1) İHRAMA MÎKATTA GİRMEK ŞART MI?
2- İHRAMI NİÇİN, NEREDE, KİMLER GİYER?
İHRAMINI İFSAD EDENLER HAKKINDA
HACCIN ÇEŞİTLERİ:İFRAD, KIRAN, TEMETTU
HACC-I TEMETTÜ VE HACCIN FESHİ
ERKEKLERİN KADINLARLA KARIŞIK TAVAFLARI
1) KÂBE'YE RESULULLAH (aleyhissalâtu vesselâm) NE ZAMAN GİRDİ?
4) KÂBE'DE NAMAZ CAİZ DEGİL Mİ?
5) KÂBE'NİN KAPISI NİÇİN KAPATILMIŞTI?
VAKFELER VE HÜKÜMLERİ (UMÛMÎ BİLGİLER)
ARAFAT VE MÜZDELİFE'DE TELBİYE
ARAFAT VE MÜZDELİFE'DE TELBİYE
REMY'İN KEYFİYETİ (NASIL YAPILDIGI)
KURBANINVACİB OLUŞU VE SEBEPLERİ
DİNLENME VE İSTİRAHATIN VASITA, YER VE ZAMANLARI
KURBAN KESMENİN YERİ VE ZAMANI
KÂBE'YE KURBAN HEDİYE EDEN MUKİM İHRAM GİYER Mİ?
HASTALIK VE EZÂ SEBEBİYLE MAHSUR KALANLAR
DÜŞMAN TARAFINDAN MÂNİ OLUNAN KİMSE
MÜDDETTE YANILANLAR VEYA YOLU KAYBEDENLER
MEKKE'YE GİRİŞ, KONAKLAMA VE ORADAN ÇIKIŞ ÂDÂBI
HACCLA İLGİLİ MÜTEFERRİK HÜKÜMLER
HAREM'DE SİLAH TAŞIMA HAKKINDA
HZ. PEYGAMBER'İN HACC VE UMRESİ
Bu bölümde 15 bab vardır
BİRİNCİ BAB
HACCIN FAZİLETLERİ
İKİNCİ BAB
HACCIN FARZİYYETİ
ÜÇÜNCÜ BAB
MÎKAT İHRAM VE BUNLARLA İLGİLİ MESELELER
DÖRDÜNCÜ BAB
HACCIN ÇEŞİTLERİ İFRÂD, KIRÂN, TEMETTÛ
BEŞİNCİ BAB
TAVAF VE SA'Y
ALTINCI BAB
VAKFELER VE İFADA
YEDİNCİ BAB
REMY (TAŞLAMA)
SEKİZİNCİ BAB
HALK VE TAKSİR (TRAŞ)
DOKUZUNCU BAB
TAHALLÜL (İHRAMDAN ÇIKMA)
ONUNCU BAB
KURBANLAR
ON BİRİNCİ BAB
FEVTLER (AKSAMALAR), İHSAR VE FİDYE
ON İKİNCİ BAB
MEKKE'YE GİRİŞ İKAMET VE ÇIKIŞ ÂDÂBI
ON ÜÇÜNCÜ BAB
HACDA NİYABET
ON DÖRDÜNCÜ BAB
HACCLA İLGİLİ MÜTEFERRİK HADİSLER
ON BEŞİNCİ BAB
RESULULLAH'IN HACC VE UMRESİ
"Hacc,
kasdetme ve yönelme ma'nalarına gelir. Ancak, onu, mutlak kasd ve mücerret
yöneliş ma'nalarına hamletmek de doğru değildir. Hac, hususî bir zaman
diliminde, hususî bir kısım yerleri, yine bir kısım hususî usullerle ziyaret
etmeğe denir ki; senenin belli günlerinde, hac niyetiyle ihrama girip,
Arafat'ta vakfede bulunmak ve Kâbe'yi tavaf etmekten ibaret sayılmıştır. İhram
haccın şartı, vakfe ve tavaf ise onun rükünleridir.Her sene, dünyanın dört bir
yanından yüz binlerce insan, "Beytullah"a teveccüh edip, mübarek bir
zaman dilimi içinde, Sahib-i Şeriat tarafından belirlenmiş bazı mekânları...
hususî bir kısım usullerle ziyaret eder... vazifelerini yerine getirir ve
günahlarından arınırlar -ki böyle bir vazife "Ona varmaya gücü yeten
kimsenin Kâbe'yi tavaf etmesi Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır."-
fermânıyla, İslâm'ın beş esasından biri olarak gücü yeten herkese farz
kılınmıştır.Hac, Müslümanlar arasında içtimâî birliği te'sis ve tecelli ettiren
öyle büyük ve öyle şümullü bir İslâm şiârıdır ki, onun enginlik ve vüs'atini,
küre-i arz üzerinde bir başka mekân ve
bir başka cemaatte bulup göstermek mümkün değildir. Kâbe, o derin ma'na ve
kudsiyetiyle, tâ Hz. Âdem ve onun yaratılışından önceki zamanlara gidip
dayanan.. ve daha sonra Hz. İbrahim'le,
bilmem kaçıncı kez ortaya çıkarılıp îmar edilen, millet-i İbrâhimiye ile irtibatlı,
hakikat-ı Ahmediye'nin amânın bağrında eşi, nûr-u Muhammedî aleyhisselâm'ın
dölyatağı ve bütün semâvî dinlerin kıblegâhı, eşsiz öyle bir tevhid ocağıdır
ki, bu hususîyetleriyle ona denk, Allah evi denebilecek ikinci bir bina
yoktur.Her yıl, yüz binlerce insan, Allah'a karşı kulluk sorumluluklarını
yerine getirmek için, Hakk'a en yakın olacakları bir zaman diliminde, bir zirve
mekânda, edâ edecekleri ibadetlerin menfezleriyle duygularını, düşüncelerini
soluklar.. ahd u peymanlarını yeniler.. günahlarından arınır.. birbirlerine
karşı sorumluluklarını hatırlar ve hatırlatır, içtimâî, iktisâdî, idârî ve
siyâsî işlerini, her yanıyla Hakk'a
kulluğu çağrıştıran bir ibadet
zemininde, kalplerin rikkati, duyguların enginliği ve İslâm şuurunun med
vaktinde, bir kere daha gözden geçirip pekiştirir; sonra da yepyeni bir güç,
yepyeni bir azim, yepyeni bir şevkle ülkelerine dönerler.Hepimiz hacca, biraz
da, ruh ve duygularımızın kirlenmiş olması mülâhazasıyla gider ve o güne kadar
tanımadığımız farklı bir kapıdan, ayrı bir ma'na âlemine açılıyor gibi yola
revân olur ve geçeceğimiz yollara sıralanmış şeâiri bir bir görür, duyar,
enginliklerine iner.. ve ulu dağların mehâbeti içinde gözümüzü, gönlümüzü
dolduran bunca İslâm alâmeti karşısında, daha yolda iken Kâbe ve haccetme
ruhunun perde perde sıcak ve derin esintilerini duymaya başlarız. Sonra da,
gidip tâ en son noktaya ulaşıncaya kadar, otobüs kanepelerinde, tren
kompartımanlarında, gemi kamaralarında, uçak koltuklarında, otel odalarında, misafir salonlarında, hatta çarşı
ve pazarda hep o sımsıcak meltemlerin te'sirini hissederiz. Bu vasıtalara, bu
yollara ne kadar alışmış ve ne kadar kanıksamış olursak olalım; vasıtasına
göre, saatler, günler ve haftalar süren bu mavi, bu ruhânî, bu âhenkli, bu
vâridatlı yolculuktan bir kurbet, bir vuslat, bir güzellik, bir şiir, bir
romantizim banyosu ala ala, ruhlarımıza, asıl kaynağından gelen gücü
kazandırmış, gönüllerimizi itmi'nân arzusuyla
şahlandırmış ve hususî bir âlemin namzedi olmuş gibi kendimizi, bütün bu büyülü güzelliklere ulaştıracak sırlı bir
kapının önünde sanırız. Bu kudsî yolculuk ve yol mülâhazası, her zaman his
dünyamıza öyle esbab üstü bir duyuş ve bir
seziş kabiliyeti bahşeder ki; bazen neşeyle tüten, bazen murâkebe ve
muhâsebe duygusuyla buruklaşan bir ruh hâletiyle, adeta kendimizi âhiretin koridorlarında
yürüyormuşçasına hep tedbirli ve temkinli hissederiz.Hac yolcusu, evinden
ayrıldığı andan itibaren, yol boyu, nefis ve enâniyeti hesabına iplik iplik
çözülür; kalbî ve ruhî hayatı adına da
bir dantela gibi ibrişim ibrişim örülür. Evet, insan bu ışıktan yolculuğundan
en eski fakat eskimeyen, en ezelî ama taptâze gerçeklerle tanışır ve hâlleşir..
ve hiçbir zaman unutamayacağı edalara ulaşır. Hele, yapılan işin şuurunda olanlar için bu arzî
fakat semâvî yolculuk, ihtivâ ettiği vâridat ve hatıralarla daha bir derinleşir
ve ebediyet gamzetmeye başlar.. başlar ve güya semânın renkleri, hacıların
sesleri gelir hülyalarımıza dolar, ruhlarımızı sarar ve ömür boyu gönül
gözlerimizde tüllenir durur.Dünyada, Kâbe ve çevresi kadar, biraz hüzünlü de
olsa, ama mutlaka füsunlu daha câzip bir başka yer göstermek mümkün değildir.
İnsan, onun hariminde her zaman efsânevî bir güzelliğe şâhit olur ve herşeyi en
olgun, en tatlı bir meyve gibi koparır ve yer. Oralara yüz sürme tâli'liğini
paylaşan ruhlar, ebediyen başka bir ibadet mahalli arama vehminden kurtulurlar.. ve oraların öteler buudlu
câzibesini ömürlerinin gurûbuna kadar da asla unutmazlar."
Hacc,
lügatte, (ziyarete) kastedmek mânasına gelir. Şeriat-ı garrâda:
Beytu'l-Haram'ın muayyen âdâba uygun olarak ziyaretine kasdetmektir. Daha sarih
tarifiyle: "Belirlenmiş vakitte Arafat'ta bir mikdar durduktan sonra,
Kâbe-i Muazzama'yı usûl-ü dairesinde tavaf suretiyle ziyaret etmekten
ibarettir."
Hacc,
İslâm'ın beş rüknünden biridir. İçtimâî ve siyasî yönü ümmet hayatında son
derece ehemmiyet arzeden bir ibadettir. İslâmiyet'in beynelmilellik hüviyetini
en yüksek mertebede ifade eden yegâne fırsattır. Hacc vesilesiyle dünyanın dört
bir tarafında yaşayan, dilleri, renkleri, örf, âdet ve kıyafetleri farklı Müslümanlar,
aralarındaki mekân uzaklığını, Allah'ın emrine uyarak kaldırıp biraraya
gelirler, tanışırlar, kaynaşırlar, sevişirler, birbirlerini öğrenerek fikir
birliğine ererler. Hakkıyla îfa edilen
hacc ibâdeti Müslüman milletler arasında tanışmayı sağlar, tanışma sevgiyi
doğurur, sevgi ise dayanışma ve yardımlaşmayı hâsıl eder.
Birinci
Cihan Harbi sırasında çeşitli cephelerde Müslüman milletlerin, birbirlerine
silah çekmelerini, bâhusus İslâm'ın
bayraktarı olarak küffârın önünde cihad veren Osmanlılar'a karşı
savaşmalarını, haccın terkedilmesi sebebiyle aralarında zarurî olan tanışma ve
dayanışmanın ihmâle uğramasında gören Bediüzzaman, haccın ihmali "Düşmana
milyonlarla İslâm'ı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzâr etti" dedikten
sonra bu feci neticeyi şöyle tasvir eder:"
İşte
Hind, düşman zannederek, hakikî pederini öldürmüş, başında oturmuş ağlıyor.
İşte
Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, biçâre valideleri
olduğunu بَعْدَخَرابِ
الْبَصْرَة (iş işten geçtikten sonra) anlıyor, ayak ucunda ağlıyorlar.
İşte
Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini
öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor.
İşte
Afrika, biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveylâ ediyor.
İşte
Âlem-i İslâm, bayraktar oğlunu gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti,
vâlide gibi saçlarını çekip âh-ı fîzar ediyor.
Milyonlarla
ehl-i İslâm, hayr-ı mahz olan sefer-i hacca şedd-i rahl (yolculuk) etmek
yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatler
ettirildi. فَاعْتَبِرُوا (Bundan
ibret alın ey akıl sâhipleri)."
Umre
lügat olara ziyaret demektir. Istılahda muayyen âdab çerçevesinde, Kâbe'nin
ziyaretine denir. Umreye Haccu'l-Asgar da denmiştir. Bu sebeple hacc'a da
"el-Haccu'l-Ekber" denmiştir. Haccın yıl içerisinde, belli bir zamanı
vardır. Ayrıca Arafat'ta ve Müzdelife'de vakfe, şeytan taşlama gibi başka
levâzımatı da bulunduğu halde, umre sâdedir: Yılın her ayında yapılabilir.
İhram, tavaf ve sa'ydan ibarettir.
Umrenin
hükmü hususunda, mezhepler farklı hükümlerde
bulunmuştur. Şâfiî, Ahmed İbnu Hanbel gibi ehl-i eser denen ulemaya göre
vacibtir. Buharî de bu kanaate tâbî
olmuştur. Hanefî ve Malikîlere göre, nâfile bir ibadettir. Her görüş,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan menkul rivayetlere dayanır. Ebu Hanife
hazretleri Tirmizî'de gelen bir rivayeti esas alır:
اَتَى
اَعْرَابِىٌّ
النَّبىَّ #
فَقَالَ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ
اَخْبِرْنِى
عَن الْعُمْرَةِ
أوَاجِبَةٌ
هِىَ؟ فقَالَ:
َ وِإنْ
تَعْتَمِرُ
خَيْرٌ لَكَ
"Bir bedevî gelerek Hz.
Peygamber'e sordu: "Ey Allah'ın Resûlü, bana umreden haber ver, o vâcib midir?" Resûlullah:
"Hayır, ancak umre yaparsan senin için hayırlıdır" buyurdu."
Ayrıca Cibril hadisinde: "İslâm beş şey üzerine kuruldu" dendikten
sonra beş esas sayılırken "hacc" da zikredildiği halde umrenin zikredilmemiş
olması da, umreye sünnet diyenlere delil olmuştur.
İbnu
Abbâs (radıyallahu anhümâ), Atâ, Ahmed İbnu Hanbel (rahimehümallah):
"Başkalarına vacib olsa bile Mekke halkına vacib değildir"
demişlerdir. İbnu Abbâs Kur'ân'da umrenin hacca mukârin olarak zikredildiğini
söyler: " وَاَتِمُّوا
الْحَجَّ
وَالْعُمْرَة
للّهِ "Başladığınız hacc ve umreyi Allah için tamamlayın"
(Bakara 196). Burada hacc ve umre yan yana birlikte zikredilir. İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ): "Bir kere hacc, bir kere umre herkese vacibtir"
demiştir. Tahâvî, bu sözü "kifâye olan bir vacib" diye te'vil eder.
Umrenin
sünnet olduğuna kâil olan İmam-ı Âzam, senenin beş gününde umre yapmak
mekruhtur der:
1-
Arafe günü, 2- Nahir (kurban bayarmının ilk) günü, 3, 4, 5- Eyyam-ı teşrik
(bayramın ikinci, üçüncü, dördüncü günleri). Bu mesele ile ilgili bazı ilâve
bilgileri 1165 numaralı hadisin açıklamasında kaydedeceğiz.[1]
ـ1ـ عن عائشة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قُلْتُ
يَارسُولَ
اللّهِ: نَرَى
الْجِهَادَ
أفْضَلُ
ا‘عْمَالِ
أفََ
نُجَاهِدُ؟
قَالَ: لَكِنَّ
أفْضَلَ
الْجِهَادِ
وَأجْمَلَهُ
حَجٌّ مَبْرُورٌ
ثُمَّ
لُزُومُ
الحضَرِ.
قَالَتْ: فَ أدَعُ
الحَجَّ
بَعْدَ إذْ
سَمِعْتُ
هذا[. أخرجه
البخارى إ
قوله »ثُمَّ
لُزُومُ
الحضَرِ« والنسائى
بطوله .
1. (1163)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)
anlatıyor: "Ey Allah'ın Resûlü, dedim, cihâdı amellerin en faziletlisi
görüyoruz, biz de cihâd etmiyelim mi?" Şu cevabı verdi:
"Ancak,
cihâdın en efdal ve en güzeli hacc-ı
mebrûrdur. Sonra şehirde kalmaktır." Hz. Aişe der ki: "Bunu
işittikten sonra haccı hiç bırakmadım." [Buhârî, Hacc 4, Cezâu's-Sayd 26,
Cihâd 1; Nesâî, Hacc 4, (5, 113). "Sonra şehirde kalmak" cümlesi
Buhârî'de yok.][2]
AÇIKLAMA:
1-
Buhârî'de olmadığı belirtilen cümle Nesâî'de de mevcut değildir. Nesâî'deki
rivayette Hz. Aişe (radıyallahu anhâ), Hz. Peygamber'e şöyle der: "Ey
Allah'ın Resûlü, seninle cihad etmek
üzere biz de sefere çıkmayalım mı? Zîra ben Kur'ân'da cihaddan efdal bir amel
göremiyorum." Resûlullah şu cevabı
verir: "Hayır, ancak cihadın en iyisi, en güzeli Kâbe'ye haccetmektir,
hacc-ı mebrûrdur."
2-
Hadiste haccın cihad olarak tavsifi, haccda karşılaşılan meşakkatler sebebiyle
bir nevi nefis mücadelesi yapılmasındandır. Nitekim hadislerde nefisle yapılan
mücadele de "cihad" ve hatta "efdal" ve "ekber"
yani "en faziletli", "en büyük cihad" olarak ifade edilmiştir: اَفْضَلُ
الْجِهَادِ
اَنْ
يُجَاهِدَ
الرَّ جُلُ
نَفْسه
وهواهُ
3- Hacca "cihad'ın en
iyisi" denirken muhatabın kadın olması da mühim bir husustur. Sözleri
değerlendirirken muhatap unsurunu da nazar-ı dikkate almak gerekir. Hattâ
hadisin sonunda gelen "sonra şehirde kalmak" tâbiri de bu açıdan
değerlendirilmelidir. "Şehir" olarak tercüme ettiğimiz hadar kelimesi
köy, kasaba gibi yerleşilen, sabit olunan yere ıtlak olunur. "Sonra evinde
kalmak" şeklindeki bir tercüme daha açık olabilirdi. Asla sadakat için
şehir dedik. Ancak burada "şehir"in, dilimizdeki şehir mânasına tam
muvafık düşmediğini de bilmeliyiz. Bu cümle, Kur'ân-ı Kerim'de Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevce-i pâkleri hakkında gelmiş olan: وَقَرْنَ
فِى
بُيُوتِكُنَّ "Evlerinizde
oturun" (Ahzâb 33) âyetini hatırlatmaktadır.
4-
Hacc-ı Mebrûr: "Menâsikine uygun olarak yapılan ve hiçbir günahın
karışmadığı hacc demektir. "Hacc-ı Mebrûr", Hacc-ı Makbûl olarak da
anlaşılmıştır. Mamafih iki anlayış da aynı mânaya te'vil edilebilir: Hiçbir
eksiğin, hiçbir günahın karışmadığı hacc
makbuldür, mebrurdur.
5-
Hadiste bir incelik âlimlerin dikkatini çekmiştir: Rivâyet, kadınların cihada
katılmasını reddetmiyor, ancak haccın onlar için daha sevablı bir cihad
olduğunu ifade ediyor. Öyle ise sevabca az da olsa onlara da cihad var demektir. Bu, hükmü çıkarmada,
hadisin İbnu Mâce'de gelen vechi daha açıktır: قُلْتُ
يَا رَسُولَ
اللّهِ عَلى
النِّسَاءِ
جِهَادٌ؟
قَالَ: نَعَمْ
جِهَادٌ َ قِتَالَ
فِيهِ:
اَلْحَجُّ
وَالْعُمْرَةُ
"Dedim ki: "Ey
Allah'ın Resûlü, kadınlara da cihad var mı?" Şu cevabı verdi: "Evet,
içinde kıtâl olmayan bir cihâd var: "Hacc ve umre..." İbnu Battâl der
ki: "Hz. Aişe'nin Cemel Vak'ası'na katılıp kıtâlde bulunması sebebiyle
onun kadrini düşürmek isteyenler: "Evlerinizde oturun" (Ahzâb 33)
meâlindeki âyetle savaş kadınlara haram edildiği halde, (âyetin emrine
muhalefet ederek) savaşmıştır" derler. Halbuki bu hadis böylelerinin
iddiasını reddeder. Zîra Resûlullah, "cihadın efdali..." tâbirini
kullanmıştır. bu tâbir, kadınlara hacc dışında da cihad olduğuna, ancak haccın
o cihaddan efdal bir cihad olduğuna delâlet eder."
Böylece
bu hadisten, kadınların evlerinde kalmalarıyla ilgili emr-i Kur'ânî'nin vücub
ifade etmediği anlaşılır.[3]
ـ2ـ وعن سهْل
بن سَعْد
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسولُ
اللّه #:
مَامِنْ
مُسْلِمٍ
يُلَبِّى إّ لُبَّى
مَا
عَنْ
يَمِينِهِ
وَشِمَالِهِ
مِنْ حَجَرٍ اَوْ
شَجَرٍ أوْ
مَدَرٍ
حَتَّى
تَنْقَطِعَ ا‘رْضُ
مِنْ ههُنَا
وَههُنَا[.
أخرجه
الترمذى .
2. (1164)- Sehl İbnu Sa'd (radıyallahu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Telbiyede bulunan hiç bir Müslüman yoktur ki, onun sağında ve solunda
bulunan taş, ağaç, sert toprak onunla birlikte telbiyede bulunmasın, bu iştirak
(sağ ve solunu göstererek) şu ve şu istikâmette arzın son hududuna kadar devam
eder." [Tirmizî, Hacc 14, (828).][4]
AÇIKLAMA:
Telbiye,
hacc sırasında ihrama girildiği andan itibaren bayramın birinci günü
(Zilhicce'nin 10. günü) Cemre-i Akabe'de ilk taşın atılmasına kadar yüksek
sesle okunan şu duadır:
لَبَّيْكَ
اللَّهُمَّ لَبَّيْكَ
َ شَرِيكَ
لَكَ
لبَّيْكَ،
إنَّ الْحَمْدَ
وَالنِّعْمَةَ
لَكَ
وَالْمُلْكَ َ
شَرِيكَ لَكَ
"Buyur Allahım buyur!
Davetine bütün samimiyetimle icabet ettim! Buyur Allahım buyur! Senin eşin,
ortağın yoktur. Buyur Allah'ım buyur! Hamd senin, nimet senin, mülk senin.
Bunların hiçbirinde eşin, ortağın yoktur!"
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) binbir sıkıntıya katlanarak, pekçok müşkilleri
hallederek mübârek beldelere gelmekle Allah'ın emrine fiilen uymuş bulunan
insanların icâbet hallerinin kavlî ifadesi olan telbiyeyi, sözdeki samimiyete
binaen hâsıl olan ihlâs sebebiye, kişinin sağ ve solunda yer alan taş, ağaç,
toprak bütün mevcudatın, arzın nihâî hududuna varıncaya kadar tekrar edeceğini
haber vermektedir.
Bu
hadisle haccın haşmetini, mânevî
değerinin de içtimâî ve siyâsî yönlerine muvazi şekilde müstesna bir azamet
taşıdığını anlamaktayız.
Ümmet-i
merhumeye Rabbimizin lütfu ne kadar
büyük! Cenab-ı Hakk'tan, buna liyakatle
de merzuk kılmasını diliyoruz.[5]
ـ3ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]قال
رسولُ اللّه #:
تَابِعُوا
بَيْنَ
الحَجِّ
وَالْعُمْرَةِ
فإنَّهُمَا
يَنْفِيَانِ
الذُّنُوبَ
كَمَا
يَنْفِى
الْكِيرُ
خَبَثَ الحَدِيدِ[.
أخرجه
النسائى .
3. (1165)- İbnu Abbâs (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Haccla umrenin
arasını birleştirin. Zîra bunlar günahı, tıpkı körüğün demirdeki pislikleri temizlemesi gibi temizler."
[Nesâî, Menâsik 6, (5, 115); İbnu Mâce, Menâsik 3, (2886).][6]
AÇIKLAMA:
1-
Burada, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), haccla umreyi ard arda yapmayı
tavsiye etmektedir. Yani hacc yapılınca peşinden umre de yapılmalıdır. Umre
yapıldı mı, ardından hacc yapılmalıdır.
Münâvî,
haccla umrenin yan yana zikrinden, umrenin de hacc gibi vâcib olduğu hükmünün
çıkarıldığını, Muhibbu't-Taberî'den naklen kaydeder. Yani "Nasıl ki
Kur'ân-ı Kerim'in, فصِيَامُ
شَهْرَيْنِ
مُتَتَابِعَيْنِ ayetinde "tetâbu" tâbiri, kefaret halinde,
ard arda iki ay oruç tutmayı vacib kılmıştır, öyle ise umre ile haccın da ard
arda olması gerekir" denmiştir. Böylece araya fâsıla girmeden her ikisinin
de peş peşe yapılması gerekir.
Ancak
şu mâna da çıkarılmıştır: "Araya
fasıla girse bile, biri yapıldıktan
sonra diğeri de mutlaka yapıldı mı, hadisteki tetâbu (birbirini tâkip) emri
yerine gelir, zîra Arap dili açısından bu mâna da sahihtir."
2-
Hadisin Nesâî'deki aslında hacc ve umrenin "fakirlik" ve
"günahı" temizleyeceği ifade edilir. Kitabımızdaki metinde
"fakirlik" kelimesi düşmüş durumda. Tabiî ki, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) sadaka ve zekâtın mala
bereket ve ziyâde getirdiğini ifade ettiği gibi, hacc ve
umre için yapılacak harcamaların fakirlik getireceği korkusunu kırmak için, bu
yoldaki maddî fedakârlıkların sâdece mânevî değil, maddî berekete de sebep
olacağını ifade etmiş olmaktadır.
3-
Mânevî kazanç, körüğün demirdeki -bir
rivayette altın ve gümüş de zikredilir- pisliği temizlediği şekilde hacc ve
umrenin günahları temizleyeceği şeklinde ifade edilmiştir. Buradaki teşbih
hakikaten dikkat çekicidir. Körük demirdeki pisliği basit bir üfürme ile değil,
ciddi bir yakma ile temizlemektedir. Hacc ibâdetinde, gerçekten nefsi alev alev
yakan, temizleyen çeşitli ateşler, sıkıntılar var: Maldan harcamalar, açlık,
susuzluk, yorgunluk, uykusuzluk, yolculuğun muhtemel olduğu çeşitli
tehlikelerin göze alınması ve aşılması, vatandan, eşdosttan, işten ayrılık,
alışkanlıkların terki vs. vs. Ve bunlar 1500 senelik ağır şartların hüküm
sürdüğü asırlar için düşünülürse, ne derece yakıcı bir körük alevi olduğu ve
bunların hepsine sırf Allah rızası için sabırla katlanmış olan ihlâslı bir
hacıyı tertemiz ettiği daha kolay anlaşılır. Mü'min bütün bu alevlerde
kendisini bir şey için yakıyor:
"Rabbinin emrini yerine getirerek rızasını kazanmak." Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) kulun bu
fedakârlığına karşı Rabbi Teâlâ'nın mukabil muamelesini -müteakip hadiste
görüleceği üzere- "Hacc-ı Mebrûr'un karşılığı cennetten başka bir şey
olamaz" diyerek ifade etmektedir. Yani, hacc ve umre, körüğün demiri temizlediği gibi, mü'mini günahlardan
temizlemekle kalmaz, fazlasını da kazandırır: Cennet!..[7]
ـ4ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
#:
الْعُمْرَةُ
إلى الْعُمْرَةِ
كَفَّارَةٌ
لِمَا
بَيْنَهُمَا،
وَالحجُّ
المَبْرُورُ
لَيْسَ لَهُ
جَزَاءٌ إَّ الجَنَّةَ[.
أخرجه الستة إ
أبا داود .
4. (1166)- Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir umre, diğer umreye arada işlenenler için
kefarettir. Hacc-ı Mebrûr'un karşılığı cennetten başka bir şey olamaz!"
[Buharî, Umre 1; Müslim, Hacc 437, (1349); Tirmizî, Hacc 90, (933); Nesâî,
Menâsik 3, (5, 112), 5, (5, 115); İbnu Mâce, Menâsik 3, (2887); Muvatta, Hacc
65, (2, 346).][8]
AÇIKLAMA:
1-
İbnu Abdi'l-Berr, hadiste umrenin kefaret olacağı belirtilen günahların küçük
günahlar olduğunu söylemiş, büyük günahlara da şamil olacağını söyleyenlere
şiddetle karşı çıkmıştır. Ancak, hadis mutlak geldiği için bazı âlimler
"Büyüklere de şâmil olabilir" demiştir.
2-
Bazı âlimler, "Büyük günahlardan ictinab, küçükleri affettirdiğine göre,
umrenin küçüklerin affına vesile olması ne demektir." diye bir işkal ileri
sürmüştür. Buna: "Umrenin kefâret olması zamanla mukayyeddir, büyük
günahtan ictinabın kefâret olması mukayyed değil, âmmdır, kulun bütün ömrünü
içine alır, öyle ise bu açıdan ikisi farklıdır" diye açıklama sunulmuştur.
3-
Bu hadis, çokca umre yapmanın müstehab olduğuna delil teşkil etmektedir, zîra
buna teşvik var. Halbuki Mâlikîler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
seneden seneye yapmış olmasını delil kılarak "Yılda birden fazla umre
yapmak mekruhtur" demişlerdir. "Ayda birden fazla umre yapmak
mekruhtur" diyen de olmuştur. Ancak: "Mendub olan fiillerde
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ameli şart değildir. Nitekim, bir çok
müstehab ve mendub işi, ümmete zorluk olmasın diye, zaman zaman terketmiştir..." diye cevap verilmiştir.
Ulemâ hacc elbisesi giymeyen bir kimse için, senenin her gününde umre
yapabileceğinde ittifak etmiştir. Sadece Hanefîler, -daha önce temas ettiğimiz
üzere- arafe ve kurban günleri ile eyyâm-ı teşrikde mekruh addetmişlerdir.
Ahmed İbnu Hanbel'den yapılan bir rivayete göre: "Kişi umre yaptı mı traş
olması veya saçlarını kasretmesi (kısaltması) vacibtir, öyle ise, her umrede
bunu yapacağına göre ikinci bir umre için, saçın büyümesi ve dolayısıyla on gün
geçmesi gerekir" demiştir.
4-
Hadiste geçen "Bir umre, diğer umreye" tâbiri ile "Bir umre
diğer bir umre ile birlikte..." şeklinde anlaşılmıştır. Yani mâna:
"Bir umreden sonra bir umre daha yapılırsa, bu ikisi arasında işlenmiş
olan (günah)lara kefaret olur" diye anlaşılmıştır. Böylece, müteakip bir
umre daha yapılmasının gereği daha iyi anlaşılır.
5-
Sadedinde olduğumuz hadisten, hacc farizasını yapmazdan önce de umre
yapılabileceği hükmü çıkarılmıştır.[9]
ـ5ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]قال رسولُ
اللّه #: مَنْ
طَافَ
بِالْبَيْتِ
خَمْسِينَ
مَرَّةً
خَرَجَ مِنْ
ذُنُوبِهِ كَيَوْمِ
وَلَدَتْهُ
أمُّهُ[.
أخرجه الترمذى.والمراد
بذلك خمسون
طوافا كام دون
ا‘شواط .
5. (1167)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Beyt'i (Kâbe-i Muazzama'yı) kim elli defa tavaf ederse, günahlarından
çıkar ve tıpkı annesinden doğduğu gündeki gibi olur." [Tirmizî, Hacc 41,
(866).]
Buradaki
tavaftan maksad, şavtlar olmayıp, elli tam tavaftır.[10]
AÇIKLAMA:
Bu
hadis Kâbe'yi elli defa tavaf etmedeki sevabın büyüklüğünü ifade etmektedir.
Ancak buradaki "tavaf"tan maksad nedir? Yani tavaf, lügat olarak, bir
şeyin etrafında dönmek demektir. Öyle ise, hadis, Kâbe'nin etrafında elli kere
dönmeyi mi ifade etmektedir? Yoksa, hacc ıstılahı olarak, yedi şavttan (şavt,
Kâbe'nin etrafında yapılan bir ziyaret devridir) ibaret olan bir tavaf mıdır?
İki
mâna üzerinde de durulmuştur.
Muhibbu't-Taberî'nin
bazı âlimlerden kaydına göre buradaki bir "tavaf"tan kastedilen şey
bir şavttır. Ancak kendisi bu görüşü reddederek: "Burada elli tane
"yedi" kastedilmektedir"
der. Taberânî'nin Mu'cemu'l-Evsat'ında gelen bir açıklamaya göre demiştir ki:
"Elli tavaftan maksad, bunun bir
anda peş peşe yapılması demek değildir. Burada istenen, kişinin defter-i
hanesinde, (her biri yedi şavt olan) elli
tavafın bulunmasıdır. Bunu bir ömür içinde de tamamlamış olsa fark etmez."[11]
ـ6ـ وعن أم
سلمة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قال رسولُ
اللّه #: مَنْ
أهَلَّ
بِحَجَّةٍ
أوْ عُمْرَةٍ
مِنَ
المَسْجِدِ
ا‘قْصَى إلى
المَسْجِدِ
الحَرَامِ
غُفِرَ لَهُ
مَا تَقَدَّمَ
مِنْ
ذَنْبِهِ
وَمَا
تَأخَّرَ أوْ
وَجَبَتْ
لَهُ
الجَنَّةُ،
شك الراوى
أيتهما قال[.
أخرجه أبو
داود .
6. (1168)- Ümmü Seleme (radıyallahu
anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kim, hacc veya umre için Mescid-i Aksa'dan Mescid-i Haram'a (kadar)
ihrâma girerse, geçmiş ve gelecek bütün günahları affedilir veya cennet
kendisine vâcib olur." -Râvi, Resûlullah'ın hangisini dediği hususunda
şekke düştü-" [Ebu Dâvud, Menâsik 9, (1741)ş İbnu Mâce, Menâsik 49,
(3001-3002).][12]
AÇIKLAMA:
1-
Bu hadiste ihrâma girme mahalli ne kadar uzak kılınırsa o kadar sevab olacağına
işaret edilmektedir. Zîra, umre veya hacc için, Kudüs'te ihrâma girilmesi halinde geçmiş ve gelecek günahların
affedileceği ifade edilmiştir. Halbuki normal mîkat (ihrama girme) mahallerinin Mekke'ye yakınlığı Kudüs'e
nazaran çok fazladır.
Hattabî,
şu açıklamayı sunar: "Hadiste, mîkat mahallinden önce, çok uzaklarda
ihrama girmeye cevaz ve teşvik vardır.
Nitekim birçok sahâbe böyle yapmıştır.
Ancak, Hz. Ömer (radıyallahu anh), Basra'da ihrâma girmiş olan İmrân İbnu
Husayn'ı bu davranışı sebebiyle takbih etmiştir. Hasan Basrî, Atâ İbnu Ebî
Rebâh, Mâlik İbnu Enes de uzakta ihrama girmeyi
kerih bulurlar. Ahmed İbnu Hanbel de: "Uygun olanı mîkatlarda
ihrama girmektir" der. İshak İbnu Râhûye de böyle söylemiştir. Ben derim ki:
Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in bunu mekruh addetmesi, ümmete şefkati
sebebiyledir. Zîra mesafe uzadıkça, ihramlıya, ihramda iken yapılması bir kısım cezayı gerektiren
âfetlerin ârız olma ihtimali artar. Hal böyle olunca, en selâmetli davranış en
kısa ihram mesafesinde ihrama girmektir."[13]
ـ7ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما. ]أنَّ
رسول اللّه #
قالَ ‘مْرَأةٍ
منَ ا‘نْصَارِ
يُقَالُ
لَهَا أمُّ
سِنَانٍ: مَا
مَنَعَكَ أنْ
تَكُونِى
حَجَجْتِ
مَعَنَا؟
قَالَتْ: نَاضِحَانِ
كانَا ‘بِى
فَنٍ )زوجها(
حَجَّ هُوَ وَابْنُهُ
عَلى
أحَدِهِمَا
وَكانَ اŒخَرُ
يَسْقى
أرْضاً لَنَا.
قالَ: فُعُمْرَةٌ
في رَمَضَانَ
تَقْضِى
حَجَّةً، أوْ
حَجَّةً
مَعِى. فإذَا
جَاءَ
رَمَضَانُ
فاعْتَمِرِى
فإنَّ
عُمْرَة
فِيهِ
تَعْدِلُ
حَجَّةً[.
أخرجه
الشيخان إلى
قوله: معى،
والنسائى بتمامه.»النَّاضِحُ«
البعير الذى
يسقى عليه .
7. (1169)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Ensâr'dan Ümmü
Sinân adındaki bir kadına:
"Bizimle
haccetmekten seni ne alıkoydu?" diye sordu. Kadın:
"Ebû
fülânın (kocasını kasteder) sadece iki sulama devesi var. Biriyle o ve oğlu
haca gitti. Öbürü (ile de ben kaldım) arâzimizi suluyor(um)" dedi. Bunun
üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Öyleyse
Ramazan'da (yapacağın) umre, (kaçırdığın) bir
haccın veya benimle (yapmış olacağın) bir haccın kazasıdır. Ramazan
gelince umre yap. Zîra Ramazan'daki bir umre hacca muâdil olur." [Buhârî,
Umre 4, Cezâu's-Sayd 26; Müslim, Hacc 222; Nisâî, Sıyâm 6, (4, 130).][14]
AÇIKLAMA:
1-
İbnu Hacer, Buhârî'nin "Ramazan'da Umre" adlı babında, hadisi
muhtelif vecihleri içerisinde tahlil ederek, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın kendisiyle hacca katılmayış sebebini sormuş olduğu iki ayrı kadın
olabileceği ihtimalini belirtir. Bunlardan biri Ümmü Ma'kıl el-Esediyye,
diğeri Ümmü Sinan el-Ensâriyye'dir.
Bunların hikâyeleri de hadislerde farklıdır. Hatta, bazı rivayetlerde Ümmü
Sinân değil, Ümmü Süleym ismi mezkurdur.
2-
İsmi mübhem kılınan koca, bâzı rivayetlerde Ebu Sinân diye tesmiye edilmiştir.
Bu durumdan, kadının oğlunun isminin Sinân olduğu anlaşılmaktadır.
3-
İbnu Huzeyme der ki: "Bu hadise
göre, bir şey diğer bir şeye bazı
yönleriyle benzerlik arzederse, biri diğerine benzetilerek ona muadil
kılınabilir. Zîra, aslında "umre" ile ne farz olan ne de nezredilmiş
olan "hacc" ifa edilemez." İbnu Battâl da şunu söylemiştir:
"Bu hadiste, kişinin nâfile olarak yapmaya azmettiği haccın tatavvu bir
hacc olduğuna delil vardır. Zîra, "umre"nin hiç bir surette
"farz olan hacc"ın yerini tutmayacağı hususunda icma-ı ümmet
vardır." Ancak, İbnu'l-Münir, İbnu Battâl'ı tenkid ederek der ki: "Buradaki mezkûr hacc, Vedâ
Haccı'dır. Vedâ Haccı, İslâm'da farz olarak
eda edilen ilk haccdır. Zîra, daha evvel Hz.Ebu Bekir'in emîrliği
altında ifâ edilen hacc bir inzar idi.
Hal böyle olunca, hadiste zikri geçen kadının daha önce farz olan hacc borcunu eda etmiş bulunması
müstahildir (yani akla aykırıdır)."
İbnu
Hacer de İbnu'l-Münir'i reddederek şöyle der: "Onun söylediği, herkesce
benimsenmiş (müsellem) bir görüş değildir. Zîra, kadının Ebû Bekir (radıyallahu
anh)'le birlikte haccederek, bu haccla farzdan kurtulmuş olmasına bir mâni
yoktur. Üstelik İbnu'l-Münir, iddiasını, haccın hicrî onuncu yılda farz kılındığı ihtimâline dayandırmaktadır. Bu ihtimali esas
alması, haccın bidayetten beri farz olduğu[15]
söylenerek şahsî görüşüne karşı ileri sürülecek tenkitlerden kurtulmak
içindir." İbnu Hacer, İbnu Huzeyme'nin görüşü hususunda, İbnu Battâl'ın yaptığı tarzda bir tahlile gerek
olmadığını belirtir. Ve şöyle bir neticeye varır: Ramazan'da yapılacak umre
sevab itibariyle hacca muâdil olur, bu yönüyle haccla müştereklik arzeder.
Ancak farz olan haccın borçtan düşmesi hususunda umre, haccın yerine geçmez, bu
husus icmâ ile sabittir. Tirmizî'nin bir kaydına göre, sadedinde olduğumuz
hadiste umre ile hacc arasında kurulmuş olan irtibatı İshâk İbnu Râhuye, İhlâs
sûresinin Kur'ân-ı Kerim'in üçte birine muâdil olduğunu beyan eden hadisteki
İhlâsla, Kur'ân arasındaki irtibata benzetmiştir.
İbnu'l-Arabî
demişti ki: "Bu umre hadisi sahihdir. Rabbimizin bir lütfu ve nimeti
olarak umre, ona Ramazan'ın da inzimamıyla (hâsıl olan sevâb itibâriyle) hacc
derecesine ulaşmaktadır." İbnu'l-Cevzî de şu yorumu yapmıştır: "Bu
hadisten öğreniyoruz ki, amelin sevabı, ona zamanın şerefi de ilave edilince
ziyadeleşmekte ve artmaktadır, tıpkı huzur-u kalb ve hulus-i niyetle de arttığı
gibi."[16]
ـ8ـ وعن أبى
بكر بن
عبدالرحمن
قال: ]جَاءَتِ
امْرأةٌ إلى
رسولِ اللّه #
فقَالَتْ:
إنِّى كُنْتُ
تَجَهَّزْتُ
لِلْحَجِّ
فَاعْتَرَضَ
لِى. فقَالَ:
اعْتَمِرِى
في رَمَضَانَ
فإنَّ عُمْرَةً
فِيهِ
كَحَجَّةٍ[.
أخرجه مالك
وأبو داود .
8. (1170)- Ebu Bekr İbnu Abdirrahmân
anlatıyor: "Bir kadın Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelerek:
"Ben
haccetmek için hazırlık yapmıştım. Bana (bir mâni) ârız oldu ne yapayım?"
"Ramazan'da
umre yap, zira o ayda umre tıpkı hacc gibidir" buyurdu." [Muvatta,
Hacc 66, (1, 347); Ebu Dâvud, Hacc 79, Tirmizî, Hacc 95, (939); Nesâî, Sıyâm 6,
(4, 130); İbnu Mâce, Hacc (Menâsik) 45, (2991-2995).][17]
AÇIKLAMA:
Burada
ismi belirtilmeyen kadının, Ebû Dâvud'un rivayetinde Ümmü Ma'kıl olduğu
anlaşılmaktadır. Ârız olan mâni, bir rivayette kocasına ve kenisine gelen
hastalıktır. Kocası ölmüş, kendisi sıhhate kavuşmuştur. Tek develeri de kocası
Ebu Ma'kıl tarafından Allah yolunda vakfedilmiştir.
Abdurrezzak'ın
rivayetinde kadın, hacc hazırlığı yaptığını ancak devesini kaybettiğini söyler.
Zürkânî:
"Deveyi bulmuş, sonra da hastalanmış veya hastalıktan kurtulmuş, bu sefer
de deveyi kaybetmiş olabilir" diyerek, iki rivayeti te'lif eder.
Hülâsa
Resûlullah kadına: "Ramazan'da umre
yap, bu, (sevapça nafile olan) hacca eşittir" diyerek cevap verir.
Âlimler:
"Hayırlı ameller, onun işlendiği vakitlere göre birbirlerinden üstün olur,
bazı vakitlerde yapılan, diğer vakitlerde yapılana nazaran daha faziletlidir.
Ramazan ayı, hayırlı amellerin katlanması açısından diğerlerinden üstündür, bu
onun faziletinin büyüklüğüne delildir. Hac, içerisindeki meşakkatin ve amelin
fazlalığı sebebiyle umreden üstündür" diyerek hadisin anlaşılması için
açıklama yapmışlardır.[18]
ـ9ـ وعن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قال رسولُ
اللّه #: مَا
عَمِلَ
آدَمِىٌّ
عَمًَ يَوْمَ
النَّحْرِ
أحَبَّ إلى
اللّهِ
تَعالى مِنْ
إهْرَاقِهِ
الدِّمَاءَ،
إنَّهَا
لَتَأتِى يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
بُقُرُونِهَا
وَأشْعَارِهَا
وأظَْفِهَا،
وَإنَّ
الدَّمَ
لَيَقَعُ مِنَ
اللّهِ
تَعالى
بِمَكَانٍ
قَبْلَ أنْ
يَقَعَ في
ا‘رْضِ
فَطِيبُوا
بِهَا
نَفْساً[.
أخرجه الترمذى.وزاد
رزين: وَإنَّ
لِصَاحِبِ
ا‘ضْحِيَةِ بِكُلِّ
شَعْرَةٍ
حَسَنَةً .
9. (1171)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Hiç
bir kul, kurban günü, Allah indinde kan akıtmaktan daha sevimli bir iş yapamaz.
Zîra, kesilen hayvan, kıyamet günü boynuzlarıyla, kıllarıyla, sınnaklarıyla[19]
gelecektir. Hayvanın kanı yere düşmezden önce Allah indinde yüce bir mevkiye
ulaşır. Öyle ise, onu gönül hoşluğu ile
ifâ edin." [Tirmizî, Edâhî 1, (1493); İbnu Mâce, Edâhî 3, (3126).]
Rezîn
şunu ilave etmiştir: "Kurban sahibine, hayvanın her bir tüyü için sevap
vardır."[20]
AÇIKLAMA:
Bu
hadis, kurban bayramı gününde yapılabilecek en kıymetli, en makbul ibâdetin
kurban kesmek olduğunu belirtmektedir. Aliyyü'l-Kârî'nin belirttiği üzere
hadiste, kurbanın boynuz, kıl, sınnak
gibi işe yaramaz gibi gözüken kısımlarının bile kıyamet günü ortaya çıkacağının
zikri, kurbandan hâsıl olacak sevâbın büyüklüğünü belirtmektedir. Kesilen
kurban eksiksiz olarak kıyamet günü geleceğine, yani her bir parçasından sevap
hâsıl olacağına göre, onun, imkân nisbetinde eksiksiz ve mükemmel olması ve
gönül hoşluğu ile, sevinerek kesilmesi gerekir.
Kanın
yere düşmeden indallah bir mevkiye ulaşması, Allah'ın kurban ibadetinden râzı
olacağını, kurbanın indallah makbul bir ibadet bulunduğunu ifade eder.
Öyle
ise kulun, böylesine kıymetli bir ibadeti, istemeyerek, cimrice düşüncelerle
değil, gönül hoşluğu ile, sevinçle yapması, kurban emrini yerine getirmek
hususunda iştiyak ve heyecan duyması,
bayram yapması gerekir. Resûlulah (aleyhissalâtu vesselâm) bu noktaya irşad
buyurmaktadır. Rezîn'in ilâvesinden, imkân nisbetinde büyük hayvan kesmenin
daha sevaplı olduğu anlaşılmaktadır.[21]
ـ10ـ وعن أبى
بكر الصديق
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]سُئِلَ رسول
اللّه #
______________(32) أىُّ
الحَجِّ
أفْضَلُ؟
قَالَ:
الْعَجُّ وَالثَّجُّ[.
أخرجه
الترمذى.»الْعَجُّ«
رفع الصوت
بالتلبية.»والثَّجُّ«
إراقة دماء
الهدى والضحايا
.
10. (1172)- Ebu Bekri's-Sıddîk
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a:
"Hangi hacc daha efdaldir?" diye sorulmuştu."
Yüksek
sesle telbiye getirilip, kurban kesilerek yapılan hacc!" diye cevap
verdi." [Tirmizî, Hacc 14, (827), Tefsir, Âl-i İmrân (3001).][22]
AÇIKLAMA:
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a, hacc nasıl yapılırsa en efdal olacağı sorulmuştur.
Resûlullah da yüksek sesle mümkün
mertebe çok sayıda telbiye çekilen ve kurban kesilen hacc! diye cevap verir.
Telbiyelerin imkân nisbetinde çokluğu, hacc esnasında vaktin boş geçmediğine,
en sevablı zikirle doldurulduğuna delildir. Telbiyenin azlığı ise, zikrin
azlığına -ve daha fenası- mâlayânî ve günaha bâis konuşmalarla hacc müddetinin
heder edildiğine delil olur. Telbiyenin yüksek sesle olması, hacc âdâbına
uymaktır. Elbette âdâbına uyarak yüksek sesle okunan telbiyeler, âdâbın terkiyle
alçak sesle okunandan efdaldir. Kan akıtılmasına gelince, haccda kurban kesmek
mutlak bir vecibe değildir. Hacc-ı ifradda olduğu üzere kurban kesmeden de
haccı eksiksiz eda etmek mümkündür. Hacc-ı kıran veya hacc-ı temetuda kesilen
kurban, şükrân kurbanıdır. İmkânsızlık halinde bunun da on gün oruçla telâfi
imkânı mevcuttur.
Hanefî
mezhebine göre en efdal hacc da mezkur
kurbanın vâcib olduğu hacc-ı kıran'dır.
Şu
halde Resûlullah, bu kurbanın îfa edileceği haccın efdaliyetini belirtmektedir.
Hadisin,
yine Tirmizî'nin Tefsir bölümünde kaydedilmiş olan diğer bir vechinde şu ziyade
var:
"Başka
bir adam kalkarak:
"Ey
Allah'ın Resûlü, buna yol
nedir?" diye sordu ve şu
cevabı aldı:
"Azık
ve binek."[23]
ـ11ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قال
رسول اللّه #:
جِهَادُ
الصَّغِيرِ
وَالْكَبِيرِ
وَالضَّعِيفِ
وَالْمَرْأةِ:
الحَجُّ
وَالْعُمْرَةُ[.
أخرجه
النسائى .
11. (1173)- Ebu Hüreyre (radıyallahu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Küçüğün, büyüğün, zayıfın, kadının cihadı hacc ve umredir." [Nesâî,
Hacc 4, (5, 114); İbnu Mâce, Menâsik 8, (2902).][24]
AÇIKLAMA:
Hacc
ve umrenin cihada benzetilmesi, daha önce (1169 numaralı hadisin izahında)
belirttiğimiz gibi bu iki amelde mevcut meşakkat ve zahmetler sebebiyledir.
Cihad da meşakkat ve zahmet yönü ağır basan bir ibadettir. İnsan nefsi, her üç
amelle de aynı terbiyeleri
alabilecektir. Bu sebeple, sevap yönüyle bunların aralarında benzerlik,
yakınlık ve hattâ -şartlara göre- ayniyet olduğu Resûl-i Ekrem tarafından
bildirilmektedir. Öyleyse cihada muktedir olamayan -söz gelimi çocuk, kadın veya yaşlı birisi- hacc veya umreyi
yaparak aynı sevabı kazanabilecektir.[25]
İKİNCİ BAB
HACCIN VÜCÛBU
ـ1ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]خَطَبَنَا
رسول اللّه #
فَقَالَ: يَا
أيُّهَا النَّاسُ
قَدْ فُرِضَ
عَلَيْكُمْ
الحجُّ فحُجُّوا.
فقَالَ
رَجُلٌ: أفِى
كُلِّ عَامٍ
يَا رسولَ
اللّهِ؟
فسكَتَ
حَتَّى
قَالَهَا
ثَثاً. ثُمَّ
قالَ:
ذَرُونِى مَا
تَرَكْتُكُمْ.
لَوْ قُلْتُ
نَعَمْ
لَوَجَبَتْ
وَلَما
اسْتَطَعْتُمْ.
إنَّمَا
أهْلَكَ مَنْ
كانَ قَبْلَكُمْ
كَثْرَةُ
سُؤالِهِمْ
وَاخْتَِفُهُمْ
عَلى أنْبِيَائِهِمْ،
فإذَا
أمَرْتُكُمْ
بِأمْرٍ
فأتُوا
مِنْهُ مَا
اسْتَطَعْتُمْ
وَإذَا نَهَيْتُكُمْ
عَنْ شَئٍ
فاجْتَنِبُوهُ[.
أخرجه مسلم
والنسائى .
1. (1174)- Ebu Hüreyre hazretleri
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
bize şöyle hitab etti:
"Ey
insanlar, size hacc farz kılınmıştır. Şu halde haccı edâ edin!"
Cemaatte
bulunan bir adam:
"Her
sene mi, Ey Allah'ın Resûlü?" diye sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) cevap vermedi. Adam sorusunu üç kere tekrar etti. Bunun üzerine:
"Ben
sizi bıraktıkça siz de beni bırakın. (Madem ki sükût ettim, niye sormada ısrar
ediyorsunuz?) Şayet (sorunuza) "Evet!" deseydim, her yıl haccetmek
vacib oluverirdi ve buna güç yetiremezdiniz. Şunu bilin ki, sizden öncekileri helak eden şey, çok sual
sormaları ve peygamberleri hakkında ihtilâflarıdır. Size bir iş emrettiğim
zaman, bunu gücünüz yettiğince îfa edin, bir yasaklamada bulunduğum vakit de
ondan kaçının (bu emir ve yasakla ilgili olarak aklınıza gelen her şeyi sormaya
kalkmayın!)" [Buhârî,İ'tisam 4; Müslim, Hacc 412, (1337), Fedâil 130,
(1337); Nesâî, Hacc 1, (5, 110-111).][26]
AÇIKLAMA:
1-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bu suali soran sahâbinin Akra' İbnu Hâbis
(radıyallahu anh) olduğu rivayetin bazı vecihlerinde tasrih edilir.
2-
Fazla sual sorma yasağı ile alâkalı geniş açıklamayı 581 numaralı hadis
vesilesiyle yaptığımız için burada teferruata girmeden birkaç noktaya kısaca
dikkat çekeceğiz:
3-
Emir tekrarı gerektirir mi?
Bu
hadisi izah sadedine Nevevî, usulcülerin münakaşa ettikleri bir meseleye temas
eder. Kur'ân veya hadiste gelen bir emri bir kere yapmak yeterli mi, yoksa o
emrin tekrar tekrar yapılması gerekir mi? Bu hususta farklı görüşler ileri
sürülmüştür:
1)
Şafiilere göre, emir tekrar iktiza
etmez, tekrara ihtimali vardır.
2)
İkinci bir görüşe göre tekrarı iktiza eder.
3)
Birden fazlası hakkında tevakkuf edilir. Şayet bir şarta bağlı veya bir vasfın
sübutuyla mukayyed ise o durumlarda tekrar ifade eder. Yani, birden fazlası
için bir beyan aranır. Bazı Hanefîler bu
görüştedir. Yukarıdaki hadis bu görüşte
olanlara delil olmuştur. Zîra Akra', tekrar hususunda bir beyan aramıştır.
4)
Mutlak emir, ne tekrar ne de umum iktiza
etmez. Onlara ihtimali de yoktur. Namaz, oruç, zekât gibi ibadetlerin tekerrür
etmesi, sebeplerinin tekerrür etmesi sebebiyledir. Haccın sebebi olan
Beytu'l-Haram tekerrür etmediği için ömürde bir defa emre uymakla farz düşer.
Hanefîler'in ekseriyetince benimsenen görüş budur.
4-
Sual yasağı nelere racidir?
Sahâbe
ve Tâbiin'den bazı âlimler, yasağın, vukua gelen olsun,vukua gelmeyen olsun her
meseleye şâmil olduğunu ileri sürmüştür. Ancak, bu görüşe bir çok fukahâ karşı
çıkmıştır. Bu görüşte olan Ebu Bekr İbnu'l-Arabî şöyle der: "Gafillerden
bir kısmı, sual sormayı yasaklayan âyetten (Mâide 101) hareketle, nevâzil'e
giren (yani âyet ve hadiste zikri geçmeyen) şeylerden -bunlar fiilen vukua
gelmedikçe- sual sormanın yasak olduğu
zannına kapıldılar. Halbuki işin aslı böyle değildir. Zîra âyetin verilecek
cevap sebebiyle kötülük hasıl olacak
soruları yasakladığı pek sarihtir. Nevâzil ile alâkalı sorular bu gruba
girmez."
İbnu
Hacer bu görüşü te'yid eder, ancak İbnu'l-Arâbî'nin kendisi gibi düşünmeyen
ulemâ hakkında gafiller tâbirini kullanmış olmasını takbih eder. Mamafih, ondan
önce Kurtubî de onu takbih etmiş, ilâveten böylesi davranışların
İbnu'l-Arâbî'de sıkça görülen sabit bir huy olduğuna da dikkat çekmiştir.
5-
Yasak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrine mi ait?
Sual
sorma yasağının daha ziyade Resûlullah devriyle
ilgili olduğunu söyleyen âlimler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan sonra
sorulacak suallerden âyette beyan edilen kötülük ihtimalinin kalktığını ileri
sürmüşlerdir. Şu hadisleri delil olarak ileri sürerler:
مَا
احَلَّ
اللّهُ في
كِتَابِهِ فَهُوَ
حََلٌ وَمَا
حَرَّمَ
فَهُوَ
حَرَامٌ
وَمَا سَكَتَ
عَنْهُ
فَهُوَ
عَفْوٌ فَاقْبِلُوا
مِنَ اللّهِ
عَافِيَتَهُ
فَإنَّ اللّهَ
لَمْ يَكُنْ
يَنْسِى
شَيْئاً
ثُمَّ تََ
هذِهِ اŒية:
وَمَا كَانَ
رَبُّكَ
نسياً
"Allah'ın, kitabında helâl kıldıkları helal, haram kıldıkları da
haramdır, sükût buyurdukları da affa mazhardır. Öyleyse Allah'ın affettiğini
kabul edin, zîra Allah hiçbir şeyi unutmamıştır." Resûlullah şu âyeti okur. (meâlen): "...Rabbin
unutkan değildir" (Meryem 64).Bir başka hadis de şöyledir:
إن اللّهَ
فَرَضَ
فَرائِضَ فََ
تُضَيَّعُوهَا
وَحدّ
حُدُوداً فََ
تَعْتَدُوهَا
وَسَكَتَ عَنْ
اَشْيَاءَ
رَحْمَةً
لَكُمْ
غَيْرَ نِسْيَانٍ
فََ
تَبْحَثُوا
عَنْهَا
"Allah bir kısım farzlar
koydu. Sakın bunları terketmeyin, bir kısım da yasaklar koydu. Sakın onları
çiğnemeyin. Bir kısım şeylerde de unutarak değil, size merhameten sükût
buyurdu, sakın onları kurcalamayın!"
Bir
hadis de şöyle: اعْظَمُ
الْمُسْلِمِينَ
بِالْمُسْلِمِينَ
جُرْماً مَنْ
سَألَ عَنْ
شَىْءٍ لَمْ
يُحْرَمْ
فَحَرُمَ
مِنْ اَجْل
مَسْألَتِهِ "Müslümanlar'a karşı en büyük cürmü işleyen o kimsedir ki,
haram edilmemiş olan bir şeyden sual eder de, onun sebebiyle haram
ediliverir."
6-
Yasak Medineliler'e mi mahsus?Mezkûr
yasağın bedevîlere şâmil olmayıp daha ziyade Medine'de kalan Muhacir ve
Ensâr'la ilgili olduğunu gösteren rivayetler de var. Bunlar, yasağın sınırlı
oluşuna ve daha ziyade vahiyle ilgili oluşuna destek sayılabilir. Enes'in bir
rivayeti şöyle: "Bizler Hz.Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e herhangi
bir hususta sual sormaktan men edilmiş idik. Bu yasaktan gafil bir bedevînin
gelip Resûlullah'a birşeyler sorması ve
bu vesileyle Efendimiz'i dinlemek çok hoşumuza giderdi." Müslim'de
Nevvâs İbnu Sem'ân'ın bir rivayeti bu mevzuda daha dikkat çekici: "Hicret
etmeksizin Medine'de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la birlikte bir yıl
ikâmet ettim. Hicret etmeme sadece "sual meselesi" mâni olmuştu. Zîra
birimiz kesinlikle hicret edip "Muhacir" oldu mu, artık Resûlullah'a
sual soramazdı." Nevvâs hazretleri
(radıyallahu anh) sırf soru sorabilme hakkını yitirmeden Medine'de ikamet
edebilmek için "Muhacir" statüsüne girmeye yanaşmıyor. Ahmet İbnu Hanbel'in bir
rivayetinde soru yasağıyla ilgili âyetin nüzûlünden sonra Ashab'ın Medine'ye
gelen bedevîlere zaman zaman bahşiş vererek Hz. Peygamber'e soru sormaya teşvik
ettiklerini belirtir:
لَمَّا
نَزَلَتْ يَا
اَيُّهَا
الَّذِينَ
امَنُوا َ
تَسْألُوا
عَنْ
اَشْيَاءَ اŒيَةَ
كُنَّا قَدْ
اَتَّقَيْنَا
اَنْ نَسْألَهُ
# فَاَتَيْنَا
اعْرَابِيّاً
فَرَشَوْنَاهُ
بُرْداً
وَقُلْنَا:
سَلِ
النَّبِىَّ #
Bu
mevzu üzerine rivayet çoktur:
7-
Ashab'tan vârid olan soruların izâhı:
Hemen
belirtelim ki, hadis kitaplarında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
Ashab'ın sorduğu birçok sualler rivayet edilmiştir. İster istemez, yasağa rağmen bu sualler nasıl soruldu diye
bir müşkil hatıra gelebilmektedir. Âlimler üç ihtimal üzerinde dururlar:
a)
Bu sualler, yasak koyan âyetin inmesinden önce sorulmuş olabilir.
b)
Âyette gelen sual yasağı umumî değil, hususîdir. Yani, hükmü kesinlik kazanmış
meselelerle ilgili olarak duyulan ihtiyaçta soru yasağı yoktur.
c)
Yasak, mutlaka bilinmesi gereken şeylere şâmil değildir. Kamışla kesilen
hayvanın etine terettüp edecek hükümle ilgili sual, ümerâ Allah'a itaatin
dışına çıkan emir verecek olursa, onlara itaat edilip edilmeyeceğine dair sual,
kıyâmet ahvâli ve âhirzaman fitnesi ile
ilgili sualler, keza bizzat Kur'ân'da zikredilen, kelâle, içki, kumar, haram
aylardaki savaş, yetimler, hayız zamanı,
kadın, sayd vs. üzerine gelen sualler gibi. Bu sualler gerçek ihtiyaçtan
geldiği için yasak bunlara şâmil olmamıştır.
8-
Yasak vukû bulmayana da şâmildir.
Sual
sormaya yasak koyan âyetin, vukû bulmayan hâdiselerle de ilgili olduğunu söyleyenler, bu kanaate,
"vukû bulan hâdiseyle ilgili sual, meşakkat getiren teklife sebep olduğuna
göre, olmayan şeyden sormamak daha iyidir" mülâhazasıyla varırlar. Dârimî, Sünen'inin
Mukaddime kısmında bu mevzuya tahsis ettiği bir babta, bir çok selefin görüşünü
kaydeder.
İbnu
Ömer: "Vukûa gelmeyen şeyden sormayın, zîra ben olmayan şeyden soran kimseye babam Ömer (radıyallahu anhümâ)'in
lânet ettiğini işittim" der.
Zeyd
İbnu Sâbit kendisine birşey sorulunca önce, bunun vukû bulup bulmadığını sorar,
"evet!" derlerse, o konuda bildiği bir şey varsa söylerdi. Şâyet "Hayır, henüz vukû bulmadı!" derlerse: "Bırakın vukûa gelsin, o zaman
sorarsınız!" deyip cevap vermediği belirtilir.
Hz.
Ömer de, "Vukuâ gelen hâdiseler bizi yeterince meşgul etmekte" diyerek, vukûa gelmeyen şeylerden sormayı
yasaklamıştır.
Âlimler,
hakkında nass gelmeyen şeylerle ilgili olarak yapılan araştırmayı iki kısma
ayırmışlardır:
1)
Hâdiseyi bütün yönleriyle, nassın delaleti içerisine dâhil etme araştırması.
Böyle bir araştırma makbuldür, mekruh değildir. Bilâkis, yetkili müctehidlere,
bunu yapmak farzdır.
2)
Rivayetler arasında ihmali mümkün veya cem'edilmesi kabil küçük farklılıkların
üzerinde fazlaca durup, dine, şeriata hiçbir faydası olmayan ince tahlillere
girişmek; benzer şeyler arasında yoktan ayrılıklar, farklılıklar çıkarmak gibi
gayretler, tahliller, araştırmalar ortaya koymak; veya aksine farklılıkları
zâhir olan muhtelif şeyleri aynı şeymiş gibi göstermek için tekellüflü te'lif
çalışmaları yapmak; delilleri, vechi olmayacak şekilde zorlamak. Selefin mekrûh
addettiği ilmî gayretler bu kısma girenlerdir. Bu çeşit boş gayretlerin zaman
kaybından başka, kişiyi, şu hadisin tehdidine maruz kılacağı da
belirtilir: هَلَكَ
الْمُتَنَطِّعُونَ "A-şırılar
helâk olmuştur". Hadiste geçen mütenattiûn'u aşırılar olarak tercüme
ettik.
Zemahşerî,
hadisin gayesi, doğruluk ve güzellikte tek veche ulaşan muhtelif kıraatlarda
münakaşa ve inadlaşmayı yasaklamaktır demiştir.
Nevevî
hadisten: "Kelâmda çeşitli edebiyat oyunları yaparak derinleşmenin, halka
hitab ederken fesahat yapacağım diye zorlamalara, yapmacıklara gitmenin, lügat
parçalamanın, irab inceliklerine inmenin kastedilip, kötülendiğini, ayrıca
faydasız, mâlayâni mevzulara dalmanın... vukûu nâdir meselelerin
inceliklerinden sual sormanın vs..." kastedildiğini söylemiştir.
İbnu
Hacer, kitap, sünnet, icma gibi ana kaynaklardaki bir asla dayanmayan
meselelerde teferruata inmede aşırı gitmeyi de buraya dâhil eder. Başka
şeylerde harcanması çok daha iyi olacak kıymetli vakitlerin, vukûu pek nadir
şeylerde harcandığına esefle parmak bastıktan sonra der ki: "Bunların en
fenası, şeriatça keyfiyetini araştırmadan sadece inanılması istenen şeyleri
didiklemek maksadıyla çokca sual sormaktır. Sözgelimi, bazı meseleler vardır
ki, meşhûd âlemde hiçbir hissî delili yoktur: Kıyametin vakti, ruhun mahiyeti,
bu ümmetin ömrünün müddeti gibi. Bunlar sadece ve sadece nakil yoluyla bilinebilecek
meseleler olduğu halde bunlardan sorular da sorulur. Halbuki bunların çoğu
hakkında nakille gelen bilgi yoktur, bunlara araştırma yapmadan iman gerekir.
Daha da fenası, bazı mevzular var ki, fazla didiklemek, kişiyi şekke ve
şaşkınlığa atar. Ebu Hüreyre tafından rivayet edilen: "İnsanlar
birbirlerine şundan bundan sora sora, şöyle sorma noktasına gelirler: "Bu
mahlûkatı Allah yarattı, öyleyse Allah'ı kim yarattı?" hadisi bu durumu
haber vermektedir."
Şu
halde sual sorma yasağı pek çok teferruata şâmil ber mevzudur. Biz bazı
meselelerini özetleyerek sunmaya çalıştık.[27]
ـ2ـ وعن علي
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسول
اللّه #: مَنْ
مَلَكَ
زَاداً
وَرَاحِلَةً
تُبَلِّغُهُ
إلى بَيْتِ
اللّهِ
الحَرَامِ وَلَمْ
يَحُجَّ فََ
عَلَيْهِ أنْ
يمُوتَ يَهُوديّاً
أوْ
نَصْرَانِيّاً
وَذلِكَ أنَّ
اللّهَ تَعالى
يَقُولُ:
وَللّهِ عَلى
النَّاسِ
حِجُّ الْبَيْتِ
مَنِ
اسْتَطَاعَ
إلَيْهِ
سَبِيً اŒية[.
أخرجه
الترمذي .
2. (1175)- Hz. Ali (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) efendimiz şöyle buyurdular:
"Kim
kendisini Beytullahi'lharam'a ulaştıracak kadar azık ve bineğe sahip olduğu
halde haccetmemişse onun Yahudi veya Hıristiyan olarak ölmesi arasında fark
yoktur. Zîra, Cenab-ı Hakk şöyle buyurmuştur: "Oraya yol bulabilen insana,
Allah için Kâbe'yi haccetmesi gerekir" (Âl-i İmrân 97). [Tirmizî, Hacc 3,
(812).][28]
AÇIKLAMA:
Hadiste,
hacc yapmaya yetecek maddî imkânı olup da hacca gitmeyenler çok ağır bir
üslubla tehdid edilmektedir: Hıristiyan veya Yahudi olarak ölme tehlikesi, yani küfür üzere ölmek. Âlimler,
bu ifadenin tağliz yani "terhib ve korkutmada şiddete başvurma"
güttüğünü belirttikten sonra şu açıklamayı
da yaparlar: Maddî imkâna rağmen farz olan haccı terketmek, ya bunun
vacib olduğunu inkâr ve istihfafdan gelir, bu ise küfürdür; ya da emr-i İlâhî'ye
isyandan gelir. Öyle ise küfre düşerek Yahudi veya Hıristiyan mertebesine inme
tehlikesi ile başbaşadır.
Haccı
terkedenlerin betahsîs Ehl-i Kitab'a benzetilmeleri, onların da kitaplarıyla
amel etmemelerinden ileri gelir. Zîra haccı yapmayan Müslüman da, kitabının
emrini terketmiş olmakla aralarında bir müştereklik hasıl olmaktadır.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), haccı emreden âyeti okuyarak, haccetmeyenin bu emr-i
İlâhî'yi inkâr veya ona isyan ettiğine ve dolayısıyla beyan ettiği vaîde delil getirmiş
olmaktadır.[29]
ـ3ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما. ]أنَّ
ا‘قْرَعَ بْنَ
حَابِسٍ
سَألَ رسولَ
اللّه #
فقَالَ:
الحَجُّ في
كُلِّ سَنَةٍ
أوْ مَرَّةً
وَاحِدَةً؟
فقَالَ: بَلْ
مَرَّةً
وَاحِدَةً.
فَمَنْ زَادَ
فَتَطَوُّعٌ[
.
3. (1176)- İbnu Abbas (radıyallahu
anhümâ) hazretleri anlatıyor: "Akra' İbnu'l-Hâbis (radıyallahu anh),
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a:
"Hacc
her sene midir, ömürde bir kere midir?" diye sordu. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm):
"Bir
keredir, fazla yapan nafile olarak yapmış olur!" diye cevap verdi."
[Ebu Dâvud, Hacc 1, (1721); Nesâî, Hacc 1, (5, 111); İbnu Mâce, Menâsik 2,
(2886).][30]
ـ4ـ وعنه
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسولُ
اللّه #: َ
صَرُورَةَ في
ا“سَْمِ[.
أخرجهما أبو داود.
»الصَّرَُورَةُ«
الذى لم يحُج
رج كان أو امرأة
.
4. (1177)- Yine İbnu Abbas (radıyallahu
anhümâ) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"İslâm'da hacc yapmamak (saruret) yoktur." [Ebu Dâvud, Hacc 3,
(1729).][31]
AÇIKLAMA:
Saruret
iki mâna taşır:
1-
Hiç hacc yapmayan kimseye denir.
2-
Ruhbanlarda olduğu şekilde evlenmeyip, bekâr kalan kimseye denir. Tâbir,
açıklanan bu iki mânasıyla cahiliye devrinde câri iki âdeti de dile getirmiş olmaktadır. İmam Mâlik
Muvatta'da, kadın saruret'i şöyle açıklamıştır: "Kadınlardan hiç haccetmeyendir,
kendisini hacca götürecek bir mahremi bulunmayan -veya böyle bir mahremi olsa
da kadını hacca götürmeye muktedir olmayan- kadına, saruret denir." İmam
Mâlik devamla, "İslâm'da saruret yoktur" prensibi için: "Böyle
bir kadın, bir grup kadına dâhil olarak hacca giderek, farz olan haccını yine
de terketmez, (din haccın terkine (sarûrete) cevâz vermez" buyurur.
Görüldüğü
üzere, İslâm'da sarûret yoktur hadisi, hacc yapabilecek güçte olan kimseye,
kadın olsun, erkek olsun hacc etmemek için ileri sürebileceği her çeşit mâzeret
kapısını kapamaya müteveccihtir.
Hadisten,
"ruhbanlarınki tarzında" bekârlığın reddi de anlaşılabilir. Zîra
İslâm, başkaca mazeret olmadıkça, dindarlık ve zühd mülâhazalarıyla bekâr
kalmayı tecviz etmemiş, meşrû addetmemiştir.[32]
ـ5ـ وله عنه
أيضاً: ]قال #:
مَنْ أرَادَ
الحَجَّ فَلْيَتَعَجَّلْ[
.
5. (1178)- Yine İbnu Abbas (radıyallahu
anhümâ), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şu sözünü rivayet etmiştir:
"Hacc yapmak isteyen acele davransın." [Ebu Dâvud, Menâsik 6,
(1732).][33]
AÇIKLAMA:
Bu
hadis hacc hususunda acele davranmanın gereğine dikkat çekmektedir. Haccın
arzuya bağlı nafile bir ibadet olmayıp, şartlara bağlı bir farz olduğu gözönüne
alınınca "hacc yapmak isteyen..." tâbirini, "hacc kime farz
olmuş ise" şeklinde anlayıp şöyle ifade etmemiz gerekir: "Bir kimseye
hacc farz oldu mu, bunu yerine getirmede acele etsin."
Öyle
ise, haccda esas olan ta'cildir. Bilhassa yurdumuzda kökleşmiş olduğu üzere
ileriki yaşlara, yaşlılığa bırakmak câiz değildir. Bu hadisin Beyhakî'deki ziyadesi
meseleye daha da açıklık getirir:
فَإنَّ
اَحَدَكُمْ َ
يَدْرِى مَا
يَعْرِضُ
لَهُ مِنْ
مَرَضٍ اَوْ
حَاجَةٍ
"Zîra sizden kimse, başına
ne gelecek bilmez; hastalanacak mı, fakir duruma mı düşecek?"
Bu
hadise dayanan Ebu Hanife, İmam Mâlik ve bir kısım Şafiî ulemâsı, haccın fevrî
bir vecibe olduğuna, yani vâcib olur olmaz, tehir edilmeden getirilmesi
gereğine hükmetmişlerdir. Ancak İmam Şafiî, Evzâî, Ebû Yusuf ve Muhammed
eş-Şeybânî (rahimehumullah), haccın beşinci veya altıncı hicret yılında farz kılınmış olmasına rağmen
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın onuncu yılda haccetmiş olmasını nazar-ı
dikkate alarak, hacc farizasının fevrî bir vecibe olmayıp geciktirilebileceğini
söylemişlerdir.
Ancak
hemen belirtelim ki, bu görüşe katılmayanlar:
a)
Haccın farz kılınma zamanının münâkaşalı ve hattâ bazılarınca 10. hicrî yıl
kabûl edildiğini, bu durumda te'hir olmadığını,
b)
10. yıldan önce farzedilmiş olsa bile, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in, haccda çırılçıplak vaziyette hacc yapan müşriklerle karışık
olarak hacc yapmak istemediği için tehir ettiğini ve dolayısiyle Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın te'hirinde meşru bir özür bulunduğunu söyleyerek
görüşlerinin isabetliliğini müdâfaa etmişlerdir.
Hacc
yapanlar, günümüz şartlarında dahi, hacc
ibadetinin gençlikte yapılması gereken meşakkatli bir ibadet olduğunu te'yid
etmektedir.[34]
ـ6ـ وعن جابر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]سُئِلَ رسول
اللّه # عَنِ
الْعُمْرَةِ
أوَاجِبَةٌ
هِىَ؟ فقَالَ:
َ. وَأنْ
تَعْتَمِرُوا
هُوَ أفْضَلُ[
.
6. (1179)- Hz. Câbir (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan:
"Umre
vacib midir?" diye sorulmuştu, şu cevabı verdi:
"Hayır!
Ancak, umre yapmanız faziletli bir ameldir." [Tirmizî, Hacc 88. (931).][35]
AÇIKLAMA:
Umre
hakkında, mevzuun başında ve ayrıca 1165 numaralı hadisin açıklamasında yeterince durulmuştur.
Oralarda kaydettiğimiz üzere bir kısım âlimler (Şafiî, Ahmed vs.), umrenin vacib olduğunu söylerken, diğer
bazıları (İmam Mâlik, Ebû Hanife vs.) nafile olduğuna hükmetmişlerdir. (Önceki
bahislere bakılmalıdır.)[36]
ـ7ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]الْعُمْرَةُ
وَاجِبَةٌ[
أخرجهما
الترمذى .
7. (1180)- İbnu Abbas (radıyallahu
anhümâ)'ın: "Umre vacibtir" dediği rivayet olunmuştur. [Tirmizî, Hacc
88, (931).][37]
AÇIKLAMA:
İmam-ı
Şafiî'nin bir rivayetine göre, kendisine İbnu Abbâs'ın umre hakkında
"vacibtir" diye hükmettiği ulaşmıştır. Buharî'nin muallak olarak
kaydettiği bir rivayet de bunu destekler: وَقَالَ
اِبْنُ
عَبَّاسٍ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُما:
إنَّهَا
لَقَرِينَتُهَا
فِى كِتَابِ
اللّهِ
"İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ): "Umre, Allah'ın kitabında haccla birlikte zikredilmiştir"
demiştir." Bunu te'yid eden bir başka rivayeti Hâkim, Atâ'dan
kaydetmiştir. Atâ'nın bildirdiğine göre İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ): اَلْحَجُّ
وَالْعُمْرَةُ
فَرِيضَتَانِ
"Hacc ve umre iki farz
ibadettir" buyurmuştur.
Hacc
ve umre hakkında bu mevzuun giriş kısmında gerekli tahlili yaptığımız için
tekrar etmiyeceğiz.[38]
ـ8ـ ومثله عن
ابن مسعود:
]وكانَ يَقرأ:
وَأتَمُّوا
الحَجُّ
وَالْعُمْرَةَ
إلى
الْبَيْتِ،
وَكانَ
يقُولُ: لَوَْ
التَّحَرُّجُ،
وَأنِّى لَمْ
أسْمَعْ مِنْ
رسول اللّه #
في ذلِكَ
شَيْئاً
لَقُلْتُ
الْعُمْرَةُ
وَاجِبَةٌ[. أخرجه
رزين .
8. (1181)- Yukarıdaki rivayetin bir
benzeri İbnu Mes'ud'dan yapılmıştır. İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) hazretleri
şöyle kıraat ederdi: واتِمُّوا
الْحَجَّ
وَالْعُمْرَةَ
إلى
الْبَيْتِ ve derdi ki: "Eğer günah olmasaydı -Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'dan bu mevzuda hiç bir şey işitmemiş olmama rağmen-
umre vaciptir derdim." [Rezîn ilavesi.][39]
AÇIKLAMA:
1-
Anlaşıldığı üzere, İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) da umrenin vacib olduğu
görüşündedir, tıpkı İbnu Abbas gibi.. واتِمُّوا
الْحَجَّ
وَالْعُمْرَةَ
للّهِ "Başladığınız haccve umreyi Allah için tamamlayın"
(Bakara 196) âyetini, -Ebu Hayyân'ın el-Bahru'l-Mühit'de dediği üzere- tefsir
mâhiyetinde şöyle okumuştur: واتِمُّوا
الْحَجَّ
وَالْعُمْرَةَ
إلى
الْبَيْتِ "Beytullah'a
olan hacc ve umreyi Allah için tamamlayın." Şu halde bu, farklı bir
kıraatten ziyade, tefsirî bir ziyade olmaktadır.
2-
İbnu Mes'ud, umrenin vacib olduğuna
öylesine inanmıştır ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan onun
vacib olduğuna dair hiçbir şey işitmemiş olduğunu belirttikten sonra:
"Günaha girmiş olmaktan korkmasaydım umre vâcibtir diyecektim" der.
Şu
halde İbnu Mes'ud, umrenin vâcib olduğuna dair, Resûlullah'tan hiç bir şey
işitmediğini alçıklamış olmaktadır. Fetvalarında hep İbnu Mes'ud'u esas alan
Ebu Hanife (rahimehullah), "Umre vâcib değildir" derken de İbnu
Mes'ud'un bu riayetine muhalefet etmemiş olmaktadır.[40]
Bu
babta İKİ FASIL ile ÜÇ FER' vardır.
BİRİNCİ
FASIL
MÎKAT
HAKKINDADIR
*
İKİNCİ
FASIL
İHRAM
VE HARAMLAR HAKKINDADIR
*
BİRİNCİ
FER'
TELBİYE
*
İKİNCİ
FER'
İHRAM
YASAGI İHLALİ
*
ÜÇÜNCÜ
FER
CEZÂU'S-SAYD
(AVLANMANIN HÜKMÜ)
Hacc
ve umre ibadetlerinin kendine has menâsiki vardır.[41]
Bunlardan biri ihramdır. İşte, Mekke dışından hacc için gelenlerin ihram
giymeleri şart olan yerlerden her birine mîkat denir. Mekke'ye gelinen istikâmete göre mîkat yerleri farklıdır ve
toplam beş adet mîkat vardır: Zülhuleyfe, Zat-ı Irk, Cuhfe, Karn, Yelemlem.
Mekke'de
bulunanların hacc için mîkatı Mekke'dir. Umre için, Mekke'nin Harem bölgesinin dışında ihram giymesi gerekir. Bu
maksadla Mekke'ye en yakın Ten'im mevkii vardır, oraya gidip ihram giymesi
gerekir.
İhram
giyme vaktine de mîkat denir. Mîkat
mahallerinden önce de ihrame girilebilir.
İhramla
ilgili yasaklar ihramın giyildiği yerden itibâren başlar. Mecburi ihram giyme
yerleri, gelinen istikametlere göre şöyledir:
1-
Zülhuleyfe: Medine istikametinden
gelenlerin mîkatıdır. Mekke' ye en uzak mîkattır. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Veda haccında burada ihrama girmiştir. Şimdilerde
Âbâr-ı Ali veya Ebyâr-ı Ali denilmektedir. Mekke'ye 450 km uzaklıktadır.
2-
Cuhfe: Şam yönünden gelenlerin mîkatıdır. Mekke'ye 187 km. mesafededir.
3-
Zat-ı Irk: Irak istikâmetinden gelenlerin mîkatıdır.
4-
Karn: Necid bölgesi cihetinden gelenlerin mîkatı olup Mekke'ye 54 km.
mesafededir.
5-
Yelemlem: Yemen tarafından gelenlerin mikatıdır. Mekke'ye uzaklığı 54 km'dir,
en yakın olanı budur.
Kızıl
Deniz'in Süveyş cihetinden gelenler, Cuhfe
yakınındaki Râbiğ hizasında,
Cidde tarafından gelenler Cidde'de ihrama girmektedirler, buralar da mîkat
sayılmaktadır.[42]
ـ1ـ عن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]أشْهُرُ
الحَجِّ
شَوَّالٌ
وَذُو
القَعْدَةِ
وعَشْرٌ مِنْ
ذِي
الحِجَّةِ[.
أخرجه البخارى
ترجمة .
1. (1182)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) dedi ki: "Hacc ayları Şevvâl, Zülkade ve Zilhicce'den de on
gündür." [Buharî, Hacc 33 (Tercüme, yani bâb başlığı olarak senetsiz
kaydetmiştir.)][43]
AÇIKLAMA:
Haccın
menâsikini îfa edebilmek için muayyen zamanlar vardır. Bu zamanlar dâhilinde
yapıldıkları takdirde menâsik muteber olur. Sadedinde olduğumuz rivayet bu
vakitleri bildirmektedir. Bu aylara eşhür-i hacc veya mevsim-i hacc denir.
Bunlar Şevval, Zilkade aylarıyla Zilhicce'nin ilk on günüdür. Bunlar dışında
menâsik îfa edilemez. Bu husus âyet-i kerime ile de tavzih edilmiştir. (Meâlen): "Hacc
bilinen aylardandır. O aylarda hacca girişen kimse bilmelidir ki, haccda kadına
yaklaşmak, sövüşmek, döğüşmek yoktur..." (Bakara 197).
İbnu
Abbâs, İbnu Ömer, İbrahim Nehâî, Şa'bî, Mücâhid, Hasan Basrî, Ahmed İbnu Hanbel
hazerâtı Zilhicce'nin onuncu gününün de hac mevsimine dahil olduğunu
söylemişlerdir. Hanefi mezhebi de bu görüştedir. Haccın son rüknü olan tavaf-ı
ziyâret bu günde yapılır.
İmam
Şafiî Zilhicce'nin dokuzunu sayar, onuncu gününü saymaz.
İmam
Mâlik bütün Zilhicce ayını hacc mevsimine dâhil addeder. Ona göre ayette geçen
eşhür şehr'in cem'idir. Arapça'da cem'in en azı üçtür. Âyette eşhür dendiğine
göre bu üç ay tam olarak hacc aylarıdır. Ancak Şâfiî ve Mâlik hazretlerinin
sözleri mütearif malûmata aykırıdır.
Hacc
mevsimi, belirtilen bu vakitlerin dışına çıkarılamaz. Hanefî ve Mâlikîler
haccın şerâit-i mütekaddimesinden olan ihrama bu aylar dışında da
girilebileceğini kabul ederler, ancak sünnete aykırı olduğu için mekruh
addederler. Şafiî hazretler i ise hiç câiz görmez ve "Bu, hacc değil umre
olur" der.
Gerek
temettu, gerek kıran ve gerekse ifrad haccının geri kalan menâsikinin sahih
olması için bu sayılan aylar içinde yapılmasının şart olduğunu söylemekte hepsi
ittifak eder.
Buharî'nin
kaydettiğine göre, Horasan fâtihi
Abdullah İbnu Âmir, Horasan'ı
fethedince, bu lütf-i İlâhi'ye şükür olarak, Horasan'dan Medine'ye kadar
ihramlı gitmeye ahdeder ve Nisâbur'da ihrama girer. Medine'ye varıp Hz.Osman'ın
huzuruna çıkınca, Hz.Osman (radıyallahu anh) onu bu davranışı sebebiyle ayıplar. Ayıplama
sebebini, bazı âlimler Mekke ile Horasan arasındaki uzaklığın eşhürü'lhacc mesafesinden
fazla olmasıyla yani, hacc mevsimi dışında ihrâma girmiş olmasıyla izah
ederler. Dolayısiyle Hz. Osman bunu hoş karşılamamış ve ayıplamıştır.[44]
ـ2ـ وعن هشام
بن عروة ]أنَّ
عَبْدَ
اللّهِ بْنَ
الزُّبَيْرِ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما: أقَامَ
بِمَكَّةَ
تِسْعَ
سِنِينَ
يُهلُّ
بِالْحَجِّ
لِهَِلِ ذِى الْحِجَّةِ،
وَعُرْوَةُ
مَعَهُ
يَفْعَلُ ذلِكَ[
.
2. (1183)- Hişâm İbnu Urve (merhum)
anlatıyor: "Abdullah İbnu Zübeyr (radıyallahu anhümâ) Mekke'de dokuz yıl
ikâmet etti. Bu esnada Zilhicce'nin
hilâli ile yüksek sesle telbiyeye başladı. (Kardeşi) Urve de onunla aynı
şeyi yapardı" [Muvatta, Hacc 50, (1, 339).][45]
AÇIKLAMA:
Bu
rivayet, Abdullah İbnu Zübeyr'in Mekke'de geçirdiği hilâfet yılları esnasında
hacc mevsiminin başlamasıyla, diğer hacılar gibi bulunduğu yerde telbiyeye
başladığını anlatmaktadır. Daha önce de söylendiği üzere, Mekke'de oturanlar
-ister yerli ister dışardan gelen (âfakî) olsun- hacc mevsimi başlar başlamaz
bulundukları yerde ihrâma girerek telbiyeye başlarlar. (Telbiye: yüksek sesle Lebbeyk Allahümme lebbeyk... duasını
okumaktır.) Mekke'nin dışında olan Mekkeliler hacc yapmak diledikleri takdirde Mekke'ye dönerken
geçtikler yerdeki mîkatta âfakiler gibi ihrama girerler.
Hacc
için Mekke'de ihram giymiş olanlar, Kâbe tavafını ve Safâ ile Merve arasındaki
sa'yi Mina dönüşüne te'hir ederler. İmam Mâlik, Abdullah İbnu Ömer'in böyle
yaptığını belirtir.[46]
ـ3ـ وعن
القاسم بن
محمد ]أنَّ
عُمَرَ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ قالَ:
يَا أهْلَ
مَكَّةَ مَا
شأنُ
النَّاسِ
يأتُونَ
شَعْثاً
وأنْتُمْ مُدَّهنُونَ
أهِلُّوا
إذَا رَأيْتُمُ
الهَِلَ[.
أخرجهما
مالك.»الشَّعِثُ«
البعيد العهد
بِتَسْرِيح
الشعر وغسله .
3. (1184)- Kasım İbnu Muhammed
anlatıyor: "Hz. Ömer (radıyallahu anh) Mekkelilere şöyle hitab etti:
"Ey Mekkeliler! Ne oluyor da uzak diyardan gelenler saçları dağınık vaziyette
iken sizler yağlanıyorsunuz? (Zilhicce) hilâlini görünce siz de telbiyede
bulunun." [Muvatta, Hacc 49, (1, 339).][47]
AÇIKLAMA:
Mekke'ye
dışardan hacc için gelenler (âfakiler) ihramları sebebiyle saçlarına yağ sürüp
taramadıkları için, Hz. Ömer (radıyallahu anh) onlara kasden "saçları
dağınık" tâbirini kullanmıştır.
Şa's,
bakımsız, taranmamış ve kirli saça denir. Mekkeliler ihramsız olmaları
sebebiyle saçlarını yağlayıp taradıkları için Hz. Ömer onlara, "Sizler
yağlanıyorsunuz" demiştir.
Hz.
Ömer sanki şöyle demektedir: "Buraya uzaktan gelenlerin, tâzimen saçları
karışık olunca buranın yerlileri olan sizlerin bu tâzim vaziyetine girmesi evla
ve ensebtir."
Nitekim,
bu maksadını daha açık olarak şöyle dile getirmiştir: "(Zilhicce ayına
girip) hilâli görünce siz de ihrama girin ve telbiyeye başlayın."
Abdullah
İbnu Ömer (radıyallahu anh) ise terviye günü[48]
(yani Zilhicce'nin 8. günü) telbiyede bulunmakla babasına muhalefet etmiştir.
Her iki görüşü de benimseyen fukahâ mevcuttur.[49]
ـ4ـ وعن عطاء
]أنَّهُ
سُئِلَ عَنِ
المُجَاوِرِ
مَتَى
يُلَبِّى
بِالْحَجِّ.
فقَالَ: كانَ
ابْنُ عُمَرَ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُما
إذَا أتى
مُتَمَتِّعاً
يُلَبِّى
بِالحَجِّ
يَوْمَ
التَّرْوِيَةِ
إذَا صَلَّى
الظُّهْرَ
واسْتَوى
عَلى
رَاحِلَتِهِ[.
أخرجه
البخارى ترجمة.»يَوْمُ
التَّرّوِيَةِ«
هو الثامن من
ذى الحجة، سمى
بذلك ‘نهم
كانوا يرتوون من
الماء فيه .
4. (1185)- Atâ'ya: "Mücâvir
(Mekke'de ikâmet eden) hacc için ne zaman telbiyede bulunur?" diye
sorulmuştu. Şu cevabı verdi: "İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) mütemetti
olarak gelince, terviye günü, öğleyi kılıp, devesine bindi mi hacc için
telbiyede bulunurdu." [Buharî, Hacc 82, (Tercüme yani bab başlığı olarak
kaydedilmiştir. Senetsizdir.][50]
AÇIKLAMA:
1-
Önceki rivayetin açıklamasında da kaydettiğimiz üzere İbnu Ömer, Zilhicce'nin
sekizinci günü, yevm-i terviyede ihrama girmektedir. Buharî'nin kaydına göre,
kendisine: "Herkes Zilhicce hilâli görülünce ihrama girdiği halde sen
terviye gününe kadar girmiyorsun?" diye sorulunca: "Ben, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı bineği yola çıkarıncaya kadar telbiye yapar
görmedim" diye cevap verir.
2-
Mütemetti, umre ve haccını ayrı ayrı
ihram giyerek eda eden demektir. Yani önce umre için ihram giyer,
umreyi tamamlayınca ihramdan çıkar. Bir
müddet ihramsız, yasaksız yaşadıktan sonra, hacc için yeniden ihrama girer. Şu
halde sadedinde olduğumuz hadis, Adullah İbnu Ömer (radıyallahu anh)'in,
temettu haccı yaptığını, haccetmek üzere ihrama, Zilhicce'nin sekizinde
girdiğini, öğle namazını kıldıktan sonra Mina'ya gitmek üzere devesine binince
telbiye getirmeye başladığını ifade etmektedir. İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ),
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı haccı böyle eda ederken gördüğü için bu
tarzda hareket etmiştir.[51]
ـ5ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]مِنَ
السُّنَّةِ
أنْ َ
يُحْرَمَ
بِالْحَجِّ
إَّ في أشْهُر
الحَجِّ[.
أخرجه
البخارى
ترجمة أيضاً .
5. (1186)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) şunu söylemiştir: "Hacc için, sadece hacc aylarında ihrama girmek
sünnettendir." [Buharî, Hacc 33 (tercüme yani bab başlığı olarak kaydetmiştir).][52]
AÇIKLAMA:
1-
Hacc ayları (eşhürü'lhacc) Şevvâl, Zilkade ve Zilhicce'dir. Hacc menâsiki bu
aylarda başlatılabilir. 1182 numaralı hadiste açıklandığı üzere hacc
menâsikinden olan ihrama, bu ayların dışında da girilmesinin câiz olduğu bir
kısım ulemâca kabul edilmiş, ancak mekruh addedilmiştir. Sünnete uygun olanı,
İbnu Abbas (radıyallahu anh) hazretlerinin belirttiği üzere bütün menâsikin
mezkur üç ay içerisinde başlatılmasıdır.[53]
ـ6ـ وعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]قال رسولُ
اللّه #:
يُهلُّ أهْلُ
الْمَدِينَةِ
مِنْ ذِي
الحُلَيْفَةِ،
وَيُهِلُّ
أهْلُ الشَّامِ
مِنْ
الْجُحْفَةِ،
وَيُهِلُّ
أهْلُ نَجْدٍ
مِنْ قَرْنٍ[.
أخرجه الستة .
6. (1187)- İbnu Ömer (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Medineliler Zülhuleyfe'de, Şamlılar
Cuhfe'de, Necidliler Karn'da ihrama girer, telbiyeye başlar." [Buharî,
Hacc 8, 5, 10, İlm 52, İ'tisam 16; Müslim, Hacc 1347, (1182); Muvatta, Hacc 22,
(1,330); Tirmizî, Hacc 17, (831); Ebû Dâvud, Menâsik 9, (1737); Nesâî, Hacc 17,
18, 21, (5,122-125).][54]
ـ7ـ وفي
رواية: قال
ابن عمر
]وَذكِرَ لى
ولَمْ أسْمَعْ
أنَّ رسولَ
اللّه # قالَ.
وَيُهِلُّ أهْلَ
الْيَمَنِ
مِنْ
يَلَمْلَمَ[ .
7. (1188)- Bir rivayette İbnu Ömer der
ki: "Bizzat işitmemekle beraber, bana söylendiğine göre, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurmuştur ki: "Yemenliler de Yelemlem'de ihrâma
girerler." [Buharî, Hacc 8, İlm 52, İ'tisâm 16; Müslim, Hacc 13-18 (1182).][55]
AÇIKLAMA:
İbnu
Ömer, Resûlullah'tan rivayet hususundaki hassâsiyetinin bir ifadesi olarak,
Yahudilerin ihrama girme yeri ile ilgili haberi "Resûlullah'tan bizzat
işitmedim ama, söylendiğine göre Yemenliler'in de Yelemlem'de ihrama
gireceklerini söylemiş"
diyerek rivayet etmiştir. Buharî
ve Müslim'de muhtelif vecihlerden
kaydedilmiş olan bu haberin, Buharî' nin Kitâbu'l-İlm'deki vechi hepsinden farklı bir mahiyet taşır:
وَيَزْعُمُونَ
اَنَّ
رَسُولَ
اللّهِ #
قَالَ:
وَيُهِلُّ
اَهْلُ
الْيَمَنِ
مِنْ يَلَمْلَمْ
وَكَان ابْنُ
عُمَرَ
يَقُولُ لَمْ
اَفْقَهْ
هذِهِ مِنْ
رَسُولِ
اللّهِ #
"...Bazılarının zu'muna
göre Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Yemenliler de Yelemlem'de
ihrâma girerler" buyurmuştur. Ben bunu, Resûlullah'ın nasıl söylediğini
anlamadım."
İbnu
Ömer dışında pek çok sahâbî, Yemenliler'in
mîkatının Yelemlem olduğunu kesin bir şekilde Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'tan rivayet ederler.[56]
ـ8ـ وفي أخرى
للبخارى:
]أنَّ رَجًُ
سألَهُ مِنْ
أيْنَ
يَجُوزُ لِى
أنْ
أعْتَمِرَ.
فقَالَ: فرَضَهَا
رسولُ اللّه #:
‘هْلِ نَجْدٍ
قَرْناً،
وَ‘هْلِ
المَدِينَةِ
ذَا
الحُلَيْفَةِ،
وَ‘هْلِ
الشَّامِ
الجُحْفَةَ،
وَلَمْ
يَزِدْ[ .
8. (1189)- Buharî'de gelen bir diğer
rivayette belirtildiği üzere, bir zât (Abdullah İbnu Ömer'e) gelerek:
"Umre için nerede ihrama girmem câiz olur?" diye sorunca:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) mîkat yerleri olarak Necidliler için
Karn'ı, Medineliler için Zülhuleyfe'yi, Şamlılar için Cuhfe'yi belirledi"
demiş, başka bir mîkat yeri zikretmemiştir." [Buharî, Hacc 3.][57]
ـ9ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]وَقَّتَ
رسولُ اللّه #
‘هلِ
المَدِينَةِ
ذَا الحُلَيْفَةِ،
وَ‘هْلِ
الشَّامِ
الجُحْفَةَ،
وَ‘هْلِ
نَجْدٍ
قَرْنَ
المَنازِلِ،
وَ‘هْلِ
الْيَمَنِ
يَلَمْلَمَ.
قال: فَهُنَّ
لَهُنَّ
وَلِمَنْ أتَى
عَلَيْهِنَّ
مِنْ غَيْرِ
أهْلِهِنَّ
مِمَّنْ
أرَادَ
الحَجَّ
وَالعُمْرَةَ.
وَمَنْ كانَ
دُونَهُنَّ
فَمُهَلُّهُ
مِنْ أهْلِهِ
وَكذلِكَ
حَتَّى أهلُ
مَكَّةَ
يُهِلُّونَ
مِنْهَا[. أخرجه
الخمسة إ
الترمذى .
9. (1190)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) demiştir ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Medineliler
için Zülhuleyfe'yi, Şamlılar için Cuhfe'yi, Necidliler için Karnu'l-Menâzil'i[58],
Yemenliler için Yelemlem'i mîkat yerleri
olarak ta'yin etmiştir. Bu yerler, ora ahalileri ve oraya başka yerlerden hacc
ve umre yapmak maksadıyla gelenler için mîkat yerleridir. Bu söylenen mîkat
yerlerinin berisinde (yani mîkatlarla Mekke arasında) bulunanlar için mîkat,
bulunduğu yerdir. Daha yakın yerde olanlar da böyledir. Nitekim Mekkeliler de
Mekke'de ihrama girerler." [Buharî, Hacc 7, 9, 11, 12, Cezâu's-Sayd 18;
Müslim, Hacc 11, (1181); Ebû Dâvud, Menâsik 9, (1737); Nesaî, Hac 20, 23, (5,
123-125).][59]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivayet mîkatlarla ilgili bilinmesi gereken yer isimlerini belirtmekten
başka iki umumî prensibi açıklıyor:
a)
Resûlullah tarafından belirlenen
mîkatlar, sadece ora halkı için değil, oradan geçen her bir Müslüman içindir.
Söz gelimi Yemen cihetine bir iş için
giden Suriyeli bir Müslüman hac mevsimi içinde dönüş yapıp haccetmeyi
arzu ederse Yelemlem'de ihrama girer. Suriyelilerin aslî mîkatı olan Cuhfe'ye
gitmesi gerekmez.
b)
Belirlenen mîkatların iç kısmında kalan yerlerde ikâmet eden kimseler,
bulundukları yerlerde hacc ve umre ihramını giyebilirler. Harem dahilinde
(Mekke'de) bulunan bir kimse (Mekke'nin yerlisi veya Mekke'de bulunan bir
âfâkî) umre için ihrama girecekse
Harem'in dışına çıkması gerekir. Harem'in Mekke'ye en yakın hududu Ten'im'dir.
Günümüzde Ten'im Camiî bu maksadla en güzel şekilde tanzim edilmiş durumdadır.[60]
İhram
için, Hz. Peygamber'in zikrettiği bu yerlere gelmek vecibe midir, oralara
gelmeden ihrama girilemez mi?Bunun cevabı âlimlerce farklı şekillerde
verilmiştir:
a)
İmam-ı Âzam ve İmam Şafiî, Sevrî (rahimehumullah) gibi bir kısım ulemâya göre
Mîkat'tan daha uzak yerde ihrama girmek kerâhetsiz caizdir. Çoğunlukla
Şâfiîler, mîkatta giyinmeyi sünnete uyduğu için efdal bulurlar. Daha yakın
yerde caiz değildir. Mîkatı ihramsız olarak geçip, sonradan ihram giyerse bu
koyun kesmeyi gerektiren bir cinayet olur. Ancak geri dönüp, mîkatda ihramı
giyerse ceza düşer. İmam-ı Âzam ve Şâfiî hazretleri, ihram yasaklarına gücü
yetecek olan kimselerin mîkattan önce ihrama girmesini daha faziletli
bulmuşlardır. İbnu Mes'ud, Hz. Ali, İmrân İbnu Husayn, İbnu Abbâs, İbnu Ömer ve
Abdullah İbnu Âmir (radıyallahu anhüm ecmaîn) gibi Ashab'tan bir kısmı bu
şekilde hareket etmiştir. 1168 numaralı hadiste gördüğümüz üzere, buna
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın teşvikini bile zikretmek mümkündür.
Mîkattan
önce ihrama girmek efdal diyenler herkesin evinde ihrama girmesinin daha
muvafık olduğunu, mîkata kadar girmemenin bir ruhsat olduğunu da söylerler.
Öyle
ise, ihrama, zikredilen mîkatların hizasında başka noktalarda da girilebilir,
caizdir. (1193. hadisde açıklanacak).
b)
İmam Mâlik, Hasan Basrî, Atâ gibi bazıları mîkattan evvel ihrama girmenin
mekruh olduğuna hükmederler. Bunların delili Ashab'tan Hz. Ömer, Hz. Osman
(radıyallahu anhümâ) gibi bazılarının bunu hoş karşılamamış olmasıdır. Nitekim
Hz. Ömer, İmrân İbnu Husayn'ın Basra'dan ihrama girmesini, Hz. Osman da
Abdullah İbnu Amir'ın Nisabur'dan ihrama girmesini iyi karşılamayıp
ayıplamışlardır.
c)
Zâhirîler'den İbnu Hazm, mîkat dışında ihrama girmenin haram olduğunu söyler.
Ona göre, mîkattan evvel ihrama girip mîkatı geçen kimsenin ne haccı ne de umresi câiz değildir. Ancak,
mîkata vardığında ihramını yenilemeye niyet etmişse o zaman bu ihramı sahih olur.[61]
Hanefîlere
göre, ihram esas itibariyle Harem bölgesine hürmet için giyilir. Yani, sadece
umre veya hacc niyetiyle değil, ticâret, ziyaret, ilim gibi bir başka maksadla
Mekke'ye gitmek isteyen mü'min bu
mukaddes beldeye hürmeten ihramlı olarak girmesi gerekir. Mîkatları
ihramlı geçmek vâcibtir.
Şâfîîlere
göre, hacc ve umre kasdı yoksa Harem’e ve Mekke’ye ihramsız girilebilir,
caizdir.
*
Mîkat sınırları ile Harem bölgesi arasında kalan -ki Hıll denir- yerlerde
bulunanlar, hacc ve umre dışında Mekke'ye
girmek için ihram giymek mecburiyetinde değildirler.
*
Mîkat sınırları dışına çıkmadıkça, Harem bölgesinin dışına çıkan Mekkeliler,
tekrar Mekke'ye girerken ihram giymek zorunda değildir.
*
Doğrudan Harem bölgesi veya Mekke'ye girmek kasdı olmadan Hıll bölgesine girmek
isteyen âfakilerin mîkatta ihram giymesi gerekmez. Bu şekilde Hıll dahiline
ihramsız girmiş bulunan bir âfakî, bilahere, Harem'e veya Mekke'ye girip çıkmak
istese, Hıll bölgesinde ikâmet edenlerin hükmüne tâbi
olurlar. Hacc ve umre için bulundukları yerde ihrama girerler, ticaret,
ziyaret gibi maksadlarla girecek olurlarsa ihram gerekmez. İhram olmaksızın
Kâbe'yi de tavaf edebilirler.
*
Hacc veya umresini tamamlayan hacı ihramdan çıktıktan sonra, Hıll bölgesi
hududundan çıkmadıkça Mekke'ye girişlerinde ihram giymez. Mesela Mîkat mahalli
olan Cidde'ye gidecek olsa, ihrama girmeden tekrar Mekke'ye dönebilir.
*
Hıll bölgesinin dışına çıkıldığı takdirde, ister âfakî olsun, isterse Mekkeli
olsun, tekrar girerken mîkatta ihrama girmesi gerekir.
* İhramlı
kimsenin uyması gereken bir kısım yasaklar vardır. 1193-1261 numaralar arasındaki hadisler, ihram ve yasaklarıyla
ilgilidir.
*
Harem bölgesinin sınırları Hz. İbrahim (aleyhisselam) tarafından çizilmiştir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ise, bu yerleri hususî şahıslar
göndererek işaretletmiştir[62].[63]
ـ10ـ وفي
رواية:
]وَمَنْ كَانَ
دُونَ ذلِكَ
فَمِنْ
حَيْثُ
أنْشَأ
حَتَّى أهْلُ
مَكَّةَ مِنْ
مَكَّةَ[ .
10. (1191)- Bir rivâyette şöyle
denmiştir: "Kim (mîkatlerin) berisinde ise, (niyeti) başlattığı yerde
ihram giyer, öyle ki, Mekkeliler Mekke'de (ihrama girerler). [Buharî, Hacc 7;
Ebu Dâvud, Menâsik 9, (1737).][64]
AÇIKLAMA:
Bu
rivayet, aslında önceki rivayetin devamı ve bir parçasıdır. فَمِنْ
حَيْثُ
أنْشَأَ cümlesinin mef'ûlü takdire kalmıştır. Şârihlerin
bazısı "Hacc veya umre için seferi başlattığı yer" diye takdir ettiği
gibi "hacc veya umre için niyetini başlattığı yer" olarak da
takdir etmişlerdir.
Hıll
bölgesine hacc ve umre kasdı olmadan giren ve dolayısıyla ihramsız olan
âfakilerin, bilahare hacc veya umreye niyet etmeleri halinde, ihram giymek için
mîkata dönmeden bulundukları yerde ihram giyebilme ruhsatları, hadiste gelmiş
olan: فَمنْ
حَيْثُ
أنْشَأ
"Nerede başlattı ise orada" ibaresinden
çıkarılmıştır. Başlatılan şey âfakî için "niyet" denmesi, Hıll
bölgesi sakinleri için "sefer" denmesi daha muvafık gözüküyor.[65]
ـ11ـ وعن أبى
الزبير قال:
]سُئِلَ
جابِرٌ رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ عَنِ
المُهَلّ
فقَالَ: سمعتُ
رَسولَ اللّه
# يَقُولُ:
مُهَلُّ
أهْلِ المَدِينَةِ
مِنْ ذِى
الحُليْفَةِ،
وَالطَّرِيقُ
اŒخرُ
الجحْفَةُ،
وَمُهَلُّ
أهْلِ
العِراقِ
مِنْ ذَاتِ
عِرْقٍ،
وَمُهَلُّ
أهْلِ نَجْدٍ
مِنْ قَرْنِ
المَنَازِلِ
وَمُهَلُ
أهْلِ
الْيَمَنِ
مِنْ
يَلمْلَمَ[.
أخرجه مسلم .
11. (1192)- Ebu'z-Zübeyr anlatıyor: "Hz. Câbir (radıyallahu
anh)'e ihrama girme yerinden sorulmuştu. Şu cevabı verdi: "Ben Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu hususta
şöyle söylediğini işittim. "Medineliler'in ihrama girme yeri
Zülhuleyfe'dir. Diğer yol Cuhfe'dir. Iraklılar'ın ihrama girme yeri Zât-ı
Irk'dır. Necidliler'in ihrama girme yeri Karnı'l-Menâzil'dir. Yemenliler'in
ihrama girme yerleri Yelemlem'dir." [Müslim, Hacc 18, (1183).][66]
ـ12ـ وعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]لَمَّا
فُتِحَ
هذَانِ
المِصْرَانِ
أتَوْا عُمَرَ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ.
فقَالُوا يَا أمِيرَ
المُؤمِنِينَ:
إنَّ رسول
اللّه # حَدَّ
‘هْلِ نَجْدٍ
قَرْناً وَهُوَ
جَوْرٌ عَنْ
طَرِيقِنَا،
وَإنَّا إنْ أَرَدْنَا
أنْ نَأتِىَ
قَرْناً
شَقَّ عَلَيْنَا.
قالَ:
فانْظُروُا
حَذْوَهَا
مِنْ طَرِيقِكُمْ
فَحَدَّ
لَهُمْ ذَاتَ
عِرْقٍ[. أخرجه
البخارى.»المِصْرُ«
المدينة،
والمراد بهما هنا:
الكوفة
والبصرة .
12. (1193)- İbnu Ömer (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Şu iki memleket (Basra ve Kûfe) fethedildiği zaman Hz. Ömer
(radıyallahu anh)'e halk gelip:
"Ey
mü'minlerin emîri! Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Necidliler için Karn'ı
(mîkat olarak) tesbit etti. Orası bizim yolumuza sapa düşer. (Buradan) Karn'e
gitmeye kalksak, bize zor olur!" dediler. Hz. Ömer (radıyallahu anh)
onlara:
"Öyleyse
onun kendi yolunuzdaki hizasına bakın" dedi ve onlar için Zât-ı Irk'ı tesbit etti."
[Buhârî, Hacc 13.][67]
AÇIKLAMA:
1-
Hadis metninde geçen Mısr, şehir demektir. Mısrân ile Kûfe ve Basra muraddır.
Ancak Kûfe ve Basra şehirleri Müslümanlar tarafından kurulmuş olduğu için,
hadiste esas kastedilen bu iki şehrin arâzisidir.
2-
Hadisin zâhirine göre Zât-ı Irk'ı mîkat olarak Hz. Ömer (radıyallahu anh)
şahsî re'yi tesbit etmiş olmalıdır. İmam
Şâfiî'den: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Meşrık ahalisi için hiçbir
mîkat belirlememiştir. Halk, Zât-ı Irk dağlarını ittihaz etti" dediği
rivayet edilmiştir.
Ahmed
İbnu Hanbel de bu mevzuya giren bir
rivayette İbnu Ömer' in : فآثَرَ
النَّاسُ
ذاتَ عِرْقٍ
عَلى قَرْنٍ "İnsanlar
Zât-ı Irk'ı Karn'a tercih etti" dediği kaydedilir.
Bir
başka rivayette Hz. İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) mîkatları sayınca, bir
adamın: "Irak'ın mîkatı nerede?" diye sorduğu, İbnu Ömer'in de:
"O gün Irak yoktu (yani henüz fethedilmiş değildi)" diye cevap
verdiği belirtilir.
Irak'ın
mîkatının Hz. Peygamber tarafından tesbit edilmemiş olduğunu ifade eden başka
rivayetler de var. Bunların hepsini kaydettikten sonra İbnu Hacer: "Bu
rivayetlerin hepsi, Zât-ı Irk mîkatının mansûs olmadığına (Hz. Peygamber
tarafından tesbit edilmediğine) delâlet eder" der ve hemen ilâve
eder: "Gazâlî ve er-Râfiî,
Şerhu'l-Müsned'de, Nevevî, Şerhu Müslim'de buna hükmederler. İmam Mâlik'in
Müdevvene'sinde de böyle geldi."
Ancak
İbnu Hacer, Zat-ı Irk'ın mîkat olmasının mansûs olduğuna hükmeden âlimleri de
zikreder: "Hanefîler, Hanbelîler ve Şâfîlerin cumhûru, Şerhu's-Sağir'de
Râfiî, Şerhu'l-Mühezzeb'de Nevevî bunun mansûs olduğunu söylediler." İbnu
Hacer ayrıca Müslim'de Hz. Câbir'den kaydedilen bir rivayetin de bu hükmü
te'yid ettiğini, ancak rivayetin merfu
oluşunda şek bulunduğunu belirtir.
Hülâsa
Zat-ı Irk'ın, Resûlullah tarafından mı, Hz. Ömer tarafından mı mîkat kılındığı
hususundaki birbirine zıt delilleri serdettikten sonra bir tarafın rüchaniyeti
hususunda tavır takınmaz. Ancak Zat-ı Irk'ın mîkat kılınışını Hz. Ömer'e nisbet
eden rivayetin esas alınması sonunda, mîkatı olmayan kimselerin meselesinin
çözüme kavuştuğunu belirtir. Der ki:
"Mîkatı
olmayan kimseler hakkında hüküm şudur: Böyle birisi, kendine en yakın mîkatın
hizasında ihrama girer. Ancak, Hz. Ömer (radıyallahu anh), Zât-ı Irk'ı mîkat
kılmış olup, sahâbelerin de bu işte ona uymuş olması ve bu hükümle amelin devam
kazanmış bulunması sebebiyle ona uymak evlâ oldu ve mîkatı olmayanlara, bu beş
mîkattan birinin hizasında ihrama girmesi gerektiği hususunda bununla istidlal
edildi. Şurası muhakkak ki bu beş mîkat Harem'i her cihetten kuşatmaktadır: Zülhuleyfe Şam tarafını,
(kuzey), Yelemlem, Yemen tarafını (güney) kuşatır. Bu ikinci, diğerinin mukabil
tarafını teşkil eder. Gerçi bunlardan biri diğerine nazaran Mekke'ye daha
yakındır. Karn şark cihetini kuşatır. Cuhfe ise garb cihetini kuşatır ve
ötekinin mukâbilidir. Bunların
uzaklıkları da farklıdır. Zât-ı Irk, Karn'ın hizasındadır. Bu durumda Küre-i
Arz'dan hiçbir köşe bu mîkatlardan birinin hizasının dışında kalamaz."
Bu
meselede Kirmânî daha net bir tavırla: "Zât-ı Irk'ı, Hz. Ömer mîkat
kıldı" der. Aynî ise uzun tahlillerle Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in mîkat kıldığına hükmeder.
Teferruatı gereksiz görüyoruz.[68]
ـ13ـ وعن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]وَقَّتَ
رسولُ اللّه #
ذَاتَ عِرْقٍ
‘هْلِ
الْعِرَاق[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى .
13. (1194)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Iraklılar için Zât-ı Irk'ı
mîkat kıldı." [Ebu Dâvud, Menâsik 9, (1739); Nesâî, Hacc 22, (5, 125).][69]
ـ14ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]وَقَّتَ
رسولُ اللّه #
‘هْلِ المَشْرِِقِ
الْعَقِيقَ[.
أخرجه أبو
داود والترمذى
.
14. (1195)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) demiştir ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Meşrikliler için
Akîk'i mîkat kıldı." [Ebu Dâvud, Menâsik 9, (1740); Tirmizî, Hacc 17,
(832).][70]
AÇIKLAMA:
Akîk
ile Zât-ı Irk birbirine oldukça yakındır. İbnu Hacer bu hadisin senedde yer
alan Zeyd İbnu Ebî Ziyâd sebebiyle zayıf olduğunu belirttikten sonra, sıhhatini
kabul edecek bile olsak öbürleriyle
birkaç yönden cemedilmesi mümkün der ve açıklar."
a)
Zat-ı Irk vacib olan mîkatdır, akîk ise müstehab olan mîkat; zîra Akîk daha
uzaktır.
b)
Akîk bir kısım Iraklılar'ın mîkatıdır. Medâinliler gibi. Diğeri ise
Basralılar'ın mîkatıdır..
c)
Zât-ı Irk önceleri, bugünkü Akîk'in yerinde idi, sonradan (isim) değişikliğine
maruz kalarak Mekke'ye daha yakın bir duruma geldi. Bu hale göre, Zât-ı Irk ve
Akîk aynı şey olmalıdır..."
Şâfiî
hazretleri Iraklılar'ın Akîk'de ihrama girmelerini müstehab addetmiş.
"Zât-ı Irk'da girecek olurlarsa bu da kâfi gelir" demiştir.
Zât-ı
Irk'ın, Hz. Ömer tarafından mîkat
kılındığı görüşünde olan Hattâbî: "Bu meselede halk günümüze kadar
Ömer (radıyallahu anh)'e tabi oldu" der.[71]
ـ15ـ وعن مالك:
]أنّهُ
بَلَغَهُ أنّ
النّبِيّ # أهَلّ
مِنَ
الْجِعِرّانَةِ
بِعُمْرَةٍ[[.
15. (1196)- İmam Mâlik: "Bana ulaştığına göre, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Ci'râne'de umre için ihrâma
girdi" demiştir. [Muvatta, Hacc 27, (1, 331); Ebu Dâvud, Hacc 81, (1996);
Tirmizî, Hacc 96, (935); Nesâî, Hacc 104, (5, 199).][72]
AÇIKLAMA:
Muvatta'da,
belâğ (senetsiz) ve muhtasar olarak gelen bu rivayet, başka kaynaklarda daha
uzun ve senetli olarak gelmiştir.
Ciirrâne
(veya Ci'râne) Tâif'le Mekke arasında yer alır. Mekke'ye daha yakın bir
mesafededir. Huneyn Savaşı'nda elde edilen ganimetin dağıtımı burada
yapılmıştır. Rivayette belirtilen umre de bu ganimet dağıtımı işi bittiği zaman
icra edilmiştir, yani sekizinci hicrî senenin Zilkade ayında.
Tirmizî'nin
rivâyeti hâdiseyi teferruatlı olarak şöyle anlatır: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
Ci'râne'den geceleyin umre yapmak üzere ayrıldı. Mekke'ye gece vakti indi.
Umresini yaptı, sonra aynı gece geri döndü ve geceyi sanki Ci'râne'de geçirmiş
gibi orada sabahladı. Ertesi gün, güneş zeval noktasını terkedince (Ci'râne'den
ayrılıp) Batn-ı Seref yolunu tuttu. Orada (Medine'ye giden) yol kavşağına kadar
geldi. Bu sebeple, umresi diğer insanlara gizli kaldı."
Bu
vak'ayı anlatan rivayetler arasında ihtilaf vardır. Bazısına göre, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Mekke'de sabahlamış olmalıdır. Muhaddisler
umumiyetle Tirmizî'de gelen vechi sahih kabul ederler. Parantez içerisine
aldığımız ziyadeler Ahmed İbnu Hanbel'in Müsned'inde gelen rivayetten
alınmıştır.[73]
ـ16ـ وعن
الثقة عنده.
]أنَّ ابْنَ
عُمَرَ أهَلَّ
بِحَجَّةٍ
مِنْ
إيليَاءَ[.
أخرجه
مالك.»إيلياء«
بالمد
والتخفيف: اسم
بيت المقدس .
16. (1197)- Yine İmam Mâlik'in,
nazarında güvenilir (sika) bir kimseden rivayet ettiğine göre, İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) Îliyâ'da hacc
ihrâmı giymiştir." [Muvatta, Hacc 26, (1, 331).][74]
AÇIKLAMA:
1-
Buradaki sika (güvenilir) kişi ile Mâlik'in, Nâfi'yi kastettiği tahmin
edilmiştir. Önceki rivayet gibi bu da Muvatta'nın senetsiz (muallak)
hadislerindendir.
"Bana
bâliğ oldu" diyerek rivayet ettiği için bunlara belâğ (cem'i belâgât)
denir.
2-Îliyâ,
Beytu'l-Makdis'in adıdır. Bu hacc, Zürkânî'nin açıkladığı üzere, Hakemeyn
hâdisesinin cereyan ettiği senede icra edilmiştir. Meşhur iki hakem: Ebû Musa
ve Amr İbnu'l-As (radıyallahu anhümâ) hazretleri, Devmetu'l-Cendel'den, ittifak
hasıl etmeden ayrılınca, İbnu Ömer (radıyallahu anh) Beytu'l-Makdis'e gider,
orada ihrama girer.
Halbuki
1187,1188, 1193 numaralı hadislerde olduğu üzere, ihram mahalleri yani
mîkatlarla ilgili rivayetleri yapan Abdullah İbnu Ömer'dir ve o rivayetlerde,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Kudüs'ü mîkat olarak zikretmediğini
görürüz. Bu durumu değerlendiren bir kısım âlimler, Abdullah İbnu Ömer'in
mîkatle ilgili nebevî açıklamalardan, belirtilen yerlerde ihramı giymenin vâcib
olmadığı, sadece oraları ihramsız geçmenin yasaklandığı, binâenaleyh daha önce
de ihram giyilebileceği hükmüne vardığı neticesini çıkarmışlardır. Bu vesile ile tekrar
belirtelim ki, Hz. Ömer ve Hz. Osman (radıyallahu anhümâ) gibi bazı sahabilerin
uzakta ihram giymeyi hoş karşılamadıklarına dair rivayetlerde dile getirilen
kerahetin, bir başka sebebe dayandığı, bu sebebin de, mesafenin uzaklığı
yüzünden, muhrime ihramı bozucu yasakların
ârız olma endişesinin olduğu belirtilmiştir.
İbnu
Abdilber, bu kerâhete bir başka sebep daha ilave eder: "Kişi nefsine, Allah'ın kolaylık
ihsan ettiği şeyde zorluk yüklemektedir."[75]
ـ17ـ وعن
عثمان رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ.
]أنَّهُ كَرِهَ
أنْ يُحْرِمَ
الرَّجُلُ
مِنْ خُرَاسَانَ
وَكِرْمَانَ[
أخرجه
البخارى
ترجمة
.
17. (1198)- Hz. Osman (radıyallahu
anh)'ın: "Bir kimsenin Horasan veya Kirmân'da ihrama girmesini mekruh addettiği" rivayet edilmiştir. [Buharî,
Hacc 33, (Bab başlığında, senetsiz olarak kaydedilmiştir).][76]
AÇIKLAMA:
Mîkatlar
dışında ihrama girmenin mekruh olduğunu
söyleyen âlimlerin dayandığı rivayetlerden biri budur. Bu rivayeti Buharî
hazretleri Sahîh'inde bâb başlığı meyanında kaydedip, senedini vermemiş ise de,
İbnu Hacer'in belirttiği üzere, Said İbnu Mansur'un Müsned'inde,
Abdurrezzak'ın Musannaf'ında ve diğer
bir kısım kaynaklarda senetli olarak gelmiştir. (Hâdise, 1182 numaralı hadisin
açıklama kısmında izah edilmiştir.)[77]
ـ1ـ عن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]سُئِِلَ
رسولُ اللّه #
مَا يَلْبَسُ
المُحْرِمُ؟
قالَ: َ
يَلْبَسُ
المُحْرِمُ
الْقَمِيصَ
وََ
الْعِمَامَةَ
وََ
الْبُرْنُسَ
وََ السَّرَاوِيلَ
وََ ثَوْباً
مَسَّهُ وَرْسٌ
وََ
زَعْفَرانٌ
وََ
الخُفّيْنِ
إَّ أنْ َ
يَجِدَ
نَعْلَيْنِ
فَلْيَقْطَعْهُمَا
حَتَّى
يَكُونَا
أسْفَلَ مِنْ
الْكَعْبَيْنِ[.
أخرجه الستة،
وهذا لفظ
الشيخين.وزاد
البخارى: وََ
تَنْتَقِبُ
المَرأةُ
المُحْرِمَةُ
وََ تَلْبَسُ
القُفَّازَيْنِ.»الْقُفازَ«
بضم القاف
وتشديد الفاء:
شئ يعمل
لليدين
يُحْشى بقطن ويكون
له أزرار
يزرَّر بها
علي الساعدين
من البردِ
تلبسه المرأة
في يديْها .
1. (1199)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) muhrimin giyeceği
şeylerden sorulmuştu, şu cevabı verdi: "Muhrim ne kamis (gömlek), ne
sarık, ne bürnus[78],
ne şalvar ne de vers[79]
veya zaferân bulaşmış bir giysi taşımaz. Ayağında da mest (ve benzeri ayakkabı) yoktur. Ancak
nalın bulamazsa, mestlerin topuktan aşağı kısmını kesmelidir."
Buharî'de
şu ziyade var: "İhramlı kadın yüzünü örtmez, eldiven de giymez."
[Buharî,Hacc 21, Cezâu's-Sayd 13, 15, İlm 53, Sâlât 9; Müslim, Hacc 1, (1177);
Muvatta, Hacc 8, (1, 324-328); Tirmizî, Hacc 18, (833); Ebu Dâvud, Menâsik 32,
(1824, 1825, 1826); Nesâî, Hacc 28, (5, 129).][80]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivayet ihrâma giren kimsenin, giyeceği parçalar hakkında bilgi vermektedir.
İhram kelime olarak yasaklamak mânasına geldiği halde, ihramlının giydiği
hususî "giysi"ye de ihram denilmiştir. Öyle ise muhrim; ihramlı,
ihram giymiş kimse demektir.
2-
Sadedinde olduğumuz hadis ihrama giren kimseye gömlek ve şalvar, bürnus gibi
vücudun üst veya alt kısmını veya
tepeden tırnağa tamamını örtmek maksadıyla hazırlanmış olan normal zamana âit
giyecekleri yasaklamaktadır. Normal zamanda baş ve ayağa giyilen şeyler de
yasaktır: Sarık, ayakkabı gibi... ayağa zeminin menfi tesirlerinden koruyan,
üstü açık, dikişsiz nalın ve benzeri terlikler giyilebilir. Nalın
bulamayanlara, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), diğer ayakkabıların, ayağın
üst tarafını örten kısımlarının
kesilmesi şartıyla giyilmesine izin vermektedir.
Kadı
İyaz'ın bu hadisle ilgili olarak yaptığı yorum daha vazıhtır. Der ki:
"Müslümanlar, ihrâma giren kimsenin bu hadiste zikri geçen şeyleri
giymemesi gerektiğinde icma etmişlerdir. Kamîs ve şalvarla her çeşit dikilmiş
giyecekler, sarık ve bürnus ile de başı örten dikişli, dikişsiz her şey; keza
mest kelimesiyle de ayağı örten giyeceklerin tamamı kastedilmiştir."
İbnu'l-Münzir
bu husustaki bir başka icmâdan bahseder: "Kadın bu sayılanların hepsini
giyebilir. Giyecekle ilgili yasakların birinde erkeklerle müşterekleri vardır:
Vers veya za'ferân sürülmüş giysi yasağı." Bunlar o devrin boya sürünme
yani koku maddeleridir. Hadisten bunlar
dışında kalan maddelerin helâl olacağı anlaşılmakta ise de, ulemâ, her çeşit
koku maddesini hükümdeki müştereklik sebebiyle bunlara dahil etmiştir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bunları zikretmekle, -ne kadar hafif
bile olsa - ihramlıya, her çeşit kokuyu
yasaklamış olduğunda tam bir icma mevcuttur.
Bazı âlimler daha da ileri giderek, kıyasla, za'feran kokan şeyin yenmesinin de
yasak olduğuna hükmetmişse de, Hanefîler, yasağın giymek ve sürünmekle ilgili
olduğunu, yemenin, giymek ve sürünmek
sayılamayacağını belirterek, Şâfiîlerin bu hükmünü reddetmişlerdir.
Hanefîler,
yıkanıp silindiği zaman kaybolmayacak şekilde boyalı elbise ihramda giyilebilir
der. Şafiî'ye göre, ıslanınca koku salan elbise ihram olamaz. Asıl olan,
lekenin, yıkanınca çıkmasa bile koku salmamasıdır. Kokusuz olduğu takdirde
giyilmesinde beis yoktur.
3-
İhramlıya ayakkabı giymek de yasaklanmakta, nalın giymesi emredilmektedir.
Ancak nalın bulamayanlara, topukları kapayacak kısımların kesilmesi şartıyla ayakkabı (huffeyn) giymeye
izin verilmektedir. Buharî'nin kaydettiği İbnu Abbâs'tan mervi bir
rivayette فَإنْ
لَمْ يَجِدْ
نَعْلَيْنِ
فَلْيَلْبَسِ
الْخُفَّيْنِ "Eğer
nalın bulamazsa huffeyn (bir çift mest = ayakkabı) giysin" denmektedir.
Bunu esas alan Ahmed İbnu Hanbel'e göre ayakkabı kesilmeden giyilebilir.
Cumhur,
hadisten, nalın bulabilene, kesilmiş de olsa huffeyn giymenin câiz olmadığına
hükmetmiştir. Ancak bazı Şâfiîler ile
Hanefîler "ca-izdir!" demiştir. Şunu da belirtelim ki
"bulamamak"tan maksad "te'minine muktedir olamamak"dır. Bu
da, ya onun mevcut olmayışından veya kişinin satın almaya güç yetiremeyişinden
hasıl olur. Satışında aldatma mevcut ise, kişiye onu satın alması gerekmez.
Kezâ hibe edilecek olsa kabul
etmeyebilir. İâre ise almalıdır.
Nalın
bulamadığı için ayakkabı giyen kimseye, Şâfiîlere göre fidye ödemek gerekmez.
Hanefîlere göre gerekir. Cumhur, ayakkabı giyme halinde, ayakkabıyı ayağa
tutturacak kadar bir bağ haricinde kalan kısımların kesilerek, ayağın sırtı ve topukların
açılmasını şart koştuğu halde, Ahmed İbnu Hanbel az yukarıda İbnu Abbas'tan kaydettiğimiz
rivayete dayanarak, kesilmeden giyilmesini câiz görmüştür. "Mutlak,
mukayyede hamledilir" kaidesiyle tenkid edilmişse de Hanbelîler, muhtelif
yollardan cevap vermişlerdir, teferruata
gerek görmüyoruz.
4-
Buharî'de kaydedilen "ihramlı kadın yüzünü örtmez, eldiven de giymez"
ibaresinden ulemâ, kadınların hacc sırasında
yüzlerini örtmeyecekleri kesin hükmünü çıkarmışlardır. Yüzü örtmenin
onlar için haram olduğunda ihtilâf etmezler. Ellerin örtülmesi de esas
itibariyle haram olmakla birlikte bu hususta
bazı ihtilâflar olmuştur. Eldiven giyme yasağı kadınlarla ilgili olarak beyan edilmiş olmakla birlikte,
bunun erkeklere de şamil olduğuna hükmedilmiştir.[81]
ـ2ـ وعنه
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]نَهى رسولُ
اللّه #
النِّسَاءَ
في
إحْرَامِهِنَّ
عَنِ القُفَّازَيْنِ
وَالنِّقَابِ
وَمَا مَسَّ
الْوَرْسَ
وَالزَّعْفَرَانَ
مِنَ
الثِّيَابِ
وَلْتَلْبَسْ
بَعْدَ ذلِكَ
مَا أحَبَّتْ مِنْ
أنْوَاعِ
الثِّيَابِ
مِنْ
مُعَصْفرٍ أوْ
خَزٍّ أوْ
حُلىٍّ أوْ
سَرَاوِيلَ
أوْ قمِيصٍ
أوْ خُفٍّ[.
أخرجه أبو
داود .
2. (1200)- Yine İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ)'den rivayete göre demiştir ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) kadınları ihrâma girdikleri vakit eldiven kullanmaktan, yüzlerini
örtmekten ve vers ve za'ferân değmiş elbise giymekten yasakladı ve:
"Bunlardan gayrı, hoşuna giden elbise çeşitlerinden safranla boyanmış veya
ipekli veya zinet veya şalvar veya kamis veya mest giysin" dedi." [Ebu
Dâvud, Menâsik 32, (1827).][82]
AÇIKLAMA:
Bu
rivayet, ihrama giren kadınların kıyafetle ilgili üç hususa dikkat etmeleri
gerektiğini, bunun dışında serbest olduklarını göstermektedir:
1-
Yüzlerinin açık olması gerekmektedir.
2-
Eldiven kullanmalıdırlar.
3-
Kokulu elbiselerden kaçınmalıdırlar.
Hadiste
vers ve za'ferân dışındaki maddelerle boyanmış elbiselerin serbest olduğu
belirtilmekte, safrânla boyananların serbest olduğu betahsis zikredilmektedir.
Ancak Aliyyu'l-Kârî, hadiste za'ferânla boyanan ile safranla boyanan arasında yapılan tefrike,
Hanefî mezhebinin ihtiyat kaydı koyduğunu belirtir: "Birçok âlimler: Bir
kimse versle veya za'ferânla veya safranla
boyanmış elbiseyi bir tam gün veya daha fazla sırtında taşıyacak olursa
bir dem (koyun kesme) cezası çekeceğine, bir günden az bir müddet taşırsa
sadaka cezası ödeyeceğine
hükmetmişlerdir" der ve şu
açıklamayı yapar: "Bu durumda, hadisteki ruhsatı safranla boyanmış olmakla
beraber, yıkanıp kokusu giderilmiş elbiseye hamletmek gerekir, veya sarı boyalı
elbisenin, (kokusuz) Ermeni toprağı ile boyanmış olanıyla tefsir edilir. İbnu
Hacer'in "safran koku değildir" sözünü onun kokusu tekzib eder."
Aliyyul-Kârî,
kadınların, altın vs.den mamul küpe, halhal, bilezik gibi her çeşit zinet
eşyasını ihramlı iken takabileceklerini belirtir. Bagavî'nin Şerhu's-Sünne'de kaydettiği bir rivayete göre, Hz. Aişe'den
ihrama giren kadınların giyecekleri şeyler hakkında sorulunca: "İpekli,
ibrişimli, boyalı giyebileceğini, zinetlerini takabileceğini" söyler.[83]
ـ3ـ وفي
رواية عن
عائشة:
]أنَّهُ #
رَخَّصَ للِنِّسَاءِ
في
الخُفّيْنِ[ .
3. (1201)- Hz. Aişe (radıyallahu
anhâ)'den gelen bir rivayette: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
ihramlı iken mest giymede kadınlara ruhsat tanıdı" denmiştir. [Ebu Dâvud,
Menâsik 33, (1831).][84]
AÇIKLAMA:
Ebu
Dâvud'dan alınan bu rivayet eksik alınmış olmalı, zîra aslı şöyledir[85]:
اَنَّ
عَبْدَ اللّه
يَصْنَعُ
ذلِكَ يَقْطَعُ
الْخُفَّيْنِ
لِلْمَرْأةِ
الْمُحْرَمةِ.
ثُمَّ حَدَّثَتْهُ
صَفِيَّةُ
بِنْتُ أبِى
عُبَيْدٍ
اَنَّ
عَائِشَة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهَا حَدَّثَتْهَا:
)أنَّ رَسُولَ
اللّهِ #
قَالَ: »قَدْ
كَانَ
رَخَّصَ
لِلنِّسَاءِ
فِى الْخُفَّيْنِ«(
فَتَرَكَ
ذلِكَ.
Bu
rivayette Abdullah İbnu Ömer'den az yukarıda 1199 numarada kaydettiğimiz
rivayete atıf yapılarak, orada, mest giydikleri takdirde ihramlı erkeklerin
mesti kesmeleriyle ilgili hükme kıyâsen ihramlı kadınların da mest giydikleri
zaman mesti kesmeleri gerektiğine dair
fetva verdiği belirtiliyor. Ancak bilâhare Abdullah'a Safiyye Bintu Ebî Ubeyd,
Hz. Aişe'den işittiği şu rivayeti haber verince Abdullah İbnu Ömer, bu fetvadan
vazgeçiyor. Hz. Aişe Resûlullah'ın ihramlı kadınların mest giymesine ruhsat verdiğini belirtmiştir.
فَتَركَ
ذلِكَ ibaresi, Azîmâbâdî'nin açıkladığı üzere:
"Bunu işittikten sonra Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ), kadınların
da mestleri kesmesi gerektiğine dair fetvasını terketti" demektir.
Yani,
kadınlar ihramlı iken ayaklarını örten mest vs. giyebilirler.
İbnu'l-Münzir:
"İhramlı kadınların dikişli elbisesinin her çeşidini ve her türlü mesti
giyebilecekleri, başlarını, saçlarını örtebilecekleri, yabancı erkeklerin
bakışından korumak için yüzlerine hafif bir örtü sallandırabilecekleri
hususunda icma edilmiştir" der.[86]
ـ4ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]قال رسول
اللّه #: مَنْ
لَمْ يَجِدْ
إزَاراً فليَلْبَسْ
سَرَاوِيلَ،
وَمَنْ لَمْ
يَجِدَ
نَعْلَيْنِ
فَلْيَلْبَسْ
خُفّيَنِ[.
أخرجه الخمسة
.
4. (1202)- İbnu Abbas (radıyallahu
anhümâ) hazretleri anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
hazretleri buyurdular ki: "Kim izar
bulamazsa şalvar giysin, kim de nalın bulamazsa mest giysin."
[Buharî, Libâs 14, 37, Hacc 132,
Cezâu's-Sayd 15, 16; Müslim, Hacc 4,(1178); Tirmizî, Hacc 19, (834); Ebu Dâvud,
Hacc 32, (1829); Nesâî, Hacc 32, (5, 132).][87]
AÇIKLAMA:
İzar,
belden aşağıyı örtmek için bağlanan giysinin adıdır. İhramlının normal olarak bunu giymesi gerekir.
Bunun temiz ve beyaz renkli olması efdaldir. Hadis, izar bulunmadığı takdirde
şalvarın giyilebileceğini belirtmektedir. Ancak, âlimler, daha önce de
açıklandığı üzere bazı farklı hükümlere gider:
1-
Ahmed İbnu Hanbel, hadisin zâhiriyle hükmetmiş, nalın ve izar bulamayanın mest ve şalvar giyebileceğini
söylemiştir.
2-
Cumhur mestin üst kısmının kesilmesi,
şalvarın yırtılması şartını koşmuştur. Bunları özürsüz giyene fidye gerekir.
3-
Şafîler ve ekseriyet nezdinde esahh olan
şalvarı yırtmadan giymektir.
4-
İmam Muhammed, şalvarın yırtılmasını şart koşar.
5-
İmam-ı Âzam ve İmam Mâlik mutlak şekilde şalvara fetva vermez.
6-
Hanefîler'den Râzi: "Giyebilir, ancak fidye gerekir" der. Nitekim,
Hanefîler mest hakkında da böyle söylemişlerdir.[88]
ـ5ـ وعن نافع.
]أنَّهُ
سَمِعَ
أسْلَمَ
مَوْلى عُمرَ
يَقُولُ: بْنِ
عُمَرَ رَأى
عُمرُ رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما على
طَلْحَةَ
ثَوْباً
مَصْبُوغاً
وَهُوَ
مُحْرِمٌ.
فقَالَ مَا
هذَا إنَّمَا
هُوَ
مَغْرَةٌ أوْ
مَدَرٌ
فقَالَ:
إنَّكُمْ
أيُّهَا
الرَّهْطُ
أئمَّةٌ
يَقْتَدِى
بِكُمْ
النَّاسُ. فَلَوْ
أنَّ رَجًُ
جَاهًِ رَأى
هذَا لَقَالَ
إنَّ
طَلْحَةَ بنَ
عُبَيْدِاللّهِ
كانَ يَلْبَسُ
الثِّيَابَ
المُصَبّغَةَ
في ا“حْرَامِ،
فََ تَلْبَسُوا
أيُّهَا
الرَّهْطُ
مِنْ هذِهِ
الثِّيَابِ[ .
5. (1203)- Nâfi'nin anlattığına göre,
Eslem Mevlâ Ömer'in, İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'e şöyle söylediğini
işitmiştir: "Ömer (radıyallahu anh), Hz. Talha (radıyallahu anh)'nın
üzerinde, ihramlı iken boyalı bir giysi görmüştü."
(Ey
Talha) bu boyalı giysi de ne?" diye
sordu. (Talha cevaben):
"Ey
mü'minlerin emîri, bu kızıl toprakla boyanmıştır!" dedi. Ömer (radıyallahu
anh):
"Ey
azizler, sizler halkın imamlarısınız,
halk sizlere uymaktadır. Eğer câhil biri bu elbiseyi görse: "Talha İbnu
Ubeydillah, ihramda boyalı elbise giymiş" diyecek. Ey azizler, bu boyalı elbiselerden hiçbirini giymeyin!" dedi"
[Muvatta, Hac 10, (1, 326).][89]
AÇIKLAMA:
1-
Hadisin yukardaki metninde, Muvatta'daki
metnine nazaran birkaç kelimelik eksiklik var. Tercümede eksik kelimeleri
parantez içerisinde gösterdik.
2-
Hz. Ömer, Talha (radıyallahu anhümâ)'nın üzerinde açıkça yasaklanmış olan
za'ferân ve vers dışında bir başka boya ile boyanmış bir elbise gördüğü için
"Bu nedir?" diye sormuştur. Tabiî ki bu soruş, Hz. Ömer'in
memnuniyetsizliğinden ileri gelmektedir. Zîra O (radıyallahu anh), büyüklere
uyan câhil halkın, bu renkliyi za'ferân veya vers ile boyanmış zannederek,
hatâen bunlarla boyanmış giysileri ihram olarak giymede beis görmeyebilir diye
kaygılanmıştır.
3-
Talha İbnu Ubeydillah (radıyallahu anh) için Hz. Ömer: "Sizler
imamsınız" diye hitab etmiştir. Çünkü Talha (radıyallahu anh),
Ashab'ın büyüklerindendi. Şöyle ki: O,
ilk sekiz Müslümandan biridir ve Hz. Ebu Bekir vasıtasıyla Müslüman olmuştur.
Aşere-i Mübeşşere'dendir. Hz. Ömer'in tesbit ettiği altılı şûrada üye idi.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Suriye taraflarına "casus"luk
vazifesiyle gönderdiği için Bedr'e katılamamıştır, ancak Bedir ganimetinden pay
ayrılmış "Bedir'e katılma sevabı"na iştirak ettiği müjdelenmiştir.
Uhud ve diğer gazvelere katılmış, Bey'atu'r-Rıdvan'da hazır bulunmuştur. Uhud
Savaşı'nda çok kritik anlar geçirmiş, Resûlullah'a kendini siper etmiş,
elleriyle oklara karşı koymuş, elinden,
başından yaralar almış, Resûlullah'ı sırtlayarak kayanın üstüne, kuytuya
çıkarmıştır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) O'nu Uhud'da Talhatu'l-Hayr,
Usre gününde Talhatu'l-Feyyâz, Huneyn gününde de Talhatu'l-Cûd diye tesmiye
etmiş, iltifatta bulunmuştur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
"Talha ve Zübeyr, cennette benim iki komşum olacaklar!" sözü de
meşhurdur.
Resûlullah
onun şehid olarak öleceğini de ihbâren şöyle buyurmuştur: "İki ayağı
üzerinde yürüyen bir şehid görmek isteyen, Talha'ya baksın!" Gerçekten
Talha (radıyallahu anh), Cemel Vak'ası'nda, Hz.Ali (radıyallahu anh)'nin
yanında savaşırken Mervan İbnu'l-Hakem'in attığı bir okla şehid düşmüştü.
Rivayete
göre, bir kimse üç gün üst üste Talha
İbnu Ubeydillah (radıyallahu anh)'ı rüyasında görür. Her defasında:
"Kabrimin yerini değiştirin, sudan rahatsız oluyorum!" der. Üçüncü
defa aynı şeyi görünce adam, İbnu Abbas (radıyallahu anh)'a gelerek rüyasını
anlatır. Baktıkları zaman, yere gelen tarafın su sızıntısından yeşerdiğini
görürler. Yeri değiştirilir.[90]
ـ6ـ وعن عروة
قال: ]كانَتْ
أسْمَاءُ
بِنْتُ أبى
بَكْرٍ تلبس
المُعَصْفَرَاتِ
وَهِىَ مُحْرِمَةٌ
لَيْسَ
فِيهَا
زَعْفَرَانٌ[.
أخرجه مالك .
6. (1204)- Urve anlatıyor: "Esma
Bintu Ebî Bekr (radıyallahu anhümâ), ihramlı olduğu halde, sarı renkli giysiler
giyerdi. Ancak bunlarda za'ferân olmazdı." [Muvatta, Hacc 11, (1, 326).][91]
AÇIKLAMA:
Bu
boyanın su değince dağılacak, ıslanınca silinecek şekilde olmaması gerektiği
şârihlerce belirtilir. Su ile dağılan boya, tîb'i yani koku maddesini
andıracağı için hem erkek ve hem de kadınlar hakkında tecviz edilmemiştir. Esmâ
(radıyallahu anhâ)'nın elbiselerinde za'ferân yoktu denmesi, sürünme maddesinin
bulunmadığını tasrih eder.[92]
ـ7ـ وعن
يَعْلى بن
أمَيّةَ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ.
]أنَّ رَجًُ
أتَى
النَّبىَّ #
وَهُوَ
بِالْجِعِرَّانَةِ
قَدْ أهَلَّ
بِعُمْرَةٍ
وَهُوَ مُصَفِّرٌ
لِحْيَتَهُ
وَرَأسَهُ
وَعَلَيْهِ جُبّةٌ.
فقَالَ:
يَارسولَ
اللّه
أحْرَمْتُ بِعُمْرَةٍ
وَأنَا كَما
تَرى. فقَالَ
انْزِعْ
عَنْكَ
الجُبّةَ
وَاغْسِلْ
عَنْكَ الصُّفْرَةَ[.
أخرجه الستة،
وهذا لفظ
الشيخين.وزاد
أبو داود: واصْنَعْ
في عمْرَتِكَ
مَا صَنَعْتَ
في حَجَّتِكَ
.
7. (1205)- Ya'lâ İbnu Umeyye (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ciirrâne'de iken, umre için ihrama
girmiş bir adam geldi. Adamın sakal ve saçları sarıya boyanmış, sırtında da
za'ferân lekeleri bulunan bir cübbe vardı.
"Ey
Allah'ın Resûlü, dedi, şu gördüğün vaziyette, umre için ihrâma girdim!"
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm):
"Şu
cübbeyi çıkar, sarı boyayı da yıka!" diye emretti." [Buharî, Umre 10,
Cezâu's-Sayd 16, 17, Megâzî, 56, Fedailu'l,Kur'ân 2; Müslim, Hacc 6, (1180);
Muvatta, Hacc 18, (1, 328-329); Tirmizî,Hacc 20, (835, 836); Ebu Dâvud, Menâsik
31, (1819-1822); Nesâî, Hacc 43, (5, 142.-143).]
Bu
metin, Sahiheyn'deki metindir. Ebu Dâvud'un rivayetinde şu ziyade mevcuttur:
"Umrede iken, hacda yaptığını yap."[93]
AÇIKLAMA:
Hadisin
muhtelif vecihleri var. Bazı vecihlerinde burada yer almayan ve başka mevzuları
ilgilendiren teferruat var. Nesâî'nin bir rivayetindeki ziyadede bu zat
Resûlullah'a:
"Ben
umre için ihrama girdim, ne yapayım?" diye sorar, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm):
"Sen
haccederken ne yapardın?" der. Adam:
"Ben
şu (tîb)den kaçınır ve yıkardım" deyince, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm):
"Haccda
ne yapıyorsan umrede de onu yap!" diye emreder.
Müslim'in
bir rivayetinde, Resûlullah: "Şu cübbeyi çıkar, üzerindeki za'ferânı
yıka!" der. Sahiheyn'in bir ziyadesinde bu emrin üç kere tekrarı
mevzubahistir.
Kadı
Iyaz der ki: "Bu tekrarın Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)' tan olması
muhtemeldir, bu durumda yıkamayı tekrar etmede hadis nassdır. Bunun sahâbî sözü
olması, Resûlullah'ın "yıka!" emrini, iyi anlaşılmak için âdeti üzere
yaptığı gibi, ard arda üç kere tekrar etmiş olması da muhtemeldir."
Bu
rivayet gösteriyor ki, haccla ilgili bir kısım menâsik cahiliye devrinde de
bilinmekte idi. İslâm onların hepsini
ilga etmiş değildir.[94]
ـ8ـ وعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما.
]أنَّهُ كانَ
يَكْرَهُ
لُبْسَ
المِنْطَقَةِ
لِلْمُحْرِمِ[
.
8. (1206)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ)'in: "İhramlının mıntıka takmasını mekruh
addettiği" rivayet edilmiştir. [Muvatta, Hacc 12, (1, 326).][95]
AÇIKLAMA:
1-
Mıntıka; bele, elbisenin üzerine bağlanan şeydir, yerine göre kuşak veya kemer
diyebiliriz.
2-
Yukarıdaki rivayet İbnu Ömer'in bunu mekruh addettiğini ifade eder. Ancak,
Zürkânî, İbnu Ömer'den bunun cevazıyla ilgili rivayetin de geldiğini,
dolayısıyla, sonradan bu görüşünden rücû etmiş olabileceğini belirtir.[96]
ـ9ـ وعن
القاسم بن
محمد قال:
]أخْبََرَنِى
الْفَرَافِصَةُ
بنُ عُمَيْرٍ
الحَنَفىُّ
أنَّهُ رَأى
عُثْمَانَ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ
يُغَطِّى
وَجْهَهُ
وَهُوَ
مُحْرِمٌ[ .
9. (1207)- Kasım İbnu Muhammed
anlatıyor: "Bana, el-Ferâfisa İbnu Umeyr el-Hanefî haber verdi ki, O,
Hz.Osman (radıyallahu anh)'ı, ihramlı iken yüzünü örter görmüş." [Muvatta,
Hacc 13, (1, 327).][97]
AÇIKLAMA:
Hadis
Muvatta'da muhtelif vecihten kaydedilmiştir. Bazı vecihlerinde, Hz. Osman'ın,
Medine'ye üç merhale uzaklıktaki Arc
karyesinde yüzünü, erguvan bir kadife parçasıyla örttüğü tasrih edilir.
Yüzün
bu şekilde örtülebileceğinin câiz olduğu görüşünde başka sahabeler de vardı: İbnu Abbâs, İbnu Avf, İbnu'z-Zübeyr,
Zeyd İbnu Sâbit, Saîd, Câbir gibi (radıyallahu anhüm ecmaîn)... Şâfiî de buna
hükmetmiştir.
Ancak,
İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) bunun haram olduğuna hükmeder. Mâlik, Ebu
Hanife, Muhammed İbnu'l-Hasan da aynı kanaati
beyan ederler. Bunlar yüzü örtene fidye gerekir derler. Sâdece elle
örtmede bir beis görmezler.
Şu
hususu bir kere daha belirtelim. Başı örtmekle yüzü örtmek aynı şey değildir.
İhramlı iken başı örtmenin erkekler için haram olduğu hususunda ulemâ icmâ
eder.[98]
ـ10ـ وعن نافع:
]كانَ ابنُ
عُمَرَ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُما
يقولُ: ما
فَوْقَ
الذَّقَنِ
مِنَ الرَّأسِ
فََ
يُخَمِّرُهُ
المُحْرِمُ[.
أخرج هذه
ا‘حاديث الثثة
مالك .
10. (1208)- Nafi' anlatıyor: "İbnu
Ömer (radıyallahu anhümâ) demiştir ki: "Başın çeneden yukarısını ihramlı
kimse örtemez." [Muvatta, Hacc 13, (1, 327).][99]
ـ11ـ وعن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كانَ
الرُّكْبَانُ
يَمُرُونَ
بِنَا
وَنَحْنُ
مَعَ رسولِ
اللّه #
مُحْرِمَاتٌ
فإذَا حَاذَوْا
بِنَا
سَدَلَتْ
إحْدَانا
جِلْبَابَهَا
مِنْ
رَأسِهَا
عَلى
وَجْهِهَا
فإذَا
جَاوَزُونَا
كَشَفْنَاهُ[.
أخرجه أبو
داود .
11. (1209)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)
anlatıyor: "Biz (kadınlar) ihramlı olarak Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'la beraber iken, binekliler bize uğrardı. Onlar tam hizamıza gelince,
herbirimiz cilbabını başından yüzünün üzerine sarkıtıverirdi. Bizi geçtiler mi
tekrar kaldırırdık." [Ebû Dâvud, Menâsik 34, (1833).][100]
AÇIKLAMA:
Bu
rivayette, Hz. Aişe, ihramlı iken kadınların yüzlerinin açık olduğunu, yabancı
erkeklerle karşılaştıkları zaman, onların bakışlarından kendilerini korumak
için örtülerini baştan aşağı yüzlerinin üzerine sarkıttıklarını belirtmektedir. Şârihler bu sarkıtmada,
örtünün yüze değmeyecek şekilde yapılmış olması gerektiğine dikkat çekerler ve
"yüz derisine değmiyecek şekilde..." diye kayıt koyarlar. Aksi
takdirde, 1199 numaralı rivayete
kaydettiğimiz وََ
تَنْتَقِبُ
الْمَرْأةُ
الْمُحْرِمَةُ "İhramlı
kadın yüzünü örtmesin" emrine muhalif düşer der.
Şevkâni,
Neylü'l-Evtâr'da şunu kaydeder: "Bu hadisle şu husus istidlâl edildi:
"Kadın, erkeklerin yanından geçmesi anında ihtiyaç duyduğu taktirde, başın
üstünden bir giysiyi yüzüne sarkıtması
câizdir. Zîra kadın, yüzünü örtmeye muhtaç olması haysiyetiyle örtü ona, avret
gibi mutlak şekilde haram olamaz. Ancak örtü derisine değmeyecek şekilde
yüzünden mesâfeli olmalıdır. Şâfiîler ve başkaları da böyle hükmetmiştir.
Ancak, hadisin zâhiri bu hükme muhalefet eder. Çünkü yüzüne örtü sarkıtan,
derisine değmeyi önleyemez. Sarkıtılan örtünün mesafeli olması şart olsaydı,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu belirtirdi."[101]
ـ12ـ وعن
فاطمة بنت
المنذر قالت:
]كُنَّا نُخَمِّرُ
وُجُوهَنَا
وَنَحْنُ
مُحْرِمَاتٌ
مَعَ
أسْمَاءَ
بِنْتِ أبِى
بَكْر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما[.
أخرجه مالك .
12. (1210)- Fâtıma Bintu'l-Münzir
anlatıyor: "Biz, bir kısım kadınlar, ihramlı iken, yanımızda Esmâ Bintu
Ebî Bekr (radıyallahu anhümâ) olduğu halde, yüzlerimizi sıkıca örtüyorduk"[102]
[Muvatta, Hacc 16, (1, 328).][103]
AÇIKLAMA:
Sahâbî
olan Esma, Ebu Bekir'in kızıdır. Ayrıca Fatıma'nın ve kocasının da
büyükannesidir. Bir başka rivayette, Fatıma ilave eder: "...Esmâ, yüzümüzü
sıkıca örtmemize müdâhale etmezdi."
Zürkânî müdahale etmeyişini: "Çünkü başkasının gözüne karşı, kadının
kendisini örtmesi câizdir" diye izah eder ve ilâve eder: "Sadece câiz
değil, bilakis vâcibdir de, yeter ki fitne olacağını bilsin veya zannı hasıl
olsun veya erkek, kendisine lezzet kasdıyla bakmış bulunsun."
İbnu'l-Münzir,
bu hadisi açıklama sadedinde "Kadının her çeşit dikişli giysileri ve mesti
giyebileceği, yüzü hâriç başını ve saçlarını örtebileceği, yüzünü erkeklerin
nazarından koruyacak bir örtüyü hafifçe başından sarkıtabileceği fakat sıkıca
saramayacağı hususlarında ulemâ -şu
kaydettiğimiz Fatıma Bintu'l-Münzir rivayeti hariç- icma etmiştir" der ve
ilâve eder: "Fatıma Bintu'l-Münzir'in rivayetinde zikredilen sıkıca örtme
(tahmîr) tâbiri ile, sarkıtma suretiyle örtme (sedl) kasdedilmiş olması
muhtemeldir. Nitekim Hz. Aişe de, kadınların yabancı erkeklere karşı
örtündüğünü belirtir, ancak "sıkıca örtünme" (tahmir) tâbiriyle
değil, örtünme (sedl) tâbiriyle ifade eder: "Biz (kadınlar) ihramlı olarak
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la beraber iken, binekliler bize uğrardı.
Onlar tam hizamıza gelince, herbirimiz cilbabını (örtüsünü) başından yüzünün
üzerine sarkıtıverirdi. Bizi geçtiler mi tekrar kaldırırdık."
Yeri
gelmişken hemen belirtelim ki, İmam-ı Âzam hazretleri bu çeşit tearuz
durumlarında, hadisler arasında sıhhat yönüyle
tercihe müessir zâhir bir sebep yoksa, râvileri fakih olan hadisi tercih
eder.[104] Hz.
Aişe (radıyallahu anhâ)'nin kullandığı tâbirlerin fıkhî inceliklerini en iyi
bilen büyük fakihlerden biri olduğu nazar-ı dikkate alınacak olursa,
İbnu'l-Münzir'in pek isâbetli bir yorum yapmış olduğu anlaşılır.[105]
ـ13ـ وعن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]طَيَّبْتُ
رسولَ اللّه #
بِيَدَىَّ
هَاتَيْتِ
حِينَ
أحْرَمَ، وَلِحِّلِهِ
حِينَ أحَلَّ
قَبْلَ أنْ
يَطُوفَ بِالْبَيْتِ
بِطيبٍ فِيهِ
مِسْكٌ[.
أخرجه
الستة.وفي
رواية:
بِذَرِيرَةٍ في
حَجَّةِ
الْوَدَاعِ.وفي
أخرى: قَبْلَ
أنْ يُحْرِمَ
ثمَّ يُحْرِمُ.وفي
أخرى:
بِأطْيَبِ
مَا أجِدُ
حَتَّى أجِدَ
وَبِيصَ
الطِّيبِ في
رأسِهِ
وَلِحْيَتِهِ.وفي
أخرى: كَأنِّى
أنْظُرُ إلى
وَبِيصِ
الطِّيبِ في
مَفَارِقِ
رسولِ اللّه #
وَهُوَ
مُحْرِمٌ.زاد
في رواية كانَ
ابنُ عُمرَ
يَدَّهِنُ
بِالزَّيْتِ
فَذَكَرْتُهُ
“بْرَاهِيمَ. فقَالَ:
مَا تَصْنَعُ
بِقَوْلِهِ
حَدثنِى ا‘سْوَدُ
عَنْ
عَائِشَةَ
قالتْ:
كَأنِّى أنْظُرُ
إلى وَبِيصِ
الطِّيبِ ـ
الحديث.زاد في
رواية: وذلِكَ
طِيبُ
إحْرَامِهِ .
13. (1211)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a, ihrama gir(ece)ği zaman
(ihramı için), keza ihramdan çıktığı
zaman da Kâbe'yi tavaftan önce hıll'i için, içinde misk bulunan sürünme
maddesini şu iki elimle sürdüm." [Buharî, Hacc 18, 143, Libâs 73, 89, 91;
Müslim, Hacc 31, 33, (1189); Muvatta, Hacc 17, (1, 328); Tirmizî, Hacc 77,
(917); Ebu Dâvud, Menâsik 11, (1745, 1746); Nesâî, Hacc, 41, (5, 136-141).]
Bir
rivayette şu ibare de var: "...Veda haccında zerire denilen koku
ile..."[106]
Bir
başka rivayette: "...ihrama girmezden önce, sonra ihrama girerdi."
Bir
diğer rivayette: "...bulabildiğim kokunun en iyisi ile başında ve
sakalında koku maddesinin parıltısını görünceye kadar (sürerdim)."
Bir
diğer rivayette: "...Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ihramlı iken
(sürülen) koku maddesinin saç ayırımlarındaki parlaklığına (şu anda) bakıyor
gibiyim."
Bir
rivayette şu ziyade var: "İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) zeytinyağıyla
yağlanırdı. Bunu İbrahim (Nehâî)'ye zikretmiştim, bana: "Pekâlâ, şu
rivayeti ne yapacaksın: "Esved, Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)' den onun
şöyle söylediğini rivayet etti: "...(Sürülen koku maddesinin saç
ayrımlarındaki parlaklığına bakıyor gibiyim."
Bir
rivayette de şu ziyade var: "...Bu, ihram(a girmezden önce süründüğü) koku
idi."[107]
AÇIKLAMA:
1-
Daha önce kaydedilen hadislerin bir kısmında geçtiği üzere, ihramlı bir kimse,
ihramdan çıkıncaya kadar koku sürünemez. Kokulu sabun dahi kullanamaz.
2-
Sadedinde olduğumuz hadis, ihrama girmezden önce, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın bedenine, bahusus saç ve sakalına koku maddesi sürüldüğünü
belirtiyor. Hadisin râvisi olan Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) tîb denilen kokulu
sürünme maddesini Resûlullah'a kendi elleriyle sürdüğünü belirtiyor. Hadisin
bir vechinde, bu tîb'i, bulabildiği en güzel, en iyi maddeden seçtiğini belirtirken, sadedinde olduğumuz
vechinde bunun misk olduğunu belirtiyor. Misk, bir nevi keçinin göbeğinden elde
edilen, en güzel, en pahalı koku çeşididir.
3-
Rivâyet, şu hususu da belirtmektedir: Hz. Aişe hacc sırasında, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a ihramdan çıkar çıkmaz, yani şeytan taşlamaları
bitip, kurban kesilince, daha tavafa gidilmezden önce koku sürmüştür.Şu halde
bu rivayet koku yasağının ne zaman başlayıp ne zaman bittiğini açık şekilde
belirtmektedir: Bu yasak, hacc veya umre müddetiyle ilgili bir yasak değil,
hacc ve umrenin ihram nüsük'ü ile alâkalı bir yasaktır: Koku sürünmek, niyet
edip ihramı giyme anından, saçların kesilip ihramdan çıkma anına kadar devam
eder.
4-
İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'in, zeytinyağı sürmüş olmasıyla ilgili ziyadeye
gelince; bu ziyade Buhârî'nin 18. babında geçer. Burada İbnu Ömer'in ihram
giyeceği sırada tîb değil, zeytinyağı sürdüğü ifade edilmektedir. Şârihlerin
belirttiği üzere, ihrama girmezden önce koku sürünme meselesinde Hz. Aişe ile,
İbnu Ömer (radıyallahu anhüm ecmaîn) arasında ihtilâf mevcuttur. Sadedinde
olduğumuz hadiste Hz. Aişe (radıyallahu anhâ), kesin bir dille Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in ihrama girmezden önce bedenine koku sürdüğünü, saçını, sakalını koku maddesi
ile ovduğunu ifade ediyor. Hatta bu hususu çok
iyi hatırladığını, bu meselede zerre kadar şüphesi olmadığını ifade
için: "Sürdüğüm koku maddesinin Resûlullah'ın saç ayırımlarında hasıl
ettiği parlaklığa (şu anda) bakıyor gibiyim" der. İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) ise, ihram öncesi sürülen kokunun ihramdan sonra devam etmemesi
gereğine inanmaktadır. Yani, ihram giymeye yakın, kokulu madde sürülmelidir.
İbnu Ömer de bu konuda kesin kanaat sahibidir. Öyle ki: "Koku
sürünmektense katrana bulanmayı tercih ederim" bile demiştir. İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ)'in bu meselede babası Hz. Ömer (radıyallahu anh)'e uyduğu
babasının, ihramlı üzerinde, önceden intikal eden koku bulunmaması inancında
olduğu belirtilir. Tirmizî'nin bir rivayetinde (Hacc 114, (962) İbnu Ömer, Hz.
Peygamber'in ihramlı iken, tîbsiz olduğunu, zeytinyağı süründüğünü rivayet
eder. Şu halde İbnu Ömer, ihramlı iken zeytinyağını hoş kukusu olmadığı ve bir
de Resûlullah'ın süründüğünü bildiği için sürmüştür. Müteakip hadis de konuya
açıklık getirecektir.[108]
ـ14ـ وفي أخرى:
]سُئِلَ ابنُ
عُمَرَ عَنِ الرَّجُل
يَتَطيَّبُ
ثُمَّ
يُصْبِحُ
مُحْرِماً؟
فقَالَ: مَا
أحِبُّ أنْ
أُصْبِحَ مُحْرِماً
أنْضَخُ
طِيباً ‘نْ
أطَّلِىَ
بِقَطِرَانِ
أحَبُّ إلىَّ
مِنْ أنْ
أفْعَلَ
ذلِكَ. فأخْبِرَتْ
عَائِشَةُ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْها
بِقَولِ ابنُ
عُمرَ.
فقَالَتْ:
أنَا طَيَّبْتُ
رسولَ اللّه #
عِنْدَ
إحْرَامِهِ،
ثُمَّ طَافَ
في نِسَائِهِ،
ثُمَّ أصْبحَ
مُحْرِماً
يَنْضَخُ
طِيباً[. هذه
ألفاظ
الشيخين .
14. (1212)- Bir diğer rivayette şöyle
gelmiştir: "Önce koku sürünüp sonra ihrama giren kimse hakkında soruldu.
Şu cevabı verdi: "Ben (tîb sürünerek) ihrama girip koku neşretmeyi sevmem.
Katrana bulanmam bunu yapmaktan daha iyidir." Hz. Aişe (radıyallahu
anhâ)'ye, İbnu Ömer'in, bu sözü haber verilince: "Ben, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a ihrama (gireceği) sırada tîb sürdüm. Bu halde hanımlarına
uğradı. Sonra da ihrama girdi, koku neşrediyordu" dedi. [Buharî, Gusl 14;
Müslim, Hacc 47, (1192); Nesâî, Hacc 42, (5, 139), Gusl 13, (1, 203).][109]
AÇIKLAMA:
Bir
önceki hadisin açıklama kısmında belirttiğimiz üzere, ihrama girecek kimsenin,
ihramdan önce kokulanması ve dolayısıyla ihramlının koku neşretmesi hususunda, Hz. Aişe ile, Hz. İbnu Ömer
(radıyallahu anhüm ecmaîn) arasında ihtilâf mevcuttur ve her ikisi de
birbirlerinin düşüncelerini bilmektedirler. Yukarıda, İbnu Ömer'in görüşü
Hz.Aişe'ye haber verilince, onun görüşünde ısrar ettiğini gördük. Saîd İbnu
Mansûr'un, İbnu Ömer'in oğlu Abdullah'tan kaydettiği bir rivayet, Hz. Aişe' nin
görüşünü işiten İbnu Ömer'in sükût ettiğini, kendi görüşünde ısrar etmediğini
ifade eder. Sâlim İbnu Abdillah, İbnu Ömer'in de bu meselede Hz. Aişe'nin
hadisine dayanarak babasına ve dedesine muhâlefet ettiğini belirtir.
Cumhûr
da, bunu esas alıp, ihramdan önce kokulanmayı müstehab addetmiştir. Hanefî
mezhebi de bu görüştedir.
Mâlikîler,
İbnu Ömer'in görüşünü esas alır ve Hz. Aişe'nin hadisini şöyle te'vil ederler:
"Rivayette koku süründükten sonra Hz. Peygamber'in kadınlarına uğradığı,
sonra ihrama girdiği belirtilir. Bu uğramadan kasıt cimâ'dır. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) zevcelerinden herbirine uğradıkça her seferinde
yıkanmak âdeti idi. Böylece, süründüğü tîb yıkanmış olmaktadır ki kokudan eser
kalmaz." Keza "Saç ayırımında görülen tîbin parlaklığı, ondan bâki
kalan renktir, yıkanınca kokusu gitmiştir, kokusu olmayan tîb lekesidir" şeklinde te'vil edilmiştir.
Ulemâ
bu konuda lehte, aleyhte deliller getirir, izahlar, te'viller yapar. Teferruata
girmeyeceğiz. Ancak bu vesile ile hadiste gözüken bir kaç noktaya dikkat
çekeceğiz:
*
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevceleri, Resûlullah'ın hizmetine koşmuşlardır.
Burada koku sürme hizmeti gözükmektedir.
*
Münâsebet-i cinsiyede kadın ve erkeğin güzel koku sürünmesi müstehabdır.
*
Ashab'ın büyükleri bile, Resûlullah'ın bazı sünnetini, zevceleri kadar iyi
bilememekte ve bu sebeple aralarında ihtilaf çıkmaktadır.
*
Ulemâ, çoğunluk itibariyle, zevcelerinin daha iyi bilme durumunda olduğu
hususlarda -ihtilâf vâki olursa- zevcelerinin rivâyetini tercih etmiştir, bu
meselede olduğu gibi.[110]
ـ15ـ وفي أخرى
للنسائى:
]كانَ رسولُ
اللّه # إذَا أرَادَ
أنْ يَحْرَمَ
أدَّهَنَ
بِأطْيَبِ
دُهْنٍ
يَجِدُ
حَتَّى أرَى وَبِيصَهُ
في رَأسِهِ
وَلِحْيَتِهِ[.
15. (1213)- Nesâî'nin kaydettiği bir
diğer rivayette şöyle denir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ihrama
girmeyi arzu ettiği zaman bulabildiği en güzel yağla yağlanırdı. Öyle ki, yağın
parlaklığını başında ve sakalında görürdüm." (Râvi Hz. Aişe'dir). [Nesâî,
Hacc 42, (5, 139-140).][111]
ـ16ـ وله في
أخرى قالت:
]طَيَّبْتُهُ
لِحَرَمِهِ
حِينَ
أحْرَمَ
وَلِحِلِّهِ
بَعْدَ مَا رَمَى
الْعَقَبَةَ
قَبْلَ أنْ
يَطُوفَ بِالْبَيْتِ[
.
16. (1214)- Yine Nesâî'nin bir başka
rivayetinde, Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)
şöyle buyurmuştur: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
ihrama gireceği zaman ihramı için, şeytan taşlamasını yaptıktan sonra ve
Beytullah'a yapacağı tavaf (-ı ziyaret)ten önce ihramdan çıkınca da hıll'i
(ihramsız hâli) için tîbini sürdüm." [Nesâî, Hacc 41, (5, 137).][112]
AÇIKLAMA
:1218
numaralı hadiste yapılmıştır.[113]
ـ17ـ وفي أخرى:
]طِيباً َ
يُشْبِهُ
طِيَبكُمْ هذَا[
ـ يعنِى طيباً
ليس له
بقاء.»الذَّرِيرَةُ«
ضَرْبٌ من
الطيب مجموع
من أخْط.
»وَالْوَبِيصُ«
الْبَصِيصُ
وَالْبَرِيقُ.
»وَيَنْضَخُ«
بالخاء
المعجمة: يفوح
.
17. (1215)- Bir diğer rivayette şöyle
denir: "Resûlullah'ın tîb'i (sürdüğü koku) sizin şu tîbinize
benzemez." Yani (sizin kullandığınız tîb), uzun müddet koku neşretmeye devam
etmez, demektir. [Nesâî, Hacc 41, (5, 137).][114]
AÇIKLAMA:
Bu
rivayet de Hz. Aişe'ye aittir. Bütünü içinde şöyledir: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a ihramsız iken de, ihrama gireceği zaman da tîbini
sürdüm. Sizin bu tîbiniz onun tîbine benzemez." Hz. Aişe bu sözü ile,
"(Sizin tîbinizin) bekâsı yoktur
(kokusu devam etmez)" demek istemiştir.
Sindî
bu ifadeyi şöyle açıklar: "İhrama girmezden önce kullandığınız tîbin
kokusu, ihramdan sonra devam etmez, hemen kaybolur. Halbuki Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) en iyi kokudan kullanırdı ve ihramdan sonra da koku
neşretmeye devam ederdi." Sindî bu te'vili Hz. Aişe'den gelen diğer
rivayetlerin ruhuna uygun
olarak yaptığını belirtir. Aksi takdirde: "Hz. Peygamber'in kullandığı
tîbin kokusu devam etmezdi" şeklinde te'vil dahi mümkündür.[115]
ـ18ـ وعن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كُنَّا
نَخْرُجُ
مَعَ رسولِ
اللّهِ # إلى
مَكَّةَ
فَنُضَمِّدُ
جِبَاهَنَا
بِالسُّكِّ
المُطَيِّبِ
عِنْدَ
ا“حْرَامِ
فإذَا
عَرِقَتْ
إحْدَانَا
سَالَ عَلى
وَجْهِهَا
فَيَرَاهُ
رسولُ اللّه #
فََ
يَنهَانَا[.
أخرجه أبو
داود.ومعنى
»نُضَمِّدُ«
أبى نلطخ.
و»السُّكُّ«
نوع معروف من
الطيب .
18. (1216)- Hz.Aişe (radıyallahu anhâ)
anlatıyor: "Biz Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile (hacc ve umre için
ihrama girip) Mekke'ye giderdik. İhram sırasında alınlarımıza sükk denen bir
tîb sürerdik. Birimiz terleyecek olsa, yüzüne akardı. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bunu gördüğü halde (bize) onu(n sürülmesini) yasaklamazdı." [Ebu
Dâvud, Menâsik 32, (1830).][116]
AÇIKLAMA:
1-
Hadiste geçen sükk, Lisânu'l-Arab'a göre bir tîb çeşididir. Misk ve râmek
kokularının karıştırılmasıyla elde edilir. Başka çeşit tîbe karıştırılarak
kullanılır.
2-
Bu rivayette, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sükk denen tîbi ihramlı
iken hanımlarının süründüklerini gördüğü halde sesini çıkarmadığı ifâde
edilmektedir. Resûlullah'ın gördüğü şeye sükût buyurması takrîrî sünnet
addedilir ve bu, sükût edilen şeyin Resûlullah tarafından kabul edildiğine
delil sayılır.
Ahmed İbnu Hanbel'in bir rivayetinde de Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın ihramlı iken koku maddesiyle kaynatılmamış saf zeytinyağı ile
yağlandığı rivayet edilmiştir. Bu rivayette, ihramlı iken saf zeytinyağı ile
yağlanılabileceğine dair delil çıkarılmıştır. 1211 numaralı hadiste
açıkladığımız Hz. Aişe ile Hz. İbnu Ömer ihtilâfının aslı, bir kere daha
görülüyor ki, Resûlullah'tan görülen farklı tatbikata dayanmaktadır.
3-
Yanlış anlaşılmaması için tekrar belirtelim, Hz. Aişe'nin belirttiği sükk sürme
işi, ihrama girmezden önce cereyan etmiştir. Ebu Dâvud, Hz. Aişe'nin bu
hadisini ihramdan sonra da devam eden kokunun önceden sürülebileceğine delil
yapmak kasdıyla kaydetmiştir. İhram sırasında kadın ve erkek hiç kimseye koku sürmenin helâl olmadığı
hususunda ulemâ ihtilaf etmez, icma eder. Ancak zeytinyağı tîb değildir, kokusu
için sürülmez, başka maksadla sürülür. Bu sebeple saç ve sakal hariç
zeytinyağının, ihramlı iken sürülmesi câiz addedilmiştir.[117]
ـ19ـ وعن
الصَّلْتِ بن
زبيد عن غير
واحد من أهله.
]أنَّ عُمرَ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ
وَجَدَ رِيحَ
طِيبٍ وَهُوَ
بِالشَّجَرَةِ.
فقَالَ:
مِمَّنْ
هذَا؟ فقَالَ
كَثِيرُ بنُ
الصَّلْتِ
مِنِّى،
لَبَّدتُ
رَأسِى وَأرَدْتُ
أنْ أحْلِقَ.
فقَالَ
عُمَرُ: اذْهَبْ
إلى شَرَبَةٍ
مِنَ
الشَّرَبَاتِ
فَادْلُكْ
رَأْسَكَ
حَتَّى
تُنْقيَهُ
فَفَعَلَ ذلِكَ[.
أخرجه مالك .
19. (1217)- Salt İbnu Zübeyd (rahimehullah),
ailesinin bazı fertlerinden naklen şunu rivayet etmiştir: "Hz. Ömer
(radıyallahu anh) Şecere nâm mevkide iken, bir tîb kokusu hissetti.
"Bu
koku kimden geliyor?" diye sordu: Kesîr İbnu's-Salt:
"Bendendir,
(saçımın dağılmaması için) süründüm ve tıraş olmamaya karar verdim" dedi.
Hz. Ömer (radıyallahu anh):
"Su
birikintilerinden birine git, başını koku gidinceye kadar ovuştur!" diye
emretti. Kesir İbnu's-Salt öyle yaptı." [Muvatta, Hacc 20, (1, 329).][118]
ـ20ـ وله في
أخرى عن أسلم
مولى عمر
]أنَّ عُمَرَ
وَجَدَ رِيحَ
طِيبٍ
فَقَالَ:
مِمّنْ هذَا
الطِّيبُ؟
فقَالَ
مُعَاوِيَةُ
بنُ أبِى
سُفْيَانَ:
مِنِّى يَا
أمِيرَ
المُؤمِنِينَ!
فقَالَ
مِنْكَ
لَعَمْرُ
اللّهِ؟
فقَالَ:
إنَّمَا
طَيَّبَتْنِى
أُمُّ
حَبِيبَةَ يَا
أمِيرَ
المُؤمِنينَ.
فقَالَ
عُمَرُ: عَزَمْتُ
عَلَيْكَ:
لَتَرْجِعَنَّ
فَلَتَغْسِلَنَّهُ[.»التَّلْبِيذُ«
أن يُسَرِحَ
شعر رأسه،
ويجعل فيه
شيئاً من
صَمْغ
ليلتزق، و
يتشعَّث في
ا“حرام.
»والشَّرَبَةُ«
بفتح الشين
والراء: الماء
المجتمع حول
النخلة
كالحوض.
20.(1218)- Muvatta'nın bir diğer
rivayeti, Eslem Mevlâ Ömer'den: "Ömer (radıyallahu anh), bir tîb kokusu
hissetmişti.
"Bu
koku kimden?" diye sordu. Muâviye İbnu Ebî Süfyan (radıyallahu anh):
"Ey
mü'minlerin emîri! Bendendir!" diye cevap verdi. (Hz. Ömer kızgın bir eda
ile):
"Allah
Allah! Senden mi?" diye çıkıştı. Hz. Muâviye:
"Bana
Ümmü Habibe sürdü, ey mü'minlerin emîri!" (diye özür) beyan etti. Hz.
Ömer:
"Allah
aşkına geri dön ve şu sürdüğün şeyi yıka!" diye emretti." [Muvatta,
Hacc 19.][119]
AÇIKLAMA:
1-
Yukarıdaki iki rivayet, birbirine ziyadesiyle benzerlik arzeden iki ayrı
hâdiseyi anlatmaktadır. Saçına koku saçıcı bir madde sürdüğü için Hz. Ömer'in
müdahalesine mâruz kalan şahıs, birinci hadiste Kesîr İbnu's-Salt, ikinci
hadiste ise Muaviye İbnu Ebî Süfyan (radıyallahu anhümâ)'dır.
2-
Hz. Ömer'in kokuyu hissettiği yer Şecere'dir. Zülhuleyfe'de, Esma Bintu
Muhammed İbni Ebî Bekr'in doğum yaptığı yerdir. Medine'ye altı mil mesafededir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) Mekke'ye giderken, Medine'den oraya gelir, ihrama orada girerdi.
3-
Su birikintisi diye tercüme ettiğimiz şerbet'i İmam Mâlik hurmanın dibindeki
çukurluk diye târif eder. Diğer açıklamalardan, suyun birikmesi için, ağaçların
etrafında, hâlen teşkil edilen havuzlama çukurları olduğu anlaşılıyor.
4-
İkinci rivayetin bir başka vechinde, Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in Hz.
Muâviye'ye öfkelendiği kaydedilir. Şârihler, Hz. Ömer'in, Hz. Muâviye'yi refaha
düşkünlükle itham edip Arab'ın Kisrası diye isimlendirdiğini belirtirler.
5-
İbnu Ebî Şeybe'nin rivayetinde: "...Herkes ihramını giyince, Hz. Ömer bir
tîb kokusu hissetti ve: "Bu kimdendir?" diye sordu..." denir.
"Bendendir ey mü'minlerin emîri!" diyen, bu rivayette Berâ İbnu
Âzib'tir.6- Bu rivayetler, Hz.Ömer'in ihramlıya hiçbir surette kokuyu câiz
görmeyen fetvasını aksettirmektedir. Zürkânî, bu meselede -az yukarıda
kaydettiğimiz, Hz. Aişe ile olan ihtilâfa parmak basarak der ki: "Hz.
Ömer, ihrama girecek kimsenin, önceden
koku sürünmüş olmasını, bu kadar büyük sahâbi ve tâbiin huzurunda reddettiği
halde, onlardan hiçbiri ona itiraz etmedi. Şu halde bu durum, Hz. Aişe'nin buna
muhalif rivayetin te'vil edilmesi gerektiğine en kuvvetli bir delildir."[120]
ـ21ـ وعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما.
]أنَّهُ
كَفَّنَ
ابْنَهُ
وَاقِداً
وَمَاتَ بِالْجُحْفَةِ
مُحْرِماً
وَخَمَّرَ
رَأسَهُ وَوَجْهَهُ
وَقالَ: لَوَْ
أنَا حُرُمُ
لَطَيَّبْنَاهُ[.
أخرجه مالك .
21. (1219)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ)'den anlatıldığına göre: "İhramlı iken Cuhfe'de ölmüş olan oğlu
Vâkid'i kefenlemiş, bu arada başını ve yüzünü örttükten sonra şöyle demiştir:
"Eğer ihramlı olmasaydık, cenâzeye tîb de sürerdik." [Muvatta, Hacc
14, (1, 327).][121]
AÇIKLAMA:
Bu
rivayet, ihramlı iken kokulu nesneye değilmemesi gereğine bir delil olduğu
gibi, ihram sırasında ölen kimsenin normal şekilde kefenlenmesi gereğine de
delil olmaktadır. Zîra, ihramlı halde, ölen oğlunun başını ve yüzünü örtmüştür.
Halbuki, ihramlının başı ve yüzü açıktır. İhramlı koku sürünmez, ama cenazeye
mûtad üzere sürülmelidir. İbnu Ömer (radıyallahu anh) oğlunun cenazesine
sürmüyor, fakat özrünü beyan ediyor: Tekfine katılan hepimiz ihramlıyız,
ihramlı olanların kokuya değmemeleri gerekir, böyle olmasaydık, ihramlı iken
ölmüş bulunan cenazeye mutad üzere koku da sürerdik."
Bu
hadiste, İmam-ı Âzam, İmam Mâlik ve Evzâî Sahiheyn'de kaydedilen bir İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ) rivayetine cevap bulurlar: "İhramlı bir kimseyi,
devesi sırtından atarak ölümüne sebep olmuştu. Durum Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a intikal ettirilince: اغْسِلُوه
وكفنُوهُ وََ
تُغَتُّوا رَأسَهُ
وََ
تَقْرَبُوهُ
طيباً:
فَاِنَّهُ يُبْعَثُ
مُلَبِّياً
“Onu
yıkayın, kefenleyin, sakın başını örtmeyin ve koku da yaklaştırmayın. Zîra o,
(kıyamet günü) telbiye getirerek diriltilecektir" buyurdu.
İmam
Şafiî, Ahmed İbnu Hanbel, İshâk İbnu Râhuye ve Zâhirîler, bu sonuncu rivayetten
hareketle, ihramlı iken ölen bir kimsenin, öldükten sonra da ihramlı
sayılacağını söylerler. Hadiste ifade edilen: "Başını örtmeyin, koku da
sürmeyin" emri bunu ifade eder. Hatta, hadisin bazı vecihlerinde "iki
parça içerisine
kefenleyin"
ziyâdesi de vardır. Yani, kefeni de, ihram gibi iki parçadan ibaret olmalıdır.
Bu
görüşe katılmayan âlimler (Mâlik, Ebu Hanife..) ihram halinde ölen kimseye
ihramsız gibi muâmele yapılması gerektiğini söylerler. Onlara göre ihram, diğer
ibadetler gibi bir ibadettir. Namaz, oruç vs. ibadetler ölümle iptal olduğu gibi,
bu da ölümle iptal olur. Ölümle ihram devam edecek olsa, cenazesinin tavaf
ettirilmesi ve diğer menâsikin de
tamamlattırılması gerekirdi. Halbuki hiçbir âlim bunu söylememiştir.
Ayrıca
İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) hadisi, hadiste geçen şahısla ilgili hususî bir
hüküm ifade etmektedir. Onu umumîleştirmek mümkün değildir. Çünkü Hz.
Peygamber, "Zîra o telbiye getirerek
diriltilecek" buyurmuştur... Halbuki, şehidlerle ilgili hüküm ifâde
edilirken tahsis değil ta'mim ifade eden bir üslub kullanılmıştır: "Şehid
(kıyamet günü), yarasından kan akıyor olduğu halde dirilir." Bu mülâhazaya
göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "İhramlı halde ölen kimse
kıyamet günü telbiye getirerek dirilir" buyurmuş olsaydı hüküm umumiyet
kazanmış olacaktı.[122]
ـ22ـ وعن نافع
قال: ]كانَ
ابنُ عُمَرَ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُما
إذَا خَرَجَ
إلى مَكَّةَ
ادَّهَنَ بِدُهْنٍ
لَيْسَتْ
لَهُ
رَائِحَةٌ
طَيِّبَةٌ،
ثُمَّ يأتِى
مَسْجِدَ ذِى
الحُلَيْفَةِ
فَيُصَلِّى
ثُمَّ
يَرْكَبُ.
فإذَا
اسْتَوَتْ
بِهِ
رَاحِلتُهُ
قَائمَةً
أحْرَمَ ثُمَّ
يقُولُ: هكذَا
رَأيْتُ
رسولَ اللّه #
يَفْعَلُ[.
أخرخه البخارى
.
22. (1220)- Nâfi anlatıyor: "İbnu
Ömer (radıyallahu anhümâ) ihram giyerek Mekke'ye müteveccihen yola çıktığı
zaman, güzel kokusu olmayan bir yağ ile yağlanırdı. Sonra Zülhuleyfe mecsidine
gelir, orada (ihram için iki rek'at) namaz kılar, sonra hayvanına binerdi.
Devesi (ayağa kalkıp) onu doğrultunca telbiyeye başlar ve şöyle derdi:
"Ben Resûlullah'ın böyle yaptığını gördüm." [Buharî, Hacc 28;
Muvatta, Hacc 32, (1, 333).][123]
AÇIKLAMA:
Burada
ihram, telbiye getirmek mânasına gelir. İbnu Ömer, ihramını giydikten sonra
kılınması sünnet olan iki rek'at ihram namazını kılınca hemen telbiyeye başlamıyor, devesine binip,
devesi ayağa kalkınca, tam binme halini aldıktan sonra telbiyeye başlıyor.
Sözgelimi ayağını atarken veya, deve kalkarken değil, tam binmiş vaziyete
geçince telbiyeyi getiriyor. Böylece ihram yasakları fiilen başlatılmış oluyor.[124]
ـ23ـ وفي
رواية
للترمذى قال:
]كانَ
يَدَّهِنُ بِدُهْنٍ
غَيْرِ
مُقَتَّتِ.
يَعْنِى
غَيْرِ مُطَيِّبٍ[.»الْقَتُّ«
تطييب الدهن
بالريحان .
23. (1221)- Tirmizî'nin bir rivayetinde
şöyle denir: "(İbnu Ömer) reyhanlanmamış bir yağla yağlanırdı." Yani
kokulandırılmamış. [Tirmizî, Hacc 114, (962); İbnu Mâce, Menâsik 88, (3083).][125]
AÇIKLAMA:
Hadiste
geçen mukattat, reyhanla kaynatılmak suretiyle koku sindirilmiş demektir. İbnu
Ömer (radıyallahu anhümâ) ihramlının mutlak surette kokudan uzak kalması
kanaatinde olduğu için, ihram öncesi yağlanırken kokulu kılınmamış, tabiî yağla
yağlanmıştır. Bu te'vili esas alanların ihram giydiği takdirde izi devam ederek
koku salmayı sürdürecek olan kokulu krem kullanmaması gerekir.
Hanefîlerin
ihram öncesi kokulanmayı müstehab addettiklerini bir kere daha hatırlatalım.[126]
ـ24ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]يَشُمُّ
المُحْرِمُ
الرَّيْحَانَ،
وَيَنْظُرُ
في المِرآةِ،
وَيَتَدَاوَى
بِمَا
يَأكُلُ
الزَّيْتِ
وَالسَّمْنِ[.
أخرجه البخارى
ترجمة .
24. (1222)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "İhramlı reyhan koklayabilir, aynaya bakabilir. Yediği
zeytinyağı ve tereyağı ile tedâvi olabilir." [Buharî, Hacc 18, (Bab
başlığında, senetsiz olarak kaydetmiştir).][127]
AÇIKLAMA:
İhramlının
reyhan koklaması ihtilâflı bir mevzudur. Sadedinde olduğumuz rivayetde
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'ın bunda
bir beis görmediği ifade ediliyor. Ancak, İshâk da mübah derken, Ahmed İbnu Hanbel, tevakkuf etmiş, Şafiî
hazretleri haramdır demiş, İmam Mâlik ve Ebû Hanife (rahimehumullah)
"mekruh" addetmişlerdir.
Aynaya
bakma hususunda Sevrî'nin Câmi'inde kaydedilen rivayete göre İbnu Abbâs
"Muhrim olanın aynaya bakmasında bir beis yoktur" demiştir. Kasım
İbnu Muhammed'den gelen rivayette mekruh addedilmiştir.
Ebû
Bekir İbnu Ebî Şeybe'nin kaydettiği rivayette İbnu Abbâs, يَتَدَاوَى
الْمُحْرِمُ
بِمَايَأْكُلُ
"Muhrim yediği şey ile tedavi olur" demiştir.
Bir başka rivayette ise: "Muhrimin eli veya ayakları çatlayacak olursa,
zeytinyağı veya tereyağı sürebilir" demiştir.
Bu
ifadede Mücâhid'in: "Tereyağı ve zeytinyağı ile tedavi olamaz, aksi halde
dem (koyun kurban etmesi) gerekir" şeklindeki görüşüne cevap verilmiş olmaktadır.[128]
ـ25ـ وعن
عبداللّه بن
حُنَين: ]أنَّ
ابنَ عبَّاسٍ
وَالمِسْوَرَ
بنَ
مَخْرَمَةَ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُما.
اخْتَلَفَا
بِا‘بْوَاءِ.
فقَالَ ابنُ
عَبَّاسٍ:
يَغْسِلُ
المُحْرِمُ
رَأسَهُ؛
وَقَالَ
الْمِسْوَرُ:
َ يَغْسِلُ المُحْرِمُ
رَأسَهُ.
فأرْسَلَنِى
ابنُ عَبَّاسٍ
إلى أبى
أيُّوبَ
ا‘نْصَارىِّ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ
فَوَجَدْتُهُ
يَغْتَسِلُ بَيْنَ
الْقَرْنَيْنِ
وَهُوَ
يَسْتُرُ بِثَوْبٍ.
فَسَلَّمْتُ
عَلَيْهِ
فقَالَ: مَنْ
هَذَا؟
فقُلْتُ: أنَا
عَبْدُاللّهِِ
بنُ حُنَيْنٍ
أرْسَلَنِى
إلَيْكَ ابنُ
عَبَّاسٍ يَسْألُكَ
كَيْفَ كانَ
النَّبىُّ #
يَغْسِلُ
رَأسَهُ
وَهُوَ
مُحْرِمٌ؟
فَوَضَعَ
أبُو أيُّوبَ
يَدَهُ عَلى
الثَّوْبِ
فَطأطأَهُ
حَتَّى بَدَا
لِىَ رَأسُهُ.
فقَالَ
“نْسَانٍ
يَصُبُّ
عَلَيْهِ:
اصْبُبْ
فَصَبَّ عَلى
رَأسِهِ
فَحَرَّكَ
رَأسَهُ
بِيَدَيْهِ
فأقْبلَ
بِهِمَا وَأدْبَرَ،
وقال: هكذَا
رَأيْتُهُ #
يَفْعَلُ[.
أخرجه الستة إ
الترمذى.زاد
في رواية غير
مالك: قالَ
المِسْوَرُ
بن عبّاس:
أُمَارِيكَ
أبداً. »قَرْنَا
الْبِئْرَ«
عضادَتاها
التى يجعل
عليهما
البكرة.
»وَالمُمَارَاةُ«
المجادلة.
25. (1223)- Abdullah İbnu Huneyn
anlatıyor: "İbnu Abbas ile Misver İbnu Mahreme (radıyallahu anhümâ)
Ebvâ'da ihtilâf ettiler. İbnu Abbas: "Muhrim başını yıkar" dedi.
Misver ise: "Hayır, yıkayamaz!" dedi. İbnu Abbâs, beni Ebu Eyyûb
el-Ensârî (radıyallahu anh)'ye gönderdi. Ben onu iki direk arasına gerilmiş bir
perde gerisinde yıkanıyor buldum. Kendisine selam verdim.
"Kim
o?" dedi.
"Abdullah
İbnu Huneyn'im. Beni, size İbnu Abbas gönderdi. Sizden, ihramlı iken Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın başını nasıl yıkadığını soruyor" dedim. Bunun
üzerine Ebû Eyyûb (radıyallahu anh) elini perde (ipinin) üzerine koyup aşağı
doğru bastı ve başı göründü. Üzerine su döken birisine: "Dök!" dedi.
O da döktü. Ebu Eyyub (radıyallahu anh) başını elleriyle ileri geri ovalayıp:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı böyle yapar gördüm" dedi." [Buharî,
Cezâu's-Sayd 14; Müslim, Hacc 91, (1205); Muvatta, Hacc 4, (1, 323); Ebu Dâvud,
Menâsik 38, (1840); Nesâî, Hacc 27, (5, 128-129); İbnu Mâce, Menâsik 22,
(2934).]
Muvatta
dışındaki rivayetlerde şu ziyade
mevcuttur: "Misver, İbnu Abbâs'a şunu söyledi: "Seninle bir
daha münakaşa etmiyeceğim (ne dersen kabûlüm)."[129]
AÇIKLAMA:
1-
Buharî bu hadisi, "Muhrimin yıkanması" adlı bir babta kaydeder.
Yıkanma ile ferahlık, paklık ve cenâbetten temizlenmek gibi çeşitli maksatlarla
yapılan yıkanmaların hepsini kasteder. Muhrimin cenâbetten temizlenmek için
yıkanması gereğinde ulemâ icma eder. Başka maksatlarla yapılacak yıkanmalarda
ihtilâf edilmiştir.
İmam
Mâlik, muhrimin su ile başını örtmesini mekruh addetmiştir. Nitekim Muvatta'da,
İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'in ihramlı iken sadece ihtilâm halinde yıkandığı
rivayet edilmiştir.
İbnu
Abbas: "Muhrim hamama gider, tırnağı kırılırsa koparıp atar"
demiştir.
Hasan
Basri ve Atâ da yıkanmayı mekruh
addetmiştir.
Hz.
Aişe başını veya vücudunu kaşımakta beis görmemiştir.
2-
Başın yıkanıp yıkanmaması ihtilafı, daha
ziyade saçın dökülme ihtimalinden doğmaktadır. Çünkü, baş yıkanırken
parmaklarla kaşımak gerekmektedir.
Halbuki
ihramlının vücudundan kıl yolunması yasaktır. Yukarda kaydettiğimiz ihtilâflar
bu temel espriden kaynaklanır.
Abdullah
İbnu Huneyn, Ebu Eyyub'e "başın yıkanıp yıkanmadığını" sormak üzere
geldiği halde, soruyu biraz değiştirerek: "Baş nasıl yıkanır?" diye
sormuştur. Zîra Ebu Eyyub hazretlerini yıkanır vaziyette bulunca, soruyu
"Baş yıkanır mı?" şeklinde sormanın mânası kalmamıştır. Fetânet eseri
olarak, saçın yolunma ihtimalini
asgarîye düşürecek bir tarzda mı yıkandığını anlamayı tercih etmiş, bu maksadla
"İhramlı iken Resûlullah başını nasıl yıkardı?" diye sormuştur. Ebu
Eyyûb (radıyallahu anh) ellerini başından ileri geri kaydırarak ovalamış ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
ihramlı iken, normal bir yıkayışla baş yıkadığını ifade etmiştir.
3-
Bu rivayet, bir kısım meselelerde Ashab'ın kendi aralarında münâkaşa ettiklerini
gösterdiği gibi, münakaşa âdablarını da göstermektedir. Meseleyi, nassa
başvurarak tahkik ediyorlar, nass ortaya çıkınca kendi fikirlerinden
vazgeçiyorlar.
4-
Misver (radıyallahu anh)'in, İbnu Abbâs'a: "Seninle artık bir daha
münakaşa etmeyeceğim" demesi, birbirlerinin faziletini kabuldeki mümtaz
ahlâklarını göstermesi bakımından mânidardır. Bu söz, İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ)'ın fikhî meselelerde de üstünlüğünü,
nassa dayanmayı esas aldığını gösterir.
5-
Ebu Eyyûb'tan açıklayıcı haberi getiren tek kişidir: Abdullah İbnu Huneyn. Şu
halde Misver (radıyallahu anh), haber-i vahidi, hem de Tâbiin'den olan bir
kimsenin haber-i vâhidini kabul etmiş olmaktadır ki, bu, Ashab'ın haber-i
vâhidle amel etmelerine de bir delil olmaktadır.
6-
Ashab'tan birinin sözü, diğerini bağlayıcı değildir. Bu sebeple münâkaşa
edilebiliyor ve tahkike başvurabiliyorlar. İbnu Abdilberr demiştir ki:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın:
اَصْحَابِى
كَالنُّجُومِ "Ashabım
gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uysanız doğru yolda olursunuz" sözündeki iktidâ ile fetvalarına uymak
kastedilmiş olsaydı, İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) iddiasına hüccet aramaya
ihtiyaç duymaz, bilakis Misver'e: "Ben yıldızım, sen de yıldızsın, bizden sonrakiler
hangimize uyarlarsa bu onlar için yeterlidir" derdi. Öyle ise o hadisin
mânası, ehl-i ilimden el-Müzenî ve başkasının da söylediği üzere, "Ashab
nakil meselesinde yıldız gibidir" demektir, çünkü hepsi udûl'dür.
7-
Hadiste, yıkanırken perde çekmenin gereğine, temizlenmede yardım istemenin
cevazına delil var.
8-
Keza tahâret halinde selam alıp verme,
konuşma caizdir.
9-
Muhrimin yıkanması câizdir, saçını bol su ile doyurması, yolunmasından emin
olduğu takdirde ovalaması caizdir. Hatta, Kurtubî, bu hadisten hareketle,
yıkanırken başı ovmanın vâcib olduğuna hükmetmiştir. Der ki: "Eğer ovmadan
yıkanmak tamam olsaydı muhrimin bunu
terketmeye daha çok hakkı olurdu, ovmada mahzur açıktır (saç yolunması)."
Kurtubî,
"Abdest sırasında müstehab olan sakal tüylerinin arasından parmakların
geçirilmesi (hilalleme), ihramlı için de müstehablığını devam ettirir"
diyerek Şafiîlerden bazılarının, - yolunma endişesiyle - "İhramlı, abdest
alırken sakalını hilallemez, mekruhtur" sözünü de reddetmiş olmaktadır.
Kurtubî, bu hükmünde de sadedinde olduğumuz hadise dayanır ve der ki:
"Baştaki tüyleri ovmakla, sakaldaki tüyleri ovmak arasında fark
yoktur...".[130]
ـ26ـ وعن
خارجة بن زيد
عن أبيه
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ.
]أنَّ
النَّبىَّ #
تَجَرَّدَ
“هَْلِهِ وَاغْتَسَلَ[.
أخرجه
الترمذى.وذكر
رزين رواية
أنَّ
النَّبىِّ #
اغْتَسَلَ
“حْرَامِهِ
وَلِطَوافِهِ
بِالْبَيْتِ
وَلِوُقُوفِهِ
بِعَرَفَةَ .
26. (1224)- Hârice İbnu Zeyd, babası
Zeyd (radıyallahu anh)'den naklediyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ihrama girmek çin soyundu ve yıkandı." [Tirmizî, Hacc 16,
(830).]Rezin de şu rivayeti kaydetti:"Aleyhussalatu vesselam, ihramını
giymek, Kabeyi tavaf etmek ve Arafat'da vakfe içi yıkandı"[131]
AÇIKLAMA:
1-
Aliyyu'l-Kârî, "soyunma"yı, "dikişli elbiselerini çıkarıp izâr
ve ridâsına büründü" diye açıklar.
2-
Bu hadis, ihrama girecek kimsenin, ihramdan önce yıkanmasının müstehab olduğuna
delil olmuştur. Ulemâ çoğunlukla böyle hükmetmiştir. Vâcibtir diyen de
olmuştur.[132]
ـ27ـ وعن نافع
قال: ]كانَ
ابنُ عُمَر
يَغْتَسِلُ
“حْرَامِهِ
قَبْلَ أنْ
يُحْرِمَ
وَلِدُخُولِهِ
مَكَّةَ
وَلِوُقُوفِهِ
بِعَرَفَةَ[. أخرجه
مالك.زاد في
رواية: وَكانَ
إذَا أحْرَمَ
َيَغْسِلُ
رَأسَهُ إَّ
مِنَ ا‘حْتَِمِ
.
27. (1225)- Nâfi anlatıyor: "İbnu
Ömer (radıyallahu anhümâ) ihrama girmezden önce ihram için, Mekke'ye girmek
için, Arafat'ta vakfe için yıkanırdı." [Muvatta, Hacc 3, (1, 322); Buharî,
Hacc 38.]
Bir
rivayette şu ziyade vardır: "İhrama girdi mi, başını sadece ihtilâm olduğu
zaman yıkardı."[133]
AÇIKLAMA:
Sünnete
bağlılığıyla meşhur İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'in hacc ve umre ile alâkalı
olarak üç yerde yıkandığı belirtilmektedir:
1-
İhrama girmezden önce, dikişli elbiseleri çıkarınca, izâr ve ridasını
giymek için yıkanıyor,
2-
Mekke'ye girmezden önce. Buharî'nin bu rivayetinde: "Harem'in en yakın
yerine geldiği zaman telbiyeyi bırakır, Zu-Tuvâ nam mevkide geceler, sonra orada
sabah namazını kılar ve yıkanırdı. Sonra: "Resûlullah böyle yapmıştı" derdi."diye bu
hususa açıklık getirilir.
3-
Arafat'ta vakfe için: Bu yıkanmayı arefe akşamı yaptığını Muvatta'daki rivayet
tasrih eder.[134]
ـ28ـ وعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما. ]أنَّ
النَّبىَّ #
لَبَّدَ
رَأسَهُ
بالْغَسْلِ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى.وعنده
سَمعتهُ # يُهِلُّ
مُلَبِّداً .
28. (1226)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yıkandığı su
ile saçlarını (dağılmayacak şekilde)
tarayıp nizama soktu." [Ebu Dâvud, Menâsik 12,(1747, 1748) Nesâî, Hacc 40,
(5, 136); Buhârî, Hacc 19; Müslim 21, (1184); İbnu Mâce, Menâsik 72, (3047).][135]
AÇIKLAMA:
1-
Telbid: Saça hususî şekilde hazırlanmış yapışkan bir şeyler sürerek saçların
birbirine yapışmasını sağlamak, düzene koymak demektir. Telbid yapılınca toz
toprağın, bazı haşerelerin saçlar arasına nüfuz etmesi ve saçın fazlaca kabarıp
dağılması önlenmiş olmaktadır. Rivayet, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
saçlarına telbid yaptırarak ihrama girdiğini belirtmektedir.
2-
Rivayette geçen غَسْل kelimesi
عَسَل şeklinde de gelmiştir. Yani gasl olursa yıkanmak için
hususî surette hazırlanmış su mânasına gelir. Asel ise "bal"
demektir. Şu halde saçları yapıştırmak için, saç kremi yerine o devirde bal sürülmüş olması mevzubahistir. Bu
hususta şârihler açıklama sunmazlar.[136]
ـ29ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]َ يَدْخُلُ
المُحْرِمُ
الحَمَّامََ[.
أخرجه
البخارى
ترجمة .
29. (1227)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) demiştir ki: "İhramlı kimse hamama girer." [Buharî,
Cezâu's-Sayd 14 (Tercüme bab başlığı
olarak, senedsiz şekilde) kaydedilmiştir.][137]
AÇIKLAMA:
1-
Buharî, bu rivayeti, يَدْخُلُ
الْمُحْرِمُ
الْحَمَّامَ "Muhrim hamama girer..." diye müsbet
bir mânada kaydederken, Teysir, yukarıda görüldüğü üzere cümlenin başına
getirerek mânayı
nefy (olumsuz) yapmıştır. Hata olduğu açık.
2-
Bu rivayet Buharî'de muallak ise de Beyhakî ve Dârekutnî'de mevsul olarak
gelmiştir. Hadisin bir başka vechi İbnu Abbas'ın Cuhfe'de ihramlı iken hamama gittiğini
ve: "(Temizlenin) Allah sizin kirinize itibar edecek değildir"
dediğini belirtir. Keza bir başka rivayette de: "Muhrim hamama gider,
gerekirse dişini çeker, kırılacak olursa tırnağını atar... Ezâ verici şeyleri
atın, size eza veren şeyler Allah'ın işine yaramaz" buyurmuştur.[138]
ـ30ـ وعنه
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]احْتَجَمَ
رسولُ اللّهِ
# وَهُوَ
مُحْرِمٌ[
أخرجه الخمسة،
وهذا لفظ
الشيخين.وزاد
البخارى رحمه
اللّه تعالى
في أخرى:
وَاحْتََجَمَ
وَهُوَ صَائِمٌ.وله
في أخرى:
احْتَجَمَ في
رَأسِهِ
وَهُوَ
مُحْرِمٌ
مِنْ وَجَعٍ
كانَ بِهِ.وفي
أخرى: من
شَقيقةٍ
كانَتْ بِهِ
بمَاءٍ
يُقَالُ لَهُ
لَحْىُ جَمَلٍ
مِنْ طرِيقِ
مَكَّةَ في
وَسَطِ
رَأسِهِ .
30. (1228)-Yine İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) demiştir ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ihramlı iken
hacamat oldu (kan aldırdı)." [Buharî, Cezâu's-Sayd 11, Tıbb 12, 15;
Müslim, Hacc 88., (1203); Ebu Davud, Menâsik 36, (1835-1836); Tirmizî, Hacc 22,
(839); Nesâî, Hacc 92, (5, 193); İbnu Mâce, Menâsik 87, (3081).] Bu metin
Sahiheyn'in metnidir.
Buharî
merhumun bir diğer rivayetinde:
"[Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)] oruçlu iken hacamat oldu"
denir. Yine Buharî'nin bir diğer rivayetinde: "[Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)] ihramlı iken çektiği ağrı sebebiyle başından hacamat oldu"
denir.
Bir
diğer rivayette: "Şakîka denen (başının ön kısmındaki) bir ağrı sebebiye,
Lahyu Cemel adında Mekke yolu üzerindeki bir su başında, başının ortasından
hacamat oldu" denir.[139]
AÇIKLAMA:
Çeşitli
vecihlerde gelmiş olan bu rivayetten şu hükümler çıkarılmıştır:
1-
Nevevî der ki: Muhrim, zaruret olmaksızın hacamat olmak ister de, bu iş
saçın kesilmesini gerektirirse,
saçın kesilmesi sebebiyle bu haramdır.
Saç kesilmesini gerektirmezse Cumhur'a göre câizdir. İmam Mâlik mekruh
demiştir.
Hasan
Basrî: "Saç kesilmese de fidye ödemek gerekir, ancak zaruret icabı hacamat
olmuş ise, saç kesilmesi de caizdir, fakat fidye gerekir" der.
2-
Bu hadisle, saç kesme ve koku sürünme gibi ihram yasağına yer vermeyen kan
aldırma, yara açma, damar kesme, diş çektirme vs. tedavilerinin hepsinin câiz
olduğu istidlâl edilmiştir. Bu tedavilerin hiçbiri sebebiyle fidye de gerekmez.[140]
ـ31ـ وعن أنس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]احْتَجَمَ
رسولُ اللّه #
وَهُوَ
مُحْرِمٌ
عَلى ظَهْرِ
الْقَدَمِ
مِنْ وَجَعٍ
كانَ بِهِ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى.وعنده
مِنْ وَثىً
كان به. »وَالْوثىَ«
هو ان يصيب
العظم وصم يبلغ الكسر.
31. (1229)- Hz. Enes (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ihramlı iken ayağının
sırtından çektiği bir ağrı sebebiyle hacamat oldu." [Ebu Dâvud, Menâsik
36, (1837); Nesâî, Hacc 94, (5, 194).]
Nesâî'nin
rivayetinde "...Maruz kaldığı incinme sebebiyle (ayağının sırtından
hacamat oldu)" denmiştir.[141]
ـ32ـ وعن نافع
أن ابن عمر
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُما
قال: ]َ
يَحْتَجِمُ
المُحْرِمُ
إَّ أنْ يَكُونَ
مُضْطَرّاً
إلَيْهِ
مِمّا َ بُدَّ
مِنْهُ[.
أخرجه مالك .
32. (1230)- Nâfi anlatıyor: "İbnu
Ömer (radıyallahu anhümâ) dedi ki: "İhramlı kimse kaçınılmaz bir sebepten
dolayı mecbur kalmadıkça hacamat olamaz." [Muvatta, Hacc 75, (1, 350).][142]
AÇIKLAMA:
Görüldüğü
üzere, İbnu Ömer de, saçın dökülmesine
müncer olacak hacamatı, "zaruret olmaksızın" haram addeder. Kıl
dökülmeyecek bir yerde olursa, ayak
gibi, ulema câiz derken İbnu Ömer mekruh addeder. İmam Mâlik de zaruret
olmadıkça kan aldırmayı mekruh addetmiştir. Çünkü bu, muhrimi zayıf düşürecektir. Aynı mülahaza ile
hacının arafe günü oruç tutmasını da mekruh addeder.[143]
ـ33ـ وعن
نُبَيْه بن
وهب. ]أنَّ
عُمرَ بنَ
عُبَيْدِاللّهِ
بنِ مَعْمَرٍ
اشتَكَى
عَيْنَيْهِ
وَهُوَ
مُحْرِمٌ
وَأرادَ أنْ
يُكَحِّلَهُمَا
فَنَهَاهُ
أبَانُ بنُ
عُثْمَانَ
وَأمَرَهُ
أنْ
يُضَمِّدَهُمَا
بِالصَّبْرِ،
وَحَدَّثَهُ
عَنْ عُثْمَانَ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ عَنِ
النَّبىِّ # أنَّهُ
كانَ
يَفْعَلُهُ[.
أخرجه الخمسة
إ البخارى.زاد
أبو داود
وكانَ أبَانُ
أمِيرَ المَوْسِمِ
.
33. (1231)- Nübeyh İbnu Vehb
(rahimehullah) anlatıyor: "Ömer İbnu Ubeydillah İbni Ma'mer, ihramlı iken
gözünden hastalandı. Bunun üzerine gözlerine sürme çekmek istedi. Ancak Ebân
İbnu Osman onu bundan men etti ve gözlerine sabır basmasını tavsiye etti. İlâveten: Hz. Osman
(radıyallahu anh)'ın Resûlullah'ın böyle yaptığını rivayet ettiğini söyledi." [Müslim, Hacc 89,
(1204); Ebu Dâvud, Menâsik 37, (1838); Tirmizî, Hacc 106, (952); Nesâî, Hacc
45, (5, 143).]
Ebu
Dâvud'un rivayetinde şu ziyade var: "Ebân hacc emîri idi."[144]
AÇIKLAMA:
Sabır,
tîb olarak kullanılmayan bir tedavi maddesidir. Bu sebeple ihramlının
kullanmasına ruhsat verilmiştir. Sürmeye gelince, içerisinde koku maddesi
yoksa, "Onun da kullanılması caizdir" denmiştir. Şâfiî hazretleri:
"Sürme, bana göre, kadınlar için erkeklere nazaran daha ziyâde mekruhtur,
ancak gerek beriki ve gerekse öteki hakkında fidyeye hükmedildiğini
bilmiyorum" der.
Muhrimin
sürme (kohl) kullanmasında Ebu Hanife ve ashabı, Süfyan-ı Sevri, Ahmed, İshak
bir beis görmezler. Ancak ismid denen sürmeyi Süfyân ve İshak mekruh
addederler.[145]
ـ34ـ وعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما.
]أنَّهُ
نَظَرَ في مِرْآةٍ
لِشَكْوَى
بِعَيْنَيْهِ
وَهُوَ مُحْرِمٌ[.
أخرجه مالك .
34. (1232)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ)'den rivayet edilmiştir ki, ihramlı iken, gözüne gelen bir rahatsızlık
sebebiyle aynaya bakmıştır. [Muvatta, Hacc 93, (1, 358.][146]
AÇIKLAMA:
İbnu
Ömer (radıyallahu anhümâ) gözüne gelen bir ağrı sebebiyle aynaya bakmış
olmaktadır. Süslenmek, saçını düzeltmek, tereffühte bulunmak gibi gayr-ı zarurî
bir maksada mebnî bakış sözkonusu değildir. İmam Mâlik, bu rivayetten hareketle
zarûrî bir maksadla muhrimin aynaya bakabileceğini söylemiş ise de, zarûrî
olmaksızın bakmayı mekruh addetmiştir. "Çünkü der, saçının dağınıklığını
görüp düzeltmeye kalkar."[147]
ـ35ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]تَزَوَّجَ
رسولُ اللّه #
مَيْمُونَةَ
وَهُوَ
مُحْرِمٌ[.
أخرجه الخمسة
وهذا لفظ
الشيخين.زاد
البخارى في
أخرى: في عُمْرةِ
الْفَضَاءِ
وَبَنى بِهَا
وَهُوَ حَلٌ
وَمَاتَتْ
بِسَرِفَ .
وقال أبو
داود: قال ابن
المسيب:
وَهِمَ ابنُ عَبَّاسٍ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما في
تَزْوِيجِ
مَيْمُونَةَ
وَهُوَ
مُحْرِمٌ.وفي
أخرى للنسائى:
تَزَوَّجَ النَّبىَّ
# وَهُوَ
مُحْرمٌ
وَلَمْ
يَذْكُرْ مَيْمُونَةَ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها .
35. (1233)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Meymune
validemizle (radıyallahu anhâ) ihramlı iken tezevvüc buyurdular." [Buharî,
Cezâu's-Sayd 12, Meğâzi 43, Nikâh 30; Müslim, Nikâh 46, (1410); Ebu Dâvud,
Menasik 39, (1844, 1845); Tirmizî, Hacc 24, (842); Nesâî, Hacc 90, (1, 191,
192).]
Buhârî'nin
bir rivayetinde şu ziyâde var: "Umretü'lkazâ sırasında, ihramsız olarak
Meymûne ile gerdek yaptı. Meymûne
Seref'te vefat etti."
Ebu
Dâvud der ki: İbnu Müseyyeb demiştir ki: "ihramlı iken Resûlullah'ın
Meymûne ile evlenmesi meselesinde İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) vehme
düşmüştür."
Nesâî'ye ait bir başka rivayette: "İhramlı iken
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) evlendi" denir. Meymûne ile evlendiği
zikredilmez.[148]
AÇIKLAMA:
1-
İhramlı iken nikâhlanma bahsi ihtilâflı bir mevzudur. Bu hadisi esas alan bir
kısım ulemâ, ihramlı kimsenin nikâh akdi yapmasında bir beis görmez. Ancak,
derler, ihramdan çıkmadıkça, cinsî münâsebette bulunamaz." Ebu Hanife, Ebu
Yusuf, İmam Muhammed, Hammâd İbnu Ebî Süleyman, İkrime, Mesrûk, Nehâî, Sevrî,
Atâ vs. bazıları (rahimehumullah) bu görüştedir.
2-
Cumhûr, Müslim'in kaydettiği Ebân İbnu Osman'ın Hz. Osman'dan yaptığı bir
rivayete -ki 1237 numarada gelecek- dayanarak ihramlı bir kimsenin
nikâhlanamayacağına, başkalarını da nikâh edemiyeceğine hükmetmişlerdir. Şafiî,
Mâlik, Ahmed, Evzâî, İshak, Leys, Said İbnu'l-Müseyyeb, Sâlim, Kasım, Süleyman
İbnu Yesâr vs. bu görüştedir. Ashab'tan Hz. Ali ve Hz.Ömer de bu görüştedir.
Bunlara göre ihramlının kendisi veya başkası için yapacağı nikâh batıldır,
dünür bile gönderemez. Ashâb'tan Ebu Râfi ile, yukarıda adı geçen Meymûne validemizden (radıyallahu
anhümâ) gelen rivayetlerde, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Meymûne
(radıyallahu anhâ) ile evlendiği zaman ihramsız idi. Üsdü'l-Gâbe'de kaydedilen
bir rivayette, Hz. Peygamber umretu'lkaza sırasında üç gün Mekke'de kalınca, Mekkeliler'e
düğün ziyafeti teklif eder, kabul etmezler. Resûlullah oradan ayrılıp, dönüşte Seref'e gelir, orada
Meymûne ile gerdek yapar.
İhramlı
iken nikâh caizdir diyenlerle caiz değildir diyenler, lehte deliller ileri
sürerken, mukabil tarafın delillerini de cerhetme husûsunda açıklamalar
getirirler. Biz burada teferruata girmiyeceğiz. Her iki tarafın dayandığı rivayetler, müteakiben gelecek.[149]
ـ36ـ وعن أبى
رافع رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]تَزَوَّجَ
النَّبىُّ #
مَيْمُونَةَ
وَهُوَ حََلٌ
وَبَنى بِهَا
وَهُوَ حََلٌ،
وَكُنْتُ
أنَا
الرَّسُولَ
بَيْنَهُمَا[.
أخرجه
الترمذى.»بنى
الرجل بزوجته«
دخل بها، وقال
الجوهرى: يقال
بنى بها بل
بنى عليها
36. (1234)- Ebû Râfi' (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ihramsız iken Meymûne
(radıyallahu anhâ) ile evlendi. İhramsız olduğu halde onunla gerdek yaptı. İkisinin
evlenmesinde aralarında ben elçilik yapmıştım." [Tirmizî, Hacc 23,
(841).][150]
ـ37ـ وعن
ميمونة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]تَزَوَّجَنِى
رسولُ اللّه #
وَنَحْنُ
حَََنِ بِسَرِفَ[.
أخرجه مسلم وأبو
داود
والترمذى؛
وهذا لفظ أبى
داود.وعند مُسلمٍ:
تَزَوَّجَهَا
وَهُوَ حََلٌ.
قالَ الراوى،
وهُو يزيد
ا‘صَمَّ:
وكَانَت
خالتى وخالةَ
ابن
عباسٍ.وزاد
الترمذى:
وبَنِى بِهَا
حًََ
وَمَاتَتْ
بِسَرِفَ
وَدَفَنَّاهَا
في الظُّلَّةِ
الَّتِى
بَنِى بِهَا
فِيهَا.»سَرِفَ«
بوزن كَتِف:
جبل بطريق
المدينة.
37. (1235)- Meymûne (radıyallahu anhâ)
anlatıyor: "Her ikimiz de Seref'te ihramsız iken, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) benimle evlendi." [Müslim, Nikâh 48, (1411); Ebu
Dâvud, Menâsik 39, (1843); Tirmizî, Hacc 24, (845).] Bu metin Ebu
Dâvud'dakidir.
Müslim'de
şöyle denmiştir: "Kendisi ihramsız olduğu halde O'nunla (Meymûne) evlendi,
Râvi -ki Yezîd İbnu'l-Esamm'dır- der ki: "Meymûne hem benim teyzemdi, hem de İbnu Abbâs'ın teyzesi idi."
Tirmizî'de
şu ziyade vardır: "Meymûne (radıyallahu anhâ) ile gerdek yaptığında
ihramsız idi. Meymûne Seref'te öldü. Onu, Resûlullah'ın kendisiyle gerdek
yaptığı çadırda defnettik.[151]
ـ38ـ وعن
سليمان بنَ
يسار قال:
]بَعَثَ
النَّبىُّ #
أبَا رَافعٍ
مَوَْهُ
وَرَجًُ مِنَ
ا‘نْصَارِ
فَزَوَّجَاهُ
مَيْمُونَةَ
بِنْتَ
الحَارِثِ،
وَرَسُولُ اللّه
#
بِالمَدِينَةِ
قَبْلَ أنْ
يَخْرُجَ[. أخرجه
مالك .
38. (1236)- Süleymân İbnu Yesâr
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), azadlısı Ebu Râfi'yi
Ensâr'dan bir başkasıyla birlikte (Meymûne'ye) gönderdi. Onlar, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı Meymûne bintu'l-Hâris (radıyallahu anhâ) ile
evlendirdiler. (O vakit) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) henüz
Medine'de idi (ve umretu'lkaza için
yola) çıkmamıştı." [Muvatta, Hacc 69, (1, 348).][152]
AÇIKLAMA:
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın Ebu Râfi' ile gönderdiği ikinci şahıs, İbnu Sa'd'ın
belirttiği üzere Evs İbnu Havlî'dir. Bunların evlendirmesinden maksat
Resûlullah adına istemeleridir.Bazı
rivayette, Meymûne (radıyallahu anhâ) meselesini, Abbas İbnu Abdilmuttalib'e
havâle eder, evlendirme işini o tamamlar.[153]
ـ39ـ وعن
عثمان رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسول
اللّه #: َ
يَنْكِحُ
المُحْرِمُ
وََ يُنْكِحُ
وََ
يَخْطُبُ[.
أخرجه الستة إ
البخارى.
39. (1237)- Hz. Osman (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"İhramlı ne evlenir, ne evlendirir,
ne de dünür gönderir." [Müslim, Nikâh 41, (1409); Muvatta, Hacc 70, (1,
348, 349); Ebu Dâvud, Menâsik 37, (1841); Tirmizî, Hacc 23, (840); Nesâî, Hacc
91, (5, 192).][154]
ـ40ـ وعن نافع
قال: ]قال ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُما:
َ يَنْكِحُ
المُحْرِمُ
وََ يَنْكِحُ
وََ يَخْطِبُ
عَلى
نَفْسِهِ وََ
عَلى غَيْرِهِ[
.
40. (1238)- Nâfi anlatıyor: "İbnu
Ömer (radıyallahu anhümâ) şöyle hükmetmiştir: "İhramlı evlenmez,
evlendirmez, ne kendisi için kız ister, ne de başkası için." [Muvatta,
Hacc 72, (1, 349).][155]
ـ41ـ وعن أبى
غطفان
المُرِّى.
]أنَّ أبَاهُ
طَرِيقاً
تَزَوَّجَ
امْرَأةً
وَهُوَ
مُحْرِمٌ
فَرَدَّ
عُمَرُ
نِكَاحَهُ[.
أخرجهما مالك
.
41. (1239)- Ebu Gatafân el-Mürrî'nin
anlattığına göre, babası Tarîf, ihramlı iken bir kadınla evlenmeş ise de Hz.
Ömer (radıyallahu anh) bu nikâhı
reddetmiştir. [Muvatta, Hacc 71, (1, 349).][156]
ـ42ـ وعن أبى
قتادة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]كُنْتُ
يَوْماً
جَالِساً
مَعَ رِجَالٍ
مِنْ
أصْحَابِ
رسولِ اللّه #
في مَنْزِلٍ
في طَرِيقِ
مَكَّةَ،
وَرسولُ
اللّهِ # أمَامَنا
وَالْقَوْمُ
مُحْرِمُونَ
وَأنَا غَيْرُ
مُحْرِمِ
عَامَ
الحُدَيْبِيَّةِ
فَأبْصَرُوا
حِمَاراً
وَحْشِيّاً
وَأنَا مَشْغُولٌ
أخْصِفُ
نَعْلِى
فَلَمْ
يُؤذِنُونِى
وَأحَبُّوا
لَوْ أنِّى
أبْصَرْتُهُ.
فَالْتَفَتُّ
فأبْصَرْتُهُ
فَقُمْتُ إلى
الْفَرَسِ
فَأسْرَجْتُهُ
ثُمَّ
رَكِبْتُ
وَنَسِيتُ
السَّوْطَ وَالرُّمْحَ.
فَقُلْتُ
لَهُمْ
نَاوِلُونِى
السَّوْطَ
وَالرُّمْحَ.
فقَالُوا: َ
وَاللّهِ َ
نُعِينُكَ
عَلَيْهِ
فَغَضِبْتُ
فَنَزَلْتُ
فَأخَذْتُهُمَا
ثُمَّ
رَكِبْتُ فَشَدَدْتُ
عَلى الحِمَارِ
فَعَقَرْتُهُ
ثُمَّ جِئْتُ
بِهِ وَقَدْ
مَاتَ
فَوَقَعُوا
فِىهِ
يَأكُلُونَهُ.
ثُمَّ
إنَّهُمْ
شَكُّوا في
أكْلِهِمْ
إيَّاهُ
وَهُمْ
حُرُمٌ
فَرُحْنَا
وَخَبَأتُ الْعَضُدَ
مَعِى.
فأدْرَكْنَا
النَّبىَّ #
فَسَألْنَاهُ
عَنْ ذلِكَ
فقَالَ: هَلْ
مَعَكُمْ
مِنْهُ شئٌ؟
فَقُلْتُ
نَعَمْ!
فَنَاولْتُهُ
الْعَضُدُ
فَأكَلَهَا
وَهُوَ
مُحْرِمٌ،
وَقَالَ:
إنَّمَا هِىَ
طُعْمَةٌ أطْعَمكُمُوهَا
اللّهُ[.
أخرجه
الستة.وزاد في
رواية لَهُمْ:
هُوَ حََلٌ
فكُلُوهُ.وفي
أخرى: فقَالَ
لَهُمْ رسولُ
اللّه #:
أمِنْكُمْ أحَدٌ
أمَرَهُ أنْ
يَحْمِلَ عَلَيْهِ
أوْ أشَارَ
إلَيْهِ؟
قَالُوا . قَالَ:
فَكُلُوا.وفي
أخرى: قال
أشَرْتُمْ
أوْ أعَنْتُمْ
أوِ
اصَّدْتُمْ .
42. (1240)- Ebu Katâde (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Hudeybiye Sulhu yapıldığı sene, bir gün Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın ashabından bir grupla birlikte, Mekke yolu üzerinde
bir yerde oturuyordum. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bizden ileride
(konaklamış) idi. Ben hâriç herkes ihramlıydı. Halk vahşî bir eşek gördü, ben o
sırada meşguldüm, ayakkabımı tamir ediyordum. Gördüklerinden beni haberdar
etmediler, onu kendiliğimden görmüş olmamı istiyorlardı. Bir ara aralarında bir
gülüşme oldu. Birden etrafıma bakındım (ve bu esnada) hayvanı gördüm. Hemen (Cerâde adındaki) atıma gidip eğerledim
ve bindim. (Acelemden) kamçıyı ve
mızrağı unutmuştum. "Kamçı ve mızrağımı bana verin!" diye seslendim.
"Hayır,
dediler, vallahi bu işte sana yardımcı olmak istemeyiz." Öfkelendim. İnip
onları aldım. Tekrar binip, eşeğe doğru hızla gittim, (yetişip) avladım.
Beraberimde getirdim, ölmüştü. Arkadaşlarım etinden yediler. Ancak sonradan
ihramlı iken yeyip yememe hususunda şekke düşüp (yediklerine pişman oldular).
Yürüdük, ben bir parça ayırdım. Resûlullah'a kavuşunca, bu meseleyi sorduk.
"Beraberinizde
birşeyler kaldı mı?" dedi. Ben: "Evet!" diyerek parçayı uzattım,
ihramlı olduğu halde, ondan yedi. Ve:
"Bu
bir taamdır. Onunla Allah size ikramda bulunmuştur!" dedi." [Buharî,
Cezâu's-Sayd 2, 3, 4, 5, Hibe 3, Cihâd 46, 88, Megâzi 35, Et'ime 19, Zebâih 10,
11; Müslim, Hacc 56, (1196); Muvatta, Hacc 76, (1, 350); Tirmizî, Hacc 25,
(847); Ebu Dâvud, Menâsik 41, (1852); Nesâî, Hacc 78, (5, 182); İbnu Mâce,
Menâsik 93, (3093).]
Bunlarda
gelen bir ziyade şöyledir:
"(Resûlullah:) "O
helaldir, yiyin (dedi).
"
Bir diğer rivayette: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlara şunu
söyledi: "Sizden biri (hayvanı yakalamak üzere) saldırmasını emretmedi,
veya ona hayvanı göstermedi mi?" Onlar: "Hayır!" diye cevap
verince, (Resûlullah:)
"Öyleyse
yiyin!" buyurdu.
"Bir
diğer rivayette: "(Resûlullah): İşaret ettiniz veya yardım ettiniz veya
saldırmasını sağladınız mı?" (diye sordu)."[157]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivâyet, ihramlı iken hayvan avlamak mevzuuna girer. Hadis çeşitli
vecihlerden gelmiştir. Her vecih, diğerlerine göre bazı farklı teferruat ihtiva
edebilmektedir.
2-
Yukarıda kaydedilen vechinin daha vâzıh hale gelebilmesi için, başka vecihlerde
gelen bazı açıklayıcı ziyadeleri parantez içerisinde kaydettik.
3-
Av (sayd)'dan murad, etinin yenmesi ihramsıza helâl olan vahşî hayvandır.
4-
Anlaşıldığı üzere Abdullah İbnu Ebî Katâde, herkes umre için ihramlı olduğu bir
sırada ihramsızdır. Ebû Katâde'nin ihramsız oluşu, onun orduya sonradan yolda
katılmış olmasından ileri gelmektedir. Ashab bir av hayvanı (vahşî eşek =
zebra) gördükleri halde onu uyarmazlar,
o da ayakkabı tamiriyle meşguldür, hemen göremez. Bir ara gülüşmeler sebebiyle
irkilip şöyle bir etrafına bakınır. Av hayvanını görünce, avlamak için
alelacele atına koşar, hazırlar ve biner. Ne var ki acelesinden hem kamçısını hem de mızrağını unutur.
Arkadaşlarından istese de vermezler. Çünkü hepsi ihramlıdır ve ihramlıya av
yasağı vardır. Avcıya ve avlanmaya yardım etmek de yasağa girdiği için, ihramsız olan Abdullah'ı
arkadaşları ne başlangıçta uyarmışlar, ne de kamçı ve silahını eline vermişlerdir.
5-
Abdullah hayvanı avlar, etini beraberce yerler. Ama, bunu yemekle bir yasak mı
işledik diye içlerine tereddüt gelir. Önde ilerlemiş olan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
yetiştikleri zaman vak'ayı anlatıp, durumlarını sorarlar.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), ihramlı olanların, bu avlama işine işaret edip
gösterivermek suretiyle bile olsa yardımcı olup olmadıklarını tahkik edip, hiçbir yardımları olmadığını
anlayınca av etinin hepsine helâl olduğunu beyan buyurur ve kendisi de yer.
6-
Mevzu ile alâkalı bazı hükümler:
1)
Avlanmaya yardım etmemek şartıyla ihramlı av eti yiyebilir.Ancak bu meselede
bazı farklı görüşler vardır:
a)
İhramlı için, avlansın avlanmasın av eti mutlak surette haramdır. Bu hükme
gidenler 1241 numaralı hadisi esas alırlar.
b)
İhramlının izniyle olsun olmasın, onun namına avlanan, avdan yemesi haramdır.
İmam Şafiî ve İmam Mâlik bu görüştedir.
c)
İhramlı bir kimse kendisi avlanır veya başkası onun izni veya delâletiyle
avlarsa, o avdan yemesi haramdır. Başka
surette avlanan av etlerini yiyebilir.
İmam-ı Âzam bu görüştedir. Ekseriyet, "İhramlının avladığı sadece
kendisine değil, başkasına da haramdır" demiştir. Hasan Basrî, Ebu Sevr,
Süfyan-ı Sevrî ve diğer bazıları: "Hırsızın kestiği gibidir, başkası
yiyebilir" demiştir. Ancak sahih olan,"muhrimin sayd nevinden kestiği
meyte" hükmünde olmasıdır.
2)
İhramlı, av hayvanını kasden veya hatâen
de öldürse cezâ gerekir. Bu hususta Hicâz ve Irak ulemâsı ve başkaları
ittifak ederler. Sadece Ehl-i Zâhir, Ebu Sevr, Şafiîlerden İbnu Münzir itiraz
ederek hatâen öldürene ceza gerekmez derler. İki rivayetten birinde Ahmed İbnu
Hanbel de bu görüştedir. Hasan Basrî ve Mücâhid: "Cezâ hata için vâcibtir,
ancak, âmden olursa buna ceza değil, nikmet yani İlâhî ukubet vâcib
olur" demişlerdir.
3)
Ulemânın ekserisi: "İhramlı, avlandığı takdirde, ödemesi gereken ceza,
avladığı hayvanın benzerini ve dengini ödemesidir" diye hükmetmiştir. Ebu
Hanife onun kıymetini ödemesi vâcibtir, mislini sarfetmesi de câizdir"
der.
Ekserî
ulema: "Büyük hayvan avlamışsa büyük hayvan öder, küçük hayvan avlamışsa
küçük hayvan öder" demiştir. İmam Mâlik bu görüşe muhalefet ederek:
"Öldürülen büyük de olsa, küçük de olsa cezası büyük hayvandır, öldürülen
sağlam da olsa, sakat da olsa cezası sağlam hayvandır" der.[158]
ـ43ـ
وعن الصعب بن
جَثَّامَةَ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ.
]أنَّهُ
أهْدَى ألى
رسولِ اللّه #
حِمَاراً
وَحْشِيّاً
وَهُوَ
بِا‘بْوَاءِ
أوْ
بِوَدَّانَ
فَرَدَّهُ
عَلَيْهِ فَلَمَّا
رَأى مَا في
وَجْهِهِ
قَالَ: إنَّا
لَمْ
نَردُّهُ
عَلَيْكَ إَّ
أنَّا حُرُمٌ[.
أخرجه الستة إ
أبا داود .
43. (1241)- Sa'b İbnu Cessâme
(radıyallahu anh)'nin anlattığına göre, kendisi, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a, Ebvâ veya Vehdân'da (canlı) bir yaban eşeği hediye etmiştir. Ancak
Resûlullah bunu kendisine iâde etmiş,
Sa'b'ın üzüldüğünü yüzünden anlayınca: "Bunu sana iade edişimizin sebebi
ihramlı oluşumuzdur" demiştir. [Buharî, Cezâu's-Sayd 6, Hibe 5, 17;
Müslim, Hacc 50, (1193), Muvatta, Hacc 83, (1, 353); Tirmizî, Hacc 26, (849);
Nesâî, Hacc 79, (5, 183-185); İbnu Mâce,
Menâsik 92, (3090).][159]
AÇIKLAMA:
1-
Rivayette hediye edildiği belirtilen "vahşî eşek"ten murad nedir?
Vahşî eşek eti mi, yoksa canlısı mı? Bu husus münâkaşalıdır. Rivayetin
Buharî'deki vechi, yukarıda olduğu gibi çok açık değildir. Ancak, Buharî başka
rivayetlerin karinesine dayanarak "canlı" olduğuna hükmetmiş ve bunu
bab başlığına koyduğu kayıtla belirtmiştir. Müslim'deki bir vechinde
"vahşi eşek eti" olduğu tasrih edilir. Bazı rivayetlerde "vahşî
eşek budu", "ucundan kan damlayan bir yaban eşeği budu",
"av etinden bir parça" gibi farklı tâbirler kullanılmıştır.
Rivayetlerdeki
bu farklılıklar sebebiyle, ulemâ bu meselede ihtilâflı yorumlar yapmışlardır.
Tahavî,
İbnu Abbâs'tan gelen bütün rivayetlerde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın,
Sa'b'a iade ettiği hediyenin diri olmayan av eti olduğunda müttefiktir. Bu da:
"İhramlıya av eti haramdır" diyenlere delildir der.
İbnu
Battal, hadislerdeki ihtilâflı durumu, hâdisenin bir değil birden fazla
olmasıyla izah eder. İbnu Hacer de bu görüşe meyleder. Ona göre, Sa'b,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bir defasında yaban eşeğini bütün olarak
hediye etmiş, başka seferlerde de parçalarını hediye etmiştir.
Kurtubî
de önce hayvanın bütün olarak hediye edilmiş olabileceğini, reddedilince,
Sa'b'ın "bütün oluş sebebiyle reddedildiğine" yorup, sonra da parça
halinde hediye ettiğine hamlederek te'life çalışır.
2-
Ulemânın bir kısmı (Şa'bî, Tâvus, Mücâhid, Sevrî vs. bu rivayette İmam Mâlik)
bu rivayetten istidlâl ederek ihramlı olmayan kimsenin kestiği "av
hayvanı"nın ihramlıya haram olduğuna hükmetmiştir. Hz.Ali, İbnu Abbâs ve
İbnu Ömer de bu kanaattedir.
3-
Diğer bir kısım âlimler (Said İbnu Cübeyr, Ebu Hanife, Ebu Yusuf, İmam
Muhammed, Ahmed İbnu Hanbel ve Atâ) ihramlı olmayan bir kimsenin öldürdüğü avın
ihramlıya helâl olduğunu söylerler. 1240 numaralı hadisi delil gösterirler.[160]
ـ44ـ وفي أخرى
للنسائى عن
ابن عباس
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُما
]أنَّ
الصَّعْبَ
ابنَ جَثَّامَةَ
أهْدَى إلى
رسول اللّه #
رِجْلَ
حِمَارٍ وَحْشٍ
تَقْطُرُ
دَماً وَهُوَ
مُحْرِمٌ بِقُدَيْدٍ
فَرَدَّهَا
عَلَيْهِ[.
»والمُرَادُ بِرِجْلِ
الحِمَارِ
هُنَا فَخِذُهُ«
.
44. (1242)- Nesâî'nin kaydettiği diğer
bir rivayette İbnu Abbâs (radıyallahu anh) şöyle anlatmıştır: "Sa'b İbnu
Cessâme (radıyallahu anh), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a, ihramlı iken,
Kudeyd'de ucundan kan damlayan bir vahşî eşek budu hediye etti. Resûlullah, bu
hediyeyi Sa'b'a iade etti (kabul etmedi)." [Nesâî, Hacc 79, (5, 183-185).[161]
ـ45ـ وعن جابر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ ]أنَّ
رسول اللّه #
قال: صَيْدٌ
البَرِّ
لَكُمْ حََلٌ
وَأنْتُمْ
حُرُمٌ
مَالَمْ
تَصِيدُوهُ
أوْ يُصَادُ
لَكُمْ[.
أخرجه أصحاب
السنن .
5. (1243)- Hz.Câbir (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Siz
ihramlı iken, bizzat avlamamış iseniz veya (sizin arzunuzla) sizin için
avlanmamış ise kara av hayvanları(nın eti) size helâldir." [Ebu Dâvud,
Menâsik 41, (1851); Tirmizî, Hacc 25, (846); Nesâî, Hacc 81, (5, 187).][162]
AÇIKLAMA:
Bu
hadis av hayvanını "muhrim"in avlaması ile "muhrim
olmayan"ın avlaması arasındaki farkı açık bir şekilde ifade etmektedir:
İhramlının öldürdüğü haram, ihramsızınki değildir. İhramlı bizzat öldürmüş veya
emrederek başkasına öldürtmüş farketmiyor. Hadis, emretmemiş bile olsa,
ihramlıya niyetle öldürüleni de dâhil etmektedir.
İhramsızın
kestiği avın, ihramlıya helâl olduğunu kabul eden ulemâyı daha önce (1241
numaralı hadiste) belirttik.[163]
ـ46ـ وعن
عبدالرحمن بن
عثمان قال:
]كُنَّا مَعَ طَلْحَةَ
وَنَحْنُ
حُرُمٌ
فأهْدِى
لَنَا طَيْرٌ
وَطَلْحَةُ
رَاقِدٌ
فِمَنَّا
مَنْ أكَلَ
مِنْهُ
وَمِنَّا
مَنْ
تَوَرَّعَ
فلَمْ
يَأكُلْ
فَاسْتَيْقَظَ
طلْحَةُ
وَوَفَّقَ
مَنْ
أكَلَهُ،
وقَالَ أكَلْنَاهُ
مَعَ رسولِ
اللّه #[. أخرجه
مسلم والنسائى.»وَفَّقَ
مَنْ أكَلَهُ«
أى صوَّب رأيه
.
46. (1244)- Abdurrahman İbnu Osman
anlatıyor: "Biz ihramlı iken Talha ile beraberdik. Bize bir kuş hediye
edildi. Bu sırada Talha yatıyordu. Kuş etinden bazılarımız yedi, bazılarımız
çekinip yemedi. Talha uyanınca yiyenleri te'yid etti ve: "Biz Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'la birlikte onu yedik" dedi." [Müslim, Hacc
65, (1197); Nesâî, Hacc 78, (5, 182).][164]
ـ47ـ وعن
عبداللّه بن
عامر بن ربيعة
قال: ] أُتِى عُثْمَانُ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ
بِلَحْم
صَيْدٍ وَهُوَ
بِالْعَرْجِ.
فقَالَ
‘صْحَابِهِ
كُلُوا. فقَالُوا:
أوََ تَأكُلُ
أنْتَ؟ قال
إنِّى لَسْتُ
كهَيْئَتِكُمْ
إنَّمَا
صَيدَ مِنْ
أجْلِى[.
أخرجه مالك .
47. (1245)- Abdullah İbnu Âmir İbni
Rebîa anlatıyor: "Hz. Osman (radıyallahu anh)'a Arc'ta iken bir av eti
getirildi. Arkadaşlarına:
"Yiyiniz!"
dedi. Onlar:
"Sen
yemiyor musun?" diye sordular.
"Ben,
dedi, sizin durumunuzda değilim, bu hayvan benim için avlandı." [Muvatta,
Hacc 84, (1, 354).][165]
AÇIKLAMA:
Rivayetin
Muvatta'daki aslında Hz.Osman'ın ihramlı olduğu belirtilir. İbnu Abdilberr bu
hadisle amel eden fakîhin çıkmadığını belirtir.[166]
ـ48ـ وعن عروة.
]أنَّ
عَائِشةَ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْها
قالت لَهُ
وَقَدْ
سَألَهَا
عَنْ لَحْمِ
صَيْدٍ لَمْ
يُصََدْ مِنْ
أجْلِهِ: يَا
ابنَ أُخْتِى
إنَّمَا هِىَ
عَشْرُ
لَيَالٍ فإنْ
تَخَلَّجَ في
نَفْسِكَ شئٌ
فَدَعْهُ[.
أخرجه مالك.
48. (1246)- Urve merhum anlatıyor:
"Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'ye:
"Bir
av hayvanı benim için avlanmamışsa bu bana helâl mi, haram mı?" diye
sormuştum, şu cevabı verdi:
"Ey
kızkardeşimin oğlu, o (ihram müddeti) on gündür. İçinde bir seğrime
(rahatsızlık, şüphe) hissedersen bırakıver (yeme)." [Muvatta, Hacc 85, (1,
354).][167]
AÇIKLAMA:
Hz.
Aişe (radıyallahu anhâ), sorulan husus üzerine, nazarında kesin bir nass
olmaması haysiyetiyle böyle cevap vermiştir. Ona göre, bu şüpheli bir durum
arzetmektedir. Öyle ise, Hz. Aişe şüpheli hususlarda Resûlullah'ın
koyduğu: دَعْ
مَا
يُرِيبُكَ
إِلَى
مَاَيُرِيبُكَ "Şüpheli
şeylerden, kesinliğe ulaşıncaya kadar kaçın" prensibine uyarak, yemeyi
terketmelidir. Üstelik ihram müddeti on gündür, sabredilmesi zor değildir...
mânasında cevap vermiştir.
Hz.
Aişe, ayrıca Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hükmü iyice bilinmeyen,
şüpheli hususlarda tâkip edilecek yolu gösteren bir başka düsturunu daha
hatırlatmış olmaktadır: مَااَنْكَرَ
قَلْبُكَ
فَدَعْهُ "Kalbin nefret ettiği şeyi bırak"
veya اَ“ِثْمُ
حَزَّازُ
الْقُلُوبِ "Günah
kalblerin titrediği şeydir."[168]
ـ49ـ وعن
البَهْزِى
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ، واسمه
زيد بن كعب.
]أنَّ رسول
اللّه # خَرَجَ
يُرِيدُ
مَكَّةَ
وَهُوَ
مُحْرِمٌ حَتَّى
إذا كانَ
بِالرَّوْحَاءِ
إذَا حِمَارُ
وَحْشٍ
عَقِيرٌ
فَذُكِرَ
لِرَسُولِ
اللّه #
فقَالَ:
دَعُوهُ
فإنَّهُ
يُوشِكُ أنْ
يَجِئَ
صَاحبُهُ.
فَجَاءَ
الْبَهْزِىُّ
وَهُوَ صَاحِبُهُ
إلى رسولِ
اللّه #.
فقَالَ يَا
رسوُلَ اللّهِ:
شَأنُكُمْ
بهذَا
الحِمَارِ.
فَأمَرَ رسولُ
اللّه # أبَا
بَكْرٍ
يُقَسِّمُهُ
بَيْنَ الرِّفَاقِ.
ثُمَّ مَضَى
حَتَّى إذَا
كانَ بِا“ثَايَةِ
بَيْنَ
الرُّوَيثَةِ
وَالْعَرْجِ
إذَا ظَبىٌ
حَاقِفٌ في
ظِلٍّ
وَفِيهِ سَهْمٌ
فَزَعَمَ
أنَّ
النَّبىَّ #
أمَرَ رَجًُ أنْ
يَقفَ
عِنْدَهُ َ
يُرِيبُهُ
أحَدٌ مِنَ
النَّاسِ
حَتَّى
يُجَاوِزَهُ[.
أخرجه مالك
والنسائى.»الحَاقِفُ«
الذى انحنى
وتثنى في
نومه.
49. (1247)- el-Behzî (radıyallahu anh)
-ki ismi Zeyd İbnu Ka'b'dır- anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Mekke'ye gitmek düşüncesiyle ihramlı olarak (Medine'den) çıktı. Ravhâ
nam mevkiye varınca orada kesilmiş bir vahşî eşekle karşılaştılar. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a bundan bahsedildi:
"Bırakın
onu, dedi, sahibi hemen gelebilir!"
Derken
hayvanın sahibi Behzî geldi ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı bularak:
"Ey
Allah'ın Resûlü, bu eşeği (size bıraktım) dilediğiniz gibi tasarruf edin!"
dedi. Resûlullah derhal Hz. Ebu Bekir'e
emrederek, "yol arkadaşları arasında taksim etmesini" söyledi.
Sonra
yola devam edip İsâye nâm yere geldi. Burası Ruveyse ile Arc arasında bir yer
idi. Sıcak bir gölgede kıvrılıp uyumakta olan bir ceylan vardı. -Râvi der ki-
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir şahsa, herkes geçinceye kadar
orada bekleyip kimseye hayvanı rahatsız ettirmemesini emretti." [Muvatta,
Hacc 79, 1, (351); Nesâî, Hacc 78, (5, 182, 183), Sayd 32, (7, 205).][169]
AÇIKLAMA:
1-
Bir rivayette Medine-Mekke yolu üzerinde bulunan bazı yer isimleri geçmektedir:
Ravhâ, İsâye, (veya Üsâye veya Esâye), Ruveyse, Arc. Bunlar yol boyu uğrak
yerleridir.
2-
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in uyuyan ceylanı rahatsız ettirip,
ürküttürmemesi, ihramlı oluşlarından ileri gelir. Zîra muhrime, sayd'ı
(av hayvanını) ürkütmesi veya bu işte yardımcı olması, -sadedinde
olduğumuz rivayetten anlaşılacağı üzere-
yasaktır.[170]
ـ50ـ وعن عروة
أنَّ
الزُّبيْرَ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
]كانَ
يَتَزَوَّدُ
صَفِيفَ
قَدِيدِ الظّبَاءِ
وَهُوَ
مُحْرِمٌ[.
أخرجه
مالك.»الصَّفيفُ
وَالْقَدِيدُ«
اللحم
الممْلوح
المُجَفَّفُ
في الشمس، سمى
صفيفاً ‘نه
يُصَف في الشمس
لِيَجفَّ.
50. (1248)- Urve (rahimehullah)
anlatıyor: "Zübeyr (radıyallahu anh) ihramlı olduğu halde (yemek üzere
yanına) güneşte kurutulmuş ceylan eti dizisini azık olarak alıyordu."
[Muvatta, Hacc 77, (1, 350).][171]
AÇIKLAMA:
Bu
rivayet, Hz.Zübeyr (radıyallahu anh)'in ihramlıya, ihramdan önce hazırlanmış av
hayvanı eti yemesinin helâl olduğu inancında bulunduğunu göstermektedir.[172]
ـ51ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]خَرَجْنَا
مَعَ رسولِ
اللّه # في
حَجٍّ أوْ عُمْرَةٍ
فَاسْتَقْبَلْنَا
رِجْلٌ مِنْ
جَرَادٍ
فَجَعلْنَا
نَضْرِبُهُ
بِسِيَاطِنَا
وَقِسِيِّنَا.
فقَالَ #:
كُلُوهُ فإنَّهُ
مِنْ صَيْدِ
البَحْرِ[.
أخرجه أبو
داود والترمذى.»الرِّجْلُ
مِنَ
الجَرَادِ«
بكسر الراء
وسكون الجيم:
القطعة منه .
51. (1249)- Ebu Hüreyre (radıyallahu
anh) anlatıyor: "Biz, hacc veya umre için Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'le birlikte yola çıkmıştık. Yol esnasında bir çekirge sürüsüne
rastladık. Kamçı ve yaylarımızla vurmaya başladık. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm): "Bunu yeyin, zîra o deniz avından (sayılır)" dedi."
[Ebu Dâvud, Menâsik 42, (1853); Tirmizî, Hacc 27, (850).][173]
ـ52ـ وعن كعب
قالَ:
]الجََرَادُ
مِنْ صَيْدِ
الْبَحْرِ[.
أخرجه مالك
وأبو داود .
52. (1250)- Ka'bu'l-Ahbâr
demiştir ki: "Çekirge deniz avı(ndan sayılmış)dır." [Ebu Dâvud,
Menâsik 42, (1853); Muvatta, Hacc 82, (1, 352).]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivayette, çekirgenin deniz avına benzetilmesi, çekirgenin de ölüsünün
yenmesi yönüyle arzettiği benzerlikten ileri gelir.
2-
Ancak, fukahâ muhrim'e çekirge öldürmeyi
yasaklamıştır, Onu öldüren kıymetini tasaddukta bulunur.
Hidâye'de,
çekirgenin kara avı olduğu belirtilmiştir. İbnu'l-Hümâm, ulemânın ekseriyetinin
böyle hükmettiğini belirtir. Bu durumda sadedinde olduğumuz hadis müşkil bir
durum ortaya koymaktadır. Hz. Ömer, kendisine, ihramlı iken çekirge öldürüp,
hükmünü sormak için gelen kimseyi Ka'bu'l-Ahbâr'a gönderir. O: "Bir dirhem
tasadduk etmeye" hükmeder.
Aliyyu'l-Kârî:
"Bu hadis şayet sahîh ise, iki
çeşit çekirge, kara ve deniz çekirgeleri var demektir, her biri hakkında ayrı
ayrı uygun hüküm yürütülür" diyerek ihtilâfı gidermeye çalışmıştır.
(müteakip açıklamaya da bakınız.)
Ancak
hemen kaydedelim ki, Ebu Dâvud, senette yer alan Ebu'l-Mühezzim'in zayıf
olduğunu, çekirgenin "deniz avı" olduğunu söyleyen iki rivayetin de
vehimden ibâret olduğunu belirtir.[174]
ـ53ـ وزاد
مالك ]أنَّ
عُمَرَ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قالَ لَهُ:
وَمَا
يُدْرِيكَ؟
فقَالَ: يَا
أمِيرَ
المُؤمِنينَ،
وَالَّذِى
نَفْسِى بَيَدِهِ
إنَّ هِىَ إَّ
نَثْرَةُ
حُوتٍ يَنْثُرُهُ
في كُلِّ
عَامٍ
مَرَّتَيْنِ[.»النَّثْرَةُ«
الدواب
بالنون: شدة
الْعَطْسَة،
يقال نَثرَتِ
الشاة إذا
طَرَحت عن
أنفها ا‘ذى .
53. (1251)- Muvatta'da şu ziyade var:
Hz. Ömer (radıyallahu anh) Ka'b'a sordu: "Nereden biliyorsun (ki çekirge
deniz avıdır)?" Ka'b şu cevabı verdi:
"Ey
mü'minlerin emîri, nefsimi yed-i kudretinde tutan Zât-ı Zülcelâl'e yemin
ederim, bu (bir nevi) balık hapşırmasıdır, her yıl iki sefer hapşırır."
[Muvatta, Hacc 82, (1, 352).][175]
AÇIKLAMA:
Bu
rivayet, Ka'bu'l-Ahbar'ındır. Ka'b, Müslüman olan Yahudi âlimlerden biridir.
Muhadramlardan kabul edilir. Hz. Ebu Bekir veya Hz. Ömer zamanında İslâm'la
müşerref olmuştur. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in sağlığında
Müslüman olduğu da söylenmiştir. İbnu Hacer: "Sahîh olanı Hz. Ömer
zamanında İslâm'a girmiş olmasıdır" der.
Ka'b,
Yahudi âlimi olması itibariyle rivayetlerinde eski malumatının te'siri
görülmüştür. Hatta İslâmî telîfâtâ giren pekçok isrâiliyâtın mühim
kaynaklarından birinin Ka'b olduğu kabul edilmiştir.
Çekirgenin
deniz avından olduğunu ifade eden bu rivayetlerde isrâilî efsâne kokusunu
hissetmemek mümkün değildir. Ebu Hüreyre'den gelen 1249 numaralı hadisin mâkul
bir te'vili yapılmış, çekirgenin deniz avından sayılmasının bir vechi
gösterilmiştir. Ama, çekirge sürüsünü balık hapşırığına benzeten ifâdenin
te'vili zorluk arzetmektedir. Nitekim başta Şâfiî, ulemâmız çekirgeyi kara avı
saymış ve çekirgeye taarruzu ihramlıya
haram kılmış, öldürene de kıymetince tasadduk hükmetmede tereddüd etmemiştir.
Zürkânî,
bizzat Ka'b'ın yukarıda kaydedilen görüşünden rücû ettiğini gösteren
delillerden bahseder. Aynen şöyle devam eder: "...Şâfiî hazretleri sahîh
veya hasen bir senedle Abdullah İbnu Ebî Ammâr'dan şunu rivayet etti: Muaz İbnu
Cebel ve Ka'bu'l-Ahbâr (radıyallahu anh)'la birlikte, bir ihramlı grup içinde,
Beytu'l-Makdis'den umre yapmak üzere hareket ettik. Yolda, bir mevkiye
gelmiştik ki Ka'b bir ateş yakıp ısınmaya başladı. O sırada bir çekirge sürüsü
geldi. İki çekirge yakalayıp öldürdü. İhramlı olduğunu unutmuştu, sonradan
hatırladı ve çekirgeleri (yemeden) attı. Medine'ye gelince Hz. Ömer'e uğrayıp
bu iki çekirgenin hikâyesini anlattı. Hz. Ömer (radıyallahu anh): "Kendi
kendine nasıl bir ceza verdin?" diye sordu. Ka'b: "İki dirhem ödeme
cezası" dedi. Hz. Ömer: "Öyle mi! İki dirhem yüz çekirgeden daha
kıymetlidir." Evet. Çekirgeler yolları istilâ etseler, geçebilmek için
çiğnemekten başka çare kalmasa, bu sebeple bir ödeme gerekmez. Yine de ihramlı,
çekirge öldürmekten sakınmalıdır. İbnu Abdilberr, çekirgenin balık hapşırığı
olması meselesinde, müşahedeye ters düştüğü için tevakkuf etmiştir.
es-Sâcî,
Ka'b'dan şunu rivayet eder: "İlk çekirge, balığın burun deliğinden
çıkmıştır." Bununla ilk yaratılışının böyle olduğunu ifade etmiştir, ancak
bunun sıhhati bilinmez. Hz. Ömer onu ne tekzib ne de tasdik etti. Zîra onun,
bunu, Tevrat'tan öğrenmiş olabileceğinden korktu. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in onların rivayet ettiği şeyler hususundaki sünneti şudur: "Ne tasdik ne de tekzib
etmemek, böylece rivayet ettikleri şey haksa reddedilmemiş, ecdâdları
tarafından uydurulmuş veya tahrif edilmiş bir şey ise tasdik edilmemiş
olur."
Görüldüğü
üzere, İslâm ulemâsı, rivayet olarak kitaplara giren isrâiliyâtı ihtiyatla
karşılamış, reddi gerekince de ağırbaşlılık ve selef büyüklerine olan hürmeti
rencide etmeyecek bir üslubla reddetmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın:
"Ehl-i Kitab'ın söylediklerini ne red ne de tasdik edin, böylece hakkı
tekzib, batılı tasdikten sâlim kalırsınız"
mânasındaki irşadlarının Ehl-i Kitap'la olan münasebetlerde, muhatabın inancına saygıda nasıl
mühim bir esas olduğu da anlaşılmış oluyor.
Dar
kafalarına sığdıramadıkları herşeye safsata diyerek milyonlarca mü'minin
inançlarına saygısızlık ilan eden modern barbarların kulakları çınlasın![176]
ـ54ـ وعن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها. ]أنَّ
أسْمَاءَ
بِنْتَ
عُمَيْسٍ:
نُفِسَتْ
بِمُحَمَّدٍ
ابْنِ أبى
بَكْرٍ
بِالشَّجَرَةِ
فَأمَرَ
النَّبىُّ #
أبَا بَكْرٍ
أنْ
يَأمُرَهَا
أنْ تَغْتَسِلَ
وَتُهِلَّ[.
أخرجه مسلم
وأبو
داود.»نُفِسَتِ
المَرأةُ« بضم
النون وفتحها:
إذا ولدت .
54. (1252)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)
anlatıyor: "Esmâ Bintu Umeys, Muhammed İbnu Ebî Bekir'in doğumu sebebiyle
Şecere nâm nevkide nifas olmuştu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hz.Ebu
Bekir (radıyallahu anh)'i görüp, kadına yıkanıp ihrama girmesini emretmesini
söyledi." [Müslim, Hacc 109, (1209); Ebu Dâvud, Menâsik 35, (1834); İbnu Mâce,
Menâsik 12, (2911).][177]
ـ55ـ وعن
أسماء بنت
عُمَيس
رَضِىَ
اللّهُ عَنْها.
]أنَّهَا
وَلَدَتْ
مُحَمّداً
بالبَيْدَاءِ:
وَذَكَرَ
مِثْلِهِ[.
أخرجه مالك
والنسائى.وفي
رواية مالك:
بِذِى
الحُلَيْفَةِ
فَأمَرَهَا
أبُو بَكْرٍ
أنْ
تَغْتَسِلَ
ثُمَّ تُهِلَّ.زاد
النسائِى في
أخرى: ثُمَّ
تُهِلُّ
بِالحَجِّ
وَتَصْنَعُ
مَا يَصْنَعُ
النَّاسُ إّ
أنَّها َ تَطُوفُ
بِالْبَيْتِ،
وَذلِكَ في
حَجَّةِ الْوَدَاعِ.وفي
أخرى له:
أرْسَلْتُ
إلى رسولِ اللّه
# كَيْفَ
أصْنَعُ؟
فقَالَ
اغْتَسِلِِى
وَاستَثْفِرِى
ثُمَّ
أهِلِّى.»اسْتَثْفَرَتِ
الحَائِضُ«
إذَا شَدَّت
على فرجها
خِرْقة
وَعَلَّقتْ
طَرفيها إلى
شئ مشدود في وسطها
من مُقَدّمها
ومؤخرها.
مأخُوذٌ من
ثَفَرَ
الدابة: وهو
ما يكون تحت
ذَنبهَا .
55. (1253)- Esmâ Bintu Ümeys
(radıyallahu anhâ) Muhammed'i Beydâ'da doğurduğunu söylemiş, önceki hadisteki
durumu aynen zikretmiştir." [Muvatta, Hacc 1, (1, 322); Nesâî, Hacc 26,(5,
127.]
Muvatta'nın
bir başka rivayetinde şöyle denir: "(Esmâ..) Zülhuleyfe'de Muhammed'i
doğurdu). Ebu Bekir (radıyallahu anh) ona yıkanmasını sonra da ihrâma girmesini
emretti."
Nesâî,
bir başka rivayette şu ziyadeyi ilâve eder: "...sonra hacc için ihrama
girmesini, Ka'be'yi tavaf hâriç, herkesin yaptıklarını aynen yapmasını
(emretti)."
Yine
Nesâî'nin bir başka rivayetinde (Esma) şöyle demiştir: "Resûlullah'a
(birisini) göndererek: "Ne yapayım?" diye sordurdum. Bana:
"Yıkan, (kan gelen kısma) sargı bağla, sonra da ihrama gir" haberini gönderdi."[178]
AÇIKLAMA:
Bu
rivâyet, hayızlı ve nifaslı kadınların ihrama girebileceklerini, tavaf ve
tavafa bağlı olan iki rekât tavaf namazından başka, bütün hacc fiillerini
yapabileceklerini göstermektedir. Nitekim Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm), nifaslı halde neler yapabileceğini soran Esmâ'ya, "Tavaf hariç
her şeyi" diye cevap vermiştir. Nifaslı ve hayızlı kadınların, ihram için
yıkanmaları gerekir mi, gerekmez mi meselesinde ihtilâf edilmiştir. Hanefî ve
Şâfiîlerin de dahil olduğu Cumhûr'a göre, yıkanmaları müstehabtır. Hasan Basrî
ve Zâhirîler'e göre vâcibtir.
Bilindiği
üzere, bir kadın doğumdan itibaren 40 gün nifaslı sayılır ve bu esnada, tıpkı
hayızlı halde olduğu üzere, oruç tutamaz, namaz kılamaz. Kâ'be'yi tavaf edemez,
câmiye giremez, Kur'ân'a el süremez. Bu durumlarda hacc yapabilir mi? Veya hacc
menâsikinden hangilerini yapabilir, hangilerini yapamaz? İşte haccın
başlatıldığı sırada doğum yapmış olan Esmâ (radıyallahu anhâ) bunu sormuştur.
Esma,
hacc niyetiyle yola çıkıp, ihram giyme mahalline gelince doğum yaparak nifas
olmuştur. Zîra doğum yaptığı zikredilen yerler, Medinelilerin ihrama girdikleri
yerlerdir: Şecere, Zülhuleyfe, Beyda. Aslında Şecere ve Beyda, Zülhuleyfe'de
muayyen noktaların isimleridir. Zülhuleyfe ise, Medineliler için, bizzat Resûlullah tarafından tesbit
edilen mîkat yani ihram giyme mahallidir. (1187 numaralı hadise bakın.)[179]
ـ56ـ وعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُما:
]أنَّهُ قالَ
في المَرْأةِ
الحَائِضِ الَّتِى
تُهِلُّ
بِالحَجِّ
أوْ
بِالْعُمْرَةِ:
إنَّهَا
تُهِلُّ
بِحَجِّهَا
أوْ عُمْرَتِهَا
إذَا
أرَادَتْ.
وَلِكِنْ َ
تَطُوفُ بِالْبَيْتِ
وََ بَيْنََ
الصَّفَا
وَالْمَرْوَةِ.
وَتَشْهَدُ
المَنَاسِكَ
كُلَّهَا مَعَ
النَّاسِ،
وََ تَقْرَبُ
المَسْجِدَ
حَتَّى
تَطْهُرَ[.
أخرجه مالك .
56. (1254)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ)'den yapılan bir rivayete göre,
hacc veya umre için ihrama giren hayızlı kadın hakkında, "Kadın dilerse
umre veya haccı için ihrama girer, ancak Beytullah'ı tavaf edemez, Safa ile
Merve arasındaki sa'yi de yapamaz.
Bunlar dışındaki bütün menâsike insanlarla birlikte katılır. Temizleninceye
kadar mescide yakın olamaz." [Muvatta,
Hacc 45.][180]
AÇIKLAMA:
Hayızlı
kadının Safa ve Merve arasındaki sa'yi yapamayışı, sa'yin tavafa bağlı
olmasından ileri gelir. Zîra sa'y, Beytullah'ı tavaftan sonra icrâ edilen bir
nüsüktür. Böyle olunca, temizlik şart olan tavaf hayız ve nifasıyla yasak
olunca, buna bağlı olarak yapılan sa'y da ister istemez yapılamaz. Tavaftan imtina
eden sa'yden de imtina eder. Öyle ise hayızlının sa'y yapamayışı, sa'y için
temizliğin şart olmasından ileri gelmez.
Gerçi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan yapılan bir rivayete göre, önce
sa'y yapan bir kimse durumunu sorunca, Hz. Peygamber: طُفْ و
حَرَجَ
"Tavafını da yap, bunda bir mahzur yok"
buyurmuştur. Ancak Cumhur bunun yeterli olmayacağını, tavaftan sonra yeniden
sa'y yapması gerektiğini söylemiştir. Hadisi de: "Buradaki sa'y, kudüm
tavafından sonra ve ziyâret (veya ifâza) tavafından önce yapılan sa'y
olmalıdır" diye te'vil etmişlerdir.
Mescide
yaklaşmayı meşru kılan temizlenmeden maksad "kanın kesilmesini takib
edecek yıkanma"dır. Nifas veya hayız kanı tamamen kesilmeden alınacak boy
abdesti şer'î temizliği sağlamaz.Veya kan kesildikten sonra boy abdesti
alınmadığı takdirde yine "temiz olunmaz."[181]
ـ57ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]قال رسولُ
اللّه #:
النُّفَسَاءُ
وَالحَائِضُ
إذَا أتَتَا
عَلى
المِيقَاتِ
تَغْتَسَِنِ وََتَحْرِمَانِ
وَتَقْضِيَانِ
المَنَاسِكَ
كُلَّهَا
غَيْرَ الطّوَافِ
بِالْبَيْتِ[.
أخرجه أبو
داود والترمذى
57. (1255)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Nifaslı ve hayızlı kadınlar mîkata
gelince guslederek ihrama girerler ve Beytullah'a olan tavaf hariç bütün menâsiki îfa ederler." [Ebu
Dâvud, Menâsik 10, (1744); Tirmizî,Hacc 100, (945).][182]
ـ58ـ وعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما ]قال
رسولُ اللّهِ
#: خَمْسٌ مِنَ
الدَّوَابِّ
لَيْسَ عَلى
المُحْرِمِ
في
قَتْلِهِنَّ
جُنَاحٌ:
الْغُرَابُ،
وَالحِدَأةُ،
ؤَالْعَقْرَبُ،
وَالْفَأرَةُ،
وَالْكَلْبُ
الْعَقُورُ[.
أخرجه الستة إ
الترمذى.وفي
رواية: َ جُنَاحَ
عَلى مَنْ
قَتَلَهُنَّ
في الحَرَمِ
وا“حْرَامِ.وفي
أخرى بأبى
داود
والترمذى عن أبى
سعيد الخدرى:
وَالسَّبُع
الْعَادِى.والمراد
به الذى يعدو
على ا“نسان
فيفتَرسه،
وسيجئ لما
يجوز قلته من
الدواب بابٌ
في كتاب
القَتْل من
حرف الفاف إن
شاء اللّه
تعالى .
58. (1256)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Beş hayvan
vardır, bunların öldürülmesi ihramlıya günah değildir: Karga, çaylak, akrep,
fâre, kelb-i akûr." [Buharî,
Cezau's-Sayd 7; Müslim, Hacc 72, (1199); Muvatta, Hacc 88,(1, 356); Ebu Dâvud,
Menâsik40, (1846); Nesâî, Hacc 82, 83, 84, 86, 87, 88, (5, 187-190).]
Bir
rivayette şöyle denmiştir: "Bunları, Harem'de ve ihramda iken öldürene
günah yoktur."
Ebu
Dâvud ve Tirmizî'nin, Ebu Saîdi'l-Hudrî'den kaydettikleri bir rivâyette:
"Âdi yırtıcılar" da denmiştir. Bundan maksad insana saldırıp
yaralayandır. Hayvanlardan öldürülmesi câiz olanları ayrıca zikredeceğiz
(4939-4952. hadisler).[183]
AÇIKLAMA:
1-
İhramlıya öldürmesi helâl olan bu beş hayvan, ihramsıza evleviyetle helâldir. Bu hayvanların zararlı olduğu
herkesce bilinir. Bunların, namaz kılarken bile öldürülmesinin câiz olduğunu
ifâde eden rivayetler mevcuttur.İnsana zarar veremeyecek derecede küçük olan
yavrularının da öldürülmesi câiz mi değil mi? ihtilâf edilmiştir
3-
Farenin muhtelif cinsleri olmasına rağmen, hadiste mutlak geldiği için hepsinin
öldürülmesi câizdir.
4-
Kelb-i akûr, bilinen köpek değildir. Ulemâ kelb-i akur'dan insana saldırıp,
yaralayan ve insanları korkutan bütün yırtıcı canavarları anlamışlardır.
Arslan, kaplan, panter, kurt gibi... Bazı âlimler, sayılan bu beş hayvana, eti
yenmeyen hayvanlardan öldürülmesi yasaklanmış olanlar dışındaki bütün
vahşîlerin girdiğini söyler ve öldürülmelerinin câiz olduğuna hükmederler.
5-
Kastalânî, bu hayvanların öldürülmelerinin câiz kılınmasını, bunların insanlara
ve diğer hayvanlara zararlı oluşlarına bağlar ve der ki: "karga ile çaylak
zayıf bulduğu sığırın ve diğer sağmal hayvanların arka kısmının etini gagasıyla
yer, gözünü oyar, şaşkın insanın elinden ekmeğini bile kapabilir. Bunlar
kuşların en âdisidir. Akrep de çok zehirli bir
hayvandır. Öyle ki yılanı bile sokup öldürülebilir. Onun zehri, kocaman
fili bile devirmeye yeterlidir." Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
de namazda akrep öldürdüğünü haber veren rivâyet mevcuttur.
6-
Bu hayvanların öldürülmesi bir vecibe değil bir cevazdır. Yani bunlar görülünce
mutlak öldürülsün demek değildir. Öldüren, herhangi bir günah işlememiştir,
herhangi bir ceza ödemez demektir.
7-
Âlimler bu hadisten hareketle, öldürülmesi gereken bir mücrim Harem'e iltica
ettiği takdirde, orada öldürülmesinin câiz olduğu hükmünü çıkartmıştır.[184]
ـ59ـ وعن
عَلْقمة بن
أبى علقمة عن
أمه: ]أنَّهَا سَمِعَتْ
عَائِشَةَ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها تُسْئَلُ
عَنِ
المُحْرِمِ
يَحِلُّ
جَسَدَهُ.
قَالَتْ:
نَعَمْ
فَلْيَحُكَّهُ
وَلْيَشَدُدْ.
ثُمَّ
قَالَتْ: لَوْ
رُبِطَتْ
يَدَاىَ وَلَمْ
أجِدُ إَّ
رِجْلِى
لَحَكَكْتُ[.
أخرجه مالك .
59. (1257)- Alkame İbnu Ebî Alkame,
annesinden rivayet etmiştir ki: "Annesi, Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'yi
ihramlı iken bedenini kaşıyan kimse hakkında soru sorulunca dinlemiştir. Hz. Aişe şu cevabı verir: "Evet,
kaşınsın ve şiddetle kaşısın." Sonra Hz. Aişe ilâve eder: "Ellerimi
bağlasalar, (kaşınmak için ayaklarımdan başka bir imkânım olmasa) ayaklarımla kaşınırım."
[Muvatta, Hacc 93, (1, 358).][185]
AÇIKLAMA:
Kaşıma,
kıl dökme ihtimâlini getirdiği için ihramlı hakkında meşkuk bir durum hâsıl
eder. Bu sebeple Hz. Aişe'ye, câiz mi, değil mi diye sorarlar. Hz. Aişe câiz
olduğunu, hiçbir mahzur görmediğini ifade için mübâlağalı bir üslup ihtiyar
eder. İmam Mâlik bedenin baş, sırt gibi görünmeyen kısımlarının dikkatli ve
ihtiyatlı kaşınması gerektiğine dikkat çeker: "Olur ki, eli bir hayvancığa
rastlar da göremez" der.[186]
ـ60ـ وعن
أسماء بنت أبى
بكر رَضِىَ
اللّهُ عَنْهما
قالت: ]
خَرَجْنَا
مَعَ رسولِ
اللّهِ # حُجَّاجاً
حَتَّى إذَا
كُنَّا
بِالْعَرْجِ
نَزَلَ رسولُ
اللّه #
وَنَزَلْنَا
فَجَلَسَتْ
عَائِشَةُ
إلى جَنْبِ
رسولِ اللّه #
وَجَلَسْتُ
إلى جَنْبِ
أبى بكْرٍ
فَكَانَتْ
زَامَلَةُ
رسولِ اللّه #
وَزَامَلَةُ
أبى بَكْرٍ
وَاحِدَةً
مَعَ غَُمٍ ‘بى
بَكْرٍ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ،
فَجَلَسَ أبُو
بَكْرٍ
يَنْتَظِرُ
أنْ يَطْلُعَ
عَلَيْهِ
فَطَلَعَ
وَلَيْسَ
مَعَهُ
بَعِيرُهُ. فقَالَ
أبُو بَكْرٍ:
أيْنَ
بَعِيرُكَ؟
فقَالَ: أضْلَلْتُهُ
الْبَارِحَةَ.
فَقَالَ أبُو
بَكْرٍ: بَعِيرٌ
وَاحِدٌ
تُضِلُّهُ؟
وَطَفِقَ يَضْرِبُهُ
وَرَسُولُ
اللّه #
يَتَبسّمُ
وَيَقُولُ:
انْظُروا إلى
هذَا
المُحْرِمِ.
مَا يَصْنَعُ
وَمَا يَزيدُ
عَلى ذلِكَ
وَيَتَبَسَّمُ[.
أخرجه أبو
داود .
60. (1258)- Esmâ Bintu Ebî Bekr
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Hacc yapmak üzere Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'le birlikte çıktık. Arc nâm mevkiye kadar geldik.
Orada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) konakladı, biz de konakladık. Hz.
Aişe (radıyallahu anhâ) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanına oturdu.
Ben de babam Ebu Bekir'in yanına oturdum. Resûlullah'ın binek devesi ile,
Hz.Ebu Bekir'in binek develeri tekdi ve o da
Ebu Bekir'e ait bir köle ile birlikte (yolda) idi. Ebu Bekir
(radıyallahu anh) oturup, kölenin gelmesini beklemeye başladı. Köle geldi ama
beraberinde deve yoktu. Hz.Ebu Bekir (radıyallahu anh):
"-
Deven nerde?" diye sordu. Köle:
"-
Sabahleyin onu kaybettim!" dedi. Ebu Bekir (radıyallahu anh):
"-
Tek bir deveyi kayıp mı ettin!" deyip köleye vurmaya başladı.
Resûlullah bu sırada gülüyor ve şöyle
diyordu:
"-
Şu ihramlıya bakın neler de yapıyor!" (İbnu Ebi Rizme der ki: Resûlullah: "Şu ihramlıya bakın
neler de yapıyor?" deyip gülüyor,
(başka bir şey söylemiyordu)." [Ebu Dâvud, Menâsik 30, (1818); İbnu Mâce,
Menâsik 21, (2933).][187]
AÇIKLAMA:
1-
Teysîr'in metni, Ebu Davud'unkine nazaran -anlamayı zorlaştıracak- bazı
eksiklikler ihtiva etmektedir. Tercümede, aslından alarak parantez içerisinde
gösterdik.
2-
Görüldüğü üzere, ihramlının te'dibde bulunulmasına Hz.Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) müdahale etmiş, fakat, kesin ve sert bir üslubla değil. Şu halde bu
müdahale tahrim ifade etmektedir. Nitekim aynı hadisi Ebu Dâvud: "İhramlı
kölesini te'dib eder" adını taşıyan bir bâb başlığı altında kaydederken,
İbnu Mâce: "İhramda iken sakınma" adını taşıyan bir bâbda kaydeder.
Şu halde ihramlı, ailesini te'dib edebilecek, ancak dikkat etmesi, aşırı
gitmemesi gerekir, terki ise evladır.[188]
ـ61ـ وعن
ربيعة بن
عبداللّه
]أنَّهُ رَأى
عُمرَ بنَ
الخَطَّابِ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ
يُقَرِّدُ
بَعِيراً لهُ
وَهُوَ مُحْرِمُ[.
61. (1259)- Rebîa İbnu Abdillah:
"Hz. Ömer (radıyallahu anh)'i ihramlı iken (Mekke ile Medine arasındaki
Sükyâ köyünde) devesinin kurtlarını alıp toprağa atarken gördüm."
[Muvatta, Hac 92, (1, 357).][189]
AÇIKLAMA:
1-
Hadisin sonuna İmam Mâlik: "Ben bunu mekruh buluyorum" kaydını koyar.
2-
İmam Mâlik'in mekruh addetmesi, devede yaşayan bu parazitlerin de hayvan
olmasından ileri gelir. Yere atılınca öleceklerinden, ihram yasağı araya girmiş
olmaktadır. Ancak Hz. Ömer'in bunu câiz gördüğü açıktır.
Zürkânî
der ki: "Eğer bunlar deveye zarar veriyorlarsa, onları deveden temizler,
kefâret olarak bir miktar taam yedirir" der.[190]
ـ62ـ وعن نافع
قال: ]كانَ
ابنُ عُمرَ
يَكْرَهُ أنْ
يَنْزِعَ
المُحْرِمُ
حَلمةً أوْ
قُرَاداً
مِنْ
بَعِيرِهِ[.
أخرجهما
مالك.ومعنى
»يُقَرِّدُ«
أى ينزع عنه
القُرْدَان
جمع قُراد وهو
دُوَيبَة
معروفة.
»وَالحَلَمَةُ«
جمعها حلَم وهى
: ما عظم من
القراد .
62. (1260)- Nâfi' anlatıyor: "İbnu
Ömer (radıyallahu anhümâ), ihramlının, devesinden pire veya güve gibi
haşereleri temizlemesini mekruh addederdi." [Muvatta, Hacc 95, (1, 358).][191]
ـ1ـ عن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]بَيْدَاؤُكُمْ
هذِهِ
الَّتِى
تكْذِبُونَ عَلى
رسولِ اللّه #
فِيهَا: مَا
أهَلَّ رسولُ
اللّه # إّ منْ
عِنْد
الْمَسْجِدِ:
يعْنِى
مَسْجِدَ ذِى
الحُلَيْفَةِ[.
أخرجه
الستة.وفي
رواية: مَا أهَلَّ
إَّ مِنْ
عِنْدِ
الشَّجَرَةِ
حِينَ قَامَ
بِهِ
بَعِيرُهُ.وفي
أخرى للنسائى:
قِيلَ ‘بنِ
عُمرَ:
رَأيْتُكَ
تُهِلُّ إذَا
اسْتََوَتْ
بِكَ
رَاحِلَتُكَ؟
قالَ: إنَّ
رسولَ اللّهِ
# كانَ
يَفْعَلهُ .
1. (1261)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) şunu söyledi: "Sizin Beydâ'nız, hakkında Resûlullah'a iftira
ettiğiniz şurasıdır. Ama, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sadece mescidin
-yani Zülhuleyfe mescidinin- yanında ihrama girip telbiye getirdi."
[Buharî, Hacc 20; Müslim, Hacc 23, (1186); Muvatta, Hacc 30, (1, 332); Tirmizî,
Hacc 8,(818); Ebu Dâvud, Hacc 21, (1771); Nesâî, Hacc 56, (5, 162-164); İbnu
Mâce, Menâsik 14, (2916).]
Bir
rivayette şöyle denir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Şecere nâm
mevkide devesine bindiği zaman telbiye getirdi."
Nesâî'nin
diğer bir rivayetinde denir ki: "İbnu Ömer'e: "Seni deven kaldırdığı
zaman telbiye çeker gördüm" diye sorulmuştu. Şu cevabı verdi: "Çünkü
Resûlullah böyle yapmıştı."[193]
AÇIKLAMA:
1-
Beydâ, lügat olarak çöl, boş arâzi mânasına
gelir. Hadiste ise, belli bir yerin adıdır: Zülhuleyfe'nin Mekke
tarafına düşen ve oraya yakın bulunan bir tepedir. Her çeşit inşaattan hali
olduğu için Beydâ denmiştir.
2-
İbnu Ömer (radıyallahu anh) bir ihtilâfa temas etmektedir: Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) haccı hangi noktada başlatmıştır? İbnu Abbâs'tan
yapılan bir rivayette -ki Dârakutnî tahric etmiştir- Hz. Peygamber'in Beydâ'ya
çıktıktan sonra hacca niyet edip telbiye getirmeye başladığı belirtilir. Sa'd
İbnu Ebî Vakkas (radıyallahu anh)'ın Ebu Davud'da gelen bir rivayeti,
Resûlullah'ın, Uhud yolunu tutacaksa, Beyda dağına tırmandığında telbiyede
bulunduğunu, Fur' yolunu tutacaksa hayvanı kaldırır kaldırmaz telbiyede
bulunduğunu ifade eder.
3-
Sadedinde olduğumuz rivayette İbnu Ömer ise, Zülhuleyfe Mescidi'nin yanında
telbiyeye başladığını söylemekte, diğer ifadeleri "kizb" olarak
tavsif etmektedir. Hemen belirtelim ki, bu kizb dilimizdeki yalan ve iftira
değildir, "hata" demektir. Yani İbnu Ömer hâdiseyi rivâyet eden
ashabın hata ettiğini iddia etmektedir. İzah edileceği üzere, işin aslında hata
da mevcut değil.
4-
Görüldüğü üzere, ulemâ, Hz. Peygamber'in ihrama girdiği yer hususunda ihtilâf
etmiştir: Zülhuleyfe Mescidi diyen olmuş, devesi onu kaldırınca diyen olmuş,
Beyda tepesine çıkınca diyen olmuştur.
Bu
meseleyi, müteakip rivâyette göreceğimiz üzere en güzel çözüme bağlayan İbnu
Abbâs (radıyallahu anhümâ)'tır. O, "Bunu en iyi bileniniz
benim"diyerek sözüne başlayacak, gerçekten hacc âdâbına uygun şekilde izah
edip, her iddia sahibine hak verecek şekilde mâkul bir izaha kavuşturacaktır.
Onun
bu izahını nakleden Tahâvî benimsediğini belirtir. Ayrıca Ebu Hanîfe, Ebu
Yusuf, İmam Muhammed, İmam Şâfiî, Ahmed İbnu Hanbel (rahimehumullah) bunların
mezheplerine tâbi olan diğer ulemânın bu açıklamayı benimsediklerini kaydeder.
Evzâî,
Atâ ve Katâde'ye göre ise, Beydâ'da ihrama girmek müstehabtır.[194]
ـ2ـ وعن أنس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ ]أنَّ
رسولَ اللّهِ
# صَلَّى
الظُّهْرَ
ثُمَّ رَكَبَ
رَاحِلَتَهُ
فَلَمَّا عََ
عَلى حَبْلِ
الْبَيْدَاءِ
أهَلَّ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى.زاد
النسائى في
أخرى: وَأهَلَّ
بِالحَجِّ
وَالْعُمْرَةِ
حِينَ صَلَّى الظُّهْرَ.
2. (1262)- Hz.Enes (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) öğleyi kıldı. Sonra
devesine bindi. Beydâ tepesine çıktığı zaman telbiye getirdi." [Ebu Dâvud,
Menâsik 21, (1774); Nesâî, Hacc 25, (5,127), 56, (5, 162).]
Nesâî,
bir diğer rivayette şu ziyadeyi kaydetti: "Öğleyi kıldığı zaman hacc ve
umre için ihrama girdi."[195]
ـ3ـ وعن أبى
جُبير قال:
]قُلْتُ ‘بنِ
عَبَّاسٍ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما عَجِبْتُ
‘خْتَِفِ
أصْحَابِ
رسولِ اللّهِ
# في إهَْلِهِ
حِينَ
أوْجَبَ.
فقَالَ: إنِّى
‘عْلَمُ
النَّاسِ
بذلِكَ،
إنَّهَا
إنَّمَا
كَانَتْ مِنْ
رسولِ اللّهِ
# حَجَّةً
وَاحِدَةً فَمِنْ
هُنَالِكَ
اخْتَلَفُوا.
خَرَجَ رسولُ اللّه
# حَاجاً
فَلَمَّا
صَلَّى في
مَسْجِدِ ذِي الحُلَيْفَةِ
رَكْعَتَيْهِ
أوْجَبَهُ في مَجْلِسِهِ
فَأهَلَّ
بِالحَجِّ
حِينَ فَرَغَ
مِنَ
رَكْعَتَيْهِ
فَسَمِعَ
ذلِكَ مِنْهُ
أقْوَامٌ
فَحَفِظْتُهُ
عَنْهُ،
ثُمَّ رَكِبَ
فَلَمَّا
اسْتَقَلَّتْ
بِهِ نَاقَتُهُ
أهَلَّ وَأدْرَكَ
ذلِكَ مِنْهُ
أقْوَامٌ.
وذلِكَ أنَّ النَّاسَ
إنَّمَا
كَانُوا
يَأتُونَ
أرْسَاً
فَسَمِعُوهُ
حِينَ
اسْتَقَلَّتْ
بِهِ نَاقَتُهُ
يُهِلُّ.
فقَالُوا
إنَّمَا
أهَلَّ حِينَ
اسْتَقَلَّتْ
بِهِ
نَاقَتُهُ
ثُمَّ مَضَى
فَلَمَّا عََ
عَلى شَرَفِ
الْبَيْدَاءِ
أهَلَّ وَأدْرَكَ
ذلِكَ مِنْهُ
أقْوَامٌ
فقَالُوا إنَّمَا
أهلَّ حِينَ
عََ عَلى
شَرَفِ
الْبَيْدَاءِ.
وَأيْمُ
اللّهِ
لَقَدْ
أوْجَلَ في مُصَّهُ
وَأهَلَّ
حِينَ
اسْتَقَلَّتْ
بِهِ نَاقَتُهُ
وَأهلَّ
حِينَ عََ
عَلى شَرَفِ الْبَيْدَاءِ.
قالَ سَعِيدُ
بنُ جُبَيْرِ:
فَمَنْ أخَذَ
بِقَوْلِ
ابنِ
عَبَّاسٍ أهل
في مُصَّهُ
إذَا فَرَغَ
مِنْ
رَكْعَتَيْهِ[.
أخرجه أبو
داود .
3. (1263)- Ebu Cübeyr anlatıyor:
"İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)' a dedim ki: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın, vâcib kıldığı zaman, getirdiği telbiye hususunda
Ashab'ın ihtilâfına doğrusu hayret ediyorum!" Bana şu cevabı verdi."
Bu
meseleyi ben herkesten iyi biliyorum. Aslında Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) tek bir hacc yaptı. Bütün ihtilâflar bununla ilgili. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) hacc maksadıyla
(Medine'den) yola çıktı. Zülhuleyfe Mescidi'ne gelip iki rekatlık ihram
namazını kılınca, haccı fiilen olduğu yerde başlattı. Namazı bitirince de hacc
için telbiyede bulundu. İşte bu telbiyeyi bır kısım insanlar işitti. Bunu
kendisinden ben de (işittim ve) hatırımda tuttum. Sonra hayvanına bindi. Devesi
onu yerden kaldırınca tekrar telbiye getirdi. Bu ikinci telbiyeyi de işitenler
oldu. (Her seferinde telbiyeleri) farklı kimselerin işitmesi, insanların
dağınık ve hareket halinde olmalarındandı. Böylece, devesi onu kaldırdığı zaman
çektiği telbiyesini de yeni insanlar işitti. İşte bunlar: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), devesi
kaldırdığı zaman telbiye getirdi" dediler.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) yoluna devam etti. Beydâ tepesine çıkınca da telbiye
getirdi. Bu telbiyeyi de işiten başkaları vardı. Bunlar: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Beydâ'ya çıkınca telbiye getirdi" dediler.
Allah'a kasem olsun! Resûlullah
namazgâhında haccı başlattı. Devesi kaldırdığı zaman telbiye getirdi,
sonra Beydâ tepesine çıkınca orada da telbiye getirdi."
Said
İbnu Cübeyr sözüne devamla dedi ki: "İbnu Abbas'ın sözünü esas alanlar
(Zülhuleyfe'deki) namazgâhta iki rek'atlık ihram namazını kılar kılmaz telbiye
getirdi." [Ebu Dâvud, Menâsik 21, (1770).][196]
AÇIKLAMA'sı için önceki hadise bakın.[197]
ـ4ـ وعن نافع
قال: ]كانَ
ابنُ عُمرَ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهما إذَا
دَخَلَ أدْنى
الحَرَمِ امْسَكَ
عَنِ
التَّلْبِيَةِ،
ثُمَّ
يَبِيتُ بِذِى
طُوىً،
وَيُصَلِّى
بِهَا
الصَّبْحَ،
ثُمَّ
يَغْتَسِلُ،
وَيُحَدِّثُ
أنَّ النَّبىَّ
# كانَ يَفْعَلُ
ذلِكَ[. أخرجه
الثثة .
4. (1264)- Nâfi' diyor ki: "İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) Harem, bölgesinin en yakın yerine geldi mi telbiyeyi artık bırakırdı.
Sonra Zu-Tuva nâm mevkide geceyi geçirir, orada sabah namazını kılar, sonra
yıkanırdı ve derdi ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) böyle
yapmıştı." [Buharî, Hacc 38, 39; Müslim, Hacc 226, (1259); Muvatta, Hacc
32, (1, 333).][198]
AÇIKLAMA:
İbnu'l-Münzir:
"Mekke'ye girerken yıkanmak, bütün âlimlere göre, müstehabtır, âmden
terkinde fidye gerekmiyeceği hususunda da ihtilâf etmezler" demiştir. Ulemânın ekseriyeti:
"Sadece abdest alınmış olsa bu da kifayet eder, müstehab yerine
gelir" demiştir. İbnu Ömer bazan abdest alır, bazan yıkanırdı. Ancak daha
önce kaydedildiği üzere (1223 ve 1225. hadisler) İbnu Ömer ihrama girdikten
sonra başını, ihtilâm hâli araya girmedikçe
yıkamazdı. Bunun su ile de olsa, başın örtülme yasağının ihlâl
edilmemesi endişesinden ileri geldiğini kaydetmiştik. Şu halde, Mekke'ye
girmezden önce onun yıkanması demek, yine başını hariç tutarak yıkanması
demektir, tam bir boy abdesti alması
değildir.
Şâfiîler,
"Mekke'ye girerken, ihramlı, yıkanmayacak olursa teyemmüm etmeli" demiştir.
İbnu't-Tîn'in
açıklamasına göre, Mekke'ye giriş için hususî bir yıkanma mevzubahis değildir.
Yıkanma tavaf içindir, Mekke'ye girişte mevzubahis edilen yıkanma da, aslında
tavaf içindir, Mekke'ye giriş için değildir. Ama bazı âlimler: "Bu
ihramlıya has değildir, Mekke'nin hürmeti sebebiyledir, ihramsız olarak giren
kimsenin yıkanması da müstehabtır" demiştir. Nitekim, Resûlullah, fetih
sırasında ihramsız olduğu halde yıkanmıştı.
İbnu
Nâfi'nin rivayetine göre, İmam Mâlik'e göre İbnu Ömer'in bu husustaki sözüyle
amel müstehabtır. Yani, Zülhuleyfe'de ihrama girerken, Zu-Tuva'da Mekke'ye
girerken ve bir de Arafat'a giderken bazan abdest almalı, bazan yıkanmalıdır,
bir sebeple terkedene de herhangi bir
şey gerekmez. Zâhirîler bu yıkanmaları vâcib addetseler de ümmet müstehab
addetmede ittifak eder. Hasan Basrî hazretleri, "İhrama girerken unutarak
yıkanmayı terkeden kimse, hatırlayınca yıkansın" demiştir.[199]
ـ5ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]قال رسولُ
اللّه #:
يُلَبِّى
المُقِيمُ
أوِ المُعْتَمرُ
حَتَّى
يَسْتَلمَ
الحَجَرَ[. أخرجه
أبو داود
والترمذى.وعنده:
كانَ
يُمْسِكُ عَنِ
التَّلْبِيَةِ
في
الْعُمْرَةِ إذَا
اسْتَلَمَ
الحَجَرَ .
5. (1265)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Mukim olanlar veya umre yapanlar, Hacer-i Esved'i istilâm edinceye kadar
telbiyeyi bırakmazlar." [Ebu Davud, Menâsik 29, (1817), Tirmizî, Hacc 79,
(919).]
Hadis,
Tirmizî'de şöyledir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), umrede iken,
Hacer-i Esved'e istilâm yapınca telbiyeyi bırakırdı."[200]
AÇIKLAMA:
1-
İstilâm, kelime olarak selâm'dan gelir. Selamlamak diye dilimize çevirebiliriz.
Bu, Ka'be-i Muazzama'nın Rükn-i şarkî (veya Rükn-i Hacer-i Esved) denen
köşesindeki Hacer-i Esved'e tekbir ve tahlîl getirerek eller konup ve sonra
öpülmek suretiyle gerçekleşir. Yaklaşılamadığı takdirde, uzaktan Hacer-i
Esved'in hizasına gelindiği vakit Hacer'e dönülerek ellerin içi Ka'be'ye
çevrilip, kulaklar hizasına kaldırılıp bismillahi Allahu ekber diyerek, eller
Hacer'in üzerine konuluyormuş gibi işaret edilerek, karşıdan selamlanır ve sağ
elin içi öpülür. Bu da, yakından öpmek yerine geçen bir istilâmdır. (İstilâmın
daha geniş açıklaması için 1551 numaraya bakın).
2-
Hadis hakkında Tirmizî merhum şu bilgiyi sunar: "İbnu Abbas'ın bu rivayeti
sahih bir hadistir. Ulemânın ekserisi bununla amel etmiş ve: "Umre yapan
kimse, Hacer-i Esved'i istilâm etmedikçe, telbiyeyi kesmez" demiştir.
Bazıları da: "Mekke'nin dış evlerine ulaşır ulaşmaz telbiyeyi keser"
demiştir. Amelde, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan yapılan rivayetin
esas kılındığını belirten Tirmizî, bununla hükmedenlerden Süfyan-ı Sevrî,
Şâfiî, Ahmed ve İshak (rahimehumullah)'ın isimlerini zikreder.[201]
ـ6ـ وعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]سَمِعْتُ
رسولَ اللّه #
يُهِلُّ
مُلَبِّياً وفي
رواية
مُلَبِّداً.
يَقُولُ:
لَبَّيْكَ اللَّهُمَّ
لَبَّيْكَ،
لَبَّيْكَ َ
شَرِيكَ لَكَ
لَبَّيْكَ
إنَّ
الْحَمْدَ
وَالنِّعْمَةَ
لَكَ
وَالمُلْكَ َ
شَرِيكَ لَكَ.
َ يَزِيدُ
عَلى هذِهِ
الكَلِمَاتِ[.
أخرجه الستة .
6. (1266)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı telbiye çekerken
-bir rivayette mülebbiyen değil, mülebbiden demiştir- işittim şöyle diyordu:
"Lebbeyk Allahümme lebbeyk. Lebbeyk lâ şerîke leke lebbeyk. İnne'lhamde
ve'nni'mete leke ve'lmülk, lâ şerîke leke." Bu kelimelere başka ilâvede
bulunmuyordu." [Buharî, Hacc 26, Libâs 89; Müslim, Hacc 19, (1184);
Muvatta, Hacc 28, (1, 331-332); Tirmizî, Hacc 13, (825); Ebu Dâvud, Menâsik 27,
(1812); Nesâî, Hacc, 54, (5, 159-160).][202]
ـ7ـ ـ
زاد في رواية:
]وَكَانَ
عَبْدُاللّهِ
بنُ عُمَرَ
يَقُولُ: كانَ
عُمر بنُ
الخَطَّابِ
يُهِلُّ
بإهَْلٍ
رسولِ اللّه #
مِنْ هؤَُءِ
الْكَلِمَاتِ
وَيَقُولُ:
لَبَّيْكَ
اللَّهُمَّ
لَبَّيْكَ
لَبَّيْكَ
وَسَعْدَيْكَ
وَالخَيْرُ في
يَدَيْكَ
لَبَّيْكَ
وَالرَّغْبَاءُ
إلَيْكَ
وَالْعَمَلُ[.وزاد
أبو داود في
أخرى عن جابر:
فَذَكَرَ
مِثْلَ ما
قَالَ ابنُ
عُمرَ. وقال:
وَالنَّاسُ
يَزِيدونَ ذا
المعَارِجِ
وَنَحْوَهُ مِنَ
الكََمِ،
وَالنَّبىُّ #
يَسْمَعُ وََ
يَقُولُ
شَيئاً. ومعنى
»ذَا
المَعَارِجِ«
أى صاحب مصاعد
السماء
ومراقيها .
7. (1267)- Bir rivayette şu ziyade var:
"Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) derdi ki: "(Babam) Ömer
İbnu'l-Hattâb (radıyallahu anh) bu kelimelerden ibâret olan Resûlullah'ın
telbiyesi ile telbiye getirir ve şunu söylerdi: "Lebbeyk Allahümme
lebbeyk. Lebbeyk ve sa'deyk ve'lhayru fî yedeyk. Lebbeyk, ve'rrağbâu ileyk
ve'l-amel." [Nesâî, Hacc 54, (5, 161).]
Ebu
Dâvud'un diğer bir rivayetinde Hz. Câbir (radıyallahu anh)'den şu ziyade
vardır: "Resûlullah şöyle telbiye getirirdi..." dedikten sonra tıpkı
İbnu Ömer'in hadisindeki gibi bir metin zikretti. Sonra Hz. Cabir'in şunu ilâve
ettiğini kaydetti: "İnsanlar telbiyeye "...Zü'l-Meâric" ve
benzeri kelimeler ilâve ettiler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunları
işitti ancak hiçbir müdahelede bulunmadı."
Zü'l-Meâric,
Allah'ın isimlerinden biri olup "yükselme yerlerinin sahibi"
"yüksek dereceler sahibi" mânasına gelir[203]
.ـ8ـ
وعن أبى هريرة
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كانَ مِنْ
تَلْبِيَةِ
رسولِ اللّه #
لَبَّيْكَ
إلهَ
الحَقِّ[.
أخرجه النسائى
.
8. (1268)- Ebu Hüreyre (radıyallahu
anh): "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın telbiyesinde "Lebbeyk
İlâhe'l-Hakk (Buyur! Hak olan İlâh!)" tâbiri de vardı" demiştir.
[Nesâî, Hacc 54, (5, 161-162).][204]
ـ9ـ وعن
السائب بن
خَّد ا‘نصارى
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسولُ
اللّه #: إنَّ
جِبْرِيلَ
عَلَيْهِ
السََّمُ
أتَانِى أنْ آمُرَ
أصْحَابِى
وَمَنْ مَعِى
أنْ يَرْفَعُوا
أصْوَاتَهُمْ
بِالْتَلْبِيَةِ
أوْ بِا“هَْلِ[.
أخرجه ا‘ربعة .
9. (1269)- Sâib İbnu Hallâd[205]
el-Ensârî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) şunu söylediler: "Cibril (aleyhisselam) bana gelip, ashabıma ve
beraberimde olanlara telbiye -veya ihlâl[206]
dedi- çekerken seslerini yükseltmelerini emretmemi emir buyurdu."
[Muvatta, Hacc 34, (1, 334); Ebu Dâvud, Menâsik 27, (1814); Tirmizî, Hacc 15,
(829); Nesâî, Hacc 55, (5, 162); İbnu Mâce, Menâsik 16, (2922-2923).][207]
ـ10ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]كانَ
المُشْرِكُونَ
يَقُولُونَ:
لَبَّيْكَ َ
شَرِيكَ لَكَ:
فيقُولُ رسولُ
اللّه #
وَيْلَكُمْ
قَدْقَدْ.
فَيَقُولُونَ:
إَّ شَرِيكاً
هُوَ لَكْ
تَمْلِكَهُ
وَمَا
مَلَكْ،
يَقُولُونَ
هذَا وَهُمْ
يَطُوفُونَ
بِالْبَيْتِ[.
أخرجه
مسلم.قوله:
»قَدْقَدْ«
بمعنى حسْبُ
وتكرارها
بالتأكيد
ا‘مر، ويعنون
»بِالشَّرِيكِ«
الضم »وَبِمَا
مَلَكْ« اŒيات
التى عنده
وحوله .
10. (1270)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Müşrikler (haccederken şu şekilde telbiyede
bulunurlardı): "Lebbeyke lâ şerîke leke." Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) da: "Yazık size, yeter, yeter" buyururdu. Müşrikler (telbiyelerinin
devamında): "Yalnız bir şerik müstesna, o senin şerikindir, sen ona da,
onun mâlik olduğu şeylere de mâliksin" derlerdi. Onlar, bunu, Kâbe'yi
tavaf ederken söylerlerdi." [Müslim, Hacc 22, (1185).][208]
AÇIKLAMA :(1266-1270) numaralı
hadisler için:
1-
Telbiye kelime olarak لَبَّى den gelir
زَكَّىص den tezkiye'nin gelmesi gibi. Üstten gelen bir emre,
bir dâvete aralıksız icâbet mânasını taşır. Lebbeyke, "icâbet sana!"
demektir. Dilimizdeki "Buyur!" ve "Buyur efendim!"
tâbirleri ile karşılamak uygun düşer. Böyle olunca Lebbeyke, Allahümme lebbeyk
tâbirini, "Emrindeyim, ey Allahım emrindeyim" veya "Buyur
Allahım buyur! Fasılasız icâbet sana ey Allahım" gibi değişik tâbirlerle
karşılamamız mümkündür.
Lâ
şerîke leke: "Senin ortağın yoktur" demektir.
İnne'lhamde
ve'nnimete leke ve'lmülk: "Hamd sanadır, nimet ve mülkün gerçek sahibi
sensin" demektir.
1267
numaralı hadiste geçen sa'deyk: "Taatin için fasılasız müsaade", yani
"her an itaatindeyim" mânasına gelir.
el-Hayru
biyedeyk: "Hayır senin elinde, hayır dağıtan, veren sensin!"
demektir.
"Ve'rrağbâu
ileyk ve'l-amel" "Dilek sana arzedilir, amel de sanadır"
demektir. Telbiyeyi metin ve tercümesiyle 1164 numaralı hadiste kaydettik.
2-
Telbiye, sadedinde olduğumuz rivayette de görüldüğü üzere, cahiliye Araplarında
da mevcuttur. Baş kısmı, İslâmî telbiyeye benzediği için Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) orayı te'yid ve arka kısmını red mânasında:
"Yazık size, yeter, yeter" demiştir. İbnu Abbâs Resûlullah'ın bu sözünü
araya sıkıştırdıktan sonra cahiliye telbiyesinin gerisini de kaydeder.
Ezrâkî,
Tarih-i Mekke adlı kitabında, Hz. Yunus, Hz. Musa, Hz. İsa (aleyhimüsselam)
gibi bir kısım geçmiş peygamberlerin telbiyelerinden bahseder ve metinlerini
kaydeder.
3-
1269 numaralı hadis, İslâmî telbiyenin, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e, Cebrâil (aleyhisselam) tarafından öğretildiğini haber vermektedir.
1266
ve 1267 numaralı rivayetler, telbiyeye,
umumiyetle bilinenin dışında bazı değişik kelimelerin ilâve edildiğini
göstermektedir. Cumhur: "Efdal olanı, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın devamlı yaptığı merfu telbiyeyi okumaktır, ancak Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın bazı ziyadelere sükût buyurması sebebiyle,
telbiyeye ilâvede bulunmak câizdir" demiştir. Merfu telbiyeyi 1164
numarada tercümesiyle birlikte kaydettik.
4-
1269 numaralı hadiste telbiyenin yüksek sesle söylenmesi emredilmektedir. Bu erkeklere mahsustur.
Kadınlar alçak sesle söylerler. Telbiyenin yüksek sesle söylenmesi, telbiyenin
vâcib olduğuna hükmedenler için vâcibtir. Zâhirîler bu görüştedir. Öyle ki,
onlara göre telbiyeyi terk, dem (koyun kurban etmek) gerektirir. Cumhur, burdaki emrin nedb
ifade ettiğine, dolayısiyle telbiyeyi yüksek sesle yapmanın müstehab olduğuna
hükmetmiştir.
5-
Telbiye her hal değişikliğinde tekrar edilir: İnişlerde, yokuşlarda,
başkalarıyla karşılaşmalarda, gecenin veya gündüzün gelmesinde, oturmalarda,
kalkmalarda, binmelerde, inmelerde, namazların ardından, mescidde vs.. Her tekrar peş peşe üç sefer yapılır. Üç
tamamlanmadan kesilmez, mamafih selâm verilmişse alınır ve fakat selâm
verilmez.
Telbiyeden
sonra dua edilir. Bu duada kendisi,
sevdikleri ve mü' minler için dilediğini taleb edebilir. Ancak en iyi
istenecek şeylerin, Allah'ın rızası, cennet ve ateşten istiâze olduğu
belirtilmiştir.
6-
Telbiyeye hacılar, şeytan taşlama anına kadar devam ederler. Umre yapanlar da
tavafa başlayıncaya kadar devam ederler.
Telbiye,
ihram giyen herkese; kadın, erkek, abdestli, abdestsiz, hayızlı, cünüb vs.
herkese müstehabtır.[209]
İhramlıya
has bazı yasaklar vardır. Diğer zamanlarda helâl olduğu halde hacc veya umre
için ihrama girenlerin bunlardan kaçınması gerekir. Bu yasaklara toptan cinayet
denir. Cinayetin ağırlığna göre, cezası da farklıdır. Bu cinayet ve cezalar,
umumiyetle yedi kısma ayrılır:
1-
Hacc veya umrenin kaza edilmesini (yeniden yapılması) gerektirenler,
2-
Bedene (deve veya sığır kesmek) gerektirenler,
3-
Dem (koyun veya keçi kesmek) gerektirenler,
4-
Sadaka (fıtır sadakası miktarında bağış) gerektirenler,
5-
Tasadduk (miktarı belirlenmeyen bağış, fıtır sadakasından az da olabilir)
gerektirenler,
6-
Oruç tutmayı gerektirenler,
7-
Bedelini ödemeyi gerektirenler.
Bu
cinayetlerin hepsi ihramı ifsad etmez. İfsâd edici cinayetin cezası öncelikle
"kaza"dır, yani yeniden yapılması. Aşağıda bu mevzuya giren iki hadis
göreceğiz.[210]
ـ1ـ عن مالك
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]بَلَغَنِى
أنَّ عُمَرَ
وَعَلِيّاً
وَأبَا هُرَيْرَةَ
سُئِلُوا
عَنْ رَجُلٍ
أصَابَ أ
هْلَهُ
وَهُوَ
مُحْرِمٌ
بِالحَجِّ.
فقَالُوا:
يَنْفُذَانِ
لِوَجْهِهِمَا
حَتَّى
يَقْضِيَا
حَجَّهُمَا
ثُمَّ عَلَيهِمَا
حَجٌّ
قَابِلٌ
وَالْهَدْىُ.
قال علىٌّ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ:
وَإذَا أهََّ
بِالحَجِّ
مِنْ عَامٍ
قَابِلٍ
تَفَرَّقَا
حَتَّى
يَقْضِيَا
حَجَّهُمَا[ .
1. (1271)- İmam Mâlik (rahimehumullah)
anlatıyor: "Bana ulaştı ki, Hz. Ömer, Hz. Ali ve Hz. Ebu Hüreyre
(radıyallahu anhüm ecmain)'ye haccetmek üzere ihrama girmiş bulunan birisi
hanımı ile cinsî temasta bulunursa ne gerekir diye sual sorulmuştu. Şu cevabı
verdiler: "Bunlar (başladıkları) haccı tamamlarlar. Sonra müteâkip sene
yeniden hacc yaparlar ve (ceza olarak da) kurban (hedy) keserler."
Hz.
Ali (radıyallahu anh) şunu söylemiştir: "Müteakip yıl, bunlar hacc için
ihrama girince, haccı tamamlayıncaya kadar birbirlerinden ayrılırlar."
[Muvatta, Hac 151, (1,381-382).][211]
ـ2ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما. ]أنَّهُ
سُئِلَ عَنْ
رَجُلٍ وَقعَ
بِأهْلِهِ وَهُوَ
بِمنىً
قَبْلَ أنْ
يُفِيضَ.
فَأمَرَهُ
أنْ يَنْحَرَ
بَدَنَةً[.وفي
رواية قال:
الَّذِى
يُصِيبُ
أهْلَهُ
قَبْلَ أنْ
يُفِيضَ يَعْتَمِرُ
وَيُهْدِى.
أخرجه مالك .
2. (1272)- "İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ)'a, Minâ'da iken, ifâza tavafından önce, hanımına cinsî
temasta bulunan bir kimse hakkında sorulmuştu, bir bedene kesmesini
emretti."
Bir
rivayette şöyle demiştir: "İfâzadan önce ehline temas eden kimse (ceza
olarak) yeni bir umre yapar ve bir de kurban (hedy) keser." [Muvatta, Hacc
159, (1, 384).]
[212]
AÇIKLAMA:
İhramını
bozan kimseyle ilgili babta kaydedilen iki hadisten her ikisi de münâsebet-i
cinsiye ile alâkalıdır. Bunlardan birincisi, fiilin, Arafat vakfesinden önce
vukû bulması halindeki cezayı takdir etmektedir. Bu durumda, ihram bozulmuş olmaktadır. Ancak ihramın
bozulması, menâsiki olduğu yerde bırakmayı gerektirmiyor. Başlandıktan sonra
fâsid olan haccın tamamlanması esastır. Bu sebeple, haccın geri kalan menâsiki
de eda edilir. Ancak bu hacc, borç olan
haccın yerine geçmez. Öyle ise ilk müsâid fırsatta bu kaza edilmelidir. Ayrıca
erkek ve kadının her birine, ayrı ayrı birer hedy (kurban) kesmeleri gerekir.
Kesilecek
hedy kurbanı, Hanefîlere göre bir dem yani koyun veya keçi, Mâlikîlere göre bir
bedene, yâni deve veya sığırdır. Bu hedy, cinâyetin cezasıdır. (Tamamlayıcı
bilgi için 1321 numaralı hadise bakın.)
İkinci
hadis, cinsî temas fiilinin, Arafat vakfesinden sonra, fakat henüz traş olup
ihramdan çıkmamış iken vukûu halindeki cezayı tesbit etmektedir: Bu durumda
haccın tekrarı gerekmiyor ancak, ceza olarak bedene, yani sığır veya deve
kesilmesi gerekmektedir.[213]
Sayd'ı
lügat olarak dilimizdeki av kelimesiyle karşılarız. Ancak haccla ilgili bahislerde daha ziyâde mutlak mânada hayvan
öldürmek demektir. Hayvan büyük de olabilir, sözgelimi çekirge gibi küçük de
olabilir, hepsi sayd'la ifade edilir. İhramlı iken öldürülmesi helal olan beş
çeşit zararlılar -ki 1256 numaralı hadiste açıklandı- dışında herhangi bir
hayvanın öldürülmesi yasaktır. Öldürülmesi halinde, hayvanın cinsine göre
değişen cezalar takdir edilmiştir. Şu halde aşağıda bu mevzuya giren beş hadis
göreceğiz:[214]
ـ1ـ عن جابر
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قال: ]قَضَى
عُمَر رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
في الضَّبُعِ
بِكَبْشٍ وفي
الْغَزَالِ
بِعَنَزٍ،
وفي ا‘رْنَبِ
بِعَنَاقٍ،
وفي الْيَرْبُوعِ
بِجَفْرَةٍ[.
أخرجه مالك.
1. (1273)- Hz. Câbir (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Hz. Ömer (radıyallahu anh) sırtlan öldüren için bir koç, geyik
öldüren için bir keçi, tavşan öldüren için bir çebiş (küçük keçi), Arap tavşanı
(denilen bir nevi tarla fâresi) için bir
kuzuya hükmetti." [Muvatta, Hacc
235, (1, 416).][215]
ـ2ـ وله مرس
عن أبى
الزبير: ]أنَّ
عُمَرَ رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قَضَى
في الجَرَادِ
أنَّ مَنْ
عَقَرَه
عَلَيْهِ
جَزَاؤُهُ
بِحُكْمِ
حَكَمَيْنِ،
لِمَا رُوِى
عَنْ زَيْدِ
بنِ أسْلَمَ:
أنَّ رَجًُ قال
لِعُمَرَ: يَا
أمِيرَ
المُؤمِنِينَ
إنِّى أصَبْتُ
جَرَادَةً
بِسَوْطِى
وَأنَا مُحْرِمٌ.
فقَالَ لَهُ:
أطْعِمْ
قَبْضَةً
مِنْ طَعَامٍ[
.
2. (1274)- Yine Muvatta'da mürsel
(senetsiz) olarak Ebu'z-Zübeyr' den gelen rivayete göre, Hz. Ömer, çekirge
hakkında: "Onu kim öldürürse -iki hakemin hükmüyle- onun karşılığını
öder" diye hükmetmiştir. Şöyle ki: Zeyd İbnu Eslem'in rivayetine göre, bir
adam gelerek Hz. Ömer'e: "Ey mü'minlerin emîri, ben ihramlı iken kamçımla
birkaç çekirge öldürdüm, (ne yapmam gerekir?)" diye sormuş. Hz. Ömer ona
bir avuç kadar taam yedir (tasadduk et) cevabını vermiştir." [Muvatta,
Hacc 235, (1, 416).][216]
AÇIKLAMA:
Teysir'deki
bu rivayet metin olarak aslı olan Câmiu'l-Usûl'den farklıdır. Câmiu'l-Usul'deki
de Muvatta'daki aslının aynısı değildir. Câmiu'l-Usûl'deki aslı şöyle başlar:
مَالِكُ
بْنُ اَنَسٍ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُمَا
قَالَ فِى
الْجَرَادِ:
إنَّ مَنْ عَقَرَهُ
عَلَيْهِ
جَزَاءُهُ
بِحُكْمِ
حَكَمَيْنِ
لِمَا رُوِىَ
عَنْ زَيْد
بْنِ
اَسْلَمَ
اَنَّ رَجًُ
قَالَ
لِعُمَرَ
Yani:
Malik İbnu Enes (radıyallahu anhümâ)[217]
çekirge hakkında şöyle hükmetmiştir: "Onu öldürene -iki hakemin hükmüyle-
karşılığını ödemesi gerekir. Bunun delili Zeyd İbnu Eslem'den yapılan
rivayettir. Bu rivayete göre, bir adam gelerek Hz. Ömer'e..."
Başlangıçları itibariyle farklıdır. Çünkü,
birincideki takdi cümlesinde hüküm sahibi Hz. Ömer göründüğü halde, ikincideki
takdim cümlesinde, hüküm sahibi, İmâm Mâlik gözükmektedir. İmam Mâlik, bu
meselede Hz. Ömer'in hükmünü esas aldığı için netice aynı olmadığından,
rivayetlerdeki farklılığı, üzerinde duracak mahiyette görmüyoruz.
Her
iki rivayette de geçen: "iki
hakemin hükmüyle" tâbirine gelince, bununla -müteakip rivayetlerde ve
bilhassa 1276 numaralı rivayette anlaşılacağı üzere- mevzuya müteallik bir
âyette ve bu âyete uygun şekilde Hz.
Ömer'in verdiği bir hükme atıf
yapmaktadır.
Mezkûr
âyet meâlen şöyledir: "Ey iman edenler, siz (hac veya umre için) ihramlı
bulunurken av öldürmeyin. İçinizden kim onu bilerek öldürürse (üzerine),
öldürdüğü o hayvanın benzeri bir ceza vardır ki, Kâbe'ye ulaşmış bir kurbanlık
olmak üzere buna içinizden adalet sahibi iki adam hüküm (ve takdir)
edecektir" (Mâide 95).
Hz.
Ömer'in verdiği hüküm, hükmü veriş tarzı vs. 1276 numaralı hadiste gelecek.[218]
ـ3ـ وفي
رواية له:
]أنَّ رَجًُ
سَألَ عُمَرَ
عَنْ
جَرَادَةٍ
قَتَلَهَا
وَهُوَ
مُحْرِمٌ. فقَالَ
عُمَرُ
لِكَعْبٍ:
تَعَالَ
حَتَّى نَحْكُمَ.
فقَالَ
كَعْبٌ:
دِرْهَمٌ:
فقَالَ عُمرُ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ.
إنَّكَ
لتَجِدُ
الدَّرَاهِمَ،
لَتَمْرَةٌ
خَيْرٌ مِنْ
جَرَادَةٍ[ .
3. (1275)- Muvatta'nın bir başka
rivayetinde şöyle gelmiştir: "Bir adam Hz. Ömer (radıyallahu anh)'e,
ihramda iken öldürdüğü çekirge hakkında sordu. Hz. Ömer, (yanında bulunan) Ka'bu'l-Ahbâr'a:
"Gel beraber hükmedelim" dedi. Ka'b: "Bir dirhem tasadduk etmesi
gerekir" diye hükmetti. Hz. Ömer ona: "Sen dirhemleri buluyorsun.
Şurası muhakkak ki hurma, çekirgeden daha hayırlıdır" dedi.[219]
AÇIKLAMA:
1-
Zürkânî, Hz. Ömer'in: "Hurma çekirgeden hayırlıdır" demekle,
"Çekirge öldürmenin hükmü bir avuç yiyecek tasadduk etmektir" demek
istediğini belirtir.
2-
Zürkânî bu rivayetten, Ka'b'ın -daha önce 1250 numarada kaydettiğimiz-
"Çekirge balık hapşırmasıdır, ihramlıya yemesi câizdir" mânasındaki sözünden rücû ettiğine delil
çıkarır. Zîra ihramlıya deniz hayvanı öldürmek veya deniz avı yemek helâldir,
herhangi bir kefaret gerektirmez. Ka'b bu rivayete göre, çekirgeye "bir
dirhemlik" ceza takdir etmiş, Hz. Ömer (radıyallahu anh) de bunu bir avuç
yiyecek olarak pratik bir hükme tahvil etmiştir. Yani çekirge öldürene ceza
takdir ettiğine göre, Ka'bu'l-Ahbâr'a göre çekirge deniz hayvanı sayılamaz.[220]
ـ4ـ وعن ابن
سيرين قالَ:
]قالَ رَجُلٌ
لِعُمرَ بْنِ
الخَطابِ:
أجْرَيْتُ
أنَا
وَصَاحِبٌ لِى
فَرَسَيْنِ تَسْتَبِقُ
إلى ثَغْرَةِ
ثَنِيُةٍ
فَأصَبْنَا
ظَبْياً
وَنَحْنُ
مُحْرِمانِ
فَمَا تَرَى؟
فقَالَ
عُمَرُ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ لِرَجُلٍ
إلى جَنْبِهِ
تَعالَ
لِنَحْكُمَ قالَ:
فَحَكَمَا
عَلَيْهِ
بِعَنْزٍ
فَوَلَّى
الرَّجُلُ
فقَالَ: هذَا
أمِيرُ
المُؤمِنينَ
َ يَسْتَطِيعُ
أنْ يَحْكُمَ
في ظَبْىٍ
حَتَّى دَعا
رَجًُ
فَدَعَاهُ
عُمَرُ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ فقَالَ:
هَلْ تَقْرأُ
المَائِدَةَ؟
قَالَ َ، قالَ:
فَهَلْ
تَعْرِفُ
هذَا
الرَّجُلَ؟
قالَ: َ. قالَ:
لَوْ
أخْبَرْتَنِى
أنَّكَ
تَقْرؤُهَا
‘وْجَعَتُكَ
ضَرْباً.
ثُمَّ قالَ:
إنَّ اللّهَ
تَعالى قالَ
في كِتَابِهِ:
يَحْكُُمُ
بِهِ ذَوَا
عَدْلٍ
مِنْكُمْ[.
وهذا
عبدالرَحْمَن
بن عوف .
4. (1276)- İbnu Sîrîn
(rahimehullah) anlatıyor: "Bir adam
Hz. Ömer (radıyallahu anh)'e gelerek: "Ben ve arkadaşım ihramlı olduğumuz
halde Akabe'deki bir tepeye doğru atlarımızla yarış yaptık ve bu esnada bir
ceylan öldürdük. Bu fiilimize hükmünüz nedir?" diye sordu. Hz. Ömer
(radıyallahu anh), yanında bulunan birine: "Gel beraber
hükmedelim" dedi.
(İbnu
Sîrîn) der ki: "İkisi birlikte bir keçiye hükmettiler. Bunun üzerine adam
döndü ve (yanındakilere):
"Ömer'e
bakın, mü'minlerin emîri ama, bir ceylan hakkında hüküm veremiyor, yardımcı
olarak bir adam çağırıyor!" dedi. (Bu sözü işiten) Hz. Ömer (radıyallahu
anh), adamı çağırtıp:
"Sen
Mâide sûresini okudun mu?" diye sordu. Adam:
"Hayır!"
deyince:
"Pekiyi
(hüküm vermede yardımını istediğim) bu adamı tanıyor musun?" dedi. Adam bu
soruya da:
"Hayır!"
deyince Hz. Ömer:
"Eğer,
Mâide sûresini okuduğunu söyleseydin dayakla canını yakacaktım" dedi ve
ilâve etti:
"Cenâb-ı
Hakk Kitab-ı Mubîn'inde: "Ey iman edenler... İçinizden adalet sahibi iki
adam hüküm (ve takdir) edecektir..." (Mâide 95) buyurmuştur. Ve şu da
Abdurrahman İbnu Avf'tır." [Muvatta, Hacc 231, (1,414).][221]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivayetten anlıyoruz ki, hacc veya umre sırasında ihramlının işleyeceği bir
kısım hacc yasaklarının cezasını tesbit işi, iki kişilik adalet sahibi bir
heyete bırakılmıştır. Bu çeşit takdire bırakılan hükümlere "hükümet-i adl" denir.
2-
Günümüzün büyüklerinin bu çeşit tenkidlere göstereceği aksül-ameli düşünecek olursak, Hz. Ömer'in müsamahası, o
devir insanlarının büyükleri tenkiddeki cesâret ve cür'etleri gibi, rivayetten
ibret alınacak başka yönlerinin de bulunduğu anlaşılır.
3-
Aynı hâdise, ufak bazı ifade farklarıyla Hâkim'in el-Müstedrek'inde Kubeysa
tarafından rivayet edilmiştir. O rivayet şöyle tamamlanır: "Hz. Ömer
(radıyallahu anh), sonra adama şu (nasihati) söyledi: "İnsanda on huy
vardır, dokuzu iyi, birisi kötü. O tek kötü öbürlerini de bozar. Dil
sürçmelerinden sakının!"[222]
ـ5ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]مَنْ نَسِىَ
شَيئاً مِنْ
نُسُكِهِ أوْ
تَرَكَهُ مِمَّا
بَعْدَ
الفَرَائِضِ
فَلْيُهْرِقْ
دَماً[. أخرج
أحاديث هذا
الفرع كلها
مالك .
5. (1277)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) demiştir ki: "Kim, haccın nüsükünden farzları dışında bir şey
unutur veya terkederse bir kan (dem) akıtsın." [Muvatta, Hacc 240, (1,
419).][223]
AÇIKLAMA:
1-
"Nüsük", nesîke'nin cem'idir. Menâsik de mensek'in cem'idir. Bunlar
aslında kesmek mânasına gelen نَسَكَ 'den gelir. Ayrıca nüsk ve nüsük Allah'a yaklaştıran her şey,
tâat, ibâdet manalarına da gelir.
Istılahta,
haccla ilgili ibadetlerin her biri için bu kelimeler kullanılır. Bu ibâdet
farz, vacib, müstehab farketmez, hepsine menâsik veya nüsük denir.
2-
Sadedinde olduğumuz hadisteki nüsük'ten haccın vâcibleri anlaşılacaktır. Zîra
sadece vaciblerinin unutulması veya terki, dem yani koyun veya keçi kurban etme
cezasını gerektirir. Nitekim, haccın müstehablarına nüsük dendiği halde, terki
ceza gerektirmez.
Şu
halde Hanefîlere göre dem gerektiren amelleri zikredebiliriz:
1-
Mîkatı ihramsız geçmek; geri döner, ihram giyerse ceza düşer.
2-
Sa'yin tamamını veya çoğunu terketmek,
3-
Müzdelife vakfesini özürsüz terketmek.
4-
Şeytan taşlamanın tamamını terketmek,
5-
Âfakîlerin, veda tavafının tamamını veya
çoğunu terketmesi,
6-
Ziyaret veya umre tavafının son üç şavtını veya sadece birini terketmek.
7-
Ziyaret veya umre tavafını abdestsiz, veda
veya kudüm tavaflarını cünüb halde yapmak.
8-
Arafe günü, Arafat bölgesinden güneş batmadan önce ayrılmak.
9-
Belirli zaman ve mekânda yapılması gereken menâsiki, zamanında ve mekânında
yapmamak. Ziyaret tavafını bayram günlerinden sonra yapmak, tıraşı bayram
günlerinden sonra olmak veya Harem bölgesinin dışında olmak gibi.
10-
Sıra ile yapılması gereken menâsikte tertibe uymamak.[224]
Bu
babta üç fasıl vardır
*
BİRİNCİ
FASIL
HACC-I
İFRAD
*
İKİNCİ
FASIL
HACC-I
KIRAN
ÜÇÜNCÜ
FASIL
HACC-I
TEMETTU
BİRİNCİ FASIL
HACC-I İFRÂD
ـ1ـ عن عائشة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها. ]أنَّ
رسولَ اللّه #
أفْرَدَ
الحَجَّ[.
أخرجه الستة إ
البخارى،
وَمثله عن ابن
عمر. أخرجه
مسلم والترمذى
.
1. (1278)- Hz. Aişe (radıyallahu
anhâ)'den rivayete göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hacc-ı ifrad
yapmıştır." [Müslim, Hacc 122, (1211); Muvatta, Hacc 38, (1,335); Tirmizî,
Hacc 10, (820); Ebû Dâvud, Menâsik 23, (1777); Nesâî, Hacc 48, (5, 145).][225]
AÇIKLAMA:
1-
Hacc-ı ifrad, umresiz olarak yapılan hacca denir. Hacc-ı ifrad yapmak isteyen
kimse ihrama girerken sadece hacc yapmak üzere niyet eder. Hacc menâsiki sona
erinceye kadar ihramda kalır. Bu hacca
niyet eden âfakiler şükür kurbanı kesmeyebilirler, vâcib değildir.
2-
Bu rivayet Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hacc-ı ifrad yaptığını
belirtiyor ise de, rivayetlerin tamamı nazar-ı dikkate alınınca bu mevzuun
ihtilâflı olduğu anlaşılır. Zîra, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hacc-ı
kıran ve hatta hacc-ı temettu yaptığına dair
de rivayetler var. Bazı âlimler, bu farklı rivayetleri cem'ederek aslında
ihtilâf olmadığını göstermişlerdir. Bu meselede te'lifi mümkün olmayan ihtilaf
olamaz, zîra, hepsi de aynı sene içinde icrâ edilen hacc hâdisesine dayanmaktadır. Gerekli açıklama, bahsin sonunda yapılacaktır.
3-
Hacc-ı ifrâdın efdal olduğunu söyleyenler, (İmam Şâfiî ve İmam Mâlik), Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in, haccını bu tarzda eda etmiş olduğunu beyan eden bu
ve benzeri rivayetlere dayanırlar. Zîra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
hacc-ı ifrad yaptığına dair Hz. Câbir' den, ibnu Ömer'den, İbnu Abbâs'tan da
(radıyallahu anhüm ecmâin) rivayetler mevcuttur.[226]
ـ2ـ وعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]افْصِلُوا
بَيْنَ
حَجّكُمْ
وَعُمْرَتِكُمْ
فإنَّ ذلِكَ
أتَمُّ
لِحَجِّ
أََحَدِكُمْ،
وَأَتَمُّ
لِعُمْرَتِهِ
أن
يَعْتَمِرَ في
غيْرِ
أشْهُرِ
الحَجِّ[.
أخرجه مالك .
2. (1279)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) buyurmuştur ki: "[Babam Ömer (radıyallahu anh) dedi ki]:
"Haccınızla umrenizin arasını ayırın. Zîra böyle yapmak, sizden birinin
haccının daha mükemmel olmasını sağlar. Umrenizin mükemmel olması da, onu hacc
ayları dışında yapmaya bağlıdır." [Muvatta, Hacc 67, (1, 347).][227]
AÇIKLAMA:
1-
Teysîr'de tayyedilen bazı kısımlar sebebiyle, hadis Hz. İbnu Ömer (radıyallahu
anh)'e ait gibi gözükmektedir. Halbuki İbnu Ömer, rivayeti, peder-i
muhteremleri Ömer efendimizden nakletmektedir.
2-
Hz. Ömer, rivayetten anlaşıldığı üzere, hacc ve umre için ayrı ayrı ihrama
girmeyi tavsiye etmekte, böylece haccın da umrenin de daha rahat, daha mükemmel
olacağını belirtmektedir. Hz. Ömer (radıyallahu anh), Müslim'de, Hz. Câbir'in
rivayetine göre, hacının tereffühte bulunmasını hoş görmediği için temettu
haccını tecviz etmiyordu.[228]
ـ3ـ وعن
معاوية
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ. أنه
قال: ]ياَ
أصْحَابَ
رسولِ اللّه #
هَلْ
تَعْلَمُونَ
أنَّ
النَّبىَّ #
نَهَى عَنْ
كَذَا وَكَذَا،
وَعَنْ
رُُكُوبِ
جُلُودِ
النِّمَارِ؟
قَالُوا
نَعَمْ.
قَالَ:
أفَتَعْلَمُونَ
أنَّهُ نَهى
أنْ
يَُقْرَنَ
بَيْنَ
الحَجِّ
وَالْعُمْرَةِ؟
قَالُوا
أمَّا هذِهِ
فََ. قالَ:
أمَا إنَّهَا
مَعَهُنَّ
وَلَكِنَّكُمْ
نَسِيتُمْ[.
أخرجه أبو
داود .
3. (1280)- Hz. Muâviye (radıyallahu
anh)'den yapılan rivayete göre şöyle
buyurmuştur: "Ey Resûlullah'ın ashabı! Biliyor musunuz, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) şunu şunu yapmayı yasakladı, kaplan derilerine
oturmayı yasakladı?" Dinleyenler: "Evet (biliyoruz!)" dediler.
Hz. Muâviye (radıyallahu anh) tekrar sordu: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın hacc ile umrenin arasını birleştirmenizi (hacc-ı kıran yapmanızı) da
yasakladığını biliyor musunuz?" Yanındakiler: "Hayır, bunu
bilmiyoruz!" dediler. Hz. Muâviye (radıyallahu anh):
"Öyleyse
bilin, bu da öbürleriyle birlikte
(yasaklar arasında). Ne var ki, sizler unutmuşsunuz!" dedi. [Ebu Dâvud,
Menâsik 23, (1794).][229]
AÇIKLAMA
1-
Burada, hacc-ı ifradın tavsiye edilmesinden öte, hacc-ı kıranın yasaklanması
mevzubahistir. Halbuki, Azîmâbadî'nin belirttiği üzere, Resûlullah'ın hacc-ı
kıran yaptığı hususunda 16 sahabe rivayette bulunmuş, hacc-ı kıranın cevazı
hususunda Resûlullah'tan gelen fiilî ve kavlî rivayetler tevatür
derecesine ulaşmıştır. Şu halde bu rivayet açık bir şekilde mütevâtir habere
muhalefette bulunmaktadır. Esasen, Hz. Muâviye'ye bu meselede Ashab'tan hiç
kimse muvafakat etmemiştir.
2-
Hadis, sıhhat yönüyle çok cerhe mâruz kalmış, çeşitli sebeplerle zayıf
addedilmiştir. Senette kopukluktan,
meçhul şahsın varlığından söz edilmiş, bazı râvilerin hâfıza ve zabt yönüyle
güven vermediği belirtilmiştir. Bilhassa senette yer alan Ebu Şeyh'in üzerinde
çok durulmuş, adâlet ve hâfıza yönüyle zaafına dikkat çekilmiş, bu râviden
gelen bazı rivayetlerdeki fahiş hatalar örneklerle gösterilmiştir. Meseleye
dikkat çekip, açıklamaya girmeyeceğiz. Esasen hadis, dört başı mâmur sahih bile
olsa, mütevâtir derecesini bulan sahih rivayetlere muhalefeti sebebiyle
"şazz" sınıfına dahil edilir, yine de hükmüyle amel edilmez.[230]
ـ4ـ وعن جابر
وأبى سعيد
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قا:
]قَدِمْنَا
مَعَ رسولِ
اللّه #
وَنَحْنُ
نَصْرُخُ بِالحَجِّ
صُراخاً[.
أخرجه مسلم.
4. (1281)- Hz. Câbir ve Ebu Saîd
el-Hudrî (radıyallahu anhümâ) şöyle demişlerdir: "Biz Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte hacc için avazımızın çıktığı kadar yüksek
sesle telbiye getirerek (Mekke'ye) geldik." [Müslim, Hacc 212, (1248).][231]
AÇIKLAMA:
Daha
önce de (1269 numaralı hadiste) geçtiği üzere, telbiye çekmede esas, onun
cehren ve yüksek sesle olmasıdır. Peygamberimiz bunun, Cebrâil vasıtasiyle
tebliğ edilen İlâhî bir emir olduğunu belirtmiştir. Bu rivayet, sesin imkân
nisbetinde yükseltilebileceğini ifade
eder. Ancak bu hal yine de kişiye zarar verecek dereceyi bulmamalıdır. Zîra çok
fazla bağırılacak olursa ses bozulabilir ve normal halde bile çıkamayacak hale
gelir. Telbiyenin ihram müddetince ve bir gün içerisinde pek çok kereler, her
defasında da normalde üç defa söyleneceği gözönüne alınırsa, sesi ölçülü
yükseltmenin gereği anlaşılır. Zaten kadınlara kendileri işitecek kadar söylemeleri tecviz edilmiştir.
Telbiye,
Mescid-i Haram, Mina ve Arafat'ta ve hattâ mescid olmayan yerlerde hep yüksek
sesle getirilir. Diğer mescidlerde de yüksek sesle telbiye getirilip
getirilmeyeceği hususunda ulemâ ihtilâf etmiştir. İmam Mâlik ve İmam Şâfiî
hazretlerinden bu hususta iki farklı görüş rivayet edilmiştir. Esah olana göre
diğer mecsidlerde de telbiye yüksek sesle getirilmelidir.[232]
Kıran,
lügat olarak قَرَنَ kökünden gelir, iki şeyi bağlamak, birleştirmek
demektir. Istılahta hacc ve umreyi birleştirmek, aynı ihramla ikisini de îfa
etmek demektir. İmam-ı Âzam'a göre en efdal hacc budur.
ـ1ـ عن أنس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]سَمِعْتُ
رسولَ اللّه #
يُلَبِّى
بالحَجِّ
وَالعُمْرَةِ
جَمِيعاً.
قالَ: بَكْرُ
بنُ
عَبْدِاللّهِ
المُزَنِىُّ
فَحَدَّثْتُ
بذلِكَ ابنَ
عُمَرَ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ
فقاَلَ: لَبَّى
بِالحَجِّ
مُفْرِداً
وَحْدَهُ.
قالَ: فَلَقِيتُ
أنَساً
فَحَدّثْتُهُ
بذلِكَ. فقَالَ:
مَا
تَعُدُّونَا
إَّ
صِبْياناً
سَمِعْتُ
رسولَ اللّه #
يَقُولُ:
لَبَّيْكَ
عُمرةً وَحَجّاً[.
أخرجه الخمسة
وهذا لفظ
الشيخين .
1. (1282)- Hz. Enes (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)"ı hacc ve umre her
ikisi için de (ihrama girip) telbiye çekerken işittim."
Bekr
İbnu Abdillah el-Müzenî demiş ki: "Ben bunu Abdullah İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ)'e söyledim. Bana: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) sadece hacc için telbiye getirdi" diye cevap verdi.
Sonra
tekrar Enes (radıyallahu anh)'le
karşılaştım ve İbnu Ömer'in sözünü kendisine aktardım. Bana (kızarak):
"Galiba
bizi çocuk yerine koyuyorsunuz. Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı:
"Umre ve hacc için lebbeyk!" derken işittim"dedi." [Buhârî,
Taksîru's-Salât 5, Hacc 24, 25, 27, 117, 119, Cihâd 104, 126; Müslim, Hacc 185,
(1232); Ebu Dâvud, Hacc 24, (1795); Tirmizî, Hacc 11, (821); Nesâî, Hacc 49,
(5, 150); İbnu Mâce, Hacc 38, (2968, 2969).][233]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivayet, 1278 numarada keydedilen Hz.Aişe rivâyetine ters düşmektedir. Zîra orada Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın hacc-ı ifrad yaptığı belirtilirken, bu rivayette
hacc-ı kıran yaptığı ifade edilmektedir. Ulemâ bu teâruzu şöyle giderir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hacc-ı ifrada niyet
etmiş, haccı öyle başlatmış, ancak sonradan umreyi de ilâve ederek kıran
yapmıştır. Öyle ise Hz. Aişe'nin
rivâyeti, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın haccının başını, Hz. Enes'in
rivayeti de haccının sonunu yahut ihram esnasını anlatıyor olmalıdır. Ulemâ:
"Bu durumda, Hz. Enes (radıyallahu anh), Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)' in hacc-ı ifrada niyet ettiğini duymamış olmalı" der.
Müslim şârihi Nevevî hazretleri, Enes
hadisinin diğer bir çok rivayetlerle arzettiği teâruzu kaldırmak için söylenen
te'vilin yapılmasının şart olduğunu belirtir.
2-
Hacc-ı kıranın efdal olduğunu söyleyenler, sadedinde olduğumuz rivâyete
dayanırlar. Çünkü buna göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hayatında
yaptığı yegâne hacc, hacc-ı kırandır.[234]
ـ2ـ وعن أبى
وائل رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ: ]قال الصبىُّ
بن معبد:
كُنْتُ رَجًُ
أعْرَابِيّاً
نَصْرانيّاً
فأسْلَمْتُ
وَأتَيْتُ
رَجًُ مِنْ
عَشِيرَتى
يُقالُ لهُ
هُذَيْم بْنُ
ثُرْمُلَةَ.
فَقُلْتُ:
يَاهَنَاهُ
إنِّى حَريصٌ
على
الجِهَادِ،
وَإنِّى
وَجَدْتُ الحَجَّ
وَالْعُمْرَةَ
مَكْتُوبَيْنِ
عَلَىَّ
فَكَيْفَ لِى
بأنْ أجْمَعَ
بيْنَهُمَا؟
فقَالَ
إجْمَعْهُمَا
واذْبَحْ مَا
تَيسَّرَ
مِنَ
الهَدْىِ.
فأهْلَلْتُ
بِهما فلمَّا
أتَيْتُ
الْعُذَيْبَ
لقيَنِى
سَلْمَانُ
بْنُ
رَبِيعَةَ وَزَيْدُ
بْنُ
صُوحَانَ
وَأنَا
أُهِلُّ بِهَمَا
مَعاً فقَالَ
أحَدُهُمَا
لِŒخَرِ: مَا هذا
بِأفَقَهَ
مِنْ
بَعِيرِهِ.
قالَ: فَكَأنَّمَا
أُلقَى
عَلىَّ جَبلٌ
حَتَّى
أتَيْتُ عُمَرَ
بْنَ
الخَطَّابِ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ.
فأعَدْتُ
عَلَيْهِ
الْقِصَّةَ
وَأنَا
أُهِلُّ بِهِمَا
جَمِيعاً.
فقَالَ
عُمَرُ:
هُدِيتَ لِسُنَّةِ
نَبِيِّكَ #[.
أخرجه أبو
داود والنسائى
.
2. (1283)- Ebu Vâil (radıyallahu anh)
anlatıyor: "es-Subeyy İbnu Ma'bed dedi ki: "Ben Hıristiyan bir bedevî idim. Sonradan Müslüman oldum.
Kabilemden Hüzeym İbnu Sürmüle adında bir kimseye gelerek:
"Hey
adamım, ben cihâd hususunda hırslıyım. Hacc ve umre yapmayı da üzerime vecibe
buldum. Ben bu ikisini nasıl birleştirebilirim?" diye sordum. Bana:
"İkisini birleştir ve kolayına gelen bir kurban
kes" dedi. Ben de ikisine birden (niyet edip) ihrama girdim. (Kûfe'ye bir
merhale mesafedeki) Uzeybe nam mevkiye geldiğim zaman Selmân İbnu Rebîa ve Zeyd
İbnu Sûhan ile karşılaştım. Ben hacc ve umre her ikisi için ihramdaydım. Biri
diğerine benim hakkımda:
"Bu
adam devesi kadar da bilgili değil" dedi. Bunu işitince tepeme dağ yıkıldı
zannettim. Doğru Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallahu anh)'a gittim. Ben, hac ve
umre her ikisi için de ihramımı devam ettirerek, hikâyemi anlattım. Hz. Ömer
bana:
"Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) sünnetine irşâd edilmişsin" dedi."
[Ebu Dâvud, Menâsik 24, (1799); Nesâî- Hacc 49, (5, 146, 147); İbnu Mace,
Menâsik 38, (2970).][235]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivayet hacc-ı kıranın cevâzına Hz. Ömer'in de katıldığını göstermektedir.
Hz. Ömer'in hacc-ı kıran yapmayı yasaklayıp hacc ve umreyi ayrı ayrı yapmayı
emrettiğini 1279 numaralı rivayette görmüştük. Burada ise tecviz etmektedir.
Zîra, kendisine bu hususta mürâcaat eden, soru soran Subeyy'e:
"Peygamberinin sünnetine irşad edilmişsin" diye haccla umreyi bileştirmesini te'yid
etmiştir. Bu cümle daha açık bir ifade ile şu mânaya kullanılmıştır: "Sana
fetva veren kimse vasıtasıyla Allah seni doğruya, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in sünnetine irşad buyurmuş."
2-
Önceki rivayetle bu rivayetin arasındaki tearuzu âlimler şu te'vili yaparak
bertaraf ederler: "Hz. Ömer, bu
birleştirmeyi bazı maslahatlar için caiz görmüş olmalı ve Hz.
Peygamber'in de bu maslahatlara binâen
tecviz ettiğini bilmiş olmalıdır. Bu sebeple, her kime hacc ve umreyi birleştirmeyi
gerektiren maslahatlar ârız olursa birleştirmenin onun hakkında sünnet olacağı
düşüncesini benimsemiş olduğu söylenebilir."
3-
Rivayette, Subeyy'e söylenen, "Bu
adam devesi kadar da bilgili değil"
sözünün mânası şudur: "Hz. Ömer (radıyallahu anh), haccla umreyi birleştirmeyi yasakladı, bunu herkes bildiği halde bu adam hâlâ
bilmiyor. Anlayışsızlıkta ve bilgisizlikte bu adam deve seviyesinde
kalmış!" Nesâî'nin rivayetinde: "Sen şu devenden daha şaşkınsın" derler.[236]
ـ3ـ وعن جعفر
بن محمد عن
أبيه. ]أنَّ
المِقْدَادَ
ابْنَ
ا‘سْوَدَ
دَخَلَ عَلى
عَلىِّ ابْنِ
أبى طَالِبٍ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما
بِالسُّقْيَا.
وَهُوَ
يَنْجَعُ
بَكَرَاتٍ
لَهُ دَقيقاً
وَخَبطاً.
فقَالَ: هذَا
عُثْمَانُ
بْنُ
عَفَّانَ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ
يَنْهى أنْ
يُقْرَنَ
بَيْنَ
الحَجِّ
وَالْعُمْرَةِ.
فَخَرجَ
عَلىٌّ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ وَعلى
يَدِهِ أثَرُ
الدَّقِيقِ
وَالخَبَطِ،
فََمَا أنْسى
الخَبَطَ
والدَّقِيقَ
عَلى ذِرَاعَيْهِ،
حَتَّى
دَخَلَ عَلى
عُثْمَانَ.
فقَالَ: أنْتَ
تَنْهى أنْ
يُقْرَنَ
بَيْنَ
الحَجِّ
وَالْعُمْرَةِ؟
فقَالَ
عُثْمَانُ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ:
ذلِكَ
رَأْيِى
فَخَرَجَ
عَلىٌّ
مُغْضِباً
وَهُوَ
يَقُولُ:
لَبَّيْكَ
اللّهُمَّ
بِحَجٍّ
وَعُمْرَةٍ
مَعاً[. أخرجه
مالك.»ينجع« أى يعلِفُها
النجيع وهو
خَبط يُضربُ
بالدقيق والماء
ويوجر
الجمل.»والخَبَط«
ورق يتناثر من
الشجرة إذا
ضربت بالعصا،
وهو من علف
الدواب .
3. (1284)- Câfer İbnu Muhammed
babasından naklediyor: "Mikdâd İbnu'l-Esved, (Mekke yolu üzerindeki Sükya
nam karyede) Hz. Ali (radıyallahu anh)'nin yanına girdi. Hz. Ali, bu sırada develerine un ve ağaç yaprağı karışımı yemlerini veriyordu. Mikdâd:"
Şu
Osman İbnu Affân (radıyallahu anh) hacc ve umrenin arasını birleştirmeyi
yasaklıyor" dedi. Hz. Ali (radıyallahu anh), ellerinde un ve yaprak
bulaşığı olduğu halde dışarı çıktı. -Kollarındaki un ve yaprak bulaşığını hiç
unutmayacağım- doğru Hz. Osman'ın yanına girdi.
"Sen,
dedi haccla umrenin arasını birleştirmeyi yasaklıyormuşsun, doğru mu?" Hz.
Osman (radıyallahu anh) şu cevabı verdi:
"Bu
benim reyimdir!"
Hz.
Ali: "Umre ve hacc için lebbeyk!"
diyerek, öfkelenmiş olarak çıktı." [Muvatta, Hacc 40,(1, 336).][237]
AÇIKLAMA:
1-
Hz. Ali'nin develere yedirdiği yem hakkında Zürkânî şu açıklamayı yapar:
"Habat: Ağaçtan değnekle düşürüldükten sonra kurutulup öğütülen yaprağa
denir. Bu, un vs. ile karıştırılır, suya katılıp hayvana içirilir."
2-
Müslim'de Saîd İbnu'l-Müseyyib tarafından yapılan bu rivayette Hz. Ali, Hz.
Osman (radıyallahu anhümâ)'a şöyle çıkışmıştır: "Resûlullah'ın yaptığı bir
şeyi yasaklamaktan maksadın ne?" Hz. Osman "Bizi bırak!" derse
de, Hz. Ali: "Seni bırakamam" cevabını verir.
3.
SATIR ATLAMA
Hz.
Ali’nin kızması, Hz. Osman’ın şahsî re’yi ile nassa muhalefeti sebebiyledir.
Ashab nazarında bu, büyük hadisedir.
Nesâî'deki
rivayette, Hz.Osman'ın re'yinden rücû ettiği anlaşılmaktadır. Şöyle denir: فَلَبَّى
عَلِىٌّ
وَاَصْحَابُهُ
بِالْعُمْرةِ
فَلَمْ يَنْهَهُمْ
عُثْمَانَ
فَقَالَ
عَلِىٌّ
اَلَمْ
تَسْمَعْ
رَسُول اللّه
#َ تَمَتَّعَ؟
قال. بَلى
"Hz. Ali ve arkadaşları
umre için telbiye getirdiler. Hz. Osman onları bundan men etmedi. Bunun üzerine
Ali: "Resûlullah (a.s.)'ın temettuda bulunduğunu işitmedin mi?" diye sordu. Hz. Osman:
"Evet işittim" dedi."[238]
ـ4ـ وعن جابر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قَرَنَ رسولُ
اللّهِ #
الحَجَّ
وَالْعُمْرَةَ
فَطَافَ
لَهُمَا
طوافاً
وَاحِداً[.
أخرجه الترمذى
والنسائى .
4. (1285)- Hz. Câbir (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hacc ve umreyi birleştirip, her ikisi için de tek bir tavaf
yaptı." [Tirmizî, Hacc 102, (947); Nesâî, Hacc 144, (5, 226); İbnu Mâce,
Menâsik 39, (2973).][239]
AÇIKLAMA:
Bu
hadis hacc-ı kıran yapan kimseye, umre ve hacc için tek tavafın kifayet
edeceğini ifade etmektedir. Cumhur (Ahmed İbnu Hanbel, İmam Şâfiî ve İmam Mâlik) bu hadisle amel ederek kârin'e umre ve hacc için tek tavafın
ve tek sa'yin kifayet edeceğini söylemiştir.
Evzâî,
Sevrî, Şa'bî, İbrahim Nehaî, Ebu Hanife ve ashabı bu hadisle amel etmezler,
bunlara göre umre için ayrı, hacc için ayrı tavaf ve sa'y gerekmektedir. Yani kârin iki tavaf ve iki
sa'y yapmalıdır. Bu hususta hüccetleri Hz. Ali'den gelen bir rivayettir. Bu rivayette Hz. Ali'nin hacc ve
umreyi birleştirerek hacc yaptığı, bunlar için iki tavafda ve iki sa'yde
bulunduğu, sonra da: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı bu şekilde
hacceder gördüm" dediği belirtilir.
Tek
tavafa hükmeden Cumhur, Hz. Ali ve İbnu Mes'ud'dan rivayet edilen "çift
tavaf"la ilgili rivayetleri "tavâfu'lkudüm ve tevâfu'l-ifâza"ya
hamlederler. (1387 numaralı hadise de bakınız.)
Doğruyu
Allah bilir.[240]
ـ5ـ وعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما
]أنَّه كانَ
يقول: مَنْ
جَمَعَ
بَيْنَ
الحَجِّ وَالْعُمْرَةِ
كَفَاهُ
طَوافٌ
وَاحِدٌ
وَلَمْ
يُحِلَّ
حَتَّى يُحلَّ
مِنْهُمَا
جَمِيعاً[.
أخرجه الخمسة
إّ أبا داود
وهذا لفظ
البخارى .
5. (1286)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) demiştir ki: "Hac ile umreyi birleştiren kimseye tek bir tavaf
yeterlidir. İkisinin ihramından birlikte çıkar." [Buharî, Hacc 77, 105,
Muhsar 1,3, 4, Megâzî 35; Müslim, Hacc 181, (1230); Tirmizî, Hacc 102, (947);
Nesâî, Hacc 144, (5, 225-226); İbnu Mâce, Menâsik 39, (2975).][241]
ـ6ـ وعند
الترمذى:
]مَنْ أحْرَمَ
بالحَجِّ وَالعُمْرَةِ
أجْزَأهُ
طَوافٌ
وَاحِدٌ وَسَعْىٌ
واحِدٌ
مِنْهُمَا
حَتَّى
يُحِلَّ مِنْهُمَا
جَمِيعاً[ .
6. (1287)- Tirmizî'de şöyle gelmiştir:
"Kim hacc ve umre için ihrama girerse, her ikisinin de ihramından
çıkıncaya kadar, tek tavaf, tek sa'y yeterlidir. [Tirmizî, Hacc 102, (948);
İbnu Mâce, Menâsik 39, (2975).][242]
NOT:
1286 ve 1287 numaralı hadislerin açıklaması 1285 numaralı hadiste yapılmıştır.[243]
ـ7ـ وعن نافع:
]أنَّ
عَبْدَاللّهِ
بْنَ عُبَيْداللّهِ
وَسَالِمَ
بْنَ
عَبْدِاللّهِ
كَلّما
عَبْدَ
اللّهِ بْنَ
عُمَرَ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُما
حِينَ نَزَلَ
الحَجَّاجُ
لِقِتَالِ
ابْنِ
الزُّبَيْرِ.
فقَاَ: َ
يَضُرَّكَ
أنْ َ تَحُجَّ
الْعَامَ
فإنَّا
نَخْشى أنْ
يَكُونَ
بَيْنَ
النَّاسِ
قِتالٌ
يُحَالُ
بَيْنَكَ
وَبَيْنَ
الْبَيْتِ.
قال: إنْ
حِيلَ بَيْنِى
وَبَيْنَ
الْبَيْتِ
فعَلْتُ
كَمَا فَعَلَ رسولُ
اللّه # حينَ
خَالَتْ
قُرَيْشٌ
بَيْنَهُ
وَبَيْنَ
الْبَيْتِ. أُشْهِدُكُمْ
أنِّى قَدْ
أوْجبْتُ
عُمْرَةً .
فَانْطَلَقَ
حَتَّى أتَى
ذَا
الحُلَيْفَةِ
فَلَبَّى
بِالْعُمْرَةِ.
ثُمَّ قَالَ:
إنْ خُلَى
سَبِيلى
قَضَيْتُ
عُمْرَةً،
وَإنْ حِيلَ
بَيْنِى
وَبَيْنَهُ
فعَلْتُ
كَمَا فَعَلَ
رسولُ اللّه
#، ثُمَّ تََ:
لَقَدْ كَانَ
لَكُمْ في رسولِ
اللّه
أُسْوَةٌ
حَسَنَةٌ.
ثُمَّ سَارَ
حَتَّى إذَا
كانَ
بِظَهْرِ
الْبَيْدَاءِ
قال: مَا
أمْرُهُمَا
إَّ وَاحِدٌ.
إنْ حِيلَ بَيْنِى
وَبَيْنَ
الْعُمْرَةِ
حِيلَ بَيْنِى
وَبَيْنَ
الحَجِّ.
أُشْهِدُكُمْ
أنِّى قَدْ أوْجَبْتُ
حَجَّة مَعَ
عُمْرَتِى.
فانْطَلَقَ
حَتَّى
ابْتَاعَ
بِقَدِيدٍ
هَدْياً، ثُمَّ
طَافَ لَهُما
طَوافاً
واحداً. وفي
رواية: ثُمَّا
انْطَلَقَ
يُهِلُّ
بِهمَا
جَمِيعاً
حَتَّى
قَدِمَ
مَكَّةَ،
وَطَافَ
بِالْبَيْتِ،
وَبِالصَّفَا
والْمَرْوَةِ،
وَلَمْ يزِدْ
عَلى ذلِكَ،
وَلَمْ
يَنْحَرْْ ،
وَلَمْ
يَحْلِقْ، وَلَمْ
يُقَصّرْ،
وَلَمْ
يُُحَلِّلْ
مِنْ شَئٍ
حَرُمَ
عَلَيْهِ
حَتَّى كانَ
يَوْمُ النَّحْر
فَنَحرَ
وَحَلَقَ
وَرَأى أنْ
قَضَى
طَوَافَ
الحَجِّ
وَالْعُمْرةِ
بِطَوافِهِ
ا‘وَّلِ،
وَقَالَ
كَذلِكَ
فَعَلَ رسولُ
اللّه #[.زاد في
رواية: وأهدى
أخرجه الثثة
والنسائى .
7. (1288)- Nâfi' alatıyor:
"Haccâc-ı Zâlim, Abdullah İbnu Zübeyr (radıyallahu anh)'le savaşmak üzere Mekke'ye indiği zaman, Abdullah İbnu
Abdillah ile Sâlim İbnu Abdillah geldiler ve Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhüm)'le
konuştular: Kendisine:
"Bu
yıl haccı terketmen sana bir zarar vermez. Zîra biz, halk arasında savaş çıkıp
seninle Beytullah arasına girileceğinden korkmaktayız" dediler. Abdullah
onlara:
"Benimle
Beytullah arasına girilerek engel çıkarılırsa, ben de Kureyş'in Hz.
Peygamber'le Beytullah arasına girdiği zaman Resûlullah'ın davrandığı şekilde davranırım. Şahid olun, şu
anda umreye niyet ettim!" dedi ve derhal kalkıp Zülhuleyfe'ye gitti.
Umreye niyet ederek ihram giydi, telbiye getirdi.
Sonra
şunu söyledi: "Yolumu serbest bırakırlarsa umremi tamamlarım. Beytullah'la
aramda engel olurlarsa Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yaptığı gibi
yaparım." Ve şu âyeti tilâvet etti. (Meâlen): "Resûlullah'ta sizler
için güzel örnek vardır" (Ahzâb 21).
Sonra
yoluna devam etti ve Beydâ sırtına kadar geldi. Orada: "Bunların ikisinin
hükmü de aynı. Eğer benimle umrem arasına girip mâni olurlarsa haccıma da mâni
olmuşlar demektir. Sizleri şâhid kılıyorum, umre ile birlikte hacca da niyet
ettim" dedi. Yoluna devam etti. Kadid'e geldiği zaman bir kurbanlık aldı.
Sonra (Mekke'ye girip) hacc ve umre her ikisi için tek bir tavaf yaptı."
Bir
rivayette şöyle denmiştir: "Her ikisi için de ihrama girdi ve böylece Mekke'ye geldi.
Beytulah'ı tavaf etti. Safâ ve Merve arasında sa'y etti, buna bir ilâvede bulunmadı, ne kurban kesti, ne traş
oldu, ne taksirde bulundu, ne de ihramla haram ettiği şeylerden birini nefsine
helâl kıldı. Kurban gününe kadar bu hâl üzere devam etti. O gün kurban kesti,
traş oldu. İlk yaptığı tavafla hem haccın hem de umrenin tavafını yerine
getirdiği kanaatinde idi.
Sonunda:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) böyle yapmıştı" dedi."
[Buharî, Hacc 77, 105, Muhsar 1, 3, 4, Meğâzî 35; Müslim, Hacc 180-183, (1230);
Muvatta, Hacc 42, (1, 337); Nesâî, Hacc 53, (5, 158), 144, (5, 226).][244]
AÇIKLAMA:
1-
Hadiste geçen Haccâc-ı Zâlim hâdisesinin kısaca mahiyeti şudur: Abdullah İbnu
Zübeyr (radıyallahu anh) Emevî halifesi Abdülmelik İbnu Mervan'a biat etmeyip,
Mekke'de halifeliğini ilân etmişti. Abdülmelik onun muhalefetini bertaraf etmek üzere Haccâc
komutasında bir orduyu Mekke'ye gönderdi. Haccâc, Mekke'yi muhasara etti.
Mancınıkla Harem-i Şerif'e taş atmaya başladı. Bu hâdise, hacc mevsimine
rastlamıştı. Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'in ricasıyla, Haccâc
muhasarayı hacc mevsimi boyunca kaldırdı. Hacc menâsiki tamamlanınca
Haccâc, hacılara Mekke'yi çabuk
terkedip, memleketlerine dönmelerini duyurdu. Kâ'be'nin bile isabet alarak
yıkılmasına ebep olan mancınıkla taş atışlarına yeniden başladı.
Hz.
Abdullah İbnu Zübeyr'in şehid edilmesiyle sonuçlanacak bu vak'a hicrî 73.yılda
cereyan etti.
2-
Abdullah İbnu Ömer'e haccetmemesini tavsiye eden Sâlim ve Abdullah, İbnu
Ömer'in oğullarıdır.
3-
İbnu Ömer bu tavsiyeye uymaz. O, içinde bulunduğu muhtemel engelleme durumunu,
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in umre niyetiyle çıktığı ve fakat
engellendiği Hudeybiye hâdisesine benzetmiştir. O zaman Resûlullah ve Ashabı
umre yapmadan dönmüşlerdi. Ancak Müslümanlar, umre yapmış gibi ihramdan çıkıp
kurban kesmiş ve traş olmuşlardı.
4-
Bu hadis, hacc-ı kıran için bir tavafla, bir sa'y kâfidir diyenlere hüccettir.
Bu meseleyi 1285 numaralı hadiste yerince açıkladık.
5-
Beydâ, Zülhuleyfe'de hâlî, boş bir yerin
adıdır. Kudeyd dahi Mekke-Medine arasında
bir yer adıdır.[245]
ـ1ـ عن
عبداللّهِ بن
شقيق قال:
]كَانَ
عُثْمَانُ
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ
يَنْهَى عَن
الْمُتْعَةِ،
وَكاَنَ
عَليٌّ
رََضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
يَأمُرُ
بِهَا. فقَالَ
عُثْمَانُ
لِعَلىٍّ
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما
كَلِمَةً. فقَالَ
عَليٌّ
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ:
لَقَدْ عَلِمْتَ
أنّا
تَمَتَّعْنَا
مَعَ رسولِ
اللّه # قال:
أجَلْ
وَلكِنَّا
كُنَّا
خَائِفِينَ[.
أخرجه مسلم
والنسائى .
1. (1289)- Abdullah İbnu Şakîk
anlatıyor: "Hz. Osman (radıyallahu anh) hacc sırasında temettuda bulunmayı
yasaklıyor, Hz. Ali de bunu emrediyordu. Hz. Osman, Hz. Ali (radıyallahu
anhümâ)'ye bir kelâm söyledi. Hz. Ali (radıyallahu anh): "Sen de
biliyorsun ki biz, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la birlikte haccederken
temettu haccı yaptık" dedi. Hz. Osman da: "Evet, ama biz
korkuyorduk" dedi." [Müslim, Hacc 158, (1223); Nesâî, Hacc 50, (5,
152).][246]
AÇIKLAMA:
1-
Hadiste geçen mut'a'dan maksad, temettu haccıdır. Yani umre ve hacca beraberce
niyet edilip, önce umre yapıldıktan sonra ihramdan çıkıp, ihram yasaklarından
istifade ettikten sonra hacc için yeniden ihrama girmek suretiyle yapılan hacc
çeşidi.
Şu
halde Hz. Osman'ın yasaklayıp, Hz. Ali'nin de emrettiği mut'a' dan maksat
budur. Hz. Ömer ve Hz. Osman, her ikisinin de hacc-ı temettu yapmayı
yasakladıklarını başka rivayetlerden de bilmekteyiz. (1279 ve 1284 numaralı
hadislere bakılsın). Ancak bu yasak tenzihî bir yasaktır, tahrimî değil.
2-
Hz. Osman "Ama biz korkuyorduk!" sözü ile, fetihten önce 7. yılda
yapılan umretü'lkaza'yı kastedmiş olabilir. Ancak o zaman sadece umre
yapılmıştır, dolayısıyla temettudan söz edilemez.[247]
ـ2ـ وعن ابن
عباس رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]تَمَتّعَ
رسولُ اللّه #
وَأبُو
بَكْرٍ وَعُمَرُ
وَعُثْمَانُ
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُم،
وَأوَّلُ
مَنْ نَهى
عَنْهَا
مُعَاوِيَةُ[.
أخرجهُ
الترمذى والنسائى
.
2. (1290)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Ebu Bekir,
Hz. Ömer ve Hz. Osman (radıyallahu anhüm ecmain) hacc-ı temettu yaptılar. Bunu
ilk yasaklayan Hz. Muâviye (radıyallahu anh) oldu." [Tirmizî, Hacc 12,
(822); Nesâî, Hacc 50, (5, 153, 154).][248]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivayete göre, Hz. Osman ve Hz. Ömer de hacc-ı temettu yapmışlar, hacc-ı
temettuya ilk yasak koyan da Hz. Muâviye'dir. Hadis, bu haliyle önce
kaydettiğimiz rivayetle teâruza düşer,
zîra önceki rivayette Hz.Osman'ın yasaklama koyduğu ifade edilmektedir. Bazı
âlimler bu durumu şöyle te'vil ederler:
"Hz.
Osman'ın ve Hz. Ömer'in nehiyleri tenzihîdir. Hz. Muâviye'nin nehyi ise
tahrimîdir. Öyle ise tahim mânasında ilk yasaklamayı yapan Hz. Muaviye
(radıyallahu anh)'dir." Nitekim Nevevî, Hz. Ömer ve Hz. Osman (radıyallahu
anhümâ)'ın nehiylerinin tenzihî olduğunu belirtir.
Tenzihî
yasaklama, tavsiye mânasını taşır, kesin bir emir mânasına gelmez.[249]
ـ3ـ وعن سعد
بن ابى وقاص
رََضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
أنه قال:
]لَقَدْ
تَمَتَّعْنَا
مَعَ رسولِ اللّه
#، وَهذَا
يَعْنِى
مُعَاوِيَةَ
كَافِرٌ بِالْعُرْشِ
يَعْنِى
بِالْعُرْشِ
بيُوتِ مكةَ
في
الجَاهِليةِ[.
أخرجه مسلم
ومالك والترمذى
والنسائى،
وهذا لفظ مسلم
.
3. (1291)- Sa'd İbnu Ebî Vakkâs
(radıyallahu anh) demiştir ki: "Biz Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
ile hacc-ı temettu yaptığımız zaman bu
adam -ki Muâviye'yi kasteder- Urş'ta -ki Urş'la cahiliye devrindeki Mekke
evlerini kasteder- kâfirdi." [Müslim, Hacc 164, (1225); Muvatta, Hacc 60,
(1, 344); Tirmizî, Hacc 12, (823); Nesâî, Hacc 50, (5, 152-153).][250]
AÇIKLAMA:
1-
Urş, "arîş"in cem'idir. Arîş, dikili ağaçlardan yapılan çardak
dediğimiz şeydir. Mekke'nin evlerine
urş denmesi, dikili ağaçlardan yapıldığı ve içlerinde gölgelenildiği içindir.
2-
Hz. Muâviye'ye, Hz. Sa'd'ın: "O gün kâfirdi" demesi, târihî bir
gerçeğin ifadesidir. Zîra Hz. Muâviye (radıyallahu anh)'nin İslâm'la müşerref
olması muahhardır ve sekizinci hicrî yıldır. Sa'd'ın bahsettiği temettu
haccından maksadı 7. hicrî yılda yapılan umretü'lkaza'dır. Daha önce de
belirttik, Araplar, umreye de hacc derler. Hakikî haccla umreyi ayırmak
için umreye hacc-ı asgar, öbürüne hacc-ı
ekber derler. Hz. Muâviye, Müslüman olduktan sonra, hep Medine'de kalmış ve Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'tan ayrılmamıştır. Şu halde diğer umrelerde kâfir olması mevzubahis
olamaz.
3-
Bu hadis de hacc sırasında temettunun caiz olduğuna delil kabul edilmiştir.[251]
ـ4ـ وعن ابن
عمر رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]تَمَتّعَ
رسولُ اللّه #
في حَجَّةِ
الوَدَاعِ
بِالْعُمْرَةِ
إلى الحَجِّ
وَأهْدَى،
فَسَاقَ
مَعَهُ
الْهَدْىَ مِنْ
ذِى
الحُلَيْفَةِ،
وَبَدأَ
فَأهَلَّ بِالْعُمْرَةِ
ثُمَّ أهَلَّ
بِالحَجِّ وَتَمَتَّعَ
النَّاسُ
مَعَهُ
بِالْعُمْرَةِ
إلى الحَجِّ،
وكَانَ مِنَ
النَّاسِ
مَنْ أهْدَى
وِمِنْهُمْ
مَنْ لَمْ
يُهْدِ.
فَلَمّا
قَدِمَ
مَكَّةَ
قَالَ
لِلنَّاسِ:
مَنْ كانَ
مِنْكُمْ
أهْدَى
فإنَّهُ َ
يُحِلُّ مِنْ
شَئٍ حَرُمَ
عَلَيْهِ
حَتَّى
يَقْضِىَ
حَجَّهُ،
وَمَنْ لَمْ يَكُنْ
مِنْكُمْ أهْدَى
فَلْيَطُفْ بِالْبَيْتِ
وَبِالصَّفَا
وَالْمَرْوَةِ
وَليُقَصِّرْ
وَليُحَلِّلْ
ثُمَّ لِيُهِلَّ
بِالْحَجِّ
وَليُهْدِ،
فَمَنْ لَمْ
يَجِدْ
هَدْياً
فَلْيَصُمْ
ثََثَةَ
أيّامٍ في
الحَجِّ
وَسَبْعَةً
إذَا رَجَعَ
إلى أهْلِهِ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذى .
4. (1292)- İbnu Ömer (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Veda haccında umre ile
hacca kadar temettuda bulundu ve kurban kesti. Kurbanını Zülhuleyfe'den
itibaren beraberinde götürdü. Menâsikin icrasına (umre için niyetli) başlayıp,
umre telbiyesi getirdi. Sonra hacc için telbiye getirdi. Beraberindeki ashabı
da umre ile hacca kadar temettuda (istifade) bulundu. Hacc kafilesi içerisinde
kurbanı olanlar da vardı, olmayanlar da.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Mekke'ye geldiği zaman halka hitâben: "Kimin
kurbanı varsa, haccını tamamlayıncaya kadar ihramdan çıkmasın, kimin kurbanı
yoksa tavaf ve sa'yini yapsın, saçını kısaltarak ihramdan çıksın. Sonra hacc
için tekrar ihrama girip kurbanını kessin, kim kurban bulamazsa hacc sırasında
üç gün, evine dönünce de yedi gün olmak üzere (on gün) oruç tutsun"
buyurdu." [Buharî, Hacc 104; Müslim, Hacc 174, (1227); Ebu Dâvud, Hacc 24,
(1805); Nesâî, Hacc 50, (5, 151-152).][252]
AÇIKLAMA:
1-
Bu hadis şu âyeti açıklayıcı mahiyettedir: "Haccı da, umreyi de Allah için
tam yapın. Fakat (herhangi bir sebeple bunlardan) alıkonursanız o halde
kolayınıza gelen kurban(ı gönderin. Bununla beraber) kurban yerine (Mina'ya)
varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin. Artık içinizden kim hasta olur, yahud
başından bir eziyeti bulunursa ona oruçtan, ya sadakadan, yahud da kurbandan
biriyle fidye vâcib olur. Emniyette olduğunuz vakit ise, kim hacca kadar umre
ile faidelenmek (sevaba girmek) isterse kolayına gelen bir kurban kesmek vacib
olur. Fakat onu bulamazsa hacc günlerinde (ihramlı olarak) üç, döndüğünüz vakit
yedi gün olmak üzere oruç tutmak vacib olur ki, bunlar tam on gün eder. Bu,
âilesi, ikâmetgâhı Mescid-i Haram'da bulunmayanlara aittir. Allah'tan korkun ve
bilin ki Allah, cezası cidden çetin olandır." (Bakara 196).
2-
Rivayetin baş kısmında geçen "Resûlullah Veda haccında umre ile hacca
kadar temettuda bulundu." cümlesini şöyle açmamız, anlaşılmasını
kolaylaştıracaktır: Temettu, lügat olarak istifade etmek, faydalanmak demektir.
Öyle ise, burada şu iki mâna mevcuttur:
1-
Resûlullah umreyi haccla birleştirerek
hacc-ı kıran yaptı, böylece umre sevabından da istifade (temettuda) bulundu.
2-
Resûlullah, umreye de karar verip, umreyi tamamlayınca, ihramdan çıkıp hacc
başlayıncaya kadar ihram yasaklarından istifade etti.
Aslında
bu her iki te'vil aynı neticeye çıkar.
3-
Muhaddisler, Resûlullah'ın önce hacca mı, umreye mi niyet ettiği hususunda
farklı yorumlar ileri sürmüşlerdir:
1-
el-Mühelleb'e göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ashabına önce umre
yapmalarını, sonra da hacca niyet etmelerini söylemiştir.
2-
Kadı İyaz'a göre Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) önce hacc-ı ifrada niyet
etmiş, sonra da umre için ihrama girmiş ve neticede hacc-ı kıran yapmıştır.
Diğer
rivayetleri de nazar-ı dikkate alan âlimler, başkaca farklı yorumlar
yapmışlarsa da umumiyetle benimsenen ve te'lif edici mahiyette olanı
Resûlullah ve ashabının önce hacc-ı
ifrada niyetlenmiş olmakla birlikte sonradan umreye de niyet ederek hacc-ı
kıran yapmış olmasıdır.
Nevevî
şöyle der: "Bize göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hacc-ı
kırandan başka şekilde haccetmiş olması mümkün değildir. Zîra, Hz. Peygamber'in
umresinden, tekrar ihram giymek üzere Harem bölgesinin dışına (hıll) çıkmadığı,
kurban sebebiyle ihramda kaldığı hususunda ulemâ ihtilâf etmez. Nitekim hacc-ı
kıranın hükmü de budur."
4-
Yeri gelmişken şu hususu belirtelim: Sadedinde olduğumuz rivayet, önce sadece
hacca niyet edildiği halde, sonradan umreye çevrildiğini, umreden sonra tekrar hacca geçildiğini göstermektedir. Ulemâ,
haccı feshederek umre yapma keyfiyetinin sadece Resûlullah'ın ashabına mahsus bir durum olduğunu ifade eder.
Ayet-i kerimede hacca niyet edenlerin bunu tamamlamaları emredilmiş olması
sebebiyle, artık haccdan umreye geçmek mümkün değildir. İbnu Abbas dışında
bütün Ashab'ın ve ulemânın kâhir ekseriyetinin görüşü budur. Hacılar, bugün,
mîkat yerinde ne çeşit hacc yapacaklarsa niyeten belirtmeleri gerekir. Hacc-ı
ifrada niyet etmiş ise, artık, hacc-ı kıran veya hacc-ı temettuya geçemez. 1308
numaralı hadiste gelecek olan "ebediyen temettu yapılacağı"na dair
ifade hacc aylarında yapılacak umre veya hacc-ı kıranın cevazına
hamledilmiştir. Bu iki ibadet kıyamete kadar caizdir. Fakat haccın umreye
tahvili o yıla âittir.
5-
Temettu yapan kimseye vacib olan kurban, Şâfiî hazretlerine göre, temettunun
hacda hasıl ettiği eksikliği gidermek gayesine matuftur ve dem-i cebr'dir.
Binaenaleyh kurban sahibi bundan
yiyemez. Şafiî hazretlerine göre, efdal olan hacc hacc-ı ifraddır. Haccla,
umrenin birleştirilmesi haccda noksanlık
hasıl eder, kurbanla bu noksanlık telâfi edilir.
İmam-ı
Âzam'a göre bu kurban, iki ayrı ibadeti; hacc ve umreyi tamamlatmış olduğu
için, Cenâb-ı Hakk'a bir şükran olarak îfa edilir. Öyleyse bu bir şükür
kurbanıdır (dem-i şükran), sahibi etinden yiyebilir. Daha önce de
belirtildiği üzere, İmam-ı Âzam'a göre
haccın efdali hacc-ı kırandır, hem umre hem de hacc îfa edilmiş olmaktadır.
6-
Kurban bulunamadığı takdirde tutulacak orucun üçü Zilhicce'nin 7. 8. ve 9.
günlerinde tutulacaktır. Bu orucu tutanlar, memleketlerine dönünce yedi gün daha tutarak orucu ona
tamamlarlar. Şafiî hazretleri, âyetin zâhirini esas alarak, geri kalan yedinin
mutlaka dönüşte tutulmasını şart koymuştur. Ebu Hanife hazretleri,
"Dönüş'ten maksad hacc menâsikinin tamamlanmasıdır" diyerek, daha
Mekke'de iken tutulabildiğini söylemiştir.[253]
ـ5ـ وعن
عكرمة قال:
]سُئِلَ ابْنُ
عَبَّاسٍ رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما
عَنْ
مُتْعَةِ
الحَجِّ. فقَالَ
أهَلَّ
المُهَاجِرُونَ
وَا‘نْصَارُ وَأزْوَاجُ
النَّبىِّ #
في حَجَّةِ
الودَاعِ وَأهْلَلنَا؛
فَلمَّا
قَدِمْنَا
مَكَّةَ قالَ
#: اجْعَلُوا
إهَْلَكُمْ
بِالحَجِّ
عُمْرَةَ إَّ
مَنْ
قَلَّدَ
الهَدْىَ
فَطُفْنَا
بِالْبَيْتِ
وَبِالصَّفَا
وَالْمَرْوَةِ،
وَأتَيْنَا
النِّسَاءَ،
وَلِبِسْْنَا
الثِّيَابَ.
وَقاَلَ: مَنْ
قَلَّدَ
الهَدْىَ
فإنَّهُ َ يُحِلُّ
حَتَّى
يَبْلُغَ
الهَدْىُ
مَحِلَّةُ
ثُمَّ
أمَرَنَا
عَشِيَّةَ
التَّرْوِيَةِ
أنْ نُهلَّ
بِالحَجِّ
فإذَا
فََرَغْنَا
مِنَ
المَنَاسِكِ
جِئْنَا
فَطُفْنَا
بِالْبَيْتِ
وَالصَّفَا
وَالْمَرْوَةِ،
وقَدْ تَمَّ
حَجُّنَا وَعَلَيْنَا
الهَدْىُ
كَمَا قَالَ
تَعَالى: فَمَا
اسْتَيْسَرَ
مِنَ
الهَدْىِ
اŒية[. أخرجه
البخارى
تعاليقاً .
5. (1293)- İkrime anlatıyor: "İbnu
Abbâs (radıyallahu anhümâ)'a müt'atulhacc'dan sorulmuştu, şu cevabı verdi:
"Veda
haccında, Muhacirler, Ensarîler ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
zevceleri hep ihrama girdiler, biz de girdik. Mekke'ye geldiğimiz zaman
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Kurbanlık
nişanlıyanlar hariç, herkes hacc için giydiği ihramı umreye çevirsin" diye
emretti. Biz de Beytullah'ı tavaf etik. Safâ ve Merve'de sa'y yaptık. (İhramdan
çıkarak) kadınlarımıza geldik, elbiselerimizi giydik. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) şunu da söylemişti:
"Kim
kurbanlık nişanlamışsa, kurbanlığı mahalline varıncaya kadar ihramdan
çıkmasın!"
Terviye
akşamında (yani Zilhicce'nin 8. günü) bize hacc için ihrama girmemizi emretti.
(Harem bölgesinin dışına çıkarak ihramlarımızı giyerek hacca başlayıp) menâsiki
tamamladığımız zaman Mekke'ye geri gelip Beytullah'ı, Safâ ve Merve'yi tavaf
ettik. Böylece haccımız tamamlanmış, âyet-i kerimenin buyurduğu üzere (Meâlen):
"Haccı da umreyi de Allah için tam
yapın. Fakat (herhangi bir sebeple bunlardan) alıkonursanız, o halde kolayınıza
gelen kurban gönderin..." (Bakara 196) üzerimizde kurban borcu
kalmıştı." [Buharî, Hacc 37. (Buharî bunu bab başlığında ta'lik (senetsiz)
olarak kaydetmiştir.][254]
AÇIKLAMA:
1-
Müt'atu'lhacc, haccda temettu demektir. Daha doğru tâbiriyle hacc-ı temettu
demektir. Yani ihramı giyerken önce umreye niyet etmek, umreyi yaptıktan sonra,
ihramdan çıkıp ihram yasaklarından istifade edip, hacc zamanında hacc için
yeniden ihrama girmektir. Cumhûr, hacc-ı temettuyu bir şahsın, umre ve haccı
bir seferde, aynı yılın hacc aylarında önce umreyi yapmak suretiyle îfa
edebileceğini belirtir. Mekkî olanlar bunu yapamazlar. Sadedinde olduğumuz
hadis, Veda haccı sırasında Ashab'tan
bir kısmının bu şekilde hacc yaptığını ifade etmektedir.
2-
Kurbanlık nişanlayan tâbiri, kesmek
üzere kurban hazırlayanlar demektir. Çünkü, hayvanın kurban edilmek üzere ayrıldığını belirten birtakım eşya onun
üzerine takılır, bu takılarla hayvan nişanlanmış ve işaretlenmiş olurdu.
3-
Başlangıçta Ashab hep hacc-ı ifrad için ihram giymiş olduğu halde, sonradan
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın emriyle
umreye çevrilir. Bu çevirme işinin sadece Sahabe'ye ait bir keyfiyet
olduğunu, sonradan neshedildiğini önceki hadiste izah ettik.
4-
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) kesilen kurban hususunda, bunun bir şükran
kurbanı olduğu kanaatinde olmayıp, haccdaki temettudan (istifade etmeden) hasıl
olan noksanlığın telâfisi için teşrî edildiğine inandığı için, rivayetin
sonunda "Haccımız tamamlanmış, âyet-i kerimenin buyurduğu üzere üzerimizde
kurban borcu kalmıştı" der.[255]
ـ6ـ وعن أبى
ذر رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ عنه
قال: ]كَانَتِ
المُتْعَةُ
في الحَجِّ
‘صْحَابِ مُحَمَّدٍ
# حَاصَّةً[.
أخرجه مسلم
واللفظ له، وأبو
داود
والنسائى .
6. (1294)- Ebu Zer (radıyallahu anh)
demiştir ki: "Haccda mut'a sadece Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'in
ashabına hastır." [Müslim, Hacc 189, (1224); Ebu Dâvud, Menâsik 25,
(1808); Nesâî, Hacc 77, (5, 179-180); İbnu Mâce, Hacc 42, (2984).][256]
AÇIKLAMA:
Ulemânın
açıklamasına göre buradaki mut'a'nın mânası haccı bozarak umre yapmaktır. Bu
hâl bir kereye mahsus olmak üzere Veda haccında Ashab'a helâl kılınmıştır.
Sonraki yıllarda câiz görülmemiştir.[257]
ـ7ـ وعند أبى
داود. ]كَانَ
أبُو ذَرٍّ
يَقُولُ فِيمَنْ
حَجَّ ثُمَّ
فَسَخَهَا
عُمْرَةً لَمْ
يَكُنْ ذلِكَ
إَّ
لِلرَّكْبِ
الَّذِينَ
كانُوا مَعَ رسولِ
اللّه #
خَاصةً[ .
7. (1295)- Ebu Dâvud'daki rivayette
şöyle denmektedir: "Ebu Zer (radıyallahu anh), hacca niyetle ihram giyip
sonradan bunu umreye çevirenler hakkında
şöyle diyordu: "Bu, sadece Hz. Peygamber'le haccedenlere has bir ruhsattı."
[Ebu Dâvud, Menâsik 25, (1807); İbnu Mâce, (Hacc 42, (2985).][258]
ـ8ـ وعن أبى
جمرة قال:
]سَألتُ ابْنَ
عَبَّاسَ رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما
عَنْ
المُتْعَةِ فأمَرَنِى
بِهَا،
وَسَألتُهُ
عَنِ الهَدْى
فَقَالَ:
فِيهَا
جَزُورٌ أوْ
بَقَرَةٌ أوْ شَاةٌ
أوْ شِرْكٌ في
دَمٍ. قالَ:
وَكانَ نَاسٌ
كَرِهُوهَا
فَنِمْتُ
فَرَأيْتُ في
المَنَامِ
قَائًِ
يَقُولُ:
عُمْرَةٌ مُتَقَبِّلَةٌ
وَحَجٌّ
مَبْرُورٌ:
فَأتَيْتُ
ابْنَ
عَبَّاس
فَأخْبَرْتُهُ
فقَالَ: اللّهُ
أكْبَرُ
سُنَّةَ أبِى
الْقَاسِمِ #[.
أخرجه
الشيخان .
8. (1296)- Ebû Cemre anlatıyor: "İbnu
Abbâs (radıyallahu anhümâ)'a mut'a'dan sordum; bana onu yapmamı emretti, haccda
kesilen kurbandan sordum. "Bu hususta, dedi, deve veya sığır veya davar
veya kana ortak olmak imkânları var (bunların hepsi meşrudur).
"Ebû
Cemre der ki: "İnsanlar mut'ayı mekruh addediyorlardı. (Eve gelip) uyudum.
Rüyamda birisini gördüm (bana gelip):
"Makbul
umre, mebrûr hacc!" diye müjdeledi. Hemen İbnu Abbas (radıyallahu
anhümâ)'a gelip haber verdim. Bana:
"Allahu
ekber! Ebu'l-Kâsım (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünneti!" dedi." [Buharî, Hacc 102; Müslim, Hacc
204, (1242).][259]
AÇIKLAMA:
1-
Buradaki mut'a, haccda temettuda
bulunmak, yani önce umre yapıp ihramdan çıkmak, bir müddet ihram yasaklarından
faydalanmak, sonra hacc için tekrar ihrama girmektir.
2-
İbnu Abbâs (radıyallahu anh), kurban edilebilecek hayvanları saymıştır: Deve,
sığır, davar, kana ortaklık. Bu hayvanlar mutlak sayıldığı için erkek veya dişi
olabileceği belirtilmiştir.
Kan
ortaklığı: Deve veya sığır için tecviz edilmiştir. Hz. Câbir'den gelen bir
rivayete göre deve ve sığıra yedi kişi ortak olabilir. İmam Şâfiî ve Cumhûr'a
göre ortaklıkla katılanların kurbanları
tatavvu veya vâcib olabilir, ete iştirak de olabilir. Ebu Hanife'ye göre
bütün ortaklar "kurban" niyetiyle
kesmelidir, et ortağı makbûl değildir. İmam Züfer hepsinin aynı çeşit
kurban olmasını şart koşar. Bazı Mâlikîler bir
kısmı vacib, bir kısmı tatavvu kurbanı olsa ortak kesilebilir demiş,
ancak İmam Mâlik, Züfer gibi "caiz olmaz" demiştir.
Davarı
bir kimse kesebilir, ortaklık bilicma caiz olmaz.[260]
ـ9ـ وعن ابن
عمر رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما أنه قال:
]مَنْ
اعْتَمَرَ في
أشْهُرِ
الحَجِّ ثُمَّ
أقَامَ
بِمَكَّةَ
حَتَّى
يُدْرِكَهُ
الحَجُّ
فَهُوَ
مُتَمَتِّعٌ
إنْ حَجَّ
وَعَلَيْهِ
مَا
اسْتَيْسَرَ
مِنَ
الهَدْىِ
فإنْ لَمْ
يَجِدْ
فَصِيَامُ
ثََثَةِ
أيَّامٍ في الحَجِّ
وَسَبْعَةٍ
إذَا رَجَعَ
إلى أهْلِهِ[.
أخرجه
مالك.وقال:
وذلِكَ
أفَامَ
حَتَّى أتَى
الحَجُّ
ثُمَّ
حَجَّ.وله في
أخرى قال:
وَاللّهِ ‘نْ
أعْتََمِرَ
قَبْلَ
الحَجِّ
وَأُهْدِىَ
أحَبُّ إلىَّ
مِنْ أنْ
أعْتَمِرَ
بَعْدَ
الحجِّ في ذِى
الحِجَّةِ .
9. (1297)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) demiştir ki: "Kim hacc
aylarında umre yapar, sonra Mekke'de hacc zamanı gelinceye kadar ikâmet ederse
bu kimse, hacc da yaparsa mütemettidir. Bu durumda kolayına gelen bir kurban
kesmesi vacib olur. Eğer kurban bulamazsa, üç günü hacc sırasında, yedi günü de
döndüğü zaman olmak üzere (on gün) oruç tutar."
İmam
Mâlik der ki: "Bu hüküm, o kimsenin hacc zamanına kadar orada ikamet
etmesi ve aynı sene içinde hacc yapması halinde câridir." [Muvatta, Hacc
62, (1, 344).]
Muvatta'nın
bir diğer rivayetinde der ki: "Allah'a yemin olsun, haccdan önce umre
yapıp (bu sebeple) kurban kesmem, haccdan sonra Zilhicce ayında umre yapmamdan
daha sevimlidir."[261]
AÇIKLAMA:
Muvatta'nın
bir başka rivayetinde kaydedilen son cümle de Abdullah İbnu Ömer'e aittir. Bu
cümle, kurbanın, temettu sebebiyle kesildiğini ifade eder. Haccdan sonraki umre
için kurban kesilmez. Şu halde İbnu Ömer'e göre kurbanı vâcib kılan durum, aynı
senenin hacc ayları içerisinde umre yapıp temettuda bulunmak, sonra da hacc
yapmaktır.[262]
ـ10ـ وعن
عبدالرحمن بن
حرملة ا‘سلمى.
]أنَّ رَجًُ
سَألَ
سَعِيدَ بْنَ
المُسَيبِ
قال: أعْتَمِرُ
قَبْلَ أنْ
أحُجّ؟ قال:
نَعَمْ: قَدِ
اعْتَمَرَ
رسولُ اللّه #
قَبْلَ أنْ
يَحُجّ[ .
10. (1298)- Abdurrahmân İbnu Harmele
el-Eslemî anlatıyor: "Bir adam gelip Said İbnu'l-Müseyyib'e: "Haccdan
önce umre yapayım mı?" diye
sormuştu. Şöyle cevap verdi:
"Evet,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) haccetmezden önce umre yaptı."
[Muvatta, Hacc 57, (1, 343).][263]
ـ11ـ وعن ابن
المسيب ]أنَّ
عُمَرَ بْنَ
أبِى سَلَمَةَ:
اسْتَأذَنَ
عُمَرَ
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ أنْ
يعْتَمِرَ في
شَوَّالٍ
فأذِنَ لَهُ
فَاعْتَمَرَ
ثُمَّ قَفَلَ
إلى أهْلِهِ
وَلَمْ
يَحُجّ[ .
11. (1299)- İbnu'l-Müseyyeb anlatıyor:
"Ömer İbnu Ebî Seleme, Hz. Ömer (radıyallahu anh)'den, Şevvâl ayında umre
yapmak için izin istedi. O da izin
verdi. İbnu Ebî Seleme umre yapıp ailesine döndü, haccetmedi." [Muvatta,
Hacc 58, (1, 343).][264]
ـ12ـ وعن
عائشة
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]الصِّيَامُ
لِمَنْ
تَمَتَّعَ
بِالْعُمْرَةِ
إلي الحَجِّ
لِمَنْ لمْ
يَجِدْ
هَدْياً مَا
بَيْنَ أنْ
يُهِلَّ
بِالحَجِّ
إلى يَوْمِ
عَرَفَةَ
فإنْ لَمْ يَصُمْ
صَامَ أيّامَ
مِنىً. وَكانَ
ابْنُ عُمَرَ
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما
يَقُولُ ذلِكَ[.
أخرج هذه
ا‘حاديث الثثة
مالك .
12. (1300)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)
şöyle demiştir: "Oruç, umre yapıp hacca kadar temettuda bulunup da hacc
için ihrama girmesinden arefe gününe kadar kurban bulamayan kimse içindir. Eğer
orucu tutmazsa, Minâ günlerinde tutar" İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) de
böyle hükmediyordu. [Muvatta, Hacc 255, (1, 426).][265]
AÇIKLAMA:
Bu
rivayet, hacc için ihrama girmedikçe, temettu sebebiyle kurbanın vacib
olmayacağını ifade ediyor. İhramla vacib olan kurban, arefe gününe kadar te'min edilemezse oruç tutması câiz
olur. Daha önce tutmadı ise yevm-i nahr denen kurbanın birinci gününü takip
eden üç günde -ki eyyam-ı Mina da denir- orucun ilk üçü tutulacak, geri kalan
yedisi de memlekete dönünce tutulacaktır.
Rivayetten
anlaşılan şu ki, muhtemelen, Hz. Aişe yevm-i nahrden, yani Zilhicce'nin 10.
gününden önce tutulacak orucun borçtan kurtulmada daha üstün olduğu ve böyle
emredilmiş bulunduğu kanaatinde idi. Bir başka ifade ile, Hz. Aişe bu vacib
orucun eda vaktinin yevm-i nahr'den önce olduğu, Mina günlerinin ise edâ değil
kaza günleri olduğu, dolayısıyla, yevm-i nahrdan önce tutulacak oruçlar her
dileyene mübah, Mina'da tutulacak oruçlar ise, zarurete mebni olarak sadece
daha önce borcunu ödemeyen kimselere mübah olup, bu durumda olmayanlara memnu
olduğu kanaatinde idi. Yine ona göre, Mina günlerinde üç gün oruç tutmanın
cevazı, oruç vacib olanlarla ilgil olarak Kur'ân'da yer eden: "...(kurban)
bulamazsa hacc günlerinde üç gün oruç tutmak" emrine ittiba etmiş olmak
içindir.
Şafiîlerden
bazıları, bu telakkiye uyarak, sonradan tutulan orucun kaza olduğuna
hükmetmiştir. Mezheb görüşü, önceden tutmanın efdal olduğunu te'yid etmekle beraber, sonradan tutulan da kaza
değil eda olduğudur (Zürkânî'den).[266]
ـ13ـ وعن جابر
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]أهلَّ رسول
اللّه #
وَأصْحَابُهُ
بالحَجِّ
وَلَيْسَ
مَعَ أحَدٍ
مِنْهُمْ
هَدْىٌ سِوَى
النَّبىِّ #
وَطَلْحَةَ
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ.
وَقَدِمَ
عَلىٌّ
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ مِنَ
الْيَمَن
وَمَعَهُ
هَدْىٌ.
فقَالَ: أهْلَلْتَ
بِمَا أهَلَّ
بِهِ
النَّبىُّ #؛
فَأمَرَ
النَّبىُّ #
أصْحَابَهُ
أنْ
يَجعَلُوهَا
عُمْرَةً
وَيَطُوفُوا
وَيُقَصِّرُوا
وَيُحِلُّو
إَّ مَنْ
كَانَ مَعَهُ
هَدْىٌ. فقَالُوا:
أنَنْطَلِقُ
إلى مِنىً،
وَذَكَرُ
أحَدِنَا يَقْطرُ؟
فَبلَغَ
النَّبىَّ #
فقَالَ: لَوِ
اسْتَقْبَلتُ
مِنْ أمْرِى
مَا
اسْتَدْبَرْتُ
مَا
أهْدَيْتُ.
وَلَوَْ أنَّ
مَعِى
الهَدْىَ ‘حْلَلْتُ،
وَحَاضَتْ
عَائِشَةُ
رََضِىَ اللّهُ
عَنْها.
فَنَسَكَتْ
المَنَاسِكَ
كُلّهَا
غَيْرَ أنْ
لَمْ تَطفْ
بِالْبَيْتِ.
فَلَمَّا
طَهُرَتْ
طَافَتْ.
وَقَالَتْ
يَارسولَ
اللّه: تَنْطَلِقُونَ
بِحَجّةٍ
وَعُمْرَةٍ
وَأنْطَلِقُ
بِحَجّةٍ؟
فَأمَرَ
عَبْدَالرَّحْمنِ
بْنَ أبى
بَكْرٍ
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما أنْ
يَخْرُجَ
مَعَهَا إلى
التَّنْعِيمَ
فاْعَتَمَرَتْ
بَعْدَ
الحَجِّ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذى،
وهذا لفظ
الشيخين .
13. (1301)- Hz. Câbir (radıyallahu anh)
anlatıyor: "(Veda haccında), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve ashabı
(radıyallahu anhüm), hacc için ihrama girdikleri vakit, Resûlullah ile Talha
hariç, hiç kimsenin kurbanlığı yoktu. O sırada Hz. Ali, beraberinde bir
kurbanlık olduğu halde Yemen'den geldi. Ve derhal: "Ben de Resûlullah'ın
niyet ettiği şeye niyet ederek ihram giydim" deyip katıldı.Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ashabına bu hacclarını umreye çevirmelerini, tavaf
yapmalarını, (sa'y yapmalarını), beraberinde kurbanlığı olanlar hariç saçlarını
kısa keserek ihramdan çıkmalarını emretti.Bir kısmı itiraz ederek: "Yani
henüz cenabetken Mina'ya mı gideceğiz?" dediler. Bu söz Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e ulaşmıştı: "Geride bıraktığım işlerimi tekrar bulsaydım kurban
getirmezdim. Eğer, beraberimde kurbanlığım olmasaydı, ben de ihramdan
çıkardım" dedi.[267]
Bu sırada Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) hayız oldu. Beytullah'ı tavaf hâriç, haccın
bütün menâsikini yerine getirdi. Temizlenince de tavafı yaptı. Dedi ki:"Ey
Allah'ın Resûlü! Sizler hem umre hem de hacc yapmış olarak burdan
ayrılacaksınız, ben ise sadece haccla ayrılacağım!"Bunun üzerine
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) oğlan kardeşi Abdurrahman İbnu Ebî Bekr
(radıyallahu anhümâ)'e, Hz. Aişe'yi (Harem bölgesinin dışında yer alan)
Ten'im'e götürmesini emretti. (Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) orada ihram giyerek)
haccdan sonra umre yaptı." (45)
ـ14ـ وفي أخرى
للبخارى: ]قال
لهم: أحِلُّوا
مِنْ
أحْرَامِكُمْ
وَاجْعَلُوا
الَّتِى قَدِمْتُمْ
بِهَا
مُتْعَةً.
فقَالُوا:
كَيْفَ
نَجْعَلُهَا
مُتْعَةً
وَقَدْ
سَمّيْنَا الحَجَّ؟
فقَالَ:
افْعَلُوا
مَا أقُولُ
لَكُمْ
فَلَوَْ
أنِّى سُقْتُ
الهَدْىَ
لَفَعَلْتُ
مِثْلَ
الَّذِى
أمَرْنُكُمْ
وَلِكنْ َ
يَحِلُّ مِنِّى
حَرَامٌ
حَتّى
يَبْلغَ
الهَدْىُ
مَحِلّهُ
فَفَعَلُوا[ .
14. (1302)- Buharî'nin bir diğer
rivayetinde şöyle gelmiştir:"
(Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), Mekke'ye gelince ashabına: "İhramınızdan çıkın.
Önceki niyetinizi müt'aya çevirin!" dedi. Ashab:
"Biz
önce "hac" diye ismen belirterek niyet etmişken, şimdi nasıl müt'aya
çevirebiliriz?" diye itiraz ettiler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Ben
size ne söylüyorsam onu yapın. Eğer kurbanlık getirmemiş olsaydım, size
emretmiş bulunduğumu ben de yapardım. Ancak,
kurbanım (Mina'daki kesim) mahalline ulaşmadan ihramlıya haram olan
şeylerden hiçbirisi bana
helâl olmaz!" dedi. Bunun üzerine Ashab-ı Kiram Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın emrini yerine getirip ihramdan çıktılar."[268]
ـ15ـ وفي أخرى:
]قَدِمْنَا
مَكَّةَ
‘رْبَعٍ
خَلوْنَ مِنْ
ذِى الحِجَّةِ[
.
15. (1303)- Yine Buharî'nin bir başka
rivayetinde şu ziyade yer alır: "Biz Mekke'ye Zilhicce ayının 4'ünde
gelmiştik."[269]
ـ16ـ وفي
رواية:
]أُمِرْنَا
أنْ نُحِلَّ
وَنَجْعَلَهَا
عُمْرَةً
فَكَبُرَ
ذلِكَ عَلَيْنَا
وَضَاقَتْ
بِهِ
صُدُورُنَا
فَبَلَغَ
ذلِكَ
النَّبىَّ #:
فَمَا
نَدْرِى شئٌ
بَلَغَهُ
مِنَ
السَّمَاءِ
أمْ شئٌ مِنْ
قِبَلِ
النَّاسِ؟
فقَالَ يَا
أيُّهَا
النَّاسُ أَحِلُّوا،
فَلَوَْ
الهَدْىُ
الَّذِى مَعِى
فَعَلْتُ
كَمَا
فَعَلْتُمْ
فَأحْلَلْنَا
حَتَّى وَطئْنَا
النِّسَاءَ
وَفَعَلَنَا
مَا يَفْعَلُ
الحََلُ،
حَتَّى إذَا
كانَ يَوْمُ
التّرْوِيَةِ
وَجَعَلْنَا
مَكَّةَ
بِظَهْرٍ أهْلَلْنَا
بِالحَجِّ[ .
16. (1304)- Müslim'in bir rivayetinde şu
ibâreye de yer verilmiştir: "Bize ihramdan çıkmamız, hacc için yaptığımız niyyetin
umreye çevrilmesi emredilmişti. Bu, bize çok imkânsız bir emir geldi ve
hepimizin canını sıktı. Memnuniyetsizliğimiz Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a ulaştırıldı. Ona semâvî bir şey (haber) mi ulaştı, insanlardan mı
bir şey ulaştı bilemiyoruz, her ne ise, bize şu hitabda bulundu:
"Ey
nâs, ihramdan çıkın. Eğer beraberimde kurbanlığım olmasaydı, ben de sizin gibi
yapardım!"
(Resûlullah'ın
bu kesin emri üzerine) ihramdan çıktık.
Hatta hanımlarımızla münasebet-i cinsiyede bile bulunduk. İhrama girmemiş olan
bir kimsenin yaptığı her şeyi yaptık. Bu hal terviye gününe (Zilhicce'nin 8.
günü) kadar devam etti. O gün gelip, Mekke'yi arkada bıraktığımız vakit, hacca
niyet ederek ihrâma girdik."[270]
ـ17ـ وفي أخرى
لمسلم:
]أقْبَلْنَا
مُهلِّينَ مَعَ
النَّبىِّ #
بِحَجٍّ
مفْرَدٍ
وَأهَلَّتْ
عَائِشَةُ
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْها
بِعُمْرَةٍ
حَتَّى إذَا
كُنَّا
بِسَرِفَ
عَرَكتْ حَتَّى
إذَا
قَدِمْنَا
طُفْنَا
بِالْكَعْبَةِ
وَبِالصَّفَا
وَالْمَرْوَةِ،
وَأُمِرْنَا
أنْ يُحِلَّ
مِنَّا مَنْ
لَمْ يُحِلَّ
مِنَّا مَنْ
لَمْ يَكُنْ مَعَهُ
هَدْىٌ.
قُلْنَا
حِلٌّ مَاذَا
؟ قَالَ: الحِلُّ
كُلُّهُ.
فَوَاقَعْنَا
النِّسَاءَ
وَتَطَيّبْنَا
بالطِّيبِ
وَلَبِسْنَا
الثِّيَابَ
وَلَيْسَ
بَيْنَنَا
وَبَيْنَ
عَرَفَةَ إَّ
أرْبَعُ
ليَالٍ. ثُمَّ
أهْلَلْنَا
يَوْمَ
التّرْوِيَةِ،
ثُمَّ دَخَلَ
النَّبىُّ #
عَلى
عَائِشَة
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْها. وهِىَ
تَبْكِى.
فقَالَ: مَا
شَأنُكِ؟
قَالَتْ:
حضْتُ،
وَقَدْ حَلَّ
النَّاسُ
وَلَمْ
أحِلَّ وَلَمْ
أطُفْ،
وَالنّاسُ
يَذْهَبُونَ
اŒنَ إلى الحَجِّ.
فقَالَ: إنَّ
هذَا شئٌ
كَتَبَهُ اللّهُ
عَلى بَنَاتِ
آدَمَ
فاغْتِسلِى
ثُمَّ أهلِّى
بِالحَجِّ
فَفَعَلَتْ
وَوَقَفَتِ
المَواقِفَ
كُلَّهَا
حَتَّى إذَا
طَهُرَتْ
طَافَتْ.
فقَالَ: قَدْ
حَلَلْتِ
مِنْ حَجّكِ
وَعُمْرَتِكِ
جِمِيعَها.
فقَالَتْ:
إنِّى أجِدُ في
نَفْسِى أنّى
لَمْ أطُفْ
بِالْبَيْتِ
حِينَ
حَجَجْتُ.
قالَ:
فاذْهَبْ
بِهَا يَا
عَبْدَ الرَّحْمنِ
فأعْمِرْهَا
مِنَ
التَّنْعِيمِ،
وذلِكَ
لَيْلَةَ
الحَصْبَةِ،
وَكانَ #
رَجًُ سَهًْ
إذَا
هَوِيَتْ
شَيئاً
تَابَعَها
عَلَيْهِ[ .
17. (1305)- Müslim'in diğer bir
rivayetinde şöyle denir: "Biz, hacc-ı ifrad için ihram giyip Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'la birlikte ilerledik. Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) de
umre için ihrama girdi. Seref'e gelince Hz. Aişe hayız oldu. (Mekke'ye) gelince
Kâbe'yi, Safâ ve Merve'yi tavaf ettik. Sonra, beraberinde kurbanlık
olmayanların ihramdan çıkmaları emredildi.
"Neleri
nefsimize helâl edeceğiz?" diye sorduk. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm):
"(İhramlıya
yasak olan) her şeyi!" dedi. Bunun üzerine kadınlarımızla da yattık,
kokular süründük, elbiselerimizi giydik. (Bunların hepsini yaparken) bizimle
arefe (yani hacc ihramı giyme) günü arasında sadece ve sadece dört gece vardı.
Sonra
terviye günü (Zilhicce'nin 8'i) tekrar ihrama girdik. Bir ara Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hz.
Aişe (radıyallahu anhâ)'nin yanına girmişti, onu ağlıyor buldu.
"Neyin
var?" diye sordu.
"Hayız
oldum, herkes ihramdan çıktı, ben çıkamadım, tavafımı da yapamadım. Herkes
artık (umresini tamamladı), hacc için (Arafat'a) çıkıyor!" diyerek
yakındı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Bu
hal, Cenab-ı Hakk tarafından Âdem (aleyhisselam)'in kızlarına yazılmış bir
kaderdir, (sana mahsus bir kusur değil). Sen de, (ihrama giren herkesin yaptığı
gibi) yıkan ve hacc için ihrama gir"[271]
dedi. O da öyle yaptı. (Mina, Arafat ve Müzdelife'deki) vakfelerin hepsine
katıldı. Hayızdan temizlenince de (ifâza)
tavafını yaptı. (Bunlar bittikten sonra Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'ye:
"Artık
hem haccını hem de umreni yapmış, her ikisinin de ihramından çıkmış
oldun!" dedi. Hz. Aişe (radıyallahu anhâ):
"Ancak
benim içimden Beytullah'ı tavaf etmeden hacc yaptığım hissi geçiyor" dedi.
Bunun üzerine (oğlan kardeşine seslenerek):
"Ey
Abdurrahman (kızkardeşin) Aişe'yi Ten'îm'e götür, orada umre için ihrama
girsin!" dedi. Bu vak'a Hasbe gecesi cereyan etmişti.[272]
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) mülâyim bir insandı. Hz. Aişe (radıyallahu
anhâ) birşey arzu etti mi onun arkasını takip eder (yerine getirirdi)."[273]
ـ18ـ وفي
رواية له:
]وَأمِرْنَا
أنْ
نَشْتَرِكَ
في ا“بِلِ
وَالْبَقَرِ
كُلُّ
سَبْعَةٍ مِنَّا
في بدَنَةٍ[
18. (1306)- Müslim'in bir diğer
rivayetinde şöyle denir: "... Deve ve sığırda ortak olmamız emredildi.
Bizden her yedi kişi bir deveye iştirak
edecekti."[274]
ـ19ـ وفي
رواية له:
]لَمْ يَطُفِ
النَّبىُّ #
وََ الصَّحَابَةُ
بَيْنَ
الصَّفَا
وَالْمَرْوَةِ
إَّ طَوَافاً
وَاحِداً
طَوافَهُ
ا‘وَّلَ[ .
19. (1307)- Yine Müslim'in bir başka
rivayetinde: "Ne Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ne de Ashab
(radıyallahu anhüm), hiç kimse, Safâ ile Merve arasında ilk tavafın dışında
başka bir tavaf yapmadı" denmiştir.[275]
ـ20ـ وعن أبى
داود
والنسائى.
]فقَالَ
سُرَاقَةُ
بنُ مَالِكٍ:
يَا رسول
اللّهِ أرَأيْتَ
مُتْعَتُنَا
هذِهِ
لِعَامِنَا
أمْ ل‘بَدِ؟
فقَالَ: بَلْ
هِىَ ل‘بَدِ[ .
20. (1308)- Ebu Dâvud ve Nesâî'de şu
ziyade gelmiştir: "Sürâka İbnu Mâlik (radıyallahu anh):
"Ey
Allah'ın Resûlü, bu sene (hacc sırasında) yaptığımız temettu bu yıla mı has, bundan sonra her
haccda ebediyen yapılacak mı?" diye sormuştu. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm):
"Elbette,
ebediyen yapılacaktır!" cevabını verdi"[276].
[Buharî, Hacc 81, 32, 34, 35, Umre 6, 15, Meğâzî 61, Temennî, 3, 27; Müslim,
Hacc 1213-1216 arasındaki rivayetler); Ebu Dâvud, Menâsik 23, (1785-1789
arasındaki rivayetler); Nesâî, Hacc 77, (5, 178-179).][277]
NOT:
Bu kaynaklar 1301-1308 numaralar
arasında kaydettiğimiz 8 adet rivayete aittir.[278]
AÇIKLAMA:
1-
Bir kısmı uzunca bir hadisten sadece bir parça olarak kaydedilen yukardaki
rivayetlerin hepsi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Veda haccı ile
ilgilidir. Veda haccı 10. hicrî senede, yâni Resûlullah'ın hayatının son
senesinde vuku bulmuştur. Bu hacc, Hz. Peygamber'in yaptığı ilk ve son hacctır.
2-
Rivayetlerdeki farklılıklar, ulemâyı bazı farklı yorumlara sevketmiştir. Her
şeyden önce haccın farz kılındığı zaman ihtilâflıdır. Hicretten sonra farz
kılındığında ittifak edilse de, hangi yılda farz kılındığı ihtilâflıdır. 2. yıl
diyen olduğu gibi, 10. yıl diyen de olmuştur. Aradaki diğer yılları söyleyenler de olmuştur. Hicretten
önce farz oldu diyen rivayet şazzdır.
3-
Veda haccı, büyük bir kalabalığın iştirakiyle yapılmış haşmetli bir tezâhürattır. Resûlullah Veda haccında, İslâm'ın mühim bir rüknünün
icra âdâbını ta'lim buyurmuştur. Hacc ibadeti, cahiliye devrinde de icra
edilmekte bulunan bir ibadet olması sebebiyle, bunun İslâmî şeklinin
öğretilmesi yönüyle Veda haccının ayrı bir ehemmiyeti vardı. Belki de bu sebepten
olacak, mezkur hacc pekçok sahabi tarafından birçok teferruatıyla rivayet
edilmiştir.
Yukarıdaki
rivayetleri şöyle özetleyebiliriz:
1)
Veda haccı için, Zülhuleyfe'de herkes hacc için niyet ederek ihrama girer.
2)
Zilhicce'nin 4'ünde Mekke'ye gelirler.
3)
Mekke'ye gelince Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) beraberinde kurbanlık
getirmemiş olanlara da bu haccı umreye
çevirmelerini yani Beytullah'ı tavaf edip Safâ-Merve arasında da sa'yde
bulununca traş olup ihramdan çıkmayı emreder.
4)
Ancak, hacc için ihrama girmiş olan Ashâb bu emir karşısında şoke olurlar ve emri icrâya yanaşmak istemezler.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Kurbanlık getirmemiş olsaydım, ben
de ihramdan çıkardım, fakat, kurban kesilecek mahalle (Mina'ya) ulaşmadan ihramdan
çıkmam helâl olmaz" der. Zîra âyet-i kerimenin hükmü öyledir. (Bakara
196). Resûlullah'ın ısrarı karşısında Ashab, ihramdan çıkar. İhramlıya haram
olan mübah işler yaparlar: Normal elbise giymek, koku sürünmek, hanımlarıyla
cinsî münasebet vs. gibi.
İşte
haccta temettu veya mut'a denen şey budur: İhram yasaklarının dışına çıkmak.
Öyle ise hacc-ı temettu, umre yaptıktan sonra ihramdan çıkarak bir müddet
normal hayat yaşayıp hacc için yeniden ihrama girmek ve hacc yapmaktır.
5)
Ashab'ın buna itirazı, rivayetlerden anlaşıldığı üzere üç sebepten ileri
geliyordu:
a)
Bidayette hacc için ihrama girmişlerdi, umreye
niyet değiştirmek olur muydu?
b)
Müteakip rivayette görüleceği üzere, cahiliye devrinde hacc aylarında umre
yapmayı günah addediyorlardı.
c)
Mekke'ye Zilhicce'nin 4'ünde gelmişlerdi. 8'inde tekrar hacc için ihrama
gireceklerdi. 3-4 gün gibi kısa bir müddet için ihramdan çıkmaya, dinî
havalarını terketmeye değer miydi; bu, henüz cenâbetken Mina'ya gitmek gibi bir
mânaya gelmez miydi?
Bu
sebeplerle Ashab ihramdan çıkmak istememişti.
6-
Hacc için yapılan niyeti herkesin, her zaman umreye tahvil etmesi câiz midir? meselesinde ulemâ büyük çoğunluğuyla
"hayır!" demiştir. Bu tatbikat
sadece Ashab'a mahsus kalmış, sonraki Müslümanlar hakkında neshedilmiş olduğu
kabul edilmiştir.
7-
Rivayette Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) umre tavafını yapmadan hayız olduğunu
belirtir. Bu vesileyle Resûlullah, kadınları ilgilendiren mühim bir meselenin
hükmünü teşri ediyor: Hayızlı kadın tavaf hariç, haccın bütün menâsikini eda
eder. Temizlikten sonra da tavaf ve
dilerse umre yaparak haccını eksiksiz ikmâl eder. Hz. Aişe, umre de yapabilmek
için kardeşiyle Ten'im'e gidip yeniden ihram giyer.
Veda
haccı ile alâkalı teferruat bunlardan ibâret değildir. Ancak sadedinde
olduğumuz sekiz kadar hadisin temas ettikleri başlıca meseleler bunlardır.[279]
ـ21ـ وللخمسة
إ الترمذى عن
ابن عباس
رََضِىَ اللّهُ
عَنْهُما قال:
]كَانُوا
يَرَوْنَ
الْعُمْرَةَ
في أشْهُرِ
الحَجِّ مِنْ
أفْجَرِ الْفُجُورِ
في ا‘رضِ،
وَكَانُوا
يُسَمُّونَ المُحرَّمُ
صَفَرَ، وَيَقُولُونَ:
إذَا بَرَأ
الدَّبَرُ
وَعَفَا ا‘ثَرُ
وَانْسَلَخُ
صَفَرُ
حَلَّتِ
الْعُمْرَةُ
لَمِنَ
اعْتَمَرَ،
قال: فَقَدِمَ
رسولُ اللّهِ
#
وَأصْحَابُهُ
صَبِيحَةَ
رَابِعَةٍ
مُهِلِّينَ
بِالحَجِّ.
فَأمَرَهُمُ
النَّبىُّ #
أنْ
يَجْعَلُوهَا
عُمْرَةً
فَتَعَاظَمَ
ذلِكَ عِنْدَهُمْ.
فقَالُوا يَا
رسولَ اللّهِ:
أىُّ
الحِلِّ؟ قال:
الحِلُّ
كُلُّهُ[.وعند
النسائى:
عَفَا
الْوَبَرُ
بَدَلَ
ا‘ثَرِ.وزاد
بَعْدَ
قَولِهِ:
وَانْسَلَخَ
صَفَرُ، أوْ
قالَ: وَدَخَلَ
صَفَرُ.
21. (1309)- Buharî, Müslim, Ebu Dâvud ve
Nesâî'de kaydedilen bir rivayette İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) demiştir ki:
"(Cahiliye Arapları) hacc aylarındaki umreyi yeryüzünde işlenebilen
günahların en büyüğü biliyorlardı. Keza Muharrem ayını da Safer diye
isimlenirip: "Bere iyileşip eser
kalmadığı ve Safer ayı çıktığı vakit umre yapmak isteyene umre helâl olur"
diyorlardı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve Ashab-ı Güzîn (radıyallahu
anhüm)'i, hacc için ihrama girmiş olarak 4 Zilhicce sabahı (Mekke'ye) geldiler.
(Gelir gelmez) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), hacc niyetlerini umreye tahvil etmelerini emretti. Bu, Ashab
nezdinde büyük bir hâdise oldu.
"-
Ey Allah'ın Resûlü, neleri helal addedeceğiz?" diye sordular.
"Bütün
(ihram haramları) helâl olacak!" diye cevap verdi.
"Nesâî'deki
rivayette: Eser yerine veber (yün) denmiştir. Mâna: "Yün çoğalınca"
olur.
Keza
"Safer ayı çıkınca" tâbirinden sonra: "Veya şöyle dedi: Safer
ayı girince" tâbiri ilâve edilmiştir. [Buharî, Hacc 34, Menâkıbu'l-Ensâr
26; Müslim 198, (1240, 1241); Ebu Dâvud, Hacc 80, (1987), Menâsik 23, (1792);
Nesâî, Hacc 77, 108, (5, 180, 181, 201, 202.)[280]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivayet, eski bir cahiliye inancını aydınlatmaktadır: Hacc aylarında umre
yasağı. Böylece, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hacc için giyilen
ihramının umreye çevrilmesi hususundaki kesin ve ısrarlı emrinin gerçek
sebebini daha iyi anlıyoruz: Haccla ilgili bir cahiliye geleneğini yıkmak.
Hattâ, Hz. Aişe'nin umre yapması için Resûlullah (a.s.)'ın gösterdiği husûsî
alâkayı, İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ), İbnu Hibbân'ın kaydettiği bir
rivayette bu maksadla yorumlar:
وَاللّهِ
مَا اَعْمَرَ
رَسُولُ اللّهِ
# عَائِشَةَ
فِِى ذِى
الْحِجَّةِ
اَِّ لِيَقْطَعَ
بِذَلِكَ
اَمْرِ
اَهْلِ
الشِّرْكِ
فَإِنَّ
هَذَا
الْحَىَّ
مِنْ
قُرَيْشِ وَمَنْ
دَانَ
دِينَهُمْ
كَانُوا
يَقُولُونَ فَذَكَرَ
نحوه
"Kasem olsun, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'ye Zilhicce ayında, sırf
bir cahiliye âdetini kırmak için umre yaptırttı. Zîra şu Kureyş cemaati ve onun
yolundan gidenler "yeryüzündeki günahların en büyüğü hacc aylarında umre
yapmaktır" diyorlardı.
2-
Muharrem ayının Safer olarak isimlendirilmesi tâbiriyle, İbnu Abbâs, cahiliye
devrinde, hacc aylarını panayır aylarıyla çakıştırmak için başvurdukları nesî
hâdisesine temas etmektedir. Muharrem ayını Safer diye isimleyerek, Muharrem'i
haram ayı olmaktan çıkarıyorlar, haram ayındaki yasakları işliyorlardı.
Böylece, Muharrem'in haramlığını Safer ayına tehir ediyorlardı. Maksadları ard arda gelen üç
haram ayı ikiye indirmek, üçüncüyü bir ay geriye bırakmaktı. Çünkü üç ay üst
üste mukatele, yağma, öldürme gibi alışkanlıklardan uzak kalmak onlara zor
geliyordu. Cenâb-ı Hakk, Kur'ân-ı Kerim'de onların bu nesî tatbikatlarını
"küfürde artış" olarak değerlendirmiştir;
"Haram
ayları geciktirmek (nesî), ancak küfürde
bir artış (sebebi)dir. Onunla kâfirler şaşırtılır. Onlar bunu bir yıl helâl,
bir yıl haram sayarlar ki, Allah'ın haram kıldığına sayıca uysunlar da (varsın) Allah'ın haram ettiğini
helâl kılmış olsunlar! Bu suretle de onların amellerinin kötülüğü kendilerine
süslenip güzel gösterildi. Allah o kâfirler gürûhunu hidayete erdirmez"
(Tevbe 37).
Nâdanların
zaman zaman Ramazan ayını senenin en uygun ayına almak şeklinde gündeme
getirdikleri mesele Kur'ân-ı Kerim'in küfürde bir artış olarak tavsif buyurduğu
nesî'den başka bir şey değildir. Dinî takvimin değiştirilmesini hiçbir mü'min
taleb edemez.
3-
Cahiliye devrinin sözlerinden olan "berenin iyileşmesi"nden maksat,
develerin sırtında sefer ve yolculuk meşakkatiyle hasıl olan yaraların
iyileşmesidir. Hacc seferinden döndükten sonra iyileşirlerdi.
Eserin
kalmamasına gelince: Eser iz demektir. Yani: "Deve vs. binek izlerinin
kaybolması" kastedilmektedir. Yani hacc için yapılan seferde deve ve diğer
binek hayvanlarının ve hatta yayaların
yollarda hasıl ettiği izlerin kaybolması ifâde edilmektedir.
Ebu
Dâvud'un rivayetinde عفا
الوبر tâbiri yer alır. Yani
yünlerin çıkması, artması, bitip büyümesi gibi mânalar ifade eder. Yani hacc
seferi sebebiyle aşınıp dökülmüş olan deve yünleri yeniden çıksın, artsın
temennisi mevzubahistir.
Umreyi
-Safer ayı haram aylardan olmadığı ve Muharrem'i de o hale getirdikleri halde-
Safer'in çıkmasına tâlîk etmiş
olmalarının sebebi şudur: Onlar Muharrem'i Safer yapınca, bu aylarda umumiyetle
memleketlerinde kalmazlardı.
Develerin
yarası da ancak Safer'in çıkmasıyla iyi leşirdi. Onu tebeiyyet yoluyla hacc
aylarına ilhak ettiler ve aslında Safer olan Muharrem'i de umre aylarının
başlangıcı yaptılar. Umre böylece, onlar nezdinde hacc aylarının dışında kaldı.
Aya,
Safer denmesi şundan ileri gelir: Safer, lügat olarak boş demektir. Dilimizdeki
Safer kelimesi de buradan gelir. Araplar bu ayda birbirlerine yağmada
bulunurlar ve evlerini eşyadan hâli ve boş (safer) bırakırlardı. Bu sebeple
yağma ayına Safer denmiştir.[281]
ومعنى
»بَرَأ
الدُّبُرَ« أى
اندمل العَقْر
الذى يكون في
ظهر البعير
وشفى.ومعنى
»عفَا ا‘ثَرُ«
أى اندَرَس
لعدم الذهاب
والمجئ في
الطُّرق.
ـ22ـ وعن مسلم
والترمذى:
]قال #: دخَلَتِ
الْعُمْرَةُ
في الحَجِّ
إلى يَوْمِ
الْقِيَامَةِ:
أىْ دَخَلَ
عَمَلُهَا في
عَملِ
الحَجِّ لِلْقَارِن[
.
22. (1310)- Müslim ve Tirmizî'de şöyle
gelmiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: "Umre,
kıyamete kadar hacca dahil oldu: Yani, umre ameli, hacc-ı kıran yapmak
isteyenin hacc ameline dahil oldu." [Müslim, Hacc 203, (1241); Tirmizî,
Hacc 89, (932).][282]
AÇIKLAMA:
Önceki
hadiste cahiliye devrinin umre anlayışını belirttik: Hacc aylarında umre yapmak
büyük günah. Resûlullah, bu kanaati yıkmak gayesiyle açık bir ifade ile,
kıyamete kadar umrenin hac aylarında da yapılabileceğini ifâde buyurmuştur.
Hacc için ise, sâdece hacc aylarında (eşhürü'lhürum) ihrama girilebilir. Şu
halde hadis:
a)
Hacc-ı kıran yoluyla umre ile haccın birleşebileceğini,
b)
Hacc aylarında umre yapılabileceğini tebliğ etmektedir. Şârihler, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın hayatında hacc aylarında dört kere umre yaptığını,
bunlardan üçünün Zilkade ayında birinin de Veda haccı sırasında cereyan
ettiğini belirtirler.[283]
ـ23ـ وعن
عائشة
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]خَرَجْنَا
مَعَ رسولِ
اللّه # في
أشْهُر
الحَجِّ
وَحُرُمِ
الحَجِّ
وَلََيالِى
الحَجِّ
فَنَزَلْنَا
بِسَرِفَ.
فقَالَ: مَنْ
لَمْ يَكُنْ
مَعَهُ هَدْىٌ
فأحَبَّ أنْ
يَجْعَلَهَا
عُمْرَةً فَلْيَفْعَلْ؛
ومَنْ كانَ
مَعَهُ
الهَدْىُ فََ.
قالَتْ:
فَاŒخِذُ
بِهَا
وَالتَّارِكُ
لَهَا مِنْ
أصْحَابِهِ.
فأمَّا رسولُ
اللّهِ # وَرِجَالٌ
مِنْ
أصْحَابِهِ
فكانُوا
أهْلَ قُوَّةٍ
وَكَانَ
مَعَهُمْ
الهَدْىُ
فلَمْ يَقْدِرُوا
عَلى
الْعُمْرَةِ.
قَالتْ:
فَدَخَلَ عَلَىَّ
رسولُ اللّه #
وَأنَا
أبْكِى.
فقَالَ: مَا
يُبْكِيكِ
يَا
هَنَتَاهُ؟
فقُلْتُ: سَمِعْتُ
قَولَكَ
‘صْحَابِكَ
فَمُنِعتُ
الْعُمْرةَ.
فقَالَ وَمَا
شأنُكِ؟
قُلْتُ
أصَلِّى.
قال: َ
يَضُرُّكِ،
إنَّمَا أنتِ
امْرَأةٌ
مِنْ بَنَاتِ
آدَمَ كَتَبَ
اللّهُ
عَلَيْكِ مَا
كَتَبَ
عَلَيْهِنَّ
فَكُونِى في
حَجِّكِ فَعَسى
اللّهُ
تَعَالى أنْ
يَرْزُقُكِيهَا[.
أخرجه الستة إ
الترمذى .
23. (1311)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)
anlatıyor: "Biz hacc aylarında, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la
birlikte, hacc için ihrama girmiş olarak[284],
hacc gecelerinde yola çlıkıp Seref nâm yere indik. Orada Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm): "Kimin beraberinde kurbanlığı yoksa, haccını
umre yapmak isteyen umreye çevirsin. Beraberinde kurbanlığı olan bunu
yapmasın" dedi. Hz. Aişe sözünde devamla der ki: "Ashab'tan bazısı
umreye niyet etti, bazısı da terketti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile,
gücü yerinde olan bazısının yanında kurbanlığı vardı.
(Bir
ara) Resûlullah yanıma gelince beni ağlar buldu.
"Niye
ağlıyorsun?" diye sordu.
"Ben
ashabına söylediklerini işittim ve umre yapmaktan engel olundum!" dedim.
Bunun üzerine:
"Neyin
var?" diye tekrar sordu.
"Namaz
kılamıyorum (hayız oldum)" dedim.
"Bu
sana zarar vermez. Sen Hz. Âdem (aleyhisselam)'in kızlarından bir kadınsın.
Allah öbürlerine yazdığı kaderi sana da takdir etti, bu bir kusur sayılmaz. Sen
haccına devam et. Cenab-ı Hakk inşaallah, umreyi de sana nasib edecek"
dedi.
(Kaynaklar
1315 numaralı hadisin sonunda toptan verilmiştir.)[285]
ـ24ـ وفي أخرى
]فَلَمْ أزَلْ
حَائِضاً
حَتَّى كَانَ
يَوْمُ
عَرَفَةَ ـ
وَلَمْ
أُهْلِلْ إَّ
بِعُمْرَةٍ ـ
طَهُرْتُ؛
فَأمَرَنِى
أنْ أنْقُضَ
رَأسِى
وَأمْتَشِطَ،
وَأُهِلَّ بِالحَجِّ
وَأتْرُكَ
الْعُمْرَةَ،
فَفَعَلْتُ
حَتَّى
قَضَيْتُ
حََجِّى[ .
24. (1312)- Bir diğer rivayette Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ) şöyle der: "Hayız halim Arefe gününe kadar devam etti,
o gün temizlendim. Ben de sadece umreye niyet etmiştim. Resûlullah saçımı çözüp taramamı, umreyi bırakıp, hacc
niyetiyle ihrama girmemi emretti. Emrini yerine getirdim ve haccımı eda
ettim."[286]
ـ25ـ وفي
رواية قالتْ:
]فَخَرَجْنَا
مَعَهُ حَتَّى
قَدِمْنَا
مِنَى يَوْمَ
النَّحْرِ وَطَهُرْتُ
ثُمَّ
خَرَجْتُ
مِنْ مِنَى
فَأفَضْتُ
بِالْبَيْتِ،
ثُمَّ
خَرَجْتُ
مَعَهُ في
النَّفْرِ
اŒخِرِ حَتَّى
نَزَلَ المُحَصَّبَ
فَدَعَا
عَبْدَ
الرَّحْمنِ فقَالَ
اخْرَجْ
بأُخْتِكَ
مِنَ
الحََرَمِ فلتُهِلَّ
بِعُمْرَةٍ
ثُمَّ
افْرُغَا
ثُمَّ
ائْتِيَا
ههُنَا
فإنِّى
أنْظُرُكُمَا
حَتَّى
تأتِيَها
فَخَرَجْتُ
حَتَّى إذَا
فَرَغْتُ
مِنَ
الطّوَافِ
جِئْتُهُ
بِسَحَرٍ فأذّنَ
بِالرَّحِيلِ
فارْتَحَلَ
النَّاسُ
فَمَرَّ
مُتَوَجِّهاً
إلى
المَدِينَةِ[
.
25. (1313)- Hz. Aişe bir başka rivayette
şöyle der: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la birlikte çıktık, kurban
günü Mina'ya geldik. Ben (orada) temizlendim. Sonra Mina'dan çıktım. Beytullah'a
koştum. Sonra, Resûlullah'la birlikte nefr-i âhir (teşrik günlerinin üçüncüsü,
yani bayramın 4. günü = 13 Zilhicce) günü çıktık, Musahhab'a[287]
indik. Abdurrahman (radıyallahu anh)'ı çağırdı ve: "Kızkardeşini Harem
bölgesinden çıkar (Ten'm'e kadar götür. Orada) umre için ihram giysin. Umreyi
yapınca buraya gelin, sizi dönünceye kadar burada bekliyorum!" dedi. Ben
ayrılıp (Ten'im'e gidip ihram giydim, umre yaptım) tavaftan boşalınca, seherde
yanına geldim. Yola çıkma emri verdi. Herkes göç yükleyip Medine'ye
müteveccihen hareket etti."[288]
ـ26ـ وفي
رواية:
]فَمَرَّ
بِالْبَيْتِ
وَطَافَ بِهِ
قَبْلَ صََةِ
الصُّبْحِ
ثُمَّ خَرَجَ إلى
المدِينَةِ[ .
26. (1314)- Bir başka rivayette şöyle
denmiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Beytullah'a uğrayıp sabah
namazından önce tavaf etti, sonra Medine'ye hareket etti."[289]
ـ27ـ وفي أخرى:
]خَرَجْنَا
مَعَ رسولِ
اللّه # فمِنَّا
مَنْ أهَلَّ
بِعُمْرَة
وَمِنَّا مَنْ
أهَلَّ
بِحَجٍّ
وَعُمْرَةٍ،
وِمنَّا مَنْ
أهَلَّ
بِحَجٍّ؛
وَأهَلَّ #
بِالحَجِّ.
فَأمَّا مَنْ
أهَلَّ
بِعُمْرَةٍ
فَحَلَّ.
وَأمَّا مَنْ
أهَلَّ
بِحَجٍّ أوْ
جَمَعَ الحَجَّ
وَالْعُمْرَةَ
فَلَمْ
يُحِلُّوا حَتَّى
كَانَ يَوْمُ
النَّحْرِ[ .
27. (1315)- Bir başka rivayette şöyle
denmiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte yola çıktık.
Bazılarımız umre niyetiyle ihrama girdi, bazılarımız hem hacc hem de umre
niyetiyle ihrama girdi, bazılarımız da sadece hacc niyetiyle ihrama girdi.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da sadece hacc için ihrama girmişti. Umre
için ihrama girenler, (umreyi yapınca) ihramdan çıktılar. Hacc için ihrama
girenler veya hacc ve umre için ihrama girenler, yevm-i nahr'e (kurbanın
birinci gününe) kadar ihramdan çıkmadılar." [Buharî, Umre 6, 8, 9, Hayz 1,
7, Hacc 3, 33, 81, Edâhî 3, 10; Müslim, Hacc 111-135, (1211-1212); Muvatta,
Hacc 223-224, (1,410-412); Ebu Dâvud, Menâsik 23, (1778-1783); Nesâî, Hacc 77,
(5, 177-178), Tirmizî, Hacc 91, (934).][290]
ـ28ـ وعند أبى
داود: ]قال #: يَا
عَبْدَ
الرَّحْمنِ
أرْدِفْ
أُخْتُكَ
فَأعْمِرْهَا
مِنَ التَّنْعِيمِ
فإذَا
هَبَطْتَ
بِهَا مِنَ
ا‘كَمَةِ
فلتُحْرِمْ
فإنَّهَا
عُمْرَةٌ
مَتَقَبَّلَةٌ[.
28. (1316)- Ebu Dâvud'un bir rivayetinde
şöyle denir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: "Ey
Abdurrahman! Kızkardeşini devenin arkasına al, Ten'îm'den itibaren umre yaptır.
Tepelikten inip oraya vardın mı ihrama girsin. Zîra yapacağı, kabul görecek bir
umredir." [Ebu Dâvud, Menâsik 81, (1995).][291]
ـ29ـ وعن أبى
موسى رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قَدِمْتُ
عَلى رسولِ
اللّه #
وَهُوَ
مُنِيخٌ بِالبَطْحَاءِ
فقالَ: بِمَ
أهْلَلْتَ؟
فقُلْتُ:
بِإهَْلِ
رسولِ اللّه #
قال: هَلْ سُقْتَ
الْهَدْىَ؟
قُلْت َ. قال:
فطُفْ
بِالْبَيْتِ
وَبِالصَّفَا
والمَرْوَةِ
ثُمَّ أحِلَّ.
ففَعَلْتُ:
ثُمَّ
أتَيْتُ
امْرَأةً مِنْ
أهْلِِى
فَمَشَطَتْنِى
وَغَسَلَتْ
رَأسِى
فَكُنتُ
أُفْتِى
بذِلكَ
النَّاسَ في
إمَارَةِ
أبِى بَكْرٍ
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ؛ فلمَّا
مَاتَ
وَكَانَ
عُمَرُ
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ فإنِّى
لَقَائمٌ
بِالمَوْسِمٍ
إذْ جَاءَنِى رَجُلٌ
فقَالَ
اتَّثِدْ في
فُتْيَاكَ،
إنَّكَ َ
تَدْرِى مَا
يُحْدِثُ
أمِيرُ
المُؤمِنينَ
في شأنِ
النُّسُكِ.
فقُلتُ: يَا
أيُّهَا النَّاسُ:
مَنْ كُنَّا
أفْتَيْنَاهُ
بشئٍ فَلْيَتَّئِدْ
فهذَا أمِيرُ
المُؤمِنينَ
قَادِمَ عَلَيْكُمْ
فَبِهِ
فَائْتَمُّوا.
فَلمَّا قَدِمَ
قُلْتُ لَهُ:
يَا أمِيرَ
المُؤمِنينَ
مَا هذَا
الَّذِى
بَلَغَنِى؟
أحْدَثْتَ في
شَأن
النُّسُكِ؛
فقَالَ أنْ
نَأخُذَ
بِكتَابِ
اللّهِ
تَعالى فإنَّ
اللّهَ
تَعالى يَقُولُ:
وَأتِمُّوا
الحَجَّ
وَالْعُمْرَةَ
للّهِ وَأنْ
نَأخُذَ
بِسُنَّةِ
رسولِ اللّهِ
# فَقَدْ
قَالَ: خُذُوا
عَنِّى
مَنَاسِكَكُمْ؛
فإن النَّبىَّ
# لَمْ يَحل
حَتَّى
نَحَرَ
الهَدْىَ[.
أخرجه
الشيخان
والنسائى .
29. (1317)- Ebu Mûsâ (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Bathâ'da mola vermişken
yanına uğradım. Bana:
"Neye
niyetle ihrama girdin?" diye sordu: Ben:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın niyeti ile
niyetlendim" dedim. Bana:
"Kurbanlığın
var mı?" diye sordu. Ben:
"Hayır!"
dedim:
"Öyleyse,
dedi Beytullah'ı, Safâ ve Merve'yi tavaf et ve ihramdan çık!"
Resûlullah'ın
bu söylediklerini yaptım. Ailemden bir kadına uğradım. Saçlarımı tarayıp,
başımı yıkayıverdi.
Ben
Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh)'in halifeliği sırasında, halka bu şekilde fetva
veriyordum. O öldü, yerine Hz. Ömer (radıyallahu anh) halife olu. Onun
zamanında, bir hacc mevsimiydi. Ben (hacc için hazırlığa) kalkmış olduğum
sırada bir adam gelip:
"Fetvalarında
teennili ol. Emîrü'lmü'minînin hacc mevzuunda neler ihdas edeceğini bilemezsin!"
dedi. Ben de:
"Ey
insanlar, ben, kime haccla ilgili bir fetvâ vermiş idiysem, teennili olsun.
İşte mü'minlerin emîri size geliyor. Onu imam edinin, ona uyun!" dedim. Hz.
Ömer (radıyallahu anh) gelince kendisine:
"Ey
mü'minlerin emîri, kulağıma gelen nedir? Hacc menâsikiyle alâkalı yeni şeyler
mi ihdâs ettiniz?" diye sordum. Bana:
"Eğer
Allah'ın kitabıyla amel edeceksek, bak Allah'ın
kitabı ne diyor: "Haccı da, umreyi de Allah için tam yapın..."
(Bakara 196) emrediyor. Eğer Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünneti ile
amel edeceksek. O: "Menâsikinizi benden alın" diyor ve kurbanlığı,
yerine (Mina'ya) ulaşıncaya kadar ihramdan çıkmıyor." [Buharî, Umre 11,
Hacc 32, 34 125, Megâzî 60, 77; Müslim, Hacc 154, (1221); Nesâî, Hacc 50, (5,
153).][292]
AÇIKLAMA:
1-
Rivayetten, Ebu Mûsa hazretlerinin (radıyallahu anh) hacc-ı temettuya fetva
verdiği anlaşılmaktadır. Çünkü Resûlullah ona ve onun gibi kurbanlığı
olmayanlara "ihramdan çıkın" diye emrederek temettuda bulunmalarını
yani ihram yasaklarından istifade etmelerini sağlamıştır. Onun Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'den gördüğü budur.
Öte
yandan Hz. Ömer, âyet-i kerimeyi ve Resûlullah'ın şahsî tatbikatını esas alarak
hacc-ı ifrad'ı emretmiş ve haccın umreye tebdilini uygun bulmamıştır. Aslında,
Resûlullah da, beraberinde kurbanlığı olduğu için kendisi şahsen öyle yapmış ve
diğer kurbanlığı bulunan Hz. Ali ve Hz. Talha (radıyallahu anhümâ) gibi birkaç kişiye de öyle
yapmalarını emretmiş ve böylece hacılardan bir kısmı haccın sonuna kadar
ihramlarını terketmeyerek hacc-ı ifrad yapmışlardır.
2-
Hz. Ömer'in, âyette geçen "tamam"dan muradı şöyle açıkladığı rivayet
edilmiştir: "Hacc ve umreyi ayrı ayrı yapmak ve umreyi hacc aylarından
başka zamana bırakmaktır." Bazı âlimler, Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in,
umre ile hacc arasındaki temettuya kesin bir yasak koymadığını, bunu batıl ve
haram ilân etmediğini söylemiştir. Nitekim bunu, müteakip rivayet açık bir
şekilde göstermektedir. Onun mezkur davranışı, hacc-ı ifradın efdal olduğu
hususundaki kanaat ve inancını gösterir. Öyle ise, öbürünü yasaklaması, nazarında efdal olana teşvik içindir.
Nevevî'nin yorumu böyle.
3-
Gerek Hz.Ali ve gerekse Ebû Mûsa, her ikisi de: "Resûlullah'ın niyeti neye
ise ona niyet ettim" demiş olmalarına rağmen, Ebu Mûsâ'ya ihramdan çıkmayı
emretmiş, Hz. Ali'ye emretmemiştir. Bunun sebebi Hz. Ali'nin de kurbanlığı
olmasıdır. Nitekim 1301 numaralı hadis Hz.Ali'nin Yemen'den gelerek sonradan
katıldığını ve beraberinde bir de kurbanlığının olduğunu belirtir.
4-
Bazı âlimler, bu hadisten muallak ihramın câiz olduğu hükmünü çıkarmışlardır.
Muallak ihram, niyyeti, bir başkasının niyetine tâlik etmek, bağlamak demektir:
Yani: "Falan kimse neye niyet etti ise ben de ona niyet ediyorum: Hacca
niyet ettiyse benim niyetim de haccadır, umreye niyet etmiş ise
umreyedir." Hemen kaydedelim ki, Hanefîlere göre böyle bir niyet câiz
olmaz, kişi haccda sahih şekilde niyetini ortaya koymalıdır.
5-
Ahmed İbnu Hanbel ile Ebu Hanîfe hazretleri, "Umre yapan bir kimse kurban
götürmüşse, bayram günü kurbanını kesmedikçe ihramdan çıkamaz" diye
hükmederler. Delilleri, sadedinde olduğumuz hadistir.
6-
İmam Mâlik ve Şafiî (rahimehumallah)'ye göre, umreye niyet eden bir kimse tavaf
ile sa'yini yaptı mı kurbanlığı olsun
olmasın ihramdan çıkabilir.
7-
Bu meselede esas olan şudur: Haccda temettu hiçbir kerâhet olmaksızın câizdir.
Bu hususta icma-ı ümmet vâki olmuştur.[293]
ـ30ـ وفي أخرى
لمسلم
والنسائى:
]أنَّ أبَا
مُوسى كانَ
يُفْتِى
بالمُتْعَةِ.
فقَالَ لَهُ
عُمَرُ: قَدْ
عَلِمْتُ
أنَّ
النَّبىَّ #
قَدْ فَعَلَهُ
وأصْحَابَهُ،
وَلكِنْ
كَرِهْتُ
أنْ يَظِلّوا
مُعَرِّسِينَ
بِهِنَّ في
ا‘رَاكِ ثُمَّ
يَرُوحُونَ
في الحَجِّ تَقْطُرُ
رُؤوُسُهُمْ[.قوله:
»فَلْيَتَّئِدْ«
أمر
بالتَّؤَدة،
وهى التأنى في
ا‘مر والتثبت .
30. (1318)- Müslim ve Nesâî'de gelen bir
diğer rivayette şöyle denir: "Ebû
Mûsa hacc-ı temettuya fetva veriyordu. Hz. Ömer (radıyallahu anh) ona:
"Biliyorum ki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve ashabı bunu yaptılar.
Ancak ben, halkın Erâk[294]
denilen yerde kadınlarla cima ederek, sonra başlarından su damlar bir halde
hacc yapmaya gitmelerini uygun bulmadım" dedi." [Müslim, Hacc 157,
(1222); Nesâî, Hacc 50, (5,159).][295]
ـ31ـ وعن
البراء
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]كُنْتُ
مَعَ عليٍّ
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ حِينَ
أمَّرَهُ
النَّبيُّ #
عَلى
اليَمَنِ فأصَبْتُ
مَعَهُ
أوَانِىَ
فَلَمَّا
قَدِمَ عَلى
النَّبِىِّ #
وَجَدَ
فَاطِمَةَ
وَقَدْ نَضَخَتِ
الْبَيْتَ
بِنَضُوخٍ
فَغَضِبَ. فقَالَتْ:
مَالَكَ؟
إنَّ رسولَ
اللّه # قَدْ
أمَرَ
أصْحَابَهُ
فأحَلُّوا.
فأتَيْتُ
رسولَ اللّه #
فقَالَ لى:
كَيْفَ
صَنَعْتَ؟
قُلْتُ: أهْلَلْتُ
بإهَْل
النَّبىِّ #.
فقَالَ: إنِّى
سُقْتُ
الْهَدْىَ
وَقََرَنْتُ.
قَالَ: وَقالَ
لِِى انْحَرْ
مِنَ
الْبُدْنِ
سَبْعاً وَسِتِّينَ
أوْ سِتّاً
وَسِتِّينَ
وَأمْسِكْ لِنَفْسِكَ
ثَثاً
وَثََثِينَ
أوْ أرْبعاً وَثََثِينَ
وَأمْسِكْ
مِنْ كُلِّ
بَدَنَةٍ
مِنْهَا
بَضْعَةً[.
أخرجه أبو
داود والنسائى.»النَّضُوخُ«
بخاء معحمة:
ضَرْب من
الطيب .
31. (1319)- Berâ (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Ali'yi Yemen'e emir
olarak gönderdiği zaman ben onun yanında idim. Onunla beraber ben de (altın)
kaplar elde ettim. Hz. Ali (radıyallahu anh), (Yemen'den) Resûlullah'ın yanına
gelince, Hz. Fatıma'nın, (boyalı elbiseler giymiş), evi de (hâlâ kokmakta olan) bir tütsü ile
tütsülemiş olduğunu gördü. (Bu kıyafet ve bu tütsünün yasak olduğu hacc
döneminde karşılaştığı bu manzaraya Ali) kızdı. Hz. Fâtıma:
"Niye
kızıyorsun? Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ashabına (ihramdan çıkmalarını
emir buyurdu, onlar da ihramdan çıktılar" dedi. (Bunun üzerine Hz. Ali,
zevcesine: "Ben zaten Resûlullah'ın niyyeti ile ihrama girmiştim"
dedi ve) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e uğradı. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm): "Sen ne yaptın?" diye sordu. Hz. Ali:
"Resûlullah'ın
niyeti ile niyetlendim" deyince Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Ben
kurbanlık getirdim ve hacc-ı kırana niyet ettim" diye açıklamada bulundu
ve Hz. Ali (radıyallahu anh)'ye şu emri verdi:
"Altmış
yedi -veya altmış altı- deve kes. Develerden otuz üç -veya otuz dört- tanesini
kendin için ayır ve develerden her birinden bir parça da (benim için)
ayır." [Ebu Dâvud, Menâsik 24, (1797).][296]
AÇIKLAMA:
1-
Rivayet aslında Hz. Berâ (radıyallahu anh)'nın
anlatmasıyla başladığı halde, sonradan Hz. Ali (radıyallahu anh)'nin
anlatması şeklinde devam eder. Muhakkak ki, Hz. Berâ hâdiseyi Hz. Ali'den
naklen vermekte. Biz tercümede üslûbu, Berâ'nın anlatması şeklinde devam
ettirdik. Ayrıca, hadisin Ebu Dâvud'daki aslında mevcut olan bazı ziyadeleri
parantez içerisine alarak, mevzuyu daha anlaşılır bir hale koyduk.
2-
Müslim'in bir rivayetinde, Yemen'den dönen Hz. Ali'nin, zevcesini ihramdan çıkarak
boyalı elbiseler giyip sürme çekmiş bulduğu için, bu durumunu hoş karşılamayarak kızdığı belirtilir.
3-
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in, Ali efendimize (radıyallahu anh) 66
adet kurbanın kesimiyle ilgili emri şöyle açıklanmıştır: "Sanki bu emirden
murad şudur: "Benim yerime sen benim için 66 deve kes, bundan sonrasını da
kendin adına kes!" Böylece her bir
devenin Hz. Ali'nin eliyle kesilmiş olduğu anlaşılır. Ancak, -1320 numaralı
müteakip hadiste görüleceği üzere- bazı rivayetler, kendi kurbanlarının çoğunu,
Resûlullah'ın bizzat elleriyle kestiğini ifade etmektedir. Mamafih,
Resûlullah'ın mezkur emrini: "Ey Ali, kesmen için hazırlık yap, kesim
yerine bu kadar deveyi götür, orada ben keseceğim. Sen de kendi develerini ellerinle
kesersin!" şeklinde anlamak da mümkündür. Müslim'in bir rivayeti şöyle:
فَنَحَرَ
ثََثًا
وَسِتِّينَ
بِيدِهِ
ثُمَّ
اَعْطَى
عَلِيًّا
فَنَحَرَ مَا
غَيْرَهُ
"Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), kendi elleriyle 63 adedini kesti. Sonra (bıçağı) Ali'ye verdi,
böylece gerisini de o kesti."
4-
Yemen'den Hz. Ali (radıyallahu anh)'nin getirdiği develerle Hz. Peygamber'in
Medine'den getirdiği develerin toplamı yüz
adetti.
5-
Müslim'in bir rivayetinde Hz. Peygamber'in bir kurban etinden bir kapta
pişirttği, Hz. Ali ile birlikte yediği
ve suyundan da içtiği belirtilir.
6-
Bu rivayet, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın haccına, "hacc-ı
kırandı" diyenlere delildir. Zîra neye niyet etmiş bulunduğunu "Ben
kurbanlık getirdim, hacc-ı kırana niyet ettim" diyerek açık bir şekilde
belirtmiştir.[297]
ـ32ـ وعن أنس
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]بَاتَ رسولُ
اللّه # بِذِى
الحُلَيْفَةِ
حَتَّى أصْبَحَ
ثُمَّ رَكِبَ
حَتَّى إذَا
اسْتَوَتْ
بِهِ
رَاحِلَتُهُ
علَى
الْبَيْدَاءِ
حَمِدَاللّه
وَسَبَّحَ
وَكَبَّرَ
وَهَلَّلَ ثُمَّ
أهَلَّ
بِحَجٍّ
وَعُمْرَةٍ
وَأهَلَّ
النَّاسُ
بِهِمَا
فَلَمَّا
قَدِمَ أمَرَ النَّاسَ
فَحَلّوا
حَتَّى إذَا
كانَ يَوْمُ
التَرْوِيَةِ
أَهَلُّوا
بِالحَجِّ.
فَلَمَّا
قَضَى رسولُ
اللّه #
الحَجَّ
نَحَرَ سَبْعَ
بَدَنَاتٍ
بِيَدِهِ
قِيَاماً[ .
32. (1320)- Hz. Enes (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Zülhuleyfe'de geceledi.
Sabah olunca (devesine) bindi. Devesi onu Beydâ'da havaya kaldırınca, Allah'a
hamdetti, tesbih etti, tekbir getirdi, tahlil getirdi. Sonra hacc ve umre için
(niyet edip) telbiye getirdi. Halk da
her ikisi için (niyet edip) telbiye getirdi. (Mekke'ye) gelince
halka emretti, onlar da ihramdan
çıktılar. Bu hal terviye gününe (Zilhicce'nin 8'i) kadar devam etti. Terviye günü hacc için
ihrama girip telbiye getirdiler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) haccı îfa
edince kendi eliyle ayakta olduğu halde, yedi deve kesti." [Ebu Dâvud,
Menâsik 24, (1796); Nesâî, Hacc 143, (5, 225).][298]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivayet, ihram telbiyesini, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in devesine tam olarak bindikten
sonra -yani daha ayağının birini atmış iken veya biner binmez değil, devesi
kalktıktan sonra- getirdiğini ifade eder.
2-
Deveye, hayvan yatarken binildiği için, deve onu yükseltince, denmiştir. Yani
deveye binildikten sonra deve ayağa kalkar. İşte bu kalkışla, binen kişiyi
yükselterek tam binmiş vaziyetine geçirir.
3-
Bu rivâyet, ihrama girmenin fiilî ilân ve işareti olan telbiyeden önce tahmid,
tesbih, tekbir ve tehlil getirmenin sünnet olduğunu ifade eder. Tahmid
elhamdülillah, tesbih sübhânallah, tekbir Allahü ekber, tehlil de lâilahe
illallah demektir.
4-
Rivâyet, önce baştaki büyüğün telbiye
getirmesinin, sonra da etrafındaki cemaatin telbiye getirmesinin sünnet
olduğunu göstermektedir.
5-
Hadis, deveyi ayakta kesmenin müstehab olduğunu ifâde eder.
NOT:
Hadisle ilgili diğer bazı teferruatın izahını 1263 numaralı hadiste yaptık,
oraya bakılsın.[299]
ـ33ـ وفي
رواية عن بل
بن الحارث:
]قُلْتُ
يَارَسُولَ
اللّهِ:
فَسْخُ
الحَجِّ
لَنَا
خَاصَّة أوْ
لِمَنْ
بَعْدَنَا؟
قالَ: بَلْ
لَكُمْ خَاصَّةً[.
أخرجه أبو
داود.وأخرج
منه النسائى:
فسْخُ
الحَجِّ
فقَطْ؛
وَفَسْخُ
الحَجِّ: هُوَ
أن يكون قد
نوى الحج ثم
يجعله عمرة
ويحل ثم يعود
ويُحرِمْ به .
33. (1321)- Bilal İbnu'l-Hâris
(radıyallahu anh)'in yaptığı bir rivayette şu ibare mevcuttur: "Ey
Allah'ın Resûlu, hacc (için yapılan niyet)'ı umreye çevirmek sadece bize mi
hastır, yoksa bizden sonrakiler için de câiz olacak mıdır?" diye sordum.
Bana şu cevabı verdi:"
Bu
sadece size hastır. (Sizden sonraki Müslümanlara câiz değildir)." [Ebu
Dâvud, Menâsik 25, (1808); Nesâî, Hacc 77, (5, 179).]
Nesâî,
Bilâl İbnu'l-Hâris'ten sadece (sadedinde olduğumuz) feshu'lhacc hadisini tahric
etmiştir. Feshu'lhacc: Kişinin önce hacca niyet etmesi, fakat sonradan bunu umreye çevirmesi, umre yapınca ihramdan
çıkması, tekrar hacc için ihrama
girmesidir.[300]
AÇIKLAMA:
1-
Bu hadisin hükmü hususunda âlimler farklı yorumlara gitmişlerdir. Hattâbî'nin
açıklamasına göre bazı âlimler: "Cahiliye devrinde, hacc aylarında
umre uygun görülmediği için, onların bu
düşüncelerini kırmak maksadıyla Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hacc
için yaptıkları niyeti feshederek umreye çevirmelerini emretmiştir. Maksadı
eski düşünceyi kaldırıp, İslâm'ın emrine bağlanmalarını sağlamaktı. Bu maksat
hâsıl olduktan sonra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yeni bir emirle, hacc
için ihrama girenlerin bunu feshedemeyeceğini bildirdi" demişlerdir.
2-
Ulemâ, haccı fâsid olan (bozulan) bir kimsenin haccın geri kalan menâsikini
tamamlamaya devam etmesi gereğinde ittifak etmiştir, (1271 nuaralı hadise
bakın.)
3-
Âlimler, iki hacca (hacc ve umreye) beraberce niyet eden kimseler hakkında
ihtilâf ederler.
İmam
Şâfiî, Ahmed İbnu Hanbel, İshak İbnu Râhuye: "Böyle birisine bir hacc
gerekir, çünkü, hacc ve umre her ikisi için niyet zaten gereksiz bir iştir,
şayet yaptı ise bilicma sahih değildir" derler.
Ebu
Hanîfe ve ashabı (yani ehl-i rey): "Biri gelecek seneye bırakılır, öbürü
tamamlanır, ceza olarak bir dem (davar kurban etmek) gerekir" der.
Süfyan-ı Sevrî: "Böyle birine hem hacc hem umreyi aynı yılda yapması vacib
olur. Ceza olarak dem gerekir, gelecek yıl haccı yeniler" der. İmam Mâlik:
"Hacc-ı kıran yapmış olur. Ceza olarak dem gerekir" der. Şâfiî'ye
göre: "Ne dem, ne umre, ne de gelecek yıl kaza, hiçbir şey gerekmez."
4-
Ulemâ temettu ruhsatının kıyamete kadar baki kalacağında ihtilâf etmez. Cumhûr,
hacc için yapılan niyetin umreye çevrilme ruhsatının Ashab'a has bir ruhsat olduğunda ittifak eder.Fesh ruhsatının da kıyamete
kadar bâki olduğunu söyleyenler de olmuştur. Onlar: "Bu hadisle amel
edilemez, kendisinden sahih olanlara muârızdır" derler.[301]
ـ34ـ وعن ابن
عباس رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]أهَلَّ رسولُ
اللّه #
بِعُمْرَةٍ
وَأهَلَّ
أصْحَابُهُ
بِحَجٍّ[.
أخرجه أبو
داود.
34. (1322)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) demiştir ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) umre için,
ashabı da hacc için ihrama girdi." [Ebu Dâvud, Menâsik 24, (1804);
Müslim,Hacc 196, (1239); Nesâî, Hacc 77, (5, 178).][302]
ـ35ـ وعن
عكرمة بن خالد
المخزومى قال:
]سَأَلْتُ
ابنَ عُمرَ
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما
عَنِ الْعُمْرَةِ
قَبْلَ
الحَجِّ.
فقَالَ: َ
بَأسَ
اعْتَمَرَ
النَّبىُّ #
قَبْلَ
الحَجِّّ[.
أخرجه
البخارى .
35. (1323)- İkrime İbnu Halid el-Mahzûmî
diyor ki: "İbnu Ömer (radıyallahu anh)'e haccdan önce yapılan umre
hakkında (caiz mi, değil mi diye) sordum. Bana:
"Yapmakta
bir beis yok. Bizzat Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) haccdan önce umre
yapmıştı" cevabını verdi." [Buharî, Umre 2.][303]
ـ36ـ وله في
أخرى عن ابن
عباس رََضِىَ
اللّهُ عَنْهُما
]أنَّ
النَّبىَّ #
بَعَثَ أبَا
بكْرٍ عَلى
الحَجِّ
يُخْبِرُ
النَّاسَ
بِمَنَاسِكِهِمْ
وَيُبَلِّغُهُمْ
عَنْ رسولِ
اللّه #
حَتَّى
أتَوْا
عَرَفَةَ
مِنْ قِبَلِ
ذِى
المَجَازِ
فَلَمْ
يَقْرَبِ
الْكَعْبَةَ
وَلكِنْ
شَمَّرَ إلى
ذِى المَجَازِ،
وذلِكَ
أنَّهُمْ
لَمْ
يَكُونُوا اسْتَمْتَعُوا
بِالْعُمْرَةِ
إلى الحَجِّ[ .
36. (1324)- Yine Buharî'nin, İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ)'tan kaydettiği bir rivayette şöyle denir:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), insanlara
(haccın İslâm'a uygun olan) âdâbını öğretmesi ve Resûlullah adına tebligatta
bulunması için Hz. Ebu Bekir'i hacc emîri olarak gönderdi. Hac kafilesi
Arafat'a Zülmecaz cihetinden vasıl olunca Kâbe'ye yaklaşmadı, fakat Zülmecaz'a
doğru yöneldi. Böyle yapışı, hacca umre ile niyet etmemiş olmasından ileri
geliyordu."[304]
AÇIKLAMA:
Buharî'de
bu metne uygun bir rivayete rastlanmamıştır.[305]
ـ37ـ وعن ابن
المسيب ]أنَّ
رَجًُ مِنْ
أصْحَابِ
رسولِ اللّه #
أتَى عُمَرَ
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ
فَشَهِدَ
عِنْدَهُ
أنَّهُ
سَمِعَ
النَّبِىّ #
يَنْهى في مَرَضهِ
الَّذِى
قُبِضَ فِيهِ
عَنِ
الْعُمْرَةِ
قَبْلَ
الحَجِّ[.
أخرجه أبو
داود .
37. (1325)- İbnu'l-Müseyyeb anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ashabından bir adam, Hz. Ömer
(radıyallahu anh)'e gelerek, huzurunda, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
ölmüş bulunduğu hastalığı sırasında,
haccdan önce yapılan umreyi yasaklarken Resûlullah'ı işittiğine dair
şehâdette bulundu." [Ebu Dâvud, Menâsik 23, (1793.).][306]
AÇIKLAMA:
Hattâbî,
bu hadisin senedinde zaaf olduğunu belirttikten sonra şu açıklamayı yapar:
"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) haccından önce iki sefer umre
yapmıştır. Kaide şudur: Sâbit ve malum bir iş zannî bir emirle terkedilmez.
Hacc yapmazdan önce umre yapmanın câiz olduğu ulemânın icmasıyla sabittir.
Hatta bu konuda herhangi bir ihtilaf rivayet edilmemiştir. Nehyin ihtiyarî ve
istihbâbî olması muhtemeldir. Resûlullah, haccın öncelikle yapılmasını emretmiş
olabilir, çünkü umreden çok daha ehemmiyetlidir.
Vakti de belli bir zamanla mukayyeddir. Umrenin belli bir zamanı yok, senenin
bütün günlerinde yapılabilir. Ayet-i kerime'de de nitekim Cenab-ı Hakk, haccı,
umreden önce zikreder: وَاَتِمُّو
الحج والعمرة
للّه
"Haccı ve umreyi Allah için
tamamlayın..." (Bakara 196.) [307]
Bu
babta üç fasıl var:
BİRİNCİ
FASIL
TAVAF
VE SA'YİN MAHİYETİ
*
İKİNCİ
FASIL
TAVAF
VE SA'YİN AHKÂMI
*
BİRİNCİ
FER'
ZİYARET
TAVAFI
*
İKİNCİ
FER'
VEDA
TAVAFI
*
ÜÇÜNCÜ
FER'
ERKEKLERİN
KADINLARLA BERABER TAVAFI
*
DÖRDÜNCÜ
FER'
HACERU'L-ESVED'İN
GERİSİNİ TAVAF
*
BEŞİNCİ
FER'
SAFÂ
İLE MERVE ARASINDAKİ SA'Y
*
ALTINCI
FER'
TAVAF
VE SA'YDE DUA
*
ÜÇÜNCÜ
FASIL
BEYTULLAH'A
GİRME HAKKINDA
ـ1ـ عن ابن
عباس رََضِىَ
اللّهُ عَنْهُما
قال: قَدِمَ
النَّبىُّ ا#
وَأصْحَابُهُ
مَكَّةَ
وَقَدْ
وَهَنَتْهُمْ
حُمَّى يَثْرِبَ.
فقَالَ
المُشْرِكُونَ
إنَّهُ يَقدُمُ
عَلَيْكُمْ
غَداً قَوْمٌ
قَدْ وَهَنَتْهُمْ
الحُمَّى
وَلَقُوا
مِنْهَا
شِدَّةَ ً
فَجَلَسُوا
مِمَّا يَلى
الحِجْرَ،
وَأمَرَهُم
النَّبىُّ #
أنْ
يَرْمُلُوا
ثََثَةَ
أشْوَاطٍ
وَيَمْشُوا
بَيْنَ
الرُّكْنَيْنِ
لِيُرِىَ المُشْرِكِينَ
جَلَدَهُمْ.
فقَالَ
المُشْرِكُونَ:
هؤَُءِ
الَّذِىنَ
زَعَمْتُمْ
أنَّ الحُمَّى
قَدْ
وَهَنَتْهُمْ
هؤَُءِ
أجْلَدُ مِنَ
كَذَا وَكذَا.
قَالَ ابنُ
عبَّاسٍ: وَلَمْ
يَمْنَعْهُ
أنْ
يَأمُرَهُمْ
أنْ
يَرْمُلُوا
ا‘شْوَاطَ
كُلَّهَا إَّ
بَقَاءَ
عَلَيْهِمْ[.
أخرجه الخمسة.زاد
البخارى في
رواية: لَما
قَدِمَ رسولُ
اللّه #
لِعَامِهِ
الَّذِى
اسْتَأمَنَ
فِيهِ قَالَ:
أرْملُوا
لِيُرِى
المُشْرِكينَ
قُوَّتهُمْ
وَالمُشْرِكِينَ
مِنْ قِبَلِ قُعَيْقِعَانَ
1. (1326)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve ashabı
(radıyallahu anhüm) Mekke'ye, Yesrib hummasından bitkin düşmüş bir halde
geldiler. Müşrikler (şehirde menfi bir dedikodu yaparak): "Yarın buraya humma
hastalığından dermanı kesilmiş ve ondan çok ızdırab çekmiş bir kavim
gelecek" dediler ve (Müslümanlar'ın
seyrine bakmak için) Hicr'in arkasına oturdular. (Onların hainliğinden vahyen
haberdar olan) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), celâdetlerini müşriklere
göstermeleri için, Müslümanlar'a tavafın ilk üç şavtında remel yapmalarını, iki
köşe arasında da adi yürüyüşle yürümelerini emretti.
Bu
hali gören müşrikler: "Bunlar mı hummanın bitkin düşürdüğünü zannettiğiniz
insanlar, bunlar falan ve falandan daha sağlammış!" dediler.
İbnu
Abbâs (radıyallahu anh) der ki:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı ashabına (radıyallahu anhüm)
bütün şavtlarda remel yapmalarını emretmekten alıkoyan şey onlara duyduğu
merhametti." [Buharî, Hacc 55, Megâzî 43; Müslim, Hacc 240, (1266);
Tirmizî, Hacc 39, (863); Ebu Dâvud, Menâsik 51, (1886, 1889); Nesâî,Hacc 155,
(5, 230).]
Buharî,
bu rivayette şu ziyadeyi kaydeder: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
sulh antlaşması yaptığı sene (umre için)
gelince müşriklere kuvvetlerini
göstermeleri için "hızlı yürüyün!" diye emretti. Müşrikler bu
sırada Kuaykıân dağı tarafına oturmuş
(seyrediyor)lardı."[308]
AÇIKLAMA:
1-
Yesrib Humması: Humma, ateşli hastalık
demektir. Umumiyetle sıtma kastedilir. Medine, sulak ve rutubetli olması sebebiyle
sıtma hastalığı, orada eskiden beri sıkca görülürdü. Sıtmasıyla tanınmış idi.
2-
Şavt: Lügat olarak hedef ve hedefe yapılan bir
kerecik koşuya denir. Hacc ıstılahı olarak iki ayrı yerde kullanılır:
1)
Tavafta: Hacer-i Esved'den başlayıp
tekrar aynı yere gelinceye kadar Beytullah'ın
etrafında yapılan bir devire denir. Böylece yapılan yedi şavta bir tavaf
denir.
2)
Sa'yde: Safâ'dan Merve'ye gidiş ve Merve'den Safâ'ya dönüşten her birine şavt
denir. Bu şekilde Safâ'dan Merve'ye dört gidiş ve Merve'den Safâ'ya üç dönüşle
yapılan toplam yedi şavtlık yürüyüşe
Sa'y denir.
3-
Tavaf: Lügat olarak bir şeyin etrafında dönmek mânasına gelir. Ancak ıstılah
olarak Kâbe'nin etrafında usulüne uygun olarak yedi kere dolaşmaktır. Bir tavaf
yedi şavttan ibarettir. Tavaf esas itibâriyle Beytullah'ın etrafında icra
edilen ziyaret için kullanılır ise de, rivayetlerde bazan, Safa ile Merve
arasındaki sa'y içinde kullanılmaktadır.
4-
Hicr: Kâbe'nin kuzeybatı duvarının karşısında, zeminden bir metre kadar yüksek, 1,5 metre kalınlığında
yarım daire şeklinde bir duvar vardır. Bu duvara Hatim denir. Bu duvarla
Beytullah arasındaki boşluğa Hicr denir. Hicr-i İsmâil,
Hicr-i
Kâbe veya Hatîra da denmektedir. Burası aslında Hz. İbrahim'in inşa etmiş
olduğu Kâbe'nin içerisine dahil idi.
Resûlullah'a peygamberlik gelmezden önce yapılan bir tamir sırasında, inşaat
malzemesi yetmediği için bu kısım dışarıda bırakılmıştır.
5-
Kuaykıân: Mekke'de bir dağın adıdır. Kâbe'nin
Hicr kısmına bakmaktadır. Yani Hicr'in Rükn-i Irakî ile Rükn-i Şâmî
arasında yer aldığı düşünülürse, bu dağdan Kâbe'ye yönelince, Kâbe'nin bu
kısmına hakim bir tepe olduğu anlaşılır. Kuaykıân ismini taşıyan başka yerler
de mevcut ise de, bu mevzumuzun dışında kalır.
6-
Yesrib: Medine-i Münevvere'nin cahiliye dönemindeki adıdır. Hicretten sonra
şehir "Medinetü'r-Resûl" yani Medine olarak kısaltılarak devam
etmiştir.
7-
Remel: Hızlı yürümek demektir. Esas itibariyle, yürüyen kimsenin, yürüme
sırasında omuzlarını çalımla oynatmasıdır. Hacc ıstılahı olarak, tavafın ilk üç
şavtında erkeklerin, kısa adımlarla hızlıca ve omuzları silkerek çalımlı ve
sür'atli bir şekilde yürümeleridir. Arkadan sa'y yapılacak tavaflarda remel
yapmak sünnettir. Sa'y yapılmayacak tavaflarda remel gerekmez. Kadınlar remel
yapmaz.
Hadis,
bu sünnetin nasıl ortaya çıktığını anlatmaktadır. Umretü'lkazada cereyan eder.
Bir rivayette müşriklerin, Müslümanlar hakkında "Onları Yesrib'in sıtması
dermandan kesmiştir, hallerini yarın görelim" diye yaptıkları dedikoduyu Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) vahiy yoluyla öğrenmiştir. Başka çeşit rivayetler de
var.
Resûlullah,
düşmanın şamatasına meydan vermemek için, ashabına remel yapmalarını, yani
tavaf sırasında canlı ve hızlı yürümelerini tembih eder. Ashab da Kâbe'nin Hicr
tarafında durup kendilerini seyreden
müşriklerin önünden geçerken hızlıca ve omuzları sallayarak yürürler. Kâbe'nin
öbür tarafında, yâni müşriklerin göremedikleri arka kısımda ise yine normal
yürürler. Nitekim rivayette geçen "...İki köşe arasında da adi yürüyüşle
yürümelerini emretti" tâbiri bunu ifade eder. Yani, Resûlullah iki üç
şavtta remel emrederken, şavtların
tamamını remel yaparak yürümeyi emretmiş olmuyor. Her şavtta sadece müşriklerin
görebildikleri kısımlarda hızla yürüyecekler, arka kısımda normal, âdi yürüyüşle yürüyecekler. Âlimler,
bu şekilde yürüyüşün müşriklere kuvvetli görünmeyi hedeflediğini, sonradan
bunun neshedildiğini söylemiştir.
Ancak,
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hicretin onuncu yılında, Veda haccı
sırasında, Hacerü'l-Esved'den başlayıp Hacerü'l-Esved'e kadar, şavtın tamamında
remel yapmıştır. Öyle ise bugün haccda yapılan remel Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın Veda haccı sırasında yapmış olduğu remelden kalma bir sünnettir ve
ilk üç şavtın tamamında yapılır.
Remelin
hükmü hususunda âlimler ihtilaf eder. İbnu Abbâs'a göre, remel yapmak, bilahare
tekrarı gereken bir sünnet değildir. O zamandaki müşriklere kuvvetli görünmek
için yapılmıştır. Binaenaleyh dileyene mübah bir ameldir. Tâbiînden Atâ, Kasım
ve Sâlim de remeli İbnu Abbâs gibi
değerlendirip "Dileyen yapar, dileyen
yapmaz, mübah bir ameldir" demişlerdir. Ancak diğer Ashab ve Tâbiin
ulemâsı, tavafın ilk üç turunda remelin sünnet olduğunda ittifak eder. Bu
sünneti terkeden, faziletten mahrum
kalır ise de tavafını zedelemez, kurban gerekmez.
Abdullah
İbnu Zübeyr, remelin, tavafın yedi şavtında da sünnet olduğunu söylemiştir.
Hasan
Basrî, Süfyan-ı Sevrî, Mâlikîlerden İbnu Mâcişûn'a göre, remeli terkeden kurban
kesmelidir. İmam Mâlik'in önceki hükmü de böyle imiş, ancak sonradan rücû
etmiştir.
Remele
sünnet diyen Cumhûr (Hz. Ömer, oğlu Abdullah, İbnu Mes' ud, dört mezhep imamı
vs.) delil olarak Hz. Peygamber'in Veda haccındaki tatbikatını gösterir: ilk üç devirde remel
yapmış, son dörtte yürümüş ve sonra: "Menâsikinizi benden
alın" لِتَأْخُذُوا
مَنَاسِكَكُمْ
عَنَّى
buyurmuştur.
9-
Ulemâ bu hadise dayanarak: "küffara karşı kuvvetli ve silahlı görünerek
onlara gözdağı vermenin caiz olduğunu, kavlen olduğu kadar fiilen de gövde
gösterisi yapmanın bazan cevazın
ötesinde, evlâ olduğunu" söylemiştir.[309]
ـ2ـ وفي أخرى:
]إنَّمَا سَعى
رسولُ اللّهِ
# بِالْبَيتِ
وَبَيْنَ
الصّفَا
وَالْمَرْوَةِ
لِيُرِىَ
المُشْرِكِينَ
قُوّتَهُ[ .
2. (1327)- Bir diğer rivayette (İbnu
Abbas) şöyle demiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Beytullah'ın
etrafında, Safâ ile Merve arasında, müşriklere
kuvvetini göstermek için sa'y etti."[310]
ـ3ـ وفي أخرى
‘بى داود ]أنَّ
رسولَ اللّهِ
اضْطَبَعَ
فاسْتَلَمَ
وَكَبّرَ
ثُمَّ رَمَلَ
ثََثَةَ
أطْوَافٍ،
فَكَانُوا
إذَا بَلَغُوا
الرُّكْنَ
اليَمَانِىّ
وَتَغَيَّبُوا
عَنْ
قُرَيْشٍ
مَشَوْا
ثُمَّ
يَطْلُعُونَ
عَلَيْهِمْ
يَرْمُلُونَ
فَتَقُولُ
قُرَيْشٌ
كَأنَّهُمُ
الغِزَْنُ.
قَالَ ابنُ
عَبّاسٍ
فَكَانَتْ
سُنَّةً[.ومعنى
»وَهَنَتْهُمْ«
أضْعفتهم
»وَا‘شْوَاطُ« جمع
شوط، والمراد
به المرة
الواحدة من
الطواف
بالبيت
»والرّمَلُ«
سرعة المشى
والهرولة. »وَاضْطَبَاعُ
في الطَّوافِ«
أن يُدْخِلَ
الرجل الرداء
من تحت إبطه
ا‘يمن ويجمع
طرفيه على
عاتقه ا‘يسر
ومنكبه ا‘يمن
ويغطى ا‘يسر.
سمى بذلك
“بداء الضبعين
وهما من تحت
ا“بط .
3. (1328)- Ebu Dâvud'un bir diğer
rivayetinde şöyle denir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ızdıbâ
yaptı, istilâmda bulundu, tekbir getirdi, sonra üç tavafta remel yaptı.
Müslümanlar Rükn-i Yemânî'ye varınca Kureyş'in nazarından gizleniyor,
gizlenince de normal yürüyüşe geçiyor, sonra tekrar karşılarına çıkınca bu
sefer yeniden remele geçiyorlardı. Onları böyle remel (yaparken canlı ve
kıvrak) gören Kureyş: "Bunlar
ceylanlar gibiymiş" diyorlardı.
İbnu
Abbâs: "Remel sünnettir" demiştir. [Ebu Dâvud, Menâsik 51, (1889).][311]
AÇIKLAMA:
1-
Izdıbâ: Ridanın (ihramın vücudun üst kısmını örten parçası) bir ucunu sağ
koltuk altından geçirip sol omuz üzerine atmak ve sağ omuz ve kolu ihramın
dışında bırakmaktır. Bu hadise dayanan âlimler, remel yapılan şavtlarda
ızdıbânın sünnet olduğunu söylemişlerdir. Diğer zamanlarda yapılmaz.
2-
İstilâm: -1265 numaralı hadiste açıkladığımız üzere, kısaca- Hacerü'l-Esved'i
öpmek veya selâmlamaktır.
3-
İbnu Abbâs'ın bu rivayette remele "sünnet" demesini bazı âlimler,
remel mevzuundaki önceki kanaatinden
rücû ederek cemaatin kavline geldiğine delil olarak değerlendirmiştir. 1326
numaralı hadiste açıkladığımız üzere, İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) nazarında
remel sünnet değil, mübah bir ameldir.
ـ4ـ وعن أبى
الطفيل
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قُلتُ بنِ
عَبَّاسٍ
رََضِىَ
اللّهُ عَنْهُما:
أرَأيْتَ
هذَا
الرَّمَلَ
بِالْبَيتِ ثََثَةِ
أطوافٍ،
وَمَشى
أرْبَعَةِ
أطْوَافٍ: أسنّةٌ
هُوَ؟ فإنَّ
قَوْمَكَ
يَزْعُمُونَ
أنَّهُ
سُنَّةٌ.
فقَالَ:
صَدَقُوا
وَكَذَبُوا.
فَقُلتُ: مَا
قَوْلُكَ
صَدَقُوا
وَكَذَبُوا؟
فقَالَ: إنَّ
رسولَ اللّهِ
# قَدِمَ
مَكَّةَ.
فقَالَ
المُشْرِكُونَ:
إنَّ
مُحَمّداً وَأصْحَابَهُ
َ
يَسْتَطِعُونَ
أنْ
يَطُوفُوا
بِالْبَيْتِ
مِنَ
الهُزَالِ،
وَكانُوا
يَحْسُدُونَهُ
فأمَرَهُمْ
أنْ
يَرْمُلُوا
ثََثاً
وَيَمشُوا
أرْبعاً.
فَقُلْتُ:
أخْبِرْنِى عِنَ
الطَّوَافِ
بَيْنَ
الصَّفَا
وَالمَرْوَةِ
رَاكِباً،
أسُنَّةٌ
هُوَ؟ فإنَّ
قَوْمَكَ
يَزْعُمونَ أنَّهُ
سُنَّةٌ.
قالَ:
صَدَقُوا
وَكَذَبُوا. قُلْتُ:
مَاصَدَقُوا
وَكَذَبُوا؟
قَالَ: إنَّ
رسولَ اللّه #
كَثُرَ
عَلَيْهِ
النَّاسُ يَقُولُونَ
هَذَا
مَحَمَّدٌ
هذَا
مُحَمَّدٌ،
حَتَّى
خَرَجَ
الْعَوَاتِقُ
مِنَ الْبُيُوتِ،
وَكَانَ # َ
يَضْرِبُ
النَّاسُ
بَيْنَ
يَدَيْهِ
فَلَمَّا
كَثُرُوا
رَكِبَ،
وَالمَشْىُ في
السَّعْىِ
أفْضَلُ[.
أخرجه مسلم
واللفظ له،
وأبو داود
بنحوه.وزاد:
إنَّ
قُرَيشاً
قالَتْ
زَمَنَ
الحُدَيْبِيَةِ:
دَعُوا
مُحَمّداً
وَأصْحَابَهُ
حَتَّى
يَمُوتُوا
مَوْتَ النَّغفِ.
فَلَمَّا
صَالَحُوهُ
عَلى أنْ يَجِيئُوا
مِنَ
الْعَامِ
المُقْبِلِ
قَدِمَ رسولُ
اللّه #
وَالمُشْرِكُونَ
مِنْ قِبَلِ
قُعَيْقِعَانَ.
فقَالَ #
‘صْحَابِهِ:
ارْمُلوا
بِالْبَيْتِ
ثَثاً
وَلَيْسَ
بِسُنَّةٍ
وَقَالَ في السَّعِى
بَيْنَ
الصَّفَا
وَالْمَرْوَةِ
مِثْلَ
مُسْلِمٍ.وزاد:
فطافَ عَلى
بَعِيرٍ لِيَسْمَعُوا
كََمَهُ
وَلِيَرَوْا
مَكَانَهُ
وََ تَنَالَهُ
أيْْدِيِهِمْ.
»النَّفَفُ«
دود يكون في أنوف
ا“بل والغنم .
4. (1329)- Ebu't-Tufeyl (radıyallahu
anh) anlatıyor: "İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) dedim ki:
"Kâbe'nin
etrafında (tavaf yaparken) ilk üç şavtında remel, son dört şavtında da normal
yürüme yapmak sünnet midir, değil midir? Senin kavmin buna sünnet
diyorlar?"
İbnu
Abbâs (radıyallahu anhümâ) bana şu cevabı verdi:
"Hem
doğru söylemişler, hem de kizb etmişler."
"Yani
hem doğru söylemişler, hem de kizb etmişler demekle neyi kastediyorsun?" diye açıklama istedim.
Anlattı:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Mekke'ye (umretü'lkaza için) gelmişti. Müşrikler:
"Muhammed ve ashabı zayıflıktan Kâbe'yi tavaf edemez" dediler.
Müşrikler onu kıskanıyorlardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) ashabına üç (şavtta) remel yaparak, dört şavtta da normal şekilde
yürümelerini emretti."
Ben
tekrar, İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'a:
"Bana
Safâ ile Merve arasındaki tavafı binerek yapmanın sünnet olup olmadığını haber
ver. Zîra senin kavmin bunun sünnet
olduğunu söylüyorlar!" dedim. Bana
şu cevabı verdi:
"Hem
doğru söylemişler, hem de kizb etmişler."
"Hem
doğru söylemeleleri, hem de kizb etmeleri ne demektir?" diye ben tekrar
sorunca açıkladı:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Mekke'ye umre için geldiği zaman (Mekkeli) ahali
etrafını çokca sarmış: "İşte Muhammed! İşte Muhammed!" diye sıkıntı
veriyorlardı. Hattâ, genç kızlar bile evlerden çıkmışlardı. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın huzurunda (yol açmak için) halka vurulmazdı. Halk
başına üşüşünce, bu sebeple o da hayvana bindi. Aslında sa'yi yayan yapmak (binerek yapmaktan)
efdaldir." [Müslim, Hacc 237, (1264); Ebû Dâvud, Menâsik 51, (1885).]
Ebu
Dâvud'un rivayetinde İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) -Müslim'deki rivayete ziyade olarak- şunu söyler:
"Hudeybiye müzakereleri sırasında Kureyşliler: "Muhammed'i ve
arkadaşlarını bırakın, böcekler gibi ölsünler" dediler. Müteakip sene umre
yapmak şartı üzerine sulh antlaşması yapılınca, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Mekke'ye geldi. Müşrikler de Kuaykıân tepesi yönünden geldiler.
Aleyhissalâtu vesselâm Efendimiz ashabına: "Beytullah'ı üç şavtta remel
yaparak tavaf edin" dedi. Bu (bütün
ümmete şâmil) bir sünnet
değildir.
Safâ
ile Merve arasındaki sa'y ile ilgili olarak (Ebu Dâvud'da gelen açıklama,
(yukarıda kaydedilen) Müslim rivayetindekinin aynıdır.)
Ancak
Ebu Dâvud'da şu ziyâde dahi yer alır:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), halk, sözlerini daha iyi işitsin,
yerini daha iyi görsün ve elleri ona ulaşmasın diye bir deveye bindi."[312]
AÇIKLAMA:
1-
İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ), soru üzerine birkaç noktaya tavzih getirmektedir:
*
İbnu Abbâs'a göre ilk üç şavtta remel yapmak, diğer dört şavtta normal yürüyerek tavaf, hem sünnet,
hem değil. Yani, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu yapmıştır, ama
ilânihâye yapılsın diye bir hüküm taşımaz. Bir sefere mahsus müşriklere
kuvvetli görünmek maksadıyla yapılmıştır. Sonraki yıllarda yapılması sünnet
değildir.
Sünnet
diyenler kizb etmiştir. Kizb, daha önceleri de temas edildiği üzere, Arapça'da
her seferinde dilimizdeki "yalan" mânasına gelmez, "hata"
mânasına kullanılır. Burada da öyle. İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) remel için
"sünnet" diyenleri hatâkarlıkla itham ediyor. Çünkü kendi
değerlendirmesi, bunun ilânihâye devamı gereken bir sünnet olmadığı şeklindedir.
*
Safâ ile Merve arasındaki sa'yın hayvan üzerinde yapılması sünnet mi diye
sorulunca, bunun da Hz. Peygamber'in fiiline uyduğunu, ancak Resûlullah'ın
herkes böyle yapsın diye değil, belli bir maksadla, zarureten deve üzerinde
yaptığını açıklamıştır. Binaenaleyh "Sa'yın efdali yürüyerek yapılanıdır,
binek üzerinde olanı değil" demek istemiştir. Bu meselede ulemâ İbnu Abbâs
gibi düşünmüştür. Mâzereti olmayan sa'yını yürüyerek yapmalıdır. Mâzereti
olanlar binebilirler.
*
Ebû Dâvud'daki: "Böcekler gibi ölsünler" tâbiri hakaret maksadı güder. Böcek diye tercüme ettiğimiz
nağaf kelimesi hayvanların burunlarından
düşen parazit bir kurtcuktur.[313]
ـ5ـ وعن ابن
عمر رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]رَأيْتُ
رسولَ اللّه #
إذَا
اسْتَلَمَ
الرُّكْنَ ا‘سْوَدَ
أوَّل مَا
يَطُوفُ
يَخُبُّ
ثََثَةَ أطْوَافٍ
مِنَ
السَّبْعِ[.
أخرجه الستة إ
الترمذى.وفي
رواية:
وَكَانَ
يَسْعى
بِبطنِ
المَسِيلِ
إذا طَافَ
بَيْنَ الصَّفَا
وَالْمَرْوَةِ.وفي
رواية للشيخين:
رَمَلَ مِنَ
الحَجَرِ
)اِلَى
الْحِجْرِ(
ثَثاً
وَمَشَى
أرْبعاً ثُمَّ
يُصَلِّى
رَكْعَتَيْنِ،
يَعْنِى بَعْدَ
الطّوَافِ.
ثُمَّ
يَطُوفُ
بَيْنَ
الصَّفَا
وَالْمَرْوَةِ
في الحَجِّ
وَالْعُمْرَةِ.»الخَبَبُ«
ضَرْبُ من
السير سريع .
5. (1330)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı, yedi şavttan
üçünü hızlıca yaptığı ilk tavafta,
Hacer-i Esved'e istilâm buyururken gördüm." [Buharî,Hacc 56; Müslim,Hacc
232, (1261); Muvatta, Hacc 108, (1,365); Ebu Dâvud, Menâsik 51, (1891) 52,
(1893); Nesâî,Hacc 152, (5, 229), 153, (5,230).]
Bir
rivayette şöyle demiştir: "Safâ ile Merve arasında sa'y ederken sel
çukurunda koşuyordu."
Buharî
ve Müslim'in bir rivayetinde şöyle demiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Haceru'l-Esved'den Haceru'l-Esved'e üç tur remel yaptı, dört tur da
yürüdü, sonra iki rekât namaz kıldı, yani tavaftan sonra. Sonra da, hem haccda
hem de umrede Safâ ile Merve arasında tavaf yaptı."[314]
AÇIKLAMA:
Âlimler,
İbnu Ömer'in bu müşahadesini Veda haccı ile ilgili kabul ederler. Dolayısıya,
İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)'ın umretu'lkaza ile alâkalı rivayetini
bunun neshettiğine hükmederler. İbnu
Abbâs'ın rivayetinde temel ilk üç
şavtta, her bir turun yarısında yapılmıştır. Halbuki burada,
"Hacerü'l-Esved'den Haceru'l-Esved'e" remel yapılarak ilk üç turun
tamamlandığı belirtilmektedir.[315]
ـ6ـ وعن جابر
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قَدِمَ رسولُ
اللّه #
مَكَّةَ
فَدَخَلَ
المَسْجِدَ
فَاسْتَلَمَ
الحََجَرَ
ثُمَّ مَضَى
على
يَمِينِهِ
فَرَمَلَ
ثََثاً
وَمَشى أرْبعاً
ثُمَّ أتَى
المَقَامَ.
فقَالَ:
وَاتَّخَدُوا
مِنْ مَقَامِ
إبْرَاهِيمَ
مُصَلَّى؛
وَصَلَّى
رَكْعَتَيْنِ
وَالمَقَامُ
بَيْنَهُ
وَبَيْنَ
الْبَيْتِ
ثُمَّ أتَى
الحَجَرَ بَعْدَ
الرَّكْعَتَيْنِ
فَاسْتَلَمَهُ.
ثُمَّ خَرَجَ
إلى الصَّفَا
وَالمَرْوَةِ
أظُنُّهُ
قَالَ: إنَّ
الصَّفَا
وَالْمَرْوَةَ
مِنْ
شَعَائِرِ اللّهِ[.
أخرجه مسلم
ومالك
والترمذى
والنسائى.
6. (1331)- Hz. Câbir (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Mekke'ye geldi. Doğru
Mescid-i Haram'a girdi ve Haceru'l-Esved'i istilâm buyurdu. Sonra sağ kolu üzerinde ilerleyerek üç tur remel yaptı,
dört tur da yürüdü. Sonra Makam-ı İbrahim'e geldi ve وَاتَّخَذُوا
مِنْ مَقَامِ
إبْرَاهيم
مُصَلَّى
"Siz de İbrahim'in
makamından bir namazgâh edinin..." (Bakara 125) âyetini okudu. Ardından
makam, Beytullah'la kendi arasında olacak şekilde iki rek'at namaz kıldı. Bu
namazı bitirince tekrar Haceru'l-Esved'e geldi ve istilâmda bulundu.
Sonra
Safâ ve Merve'ye gitti. Zannedersem orada:
إِنَّ
الصَّفَا
وَالْمَرْوَة
َمِنْ شَعَائِر
ِاللّهِ "Şüphe
yok ki Safâ ve Merve Allah'ın şeâirindendir" (Bakara 158) âyetini
okudu." [Müslim, Hacc 147, (1218), 235 (1263); Muvatta, Hacc 107, (4,
364); Tirmizî, Hacc 33, (856), 34, (857); Nesâî, Hacc 149, (5, 228); İbnu Mâce,
Menâsik 29, (2951).][316]
AÇIKLAMA:
Bu
rivâyet, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bir umre tavafını tarif
etmektedir.
1)
Hacerü'l-Esved'e istilamla tavafa başlamak.
2)
İlk üç şavtta remel.
3)
Müteâkip dört turda normal yürüyüş.
4)
Makam-ı İbrahim'de iki rek'at namaz. Bazı rivayetlerde bu namazların birinci
rek'atında Kafirûn, ikinci rek'atında İhlâs suresinin okunduğu belirtilir.
5)
Safâ ve Merve arasında sa'y. Bu sa'ye Safâ'dan başlamıştır.[317]
ـ7ـ وعن ابن
عباس رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]اعْتَمَرَ
رسولُ اللّه #
وَأصْحَابُهُ
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُم مِنَ
الجِعرَّانَةِ
فَرَمَلُوا
بِالْبَيْتِ
وَجَعَلُوا
أرْدِيَتَهُمْ
تَحْتَ
آبَاطِهِمْ
ثُمَّ
قَذَفُوهَا
عَلى عَوَاتِقِهِمُ
الْيُسْرى[.
أخرجه أبو
داود .
7. (1332)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve ashabı
(radıyallahu anhüm) Ciirrâne'den umre yaptılar. Bu umrede Beytullah'ı remel
yaparak tavaf ettiler. Bu tavafta
ridalarının bir ucunu sağ koltuklarının altına koymuşlar, diğer ucunu da
sol omuzlarının üzerine atarak (ızdıba yapmışlardı)." [Ebu Dâvud, Menâsik
50, (1884), 50, (1891).][318]
AÇIKLAMA:
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), Huneyn Savaşı'ndan sonra, ganimeti pay etmek üzere
Ciirrâne'de mola verip, o sırada Mekke'ye geceleyin gidip umre yapmıştır. Bu
umre, Resûlullah'ın yapmış bulunduğu dört
umreden biridir. Hudeybiye Sulhü'nü takip eden yıl yapılan
umretu'lkaza'dan sonra yapılmıştır. Resûlullah'ın bu umrede ridası ile ızdıba
yaptığı belirtiliyor. Izdıba remel yapılan tavafların bütün şavtlarında
gereklidir, diğer tavaflarda gereksizdir.[319]
ـ8ـ وعن عروة
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]أحْرَمَ عَبْدُ
اللّهِ بْنِ
الزُّبَيْرِ
بِعُمْرَةٍ
مِنَ
التَّنْعِيمِ
ثُمَّ
رَأيْتُهُ
يَسْعَى
حَوْلَ
الْبَيْتِ
ا‘شْوَاطَ
الثََّثَةَ[ .
8. (1333)- Urve (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Abdullah İbnu'z-Zübeyr, umre maksadıyla Ten'îm'de ihrama
girdi. Sonra ben onu Beytullah'ın etrafında, üç şavtta koşar gördüm."
[Muvatta, Hacc 34, (1, 365).][320]
AÇIKLAMA:
Ten'îm,
Ciirrâne gibi Hıll'de ihrama girenlerin önce umre yaparak tavaf ve sa'yde
bulunmaları müstehabdır. Mekke'de ihrama giren Mina' dan dönünceye kadar tavaf
ve sa'yde bulunmaz. Bu hususu müteakip
rivayet de te'yid edecektir.[321]
ـ9ـ وعن عمر
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما
]أنَّهُ كَانَ:
إذَا أحْرَمَ
مِنْ مَكَّةَ
لَمْ يَطُفْ
بِالْبَيْتِ
وََ بَيْنَ
الصَّفَا
وَالْمَرْوَةِ
حَتَّى
يَرْجِعَ
مِنْ مِنىً،
وَكَانَ َ
يَرْمُلُ إذا
طَافَ حَوْلَ
الْبَيْتِ
إذَا أحْرَمَ
مِنْ
مَكَّةَ[. أخرجهما
مالك .
9. (1334)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ)'den Nâfi'in anlattığına göre, İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) Mekke'de
ihrama girdiği zaman ne Beytullah'ı tavaf eder, ne de Safâ ve Merve arasında
sa'yde bulunurdu. Bunları Mina dönüşü yapardı. Mekke'de ihrama girdiği zaman
Beytullah'ı tavaf edecek olsa remel yapmazdı." [Muvatta, Hacc 34, (1,
365).][322]
AÇIKLAMA:
Beytullah'ı
tavaf etmekle, umre ayrı ayrı ibâdetlerdir. Tavaf, sa'ysiz yapılabilir.
Tavaf'tan sonra traş da gerekmez. Şu halde,
tavaftan sonra sa'y yapılmayacaksa
remel yapmaya gerek yoktur. Hanefî mezhebi de buna hükmeder. Mekke'de
ihrama giren İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) sa'ysiz tavaf yapınca remel de
yapmıyor.[323]
ـ10ـ وعن ابن
عباس رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما:
]أنَّ رسولَ
اللّه #. لَمْ
يَرْمُلْ في
السَّبْعِ
الَّذِى
أفَاضَ فِيهِ[
.
10. (1335)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ifaza tavafının
yedi şavtında da remelde bulunmamıştır." [Ebu Dâvud, Menâsik 83, (2001).][324]
AÇIKLAMA:
İfâza
tavafı: Arafat'tan inildikten sonra yapılan tavaftır. Buna tavaf-ı ziyâret de
denir. Haccın iki rüknünden biri bu tavaftır. İlk dört şavtı farzdır. Eyyâm-ı
nahir'de yani kurban bayramının birinci, ikinci veya üçüncü günlerinden birinde
yapılması gereklidir.
Şu
halde, sadedinde olduğumuz rivayet, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın,
ifâza tavafında remelde bulunmadığını ifade etmektedir. Önceki rivayetlerde
umumî kaideyi belirtmiştik: Remel, arkadan sa'y de yapılacak tavafların ilk
üç şavtında yer verilen bir durumdu.
İfâza tavafını sa'y takib etmeyeceğine göre, onda remel yoktur.[325]
ـ11ـ وعن أسلم
قال:
]سَمِعْتُ
ابْنُ عُمَرَ
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما
يَقُولُ
فِيمَ الرَّمََنُ
وَالْكَشْفُ
عَنِ
المَنَاكِبِ
وَقَدْ أطّأ
اللّهُ ا“سْمَ
وَنَفَى
الكُفْرَ
وَأهْلَهُ
لَكِنْ مَعَ
ذلِكَ َ
نَدَعُ
شَيْئاً
كُنَّا
نَفْعَلُهُ
مَعَ رسولِ
اللّهِ #[.
أخرجه أبو
داود.»أطّأ« مثل
وطّأ، ومعناه:
ثبّت ومهد .
11. (1336)- Eslem mevlâ Ömer İbnu'l-Hattâb anlatıyor: "Ömer
İbnu'l-Hattâb (radıyallahu anh)'ı dinledim , diyordu ki: "Bugün Allah,
İslâm'ı hakim ve güçlü kılmış, küfrü ve kâfirleri de bertaraf etmiş olduğuna
göre remel yapmanın ve omuzu açmanın (ızdıba) ne gereği var. Ancak bununla
beraber, bizler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la birlikte yapmış
olduğumuz şeylerden hiçbirini bırakmayız." [Ebu Dâvud, Menâsik 51,
(1887).][326]
AÇIKLAMA:
Daha
önce açıklandığı üzere (1326 numaralı hadise bakın), Mekke müşriklerine karşı
kuvvetli görünmek maksadıyla Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın emretmiş
bulunduğu remel (tavafın ilk üç şavtında omuzları sallayarak hızlıca yürümek)
ve ızdıba (remel esnasında sağ omuzu açmak) Müslümanların kesin hakimiyeti ile
artık gereksiz görülmüş ve hattâ Hz. Ömer (radıyallahu anh) bunu yasaklamayı
bile düşünmüştür. Zîra tavaf sırasında
remel yapmanın sebebi ortadan kalkmıştı. Ancak, rivayetten anlaşılacağı
üzere Hz. Ömer bu düşüncesinden hemen rücû ediyor. "Resûlullah'la birlikte
yaptığımız hiçbir şeyi bırakmayız" demesi, sünnette vârid olan her şeyde,
-biz anlamasak, keşfedememiş olsak bile- mutlaka bir hikmet vardır, onun
korunması gerekir" demektir.
Hz.Ömer
(radıyallahu anh) remel meselesinde, sünnete ittibanın evlâ olduğuna
kanaat getirir, böylece Hz. Ömer de,
İbnu Abbâs'ın, Veda haccı sırasında remel yapıldığına -ve dolayısıyla remel
sünnetini mutlak şekilde devam ettirmek gerektiğine- dair rivayeti te'yid etmiş
olmaktadır. Mamafih, yukarıda, Hz. Câbir (radıyallahu anh)'den kaydettiğimiz
rivayetde remelin Veda haccında tatbik edildiğini ifade eder.
Hattâbî,
bu rivayetleri gözönüne alarak der ki: "Bu rivayetler gösteriyor ki:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) herhangi bir sebeple bir sünnet
ortaya koyar (yani bir davranışta bulunur), bu sebep sonradan ortadan kalkıp
kaybolsa bile, sünnet, konduğu hâl üzere devam eder. Bazıları remeli sünnet-i müekkede kabul etmiş, terkine
dem (davar kurbanı) gerekir demiştir. Süfyân-ı Sevrî bunlardandır. Ancak,
ulemânın kâhir ekseriyeti "Terki herhangi bir şey gerektirmeyen bir
sünnet" demekte müttefiktir."[327]
ـ12ـ وعن يعلى
بن أمية
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]طَافَ رسولُ
اللّه # مُضْطَبِعاً
بِبُرْدٍ[.
أخرجه أبو
داود والترمذى؛
وعنده ببردٍ
أخضرَ .
12. (1337)- Ya'lâ İbnu Ümeyye
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir
bürde ile ızdıba yapmış olarak tavaf etti." [Ebu Dâvud, Menâsik 50, (1983); Tirmizî,
Hacc 36, (859).]
Hadisin
Ebû Dâvud'daki vechinde "yeşil bir bürde" denir.[328]
AÇIKLAMA:
Bürde,
Araplarda vücudun üst kısmına giyilen bir giysidir, aba, hırka dediğimiz şeye
tekâbül eder. Şu halde Resûlullah
tavafta, bürdesinin bir ucunu sağ koltuğunun altından geçirip göğsü
üzerinden sol omuzunun üstüne atmak suretiyle ızdıba yapmış olmaktadır. Ebu
Dâvud' daki vechinde bu bürdenin yeşil
olduğu da belirtilir. Demek ki ihramın renkli olmaması diye kesin bir hüküm
yoktur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ızdıbaya, şecaat izhar etmek
için yer verdiği belirtilmiştir. Ayrıca hızlı yürümeye yardımcı olduğu
söylenmiştir. İmam Mâlik dışında ulema ızdıbâya müstehab demiştir. Şâfiîler:
"Remel olan tavaflarda ızdıba sünnettir" demiştir.[329]
ـ13ـ
وعن
عبدالرحمن بن
صفْوان
رََضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قال: ]رَأيْتُ
النَّبىَّ #
قَدْ خَرجَ مِنَ
الكَعْبَةِ
هُوَ
وَأصْحَابُهُ،
وَقَدِ
اسْتَلَمُوا
الْبَيْتَ
مِنَ
الْبَابِ إلى
الحَطيمِ،
ووَضَعُوا
خُدُودَهُمْ
عَلَيْهِ،
وَرسولُ
اللّه #
وَسَطَهُمْ[.
أخرجه أبو
داود .
13. (1338)- Abdurrahman İbnu Safvan
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı,
ashabı ile birlikte Kâbe'den çıkarken gördüm. Beytullah'ı, kapısından Hatim'e
kadar istilâm ettiler ve Beytullah'ın üzerine yanaklarını koydular. Bu sırada
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ortalarında idi." [Ebu Dâvud, Menâsik
55, (1898).][330]
AÇIKLAMA:
1-
Rivayetin Ebu Dâvud'daki aslı, hâdisenin
fetih günü cereyan ettiğini belirtir.
2-
Hatim: Hadiste geçen Hatim'in neresi olduğu hususunda farklı şeyler
söylenmiştir:
*
Muhibbuddin et-Taberî ve bazılarına göre Hatim: Rükn (Rükn-i Haceru'l-Esved)
ile kapı arasında kalan kısımdır.
*
İmam Mâlik'e göre kapı ile Makam arasında kalan kısımdır.
*
Bazıları Haceru'l-Esved'dir demiştir.
*
Umumiyetle kabul edildiği üzere, Kâbe'nin kuzeybatı duvarının karşısında yerden bir metre kadar
yüksek, 1,5 m. kalınlığındaki yarım daire şeklindeki duvardır. Bu duvarla
Beytullah arasındaki boşluğa Hıcr denir. Bazı Hanefî kitaplarda Altunoluk'un
(mîzab) bulunduğu mevziye hatim
denmiştir.
Sadedinde
olduğumuz rivayette geçen Hatim'le Haceru'l-Esved'in kastedilmiş olması daha
kavi gözükmektedir.
3-
Hadis, Beytullah'ın belirtilen kısmına yanak ve göğüs koymanın müstehab olduğunu ifade eder. Burası rükn ile kapı arasıdır,
Mültezem de denir.
Beyhâkî'nin
bir rivayetine göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da burada yüzünü ve
göğsünü Beytullah'a yaslamıştır. İbnu Abbâs'tan gelen bir rivayette, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), rükn ile kapı arasında dua eden mültezim'e, Cenâb-ı
Hakk'ın, her dilediğini vereceğini müjde etmiştir.[331]
ـ1ـ
عن عابس بن
ربيعة قال:
]رَأيْتُ
عُمَرَ رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ
يُقَبِّلُ
الحَجَرَ وَيَقُولُ:
إنِّى ‘عْلَمُ
أنَّكَ
حَجَرٌ َ تَنْفَعُ
وََ تَضُرُّ،
وَلَوَْ
أنِّى
رَأيْتُ رسولَ
اللّه #
يُقَبِّلُكَ
مَا
قَبَّلْتُكَ[.
أخرجه
الستة.وزاد
مسلم
والنسائى في
رواية:
وَلَكِنْ
رَأيْتُ
رسولَ اللّه #
بِكَ
حَفِيّاً؛
وَلَمْ
يَذْكُرْ
يُقَبِّلُكَ.
»الحفِىُّ«
المبالغ في
ا“كرام
والعناية .
1. (1339)- Âbis İbnu Rebîa
(rahimehullah) anlatıyor: "Ben Hz. Ömer (radıyallahu anh)'i
Haceru'l-Esved'i öperken gördüm. Onu hem
öptü, hem de: "Biliyorum ki sen bir taşsın, ne bir faydan ne de zararın
vardır. Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı seni öper görmeseydim,
seni asla öpmezdim" dedi."
[Buharî, Hacc 50, 57, 60; Müslim Hacc, 248, 120; Muvatta, Hacc 36, (1367);
Tirmizî, Hacc 37, (860); Ebu Dâvud, Menâsik 47, (1873); Nesâî, Hacc 147, (5,
227); İbnu Mâce, Menâsik, 27, (2943).][332]
AÇIKLAMA:
Bu
kısımda, Haceru'l-Esved'in istilâmı (selamlanması) ile alâkalı hadisler
kaydedilecek. İlk hadis, görüldüğü üzere, Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in
Haceru'l-Esved karşısındaki davranışı ile alâkalıdır. Bu rivayetle ilgili,
ulemânın farklı yorumlarına geçmeden önce Haceru'l-Esved'le ilgili bazı
rivayetleri kaydedeceğiz:
1-
Hacer, kelime olarak Arapça'da taş demektir. el-Haceru'l-Esved[333]
siyah taş demektir. Istılah olarak, Ka'be'de yer alan muayyen bir taşa denir. Hacc ibâdetinde mühim
bir yeri vardır.
İbnu
Abbâs (radıyallahu anhümâ)'ın Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan bir
rivayeti şöyledir: "Haceru'l-Esved, cennetten inmiştir. O, indiği zaman
sütten de beyazdı. Ancak âdemoğullarının hataları sebebiyle siyahlaştı."
Abdullah
İbnu Amr İbni'l-As (radıyallahu anhümâ)'ın merfu bir rivayeti şöyledir:
"Haceru'l-Esved ve Makam, cennet yakutlarından iki yakuttur. Allah celle
celâluhu, onların nurunu örtmüştür. Eğer örtülmemiş olsalardı, meşrikle mağrib
arasını aydınlatırlardı."
Yine
İbnu Abbâs'tan (merfu) olarak: "Bu taşın bir lisanı, iki de dudağı vardır.
Kendisine hak üzere istilâmda bulunanlar lehinde kıyamet günü şahidlik
yapacaktır."
Hz.
Ali'den yapılan bir rivayette, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Kıyamet günü, Haceru'l-Esved getirilir. O zaman o, beliğ bir lisanla,
kendisine tevhidle istilâmda bulunanlar lehine şehâdette bulunur."
Hz.
Aişe'nin bir rivayeti şöyledir: "Bu siyah taş, yeryüzünden kaldırılmazdan
önce ondan istifade edin. Çünkü cennetten çıkmıştır. Cennetten çıkan bir şeyin
kıyamet gününden önce ona dönmemesi gerekir."
2.
Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in bu dinî mantığı izhâr eden davranışı hakkında
Taberî'nin yorumu şöyledir: "Hz. Ömer (radıyallahu anh) böyle söyledi,
çünkü insanlar, putlara tapmaktan daha yeni uzaklaşmışlardı. O, bazı
cahillerin, Haceru'l-Esved'e yapılan istilâmı, cahiliye devrinde Arapların
yaptığı şekilde bazı taşlara gösterilen tâzimin bir devamı zannetmelerinden
kortu. Bu sebeple insanlara, bu istilâmı, cahiliye devrinde zannedildiği üzere,
taşın kendiliğinden bir fayda veya zarar vereceği için değil, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın fiiline ittiba (uymak) için yaptığını duyurmak
istedi."
Mühelleb'in
yorumu şöyle: "Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in bu hadisi,
"Haceru'l-Esved Allah'ın yeryüzündeki sağ elidir. Onunla kullarıyla
musafaha eder" diyenlere bir
reddir. Zât-ı İlâhi'ye bir uzuv nisbet etmekten Allah'ı sığınırız.
Haceru'l-Esved'in öpülmesi, mutîlerin itaatlerinin bilmüşahade görülmesi için
teşrî edilmiştir. Tıpkı İblis'in, Hz.
Âdem'e secde ile emredilmesi gibi. İkisi
de birer imtihandır."
Hattâbî
de şöyle der: "Onun yeryüzünde Allah'ın eli olması, onunla yeryüzünde iken
musâfaha edenin indallah bir ahdi bulunmasının mânası şudur: Âdet olduğu üzere,
melik (kral), kendisine dost olmak, hususiyet kazanmak isteyenlere biat akdini
musafaha ederek gerçekleştirir ve onlara
ahdettikleri şeyleri hatırlatarak hitab eder."
Muhibbu't-Taberî,
Haceru'l-Esved'in öpülmesindeki mânayı şöyle açıklar: "Bir melik için
uzaktan ziyarete gelenler onun elini öperler. Hacı da Kâbe'ye gelince
Haceru'l-Esved'i öper. Şu halde bu, melikin elini öpmeye benzetilmiştir. Ve
lillâhi'lmeselü'l-a'lâ."
İbnu
Hacer de şunu söyler: "Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in bu sözünden, dinî
meselelerde, mânasını, hikmetini yeterince anlamasa bile, kişinin şeriat
sahibine hulûsla teslim olmak ve en güzel şekilde ittiba etmek gerektiği
anlaşılmaktadır. Bu husus, Resûlullah'ın fiillerine, hikmeti hiç bilinmese bile
uymak hususunda muazzam bir kaidedir.
Kezâ bu söz, bazı cahillerden sâdır olan: "Haceru'l-Esved'de zâtına rücû
eden bazı hassalar vardır" kabilinden sözleri de reddeder. Keza bu hadis,
fiil ve kaville sünnetlerin açıklanmasına güzel bir örnektir, şöyle ki, imam,
şayet bir davranışının yanlış
anlaşılarak, itikadların
bozulmasından korkacak olursa meseleyi vakit kaybetmeden ele alıp, durumu izah
etmeli, açıklığa kavuşturmalıdır."
3-
Bazıları: "Bu hadiste, şeriatte öpülmesi hususunda ruhsat gelmeyen bir
şeyi öpmenin mekruh olduğu ifade
edilmektedir" demiştir. Ancak İmam Şâfiî "Beytullah'ın her neresi
öpülürse hoştur (hasendir), (öpen
kınanmaz)" demiştir.
Ahmed
İbnu Hanbel'in de Resûlullah'ın kabrini ve minberini öpmede bir beis görmediği
rivayet edilmiştir.
4-
Bu rivayet Haceru'l-Esved'i öpmenin sünnet olduğunu göstermektedir. Tirmizî,
ulemânın böyle hükmettiğini belirtir. Şafiî'ye göre öpemeyen, eliyle istilâm
edip elini öper. Hiç yanaşamayanlar, uzaktan ona yönelip tekbir getirir.
İbnu
Ömer (radıyallahu anhümâ), -1344 numaralı hadiste açıkladığımız üzere-
Haceru'l-Esved'e, yaralanma pahasına da olsa,
yaklaşmak için gayret gösterirmiş.
Cumhûr-u
ulemâ, Haceru'l-Esved'e eliyle değip eli öpmeyi meşrû addetmiştir. İmam Mâlik
hariç, dört imam böyle hükmeder. İmam Mâlik'e göre istilâmda el öpmek yoktur.[334]
ـ2ـ وعن ابن
عمر رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]لَمْ أرَ
رسولَ اللّه #
يَسْتَلِمُ
مِنَ الْبَيعِ
إَّ
الرُّكْنَيْنِ
الْيَمَانِيِّين[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذى .
2. (1340)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) şöyle demiştir: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
Kâbe'den sadece iki rüknü öperken gördüm, bunlar da iki rükn-i
Yemânî'dir." [Buharî, Hacc 59; Müslim, Hacc 242, (1267); Ebu Dâvud,
Menâsik 48, (1874); Nesâî, Hacc 156, (5, 231-232).][335]
AÇIKLAMA:
1-
Haiste geçen iki rükn-i Yemânî'den murad: Haceru'l-Esved'in konmuş olduğu köşe
ile ondan önce gelen köşedir.
Haceru'l-Esved,
Kâbe-i Muazzama'nın doğusunda ve kapıya yakın olan köşededir. Asıl rükn-i
Yemânî -tavaf istikametini esas alırsak- Haceru'l-Esved'in bulunduğu köşeden
bir önceki köşedir. Araplar dil kaidesi olarak (tağlib tarikiyle) Ay ve Güneşi kamereyn, anne ve babayı ebeveyn
diye tesmiye ettikleri gibi, bu iki köşeye de rükneyn-i Yemâniyeyn (= iki
Yemânî köşe) demişlerdir.
Haceru'l-Esved'in
bulunduğu köşeye Rükn-i Esved dendiği gibi bazan Rükn diye kısaca söylendiği de
olur. Diğer iki rükne de Şâmiyeyn denir.
Bu
rükünlerin faziletce birbirinden farklı olduklarını belirteceğiz.
2- Bu riayet Kâbe'nin iki köşesinin istilâm edilmesi gerektiğini gösterir. Ashab'tan
bazılarının dört rüknünü de istilam ettiği rivayetlerde gelmiştir. Hz. Abdullah
İbnu Zübeyr, Hz. Câbir, Hz. Enes, Hz. Hasan ve Hüseyin (radıyallahu anhüm),
hatta İbnu'z Zübeyr'in bütün köşeleri meshedip, istiğrab edenlere: ليْسَ
شَىْءٍ مِنَ
الْبَيْتِ
مَهْجُورًا "Beytullah'ta
mühmel bırakılacak hiçbir şey yoktur" diye cevap verdiği belirtilir.
Hz.
Âdem (aleyhisselam)'in de hacc yaptığı zaman bütün rükünleri istilâm ettiğine,
keza Hz. İbrahim ve Hz. İsmail (aleyhimâsselam) Kâbe'yi inşa ettikleri zaman
yedi kere tavaf edip, her köşeyi istilâm ettiklerine dair rivayetler gelmiştir. Abdullah İbnu Ömer'den gelen bir
rivayet Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın diğer iki rüknü (rükneyeyn-i
Şâmiyeyn) istilâm etmeyişinin sebebini
şöyle açıklar: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) iki Şâmî rüknü
istilâm etmeyi terketmiştir, çünkü Beytullah, Hz. İbrahim (aleyhisselam)'in
koyduğu temeller üzerine tamamlanmamıştır." Bu rivayetten hareket eden
bazı âlimler, İbnu Zübeyr'in bütün rükünleri istilâm etmesini, Kâbe, kendisi
tarafından tâmir edilirken, Hz. Peygamber'in bir hadisine dayanarak aslî
temelleri üzerine oturtmuş olmasıyla izah etmiştir.
Bu
hususta İbnu Hacer'in dermeyan ettiği teferruata girmeden, meseleye İmam Şâfiî
hazretlerinin getirdiği bir açıklamayı
kaydedeceğiz. Ona göre, iki rüknün istilâmı, sünnette vâzıh olarak
gelmiştir, diğer iki rükünle ilgili rivayetler münâkaşalıdır ve su götürür.
"Beytullah'ta
mühmel bırakılacak hiçbir şey
yoktur" diyenlere de şöyle cevap verir: "Biz, diğer iki köşeyi
istilâm etmeyi terketmişsek, bunu Kâbe'yi ihmal etmek için yapmıyoruz. Kâbe'yi
tavaf eden, onu nasıl ihmal etmiş olur? Biz fiilde de terkde de
"sünnet"e uyuyoruz. Eğer o iki rükne istilâmda bulunmayı terketmek,
onları ihmâl etmek olsa, rükünler arasında kalan (duvar) kısımları terketmek de
onları ihmal etmek olur. Ama bunu kimse söyleyemez."
İbnu
Hacer bu mevzudaki tahlilini şöyle noktalar: "Bu mülâhazadan şu prensip
ortaya çıkar: Merâtibin (hiyerarşinin) korunarak, her hak sâhibine hakkının
verilmesi, her birinin kendi makamına oturtulması gerekir."
Bu
noktada âlimler derler ki: "Beytullah'ın dört rüknü vardır:
Birinci
rüknün iki fazileti var:
1-
Haceru'l-Esved'i taşıması.
2-
Hz. İbrahim'in attığı temel üzerinde olması.
İkinci
rükn tek fazilete sahip: Hz. İbrahim'in temeli üzerinde bulunması.
Diğer
iki rükün bu faziletlerin ikisinden de mahrum. Bu sebeple birinci rükn öpülür,
ikinci rükn sadece istilâm edilir. Diğer iki rükün ise ne öpülür, ne de istilâm
edilir. Cumhurun görüşü budur. Sadece bir kısım âlimler, rükn-i Yemânî'nin
öpülmesini müstehab addetmiştir."
Ebu
Hanîfe, sadece Haceru'l-Esved'in istilâm edileceğini, rükn-ü Yemanî'yi istilâm
etmenin sünnet olmadığını, kişi burayı istilâm ederse bir kusur sayılmayacağını
söyler.
3-
Kâbe'nin rükünlerini öpmenin meşrû olması prensibinden hareket eden bazı
âlimler şu hükümlere ulaşmışlardır:
1)
İnsan ve insan dışında tâzime müstehak olan her şey öpülebilir.
2)
İnsan eli de prensip olarak öpülebilir, ancak bazı kayıtlar var.
3)
Ahmed İbnu Hanbel, Resûlullah'ın kabir ve minberinin öpülebileceğini söylemişse
de bazı etbaı, bu rivayetin zayıf olduğunu söylemiştir.
4)
Bazı Şafiîler Mushaf'ın, hadis kitaplarının, sulehâ kabirlerinin öpülebileceğini
söylemiştir. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)
Hz. Hasan'ın göbeğini açarak "Resûlullah'ın öptüğü yerden öpmesine
müsaade etmesini" rica etmiş ve öpmüştür. Sabit Bünânî de Hz. Enes
(radıyallahu anh)'in elini öpmeden bırakmaz ve: "Bu el, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın elini tutmuştur" dermiş.[336]
ـ3ـ وفي
رواية: ]مَا
تَرَكْتُ
اسْتَِمَ
هذَيْنِ
الرُّكْنَيْنِ
اليَمَانِيَّيْنِ
وَالحَجَرِ
في شِدَّةٍ
وََ رَخَاءٍ
مُنْذُ رَأيْتُ
رسولَ اللّه #
يَسْتَلِمُهُمَا[
.
3. (1341)- Bir rivayette, İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ)'in şöyle dediği belirtilmiştir: "Ben, şu iki Yemânî
rükne ve Haceru'l-Esved'e Resûlullah'ın istilâm ettiğini göreliden beri rahat
halde de olsam, sıkışık halde de olsam
istilâmda bulunmayı hiç terketmedim." [Buharî, Hacc 60; Müslim, Hacc 245,
(1268)[337].][338]
ـ4ـ وفي أخرى
للشيخين. قال
نافع:
]رَأيْتُ ابْنَ
عُمَرَ
يَسْتَلِمُ
الحَجَرَ
بِيَدِهِ، ثُمَّ
يُقَبِّلُ
يَدَهُ[ .
4. (1342)- Şeyheyn'in (Buharî ve
Müslimümâ) bir diğer rivayetinde Nâfî der ki:
"Ben
İbnu Ömer (radıyallahu anh)'i (tavaf yaparken gördüm. Haceru'l-Esved'i) eliyle
istilâm ediyor, sonra da elini öpüyürdu." [Buharî, Hacc 60; Müslim, Hacc
246, (1268).][339]
ـ5ـ و‘بى داود
والنسائى:
]كَانَ # َ
يَدَعُ أنْ يَسْتَلِمَ
الرُّكْنَ
الْيَمَانِىّ
وَالحَجَرَ
في كُلِّ
طَوافِهِ[ .
5. (1343)- Ebû Dâvud ve Nesâî'deki bir
rivayet şöyledir: "(İbnu Ömer) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), (tavafın) her şavtında rükn-i Yemânî ve Haceru'l-Esved'i istilâm
etmeyi terketmezdi." [Ebu Dâvud, Menâsik 48, (1876); Nesâî, Hacc 156, (5,
231).][340]
ـ6ـ وفي أخرى
للبخارى
والنسائى:
]سَألَ رَجُلٌ
ابْنَ عُمَرَ
عَنِ
اسْتَِمِ
الحَجَرِ.
فقَالَ: رَأيْتُ
رسول اللّه #
يَسْتَلِمُهُ
وَيُقَبِّلُهُ؟
فقَالَ
الرَّجُلُ:
أرَأيْتَ إنْ
زُحِمْتُ
أرَأيْتَ إنْ
غُلِبْتُ؟
قَالَ ابْنُ
عُمَرَ:
اجْعَلْ
أرَأيتَ
بِالْيَمَنِ؛
رَأيْتُ رسولَ
اللّه #
يَسْتَلِمُهُ
وَيُقَبِّلهُ[.ومعنى
»اجْعَلْ
أرأيْتَ
بالْيَمَنِ«
أى اجعل سؤالك
هذا واعتراضك
بعيداً عنك
حتى كأنه
باليمن وأنت موضعك.
6. (1344)- Buharî ve Nesâî'de gelen bir
diğer rivayet şöyle: "Bir adam İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'e
Haceru'l-Esved'i istilâm etme hususunda sormuştu. Şu cevabı aldı:
"Ben,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı, onu hem istilâm eder, hem de öper
gördüm..."
Adam
tekrar sordu:
"Pekâlâ,
sıkışacak olsam, bana galebe çalacak olsalar, (ne yapayım)?"
İbnu
Ömer (radıyallahu anhümâ) kızgın bir eda
ile:
"Sorusu
Yemen'de batasıca, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı, onu hem
istilâm eder, hem öper gördüm." [Buharî, Hacc 60; Nesâî, Hacc 155, (5, 231).][341]
AÇIKLAMA:
1-
Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) Resûlullah'ın sünnetine olduğu gibi
teslimiyet ve bağlılığı ile tanınmış büyük sahabelerden biridir. Resûlullah'tan
ne gördü, ne duydu ise onu ne pahasına olursa olsun aynen tatbik etmeye,
nakletmeye itina gösterirdi. Resûlullah 'tan söylenen birşey hususunda hiçbir
mütâlaa kabul etmezdi. Bu yüce sahabinin mizacını sadedinde olduğumuz rivayette
de görmek mümkündür. Haceru'l-Esved'i Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hem
istilâm etmiş, hem de öpmüştür. Öyleyse, hem istilâm edilecek, hem öpülecek.
Muhatabı, "Sıkışıklıkla karşılaşıp, Hacerü'l-Esved'e yanaşamazsam ne
yapayım?" mânasında sorusunu yenileyince İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ):
"Bırak soru sormayı, ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünnetini
haber verdim!" mânasında, eski cevabını olduğu gibi tekrar eder. Öfkesini
ifade için de kelimesi kelimesine tercüme edersek: "Sualini Yemen'e
koy" mânasında bir ifadede bulunur. İbnu Hacer, İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ)'in öfkelenmesini, adamın sualinde re'yi ile hadise muârazada bulunma
kokusu sezmiş olmasıyla izah eder. Böylece bunu reddetmiş ve adama bir hadis
işitince şahsî re'yi bırakıp hadisin mûcibi ile amel etmesini ders
vermiş olmaktadır.
2-
Hadis, İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'in izdihamı, istilâmı terketmeye yeterli
bir özür bulmadığını ifâde etmektedir. Saîd İbnu Mansûr 'un bir rivayetine
göre, İbnu Ömer, Haceru'l-Esved'i öpebilmek için kalabalıkta zahmeti göze almış
ve hatta yaralanmıştır. Bir başka rivayette
bu davranışının sebebi sorulunca şöyle demiştir: هَوَتِ
اْ‘َفْئِدَةُ
إِلَيْهِ
فَأَرِيدُ
اَنْ يَكُونَ
فُؤَادِى
مَعَهُمْ
"Gönüller hep ona aktı,
benim gönlümün de onlarla beraber olmasını istedim."Ancak, İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ)'tan Haceru'l-Esved'i öpmek için müzâheme ve sıkışıklık
yapmanın kerâheti rivayet edilmiştir. َيُؤْذِى
وََيُؤْذَى "(Tavafta) ne ezâ verin, ne de ezâ görün"
buyurmuştur.Haceru'l-Esved'i öpme meselesinde esas budur: Başkasına ezâ
vermeden öpmelidir. Ezâ vermek mekruhtur. Sıkışık hallerde uzaktan istilâm
yapılır.
3-
Şunu da kaydedelim: Haceru'l-Esved'i öpme sırasında gürültü yapmamak gerekir.[342]
ـ7ـ وعن عمرو
بن شعيب عن
أبيه قال:
]طُفْتُ مَعَ عَبْدِاللّهِ
يَعْنِى
أبَاهُ
فَلَمَّا
جِئْنَا
دُبُرَ
الْكَعْبَةِ
قُلْتُ أ
تَتَعَوَّذُ؟
قال
أتَعَوَّذُ
بِاللّهِ
مِنَ
النَّارِ،
ثُمَّ مَضَى
حَتَّى اسْتَلَمَ
الحَجَرَ
فأقَامَ
بَيْنَ
الرُّكْنِ
وَالْبَابِ
فَوَضَع
صَدْرَهُ
وَوَجْهَهُ
وَذِرَاعَيْهِ
وَكَفَّيْهِ
هكَذَا وَبَسَطَهُما
بَسْطاً
ثُمَّ قال:
هكذَا رَأيتُ رسولَ
اللّه #
يَفْعَلُهُ[.
أخرجه أبو
داود .
7. (1345)- Amr İbnu Şuayb
babası tarikiyle bildiriyor:
"Abdullah'la -ki babasıdır-
tavafta bulundum. Kâbe'nin arka kısmına gelince
"istiâzede
(sığınmada) bulunmuyor musun?" dedim.
"Ateşten
Allah'a sığınırım!" dedi ve yürüdü. Haceru'l-Esved'e kadar gelip istilâmda
bulundu. Rükn ile kapı arasında (Mültezem'de) durarak göğsünü, yüzünü,
kollarını ve avuçlarını şöyle yamadı -onları iyice açarak gösterdi- ve sonra:
"İşte
Resûlullah'ı aynen böyle yaparken gördüm!" dedi. [Ebu Dâvud, Menâsik 55,
(1899).][343]
ـ8ـ وعن أبى
الطفيل قال:
]كُنْتُ معَ
ابنِ عَبَّاسٍ
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما
وَمُعَاوِيَةُ
َ يَمُرُّ
بِرُكْنٍ إَّ
اسْتَلَمَهُ.
فقَالَ لَهُ
ابْنُ
عَبَّاسٍ
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما:
إنَّ النَّبِىَّ
# لَمْ يَكُنْ
يَسْتَلِمُ
إَّ الحَجَرَ
ا‘سْوَدَ
وَالرُّكْنَ
اليَمَانِىَّ.
فقَالَ
مُعَاوِيَةُ:
لَيْسَ شَئٌ
مِنَ الْبَيْتِ
مَهْجُوراً.
وَكَانَ
ابْنُ
الزُّبَيْرِ
يَسْتَلِمُهُنَّ
كُلَّهُنَّ[.
أخرجه
الشيخان والترمذى
.
8. (1346)- Ebû't-Tufeyl anlatıyor:
"Ben Hz. İbnu Abbas ve Hz. Muâviye (radıyallahu anhümâ) ile birlikte idim.
Muâviye (radıyallahu anh) hazretleri her
rükne uğradıkça istilâmda bulunuyordu. İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)
kendisine:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) sadece Haceru'l-Esved ve rüknü'l-Yemânî'den başka yeri
istilâm etmezdi" dedi. Hz. Muâviye şu cevabı verdi:
"Beytullah'tan
hiçbir şey ihmal edilmez."
İbnu'z-Zübeyr
bütün rükünlere (köşelere) istilâmda bulunurdu." [Buharî, Hacc 59; Müslim, Hacc 247, (1269);
Tirmizî, Hacc 35, (858).][344]
AÇIKLAMA için 1340 numaralı hadise
bakın. [345]
ـ9ـ وعن
حنظلة قال:
]رَأيْتُ
طَاوُساً
يَمُرُّ
بالرُّكْنِ
فإنْ وَجَدَ
عَلَيْهِ
زِحَاماً
مَرَّ وَلَمْ
يُزَاحِمْ،
وَإنْ رَآهُ
خَالِياً
قَبَّلَهُ
ثَثاً؛ ثُمَّ قالَ:
رَأيْتُ ابنَ
عَبَّاس
فَعَلَ
مِثْلَ ذلِكَ.
وَقالَ ابنُ
عَبَّاسٍ
رَأيْتُ
عُمَرَ فَعَلَ
مِثْلَ ذلِكَ.
وَقاَلَ
عُمَرُ رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ:
رَأيْتُ
رسولَ اللّه #
فَعَلَ
ذلِكَ[. أخرجه
النسائى .
9. (1347)- Hanzala (İbnu Ebî Süfyân
İbni Abdirrahman) (rahimehumullah) anlatıyor: "Tâvus merhumu (tavaf
yaparken) gördüm. Rükne gelince (Haceru'l-Esved) üzerinde izdiham bulursa
sıkışıklık yapmaz, geçer giderdi; boş ve müsait bulursa üç sefer öperdi. Sonra
şunu söyledi:
"Ben
İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)'ı aynen böyle yaparken gördüm." İbnu Abbas
da:
"Hz.
Ömer (radıyallahu anh)'i aynen böyle yaparken gördüm" dedi. Hz. Ömer
(radıyallahu anh) de:
"Ben
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı böyle yaparken gördüm" dedi."
[Nesâî, Hacc 148, (5, 227).][346]
ـ10ـ وعن عروة
قال: ]قال
رسولُ اللّه #
بن عَوْفٍ. يَا
أبَا
مُحَمّدٍ
كَيْفَ
صَنَعْتَ في
اسْتَِمِ
الرُّكْنِ
ا‘سْوَدِ؟
قالَ: اسْتلَمتُ
وَتَركْتُ!
قال: أصَبْتَ[.
أخرجه مالك .
10. (1348)- Urve İbnu'z-Zübeyr
(rahimehullah) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) İbnu Avf
(radıyallahu anh)'a:
"Ey
Ebû Muhammed! Rüknü'l-Esved'i nasıl istilâm ettin?" diye sordu.
"İstilâm
ettim ve bıraktım!" deyince, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Doğru
yapmışsın!" dedi." [Muvatta, Hacc 113, (1, 366).][347]
AÇIKLAMA:
Abdurrahman
İbnu Avf (radıyallahu anh) şunu demek istemiştir: "Muktedir olunca
istilâmda bulundum. Kalabalık sebebiyle âciz kalınca terkettim." Nitekim,
Saîd İbnu Mansûr'un kaydettiği bir rivayette şöyle denir: "(İbnu Avf,
tavaf yaparken) rükne geldiği vakit
halkın izdiham ettiğini görürse, Haceru'l-Esved'e yönelir, tekbir getirir, dua
eder sonra tavafına devam ederdi. Şayet boş bulursa istilâm ederdi."
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın "Doğru yapmışsın" diye tasdik etmesi,
tavaf sırasında Haceru'l-Esved'e yakınlaşmak için sıkışıklık yapmanın mekruh
olduğunu ifade eder.
Rivayete
göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Ömer'e şu tenbihte bulunmuştur:
"Ey Ebu Hafs! Sen güçlü kuvvetli bir kimsesin. Sakın rükn'e yüklenip
sıkışıklık yapma. Bu durumda zayıf olana ezâ verirsin. Ancak boş bulursan
yakından istilâm et. Aksi halde, tekbir getir ve geç!"[348]
ـ11ـ وعن ابن
عمر رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما ]أنَّهُ
أُخْبِرَ
بِقَوْلِ
عَائِشَةَ:
إنَّ الحِجْرَ
بَعْضُهُ
لَيْسَ مِنَ
الْبَيْتِ. قَالَ:
وَاللّهِ إنْ
كانَتْ
عَائِشةُ
سَمِعَتْ هذا
مِنْ رسولِ
اللّه # إنِّى
‘ظُنُّ أنَّ
رسولَ اللّه #
لَمْ
يَتْرُكِ
اسْتََمَ
هذَيْنِ
الرُّكْنَيْنِ
إَّ
أَنَّهُمَا
لَيْسَا عَلى
قَواعِدِ
الْبَيْتِ
وََ طَافَ
النَّاسُ
مِنْ وَرَاءِ
الحِجْرِ إَّ
لذلِكَ[.
أخرجه أبو
داود .
11. (1349)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Kendisine Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nin:
"Hıcr'ın bir kısmı Beytullah'tan değildir" dediği haber verilince
şunu söyledi:
"Allah'a
kasem olsun, şayet Aişe bunu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan işitmiş
ise, kanaatım o ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu iki rüknün
istilâmını, bunlar Beyt'in temelleri üzerinde olmadıkları için terketmiş
olmalıdır. Keza halk da bu sebeple tavafı Hıcr'ın gerisinden yapmaktadır."
[Ebu Dâvud, Menâsik 48, (1875).][349]
AÇIKLAMA:
1-
Hıcr: Kâbe'nin kuzeybatı duvarının
karşısında yerden 1m. kadar yüksek,
yarım daire şeklinde bir duvar vardır. Bu duvarla Kâbe arasında kalan
sahaya Hıcr denir. Burası Kâbe'nin
içinden sayılır. İşte Hz. Aişe'den Abdullah İbnu Ömer'e Hıcr'in tamamının
değil, bir kısmının Kâbe'den olduğuna dair sözü geliyor. Bu sözü işiten Abdullah İbnu
Ömer (radıyallahu anhümâ) bir sünnetin sebebini anlamış, bir problemini çözmüş
oluyor. Şöyle ki İbnu Ömer, Resûlullah'ın iki rükne istilâmda bulunmadığını biliyordu, ama sebebini bilmiyordu. Bu haberi
duyunca sanki sebebini kavramış gibi oluyor. Şu halde bu iki rükün aslî temel
üzerinde olmadıkları için Resûlullah onlara istilâmda bulunmamıştır.
2-
Görüldüğü üzere, Hıcr üzerinde bâzı ihtilâflar mevcuttur. Sadedinde olduğumuz
hadis Hıcr'ın bir kısmının Beytullah'a dahil olduğunu te'yid eder, ancak bir
kısmının Beytullah'tan olmadığını
belirtir. Bu mânada gelmiş olan başka rivayetleri de nazar-ı dikkate alan bir
kısım âlimler (Râfiî, Bagâvî vs.) Hıcr'ın Kâbe'ye muttasıl altı zira'lık
kısmının Betullah'a dahil olduğunu, geri kısmın hariç olduğunu söylemişlerdir.
Öte
yandan, Hıcr'ın tamamının Beytullah'ın
içinden olduğunu te'yid eden rivayetler de vardır. Bu rivayetleri esas alan
Abdullah İbnu Abbâs, Şâfiî, İbnu Salâh, Nevevî gibi bir çok âlim de Hıcr'ın
tamamının Kâbe'nin içinden sayıldığına hükmederler. Bu meseleye giren bir hadis
Hz. Aişe'den rivayet edilir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) elimden
tutup beni Hıcr'a soktu ve: "Kâbe'ye girmeyi arzu edersen burada namaz
kıl" dedi."[350]
ـ12ـ وعن عبيد
بن عمير: ]أنَّ
ابْنَ عُمَرَ
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما:
كانَ
يُزَاحِمُ
عَلى الرَّكنَيْنِ
زِحَاماً.
فقُلْتُ: يَا
أبا عَبْدِالرَّحْمنِ
إنَّكَ
تُزَاحِمُ
عَلى الرُّكْنَيْنِ
زِحَاماً مَا
رَأيْتُ
أحَداً مِنْ
أصْحَابِ
رسولِ اللّه #
يُزَاحِمُهُ؟
فقَالَ: إنْ
أفْعَلْ فإنِّى
سَمِعْتُ
رسول اللّه #
يَقُولُ: إنَّ
مَسْحَهُمَا
كَفَّارَةٌ
لِلخطَايَا.
وَسَمِعْتُهُ
يَقُولُ: مَنْ
طَافَ بِهذَا
الْبَيْتِ
أسْبُوعاً
فأحْصَاهُ
كانَ كَعِتقِ
رَقَبَةٍ،
وَسَمِعْتُهُ
يَقُولُ: مَنْ
طَافَ وََ يَرفَعُ
قَدَماً وََ
يَضَعُ
قَدَماً إَّ
حَطَّ اللّهُ
عَنْهُ بِهَا
خَطيئَةً
وَكَتَبَ
لَهُ بِهَا
حَسَنَةً[.
أخرجه
الترمذى
والنسائى.»ا‘سبوع«
سبع مرات،
ومنه أسبوع
ا‘يام شتماله
على سبعة
أيام.
12. (1350)- Ubeyd İbnu Umeyr anlatıyor:
"İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) iki rükne geldiği zaman (öpmek için)
bunlar üzerine abanır, sıkışıklık yapardı. Kendisine:
"Ey
Ebu Abdirrahmân, dedim, sen Resûlullah'ın diğer ashabının hiçbirinde görmediğim
şekilde bu rükünlere abanıp sıkışıklık yapıyorsun (sebebi nedir)?"
Bana
şu cevabı verdi:
"Ben
böyle yapıyorsam, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan şunu işittiğim
içindir: "Bu iki rüknü meshetmek günahlara kefarettir." Keza
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan şunu da işittim: "Kim şu
Beytullah'ı bir hafta boyu tavaf eder ve sayarsa bir köle âzad etmek
gibidir." Keza şunu da söylediğini işittim: "Kişi tavaf için bir
ayağını koyup diğerini kaldırdıkça her adımı sebebiyle Allah onun bir hatasını
siler ve bir sevap yazar." [Tirmizî, Hacc 111, (959); Nesâî, Hacc 134, (5,
221).][351]
AÇIKLAMA:
1-
Tavaf sırasında Haceru'l-Esved'i öpmek, elle
meshederek istilâmda bulunmak tavafın sünnetlerindendir. Kalabalık
olmadığı, izdihama meydan verilmediği hal ve fırsatlarda bunun yapılması
gerekir. Hacerü'l-Esved'in öpülmesini veya meshedilmesini normal şartlarda -şu
veya bu mülâhaza ile- terketmek câiz değildir. Uzaktan istilâm bir tercih
değil, bir cevazdır.
2-
İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ), sünnete bağlılıkta tâviz vermeyen bir
sahabidir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Haceru'l-Esved'in normal
şartlarda öpülmesine teşvik için ehemmiyetini belirten hadislerini kulaklarıyla
işitmiş, Hz. Peygamber'in bunu bizzat yaptığını gözleriyle görmüş olan İbnu
Ömer (radıyallahu anhümâ) bu sünneti tatbik etmek için hususî bir gayret
göstermiş, müzâhameye, sıkışıklığa bile yer vermiştir. 1344 numaralı hadisin
açıklamasında belirtildiği üzere yaralanmayı bile göze almıştır.
3-
"Bir hafta boyu tavaf edip, saymak" ifadesi, "haftada hergün bir
olmak üzere yedi kere tavaf etmek, ne fazla ne de eksik yapmamak" şeklinde anlaşılmıştır. Suyûtî
"saymak"dan, "ne eksik ne de fazla yapılmasını, tam yedi tavaf
yapılması"nı anlarken, Aliyyü'l-Kârî, tavaf'ın şartlarına ve âdâbına
eksiksiz riâyet edilmesini, bilhassa şavtların yedi yapılmasına dikkat edilmesini
anlamıştır.
Şunu
da belirtelim ki, hafta mânasına gelen
Usbu' اُسْبُوع
kelimesi Tirmizî nüshalarında
çoğunlukla baştaki elifi düşmüş olarak Sübû
سُبُوعْ şeklinde gelmiştir. Bu takdirde yedi mânası galebe
çalar. Nitekim bazı şârihler yedi kere diye anlamışlardır. Bu takdirde, mâna
şöyle olur: "Kim şu Beytullah'ı yedi sefer tavaf eder ve (şartlarını
âdâblarını eksiksiz) sayarak yerine getirirse, bu ona bir köle âzad etmiş
sevabını kazandırır."
Kanaatimizce
iki mâna da sahihtir. Şartları ve imkânları müsâid olanların, hafta esnasında
yerine getirmeleri daha muvafık gözüken bu tavsiyeyi, şartları uygun olmayan
âfakîler, bu niyetle bir iki günde yerine getirebilirler, Cenâb-ı Hakk'ın
rahmetinden aynı mükâfatı umabilirler.[352]
ـ13ـ وعن ابن
عباس رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما.
]أنَّهُ كَانَ
يَقُولُ: مَا
بَيْنَ
الرُّكْنِ
وَالبَاب
المُلْتَزَمُ[.
أخرجه مالك .
13. (1351)- Abdullah İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ) demiştir ki: "Mültezem, rükn ile kapı arasıdır."
[Muvatta, Hacc 81, (1, 424).][353]
AÇIKLAMA:
Mültezem,
Kâbe'nin kısımlarından bir yerin adıdır. İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ),
sadedinde olduğumuz rivayette Mültezem'in yerini tarif etmektedir:
Haceru'l-Esved'in bulunduğu rükün (köşe) ile Kâbe' nin kapısı arasında kalan
kısım. Bazı rivayetlerde, Mültezem'in yerinin daha değişik şekillerde tavsif
edildiği görülür. Ancak, ümmetçe kabul edilen yer, İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'ın belirttiği
yerdir.
Mültezem,
hacıların baş, göğüs, kol ve avuçlarını
yapıştırarak dua edecekleri yerdir. Buradaki duanın makbuliyeti hususunda merfu
rivayet vardır: مَا
بَيْنَ
الرُّكْنِ
وَالْبَابِ
مُلْتَزَمٌ
مَنْ
دَعَااللّهَ
عِنْدَهُ
مِنْ ذِى
حَاجَةٍ
اَوْذِى
كَرْبَةٍ
اَوْذى غَمٍّ
فُرِجَ
عَنْهُ
"Rükn ve kapı arası
Mültezem'dir. İhtiyaç sahibi, sıkıntı veya
gam sahibi her kim, onun önünde Allah'a dua ederse kabul edilir."
1345
numaralı hadiste, Mültezem'de Resûlullah ve Ashab'ın ne şekilde dua ettikleri
tarif edilmiştir.[354]
ـ14ـ وعن ابن
عوف قال:
]سَمِعْتُ
رَجًُ
يَقُولُ. قالَ
رسول اللّه #
لِعُمَرَ
بْنِ
الخَطَاب
رََضِىَ
اللّهُ عَنْهُ:
يَا أبَا
حَفْصٍ
إنَّكَ فِيكَ
فَضْلُ
قُوَّةٍ فََ
تُؤذِ الضَّعِيفَ
إذَا رَأيْتُ
الرُّكْنَ
خِلْواً فاسْتَلِمْ
وَإَّ
فَكَبِّرْ
وَامْضِ. ثُمَّ
قَالَ
سَمِعْتُ
عُمَرَ
رََضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
يَقُولُ
لِرَجُلٍ: َ
تُؤذِ
النَّاسَ بِفَضْلِ
قُوَّتِكَ[.
أخرجه رزين .
14. (1352)- Abdurrahman İbnu Avf
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir adamın şöyle söylediğini işittim:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallahu
anh)'a: "Ey Ebu Hafs, sende fazla kuvvet var. (Haceru'l-Esved'i öpeceğim
diye) zayıfa eziyet vermeyesin. Rüknü
boş görürsen yanaşarak istilâm et, değilse tekbir getirip geç" dedi. Sonra adam şunu söyledi: "Hz. Ömer
(radıyallahu anh)'in bir adama şunu söylediğini işittim: "İnsanlara fazla
kuvvetinle eziyet verme."
[Rezîn'in
ilâvesidir. Bu rivayeti Şâfiî hazretleri Müsned'inde (2, 43) kaydetmiştir.
Ahmed İbnu Hanbel'in Müsned'inde, hadisi bizzat Hz. Ömer rivayet eder (1, 23).][355]
ـ15ـ وعن
نافع قال:
]كانَ ابنُ
عُمَرَ
رََضِىَ اللّهُ
عَنْهُما
يُصَلِّى
لِكُلِّ
أسْبُوعٍ
رَكْعَتَيْنِ[.
أخرجه
البخارى
تعليقاً .
15. (1353)- Nâfi' anlatıyor: "İbnu
Ömer (radıyallahu anhümâ) her yedide iki rek'at namaz kılardı." [Buharî,
Hacc 69; Muallak (senetsiz) olarak kaydetmiştir.][356]
AÇIKLAMA:
1-
Teysir'in metninde ve diğer bazı rivayetlerde
اسبوع şeklinde gelmiştir.
Buharî metninde سبوعşeklinde elifsizdir. Birinci
şekilde hafta mânası esastır. Esasen hafta yedi gün olduğu için üsbû'da da
"yedi" mânası mevcuttur. 1350
numaraya da bak.
2-
Bu hadisi, Abdurrezzak, Musannaf'ında
mevsul (senetli) olarak kaydetmiştir:
عَن
اِبْنِ عُمَرَ
اَنَّهُ
كَانَ
يَطُوفُ
بِالْبَيْتِ سَبْعاً
ثُمَّ
يُصَلِّى
رَكْعَتَيْنِ
Yani:
"İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) Beytullah'ı tavaf eder, her yedide iki
rek'at namaz kılardı."
Bir
başka rivayette, "Tavafları, (araya iki rek'at namaz koymadan)
birleştirmeyi kerih bulurdu" denir.
Bir
başka ifade ile, kişi tavafa başlayınca her biri yedi şavt olan tavaflardan peş
peşe birkaç tane yapabilir. Sadedinde olduğumuz hadis, İbnu Ömer'in her yedi
şavtta yâni tavaf tamamlanınca iki rek'at namaz kıldıktan sonra bir diğer
tavafa geçtiğini ifade ediyor.
Esasen
Hz. Peygamber'in sünneti de budur:[357]
ـ16ـ وعن عروة
قال: ]كانَ
ابنُ
الزُّبَيْرِ
يَقْرِنُ
بَيْنَ
ا‘سَابِيعِ
وَيُسْرِعُ
المَشى
وَيَذْكُرُ
عَنْ
عَائِشَةَ
رََضِىَ اللّهُ
عَنْها
أنَّها
كَانَتْ
تَفْعَلُهُ
ثُمَّ تُصَلى
لِكُلِّ
أسْبُوعٍ
رَكْعَتَيْنِ[
.
16. (1354)- Urve (rahimehullah)
anlatıyor: "İbnu'z-Zübeyr yedilerin arasını birleştirir ve yürüyüşü hızlandırırdı ve Hz. Aişe (radıyallahu
anhâ)'nin de böyle yaptığını söylerdi. Ancak en sonda her yedi için iki rek'at
(tavaf) namazı kılardı." [Rezîn'in ilavesidir.][358]
ـ17ـ وفي
رواية:
]أنَّهُ كانَ
يَطُوفُ
بَعْدَ الْفَجْرِ
وَيُصَلى
رَكْعَتَيْنِ
فَكَانَ إذَا
طَافَ
يُسْرِعُ
المَشْىَ[.
أخرجه رزين
17. (1355)- Bir diğer rivayette:
"İbnu Zübeyr'in "Fecirden sonra tavafta bulunduğu, iki rek'ât namaz
kıldığı, tavaf edince hızlı yürüdüğü" belirtilir." [Rezîn
ilavesidir.][359]
ـ18ـ وعن
امرأة كانت
تخدم عائشة
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْها.
]أنَّهَا
طَافَتْ
مَعَهَا
أرْبَعَةَ
أسَابِيعَ
مَقْرُونَةً
ثُمَّ
رَكَعَتْ لِكُلِّ
أسْبُوعٍ
رَكْعَتَيْنِ.
قَالَتْ:
وَتَسْتَحِبُّ
اسْتَِمَ
الرُّكْنِ في
كُلِّ وِترٍ[.
أخرجه رزين .
18. (1356)- Hz. Aişe'ye hizmet eden bir
kadının rivayetine göre: "Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) kendisiyle birlikte
kesintisiz, yedili dört tavaf yapmış, her bir yedinin ardından kılınması gereken
iki rek'atlik tavaf namazlarını en sonda ard arda kılmıştır. Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ) ilâveten demiştir ki: "Her bir şavtın sonunda rükn-ü
istilâm müstehabdır." [Rezîn
ilâvesidir.][360]
ـ19ـ وعن
عبدالرحمن بن
عبدالقارى.
]أنَّهُ طَافَ
مَعَ عُمَرَ
بْنَ الخَطَابِ
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ
بَعْدَ صََةِ
الصُّبْحِ
فَلمَّا
قَضَى عُمَرُ
طَوَافَهُ
نَظَرَ
فَلَمْ يَرَ
الشَّمْسَ
فَرَكِبَ
حَتَّى
أنَاخَ بِذِى
طَوَى
وَصَلَّى رَكْعَتَيْنِ[.
أخرجه مالك .
19. (1357)- Abdurrahmân İbnu Abdi'l-Kâri
anlatıyor: "Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallahu anh) ile, sabah namazından
sonra tavaf ettik. Hz. Ömer tavafı tamamlayınca güneşe baktı ve (doğduğunu)
göremedi. Devesine binip Zu-Tavâ nam mevkiye kadar geldi. Orada devesini
durdurarak iki rek'at (tavaf sünnetini) kıldı." [Muvatta, Hacc 38, (1,
369).][361]
AÇIKLAMA:
1-
Teysîr'in metninde, Muvatta metnine nazaran açıklayıcı mahiyette olan bir kaç
kelime eksiktir. Tercümede parantez içerisinde gösterdik.
2-
Zürkânî, Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in yaptığı bu tavafın veda tavafı olduğunu
belirtir.
Hz.
Ömer (radıyallahu anh), sabah namazı kılındıktan sonra, güneş doğmadıkça,
hiçbir nafile namazın kılınmayacağı kanaatinde olduğu için, güneşe bakıyor,
henüz doğmamış görünce, kılması gereken iki rek'atlik tavaf namazını kılmadan
yola çıkıyor ve Zu-Tavâ denen mevkide devesinden inip kılıyor. Hadisin bir
başka vechi şöyle: "...Sonra Medine'ye hareket etti. Zu-Tavâ'ya gelince
güneş doğmuştu, iki rek'at namaz kıldı."
3-
Bu mevzû üzerine Muvatta'nın bir diğer rivayeti İbnu Abbâs (radıyallahu anh)'la
ilgili. Ebu'z-Zübeyr el-Mekkî diyor ki: "İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'ı
ikindi namazını kıldıktan sonra tavaf yapar gördüm. Tavafı bitirince odasına
çekildi, orada ne yaptığını (tavaf namazını kılıp kılmadığını)
bilmiyorum."
İmam
Mâlik bu mevzuyu şöyle hükme bağlar: "Bir kimse tavafa başlar, yedi
şavtını tamamlamadan sabah veya ikindi namazı kılınmaya başlarsa hemen imama
uyar. Namaz bitince tavafının diğer şavtlarını yaparak yediye tamamlar. İki rek'atlik tavaf namazını
hemen kılmaz, güneşin doğmasını veya batmasını bekler. Bu iki rek'ati akşam
namazından sonraya da te'hir etse bir beis yoktur."
4-
Şu hususu da belirtelim: İkindi ve sabah namazlarından sonra tavaf yapmayı bazı
âlimler mekruh addetmişlerdir. Ancak büyük ekseriyet bunda bir beis
görmemiştir.
Hanefî
âlimlerden bazılarının da ikindi ve sabah namazından sonra tavafı mekruh
addettiği rivayet edilmiştir. Ancak mezhepce benimsenen asıl görüşe göre bunda
bir beis yoktur, mekruh olan tavaf değil, tavaf namazıdır.
İbnu'l-Münzir
der ki: "Sahabe veTâbiîn'in cumhuru, tavaftan sonra, her vakitte namaz
kılmayı câiz addetmiştir. Ancak bazıları da sabah ve ikindi namazlarından sonra
namaz kılmayı nehyeden hadisin âmm oluşunu nazar-ı dikkate alarak, bunu mekruh
addetmiştir. Hz. Ömer (radıyallahu anh), Sevrî, İmam Mâlik, Ebu Hanife ve bir
tâife bu kanaattedir."
İmam
Şâfiî ve bir kısım ashâbu'ssünen, Cübeyr İbnu Mut'im tarafından rivâyet edilen
ve 1375 numarada gelecek olan şu hadisi esas alarak her vakitte tavaf namazının
kılınabileceğini söylemiştir: يَابَنِى
عَبْدِ
مَنَافٍ! مَنْ
وَلَّى
مِنْكُمْ
مِنْ اَمْرِ
النَّاس
شَيْئاً فََ
يَمْنَعَنْ
اَحَدًا
طَافَ
بِهَذَا
الْبَيْتِ
وَصَلَّى
ايَّةَ
سَاعَةٍ
شَاءَ مِنْ
لَيْلٍ اَوْ
نَهَارٍ
"Ey Abdumenâfoğulları,
sizden kim, halkı idarede bir sorumluluk deruhte ederse, Beytullah'ı gündüz
veya gece herhangi bir saatte ziyaret edip namaz kılanı sakın men
etmesin." (1375 numarada fazla açıklama gelecek).[362]
ـ20ـ وعن
إسماعيل بن
أميّةَ قال:
]قُلْتُ لِلزُّهْرِىِّ:
إنَّ عَطَاءً
يَقولُ
تُجْزِئُهُ المَكْتُوبَةُ
مِنْ
رَكْعَتِى
الطَّوافِ. فقَالَ:
اتِّبَاعُ
السُّنَةِ
أفْضَلُ،
لَمْ يَطُفْ
رسول اللّه
#قَطُّ
أسْبُوعاً
إَّ صَلَّى لَهُ
رَكْعَتَيْنِ[.
أخرجه
البخارى
تعليقاً .
20. (1358)- İsmâil İbnu Ümeyye (merhum)
anlatıyor: "Zührî'ye, "Atâ: "Farz namaz, iki rek'atlik tavaf
namazının yerini de tutar" diyor, (ne dersiniz)?" dedim. Şu cevabı
verdi:
"Sünnete
uymak daha iyidir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yedi şavtlık bir tavaf
yaptı. Mutlaka onun için iki rek'atlik bir tavaf namazı kılmıştır."
[Buharî,Hacc 69.][363]
AÇIKLAMA:
1-
Tavafa bağlı olarak kılınan iki rek'atlik namazın yerini, bir başka namazın
tutamayacağı belirtilmektedir. Sözgelimi, ikindinin farzından sonra yapılan
tavafın namazı, vakit mekruh olduğu için, akşam vaktine girilse, akşam namazı
vaktin girmesiyle hemen cemaatle
kılınmış olacağından, acaba kılınan bu farz, tavaf namazının uhdeden düşmesini sağlar mı? Zührî
merhuma bu mânada soru tevcih ediliyor. Zührî'nin cevabı: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), tavaf için ayrı namaz kılmıştır, sünnete uymak
gerekir" şeklinde olmuştur.
2-
Yeri gelmişken, Aynî'nin kaydettiği bir açıklamaya dikkat çekelim:
"Tavaftan sonra Makam'ın gerisinde iki rek'at kılınır. Buna
"sünnet" diyen, "vacib" diyen olmuştur. Bu tavafa tâbidir,
tavaf sünnet ise namaz da sünnettir, vacibse namaz da vacibtir.[364]
ـ21ـ وعن جابر
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قَرَأ رسول
اللّه # في
رِكْعَتَى
الطَّوَافِ
بِسُورتِى
ا“خَْصِ: قُلْ
يَا أيُّهَا
الْكَافِرُونَ،
وقُلْ هُوَ
اللّهُ
أحَدٌ[. أخرجه
الترمذى .
21. (1359)- Hz. Câbir (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), iki rek'atlik tavaf
namazında iki İhlâs sûresini yani: Kul yâ eyyuhe'lkâfirûn ve Kul hüvallahü ehad
sûrelerini okudu." [Tirmizî, Hacc 43, (869).][365]
AÇIKLAMA:
1-
İki sûreye de "İhlâs" sûresi diye isim verilmesi, aradaki irtibat
sebebiyle tağlib tarikiyledir. Anne (ümm) ve baba'ya (eb) ebeveyn, Güneş (şems)
ve Ay'a (Kamer) kamereyn denmesi gibi. İkisi de tevhidden bahsettiği için
aralarında benzerlik mevcuttur.
2-
Bu rivayet sebebiyle tavaf namazının birinci rek'atinde Kâfirûn, ikinci
rek'âtinde ise İhlâs sûresinin okunması müstehab addedilmiştir. Bunların
okunmasındaki istihbabın sebebini sûrelerin tevhidden bahsetmesinde arayanlar
olmuştur. Zîra tavaf da sırf Allah için yapılmakta, ihlâs bulunmaktadır.[366]
ـ22ـ وعن كثير
بن جمهان قال:
]رَأيْتُ ابنَ
عُمَرَ
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما
يَمْشى في المَسْعَى
فَقُلْتُ
أتَمْشِى في
المَسْعَى؟
فقَالَ: لئنْ
سَعَيْتُ
لَقَدْ
رَأيْتُ رسولَ
اللّهِ #
يَسْعَى ولئن
مَشَيتُ
لَقَدْ رأيْتُ
رسولَ اللّه #
يَمْشِى
وَأنَا
شَيْخٌ كَبِيرٌ[.
أخرجه أصحاب
السنن.
22. (1360)- Kesir İbnu Cemhân anlatıyor:
"İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'i, sa'y mahallinde (mes'a) yürürken görüp
kendisine: "Koşma mahallinde yürüyor musun?" dedim. Bana:
"Koşsaydım,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı koşuyor görmüşüm demektir. Yürüdüysem
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı yürür gördüm demektir. Şimdi ben yaşlı bir insanım." [Tirmizî, Hacc 39,
(864); Ebu Dâvud, Menâsik 56, (1904); Nesâî, Hacc 174, (5,241-242); İbnu Mâce
Hacc 43, (2988).][367]
AÇIKLAMA:
1-
Hadiste geçen mes'a "koşma yeri" demektir. Sa'yden gelir. Bu kelime
lügat olarak koşmak demektir. Mes'a ism-i mekândır, yani koşulan yer. Bundan
maksad Safâ ile Merve tepeleri arasındaki vâdidir. Ancak günümüzde vadiden
bahsedilemez.
2-
Tirmizî şu açıklamayı kaydeder: "Alimler Safâ ile Merve arasında koşmayı
müstehab addetmişler, koşmaya gücü yetmeyenin yürümesi caizdir
demişlerdir."
3-
Sa'yin hükmü hususunda ihtilâf edilmiştir. Cumhûr farz olduğuna hükmeder, terki
halinde hacc tamam olmaz, "dem"le de telâfî edilemez. Ebu Hanîfe'ye
göre vâcibtir, terki hâlinde dem (kurban) telâfî eder.
Hz.
Enes ve Atâ'dan: Sünnettir, terki hâlinde herhangi bir ceza gerekmez"
mânasında rivayet yapılmıştır.[368]
ـ23ـ وعن جابر
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كانَ رسولُ
اللّه # إذَا
نَزَلَ مِنَ
الصَّفَا مَشَى
حَتَّى إذَا
انْصَبَّتْ قَدَمَاهُ
في بَطْنِ
الوَادِى
سَعَى حَتَّى
يَخْرُجَ
مِنْهُ[.
أخرجه مالك
والنسائى.ومعنى
»انْصَبَّتْ
قَدَمََاهُ«
انحدرت في
المسعى .
23. (1361)- Hz. Câbir (radıyallahu anh)
anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Safâ'dan indiği zaman normal yürürdü. Ayakları vâdinin tabanına
değince de koşardı. Koşması vâdi tabanının bitimine kadar devam ederdi."
[Muvatta, Hacc 42, (1, 374); Nesâî, Hacc 178, (5, 243).][369]
AÇIKLAMA:
Son
iki hadis sa'yin nasıl olması gerektiğini açıklamaktadır. Anlaşılacağı üzere,
Safâ ile Merve karşılıklı iki küçük tepedir. Bu tepelerin ikisini, arasında
düzce bir vâdi tabanı ayırmaktadır. Tepelerin yamaçlarından aradaki düzlüğe
inip çıkarken normal yürüyüşle yürünmekte, vâdi içerisindeki düz kısım koşarak
geçilmektedir. Zamanımızda sâdece tepeler
korunmuş, tepelerin arası hemen hemen düz bir koridorla
birleştirilmiştir. Ancak, vâdi tabanına tekabül eden kısım yeşil sütunlarla
belirlenmiştir. Gerek Safâ cihetinden ve
gerekse Merve cihetinden bu yeşil sütunlara
kadar normal yürüyüşle yürünerek gelinir. Yeşil sütunlardan itibaren bu
sütunların bitimine kadar hervele denen, hızlı, canlı ve çalımlı bir yürüyüş
yapılır. Herveleyi erkekler yapar, kadınlara gerekmez.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bu kısımda koşmaya ehemmiyet vermiştir. Dârekutnî'nin
Safiyye Bintu Şeybe'den yaptığı bir rivayete göre, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) sa'y yaparken, izarı koşunun şiddetinden dönermiş. Şöyle tavsiye
buyurmuştur:
اِسْعَوْا
فَإِنَّ
اللّهَ
كَتَبَ عَلَيْكُمُ
السَّعْىَ
"Koşun, zîra Allah size
koşmayı emretti."
Herşeye
rağmen vâdi tabanında koşmak Cumhur'a göre sünnettir, terkinde herhangi bir şey
gerekmez.[370]
ـ24ـ وعنه
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]سَمِعْتُ
رسول اللّه #
يَقُولُ
حِينَ خَرَجَ
مِنَ المَسْجِدِ
وَهُوَ
يُريدُ
الصَّفَا:
نَبْدأُ بِمَا
بَدَأَ
اللّهُ بِهِ
فَبَدأَ
بِالصَّفَا[.
أخرجه مالك
والترمذى
والنسائى.وزاد
رزين عن أبى
هريرة
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ:
فَلَمَّا عََ
عَلى
الصَّفَا
حَيْثُ
يَنْظُرُ إلى
الْبَيْتِ
رَفَعَ
يَدَيْهِ
فَجَعلَ
يَذْكُرُ اللّهَ
تَعالى مَا
شَاءَ .
24. (1362)- Yine Hz. Câbir (radıyallahu
anh) anlatıyor:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı Mescid-i Haram'dan çıkıp Safâ'ya yönelirken: "Allah'ın başladığı ile
başlayalım" deyip (sa'ye) Safâ' dan başladığnı gördüm." [Muvatta,
Hacc 42, (5, 374); Tirmizî, Hacc 38, (862); Nesâî, Hacc, 163 (5/235), 168
(5/237). Bu mânâda Müslim'de de gelmiştir: Hacc 147, (1218). Keza Ebû Dâvud'da
Menâsik 57, (1905); ibnu Mâce, Menâsik 84, (3074).]
Rezîn,
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'den naklen şu ilâvede bulundu: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
Safâ'ya çıkınca oradan Beytullah'a baktı, ellerini kaldırıp dilediği şekilde
Allah'ı zikretmeye koyuldu."[371]
AÇIKLAMA:
Hadis,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Veda haccını anlatırken, Tavaf'tan sonra
"Sa'y" safhasına geçiş ânını tasvir etmektedir. Rivâyetin
Tirmizî'deki vechi daha açıktır:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Mekke'ye gelince Beytullah'ı yedi
kere tavaf etti. Sonra: َواتَّخَذَوا
مِنْ مَقَامِ
اِبْرَاهِيمَ
مُصَلَّى
"Makam-ı İbrahim'den bir
namazgah edinin." (Bakara 125) âyetini okudu. Makam'ın gerisinde namaz
kıldı. Sonra Haceru'l-Esved'e gelip istilâmda bulundu. Sonra da: "Allah'ın
başladığı ile başlıyoruz" dedi ve Safâ'dan başlayıp şu âyeti okudu: اِنَّ
الصَّفَا
وَالْمَرْوَةَ
مِنْ شَعَائِرِ
اللّهِ "Şüphesiz
Safâ ve Merve, Allah'ın şeâirindendir" (Bakara 158)
*
"Allah'ın başladığı" ifadesinde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
âyet-i kerimeye işaret buyurmuştur. Zîra âyette önce "Safâ"
zikredilmiştir.
* Şeâir, Şaîre kelimesinin cem'idir. Alâmet
mânasına gelir.
Allah'ın
şeâiri: Allah'a ibadet etmeye vesile olan nişane ve alâmetler demektir.
Mü'minler onlara gösterecekleri hürmetle kâfirlerden ayrılır.[372]
ـ25ـ وعن ابن
عباس رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]لَيْسَ
السَّعْىُ في
بَطْنِ
الْوَادِى بَيْنَ
الصَّفَا
وَالمَرْوَةِ
سُنَّةً،
إنَّمَا كانَ
أهْلُ
الجَاهِليَّةِ
يَسْعَوْنَهَا
وَيَقُولونَ:
َ نُجِيزُ
الْبَطْحَاءَ
إَّ شَدّاً[.
أخرجه
البخارى.
»الشَّدُّ«
العدو.
والمراد
»بِالبَطْحَاءِ«
ههنا: بَطْن
المسعى .
25. (1363)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Safâ ile Merve arasında, vâdinin dibinde koşmak sünnet
değildir. Burada cahiliye ehli koşar ve şöyle derdi: Bathâ'yı (vadinin dibini)
biz ancak koşarak geçeriz." [Buhârî, Menâkıbu'l-Ensar 26.][373]
AÇIKLAMA:
İlk
bakışta, İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) burada, sa'yin sünnet olmadığını
söylemektedir. İbnu't-Tîn gibi bazı şârihler, bu ifadesiyle İbnu Abbâs'ın
Cumhur'a muhalefet ettiğini
belirtirler. Nitekim 1360 numaralı
hadisin açıklamasında da belirttiğimiz üzere sa'y Cumhu'ra göre farzdır.
Vacibve sünnet diyen de olmuştur.
Ancak
İbnu Hacer der ki: "İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) burada sa'yin aslını
inkâr etmiyor, hızlı koşmanın olmadığını söylemek istiyor. Bu da zâten farz
değildir....
Safâ
ile Merve arasındaki sa'yin esası Hz. Hacer'e dayanır. Bununla ilgili rivayet
de İbnu Abbâs'a ait. Öyle ise, İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'ın, cahiliye
devrine nisbet ettiği başlangıç, "hızlı koşma"nın başlangıcıdır. Eğer
İbnu Abbâs, "Sünnet değildir" hükmüyle "Sa'y müstehab
değildir" demek istemişse bu sözüyle Cumhur'un ittifak ettiği bir hususa
muhalefet etmiştir, tıpkı tavafta
remelin müstehab oluşunu inkâr etmesi gibi. İbnu Abbas (radıyallahu
anhümâ)'ın sünnet'le, şer'î yolu (ettarikatu'şşer'iyye) kastedmiş olması da
muhtemeldir. Nitekim "sünnet" kelimesi, sıkca farz kılınan şeye (mefruz)
ıtlak olunur. Öyle ise İbnu Abbâs usulcülerin ıstılahındaki "sünnet"i
kasdetmiştir. Usulcüler sünnet deyince matlub olduğu bir delille sâbit olmakla
birlikte terkeden kimseye günah terettüp etmeyen şeyi anlar."[374]
ـ26ـ وعن
صَفِيَّةِ
بنت شيبة.
]أنَّ امْرَأةً
قَالَتْ:
رَأيْتُ رسول
اللّه #
يَمْشِى في
بَطْنِ
المَسِيلِ
يَقُولُ: َ
يُقْطَعُ الْوَادِى
إَّ شَدّاً[.
أخرجه
النسائى .
26. (1364)- Safiyye Bintu Şeybe
anlatıyor: "Bir kadın dedi ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı, Safâ ve Merve tepeleri arasındaki vâdinin dibinde "Vadi ancak
koşularak katedilir" diyerek yürürken gördüm." [Nesâî, Hacc 177, (5, 242); İbnu Mâce, Menâsik 43, (2987).][375]
ـ27ـ وعن
الزهرى قال:
]سَألُوا
ابْنَ عُمَرَ
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما.
هَلْ رأيْتَ
رسول اللّه #
رَمَلَ
بَيْنَ الصَّفَا
وَالْمَرْوَةِ؟
فقَالَ: كانَ
في جَمَاعَةٍ
ِمِنَ
النَّاسِ
فَرَمَلُوا
فَمَا أَرَاهُمْ
رَمَلُوا إَّ
بِرَمَلِهِ[.
أخرجه النسائِى
.
27. (1365)- Zührî (merhum) anlatıyor:
"İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'e sordular:
"Sen
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı Safâ ile Merve arasında remel yaparken
(hızlı koşarken) gördün mü?"
"Evet,
dedi. İnsanlardan bir cemaatle birlikteydi. Hep birlikte koşuyorlardı. Ben
onları onun koşusuyla koşuyor görüyordum." [Nesâî, Hacc, 175, (5, 242).][376]
ـ1ـ عن ابن
عباس رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما. ]أنَّ
رسولَ اللّه #
قال:
الطَوَافُ
حَوْلَ الْبَيْتِ
مِثْلُ
الصََّةِ إَّ
أنَّكُمْ
تَتَكَلَّمُونَ
فِيهِ،
فَمَنْ
تَكَلَّمَ
فََ يَتَكَلَّمُ
إَّ
بِخَيْرٍ[.
أخرجه
الترمذى وهذا لفظه
والنسائى .
1. (1366)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Beytullah etrafındaki tavaf, namaz gibidir. Ancak bunda konuşabilirsiniz.
Öyle ise, kim tavaf sırasında konuşursa sadece hayır konuşsun." [Tirmizî,
Hacc 112, (960); Nesâî, Hacc 136, (5, 222).][377]
AÇIKLAMA:
Tavaf
birçok yönlerden namaz gibidir. Hadesten ve necasetten tahâret, setrü'l-avret,
sevab, Beytullah'a bağlanmak vs. bunda da mevcut. Ancak, namazda konuşma
yoktur. Tavafta buna müsaade edilmiştir. Fakat bunun imkân nisbetinde az olması
ve hayırlı olması gerekmektedir: Zikrullah ve tavaf yapmakta olan diğer
Müslümanları teşviş etmeyecek faydalı, anlamlı kelâm.[378]
ـ2ـ وفي أخرى
للنسائى عن
ابن عمر قالَ:
]أَقِلُّوا
مِنَ الكََمِ
في
الطَّوَافِ
فإنَّمَا أنْتُمْ
في صََةٍ[ .
2. (1367)- Nesâî'nin bir başka
rivayetinde şöyle buyurulmuştur: "Tavaf sırasında az kelâm edin. Zîra sizler namazdasınız."[379]
ـ3ـ وعن ابن
عباس رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]طَافَ
النَّبىُّ #
في حَجَّةِ
الْوَدَاعِ عَلى
بَعِيرٍ
يَسْتَلِمُ
الرُّكْنَ
بِمحْجَنٍ[. أخرجه
الخمسة.وفي
رواية:
كُلَّمَا
أتَى الرُّكْنَ
أشَارَ
إلَيْهِ
بَشَئٍ في
يَدِهِ.
3. (1368)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Veda haccında bir
deve üzerinde tavaf yaptı. Rükn'e bir bastonla istilam buyurdu."
Bir
rivayette: "Rükn'e her gelişinde, ona elindeki bir şeyle işâret
buyurdu" denmiştir. [Buhârî, Hacc 58, 61, 62, 74, Salât 24, Müslim, Hacc
253, (1272); Ebu Dâvud, Menâsik 49,
(1877); Nesâî, Hacc 15, (5, 233); Tirmizî, Hacc 40, (865); İbnu Mâce, Menâsik
28, (2948).]
AÇIKLAMA:
1-
Mihcen, baş tarafı eğri değnek demektir. Baston da denir.
2-
İstilâm, selamlamak demektir.
3-
Müslim'in bir rivayetinde "...ve değneği öptü" ziyâdesi mevcuttur.
İstilâmdan sonra, ne ile istilâm edilmişse onun öpülmesi umumiyetle
benimsenmiştir. El ile istilâm edilmişse elin öpülmesi, çubukla istilâm
edilmişse çubuğun öpülmesi gibi... Cumhur şöyle demiştir: Bu hususta sünnet
şudur: Rüknü elle istilâm eder ve elini öper. Eliyle istilâma muktedir olamazsa
elinde bulunan bir şeyle istilâm eder ve bu şeyi öper. Buna da muktedir
olamazsa rükne işaret eder ve bununla yetinir. İmam Mâlik "elini
öpmez" demiştir. Bir rivayete göre Mâlikîler: "Elini, ağzın üzerine
öpmeksizin kor" demiştir.
4-
Deve üzerinde tavafa gelince, muhtelif rivayetler iki sebeple Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın deve üzerinde tavaf yaptığını belirtir:
1-
Hastalık, 2- Halkın, menâsikini öğrenmek için kendisini rahatça görmesi ve sual
sorması.
Şu
halde, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın binerek tavaf etmiş olması,
tavafın mazeretsiz binek üzerinde yapılacağına cevaz olmaz. Âlimler bundan
mâzereti olanlara ruhsat istinbat ederler. Fakihler: "Câiz olsa da, yayan
evlâdır, binerek tavaf tenzihen mekruhtur" demişlerdir.
Bir
kısım âlimler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın binerek tavafını,
"Halka menâsiki öğretmek içindi, bu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
hasâisindendi" diye de yorumlamışlardır."
Hayvanla
tavafın birçok mahzurlarından biri de metafı telvis etmesidir. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın hayvanı, İlâhî bir ikram olarak, telvisden alıkonmuştur. Öyle ise bu yönüyle de, binek
üzerinde tavaf kıyas dışıdır" şeklinde de izah getirilmiştir.[380]
ـ4ـ وفي أخرى
‘بى داود: ]أنَّ
النَّبىَّ #
قَدِمَ مَكَّةَ
وَهُوَ
يَشْتَكِى
فَطَافَ عَلى
رَاحِلَتِهِ
كُلَّمَا
أتَى عَلى
الرُّكُنِ
اسْتَلَمَهُ
بِمحْجَنٍ
فَلَمَّا
فَرَغَ مِنَ
طَوافِهِ أنَاخَ
وَصَلَّى
رَكْعَتَيْنِ[
.
4. (1369)- Ebu Dâvud'da gelen bir diğer
rivayette: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Mekke'ye geldiği vakit
hasta idi. Bu sebeple bineği üzerinde tavaf etti. Tavaf sırasında Rüknün
karşısına her gelişte onu bastonu ile selamladı. Tavafını bitirince, devesini
ıhdı ve iki rek'at namaz kıldı." denir.
[Ebû Dâvud, Menâsik 49, (1881).][381]
ـ5ـ وعن
عائشة
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]طَافَ
النَّبىُّ #
عَلى
بَعِيرِهِ
يَسْتَلِمُ
الرُّكْنَ
كَرَاهِيَةَ
أنْ يَصْرِفَ
عَنْهُ
النَّاسَ[.
أخرجه مسلم
والنسائى .
5. (1370)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) halk kendinden
uzaklaştırılır endişesiyle deve üzerinde
tavaf etti ve Rükn'ü istilâm buyurdu." [Müslim, Hacc 256, (1274); Nesâî,
Hacc 140, (5, 224).][382]
AÇIKLAMA:
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın binek üzerinde tavaf edişinin bir sebebi daha
belirtilmiş olmaktadır: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)' ın önünü açmak için
halkın uzaklaştırılması. Nevevî, bu mânayı ifâde eden kelimenin iki imlâ ile
geldiğine dikkat çeker: اَنْ
يُصْرِفَ
عَنْهُ ve اَنْ
يُضْرِبَ
عَنْهُ Birinci imlâya göre "kendinden
uzaklaştırılması", ikinci imlâya göre, "kendisi için dövülmesi."
Yani "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a yol açmak için halka vurulması endişesi." Her iki imlâ da
sahih bir mâna vermekte ve tavafın binek üzerinde yapılışının bir gerekçesini
daha ortaya koymaktadır.[383]
ـ6ـ ولمسلم
في أخرى وأبى
داود عن ابن
عباس: ]يَسْتَلِمُ
الرُّكْنَ
بِمِحْجَنٍ
كانَ مَعَهُ
وَيُقَبِّلُ
المِحْجَنَ[.
»المِحْجَنُ«
كالصَّوْلجَانِ
.
6. (1371)- Müslim ve Ebû Dâvud'un İbnu
Abbâs (radıyallahu anhümâ)'tan kaydettikleri bir diğer rivayette şöyle denir:
"[Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm).]
Rükn'e
beraberinde bulunan bir bastonla istilâmda bulunuyor ve bastonu öpüyordu."[384]
ـ7ـ وعن أمِّ
سلمة رََضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]شَكَوْتُ إلى
رسولِ اللّه #
أنِّى
أشْتَكِى
فقَال: طُوفِى
مِنْ وَرَاءِ
النَّاسِ
وَأنْتِ
رَاكِبَةٌ.
فَطُفْتُ
وَالنَّبىُّ #
يُصَلِّى إلى
جَنْبِ
الْبَيْتِ
يَقْرأ
بِالطُّورِ
وَكِتَابٍ
مَسْطُورٍ[.
أخرجه الستة إ
الترمذى .
7. (1372)- Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a hasta olduğumu söyledim. Bana:
"-
Öyleyse, insanların gerisinden, bir hayvan üzerinde tavaf et!" dedi. Ben,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Beytullah'ın yan tarafında namaz kılarken
tavaf ettim. O namazda "Ve't-Tûr ve Kitâbi'n-Mestur" sûresini
okuyordu." [Buhârî, Hacc 74, 64, 71, Salât 78; Müslim, Hacc 258, (1276);
Muvatta, Hacc 40, (1, 371); Ebû Dâvud, Menâsik 49, (1882); Nesâî, Hac 138, (5,
223); İbnu Mâce, Menâsik 34, (2961).][385]
ـ8ـ وعن
وبرَةَ بن
عبدالرحمن
قال: ]سَألَ
رَجُلٌ ابنَ
عُمَرَ
رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهما فقَالَ:
أيصْلُحُ لِى
أنْ أطُوفَ
بِالْبَيْتِ
قَبْلَ أنْ
آتِى
المَوْقِفَ؟
قَالَ نَعَمْ:
قَالَ: فإنَّ
ابنَ عبَّاسٍ
يقُولُ: َ
تَطُفْ
بِالْبَيْتِ
حَتَّى
تَأتِىَ المَوْقِفَ.
فقَالَ: قَدْ
حَجَّ رسول
اللّه # فَطَافَ
بِالْبَيْتِ
قَبْلَ أنْ
يَأتِىَ المَوْقِفَ
فَبِقَوْلِ
رسول اللّه #
أحَقُّ أنْ نَأخُذَ
أوْ بِقَوْلِ
ابنِ
عَبَّاسٍ،
إنْ كُنْتَ
صَادِقاً[.
أخرجه مسلم
والنسائى .
8. (1373)- Vebre İbnu Abdirrahmân
anlatıyor: "Bir adam, İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'e:
"Vakfe
yerine gelmezden önce Beytullah'ı tavaf etmem uygun olur mu?" diye sordu.
İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) cevâben:
"Evet!"
deyince, adam:
"Ama
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ): "Vakfe yapmadan Beytullah'ı tavaf
etme" dedi!" der. İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) de:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) hacc yaptı. O zaman, vakfe yapmadan Beytullah'ı tavaf
etti. Ve dahi, şayet sözünde sâdık isen, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
sözüyle amel mi daha doğrudur, İbnu Abbas'ın kavliyle amel mi?" der."
[Müslim, Hacc, 187, (1233); Nesâz, Hacc 141, (5, 224).][386]
AÇIKLAMA:
Bu
hadiste, İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
şahsî tatbikatını ifade etmektedir. Zîra, Veda haccında ihrama girince önce
umre yaparak tavaf ve sa'yi edâ etmiş, ihramdan çıkmadan hacc-ı kıran yapmak
üzere Arafat'a hareket etmişti. Hacc-ı kıranda, hacılar umre sa'yinden sonra kudüm
tavafını yapar; dilerse haccın sa'yini kudüm tavafından sonra yapar.
İbnu
Abbâs (radıyallahu anhümâ) da gerçeği ifade etmiştir, zira Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), yine Veda haccında, yanında kurbanlığı olmayanlara,
ihramdan çıkmalarını emrederek hacc-ı temettu yaptırmıştı. Hacc-ı temettu da
yapılan tavaf, umrenin tavafıdır, haccın
tavafı kurban kesildikten sonra yapılır. İbnu Abbâs'a göre,
tavaftan sonra ihramdan çıkmak gerekir,
öyle ise, ihramdan çıkmak istemeyen kimsenin tavafını yapmaması, vakfeden sonra
ihramdan çıkıncaya kadar te'hir etmesi icabeder. Hülâsa, İbnu Abbâs, Veda
haccında, yanında kurbanlığı olmayanlara emretmiş bulunduğu haccın umreye
tahvilindeki tatbikatı esas almış olmaktadır.[387]
ـ9ـ وعن ابن
عباس رََضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قالَ:
]قَدِمَ رسول
اللّه #
مَكَّةَ
فَطَافَ
وَسَعى بَيْنَ
الصَّفَا
وَالمَرْوَةِ
وَلَمْ يَقْرُبِ
الْكَعْبَةَ
بَعْدَ
طَوافِهِ
بِهَا حَتَّى
رَجَعَ مِنْ
عَرَفَةَ[.
أخرجه البخارى
.
9. (1374)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (Veda haccında)
Mekke'ye geldi, tavafını yaptı, Safâ ve Merve arasında sa'yetti. (Geldiği zaman yaptığı bu ilk)
tavaftan sonra, Arafat'tan dönünceye kadar Kâbe'ye yaklaşmadı." [Buhârî,
Hacc 70, 23, 127.][388]
AÇIKLAMA:
İbnu
Hacer der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, umre yaptıktan
sonra tavaf yapmamış olması, vakfelerden önce, tavaf yapmak isteyenlere bunun yasak olması mânasına gelmez.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yapmayışı "nafile bir
yapmayıştır." Belki de bunu kasden terketti. Yani, ümmetten herhangi
biri, böyle bir tavafı vâcib telâkki
edebilir endişesiyle terketti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ümmeti için
zorluğu değil kolaylığı severdi. Bu sebeple,Kâbe'yi tavaf etmenin ehemmiyetini
haber vermekle yetindi, fiilen yapmadı.
İmam
Mâlik'ten rivayete göre "Hacı, haccını tamamladıkça, nâfile tavaf
yapmalıdır." Yine ondan rivâyete göre, "Beytullah'ı tavaf, uzak
diyarlardan gelenler için, nafile namazdan daha hayırlıdır."[389]
ـ10ـ وعن
جُبير بن
مُطعم
رََضِىَ
اللّهُ عَنْهُ.
]أنَّ النَّبىَّ
# قال:
يَابَنِى
عَبْدِ
مَنَافٍ َ تَمْنَعُوا
أحَداً طَافَ
بِهذَا
الْبَيْتِ فَصَلَّى
أيَّةَ
سَاعَةٍ
شَاءَ مِنْ
لَيْلٍ أوْ
نَهَارٍ[.
أخرجه أصحاب
السنن .
10. (1375)- Cübeyr İbnu Mut'im
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Ey
Abdümenafoğulları, sizden kim halkı idârede bir sorumluluk deruhte
ederse, Beytullah'ı gündüz veya gece herhangi bir saatte ziyaret edip namaz
kılanı sakın menetmesin." [Tirmizî, Hacc 42, (868); Ebu Dâvud, Menâsik 53,
(1894); Nesâî, Hacc 137, (5, 223); İbnu Mâce, İkâmetu's-Salât 149, (1254).][390]
AÇIKLAMA:
1-
Bu hadis hususen Abdümenafoğulları'na hitab etmektedir. Çünkü, Cenab-ı Hakk'ın
vahyi ile bilmiştir ki, hilâfet ve idârî işler çoğunluk itibariyle o soydan
gelenlerde kalacak, Mekke'deki hizmetler onlara terettüp edecektir. Nitekim
sidâne, hicâbe, liva ve rifâde gibi hizmetler onlarda idi.
2-
Daha önce, 1357 numaralı hadisin izahında belirttiğimiz gibi, tavaf namazının
mekruh vakitlerde bile câiz olacağına
hükmedenler bu hadise dayanırlar.
Aliyyu'l-Kârî
der ki: "Burada tavaf namazı kastedildiği gibi mutlak da olabilir. Ancak
hadis, mekruh vakitler dışında diye
kayıtlanabilir de. Zîra mekruh vakitlerde nehyin varlığı esastır, (bu çeşit
durumlarda mutlak, mukayyede hamledilir). Veya, hadisteki salat (namaz),
kelimenin lügat mânası olan dua ile te'vil edilir."
Bu
hadise dayanarak, bazı âlimler: "Tavaf
namazı mekruh vakitlerden istisna edilmiştir, o vakitlerde de kılınabilir" demiş; Şâfiî hazretleri
gibi bazıları daha da ileri giderek: "Mekke'nin şerefi sebebiyle nâfile
namazlar kerâhet vakitlerinde de mekruh olmaktan istisna tutulmuş, tâ ki
insanlar onun her ânından istifâde etsinler" demiştir.
Ebu
Hanife ise, illetin âmm ve şâmil olması sebebiyle, kerâhat meselesinde,
"Mekke diğer beldeler gibidir, mekruh vakitler orada da mekruhtur"
demiştir.
Sadedinde
olduğumuz hadisi te'yid eden bir diğer rivayet Ebu Zerr (radıyallahu anh)
tarafından rivayet edilmiştir.
Başka
beldelerde mekruh olan vakitlerde Mekke'de nâfile namaz kılmanın mekruh
olmadığını söyleyenlerin ikinci bir delili olan bu hadisi kaydediyoruz:
َصََةَ
بَعْدَ
الصُّبْحِ
حَتَّى تَطْلُعَ
الشَّمْسُ
وََ بَعْدَ
الْعَصْرِ
حَتَّىَ
تَغْرُ بَ
الشَّمْسُ
إَِّ
بِمَكَّةَ إَِّ
بِمَكَّةَ
إَِّ
بِمَكَّةَ
"Güneş doğuncaya kadar
sabah namazından sonra, güneş batıncaya kadar da ikindi namazından sonra namaz
kılınmaz. Mekke hâriç, Mekke hâriç, Mekke hâriç."[391]
ـ11ـ وعن أبى
الزبير المكى
قال: ]رَأيْتُ
ابنَ عبَّاسٍ
يَطُوفُ
بَعْدَ صََةِ
الْعَصْرِ أُسْبُوعاً
ثُمَّ
يَدْخُلُ
حُجْرَتَهُ
فََ نَدْرِى
مَا يَصْنَعُ.
قَالَ:
وَلَقَدْ
رَأيْتُ
الْبَيْتَ يَخْلُوا
بَعْدَ صََةِ
الصُّبْحِ
حَتَّى تَطْلُعَ
الشَّمْسُ،
وَبَعْدَ
صََةِ الْعَصْرِ
مَا يَطُوفُ
بِهِ أحَدٌ
حَتَّى
عِنْدَ الْغُرُوبِ[.
أخرجه مالك .
11. (1376)- Ebu'z-Zübeyr el Mekkî
anlatıyor: "İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'ın ikindi namazından sonra
yedi kere tavaf edip hücresine
çekildiğini gördüm. Artık orada ne yaptığını (tavaf namazı kılıp
kılmadığını) bilmiyorum."
Ebu'z-Zübeyr
devamla dedi ki: "Ben Beytullah'ın sabah namazından sonra, güneş doğuncaya
kadar, ikindi namazından sonra da güneş batıncaya kadar boşaldığını, kimsenin
tavaf etmediğini gördüm." [Muvatta, Hacc 117, (1, 369).][392]
AÇIKLAMA:
1357
numaralı hadiste yapıldı.[393]
ـ1ـ عن ابن
عباس وعائشة
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُم.
]أنَّ
النَّبىَّ #:
أخَّرَ
الطَّوَافَ
يَوْمَ
النَّحْرِ
إلى اللَّيْلِ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذى.وفي
رواية أخرى:
طَوَافَ
الزِّيَارَةِ
.
1. (1377)- İbnu Abbâs ve Hz. Aişe
(radıyallahu anhüm) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
yevm-i nahrde (Kurban'ın birinci günü) tavafı geceye te'hir etti."
Bir
başka rivayette: "....Ziyâret tavafını" denmiştir. "...Beyt-i
Atik'i tavaf etsinler" (Hacc 29)
âyetiyle emredilen tavaf bu tavaftır. [Ebu Dâvud, Menâsik 83, (2000); Tirmizî,
Hacc 80, (920); İbnu Mâce, Menâsik 77, (3059). Bu hadisi Buhârî, ta'lik olarak
kaydetmiştir (Hacc 129).][394]
AÇIKLAMA:
1-
Ziyaret tavafı, haccın farz olan tavafıdır. Arafat vakfesinden sonra yapılır.
Buna ifâza tavafı da denir. Keza Tavâfu's-Sadr ve Tavâfu'r-Rükn de denmiştir.
2-
Bu rivâyet, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın tavafı yevm-i nahirde
gündüzleyin yaptığına dair İbnu Ömer (ve Cabir) (radıyallahu anhüm)'den yapılan
müteakip rivayete muhaliftir.
Buharî,
bu ihtilâfı şöyle te'lif etmek ister: "İbnu Ömer ve Câbir hazretlerinin
rivayetlerini ilk güne, İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'ın hadisini de diğer
günlere hamletmek lâzımdır. Çünkü İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) bir
rivayette, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Beytullah'ı eyyam-ı Minâda
(Kurban günleri) ziyâret ettiğini belirtirken, bir başka rivayette
"Mina'da kaldığı müddetçe her gece ziyaret ederdi" diye tasrih eder: أَنَّ
النَّبِىَّ
صَلَّى
اللّهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
كَانَ
يَزُورُ
الْبَيْتَ كُلَّ
لَيْلَةٍ مَا
اَقَامَ
بِمِنًى
Şu
halde, İbnu Abbâs'ın rivâyetini,
müteâkip günlere hamletmek gerekmektedir. Böylece Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın ilk gün ziyâret tavafını gündüzleyin yaptığı, müteakip nâfile
tavaflarını da geceleyin yaptığı anlaşılır ve rivayetler arasındaki ihtilâf da
kalkar.[395]
ـ2ـ وعن نافع
عن ابن عمر
رَضِىَ اللّهُ
َعَنْهُما.
]أنَّ رسولَ
اللّه #:
أفَاضَ يَوْمَ
النَّحْرِ
ثُمَّ رَجَعَ
فَصَلَّى
الظُّهْرَ
بِمِنىً[.
أخرجه
الشيخان وأبو
داود .
2. (1378)- Nâfi, İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ)'den naklen diyor ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yevm-i
nahirde ifâza (ziyâret) tavafını yaptı, sonra dönüp öğleyi Mina'da kıldı."
[Buhârî, Hacc 129, Müslim, Hacc 335, (1308); Ebu Dâvud, Menâsik 83, (1998.][396]
AÇIKLAMA:
Veda
haccı ile ilgli olarak, Hz. Aişe ve Hz. Câbir (radıyallahu anhümâ) tarafından
rivayet edilen uzun hadiste, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ifâza
tavafı sırasında öğle namazını Mekke'de kıldığı belirtilir, bu rivayette ise
Mina'da kıldığı ifâde edilmektedir. Ulemâ bu iki hadisten birini tercihte
ihtilâf eder ve hattâ, hadislerin sıhhati sebebiyle bâzıları tevakkufu tercih
eder.
Nevevî
der ki: "Bu hadis, tavafu'l-ifâza'nın sübûtunu ifade eder. Ayrıca bu
tavafı, yevm-i nahirde ve öğleden evvel yapmanın müstehab olduğunu gösterir.
Ulemâ bu ifâza tavafının haccın
rükünlerinden biri olduğu, bunsuz haccın câiz olmayacağı hususunda icmâ eder.
Ulemâ, keza bu tavafın, yevm-i nahirde taşlama, kurban ve traşdan sonra
yapılmasının müstehab olduğunda da ittifak eder, teşrik günlerinden birinde
yapmak şartıyla te'hirinin caiz olacağı, bu te'hir sebebiyle dem (kurban
cezası) gerekmeyeceği hususunda da icma eder.
Eyyam-ı
teşrikten sonraya tehir eder ve fakat îfa ederse, Şâfiîlere göre câizdir,
herhangi bir ceza gerekmez. Cumhûr da bu görüştedir. Ebû Hanife, Mâlik
hazretleri, "Çok gecikecek olursa bir dem (kurban) gerekir" diye
hükmederler.[397]
ـ1ـ عن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]كانَ
النَّاسُ
يَنصرِفُونَ
في كُلِّ
وجْهٍ. فقَالَ
النَّبىُّ #: َ
يَنْفِرْ
أحَدٌ حَتَّى يَكُونَ
آخِرُ
عَهْدِهِ
بِالْبَيْتِ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود .
1. (1379)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Halk (haccın bitmesiyle) her tarafa dağılıyordu.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):"Sakın kimse, son vardığı yer
Beytullah olmadıkça bir yere gitmesin" buyurdu." [Müslim, Hacc 379,
(1327); Ebû Dâvud, Menâsik 84, (2002); İbnu Mâce, Menâsik 82, (3070).][398]
AÇIKLAMA:
Bu
hadis, vedâ tavafının gereğini teşri
etmektedir. Ulemânın ekserisine göre veda tavafı haccın vaciblerindendir,
terkedene dem gerekir. Şafiî, Ebû Hanife, Ahmed
İbnu Hanbel başta, pekçok âlim bunun vâcib olduğunda müttefiktir. İmam
Mâlik, Davud-ı Zâhirî, İbnu Münzir: "Veda tavafı sünnettir, terkine bir
şey terettüp etmez" derler.
Hanefîler
uzaktan gelenlere "vâcib" derken, Mekkelilerle mîkat ve mîkatten
içerde ikâmet edenlere vacib olmadığını söylerler.
Hayızlı
ve nifaslı kadınlarla umre yapanlara tavaf-ı vedâ vâcib değildir. Zîra nassen
bu tavaf umreye değil, hacca bağlıdır, haccın bir parçasıdır. Veda tavafını
yapmadan ayrılmış olanlar, gittikleri yer yakınsa bunu eda ederler, uzaksa kurban (dem) kesmekle,
hacc menâsikinde hâsıl olan eksikliği telâfi ederler. Uzaklık ve yakınlığın
ölçümü ihtilaflıdır. İmam-ı Âzam'a göre mîkata varmayan geri döner, İmam Şâfiî
sefer meselesini esas almış, Sevrî, "Harem-i Şerif'ten çıkmadıkça" demiştir.
Veda
tavafından sonra Mekke'nin terkedilmesi gerekir. Bu tavaftan sonra bâzı alışveriş yapanların durumu da
ihtilaflıdır. Atâ, Sevrî, İmam Şâfiî, İmam Ahmed, "Böylelerinin tekrar
veda tavafı yapmaları gerekir, Mekke'de yaptıkları son şey tavaf olmalı"
demişlerdir. İmam Mâlik'e göre, tavaftan sonra bazı alışveriş yapmanın mahzuru yoktur, birşey
gerekmez. Ebu Hanife'ye göre veda tavafından sonra bir ay hatta daha fazla da
kalsa ayrılırken veda tavafı gerekmez.[399]
ـ2ـ وفي موطأ
مالك: أنَّ
عُمَرَ
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُ قال:
]أخِرُ النّسُكِ
الطَّوَافُ
بِالْبَيْتِ
وَفِيهِ
أنَّهُ رَدَّ
رَجًُ مِنْ
مَرَّ
الظَّهْرَانِ
لَمْ يَكُنْ
وَدَّعَ
الْبَيْتَ
حَتَّى
وَدَّعَ[ .
2. (1380)- Muvatta'da geldiğine göre,
Hz. Ömer (radıyallahu anh) şöyle buyurmuştur: "Hacc menâsikinin en
sonuncusu Beytullah'ı tavaftır."
Muvatta'da
kaydedilir ki, Hz. Ömer (radıyallahu anh) veda tavafı yapmadan ayrılan birisini
Merrü'z-Zahrân denen yerden veda tavafı yapmak üzere geri çevirdi."
[Muvatta, Hacc (1, 369).][400]
AÇIKLAMA:
1-
Burada Muvatta'daki iki rivayet birleştirilmiştir.
2-
İmam Mâlik, Hz. Ömer'i bu hükme götüren şeyin şu âyetle ilgili yorum
olabileceğini söyler: "Kim Allah'ın şeâirini büyük tanırsa şüphesiz ki bu,
kalblerin takvasındandır" (Hacc 32).
3-
Hz. Ömer tarafından veda tavafı yapmadığı için geri çevrilen kişinin bulunduğu
yer olan Merrü'z-Zehrân, Mekke'ye 18 mil mesafede bir yerdir. Bu uzaklık İmam Mâlik ve ashabına
göre, veda tavafı için geri dönülmemesi gereken
uzaklıktır.
Hz.
Ömer (radıyallahu anh)'in bu davranışından, onun veda tavafına
"vacib" dediği hükmü çıkarılmıştır.[401]
ـ3ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُما أنَّهُ
قال: ]رُخِّصَ
لِلْحَائِضِ
أنْ تَنْفِرَ
إذَا
حَاضَتْ[.
أخرجه
الشيخان .
3. (1381)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ): "Kadın hayızlı olduğu takdirde (veda tavafı yapmadan) yola
çıkmasına ruhsat verildi" demiştir. [Buhârî, Hayz 27, Hacc 144; Müslim,
Hacc 380, (1328).][402]
AÇIKLAMA:
İfâza
tavafını yapan bir kadın hayız olduğu takdirde, ona veda tavafı gerekmeyeceği
hususunda ulemânın büyük çoğunluğu müttefiktir. Ancak aksine hükmeden de
olmuştur: Ömer İbnu'l-Hattab ve İbnu Ömer, Zeyd İbnu Sâbit (radıyallahu
anhüm)'in, hayızlı olan kadını, veda tavafı yapması için Mekke'de hayız hâli
geçinceye kadar ikâmete mecbur ettikleri rivayet edilmiştir. Bunlara göre, nasıl ifâza tavafı vacib ise,
veda tavafı da vâcibtir, ifâzayı yerine getirmeden hayız olduğu takdirde
üzerinden düşmezse veda tavafı da düşmez. İbnu Ömer ve Zeyd İbnu Sâbit
(radıyallahu anhüm)'in bu görüşten rücû ettikleri de rivayet edilmiştir. Hz. Ömer'in, "Son
ziyaret Beytullah'a olmalıdır" hükmünden hayızlı kadınlar hakkında da
vazgeçmediği rivayet edilmiştir.
Ancak
fukahâ, bu hükmün Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'den yapılan ve 1383 numarada
kaydedeceğimiz rivayetle neshedildiğine kâni olmuştur.
ـ4ـ وفي
رواية. قال:
]أُمِرَ
النَّاسُ أنْ
يَكُونَ
آخِرُ
عَهْدِهِمْ
بِالْبَيْتِ
إَّ أنَّهُ
حُفِّفَ عَنِ
المَرْأةِ
الحَائِضِ[ .
4. (1382)- Bir rivayette şöyle
gelmiştir: "Halka, son varacakları yerin Beytullah olması emir buyuruldu.
Ancak hayızlı kadına ruhsat verildi." [Müslim, Hacc 380, (1328).][403]
AÇIKLAMA:
Ashab'tan
bir kısmını, "hayızlı kadın veda tavafını yapmadan Mekke' den
ayrılamaz" hükmüne sevkeden husus hadiste belirtilen emirdir. "Halka,
son varacakları yerin Beytullah olması
emir buyuruldu." Burada "Beytullah'ın son varılacak yer olması" tâbiriyle
vedâ tavafı kastedilmiştir.
Önceki
hadiste belirtildiği gibi bir kısım
sahabenin, aslında "Veda tavafı yapılmadan Mekke terkedilmemeli, hayız
olan kadın temizliğini bekler, tavafını yapıp öyle ayrılır" diye
hükmederken, sonradan bu reyden vazgeçmiş olması ve hatta Hz. Ömer'in o ilk
reyinden rücû etmemesi hayızlı kadınlar hakkındaki ruhsatın Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den
sonradan vâki olduğunu, Hz. Ömer'in de bu ruhsatı duymadığını ifade eder.
Bu
hususu müteâkip rivayet tevsik edecektir. [404]
ـ5ـ وعن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْها.
]أنَّ صَفِيةَ
بِنْتَ
حُيَىٍّ
زَوْجَ
النَّبىِّ # حَاضَتْ
فَذُكِرَ
ذلِكَ
لِرَسُولِ
اللّه #. فقَالَ:
أحَابِسَتْنَا
هِىَ؟
فقَالُوا:
إنَّهَا قَدْ
أفَاضَتْ.
قَالَ: فََ
إذَا[. أخرجه
الستة وهذا
لفظ الشيخين .
5. (1383)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevcelerinden Safiyye
Bintu Huyey (radıyallahu anhâ) hayız oldu. Durum Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a haber verilmişti.
"O
bizi burada hapis mi edecek!" dedi. Kendisine, Safiyye'nin tavâf-ı ifâzayı
yapmış olduğu söylenince:
"Öyleyse
hayır, (beklemenize gerek yok, yola çıkınız)" açıklamasında bulundu."
[Buhârî, Hacc 129, 145, Hayz 27, Megâzî 77; Müslim, Hacc, 382, (1211); Muvatta,
Hacc 225-228, (1, 412-413); Nesâî, Hayz 23, (1, 194); Tirmizî, Hacc 99, (943);
Ebu Davud, Menasik 85, (2003); Nesâî, Hayz 23 (1, 194); İbnu Mâce, Menâsik 83,
(3072). Bu metin Şeyheyn (Buhârî ve Müslim) metnidir.][405]
AÇIKLAMA:
İfâza tavafını yaptıktan sonra, hayız olan kadının
veda tavafı yapmak için temizlenmeyi beklemeden yola çıkabileceğine,
kendisinden veda tavafının affedileceğine dair hüküm vermeye ulemâyı sevkeden
rivayet budur. Veda tavafını hayız sebebiyle yapmayan kadına
herhangi bir ceza terettüp etmez. 1379 numaralı hadiste daha fazla bilgi
verilmiştir.[406]
ـ6ـ وعن
عَمرةَ. ]أنَّ
عَائِشَةَ
رَضِىَ اللّهُ
َعَنْها
كَانَتْ إذَا
حَجَّتْ
وَمَعَهَا نِساءٌ
تَخَافُ أنْ
يَحِضْنَ
قَدَمَتْهُنَّ
يَوْمَ
النَّحْرِ
فأفَضْنَ
فإنْ حِضْنَ بَعْدَ ذلِكَ
لَمْ
تَنْظُرْهُنَّ
تَنْفِرُ
بِهِنَّ
وَهُنَّ
حُيَّضٌ[. أخرجه
مالك .
6. (1384)- Amre merhum anlatıyor: "Hz. Aişe (radıyallahu
anhâ) beraberinde kadınlar olduğu halde haccetse, kadınların hayız oluvermelerinden korkardı:
Bu sebeple yevm-i nahirde (kurbanın birinci günü) hemen onlara öncelik tanır ve
derhal ifâza tavaflarını yaptırırdı. İfâza
tavaflarını yaptılar mı, artık onları (temizlensinler de veda tavafı da
yapsınlar diye) beklemez, kadınlar hayızlı iken hemen (Medine'ye dönmek üzere) yola çıkardı." [Muvatta,
Hacc 227, (1, 413).][407]
ـ1ـ عن ابن
جُريج قال:
]أخْبَرَنِى
عَطَاءٌ إذْ
مَنَعَ ابنُ
هِشَامٍ
النِّسَاءَ
الطَّوَافَ
مَعَ
الرِّجَالِ،
قَالَ: كَيْفَ
يَمْنَعُهُنَّ
وَقَدْ طَافَ
نِسَاءُ
النَّبىِّ # مَعَ
الرِّجَالِ؟
قَالَ:
قُلْتُ:
أبَعْدَ الحِجَابِ
وَقَبْلَهُ؟
قَالَ: لَقَدْ
أدْرَكْتُهُ
بَعْدَ
الحِجَابِ.
قَالَ قُلْتُ:
كَيْفَ
يُخَالِطْنَ
الرِّجَالَ.
قَالَ: لَمْ
يَكُنْ
يُخَالِطْنَ
الرِّجَالَ. كَانَتْ
عَائِشَةُ
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْها تَطوفُ
حَجْرَةً مِن
الرِّجَالِ َ
تُخَالِطَهُمْ.
فقَالَتِ
امْرَأةٌ:
انْطَلِقِى
نَسْتَلِمُ
يَا أمُّ
المُؤمِنينَ.
قَالَتْ:
انْطَلِقِِى
عَنْكِ
وَأبَتْ.
وَكُنَّ
يَخْرُجْنَ
مُتَنَكِّرَاتٍ
بِاللَّيْلِ[.
أخرجه
البخارى.»حَجْرَةً«
بفتح الحاء
والراء
المهملين
وسكون الجيم
بينهما: أى
ناحية منفردة
.
1. (1385)- İbnu Cüreyc anlatıyor:
"Atâ, bana İbnu Hişâm'ın kadınları erkeklerle karışık olarak tavaftan
yasakladığı zaman dedi ki: "O bunu nasıl yasaklar, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevceleri bile erkeklerle birlikte
haccettiler!" Ben Atâ'ya sordum:
"Onların
beraber haccları örtünme emrinden önce miydi, sonra mıydı?"
"(Evet,
kasem olsun) buna, ben örtünme emrinden sonra şâhid oldum!" diye cevap
verdi. Ben tekrar sordum:
"Pekâlâ
erkeklere nasıl karışırlardı?" Şu cevabı verdi:
"Erkeklere
karışmazlardı, Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) erkeklerden ayrı olarak tavaf
ederdi, onlara karışmazdı." Hatta bir kadın kendisine: "Ey
mü'minlerin annesi, yürü
(Hacerü'l-Esved'e elimizi değerek) istilâm edelim!" demişti de Hz. Aişe
ona:
"Sen
dilediğin şekilde git" deyip kendisi gitmekten imtina etmişti. Onlar
geceleyin kim oldukları bilinmez halde çıkarlar, (erkeklerle beraber tavaf
yaparlardı.)
[Beytullah'a
girmek istedikleri zaman da, erkeklerin tamamen çıkarılmış olmalarına kadar
durup beklerler, sonra girerlerdi.]
(Atâ
devamla): "Ben (Mekke kadısı) Ubeyd İbnu Umeyr'le birlikte, Müzdelife'deki
Sebir dağında mücâvir (yani ikamet eder) olan Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nin
yanına giderdim" dedi. Ben hemen sordum:
"Pekâlâ
Hz. Aişe'nin örtüsü ne idi?"
"Keçeden
yapılmış küçük bir Türk çadırının içindeydi. Çadırın bir perdesi vardı. Aişe
(radıyallahu anhâ) ile bizim aramızda bu
perdeden başka bir şey yoktu. Ben Hz. Aişe'nin üzerinde gül renginde bir
zıbın gördüm." [Buhârî, Hacc 64.][408]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivayet İbnu Cüreyc ile Atâ arasında cereyan etmiştir. Anlaşıldığı üzere,
hacc emiri olan Hişâm bir ara kadınlarla erkeklerin karışık olarak Beytullah'ı
tavaf etmelerini yasaklayınca, böyle bir yasağın câiz olup olmayacağı üzerine
Atâ ile İbnu Cüreyc, ilmî bir mübahesede bulunmuşlardır.
2-
Rivayette adı geçen İbnu Hişam hakkında şârih Askalânî şu bilgiyi dermeyan
eder: "Bu zâtın adı İbrahim'dir. Kardeşi de Muhammed İbnu Hişâm İbni
İsmâil'dir. Bunlar Emevî Halifesi Hişam İbnu Abdilmelik'in dayıları idiler.
Hişâm bunlardan Muhammed'i Mekke emîrliğine, kardeşi İbrahim'i de Medine emîrliğine
getirdi. Hişâm, halifeliği sırasında
hacc emîrliğini de İbrahim'e havâle
etmişti. Binaenaleyh rivayette zikri geçen İbnu Hişam'dan murad
"İbrahim" olabilir. Sonra bunları, Yusuf İbnu Ömer es-Sakafî
(Haccâc-ı Zâlim) ölmelerine kadar işkenceye tâbi tuttu. Bu hâl, Velîd İbnu
Yezid İbni Abdi'l-Melik'in hakimiyetinin ilk senesine, bunun emriyle 125 hicrî
yılında öldürülmelerine kadar devam etti."
3-
Bu rivayet tavaf sırasında kadın-erkek ayırımını ilk defa ele alanın İbnu Hişâm olduğunu ifade eder ise
de, bu işi daha önce Hz. Ömer'in ele aldığını ifâde eden rivayetler de var.
Hatta, kadınlara karışarak hacceden bir erkeği görünce elindeki değnekle
vurmuştur. Atâ, İbnu Hişâm'ın tatbikatını kınamaktadır. Ancak Hz. Aişe'den naklettiği
müşâhede Hz.Ömer'in tatbikatını andırmakta, benzerlik arzetmektedir.
İbnu
Uyeyne'nin bir rivayetinde tavafta kadın-erkek ayrımını ilk ele alan Hâlid İbnu
Abdillah eKuşeyrî'dir. Bu zât da Abdülmelik İbnu Mervân zamanında hacc emîrliği
yapmıştır. Bir müddet yasak koyup sonradan kaldırmış olabilir. Bunun emîrliği
İbnu Hişâm'dan çok daha evvellere gider.
Günümüzde
maddî imkânların ve ulaşım vâsıtalarının artmasıyla milyonu taşan hacı
kâfilesinin, tavaf esnasında nefesleri keser derecede meydana getirdiği
izdiham ve sıkışıklık, her hacıya, kadın ve erkeklerin ayrı ayrı tavaf
yapmalarını ve hatta şeytan taşlamalarını sağlayacak bir formül bulunamaz mı?
sorusunu sordurmaktadır. Daha Ashab devrinde duyulan bu ihtiyaç, gittikçe bir
zaruret hâlini almaktadır. Meselenin üzerine ciddiyetle gidildiği takdirde bir
çözüm bulunabileceği ümidindeyiz.
4-
Sebir dağı, Müzdelife'de büyük bir dağın adıdır. Müzdelife'den Mina'ya giderken
sol kol üzerindedir. Mekke civarında yedi ayrı dağın ismi Sebir'dir.
5-
Mücâvir, mükim demektir. Ancak, burada bir nevi i'tikaf demektir, iki çeşittir:
Gece ve gündüz mücâvereti; sadece gündüz mücavereti. İbnu Battâl hadiste Harem bölgesinin her tarafında mücâveretin câiz
olduğu hükmünü çıkarmıştır.6- Hadis, kadınların tavafta kendilerini belli etmeyecek bir kıyafete
bürünmelerinin, geceleyin tavafı tercih etmelerinin, erkeklerden ayrı ve
onların arkasından tavaf yapmalarının efdal olacağını göstermektedir.[409]
ـ1ـ عن أبى
السفَر سعيد
بن محمد قال:
]سَمِعْتُ ابنَ
عَبّاسٍ
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهما
يَقُولُ: يَا
أيُّهَا
النَّاسُ
اسْمَعُوا
مِنِّى مَا
أقُولُ
لَكُمْ
وَاسْمِعُونِى
ما تَقُولُونَ،
وََ
تَذْهَبُوا
فَتَقُولُوا
قَالَ ابْنُ
عَبَّاسٍ،
مَنْ طَافَ
بِالْبَيْتِ
فَلْيَطُفْ
مِنْ وَرَاءِ
الْحِجْرِ
وََ تَقُولُوا
الحَطِيمَ[.
أخرجه
البخارى .
1. (1386)- Ebu's-Sefer Saîd İbnu
Muhammed anlatıyor: "İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'ı işittim, diyordu
ki: "Ey insanlar, size söyleyeceğimi benden dinleyin, (bilahare)
söyleyeceklerinizi de bana dinletin." "İbnu Abbâs şöyle dedi, İbnu
Abbâs böyle dedi" diye kafadan
atmayın. Beytullah'ı kim tavaf edecekse Hıcr'ın gerisinden tavaf etsin. Oraya
"Hatîm" demeyin. Zîra cahiliye devrinde kişi yemin edip kamçısını
veya ayakkabısının tekini yahut yayını
atardı." [Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr 26.][410]
AÇIKLAMA:
1-
İbnu Hacer'in açıklamasına göre, İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) ilk
cümlesinde: "Beni dinleyip, anladığınızı bir tekrar edin, sözlerimden
ne anladığınızı bir göreyim" demek
istemiştir. Sanki İbnu Abbâs, halkın kendi söylediklerini eksik, fazla anlayıp
sonra da bunu kendisine nisbet ederek
-hiç söylemediği şeyleri- rivâyet etmelerinde endişe duymaktadır. Ve: "İyi
dinleyin, tam ve eksiksiz zaptedin, iyice kavramadan "İbnu Abbâs şöyle
söyledi" demeye kalkmayın!" demek istediler.
2-
İbnu Abbâs, Hıcr'ın gerisinden yürümelerini söylüyor. Hıcr, daha önceleri de
belirtildiği üzere, Kâbe'nin rükn-i Irakî ile rükn-i Şâmî arasını teşkil eden
kuzeybatı duvarının karşısında, yarım daire şeklinde, 1 metrekadar
yüksekliğindeki
duvarın içinde
kalan kısımdır. Burası Kâbe'nin içinden sayılır. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a nübüvvet gelmezden önce yapılan tâmir sırasında, malzeme yetmediği
için duvarın dışında bırakılmıştır. Hıcr'ı
ihâta eden yarım dâire şeklindeki duvara Hatîm denir.
3-
İbnu Abbâs, Hıcr'a, "hatîm" denmemesini tenbih ederken -Saîd İbnu
Mansûr'un rivayetine göre- bir zât: "Hatîm nedir?" diye sorar. İbnu
Abbâs: "O hatîm değildir..."der. Ebu Nuaym'ın Müstahrec'inde yer alan
rivayette, İbnu Abbâs şöyle devam eder: "Cahiliye insanları onu (Hıcr'ı)
hatîm diye isimlendiriyorlardı. İçerisinde Kureyş'in putları vardı..."
Bir
başka rivayette, "...Cahiliyeden biri yemin etmek isterse, değneğini koyar
yemin ederdi, kim tavaf edecekse gerisinden etsin" der.
Hülâsa
mâna şu oluyor: Cahiliye insanları birbirleriyle yeminleşecekleri zaman, yemin
eden kimse bir kamçı veya ayakkabı teki veya yay veya bir değnek atar, bunu
yeminine işâret kılardı. Bu sebeple oraya hatîm adını verdiler, çünkü orada
eşyalar çürürdü. Buraya "hatîm" denmesi ile ilgili başka tahminler de
yapılmıştır. Buna göre, zâlimlere orada beddua
edilmesi, orada edilen duanın kabul görerek zâlimi helak etmesi
sebebiyledir. Bir başka tahmine göre oraya "hatim" denmesi, buranın
Beytullah'tan ayrılması, koparılması, duvarının yarım kalması sebebiyledir. Bir
başka görüşe göre, burada dua için, fazla izdiham yaparak insanların
birbirlerini ezmelerinden dolayı "hatim" denmiştir. Başka tahminler
de ileri sürülmüştür.
Hatim
kelimesi kırma, ezmek, parçalamak mânasını taşıyan bir kökten gelir.İbnu Hacer
der ki: "
İbnu
Abbâs (radıyallahu anhümâ)'ın yaptığı açıklama, bu söylenenlerin pekçoğunu reddetmede yeterli bir
delildir."[411]
ـ1ـ عن جابر
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُ قال:
]لَمْ يَطُفِ
النَّبىُّ #
وََ
أصْحَابُهُ
بَيْنَ الصَّفَا
وَالْمَرْوَةِ
إَّ طَوافاً
وَاحِداً
طَوافَهُ
ا‘وَّلَ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى .
1. (1387)- Hz. Câbir (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Ne Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ne de Ashab-ı Kirâm
(radıyallahu anhüm)'ı Safâ ile Merve arasında birden fazla tavafda bulunmadı,
bu da ilk defa yaptıkları tavaf idi." [Ebu Dâvud, Menâsik 54, (1895);
Nesâî, Hacc 182, (5, 244); Müslim, Hacc 140, (1215) İbnu Mâce, Menasik (2972).][412]
AÇIKLAMA:
1-
Burada Safâ ve Merve arasındaki "tavaf"tan maksad
"sa'y"dir.
2-
Görüldüğü üzere bu hadis, haccla birlikte umre de yapmak isteyenlerin, hem hacc
ve hem de umre için bir kere sa'y etmelerinin yeterli olduğunu ifâde
etmektedir. Daha önce de geçtiği üzere Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
ve ashabından bir kısmı hacc-ı kıran yapmış idi. Diğer bir kısmı da hacc-ı
temettu yapmış idi. Hacc-ı kıran yapanlar, umre tavafından sonra sa'y yapınca,
ifâza tavafı sırasında sa'y yapmazlar.
Nevevî
sadedinde olduğumuz hadisin hacc-ı kıran yapanlarla ilgili olduğunu, hacc-ı
temettu yapan Ashab'ın iki sa'y
yaptıklarını, birinci sa'y ilk gelindiği gün umre için, ikinci sa'y de
hacc tavafıyla birlikte hacc için olduğunu ve bu ikincinin yevm-i nahirde edâ
edildiğini belirtir. Ayrıca der ki: "Bu hadis hacc-ı kıran yapanlara İfâza
için bir tavaf ve bir sa'y gerektiğine hükmeden Şâfiî ve etbaına açık bir
delildir, İbnu Ömer, Câbir, Hz. Aişe, Tâvus, Atâ, Hasan Basrî, Mücâhid, İmam
Mâlik, İbnu'l-Macesun, Ahmed, Ishak, Dâvud ve İbn'l-Münzir de böyle
hükmetmişlerdir."
Ulemâdan
bir diğer grup hacc-ı kırân yapanlara da iki tavaf ve iki sa'y gerektiğine
hükmetmiştir. Ebû Hanife, Şâ'bî, Nehâî, Câbir İbnu Zeyd, Abdurrahman
İbnu'l-Esved, Sevrî, Hasan İbnu Sâlih, iki rivayetten birinde Ahmed İbnu Hanbel
(rahimehumullah) bu görüştedir. Ashab'tan Hz. Ali ve İbnu Mes'ud (radıyallahu
anhümâ)'un dahi bu görüşte oldukları rivayet edilmiştir.
Üçüncü
bir görüşe göre, hacc-ı kıran yapsın, hacc-ı temettu yapsın, her iki çeşit
hacıya da bir tavaf bir sa'y gerekir. Bu hadisin zâhiri de bunu ifâde
etmektedir. Ahmed İbnu Hanbel'in, -oğlundan gelen bir rivâyette- böyle hükmettiği
bilinir.
Bu
mevzuya daha önce de temas edilmiştir (1285 numaralı hadise bak.)[413]
ـ2ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُما قال:
]رَأى
النَّبىُّ #
رَجًُ
يَطُوفُ
بِالْكَعْبَةِ
بِزِمَامٍ
أوْ غَيْرِهِ
فَقَطَعَهُ[.
أخرجه
البخارى وأبو
داود
والنسائى.وفي
رواية:
يَقُودُ
إنْسَاناً
بِخِزَامَةٍ
في أنْفِهِ
فَقَطَعَهَا
ثُمَّ
أمَرَهُ أنْ
يَقُودَ
بِيَدِهِ.»الْخِزَامَةُ«
مَا يُجْعَلُ
في أنف البعير
من شعر
كالحلقة
ليُقَادَ به .
2. (1388)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Kâbe'yi
başına yular veya başka bir şey takılmış
halde tavaf eden bir adam görmüştü. Hemen yuları koparıp attı." [Buhârî,
Hacc, 65, 66, Eymân ve'n-Nüzûr 31; Ebu Dâvud, Eyman ve 'n-Nüzûr 23,(3302);
Nesâî, Hacc 186, (5, 221-222), Eymân ve'n-Nüzûr 30, (7, 18).]
Bir
başka rivayette şöyle denmiştir "...burnuna geçirilmiş bir halka ile
birisini yeden bir adam görmüştü, derhal halkayı kopardı ve adama:
"elinden tutarak yed!" diye emretti.[414]
AÇIKLAMA:
1-
Hadisin Nesâî'de gelen vechinde böyle eziyetle kendini yeddirmeye nezretmiş
olduğu belirtilir.
2-
Hadiste geçen zimâm kelimesi yular demektir ve kolayca yedmek için hayvana
takılır. İnsanın yularlanması büyük
hakâret olur, kişinin kendi
kendine takması, nefsini alçaltmaya yönelik bir davranıştır.
Hadisin
Buhârî'de gelen vechinde hizâme tâbiri geçer. Bu yulardan öte bir yedme
vasıtasıdır. Huysuz hayvanların kolayca yedilebilmesi için hayvanlara, burun
deliklerini ayıran zara takılan ip vs. halkadır. İnsana bunun takılarak
yedilmesi daha büyük bir hakaret, daha büyük tezlil ve tezellüldür. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bu çeşit
terbiyeyi, taabbüdü, tevazu ve tezellülü yasaklamıştır.[415]
ـ3ـ وعن ابن
أبى مُليكة
]أنَّ عُمَرَ
رَضِىَ اللّهُ
َعَنْهُ
مَرَّ
بِامْرَأةٍ
مَجْذُومَةٍ
تَطُوفَ
بِالْبَيْتِ
فقَالَ: يَا
أمَةَ اللّهِ
تَعالى َ
تُؤذِى
النَّاسَ،
لَوْ جَلَسْتِ
في بَيْتِكِ
كانَ خَيْراً
لَكِ، فَجَلَسَتْ
في
بَيْتِهَا،
فَمَرَّ
بِهَا رَجُلٌ
بَعْدَ مَا
مَاتَ عُمَرُ
رَضِىَ
اللّهُ َعَنْهُ.
فقَالَ لَهَا:
إنَّ الَّذِى
نَهَاكِ قَدْ
مَاتَ
فَاخْرُجِى،
فقَالَتْ:
وَاللّهِ مَا
كُنْتُ
‘ُطِيعُهُ
حَيّاً
وَأعْصِيهِ
مَيِّتاً[. أخرجه
مالك .
3. (1389)- İbnu Ebî Müleyke anlatıyor:
"Hz. Ömer (radıyallahu anh), Beytullah'ı tavaf eden cüzzamlı bir kadın
görmüştü, hemen:
"Ey
Allah Teâla'nın câriyesi, insanlara ezâ verme, sen evinde otursan kendin için
daha hayırlı olurdu!" dedi. Kadın (söz tutup) evinde oturdu. Hz. Ömer
(radıyallahu anh)'in vefatından sonra bir adam kadına uğrayarak:
"Seni
haccdan yasaklayan kimse artık vefat etti, çık evinden!" dedi. Kadın adama
şöyle cevap verdi:
"Allah'a
yemin olsun, ben ona sağken itaat edip, ölünce isyân edecek kimse
değilim." [Muvatta, Hacc 250, (1, 424).][416]
AÇIKLAMA:
Cüzzam
hastalığı, vücuddan deri ve et parçalarının kopup dökülmesine sebep olan bir
hastalıktır. Cüzzamlı hem manzarası, hem pis kokusu ve hem de bulaşma durumuyla
başkalarını rahatsız edecektir.
Hz.
Ömer (radıyallahu anh) bu davranışıyla, insanlara rahatsızık verecek bir
hastalığa mübtelâ olanların haccdan yasaklanabileceği prensibini va'zetmiştir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) soğan sarımsak kokanları mescide almaz,
Bakî'e kadar sürer çıkartırdı. Öyle ise, soğan sarmısakdan çok daha rahatsızlık
verici ve umumî sağlığı tehdid edici durumlara haccda elbetteki müsaade
edilemez.[417]
ـ4ـ وعن
عبداللّه بن
السائب.
]أنَّهُ كانَ
يَقُودُ
ابْنَ عَبَّاسٍ:
فَيُقِيمُهُ
عِنْدَ
الشُّقَّةِ
الثَّالِثَةِ
مِمَّا يَلى
الْبَابَ.
فيَقُولُ لَهُ
ابْنُ
عَبَّاسٍ:
أُنْبِئْتُ
أنَّ رسولَ اللّه
# كانَ
يُصَلِّى
ههُنَا؟
فيقولُ: نَعَمْ،
فَِيَتَقَدَّمُ
فَيُصَلِّى[.
أخرجه أبو داود
والنسائى .
4. (1390)- Abdullah İbnu's-Sâib'in
anlattığına göre, (yaşlanıp gözlerini kaybettiği vakit) İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ)'a (tavaf sırasında) refakat edip, Haceru'l-Esved'i takip eden
(Haceru'l-Esved ile) kapı arasındaki kısımda (mültezem) durdurmuş bu sırada
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) kendisine: "Bana söylendiğine göre,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) işte burada namaz kılarmış" demiştir.
Abdullah İbnu Sâib de "evet" demiş, bunun üzerine İbnu Abbâs, kalkıp
orada namaz kılmıştır." [Ebu Dâvud, Menâsik 55; Nesâî, Hacc 133, (5, 221).][418]
ـ5ـ وعن مالك.
]أنَّهُ
بَلَغَهُ
أنَّ سَعدَ بنَ
أبى وَقَّاصٍ
كانَ إذَا
دَخَلَ مَكةَ
مُرَاهِقاً
خَرَجَ إلى
عَرَفَةَ
قَبْلَ أنْ
يَطُوفَ
بِالْبَيْتِ
وَبَيْنَ
الصَّفَا
وَالْمَرْوَةِ
ثُمَّ
يَطُوفُ
بَعْدَ أنْ
يَرْجعَ[.والمراد
بقوله
»مُرَاهِقاً«
أى قد ضاق عليه
الوقتُ حتى
خاف فوْتَ
الوقوف بعرفة
.
5. (1391)- İmam Mâlik'e ulaştığına
göre, Sa'd İbnu Ebî Vakkâs (radıyallahu anh), mürâhık (yani zaman bakımından daralmış, vakfeyi kaçırma endişesine düşmüş) olarak
Mekke'ye gelince, Beytullah'la Safâ ve Merve'yi tavaftan önce, Arafat'a çıkar,
Arafat'tan döndükten sonra tavafını îfa ederdi." [Muvatta, Hacc 125,
(1,371).][419]
AÇIKLAMA:
Burada,
Sa'd İbnu Ebî Vakkâs'ın tatbikatından verilen örnekle şu hüküm belirtiliyor:
Bir
kimse hacc için Mekke'ye geldiği zaman vakti daralmış ise, kudüm tavafını
terkedip Arafat'taki vakfeye yetişir. Vakfe haccın farzıdır, onu kaçıran o yıl
haccı kaçırmış olur. Ama kudüm tavafı farz değildir sünnettir, yapamayandan
sâkıt olur ve herhangi bir şey gerekmez.
Arafat'tan
sonra îfa edilen tavaf, artık kudüm tavafı olmaz, farz olan ifâza tavafı olur.
Kudüm tavafı sâkıt olur.[420]
ـ6ـ وعن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْها قالت:
]قالَ رسولُ
اللّه #:
إنَّمَا
جُعِلَ
الطَّوَافُ
بِالْبَيْتِ،
وَبَيْنَ
الصَّفَا
وَالْمَرْوَةِ
وَرَمْىِ
الجِمَارِ
“قَامَةِ ذِكْرِ
اللّهِ
تَعالى[.
أخرجه أبو
داود
والترمذى،
6. (1392)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Beytullah'ı
tavaf etmek, Safâ ve Merve arasında sa'yetmek ve şeytan taşlamak Allah'ı
zikretmek için emredilmiştir." [Ebu Dâvud, Menâsik 51, (1888); Tirmizî,
Hacc 64, (902).][421]
AÇIKLAMA:
Aliyyu'l-Kârî,
bu hadisi şöyle açıklar: "Yani bu sayılan mübarek yerlerde Allah'ı
zikretmek için onlar menâsik kılınmıştır. Sakın ha gâfil olunmaya! Beytullah'ın
etrafında tavaf ve vakfeler dua için emredilmiştir. Zîra, bu iki yerde yapılan
ibâdetler parlaktır. Şeytan taşlama ile Safâ ile Mere arasında sa'y de, Allah'ı
zikretmek için sünnet kılınmıştır. Yâni atılan her taşla birlikte tekbir
getirmek sünnettir, sa'y sırasında da dualar sünnettir."[422]
ـ1ـ عن
عبداللّه بن
السائب قال:
]سَمِعْتُ رسولَ
اللّه # يقولُ
في
الطَّوَافِ
مَا بَينَ الرُّكْنَيْنِ:
رَبَّنَا
آتِنَا في
الدُّنْيَا
حَسَنَةً وفي
اŒخِرَةِ
حَسَنَةً
وَقِنَا عَذَابَ
النَّارِ[.
أخرجه أبو
داود .
1. (1393)- Abdullah İbnu Sâib
anlatıyor: "Safâ ile Merve arasındaki tavaf sırasında Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle dua ettiğini işittim:
"Rabbimiz
bize dünyada hayır ver, ahirette de hayır ver ve bizi ateş azabından
koru." [Ebu Dâvud, Menâsik 52, (1892).][423]
AÇIKLAMA:
Bu
dua Kur'ân'da gelen dualardandır (Bakara 201). Bu, câmî bir duadır. Zîra
Allah'tan hem dünyada hem ahirette hasen istenmektedir. Hasen güzel ve hayır
mânalarına gelir. Yani istenen şey belli muayyen bir hasen olmadığı için, bunun
içerisine bütün hasenler, hayırlar, iyi olan şeyler eksiksiz girer. Alimler
"dünyadaki hasen"le ilim,
amel, âfiyet, af, rızk, temiz hayat, kanaat, sâlih evlat vs. akla gelebilecek
bütün hayırlı şeylerin kastedildiğini, "ahiretteki hasen"le de
mağfiret, cennet, yüksek dereceler, peygamberlere mürâfakat, rıza, rü'yet
(Allah'ın cemalini görmek), lika (Allah'a kavuşmak) vs. uhrevî füyûzâtın
kastedildiğini söylerler.
"Ateşin
azabından korunma" talebiyle de cehennemin yakması, dondurması, zehiri,
açlığı, susuzluğu, pis kokusu, darlığı, akrebleri, yılanları gibi nasslarda
gelen her çeşit azabından korunma taleb edilmiş olmaktadır.
Mü'min,
duaların makbul olduğu o mübârek yerlerde bu çeşit câmi dualarla dua etmeli,
dünyevî, maddî, müşahhas, fânî şeyleri taleb ederek vaktini heder etmemelidir.[424]
ـ2ـ وعن نافع.
]أنَّهُ
سَمِعَ ابنَ
عُمَرَ رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُما
يقولُ عَلى
الصَّفَا: اللَّهُمَّ
إنَّكَ
قُلْتَ
ادْعُونِى
اسْتَجِبْ
لَكُمْ،
وَإنَّكَ َ
تُخْلِفُ
المِيعَادَ،
وَإنِى
أسألُكَ
كَمَا
هَدَيْتَنِى
لِ“سَْمِ أنْ
َ تَنْزِعَهُ
مِنِّى
حَتَّى
تَتَوَفَّانِى
وَأنَا
مُسْلِمٌ[. أخرجه
مالك.وزاد
رزين: وَكَانَ
يُكَبِّرُ
ثََثَ
تَكْبِيراَتٍ
وَيقولُ: َ
إلهَ إَّ
اللّهُ وَحْدَهُ
َ شَرِيكَ
لَهُ لَهُ
المُلْكُ
وَلَهُ
الحَمْدُ
وَهُوَ عَلى
كلِّ شَئٍ
قَدِيرٌ،
يَصْنَعُ
ذلِكَ سَبْعَ
مَرَّاتٍ،
وَيَصْنَعُ
في
المَرْوَةِ
كَذلِكَ في
كلِّ شَوْطٍ .
2. (1394)- Nâfi' (rahimehullah)'nin
anlattığına göre, İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'i Safâ tepesi üzerinde şöyle
dua ederken işitmiştir:
"Ey
Allah'ım, Kitab-ı Mübîn'inde: "Bana dua edin size icâbet edeyim!"
(Gâfir 60) diyorsun, sen sözünden dönmezsin. Ben şimdi senden istiyorum: Bana hidayet verip İslâm'ı
nasib ettin, onu geri alma. Son nefesimi Müslüman olarak vermemi nasib et"
(Âmin). [Muvatta,Hacc 128, (1, 372-373).]
Ya
Rabb, aynı duayı biz de yapıyoruz, kabûl et!
Rezîn
şunu ilâve etmiştir: "(İbnu Ömer), üç kere tekbir getirir ve şöyle derdi:
"Allah'tan başka ilâh yoktur, O tekdir, O'nun ortağı yoktur, mülk
O'nundur, bütün hamdler O'na âittir, O her şeye kâdirdir." Bunu da yedi kere tekrarlardı.
Merve'de
de, her şavtta aynı şeyleri tekrar ederdi. [Rezîn'in bu ilâvesi de Muvatta'nın
aynı babındadır (127. hadis)[425]
ـ3ـ وفي
رواية لرزين:
]وَذلِكَ
إحْدَى
وَعِشْرُونَ
مِنَ
التَّكْبِيرِ
وَسَبْعٌ
مِنَ التَّهْلِيلِ
وَيَدْعُو
فِيمَا بَينَ
ذلِكَ يَسْألُ
اللّهَ تعالى
وَيَهْبِطُ حَتَّى
إذَا كانَ
بِبَطْنِ
المسِيلِ
سَعَى حَتَّى
يَظْهَرَ
مِنْهُ ثُمَّ
يَمْشِى حَتَّى
يأتِى عَلى
المَرْوَةِ
فَيَرْقى
عَلَيْهَا
فَيَصْنَعُ
مِثْلَ مَا
صَنَعَ عَلى
الصَّفَا
يَصْنَعُ
ذلِكَ سَبْعَ
مَرَّاتٍ حَتَّى
يَفْرَغَ
مِنْ
سَعْيِهِ[.
3. (1395)- Rezîn'in bir rivayetinde
şöyle denir: "Bu yirmi bir tekbir, yedi tehlîl eder. Bunlar arasında da
dua eder, Allah'tan ister, sonra (tepeden inmeye başlar), vadinin tabanına
(şimdilerde Yeşil Sütunlara) varınca koşmaya başlar, buradan çıkıncaya kadar
koşar, Merve yamacına varınca normal yürümeye devam eder. Tepeye, zirveye
çıkar, orada durup, Safâ'da yaptıklarını aynen tekrâr ederdi.
Bunu
yedi kere tekrarlar ve böylece sa'yini tamamlamış olurdu."[426]
ـ4ـ وعن جابر
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُ قال:
]كانَ رسولُ
اللّه # إذَا
وَقفَ عَلى
الصفا يكبرُ
ثَثاً ويقولُ:
َ إلَه إ
اللّهُ
وَحدهُ َ
شَريكَ لهُ؛
لهُ الملكُ
ولهُ الحمدُ
وهو على كلِّ
شئٍ قَدِيرٌ،
يصنعُ ذلِكَ
ثث مرَّاتٍ
وَيدْعُو
ويصنع عَلى
المروة مثل
ذلِكَ[ .
4. (1396)- Hz.Câbir (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Safâ tepesinde durduğu
zaman üç kere tekbir getirip sonra: Allah'tan başka ilah yoktur. O tekdir,
O'nun ortağı yoktur, mülk O'nundur, hamd O'na aittir, O herşeye kadirdir"
derdi. Ve bunu üç sefer tekrar eder, dua okurdu. Aynı şeyi Merve tepesinde de yapardı." [Muvatta, Hacc 127, (1,
372); Müslim, Hacc 147, (1218); Ebu Dâvud, Menâsik 57, (1908); İbnu Mâce,
Menâsik 84, (3074).][427]
ـ5ـ وعن ابن
شهاب قال:
]كانَ ابنُ
عمر رَضِىَ اللّهُ
َعَنْهُما
يُلَبِّى
وهو يطوف بالبيت[.
أخرجهما مالك
.
5. (1397)- İbnu Şihâb anlatıyor:
"İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ), Beytullah’ı tavaf ederken telbiye
getirmezdi.”
[Muvatta,
Hacc 47, (1, 338).]
AÇIKLAMA
Zürkanî,
bu hususta şu açıklamayı sunar: “İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)’in tavaf
sırasında telbiye getirmemesi, bunun meşrû olmamasındandır.
Bu
sebeple oğlu Sâlim de tavafta telbiyeyi mekruh addetmiştir. İbnu Uyeyne der ki:
"Kendisine ihtida edilip uyulanlardan Atâ İbnu's-Sâib hâriç hiç kimsenin
Beytullah'ın etrafında telbiye getirdiğini görmedim." Şâfiî hazretleri ve Ahmed
İbnu Hanbel sessizce telbiye getirmeyi câiz bulmuşlardır. Ancak Rebîa tavaf
edince telbiye getirirdi."
Hanefîlere
göre, telbiye, Zilhicce'nin 10'uncu günü (yâni bayramın birinci günü) şeytana
ilk taşın atılmasına kadar devam eder, o zaman bırakılır. [428]
ـ1ـ عن عائشة
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْها قالت:
]خَرَجَ رسولُ
اللّه # مِنْ
عِنْدِى
وَهُوَ مَسْرُورُ
ثُمَّ رَجَعَ
وَهُوَ
كَئِيبٌ.
فقَالَ: إنِّى
دَخَلْتُ
الْكَعْبَةَ
وَلَوِ اسْتَقْبَلْتُ
مِنْ أمْرِى
مَا
اسْتَدْبَرَتُ
مَا دَخَلْتُهَا
إنِّى أخَافُ
أنْ أكُونَ
قَدْ شَقَقْتُ
عَلى
أمَّتِى[.
أخرجه أبو
داود
والترمذى .
1. (1398)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) mesrûr bir halde yanımdan
çıkmıştı, sonra üzüntülü olarak geri
döndü. Dedi ki:
"Kâbe'ye
girdim. Ancak pişman oldum, yaptığım bu
işi geri getirebilseydim, girmezdim. Ümmetime
meşakkat vermiş olmaktan korkuyorum."[429]
ـ2ـ وعنده:
]وَدِدْتُ
أنِّى لَمْ
أكُنْ فَعَلْتُ
إنِّى أخَافُ
أنْ أكُونَ
قَدْ
أتْعَبْتُ أمَّتِى
مِنْ بَعْدِى[
.
2. (1399)- Tirmizî'de şöyle denir:
"...Yapmamış olmayı temenni ettim. Zîra, kendimden sonra ümmetimi yormuş
olmaktan korkuyorum." [Ebu Dâvud, Menâsik 95, (2029); Tirmizî, Hacc 45,
(873); İbnu Mâce, Menâsik 79,(3063).][430]
AÇIKLAMA:
1-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Yaptığım bu işi geri
getirebilseydim" cümlesiyle: "Bu işi yaptıktan sonra öğrendiğim şeyi,
yapmazdan önce bilseydim kesinlikle Kâbe'ye girmezdim" demek istemiş ve bu
ifade ile pişmanlığını ortaya koymuştur.
Tirmizî'de
bu endişe daha açık ifâde edilmiştir: Mesrûr çıktığı halde, yanına üzgün dönmüş
olan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan Hz. Aişe, bu kederin sebebini
sorar ve şu cevabı alır: "Kâbe'ye girdim. Sonra girmemiş olmayı temenni
ettim. Şimdi ben, kendimden sonra
gelecek ümmeti yormuş olmaktan korkuyorum." Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın bu üzüntüsü, ümmetin, Kâbe'yi
hac menâsikinden zannederek, mâruz kalacağı imkânsızlıklar ve bunun
ümmette hâsıl edeceği keder sebebiyledir, denmiştir.
2-
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Kâbe'ye ne zaman girdiği
ihtilâflıdır. Bir kısım âlimler, kesin bir üslûbla sâdece Fetih senesinde
girdiğini söyler. Ancak Şevkânî, Neylü'l-Evtâr'da: "Bu hadis, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın Fetih senesi dışında Beytullah'a girdiğinin
delilidir, çünkü Fetih yılında Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) beraberinde
değildi" der. "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Medine'ye dönünce
Hz. Aişe'ye anlatmış olabilir" diye bu durum te'vil edilmişse de, bariz
şekilde tekellüflü bulunduğu için kabul görmemiştir.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın umre sırasında Kâbe'ye girmediği kesinlik kazanan
bir husustur. Bazı âlimlere göre Veda haccı sırasında girmiş olması daha
kuvvetle muhtemeldir. Beyhakî buna kânidir. 1408 numaralı hadiste daha fazla
açıklama gelecek.
3-
Cumhur bu hadisten şu hükmü çıkarmıştır: "Kâbe'ye girmek haccın
menâsikinden değildir."
Ancak
Kurtubî, Kâbe'ye girmeyi haccın menâsikinden addeden âlimlerden bahsetmektedir.
Her hâl u kârda Kâbe'ye girmenin müstehab olduğu kabûl edilmiştir. Buna delil
olarak İbnu Huzeyme'nin kaydettiği şu hadis gösterilir: مَنْ
دَخَلَ
الْبَيْتَ
دَخَلَ فِى جَنَّةٍ
وَخَرَجَ
مَغْفُورًا
لَهُ "Beytullah'a giren, bir cennete girmiş
olur ve mağfirete uğramış (günahlar affedilmiş) olarak çıkar." Kâbe'ye
girmenin müstehablığına başka delil ve
karineler de gösterilmiştir.
Not:
Bu mevzu ile ilgili geniş açıklamayı 1408'de yapacağız.[431]
ـ3ـ وعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُما
قال: ]دَخَلَ
النَّبىُّ #
الْبَيْتَ
هُوَ وَأسَامَةُ
ابنُ زَيْدٍ
وَبَِلٌ
وَعُثْمَانُ
بنُ طَلْحَةَ
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُم
فأغْلَقُو
عَلَيْهِمْ.
فَلَمَّا فَتَحُوا
كُنْتُ أوَّل
مَنْ وَلَجَ
فَلَقِيتُ
بًِ
فَسَألْتُهُ
هَلْ صَلَّى
فِيهِ رسولُ
اللّهِ #؟
فقَالَ
نَعَمْ
بَيْنَ
الْعَمُودَيْنِ
اليَمَانِيَّيْنِ،
وَذَهَبَ
عَنِّى أنْ
أسْألَهُ
كَمْ صَلَّى[.
أخرجه الستة .
3. (1400)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), beraberinde Usâme
İbnu Zeyd, Bilâl, Osman İbnu Talha (radıyallahu anhümâ) olduğu halde hep
beraber girip kapıyı kapadılar. Açtıkları zaman içeri ilk giren ben oldum. Bilal'le
karşılaştım ve hemen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Kâbe'nin içerisinde
namaz kılıp kılmadığını sordum.
"Evet"
dedi, "iki Yemânî direk arasında." Kaç rek'at kıldığını sormayı
unuttum."
Not:
1400-1408 arasındaki hadislerin kaynaklarını 1408'nin sonunda toptan vereceğiz.[432]
ـ4ـ وفي
رواية:
]فَسألتُ بًَِ
حِينَمَا
خَرََجَ مَا
صَنَعَ
النَّبىُّ #؟
قَالَ: جَعَلَ
عَمُودَيْنِ
عَنِ
يَمِينِهِ
وَعَمُوداً
عَنْ يَسَارِهِ
وَثََثةَ
أعْمِدَةٍ
وَرَاءَهُ، وَكَانَ
الْبَيْتُ
يَوْمَئِذٍ
عَلى سِتَّةِ
أعْمِدَةٍ
ثُمَّ صَلَّى[
.
4. (1401)- Bir rivayette geldiğine göre
(İbnu Ömer) şöyle demiştir: "Çıktığı zaman Bilâl (radıyallahu anh)'e
sordum:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) içerde ne yaptı?" Cevaben:
"İki
direği sağına, birini de soluna aldı, üç direği de arkasına aldı. -O zaman
Beytullah'ta altı direk vardı- sonra namaz kıldı."[433]
ـ5ـ وفي
رواية:
]صَلَّى
رَكْعَتَيْنِ
بَيْنَ السَّارِيَتَيْنِ
اللَّتَيْنِ
عَنْ يَسَارِكَ
إذَا
دَخَلْتَ
ثُمَّ خَرَجَ
فَصَلّى في
وَجْهِ
الْكَعْبَةِ
رَكْعَتَيْنِ[.
5. (1402)- Bir rivayette şöyle gelmiştir:
"Beytullah'a girdiği zaman soluna gelen iki direk arasında iki rek'at
namaz kıldı. Sonra çıktı ve Kâbe'nin önünde iki rek'at namaz kıldı."[434]
ـ6ـ وفي أخرى
لمسلم:
]أقْبَلَ
رسولُ اللّه #
عَامَ
الْفَتْحِ
عَلى
نَاقَتِهِ
الْقَصْوَاءِ
وَهُوَ
مَرْدِفٌ أُسَامَةَ[ .
6. (1403)- Müslim'in bir diğer
rivayetinde şöyle gelmiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Fetih
senesi, devesi Kasvâ'nın üzerinde olduğu halde ilerledi, terkisinde de Üsâme
(radıyallahu anh) vardı."[435]
ـ7ـ وفي أخرى:
]عَلى نَاقَةٍ
‘سَامَةَ
حَتَّى
أنَاخَ
بِفِنَاءِ
الْكَعْبَةِ
ثُمَّ دَعَا
عُثْمَانَ
ابْنَ
طَلْحَةَ
فقَالَ: ائْتِنِى
بِالْمِفْتَاحِ
فَذَهَبَ إلى
أمِّهِ
فأبَتْ أنْ
تُعْطِيَهُ.
فقَالَ:
واللّهِ
لَتُعْطِيَنَّهُ
أوْ
لَيَخْرُجَنَّ
هَذَا
السَّيْفُ
مِنْ صُلْبِى
فأعْطَتُهُ
إيَّاهُ
فَجَاءَ بِهِ
إلى
النَّبِىِّ #
فَفَتَحَ
وَذَكَرَ نَحْوهُ[
.
7. (1404)- Bir diğer rivayette şöyle
denmiştir:
"...Üsâme'ye
ait bir devenin üzerinde (gelip) Kâbe'nin avlusunda deveyi ıhdı. Sonra, Osman İbnu Talha
(radıyallahu anh)'yı çağırdı ve:
"Kâbe'nin
anahtarını bana ver!" dedi. Osman annesine koştu. Ancak kadın vermekten
imtina etti. Osman (radıyallahu anh):
"Allah'a
kasem olsun ya derhal verirsin veya şu kılıncım belimden hemen
çıkacaktır!"diye kükredi. Bunun üzerine kadın anahtarı Osman'a hemen
verdi, o da Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a getirip teslim etti.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Kâbe'yi açtı..." Devamını önceki
rivayetteki gibi zikretti.[436]
ـ8ـ وفي أخرى
لمسلم أيضاً
عن ابن عباس
قال: ]إنَّمَا
أُمِرْتُمْ
بِالطَّوَافِ
وَلَمْ تُؤمَرُوا
بِدُخُولِهِ.
وقالَ:
أخْبَرَنِى
أُسَامَةُ
أنَّ النَّبىَّ
# لَمَّا
دَخَلَ
الْبَيْتَ
دَعَا في
نَواحِيهِ
كُلِّهَا
وَلَمْ
يُصَلِّ
فِيهِ حَتَّى
خَرَجَ
فَلمَّا
خَرَجَ
رَكَعَ في
قِبَلِ الْبَيْتِ
رَكْعَتَيْنِ
فقَالَ: هذِهِ
الْقِبْلَةُ[.
8. (1405)- Yine Müslim'de kaydedilen bir
rivayette, İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) şunu söyler: "Sizler Kâbe'yi
tavafla emrolundunuz, içine girmekle değil." Ve der ki: "Üsâme
(radıyallahu anh) bana, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, Beytullah'a
girdiği zaman her tarafında dua ettiğini, dışarı çıkıncaya kadar namaz
kılmadığını, çıkınca Beytullah'ın önünde (kapısına yakın yerde) iki rek'at
kılıp: "Bu (Beyt), kıbledir" dediğini haber verdi."[437]
ـ9ـ وفي أخرى
للبخارى:
]دَخَلَ
الْكَعْبَةَ
وفيهَا
سِتَّةُ
سَوَارِى
فقَامَ
عِنْدَ كلِّ سَارِيَةٍ
فَدَعَا
وَلَمْ
يُصَلِّ[ .
9. (1406)- Buhârî'nin bir diğer
rivayetinde şöyle denmiştir. "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Kâbe'ye
girdi. İçeride altı direk vardı. Her bir direğin yanında bir miktar durdu, dua
etti, ama namaz kılmadı."[438]
ـ10ـ وعند
النسائى: ]دَخَلَ
الْكَعْبَةَ
وَسَبَّحَ في
نَواحِيهَا
وَلَمْ
يُصَلِّ
حَتَّى
خَرَجَ
وَصَلَّى
خَلْفَ
المَقَامِ
رَكْعَتَيْنِ[
.
10. (1407)- Nesâî'de şöyle denmiştir:
"Kâbe'ye girdi ve her tarafında tesbihde bulundu. Namaz kılmadan çıktı.
Makâm'ın gerisinde iki rek'at namaz kıldı."[439]
ـ11ـ وفي أخرى
له: ]دَخَلَ
فَمَضى
حَتَّى إذَا كانَ
بَيْنَ
ا‘سْطِوَانَتَيْنِ
اللَّتَيْنِ
تَلِيَانِ
الْبَابَ
جَلَسَ
فَحَمِدَاللّهَ
تَعالى
وَأثْنى
عَلَيْهِ
وَسَألُهُ وَاسْتَغْفَرَهُ
ثُمَّ قَامَ
حَتَّى أتَى
مَا
اسْتَقْبَلَ
مِنْ دُبُرِ
الْكَعْبَةِ
فَوضَعَ
وَجْهَهُ
وَخَدَّهُ
عَلَيْهِ وَحَمِدَاللّهَ
وَأثْنى
عَليْهِ
وَسَألَهُ وَاسْتَغْفَرَهُ
ثُمَّ
انْصَرفَ إلى
كُلِّ رُكْنٍ
مِنْ
أرْكَانِ
الْكَعْبَةِ
فاسْتَقْبَلهُ
بِالتَّكْبِيرِ
وَالتَّهْلِيلِ
وَالتَّسْبِيحِ
وَالثَّنَاءِ
عَلى اللّهِ
تَعالى
وَالمَسألَةِ
وَاسْتِغْفَارِ
ثُمَّ خَرَجَ
فَصَلَّى رَكْعَتَيْنِ
مُسْتَقْبِلَ
وَجْهِ
الْبَيْتِ
ثُمَّ
انْصَرَفَ
فقَالَ: هذِهِ
الْقِبْلَةُ[.»القَصْوَاءُ«
التى قُطِع
طرف أذنها،
ولم تكن ناقة
النبى # كذلك
وإنما كان
لقباً لها.
11. (1408)- Nesâî'nin bir diğer rivâyeti
şöyle: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)] Kâbe'ye girdi, ilerledi.
Kapıya yakın bulunan iki sütunun arasına gelince oturdu. Allah'a hamd ve senâda
bulundu. Sonra kalkıp Kâbe'nin arka cihetinden karşısına gelen kısma kadar
yürüdü. Alnını ve yanağını sürdü. Allah'a hamd u senâda bulundu, dua ve
istiğfar etti. Sonra Kâbe'nin her bir köşesine gitti ve her birini tekbir,
tehlil, tesbih ve Allah Teâla'ya senâ, dua ve istiğfarla karşıladı.Sonra çıkıp,
Beytullah'ın ön yüzünde iki rek'at namaz kıldı. Namazdan çıkınca: "Bu
(Beyt), kıbledir" dedi." [Buhârî, Hacc 51, 52, 54, Megâzî 77, 48,
Salât 30,81, 96, Teheccüt 25, Cihâd 127; Müslim, Hacc 388-397 (1329-1332);
Muvatta, Hacc 193, (1, 398); Ebu Dâvud,
Menâsik 93, (2023); Nesâî, Mesâcid 5, (2, 33-34), Hacc 126, 127, 131, 139
(5, 216-221), Kıble 6, (5, 217).][440]
AÇIKLAMA:
1-
Son on bir hadisin hepsi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Kâbe'ye girişi,
onu ziyaret şekli, içerisinde namaz kılıp kılmadığı, nerelerde hangi duaları
nasıl yaptığı gibi birbirini tamamlayan teferruat meselelerle ilgilidir. Bu
meselelerin her birisiyle ilgili âlimlerin farklı değerlendirmeleri olmuştur.
Burada mühimlerine muhtasaran temas edeceğiz.[441]
Bu
meselede üç ihtimal mevzubahis olmuştur:
1-
Umretu'lkaza'da,
2-
Fetih sırasında,
3-
Veda haccı sırasında.
Umretü'lkaza'da
girmiş olma ihtimali son derece zayıf
kabûl edilerek bunun üzerinde fazla durulmamıştır. "Çünkü, denir, o zaman
Kâbe putlarla dolu idi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) putun olduğu yere
girmez, zîra putun bulunduğu yere melek
girmeyeceğinden yalnız kalacaktı. Halbuki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
meleklerden ayrı kalmaya tahammül edemezdi. Ayrıca, Mekke'de üç günlük kalma,
Hudeybiye antlaşmasında yer alan şart gereği idi. Kâbe'ye girme hususunda
antlaşmada şart yoktur." Böyle bir şart koşsa müşrikler antlaşmaya
yanaşmayabilirdi. Bu sebeple koymamış olabilir" denmiştir.
2-
Fetih günü girmiş olma ihtimali: Bu kuvvetli bir ihtimaldir. Bunu tasrih eden
sahih rivayetler var. İbnu Hacer, 1403 ve 1404 numarada kaydedilen hadislerin
sarahatine dayanarak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Fetih sırasında
Kâbe'ye girdiğine hükmeder. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Kâbe'nin
anahtarını istediği Osman İbnu Talha -ki hakkında genişçe bilgi sunacağız-
câhiliye devrinden beri Kâbe'nin perdedarlığını yapan kimsedir.
3-
Veda haccında girmiş olma ihtimâli: Beyhakî ve bir kısım âlimler buna
hükmederler. 1398 numarada Hz. Aişe'den kaydedilen rivayet de buna delildir.
Ancak Fetih günü girdiğini söyleyenler, bu hadisi şöyle te'vil ederler:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Aişe'ye, o durumu Medine'ye
döndüğü vakit anlatmış olabilir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
Kâbe'ye Veda haccında girdiğini
söyleyenlerden bir kısmı, "Kâbe'ye girme"nin hacc menâsikinden
olduğunu ifade etmişlerdir.
Ancak
bu görüş pek taraftar bulmamıştır. Buhârî, İbnu Ömer'in çok hacc yaptığı halde
Kâbe'ye girmediğine dair rivayeti
kaydederek bunu reddedenler arasında yer alır. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın Kâbe'ye girmesiyle ilgili hâdiseyi rivâyet edenlerin en meşhuru ve
üstelik sünnete uymada titizliğiyle tanınmış olan İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ)' in pekçok hacc yapmasına rağmen Kâbe'ye girmemiş olması, Buhârî için,
bunun menâsikten olmadığı hususuna yeterli bir delil olmuştur.
4-
Fetih ve hacc sırasında girme ihtimâli: Rivâyetlerdeki ihtilâfı te'lif edici
bir grup âlim bu görüşü ileri sürmüştür.
Bu te'vil az sonra temas edeceğimiz bir başka ihtilâfı da ortadan
kaldıracaktır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Kâbe'nin içinde namaz kıldı
mı, kılmadı mı? Buhârî şârihlerinden Mühelleb'in yorumuna göre:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Kâbe'ye bir kere Fetih yılında girmiş
ve iki rek'at namaz kılmıştır, bir kere de Veda haccı sırasında girmiştir ve bu
girişte namaz kılmamıştır. İbnu Hibbân da: "Bana, bu iki rivayeti cem
etme hususunda en uygun geleni, iki
haberin iki ayrı vakitte cereyan eden vak'a ile ilgili olduğuna
hükmetmektir" demiştir.
Bu
te'life Nevevî itiraz ederek: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)' ın
Veda haccında değil, Fetih sırasında Kâbe'ye girmiş bulunduğu hususunda ihtilâf
yok" der.
Bu
konuyla ilgili farklı görüşleri
delilleriyle birlikte kaydeden İbnu Hacer, kesin bir tavır takınarak herhangi
birini tercih etmez. Ancak hadisten çıkarılan fevâid kısmında: "Kâbe'ye
girmek müstehabdır" der.[442]
Üzerinde
durduğumuz mevzuun teferruatlı ve ihtilâflı noktalarından biri Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın içeride namaz kılıp kılmadığı meselesidir. Zîra,
yukarıda kaydedilen hadislerden bir kısmında (1400-1401-1402) Bilal-i Habeşî
(radıyallahu anh) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın içeride iki rek'at
namaz kıldığını söylerken, bir kısmında (1405-1406-1407-1408) Üsâme İbnu Zeyd
(radıyallahu anhümâ), Kâbe' nin içinde Resûlullah(aleyhissalâtu vesselâm)'ın
namaz kılmadığını söylemektedir.
Şârih
İbnu Hacer'in dikkat çektiği daha enteresan bir duruma göre, Kâbe'nin içinde
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
namaz kılmadığını söyleyen Üsâme (radıyallahu anh)'den İbnu Ömer'in
yaptığı bir rivâyette -ki bu rivayet Ahmed İbnu Hanbel'in Müsned'inde
gelmiştir- Üsâme, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın içeride namaz
kıldığını söylemiştir.
Görüldüğü
üzere, sahih hadisler bu mevzuda ihtilaf
ederler. İslâm âlimleri bu rivayetleri birkaç noktadan te'lif ve izaha
kavuştururlar. Denir ki:
1)
Hz. Bilâl (radıyallahu anh)'in rivayeti isbat edici olması sebebiyle tercih
edilme şansını elde tutar. Çünkü, umumî kâidedir, iki rivâyet nefy ve
isbat hususlarında ihtilâflı olurlarsa
isbat edicinin tercih edilmesi esastır.
2)
Bilal'in rivayetlerinde ihtilâf olmadığı halde Üsâme'nin rivayetleri
ihtilâflıdır. Belirtildiği üzere İbnu Ömer, Üsame'nin: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Kâbe'de namaz kıldı" dediğini rivayet etmiştir.
3)
Nevevî her iki rivâyeti şöyle bir te'life kavuşturur: "Bunlar Kâbe'ye
girdikleri zaman dua ile meşgul oldular. Bu esnâda Üsâme (radıyallahu anh),
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı dua ederken gördü. Üsame kendisi dua ile
bir köşede meşgul olurken, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir başka yerde
iki rek'at namaz kıldı. Bu esnada Bilal, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
yakınında olduğu için gördü, Üsâme ise uzaklığı ve dua ile meşguliyeti
sebebiyle görmedi. Zîra kapının kapalı oluşu, içeride karanlık hâsıl etmişti.
Ayrıca Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le Üsâme arasına içerdeki
sütunlar da perde yapmış olabilir. Bu sebeple zannına uyarak Hz. Üsame
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)' ın namaz kıldığını inkâr etmiş olabilir.
Muhibbu't-Taberî der ki: "Hz. Üsâme'nin, içeriye girdikten sonra, bir
müddet için oradan ayrılmış olması, bu sebeple Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) namaz kılarken orada bulunmaması da muhtemeldir."
Muhibbu't-Taberî'nin
bu tevilini te'yid eden Ebu Dâvut et-Tayâlesi'nin kaydettiği bir rivayette, Hz.
Üsame (radıyallahu anh) der ki: "Kâbe'de Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın yanına girdim. Orada bazı resimler gördü. Bir kova su istedi. Ben
su getirdim. Onunla resimlerin üzerine vurup (onlar yıkadı)."
Bu
hususu te'yid eden başka rivayetler de var.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın Kâbe'nin içinde namaz kılıp kılmaması ile ilgili
ihtilâflı rivâyetleri, birini diğerine tercih etmeden te'lif eden de olmuştur:
a)
"Namaz kıldı" diyen rivâyetlerdeki salât kelimesi lügat mânasında
kullanılmıştır, yani dua etti demektir. "Namaz kılmadı" diyen
rivayetlerde salât kelimesi ıstılahî mânadadır, yani "namaz"
mânasındadır. Bu te'vîli "Kâbe'nin içinde farz olsun nafile olsun her
çeşit namaz mekruhtur" diyenler tercih etmiştir. Ancak, bu te'vili,
kılınan namazların rek'at sayısından bahseden rivayetler (1402 numaralı hadis
böyledir) reddeder.
b)
"Namaz kıldı" diyen rivayetlerde nâfile namaz, "namaz
kılmadı" diyen rivayetlerde farz
namaz kastedilmiş olabilir. Kurtubî bunu benimser. Esasen İmam Mâlik'in
mezhebi de bu te'vili esas almıştır.
c)
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Kâbe'ye iki kere girmiş, birinde
namaz kılmış diğerinde kılmamış olabilir" denmiştir. Yukarıda temas ettiğimiz, iki sefer girmiş olma ihtimali
üzerinde duranlar, "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sadece Fetih günü
Kâbe'ye girdi. Veda haccı sırasında girmedi" diyenlere: "Rivâyetler,
Mekke fethi sırasında iki ayrı sefer girmiş olma ihtimâlini reddetmez"
diye cevap vermişlerdir.[443]
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın Kâbe içinde namaz kıldığı umumiyetle kabul edilmiş,
hatta, yeri ve şekli üzerinde bâzı teferruata bile inilmiştir. Hemen belirtelim
ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın nerede namaz kıldığı hususunda daha ziyâde İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) soru sormuştur. Çünkü kendisi, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le birlikte içeri girenler
arasında yoktur. 1400 numaralı hadiste belirtildiği üzere Kâbe'ye Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'la birlikte, Üsâme, Bilâl, Osman -bir başka rivayette
el-Fadl İbnu Abbas- (radıyallahu anhüm) girmiştir.
Girince
kapı örtülmüştür.
Ezrâkî'nin
Mekke üzerine yazdığı kitapta Hâlid İbnu Velid'in dışarıda kapının önünde
bekleyerek halka karşı kapıyı koruduğu, tehâcümü önlediği belirtilir.
Şu
halde, rivayetlerin umumî manası,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Kâbe'den çıkınca, "Ben gençtim,
üstelik güçlüydüm" diyen Abdullah İbnu Ömer'in, kalabalığı yararak en öne
geçtiğini, böylece Kâbe'ye ilk giren olduğu belirtilir. İlk işi Hz. Bilal'e
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın namaz kılıp kılmadığını, kıldığını
öğrenince de nerede kıldığını sormak olmuş, ama heyecandan olacak, kaç rek'at kıldığını sormayı unutmuştur. Bazı
rivayetlerde bunu unuttuğunu sarih olarak ifade eder. Namaz kıldığı yeri
sorması, hemen orada namaz kılmak düşüncesinden ileri gelir. Zîra İbnu Ömer'in
kanaatince
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın namaz kıldığı nokta, Kâbe'nin en mukaddes yeridir,
orada namaz kılmakla hem sünnete uyacak, hem de daha faziletli ve sevablı bir
ibadet yapmış olacaktır.Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın namaz kıldığı
yeri belirleyen rivayetler, o sıradaki Kâbe'nin içi hakkında bilgi verir:
Kâbe'nin içinde üçerli iki dizi halinde
altı sütûn mevuttur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), öndeki dizide iki
sütun arasında, karşı duvardan 3 zira' (kadar) mesafede duvarla kendi arasında
herhangi bir sütre bulunmaksızın iki rek'at namaz kılmıştır. Namaz kıldığı
yerde kırmızı mermer taşı mevcuttur.
İbnu
Hacer, Kâbe'yle ilgili bu çeşit tasvirlerin, İbnu'z-Zübeyr zamanındaki
tahribinden önceye ait olduğunu belirtir. Abdullah İbnu 'z-Zübeyr (radıyallahu
anhümâ)'in kuşatılması sırasında Şam askerlerine atılan mancınık taşlarının
isâbetiyle tahrib olan Kâbe'yi, İbnu'z-Zübeyr (radıyallahu anhümâ), Hz.İbrahim
zamanında atılmış olan temellere kadar yıktırarak yeniden yaptırmıştır.[444]
Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Kâbe'nin içinde namaz kılıp kılmadığı
meselesi, âlimleri "Kâbe'de namaz caiz mi, değil mi" münâkaşasına
götürmüştür. İbnu Abbâs'a göre
Kâbe'nin dâhilinde namaz mutlak şekilde
sahih değildir. Sebebi, insanların Kâbe'nin bâzı kısımlarına sırtlarını
çevirmeleridir. Halbuki, O'na yüzleri çevirmek emredilmiştir. Bu emir, yüzü bir
kısmına değil, tamamına çevirmek diye anlaşılmıştır. Mâlikîlerin bazıları,
Ehl-i Zâhir ve Taberî bu görüştedir.
el-Mâzirî:
"Malikî mezhebinde meşhur olan, Kâbe'nin içinde farz namazın yasak olması
ve kılındığı takdirde iâdesinin vâcib olmasıdır" der. Bazıları:
"Âmden kılarsa iâde etmelidir" demiştir.
Tirmizî,
İmam Mâlik'in nafile kılmanın caiz olduğuna hükmettiğini belirtir.
Nevevî,
bazılarının Kâbe'nin içindeki namazın, dışındakinden efdal olduğuna
hükmettiğini nakleder. Ancak ulema, dışarda kılınanın efdaliyetinde ittifak
ettiğine göre, ihtilâflı bir efdaliyetin, ittifaklı efdaliyete üstünlüğü kabûle
karîn görünmez.
Cumhur,
Kâbe'nin içinde namaz kılmayı müstehab addetmiştir. Bu hükme giderken dayanmış
oldukları delili 1398 numaralı hadiste
kaydettik.[445]
Âlimlerin
ihtilâf ettiği bir husus da budur: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Kâbe'ye
girince kapısını niye kapattı? İbnu Battâl, "Buradaki hikmet, halkın bu
ziyareti görerek sünnet zannetmesini
önlemekti" demiştir. Bu zayıf bir yorumdur. Çünkü, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) böyle bir şey düşünseydi yanındakilere de haber
vermez, onlardan da gizli tutardı. Birkaç kişi için müstehap kılınan bir amelin
herkes hakkında müstehab olacağı açıktır.
Kapatılmasının
hikmeti hususunda farklı yorumlar getirilmiştir:
*
Kâbe'nin içerisinde her noktada namaz kılabilmek içindir. Çünkü kapıya
yöneldiği zaman, karşısında Kâbe'den bir parça değil, semayı bulmuş olacaktı.
*
Hanefîlere göre, açık halde de namaz caizdir.
*
Şafiîler Kâbe'nin kapısı açık olarak içinde namaz kılınabileceğini, ancak ne
kadar alçak da olsa bir eşik bulunması gereğini söylemiştir.
*
Musallî boyunda, bineğin arka kısmı boyunda bir perde şartı koşanlar da
olmuştur.
*
Kâbe'nin damında kılınacak namaz içinde
de aynı farklı görüşler ileri sürülmüştür. [446]
Bu
rivâyetlerden, âlimler yukarıda söylenenlerden başka bazı faydalı inceliklere
ve hükümlere dikkat çekerler:
1-
Sahâbinin sahabeden rivayeti var.
2-
Efdâl olan varken, mefdûlün taleb edilmesi ve onunla yetinme var.
3-
Haber-i vahid'in hüccet olması var.
4-
İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'in sünneti öğrenme hususundaki hırsı ve bu
husustaki fazîleti var.
5-
Sahâbe içerisinde faziletçe üstün olanların, her seferinde faziletce üstün
müşahedelere katılamadıkları görülüyor. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz.
Talha gibi büyüklerden hiçbiri Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Kâbe
ziyaretinde mevcut değiller.
6-
Münferid namazlarda mescidlerde sütunların gerisinde değil, aralarında da
namaz kılınabilir.
7-
Mescidlerde kapı meşrudur, kapatılması câizdir.
8-
Önceden başkalarının geçme ihtimâli olma hallerinde sütre emri vardır. Zîra
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) iki direk arasında durmuş, direklerden
birinin gerisine geçerek sütre yapmamıştır. "Bunu, duvar yakın olduğu için
(3 zira' kadar) yapmış olmalıdır" denmiştir.
9-
Namaz kılanın sütre dikme mesâfesi üç zira'dır, daha fazla olmamalıdır. Bâzı
âlimler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Kâbe'de namaz kıldığı yerin
kıble duvarından üç zîra mesafede bulunduğunu haber veren rivâyeti bu meselede
delil kılmıştır.
10-
Ulemânın "Mescidü'l-Haram'ın Ôtahiyyetu'lmescid'i tavaftır" sözü
Kâbe'nin içi hakkında değil, dışı hakkındadır. Zîra Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) devesiyle gelip, ıhtırıp doğrudan Kâbe'ye girmiş ve
orada iki rek'at tahiyyetü'lmescid namazı kılmıştır. Bu namaz, umumî
tahiyyetü'lmescid olabileceği gibi, Kâbe'nin müstakil bir mescid olmasından
mütevellid de olabilir. (Yani Kâbe çevresinden ayrı düşünülünce kâmil mânada
el-Mescidü'l-Haram değildir, müstakil bir mesciddir. Bir başka ifâde ile
çevresini teşkil eden Metaf, Makam, Rükn, Hıcr, Zemzem Kuyusu müştemilâtı ile
bilikte el-Mescidü'l-Haram olmaktadır.)
11-
Beytullah'ın içinde namaz müstehabdır, ancak girmesi ile kimseye eziyet
vermemek şartıyla. İbnu Abbâs'ın: "Kâbe'ye girmenin haccla hiçbir ilgisi
yoktur" dediği rivâyet edilmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
Kâbe'ye Mekke'nin fethedildiği zaman girdiğini söyleyenler açısından, bunun
haccla hiçbir irtibatı olmayacağı
açıktır, zîra o zaman, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ihramsız idi.
12-
Bu rivayetler, "Gündüz nâfilesi ikişer rek'at kılınır" diyenlere
delildir.
13-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "Bu (Beyt) kıbledir" sözünü Hattâbî şöyle açıklamıştır: "Bu
sözle, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Kıble meselesi, bu Beyt'e
karşı dönmek hususunda kesinlik kazanmıştır, binâenaleyh kıyamete kadar kıbleyi
kimse değiştiremez, neshedilemez, namazı hep buna karşı kılacaksınız"
demek istemiştir.
Bu
sözle "Mescidü'l-Haram'da imamın yerini tayin etmiş olması da ihtimalden
uzak değildir. İmam Kâbe'nin köşelerine ve etrafına değil, doğrudan
doğruya cephesine karşı duracaktır.
Namaz bir tarafında makbul ise de sünnet olan budur."
Nevevî,
üçüncü bir ihtimale daha dikkat çeker: Ona göre hadisin mânası, "Kıble,
bütün Harem bölgesi yahut Mekke veya Kâbe'nin etrafındaki mescid değil, bizzat
Kâbe'nin kendisidir" demektir.[447]
1404
numaralı hadiste -ki Müslim hadisidir- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
Fetih günü Hz. Üsâme (radıyallahu anh) ile birlikte gelip Kâbe'nin önüne
devesini ıhıp, Osman İbnu Talha'dan Kâbe'nin anahtarını istettiği belirtilir.
Osman
İbnu Talha Kimdir?
Bu
zat, Osman İbnu Talha İbni Ebî Talha (radıyallahu anh)'dır. Kureyşî'dir.
el-Hacebî lakabını taşır. Bu lakab onun Kâbe ile ilgili bir hizmetinden
gelir. Kâbe'nin perdedarlığını (Hicabetu'l-Kâbe) yapmakta ve anahtarını
taşımaktadır. İstediği zaman anahtarı vermekten imtina eden annesinin adı
Sülâfe'dir, Ümmü Saîd de denir.
Babası
Talha, amcası Osman İbnu Ebî Talha, her ikisi de Uhud Savaşı'nda kâfir olarak
öldürülmüştür. Osman'ı Hamza (radıyallahu anh), Talha'yı da Hz. Ali (radıyallahu anh)
öldürmüştür. Yine Uhud'da Osman'ın Müsâfi, Cülas, Hâris, Kilâb isminde başka
kardeşleri de öldürülmüştür, hepsi de kâfir olarak.
Osman
İbnu Talha, Hudeybiye Sulhünden sonra Hz. Hâlid İbnu Velid (radıyallahu anh)
ile birlikte Müslüman olmuş, hicret ederek Medine'ye gelmiştir. Rivayete göre,
Necâşi'nin yanından dönen Amr İbnu'l-Âs hicret etme niyetinde iken Osman'la
karşılaşıp arkadaş olurlar ve beraberce Medine'ye gelirler. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) onları görünce: "Mekke ciğerparelerini size
atıyor" diyerek bunların Mekke'nin
en kıymetli eşhaslarından olduklarını ifade buyurur.
Osman
(radıyallahu anh) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la birlikte Medine'de
ikamet eder, Mekke fethine katılır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Fetih
günü, Kâbe'nin anahtarını Osman'la amcasının oğlu Şeybe İbni Osman İbni Ebî
Talha'ya verir ve: "Bunu ebedî olarak alın, sizden onu ancak zâlim geri
alabilir" buyurur.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın vefatından sonra Osman (radıyallahu anh) Mekke'ye
gider. Hicrî 42 yılında vefat edinceye
kadar orada kalır. Mamafih Ecnâdin Savaşı'nda şehid olduğu da söylenir.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın, buna tevdi ettiği
hicâbet hizmeti (ki sidâne de denir) cahiliye devrinden beri bu ailenin
üzerinde olan bir hizmetti. Ailesine Hacebiyyûn denir idi. Hicâbet perdedarlık
hizmetidir, temizliği, nezâreti, anahtarının taşınması hep buraya girer.
Kâbe'nin anahtarını taşımak şerefli bir hizmetti. Hacibin izni olmadan kimse
Beytullah'a giremezdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Fetih günü, Kâbe ile
ilgili bütün hizmetleri ilga ettiğini
duyurmuş, sikâyetu'lhacc (hacılara su verme) ile sidânetu'l-Beyt'i istisna
etmiştir.
Ulemâ
demiştir ki: "Anahtarı onlardan almak hiç kimseye câiz olmaz. Bu hizmet,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından onlara tevdi edilmiş Kâbe'nin
mütevelliliğidir. Ebedî olarak onlarda kalacaktır, kendilerinden sonra
evlâtları onu deruhte edecektir. Bu işte kimse onlarla niza edemez, ortak da
olamaz, yeter ki o nesil var olmaya, bu işe sâlih olmaya devam etsinler."[448]
ـ12ـ
وعن ابن عباس
رَضِىَ
اللّهُ َعَنْهُما
قال: ]لَمَّا
قَدِمَ رسولُ
اللّه # أبى
أنْ يَدْخُلَ
الْبَيْتَ وَعِيهِ
الِهَةُ
فَأمَر بِهَا
فأخْرِجَتْ
وَأخْرَجُوا
صَورَةَ
إبْرَاهِيمَ
وإسْمَاعِيلَ
عَلَيْهِمَا
السََّمُ في
أيْدِيهِمَا
ا‘زَمُ.
فقَالَ رسولُ
اللّه #:
قَاتَلَهُمْ
اللّهُ أمَا
وَاللّهِ
لَقَدْ
عَلِمُوا أنهُمَا
لَمْ
يَسْتَقْسِمَا
بِهَا قَطُّ.
فَدَخَلَ
الْبَيْتَ
فَكَبَّرَ في
نوَاحِيهِ
وَلَمْ يُصَلِّ
فِيهِ[. أخرجه
البخارى.»ا‘زمُ«
الْقِدَاحُ التى
كانوا
يَسْتَقْسِمُونَ
بِهَا .
12. (1409)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (Mekke'ye) geldiği
vakit içerisinde put olduğu için, Beytullah'a girmekten imtina etti (kaçındı).
Onların çıkarılmalarını emretti. Hepsi de çıkarıldı. Hz. İbrahim ve Hz. İsmâil
(aleyhimâsselam)'in ellerinde fal okları bulunan heykelleri de çıkarıldı. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) (bunu görünce): "Allah canlarını alsın! Allah'a
kasem olsun, onlar da bilirler ki, Hz. İbrahim ve Hz. İsmâil (aleyhimâsselam)
bu oklarla kısmet aramadılar." [Buhârî, Hacc 54, Enbiya 8, Megâzî 48; Ebu
Dâvud, Hacc, 93, (2027).][449]
AÇIKLAMA:
1-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
Kâbe'ye girişi Mekke'nin fethinde mi
oldu, Veda haccında mı oldu, âlimlerce münâkaşa edildiğini, bazıları,
"Sadece Fetih günü", bazıları, "Sadece Veda haccı
sırasında" derken, bazılarının
"Her ikisinde de olabilir" dediğini, önceki rivayetin (1408 numaralı
hadis) açıklamasında izah etmiştik. Sadedinde olduğumuz rivayet, Fetih günü
cereyan eden bir vak'ayı aksettirmiş olmalıdır. Zîra Veda haccına kadar,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Kâbe'de putların kalmasına müsâmaha
etmesi kabûl edilemez.
2-
Rivayetler, Kâbe'de 360 putun mevcudiyetinden bahseder. Bu putların hepsi bütün
Araplarca eşit şekilde takdis edilmiyordu. Bazı müşterek putlarla birlikte, her
kabilenin kendine has putları da vardı. Kureyş' in en büyük putu Hübel adını
taşıyor ve Kâbe'nin içinde bulunuyordu.
Şu
halde bu putlar arasında Arapların ecdâdları ve Kâbe'nin bânisi bildikleri Hz.
İbrahim ve oğlu Hz. İsmâil (aleyhimâsselâm) de vardı.
Bunların
elindeki oklara gelince, bu yapacakları işleri tayin veya aralarındaki
ihtilafları çözmede kur'a çekmeye yarıyordu.
Şârihler
bu mevzuda şu bilgileri verir: İbnu Cerîr der ki: "Cahiliye Arapları, bir
iş yapacakları zaman üç okla çekim yaparlardı. Okun birinde "Yap!"
birinde "Yapma!", birinde de "Boş!" yazıyordu.
Ferrâ
ise şunu söyler: "Birinin üzerinde "Rabbim bana emretti."
ikincide "Rabbim yasakladı!" üçüncüde de: "Boş!"
yazıyordu." Bir kimse herhangi bir iş arzu edince, bu oklardan birini
çeker, emreden ok çıkarsa yapar, yasaklayıcı olan çıkarsa terkeder, boş çıkarsa
çekimi yenilerdi. İbnu İshâk, bu okların, en büyük put olan Hübel'in yanında
bulunduğunu, ihtilâfa düştükleri meselelerde, onun yanında kur'a çekerek
muhâkeme olunup kur'a neyi gösterirse ona uyduklarını haber verir. Fal oklarına
kuş tüyü takılmazdı.
Hemen
kaydedelim ki, bu oklara mürâcaat sadece ihtilâflı hallere mahsus değildi.
Kaynaklar hususî işlerde de ferdlerin başvurduklarını tasrih eder.
Saîd
İbnu Cübeyr, bu okların beyaz çakıl taşı olduğunu; Mücâhid, üzeri yazılı
"taş" olduğunu belirtir. Keza Mücâhid'in rivayetinde sefer, gazve,
ticâret gibi her işlerinde bu fal taşlarına başvurup çekim yaptıkları
belirtilir. Anlaşılan o ki, bu fal âletleri, Kâbe'de Hübel putunun yanında
bulunanlardan farklıdır. Hattâ Kâbe'deki
oklar bile farklıdır; bazılarının üzerinde "Yap!" yazarken,
bazılarında aynı mânaya gelen: "Rabbim bana emretti!" diye
yazmaktadır. İbnu İshâk'ın rivayetinde, bu okların Hübel'in yanında bulunduğu
belirtilirken, sadedinde olduğumuz Buhârî rivayetinde, Hz. İbrahim ve Hz.
İsmail (aleyhimâsselam)'in yanında da fal oklarının bulunduğu belirtilmektedir.
Demek ki bu oklar, belki de başvurulacak meselenin vüs'atine, cinsine göre
birçok çeşidi ihtiva etmektedir, her rivayet bunlardan birini aydınlatmaktadır.
Nitekim İbnu Hacer, bu mevzuda gelen rivayetlerden şu neticeye varır:
"Cahiliye Arapları üç çeşit fal oku kullanırlardı:
1-
Her ferdin kendisi için üç adet hususî ok,
2-
Umumî meselelerin çözümünde hakem olarak
başvurulan oklar. Bunlar Kâbe'de bulunurdu. Keza her bir Arap kâhin ve
hâkimlerinin yanında da oklar vardı. Bunlar yedi adetti, üzerlerinde yazılar
vardı. Meselâ biri: "Sizden", diğeri "Birleştirilmiş
(mülsak)", bir diğeri: "Buna diyet gerekir..." gibi, sıkca
meydana gelen işlerle ilgili bir hüküm ihtiva ediyordu. Üçüncü kısım kumar
oklarıydı. Bunların adedi ondu: Yedisinde yazı vardı, üçü de boş. Bunlara
(mesele çözmek için değil), kumâr oynamak için başvururlardı, tıpkı tavla zarı
vs. gibi..."
3-
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Onlar da bilirler ki, Hz. İbrâhim
ve Hz. İsmâil bu oklarla kısmet aramadılar" buyurarak, okları, fal ve
kumar gibi dinin reddettiği ahlâk dışı işlerde kullanma meselesinde o yüce
peygamberlere iftira edildiğini, onların hiçbir surette bu kirli işleri
başlatmadığını belirtiyor. Cahiliye an'anesi, Arabistan'a bu gibi işleri
sokanları bilmektedir. Nitekim, oklarla kısmet arama işini ilk icad eden
kişinin, Amr İbnu Lühey olduğunu bilmektedirler. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın bir rivayette "Cehenemde bağırsaklarını sürüyor gördüm"
dediği bu adam, Hz. İbrahim'in dini üzere olan Arap kavmini putperestliğe
atmıştır.[450]
ـ13ـ وعن
ا‘سْلَمِيَّةِ
قالت: ]قُلْتُ
لِعُثْمَانَ
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُ: مَا
قَال لَكَ رسولُ
اللّه # حِينَ
دََعَاكَ؟
قَالَ. قالَ:
لِى إنِّى
نَسِيتُ أنْ
آمُرَكَ أنْ
تُخَمِّرَ
الْقَرْنَيْنِ
فإنَّهُ
لَيْسَ يَنْبَغِى
أنْ يَكُونَ
في الْبَيْتَ
شَئٌ يَشْغَلُ
المُصَلِّى[.
أخرجه أبو
داود.»التَّخْمِيرُ«
التغطية .
13. (1410)- Eslemiyye (radıyallahu anhâ)
anlatıyor: "Hz. Osman (radıyallahu anh)'a
dedim ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) seni çağırdığı zaman sana ne söyledi."
Bana
şu cevabı verdi:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bana: "Sana iki boynuzu örtmeni söylemeyi
unuttum. Zîra Beytullah'da namaz kılan kimseyi meşgul edecek herhangi bir şeyin
bulunması doğru değildir" dedi." [Ebu Dâvud, Menâsik 95, (2030).][451]
AÇIKLAMA:
1-
Burada adı geçen Osman (radıyallahu anh) Kâbe'nin perdedârı Osman İbnu
Talha'dır. 1408 numaralı hadisle ilgili açıklamanın sonunda hakkında bilgi
verdik.
2-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın örtülmesini emir buyurdukları "İki
boynuz", Kâbe'nin içerisinde korunmakta olan ve Hz. İsmâil
(aleyhisselam)'in yerine kesilen koçun
boynuzlarıdır. Bu boynuzlar, Abdullah İbnu Zübeyr (radıyallahu anhümâ) zamanına
kadar Kâbe'de kalmıştır. Onu kuşatan Yezid'in askerleri tarafınan atılan
mancınık taşlarının çıkardığı kıvılcım Kâbe örtüsünü tutuşturmuş, hasıl olan
yangında bu boynuzlar da yanmıştır.[452]
ـ14ـ وعن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْها قالت:
]كُنْتُ
أحِبُّ أنْ
أدْخُلَ
الْبَيْتَ
وَأُصَلِّىَ
فِيِه
فَأَخَذَ رسولُ
اللّه #:
بِيَدَىَّ
فأدْخَلَنِى
في الحِجْرِ
فقَالَ
صَلِّى فِىهِ
إنْ أرَدْتِ
دُخُولَ
الْبَيْتِ
فإنَّمَا
هُوَ
قِطْعَةٌ مِنْهُ،
وَإنَّ
قَوْمَكِ
اقْتَصَرُوا
حِينَ بَنُوا
الْكَعْبَةَ
فأخْرَجُوهُ
عَنِ الْبَيْتِ[.
أخرجه ا‘ربعة .
14. (1411)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)
anlatıyor: "Ben Kâbe'ye girip içinde namaz kılmayı çok arzu ediyordum.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ellerimden tutup beni Hıcr'a soktu ve:
"Beytullah'a girmek istiyorsan burada namaz kıl. Zîra burası ondan bir
parçadır. Senin kavmin Kâbe'yi (tamir maksadıyla) yeniden inşa ederken, inşaatı
kısa tutup onu Beytullah'tan hâriç bıraktılar" dedi." [Tirmizî, Hacc
48, (876); Ebu Dâvud, Menâsik 94, (2028); Nesâî, Hacc 129, (5, 219), Muvatta,
Hacc 105, (1, 364). (Muvatta'nın rivayeti mânâ yönüyle mutabakat sağlar).][453]
AÇIKLAMA:
Mescid-i
Haram'ın Hıcr kısmı hakkında yeterli bilgiyi 1386 numaralı hadiste kaydettik,
oraya bakılsın.[454]
ـ15ـ وفي أخرى
للنسائى:
]قُلْتُ يَا
رسولُ اللّهِ
أ أدْخُلُ
الْبَيْتَ؟
قال: ادْخُلِى
الحِجْرَ
فإنَّهُ مِنَ
الْبَيْتِ[ .
15. (1412)- Nesâî'de gelen bir diğer
rivayet şöyle: "(Hz. Aişe der ki): "Ey Allah'ın Resûlü, dedim,
Beytullah'a girmeyeyim mi?"
Bana
şu cevabı verdi:
"-
Hıcr'a gir, çünkü o da Beytullah'tan bir parçadır." [Nesâî, Hacc 129.][455]
وَيَجْعَلُ
الْبَابَ
قِبَلَ
ظَهْرِةِ وَيَمْشِى
حَتَّى
يَكُونَ
بَيْنَهُ
وَبَيْنَ الجِدَارِ
الَّذِى
قِبَلَ
وَجْهِهِ
قَرِيباً
مِنْ ثََثَةِ
أذْرُعٍ
فَيُصَلِّى،
يَتَوَخَّى
المَكَانَ
الَّذِى
أخْبَرَهُ
بَِلٌ أنَّ
رسولَ اللّه #
صَلَّى فِيهِ.
قَالَ: وَلَيْسَ
عَلى أحَدٍ
بأسٌ أنْ
يُصَلّى في
أىِّ نَوَاحِى
الْبَيَتِ
شَاءَ[. أخرجه
البخارى.
»التّوَخِّى«
الْقَصْدُ
واعتماد .
16. (1413)- Nâfi Ôanlatıyor: "İbnu
Ömer (radıyallahu anhümâ), Kâbe' ye girdi mi, girince yüzü istikâmetinde yürür,
kapıyı arkasında tutar, karşı duvarla arasında üç zira'lık mesâfe kalıncaya
kadar düz yürür, (orada durup) namaz kılar, böyle davranmakla, Hz. Bilâl
(radıyallahu anh)'in, "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) burada
kıldı" diye haber verdiği yerde namaz kılmayı kastederdi. Ancak (İbnu
Ömer) şunu da söyledi:
"-
Kişinin, Beytullah'ın içerisinde,
dilediği noktada namaz kılmasında bir beis yoktur!" [Buharî, Hacc
52, 51, Salât 30, 81, 96.][456]
AÇIKLAMA:
Bu
hadis, yukarıdaki metniyle Buhârî'nin Hacc bölümünde 52. babında geçmektedir.
Diğer bablarda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Kâbe'de kıldığı namaz ve
bu namazı kıldığı yeri târif eden rivayetler mevcuttur.
Hadisle
ilgili açıklama 1408 numarada geçtiği için tekrar etmeyeceğiz.[457]
Bu
babta üç fasıl var
BİRİNCİ
FASIL
VAKFELER
VE HÜKÜMLERİ
*
İKİNCİ
FASIL
İFÂZA
*
ÜÇÜNCÜ
FASILARAFAT VE MÜZDELİFE'DE TELBİYE
Vakfe:
Kelime olarak durmak demektir. Hacc ıstılahı olarak, haccın farz olan iki
rüknünden birini ifâde eder. Zîra haccın iki rüknü vardır. Arafat vakfesi ve
ziyaret tavafı. Tavafla ilgili rivayetler ikinci fasılda (1366-1413 numaralar
arasında kalan hadisler) gördük.
Bu
fasılda vakfe ile ilgili hadisleri göreceğiz. Hemen belirtmek isteriz ki, hacc
ibadetinin iki vakfesi vardır.
1-
Arafat vakfesi: Bu rükündür. Vakfe deyince ilk akla gelen budur. Bu, herhangi
bir sebeple eksik olursa hac sahih olmaz, müteâkip yılda yenilenmesi gerekir.
2-
Müzdelife vakfesi; Bu rükün değildir,
vacibtir. Herhangi bir sebeple eksik olduğu
takdirde, kurban keserek hacctaki eksiklik giderilebilir, haccın
müteakip yılda iadesi gerekmeyebilir.
Arafat
vakfesinin sahih olması için üç şart vardır:
a)
İhramlı olmak,
b)
Arafat sınırları içinde yapmak,
c)
9 Zilhicce günü zevâl vaktinde yani güneşin öğlede tepe noktasına ulaşma
ânından 10 Zilhicce günü fecr-i sâdıkın zuhuruna, yani tan yerinin ağarmasına
kadar olan vakittir.
*
Bu vakit içinde Arafat'ta bulunmak esastır: Şuur, niyet, bilgi aranmaz.Yani
baygın veya uyku hâlinde de bulunulsa vakfe yapılmış olur.
*
Arefe günü Arafat'a varanların, güneşin
batmasına kadar Arafat sınırları içerisinde orada kalması vâcibtir.
Müzdelife
vakfesinin sahih olması da önce ihramlı olmaya bağlıdır. İkinci şartı Arafat
vakfesini yapmış olmak, üçüncü şartı, bu vakfeyi Müzdelife hudutları içinde
yapmak; son şartı da vakti içinde yapmaktır. Hanefî mezhebinde vakti bayram
sabahı, yani 10 Zilhicce günü tan yerinin ağarmaya başlamasından güneşin
doğmasına kadar olan müddettir. Bu vakfede de niyet, ilim, şuur aranmaz,
söylenen zaman sınırı içinde az da olsa bir müddet Müzdelife hududları dahilinde bulunmaktır.[458]
ـ1ـ عن عائشة
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْها قالت:
]كَانَتْ
قُرَيْشٌ وَمَنْ
دَانَ
دِينَهَا
يَقِفُونَ
بِالْمُزْدَلِفَةِ
وَكَانُوا
يُسَمُْونَ
الحُمْسَ، وَكانَ
سَائِرُ
الْعَرَبِ
يَقِفُونَ
بِعَرَفَةَ:
فَلَمَّا
جَاءَ ا“سَْمُ
أمَرَ اللّهُ
تَعالى
نَبِىّهُ #
أنْ يَأتِىَ
عَرَفَةَ فَيَقِفَ
بِهَا ثُمَّ
يَفِيضَ
مِنْهَا.
وذلِكَ
قَوْلُهُ تَعالى:
ثُمَّ
أفِيضُوا
مِنْ حَيْثُ
أفاضَ النَّاسُ[.
أخرجه الخمسة
.
1. (1414)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)
anlatıyor: "Kureyş ve onun dinine mensub olanlar, (cahiliye devrinde)
Müzdelife'de vakfe yapıyorlardı ve kendilerine hums denilirdi. Diğer Araplar
ise Arafat'da vakfe yapıyorlardı. İslâm dini gelince, Cenâb-ı Hakk,
Peygamberine (aleyhissalâtu vesselâm), Arafat'a gidip orada vakfe yapmalarını,
sonra da oradan topluca ayrılmalarını emretti. Şu âyet bu hususu beyan eder:
"Sonra, insanların toplu olarak akın ettiği yerden siz de akın
edin..." (Bakara 199). [Buhârî, Tefsir, Bakara 35, Hacc 91; Müslim, Hacc
152, (1219); Tirmizî, Hacc 53, (884); Ebû Dâvud, Menâsik 58, (1910); Nesâî,
Hacc 202 (5, 255).][459]
AÇIKLAMA:
1-
Müzdelife: Hacc menâsikinin cereyan ettiği mühim âlemlerden biridir. Arafat'la
Mina arasında yer alan dar bir bölgedir. "Muhassar vadisi ile Me'zemeyn
arasında kalan yer" diye de tarif
edilir.
Bu
bölgeye Müzdelife denmesinin sebebi ihtilâflıdır. Bâzı âlimler, içtimâ
(toplanma, biraraya gelme) mânasındaki izdilâf'tan geldiğini söylemiştir.
İzdilâf için, iktirab yani "yakınlaşma"dır diyen de olmuştur. Orası
Allah'a yaklaşma yeridir. Bazıları Arafat'tan sökün eden (ifâza yapan)
hacıların Mina'da izdilâfı (birleşmeleri) sebebiyle bu ismin verildiğini, bâzıları Hz. Havva ile Hz. Âdem'in burada
birleşmeleri sebebiyle bu ismin verildiğini söylemiştir. Bu mânada olmak üzere,
yani Hz. Havva ile Âdem'in birleşme yeri mânasında Müzdelife'ye Cem' dahi
denmiştir. Hadislerde sıkca Müzdelife'nin Cem' ismiyle zikredildiğine
rastlarız.
Bir
başka görüşe göre kelimenin kökü olan zülfet, "kurbet" yani yakınlık
mânasına da gelir. Hacılar bu yerde Harem bölgesine yaklaştıkları için
Müzdelife "yaklaşma yeri" denmiştir. Nitekim burası Harem'le Arafat
arasında hudud noktasındadır.
Şu
da söylenmiştir: "Hz. Âdem (aleyhisselam), cennetten yeryüzüne indiği zaman, Hz. Havvâ ile, Arafat'ta
tanışıncaya kadar yakınlık kuramadı. Orada tanışıp, Müzdelife'de birleştiler.
Bu sebeple oraya Müzdelife ve Cem' denmiştir."
Müzdelife,
Arafat vakfesinden sonra orayı terkeden hacıların geceyi geçirecekleri ve namaz
kılıp dua edecekleri yerdir. Kur'ân-ı Kerîm'de zikri geçen Meş'ar-ı Haram da
buradadır. Arafat vakfesinden sonra
burada vakfe yapmak vâcibtir. Arafat'tan gelen hacılar akşamla yatsıyı burada
cem-i tehirle kılarlar. Bayramın birinci
gününün sabah namazı da burada kılınır. Sabahtan sonra Mina'ya geçilir. Muhassir deresi, Müzdelife'
den sayılmaz, bu sebeple orada yapılan vakfe makbul değildir.
2-
Meş'aru'l-Harâm: Müzdelife hududu içerisinde yer alan Kuzeh dağında bir tepenin adıdır. Kur'ân-ı
Kerimde:
فَإِذَا
اَفَضْتُمْ
مِنْ
عَرَفَاتٍ
فَاذكر وا
اللّهَ
عِنْدَ
الْمَشْعَرِ
الحرام "Arafat'tan (seller gibi) boşanıp
akdığınız zaman Meş'ar-i Haram'ın yanında Allah'ı zikredin..." şeklinde
zikri geçen mübârek parçadır. Bazı âlimler Cem' ve Müzdelife diye isimlenen
bölgenin tamamına Meş'aru'l-Harâm dendiğini kabul eder.
Kuzeh
üzerindeki bu tepenin üzerinde üstüvânî (silindirik) taştan bir alâmet
mevcuttur, buna Mikâde denir. Evvelleri, burada ocaklarda odunlar yakılarak,
Harun Reşîd zamanında büyük mumlar, daha sonraları da iri kandiller yakılarak
işâretleme işi yerine getirilmiştir. Günümüzde buralara bina yapılmıştır ve her
çeşit işaretlemelerin yerini elektrik lambaları almıştır.
Müzdelife'de
hacılar, Mina'da şeytan taşlamak üzere küçük çakıl taşları toplarlar.
3-
Mina: Haccın mühim menasikinden bir kısmının icra edildiği bir yerdir.
Müzdelife ile Mekke arasında yer alır, Harem bölgesine dahildir. Müzdelife
vakfesinden sonra hacılar arefe günü, sabah namazından sonra buraya gelirler.
Burada kurban kesip ihramdan çıkarlar ve traş olurlar. Şeytan taşlama yerleri
de buradadır. Bunlar bâzı şartlarda haccın vâcib olan menâsikine girmesi
sebebiyle Mina'nın haccdaki ehemmiyetini gösterirler.
Buraya
Mina denmesi, kurban kesilerek kan akıtılmasındandır. Hz. İsmail'e bedel koçun
burada kesildiği kabul edilir. Zîra
Mina, kelime olarak, (kan) akıtmak mânasındadır. Mamâfih temennî kelimesi de
aynı kökten gelir ve Mina'da temenni etmek (takdir etmek) mânası da mevcuttur.
Hazreti Âdem (aleyhisselam), cenneti burada temenni ettiği için bu ismi aldığı
da söylenmiştir.
Terviye
gününü arefe gününe bağlayan gece ile, bayram gecelerini burada da geçirmek sünnettir.[460]
ـ2ـ وفي
رواية: ]قالت
عائشة رَضِىَ
اللّهُ َعَنْها
الحُمْسُ:
هُمُ الذينَ
أنْزَلَ
اللّهُ تَعالى
فِيهِمْ:
ثُمَّ
أفِيضُوا
مِنْ حَيْثُ
أفَاضَ
النَّاسُ:
قالتْ:
وَكَانَ
النَّاسُ يُفِيضُونَ
مِنْ
عَرَفاَتَ،
وَالحُمْسُ مِنْ
مُزْدَلِفَةَ،
يَقُولُونَ َ
نُفِيضُ إَّ
مِنَ
الْحََرَمِ.
فَلَمَّا
نَزَلَتْ: ثُمَّ
أفِيضُوا
مِنْ حَيْثُ
أفَاضَ
النَّاسُ
رَجَعُوا إلى
عَرَفَاتَ[ .
2. (1415)- Bir diğer rivayette Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ) der ki: "Hums: Allahu Teâlâ hazretlerinin, haklarında:
"Sonra, insanların toplu olarak akın ettiği yerden siz de akın edin"
(Bakara 199) âyetini indirdiği kimselerdir."
Hz.
Aişe (radıyallahu anhâ) devamla şu açıklamayı yaptı: "İnsanlar Arafat'ta
(vakfe yaparak oradan) boşanırlardı. Hums olanlar ise, Müzdelife'de (vakfe
yaparak oradan) boşanırlar ve: "Biz ancak Harem'den akın ederiz"
derlerdi. Ancak, "Sonra, insanların toplu olarak akın ettiği yerden siz de
akın edin" (Bakara 199) meâlindeki âyet nâzil olunca, onlar da, (vakfe
için) Arafat'a çıktılar."[461]
ـ3ـ وذكر
رزين رواية.
قال: ]كَانَتْ
قُرَيْشٌ وَمَنْ
دَانَ
دِينَهَا
وَهُمُ
الحُمْسُ يَقِفُونَ
بِالْمُزْدَلِفَةِ
وَيَقُولُونَ
نَحْنُ قَطِينُ
اللّهِ
تَعالى: أىْ
جِيرَانُ
بَيْتِ
اللّهِ
تَعالى، فََ
نَخْرُجُ
مِنْ حَرَمِهِ،
وَكاَنَ
يَدْفَعُ
بِالْعَرْبِ
أبُو سَيَّارَةَ
عَلى حِمَارٍ
عَرَبٍّى
مِنْ عَرَفَةَ[.»الحُمْسُ«
قريش: سُمِّيت
بذلك
لشجاعتها
وشدتها.
3. (1416)- Rezîn de bir rivayet ilâve
etmiştir: "Kureyş ve onun dininde olanlar -ki bunlar Hums denen zümredir-
Müzdelife'de vakfe yapıyorlar ve: "Biz, Allahu Teâla'nın katîniyiz yani
Beytullah'ın komşularıyız, biz O'nun Harem'inden dışarı çıkmayız" derlerdi.
Ebu Seyyâre, Arabı, (semeresiz) bir Arap eşeğinin üzerinde Arafat'tan indirdi.[462]"[463]
AÇIKLAMA:
Kaydedilen
üç rivayet, müştereken bir hususu açıklıyorlar: "Cahiliye devrinde
Kureyşliler ve Kureyş'e uyanlar, Arafat vakfesine çıkmayıp, Müzdelife
vakfesiyle yetiniyorlardı. Bu davranışlarıyla diğer bir kısım Arap
kabilelerinden ayrılıyorlardı. Bu meseledeki ayrılıklarını ifâde için
kendilerine Hums diyorlardı. İslâm gelince bu ayrılık kaldırılıyor, Arafat
vakfesi herkese farz kılınıyor.
Şu
halde burada açıklanacak birkaç nokta var:
1-
Hums: Lügat olarak ahmes'in cem'idir. Ahmes sert yer mânasına gelir.
Dilimizdeki hamâset de bu kökten gelir. Sıkı bağlılık, salâbet mânasında bir
kelimedir. Kureyş kabilesi, kendilerini daha dindar, dinlerine daha salâbetle
bağlı bildikleri için kendisine hums demiştir.
Mücahid'in
açıklamasına göre: "Hums Kureyş ve Kureyş'in yolunda giden kabilelerdir:
Evs, Hazrec, Huzâa, Sakîf, Gazevân, Benî Âmir, Benî Sa'saa, Benî Kinâne."
Arapça'da
hums, "şiddetli" demektir. Kureyşliler nefislerine şiddetli
davrandıkları için kendilerini hums diye isimlendirdiler. Burada kastedilen
şiddet şudur: Onlar hacc veya umre için ihrama girdikleri vakit et yemezler,
yün ve kıldan yapılmış çadırlarda oturmazlar, Mekke'ye gelince üstlerindeki
elbiseyi atarlardı.
İbnu
İshak'ın açıklamasına göre, Kureyş hums meselesini Fil Vak' ası sıralarında
(önce veya sonra) ortaya atmıştır.
Kureyş'in
Arafat vakfesi ile oradan yapılan ifâzayı (kitle halinde boşanma) terketmeleri
de hums düşüncesiyle alâkalıdır. Çünkü, kaydettiğimiz rivayetlerde âyet-i
kerimenin bile kendilerine hums deyip de Arafat'a çıkmayanlar hakkında geldiği
belirtilmekte, onların da "herkesin ifâza yaptığı yerden ifâza
yapmalarını" emrettiğini belirtmektedir. Herkesin ifâza yaptığı, yani vakfe
biter bitmez toptan kitle halinde Müzdelife'ye akın ettikleri yer Arafat'tır.
Şu halde, ikinci hadiste Hz. Aişe, mezkûr âyetten sonra kendilerine hums
diyerek Arafat'a çıkmayanların, bu âyetten sonra vakfe için Arafat'a kadar
çıktıklarını belirtir. Bunlar Kureyş ve ona uyanlardır.
2-
İfâza: Kelime olarak, suyu taşıra taşıra dökmek mânasına gelir. Su taşkını
mânasına kullandığımız feyezân da bu köktendir.
Öyle ise Arafat vakfesi veya
Müzdelife vakfesi biter bitmez binlerce, yüz binlerce hacının bir anda sökün
edivermesi hâdisesi ifâza ile ifâde edilmiştir. Sökün etmek, boşanmak, akın
etmek, taşmak gibi değişik kelimelerle bu mânayı ifade edebiliriz.
3-
Üçüncü rivayette geçen katîn, bir evin sâkini, evde oturan demektir.
Katînullah, Beytullah'ta sâkin olan, Beytullah'ın yerlileri demektir. Bu tâbir,
câhiliye devrinde Mekkelilerin kendilerini diğer Araplara nazaran üstün ve
imtiyazlı gördüklerinin ifadesi olmaktadır.
"Biz Allah'ın Harem'inden dışarı çıkmayız" tâbiri, Arafat'ı
onların da Harem'in dışında saydıklarını göstermektedir.
Rezîn'in
ilâve ettiği üçüncü rivâyet, aynı lafızlarla olmasa da, mâna cihetiyle
Tirmizî'de rivâyet edilmiştir (883. hadis). Ancak, Rezîn, rivayetin sonuna
Tirmizî'de yer almadığı halde Müslim'de (Hacc 148) kaydedilen -açıklayıcı- bir
ilâvede bulunmuştur: "Ebu Seyyâre Arabı, (semersiz) bir Arap eşeğinin
üzerinde Arafat'tan indirdi." Ebu Seyyare, darb-ı mesel olmuş bir
şahıstır, kırk yıl çıplak eşeğinin üzerinde Arafat'tan Müzdelife'ye hacıların
ifâzasını sağladığı Meydânî'de belirtilir. Bundan maksad, muhtemelen vakfe
müddeti tamamlanınca ilk defa Arafat'tan yola çıkarak, bütün hacı kâfilesinin
ifâzaya (sökün etmeye) başlamasını sağlamaktır. Bu işi üst üste kırk yıl
yapması, eşeğinin sıhhat yönüyle dikkat çekip ün yapmasına ve bir şeyin sıhhatinin
sağlamlığını belirtmek için: "Ebu Seyyâre'nin eşeğinden de sıhhatli"
şeklinde bir tâbirin atasözü hâline gelmesine vesîle olmuştur. Meydânî'nin bir
kaydı, Ebû Seyyâre'nin nüfuzlu, itibarlı, müessir bir şahıs olduğunu ifade
eder. Der ki: "Ebu Seyyâre, diyetin yüz deve olmasını ilk sünnet kılan
kimsedir."
4-
Arafat: Arafe kelimesinin çoğuludur, Arafe olarak da kullanılır. Arafat hacc
menâsikinde mühim yer tutan bir mevkiin adıdır. Daha önce belirtildiği üzere
haccın iki ana rüknünden biri Arafat'da vakfedir. Arafat, Mekke'ye 12 mil
mesafede bir dağın adıdır. Civarındaki diğer dağlara nazaran daha yüksektir.
Hacılar arefe günü orada vakfeye dururlar. Zilhicce'nin sekizinci günü,
hacıların Mekke'den hareket günüdür ve terviye (kana kana su içme) günü denir.
Dokuzuncu günü ise Arafat'da vakfe günüdür ve arefe günü denir.
Arafat
kelimesi arefe kelimesinin cem'idir, yani çoğul şekli. Ancak bu dağa nasıl isim
olmuş, hangi kök kelimeden türetilmiş? bu hususlar münâkaşalıdır.
*
Bazı âlimler, tanımak mânasına gelen ma'rifet'ten,
*
Bazı âlimler, i'tiraf'tan,
*
Bazı âlimler güzel koku mânasına arf'ten geldiğini söylemiştir.
Ancak
bu ihtimallerin herbiri, Arafat dağının bir hasletini, ehemmiyetini belirtme
sadedinde hakkında vâki olan tavsifleri te'yid eder. Şöyle ki:
*
Hz. Havva ile Hz. Âdem, cennetten çıkarıldıktan sonra burada birleşip
birbirlerini tanımışlardır.
*
Hz. İbrahim (aleyhisselam) burayı görünce önceden kendisine yapılan tavsife
uygun bularak derhal tanımıştır.
*
Yine Hz. İbrahim, Cebrâil'in öğretmesiyle hacc menâsikini ilk defa burada
tanıyıp öğrenir.
*
Hz. İsmâil, annesinden bir müddet ayrıldıktan sonra burada buluşup tanışırlar.
*
Hacılar burada topluca biraraya gelip tanışırlar.* Hacılar burda vakfe ile,
Hakk Teâlâ'nın rububiyet ve celâlini tanıyıp kendi acz ve zaaflarını, meskenet
ve hakirliklerini itirâf ederler.
*
Hacılar, burada, makbul olan tevbeleri, istiğfar ve duaları sonunda geçmiş
günahlarından arınarak cennete lâyık mânevî kokular kazanmaktadırlar.
Şu
halde Rabb-ı Rahim'in, bir lütuf olara bu vasıflarla mümtaz kıldığı bu mübarek beldeye
Arafat denmesi, bütün bu mânaları taşımasındandır. Arafe günü bu dağın günü
demektir. Bugüne, yevm-i iyâs-ı küffâr (kafirlerin ye'se düştükleri gün),
yevm-i ikmâl-i din [dinin tamam olduğu gün[464]],
yevm-i itmâm-ı nimet, yevm-i rıdvan (Allah'ın razı olduğu gün) de denmiştir.[465]
ـ4ـ وعن جبير
بن مطعم
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُ قال:
]أضْلَلْتُ
بَعِيراً لى
فَذَهَبْتُ
أطْلُبُهُ
يَوْمَ
عَرَفَةَ
فَرَأيْتُ
النَّبىَّ #
وَاقِفاً
مَعَ
النَّاسِ
بِعََرَفَةَ
فَقُلْتُ
هذَا
وَاللّهِ مِنَ
الحمسِ
فَََمَا
شَأنُهُ
ههُنَا؟
وَكَانَتْ
قُرَيْشٌ
تُعَدُّ مِنَ
الحُمْسِ[.
أخرجه الشيخان
والنسائى .
4. (1417)- Cübeyr İbnu Mut'im
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir devemi kaybetmiştim. Arefe günü aramaya
çıktım. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı Arafat'da herkesle vakfe yaparken
gördüm. (Hayretimden):"- Vallahi bu hums'tan biri, burda ne işi var?"
dedim. Kureyşliler, hums'tan addedilirdi." [Buhârî, Hacc 91; Müslim, Hacc
153, (1220); Nesâî, Hacc 202, (5, 255).][466]
AÇIKLAMA:
1-
Cübeyr İbnu Mut'im (radıyallahu anh)'in Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
Arafat'ta vakfe yaparken görmesi onu hayrete düşürüyor. Çünkü, önceki hadiste
belirttiğimiz üzere, Mekkeliler ve onlara tâbi olan bir kısım Arap kabileleri,
hamâset-i diniyeleri sebebiyle kendilerine ehlullah, Harem'in hâdimleri,
katînullah (Mekke'nin yerlileri) gibi bir kısım vasıflar izafe ederek, diğer
hacılara tefevvuk etmek, üstünlük taslamak isterler, bu üstünlüklerini
Harem'den dışarı çıkmamak, vakfe için Arafat'a gitmemek suretiyle fiile dökerler.
Şu
halde Cübeyr İbnu Mut'im, Kureyş'den olması sebebiyle hums sayılan Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Arafat'ta diğer insanlar gibi vakfe yapar olmasına hayret
edip: "Vallahi bu hums'tan biridir. (Vakfe için Arafat'a gelmemesi
gerekirdi), burda ne işi var?" demekten kendini alamamıştır.
2-
Hadisin sonundaki "Kureyşliler, hums'tan addedilirdi" cümlesi,
Buhârî'nin rivayetinde yoktur. Şârihler bu cümlenin Cübeyr'e ait olmadığını,
râvilerden Süfyân'a ait olduğunu belirtirler.
3-
Bazı şârihlerin yorumlarına göre, Cübeyr İbnu Mut'im'in, bu müşâhedesi câhiliye
devriyle ilgilidir. Yâni, başka rivayetlerde sarîh olarak belirtildiği üzere,
henüz risâlet gelmezden önce Hz. Peygmaber (aleyhissalâtu vesselâm) vakfe için,
hums'tan olmayanlar gibi Arafat'a çıkmıştır. Nitekim Cübeyr (radıyallahu
anh)'in hayret etmiş olması da bu hususta mânidardır.
Cübeyr'in
bir rivayeti şöyle tamamlanır "...Müslüman olduğum zaman anladım ki, Allah
Teâlâ, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı bu işte hakka muvaffak
kılmış."Cübeyr İbnu Mut'im'in, Resûlululah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
Arafat'ta vakfe yaparken İslâm döneminde görmüş olabileceğini söyleyenler de
olmuştur. Kirmânî şöyle bir yorum yapar: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın Arafat'taki vakfesi onuncu hicrî senede olmuştur. Bu sırada Cübeyr
Müslümandı, zîra Fetih günü Müslüman oldu. Bu durumda onun suâli inkâr veya
taaccüpten ileri gelmişse, ثُمَّ
اَفِيضُوِا
مِنْ حَيْثُ اَفَاضَ
النَّاسُ âyetini duymamış olduğuna hükmedilir. Sual, hums'un
uyageldiği âdete muhalefet edişindeki hikmeti anlamak için sorulmuşsa işkâl
kalkar. Mamâfih, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hicretten önce de bir
vakfe yapmış olması muhtemeldir."
İbnu
Hacer, bu sonuncu ihtimâli daha itimada layık bulduğunu belirtir ve deliller
kaydeder.[467]
ـ5ـ وعن عمرو
بن عبداللّه
بن صَفْوَانَ
عن يزيد بن
شيبان ا‘زدى
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُ قال: ]أتَانَا
ابْنُ
مِرْبَعٍ
ا‘نْصَارىُّ
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُ
وَنَحْنُ
وُقُوفٌ
بِالْمَوْقِفِ
مََكاناً
يُيَاعِدُهُ
عَمْرٌ عَنِ
ا“مَامِ.
فقَالَ: إنّى
رَسُولُ
اللّه # إلَيْكُمْ،
يقول: كُونُوا
عَلى
مشَاعِرِكُمْ
فإنَّكُمْ
عَلى إرْثٍ
مِنْ إرْثِ
أبيكُمْ إبْرَاهِيمَ[.
أخرجه أصحاب
السنن.»المشَاعرُ«
جمع مَشْعَر؛
وهو
المَعْلَم،
والمراد بها
معالم الحج .
5. (1418)- Amr İbnu Abdillah İbni
Safvân'ın Yezid İbnu Şeyban el-Ezdî (radıyallahu anh)'den naklettiğine göre
şöyle anlatmıştır: "Biz, vakfe mahallinde (Arafat'ta), Amr'ın imamdan uzak
tuttuğu bir yerde vakfe yaparken, İbnu Mirba' el-Ensârî yanımıza gelerek:
"Ben
Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm)'nün size gönderdiği elçiyim. Efendimiz
hazretleri sizlere şu emri gönderdiler:
"Meşâirleriniz üzere olun. Zîra sizler, babanız ibrahim'in
mirası üzeresiniz." [Tirmizî, Hacc 53, (883); Ebu Davud, Menâsik 63,
(1919); Nesâî, Hacc 202, (5, 255); İbnu Mâce, Menâsik 55, (3011).][468]
AÇIKLAMA:
1-
Açıklayıcı ibâreler hadisin başka vechinden alınmıştır.
2-
Rivayet metninde geçen Amr, hadisi rivayet eden Amr İbnu Abdillah İbni Safvân
(radıyallahu anh)'dır. Hâdiseyi anlatırken, "ben" dememek için
kendisini üçüncü bir şahıs gibi göstererek, Amr diye ismini zikrediyor.
3-
İmamdan maksad, hacc emîridir. Burada Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
kastedildiği açıktır. Amr, imamdan uzak bir yerde bulunduğunu belirtmek
istemiştir.
4-
Hadiste gelen meşâir, meş'ar'ın cem'idir. Meş'ar "âlem" demektir.
Meşâir, hacla ilgili âlemler, yani hacc menâsikinin icra edildiği yerler demek
olur. Burada vakfe yerleriniz diye anlayabiliriz. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) gönderdiği tâmimle, eskiden beri vakfe yerleri olarak bilinen
hududların muteber olduğunu, haccın icrâsında bazı değişiklikler yapıldı ise
de, mevâkıf'da yapılmadığını, muteberliğini koruduğunu duyurmak istemiştir.
Nitekim, "Sizler babanız İbrahim'in mirası üzeresiniz" cümlesi bu
mânayı te'yid eder. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, kendisinden
uzaklarda vakfe yapanların içinden "burası vakfe mahallinin dışında
olabilir mi?" diye geçecek tereddüdü izâle etmeyi düşünmüş olduğu da
söylenebilir. "Atanız İbrahim'in izi ve sünneti üzerindesiniz"
buyurarak, onların gönüllerini hoş etmek istemiştir. Öyle ise, cahiliye
devrinden beri mevkıf bilinen hudud dahilindeki her yer imama yakın veya uzak,
Hz. İbrahim'den mevrusdur, câhiliye devrinde, bu hususta bir tebdil veya tağyir
olmamıştır denmek istenmiştir.[469]
ـ6ـ وعن
نُبَيط بن
شريط ا‘شجعى
رَضِىَ اللّهُ
َعَنْهُ قال:
]رَأيْتُ رسول
اللّه #
يَوْمَ عََرَفَةَ
وَاقِفاً
عَلى جَمَلٍ
أحْمَرَ يَخْطُبُ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى.وزاد:
بَعْدَ
الصََّةِ.
6. (1419)- Nübeyt İbnu Şerît el-Eşcaî
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı arafe günü,
kızıl bir devenin üzerinde hutbe verirken gördüm." [Ebu Dâvud, Menâsik 62,
(1916); Nesâî, Hacc 199 (5, 253).[470]
ـ7ـ وعن
العدَّاء بن
خَالِدٍ بنَ
هَوْذَةَ العَامرى
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُما
قال: ]رَأيتُ
رسولَ اللّه #
يَخْطُبُ
النّاسَ
يَوْمَ عََرَفَةَ
عَلى بَعِيرٍ
قَائماً في
الرِّكَابَيْنِ[
.
7. (1420)- el-Addâ İbnu Hâlid İbni
Hevze el-Âmirî (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı, arafe günü, bir devenin üzerinde üzengilere (basarak) doğrulmuş,
halka hutbe verirken gördüm." [Ebû Dâvud, Menâsik 62, (1917).][471]
ـ8ـ وعن زيد
بن أسلم عن
رجل من بنى
ضَمُرَة عن أبيه
أو عمِّهِ
قال: ]رَأيْتُ
النَّبىَّ #
وَهُوَ عَلي
المِنْبَرِ
بِعَرَفَةَ[ .
8. (1421)- Zeyd İbnu Eslem, Benî
Damureli bir adamdan, o da babası veya
amcasından şunu nakletmiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
Arafat'ta bir minber üzerinde gördüm." [Ebû Dâvud, Menâsik 62, (1915).][472]
AÇIKLAMA:
Son
üç rivayet Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Arafat'ta hutbe verdiğini
tevsik eder. Şüphesiz bu Vedâ hutbesidir. Nitekim haccın sünnetlerinden biri
Arafat hutbesidir.
Ancak
sonuncu rivâyet Arafat'ta minberden bahsetmektedir. Şârihler, Arafat'ta
minberin varlığını kabul etmezler. Önceki rivayetlerin de te'yid ettiği üzere,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Arafat hutbesini devesinin üzerinde irad
buyurmuştur. Bu hususu te'yid eden başka rivayetler de mevcuttur. Burada ya
deveden kinâye olabileceği veya hatâ olduğu belirtilmiştir.[473]
ـ9ـ وعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُما
قال: ]غَدَا
رسولُ اللّه #
مِنْ مِنىً
حِينَ صَلّى الصُّبْحَ
صَبِيحَةَ
يَوْمِ
عَرَفَةَ
حَتَّى أتى
عَرَفَةَ
فَنَزَلَ
بِنَمِرَةَ
وَهُوَ مَنْزِلُ
ا‘مُرَاءِ
الذى
تَنْزِلُ
فِيهِ بِعَرَفَةَ
حَتَّى إذَا
كَانَ بَعْدَ
صََةِ الظُّهْرُ
رَاحَ #
مُهَجِّراً
فَجَمَعَ
بَيْنَ الظُّهْرِ
وَالْعَصْرِ
ثُمَّ خَطبَ
النَّاسَ
ثُمَّ رَاحَ
فَوَقَفَ
عَلى
المُوْقِفِ
مِنْ عَرفَةَ[.
أخرج هذه
ا‘حاديث الثثة
أبو
داود.»التّهْجيرُ«
هنا السير عن
الهاجرة، وهى
شدّة الحر .
9. (1422)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) arefe günü sabahı, sabah namazını
kılınca Mina'dan hareket ederek Arafat'a geldi, Nemire'ye indi. Burası,
Arafat'a gelen ümerânın indikleri yerdir. Öğle namazı vakti olunca Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) sıcakta Nemire'den yürüdü. Öğle ile ikindiyi
birleştirdi, sonra halka hitab etti. Sonra yürüyüp Arafat'taki vakfe yerinde
durdu." [Ebu Dâvud, Menâsik 60, (1913).][474]
AÇIKLAMA:
1-
Bu hadis, arafe günü Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Arafat'taki
vakfesini açıklamaktadır. Sırayla şöyle hareket ettiği anlaşılmaktadır:
1)
Sekiz Zilhicce'yi dokuz Zilhicce'ye bağlayan geceyi Mina'da geçiren Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) sabah namazını Mina'da kıldıktan sonra oradan yola
çıkıp Arafat'a geliyor. Orada imamın (ümerânın) indiği yere iniyor. Şârihler,
bu yere, Erâk dendiğini kaydederler. Hemen belirtelim ki, Hz. Câbir
(radıyallahu anh)'in Müslim'de haccı anlatan uzun rivayeti, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in Mina'dan sabah namazını kılar kılmaz değil, güneş
doğduktan sonra hareket ettiğini kaydeder. [Müslim, Hacc 147).]
2)
Öğle olunca, sıcağın biraz hafiflemesini beklemeden harekete geçen Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), -Câbir hadisinde görüldüğü üzere- Urene vâdisine
geliyor, orada öğle ile ikindi namazını
cem'ederek kılıyor. Urene vâdisi de Arafat'tan sayılmaz. Hadiste geçen
müheccir, öğle sıcağında yürüyen kimse demektir.
3)
Namazdan sonra hacılara hutbe irad ediyor.
4)
Konuşmayı müteâkip vakfe yerinde haccın farz olan vakfesini yapıyor.Câbir
hadisinde önce hutbe verip, sonra da -cem'ederek- öğle ve ikindi namazlarını beraberce
kıldığı belirtilir.
2-
Nemire, Harem'in dışında Arafat'a yakın, Arafat'la Harem arasında bir dağın
adıdır. Harem bölgesini ayıran işâret oradadır. Rivâyet Veda haccı sırasında,
Mina'dan yola çıkan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın önce bu hudud
bölgesine indiğini belirtir. Hacc sırasında Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın indiği yerde konaklamak müstehabtır. Bu nokta, Arafât'a doğru
giden yolcunun sağında, dağın dibine inen kayanın yanıdır.
3-
Vakfe, durmak demektir. Arafât'da vakfe, sadedinde olduğumuz rivayette de
görüldüğü üzere arefe günü, yâni Zilhicce'nin dokuzunda zevâl vaktinden
itibaren Arafat hududu içerisinde
bulunmak mânasına gelir. Vakfe zamanı ertesi sabah fecr-i sadıkına kadar devam eder.
Bu iki vakit arasında eksiksiz bulunmak vâcib değildir. Belirlenen bu zaman
diliminin bir cüzünde Arafat'ta bulunmak yeterlidir. Sünnet olanı zevâlden gün
batımına kadar geçen vakittir. Akşam vakti girince yola çıkıp, akşam ve yatsı
namazını cem-i te'hirle yani birleştirerek Müzdelife hududu içerisinde kılmak
esastır.[475]
ـ10ـ وعن نافع
قال: ]كانَ
ابنُ عمر
رَضِىَ اللّهُ
َعَنْهُما
يُصَلى
الظُّهْرَ
وَالعَصْرَ وَالْمَغْرِبَ
وَالعِشَاءَ
وَالصُّبْحَ بِمنىً
ثُمَّ
يَغْدُو إذَا
طَلَعَتْ
الشَّمْسُ
إلى
عَرَفَةَ[.
أخرجه مالك .
10. (1423)- Nâfi' anlatıyor: "İbnu
Ömer (radıyallahu anhümâ) öğleyi, ikindiyi, akşamı, yatsıyı ve sabahı Mina'da
kılar, sonra güneş doğunca Arafat'a hareket ederdi." [Muvatta, Hacc 195,
(1, 400).][476]
AÇIKLAMA:
Abdullah
İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'in kıldığı bu
namazlar -sabah hâriç- terviye
gününün namazlarıdır. Çünkü o , terviye günü denen Zilhicce'nin sekizinde,
güneş doğduktan sonra, öğleyi Mina'da kılacak şekilde Mekke'den ihramlı olarak
yola çıkardı. Geceyi geçirmek üzere Mina'ya
geldikten sonra öğle, ikindi, akşam, yatsı ve ertesi günün yâni Zilhicce'nin -ki arefe günüdür- sabah
namazını da orada kılıp, sonra da Arafat'a müteveccihen yola çıkardı. Müteakip
hadiste göreceğimiz üzere, bu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünneti
idi.[477]
ـ11ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُما
قال: ]صَلَّى
بِنَا رسولُ
اللّه #
بِمنىً
الظُّهْرَ
وَالْعَصْرَ
وَالْمَغْرِبَ
وَالْعِشَاءَ
وَالْفَجْرَ،
ثُمَّ غَدا
إلى عَرفَاتَ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذى .
11. (1424)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah, terviye günü, Mina'da bize öğleyi,
ikindiyi, akşamı, yatsıyı ve ertesi günü (Zilhicce'nin dokuzu) sabahı kıldırır,
sonra Arafat'a hareket ederdi." [Tirmizî, Hacc 50, 879).][478]
ـ12ـ وعن أبى
داود: ]صَلَّى
الظُّهْرَ
يَوْمَ التَرْوِيَةِ
وَالْفَجْرَ
يَوْمَ
عَرَفَةَ
بِمنىً[ .
12. (1425)- Ebu Dâvud'da yine İbnu
Abbâs: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), terviye günü öğleyi, arefe
günü de sabahı Mina'da kıldırdı" demiştir. [Ebu Dâvud, Hacc 59, (1911).][479]
ـ13ـ وعن عروة
بن مُضَرِّس
الطائى
رَضِىَ اللّهُ
َعَنْهُ قال:
]أتَيْتُ
رسولَ اللّه #
بِالْمُزْدَلِفَةِ
حِينَ أقَامَ
الصََّةَ.
فقُلْتُ يا
رسولَ اللّه:
إنِّى جِئْتُ
مِنْ جَبَلَى
طَيِّئٍ
أكْلَلتُ
رَاحِلَتِى وَأتْعَبْتُ
نَفْسِى،
واللّهِ
يَارسولَ اللّهِ
مَا تَرَكْتُ
مِنْ جَبَلٍ
إَ وَقَفْتُ عَلَيْهِ
فَهَلْ لِى
مِنْ حَجٍّ؟
فقَالَ رسولُ
اللّه #: مَنْ
صَلّى
مَعَنَا
صََتَنَا
هذِهِ هَاهُنَا
ثُمَّ أقدَمَ
مَعَنَا
وَقَدْ
وَقَفَ قِبْلَ
ذلِكَ
بِعَرَفةَ
لَيًْ أوْ
نَهَاراً فَقَدْ
تَمَّ حَجَهُ
وَقَضَى
تَفَثَهُ[.
أخرجه أصحبا
السنن .
13. (1426)- Urve İbnu Mudarrıs et-Tâî
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
Müzdelife'de namazı kıldığı zaman geldim.
"Ey
Allah'ın Resûlü, dedim, ben Tayy dağlarından geliyorum. Hayvanım da kendim de
yorgunum ve bitkin düştük. Allah'a kasem olsun, ey Allah'ın Resûlü, gelirken
geçtiğim her dağın başında mutlaka durdum. Benim için hacc imkânı var mı?"
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verdi:
"Bizimle
birlikte şu namazı burada kılıp, bizimle kalan, bundan önce de Arafat'da geceleyin veya gündüzleyin
kalmış olan, artık haccını tamamlamış, haramlardan kurtulmuş olur." [Tirmizî, Hacc 57, (891); Ebu Dâvud,
Menâsik 69, (1950); Nesâî, Hacc 211, (5, 263); İbnu Mâce, Menâsik 57, (3016).][480]
AÇIKLAMA:
1-
Rivayette "Tayy dağları" diye yaptığımız tercümenin asla sâdık şekli
"İki Tayy dağı"dır. Bu dağlardan biri Selmâ dağı, diğeri Ecâ dağıdır.
2-
Bazı rivayetlerde Müzdelife yerine Cem' denir. Cem'le de Müzdelife kastedilir.
3-
"Bizimle birlikte şu namazı..." tâbirinde kastedilen namaz,
Müzdelife'deki sabah namazıdır. "Bizimle
birlikte şu namazı burada kılan.." cümlesinin zâhirine göre, haccın
sahih olması için, Müzdelife vakfesi
şarttır. Nitekim bâzı büyük âlimler buna hükmetmiştir: Alkame, Şa'bî ve
Nehâî gibi. Bunlara göre Müzdelife vakfesini kaçıran kimse o yıl haccı kaçırmış
demektir, ihramını umreye çevirir. Ebu Abdirrahmân, eş-Şâfiî, İbnu Hüzeyme ve
İbnu Cerîr et-Taberî de aynı şekilde hükmederler. Bunlar ayrıca:
فاذْكُرُوا
اللّهَ
عِنْدَ
الْمَشْعَرِ
الْحَرَامِ "Meş'ari'l-Haram'ın yanında Allah'ı zikredin" (Bakara
198) âyetini de delil getirirler.
"Buradaki emr vücûb ifâde eder, terki
hiçbir surette câiz
değildir" derler. Ancak ulemânın
ekserisi -ki Ebu Hanife de bu görüştedir- Müzdelife'de gecelemeyen, orada vakfe
yapmayı kaçıran kimse, kurban keserek menâsikteki eksikliği telâfi eder"
diye hükmetmiştir.
4-
Arafat vakfesiyle ilgili olarak geçen "...Arafat'da geceleyin veya
gündüzleyin kalmış olan..." tâbirine gelince: Ahmed İbnu Hanbel gece ve
gündüz kelimelerinin mutlak gelmiş olmalarını esas alır ve vakfe için
"zevalden sonra" şartını kabul etmez, "Arafe günü fecrin
doğmasından bayram günü fecrin doğmasına kadar ki zamana kadar" der. Şu
halde ona göre bu zaman içinde bir müddet için Arafat'ta bulunan kimse, vakfe
şartını yerine getirir. Bu meselede İmam Mâlik'in ashabı bir başka yorum ileri sürmüştür.
Onlara göre, vakfelerde "gündüz" geceye tâbidir. Böyle olunca, arefe
günü güneş batıncaya kadar Arafat'ta hazır bulunmayan, o yıl haccı kaçırır,
gelecek yıl haccı yenilemesi gerekir. Ancak Cumhûr, hem Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın ve hem de Hulefâ-i Râşidin'in ittifakla aynı olan
tatbikâtını esas alarak, hadisteki "gündüz" kelimesini "zevalden
sonra" diye te'vil etmiştir. Onlar hep öğleden sonra vakfe yapmışlardır.
Öyle ise, Arafat'ta sadece öğleden evvel bulunmak vakfe için muteber değildir.
5-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın son hükmüne gelince: Yani "Vakfe'yi
yerine getirenin haccını tamamlamış olacağı" hükmü... Bu da açıklama
gerektiren bir noktadır. Zîra, haccın menâsiki henüz bitmiş değildir.
Hattâbî
der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu sözüyle haccın büyük
kısmını kastetmiştir. Yani "Haccın büyük
kısmı bitti" demektir. Büyük
kısmından murad vakfelerdir. Çünkü, (bunlar vakitle kayıtlı, vakit de dar olduğu için) kaçırılmasından
korku duyulur. Haccın ikinci rüknü olan ziyâret tavafını kaçırmaktan korkulmaz.
Aynı mânada olmak üzere Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
اَلْحَجُّ
عَرَفَةٌ "Hacc Arafat(ta vakfe)dir" buyurmuştur, yani burada da
"Haccın büyük kısmı Arafat vakfesidir." denmektedir.
6-
En sonda "...haramlardan kurtulmuş olur" şeklinde tercüme ettiğimiz
cümledeki haramların aslî kelimesi tefesdir. Tefes, lügat olarak kir, pislik
demektir, ancak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bununla, ihramlının
ihramdan çıktığı zaman yapması helâl olan şeylerin tamamını kastetmiştir: Saç
traşı, etek traşı, tırnak kesmek gibi, kurban ve şeytan taşlama gibi, ihramdan
çıkılınca yapılan geri kalan menâsik de tefese dahildir.
7-
Arefe günü güneş batıncaya kadar Arafat'ta bulunmayan kimseye -yukarıda
kaydedildiği üzere- Mâlikîler "haccın yenilenmesi"ne hükmederken,
Hasan-ı Basrî: "Haccı tamdır. Kurban (dem) keser" demiştir. Fukahânın
ekseriyeti: "Arefe günü, güneş batmazdan önce, Arafat'tan ayrılanın haccı
tamdır, ancak kurban (dem) kesmesi gerekir" diye hükmetmiştir, Atâ, Sevrî, Ebû Hânife ve
ashabı, İmam Şâfiî ve Ahmed İbnu Hanbel bu görüştedirler. İmam Malik ve İmam
Şâfiî (rahimehumallah): "Arafat'dan güneş batmadan ayrılıp, sonra tekrar
oraya dönmesi birşey gerektirmez" demişlerdir. Ebû Hanife ve ashabı ise:
"Güneş battıktan sonra dönüp vakfe yapmış ise, ondan kurban (dem)
düşmez" demişlerdir.[481]
ـ14ـ وعن
عبدالرحمن بن
يَعْمُر
الدِّيلى
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُ.
]أنَّ
النَّبىَّ #
أمَرَ مُنَادِيَهُ
وَهُوَ
بِعَرَفَةَ
أنْ يُنَادِىَ:
الحَجُّ
عَرَفَةُ،
مَنْ جَاءَ
لَيْلَةَ
جَمْعٍ قِبْلَ
ظُلُوعِ
الْفَجْرِ
فَقَدْ
أدْرَكَ الحَجَّ.
أيَّامُ
مِنىً ثَثَةَ
أيَّامٍ:
فَمَنْ
تَعَجَّلَ في
يَوْمَيْنِ
فََ إثْمَ
عَلَيْهِ
وَمَنْ
تَأخَّرَ فََ
إثْمَ
عَلَيْهِ وَمَنْ
تَأخَّرَ فََ
إثْمَ
عَلَيْهِ[.
أخرجه أصحاب
السنن.
14. (1427)- Abdurrahmân İbnu Ya'mur ed-Dîlî
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
Arafat'da iken, münâdîsine (dellâlına) şöyle nidâ edip duyurmasını emretti:
"Hacc Arafat'tır, kim Cem (Müzdelife) gecesi fecrin doğmasından önce
(vakfeye) yetişirse, haccı idrak etmiş demektir. Eyyâm-ı Mina üç gündür. Kim
ilk iki günde acele davranırsa, herhangi
bir günah terettüp etmediği gibi, te'hir edene de bir günah terettüp
etmez." [Tirmizî, Hacc 57, (889); Ebû Dâvud, Menâsik 69, (1949); Nesâî,
Hacc 211, (5, 264); İbnu Mâce, Menâsik 37, (3015).][482]
AÇIKLAMA:
1-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın haccı Arafat olarak tarif etmesinin
mânasını önceki hadiste açıkladık.
2-
Hadiste geçen "Cem gecesi, fecrin doğmasından önce (vakfeye)
yetişirse.." ifâdesiyle Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), "Arafat
vakfesi, arefe günü güneşin batmasıyla sona erer" diyenlere veya bu zanna
düşecek olanlara ve hatta "fecirden sonra güneşin doğmasına kadar devam
eder" diyenlere nebevî bir cevap ve açıklama olmaktadır. Şu halde, arefe
gününden bayram sabahına kadar Arafat'a yetişebilen vakfesini yerine getirmiş
olmaktadır. Vakfe yi kaçırmayan kimse vakfelerden önce cinsî temasta da
bulunmuşsa, onun "haccım fesada mı uğradı?" veya "fesada
uğrayacak mı?" diye endişesi yersizdir. Geri kalan menâsik, hem zamanla
kayıtlı değil, hem de fevti hâlinde kefâretle
telâfi edilecek mahiyette şeylerdir, haccın yenilenmesini gerektirmez.
Yeri
gelmişken bir kere daha belirtelim ki, vakfeyi herhangi bir sebeple kaçıran
kimse, müteâkip sene haccı yeniler, ancak o zamana kadar ihramda kalması
gerekmez. Onun, haccını umreye çevirerek ihramdan çıkması vacib olur. İhramı
gelecek yıla kadar uzatması haram olur. Ulemâ bu hususta icma eder.
3-
"Eyyâm-u Mina üç gündür" tâbiriyle Mina'da kalınan günler kastedilir.
Bunlara Eyyâmi'l-Ma'dudât, Eyyâmu't-Teşrîk ve Eyyâmu Remyi'l-Cimâr da denir.
Bunlar, yevm-i nahrdan sonraki üç
gündür, yevm-i nahr denilen bayramın birinci günü buraya girmez, çünkü ulemâ,
nahrın ikinci günü, Mina'dan hareket etmenin câiz olmayacağı hususunda icma
etmiştir. Yevm-i nahr, bu üçe dahil olsaydı, ikinci gün dileyenin hareket
etmesi caiz olurdu."[483]
4-
"Kim ilk iki günde acele
davranırsa.." demek, "Mina'yı terketme hususunda acele
davranırsa.." demektir. "İki gün"den maksad da teşrik günlerinin
son ikisinde demektir. Yani Zilhicce'nin 12'nci günü güneş batmazdan evvel yola
çıkmıştır. Bu zaman içerisinde hareket edemeyen üçüncü güne kalarak, şeytan
taşlamaya devam eder.
"Acele
etmek"ten, ikinci günü akşam vakti girmeden Mina hududunu terketmek
anlaşılmıştır. Bu vakit içerisinde terkedemeyen, üçüncü günü de Mina'da
geçirmesi gerekir.
Sünnete
uygun olan, acele etmek ve üçüncü güne kalmamaktır.
5-
Âyet-i kerimede:
فَمَنْ
تَعَجَّلَ
فِى
يَوْمَيْنِ
فَِ إِثْمَ
عَلَيْهِ
ومَنْ
تَأَخَّرَ
فََ اِثْمَ عَلَيْهِ "Kim iki günde (Mina'dan dönmek için) acele ederse üstüne
günah yoktur. Kim de geri kalırsa ona da günah yoktur" (Bakara 203)
buyurulması câhiliye devrinde hâkim bir yanlış düşünceyi yıkmak gâyesini güder.
Tefsirlerde belirtildiği üzere câhiliye insanları iki gruptu: Bir kısmı,
Mina'dan ayrılma hususunda acele davrananı günahkâr addederdi, diğer kısmı da te'hir edeni günahkâr
addederdi. Âyet-i kerime, bu hususta ruhsat vaz'ederek, dileyene acele
etmesini, dileyene te'hir etmesini, bu hususta hiç kimsenin günahkâr olmayacağını
belirtmiştir.[484]
ـ15ـ وعن على
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُ قال:
]وَقَفَ رسولُ
اللّه # عَلى
قُزَحَ
فقَالَ: هذَا
قُزَحُ
وَهُوَ
المَوْقِفُ،
وَجَمْعٌ
كُلُّهُ
مَوْقِفٌ
وَنَحَرْتُ
هَاهُنَا،
وَمِنىً كُلُّهَا
منْحَرٌ
فَانْحَرُوا
في رِحَالِكُمْ[.
أخرجه أبو
داود .
15. (1428)- Hz.Ali (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Kuzah'ta vakfe yaptı ve:
"Burası Kuzah'tır, vakfe mahallidir, Cem'in (Müzdelife'nin) tamamı vakfe
mahallidir. Ben burada kurbanı kestim. Mina'nın her yanı kesim yeridir.
Kurbanlarınızı evlerinizde kesin" buyurdu." [Ebu Dâvud, Menâsik 65,
(1935).][485]
AÇIKLAMA:
1-
Kuzah, Müzdelife'de imama mahsus vakfe yerinin adıdır. Cahiliye devrinde
Kureyşliler buraya ateş yakarlarmış. Ayrıca Kureyşliler, Arafat'a çıkmadıkları
için, burayı kendilerine has vakfe yeri olarak seçmişlerdi.
2-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu rivayette, Müzdelife'nin tamamını
"vakfe yeri" olarak tavsif etmiştir. Ancak şârihler, başka
rivayetleri gözönüne alarak: "Muhassır vâdisi hariç" derler.
3-
Bu hadiste, Mina'nın her tarafında kurban kesmenin meşru olduğu
belirtilmektedir. Ulemâ bunda ittifak eder. Ancak şârihler, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın kestiği yerde kesmenin efdal olacağını belirtirler.
Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm), Mina Mescidi'ni takib eden Birinci
Cemre'nin (şeytan taşlama yeri) yanında kurbanını kesmiştir.[486]
ـ16ـ وعن مالك
أنه بلغه أن
رسولَ اللّه #
قال: ]عَرَفَةُ
كُلُّهَا
مَوْقِفٌ
وَارْتَفِعُوا
عَنْ بَطْنِ
عُرْنَةَ.
وَالمُزْدَلِفَةُ
كُلُّهَا
مَوْقِفُ
وَارْتَفِعُوا
عَنْ بَطْنِ
مُحَسِّرٍ[ .
16. (1429)- İmam Mâlik (rahimehullah)'e
ulaştığına göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur:
"Arafat'ın tamamı vakfe yeridir. Urene vâdisinden çıkın (vakfe yeri
değildir). Müzdelife'nin tamamı vakfe yeridir, Muhassır vâdisinden çıkın (vakfe
yeri değildir)." [Muvatta, Hacc 166 (1, 388); Müslim, Hacc 149.][487]
AÇIKLAMA:
Urene
vadisi, Mina ile Arafat arasında bir yer adıdır. Burası vakfe yeri değildir,
vakfe için orada bulunulması gerekir.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bu hadislerinde, vakfe bölgelerinin hududunda yer
almalarına rağmen vakfe yapılmayacak yerlere dikkat çekiyor. Bunlardan biri
Müzdelife'deki Muhassır vâdisi, diğeri
de Arafat'taki Urene vâdisidir. [488]
İfâza,
hacıların Arafat vakfesinden sonra, kitle halinde Müzdelife'ye sökün
etmeleridir. Keza Müzdelife'den de Mina'ya olan söküne ifâza denmiştir. Bu
kelimeyi 1416 numaralı hadisle izah ettik.[489]
ـ1ـ عن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُما
قال: ]دَفَعَ
رسولُ اللّه #
مِنْ عَرَفَةَ
فَسِمِعَ
وَرَاءَهُ
زَجراً
شَدِيداً وَضَرْباً
لِ“بِلِ
فَأشَارَ
إلَيْهِمْ
بَسَوْطِهِ.
فقَالَ:
أيُّهَا
النَّاسُ
عَلَيْكُمْ بِالسَّكِينَةِ
فَإنَّ
البِرَّ
لَيْسَ بِا“يضَاعِ[.
أخرجه الخمسة
إ
الترمذى.»ا“يضاع«
ا“سراع .
1. (1430)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Arafat'tan yola
çıkmıştı, arkasından birisinin (koşturmak için) devesine şiddetle bağırıp,
vurduğunu işitti. Bunun üzerine kamçısıyla (etrafındakilere kulak verin diye)
işaret edip, şöyle buyurdu:
"Sâkin
olun. (Allah'ı razı edecek iyi davranış ve) birr acelede değildir."
[Buharî, Hacc 94, Müslim, Hacc 268, (1282), 282, (1286); Ebu Dâvud, Menâsik 64,
(1920); Nesâî, Hacc 204,(5, 257-258).][490]
AÇIKLAMA:
Hacc
menâsiki, bazı noktalarda gerçekten dikkat ve sükûnet gerektiriyor. Bunlardan biri, Arafat'ta ifâza
anıdır. Yüz binlerce hacı kâfilesi, bir anda muayyen ve mahdut yollarla aynı
hedefe sökün ediyor. Keza şeytan taşlama anlarında da aynı kalabalık muayyen
vakitlerde belli noktalara izdiham yapıyor. Böyle anlarda sükunetin ehemmiyeti
açıktır. Gerek Arafat çıkışında ve gerekse cemrelerde çok sık panik ve telaş
sebebiyle nice insanların ezilerek öldüğüne şâhid olunur. Bu vak'alar gözönüne
alınınca Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hacc menâsikinin bilhassa ifâza safhasında
sükunet tavsiye edip "Telaşta Allah'ın rızası yok!" mânasında ihtarda
bulunması cidden mânidârdır, günümüzün şartlarına uygun mu'cizane bir mesajdır.
İfâza dan sonra, yâni yola çıkıldığı zaman hızlı yürünebileceği 1432 numaralı hadiste
görülecektir.[491]
ـ2ـ وعن
أسامة بن زيد
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُما
قال: ]دَفَعَ
رسولُ اللّه #
مِنْ
عَرَفَةَ حِينَ
وَقَعَتِ
الشَّمْسُ
حَتَّى إذا
كانَ بِالشَّعْبِ
نَزَلَ
فبَالَ ثُمَّ
تَوَضّأ وَلَمْ
يُسْبِغِ
الْوُضُوءَ.
فقُلتُ
الصََّةَ
يَارسولَ
اللّهِ؟
فقَالَ:
الصََّةُ أمَامَكَ.
فَرَكِبَ
فَلَمَّا
جَاءَ المُزْدَلِفَةَ
نَزَلَ
فَتَوَضّأ
فأسْبَغَ
الْوُضُوءَ
ثُمَّ
أُقِيمَتِ
الصََّةُ
فَصَلَّى
المَغْرِبَ
ثُمَّ أنَاخَ
كُلُّ
إنْسَانٍ بَعِيرَهُ.
ثُمَّ
أُقِيمَتِ
الصََّةُ
فَصَلَّى
الْعِشَاءَ
وَلَمْ
يُصَلِّ
بَينَهُمَا
شَيْئاً[.
أخرجه الستة إ
الترمذى .
2.
(1431)- Üsâme İbnu Zeyd (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) güneş battığı zaman Arafat'tan (ifâza yaparak) yola
çıktı. Dağ geçidine geldiği zaman deveden inip bevletti. Sonra abdest aldı.
Abdesti bol su kullanarak değil, hafifçe aldı. Ben:
"Namaz
mı kılacağız ey Allah'ın Resûlü?" diye sordum.
"Hayır,
namaz önümüzde!" dedi ve devesine bindi. Müzdelife'ye gelince hayvandan
indi ve yeniden abdest aldı. Bu sefer bol su kullandı. Sonra namaz başladı.
Akşam namazını kıldı. Sonra herkes devesini ıhdı. Yine namaza başlandı. Bu sefer de yatsıyı kıldı. İkisi
arasında başka bir namaz kılmadı."
[Buhârî, Vudû 6, 35, Hacc 93, 95; Müslim, Hacc 266, (1280); Muvatta, Hacc 197,
(1, 400-401); Ebu Dâvud, Menâsik 64, (1925); Nesâî, Mevâkît 56 (1, 292), Hacc
206, (5, 259).][492]
AÇIKLAMA:
1-
Burada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Veda haccından bir iki nokta
aydınlatılmaktadır. Vakfeden Arafat'ın terkine ifâza dendiğine göre, bu ayrılış
ifâzadır.
2-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yolda küçük abdest bozuyor ve arkadan
hafifçe bir abdest alıyor. Hafif abdestten murad az su ile abdest almaktır.
Abdest uzuvlarını birer veya ikişer sefer yıkamak, ovalama, delk gibi hususları
asgarîye indirmek suretiyle alınan abdest "hafif"tir. Üçer sefer
yıkayarak ovalama, hilalleme gibi âdaba riâyet edip, her uzvu üçer sefer
yıkamak isbâğ'dır, yâni "tam abdest."
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sefer sırasında zaman zaman abdest
uzuvlarını birer veya ikişer sefer yıkayarak "hafif abdest" aldığı da
vâkidir, muteber rivayetler bunu tevsik eder. Sadedinde olduğumuz rivayet
mezkur abdestin "hafif" olduğunu belirtir ise de uzuvları kaçar sefer
yıkadığını belirtmez.
3-
Bu rivayet Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hep abdestli olduğuna, namaz
kılmak maksadı olmaksızın da abdest almanın meşru bulunduğuna, bunun israf
sayılamayacağına, müstehab olduğuna delildir. Arapça'da vüdû (abdest)
kelimesinin herhangi bir yıkamak mânasına gelmesi hasebiyle, rivayette geçen
vüdûnun namaz abdesti değil, istinca yıkaması veya istincadan sonra ellerin
yıkanması olabileceği hatıra gelebilir. Ancak, hadisin başka vecihlerindeki
tasrihattan başka, bizzat bu vechinde "namaz mı kılacağız?" diye sorulmuş olması bu
ihtimali bertaraf eder.
4-
Yol, vakit darlığı, su kıtlığı gibi durumlarda abdesti hafif tutmanın, müsaid
durumlarda ise isbâğ yapmanın yani bol su ile bütün âdâbına riayet ederek
abdest almanın müstehab olduğu görülmektedir.
5-
Rivâyet Arafat ile Müzdelife arasında, ihtiyaç halinde durulabileceğini, kaza-i hâcet
yapılabileceğini göstermektedir. Bu iki mevkıf arasını fâsılasız geçmek diye
bir nüsük yoktur.[493]
ـ3ـ وفي
رواية أخرى عن
عُروة قال:
]سُئِلَ أُسَامَةُ
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُ،
كَيْفَ كانَ رسولُ
اللّه #
يَسِيرُ في
حَجَّةِ
الْوَدَاعِ
حِينَ
دَفَعَ؟
فقَالَ: كانَ
يَسِيرُ
الْعَنَقَ
فإذَا وَجَدَ
فَجْوَةً
نَصَّ[.قال
هشام:
»وَالنَّصُّ«
فوق العَنَقِ.
3. (1432)- Urve'den yapılan bir rivayet
şöyledir: "Hz. Üsâme (radıyallahu anh)'ye:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Veda haccından, ifâzadan (Arafat'tan ayrıldıktan)
sonra yolculuğu nasıl yaptı?" diye sorulmuştu. Şu cevabı verdi:
"Hızlı
yürürdü. Ancak yolda bir düzlüğe rastlarsa daha hızlı yürürdü." [Buhârî,
Hacc 92, Cihâd 136, Megâzî 77; Müslim, hacc 282, (1286); Muvatta, Hacc 176, (1,
392); Ebu Dâvud, Menâsik 64, (1923); Nesâî, Hacc 205, (5,259).][494]
AÇIKLAMA:
1-
Ashab (radıyallahu anhüm)'ın Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le ilgili
en küçük teferruata bile kıymet
verdiklerini görmede bu hadis mânidârdır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
nasıl yol aldığı merak edilmiş, sorulmuş ve de alınan cevap rivayet edilmiştir.
2-
Şu halde ifâzadan sonra, yolda
hızlı yürümek esastır. Zîra, Üsâme'nin
açıklaması, devenin normalde hızlı yürüdüğünü, müsâit düzlükler olunca, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in deveyi daha da hızlandırdığını
göstermektedir.
Hemen
şunu da belirtelim: Bu bâbın ilk hadisinde (1430 hadis) İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sür'at değil sükunet tavsiye
ettiğini belirtmekte, hatta hadisin bazı vecihlerinde, "Müzdelife'ye
gelinceye kadar devesinin ön ayağını kaldırdığını (hızlandığını) görmedim"
denmektedir. Bu iki rivayet arasında şârihler
tezad görmezler. Sükûnet tavsiyesi ve sür'atten men etme durumu
izdihâmlı yerlere hamledilmiştir. İbnu Hacer, İbnu Abbas'a ait rivayetin de
kaynağının Hz. Üsâme olduğunu, İbnu Abbas'ın hadisi ondan alarak rivayet
ettiğini delilleriyle gösterir.[495]
ـ4ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُما قال:
]أنَا مِمَّنْ
قَدَّمَ
النَّبىُّ #
لَيْلَةَ
المُزْدَلِفَةِ
في ضَعَفَةِ
أهْلِهِ[.
أخرجه الخمسة
.
4. (1433)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ): "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Müzdelife gecesinde,
ailesinden, erkenden taşlamaya gönderdiği zayıflar grubu arasında idim"
demiştir. [Buhârî, Hacc 98; Müslim, Hacc 300, (1293); Tirmizî, Hacc 58, (892,
893); Ebu Dâvud, Menâsik 66, (1939, 1940); Nesâî, Hacc 208, (5, 261, 271, 272);
İbnu Mâce, Menâsik 62, (3025).] [496]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet Müzdelife'de
vakfe yapılırke, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın âilesinden zayıfları
yani kadın ve çocukları Mina'ya müteveccihen daha erken yola çıkardığını
ifade etmektedir. İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın vefatında 7-8
yaşlarında bir çocuk olması haysiyetiyle, Veda haccı sırasında
"zayıflar" arasında mütâlaa edilmesi tabiidir. Hadisin bazı
vecihlerinde ağırlıkların, yani eşyaların da önceden gönderilenler arasında yer
aldığı belirtilir.
2- Zayıfları geceleyin, önden
göndermeyle ilgili Ashab'ın tatbikatına ait
rivayetler de mevcuttur. Fukahâdan bunun câiz olduğuna itiraz eden
olmamıştır. Ancak, bu cevaz "zayıfların
dışına da çıkar mı?" "gecenin hangi saatinde
çıkılabilir?" gibi sorulara farklı cevaplar verilmiştir.
*
Alkame, Nehâî ve Şa'bî hazretleri: Müzdelife'de gecelemeyenin haccı fevt olur
(batıl olur) demişlerdir.
*
Atâ, Zührî, Katâde Şafiî, İshâk, Kûfîler: "Müzdelife'de gecelemeyene dem
(kurban) gerekir" demişlerdir. Bunlara göre: "Gecelemiş olmak için
gecenin yarısından evvel Müzdelife terkedilmelidir."
*
İmam Mâlik: "İçinden mola vermeden geçmesi halinde dem gerekir, Müzdelife'ye inmişse, ne zaman
terkederse terketsin vazife tamamdır, hiçbir ceza gerekmez" demiştir.
3- Hâdise ile ilgili bir
başka rivayet mevzuya aydınlık
getirecektir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), amcası Abbâs'a,
Müzdelife vakfesi yapıldığı gece şunu söyledi: "Zayıflarımız ve
kadınlarımızı götür, sabah namazını Mina'da kılsınlar. İnsanların sökün
etmelerinden (ifâza) önce taşlarını atsınlar."
Yaşlanıp
güçsüzleşince Atâ'nın da böyle yaptığı rivayet edilir. Keza Abdullah İbni
Ömer'in, Esmâ Bintu Ebî Bekr'in bunu tatbik ettikleri belirtilir. Buhârî'nin
Esmâ (radıyallahu anhâ) ile alâkalı rivayetinde, Esmâ'nın karanlıkta taşlamayı
yapıp döndükten sonra, menzilinde sabah
namazını kıldığı ayrıca tasrih edilir.
Bundan hareketle bir kısım ulemâ, zayıfların ve onlara refâkat eden kimselerin
önce şeytan taşlaması yapabileceğine hükmetmiştir.
Fakat
Hanefîler: "Büyük şeytana güneş doğmadan taş atılamaz" demişlerdir.
Ancak güneşin doğmasından güneş doğmazdan önce olmakla beraber, fecrin doğmasından sonra ise câiz
olacağı, fecirden de önce taşlayanın bunu yenilemesi gerekeceği hükme
bağlanmıştır.
Taşlama
ile ilgili teferruat 1442-1449 numaralı hadislerde gelecek.[497]
ـ5ـ وعن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْها قالت:
]اسْتَأذَنَتْ
سَوْدَةُ
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْها رسولَ
اللّهِ # أنْ
تَفىضَ مِنْ
جَمْعِ
بِلَيْلِ،
وَكَانَتِ
امْرَأةً
ضَخْمَةً
ثَبِطَةً
فأذِنَ لَهَا.
قالتْ
عَائِشَةُ
رَضِىَ اللّهُ
َعَنْها:
لَيْتَنِى
كنْتُ
اسْتَأذَنْتُهُ
كَمَا
اسْتَأذَنْتُهُ.
وَكَانَتْ
عَائِشَةُ َ
تُفِيضُ إَّ
مَعَ ا“مَامِ[.
أخرجه
الشيخان
والنسائى.»ثَبِطَة«
أى بَطيئة .
5. (1434)- Hz.Aişe (radıyallahu anhâ)
anlatıyor: "Sevde (radıyallahu anhâ), Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'tan Müzdelife'den geceleyin ifâza yapmak için izin istedi. Sevde iri,
ağır yürüyen bir kadındı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ona izin
verdi."
Hz.
Aişe (radıyallahu anhâ): "Keşte ben de onun gibi izin istemiş
olsaydım" diye hayıflanırdı. (Vaktiyle izin almamış olduğu için) O, hep
imamla birlikte ifâzada bulunurdu." [Buhârî, Hacc 98; Müslim, Hacc
293-296, (1290); Nesâî,Hacc 209, (5, 262), 214 (5, 266).][498]
AÇIKLAMA:
Rivayetin
Müslim'de gelen bazı vecihleri Hz. Sevde (radıyallahu anhâ)'nin, Mina'ya
izdiham olmadan dönmek maksadıyla izin istediği tasrih edilir. Keza, Hz. Aişe de
izdihamdan önce Mina'ya varıp namazını kılamamış olduğu için pişmanlık
duymuştur.
Bu
vesile ile şunu belirtelim ki, cahiliye devrinde Araplar, Müzdelife vakfesini
güneş doğuncaya kadar devam ettirirlerdi. "Güneş doğduğu zaman hacılar,
tepelerin üzerinde vakfede olurdu, öyle ki (uzaktan bakınca) dağların başında
sarık manzarasını arzederlerdi, tıpkı
insanların başındaki sarık gibi" diye tasvir edilir. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bu meselede müşriklere muhalefet vaz'etmiş, sabah
vaktinin girmesinden sonra ortalık aydınlanmaya başlayınca, güneş daha doğmadan
Mina'ya müteveccihen ifâzaya (sökün etmeye) müsâade etmiştir. [499]
ـ6ـ وعنها
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْها قالت:
]أرْسَلَ
رسولُ اللّه #
بِأمِّ
سَلَمَةَ
لَيْلَةَ النَّحْرِ.
فَرَمَتِ
الجَمْرَةَ
قَبْلَ الفَجْرِ
ثُمَّ مَضَتْ
فَأفَاضَتْ[.
أخرجه أبو
داود والنسائى
.
6. (1435)- Yine Hz. Aişe (radıyallahu
anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ümmü Seleme'yi
kurban gecesi (Mina'ya) gönderdi. Ümmü Seleme, daha şafak sökmeden şeytan taşlamasını yaptı. Sonra gidip ifâza
(tavafını) yaptı." [Ebu Dâvud, Menâsik 66, (1942); Nesâî, Hacc 223, (5,
272).][500]
AÇIKLAMA:
1- İfâza tavafı, daha önce açıklandığı üzere tavaf-ı
ziyarettir. Yani haccın farz olan ikinci rüknü, ifâza tavafından sonra tekrar
Mina'ya dönecek ve geri kalan menâsiki
tamamlayacaktır. Hattâ Ebu Dâvud'un rivayetinde Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'la beraber olma nöbeti o gün Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ)
validemizde olduğu (için, bu menâsikin icrasında) isti'câl gösterdiği
belirtilmiştir.
2- Zayıflara ve hususen
kadınlara tanınan bu isti'câl (acele davranma) ruhsatının bir hikmeti de şu
olabilir: Kadınlar için, bu menasikin icrasında bir saat öncelik
ehemmiyetlidir. Çünkü, hayız olma halinde farz olan ifâza tavafını yapamaz.
Umumiyetle muntazam periyodlarla gelen hayız nöbetini bilen kadınlar, bir iki
saatlik isti'cal ile temizlik devresi içerisinde ifâza tavafını da yaparak, bir
haftalık bekleme müddetini kurtarabilirler.[501]
ـ7ـ وعن
فاطمة بنت
المنذر قالت:
]كَانَتْ أسْماءُ
بِنْتُ
بَكْرٍ تَأمُرُ
الَّذِى
يُصَلِّى
لَهَا
وَ‘صْحَابِها
الصَّبْحَ
بِالمُزْدَلِفَةِ
أنْ يُصَلِّى حِينَ
يَطْلُعُ
الْفَجْرُ
ثُمَّ
تَرْكَبٌ فَتَسِيرُ
إلى مِنىً وََ
تَقِفُ[.
أخرجه مالك .
7. (1436)- Fâtıma Bintu'l-Münzir
anlatıyor: "Esmâ Bintu Ebî Bekr (radıyallahu anhümâ) kendisi ve
beraberindekilere Müzdelife'de sabah namazı kıldırıverecek olan kimseye, şafak
söktüğü zaman kıldırmasını emredip, bineğine atlar ve Mina'ya hareket eder
(yolda da) durmazdı." [Muvatta, Hacc 175, (1, 392).] [502]
Telbiye,
ihrama giren hacının lebbeyk Allahümme lebbeyk diye başlayan duayı, belli bir
âdâba göre, yüksek sesle okumasıdır. (Teferruat için 1164 numaralı hadise bak.)[503]
ـ1ـ عن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُما
قال: ]كانَ
أُسَامَةُ
رِدْفَ رسولِ
اللّهِ # مِنْ
عَرَفَةَ إلى
المُزْدَلِفَةِ.
ثُمَّ أرْدَفَ
الْفَضْلَ
مِنْ
مُزدَلِفَةَ
إلى مِنىً
فَكَِهُمَا
قاَ: لَمْ
يَزَلْ رسولُ
اللّه #
يُلَبِّى
حَتَّى رَمَى
جَمْرَةَ
الْعَقَبَةِ[.
أخرجه الخمسة
.
1. (1437)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Hz. Üsâme (radıyallahu anh) Arafat'tan Müzdelife'ye
kadar Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın terkisinde idi. Sonra
Müzdelife'den Mina'ya kadar da Fadl İbnu Abbâs'ı terkisine aldı. Her ikisi de:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) büyük şeytanı (Cemretu'l-Akabe)
taşlayıncaya kadar telbiyeyi bırakmadı" demiştir." [Buhârî, Hacc 86,
Cihâd 126; Müslim, Hacc 266, (1281);
Tirmizî, Hacc 78, (918); Ebu Dâvud, Menâsik 28, (1815); Nesâî, Hacc 216, (5,
268), 229, (Buhârî'de gösterilen bablarda rivayet mânâ yönüyle mevcuttur,
lâfzan değil).][504]
AÇIKLAMA:
Bu
rivâyet, ihramın giyilme anından itibaren yüksek sesle söylenmeye başlayan ve
haccın alemi durumunda olan telbiyenin ne zaman sona ereceğini belirlemektedir:
Büyük şeytan diye bilinen cemretü'l-Akabe'ye taş atıncaya kadar, yani bayramın
birinci günü sabahına kadar devam etmektedir.
Büyük
şeytana ilk taşın atılmasıyla mı, yoksa hepsinin atılmasıyla mı telbiye
kesilmeli? sorusuna farklı cevap verilmiştir. Cumhur "ilk taşlama ile
kesilmesi gerekir" demiştir. Ahmed İbnu Hanbel ve bâzı Şâfiîler
"İkinciye kadar devam eder" demiştir.
Nevevî,
bu konda Cumhur'un, Müslim'de tahric edilmiş olan, لَمْ
يَزَلْ
يُلَبِّى
حَتَّى
بَلَغَ الْجَمْرَةَ "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) cemretu'l-Akabe'ye
(büyük şeytan) varıncaya kadar telbiye getirdi" hadisini esas alarak:
"Bayram sabahı büyük şeytana taş atmaya başlayıncaya kadar telbiye devam
eder" dediğini belirtir. İmam Şâfiî, Sevrî, Ebû Hanife, Ebu Sevr, Sahâbe
ve Tâbiîn'den birçok ulemâ grubu buna hükmetmiştir.
*
Hasan Basrî: "Arefe günü sabah namazını kılıncaya kadar telbiyeye devam
edilir" demiştir.
*
Hz. Ali, İbnu Ömer, Hz. Aişe, Mâlik, Medine fukahâsının cumhuru: "Arefe
günü, güneşin zevâline kadar telbiye okunur, vakfeler başlayınca kesilir"
demiştir.
*
Ahmed İbnu Hanbel, İshak ve bazı selef: "Büyük şeytan taşlaması bitinceye
kadar devam edilir" demiştir.
Nevevî
bu bilgileri verdikten sonra der ki: "Şâfiî'nin ve Cumhur'un delili,
sadedinde olunan sahih hadistir. Bunun dışındakilerin muhalefette delilleri
yoktur, Cumhur'un bu görüşü sünnete
uygundur.
Ahmed
İbnu Hanbel'in dayandığı rivayeti de Cumhur: "Ondan murad taşların
atılmasına başlamaktır" diyerek iki rivayeti te'lif etmiştir.
ـ2ـ وعن سعيد
بن جبير قال:
]كُنْتُ مَعَ
ابنِ عَبّاسٍ
بِعَرفَةَ
فقَالَ:
مَالِى َ
أسْمَعُ النَّاسَ
يُلَبُّونَ؟
قُلتُ:
يَخَافُونَ
مِنْ مُعَاوِيةَ.
فَخَرَجَ
مِنْ
فُسْطَاطِهِ
وَهُوَ يَقُولُ:
لَبَّيْكَ
اللَّهُمَّ
لَبَّيْكَ
فإنَّهُمْ
قَدْ
تَرَكُوا
السُّنّةَ
عَنْ بُغْضِ
عَلىٍّّّ[.
أخرجه
النسائى .
2. (1438)- Said İbnu Cübeyr anlatıyor:
"Ben, İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) ile Arafat'ta beraberdim. Bir ara
bana
:"Niye
halkın telbiyesini işitmiyorum?" diye sordu, ben kendisine:
"Muâviye
(radıyallahu anh)'den korkuyorlar!" dedim. Bunun üzerine:
"Lebbeyk
Allahümme lebbeyk, bu insanlar Ali'ye buğuzları sebebiyle sünneti terketmişler!" diyerek
çadırından çıktı." [Nesâî, Hacc 197 (5, 253).] [505]
AÇIKLAMA:
Sindî
der ki: "Bu rivayetle, Arafat'ta telbiye okumak hususunda âlimler
arasındaki ihtilâfın kaynağı ve iki fırkadan hangi tarafın haklı olduğu ortaya
çıkmaktadır." Ancak rivayetler arasındaki irtibatı değerlendirmeden acele
hükme gitmek tatminkâr olmamaktadır. İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'a göre
telbiye haccın şiârıdır
التلبية
شِعَارُ الحج ve ihramdan çıkıncaya kadar
devam etmelidir. İhramdan çıkma da
remyü'lcimarla (şeytan taşlamak) tahakkuk eder. Cumhur da bunu
benimsiyor. Bu görüşün isabetliliğini kabul ederken, Ashab-ı Kiram (radıyallahu
anhüm ecmaîn)'ı rencide etmenin hiçbir gereği yok.
Hz.
Ali, Hz.Aişe, İbnu Ömer, İmam Mâlik ve Medine fukahâsının çoğunluğunun:
"Telbiye, arefe günü öğleye kadar, yani vakfelerin başlamasına kadar devam
eder" dediklerini önceki rivayette belirtmiş idik.
Şu
halde, arefe günü öğleden sonra telbiye getirmemek Hz.Ali'nin zaten mezhebi
olmaktadır. Mâlikî mezhebinden olan Zürkânî: "Hz. Ali ve Hz. Aişe gibi
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a yakınlığı ile bilinen iki sahâbenin,
arefe günü öğleden itibaren telbiyeyi kesmeleri, Cumhur'un amel ettiği, Fadl
İbnu Abbâs'ın hadisinin -sahih olsa dahi- amel dışı tutulması gereğine en kuvvetli
delildir" der. Bir kısım tâli meselelerde ulemâ ve Ashab arasında ihtilaf
görüldüğü gibi burada da bir ihtilâf sözkonusudur. Rivayetler
değerlendirilirken hepsinin birlikte gözönüne alınması gerekir. Sadedinde
olduğumuz rivâyet, siyasetle ilmi karıştıran istisnâî bir muhtevâ taşır ve
Ashâb'a ta'nı işmâm eder. Ulemâ, "Ashab'a ta'nı mutazammın rivayet, öyle
olmayanla teâruz ederse mercuh olur"
prensibini va'zeder. Binaenaleyh bu rivayeti tahlil etmeden Sindî'nin
acele hükme gitmesini ilmî bulmuyoruz. Sadece Nesâî'de yer almış olan rivayetin
diğerlerine muhâlefeti zâhirdir.
İbnu
Hacer, Tahâvî'den yaptığı bir naklin yorumunda, "meşru olmadığı için
değil, başka zikirlerle meşgul oldukları için vakfe yerlerinde hacıların
telbiyeyi terketmiş olduklarını belirterek: "Böylece ihtilâflar da
birleştirilmiş olur" der.[506]
ـ3ـ وعن محمد
ابن أبى بكر
الثَّقَفِى
قال: ]سَألْتُ
أنَسَ بنَ
مالكٍ
وَنَحْنُ
غَادِيَانِ مِنْ
مِنىً إلى
عَرَفَاتَ
عَنِ
التَّلْبِيَةِ
كَيْفَ
كُنْتُمْ
تَصْنَعُونَ
مَعَ النَّبىِّ
#؟ قال: كانَ
يُلَبِّى المُلَبِّى
فََ
يُنْكِرُ
عَلَيْهِ،
وَيُكَبِّرُ
فََ يُنْكِرُ
عَلَيْهِ.
وَيُهَلّلُ
فََ يُنْكِرُ
عَليْهِ، وََ
يَعِيبُ أحدٌ
عَلى
صَاحِبِهِ[.
أخرجه الثثة
والنسائى .
3. (1439)- Muhamed İbnu Ebî Bekr
es-Sakafî anlatıyor: "Arafat'tan Mina'ya gelirken, beraberindeki Enes İbnu
Mâlik (radıyallahu anh)'e telbiyeden sorarak:
"Siz
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile nasıl yapıyordunuz?" dedim. Bana:
"Dileyen
telbiye getirirdi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) müdâhale etmezdi.
Dileyen tekbir getirirdi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ona da mudâhale
etmezdi! Dileyen de tehlil getirirdi, ona da müdâhale etmezdi. Bizden kimse,
(farklı zikirler de bulunduğu için) arkadaşını ayıplamazdı." [Buhârî, Hacc
86, İydeyn 12; Müslim, Hacc 274, (1285); Nesâî, Hacc 192, (5, 250).][507]
AÇIKLAMA:
Bu
rivâyet, ihramlının telbiye ile birlikte başka zikirler de yapabileceğine
delildir. Telbiye ile birlikte tehlil, tekbir gibi diğer zikirler de meşru
olmakla birlikte, hacc sırasında telbiye hepsinden efdaldir. İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ) telbiye için "Haccın şiârıdır" der. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) da hacc sırasında okunacak telbiyelerin ehemmiyetini
belirtmiş ve şahsen remy-i cimâr denen şeytan taşlamasına kadar aralıksız devam
etmiştir (1437. hadis). İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ): "Ben Hz.Ömer'le
on bir kere haccettim. Ömer, remy-i
cimâra kadar telbiye bırakmazdı" der.
Şu
halde yukarıdaki hadis, haccda tekbir veya
tehlilin, telbiyenin yerini tutacağına, telbiyenin terkedileceğine delil
olmayıp, hacda ara sıra telbiyeyi ile birlikte başka zikirlerin de
olabileceğine bir ruhsattır, ulemâ böyle
anlamıştır.
Nevevî:
"Haccda telbiye, tekbirden efdaldir" der. [508]
يُنْكِرُ
عَلَيْهِ،
وَيُكَبِّرُ
فََ يُنْكِرُ
عَلَيْهِ.
وَيُهَلّلُ
فََ يُنْكِرُ
عَليْهِ، وََ
يَعِيبُ أحدٌ
عَلى صَاحِبِهِ[.
أخرجه الثثة
والنسائى .
3. (1439)- Muhamed İbnu Ebî Bekr
es-Sakafî anlatıyor: "Arafat'tan Mina'ya gelirken, beraberindeki Enes İbnu
Mâlik (radıyallahu anh)'e telbiyeden sorarak:"Siz Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ile nasıl yapıyordunuz?" dedim. Bana:"Dileyen telbiye getirirdi,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) müdâhale etmezdi. Dileyen tekbir getirirdi,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ona da mudâhale etmezdi! Dileyen de tehlil
getirirdi, ona da müdâhale etmezdi. Bizden kimse, (farklı zikirler de bulunduğu
için) arkadaşını ayıplamazdı." [Buhârî, Hacc 86, İydeyn 12; Müslim, Hacc
274, (1285); Nesâî, Hacc 192, (5, 250).]
AÇIKLAMA:
Bu rivâyet, ihramlının telbiye ile birlikte başka
zikirler de yapabileceğine delildir. Telbiye ile birlikte tehlil, tekbir gibi
diğer zikirler de meşru olmakla birlikte, hacc sırasında telbiye hepsinden
efdaldir. İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) telbiye için "Haccın
şiârıdır" der. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da hacc sırasında
okunacak telbiyelerin ehemmiyetini belirtmiş ve şahsen remy-i cimâr denen
şeytan taşlamasına kadar aralıksız devam etmiştir (1437. hadis). İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ): "Ben Hz.Ömer'le on bir kere haccettim. Ömer, remy-i cimâra kadar telbiye bırakmazdı"
der.Şu halde yukarıdaki hadis, haccda tekbir veya tehlilin, telbiyenin yerini tutacağına,
telbiyenin terkedileceğine delil olmayıp, hacda ara sıra telbiyeyi ile birlikte
başka zikirlerin de olabileceğine bir ruhsattır,
ulemâ böyle anlamıştır.Nevevî: "Haccda telbiye, tekbirden efdaldir"
der.
ـ4ـ
وعن جعفر بن
محمد عن أبيه
قال: ]كَانَ
عليٌّ رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُ
يُلَبِّى
بِالحَجِّ
حَتَّى إذا
زَاغَتِ
الشَّمْسُ
مِنْ يَوْمِ
عَرفَةَ
قَطَعَ
التَّلْبِيَةَ[.
أخرجه مالك .
4. (1440)- Ca'fer İbnu Muhammed
babasından naklen anlatıyor: "Hz. Ali (radıyallahu anh), haccda, arefe
günü güneşin zeval noktasına gelmesine kadar telbiyeye devam eder, ondan sonra
keserdi." [Muvatta,Hacc 44, (1, 338).][509]
ـ5ـ
وعن أسامة
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُ قال:
]كُنْتُ
رِدْفَ رسولِ اللّه
# بِعَرَفَةَ
فَرَفَعَ
يَدَيْهِ
يَدْعُو
فمََالَتْ
بِهِ
نَاقَتُهُ
فَسَقَطَ خِطَامُهَا
فَتَنَاوَلَ
الخِطَامَ
بإحْدَى يَدَيْهِ
وَهُوَ
رَافِعٌ
يَدَهُ
ا‘خْرَى[. أخرجه
النسائى .
5. (1441)- Hz. Üsâme (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Arafat'da ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın devesinin
terkisinde idim. Bir ara dua için ellerini kaldırmıştı. (O esnada) deve,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı eğdi.Derken yuları düştü. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) yuları elinin biriyle tutup, diğer elini kaldırarak duasına devam etti." [Nesâî, Hacc 202,
(5, 254).][510]
AÇIKLAMA:
İmam
Nesâî bu hadisi, "Arafat'ta dua ederken elleri kaldırmak"
başlığı altında kaydetmek suretiyle dua
ederken Arafat'ta da ellerin
kaldırılacağı hükmünü çıkarır.
Ayrıca,
hayvanın üstünde giderken de dua edilebileceği, bir elle hayvanın yularını
tutarken veya bir el meşgulken, diğer tek elin dua için kaldırılabileceğini de
hadisten anlamaktayız. [511]
Bu
babta dört fasıl vardır
BİRİNCİ
FASIL
REMYİN
KEYFİYETİ
*
İKİNCİ
FASIL
REMYİN
VAKTİ
*
ÜÇÜNCÜ
FASIL
BİNEREK
VE YÜRÜYEREK TAŞLAMA
*
DÖRDÜNCÜ
FASIL
MÜTEFERRİK
HADİSLER
REMY (ŞEYTAN TAŞLAMA)
Remy,
lügat olarak atmak demektir. Hacc ıstılahı olarak remy, "şeytan
taşlamak" mânasına gelen bir hacc menasikini ifade eder. Remyü'l-Cimâr
tâbiri daha tamdır, taşların atılması demektir. Cimâr veya cemerât,
"cemre"nin cem'idir. Cemre: Nohut büyüklüğünde ufacık taş, bu
taşlardan müteşekkil yığın, ateş gibi daha başka mânalara da gelir. Dilimizdeki
çakıl kelimesi tam olmasa da en yakın karşılık olabilir. Çünkü Türkçe'de kum
kelimesi daha ufak taşlara ıtlak olnur. Taş ise büyük küçük her çeşidi için
kullanılır. Şunu da kaydedelim; c.m.r. maddesi Arapça'da ictima etmek, toplanmak mânasına da gelir. Bu sebeple,
"insanlar yanlarında toplandığı için onlara cemre denmiştir"diye
tahmin yürüten olduğu gibi "Hz. Âdem'e -veya İbrahim'e- şeytan ârız olunca
ona burada taş attığı için bu ismi
almıştır" da denmiştir.
Remyü'lcimâr,
sâdece hacc menasikinde vardır, umrede yoktur. Haccın aslî vâciblerindendir.
Taş atma mahalleri Mina'dadır. Birbirine yakın üç taş kümesidir:
1.
Cemre-i Akabe: Buna halkımız "Büyük Şeytan" der.
2.
Cemre-i Vusta: Halkımız buna "Orta Şeytan" der.
3.
Cemre-i Ûlâ: Buna da halkımız "Küçük Şeytan" der.
Bayramın
birinci günü cemre-i Akabe'ye 7 taş atılır.
Bayramın
2. 3. ve 4. günleri her birine 7'şer taş atılır.
Acele
etmek isteyen üçüncü günü, güneş batmadan önce Mina'yı terkeder ve dördüncü
günü kalmaz. [512]
ـ1ـ عن
عبدالرحمن بن
زيد قال:
]رَمَى ابنُ
مَسْعُودٍ
جَمْرَةَ
الْعَقَبَةِ
مِنْ بَطْن
الْوَادِى
بِسَبْعِ
حَصَيَاتٍ
يُكَبِّرُ
مَعَ كُلِّ
حَصَاةٍ؛
وَجَعلَ
الْبَيْتَ
عَنْ يَسَارِهِ،
وَمِنىً عَنْ
يَمِينِهِ.
فقِيلَ لَهُ:
إنَّ نَاساً
يَرْمُونَهَا
مِنْ
فَوْقِهَا.
فقَالَ: هذَا
وَالَّذِى َ
إلهَ
غَيْرُهُ
مَقَامُ الَّذِى
أُنْزِلَتْ
عَلَيْهِ
سُورَةُ
الْبَقَرَةِ[.
أخرجه
الخمسة، وهذا
لفظ الشيخين .
1. (1442)- Abdurrahman İbnu Zeyd
anlatıyor: "İbnu Mes'ud (radıyallahu anh), vadinin dibinden yedi çakıl
atarak büyük şeytanı taşladı. Her taşı attıkça tekbir getriyordu. Bu sırada
Beytullah sol tarafında, Mina da sağında olacak şekilde durmuştu. Kendisine:
"İnsanlar,
taşları yukarısından atıyorlar!" denince şu cevabı verdi:
"Burası,
kendinden başka ilâh olmayan Zat'a kasem olsun, Bakara sûresinin üzerine indiği
makamdır." [Buhârî, Hacc 135, 136, 137, 138; Müslim, Hacc 305, (1296);
Tirmizî, Hacc 64, (901); Ebu Dâvud, Menâsik 78, (1974); Nesâî, Hacc 226, (5,
273).][513]
AÇIKLAMA:
1-
Şerh kitapları, üç cemrenin yani taşlama
yerlerinin coğrafî vaziyetleri itibariyle az çok farklı olduğunu
belirtir. Büyük şeytan denen cemretu'l-Akabe vâdinin dibinde, düzlüktedir,
diğer ikisi meyilli inen bir mevzidedir. Şimdilerde inşaat ve tesviyeler sebebiyle üçü de aynı pozisyonu
taşırlar. Hadislerden gelen bâzı ifadeleri anlamak için aradaki bu farkın zaman
zaman hatırlanması gerekecektir. Nitekim burada büyük şeytanın taşlanması söz
konusudur. Bu sebeple vadinin dibinden olduğu tasrih edilmektedir. Kadim
dönemde öbürlerine taşları üstten, (herhalde
yan yamaçlardan) atmak mümkünmüş.
2-
Hemen belirtelim ki, cemretü'l-Akabe ile diğer iki cemre arasında şu farklara
da dikkat çekilir:
a)
Bayramın birinci günü sadece büyük cemreye taş atılır, diğerlerine atılmaz.
b)
Büyük cemrenin yanında durulmaz, hemen terkedilir. Öbürlerinin yanında durulup
dua edilir.
c)
Kuşluk vaktinde taşlar atılır.
d)
Aşağısından atılması müstehabdır.
3-
Taşların adedi: Sadedinde olduğumuz rivayet İbnu Mes'ud (radıyallahu anh)'un
yedi taş attığını ifade eder. Her seferinde taşlama, yedi ayrı taşın ard arda
atılmasıyla tamamlanır. Alimler taşın yedi olması gereğinde müttefiktirler.
Altı da olabileceğine dâir zayıf bir rivâyet vardır. İmam Mâlik ve Evzâî:
"Bir kimse yediden az atar, tedarik de edemezse, dem (kurban)
gerekir" demişlerdir. İmam Şâfiî: "Bir taşın terki bir müdd tasadduku gerektirir, iki taşın terki de iki müdd gerektirir, üç ve daha
fazla için bir dem gerekir" demiştir. Hanefîler: "Üç cemrede de
taşların yarıdan azı terkedilirse yarım sa' tasadduk edilir, fazla olursa dem
gerekir" demiştir.
4-
İbnu Hacer, cemretu'l-Akabe'nin yani büyük şeytanın Mina'da omayıp, Mina'nın
Mekke hududunda olduğunu, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hicret etmek
için Ensar'dan burada biat aldığını belirtir.
5-
Rivayet İbnu Mes'ud (radıyallahu anh)'un taş atma sırasında Mina sağ, Beytullah
sol cihetinde olacak şekilde durduğunu belirtir. Tirmizî'nin bir rivayetinde
kıbleye yönelerek taş attığı belirtilir, Cumhur öncekini esas almıştır.
Şâfiîlerden Râfiî kıbleyi arkaya alarak cemreye yönelmek gerektiğine kesin
hükmeder. Cemre sağına gelecek şekilde kıbleye yönelerek taş atılmalı diyen de
olmuştur. Ancak, ulemâ şu hususta icma
etmiştir: "Esas olan taşın atılmasıdır, hangi istikametten kolayına
gelirse oradan atar, câizdir." İhtilaf efdaliyettedir.
6-
"Burası, Bakara sûresinin üzerine indiği makamdır" ifadesine gelince,
İbnu Hacer şu açıklamayı yapar: "Haccla ilgili fiillerden çoğu Bakara
sûresinde mezkurdur. Sanki şöyle demek istemiştir: "Burası öyle bir
makamdır ki, ahkâmu'lmenâsik bunun üzerine indirilmiştir." İbnu Mesud, bu
ifadesiyle, hacc ahkâmının tevkifî olduğuna, yâni vahiyle tesbit edildiğine,
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in ictihadına dayanmadığına dikkat
çekmek istemiştir." Başka yorumlar da var.
7-
Bu hadise dayanarak, âlimler, taşların teker teker atılması gereğine
hükmetmişlerdir. Çünkü: "Her taşı attıkça tekbir getiriyordu" denmektedir. Bu ancak teker teker atmakla
olur. Nitekim Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de: خُذُوا
عَنّى
مَنَاسِكَكُمْ "Hacc
menâsikini benden alın" buyurmuştur. Mamaafih Ebu Hanife ve Atâ:
"Hepsini birden atsa da câizdir" demişlerdir.
8-
Taşlama sırasında tekbir getirileceğine hükmedilmiştir, ancak tekbiri terkedene
herhangi bir şey gerekmeyeceğinde ulemâ
icma etmiştir.
9-
Bazı rivayetlerde, İbnu Mes'ud (radıyallahu anh)'un büyük şeytanı taşlayıp
tamamlayınca şu duâyı yaptığı belirtilir: اَللَّهُمَّ
اجْعَلْ
حَجًّا
مَبْرُورًا
وَذَنْبًا
مَغْفُورًا
"Allah'ım haccımı makbul,
günahımı mağfur kıl!"[514]
ـ2ـ
وعند الترمذى
والنسائى:
]أتى جَمْرَةَ
الْعَقَبَةِ
فَاسْتَبْطَنَ
الْوَادِى
وَاسْتَقْبَلَ
الْكَعْبَةَ
وَجَعَلَ
يَرْمِى الجَمْرََةَ
عَلى
حَاجِبِهِ
ا‘يمَنِ.
وَذكرا نحوه[ .
2. (1443)- Tirmizî ve Nesâî'de şöyle denmiştir: "(İbnu Mes'ud)
Akabe cemresine geldi. Vâdinin dibinde durdu, kıbleye karşı yönelip, sağ
kaşının üst hizasından yığına (taşları) atmaya başladı..." [Tirmizî, Hacc
64, (901).][515]
ـ3ـ
وعن سعد
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُ قال:
]رَجَعْنَا في
الحَجَّةِ
مَعَ
النَّبىِّ #
وَبَعْضُنَا
يَقُولُ:
رَمَيْتُ
بِسَبْعِ
حَصَيَاتٍ،
وَبَعْضٌ
يَقُولُ:
بسِتٍّ، وََ يَعِيبُ
بَعْضُهُمْ
عَلى بَعْضٍ[ .
3. (1444)- Hz. Sâd (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Veda haccından Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la beraber
döndük. (Yolda konuşurken) bâzılarımız "Yedi taş attım" bazılarımız
da: "Altı taş attım" diyordu, kimse kimseyi bu sebeple
kınamıyordu." [Nesâî, Hacc 227, (5, 275).][516]
NOT: Atılacak taşların miktarını, eksik olması halinde
terettüp edecek mü-eyyideyi 1442 numaralı hadiste açıkladık.[517]
ـ4ـ
وعن ابن عباس
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُما قال:
]قال رسولُ
اللّه #
غَدَاةَ
الْعَقَبَةِ
وَهُوَ عَلى
رَاحِلَتِهِ:
هَاتِ الْقُطْ
لِى.
فَلَقَطْتُ
لَهُ
حَصَيَاتٍ
مِنْ حَصى
الخَذْفِ.
فلمَّا وَضَعْتُهُنَّ
في يَدِهِ
قال: بأمثالِ
هؤَُءِ.
إيَّاكُمْ
وَالْغُلُوَّ
في الدِّينِ،
فَإنَّمَا
هَلَكَ مَنْ
كَانَ
قَبْلَكُمْ
بِالْغُلُوِّ
في الدِّينِ[.
أخرجهما
النسائى.»وَحَصَى
الخَذْفِ«
بالخاء
المعجمة .
4. (1445)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Akabe (taşlaması)
sabahı, bineğinin üzerindeyken:
"Bana
(taş) toplayıver!" dedi. Ben de (şehadet ve başparmaklarla atılabilecek
büyüklükte) ufak taşlardan onun için topladım. Avucuna koyduğum sırada:
"İşte
bunlar gibi. Dinde aşırılıktan sakının. Sizden öncekileri, dinde aşırılıkları
helâk etmiştir!" dedi." [Nesâî, Hacc 217, (5, 268).][518]
AÇIKLAMA:
Burada,
öncelikle atılacak taşların büyüklüğü tebârüz ettirilmek istenmiştir. حَصَى
الْخَذْفِ
"Parmakla veya sapanla atma
taşı" demektir. Şehâdet parmağımıza
koyup başparmağımızla fırlatmaya elverişli büyüklükte taş. Umumiyetle nohut
büyüklüğünde diye târif edilir.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın "İşte bunlar gibi!" demesi, kendisi için
İbnu Abbâs'ın toplamış olduğu belirtilen büyüklükteki taşları normal bulduğunu
belirtmek içindir. "Dinde aşırılıktan kaçın..." nasihatı umumî mânada
anlaşılabileceği gibi, taşlama ile ilgili daha hususî mânada da anlaşılabilir.
Taşlama ile ilgili olan mânası şudur: "Burada daha büyük taş atmaya,
taşdan başka birşey atmaya kalkmayın, belirtilen sayıdan fazla da
atmayın..."
Hacc
yapanlar, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu tavsiyesine rağmen, taşlama
sırasında Müslümanların ne denli cahilliklerine rastlamaz ki! İri taş atanlar,
şemsiye, sopa, ayakkabı atanlar, taşlama mahalline fırlayıp ayaklarıyla ezmeye
çalışanlar vs. Halbuki bütün menâsik, kulun imtihanına yönelik bir kısım sembollerden
ibarettir. Onun sırrı, mânası, değeri, o menâsiki dinin koyduğu çerçeve içerisinde "Allah'ın
rızasını tahsil" niyetiyle yapmakdır. Bir kısım aklî izahlar getirmek,
icra edilen fiillerden müşahhas, maddî neticeler beklemek hacc farizasının
mânasını anlamamak olur. İşte bu menâsikin, aklî îzahı hiç olmayan safhası
şeytan taşlama safhasıdır. Attığımız cisimlerin "emri yerine getirerek
Allah'ın rızasını kazanmak"tan başka hiçbir gayesi yoktur. Şeytan
öncelikle herkesin kendi içindedir. Öyle ise mü'mine düşen, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın vaz'ettiği edeb çerçevesinde bu menâsikin yerine
getirilmesidir.
Âlimler
"Dinde aşırı olmayın" nasihatını daha umumî mânada anlayarak: "Hiçbir şeyde ifrat ve
tefrite düşmeyin, sevdiğinizi fazla sevmek, sevmediğinize fazla buğzetmek
yaraşmaz... Dinî meselelerin inceliklerine fazla inmeyin, sebep ve illetlerini
aramada aşırı gitmeyin..." demişler, ifrat ve tefritin itikadda ve amelde
olabileceğine dikkat çekmişlerdir. Bizden öncekilerden Hıristiyanların Hz.İsâ'yı
ifrat derecede sevme sonucu ilahlaştırarak sapıklığa düştükleri ve böylece
helak oldukları da misal olarak verilmiştir.[519]
Yevm-i
nahr (Kurban kesme günü): Zilhicce'nin 10. günü.
Eyyâm-ı
nahr (Kurban kesme günleri): Zilhicce'nin 10, 11, 12. günleri
Eyyâm-ı
teşrîk (Teşrik günleri): Zilhicce'nin 11, 12,13. günleri.
Nefr-i
evvel (Mina'dan birinci hareket günü): Zilhicce'nin 12. günü.
Nefr-i
âhir (Mina'dan sonuncu hareket günü): Zilhicce'nin 13. günü.
Zeval:
Güneşin öğle vakti, ikindi yönüne kayma ânı.[520]
ـ1ـ
عن جابر
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُ قال:
]رَأيْتُ
رسُولَ اللّه
# يَرْمِى
يَوْمَ
النَّحْرِ
ضُحىً.
وَأمَّا
بَعْدَ ذلِكَ
فَبَعْدَ زَوَالِ
الشَّمْسِ[.
أخرجه الخمسة
إ البخارى .
1. (1446)- Hz. Câbir (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Ben, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı yevm-i nahrde
kuşluk vakti taş atarken gördüm. Ama bundan sonraki günlerde, güneşin
zevâlinden (öğle vaktinden) sonra taş attı." [Müslim, Hacc 313, (1299);
Tirmizî, Hacc 59, (894); Ebu Dâvud, Menâsik 78, (1971); Nesâî, Hacc 221, (5,
270). Bu hadisi Buhârî, muallak olarak zikretmiştir, Hacc 134.][521]
AÇIKLAMA:
Rivâyet,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın cemretu'l-Akabe'ye bayramın birinci günü
kuşluk vakti taş attığını, diğer iki cemreye öğleden sonraları, güneş tepeden
ikindi tarafına kaymasından itibâren taş attığını gösterir.
Bu
meselede bâzı ihtilâflar olmuştur:
*
Cumhur, bu hadisi esas alarak, bayramın ilk günü dışındaki taşlamaların öğleden
sonra yapılmasının sünnete uygun olduğunu söylemiştir.
*
Atâ ve Tâvus: "Öğleden evvel de câizdir" demiştir.
*
Hanefîler, yevm-i nefr denilen bayramın ikinci gününde zevalden önce taş atmaya
ruhsat vermiştir.
*
İshak İbnu Râhuye: "Zevalden önce atan, bunu üçüncü günü iade eder"
der.[522]
ـ2ـ
وعن نافع:
]أنَّ ابْنَةَ
أخٍ
لِصَفيَّةَ
بِنْتِ أبِى
عُبَيْدٍ
أمرأةِ عبدِ
اللّهِ ابن
عُمَرَ
نُفِسَتْ
بالمُزْدَلِفَةِ
فَتَخَلَّفَتْ
هِىَ
وَصَفِيَّةُ
حَتَّى
أتَتَا مِنىً
بَعْدَ أنْ
غَرَبَتِ الشَّمْسُ
يَوْمَ
النَّحْرِ
فأمَرَهُمَا
ابنُ عُمَرَ
أنْ
تَرْمِياَ
حِينَ
قَدِمَتَا وَلَمْ
يَرَ عَلَيْهِمَا
بأساً[. أخرجه
مالك .
2. (1447)- Nâfi' anlatıyor:
"Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'in zevcesi Safiyye Bintu Ebî
Ubeyd'in oğlan kardeşinin kızı Müzdelife'de nifas oldu (doğum yaptı). Bu yüzden
o da, Safiyye de geri kaldılar ve Mina' ya yevm-i nahrde güneş battıktan sonra
geldiler. Hz. Abdulllah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) onlara geldikleri anda
taş atmalarını emretti ve bu gecikmeden dolayı onların herhangi bir kefaret
ödemesine hükmetmedi." [Muvatta, Hacc 220,(1, 409).][523]
AÇIKLAMA:
Burada,
bir özre mebni, vakti içerisinde taşlamayı yapmayanın durumu aydınlatılmış
oluyor. İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)
yetiştikleri anda taşı atmalarına ruhsat veriyor ve özürleri sebebiyle
herhangi bir kefaret gerekmeyeceğini söylüyor. Ancak İmâm Mâlik, bu durumda taş
vakti içinde atılmadığından bir kurban kesilmesini müstehab addetmiştir.
İmam-ı
Malik'in, taşlama günleri içerisinde taş atmayı akşama kadar unutan bir
kimsenin akşamdan sonra hatırlaması halinde, gece veya gündüz, ne zaman
hatırlayacak olursa hemen atması gerektiğine hükmeder. Ancak, "Mina'dan
ayrılıp Mekke'ye geldikten sonra hatırlayacak olursa bir kurban kesmesi vacib
olur" der.[524]
ـ3ـ
وعن أبى
الْبَدّاح
عاصم بن
عَدِىِّ عن
أبيه رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُ ]أنّ
رسولَ اللّه #
أرْخَصَ
لِرِعَاءِ
ا“بِلِ في
البَيْتُوتَةِ
عَنْ مِنىً
يَرْمُونَ يَوْمَ
النَّحْرِ
ثُمَّ
يَرْمُونَ
الْغَدَ وَمِنْ
بَعدِ
الْغَدِ
لِيَوْمَيْنِ
ثُمَّ
يَرْمُونَ
يَوْمَ
النّفْرِ[.
أخرجه ا‘ربعة.وقال
مالك:
تَفْسِيرُ
ذلكَ فيما نرى
واللّه أعلم:
أنَّهُمْ
يرمون يوم
النحر فإذا
مضى اليومُ
الذى يليه
رموا من الغد
وذلك يوم
النّفْر ا‘ول
يرمون لليوم
الذي مضى ثم
يرمون ليومهم
ذلك ‘نه
يقْضى أحد
شيئاً حتى
يجبَ عليه
فإذا وجب عليه
ومضى كان
القضاء بعد
ذلك. فإنْ بدا
لهم في النّفْر،
فقد فرَغوا،
وإنْ أقاموا
إلى الغد رموا
مع الناس يوم
النّفْرِ اŒخر
ونَفرُوا .
3. (1448)- Ebu'l-Beddâh Âsım İbnu
Adiyy, babası Adiyy (radıyallahu anh)'den naklediyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) develerin çobanına, yevm-i nahrde taş atmışlarsa,
ertesi gün taş atmayıp develerle kalmaya, sonra da iki günlük taş atmaya ve yevm-i nefrde atmaya ruhsat
tanıdı."[525]
AÇIKLAMA:
Bu
rivayet, şeytan taşlama programında hacc yapan çobanlara mahsus olmak üzere,
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in tanıdığı bir ruhsatı mevzubahis
etmektedir. Ancak hemen belirtelim ki, hadisi âlimler birbirinden farklı
değerlendirmelere tâbi tutmuşlardır. Mevzubahis olan farklılık, rivayetlerdeki
ihtilâflar kadar, hadisin ifadesindeki kapalılık ve esneklikten de
kaynaklanmaktadır.
1)
Bazı yorumculara göre, hadiste çobanların şöyle taşlamasına cevaz verilmiştir:
Zilhicce'nin 10'unda cemre-i Akabe taşlaması yapacak, ertesi günü, yani 11 Zilhicce günü, hem o günün
taşlamasını, hem de bir gün sonrasının yani 12 Zilhicce'nin taşlamasını
beraberce yapacaktır. Böylece bir sonrası günün taşlamalarını öne almış olacaktır.
Hadisin, Tirmizî, Nesâî ve diğer bazı kitaplardaki vechi böyle bir yoruma daha
uygun.
رَخَّصَ
رَسُولُ
اللّهِ
صَلَّى اللّهِ
وَسَلَّمَ
لِرُ عَاءِ
اْ“ِبِل فِى
الْبيتُوتَةِ
اَنْ يَرْ
مُوا يَوْمَ
النَّحْرِ ثُمَّ
يَجْمَعُوا
رَمْىَ
يَوْمَيْنِ
بَعْدَ يَوْمِ
النَّحْرِ
فَيَرْ مُوهُ
فِى اَحَدِهِمَا
2) İmam Mâlik, hadisi, zâhirine
muhalif bir yoruma tâbi tutarak, farklı bir hükme gider. Muvatta'da şöyle der:
"Bize göre hadisin tefsiri, doğruyu Allah bilir ya, şöyledir:
"Çobanlar yevm-i nahrde yani 10 Zilhicce
günü cemre-i Akabe'ye taşlarını atarlar. Sonra sürülerinin başına dönerler.
Yevm-i nahri tâkip eden gün, yani 11 Zilhicce'de taşlamayı terkeder. Bayramın
üçüncü günü yani 12 Zilhicce'de tekrar gelip taşlama yaparlar. Bu, acele edip,
ilk iki günde gitmek isteyenleriçin nefr-i evvel (birinci hareket) günüdür. Bu
günde, hem taşları atılmayan bir önceki
günün, yani bayramın ikinci gününün taşlarını atar, hem de içinde bulunduğu
günün yani bayramın üçüncü gününün taşlarını atar. İmam Mâlik'i bu yoruma sevkeden
rivayet Süfyan-ı Sevrî tarafından yapılmıştır: Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), çobanlara bir gün atıp bir gün bırakma ruhsatı tanıdı: رَخَّصَ
لِلرُّعَاءِ
اَنْ
يَرْمُوا يَوًمَا
وَيَدَعُوا
يَوْماً "İmam
Mâlik der ki: "Hareket etmek (nefr) dilerlerse artık iki günde acele
etmişler grubunda olarak taşlama işini bitirmişler demektir. Acele etmeyip de
Mina'da ertesi güne kalmak dilerlerse kalıp, diğer kalanlarla birlikte, sonuncu
hareket (nefr-i âhir) günü taşlamalarını tamamlarlar ve hareket ederler."
3)
Hadisle ilgili olarak Hattâbî de şu açıklamayı yapar: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), (hadisin sonunda geçen) yevm-i nefr ile, büyük nefri
(yani bayramın dördüncü gününü)
kasteder. Bu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın çobanlara tanıdığı bir
ruhsattır. Onlara bunu tanıdı, çünkü çobanlar malların hıfzına mecburdurlar.
Onlar da Mina'da yer edinip gecelemeye mecbur olsalar, halkın malları zâyi
olur. Çobanlardan başkasının hükmü, onların hükmünden ayrıdır. Âlimler,
çobanların taş atacakları günü tayin ve tesbitte ihtilâf etmişlerdir."
Hattâbî, böyle söyledikten sonra İmam Mâlik'in yukarıda kaydettiğimiz görüşünü
aynen naklettikten sonra şunu söyler: "İmam Mâlik böyle hükmetmiştir,
çünkü ona göre, hiç kimse, birşey üzerine vacib olmadan, önceden onu
ödeyemez."
Hattâbî
sözüne devamla Şâfiî hazretlerinin de İmam Mâlik gibi hükmettiğini, bazı
âlimlerin de taşlamayı takdim veya te'hir etme işinde çobanın muhayyer olduğuna
hükmettiğini belirtir.[526]
ـ4ـ
وعن نافع أن
ابن عمر
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُما
كان يقول: ]منْ
غَرَبَتْ
لَهُ
الشَّمسُ
مِنْ أوْسِطِ
أيَّامِ
التّشْرِيقِ
وَهوَ بِمنىً
فَ يَنْفُرْ
حَتَّى
يَرْمِى
الجِمَارَ
مِنْ الْغَدِ[.
أخرجه مالك .
4. (1449)- Nâfi' anlatıyor: "İbnu
Ömer (radıyallahu anhümâ) şöyle derdi: "Eyyam-ı teşrikin ortası günü,
güneş batmazdan önce Mina'dan ayrılmayan kimse ertesi günü taşları atmadan
ayrılmasın." [Muvatta, Hacc 214, (1, 407).][527]
AÇIKLAMA:
1427
numaralı hadiste genişçe açıklandığı üzere, âyet-i kerimenin teşrî ettiği
şekilde bayramın ikinci günü taşlamalarını öğleden sonra yapıp bitiren bir
kimse dilerse, üçüncü günkü taşlamaya kalmadan Mina'dan ayrılabilir. Ancak,
güneş batıp, akşam vakti girmeden Mina hududunu çıkmış olması şarttır. Bu şartı
yerine getirmeyen o geceyi de Mina'da geçirip ertesi günkü taşlamaları da yaparak
Mina'dan ayrılır.
[528]
ـ1ـ
عن ابن عمر
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُما
قال: ]كانَ
النَّبىُّ #
إذَا رَمى
الجِمَارَ
مَشَى إلَيْهَا
ذَاهِباً
وَرَاجِعاً[.
أخرجه أبو داود
والترمذى .
1. (1450)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) taşları atacağı
zaman yaya gider, yaya dönerdi." [Ebu Dâvud, Menâsik 78, (1969); Tirmizî,
Hacc 63, (900).][529]
ـ2ـ
وعن قاسم بن
محمد قال:
]كانَ
النَّاسُ
إذَا رَمَوا
الجِمَارَ
مَشَوْا
ذَاهبين
وَرَاجِعينَ،
وَأوَّلُ
مَنْ رَكِبَ
مُعَاوَيَةُ[.
أخرجه مالك .
2. (1451)- Kâsım İbnu Muhammed
anlatıyor: "İnsanlar (yani sahâbeler) taşlamaya yayan gider, yayan dönerdi. (Bu safhada) ilk binen Hz. Muâviye
(radıyallahu anh) oldu." [Muvatta, Hacc 215, (1, 407).][530]
ـ3ـ
وعن جابر
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُ قال:
]رَأيتُ رسول
اللّه #
يَوْمَ
النَّحْرِ
يَرْمى عَلى
رَاحِلَتِهِ
وَهُوَ
يَقُولُ:
خُذُوا
عَنِّى مَنَاسِكَكُمْ.
َ أدْرِى
لَعَلِّى َ
أحُجُّه بَعْدَ
حَجَّتى
هذِهِ[. أخرجه
مسلم وأبو
داود والنسائى
.
3. (1452)- Hz. Câbir (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Yevm-i nahrde (kurban gününde) Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı, taşlamayı binerek yaparken gördüm. Taşlarını devesinin üzerinde
iken atmış ve şöyle demişti:
"Menâsikinizi
benden alın. Bilemiyorum, belki de bu haccdan sonra hacc yapamam."
[Müslim, Hacc 310, (2197); Ebu Dâvud, 78
(1970); Nesâî, Hacc 220, (5, 270).] [531]
AÇIKLAMA:
1-
Haccla ilgili her çeşit âdâbın Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den
alınmış olduğunu ifade ediyor. Hacc bahsiyle ilgili pekçok rivayette tekrarla
geçtiği üzere, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hacc menâsikinin Müslümanlar
tarafından, kendisinden görülerek alınması, sorularak öğrenilmesi için hususî
bir alâka ve gayret göstermiştir. Tavaf ve sa'yleri de deve üzerinde yapmıştır ve âlimler, açıklamada
"Halkın menâsiki kendisinden görerek öğrenmesi için, sorularını rahatça
sorabilmesi için deveyi tercih etmiştir" diye açıklama getirmişlerdir.
Diğer
ibadetler öyle değil mi? diye bir sual hatıra gelebilir. Elbette ki diğerleri
ve bilhassa namaz içinde de öyle: صَلُّوا
كَمَا
رَاَيْتُمُو
نِى اُصَلِّى "Beni
-nasıl namaz kılıyorum- görüyorsanız siz de öyle kılın" buyurmuştur. Ancak, namazı uzun yıllar günde
beş kere etrafındakilere gösterebilmiş ve öğretebilmiştir, hataları görüp müdâhale ve tashih etme imkânı
bulabilmiştir. Halbuki hacc öyle değildir. Ömründe bir kere yapabilmiş ve
sadedinde olduğumuz hadiste de belirttiği gibi, bir başka sefer hacc yapmaya
imkân bulamayacağı endişesindedir ve nitekim öyle olmuş, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), ikinci bir hacc mevsimine yetişmeden öbür dünyaya
irtihal etmiştir. Demek ki, Rabbinin vahyi ile, ilk olan bu haccının aynı
zamanda son haccı olduğunu da biliyordu. Bu sebeple, her âdâbı, en küçük
teferruatına kadar bizzat göstermek, eksiksiz öğretmek için hususî bir gayret
ve tedbir içerisine idi. Ashab'ın da müstesna bir öğrenme çabasına girmesini
istiyordu. "Menâsikinizi benden alın" diye sıkca hatırlatması bunu
ifade eder.
Hacc
menâsikinin, câhiliyye devrinde de Araplar arasında mevcut ve büyük çoğunluk
tarafından icrâ edilen bir ibâdet olduğu düşünülecek olursa bu
"öğretme" ve "öğrenme"nin büyük bir dikkat içerisinde
cereyan etmesinin ehemmiyeti daha iyi anlaşılır.
2-
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bu fasılda kaydedilen üç hadisten ilk
ikisine göre taşları yaya olarak atmıştır, üçüncüsüne göre de bineğinin
üzerinde atmıştır. Âlimler arada bir teâruz görmezler. Üçüncü rivayet,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yevm-i nahrde yâni taşlamanın ilk
gününde deve üzerinde yaptığını ifade etmektedir. Demek ki, o gün taşın atılış
şeklini herkesin görmesi için Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) deve üzerinde
taşlama yapmıştır, diğer günlerde yaya gelmiştir. Şu halde Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) taşlamaları bâzan binekli bâzan bineksiz ve yaya
olarak yapmış, Ashâb-ı Kiram da onu ne halde gördü ise öyle rivayet etmiştir.
3-
Ashab'ın tatbikatıyla ilgili rivayetlere gelince, 1451 numaralı rivayette, insanlar tâbiriyle Ashab
kastedilmektedir, taşlamalara yayan gidipgeldikleri belirtilir. Rivayette
istisna edilen Hz. Muâviye'nin şişmanlık gibi bir mâzeretle hayvana bindiğini
şârihler kaydeder. Keza İbnu Ebî Şeybe'nin bir rivayetinde, "Câbir İbnu
Abdillah (radıyallahu anh) bir zaruret olmadan taşlamalara hep yaya gider
gelirdi" denmektedir.
4-
Muhtelif rivayetleri toptan gözönüne alarak nihâî hükmü belirleyen fukahânın
değerlendirmesine gelince, bunu Müslim şârihi İmam Nevevî şöyle açıklar:
[H
İmam Mâlik ve Şâfiî'nin ve diğer bazılarının mezhebine göre, Mina'ya binek
üzerinde gelenlerin cemretü'l-Akabe'ye,
yevm-i nahirde binek üzerinde taş atmaları müstehabdır. Ama böyle birisi
yaya olarak atsa da câizdir.
*
Mina'ya yaya olarak gelen de yaya olarak taşlama yapar.
Bu
iki hüküm de yevm-i nahr içindir.
*
Eyyam-ı teşrik'in ilk iki gününe gelince, bu iki günde bütün taşları yaya
olarak atmak sünnettir. Üçüncü günde ise binek üzerinde atılır ve (Mina'yı
terketmek üzere) yola çıkılır.
Bu
söylenenler Şâfiî, Mâlik ve diğer bir kısım fukahânın mezhebidir.
*
Ahmed İbnu Hanbel ve İshâk İbnu Râhuye: "Yevm-i nahrde yaya olarak
taşlamak müstehabdır" demişlerdir.
*
İbnu'l-Münzir: "İbnu Ömer, İbnu'z-Zübeyr ve Sâlim yaya olarak taşlama
yaparlardı" der ve ilâve eder:
Ulemâ,
yaya veya binek üstünde, hangi hal üzere olursa olsun yapılan taşlamanın câiz
olduğunda icma eder."]
Günümüzde
esas alınacak olan, Nevevî'nin
İbnu'l-Müzir'den naklen kaydetmiş bulunduğu bu icmadır. Artık hayvan veya başka
çeşit binme vasıtası üzerinde taşlama yapmak mümkün değildir. Cemerât denilen
şeytan taşlama mevzileri, izdiham sebebiyle hacc menâsikinin en zahmetli ve
-tâbir câizse- en tehlikeli yerleridir.
Yeri
gelmişken kaydetmek isteriz: 1430-1436 numaralarda ve bâhusus 1433 numaralı
hadiste gördüğümüz üzere, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) taşlamaları,
kadın, çocuk, yaşlı gibi "zayıfların"; çoban gibi "mazeretliler"in emniyet ve gönül huzuru içinde yapabilmeleri için hususî tedbirler almış,
istisnâî ruhsatlar vaz'etmiştir. Her yıl
birçok kazaların vuku bulduğu, ölümlerin hasıl olduğu bu izdihamlı noktalarda günümüzün şartlarına
uygun yeni tedbirlere ihtiyaç vardır. Sözgelimi, taşlama mahallerine gidiş,
hacc teşkilatlarına tanınacak belli bir programa göre yapılarak disiplin altına
alınabilir, bu mevzilere giriş ve çıkış istikâmetleri tesbit edilip buna
riâyetin tahakkuku için tedbirler
alınabilir vs. [532]
ـ1ـ
عن جابر
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُ قال:
]قال رسولُ
اللّه #:
اسْتِجْمَارُ
تَوٌّ،
وَرَمْىُ الجِمَارِ
تَوُّ،
وَالسَّعْى
بَيْنَ الصّفَا
والمَرْوَةِ
تَوٌّ،
وَالطّوَافُ
تَوٌّ،
وَإذَا
اسْتَجْمَرَ
أحَدُكُمْ فَليَسْتَجْمِرْ
بِتَوٍّ[.
أخرجه
مسلم.»التَّوُّ«
الوتر .
1. (1453)- Hz. Câbir anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) efendimiz buyurdular ki:
"(Taharet maksadıyla) taş kullanmak tektir. Şeytana atılan taş tektir.
Safâ ile Merve arasında sa'y tektir, tavaf da tektir. Öyle ise sizden biri
(tahâret için) taş kullanacaksa bunu da tek kılsın." [Müslim, Hacc 315,
(1300).][533]
AÇIKLAMA:
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), belki de yapacağımız işlerde her an dikkatli olmak,
rastgelelikten kaçınmak, sayma, hesaplama alışkanlığını kazandırmak için
olacak, sayıya ve bilhassa sayının "tek"le tamamlanmasına ehemmiyet
vermiştir: إِنَّ
اللّهَ
وِتْرٌ
يُحبُّ
الْوِتْرَ "Allah tektir, teki sever" umumî
prensiptir. Öyleyse, yine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
ifadesiyle: ...فَأَوْتِرُوا
يَا اَهْلَ
الْقُرْآنِ "Ey Kur'ân dostları, her şeyde teke riâyet edin!"
Sadedinde
olduğumuz rivayet, bu "tek" prensibini hâkim kılmamız gerekli bazı
fiillerimizi bizzat saymaktadır:
1-
Kırda, dağda, müsait yerlerde büyük abdest bozduktan sonra taşla istinca
yapınca kullanacağımız taşların sayısını tek tutmak. Bu mevzuya 3574-3576
numaralı hadislerde genişçe temas edeceğiz. Ancak şimdiden şu kadarını
söyleyelim ki, bugünün hayat şartlarında kanalizasyon sistemine bağlanmış modern
meskenlerde taş kullanmanın mahzurları var. Bunun yerini hıfzıssıhha kâğıtları
almış durumda. Taşla ilgili prensiplerin kâğıt şartlarına adaptesi uygundur.
Yaptığımız
işlerde "tek"e riâyet, o işleri yaparken sünnetin, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın, Allah'ın sevgisinin hatırlanılmasına vesiledir,
dinî bir telkindir, riâyetinde pek çok maslahatlar mevcuttur. لَقَدْ
كَانَ لَكُمْ
فِى رَسوُلِ
اللّهِ
اُسْوَةٌ
حَسَنَةٌ
[534]
ـ2ـ
وعن ابن عباس
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُما قال:
]لَوَْ مَا
يُرْفَعُ
الَّذِى يُتَقَبَّلُ
مِنَ
الجِمَارِ
كَانَ
أعْظَمَ مِنْ
ثَبِيرٍ[.
أخرجه رزين .
2. (1454)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ)'ın (anlattığına göre) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle
demiştir: "Atılan taşlardan kabul edilenler kaldırılmasaydı, Sebîr
dağından daha büyük bir yığın ortaya çıkardı." [Rezîn'in ilâvesidir. Hadis
Münzirî'nin et-Tergib ve't-Terhib'inde kaydedilmiştir (2, 131).][535]
AÇIKLAMA:
Bu
hadis, Ebu Saîdi'l-Hudrî tarafından rivayet edilmiştir. Aslı şöyle: "(Bir
gün): "Ey Allah'ın Resûlü, her yıl atılan bu taşlar(a ne oluyor?) bize
eksiliyor gibi geliyor!" dedik. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
cevabı şu oldu:
"Onlardan
kabul edilenler (Allah tarafından) kaldırılır. Eğer öyle olmasaydı, bunları
dağlar gibi yığılmış görürüz."
Münzirî'nin
verdiği bilgiye göre, hadisi Taberânî ve Hâkim de tahric etmişlerdir. [536]
Halk
(traş), umre veya hacc için ihrama
girenlerin ihramdan çıkarken saçlarını dipten kestirmelerine denir. Taksîr de,
makas veya benzeri bir âletle saçların uçtan kesilerek kısaltılmasıdır.
Halk
ve taksîr, Hanefîler'e göre vacib, Şâfiîler'e göre rükündür. İhramlıların Harem
bölgesi dahilinde traş olması gerekir. Aksi takdirde (kurban) cezası gerekir.
İhramdan
çıkarak, ihram yasaklarından kurtulmanın şartlarından biri traş olmaktır. Traş
olmadıkça ihramdan çıkılmış sayılmaz. Kadınlar saçlarının uçlarından bir miktar
keserek kısaltırlar, dipten kesmeleri mekruhtur. Erkeklerin saçlarının uç
kısmından parmak ucu kadar uzunlukta, abdest için meshi farz olan
miktarca kesmeleri yeterlidir. Dipten keserek traş olmaları ise efdaldir. Traş
veya taksîr haccda cemretu'l-Akabe'ye taş attıktan ve (temettu ve kıran haccı
yapanlar için) kurban kestikten sonra yapılır, daha önce olursa dem gerekir.
Umrede sa'y biter bitmez traş olur.[537]
ـ1ـ
عن أنس رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُ ]أنَّ
النَّبىَّ #
أتَى
الْجَمْرَةَ
فَرَماَهَا
ثُمَّ أتَى
مَنْزِلَهُ
بِمَنىً
وَنَحَرَ
ثُمَّ قَالَ
لِلْحَّقِ
خَذْ
وَأشَارَ إلى
جَانِبِهِ
ا‘يْمَنِ
ثُمَّ
ا‘يْسَرِ
ثُمَّ جَعَلَ
يُعْطِيهِ
النَّاسَ[.وفي
رواية: أعْطى
الجَانِبَ
ا‘يْمَنَ
لِمَنْ
يَلِيهِ
وَا‘يْسَرَ
‘مِّ سُلَيْمٍ
.
1. (1455)- Hz. Enes (radıyallahu anh):
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) cemretu'l-Akabe'ye geldi, taşlarını
attı, sonra Mina'daki menziline
(konakladığı yere) geldi ve kurbanını
kesti. Sonra berbere:
"Al!"
dedi ve sağ yanını işaret etti. Sonra sol tarafını işaret etti, sonra (kesilen
saçları) halka vermeye başladı."
Bir
rivayette şöyle denir: "Sağ yandan kesileni sağındakilere, sol yandan
kesileni de Ümmü Süleym'e verdi." [Buhârî, Vudû 33; Müslim, Hacc 323,
(1305); Tirmizî, Hacc 73, (912); Ebu Dâvud, Menâsik 79, (1981).][538]
ـ2ـ
وفي رواية:
]أنَّهُ
دَفَعَ
ا‘يْسَرَ إلى
أبِى
طَلْحَةَ،
وَقاَلَ لَهُ
: اقْسِمْهُ
بَيْنَ
النَّاسِ[.
أخرجه الخمسة
إ النسائى .
2. (1456)- Bir rivayette şöyle
denmiştir: "Sol taraftan
kesilenleri Ebu Talha'ya verdi ve ona: "Bunu halka dağıt" diye emretti."[539]
AÇIKLAMA:
1-
Bu hadis muhtelif vecihlerle rivayet
edilmiştir. Hadisin Müslim' de de kaydedilen bir vechine göre, sağ ve solunu
traş ettiren Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ebu Talha'yı çağırıp,
kesilenleri ona vererek, halka dağıtmasını emreder.
2-
Ulemânın hadisten çıkardığı hükümlerden bazıları şunlardır:
1)
Hadis traşa sağ taraftan başlamanın
sünnet olduğunu göstermektedir. Ebu Hanife berberin sağı esas alınmalı, başın
solundan başlanmalı demiştir.
2)
Büyüklerin saçıyla teberrük edilebilir.
3)
Saç temizdir.
4)
Başkasının saçını alıp taşımak câizdir.[540]
ـ3ـ
وعن علي
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُ قال:
]نَهَى رسولُ
اللّه # أنْ
تَحْلِفَ
المَرْأةُ
رَأسَهَا[.
أخرجه
الترمذى.وزاد
رزين: في
الحجِّ
وَالْعُمْرَةِ
وَقاَلَ:
إنَّمَا
عَلَيْهَا
التَّقْصِيرُ
.
3. (1457)- Hz. Ali (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) kadının saçını
traş etmesini yasakladı." [Tirmizî, Hacc 75, (914).]
Rezîn'in
ilâvesinde: "...Haccda da, umrede de" ziyadesi vardır. Bu ziyadeden
sonra (Rezîn ilaveten şunu) der: "Onlara sadece teksîr (kısaltma)
gereklidir."[541]
ـ4ـ
وعن ابن عمر
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُما
قال: ]رسول
اللّه #:
اللَّهُمَّ
ارْحَمِ
المُحَلِّقينَ.
قالُوا:
وَالمُقَصِّرِينَ
يَارسولَ
اللّهِ،
اللَّهُمَّ
ارْحَمِ المُحَلّقينَ.
قالُوا:
والمُقصِّرينَ
يَارسُولَ
اللّهِ؟ قالَ:
وَالمُقَصِّرِينَ[.
أخرجه الستة إ
النسائى .
4. (1458)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Ey Allahım,
traş olanlara rahmet et" diye dua etmişti. Yanındakiler:
"Kısaltanlara
da ey Allahın Resûlü!" dediler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
efendimiz:
"Ey
Allahım traş olanlara rahmet et!" diye duasını tekrar etti. Yanındakiler
tekrar:
"Kısaltanlara
da Ey Allah'ın Resûlü!" dediler, bu sefer:
"Kısaltanlara
da!" buyurdu." [Buhârî, Hacc 127; Müslim, Hacc 316, (1301); Muvatta,
Hacc 184, (1, 395); Tirmizî, Hacc 74, (913); Ebu Dâvud, Menâsik 79, (1979).][542]
ـ5ـ
وللشيخين عن
أبى هريرة
]أنَّ رسول
اللّه # قال:
اللَّهُمَّ
اغْفِرْ لِلْمُحَلّقينَ.
قالُوا يَا
رسوُلَ
اللّهِ وَلِلْمُقَصِّرِينَ.
قال:
اللَّهُمَّ
اغْفِرْ
لِلْمُحَلّقينَ.
قالُوا
يَارسُولَ
اللّهِ
وَلِلْمُقَصِّرينَ.
قالَ:
اللَّهُمَّ اغْفِرْ
لِلمُحَلّقينَ.
قالُوا
يَارسول اللّهِ:
وَلِلْمُقَصِّرينَ.
قال:
وَللمُقَصِّرينَ[
.
5. (1459)- Sahiheyn'in Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh)'den kaydettiği bir rivayet şöyledir: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm): "Ey Allahım, traş olanlara mağfiret et!"
demişti, yanındakiler: "Ey Allah'ın Resûlü! Kısaltanlar için de (dua
ediver!)" dediler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yine: "Ey
Allahım, traş olanlara mağfiret et!" buyurdu. Yanındakiler: "Ey
Allah'ın Resûlü! Kısaltanlar için de (dua ediver!)" dediler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Ey
Allahım, traş olanlara mağfiret et!" dedi.Yanındakiler: "Ey Allah'ın Resûlü! Kısaltanlara da
(dua ediver)" dediler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bu üçüncü
talebte): "Kısaltanlara da!" dedi." [Buhârî, Hacc 127; Müslim,
320, (1302).] [543]
ـ6ـ
ولمسلم عن أم
الحُصَيْنِ
رَضِىَ
اللّهُ َعَنْها
قالت: ]سَمِعْتُ
النَّبىَّ #
في حَجَّةِ
الوَدَاعِ دعَا
لِلمُحَلّقينَ
ثَثاً،
وَلِلمُقَصِّرِينَ
مَرّةً
وَاحِدَةً[ .
6. (1460)- Müslim'de Ümmü'l Husayn
(radıyallahu anhâ)'ın bir rivayeti şöyledir:
"Veda haccında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, traş
olanlara üç kere, kısaltanlara bir kere dua ettiğini işittim."[544]
AÇIKLAMA:
1- Cumhur, traş olmayı (halk)
haccın menâsikinden yâni ibadet saymıştır."Çünkü, derler, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) traş olana dua etti. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın duası, bu amelde sevab bulunduğuna delildir. Sevab da onun mübah
bir amel değil, ibadet olduğunun delilidir. Zîra mübah şeylerde değil, ibâdet
olan şeylerde sevab vardır." Keza "halk"ın "taksir"e
tafdil edilmesi de bunun ibâdet olduğuna delildir. Çünkü mübah olan şeylerde
birbirine üstünlük aranmaz.
2-
Hadisin bazı vecihlerinde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), traş
olanlara üç sefer duadan sonra dördüncü
seferde "kısaltanlara da" demiş, traş olanları öbürlerine üstün
tutmuştur.
3-
Bu üç hadiste mevzubahis olan vak'a Hudeybiye'de mi cereyan etti, Veda haccında
mı vârid oldu? münâkaşa edilmiştir. Başta Nevevî, birçokları "iki ayrı
vak'adır" demiştir. Hâdisenin
Hudeybiye'de geçme ihtimali de kuvvetlidir. Çünkü orada Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın emrine rağmen Ashab'da -fiilen umre yapamadıkları
için- ihramdan çıkma emrine uymada isteksizlik vardı. Hatta Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm),Ümmü Seleme'nin:
"Ey
Allah'ın Resûlü, sen önce ihramdan çık, onlar sana uyacaklardır!"
şeklindeki tavsiyesine uyarak, kendisi
önce ihramdan çıkmış, sonra da diğer Ashab onu tâkib ederek traş olup
ihramdan çıkmış idi.
İşte
bu isteksizliğin hâkim olduğu bir atmosferde taksir değil de traş olanlar
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ta daha ziyâde memnuniyet hasıl etmiş, bu durum onların daha içten gelen duygularla,
rıza ile emre uyduklarının delili sayılmıştı. İbnu Mâce ve başka kaynaklarda
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'dan
gelen bir rivayet bu hususa sarâhat kazandırır:
إِنَّهُمْ
قَالُوا:يَا
وَسُولَ اللّهِ
مَابَالُ
الْمُحَلِّقِينَ
ظَاهَرْتَ
لَهُمْ بِالرَّحْمَةِ؟
قال
‘َِنَّهُمْ
لَمْ
يَشُكُّوا
"Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a öbürleri sordu: "Ey Allah'ın Resûlü, traş olanların farkı ne ki, onları rahmet temenni ederek te'yid ettiniz?"
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Çünkü onlar (verilen emre uymada)
şekke ve tereddüde düşmediler" cevabını verdi.
Hâdisenin
Veda haccında cereyan etme ihtimalini gözönüne alan Hattâbî, Meâlim'de
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın traş olanlara üç sefer rahmet duasından sonra,
"kısaltanlara" dördüncü seferde yer vermesinin sebebini şöyle izah
eder: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la hacc yapanların büyük
çoğunluğu, beraberinde kurbanlık getirmemişlerdi. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bunlara hacca olan niyetlerini
umreye çevirmelerini ve ihramdan çıkmalarını
ve traş olmalarını emrettiği zaman, bu onlara ağır ve zor geldi.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ısrarı üzerine, itaatten başka çıkar yol olmadığını
anladılar, ancak kendilerine böyle bir emri taksirle (kısaltma) yerine getirmek
daha hafif olduğu için, çoğunluk kısalttı, az bir miktar traş oldu. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) da, emre uymayı daha güzel ifade eden
"traş"ı öbürüne üstün tutarak, onlara rahmet duasında bulundu."
Ancak,
umre ile hacc birbirine yakın olma durumunda, umrenin ihramından çıkarken
taksir, haccın ihramından çıkarken de traş olmanın daha muvafık olacağı
hususunda Cumhur'un ittifakına dayanılarak bu izaha itiraz edilmiştir. Zîra
mezkûr durum böyle idi: Umre ile haccın arasında dört günlük bir tahallül
zamanı vardı.
Âlimlerden
bazısının -daha mâkul bulunan- bir izahına göre, "Arabların o zaman
âdeti, saçı fazlaca uzatmaktı ve onlar
uzun saçla süslenmeyi seviyorlardı. Bu
sebeple nâdir kimseler saçlarını dipten kestirirdi. Çoğu kere saçı şöhret ve
zinet vesilesi telâkki ederlerdi. Buna binaen traş olmayıp, kısaltmakla
yetindiler."
Hadiste
bulunan bazı fevaid ve ahkâm:
1-
Taksîr, traşın yerini tutar. Bu hususta ulemâ icma etmiştir. Mâlikî ve
Hanbelîlere göre, traşla taksîr tercih işi olmakla birlikte bir yerde
ayırdedilir. O da, ihramlının saçının
çok kısa olma durumuna bağlıdır. Elbette bu durumda taksîr değil, traş
mevzubahis olur. Şâfiî ve Ebu Hanife'ye göre ihramlı nezretmişse veya taksiri
mümkün olmayacak derecede saçı hafifse "taksîr" veya "traş"
ayırımı yapılır. Hiç saçı yoksa ustura veya traş makinasının başın üstünden
geçirilmesi kifayet eder.
2-
Bu hadis traşın taksîrden efdal olduğuna delildir. Çünkü traşta daha üstün bir
ibâdet, daha kavi bir itaat, niyetteki
doğruluğa daha ziyade bir delâlet vardır. Zira, taksir yapanın nefsinde saçla süslenmeye karşı bir ilgi devam
ediyor demektir, traş olan bu duyguyu Allah rızası için terketmiş demektir.
Bundan hareket eden sülehâ, tevbe sırasında saçlarını traş ettirmişlerdir.
3)
Hadiste geçen muhallikîn tâbirinden başın tamamının traş edilmesinin meşruiyeti
anlaşılmıştr. Çünkü Arapça yönüyle kelimenin sigası bu mânaya işâret eder.
Hatta, bundan hareketle İmam Ahmed ve Mâlik, başın tamamının traş edilmesinin
vacib olacağına hükmetmiştir. Kûfîler ve Şâfiîler tamamını traşın müstehab
olduğunu söylemekle birlikte bir
kısmının traş edilmesinin yeterli olacağına hükmederler. Hanefîler'e göre
dörtte birin traşı yeterlidir, sadece Ebû Yusuf "yarısı" demiştir.
İmam Şâfiî merhum ise: "En az üç
saç telinin kesilmesi yeterlidir" demiştir. Bazı Şâfiîlerin, "Tek bir
kılın kesilmesi de yeterlidir" dediği de rivayet edilmiştir.
Taksîr
de halk gibidir, baştaki saçın tamamının
kısaltılması efdaldir. Kesilen miktarın parmak ucu boyundan aşağı düşmemesi
müstehabtır, daha kısa ile yetinse de, taksîr yerine gelmiş olur.
4)
Hadis, şeriatın bir emrini yerine getiren kimseye dua etmenin meşruiyetine de
delildir.
5)
İki işten râcih olanı yapan kimseye duanın tekrarla yapılması müstehabdır.
6)
İki tarzda da yapılması câiz olan bir işin râcihi varken mercûhunu yapan için
de dua talebinin ve dua etmenin cevâzı. [545]
Tahallül,
ihramdan çıkmayı yasaklardan kurtulmayı ifade eder. İhram, haccın mühim bir vecibesidir.
Mîkatta hacc veya umreye niyetle başlar. Aslında ihram haram kılma demektir,
bir kısım helâlleri yasak kılarak devam eder. Öyle ise tahallül de helâl
kelimesinden gelir ve ihramın getirdiği yasakların kalkması mânasına gelir.
*
Umre için ihram giymiş olan Safâ ile
Merve arasında sa'yi tamamladı mı, traş olur ve ihramdan çıkar.
*
Hacc için ihrama giren, temettu ve kıran haccına niyet etmişse, Mina'ya gelip, yevm-i nahirde
cemretu'l-Akabe'ye taş atıp, kurbanını kestikten sonr traş olur ve ihramdan
çıkar. Bu söylenen sıraya uymak
Hanefîlerde vâcibtir, uymayana dem (kurban) gerekir.
*
Traş safhasına gelen ihramlı kendi kendine traş olabilir veya başkasını traş
edebilir.
*
Traş olan bir hacıya cima dışında bütün ihram yasakları helâl olur. İfâza tavafını
yapınca o da helâl olur. Umre ihramından çıkmak
üzere traş olana her şey helâl olur.[546]
ـ1ـ
عن عبداللّه
بن عمرو بن
العاص رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُما
قال: ]وَقَفَ
رسولُ اللّه #
في حَجَّةِ
الْوَدَاعِ
بِمنىً
لِلنَّاسِ
يَسْألُونَهُ
فَجَاءَ
رَجُلٌ
فقَالَ: لَمْ
أشْعَرْ
فحَلَقْتُ
قَبْلَ أنْ
أذْبَحَ؟ فقَالَ:
اذْبَحَ وََ
حَرَجَ.
وَجَاءَهُ
آخَرُ فقَالَ:
لَمْ أشْعُرْ
فَنَحَرْتُ
قَبْلَ أنْ
أرْمِى؟
فقَالَ: ارْمِ
وََ حَرَجَ.
فَمَا سُئِلَ
رسولُ اللّه #
يََوْمَئِذٍ
عَنْ شَئٍ قُدِّمَ
وََ أخِّرَ
إَّ قالَ
افْعَلْ وََ
حَرَجَ[.
أخرجه الستة إ
النسائى .
1. (1461)- Abdullah İbnu Amr İbni'l-Âs
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Veda
haccında Mina'da, halkın meselelerini kendisine sorması için durmuştu. Bir adam
gelip:
"(Ben
kurbanın traştan önce olacağını) bilemedim ve kurbandan önce traş oldum?"
dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"(Şimdi
de kurbanını) kes, burada bir beis yok" cevabını verdi. Bir başkası daha
gelip:
"(Taşı
kurbandan önce atmak gerektiğini) bilemedim ve taşlamayı yapmadan kurban
kestim" dedi. Buna da:
"Şimdi
taşını at, bunda bir mahzur yok!" diye cevap verdi. O gün Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a "Şunu önce, yaptık"; "Bunu sonra
yaptık" şeklinde takdim te'hirle
ilgili her ne soruldu ise hepsine: "Yap
bunda bir mahzur yoktur!" diye cevap verdi." [Buhârî, Hacc
131, İlm 23, 46, Eymân 15; Müslim, Hacc 327, (1306); Muvatta, Hacc 242, (1,
421); Tirmizî, Hacc 76, (916); Ebu Dâvud, Menâsik 80, (2014); İbnu Mâce,
Menâsik 74, (3051).][547]
AÇIKLAMA:
Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Mina'da durduğu yer ve zamanla ilgili
olarak ihtilâflar farklıdır. Bazıları öğleden sonra olduğunu ifade eder ki, bu
durumda, haccın geri kalan menâsikinin hacılara açıklanması için imamın okuması
teşrî edilen mutad hutbe olma ihtimali ortaya çıkmaktadır. Ancak cemreler
arasında durduğu, konuştuğu da bazı
rivayetlerde belirtilmiştir. Bu durumda, rivayetlerin hem hutbeden, hem de
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, problemi olanların sorularına cevap maksadıyla yapmış olduğu konuşmalardan bahsetmiş
olma ihtimalleri mevcuttur.
Soru
sahiplerinin ismi açık değildir. Bunun sebebi, soru sahiplerinin bedevîler
olmasından ileri geliyor, zîra bir rivayette
كَانَ
اَْعْرابُ
يَسْأَلُونَهُ "Bedevîler
sorular soruyordu" açıklaması gelmiştir.
Rivâyetler
pek çok meselenin sorulduğuna işâret ederler. Râvilerin zikrettikleri
meseleleri şöyle hülâsa etmek mümkün:
1-
Kurbanın kesilmesinden önce traş,
2-
Taşların atılmasından önce traş,
3-
Taşların atılmasından önce kurbanın kesilmesi,
4-
Taş atılmazdan önce ifâza tavafı,
5-
Traşdan önce, taşlama ve ifâza tavafı,
6-
Kurbandan önce ifâza ziyareti,
7-
Tavaftan önce sa'y.
Fazla
teferruata girmeden neticeye gelmek gerekirse: "Ulemâ, Mina' da yevm-i
nahirde dört vazife bulunduğunu, bunların şu sırayla yapılmasının matlub
olduğunu söylemekte icma eder:
1-
Akabe cemresine taş atmak,
2-
Kurban kesmek,
3-
Traş (veya taksîr) olmak,
4-
İfâza tavafı,
Bunlar
arasında yapılacak takdim ve te'hirin de câiz olacağında, yani haccı ifsad
etmeyeceğinde ulemâ ittifak ederse de, terettüp edecek hüküm hususunda ihtilâf
ederler.
*
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ): "Bu sıra bozulursa dem
gerekir" der. Hanefîler,
Saîd İbnu Cübeyr, Katâde, Hasan Basrî, Nehâî de böyle hükmeder.
*
Şâfiî ve selefin cumhûru ve ashâbu'lhadis: "Caizdir, dem gerekmez"
der. Sadedinde olduğumuz rivâyetler de bu hükme uygundur.[548]
ـ2ـ
وعن أسامة بن
شَريك رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُ قال:
]خَرَجْتُ
مَعَ رسولِ
اللّهِ #
حَاجّاً فَكَانَ
النَّاسُ
يَأتُونَهُ،
فَمِنْ قَائِلٍ
يَقُولُ
يَارسُولَ
اللّهِ:
سَعَيْتُ قَبْلَ
أنْ أطُوفَ
وَأخَّرْتُ
شَيئاً أوْ
قَدَّمْتُهُ؟
فَكَان
يَقُولُ: َ
حَرَجَ إَّ
عَلى رَجُلٍ اقْتَرَضَ
عِرْضَ
مُسْلمٍ
وَهُوَ
ظَالِمٌ فذلِكَ
الَّذِى
حَرِجَ
وَهَلَكَ[.
أخرجه أبو داود.»الحرج«
اثم والضيّق.
ومعنى
»اقْتَرضَ عِرْضَ
مُسْلم«
اعتابه، شبّه
ذلك بالقَطع
بالمِقْرَاض .
2. (1462)- Üsâme İbnu Şerîk
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la
birlikte ben de hacca çıktım. Halk kendisine mürâcaat ediyordu. Gelenlerden
bazısı:
"Ey
Allah'ın Resûlü, tavaftan önce sa'y yaptım, bazı şeyleri vaktinden sonraya bıraktım veya vaktinden önce aldım (ne buyurursunuz, hükmü
nedir?)" şeklinde soruyordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da:
"Bunda
bir günah yok. Ancak bir kimse bir Müslümanın
ırzını makaslarsa (gıybetini ederse) o zâlimdir. İşte günah işleyen ve
kendini helâke atan odur." buyurdu. [Ebu Dâvud, Menâsik 88, (2015).][549]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste geçen harec'den
maksat günah denmiştir. Makaslama diye tercüme ettiğimiz tâbirden maksad da
gıybettir. "Hacc menâsikinde takdimte'hir yapan günahkâr olmaz, ama gıybet
eden günahkâr olur" denmek istenmiştir.
2- Mina'da kalındığı müddetçe
yapılacak dört vazifenin icrasında tertibe riâyet edilmesi esas olmakla
birlikte takdimte'hir gibi durumlarla
tertibin bozulma hallerinde terettüp edecek hükümle ilgili olarak önceki
hadiste açıklama yaptık, burada bir kere daha şöyle özetlemek mümkün:
*
Şâfiî ve muhaddisler grubu hadisin
zâhirini esas alarak takdimte'hirde bir şey gerekmez der.
*
Ebu Hanife ve bazıları: "Takdimte'hir dem gerektirir" der.
*
Bazıları "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), "harec yok" demekle, "takdimte'hirde günah yok"
demek istemiştir, bu fidye ödenmesinin gereğini kaldırmaz" demiştir.
*
Bazıları: "Taktim-te'hiri sehven yapana birşey gerekmez" demiştir.[550]
ـ3ـ
وعن نافع قال:
]لَقِىَ ابن عُمرَ
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهما
رَجًُ أفَاضَ
وَلَمْ
يَحْلِقْ
وَلَمْ
يُقَصِّرْ
جَهِلَ ذلِكَ
فَأمَرَهُ
أنْ يَرْجِعَ
فَيحْلِقَ أوْ
يُقَصِّرَ
ثُمَّ
يَرْجِعَ إلى
الْبَيْتِ
فَيُفِيضَ[.
أخرجه مالك .
3. (1463)- Nâfi' anlatıyor: "İbnu
Ömer (radıyallahu anhümâ), ifâza tavafını yapmış, fakat cehâletle henüz traş
olmamış, kısaltma da yaptırmamış bir adama rastladı. Adama, dönüp traş olmasını
veya saçını kısaltmasını, sonra da Beytullah'a yeniden ifâza tavafında
bulunmasını emretti." [Muvatta, Hacc 189, (1, 397).] [551]
ـ1ـ
عن ابن عمر
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُما:
]أنَّ عُمَرَ
قال: مَنْ
رَمَى
الجَمْرَةَ
ثُمَّ حَلَقَ
أوْ قَصَّرَ
وَنَحَرَ
هَدْياً إنْ
كَانَ مَعَهُ
فَقَدْ حَلَّ
لَهُ مَا
حَرُمَ عَلَيْهِ
إَّ
النِّسَاءَ
وَالطّيبَ
حَتَّى يَطُوفَ
بِالْبَيْتِ[.
أخرجه مالك .
1.
(1464)- İbnu
Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "(Babam) Hz. Ömer (radıyallahu anh)
buyurdu ki:
"Kim
cemretu'l-Akabe'ye taşını atar, sonra traş olur veya kısaltır ve de -yanında
olduğu takdirde- kurbanını keserse, kendisine ihramlı iken haram olanlardan
-kadına temas ve koku hâriç- hepsi helâl olur. Bunların haramlığı Beytullah'a
yapacağı ifâza tavafına kadar devam
eder. İfâza yapınca onlar da helâl olur." [Muvatta, Hacc 221, (1,
410).][552]
AÇIKLAMA:
1- Hz. Ömer (radıyallahu anh),
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in sünnetine uyarak, bu konuşmayı
Arafat'ta yapar. Hz. Ömer, Mina'da taşlama, kurban ve traştan sonra ihram
yasaklarından ikisi hariç, diğerlerinin kalkacağını hatırlatır. Traşla hâsıl
olan bu duruma ilk tahallül denir. İfâza tavafından sonra kadına temas ve koku
sürünme yasağının da kalkmasına ikinci
tahallül denir. Böylece ihramdan tamamen çıkılmış olur.
2-
İlk tahallülden itibaren helâl olan veya haramlığı devam eden şeyler hususunda
selef ihtilaf etmiştir:
*
İbnu Ömer'e göre -yukarıda belirtildiği üzere- ilk tehallülden sonra koku ve
cimânın haramlığı devam eder.
*
İmam Mâlik: "Sayd (av) yasak" der.
* İbnu Abdilberr تقتلو
الصيد وانتم
حرم "İhramda iken av hayvanı öldürmeyin" âyetine
dayanarak: "Kendisine kadın haram olan kimsenin ihramı devam eder"
der.
*
Atâ ve bir grup âlim: "İlk tahallül ile kadın ve av dışındaki haramlar
kalkar" demiştir.
*
Şâfiî, Hanefî ve bir grup âlim: "İlk tahallül ile sadece kadına temas
hâriç gerisi helâl olur" demiştir.[553]
ـ2ـ
عن ابن عباس
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُما.
أنّه قال:
]إذَا رَمَى
الجَمْرَةَ
يعنى جمرة
العقبةِ
فقَدْ حَلَّ
لَهُ كُلّ
شَئٍ حَرُمَ
عَلَيْهِ إَّ
النِّسَاءَ.
قِيلَ:
فَالطِّيبُ؟
قال: أمَّا أنَا
فقَدْ
رَأيْتُ
رسولَ اللّه #
يَتَضَمَّخُ بِالْمِسْكِ
أوْ طِيبٌ
هُوَ[. أخرجه
النسائى .
2. (1465)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) demiştir ki: "Bir kimse cemretü'l-Akabe'ye taşını attı mı
kendisine -kadın dışında- haram olan her şey helâl olur."
Onun
bu sözü üzerine:
"Ya
koku? (o da mı helâl olur?)" diye soruldu. Dedi ki:
"Gerçekten
ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı misk sürünürken gördüm. Yoksa o koku
değil miydi?" [Nesâî, Hacc,231, (5, 277); İbnu Mâce, Menâsik 70, (3041).][554]
AÇIKLAMA:
Görüldüğü
üzere İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) ilk tahallülden sonra sâdece kadına
temasın haramlığını ifâza tavafına kadar devam ettirip geri kalanların helâl
olduğunu belirtmektedir.
Koku
ile alâkalı soru üzerine "...Misk koku değil mi?" demesi istifham-ı
inkârî'dir. O hususta hiç şüphe olmadığını söylemek için böyle bir üslûba yer
vermiştir.[555]
ـ3ـ
وعن أم سلمة
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْها قالت:
]كَانَتْ
لَيْلَتِى
الَّتِى
يَصِيرُ
إلىَّ فِيهَا
رسول اللّه #
مَسَاءَ
يَوْمِ
النَّحْرِ،
فَصَارَ
إلىَّ
فَدَخَلَ
عَليَّ
وَهْبُ بْنُ
زَمْعَةَ
وَمَعَهُ رَجُلٌ
مِنْ آلِ أبِى
أُمَيَّةَ
مُتَقَمِّصَيْنِ.
فقَالَ #
لِوَهْبٍ:
هَلْ أفَضْتَ
يَا أبَا
عَبْدِاللّهِ؟
قالَ: َ
وَاللّهِ يَا
رسُولَ
اللّهِ. قال:
فانْزِغْ
عَنْكَ
القَمِيصَ
فَنَزَعَهُ
مِنْ رَأسِهِ
وَنَزَعَ
صَاحِبُهُ
قَمِيصَهُ
مِنْ رَأسِهِ.
ثُمَّ قالَ:
وَلِمَ
يََارسُولَ
اللّهِ؟
قَالَ
إنَّ هذَا
يَوْمٌ
رُخِّصَ لَكُمْ
إذَا أنْتُمْ
رَمَيْتُمُ
الجَمْرَةَ
أنْ تُحِلُّوا،
يَعْنِى مِنْ
كُلِّ مَا
حُرِمْتُمْ
مِنْهُ إَّ
النِّسَاءَ
فَإذَا
أمْسَيْتُمْ
قَبْلَ أنْ
تَطُوفُوا
بِهذَا
الْبَيْتِ
صِرْتُمْ
حُرُماً
كَهَيْئَتِكُمْ
قَبْلَ أنْ تَرْمُوا
الجَمْرَةَ
حَتَّى
تَطُوفُوا بِهِ[.
أخرجه أبو داود
.
3. (1466)- Ümmü Seleme (radıyallahu
anhâ) anlatıyor: "(Veda haccında) yevm-i nahrın gecesinde Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın beraber olma nöbeti bende idi. O akşam, Vehb İbnu
Zem'a ve beraberinde Ebu Ümeyye ailesinden bir adam olduğu halde, kamislerini
giymiş olarak yanımıza geldiler.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), Vehb (radıyallahu anh)'e:
"Sen
ifâza tavafını yaptın mı Ey Ebu Abdillah?" diye sordu. Vehb:
"Hayır!
Vallahi ey Allah'ın Resûlü, yapmadım!" deyince, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm):
"Öyleyse
şu kamisi çıkar!" dedi. Vehb, onu başından çıkardı. Arkadaşı da kamisini
başından çıkardı. Sonra Vehb sordu:
"Niçin
(çıkarıyoruz) Ey Allah'ın Resûlü?"
"Çünkü
bugün, cemreye taş attığınız takdirde ihramdan çıkmanıza, yâni size haram edilen
her şeyin -kadın hariç- helâl olmasına ruhsat tanındı. Eğer siz, Beytullah'ı
tavaf etmeden akşama girerseniz, cemretü'l-Akabe'ye taş atmazdan önceki gibi
haram olursunuz, bu hal Beytullah'ı tavaf edinceye kadar devam eder" diye
cevap verdi." [Ebu Dâvud, Menâsik 83, (1999).][556]
AÇIKLAMA:
Görüldüğü
üzere, bu rivayete göre, Mina'da ilk tahallül ile tanınan ruhsatlar (kadına
temas hariç diğer ihram yasaklarının
kalkma ruhsatı), yevm-i nahrde, güneş batmazdan önce Beytullah'a ifâza tavafını
yapma şartına bağlanmış olmaktadır. Bu
şart yerine getirilmediği takdirde, yevm-i nahrin akşamından itibaren ihram
yasakları geri gelmektedir. Sadedinde olduğumuz rivayet, kamis denen dikişli
gömleğin çıkarılıp, dikişsiz ihram elbisesinin giyilmesinin emredildiğini göstermektedir.
Bir başka ifadeyle, bu hadis esas alındığı takdirde, bayramın birinci günü
Mina'da büyük şeytanı taşlama, kurban kesme ve traş olmadan sonra başlayan ilk
tahallül (yani kadına temas dışındaki
haramların kalkması), aynı gün içinde, güneş batmazdan önce ifâza tavafı
yapılmadığı takdirde akşamın girmesi ile sona ermektedir. Bu durumda,
dikişli elbise giyme yasağı dahil bütün haramlar geri gelmekte ve ifâza
tavafına kadar devam etmektedir.
Ancak,
bu hadisle fukaha amel etmemiş, buradaki emri, tavafın, yevm-i nahirden başka
güne te'hir edilmemesi için tağliz ve teşdid'e hamletmiştir. Ulemânın hükmüne
göre, ifâza tavafı (ziyaret tavafı da denir) bayram günlerinden birinde (10,
11, 12 Zilhicce) yapılabilir. Ancak efdal ve sünnete uygun olanı bayramın birinci
gününde (yevm-i nahr: 10 Zilhicce) yapılmasıdır. Bayram günlerinin dışına
çıktığı takdirde dem gerekir.[557]
ـ4ـ
وعن ابن عباس
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُما قال:
]َ يَطُوفُ
بالْبَيْتِ
حَاجُّ وََ
غَيْرُ حَاجِّ
إَّ حَلَّ،
قِيلَ
لِعَطَاءِ
مِنْ أينَ
تَقُولُ
ذلِكَ؟ قالَ
مِنْ قَولِ
اللّهِ
تَعالى: ثُمَّ
مَحِلُّهَا
إلى
الْبَيْتِ
الْعَتِيقِ
قِيلَ: فإنَّ
ذلِكَ مِنْ
قَبْلِ
المُعَرَّفِ.
فقَالَ: كانَ
ابْنُ
عَبَّاسٍ
يَقُولُ هُوَ
بَعْدَ المُعَرَّفِ
وَقَبْلَهُ.
وَكَانَ
يأخُذُ ذلِكَ
مِنْ أمْرِهِ
# حِينَ
أمَرَهُمْ
أنْ يُحِلُّوا
في حَجَّةِ
الْوَدَاعِ[.
أخرجه
الشيخان.
»المُعَرَّفُ«
اسم للمواقف:
أى بعد الوقوف
بالمعرف .
4. (1467)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) şöyle demiştir: "Beytullah'ı hacc maksadıyla olsun, başka maksadla
olsun, her kim tavaf ederse tahallül etmiş (ihram yasaklarından çıkmış)
olur."
(İbnu
Abbâs'ın bu sözünü nakleden) Atâ'ya:
"Bunu
neye dayanarak söylüyor?" diye soruldu. Şu cevabı verdi:
"Cenab-ı
Hakk'ın şu sözüne dayanarak: ثُمَّ
مَحِلُّهَا
إِلَى
الْبَيْتِ الْعَتِيقِ "Sonra
varacakları yer Beyt-i Atik'a müntehîdir" (Hacc 33). Kendisine şu cevap
verildi:
"Ama
bu, Arafat'ta vakfeye durulduktan sonra olacaktır."
Atâ
bu cevap üzerine açıkladı:
"İbnu
Abbâs (radıyallahu anhümâ) bunun Arafat vakfesinden önce ve sonra olacağını
söylerdi. Bu hükmü, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Veda haccı
sırasında Ashâb'a verdiği ihramdan çıkma emrinden istinbat ediyordu."
[Buhârî, Megâzî 77; Müslim, Hacc 206-208, (1244, 1245).[558]
AÇIKLAMA:
Bu
rivayet, bir âyetten ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bir sünnetinden,
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'tan fukahâya muhâlif bir istinbatını tevsik
etmektedir. Hattâ rivâyetin Müslim'de gelen bir vechinde şu açıklayıcı ziyâde
var:
"Benî
Hüceym kabilesinden bir adam İbnu Abbâs'a:
"Halkın
kalbine işleyen veya halkı fırkalara bölen şu fetva nedir? Beytullah'ı tavaf
eden ihram yasaklarından çıkarmış?" diye sordu..."
Bu
ziyade ibârenin de gösterdiği üzere, İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) ümmetin
tatbikatına muhalif bir istinbat, bir fetvada bulunmuş, bu da halk arasında bir
kısım münâkaşalara sebep olmuştur. Meselenin tavzihi kendisinden sorulduğu gibi
onun yakınlarından da sorulmuştur. Sadedinde olduğumuz rivâyette, açıklamayı
Atâ yapmaktadır.
Meseleyi
şöyle özetleyebiliriz: Şârihlerin açıkladığı üzere, İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ),
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Veda haccı sırasında -daha önce
açıklandığı üzere- beraberinde kurbanlığı olmayanlara, umreden sonra ihramdan
çıkmalarını emretmiş olma örneğinden hareketle, "Kâbe'yi tavaftan sonra
ihramdan çıkmak gereğine" hükmetmiştir. Halbuki ulemâ büyük çoğunluğu ile
-yine rivâyetlere müsteniden- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın o
davranışının sonradan neshedildiğini kabul eder ve ihramdan ancak Arafat
vakfesinden sonra Mina, taşlama, kurban ve traş menâsikinin ifâsından sonra
çıkabileceğine hükmeder. İbnu Abâs'ın görüşüne az sayıda selef iştirak
etmiştir. İshâk İbnu Râhuye bu azlardan
biridir. Üstelik bütün ulemâ, hacc-ı ifrada niyet eden kimsenin Beytullah'ı
tavaf etmekle ihramdan çıkması gerekmeyeceği hususunda hiçbir ihtilâfa düşmez.
Nevevî,
kaydettiğimiz mâhiyette ulemânın ittifak ettiği durumu belirttikten sonra der
ki:
"İbnu
Abbâs (radıyallahu anhümâ)'ın âyetle ihticâcına gelince, âyette onun çıkardığı
hükme hiçbir delil yok. Zîra "Sonra
varacakları yer Beytü'l-Atîk'e müntehîdir" mealindeki âyetin mânası,
"Kurban ancak Harem-i Şerif'de kesilir" demektir. Kesinlikle âyette,
ihramdan çıkma emri diye bir şey yoktur. Âyetin muradı ihramdan çıkma olsaydı Harem-i Şerif'e, kurbanlığın sadece
gelişiyle, daha tavaf da yapmadan ihramdan çıkmak gerekirdi. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in, Veda haccında Ashab'a ihramdan çıkmalarını
emretmiş olmasından hüccet
çıkarmasına gelince, bunda da İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'ın hükmüne delil
bulmak mümkün değildir, zîra Nebî (aleyhissalâtu vesselâm) onlara sadece o
yıl için haccı umreye çevirmelerini
emretti. Bu, hacc yapmak üzere ihram giymiş kimsenin (haccını tamamlamadan)
ihramdan çıkmasına delil olamaz."
Kadı
İyaz'ın kaydına göre bâzı âlimler İbnu Abbâs'ın bu sözünü te'vil ederek:
"Bu söz, haccın (rükünlerinden
birini kaçırarak o yıl haccını) yerine getiremeyenlerle ilgilidir.
Böyleleri tavaf ve sa'yi yerine getirince ihramdan çıkar" demişlerdir.
Ancak bu te'vil ihtimalden uzak bir yorumdur, çünkü İbnu Abbâs -bu meseleyle
ilgili rivayetlerin- sadedinde olduğumuz vechinde "Beytullah"ı hacc
maksadıyla olsun, başka maksadla olsun, her kim tavaf ederse ihramdan
çıkar" demektedir.[559]
ـ5ـ
وعن حفصة
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْها قالت:
]أمَرَ
النَّبىُّ #
أزْوَاجَهُ
أنْ
يُحِللْنَ عَامَ
حَجَّةِ
الْوَدَاعِ.
قُلْتُ: فَمَا
يَمْنَعُكَ
أنْ تُحِلَّ؟
قال: إنِّى
لَبَّدْتُ
رَأسِى
وَقَلَّدْتُ
هَدْيى فََ
أُحِلُّ
حَتَّى
أنْحَرَ
هَدْيى[.
أخرجه الستة إ
الترمذى .
5. (1468)- Hz. Hafsa (radıyallahu anhâ)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zevcelerine, Veda haccı
senesinde ihramdan çıkmalarını emretti. Ben:
"Siz
niye ihramdan çıkmıyorsunuz?" diye sordum.
"Ben
başımı telbid ettim, kurbanlığımı hazırladım, kurbanlığımı kesmeden ihramdan
çıkamam" diye cevap verdi." [Buhârî, Hacc 34, 107, 126, Megâzî 77,
Libâs 89; Müslim,Hacc 186, (1229); Muvatta, Hacc 180 (1, 394); Ebu Dâvud,
Menâsik 24, (1806); Nesâî, Hacc 40, (5, 136) 67, (5, 172); İbnu Mâce, Menâsik
72, (3046).][560]
AÇIKLAMA:
1-
Telbid burada saçların dağılmasını önlemek için hususî maddelerle
yapıştırmaktır. Hacc sırasında uzun müddet ihramda kalacakların saçlarını bir şeyle yapıştırarak
telbid yapmaları âdet idi.
2-
Bu hadis, bir önceki hadiste İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'ın tavaftan sonra
ihramdan çıkılır hükmünü cerheden rivayetlerden biridir.[561]
ـ6ـ
وعن ابن عباس
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُما قال:
]أهلَّ
النَّبىُّ #
بِعُمْرَةٍ
وَأهَلَّ أصْحَابُهُ
بِحَجٍّ
فَلَمْ
يُحَلَّ
النَّبىُّ #
وََ مَنْ
سَاقَ
الْهَدْىَ
مِنْ
أصْحَابِهِ
وَحَلَّ
بَقيَّتُهُمْ[.
أخرجه مسلم .
6. (1469)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (Veda haccında) umre için
ihrama girdi. Ashabı ise (radıyallahu anhüm ecmain) hacc için ihrama girdi.
(Mekke'ye varınca) ne Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ne de beraberinde
kurbanlıkları olanlar ihramdan çıkmadılar. Geri kalanlar ihramdan
çıktılar." [Müslim, Hacc 196, (1239).]
Not: Bu bahis 1278-1325 arasında
işlenmiştir. 1288 ve 1292'de açıklanmıştır.[562]
ـ7ـ
وعن نافع قال: ]
كانَ ابْنَ
عُمَرَ
رَضِىَ اللّهُ
َعَنْهُما
يقُولُ:
المَرأةُ
المُحْرِمَةُ
إذَا حَلَّتْ
لَمْ
تَمْتَشِطْ
حَتَّى تأخُذَ
مِنْ قُرُونِ
رَأسِهَا.
وَإنْ كَانَ
لَهَا هَدْىٌ
لَمْ تَأخُذْ
مِنْ
شَعْرِهَا
شَيْئاً
حَتَّى
تَنْحَرَ
هَدْيَهَا[.
أخرجه مالك.»وقُرُونُ
الرَّأسِ« هى
الضفائر من
الشعر .
7. (1470- Nafi (rahimehullah)
anlatıyor
"İbnu
Ömer (radıyallahu anhümâ) dedi ki: "İhramlı kadın, ihramdan çıkınca, saç
örgülerinin ucundan bir miktar kesmedikçe taranmaz. Şâyet kurbanlığı varsa,
kurbanı kesilinceye kadar saçından hiçbir şey
kesemez." [Muvatta, Hacc 163, (1, 387).][563]
AÇIKLAMA:
İhramlının
vücudundan kıl koparması ihram yasaklarından biridir. Taranmak ise kıl
koparmaya sebep olacak bir davranıştır.
Kurban
kesilmezden önce traş olunmama emri, bizzat Kur'ân-ı Kerim'de tesbit edilen
hacc menâsikinden biridir: "Kurban yerine (Mina'ya) varıncaya kadar
başlarınızı traş etmeyin" (Bakara 196). (1461 numarada bu mevzu
açıklandı.)[564]
Bu
babta on iki fasıl vardır
BİRİNCİ
FASIL
KURBANLARIN
VACİB OLUŞU VE SEBEPLERİ
İKİNCİ
FASIL
KEMİYET
VE MİKTARI
ÜÇÜNCÜ
FASIL
KURBAN
OLABİLECEK HAYVANLAR
DÖRDÜNCÜ
FASIL
KURBAN
OLMAYACAK HAYVANLAR
BEŞİNCİ
FASIL
KURBANLIKLARIN
İŞARETLENMESİ
ALTINCI
FASIL
KESME
ZAMAN VE YERİ
YEDİNCİ
FASIL
KESMENİN
ÂDÂBI
SEKİZİNCİ
FASIL
KURBANLARDAN
YEME BAHSİ
DOKUZUNCU
FASIL
HELAK
OLAN KURBAN HAKKINDA
ONUNCU
FASIL
KURBANLIGA
BİNMEK
ON
BİRİNCİ FASIL
KURBAN
KESEN MUKİM (MEKKELİ) İHRAM GİYER Mİ?
ON
İKİNCİ FASIL
MÜTEFERRİK
HADİSLER
Kurban, kelime olarak قرب kökünden mastardır, yaklaşmak mânasına gelir. Dinî
bir ıstılah olarak Allah Teâlâ'yı râzı ederek yakınlığını kazanmak için kesilen
hayvana kurban denir.
İnançtan
dolayı kurbanda bulunmak, hemen hemen bütün dinlerde vardır. Tarih boyunca her
millet, inancına göre nazarında kıymetli olan bir şeyi, uluhiyet adına kurban
etmeyi müesseseleştirmiştir. Kur'ân-ı Kerim, kurban müessesesinin Hz. Âdem
(aleyhisselam)'in çocuklarıyla birlikte başladığını haber verir:
"Onlara
Âdem'in iki oğlunun gerçek olan haberini oku: Hani onlar (Allah'a) yaklaştıracak
birer kurban takdim etmişlerdi ve ikisinden birininki kabul olunmuş, öbürününki
kabul olunmamıştı..." (Maide 27).
Böylece
âyet, ulûhiyete yaklaşmak maksadıyla kurban sunma ibâdetinin insanlıkla
birlikte başladığını gösterir.
Âyette
kabul edildiği belirtilen kurban Hâbil'e aitti ve bir koçtu. Kabul edilmeyen de
Kâbil'e aitti ve ekindi.
Şu
halde, kurban deyince bunun mutlaka bir hayvan olması gerekmez, başka şey de
kurban olabilir. Nitekim, ne zaman başladığı kesin olarak bilinmese de, insanın
kurban edilmesi de târihin yaygın vakalarından biridir. Kur'ân-ı Kerim Hz.
İbrahim (aleyhisselam)'le ilgili olarak buna da
yer verir. Hz. İbrahim'e rüyasında, ilk olan oğlu İsmâil'i kurban etmesi
emredilir (Saffat 102). Bazı rivayetlerde on üç yaşında olduğu belirtilen
çocuğu kurban etme hazırlığı yapılır ve kesileceği sırada çocuğa bedel kesilmek
üzere koç indirilir.
Bu
âyet insan kurbanı meselesinde mânidardır. Zîra insanlık tarihinde pek yaygın
olan bu geleneğin İlâhî bir menşe'den kaynaklanmış olabileceğini ifade eder.
Bunu söylemeye sevkeden husus, büyük müfessir Fahreddin Râzî hazretlerinin de
kaydettiği üzere İslâm ulemâsının, "meşru olmayan bir şeyin peygamberlere
rüyasında da olsa emredilmeyeceği"ni prensip olarak kabûl etmiş
olmalarıdır. Bu
prensipten
hareketle, daha önce meşru olan bir prensibin Hz. İbrahim'den sonra neshedildiği söylenebilir.
Arapça'da
Kurban kelimesinden ziyâde Udhiye kelimesi kullanılır, cem'i edâhîdir. Kurban
kesilen güne yevmü'l-edhâ denir.
Kurbanın
dindeki hükmü hususunda âlimler ihtilaf eder. Bir kısmı vâcib demiş ise de
diğer bir kısmı buna karşı çıkmıştır. İbnu Hazm "Sahâbeden hiçbirisi buna
vâcib dememiştir" der. Cumhur da "Kurban vâcib değildir"
demiştir. Ancak dinin teşriatından olduğu da kesindir. Cumhur, "Kifaye bir
sünnet-i müekkededir" der. Şafiî hazretleri de bu görüştedir.
Ebu
Hanife hazretleri: "Zengin olan mukime vacibtir" diye hükmeder. İmam
Mâlik "mukim" kaydı koymadan vâcib hükmüne varır. Hanefîlerden Ebu
Yusuf, Mâlikîlerden Eşheb vâcib hükmüne muhalefet ederek Cumhur'un görüşüne
katılırlar.
Ahmed
İbnu Hanbel: "Gücü olanın terketmesi mekruhtur" der ve vücûbuna
hükmeder.
İmam
Muhammed: "Terkine ruhsat olmayan sünnettir" der.
Tahâvî:
"Biz de bu görüşteyiz, âsârda vâcib olduğunu te'yid eden bir delil
yok" der.
Kurbanın
vâcib olduğunu söyleyenleri te'yid eden en kavî delil Ebû Hüreyre (radıyallahu
anh)'nin rivayet ettiği şu hadistir: مَنْ
وَجَدَ
سَعَةً
فَلَمْ
يُضَحِّ فََ
يَقْرَبَنَّ
مُصََّنَا "Kurban kesecek güçte olup da, kesmeyen namazgâhımıza
yaklaşmasın."
Bu
hadisteki vaîdin üslûbundaki şiddet, Hanefîler'i, kurbanın vacib olduğu hükmüne sevketmiştir. Hatta Ebu
Hanife (rahimehullah)'nin "farz" dediği de rivayetler arasındadır.
Vacib diyenlerin dayandığı başka hadisler de var.el-Hidâye'de Hanefî görüş
şöyle özetlenmiştir: Kurban hür, mukim, zengin her Müslüman'a kurban gününde
kendi nâmına ve küçük çocuğu namına vacibtir. Vâcib hükmü, Ebu Hanife ile
ashabından İmam Muhammed, Züfer, Hasan ve bir rivayete göre Ebu Yusuf'un
içtihadlarıyla sübût bulmuştur. Ebu Yusuf'un "sünnet" demiş olduğunu
da belirttik.
Son
olarak şunu da belirtelim: Araplarda kurbanın birçok çeşitleri var ve her biri
bir başka kelime ile ifâde edilmektedir. Mesela; -bir kısmı önümüzdeki
hadislerde geleceği üzere- fara', atîre,
akîka, udhiye, hedy hep ayrı ayrı kurban çeşitleridir. İslâm dini bir
kısmını yasaklamış, bir kısmını bazı kayıtlarla serbest bırakmış ve hattâ vâcib
kılmıştır. Bazıları hakkındaki hüküm ihtilâflıdır. Dilimizde hepsi kurban kelimesiyle
kayıtlanarak ifade edilir.[565]
Udhiye Ve Hedy: İslâm devrinde intikal eden
kurban çeşitlerinden iki tanesini biraz açıklamakta gerek var. Zîra, önümüzdeki
bahislerde gelecek hadisler bunlarla ilgili ve dolayısıyla bu tâbirler sıkca
geçecek. İyice bilinmediği takdirde iltibaslar olabilir.[566]
Udhiye: Kurban bayramında, zengin,
mukim ve hür olan Müslümanlar tarafından kesilmesi gereken kurbandır. Bunun
kendine mahsus teferruatı vardır.
Hedy: Haccda kesilen kurbandır.
Kâbe-i Muazzama veya Harem için hediye edilen
kurbanlık hayvana hedy denir. Dilimizdeki hediye kelimesi de aynı kökten
gelir.
Esasen
hacılar müsafir sayıldıkları için onlara udhiye kesmek vâcib değildir,
dilerlerse nâfile olarak keserler. Temettu veya kıran haccı yapanlar, bir yıl
içerisindeki iki ayrı ibadeti yapmış olmanın şükrü olarak bir kurban keserler.
Haccda kesilmesi vacib olan bu şükür kurbanı
hedy sınıfına girer. Umre yapanlar veya hacc-ı ifrad yapanlar nâfile
olarak kurban kesmek isterlerse bu da hedy sınıfına grer. Ayrıca, hacc
menasikinden vaciblerin terki veya vacib olan sıranın bozulması gibi
durumlarda hacca giren
"eksiklik"lerin telâfisi için bazı ceza kurbanları vardır. Şu halde
bu ceza kurbanları da hedy sınıfına girer.
Hedy
kurbanlarının Harem dahilinde kesilmesi vâcibtir. Udhiyeler her yerde kesilebilir.[567]
ـ1ـ
عن مِخْنَفِ
بن سليم
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُ قال:
]سَمِعْتُ
رسولَ اللّه #
يَقُولُ: يَا
أيُّهَا
النَّاسُ
إنَّ على
كُلِّ أهْلِ
بَيْتٍ في
كُلِّ عَامٍ
أُضْحِيَة
وَعَتِيرَةً.
هَلْ
تَدْرُونَ
مَا الْعَتِيرَةُ؟
هِىَ الَّتِى
تُسَمُّونَهَا
الرَّجَبِيَّةَ[.
أخرجه أصحاب
السنن.»وَالمَرادُ
بالعتيرة« هنا
شاة تذبح في
رجب .
1. (1471)- Mihnef İbnu Süleym
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
işittim şöyle buyurmuştu: "Ey insanlar, her aile sâhibine her sene bir
kurbanlık, bir de atîre borç olmuştur. Atîre'nin ne olduğunu biliyor musunuz?
O, recebiye dediğiniz şeydir." [Tirmizî, Edâhi 18, (1518); Ebu Dâvud, Dahâya 1, (2788);
Nesâî, Akîka 6, (7, 167-168); İbnu Mace, Menâsik 2, (3125).][568]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın Arafat vakfesi sırasında yaptığı konuşmalardan
biridir. Mina'da kurban kesmesi gereken hacılara, bu mevzuda bilgi vermiş
olmaktadır.
2-
Atîre, Receb ayında kesilen kurbanın adıdır.
3-
Kurban kesmenin vâcib olduğuna hükmeden ulemâ bu hadisle istidlâl etmiştir. Ancak kurbanın vâcib
olmadığına hükmedenler "siganın vücûb ifade etmede sarih olmadığını"
ileri sürerek bu istidlâli reddederler.
4-
Bu hadiste atîre denen Receb ayında kesilen kurbanın da gerekli olduğu ifade
edilmektedir. Ancak kurbanın vacib olduğuna hükmeden âlimler atîrenin vacib
olmadığını söylerler.
Hatta َ
فَرَعَ
وَعَتِيرَةَ
فِى اْ“ِسَم "İlk doğan yavruyu kurban etmek, atîre
kurbanı kesmek İslâm'da yoktur" gibi câhiliye devri kurban çeşitlerini
yasaklayan rivâyetleri de nazar-ı dikkate alan âlimlerden bazıları kerâhetine
de hükmetmişlerdir. Buharî'nin bir rivayetinde, وَكَانُوا
يَذْبَحُونَهُ
لِطَوَاغِيَتِهِمْ ziyâdesiyle, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)' ın,
bu kurbanlar putlar adına kesildiği için, yasak koyduğu anlaşılmaktadır.
İmam
Şâfiî, Allah adına olduğu takdirde cahiliye devrindeki isimler altında kurban
kesilebileceğine, câiz olduğuna hükmederek, sadedinde olduğumuz hadis gibi
cevaz ifâde edenlerle, yukarıda
kaydettiğimiz rivayette olduğu gibi yasaklayanları te'lif eder.[569]
ـ2ـ
وعن ابن عمرو
بن العاص
رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُما
قال: ]قال رسولَ
اللّه #:
أُمِرْتُ
بِيَوْمِ
ا‘ضْحَى عِيداً
جَعَلَهُ
اللّهُ
تَعالى
لهذِهِ
ا‘مَّةِ. فقَالَ
لَهُ رَجُلٌ:
يارسولَ
اللّهِ
أرَأيْتَ إنْ
لَْ أجِدْ إَّ
مَنيحَةً
أُنْثَى
أفأضَحِّى
بِهَا؟ قالَ:
َ. وَلكِنْ
تَأخُذُ مِنْ
شَعَرِكَ
وأظْفَارِكَ
وَتَقُصُّ
شَارِبَكَ
وَتَحْلِقُ
عَانَتَكَ،
فذلِكَ
تَمامُ أُضْحِيّتِكَ
عِنْدَ
اللّهِ
تَعالى[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى
2. (1472)- Abdullah İbnu Amr İbnu'l-Âs
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Kurban
gününü bayram olarak kutlamakla emrolundum. Onu bu ümmet için Allah bayram
kılmıştır" buyurmuştu. Bir adam kendisine:
"Ey
Allah'ın Resûlü! Ben iâreten verilmiş bir hayvandan başka bir şeye sahip
değilsem, onu kesebilir miyim?" diye sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm):
"Hayır,
dedi, ancak saçını, tırnaklarını kısaltır, bıyıklarından alır, etek traşını
olursun. Bu da sana Allah indinde bir kurban yerine geçer." [Ebu Dâvud,
Edâhî, 1 (2789); Nesâî, Dahâya 2, (7, 213).][570]
ـ3ـ
وعن نافع
]أنَّ ابْنَ
عُمَرَ رَضِىَ
اللّهُ
َعَنْهُما
لَمْ يَكُنْ
يُضَحِّى
عَمَّا في
بَطْنِ
المَرأةِ[.
أخرجه مالك .
3. (1473)- Nâfi' (rahimehullah)
anlatıyor: "(Ailenin her ferdi için kurban kesmek gerektiği görüşünde
olan) Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ), anne karnındaki çocuk adına
kurban kesmezdi." [Muvatta, Dehâyâ 13, (2, 487).][571]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) kurban gününün, İslâm ümmetine Cenab-ı Hakk tarafından bayram
kılındığını haber vermektedir. Her Müslüman bu bayrama imkânı nisbetinde
katılacaktır. İmkânı olan kurban kesecektir.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın, imkânı olmayan, elinde sütünden ve yününden
istifâde etmek üzere iâreten verilmiş
bir dişi hayvandan başka bir şeyi bulunmayan kimsenin sorusu üzerine verdiği
cevaptan anlıyoruz ki, bayrama katılmak için imkânları zorlamaya gerek yoktur.
Bayram günü saç traşı olmak, uzamış olan
bıyıkları, tırnakları kesmek, gerekiyorsa etek traşı da olup bedenen
temizlenmek, yeni, temiz elbiseler giyinmek gibi, bayram gününün hürmetine
uygun bir ahvâle bürünmek de, mânevî kazanç yönünden kurban kesmiş kadar Allah
nazarında makbul olacağını belirtiyor.
2-
Hadiste geçen menîha, bir kimsenin bir başkasına, sütünden ve yününden istifade etmesi için belli bir süre ile
âriyet olarak bıraktığı bir hayvandır;
deve, keçi, koyun olabilir. Bu temlik değildir, âriyettir, bir müddet sonra
eski sâhibine iâde edilecektir. Bunun
kurban edilmesi, imkânı zorlamanın ötesinde, emânete ihânet mânasını da taşır.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buna müsâade etmiyor.
3-
İslâmî bayram nasıl kutlanmalı?
Makina
insanın hayatına girdikçe, insanın yaptığı işleri makinalar yapmaya başladıkça,
insanın boş zamanı artmıştır. Günümüzde makina, geçmiş devirlerde olduğu gibi
sadece insan adalelerinin yerini almakla kalmamış bizzat beynin de yerini
almıştır. Otomasyon denen bu yeni hâdise, iktisadî hayatı, iş hayatını, çalışma
ve istirahat sistemini buna bağlı olarak beşerî, içtimâî münâsebetleri allak
bullak etmiştir ve bilgisayar dediğimiz bu yeni teknik geliştikçe tesirini daha
da artıracaktır.
Mevzumuz
açısından, meselenin bizi ilgilendiren bir yönü var: Gittikçe artan bu boş
vakitleri nasıl değerlendirelim? Günümüzde, boş vaktin değerlendirilmesi
problemine çözüm olarak eğlence gösterilmektedir. Piknik, gezi, müzik... bütün
çeşitleriyle eğlence. Bu çözüm, başka problemler getirmede, içki, kumar,
uyuşturucu, sefahat, serseriyâne bir hayat, cinayet.. gibi başka problemler
getirmektedir. Bir başka ifâde ile atâlet ve aylaklık, pek çok kötülüklerin
yeşerdiği fidelik rolünü oynamaktadır.
Öyle
ise Müslüman olarak bizler, boş vaktin değerlendirilmesi meselesinde Kur'ân ve
hadis ne gibi çözümler getirmişler, neler teklif etmişler, bunu bilmek,
araştırmak zorundayız. İşte böyle bir ihtiyacı duyduğumuz anda, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın haftalık bayramımız olan cuma gününün, yıllık
bayramlarımız olan Ramazan ve Kurban bayramlarının nasıl geçirilmesini, ne
şekilde kutlanmasını tavsiye ettiğini bilmemizde fayda var. Mezkûr günlerin
geçirilmesinde vaz'edilen prensipleri yakaladık mı, bunlar dışında karşımıza
çıkacak bütün boş vakitlere aynı prensipleri uygulayıp, aynı ölçüler
çerçevesinde değerlendirebiliriz.
Şu
halde cuma ve bayramlarla ilgili prensipleri, bütün boş vakitlerin
geçirilmesinde muhtaç olunan bir rehber olarak görebiliriz.[572]
İslâm'ın
tatil anlayışını bütünüyle kavramada bilinmesi gereken bir diğer nokta
"bayram telâkkisi"dir. İslâm bu noktada da hususiyet arzeder. Çünkü
İslâm'a göre bayram, tamamen muattal veya sırf eğlenceyle geçirilecek bir tatil
müddeti değildir.
Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bayramı "yeme, içme ve Allah'ı zikir
günleri" olarak tavsif ve tarif etmiştir. Bayramın bütün Müslümanlarca
böyle telâkki edilmesini sağlamak
maksadıyla Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in fiilî tedbir aldığını da
görmekteyiz. Muvatta'da kaydedilen bir rivayete göre, Abdullah İbnu Huzâfe'yi
Kurban Bayramı sırasında Mina'da hacılar arasında dolaşarak: "Bu günler
yeme, içme ve Allah'ı anma (zikrullah) günleridir" diye ilân etmek üzere
vazifelendirmiştir. Büdeyl İbnu Verka da insanları devesine binmiş olarak takip
edip: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sizlere bugünlerde oruç
tutmamayı emrediyor, bu günler yeme içme günleridir" diye ilânda
bulunanlardandır.
Açıklanacağı
üzere, İslâm'ın bayram telâkkisinde yeme, içme, eğlence ve zikrullah birlikte
yer alır. Birini diğerinden ayırmak mümkün değildir.
Bayramda
Zikr: Helâl kılınan eğlence ve izhâr-ı
sürur havasının, meşru hududu taşmayacak şekilde ileri götürülmesini önlemek
maksadıyla bayramın dinî yönünü belirtmeye Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) husûsî bir ehemmiyet atfetmiştir. Buhârî'nin bir rivayetinde
belirtildiği üzere, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Kurban Bayramı
hutbesinde şunları söylemiştir: "Bugün bayramdır. Bayramımıza önce namaz kılarak başlıyoruz.
Sonra evlerimize dönüp kurbanlarımızı keseceğiz. Kim bu şekilde hareket
ederse bayramı sünnetimize uygun olarak
kutlamış olur."
Haftalık
bayram olan cuma için de aynı esas câridir. Çünkü, cumanın da kendine has
namazı ve dinî telkinâtın yapıldığı hutbesi mevcuttur. Ayrıca hadisler,
cuma namazına mümkün mertebe erken
gelmeyi emreder. Şu halde bayrama has serbesti faaliyetlerin, namaz ve hutbe
vâsıtasıyla mânevî bir hava ile dolduktan sonra başlatılıp, devam ettirilmesi
esastır. Bu durum, bir kısım aşırılıkları frenleme âmili olacaktır.[573]
Bayram
günleri oruç yasaklanmıştır. Bilhassa
Kurban ve Ramazan bayramlarında oruç tutmak kesinlikle yasaktır ve
"haram"dır. Cuma günü için de kerâhet esastır. Perşembeden başlamaksızın,
sâdece cuma için oruç tutanlara Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) oruçlarını bozdurmuştur.
Bayramlarda
teşvik edilen "yeme" ve "içme"nin helâl dâiresinde olacağı
açıktır. Zamanımızda, bir kısım gâfil Müslümanların batılıları takliden bayramlarda, tatillerde yer
verdikleri aşırılıkların hiçbir dinî ruhsatı yoktur.
Bizzat
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)' in tatbikâtı, bayram günlerinde
eğlencenin de câiz olduğunu göstermektedir. Hattâ, âlimler nebevî tatbikâta dayanarak:
"Bayramlarda (eğlenerek) sürur izhâr etmek, dinin şeâirindendir"
demişlerdir.
Bu
mûteber kitaplarımızda gelen rivayetler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
bayram günlerinde, davula vurarak şarkı söyleyen câriyeleri[574]
dinlediğini, yine hem çalıp, hem oynayan
Habeşîleri seyrettiğini ve zevcelerine seyretmeleri için müsaade ettiğini
göstermektedir. Hazreti Âişe'den farklı şekillerde rivâyet edilen bir hâdise
şöyle: "Bir bayram günü, kulağımıza gürültü ve çocukların bağrışmaları
gelmişti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kalkıp (kapıdan dışarı baktı).
Meğer, bu gelenler çalıp oynayan bir Habeşli gruptu, harbeleri (küçük kılınç)
kalkanlarıyla oynuyorlardı. Çocuklar da etraflarında halka olmuş, onları seyrediyorlardı. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bana: "Ey Aişe, sen de gel, seyret" dedi.
Bir
başka rivayette, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Ey Humeyra
onlara bakmak istemez misin?" diye sorar. Hz.Âişe de: "Evet"
deyince çağırır.
Oyunun,
Mescid-i Nebevî'nin içinde kılıç (harbe) ve kalkanlarla oynandığını belirten
rivayetler hâdisenin devamını Hz. Âişe'den şöyle naklederler: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) kapıda durup beni arkasına aldı. (Başını ensesine
koymuş) (..) halde duruyor ve oynayanları seyrediyordum. Bıkıncaya kadar böyle
devam ettim. Bir ara "Yeter mi?" dedi. "Evet" dedim.
"Öyleyse çekil" dedi."
Başka
rivayetler de Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Hz. Aişe'nin kendi
arzusuyla seyre son verinceye kadar bakmasına müsaade ettiğini belirtir.
Ebû
Hüreyre'nin bir rivâyetine göre, bir seferinde Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın huzurunda Habeşliler harbeleriyle birlikte oynarken, Hz. Ömer
(radıyallahu anh) çıkagelir. Derhal yere eğilip, avuçladığı çakılları atacağı
sırada Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) müdâhale eder: "Ey Ömer,
bırak onları, zîra bunlar Benî Erfide'dir (Habeşlilerdir)"[575]
der.
Başka
bir vak'aya ait olması kuvvetle muhtemel bulunan bir diğer rivayette Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) oynayan Habeşliler'e rastladığı zaman onlara
takdirlerini ifâde ettikten sonra şunu da ilâve eder: "Yahudiler ve
Hıristiyanlar bilsinler ki, bizim dinimizde genişlik vardır." Rivâyet, bu
minval üzere devam eden oyuncuların, Hz. Ömer'in çıkagelmesiyle dağıldığını
belirtir.
Bir
kısım âlimler, yukarıdaki hadisten kadınların, yabancı erkeklerin fiillerini
seyretmesinin câiz olacağı hükmünü çıkarmış, bazıları da bu cevazı "şehvet
nazarıyla bakmamak" veya
"fitne kokusu olmamak" şartlarıyla kayıtlamışlardır.
Şehvet
duyma ve fitne çıkma ihtimali hâlinde, nazarın haram olduğunda ittifak vardır.
Keza kadınların yabancı erkeklere karşı örtünmesi gereği de hadisten çıkarılan
bir diğer hüküm olmuştur.
Bayram
günü musikî dinlenmesini tecviz eden rivayet de mevcuttur. Buhârî ve diğer kaynaklarda gelen bir rivayet şöyle:
Yine Hz.Aişe anlatıyor: "Yanımda
iki câriye def çalıp Buas Harbi üzerine (düzülmüş hamâsî) türküler
söylerken Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) içeri girdi. Yatağın üzerine
sırtüstü uzanarak yüzünü örttü. Az sonra
(babam) Ebû Bekir girdi. Türkü okuyan câriyeleri görünce: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın huzurunda şeytan sazı ha!" diye bana kızdı ve
câriyeleri azarladı. Ancak, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) karşı koyarak: "Ey Ebû Bekir, bırak onları
söylesinler, her milletin bir bayramı vardır, bu da bizim bayramımızdır"
dedi. Onlar sohbete dalıp, ilgileri kesilince câriyelere göz ettim, hemen
sıvışıp çıktılar."
Ahmed
İbnu Hanbel: "Gücü olanın terketmesi mekruhdur" der ve vücûbuna
hükmeder.
Bir
kısım âlimler, bu rivayete dayanarak, köle olmasa bile câriyenin[576]
sesinden şarkı dinlemenin câiz olduğu hükmünü çıkarmışlardır: "Zîra
derler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh)'in
câriyeleri dinlemesini takbih etmedi, aksine, onun takbihini takbih etti ve
câriyeler de Hz. Aişe'nin kendilerine işaret etmesine kadar şarkı söylemeye
devam ettiler."
Mescidde
Eğlence mi? Yukarıdaki hadis karşımıza şöyle bir soru çıkarmaktadır:
"Mescidde çalgılı, türkülü eğlence câiz olur mu?"
Bu
meselenin münâkaşasını âlimler yapmış, leh ve aleyhte görüşler beyân etmiştir.
Esas olan, bazı şartlar ve kayıtlar altında cevazıdır.
İslâm'ın,
eğlencede bile faydalılık -ve düşmana karşı kuvvet kazanma- imkânlarını arama
esprisini göstermek maksadıyla, bu mevzuda Buharî şerhinde Aynî'nin yer verdiği
bir pasajı özetleyeceğiz
"El-Mühelleb
der ki: "Mescid, Müslüman cemaatin emrine konulan bir müessesedir. Hangi
amelde dinin ve din mensublarının menfaati bir araya gelirse, mescidde o amelin
icrası câizdir. Harbe oyununa gelince, bu insan uzuvlarının, savaşa karşı mahâret
kazanması için yapılan bir idmandır. Bu idman (işi, düşmana karşı harp
hazırlığı olduğu için, din ve ümmetin menfaatine olması hasebiyle) mescidde
veya başka bir yerde yapılması câizdir."
Şârih,
zikredilen bu şartlar tahtında mescidde bu ve benzeri oyunların câiz olması
gerektiğine dâir şahsî kanaatini belirttikten sonra aleyhteki görüşü de
kaydeder. Buna göre, Ebû'l-Hasen el-Lahmî şunları söylemiştir: "Mescidde
harbe ile oynamanın cevâzı, hem âyet ve hem de
hadislerle neshedilmiştir. Kur'ân'da: "Allah'ın, yüce tutulmaları
ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde, insanlar sabah akşam O'nu
tesbih ederler" (Nur 36) âyeti, sünnette de Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın: "Mescidlerinizi çocuklarınıza ve delilerinize karşı koruyun"
hadisi bu cevazı neshetmiştir. Ancak el-Lahmî'ye karşı çıkanlar:"
1-
Hadis zayıftır.
2-
Ne hadiste, ne de mezkûr âyette iddia edilen neshe delâlet eden bir sarahat
yoktur.
3-
Ne de, cevaz ifâde eden hadisle, bunu neshettiği ileri sürülen âyet ve hadisin
vürûd yönüyle önceliksonralığa sâhip olduklarına dâir tarihî bir ipucu
vardır" demişlerdir. Şâfiî şârihlerinden İbnu Hacer de meseleyi aynı
şekilde nakleder ve cevazın esas olduğunu belirtir. Mezkûr hadisi açıklarken,
Bâbanzâde Ahmed Naim de şunları ilâve der: "Harbeler yani kısa mızraklarla
oynanan oyun, âdi oyun değildir. Yakın vakitlere kadar seyrettiğimiz
kılıçkalkan oyunu, cirit oyunu gibi düşmana karşı silâh istimâlinde idman peyda etmek için oynanır. Düşmana karşı
hazırlık sayıldığı için mübah olmuş,
hatta mescidde bile oynanması tecviz buyurulmuştur."
Buhârî, şârihlerinden el-Kirmânî, bu meyanda daha
kesin, daha yakînî görüşünü şöyle dile
getirir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevce-i pâkleri Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ)'yi Habeşîlerin oyunlarını seyretmeye terketmesi (tesâdüfî
bir vak'a olmayıp) şuurlu bir hâdisedir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
bu husustaki sünnetin zaptedilip, bu muhkem harekâtın, arkadan gelen nesillerin
bir kısmına intikal etmesi ve onlar tarafından bunların öğrenilmesi için
(kasden müsaade etmiş)tir."
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünnetindeki bu kasıdlı olma hâlini te'yid eden bir
rivayet de şöyle: "İyâz el-Eş'arî, Enbâr'da bir bayram geçirir. (Halkın
eğlenceye yer vermediğini müşâhede ederek hayretini gizleyemez ve şöyle) der:
"Niçin bunları, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sağlığında
yapıldığı şekilde, def çalıp eğleniyor görmüyorum?"[577]
"İslâm
boş zaman kabûl etmez" derken, istirahatı reddeder mânası
çıkarılmamalıdır. Bizzat Kur'ân-ı Kerim'de dinlenme ve istirahata yer verilir.
Hattâ en iyi dinlenmenin nerede ve ne zaman ve hangi şekilde yapılacağına dâir
bir kısım teferruat bile açıklanır.
Dinlenme
Vâsıtası UYKU: Kur'ân-ı Kerim'e göre, dinlenmenin en müessir vasıtası
"uyku"dur. Uykunun, bir istirahat ve dinlenme vâsıtası olduğu iki ayrı âyette ifade edilir:
"Size geceyi örtü, uykuyu dinlenme
(vâsıtası), gündüzü de çalışma zamanı yapan Allah'tır" (Furkan 47; Nebe
9).
Kur'ân-ı
Kerim, insan bedeninin muhtaç olduğu dinlenme için, öncelikle uykudan söz
ettiğine göre, dinlenmede en mükemmel vâsıta uyku olmalıdır. Öyle ise dinlenmek maksadıyla tevessül edilen eğlence,
oyun gibi başka vâsıtaların, her zaman
gâyeye hizmet etmeyeceği gibi, uyku kadar müessir olmayacağı da
anlaşılır..."
[578]
ـ1ـ
عن جابر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كُنَّا
نَتَمَتَّعُ
مَعَ رسولِ
اللّه #
بِالْعُمْرَةِ
فَنَذْبَحُ
الْبَقَرَةَ
عَنْ سَبْعَةٍ
نَشْتَرِكُ
فِيهَا،
وَالْبَدَنَةَ
عَنْ
سَبْعَةٍ[. أخرجه
الستة إ
البخارى .
1. (1474)- Hz. Câbir (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Biz, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte
(Hudeybiye senesi) umrede temettu yaptık. O zaman yedi kişi adına bir sığır
keserek iştirâk ettik. Keza deve de yedi kişi adına kesilmişti." [Müslim,
Hacc 355, (1318); Muvatta, Dahâyâ 9, (2, 486); Timizî, Hacc 66, (904); Ebu
Dâvud, Dahâya 7, (2807); Nesâî, Dahâyâ
16, (7, 222).][579]
ـ2ـ
وعن ابن عباس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]كُنَّا مَعَ
رسولِ اللّه #
في سَفَرٍ
فَحضَرَ
ا‘ضْحَى فَاشْتَرَكْنَا
في
الْبَقَرَةِ
سَبْعَةً،
وفي الْبَعِيرِ
عَشْرَةً[.
أخرجه
الترمذى
والنسائى .
2. (1475)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Biz, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte
bir seferde iken Kurban Bayramı geldi. Kurban için, sığırda yedi kişi, devede
on kişi ortak olduk." [Tirmizî,
Hacc 66, (905); Nesâî, Dahâya (7, 222).][580]
AÇIKLAMA:
1- Birinci rivayet kurban, deve,
sığır, manda gibi büyük baş hayvandan kesildiği takdirde âzamî kaç kişinin
iştirak edebileceğini belirtmektedir. Tirmizî der ki: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın Ashabı ve diğerlerinden (Tâbiîn ve Etbauttâbiîn)
ilim ehli bu hadisle amel etmiştir. Deveye de, sığıra da yedi kişinin ortak
olacağına hükmetmişlerdir. Bu, aynı zamanda Süfyan Sevrî, Şâfiî ve Ahmed İbnu Hanbel'in
de kavlidir..."
2-
Hanefîler de bu ve bu mânada başka hadislerle ihticac ederek sığır ve deveye
yedi kişinin iştirak edebileceklerini söylemişlerdir.
3-
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'ın deveye on kişinin iştirak ettiğine dair
rivayeti te'yid eden bir sahiheyn rivayeti,
buna Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ganimet taksiminde yer
verdiğini tasrih eder. Yâni ganimet taksiminde bir sığır yedi kişiye, bir deve
on kişiye "eşit pay"lar olarak hesaplanmıştır.
4-
Hanefî mezhebine göre ortakların Müslüman olması ve hepsinin de kurbana niyetle
iştirak etmesi şarttır. Ama biri adak, diğeri akîka gibi farklı kurbanlara niyet edebilir. Paylaşmak
isterlerse tartarak paylaşılır, göz kararı denen mücâzefe câiz değildir.
5-
İmam Mâlik bir deve veya sığıra sayıca yediden fazla bile olsalar bir âile
halkının iştirak edebileceğini söyler. Aynı âileden olmayanlar yediden az da
olsalar iştirakleri câiz değildir.[581]
ـ3ـ
وعن حُجيّة بن
عِدىِّ قال:
]قال عليّ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ:
الْبَقَرَةُ
عَنْ سَبْعَةٍ.
قِيلَ: فَإنْ
وََلَدَتْ؟
قال: اذْبَحْ
وَلَدَها
مَعَهَا.
قِيلَ:
فَالْعَرْجَاءُ؟
قال: إذَا
بَلَغَت
المنسَكَ.
قِيلَ:
فَمَكْسُورَةُ
الْقَرْنِ؟
قال: َ بَأسَ.
أُمِرنَا أنْ
نَسْتَشْرِفَ
الْعَيْنَيْنِ
وَا‘ُذُنَيْنِ[.
أخرجه الترمذى.ومعنى
)ا‘سْتِشْرَافِ(
اختبار العين
وا‘ذن فَتُتَأمَّلُ
سمتهما من
آفةٍ تكون
بهما .
3. (1476)- Huceyye İbnu Adiyy
anlatıyor: "Hz. Ali (radıyallahu anh):
"Sığır
yedi kişi adına kesilir" demişti. Kendisine:
"Ya
doğurmuşsa?" diye soruldu.
"Öyleyse
yavrusunu da beraber kes!" buyurdu. Kendisine:
"Ya
topalsa?" diye soruldu.
"Kesim
yerine ulaşabildiyse tamam" dedi.
"Ya
boynuzu kırıksa?" dendi.
"Zarar
etmez. Biz göz ve kulaklarının sağlamlığını kontrol etmekle emrolunduk!"
diye cevap verdi." [Tirmizî, Edâhî 9, (1503).] [582]
AÇIKLAMA:
1-Bu
rivayet, kurban edilmek üzere satın alınan hayvan doğurduğu takdirde onun da
hemen kesilmesi gerektiğini ifade eder. Âlimler "Satmışsa bedelini
tasadduk eder" demiştir.
2-
Ayrıca, kurbanlık hayvanın göz ve kulaklarının sağlam olması gerektiğini
belirtir. Kör hayvan veya kulağı dipten kesilmiş hayvan kurban olarak
kesilemez.
Bu
hadis, kesim yerine yürüyerek gidebilecek kadar topal hayvanın, boynuzunda kırıklık olanın kurban edilebileceğini ifade
etmektedir. Bu rivayet kırıklığa bir had tayin etmiyor. Hadis bu mutlak
ifadesiyle Hz. Ali'nin, boynuzu dipten kopmuş olan bir hayvanın bile kurban
edilebileceği kanaatinde olduğunu göstermektedir. Ancak, yine Tirmizî'nin Hz.
Ali (radıyallahu anh)'den yaptığı bir diğer rivayet boynuzu veya kulağı yarıya
kadar kopmuş olan hayvanın kurban olmayacağını ifade eder:
نَهَى
رَسُولُ
اللّهِ
صَلَّى
اللّهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
اَنْ
نُضَحِّى
بِاَعْضَبَ
الْقَرْنِ
وَاْ‘ُذُنِ
Ebu
Hanife, Şâfiî ve Cumhur boynuzu kırık hayvanın, kırık miktarına bakılmadan
kurban olabileceğine hükmeder. İmam Mâlik, kan akar ve hayvana kusur sayılacak
durumda ise mekruh olacağına hükmetmiştir.
Meseleyi
muhtelif rivayetlerle değerlendiren fukaha şu hükme varmışlardır:
*
Kurban kesilecek hayvanın şaşı, topal, uyuzlu ve deli olmasında, boynuzlu veya
boynuzsuz veya boynuzun bir miktarı kırık
bulunmasında, kulaklarının delinmiş veya eni yarılmış olmasında,
kulaklarının uçlarından kesilip sarkık bir halde bulunmasında, dişlerinin azı
düşmüş olmasında, tenasül uzvu bulunmayıp mecbub, burulmuş bir halde
yaşamasında bir beis yoktur.
*
İki gözü veya bir gözü kör olan, dişlerinin ekserisi düşmüş veya kulakları
kesilmiş olan, boynuzlarının biri veya ikisi kökünden kırılmış olan, kulağının
veya kuyruğunun yarısından ziyadesi veya memelerinin başları kopmuş bulunan,
kulakları veya kuyruğu hilkaten
bulunmayan bir hayvan, kurban olamaz.[583]
ـ4ـ
وعن نافع قال:
]كانَ ابْنُ
عُمرَ رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما
يَقُولُ في
الضَّحَايَا:
الْبُدْنُ
الثَّنِىُّ
فَمَا
فَوْقَهُ[.
أخرجه مالك .
»الثّنىُّ«
من ذَوات
الظلف
والحافز:
مادخل في السنة
الثالثة، ومن
ذوات الخُفِّ.
مادخل في
السنة
السادسة .
4. (1477)- Nâfi' (rahimehullah)
anlatıyor: "İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)
kurbanlıkların: "Tırnaklılar (yani sığırlar) hakkında üçüncü
senesine girmiş, veya geçmiş, etli ayaklılar (develer) hakkında da altıncı yaşına
girmiş veya geçmiş olmasını" şart koşardı." [Muvatta,Hacc 147, (1,
380).][584]
ـ5ـ
وعن أبى أيوب
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]ما
كُنَّا
نُضَحِّى إَّ
بِالشَّاةِ
الْوَاحِدَةِ
يَذْبَحُهَا
الرَّجُلُ
عَنْهُ وَعَنْ
أهْلِ
بَيْتِهِ
ثُمَّ
تَبَاهَى
النَّاسُ
بَعْدُ
وَصَارَتْ مُبَاهَاةَ[.
أخرجه مالك
والترمذى .
5. (1478)- Ebu Eyyub (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Bizden biri, kendisi ve ailesi halkı için tek bir koyun kurban
eder, (etinden hem yerler hem de başkalarına yedirirlerdi). Sonra insanlar,
övünmeye başladılar ve (kurbanlar) bir övünme vâsıtası oldu." [Muvatta,
Dahâya 10, (2, 486); Tirmizî, Dahâya 10, (1505); İbnu Mâce, Dâhâya 10, (3147).][585]
AÇIKLAMA:
1-
Ebu Eyyub el-Ensârî (radıyallahu anh) hazretleri -Tirmizî'nin rivayetine göre-
bir soru üzerine bu açıklamayı yapar.
2-
Parantez içerisindeki ziyadeleri, hadisin Tirmizî'deki vechinden aldık.
3-
Ebu Eyyûb el-Ensârî hazretleri, kurbanın Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
zamanında ihlâsla, sırf rızayı Bârî için kesildiğini, sonradan sünnet
terkedilerek bir övünme ve iftihar vasıtası yapıldığını belirtmekte ve bu
bozulmadan yakınmaktadır.
ـ6ـ
وعن ابن شهاب
قال: ]مَا
نَحَرَ رسولَ
اللّه # عَنْهُ
وَعَنْ أهْلِ
بَيْتِهِ إَّ
بَدَنَةً
وَاحِدَةً
أوْ بَقَرَةً
وَاحِدَةً[.
أخرجه مالك .
6. (1479)- İbnu Şihab (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (Veda haccı sırasında)
kendisi ve âile halkı için sadece bir deve veya bir sığır kesmiştir."
[Muvatta, Dâhâya 11, (2, 486).] [586]
ـ7ـ
وعن ابن عمر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما.
]أنَّهُ كانَ
يَقُولُ:
َتُذْبَحُ
الْبقَرَةُ
إَّ عَنْ
إنْسَان
واحِدٍ، وََ
الشَّاةُ إ
َعَنْ إنْسَانٍ
وَاحِدٍ، وََ
الْبَدَنَةُ
إَّ عَنْ إنْسَانٍ
وَاحدٍ؛ وقال:
َ يَشْتَرِكُ
في النُّسُكِ
الجََمَاعَةُ،
إنَّمَا
يَكُونُ ذلِكَ
في أهْلِ
الْبَيْتِ
الْوَاحِدِ
فَقَطْ[. أخرجه
رزين .
7. (1480)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)
demiştir ki: "Sığır, sadece (bir kimse için kesilir, koyun da bir kimse
için kesilir, deve de bir kimse adına kesilir."
(Keza
İbnu Ömer) derdi ki: "İbadet için kesilen hayvana cemaat iştirak edemez.
İştirak olsa olsa aynı aile halkı arasında olur." [Rezîn ilâve etmiştir.][587]
ـ8ـ
وعن أنس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]نَحَرَ
النَّبىُّ #
سَبْعَ
بَدَنَاتٍ
بِيَدِهِ قِيَاماً
وَضَحَّى في
المدينةِ
كَبْشَيْنِ أقْرَنَيْنِ
أمْلَحَيْنِ،
يَذْبَحُ
وَيُكَبِّرُ
وَيُسَمَّى
وَيَضَعُ
رِجْلَهُ عَلى
صَفْحَتَهما[.
أخرجه الخمسة.»ا‘مْلَحُ«
الذي كيون
بياضه أكثر من
سوَادِهِ .
8. (1481)- Hz. Enes (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ayakta olduğu halde yedi
deveyi kendi eliyle kesti. Medine'de ise, boynuzlu ve alacalı iki koyun kurban
etti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) keserken tekbir getiriyor, besmele
çekiyor ve ayağını hayvanların boyunlarının üzerine koyuyordu." [Buhârî,
Hacc 117, 119, Cihâd 104, 126; Müslim, Edâhî 17, (1966); Tirmizî, Edâhî 2,
(1494); Ebu Dâvud, Edâhî 4, (2793, 2794); Nesâî, Dahâyâ 28-31, (7, 219-230);
İbnu Mâce, Edâhi 1, (3120).][588]
ـ9ـ
وعن أبى سعيد
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال : ]كانَ
رسولُ اللّه #
يُضَحِّى
بِكَبْشٍ
أقْرَنَ
فَحِيلٍ
يَنْظُرُ في
سوادٍ ويَمشى
في سَوادٍ
ويَأكُلُ في
سوادٍ[. أخرجه
أصحاب
السنن.والمراد
اختيارُ
الفخل على
الخَصىِّ
والنَّعْجَةِِ،
واختيار
نُبْله وعظم
خَلْقِهِ.
9. (1482)- Ebu Said (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) boynuzlu erkek bir koçu
kurban etti. Koç siyahın içinde bakar,
siyahın içinde yürür, siyahın içinde yerdi." [Tirmizî, Edâhî 4, (1496);
Ebu Dâvud, Dahâyâ 4, (2796); Nesâî,Dahâyâ 14, (7, 221); Müslim, Edâhî 19,
(1967).][589]
AÇIKLAMA:
1-
Koçun siyahta bakması gözünün etrafı siyah olmasıdır. Tasvirden anlaşılacağı
üzere ağzının etrafı, bacakları siyah bir koyundu. Müslim'in rivayetinde
"siyah içinde yatan" tâbiri geçer. Bu koçun önceki hadiste zikri
geçen ve emlah olarak tasvir edilen koçdan ayrı bir hayvan olduğu söylenebilir.
Çünkü emlah beyazı fazla olan siyahlı koyun mânasına gelir, alacalı diye
tercüme etik. Bazı dilciler emlahı, saf beyaz olarak da açıklamışlardır. Bu
ikinci hadisteki koyunun "siyah içinde yatması" siyahının fazla,
belki de tamamen siyah olabileceğini gösterir.
2-
Koçun, fahîl olduğu bilhassa belirtilmiştir. Fahîl, iğdiş edilmemiş, husyeleri
burulmamış demektir. Mamafih, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, husyeleri
burulmuş koç da kurban ettiği şârihlerce belirtilmiştir.[590]
ـ10ـ
وعن أبى
أُمامة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسولُ
اللّه #:
خَيْرُ
ا‘ُضْحِيَةِ
الْكَيشُ،
وََخَيْرُ
الكَفنِ
الحُلَّةُ[.
أخرجه
الترمذى.
وأخرجه أ بو
داود من رواية
عُبادة بن
الصامتِ
ينحوه .
10. (1483)- Ebu Ümâme (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kurbanlığın en hayırlısı (boynuzlu) koçtur. Kefenin en hayırlısı da
takımdır." [Tirmizî, Edâhî 18, (1517).][591]
AÇIKLAMA:
1-
Âlimler: "Boynuzlu koçun diğerlerine üstün tutulması, cüsse yönüyle
iriliği ve umumiyetle fiyatça da yüksekliği sebebiyledir" demişlerdir.
2-
Kefenin hayırlısı hulledir deniyor. Hulle Arapça'da biri alt, diğeri üst olmak
üzere iki parçalı giysiye denir. Ancak, hulle denebilmesi için her iki parçanın
da aynı cinsten olması gerekir. Bunu dilimizdeki takım(elbise) tâbiri ile
karşılayabiliriz.
Kefen
hususunda Cumhur'un ittifak ettiği üzere
erkekler için efdal olanı üç parçadır. Bu sebeple bazı şârihler: "Bu
hadisten maksad: "İki parçalı kefenin tek parçalıdan efdal" olduğunu
belirtmektir" demişlerdir.
Hulle
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında -bazılarına göre- pamuktan mâmul
çizgili bir kumaştır. Yemen'de îmal edilmektedir. Bu sebeple kefenlerin bundan
yapılmasına hükmeden olmuşsa da Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın:
اَلْبَسُوا
من ثيابكم
البياضَ
فانها مِن خير
ثيا بكم
وكَفِّنُوا
فِيهَامَوْتَاكم
"Elbiselerinizden beyaz
olanı giyin, zira o giysilerinizin en hayırlısıdır, ölülerinizi de onunla
kefenleyin" gibi hadislerde beyazı tavsiye ettiğini gözönüne
alınarak: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)' ın hulleyi tavsiyesi, o devirde onun te'mini daha
kolay olduğu içindir" denmiştir.[592]
ـ11ـ
وعن عائشة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]نَحَرَ
النَّبىُّ #
عَنْ آلِ
مُحَمدٍ في
حَجَّةِ
الْوَدَاعِ
بَقَرَةً
وَاحِدَةً[.
أخرجه أبو
داود .
11. (1484)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Veda haccında, Muhammed
âilesi için tek bir sığır kesti" [Ebu Dâvud, Menâsik 14, (1750).][593]
ـ12ـ
وعن حَنَشٍ
قال: ]رَأيْتُ
عَلِيّاً
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ
ضَحَّى
بِكَبْشَيْنِ.
وقال: أحَدُهُمَا
عَنِّى،
وَاŒخِرُ عَنْ
رسولِ اللّهِ
#. وقالَ:
أمَرَنِى
بذلِكَ أوْ
قالَ أوْ صَانِى
بِهِ فََ
أَدَعُهُ
أبَداً[.
أخرجه أبو
داود
والترمذى .
12. (1485)- Haneş (rahimehullah)
anlatıyor: "Hz. Ali (radıyallahu anh)'yi gördüm, iki koç kesmişti. Dedi
ki:
"Biri
kendim için, diğeri Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) için"
Hz.
Ali (radıyallahu anh) ilâve etti:
"[Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)] böyle emretti -veya şöyle demişti: Böyle vasiyet
etti- Ben (hayatta olduğum müddetçe ebediyyen terketmeyeceğim."
[Tirmizî, Edâhi 1, (1495); Ebu Dâvud,
Dahâya 2, (2790).]
[594]
AÇIKLAMA:
Hz.
Ali (radıyallahu anh)'nin kestiği bu kurban Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın vefatından sonrası için mevzubahistir. Ebu Dâvud, hadisi "Ölü
Adına Kurban" adını taşıyan bir
babta kaydeder. Onun kaydettiği hadis, kesilen iki koçun da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) adına olmaya da yorumlanabilecek
bir üslub taşımaktadır. Ancak Hâkim'in bir rivayeti, Hz.Ali'nin, iki kendi
adına, iki de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) adına olmak üzere dört koç
kestiğini sarih olarak ifade eder. أنَّهُ
يُضَحِّى
بِكَبْشَيْنِ
عَنِ النَّبِىِّ
#
وَبِكَبْشَيْنِ
عَنْ
نَفْسِهِ. ..
Tirmizî,
ölü adına kurban kesmeye, bir kısım âlimlerin cevaz verirken bir kısım
âlimlerin câiz bulmadığını kaydeder. İbnu'l-Mübarek: "Ölü adına tasaddukta
bulunmak, kurban kesmekten daha iyidir; şâyet kesecek olursa, kesen hiçbir şey
yememeli, ölü adına tamamıyla tasadduk etmelidir" der. Gunyetu'l-Elmaî'de:
"Ölü adına kurban kesilebilir diyen âlimlerin sözü delillere uygundur.
Bunu caiz görmeyenlerin iddialarını te'yid edecek herhangi bir delil yoktur.
Kabul edenlerinkinden daha kanî delil getirmedikçe onların sözü makbul
değildir" denir.
Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in, ümmetinden Allah'ın birliğine ve
kendisinin peygamberliğine şehadet edenler adına da kurban kestiği muhtelif
rivayetlerde gelmiştir.
İbnu
Mâce'nin bir rivayeti şöyle: اَنَّ
رَسُولَ
اللّهِ #
كَانَ إِذَا اَرَادَ
اَنْ
يَضِحِّىَ
اِشْتَرَى
كَبشَيْنِ
عَظِيمَيْنِ
سَمِيَنَيْنِ
اَقْرَنَيْنِ
اَمْلَحَيْنِ
مَوْجُوءَيْنِ
فذَبَحَ اَحَدَهُمَا
عَنْ
اُمَّتِهِ
لِمَنْ
شَهِدَ ِللّهِ
بِالتَّوْحِيدِ
وَشَهِدَ
لَهُ بِالْبََغِ
وَذَبَحَ اŒخَرَ
عَنْ
مُحَمَّدٍ
وَعَنْ الِ
مُحَمّدٍ #.
"Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), kurban kesmek istediği vakit iri, şişman, boynuzlu, alaca, husyeleri
burulmuş iki koç satın alırdı. Birini ümmetinden Allah'ın birliği ve kendi
peygamberliği için şehâdet edenler adına keserdi. Diğerini de Muhammed ve
Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'in ailesi adına keserdi."
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) devrinde hayatta olan Ashab olduğu gibi, çok sayıda
ölmüş olanlar da vardı. Öyleyse sağ ve
ölü herkes "ümmeti"ne dahil idi.[595]
ـ13ـ
وعن عروة:
]أنَّهُ كانَ
يَقُولُ
لِبَنيهِ يَا
بَنِىَّ َ
يُهْدِينَّ
أحَدُكُمْ
للّهِ شَيْئاً
يَسْتَحِى
أنْ
يُهْدِيهُ
لِكَرِيمٍ
فإنَّ اللّهَ
تعالى
أكْرَمُ
الْكُرَمَاءِ
وَأحَقُّ
مَنِ
اخْتِيرَ
لَهُ[. أخرجه
مالك.
13. (1486)- Urve (rahimehullah)'den
anlattığına göre, evladlarına şöyle demiştir: "Evlâtlarım, sakın biriniz,
bir büyüğe hediye edince utanacağı bir şeyi Allah için kurban sunmasın. Zîra
Allah, büyüklerinin büyüğüdür ve O, en seçkine herkesten ziyâde lâyıktır." [Muvatta, Hacc 147, (1, 380).][596]
AÇIKLAMA:
Muvatta'da
rivayetin aslında: "Büyüğüne hediye edince utanacağı deveden Allah için
kurban sunmasın" şeklinde bizzat deve
zikredilir.
Burada
kurbanlıkların haysiyetli, değerli ve makbul bir hayvandan seçilmesi
istenmektedir. Boynuzu kırık, gözü kör, dişleri dökük, kulağı kesik, son derece
cılız, hastalıklı hayvanın kurban olarak kesilmesi, dinî emirlere karşı kişinin
saygısızlığının ifadesi olur. Onun için bâriz ve müsellem kusurları taşıyan hayvanların kurban edilmesi
peşinen yasaklanmıştır. Bu mevzuda âyet-i kerime şöyle: وَمَنْ
يُعَظِّمْ
شَعَائِرَ
اللّهِ فَإنَّهَا
مِنْ تَقْوى
الْقُلُوبِ (Hacc
32). "Allah'ın şeâirine kimler saygı gösterirse bu onların kalplerindeki
takvadan olur." Müfessirlerin bir kısmı: "Burada geçen şeâir'den maksad,
kurban edilmek üzere işâretlenmiş hayvandır, bunlara tâzimden maksad da
hayvanlarının kıymetlilerinden kurban kesmektir" demiştir. Keşşaf ve
Fahreddin-i Râzî'nin açıklamasıyla bu onun irisini, semizini, güzelini, fiyatı
yüksek olanını seçmekle, satınalırken
pazarlığı terketmekle gerçekleşir. Selef üç şeyde pahalıyı seçer, pazarlık
yapmazmış: Hacc kurbanı (hedy), kurban
bayramında kesilen kurban (uhdiye) ve köle.
Allah'ın
şeâiri deyince, bir kısım müfessirlerimiz de, dinimizin koyduğu her çeşit emir
ve yasakları, farz ve vacibleri, ibadetleri, hukuku anlamış, bunlara ihlâsla
riâyeti şeâire hürmet ve tâzim olarak değerlendirmiştir. Haccla ilgili menâsik
ve kurban, bu nokta-i nazardan da âyet-i kerimenin mânasına dahil olur." [597]
ـ1ـ
عن جابر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسول
اللّه #: َ
تَذْبَحُوا
إَّ
مُسِنَّةً
إَّ أنْ
يَعْسُرَ
عَلَيْكُمْ
فَتَذْبَحُوا
جَذَعَةً
مِنَ
الضَّأنِ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود والنسائى.»المُسِنَّةُ«
التي لها
سنون، والمراد:
الكبيرة التي
ليست من
الصغار .1.
(1487)- Hz.Câbir (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Yıllanmış (yaşını
başını almış) hayvanlardan kurban kesin. Böylesini bulmakta zorluk çekerseniz o
başka. Bu taktirde koyundan bir kuzu kesiverin" buyurdular." [Müslim,
Hacc 13, (1963); Ebu Dâvud, Dahâya 5, (2797); Nesâî, Dahâya 13, (7, 218).][598]
AÇIKLAMA:
Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) normalde kurbanlığın çok körpe, çok
yaşlanmış olmasını temenni etmiyor. Önceki hadiste açıklandığı üzere, Allah
için yapılacak bağışların kıymetli, gözde cinsten olması efdaldir. Âyette beyan
edilen "Allah'ın şeâirini büyüklemek, tâzim etmek" emri, kurbanda,
hayvanın her yönden mümtazını tercihle yerine gelir. Çok yaşlı hayvan
kartlaşmıştır, çok körpesi fazla et vermez. Öyle ise biraz yaşını başını almış olanlardan
tercih edilmesi esastır. Hadiste gelen müsinne tâbiri koyun, keçi gibi
hayvanlarda bir yaşını doldurmuş, sığır nevinden olanlarda -ki manda da buraya
dahildir- iki yaşını, devenenin beş yaşını doldurmuş olanları için kullanılır.
Yıllanmış veya yaşını başını almış tabirleri kısmen bu mânayı ifade eder.
Hadis-i
şerif "bulmakta zorluk çekerseniz" diyerek istisnâî bir duruma dikkat
çeker... Buradaki zorluk ideal vasıfta söylenen hayvanın yokluğu olabilir, veya
fiyat yönüyle yüksekliği sebebiyle te'mini
maddî zorluk çıkarır. Bu durumda koyun yavrusundan yaşını doldurmamış
olsa bile kurban yapılabilecektir.
Yavru, diğer koyunlardan tefrik edilemeyecek kadar iri olması halinde ise,
yıllanmış koyunun bulunması halinde de kesilebilir, müsâvidir. Abdullah İbnu
Ömer'den rivayete göre, müsinne olan koyun varken, yaşını doldurmayanın
kesilmesi caiz değildir. Hattâ sadedinde olduğumuz hadis de bu hükmü te'yid
eder. Ancak Cumhur-u fukahâ bu hükmü
istihbâba hamlederek, gösterişli koyun yavrusunun, yıllanmış koyunun varlığına
rağmen kesilebileceğini ifade etmiştir. Kuzunun yine de altı ayını doldurmuş
olması şart koşulmuştur. Oğlaktan, yâni bir yaşını doldurmayan keçi yavrusundan
kurban kesilmesi tecviz edilmemiştir. Müteâkib rivayette görüleceği üzere Ukbe
İbnu Âmir, Zeyd İbnu Hâlid ve Ebu Bürde
gibi bazı sahabelerin oğlak kurban etmelerine dair gelen rivayet onlara mahsus
cevaz olarak değerlendirilmiştir.
Vahşî
sığırın yedi kişi için, geyiğin bir kişi
için kurban kesilebileceğine de fetva verilmiştir.[599]
ـ2ـ
وعن عُقْبَةُ
بن عامر
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ.
]أنَّ
النَّبِىَّ #
أعْطَاهُ
غَنَماً يَقْسِمُهَا
بَيْنَ
أصْحَابِهِ
فَبَقِىَ
عَتُودٌ
فَذَكَرَهُ
للنَّبىِّ #
فقَالَ: ضَحِّ
أنْتَ بِهِ[.
أخرجه الخمسة
إ أبا داود.
وفي رواية: جَذَعٌ؟
فقَالَ ضَحِّ
بِهِ.»الْعَتُودُ«
من أود المعز:
ما رعى وقوى
وأتى عليه
حول.
»والجَذَعُ«
من الشاء: ما
دخل في
الثانية، ومن
البقر
والحافر: ما
دخل في
الثالثة، ومن
ا“بل: من دخل في
الخامسة .
2. (1488)- Ukbe İbnu Âmir (radıyallahu
anh)'in anlattığına göre: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ashabı
arasında taksim edilmek üzere bir miktar davar vermişti. Dağıtım yapılınca
geriye bir oğlak arttı. Ukbe durumu
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a haber verince:
"Onu
da sen kurban et!" buyurdu."
Bir
rivayette (artık Ukbe'ye kalan) bir ceze'dir. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm): "(Sen de) onu kurban et!"
demiştir. [Buhârî,Edâhî 7, 2; Vekâlet 1, Şirket 12; Müslim, Edâhî 15,
(1965); Tirmizî, Edâhî 7, (1500); Nesâî, Dahâya 13, (7, 218); İbnu Mâce, Edâhî
7, (3138).][600]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivayette oğlaktan kurban kesilebileceği ifade edilmektedir, zîra atûd,
otlayacak derecede büyümüş olan keçi yavrusuna denir. Bir yıllık yavruya
dendiğini söyleyen olmuşsa da, İbnu Battal beş aylığa da atûd dendiğini
belirtir.Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kayıtlı olarak ruhsat verdiğine
göre, yaşına ulaşmamış olduğu açıktır. Önceki hadiste de belirttiğimiz üzere,
oğlaktan kurban birkaç sahabeye tanınan hususî bir cevaz olarak
değerlendirilmiş, ümmete tecviz edilmemiştir. Zîra Buharî'de, kurbanını namaz
kılınmazdan önce kesmiş olan Ebu Bürde'ye tekrar kesebilecek bir keçi yavrusuna
sâhib olduğunu söyleyince, şöyle diyerek ruhsat verir: "Onu kes, ancak
bundan böyle senden başkasına bu câiz değildir." Keza, sadedinde olduğumuz
hadisin Beyhakî'de gelen vechinde: وََ
رُخْصَةَ
فِيهَا ِحَدٍ
بَعْدَكَ "Bunu
yapmada senden sonra kimseye cevaz yok" denmiştir.
2-
Rivayet Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in, ashabına, kurban edilmek
üzere kendi mülkünden veya ganimetten kurbanlık davar dağıttığını ifade etmektedir. Davar diye tercüme ettiğimiz
ğanem, koyun, keçi, oğlak, kuzu hepsini ihtiva edebilir. Burada en azından keçi
ve oğlakların bulunduğu anlaşılmaktadır.
Ulemâ
bu hadise dayanarak, imamın muhtaç halka beytulmal (hazine)den yardım edebileceği
hükmüne varmıştır.
3-
Ceze' şeklindeki ziyadeye gelince: Ceze', bir
bakıma ehlî hayvanların yavrusuna denir. İbnu Hacer'in açıklamasına
göre, bir yaşını dolduran veya doldurmayan yavruya denmektedir. Bazıları 6
aylık, 8 aylık, 10 aylık gibi farklı rakamlar
ileri sürmüştür. İbnu'l-Arabî bu rakamları hayvanların cinsine göre takdir
ederek: "Koyun yavrusu 6 aylıkken, keçi yavrusu yılını doldurarak, sığır
üçüncü yılını, deve beşinci yılını doldurarak kendi cinslerinde ceze'
seviyesine ulaşırlar." der.[601]
ـ3ـ
وعن عاصم بن
كُلَيب عن
أبيه عن
مُجَاشِع السّلمى
الصحابى
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ أنَّ رسولَ
اللّه # قال:
الجَذْعُ
مِنَ
الضَّأْنِ يُوَفِّى
مَا يُوَفِّى
مِنْهُ
الثَّنِىُّ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى .
3. (1489)- Asım İbnu Küleyb babasından,
o da Mücâşi' es-Sülemî (radıyallahu anh)'den haber veriyor. Onun rivayeti
üzere: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Koyunun kuzusu, keçiden
ikinci yaşına basanın gördüğü vazifeyi görür" buyurmuştur. [Ebu Dâvud,
Dahâya 5, (2799); Nesâî, Dahâya 13, (7,219); İbnu Mâce, Edâhi 7, (3140).] [602]
AÇIKLAMA:
1-
Hadiste geçen seniyy, yaşını doldurmuş
keçi yavrusuna denir. Bâzı yerlerde şişek tâbir edilir. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), koyun yavrusunun 6 ayını tecâvüz edenlerin keçi
yavrusundan bir yıllık olanına bedel olabileceğini belirtir. Önceki hadiste
ceze' neye dendiğini belirtmiştik. İbnu'l-Arabî, besi hayvanlarının en hızlı
gelişeninin koyun olduğunu söyler. Bu
sebeple koyunun altı aylığına ceze' denebileceği halde, keçinin bir yaşını
dolduranına ceze' denebileceğine dikkat çeker. Mamafih sadedinde olduğumuz
hadisin mefhumu bu açıklamaya muvafık gelmektedir.
Hadisin
Ebu Dâvud'daki aslı, bu bahsin daha açık anlaşılmasına yardım eder. Küleyb
(rahimehullah) der ki: "Biz Ashab-ı Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'tan Benî Süleymli Mücâşî adında biriyle beraberdik. Koyun azalmış,
kıymet kazanmıştı. Hemen bir münâdiye emrederek
şöyle ilan ettirdi: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Ceze' (denecek seviyeye gelmiş kuzu), yaşını doldurmuş keçinin îfa
edeceği borcu îfa eder." [603]
ـ1ـ
عن علي رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]أمَرَنا
رسولُ اللّه #
أنْ
نَسْتَشْرِفَ
الْعَيْنَ وَا‘ذُنَ،
وَأنْ َ
نُضَحِّى
بِمقَابَلَةٍ،
وََ
مُدَابَرَةٍ،
وََ
شَرْقَاءَ،
وََ خَرْقَاءَ[.
أخرجه أصحاب
السنن.»المقابلةُ«
التي قطِع من
مُقَدَّم
أذُنُها قطعة
وتُركت مُعَلِّقة
فيها كأنها
زَنَمة.»وَالمدَابَرة«
التي فعل بها
ذلك من
مُؤَخِر
أذنها. واسم
الجلدة فيهما
ا“قبالة
وا“دبارة.»والشَّرقَاءُ«
التي شُقَّت
أُذنها فهي
شاة
شَرقاء.»وَالخَرقَاءُ«
من الغنم:
التي في أذنها
خَرْق، وهو ثقْب
مُستَدير .
1. (1490)- Hz.Ali (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), (kurbanlık olarak
keseceğimiz hayvanın) göz ve kulaklarına dikkat etmemizi, "Kulağı önden
delinmişi veya arkadan delinmişi veya ortadan yarılmışı, veya yuvarlak
delinmişi kurban yapmayın" diye emretti." [Tirmizî, Edâhî 6, (1498);
Ebu Dâvud, Dahâya 6, (2804, 2805, 2806), Nesâî, Edâhî 10, (7, 217); 11, 12,
İbnu Mâce, Edâhî 8, (3142).][604]
AÇIKLAMA:
1-
Bu hadis kurban kesmeye mâni, hayvandaki bazı vasıfları belirtmektedir:
Mukâbele:
Kulağının önünden bir parçası kesilip, kesilen parça sallanır vaziyette
bırakılmış olan hayvana denmektedir.
Müdâbere:
Belirtilen şekilde kulağın arka kısmından bir miktarı kesip, kesilen kısmı
sallanmaya terkedilen hayvan.
Şarkâ':
Kulağı ortadan boylamasına ikiye yarılan hayvan.
Harkâ':
"Bu da kulağı yuvarlak şekilde oyularak delik açılan hayvandır.
2-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu şekilde enlenmiş olan hayvanların
kurbanlık olamayacağını duyurarak, hayvana eziyet verecek olan bu
davranışlardan da onları korumuş olmaktadır.
3-
Hadisin bazı vecihlerinde, "Gözünün biri (veya her ikisi) de kör olanı
kurban etmeyin" ziyadesi vardır.[605]
ـ2ـ
وعن عبيد بن
فيروز عن
البراء
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسول
اللّه # َ
يَجُوزُ في
ا‘ضَاحِى
الْعَوْرَاءُ
بَيِّنٌ
عَوَرُهَا،
وَالْمَرِيضَةُ
بَيِّنٌ
مَرَضُهَا،
وَالْعَرْجَاءُ
بَيِّنٌ
عَرَجُهَا،
وَالْعَجْفَاءُ
الَّتِى َ
تُنْقِى[.
أخرجه
ا‘ربعة.»الْعَجَفُ«
الْهُزال«
والضَّعف.
والنَّقىُ:
المخ .
2. (1491)- Ubeyd İbnu Fîrûz, Berâ
(radıyallahu anh)'dan naklen, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle
söylediğini rivayet etmiştir:
"Kurbanlıklarda
körlüğü belli olan kör, hastalığı açıkca
belli olan hasta, (yürümeye mâni olacak derecede) topallığı açık olan topal,
iliği kurumuş zayıf hayvanın kurban edilmesi caiz değildir." [Muvatta,
Dahâyâ 1, (2, 482); Tirmizî, Edâhî, 5, (1497); Ebu Dâvud, Dahâya 6, (2802);
Nesâî, Dahâyâ 5,6, 7, (7, 214, 215).][606]
AÇIKLAMA:
1-
Hadisin bazı vecihlerinde, Hz. Berâ (radıyallahu anh)'nın bu açıklamayı,
"Kurban için hangi hayvanlar câiz olmaz?" diye vâki bir sual üzerine
yaptığı belirtilir.
2-
Rivayetin Ebu Davud'daki vechinde, "hayvanın (bacağında yürümesine manı
olacak derecede) kırık bulunması" da zikredilir.
3-
Hattâbî der ki: "Bu hadiste, kurbanlıklarda görülecek küçük ve hafif
kusurların zarar vermeyeceğine delil vardır. Çünkü "körlüğü belli olan
kör", "açıkça belli olan hasta", "iliği kurumuş zayıf"
şeklinde kayıt konmuştur."
4-
Nevevî de şunu söyler: "Hadiste mezkur olan dört kusurdan birinin hayvanda
bulunması halinde kurbanın câiz olmayacağında ulemâ icma etmiştir. Keza onlar ayarındaki veya
onlardan daha kötü kusurlar da aynı hükme tâbidir. Sözgelimi iki gözün körlüğü,
ayağından birinin kopuk olması gibi..."[607]
ـ3ـ
وعن يزيد ذى
مِصْر قال:
]أَتَيْتُ
عُتْبَةَ بنَ
عَبْدٍ
السُّلمىَّ
فقلتُ: يَا
أبَا
الْوَلِيدِ؟
إنِّى
خَزَجْتُ
ألْتَمِسُ
الضَّحَايَا
فَلَمْ أجِدْ
شَيْئاً
يُعْجِبُنِى
غَيْرَ ثَرْمَاءُ
فَكَرِهْتُهَا
فَمَا
تَقُولُ؟ قَالَ:
أفََ
جِئْتَنِى
بِهَا؟
قُلْتُ:
سُبْحَانَ
اللّه!
تَجُوزُ
عَنْكَ وََ
تَجُوزُ عَنِّى؟
قال: نَعَمْ
أنتَ تَشُكُّ
وَأنَا َ
أشُكُّ.
إنَّما نَهى
رسولُ اللّه #:
عَنِ
المُصْفَرَّةِ
وَالمُسْتَأصِلَةِ
وَالْبَخْقَاءِ
وَالمُشَيَّعَةِ
وَالْكَسْرَاءِ[.»فالمُصْفَرَّةُ«
التي
تُستَأصَلُ
أذُنُهَا حتى
يبدُوَ
صماخُها.»وَالمُسْتَأصَلَةُ«
التي
تُستَأصَلُ
قَرْنُهَا من
أصله.»وَالْبَخْقَاءُ«
التي تُبخقُ
عينها.»وَالمُشَيَّعَةَ«
التي
تتبع الغنم
عجفاً
وضعفاً.»وَالْكَسْرَاءُ«
الكسيرةُ.
أخرجه أبو
داود .
3. (1492)- Yezid Zî-Mısr anlatıyor:
"Utbe İbnu Abd es-Sülemî'ye gelip:
"Ey
Ebu'l-Velid! Kurbanlık almak için çıkmıştım, hoşuma giden bir şey bulamadım.
Azıları dökülmüş bir şey vardı, ona da gönlüm razı olmadı. Siz ne
dersiniz?" diye sordum.
"Onu
bana getirmedin mi?" demesin mi.?
"Sübhanallah,
dedim, yani o, senin için câiz de benim
için mi câiz değil?"
"Evet,
öyledir, dedi. Sen şüphe ediyorsun, ben etmiyorum. Bilesin ki, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) şunları yasakladı: "Kulağı dibinden kesik, boynuzu dibinden çıkmış, gözünün biri
oyulmuş, (zayıflığı, dermansızlığı sebebiyle sürüden kalıp) yatır olmuş, ayağı
kırılmış." [Ebu Dâvud, Dahâya 6, (2803).] [608]
ـ1ـ
عن ابن عباس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما.
قال: ]صَلَّى
رسولُ اللّه #
بِذِى
الْحُلَيْفَةِ
الظُّهْرَ
ثُمَّ دَعَا
بِنَاقِتِهِ
فأشْعَرَهَا
في صَفْحَةِ
سَنَامِهَا
ا‘يْمَنِ وَسَلَتَ
الدَّمَ
عَنْهَا
وَقَلَّدَهَا
نَعْلَيْنِ
ثُمَّ رَكَبَ
رَاحِلَتَهُ
فَلَمَّا
اسْتَوَتْ بِهِ
على
الْبَيْدَاءِ
أهلَّ
بِالحَّجِّ[.
أخرجه الخمسة
إ البخارى،
واللفظ لمسلم
وأبى داود .
1. (1493)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Zülhuleyfe'de öğle
namazını kıldı, sonra kurbanlık devesini getirip hörgücünün sağ yanına nişan
vurdu, kan akıttı, (boynuna) iki tane nalın taktı. Sonra binek devesine atladı.
Beydâ düzlüğüne ulaşınca, hacca niyet ederek telbiye getirdi." [Müslim,
Hacc 205, (1243); Tirmizî, Hacc 67, (906); Ebu Dâvud, Menâsik 15, (1752);
Nesâî, Hacc 63, (5, 170-172); İbnu Mâce, Menâsik 96, (3097).][609]
AÇIKLAMA:
1- Kurban olarak ayrılan
hayvanın önceden işaretlenmesi, cahiliye devrinden beri Araplarda âdetti.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Veda haccı sırasında bu geleneğe uymuş,
kurbanlık devesini, rivayette görüldüğü üzere nişanlamıştır.
Nişanlamaktan
maksat, kurbanlık olduğunu gösteren işaretler vurmaktır. Rivayette iki işaret
mevzubahistir:
a)
İş'ar: Bu, devenin hörgücünü bıçakla çizip kanatmaktır. Böylece, hörgücünden
sağ yan tarafa sızan kan, devenin
üstünde kuruyarak kurbanlık olduğunu gösteren bir işaret meydana getiriyordu.
b)
Taklid: Taklid, kelime olarak takmak mânasına gelir. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), âdet üzere devesinin boynuna iki adet nalın takıyor. Şârihler,
kurbanlık olduğuna alâmet olmak üzere nalından başka şeylerin takılmasının caiz
olduğunu belirtirler. Nalın iki değil bir de olabilir. "Nalın takmanın
hikmeti, onda yolculuk işareti bulunmasıdır" denmiş, başka te'viller de
yapılmıştır.
2-
Nişanlamak, hayvanın kurbanlık olduğunu belirtmek, diğer hayvanlardan kolayca
tefrik etmek içindir. Ayrıca dinî bir şeâirin ilânıdır. Bu bakımdan, Cumhur
tarafından müstehab addedilmiştir. Ancak Ebû Hanife hazretleri hayvanın sırtını
kanatmaya bid'at der.
İmam
Malik'e göre devenin hörgücünü sol tarafından çizmelidir.
3-
Kurban koyun ise, boynuna bir nişan takmak
bütün ulemâca müstehabdır. Sadece İmam Mâlik, muhâlefet ederek
"koyuna hiçbir şey takılmaz" demiştir. Bazı âlimler: "İmam Mâlik
bu hadisi görmemiş olabilir" diye yorumlamıştır.
Koyunun
sırtı çizilmez, ulemâ bunda da ittifak eder. Gerekçe olarak, koyunun yaraya
tahammül edemeyeceği ve sırtı tüylü olması sebebiyle kanın görülmeyeceği
söylenir.
4-
Nişanlama meselesinde, umumiyetle sığırla deve aynı hükme tâbi tutulmuştur:
Sırtı çizilebilir, boynuna bir şey takılabilir.
ـ2ـ
وفي رواية
للخمسة عن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ عَنْها
قالت: ]أهْدَى
رسولُ اللّه #
غَنَماً فَقَلّدَها[.»ا“شْعَارُ«
تَعْلِيمُ
الْهَدْىِ بِشَئٍ
يُعْرَفُ
بِهِ أنه
هدىٌ،
وكانُوا
يَشُقُّونَ
أسْنِمَةَ
الهدىِ
ويُرْسِلونه،
والدمُ يسيلُ
منه فيعرف أنه
هدى فَ
يُتَعرَّض له.
وقوله
»وَسَلَتِ
الدَّمَ« أى
مَسَحه .
2. (1494)- Hz. Aişe (radıyallahu
anhâ)'nin bir rivayetine göre, "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kurban
olarak davar sevketti ve koyunlara işaret taktı." [Buhârî, Hacc 110, Edâhî
15; Müslim, Hacc 359, (1321); Tirmizî, Hacc 70, (909); Ebu Dâvud, Menâsik 15,
(1755); Nesâî, Hacc 69, (5, 173, 174); İbnu Mâce; Menâsik 95, (3096).][610]
AÇIKLAMA:
Bu
hadis Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Kâbe'ye kurban edilmek üzere koyun
da sevkettiğini göstermektedir. Veda haccı ile alâkalı rivayetler, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın deve kurban ettiğini ifade ettiği için bu rivayeti vak'aya uygun görmeyerek
ta'lîl etmek isteyen ve hatta: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) koyun
sevketmemiştir ki, koyuna işaret takmış olsun" diyen olmuştur. İbnu Hacer:
"Bu hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın koyun kurban ettiğine
yeterli bir delildir. Muhakkak ki, Veda haccından önce bu kurbanı
sevketmiştir" diyerek cevap verir.[611]
ـ3ـ
وعن وكيع. أنه
قال:
]إشْعَارُ
الْبُدْنِ وَتَقْلِيدُهَا
سُنَّةٌ.
فقَالَ لَهُ
رجُلٌ مِنْ
أهْلِ
الرَّأىِ:
رُوِىَ عَنِ
النَّخْمِىِّ
أنَّهُ قال
مُثْلَةٌ.
فغَضِبَ،
وقال: أقُولُ
لَكَ أشْعَرَ
رسولُ اللّه #
بُدْنَهُ
وَهُوَ
سُنَّةٌ،
وَتَقُولُ
رُوىَ عَنْ
فَُنٍ، مَا
أحَقَّكَ أنْ
تُحْبَسَ
ثُمَّ َ
تَخْرُجُ
حَتَّى تَنْزِعَ
عَنْ هذَا[.
أخرجه
الترمذى.»المثلة«
الشهرة
وتَشويه
الحِلْقَةِ
كَجَدْع ا‘نف
وغيره .
3. (1495)- Vekî' (rahimehullah):
"Kurban olacak deveye nişan vurup, boynuna alâmet takmak sünnettir"
demişti. Ehl-i reyden birisi kendisine:
"Nehâî'den,
bunun müsle (eziyet) olduğu rivayet edilmiştir" dedi. Vekî Ôkızarak:
"Ben
sana "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) devesine işaret vurdu, bu sünnettir"
diyorum, sen bana: "Falandan rivayet edildi" diyorsun. Sen hapse
tıkılıp şu sözünden vazgeçinceye kadar salınmamaya ne kadar lâyıksın!"
der. [Tirmizî, Hacc 67, (906).][612]
AÇIKLAMA:
İşaret
vurmak diye tercüme ettiğimiz tâbirin aslı iş'ar'dır. Az önce açıkladığımız
üzere bu, devenin hörgücünü bıçakla çizip kanatmaktır. Müsle ise canlı için,
işkence yapmak, eziyet etmek mânasında kullanılır. Aslında kulak kesmek, burun
koparmak gibi yaratılışı çirkinleştirici kötü muâmelelerdir, hakaret olsun diye düşman ölülerine bu çeşit tecâvüzler,
câhiliye devrinde yapılırdı.
İbrahim
Nehâî'nin ve -Tirmizî'deki metinde kaydedildiği üzere- Ebu Hanife
(rahimehumâllah)'nin iş'ar'a müsle demesi, bâriz bir şekilde sadedinde
olduğumuz hadise muhaliftir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)' ın istihsan
ettiği, bizzat icra ettiği bir ameli, burada görüldüğü şekilde kötülemek, ne
İmam-ı Âzam'dan
ne de İbrahim
Nehâî'den beklenmez. Bunlar şeriat-ı garrânın en küçük meselesi, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın en tâlî bir sünneti için bile hayatlarını verecek
derecede dinin şeâirine bağlı büyüklerdir.
Ebu
Yusuf (rahimehumullah)’dan rivayet edildiği üzere bir gün Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)’ın kabağı sevdiğini söyler. Yanında bulunan bir şahıs
: “Ben kabağı sevmem” demesi üzerine, bunda sünnete bir saygısızlık cür’eti
gören Ebu Yusuf hazretleri herifin katline fetva verir.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)’ın sünnetine, hatırâtına bağlılık ve saygıda İmam-ı
Azam, talebesi Ebû Yusuf’tan kesinlikle geri değildir
O
sözün İmâm-ı Âzam'a nisbeti şayet doğruysa yüce imamın, sadedinde olduğumuz
hadis-i şerîfi işitmemiş olması mevzubahis olur. [613]
ـ1ـ
عن أنس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسول
اللّه #: مَنْ
كانَ ذَبَحَ
قَبْلَ الصََّةِ
فَلْيُعِدْ[.
أخرجه
الشيخان
والنسائى .
1. (1496)- Hz. Enes (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Namazdan önce
kurban kesmiş olan (bilsin ki, kestiği kurban değildir, ailesine et takdim etmiştir), yeniden kessin!" buyurdu."
[Buhârî, Edâhî 1, 4, 12, Iydeyn 5, 23; Müslim, Edâhî 16, (1962); Nesâî, Iydeyn
30, (3, 193).][614]
AÇIKLAMA:
İslâm
dini, mü'mine zaman mefhumunu, zamanlı iş yapma
alışkanlığını kazandırmayı ve yapılan işlerin zamanla irtibatlı olarak
kıymet kazanacağı fikrini vermeyi de gâye edinmiş ve bunun tahakkukunda
ibadetleri vasıta kılmıştır. Beş vakit namazın, mekruh vakitler telâkkisinin bu
çeşit gayesi de var. Kurban da bu
meselede mühim bir vâsıtadır. Kurban namaz kılındıktan sonra kesilecektir,
yarım saat hatta daha az bir zaman önce kesilecek olsa kesilen kurban değildir,
kasaplık ettir.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), bu tebliği yapınca Ebu Bürde "Ben
kesmiştim" diyor. 1487 ve 1488 numaralı hadislerde de temas ettiğimiz üzere, Ebu Bürde'ye telâfi
için ona mahsus olmak üzere oğlak kesmeye izin veriyor, fakat affetmiyor. Şunu
bilmekte fayda var: Şeriatın teşrî döneminde, prensiplerin herkes tarafından
yeterince duyulmamış ve hattâ
anlaşılmamış olma durumları olabiliyordu. Bunun neticesi ortaya çıkan eksik,
yanlış icraatları Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) suhûletle karşılıyordu. Ebu Bürde'ye de öyle
davrandığını görmekteyiz.[615]
ـ2ـ
وعن البراء
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]ذَبَحَ أبُو
بُرْدَةَ بنُ
نِيَارٍ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ
قَبْلَ
الصََّةِ
فقالَ # أبْدِلْهَا.
فقالَ: يَا
رسُولَ
اللّهِ # مَا
عِنْدِى إَّ
جَذَعَةٌ
هِىَ خَيْرٌ
مِنْ
مُسِنَّةٍ.
قَالَ:
اجْعَلْهَا
مَكَانَهَا
ولَنْ
تُجْزِى عَنْ
أحَدٍ
بَعْدَكَ[.
أخرجه الخمسة
.
2. (1497)- Berâ (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Ebu Bürde İbnu Niyâr (radıyallahu anh) namazdan önce kurbanını
kesmişti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ona:
"Kurbanını
yenile!" dedi. Ebu Bürde:
"Ey
Allah'ın Resûlü, benim sadece bir oğlağım var. Ancak nazarımda yıllanmış
olandan daha kıymetlidir!" deyince:
"Öbürünün
yerine bunu kurban et. Ancak oğlak senden sonra, kimseye kurban için yeterli
olmayacak!" dedi." [Buharî, Edâhî 1, 8, 11, 12, Iydeyn 3, 5, 8, 10,
17, 23; Müslim, Edâhî 4, (1961); Tirmizî, Edâhî 12, (1508); Ebû Dâvud, Dahâya
5, (2800); Nesâî, Dahâyâ 17, (7, 222, 223).][616]
AÇIKLAMA:
1487
ve 1488 numaralı hadislere bakın.
ـ3ـ
وعن مالك.
]أنَّهُ
بَلََغَهُ
أنَّ رسولَ اللّهِ
# قال بِمِنىً:
هذا
المَنْحَرُ
وَكُلُّ مِنىً
مَنْحَرٌ.
وقالَ في
الْعُمْرَةِ:
هذَا المَنْحَرُ
يَعْنِى
المَرْوَةَ،
وَكُلُّ فِجَاجِ
مكَّةَ
وَطُرُقِهَا
مَنْحَرٌ[ .
3. (1498)- İmam Mâlik'e ulaştığına
göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Mina'da şöyle demiştir:
"İşte kurban kesilen yer. Mina'nın
her tarafı kesim yeridir."
Umre
sırasında da şöyle buyurmuştur: "Burası kurban kesme yeridir."
"Burası" sözü ile Merve'yi kastedmiştir. Mekke'nin bütün geçit ve
yolları kurban kesme yeridir." [Muvatta, Hacc 178, (1, 393); Ebu Dâvud,
Menâsik 65, (1937); İbnu Mâce, Menâsik 73, (3048).][617]
AÇIKLAMA:
1-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Mina'daki Menher'i, yani kurbanını
kestiği yer cemre-i ûlâ'nın yanındadır.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), hacc kurbanlarının kesilebileceği yerleri tarif etmiş
bulunmaktadır: Mina hududuna giren her yerde kesim yapılabilir, meşrudur.
Günümüzde,
kesim yerleri bu hudud dâhilinde belli bir nizama bağlanmıştır, buna uymak
gerekir.
2-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Kâbe'ye sunulacak kurbanların (hedy)
Merve'de, Mekke'nin her tarafında kesilebileceğini söylemiştir. Geçit diye
tercüme ettiğimiz ficâc, fecc'in cem'idir. Fecc, iki dağ arasındaki geniş yol
diye tarif edilir. Ancak bu yol tabiidir, insanlar tarafınan açılmış değildir.
Mekke'nin dağlık bir arâzi üzerinde kurulduğu düşünülecek olursa hadis daha iyi
anlaşılır. Şârihler: "Evlere yakın
olan yol ve geçitler kastedilmiştir. Uzak yerler menher olamaz"
derler.[618]
ـ4ـ
وعن نافع أن
ابن عمر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]مَنْ نَذَرَ
بَدَنَةً
فإنَّهُ
يُقَلّدُهَا
بِنَعْلَيْنِ
وَيُشْعِرُهَا
ثُمَّ
يَنْحَرُهَا
عِنْدَ
الْبَيْتِ
أوْ بِمِنىً
يَوْمَ
النَّحْرِ
لَيْسَ لَهَا
مَحَلٌّ دُونَ
ذلِكَ، ومَنْ
نَذَرَ
جَزُوراً
مِنَ ا“بلِ
وَالْبَقَرِ
فَلْيَنحَرهَا
حَيْثُ شَاءَ[
.4.
(1499)- Nafi' (rahimehullah)
anlatıyor: "Kim bir bedene kesmeye nezrederse, artık devesine alâmet
olarak iki nalın takar, (hörgücünü kanatarak) nişan vurur, sonra da onu
Beytullah'ın yanında veya Mina'da yevm-i nahrde (bayramın birinci günü) keser.
Kurban için bir başka kesim yeri yoktur. Kim de
deve veya sığırdan cezûr adamış
ise onu dilediği yerde keser." [Muvatta, Hacc 182, (1, 394).][619]
AÇIKLAMA:
Kâbe'ye
ihdâen nezredilen deveden kurbana hedy
veya bedene dendiği için onun, Harem bölgesi dâhilinde kesilmesi gerekmektedir:
Mekke'nin içi (Kâbe'nin yanı) veya Mina... Mina da Harem'den sayılır.
Kâbe'ye
olmaksızın yapılan adak kurbanları da
dinimizde caizdir. Kişi bunu nerede adamış ise adadığı yerde kesebilir. Bunları
Harem dahilinde kesme şartı yoktur. Tabii ki Harem'de kesme yasağı da yok.
Kısacası bunları kolayına gelen yerde keser. Hadiste geçen cezûr, aslında deve
demektir, cem'i cüzür'dür. Bu rivayette cezûr, Kâbe'de kesmeye niyet edilmemiş
olan mutad nezir kurbanı mânasında kullanılmıştır. Her seferinde kelimenin bu
mânada kullanılmayacağı tabiidir.
Birinci
Fasl'ın umumî bilgiler kısmında belirttiğimiz üzere hacc menâsikine bağlı
olarak kesilecek kurbanlar (hedy) Harem dâhilinde kesilmesi vacibdir. Udhiye
denen diğer kurbanlar her yerde kesilebilir.[620]
ـ5ـ
وعنه أيضاً
أنَّ ابن عمرَ
قال: ]ا‘ضْحَى
يَوْمَانِ
بَعْدَ
يَوْمِ
النَّحْرِ.
قالَ مالك: وَبَلَغَنِى
عَنْ عَليِّ
بنِ أبى
طَالِبٍ رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ
مِثْلُهُ[.
أخرج الثثة مالك
.
5. (1500)- Yine Nâfi'nin anlattığına
göre İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) şu açıklamayı yapmıştır: "Kurban
günleri, yevm-i nahr'den sonra iki gündür."
İmam
Mâlik der ki: "Bana, bunun aynısı Ali İbnu Ebî Tâlib (radıyallahu anh)'den
de ulaştı." [Muvatta, Dahâya 12, (2, 487).][621]
AÇIKLAMA:
Bu
hadis kurban kesilebilecek günleri açıklar. Bâzı selef büyükleri Kur'ân-ı
Kerim'de geçen eyyâmu ma'dudat (Bakara 203) ile bu belirtilen günlerin
kastedildiğini söylemiştir. İmam Mâlik, Ebû Hanife, Ahmed İbnu Hanbel ve ekser-i
ulemânın görüşü budur. İmam Şâfiî ve bir cemaate göre ise, kurban günleri
yevm-i nahire ilâveten arkadan gelen üç gündür. Şâfiî hazretleri bu hükme
giderken İbnu Hibbân'dan gelen فِى
كُلِّ
اَيَّامِ
اتَّشْرِيكِ
ذَبْحٌ
"Eyyam-ı teşrikin hepsinde kurban caizdir" hadisini esas
almıştır.
Bu
günlerin hepsinde hedy kurbanı caiz ise
de yevm-i nahrde kesmek efdaldir.
Şunu
da belirtelim ki, İbnu Sîrîn ve Davud-ı Zâhirî, "kurbanı yevm-i nahirde
kesmek gerekir" diye hükmetmişlerdir. [622]
ـ1ـ
عن جابر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]ذَبَحَ رسولُ
اللّه #
يَوْمَ
النَّحْرِ
كَبْشَيْنِ
أقْرَنَيْنِ
أمْلَحَيْنِ
مَوْجُوءَيْنِ.
فَلَمَّا
وَجَّهَهُمَا
قال: إنِّى
وَجَّهْتُ
وَجْهِىَ
لِلَّذِى
فَطَرَ
السَّمَواتِ
وَا‘رْضَ عَلى
مِلَّةِ
إبْرَاهِيمَ
حَنِيفاً
وَمَا أنَا
مِنَ
المُشْرِكِينَ.
إنَّ صََتِى
وَنُسُكِى
وَمَحْيَاىَ
وَمَمَاتِى
للّهِ رَبِّ
الْعَالَمِىنَ
َ شَرِيكَ
لَهُ
وَبِذلِكَ
أُمِرْتُ
وَأنَا أوَّلُ
المُسْلِمِينَ.
اللَّهُمَّ
مِنْكَ وَلَكَ
وَإلَيْكَ.
اللَّهُمَّ
عَنْ
مُحَمّدٍ وَأُمَّتِهِ.
بِسْمِ
اللّهِ
وَاللّهُ
أكْبَرُ
ثُمَّ
ذَبََحَ[. أخرجه
أبو داود
والترمذى.»المَوجُوءُ«
المَرْضُوضُ
الخِصْيَتَيْنِ
.
1. (1501)- Hz. Câbir (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yevm-i nahr'de alacalı,
boynuzlu ve iğdiş edilmiş iki koç kesti. Koçları kesmek üzere (yatırıp kıbleye)
yöneltince: "Şüphesiz ki ben, bir muvahhid (Allah'ı bir tanıyıcı) olarak
yüzümü o gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a yönelttim. Ben müşriklerden
değilim" ve "Şüphesiz benim namazım da, menâsikim de, hayatım da,
ölümüm de hiçbir ortağı olmayan, âlemlerin Rabbi Allah'ındır. Ben böylece
emrolundum. Ben (bu ümmette) Müslüman olanların ilkiyim" (En'âm 162)
(âyetlerini okudu ve:)
"Ey
Rabbim (bu kurban bize) sendendir, senin rızan için (kesiyoruz) ve sana
(ulaşacak)tır. Ey Rabbim, Muhammed ve ümmetinden bunu kabul buyur. Bismillahi
vallahu ekber!" deyip, sonra koçu kesti." [Ebu Dâvud, Dahâya 4,
(2795); Tirmizî, Edâhî 21, (1520); İbnu Mâce, Edâhî 1, (3121).][623]
AÇIKLAMA:
1- Kurban keserken Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın okuduğu âyette geçen nüsük'ten murad kesilen
kurbandır. Böyle olunca namaz ve kurban, âyet-i kerimedeyan yana zikredilmiş
olmaktadır, tıpkı Kevser sûresinde olduğu gibi:
فَصَلِّ
لِرَبِّكَ
وَانْحَرْ "Namaz
kıl ve kurban kes."
2-
Hattâbî, "Bu rivayette, iğdiş edilmiş hayvanın kurban edilebileceğine
delil vardır" dedikten sonra bâzı ehl-i ilmin: "İğdiş edilmiş hayvanı
kurban etmek mekruhtur, çünkü uzvunda noksanlık vardır" şeklindeki
mülâhazasını reddeder ve bunun, hayvanı kurban etmeye mâni bir kusur olmadığını
söyler.[624]
ـ2ـ
وعنه رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]شَهِدْتُ
المُصَلَّى
مَعَ رسول
اللّه #
فَلَمَّا
قَضَى
خُطْبَتَهُ
نَزَلَ عَنْ
مِنْبَرِهِ
وَأُتِىَ
بِكَبْشٍ
فَذَبَحَهُ
بِيَدِهِ
وَقالَ:
بِسْمِ
اللّهِ
وَاللّهُ
أكْبَرُ.
هَذَا عَنِّى
وَعَنْ مَنْ
لَمْ يُضَحِّ
مِنْ
أُمَّتِى[.
أخرجه
الترمذى .
2. (1502)- Yine Hz. Câbir (radıyallahu
anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le musallâda hazır
bulundum. Hutbesini tamamlayınca minberinden indi. Kurbanlık koçuna gelip kendi
eliyle kesti. Keserken: "Bismillahi vallahu ekber. Bu benim adıma ve
ümmetimden kurban kesmeyenlerin adınadır!" dedi." [Tirmizî, Edâhî 22,
(1522).][625]
ـ3ـ
وعن غرَفة بن
الحارث
الكِندى
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ قال:
]شَهِدْتُ
رسولَ اللّه #
في حَجَّةِ
الْوَدَاعِ
وَأُتِىَ
بِالْبُدْنِ
فقَالَ:
ادْعُوا لى
أبَا
الحَسَنِ.
فَدُعِىَ لَهُ
عَلِيٌّ
فقَالَ: خُذْ
بِأسْفَلِ
الحَرْبةِ
فَفَعَلَ،
وَأَخَذَ #
بِأعَْهَا
ثُمَّ طَعنا
بِهَا
الْبُدْنَ
وَهىَ
مَعْقُولَةُ
الْيَد
الْيُسرى
قَائمَةٌ على
مَا بَقِىَ مِنْ
قَوائمِهَا
فَلَمَّا
نَحَرَ
الْبُدْنَ ووَجَبَتْ
جُنُوبُهَا
قالَ: مَنْ
شَاءَ
اقْتَطَعَ
وذلِكَ
يَوْمُ
النَّحْرِ
بِمِنىً،
فَلَمَّا فَرََغَ
رَكِبَ
بَغْلَتَهُ
وَأرْدَفَ
عَلِيّاً
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ[ أخرجه
أبو داود .
3. (1503)- Garafe İbnu'l-Hâris
el-Kindî (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Vedâ haccında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a şâhid oldum.
Kendisine (kesmesi için) bir deve getirilmişti.
"Bana
Ebu'l-Hasan'ı çağırın!" dedi. Hz. Ali (radıyallahu anh) çağırıldı.
"Harbenin aşağısından tut!" dedi. Hz. Ali tuttu.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da yukarısından yakaladı. İkisi birden
deveye dürttüler. Deve sol ön ayağından
bağlıydı. Diğer ayaklarının üstünde ayakta duruyordu. Deveyi kesip yere
yıkınca:
"İsteyen
parça alsın!" dedi. Bu müşâhedem Mina'da yevm-i nahrde idi.
Kesim
işinden boşalınca, katırına bindi. Hz. Ali (radıyallahu anh)'yi de terkisine
aldı."[Ebu Dâvud, Menâsik 19, 1766.][626]
ـ4ـ
وفي رواية له
عن عبداللّه
بن قُرْطٍ.
]فَلَمَّا
وَجَبَتْ
جُنُوبُهَا
قال: مَنْ
شَاءَ اقْتَطَعَ[.»وجَبَتْ
جُنُوبُهَا«
أى سقطت ا‘رض .
4. (1504)- Yine Tirmizî'nin Abdullah
İbnu Gurt'tan kaydettiği rivayette şöyle denir: "...Hayvan yere yıkılınca:
"Dileyen
parça alsın!" buyurdu." [Ebu Dâvud, Menâsik 19, (1765).][627]
ـ5ـ
وعن علي
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]نَحَرَ رسولُ
اللّه #
ثََثِينَ
بَدَنَةً
بِيَدِهِ ثُمَّ
أمَرَنِى
فَنَحَرْتُ
سَائِرَهَا
وَكَانَتْ
سَبْعِينَ[. أخرجه
مالك وأبو
داود .
5. (1505)- Hz. Ali (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) elleriyle otuz deve kesti.
Geri kalanı da bana söyledi, ben kestim. Bunlar yetmiş tâneydi." [Muvatta,
Hacc 181, (1, 394); Ebu Dâvud, Menâsik 19, (1764).][628]
ـ6ـ
وعن أبى موسى
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ: ]أنَّهُ
أمَرَ
بَنَاتِهِ
أنْ
يُضَحِّينَ
بَأيْدِيهِنَّ،
وَيُوضَعَ
الْقَدَمُ
عَلى صَفْحَةِ
الذَّبِيحَةِ
وَالتَّكِبِيرِ
وَالتَّسْمِيَةِ
عِنْدَ
الذَّبْحِ[.
أخرجه رزين.
قلت: وَعَلَّقه
البخارى،
واللّه أعلم .
6. (1506)- Hz. Ebu Musa (radıyallahu
anh)'dan rivayet edildiğine göre: "Kızlarına, kurbanlarını kendi elleriyle
kesmelerini, ayağını kurbanın boynuna basmayı, keserken tekbir getirip besmele çekmeyi tenbih etmiştir."
Rezîn, ilâvesidir. Buharî, senetsiz olarak bab başlığında kaydetmiştir. (Edâhî
10).][629]
AÇIKLAMA:
1-
Bu son rivayet öncekileri te'yiden, kişinin kurbanını kendi eliyle kesmesinin müstehab olduğunu
göstermektedir. Rivayetlerdeki emir vücuba değil, istihbaba hamledilmiştir.
2-
İbnu't-Tîn: "Bu rivayet, kadınların da kurbanlarını kendilerinin kesmesini
câiz olduğunu ifade eder" demiştir. İmam Mâlik'ten bunun mekruh olduğuna
dair bir fetvası rivayet edilmiştir.
İmam Şâfiî de kadının, birisine vekâlet vererek kestirmesini, kesme
işine kendisinin mübâşeret etmemesini tavsiye etmiştir. Rivayetler,
Ümmühâtu'lmü'minîn'in kurbanlarını, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
kestiğini ifade etmektedir. Buhârî'de وَضَحَّى
رَسُولُُ
اللّهِ # عَنْ
نِسَائِهِ
بِالْبَقَرِ "...Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
zevceleri adına bir sığır kesti" Müslim'de de Hz. Câbir: نَحَرَ
النَّبِىُّ #
عَنْ
نِسَائِهِ بَقَرَةً
في حَجَّةِ
الْوَدَاعِ "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), Veda haccında hanımları için bir sığır kesti"
der. [630]
ـ1ـ
عن جابر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كُنَّا َ
نأكُلُ مِنْ
لُحُومِ
بُدْنِنَا
فَوْقَ ثَثٍ
فَأرْخَصَ
لَنَا #
فقَالَ:
كُلُوا
وَتَزَوَّدُوا[.زاد
في رواية
مسلم:
وادَّخِرُوا.
أخرجه الثثة
والنسائى .
1. (1507)- Hz. Câbir (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Biz kurbanlarımızın etinden üç günden fazla yemezdik.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize ruhsat tanıdı ve:
"Yiyin
ve azıklanın da!" buyurdu." [Buhârî, Hacc 124, Cihâd 123, Et'ime 27
Edâhî 16; Müslim, Edâhî 29, (1972); Nesâî, Edâhî 36, (7, 233).][631]
AÇIKLAMA:
Bu
hadis, kurban etlerinin yenilmesi ile ilgili, bidayetlerde konan bir tahdidin
bilâhere neshedildiğini göstermektedir.
Müteakiben kaydedilecek iki rivayet bu bahse açıklık
getirecektir.[632]
ـ2ـ
وعن عابس بن
رَبيعة قال:
]قُلْتُ
لِعَائِشَةَ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْها:
أنَهى رسولُ
اللّه # أنْ
تُؤكَلَ
لُحُومُ ا‘ضَاحِى
فَوْقَ
ثََثٍ؟
قَالَتْ:
إنَّمَا فَعَلَهُ
في عَامٍ
جَاعَ فِيهِ
النَّاسُ
فَأرَادَ أنْ
يُطْعِمَ
الغَنِىُّ
الْفَقِيرَ، وَإنْ
كُنَّا
لَنَرْفَعُ
الْكُرَاعَ
فَنأكُلُه بَعْدَ
خَمْسَ
عَشْرَةَ
لَيْلَةً.
قُلْتُ: وَمَا
اضْطَرَّكُمْ
إلى ذلِكَ
فَضَحِكَتْ
وَقالتْ: مَا
شَبِعَ آلُ
مُحَمَّدٍ
مِنْ خُبْزٍ مَأدُومٍ
ثََثَةَ
أيَّامٍ
حَتَّى
لَحِقَ بِاللّهِ
تَعالى[.
أخرجه الستة.
2. (1508)- Âbis İbnu Rebîa anlatıyor:
"Hz.Aişe'ye: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kurbanların
etlerinden üç günden fazla yenilmesini yasakladı mı?" diye sordum.
"Evet,
fakat bunu insanların (kıtlık çekip) acıktığı yılda yaptı. Böylece zenginlerin fakirleri doyurmasını arzu
etmişti. Biz koyunun paçasını kaldırıp,
on beş gece sonra yiyorduk" dedi. Ben:
"Sizi
buna mecbur eden şey ne idi!" deyince güldü ve:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Allah'a kavuşuncaya kadar, Muhammed âilesi üç gün üst
üste doyuncaya kadar katıkla ekmek yememiştir" dedi." [Buhârî, Et'ime
27, Edâhî 16; Müslim,Edâhî 28, (1971); Muvatta, Edâhî 5; Tirmizî, Edâhî 14,
(1511); Ebu Dâvud, Edâhî 10, (2812); Nesâî, Edâhî 37, (7, 235, 236).][633]
ـ3ـ
وعن
نُبَيْشَةَ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال
النَّبىُّ #.
إنَّا كُنَّا
نَهَيْنَاكُمْ
عَنْ
لُحُومِهَا
أنْ
تَأكُلُوهَا
فَوقَ ثََثٍ
لِكَىْ تَسَعَكُمْ
فَقَدْ جَاءَ
اللّهُ
تَعالى بِالسَّعَةِ.
فَكُلُوا
وَادَّخِرُوا
وَائْتَجِرُوا.
أَ وَإنَّ
هذِهِ
ا‘يَّامَ
اَيّامُ أكْلٍ
وَشُرْبٍ
وَذِكْرٍ
للّهِ
تَعالى[.
أخرجه أبو
داود.»ائْتَجِرُوا«
اطلبوا ا‘جر .
3. (1509)- Nübeyşe (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Biz
sizleri, kurbanların etinden üç günden fazla yemenizi, birçoğunuza kurban eti
ulaşsın diye yasaklamıştık. Şimdi, Allah Teâla bolluk verdi. Artık yiyin, biriktirin
ve ücret isteyin. Haberiniz olsun, bu bayram günleri yemek, içmek ve zikir
günleridir." [Ebu Dâvud, Edâhî 10, (2813); İbnu Mâce, Edâhî 16 (3160).][634]
AÇIKLAMA:
1- Kaydedilen hadislerden
anlaşılacağı üzere Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), İslâm'ın bidayetinde
çekilen umumî maddî sıkıntı sebebiyle bazı tedbirler alma ihtiyacı duymuştur.
Bunlardan biri, kurban etlerini üç günden fazla evlerde saklamamaktı. Darlık geçtikten sonra bu yasak
kaldırılmış, kurban etinden yemek, yol
azığı yapmak, biriktirip uzun müddet beklemek serbest bırakılmıştır.
Bu
mevzu üzerine Müslim'in bir rivayeti daha
açık bilgi sunmaktadır:
Ebû
Saîdi'l-Hudrî(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm):
"Sizden
kim kurban keserse, sakın üç geceden sonra evinde ondan bir miktar olduğu halde
sabahlamasın" buyurmuştu. Ertesi yıl olunca Ashab:
"Ey
Allah'ın Resûlü! Yine geçen yıl
yaptığımız gibi mi yapacağız?" diye sordu. Bunun üzerine Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm):
"Hayır!
o, öyle bir seneydi ki, o zaman herkes sıkıntı çekiyordu. Ben de (kurban
etlerinin) herkese ulaşmasını istemiştim" buyurdu."
Kadı
İyaz şu açıklamayı sunar: "Ulemâ bu hadislerle amel hususunda ihtilâf
etmişlerdir. Bir kısmına göre, kurban etinin üzerinden üç gün geçtikten sonra
artık ondan yenmemelidir." Bu hadislerin ifade ettiği haram hükmü bâkidir.
Cumhur'a
göre nehiy tamamen mensuhtur, kurban eti üç günden sonra da yenilebilir ve
herhangi bir zaman kaydı da konamaz.
Bazı
âlimler: "İlk yasak da tahrim ifade etmezdi, kerâhet ifâde ediyordu. Şimdi de kerâhet mânası devam etmektedir"
demiştir. Bir illete binâen konan yasak, illetin kalkmasıyla kaldırılmış ise
de, illet tekrar zuhur etse, yasağın da aynen geri geleceğini söyleyen âlimler
de olmuştur. Hz. Ali ve Abdullah İbnu Ömer böyle anlatıyorlardı. İbnu Ömer
(radıyallahu anh)'in kurban etini, hayatı boyunca üç günden fazla yemediği
rivâyet edilir.
İbnu
Mes'ud'dan yapılan bir rivayate göre kurban eti üçe ayrılmalıdır. Biri yenilir,
bir tasadduk edilir, biri de hediye edilir. İmam-ı Âzam, İmam Şâfiî, İmam Ahmed
ve İshâk İbnu Râhuye bununla ameli esas
almışlardır. Sevrî: "Kurban etinin ekserisi tasadduk
edilmelidir" demiştir.
Adak kurbanının etinden, adak sâhibi yiyemez.
Adamın fakir veya zenginliği bunda rol oynamaz. Dört mezhep bu meselede ittifak
eder. Ahmed İbnu Hanbel'den gelen bir rivayete göre yiyebilir.
Normal
kurbanın etinden sahibinin yemesi müstehabtır. Zahirîlere göre vâcibtir.[635]
ـ1ـ
عن ناجية
الخزاعى
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]بَعَثَ رسولُ
اللّهِ #
مَعِى
هَدْيَهُ
مِنَ المَدِينَةِ.
فَقُلْتُ:
كَيْفَ
أصْنَعُ
بِمَا عَطِبَ
مِنْهَا؟
قَالَ:
انْحَرْهَا
ثُمَّ اغْمِسْ
نَعْلَهَا في
دَمِهَا
ثُمَّ خَلِّ
بَينَهَا
وَبَيْنَ
النَّاسِ
يأْكُلُونَها[.
أخرجه ا‘ربعة
إ النسائى .
1. (1510)- Nâciye el-Huzâî (radıyallahu
anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) hedy'ini Medine'den benimle gönderdi. Ben:
"Bunlardan
yolda helak olan çıkarsa ben ne yapacağım?" diye sordum.
"Hemen
kesersin, nalınını kanına batırırsın,
sonra onunla insanlar arasından çekilirsin, yerler" dedi." [Muvatta,
Hacc 148, (1, 380); Tirmizî, Hacc 72, (910); Ebu Dâvud, Menâsik 19, (1762);
İbnu Mâce, Menâsik 101, (3105). ][636]
AÇIKLAMA:
1-
Atab عطب helak olmak demektir. Hadiste hayvanın yolculuk,
musibet gibi durumlar sebebiyle hedefe varamayacak hale gelmesi, ölme noktasına
dayanmasıdır. Bunun hemen kesilmesi gerekir. Ancak hedy (Kâbe'ye bağışlanan
kurbanın eti) sâhibine ve onu götürmekte
olanlara haram olduğu için, yolda helâk olursa kesilip bırakılır. Takısı
kanına bulanıp üzerine konur. Tâ ki yoldan geçenler bunun hedy olduğnu
bilsinler ve ondan zenginler değil, ihtiyaç sahipleri istifâde etsin.
"İnsanlarla
onun arasından çekil" tâbiri, ihtiyaç sahiplerinin hedy' den istifade
edebileceğini ifade eder.
2-
Muvatta'daki rivayette helâk olan
kurbanlığın "takısını kanının içine at!" buyurulmuştur.
Mamafih nalınla takı aynı şeydir. Zîra kurbanlığın boynuna nişanlamak
üzere nalın vs. takılır. Müslim'de İbnu
Abbâs'tan gelen bir rivayette helâk hâlinde, "sen ve arkadaşların
yemeyin" buyurulmuştur. Bu yasaktan maksadın, himaye işinde gevşeklik
yapmasını, kesilmesini gerektiren şartlar tam olarak tahakkuk etmeden kesmesini
önlemek olduğu belirtilmiştir. Bu hadisin tam anlaşılması için Onuncu Bab'ın
Birinci Faslında açıklanan hedy ve udhiye arasındaki farkın bilinmesi gerekir.
Kadı
İyâz der ki: "Nafile olan hedy kurbanı helâk olursa onun etinden ne
sahibi, ne sevkedeni, ne sevkedenin arkadaşları yiyemez, çünkü hadisin hükmü
budur." Tîbî merhum, arkadaşlar kelimesinin mutlak oluşuna bakarak
"zengin de yiyemez, fakir de" der. Bu meselede Cumhur'un hükmü de
böyledir. Ancak vacib olan hedy yolda helâk olsa, kesildiği takdirde sahibi
yiyebilir, zengin de yiyebilir. Çünkü sâhibi onu, zimmetinde olduğu için tazmin
edecektir."
Nafile
hedy"den murad nezr kurbanıdır. Bilindiği üzere nezr kurbanından nezreden
yiyemez. Vâcib olan, hacc-ı kıran ve
hacc-ı temettuda kesilmesi gereken kurbandır. Hanefî mezhebine göre bu,
şükür kurbanıdır, kesen etinden yer. Bu kurban önceden zâyi de olsa, yerine bir
yenisi alınıp kesilmelidir.[637]
ـ2ـ
وعن ابن
المسيب أنه
قال: ]مَنْ
سَاقَ بَدَنَةً
تَطَوُّعاً
فَعَطِبَتْ
فَنَحَرَها
ثُمَّ خَلَّى
بَيْنَهَا
وَبَيْنَ
النَّاسِ يَأكُلُونَهَا
فَلَيْسَ
عَليهِ شَئٌ.
وإن أكَلَهَا
أو أمَرَ مَنْ
يَأكُلُ
مِنْهَا غَرِمَهاَ[
.
2. (1511)- İbnu'l-Müseyyeb der ki:
"Nafile olarak sevkedilen bir deve yolda
helâk olsa ve hemen kesilerek halka terkedilse, halk da bunu yese, bu
nafile kurbanın sahibine bir şey gerekmez. Kendisi yese veya ondan yiyene emretse
borçlanır." [Muvatta, Hacc 149, (1, 381).][638]
AÇIKLAMA:
Hacı
kâfilesinin hacc mahalline sevketmekte olduğu kurbanlara esas itibariyle hedy
denir. Bunların yol esnasında, hemen kesilmesini gerektiren bir durumla
karşılaşmaları halinde kesilip, hedy
olduğunu gösteren işâretinin üzerine bırakılıp, yolda terkedilmesi
emredilmektedir. Böyle bir hayvanın etinden sadece hedy sahibi veya hedyi bir
başkası adına sevkeden kimsenin değil, kafileye dahil fakir, zengin herkesin
istifadeden menedilmesinin sebebini Nevevî şöyle açıklar:"
Bu,
kafile mensuplarının hedyi (yemek için),
helâk olmaya zemin hazırlamalarından korkulduğu içindir. Bu hal (maalesef)
bütün kâfilelerde görülen bir durumdur. Bu durumda, bütün kafile mensuplarına,
onun etini yemenin câiz olmadığının teşrî edilmesi gerekir. Ancak: "Onun
terki demek, vahşî hayvandan yem olması demektir, bu ise malın zâyi olmasıdır,
israftır" diye bir itiraz mümkündür. Bu itiraza cevabımız şudur: Burada malın zâyi olması diye bir şey
yoktur. Zîra, gâlib âdet şudur: Çöllerde yaşayanlar hacıların konaklama
yerlerini tâkip ederler, onların bıraktıklarını, terkedip attıklarını
toplarlar. Ayrıca, hacc mevsiminde hacı
kafilesi birbirlerini takip ederler, birinin peşinden bir başkası orada
konaklar..."
Nevevî:
"Arkadan gelen kafilenin zenginlerinin de bundan yememesi gerekir. Çünkü
hedy kurbanı mutlak olarak fakirlere hastır, fakir dışındakilerin ondan
yemeleri kesinlikle caiz değildir" der.
Aliyyu'l-Kârî,
nafile hedy mahalline varınca yani Harem dahilinde kesilince hem sâhibine hem
de zengine helâl olur der ve onun mahalline varmazdan önce (yolda) kesilmesi
halinde haram olacağını tasrih eder.[639]
ـ3ـ
وعن ابن عمر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما أنه
قال: ]مَنْ
أهْدَى
بَدَنَةً
ثُمَّ
ضَلَّتْ أوْ مَاتَتْ
فإنَّهَا إنْ
كَانَتْ
نَذْراً أبْدَلَهَا،
وَإنْ
كَانَتْ
تَطَوُّعاً
فإنْ شَاءَ
أبْدَلَهَا
وَإنْ شَاءَ
تَرَكَهَا[.
أخرجهما مالك
.
3. (1512)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) der ki: "Kim Kâbe'ye bir deve ihda eder, sonra (daha mahalline ulaşıp; kesilmeden) kaybederse veya
hayvan ölürse, şâyet bu bir nezir idiyse, yerine yenisini alır. Nezir değil de
tetavvu idiyse, dilerse yeniler, dilerse terkeder." [Muvatta, Hacc 150,
(1, 138).]
Nezir,
ferdin belli bir şarta bağlı olarak kendisine borç kıldığı kurbandır. O şart
yerine geldi mi borç kesinleşir, yerine getirilmesi vacib olur. "Şu
hastalıktan iyi olursam Kâbe'de bir kurban keseceğim" diyerek adakta
bulunan kimse, sıhhate kavuştuğu takdirde onun bir koyun kesmesi ona vâcib olur. İşte bu şekilde nezredilen
bir hedy kaybolursa bunun yerine yenisinin alınması gerekir. Herhangi bir şarta
bağlı olmaksızın sırf sevaba nâil olmak düşüncesiyle Kâbe'de bir kurban kesmeye
niyet edilmişse bu bir tetavvudur, nâfile bir kurbandır. İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) böyle bir kurban hedefe varmadan kaybolursa sâhibi dilerse yeniler,
dilemezse, kurbanı kesmekten vazgeçer diyor.[640]
ـ1ـ
عن أبى هريرة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ. ]أن النَّبىَّ
# رَأى رَجًُ
يَسُوقُ
بَدَنَةً
فقَالَ:
ارْكَبْهَا.
فقَالَ:
إنَّهَا
بَدَنَةٌ. فقَالَ:
ارْكَبْهَا.
فقَالَ
إنَّهَا
بَدَنَةٌ. فقَالَ
ارْكَبْهَا
وَيْلَكَ، في
الثَّانِيَةِ
أوْ في
الثَّالِثَةِ[.
أخرجه الستة إ
الترمذى عن
أبى
هريرة.وللخمسة
إ أبا داود عن
أنس
بمعناه.زاد في
رواية للبخارى
عن أبى هريرة:
فَلَقَدْ
رَأيْتُهُ
رَكِبَها
وَهُوَ
يُسَايِرُ
النَّبىَّ #
وَالنَّعْلُ
في عُنُقِهَا
.
1.
(1513)- Ebu
Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
bir deve sevkeden birisini görmüştü ki:
"Binsene
ona!" dedi. Adam:
"O
kurbanlıktır!" dediyse de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) emrini
tekrarladı:
"Bin
ona!" Adam tekrar:
"O
kurbanlıktır" diye haykırdı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Bin
ona" diye tekrarladı ve ikinci veya üçüncü seferde:
"Yazıklar
olsun sana!" diye ilâvede bulundu." [Buhârî, Hacc 103, 112, Vesâya
12, Edeb 95, Müslim, Hacc 371, (1322); Muvatta, Hacc 139, (1, 337); Ebu Dâvud,
Menâsik 18, (1760); Nesâî, Hacc 74, (5, 176); İbnu Mâce, Menâsik 100, (3103).][641]
Buhârî'nin
bir rivayetinde, Ebu Hüreyre'den naklen
şu ziyade vardı: "(Râvi) der ki: "Ben o adamı, deveye binmiş
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la beraber yürürken gördüm, devenin
boynunda nalın takılı idi." [642]
AÇIKLAMA:
1- Büdn (büdün de okunmuştur)
lügat olarak deve demek ise de şer'î ıstılahta sığır da aynı hükme tabi olduğu
için deve ve sığır her ikisine de büdn denmiştir.
2-
Kurbanlık develerle ilgili âyette:
والبدن
جعلناها لكم
من شعائرِ
اللّه لكم
فيها خير
فاذكروا اسم
اللّه عليها
"Biz kurbanlık develeri de
sizin için Allah'ın şeâirinden kıldık, onlarda sizin için hayır vardır..."
(Hacc 36) âyetinde geçen لكم
فيها خيرت "Onlarda
sizin için hayır vardır" ibâresindeki "hayır" mutlak oduğu için bir kısım âlimler,
kurbanlık deveden, binmek, sütünü sağmak gibi yollarla da istifade etmenin caiz
olduğu hükmünü çıkarmışlardır. Yukarıda kaydedilen rivayette de Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), kurbanlık deveye binmesi için deve sahibini ikaz
etmekte, ısrar etmektedir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın devenin ne
çeşit bir kurbanlık olduğunu sormadan "Bin ona!" diye ısrar
etmesinden her çeşit kurbanlığa, yani vâcib nev'ine de girse tetavvu nev'ine de
girse, binilebileceği hükmü çıkarılmıştır.
Ahmed
İbnu Hanbel'in Müsned'inde gelen bir rivayette de Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a: "Hedy'e (hacc kurbanına) binilebilir mi?" diye
sorulunca: َ بأسَ
بِهِ "Beis yok, binilebilir" diye cevap vermiştir.
Netice
olarak: "Bir kısım âlimler (Urve, Ahmed, İshak, ehl-i zâhir) mutlak olarak
kurbanlığa binmenin cevazına hükmeder.
Ancak Cumhur (Ebu Hanife, Malik, Şâfiî ve ekseri fukahâ) ihtiyaçla kayıtlarlar.
Bunlara göre, ihtiyaç olmadan binmek nassa muhaliftir, mekruhtur. Hanefîlerden
Hidâye sâhibi, cevazı "ızdırâr"la kayıtlamıştır. Bunların hücceti
İbnu Ebî Şeybe'de kaydedilen şu hadistir:
َ
يَرْكَبْ
الهَدْىَ إَّ
مَنْ َ يَجِدُ
مِنْهُ
بُدّاً
"Hedye (kurbanlığa), başka çare bulamayıp mecbur kalandan başkası binmesin."
Burada zarurete binâen câiz olunca, zaruretin kalkmasıyla binmenin de cevazı
kalkacak demektir. Meselâ yorgunluktan binen, dinlenir dinlenmez iner.
Müslim'de de gelen ve müteakiben kaydedeceğimiz (1514) şu meâldeki hadis de
bunu te'yid eder: "Kurbanlığa, mecbur kaldıysan ma'ruf üzere bin. Bir
başka sırt bulunca da in." Şu halde
bu hadis de bir başka imkân bulunca kurbanlığı terketmeyi âmirdir.[643]
ـ2ـ
وعن جابر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ.
]أنَّهُ سُئِلَ
عَنْ رُكُوبِ
الهَدْىِ
فقَالَ: سَمِعْتُ
رسولَ اللّهِ
# يقُولُ:
ارْكَبْهَا
بِالْمَعْرُوفِ
إذَا أُلْجِئتَ
إلَيْهَا
حَتَّى
تَجِدَ
ظَهْراً[.
أخرجه مسلم
وأبو داود
والنسائى.
2. (1514)- Hz. Câbir (radıyallahu
anh)'e; kurbanlığa binme hususunda sorulmuştu, şu cevabı verdi:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı işittim şöyle demişti:
"Kurbanlığa, mecbur kaldıysan ma'ruf üzere bin. Bir başka sırt (binek)
bulunca da in." [Müslim, Hacc 375, (1324); Ebu Dâvud, Menâsik 18, (1761);
Nesâî, Hacc 76, (5, 177).] [644]
ـ1ـ
عن عائشة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كَانَ
النَّبىُّ #
يُهْدِى مِنَ
المَدِينَةِ
فأفْتِلُ
قََئِدَ
هَدْيِهِ وََ
يَجْتَنِبُ شَيْئاً
مِمَّا
يَجْتَنِبُ
المُحْرِمُ[.
أخرجه الستة .
1. (1515)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Medine'de iken Kâbe'ye kurban sunar, ben de kurbanının
boynuna takılacak nişanlarını hazırlardım. Bu sırada Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ihramlıların sakındığı yasaklardan sakınmazdı." [Buhârî, Hacc
110, Edâhî 15; Müslim 359, (1321); Muvatta, Hacc 51, (1, 340); Tirmizî, Hacc 69
(908); Ebu Dâvud, Menâsik 17, (1757, 1758, 1759); Nesâî, Hacc 65, 66, 67, 68,
69, 72, (5, 171, 173); İbnu Mâce, Menâsik 94, (3094).][645]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in kendisi Medine'de olduğu halde, Beytullah'a kurban
(hedy) ettiğini gösterir. Bunu, Veda haccından önce, 9. hicrî yılda Hz. Ebu
Bekir (radıyallahu anh)'le gönderdiği kabul edilir.
2-
Hz. Aişe, Mekke'ye hedy göndermiş olan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
ihrama girmediğini belirtmek istiyor.
3-
Nevevî: "Bu hadis, hacca gitmese bile, kişinin Mekke'de kesilmek üzere
kurbanlık göndermesinin müstehab olduğunu, hedy gönderene ihrama girmek
gerekmeyeceğini göstermektedir" der ve bunda ulemânın kâhir ekseriyetinin
ittifak ettiğini belirtir. Sadece İbnu Abbâs, İbnu Ömer (radıyallahu anhüm) ile
Atâ ve Said İbnu Cübeyr (rahimehumallah)'in böyle bir davranışta bulunan
kimsenin, ihram giymeksizin ihram yasaklarından kaçınması gerektiğini
söyledikleri rivayet edilmiştir.
Bu
mevzuda asıl olan, Hz. Aişe'nin hadisini esas alan Cumhur'un görüşüdür. Esasen,
başka rivayetlerde teferruatlı olarak belirtildiği üzere Hz. Aişe (radıyallahu
anhâ)'yi bu açıklamayı yapmaya zorlayan şey, kendisine bir kısım sahabelerin
Mekke'ye hedy gönderenlerin, gönderdiği
kurban kesilinceye kadar hacıya
haram olan dikişli elbise giymek, traş
olmak gibi bütün yasaklara riâyet etmesi gerektiğine dâir verdiği fetvaların
intikal etmiş olmasıdır. O bu fetvaları duyunca, yukarıda kaydettiğimiz
açıklamayı yapar. Muvatta'da gelen rivayet, bu meselede Hz. Aişe'yi konuşmaya
sevkeden fetvanın İbnu Abbâs'a ait olduğunu belirtir.[646]
ـ2ـ
وعن جابر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ.
]أنَّهُمْ إذا
كانُوا
حَاضِرينَ
مَعَ رسولِ
اللّه # بِالْمَدِينَةِ
بَعَثَ
الْهَدْىَ:
فََمَنْ شَاءَ
أحْرَمَ
وَمَنْ شَاءَ
تَرَكَ[.
أخرجه
النسائى .
2. (1516)- Hz. Câbir (radıyallahu
anh)'in anlattığına göre: "Ashab'tan Medine'de Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) ile kalanlardan bir kısmı Kâbe'ye kurbanlıklar
göndermiş, bunlardan dileyen ihrama girmiş, dileyen de girmemiştir."
[Nesâî, Hacc 71, (5, 174).][647]
ـ3ـ
وعن ربيعة بن
عبداللّه بن
الهُدَيْر.
]أنَّهُ رَأى
رَجًُ
مُتَجَرِّداً
بِالْعِرَاقِ
فَسَألَ
عَنْهُ؟
فَقِيلَ
أَمَرَ
بِهَدْيِهِ
أنْ
يُقَلَّدَ
فلِذلِكَ
تَجَرَّدَ.
قَالَ: فلقيتُ
عَبْدَ
اللّهِ ابْنَ
الزُّبَيْرِ
فَذَكَرْتُ
لَهُ ذلِكَ.
فقَالَ:
بِدْعَةٌ وَرَبِّ
الْكَعْبَةِ[.
أخرجه
مالك.»الْبِدْعَةُ«
في الشرع: كل
ما يوافق
السنة .
3. (1517)- Rebîa İbnu Abdillah
İbni'l-Hüdeyr'in anlattığına göre: "Irak'ta elbiseden soyunmuş bir adam
görür ve sebebini sorar. Kendisine, bu adamın Kâbe'ye kurbanlık gönderdiği, bu sebeple elbiseleri
attığı belirtilir.
Rebîâ
der ki: "Sonra ben Abdullah İbnu
Zübeyr'le karşılaştım ve bu durumu ona anlattım. Bana:
"Kâbe'nin
Rabbine kasem olsun bu bid'attır" dedi." [Muvatta, Hacc 53, (1, 341).][648]
AÇIKLAMA:
Zürkânî,
Rebîa'nın gördüğü ihramlı şahsın İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) olduğunu
belirtir. Çünkü İbnu Ebî Şeybe'nin bir rivayetine göre, İbnu Abbâs'ı, Hz. Ali
zamanında, Basra vâlisi iken elbisesiz olarak Basra'da görenler olmuştur. Abdullah
İbnu Zübeyr (radıyallahu anhümâ) o mevzuyu teyzesi olan Hz. Aişe'nin sözüne dayanarak kesin
bir dille, yeminle ifadeye dökmekte ve
kurbanlık gönderen kimsenin kendine ihram yasakları tatbik etmesine bid'at
demektedir. Zürkânî'ye göre: "İbnu'z-Zübeyr (radıyallahu anhümâ)'in bu
hususu kesin bir şekilde bilmeden yemin etmesi câiz olmadığına göre, bu
davranışın sünnete muhalif olduğunu Hz. Aişe'den öğrenmiştir. İbnu Abbâs da
kıyasa dayanmış olmalı, ancak sünnet varken kıyas yapılmaz."
Bid'atın,
sünnete muhalif olan amel ve düşünceler olduğunu daha önce açıklamıştık. [649]
ـ1ـ
عن ابن عمر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]إذَا
نُتِجَتِ
الْبَدَنَةُ
فَلْيُحْمَلْ
وَلَدُهَا
حَتَّى
يُنْحَرَ
مَعَهَا،
فإنْ لَمْ
يُوجَدْ لَهُ
مَحْمَلٌ حُمِلَ
عَلى
أُمِّهِ[.
أخرجه مالك .
1. (1518)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor:
"Bedene
(yolda) doğuracak olursa, yavrusu da götürülüp annesiyle birlikte kesilir.
Yavruyu taşıyacak bir mahmel (taşıyıcı) bulunmazsa annesine yükletilir."
[Muvatta, Hacc 143, (1, 378).][650]
AÇIKLAMA:
Bedene,
aslında deve demek ise de şer'î ıstılahta kurban olarak ayrılan büyük baş
hayvan demektir: Deve ve sığır gibi. Şu halde Kâbe'ye sevkedilirken yolda
doğuracak olsa, yavrusunun, kesim mahalline kadar nakledilerek, annesiyle
birlikte kesilmesi gerekir. Hadis, yavruya öncelikle bir başka taşıyıcı aramak
gerektiğini ihtar etmektedir. Çünkü "Eğer onun yükleneceği, uygun bir
mahmel (taşıyıcı) bulamazsanız, annesine yükleyin" buyuruyor. Daha önce
belirtildiği üzere (1513, 1514), kurbanlığın, şerefi ve hürmeti sebebiyle
imkân nisbetinde onun binme, yükleme
gibi işlerde kullanılmaması gerekir.
Böyle
yavrusu olan bir kurbanlığın sütünden mecbur kalınırsa, yavrusundan artan
kısmından istifade edilebilir. Normal şartlarda o sütten de istifade etmemek
evlâdır.[651]
ـ2ـ
وعنه أيضاً.
]أنَّ عمر
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
أهْدَى
نَجيباً
فأُعْطِى
بِهَا
ثََثمِائَةِ
دِينارٍ
فَسَألَ
رسولَ اللّهِ
# فقَالَ: إنِّى
أهْدَيْتُ
نَجيباً
فأعْطِيتُ
بِهَا ثَثَمِائِةِ
دِينارٍ
أفَأبِيعُهَا
وَأشْتَرِى
بِهَا بُدْناً؟
فقَالَ:
إنْحرْهَا
إيَّاهَا[ .
2. (1519)- Yine İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ)'in anlattığına göre: "Babası Hz.Ömer, necib (denen çok muteber
cinsten bir deveyi) Kâbe'ye kurban olarak bağışlamıştı. (O ara necibe) üç yüz dinar verdiler. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a gidip sordu:
"Ben
necibi Kâbe'ye bağışlamıştım. Bu ara bazıları gelip üç yüz dinar verip satın
almak istediler. Bunu satıp yerine bir başka deve alayım mı?"
"Hayır,
dedi. Başkasını değil, onu keseceksin!" [Ebu Dâvud, Menâsik 16, (1756).][652]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadiste bir hayvanı
kurbanlık olarak ta'yin ettikten sonra bunu bir başka hayvanla değiştirmenin
caiz olup olmayacağı meselesine giren bir vak'a mevzubahistir.
Hadis,
kurbanlığın misli ve hatta daha efdali ile de olsa değiştirilemeyeceğini ifade
etmektedir.
2- Necib, devenin adı değildir,
cinsini bildirmektedir. Aslında, her hayvanın en iyi cinsine necib denmektedir.
Develerin kuvvetli ve sür'atli olanları bu ismi alır.[653]
ـ3ـ
وعن ابن عباس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]أهْدَى
النَّبىُّ #
عَامَ
الحُدَيْبِيَةِ
هَدَايا
فِيهَا جَمَلٌ
‘بِى جَهْلٍ
في رَأسِهِ
بُرَةٌ مِنْ
فِضَّةٍ.
وَقَالَ
بَعْضُ
الرُّواةِ:
مِنْ ذَهَبٍ يُغيظُ
بِذلِكَ
المُشْرِكِينَ[.
أخرجهما أبو
داود.»الْبُرَةُ«
حَلقة تكون في
أنْف البعير
تُشَدُّ فيها
الزّمام .
3. (1520)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hudeybiye
senesinde, Kâbe'de kesilmek üzere birçok deveyi kurban kıldı. Bunlar arasında
(vaktiyle) Ebu Cehl'e ait olan, başında gümüşten -bazı râviler altından der- mâmul bir büre bulunan deve de vardı.
Bununla, müşrikleri öfkelendiriyordu." [Ebu Dâvud, Menâsik 13, (1749).][654]
AÇIKLAMA:
1- Hudeybiye'ye umre maksadıyla
gelen Müslümanlar kurbanlık develeri de beraber getirmişlerdi. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın birçok kurbanlığı vardı. Bunların arasında, Bedir
Savaşı'nda ganimet olarak ele geçirdiği Ebu Cehl'e ait bir deve de bulunuyordu.
2- Büre, hayvanın burnuna
takılan yuvarlak bir halkadır. "Başında" tâbiri burnunda demektir, çünkü büre burna
takılır. İbnu Minhâl'in rivayetinde bu halkanın altından olduğu söylenmiştir.
Halka burun yumuşağına (minhar) takıldığına göre iki aded olabileceği de
şârihlerce belirtilmiştir.
Hadisin
sonunda Mekkelilerin maktul şeflerinden Ebu Cehl'e ait devenin, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in kurbanı olarak kesilmesi müşrikleri kızdırdığı
belirtilmektedir.
Aliyyü'l-Kârî
bu hadisle, Fetih sûresinde geçen لِيغيظ
بهم الكفار "(Ashab
hakkındaki bu teşbih) onlarla kâfirleri öfkelendirmek içindir" (29. âyet),
âyeti arasında müşâbehet bulunduğuna, âyet-i kerimenin hadis-i şerife bir nazir
olduğuna dikkat çeker.
Şu
halde bâzı tezâhürlerle Müslümanların, küffârı öfkelendirip çatlatması caizdir.[655]
ـ4ـ
وعن نافع قال:
]كانَ ابْن
عمرَ رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما
يُجَلِّلُ
بُدْنَهُ
القَبَاطىَّ
وَا‘نْمَاطَ وَالحُلَلَ
ثُمَّ
يَبْعَثُ
بِهَا إلى
الْكَعْبَةِ
فَيَكْسُوهَا
إيَّاهَا.
فَلمَّا كُسِيتِ
الْكَعْبَةُ
كَانَ
يتَصَدَّقُ
بِهَا[. أخرجه
مالك.»الْقبَاطىُّ«
ثياب بِيض
رَقاقٌ من
كتَّانٍ
تُتَّخَذُ
بمصر.
»وَا‘نْمَاطُ«
ضَرْبٌ من
البُسُطِ،
واحدها نمط.
»والحللُ« جمع
حُلَّةٍ، و
تكون إ ثوبين
من جنسٍ واحدٍ
.
4. (1521)- Nafi' anlatıyor: "İbnu
Ömer (radıyallahu anhümâ), kurbanlık devesine kabâtî ketenden, yünden mâmul renkli kilimlerden,
iki parçalı takımlardan çul sarar, sonra bunu Kâbe'ye yollardı. Bunlarla orada
Kâbe'ye örtü yapılırdı. Bunları Kabe'ye örttükten sonra hepsini tasadduk
ederdi." [Muvatta, Hacc 146, (1, 379, 380).][656]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivayet, kurbanlık deveye çul olarak sarılan kumaşların cinsi ve bunların
akibeti hakkında kıymetli bilgi vermektedir. Şöyle ki:
a)
Kabâtî (veya kubâtî) kumaş: Mısır'da ketenden yapılan ince beyaz bir kumaştır.
Kabt kelimesinden geldiği söylenir. Yani, Mısır'ın yerli ahalisinin adıdır.
Dilimizde kıbtî diye biraz daha değişmiş haliyle kelime mevcuttur.
b)
Enmât, nemât'ın cem'idir. Renkli yünden
mâmul bir nevi yaygıdır. Kilim
kelimesi ile karşılayabiliriz.
c)
Hulel, hulle'nin cem'idir. Hulle iki
parçalı aynı cinsten giysidir, takım dediğimiz şey. Parçalar ayrı cinslerden
olursa hulle denmez.
2-
İbnu Ömer bu sayılan çeşitlere giren
kıymetli kumaşlarla kurbanlık devesini sarıp çulladıktan sonra Mekke'ye
sevkediyor. Maksadı, deve kesildikten sonra,
bu kumaşların Kâbe örtüsünün imalinde kullanılmasıdır.
Ebu
Ömer İbnu Abdilberr der ki: "... Çünkü Kâbe'nin örtüsü, Allah'ın rızasını
kazanmak için yapılan bağış ve sadakaların kıymetlilerinden yapılırdı. Kâbe'ye
Himyer meliklerinden Tübba zamanından beri örtü çekilirdi. Örtüyü ilk çekenin o
olduğu söylenir. İbnu Ömer o zikredilen kumaşlarla kurbanlığını tezyin
ediyordu. Zîra Allah'a ait olan bağışa gösterilen ta'zim ve onu tezyin etmek,
Allah'ın şeâirini ta'zim ve tecmil cümlesindendi, ayrıca kurban kesildikten
sonra da tezyinatla Kâbe örtüsü yapılıyordu. Böylece o iki faziletli amel
birden işlenmiş oluyordu."
3-
Mühelleb der ki: "Aslında kurbanlık deveye giydirilen tezyinatın tasadduk
edilmesi bir vecibe değildir. İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) bunları Allah için
bağışladığı, O'na izafe ettiği kurbanlıktan geri bir şey dönmemesi için
tasadduk etmiştir."
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) da, Sahiheyn'de mezkur olan bir rivayette. Hz.Ali'ye
kurbanın çul ve derilerini tasadduk etmesini emretmiştir: اَمَرنِى
رَسُولُ
اللّهِ # اَنْ
اَتَصَدَّقَ
بِجَلِ
الْبُدْنِ
التي
نَحَرْتُ وَبِجُلُودِهَا
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bana
kestiğim develerin çullarını ve derilerini tasadduk etmemi emretti." Bu rivayet daha geniş veçhiyle
müteakiben kaydedilecek.
4-
Bu rivayet kurbanlıkların çullanmasının ve bu çulların tasadduk edilmesinin
müstehab olduğunu ifade eder. Müstehab denmiştir, çünkü buradaki emrin vücub
ifade etmediğini ulemâ belirtmiştir.
Mühim
Not: Kurban, bir ibadettir. Onunla ilgili her çeşit bağışlar bir ibadettir.
Kurbanın deri ve çulunun da ibadet mânasını taşıyacak yerlere bağışlanması gerekir. Günümüzde kurban
derilerinin, bu mânayı taşıdığı son
derece kuşkulu, Allah rızasından çok, beşerî gösterişleri hedefleyen ve aslında
Allah rızasına, dinin, sünnetin ihyâsına yönelik faaliyetleri baltalamak
gayesiyle tesis edilmiş vakıflar ve kurumlara çeşitli baskılarla kanalize
edilmeye çaba sarfedilmektedir. Müslümanlar bu meselede de imtihandadır. Uyanık
olmaları gerekir.
Ölçü
şeriatımızın ölçüsüdür, her tasaddukun, sadakanın muteber olması için
vaz'edilmiş şartlara uyması icabeder.
Aksi halde fedakârlıklarımız sadaka olmaktan çıkar.[657]
ـ5ـ
وعن علي
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]أمَرَنِى
رَسُولُ
اللّهِ # أنْ
أقُومَ عَلى
بُدنِهِ وَأن
أتَصَدّقَ
بِلَحْمِهَا
وَجُلُودِهَا
وَأجِلّتِهَا،
وَأنْ َ أعْطى
الجَزَّارَ
مِنْهَا.
وَقَالَ
نَحْنُ
نُعْطِيهِ
مِنْ عِنْدِنَا[.
أخرجه
الشيخان وأبو
داود .
5.
(1522)- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), (beni göndererek), kurbanlık develeriyle ilgilenmemi,
onların etlerini, derilerini, çullarını tasadduk etmemi, bunlardan kasaba bir
(ücret) vermememi tenbih etti."
Hz.
Ali (radıyallahu anh) der ki: "Kasaba ücretini kendimizden öderdik."
[Buhârî, Hacc 122, 112, 120, 122, Vekâlet 1; Müslim, Hacc 348, (1317); Ebu
Dâvud, Menâsik 20, (1769); İbnu Mâce, Menâsik 97, (3099).][658]
AÇIKLAMA:
1-
Ulemâ bu hadislerden kasabın kesme ücretinin kurban etinden veya derisinden
verilemeyeceği hükmünü çıkarmıştır.
Bağâvî,
Şerhu's-Sünne'de der ki: "Kasaba ücretini eksiksiz verdikten sonra, şâyet
fakirse sadaka olarak, kurban etinden de verebilir, bu durumda kasaba vermekte
bir beis kalmaz."
Keza
başka bir kısım âlimler de: "Kasaba kurbandan ücret vermek kesinlikle
yasaklanmıştır. Çünkü kurbanı ücret
yapmak mevzubahistir, bu caiz değildir. Ancak sadaka, hediye veya
ücretine ziyade olarak vermek caizdir, kıyasa göre bu caizdir. Ancak, hadisin
ıtlakına bakılınca, her ne suretle olursa olsun kasaba kurbandan vermenin
yasaklığına da hükmedilebilir. Bu anlamaya
hak verdiren hikmet, kurbandan kasaba ücret verme müsamahasını önler,
ola ki, ona verilen hizmetine mukabil olma mânasına gelir."
Kurtubî'nin
kaydına göre, Hasan Basrî ve Abdullah İbnu Ubeyd İbni Ümeyr hariç bütün ulemâ,
kasabın ücretinin kurbandan verilmeyeceği hususunda ittifak etmiştir.
2-
Kurtubî'nin kaydına göre, ulemânın bir kısmı bu hadisten kurbanın eti, derisi
ve çulunun satılamayacağına da hükmetmiştir.
Ancak
Evzâî, Ahmed, İshak, Ebu Sevr'e göre "Kurbandan herhangi bir şey
satılabilir, ancak alınan para, kurban etinin verilmesi caiz olan yerlere verilir." Söz gelimi kurban
derisi satılacak olsa parasının tasadduk edilmesi gerekir.
3-
Ulemâ kurbandan, kurban sahibinin istifade edebileceği hususunda ittifak
etmiştir. Ebu Sevr, bundan hareketle, istifadesi caiz olan her şeyin satılması
da caizdir diye bir hükme varmıştır. Ancak kendisine ittifakla: "Tetavvu
hedyinin (Kâbe'ye bağışlanan nâfile kurbanın) etinden yemek caizdir; ama
satılması caiz değildir, vacib olan kurbanda böyledir" diye itiraz
edilmiştir.
İbnu
Hacer kurbandan hiçbir kısmın
satılamayacağı hususunda, kıyâsa, ferdin, fakihin mülâhazasına ihtiyaç
bırakmayan Ahmed İbnu Hanbel de Katâde İbnu Nu'man tarafından rivayet edilen şu
nassı gösterir:
َ
تَبِيعُوا
لُحُومَ
اَضَاحِى
وَالْهَدْىِ
وَتَصَرَّفُوا
وَكُلُوا
وَاسْتَمْتَعُوا
بِجُلُودِهَا
وََ
تَبِيعُوا
وَإنْ
اَطْعَمْتُمْ
مِنْ
لُحُومِهَا
فَكُلُوا إنْ
شِئْتُمْ
"Kurbanların
ve hedyin (Kâbe'ye bağışlanan kurban) etlerini satmayın, (hayır yolunda)
tasarruf edin ve yiyin. Derilerinden de istifade edin ama satmayın. Etlerinden
başkalarına yedirseniz bile kendiniz de dilerseniz yiyin."
4-
Kurban derisinden, kurbanı kesen kimsenin şahsen istifadesi caiz addedilmiştir.
Ancak bu, satarak parasından istifade
şeklinde değil, ev eşyası olarak kullanma şartıyladır. Elek yapmak, post
yapmak, tuluk, dağarcık yapmak gibi. Herhalde en isabetli davranış Allah rızası
için bağışlamaktır.
5-
Kadı İyaz kurbanlığı, bilhassa büyük baş olanları çullamanın sünnet olduğunu,
örtülecek çulun nefâset ve değerinin, kurbanı kesen kimsenin maddî hâline göre
değişebileceğini söyler.
Tabiî
ki, çulun bağışlanması da sünnettir.
6-
Hadisten kurbanla ilgili işlerin vekâleten bir başkasına devredilebileceği
hükmü de çıkarılmıştır.
7-
Bu vesile ile şunu da belirtelim: Kurban adı altında kesilen her etten sahibi
yiyemez. Udhiye denen, yıllık olarak kurban bayramında kesilmesi vacib olan
kurbanın etinden kesen yiyebilir. Keza hacc-ı kıran ve hacc-ı temettu yapan
kimsenin Harem bölgesinde kestiği hedy (buna uhdiye denmez) Hanefîlere göre
yenebilir. Keza, Kâbe'ye bağışlanan hedyü'ttetavvu Harem bölgesinde kesilince
etini kesen kimse yiyebilir. Amma:
* Hacc cinayetleri sebebiyle kesilen ceza
kurbanlarının eti,
* Fukaraya bağışlanan nezir kurbanlarının eti,
*
Fidye olarak kesilen kurbanların eti, kesen tarafından yenmez. Yediği takdirde
o miktarda bağışta bulunur.
* Şafiîlere göre temettu ve kıran haccında
kesilen kurban etini sahibi yiyemez, çünkü ona göre bu kurban bir nevi ceza
kurbanıdır.[659]
ـ6ـ
وعن ابن عمر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما.
]أنَّ
النَّبىَّ #:
اشْتَرى
هَدْيَهُ
مِنْ قُدَيْدٍ
وَفَعَلَ
ابْنُ عُمرَ
مثلَ ذلكَ[.
أخرجه الترمذى
.
6. (1523)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) kurbanlığını (Mekke ile Medine arasında bir mevki
olan) Kudeyd'de satın almıştı. İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) de aynen öyle
yaptı." [Tirmizî, Hacc 68, (907).] [660]
Bu
babta dört fasıl vardır.
*
BİRİNCİ
FASIL
HASTALIK
VE EZA SEBEBİYLE MAHSUR KALANLAR
*
İKİNCİ
FASIL
DÜŞMAN
SEBEBİYLE MAHSUR KALANLAR
*
ÜÇÜNCÜ
FASIL
SAYIDA
HATAYA DÜŞENLER
*
DÖRDÜNCÜ
FASIL
MÜTEFERRİK
HADİSLER
Bu
babta, hacc menasikinde husule gelen aksamalar üzerinde durulacaktır. Bir başka
ifade ile, aksama çeşitleri, bunlara terettüp eden hükümler, aksamaların telâfi
yolları var mıdır? Varsa nelerdir?.. vs. Bu konularla ilgili hadisler
görülecektir. Başlıkta geçen ıstılahlar:
İhsar: İster umre ve isterse hacc için ihrama giren
bir kimsenin, herhangi bir sebeple tavaf
ve vakfe yapmaktan alıkonması demektir. Bu mani, düşmandır, hastalıktır, yılan
veya akrep zehirlemesidir... vs. Kûfîler bu sebepleri; "kırık, hastalık,
korku" diye özetlemişlerdir. Aynî, Ebu Hanife ve ashabının: "İhsar,
hacının Beytullah'a ulaşmasına mani olan hastalık, düşman, kırık, nafakanın
kaybı gibi şeylerin hepsidir" dediğini kaydeder. Leys İbnu Sa'd, Mâlik,
Şâfiî, Ahmed ve İshâk'a göre ihsâr sadece düşmanla olur, hastalıkla olmaz. İhsâra
uğrayan (muhsar), Mekke'ye hayvan veya bedelini gönderir. Tayin edilen vakit
geçinceye kadar ihramda kalır. Hedy kesilince (Hanefîlerce) ihramdan çıkar.
Şafiîler traş da olarak ihramdan çıkar. İmam Mâlik: "İhsar hacc için
vardır, umre için yoktur, mu'temir, Beytullah'a varıncaya kadar ihramdan
çıkmaz. Zîra onun için, haccda olduğu gibi zamanla kayıtlanmak yoktur, umreyi
kaçırma gibi bir durum yoktur. Senenin her gününde umre yapabilir, öyle ise,
engel kalkıncaya kadar bekler" demiştir.
Fevat: Hacc yapmak maksadıyla
ihrama giren kimsenin Arafat vakfesine vakti içerisinde yetişemeyip
kaçırmasıdır. Onun vakti, arefe günü öğleden sonrası ile bayram sabahı (10
Zilhicce) sabah vakti (fecr-i sadık) girmezden öncesine kadarki zamandır. Bu
zaman içinde Arafat'ta bulunamayan vakfeyi kaçırmış olur.
Fidye: Esas itibarıyla esiri esâretten kurtarmak için ödenen maddî karşılıktır, buna
îfa da denir. Hacc bahsinde fidye hacc
veya umre ile ilgili menasikte husule gelen aksaklıkları -ki bunlara cinayet de
denir- telâfi için îfa edilen cezalardır. Kurban, sadaka, oruç hepsi de mezkur
fidyenin çeşitleridir. [661]
ـ1ـ
عن كعب بن
عُجْرة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]أتَى عليَّ
النَّبىَّ #
وَأَنا
أُوقِد تَحْتَ
قِدْرٍ لِى وَالْقَمْلُ
يَتَنَاثَرُ
عَلى وَجْهِى.
فقَالَ:
أتُؤْذِيكَ
هَوَامُّ
رَأسِكَ؟
قُلْتُ نَعمْ.
قال:
فَاحْلِقْ
وَصُمْ
ثََثَةَ
أيَّامٍ أو
أطْعِمْ
سِتةَ
مَسَاكِينَ
لِكُلِّ مِسْكِينٍ
نِصْفُ صَاعٍ
أوِ انْسُكْ
نَسِيكَةً َ
أدْرِى
بِأىِّ ذلِكَ
بَدَأَ.
فَنَزَلتْ هذِِه
اŒية: فَمَنْ
كَانَ
مِنْكُمْ
مَرِيضاً أوْ
بِهِ أذىً
مِنْ رَأسِهِ
فَفِدْيَةٌ
مِنْ صِيَامٍ أوْ
صَدَقَةٍ أوْ
نُسُكٍ[.
أخرجه
الستة.»الهَوامُّ«
جمع هامّة،
وهي ذوات
الدِّبيبِ
كالقَمل
ونحوه .
1. (1524)- Ka'b İbnu Ucre (radıyallahu
anh) anlatıyor: "(Biz Hudeybiye'de iken), Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) yanıma geldi. O sırada ben tenceremin altını yakıyordum. Yüzümde de
bitler kaynaşıyordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana:
"Başındaki
şu böcekler seni rahatsız etmiyor mu?" diye sordu. Ben:
"Evet! ediyor!" dedim.. Bana:
"Öyleyse
traş ol ve üç gün oruç tut veya altı fakiri, her birine yarım sa' vermek
suretiyle doyur veya bir kurban kes. (Bunlardan hangisini yaparsan olur)"
dedi. Ancak bu saydıklarının önce hangisini zikretmişti bilemiyorum" diye
cevap verdi. Tam o sırada şu âyet nazil oldu:
فَمَنْ
كَانَ
مِنْكُمْ
مَرِيضاً أوْ بِهِ
أذىً مِنْ
رَأسِهِ
فَفِدْيَةٌ
مِنْ صِيَامٍ
أوْ صَدَقَةٍ
أوْ نُسُكٍ
"Artık içinizden kim hasta
olur, yahud başından bir eziyeti bulunursa ona oruçtan, ya sadakadan, yahud
da kurbandan biriyle fidye vacib
olur..." (Bakara 196).
[Buhârî, Muhsar 5, 6, 7, 8, Megâzî 35, Tefsir, Bakara 32, Merdâ 16, Tıbb 16; Müslim, Hac 80, (1201);
Muvatta, Hacc 337,. (1, 417); Ebu Dâvud, Menâsik 43, (1856-1861); Tirmizî, Hacc
107 (953); Nesâî, Hacc 96, (5, 194, 195); İbnu Mâce, Menâsik 91, (3079).][662]
AÇIKLAMA:
1- Teysir metninin baş kısmında
hareke yanlıştır, şöyle olacak: أتَى
عَلَىَّ
رَسُولُ
اللّهِ
Mâna da
yukarıda verdiğimiz gibi.
2-
Hadisin bazı vecihleri daha teferruatlı: "Biz Hudeybiye'de Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ile birlikte ihramlı idik. Müşrikler bize engel olmuşlar, umre yapamıyorduk. Kulaklarıma
kadar inen (gür) saçlarım vardı. Yüzümde bitler kaynaşıyordu [öyle ki,
başımdaki her tüyün tepeden tırnağa bit
dolduğunu zannettim]. (Fakat ihramlı olduğum için dokunamıyordum)[663]
Bana:
"Başındaki şu böcekler seni rahatsız etmiyor
mu?" diye sordu.
"Evet!"
diye cevap verdim. Derken şu âyet nazil oldu...."
3-
Burada, traş olma yasağına uymama hâlinde terettüp eden ceza gözükmektedir.
Rivayetten anlaşılacağı üzere, ihrama girdikten sonra temizleyemediği için birden çoğalan bitler yüzüne dökülecek,
her kılı tepeden tırnağa bit olmuş zannettirecek bir hâl alır ve Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a intikal edecek derecede bunların verdiği rahatsızlık
artar.
Bu
durum üzerine nazil olan âyet, böyle durumlarda "fidye" ödemek
kaydıyla yasağın ihlâl edilebileceğini bildirir. Ka'b İbnu Ucre (radıyallahu
anh) traş olmak suretiyle bitten temizlenebilecek, ancak âyetin beyan
ettiği fidyelerden biriyle aksamayı telâfi edecektir. Âyette fidye olarak
şunlar zikredilir:
*
Oruç.
*
Sadaka.
*
Kurban.Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), sadedinde olduğumuz hadiste
bunların miktarını tayin etmektedir:
*
Oruç: Üç gündür, âlimler bunun teşrik günlerinde tutulmasını mekruh addetmiştir
*
Sadaka: Altı fakirin doyurulması. Burada bir fakire takdir edilecek miktar
yarım sa'dır.
* Kurban: Bir koyun veya keçidir. Dileyen sığır
veya deve kesebilir, koyundan fazlası
teberrudur.[664]
4-
Fidyede muhayyerlik
Âyet
ve hadis, ihramlı iken traş olan kimsenin oruç, sadaka ve kurban nev'inden bir
fidyede bulunmasını emretmektedir. Ancak, hatıra şu soru gelmektedir: Kişi
bunlardan birini seçmekte serbest mi yoksa âyette gelen sırayla gücü yeteni mi
yapacaktır?
Âlimler
bu meseleye farklı cevap vermiştir. Öncelikle şunu belirtelim: Bu meseleye
temâs eden rivayet çok farklı vecihlerden gelmiştir ve hadislerde her seferinde
oruç, sadaka, kurban sırası görülmez, bazıları önce kurbanı zikreder.
Hatta
bir rivayette Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ka'b'a:
"Bir
koyun bulabilir misin?" diye sorar. Ka'b bulamayacağını söyleyince:
"Öyle
ise ya oruç tut, ya fakir doyur!" demiştir.
Ayrıca,
hadisin bazı vechinde, "Bunlardan hangisini yaparsan olur" ziyadesi de mevcuttur.
Hülâsa
bir kısım âlimler, bunlardan birini yapmakta ferdin muhayyer olduğunu
söylemiştir. İbnu Abdilberr bütün beldelerdeki âlimlerin bu kanaatte olduğunu
belirtir.
Ancak
Ebu Hanife, İmam Şâfiî ve Ebu Sevr muhayyerliğin zaruret zamanına ait olduğunu söylemiştir. Yani traş olmaya
mecbur olan kimse muhayyerdir, fidyesini dilediği şekilde yerine getirir. Fakat
keyfî olarak traş olup, ihram yasağı işleyen günahkâr olur ve buna ihtiyar
tanımaz. En ağırı olan kurban kesmeye mecburdur. Nitekim Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) da Ka'b'a önce kurban kesip kesemeyeceğini sormuştu.
Ebu
Âvene bu hadisi esas alarak: "Hayvan kesmeye muktedir olanlar oruç tutmaz,
fakir de doyuramaz" hükmüne ulaşır. Ancak bu görüş fazla taraftar bulmamıştır.[665]
5-
Fidyenin yeri.
Sadedinde
olduğumuz hadis, ihram cinayeti sebebiyle ödenmesi vacib olan fidyenin
ödeneceği yer hususunda bir tasrihde bulunmamıştır. Bu sebeple, fidyenin edâ
edileceği yer hususunda ulemâ ihtilâf etmiştir.
*
Ebu Hanife'den birkaç farklı fetva rivayet edilmiştir. Bir rivayete göre,
hayvan kesme işi de, fakir doyurma işi de Mekke'de olmalıdır, başka yerde caiz
değildir.
Bir
başka rivayete göre kurban kesimi sadece Mekke'de caizdir, fakir doyurma işi
başka yerde de olabilir.
*
İmam Mâlik, hadisin mutlak gelmiş olmasına bakarak: "Fidyenin nerede olsa
edâ edilebileceğine hükmetmiştir. Ona göre, bunun kurban kesmek, oruç tutmak
veya fakir doyurmak şekillerinden biriyle yerine getirilmesi arasında fark
yoktur, hangi şekilde olursa olsun, her yerde edâ edilebilir.
*
İmam Şâfiî, hayvan kesmekle, fakir doyurma işinin sâdece Mekke'de veya Harem-i
Şerif'te câiz olacağına hükmetmiştir.
*
Tâvus, Atâ, Mücâhid ve Hasan-ı Basrî'nin de kurban ve fakir doyurma işlerinin
sadece Mekke'de câiz olacağını söylediklerini rivayet etmiştir.
Fidye,
oruç tutmak şeklinde yerine getirilmesi halinde, her yerde tutulabileceği
hususunda ulemânın ihtilâfı yoktur.[666]
6-
Sadaka.
Fidye
olarak ödenecek sadaka altı fakiri doyurmaktır. Bu, bir fakiri altı gün
doyurmak şeklinde edâ edilebileceği
gibi, altı fakiri -mutad üzere günde iki
öğün hesabıyla- bir gün doyurmak şeklinde de edâ edilebilir.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bu maksadla yapılacak harcamanın asgarî miktarını da
belirtir: Yarım sa'. İmâm Mâlik, Şâfiî, İshâk, Ebu Sevr ve Dâvud-u Zâhirî'ye
göre keffâret buğday, arpa ve kuru hurma gibi şeylerin hepsinden yarım sa'
olarak verilir
İmam-ı
Âzam'a göre bu fidye buğdaydan yarım sa', arpa veya kuru hurmadan bir sa' verilir. Süfyân-ı Sevrî de böyle
hükmeder.
Bir
sa' örfî dirhemle 2,120 kg'dır.
İbnu't-Tîn
ve diğer bir kısım âlimler bu hadis vesilesiyle şöyle demişlerdir:
"Şârî,
burada bir günlük orucu bir sa'lık sadakaya muâdil kıldı. Halbuki, Ramazan
orucunu yemede ise, bir günlük orucu bir müdd'lük sadakaya muâdil kıldı (Müdd,
sa'ın dörtte biri). Zıhâr ve Ramazan'da cima için de böyle kıldı. Yemin
kefâretinde ise, bir gün orucu 3,3 müdde muâdil kıldı. Bu durum, hudud ve
takdirâtta kıyasın câri olmadığına en kavi delildir. (Şârî ne beyan etmişse o
esastır)."[667]
ـ2ـ
وعن
الحَجَّاج بن
عمرو ا‘نصارى
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ قال:
]سَمِعْتُ
رسولَ # يقول:
مَنْ كُسِرَ
أو عَرجَ
فقَدْ حَلَّ
وَعلَيْهِ
الحَجُّ مِنْ
قَابِلٍ[.
أخرجه أصحاب
السنن.
2. (1525)- el-Haccâc İbnu Amr el-Ensârî
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle
söylediğini işittim: "Kimin (bir bacağı)
kırılır veya sakatlanırsa ihramdan çıkar (ve memleketine döner ve
müteâkip sene yeniden hacc yapar."
[Tirmizî, Hacc 96, (940); Ebu Dâvud, Menâsik 44 (1862); Nesâî, Hacc 102, (5,
198, 199).][668]
AÇIKLAMA:
1-
Kur'ân-ı Kerim, hacc için ihram giydikten sonra, meşru bir engelle karşılaşarak
hacc yapamayanlar hakkında şöyle der: فَانْ
اُحْصِرْتُمْ
فَمَا
اسْتَيْسَرَ
مِنَ
الْهَدْىِ "..Fakat
(herhangi bir sebeple hacc ve umreden) alıkonursanız o halde kolayınıza gelen
kurbanı (gönderin, bununla beraber) kurban yerine (Mina'ya) varıncaya kadar
başlarınızı traş etmeyin.." (Bakara 196).
2-
Sadedinde olduğumuz hadis-i şerif, kırık veya sakatlanmanın, âyette ruhsat
verilen bir mazeret olduğunu, böyle bir kimsenin ihramdan hemen çıkıp
memleketine dönebileceğini beyan buyurmaktadır.
Hattâbi
der ki: "Hadiste "gelecek sene haccını yeniler" kaydı, farz olan
hacca niyet eden içindir. Eğer nafile
bir hacc yapıyor idiyse, bu ihsâr sebebiyle kesmesi gereken dışında kendisine
bir şey gerekmez." İmam Malik ve Şâfiî'nin hükmü böyledir.
Hattâbî
şunu da söylemiştir: "Bu hadis, düşman engellemesi olmadan, ihramlıya ârız
olan hastalık ve diğer bir özür de ihsârdır
diyen Ebu Hanife, onun ashabı ve Sevrî gibileri için hüccettir."
Ebu
Hanife ve ashabı: "Bu engellemeye mâruz kalana, ihsâr kurbanı dışında, bilahere hem umre ve hem de
hacc gerekir" derler.
Mücâhid,
Şa'bî ve İkrime de: "Gelecek yıl hacc gerekir" demişlerdir.
3-
Ulemâ, kırık ve sakatlanmanın ihsâra girmesi için ihrama girdikten sonra
vukuunu şart koşarlar.[669]
ـ3ـ
وعن أبى أسماء
مولى
عبداللّهِ بن
جعفر. ]أنَّهُ
كانَ مَعَ
مَوَهُ،
فَمَرُّوا
عَلى الحُسَيْنِ
ابْنِ عَلىٍّ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُما
وهُوَ مَريضٌ
بِالسُّقْيَا.
فَأقَامَ عَلَيْهِ
عَبْدُاللّهِ
ابْن جعْفرٍ
حَتَّى خَافَ
الْفَوْتَ
فَبَعَثَ إلى
عليٍّ
وَأسْمَاءَ
بِنْتِ
عُمَيْسٍ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهما
وَهُمَا
بِالْمَدِينَةِ
فَقَدِمَا
عَلَيْهِ.
ثُمَّ إنّ
حُسَيْناً
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ
أشَارَ إلى
رأسِهِ.
فَأمَرَ
عَليٌّ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
بِحَلْقِ
رأسِهِ. ثُمَّ
نَسَكَ عنه
بِالسُّقْيَا
فَنَحرَ
عَنْهُ بَعِيراً[.قال
يحيى بن سعيد:
وكانَ
حُسَيْنٌ خَرَجَ
مَعَ
عُثْمَانَ
بنِ عَفَّانَ
في سَفَرِه
ذلِكَ إلى
مَكَّةَ.
أخرجه مالك .
3. (1526)- Ebu Esmâ Mevlâ Abdillah İbni
Ca'fer (rahimehullah)'in anlatığına göre: "Efendisi Abdullah İbnu
Ca'fer'le beraber Medine'den çıktılar. Sükyâ'da hasta olan Hüseyin İbnu Ali
(radıyallahu anhümâ)'ye uğradılar, Abdullah İbnu Ca'fer, Hz. Hüseyin'le
ilgilenmek için yanında kaldı. Haccın fevte uğramasından (o sene kaçırmaktan)
korkarak Medine'de mukim Hz. Ali ve (zevcesi) Esma Bintu Umeys (radıyallahu
anhümâ)'e haber gönderdi, bunlar derhal yanına geldiler. Hz. Hüseyin
(radıyallahu anh) (ağrıdan şikayet ederek) başına işaret etti. Hz. Ali
(radıyallahu anh) başının traş edilmesini emretti. Sonra onun adına Sükyâ'da
kurban kesilmesini emretti ve bir deve kesildi."
Yahya
İbnu Said der ki: "Bu seferinde Hz. Hüseyin (hacc maksadıyla) Mekke'ye
müteveccihen Hz. Osman (radıyallahu anh)'la birlikte yola çıkmıştı."
[Muvatta, Hacc 165, (1, 388).][670]
ـ4ـ
وعن عمرو بن
سعيد النخعى:
]أنه أهلَّ
بعمرةٍ.
فَلَمَّا
بَلَغَ ذاتَ
الشُّقُوقِ
لُدِغَ
فَخَرَجَ أصْحَابُهُ
إلى
الطَّرِيقِ
عَسى أنْ
يَلْقَوْا
مَنْ
يَسْألُونَهُ.
فَإذَا هُمْ
بِابنِ
مَسْعُودٍ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ
فَقَالَ لَهُمْ.
لِيَبْعَثْ
بِهدْىٍ أوْ
بِثَمَنِهِ
وَاجْعَلُوا
بَيْنَكُمْ
وَبَيْنَهُ
أمَارَةً يَوْماً.
فَإذَا
ذُبِحَ
الهَدْىُ
فَلْيُحِلَّ وَعَلَيْهِ
قَضَاءُ
عُمْرَتِهِ[.
أخرجه رزين .
4. (1527)- Amr İbnu Saîd en-Nehaî
(rahimehullah)'nin anlattığına göre: "(Umre yapmak üzere ihrama girdikten
sonra) Zatu'ş-Şukûk denen yere varınca orada kendisini yılan sokar.
Arkadaşları, bu meseleyi sorabilecekleri bir kimseyle karşılaşmak üzere,
(herkesin gelip geçtiği ana) yola
çıkarlar. Derken İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) karşılarına çıkar. Onlara şu
fetvayı verir:
"Hemen
bir hedy (kurbanlık) veya onun değeri miktarınca nakit parayı (Mekke'ye)
gönderin. Onunla kendi aranıza bir günlük alâmet koyun, hedy kesildi mi
ihramdan çıksın. Ayrıca, bu umreyi de bilâhere kaza etmen gerekir." [Rezîn
tahriç etmiştir.]
[671]
AÇIKLAMA:
İbnu
Mes'ud (radıyallahu anh)'un tavsiye ettiği bir günlük alâmetten maksad,
kurbanın Harem bölgesine ulaşacağı tahmin edilen müddet olsa gerektir. Hedyin
mahalline varmadan ihramdan çıkılmış olmaması için, bunun önceden tahmin
edilmesi, vazifelendirilen şahsın bu takvime göre vazifeyi tamamlaması gerekir.
Rivayette, İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) Zâtu'ş-Şukuk'la Harem arasını bir
günlük mesâfe olarak takdir etmiş olmalıdır.
Hanefîlere
göre muhsar, Harem bölgesinde ise,
bulunduğu yerde kurban kesip ihramdan çıkabilir. Harem bölgesinin dışında ise,
belirtilen vakitte kesilmek üzere kurban veya bedelini Harem bölgesine
gönderir. Sadedinde olduğumuz hadisteki vak'anın, Harem bölgesi dışında cereyan
ettiği anlaşılmaktadır. Kurban kesilmeden ihramdan çıkmamalıdır. Kesilmiştir
zanniyle önceden çıkıldığı tebeyyün ederse veya bu müddet içerisinde ihram
yasakları işlenecek olursa ihram cinayeti işlemiş sayılır, fidyeye hükmedilir.
Şafiîlere
göre, bu durumda ihsâr kurbanını bulunduğu yerde keser, Harem'e göndermesi şart
değildir. [672]
ـ1ـ
عن ابن عباس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]أُحْصِرَ
رسولُ اللّه #
فحَلَقَ
رأسَهُ، وَنَحَرَ
هَدْيَهُ،
وَجَامَعَ
نِسَاءَهُ،
وَاعْتَمَرَ
عاماً
قَابًِ[.
أخرجه
البخارى .
1. (1528)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), (Hudeybiye'de) engellenmişti. Başını traş etti,
kurbanını kesti, hanımlarına temasta bulundu, müteâkip sene umresini
yaptı." [Buhârî, Muhsar 1.][673]
ـ2ـ
وعن ناجية بن
جُندُب
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قال:
]أَتَيْتُ
رسولَ اللّهِ
# حِينَ صُدَّ
الْهَدْى
فَقُلْتُ يَا
رسوُلَ
اللّهِ:
ابْعَثْ مَعِى
الْهَدْىَ
‘نْحَرَهُ
بِالْحَرَمِ
قال: كَيْفَ
تَصْنَعُ
بِهِ؟ قُلْتُ:
آخُذُ بِه في
مَوَاضِعَ
وَأوْدِيَةٍ
َ
يَقْدِرُونَ
عَلَيْهِ.
فَانْطَلَقْتُ
بِهِ حَتى
نَحرتُهُ في
الحَرَمِ،
وَكانَ قَدْ
بَعَثَ بهِ
لِيُنْحَرَ
في الحََرَمِ
فَصدُّوهُ[.
أخرجه رزين .
2. (1529)- Nâciye İbnu Cündüb
(radıyallahu anh) anlatıyor: "(Hudeybiye'de) kurbanlıkların önü kesildiği
zaman Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e gelerek:
"Ey
Allah'ın Resûlü! Kurbanlığı benimle gönder, onu Harem'de keseyim!" dedim.
Bana:
"Bunu
nasıl yapacaksın?" dedi. Ben:
"Onların
göremeyecekleri yerlerden ve vâdilerden götürürüm" dedim. [Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)] müsaade etti. Ben de onu götürüp Harem'de kestim.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), Harem'de kesilmesi
için benimle göndermişti. Çünkü (Mekkeli müşrikler) kendisine mâni
olmuşlardı." [Rezîn'in ilâvesidir (İbnu Hacer, bu rivayeti Nesâî'den
naklen Fethu'l-Bâri'de kaydeder (4, 382).][674]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet, "Muhsarın
yani hac ve umre yapmasına engel çıkarılan kimsenin, ihramdan çıkabilmesi için
kurbanının Harem bölgesinde kesilmesi şarttır" diyen Hanefî görüşü te'yid
eden rivayetlerden biri olmaktadır. Buna göre, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Hudeybiye yılında, Nâciye İbnu Cündüb'ü -müşriklerin göremeyeceği
yollardan- hedyi ile göndererek Harem
hududu içerisinde kesilmesini sağlamıştır. Mukabil görüşü benimseyenler, bunun
vücub ifade etmediğini, zîra geri kalan kurbanların Hıll'de yani Harem dışında
kesildiğini söylerler.
2- Bu rivayet, İmam Mâlik'e
nisbet edilen ihsâr ahkâmı hacca mahsustur, umrede yoktur; umrede engelle
karşılaşan kimse, Kâbe'ye ulaşmadan ihramdan çıkamaz, zîra haccda olduğu gibi,
umre zamanla kayıtlı değildir, umrenin fevt olması diye bir şey mevzubahis
değildir, senenin her gününde umre yapabilir görüşünü de reddeder.[675]
ـ3ـ
وعن مالك قال:
]إذَا
أُحْصِرَ
بعَدُوٍّ يحلقُ
في أىِّ
مَوْضِعٍ
كانَ وََ
قَضَاءَ عَلَيْهِ،
‘نَّ رسولَ
اللّهِ #
وَأصْحَابَهُ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُم
نَحَرُوا
الْهَدْىَ
بِالحُدَيْبِيَّةِ
وَحَلَقُوا
وَحَلُّوا
مِنْ كُلِّ
شَئٍ قَبْلَ
الطّوَافِ
وَقَبْلَ أنْ
يَصِلَ مَا
أرْسَلَ مِنَ
الْهَدَايَا
إلى
الْبَيْتِ.
ثمَّ لَم يَصِح
أنَّهُ #
أمَرَ
أَحَداً أنْ
يَقْضِى
شَيئاً وََ
أنْ يَعُودَ
له[. أخرجه
البخارى في
ترجمة باب 3.
(1530)- İmam Mâlik (rahimehullah)
demiştir ki: "Kişi (haccda) düşman sebebiyle engellenirse, her nerede
engele maruz kaldı ise, orada traş olup ihramdan çıkar. Kendisine yeniden bunu
kaza etmesi gerekmez. Zîra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve Ashab'ı
(radıyallahu anhüm), kurbanlığı Hudeybiye'de kestiler. Beytullah'ta kesilmek
üzere gönderilen kurbanlıklar mahalline varmazdan ve tavaf yapmazdan önce traş
olup, her çeşit ihram yasaklarından çıktılar. Ve dahi, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın birisine umre menâsikinden) bir şey yapması veya (o anda
yapmadığını) sonradan yapmasını emrettiği de sahih değilir." [Muvatta,
Hacc 98, (1, 360); Buhârî, Muhsar 4 (Bab başlığında).][676]
AÇIKLAMA:
1- Görüldüğü üzere, İmam Mâlik
hazretleri, bir önceki rivayeti ve benzerlerini sahih kabul etmemektedir.
Muvatta'daki rivayette ثُمَّ
لَمْ يَصِح şeklinde değil, ثُمَّ
لَمْ
يُعْلَمْ yani "ve dahi... bilinmiyor" şeklinde
gelmiştir, mâna esasta farksızdır.
2-
Engelleme (ihsâr) sebebiyle, umre yapılmadan kurbanların Hudeybiye'de kesilmesi
kesinlik kazanınca İmam Mâlik (rahimehullah)'in: "Muhsar, kurbanlığını
Harem'e göndermeden, bulunduğu yerde kesip traş olarak ihramdan çıkar"
hükmüne varması tabiidir. Bu aynı zamanda Cumhur'un hükmüdür.
3-
İmam Mâlik'i "her nerede olursa" hükmüne götüren husus Hudeybiye'nin
Harem'in dışında olmasıdır. Ancak Atâ ve daha başkaları Hudeybiye'deki kesimin
Harem'de olduğunu söylemiştir.
4-
Yukarıdaki rivayetle ilgili olarak, İbnu Hacer'in İmam Şâfiî (rahimehullah)'den
kaydettiği bir tahlili kaydetmede fayda
görüyoruz:
İmam
Şâfiî Hudeybiye'yi, bir rivayette Harem'in dışında, bir başka rivayette de
yarısı Harem'de ve yarısı Hıll'de olarak değerlendirmiş ise de Müslümanların
kurbanları Harem dışında, yani Hıll'de kestiklerine hükmetmiştir. Bu hükme
varırken âyetten istidlâl eder. Zîra ayette:
وصدو كم
عن
المسجدالحرام
والهدى معكوفا
أَن يبلغ محله
"Onlar küfreden, sizi Mescid-i Haram'dan ve
alıkonulmuş kurbanlıkların mahalline ulaşmasından menedenlerdir..." (Feth
25) buyurulmaktadır. Şâfiî hazretleri
der ki: "Âyette geçen kurbanlığın mahallinden murad âlimlere göre
Harem'dir. Âyette, Cenab-ı Hakk müşriklerin buna mâni olduklarını Harem'e
gidemediklerini haber vermektedir. Yine
der ki: "Kesime nerede engel çıkarıldı
ise orada ihramdan çıktı. Daha sonra bunun kazası da yok. Çünkü, âyet-i
kerimede kaza edilmesinden söz edilmemiştir. Meğâzî yazarlarının haberlerinden
tesbit ettiklerim bu söylediklerimi te'yid eder mahiyettedir. Zîra, onların
rivayetlerini inceleyerek şu hususu öğrendik: Hudeybiye Seferi'nde Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'la birlikte tanınmış şahıslar vardı. Sonra Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) umretü'lkazayı îfa etti, ancak bu meşhurlardan bir
kısmı ne mal, ne can yönünden hiç bir mâzeretleri olmadığı halde Medine'de
kaldı. Şayet yapılmayan umreyi kaza etmek
bir vecibe olsaydı, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu şahıslara
ondan geri kalmamalarını emrederdi."
Şâfiî
hazretleri bir başka yerde şöyle der: "Bu umrenin Umretü'l-Kaza diye
isimlenmesi Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ile Kureyş arasında cereyan eden mukâzât (= karşılıklı
hükümleşme) (hükümleşme, muâhede) den
ileri gelir, bu umrenin kaza edilmesinin vacib olmasından değil."
İbnu
Hacer der ki: "Vakidî, Megâzî'de, Zührî ve Ebu Ma'şer tarikinden rivayet
eder ki: "Dediler: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ashabına
umreye katılmalarını emretti. Hayber'de şehid
düşenlerle ölenler dışında hiç kimse geri kalmadı, hepsi katıldı.
Katılanların sayısı iki bin kişi
idi." Şâyet sahihse bu rivayetle,
bundan önceki rivayetin arasını te'lif etmek mümkündür, şöyle ki:
"Buradaki "emir" vücub emri değil, istihbâb emridir. Zîra Şâfiî
hazretleri umretü'lkaza ya özürsüz olarak bir grub Ashab'ın katılmadığını
cezmederek (kesin bir üslubla) ifade ediyor. Keza, yine Vâkidî, İbnu Ömer
hadisi olarak rivayet eder ki, İbnu Ömer: "Bu umre, kaza umresi değildir,
bilâkis Kureyş'le yapılan antlaşmada:
"Müslümanlar gelecek sene engellendikleri ayda umre yapacaklar" diye
bir şart vardı, bu madde gereği Kureyşliler, Müslümanlara müsaade
ettiler." [677]
ـ1ـ
عن سليمان بن
يسار ]أنَّ
أبَا أيُّوبَ
ا‘نْصَارىَّ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ
خَرَجَ حَاجّاً
حَتَّى إذَا
كانَ
بِالْبَادِيةِ
مِنْ طَرِيقِ
مَكَّةَ
أضَلَّ
رَوَاحِلَهُ،
وَأنَّهُ
قَدِمَ عَلى
عُمَرَ ابْنِ
الخَطَّابِ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ
يَوْمَ
النَّحْرِ
فذكَرَ ذلِكَ
لَهُ فقَالَ:
اصْنَعْ مَا
يَصْنَعُ
المعْتَمِرُ
ثُمَّ قَدْ
حَلَلْتَ
فَإذَا
أدْرَكَكَ الحَجُّ
قَابًِ
فَاحْجُجْ
وَاهْدِ مَا
اسْتَيْسَرَ
مِنَ
الهَدْى[.
أخرجه مالك .
1. (1531)- Süleymân İbnu Yesâr
anlatıyor: "Ebu Eyyûb el-Ensârî (radıyallahu anh) hacc yapmak üzere yola
çıktı. Mekke yolu üzerindeki Bâdiye'ye gelince
develerini kaybetti. Yevm-i nahrde Hz. Ömer (radıyallahu anh)'e gelerek,
durumu ona anlattı. Hz. Ömer (radıyallahu anh) kendisine:
"Önce
umre yapıyorsun gibi hareket et. Sonra ihramdan çık. Sonra müteâkip senenin
haccına yetişirsen hacc yap, kolayına
giden bir de kurban kes." [Muvatta, Hacc 153, (1, 383).][678]
AÇIKLAMA:
1- Muvatta'nın rivayetinde
Bâdiye değil, Nâziye geçer. Burası da Mekke yolu üzerinde bir yer adıdır, ama
Bâdiye'nin bir başka adı değil, ayrı bir mevkidir.
2- Hz. Ömer (radıyallahu
anh)'in: "Umre yapıyorsun gibi hareket et" sözü; "Haccını umreye
çevir ve ihramdan çık" demektir. Zîra yevm-i nahrde Mekke'ye gelen kimse
vakfeleri kaçırmış demektir. Hz. Ömer (radıyallahu anh) hacc niyetiyle girdiği
ihramdan da umre yaparak çıkabileceğini söylemiş olmaktadır.[679]
ـ2ـ
وعنه أيضاً
]أنَّ
هَبَّارَ بنَ
ا‘سْوَدِ جَاءَ
يَوْمَ
النَّحْرِ
وَعُمَرُ بنُ
الخَطّابِ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
يَنْحَرُ
هَدْيَهُ
فقَالَ:
يَاأمِيرَ المُؤمِنينَ
أخْطَأنَا
الْعَدَدَ،
كُنَّا نَرَى
أنَّ هذَا
الْيَوْمَ
يَوْمُ
عَرَفَةَ
فقَالَ:
اذْهَبْ إلى
مَكَّةَ
وَطُفْ أنْتَ
وَمَنْ
مَعَكَ
وَانْحَرُوا
هَدْياً إنْ
كانَ
مَعَكُمْ
ثُمَّ احْلِقُوا
أوْ
قَصِّرُوا
وَارجِعُوا
فإذَا كانَ
عَاماً قَابً
فَحُجُّوا
وَأهْدُوا
فَمَنْ لَمْ
يجدْ فصيامُ
ثثةِ أيَّامٍ في
الحَجِّ
وَسَبْعَةٍ
إذَا
رَجَعْتُمْ[.
أخرجه مالك .
2. (1532)- Yine Süleyman İbnu Yesar'dan
rivayet edildiğine göre: "Hebbâr İbnu'l-Esved, yevm-i nahrde kurban
kesmekte olan Hz. Ömer (radıyallahu anh)'e gelerek: "Ey mü'minlerin emîri,
hesapta yanıldık. Biz bugünü arefe günü diye hesaplıyorduk" dedi. Hz.
Ömer:
"Öyleyse
Mekke'ye git, sen ve beraberindekiler tavaf edin, beraberinizde kurban
getirdiyseniz bir kurban kesin. Sonra traş olun veya saçınızı kısa kesin ve (artık memleketinize)
dönün. Gelecek yıl yeniden hacc yapın, kurban kesin. Kurbanlık bulamayan, üç
gün hacc sırasında, yedi gün de dönüşte olmak üzere (on gün) oruç tutsun."
[Muvatta, Hacc 154, (1, 383).][680]
AÇIKLAMA:
1-
Zürkânî, Hebbâr'ın, hacc için Şam'dan geldiğini belirtir.
2-
Daha önce belirtildiği üzere, Arafat vakfesini kaçıran, haccını müteâkip sene
yeniler. Burada mesele ihramdan çıkma ile ilgilidir. Zîra ihrama girmiş olan
birisi hacc veya umre yapmadan ihramdan çıkamaz. Şu halde Arafat vakfesini
kaçıran kimse, haccı kaçırdığına göre, ihramdan çıkabilmek için umre
yapacaktır. Şöyle ki:
Niyet
ettiği haccın çeşidine göre:
1)
Hac-ı İfrad’a niyet eden, umre yapar ve ihramdan çıkar, müteâkip yılların
birinde haccını kaza eder.
2)
Hacc-ı temettuya niyet etmiş idiyse, vakfeye yetişemediği için zaten temettu
bâtıl olur, bu sebeple temettu kurbanı
kesmesi gerekmez. Bir umre daha
yaparak ihramdan çıkar. Haccını daha sonraki yıllarda kaza eder.
3)
Hacc-ı kıran için niyetlenmiş olan, vakfenin fevtinden önce umre yaptı idiyse,
ikinci bir umre daha yaparak ihramdan çıkar, hacc yapamadığı için kurban
gerekmez. Eğer vakfenin fevtinden önce umre yapmamış ise, önce umre ihramından
çıkmak için tavaf ve sa'y yapar. Sonra
hacc ihramı için ikinci kere tavaf ve sa'y yapar, traş olup ihramdan çıkar.
Müteâkip yıllarda haccını kaza eder.
Sadedinde
olduğumuz rivayette, Arafat vakfesini fevt eden (kaçıran) kimseye Hz. Ömer
kurban kesmesini de emreder, Hanefî mezhebinde, haccın hangi çeşidine niyet
edilmiş olursa olsun, ceza kurbanı gerekmez. Çünkü ihramdan çıkmak için
yapılan umreler, ihsârlı kimsenin
kestiği kurban yerine geçer.
İmam
Mâlik, hacc-ı kırana niyet eden kimsenin vakfeyi kaçırması halinde, ihramdan
çıkabilmesi için iki kurban kesmesi gerektiğini söyler: Biri hacc-ı kırân için,
biri de haccın fevti için. Bu ikinci kurban ceza kurbanıdır. Zürkânî der ki:
Eğer haccı ifsad eden bir fiili varsa üçüncü bir kurban daha keser. [681]
ـ1ـ
عن عليّ وابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُم قا:
]مَا اسْتَيْسَرَ
مِنَ
الهَدْىِ
هُوَ شَاةٌ[.
أخرجه
مالك .
1.
(1533)- Hz.
Ali ve Hz. İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) demişlerdir ki: "İhsarlıya
âyet-i kerimede فَمَا
اسْتَيْسَرَ
مِنَ
الْهَدْىِ "...kolayınıza
gelen kurbanı..." ifadesiyle emredilmiş bulunan kurbandan (Bakara 196)
maksad bir koyundur." [Muvatta, Hacc 158).][682]
AÇIKLAMA:
Hedy,
hacc menasikine bağlı olarak kesilen kurbanlarla, Kâbe'ye hediye edilen
kurbanlara denir. Hedy büyük baş havyandan da olabilir, küçük baş hayvandan da.
Âyette ihsârlıya hedy emredilmekte fakat
bunun cinsi belirtilmemektedir. Hz. Ali, burada deve, sığır gibi büyük baş
hayvanın değil, koyun, keçi gibi -kurban olarak
sunulması câiz olan- küçük baş hayvanın kastedildiğini açıklamaktadır.[683]
ـ2ـ
وعن ابن عمر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما
]أنَّهُ
سُئِلَ
عَمَّا
اسْتَيْسَرَ
مِنْ الهَدْىِ.
فقَالَ:
بَدَنَةٌ أوْ
بَقَرَةٌ أوْ
سَبْعُ
شِيَاهٍ،
وَأنْ
أُهْدِىَ
شَاةً أحبُّ
إلىَّ مِنْ
أنْ أصُومَ
أوْ أُشْرِكَ
في جَزُورٍ[.
أخرجه مالك
إلى قوله:
بقرة. وأخرج
باقية رزين .2.
(1534)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ)'den rivayet edilmiştir ki: فَمَا
اسْتَيْسَرَ
مِنَ
الْهَدْىِ "(İhsârlıya kolayına gelen bir hedy terettüp eder)
âyetinden sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: "Bundan maksad ya bir
deve veya bir sığır veya yedi koyundur. Bir koyun kesmem, bana oruç
tutmamdan veya bir deveye ortak olmamdan daha
hoş gelir." [Muvatta, Hacc 160. (Muvatta'da hadisin,
"sığır" kelimesine kadar olan kısmı mezkurdur. Geri kalan kısmını
Rezîn zikretmiştir).] [684]
AÇIKLAMA:
Zürkânî,
İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'in âyette ihsârlıya emredilen kurbanı deve veya
sığır anlamış olmasını "istihbâb"a hamleder ve der ki: "İbnu Ömer şöyle demek
istemiştir: "İhsârlı, şâyet bir sığır veya deve keserse bu daha iyidir,
bunu yapmak müstehabdır." Binaenaleyh, Hz. Ali ve Hz. İbnu Abbâs'ın âyette
kastedilen kurbanın "bir koyun" olacağı hususundaki tefsirlerine
aykırı değildir, aralarında ihtilâf yoktur. Bu söylediğimize bizzat İbnu
Ömer'in (müteakip rivayette gelecek olan) sözü
delâlet eder: "Sadece bir koyun bulabilsem, bunu kurban etmem, bana
oruç tutmamdan daha hoş gelir" buyurmuştur. Mâlum olduğu üzere hedyin en
üstünü devedir. Öyle ise deve kesmek nasıl âyette beyan edilen "kolayınıza
gelen" olur?"[685]
ـ3ـ
وعن صَدقة بن
يسار المكى
]أنَّ رَجًُ
مِنْ أهْلِ
الْيَمَنِ
جَاءَ إلى ابن
عمرَ رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُما
وَقَدْ
ضَفَرَ
رَأسَهُ. فقَالَ
يَا أبَا
عَبْدِالرَّحْمنِ:
إنِّى قَدِمْتُ
بِعُمْرَةٍ
مُفْرَدَةٍ.
فقَالَ عَبْدُاللّهِ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ: لَوْ
كُنْتُ
مَعَكَ
وَسَألْتَنِى
‘مَرْتُكَ أنْ
تُقْرِنَ.
فقَالَ: قد
كانَ ذلِكَ.
فقَالَ: خُذْ
مَا تَطَايَرَ
مِنْ شَعَرِ
رَأسِكَ
وَأهْدِ.
فقَالَتِ امْرَأةٌ
مِنْ أهْلِ
الْعِرَاقِ:
وَمَا هَدْيُهُ
يَا أبَا
عبدِالرحمن؟
فقَالَ:
هَدْيُهُ. فقَالَتْ:
مَا
هَدْيُهُ؟
فقالَ ابنُ
عُمَرَ: لَوْ
لَمْ أجِدْ
إَّ أنْ
أذْبَحَ
شَاةً لَكَانَ
أحَبَّ إليَّ
منْ أن أصومَ[.
أخرجه مالك .
3. (1535)- Sadaka İbnu Yesâr el-Mekkî
anlatıyor: "Saçları örtülü Yemenli bir kimse İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ)'e gelip:
"Ey
Ebû Abdirrahmân, ben müstakil bir umre yapmak üzere geldim" dedi. Abdullah
İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ):
"Ben
seninle olsaydım da bana sormuş bulunsaydın, sana hacc-ı kıran yapmanı
emrederdim" dedi. Adam:
"Bu
zaten öyleydi (ancak kaçırdım)" dedi. İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ):
"Başındaki
saçlardan şu uçuşanları al (kes) ve kurban kes!" dedi. (Orada bulunan)
Iraklı bir kadın söze karıştı:
"Kurbanı
da neymiş ey Ebu Abdirrahman?"
"Kurbanıdır!" Kadın tekrar sordu.
"Kurbanı
nedir?" İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) şu cevabı verdi:
"Sadece
bir koyun bulabilsem, onu kurban etmem bana oruç tutmamdan daha hoş
gelir." [Muvatta, Hacc 162, (1, 386-387).][686]
AÇIKLAMA:
Yemenlinin:
"Bu zaten öyleydi" diye
tercüme ettiğimiz قَدْكَانَ
ذلِكَ cevabını, Zürkânî:
"Benim size haber verdiğim, temettudan idi" diye anlar. Ebu
Abdilmelik aynı cevabı şöyle anlamıştır: "Senin söylediğini kaçırdım. Zîra
artık ben, umre için tavaf ve sa'y
yaptım. Şimdi bana ne lâzım: Traş mı, kısaltma mı?"
İbnu
Ömer (radıyallahu anhümâ)'in cevabından şu anlaşılmıştır:
"Başındaki
saçlardan uzun olanları kısalt ve temettu için de kurban kes!"
İbnu
Ömer, kadının "Kurbanı da neymiş?" sorusuna, iki ayrı sefer mücmel
şekilde "kurbanıdır" diye cevap verir, açıklama yapmaz. Zîra, adamın
en iyisini keseceğini ümid etmektedir. Çünkü kurban kelimesine deve, sığır,
koyun, keçi hepsi girer, en iyisini anlayarak deve kesmesini temenni
etmektedir. Ancak, kadının ısrarlı sorusu karşısında İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) açıklamak mecburiyetinde kalıyor. Ve tek koyunu kurban etmenin, böylece
kurbanın, oruca tercih edilmesinin nazarında daha hoş olduğunu belirtiyor.
Zürkânî: "İbnu Ömer'in bu sözü, daha önceki "âyetteki hedy'den murat
deve veya sığırdır" hükmüne iki açıdan muhalif düşmez:
1- Bu fetvasından rücû etmiş
olabilir.
2- Sığır ve deve bulamayanlara
diyerek kayıtlı olarak koyuna ruhsat vermiş olabilir. Zîra kim sığır veya deve
kesebilirse, kendisi için bu efdaldir" der. [687]
ـ1ـ
عن ابن عمر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما
]أنَّ رسول
اللّه #
دَخَلَ
مَكَّةَ مِنْ
كَدَاءَ مِنَ
الثَّنِيَّةِ
الْعُلْيَا
التى عِنْدَ
البَطْحَاءِ.
وَخَرَجَ مِنَ
الثّنِيّةِ
السُّفْلَى[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي.»كداءُ«
بفتح الكاف
والمدِّ من
أعلى مكة
وبعضها
والقصر
مصروفاً من
أسفلها .
1. (1536)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Mekke'ye Kedâ'dan
Bathâ'nın yanındaki yukarı yoldan girdi ve aşağı yoldan da çıktı."
[Buhârî, Hacc 41, 15; Müslim, Hacc 223 (1257); Ebu Dâvud, Menâsik 45, (1866,
1867); Nesâz, 105, (5, 200); İbnu Mâce, Menâsik 26, (2940).][688]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın Mekke ve hatta Medine'ye girip çıkarken belli kaidelere uyduğu,
bir nevi protokol uyguladığı görülmektedir. Sadedinde olduğumuz rivayet,
Mekke'ye Kedâ mevkiinden girdiğini, buradaki Bathâ denen mevziden geçen yukarı yolu takiben şehre indiğini açıklamaktadır.
"Seniyye; dağ yolu, geçit mânasına gelir.
2-
İbnu Hacer, hadiste zikri geçen üst yolun, Mekke ahalisinin el-Muallâ adındaki
kabristanına indiğini, bu yolun sarp, yokuş ve bozuk bulunduğunu, ilk defa Hz.
Muâviye (radıyallahu anh)'nin, sonra Abdülmelik Mehdi vs tarafından onarılıp
düzlendiğini, hicrî 811'de tekrar tamir edildiğini, daha sonra Mısır Sultanı
el-Meliku'l-Müeyyed tarafından 820 yılları civarında tamamen tamir edilip
düzenlendiğini belirtir.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın Mekke'den çıkışta tâkip ettiği aşağı yola gelince,
bu bazı rivayetlerde es-Seniyyetü's-Süflâ diye geçerken bâzılarında Küdâ diye
geçer. Burası Kuaykıân dağı tarafında Şi'bu'ş-Şâmiyyîn'e yakın Şebîke kapısı
yanındadır.
3-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Mekke'ye yukarıki yoldan girer, şehri bu
aşağı yoldan terkedermiş. Girişte, yukarı yolun tercih edilişi sebebiyle ilgili
olarak şârihler muhtelif yorum kaydederek burdaki hikmeti belirtmeye
çalışırlar:
1)
Girişte yükseği tercih etmede mekâna ta'zim mevcuttur, aksi durumda ayrılığa
işâret vardır.
2)
Hz. İbrahim (aleyhisselam) Mekke'ye buradan girdiği için Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) da onun sünnetine uymuştur.
3)
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hicret için ayrılırken, Mekke'den gizlice
çıktı. Sonraki girişte zâhirdir ki herkesce görülecek şekilde yüksekten girmeyi
tercih etti.
4)
Bu istikametten şehre giren, Beytullah'la yüz yüze gelir.
5)
Fetih günü oradan girmişti, sonra bunu âdet hâline getirdi.
Başka
yorumlar da yapılmıştır. Müteakip bazı rivayetler de bu mevzuyu
tamamlayacaktır.[689]
ـ2ـ
وعن ابن عمر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما
]أنَّهُ كانَ
يَبِيتُ
بِذِى طَوىً
بَيْنَ
الثَّنِيَّتَيْنِ
ثُمَّ
يَدْخُلُ
مِنَ
الثَّنِيَّةِ
الَّتِى
بأعلى مَكّةَ
وَكانَ إذَا
قَدِمَ
حَاجّاً أوْ
مُعْتَمِراً
لَمْ يُنِخْ
نَاقَتَهُ
إَّ عِنْدَ
بَابِ
المَسْجِدِ ثُمَّ
يَدْخُلُ
ويَأتِى
الرُّكْنَ
ا‘سْوَدَ
فَيَبْدَأُ
بِهِ ثُمَّ
يَطُوفُ
سَبْعاً: ثَثاً
سَعياً
وَأربعاً
مَشْياً. ثمَّ
ينصرفُ فَيُصَلِّى
سَجْدَتَيْنِ
مِنْ قَبْلِ
أنْ يَرجِعَ
إلى
مَنْزِلِهِ
فَيَطُوفُ
بَيْنَ الصَّفَا
وَالْمَرْوَةِ.
وَكَانَ إذَا
صدَرَ عَنِ
الحَجِّ
وَالْعُمْرَةِ
أنَاخَ
بِالْبَطْحَاءِ
الَّتِى
بِذِى
الحُليفةِ
الَّتِى كانَ
النَّبىُّ #
يُنيخُ بِها[.
أخرجه الستة إ
الترمذى .
2. (1537)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ)'den anlatıldığına göre: "O, iki dağ yolu arasındaki Zu-Tuvâ nâm
mevkide geceyi geçirir, sonra Mekke'nin yukarı yolundan şehre girerdi. Hacc veya umre yapmak
niyetiyle Mekke'ye geldiği vakit, devesini doğruca Beytullah'ın kapısının
yanında ıhdırırdı. Sonra (hayvandan iner) Mescid-i Harâm'a girer, Haceru'l-Esved
rüknüne gelir, oradan başlayarak yedi kere Beyt'i tavaf eder, ilk üçünde koşar,
dördünde de yürürdü. Sonra tavaftan çıkar, evine dönmezden önce iki rek'at namaz kılar, Safâ ile Merve arasında
da tavafta (sa'y) bulunurdu.
Hacc
ve umreden çıktığı zaman, Zülhuleyfe'deki Bathâ'da devesini ıhtırırdı. Orada
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da devesini ıhtırırdı" [Buhârî, Hacc
38, 29, 148, 149; Müslim, Hacc 226 (1259); Muvatta, Hacc 6, (1, 324); Ebu
Dâvud, Menâsik 45, (1865); Nesâî, Hacc 103, (5, 199).][690]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivayet İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'in Mekke'yi ve Kâbe'yi ziyaret
âdâbını tanıtmaktadır. İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ), Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünnetine kılı kılına riayet ettiği ve hiçbir şahsî
katkı ve değiştirmede bulunmadığı için, muhaddisler onun tarzını Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in tarzı olarak değerlendirirler.
2-
Mekke'ye girerken yıkanma meselesi bütün ulemâca müstehab addedilmiştir. Bunun
terki herhangi bir fidye gerektirmez. Bir kısım âlimler: "Abdest de
kifayet eder" demiştir. İbnu Ömer'in ihramlı iken başını yıkamadığı 1227
numaralı hadiste belirtilmişti. Şu halde guslü başı dışında kalan bedenini
yıkamasıdır.
Şâfiîler
"Mekke'ye giren kimse yıkanmakdan âciz kalırsa teyemmüm eder" derler.
Bazıları, Mekke'ye girerken müstehab olan yıkanmanın, mücerred giriş için değil
tavaf için oluduğunu, tavaf yapayacaklara yıkanma terettüp etmeyeceğini
söylemiştir.
3-
Son paragrafta Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ve Hz. Abdullah İbnu
Ömer'in Mekke'den dönerken Medine'ye girmezden önce Zülhuleyfe mevkiinin Bathâ
noktasında bir müddet durduklarını
belirtmektedir. Bilindiği üzere Zülhuleyfe Medine'ye yakın bir yerdir ve
Medinelilerin mîkatıdır. Hacca gidenler orada ihram giyerler. (Daha fazla bilgi
için 1187 numaralı hadise bakın).
4-
Bu rivayet Hz. Abdullah İbnu Ömer'in, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
konakladığı her noktada aynen
konakladığını ifade eder. [691]
ـ3ـ
وعن نافع قال:
]كانَ ابْنُ
عُمَرَ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُما
يُصَلِّى
بِالمُحَصَّبِ
الظهرَ
والْعَصْرَ
وَالْمَغْرِبَ
وَالعِشَاءَ،
وَيَهْجَعُ
هَجْعَةً،
وَيَذْكُرُ ذلِكَ
عن رسولِ
اللّه #[. أخرجه
الستة إ
النسائى .
3. (1538)- Nâfi' anlatıyor: "İbnu
Ömer (radıyallahu anhümâ) Muhassab'da öğle, ikindi, akşam, yatsı namazlarını
kılar, bir miktar uyurdu. İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ), Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın böyle yaptığını söylerdi." [Buhârî, Hacc 149;
Müslim, Hacc 337, (1310); Muvatta, Hacc 207; Tirmizî, Hacc 81, (921); Ebu
Dâvud, Menâsik 87, (2012, 2013).][692]
ـ4ـ
وفي رواية
مسلم ]كان
ابْنُ عُمَرَ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما يرَىَ
التَّحْصِيبَ
سُنَّةً[ .
4. (1539)- Müslim'in bir rivayetinde:
"İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) tahsib'i (Muhassab'da konaklamayı) sünnet
bilirdi" denir.[693]
ـ5ـ
وعن ابن عباس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما أنَّهُ
قال: ]لَيْسَ
التَّحْصِيبُ
بِشَئٍ
إنَّمَا هُوَ
مَنْزِلٌ
نَزَلَهُ
رسولُ اللّه #[.
أخرجه الشيخان
والترمذى .
5. (1540)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ): "Tahsib (menâsike dahil olan) bir şey değildir, o, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın konakladığı bir konaklama yeridir" derdi.
[Buhârî, Hacc 147; Müslim, Hacc 341, (1312); Tirmizî, Hacc 81, (921).][694]
ـ6ـ
وفي أخرى لهم
و‘بى داود
رحمه اللّه
تعالى. عن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]إنَّمَا نَزَلَهُ
رسولُ اللّهِ
# ‘نَّهُ كانَ
أسْمَحَ لخُرُوجِهِ[
.
6. (1541)- Yine aynı kaynaklar Hz.
Aişe'nin şu sözünü kaydederler:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), oraya inmiştir, çünkü orası, yola
çıkmaya daha uygundur." [Buhârî, Hacc 147; Müslim, 339, (1311); Tirmizî,
Hacc 82, (923); Ebu Dâvud, Menâsik 87, (2008).][695]
ـ7ـ
وعن أبي رافع
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]لَمْ يَأمُرْنِى
رسولُ اللّهِ
# أنْ أنْزِلَ
بِا‘بْطَحِ
حِينَ خَرَجَ
مِنْ مِنىً
وَلِكنِّى
جِئْتُ
فَضَربْتُ
فِىهِ
قُبَّةً
فَجَاءَ
فََنَزَلَ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود .
7. (1542)- Ebu Râfi' (radıyallahu anh)
anlatıyor:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), Mina'dan ayrıldığı zaman Ebtah'a inmemi emretmedi.
Fakat ben önceden gelip oraya bir çadır kurdum. Sonra O (aleyhissalâtu
vesselâm) da gelip oraya indi." [Müslim, Hacc 342, (1313); Ebu Dâvud,
Menâsik 87, (2009).][696]
AÇIKLAMA:
1- Son kaydedilen beş hadis
(1538-1542 arasındakiler) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, haccın
bitiminde Muhassab'a inişiyle ilgili. Görüldüğü üzere, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu inişi
menâsikten mi, değil mi, Ashab'ın farklı yorumu mevzubahis olmuştur.
Muhassab:
burası Mina ile Mekke arasında Mina'ya daha yakın bir yer adıdır. Düzlüktür,
çakılla kaplı olduğu için bu adı aldığı söylenir. Çünkü haseb "küçük taş,
çakıl" mânasına gelir. Buraya Ebtah da denir.
Tahsîb:
Muhassab denen yere inmek orada konaklamak demektir.
İbnu
Ömer (radıyallahu anhümâ), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Mina'da hacc
menasikini tamamladıktan sonra Medine'ye dönüş esnasında orada bir müddet
konakladığı için, burada konaklamayı menâsikten saymış, hacc yaptıkça her
seferinde orada bir müddet
konaklamıştır. Sadece O değil, Ashab'tan başta Hülefâ-i Raşidîn olmak
üzere diğer bâzılarının da bu sünneti
devam ettirdikleri rivayetlerde gelmiştir (Müslim, Hacc 340).]
Ancak,
yukarıda, İbnu Abbas, Hz. Aişe ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
âzadlısı ve hâdimi durumunda olan Ebu Râfi'nin rivayetleri nazar-ı dikkate
alınınca, Muhassab'a inmek (veya tahsîb) menâsikden değildir. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm), Mina'yı
terkedilmesi gereken müddeti içerisinde terketmiş Medine'ye yol
hazırlıklarını ikmal için, düz bir yer olan Muhassab'da bir müddet daha kalarak
oradan yola çıkmıştır. Şu halde Ashab'tan
bazıları bunu, dönüş hazırlığına giren bir amel saymıştır. Hattâ Hz.
Aişe, Ahmed İbnu Hanbel'in bir rivayetinde:
وَاللّهِ
مَا نَزَ
لَهَا إَِّ
مِنْ اَجْلِى "Oraya
vallahi benim yüzümden indi" diye kesin ifadede bulunur. (1313 numaralı
hadise bak.) Ancak İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) gibi sünnete son derece bağlı
kimseler için, sünnet olarak benimsenmesi için fiilin Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'tan suduru kâfidir.
Ulemâ
büyük çoğunluğu ile tahsîbin yani hacc dönüşü Muhassab veya Ebtah denen vâdide
bir müddet konaklayıp dinlenmenin müstehab olduğuna hükmetmiştir.[697]
ـ8ـ
وعن نافع.
]أنَّ ابْنَ
عُمَرَ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما
كانَ
يَغْتَسِلُ
لِدُخُولِ
مكّةَ[ .
8. (1543)- Nâfi' anlatıyor: "İbnu
Ömer (radıyallahu anhümâ) Mekke' ye girmek için guslederdi." [Tirmizî,
Hacc 29, (852).[698]
AÇIKLAMA
1537
numaralı hadise bakın.
ـ9ـ
وفي رواية:
]اغْتَسَلَ
النَّبىُّ #
لِدُخُولِ
مَكَّةَ[.
أخرجه
الترمذى .
9. (1544)- Bir rivayette:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Mekke' ye girmek için gusletti"
denmiştir. [Tirmizî, Hacc 29 (852).][699]
ـ10ـ
وعن ابن عمر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما أنه كان
يقول:
]لَيَالِى
مِنىً َ
يَبِيتَنَّ
أحَدٌ من
الحَاجّ
وَراءَ
عَقبَةِ
مِنىً[ .
10. (1545)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ): "Mina gecelerinde, hiçbir hacı, Mina Akabesi'nin gerisinde geceyi geçirmemelidir."derdi. [Muvatta,
Hacc 209, (1, 406).][700]
AÇIKLAMA:
Bayram
günlerinde Mina'da kalmak ve geceyi orada geçirmek, İbnu Ömer'e göre vacibtir.
Hatta Şâfiî, Ahmed İbnu Hanbel ve İmam Mâlik'in mezheplerinde vacibtir. Sâdece
Ebu Hanife mezhebinde sünnettir. Öyle ise, bu vâcibin tam yerine gelmesi, Mina
hududu dahilinde geceyi geçirmeye bağlıdır. Akabe denen yer Mina'dan sayılmaz.
Mekke ile Medine arasında hudud noktasıdır. Bu sebeple hiçbir geceyi bu hududun
dışında geçirmemelidir. Muvatta'dan kaydedeceğimiz müteakip rivayette Hz. Ömer
(radıyallahu anh)'in, hususî adamlar göndererek hudud dışına kimsenin çıkmamasını
sağladığını göreceğiz.
Diğer
üç mezhebe göre bu yasağa uymayana dem gerekir. [701]
ـ11ـ
وفي أخرى:
]كاَنَ عُمر
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
يَبْعَثُ
رِجَاً
يُدْخِلونَ
النَّاسَ مِنَ
وَرَاءِ
الْعَقَبَةِ[.
أخرجهما مالك
.
11. (1546)- Bir diğer rivayet şöyle: "Hz.
Ömer (radıyallahu anh), (eyyâm-ı Mina'da hususî) adamlar göndererek, halkın
Akabe'nin gerisine (Mina cihetine) girmelerini sağlardı." [Muvatta, Hacc
208, (1/406).][702]
AÇIKLAMA:
Önceki
hadiste geçti.
ـ12ـ
وعن ابنِ عمر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما. ]أنَّ
العبَّاسَ
استأذَنَ
النَّبىَّ #
أن يمكُثَ
بمكةَ ليالىَ
مِنىً مِنْ
أجْلِ
سِقايتِهِ
فأذِنَ لَهُ[.
أخرجه
الشيخان وأبو
داود .
12. (1547)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor:
"Hz.
Abbâs (radıyallahu anh) Kâbe ile ilgili sikâye vazifesi, kendi sorumluluğunda olduğu
için, eyyâm-ı Mina'yı Mekke'de geçirmek için izin istedi. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) da ona izin verdi." [Buhârî, Hacc 133, 75;
Müslim, Hacc 346, (1315); Ebu Dâvud, Menâsik 75, (1959).][703]
AÇIKLAMA:
1- Eyyam-ı Mina (Mina günleri):
Mina'da şeytan taşlanan günler, yani bayram günleri (Zilhicce'nin 10, 11 ve 12.
günleri).
2- Sikâye: Câhiliye devrinden
kalma haccla ilgili bir hizmetti. Kureyşliler hacılara kuru üzüm şerbeti sunarlardı. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Fetih'ten sonra Kâbe ile ilgili
hizmetleri çoğunlukla lağvetmiş sadece
birkaç tanesini korumuştur. İşte bu korunanlardan biri de sikâye hizmeti
idi. Bu hizmet, câhiliye devrinde de Hz. Abbâs'ın üzerinde idi. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) amcası Abbâs'ın bu hizmette devam etmesine izin
vermişti.
Bâzı
rivayetler sikâye hizmetini "hacılara zemzem suyu dağıtmak" diye
tarif eder. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ecdadından olan Abdümenaf,
bu hizmet gereği tulumlarla su taşır, Kâbe'nin avlusundaki deriden kaplara
doldurur, sonra da hacılara dağıtırmış. Bu vazife Abdumenaf'tan oğlu Hâşim'e,
ondan da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in dedesi Abdulmuttalib'e
geçmiş, Abdulmuttalib'ten oğlu Abbâs'a intikal etmiştir.
Bu
hizmet, asırlarca Abbâs ahfâdında devam etmiştir.
3- Mina'da gecelemeye vacib
diyenler, bu hükmü, hadisin bazı vecihlerinde geçen ruhsat kelimesinden
çıkarırlar. "Hz. Abbas'ın izin talebi üzerine Mekke'de kalmaya Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ruhsat veriyor. Ruhsatın zıddı azimettir, öyleyse Mina'da
kalmak vacibtir, vacib olmasaydı, bu tâbirler kullanılmazdı..." vs.
denmiştir. Üç mezhebten ayrı olarak, Hanefî mezhebinin Mina'da gecelemeye
sünnet dediğini daha önce de belirttik. Ancak şunu da belirtelim ki, Mina
gecelerinde orayı terketmek Hanefîlere göre de mekruhtur. Çünkü sünnete aykırıdır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) ve ondan sonra diğer halifeler, hacc esnasında eyyam-ı Mina'da hep
orada gecelemişlerdir. Orada gecelememek diğer mezheplerde dem gerektirir;
Hanefîlerde fidye gerekmez.[704]
ـ13ـ
وعن العء بن
الحضرمى
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قال: ]قال رسول
اللّه #:
المُهَاجِرُ
يُقيمُ بمكةَ
بعدَ قضَاءِ
نُسُكِهِ
ثَثاً[. أخرجه
الخمسة .
13. (1548)- Alâ İbnu'l-Hadramî
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Muhacir olanlar, menâsiklerini tamamladıktan sonra
Mekke'de üç gün kalırlar." [Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr 47; Müslim, Hacc
441,(1352); Tirmizî, Hacc 103, (949); Ebu Dâvud, Menâsik 96, (2022); Nesâî,
Taksiru's-Salât 4, (3, 122).][705]
AÇIKLAMA:
1- Mekke fethinden önce,
Mekke'den Medine'ye hicret eden Muhacirlerin, tekrar Mekke'ye dönüp
yerleşmeleri haram kılınmıştı. Sonraları, bunlardan Mekke'ye hacc ve umre
niyetiyle gelenlere bu vazifeleri îfadan sonra Mekke'de üç güne kadar
oturmaları mübah kılındı. Ulemânın cumhuru bu hadislerden, Muhâcirler'in
Mekke'ye gelip yerleşmelerinin haram kılındığı hükmünü çıkarmıştır.
Bazı
âlimler ise bu yasağın hicretin her mü'mine vâcib kılındığı ilk devrelere ait
olduğunu söylemiş, Muhacirler'in de Mekke'de veya bir başka yerde ikâmet
edebileceklerini, yerleşebileceklerini söylemiştir.
Bu
yasak hükmü, Mekke'ye hacc için gelen herkese ait bir yasak değildir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında Medine'ye hicret etmiş olan
"Muhacirler"e aittir.
Üç
gün kalma izni, onları "misafir" vasfından çıkarıp "mukim"
vasfına sokmayacağı içindir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu husustaki
kararlılığını Muhacirler'den Sa'd İbnu
Havle'nin, Veda haccı sırasında Mekke'de vefat edince, hicretle terkettiği yer
olan Mekke'de vefat etmiş olmasından dolayı üzülmek suretiyle göstermiştir.
2- Bu hadisten bazı âlimler
veda tavafının hacc menâsikinden olmayan müstakil bir ibadet olduğu hükmünü
çıkarmışlardır. Çünkü hadiste "....Menâsiklerini tamamladıktan sonra"
denmektedir. Veda tavafı menâsikinin tamamlanmasından sonraki ikâmetin
nihayetinde Mekke terkedilirken edâ edileceğine göre o ayrı bir ibadet
olmalıdır..."denmiştir.[706]
ـ14ـ
وعن جابر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ. أنه
قيل له:
]أيَرْفَعُ
الرَّجُلُ
يَدَيْهِ
إذَا رَأى الْبَيْتَ؟
قَالَ
حَجَجْنَا
مَعَ رسولِ
اللّهِ #
فَكُنَّا
نَفْعَلُهُ[.
أخرجه أصحاب
السنن وهذا
لفظ الترمذى .
14. (1549)- Hz. Câbir (radıyallahu
anh)'den anlatıldığına göre, kendisine: "Kişi Beytullah'ı görünce ellerini
kaldırır mı." diye sorulunca şu cevabı vermiştir:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'la haccettik. O zaman biz bunu yapardık."
[Tirmizî, Hacc 32, (955). Bu metin Tirmizî'ye aittir. Mevzu üzerine, Ebu Dâvud
ve Nesâî'den gelen metin müteakip rivayettedir.][707]
ـ15ـ
وعن أبى داود
والنسائى:
]سُئِلَ عَنْ
ذلِكَ.
فقَالَ: مَا
كُنْتُ أرَى أنَّ
أحَداً
يَفْعَلُهُ
إَّ
الْيَهُودَ.
وقد
حَجَجْنَا
معَ رسولِ
اللّهِ #
فَلَمْ نَكُنْ
نَفْعَلَهُ[ .
15. (1550)- Ebu Dâvud ve Nesâî'de bu
rivayet şu şekildedir: "Bu hususta
soruldu, şu cevabı verdi:
"Yahudilerden
başka birisinin yaptığını görmedim. "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'la birlikte haccettik, bunu yapmadık." [Ebu Dâvud, Menâsik 46,
(1870); Nesâî, Hacc 122 (5, 212).][708]
AÇIKLAMA:
1549
numaralı hadisi Tirmizî, "Beytullah'ı görme anında elleri kaldırmanın mekruh olduğu hususunda
gelen rivayet" adlı bir bâb başlığı altında sunarken Ebu Dâvud 1550
numaralı hadisi "Beytullah'ı görünce elleri kaldırma" adı altında
verir.
Yani
rivayetin birisi, Beytullah'ı görünce dua için elleri kaldırmanın müstehab
olduğunu ifade ederken, diğeri mekruh olduğunu, sadece Yahudilerin
(Beytü'l-Makdis'i) gördükleri zaman dua için ellerini kaldırdıklarını ifade
etmektedir.
Bu
mesele üzerine, lehte ve aleyhte başka rivayetler de gelmiştir. Beyhakî:
"Elleri kaldırmayı te'yid eden Câbir'den başkasının rivâyeti, ehl-i ilim nezdinde
daha meşhurdur. Bu çeşit ihtilâflı durumlarda hüküm, te'yid edene (müsbit'e)
göre verilir" der.
Bu
iki rivayeti cem etmek de mümkündür. Şöyle ki: Elin kaldırılmasını te'yid eden
rivayet ilk görmeye, reddeden rivayet de her görmeye hamledilir. Yani birinci
görüşte elleri kaldırarak dua etmek müstehabdır, bilâhere her görmede el
kaldırıp dua etmek gerekmez.
Hattâbî
de şunu söylemiştir: "Bu meselede ulemâ ihtilaf etmiştir. Süfyan-ı Sevrî,
İbnu'l-Mübârek, Ahmed İbnu Hanbel, İshak İbnu Râhuye gibi bâzıları Beytullah'ı
görünce ellerini kaldırıp dua etmişlerdir. Bunlar Câbir hadisini senette yer
alan meçhul râvî sebebiyle zayıf
addederler. Bunlara göre bu babta gelen İbnu Abbâs hadisi müteberdir. تُرْفَعُ
ا‘يْدِى في
سَبْعَةِ
مَوَاطِنَ
إفْتِتَاحِ
الصََّةِ
واسْتِقْبَالِ
الْبَيْتِ
وَعلى
الصَّفَا وَالْمَرْوَةِ
وَالْمَوْقِفَيْنِ
وَالْجَمْرَتَيْنِ.
"Yedi yerde el kaldırılıp
(dua edilir): Namaza başlarken, Beytullah'la karşılaşınca, Safâ ve Merve'de,
Arafat ve Müzdelife vakfelerinde, orta ve küçük şeytan taşlanırken."
Keza
İbnu Ömer'den de "Beytullah'ı görünce ellerini kaldırıp dua ettiği"
rivayet edilmiştr.
Keza
İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)'tan da aynı davranış rivayet edilmiştir.
İbnu'l-Hümâm,
senedli olarak Said İbnu'l-Müseyyeb'in şu sözünü kaydetmiştir:
"Ben
Hz. Ömer (radıyallahu anh)'den bir söz işitmiştim, insanlar arasında benden
başka bunu işiten kimse kalmadı. Ben Beytullah'ı görünce onun şu duayı
yaptığını işitmiştim: اَللَّهُمَّ
انْتَ
السََّمُ
وَمِنْكَ
السََّمُ
فَحَيِّنَا
بِالسََّمِ "Ey
Rabbim! Sen selâmsın, selâmet sendendir. Bizi selâmet üzere yaşat."
İmam
Şâfiî hazretleri Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den Kâbe'yi görünce
ellerini kaldırarak şu duayı okuduğunu kaydetmiştir:
]اَللَّهُمَّ
زِدْ هذا
الْبَيْتَ
تَشْرِيفاً
وَتَكْرِيماً
وَتَعْظِيماً
وَمَهَابَةً
وَرِفْعَةً
وِبِرّاً
وَزِدْ يَا
رَبِّ مَنْ
كَرَّمَهُ
وَشَرَّفَهُ
وَعَظَّمَهُ
مِمَّنْ
حَجَّهُ أوِ
اعْتَمَرَهُ
تَشْرِيفاً
وَتَعْظِيماً
وَمَهَابَةً
وَرِفْعَةً
وَبِرّاً[
اَللّهُمَّ اَنْتَ
السََّمُ
وَمِنْكَ
السََّمُ
فَحَيِّنَا
رَبَّنَا
بِالسََّمِ
وَاَدْخِلْنَا
الْجَنَّةَ
دَاركَ دَارَ
السََّمِ
تَبَارَكْتَ
وَتَعالَيْتَ
يَا ذَا
الْجََلِ
واِكْرَامِ.
"Ey Rabbim, şu mübarek
Beyt'in şeref, hürmet, azamet, mehâbet, yücelik ve güzelliğini artır. Ey
Rabbim, ona hacc, umre gibi ibâdetler yaparak (kurbanlar sunarak) ona tâzim ve
hürmet edenlerin şeref, itibar ve makamlarını yücelt, iyiliklerini artır. Ey
Rabbim, sen selâmsın, selâmet sendendir. Rabbimiz bizi selâmet üzere yaşat.
Bizi selâmet yurdu olan cennetine koy. Ey celâl ve ikram sâhibi Rabbim, sen her şeyden yüce ve
her varlıktan üstünsün!"[709]
ـ16ـ
وعن أبى هريرة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]أقْبَلَ
النَّبىُّ #
فَدَخَلَ
مَكّةَ فأقْبَلَ
إلى الحَجَرِ
ا‘سْوَدِ
فَاسْتَلَمَهُ
ثُمَّ طَافَ
بِالْبَيْتِ
ثُمَّ أتَى
الصَّفَا
حَيْثُ
يَنْظُرُ إلى
الْبَيْتِ
فرََفَعَ
يَدَهُ
فَجَعَلَ
يَذْكُرُ
اللّهَ
تَعالى مَا
شَاءَ اللّهُ
أنْ
يَذْكُرَهُ
وَيَدْعُو وَا‘نْصَارُ
تَحْتَهُ[.
أخرجه أبو
داود .
16. (1551)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ilerledi, Mekke'ye
girdi. (Doğru Beytullah'a giderek) Haceru'l-Esved'e geldi, (ilk iş) onu istilâm
buyurdu. Sonra Beytullah'ı (yedi şavtta) tavaf etti. (Tavaf tamamlanınca) Safâ
tepesine geldi, oradan Beytullah'a baktı. Ellerini kaldırıp Allah'ı (tekbir,
tehlil, tahmid ve tevhidlerle) zikretmeye başladı ve Allah'ın zikretmesini
dilediğince zikretti, dua etti. Bu sırada Ensâr (radıyallahu anhüm) da onun
aşağısında (aynı şekilde zikir ve duada bulunuyordu)." Ebu Dâvud, Menâsik 46, (1872).][710]
AÇIKLAMA:
1-
İstilâm, Hacer-i Esved'i selâmlamaktır. İki surette yapılır:
a)
Yanaşmak mümkünse, yaklaşıp, Hacer'e yöneldikten sonra, namaz vaziyetinde
olduğu üzere elleri kulak hizasına kadar kaldırıp: "Bismillahi Allahu
ekber" diyerek eller aralıklı olarak Hacer'in üzerine konur, aradaki
boşluktan Hacer öpülür
b)
Uzaktan istilâm: Eğer kalabalık sebebiyle
yaklaşmak mümkün değilse, Hacerü'l-Esved'in bulunduğu rüknün karşısına
gelince -ki zeminde kırmızı mermerle çizgi atılarak işâretlenmiştir- ellerin iç
kısmı Kâbe'ye gelecek şekilde, yine kulakların hizasına kadar kaldırılıp,
üzerine konuluyormuş gibi işaret edilerek "Bismillahi Allahu ekber"
diyerek Hacer selâmlanır ve sağ elin içi öpülür."
2-
Şavt: Beytullah'ın Haceru'l-Esved köşesinden başlayarak, tekrar oraya gelmek
suretiyle yapılan bir turluk tavafa bir şavt denir. Bir tavaf, yedi şavttan
meydana gelir.
3-
Şârihler Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Safâ ve Merve'de,
"Allah'ın dilediğince zikir ve dua etmesi"ni burada, duada kişinin
serbest olduğuna; dilediği şekilde, içinden geçtiği şekilde dua edebileceğine
yorumlamışlardır. İmam Muhammed, hacc esnasında muayyen yerlerde yapılacak
duaların belirlenemeyeceğine, dileyenin dilediği şekilde dua edebileceğine
hükmetmiştir. Ona göre böyle davranmak, kişiye huşu verir.
İbnu'l-Hümâm
da: "Bunların tesbiti kalpteki rikkati giderir, kişi ezberindekilerini
otomatik şekilde tekrar eden bir vasıta durumuna düşer, ancak sünnette gelen
(me'sur) dualarla teberrük ederse bu da güzeldir" der.
Sanki
her ikisi de, ne istediğini bilerek, mânayı fikren idrâk ederek dua etmenin
daha uygun olduğunu, bu kayıtla me'sur
duaların tercih edilebileceğini söylemektedirler.[711]
ـ17ـ
وعن نافع.
]أنَّ ابْنَ
عُمَرَ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُما:
أقبَلَ مِنْ
مَكّةَ
حَتَّى إذَا
كانَ
بِقُدَيْدٍ
جَاءَهُ
خَبَرٌ مِنَ
المَدِينَةِ
فَرَجَعَ
مَكّةَ بِغَيْرِ
إحْرَامٍ[.
أخرجه مالك .
17. (1552)- Nâfi' (rahimehullah)
anlatıyor: "İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) Mekke'den (ayrılıp Medine'ye)
yönelmişti. Kudeyd'e gelmişti ki, kendisine Medine'den bir haber ulaştı. Bunun
üzerine, ihramsız olarak Mekke'ye döndü." [Muvatta, Hacc 248 (1, 423).][712]
AÇIKLAMA:
1- Abdurrezzak'ın rivayetine
göre İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'in yarı
yoldan Mekke'ye dönmesine sebep olan haber, Medine'de çıkan bir fitne
ile ilgilidir. İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ), Ashab'tan fitneye bulaşmama
hususunda gayret gösterenlerden biridir.
2- Bu rivayetle ihticâc eden
İbnu Şihâb, Hasan Basrî, Dâvud-u Zâhirî ve etbaı Mekke'ye ihramsız girmenin
câiz olduğuna hükmederler. Onlara göre, "İhramı gerektiren husus hacc veya
umredir. Ne Allah, ne de Resûlü bunların dışında ihramı şart
kılmamıştır..."
Ancak
Cumhur bu görüşte değildir. İmam Mâlik "Taif gibi yakın yerlerden meyve
veya odun satmak üzere Mekke'ye gelenler ihramsız girebilir" demiştir.
Cumhur da böyle hükmeder. Mekke'den memleketine müteveccihen yola çıkıp,
yarı yoldan dönenlerin de İbnu Ömer
örneğinde olduğu gibi, Mekke'ye ihramsız girebileceğini söylemişlerdir. Ancak
hâriçten Mekke'ye ticaret, ziyaret her ne maksadla olursa olsun gelmek isteyen
kimse şehre ihramlı olarak girmelidir, zîra Harem bölgesine girmektedir. Bu
hususu teyid eden bir hüküm de şudur: "Kişi Mekke'ye yürümeye nezretmiş
olsa, kendisine hacc veya umre niyetiyle ihram giymek vacib olur."
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Fetih günü
hâriç, her seferinde Mekke'ye ihramlı olarak girmiştir.
3- Kudeyd: Mekke yakınlarında
bir yer ismidir. Medine yolu üzerindedir. [713]
Bir
işi başkasının yerine yapmaktır. Buna
vekâlet de denir. Dinimizde namaz, oruç, itikaf gibi münhasıran bedenî olan ibadetlerde
niyabet câiz değildir. Bu ibadetleri ferdler bizzat yapmalıdır. Zekât, kurban,
sadaka-ı fıtır gibi sırf malî olan ibadetlerde niyabet câizdir.
Hacc
ise hem malî hem bedenî bir ibadettir.
Bu sebeple mutlak olarak "câiz" veya "değil" denmemiş, bazı
şartlarla câiz olduğu kabul edilmiştir. Bizzat yapabileceklerin kendileri
yapması gerekir. Amma acz ve zaruret gibi şartlar bulunduğu takdirde, vekil,
niyâbeten bir başkasının haccını yapabilir; bu câizdir.
Zenginlik
sebebiyle hacc farz olduğu halde yaşlılık, hastalık gibi sebeplerle
haccedemiyen kimsenin yerine bedel göndermesi gerekir. Veya hacc farz olduğu
halde bu borcu edâ etmemiş olanın, yerine bedel gönderilmesini vasiyet ederek
para ayırması gerekir. Ölen zengin vasiyet etmemişse, vârisler birini göndermekle
mükellef tutulmaz. Ayrıca vasiyet etse bile, parasının üçte biri, bedel olarak
gidecek kimsenin hacc masraflarını karşılamayacak miktarda ise, vârisler yine
de bedel göndermekle sorumlu tutulmazlar.[714]
ـ1ـ
عن ابن عباس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]كانَ
الْفَضْلُ
بْنُ العباس
رديفَ رسولِ
اللّه #
فجاءَتهُ
امرأةٌ منْ
خَثْعََمَ
تَسْتَفْتِيهِ
فَجَعَلَ
الْفَضْلُ
يَنْظُرُ إلَيْهَا
وَتَنْظُرُ
إلَيْهِ.
فَجَعَلَ
النَّبىُّ #
يصْرِفُ
وَجْهَ
الْفَضْلِ
إلى الشِّقِّ
اŒخَرِ. قالتْ:
ياَرسُولَ
اللّهِ: إنَّ
فَرِيضَةَ اللّهِ
عَلى
عِبَادِهِ في
الحَجِّ
أدْرَكَتْ
أبِى شَيْخاً
كَبيراً
َيَسْتَطِيعُ
أنْ يَثْبُتَ
عَلى
الرَّاحِلَةِ
أفأحُجُّ
عَنْهُ؟
قاَلَ نَعَمْ.
وَذلِكَ في
حَجَّةِ
الْوَدَاعِ[.
أخرجه الستة.
1. (1553)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Fadl İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ), Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın terkisinde idi. Has'ame'den bir kadın birşeyler
sormak istiyordu. Fadl, kadına, kadın da Fadl'a bakmaya başladı. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) eliyle Fadl'ın başını öbür istikâmete çevirdi. Kadın:
"Ey
Allah'ın Resûlü, Allah'ın kullarına yazdığı hacc farizası yaşlı ve ihtiyar
babama ulaştı. Ancak o, bineğin üzerinde durabilecek halde bile değil. Ben ona
bedel hacc yapabilir miyim?" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Evet!"
dedi. Bu hâdise, Veda haccında cereyan etti." [Buhârî, Hacc 1,
Cezâ-u's-Sayd 23, 24, isti'zân 2; Müslim, Hacc, 407, 408, (1334, 1335);
Muvatta, Hacc 97, (1, 359); Tirmizî, Hacc 85, (928); Ebû Dâvud, Menâsik 26,
(1809); Nesâî, Hacc 9, 11,12, (5, 117, 118).][715]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, birçok farklı
tariklerden farklı ziyadelerle rivayet edilmiştir. Öyle ki, soru soranlar bazen erkek, bazan
kadındır, bazan annesi, bazan babası, bazan da
kardeşi namına hacc yapmanın câiz olup olmayacağı sorulmuştur. Bu
farklılıkları değerlendiren âlimler, bu mesele ile ilgili olarak Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a değişik kimselerin soru sormuş olabileceğine
hükmetmiştir. Erkeklerden soru sahiplerinin ismi belli ise de kadınlardan kimin sorduğu belirsizdir.
2- Hadis, bir kimsenin kadın
bile olsa, hacc yapmaktan âciz olan bir başkasına bedel hacc yapmasının caiz
olduğunu ifade eder. Hanefîler, Şâfiiler, Ahmed İbnu Hanbel, Sevrî ve İshak
İbnu Râhuye böyle hükmeder.
*
İmam Mâlik, Leys ve Hasan İbnu Sâlih'e göre hayatta olan bir kimseye bedel hacc
yapılamaz, sadece haccetmeden ölen kimsenin adına haccetmek câiz olur. Ancak
İmam Mâlik'ten, bu mevzuda farklı üç
kavil daha rivayet edilmiştir:
Birine
göre; ölen nâmına dahi bir başkası haccedemez. Diğerine göre; ölenin çocukları
onun adına haccedebilir. Üçüncüye göre; ölenin vasiyeti varsa onun adına
başkası haccedebilir.
Cumhûr-u
ulemâya göre, vasiyet olsun olmasın, ölen bir kimsenin adına onun farz veya
vâcib (nezir) haccı varsa başkası tarafından edâ edilebilir. Şafiilere göre
nâfile hacca dahi bedel gönderilebilir.
Niyabeten
yapılan hacc, kimin adına yapılmışsa onu borçtan kurtarır. İmam Muhammed:
"Bedel olan hacc yapan kendisi hacı olur, gönderen de masrafını çektiği
için sevab kazanır" demiştir.
İbnu
Battâl'ın beyânına göre, hasta iken bedel
gönderen kimse sonradan sıhhate kavuşacak olsa hacc borcundan kurtulup
kurtulmadığı meselesinde ihtilâf edilmiştir. Kûfe ulemâsı ile İmam Şâfiî ve Ebu
Sevr ve bu haccın sayılmayacağına hükmetmişlerdir. İyileştikten sonra tekrar
haccetmesi farz olur. Ahmed İbnu Hanbel ve İshak İbnu Râhuye'ye göre bu hacc
kâfidir.
3- Bazı âlimler, bu hadiste,
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)' in niyabeten hacc yapma iznini, hayvana
binemeyecek derecede yaşlı ve âciz olan baba için, onun evlâdına vermiştir.
Üstelik, aczi sebebiyle mezkur babaya hacc farz değildir. Çünkü hacc
yapabilecek olana farzdır. Öyle ise buna kıyasla, başkası için de niyâbeten
hacc yapılabilir diye cevaz hükmü umumîleştirilemez. Meseleyi İmam Mâlik ve
diğer Mâlikî âlimler böyle yorumlarlar. Onlara göre hacc bedenî ibadettir,
bedenî ibadette, tıpkı namazda olduğu gibi, niyâbet caiz değildir.
4- Haccın farziyetinde gücü
yetme şartı da farklı yorumlara sebep olmuştur. İbnu Tîn bunu:
"Beytullah'a ulaşabilmeye muktedir olma" diye açıklar. Bunda da kişinin
kendi âdeti esastır. Sözgelimi, bir kimsenin âdeti yolculuğu yayan yapmak ise,
binek bulamasa bile yürüyerek
gitmelidir. Başkasından dilenerek geçinmeyi âdet eden kimse, dilenerek Mekke'ye
varabilecekse, yiyeceği olmasa bile hacca gitmesi gerekir. Dilenmeyen ve sefere
hep hayvanla giden kimseye, binecek hayvan buluncaya kadar hacc farz olmaz.
İbnu
Battâl, bu kavlin Abdullah İbnu Zübeyr, İkrime ve Dahhâk'ın mezhepleri olduğunu
söyler.
İmam-ı
Âzam ve İmam Şâfiî'ye göre "muktedir olmak, zâd ve râhile bulmaya
bağlıdır.
Zâd,
hacca gidip dönünceye kadar kendisine ve bakmakla mükellef olduğu ailesine
yetecek kadar nafakadır.
Râhile
de binecektir. Hasan Basrî, Mücâhid, İbnu'l-Müseyyeb, İbnu Cübeyr, İmam Ahmed,
İshâk vs. de bu görüştedir.
Kurtubî,
Mâlikîlerin, sadedinde olduğumuz hadisi -yukarıda belirttiğimiz üzere- niyâbet
meselesinde reddederken, "Allah için, yoluna gücü yetenlere Beytullah'ı
haccetmek insanların boynuna borçtur" (Âl-i İmrân 97) meâlindeki âyete
muhalif olduğunu belirtir. Onlara göre güç yetme meselesinde esas olan beden
kuvvetidir.
İmam
Mâlik bu meselede Kur'ân'ın zâhiriyle amel etmiştir.
Ancak
Cumhur, bu hususta Mâlikîlere cevap vererek zâd ve râhileden bahseden hadisin,
âyette geçen güç yetme mefhumu ile ne kastedildiğini açıklamış olduğunu
söylemişlerdir.
5- Kendisi hacc yapmayan kimse
bedel olarak hacca gidebilir mi? sorusuna Cumhur: "Evet!" diye cevap
vermiştir. Çünkü, buna cevaz veren, sadedinde olduğumuz rivayet mutlaktır.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) niyabet için izin isteyen kadına kendisinin
hacc yapıp yapmadığını sormamıştır.
Ebu
Hanife, İmam Mâlik, bir rivayette İmam Ahmed'in görüşü budur.
Hasan
Basrî, Nehâî, Eyyub ve Câfer İbnu Muhammed'den de aynı görüş rivayet
edilmiştir.
Ancak
Evzâî, İshak ve Şâfiî’ye göre, kendisi haccetmemiş bulunan bir kimse başkası
adına hacca gidemez. Giderse kendisi için haccetmiş olur. Ancak bunun, giden
için de bâtıl olacağını söyleyen olmuştur. İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)’tan
bunu te’yîd eden bir görüş rivâyet edilmiştir.
6- Bu hadisten, kadının
vekâleten erkek adına hacca gidebileceğine hükmedilmiştir.
7- Hadisin bir diğer hükmüne
göre evlad, anne ve babanın borçlarını ödemek, hizmetlerini yapmakla
mükelleftir.[716]
ـ2ـ
وعن ابن عباس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]أتَى رَجُلٌ
النَّبىَّ #
فقَالَ: إنَّ
أُخْتِى
نَذَرَتْ أنْ
تَحُجَّ،
وَإنَّهَا
مَاتَتْ؟
فقَالَ #: لَوْ
كانَ
عَلَيْهَا دَيْنٌ
أكُنْتَ
قَاضِيَهُ
عَنْهَا؟
قَالَ نَعَمْ.
قَالَ: فاقضِ
اللّهَ
تَعالى،
فهُوَ أحَقُّ
بِالقَضَاءِ[.
أخرجه
الشيخان
والنسائى .
2. (1554)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor:
"Bir
adam Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelerek:
"Kızkardeşim
haccetmeye nezretti. Ancak bunu îfa etmeden öldü, (ne yapmak
gerekmektedir?)" diye sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):"
Üzerinde
başka borcu var mıydı, sen bunu ödeyiverdin mi?" buyurdu. Adam:
"Evet!"
deyince:
"Öyleyse
Allah'a olan borcunu da ödeyiver. O, (celle şânuhu) borç ödenmeye daha
lâyıktır" dedi." [Buhârî, Eymân 30, Cezâu's-Sayd 22, İtisâm 12;
Nesâî, Hacc 7, 8, (5, 116); Müslim, Nezr 1, (1638).][717]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, nezir borcu olduğu
halde edâ etmeden ölen kimsenin nezrini, varislerinin yerine getirebileceğini
ifade eder. Bu meselede İbnu Abbâs'tan iki farklı rivayet gelmiştir. Birinde:
"Kişi üzerinde nezr borcu olduğu halde ölürse velisi bunu kaza eder"
demiştir.
Diğer
bir rivayette de İbnu Ömer'le birlikte bunun aksine hükmettikleri
belirtilmiştir. Nitekim Muvatta'da İbnu Ömer'den, Nesâî'de İbnu Abbâs'tan: َ
يُصَلِّى
اَحَدٌ عَنْ
اَحَدٍ وََ يَصُومُ
اَحَدٌ عَنْ
اَحَدٍ "Kimse
kimsenin yerine ne namaz kılar, ne de oruç tutar" dedikleri rivayet
edilmiştir.
İbnu
Hacer, İbnu Abbâs'ın bu zıt görüşlerini te'vil ederek şunu söyler: "Te'yid
eden rivayet ölüler hakkındadır, yani ölenin nezri yerine getirilir. Reddeden
rivayet, sağlar hakkındadır, yani hayatta olanın yerine oruç tutulamaz, namaz
kılınamaz. Nitekim bu te'vili te'yid eden bir rivayet İbnu Ebî Şeybe'den
gelmiştir: "Ölmüş bir kimsenin üzerinde nezir borcu olursa ne
yapmalı?" diye İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'a sorulmuştu: "Onun
adına orucu tutulur" diye cevap verdi."
İbnu'l-Münir'in
de şu yorumu kayda değer:
"Muhtemelen İbnu Ömer, Kuba mescidinde namaz kılmaya nezredip kılmadan
ölen bir kadının kızı bu durumu sorunca, kadının kızına: "Onun yerine sen
kılıver!" derken, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şu hadisiyle amel
etmiş olmayı düşünmüştür: "Âdemoğlu ölünce, ameli kesilir, ancak üç kişi
hâriç..." Bu üç meyanda evlâd da zikredilmiştir. Çünkü evlâd kişinin
kesbindendir. Bu sebeple
evlâdın salih amelleri kişinin amel defterine de, -evlâdınkinden eksiltme hâsıl etmeden- aynen
yazılır. Öyle ise, "Onun yerine kılıver" sözünün mânası: "Senin
namazın, kendi adına niyet etmiş olsan dahi onun adına da yazılır." Bu sözüyle
İbnu'l-Münir, cevâzı evlâd' la sınırlandırmış, evlâd dışındakilerin, ölen kimsenin
yerine borç ödeyemeyeceğini söylemiş olmaktadır. Mamafih İmam Mâlik, Ebu
Mus'ab, İbnu Vehb hep bu görüşü iltizam etmişlerdir.
İbnu'l-Münir
bu yorumuyla, İbnu Battâl'ı da tenkid etmiş olmaktadır. Çünkü o: "Hiç
kimsenin, ölmüş veya hayatta hiçbir kimsenin yerine ne farz ne de sünnet hiçbir
namaz kılamayacağı hususunda icmâ var" demiştir.
Muhelleb
de şöyle demiştir: "Eğer bu câiz olursa, bu (yani niyabet) bütün bedeni
ibadetlerde caiz olur, Şâri' Hz.Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) dahi bunu
ebeveyni için yapmaya daha çok hak sahibi bulunurdu ve amcası için istiğfarda bulunmaktan
menedilmezdi ve وََ
تَكسب كل نفس
إّ علَيها "Günahkâr
hiç bir nefis diğerinin (günah) yükünü taşımaz" (En'âm 164) âyetinin
mânası batıl olurdu."
İbnu
Hacer bu mütâlaanın, bilhassa Şâri' (Resûlullah) ile alâkalı kısımlarını tenkid
etmenin çok kolay olduğunu söyler. Unutmayalım ki ebeveyne, yakınlara yapılan
hayrın ulaşması, onların imanla gitmiş olmalarına bağlıdır. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın amcasının küfür üzerine öldüğünü rivayetler te'yid
eder.[718]
ـ3ـ
وعنه أيضاً
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]سَمِعَ
النَّبىُّ #
رَجًُ
يَقُولُ:
لَبَّيْكَ عَنْ
شُبرمةَ. قال:
وَمَنْ
شُبْرُمَةُ؟
قال: أخٌ لِى
أوْ قَرِيبٌ
لِى فقَالَ:
أحَجَجْتَ عن
نَفسِكَ؟ قال:
. قال: فَحُجَّ
عَنْ
نَفْسِكَ ثُمَّ
حُجَّ عَنْ
شُبْرُمَةَ[.
أخرجه أبو داود
.
3. (1555)- Yine İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ)'tan rivayet edildiğine göre: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
bir adamın:
"Şübrüme
adına lebbeyk!" dediğini işitir.
"Şübrüme
de kim?" diye sorar. Adam:
"Bir
kardeşim veya bir yakınım!" diye cevap verir. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm):
"Sen
kendi hesabına hacc yapmış mısın?" diye sorar. "Hayır!" cevabını
alınca:
"Öyleyse
önce kendi adına hacc yap, sonra Şübrüme adına yaparsın!" der." [Ebu
Dâvud, Menâsik 26, (1811); İbnu Mâce, Menâsik 9, (2903).] [719]
AÇIKLAMA:
Bu
rivayet, kendi adına hacc yapmamış olan kimsenin, muktedir olsun olmasın bir
başkası adına hacc yapamayacağını ifade etmektedir. Çünkü Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm), Şübrüme adına telbiye getiren kimse hakkında tafsilat
aramadı, böylece o, umum yerini tutmuş olur.
1551
numaralı hadisi açıklarken İmam Şâfiî'nin buna hükmettiğini belirtmiştik.
Sevrî:
"Kendi adına haccetmeyenin yaptığı hacc, başkası adına muteberdir"
der. (Mütemmim bilgi için önceki iki hadise
de bakın.)
[720]
Bu
babta yedi fasıl vardır
BİRİNCİ
FASIL
TEŞRİK
GÜNLERİNDE TEKBİR
*
İKİNCİ
FASIL
MİNA'DA
HUTBE
*
ÜÇÜNCÜ
FASIL
ÇOCUGUN
HACCETMESİ
*
DÖRDÜNCÜ
FASIL
ŞARTLI
HACC
*
BEŞİNCİ
FASIL
HAREM'DE
SİLAH TAŞIMAK
*
ALTINCI
FASIL
ZEMZEM
SUYU
*
YEDİNCİ
FASIL
MÜTEFERRİK
HADİSLER
Teşrik Günü (Eyyâm-ı Teşrik): Zilhicce'nin 11, 12 ve 13.
günlerine teşrik günleri denir. Bu, bayramın 2, 3 ve 4. günlerine tekâbül eder. Beş vakit farz
namazların arkasından teşrik tekbirlerinin getirildiği arefe sabahından
bayramın dördüncü günü akşamına kadar olan 5 güne de teşrik günleri denir.[721]
ـ1ـ
عن يحيى بن
سعيد قال:
]خَرَجَ
عُمَرُ رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ
الْغَدَاةَ
يَوْمَ
النَّحْرِ
حِينَ
ارْتَفَعَ
النَّهَارُ شَيْئاً
فَكَبَّرَ
وَكَبَّرَ
النَّاسُ بِتَكْبِيرِهِ
ثُمَّ خَرَجَ
الثَّانِيَةَ
مِنْ
يَوْمِهِ
ذلِكَ بَعْدَ
ارْتِفَاعِ
النَّهارِ
فَكَبَّرَ
فَكَبَّرَ
النَّاسُ مَعَهُ
بِتَكْبِيرِهِ.
ثُمَّ خَرَجَ
حِينَ زَالَتِ
الشَّمْسُ
فَكَبَّرَ
فَكَبَّرَ
النَّاسُ
مَعَهُ
بِتَكْبِيرِهِ
حَتَّى
يَتَّصِلَ
التَّكْبِيرُ
إلى
المَسْجِدِ
الحَرَامِ.
فَيقُولُونَ
كَبَّرَ
عُمَرُ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ
فَيُكَبِّرُونَ[
.
1. (1556)- Yahya İbnu Said anlatıyor:
"Hz. Ömer (radıyallahu anh) yevm-i nahrin sabahında gündüz biraz
yükselince çıkıp tekbir getirdi. Onun tekbiriyle birlikte halk da tekbir
getirdi. Aynı gün, gündüzün tamamen yükselmesinden sonra ikinci defa çıkıp
tekbir getirdi, halk da onunla birlikte tekbir getirdi. Sonra güneşin zeval
vaktinde çıkıp tekrar tekbir getirdi, halk da onunla birlikte tekbir getirdi.
(Getirilen) bu tekbir Mescid-i Haram'a kadar ulaştı ve halk: "Hz. Ömer
tekbir getirdi" deyip tekbir getirdiler." [Muvatta, Hacc 205, (1,
404).][722]
ـ2ـ
وعن ابن عمر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما.
]أنّهُ كانَ
يُكَبِّرُ في
فُسْطَاطِهِ[.
أخرجه البخارى
في ترجمة باب.
وأخرجه مالك
إلى قوله:
فيكبرون .
2. (1557)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ)'den anlatıldığına göre, "O, çadırının içinde tekbir
getirirdi." [Buhârî, İydeyn 12. (Tercüme'de muallak olarak kaydeder. Ancak
Buhârî, bunu İbnu Ömer'e değil, Hz. Ömer'e nisbet eder.)] [723]
ـ3ـ
وعن ميمونة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها.
]أنَّهَا
كَانَتْ
تُكَبِّرُ
يَوْمَ
النَّحْرِ
وَكَانَ
النِّسَاءُ
يُكَبِّرْنَ
خَلْفَ أبَانَ
بنِ
عُثْمَانَ[.
أخرجه
البخارى في
ترجمة باب .
3. (1558)- Meymûne (radıyallahu
anhâ)'dan anlatıldığına göre, "Yevm-i nahrde tekbir getirir, kadınlar da
Ebân İbnu Osmân'ın arkasından tekbir getirirlerdi." [Buhârî, İydeyn 12.][724]
AÇIKLAMA:
1- Kaydedilen bu üç hadis
Mina'da hacıların getireceği teşrik tekbirleriyle ilgilidir. Birinci hadis, Hz.
Ömer'in yevm-i nahirde teşrik tekbirlerini ne zaman ve nasıl başlattığını,
halkın buna iştirakini vs. tanıtır. İkinci hadise göre Hz. Ömer, çadırının
içinde tekbir getirmekte, halk da dışarıdan onu takip etmektedir. Üçüncü
hadiste, kadınların da yüksek sesle tekbire iştirak ettiğini belirtmektedir.
2- İkinci ve üçüncü hadis,
Buhârî'de muallak olarak, aynı babın başlığında bazı ilâve ve bilgilerle
beraberce kaydedilmiştir:"
Hz.
Ömer (radıyallahu anh) Mina'da çadırında tekbir getirir, onun tekbirini
mescidde olanlar, sokaklarda olanlar işitir, onlar da tekbir getirirlerdi. (Hep
birlikte getirilen bu tekbirlerin azametinden) Mina sarsılırdı. İbnu Ömer de o
günlerde tekbir getirirdi, namazların arkasında, yatağında, çadırında,
otururken, yürürken (bu Mina) günleri boyunca tekbir getirirdi. [Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevce-i pâkleri] Meymûne (radıyallahu anhâ) de
yevm-i nahrde tekbir getirirdi. Kadınlar da, (Emevî Halifesi Abdülmelik İbnu
Mervan zamanında Medine vâlisi olan) Ebân İbnu Osman İbni Affân'ın arkasından
tekbir getirirlerdi. Ömer İbnu Abdilaziz de teşrik gecelerinde erkeklerle
mescidde tekbir getirirdi."
Görüldüğü
üzere Buhârî hazretleri, birkaç tane rivayeti muallak olarak bir arada
sunmuştur. İbnu Hacer, bunların mevsul olarak bulundukları kaynakları tanıtır.
Teşrik
tekbirlerinin zamanı, yeri, muhtevası gibi bir kısım teferruatta ulemânın
ihtilâf ettiğini belirterek ezcümle şu bilgiyi sunar:
*
Bu tekbirlerin yeri hususunda bâzıları "namazların arkasında" demiş, bazıları, "nafilelerin arkasında
değil, farzların arkasında" demiştir.
*
Bazıları, "Bu tekbiri sadece erkekler getirir, kadınlar getirmez"
der.
*
Bazıları, "Teşrik tekbiri cemaatle getirilir, münferiden getirilmez".
*
Eda edilenlerde olur, kazaya kalanlarda olmaz.
*
Mukime vacibtir, müsafire değil.
*
Şehirde oturana gerekir, köyde oturanlara gerekmez, demiştir. Buhârî, bütün bu
ihtimallerin hepsine yer verecek rivayetleri seçmiştir.
Keza
ulemâ, teşrik tekbirlerinin başlama ve bitme zamanlarında da ihtilâf etmiştir:
*
Arefe günü sabahından başlar, diyen olmuş;
*
Arefe öğle namazıyla başlar, diyen olmuş;
*
İkindi namazıyla başlar, diyen olmuş;
*
Yevm-i nahrin sabah namazıyla başlar, diyen olmuş;
*
Yevm-i nahrin öğlesinde başlar, diyen olmuş;
Biteceği
zamanla ilgili olarak da:
*
Yevm-i nahrin öğlesine kadardır, diyen olmuş;
*
Yevm-i nahrin ikindisine kadardır, diyen olmuş;
*
İkinci günün öğlesine kadardır, diyen olmuş;
*
Eyyam-ı teşrikin son gününün sabah vaktine kadardır, diyen olmuş;
*
Eyyam-ı teşrikin son gününün öğle vaktine kadardır, diyen olmuş;
*
Eyyam-ı teşrikin son gününün ikindi vaktine kadardır diyen olmuş.
Beyhakî,
İbnu Mes'ud (radıyallahu anh)'un ashabından bunları rivayet etmiştir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan bu mevzuda hiçbir sâbit rivayet mevcut
değildir.
Bu
hususta Ashab'tan gelen rivayetlerin en sahihi, Hz. Ali ve İbnu Mes'ud
(radıyallahu anhümâ)'un sözleridir. Buna göre teşrik tekbirleri, arefe günü
sabahından eyyam-ı Mina'nın son gününe kadar devam eder.
Tekbirin
muhtevasına gelince, bu hususta en sahih rivayeti Abdurrezzak kaydetmiştir. Ona
göre tekbir şöyledir:
*
Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber kebiran.
*
Bazı rivayetlerde şu ziyade vardır: Ve lillahi'lhamd.
*
Bazı rivayetlerde üç tekbire şu ilâve edilmiştir: "Lâ ilâhe illallahu
vahdehu lâ şerîke leh..." sonuna kadar.
*
Bazılarında iki tekbirden sonra: "Lâ ilahe illallahu vallahu ekber, Allahu
ekber ve lillahi'lhamd" ilave edilmiştir.
Bu
rivayet Hz. Ömer ve İbnu Ömer'den gelmiştir. [725]
ـ1ـ
عن عبدالرحمن
بن معاذ قال:
]خَطَبَنَا
رسولُ اللّهِ
# وَنَحْنُ
بِمنىً
فَفُتِحَتْ
أسْمَاعُنَا
حَتَّى
كُنَّا
نَسْمَعُ مَا
يَقُولُ
وَنَحْنُ في
مَنَازِلِنَا
فَطَفِقَ
يُعَلِّمُهُمْ
مَنَاسِكَهُمْ
حَتَّى
بَلَغَ
الجمَارَ فَوَضَع
إصْبَعَيْهِ
السَّبَّابَتَيْنِ
ثُمَّ قالَ
بِحَصَى
الخَذْفِ
ثُمَّ أمَرَ
المُهَاجِرينَ
فَنَزَلُوا
في مُقَدَّمِ
المَسْجِدِ،
وَأمَرَ
ا‘نْصَارَ أنْ
يَنْزِلُوا
مِنْ وَرَاءِ المَسْجِدِ.
قالَ: ثُمَّ
نَزَلَ
النَّاسُ بَعْدَ
ذلِكَ[. أخرجه
أبو داود
والنسائى .
1. (1559)- Abdurrahman İbnu Muâz
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Biz Mina'da iken Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bize hitab etti. Kulaklarımız öylesine açıldı ki, sanki her ne
söylese bulunduğumuz yerden (rahat) işitiyorduk. Bir ara, halka menâsikini
öğretmeye başladı. Böylece taşlama yerine kadar geldi. (Konuşurken) şehâdet ve
orta parmağını (kulaklarına) koymuştu. (Atılacak taşların nohut büyüklüğündeki)
fırlatma taşı olduğunu söyledi. Muhacirler'e emrederek Mescid'in ön kısmında
konaklamalarını, Ensar'a da Mescid'in arka kısmında konaklamalarını söyledi."
Râvi
der ki: "İşte bundan sonradır ki herkes (bineklerinden inip)
yerleşti." [Ebu Dâvud, Menâsik 70, (1951); Nesâî, Hacc 189, (5, 249).][726]
ـ2ـ
وعن رافع بن
عمرو المُزنى
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قال: ]رَأيْتُ
رسولَ اللّهِ
# يَخْطُبُ النَّاسَ
بِمنىً حِينَ
ارْتَفَعَ
الضُّحَى
عَلى
بَغْلَةٍ
شَهْبَاءَ، وَعَليُّ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ
يُعَبِّرُ عَنْهُ
وَالنَّاسُ
بَيْنَ
قَائِِمٍ
وَقَاعِدٍ[.
أخرجه أبو
داود .
2. (1560)- Râfi' İbnu Amr el-Müzenî
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
Mina'da halka hitab ederken gördüm. Vakit kaba kuşluktu ve Efendimiz, boz bir
dişi katırın üzerindeydi. Hz. Ali (radıyallahu anh) de, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın sözlerini rahat işitebileceği bir mesafede durup,
eksiltip artırmadan halka tekrar ediyordu. Halkın kimisi ayakta idi, kimisi de
oturuyordu." [Ebu Dâvud, Menâsik 73, (1956).][727]
AÇIKLAMA:
1- İki rivayet, Mina'da
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın verdiği hutbe hakkında bilgi
vermektedir:
1)
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kuşluk vakti hitab etmiştir.
2)
Taşlama mahallinde hitab etmiştir,
3)
Hitabetini bir binek üzerinde yapmıştır.
4)
Mina'da belli başlı grupların yerlerini ayrı ayrı ta'yin etmiş, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu ta'yininden sonra hacılar yerleşmişlerdir.
5)
Hacı kâfilesi, kendi sesini işitemeyecek kadar kalabalık olduğu için -Mirkat'ta
kaydedilen rakama göre 130 bin kadar- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
sözlerini tekrar ederek uzaktakilere ulaştıracak aracılar kullanmıştır. Hz. Ali
bunlardan biridir.
6)
Hutbe dinlerken halk serbesttir: İsteyen oturarar, isteyen ayakta
dinlemektedir.
7)
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) atılacak taşların büyüklüğüne varıncaya
kadar haccla ilgili teferruat üzerinde durmuş, halka ta'lim etmiştir.
2-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sesinin daha kuvvetli çıkması, herkes
tarafından daha iyi işitilmesi için ellerini kulakları hizasına kaldırıp ikişer
parmağını kulaklarının üzerine koyduğu belirtiliyor. Mamafih rivayet metninde
"kulak" kelimesi geçmez ise de bazı Ebû Dâvud nüshalarında mevcuttur.
Bilal-i Habeşî'nin de öyle yaptığı rivayetlerde mevcuttur. Nitekim zamanımızda
da müezzinler ezan okurken bu sünnete uymaktadırlar.
3-
Birinci rivayette, hâdisenin cereyan sırasıyla tasvir edilmeyip, takdim ve
te'hirlerle, hatıra gelen hususların kesintiler halinde zikredildiği şârihlerce
belirtilmiştir. Meselâ elini kulaklarına koyma meselesi daha önce ifade
edilebilirdi. Azimabâdî bazı farklı
yorumlara dikkat çeker. Mesela "(Atılacak taşların nohut büyüklüğündeki)
fırlatma taşı olduğunu söyledi" şeklinde yaptığımız tercümenin aslında
geçen ثم قال (sonra söyledi) ibaresindeki söyledi قال nin atmaktan istiare olduğunu, رَمَى (attı) şeklinde anlamak gerektiğini kaydeder.
Yani teklif edilen mâna şudur: "Sonra fıtlatma taşını attı."
Halbuki قال yi رَمَى ile te'vil tekellüflüdür. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın bu haccda menâsiki ta'lim buyurduğubizzat hadiste ifade
edilmektedir. Öyle ise قال
بِحَصَى
الْحَذْفِ ibaresini "fırlatma taşı (yani parmak uçlarıyla fırlatılan bakla veya nohut
büyüklüğünde çakıl) atacaksınız dedi" şeklinde talimî bir mânada anlamak
daha muvafık düşmektedir. Mamafih öbür anlama da vak'aya ters gelmez, ibareye
uzak düşer, قال 'yi رَمَى ya haml tekellüftür, tabiî değildir.
4-
Son olarak bir noktayı daha belirtelim: Âlimler, hacc sırasında hutbe verilmesi
gereken yerler ve vakitleri hususunda ihtilaf ederler:
Hanefî
ve Mâlikî ulemâsı, yevm-i nahrde hutbe olmayacağı kanaatindedir. Bu kaydedilen
rivayetlerde haber verilen konuşmalar, râviler tarafından hutbe kelimesiyle
ifade edilmiş olsa da aslında bunlar hutbe değil, umumî tavsiyeler mâhiyetinde
konuşmalardır, haccın şiarı mânasını taşıyan hutbe değildir. Hattâ bunlar
yevm-i nahrde hutbenin meşru olmayacağını bile söylemişlerdir. Bunlara göre,
haccda a) Zilhicce'nin 7'sinde, b) Arefe günü (Zilhicce'nin 9'u), c) Yevm-i
nahrin ikinci günü (Zilhicce'nin 11. günü) hutbeler mevcuttur.
Bu
açıklamaya muvâfakat eden Şâfiî hazretleri -bir itirazda bulunarak- yevm-i
nahrin ikinci günü yerine "üçüncü günü" der ve dördüncü bir hutbe
ilâve eder: "yevm-i nahrdeki hutbe..." Der ki: "Halkın o gün,
yapacağı menâsiki bilmesi için bu hutbeye ihtiyacı vardır, çünkü o gün taşlama,
kurban, traş, tavaf gibi menâsik mevcut." Bu hükme giderken sadedinde
olduğumuz hadislerle istidlâl eder.
Yukarıda
temas edildiği üzere, Tahâvî, mezkur hutbenin haccla doğrudan ilgisi olmayan,
umumî tavsiyeler olduğunu söyleyerek buna hutbe denemeyeceğini belirtmiş ve Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bunları haccı aydınlatmak kasdıyla
söylemiş olduğu hükmünü çıkarmıştır. İbnu'l-Kassâr: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), söylemiş
bulunduğu şeyleri, uzak diyarlardan gelen kimselere tebliğ etmek için o
davranışa yer vermiştir. Bunu görenler de, O'nun hutbe verdiğini zannetmişlerdir.
Şâfiî'nin, ihramdan çıkmayı sağlayacak amellerin öğretilmesine insanların
ihtiyaç duyduğuna dair sözü kesin bir gerçeğe parmak basmaz, zîra, o hususları imamın Mekke'de veya Arafat'ta
öğretmesi de mümkündür" demiştir.
Bu
mütâlaalara şöyle cevap verilmiştir: "Yevm-i nahrde verildiği belirtilen
hutbelerle ilgili rivayetler, o hutbede Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
yevm-i nahrin tâzimine, Zilhicce'nin onunun tâzimine, haram belde'nin tazimine
tenbihte bulunduğu, Sahâbe'nin de bu konuşmaya hutbe demekte tereddüt
göstermediği ortada iken, başkasının te'viline itibâr edilmez. Bir kısım
gerekli bilgilerin
arefe günü
verilebileceğine dair söylenene gelince, bu da tatminkâr değildir. Zîra, nahr
günündeki hutbeyi inkâr edenler, Arafat'a hareketten sonraki günlerde yapılacak
olan bütün amelleri, terviye (8 Zilhicce) günü öğretmek mümkün olduğu halde,
nahrin ertesi (ikinci) günündeki hutbeyi meşru görmektedirler. Öyle ise, madem
ki, her günün, -diğerinde bulunmayan- kendine has menâsiki var, şu halde sebeplerin
değişmesine tâbi olarak, her günün ibadetlerini yeniden öğretmek meşrudur ve
gereklidir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın nahr günündeki hutbesinde
ihramdan çıkmaya müncer menâsikten söz etmediğine dair Tahâvî'nin iddiasını,
Amr İbnu'l-As (radıyallahu anh)'dan Buhârî'nin kaydettiği bir rivayet reddeder.
Çünkü orada Amr İbnu'l-Âs, yevm-i nahrde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
hutbesine şâhid olduğunu, cemaatten bazılarının menâsikten bir kısmını diğerine
takdimle ilgili sual sorup cevap aldığını belirtir" (1461 numaralı hadise
bakın). [728]
ـ1ـ
عن ابن عباس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]لَقِىَ رسولُ
اللّه #
رَكْباً
بِالرَّوْحَاءِ
فَرَفَعَتْ
إلَيْهِ
امْرَأةٌ
مِنْهُمْ صَبِيّاً.
فقَالَتْ:
ألِهذَا
حَجٌّ؟ قالَ:
نَعَمْ،
وَلَكِ
أجْرٌ[. أخرجه
مسلم ومالك
وأبو داود والنسائى
.
1. (1561)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ravhâ'da bir grup
yolcuya rastladı. Onlardan bir kadın kendisine bir çocuğu kaldırıp:
"Bunun
için de hacc câiz olur mu?" diye sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm):
"Evet
olur ve sana da sevab vardır" buyurdu." [Müslim, Hacc 409, (1336);
Muvatta, Hacc 244, (1, 422); Ebu Dâvud, Menasik 8, (1736).][729]
AÇIKLAMA:
1- Ravhâ, Medine'ye kırk mil
kadar uzaklıkta bir yer adıdır.
2-
Cumhur, bu hadise dayanarak çocuğun hacc yapmasının câiz olduğunu söylemiştir.
Şâfiî, Mâlik, Ahmed İbnu Hanbel (rahimehumullah) ve başka pekçok âlim,
"Çocuğun haccı muteberdir, onunla çocuk sevaba mazhar olur, ancak
büyüyünce farz olacak haccın yerine geçmez, nâfile bir hacc olarak
sahihtir" demişlerdir.
3-
Ebu Hanife "çocuğun haccı sahih olmaz" demiştir. Ebu Hanife'nin
ashabı da: "Çocuğa temrin olsun, hacca alışsın diye hacca
götürmüşlerdir" demişdir.
Kadı
İyaz der ki: "Çocuğun hacc yapmasının câiz olduğu hususunda ulemâ ihtilâf etmez. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın fiili, Ashab'ın fiili ve ümmetin icmâı bunu te'yid
eder. Ebû Hanife'nin muhalefeti de cevâza taalluk etmez. Onun itirazı bu haccın
mün'akid olup, buna hacc ahkâmının uygulanıp uygulanamayacağı
hususundadır." Çünkü, hacc mün'akid oldu mu, ihram yasaklarını işlediği takdirde fidye gerekir, dem
gerekir vs. tıpkı büyüklere gerekeceği gibi. (Halbuki, umumî hukuk prensibine
göre çocuktan haram kaldırılmıştır, cezâya ehil değildir ve velisi, çocuğun
malını korumakla sorumludur, çocuğun malını eksilten akid ve tasarruflara
hukuken yetkili değildir. Sözgelimi çocuğa yapılan bağışı kabul eder ama,
çocuğun malından çocuk adına sadaka veremez. Şu halde haccın ahkâmını çocuğa
uygulamak, bu prensipler açısından muvafık değildir. Böyle düşünen Ebu Hanife
hazretleri: Hacc, çocuğa temrin olarak, onun
öğretilmesi için gerekir, normal
bir hacc olarak mün'akid olmaz, öyle ise
ihram yasaklarını işlerse fidye, kurban gerekmez, demek istemiştir.
4-
Nevevî, çocuğun haccının, çocuktan, büyüyünce hacc borcunu düşürmeyeceğinde
ulemânın icma ettiğini belirtir.
5-
Çocuğa hacc yaptırana sevab, onu taşımak, ihram yasaklarından korunmasını
sağlamak, ihramlının yaptıklarını ona yaptırmak gibi sebeplerden ileri gelir.
6-
Çocuk adına ihrama giren veliye gelince her veli buna yetkili değilir. Nevevî
der ki: "Ashabımız (Şafiîler) nezdinde sahih olan şudur: "Çocuğun
malına veli olma yetkisi bulunan baba veya dede veya kâdı tarafından tâyin
edilen kayyim veya vasi veya kâdı veya imam çocuk adına ihram giymeye
yetkilidir. Annenin çocuk adına ihrama girmesi câiz değildir. Şayet anne
vasiyyet yoluyla veya kâdının kararıyla çocuğa veli olmuşsa o zaman bu yetkiye
sahiptir." Ancak, annenin veya velâyetü'l mâl yetkisi olmasa bile asabeden
birinin çocuk adına ihrama girebileceğini söyleyen âlim de olmuştur. Bütün bu
ahkâm, çocuğun temyiz hâline ulaşmamış yaşta olmasıyla ilgilidir.[730]
Eğer temyiz yaşına basmışsa velisi, çocuğun bizzat ihrama girmesine izin
verebilir. Eğer mümeyyiz çocuk, velisinin izni olmadan ihram giyse veya velisi
onun adına ihram giyse, esah olan kavle göre, bu hacc mün'akid olmaz. Velinin,
mümeyyiz olmayan çocuk adına ihrama girmesinin vasfı, kalbinden, çocuğu ihramlı
kıldım diye geçirmesinden ibarettir."Dinimizin, çocuk adına ihrama girme
hususunda velisine getirdiği sınırlamaların, kayıtların sebebi, haccla ilgili
bütün masrafların çocuğun malından çıkacağı içindir. Böylece çocuğun malının
israfı önlenmiş olmaktadır.[731]
ـ2ـ
وعن السائب بن
يزيد رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]حجَّ بى أبى
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
في
حَجَّةِ
الْوَدَاعِ
مَعَ رسولِ
اللّهِ # وَأنَا
ابنُ سَبْعٍ
سِنِينَ[.
أخرجه
البخارى والترمذى
.
2. (1562)- Sâib İbnu Yezid (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Babam (radıyallahu anh) bana, Veda haccı sırasında
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la birlikte hacc yaptırdı. Ben o zaman yedi
yaşında idim." [Buhârî, Cezâu's-Sayd 25; Tirmizî, Hacc 83, (925).][732]
ـ3ـ
وعن جابر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كُنَّا
نُلَبِّى عَن
النساء
والصبيان[.
أخرجه الترمذى
وقال: حديث غريب.وقد
أَجْمَعَ
أَهْلُ
الْهِلْمِ
أَنَّ المَرْأَةَ
َيُلَبِّى
عَنْهَا
غَيْرُهَا
3. (1563)- Hz. Câbir (radıyallahu anh)
diyor ki: "Biz, kadın ve çocuklara bedel, telbiye getiriyorduk."
[Tirmizî, Hacc 84, (927); İbnu Mâce, Menâsik 68, (3038).][733]
İlim
adamları, kadının yerine başkasının telbiye getiremeyeceği hususunda icmâ
etmişlerdir.[734]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivayet Tirmizî'de كُنَّا
نُلَبِّى
عَنِ
النِّسَاءِ
وَنَرْمِى
عَنِ
الصِّبْيَانِ "Kadınlara
bedel telbiye çeker, çocuklara bedel de taşlama yapardık" şeklindedir.2-
Tirmizî hadis hakkında şu bilgiyi verir: "Ehl-i ilim, kadının yerine
başkasının telbiye getiremiyeceği hususunda icma etmiştir. O, kendisi için
telbiye getirir. Onun telbiyede sesini yükseltmesi mekruhtur (telbiyeyi alçak
sesle getirmesi mekruh değildir)." [735]
ـ1ـ
عن عائشة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]دَخَلَ رسولُ
اللّه # عَلى
صُبَاعَةَ
بِنتِ الزُّبيرِ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها.
فقَالَ:
لَعَلَّكِ
أرَدْتِ
الحجَّ؟
فقَالَتْ:
وَاللّهِ مَا
أجِدُنِى إَّ
وَجِعَةً
فقَالَ:
حُجِّى وَاشْتَرِطِى،
وَقُولِى:
اللَّهُمَّ
مَحِلِّى حَيْثُ
حَبَسْتَنِى[.
أخرجه
الشيخان
والنسائى .
1. (1564)- Hz.Aişe (radıyallahu anhâ)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Subâa Binti'z-Zübeyr
(radıyallahu anhâ)'in yanına girdi:
"Herhalde
sen hacc yapmak istiyorsun?" dedi. Subâa:
"Vallahi
kendimi hasta buluyorum" diye cevap verince:
"Hacca
çık, fakat şart koş ve de ki: "Ya Rabbi, beni nerede hapsedersen orası
(ihramdan çıkıp haccı bırakma) yerimdir." [Buhârî, Nikâh 15; Müslim, Hacc
104, (1207); Nesâî, Hacc 60, (5, 168).][736]
AÇIKLAMA:
1-
Burada adı geçen Subâa, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)' in amcasının
kızıdır.
Anlaşıldığı
üzere, hacc yapmak arzusundadır ve fakat kendisini hasta hissetmektedir. Durumu
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e arzedip fetva isteyince, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), ibâdet yapamayacak yerde ihramdan çıkma niyetiyle
hacca karar vermesini tavsiye etmiştir."
Müslim'in
bazı rivayetinde Subâa (radıyallahu anhâ)'nın hacca katılıp, tamamladığı tasrih
edilir.
2-
Ulemâ, böyle bir şartın câiz olup olmayacağı hususunda ihtilâf etmiştir. Hz.
Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. İbnu Mes'ud, Ammâr ve İbnu Abbas (radıyallahu
anhüm ecmâin) ile Tâbiin'den Said İbnu'l-Müseyyeb, Urve İbnu Zübeyr, Atâ, Alkame ve Şüreyh
(rahimehumullah) tecviz etmişlerdir. Şâfiî'nin meşhur kavli de budur. Ahmed
İbnu Hanbel, İshâk ve Ebu Sevr de aynı görüştedirler.
Bazı
âlimler böyle bir şartın bâtıl olduğunu söylerler. Ashab'tan Hz. Aişe ve İbnu
Ömer (radıyallahu anhum) bu kanaattedir. İmam-ı Âzam, İmam Mâlik, Nehâî, Tâvus,
Said İbnu Cübeyr, Hakem ve Süfyan Sevri'nin mezhepleri de budur.[737]
ـ2ـ
وللترمذى قال:
]كَانَ ابنُ
عُمَرُ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُما
يُنْكِرُ
اشْتِرَاطَ
في الحَجِّ
وَيَقُولُ:
أَلَيْسَ
حَسْبُكُمْ
سُنَّةَ
نَبِيِّكُمْ
#؟[.وزاد
النسائى:
أنَّهُ لَمْ
يَشْتَرِطْ.
فَإنْ حَبَسَ
أحَدَكُمْ
حَابِسٌ
فَلْيَأتِ
الْبَيْتَ
وَلْيَطُفْ
بِهِ وَبَيْنَ
الصَّفَا
وَالْمَرْوَةِ
ثُمَّ ليَحْلِقْ
أوْ
لِيُقَصِّرْ
ثُمَّ
ليُحِلَّ وَعَلَيْهِ
الحَجُّ مِنْ
قَابِلٍ .
2. (1565)- Tirmizî de der ki:
"İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ), haccda şart koşmayı reddeder ve şöyle
derdi: "Size Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in sünneti kifâyet
etmiyor mu?" Nesâî'nin rivayetinde şu ziyade yer alır: "O, hiçbir
zaman şart koşmamıştır. Eğer sizden biri bir mâniden dolayı haccını
tamamlayamazsa, Beytullah'a giderek tavaf etsin, Safâ ve Merve arasında
sa'yetsin, sonra traş olsun yahut saçını kısalttırsın. Böylece ihramdan çıkmış
olur ve gelecek sene hacc yapıncaya kadar her şey kendisine helal olur."
Şârihler,
bu hadisi İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'tan rivayet eden Tâvus ile Said İbnu
Cübeyr'in de bununla amel etmediklerini belirtirler.
Esâsen
haccı tamamlamaya mani bir engelle karşılaşacak olanların tâbi olacakları ihsâr
ahkâmı varken, önceden koşulan şart, yeni bir hak getirmiyor. [738]
ـ1ـ
عن ابن جُريج
قال: ]أصَابَ
ابنَ عُمَرَ
سِنَانُ رمحٍ
في أخْمَص
قَدَمِهِ
بِمِنىً فجاء الحَجَّاجُ
يَعُودُه.
فقَالَ: لَوْ
نَعْلَمُ
مَنْ
أصَابَكَ؟
فقَالَ: أنْتَ
أصَبْتَنِى. فقَالَ:
وَكَيْفَ؟
قَالَ:
حَمَلْتَ
السَّحَ في
يَوْمٍ لَمْ
يَكُنْ
يُحْمَلُ
فِيهِ، وَأدْخَلْتَ
السََّحَ
الحَرَمَ
وَلَم يَكُنْ
السََّحُ
يُدْخَلُ
الحَرَمَ[.
أخرجه
البخارى .
1. (1566)- İbnu Cüreyc (rahimehullah)
anlatıyor: "İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'ın ayağının çukuruna, Mina'da
mızrağın uç demiri isâbet etti. Haccâc,
İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'e geçmiş olsun ziyaretine geldi. İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ)'e:"
Keşke
sana bunu isabet ettireni bilseydik (de cezalandırsaydık)" dedi. İbnu
Ömer:
"Bana
onu sen isâbet ettirdin" dedi. Öbürü:
"Nasıl
olur?" deyince, İbnu Ömer:
"Silah
taşınması yasak olan bir günde sen silah taşıdın. Harem'e silah soktun. Halbuki
Harem'e silah sokulmaz" dedi." [Buhârî, İydeyn 9.][739]
AÇIKLAMA:
1- Burada İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) Haccâc-ı Zâlim'i suçlayıp: "Bana bunu saplamalarını
sen emrettin" demek için doğrudan "sen isabet ettirdin"
demektedir. Zîra Halife Abdülmelik, Abdullah İbnu'z-Zübeyr'in şehid
edilmesinden sonra, Hicâz valisi olan Haccâc'a mektup yazarak, Abdullah İbnu
Ömer (radıyallahu anhümâ)'e hiçbir hususta muhalefet etmemesini yazar. Bu emir
Haccâc'a ağır gelir ve İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'in hayatına son vermeye
azmeder. Bir adamına talimat vererek, zehirli harbe saplayarak öldürmesini
tenbihler. Kalabalık bir anda, memur Hz. İbnu Ömer (devede iken) ayağından
yaralar.
Zehirin
tesiriyle İbnu Ömer derhal hasta düşer, bir müddet sonra da Hakk'ın rahmetine
kavuşur (radıyallahu anh). Sene: 74.
2- Şu halde hadiste geçen
"sen silah taşıdın" ifadesi "silahın taşınmasını sen
emrettin" demektir.
3- Ashab'ın "silah
taşınması yasak olan bir günde" şeklinde failini zikretmeden yaptığı
beyanlar ref'e yani hadisin merfu (Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
sünneti) olduğuna hamledilmiştir. Binaenaleyh bayram günü silah taşıma
yasağının Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından konduğu kabul
edilmiştir. Mamafih Abdurrezzak'ta mürsel olarak gelen bir rivayette:
"Bayram günü silahla çıkmayı Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
yasakladı" denmektedir. İbnu Mâce'den gelen bir başka rivayette: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), iki bayramda da İslâm memleketlerinde, düşmanla karşı
karşıya olmadıkça silah taşımayı yasakladı" denmektedir. Müslim'in bir
rivayetinde ise: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Mekke'de silah
taşımayı yasakladı" denmektedir.[740]
ـ2ـ
وعن الَبَراء
بن عازب
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]لما صَالحَ
النَّبىُّ #
أهلَ
الحُدَيْبِيَّةِ
صَالَحَهُمْ
عَلى أنْ َ
يدخلها إ بِجُلُبَانِ
السَِّحِ
الْقِرَابُ
بِمَا فيهِ[. أخرجه
الشيخان وأبو
داود .
2. (1567)- Berâ İbnu Âzib (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hudeybiye'de
Mekkelilerle, "Şehre, silahın sâdece cülübbânından yani içindekileriyle
dağarcıktan başka bir şey sokmamak şartıyla anlaştılar." [Buhârî, Sulh 6,
Umre 3, Cezâu's-Sayd 17, Cizye 19, Megâzî 43; Müslim, Cihâd 90, (1783); Ebu
Dâvud, Menâsik 33, (1832).][741]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet Hudeybiye
Antlaşması'nın bir maddesine temas eden bir özetlemedir. Vak'a değişik
rivayetlerde az çok farklı şekillerde gelmiştir. Ebu Dâvud'un rivayeti daha
vâsıh olarak şöyle: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hudeybiye'de sulh
yaptığı zaman müşriklerle şu esasta anlaştılar: "(O yıl umre yapılmayacak,
gelecek yıl yapılacak. Umre sırasında şehirde üç günden fazla kalmayacaklar.
Ayrıca, umre sırasında) Müslümanlar şehre sadece silah cülübbânı ile
gireceklerdi. Ben silah cülübbânı nedir? diye sordum. Dedi ki:
"İçindekileriyle birlikte dağarcık."
Aynî
cülübbânın deriden mâmul bir kılıf olduğunu, içerisine kınıyla birlikte kılınç,
ok, yay gibi silahların ve hatta azık gibi yolcunun temel ihtiyaç maddelerinin
konduğunu, daha ziyade hayvanın sırtında taşındığını, içerisine kamçı da
konduğunu belirtir. Bu açıklamaya göre cülübbân bizde kullanılan heybenin bir
nev'i olmaktadır. Çünkü yolcu, sayılan eşyaları
heybeye koyar. Tek gözlü olduğu takdirde, deriden mâmul ise dağarcık
denir.
2- Aslında umre sırasında
silaha gerek yoktur. Ancak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) müşriklerin
antlaşmaya tamamıyla sadâkat gösterecek sulh içinde umrelerini yapacaklarından
emin olmadığı için bu şartı antlaşmaya koydurmuştur. Mekkeliler de, herhangi
bir fitne ve çatışma hâlinde silahlar çekilecek olursa Müslümanlar geciksinler
diye silahları kınları içerisinde dağarcıkta taşıma şartında ısrar etmiş
olmalıdırlar.
3- İbnu Battâl der ki:
"İmam Mâlik ve Şâfiî (rahimehumallah) hacc ve umre sırasında ihramlının
silah taşımasına cevaz tanırlar, Hasan Basrî ise bunu mekruh addeder. [742]
ـ1ـ
عن ابن عباس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]سَقَيتُ
النَّبىَّ #
مِنْ مَاءِ
زَمْزَمَ فشَرِبَ
وَهُوَ قَائمٌ[.
أخرجه
الشيخان .
1. (1568)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a zemzem suyu
verdim, ayakta içti." [Buhârî, Hacc 76, Eşribe 16; Müslim, Eşribe 117,
(2027); Tirmizî, Eşribe 12, (1883).][743]
AÇIKLAMA:
1- Bazı âlimler zemzem içmeyi, haccın sünnetlerinden
biri olarak değerlendirmişlerdir.
2- Zemzemin ayakta içilmesine
karşı çıkanlar da olmuştur, çünkü ayakta su içmek bazı rivayetlerde
yasaklanmıştır. Ancak, Hz. Ali'den kaydedilen bir Buhârî hadisinde: أَنَّهُ
صَلَّى
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ شَرِبَ
قَائِمًا "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ayakta su içti" denmektedir.
Bu
rivayetler, ayakta içmenin câiz olduğuna hamledilmiştir.[744]
ـ2ـ
وعن ابن عمر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما.
]أنَّ رسولَ
اللّه # أمَرَ
رَجًُ مِنْ
قُرَيْشٍ في
المُدَّةِ
أنْ
يَأتِيَهُ بِمَاءِ
زَمْزَمَ إلى
الحُدَيْبِيَّةِ.
فَذَهَبَ
بِهِ إلى
المَدِينَةِ[.
أخرجه رزين
والمراد
»بِالمُدَّةِ«
هنا: مدة
المُهادنة .
2. (1569)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) (Hudeybiye Antlaşması) sırasında bir Kureyşliye,
Hudeybiye'ye zemzem suyu getirmesini söyledi. Adam getirdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onu
Medine'ye götürdü." [Rezîn'in ilâvesidir.][745]
AÇIKLAMA:
Bu
rivayet zemzemin faziletine delâlet
edenlerden biridir. Ayrıca hacıların, hacc veya umre dönüşü, beraberlerinde zemzem suyu getirme âdetinin Nebevî bir
sünnet olduğunu da göstermiştir.
Muhibbu't-Taberî'nin
el-Kırâ li-Kâsıdı Ümmi'l-Kurâ adlı kitabında İbnu Ebî Hüseyn'den kaydettiği şu
rivayet de bu hadisi te'yid eder:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Süheyl İbnu Amr'a şunu yazdı: "Bu
mektubum sana geceleyin gelirse sabahı bekleme, gündüz gelirse akşamı bekleme,
bana derhal zemzem suyu gönder..." [746]
ـ1ـ
عن عائشة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قلتُ يا
رسُولَ اللّهِ
أَ تَبْنِى
لَكَ بِمِنىً
بيتاً يُظِلُّكَ
مِنَ
الشَّمْسِ؟
فقَالَ: َ.
إنَّمَا هُوَ مَنَاخٌ
لِمَنْ
سَبَقَ
إلَيْهِ[.
أخرجه أبو داود
والترمذى .
1. (1570)- Hz.Aişe (radıyallahu anhâ)
anlatıyor: "Ey Allah'ın Resûlü, Mina'da, seni güneşe karşı gölgeleyecek
bir bina yapmayalım mı?" demiştim, bana:
"Hayır!
dedi. Orası oraya gelenlere develerini ıhdırma yeridir!" [Ebu Dâvud,
Menâsik 90, (2019); Tirmizî, Hacc 51, (881); İbnu Mâce, Menâsik 52, (3006,
3007).][747]
AÇIKLAMA:
Hadiste
, Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nin Mina'da güneşe karşı Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın ikâmet etmesi için bir bina yapılmasını teklif
ettiği görülmektedir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu reddeder. Tîbî
hadisi şöyle açıklar: Mânası şudur. "Hz.Aişe: "Oturman için sana bir
bina yapmamıza izin ver" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bundan
menetti ve sebebini de açıkladı. Buna göre, Mina, kurban taşlama, traş gibi
hacc menâsikinin edâ edileceği yerdir. Bu menâsike herkes müştereken iştirak
eder. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) orada bir bina yapacak olsaydı,
herkes ona uyarak pekçok binalar yapardı. Bu ise, oranın daralmasına ve
hacılara sıkıntı vermesine sebep olurdu. Caddeler ve sokaklarda oturulacak
yerler de böyledir (kimsenin oraları daraltmaya hakkı yoktur). Ebu Hanife'ye
göre Harem bölgesi vakfedilmiş arâzidir. Zîra Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Mekke'yi zorla fethetmiştir ve Harem bölgesini vakfetmiştir. Kimsenin
oradan mülk edinmesi câiz değildir.[748]
ـ2ـ
وعن أبى واقِدٍ
اللَّيْثِىِّ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]سَمِعْتُ
النَّبىَّ #
يقولُ
‘زْوَاجِهِ في
حَجَّةِ
الْوَدَاعِ:
هذِهِ ثُمَّ
ظُهُورُ
الحُصْرِ[.
أخرجه أبو
داود .
»الحُصْر«
جمع حَصير،
والمراد تخرجْنَ
من بيوتكن بعد
هذِه الحجة .
2. (1571)- Ebu Vâkid el-Leysî (radıyallahu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı dinledim. Veda
haccında zevcelerine şöyle demiştir:
"Size
bu (farzınız!) bundan sonra hasırların arkaları!" [Ebu Dâvud, Menâsik 1,
(1722).][749]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın, bu hadisle Veda haccı sırasında, zevcelerine: "Bu haccınızla
farz olan borcunuzu ödemiş oldunuz. Bundan sonra artık ikinci sefer hacca
gelmeniz vacib değildir, sizlere evlerinizde oturmak gereklidir" demek
istediği belirtilmiştir.
2- Bu hadisten, haccın bir kere
farz olduğu hükmü de çıkarılmıştır. Nitekim Ebu Dâvud, hadisi, bu yönü
sebebiyle hacc bahsinin, Haccın Farziyeti adını taşıyan ilk babında
kaydetmiştir.
3- Hadis, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevcelerine, Veda haccından sonra hacc yapmalarının
câiz olmadığına da delil addedilmiştir. Nitekim bir başka hadiste: اَفْضَلُ
الْجِهَادِ
وَاَجْمَلُهُ
حَجٌّ
مَبْرُورٌ
ثُمَّ
لُزُومُ
الْحُصُرِ "(Kadınlar
için) cihâdın en faziletli ve en güzeli hacc-ı mebrur, sonra da hasırlardan
ayrılmamaktır" buyurulmuştur. Bu da kadınların evlerinden ayrılmamalarını
teşri eder.
Hemen
belirtelim ki, bu hükme iki nokta-i nazardan itiraz edilmiştir:
a)
Her şeyden önce, hadisin bu mânada sarih ve yasak koymada vâzıh olmadığı
söylenmiş, ayrıca Buhârî'nin Hz. Aişe'den kaydettiği bir başka hadis
gösterilmiştir. Hadiste Hz. Aişe, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a:
"Ey Allah'ın Resûlü, sizlerle biz de gazveye çıkıp cihad etmeyelim
mi?" diye sorar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın cevabı şudur:
لَكِنْ
اَحْسَنُ
الْجِهَادِ
وَاَجْمَلُهُ
الْحَجُّ حَجّ
مَبْرُورٌ
"Ancak cihadın en iyisi ve
en güzeli haccdır, Hacc-ı mebrurdur"
Hz.
Aişe der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan bunu işittikten
sonra haccı hiç bırakmadım." İbnu Mâce'deki rivayette, Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ)'nin sorusuna Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şu
cevabı vermiştir:
نَعَمْ
جِهَادٌ َ
قِتَالَ
فِيهِ: اَلْحَجُّ
وَالْعُمْرَةُ
"Evet var, içinde kıtal
olmayan bir cihad var: Hacc ve umre."
Ümmü
Atiyye'den gelen bir rivayet de kadınların cihada katıldığını, hastaları tedavi
ettiklerini te'yid eder. Şu halde Hz. Aişe, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın hacc için yaptığı bu
teşviklerden tekrar tekrar hacca gitmenin kendileri hakkında da mübah olduğu
hükmünü çıkarmış olmalıdır. Tıpkı
erkeklere tekrar tekrar cihada gitmek mübah olduğu gibi...
Hz.
Ömer (radıyallahu anh), bu meselede tevakkuf ederek, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın zevcelerine hacc izni vermemiş
ise de, Hz. Aişe'nin delilindeki kuvveti sonradan görmüş olmalı ki, hilâfetinin sonunda hacc izni vermiştir. Hz.
Ömer'den sonra Hz. Osman (radıyallahu anhümâ), Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın zevcelerini hacca götürmüştür.
Beyhakî
der ki: "Hz. Aişe'nin bu hadisinde, Ebû Vâkid'in hadisinde kastedilen
murad haccın bir kereye mahsus vacib olduğunu beyandır, erkekler gibi onların
da fazla yapmasında bir vebal yoktur. Keza bu hadiste, evde kalmaları için
gelen emrin vücub ifade eden bir emir olmadığına da delil vardır."
3-
Ebu Vâkid'in hadisindeki asıl gâye Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
zevcelerini Veda haccından sonra haccdan menetmek değil, haccı terketmelerine
cevazdır. Zîra, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)' tan sonra haccetmeleri
fiilen sâbittir. Buhârî'den gelen bir rivayet, Hz. Ömer'in yaptığı son hacc
sırasında onlara da izin verdiğini, beraberlerinde Hz. Osman ve Hz. Abdurrahman
(radıyallahu anhümâ)'ı gönderdiğini belirtir. İbnu Sa'd'dan gelen bir rivayette
Ümmü Ma'bed, bu hacc heyetine Kadîd'de
konaklama ânında rastladığını, yanlarına
gittiğinde onları sekiz kadın olarak gördüğünü belirtir. Keza İbnu Sa'd'ın
kaydettiği bir rivayette Ebu İshâk es-Sebiî, Mugîre İbnu Şu'be'nin (Kûfe
valiliği) zamanında Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in zevcelerini
"üzerinde taylasan örtülü hevdecler[750]
içerisinde hacc yaparken gördüğünü" beyan eder ki bu hicrî 50. yıllara
rastlar.
İbnu
Sa'd'ın, Hz. Aişe'den kaydettiği bir başka rivayetine göre, Ümmühâtu'lmü'minîn,
Hz. Osman'a hacc için müracaat ederler. O: "Ben de hacca gideceğim, sizin
haccınızı ben yaptırayım" der. Vefat etmiş bulunan Zeyneb (radıyallahu
anhâ) ile Sevde (radıyallahu anhâ) hariç, hep beraber hacca giderler. Sevde
vâlidemiz, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan sonra vefat edinceye kadar
evinden ayrılmamayı tercih etmiştir.
Ebu
Hüreyre'nin -İbnu Sa'd'daki- bir rivayeti de Hz. Zeyneb ve Hz. Sevde dışında
diğer Zevcât-ı Tâhirât (radıyallahu anhünne)'ın hacc yaptıklarını; o ikisinin:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan sonra bizi binek
taşımayacak" diyerek evlerinden ayrılmadıklarını belirtir.
İbnu
Sa'd'ın kaydettiği bir rivayette Hz. Aişe (radıyallahu anhâ): مَنَعَنَا
عُمَرُ
الْحَجَّ
وَالْعُمْرَةَ
حَتّى إذَا
كَانَ آخِرُ
عَامٍ فَأذِنَ
لَنَا "Hz. Ömer (radıyallahu anh) hacc ve umre
yapmayı bize yasaklamıştı, son senesinde izin verdi" der.
Şu
halde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın vefatından sonra
Ümmühâtu'lmü'minîn'in hacc yaptıklarını te'yid eden rivayetler mevcuttur.[751]
ـ3ـ
وعن إبراهيم
عن أبيه عن
جده: ]أنَّ
عُمَرَ رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ أذِنَ
‘زْوَاجِ
النَّبىِّ #
في آخر
حَجَّةِ حَجَّهَا،
يَعْنِى في
الحَجِّ،
وَبَعَثَ مَعَهُنَّ
عَبْدَالرَّحْمنِ
بن عَوْفٍ
وَعُثْمَانَ
بنَ
عَفَّانَ[.
أخرجه
البخارى.وقال
البرقانى: هو
إبراهيم بن
عبدالرحمن بن
عوف. قال: الحميدى
في هذا
نظر.قلت: لعله
إبراهيم بن
عبدالرحمن بن
عبداللّه بن
أبى ربيعة
المخزومى، واللّه
أعلم .
3. (1572)- İbrahim (rahimehullah)
babası tarikiyle dedesinden rivayet ediyor:
"Hz.
Ömer (radıyallahu anh), yatığı en son haccında Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın zevcelerine izin verdi. Onlarla birlikte Abdurrahman İbnu Avf ve
Osman İbnu Affân (radıyallahu anhümâ)'ı gönderdi." [Buhârî, Cezâu's-Sayd
26.]
Berkânî
der ki: "(Hadisi rivayet eden) İbrahim'den maksad: İbrahim İbnu
Abdirrahman İbni Avf'tır."
Humeydî
ise: "Bu açıklama isabetli gözükmüyor. Derim ki: O, İbrahim İbnu
Abdirrahman İbni Abdillah İbni Ebî Rebîa el-Mahzûmî'dir." Doğruyu Allah
bilir.[752]
AÇIKLAMA:
Önceki
hadiste yapıldı.
ـ4ـ
وعن ابن عمر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]سُئِلَ رسولُ
اللّه # عن
الحاجِّ قال:
الشَّعِثُ
التَّفِلُ.
قِيلَ وَأىُّ
الحَجِّ
أفْضَلُ؟ قال:
الْعَجُّ
والثَّجُّ.
قِيلَ وَمَا
السَّبِيلُ؟
قال: الزَّادُ
وَالرَّاحِلَةُ[.
أخرجه
الترمذى.»الشَّعِثُ«
البعيد
الْعَهْدِ
بِتَسْرِيحِ
شعره وغسله .
»والتفلُ«
التارك
للطِّيب
واستعماله.»والْعَجُّ«
رَفْعُ
الصَّوْتِ
بالتَّلْبِيَةِ.»وَالثَّجُّ«
سَيََنُ
الدَّمِ من
الْهَدْىِ .
4. (1573)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a: "Gerçek hacı kimdir?" diye soruldu da şu
cevabı verdi:
"Saçını
düzenleyip yıkamayı ve koku sürünmeyi
çoktan terketmiş kimsedir.."
Kendisine
tekrar:
"Hangi
hacc efdaldir?" diye sorulunca:
"Yüksek
sesle telbiye getirilen ve kurban kesilen" dedi."
(Haccla
ilgili âyette geçen) sebil nedir?" diye soruldu.
"Zâd
(nafaka) ve râhile (binek)dir" cevabını verdi." [Tirmizî, Tefsir,
Âl-i İmrân, (3001); İbnu Mâce, Menâsik 6, (2896).][753]
AÇIKLAMA:
1- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) hacıyı tarif ederken mümtaz iki vasfını söylüyor: Saçların
karışıklığı ve koku sürünmekten uzaklık. Bunlar, ihramlının riayet etmesi
gereken başlıca yasaklar arasında yer
alır.
2-
Haccı tarif ederken telbiye ve kurbanı zikretmesi haccın başlangıcı ile
sonucunu hatırlatma olmaktadır.Böylece bu ikisi arasında mevcut olan vâcib,
nâfile nev'inden herşeyin kastedildiğine hükmetmiştir.
3-
Son olarak Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e haccın farziyetini beyan
eden: مَنِ
اسْتَطَاعَ
اِلَيْهِ
سَبِي "Ona bir yol bulabilenlerin (gücü yetenlerin) Beyt'i hacc
(ve ziyaret) etmesi Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır..." (Âl-i
İmrân 97) âyetinde geçen "sebil"den soruluyor.
Sebil,
kelime olarak "yol" demektir. Yol bulmak, muktedir olmak, imkan
bulmak gibi farklı kelimelerle karşılamak mümkün. Hattâ burada
"sebil"i imkân olarak anlamak daha uygundur.
Öyleyse
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) haccı farz kılan imkân'ı iki şeyle izah
etmiştir:
1-
Zâd, yani nafaka. Bu sadece hacının gidiş dönüş yol sırasındaki maddî
ihtiyaçlarını ihtivâ etmez. Bakmakla yükümlü olduğu kimselerin kendi yolculuğu sırasındaki her
çeşit maddî imkânlarını da ihtiva eder. Ancak bunun miktarı, hacının hayat
seviyesine göre hesaplanırsa da vasat duruma göre hesaplanması uygun
görülmüştür.
2-
Râhile, binek demek ise de, yol arkadaşı, yol emniyeti gibi hususlar bu maddeye
dolaylı olarak da olsa dâhil edilebilir.[754]
ـ5ـ
وعن أبى هريرة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ. ]أنَّ
رَجًُ قَالَ
يَا رسُولَ اللّه:
عَلَىَّ
حَجَّةُ
ا“سَْمِ،
وَعَلىَّ دَيْنٌ.
قالَ: اقض
دينَك[. أخرجه
رزين .
5. (1574)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu
anh) anlatıyor: "Bir adam:
"Ey
Allah'ın Resûlü! Bana hacc farz oldu. Borcum da var (önce hangisini
ödeyeyim?)" diye sordu.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm):
"Önce
borcunu öde!" dedi." [Rezîn ilâvesidir.][755]
ـ6ـ
وعن ثَمَامَة
قال: ]حجَّ
أنَسٌ رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ عَلى
رَحْلٍ
وَلَمْ
يَكُنْ شَحِيحاً،
وَحَدَّثَ
أنَّ
النَّبىَّ #
حَجًّ عَلى
رَحْلٍ
وَكَانَتْ
زَامِلَتَهُ[.
أخرجه البخارى.»عَلى
رَحْلٍ« أى
قتب في في
مَحْملِ
ونحوه .
6. (1575)- Sümâme (rahimehumullah)
anlatıyor:
"Hz.Enes
(radıyallahu anh), cimri olmadığı halde havıdlı bir devenin üzerinde haccını
yaptı." (Hz. Enes (radıyallahu anh): "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) da yol eşyasını yüklediği havıdlı bir deve üzerinde hacc yaptı"
demiştir. [Buhârî, Hacc 3 (Muallak senetsiz olarak kaydetmiş.)][756]
AÇIKLAMA:
Hadiste
ifade edilmek istenen husus, Hz. Enes (radıyallahu anh)'in yokluk veya cimrilik
sebebiyle değil, tevâzu düşüncesiyle, sünnete uyma endişesiyle yük devesi üzerinde hacc
yaptığıdır. Rahl, devenin üzerine vurulan semerdir. Daha hususî tâbiriyle
havıd.
Hz.
Enes (radıyallahu anh), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın mal ve evlâd
bolluğuna kavuşması için hususî duâsına mazhar olmuş, bu sebeple zenginler
arasında yer almıştı. Ancak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünnetine
ittibaen hiçbir konforu haiz olmayan havıdlı deveye binmiştir. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın da aynı şekilde havıdlı deveye bindiğini belirten Enes
(radıyallahu anh), ilâve eder:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bineği, eşyalarını da
taşıyordu." Araplar yük taşıyan
deveye zâmile derler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bindiği deve hem
râhile (binek), hem de zâmile imiş.
Şurası
açıkça anlaşılıyor ki, imkân sahipleri yüklerini zâmileye yükletirler,
kendileri râhileye binerlerdi. Bu bir konfor ve rahatlıktır. Konforun daha
ilerisi râhilenin üstünde gölge için, rahatsız edici dış şartlardan korunmak
için mahmil denen hususî hücreler mevcuttur. İmkân sahipleri onlar içerisinde
seyahatini, haccını sürdürür.
Şu
halde sadedinde olduğumuz rivayet Hz. Enes'in ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in hacc sırasında bu çeşit konfora yer vermediğini belirtmektedir.
İbnu
Hacer, hadisi açıklarken şu bilgiyi dermeyân eder: "Halk, haccını
yaparken, azıklarını yükledikleri develere binerdi. Azık vs. yüklenmemiş bir
binek üzerinde ilk hacc yapan Osman İbnu Affân (radıyallahu anh)'dır."[757]
ـ7ـ
وعن عبيد بن
جُريج قال:
]قُلْتُ بنِ
عُمرَ رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُما:
رَأيْتُكَ
تَصْنَعُ
أرْبَعاً
لَمْ أرَ
أحَداً مِنْ
أصْحَابِكَ
يَصْنَعُهَا.
قالَ: مَا
هِيَ يَا ابنَ
جُريج؟ قالَ:
رَأيْتُكَ َ
تَمَسُّ مِنَ
ا‘رْكَانِ إَّ
الْيَمَانِيَّيْنِ،
وَرَأيْتُكَ
تَلْبَسُ
النِّعَالَ
السِّبْتِيَّةَ،
ورَأيْتُكَ
تَصْبُغُ بِالصُّفْرَةِ،
وَرَأيْتُكَ
إذَا كُنْتَ
بِمَكَّةَ
أهَلَّ
النَّاسُ
إذَا رَأوُا
الْهَِلَ
وَلَمْ تُهِلَّ
حَتَّى
يَكُونَ
يَوْمُ
التَّرْوِيَةِ.
فقَالَ: أمَّا
ا‘رْكَانُ
فَإنِّى لَمْ
أرَ رسولَ
اللّهِ #
يَمَسُّ إَّ
اليَمَانِيَّيْنِ.
وَأمَّا
النِّعَالُ
السِّبْتِيَّةُ
فإنِّى رَأيْتُ
رسولَ اللّه #
يَلْبَسُ
النِّعَالَ
الَّتِى
لَيْسَ
فِيهَا
شَعَرٌ
وَيَتَوَصَّأُ
فِيهَا.
فَأنَا
أحِبُّ أنْ
ألْبَسَهَا.
وَأمَّا الصُّفْرَةُ
فَإنِّى
رَأيْتُ
رسولَ اللّهِ
# يَصْبُغُ
بِهَا فَأنَا
أحِبُّ أنْ
أصْبُغَ بِهَا.
وَأمَّا
ا“هَْلُ
فَإنِّى لَمْ
أرَ رسولَ
اللّهِ #
يُهِلُّ
حَتَّى
تَنْبَعِثَ
بِهِ رَاحِلَتُهُ[.
أخرجه الثثة
وأبو
داود.»النِّعَالُ«
السبتية
التي
شعر عليها
كأن شعرها قد
سُبت: أى
حُلِقَ عنها .
7. (1576)- Ubeyd İbnu Cüreyc anlatıyor:
"İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'e:
"Seni
dört şey yaparken görüyorum. Bunları arkadaşlarından bir başkasının yaptığını
görmedim" dedim. Bana:
"Ey
İbnu Cüreyc, onlar nedir?" diye sordu. Ben de saydım: "Sen Kâ be'nin
rükünlerinden sadece iki Yemanî rükne (rükn-i Yemânî ve rükn-i Hacer) temasta
bulunuyor, diğerlerine temas etmiyorsun. Keza senin tüysüz deriden ma'mul nalın
giydiğini görüyorum. Keza senin (saç ve sakalını) sarıya boyadığını görüyorum.
Keza seni Mekke'de gördüm, herkes (Zilhicce) hilâlini görünce ihrama girdikleri
halde sen terviye günü (8 Zilhicce)
ihrama girdin!" Bana şu açıklamayı yaptı:"
Rükünlere
temasa gelince; ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)' ın, sadece iki rükne
temas ettiğini gördüm. Tüyü yolunmuş
nalına gelince; ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın nalınlarında
hiç tüy görmedim. Ayakları onların içinde iken abdest alırdı. Ben onu giymeyi
seviyorum. Sarıya gelince; ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın onunla
boyandığını gördüm. Ben onunla boyanmayı seviyorum. İhrama girmeye gelince, ben
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın devesi, onu yola koyuncaya kadar telbiye
çektiğini görmedim." [Buhârî, Vüdû' 30; Müslim, Hacc 25, (1187); Muvatta,
Hacc 31, (1, 333); Ebu Dâvud, Menâsik 21, (1772).][758]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivayet Buharî'de abdestle ilgili bahiste yer alır ve abdeste müteallik bazı
teferruata yer verilir. Bu meseleye Kitabu't-Tahâret'te "Mest üzerine
meshetmek" babının 11. hadisinde yer vereceğiz.
2-
İki Yemânî rükünden maksad (1340. hadiste açıklandığı üzere) Hacerü'l-Esved'in
bulunduğu rükn ile ondan bir evvelki rükndür. Asıl rükn-i Yemânî, Hacer rüknünden öncekidir, Yemen
cihetine baktığı için bu isim verilmiştir. Tağlib tarikiyle ikisine birden
Rükn-i Yemânân denmiştir. Bu iki köşe, Hz. İbrahim (aleyhisselam)'in attığı
temellere oturduğu için Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın her ikisini de
istilâm ettiği bâzı rivayetlerde gelmiştir.
3-
Tüysüz deri diye tercüme ettiğimiz Septiyye, debağlalanarak tüyleri dökülmüş
sığır derisidir. Araplar o zaman ayakkabılarını, tüyleri dökülmemiş derilerden
yaparlardı. Taif gibi sanayinin ilerlediği yerlerde deri işlenir, tüyü alınır,
yumuşatılır ve sonra ayakkabı yapılırdı. Bu çeşit ayakkabılar pahalı olduğu
için herkes giyemezdi.
4-
Sarıya boyama meselesine, şârihler elbise de olabilir, saç da olabilir
demişlerdir. Her iki hususa şümûlünü ifade eden delil mevcuttur. Ashab ve
Tabiin'den saçlarını ve elbiselerini sarıya boyayanlar olmuştur. Âlimler bu
hususta bâzı ihtilâfa düşmüşlerdir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın da
elbise ve sarığını sarıya boyadığı rivayetlerde gelmiştir.
5-
İhram meselesi: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Veda haccında, Mekke'ye
gelince, beraberinde kurbanlığı olmayanlara Hacc-ı temettuyu emretmiş, ihramdan
çıkan Ashab, terviye günü (8 Zilhicce) Mina'ya hareket edeceği zaman yeniden
hacc için ihrama girmişti. İşte Hz. İbnu Ömer Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın o tatbikatını esas almış, devesine
binip Mina'ya yönelir yönelmez telbiye getirmeyi âdet edinmiştir.
8-
Zilhicce'ye terviye denmesi, Mina'da su
bulunmadığı için, Mina'ya gideceklerin çokça su içmeleri ve su tedariki
yapmalarından dolayıdır. Terviye, bol bol su içmek mânasına gelir. Ancak terviye bir de düşünmek
mânasındadır. Rivayete göre Hz. İbrahim (aleyhisselam) oğlu İsmail'i kesmesi
için rüyasında emir alınca ertesi günü, bu
şeytanî mi, Rahmânî mi diye düşünmüş, bu sebeple o gün, terviye adını
almıştır. Ancak ertesi akşam aynı rüyayı tekrar görünce, Rahmanî olduğunu
anlamış, bu sebeple ertesi güne de arefe denmiştir. [759]
ـ1ـ
عن جابر
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ قال:
]حَجَّ
النَّبىُّ #
حَجَّتَيْنِ
قَبْلَ أنْ
يُهَاجِرَ
وَحَجَّةً
بَعْدَ مَا
هَاجَرَ
مَعَهَا
عُمْرَةً
فسَاقَ ثَثاً
وَسِتِينَ
بَدَنَةً.
وَجَاءَ
عَليٌّ رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ مِنَ
الْيَمَنِ
بِبَقيَّتِهَا
فِيهَا
جَمَلٌ في
أنْفِهِ
بُرَةٌ مِنْ
فِضَّةٍ
فَنَحَرَها
النَّبىُّ #
مِنْ كُلِّ
بَدَنَةٍ
بِبَضْعَةٍ
فَطُبِخَتْ
وَشَرِبَ مِنْ
مَرَقَتِهَا[.
أخرجه
الترمذى .
1. (1577)- Hz. Câbir (radıyallahu anh)
anlatıyor:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), (üç kere hacc yaptı. Şöyle ki): "Hicret etmezden
önce iki, hicretten sonra da bir hacc ve bununla birlikte bir umre yaptı. Bu
hacc sırasında (Medine'den) altmış üç deve sevketti. O sırada Hz. Ali
(radıyallahu anh) Yemen'den geldi, [berâberinde, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın kestiği kurbanların] geri kısmı da vardı. Bunlar arasında (Ebu
Cehl'e ait olup Bedir Savaşı'nda ganimet olarak alınan) burnunda gümüş halka bulunan deve de vardı. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) hepsini kesti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) her
deveden bir parça alınmasını emretti. Bunlar (bir kapta) pişirildi. Efendimiz
suyundan içti." [Tirmizî, Hacc 6, (815).][760]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın hicretten sonra yaptığı hacc, Veda haccıdır. Bu hacc sırasında yüz
deve kesmiştir. 1319 numaralı hadiste getiği üzere bunlardan bir kısmını Hz.Ali
(radıyallahu anh) Yemen'den getirmiştir. Sadedinde olduğumuz rivayette geçen
bakiyye (geri kısmı) diye geçen budur.
2- Ebu Cehl'e ait olduğu
belirtilen burnunda gümüş halka takılı deve hakkında 1520 numaralı hadiste açıklama
geçmiştir.
3- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in, her kurbandan alınan parçaların pişirilmiş olduğu sudan içmesinde
şu nükte vardır: Böylece her kurbandan az bile olsa bir miktar yemiş olmaktadır. Halbuki etten yese, bâzılarına
sıra gelmezdi. Suya ise, hepsinden müşterek birşeylerin geçmiş olması kesindir.[761]
ـ2ـ
وعن عروة بن
الزبير قال:
]كُنْتُ أنَا
وَابنُ عُمرَ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما
مُسْتَنِدَينَ إلى
حُجْرَةِ
عَائِشَةَ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها
وَأنَا
أسْمَعُ
صَوْتَهَا بِالسِّوَاكِ
تَسْتَنُّ. فَقُلْتُ
يَا أبَا
عَبْدِالرَّحْمنِ
اعْتَمَرَ
النَّبىُّ #
في رَجَبٍ؟
قالَ نَعَمْ.
قُلْتُ:
لِعَائِشَةَ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها: أىُّ أُمَّتَاهُ
أَ
تَسْمِعينَ
مَا يَقُولُ
أبُو
عَبْدِالرَّحْمنِ.
قالَتْ: وَمَا
يَقُولُ؟
قُلْتُ:
يَقُولُ
اعْتَمَرَ
النَّبىُّ #
في رَجَبٍ.
فقَالَتْ:
يَغْفِرُ
اللّهُ ‘بِى
عَبْدِالرَّحْمنِ!
لَعَمْرِى
مَا
اعْتََمَرَ
في رَجَبٍ وََ
اعْتَمَرَ
مِنْ
عُمْرَةٍ إَّ
وَإنَّهُ
لَمَعَهُ،
وَابنُ
عُمَرَ
يَسْتَمِعُ
فَمَا قَالَ َ
وََ قَالَ
نَعَمْ.
سَكَتَ[.
أخرجه الخمسة
إ النسائى .
2. (1578)- Urve İbnu Zübeyr
(rahimehullah) anlatıyor:
"Ben
ve İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ), Hz. Aişe'nin
hücresine dayanmıştık, (o içerde dişlerini misvaklıyordu. Bu esnada)
misvaktan çıkan sesleri işitiyordum. Ben, İbnu Ömer'e:
"Ey
Ebu Abdirrahmân! Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Receb ayında umre yaptı
mı?) diye sordum.
"Evet!"
dedi. Ben de, Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'ye seslendim:
"Ey
anneciğim, Ebu Abdirrahman'ı dinliyor musun ne söylüyor?"
"Ne
söyüyor?" dedi.
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Receb'te umre yaptı diyor" dedim. Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ):
"Ebu
Abdirrahman'a Allah mağfiret etsin. Ömrüm hakkı için, Receb'de umre yapmadı.
[Hem O, nasıl olur da yanılır, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın] yaptığı
her umrede o da hazır bulunmuştu"
dedi. İbnu Ömer, Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nin bu sözlerini işittiği halde ne
"evet!" ne de "hayır!" demedi, sükût etti." [Buhârî,
Umre 3; Müslim, Hacc 219, (1255); Tirmizî,Hacc 93, (936, 97); Ebu Dâvud,
Menâsik 80, (1991, 1992).] [762]
AÇIKLAMA:
1- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in kaç defa umre yaptığı hususunda Ashab (radıyallahu anhüm) arasında
bazı ihtilâflar olmuştur. Müteakiben
kaydedilecek hadislerde görüleceği üzere, İbnu Abbas ve İbnu Ömer (radıyallahu
anhüm) başta, bazı sahabiler, dört umreden bahsederken çoğunluk Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın üç umresinden söz eder. İki umreden bahseden de
olmuştur. Bu meseleye, 1581 numaralı hadiste tekrar döneceğiz.
2-
Ebû Abdirrahman, Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'in künyesidir. Arap
örfünde kişiye künyesi ile hitap ta'zim ve tekrim ifade eder.
3-
Hz. Aişe'nin لَعَمْرِى "Ömrüm
hakkı için!" diye yemin etmesi, bu çeşit yemin edilebileceğinin caiz
olduğunu gösterir. Ulemâ, "Yemin, şe'ninde kıymet ve hürmet olan şeye
yapılır, onun dışındakilere yapılmaz" mânasındaki prensibi esas alarak umumiyetle,
"dinen mukaddes olmayan şeylere yemin edilmez" demiş ve mekruh
addetmiştir.
4-
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Receb ayında umre yapıp yapmadığı da
bir başka ihtilaf mevzuudur. Burada görüldüğü üzere Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın dört umre yaptığını söyleyen İbnu Ömer, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in Recep ayında da umre yaptığını söylemiştir. Ancak
Hz. Aişe'nin itirazı karşısında susmuştur. Onun susmasını ulemâ, bu meselede
İbnu Ömer'in karıştırmış ve unutmuş veya şekke düşmüş olabileceğine
hamletmiştir. Aksi takdirde Hz.Aişe'ye itiraz etmesi gerekirdi. Kurtubî:
"Bu onun vehme düştüğüne, Hz. Aişe'nin açıklaması ile rücu ettiğine
delildir" der. İbnu Ömer'in "Receb ayında umre yaptığı" sözüyle
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hicretten önceki bir umresini kastedmiş
olabileceğini söyleyen olmuşsa da, taraftar bulamamıştır, çünkü rivayete
dayanmıyor.[763]
ـ3ـ
وعن ابن عباس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]اعْتَمَرَ
النَّبىُّ #
أرْبَعَ
عُمَرٍ:
عُمْرَة
الحُدَيْبِيَّةِ،
وَعُمْرَةَ الثَانية
منْ قابِلِ
عُمْرَةِ
الْقَضَاءِ في
ذِى
الْقَعْدَةِ،
وَعُمْرَةَ
الثّالِثَةَ
مِنَ
الجِعِرَّانَةِ،
وَالرَّابِعَة
الَّتِى مَعَ
حَجَّتِهِ[.
أخرجه أبو
داود والترمذى
.
3. (1579)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) dört umre yaptı:
1- Hudeybiye umresi, 2- Müteakip sene Zilkade ayında yaptığı umretü'lkadâ, 3-
Ciırrâne'den yaptığı umre, 4- (Veda haccı sırasında) hacc ederken yaptığı umre." [Tirmizî, Hacc 7, (816); Ebu
Dâvud, Menâsik 80, (1993); İbnu Mâce, Menâsik 50, (3003).][764]
ـ4ـ
وعن عروة قال:
]اعْتَمَرَ
رسولُ اللّه #
ثََثَ عُمَرٍ
إحْدَاهُنَّ
في شَوَّال
وَاثنتانِ في
ذِى
الْقَعْدَةِ[.
أخرجه مالك .
4. (1580)- Hz.Urve (rahimehullah)
demiştir ki:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) üç umre yaptı: Biri
Şevvâl ayında, ikisi de Zilkade ayındadır." [Muvatta, Hacc 56, (1,
342).][765]
ـ5ـ
وعن مالك.
]أنَّهُ
بَلَغَهُ
أنَّ
النَّبىَّ #:
اعْتََمَرَ
ثََثاً،
عَامَ
الحُدَيْبِيَّةِ،
وَعَامَ
الْقَضِيَّةِ
وَعَامَ
الجِعرَّانَةِ[
.
5.
(1581)- İmam
Mâlik'e ulaştığına göre: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) üç sefer
umre yapmıştır: 1- Hudeybiye senesinde, 2- (Hudeybiye yılını takip eden) kazâ
senesinde, 3-Ciırrâne senesinde" [Muvatta, Hacc 5, (1, 342).][766]
AÇIKLAMA:
1- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in yaptığı umrelerin sayısı ile ilgili ihtilâf, yukarıdaki rivayetler
gözönüne alınınca, te'lifi kolay bir ihtilâftır. Zîra dört diyenler, üç
diyenlerden fazla olarak Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Veda haccı
sırasında, hacc-ı kırana niyyet ederek haccdan önce yaptığı umreyi kastederler.
Bu umre diğerleri gibi müstakil değildir, haccdan önce yapılmıştır. Şu halde üç
diyenler, hacc dahil olan bu umreyi
sayıya dâhil etmemiş oluyorlar.
Buhârî'nin
Hz. Berâ (radıyallahu anh)'dan kaydettiği bir rivayette, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in iki kere umre yapması söz konusudur. İbnu Hacer
bunun te'lifini şöyle yapar: "...Berâ, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in Veda haccı sırasında hacc-ı kıranla yaptığı umre ile Hudeybiye'de
engellenen umreyi saymamıştır. Veya onu saymıştır da, Ci'rane'de yaptığı
-kendisine gizli kalan- umreyi saymamıştır. Nitekim bu umreyi Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) geceleyin yapmış ve başkalarına da gizli tutmuştur.
Ancak,
Hudeybiye Seferi'ni Cumhur ittifakla umreden saymışlardır. Başta Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bütün Ashâb ihram giymiş, sulh antlaşması yapıldıktan sonra, tavaf ve sa'y
yapılmamış olsa bile, kurbanlar kesilmiş, traş olunmuş ve ihramdan çıkılmıştır.
Yani bu, tam bir umre addedilmiş,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın umreleri mevzubahis olunca hep sayıya
girmiştir.
Bu
hususta tereddüd edenler, müteâkip sene yapılan umreye umretu'lkazâ denmesini
göstermişlerdir. Yani, "Hudeybiye senesi yapılmayan umre müteâkip sene
kaza edilmiştir, onun için de umretu'lkazâ denmiştir" derler. Daha önce de
geçtiği üzere burada kazâ, "mukâza" yâni antlaşma, karşılıklı hüküm
koyma mânasına gelir. Çünkü "O yıl Mekke'ye girilmeyecek, müteâkip yıl
umre için gelinip üç gün Mekke'de kalınacak" diye antlaşmaya madde
konmuştu. Şu halde umretü'lkazâ, "antlaşma umresi" demektir. Bu,
öncekinin kazası olsaydı, ikisi bir
sayılırdı ve sahâbeler bunları ayrı ayrı umre olarak ifade etmezdi.
2- Rivayetlere göre, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) haccla birlikte olan hâriç, diğer umrelerini
Zilkade ayında yapmıştır. Bu o ayın faziletinden olduğu gibi, bir başka sebebe
daha dayanır: Cahiliye Arapları o ayda umreyi hoş karşılamazlar, çirkin
addederlerdi. Cumhur senenin her ayında ve hatta her gününde umreyi câiz addeder.[767]
3-
Bazı Hükümler
1-
Hacc aylarında umre yapmak -cahiliye Araplarının inançlarının aksine olarak
câizdir.
2-
Hz.İbnu Ömer gibi çok hadis rivayet eden, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'den ayrılmamayı kendine şiâr edinen kadri yüce bir sahabiye bile,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bir kısım ahvâli gizli kalabilmekte,
bildiklerine vehim, nisyân (unutma), şekk karışabilmektedir, zîra onlar gayr-ı
mâsumdurlar.
3-
Ulemâ birbirlerini bazı meselelerde
reddedebilmektedir.
4-
Ulemâ reddederken edebe, iyi davranmaya
riayet etmektedir.
5-
Hakkın ortaya çıkması için suâl sorarken, mültefit ve nezâketli olmak
gereklidir.
6-
Hakkı görünce en azından sükûtla kabul etmek gerekir. İbnu Ömer sükût etmekle
hatasını itiraf etmiş oldu.[768]
ـ6ـ
وعن ابن عمر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]كُنَّا
نَتَحَدَّثُ
عَنْ حَجَّةِ
الْوَدَاعِ
وَرسولُ
اللّهِ #
بَيْنَ
أظْهُرِنَا
وََ نَدْرِى
ما حَجَّةُ
الْوَدَاعِ
حَتَّى حَمِدَ
اللّهَ
تَعالى
وَأثْنى
عَلَيْهِ
ثُمَّ ذَكَرَ
المسيحَ الدَّجَّالَ
فَأطْنَبَ في
ذِكْرِهِ
وَقَالَ: مَا
بَعَثَ
اللّهُ مِنْ
نَبىٍّ إَّ
أنْذَرَهُ
أُمَّتَهُ.
لَقَدْ أنْذَرَهُ
نُوحٌ
وَالنَّبِيُّونَ
بَعْدَهُ. وَإنَّهُ
يَخْرُجُ
فِيكُمْ،
فَمَا خَفِىَ
عَلَيْكُمْ
مِنْ شَأنِهِ
فَلَيْسَ
يَخْفَى عَلَيْكُمْ؛
إنَّ
رَبَّكُمْ
لَيْسَ
بِأعْوَرَ،
وَإنَّهُ أعْوَرُ
عَيْنِ
الْيُمْنى
كَأنَّ
عَيْنَهُ
عِنَبَةٌ
طَافِيَةٌ أَ
وَإنَّ
اللّهَ تَعالى
حَرَّمَ
عَلَيْكُمْ
دِمَاءَكُمْ
وَأمْوَالَكُمْ
كَحُرْمَةِ
يَوْمِكُمْ
هذَا في
بَلَدِكُمْ
هذَا. أَ هَلْ
بَلَّغْتُ؟
قالُوا:
نَعَمْ.
قاَلَ:
اللَّهُمَّ
اشْهَدْ
ثََثاً.
وَيْلَكُمْ
أوْ
وَيْحَكُمْ َ
تَرْجِعُوا
بَعْدِى كُفّاراً
يَضْرِبُ
بَعْضُكُمْ
رِقَابَ
بَعْض[. أخرجه
الشيخان
واللفظ
البخارى .
6. (1582)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) aramızda olduğu halde biz Veda haccından bahsederdik
ve Veda haccının ne olduğunu bilmezdik. (Veda haccında Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Allah'a hamd ve sena edip sonra da Mesih Deccâl'ı
mevzubahis etmişti, sözü onun hakkında epeyce uzatıp şunları da söylemişti:
"Allah'ın
gönderdiği her peygamber, ümmetini onunla korkuttu. Hz. Nuh (aleyhisselam) ve
ondan sonra gelen bütün peygamberler onunla korkuttular. Bilesiniz o, aranızdan
çıkacaktır. Onun şe'ninden (yapacağı icraatler) hiç bir şey size gizli kalmayacak. Çünkü sizlere
gizlemez. Rabbinizin gözü kör değildir. Halbuki onun sağ gözü kördür. Onun gözü
pertlek bir üzüm gibidir.
Haberiniz
olsun! Allah sizlere birbirinizin kanını, malını haram kıldı, bunlar şu
günlerinizin, şu beldenizdeki haramlığı gibi haramdır.
Acaba
tebliğ ettim mi?" (Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu sorusuna
cemaat hep bir ağızdan:
"Evet"
diye cevap verdi. Bunun üzerine üç sefer:
"Ya
Rab şâhid ol! Ya Rab şâhid ol! Ya Rab şâhid ol!" dedi ve tekrar cemaate
yönelerek:
"Vah
size! -veya eyvah size!- Benden sonda dönüp birbirlerinizin boyunlarını vuran
kâfirler olmayın!" dedi." [Buharî, Hacc 132, Edeb 43, 95, Hudud 9,
Diyât 2, Fiten 8; Müslim, İmân 119, (66).] [769]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivayet, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, Veda haccı sırasında
yaptığı konuşmalardan birini aksettirmektedir. Âhir zamanda çıkıp dini tahrip
edecek ve insanlığa büyük zarar verecek olan şahıslardan biri hakkında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
Veda haccı gibi büyük bir kalabalığın bir araya geldiği fırsatta bilgi
vermektedir.
2-
Deccâl yalancı demektir. Şu halde en büyük vasfı, icraatını yalana ve
aldatmacaya dayandırmasıdır. Uzun olan insanlık târihi içinde en büyük tahribatı o yapacağı için Hz. Nuh
(aleyhisselam)'tan itibaren her peygamber, ümmetini onun hakkında uyarmış,
onun dehşetli icraatiyle korkutmuştur.
Belki de bu sebeptendir, hemen hemen bütün dinlerde buna müşâbih inançlara
rastlanmıştır. Bilhassa kitabî dinlerde bu, pek bârizdir. Yahudilik ve
Hıristiyanlıkta Antechrist diye isimlendirilir.
3-
Geniş açıklamayı Kıyametle ilgili bölümün Deccal'la ilgili kısmında yapacağımız
Deccâl, bir bakıma her devirde, her bölgede çıkacak kötü şahısların müşterek
ismi ve hem de vasfıdır. Rivayetler, Deccal bilgisinin Sahabe devrinden beri
mahalle mekteplerindeki çocuklara bile öğretildiğini göstermektedir. Bu sanki
her Müslümanın bilmesi gereken temel İslâmî kültürün bir parçası kılınmıştır.
4-
Deccal'la ilgili bir kısım tavsirleri, yoruma muhtaç müteşâbihât kabul etmek
gerekir. Sözgelimi sağ gözünün kör olması, onun mâneviyatı kör, âhireti
göremez, sâdece dünyaya, maddeye kıymet verir olmasıdır. Aksi takdirde bir
kısım tasvirleri aynen fiilî şekilde aramak hem safdillik olur, hem de hurâfeye
inanmak nev'inden saçmalıklara düşülebilir.
5-
Hadisin sonunda ifade edilen, "Benden sonra dönüp birbirlerinizin
boyunlarını vuran kâfirler olayın!" cümlesinden, Nevevî'nin kaydına göre, yedi farklı hüküm
çıkarılmıştır:
1-
Müslümanın kanını haksız yere helâl addeden Müslüman, kâfir olur.
2-
Bundan maksad nimet ve İslâm'ın hakkına karşı nankörlüktür, kadr u kıymetini tanımamaktır.
3-
Bu hal (mü'minin, mü'mini öldürmesi) küfre yakın bir ameldir ve küfre götürür.
4-
Bu, kâfirlerinkine benzer bir fiildir. Çünkü normalde mü'mini kâfirden başkası
öldüremez.
5-
Bundan murad küfrün hakikatidir, yani mânası şöyledir: Sakın küfre dönmeyin,
Müslüman olmaya devam edin!
6-
Bu mânayı Hattâbî ve başkaları hikâye etmişlerdir: Buradaki
"kafirler"den (küffar) murâd, silah kuşananlardır. Araplar, تَكَفَّرَ
الرَّجُلُ
بِسَِحِهِ derler. Yâni silâhını kuşandı. "Kuşandı"
kelimesini tekeffür etti diyerek, küfr kökünden bir kelime kullanarak ifade ederler. el-Ezherî,
Tehzîbü'l-Lüga adlı kitabında silah kuşanan, silah taşıyan mânasına kâfir
kelimesini kullanmıştır.
7-
Hattâbî de şu mânayı anlamıştır: "Birbirinizi tekfir etmeyin, sonra birbirinizi
öldürmeyi helâl addedersiniz."
Nevevî
bu açıklamalardan sonra sözünü şöyle noktalar: "Bunlardan en muvafık olanı
dördüncü maddede söylenendir. Kadı Iyaz (rahimehullah) da bunu tercih
etmiştir."[770]
ـ7ـ
وعن ابن عباس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]انطلقَ
النّبىُّ #
مِنَ
المَدِينَةِ
بَعْدَ مَا تَرَجّلَ
وَادّهنَ
وَلَبِسَ
إزَارَهُ
وَرِدَاءَهُ
هُوَ
وَأصْحَابُهُ
فَلَمْ
يَنْهَ عَنْ
شَئٍ مِنَ
ا‘رْدِيَةِ
وَا‘ُزُر
تُلْبَسُ إَّ
المُزَعْفَرَةَ
الَّتى
تَرْدَع عَلى الجِلْدِ
فَأصْبَحَ
بِذِى
الحُلَيْفَةِ
فَرَكِبَ
رَاحِلَتَهُ
حَتَّى
اسْتَوَتْ
بِهِ على
الْبَيْدَاءِ
أهَلَّ هُوَ
وَأصْحَابُُهُ
وَقَلّدَ
بُدْنَهُ،
وَذلِكَ
لِخَمْسِ
بَقِينَ مِنْ
ذِى
الْقَعْدَةِ،
وَقَدِمَ
مَكَّةَ ‘رْبَعٍ
خَلَوْنَ
مِنْ ذِى
الحِجّةِ،
وَطَافَ بِالْبَيْتِ
وَسَعَى
بَيْنَ
الصّفَا
وَالْمَرْوَةِ
وَلَمْ يُحِلَّ
مِنْ أجَلِ
بُدْنِهِ
‘نَّهُ قَلَّدَهَا.
ثُمَّ نَزَلَ
بِأعْلَى
مَكَّةَ
عِنْدَ
الحَجُونِ
وَهُوَ
مُهِلٌّ
بِالْحَجِّ
وَلَمْ
يَقْرَبِ
الْكَعْبَةَ
بَعْدَ
طَوَافِهِ
بِهَا حَتَّى
رَجَعَ مِنْ
عَرَفَةَ وَأمَرَ
أصْحَابَهُ
أنْ يَطوفُوا
بِالْبَيْتِ
وَبَيْنَ
الصّفَا
وَالْمَرْوَةِ
ثُمَّ
يُقَصِّرُوا
رُؤُسَهُمْ
ثُمَّ
يُحِلُّوا،
وَذلِكَ
لِمَنْ لَمْ
يَكُنْ
مَعَهُ
بَدَنةٌ
قَلَّدَهَا
وَمَنْ
كَانَتْ
مَعَهُ
امْرَأتُهُ
فَهِىَ لَهُ
حََلٌ
وَالطِّيبُ
وَالثِّيَابُ[.
أخرجه البخارى.»تَرْدَعُ«
بعين مهملة:
أى تنْفُضُ
صِيغها عليه .
7. (1583)- İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), saçlarını tarayıp yağladıktan, rida ve izârını
giydikten sonra Medine'den ashabıyla birlikte ayrıldı. Rida ve izâr
çeşitlerinden, vücudun cildine boyası geçen za'feranla boyanmış olanlar dışında
hiç bir şeyi yasaklamadı. Böylece Zülhuleyfe'ye geldi. Orada devesine bindi.
Devesi onu Beydâ sırtına çıkarınca O (aleyhissalâtu vesselâm) da, Ashab'ı
(radıyallahu anhüm) da telbiye getirdiler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
kurbanlığına takısını takıp nişanladı. Bu iş, Zilkade ayının sondan beşinci
gününde cereyan etmişti. Mekke'ye Zilhicce'nin dördünde indi. (İlk iş)
Beytullah'ı tavaf etti, Safâ ve Merve arasında sa'yde bulundu. Kurbanlığı
sebebiyle ihramdan çıkmadı. Çünkü ona (kurbanlık alâmeti olan takıyı) takmıştı.
Sonra Mekke'nin Hacûn yanındaki en yüksek yerine indi. Artık hacc için telbiye
getiriyordu. Kâbe'ye, onu tavaf ettikten sonra, Arafat'tan dönünceye kadar hiç
yaklaşmadı. Ashabına ise, Kâbe'yi tavaf
etmelerini, Safâ ile Merve arasında sa'yetmelerini emretti, sonra saçlarını
kısaltarak ihramdan çıkmalarını emretti. Bütün bu emirler, berâberinde
kurbanlık olarak takılanmış devesi olmayanlar içindi. Berâberinde hanımı
bulunanlara, hanımları da helaldi. Keza koku ve elbise de helâldi."
[Buhârî, Hacc 21, 70, 128.][771]
AÇIKLAMA:
Bu
hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Veda haccının bazı safhalarını
anlatmaktadır: Zülhuleyfe'de ihrama giriş, Mekke'ye gelince kurbanlığı
olmayanlara, hacc için giydikleri ihramı umreye çevirmelerini emretmesi,
kurbanlığı olanların hacc-ı kıran yapmak üzere ihramdan çıkmamaları vs. Bu meseleler daha önce açıklanmıştır.
Bilhassa şu numaralarda bulunmalıdır: 1288, 1292,1293, 1301.[772]
ـ8ـ
وعن على
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]وَقَفَ رسولُ
اللّهِ #
بِعَرفَةَ
وقال: هذِهِ
عَرفَة وَهُوَ
المَوْقِفُ
وَعَرَفَةُ
كُلُّهَا مَوْقِفٌ.
ثُمَّ أفَاضَ
حِينَ
غَرَبَتِ
الشّمْسُ
وَأرْدَفَ
أُسَامَةَ
بنَ زَيْدٍ
وَجَعَلَ
يُشِيرُ
بِيَدِهِ
عَلى
هَيْنَتِهِ
وَالنّاسُ
يَضْرِبُونَ
يَمِيناً
وَشِماً َ يَلْتَفِتُ
إلَيْهِمْ.
وَيَقولُ: يَا
أيُّهَا
النَّاسُ عَلَيْكُمْ
السّكِينَةُ.
ثُمَّ أتَى
جَمْعاً فَصَلَّى
بِهِمُ
الصََّتَيْنِ
جَمِيعاً. فَلَمَّا
أصْبَحَ أتَى
قُزَحَ
وَوَقَفَ عَلَيْهِ؛
وقال: هذَا
قُزَحُ،
وَهُوَ
المَوْقِفُ
وَجَمْعٌ
كُلُّهَا
مَوْقِفٌ. ثُمَّ
أفَاضَ
حَتَّى انْتَهى
إلى وَادِى
مُحَسِّرٍ،
فقَرَعَ نَاقَتَهُ
فَخَبّتْ
حَتَّى
جَاوَزَ
الْوَادِىَ
فَوقفَ
وَأرْدَفَ
الْفَضْلَ.
ثُمَّ أتَى
الجَمْرَةَ
فَرَمَاهَا.
ثُمَّ أتَى
إلى المَنْحَرِ
فقال: هَذَا
المَنْحَرُ
وَمِنىً كُلُّهَا
مَنْحَرٌ
وَاسْتَفْتَتْهُ
جَارِيَةٌ
شَابَّةٌ مِنْ
خَثعَمَ
قالَتْ يَا
رسولَ اللّهِ
إنَّ أبى
شَيْخٌ
كَبِيرٌ قَدْ
أدْرَكَتْهُ
فَرِيضَةُ
اللّهِ
تَعالى في
الحَجِّ
أفَيُجْزِى أنْ
أحُجَّ
عَنْهُ؟ قال:
حُجِّى عَنْ
أبِيكِ. قال:
وَلوَى
عُنُقَ
الْفَضْلِ،
فقَالَ الْعَبّاسُ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ:
يَارَسُولَ اللّهُ؟
لِمَ
لَوَيْتَ
عُنَقَ ابنِ
عَمِّكَ؟ قال:
رَأيْتُ
شَاباً
وَشَابَةً،
فَلَمْ آمَنِ
الشَّيْطَانَ
عَلَيْهِمَا.
فَأتَاهُ
رَجُلٌ فقَالَ
يارسُولَ
اللّهِ: إنِّى
أفَضْتُ قَبْلَ
أنْ أحْلِقَ؟
فقَالَ:
احْلِقْ وََ
حَرَجَ. وَجَاءَ
آخَرُ: فقَالَ
يَا رسُولَ
اللّهِ: إنِّى
ذَبَحْتُ
قَبْلَ أنْ
أرْمِىَ؟
فقَالَ: ارْمِ
وََ حَرَجَ.
قالَ: ثُمَّ
أتَى
الْبَيْتَ
فَطَافَ بِهِ
ثُمَّ أتَى
زَمْزَمَ
فقََالَ يَا
بَنِى
عَبدِالمطلبِ
لَوَْ أنْ
يَغْلِبَكُمْ
النَّاسُ
عَلَيْهِ
لَنَزَعْتُ[.
أخرجه الترمذى
.
8. (1584)- Hz. Ali (radıyallahu anh)
anlatıyor:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Arafat'ta vakfe yaptı ve: "Burası Arafat'tır,
vakfe yeridir, Arafat'ın her yeri vakfe yeridir" dedi.
Sonra
güneş batar batmaz ifâza yaptı. (Arafat'ı terketti). Devesinin terkisine Üsâme
İbnu Zeyd (radıyallahu anhümâ)'i bindirdi. Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm),
-halk sağında ve solunda (develere telâşla vururlarken) onlara dönüp bakmadan- her zamanki sükun ve rıfk hâlini
koruyarak eliyle işaret edip: "Ey insanlar! Sakin olun" diyordu.
Sonra
Cem'e (Müzdelife'ye) geldi. Orada iki namazı da (akşam ve yatsı) beraberce
kıldırdı. Sabah olunca Kuzah tepesine gelip üzerinde vakfe yaptı."
Burası
Kuzeh'dir, vakfe yeridir. Cem'in tamamı vakfe yeridir!" dedi. Sonra oradan
ayrıldı, Muhassır vâdisine geldi. Devesine vurdu. Deve dört nala koşarak vâdiyi
geçti. Orada durup, amcası Abbâs (radıyallahu anh)'ın oğlu Fazl'ı devesinin
terkisine aldı.
Oradan
Cemretu'l-Akabe'ye geldi ve taşlama yaptı. Sonra menhara (kesim yerine) geldi:
"Burası
menhardır (kurbanlarımızı keseceğimiz yer), Mina'nın her tarafı menhardır"
buyurdu. Has'am kabilesinden genç bir kadın gelerek:
"Ey
Allah'ın Resûlü! Babam yaşlanmış bir ihtiyardır, Allah'ın hacc farizası
kendisine terettüp etmektedir. Ben ona bedel hacc yapabilir miyim?" diye
bir suâl sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Babana
bedel hacc yap!" cevabını verdi. Bu sırada eliyle, devenin terkisinde
bulunan Fazl'ın başını büktü. Amcası Abbâs (radıyallahu anh):
"Ey
Allah'ın Resûlü! Amcanın oğlu Fazl'ın başını niye büktün?" diye sordu.
"İkisini
de birer genç görüyorum. Onlar hakkında şeytanın şerrinden emin değilim!"
dedi. Derken bir adam daha gelip:
"Ey
Allah'ın Resûlü, ben traş olmazdan önce ifâza tavafını yaptım!" dedi.
"Traş
da ol, bunda mahzur yok!" cevabını aldı. Derken bir başkası daha gelip:
"Ey
Allah'ın Resûlü, ben taşlama yapmazdan önce kurbanımı kesmiş bulundum!"
dedi.
"Taşlarını da at, bunda bir mahzur yok!" cevabını
aldı. Sonra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Beytullah'a geldi, onu tavaf
etti, sonra zemzem'e geldi ve:
"Ey
Abdulmuttaliboğulları, eğer halk size bunun üzerine galebe etmeyecek olsa
mutlaka çekerdim" dedi." [Tirmizî, Hacc 54, (885).][773]
AÇIKLAMA:
1-
Bu hadiste geçen:
*
Arafat vakfesi,
* Oradan ifâza,
* Cem (Müzdelife) vakfesi, müddeti vs.
* Müzdelife ile ilgili açıklamalar: (Cem',
Kuzeh, Muhassır vs.)
* Mina'ya geliş, Mina'da taşlamalar,
* Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)' a orada
soru soranlar, aldıkları cevaplar,
* İfâza ziyâreti, gibi bir çok hususlar daha
önce açıklandı (şu hadislere bakılsın: 1422, 1428, 1431, 1461, 1553.
2-
Bu hadiste izaha muhtaç ibâre, hadisin
son cümlesinde Abdülmuttaliboğulları'na Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
söylemiş olduğu sözdür. Bu sözden Nevevî'ye göre iki farklı mâna çıkarılmıştır:
1-
"İnsanların bunu hacc menâsikinden zannederek (aynen yapmaya kalkıp)
zemzemin etrafında izdihama sebep olarak sizi itekleyip, hacıları sulama
hizmetinize mani olacaklarından korkmasaydım, faziletinin büyüklüğü sebebiyle
sizinle birlikte zemzem verme hizmetine ben de katılırdım."
2-
Bazı âlimler şu mânayı da anlamışlar: "Bana ittiba için halk size galebe
çalmayacak olsa zemzem kuyusundan ben de su çekip, sizin yaptığınız şekilde
hacılara, ben de su verirdim."
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın, bu sözü onları hacılara su verme hizmetinde sebat
etmeye teşvik için söylediği, ayrıca belirtilmiştir. [774]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/277-278.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/279.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/279-280.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/281.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/281.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/282.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/282-283.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/283.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/283-284.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/284.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/284-285.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/285.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/285-286.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/286.
[15] Hacc'ın ne zaman farz kılındığı münakaşalıdır. 5., 6.,
7., 8., 9., hicrî yılı kabûl edenler mevcuttur. Hicretten önce farz kılındı
diyen de var ise de bu farzdır.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/286-287.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/288.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/288.
[19] Sınnak, Arapçadaki hâfir veya zalat kelimelerini
karşılayan mahalli bir kelimedir. Hayvan ayağında tırnağa tekâbül eden kısma
denir. Kurbanlıklarda paça denen kısımlardır.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/289.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/289.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/290.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/290.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/291.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/291.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/292.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/293-297.
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/297.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/297-298.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/298.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/298.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/299.
[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/299.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/299-300.
[35] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/300.
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/300-301.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/301.
[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/301.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/301.
[40] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/301-302.
[41] Menâsik: Mensek'in cem'idir. Mensek (veya nüsük) lügat
olarak ibâdet ve su ile bir şeyin temizlenmesi mânâsına gelir ise de, hacc ıstılahı
olarak, "Hacc'ın farz, vacîb ve sünnet olan herhangi bir fiiline"
ıtlak olunmuştur.
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/304-305.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/305.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/305-306.
[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/306.
[46] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/306.
[47] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/307.
[48] Terviye suya kandırmak veya gördüğü rüya üzerine
düşünmek demektir. Zilhicce'nin 8.günü hacılar, sabah namazını Mekke'de
kıldıktan sonra Mina'ya gider. Mina'da su olmadığı için gerek kendileri ve
gerekse binekleri Mekke'de kana kana su içerek yola çıktıkları için o güne
terviye günü denmiştir. Hz. İbrahim, oğlu İsmail'in kurban edilmesiyle ilgili
rüyayı da o gece görmüş, o gün rüya üzerinde düşünmüştür, bu sebeple de o güne
terviye günü denmiştir.
[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/307.
[50] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/308.
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/308.
[52] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/308.
[53] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/309.
[54] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/309.
[55] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/309.
[56] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/309-310.
[57] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/310.
[58] Karnu'l-Menazil: Bazı rivâyetlerde sadece Karn denir.
Bu rivayetteki tasrın, aynı ismi taşıyan bir başka Karn'dan tefrik içindir.
Diğeri Karn-ı Seâlim'dir, yokuşun başında yer alır. Karn-ıMenâzil ise yokuşun
aşağısında yer alır.
[59] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/310-311.
[60] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/311.
[61] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/311-312.
[62] Krokiler Diyanet İşleri Başkanlığı'nca neşredilen Hacc
Rehberi'nden alınmıştır.
[63] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/312-313.
[64] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/314.
[65] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/314.
[66] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/314.
[67] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/315.
[68] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/315-316.
[69] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/317.
[70] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/317.
[71] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/317.
[72] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/318.
[73] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/318.
[74] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/318.
[75] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/318-319.
[76] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/319.
[77] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/319-320.
[78] Başı da örten bir parça taşıyan her çeşit giyecek. İslâm'ın
bidâyetinde zâhidlerin giydiği aşağılara sarkan uzunca bir takke çeşidi
(Nihâye).
[79] Vers: Sarı renkli bir boya maddesidir. Koku maddeleri
olup olmadığı münakaşa edilmiştir.
[80] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/321.
[81] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/321-323.
[82] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/323-324.
[83] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/324.
[84] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/324.
[85] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/324.
[86] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/325.
[87] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/325.
[88] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/325-326.
[89] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/326-327.
[90] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/327-328.
[91] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/328.
[92] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/328.
[93] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/328-329.
[94] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/328-329.
[95] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/329.
[96] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/330.
[97] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/330.
[98] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/330.
[99] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/330.
[100] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/331.
[101] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/331.
[102] Hadiste geçen tahmîr'i, örtme ile ilgili nüans
diyebileceğimiz farklılıkları ifâde edebilmek için "Sıkıca örtmek"
diye tercüme ediyoruz.
[103] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/331-332.
[104] Bu hususun anlaşılması için bak: 1, 489, 4.madde ve s.
502'de 3.madde ve devamı.
[105] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/332.
[106] Zerire:Muhtelif kokuların karışımıyla elde edilen bir
tîb çeşidi.
[107] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/333-334.
[108] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/334-335.
[109] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/335.
[110] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/335-336.
[111] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/337.
[112] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/337.
[113] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/337.
[114] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/337.
[115] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/337-338.
[116] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/338.
[117] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/338-339.
[118] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/339.
[119] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/340.
[120] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/340-341.
[121] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/341.
[122] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/341-342.
[123] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/342.
[124] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/342-343.
[125] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/343.
[126] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/343.
[127] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/343.
[128] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/343-344.
[129] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/345.
[130] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/345-347.
[131] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/347.
[132] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/347.
[133] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/348.
[134] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/348.
[135] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/348.
[136] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/349.
[137] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/349.
[138] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/349.
[139] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/350.
[140] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/350.
[141] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/351.
[142] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/351.
[143] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/351.
[144] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/351-352.
[145] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/352.
[146] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/352.
[147] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/352.
[148] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/353.
[149] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/353-354.
[150] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/354.
[151] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/355.
[152] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/355.
[153] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/355.
[154] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/356.
[155] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/356.
[156] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/356.
[157] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/357-358.
[158] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/358-359.
[159] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/360.
[160] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/360-361.
[161] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/361.
[162] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/361.
[163] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/361.
[164] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/362.
[165] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/362.
[166] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/362.
[167] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/363.
[168] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/363.
[169] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/364.
[170] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/364.
[171] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/365.
[172] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/365.
[173] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/365.
[174] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/365-366.
[175] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/366.
[176] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/366-368.
[177] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/368.
[178] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/369.
[179] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/369-370.
[180] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/370.
[181] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/370.
[182] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/371.
[183] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/371.
[184] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/371-372.
[185] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/372-373.
[186] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/373.
[187] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/373-374.
[188] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/374.
[189] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/374.
[190] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/374-375.
[191] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/375.
[192] Fer' teferruat mesele demektir. Yani bir meselenin
ikinci, üçüncü derecede tâli meselesi, alt başlığının alt başlığı gibi. Cem'i,
fürû'dur.
[193] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/376.
[194] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/376-377.
[195] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/378.
[196] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/379.
[197] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/379.
[198] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/379.
[199] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/379-380.
[200] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/380.
[201] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/381.
[202] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/381.
[203] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/382.
[204] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/382.
[205] Bu sahabî, bazan Hallâd İbnu Sâîb diye de zikredilir.
Hallâd, Sâib'in oğlu ve Tâbiî olmalıdır.
[206] İhlâl da telbiye demektir, burada râvinin şekki
mevzubahistir.
[207] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/383.
[208] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/383.
[209] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/383-385.
[210] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/385-386.
[211] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/386.
[212] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/386.
[213] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/387.
[214] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/387.
[215] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/388.
[216] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/388.
[217] Radıyallahu anh tâbirinormal olarak sahâbe için
kullanılır. Burada Etbau't-Tâbiîn'den olan İmam Mâlik için de kullanılmıştır.
Buna da normal saymak gerekir. Zira ulemâ, Eimme-i Erba'a, Ömer İbnu Abdilaziz
gibi bir kısım büyükleri teşrîf için, onlar hakkında da bu tâbiri kullanmıştır.
[218] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/388-389.
[219] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/389.
[220] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/389-390.
[221] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/390-391.
[222] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/391.
[223] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/391.
[224] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/391-392.
[225] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/394.
[226] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/394.
[227] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/395.
[228] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/395.
[229] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/395-396.
[230] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/396.
[231] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/396.
[232] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/396-397.
[233] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/398.
[234] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/398-399.
[235] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/399-400.
[236] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/400-401.
[237] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/401.
[238] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/402.
[239] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/402.
[240] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/402-403.
[241] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/403.
[242] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/403.
[243] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/403.
[244] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/404-405.
[245] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/405-406.
[246] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/407.
[247] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/407.
[248] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/408.
[249] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/408.
[250] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/408.
[251] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/408-409.
[252] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/409-410.
[253] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/410-412.
[254] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/412-413.
[255] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/413.
[256] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/413.
[257] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/414.
[258] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/414.
[259] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/414.
[260] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/415.
[261] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/415-416.
[262] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/416.
[263] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/416.
[264] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/416.
[265] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/417.
[266] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/417.
[267] Ashabın itirazı şuradan ileri geliyordu: Mekke'ye
Zilhicce'nin dördünde gelmişlerdi. Niyetleri haccdı. Hz. Peygamber ihramdan
çıkmayı, ihram yasaklarından -ve meselâ hanımlarıyla cinsî münasebet yasağından
uzaklaşmayı emretmişti. Halbuki sekiz Zilhicce'de tekrar ihrama gireceklerdi.
Bu kadar dar bir zaman için ihramdan çıkmaya, dinî havalarını bozmaya değer miydi?
Ashab, memnuniyetsizliğini "Henüz cenâbetken..." diye tercüme
ettiğimiz mânâyı daha gâliz kelimelerle ifade etmiştir.
(*) Bu ve müteâkip
rivâyetler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Veda Haccı'yla ilgili
oldukları için, hadîs kitaplarında umumiyetle aynı bablarda, aynı rivâyetin
farklı vecihleri şeklinde peşpeşe bulunurlar. Bu sebeple kaynaklarını en sonda
toptan göstereceğiz. Sadece Buhârî peşpeşe göstermeyebilir.
[268] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/419-420.
[269] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/420.
[270] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/420.
[271] Bu söylenen yıkanma, hayızdan temizlenince gerekli
olan yıkanma değildir, ihramı giyerken yapılması sünnet olan yıkanmadır.
[272] Bazı rivayetlerde "Bathâ gecesi" diye gelir.
İkisi de aynı şeyi ifade eder. Leyletü'l-hasbe, teşrîk gecelerinden sonra
hacıların çakıllı yere indikleri gecedir. Çakıllı yerden maksad Mina'dır. Demek
ki Hz. Aişe (radıyallahu anhâ), Minâ'da kalınan gecelerden birinde temizlenmiş
olmalı.
[273] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/421-422.
[274] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/422.
[275] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/423.
[276]"Hac için yapılan niyeti umreye tahvil etmek
herkese câizdir" diye hükmedenlere (Ahmed İbnu Hanbel ve bazı zâhirîler)
bu hadis delil olmuştur. Ancak İmam Mâlik, Ebu Hanîfe, İmam Şâfîî vs.
başkaları. "Hacc için yapılan niyetin umreye çevrilmesi Ashaba has bir
ruhsattır" demiştir. Daha önce açıkladık (1292 numaralı hadise bakın).
[277] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/423.
[278] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/423.
[279] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/423-425.
[280] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/426.
[281] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/426-428.
[282] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/429.
[283] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/429.
[284] Hadiste geçen حُرمُ
الْحَجَّ tabirinden: Hacc vakitleri, hacc yerleri, hacc
yasakları, hacc eşyaları, hacc hâlâtı gibi mânâlar verilmiştir. Biz, "hac
yasakları (=ihram)" mânâsını tercih ettik.
[285] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/429-430.
[286] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/430.
[287] Musahhab Mekke ile Mina arasında geniş bir yer. Sel
sularının getirdiği çakılların çokluğu sebebiyle bu ismi almıştır. Buraya
Ebtah, Bathâ da denir. Mina'nın taşlama mevkiine de Musahhab denmiştir.
[288] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/430-431.
[289] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/431.
[290] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/431.
[291] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/432.
[292] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/432-433.
[293] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/433-434.
[294] Erâk: Mekke yakınlarında bir vâdinin
adıdır.(Mûcemu'l-Büldan).
[295] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/435.
[296] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/435-436.
[297] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/437.
[298] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/437.
[299] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/4387-438.
[300] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/438.
[301] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/438-439.
[302] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/440.
[303] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/440.
[304] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/440.
[305] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/440.
[306] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/441.
[307] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/441.
[308] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/443-444.
[309] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/444-446.
[310] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/446.
[311] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/447.
[312] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/448-450.
[313] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/449-450.
[314] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/451.
[315] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/451.
[316] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/452.
[317] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/452.
[318] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/452.
[319] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/453.
[320] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/453.
[321] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/453.
[322] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/453.
[323] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/453-454.
[324] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/454.
[325] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/454.
[326] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/454-455.
[327] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/455.
[328] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/455-456.
[329] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/456.
[330] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/456.
[331] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/456-457.
[332] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/457.
[333] Dilimizde Haceru'l-Esved diye yaygınlık kazanmıştır.
Arapça kaidelere göre doğrusu el-Haceru'l-Esved olması gerekir. Biz, bu ve buna
benzeyen bir kısım tabirleri dilimizdeki kazandığı şekle göre kullandık ve
kullanmaya devam edeceğiz.
[334] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/458-460.
[335] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/460.
[336] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/460-462.
[337] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/462.
[338] Bu rivayet Buharî'de mânâ itibâriyle mevad, lâfzıyla
değil.
[339] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/462.
[340] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/462-463.
[341] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/463.
[342] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/464.
[343] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/465.
[344] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/465.
[345] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/465.
[346] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/466.
[347] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/466.
[348] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/466-467.
[349] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/467.
[350] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/467-468.
[351] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/469.
[352] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/470.
[353] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/470.
[354] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/470.
[355] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/471.
[356] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/471.
[357] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/471-472.
[358] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/472.
[359] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/472.
[360] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/472.
[361] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/473.
[362] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/474.
[363] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/474.
[364] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/474-475.
[365] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/475.
[366] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/475.
[367] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/4756.
[368] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/476.
[369] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/476.
[370] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/476-477.
[371] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/477-478.
[372] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/478.
[373] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/478.
[374] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/478-479.
[375] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/479.
[376] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/479-480.
[377] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/481.
[378] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/481.
[379] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/482.
[380] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/482.
[381] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/483.
[382] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/483.
[383] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/483.
[384] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/483-484.
[385] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/484.
[386] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/484-485.
[387] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/485.
[388] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/485.
[389] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/485-486.
[390] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/486.
[391] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/486-487.
[392] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/487.
[393] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/487.
[394] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/488.
[395] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/488-489.
[396] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/489.
[397] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/489,
[398] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/490.
[399] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/490-491.
[400] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/491.
[401] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/491.
[402] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/491.
[403] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/492.
[404] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/492.
[405] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/493.
[406] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/493.
[407] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/493.
[408] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/494-495.
[409] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/495-496.
[410] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/497.
[411] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/497-498.
[412] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/499.
[413] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/499-500.
[414] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/500.
[415] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/500-501.
[416] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/501.
[417] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/501.
[418] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/502.
[419] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/502.
[420] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/502-503.
[421] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/503.
[422] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/503.
[423] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/504.
[424] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/504.
[425] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/505.
[426] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/506.
[427] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/506.
[428] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/506-507.
[429] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/508.
[430] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/508.
[431] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/508-509.
[432] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/510.
[433] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/510.
[434] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/511.
[435] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/511.
[436] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/511.
[437] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/512.
[438] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/512.
[439] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/512.
[440] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/513.
[441] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/513.
[442] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/513-515.
[443] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/515-516.
[444] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/516-517.
[445] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/517-518.
[446] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/518.
[447] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/519-520.
[448] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/520-521.
[449] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/522.
[450] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/522-524.
[451] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/524.
[452] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/524-525.
[453] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/525.
[454] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/525.
[455] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/525.
[456] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/526.
[457] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/526.
[458] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/528-529.
[459] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/529.
[460] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/529-531.
[461] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/531.
[462] Ebu Seyyâre: Meydânî'nin Mecmau'l-Emsâl'de
açıkladığına göre, bu kimse, Benî Advân'dandır. Adı Umeyle İbnu'l-A'zel'dir.
Siyah bir merkebi var idi. Halkı 40 yıl Müzdelife'den Mina'ya geçirmiştir. اَصَحُّ
مِنْ عَيْرِ
اَبي
سَيَّارَةُ Ebu Seyyâre'nin eşeğinden daha sağlıklı tabiri
darb-ı mesel olmuştur. Orada Ebu Seyyâre'nin eşeği "semersiz" diye
tavsîf edilir, Arabî diye değil. Bu ziyade Müslim'in bir rivâyetinde de
mevcuttur (Hacc148).
[463] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/532.
[464] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/532-534.
[465] Çünkü “ARAPÇASI YOK “””””””””””””” "bugün dinimizi size ikmal
ettik"(Mâide3) ayeti Arafat'ta nazil olmuştur.
[466] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/535.
[467] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/532-536.
[468] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/536/537.
[469] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/537.
[470] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/538.
[471] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/538.
[472] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/538.
[473] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/538.
[474] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/539.
[475] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/539-540.
[476] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/540.
[477] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/540.
[478] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/541.
[479] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/541.
[480] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/541-542.
[481] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/542-543.
[482] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/544.
[483] Bu günler mevzuunda ulemâ ihtilaf eder:
1- Umûmiyetle eyyâm-ı teşrîk
deyince yevm-i nahr'i (10 Zilhicce) takip eden ilk üç gün kastedilir: 11, 12,
13 Zilhicce günleri.
2- Eyyâmu Ma'dudat ile de
yevm-i nahr ve ondan sonraki iki gün kastedildiğini söyleyenler de olmuştur,
yani Zilhicce'nin 10, 11, 12'nci günleri.
[484] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/544-545.
[485] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/545.
[486] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/545-546.
[487] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/546.
[488] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/546.
[489] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/547.
[490] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/547.
[491] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/547-548.
[492] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/548.
[493] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/548-549.
[494] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/550.
[495] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/550.
[496] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/550.
[497] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/551-552.
[498] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/552.
[499] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/552.
[500] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/553.
[501] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/553.
[502] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/553.
[503] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/554.
[504] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/554.
[505] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/555.
[506] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/556.
[507] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/557.
[508] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:5/557.
[509] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/5.
[510] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/5.
[511] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/5.
[512] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/8.
[513] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/9.
[514] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/9-11.
[515] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/11.
[516] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/11.
[517] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/11.
[518] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/12.
[519] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/12-13.
[520] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/14.
[521] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/14.
[522] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/14-15.
[523] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/15.
[524] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/15.
[525] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/16.
[526] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/16-17.
[527] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/17.
[528] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/17-18.
[529] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/19.
[530] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/19.
[531] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/19.
[532] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/20-22.
[533] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/23.
[534] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/23-24.
[535] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/24.
[536] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/24.
[537] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/25.
[538] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/25-26.
[539] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/26.
[540] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/26.
[541] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/26.
[542] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/27.
[543] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/27.
[544] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/28.
[545] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/28-30.
[546] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/31.
[547] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/31-32.
[548] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/31-33.
[549] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/33-34.
[550] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/34.
[551] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/34.
[552] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/35.
[553] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/35-36.
[554] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/36.
[555] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/36.
[556] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/37.
[557] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/37-38.
[558] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/38.
[559] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/39-40.
[560] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/40.
[561] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/40.
[562] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/41.
[563] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/41.
[564] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/41.
[565] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/43-45.
[566] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/45.
[567] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/45.
[568] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/45-46.
[569] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/46.
[570] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/47.
[571] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/47.
[572] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/47-48.
[573] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/48-49.
[574] Cariye kelimesiyle, büluğa ermeyen kız çocukları veya
köle kadınlar kastedilir.
[575] Fethu'l-Bâri : 3/97. Bu son cümleden, İbnu Hacer,
Resûlullâh (aleyhissalâtü vasselâm)'ın şunu demek istediğini anlar: "Bu
onların işidir, âdetleridir ve mübahdır da". Bu yüzden Resûlullâh
(aleyhissalâtü vasselâm) hoş karşıladı.
[576] Tekrar hatırlatalım: Câriye kız çocuğu ve köle
kadınlar mânâlarına gelir. Ayrıca bu câriyelerin isimleri ve kimlerin kızları
oldukları belirtilir.
[577] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/49-53.
[578] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/53.
[579] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/54.
[580] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/54.
[581] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/54-55.
[582] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/55.
[583] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/56.
[584] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/57.
[585] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/57.
[586] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/57.
[587] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/58.
[588] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/58.
[589] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/59.
[590] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/59.
[591] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/59.
[592] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/59-60.
[593] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/60.
[594] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/60.
[595] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/61.
[596] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/62.
[597] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/62.
[598] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/63.
[599] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/63-64.
[600] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/64.
[601] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/64-65.
[602] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/65.
[603] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/66.
[604] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/67.
[605] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/67-68.
[606] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/68.
[607] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/68-69.
[608] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/69.
[609] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/70.
[610] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları6/71.
[611] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/72.
[612] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/72.
[613] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/72-73.
[614] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/74.
[615] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/74.
[616] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/75.
[617] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/75.
[618] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/75-76.
[619] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/76.
[620] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/76-77.
[621] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/77.
[622] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/77.
[623] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/78.
[624] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/78-79.
[625] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/79.
[626] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/79-80.
[627] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/80.
[628] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/80.
[629] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/80.
[630] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/80-81.
[631] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/82.
[632] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/82.
[633] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/83.
[634] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/83.
[635] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/83-84.
[636] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/85.
[637] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/85-86.
[638] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/86.
[639] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/86-87.
[640] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/87.
[641] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/88.
[642] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/88.
[643] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/89.
[644] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/90.
[645] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/91.
[646] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/91-92.
[647] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/92.
[648] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/92.
[649] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/92-93.
[650] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/94.
[651] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/94.
[652] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/95.
[653] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/95.
[654] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/95.
[655] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/95-96.
[656] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/96.
[657] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/96-98.
[658] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/98.
[659] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/98-100.
[660] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/100.
[661] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/102.
[662] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/103-104.
[663] Yanlış anlaşılmasın: Dinimiz biti öldürmeyin diye bir
yasak koymamıştır. Buradaki yasak "ihram" gereğidir. İhramlı kimse,
ihram müddetince bundan yasaklanmıştır.
[664] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/104-105.
[665] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/105.
[666] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/105-106.
[667] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/106.
[668] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/107.
[669] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/107.
[670] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/108.
[671] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/108.
[672] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/109.
[673] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/110.
[674] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/110-111.
[675] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/111.
[676] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/111-112.
[677] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/112-113.
[678] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/114.
[679] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/114.
[680] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/115.
[681] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/115-116.
[682] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/117.
[683] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/117.
[684] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/117.
[685] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/118.
[686] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/118-119.
[687] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/119.
[688] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/120.
[689] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/120-121.
[690] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/121-122.
[691] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/122.
[692] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/123.
[693] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/123.
[694] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/123.
[695] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/123.
[696] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/124.
[697] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/124-125.
[698] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/125.
[699] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/125.
[700] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/125.
[701] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/125.
[702] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/126.
[703] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/126.
[704] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/126-127.
[705] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/127.
[706] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/127-128.
[707] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/128.
[708] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/128.
[709] Şafiî'nin
rivayeti köşeli parantez içindeki kısımdır. Devamı, bir başka duanın
ilâvesidir.
İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/128-129.
[710] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/130.
[711] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/130-131.
[712] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/131.
[713] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/132.
[714] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/133.
[715] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/134.
[716] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/134-136.
[717] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/136-137.
[718] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/137-138.
[719] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/138.
[720] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/139.
[721] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/141.
[722] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/141.
[723] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/141.
[724] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/142.
[725] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/142-144.
[726] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/145.
[727] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/145-146.
[728] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/146-148.
[729] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/149.
[730] Temyiz, çocuğun söylenenleri tam olarak anlayıp, doğru
olarak cevap verebilecek halde olmasıdır. Yaşla kayıtlı değilse de umûmiyetle
çocukların 6-7 yaşlarında mümeyyiz sayılacağı kabul edilmiştir.
[731] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/149-150.
[732] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/151.
[733] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/151.
[734] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/151.
[735] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/151.
[736] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/152.
[737] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/152-153.
[738] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/153.
[739] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/154.
[740] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/154-155.
[741] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/155.
[742] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/155-156.
[743] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/157.
[744] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/157.
[745] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/157.
[746] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/157-158.
[747] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/159.
[748] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/159.
[749] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/160.
[750] Hevdec: Develerin sırtında taşınan, kadınlara mahsus
küçük hücre, mahfe.
[751] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/160-162.
[752] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/162.
[753] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/163.
[754] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/163-164.
[755] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/164.
[756] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/164.
[757] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/164-165.
[758] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/166.
[759] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/166-167.
[760] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/168.
[761] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/168-169.
[762] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/169.
[763] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/170.
[764] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/170-171.
[765] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/171.
[766] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/171.
[767] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/171-172.
[768] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/172.
[769] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/173.
[770] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/174-175.
[771] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/175-176.
[772] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/176.
[773] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/177-178.
[774] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/178-179.