: Senedde yer alan râviler ne )cadar
sika olurlarsa olsunlar mutlaka bir yanılma payına sahiptirler. Beşer olarak bu
ihtimâlden uzak değillerdir. Öyleyse seneddeki râvi sayısı arttıkça, senede
kusur girme ihtimali artacak, râvi miktarı azaldıkça hadise kusur girme
ihtimâli de azalacaktır.
Nazil, âlî'nin zıddı
olup âlî olmayan isnâd nazildir. Bu da kendi içinde bir çok dereceye sahip
olmakla birlikte âlî isnada göre tercih edilmeyen isnâd türü olarak kalmaya devam
eder.
Hadis usûlü
kitaplarında Esahhu'l-esânîd, en sahîh hadislerin senedleri için
kullanılmıştır. Çünkü bir hadisin sıhhat derecesi, öncelikle senedinden gelir.
Bu anlamda esahhul-esânîd, sıhhat şartlarının en fazla tahakkuk ettiği en
sahih senedli hadis demektir.
Alimlere göre, en
sahih olduğu bildirilen senedlere gelince:
1- Ahmed b.
Hanbel ile İshâk b. Râheveyh'e göre şu sened esahhul-esânîd'dir: Ani'z-Zührî an
Salim an İbni Ömer.
2- Ali
Îbni'l-Medîni, Amr b. Ali el-Fellâs ve Süleyman b. Harb'e göre Muhammed b.
Şîrîn an Abîde b. Amr es-Selmânî an Ali (ra).
3- Yahya b.
Mâîn'e göre: A'meş an İbrahim en-Neha'î
an Alkame an Abdullah b. Mesûd'dur.
4- Ebû Bekir
b. Şeybe ile Abdurrezzâk es-San'ânî'ye
göre: Zührî an Ali İbnil-Hüseyn an Ebîhi Hüseyn an ceddihi Ali b. Ebi
Tâlib'dir.
5- Buhârî'ye
göre: Mâlik an Nâfî an İbni Ömer'dir.
Bu beşi arasında en
değerlisi, Buhârî'nin en sahîh (esahh) saydığı sonuncu isnâddır.
En sahih isnada karşı
saptanan en zayıf isnâdlara Ehvelul-esânîd denir. İşte bu tür senedlerden
bazıları:
1- Hz. Ebû
Bekr (ra)'e ulaşan senedlerin en zayıfı: Sadakatu'd-Dakîkî an Ferkad es-Sabahî
an Mürrete't-Tayyib an Ebî Bekir (ra).
2- Ehli
Beyt'in en zayıf isnadı: Amr İbni Şemir an Câbiril-Cu'fî ani'l-Hâris el-AVer an
Ali (ra).
3- Hz. Âişe'ye ulaşan en zayıf isnâd:
Ani'l-Hâris b. Şibl an Unımi'n-Nu'mân ap Aişe (r.anhâ)'dır.
4- İbni
Mesûd'a ulaşan en zayıf isnâd: "Şerîk an Ebî Fezâre an Ebî Zeyd an İbni
Mesûd (ra)"dur.
Rivayet, nakletme,
anlatma; hadis anlatma, nakletme ve kendisine nispet olunana isnâd etme
anlamında bir hadis terimidir.
Sadece sünnetin
nakliyle sınırlı olmayıp sünnet dışındaki haberleri, sahabe, tabiîn ve diğer
tabakalardan insanların sözlerini, bunları haber verenlere isnâd etmek de
rivayet kapsamı içerisindedir.
Rivayetin üç temel
unsuru olup birincisi, rivayete konu olan sünnet veya benzeri olan haber;
ikincisi bir haberi kendisine nakledene isnâd ile rivayet eden şahıs (râvi);
üçüncüsü de haberi kendisine nakledene isnâd ile rivayet edenden alan şahıs.
Rivayetin gayesi; Hz.
Peygamber (sav)'in söz ve fiillerinden ibaret olan sünnetini, ya da daha genel
anlamıyla hadisini gelecek kuşaklara aktarmaktır.
Sahabe, tâbiûn ve bu
iki nesli takip eden nesiller, rivayette titiz davranmaya, metnin kesm
şekliyle tespitine ve derin araştırmaya büyük önem vermişlerdir. Çünkü rivayet
edilen bir haber veya hadis, güvenilir bir nakil tarîki ile gelmişse, muteber
olur.
Rivayetin sıhhati, bu
üç unsurun sıhhatine bağlıdır. Üç unsurun sıhhati ise, rivayet edilen haberde
herhangi bir değişildik yapılmaması ve rivayet eden şahsın da haberi,
kaynağının isnadının sahih olması ile gerçekleşir.
Rivayet usûlünün temel
kuralları Kur'ân-ı Kerim'de açıklanmış olup kısaca şunlardır:
Kur'an-ı Kerim ve
hadis-i şeriflerde yalan konuşmak, yalanı malzeme yapmak şiddetle
yasaklanmıştır. Yalan, müslüman olmayanların sıfatı olarak gösterilmiştir.
"Yalanı ancak
Allah'ın âyetlerine iman etmeyenler uydururlar" (Nahl, 105).
"De ki Rabbinı
sadec'e, açık ve gizli fenalıkları, günahları, haksız yere tecâvüzü, hakkında
hiç bir delil indirmediği şeyi Allah'a ortak koşmanızı, Allah'a karşı
bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılınıştır" (Araf, 33). Yalanın
harara kılındığını gösteren çok sayıda âyet bulunmaktadır.
Allah Resulü (sav) de
bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: Her kim bana kasıtlı olarak yalan uydurursa
Cehennemdeki yerine hazırlansın".(Buharı, ilim 38; Müslim, zühd 72)
Bu konuda da açık âyet
mevcuttur:
"Ey iman edenler,
size eğer bir fâsık bir haber getirirse onu araştırınız." (Hucurat, 6). Bu
âyete göre fâsık birinin getirdiği haberin iç yüzü araştırılmalı, hemen kabul
edilmemelidir.
Bu da İslâm'ın koyduğu
bir kuraldır.
"İçinizden iki
âdil şahit getirin, şahitliği Allah için yapın" (Talâk, 2)
"Adamlarınızdan
iki şahit tutun, eğer iki erkek bulunmazsa, şâhidlerden razı olduğunuz bir
erkek iki kadın olabilir." (Bakara, 282)
Her ne kadar zahirde
ticarî konul ar dakişahitlik meselesiyle ilgili görünse de rivayette bulunan
kişide adalet şartının aranması çok daha evlâdır- Çünkü râvi yaptığı
rivayetlerde Allah'a ve Re-sûlü'ne karşı şehâdette bulunmaktadır.
Bu önemli esas da şu
ayetle bildirihniştir:
"Bilmediğin bir
şeyin ardına düşme! Doğrusu kulak, göz ve kalp, bunların hepsi o şeyden sorumlu
olur." (İsra, 36). Âyet, bir müslümanm, sahih olup olmadığını kesin
bilmediği hususların ardına düşmemesini emrediyor. Bu temel kural, nakle
dayalı ilmin sıhhatinden emin olmayı gerektirmektedir.
"Bilmediğin şeyin
ardına düşme" (İsrâ, 36) âyeti, yalan ve asılsız haberlerin öğrenilmesi ve
aktarılması konusunda yasaklayıcı bir hüküm içermektedir. Kalabalık bir sahabe
topluluğu tarafından nakledilen: "Kim yalan olduğu zannedilen bir sözü
benden (olmak üzere) rivayet eDerse kendisi de yalancılardan biridir"
(Müslim, Mukaddime, 15) hadisi de bu hükmü teyit etmektedir.
Esas ve Ölçüleri âyet
ve hadislerle tespit edilmiş olan rivayet kurumu, Müslümanlar için zarurîdir.
Zira her insanın bütün hâdiselerin yaşanması esnasında olay yerinde
bulunabilme imkânı yoktur. Şu hâlde olaylardan uzak olanların bu olaylarla
ilgili bilgi edinmeleri ancak sözlü veya yazılı rivayet ile mümkün olabilir.
Sonraki kuşakların bunları öğrenmeleri de rivayet kurumu sayesinde mümkün
olabilecektir.
Sahabe hadis
metinlerinin Hz. Peygamber'den (sav) duyulduğu şekilde rivayetine itinâ
göstermiş ve hadisleri değişik kelimelerle ifade edenlere karşı itirazlarda
bulunmuştur. Sahabe, hadislerin birebir rivayeti konusunda titiz davrandıkları
gibi, birbirlerine de bunu tavsiye eder, gerektiğinde hatalarını düzeltirlerdi.
Rivayet iki türlü
olagelmiştir. Biri, hadislerin kelimesi kelimesine (lafzen) rivayeti; diğeri
de mânâ ile rivayetidir. Hadislerin lafzen rivayeti esas ise de; gerek sahabe,
gerekse daha sonraki râvilerin bir çoğu, hadisleri mânâ ile rivayet
etmişlerdir.
Lafzen rivayet edilen
hadislerin çoğu zaman kısa metinli; manen rivayet edilen hadislerin de
genellikle uzun metinli hadisler olduğu görülür. Değişik lafızlarla (manen)
rivayet, hadisin bir kaç lafzında ve çoğu zaman eşanlamlı lafızlarda meydana
gelmekte, hadisin tamamında olmamaktadır.
Bazı âlimler hadislerin
mânâ ile rivayet edilmesine cevaz verirken, bazıları bunun caiz olmadığını
söylemişlerdir. Mânâ ile rivayete cevaz verenler bazı şartlar koşmuşlardır.
Buna göre râvinin, lafızların mânâ ve maksatlarını ve bu mânâları bozacak
hâlleri iyi bilen birisi olması gerekir.
Rivayet bir anlamda
eğitim-öğretün faaliyeti olduğuna göre elbette belli usûl, âdâb, şekil ve
keyfiyeti olacaktır.
Sünnet'in, Kitap'tan
sonra ikinci kaynak olmakla beraber, birinci kaynağın anlaşılabilmesi
bakımından onu te'kid, tefsir ve teşri gibi çok mühim işlevlere sahip bir
kaynak olması dikkate alındığında, sünnet malzemesinin rivayetinin önemi
kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Bu sebeple çok titiz ve sıkı bir âdâb ve kurallar
manzumesine ihtiyaç vardır.
Âdâb kelimesi edeb'in
çoğulu olarak herhangi bir meslek mensuplarının uyması ve uygulaması gerekli
kural ve yöntemler olarak tanımlanabilir. Hadis ilmi bakımında âdâb:
a) Hadis
hocası ve öğrencisinin uyması gereken manevi kaideler.
b) Hadis
eğitim ve öğretiminde uygulanması gereken teknikler olmak üzere iki temel
konuyu içerir.
Âlimler hadis ilmini
öğrenmeye istekli kimsenin uyması gereken edepleri şöyle sıralamışlardır:
Öğıenci ihlâs sahibi
olmalı ve hadis tahsilini Allah rızası için yapmalıdır. Dünyevî bir çıkar
beklentisine kesinlikle yer vermemelidir. Hadis öğrencisi, ilmini dünyevî
amaçlara alet etmekten kaçınmalıdır.
Öğrenci, Allah'tan
kolaylık, başarı, doğruluk ve güzel ahlak istemelidir.
Hadis öğrencisi bu
ilmi, ilim ve takvası ile şöhret bulmuş hocalardan almaya gayret etmelidir.
Böyle bir âlim kendi çevresinde yoksa, seçmişte ulemanın yaptığı gibi uzun ve
yorucu yolculukları göze almalıdır.
Kuran-ı Kerim,
bildiğiyle amel etmeyenleri "kitap taşıyan eşeklere (Cuma, 5)
benzetmiştir.
Abdullah b. Mesûd
(ra), ileri gelen sahabenin on ayet ezberleyince, amel etmesini ve onların
mânâlarını öğrenmedikçe, başka ayetlere geçmediklerini haber vermiştir.
Hadis öğrencisi, hadis
ilmine duyduğu saygıdan hareketle hoçalarına saygı ve tazım göstermelidir. İlim
öğrenme sürecinde gurur ve kibirden tamamen sıyrılmalıdır.
Bildiklerini gizienıeyip,
diğer öğrencilerin de faydalanmasını sağlamalıdır.
Kim, bildiğini sadece
kendisine saklamak ve böylece ötekilerden üstün olmak isterse, bildiğinden
istifade edemez.
Aşamalı (tedricî)
Öğrenim, birçoklarının hoşlanmadıkları, fakat çok yararlı bir yöntemdir. İlimde
asıl olan sırayla ve planlı bir şekilde öğrenmektir.
Hadis kitaplarının
hepsini bir anda okuma imkanı olmadığına göre onları belli bir sıraya koyduktan
sonra teker teker okumak zarurîdir.
Hadis öğrencisi hadis
usûlü ilminden asla uzk kalamaz. Öğrendiği hadislerden ancak iyi bir usûl
bilgisi sayesinde yararlanabilir. Bunun için de muteber ve meşhur usûl
kitaplarından yararlanmalıdır.
Rivayet ve dirayet
bakımından kendisinden aşağı olandan da hadis almalı, bunu kibir meselesi
yapmamalıdır.
Hadis talebesi sadece
ezberlemekle veya yazmakla kalmamalı, anlamaya, kavramaya da çalışmalıdır.
Öncelikle İmam Buhârî
ve Müslim'in Sahîh kitaplarına sonra sü-nenlere, sonra müsnedlere yönelmeli,
hadis usûl ve tarihiyle ilgili muteber kitapları okumalıdır.
Hadis dinleme işi en
az temyiz yaşında olmalıdır. Sahabeden birçoğu Hz. Peygamber (sav)'i küçükken
gördükleri hâlde, yaptıkları rivayetler, başta Buhârî olmak üzere bütün hadis
kitaplarında yer aldığından temyiz yaşma giren çocukların hadis dinlemeleri
sahih görülmüştür.
Âlimler, hadis
öğretimiyle meşgul olan hocaların bazı kural ve âdaba riâyet etmesini şart
koşmuşlardır.
Hadis hocası
(muhaddis), her şeyden önce iyi bir ahlâk, temiz bir yaşayış ve sağlam bir
niyet sahibi olmalıdır. Sağlam niyet, ilmi sırf Allah rızası için öğrenmek ve
öğretmektir.
Hadis hocasının,
riyadan, çıkar ve dünyalık kaygısından uzak olması gerekir. Meşgul olduğu ilme
yaraşır bir gönül temizliği, niyet ve davranış dürüstlüğü herkesten çok ona
yakışır.
Hadis hocası, yaşı ne
olursa olsun, ehliyet ve liyâkat sahibi olmadıkça hadis okutmaya ve rivayetine
kalkışmamalıdır.
Kendinden yaş veya
ilim bakımından daha büyüklerin yanında hocalık yapmaya kalkışmamak gerekir.
Ibni Şihâb anlatıyor:
Salebe b. Ebi Suayr'm Ders halkasına girdim. Bana:
"Görüyorum ki
ilmi seviyorsun" dedi. "Evet" dedim. O zaman sana Saîd b.
el-Müseyyeb'i tavsiye ederim" dedi.
Gttim yedi yıl
hizmetinde bulundum. Sonra Urve b. Zübeyr'in meclisine devam ettim, sanki
deryaya dalmıştım."
Uzun ömürlü bir hadis
hocası için emelilik yaşı 80'dir. Ancak "karıştırma ihtimali
belirince" eğitim-öğretimi bırakması genel bir prensip olarak
benimsenmiştir.
Hz. Peygamberin sözü
olması itibarıyla hadis hocasının hadise son derece saygılı olması gerekir.
Hadis okutacağı yere düzgün kıyafetle ve temiz olarak gitmeli, iyi hazırlanmış
olmalı, Ders verme üslubuna ve eğitim-öğretim kurallarına titizlikle uymalıdır.
Görgü kurallarını gözetmeli, ciddiyetsizlik anlamına gelebilecek her tür
davranıştan kaçınmalıdır.
Hadis hocası, kâliyle
(sözüyle) olduğu gibi haliyle de örnek olmalıdır.
Hadis hocasının, belli
bir ilmî ve fikrî olgunluktan sonra yaşadığı çağ ve yörenin ihtiyaç ve
sorunlarına cevap verebilecek ilmî faaliyetlerde bulunması önemli bir görevdir.
Hadis Dersi,
Kur'an'dan bir parçanın okunmasıyla açılıp hamd ve salât ile başlatılmalıdır.
Muhaddis, hocasını
hayır ve sena ile anmalıdır.
Tahammülü'l-hadîs: Bir
râvinin başkalarına rivayet etmek gayesiyle, hadis rivayet eden bir şeyhten
rivayet ettiği hadisleri semâ, kıraat, icazet, münâvele, kitabet, ilâm,
vasiyet, vicâde gibi yollarla alması, yani aldığı hadisleri başkasına nakletmek
üzere yüklenmesidir.
Hadis dinlemek ve
öğrenmek için yaş sınırı tayin etmede farklı görüşler ileri sürülmüşse de sahih
olan; hadis dinlemek, yazmak ve zaptetmek için yaş sınırı bulunmamasıdır. Çocuk
temyiz dönemine girdikten sonra, âlimlerin meclisine katılıp, hadis dinleyebilir.
Önemli olan çocuğun söylenen sözü anlayabilmesi ve sorulan soruya cevap
verebilmesidir.
Hadisin öğrenilmesi,
sıradan bir ilim öğrenme değil, isteyerek bir sorumluluk altınö girmektir. Onu
ehliyet ve liyâkat sahibi bir kişiden, en uygun şartlarda almak, edâ edinceye
kadar aldığı şekilde korumak, en uygun şartlarda, âdabına uygun biçimde edâ
etmek hadis öğrenim ve öğretim esaslarını oluşturur.
Hadis öğreniminin
çeşitli yolları vardır. Hadis usûlü kitapları bu konuda sekiz yoldan söz
ederler. Bunların öncelik sıralaması üzerinde fikir birliği edilmiştir. Bunlar
sırasıyla, semâ, kıraat, icazet, münâvele, kitabet, ilâm, vasiyet ve vicâdedir.
Hocanın ezberden veya
yazılı bir metinden okuyarak veya imlâ ettirmek suretiyle rivayet ettiği
hadisi, öğrencinin bizzat hocasının ağzından işitmesidir.
Hepsi aynı değerdeyse
de imlânın daha sıhhatli olacağı söylenmiştir. Hoca ezberden veya kitaptan
sözlü olarak rivayet ettiği hadisi öğrencilerine yazdırırsa, bu imlâ olur.
Hocanın talebesine
hadis rivayet yazdırması demek olan imlâ, rivayet yollarının en sahihi kabul
edilmiştir.
Öğrenci, ezberinde
veya elindeki bir kitaptan hocanın huzurunda hadis okur. Hoca da ya ezberine
dayanarak veya elindeki bir nüshadan takip ederek dinler. Gerekirse, düzeltme
yapar. Böylece öğrenci hocadan o hadisleri öğrenmiş olur. Bu usûle kıraat veya
arz denir.
Öğrencinin, hocasından
öğrendiği hadisleri, bilâhare rivayet edebilmesi için, onun huzurunda okuması
esasına dayanır.
Hadis öğrenim ve
öğretim yollarından icazet, hocanın rivayet hakkına sahip olduğu hadislerin
veya kitapların tamamını yahut bir kısmını rivayet etmesi için, öğrencisine
yazılı veya sözlü olarak izin (icazet) etmesidir.
İcazet, sözlü veya
yazılı olabilir, icazetlerin yazılı belge hâlinde verilmesi yaygındır.
İcazette, kendisine
icazet verilenin kabulü şart olmadığı gibi, icazet verenin icazetten
vazgeçmesinin de sonuca etkisi yoktur.
a. Belli bir şeyin rivayet edilmesi için belli
bir kişiye verilen izin. Belli bir hocanın belli bir öğrenciye belli bir kitabı
rivayet veya çoğaltmaya izin vermesi.
b. Belirsiz
sayıda rivayeti nakletmesi için belli bir kimseye verilen izin.
c. Genel
izin (umûmî icazet) İzni herkesi kapsayan bir icazet şeklidir. "Bütün
müslümanlara rivayet izni verdim" veya "Herkese rivayet izni
verdim" veya "Zamanıma yetişmiş olanlara rivayet izni
verdim"gibi ifadelerle yapılır.
d. Meçhul
bir kitap için belirli bir kimseye veya belirli bir kitap için meçhul bir
şahsa verilen izindir. Her ikisi de bâtıldır. Ancak açıklayıcı bir beyana yer
verildiği takdirde sahîh olur.
e. Ha mevcut
olmayana verilen icazet. Bu tür icazet bâtıldır.
f. Şeıfen
henüz almamış olup ilerde tahammül edeceği rivayetler ic: trdiği icazettir. Bu
icazet türü, bazı âlimler tarafından caiz görbazıları tarafından mekruh
görülmüştür.
g. İcsei
alınmış rivayetin nakli için verilen izindir. Çoğunluk bu trıizetin caiz
olduğunu söylemiştir.
Kenesi ien nakil ve
rivayet etmesi için hocanın öğrencisine bir kıta: ti da yazılı bir metin
vermesine denilir. Bu, sadece okuma, ricana, içindekileri rivayet etme gibi
farklı izinlerle birlikte ol?.:-1 Münâvele bu bakımdan ikiye ayrılmıştır:
Hocan :uzurunda
bulunan veya bulunmayan bir öğrencisi için kemeyle bir veya birkaç hadis yazıp
veya yazdırıp vermesi veya gössaesine kitabet denir. Bu da münâvele gibi,
yazılı metnin rıvâys^ izin veren veya vermeyen türden olabilir.
Hocsm :şrencisine
-icazetten söz etmeksizin veya rivayetine izm vermezin- belli bir hadis veya
hadis kitabı hakkında sadece, Bu tak -veya kitap- benim duyduğumdur, benim
rivayetim işte bu(b vb. sözlerle açıklamada bulunmasına ilâm denilir, burada
skks bildirim vardır, Usûl uıerinin büyük bölümü bu yolla alınan rivayetleri
caiz görürken bir bölümücaiz görmemektedir.
Ölmek veya seyahate
çıkmak üzere olan hocanın, rivayet izninden söz etmeksizin, rivayet ettiği
hadisleri içeren kitap veya cüz'ü öğrencilerinden birine vasiyet ederek
bırakmasına denilir. Vasiyette zımnî bir rivayet izni vardır diyerek bu yolla
elde edilen hadislerin rivayetini caiz görenler bulunmakla birlikte, çoğunluk aksi
görüştedir
Vicâde, sözlükte
bulmak demektir. Terim olarak, bir kimsenin, bir muhaddis veya bir şeyhin el
yazısıyla yazılmış bir kitabı veya bazı hadisleri elde etmesi demektir.
Vicâde yoluyla elde
edilen hadislerle amel edilip edilmeyeceği konusu oldukça tartışmalıdır.
Şâfiîler dışında bu yolla ulaşılan hadislerle amel edilmesinin caiz olacağı
görüşünde olanlar azdır.
Usûl kitaplarında
âlimlerin üzerinde birleştikleri busekiz yol dışında, hadislere ulaşmanın
Özellikle sufî kesimlerde revaçta olan bir yolu daha vardır ki o da mükâşefe ve
rüyadır. Burada kişi, mükâşefe yoluyla veya rüyasında Allah Resuûlü'nün (sav)
hadislerine ulaşmaktadır. Bu tür hadisler, râvisi ne kadar sika ve güvenilir
olursa olsun şer'î bakımdan bağlayıcı değildir.
Hadisçilere göre hadis
takririnde üç usûl vardır.
Hocanın anlam, hüküm
ve râvi yönlerine eğilmeksizin hadisleri okuyup geçmesi demektir.
Bu usûl, ihtisas sahipleri
için geçerlidir. Diğerleri için fazla sağlıklı bir yöntem değildir.
Bir hadisi okuduktan
sonra o hadiste geçen garib kelimeleri, zor terkip ve terimleri, senedde
görülen bilinmeyen isimleri ve o hadisle sabit olan fikhi hükümleri yeteri
kadar açıklayarak öğretme usûlüdür.
Hadis öğrenmeye yeni
başlamış ve devam etmekte olanlar için bu yöntem geçerlidir. Öğrenciler bu
yolla, hadisi anlama imkan bulmuş ve incelemeye dayalı bir istifade temin etmiş
olurlar.
Lehte ve aleyhteki
bütün görüşleri, her kelime ve terkibi şiirden ve kıssalardan deliller
getirerek, eşanlamlılarını zikrederek, kullanım yer ve mânâlarını belirtmek;
râvilerin hâllerini, kabile ve yaşayışlarını açıklamak, o hadis ile sabit olan
hükümlerden hareketle başka hükümler çıkarmaya çalışmak, uzaktan yakından bir
alaka kurup hoşa gidecek kıssalar , garib hikayeler anlatmak usûlüdür.
Daha çok, kendilerinin
ilim ve fazilet sahibi olduğunu herkese göstermek isteyen kıssacıların
başvurduğu bir yöntemdir.
Bilindiği üzere, hadis
rivayeti esasen ya lafzen veya mâne: yapılır. Rivayet niteliğiyle kastedilen de
budur.
Hadislerin, Hz.
Peygamber'den duyulduğu gibi aynen yani la: zen rivayet edilmeleri asıldır.
Nitekim Hz. Peygamber "Bizden bir hadis belleyip de bellediği gibi
başkalarına ulaştıranıi Allah yüzünü ağartsın" buyurmuştur.(Tirmizî, İlim
7) Burada h; dişleri olduğu gibi nakletmeye teşvik vardır. Yine Hz. Peygambe:
Öğrettiği bir duadaki 'nebi' kelimesi yerine 'resul' kelimesini kullanan
el-Bera b. Azib'i uyarmış ve 'nebi' demesi gerektiğini belirtmiştir.
Sahabe, Hz. Peygamber
(sav)'den görüp işittiklerini rivâyd ederken bu sorumluluğunun bilinci
içindeydiler. Bu yüzden hadi: leri lafızlarını değiştirmemeye dikkat ederek
rivayet ediyorlarc: Hadis kitaplarında yer verilen bazı örnekler, sahabeden bir
bolu münün hadislerin lafzen rivayet edilmesini şart koştuklarını g»
termektedir.
Sahabeden sonra gelen
tâbiûn ve tebeu't-tâbiîn'in devirlerine: de hadislerin, lafzen yani Hz.
Peygamber'den (sav) işitildiği şekı de rivayet edilmesi gerektiğinde birçok
hadisçi ittifak etmişlerdir
Hadislerin böyle
rivayet edilmesini şart koşanlar, dinî hassasiyet ve Allah Resulü'nün (sav)
Arapça'sındaki mükemmelliğin b: zulmaması kaygısı taşıyanlar olmuştur.
Şu var ki aralarında
dört mezhep imamının da bulunduğu uhma çoğunluğu, dil ve edebiyat bilgisi
yerinde olan kişilerin, bel şartlar dâhilinde hadisleri mânâ ile rivayet
etmelerinin caiz old. ğu görüşündedirler.
Mânâ ile hadis
rivayetine karşı çıkanların delilleri olduğu cevaz verenlerin de gayet ikna
edici delilleri bulunmaktadır. Meselenin tartışılması bir yana, gerçek şudur
ki hadislerin büyük çoğunluğu mânâ ile rivayet edilmiştir. Lafzen rivayet
edilmiş hadis sayısı, manen rivayet edilmişlere göre oldukça azdır.
Diğer taraftan
hadislerin lafzen rivayetini şart koşmanın, bu işi fevkalade zorlaştıracağı da
açıktır. Oysa, çoğu kere önemli olan lafız değil mânâlardır.
Mânâ ile hadis
rivayetini caiz görenler bu görüşlerine delil olarak Arap olmayanlar için dini
kendi lisanlarıyla açıklamanın ittifakla caiz olmasını gösterir ve "başka
dillerle şerh mümkün olunca aynı mânânın A$apça ile ifadesi haydi haydi mümkündür"
derler.
1) Hadisi
rivayet edecek kişi, lafızların anlamlarını iyi bilen biri olmalıdır.
2)
Değiştirilen lafzın eşanlamlısı kullanılmış olmalıdır; "etâ" yerine
"câ'e" fiilini kullanmak gibi...
3) Ma'nen
rivayet edilen haber, lafzıyla ibadet olunan bir hadis olmamalıdır. Ezan ve
tahiyyât lafızları gibi. Bu lafızlar ile ibâdet ilâhî irâdenin talebine
dâhildir.
4) Hadis, sıfat hadisleri gibi müteşâbih konular
hakkında olmam alıdır.
5)
Cevâmiu'l-kelim (çok özlü sözler) cinsinden olmamalıdır.
6) Lafızları
değiştirilen hadis, açıklık ve kapalılık bakımından aynı seviyede olmalıdır.
7) Hadisin
aslı ezberde varken ma'nen rivayeti caiz değildir.
8) Bazı
âlimler merfû hadislerde ma'nen rivayeti caiz görmezler.
Şu var kî günümüzde
mânâ ile rivayet diye bir şey söz konusu olamaz. Bilakis hadis kitaplarındaki
lafzın aynen kullanılması gereklidir.
Mânâ ile hadis
rivayeti ulema arasında belli bazı ihtiyat cümlelerinin kullanılmasını da
gelenekleştirmiştir. Meselâ "Ev kema kale: Yahud Resûlüllah'm (sav)
buyurdukları gibi"; "Ev nahvehu: Yahud onun gibi"; "Ev ma
eşbehe hazâ mine'l-elfazi: Yahud bu lafızlara benzer lafızlarla benzer
lafızlarla buyurdu"
Meşhur tabiî
el-Hasenu'1-Basri, kendisine "Bugün bize bir hadis rivayet ediyorsun; ertesi
gün aynı hadisi başka lafızlarla naklediyorsun" diyen birine şu cevabı
vermiştir: "Mânâda isabet et-mişsem bunda hiçbir mahzur yoktur."
Yine meşhur
tabiîlerden Muhammed b. Şîrîn şöyle demiştir: "On kadar sahabîden hadis
işittim. Hepsi de muhtelif lafızlar kullanırdı; fakat mânâ aynı idi."
Sonuç itibarıyla
hadislerin mânâsını değiştirmeden, manâsıyla rivayet etmek caiz görülmüştür.
Gerek sahabe gerekse
sahabe sonraki nesiller hadislerin ma'nen rivayetini caiz görmekle birlikte
mânâyı bozacak şekilde rivayeti önlemek için râvilerinde bazı şartların
bulunması gerektiğini söylemişlerdir.
Bunlar, her hangi bir
râvide bulunması gereken şartlardan ayrı olarak ma'nen rivayetle ilgili olup
şunlardır:
a) Hadis râvisinin
sarf ve nahiv kaidelerine tam manâsıyla vakıf olması.
b) Dil
ilmini iyi bilmesi. Bir başka deyişle Arapça'nın inceliklerini tam anlamıyla
bilmiş olması.
c) Hadis
lafızlarının delâlet ettiği mânâyı iyi bilmesi.
d) Bir
hadisi değişik lafızlarla rivayet ettiği zaman o hadisin Hz. Peygamber'in (sav)
kasdetmiş olduğu mânâyı aynen verdiğinden emin olması.
Rivâyet-i akran: Râvi
hadis rivayetinde bulunduğu kimse ile bir hususta birleşmiş olması demektir.
Örneğin yaşlarının bir olması veya her ikisinin de aynı hocadan hadis rivayet
etmeleri gibi.
Rivâyet-i mudbec:
Emsallerin birbirinden rivayet etmeleridir.
Rivâyetu'l-asâğır
ani'l-ekâbir: Yaşça gençlerin yaşlılardan, talebenin hocadan rivayetine denir.
Rivâyetu'l-ekâbir
ani'l-asâgir: Hocanın talebeden, babanın oğlundan rivayetine denir.
Mühmel: İsimleri aynı
olan iki zâtın birisinden hadis rivayet edilirken diğerinin mutlak olarak
ismini anmakla yetinip hangisi olduğunu açıklamayıp ihmal etmektir. İkisi de
sika ise bu ihmalin sakıncası olmaz
Sabık, lâhik: İki
adamın bir kişiden rivayetlerinde ilk rivayet edene sabık, sonrakine de lâhik
denir.
Müselsel: İsnadın
ittifaklı olanına denir.
Sika, sikât: Âdil ve
ezberleme kabiliyeti olup her yönden güvenilir râviye denir.
Mutâbaat: Rivayetlerin
yalnız lafız veya yalnız mânâ bakımından birbirlerine uymalarıdır.
Şahit: Hem lafız hem
de mânâ bakımından bir rivayetin diğer rivayete uymasıdır.
Rical ilmi hadis
ilimleri arasında sened ve isnâd kadar önemlidir. Esasen bir hadisin
değerlendirmesinde râvilere bakılması itibarıyla bunların hâllerini inceleyen
Rical ilminin hadis açısından taşıdığı önem hiç kimse tarafından inkâr
edilemez.
Rical ilminin konusu,
temelde hadisleri bizlere aktaran râvilerdir.
Râvi: Hadis, şiir,
haber vb. rivayet eden kimse. Râvi, sözlük anlamı itibarıyla bir haberi
anlatan, nakleden, taşıyan, ileten,, getiren kimsedir.
Terim olarak; Hz.
Peygamber (sav)'in söz, fiil, takrir, ahlak ve şemailine dair bilgi nakleden
kimseye denir. Hadis usûlündeki tanımına göre, hadisi senedi ile usûlüne uygun
olarak nakleden kimsedir. Çoğulu ruvât'tır.
Râvi ile eşanlamlı
olarak müsnid, aynı şekilde râviler mânâsında sadece çoğul kipinde olmak üzere
rical kelimesi de kullanılır.
Râvinin rivayet ettiği
şeye mervî, yani kelime anlamıyla su veya söz ve şiirdir. Mervî, Allah Resulü
(sav)'e nispet olunan her şey olabileceği gibi sahabe, tâbiûn ve başkalarına
nispet olunan şeyler de olabilir.
Rivayet edilen
hadislerin sıhhati, her şeyden önce, onları nakleden râvilerin güvenilir
(sika) olmalarına bağlıdır. Çünkü sika râvi, kendisi gibi güvenilir, sahih
hadisler nakledecektir. Sika olmayanlar ise sahih olmayan, zayıf ve metruk
hadisler naklederler.
Râvinin, hadisi kabul
edilen kimselerden olması, bir takım şartları taşımasına bağlıdır. Hadis
âlimleri bu şartları, rivayeti kabul olunan ve olunmayan râvinin sıfatları
başlığı altında açıklamışlardır. Bu sıfatlardan herhangi birinin eksik olması,
râvinin güvenilir olmaktan çıkmasına yol açar.
Böyle râviler hadis
rivayet etseler, hatta rivayet ettikleri hadisler aslında sahih olsalar bile,
bu hadisler kendilerinden alınmayıp onları rivayet eden başka güvenilir
râvilerden alınır.
Râvînin hadisçi olması
şart değildir. Bu sebeple, râvinin ilim sahibi olması, rivayet ettiği haberin
senedindeki râvilerini cerh ve ta'dîl yönleriyle tanıması, metni bütün
boyutlarıyla anlaması gerekli görülmez. Râvide aranan biricik özellik rivayet
âdabım gözeterek senedli rivayette bulunmasıdır.
Râviler, sıfat ve hâllerine
göre belli derecelerde yer alırlar:
Hadis ilmini öğrenmeye
karar vermiş kimsedir. Derece bakımından en aşağıda yer alır. Çalışma ve
kazanımlanna bağlı olarak yükselir.
Belli bir seviyeye
ulaşanın unvanıdır. Hadis ilmini bilir. Hadislerden az olmayan miktarda metin
ve senediyle ezberler. Senedlerde yer alan râvileri, cerh ve ta'dîl yönleriyle
tanır. Aynı şekilde metni de, içerdiği ahkâm ve kendisiyle amel etme durumlarıyla
tanır. Şeyh ve İmâm kavramları da eşanlamlıdır.
Muhaddisi râviden
ayıran fark, onun, rivayet ve dirayet bakımından becerikli, sahih olan hadisi
çürüğünden ayırt edebilecek bir melekeye sahip, hadise ilişkin bütün ilimleri
ve hadisçilerin terimlerini bilen, hadislerdeki garib lafızları iyi bilen bir
kimse olmasıdır. Bütün bu bilgilere sahip olan hadisçi 'muhaddis' unvanına
lâyık olur.
Âlimlerin 'muhaddis'
tanımlarında farklılıklar olmasına rağmen hepsinde de muhaddise verilen derece
yüksektir. Buna göre muhaddis, senedleri ezberlemekle beraber, senedlerdeki
ricalin ne dereceye kadar adaletli veya mecruh (kusurlu) olduklarını da bilen
kimsedir.
İmam Cezerî'nin
tarifine göre Muhaddis' unvanı genel olup şartları içerisinde rivayet etmek
üzere ehlinden, yine şartları içerisinde hadis alıp taşıyan her kimseye
verilebilir.
İlmî kazanım
bakımından ilerlemiş muhaddislerin unvanıdır. Bilhassa ezbere bildiği
hadislerin çokluğuyla nıuhaddisten ayrılır. Hâfiz unvanının, genellikle yüz bin
kadar hadisi sened ve metniyle ezbere bilen muhaddisler için kullanıldığı
ifâde edilmiştir.
Bu unvanlar, zamana ve
kullanan kişiye göre değişkenlik gösterebilmektedir.
Hafızdan daha üstteki
derecenin unvanıdır. Üç yüz bin kadar hadisi yukarıda belirtilen şartlarda
sened ve metniyle ezberleyen kimseye denir.
En yüksek mertebede
olan hadis âlimlerinin unvanıdır. Sünneti bütünüyle kendinde toplayan kimseler
bu unvanı taşımaya hak kazanırlar.
Bu noktada 'muhaddis'
tabirinin hadisle meşgul olan bütün ilim ehli için kullanılan ortak bir isim
olduğunu belirtmek gerekir. Dolayısıyla diğer derecelerdekiler aynı zamanda
'muhaddis' olarak bilinirler. Zâten bunları kesin olarak ayırmak da mümkün
değildir.
Tabaka, sözlükte
herhangi bir sıfatta ortak olanlar anlamına gelir. Hadis terimi olarak ise, yaş
ve isnâd bakımından birbirine benzeyen akran râyi grubu demektir.
Râvi tabakalarının
belirlenmesinde şu dört noktanın bilinmesi gerekir:
a) Doğum
b) Ölüm
c)
Öğrenciler
d) Hocalar.
Râvinin hangi
tabakadan olduğunu belirlemede esas alınan ölçütler sonuca mutlaka tesir
ederler. Örneğin iki râvi, bir açıdan aynı tabakaya girebildikleri hâlde bir
başka açıdan ayrı tabakalara dâhil olabilirler.
Sahabe olma sıfatı
bakımından tasnif yapılırsa, sahabî râviler birinci tabaka, tabiîler ikinci
tabaka, etbâu't-tâbiîler üçüncü tabakayı oluştururlar. Rivayet asrının sonu
kabul edilen hicri üçüncü asır sonuna kadar böylece beş tabaka oluşur: Sahabe
h. 110; Tâbiûn h. 180; Etbâu't-tâbiîn h. 220; Etbâu etbâi't-tâbiîn h. 260;
Etbâu etbâi etbâi't-tâbiîn h. 300.
Temel hadis
kaynaklarının tasnifine yani hadislerin kitaplarda toplanmasına kadar geçen
dönemde hadislerin naklini gerçekleştirenler: Sahabe, Tâbiûn ve
Etbâu't-tâbiîn'den oluşan üç nesildir. Râvilerin tabakaları deyince, Öncelikle
bu üç nesil akla gelir.
Sâhib=Arkadaş
kelimesinin çoğulu olup olarak 'sahb', 'ashâb' veya 'sahabe' kipleriyle
kullanılır.
Terim anlamı
"Allah Resûlü'nü (sav) müslüman olarak gören ve bu imanla yaşayıp ölen
kimse" demektir. Sağını solunu ayırabilen veya sözü anlayıp karşılık
verebilen çocuklarla görme engelliler de sahabî sayılırlar. Rüya veya başka
bir yolla görme hâlinde sahabîlik oluşmaz.
Bir kimseye sahabe
diyebilmek için kaide dışı ve ulemânın çoğunluğu tarafından kabul edilmeyen
başka şartlar da ileri sürülmüştür. Bunlara itibar edilmez.
Bazıları sahabîliğin
sıhhati için ergen olmayı şart koşmuş, bazıları kısa bir müddet için de olsa
aynı mecliste bulunmayı şart koşmuştur. Bazıları, sahabîlik için O'nu görmek
yeterlidir diye mutlak bir ifâde kullanmışsa da bu görmekten maksat temyiz yaşında
görmek kaydını koymuşlardır. Bunlar itibar edilmeyen görüşlerdir.
islam bilginlerine
göre bir kimsenin sahabî olduğu şu yollarla bilinir:
1- Tevatür
yolu: Hayatta iken cennetle müjdelenen on sahabî (aşere-i mübeşşere) bu yolla
bilinir. Bunlar dört halife, Sa'd b. Ebi Vakkâs, Saîd b. Zeyd, Talha b.
Ubeydullah, Zübeyr b. el-Avvâm, Abdürrahman b. Avf ve Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh
(r.anhüm)'dır.
2- Şöhret
yolu: Selmân-ı Fârisî bu yolla bilinir.
3- Şehâdet
yolu: Herhangi bir sahabî veya tabiînin, bir başkasının sahabî olduğunu
söylemesi şehâdettir. Ancak bu zât âdil biri olmalıdır. Hümeme b. Ebi Hümeme
hakkında Ebû Musa el-Eş'arî'nin şehâdeti gibi.
4-Ikrâr
yolu: Bir kimsenin şahsen: "Ben şahabıyım" demesiyle de sahabîlik
sübût bulur. Ancak bu iddia sahibinin adalet sahibi ve Allah Resulü (sav) ile
çağdaş olması gerekir.
İbni Hacer,
el-îsâbe'nin dördüncü bölümünde sahte sahabîleri zikreder. İşte onlardan
bazıları:
1- Cafer b.
Nestûr er-Rûmî: Farab'ta çıktı. Vefatı: 350'den sonra.
2- Sarbatak:
Hindistan prenslerinden. Vefatı: 333/944.
3- Cübeyr b.
el-Hâris. Vefatı: 576'dan sonra.
4- Kays b.
Temîm et-Tâî. Gaylan
şehrinde çıktı. Vefatı: 517/1123'den sonra.
Ehli Sünnet, sahabeyi
bir bütün kabul etmekte müttefiktir. Aralarında fazilet bakımından dereceleme
yaparsa da sahabelik faziletinde hepsini bir görür. Başka bir deyişle Şi'a'nm
yaptığı gibi, sahabeden hiç birine yakışık almayan, saygısızlık, güvensizlik
ve suçlama ifâdeleri taşıyan sıfatlar izafe etmez. Hepsini ayrı ayrı sever ve
sayar. Hangisinin ismi geçerse geçsin "Allah ondan razı olsun"
dileğinde bulunur.
Ashabı bir bütün
olarak sevmek, ayrım yapmaksızın güvenmek Kur'ân-ı Kerîm ve Allah Resûlü'nün
(sav) emirleri gereğidir. Adalet, dindarlık, sıdk, itikad düzgünlüğü, güzel
ahlâk demektir.
"Ey Muhammedi
Allah inananlardan, ağaç altında sana baş eğerek el verirlerken, and olsun ki
hoşnud olmuştur. Gönüllerinde olanı da bilmiş, onlara güvenlik vermiş, onlara
yakın bir zafer ve ele geçirecekleri bol ganimetler bahsetmiştir." (Feth,
18)
"Siz insanlar
için ortaya çıkarılan, doğruluğu emreden, «malıktan alıkoyan, Allah'a inanan
hayırlı bir ümmetsiniz" (Al-ilmrân, HO)
"Böylece sizi
insanlara şâhid ve örnek olmanız için tam ortada bulunan bir ümmet kıldık.
Peygamber de size şâhid ve örnektir." (Bakara, 143)
"İyilik yarışında
önceliği kazanan Muhacirler ve Ensâr ile onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnut
olmuştur. Onlar da Allah'tan hoşnuddurlar. Allah onlara içinde ebedî
kalacakları, içlerinde ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır." (Tevbe,
100)
"Ey Peygamber!
Allah'ın yardımı sana ve sana uyan mü'minlere yeter." (Enfâl, 64)
"İyilik işlemekte
önde olanlar, karşılıklarını almakta da önde olanlardır." (Vâki'a, 10-12)
"Daha önceden
Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler,
kendilerine hicret edip gelenleri severler; onlara verilenler karşısında
içlerinde bir çekememezlik hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar
bile onları kendilerinden önce tutarlar. Nefsinin tamahkârlığından
korunabilmiş kimseler, işte onlar saadete erenlerdir." (Haşr, 8-9)
Hz. Peygamber (sav) de
bir çok hadisinde sahabeyi takdir etmiş ve aralarında ayrım yapmadan ümmetine
karşı onların sânını yüceltmiştir. Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer, Hz. Osman. Hz. Ali,
Übey b. Kâb, Zeyd b. Sabit, Muâz b. Cebel (r.anhüm) gibi büyükler hakkında da
ayrı ayrı övgüde bulunmuştur. Şimdi bu hadislerden bazılarım zikrediyoruz:
1-
"Ümmetimin en hayırlısı benim asrımdakilerdir. Sonra bunları takip
edenler, sonra bunları takiben gelenlerdir. Sonra öyle bir kavm gelir ki
şehâdetten önce yemin ederler
ve şâhidlikleri
istenmeden şehâdette bulunurlar."(Buhârî,
Şehadat 9,
Fezâilu'l-Ashâb 1, Rıkak 7, Eymân 27; Müslim, Fezâilu's-Sahabe, 214; Tirmizî,
Fiten 45, Şehadat 4; Ebû Dâvud, Sünnet 10; Nesâî, Eymân 29)
2-
"Ashabıma dil uzatmayın. Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin ederim ki,
sizden bîriniz Uhud dağı
kadar altın tasadduk etseniz yine
de onlardan birinin bir müdd, hatta yarım müdd miktarındaki harcamasına sevabca
ulaşamazsınız." (Müslim, Fezâilu's-Sahabe, 221)
3-
"Ashabım hakkında Allah'tan korkun. Onları kendinize hedef edinmeyin. Kim
onları severse bu bana olan sevgisi içindir, kim de onlara buğz eDerse bu da bana olan buğzu sebebiyledir.
Onları kim incitirse beni incitmiş olur. Beni inciten de Allah'ı incitir.
Allah'ı incitenin ise belası yakındır."(Ahmed b. Hanbel V, 57)
Ashabı ta'dîl, onların
İslâm'a yaptıkları hizmetlerin kadrini bilmek, Kur'an ve Sünnet'e getirdikleri
açıklamaları benimsemek demektir.
Sahabenin ta'dîli,
Kur'an ve sünnetin o husustaki emrine uymak, tam teslimiyet göstermek
demektir. Ta'dîl, onların ma'sum olduklarım iddia etmek anlamına gelmez.
Dinimiz masumluğu sadece peygamberlere tanır. Diğerleri, insan olmaları
bakımından elbette bazı kusurlara, hata ve yanılgılara düşebileceklerdir. Ne
var ki sahabenin kusurunu aramak, onlara kusurları açısından bakmak mü'minlik
edebine yakışmaz.
Farklı görüşler
bulunmakla beraber derece itibariyle sahabe genellikle on iki tabakaya
ayrılmıştır:
1.
Aşere-i mübeşşere ve
Hz. Hatice, Hz.
Bilâl gibi ilk müslüman olanlar,
2. Hz.
Ömer'in müslüman oluşu sırasında müşriklerin Dâru'n-Nedve'de toplandıkları
zamana kadar müslüman olanlar,
3.1. ve II. Habeşistan hicretine katılan sahabe,
4.1. Akabe
Biatmda bulunan sahabîler,
5. II. Akabe
Biatma katılanlar,
6. Allah
Resulü (sav) hicreti sonunda Küba'ya geldiği zaman orada kendisine kavuşup
Medine'ye yerleşen muhacirler,
7. Bedr
Gazvesi'ne katılan sahabîler,
8. Bedr
Savaşı ile Hudeybiye sulhu arasında hicret edenler,
9. Hudeybiye'de
yapılan Rıdvan (Şecere) Biatı'na katılanlar,
10.
Hudeybiye sulhu ile Mekke fethi arasında hicret edenler,
11.
Mekke'nin fethi üzerine Müslüman olan Kureyşliler,
12. Hz. Peygamber'i Mekke fethi sırasında, Veda
Haccı veya bir başka yerde gören çocuklar.
İslâm dünyasında
sahabenin faziletine, menkıbelerine ve hayatlarına dair bir çok eser
yazılmıştır. Bunlar arasında en hacimli ve zengini İbni Hacer el-Askalânî'nin
(ö. 852) el-İsâbe fi temyîzi's-sahabe adlı kitabıdır. Bunun dışında şu iki
kaynak da büyük önem taşımaktadır:
İbni Abdilberr (ö.
463), el-îstîâb fî ma'rifeti'l-ashâb; İbnu'1-Esîr (ö. 630), Üsdu'l-gâbe ft
ma'rifeti's-sahabe.
Kendilerinden rivayet
edilen hadisler binden fazla olan Sahabîler.
Sahabenin sayısı
yüzbinlerin üzerinde olduğu hâlde, ancak bin veya binbeşyüz kişiden hadis
rivayet edilmiş, bunların da yedisinden yapılan rivayetler binin üstünde
olmuştur.
Sahabeden sonraki
asırlara taşman rivayetlerin sayılmasıyla yapılan bu tesbit, onların hadis ve
sünnet bilgisini belirlemede kesin bir Ölçü değildir. Çünkü dört halife başta
olmak üzere, Hz. peygamber (sav)'le daha uzun süre beraber olan pek çok
sahabînin rivayetleri, bilgileri daha çok olmasına rağmen, binin altında
kalmıştır.
Binin üstünde rivayeti
olan sahabîler şunlardır: Ebû Hüreyre, Abdullah b. Ömer, Enes b. Mâlik, Hz.
Âişe, Cabir b. Abdullah ve Abdullah b. Abbas. Ahmed Muhammed Şakir bu isimlere,
Ebû Saîd el-Hudrî, Abdullah b. Mesûd ve Abdullah b. Amr'ı da ilâve etmiş ve
sayıyı dokuza çıkarmıştır. Ahmed b. Hanbel'in Müsned'indeki rivayetlere göre
Müksirûn ve hadislerinin toplam sayısı şöyledir:
1. Ebû
Hüreyre (58/672): 3848 hadis.
2. Abdullah
b. Ömer (73 veya 74/692): 2019
3. Enes b.
Mâlik (93/712): 2178 hadis.
4. Hz. Aişe
(58/678): 2210 hadis.
5. Abdullah
b. Abbas (68/687): 1696 hadis.
6. Cabir b.
Abdullah (74 veya 78/693): 1206 hadis.
7. Ebû Saîd
el-Hudrî (74/693): 958 hadis.
8. Abdullah
b. Mesûd (32): 892 hadis.
9. Abdullah
b. Amr (63): 722 hadis.
Bu sahabîlerin
diğerlerinden daha fazla sayıda hadis rivayet etmiş olmalarının bazı sebepleri
şunlardır:
1)
Müksirûnun hemen hepsi genç yaşta, hafızalarının canlı olduğu öğrenme
çağlarında Hz. Peygamber (sav)'e yetişmiş ve Ondan sonra yaklaşık 50 - 80 sene
daha yaşamışlardır. Asrı saadet-en sonra yaşanan olaylar, hadis rivayetine duyulan
ihtiyacı artırdığı için geç vefat eden sahabîlerden rivayet, öncekilere göre
daha çok olmuştur.
2)
Sahabenin büyük bölümünün farklı
meşgaleleri vardı, bazıları genç ve'bekar olduğu, bazıları da Mescid'in avlusunda
yaşayan Suffe ashabından olduğu için Allah Resulü (sav) ile daha fazla beraber
oluyor, böylece daha çok hadis öğreniyorlardı.
3) Müksirûn,
mizaç olarak Öğrenmeye ve rivayete düşkün kimselerdi. Hatta hadis öğrenmek
için Allah Resulü (sav)'e en çok soru soranların başında bunların geldiği de
söylenebilir.
Binden az hadis
rivayet eden sahabîler.
Mukillûndan sayılan
dokuz yüz civarındaki sahabîden rivayet edilen hadis, kişi başına 25 veya daha
az sayıdadır.
Mukillûndan sayılan
bazı sahabîler ve rivayet ettikleri hadis sayıları şöyledir:
Abdullah b. Mesûd: 848
hadis.
Abdullah b. Amr: 700
hadis;
Hz. Ömer ve Hz. Ali:
500'er hadis.
Ümmü Seleme: 378
hadis.
Hz. Osman: 146 hadis.
Hz. Ebû Bekir: 142
hadis.
Allah Resulü (sav)'den
sonra bazı sahabîler devlet idaresi ve cihadla daha fazla ilgilendikleri için
rivayete zaman ayıramamış-lardır. Bazıları, Mekke, Medine gibi ilim
merkezlerinde kalırken, bazıları daha ücra yerlere yerleşmişler, böylece
buralarda bulunan sahabîlerden yapılan rivayetler azalmıştır.
Bunun bir çok sebebi
olmakla birlikte bunları sıralamadan önce, onların sünnet bilgisinin, rivayet
ettikleri hadis sayısıyla ölçülemeyeceğini ifade etmek gerekir. Çünkü hadis
rivayeti üzerinde etki eden bir çok sebep bulunmaktadır:
1) Hz.
Peygamber'i (sav) bir iki kere görüp yurduna dönen bedevi sahabîler olduğu
gibi, yanından hemen hiç ayrılmayanlar da vardı.
2) Kimileri hadisleri yazıyor, kimileri
ezberlemekle yetiniyordu.
3) Sahabenin
büyük bölümü iş-güç sahibiydiler. İşlerinde çalışıyorlardı. Kimileri de karın
tokluğuna Hz. Peygamberin (sav) meclisinde bulunuyor, hemen bütün vakitlerini
Mescid'de geçiriyorlar di.
4) Sahabenin
hepsi aynı anda müslüman olmamışlardı.
5) Allah
Resulü (sav) bazı sahabîlerin ilim-irfan sahibi olması için dua etmişti.
6)
Sahabîlerin vefat tarihleri farklıydı.
7) Hz.
Peygamber'den sonra sahabe değişik ülkelere dağılmışlardı.
8) Sahabenin ilim Öğrenme ve öğretme kabiliyeti
aynı değildi. Bu da rivayet sayısına tesir etmiştir.
9) Bazı sahabîler bildiklerini ancak sorulması
durumunda ve soruyla sınırlı miktarda söylemekle yetinirlerdi.
10) Kimileri de yönetimde görev aldıkları için
meşgaleleri gereği hadis rivayetine fazla vakit bulamamışlardır.
Rivayet ettikleri
hadis sayısı ne olursa olsun sahabîler derin bir sorumluluk duygusu, ilmî
titizlik ve dini duyarlılık sahibi olmuşlardır.
Sahabeden bazıları
ilimleriyle şöhret bulmuştur. Bunlardan ır kısmı Kur'an-ı Kerîmi, sünneti, âkhı
bir kısmı da câhiliye edebiyatını, nesepleri ve câhiliye tarihini iyi bilen
kimselerdi. çok fetva rivayet edi]en sahabî İbni Abbâs'tir. Sonra Hz. Hz. Ali, Übey b. Kâb, Zeyd b. Sabit,
Ebu'd-Derdâ, İbni
Mesûd, İbni Ömer, Hz.
Âişe (r.anhüm) gelir. Bu ilk grubun ardından şunlar gelir:
Hz. Ebû Bekr, Hz.
Osman, Ebû Mûsâ, Muâz b. Cebel, Sa'd b. Ebi Vakkâs, Ebû Hüreyre, Enes, Abdulah
b. Amr, Selmân, Câbir, Ebû Saîd, Talha, ez-Zübeyr, Abdurrahmân b. Avf, Imrân b.
Husayn, Ebû Bekre, Ubâde b. es-Sâmit, Muâviye, Ibnu'z-Zübeyr, Üramü Seleme (r.anhüm).
Alim sahâbilerden
bazılarının adları Abdullah olduğu için, onların Abâdile (Abduîlahlar) diye
ayrıca tasnif edilmesi âdet olmuştur. Bunlar: Abdullah b. Ömer, Abdullah b.
Abbâs, Abdullah b. Zübeyr, Abdullah b. Amr'dır.
Abdullah b. Mesûd'un
bunlar arasında sayılmaması, diğerleri şöhret olduğunda onun vefat etmiş
olmasındandır.
Allah Resulü (sav)
vefat ettiği zaman hayatta olan şahabı sayısı hakkında bazı tahminler
yürütülmüştür. Bunlar arasında ciddi farklılıklar vardır. Sahabî sayısını kesin
olarak bilmeye imkan olmayıp 40-120 bin arasında değişen rakamlar Kitaplarda
yer almaktadır.
Sahabe
biyografilerinin işlendiği eserlerde ise, 10-12 bin sahabî tanıtılmaktadır.
Hicretin bir veya ikinci yılında bizzat Hz. Peygamber (sav)'in emriyle yapılmış
ilk nüfus sayımı dışında ilk dönemde nüfus sayımı yapılmadığı için kesin rakam
telaffuz etmek mümkün görünmemektedir.
Sahabe neslinden en
son vefat eden zât, Ebu't-Tufeyl Âmir b. Vasile el-Leysî (ra)'dir. Vefat tarihi
ihtilaflı olup h. 100-110 yılları arasında değişmektedir.
Medine'de en son vefat
eden sahabî hakkında ihtilaf edilmiştir: Sâib b. Yezîd veya Câbir b. Abdillah
veya Sehl b. Sa'd veya Mahmud b. er-Rebî (r.anhüm) dir.
Mekke'de en son vefat
edenin Abdullah b. Ömer (ra) olduğu söylenmiştir.
Basra'da Enes b. Mâlik
(h. 90-93) veya Abdullah b. el-Hâris (h. 85-89).
Kûfe'de Abdullah b.
Ebî Evfâ (h. 86 veya 88 yılında) yahut Amr b. Hureys (h. 95 vey^ı 98 yılında).
Şam'da Abdullah b.
Busr Mâzinî (h. 88). Cezîre'de Urs b. Umeyre el-Kindî. Filistin'de Kays b. Sa'd
b. Ubâde (h. 85). Yemâme'de Hirmâs b. Ziyâd Bâhilî; Bâdiye'de Seleme b.
el-Ekva' (h. 64).
Bu alanda yazılmış bir
çok eser bulunmakla birlikte en meşhurları şu üçüdür:
1) İbni Abdilberr
el-Kurtubi (463/1071)'nin elîstî'âb
fi ma'rifeti'l-ashâb; 3500 kadar sahabî biyografisi içerir.
2)
İbni'1-Esir el-Cezeri (630/1233)'nin Usdü'l-ğâbe fi ma'rifeti's-sahâbe; 8000
kadar biyografi içeren
eserin son
cildi hanım sahabüere ayrılmıştır.
3) İbni
Hacer el-Askalânî (852/1448)fnin el-îsâbe fi temyîzi's-sahâbe; bu alanda
yazılmış en hacimli eser olup 12279 biyografi içerir.
Türkçe'de birkaç
menâkıb kitabı dışında sahabe biyografilerinin ele alındığı bir eser yoktur.
Peygamber Efendimiz
(sav)'in hayatta olduğu dönem için kullanılan bir kavramdır.
İslâm Tarihi, Hz.
Peygamber (sav) dönemi, Dört Halife (Hulefâ-i Râşidûn), Emevîler, Abbasîler,
Selçuklular, Osmanlılar gibi muhtelif dönemlere ayrılmıştır
Bu dönemlerin başında
yer alan Hz. Peygamber (sav) dönemine Müslümanlar Asr-ı Saadet adını
vermişlerdir.
"Mutluluk
Çağı" anlamına gelen bu terkip, gerçekten de o dönemi ifade edebilecek en
doğru terkiptir.
Allah Resûlü'nün (sav)
eğitiminden geçmiş olan sahabe, İslâm davasına gönülden bağlanmışlardı.
Samimiyet ve ihlâs içerisinde Allah'a kul olmuş, Resûlü'ne gönül vermişlerdi.
Onlara sadece Kitap ve Sünnet yön veriyordu. Bu sebeple de inandıkları davayı
her şeyin üstünde tutuyor; dinleri uğruna mallarını, hatta canlarım feda etmede
tereddüt göstermiyorlardı.
Böyle bir anlayış ve
yaşayışa sahip bulunan fertlerden oluşan İslâm toplumunda, tam bir birlik ve
beraberlik, dayanışma ve yardımlaşma ruhu hâkimdi. Toplumun her köşesinde
huzur, güven, emniyet, asayiş, nizam, düzen ve istikrar vardı. Bu dönem, daha
sonraki müslüman nesillere örnek oluşturan mutluluk ve saadet dönemiydi.
İşte bu nedenlerden
ötürü Asr-ı Saadet olarak anılmayı fazlasıyla hak etmişti.
Sahabe devrine yetişerek
onları gören, imanlı bir hâlde onlarla birlikte olan ve imân üzere vefat eden,
sahabeden hadis nakledenler.
İzledi, tâbi oldu,
takip etti gibi anlamlara gelen tebi-a fiilinin ism-i fail kipinden türemiş bir
kavramdır. Hz. Muhammed (sav)'in sahahîlerine tâbi olan ve onları izleyen nesil
için kullanılır.
Bir müslümanm
tâbiûndan sayılabilmesi için, sahabîleri gördüğünde, görüp işittiğini
hafızasında tutabilecek yaşta olması gerekir.
Tâbiûn, İslâmm ikinci
neslini oluşturur. Onlardan sonra gelen nesle ise, "etbâu't-tâbiîn=Tâbiûnu
izleyenler" veya "tebe'u't-tâbün" denir.
İlk tabiînin kim
olduğu konusunda âlimlerin farklı yorumlan olmuştur. Bazı âlimler, 'Talnız bir
sahabîyi gören kişi tâbiûndan sayılır" derken bazıları, yalnız görmeyi,
bir araya gelmiş olmayı yeterli saymamışlardır. Buna göre bir kişinin tâbiûndan
sayılabilmesi için, sahaîalerle sohbette bulunmuş olması gerekir.
Tâbiûn devri h. 120
yılı civarına kadar devam etmiştir. Bu, İslâm medeniyetinin en parlak
devridir.
Tâbiûn neslinin hadis
rivayetinde, tefsirde, nahvin gelişmesinde, fikhî geleneğin oluşmasında ve
diğer bir çok ilim dalında büyük hizmetleri olmuştur.
Hadislerin yazılması
ve tasnif edilip konularına göre kısımlara ayrılması onların öncülüğünde
başlamıştır. Tâbiûn neslinden hadis yazan çok âlim olup en meşhurları îbni
Şihâb ez-Zührî, Saîd b. el-Müseyyeb, Saîd b. Cübeyr, Hasan el-Basri, İbrahim
en-Nehaî'dir.
Tâbiûnun fazileti,
Kur'an'a dayanır:
"Onlardan sonra
gelenler derler ki: Rabb'imiz, bizi ve bizden önce inanan kardeşlerimizi
bağışla. Kalplerimide inananlara karşı bir kin bırakma! Rabb'imiz, sen çok şefkatli,
çok merhametlisin!" (Haşr, 10)
Görüldüğü gibi âyette,
tâbiûnun güzel vasıfları dile getirilmiş, onların döneminden önce, Yüce Allah
kendilerinden övgüyle bahsetmiştir.
Allah Resulü (sav) de,
çeşitli hadislerde tâbiûnu methetmiştir:
Beni gören veya beni
göreni gören bir müslümana ateş
değmeyecektir"
(Tirmiz3i, Menâkıb, 3857)
"Ümmetimin en
hayırlıları, benim zamanımda yaşayan Sahabelerdir. Ondan sonra, onlardan sonra
gelen nesildir ve ondan sonra hayırlı olanlar da, onlardan sonraki nesildir."
(Buhârî, Şehadat 9, Fezâilu'l-Ashâb 1, Rikâk 7, Eymân 27; Müslim,
Fezâilu's-Sahabe, 214; Tirmizî, Fiten 45, Şehadat 4; Ebû Dûvud, Sünnet 10;
Nesâî, Eymân 29)
Tâbiûnun son
tabakasını, en son ölen sahabîyi görenler oluşturmuştur. Buna göre son tabiî,
Mekke'de Ebu't-Tufeyl Amir b. Vâsile'yi gören Halef b. Halife'dir (180/796).
Halefin ölümüyle tâbiûn döneminin de sona erdiği kabul edilir.
Tabiîlerin en büyüğü
ve faziletlilerinin kim olduğu konusu, her şehir ve yöre halkınca farklı
şekilde tesbit edilmişse de genelde Said b. el-Müseyyeb kabul edilmiştir.
Uveys el-Karanî
(Veysel Karanî) diyenler de vardır. Hatta Ömer b. Hattâb'm "Tâbiûnun en
hayırlısı kendisine Uveys denilen kişidir." dediği nakledilmiştir. Buna
göre Uveys el-Karanî'yi tâbiûnun en hayırlısı kabul etmek gerekmektedir.
Hanımlardan Hafsa bn.
Şirin ve Amra bn. Abdirrahman sayılabilir.
Sahabe gibi tâbiûnun
tabakalara ayrılmasında da ihtilâf edilmiştir.
Hâkim'in Ma'rifetu
ulûmî'l-hadis'te yaptığı tasnif şöyledir:
1) Yaşlı
Tabiîler Tabakası: Sahabenin büyüklerinden badis rivayet edenler. İlk tabakayı
Aşere-i Mübeşşere ile karşılaşanlar oluşturur: Saîd b. el-Müseyyeb, Kays b. Ebî
Hazım, Ebû Osman en-Nehdî gibi zâtlar.
2) Orta
Yaşlı Tabiîler Tabakası: Sahabe ve tâbiûndan hadis rivayet edenler. el-Esved b.
Yezîd, Alkame b. Kays, Mesrûk b. el-Ecda, Hârice b. Zeyd vd..
3) Genç Tabiîler Tabakası: Bunlar, Hz. Peygamber
(sav) zamanında çocuk yaşta olan sahabîlerden hadis rivayet edebilen ve uzunca
yaşayan sahabîlere kendileri çocuk yaşlarındayken ka-vuşabilen tabiîlerdir.
Âmir b. Şurâhîl eş-Şa'bî, Ubeydullah b. Abdullah vd.
Tâbiûn arasında en çok
hizmet ve eser sahiplerini bölgelere göre şöyle sıralamak mümkündür:
Mekke'de: İkrime (V. 105/723)
(Abdullah b. Abbâs'm kölesi), Ata b. Ebî Rabâh (V.115/733), Ebu'z-Züheyr
Muhammed b. Müslim (V. 128/745).
Medine'de: Saîd b.
el-Müseyyeb (V. 93/711), Urve b. Zübeyr (V.94/712), Salim Jb. Abdülah İbni Ömer
(V. 106/724), Süleyman b. Yesâr (V.93/711)/ Abdullah b. Ömer'in kölesi Nâfi (V.
117/735), Muhammed b. Şihâb ez-Zührî (V.124/741), Ebu'z-Zinâd (V. 130/747).
Kûfe'de: Alkame b.
Kays (V. 62/681), İbrahim en-Neha'î (v.96/714), Âmir b. Şurâhîl eş-Şa'bî
(V.104).
Basra'da: Hasen el-Basrî
(V. 110/728), Muhammed b. Şîrîn (V.110/728), Katâde (V.117/735).
Şam'da: Kabîsa
(V.86/704), Ömer b. Abdilazîz (V.101/719), Mekhûl(V. 118/736).
Yemen'de: Tavus b.
Keysân (V.106), Vehb b. Münebbih (V.110/728).
İmam Ebû Hanife de
tâbiûnun büyükleri arasındadır.
ResûlüUah (sav),
zamanında yaşayıp müslüman olduğu hâlde O'nu görme fırsatına kavuşamayan
kimseler.
Had-ra-me kökünden
türetilmiş muhadram kelimesinin ço-guıudur. Kelimenin iki şeyin birbirine
karışması anlamında değişik bir kullanımına göre, yaşı itibarıyla sahabeden mi
yoksa Tâbiûndan mı olduğu karıştırılan kimselere muhadramûn denilmektedir.
Hadis bilginleri Hz.
Peygamber (sav) devrinde müslüman olarak yaşamış oldukları hâlde O'nu
göremeyen kimseler için bu sıfatı kullanmışlardır.
Veysel Karanı adıyla
şöhret bulmuş olan Uveys b. el-Karenî. Kadı Şureyh b. el-Hâris, Alkame b. Kays
ve Kâb el-Ahbâr bunlardan bazılarıdır.
Kavram olarak, Allah
Resûlü'nün (sav) sağlığında müslüman olduğu hâlde, O'nunla görüşme şerefine
eremeyen kimselere verilen unvandır. Tariften anlaşılacağı gibi bunlar
câhiliye devrini de. sonrasını da görmüşlerdir. Allah Resulü (sav) ile
sohbetlerine dair bir rivayet olduğu takdirde sahâbî sayılırlar, aksi hâlde
tâbiûna dâhil edilirler.
Muhadramûn arasında
sayılan müslümanlardan bir çoğu kitaplarda zikredilmiştir. Bunlardan bir
kaçını örnek olarak zikrediyoruz:
Ebû Osman en-Nehdî,
İbni Recâ el-Utâridî, Ahnef b. Kays et-Temîmî, Uveys b. Amir el-Karanî, Kadı
Şureyh b. el-Hâris; Alkame b. Kays, Kâb el-Ahbâr, Mesrûk b. Ecda', Ertât b.
Süheyye vd.
Aynı dönemde Medine'de
yaşayan yedi tabiî.
Bu zâtların ilmî
çalışmaları ve çevrelerinde toplanan öğrencilerinin gayretleri zamanla tefsir,
hadis ve fıkıh gibi ilimlerin oluşumunu sağlamıştır.
Fıkıh tarihinde Hicaz
Okulu olarak bilinen grubu Fukahâ-ı Seb'a denilen bu yedi fakih temsil eder.
Bunların başında Saîd b. el-Müseyyeb gelir. Hakkında nass bulunmayan konularda
ictihad yaparlarken en çok maslahata ve Medine örfüne önem verir, ortaya çıkmamış
sorunlar üzerinde durmaz ve bu tür konularda görüş belirtmezler di. Söz konusu
yedi fakîh şunlardır:
1- Saîd b.
el-Müseyyeb (ö. 94/712 veya 105/723): Tabiîlerin başı olup hadis rivayeti,
zühd, ibâdet ve takvayı kendinde toplamış bir zât idi.
Sa'd b. Ebî Vakkâs ve
Ebû Hüreyre gibi sahâbîlerden ve Allah Resûlü'nün (sav) hanımlarından hadis
dinlemiştir. Ebû Hüreyre'nin kızıyla evliydi. Hadislerin çoğunu kayınpederinden
rivayet etmiştir.
Emevî yöneticilerinden
Abdülmelik b. Mervan'm oğulları Velid ve Süleyman'ın veliaht olmalarını kabul
etmediği için onun emriyle Medine valisi Hişâm b. İsmail tarafından kendisine
elli değnek vurulup Medine sakaklarında teşhir edilmiştir.
2- Ebû Bekr
b. Abdirrahman b. Haris b. Hişâm (ö. 94/712): Tâbiûnun ileri gelenlerindendir.
Kureyş Rahibi diye anılırdı.
3- Kasım
b. Muhammed b.
Ebû Bekr es-Sıddîk
(ö.
107/725): İmam Mâlik,
"Kasım bu ümmetin fakihlerindendir" derdi. Kendisi bir grup
sahabîden rivayet etmiş, tâbiûnun büyüklerinden bir cemâat de ondan rivayet
etmiştir.
4- Urve b.
Zübeyr b. el-Avvâm (ö. 94/712): Ondan Kur'an-ı Kerîm kıraatlarıyla ilgiU
rivayetler yapılmıştır. Teyzesi
Hz. Âişe'den hadis dinlemiş, ondan da İbni Şihâb ez-Zührî ve diğer bazı
âlimler rivayet etmiştir.
5- Ebû Eyyub
Süleyman b. Yesâr el-Hilâlî (ö. 107/725 veya 104/722): Âlim, âbid ve güvenilir
bir zat idi. İbni Abbâs, Ebû Hüreyre ve Ümmü Seleme'den hadis rivayet etmiş,
ondan da imam Zührî ve büyük hadisçilerden bir grup rivayette bulunmuştur.
6- Hârice b.
Zeyd b. Sabit (ö. 104/722 veya 100/718): Âlim ve zâhid bir tâbü idi. Zührî
kendisinden hadis rivayet etmiş, Medine'de vefat etmiştir.
7-
Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe b. Mes'ud (ö. 98/716): Tâbiûnun büyüklerindendi.
Kendisi İbni Abbâs, Hz. Âişe ve Ebû Hureyre'den hadis dinlemiş, Ebu'z-Zinad,
Zührî ve benzeri âlimler de ondan rivayette bulunmuşlardır. Medine'de vefat
etmiştir.
Tâbiûndan bir veya
birkaçıyla karşılaşan ve Müslüman olarak ölen kimselere denir. Tebe-i tabiîn
olarak da anılırlar.
Bunlar, İslam
Ümmetinin bizzat Allah Resulü (sav)'in mübarek ağzıyla hayırbiığmı bildirdiği
üç neslin üçüncüsünü oluştururlar:
"İnsanların en
hayırlısı benim asrım(daki ashabım)dır. Sonra onlara yakın olan (Tâbiî)lerdir.
Sonra da onlara yakın olan (Tebe-i Tâbirlerdir." (Buhârî, Şehadat 9,
Fezâilu'l-Ashâb 1, Rikâk 7, Eymân 27; Müslim, Fezâilu's-Sahabe, 214; Tirmizî,
Fiten 45, Şehadat 4; Ebû Dûvud, Sünnet 10; Nesâî, Eymân 29)
"Size ashabımın,
sonra onların peşinden gelenlerin, sonra bunların peşinden gelenlerin (hakkını
gözetmenizi) tavsiye ederim." (Tirmızî, Fiten, 7)
Bunların devri
özellikle hadis tahammülü ve rivayet usûllerinin en mükemmel şekle girdiği
devir sayılır. Hadisler onların ellerinde düzenli olarak toplanmış, konularına
göre bablara ayrılmış, tasnife tâbi tutulmuştur.
Bu devreye ait olup
zamanımıza kadar gelen en önemli eser, İmam Mâlik b. Enes'in Muvatta'isimli
eseridir.
İmam Sehavî'nin
beyanına göre tebe-i tâbün nesli Hicri 220 yılında sona ermiştir.
İslâm hukuku bu
devirde büyük gelişme göstermiş, aralarından büyük müctehidler çxkmış ve Fıkıh
bağımsız bir ilim hâlinde tedvin edilmeye başlanmıştır.
ileri gelenleri ve
beldelerini şöyle sıralayabiliriz:
Medine: İbni Ebî Zi'b,
Mâlik b. Enes, el-Macîşûn Abdü'1-Azîz, Süleyman b. Bilâl.
Mekke: İbni Cüreyc,
Süfyân b. Uyeyne, Nâfi b. Ömer el-Kureşî,.
Şam'da: Abdurrahman
el-Evzaî.
Mısır: Yahya b. Eyyûb,
Ubeydullah b. Lehîa.
Yemen: Ma'mer b.
Râşid, Abdullah b. Tâvûs.
Basra: Rebî' b. Sabık,
Saîd b. Ebî Arûbe, Şu'be b. el-Haccâc, Cerîr b. Hazim, Hammâd b. Seleme.
Küfe: İbni Ebî Leylâ,
Süfyan es-Sevrî, Haccâc b. Ertât, İbni Mesrûk, Züfer b. Hüzeyl, Abdullah b.
el-Mübarek, Ebû Yusuf, Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî, Hasen b. Ziyâd, Vekî' b.
el-Cerrâh, Afiye, Ebû isme, Hammâd b. Ebî Hanîfe.
Cerh; sözlükte
yaralamak, sövmek, dürtmek, yarayı deşmek, tesir etmek gibi anlamlara gelir
Ta'dîl ise sözlükte
doğrultmak, düzeltmek, hizaya getirmek, adaleti beyan etmek gibi anlamlara
gelir.
Bir hadis ilmi terimi
olarak Cerh, günahkârlık, tedlîs (karıştırıcılık), yalancılık gibi sebeplerden
dolayı bir râvinin hadis âlimleri tarafından rivayetinin reddedilmesi, râvinin
adalet ve zabt yönünden kusur ve zaaflarının tesbit edilmesi, rivayetlerinin
incelenerek râviye, rivayetin sıhhat ve değerine tesir edecek noksan sıfatlar
nispet edilmesidir.
Ta'dîl ise cerhin
aksine râvinin, rivayetleri kabul olunacak şekilde nitelenip tanıtılması,
adalet ve zabt sıfatlarını taşıdığına hükmedilerek rivayetlerinin sıhhatinin
ortaya konmasıdır.
Cerh ve Ta'dîl ilmi
râvileri adalet ve zabt bakımından inceleyen bir ilimdir. (49/6) veTalâk sûrelerinin (65/2) ilgili
âyetleri delil gösterilmiştir.
Râvilerin meziyet ve
kusurlarının hususi terimlerle tetkik edildiği Cerh ve Ta'dîl, hadis
ilimlerinin en önemlilerinden birini oluşturur. Sözlü rivayetin yaygın olduğu
bir dönemde ortaya çıkıp gelişen bu ilmin, hadisin ve dolayısıyla İslâm'ın
korunması noktasında h. 4. yüzyıla kadar çok etkin bir rol oynadığı tartışma
götürmez bir gerçektir.
Allah Resulü (sav)
vefat ettikten sonra yaşanan bazı siyasî olaylar neticesinde bazı sapkın
grupların ortaya çıkması ve bunların kendi görüşlerini teyit amacıyla hadisin
gücünden yararlanmak istemeleri, onları hadis uydurmaya sevketmiştir.
Bu ve benzeri olumsuz
gelişmeler karşısında İslâm âlimleri hadislerin kitaplara aktarıldığı zamana
kadar her râviyi Cerh ve Ta'dîle tâbi tutmuş ve bu şekilde, güvenilir olanları
zayıflardan, uydurmacı ve yalancılardan ayrıştırmışlar dır.
Dini, ilk duruluğu
içerisinde korumayı hedef ve görev bilen İslâm âlimlerinin bu hassas
davranışlarım başka bir şekilde yorumlamak mümkün değildir. Zira hiç kimse
sebepsiz yere bir Müslümanın gıybetini yapmış ve onu çekiştirmek istemiş
değildir.
Cerh ve Ta'dîlde
bulunma ehliyeti olmayan bir kimsenin cerh ve ta'dîli dikkate alınmadığı gibi
şartlarına riâyet edilmeden yapılmış cerh ve ta'dîlin hiç bir bağlayıcılığı
yoktur.
Cerh ve ta'dilde
râvilerin kuvvet ve zaaf bakımından hâllerim ifade eden terimler kullanılır.
Cerh için kullanılanlar üzerinde ittifak edilmişken Ta'dîl için kullanılanlar
üzerinde tam bir ittifak yoktur.
Hadisleri sağlamlı
bakımından değerlendirmeyi hedef alan cerh ve ta'dîl ilmi alanında bir çok eser
kaleme alınmış olup bunları şöyle sıralamak mümkündür:
îbni Ebi Hatim er-Râzî
(v.327/939): Kitâbu'l-cerh ve't-ta'dîl Ahmedb. Hanbel (v.241/855):
Kitâbü'l-ilel ez-Zehebî (v.748/1347): Mizânul i'tidâl
Bir de cerh ve ta'dîl
esaslarına göre tasnif edilen râvi gruplarının yeraldığı eserler yazılmıştır
ki bazıları şunlardır:
İbni Hibbân
(v.^54/965): Kitabu's-sikât
Zehebî (v.748/1347):
Tezkiretu'l-huffâz
İbnı Adiy (v.365/976):
el-Kâmil fi'd-du'afa
el-Mizzî (v.742/1341):
Tehzibu'l-kemâl
İbni Hacer
(v.852/1448): Tehzîbu't-tehzîb, Takrîbu't-tehzîb
Günümüzde
ulaşabildiğimiz cerh ve ta'dîl kitaplarında yaklaşık yirmi bin râvinin cerh ve
ta'dîl bakımından durumu açıklanmış hâldedir. Bütün hadisler kitaplarda
toplanıp tasnif edildikten sonra cerh ve ta'dîl prensiplerine göre incelenecek
râvi de kalmamıştır.
Hadis rivayetinde
bulunan râvilerin hâlleri, naklettikleri metinlerin sıhhatiyle doğrudan
ilişkili olduğu için bu kimselerin cerh ve ta'dîl prensiplerine göre tenkide
tâbi tutulmaları en doğru yol olmaktadır. Cerh ve ta'dîl esas itibarıyla sağlam
ve kâmil bir müminde bulunması gereken sıfatların hadis râvisinde bulunup
bulunmadığını araştırır.
Amaç, dinin ikinci
kaynağı konumunda bulunan sünnetin asla uygunluk derecesini tespit
edebilmektir. Bu ise bir takım sıfat ve şartların varlığının aranmasıyla
gerçekleşir.
Adalet bir müslümanm
Rabbine ve insanlara karşı dürüst olmasını sağlayan sıfatların genelini ifade
eden bir kavramdır. Rabbine karşı dürüst olması, Kur'an ve sünnetin emirlerini
yapıp yasaklarından uzak durmasıyla gerçekleşir. İnsanlara karşı dürüst olması
ise, halkın gözünde değer ve itibarını düşürecek söz ve fiillerden kaçmasıyla
gerçekleşir.
Bir râvide adaletin
gerçek anlamda sübût bulması, adalet unsurlarının onda görülmesine ve şehâdeti
kabul gören kimselerin bunu teyit etmesine bağlıdır.
Râvinin güvenilir
kabul edilebilmesi için aranan adalet şartı. zulmün zıt anlamlısı olmayıp şirk,
ûsk ve bid'at gibi bütün büyük ve küçük günahlardan sakınmak, takva sahibi,
samimi bir Müslüman olmak anlamındadır.
Bu sıfatları taşıyan
kimselere hadis literatüründe adi (âdil) denir.
Adaletin şartları şu
dokuz başlıkta toplanabilir:
1-Akıl.
2- Ergenlik.
3- İslâm.
4- İtikâd
5- Diyanet.
6-Sıdk.
7- Mürüvvet.
8-.Şöhret.
9- Lika
(görüşme).
Evinin güvenilirliğim
sağlayan ve adaletten sonra bulunması Srülen bir srfattır. Bugiyi korumak,
iyice bellemek anlama X Kavram olarak, rivayet edilecek hadisi bellemek ıçm
kuUanüan bu sıfat sayesinde râvi, duyduğunu duyduğu gibi rivayet edebilen
"kişi olur.
Bir kimsenin zabit
olabilmesi, ezberinden rivayet ediyorsa iyi Jı^Vkitantan rivayet ediyorsa o
kitabı her turlu tahnfat- uma*fSSTiS rivayet ediyorsa kelimelerin ifade ettift
lcTaklerıni, mânâyı bozacak unsurları anlayıp ayırt edecek te olmtsİ. Kısaca
zabt sahibinde aranan husus, rivayetleri
şekilde aslına Vgun olarak nakletmesıdır. Zabt
sahibi bir râvinin uyanık ve dikkatli olması gerekir. Gaflet ve dalgınlık gibi
haller zabta aykırıdır.
Kavide aranan
şartlardan biridir. Sika, adalet ve zabt sıfatlarını taşıyan güvenilir râvi
demektir.
Sözlükte kendisine
itimat edilen, güvenilen kimse demek olan "sika" hadis kavramı olarak
adalet ve zabt bakımından kusursuz olan hadis râvileri için kullanılan bir
terimdir.
Sika ve zayıf
râvilerin bilinmesi, hadis usûlünün üzerinde durduğu önemli konulardan
biridir. Bu nedenle hadis târihinde sika râvilerin isim ve biyografilerini
içeren kitapların telifine büyük Önem verilmiştir. Bunlardan bazıları yukarıda
zikredilmişti.
Hadis âlimlerinin
râvilerin sika olup olmadıklarını tesbit etmek için gösterdikleri olağanüstü
gayretler, Hz. Peygamber (sav)'den rivayet olunacak hadisleri sağlam ve
sıhhatli bir şekilde elde etme gayesine yöneliktir.
Adalet ve zabt
sıfatlarını tam manâsıyla taşıyan sika bir râvi ancak sağlam ve sahih
rivayetler nakleder.
Diğer taraftan sika
olmayan râvilerin de müstakil kitaplarda toplanıp tanıtılması onlar kanalıyla
nakledilmiş rivayetleri tanımak açısından büyük bir kolaylık sebebidir.
Hadis usûlü ilminde,
hadisi rivayet eden râviler zinciri için kullanılan bir terim. Râviler zinciri
veya hadisin sened kısmı, isnâd, tarîk, vech gibi kelimelerle ifade edilir.
Her hadis metninde
başında, o metni birbirine nakleden Râvi isimlerinden oluşmuş bir zincir
vardır. Bu isim zinciri en son râvi den başlayarak Allah Resûlü'ne (sav) kadar
ulaşır ve her râvi, zincirin bir halkasını teşkil eder. Bu halkaların birbirine
bağlı olması, nasıl zincirin sağlamlığını temin eDerse; her bir halkanın da
kendi başına sağlam olması, aynı şekilde, zincirin sağlamlığım gösterir,
isimlerden oluşan bu sağlam zincir, hadis metninin sıhhati için bir garanti
sayılır ve bu garantiye "sened" adı verilir.
İsnâd, diğer
milletlere ve dinlere nasip olmamış, İslam ümmetine has özelliklerden biridir.
Bir hadis, Hz.
Peygamber (sav)'e kadar sağlam bir râviler silsilesiyle ulaşırsa müsned,
muttasıl, adını alır. Eğer Resûlüllah (sav)'dan rivayet edilip aradaki
râvilerin isimleri kısmen veya tamamen zikredilmezse mürsel ve munkatı adını
alır.
Başka bir deyişle
esahhul-esânîd diye ifade edilen en sahih, en mükemmel sayılmış hadis
senedidir.
Râviyi kusurlu kılan
vasıflar Metâ'in olarak bilinip on maddede toplandığı için metâin-i aşere
denmiştir.
Bir râviyi kusurlu
kılan bu on noktanın ilk beşi adaleti yaralayan, ikinci beşi de zabtı yaralayan
kusurlardır.
Bir hadis râvisi için
olabilecek en ağır suçtur. Çünkü hakkında yalan söylenen kişi, insanların en
şereflisi olan Allah Resulü (sav)'dir. O'nun söylemediği bir sözü veya
yapmadığı bir fiili söylemiş veya yapmış göstermenin kasıtlı olması hâlinde
küfür olduğunu söyleyenler dahi olmuştur. Bu tür rivayetler, muhtalak ve mevzu
gibi kelimelerle tanımlanırken dilimizde uydurma olarak isimlendirilmiştir. *
Yalanın bir diğer türü
ise, râvinin normalde yalancı biri olmasıdır. Bu durum, elbette Allah
Resûlü'ne (sav) yalan iftira etmekle aynı ağırlıkta bir kusur değildir. Fakat
yine de râvi için çok ağır bir kusur olmaktan çıkmaz.
Yalancı râvinin durumu
"Kezzâb", "vaddâ-Uydurmacı", "ekzebu'n-nâs=insanlann
en yalancısı", "ruknu'l-kizb=yalanın belkemiği", "ileyhi
münteha fi'l-vad=uydurmada son nokta" gibi terimlerle ortaya konur.
Burada râvinin yalanı
açık olmamakla beraber yalancılıkla suçlanma söz konusudur. Bu suçlama, her
hangi bir delille sübüt bulduğunda râvinin durumu kesinleşir ve rivayeti kabul
edilmeyenler arasına girer.
Râvi şu iki durumda
böyle bir suçlamayla yüzyüze kalır: a. Dinin zarurî temel kaidelerine aykırı
bir rivayette bulunması, b. insanlarla ilişkilerinde yalana başvurması. Yalan
gibi çirkin bir alışkanlığı olan birinin, hadis konusunda da yalan
söylemesinden emin olunamayacağı için rivayeti reddedilir.
Râvinin söz ve fiillerinde
küfrü gerektirmeyen çirkin davranışların görülmesidir. Farzların terki,
haramların işlenmesi gibi. Âlimler büyük günah işlemekle küçük günahta ısrarı
bir tutarak, küçük günahları ısrarla işleyenlere de "fâsık"
demişlerdir. Fısk, râvinin adaletini ciddî şekilde zedeleyen ağır cerhlerden
birisidir.
Böyle bir râvinin
rivayeti münker olarak değerlendirilir. Hakkında leyyiuü'l-hadis (hıfz veya
dindarlığı gevşek) denir.
Bid'at, râvinin itikad
esasları bakımından Ehli Sünnet dışında kalan kelâm fırkalarından birine bağlı
olduğunu ifade eden bir deyimdir. Hadis terimi olarak, râviyi akîde yönünden
cerheder. Ulemânın çoğunluğu küfrü gerektiren itikatlara saplanan kimsenin
rivayetini terk etmiştir. Küfrü gerektirmeyen râvinin rivayeti ise, onun
tebliğini yapmaması şartıyla alınır, fakat zayıf saydır.
Râvinin tanınmaması,
iki boyutludur. İlkinde râvinin bizzat kendisi hakkında bilgi olmaz ve meşhur
biri olmadığı için hadis âlimleri tarafından tanınmaz. İkinci boyutta ise,
râvinin kendisi bilinmesine rağmen cerh ve ta'dîl bakımından durumu bilinmez.
Bunlardan ilkine cehâletu'1-ayn/zât, ikincisine cehâletul-hâl denmiştir.
Cehaletin Sebepleri:
Râvinin gerek kendi ve
gerek hâli bakımından meçhul oluşu üç sebebe dayanır:
1. Râvinin
isim, künye, lâkab, nispet, meslek gibi kendisini tanıtıcı, ayırt edici
sıfatları bazan birden fazla olduğu hâlde bunlardan sadece birkaçı ile
tanınmış olur. Kendisinden hadis alanların, onu, -şu veya bu sebeple- meşhur
olmayan bir sıfatıyla zikretmesi hâlinde işitenler bunun başka bir zat olduğu
zannına kapılırlar.
2.
Cehaletin ikinci sebebi
râvinin az rivayette
bulunan mukıllûndan olmasıdır. Pek nâdir rivayette bulunduğu için, hadis
âlimleri tarafından tam olarak bilinmeyebilir.
3. Râvinin
ismi bazen kısaltma maksadıyla zikredilmeyerek belirsiz bırakılır. Bu da
genelde rivayeti az râviler hakkında yaşanır. Durumu böyle olan râviye mübhem
dendiği gibi rivayetine de mübhem rivayet denir. Başka enedlerde bu isim açıldık
kazanmadığı müddetçe mübhem rivayet munkatı sayılarak sahih kabul edilmez.
Râvinin, nıürşel veya
munkatı bir hadisi muttasıl olarak, ya da bir hadisin metnini bir başka hadise
katarak rivayet etmesidir. Vehim sahibi bir râvi, vehme senedde de düşer,
metinde de. Metin ve senetleri iyi bilen muhaddisler düşülen hatayı ortaya
çıkarabilirler. Vehmin karıştığı hadise usûlcüler genelde mu'allel hadis
derler.
Dikkatsizlik demektir.
Râvinin aşırı gafil ve dikkatsiz olması, rivayet bakımından bir kusurdur. Bu
kusur bazan galatla ifade edilmiştir. Râvinin dikkat göstermesi gereken
yerlerde gaflete düşmesi, rivayetinin reddine sebep olur. Bu tür rivayete
münker denir.
Rivayetlerin yarısında
veya yarıdan çoğunda hataya düşülürse hafızanın bu hâli aşırı hata ile ifade
edilir. Bu durum hafızanın fazlasıyla bozulduğunu gösterir ve iki hadisten
birinin hatalı olma ihtimalini gündeme getirir. Bu tür rivayetlere itimat
edilemeyeceğinden râvi metruk sayılır. Böyle birinin rivayetine de münker
denir. Hata oranı yarı ve daha fazla olan râvinin rivayeti kabul edilmez.
Râvinin'hafızasının
güçlü olmaması, hatasının isabetinden çok olması, unutma sonucu sık sık
yanılması hâlidir. Bu tür râviye seyyi'ül-hıfz (ezberi kötü) denir. Ezber
bozukluğu kalıcı olduğu gibi geçici de olabilir.. Yaşlılık, hastalık gibi
durumlarla ortaya çıkar. Geçmişte hep kitaptan rivayet etmiş, buna alışmış
birinin kitabını kaybetmesinden sonra ezberden rivayete başlamasıyla da ezber
bozukluğu ortaya çıkar. Sonradan ortaya çıkan hafıza bozukluğuna ihtilât
(karıştırma) böyle râviye muhtalit denir.
Muhtalit râvilerin
rivayetleri reddedilir. Böyle olmayıp da ezberi asıldan ve kalıcı olarak
bozulmuş olan râvilerin ise bütün rivayetleri merdûddur.
Râvinin, sened veya
metinde başka sika râvilere aykırı rivayette bulunmasıdır. Kendinden üstün
olana muhalefet eden râvi zaafını ortaya koymuş olur ve bu yüzden mecruh saydır.
Rivayeti de zayıf ve merdûd kabul edilir.
Muhalefet farklı
şekillerde olur ve bu şekilde rivayet edilen hadisler farklı isimler alırlar.
Örneğin sika bix râvi, kendinden daha sika (=evsak) bir râviye veya sika
râvilere muhalefet eDerse, rivayetine şâz, muhalefet ettiği evsak veya sika
râvilerin rivayetine de mahfuz denir.
Muhalefetin
müdrecü'1-metn denen bir şekli daha vardır ki bunda râvi, hadisin metnine bir
şeyler ilâve eder. Bu ilâve, hadiste geçen garib bir kelimeyi açıklamak
maksadıyla olduğu gibi, hadisin içerdiği bir hükme dikkat çekmek maksadıyla da
olabilir. Her iki hâlde de tahkik ehli âlimler çeşitli karşılaştırmalar yaparak
bu ilâveyi ortaya çıkarabilirler.
Muhalefet türleri
arasında tahrif veya tashîf denen bir uygulama daha vardır. Bunda râvi senette
geçen isimlerin veya metinde geçen kelimelerin harflerinde değişiklik yapar.
Harfleri öne geçirme, arkaya atma, değiştirme, kelimenin yapısını bozacak
noktalama gibi davranışlarda bulunur. Eğer rivayet, ban örflerinde meydana
gelen değişikliğe maruz kalmışsa
noktalamada değişikliklere maruz kalmışsa alır.
Görüldüğü üzere cerh
ve ta'dîl, dinimizin sağlıklı bir şekilde nakledilmesinde hayatî rol oynamış
ve yalnız Müslümanlara özgü bir analiz ve kritik sistemidir.
Cerh ve ta'dîl
lafızları 12 tabakaya ayrılmış olsa da bunların herbirine ayn bir hüküm
gerekmeyip asıl itibarıyla üç hükme ulaşılır:
1- İhticâc:
Râvinin kesinlikle sika olduğunu kanıtlayan tabiiler. Bu tâbirler sayesinde
râvinin naklettiği hadisin sahîh olduğu ve dolayısıyla âlimlerin onunla âmel
edebileceğini, delil olarak kullanılarak hüküm çıkarılabileceğini gösterir.
2- İtibâr: Râvinin küçük kusurları olduğunu,
rivayeti ile tek başına amel edilemeyeceğini ancak başka hadislerle takviye
edilmesi hâlinde kullanılabilir hâle geleceğini ifade eder.
3- Terk:
Râvideki zafiyetin fazlalığını ifâde eder. Bu tür tabiilerle vasfedilmiş
râvinin rivâyetiyle hiçbir surette ihticâc ve hatta itibâr edilemez. Onun
rivayetleri yalan ve uydurma'dir.
Cerh ve ta'dîl
konusunda âlimlerin bir bölümü gevşek (mütesâhil), bir bölümü ise katı
(müteşeddid) davranmıştır. Tabiîdir ki râvilerin cerh ve ta'dîl bakımından
durumlarının tesbiti noktasında bunun önemli etkisi olmuştur. Kiminin sika
gördüğünü, kimi zayıf görebilmiştir.
Bir de bu iki grubun
dışında orta yolu takip eden âlimler çıkmıştır. Her halükârda gevşek
davrananların mecruh kabul ettikleri bir râvinin mecruh sayılması, katı
davrananların sika saydıklarım öyle kabul etmek esas olmalıdır. Ta'dîlde
açıklama istenmezken cerhin kesinlikle açıklamaya dayanmasının hikmetinin de
bu olduğu söylenebilir.
Allah Resûlü'nün (sav)
sünnetinin bütün şekilleriyle sağlıklıbir şekilde aktarılabilmesi için
âlimlerimiz sened ve isnâd kurumunu devreye sokmuş ve bu konuda hayli ilerleme
göstererek cerh ve ta'dîl geleneğini başlatmışlardır. Onların hadislerin
inceleme ve tenkidiyle ilgili faaliyetleri sened ve isnâd ile sınırlı kalmayıp
hadisin diğer ana unsuru olan metni de kapsamı içine almıştır. Bu bölümde
hadislerin metinleri bakımından tasnif ve tenkidiyle ilgili bilgilere yer
verilecektir:
Hz. Peygamber'e ait
olan bir sahih hadis, genel tanımı dışında şu özelliklere sahiptir.
1) Kur'an-ı
Kerim'e uygundur.
2) Genel
İslami ilke ye esaslara uygundur.
3) Akıl
prensiplerine uygundur.
4) Bilimsel
verilerle çelişmez.
5) Metin ve
ifadesi gün ışığı gibi nettir. Dolayısıyla insanın aklına "Bunu Hz.
Peygamber söylemiş olabilir mi?" gibi bir şüphe ve tereddüt asla gelmez.
6) Toplumun
ahlak kurallarına uyar.
8) Muteber
ve sağlam kaynaklarda yer alır. Bu Özellikleri taşıyan hadisler başka bir
kusuru yoksa ilk bakışta sahih ve Hz. Peygamber'e (sav) ait kabul edilirler.
Sahih veya hasen
olmayan hadisler zayıf sayılır. Zayıf hadislerde sahih hadislerdeki
özelliklere rastlanmaz. Bununla birlikte bir hadisin zayıf olduğunu ortaya
çıkaran belli başlı ölçüler sırlardır:
1) Zayıf
hadislerin çoğu, senedinde veya râvisinde bulunan :„-kusur yüzünden zayıf
sayılmıştır.
2) Senedi
kopuktur. Bir veya iki yerinde atlama vardır.
3) Râvisi meçhuldür veya belirsiz (mübhem) bir
şekilde siylen mistir.
4) Sahih ve
sağlam rivayetlere aykırıdır.
5) Râvisi tektir. Yani birçok kimsenin bilmesi
gereken bir nuyu bir râvi haber vermiştir.
6) ifadelerinde Hz. Peygamberin (sav)
sözlerindeki ahenk vb akıcılık yoktur.
7)
Başkalarına ait sözler Hz. Peygamber'e (sav) aitmiş gibi gösterilmiştir.
Mevzu (uydurma)
hadisleri ortaya çıkaran temel ölçüler mem tenkidinde gündeme gelirler. Örneğin
bir hadis metni bilime veya tarihî gerçeklere uyuşmuyorsa uydurma olabilir.
Bundan harekele şu söylenebilir ki mevzu hadisler, genelde metinleriyle tespit
edilirler.
Hadis ilmi, hadisleri
öncelikle, kabul ve red bakımından bazı sınıflan ayırmıştır. Hadislerin bakılan
noktadan hareketle bir çok tasnife tâbi ması mümkündür. Aşağıda bu tasniflerden
bazılarına yer verilecektir:
Hadisler, kabul veya
red bakımından iki kısma ayrılır:
Râvisinin doğruluğu
kabul edilen ve kendisiyle amel edilip delil olarak kullanılan hadislerdir.
"Ma'mûl bih" veya nıe'hûz bih" de denir.
Râvisinin doğruluğu
kabul edilmeyen ve kendisiyle amel edilmesi, delil olarak kullanılması
gerekmeyen hadistir.
Zayıf hadisler da
içlerinde amel edilebilir nitelikte olanları bulunmasına rağmen merdûd hadis
sayılır. Zira böylesine genel bir sınıflandırmada bu kaçınılmazdır.
Bilindiği gibi hadis;
Hz. Peygamber (sav)'in söz, fiil ve takrirleridir. Hadis kelimesi mutlak
olarak kullanıldığında anlaşılan budur. Ne var ki gerek erken dönem uleması
(mütekaddimûn), gerek geç dönem ulemâsı (müteahhirûn) O'nu takibeden ilk üç
neslin (sahabe-tâbiûn-tebe-i tabiin) söz, fiil ve takrirlerine de "hadis
veya sünnet" demişlerdir.
Buna göre, sahabe,
tâbiûn ve tebe-i tabiînin söz, fiil ve takrirleri de sünnettir. Bu sebepledir
ki hadislerin tamamı aynı değerde değildir. Hadisçiler işte bu dereceleri
belirtmek ve karışıklıkları önlemek için değişik tâbirler kullanmışlardır.
Sonuç itibarıyla
hadis, Allah Teâlâ'ya izafe edilmişse, Kudsî; Hz. Peygamber'e (sav) izafe
edilmişse, Merfu; herhangi bir Sahabîye izafe edilmişse, Mevkuf; bir tabiî veya
daha sonraki nesilden birine izafe edilmişse, Maktu' adını alır.
Mânâsı Allah'a,
lafızları Hz. Peygainber'e (sav) ait olan hadislere kudsî hadis; mânâ ve lâfzı
yalnız Allah Resûlü'ne (sav) ait olan hadislere nebevî hadis denir.
Kudsî hadis,
"İlâhî hadis" ve "Rabbani hadis" gibi isimlerle de anılır.
Kur'ân ile nebevî hadis arasında yeralan bu tür hadislerin kutsallığı,
mânâsının Allah'a âit olmasından; hadis olarak adlandırılması ise, Hz.
Peygamber (sav) tarafından dile getirilmiş olmasından kaynaklanır.
Kudsî hadisler
Kur'an'dan sayılmazlar. Her ikisinin de kendilerine has özellikleri vardır ve
bu özellikler ikisinin aynı şey sayılmasına engel olur.
Kur'ân ile kudsî hadis
arasındaki diğer farklar şunlardır:
a) Kudsî
hadis, namazda okunmaz.
b) Abdestsiz
olarak dokunulması caizdir.
c) Lâfzı
Allah'a âit olmadığı için Kur'ân gibi mucizevî değildir.
d) Lafzî rivayeti şart olmayıp, sadece anlam
olarak rivayet edilmesi caizdir.
Kudsî hadisler sayıca
çok azdır.
Kudsî hadislerle
Kur'an-ı Kerîm arasındaki fark konusunda İslâm âlimleri iki görüş
belirtmişlerdir:
a- Kudsî
hadislerin mânâ ve sözleri Allah'tandır. Sınırlı sayıda âlim böyle bir görüş
belirtmiştir.
b- Alimlerin
çoğuna (cumhur) göre ise kudsî hadislerin mânâsı Allah'a, lafzı Hz. Peygamberce
aittir.
Kudsî hadisler,
Allah'ın kudret ve azametinden, rahmetinin genişliğinden, ihsanının bolluğundan
söz ederler. Helâl, haram türünden hüküm içermezler.
Sahih kaynaklardaki
kudsî hadis sayısı yüz civarında olup bazı âlimler kudsî hadisleri bağımsız
eserlerde toplamışlardır. Örneğin
Abdurraûf el-Münâvî el-îthâfâtü's-seniyye bi'l-ehâdîsi'l-kudsiyye adlı eserinde bu
hadisleri alfabetik sırayla tasnif etmiştir.
Kudsî hadis örnekleri:
"Allah Teâlâ
buyurdu ki: Adem oğlunun her ameli kendisi içindir, ancak oruç böyle değildir.
Çünkü o, sırf Benim rızam için yapılan bir ibadettir. Onun mükâfatını bizzat
Ben vereceğim." (Müslim, Sıyâm, 161,163)
"Salih kullarım
için Cennet'te, hiçbir gözün görmediği hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir
insanın düşünemediği nimetler hazırladım." (Tâc)
Sözlükte, yükseltilmiş
demektir. Hadis terimi olarak, söz, fiil, takrir, fıtrî veya ahlâki sıfat
olarak, açıkça veya dolaylı bir şekilde senedine bakılmaksızın Hz. Peygamber'e
nispet olunan hadise "merfu hadis" denir.
Merfu hadisin senedi
muttasıl veya munkatı' olabilir. Isnâddan sahabî düşerse mürsel olur. Sahabe
dışında bir râvi düşer veya belirsiz bir râvî zikredilirse munkatı' denir. Ardı
ardına iki râvi atlanmışsa mu'dal ismini abr. Her üç hâlde de isnâd munkatı'
sayılsa bile hadis yine merfûdur. Zira bir hadisin merfu oluşu, isnadının
kesintisiz olarak Hz. Peygambere ulaşmasıyla değil bizzat O'na izafe
edilmesiyle belirlenir.
Rivayet edilen söz,
fiil veya takririn kaynağı sahâbî ise -senedin durumuna bakılmaksızın- mevkuf
hadistir. Örneğin sahabeden birinin fetvası, menkıbesi, sözü mevkuf hadis
çeşidine girer. Meselâ Hz. Ali'ye ait sözler, İbni Abbâs'a ait tefsirler, Hz.
Ömer'e ait menkıbeler böyledir. Bunlara mevkuf hadis veya mevkuf sünnet denir.
Bazı hadisçiler, bu
durumu göz önünde tutarak mevkuf hadisleri. zayıf hadislerden saymışlardır.
Ancak, buna itiraz edenler olmuştur. İtirazlarının temelinde ise hiç bir şahabının
Resûlüllah (sav)'dan sâdır olduğuna kanaat getirmeden, dine ilişkin konularda
hiçbir şey söylemeyip fiilde bulunmayacakları görüşü yer almaktadır.
Dolayısıyla mevkuf bir hadis şartları taşıdığında, sahihtir veya hasendir
dendiği zaman Resûlüllah (sav)'a ait olmayan bir hadis O'na izafe edilmiş
olmaz.
Vahyin indirilişi
esnasındaki konumları, sahabeden sahih olarak rivayet edilen mevkuf
hadislerin, çoğu zaman amel etmeye elverişli olduklarını teyit etmektedir.
Örneğin Abdullah b. Mes'ud'dan mevkuf olarak rivayet edilen "Bir müneccime
veya kâhine giderek söylediklerini doğrulayan kimse Hz. Muhammed (sav)'e ineni
inkâr etmiş demektir" (Ebû Dâvud, Tıb, 3904) gibi haberler, amel edilmesi
caiz olan haberlerdir.
Israiliyât' türü
nakillerine sık rastlandığı için Ka'bul-Ahbâr, Abdullah b. Selâm ve Abdullah b.
Amr el-Âs'ın mevkuf hadisleri ihtiyatla karşılanmalıdır. Bu ve benzeri
zâtlardan kıyamet alametleri ve âhir zaman fitneleri hakkında nakledilen
hadislerin çoğu uydurma olmamakla birlikte zayıftırlar.
Sahabî tefsirlerinin
tamamım merfu saymak doğru değildir.
Tâbiûn ve tebe-i
tabiîne ait rivayetlere verilen addır. Bunlar da söz, fiil veya takrir
olabilir.
Hadisler, senedeki
ittisal (kopukluk olup olmaması) bakımından ikiye ayrılır.
Hadisin kaynağına
kadar, senedde kopukluk yoksa buna muttaşıl hadis denir. Muttasıl hadislerde
rivayet, hep birbirini gören râviler tarafından yapılmıştır.
Muttasıl hadise mevsûl
ve müsned hadis de denir.
Senedinin herhangi bir
yerinde kopukluk bulunan hadisdir. Senedde meydana gelen kopukluğun durumuna
göre farklı isimler alır:
İsnadın baş tarafından
bir veya birbirini takip etmek üzere daha fazla râvisi anılmayıp hazfedilen
râvinin şeyhine isnâd edilmiş hadistir.
Kopukluk senedin baş
tarafında ise bu adı alır.
Senetteki kopukluk
peşpeşe iki veya daha fazla râvinin düşmesiyle meydana gelmişse buna mu'dal
denir. Bu çeşit hadisler için munfasıl tâbiri de kullanılmıştır.
Senedinde peş peşe
olmaksızın iki veya sahabeden sonra bir râvinin düşmüş olduğu hadistir.
Senedden sahâbî düşmüş
ve tâbiûndan bir zât rivayeti doğrudan Hz. Peygamber (sav)'den yapmış ise bu
rivayete mürsel denir. Mürsel tâbiri munkati mânâsında da kullanılmıştır.
Bir hadis ne kadar çok
sayıda senedle rivayet edilirse o kadar muteber ve kıymetli olur. Çünkü her bir
sened diğerlerine destek ve takviye olur. Böylece hadisin Resûlüllah (sav)'e
nispeti kuvvetlenir. Hadisler bu bakımdan ikiye ayrılmıştır:
A) Mütevâtir
hadis
B) Âhâd
hadis
Âhâd hadis, kendi
içinde üçe ayrılır:
a) Meşhur
hadis
b) Azîz
hadis
c) Ferd
(Garîb) hadis
Yalan üzerine ittifak
etmeleri aklen mümkün olmayacak kadar çok sayıda râviler topluluğunun, her
nesilde, kendileri gibi bir topluluktan naklettiği hadistir.
Mütevâtir haber kesin
bilgi ifâde eder. Eleştiri ve inceleme dışıdırlar. Çünkü bu yolla gelen
haberin doğruluğundan hiç kimse şüphe edemez, aksini düşünmek aklen mümkün
olmaz. En güzel örneği Kur'an-ı Kerîm'dir. Binlerce insan Hz. Peygamber
(sav)'in huzurunda yazmış, ezberlemiş, vefatında da fazla zaman geçmeden
mushaf hâline getirilmiştir.
Mütevâtir haberin
râvilerinde cerh ve ta'dîîle ilgili bazı şartlar aranmaz. Yalan üzerine
ittifakları aklen mümkün olmayan bir cemaat rivayet etmişse râvinin durumunu
araştırmaya gerek kalmaz. Böyle bir şart konmuş olsaydı, müslümanların
kendileri dışında yazılan hiçbir tarihe itibar etmemeleri gerekirdi.
Ne var ki bir haberin
mütevâtir olması için başka şartlar aranmaktadır:
1-Haber
fiziki âlemle ilgili olmalıdır. Akılla bilinen türden haberlerde tevatür
olmaz. Buna göre bir şeyin tevatüre konu olabilmesi için beş duyudan herhangi
biriyle algılanabilecek türden olması gerekir.
2- Haberin
râvi sayısı her tabakada tevatür için şart olan miktardan aşağı olmamalıdır.
Mütevâtir haberde
râvilerin asgarî sayısı için herhangi bir sınır belirlenmiş değildir. Bununla
ilgili bir çok rakam dile getirilmiş olsa da, önemli olan; hadisi, yalan
üzerinde ittifaklarını aklın kabul edemeyeceği bir topluluğun nakletmiş
olmasıdır.
Başından sonuna kadar
senedin her tabakasında râvilerin aynı lafızla rivayet ettikleri hadistir.
Peygamber Efendimizin hadislerini her devirde pek çok kimsenin kelimesi
kelimesine aynen nakletmesi mümkün olamamıştır. Böyle bir şart konulsaydı,
harfi harfine akılda tutulamayacak hadisler tamamen unutulmaya mahkum olurdu.
Mânâ ile rivayete izin verilmesi sebebiyle lafzî mütevâtir hadisler oldukça
azdır. İşte onlardan bazıları:
"Kim bilerek bana
yalan isnâd eDerse Cehennemdeki yerine hazırlansın ."(Buharı, üim 38;
Müslim, zühd 72)
"Sarhoşluk veren
her içki haramdır."(Buhâri, Vudû, 81, Eşribe
4, 10; Müslim, Eşribe,
67-68)
"Kur'an yedi harf
üzere inmiştir."(Buhârî, Fezâilu'l-Kur'ân 5, 27, Husümat 4, Tevhid 53;
Müslim, Müsâfirin 270; Ebü Dâvud, Salât 357; Tirmizî, Kırâ'ât 2; Nesâî, Salât
37; Muvatta, Kur'ân 5)
Bir hadis hakkında,
lafzen veya manen mütevâtir olduğu belirtilmeksizin sadece mütevâtir
dendiğinde, lafzen mütevâtir olduğu bilinmelidir.
Lafzen aynı olmadığı,
hatta farklı hadislerle ilgili olduğu hâlde aynı mâna ve hükme delâlet^ eden
rivayetler sayıca çoğalarak tevatür derecesine ulaşırsa buna manevî mütevâtir
denir. Bu tür rivayetlerde müşterek olan taraf mütevâtir demektir. Manevî
mütevâtir hadisler hayli çoktur. Beş vakit namaz, oruç, zekât, hac gibi
ibadetlerle ilgili rivayetler manevî mütevâtir derecesindedir. Örneğin Hz.
Peygamber'in (sav) dua ederken ellerini kaldırdığına dair yüz kadar hadis
rivayet edilmiştir.
Yine
"Peygamberimiz (sav)'m duası ile yemeklerin bereketlenmesi" hadisesi
mütevâtir derecesinde çok nakledilmiştir.
Namazların vakitleri,
beş vakit oluşu, rekat sayıları gibi dînî emirlerin uygulanmasıyla ilgili pek
çok mesele manen mütevâtir cümlesin dendir.
Hanefî fakîhleri,
mütevâtir haberin kesin bilgi ifâde edeceği görüşündedirler. Eğer, böyle bir
habere rağmen kesin ilme ulaşmayan olursa onun aklında noksanlık var demektir.
Buna bağlı olarak mütevâtir hadisle sabit olan bir hükmü inkâr etmek küfürdür.
Kesinliği tevatür ile
değil istidlal ile sabit olan ve haber-i vahide dayanan hükümlere gelince
bunlar itikâdî bakımdan kesin bilgi etmedikleri için bunları inkâr eden tekfir
edilmez.
Hanefî bilginleri aslı
haber-i vâhid bile olsa, tabiîn ve tebe-i tabiîn nesillerince makbul sayılmış
ve amel edilmiş bir rivayeti hükmen mütevâtir saymış ve onunla amel etmek
gerektiğini söylemiştir. Onlara göre bu, uyulması gereken bir tür icmâdır.
Mütevâtir hadisler,
inançla ilgili konularında bile tek başına delil sayılırlar. Bu yüzden
mütevâtir bir hadisi inkâr eden küfre girer. Bu hadisler, hadis usûlü
prensiplerine göre inceleme ve eleştiriye tâbi değildirler. Hadis usûlünün
tetkik ettiği hadisler, tevatür şartlarına sahip olmayan Âhâd hadislerdir.
Mütevâtire hadislerin
derlemesiyle ilgili kitaplardan bazıları şunlardır:
1.
Celâleddîn Suyûtî (911/1505): el-Fevâidu'î-mütekâsire fi'l-ahbârı I-mütevâtir
e; içinde 112 kadar mütevâtir hadise yer verilmektedir.
2.
Ebu'1-Feyz Ca'fer el-İdrîsî, el-Kettânî (1345/1926): Nazmu'l-mütenâsir
mineî-hadisi'l-mütevâtir; 310 hadisin mütevâtir olduğunu söyler.Mânevî
mütevâtirlere de yer verdiği için sayı artmıştır.
3. İbni
Tûlûn (v. 953/ 1546) el-Leali'l-mütenâsire fil-ehâdîsi'l-mütevâtire.
Âbâd hadis, sözlükte
"bir kişinin rivayet ettiği hadis" mânâsına gelir. Hadis terimi
olarak, "mütevâtir olmayan haber" demektir. Böyle olunca iki hatta
üç tarîkden de gelse böyle bir rivayete haber-i vâhid denir.
Hadislerin büyük
bölümü tevatür şartlarını taşımayan âhâd hadislerdir. Âhâd hadisler kendi
aralarında Meşhur, Azız ve Garîb olmak üzere üç kasma ayrılır.
Hadisçilerin tanımına
göre; her tabakada râvi sayısı üçten aşağı düşmeyen rivayetlere denir,
Fıkıhçılar ise böyle hadislere müstefîz demişlerdir.
ilk tabakada bir tek
tarîktan gelmiş olsa bile sonradan ümmetin kabulüne mazhar olarak revaç bulan
hadislere de meşhur denmiştir.
Halk arasında hadis
diye çokça şüyu bulmuş sözler için de meşhur tâbiri kullanılır. Bu'sözlerin ilk
asırda bilinen bir ası olabileceği gibi olmayabilir de. İkinci ve üçüncü
asırlarda mütevir derecesinde şöhret kazanan bu rivayetler, sahîh bir hadis
ola::!;-ceği gibi "hadis" ismi verilmiş bir atasözü, deyim, bir bilge
söz; ;e olabilir.
Meşhur hadis, tevatür
şartlarını taşımayan bir topluluh-naklettiği ve her nesilde râvisi ikiden aşağı
olmayan hadistir.
Örnek: Bize Abdullah
b. Yusuf haber verdi, dedi ki, bize Mâlik b. Enes, Nafi'den, o da Abdullah b.
Ömer'den naklederek bild ki Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur:
"Biriniz cum'a
namazına geleceği zaman gusletsin. hârî-Müslim)
Örnek: Resülüllah
(sav) şöyle buyurmuştur:
"İlim öğrenmek
her müslümana farzdır. Ehli olmayanlara ilim öğreten, domuzlara kıymetli
taşlardan, inciden w altından tasma takmaya çalışan gibidir." (Küttib-i
Sitte Muk.zi.z-n, No: 6014)
Örnek: Resüllah (sav)
şöyle buyurmuştur:
"Kalpler,
kendilerine iyilik edenleri sevmeye yatkın olarak yaratılmışlardır."
Örnek: Resülüllah
(sav) şöyle buyurmuştur:
"Müslüman
müslümanm kardeşidir." (Ebû Dâvud, Eymi5 İbni Mâce, Kefârât 14)
"Müslüman,
elinden, dilinden diğer müslümanların selamette kaldığı kimsedir; muhacir de
Allah'ın yasakladığı şeylerden kaçınandır." (Buhârî, İman, 4-5; Müslim,
İman, 64)
Örnek: Resülüllah
(sav) şöyle buyurmuştur:
"Hâkim, ietihad
ederek hüküm verdiği zaman isabet eDerse, iki sevab; hata eDerse, bir sevab
kazanır." (Buhârî)
"Ümmetim hata,
unutkanlık ve zorlama sonucu yaptığından sorumlu tutulmayacaktır."
Örnek: Resülüllah
(sav) şöyle buyurmuştur: "Halka iyi muamele etmek sadakadır."
"Yolculuk bir çeşit azabtır." "Bizi aldatan bizden değildir.
"Harb hiledir."
"Mü'min, mü'ninin
aynasıdır." "Haber almak gözle görmek gibi olmaz."
"insanların cefasına tahammül sadakadır. Acele şeytandandır." Bunlar
zayıf hadistir.
"Sen olmasaydın
alemleri yaratmazdım." Bu hadis uydurmadır.
Hadisler, daha doğrusu
âhâd hadisler üç kısma ayrılır: Sahih, hasen, zayıf. Sahih ve hasen hadisler
Makbul; Zayıf hadisler Merdud'dur.Burada sırf sıhhat ve hüküm açısından bu üç
grubu inceleyeceğiz.
Erken dönem âlimleri
hadisleri sahih ve zayıf diye ikiye ayırmıştır. Geç dönem ulemâsı ise sahihle
zayıf arasına üçüncü bir mertebe ilâve etmiştir: Hasen.
İlk defa Hattâbî (v.
388/998) tarafından Me'âlimu's-sünen'de yapılıp İbni es-Salâh tarafından da
benimsenmiş olan taksime göre, hadisler, sıhhat bakımından üçe ayrılırlar:
1- Sahîh
hadis.
2- Hasen
hadis.
3- Zayıf
hadis.
Hükmüne uygun amelde
bulunmanın vacip olduğu makbul hadistir.
Hadis usûlü
âlimlerinin yaptıkları tarife göre sahih hadis; "Şâzz ve illetli
olmayarak, isnadı Rasûl-i Ekrem'e veya sahabeden ya da daha sonrakilerden
birine varıncaya kadar adalet ve zabt sahibi kimselerin yine kendileri gibi
adalet ve zabt sahibi kimselerden muttasıl senedlerle rivayet ettikleri
hadistir."
Bu tariften de
anlaşılacağı gibi, bir hadisin sahih olabilmesi için bazı şartların bulunması
gerekmektedir. Bu şartlar şunlardır:
1) Râvileri
âdil yani adalet sıfatına sahip olmalıdır. Haklarında gerekli araştırmalar
usûlüne uygun şekilde yapılıp adalet prensibine aykırı davranışları nedeniyle
"âdil' olmadıkları anlaşılan (mecruh) râvîlerle kim oldukları bilinmeyen,
ya da durumları belirsiz olduğu için adaletleri tespit edilemeyen kimselerin
(meçhul) rivayet ettikleri hadisler, "sahih" hadis sayılmaz.
2) Sahih
hadisin râvileri zabt sahibi kimseler olmalıdırlar. Zabt, râvinin, rivayet
ettiği hadiste, yahut hadisi yazmış ise, kitabında fazla hata yapmayacak
derecede hafız, dikkatli ve titiz olmasını sağlayan bir.melekedir.
3) Sahih
hadisin isnadı muttasıl olmalıdır. Yani isnâdda yer alan ilk râviden son râviye
kadar isnadı muttasıl yani kesintisiz olmalıdır. Bu nedenle sahih hadis
anlatılırken "muttasıl" veya "mevsûl" ifadeleri kullanılır,
isnâdda ittisalin şart koşulması ile munkatı, mu'dal, mürsel ve müdelles gibi
çeşitli kopmalar barındıran hadisler, sahih hadis tarifi dışında
bırakılmıştır.
4) Sahih
hadis şâz olmamalıdır. Şâzz hadis, râvileri adalet ve zabt yönünden güvenilir,
muttasıl isnâdla gelmiş olan fakat daha kuvvetli isnâdla gelen aynı hadisin
diğer rivayetine veya rivayetlerine aykırı düşerek münferid kalan hadistir.
Böyle durumlarda, daha güvenilir olan râvinin rivayeti tercih edilir; öbür
rivayet ise sahih olma vasfını kaybeder.
5) Sahih
hadis mu'allel olmamalıdır. Hadisin metin veya senedinde, onu zaafa düşüren
herhangi bir kusur bulunmamalıdır. Mu'allel, dış görünüşü itibarıyla (zahiren)
kusursuz gibi görünse de metni veya isnadında sıhhatini zedeleyen gizli bir
illeti ortaya çıkan hadis demektir.
illet, hadisi zaafa
düşüren bir kusurdur. Bu kusur görülünceye kadar, zahirî olarak sahih olduğu
sanılan hadis, kusurun anlaşılmasından sonra sahih olma özelliğini kaybeder.
Bu beş şartın hepsini
taşıyan hadis sahih olup teknik olarak Hz. Peygamber'e âit olduğunda şüphe
yoktur.
Sahih hadislerin
Buhârî ve Müslim'in kitaplarına göre kısımlara ayrılması muhaddisler arasında
revaçta olan bir değerlendirme tarzıdır. Çünkü hadisçüer, Buhârî ve Müslim'in
sahih hadisleri seçip kitaplarına almak hususunda büyük dikkat ve titizlik
göstermiş oldukları noktasında fikir birliği içindedirler
Darekutnî ve başka
hadis alimlerinin Sahiheyn (Sahih-i Buharı ve Müslim) bazı hadislerini tenkid
etmiş olmaları, o hadislerin zayıf veya mevzu olduğu anlamına gelmez.
Sahih hadisleri ilk
defa toplayan ve tasnif eden muhaddis, Buharı"dir. Buhârî'yi talebesi
Müslim takip etmiştir.
Buhârî ve Müslim'in
kitaplarında bulunan hadislerin sıhhat bakımından dereceleri, onların birlikte
veya tek başlarına rivayet etmelerine bağlı olarak belirlenmiştir.
Sahih hadisler için
belirlenen dereceler şöyledir:
1. Buhârî ve
Müslim'in ittifak ettikleri hadisler ki bunlara "müttefakun aleyh"
denir, Fuad Abdülbâkî'nin el-Lu'lu
ve'l-mercân adlı çalışmasına müttefekun aleyh niteliğinde ve birinci
derecede sahih hadis miktarı 1906'dır.
2.
Buhârî'nin yalnız başına rivayet ettiği hadisler.
3. Müslim'in
yalnız başına rivayet ettiği hadisler.
4. Her
ikisinin de şartlarına uymakla beraber Buhârî ve Müslim'in kitaplarına
almadıkları hadisler.
5. Buhârî'nin, şartlarına uymakla beraber
kitabına almadığı hadisler.
6.
Müslim'in, şartlarına uyduğu hâlde kitabına almadığı hadisler,
7. Her ikisinin de şartlarına uymamakla beraber,
diğer hadis imamlarına göre sahîh olan hadisler.
Bu derecelere göre,
her kısımda bulunan hadisler, kendilerinden sonraki kısımlara dâhil
hadislerden daha sahihtir.
Yine de
unutulmamalıdır ki, Sahiheyn'in öteki hadis kitaplarına üstünlüğü geneldir.
Ayrı ayrı her hadisin durumu tetkik edilecek olursa farklı durumlarla
karşılaşılabilir.
Sahih ile Zayıf hadis
arasında yer alan hadistir. Hasen hadisle sahih hadis arısmdaki fark, hasen
hadisin râvîlerinin durumu kesin olarak bilinmemekle birlikte, yalancılıkla
suçlanmamış, dürüst ve güvenilir olmalarına rağmen, titizlikleri ve
hafızalarının sağlamlığı (zabt) bakımından sahih hadis râvîlerinden aşağı derecede
bulunmalarıdır. Hasen hadis, bu iki özellik dışında sahih hadisin bütün
özelliklerini taşır.
Bir de, hasen
hadislerin mutâbi'leri olmalıdır. Mutâbf, bir râvînin naklettiği hadisin başka râvîler
vasıtasıyla da rivayet edilmesidir. Böylece hasen hadis râvîlerindeki zabt
eksikliği takviye edilmiş olur.
Hasen olup olmama
durumu, râvîlerden kaynaklandığı için hasen bir hadis, bir imama göre hasen
olarak görülürken bir başkası için zayıf veya sahih olabilir. Hadis
imamlarının hadisin râvî zincirindeki kişiler hakkındaki kanâatleri, o hadisin
sahih, hasen veya zayıf şeklinde tanımlanması sonucunu doğurur.
Bir hadisin senedi
hakkında "sahih" veya "hasen" hükmü vermek, hadisin
metninin de bu hükme girmesi anlamına germez.
Hasen hadis, tarifi
üzerinde belki de en fazla ihtilafa düşülmüş hadis türü olup bütün bu tarifler,
sahiplerinin farklı bakışlarını yansıtmakla beraber, söz konusu hadis türünün
sahih hadis ile zayıf hadis arasında bir yerde bulunduğu gerçeğini ihlal etmemektedir.
Sahih veya hasen
hadisin taşıdığı şartların birini veya birkaçını taşımayan hadistir. Bu
şartların bulunup bulunmadığı, hadisin çeşitli yönlerden incelenip eleştiriye
tâbi tutulmasıyla anlaşılır.
Hadis bilginleri,
zayıf hadisleri çeşitli yönleriyle pek çok kısma ayırmışlardır.
Sahîh ve hasen hadiste
aranan vasıfları tamamen veya kısmen ihtiva etmeyen hadisler zayıftır. Ancak,
bu vasıfların eksikliği çok farklı durumlarda ortaya çıktığı için zayıf hadisin
bir çok farklı türü ortaya çıkmıştır.
Zayıflar arasındaki
derecelerin, sahih ve hasen hadisler arasındaki derecelerden çok fazla olduğu
söylenmiştir. Nitekim İbni Hibbân'ın sayımında bu çeşitler 50'ye, İbni
es-Salâh'da 47'ye ulaşmıştır.
Muallak, Mürsel,
Mu'dal, Munkatı, Müdelles, Mu'allel, şâz, Münker, Müdrec, Metruk, Maklûb,
Muzdarib, Musahhaf, Muharref zayıf hadisin meşhur olan çeşitlerin dendir.
Hadis ulemâsı, zayıf
hadisle amel edilip edilemeyeceği konusunda üç görüş ileri sürmüştür.
1) Zayıf
hadisle hiçbir konuda amel edilmez. Buhârî ve Müslim'in yanısıra İbni Hazm,
Kadı Ebû Bekr İbni Arabî ve el-Makdisî gibi İslam âlimleri bu görüştedir.
2) Zayxf
hadisle her konuda amel edilebilir. Ahmed b. Hanbel ve Ebû Dâvûd "zayıf
hadis; re'y, yani kıyas yoluyla ictihaddan daha iyidir" diyerek bu görüşü
tercih etmişlerdir. Ancak zayıf hadisle amel edilebilmesi için aynı konuda
başka bir rivayetin bulunmamasını şart koşmuşlardır.
3) Bazı
şartları taşıması hâlinde, akâid ve ahkâm dışında vaaz, amellerin fazileti,
kıssa gibi konularda şartlı olarak amel edilebilir.
İbni Hacer el-Askalânî
(v.852/1448) bu şartlan şöyle sıralar;
a) Zayıf
hadis, akâid ve ahkâma ait olmayıp ahlak ve faziletler gibi bir konu hakkında
olmalıdır. Bu şart üzerinde bütün alimlerin ittifakı vardır.
b) Zayıf
hadis, yalancı, yalancılıkla itham edilmiş veya çok hata yapmakla tanınan bir
râvinin tek basma rivayet etmiş olması gibi aşırı derecede zayıf olmamalıdır.
c) Zayıf hadis, Kitab veya Sünnete dayalı olarak
amel edilen biı- hüküm veya kaidenin kapsamına girmeli; yeni hüküm getirmemelidir.
d) Zayıf
hadisle amel edilirken sabit olduğuna kesin gözle bakmamak, ihtiyat gereği
amel edildiği bilinmelidir.
Zayıf hadislerle amel
edip etmeme konusu, geçmişte olduğu gibi günümüzde de İslam âlimleri arasında
üzerinde uzlaşümış bir mesele değildir. Toptan red veya kabul eğiliminde
olanlar bulunduğu gibi, şartlı olarak değerlendirerek orta yolu tutanlar
ekseriyeti oluşturmaktadır.
Mürsel, sözlükte
gönderilen mânâsmdadır. Terim olarak "asıl kaynağını görmeden yapılan
rivayet" mânâsına gelir.
Hadisçilerin genel
tarifine göre mürsel hadis, senedinde sahabî râvisi düşmüş hadistir. Tâbiûn
neslinden birisinin hadis aldığı sahabî ravînin adını anmadan, onu atlayarak
doğrudan "Resûlüllah (sav) buyurdu ki..." diyerek rivayet ettiği
hadise "mürsel" denilmiştir.
Usûl bilginleri
kelimenin sözlük anlamından hareket ederek onunla munkatı', hattâ mu'dal hadis
arasında hiç bir ayırım yapmamışlardır.
Hadis ulemâsı mürsel
lafzını Tâbiûn'un Hz. Peygamber (sav)'den rivayet ettikleri hadislerle
sınırlarken fıkıh âlimleri ve usûlcüler onu daha genel anlamda kullanmış ve
munkatı' hadisleri de bu kapsama almışlardır.
Mürsel hadisin zayıf
sayılmasının sebebi, senedinin muttasıl olmayışıdır.
"Mürsel"
adını alma sebebi de, râvisinin onu Allah Resulü (sav)'den dinlemiş olan
sahabîyi belirtmeden doğrudan doğruya Resûlüllah (sav)'e dayandırmasıdır.
Çoğulu Merâsîl olup bu
tür hadis rivayet eden tabiîye de Mürsil denir.
Mürsel hadisin zayıf
olması, isnâdda sahabînin atlanması sonucu, râvi zincirinde kopukluk meydana
gelmesi yüzündendir.
Meselâ: Saîd b.
el-Müseyyeb'in "ResûlüUah'm (sav) canlı hayvan karşılığı et satışım
yasakladığı" rivayet edilmiştir.
Hadisin isnadına
bakıldığında derhal göze çarpacağı gibi Saîd b. el-Müseyyeb tâbü olduğu ve Hz.
Peygamberi (sav) görmediği hâlde bu hadisi kendisi doğrudan doğruya Hz.
Peygamber'den rivayet etmişçesine nakletmiştir. Dolayısıyla hadisi almış
olduğu sahabîyi atlamış, başka bir deyişle irsal yapmıştır. Hadis de bu yüzden
mürsel olmuştur.
Munkatı', sözlükte
kesik, kesilmiş, kopmuş demektir. İlk asırlarda, sözlük anlamına uygun olarak,
genellikle isnadı muttasıl olmayan hadisler için kullanılırdı. Fakat hadislerle
ilgili yeni terimler bulundukça munkatı' daha dar anlamda kullanılmaya başladı.
Buna göre, senedinde sahabîden önce bir veya -peşipeşine olmamak şartıyla- iki
râvinin zikre dilmediği veya kapalı bir şekilde zikredildiği hadise
"munkatı hadis" denir.
Fıkıh ve hadis
âlimlerinin çoğunluğu nezdinde kabul gören tarife göre, isnadının herhangi bir
yerinde kopukluk (inkıta') bulunan hadistir. Bu tarife göre, mürsel, mu'allak
ve mu'dal rivayetler de munkatı' sayılır. Ancak şu bilinmelidir ki sahabî
atlanmışsa hadise mürsel; peşipeşine iki râvi atlanmışsa mu'dal denir.
Munkatı' hadis,
râviler arasındaki kopukluk yüzünden zayıf kabul edilir; sahih bir isnâdla
desteklenmedikçe makbul sayılmaz.
Munkatı' hadis, mürsel
hadisten daha zayıftır.
Sened zincirinde
peşpeşe iki ve daha fazla râvinin anıhnadığı ve bu sebeple zayıf sayılan
hadistir.
Mu'dal hadis, munkatı
hadisin bir türü olarak kabul edilmekle birlikte, mu'dal hadiste en az iki
râvinin arka arkaya düşmesi şart olduğundan, munkatı' hadisten ayrılmaktadır.
Buna göre her mu'dal munkatı; fakat her munkatı mu'dal değildir. Mu'dal hadis,
munkatı'dan daha kapalı ve daha zayıftır. Senedinde ittisal bulunmadığı için de
zayıf sayılmıştır.
Tâbiûnun, sahabe ve
Resûlüllah (sav)'i zikretmeden rivayet ettiği hadis mu dai'dır. Onlardan
mevkuf olarak yapılan merfû rivayetler de mu'dal'dır.
Senedlerinden
düşürülen râvilerin durumları adalet, hıfz ve zapt bakımından tespit edilip
isimleri amlmadıkça mu'dal hadislerin hiç bir geçerlilikleri yoktur.
Mu'dal hadisler aşka
güçlü ve sahih hadislerle desteklenmedikçe onlarla amel edilemez.
Mu'dal, munkatı' ve
mürsel hadislerin çokça rivayet edildiği eserler Saîd b. Mansûr'un (V.227/841)
Sünen'i ile, İbni Ebî'd-Dünya'nm (V. 281/893) eserleridir.
İsnadın baş tarafından
bir veya birbirini takip etmek üzere daha fazla râvisi düşürülmüş ve adi
belirtilmeyen son râvinin şeyhine isnâd edilmiş hadistir.
Mu'allak hadiste
hazif, senedin baş tarafında ve birbirini takip edecek şekildedir. İsnadın
ortasında veya sonundaki nazillerden dolayı hadis, mu'allak adını almaz.
Isnâddaki atlamaların
biribiri ardınca olmasından dolayı mu'allak ile mu'dal arasında bir benzerlik
sözkonusudur. Ancak mu dalda hazfın senedin başında olması şart değildir.
Ayrıca bazı aJımler mu'allak hadisi, senedinde müphem bir kişinin bulunması
veya bir râvinin düşmesiyle ortaya çıkan munkatı' hadisin bir türü olarak
kabul etmek istemişlerdir. Mu'allak hadislerin sahih, nasen veya zayıf olarak
tasnif edilmeleri, bu hadisleri rivayet eden muhaddislerin durumlarıyla
yakından ilgilidir.
bakıldığında, çok sayıda mu'allak rivayeti
olan i sahih rivayetler olarak kabul
edilir. Sahih-i i mu'allak hadisler iki çeşittir. Mu'allak hadislerin bir kısmı
kitabın başka bir yerinde mevsûl olarak geçtiğinden, tekrardan kaçınılarak
senedden tasarruf edilmek istenmiştir. Bir kısmı da sadece mu'allak olarak
zikredilen hadislerdir.
Hadisin bu şekilde
verilmesi, Buharî'nin, hadisi kendine izafe edilen ilk kimseden sahih bir
şekilde geldiğini, aradaki hazfedilmiş râvilerin sika ve güvenilir olduklarını
kesin bir şekilde kabul ettiğini ortaya koyar. Hadisi, mevsûl değil de,
mu'allak rivayet edişi, hadisin güvenilir, sağlam, sahih bir; hadis olduğunda
şüphesi olmadığı içindir.
Râvisi tarafından
kusuru gizlenerek ve böyle bir kusurun bulunmadığı düşündürülecek şekilde
rivayet edilmiş hadistir. Tedlîs'in sözlük anlamı, satıcının sattığı malın
ayıbını müşteriden gizlem esidir.
Tedlîs yapan râviye
müdellis, ismi anılmayan, düşürülen râviye müdellesun anh, tedlîs yoluyla
rivayet edilen hadise müdelles denilmektedir.
Tedlîs, zayıf
râvilerden sâdır olduğu gibi, sika râvilerden de gelebilir.
Metain-i aşere denilen
Râvileri tenkid noktalarından birinin veya bir kaçının bulunması sebebiyle
zayıf kabul edilen hadisler on çeşittir. Bunlar: Mevzu, Metruk, Münker,
Mu'allel, Müdrec, Maklûb, Muzdarib, Şâz, Musahhaf, Muharref.
Resûlüllah (sav) adına
yalan uydurmakla cerhedilnıiş bir râvinin rivayetine denir. Asıl itibarıyla
hadis değildir. Hadis yerine 'uydurma söz' demek daha doğrudur. Hadis denmesi,
onu uyduranların zan ve iddiasına göredir.
Bırakılmış,
terkedilmiş, yalancılıkla itham edilmiş râvilerin bilinen kurallara aykırı
olarak rivayet ettikleri ve bu rivayetlerinde yalnız kaldıkları hadistir.
Râvinin hadiste yalanı
görülmemiş olsa bile, diğer konuşmalarında yalancılıkla tanınması, fasıkhğı
açık veya vehim ve gaflet sahibi biri olması, rivayet ettiği hadisin metruk
sayılması için yeterlidir.
|
Metruk hadise Matrüh
hadis de denir.
Hadis tenkitçilerinin
râvilerin cerhinde kullandıkları "metrûkül-hadis" terimi, hadisi
terkedilen râvileri belirtmek için kullanılır. Bu tabir, hadis uyduranlardan
bir derece sonra gelir ve "müttehemun bil-kizb" ile aynı seviyede
değerlendirilir.
Zayıf bir râvinin sika
râvilere aykırı düşerek rivayet ettiği ve bu rivâyetiyle tek kaldığı hadistir.
Münker, şâz ile bir
değildir. Çünkü şâzzın râvisi sika olduğu hâlde; münker'in râvisi sika olmayıp,
zayıf bir kimsedir. Münker sözcüğü, mârufun zıddıdır. Zira münkerin râvisi,
hıfz sahibi olmamakla beraber, mâruf ve meşhur olana muhalefet etmektedir.
Şâzz ile münker
arasında daha güvenilir râvilere muhalefet edilmesi bakımından birlik; şâz
râvisinin sika yahut sözü doğru, münker râvisinin ise zayıf olması yönünden
farklılık vardır.
Münker hadis, amel
bakımından zayıf hadis grubuna dâhildir
Münkerin
kullanılışıyla ilgili olarak şunu da bilmek gerekir:
Hadis aslında zayıf
olmadığı, hatta hasen olduğu hâlde: "Falan kimsenin rivayet ettiği en
münker hadis şudur" denebilmektedir. tfâde, râviyi övme sadedinde
kullanılmıştır. "Onun en münker rivayeti bu ise, gerisini sen düşün"
mânâsında takdir edici bir sözdür.
Yanlış bir kullanımla
malûl da denir. Zahirde sıhhatli gözüktüğü hâlde, herkes tarafından
anlaşılamayan, ancak uzmanlık, hıfz, keskin nüfuz ve sezgi sahibi otoriteler
tarafından keşfedilebi-len sıhhati bozan bir kusur taşıyan hadistir. Hadisçiler
bu tür kusura illet demişlerdir.
Mürsel veya munkatı'
hadisi mevsûl olarak rivayet etmek, ya da bir hadisi bir başka hadis içine
katmak, mevsûl olanı mürsel, merfû'u mevkuf olarak rivayet, sika yerine zayıf
râvi zikretmek gibi cerhe sebep olan hatalara vehim denilir. Bu tür hatalarla
rivayet edilmiş olan hadise de mu'allel denir.
Bu tür hadislerdeki
illetleri tesbit etmek, senedlerdeki ricali, metinlerdeki farklılıkları iyiden
iyiye ve bütünüyle bilebilen az sayıda kişilerce yapılabilir. Zira vehim, sika
râvilerde de görülebilir.
Mu'allel hadisleri
tesbit etmek, onlardaki sakatlığı ortaya çıkarmak çok zor bir iştir. Hadis
ilimleri arasında en kapak ve en hassas olanı illet ilmidir. Hadis, gözden
geçirildiği zaman kusursuz gibi görünür. Bu tür hadislerde, sıhhatine halel
getiren ve anlaşılması olağanüstü bir ilmî feraset, geniş bir hadis kültürü,
râvileri hakkında eksiksiz bir bilgi ve senedlerle metinleri bir bütün olarak
kavrayabilecek ve onların iç durumlarına nüfuz edebilecek kuvvetli bir
melekeye ihtiyaç duyan bir illet bulunur.
Hadislerdeki
illetlerle uğraşan âlimler bir tür sahte para uzmanlarına benzerler. Aslıyla
tamamen aynı özelliklere sahip bir sahte parayı anlamak hiç de kolay bir iş
olmayıp ancak ehli tarafından anlaşılabilecek bir şeydir.
illet, çoğu zaman dış
görünüşü itibarıyla sahih görünen isnâdlarda bulunur. Hadis tenkitçisi, isnâd
tarîkları hakkındaki derin bilgisi sayesinde râvinin, yalnız başına rivayeti,
mevsûl hadisi mürsel, merfû'u, mevkuf olarak göstermesi, başka sika râvilerin
muhalefeti veya bir hadisin başka bir hadisle karışması gibi durumları sezerek,
ya hadisin sıhhatini zedeleyen bir illetinin bulunduğuna galip zan ile karar
verir veya bunda tereddüt göstererek hadis hakkında kararsızlığını belirtir.
Bir hadisin illetinin
anlaşılabilmesi, o hadisin bütün rivayet tarîklerinin bilinmesiyle mümkün
olabilir.
Mu'allel hadis
konusunda yazılan eserlerin bazıları şunlardır:
1. Ahb.
el-Medenî; Kitâbul-ilel
2. İbni Ebi
Hâtn er-Râzî; Kitâbu'î-ilel
3. Ebû Ferec Abdurrahman İbni el-Cevzî (510-595);
el-îlelu'l-mütenâhiye fi'l-ehâdîsi'l-vâfiye.
Bir hadisin sıhhatini
zedeleyen illet, çoğunlukla senedde olur. Metinde de bulunabilir. Her iki hâlde
dışarıdan fark edilemeyecek şekilde kapak olduğundan hadis illetlerini meydana
çıkarmak çok zordur.
Müdrec kehmesi, bir
şeyi bir şeye katmak veya içine sokup yerleştirmek mânâsına gelen ed-re-ce
fiilinin ism-i mef ulüdür.
Hadis terimi olarak,
râvisi tarafından isnadına veya metnine hadisin asknda olmayan bazı sözler
sokuşturulmuş olan hadis demektir.
Bir hadisin metninde
idrâc olup olmadığı çeşitli şekillerde bilinir:
1. Hadisin
bir başka sahih isnâdla gelen rivayetinde müdrec
olan kısım, kendisine
idrâc edilen hadis metninden ayırdedilmiş olur.
2. Kavinin
veya buna vâkıf olan hadis imamlarının açık beyanları üe müdrec kısım biknmiş
olur.
3. Bir
hadisin müdrec olduğu bazen de o sözün Allah Resulü (sav) tarafından söylenmiş
olmasının aklen imkânsız bulunmasıyla anlaşılır.
Maklûb kelime olarak
kalb kökünden gelir. Âlt-üst olarak demektir. Maklûb, sözlükte tersine
çevrilmiş, altı üstüne veya içi dışma döndürülmüş, değiştirilmiş, başka bir
şekle sokulmuş anlamlarına gelir.
İsnadında bir veya
birkaç râvinin isim veya nesepleri yahut metinde bazı kelimeleri, bilerek veya
bilmeyerek takdîm-tehire uğramış veya senet ve metinleri değiştirilmiş
hadislere maklûb hadis denir.
Maklûb hadisin zayıf
sayılmasının sebebi, ondaki takdim, tehir ve bir şeyin diğeri ile
değiştirilmesi suretiyle meydana gelen zabt eksikliğidir. Maklûb hadis,
okuyanın hataya düşmesine de sebep olur.
Maklûb hadiste yer
değiştirme iki ayrı şahısta olduğu gibi tek bir kişinin isminde de
olabilmektedir. Örneğin râvi Enes b. Mâlik diyecek yerde Mâlik b.Enes şeklinde
rivayet ettiği zaman, baba oğul; oğul da babanın yerine geçmiş olduğundan hadis
maklûb olur.
Hadisteki kalb, sehven
yapıldığı için hadis zayıf sayılmaktadır. Eğer sehven değil de bilinerek
yapılırsa hadis, maklûb değil, mevzu (uydurma) hadis kabul edilir.
Sözlük anlamı
itibarıyla dalgaların dinmeksizin inip çıkması demektir. Bir rivayetin sıhhatle
zayıflık arasında kalması, bir tarafı tercih ettirecek bir ipucunun
bulunmamasıdır.
Bir râvinin veya
güvenilirlikleri birbirine eşit birden fazla râvinin bir hadisin senedinde veya
metninde birbirine aykırı değişik rivayetlerde bulunması ve rivayetlerden
birinin diğerine tercih
-dilme imkânının
olmaması durumunda ortaya çıkan zayıf hadis ürüdür.
Muzdarib hadisin zayıf
sayılma sebebi, râvilerin hıfz ve abtları hakkında ihtilâf edilmesidir.
Râvilerin birinin hıfz, zabt veya hadisi aldığı kimseden uzun müddet hadis
dinlemiş olmasıyla ihtilaf ortadan kalkar ve râvilerden birini diğerine tercih
imkânı doğduğu için de hadis muzdarib olmaktan çıkar. Hüküm, tercih edilen
hadis üzerine bina edilir; diğer hadis ise şâz veya münker sayılır.
Izdırâb çoğunlukla
isnâdda meydana gelmekle birlikte bazen de metinde ortayaiçıkar. Ancak sadece
metindeki ızdırâba istinaden hadisçilerin hadisleri bu adla adlandırmaları pek
sık görülmez.
Şâz kelimesi, sözlükte
cemaatten ayrılan, yalnız kalan, tek, eşsiz, benzersiz, kural dışı mânâsına
gelir.
Hadis terimi olarak;
makbul bir ravînin kendisinden daha makbul olana aykırı olarak rivayet ettiği
hadistir. Bu durumda daha makbul olanın rivayet ettiğine mahfuz denir.
Hadisçilerin bu
hadisle ilgili tariflerine uygun olan şâz hadisler kabul görmüş ve şazdır
denilmeden Kütüb-ü Sitte gibi muteber hadis kitaplarına alınmıştır.
Tashîf sözlükte, bir
kelimenin harflerini karıştırmak suretiyle sahife üzerinde yapılan hata
mânâsına gelir.
Metin veya isnadında
bir kelime veya râvilerden birinin ismi hatalı olarak söylenmiş ve bu hata ile
rivayet edilmiş hadise musahhaf hadis denir.
Musahhaf, kelimeyi
yanlış okumaktan türetilmiş bir kelimedir. Tashîf; hadisin gerek metnindeki
bir kelimenin veya gerekse isnâdındaki bir râvi isminin telaffuzunda meydana
gelen hatâ, ya kelime veya ismin şekil ve hat yönünden değişmeden yalnız bazı
harflerdeki noktaların değişmesiyle yani noktalı bir harften noktanın
düşmesiyle, yahut noktasız bir harfin noktalı olarak okunmasıyla meydana gelen
husustur.
Erken dönem hadis
tenkitçileri musahhaf ile muharrefi birbirinden ayırmamalardır. Bunlara göre,
ister harfte yalnız nokta değişikliği olsun, ister kelimede şekil değişikliği
olsun, her ikisi de musahhaftır; çünkü her ikisi de bir hata sonucudur.
Fakat geç dönem hadis
tenkitçileri musahhaf ile muharrefi birbirinden ayırmak istemişlerdir. Bununla
beraber yaptıkları ayırım laûz ve şekil bakımından olmuştur. Örneğin İbni
Hacer, yazılışı aynı olmakla beraber, noktaların değişmesiyle meydana gelen
harf veya harflerin değişikliğine musahhaf, şekille ilgili değişikliğe muharref
adını vermiş
İslam dinine zarar
vermek, bir mezhep veya fırkanın propagandasını yaparak taraftarlarını
arttırmak, bir kabile, dil, lider veya halifeyi övmek ve onlardan çıkar
sağlayabilmek, yahut bir mevki kazanabilmek, ya da dini emir ve yasaklara
halkın ilgisini artırabilmek için, din düşmanlarının, yalancıların ve
cahillerin uydurdukları, sonra da bu uydurulan sözlerin başına düzmece senedler
ekleyerek Allah Resûlü'nün (sav) hadisiymiş gibi rivayet ettikleri sözlere
Uydurma (mevzu) Hadis denir.
Mevzu hadisler kısa
bir tarifle sahih, hasen ve zayıf kısımlarından herhangi birine dâhil olmayan
hadislerdir. Bir başka tarife göre mevzu hadisler, çeşitli maksatlarla
uydurulup Hz. Peygam-ber'e iftira ve nispet edilerek rivayet edilen uydurma
sözlerdir.
Hadis uydurmanın bir
çok sebebi olup başında İslam düşman-
lığı, mezhep taassubu,
cahillik, mevki ve dünyalık hırsı gelir. Bu sebeplerden biri veya birkaçının
tesiriyle Hz. Peygamber'in ağzından sanki onun sozüymüş gibi hadisler
uydurulmuştur. Tamamen uydurma olan bu hadislere mevzu hadisler adı verilir.
Mevzu hadislere
muhtalak (uydurulmuş, icad edilmiş) denildiği de olur.
Mevzu hadislerin Hz.
Peygamberle (sav) hiçbir ilgisi yoktur. Bu yüzden bunlara hadis denmesini doğru
bulmayan alimler vardır. Mevzu hadislerin gerçek hadislere benzeyen tek yönü,
onların da isnâd ve metinden ibaret oluşudur. Ancak hadis diye uydurulmuş
sözlerin isnâc& da düzmedir.
Hadis âlimlerinin
kullanımında Hz. Peygamber'in ağzından, uydurulan ve O'na iftira edilen söz
mânâsında mecazî olarak kullanılan mevzu terimi, muhtalak (icad edilmiş) ve
masnû uydurulmuş kelimeleriyle de ifade edilmektedir.
Herhangi bir hadisi,
yalan olduğunu bile bile rivayet etmek, delil olarak kullanmak da hadis
uydurmak kadar günahtır.
Hadis uydurma
girişimlerinin başlangıcını Hz. Peygamber (sav) zamanına kadar götürmek
isteyenler varsa da, çoğunluk Hz. Osman'ın şehid edilmesini takip eden olaylar
sonucu oluşan grupların bu işi başlattıkları görüşündedir.
Hz. Peygamber (sav)'e
yalan nispet etme suçu, bir çok hadiste temas edilerek şiddetle yasaklanmış bir
husustur.
Resülüllah (sav)
kendisi hakkında söylenecek yalanların başka çeşit yalanlara benzemediğine,
bunun cezasının çok daha büyük olacağına da dikkatleri çekmiştir.
Sahîheyn'&e gelen bir rivayet aynen şöyledir:
Benim hakkımdaki
yalan, bir başkasının hakkında söylenen yalana benzemez. Kim bile bile bana
yalan nispet eDerse ateşteki yerini hayırlasın".(Buharı, ilim 38; Müslim,
zühd 72)
Bir diğer hadis de
şöyle:
"Her kim yalan
olduğu bilinen bir sözü benden rivayet eDerse, o yalancılardan
biridir"(Müslim, Mukaddime 1, 9)
Böylesi ağır uyarılar
yapılmışken gerçek müminlerin, bile bile Peygamberleri (sav) hakkında hadis
uydurmaları çok uzak ihtimaldir. Hele sahabe gibi islâm uğruna hayatını ortaya
koyan, gerçek ve kâmil müminlerden bunu beklemek çok daha uzak bir ihtimaldir.
Ashab, aralarında çıkan iç kavgalara rağmen, bu yola asla başvurmamışlardır.
Hadis uydurma işi,
fitne olaylarının çıkmasından sonra, sahabenin sağhğında başlamıştır.
Müslümanlar, üçüncü halîfe Hz. Osman (ra)'ın şehâdetiyle başlayıp, Cemel,
Srffîn savaşları, Hz. Hüseyin'in şehâdeti (h. 61), Abdullah b. Zübeyr Vak'ası
(h. 64) şeklinde devam eden iç kavgaların hepsine "fitne" demiştir.
Hadis uydurma işinin bunlardan hangisiyle birlikte başladığını söyleyebilmek
zordur. Bu nedenledir ki İslam müellifleri konuyu "Şu tarihte
başlamıştır" diye rakama bağlamaktan kaçınırlar.
Sahâbe'nin büyük bir
titizlikle girmekten sakındığı bu olaylar genelde sonradan müslüman olanlar tarafından
tezgahlanmakta idi. Her hizip kendi taraftarlarını haklı göstermek için onların
lehinde, muhalif taraf aleyhinde hadis uyduruyordu.
Şüphesiz, ilk hadis
uydurma işi şi'a tarafından başlatıldığı gibi, ilk uydurulan hadisler de Hz.
Ali (ra)'in şahsıyla, onun üstünlük ve tazîmiyle ilgili idi. Bu hususu bizzat
şiî müellifler de vurgulamaktadır. Nitekim şiîlerce saygın bir âlim olarak
görülen Nehcul-belâğa şârihi, İzzu'd-Dîn İbni Ebi'l-Hadîd (v.665/ 1257)
faziletlerle ilgili yalan hadislerin kökünün şi'a cihetinden geldiğini beyan
etmiştir.
Hadis uydurma
girişimlerinin başlangıcını Hz. Peygamber (sav)in zamanına kadar çıkaranlar
varsa da; çoğunluk, Hz. Osman (ra)'ın şehid edilmesini takib eden olaylar
sonucu oluşan grupların, hadisin otoritesinden kendi görüşleri lehine yararlanmak
istemelerine bağlamaktadır.
Gerçekten sahabe
asrının sonu sayılan büyük tabiîler devri, çeşitli grup ve mezheplerin ortaya
çıktığı, dikkatsiz ve samimiyetsiz hadis Öğrencilerinin artmaya başladığı bir
dönem olmuştur.
Allah Rasulü (sav)
adına hadis uyduranlar, gerçek anlamda mümin olmayan, Allah'tan hakkıyla
korkmayanlardır. Gönüllerinde İslâmın yer etmediği şahıslar meşrep, mezhep ve
keyiflerine göre hiç çekinmeden hadis üretmişlerdir. Bütün bu olumsuzluklara
rağmen, uydurma rivayetler sahabe, tâbiûn ve sonraki devir muhadislerince sahih
hadislerden tek tek ayıklanmıştır. Uydurulmuş hadisleri derleyen bir çok eser
yazılmıştır.
Hadis uydurma hareketi
bilhassa siyasi olayların hız kazandığı Cemel, Sıffîn, îf ehrevan gibi acı
olaylarla birlikte güçlenmeye başlamıştır. Hadislerin o güne kadar geniş çaplı
bir yazıma tâbi tutulmamış olması, hadis uydurmak isteyenlerin işine
yaramıştır. Meselâ Sıffîn olayında Hz. Ali t ar afini tutanlar arasında bulunan
aşırılar Hz. Ali'nin faziletiyle ilgili hadisler uydururken; Muâviye'nin
kötülenmesiyle ilgili hadisler uydurmayı da ihmal etmemişlerdir. Karşı cephede
yeralanlar. Muâviye'nin faziletiyle ilgili hadisler uydurmuşlardır.
Bu dönemde özellikle
Irak bölgesi, hadis uydurma konusunda başı çekmiş, İslâm âleminin her tarafında
hadis uyduranlar bulunduğu hâlde Irak'ta bunu sanat ve alışkanlık hâline
getirenler olmuştur.
Hz. AK devrinde
yapılan Sıffîn Savaşından sonra müslümanlar başlıca üç guruba ayrıldılar.
1)
Haricîler: Hz. Osman'ın şehid edilmesini; Sıffîn savaşındaki hakem olayını
bahane ederek Hz. Ali'ye karşı çıkanlardır. Hz. Ali'yi tekfir edecek kadar
ileri giderek sonunda onu şehid etmişlerdir.
2) Şi'a (Hz. Ali taraftarları): Hz. Ali,
Peygamberin (sav) damadı, amca oğlu, dindar, yiğit ve âlim bir zât idi. Bu
meziyetlerle sahabe arasında Önemli bir yeri vardı. Bazı kimseler onun
Jvureyş'in Hâşim oğulları koluna mensup olmasını da hesaba katarak halife
olmasını istediler. Sıffîn savaşından sonra İslam di-ninı içten yıkmak için çalışan
münafıklarla Yahudilerin etkisiyle, bu isteği ileri götürenler oldu.
Bunlar önce Hz.
Ali'nin Hz. Peygamber tarafından vasî tayin edildiğini ileri sürdüler. Sonra
daha ileri giderek onunla ilgili itikad esasları uydurdular. Hz. Ali adına
uydurulan itikad esasları içinde onu tanrı derecesine yükselten sapık fikirler
bile vardır. Zamanla Hz. Ali fikri etrafında toplananlara Şi'a denilmiştir.
Şi'aya mensup olanlar,
aralarına sızmış bulunan İslam düşmanlarının tesiriyle kendilerim
destekleyecek yollara başvurarak hadis uydurma yoluna gittiler. Şte bu yüzden
İslam tarihinde ilk hadis uydurma işini Şi'a'nm başlattığı söylenebilir. Hz.
Ali'yi olağanüstü sıfatlarla öven, Hz. Muaviye ve Emevileri yeren hadislerin
hemen hepsi Şi'a uydurmasıdır.
3) Cumhur
(Tarafsız Müslümanlar): Çoğunlukla Hz. Ali veya Haricîler tarafını
tutmayanlardır. Tarafsız olan bu gurubun içinde de başka sebeplerle hadis
uyduranlar çıkmıştır.
Hadis Uyduran Gruplar:
İnsanları hadis
uydurmaya sevk eden çeşitli sebepler vardı. Ayrıca bunlara yol açan grupların
varlığı hadis uydurma hareketinin en büyük nedeniydi. O gruplardan bazıları
şunlardır:
Srffîn savaşında hakem
olayına karşı çıkanlardan oluşan bu grup, tepki olarak o gün ümmetin başında
bulunanları tekfir etmeye başlamışlardır. Her aşırılık gibi bunların aşırılığı
da karşı tepkiyi doğurmakta gecikmemiş; toplu kıyımlara maruz kalmışlardır.
İşte bu ortam onların hadis uydurmasına neden olmuştur.
Kaderiyye, Mürcie,
Müşebbihe, Cehmiyye gibi firka mensupları mezheplerini öne çıkarmak ve
taraftar kazanmak için hadis uydurmuşlardır. Örneğin imanın artıp eksilmesi
tartışmaları esna Ahmed b. Muhammed b. Harb, "İman söz ve ameldir. Artar
ve eksilir. Bunun dışında bir şey söyleyen bid'at ehlidir" sözünü
uyduruvernıiştir.
Karşı taraf da
"Kim iman artar ve eksilir iddiasında bulunursa, bilsin ki imanın artması
münafıklık, eksilmesi küfürdür. Bunu diyenler tevbe ederlerse ne âlâ, değilse
boyunlarını kılıçla vurunuz" diye bir hadis uydurarak kendi görüşünü
teyit etmeye çalışmıştır.
Müslüman görünerek
İslamı temelden yıkmayı hedefleyen zındıkların uydurdukları hadisler pek
çoktur. Hanımâd b. Zeyd bunların uydurdukları sözlerin on dört bini aştığını
söylemiştir.
Bunlar güzel ve ilginç
şeyler anlatmaya hevesli kimselerdir. Sözlerine tesir ve güzellik katmak için
Resûlüllah (sav)'in hadislerinden yararlanmak istemişler, istedikleri mânâda
bir hadis bulamayınca uydurma yoluna gitmişlerdir.
Kıssacı cenneti
anlatn*sa şöyle der: "Allah dostuna beyaz incilerden bir köşk hazırlar.
Köşkte yetmiş bin tane bölüm, her bölümde yetmiş bin kubbe, her kubbede yetmiş
bin..." Görüldüğü ?ıbi her şey yetmiş ve katları olmak zorundadır!
Bunlar dindar ve
ibadete düşkün kişilerdir. Ancak cehaletleri ve halkı dine teşvik etme arzuları
onları hadis uydurmaya sevkedebiîir. Niyetleri kötü olmasa da yaptıkları çok
kötüdür.
Hadis uydurma
sebeplerinden birisi de, Allah korkusu zayıf kisilerin hadisi özel maksatlarına
alet etmeleridir. Bu özel maksat bir yerden çıkar sağlamak düşüncesi olabildiği
gibi; kişinin kinini, öfkesini, aşırı sevgisini desteklemek, haklı çıkarmak
arzusu da olabilir.
Sa'd b. Tarîf
el-İskâfî'nin oğlunu hocası dövünce, "Çocuklarınızın öğretmenleri
sizlerin en şerlilerinizdir" sözünü intikam duygusuyla uydurmuştur.
Dini; bid'at, yalan ve
hurafeden korumak için Kur'an ve Sünnetin tadil ve tahriften korunması
gerekir. Kur'an Yüce Allah'ın korumasmdadır. Sünneti korumaksa ümmetin
görevidir. Bu yüzden âlimler bu konuda çok titiz davranmış ve ilâhî lütfün bir
eseri olarak rivayet ve isnâd ile sünnetin sağlamını zayrfmdan ayırmışlardır.
Bir hadisin uydurma olduğunu anlayabilmek için şu ölçüler göz önünde
bulundurulur:
Ömer b. Sabih'in Allah
Resulüne (sav) isnâd ederek uydurduğu hutbesi gibi. Kendisi Ölürken bunu
itiraf etmiştir.
Mevzu hadisleri bazan
bizzat râvi uydururken bazen da eski metinlerden ve isrâiliyâttan alırlar. Öte
yandan Hz. Ali, Hasan-ı Basri, Fudayl ve Cüneyd gibi zevatın sözlerini, hadis
diye rivayet edenler de çıkmıştır.
Hadis uyduranlardan
bazıları, yaptığı, işi iyi görerek, bazıları da pişman olup tevbe ederek hadis
uydurduklarını itiraf etmişlerdir. Önce Kaderiyye fırkasında iken tevbe eden
Ebû Recâ ağlayarak şu itirafta bulunmuştur. "Kadercilerin hiç birinden
hadis rivayet etmeyiniz. Vallahi biz kader hakkında hadis uydurur ve bunu
insanlar arasında yayardık. Bundan da sevap umardık. Artık hüküm
Allah'ındır."
Uydurmacıları,
arkadaşları veya durumdan haberi olanlardan herhangi birinin haber vermesi de
onların bilinmesini sağlar.
Hadis ilmiyle meşgul
olanlar, hadis uydurulmuş olan konuları araştırmış ve bazı tespitlerde
bulunmuşlardır. Bu konularla ilgili uzun listeler mevzuat kitaplarında
mevcuttur.
Mevzu hadislerde
bulunan bazı kusurlar onları tanımaya yardımcı olur. Hadisçiler sahip
oldukları Allah vergisi bir meleke sayesinde sahih hadisi uydurmadan ayırt
edebilirler.
Yapılan rivayette,
fesahat ve belagatın zirvesinde olan Allah Resûlü'nün (sav) ağzından çıkması
mümkün olmayan kelime ve gramer hatalarının bulunmasıyla anlaşılır.
Mevzu hadisin
bilinmesinde önemli bir husustur. Belli bir teslimiyet ve irfan sahibi mümin,
bir hadisin Resülüllah (sav)'a ait olup olmayacağını kesin olmasa bile, az-çok
sezebilir. Biraz dil zevki, biraz hadis kültürü olan kimse bu teşhisi daha
kolay yapabilir.
Rivayette görülen
lafzî bozukluk, o sözün, ifadesi fasîh ve akıcı olan Resülüllah (sav)'den
gelmediğine delildir.
Hadis diye ortaya
atılmış olan sözün dil kuralları bakımından bozuk, içeriğinin peygamber sözünde
bulunmayacak manasızlık ve Ölçüsüzlük taşıması o sözün uydurma olduğunun ilk ve
en belirgin işaretidir. Çünkü Hz. Peygamber Arapların en fasihi olarak
bilinir.
Özendirme ve
sakındırma (terğîb, terhîb) için hadis uyduranların abartmaları ve zındıkların
alaylarını içeren gülünç sözler de bu gruba dâhildir. "Yeşile ve güzel
kadına bakmak görme duyusunu arttırır" düzmesi gibi...
Hadis diye nakledilen
sözler arasında öyleleri vardır ki, birçok sahabî huzurunda söylendiği iddia
edilmektedir. Bu durum karşısında o hadisin söylendiği an orada bulunanlardan
hiç değilse bir bölümünün onu rivayet etmesi beklenir. Aksi hâlde iddianın bir
yalandan ibaret olduğu anlaşılır.
Veda haccı dönüşünde
Hz. Peygamber'in (sav) Gadiru Hum denilen yerde mola vererek kendisinden sonra
Hz. Ali'yi halife tayin ettiğini fakat orada bulunan ashabın bu haberi
gizlediklerini söyleyen Râfizîlerin iddiası bu konuda güzel bir örnektir. Bu
uydurmanın sahih bir isnadı yoktur.
Yüce Allah
"Kıyametin ne zaman kopacağını bilmek Allah'a mahsustur" (Lokman,
34) buyurduğu hâlde, Resûlüllah (sav)'in "Dünyanın ömrü yedi bin senedir.
Biz yedinci binin içinde bulunmaktayız" dediğini ileri sürmek, bu kabilden
olup Kur'an'a ve Resûlüîlah'm kıyametin ne zaman kopacağını bilmediğini ifade
eden sahih hadislere aykırı olduğu için uydurma olduğu ortadadır.
"Allah, adı Ahmed
veya Muhammed olanları cehenneme koymayacaktır."
"Allah, güzel
yüzlü ve siyah gözlülere azap etmeyecektir."
Bu hadisler mevzudur.
Çünkü "Allah, sizin vücutlarınıza ve yüzlerinize değil, kalplerinize
bakar." sahih hadisine aykırıdırlar.
Bazı uydurmalar akıl
ve sağduyunun hükümlerine bağdaştırma mümkün olmayacak şekilde zıtlık arzeder.
Usûl kitaplarında aklî
bilgiye aykırının misâli, merfu olarak rivayet edilen şu uydurmadır:
"Tufan sırasında Hz. Nuh'un gemisi, Beytullah'm etrafında yedi kez tavaf
etti. Sonra Makam-ı İbrahîm'de iki rek'ât namaz kıldı".
Akla aykırılığa
verilen ikinci bir örnek de şudur: "Allah atı yarattı. Sonra koşturdu. At
koşunca terledi. Atın terinden de kendisini yarattı". Bunu uyduran
Ebul-Mühezzinı hakkında Şu'be şöyle demiştir: "Onu gördüm, kendisine tek
kuruş (dirhem) verilse elli hadis uyduruverecek birisiydi".
"Patlıcanın her
derde deva olduğuna" dair uydurma, tecrübeye ve bilimsel gerçeklere
aykırıdır.
Bir hadiste anlatılan
olaylar tarihi gerçeklere uymuyorsa, o hadis uydurmadır.
"Soğuktan
sakının; çünkü kardeşiniz Ebu'd-Derda'yı soğuk öldürdü" sözü gibi. Hz.
Peygamber'in böyle bir söz söylemesi mümkün değildir; çünkü Ebu'd-Derda Hz.
Peygamber'in vefatından 22 yıl sonra hicretin 32. yılında ölmüştür. Soğuktan
öldüğü de belli değildir.
Küçük bir iyiliğe
karşılık büyük mükâfaat vaadi, yahut küçük bir günah için çok büyük ve ağır
cezalar göstermek, uydurma hadislerin özelliklerinden biridir.
Meselâ böyle bir
hadiste şöyle denilmiştir: "Kim la ilahe illallah Derse, Allah, bu söz
için bir kuş yaratır."
Hz. Peygamber'den
(sav) rivayet edilen hadisler genellikle birinci hicri asrın sonlarından
başlamak üzere, derlenmiş, çeşitli yöntemlerle muteber eserlere aktarılmıştır.
Bugün elde bulunan
güvenilir hadis kitaplarında olmaması da bir hadisin uydurma olduğunu gösterir
Başlangıçta siyasal ve
kelâmı maksatlarla doğan hadis uydurma olgusu zaman içinde başka sebeplerle de
başvurulan bir yol olmuştur. Bunlardan bazılarını şöyle sıralamak mümkündür:
Müslümanları iyi
amellere teşvik etmek, kötülüklerden sakındırmak maksadıyla hadisler
uydurulmuştur. Özellikle amellerin faziletlerine dair hadisler bir takım cahil
zâhidler, dervişler ve sofilerce uydurulmuştur.
Bu tür uydurmaların,
"kim falan gün şu kadar namaz kılar ve her rekatta şu sureleri bu kadar
defa okursa, ona ahirette mükâfat olarak... verilecektir" gibi genel bir
formülü de bulunmaktadır. Özendirme ve sakındırma (terğîb ve terhîb) maksadıyla
hadis uydurulmasına cevaz veren tek fırka, bid'at fırkalarından Kerrâmiye'dir.
Amellerin
faziletlerine, Kur'an okumaya, nafile ibadete teşvik maksadıyla uydurulan
sözler bu konuda tipik örneklerdir. Bir tanesini görmek yeterli bilgi
verecektir.
"Her kim
pazartesi günü dört rekat namaz kılar ve her rekatta Fatiha, Ayetul-Kürsi,
hlâs, Nâs ve Felak sûrelerini birer defa okur; selam verdiğinde on defa
istiğfar eder; on defa da salavât getirirse, bütün günahları affolunur. Allah
Teâlâ ona cennette beyaz inciden yapılmış on odalı bir köşk verir. Her odanın
uzunluğu ve genişliği üçer bin arşındır. Birinci oda beyaz gümüşten, ikincisi
altından, üçüncüsü inciden, dördüncüsü zümrütten, beşincisi zebercetten,
altıncısı iri incilerden, yedincisi parlayan bir nurdandır. Odaların kapıları
amberden yapılmış olup her kapının üzerinde za'ferandan bin tane örtü vardır.
Her odada kâfurdan yapılmış bin karyola; her karyolanın üzerinde bin yatak
vardır..."
Kur'an surelerinin
faziletleri hakkında uydurulan hadisler, Regâib namazı ve Şaban'm 15'ine mahsus
namazlar gibi. Bu zat inançlarına göre uydurdukları bu hadislerden dolayı sevap
bile beklerler.
Müslümanların
birliğini, dirliğini bozmak, inançlarını zayıflatmak amacını güden zındıklar,
bu emellerini gerçekleştirmek için onlara izzet ve güç kazandıran İslam'ı
tahrif etme yoluna da başvurmuşlardır. Kur'an in korunmuşluğu ve dokunulmazlığı
sebebiyle bu emellerini ancak hadisler üzerinde gerçekleştirme imkânı
bulabilmişlerdir.
Bu zındıklardan biri
hurafe ve uydurmalarla doldurduğu kitabını bir ağacın kovuğuna yerleştirip
üstünü kurşunla kapatmış, bir süre sonra ortaya çıkıp falan yerdeki ağacın
içinde bir kitap bulunduğu, o kitapta yazılanlara uyulması gerektiğinin
kendisine rüyasında gösterildiğini söylemiştir.
Mevzu hadislerin büyük
bölümü bu cephenin ürünüdür. Hammad b. Zeyd, Zındıkların ondört bin hadis
uydurduğunu belirmektedir. Bu işi genellikle mecusi dinine mensup olan ve
"zındık" denilen kimseler yapmaya çalışmışlardır. Bunlar İslam dininin
hızla yayılmasıyla, kendi dinlerinin tehlikeye girdiğini görmeleri üzerine,
Islamiyetten ve müslümanlardan intikam almak için, müslüman kılığına girip
İslam inancına aykırı inançlar yaymaya, bu maksatla da hadis uydurmaya
çalışmışlardır.
Siyasi, kelâmı gruplar
öncelikle liderleri lehinde hadis uyduruyorlardı. Bu arada karşı grupların
aleyhinde hadis üretmekten de geri durmuyorlardı. Bu işte müslümanlara düşman
olan unsurlar da rol oynamaktaydı. Hadis uydurmada zındıklar ile Şia'nın başı
çektiği tarihî bir gerçektir.
Şiiler Hz. Ali
hakkında, onu Hz. Peygamberin (sav) halife tayin ettiği, ondan önceki üç
halifenin bu makamı işgal ettikleri fikrini işleyen bir çok hadis Uydurmuşlardır.
Bunların en meşhuru:
"İnsanların en
hayırlısı Ali'dir, bundan şüphe eden kâfirdir." uydurmasıdır.
Aşırı tarafgirlik,
fırkacılık ve grupçuluk eğilimi, çoğu kere bu türlü kişilerde dinî şuurun
üstüne çıkmış, onları Peygamber'e (sav) yalan isnâd edecek kadar alçaltmıştır.
Bazı kimseler de kendi
mezhepleri lehine hadis uydurmuşlardır. Hattâbiye, Râfiza, Sâlimiyye gibi.
Mezhep taassubu her seferinde bidat ehlini saptırmamış, bilakis ehl-i sünnet
mezhebine mensup olanlar da, maalesef hadis uydurmuşlardır. Bunlardan biri
Me'mun b. Ahmed el-Herevî'nin İmam Şafiî aleyhine uydurduğu senedi Hz. Enes'e
ulaşan şu merfu rivayettir: "Ümmetimden, Muhammed b. İdris adında birisi
çıkacak. Onun ümmetime zararı iblisten daha çok olacaktır."
Aynı rivayetin devamı Ebû
Hanife'nin medhiyle ilgili: "Ümmetimde Ebû Hanife denen biri daha
çıkacak, o ümmetimin lambasıdır, ümmetimin lambasıdır." uydurmasıdır.
Şahsî çıkar sağlamak
ümidiyle devlet adamlarına veya zenginlere yaklaşan, onların arzularına göre
hareket eden kimseler her devirde bulunur. Hadis uydurmaya başlanmasından
itibaren müslümanlar arasında da böyleleri çıkmış, halife veya devlet
adamlarının heveslerine göre gerektiğinde hadis uydurmaktan çekinin emişler dir.
Bu tür hadis uydurma
Örneği Gıyâs b. İbrahim'den verilir: Bu kişi, güvercinle eğlenmeyi seven halife
Mehdî'yi, bir gün güvercinle oynarken görünce şu hadisi rivayet eder:
"Şunlar dışında yarış yasaktır: Ok, deve, at ve kuş yarışı". Gıyâs,
hadise "kuş" kelimesini ilave etmiştir. Mehdi bundan memnun olmuş ve
on bin dirhem ihsanda bulunmuştur. Ancak uydurma olduğunu öğrendiğinde hadis
uydurmaya sebep olduğu için güvercini kestirir ve oyunu terk ederek şöyle der:
"Bu yalana onu ben şevkettim"
Bunlar bir takım vaiz
ve kıssacılardı. Mescidlerde halkın ilgi ve beğenisini toplayacak konuşmalar
yapıp bu sayede gelir elde ederlerdi. Bu amaçla, konuşmalarını uydurma
hadislerle renklendirip dinleyenleri memnun etmek isterlerdi.
Bununla ilgili en
tipik örnek şu olaydır:
Ahmed b. Hanbel ve
Yahya b. Maîn böyle birisiyle Bağdat'taki Rüsefa mescidinde karşılaşır. Vaiz:
"Bize Ahmed b. Hanbel ve Yahya b. Maîn anlattı ki diye başlayıp Hz.
Peygamber (sav)'e ulaşan senedi zikrettikten sonra: "Her kim laüahe
illallah Derse Allah her kelimesinden bir kuş yaratır ki gagası altından, tüyü
mercandan..." diyerek yirmi sayfaya yakın bir hikâye uydurur. Ahmed b.
Hanbel ile Yahya b. Maîn birbirlerinin bakıp, "Bunu herife sen mi rivayet
ettin?" diye sorarlar. Her ikisi de hayır! der. Ve sonucu beklerler. Herif
vaazını bitirip hediyelerini toplar. Çıkacağı sırada Yahya b. Ma'în
"Gel!" diye eliyle işaret eder. Adamcağız, yeni bir bahşiş ümidiyle
yaklaşır. Yahya ile aralarında şu konuşma geçer:
Bu hadisi sana kim
söyledi?
Ahmet b. Hanbel ile
Yahya b. Ma'în.
Yahya b. Ma'în benim.
Bu da Ahmet b. Hanbel. Biz şimdiye kadar bu anlattığını Hz. Peygamber (sav)'in
sözü olarak hiç işitmedik, illa yalan uyduracaksan araya bizden başkasını koy.
Yahya b. Ma'în sen
misin?
Evet benim!
Çoktandır Yahya b.
Maîn ahmaktır diye işitir dururdum. Anladımki doğru imiş.
Ahmak olduğumu nasıl
anladın?
Sanki dünyada sizden
başka Yahya b. Maîn ile Ahmed b. Hanbel mi yok? Ben bu adamdan başka on yedi
Ahmed b. Hanbel'den hadis yazdım."
Bu söz üzerine
Ahmed^b. Hanbel utancından ve adamdaki terbiyesizliğin derecesinden hayret
ederek eliyle yüzünü kapar ve Yahya b. Maîn'e: "Aman, bırak gitsin"
der. Adam alaycı bakışlarla oradan uzaklaşır.
Bu tipler, genellikle
cami ve mescitlerde vaaz eden şöhret düşkünü kimselerdir. Halk üzerinde daha
fazla tesir yaparak şöhret kazanmak için tuhaf hikayeler uydurmuşlardır. Bu
hikayelerin daha tesirli olması için de onlara hadis süsü vermişlerdir. Hadis
tarihinde "kıssacılar" denen bu tayfanın hadise verdiği zararı hiç
kimse vermemiştir.
Pek yaygın olmamakla
birlikte, öğrencileri ve çocukları sınamak için sahih hadislerin arasına
uydurma hadisler karıştıranlar da olmuştur. Gayeleri ne kadar iyiniyetli olsa
da yaptıkları davranış çok yanlıştır.
Bazıları şahsî
düşünceleri doğrultusunda verdikleri fetvaya uygun rivayet bulamayınca
kendileri hadis uydurarak, fetvalarına delil diye zikretmişlerdir. Hafız
Ebul-Hattâb b. Dıhye'nin böyle yaptığı söylenmektedir.
Bazıları, halkın merak
ve şaşkınlığını kullanarak kendilerinden hadis dinlemeyi sağlamak için
senedler üzerinde oynamışlardır. İbni Ebî Hayye, Hammâd en-Nasîbî, Behlûl b.
Ubeyd bunlardan bir kaçıdır.
Bazan, ihtiyaç
maddeleriyle ilgili Övücü rivayetlere rastlanır. Bunların o mallara yönelik
talebi arttırmak için uydurulmuş olması kuvvetle muhtemeldir. Nitekim Suyûtî,
pirinç, mercimek, patlıcan ve etli yemekle ilgili hadislerin mevzu olduğunu
belirtmiştir.
Hz. Peygamber, ırk
ayrımına kesinlikle karşı çıkmış olmasına rağmen hadis uyduranlar, kendi
çıkarları için bu ayırımı yapmış ve uydurdukları hadislerle, meselâ Arab'ın
Acem'den, yahut beyazın siyahtan üstün olduğunu isbat etmeye çalışmışlardır.
Öte yandan Nusaybin,
Askalan, İskenderiye, Kazvin vb. bir çok şehirin faziletine dair hadis
uydurulmuştur.
Mevzu hadisler
arasında, bazı şehirleri öven, bazı şehirleri de yeren hadislere çok rastlanır.
Bunun başlıca nedeni, hadis uyduran yalancıların, uğradıkları şehir ve
kasabalarda iyi veya kötü karşılanmaları ve buna uydurdukları hadislerle
karşılık vermeleridir.
Cinsiyetle ilgili
olarak da, halk arasında eskiden beri mevcut olan kadın erkek cinsiyet
ayrılığını konu edinip birbirlerinin aleyhine söylenen sözlerin hadis olarak
rivayet edildiğine rastlanabilir. Bütün bunlar ciddi kaynaklarda görülmedikçe
muteber sayılmamalıdır.
Mevzu Hadisle İlgili
Eserler
Mevzu hadisler üzerine
yazılmış pek çok eser vardır. Bunların en meşhurları şöyle sıralanabilir:
1-İbnu'l-Cevzi;
Kitabü'l-mevzu ât mine'l-ehâdîsi'l-merfû'ât
2-
Mecdü'd-Din el-Fîruzâbâdî; Hâtimet sifri's-saâde
3-
Celaleddin es-Suyuti; el-Leâlii'l-masnû'a fi'l-ehâdîsi'l- mevzûa
4- Ali b. Sultan
el-Kâri; el-Mevzû'ât
5- Muhammed
b. Ali ^eş-Şevkânî; el-Fevâidu'l-mecmua fil-ehâdîsi'l-mevzû'a
6-
Abdu'1-Hayy el-Leknevî; el-Âsâru'l-merfû'a fi'lahbâri'h mevzua
7- M. Yaşar
Kandemir; Mevzu Hadisler, Menşei. Tanıma Yoları Tenkidi.
İçerdikleri hadislerin
güvenilir olup-olmamalarma göre hadis kitapları şu derecelere ayrılır:
Birinci Tabaka:
Mütevâtir, meşhur, sahih ve hasen hadisler. Buhârî ve Müslim'in Sahih'lexi ile
İmam Mâlik'in el-Muvatta adlı eserleri. Bu kitaplardaki hadislerle amel edilir.
ikinci Tabaka: Birinci
tabakadaki kitaplar seviyesine çıkamayan, fakat, müelliflerinin titizlikle
bazı şartları uygulayarak derledikleri kitaplar. Bunlar da hadis kaynağı olarak
benimsenmiş, asırlar boyu fay dal anılmıştır. Tirmizî'nin el-Câmiı, Ebû
Davud'un Sünen'i Ahmed b. Hanbel'in Müsned'i, Nesâı nin Sünen'i bu
tabakadandır.
Üçüncü Tabaka: Bu
tabakadaki kitaplarda sahih hadisler yanında zayıf hadisler de olduğu gibi,
râvîleri içinde hâlleri meçhul olanlar da vardır. Abdürrezzâk'ın Musannefi,
Beyhakî, Taberânî ve Tahâvî'nin kitapları gibi. Bu kitaplardaki hadislerden
ancak uzmanları yararlanabilir.
Dördüncü Tabaka: Bu
dereceye giren kitaplar, büyük mu-haddisler döneminden ve "tasnif'
devrinin bittiği tarihlerden sonra ortaya çıkan, hadis ilmiyle ilgisi olmayan
ve bu yolu bir menfaat kapısı hâline getiren ehliyetsiz kişilerin yazdığı, içi
uydurma ve hurafelerle dolu kitaplardır. Ibni Mürdeveyh, İbni Şâhîn, Ebû'ş-Şeyh
gibilerin kitapları bu tabakadan olup bunlardan asla hadis alınamaz.
Sâri tarafından konmuş
bir hükmün, yine Sâri tarafından konulan yeni bir hükümle kaldırılmasına Nesh
denir. Bu hüküm, Kur'an-ı Kerim tarafından konmuş olabileceği gibi sünnetle de
konmuş olabilir. İslam ulemâsı önceki hüküm hangi kaynaktan gelmiş olursa
olsun, sonraki bir hükümle kaldırılabileceği hususunda müttefiktir. jŞu âyet,
neshi kesin bir dille teyit etmektedir: "Herhangi bir ayetin hükmünü
yürürlükten kaldırır veya unutturursak, onun yerine daha hayırlısını veya onun
benzerini getiririz" (Bakara, 106)
Ehl-i sünnet âlimleri;
bu âyete ve Kur'ân'da varolan açık örneklere dayanarak neshi ittifakla kabul
ederken başta Mutezile olmak üzere bazı fırkalar, yukardaki âyeti eski
şeriatlerin neshiy-le açıklayarak İslâm'da nesih olamayacağını iddia
etmişlerdir.
Kur'ân'da olduğu gibi,
sünnette de nesh olmuştur. Nesh, doğrudan ahkâmla ilgili olduğu için mühim
kabul edilmiş, başından itibaren hadis ilminde yer verilmiştir. Ancak nâsih ve
mensûhu bilmek mühim olduğu nispette zordur.
1- Sünnetin
sünnetle neshi.
2- Sünnetin
Kitab ile neshi.
Bu üç şekilde
gerçekleşir:
1) Mütevâtir
hadisin, mütevâtir hadisle neshi,
2) Haber-i
vahidin, haber-i vâhidle neshi,
3) Haber-i
vahidin, mütevâtir hadisle neshi.
Ayrıca, mütevâtir
hadisin haber-i vâhidle neshi meselesi üzerinde durulmuş, aklen kabul edilse
de fiilen örnek gösterilememiştir. Genel geçer kurala göre her hangi bir nas,
kendi kuvvetinde veya kendisinden daha kuvvetli bir nasla neshedilebiîir.
Bunun örneği, Zeyd b.
Erkam'm şu beyanıdır: "Resûlüllah (sav) zamanında biz namaz kılarken
konuşur, birbirimize ihtiyaçlarımızı söylerdik. "Namazlara ve orta namaza
devam edin. Allah'ın huzurunda tam huşu ve tâatle durun" (Bakara, 238)
âyeti indikten sonra namazda konuşmamakla emrolunduk."
Aralarında ihtilaf ve
tearuz bulunan hadisleri inceleyen ilim dalına rmıhtelifu'l-hadis ilmi denir.
Şunu belirtmek gerekir ki her ihtilaflı hadis bu ilim kapsamına girmez. Örneğin
zayıf veya metruk bir hadis, sahih bir hadisle ihtilafa düştüğünde zayıfa hiç
bakılmaz.
Bundan anlaşılacağı
üzere, ancak makbul sayılan hadisler arasındaki ihtilaflara ilgi gösterilir.
İhtilafın söz konusu olabilmesi için şu unsurların bulunması gerekir:
1- İki adet
makbul rivayet.
2- Hadislerin aynı meseleye temas etmesi, ancak
farklı hükümler ifade etmesi.
3- Bu
farklılığın zahirde olması, telif edilebilir olması.
2- Nesh,
3- Tercih,
4- Tevakkuf.
Cem, dağınık şeyleri
biraraya getirmek, toplamak demektir. Telif de buna yakın bir anlam içerir.
Terim olarak ihtilaflı iki hadis arasındaki ihtilafı aklî ve naklî delillerle
gidererek her iki hadisle de amel etme imkânını göstermektir.
İhtilaflı hadislerin
aralarında varolan ihtilaf birinci yolla giderilemez ve her ikisiyle de amel
etme imkânı bulunmazsa bunlardan birinin nâsih, diğerinin mensûh olduğu
ihtimâli üzerinde durulur.
Çelişik iki hadis
arasında ilk iki yolla bir sonuca ulaşılmaması halinde bunlardan birinin
tercihi yoluna gidilir.
Tercih, terim olarak
çelişik hâldeki hadislerden birini diğerine üstün kılacak bir özelliği ortaya
çıkarıp buna dayanarak onu öne ahp diğerini terketmek mânâsına gelir.
Tercihin etkili
olabilmesi için hadisin sıhhatine tesir eden hususların bilinmesi gerekir. Bu
noktada hadis âlimlerinin bakacakları bir çok tercih sebebi mevcuttur.
Bütün yollar
denenmesine rağmen iki hadisten birinin tercih edilememesi halinde çekimser
kalınır ve her ikisinin de hükmü baki kahr.
Her şeyden önce
hadisin kaynağına dikkat etmek ve sıhhati hususunda âlimlerin tanıkhk ettiği
kitaplara yönelmek gerekir. Kütüb-i Süte, Muvatta gibi kaynaklar bu noktada en
güvenilir kaynaklardır. Bunların hadisleri makbuldür. Ne var ki makbul bir
hadisle hemen amel etmemize mâni bazı ihtimaller var, şöyle ki:
1. Hadis
mensûh olabilir.
2. Hadis bir
başka rivayetle muhalefet hâlinde olabilir.
3. Hadisi
âlimler farklı farklı anlamış olabilir.
4.
Mezhebimizde amel edilmemiş olabilir.
Hadisleri okurken
güvenilir şerhlerden yararlanmak, en sağlıklı yoldur. Böylelikle ilgili
hadislerin nkhî ve kelamı durumları hakkında dahasağlıkla kanaat sahibi olunur
ve muhtemel hatalara düşmek önlenir.
Peygamber efendimizin
(sav) hadislerini sağlıklı anlamak için belli kuralları bilmek gerekir. Örneğin
Allah Resûlü'nün (sav) muhataba göre konuştuğu bilinen bir husustur. Burada
hitabın şahsîliği, genelliği gibi noktaları göz önünde bulundurmak gerekir.
ikinci olarak geleceğe
dair söyledikleri, genelde birebir alınmayıp teşbih ve fikir verme babından
alınması gerekir.
Son olarak dikkat
edilmesi gereken bir husus da hadislerde ge çen sayılardır. Bunlar, genelde
çokluk veya azlığa kinaye yoluyla işaret etme amaçlı oldukları için sahih
hadislerde dahi farklılıklar gösterebilirler. Bunun bizzat o sayıyı değü çokluk
veya azlığı ifade etmek için söylenmiş bir rakam olabileceği hatırdan
çıkarılmamalıdır.
Askalânî, Ibni Hacer
(v. 852); Nuzhetun-nazar, Mektebetu't-tev'iye, 1989.
İbn es-Salâh, (v.
643); Ulûmu'l-hadîs, Dâru'1-fikr, Şam/1986.
Suyûtî, Celâluddîn (v.
911); Tedrîbu'r-râvî fi şerhi Takribin-Neveuî, Dâru'1-fikr, Şam/tarihsiz.
Şâkir, Ahmed
Muhammed; el-Bâ'isu'l-hasîs şerhu
ihtisâri ulûmi'l-hadîs, Dârul-kutubil-ilmiyye, Beyrut/1403.
Nîsâbûrî, el-Hâkim
Muhammed b. Abdillah (v. 405); Ma'rifetu ulûmi'l-hadîs, el-Mektebetu'1-ilmiyye,
Medine/1397.
Tahhân, Mahnıûd;
Teysîru mustalahi'l-hadîs, Dâru't-turâs, Kuveyt/1984.
Babanzâde, Ahmed Naim;
Tecrîd-i Sarih Tercemesi, Birinci cild, Ankara, 1957.
Çakan, İsmail Lütfî;
Hadislerde Görülen İhtilâfla?" ve Çözüm Yolları, İstanbul 1982.
Koçyiğit, Talât; Hadis
Istılahları, Ankara 1980. Koçyiğit, Talât; Hadis Usûlü, Ankara 1975.
Subhî es-Sâlih; Hadis
ilimleri ve Hadis Istılahları, Çev. Yaşar Kandemir, Ankara, 1971.
Tehânevî, Zafer Ahmed;
Yeni Usûl-i Hadis, Çev. İbrahim Canan, İzmir. 1982.
[1] Bu bölüm, Harf Information Co. tarafından hazırlanan Hadith Encyclopedia Version 2.1 CD-ROM'ımdan faydalanılarak hazırlanmıştır.