Kur'an'da Zamanın Taksimi: Takvim
TEBLİG, TERBİYE VE SİYASÎ TAKTİK AÇILARINDAN HİCRET
I. Tabye Ve Taktik Olarak Hicret
II. Siyasî Vak'a Olarak Hicret
III. İrşad Ve Tebliğde Metod Olarak Hicret
Bu bölüm
Kitabu'l-Hicreteyn yani İki Hicretler Kitabı adını taşır. İki hicretten maksad:
Mekke'den Habeşistan'a yapılan hicretle,
Mekke'den Medine'ye yapılan hicret
kastedilir. Mutlak olarak hicret deyince Mekke'den Medine'ye olan hicret anlaşılır.
Zira Fahr-ı Âlem Efendimiz de bu hicrete katılmıştır ve bu hicret İslam tarihinde
çok ciddi bir dönüm noktasıdır. İslam'ın
cemaatten devlete geçişi, sabırdan aksiyona; yani pasif aksiyondan fiilî aksiyona yani sabırdan, önce
müdafaaya, sonra da fetihlere geçiş demektir. Manası ve hasıl ettiği neticeleri
büyük olan bir hadisedir. İslam
tarihinin belki de en mühim hadisesidir.
Bu bölümde,
hicretle ilgili beş hadis yer almaktadır. Hadisler daha ziyade hicretin tarihî
vak'a yönüne temas etmektedir. Halbuki hicret, İslam dininde derin manaları
olan, günümüz Müslümanlarına bile yön veren, istikamet çizen, tercih amili
olan, ufuk açan mesajlarla dolu bir mefhumdur, bir hayat görüşü, bir dava
stratejisidir. Bu sebeple, hicretle ilgili gerekli açıklamaları bahsin sonunda
dercedeceğimiz uzunca bir tahlile bırakarak, burada, hicretin siyasî yönüne
rengini vuran bir anlaşma metnini kaydedeceğiz. İslam'ın İlk Anayasası olarak
değerlendirilen bu vesika Medine'deki Müslümanlarla diğer gayr-i müslim
cemaatlerin münasebetlerini, temel hak ve vazifelerini tesbit etmektedir.
Resulullah, Medine'ye hicret eder etmez Medine'de mevcut, muhtelif dinî ve
siyasî grupların temsilcilerini toplayarak bu metni hazırlamış, hepsinin
Müslümanlarla ve kendi aralarında cereyan edecek münasebetlerini tanzim
etmiştir. Hicretin siyasî ehemmiyetinin en
bariz delillerinden biri olan bu vesikanın, Hicret Bölümü'nün giriş
kısmında neşrini uygun buluyoruz.[1]
Medine Site Devleti Anayasası:
Rahman ve Rahim olan Allah'ın Adıyla
Madde 1- Bu kitap (yazı), Peygamber Muhammed tarafından Kureyşli ve
Yesribli mü'minler ve Müslümanlar ve bunlara tabi olanlara sonradan iltihak
etmiş olanlar ve onlarla beraber cihad edenler için (olmak üzere tanzim
edilmiştir).
Madde 2- İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet (camia) teşkil ederler.
Madde 3- Kureyş'ten olan muhacirler, kendi aralarında âdet olduğu
veçhile, kan diyetlerini ödemeye iştirak ederler ve onlar harp esirlerinin
fidye-i necatını mü'minler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara ve adalet
umdelerine göre ödemeye iştirak edeceklerdir.
Madde 4- Benû Avf'lar, kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki
şekiller altında kan diyetlerini ödemeye iştirak edeceklerdir ve (Müslümanların
teşkil ettiği) her zümre harp esirlerinin fidye-i necatını mü'minler arasındaki
iyi ve makul bilinen esaslara ve adalet umdelerine göre tediyeye iştirak
edeceklerdir.
Madde 5- Benû Haris'ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile,
evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre harp
esirlerinin fidye-i necatını mü'minler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara
ve adalet umdelerine göre tediyeye
iştirak edeceklerdir.
Madde 6- Benû Sâide'ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile,
evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre harp
esirlerinin fidye-i necatını mü'miler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara
ve adalet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
Madde 7- Benû Cuşem'ler kendi aralarında âdet olduğu veçhile,
evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her zümre harp esirlerinin
fidye-i necatını mü'minler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara ve adalet
umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
Madde 8- Benu'n-Neccar'lar, kendi aralarında âdet olduğu veçhile,
evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre harp
esirlerinin fidye-i necatını mü'minler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara ve adalet umdelerine göre
tediyeye iştirak edeceklerdir.
Madde 9- Benû Amr İbn Avf'lar, kendi aralarında âdet olduğu veçhile,
evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre harp
esirlerinin fidye-i necatını mü'minler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara
ve adalet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
Madde 10- Benu'n-Nebit'ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile,
evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre harp
esirlerinin fidye-i necatını mü'minler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara
ve adalet umdelerine göre tediyeye
iştirak edeceklerdir.
Madde 11- Benû'l-Evs'ler, kendi aralarında âdet olduğu veçhile,
evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye ve her bir zümre harp
esirlerinin fidye-i necatını mü'minler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara
ve adalet umdelerine göre tediyeye iştirak edeceklerdir.
Madde 12-a) Mü'minler, aralarında ağır malî mesuliyetler altında
bulunan hiç kimseyi (bu halde) bırakmayacaklar, fidye-i necat veya kan diyeti
gibi borçlarını iyi ve makul bilinen esaslara göre vereceklerdir.
Madde 12-b) Hiçbir mü'min, diğer bir mü'minin mevla(kendisi ile akdî
kardeşlik rabıtası kurulmuş kimse)sına müracaat edemez. (Diğer okunuşa göre): Hiçbir mü'min diğer bir
mü'minin mevlası ile onun aleyhinde olmak üzere bir anlaşma yapmayacaktır.
Madde 13- Takva sahibi mü'minler, kendi aralarında mütecavize veya
haksız bir fiil ika'ını tasarlayan,
yahut bir cürüm yahut bir hakka tecavüz veyahut da mü'minler arasında bir
karışıklık çıkarma kasdını taşıyan kimseye karşı olacaklar ve bu kimse onlardan
birinin evladı bile olsa, hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır.
Madde 14- Hiçbir mü'min bir kâfir için, bir mü'mini öldüremez ve
mü'min aleyhine hiçbir kâfire yardım edemez.
Madde 15- Allah'ın zimmeti (himaye
ve teminatı) bir tektir: (Mü' minlerin)
en ehemmiyetsizlerinden birinin
(himayesi) onların hepsi için hüküm ifade eder. Zira, mü'minler diğer
insanlardan ayrı olarak birbirlerinin mevlası (kardeşi) durumundadırlar.
Madde 16- Yahudilerden bize tabi olanlar, zulme uğramaksızın ve
onlara muarız olanlarla
yardımlaşılmaksızın, yardım ve
müzaheretimize hak kazanacaklardır.
Madde 17- Sulh, mü'minler arasında bir ve tektir. Hiçbir mü'min Allah
yolunda girişilen bir harpte, diğer
mü'minleri hariç tutarak, bir sulh anlaşması akdedemez; bu sulh ancak onlar (mü'minler) arasında umumiyet ve
adalet esasları üzere yapılacaktır.
Madde 18- Bizimle beraber harbe iştirak eden bütün (askerî)
birlikler, birbirleriyle münavebe edeceklerdir.
Madde 19- Mü'minler birbirlerinin Allah yolunda (uğrunda) akan
kanlarının intikamını alacaklardır.
Madde 20-a) Takva sahibi mü'minler en iyi ve en doğru yol üzerinde
bulunurlar.
Madde 20-b) Hiç bir müşrik, bir Kureyşlinin malını ve canını himayesi
altına alamaz ve hiçbir mü'mine bu hususta engel olamaz. (Yani,
Kureyşlilere tecavüz etmesine mani
olamaz.)
Madde 21- Herhangi bir kimsenin bir mü'minin ölümüne sebep olduğu
kat'î delillerle sabit olur da, maktulün vesilesi (yani hakkını müdafaa eden)
rıza göstermezse, kısas hükümlerine tabi olur; bu halde, bütün mü'minler ona
karşı olurlar. Ancak bunlara sadece (bu kaidenin) tatbiki için hareket etmek
helal (doğru) olur.
Madde 22- Bu sahife(yazı)nın muhteviyatını kabul eden, Allah'a ve
ahiret gününe inanan bir mü'minin bir katile yardım etmesi ve ona sığınacak bir
yer temin etmesi helal (doğru) değildir; ona yardım eden veya sığınacak bir yer
gösterene kıyamet günü, Allah'ın lanet ve gadabı nasib olacaktır ki, o zaman
artık kendisinden ne bir para tediyesi ne de bir taviz bedeli alınacaktır.
Madde 23- Üzerinde ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şey, Allah'a ve
Muhammed'e götürülecektir, selam O'na olsun.
Madde 24- Yahudiler, mü'minler gibi muharebeye devam ettiği müddetçe (kendi harb)
masraflarını karşılamak mecburiyetindedirler.
Madde 25-a) Benû Avf Yahudleri mü'minlerle birlikte -(İbn Hişam'da bu,
"maa" (yani "ile") olarak; Ebu Ubeyd'de ise "min"
(yani "den") olarak zikredilir)- bir ümmet (camia) teşkil ederler.
Yahudilerin dinleri kendilerine, mü'minlerin dinleri kendilerinedir. Buna,
gerek mevlaları ve gerekse bizzat kendileri dahildirler.
Madde 25-b) Yalnız kim ki haksız bir fiil irtikab eder veya bir cürüm
ika eder, o sadece kendine ve aile efradına zarar vermiş olacaktır.
Madde 26- Benû'n-Neccar Yahudileri de Benû Avf Yahudileri gibi aynı
(haklara) sahip olacaklardır.
Madde 27- Benû'l-Haris yahudileri de Benû Avf yahudileri gibi
aynı (haklara) sahip olacaklardır.
Madde 28- Benû Saide Yahudileri de Benû Avf Yahudileri gibi aynı (haklara) sahip olacaklardır.
Madde 29- Benû Cuşem Yahudileri de Benu Avf Yahudileri gibi aynı
(haklara) sahip olacaklardır.
Madde 30- Benû'l-Evs Yahudileri de Benû Avf Yahudileri gibi aynı
(haklara) sahip olacaklardır.
Madde 31- Benû Sa'lebe Yahudileri de Benû Avf Yahudileri gibi aynı
(haklara) sahip olacaklardır. Yalnız,
kim ki haksız bir fiil irtikab eder veya bir cürüm ika eder, o sadece kendini
ve aile efradını zarardîde etmiş olacaktır.
Madde 32- Cefne (ailesi) Sa'lebe'nin bir koludur; bu bakımdan Sa'lebeler gibi mülahaza
olunacaklardır.
Madde 33- Benu'ş-Şuteybe de Benû Avf Yahudileri gibi aynı (haklara)
sahip olacaklardır. (Kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara aykırı
hareket olmayacaktır.
Madde 34- Sa'lebenin mevlaları, bizzat Sa'lebeler gibi mülahaza
olunacaklardır.
Madde 35- Yahudilere sığınmış olan kimseler (Bitane), bizzat
Yahudiler gibi mülahaza olunacaklardır.
Madde 36-a) Bunlardan (Yahudilerden) hiçbir kimse (Müslümanlarla
birlikte bir askerî sefere), Muhammed (s.a.v.)'in müsaadesi olmadan çıkmayacaktır.
Madde 36-b) Bir yaralamanın intikamını almak yasak edilmeyecektir. Muhakkak
ki bir kimse bir adam öldürecek olursa, neticede kendini ve aile
efradını mes'uliyet altına sokar; aksi halde haksızlık olacaktır. "Yani bu
kaideye riayet etmeyen bir kimse haksız vaziyette olacaktır." Allah bu
yazıya en iyi riayet edenlerle beraberdir.
Madde 37-a) (Bir harp vukuunda) Yahudilerin masrafları kendi üzerine ve
Müslümanların masrafları kendi üzerinedir. Muhakkak ki, bu sahifede (yazıda)
gösterilen kimselere harp açanlara karşı, onlar kendi aralarında
yardımlaşacaklardır. Onlar arasında
hayırhahlık ve iyi davranış bulunacaktır. (Kaidelere) muhakkak riayet
edilecek, bunlara aykırı hareketler
olmayacaktır.
Madde 37-b) Hiç kimse müttefikine karşı bir cürüm ika edemez. Muhakkak
ki zulmedilene yardım edilecektir.
Madde 38- Yahudiler Müslümanlarla birlikte, beraberce harp ettikleri
müddetçe masrafta bulunacaklardır.
Madde 39- Bu sahifenin (yazının) gösterdiği kimseler için Yesrib
vadisi dahili (cevf), mukaddes (haram) bir yerdir.
Madde 40- Himaye altındaki kimse (car), bizzat himaye eden kimse
gibidir; ne zulmedilir ve ne de (kendisi) cürüm ika edecektir.
Madde 41- Himaye verme hakkına sahip kimselerin izni müstesna, bir
himaye hakkı verilemez.
Madde 42- Bu sahifede (yazıda) gösterilen kimseler, arasında
zuhurundan korkulan bütün öldürme yahut münazaa vakalarını Allah'a ve
Rasulullah Muhammed (s.a.v.)'e götürmeleri gerekir. Allah, sahifeye (yazıya) en
kuvvetli ve en iyi riayet edenlerle beraberdir.
Madde 43- Ne Kureyşliler ve ne de onlara yardım edecek olanlar, himaye altına
alınmayacaklardır.
Madde 44- Onlar (yani Müslümanlar ve Yahudiler) arasında, Yesrib'e
hücum edecek kimselere karşı yardımlaşma yapılacaktır.
Madde 45-a) Şayet onlar (Yahudiler),
(Müslümanlar tarafından) bir sulh akdetmeye veya bir sulh akdine
iştirake davet olunurlarsa, bunu doğrudan doğruya akdedecekler veya ona iştirak
edeceklerdir. Şayet onlar (Yahudiler), (Müslümanlara) aynı şeyleri teklif
edecek olurlarsa, mü'minlere karşı aynı haklara sahip olacaklardır; din
mevzuunda girişilen harp vak'aları müstesnadır.
Madde 45-b) Her bir zümre (gerek müdafaa ve gerekse sair ihtiyaçlar
hususunda) kendilerine ait mıntıkadan
sorumludurlar.
Madde 46- Bu sahifede (yazıda) gösterilen kimseler için ihdas edilen şartlar, aynı
şekilde Evs Yahudilerine, yani onların mevlalarına ve bizzat kendi şahıslarına,
bu sahifede (yazıda) gösterilen kimseler tarafından sıkı ve tam bir
muhafazakârlık ile tatbik olunur. (Kaidelere) muhakkak riayet edilecek, bunlara
aykırı hareket olmayacaktır. Ve haksız şekilde kazanç temin edenler, sadece
kendi nefsine zarar vermiş olurlar. Allah bu sahifede (yazıda) gösterilen
maddelere en doğru ve en mükemmel riayet edenlerle beraberdir.
Madde 47- Bu kitap (yazı), bir haksız fiil ika eden veya cürüm
işleyen (ile ceza) arasına engel olarak giremez. Kim ki, bir harbe çıkar,
emniyette olur veya kim ki, Medine'de kalırsa yine emniyet içindedir; haksız
bir fiil ve cürüm ikaı halleri müstesnadır. Allah ve Resulullah Muhammed
(s.a.v.) himayelerini, (bu sahifeyi) tam bir sadakat ve dikkat içinde muhafaza
eden kimseler üzerinde tutacaklardır.[2]
ـ5775 ـ1ـ عن
البراء بن
عازب رَضِيَ
اللّهُ عَنه قال:
]جَاءَ أبُو
بَكْرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
إلى أبي في
مَنْزِلِهِ
فَاشْتَرى
مِنْهُ رَجًْ،
فَقَالَ
لِعَازِبٍ: ابْعَثْ
مَعِي
ابْنَكَ
يَحْمِلْهُ
الى مَنْزِلِِي،
فَقَالَ أبِي:
احْمِلْهُ
فَحَمَلْتُهُ
وَخَرَجَ
أبِي مَعَهُ
يَنْتَقِدُ
ثَمَنَهُ.
فَقَالَ لَهُ
أبِي: يَا
أبَا بَكْرٍ حَدِّثْنِي
كَيْفَ
صَنَعْتُمَا
لَيْلَةً
سَرَيْتَ مَعَ
رَسُولِ
اللّهِ #؟
قَالَ:
نَعَمْ،
أسْرَيْنَا
لَيْلَتَنَا
وَمِنَ
الْغَدِ
حَتّى قَامَ
قَائِمُ
الظّهِيرَةِ
وَخََ
الطّرِيقُ َ
يَمُرُّ فيهِ
أحَدٌ،
فَرفِعَتْ
لَنَا صَخْرَةٌ
طَوِيلَةٌ،
لَهَا ظِلٌّ
لَمْ تَأتِ عَلَيْهَا
الشَّمْسُ
بَعْدُ.
فَنَزَلْنَا
عِنْدَهُ
فَأتَيْتُ
الصَّخَرَةَ
وَسَوَّيْتُ
بِيَدِي مَكَاناً
يَنَامُ فيهِ
رسُولُ
اللّهِ # في
ظِلِّهَا،
ثُمَّ
بَسَطْتُ
عَلَيْهِ
فَرْوَةً، ثُمَّ
قَلْتُ: نَمْ
يَا رَسُولَ
اللّهِ
وَأنَا
أنْفُضُ لَكَ
مَا
حَوْلَكَ،
فَنَامَ
وَخَرَجْتُ
أنْفُضُ لَهُ
مَا
حَوْلَهُ، فَإذَا
أنَا بِرَاعٍ
مُقْبِلٍ
بِغَنَمِهِ الى
الصَّخْرَةِ يُرِيدُ
مِنْهَا
مِثْلُ
الّذِي
أرَدْنَا، فَقُلْتُ:
لِمَنْ أنْتَ
يَا غَُمُ؟
فَقَالَ: لِرَجُلٍ
مِنْ أهْلِ
الْمَدِينَةِ
أوْ مَكَّةَ،
فَقُلْتُ:
أفِي
غَنَمِكَ
لَبَنٌ؟ قَالَ:
نَعَمْ.
قُلْتُ:
أفَتَحْلُبُ؟
قَالَ: نَعَمْ.
فَأخَذَ
شَاةً،
فَقُلْتُ:
إنْفُضِ
الضَّرْعَ مِنَ
الشَّعْرِ
وَالتُرَابِ
وَالْقَذَى.
فَفَعَلَ،
وَحَلَبَ في
قَعْبِ
مَعَهُ
كُثْبَةٌ
مِنْ لَبَنٍ،
وَمَعِي
إدَاوَةٌ
حَمَلْتُهَا
لِلنَّبِيّ #
يَرْتَوِي
وَيَشْرَبُ
وَيَتَوضَّأُ،
فَأتَيْتُ
النّبِيّ #
وَهُوَ نَائِمٌ
فَكَرَهْت
أنْ
أُوْقِظَهُ،
فَوَقَفْتُ
حَتّى اسْتَيْقَظَ.
فَصَبَبْتُ
علَى
اللّبَنِ
مِنَ المَاءِ
حَتّى بَرَدَ
أسْفَلَهُ
فَقُلْتُ اشْرَبْ
يَا رَسُولَ
اللّهِ!
قَالَ:
فَشَرِبَ حَتّى
رَضِيتُ،
ثُمَّ قَالَ
لِي: ألَمْ
يَأنِ لِلرَّحِيلِ؟
قُلْتُ: بَلَى
فَارْتَحَلْنَا
بَعْدَ مَا
زَالَتِ
الشّمْسُ
وَاتَّبَعَنَا
سُرَاقَةَ
بْنُ مَالِكِ
بْنِ
جُعْشَمٍ،
وَنَحْنُ في
جَلَدٍ مِنَ
ا‘رْضِ،
فَقُلْتُ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ
أُتِينَا.
فَقَالَ: َ
تَحْزَنْ إنَّ
اللّهَ
مَعَنَا،
فَدَعَا
عَلَيْهِ
النّبيُّ #،
فَارْتَطَمَتْ
يَدُ
فَرَسِهِ الى
بَطْنِهَا.
فَقَالَ:
إنِّي قَدْ
عَلِمْتُ
أنَّكُمَا دَعَوْتُمَا
عَليَّ
فَادْعُوا
لِي فَاللّهُ
لَكُمَا أنْ
أرُدَّ
عَنَّكُمَا
الطّلَبَ،
فَدَعَا لَهُ
النّبيُّ #،
فَجَعَلَ َ
يَلْقَى
أحَداً إَّ
قَالَ: قَدْ
كُفِيتُمْ
مَا هُنَا،
فََ يَلْقَى
أحَداً إَّ
رَدَّهُ.
قَالَ: وَوَفّى
لَنَا[. أخرجه
الشيخان .
»الجلدُ«
ا‘رض الغليظة
الصلبة.»وارتطمتْ«
نشبت في ا‘رض
ولم تكد تتخلص
.
1. (5775)- Bera İbnu'l-Âzib
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh), evinde
babama uğradı. Ondan bir semer satın aldı. (Babam) Âzib'e:
"Benimle oğlunu gönder, onu evime kadar götürüversin!"
dedi. Babam bana:
“Haydi onu götürüver!" dedi. Ben de götürüverdim. Babam
onunla beraber çıktı, bedelini alacaktı.
Babam, Ebu Bekr'e:
"Ey Ebu Bekr! Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la (hicret
ettiğin) gece ne yaptınız?" diye sordu.
"Evet o gece yürüdük. Ertesi günü de öğle vaktine kadar
yürüdük. Yolumuz tenha idi, hiç kimseye rastlamadık. Önümüze uzun bir kaya
çıktı. Kayanın henüz güneşin değmediği bir
gölgesi vardı. Yanına konakladık. Ben kayanın yanına geldim. Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın, duldasından uyuması için elimle bir yeri düzledim.
Sonra ortaya bir post yayıp:
"Ey Allah'ın Resulü! (Siz biraz istirahat buyurup şurada)
uyuyun, ben etrafınızı gözetlerim!" dedim. Derken yatıp uyudu, ben de
çıkıp etrafını gözetlemeye başladım. Kayaya doğru sürüsüyle gelmekte olan bir
çobanla karşılaştım. O da bizim gibi gölgeye sığınmak istiyordu.
"Sen kimlerdensin ey delikanlı?" diye sordum. Medine
veya Mekke' den bir adama aitti. Ben tekrar:
"Koyununda süt var mı?" dedim.
"Evet!" dedi.
"Sağar mısın?" dedim.
Tabii dedi ve sağmak üzere bir koyun yakaladı.
"Memede kıl, toztoprak çerçöp olabilir, bunları bir
çırp!" dedim. Dediğimi yaptı,
beraberindeki bir kaba bir miktar süt sağdı. Benim de yanımda Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) için taşıdığım bir kap vardı. İçmede, abdestte onu
kullanırdı. (Sütü kendi kabıma aktararak) (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanına
geldim. Uyuyordu. Uyandırmak istemedim. Uyanıncaya kadar yanında durdum. Süte
biraz su kattım, dibi serinledi.
"Ey Allah'ın Resulü, buyurun için!" dedim. O içti ben de
memnun oldum. Sonra: "Yola koyulma vakti gelmedi mi?" dedi.
"Evet!" dedim. Güneşin zevalinden sonra hareket ettik.
Peşimize Süraka İbnu Malik İbni Cu'şem düştü. Biz sert bir arazide yürüyorduk.
"Ey Allah'ın Resulü, bize yaklaştı!" dedim.
"Üzülme! Allah bizimledir!" buyurdu. Aleyhissalâtu
vesselâm, Süraka' ya beddua etti. Derhal atının ön ayağı karnına kadar yere
saplandı. Süraka:
"Anladım ki, siz bana
ilendiniz. Ne olur benim için dua edin. Allah için ben de takipçileri sizden geri
çevireceğim!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm dua ediverdi, adam kurtuldu ve
geri döndü. Yol boyu her kime rastladı ise:
"Ben size bedel burada gereken (aramayı) yaptım (kimse
yok)!" dedi. Böylece her kime
rastladı ise geri çevirdi. Hülasa, bize verdiği sözü tuttu."
[Buharî, Menakıbu'l-Ensar 45, Lukata 11, Menakıb 25, Eşribe 12; Müslim, Zühd
75, (2009).][3]
ـ5776 ـ2ـ
وعن أبى بكر
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]نَظَرْتُ
إلى أقْدَامِ
الْمُشْرِكِينَ،
وَنَحْنُ في
الْغَارِ،
وَهُمْ عَلى
رُؤسِنَا. فَقُلْتُ
يَا رَسُولَ اللّهِ!
لَوْ أنَّ
أحَدَهُمْ
نَظَرَ الى
قَدَمَيْهِ
‘بْصَرَنَا
فَقَال: يَا
أبَا بَكْرٍ، مَا
ظَنُّكَ
بِاثْنَيْنِ
اللّهُ
ثَالِثُهُمَا؟[.
أخرجه
الشيخان
والترمذي .
2. (5776)- Hz. Ebu Bekr
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Biz mağarada iken müşriklerin ayaklarını görüyordum.
Onlar bu sırada başlarımızın üstünde idiler.
"Ey Allah'ın Resulü dedim, onlar ayaklarının aşağısına bir
bakacak olsa bizi mutlaka görürler!" dedim. Bunun üzerine:
"Ey Ebu Bekr! buyurdular, Üçüncüleri Allah olan iki kişi
hakkında ne zannediyorsun?" [Buharî, Fezailu'l-Ashab 2, Menakıb 45,
Tefsir, Beraet 1; Müslim, Fezailu's-Sahabe 1, (2381); Tirmizî, Tefsir, Tevbe,
(3095).][4]
AÇIKLAMA:
1- Bu iki rivayet, birçok mucizelerin cereyan ettiği hicret
hadisesinden bazı sahneleri anlatmaktadır. Birinci hadisin Ahmed İbnu
Hanbel'deki veçhinde, Hz. Ebu Bekr'in semeri evine kadar taşıtma teklifine Hz.
Azib (radıyallahu anhümâ), Ashab'ın sünnet rivayetine verdikleri ehemmiyeti
aksettiren bir taleple cevap verir: "Sen bana, Resulullah'la beraber olduğun hicreti
nasıl yaptığını anlatmazsan hayır!" Hz. Ebu Bekr bu talep üzerine anlatır.
2- Bazı rivayetlerde, Resulullah'ın Süraka'ya deriden mamul
bir kâğıt üzerine yazılı bir eman vesikası
verdiği belirtilir.
3- Rivayetler, Aleyhissalâtu vesselâm'ın en tehlikeli anlarda
bile sükunet ve tevekkülünden bir şey kaybetmediğini göstermektedir: Gerek
müsellah vaziyette Süraka'nın saldırısı, gerekse, mağaraya kadar takip
edilişleri ve içeriden dışarıdakilerin ayaklarını görme, seslerini duyma
derecesinde düşmanlarının yaklaşmasına rağmen "Allah bizimledir" teslimiyetini izharı, onun imanının
teslimiyetinin kuvvetini göstermeye yeterlidir.
4- Hadiste, Hz. Resulullah ve Hz. Ebu Bekr'in çobanın sütünü
içtikleri ifade edilmektedir. Başkasına ait olan bir koyunun sütünü nasıl içtikleri
sorusuna muhtelif cevaplar verilmiştir:
* Araplar misafirperver oldukları için çobanlarına yolcuların
ihtiyacını görme yetkisi vermişlerdir.
* Çoban Resulullah ve Hz. Ebu Bekr'in yakın dostlarından
birine aitti. Bu takdirde caizdir.
* Resulullah ve Hz. Ebu Bekr muzdar kaldıkları için içmiş olabilirler.
5- Hadiste ayrıca Resulullah'ın mucizeleri, Hz. Ebu Bekr'in
fazileti, büyüğe, küçüğe hizmeti, eman dileyene eman verilmesi gibi pekçok
hususlar mevcuttur.[5]
ـ5777 ـ3ـ
وعن عبداللّه
بن السعدي
رَضِيَ اللّهُ
عَنه قال:
]وَفَدْنَا
عَلى
النّبِيّ #،
فَقُلْتُ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ! إنّي
تَرَكْتُ قَوْماً
مِنْ
خَلْفِي،
وَهُمْ
يَزعُمُونَ أنَّ
الْهِجْرَةَ
قَدِ
انْقَطَعَتْ.
فَقَالَ: لَنْ
تَنْقَطِعَ
الْهِجْرَةُ
مَا قُوتِلَ
الْكُفَّارُ[.
أخرجه
النسائي .
3. (5777)- Abdullah İbnu
Sa'di (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
yanına bir heyet olarak geldik. Ben:
"Ey Allah'ın Resulü! Muhakkak ki ben, arkamda, artık hicretin
sona erdiğini zanneden bir kavim bıraktım" dedim. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Küffarla kıtal edildiği müddetçe, hicret sona ermeyecektir!"
buyurdu." [Nesâî, Bey'at 15, (7, 146).] [6]
ـ5778 ـ4ـ
وعن يعلى بن
أمية قال:
]جِئْتُ
بِأبِي أُمَيَّةَ
يَوْمَ
الْفَتْحِ
فَقُلْتُ: يَا
رَسُولَ
اللّه!
بَايِعْ أبِي
عَلى
الْهِجْرَةِ. فَقَالَ:
أُبَايِعُهُ
عَلى
الْجِهَادِ،
وَقَدِ
انْقَطَعَتِ
الْهِجْرَةُ[.
أخرجه
النسائي .
4. (5778)- Ya'la İbnu
Ümeyye anlatıyor: "Fetih günü babam Ümeyye'yi getirip: "Ey Allah'ın
Resulü! Babamla hicret şartı üzere bey'at yap!" dedim. Ama O:
"Onunla cihad etme şartı üzerine bey'at yaparım, artık hicret
sona ermiştir" cevabını verdi." [Nesâî, Bey'at 15, (7, 145).][7]
AÇIKLAMA:
Bu iki rivayet hicretle ilgili birkaç temel telakkiyi vermektedir:
* Hicret bir ara zaruri idi. Bilhassa Medine'deki
Müslümanların sayıca artması, güçlenmesi lazımdı. Hem de sağda solda münferid
Müslümanlar ağır baskı altında kalarak İslam'ı
yaşayamıyorlardı. Bu sebeple "hicret etmeyenin imanı makbul
değildir" denecek derecede, Medine'ye hicret farz kılınmış, hicretin fazileti zihinlerde
yer etmişti.
* Ama bu hal, Mekke'nin fethiyle sona erdi. Çünkü artık
Müslümanlar güçlenmiş, fevç fevç
insanlar ona dahil olmaya başlamıştı. Herkes dinini istediği yerde korkusuzca
yaşayabilirdi. Resulullah, mükerrer beyanlarla Mekke'nin fethinden sonra
hicretin sona erdiğini ilan etti. Fetihten sonra hicret üzere bey'at etmek
isteyenleri geri çevirdi.
* Resulullah'ın "Fetihten sonra hicret yok" ifadesi
zahirde mutlak ise de, "Medine'ye" diye kayıtlamak gerekmektedir.
Çünkü Abdullah İbnu Sa'di rivayetinde de görüldüğü üzere düşmanla cihad
yapıldığı müddetçe hicrete ihtiyaç duyulacak ve meşru varlığını kıyamete kadar
devam ettirecektir.[8]
ـ5779 ـ5ـ
وعن سهل بن
سعد رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]مَا
عَدُّوا مِنْ
مَبْعَثِ
النّبِىِّ #
وََ مِنْ
وَفَاتِهِ،
مَا عَدُّوا
إَّ مِنْ مَقْدَمِهِ
الْمَدِينَةَ[.
أخرجه
البخاري .
5. (5779)- Sehl İbnu Sa'd
(radıyallahu anh) anlatıyor: "(Sahabiler İslamî takvimin başlangıcını
tesbit ederken) ne Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bi'set zamanına ne de
vefat zamanına itibar etmediler. Fakat Medine'ye gelişine itibar ettiler."
[Buharî, Menakıbu'l-Ensar 48.][9]
AÇIKLAMA:
1- Cahiliye devrinde Arapların elbirlik kullandıkları sabit
bir takvimleri yoktu. Mühim hâdiselere göre takvimler kullanılır, bir müddet
sonra terkedilirdi.
Hicrî takvimi, duyulan ihtiyaç üzerine istişarelerle ilk defa kabul edip tatbikata koyan Hz. Ömer
oldu. Cevherî, tarihte ilk takvimin Tufan'dan itibaren konduğunu belirtir.
İslam'da ilk takvimin Hz. Peygamber
devrinde, Medine'ye gelince konulduğuna, Aleyhissalâtu vesselâm'ın bu maksatla
Rebiülevvel'i esas aldığına dair Zührî'den bir rivayet mevcut ise de, alimler
bunu mu'dal bilir ve Hz. Ömer zamanında konduğunda ittifak ederler.
Süheylî, Ashab'ın, tarihi hicretle başlatma işini şu ayetten
aldıklarını söyler: "...Senin namaz kılmana layık olan mescid, ilk günden beri takva
üzerine kurulu bulunan mesciddir" (Tevbe 108). "Çünkü der, malum
olduğu üzere, mutlak manada bir ilk gün yoktur. Öyleyse bu "ilk"lik muzmer olan bir şeye
izafe edilecektir. Bu muzmer (kapalı) olan şeyde İslam'ın aziz olduğu, Resul-i
Ekrem'in Rabbine emniyet içinde ibadet ettiği, mescidin yapılmasına başladığı
zamandır, bu devrin ilk günüdür. Böylece, Ashab o günü tarih başlangıcı kabul
etmede fikir birliğine vardılar. Onların fiilinden anlarız ki, Cenab-ı Hakk'ın "ilk günden beri" sözünü onlar,
"İslamî tarihin ilk gününden beri" diye anladılar.
İbnu Hacer, Süheylî'nin bu yorumuna tamamen katılmayarak:
"Hatıra öncelikle gelen, "İlk
günden beri" kavl-i şerifinin manası Resulullah ve ashabının
Medine'ye girdiği ilk gündür, doğruyu Allah bilir" der.
2- Sadedinde olduğumuz rivayet, takvimin başlangıcını tesbitte
Ashab'ın, farklı görüşleri müzakere
edip, "hicret"te karar kıldıklarını göstermektedir. Rivayette
Resulullah'ın bi'set ve vefat zamanlarına itibar edilmediğinin belirtilmesi
bunu ifade eder. Nitekim bu maksatla Aleyhissalâtu vesselâm'ın doğumu, bi'seti,
hicreti ve ölümünün esas alınması müzakere edilmiştir. Nitekim İbnu Abbas'tan
gelen bir rivayatte şöyle denir: "Hz. Ömer (radıyallahu anh) takvim başlangıcı
koymaya teşebbüs edince, sahabiler toplandı. Onlarla müzakere etti. Sa'd İbnu
Ebi Vakkas, Aleyhissalâtu vesselâm'ın vefat zamanını esas almayı, Hz. Talha
bi'setle başlatmayı, Hz. Ali hicretle başlatmayı, diğer bazıları da
Resulullah'ın doğumunu esas almayı teklif ettiler. Hicretin on altı veya on
yedinci yılında toplanan bu şûra, müzakereler sonunda Hz. Ali'nin teklifini
kabulde ittifak etti. Ancak hangi ayın esas alınması hususunda da ihtilaf
edildi. Abdurrahman İbnu Avf, haram ayların evveli olduğu için Receb'i, Talha
da ümmetin mübarek ayıdır diye Ramazan'ı, Hz. Ali de sene başıdır diye
Muharrem'i yıl başlangıcı olarak teklif ettiler. Bu meselede de Hz. Ali'nin görüşü kabul gördü."
Hz. Ömer'i takvim
meselesini ele almaya sevkeden amil
hususunda kitaplarda muhtelif rivayetler var. Umumiyetle, Yemen'de
mevcut olan tatbikatın, böyle bir şeye olan ihtiyacı hatırlattığını belirtir.
İbni Sirin'den gelen bir rivayete göre:
"Yemen'den gelen bir zat: "Ben Yemen'de tarih dedikleri bir şey
gördüm. Şu yılda, şu ayda diye
yazıyorlar" der. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Bu güzel bir şey,
öyleyse siz de tarihleyin" der ve
şûrayı toplar. Bir başka rivayete göre, Ebu Musa (radıyallahu anh) Hz. Ömer'e
"Sizden bana tarihsiz mektuplar
geliyor" diye yazar, bunun üzerine Hz. Ömer şûrayı toplar. Bir diğer
rivayete göre, Hz. Ömer'e ödeme zamanı Şaban yazan bir borç senedinin davası
gelir. "Bu hangi Şaban, geçen mi, içinde bulunduğumuz mu, gelecek Şaban
mı? Şu halde insanlara bir şey (takvim) koyun ki bunu ona göre bilsinler"
der.
Öyle anlaşılıyor ki, gelişen medeni medeni hayat ve devlet hayatı
müslümanlara pekçok yönden takvime olan ihtiyacı duyurmuş, takvimsizlikten
doğan pekçok hâdiseye şahid olunmuştur. Ortaya çıkan birikim, meseleyi ele
almaya itmiştir.
* Son olarak şu hususu daha
açık olarak tebarüz ettirmek isteriz: Takvim başı olarak hicret yılı esas alınmış olmakla
beraber, yıl başı olarak Resulullah'ın hicret ettiği ay esas
alınmamıştır. Çünkü hicret, Rebiülevvel ayında vuku bulduğu halde
takvim, biraz geri alınarak Muharrem'de başlatılmıştır. Bunun gerekçesi
olarak yukarıda da kaydedildiği üzere
Muharrem'in (eskiden beri) yılbaşı sayılması" gösterilmiş ise de, İbnu
Hacer, şöyle bir yorumda bulunur: "Çünkü hicrete azmetme başlangıcı
Muharrem'de olmuştu. Şöyle ki (Akabede
yapılan ikinci) bey'at, Zilhicce ayında vukua geldi. İşte bu hicretin
mukaddimesi idi. Bu beyatten sonra ilk doğan hilal, Muharrem oldu. Hicret
etmeye azm, Muharrem hilalinde oldu. Böylece takvimin Muharrem ayında başlatılması uygun ve münasip oldu. Takvimi
Muharrem ayından başlatmaları hususunda, vakıf olduğum açıklamaların en
kuvvetlisi (bence) budur."[10]
Takvim meselesi, zaman anlayışının ortaya çıkardığı bir meseledir.
Takvim, zamanı belli bir plana göre değerlendirme, amele tahvil etme
endişesinin maddî ifadesidir, delilidir. Bidayetten beri büyük medeniyet kuran
bütün cemiyetlerin takvimi vardır. Etiler, Sümerler, Mısırlılar gibi.
Makro alanda takvim şeklinde ifadesini
bulan zaman telakkisi sadece cemiyetin meselesi değil, aynı zamanda her ferdin meselesidir. Hayattaki başarılar zaman içinde
gerçekleştirildiği için, gerek fertlerin ve gerekse milletlerin başarısını,
kristalize olmuş, maddeye dökülmüş zaman olarak değerlendirebiliriz.
Zamanını değerlendirme şuuruna eren, en büyük endişesi zamanı değerlendirme
olan ferdler ve cemaatler terakki eder, bunu kaybedenler de tedennî.
Dinimizin büyük hedeflerinden biri de mensuplarında zaman şuuru
uyandırmaktır. Bu sebeple her söylediğinin, her yaptığının iki melek tarafından
yazıldığı bildirilmiş, büluğdan ölüme,
her anından hesap vereceği inancı Kur'an
ve hadislerde tekrarla işlenmiştir.
Biz burada, zaman meselesini Kur'an-ı Kerim'in nasıl ele aldığını
göstermek, bu mevzuya giren mesaildeki sistemi ve ısrarını ibraz etmek
maksadıyla şu açıklamayı sunuyoruz:
Ümidimiz ve duamız yeniden diriliş dönemimizde, bunun zenbereğini
teşkil edecek olan İslamî zaman telakkisini, Rabbimizin bu ümmet-i merhumeden
esirgememesidir.[11]
Bugün Müslümanlar çoğunluk itibariyle zaman konusunda kaygısız
hale gelmiş ise de, dinimiz, ana
kaynaklarında, zaman meselesi üzerinde ısrarla durur. Bizzat Kur'an-ı Kerim,
zaman üzerinde dikkatleri canlı tutmak için zamanı hatırlatan tabirleri sıkça
kullanır. Ayetleri hadislerle birlikte mütalaa edince, şu husus açıkça görülür:
Dinin bu iki kaynağı, yıllık, aylık, haftalık ve bilhassa günlük hayatın
tanzimiyle ilgili çok ince teferruatlara yer vermektedirler. Her çeşit farz,
vacib ve nafile namazlar, zaman tanzimine de yönelik gayeler taşımaktadırlar.
Bu açıdan, din emirlerinin büyük çoğunluğuyla, insana zamanını âzamî ölçüde
değerlendirmeyi öğretmektedir, hatta asıl gayesi budur denilebilir.[12]
Kur'an-ı Kerim'de zaman mefhumu, çok çeşitli kelime ve tabirlerle
ifade edilir. Buna rağmen bizzat zaman kelimesine rastlanmaz.
"Zaman", lügat açısından "uzun veya kısa olan vakit"
manasına gelir, yani mutlak zamanı ifade eder. Kur'an, zaman yerine daha çok
vakit kelimesini tercih eder ve kullanır. Bu kelime lügat yönüyle, "bir iş
için belirlenen zamanın nihayeti" demektir. Yani belirli, sınırlı bir
zaman ifade eden kelime, diğerine tercih edilmiştir. Bu tercihte, Kur'an-ı
Kerim'in pratik gayesini görüyoruz. Yani fiilî hayatta, insan için pratik ve
tatbikî olan mefhumlar daha mühimdir. Bunların hatırlatılması, nazarî, zihnî
mefhumlara tercih ve takdim edilmiş
olmaktadır. Zaman mes'elesi de böyle. Zamanla ilgili tabirlerin sayısı, insanın
günlük hayatında arzettiği ehemmiyetle doğru orantılı olarak artmaktadır.[13]
Başka manaları yanında "zaman" manasını da taşıyan asr
kelimesi 1 defa; başlangıcından nihayetine âlemi kucaklayan zaman manasına dehr
kelimesi 2 defa; zamanda mübhem ve uzun bir müddet manasına hukub, ahkab 2 defa; yakın
insanların yaşadığı devir manasına
karn, kurun kelimeleri 20 defa geçer. Bu sonuncu kelime her defasında geçmiş
devirleri kasteder.
Daha müşahhas, daha sınırlı zaman ifade eden kelimelerden
"vakt" kökünden 13 ayrı kelime
gelir. Vakt kelimesinden sonra saat
kelimesine daha çok yer verilmiştir. 48 defa geçen bu kelime "zamanın bir
cüz'ü, bir parçası" demektir. 40 yerde kıyamet manasınadır, 8 yerde
de müddet ve sınırlı zaman manasında
kullanılmıştır. Zamanın çok daha küçük cüz'ünü ifade eden an (ki dilimize de
aynı manada girmiştir) çoğul olarak anâ şeklinde üç yerde geçer. Daha kısa bir müddet ifade eden lemhu'lbasar (göz
açıp kapama vakti) tabiri de 2 yerde geçer. 35 kere geçen hîn de
birşeyin husûl bulma vakti demek olup
manaca mübhemdir, izafetle vuzuha kavuşur. Mutlak zaman Kur'an'da bazan da
hînle ifade edilmiştir.[14]
Ebediyet mefhumu 117 defa (ebed kökünden 28 defa, huld kökünden 87
defa ve sermed kökünden 2 defa) geçer. Bunun çokluğunu yine pratiklik yönünden
açıklamak mümkündür. Zira, Kur'an-ı Kerim'in ana davalarından biri ahiret ve
binaenaleyh, ebedî hayattır. Ebediyeti
hatırlatan kelimelerin çokluğu tabii ve hatta zaruridir (Bak: Şema 1).[15]
Mutlak manada veya mutlaka yakın mübhem, belirsiz müddette zamanı
ifade eden kelimelerin azlığına mukabil, mutlak ve sonsuz zamanın yıl, ay, gün, gece, gündüz gibi
çeşitli uzunlukta, fakat sınırlı, bölümlü, başlangıç ve sonuç hududları belli
ve insan hayatı ile sıkı alâkalı muhtelif dilimlerini ifade eden tabirler çokça
gelmiştir. Hatta bunlardan hangisi, bir ferd için daha ehemmiyetli ise o,
diğerlerine nazaran, ehemmiyeti nisbetinde daha çok sayıda zikredilmiştir.
Görüleceği üzere, yevm, yani "gün" kelimesi en çok zikredilen
kelimedir.[16]
Kur'an-i Kerim'de zamanı hatırlatan kelimeler çoktur. Bunlardan
direkt hatırlatanları çoğunlukla kaydettik. Sadece "gün",
"gündüz", "gece" kelimeleri ile gündüz ve gecenin
kısımlarına temas eden tabirlerin Kur'anda dağılımını gözönüne alacak olsak şu durumla karşılaşıyoruz:
Kur'an-ı Kerim, ilk sayfalarından itibaren, en
son sayfalarına kadar, hiç fasıla
vermeden, okuyucusuna "zaman mefhumu"nu hatırlatmaktadır. Ve bu
hatırlatmaların sayısı bir cüzden diğerine fazla fark etmemektedir. Sadece
sonlarda bariz artış kaydeder ki, bu da sonlardaki surelerin kısalığından ve
"namaz sureleri" olmaları
hasebiyle en çok okuma şanslarına sahip olmalarından ileri gelir (Bak: Şema 2).[17]
Söylediğimiz gibi, Kur'an, en ziyade "gün" kelimesi
üzerinde durur ve zamandan münezzeh olan Allah nezdinde "gün"ün
varlığından bahseder: "Rabbin
katında bir gün, saydıklarınızdan bin yıl gibidir" (Hacc 47; Secde 5).
Şu halde mahiyetçe ve
uzunlukça çok farklı da olsa,
Allah nezdinde bir İlahî günün varlığına dikkat çekilmiş olmaktadır.
"İlahî gün"ün sarahaten zikri, dolaylı ve zımnî olarak İlahî yılın ve
binnetice "İlahî takvim"in varlığını -ifham edip- hatıra getirir.
Kur'an'daki bu işaret, bizim için takvim meselesinin ciddiyet ve
ehemmiyetini kavramada yardımcı olur. Pratik açıdan, mühim olan, arzî ve beşerî
takvimdir. Bu mevzuda ise ayetler çoktur ve sarihtir: Yukarıda temas ettiğimiz
şekilde geçmiş zamanlara delalet eden karn, kurun (çağ, çağlar) kelimelerine 20
yerde temas ettikten başka 21 yerde ay (şehr), 30 yerde de yıl
(sene, âm, hıcec ve havleyn kelimeleriyle)
mefhumlarına yer verir.
Şu ayatte bir yılın 12 ay
olduğu, takib edilecek takvimde, kamerî esasa müstenid sistemin esas olduğu
belirtilir: "Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah'a
göre, ayların sayısı on ikidir. Bunlardan
dördü haram ayıdır. Bu dosdoğru bir nizamdır. Öyleyse o (haram) ayları içerisinde nefsinize zulmetmeyin..." (Tevbe 36).
Şu ayette ise, sarih olarak takvimde kamerî sisteme uyulması
emredilir. "(Ey Muhammed), sana hilal halindeki ayları sorarlar. De ki:
"Onlar insanlara vakitlerin ve bilhassa hacc zamanlarının ölçüsüdür"
(Bakara 189).
Dinî İşlerde Kur'anî Takvim Değişmemeli:
Az önce kaydettiğimiz birinci
ayet, esasları kamerî sisteme dayalı bir takvim ortaya koymakla kalmaz,
başka çeşit takvim kullanmayı da bir manada yasaklar. Şöyle ki: Ayetin yukarıda
"öyleyse o (haram) ayları içerisinde
nefsinize zulmetmeyin" şeklinde meali kaydedilen kısmı, icazı
sebebiyle, "O aylar hakkında nefsinize zulmetmeyin" şeklinde anlaşılmaya da müsaiddir. Bu mananın içinde
-en azından dinle ilgili işleri tanzimde- bir
başka takvime uyma yasağı açıktır. Zira bu davranış nefse zulüm olarak tavsif edilmektedir. Nitekim kaydedeceğimiz
müteakip ayet nesî -denen ve mahiyet
itibariyle kamerî takvimde oynayarak dinî
meseleleri güneş takvimine uydurmaktan ibaret olan cahiliye devri- tatbikatını
"küfürde ileri gitmek" olarak ilan etmiştir: "Haram ayları
geciktirmek (yani nesî) küfürde bir artıştır. Onunla kâfirler saptırılır. İnkâr
edenler, Allah'ın haram kıldığı aylara sayıca uymak için, onu bir yıl haram,
bir yıl helal sayıyor, böylece Allah'ın
haram ettiğini helal kılıyorlar. Kötü işleri kendilerine güzel gösterildi.
Allah o kâfirler güruhunu hidayete erdirmez."[18]
Şu halde dinî emirleri bir başka takvime bağlamak, Kur'an'da
menedilmiştir.[19]
Zaman şuurunun yerleşmesi ve hayatî faaliyetlerin zaman içinde
daha pratik dağıtılması için yılın
aylara bölünmesi yeterli değildir. Öyle
ise bir ay da, daha küçük bölümlere ayrılmalıdır.
Kur'an-ı Kerim'de haftayı ifade eden Arapça "üsbû"
kelimesi geçmez. Ancak cumartesi manasına gelen "sebt" kelimesi yedi
sefer geçer. Her seferinde, Yahudilerle -ki, ashabu'ssebt (cumartesi güncüler)
olarak tavsif edilirler (Nisa 47)-
ilgili olarak kullanılan (Bakara 65; Nisa 47, 154; A'raf 163 (üç kere) Nahl
124) bu kelimenin Arapça'ya, bu manada
İbranice'den geçtiği ve yedi günlük bir zaman dilimi yani hafta manasına da
geldiği şarihlerce belirtilir. Hicretten
sonra, Müslümanlar arasında, cahiliye devrinin arubesi yerine kullanılmaya
başlayan ve hafta manasına da kullanılan "cuma" kelimesi, haftalık
farz namazı tesbit vesilesiyle Kur'an'da
bir kere geçer (Cuma 9). Böylece Kur'an-ı Kerim, tarihin kaydettiği bütün
medenî milletlerde görülen yedili haftalık sistemi te'yid etmiş olmaktadır. Çünkü cum'a günü
(eskinin yevmü'l-arûbesi) o zamanın mutad takvim sisteminde yedi günde bir kere
gelmektedir.[20]
Kur'an-ı Kerim zamanla ilgili olarak dikkat çekmede en büyük
ağırlığı "günlük zaman"a verir. Bunu iki şekilde yapar:
1- "Gün manasına gelen yevm kelimesini çok sık tekrar
eder. Bu kelime çeşitli şekillerde (müfred, cemi, tesniye, marife, nekre) 475 defa zikredilir.
2- Bir gün önce "gece" ve "gündüz" olmak
üzere iki ana, sonra da, bunlardan her
biri daha teferruatlı birçok tali bölümlere ayrılır ve bu bölümler çokça
zikredilerek bir günün "kısım"lara taksimatı ve her bir kısmın
ehemmiyeti üzerine şuurlar ve dikkatler canlı tutulur.
Hemen şunu belirtelim ki, Arapça'da leyl (gece) kelimesi, güneşin batması ile,
sabahleyin fecr-i sadık denen ikinci fecrin doğuşuna kadar geçen zamanı ifade
eder. Geri kalan müddete de nehar (gündüz) denir.[21]
Gündüz ve Taksimi: Günün bir yarısı olan gündüz (nehar) 57,
diğer yarısı olan gece (leyl) 92 kere zikredilir.
Gündüz ile gece kelimelerinin tekerrür sayılarında
"gece"nin lehine yarıya yakın fark gözükmekte ise de, gündüzün
kısımlarıyla ilgili zikirler aradaki farkı azaltır. Şöyle ki: Gündüzle ilgili
olarak sabah vakti, "subh" kelimesiyle 7 kere (bu kökten fiillerle
41'i bulur, ancak fiil halinde sabaha
ermek manasından başka, "olmak" manası da var), "gudüvv"
kökünden gelen kelimelerle 15,
"bükre" kelimesiyle 9, "fecr" kelimesiyle 6
kere zikredilir. Ayrıca gündüzün diğer kısımlarını ifade eden duha (kuşluk) kelimesi 6, Tulûu'şşems
(güneşin doğması) tabiri 2, zahire (öğle sıcağı vakti) kelimesi 1, felak (tan
yeri) kelimesi 1, tarafeynnehar (güneşin iki tarafı) tabiri 1, etrafu'nnehar
tabiri 1; dülûku'şşems (güneşin batıya meyli) tabiri 1 defa zikredilir.
Bunların toplamı 50'ye ulaşır. Bunu, neharın zikir sayısı olan 57'ye ilave
edince, gündüz vaktini hatırlatan zikirler 107'ye ulaşır.[22]
Gece ve Taksimi: Gece deyince güneşin batma anından
şafağın sökmesine kadar geçen müddetin kastedildiğini daha önce belirtmiştik.
Gece müddeti, yıllık olarak ele alınınca günün tam yarısı eder. Şu halde, bunun
da ihmal edilmemesi, âzamî şekilde değerlendirilebilmesi için, tedkik, tanzim
konusu yapılması gerekir.
Kur'an-ı Kerim, gündüz gibi, geceyi de birçok kısımlara ayırır
ve herbirini çok sayıda zikreder:
"İşa (yatsı) kökünden 13, asîl (akşam) kelimesi 7, ânâu'lleyl (gece
saatleri) tabiriyle 3, gurûbu'şşems (güneşin batması) tabiriyle 2, ğasık
(şiddetli karanlık) kelimesiyle 1,
Gasaku'lleyl (gecenin ilk karanlığı) tabiriyle 1 kere, hîne tümsûn (akşam olunca) tabiriyle 1 olmak
üzere, gecenin kısımları toplam 27 kere zikredilir. Bunu gecenin zikir adedi
olan 92'ye ekleyince 117 rakamına
ulaşırız (Bak: Şema 2). Gece manasına gelen beyat ile, bu kökten gelip gece
geçirme manasına gelen fiiller bu rakamın dışındadır (onlar 8 adettir).
Gerek gündüz ve gerekse gece ile ilgili kısımlar, umumiyet
itibariyle namaz vakitlerini tesbit ve tavsif maksadlarına raci olarak
Kur'an'da zikredilmektedir. Bir başka
ifade ile, bir günün belli başlı dönüm noktaları, günlük farz namazlarla
işaretlenmiş, müşahhas hale getirilmiş
olmaktadır.[23]
Namaz Vakitlerinin Zaman Taksimindeki Yeri: Yukarıdaki
açıklamadan şu neticeyi çıkarabiliriz: Farz namazlarının mühim gayelerinden
biri, Müslüman kimseye, günlük zamanını taksim ve programlama alışkanlığı
kazandırmaktır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in fiilî tatbikatı ve
emirlerinde göreceğimiz üzere, bu vakitler yatma, kalkma eve çekilme,
istirahat, evi terketme, ziyaret, sohbet
gibi günlük olarak yapmak zorunda olduğumuz bir kısım kaçınılmaz iş ve
davranışların zamanlarını tesbit etmektedir.
Her namaz, bir zaman tanzimi olunca, Kur'an'da, namazdan bahseden
bütün ayetler aynı zamanda "zaman şuuru" vermeyi gaye edinen ayetler
sınıfına dahil olur. Kur'an'da namaz, en çok salat kelimesiyle ifade edilmiştir
ve 100'e yakın miktarda zikri mevcuttur. Rüku, sucud, kıyam gibi başka
kelimelerle ifade edilen namaz manası bu rakamın içine dahil değildir.
Nafileleri de gözönüne alınca, gecede beş adet namaz sözkonusudur.
Farzlar akşam ve yatsıdır, vacib olan yatsıdan sonra kılınan vitr; nafileler de
akşamyatsı arasında kılınan evvabin namazı ile, sabah vaktinden önce kılınan
teheccüd namazıdır.[24]
Aşağıda sunacağımız yazı 21 Kasım 1979 tarihine müsadif 15. hicrî
asrına giriş vesilesiyle yapılmış bir makaledir. Hicret hâdisesinin
ehemmiyetini çok yönlü olarak kavramada yardımcı olacağı ümidiyle burada
iktibasını uygun görüyoruz.[25]
TEBLİG,
TERBİYE VE SİYASÎ TAKTİK AÇILARINDAN HİCRET
Lügatta "kişinin başkasını el veya dil veya kalben terketmesi" manasına gelen (1) hicret kelimesi, İslam
kültüründe çok zengin manalar taşıyan bir tabir, bir mefhum olmuştur.
Hicret, "vak'a" ve "tabir" olarak Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hayat ve hadislerinde mühim bir yer
tutar. Hatta "en mühim vak'a" ve "en mühim tabir"lerden
biri olarak tavsif edilse mübalağa edilmemiş olur. Zira "hicret" ,
kuru bir tarihçinin iddia edeceği şekilde, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in hayatında belli bir tarihî vak'anın isim ve ünvanı olmaktan ibaret
değildir. Hicret, aynı zamanda, irşad ve tebliğde metod, düşmanla münasebette
siyasî taktiktir.
Hz. Ömer devrinde sahabelerin, Müslümanlar için bir takvim vazetme ihtiyacını duydukları vakit, takvimin başlangıç noktası olarak, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hayatında yer eden diğer mühim hâdiseler meyanında Mekke'den Medine'ye hicret vak'asını seçmiş olmaları, vak'a olarak "hicret"e onlarca atfedilen ehemmiyeti noktalar (2). Nitekim Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın doğumu, ilk vahyin gelişi, ilk tebliğ emri, Bedir Savaşı, Hudeybiye Sulhü, Mekke'nin Fethi, Veda Haccı ve bu sırada "Bugün dininizi ikmal ettim" (37 ayetinin inişi) gibi hâdiseler gerçekten, Resulullah'ın hayatında cereyan eden, İslam tarihinin mühim hadiseleridir, her biri takvim başlangıcı olarak alınabilecek vak'alardır. Ama bunlar arasından sadece hicret vakasının icma ile (4) seçilmiş olması "Hicret"in onlar açısından -münhasıran hâdise olarak değerlendirilmiş olduğunu farzetsek bile- ne kadar ehemmiyetli olduğunu ifadeye kâfidir. Kaldı ki, Hz. Ömer (radıyallahu anh) hicreti, "hakla batılın arasındaki fark" olarak vasıflar(5).
Şu
halde, bu yazımızda, muhtelif yönleriyle "hicret"in ehemmiyetini
belirtmeye çalışacağız. Makalede temas edeceğimiz ana başlıklar şunlardır:
I. Tabye ve Taktik Olarak Hicret: (Burada sabır, hicret ve cihadın birbirini
tamamladığı açıklanacaktır.)
II. Siyasî Vak'a Olarak Hicret.
III. İrşad ve Tebliğde Metod Olarak Hicret.
IV. Terbiye Metodu
Olarak Hicret.[26]
Hicret kelimesi, herşeyden önce bir hadiseyi, İslam tarihinin en
mühim hâdisesini hatırlatır. Kelimenin kazandığı ehemmiyet ve taşıdığı öbür
manalar da menşeini bu vak'adan aldıkları için önce bu noktadan başlamak gerekecek.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), cahiliye kelimesi ile
ifade edilen öyle bir devirde gelmişti ki, o günün Arap cemiyeti, tarihinin en
karanlık, en vahşetli devresini yaşıyordu. İnsanlar ilah diye hevesatlarının
timsali olarak kendi elleriyle yaptıkları putlara tapıyorlardı. Kanun diye
uyulan şey, kuvvetlinin arzusu idi. Köle ve kadınlar insan olmanın hürmet ve
kerametinden nasibi olmayan kimseler
olarak eşya muamelesi görüyorlardı.
Fakir fukara da himaye ve desteksizlik
altında eziliyordu. Kısacası bir avuç kuvvetli ve zorba dışında kalan
insanlık, bugünkü hiçbir değer ölçüsüne
sahip olmayan anarşiste av olma durumuna düşmüş müdafaasız, bîçare bir
kimsenin durumunda idi.
İşte böyle bir hengâmede Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm),
Allah'tan aldığı emirle insanların karşısına çıktı ve onlara şu mealde hitap etti: "Ey insanlar, elinizle
yaptıklarınıza tapmak batıldır, hevesata uymak sapıklıktır. Başı boş
değilsiniz, bu dünyada belli bir gaye için yaratılmışsınız, öbür dünya için imtihan olunmaktasınız. Hayır
ve şer, iyi ve kötü yaptıklarınızdan sorumlusunuz. Öyle ise, zulümden vazgeçin,
zayıfın hakkını çiğnemeyin, haklının hakkını iade edin. Haksız yere kan
dökmeyin, kimseye zulmetmeyin. Zayıfları, yetimleri ezmeyin, onları himaye
edin. Köle ve fakirlere yardım edin. Kadınlara kötü muameleden vazgeçin, onları
anneleriniz, kızlarınız ve kızkardeşleriniz bilin... vs."
Hz. Peygamber'in bu davetine uymak, cemiyeti elinde tutan kuvvetli, zengin ve nüfuzlu azınlığın işine
gelmiyordu. Rahatlarını bozmak istemiyorlardı. Hep istihkar edegeldikleri,
zulmedegeldikleri zayıflar kitlesine değer
vermek, insan muamelesi yapmak istemiyorlardı. Menfaatlerinin devamını
eski düzenlerinin devamında görüyorlardı. Bu sebeple, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e şiddetle karşı koydular. Önceleri yalnız bırakmak,
ciddiye almamak, alay etmek yolunu tuttular. Fakat etrafında köle, zayıf ve
fakirlerin teşkil ettiği mü'minler halkasının gittikçe genişlemeye başladığını
görünce taktiklerini değiştirerek zulüm
ve işkenceye ve hatta mü'minleri öldürmeye başladılar.
İşte "hicret"i siyasî taktik olarak anlayabilmek için
onu, müşriklerin mukavemet ve İslam'ı söndürme faaliyetlerine karşı Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in dini "neşretmek" ve
"yaşamak" için başvurduğu taktikleri tarihî sıra içerisinde incelemek
gerekmektedir.
Bu noktayı ifade için,
Hicret'i, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in İslam'ı neşirde, düşman
tehdidine karşı başvurduğu üç ana taktikten biri olarak değerlendireceğiz. Öbür
iki taktikten biri ve birincisi Sabır, diğeri Cihad'dır. Hicret ise, bu
ikisinin ortasında yer alan mutavassıt safhanın ifadesidir.
Öyleyse, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), dini
"yaşama" ve "tebliğ etme" vazifesini ifade ederken,
düşmandan gelen mukabil tehdid ve tehlikeye üç
suretle karşı koymuştur:
a- Sabır,
b- Hicret,
c- Cihad.
Şu halde, zahiren birbirinden farklı ve hatta zıd görünen bu üç
şey, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hayatında hiç değişmeyen ve
daima aynı kalan, "dini yaşama ve neşir" gayelerinin tahakkukunda,
içinde bulunduğu şartlara muvafık olarak başvurmuş olduğu birer vasıtadan
ibarettir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hayatında bu üç unsuru
birbirinden ayırmak mümkün değildir. Şimdi bunlara kısaca bir göz atalım:[27]
Bildiğimiz üzere, hicretten önceki devre, Müslümanlar için,
tahammülü zor bir devredir, her çeşit takip ve işkencelerle doludur. Müşrikler,
alay (6), dayak (7) küfür (8), hakaretten (9) boykot (10) ve öldürmeye (11)
varıncaya kadar işkencenin her çeşidine başvuruyorlardı (12). Bu yapılanlara
dayanamayarak ölenler de eksik değildi(13).
İşte bu işkence ve takip devresinde Müslümanlar sayıca az,
kuvvetçe zayıf idiler. Düşmandan gelen tehlikeye aynı şekilde fiilî bir mukabele derhal yok edilmelerine müncer
olabilirdi. Bu sebeple, nazil olan ilk surelerde, sıkı sıkıya emredilen,
ısrarla üzerinde durulan hususlardan
biri de "sabır"dır. Mesela ilk nazil olan surelerden biri olan el-Asr
suresinde: "Birbirlerine sabır tavsiye edenler" övülür (14). Bir
diğer surede: "Sabredenlere ecirleri hesapsız ödenecektir" (15)
denir.
Bir kısım ayetlerde İlahî hitap doğrudan doğruya Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'edir: "Sen (habibim) şimdi sabret. Şüphe yok ki,
Allah'ın vaadi haktır. (Buna) kat'î iman beslememekte olanlar zinhar seni
(sabırsızlıkla) hafifliğe
götürmesinler." (16) "(Habibim) sen şimdilik güzel bir sabır ile
katlan." (17) "Rabbinin rızası için katlan" (18) vs. Hz.
Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'den önce gelip geçen peygamberler de,
kâfirlere karşı birer sabır örneği olarak takdim edilirler: "İsmail'i,
İdris'i, Zülkifl'i de yâdet. Bunların
her biri de sabır ve sebat edenlerdendi." (19)
Hülasa, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bu İlâhî emir ve
ikazların sonucu olarak Mekke devresinde kendisine yapılan muamelelere aynı
şekilde cevap vermedi, mukabele-i bi'lmisilde bulunmadı, sadece sabretti.
Mü'minlere de kendisi gibi hareket etmeyi, karşılık vermeyip sabretmelerini
emretti (20). Rivayetler, zulme maruz bir Müslümana rastladığı vakit, her
seferinde: "Ey falanca, sabret, mükâfaatın cennettir!" dediğini
belirtir (21)
Bu devrede Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) imanı, sabır olarak
tarif edecek kadar "sabır"a önem vermiştir. Nitekim bazı rivayetlerde
Müslüman olanların dördüncüsü olduğu belirtilen (22) Amr İbni Abese'nin:
"İman nedir?" sorusuna Hz. Peygamber aleyhissalatu vesselâm:
"Sabır ve müsamahadır" cevabını vermiştir (23). Bir hadiste de sabır,
ziya ve nur olarak tavsif edilir (24). Yani uyulduğu takdirde mutlaka hidayet
ve aydınlığa götüren bir nur (25).
Birkısım Müslümanların, kendilerine işkence yapan kâfirlere, hiç
olsun beddua etmesi için müracaat etmeleri üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) gayr-i memnûn olarak şu cevabı verdi: "Sizden önce yaşayanlar
arasında öyleleri vardı ki, bazılarının vücutları kemiklerine kadar demir
taraklarla tarandığı, bazılarının gövdeleri başlarının ortasından testerelerle
ikiye bölündüğü halde, bu yapılanlara sabrettiler, imanlarından
vazgeçmediler." (26)
Hatta bazı rivayetlere bakılınca, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in sabır hususundaki bu ısrarı -en azından bazıları nazarında- mutlak
bir güçsüzlükten gelmiyordu. Bu belli bir mücadele vetiresinin kaçınılmaz bir
safhasını teşkil ediyordu. Bu safhadan geçmek için, birkısım kimselerin
nazarında mevcut nisbî bir güce rağmen, sabretmek gerekiyordu. Taberî'nin bir
rivayeti bu hususu te'yid etmektedir. Der ki: "(Bir an oldu ki)
Müslümanlar bu elîm vaziyete artık tahammül edemeyecek hale gelerek Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e şöyle dediler: "Biz kendimizi müdafaa
edebilecek durumdayız. Zira bizim de akrabalarımız, adamlarımız var. Biz senden
sadece mukabele etmek için müsaade talep ediyoruz. Sizin hâlâ sabra gücünüz
varsa sabredin, artık bizim sabrımız kalmadı, kendimizi müdafaa etmemiz için
bize müsaade et. Eğer vuruşmak gerekiyorsa vuruşacağız." Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in cevabı şu oldu: "Ben Allah'tan emir almadıkça
size, kendiliğimden izin veremem, hiçbir şey söyleyemem." O gece, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu hususta aydınlatılması için Allah'a
yalvardı. Bu dua üzerine şu âyet nazil oldu: "(Ey Peygamber), daha önceki
peygamberlerden azim sahibi olanların (ulûl-azm) sabrettikleri gibi sen de
sabret. Onların azabı için acele etme." (27). Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) ertesi gün mü'minlere, bu âyeti okuyarak tekrar sabır tavsiye eder.
(28).
O safhada, müsbet ve kesin bir neticeye ulaşmak çok şüpheli
gözüküyordu. Bu yüzden sonucu meçhul maceraya müsaade yoktu. Sık sık gelen
âyetler sabır emrediyordu. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de bu
emirlere uyarak sabrediyordu.
Bu davranışın başka neticeleri de vardı. Sabır, müstakim kalb ve
gönüllerle bütün suçu "Rabbimiz Allah'tır" (29) demekten ibaret olan
sabırlı ve sessiz mazlûmlar lehinde acıma ve şefkat gibi birkısım hisler
uyandırıyordu. Bilhassa bunların yakınları ve akrabaları son derece
hassaslaşıyor ve tahrik ediliyorlardı. Nitekim Allah'ın arslanı Hz. Hamza'nın
İslâm'a girişine de böyle bir durum sebep olmuştur. Şöyle ki:
Bir gün, Ebû Cehl, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e çok
ağır hakâretler yapar ve bununla da yetinemeyerek mübarek vücutlarından kanlar
akacak kadar yaralayıcı darbelerle saldırıda bulunur. Bu şen'i tecavüze karşı
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) sabır ve sükûttan başka bir mukabelede
bulunmaz. Bu hal, hâdiseye şahit olan bir kadının kendini tutamayarak hüngür
hüngür saatlerce süren ağlamalarına sebep olur. Kadına tesadüfen rastlayan Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in amcası Hamza radıyallahu anh, kadının bu
dokunaklı ağlayışlarının sebebini sorup öğrenince, hâdiseden son derece
müteessir olur. İntikam hisleriyle dolu olarak harekete geçen Hz. Hamza, Ebû
Cehl'i yaralamakla kalmayıp, Müslümanlığını da ilân eder (30).
Kureyş müşriklerini, Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'in bir
hayli kuvvet ve izzet kazandığına hükmettirerek tecavüzlerini frenlemeye sevk
eden (31) bu mutlu hadise Resûlullah'ın zulme ve tecavüze karşı sabrının bir
meyvesi idi.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in zulüm ve işkencelere, bu
safhada sabırla mukabele etmedeki, belirtmeye çalıştığımız gayesini, Hz.
Hamza'ya bu vesile ile verdiği cevapta daha açık olarak görmekteyiz. İşkenceye
şâhit olan kadının açıklaması üzerine yanına gelen amcası Hz. Hamza'ya, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle der: "Amcacığım, bırak beni, ne
babası, ne annesi, ne amcası, ne de bir kimsesi olan bir adamla meşgul
olma."[28]
Sabırdan sonra gelen ikinci safhadır. Sabrı gerektiren şartlarda
lehte bir gelişme yok ise ve üstelik aleyhte olarak gittikçe artmış ve sabırla
karşı konamayacak bir dereceye gelmişse, ya yok oluş kabûl edilecek veya orası
terkedilecek, yani hicret edilecektir.
Burada en mühim husus, şartların hicreti gerektirecek dereceye
ulaşıp ulaşmadığı hususunda verilecek karardaki isâbettir. Nasıl anlayacağız
ki, artık hicret şartları tahakkuk etmiştir? Bu kararı verirken eldeki ölçümüz
ne olacaktır?
Bu mühim noktanın çözümünde sosyolojiden istimdâd edebiliriz.
Sosyologlar içtimâî şe'niyette tehdid ve baskı arttıkça mukavemet ve
aksülamelin (reaksiyon) de artacağı, ancak tehdidin şiddeti belli bir haddi
tecavüz ettiği takdirde mukavemetin kırılıp, gittikçe azalacağını ve hatta
tamamen kaybolacağını müşahede ve tesbit etmişlerdir. Bu cümleden olarak A.
Toynbee, yeryüzünde gelip geçen muhtelif medeniyetlerin terakkî ve
tedennilerini bu tehdid -cevap (aksülamel), baskı- tepki kanunuyla izah
ettikten sonra, tehdit arttıkça cevap ve tepkinin de ilânihâye artmayacağını,
tehdidin belli bir derecesinden sonra azalıp tamamen söneceğini
belirtir (32). Hatta kolaylık ve rahatın, medeniyet için zararlı olduğunu ifade
eden (32/2) müellif terakkî için muhitin belli ölçüler dahilinde tehdid ve
baskıda bulunmasının gereğinde israr eder. Terakkiye âmil olan tehdidli muhite
o, "uygun vasat (=juste milieu)" der (33).
Şüphesiz, gayemiz burada Toynbee'nin nazariyesinin izahı değildir.
İçtimâî şuûnatta câri olan ve âdetullah dediğimiz kanunlar yardımıyla sabır
safhasından hicret safhasına geçmeyi gerektirip, meşru kılan hududu tesbite
çalışıyoruz.
Şu halde hemen diyebiliriz ki, müşriklerin mü'minler üzerindeki
tehdid ve baskısı, dini "yaşamak" ve "neşretmek" şartıyla
hayatta kalmaya imkân veremeyecek bir dereceye ulaşınca Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) hicrete izin ve karar vermiştir. Hz. Aişe'nin:
"Mü'min, dini için Allah'a ve Resûlü'ne hicret etmek zorunda idi. Zira
dinini tatbik etmekten alıkonmak korkusu vardı" sözü de bu durumu ifade
eder (34). Nitekim, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) mü'minlere
dinlerini, emniyet içerisinde tatbik edebilecekleri yerlere (Habeşistan ve
Medine gibi) hicret hususunda izin vermesine rağmen, kendisi Mekke'de kalmaya
devam etti. Zira âilevî pozisyonu sebebiyle kendisine dokunamıyorlardı. Ebu
Cehl'in teklifiyle, öldürülmesi hususunda bütün müşriklerce uygun görülen bir
plân kabul edilip tatbikata konunca bizzat Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) de hicrete karar verdi.
Şu halde hicret, bazı kereler yanlış olarak ifade edildiği gibi bir
kaçış değil, bir arayıştır. Dinin, tamamen yok edilme noktasına gelen tehdit ve
tehlikelerden kurtarılarak yaşatılmasına müsait vasatın aranmasıdır. Nitekim
İbnu İshâk'ın bir tasrihine göre, hicret, sadece -herkesce maruf ve meşhur
olan- Habeşistan ve Medine'ye değil, hayat emniyetinin ve dini yaşama imkânının
bulunduğu "her bir cihete" yapılmıştır (35). Bu cümleden olarak hemen
kaydedebiliriz ki, Zekvân İbnu Abdi Kays, Birinci ve İkinci Akabe biatlarında
hazır bulunmuş bir Medineli olmasına rağmen, Hz. Peygamber henüz Mekke'de iken,
Mekke'ye hicret etmiş ve Ashab arasında "ensârî muhâcirî" diye
tanınmıştır (35/2). Aynı ensârî muhâcirî lakabıyla tanınanlardan Abbas İbnu
Ubâde'yi (35/3) ve Abdullah İbnu Umeyr'i (35/4), Ukbe İbnu Vehb İbni Kelde'yi
(35/5) burada zikredebiliriz.
Din, kendisine gaye olarak, fiilen yaşanmayı tesbit etmiştir.
Bulunulan yerin şartları, bu gayenin tahakkukuna imkân vermeyecek duruma geldi
ise, oradan hicret etmek şarttır, dinen vecibedir, vazifedir. Bu duruma düşen
kimseleri, hicret etmediği takdirde Kur'ân-ı Kerîm mâzur addetmiyor ve
kesinlikle sorumlu tutuyor. Bunlar, dinlerini yaşayabilecekleri uygun bir yer
aramakla mükelleftirler. İşte âyet-i kerîme:
"Öz nefislerinin zâlimleri olarak canlarını alacağı kimselere
melekler derler ki: "Ne işte idiniz?" Onlar: "Biz yeryüzünde
(dinin emirlerini tatbikten) aciz kimselerdik" derler. Melekler de:
"Allah'ın arzı geniş değil miydi? Siz de oradan hicret etseydiniz
ya!" derler. İşte onlar (böyle). Onların barınakları cehennemdir. O, ne
kötü bir yerdir." (36)
Kur'ân-ı Kerîm diğer birçok âyetlerinde hicrete yer verir ve dini
tatbik edemeyecek kadar zulme maruz olanları hicrete teşvik eder. Bunlardan
birinde: "Kim Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde gidecek, barınacak
birçok yerler de bulur, genişlik de bulur. Kim evinden, Allah'a ve O'nun
peygamberlerine muhacir olarak çıkıp da sonra kendisine ölüm yetişirse muhakkak
ki, onun mükâfaatı Allah'a düşmüştür..." (37)
Şu âyette ise, muhitlerinin aşırı zulmü sebebiyle, çaresizlik
içerisinde kalan kimselerin oradan çıkış yollarını aramaları ve bu duruma
düşenler için de savaşmaya kadar varan yardım imkânlarının seferber edilmesi
gereği ifade edilmektedir: "Size ne oluyor ki, Allah yolunda -ve acz ü
ızdırap içinde bırakılıp: "Ey Rabbimiz bizi, ahalisi zalim olan şu
memleketten (kurtarıp) çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından
bir yardım yolla" diyen erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda- düşmanla
çarpışmıyorsunuz?" (38)
Hicreti, "dini yaşayıp neşredebilmek için müsait yer arama
gayreti" olarak anlayınca, Hz. Peygamber'in hayatında bir değil, birçok
"hicretler"e rastlarız. Şöyle ki:
1- Peygamberliğin ilk yıllarında Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) kendi evini bırakarak Erkam'ın evine yerleşir. Kendi evinden Erkam'ın
evine olan bu hicretin tek sebebi, Erkam'ın evinin durumu idi. Burası merkezî
bir yer olan Safa üzerinde bulunması sebebiyle gerek Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın hayatı, gerekse neşr-i din nokta-i nazarından çok daha emniyetli
ve muvafık idi. Bilhassa hacılar ve yabancılar için uğrak yeri idi. Hz. Ömer
radıyallahu anh dahil birçokları İslâm'a burada girdi. Hz. Ömer'in Müslüman
olmasından sonra Müslümanlar, sayıca ve kuvvetce gizlenmeye hacet
duymayacakları bir seviyeye ulaşarak buradan çıktılar (39).
2- Mekke müşriklerinin işkence ve baskıları güçsüz aileden
olan Müslümanlar için tahammülfersa bir hal alınca Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) böylelerine, Habeşistan'a hicret etmelerini tavsiye etti. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) o zaman şöyle demişti: "Habeşistan'a
gidin. Zira orada çok âdil bir melik var. Onun yanında kimseye zulüm edilmez,
orası adalet ve doğruluk diyarıdır. Allah bu durumdan bir çıkış yolu yaratıncaya
kadar orada kalın." (40) Habeşistan'a olan hicret iki dalga halinde
gerçekleşir.
Tarihçiler, bu hicretlerin sebebini Mekkelilerin Müslümanlara
tatbik ettikleri ezici baskı ve bu baskı karşısında Hz.Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in yardım etme imkânlarından mahrum oluşuyla izah eder (41).
3- Ebû Tâlib'in ölümünden sonra, Kureyş'in tecavüzleri son
derece artmıştı (42). Hz. Peygamber'i himaye eden Abdu Menafoğulları'na reis
olan Ebû Leheb, Resûlullah'ı ailevî himayeye aldı ise de bu uzun sürmedi. Ebû
Cehl'in dessas bir şekilde araya girmesiyle Ebu Leheb himayeyi kaldırdı (43).
Hz. Peygamber'in durumu, aleyhinde artan bu gayretler sonunda son derece müşkil
bir hal almıştı. Evinden nadiren çıkar olmuştu. Bu vaziyet karşısında dini
neşretmek için Mekke'den daha emin bir yer te'min etmek maksadıyla Taif'e gitti
(44). Ne var ki orada, yaptığı bütün temaslara rağmen istediği vasatı
bulamayarak geri döndü.
4- Müslümanların emniyetini Medine'de garanti altına aldıktan
sonra, bütün Müslümanlara, oraya hicret etmelerini, çok daha kesin bir dille
emretti. Medine'ye şahsen hicret kararını -az önce de belirttiğimiz üzere- dini
neşretmek ümidiyle birlikte, hayat emniyetini de tamamen kaybettiği bir anda
verdi.
Hicretin burada kayda değen müsbet neticelerinden biri, sabırla
ilgili olarak söylediğimiz gibi, hissî plândadır, şefkat ve merhamet
duygularının tahrikidir. Nitekim, Amir İbnu Rebia'nın annesi, henüz müşrik olan
İbnu'l-Hattâb'a: "Biz sizin zulüm ve işkencenizden kurtulmak için
yurdumuzu (Habeşistan'a gitmek üzere) terk ediyoruz" dediği zaman, sertlik
ve merhametsizliğiyle meşhur olan muhatabının (yani Hz. Ömer'in) fevkalâde
merhamete, rikkate geldiğini belirtir. İbnu Hişâm'da bu muhavere, Hz. Ömer
radıyallahu anh'ın Müslüman oluşu anlatılırken -onun Müslüman oluşunu
hazırlayan sebeplerden biri olarak- nakledilmektedir. (45)
Hülâsa Mekke'de iken, müşriklerin, her çeşidiyle tatbike
koydukları işkence ve zulümden ortaya çıkan tehdid ve tehlikeye mukavemette
Müslümanların başvurdukları mütemmim iki silâh "sabır" ve
"hicret"ti.[29]
Sabır ve hicreti tamamlayan üçüncü safha cihaddır. Hz. Peygamber
(aleyhissalatu vesselâm)'in hayatında cihad, şartların İslâm lehine geliştiği
safhada düşman tehdidine karşı koymak için başvurulan bir vâsıtadır. Tıpkı
sabır ve hicretin de başka şartlarda, aynı maksatla, başvurulan birer vasıta
olmaları gibi.
On üç yıl Mekke devrinde mü'minlerin silahı sabırdır. Maddî
mukabele kesinlikle yasaktır. Cihad izninin hicretten sonraya ait olduğu
alimlerce kabul edilen bir hussutur (46). Cihada izin veren ayeti ihtiva eden
Hacc suresinin bir kısım ayetleri Mekke'de nazil olmuş ise de, diğer bir kısım
ayetleri Medine'de nazil olmuştur. Mekke veya Medine'de nazil olan ayetler hususunda müfessirler ihtilaf
etmişlerse de (47) cihada izin veren ayetin Medenî olması kuvvetle muhtemeldir.
Meselenin incelikleri bir tarafa, şurası kesin ki, İbnu
Kesir'in "en uygun (elyak) bir vakitte" meşru kılındığını belirttiği
(48) cihadla ilgili olarak gelen ilk vahiy müteahhirdir ve izin de mutlak
değil, mukayyeddir. "Kendileriyle mukatele edilen (yani düşmanların
hücumuna uğrayan mü'min)lere, uğradıkları o zulümden dolayı, (bilmukabele
harbe) izin verildi. Şüphesiz ki, Allah onlara yardım etmeye elbette kemaliyle
kadirdir. Onlar (o mü'minlerdir ki) haksız yere
ve ancak "Rabbimiz Allah'dır" dedikleri için yurtlarından
çıkarılmışlardır."(49)
Dikkat edilirse burada cihad izni kayıtlıdır ve sadece
"kendileriyle mukatele edilen ve zulme uğrayanlar" olarak tavsif
edilen Mekkeli muhacirlere hastır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
hayatı incelendiğinde, Bedir Savaşı'na kadar olan gazvelerde hep muhacirlerin
istihdam edildiği görülür.
Ancak Müslümanların siyasî durumu ve maddî gücü düzeldiği ve ilk
şartların kaybolduğu nisbette cihad
umumi bir vecibe halini alacaktır: "Size harp açanlarla, Allah
yolunda , siz de döğüşün (müdafaa harbi yapın, ancak) aşırı gitmeyin. Şüphesiz
ki Allah aşırı gidenleri sevmez. Onları (size harp açanları) nerede
yakalarsanız öldürün, onları, sizi çıkardıkları yerden (Mekke'den) çıkarın.
Fitne katilden beterdir." (50)
Burada, Müslümanları Mekke'den çıkarmış olan Mekkeliler mevzubahs
edilmektedir. Bu ayet Hudeybiye Sulhü'nden önceye aittir (51). Bu vahiyden
sonra Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in kendisiyle savaşanlarla
savaştığı, savaşmayanlara dokunmadığı belirtilir.(52)
Daha muahhar bir vahiyde, "...O küfredenlerle (muharebede)
karşılaştığınız vakit, boyunlarını vurun. Nihayet onları mecalsiz bir hale
getirdiğiniz zaman artık bağı sıkı tutun" (53) denir. Bundan da sonra
nazil olduğu anlaşılan bir diğer ayette daha kesin bir cihad emri vardır:
"Ey peygamber, kâfirlerle, münafıklarla savaş, onlara karşı sert
davran.." (54)
Kur'an-ı Kerim'in, Mekke'nin fethinden sonra verdiği cihad emrine
gelince bu öncekilere nazaran daha sert,
daha umumidir: "Haram ayları çıktığı zaman, artık o müşrikler, onları nerede
bulursanız öldürün. Onları (esir alarak) yakalayın, onları hapsedin, onların
bütün geçit yerlerini tutun..."(55)
Bu ayette de kastedilen kimselerin münhasıran müşrik Araplar
olduğu anlaşılmaktadır. Fakat cihad
emrini daha umumi, daha mutlak şekilde ifade eden ayetler de mevcuttur:
"Kendilerine kitap verilenlerden, ne Allah'a ne ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve
Peygamberinin haram ettiği şeyleri haram tanımayan, hak dinini din olarak kabul
etmeyen kimselerle, zelil ve hakir kendi
elleriyle cizye verecekleri zamana kadar
muharebe edin."(56) "Yeryüzünde bir fitne kalmayıncaya ve din
tamamiyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla muharebe edin..."(57)
Hülasa etmek gerekirse; dinin tatbik ve neşrinde takip edilen
İlahî tabye ve taktik, sabırla başlatılıp hicretten geçip müdafaa harbi yapma
iznine ulaştıktan sonra, lehte gelişen siyasî şartlara ve elde edilen maddî ve
kemmî insan gücüne paralel olarak cihad emirleri ağırlaşmış ve "yeryüzünde
fitne kalmayıncaya, kâmil din İslam oluncaya kadar" olmak üzere mutlak bir şekil almıştır.
Bu söylenen tedricî gelişmeyi, ölüm döşeğinde yatan Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in en son ağzından çıktığı belirtilen bir
kaç tavsiyesi arasında yer alan şu cümle noktalar: "Arap Yarımadası'ndan
(Yahudileri ve Hıristiyanları) sürün, burada iki din beraber
olmamalıdır."(58)
Hülasa, sabır, hicret ve cihad, düşman tehdidine karşı koymada
İslam'ın vazettiği aynı dinamik prensiptir. Birbirine zıdlık değil ayniyet
sözkonusudur. Şartlara göre yağmur, kar, buz şeklinde değişik görünüşlerle karşımıza
çıkmakla beraber hep aynı kalan su gibi, İslam'ın tehdide karşı kendisini
muhafaza ve hedeflerine ulaşmada başvurduğu dinamik prensip, içtimâî şartlara
göre sabır, hicret ve cihad şekillerine bürünmektedir. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrinin
şartlarındaki terakkiye tabi olarak gelen ayetlerde nasih, mensuh aramak da
bizim için isabetli bir davranış olmaz. Ayetlerin geldiği şartları iyi bilerek, içinde bulunduğumuz şartlara
bunların hangisinin muvafık düştüğünün iyi hesaplanması gerekir.[30]
Hicret, bir başka açıdan dinin kurtarılışı manasına gelmektedir.
Bilhassa Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Medine'ye hicretinden ve
Medine'nin İslamî merkez vaziyetini ihrazından sonra, civardaki Müslümanların
Medine'ye merkez-i İslam'a hicretleri
bir başka mana, bir başka ehemmiyet taşımıştır.
Medine'ye hicret eden Mekkeli Müslümanlar orada bir Müslüman cemaat meydana
getirmişlerdi. Yerli halktan da himayeci mü'minler vardı. Ancak, herşeye rağmen
oradaki Yahudi, münafık ve müşrik kesafeti içerisinde sayıca azınlıkta idiler.
Bilhassa Hz. Peygamber'in gelişiyle
birçok menfaatlerinin haleldar olduğuna
kani olarak gizliden gizliye muhalefet yürüten münafıklar sayıca çok, nüfuzca
ağır idiler. Küçümsenemeyecek bir tehlike olduklarını defalarca ortaya
koyacaklardır. Üstelik Mekkeli müşrikler de Medine'ye sığınmış olan
Müslüman hemşehrilerinin peşlerini
bırakmış değillerdi. Hatta Yahudilerle münasebet halinde idiler.
Sayılan bu tehlikelere, her an
bunlarla işbirliği yapabilecek durumda olan civardaki, henüz tamamı müşrik olan kabileleri de ilave edebiliriz.
Bunlar, Medine'ye sığınmış olan bir avuç Müslümana karşı ittifak yapabilecek
durumda idi. Nitekim Hendek Harbi'nde bütün bunların anlaşarak yekvücut hale
geldiği de görülmüştü. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu tehlikeyi
görüyor ve önüne geçmek için, müşrik kabilelerle ittifak, saldırmazlık,
yardımlaşma anlaşmalarına varıncaya kadar (59) her çeşit siyasî tedbirleri
alıyor, fırsatları âzamî şekilde değerlendiriyordu.
İşte bu tedbirlerden biri, Medine'de Müslümanları sayıca
çoğaltarak fiilen kuvvet kazanmaktı. Sayıca çoğalmanın bir vasıtası Medine
ahalisi içerisinde mühtedilerin sayısını artırmak ise, bir diğeri de civar
kabilelerde İslam'a girenleri Medine'ye celbetmekti. Bu açıdan, Medine'ye
hicret eden her Müslüman, şahsında İslam'ı kurtarmış olmakla kalmıyor, aynı
anda, Medine'de Hz. Peygamber'in kuvvetini, siyasî ağırlığını artırarak İslam'ı
takviye etmiş oluyordu.
Gerek Kur'an'da ve gerek hadislerde hicrete teşvikle ilgili olarak gelen ifadelerde bu siyasî gayeyi görmemek
mümkün değildir.
Her ne pahasına olursa olsun, mü'minleri Medine'de toplamak, sağda
solda hiçbir siyasî ağırlık ifade etmeyen münferid kimseleri küfre karşı
tartılmakta olan Müslümanlığın Medine'deki kefesinde mizana dahil etmek
gerekiyordu. Bu sebeple hicret "her inanan kimseye" FARZ ilan edildi.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) "Hicret etmeyen kimsenin imanının
makbul olmayacağını" ta'mim etti ve: "Bir müşrik, Müslüman olduktan
sonra müşriklerden ayrılmadıkça Allah onun hiçbir amelini kabul etmez"
(60) buyurdu. Bu hususu te'yid eden Kur'an-ı Kerim: "...İman edip de
hicret etmeyenlere ise, hicret edecekleri zamana kadar, sizin onlara hiçbir şey
ile velayetiniz yoktur..." (61) der. Birbaşka ayette de böylelerinin dost
bile edinilmemesi emredilir: "...O halde, onlar Allah yolunda hicret
edinceye kadar içlerinden dostlar edinmeyin. Eğer (aldırış etmeyip) yüz
çevirirlerse onları nerede bulursanız yakalayıp tutun, onları öldürün." (62)
İbnu Abbas, ayetin hicret etmeksizin Mekke'de kalan ve haklarında nasıl
davranacakları hususunda Medine'de Müslümanlarca münakaşa edilmekte olan bir grup Müslüman hakkında nazil olduğunu belirtir(63).
Hz. Peygamber hicreti "göçebe olmayan (yerleşik) bir kimse
için felaketlerin en büyüğü" olarak tavsif eder(64). Şu halde mü'minlerin
bu felaketi göze alarak Medine'deki merkezin takviyesine koşabilmeleri için
onlar bu hususta, ziyadesiyle teşvik
edilmeli, emre uyup uymamalarına müeyyide getirilmeli idi. Kur'an ve
hadislerde, hicret etmeyenlerin imanlarının kabul edilmeyeceğine dair gelen
yukarıda kısmen kaydettiğimiz ifadeler bu maksada racidir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hicretin ehemmiyetini
zihinlere nakşetmede o kadar muvaffak
olmuştu ki, artık Ashab: "Hicret etmeyen kimseler cennete
giremeyecek" diyebiliyordu.
Diğer taraftan, bu hem meşakkatli ve hem de İslam'ın kurtarılması
gibi büyük neticeli amele bir mü'min için arzu edilen manevî mükâfaatların en
büyüğü vaadedilmişti. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) en efdal amelin ne olduğunu soran kimseye: "Şu
halde sana hicret gerekir, zira ondan daha efdal amel bilmiyorum" cevabını
verir (66). Bir başka hadiste Resulullah, (Allah katında) en büyük mükâfaatın
hicret edene verileceğini beyan eder(67).
Hicretin fazilet ve
değerini Kur'an-ı Kerim birçok ayetleriyle mü' min kalb ve gönüllerde
tesbit eder. Şu ayette faziletli ameller sayılırken, hicret, imandan sonra
zikredilir: "İman edenlerin, hicret edenlerin, Allah yolunda mallarıyla,
canlarıyla savaşanların Allah yanında derecesi çok büyüktür. Kurtuluşa (dünya
ve ahiret saadetine) erenler de işte onların ta kendileridir. Rableri onlara
rahmetini, rızasını, onlara içlerinde tükenmez ve ebedî bir naim (nimet)
bulunan cennetleri müjdeler. Onlar orada ebedî ve sermedî kalıcıdırlar. Çünkü
Allah katında muhakkak büyük ecir (ve mükâfaatlar) vardır."(68)
"İşte hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, andolsun
suçlarını örteceğim ve andolsun Allah canibinden bir mükâfaat olmak üzere,
onları altından ırmaklar akan cennetlere de sokacağım. (Daha büyük ve ) güzel
mükâfaat ise Allah'ın yanındadır."(69)
Kur'an ve hadiste gelen, hicrete teşvik hususundaki tahşidat, bu
zor ve meşakkatli ameli mü'minler nazarında son derce mergub ve aranan bir amel
haline getirmişti. Öyle ki, hicretten elde ettikleri fazilet ve üstünlük
noktasında Ashab'ın -birbirleriyle tefahur- ve münakaşalarına bile rastlarız:
Buhârî, Müslim ve diğer kitaplarda gelen bir rivayet, Hz. Ömer ile,
Habeşistan'a hicret edenlerden olan Esma Bintu Üneys arasında geçen bir hadiseyi sergiler. Rivayette belirtildiği
üzere, Hz. Ömer (radıyallahu anh) bir defasında Esma'ya: "Biz hicret
meselesinde sizden öndeyiz ve (bu sebeple)
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) nezdinde sizden daha efdaliz"
demişti. Hz. Esma da bunun aksini iddia
ederek kendilerinin (yani Habeşistan muhacirlerinin) daha önde ve daha efdal
olduklarını iddia etti. Münakaşa ilerleyince meseleyi Hz. Peygamber'e vaz
ederler. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) anlaşmazlığı Hz. Esma (radıyallahu
anhâ) lehine çözer: "Sizden, sadece bir hicret (Mekke'den Medine'ye) yapan
birisi benim nazarımda , iki hicret
(Mekke'den Habeşistan'a, Habeşistan'dan
da Medine'ye) yapan birisinden daha
efdal olamaz." Bu cevap, Habeşistan muhacirleri arasında büyük bir
sevinç ve memnuniyet hasıl eder. O kadar ki, onlar yanında Resulullah'ın bu sözü, dünyanın her şeyinden daha sevgili
olur.(70)
Hicret, böylece mü'minler
nazarında son derece değerli, son derece
arzulanan, aranan kıymetli birşey durumuna geçince, bedeviler bile, geride mal,
evlad, anne, baba, dünyalık her ne varsa hepsini terkederek "çok uzak
yerlerden" (71) "hicret şartı" üzerine biat yapmak maksadıyla,
Medine'ye, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e koşuyorlardı.(72)
Nuaym İbnu Abdillah (radıyallahu anh)'la ilgili fıkra hicretin
ehemmiyetini takdirde bir başka örnektir: "Nuaym iyilik sever bir insandı.
Kabilesinde ilk Müslüman olan kimse idi. Hicret etmek isteyince kabilesi senin
dinin ne olursa olsun biz senden razıyız diyerek onu salmadılar. Böylece ilk
iman edenlerden olduğu halde Hudeybiye'ye kadar hicret edemez.
Medine'ye geldiği zaman Resulullah fevkalâde iltifat eder,
kucaklar, öper ve: "Senin kavmin sana benimkinden hayırlı!" buyurur.
Nuaym:
"Hayır! Bilakis, senin
kavmin daha hayırlı ey Allah'ın Resulü!" der. Resulullah:
"Kavmim beni memleketimden çıkardı. Senin kavmin seni salmadı" buyurur. Fakat Nuaym'ın cevabı
cevapsız kalır:
"Ama ey Allah'ın Resulü! Senin kavmin seni Hicret'e çıkardı.
Benim kavmim beni ondan mahrum etti." (72/2)
Resulullah bu cevaba sükut eder. Aleyhissalâtu vesselâm'ın sükutu
ikrardır."
Hicretin ve hicret üzerine biatın Müslümanlar nazarında kazanmış
olduğu ehemmiyeti göstermek için, hicret üzere biatın kaldırılmış bulunduğu
Mekke Fethi'nden sonra bile, bu vasıfta biat yapabilmek için bazı Müslümanların
şefaatçilere bile başvuracak kadar ısrar
ettiklerini (73) kaydetmekte fayda var. Bunlardan birinin hikâyesi aynen şöyle:
Saffan İbnu Abdirrahman, Mekke'nin fethi günü, babasını
Resulullah, (aleyhissalâtu vesselâm)'in huzuruna çıkartarak: "Ya
Resulullah babamı hicretten mahrum etme), ona da bir nasib ayır" diye
ricada bulunur. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in: "Artık
Mekke'nin fethinden sonra hicret kalkmıştır" diye menfi cevabı üzerine Saffan,
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in kendisine karşı hürmet ve sevgi ile
dolu olduğu amcası Abbas (radıyallahu anh)'ı bularak babasının "hicretten
bir nasib" alabilmesi, muhacir vasfının manevî mükâfaatından hissemend
olabilmesi için, Resulullah nezdinde
şefaatçi olmasını rica eder. Abbas da kabul eder.
Ancak, Arabistan müşriklerinin yegâne kal'a ve istinadgâhı olan
Mekke'nin fethinden sonra İslam'ın artık takviye için muhacirlere ihtiyacı
kalmamış olması ve Müslümanların da her yerde dinlerini istedikleri gibi tatbik
edecek nüfuz ve pozisyonu elde etmiş
bulunmaları sebebiyle, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) "hicret
müessesesi"ni kaldırmaya karar vermiştir, bu sebeple ricacı olarak gelen
amcası Abbas'a cevabı menfidir ve şöyle der: "Mekke'nin fethinden sonra
hicret mümkün değildir." (74) Benzer bir talebe Mücaşi' İbnu Mes'ud da Resulullah'tan: "Hayır!
Artık seninle İslam üzere biat ederiz. Zira Fetihten sonra hicret yok"
cevabını alır(74/2).
Burada Hz.Peygamber'in ilga ettiği hicret, İslam'ın yaşanabildiği
ahalisi Müslüman olan bir beldeden bir başka Müslüman beldeye olan hicret, daha
hususi manasıyla, Resulullah'ın sağlığında Mekke ve havalisinden Medine'ye olan
hicretti. Bu hususu gerek raviler ve gerekse alimler te'yid ederler (75). Daha
umumi manada hicretin devam ettiğini açıklayacağız.[31]
Bu noktanın kavranabilmesi için, "hicret" kelimesiyle,
buraya kadar üzerinde durduğumuz, İslam tarihinde, Resulullah devrinde cereyan
eden belli bir vak'a veya vak'aları kasdetmeyeceğimizi belirtelim. Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın da buyurduğu gibi, vak'a olan hicreti, Mekke
Fethi'nin gerisinde bırakacağız. Mekke Fethi'nden sonra, hicret, artık belli
bir hâdise değil, bir mefhumdur,
manadır. Her an, her yerde, her
devirde, her gönülde, kıyamete kadar baki kalacak bir mefhum.
Öyle bir mefhum ki, -önceki izahlardan anlaşılacağı üzere-
şe'ninde ferdî planda, İslamî yaşayışı arama, umumi planda, dini takviye ve
kurtarma gibi iki mühim hakikat bulunduğu için şiddetle farz kılınarak, son
derece övülerek değer ve muhteva kazandırılmış
bir mefhum, imandan sonra en faziletli amel statüsü kazandırılmış;
ehemmiyeti zihinlere, kalp ve gönüllere
nakşedilmiş bir mefhum. Ondan bir hisse alabilmek için her çeşit dünyevî
fedakârlıkları yaptıracak kadar, araya şefaatçılar koyduracak kadar, hakkında
efdaliyet münakaşalarına ve Resul'ün hakemliğinde murafaaya tevessül edilecek
kadar mü'minin ruhuna nakşolmuş; benliğinin herbir parçasına ehemmiyeti işlenmiş bir mefhum.
İşte Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), mü'minlerin derununda
böyle mualla bir makam almış; sırça,
fildişi, elmas gibi dünyanın en kıymetli cevherlerinden inşa edilmiş
saraylarına değişilmeyecek kadar üstün
tutulmuş olan bu mefhumun, bu "hicret müessesesi"nin Mekke'nin fethiyle
yıkılmasını, mü'minin iç âleminin bu semavî, bu cennetî saraydan boşaltılmasını
istememiştir.
Bunun hem mana ve mefhum
olarak devamını, ila nihaye devamını,
hem de kendinden sonra gelecek olan mü'minlerin dahi bundan nasibdar olmalarını sağlamak için, her
sözü her devirde her mü'min kulakta aynı
değeri taşıyan, her kelamı bir nevi vahy-i İlahî olan, mübarek ağızlarından
haktan başka bir şey çıkmayan Allah elçisi şöyle tebliğ buyurdu: "Hakiki
muhacir, Allah'ın yasakladığı şeylerden kaçan, onları terk eden kimsedir."
(76) Diğer bir hadiste "Hicret ikidir, biri kötülüklerden hicret, diğeri
de Allah ve Resulü'ne hicrettir" buyrulmuştur(76/2).
Aynı mana başka
rivayetlerde daha farklı ifadelerle tebliğ ve te'yid edilmiştir:
"...Hicret kötülüğü terk etmendir." (77) "Hakiki muhacir, hata
ve günahları terk edendir." (78) "Hakiki muhacir, Allah'ın üzerine
haram kıldığı şeyleri terk edendir."(79)
Hicretin en efdalinin ne olduğunu soranlara Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın verdiği cevap da söylediklerimizi te'yid eder:
"...Rabbimin hoşlanmadığı şeyleri
terk etmendir" (80) vs.
Cenab-ı Hak'tan gelen ezelî hakikatları tebliğle muvazzaf olan
selahiyetli makamın müjdelediği bu
hicret, herkes için her zamanda mümkün ve vakidir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), "hicret"in
mefhum olarak devamını sağlamaktan başka, din açısından, gerçekten son derece
mühim olduğu halde avam-ı nas tarafından ehemmiyeti hakkıyla kavranamayacak
olan bir kısım amellerin ehemmiyetini vicdanlarda tesbit maksadıyla da değeri herkesçe
malum ve müsellem, zihinlere iyice yerleşmiş bulunan "hicret
mefhumu"ndan istifade etmiştir. Bu cümleden olarak, çeşitli ayet ve
hadislerle üzerinde ısrarla durulan "iyi niyet", "cihada
iştirak", "anne babaya iyilik" gibi birçok ameller, lisan-ı nübüvvetle "hicret"
ayarında ameller olarak ifade edilmişir.
Mesela bir hadiste: "Mekke fethinden sonra hicret yok, ancak (aynı
derecede sevap olan) cihad ve iyi niyet var. Cihada çağırıldığınız zaman (severek) koşun" (81) buyrulur
Nevevî'ninde ifade ettiği gibi, bu hadiste Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm), mesela niyeti
hicretin yerine koymakla mutlak iyiliğe niyet etmeyi teşvik etmiş
olmaktadır.(82)
Bir diğer hadiste, zor şartlar altında (fitnede) dinin her
tatbikinin bir "hicret" olduğu (83), bir diğerinde anne ve babaya îfa
edilecek hizmetin hicretten daha ehemmiyetli olduğu (84) belirtilir.
Füdeyk Ebu Beşir ez-Zebîdî (radıyallahu anh) Resulullah'a gelerek:
"Ey Allah'ın Resulü! İnsanlar zannediyorlar ki, hicret
etmeyen helak olmuştur, (bu doğru mu?)" diye sorar. Resulullah şu cevabı
verir:
"Ey Füdeyk! Namazı kı, zekatı ver, kötülüklerden hicret et,
ondan sonra yeryüzünde de dilediğin yerde otur!" (84/2).
Az önce kaydettiğimiz, Mekke Fethi'nden sonra hicretin kalktığını
ilan eden hadisin açıklaması sadedinde Tıybî (v. 743 h.) söylediklerimiz
te'yiden şunları söyler: "Hadisin manası şudur: Vatanından ayrılıp
Medine'ye gitmekten ibaret olan hicret bitmiş, yerini cihad sebebiyle ayrılmaya
bırakmıştır. Binaenaleyh cihad sebebiyle
hicret bakidir. Küfür diyarından kurtulmak, okumak için gurbete çıkmak,
fitneden kaçmak gibi bir niyetle yapılan
hicret de öyledir. Bunların hepsinde
niyet muteberdir."(85)
Görüldüğü üzere, bu çeşit rivayetlerde hicret, tarihî vak'a değil,
o vak'adan ehemmiyet ve muhteva kazanmış bir mefhumdur. Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın dini insanlara tebliğ; kalb, gönül ve fiillere
tesbitte başvurduğu vasıtalardan bir
vasıtadır, belli şartlarda gönüllerde inşa edilmiş bir müessesedir. Hicreti
konu edinen birçok hadislerin gayesi bu müesseseyi ihya ve ibkadır, dinin zindelik ve
müessiriyetini artırmada her an bu müesseseden istifade etmektir.[32]
IV.
Terbiye Metodu Olarak Hicret
Hicretin bir diğer yönü terbiyevîdir. Bu yönüyle de hicret,
ehemmiyetçe, diğer yönlerinden geri kalmaz. Yukarıda belirtilen ehemmiyetteki
hicretlerle terbiye âlemimizde; günlük hayatımızda her vakit baş başa
olduğumuzun bilinmesinde, her zaman belirtilen ehemmiyette hicretleri yapmakla
imtihan edilmekte olduğumuzun idrak edilmesinde fayda var. Hicrî 15. asrı idrak
edişimiz kutlanırken, İslam kültüründe yer etmiş bulunan hicret mefhumunun,
sadece tarihî bir vak'a olarak belli bir
takvime başlangıç noktası yapılması meselesi olarak ele alınmaması, mevzuun
böylesine kısırlaştırılmaması için, hicretin bu yönünün de belirtilmesine
ihtiyaç ve lüzum vardır.
Mevzuyu bu açıdan kavrayabilmek için, terbiyemuhit münasebetlerini
belirtmemizde fayda var. Şunu hemen kaydedelim ki, fertlerde şahsiyeti inşa
eden unsur ve amillerin başında içtimâî muhit gelir. Batıda, yakın zamana
kadar, zengin aile çocuklarının fakir aile çocuklarına nazaran fıtraten daha
zeki, daha kabiliyetli oldukları kabul edilir, hayattaki başarılı durumları
bununla izah edilirdi. Bugünün batılı
terbiyecileri, bu fikirden vazgeçmişlerdir. Onlara göre, zengin
aileleri, çocuklarına doğumlarının ilk günlerinden itibaren sağladıkları maddî
ve manevî imkanlar, çocuklarda mevcut fıtrî kaabiliyetlerin daha iyi
gelişmesini sağlamaktadır (86). İşte bu haldir ki, asırlarca batı efkâr-ı
umumiyesini aldatabilmiştir.
Artık bugün, gerek Doğulu, gerek Batılı bütün terbiyeciler,
çocuğun gelişmesinde; kişinin iyi veya kötü, kâmil veya nakıs bir şahsiyeti
kazanmasında en başta ailevî şartlar olmak üzere, muhitin kesin rolünü kabul
etmektedir(87). Hiç kimse gayr-ı ilmîlik ve gayr-i ciddilik ithamına maruz
kalmayı göze almadan aksini iddia edemez.
Hatta, toptan çevre şartlarını ele almadan her çeşit içtimâî ve
kültürel değişimi okullar vasıtasıyla, okullarda istenen programı tatbik etmek
suretiyle gerçekleştireceğine inanan acemi, yarı cahil, mütefelsif
inkılabcılar, hatalarını, teşebbüslerinin kültürel tahrip ve fiyasko ile
neticelendiğini gördükleri vakit anlarlar, fakat tashih veya ıslah için vakit
çok geçmiş olur. Cezayirli mütefekkir Malik İbnu Nebi, bu hususta şunları söyler:
"Ferd içtimâî vasıflarını mektepten almış olduğu formasyona değil,
muhitine has şartlara borçludur. Kültür, mekteple ilgili bir hâdise olmaktan
çok, muhite bağlı bir hâdisedir... Muhit kültürel değerlerin kalıbıdır...
Mektep kültürün bir unsurudur, fakat kültür problemini mektebin halledeceği
düşünülecek olursa, onun fonksiyonu hususunda aldanılmış olur."(88)
Burada maksadımız, mektebin kültürel ve medenî hayattaki
yerini tahlilden ziyade, muhitin terbiye
nokta-i nazarından ehemmiyetine dikkat çekmek, ferd üzerinde muhitten gelen ve ferdî iradeyle
yenilmesi hemen hemen mümkün olmayan birtakım emrivakilerin olduğuna dikkat
çekmektir. Bu mühim noktayı belirtmede Üstad Bediüzzaman'ın görüşlerine de
burada temas etmeden geçemeyeceğiz. Birçok vesilelerle muhitin kişi üzerindeki
tesirlerine temas eden Bediüzzaman, bu meseleyi en güzel, en cami bir tarz ve
vüs'atte içtihadla ilgili Yirmi yedinci Söz'de beyan eder. Sözkonusu risalede
"İçtihad kapısı açık olmakla beraber oraya girmeye bazı maniler var"
görüşünü izah sadedinde, büyük müçtehidlerin yetiştiği selef devrinde, içtihada
kaabiliyetli olan kimselerin, o zamanki "içtimaiyat-ı insaniye ve
medeniyet-i beşeriye"nin tesiriyle çabuk parladığını söyler ve devamla der
ki: "İşte o zamanda; zihinler, kalbler, ruhlar bütün kuvvetleriyle yerler
ve gökler Rabbinin marziyyatını anlamağa müteveccih olduğundan içtimaiyat-ı
beşeriyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatları, ahvalleri ona bakıyordu. Ona
göre cereyan ettiğinden her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve
fıtratı, şuursuz olarak herşeyden bir ders-i marifet alır. O zamanda cereyan
eden ahval ve vukuat ve muhaverattan taallüm ediyordu. Güya herbir şey, ona bir
muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına içtihada bir istidad izharını
telkin ediyordu..."
Muhitin tesiriyle alâkalı
tahliline devam eden Üstad, bu zamanda "Medeniyet-i Avrupa'nın
tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyyenin tasallutuyla, şerait-i hayat-ı dünyevînin
ağırlaşmasıyla" başlamış olan muhitten ferdin aldığı tesirlerin, içtihada
olan kaabileyetini gerileteceğini açıklayarak, Süfyan İbnu Uyeyne'yi misal
verir: "İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi, dört yaşında Kur'an'ı
hıfzedip, alimlerle mübahese eden Süfyan İbn-i Uyeyne olan bir müçtehidin
zekasında bulunsa, Süfyan'ın içtihadı kazandığı zamana nisbeten, on defa daha
fazla zamana muhtaçtır. Süfyan, on senede içtihadı tahsil etmiş ise, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil
edebilsin" der.(89).
Bu ifadelerden, muhitin, kişinin şahsiyeti üzerindeki te'sirinin
ağırlık ve miktarı meselesinde Bediüzzaman'ın yüzde doksan gibi büyük bir payı
muhite ayırdığı sonucunu çıkarabiliriz.
Şu halde alimlerin ittifakla ifade ettikleri husus şudur: İnsan,
içinde bulunduğu, yaşadığı muhite tabidir. İyi muhitten iyi, kötü muhitten de
kötü tesirler alacaktır.
İşte, insan fıtratına hakim olan bu hakikatten dolayıdır ki,
birçok dinî nasslar mü'minin, herşeyden önce, Müslüman bir muhitte yaşamasını
emretmekte, gayr-i müslim bir muhitte yaşamaktan men etmektedir. Vazedilen
ölçüye göre, mü'min, müşrikten "ateşleri
birbirini görmeyecek kadar" uzak evlerde ikamet etmelidir. Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm): "Ben ateşleri birbirini görecek kadar
müşriklerin arasında ikamet eden bir Müslümana (yardım etmek) (90)ten
beriyim"(91) buyurur. Hadisin şarihlerinden Hattâbî (92), İbnu'l-Esir
(93), Sindî ve Süyûtî (94) ittifakla bir Müslümanın evini, müşriklerden uzak
tutması gerektiğini böyle davranmanın ona bir vecibe olduğunu
belirtirler.
İbnu'l-Esir, sebep olarak müşriklerde ahde vefa ve emniyet
olmadığını söylerse de, bizim açımızdan tatmin edici bir izah değildir. Çeşitli
tedbirlerle onların ahd u emanı, kâmil manada gerçekleştirilse, garanti edilse
bile, meselenin terbiyevî yönü halledilemez, terbiye için şart olan salih muhit
kazanılamaz. Muhitin salih olma şartlarından biri Müslüman olmasıdır.
Hattâbî, bu hadisten, "bir Müslümanın ticaret maksadıyla
dar-ı harbe gidip dört günden fazla orada ikamet etmesinin mekruh
olduğu" hükmünü çıkarır.
Hattâbî'nin rakam da vermesi, bu konudaki keraheti vurgulamaya raci olsa gerektir. Zira
Münavî'nin de belirttiği üzere (95) bu ve benzeri hadisler kafirden akrabası
olanı sıla-i rahimden men etmediği gibi, (uzun müddet ikamet olmadığı takdirde)
ticaret, alışveriş gibi dünyevî işler için onlarla münasebetten de men etmiyor.
İbnu'l-Hacc el-Malikî, kâfir diyarına seyahat yasağını,
"el-İslamu ya'lu vela yu'la aleyhi" yani "İslam daima galebe
çalar, ona galib olunamaz" hadisinden çıkarır ve: "Eğer onların
diyarına gidecek olursa, orada onların sözleri üstün olduğundan Müslüman seyyahın
sözü kısık kalır, bu sebeple yasaklanmıştır" der(96).
Küfür diyarında bulunmakla alâkalı olarak ifade edilen tahdid ve
kerahetin çeşitli yönleri olmakla beraber, bizim burada tebarüz ettirmek
istediğimiz en mühim yönü terbiyevîdir. İslam
dini sözkonusu keraheti muhitin ferd üzerinde, ferde rağmen icra edeceği telkin gücünü
nazar-ı itibara alarak vazetmiştir. Öyle ise, mü'min muhitten gelecek
te'sirler, dini yaşayış ve tefekkürüne tesir edecek bir müddete ulaşmadan
yabancı muhitten ayrılmalıdır. İkamette bu sınırı aşan bir kimse: "Kim müşrikle bir olur, (yani
muvafakat, refakat, onunla beraber yürüme)(97) ve (onun diyarında)(98) onunla
ikamet ederse, aynen müşrik gibi olur" (99) hadisinin tehdidine hedef
olur. Böyle bir durumda ona orayı terk, yani hicret terettüp eder.
Yukarıda Kur'an'dan kaydetmiş bulunduğumuz ayet, bu çeşit hicreti
yapmamaktan herkesi mesul tutmaktadır: "Nefislerine zulmedenler oldukları
halde, meleklerin canlarını aldığı kimselere melekler şöyle derler: "Ne
işte idiniz?" "Biz yeryüzünde
zaif kimselerdendik, hicret etmekten acizdik" derler. Melekler de
"Allah'ın arzı geniş değil miydi, siz de oraya hicret etseydiniz ya"
derler."
Bu çeşit hicretin, "tevbeler kabul edilmeye devam ettiği
(yani güneşin batıdan doğması gibi kıyametin büyük alâmeti zuhur etmediği) müddetçe" (100)
"küffarla savaş edildiği müddetçe" (101) baki kalacağını Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) beyan eder.
İçtimâî muhitin kötülüğü elle, dille değiştirilmediği gibi, kalbî
buğuzla da tesirinden kurtulamayacak kadar icbarî bir durum aldığı takdirde
Müslümanın yapması gereken bu hicrete de aynen Resulullah devrinde yapılan
hicret gibi ehemmiyet verilmiş, teşvik edilmiştir: "Her kim Allah yolunda
hicret ederse, yeryüzünde gidecek çok yer ve genişlik bulur. Kim Allah'a ve
Resulü'ne itaatle hicret ederek evinden çıkar da sonra kendisine ölüm
yetişirse, onun ecri gerçekten Allah'a düşmüştür. Allah çok bağışlayıcı, çok
esirgeyicidir." (102) Hz. Peygamber'in: "Hicret, Allah'ın yasakladığı
şeyi... Allah'ın hoşlanmadığı şeyi... Allah'ın haram kıldığı şeyi
terketmektir" gibi ifadeleri terbiyevî maksatla yapılacak bu hicretleri
ifade eder.
Terbiyevî şartları haiz olmayan gayr-i salih içtimâî muhiti
behemahal terketmekle ilgili olarak Kur'an-ı Kerim'de Yahudilerin Mısır'dan çıkış
hikâyesini (103) kavimlerinin küfründen
dolayı onları terkederek mağaraya giren (104) Ashab-ı Kehf hikâyesini (105)
görüyoruz. İbnu Haldun, Yahudilerle ilgili hikâyede, onların Mısır'dan
çıktıktan sonra, Filistin'e geldikleri zaman, Hz. Musa'nın oradaki yerlilerle
harbetme teklifine: "Ey Musa, o
zalimler orada iken biz hiçbir zaman oraya giremeyiz. Artık sen ve rabbin
beraber gidin de ikiniz harbedin, biz
mutlaka burada oturucularız" (106) diye vaki itirazlarını, uzun zaman
Mısır'da köle olarak yaşadıkları için şecaat, cesaret ve hamiyetlerini yitirmiş
olmalarıyla izah eder. Onları, bu itirazına karşı Cenab-ı Hakk'ın
cezalandırarak 40 yıl çölde "başıboş, şaşkın şaşkın dolaştırma"
hadisesini de mevzumuz bakımından mühim bir izaha tabi tutar. Der ki: "Allah,
onları başıboş oldukları yerde dönüp durmakla cezalandırdı. Mısır'la Şam arasındaki çölde kırk yıl dolaştılar. Bu
esnada ne bir medenî beldeye (umran), ne de bir şehre uğradılar. Kur'an'ın
anlattığı üzere Şam bölgesinde yaşayan Amalika ve Mısır'da yaşayan Kıbtîlerin
kabalık ve sertliğinden dolayı başka insanlarla da karşılaşmadılar. Bu şaşkın
dolaşmanın hikmeti ve maksadı, uzun müddet Mısır'da zillet, zulüm ve eziklik
içinde yaşadığı için hamiyyeti gitmiş, tezellül
ve meskenet kendine huy haline gelmiş olan eski neslin yok olup, onun yerine
çölün hür havasında yetişen, tahakküm ve kahır çekmemiş izzet-i nefs ve
hamiyyet sahibi yeni bir nesil yetişmesidir. Bundan anlarsın ki, kırk yıl bir neslin
gidip, yeni bir neslin gelmesi için zaruri olan asgarî müddettir."(107).
Bugün içtimâî intibakta zorluk çeken çocuklara tatbik edilen ve
uygulanmasında ya çocuğu daha elverişli bir muhite götürmek veya aile, okul, yakın çevre gibi çocuğun temas ettiği
çevreyi uygun hale getirmek şıklarından birine başvurulan, "çevre
terapisi"ni (108) andıran bu duruma Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in hadislerinde de enteresan misallere rastlarız. Başta Buhârî,
Müslim olmak üzere, hadis kitaplarında (109) çeşitli vecihleriyle gelen bir
hadiste Hz. Peygamber: "Sizden önce yaşayanlar arasında bir adam vardı, 99
kişi öldürdü..." diye hikâyeye başladıktan sonra bu adamın, bir gün
yaptıklarından pişman olarak tevbe imkanı aradığını, tavsiye üzerine danışmak
için gittiği birinci rahibin: "Buna
tevbe mi olur!" cevabı üzerine onu da öldürdüğünü, adamcağızın
soruşturmaya devam ettiğini ve kendisine, başvurmak üzere bir başka alim
tavsiye edildiğini..." anlatır. Mevzumuz yönünden önemli olan, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bu ikinci adamın ağzından naklen söylemiş
olduğu sözlerdir. İbnu Mace'deki veçhinde aynen şöyle: "Bak hele! Seninle
tebven arasına kim girebilir? (Ancak), yaşamakta olduğun bu habis köyden
çıkacaksın, zira seni bu cinayetlere
iten, köyün bozulmuş içtimâî şartlarıdır, oranın kötü ortamıdır (110).
Falanca köye gideceksin, o salih bir köydür. Orada Rabbine ibadet et." Müslim'deki
veçhinde: "...Falanca yere git, zira orada Allah'a ibadet eden insanlar
yaşıyor, onlarla sen de ibadet et. Artık bir daha kendi beldene dönme, zira
orası kötü bir yerdir" denmektedir.
Son olarak şunu belirtelim ki,
terbiyevî endişeyle hicret edilmesi gereken içtimâî muhit tabiri içtimâî
halkaların hepsini ifade eder. Yani, bu gayr-i salih muhit aile muhiti olabilir, arkadaş muhiti
olabilir, meslektaşlar muhiti olabilir,
komşular muhiti olabilir, köy, şehir veya en geniş şekliyle cemiyet muhiti olabilir. Şu halde
dinin hicret emri hepsine şamildir.
Nitekim Hz. Peygamber: "Kişi dostunun dini üzerinedir, öyle
ise her biriniz, dost edindiği kimselere dikkat etsin" (111) diye arkadaş
meselesine dikkat çekerken, Kur'an-ı Kerim de kesin bir üslubla bu meseleyi
nazara verir: "Mü'minler, mü'minlerden ayrılıp kâfirleri dost
edinmesin. Bunu her kim yaparsa Allah'la ilişiği kesilmiş olur."(112)
Bu içtimâî muhitlerden en mühimi, her çeşit içtimâî müessese ve
diğer içtimâî halkaların hepsini kuşatan cemiyet muhitidir. İmam-ı Malik:
"Münkerlerin açıkça işlendiği yerden göçmek gerekir. Eğer kötülükler gizli
olursa sadece işleyene zarar verir, aleniyet kesbeder de bertaraf edilmezse herkese
zarar verir" demektedir(113). [33]
Söylediklerimizi şöyle hülasa edebiliriz: Hicret, tarihî bir vak'a
olarak, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in tebliğ vetiresi içerisinde
başvurulan bir safhadır. Topyekun harp taktiğidir. Şartların, düşmandan gelen
tehdid ve tehlikeyi sabırla bertaraf edilemeyecek kadar kötüleştiği, dini
yaşama imkânı kalmadığı anda başvurulmuştur. Hicret kötü şartlardan kaçış
değil, dini yaşatacak şartların aranışıdır. Taktik olarak tahammülü mümkün
olmayan kötü şartların sabrıdır,
cihadıdır. Bu açıdan sabır, hicret ve cihad birbirini tamamlayan İslamî intişar
vetiresinin halkalarıdır.
Hicret mefhumunun tarihî vak'a
yönünden ehemmiyetinin büyüklüğü, mü'minlerin zihinlerinde ona müstesna
bir mevki kazandırmıştı. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) tebliğ ve
terbiyede bundan istifade maksadıyla: "Hakiki hicret kötülükleri terk
etmektir" demiş, dinin övdüğü mühim amelleri yapmanın bir nevi hicret
olacağını hatırlatmıştır.
Şu halde mü'minin önünde, dudaklarından sadece hak kelam çıkan
Fahr-i Âlem (aleyhissalâtu vesselâm)'in "amellerin en üstünü" olarak
müjdelediği hicreti hergün yapma imkânı vardır. 15. hicrî asra girerken bunun
şuuruna ermek ve başkalarını da erdirmek vazife olsa gerektir.[34]
KAYNAKLAR
1. İsfehani, Ebu'l-Kasım el-Hüseyn ibnu Muhammed er-Rağıb (v.
502),
el-Müfredat Fi Garibi'l-Kur'an, Mısır 1961, s. 53.2.
Bak. Taberi, Muhammed İbnu Cerir (v. 310),
Tarihu'l-Mülûk, ve'l-Umem
Mektebetu Hayyat, Beyrut, tarihsiz (ofset), 2, 252,
Hakim Ebu Abdi'l-İlah, en-Neysaburi (v. 405),
el-Müstedrek Ala's-Sahibeyn, Haydarabad, Deken, 1335 (baskısından
ofset), Beyrut 3, 14;
Buharî, Menakıbu'l-Ensar 48.3.
Kur'an, Maide 3.4. Taberi, a.g.e., 2, 252.5.
Aynı eser, aynı sayfa.6. İbnu Hişam, Ebu Muhammed Abdü'l-Melik (v.
218),
es Siretü'n-Nebeviyye, Mısır 1955, 1-2, 289, 408-409.7. A.e. 1-2,
318;
Taberi, a.g.e., 2, 224.8.
İbnu Hişam, a.g.e., 1-2, 291;
İbnu Sa'd, Ebu Abdillah Muhammed (v. 230),
Tabakatu'l-Kübra, Beyrut, 1960, 1,211.9.
İbnu Hişam, a.g.e., 1-2, 291;
Buhari es-Sahih, Kahire
1313 (baskısından ofset), 1958;
Taberi a.g.e., 2, 223-24.10.
İbnu Sa'd, a.g.e., 1, 208;
Taberi, 2, 22511.
İbnu Hişam, 1-2, 318, 320.12. Bak. Taberi, a.e.g., 2, 229; İbnu
Hişam a.g.e., 1-2, 317-321.13. İbnu Hişam 1-2, 320.
14. Kur'an, el-Asr 3.15. Kur'an, Zümer, 10.16. Kur'an, Rum 6.17.
Kur'an, Mearic 5.18. Kur'an, Müddessir 7.19. Kur'an, el-Enbiya 85-86.20. İbnu
Hişam,a.g.e., 1-2, 406.21. A.e., 1-2, 320.22. İbnu'l-Esir, İzzü'd-Din
Ebu'l-Hasen Ali İbnu Muhammed el-Cezerî
(v. 630), Üsdü'l-Gabe Fî Ma'rifeti's-Sahabe, Kahire, 1970, 4, 201.23. Ahmed
İbnu Hanbel (v. 241) Müsnedu Ahmed, Kahire, 1313 (baskısından ofset), Beyrut,
tarihsiz, 4, 385.24. Müslim, Ebu'l-Hüseyn Müslim İbnu'l-Hacc el-Kuşeyrî (v.
261). Sahihu Müslim, Kahire, 1955, Taharet 1,25. Nevevî, Muhyi'd-Din Ebu
Zekeriyya Yahya (v. 677), Şerhu Müslim, Mısır, Tarihsiz, 3, 101.26. Buhari,
a.g.e., Menakıbu'l-Ensar 63, 29 (5, 56,57); Ebu Davud, Süleyman İbnu'l-Eş'as
es-Sicistanî el-Ezdî (v. 202), Sünenü Ebi Davud, Daru
İhyaı's-Sünneti'n-Nebeviyye, Tarihsiz, Cihad 106 (3, 47).27. Kur'an, Ahkaf
35.28. Taberi, a.g.e., 416.29. Kur'an, Hacc 39-40.30. Taberi, a.g.e., 2, 224;
İbnu Hişam 1-2, 291-92.31. Taberi, a.g.e., 2, 224.32. Toynbee, Arnold J.
L'Histoire (Fransızcaya çeviren: Elisabeth Julia), Gallimard, Paris 1951, p.
164.32. 2. A.e.g. p. 104.33. A.e., p. 158.34. Buhari, a.e., Megazî 53. (5,
194).35. İbnu Hişam, a.g.e., 1-2, 467.35-2. İbnu'l-Esir, Usdü'l-Gabe 2,
168.35-3. A.e., 3, 164.35-4. A.e. 3, 179.35-5. A.e., 3, 62.36. Kur'an, Nisa
97.37. Kur'an, Nisa 100.38. Kur'an, Nisa
75.39- İbnu Sa'd, a.g.e., 3, 242-43; İbnu'l-Esir, a.g.e., 1, 74; İbnu
Abdi'l-Berr, Ebu Ömer Yusuf (v. 463),
e-İsti'ab Fî Ma'rifeti'l-Ashab, Kahire 1328 (baskısından ofset), 1, 108.
40. Taberi, a.g.e., 2, 222; İbnu
Hişam, 1-2, 322.41. Taberi, a.g.e., 2, 222; İbnu Hişam, 1-2, 321.42. Taberi, a.g.e., 2,
229.43. İbnu Sa'd, a.g.e., 1, 211.44.
İbnu Sa'd a.g.e., 1, 211-12; Taberi, a.g.e., 2, 229-30.
45. İbnu Hişam, a.g.e., 1-2, 342.46. bak. Ebu Bekr İbnu'l-Arabi
(v. 543), Ahkamu'l-Kur'an, Kahire, 1968, 3, 1295-96; İbnu Kesir İmadü'ddin
Ebu'l-Fida İsmail (v. 774), Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim, Beyrut, 1966, 4,
648-49.47. Bak, Suyuti, Celalü'd-Din Abdurrahman Ebu Bekr (v. 911) Tefsiru
Celaleyn, Dımeşk, 1378, s. 438; Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili Türkçe
Tefsir, İkinci Baskı, İstanbul, 1960, 5. 3379.48. İbnu Kesir, ag.e., 4, 648.49.
Kur'an, Hacc 39-40.50. Kur'an, Bakara
190-91.51. Bak. İbnu Kesir, a.g.e., 1, 400-401.52. İbnu Kesir, a.g.e., 1, 400.53. Kur'an, Muhammed
4,54. Kur'an, Tahrim 9.55. Kur'an, Tevbe 5.56. Kur'an, Tevbe 29.57. Kur'an,
Enfal 39.58. Malik İbnu Enes (v. 179), el-Muvatta, Mısır 1951, Medine 18, 19
(2, 204); İbnu Hişam, a.g.e., 3-4, 356.59. Hamidullah Muhammed, İslam
Peygamberi, Tercüme: Said Mutlu, İstanbul 1966, 1, 286-293.60. İbnu Hacer
el-Askalanî (v. 852), Selamet Yolları, Tercüme: Ahmed Davudoğlu, Sönmez
Neşriyat, İstanbul, 1972, 4, 94.61. Kur'an, Enfal 72.62. Kur'an, Nisa 89.63.
İbnu Kesir, a.g.e., 2, 352.64. Nesâî,
Ebu Abdirrahman Ahmed İbnu Ali İbni Şuayb (v. 303). Sünenün-Nesâî (el-Mücteba),
Kahire, 1930 (Suyuti'nin şerhi ve Sindi'nin Haşiyesi ile birlikte), Bey'at 12
(7, 144).65. A.e., Bey'at 15 (7, 146).66. A.e., Bey'at 12 (7, 144).67. Nesai,
Bey'at 12 (7, 144); Müsned-ü Ahmed, 2, 160, 191.68. Kur'an, Tevbe 20, 22; Bak
Kur'an, Enfal 72, 75; en-Nahl 41, 110.69. Kur'an, Al-i İmran 195.70. Buhari,
a.g.e., Megâzî 38 (5, 174-175); Müslim, Fedailu's-Sahabe 169.71. Nesâî, a.g.e.,
Bey'at 12 (7, 144).72. A.e. Bey'at 10-11 (7, 143); Müslim, İmaret 87; Müsned-u
Ahmed 2, 160.72-2.Usdü'l-Gabe, a.g.e., 5, 346.
73. Nesai, Bey'at 15; Buhari, Megazi 53 (5, 193); Müslim, İmaret
83-87.74. İbnu Mace, Ebu Abdillah Muhammed İbnu Yezid el-Kazvini (v. 275).
Sünenü İbnu Mace, Kahire, 1952; Keffarat 12; Üsdü'l-Gabe,a.g.e., 3, 280.74-2.
A.e., 5, 61.75. Bkz. İbnu Mace, Keffarat 12; Nevevî, Şerhu Müslim 13, 8; İbnu
Hacer, Fethu'l-Bari, Mısır, 1959, 8, 229.76. Buhari, İman 4 (1, 9),Rikak 26 (8,
127); Nesaî, İman 9, (8, 105).76-2. Usdü'l-Gabe, a.g.e., 4, 185.77. Müsnedü
Ahmed 4, 114.78. İbnu Mace, Fiten 2, (2, 1298).
79. Müsnedu Ahmed 3, 412; Ebu Davud, Vitr 12 (2, 69).80. Müsnedu
Ahmed 2, 160, 191; 3, 391; 4, 385.81. Müslim, İmaret 85.82. Nevevî, Şerhu
Müslim, 13, 8.83. Müslim, Fiten 130,84. Nesai, Bey'at 10 (7, 143).84-2.
Üsdü'l-Gabe a.g.e., 4, 351.85. İbnu Hacer, Selamet Yolları 4, 95.86. Mialaret,
Gaston Introduction a'la Pedagogie, PUF, Paris, 1967, p. 37.87. Bak. Cahız Ebu
Osman Amr İbnu Bahr (v. 250), Kitabu'l-Hayevan, Beyrut, 1969, 4, 71; 5, 370; 7,
100; Maverdi Eb'l-Hasen Ali ibnu Muhammed (v. 450), Edebu'd-Dünya ve'd-Din İstanbul 1299, s. 188; İbrahim Hakkı
Erzurumi (v. 1194), Marifetname, İstanbul, 1330, s. 95-96; Kınalızade Ali
Efendi, Ahlak-ı Alaî (v. 980), Bulak, 1248, 2, 46; Spengler, Oswald, İnsan ve
Teknik, Tercüme; Kamil Turan, Ankara 1973, s. 80.88. Malik İbnu Nebi,
Perspectives Algeriennes Cezair, 1964, p. 41, 43.89. Bediüzzaman Said Nursi,
Sözler, İstanbul 1962, s. 471.90.Sindî, Ebu'l-Hazen Muhammed İbnu Abdil Hadi
(v. 1138), Haşiyetu's-Sindi Ala'n-Nesaî, Mısır, 1349, 8, 36.91. Nesai, Kasame
25 (8, 36); Ebu Davud, Cihad 104, (3, 45).92. Hattabi, Ebu Süleyman Ahmed İbnu
Muhammed (v. 388), Mealimu's-Sünen, Haleb, 1932, 2, 272.93. İbnu'l-Esir,
Mecdü'd-Din Seadat el-Mübarek İbnu Muhammed el-Cezeri (v. 606), en-Nihaye Fi
Garibi'l-Hadis, Kahire 1963, 2, 117.94. Suyuti, Zehrü'r-Rüba (Şerhu'n-Nesai),
Sünenü Nesâî ile birlikte basılmıştır, 8, 36.95. Münavi, Şemsü'd, -Din Muhammed
Zeynü'd-Din Abdurrauf (v. 1031), Feyzu'l-Kadir Şerhu'l-Cami'us-Sağir, Beyrut,
1972 (Ofset, 6, 112).96. İbnu'l-Hacc el-Maliki Ebu Abdillah Muhammed İbnu Muhammed (v. 737) el-Medhal,
basıldığı yer meçhul, 1293, 3, 105.97. Azimabadi, Ebu't-Tayyib Muhammed
Şemsü'l-Hakk, Avnu'l-Mabud, Medine, 1968, 7, 478.98. Münavi, a.g.e., 6, 109.99.
Ebu Davud, Cihad 174 (3, 89).100. Müsnedü Ahmed 1, 192; 4, 62; Ebu Davud, Cihad
2, (3, 3).101. Nesai, Bey'at 15 (7, 146).102. Kur'an, Nisa 100.103. Kur'an,
Maide 20.104. Kur'an, Kehf 16,105. Kur'an, Kehf 9-26.106. Kur'an, Maide 24.
107. İbnu Haldun Abdurrahman (v. 808), el-Mukaddime, Beyrut,
tarihsiz, s. 141-142.108. Çağlar, Doğan, Uyumsuz Çocuklar ve Eğitimi. A.Ü.
Eğitim Fakültesi yayını, Ankara, 1974. s. 218.109. Buhari, Enbiya 54; Müslim,
Tevbe 46-47; İbnu Mace, Diyat 2, Müsnedü Ahmed 3, 20.110. Parantez içindeki
sözler tarafımızdan konmuştur.111. Hakim, el-Müstedrek, 4, 171; Ebu Davud, Edeb
18.112. Kur'an, Al-i İmran 28,113. İbnu Ma'n ed-Dürrî Hüseyn İbnu Fahri'd-Din
(v. 1109), Temyiz, Yzm. Damad İbrahim Paşa, Nu. 945, Varak 220/a.
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/192.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/192-197.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/199-200.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/200.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/200-201.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/201.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/202.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/202.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/202-203.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/203-204.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/204-205.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/205.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/205-206.
[14] Zamanla ilgili tâbirlerin
târifleri, İsfehânî'nin Müfredâtu'l-Kur'ân'ından alınmıştır.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/206.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/206.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/206-208.
[18] Tevbe 37. Bu âyet, günümüzde de, meselâ
Ramazan aynı devamlı kış mevsimine almayı teklif edenlere cevap olmaktadır.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/208-210.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/210.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/210-211.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/211.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/211.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/211-212.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/212.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/212-213.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/213-215.
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/215-217.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/217-220.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/220-222.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/222-226.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/226-228.
[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/228-233.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/234.