HİLAFET VE İMAMETLE İLGİLİ BÖLÜM
İMAMLIĞI VE EMİRLİĞİ SAHİH OLANLAR
İMAM VE EMİRE İTAATİN VACİB OLUŞU
TEFRİKA ÇIKARACAK ŞEYLERDEN KAÇINMAK:
İMAMLARIN VE EMİRLERİN YARDIMCILARI
HÜLAFÂ-İ RAŞİDÎN VE ONLARIN SEÇİMLERİ
HADİSTEN ÇIKARILAN BAZI HÜKÜMLER
HADİSİN İFADE ETTİGİ FAYDALAR:
Bu bölümde iki bâb vardır.
BİRİNCİ BÂB
HİLAFET VE İMAMETİN AHKÂMI
(Bu bâb 6 fasıldır)
*
BİRİNCİ FASIL
İMAMLAR KUREYŞ'TENDİR
*
İKİNCİ FASIL
İMAMLIGI, EMİRLİGİ SAHİH OLANLAR
*
ÜÇÜNCÜ FASILİMAM VE EMİRİN VAZİFELERİ
*
DÖRDÜNCÜ FASIL
EMÎR OLMANIN KÖTÜLÜGÜ
*
BEŞİNCİ FASIL
İMAMA VE EMÎRE İTAATİN GEREGİ
*
ALTINCI FASIL
İMAMLARIN VE EMÎRLERİN YARDIMCILARI
*
İKİNCİ BÂB
HULEFÂU'R-RAŞİDÎN VE ONLARA BİAT ŞEKİLLERİ
İslâm
dini devlet dinidir. Bu sebeple devlet hayatını ilgilendiren bütün
müesseselerin İslam'da yeri vardır. Onlardan her birine, devlet hayatındaki
ehemmiyeti nisbetinde yer vermiştir. Hayatî önem taşıyanlara ağırlık olarak yer
verir.
İmamet,
yani devlet reisliği meselesi bir milletin siyasî hayatının merkezinde yer alır.
Bu sebeple İslâm dini, konuya fazlaca yer vermiş. İmamda aranacak vasıflardan,
seçimine, azline, itaat, isyan bahislerine kadar hatıra gelebilecek her hususta
esaslar, prensipler, hükümler koymuştur. Bunlar nazarî olarak işlenmekten başka
çeşitli şekilleriyle tarih boyunca tatbik de edilmiş, ayrıca hukukşinaslar
tarafından teşriata, kodifikasyona da tâbi tutulmuşlar ve madde madde kodifiye
edilmişlerdir.
İmamet
konusuna giren mühim meselelere daha önce
temas ettik, burada tekrar etmeksizin
mevzu üzerine kitabın yer verdiği hadislere geçiyoruz. [1]
ـ1ـ عن جابر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسولُ
اللّهِ #:
النَّاسُ
تَبَعٌ
لِقُرَيْشٍ
في الخَيْرِ
والشَّرِّ[.
أخرجه مسلم .
1. (1705)- Hz. Câbir (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: "İnsanlar
hayırda da şerde de Kureyş'e tâbidir." [Müslim, İmâret 3, (1819).][2]
ـ2ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قال
رَسُولُ
اللّهِ #
النَّاسُ
تَبَعٌ
لِقُرَيْشٍ
في هذا
الشَّأنِ،
مُسْلِمُهُمْ
تَبَعٌ
لِمُسْلِمِهِمْ،
وَكَافِرُهُمْ
تَبَعٌ
لِكَافِرِهِمْ.
النَّاسُ
مَعَادِنُ،
خِيَارُهُمْ
في
الجَاهِلِيَّةِ
حِيَارُهُمْ
في ا“سْمِ
إذَا
فَقُهُوا،
وَتَجِدُونَ
مِنْ خِيَارِ
النَّاسِ
أشَدَّ
النَّاسِ كَرَاهَةً
لهذَا الشَّأنِ
حَتَّى
يَقَعَ
فِيهِ[. أخرجه
الشيخان .
2. (1706)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"İnsanlar bu işte Kureyş'e tâbidirler. Müslümanları Müslüman olanlarına,
kafirleri kafir olanlarına tâbidirler. İnsanlar madenler gibidir. Cahiliyede
hayırlı olanlar fıkhı öğrenirlerse İslam'da da hayırlıdırlar. Bu işe en çok
nefret edenleri insanların en hayırlısı bulacaksın. Onlar (rızaları hilâfına)
içine düşmedikçe buna tâlib olmazlar." [Buhârî, Menâkıb 1; Müslim, İmâret
2, (1818).][3]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadislerde geçen iş
(ş'en)'den murad emîrlik ve hilafettir. Emîrlik idarecilik, valilik, devlet
reisliği gibi mânalara gelir. Hilâfet daha ziyade Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in mânevî şahsının temsilciliğidir.
2- Kureyş, Mekke'de yaşayan
Araplardır. Bunlar İslâm'dan önceki dönemden
beri diğer Araplara nazaran itibarli ve nüfuzlu idiler. Birçok yönden
üstünlükleri kabul edilmişti. Mekke'de
ikamet edip, ataları Hz. İbrahim'den kalma mukaddes bina Kâbe'yi himaye
etmeleri, hacca bağlı olarak Kâbe ile ilgili birçok hizmetleri îfa etmeleri,
diğer Araplar arasında sağladıkları üstünlüğe yeterli bir sebep idi. Kaldı ki,
bunların, bizzat Kur'an-ı Kerim'de yer verilen (Kureyş sûresi) ticârî
hayatları, komşu ülkelerle sıkı bağlar kurmalarına, bu sâyede sâdece maddî
yönden değil, kültür, görgü, tecrübe ve bilgi gibi mânevî yönden de
zenginleşmelerine yol açmıştı. Onların câhiliye devrindeki üstünlüklerine bütün
bu durumlarının müessir olduğu söylenebilir. Hadiste geçen "İnsanların
kâfirleri Kureyş'in kâfirlerine tâbidir" ifadesi, cahiliye devrindeki
durumlarını tesbit eder. Müslüman olduktan sonra da durumda bir değişiklik
olmamıştır. Daha dikkat çeken husus,
Mekke'nin fethine kadar bekleyiş içinde kalan taşra Araplarının, Mekke Müslüman
olunca kitleler halinde İslâm'a girip Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e
tâbi olmalarıdır. Kureyşli olan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a tâbi olan
Müslümanlar, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan sonra da yine Kureyşli
olan Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Muâviye vs.'ye tâbi
olmaya uzun müddet devam etmişlerdir.
3-
Hayırlı kimselerin emîrlik ve hilafet gibi idârî sorumluluklardan nefretleri, o
vazifelerin gerektirdiği sorumlulukları yerine getirmeme endişesinden ileri
gelir. Onu kabul etmek, meşakkatin altına girmektir. Adaletle icraatte bulunup,
insanların zulmüne mâni olmak zor işlerdendir. Aklı tam, diyâneten hassas
kimsenin bu muhataralı (riskli) işe talib olmayacağı açıktır. "Onlar rızası
hilâfına içine düşmedikçe buna tâlib olmazlar" şeklinde tercüme ettiğimiz
ibârenin mefhumunda âlimler ihtilâf etmiştir. Bâzıları şöyle anlamışlardır:
"Kim emîr olmak için hırs göstermeden, talibi olmadan, bu vazife uhdesine
düşerse, emîrlikteki kerâhet ondan kalkar. Çünkü önceki ibâre, emîrlik talebini
mutlak olarak mekruh ilân etmiştir. O ibareyi şöyle anlayan da olmuştur:
"Âdet şöyle cereyan etmektedir: Kim bir şeyi elde etmek için hırs
gösterir, fazla peşine düşerse nâdiren ona kavuşabilir. Kim de birşeyden
yüzçevirir, ele geçirmek hususunda hırs göstermezse, umumiyetle o şeye daha
rahat kavuşur."[4]
ـ3ـ وعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]قال رسولُ
اللّه #: َ
يَزَالُ
هَذَا ا‘مْرُ
في قُرَيْشٍ
مَا بَقَى
مِنْهُمُ
اثْنَانِ[.
أخرجه
الشيخان .
3. (1707)- İbnu Ömer (radıyallâhu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Bu iş (emîrlik) insanlardan iki kişi bâki kaldıkça Kureyş'te olmaya devam
edecektir." [Buhârî, Menâkıb 2, Ahkâm 2, Enbiya 1; Müslim, İmâret 4,
(1820).][5]
AÇIKLAMA:
Bu
hadisteki "iş"ten de murad emîrlik ve hilafettir. Kıyamete kadar buna
Kureyş sâhip olacak demektir. Hadis ıtlakı üzere alındığı takdirde,
üstünlükte takvayı esas alan (Hucurat
13) İslâm'da Kureyş'e mutlak bir imtiyaz tanınması gibi bir durum ortaya çıkar.
Aslında, bu işkâli bertaraf eden kayıtlar başka rivâyetlerde gelmiştir:
اََ
إِنَّ
اْ‘ُمَرَاءَ
مِنْ
قُرَيْشٍ مَا
اَقَامُوا
ثََثًا: مَا
رَحِمُوا
إِذَا اسْتُرْحِمُوا
وَقَسَطُوا
وَعَدَلُوا
اِذَا
حَكَمُوا
"Bilesiniz üç şeyi yerine
getirdikçe umerâ Kureyş'tendir: Merhametli olmaları istendiği zaman merhametli
oldukça, hükmettikleri zaman âdil ve hakka riâyetkâr oldukça."
اَْ‘َئِمَّةُ
مِنْ
قُرَيْشٍ مَا
إِذَا
حَكَمُوا
فَعَدَلُوا
"Hükmedince adaletten
ayrılmadıkça imamlar Kureyş'ten olacaktır."
Hz.
Ebû Bekir (radıyallâhu anh)'in de şu sözü rivâyet edilmiştir:
إِنَّ
هَذَا
اَْمْرَ فِى
قُرَيشٍ مَا
اَطَاعُوا
اللّهَ
وَاسْتَقَامُوا
عَلَى اَمْرِهِ
"Kureyş Allah'a itaat edip,
emri üzere doğru yolda oldukça, bu iş onlar üzerindedir."
Bu
hususu tahlil eden İbnu Hacer der ki: "İşâret ettiğim hususta vârid olan
hadisler üç kısımdır:
1-
Bir kısım hadisler, Kureyşliler'in, gösterilen vasıfları muhâfaza etmedikleri
takdirde, "Allah'ın lânetine uğrayacaklarını haber verir. Meselâ
"Bilesiniz üç şeyi yerine getirdikçe ümerâ Kureyş'tendir..." hadisi bunlardandır. Bu rivâyette şu cümle de
yer alır: فَمَنْ
لَمْ
يَفْعَلْ
ذَلِكَ
مِنْهُمْ
فَعَلَيْهِ
لَعْنَةُ
اللّه "Kim bu söylenenleri yapmazsa Allah'ın lâneti üzerine
olsun." Bu hadiste, "iş"in (emîrlik) onlardan çıkmasını
gerektiren bir şey yok.
2-
Onlara, aşırı şekilde eziyet edeceklerin musallat edilmekle tehdid edilmeleri
Ahmed İbnu Hanbel ve Ebû Ya'la'da gelen şu hadiste olduğu gibi:
يََا
مَعْشَر
قُرَيْشٍ
إِنَّكُمْ اَهْلُ
هَذَا
اَْمْرِ مَا
لَمْ
تُحْدِثُوا
فَإِذَا غَيَّرْتُمْ
بَعَثَ
اللّهُ
عَلَيْكُمْ
مَنْ يَلْحَاكم
كَمَا
يَلْحَى
اْلقَضِيبُ
"Ey Kureyşliler! Sizler bir
kısım bid'atlere düşmedikçe bu "iş"in sahiplerisiniz. Şâyet
bid'atlere düşerek (dinin getirdiklerini) değiştirecek olursanız Allah size öylelerini musallat
eder ki, onlar ağacın dalını soydukları gibi sizleri soyarlar (derilerinizi
yüzerler)..." Kezâ bu rivâyetlerde de -her ne kadar bir iş'ar (bir ihsas,
bir imâ) varsa da- "iş"in Kureyşliler'in elinden çıkacağına sarih bir
ifade yoktur.
3-
Aleyhlerine kıyâma, onlarla savaşmaya izin veren ve "iş"in onların
elinden çıkacağını ihbâr eden rivâyetler... Tayâlisî ve Taberânî'de gelen
Sevbân hadisi gibi:
اِسْتَقِيمُوا
لِقُرَيْشٍ
مَا اسْتَقَامُوا
لَكُم فَإِنْ
لَمْ
يَسْتَقِيمُوا
فَضَعُوا
سُيُوفَكُمْ
عَلَى
عَوَاتِقِكُمْ
فَاَبِيدُوا
حَضْرَا
ءَهُمْ فَاِنْ
لَمْ
تَفْعَلُوا
فَكُونُوا
زَرَّاعِينَ اَشْقِيَاءَ
"Kureyş sizin için
istikametli oldukça siz de onlar için istikametli olun. Onlar istikamette
olmazlarsa kılınçlarınızı omuzlarınıza koyup çoğunu helâk edin. Bunu yapmazsanız
(çok çalışıp az kazanan) bedbaht çiftçiler olun."[6]
İbnu Hacer bunu takviye sadedinde şu rivâyeti de kaydeder:
كَانَ
هَذَا
اَْمْرُ فِى
حِمْيَرَ
فَنَزَعَهُ
اللّهُ
مِنْهُمْ
وَصَيَّرَهُ
فِى قُرَيْشٍ
وَسَيَعُودُ
اِلَيْهِمْ
"Bu "iş"
Himyerîler'in elinde idi. Allah onlardan alıp Kureyş'e verdi. Tekrar onlara dönecektir." Bu
hadisler ifade eder ki Kureyşliler dini ikame etmezlerse "iş"
onlardan çıkacaktır."
İbnu
Hacer şöyle devam eder:
"Geri
kalan hadislerden çıkarılan netice şudur: "İş"in onlardan çıkması,
önce, onların lânetle tehdid edildikleri menfur hallere düşmeleriyle vaki olur.
Bu zâten rüsvaylığa ve tedbirlerinin bozulmasına sebeptir. Bu durum Abbasî
Devleti'nin başlarında vâki olmuştur.
Arkadan,
Kureyşliler'e eziyet verecek kimselerin musallat edilme tehdidi var. Bu durum
da Abbasîlerde görülmüştür. Mevâlîler onlara galebe çalınca, ellerinde,
üzerlerine hacr konmuş çocuklara döndüler. Çocuk gibi bazı basit şeylerle
oyalandılar, işleri başkaları yürüttü.
Sonra
durum daha da kötüleşti. Deylemliler galebe çaldı. Her hususta onları
sıkıştırdılar. Öyle ki, halifenin yetkisinde sadece hutbe okumak kaldı.
Mütegallibe (zorbalar) her beldede memleketi aralarında paylaştılar. Böylece
ard arda değişik tâifeler bunlara musallat oldu. Sonunda her yerde "iş"
ellerinden çıktı. Bazı yerlerde halifenin kuru bir adı kaldı." Hilafetin
Kureyş'le olan ilgisini tesbit eden hadisleri böylesi bir izaha kavuşturan İbnu
Hacer, daha sonra, İslâmî grupların bu husustaki görüşlerine yer verir:
"...Cumhur-u
ulemâ -bu hususta Sahâbe'den vârid olan ittifak üzere- imam için Kureyşli
olmanın şart olduğuna hükmetmiştir.
Bazı
tâifeler bunu Kureyş'ten belli bir grupla kayıdladılar. Bir tâife: "Hz.
Ali evladları dışında kalanlardan imam câiz değildir" dedi. Şia bu
görüştedir.
Sonra,
Hz. Ali'nin zürriyetinden kimlere câiz olduğu hususunda çok şiddetli ihtilâflar
meydana geldi. Bir tâife: "Abbâs'ın çocuklarına has" dedi. Ebû Müslim
Horasânî ve etbâı bu görüşteydi.
İbnu
Hazm'ın nakline göre bir taife: "Câfer İbnu Ebî Tâlib'in oğulları dışındakilere
câiz olmaz" demiştir.
Diğer
bir tâife: "Abdulmuttalib'in evladlarından olmalıdır" demiştir.
Bazılarının:
"Benî Ümeyye dışındakilerden câiz değildir" dediği, diğer
bazılarının: "Hz. Ömer (radıyallâhu anh)'in evlatları dışındakilerden câiz
değildir" dediği rivâyet edilmiştir.
İbnu
Hazm bu nakilleri yaptıktan sonra: "Bu gruplardan hiçbirinin lehine bir
delil mevcut değildir" der.
Hâricîler
ve Mu'tezile'den bir tâife: "İmamın Kureyş dışında olması câizdir.
İmamete, Kitap ve Sünnet'i ikâme eden herkes lâyıktır, Arap olmuş, acem olmuş
farketmez" demiştir. Hattâ Dırâr İbnu Amr mübâlağaya kaçarak: "Kureyş
dışında birinin başa geçirilmesi evlâdır, zîra, öyle birisi, aşîret (ve
taraftarları) cihetinden az (ve dolayısıyla zayıf) olur, haddi aşıp azdığı takdirde
azli kolay olur" der.
Ebû
Bekr İbnu't-Tîb: "İmamlar Kureyş'tendir" hadisinin sübût bulmasından
(sahih olmasından) sonra Müslümanlar bu söze itibar etmezler. Nitekim
Müslümanlar asırlardır bununla amel etmiştir. Öyle ki, ihtilâf çıkmazdan önce,
bu hadise itibar edilmesi hususunda icma vâki olmuştur" der.
...Kadı
İyaz der ki: "İmam'ın Kureyş'ten olmasını şart koşmak, bütün âlimlerin
mezhebidir. Hatta bunu, icma edilen meselelerden addetmişlerdir. Selefe
mensub hiç kimseden bunun hilâfına görüş
nakledilmemiştir. Seleften sonra gelenler de her tarafta bu hususta ittifak
etmiş, muhâlif görüş beyan eden olmamıştır. Öyle ise, Hâricîlerin ve
Mu'tezile'den onlara uyanların görüşlerine Müslümanlara muhâlefetleri sebebiyle
itibar edilmez."
İbnu
Hacer, burada ihtirâzî bir kayıd koyar: "Bu hususta icma olduğunu söyleyen
kimse, Hz. Ömer'den rivâyet edilen şu görüşü te'vil etmek zorundadır. Ahmed
İbnu Hanbel sahih bir senedle şunu kaydeder: "Eğer ecelim geldiği zaman
Ebû Ubeyde hayatta olsa onu halife seçerdim... Ebû Ubeyde'nin vefatından sonra
ecelim gelecek olsa Muâz İbnu Cebel'i halife seçerdim." Burada adı geçen
Muâz İbnu Cebel, Ensârî'dir. Kureyş'le hiçbir neseb bağı yok. İmamın Kureyş'ten
olma şartı hususundaki icmâ muhtemelen Hz. Ömer'in vefatından sonra tahakkuk
etmiştir. Ya da Hz. Ömer (radıyallâhu anh)'in bu husustaki ictihâdı
değişmiştir.
Hilafeti
Kureyş'e mahsus görmeyip, kendisine delil olarak Abdullah İbnu Ravâha ve Zeyd
İbnu Hârise ve Üsâme İbnu Zeyd vs.'nin harplerde askerî birliklere komutan
tâyin edilmelerini gösterenlere şu söylenebilir: "Bu tâyin,
el-imametu'l-uzma (=en büyük imamlık, yani devlet reisliği) tâyini değildir. Bu
örneklerden şu hüküm çıkarılır: "Halife hayatında Kureyşli olmayanları
kendisine nâib seçme yetkisine sahiptir."
NETİCE:
İmamların
Kureyş'ten olması meselesi Ehl-i Sünnet ulemâsı arasında bâzı kayıtlarla kabul
edilen, icmaya yakın bir ekseriyetle mütekaddim ve müteahhir herkesce
benimsenen bir husustur. Bu mevzuda hadis kitaplarında pek çok rivâyet yer
almış olmaktan başka fakihler, şârihler, tarihçiler.... de meseleye eğilip
kitaplarında yer vermişlerdir. Hadisin, sâdece mutlak vechini sathî bir nazarla
değerlendirerek keşfettiğini zannettiği teâruzun giderilmesini hadisi
reddetmede arayan kimse ciddi bir hataya düşer. Böyle bir davranış, ulum-i
İslâmiye'nin en ziyâde işlenmiş ve geliştirilmiş olan ve bir rivâyeti
kabul veya redde tamâmen objektif
mi'yarlara dayanan binlerce hadis ulemasının metoduna ters düşmekten başka,
Ashab'tan günümüze, meseleye eğilmiş ve icmaya yakın bir ittifakla sıhhatini ve
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a nisbetini benimsemiş bütün eslaf-ı izâmı
tekzib, onların techilini, tadlilini tazammun eden bir bilgiçlik iddiası olur,
el-iyâzu billah.
İslâm
ulemâsının tamamen objektif metodlarla değerlendirip sıhhatine hükmettiği bir
rivâyet, ilim semasında parlayan bir yıldız gibidir. Hiç kimse, onu dar aklına
sığmadığı veya subjektif ölçülerine uymadığı için yerinden söküp atamaz, çünkü
eli yetişmez. Onun bütün mülâhaza ve gayretleri, elindeki sapanından attığı
taşlarla gökteki yıldızları düşürmeye kalkan çocuğun mantığından dışarı
çıkmayacağı gibi, başarısı da onunkinden öteye geçemez. [7]
ـ4ـ وعن
سفينة)ـ1(
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسولُ
اللّهِ #:
الخَِفةُ في
أُمَّتِى
ثََثُونَ
سَنَةً،
ثُمَّ مِلْكٌ
بَعْدَ ذلِكَ.
قال سَعِيدُ
بْنُ
جُمْهَانَ،
ثُمَّ قال:
أمْسِكْ
خَِفَةَ أبى
بَكْرٍ،
وَخَِفَةَ
عُمَرَ،
وَخَِفَةَ
عُثْمَانَ،
وَخَِفَةَ
عَلِيٍّ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُم،
فَوَجَدْنَاهَا
ثََثِينَ
سَنَةً.
فقِيلَ: إنَّ
بَنِى
أُمَيَّةَ
يَزْعُمُونَ
أنَّ الخَِفَةَ
فِيهِمْ، فقَالَ:
كَذَبُوا
بَنُوا
الزَّرْقَاءِ
بَلْ هُمْ
مُلُوكٌ مِنْ
شَرِّ
المُلُوكِ[.
أخرجه أبو
داود،
والترمذى،
والمراد ببنى
الزرقاء بنو
مروان .
4. (1708)- Sefîne (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: "Hilâfet,
ümmetim arasında otuz yıl sürecektir. Bundan sonra saltanat gelecektir."
Said İbnu Cumhân dedi ki: "Sonra ilâve etti: "Hz. Ebû Bekir
(radıyallâhu anh)'in hilâfetine Hz. Ömer'in hilâfetini, Hz.Osman'ın hilâfetine
Hz. Ali'nin hilâfetini (radıyallahu anhüm ecmain) ekle (parmaklarınla say)
bak!" dedi. Bunları (sayınca hakikaten) otuz yıl bulduk."
Sefîne'ye:
"Emevîler, hilâfetin kendilerinde (devam ettiğini) zannederler"
denmişti, şu cevabı verdi: "Benî'z-Zerkâ yalan söylüyor. Onlar krallardır,
hem de en kötü krallar." [Ebû Dâvud, Sünnet 9 (4648, 4647); Tirmizî, Fiten
48, (2227).][8]
AÇIKLAMA:
1-
Sefîne, aslında bir lakaptır, gemi demektir. Burada Sefîne (radıyallâhu anh),
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bir âzatlısıdır. Ebû Abdirrahman diye
künyesi vardır. İsminin ne olduğu kesinlikle bilinmiyor, Mihrân vs. diyen
olmuştur. Lakabı kendisine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) vermiştir.
Sebebi, bir yolculuk sırasında çok eşya taşımış olmasıdır. Şöyle anlatır:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte yolculuk yapıyorduk.
Yolculardan yorulanlar oldu. Bunlar kılıçlarını, kalkanlarını üzerime koydular.
Böylece çok sayıda kılıç ve kalkan taşıdım. (Bunu gören) Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm): "Sen sefînesin" diye iltifatta
bulundular."
2-
Rivâyetin Ebû Dâvud'da gelen bir vechinde:
خَِفَةُ
النُّبُوَّةِ
ثََثُونَ سَنَةً "Nübüvvet
hilâfeti otuz yıldır" denmiştir.______________)ـ1(
هو مولى رسول
اللّه صلى
اللّه عليه
وسلم وقيل:
كان مولى أم
سلمة، واسمه
مهران، وقيل:
رومان، وقيل:
نجران، وقيل:
غير ذلك.
3- Alkamî der ki:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan sonra gelen otuz yıl içinde Dört
Halife ile Hz. Hasan (radıyallâhu anhüm)'ın halifelikleri vardır. Şöyle ki:
Hz.
Ebû Bekir'in hilafeti 2 yıl 3 ay 10
gündür.
Hz.
Ömer'in hilafeti 10 yıl 6 ay 8 gündür.
Hz.
Osman'ın hilafeti 11 yıl 11 ay 9 gündür.
Hz.
Ali'nin hilafeti 4 yıl 9 ay 7 gündür.
Hz.
Hasan'ın hilafeti 7 aydır.
Nevevî'nin
verdiği rakamlarda ufak tefek fark mevcuttur. Bizce mühim değil.
4-
Hadiste geçen: "Bundan sonra saltanat (kraliyet=mülk) gelecektir"
demek, "nübüvvet hilâfetinden sonra..." demektir. Âlimler, bu hadise
dayanarak Emevî ve daha sonraki devirlerde devlet başkanları "halife"
ünvanını almış olsalar da, bu halifeliğin Dört Halife döneminde olduğu gibi
nübüvvet hilâfeti olmadığını, sâdece bir isimden ibaret olduğunu
söylemişlerdir. Nübüvvet hilâfetine bihakkın lâyık olabilmek için amel yönüyle
sünnete uymak gerekir. Sefîne (radıyallâhu anh)'nin, Hz. Muâviye için:
"Meliklerin birincisi" dediği rivâyet edilmiştir. Öyle ise nübüvvet
hilâfetinden maksad kâmil mânada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a halef
olmaktır ki, âlimler bunu beş halife ile
sınırlarlar.
5-
Benî'z-Zerkâ, Benî Mervân demektir. Zerkâ, Emevîler'in geçmişteki annelerinden
biridir.[9]
ـ5ـ وعن جابر
بن سمرة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسولُ
اللّه #: َ
يَزَالُ هذَا
الدِّينُ
عَزيزاً
مَنِيعاً إلى
اثْنَىْ
عَشَرَ
خَلِيفَةً
كُلُّهُمْ
مِنْ
قُرَيْشِ.
قِيلَ: ثُمَّ
يَكُونُ
مَاذَا؟ قالَ:
ثُمَّ
يَكُونُ
الْهَرْجُ[.
أخرجه الخمسة
إ النسائى إلى
قوله من
قريش.وأخرج
باقيه أبو
داود
»الهَرْجُ«:
الفتنة واختط
.
5. (1709)- Hz. Câbir İbnu Semüre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Bu
din, hepsi Kureyş'ten gelecek olan on iki halifeye kadar aziz ve güçlü
olacaktır."
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a soruldu:
"Sonra
ne olacak?"
"Sonra
herc (fitne ve kargaşa) gelecek!"
diye cevap verdi." [Buhârî, Ahkâm 51; Müslim, İmâret 5-9 (1821); Tirmizî,
Fiten 46, (2224). Bu üç kitap, hadisin "Kureyş'ten" kelimesine kadar
kısmını: "Ebû Dâvud da [Medhi 1, (4279), 4280)] tamamını tahric etmiştir.][10]
AÇIKLAMA:
On
iki imamın geleceğinden haber veren bu hadis farklı vecihlerde rivâyet
edilmiştir. Herbiri bazı noksan ve ziyadeler ihtiva etmektedir:
"Bu
"iş" ümmetim arasında on iki imam geçmedikçe sona ermez."
"İnsanların
işi, kendilerine on iki kişi hükmettiği müddetçe yürümekte devam
edecektir."
"Benden
sonra on iki emîr gelecek... hepsi de Kureyş'ten olacak."
"On
iki imam üzerinizde halife oldukça din ayakta kalacaktır."
"Hepsinin
etrafında ümmetin toplanacağı on iki halife üzerinizde oluncaya kadar bu din
ayakta kalacaktır." v.s.
Görüldüğü
üzere hadisler kendi aralarında farklıdır ve yeterli açıklıktan uzaktır. Bu
yüzden şârihler, tatminkâr ve birbiriyle uyuşan açıklama sunamamışlardır.
Kadı
İyaz der ki: "Hadiste gelen 12 adedi, iki soru akla getiriyor:
Birincisi:
"Bu hadisin zâhiri Ashâb-ı Sünen
tarafından tahric edilen -İbnu Hibban ve başkalarınca da sıhhatine hükmedilmiş
olan- Hz. Sefîne (radıyallâhu anh)'nin
rivâyet ettiği: "Hilâfet benden sonra otuz yıldır, ondan sonra
krallık vardır..." (1708 numarada
geçdi) hadisi bunun zâhirine muhalefet eder. Çünkü bu otuz yıl içerisinde
sâdece Dört Halife ile az bir müddet de Hasan İbnu Ali (radıyallâhu anhüm
ecmâin) halife olmuştur.
İkincisi:
Hilâfete geçenler sayıca bundan fazla.
Birinci
sorunun cevabı: Sefîne hadisinde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) nübüvvet
hilâfetini kasdetmiştir, Câbir İbnu Semüre hadisinde böyle bir kayıt yoktur.
İkinci
sorunun cevabı: "Bu hadiste: "Benden sonra sadece on iki halife
gelecektir" denmiyor, "...on iki halife olacak..." deniyor. Bu
miktarda halife gelmiştir, daha fazla halifenin gelmesine de bir mâni
yoktur."
Kadı
İyâz devamla der ki: "Mamafih bu söz, hilâfete her geçenin kastedilmesi
halinde uygundur. Ancak bu sözde, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
adâletle hükmeden ve hilafete gerçek mânada liyakat kazanan kimseleri kasdetmiş
olması da mümkündür. Bu şartlara uygun olarak Dört Halife geçmiştir. Kıyamet
kopmazdan önce bu miktar 12'ye tamamlanacaktır.
Âlimlerden
bazıları: "Bu on iki imam aynı zamanda zuhur edecek ve halk kısım kısım
bunlara tâbi olacak" demiştir. Nitekim beşinci hicrî asırda sadece
Endülüs'te altı adet sultan ortaya çıktı, hepsi de kendisini halife ilan etti.
Bunların aynı asrında Mısır sultanı, Bağdad'da Abbâsî halifesi ve başka
yerlerde Alevîler ve Hâricîler adına hilâfet iddia eden kimseler vardı. Bu
te'vili te'yid eden bir rivâyet Müslim'de gelmiştir: سَتَكُونُ
خُلَفَاءُ
فَيُكْثِرُونَ "...Halifeler
çıkacak ve sayıları da çok olacak..."
Bazı
âlimler: "Bundan hilâfetin izzet,
İslâm'ın kuvvet ve işlerin istikâmet üzere gittiği, insanların halife etrafında
birlik teşkil ettiği şartlar kastedilmiş olma ihtimali de var, nitekim hadisin
bazı vechinde كُلُّهُمْ
تَجْتَمِعُ
عَلَيْهِ اُْمَّةُ "..hepsinin
etrafında ümmet toplanır..." denilmiştir. Bu durum, Velid İbnu Yezid
zamanında Emevîler'e kargaşa girip
aralarında fitne çıkıncaya kadar gelen ve halkın etrafında birlik olduğu
halifelerde görülmüştür. Kargaşa hâli, Abbasî Devleti'ne kadar devam etmiş,
Abbasîler onları bertaraf etmiştir. Bu
şekilde gelen halifeler nazar-ı dikkate alınırsa, hadiste gelen miktara
ulaşılır ve hadisin ihbarı sıhhat kazanır. Hadisle ilgili başka ihtimaller de
mevzubahistir. Gerçeği Allah bilir..."
Kadı
İyaz dışında başka âlimler meseleye eğilmiştir, farklı yorumlar dermeyân
etmişlerdir. Biz hepsini burada kaydetmeyeceğiz. Şu kadarını söylememiz
gerekir: Şiî an'anesinde zikredilen 12 imamla ilgili isimlerin Sünnî ve
ittifâkî bir değeri yoktur. [11]
ـ1ـ عن أبى
سعيد رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قالَ النَّبىُّ
#: إذَا
بُويِعَ
لِخَلِيفَتَيْنِ
فَاقْتُلُوا
اŒخِرَ
مِنْهُمَا[.
أخرجه مسلم .
1. (1710)- Ebû Saîd (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "İki
halifeye birden biat edildi mi, onlardan ikincisini öldürüverin." [Müslim,
İmâret 61, (1852) .][12]
ـ2ـ وعن
عرفجة بن شريح
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قالَ رسولُ
اللّهِ #: مَنْ
أتَاكُمْ
وَأمْرُكُمْ
جَمِيعٌ عَلى
رَجُلٍ
وَاحِدٍ
يُرِيدُ أنْ
يَشُقَّ
عَصَاكُمْ،
أوْ
يُفَرِّقَ جَمَاعَتَكُمْ
فَاقْتُلُوهُ[.
أخرجه مسلم .
2. (1711)- Arface İbnu Şureyh
(radıyallâhu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Siz bir kişinin etrafında birlik halinde iken, bir başkası gelip,
kuvvetinizi kırmak veya cemaatinizi bölmek isterse, onu öldürün." [Müslim,
İmaret 60, (1852).][13]
AÇIKLAMA:
1-
İslâm , vahdaniyet dinidir. Bu, sadece Allah, Peygamber ve şeriatın birliğini
ifade etmez. Devletin ve itaat edilecek
halifenin de bir olmasını gerektir. İslâm ümmeti tek bir cemaattir, devletinin
de bir olması gerekir. Bunu te'yîd eden hadisler çoktur. Meselâ bir başka
hadisde: "Kim bir imama biat ederek antlaşma musâfahasını yaparsa, gücü
yettiğince ona itaat etsin. Bir ikincisi çıkıp da evvelkisi ile nizâya
kalkışacak olursa onun boynunu vurun" buyurulmuştur. Keza bir başka hadis:
"Birinci biatınızda sâdık kalın, gereğini îfa edin... Birincilere olan
borcunuzu ödeyin. Kim olursa olsun ikinciyi öldürün" diye emreder.
2-
İslâm âlimleri, bu mevzu üzerinde gelen nassların sarahatini nazar-ı dikkate
alarak, aynı asırda imamın birden fazla olamayacağı husûsunda icma ederler.
İslâm beldesinin dar veya geniş olması bu hükme te'sir etmez. Cüveynî, el-İrşâd
adlı eserinde, İslâm beldeleri bir imamın hâkimiyet kuramayacağı kadar geniş
olursa, iki ayrı imamın meşruiyeti husûsunda içtihad yapılabileceğini söylemiş,
sonraki âlimler onun bu görüşünü, ona nisbet ederek tekrarlamışlardır.
3-
Şâyet, aynı asırda, iki ayrı imama biat edilecek olsa, bunların hangisi efdal
olduğuna bakılmaksızın birincisi meşru addedilecek, ikincisi âsî ve bâğî ilan
edilip, iddiasından vazgeçinceye kadar kendisiyle harb edilecektir.
Âlimler:
"Böyle bir durumda, savaşı kazandığı taktirde ikinciye biat etmek
gerekir" demişlerdir.
4-
Ehl-i kıble addedilen sapık fırkalardan sâdece Kerrâmiyye, Sahâbe'nin ve
ümmetin icmâlarına muhalif olarak iki ve daha fazla kimsenin imametinin caiz
olabileceğini söylemiştir.
İmamın
bir olmasındaki bu ısrar "fitneye düşüp, nizamın bozulması"
korkusundan ileri gelmektedir.[14]
ـ3ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قالَ رسولُ
اللّه #:
كَانَتْ
بَنُو
إسْرَائِيلَ
تَسُوسُهُمُ
ا‘نْبِيَاءُ
عَلَيْهِمُ
السََّمُ
كُلَّمَا
هَلَكَ نَبىٌّ
خَلَفَهُ
نَبىٌّ،
وَإنَّهُ َ
نَبىَّ
بَعْدِى،
وَسَيَكُونَ
بَعْدِى
خُلَفَاءُ
فَيَكْثُرونَ.
قالُوا:
فََمَا
تَأمُرُنَا؟
قَالَ: أوْفُوا
بِبَيْعَةِ
ا‘وَّلِ،
ثُمَّ
أعْطُوهُمْ
حَقَّهُمْ،
وَاسْألُوا
اللّهَ
تَعالى الَّذِى
لَكُمْ،
فإنَّ اللّه
تَعالى
سَائِلُهُمْ
عَمَّا
اسْتَرْعَاهُمْ[.
أخرجه الشيخان
.
3. (1712)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Benî İsrail'i peygamberler (aleyhimusselâm) idâre ediyorlardı. Bir
peygamber ölünce onun yerine ikinci bir peygamber geçiyordu. Ancak, benden
sonra peygamber yok. Ama ardımdan halifeler gelecek ve çok olacaklar."
Orada
bulunanlar:
"(Onlar
hakkında) bize ne emredersiniz?" diye sordular.
"Önceki
biatınıza sadâkat gösterin. Onlara haklarını verin. Onlar üzerindeki
haklarınızı (eda etmedikleri taktirde, kendilerinden değil) Allah'tan isteyin. Zîra Allah Teâlâ,
idâreleri altındakilerin hukukunu onlardan soracaktır" buyurdu."
[Buharî, Enbiyâ 50; Müslim, İmâret 44, (1842).][15]
AÇIKLAMA:
Bu
hadiste, mevzumuza giren bir noktayı tasrîh etmek gerekiyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), önce kime biat edilmişse, o vazife başında oldukça
başka bir kimseye biat edilmeyeceğini, bunun haram olduğunu belirtiyor. Ayrıca,
biatın getirdiği vazifelerin yerine getirilmesini emrediyor.
Biat
bir itaat akdidir. Öyle ise, imama biat eden kimse ona meşrû olan emirlerde
itaat etmekle mükelleftir. Öyle ki, imam kendisine düşen vazifeleri yapmayarak
zulme düşse bile, raiyyet, itaatle mükelleftir. İmamın zulmü, raiyyete, isyan
veya imama karşı kendisine düşen vazifeleri ihmal etme hakkı kazandırmıyor.
Âlimler, "onlar üzerindeki hakkınızı Allah'tan isteyin!" cümlesinden "isyan
etmeyin!" hükmünü çıkarırlar. Zîra raiyyetin imamdan hak istemeye kalkması
bir nevi isyandır -veya en azından imamca öyle telakkî edilerek- fitneye sebep
olabilir. Bir başka hadis bu hushusta daha açıktır.
تَسْمَعُ
وَتُطِيعُ
لِْ‘َمِيرِ
وَإِنْ ضُرِبَ
ظَهْرُكَ
وَاُخِذَ
مَالُكَ
فَاسْمَعْ وَاَطِعْ
".Emîre kulak verip itaat
edeceksin. Sırtına vurulsa, malın (zorla) alınsa bile kulak ver, itaat
et!"
ـ4ـ وعن أنس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
اسْتَخْلَفَ
رسولُ اللّه #
ابنَ أُمِّ
مُكْتُومٍ)ـ1( عَلى
المَدِينَةِ
مَرَّتَيْنِ[.
أخرجه أبو
داود .
4. (1713)- Hz. Enes (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), İbnu Ümmi Mektum'u, iki
defa kendi yerine Medine'de halef bıraktı." [Ebû Dâvud, Harâc 3, (2931).][16]
AÇIKLAMA:
İbnu
Ümmi Mektum (radıyallâhu anh), hakkında Abese sûresi inen âmâ bir zat idi.
Resûlulah (aleyhissalâtu vesselâm) diyanet ve dirâyeti kavî olan bu zata,
______________)ـ1(
اسمه عمرو،
ويقال
عبداللّه،
وعمرو: أكثرهم،
وهو ابن قيس.
قال ابن
عبدالبر:
استخلفه النبي
)ص( على
المدينة ثث عشرة
مرة: في
أبواء،
وبواط، وذى
العشيرة،
وغزوة في طلب
كرز بن جابر،
وغزوة
السويق،
وغطفان، وفي
غزوة أحد،
وحمراء أسد،
ونجران، وذات
الرقاع، وفي
خروجه في حجة
الوداع، وفي
خروجه إلى بدر.
karşılaştıkça
iltifat ederdi. Rivâyet, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Medîne'den
ayrıldığı iki ayrı zamanda, bu zâtı âmâ olmasına rağmen, yerine vekîl
bıraktığını ifâde ediyor. Ancak İbnu Abdilberr tahkîke dayanarak Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu zatı, gazvelere çıktığı sıralarda 13 kere yerine
vekil bıraktığını belirtir. Ebva, Buvât, Zü'l-Asîre, Sevîk, Gatafan, Uhud,
Hamrâu'l-Esed, Necrân, Zâtu'r-Rikâ, Bedr gazveleri, Cüheyne seferi gibi.
Hz.
Enes'in "iki kere" demesini, şârihler "diğerlerini duymamış
olabilir" diye te'vil ederler. Bazı âlimler: "İbnu Ümmi Mektum'u
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Medine'ye kazâ işlerini de görmek üzere
değil, sâdece namazları kıldırmak üzere vekil bırakmıştır, zîra âmâ kimsenin
kazâ işlerini tâyini uygun değildir, çünkü şahısları tanıyamaz, (dâvâya konu
olan) malları tesbît edemez, kimin lehine hükmedeceğini bilemez. Bu söylenen
meselelerin hepsinde mukallid kalır, taklîtle hüküm ise câiz değildir"
demiştir.
Bazı
âlimler, İbnu Ümmi Mektum'un vekîl tayin edilmiş olmasında, Abese sûresinde
İlâhî itâba vesile olan davranışı sebebiyle Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın onun gönlünü almak için bir ikram, bir iltifatta bulunma arzusunu
görmek istemişlerdir.
Ancak
şunu da belirtelim ki, bazı âlimler de bu rivâyetten hareketle âmâlığın
imamlığa mâni bir özür olmayacağı kanaatini izhâr etmişlerdir.[17]
ـ5ـ وعن أبى
بكرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ أنه قال:
]لَقَدْ
نَفَعَنِى
اللّهُ
تَعالى
بِكَلِمَةٍ
سَمِعْتُهَا
مِنْ رَسولِ
اللّه #
أيَّامَ
الجَمَلِ
بَعْدَمَا
كِدْتُ أنْ
ألْحق بأصْحابِ
الجَمَلِ
فأقاتِلَ
مَعَهُمْ.
قال: لَمَّا
بَلَغَ رسولَ
اللّهِ # أنَّ
أهْلَ
فَارِسَ
مَلَّكُوا
عَلَيْهِمْ بِنْتَ
كِسْرَى.
قالَ: لَنْ
يفْلِحَ
قَوْمٌ وَلَّوْا
أمْرَهُمُ
امْرَأةً[.
أخرجه
البخارى والترمذى
والنسائى.وزاد
الترمذى:
]فَلَمَّا قَدِمَتْ
عَائِشَةُ
الْبَصْرَةَ
ذَكَرْتُ
ذلِكَ
فَعَصَمَنِى
اللّهُ
تَعالى بِهِ[ .
5. (1714)- Ebû Bekre (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan işitmiş olduğum bir
kelimenin Cemel Vak'ası sırasında Allah'ın izni ile faydasını gördüm. Şöyle ki
bir ara, neredeyse ashâb-ı Cemel'e katılarak onların yanında yer alıp savaşmaya
karar vermiştim. Hemen, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın,
"İranlıların başına Kisrâ'nın kızı kraliçe oldu" diye haber geldiği
zaman (söylemiş olduğu sözü hatırladım ve onlara katılmaktan vazgeçtim. O zaman
Efendimiz:) "İşlerini kadına tevdi eden bir kavm felâh bulmayacaktır"
demiş idi". [Buhârî, Fiten 17, Megâzi 82; Tirmizî, Fiten 75, (2263);
Nesâî, Kudât 8 (8, 227). Tirmizî'de şu ziyade gelmiştir: "Hz. Aişe
Basra'ya geldiği zaman bunu hatırladım. Bu söz sayesinde Allah beni muhâfaza
etti".][18]
AÇIKLAMA:
1-
Rivâyetten de anlaşılacağı üzere Ebû Bekre, Hz. Aişe ile aynı kanaatte idi.
Yani Hz. Osman (radıyallâhu anh)'ı şehid edenlerin cezalandırılmasının gereğine
inanıyordu. Ancak, bu mesele üzerine çıkan Cemel Vak'ası'na katılmadı. Aslında
şârih İbnu Hacer'in de belirttiği üzere, ne Hz. Ali, ne de Hz. Aişe
(radıyallâhu anhümâ) Müslümanlar arasında savaş çıkmasını istiyor değillerdi.
Ancak Taberî'de açıklandığı üzere, araya giren suiniyet sahipleri iki orduyu,
bir kısım desîselerle tutuşturduktan sonra, herkes kendini savaşın içinde buldu
ve ne çıkabildi ne de savaşı durdurabildi. İşte Ebû Bekre, bu meselede, Sa'd
İbnu Ebî Vakkas, Muhammed İbnu Mesleme, Abdullah İbnu Ömer (radıyallâhu anhüm)
gibi bir kısım sahabelerle birlikte savaşta bîtaraf kaldılar.
2-
Ebû Bekre'nin bu hadisiyle "Kadının kazâ işlerine tâyini caiz
değildir" diyenler ihticac etmişir. Cumhûr bu görüştedir. Ancak, İbnu
Cerîr et-Taberî buna muhâlefet ederek, kadının şehâdetinin câiz olduğu kimseler
hakkında hüküm de verebileceğini söylemiştir. Bâzı Mâlikîler, herhangi bir
kayda yer vermeksizin "Kadın kâdı olabilir" demiştir. [19]
ـ1ـ عن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]قالَ رسولُ
اللّه #:
كُلُّكُمْ
رَاعٍ
وَكُلُّكُمْ
مَسْئُولٌ
عَنْ
رَعِيَّتِهِ،
فَا“مَامُ
رَاعٍ
وَمَسْئُولٌ
عَنْ رَعِيَّتِهِ،
وَالرَّجُلُ
رَاعٍ في
أهْلِهِ،
وَهُوَ
مَسْئُولٌ
عَنْ
رَعِيَّتِهِ،
وَالمَرْأةُ
في بَيْتِ
زَوْجِهَا
رَاعِيَةٌ،
وَهِىَ
مَسْئُولَةٌ
عَنْ
رَعِيَّتِهَا،
وَالخَادِمُ
في مَالِ
سَيِّدِهِ
رَاعٍ،
وَهُوَ مَسْئُولٌ
عَنْ رَعِيَّتِهِ.
قالَ:
فَسَمِعْتُ
هؤَُءِ مِنَ
النَّبىِّ #
وَأحْسِبُهُ
قالَ:
وَالرَّجُلُ
في مَالِ
أبِيهِ
رَاعٍ،
وَهُوَ
مَسْئُولٌ
عَنْ رَعِيَّتِهِ[.
أخرجه الخمسة
إ النسائِى .
1. (1715)- İbnu Ömer (radıyallâhu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mes'ulsünüz. İmam çobandır ve
sürüsünden mes'ûldür. Erkek ailesinin çobanıdır ve sürüsünden mes'uldür. Kadın,
kocasının evinde çobandır, o da sürüsünden mes'ûldür. Hizmetçi, efendisinin
malından sorumludur ve sürüsünden mes'ûldür."
İbnu
Ömer der ki: "Bunları Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan işitmiştim.
Zannediyorum ki şöyle de demişti:"Kişi bâbasının malında çobandır, o da
sürüsünden mes'ûldür." [Buhârî, Ahkâm 1, Cum'a 11, İstikrâz 20, Itk 17, 19,
Vesâya 9, Nikâh 81, 90; Müslim, İmâret 20, (1829); Tirmizî, Cihâd 27, 1705; Ebû
Dâvud, İmâret 1, (2928).][20]
AÇIKLAMA:
1-
Hadis, herkesin bir sorumluluk ve selâhiyet dairesinin olduğunu göstermektedir.
"Çoban" diyen tercüme ettiğimiz kelime râi'dir. Lügat açısından güden
demek ise de, hadiste "muhafazası için birşeyler tevdi edilmiş güvenilir
muhâfız" mânasına kullanılmıştır.
2-
İmam'dan maksad devlet reisidir. Bazı rivâyetlerde "emîr" denmiştir.
Esasen bu bahiste emîr ve imam kelimeleri müterâdif (eş mânalı) olarak
kullanılmıştır.
3-
Dikkat edilirse imam, erkek, kadın, hizmetçi, evlat gibi fonksiyonları farklı
şahıslar, "çoban" vasfıyla tavsifte birleşmektedirler. Şüphesiz
bunların herbirinin sorumlu olduğu husûslar farklıdır.
Hattâbî:
"İmamın çobanlığı, hudûdu tatbik ve hükümde adâlete riâyetkâr olmak
sûretiyle şeriatı korumaktır; erkeğin ailesine çobanlığı, işlerini idâre,
haklarını yerine getirmek; kadının çobanlığı evin, çocukların, hizmetçilerin
işlerini tanzim etmek, her hususta kocasına hayırhah olmaktır; hizmetçinin
çobanlığı, eli altında bulunan şeyleri koruması, kendisine terettüp eden
hizmetleri yapmasıdır" der.
4-
Tîbî demiştir ki: "Bu hadisten anlıyoruz ki, çoban zâtı için tutulmaz,
mâlikin, güdülmesini istediği şeylerin muhâfazası için tutulur. Öyle ise,
Şâri'in müsâde ettiği şeyler dışında tasarrufta bulunmamalıdır. Hadis, bâbında
böylesine tatlı, böylesine câmi, böylesine beliğ bir başka örneği olmayacak
mükemmellikte bir temsîldir. Zîra önce mücmel ve özlü şekilde beyanda bulunup
arkadan tafsîl etti. Mükerrer kereler harf-i tenbîhe (uyarıcı unsura) yer
vermektedir."
Bazı
âlimler hadisin, baştaki: "Hepiniz çobansınız, hepiniz sürünüzden
mes'ulsünüz" şeklindeki mutlak ifadesiyle hiç kimsesi olmayan bekârı da
çobanlar arasına dahil ettiğine dikkat çekmiştir. "Zîra, derler, böyle
birisi organları üzerine çobandır, fiil, söz ve itikad nevinden her ne
emredilmişse yapmaları her ne yasaklanmışsa terketmeleri meselesinde, insanın
organları, kuvveleri, hisleri kişinin sürüsü hükmündedir. Öyle ise insanın bir
nokta-i nazardan, güdülen olması, bir başka nokta-i nazardan güden olmasına
mâni değildir."
5-
Bu hadisi tamamlayan bir başka rivâyet Ebû Hüreyre'ye aittir:
مَا
مِنْ رَاعٍ
إَِّ
يُسْئَلُ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
أَقَامَ
امْرَ اللّهِ
اَوْ اَضَاعَهُ
"Her çoban kıyamet günü
hesaba çekilecektir: "Sürüsüne Allah'ın emrini tatbik etti mi etmedi
mi?"
Bu
bâbta gelen başka hadisleri de nazar-ı dikkate alan ulemâ şu kesin hükme
ulaşmıştır: "Mükellef kimse, hükmü altındakilere karşı vazifelerinde kusur
işlemiş ise kıyamet günü muâheze edilecektir."
Burada
İbnu Hacer'in hadisle ilgili olarak kaydettiği bir notu iktibas etmek münâsip
düştü:"
Bu
hadiste, bâzı taassup sahiplerinin Emevîler lehine uydurdukları yalan da
reddedilmektedir. Şöyle ki: Ebû Ali el-Kerâbîsî'nin
"Kitabu'l-Kazâ"sında şunu okumuştum, "Bize Şâfiî'nin amcası,
Muhammed İbnu Ali'den bildirdiğine göre demiştir ki: "İbnu Şihâb, halife Velid İbnu Abdi'l-Melik'in yanına
girmişti. Velid ona şu hadisten sordu: "Allah bir kulunu hilâfet
çobanlığına getirirse, onun hasenâtını yazar, fakat seyyiâtını yazmaz."
İbnu Şihâbi'z-Zührî: "Bu düpedüz yalandır" dedi ve şu mealdeki âyeti
okudu: "Ey Dâvud, biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O halde insanlar
arasında hak ve adaletle hükmet. Hükmünde hevâ ve hevese (hissiyâta) tâbi olma
ki bu, seni Allah yolundan saptırır. Çünkü Allah yolundan sapanlar hesap gününü
unuttukları için onlara pek çetin bir azâb vardır" (Sâd 26). Velid, bu
cevab üzerine: "İnsanlar bizi dinimizden ayartıyorlar" dedi.[21]
ـ2ـ وعن ابن
مريم ا‘زدىّ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]دَخَلْتُ
عَلى مُعَاوِيَة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ
فقَالَ: مَا
أنْعَمَنَا
بِكَ أبَا
فَُنٍ؟
قُلْتُ: حَديثٌ
سَمِعْتُهُ
مِنْ رسُولِ
اللّهِ #
سَمِعْتُهُ
يَقُولُ: مَنْ
وََهُ اللّهُ
شَيْئاً مِنْ
أُمُورِ
المُسْلِمينَ،
فَاحْتَجَبَ
دُونَ حَاجَتِهِمْ
وَخَلَّتِهِمْ
وَفَقْرِهِمْ
احتَجَبَ
اللّهُ
تَعالى دُونَ
حَاجَتِهِ
وَخَلَّتِهِ
وفَقْرِهِ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ.
قَالَ:
فَجَعَلَ
مُعَاوِيَةُ
رَجًُ عَلى حَوَائِجِ
النَّاسِ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذى.»مَا
أنْعَمَنَا
بِكَ«: يريد ما
أعمدك إلينا،
وما جاء بك.
قال الخطابى:
وإنما يقال:
ذلك لِمَنْ
يُعْتَدّ
بزيارته
ويُفْرَح
بلقائه .
2. (1716)- İbnu Meryem el-Ezdî
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Hz. Muâviye (radıyallâhu anh)'nin yanına
girmiştim. Bana:
"Ey
Ebû fülân, seni hangi rüzgâr attı?" diyerek (ziyaretimden memnuniyeti
izhâr etti). Ben de: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan işitmiş
olduğum şu hadisi, (size hatırlatmayı düşündüm)" dedim: "Allah kime
Müslümanların işlerinden birşeyler tevdi eder, o da onların ihtiyaçlarına,
isteklerine, darlıklarına perde olur (giderirse), kıyâmet gününde Allah da onun
ihtiyaç, istek ve darlıklarına perde olur (giderir)."
Râvî
der ki: "Bunun üzerine Hz. Muâviye (radıyallâhu anh) insanların
ihtiyaçlarıyla ilgilenmek üzere bir adam tâyin etti." [Tirmizî, Ahkâm 6,
(1332, 1333); Ebû Dâvud, Harâc 13, (2948).][22]
AÇIKLAMA:
Bu
hadis, hangi mertebede olursa olsun me'muriyetle, halkın idâresinde bulunan
kimselerin, insanlara yakınlık göstermesi, işlerini kolaylaştırıp, meşru hudud içerisinde yardımcı olması
gereğine dikkat çekmektedir. Hadisin Tirmizî'de gelen vechi daha sarih:
"Amr
İbnu Mürre, Hz. Muâviye (radıyallâhu anhümâ)'ye: "Ben, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Herhangi bir imam kapısını bir ihtiyaç ve
istek sahibine, bir darda kalmışa
örterse, kıyamet günü Allah da sema kapılarını onun ihtiyaç, istek ve darlığı
karşısında kapatır" buyurduğunu işittim" dedi. Bunun üzerine Hz.
Muâviye, insanların ihtiyaçlarıyla ilgilenmek üzere bir adam tâyin etti."[23]
ـ3ـ وعن ابن
عمرو بن العاص
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُما
قال: ]قالَ
النَّبىُّ #:
إنَّ
المُقْسِطِينَ)ـ1(
عِنْدَاللّهِ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
عَلى
مَنَابِرَ
مِنْ نُورٍ
عَنْ يَمِينِ
الرَّحْمنِ،
وَكِلْتَا
يَدَيْهِ
يَمِينٌ،
الَّذِينَ
يَعْدِلُونَ
في حُكْمِهِمْ
وَأهْلِيهِمْ
وَمَا
وَلُوا[. أخرجه
مسلم
والنسائى .
3. (1717)- Abdullah İbnu Amr İbni'l-As
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Adil olanlar, kıyamet günü, Allah'ın yanında, nurdan
minberler üzerine Rahman'ın sağ cihetinde olmak üzere yerlerini alırlar.
-Allah'ın her iki eli de sağdır- Onlar hükümlerinde, aileleri ile velâyeti
altında bulunanlar hakkında hep adâleti gözetenlerdir." [Müslim, İmâret
18, (1827); Nesâî, Âdâb 1, (8, 221).][24]
AÇIKLAMA:
1-
İslam dini adâlete çok önem verir. Mü'mine kendi aleyhinde bile olsa, annebâba gibi en yakınlarının
aleyhinde bile olsa doğruluktan, adâletten ayrılmamayı emreder (Nisa 135).
Çünkü içtimâî hayatın kıvamı, huzuru,
terakkisi hep adâlete bağlıdır. Hatta er-Râhman sûresinde semâvatın bile
adâletle ifade edilen hassas ölçülerle kıyamda ve nizamda olduğu
belirtilmiştir.
2-
Bu hadiste Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), dinin son derece ehemmiyet
verdiği adâleti uygulayanların mükâfatını haber vermektedir. Allah'ın yanında
nurdan, yüksek minberler... Ve bu, Rahman'ın sağında olacak... Cenab-ı Hakk'a
olan yakınlığın ikinci sefer te'kid edilmesi ve Allah'ın Rahman sıfatıyla ifade
edilmesi ayrı bir incelik ifade eder. Şöyle ki: Rahman, Cenab-ı Hakk'ı rızık
veren, ihtiyaçları gideren yönüyle bize tanıttığına göre, Rahmân'a yakınlık,
adil olanların Allah'tan daha çok lütfa, ikrama mazhar olacaklarını ifade
eder.______________)ـ1(
المقسط: هو
العادل.
والقاسط:
الجائر.
3- Adâlete riâyet edenlere
vaadedilen bu yüce makam bazı âlimlerce ve mesela Kadı İyaz'a göre hakikat de
olabilir, mecaz da. Mecaz olma halinde cennetteki mertebenin yüceliğinden
kinayedir. Fakat diğer bazılarına ve mesela şârih Nevevî'ye göre burada hakikat
vardır, mecaz değil, "Onlar der, gerçekten nurdan minberler üzerinde
olacaklardır, onların menzilleri de yüksektir."
4-
Allah'ın sağı tâbiri Cenab-ı Hakk'a keyfiyet, şekil izafe etmeye sebep
olmamalıdır. Allah hakkında "benzeri olmamak" لَيْسَ
كَمِثْلِهِ
شَىْءٌ
prensibi
esastır. Kur'ân ve hadiste zaman zaman bu müteşâbih tâbirlere yer verilmiş
olması, Allah'a keyfiyet izâfesi için değil, bazı gaybî ve yüce hakikatleri
anlamamızda kolaylık içindir. Mamafih selef bu çeşit müteşâbih ifadelerle
karşılaştıkça hiçbir te'vil yapmadan "mahiyeti hakkında bir şey
söylemeksizin inanırız, ondan gerçek muradı Allah bilir" demişlerdir. Esasen
hadiste Allah'a yemin, yani sağ el izafe edildikten sonra "Onun her iki
eli de sağdır" denmiş olması, bu tâbirlerin beşerî örfde ifade ettiği uzuv
mânasında kullanılmadığına bir tenbihtir.
Şunu
da belirtelim ki, müteahhir ulemâ, bu müteşabih ifadeleri, duyulan ihtiyaç üzerine te'vile ve bazı açıklamalara
kavuşturmuşlardır. Bilhassa kelamcılar bu hususta daha mukni, daha cesurdurlar.
Arapça'da yemîn kelimesi, uğur, bereket mânalarına gelen yümn kelimesinden
alınmadır ve örfen, makbul olan hayırlı ve iyi işler hep sağa nisbet
edilmiştir. Bu durumdan hareket eden Kadı İyaz yemîn'den iyi hal ve yüksek
mertebe kastedilmiş olabileceğini söylemiştir. (Allahu a'lem bi'ssevab.)[25]
ـ4ـ وعن
الحسن
البصرىّ عن
معقل بن يسارٍ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]سَمِعْتُ
رسولَ اللّه # يَقُولُ:
مَامِنْ
عَبْدٍ
يَسْتَرْعِيهِ
اللّهُ رَعِيَّةً
يَمُوتُ
يَوْمَ
يَمُوتُ
وَهُوَ غَاشٌّ
لِرَعِيَّتِهِ
إَّ حَرَّمَ
اللّهُ عَلَيْهِ
الجَنَّةَ[.
أخرجه
الشيخان.وفي
أخرى لمسلم عن
الحسن البصرى:
]أنَّ عَائِذَ
بنَ عَمْرٍو
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْه،
وَكَانَ مِنْ
أصْحَابِ رسُولِ
اللّهِ #
دَخَلَ عَلى
عُبَيْدِ
اللّهِ بنِ
زِيَادٍ
فَقَالَ: أىْ
بُنَىَّ
إنِّى سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ: إنَّ
شَرَّ الرِّعَاءِ
الحُطَمَةُ)ـ1(،
فإيَّاكَ أنْ
تَكُونَ ______________)ـ1(
قال في
النهاية: هو
العنيف
برعاية إبل في
السوق وإيراد
وإصدار، ويلقى
بعضها على بعض
ويعسفها ضربه.
مِنْهُمْ،
فقَالَ:
اجْلِسْ
إنَّمَا
أنْتَ مِنْ
نُخَالَةِ
أصْحَابِ
رسُول اللّهِ
# فقَالَ:
وَهَلْ كانَ
لَهُمْ
نُخَالَةٌ؟
إنَّمَا النُّخَالَةُ
بَعْدَهُمْ
وفي
غَيْرِهِمْ[ .
4. (1718)-
Hasan el-Basrî, Ma'kıl İbnu Yesâr (radıyallâhu anh)'dan naklediyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı işittim, demişti ki: "Allah
bir kimseyi başkaları üzerine çoban yapmış, o da idaresi altındakilere hile
yapmış olarak ölmüş ise, Allah ona cennetini kesinlikle haram eder." [Buhârî,
Ahkâm 8, Müslim, İman 227, (142); İmâret 21, (142).][26]
Müslim'in Hasan Basrî'den
kaydettiği diğer bir rivâyet şöyledir:
"Âiz İbnu Amr
(radıyallâhu anh), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Ashâb-ı Güzin'inden
biri idi. Ubeydillah İbnu Ziyad'ın yanına girdi ve hemen ona: "Ey
oğulcuğum, ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Çobanların en
kötüsü hutame denen merhametsiz deve sürücüsüdür, sakın onlardan olma"
dediğini işittim" dedi. Ubeydullah: "Otur, sen muhakkak ki Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın ashabının kepeğindensin" deyince:
"Onların kepeği var mıydı? Kepek onlardan sonra ve onların dışındakiler
arasında zuhur etti" diye cevap verdi."
AÇIKLAMA:
1- Ubeydullah İbnu Ziyâd,
Hz. Muâviye'nin hilafeti sırasında Basra emîri idi.
2- Birinci rivâyette raiyyete
hile yapmak, ikinci rivâyette raiyyete merhametsiz davranmak kötülenmektedir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) âmir durumda olanları hileden de
merhametsizlikten de menetmektedir.
Âlimler burada yasaklanan
hile için şöyle derler: "Bu, âmirin
raiyyetin malını almak, kanını dökmek veya ırzını lekelemek veya haklarını engellemek, dinî ve dünyevî meselelerden
öğretmesi vacib olan şeylerin öğretilmesini terketmek, aralarında hududun
ikâmesini, müfsidlerin cezalandırılmasını ihmal etmek, halka göstermesi gereken
himâyeyi terketmek gibi zulüm kelimesiyle ifade edilebilecek davranışlarıyla
hasıl olur."
3- Müslim'de kaydedilen
rivâyette tasrih edildiği üzere Basra Valisi Ubeydillah'a, yüce sahabi Âiz İbnu
Amr (radıyallâhu anh)'ın nasihati ağır gelmiş, enesine dokunmuş olacak ki,
hiç de hoş olmayan bir tavır izhar etmiş, istihfaf etmek istemiştir.
Ancak, Âiz (radıyallâhu anh) son derece olgun bir davranışla Ashab'ta kepek
olmayıp, hepsinin seçkin kimseler olduğunu, hafiflerin Ashap'tan sonraki nesil
içerisinden çıktığını ifade etmiştir. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat uleması, Ashab arasında hiçbir tefrike yer
vermeksizin, hepsinin güvenilir, sıdk ve diyanet sahibi mümtaz kimseler olduğunda ittifak ederler.
Hz. Âiz de bunu ifade etmiş olmaktadır.[27]
ـ5ـ وعن عدىّ
بن عميرة
الكندى
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قالَ: ]قالَ
رسولُ اللّه #:
مَنِ
اسْتَعْمَلْنَاهُ
عَلى عَمَلٍ
فَكَتَمَنَا
مِخْيَطاً ،
فَمَا فَوْقَهُ
كَانَ غُلُوً
يَأتِى بِهِ
يَوْمَ الْقِيَامَةِ،
فقَامَ
إلَيْهِ
رَجُلٌ مِنَ
ا‘نْصَارِ
فقَالَ:
اقْبَلْ
عَنَّى
عَمَلَكَ يا رسُولَ
اللّهِ. قالَ:
وَمَالَكَ؟
قالَ: سَمِعْتُكَ
تَقُولُ كذَا
وَكذَا. قالَ:
وَأنَا أقُولُهُ
اŒنَ: مَنِ
اسْتَعْمَلْنَاهُ
مِنْكُمْ عَلى
عَمَلٍ
فَلْيَجِئُ
بِقَلِيلِِهِ
وَكَثيرِهِ،
فََمَا
أُوتِىَ
مِنْهُ
أخَذَ، وَمَا
نُهِىَ
عَنْهُ
انْتَهى[.
أخرجه مسلم .
5. (1719)- Adiyy İbnu Amîre el-Kindî
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Bir
işe me'mur tayin ettiğimiz kimse, bizden bir iğne veya ondan daha küçük bir
şeyi gizlemiş olsa, bu bir hiyanettir (gulûl), kıyamet günü onu getirecektir."
Bunun
üzerine, Ensar'dan bir zat kalkarak:
"Ey
Allah'ın Resûlü! Vazifeyi benden geri al!" dedi. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm):
"Sana
ne oldu?" diye sordu:
"Senin
(az önce şunu şunu) söylediğini işittim ya!" deyince Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm):
"Ben
onu şu anda tekrar ediyorum: "Kimi memur tayin edersek az veya çok ne
varsa bize getirsin. Ondan kendisine ne verilirse alır, ne yasaklanırsa onu
terkeder." [Müslim, İmâret 30, (1833).][28]
AÇIKLAMA:
1-
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadiste devlet adına vergi toplayan
memurun takip edeceği edebi açıklıyor: Memurluk gereği kendisine her ne
verilmişse onu getirip hazineye teslim etmelidir. Az veya çok, hiçbir şeyi şu
veya bu mülâhaza ile temellük edip, kendine ayırmamalıdır.
2-
Hiyânet diye çevirdiğimiz kelimenin aslı gulül'dür. Gulül, esas itibariyle
ganimet malından yapılan çalma için kullanılır. Ancak, gerek mahiyet ve gerekse
uhrevî mes'uliyetleri yönüyle benzediği için Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) her iki davranışı da gulülle ifade etmiştir.
3-
Kıyamet günü, kişinin çaldığı şeyi getirmesi, onun mahşer yerinde hesap vermek
üzere toplanan insanların içinde rezilrüsvây edilmesi içindir. Bu ifade
memurları dürüstlüğe teşvik etmeye, hiyanetten caydırmaya, ne kadar değersiz
olursa olsun devlet malına karşı saygıyı ikame etmeye yöneliktir.
4-
Münâvî, hitâbın Müslümanlara olduğunu, çünkü beytü'lmale ait emvâlle ilgili bir hizmete kâfirin memur
olarak tayin edilmesinin şer'an yasak olduğunu belirtir.
5-
Adamın vazifeden istifası, memurluğun hakkını yerine getiremeyip, vebâle
düşmekten korktuğu içindir.[29]
ـ6ـ وعن أبى
سعيد رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّه #:
أحَبُّ
النَّاسِ إلى
اللّهِ تَعالى
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
وَأدْنَاهُمْ
مِنْهُ
مَجْلِساً
إمَامٌ
عَادِلٌ، وَأبْغَضُ
النَّاسِ إلى
اللّهِ
يَوْمَ الْقِيَامَةِ،
وَأبْعَدُهُمْ
مِنْهُ
مَجْلِساً
إمَامٌ
جَائِرٌ[.
أخرجه
الترمذى .
6. (1720)- Ebû Said (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kıyamet
günü, insanların Allah'a en sevgili ve
mekân olarak en yakın olanı, âdil imamdır. Kıyamet günü, insanların Allah'a en
menfuru O'ndan mekân olarak en uzak olanı da zâlim sultandır." [Tirmizî,
Ahkâm 4, (1329).]
[30]
Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), insanlar üzerine âmil olmayı, bir başka
ifade ile me'murluğa talib olmayı tavsiye etmez. Şüphesiz bunun çeşitli
sebepleri vardır:
*
Her şeyden önce memurluk muhâtaralı bir meslektir, pek çok sorumluluklar araya
giriyor, kul hakkı araya giriyor, adaletli olmak gibi, mânen son derece ciddi
ve tehlikeli mes'uliyetler araya giriyor. Üstelik, mesleğin tabiatı icabı,
bîtaraflığı, adâletli olmayı önleyen sebepler çok ve galip...
*
Me'murun çoğalması devlete iktisadî bir kısım problemler getirmektedir:
İstihsal azalması devlet imkanlarının memurlara ayrılarak prodüktif ve
kalkınmaya yönelik yatırımların ihmâli vs...
Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in aslî geçim kaynaklarını ticaret, zanaat,
zîraat diye tesbit ederken me'murluğu zikretmemiş olması da mânidardır. Durum
böyle iken bugün insanların devlet
kapısında me'mur olmaya koşmaları İslâmî bir esprinin ifadesi değildir.
Sünnetin rağmına, çeşitli zorlamalarla yapılan tâyinler sebebiyle bir kişinin
yapacağı bir işe çok sayıda insan memur olarak konmakta, bu durum insanlarımızı
tembelleştirdiği gibi istihsal azmini, çalışma şevkini de kırmakta, tembelliği milletimize ikinci
bir tabiat haline getirmektedir.
*
Memurluğa talib olmak, liyâkatsizlerin iş başına geçmeleri gibi bir başka
mahzur daha getirmektedir.
Müteakip
hadislerde, bu meseleye Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın nasıl
eğildiğini, bir kısım tâliblere, açık bir üslubla: "Sen memurluğa layık
değilsin" dediğini göreceğiz. [31]
ـ1ـ عن
المِقْدَام
بن معد يكرب
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]ضَرَبَ
رَسول اللّهُ
# مَنْكِبِى
وَقالَ: أفْلَحْتَ
يَا
قُدَيْمُ)ـ1(
إنْ مُتَّ
وَلَمْ تَكُنْ
أمِيراً، وََ
كَاتِباً،
وََ عَريفاً[)ـ2(
أخرجه أبو
داود .
1. (1721)- Mikdâm İbnu Ma'dikerib
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) omuzuma
vurdu ve:
"Ey
Kudeym (Mikdamcık)! Emîr, kâtip, ârif olmadan ölürsen kurtuluşa erdin
demektir!" dedi." [Ebû Dâvud, Harâc 5, (2933).][32]
AÇIKLAMA:
1-
Kudeym, Mikdam'ın ism-i tasgiridir, Mikdamcık demektir. Bu tasgir, terhim yani
sevgi ifade eder.
2-
Kâtip ve ârif, emîrin yardımcısıdır. Ârif, halk hakkında bilgi edinir, bu
bilgileri emîre aktarır. Aliyyu'l-Kârî, buradan: "Halkın tanıdığı, meşhur
bir kimse olma" mânasını da anlar. Ve der ki: "Hadis, böylece
hamul'ün (bilinmemezlik) rahat, şöhretin âfet olduğuna işaret etmiş
olmaktadır."
Ancak,
asıl mâna önceki mânadır, yani uzaktan yakından memurluğa talib olmamak tavsiye
edilmektedir.[33]
ـ2ـ وعن أبى
ذرّ رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قُلْتُ
يَارسُولَ
اللّه: أَ
تَسْتَعْمِلُنِى،
فَضَربَ
بِيَدِهِ
عَلى
مَنْكِبِي، ثُمَّ
قَالَ يَا
أبَا ذَرٍّ:
إنَّكَ
ضَعِيفٌ، وَإنَّهَا
أمَانَةٌ،
وَإنَّها
يَوْمَ الْقِيَامَةِ
خِزْىٌ
وَنَدَامَةٌ،
إَّ مَنْ أخَذَهَا
بِحَقِّهَا،
وَأدَّى
الَّذِى عَلَيْهِ
فِيهَا[.
أخرجه مسلم،
وأبو
داود.و‘بى داود
في أخرى: ]يَا
أبَا ذَرٍّ:
إنِّى أرَاكَ
ضَعِيفاً،
وَإنِّى
أُحِبُّ لَكَ
مَا أُحِبُّ
لِنَفْسِى َ
تَأمَّرَنَّ
عَلى
اثْنَيْنِ،
وََ تَوَلَّيَنَّ
مَالَ
يَتِيمٍ[ .
______________
)ـ1(
تصغير مقدام:
بحذف
الزوائد، وهو
تصغير ترخيم.)ـ2(
هو القيم
بأمور
الجماعة من
الناس: يلى أمرهم،
ويقوم
بسياستهم،
ويتعرف أمير
منه أحوالهم.
وله في أخرى
قال: ]قالَ
رسولُ اللّهِ
#: إنَّ الْعِرَافَةَ
حَقٌّ، وََ
بُدَّ
لِلنَّاسِ
مِنْ
عُرَفَاءَ،
وَلكِنَّ
الْعُرَفَاءَ
في النَّارِ[ .
2. (1722)- Ebû Zerr (radıyallâhu anh)
anlatıyor:
"Ey
Allah'ın Resûlü! dedim, beni memur ta'yin etmez misin?"
Bu
sözüm üzerine, elini omuzuma vurdu ve sonra da:
"Ey
Ebû Zerr, sen zayıfsın, memurluk ise bir emanettir. (Hakkını veremediğin
taktirde) kıyamet günü rüsvaylık ve pişmanlıktır. Ancak kim onu hakederek alır
ve onun sebebiyle üzerine düşen vazifeleri eksiksiz edâ ederse o hâriç"
buyurdu." [Müslim,, İmâret 17, (1826); Ebû Dâvud, Vesâyâ 4, (2868); Nesâî,
Vesâya 10, (6, 255).][34]
Ebû
Dâvud'un diğer bir rivâyetinde şöyle gelmiştir: "Ey Ebû Zerr, ben seni
zayıf görüyorum. Ben kendim için istediğimi senin için de isterim. Sakın iki
kişi üzerine âmir olma, yetim malına da velilik yapma."
Yine
Ebû Dâvud'un bir diğer rivâyeti (Harâc 5, (2934) şöyle: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: "Âriflik haktır, halka âriflik
gereklidir, ancak ârifler ateştedir."[35]
AÇIKLAMA:
1-
Bu hadis, memurluk meselesinde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın tavrını
göstermektedir. O'na göre memurluk:
*
Sorumlulukları olan bir vazifedir, emanettir.
*
Herkes onun hakkını veremez.
*
Hakkını veremeyenleri âhirette rüsvaylık ve pişmanlık beklemektedir.
*
Zayıf (liyakatsiz) olanlara memurluk verilmemelidir.
*
Memurluğun hakkını ödeyen endişe
etmemelidir.
*
Me'murluk istenmemelidir.
2-
Hadiste zayıflık kelimesiyle ifade edilen durumun yetersizlik, liyakatsizlik
olduğu söylenebilir. Alınacak vazifeye, tâlib olunacak mevkiye göre zayıflığın
muhtevası değişebilir.
3-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın âriflik (ırâfe hakkındaki beyanı da
dikkat çekicidir. Hem hak olduğu belirtiliyor, hem de bu işi yürütenlerin yani âriflerin ateşte olduğu ifade
ediliyor. Burada bir tenâkuz söz konusu olmamalıdır. Zîra, emîrle halk arasında
köprü olacak yani halkın meselelerini emîre sunacak, emîr adına halk için
hizmet verecek, işleri yürütecek kimselere ihtiyaç var. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bu hizmetin gerekliliğini belirtmiş. Ancak bu işleri
yürütenlerin, çoğu durumda adaletle, hakkaniyetle iş yapmadıklarını, bir kısım
suistimallere yer vermek sûretiyle vebal altına girdiklerini de beyân etmiştir.
"Ârifler ateştedir" cümlesini, önceki hadiste gelen
"...onun (memurluğun) sebebiyle
üzerine düşen vazifeleri eksiksiz eda ederse o hâriç" istisnasıyla
kayıtlamak gerekir. İfadenin mutlak gelişi, çoğunluğun suistimale yer
vermesinden olduğu gibi, terhibde tağliz maksadından olabilir.[36]
ـ3ـ وعن
عبدالرحمن بن
سمرة رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسولُ اللّه
# يَا
عَبْدَالرَّحْمنِ:
َ تَسْألِ ا“مَارَةَ،
فَإنَّكَ إنْ
أُوتِيتهَا
عَنْ مَسْألَةٍ
وُكِلْتَ
إلَيْهَا،
وَإنْ أُعْطِيتُهَا
عَنْ غَيْرِ
مَسْألَةٍ
أُعِنْتَ عَلَيْهَا،
وَإذَا
حَلَفْتَ
عَلى يَمينٍ
فَرَأيْتَ غَيْرَهَا
خَيْراً
مِنْهَا
فَأتِ
الَّذِى هُوَ
خَيْرٌ،
وَكَفِّرْ
عَنْ
يَمِينِكَ[.
أخرجه الخمسة
.
3. (1723)- Abdurrahman İbnu Semüre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Ey
Abdurrahman! Emîrlik isteme. Eğer senin talebin üzerine sana emîrlik verilirse,
istediğin şeyin sorumluluğu sana yüklenir. Eğer sen talibi olmadan sana emîrlik
verilirse, o işte yardım görürsün. Bir iş için yemin eder, sonra da aksini
yapmakta hayır görürsen, daha hayırlı gördüğün ne ise onu yap, ettiğin yemin
için de kefârette bulun." [Buhârî, Ahkâm 5, 6, Eymân 1; Müslim, İmâret 19,
(1652); Ebû Dâvud, Harâc 2, (2929); Tirmizî, Nüzûr 5, (1529); Nesâî,
Adâbu'l-Kudat 5, (8, 225).][37]
AÇIKLAMA:
1-
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in emîrlik taleb etmemeyi tavsiye ettiği
hadislerden biri de budur. Bu hadiste, talebin bir mahzuru belirtiliyor:
"İşiyle yalnız bırakılmak, üst makamların desteğine mazhar olmamak. İbnu
Hacer der ki: "Hadisin mânası şudur: "Kim emîrliğe talib olur ve kendisine
de verilirse, hırsı sebebiyle, kendisine yardım edilmez. Bu hadisten,
"hükümle ilgili bir vazife taleb etmenin mekruh olduğu" neticesi
çıkarılır, emîrliğe keza, kisbe vs. memuriyetler de girer. Keza hadis, bu
meselede hırs gösterenlerin yardımdan mahrum kalacaklarını da ifade eder."
2-
Hadiste, tamamen başka bir konuya giren ikinci bir kısım daha var: Bir işi
yapacağım diye yemin ettikten sonra bunun mahzurlu olacağını gören kimsenin
durumu. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) "yeminimi yerine getirmem
lazım" gerekçesiyle mahzurlu görülen işi yapmakta ısrar edilmemesini
tavsiye ediyor. Müslüman, şeriatın ve aklın gösterdiği şer şeyi yapmada ısrar
etmemelidir. Yemin bile etmiş olsa... Zîra, dinimiz yeminin tutulmaması halinde
kefaret ödemek sûretiyle, onun günahından kurtulma çaresi getirmiştir. Bu
mesele, sâdece hadisle değil, âyet-i kerime ile de takrir edilmiştir:
"Allah yeminlerinizin kefaretle çözülmesini size farz (meşru)
kılmıştır..." (Tahrim 2).[38]
ـ4ـ وعن أبى
موسى رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]دَخَلْتُ
عَلى النَّبىِّ
# أنَا
وَرَجَُنٍ
مِنْ بَنِى
عَمِّى،
فقَالَ
أحَدُهُما
يَارسُولَ
اللّهِ: أمِّرْنَا
عَلى بَعْضِ
مَا وََّكَ
اللّهُ تَعالى،
وَقالَ
اŒخَرُ:
مِثْلَ
ذلِكَ،
فقَالَ: إنَّا
وَاللّهِ َ
نُوَلِّى
هذَا
الْعَمَلَ
أحَداً
سَألَهُ أوْ
أحَداً
حَرَصَ
عَلَيْهِ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذى .
4. (1724)- Ebû Musa (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Yanımda amcamın evlatlarından iki kişi daha olduğu halde
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın huzuruna girdim. Yanımdakilerden biri:
"Ey
Allah'ın Resûlü! Allah'ın sana tevdi ettiği işlerden bazıları üzerine bizi emîr
tayin et" dedi. Diğeri de aynı talepde bulundu. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın onlara cevabı şu oldu:
"Biz,
-Allah'a kasem olsun- bu işe, onu taleb eden veya ona hırs gösteren hiç kimseyi
tayin etmeyiz!" [Buhârî, Ahkâm 7, 12, İcâre 8, İstitâbe 2; Müslim, İmâret
7, (1733); Ebû Dâvud, Harâc 2, (2930); Nesâî, Adâbu'l-Kudât 4, (8, 224).][39]
AÇIKLAMA:
1-
Bâbın bu son rivâyeti de emîrlik talebini reddeden hadislerden biridir. Aslında
hadis kitaplarında bunun başka örnekleri de var. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın bu talepleri bazan daha değişik daha mülâyim bir üslubla
reddettiği de olmuştur.
Buhârî'nin
bildirdiğine göre, Ensâr'dan birinin: "Ey Allah'ın Resûlü, falancayı
me'mur tayin ettiğin gibi beni de tâyin etmez misin?" şeklindeki
müracaatına şu cevabı vermiştir:
"Benden
sonra (maddî menfaatlerde kendilerini öne alan ümerâdan vaki) bencillikler göreceksiniz. O
zaman, âhirette havz-ı kevserin başında bana kavuşuncaya kadar sabredin."
Ebû
Dâvud'un bir rivâyetinde, benzer talepde bulunanlardan bazıları, arkadan özür
diletecek olan şu sert cevabı alır:
"Benim
nazarımda hıyanette en ileri olanınız iş taleb edeninizdir..."
2-
Memurluk Talebi Ne Zaman Meşru Olur?
Kaydedilen
rivâyetlerin hepsi memurluk talebini reddetmekte ise de, bunun aksini te'yid
eden nassî örnekler de var. Her şeyden önce Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Yusuf örneği
var. Mısır kraliyet sarayında hazine işlerine talib olmuştur. قَالَ
اجْعَلْنِى
عَلَى
حَزَائِنِ اَْرْض
اِنِّى
حَفِيظٌ
عَلِيمٌ "Yusuf:
"Beni memleketin hazinelerine memur et. Çünkü ben korumasını ve
yönetmesini bilirim" dedi." (Yusuf 55).
Kezâ
Ebû Dâvud'da gelen bir hadis de şöyle: "Kim Müslümanların kazâ (hâkimlik)
işlerini taleb eder, ona nail olur, sonra da verdiği adilâne hükümler, adilâne
olmayanlara galebe çalarsa cenneti hak eder, kimin de adilâne olmayan
hükümleri galebe çalarsa cehennemi
boylar."
İbnu
Hacer, kadılık talebi hususunda bu rivâyette görülen ruhsatla, önceki rivâyetlerde ifade edilen memurluk
talebi yasağı arasında teâruzu şöyle te'lif eder: "Talebi sebebiyle
kendisine yardım edilmeme durumu, kadılığı elde ettiği takdirde adâletle
hükmetmesine mani değildir. Veya birindeki taleb kasda, diğerindeki de tâyine
hamledilir. Nitekim, Ebû Musa hadisinde:
-ki sadedinde olduğumuz hadistir- "Biz hırs gösteren kimseyi tayin
etmeyiz" demiş, bunun mukabilini de "yardım"la ifade etmiştir.
Bu durumda, eğer işi hususunda Allah'tan yardım olmazsa, bu işe o kimse yeterli
değil demektir, talebine müsbet cevap verilmemesi gerekir. Şurası açıktır ki,
her memuriyette bir kısım meşakkatler vardır. Öyle ise kim Allah'tan yardıma
mazhar değilse, girdiği işte büyük bir vartaya (telafisi olmayan zarara) düşer,
dünyası da âhireti de hüsrana uğrar. Şu
halde aklı olan kimse, asla taleb peşine düşmez. Ancak yeterli ise ve talebi
olmadan kendisine verildi ise bu durumda Sâdıku'l-Va'di'l-Emin olan Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) yardım vaadetmiştir. Böylesi bir memuriyette fazilet
olduğu izahtan varestedir."
Şu
halde yasak liyakatta düğümlenmektedir. Bir işe layık olmadan o iş taleb
edilmemelidir, mü'min, bunun mes'uliyetini düşünerek taleb etmemelidir. Tâyine
yetkili kimseler de lâyık olanı aramalıdır.
Bu
mesele ile ilgili olarak İmam Nevevî'nin açıklaması da konuya zenginlik
getirecek mahiyettedir. Bazı iktibasları aynen kaydetmeyi -mevzuun ehemmiyeti
sebebiyle- faydalı buluyoruz:
"Bu
hadis, memuriyetten kaçınmak hususunda büyük bir delildir. Memuriyetten kaçmak,
bilhassa onun gerektirdiği vazifeleri yerine getirmekten âciz olan kimseler
için şarttır. Hadiste mevzubahis edilen rüsvaylık ve pişmanlık ise, memuriyete
ehil ve layık olmayan veya lâyık olsa bile, icraatı sırasında adalete riâyet
etmeyen kimselerle alâkalıdır. Allah onları kıyamet günü rüsvay edecektir.
Fakat
me’muriyete ehil ve vasifesinde adaletli olanlar için büyük fazîlet vardır. Bu
hususta da birçok sahih hadîs gelmiştir... Liyakatlı ve âdil memurların
fazileti husûsunda müslümanlar icmâ da etmişlerdir. Bu satır atlanmıştı
Fakat
şurası muhakak ki, memuriyette her şeye rağmen büyük bir tehlike vardır ve bu
sebeple Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ondan sakındırdı, âlimler
sakındırdı ve hatta seleften pekçok kimse, birçok sıkıntıları göze alma
pahasına memuriyet almadılar."
Memuriyet
almamak için hapsi, kırbaçlanmayı ve sonunda ölmeyi bile göze alanların başında
İmam-ı Âzam Ebû Hanife (rahimehullah)'nin geldiğini yeri gelmişken
kaydediyoruz. [40]
ـ1ـ عن أنس
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ رسولُ
اللّهِ #:
اسْمَعُوا
وَأطِيعُوا،
وَإنِ اسْتُعْمِلَ
عَلَيْكُمْ
عَبْدٌ
حَبَشِىٌّ
كَأنَّ
رَأسَهُ زَبِيبَةٌ
مَا أقَامَ
فِيكُمْ
كِتَابَ
اللّهِ
تَعالى[.
أخرجه
البخارى.جعل
»الزَّبِيبَةَ«
مث في سواد
رأس ا‘سود،
وجعودة شعره .
1. (1725)- Hz. Enes (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Dinleyin
ve itaat edin! Hattâ, üstünüze, başı kuru üzüm danesi gibi siyah Habeşli bir
köle bile tayin edilmiş olsa, aranızda Kitabullah'ı tatbik ettikçe... (itaatten
ayrılmayın)." [Buhârî, Ahkâm 4, Ezân 54, 56.][41]
AÇIKLAMA:
1-
İmama itaat etme gereğini ifade eden mühim hadislerden biridir. Bu mevzuda
pekçok hadis varid olmuştur. Bir kısmı, müteakiben bu bâbta görülecektir.
2-
Bazı âlimler, burada kendisine itaat emredilen köle herhangi bir memur mu,
yoksa devlet başkanı da olabilir mi? diye incelemişlerdir. Öncelikle, devlet
başkanı tarafından tayin edilen herhangi bir memurun kastedildiği belirtilir.
Çünkü, İslâm ulemâsı, kölenin devlet başkanı olamayacağında icma etmiştir.
Bununla beraber yine de demişlerdir ki: "Bu normal şartların kaidesidir, ihtiyarî olduğu takdirde başa
köle getirilmez. Fakat, bir köle zorla, kuvvetle başa geçecek olursa, çıkacak
fitneyi önlemek için, masiyet emretmediği müddetçe ona da itaat gerekir."
Hadisle
ilgili olarak Hattâbî'nin getirdiği mülâhaza biraz daha farklı: "Bazan hiç
olmayacak şey, olmuş gibi misal verilebilir. Bu hadis dahi böyle bir temsilde
bulunmaktadır. Şer'an kölenin bu işe seçilmesi caiz olmasa da, itaat etme
emrinde mübâlağa maksadıyla, Habeşli köleye itaat zikredilmiştir."
3-
Habeşlinin başının kuru üzüme teşbihi, başının küçüklüğü ve saçlarının
siyahlığı sebebiyledir. Bu, hakaret, suret çirkinliği ve itibarsızlığa bir
temsildir.[42]
ـ2ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّه #:
مَنْ
أطَاعَنِى
فَقَدْ أطَاعَ
اللّه،
وَمَنْ
عَصَانِى
فَقَدْ عَصى
اللّه،
وَمَنْ
يُطِعِ
ا‘مِيرَ
فَقَدْ أطَاعَنِى،
وَمنْ يَعْصِ
ا‘مِيرَ فقَدْ
عَصَانِى[.
أخرجه
الشيخان
والنسائى .
2. (1726)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kim
bana itaat etmişse mutlaka Allah'a itaat etmiştir. Kim de bana isyan etmiş ise,
mutlaka Allah'a isyan etmiştir. Kim emîre itaat ederse mutlaka bana itaat etmiş
olur. Kim de emîre isyan ederse mutlaka bana isyan etmiş olur." [Buhârî,
Ahkâm 1, Cihad 109; Müslim, İmaret 33, (1853); Nesâî, Bey'at 27, (7, 154).][43]
AÇIKLAMA:
1-
Baştaki ilk cümle mâna itibariyle Kur'an'dan muktebes gibidir. Zîra âyet-i
kerimede: "Kim Resûl'e itaat ederse mutlaka Allah'a itaat etmiştir"
(Nisa 80) buyurulmaktadır. Bu ilk cümle şöyle de te'vil edilebilir: "Kim
bana itaat ederse mutlaka Allah'a itaat etmiş olur. Çünkü ben, Allah'ın
emrettiğinden başka bir emirde bulunmam, öyle ise, kim kendisine emrettiğim
şeyi yaparsa, onu emretmemi bana emreden Zât-ı Zülcelâl'e itaat etmiş olur."
Mânanın
şöyle olması da mümkündür: Madem ki Allah bana itaat etmeyi emretti, öyle ise
kim bana itaat ederse, Allah'ın bana itaat etmesi için kendisine yaptığı emre
itaat etmiş olur.
Masiyetle
ilgili yasak emrine uyma hususunda da aynı şeyler söylenebilir.
2-
İtaate gelince, o, "emredilen şeyi yapmak, yasaklanan şeyi de
terketmektir." İsyan da bunun hilafıdır.[44]
ـ3ـ وعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قالَ رسولُ
اللّهِ #: عَلى
المَرْءِ
المُسْلِمِ
السَّمْعُ
وَالطَّاعَةُ
فِيمَا
أحَبَّ وَكَرِهَ
إَّ أنْ
يُؤمَرَ
بِمَعْصِيَةٍ،
فإنْ أُمِرَ
بِمَعْصِيَةٍ
فََ سَمْْعَ
وََ طَاعَةَ[.
أخرجه الخمسة.
3. (1727)- Hz. İbnu Ömer (radıyallâhu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Müslüman
kişiye, hoşuna giden veya gitmeyen her hususta itaat etmesi gerekir. Ancak,
masiyet (Allah'a isyan) emredilmişse o hariç, eğer masiyet emredilmişse,
dinlemek de yok, itaat de yok." [Buhârî, Ahkâm 4, Cihad 108; Müslim,
İmâret 38, (1839); Tirmizî, Cihad 29, (1708); Ebû Dâvud, Cihad 86, (2626);
Nesâî, Bey'at 34, (7, 160).][45]
AÇIKLAMA:
1-
Emîre itaat sadece hoşa giden şeylerde değildir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm), yeni Müslüman olanlarla biat akdi yaparken çoğunlukla şu şartı
koşmuştur: "Güçlülük halinde de zayıflık halinde de, zorluk halinde de,
kolaylık halinde de, haksızlığa uğrama
halinde de... dinleyip itaat etmek..."
Emîrde
görülen hoşlanılmayan şeyler, ondan maruz kalınan haksızlık ve zulümler, ona
olan itaat vazifesini kaldırmıyor, isyan hakkı getirmiyor. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) böyle nâhoş durumlarda da sabır emrediyor:
مَنْ
كَرِهَ مِنْ
اَمِيرِهِ
شَيْئاً فَلْيَصْبِرْ
فَإنَّهُ
مَنْ خَرَجَ
مِنَ السُّلْطَانِ
شِبْراً
مَاتَ ميتةً
جَاهِلِيَّةً
"Kim emîrinden hoşlanmadığı
bir şeyle karşılaşırsa sabretsin, zîra kim sultandan bir karış uzaklaşır ve
ölürse cahiliye ölümü ile ölmüş olur."
2-
İmam masiyet emredecek olursa itaat hakkını kaybeder. Demek ki zulme maruz
kalmakla, masiyet emrine maruz kalmak farklı şeyler. Masiyet dinen günah olan,
Allah'a isyan mânası taşıyan fiildir, namazı terketmek, içki içmek, kumar oynamak
birer masiyettir. Şu halde imam bu nevi
emirlerde bulunursa bu emirlere itaat edilmez.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın koyduğu kaide şudur: َ
طَاعَةَ في
مَعْصِيَةِ
اللّهِ "Allah'a
isyanda kula itaat yoktur."
Bu
mâna, hadislerde farklı ifadelerle te'kid edilmiştir.
َ
طَاعَةَ
لِمَنْ لَمْ
يُطِعِ
اللّهَ
"Allah'a itaat etmeyene itaat yoktur."
َ
طَاعَةَ
لِمَنْ عَصَى
اللّهَ تَعالى "Allah'a
isyan edene itaat yoktur."
Ulemâ,
küfre düşen imamın mün'azil olduğunda, bu durumda bütün Müslümanlara, isyan
etmenin vacib olduğunda icma etmiştir. İbnu Hacer, hükmü şöyle bağlar:
"İsyana gücü yetene sevap vardır. Müdahene eden günahkâr olur. Aciz kalana
da oradan hicret gerekir." [46]
ـ4ـ وعن عمر
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ رسولُ
اللّهِ #: أَ
أُخْبِرُكُمْ
بِخِيَارِ
أُمَرَائِكُمْ
وِشِرَارِهمْ؟
خِيَارُهُمُ
الَّذِينَ تُحِبُّونَهُمْ
وَيُحِبُّونَكُمْ،
وَتَدْعُونَ
لَهُمْ
وَيَدْعُونَ
لَكُمْ،
وَشِرَارُ
أُمرَائِكُمْ
الَّذِينَ
تُبْغِضُونَهُمْ
وَيُبْغِضُونَكُمْ،
وَتَلْعَنُونَهُمْ
وَيَلْعَنُونَكُمْ[.
أخرجه
الترمذى .
4. (1728)- Hz. Ömer (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Size
emîrlerinizin en hayırlıları kimlerdir, en şerirleri kimlerdir haber vereyim
mi? Onların en hayırlıları sizlerin sevgisine
mazhar olanlar, sizleri sevenlerdir; lehlerinde hayırla dua edersiniz,
onlar da size hayır dua ederler.
Ümerânızın şerirleri de sizin buğzettiklerinizdir, onlar da size
buğzederler, siz onlara lânet edersiniz, onlar da size lânet ederler."
[Tirmizî, Fiten 77, (2265).][47]
AÇIKLAMA:
Bu
hadis, idarecilerle halk arasındaki münasebetleri tanzime yöneliktir.
Karşılıklı sevgi ve güvenin esas olması tavsiye edilmektedir. Bu hadisi bilen
amir, halk tarafından sevilmiyorsa veya halkını sevmiyorsa, birbirlerine lanet
okuyorlarsa, arada bir kopukluk var demektir.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bu noktada suçu idareciye yüklüyor: "En şerli, ön
kötü amiriniz, tarafınızdan sevilmeyen, sizi sevmeyendir..." Öyle ise
hayırlı bir amir olmak istiyorsa -ki mü'min, hayırlı olmayı aramak zorundadır-
kendini sevdirmenin, halkını sevmenin yollarını arayacaktır.
Şu
halde hadis amirlere, idarecilere halkın gönlünü, duasını almak sûretiyle
"hayırlı kişi" olmak için çalışmak zorunda olduğunu gösteriyor.[48]
ـ5ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قالَ رسولُ
اللّه #: مَنْ
خَرَجَ عَنِ
الطَّاعَةِ،
وَفَارَقَ
الجََمَاعَةَ
فَمَاتَ
مَاتَ
مِيتَةً
جَاهِلِيَّةً[.
أخرجه
الشيخان.وفي
رواية عن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قالَ رسولُ
اللّهِ #: مَنْ
خرَجَ عَنِ
الطَّاعَةِ،
وَفَارَقَ
الجَمَاعَةَ
فَمَاتَ
مَاتَ
مِيتَةً
جَاهِلِيَّةً،
وَمَنْ
قَاتَلَ
تَحْتَ رَايَةِ
عِمِّيَّةٍ)ـ1(
يَغْضَبُ
لِعَصَبَةٍ)ـ2(،
أوْ يَدْعُو
إلى
عَصَبَةٍ،
أوْ يَنْصُرُ
عَصَبَةً،
فَقُتِلَ
فَقِتْلَةٌ
جَاهِلِيَّةٌ،
وَمَنْ
خَرَجَ عَلى
أُمَّتى
يَضْرِبُ بَرَّهَا
وَفَاجِرَهَا
َ يَتَحَاشى
مِنْ
مُؤمِنهَا
وََ يَفِى
بِعَهْدِ ذِى
عَهْدِهَا،
فَلَيْسَ
مِنِّى
وَلَسْتُ مِنْهُ[.
أخرجه مسلم
والنسائى .
5. (1729)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kim
itaatten dışarı çıkar ve cemaatten ayrılır ve bu halde ölürse, cahiliye ölümü
ile ölür." [Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, İmâret 53, (1848); Nesâî, Tahrim 28,
(7, 123); İbnu Mace, Fiten 7, (3948).]
Ebû
Hüreyre'nin bir rivâyetinde şöyle gelmiştir: Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Kim
itaatten çıkar, cematten ayrılır (ve bu halde ölürse) cahiliye ölümü ile ölmüş
olur. Kim de körükörüne çekilmiş (ummiyye) bir bayrak altında savaşır, asabiyet
(ırkçılık) için gadablanır veya asabiyete çağırır veya asabiyete yardım eder,
bu esnada da öldürülürse bu ölüm de cahiliye ölümüdür. Kim ümmetimin üzerine
gelip iyi olana da, kötü olana da ayırım yapmadan vurur, mü'min olanlarına
hurmet tanımaz, ahid sahibine verdiği sözü de yerine getirmezse o benden
değildir, ben de ondan değilim." [Müslim, İmâret 53, (1848); Nesâî, Tahrim
28, (7, 123); İbnu Mâce, Fiten 7, (3948).][49]
AÇIKLAMA:
Son
iki hadiste, cemaat, asabiyyet, ummiyye bayrak gibi, bilhassa zamanımızda
Müslümanların iyice bilmeleri zaruret halini almış bazı tâbirler var:
"...
Aslında cemaate uyulması ile alâkalı Nebevî emir bundan ibaret değildir. Bu
mevzuda gelen birçok rivâyet, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in ısrarla
cemaate uymayı, cemaatten ayrılmamayı emrettiğini gösterir. Bir iki tanesini
kaydedelim:
______________
)ـ1(
عمية: بكسر
العين وضمها
لغتان. أي
راية فتنة وجهلة.)ـ2(
عصبة الرجل
أقاربه،
والمعنى
يقاتل، ويدعو
وينصر
لنصرة الدين
والحق، بل لمحض
التعصب
لقومه، وهواء
كما كان يقاتل
أهل الجاهلية.
"Size cemaati tavsiye
ederim, ayrılıktan da sakının, zîra şeytan iki kişiden uzak durur. Cennetin
ortasını isteyen, cemaatten ayrılmasın."
"Allah
ümmetimi dalalet üzere toplamaz. Allah'ın eli cemaatledir. Cemaatten ayrılan
ateşe gider."
"Cemaat
rahmet, ayrılık azabtır."
"Kim
cemaatten bir karış ayrılır, sonra da ölürse cahiliye ölümü ile ölmüş olur...
boynundaki İslâm bağını çıkarıp atmış olur."[50]
Yukarıda
kaydettiklerimizle cemaatin ehemmiyeti anlaşılmış olmakla beraber, bizim için
henüz müphem olan nokta, cemaatten kastedilen şeyin ne olduğudur. Acaba uymakla
mükellef olduğumuz şey nedir? Bu husus zikredilen hadislerde açıkca gözükmüyor.
Nitekim
âlimler de "cemaat" tâbiri ile kastedilen şey hususunda ihtilaf
etmiş, bundan "Ashab", "ehl-i ilim", "ümmetin
ekseriyeti", "diğer dinlerin mensuplarına karşı da -vacib meselelerde
ihtilâfa düşmedikçe- Müslümanların cemaati" vs... kastedilebileceğini ileri sürmüşlerdir.
İbnu'l-Mübârek,
din büyüklerinin, etrafında toplanmış bulundukları şeylerin "cemaat"
olduğu görüşünü benimsediği için,
kendisine buradaki cemaatten sorulunca: "Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer'dir"
cevabını verir. Onların ölmüş bulundukları hatırlatılınca da başka isimler...
ve en sonunda da devrindeki salih ve muttaki bir kimsenin ismini vererek, tek
kişiyi "cemaat" olarak vasıflandırır.
Adil
imamı ve âlim kişiyi "cemaat" olarak kabul eden, bu görüşü benimseyen
İbnu'l-Arabî daha vâzıh bir ifade ile: "İslam'ın cemaati adalet ve
ilimdir" yorumuna ulaşır.
Kanaatimizce,
hadiste uyulması vacib olduğu belirtilen cemaat hakkında âlimlerin yaptığı bu
yorumların hepsinin bir doğruluk, haklılık yönü vardır. Ancak herbirinin
haklılığı mutlak olmayıp hususî şartlar, değişik zaviye ve nokta-i nazarlarla
kayıtlıdır.
Bütün hadisler gözönüne alındıkta ve daha umumî
şartlar muvâcehesinde bu görüşlerden
biri üzerine sabit kalmak oldukça zor ve tekellüflü olacaktır. Bu sebeple
burada mevzubahis olan cemaatten "sevâdul-âzam"ı, yani büyük
ekseriyeti anlamamız daha uygun olacaktır: İlmî meselelerde âlimlerin
ekseriyetini, herkesi ilgilendiren içtimâî meselelerde efrâd-ı milletin
ekseriyetini vs..
Nitekim,
umumiyetle, ilim adamları, bu tâbir ile "sevâdul-âzam" yâni, ihtilaf
durumunda "ekseriyetin bulunduğu taraf" kastedildiğini kabul etmiştir. Delil olarak
şu hadisi gösterirler. "Benî İsrail yetmiş bir fırkaya ayrılmıştır, benim
ümmetim ise yetmiş iki fırkaya ayrılacaktır. Bu fırkalardan biri hariç, hepsi ateştedir. Ateşe gitmeyecek
olan fırka, cemaattir."
Cemaatten,
ekseriyetin kastedildiğini ifade eden başka rivâyetler de gelmiştir. Bunlardan
birinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Ümmetim dalâlet üzerine
toplanmaz, öyle ise aralarında ihtilâf görürseniz, size sevâd-ı âzamı iltizam
etmeyi tavsiye ederim (aleyküm bisevâdil-âzam)" buyurmaktadır.
Hadiste
gelen "sevâd-ı âzam" tâbiri ile ekseriyetin kastedildiği âlimlerce belirtilmiştir.
Suyûtî,
sevâdu'l-âzamı "doğru yolda gitmek üzere birleşenlerin ekseriyeti"
diye izah eder.
İhtilaf
ve fitne zamanlarında ekseriyet tarafın iltizam edilmesi gereğini ifade eden
daha vazıh bir rivâyet Ebû
Mes'udi'l-Ensârî'den gelmektedir. Mezbur (radıyallâhu anh)'dan, Hz. Osman
fitnesi sırasında bu durumla alâkalı
olarak Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den bir işittiği varsa onu, yoksa
şahsî kanaatini söylemesi istendiği vakit şu tavsiyede bulunur: "Size
ümmet-i Muhammed'in ekseriyetine uymayı tavsiye ederim (aleyküm bi-uzmi ümmet-i
Muhammed). Zîra Allah, ümmet-i Muhammed'i dalalet üzerine toplamaz."
İbnu
Kaadı Simavî'nin Fetâva's-Sagir'den
naklen Câmiu'l-Fusûleyn'den kaydettiği bir görüş de bizim için
aydınlatıcı mahiyettedir: "Eğer Hz. Ali olmasaydı, ehl-i kıble ile savaşı
aklımız almazdı. Hz. Ali ve O'na tabi olanlar ehl-i adl'dir, hasmı ve ona tâbi
olanlar da buğât'dır (âsilerdir). Zamanımızda kimin ehl-i adl, kimin bâği
olduğu hususundaki hüküm, galebe çalana (ekseriyete) göredir. Âdil veya âsi
olanı bilemeyiz, zîra hepsi de dünyayı
taleb ediyorlar."
Bu
meselede son olarak İbnu'l-Arabî'nin "cemaate uyup, ondan ayrılmama"
emrini muhtevî hadisten çıkardığı hüküm de burada kayda değer. O, mevzuunu
ettiğimiz hadisten iki hüküm çıkarır:
1-
Ümmet bir meselede icma edip anlaştıktan sonra arkadan gelenlerin aynı meselede
yeni bir görüş ortaya atmaları caiz değildir.
2-
Müslümanlar bir imam (lider) üzerine birleştikten sonra onun üzerine arkadan
niza ve ihtilâf çıkarmak helâl değildir. [51]
Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Müslümanları bir taraftan birliğe
çağırırken, diğer taraftan da ayrılanları, nifak ve ihtilâf çıkaranları
lânetlemektedir. Bu mevzuda da pek çok rivâyet gelmiştir. Birkaç tanesini daha kaydedeceğiz:
"Benden
sonra bir takım şerler, fesadlar ortaya
çıkacak. Bu zamanda, her kimin cemaatten ayrıldığını veya -birlik halinde olan-
ümmet-i Muhammed'in birliğini bozmayı arzu ettiğini görecek olursanız, kim
olursa olsun onu öldürün. Zîra Allah'ın
eli (hıfzı, yardımı) (birlik içinde olan) cemaatle beraberdir, zîra şeytan,
cemaatten ayrılanla beraberdir."
Müslim'in
bir rivâyetinde aynı mâna şu şekilde tekrar edilir: "Siz bir lider etrafında birlik haline iken, kim size
gelerek birliğinizi bozmak, cemaatinizi dağıtmak isterse, onu mutlaka
öldürün."
Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şu hadiste cemaatte ısrar edişinin,
Müslümanlar için cemaatin lüzumunun iki mühim sebebini de açıklar: "Allah
ümmetimi -veya Muhammed ümmetini- dalâlet üzere birleştirmeyecektir ve Allah'ın
eli (himayesi, yardımı, zaferi vs.) cemaat üzerindedir. Kim ayrılırsa, gideceği
yer ateştir."[52]
Şurası
muhakkak ki, içtimâî heyette vukua gelecek bir çatlama, bir kopukluk bilâhere kapanması
mümkün olmayacak kadar zor bir yaradır. Öyle ise bütün imkânları seferber edip,
böyle bir çatlamaya önceden mani olmalı, herhangi bir kopukluğa müncer olacak her çeşit
sebepleri önceden bertaraf etmelidir. İslam'ın fitne, fesad, nifak, tefrika gibi
çeşitli tâbirlerle ifade edip şiddetle yasakladığı şey işte budur.
"Hepiniz toptan Allah'ın ipine sarılın, parçalanıp ayrılmayın..."
âyetinde geçen, parçalanıp ayrılmayın tâbirine bir kısım âlimler,
"kendisinden ayrılık, tefrika çıkacak olan şeyi, mevcut kaynaşma ve
beraberliği izale edecek şeyi ihdas etmeyin" şeklinde anlamıştır.[53]
Yukarıda
kaydedilen hadislere dikkat edilecek olursa, onlarda beyan edilen irşadlar
"bir şahsın etrafında"
birliğin bulunduğu veya ekseriyetin teveccüh etmiş bulunduğu belli bir
istikamet, veya muayyen bir şahsın bulunma durumlarıyla alâkalıdır. Halbuki,
insan cemiyetinde daha farklı ahvallerin zuhuru da mümkündür. Bu mevzular
mevzubahis edilince hemen akla gelecek başka durumlar da vardır. Nitekim, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in muhatapları cemaatin, yani ekseriyetin bulunmama ihtimalini de gözönüne
alarak, o durumlarda nasıl hareket edilmesi gerektiğini sormuşlardır. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Buharî'de gelen cevabı "inzivaya
çekilmek" şeklindedir:
"...Ey
Allah'ın Resûlü, bahsettiğiniz fitne devrine ulaşırsak ne tavsiye
edersiniz?"
"Müslümanların
cemaatine ve imamına uy."
"Ya
onların cemaatleri ve imamları yoksa?"
"(O
takdirde) mevcut fırkaların hepsini terket. Hatta bir ağacın köküne dişlerinle
tutunmuş vaziyette olsan bile, ölüm sana gelinceye kadar öyle kal (ve
fakat fitneye karışma)."
Hadiste
geçen "bir ağacın köküne dişlerinle tutunmuş vaziyette olsan bile..."
tabirinden, karışmamak sebebiyle maruz kalınacak sıkıntı her ne olursa olsun,
insanların kınaması, ayıplaması nevinden
mânevî; açlık, susuzluk vs. nevinden maddî olan tahammülü zor her çeşit
zorluklara, darlıklara, meşakkatlere tahammülün kinâye edildiği şârihlerce
belirtilmiştir.[54]
Âlimlerin
bir kısmı, bununla, gayesi, hedefi belli
olmayan mübhem bir umurun kastedildiğini söylemiş, misal olarak bir kavmin
asabiyet için yaptığı savaşı göstermiştir. Şahsî ihtiras ve gadab yolunda
yapılan mukâtelenin de buraya girdiğini ayrıca belirtmişlerdir. Bayrak tâbirine
yer verilmesini nazar-ı dikkate alan bazıları, bu tâbirle hak mı bâtıl mı
olduğu meçhul olan bir iş üzerine toplanmış kimselerin kinaye edildiğini
söylemişlerdir. Şu halde, hadis, bu çeşit savaşlara katılmayı yasaklamaktadır.[55]
Sıkca
geçen ve kavmiyetçilik, ırkçılık gibi tâbirlerle tercüme ettiğimiz bu kelime,
-İbnu'l-Esîr'in açıklamasına göre- "kavmine zulümde yardım eden kimse" mânasına gelen
asabî'den gelir. Lügat yönünden asabî, asabesi için öfkelenen ve onları himaye
eden kimse demektir. Asabe ise, bâba
cihetinden gelen akrabalara denir.
Asabiyet,
Tarafgirlik Demektir.
Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in yasakladığı asabiyetin "zulümde
kavmine yardım etmek" olduğu anlaşıldıktan sonra şunu söyleyebiliriz: Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında insanları, zulümde başkasına
yardım etmeye sevkeden en mühim âmil kavmî beraberlik, kan bağı idi.
Zamanımızda bunun yerini başka şeyler de
almıştır. Bu yeni şey, bâzan ideolojidir, bâzan siyasettir, bazan
bölgeciliktir, bazan şu veya bu maksadla teşkil edilen grubculuktur, bâzan
grubculuklara karşı olmak düşüncesiyle teşkil edilen grubculuktur, bâzan da
eskiden olduğu gibi kabilevi, ırkî birliktir. Sebep ne olursa olsun, ileri
sürülen bahane ne gösterilirse
gösterilsin, adâletin tatbikine, liyâkatların haklarını almasına mani olan,
lâyıkı varken liyâkatsizi iş başına getiren, mazluma karşı zâlimi koruyan her
çeşit tarafgirlikler Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in diliyle
lânetlenen yasaklanmış olan asabiyettir. Bu nokta-i nazardan asabiyet tâbirinin
zamanımızdaki en uygun karşılığı tarafgirliktir. Zîra tarafgirlik uğruna, değil
aynı kabileden olanlar, aynı aileden olanlar bile birbirlerine düşman vaziyeti
almakta, haksızlıklar işlemektedir.[56]
ـ6ـ وعن أبى
بكرة رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قال: ]قالَ
رسولُ اللّه #:
مَنْ أهَانَ
سُلْطَانَ
اللّهِ في
ا‘رْضِ
أهَانَهُ
اللّهُ تَعالى[.
أخرجه
الترمذى .
6. (1730)- Ebû Bekre (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim
Allah'ın yeryüzündeki sultanını alçaltırsa, Allah da onu alçaltır."
[Tirmizî, Fiten 47, (2225).][57]
AÇIKLAMA:
Sultanı
alçaltmaktan muradın ne olduğu müphem kalmaktadır. Ancak rivâyetin Tirmizî'deki
aslı meseleyi aydınlatmaktadır:
"Ziyad
İbnu Küseyb el-Adevî anlatıyor: "Ben Ebû Bekre ile İbnu Âmir'in minberinin
dibinde oturuyordum. Ebû Âmir, üzerine ince bir elbise giymiş olarak hutbe
veriyordu. Ebû Bilal: "Hele şu emîrimize bakın, fâsıkların elbisesini
giyiyor" dedi. Ebû Bekre (radıyallâhu anh) atılarak: "Sus, böyle
konuşma, ben Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in şöyle söylediğini
işittim:
"Yeryüzünde
Allah'ın sultanını alçaltanı, kıyamet günü Allah alçaltır."
Ahmed
İbnu Hanbel'in Müsned'inde gelen şu hadiste ise, sadece hürmetsizlikten nehiy
değil, hürmet etmeye teşvik ve hatta emir görülmektedir:
"Kim
dünyada Allah'ın (makam vermek sûretiyle aziz kıldığı) sultanına ikramda
bulunursa, kıyamet gününde de Allah ona ikram eder. Kim de Allah'ın sultanını
dünyada alçaltırsa Allah da onu kıyamet günü alçaltır."
Ancak
hemen şunu da kaydedelim, bu hadisler amirlerin yaptığı kötü davrınışlara göz
yumup görmemeyi veya onları benimsemeyi emretmiyor. Bilakis, münker kimde
görülürse, münker bilinip takbih edilecektir. Ancak münkeri ve fıskı sebebiyle
alçaltılıp, otoritesi kırılmayacaktır. İşte bir Müslim hadisi daha:
... وَإذَا
رَاَيْتُمْ
مِنْ
وَُتِكُمْ شَيْئاً
تَكْرَهُونَهُ
فَاكْرَهُوا
عَمَلَهُ وََ
تَنْزِعُوا
يَداً مِنْ
طَاعَةٍ
"...Valilerinizde
hoşlanmadığınız bir şey görecek olursanız, onun yapılmasını kerih görün, (kötü
addetmeye devam edin, valimiz yapmıştır diye hoş karşılamaya kalkmayın), fakat
itaatten elinizi çekmeyin."
Mü'min
nerede, ne zaman, kimden bir kabih görürse onu takbih etmekle mükelleftir. [58]
ـ1ـ عن عائشة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قالَ رسولُ
اللّهِ #: إذَا
أرَادَ
اللّهُ بِا‘مِيرَ
خَيْراً،
جعَلَ لَهُ
وَزِيرَ
صِدْقٍ إنْ
نَسِىَ
ذَكَّرَهُ،
وَإنْ ذَكَرَ
أعَانَهُ،
وَإذَا
أرَادَ
اللّهُ بِهِ
غَيْرَ ذلِكَ
جَعَلَ لَهُ
وَزِيرَ
سُوءٍ إنْ
نَسِىَ لَمْ
يُذَكِّرْهُ،
وَإنْ ذَكَرَ
لَمْ يُعِنْهُ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائى .
1. (1731)- Hz. Aişe (radıyallâhu
anhâ) anlatıyor: "Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Allah
bir emîr için hayır diledi mi ona doğru sözlü bir vezir nasib eder. Bu, ona
unutunca hatırlatır, hatırladığı zaman da yardım eder. Allah emîre hayır
dilemezse, kötü bir vezir musallat eder. Bu vezir, ona unuttuğunu hatırlatmaz,
hatırlayınca da yardımcı olmaz." [Ebû Dâvud, Harâc 4, (2932); Nesâî,
Bey'at 33, (7,159).][59]
AÇIKLAMA:
1- Vezir, sultanın (emîr, imam)
yardımcısı, müşaviri mânasına gelir. Yük, ağırlık mânasına gelen vizr'den
alınmış olabilir. Çünkü melikin yükünü çekmektedir. Melce ve sığınak mânasına
vezir'den alınması da mümkündür, çünkü melik onun fikrine, re'yine müracaat eder. Yardım ve muâvenet
mânasına gelen muâzere'den gelebileceği de söylenmiştir.
2-
Sadedinde olduğumuz rivâyet iyi vezirin doğru sözlü olması gerektiğini ifade
ederken, hadisin Nesâî'deki vechinde salih vasfına yer verilmiştir. Esasen
salihlik doğru sözlülüğü şart kılan bir haldir. Âlimler, iyi vezirin öncelikle
doğru sözlü olması, her hususta emîre doğru bilgi vermesi, gerçek fikirlerini
beyan etmesi gerektiğini belirtirler. Salihlik hususunda da hem dünya işlerinde
hem de âhiret işlerinde sâlih olması gerektiğini, sadece dünya işlerindeki
salihliğin yeterli olmayacağını, hem fiilen, hem kavlen doğruluk ve sâlihliğin
gereğini vurgularlar.
3-
Unuttuğu takdirde hatırlatılması gereken şey, ahkâm-ı şer'iyye ve dinî âdab
olabileceği gibi, halkın maslahatını, adâleti ilgilendiren hususlar da olabilir.
Ahnef
demiştir ki: "Sultan, yardımcılar ve vezirler olmadan saltanatını devam
ettiremez. Vezir ve yardımcılar sevgi ve hayırhahlık olmadan faydalı olamazlar.
Sevgi ve hayırhahlık (nasihat) da dirâyetli rey ve dürüstlükle faydalı
olabilir. Meliklere hassaten -bütün insanlara ammeten- en ziyade zarar getiren
şey sâlih vezir ve yardımcılardan mahrumiyetleridir, vezir ve yardımcılarının
mürüvvet ve hayaca fukara oluşlarıdır."
Yine
Ahnef demiştir ki: "Bir vali için en büyük felâket, sözü güzel, ameli fena
vezir veya arkadaşa sahip olmasıdır."
Yine
demiştir ki: "Valilerin süs ve zineti, onların vezirleridir. Kimin yakınları bozulursa, o
kimse; içtiği su boğazına takılan ve buna çare bulamayan kimse gibidir."
Beyhakî,
Ali el-Cerrah'dan şunu nakleder:
"Emevîler'in
çocuklarından: "Devletinizin yıkılış sebebi nedir?" diye sordum.
Bana: "Dört sebeple!" dediler ve açıkladılar:"
1-
Vezirlerimiz izhâr etmemiz gereken şeyleri bize söylemediler.
2-
Vergi memurlarımız halka zulmetti, halk vatanlarından göç etti; böylece
hazinelerimiz boşaldı.
3-
Askerlerin maişetleri kesildi, böylece
bize itaati terkettiler.
4-
Adaletimizden ümidlerini kestiler ve başkalarında emniyet ve huzur
aradılar."[60]
ـ2ـ وعن أبى
سعيد، وأبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُما
قال: ]قالَ
رسولُ اللّهِ
# مَا بَعَثَ
اللّهُ
تَعالى مِنْ
نَبىٍّ، وََ اسْتَخْلَفَ
مِنْ
خَلِيفَةٍ،
إَّ كَانَتْ لَهُ
بِطَانَتَانِ
بِطَانَةٌ
تَأمُرُهُ بِالْمَعْرُوفِ،
وَتَحُضُّهُ
عَلَيْهِ، وَبِطَانَةٌ
تأمُرُهُ
بِالشَّرِّ،
وَتَحُضُّهُ
عَلَيْهِ،
وَالمَعْصُومُ
مَنْ عَصَمَ
اللّهُ
تَعالى[. أخرجه
البخارى
والنسائى .
2. (1732)- Ebû Said ve Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Allah
bir peygamber gönderdiği veya onun yerine bir halife getirdiği zaman mutlaka
onun iki tane de yakını olmuştur: Biri ma'rufu emretmiş ve ona teşvik etmiş,
diğeri de şerri emretmiş ve şerre teşvik
etmiştir. Ma'sum (yani kötülükten korunmuş) olan, Allah'ın koruduğu
kimsedir." [Buharî, Ahkâm 42; Nesâî, Bey'at 32, (7, 158).][61]
AÇIKLAMA:
1-
Hadiste "yakın" diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı bitâne'dir.
Peygamber veya halifenin (melik, emîr, sultan, vali) yalnız kaldığı hususî
anlarında bile yanına girebilen kimse demektir. Bitâne, "vezir"den
daha umumî bir tâbirdir.
2-
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hakkında "kötü telkinde bulunacak
yakın" bazılarınca işkal vesilesi olmuştur. Bu aklen mümkündür. Ancak Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in onu
dinlemesi mevzubahis değildir. Nitekim hadisin sonunda "ma'sum,
Allah'ın koruduğu kimsedir" cümlesine yer verilmiştir. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın insanlara karşı korunduğunu: وَاللّهُ
يَعْصِمُكَ
مِنَ
النَّاسِ "Allah
seni insanlardan korur" (Maide 67) âyeti ifade etmektedir. Âyet mutlak
olduğu için sâdece hayatî korunmayı değil, şer telkinlere karşı korunmayı da
içine alır.
Öyle
ise Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in "yakınları" (bitane)
melek ve şeytandır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir hadislerinde buna
temas eder ve şeytanının Müslüman
olduğunu belirtir: وَلكِنَّ
اللّهَ
اَعَانَنِى
عَلَيْهِ
فَاَسْلَمَ "Allah
bana şeytanıma karşı yardım etti ve şeytanım Müslüman oldu."
3-
Âlimler, halktan gizli istihbarat toplayacak kimseleri, hâkimin güvenilir,
emin, anlayış ve fetânet sâhibi akıllı
kimselerden seçmesini şart görürler.
"Çünkü derler, me'mun hâkimin musibeti, güvene layık olmayan kimseye
güvenerek sözünü kabul etmesiyle başlar. Öyle ise bu çeşit durumlarla titizlik
göstermelidir."
4-
Âlimler: "Hadiste, hüküm mevkiinde kimselerin şerr telkinlere iltifat
etmemesi, o hususta titizliği artırması gerektiği ifade
edilmektedir" demişlerdir. Zîra, bu telkinlerden sadece "Allah'ın
korudukları" korunabilmektedir.
5-
Âlimler, hadiste geçen iki yakından maksadın iki vezir, şeytan ve melek, nefs-i
emmare ve nefs-i levvame olabileceğini söylemişlerdir. Hepsine hamletmeyi caiz
gören de olmuştur. Muhibbu't-Taberî: "Bitâne, evliya ve asfiyadır" demiştir. [62]
ـ3ـ وعن كعب
بن عجرة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قالَ لِى
رسولُ اللّهِ
#: أُعِىذُكَ
بِاللّهِ يَا
كَعْبُ بنَ
عُجْرةَ مِنْ
أُمَرَاءَ يَكُونُونَ
بَعْدِى مَنْ
غَشِى
أبْوَابَهُمْ
وَصَدَّقَهُمْ
في كَذِبهمْ،
وَأعَانَهُمْ
عَلى ظُلْمِهِمْ
فَلَيْسَ
مِنِّى
وَلَسْتُ
مِنْهُ، وََ
يَرِدُّ
عَلىَّ
الحَوْضَ،
وَمَنْ لَمْ
يَغْشَ
أبْوَابَهُمْ،
وَلَمْ
يُصَدِّقْهُمْ
في
كَذِبِهِمْ،
وَلَمْ
يُعِنْهُمْ عَلى
ظُلْمِهِمْ
فَهُوَ
مِنِّى
وَأنَا
مِنْهُ،
وَسَيَرِدُ
عَلىَّ
الحَوْضَ. يَا
كَعْبُ بنَ
عُجْرَةَ: الصََّةُ
بُرْهَانٌ،
وَالصَّوْمُ
جُنَّةٌ حَصِينَةٌ،
وَالصَّدَقَةُ
تُطْفِئُ
الخَطِيئَةَ
كَمَا
يُطْفِئُ
المَاءُ
النَّارَ يَا
كَعْبُ ابنَ
عُجْرََةَ:
إنَّهُ َ
يَرْبُو لَحْمٌ
نَبَتَ مِنْ
سُحْتٍ إَّ
كَانَتِ
النَّارُ
أوْلى بِهِ[.
أخرجه
الترمذى،
وهذا لفظه
والنسائى
بمعناه.»السُّحْتُ«:
الحرام من
المكسب،
والمطعم، والشرب
.
3. (1733)- Ka'b İbnu Ucre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana şunu söyledi:
"Ey
Ka'b İbnu Ucre, seni, benden sonra gelecek ümeraya karşı Allah'a sığındırırım.
Kim onların kapılarına gider ve onları, yalanlarında tasdik eder, zulümlerinde
onlara yardımcı olursa, o benden değildir, ben de ondan değilim; âhirette
havz-ı kevserin başında yanıma da gelemez. Kim onların kapısına gitmez,
yalanlarında onları tasdik etmez, zulümlerinde yardımcı olmazsa o bendendir,
ben de ondanım; o kimse, havzın başında yanıma gelecektir. Ey Ka'b İbnu Ucre!
Namaz bürhandır. Oruç sağlam bir kalkandır. Sadaka hataları söndürür, tıpkı
suyun ateşi söndürdüğü gibi. Ey Ka'b İbnu Ucre! Haramla biten bir ete mutlaka
ateş gerekir." [Tirmizî, Salât 433. (614); Nesâî, Bey'ât 35, 36, (7,
160).][63]
AÇIKLAMA:
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Ka'b İbnu Ucre'yi muhatap ederek ümmet-i merhumeye
yalancı, zalim ve sefih ümerâya karşı
nasıl davranılacağını ders vermektedir:
Onlara uğramamak, yalanlarına kapılmamak, zulümlerine iştirak etmemek.
Namaz, oruç, zekât gibi farzları edâ etmek, bunların uhrevî mükâfaatını
düşünerek sefih ümeranın dünyevî menfaatlarına iltifat etmemek, istikametten
ayrılmamak.
Süfyan-ı
Sevrî (rahimehullah), "... o benden değildir ben de ondan değilim"
ibaresinin te'vil edilmesini istemez. "Zahiri esas alınmalıdır, zecr
hususunda bu daha beliğ" dermiş.[64]
ـ4ـ وعن جبير
بن نفير
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قالَ كَثيرُ
بنُ مُرَّةَ،
وَعَمْرُو
ابنُ ا‘سْوَدِ
وَالمِقْدَامُ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قالَ: رسولُ
اللّهِ #: إذَا
ابْتَغى
ا‘مِيرُ الرِّيبَةَ
في النَّاسِ
أفْسَدَهُمْ[.
أخرجه أبو
داود.»والرِّيبَةُ«:
التهمة،
والمراد أن
ا“مام إذا
اتهم رعيته،
وجاهرهم بسوء
الظن أدّاهم
ذلك إلى
ارتكاب ما ظن
فيهم ففسدوا .
4. (1734)- Cübeyr İbnu Nüfeyr
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Kesir İbnu Mürre, Amr İbnu'l-Esved ve
el-Mikdâm (radıyallâhu anhüm) dediler ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Emîr, halka karşı suizanna düşerse halkı ifsad eder."
[Ebû Dâvud, Edeb 44, (4989).][65]
AÇIKLAMA:
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bu hadislerinde ümeranın (idarecilerin) halka karşı
siyasetlerinde uymaları gereken mühim bir
prensip vaz'ediyor. Suizanla hareket etmemek, onları müttehem, kuşkulu
kimseler yerine tutmamak, haklarında
hüsn-i zannı, güveni esas almak. Aksi taktirde halk, ahlâken bozulacaktır.
en-Nihaye'de, "Yani emîr insanları bazı şeylerle itham ederek, alenen
suizanda bulunursa bu hal onları haklarında ittiham olunan fenalıkları işlemeye
sevkeder" der.
Bu
meseleyi tasrih eden başka hadisler de mevcuttur: "Yine Ebû Dâvud'da aynı
yerde, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şu tavsiyeleri yer alır:
"(Ey
Muâviye!) Eğer insanların kusurlarını araştırırsan onları ifsad edersin veya
ifsad olma noktasına getirirsin." "Kim bir kusur görür ve onu örterse, diri gömülmüş birisine hayat vermiş
gibi olur." Yani onu kabirden çıkararak ölümden kurtarmış gibi sevab alır.
Zeyd
İbnu Vehb anlatıyor: "İbnu Mes'ud'a birisi gelerek: Şu falanca varya,
sakalından şarap damlıyor" diye şikâyette bulunmuştu. Abdullah İbnu
Mes'ud: "Biz tecessüs etmekten yasaklandık. Ancak bize bir şey zâhir
olursa, ona gereğini yaparız" dedi.
İslâm'ın
tecessüsü yasaklama esprisini anlamada bize yardımcı olacak bir rivâyeti yine
Ebû Dâvud'dan kaydediyoruz:
"Ukbe
İbnu Âmir (radıyallâhu anh)'in kâtibi Duhayn anlatıyor: "Bizim şarap içen
komşularımız vardı. (İçmeyin diye) yasaklamada bulundum, dinlemediler. Durumu Ukbe
İbnu Âmir'e: "Şu komşularımız şarap
içiyorlar, ben içmeyin dedi isem de vazgeçmediler. (Müsaade ederseniz) onlar
için polis çağıracağım" dedim. Bana: "Bırak onları!" dedi (ve
üzerlerine gitmedi). Bir müddet sonra tekrar Ukbe (radıyallâhu anh)'ye:
"Komşularımız inadlaştılar, içkiden vazgeçmiyorlar, ben onlar için polis
çağıracağım" diye müracaatta bulundum. Bana bu sefer: "Ne münasebet,
bırak onları. Zîra ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı işittim, şöyle diyordu: "Kim bir kusur görür ve
onu örterse diri gömülmüş birisine hayat vermiş gibi olur." [66]
Her
devirde, her yerde, bir büyük zat incelenirken, şahsın anlaşılması için çoğu
kere onun yetiştirdiklerine de nazar edilir. Eserleri arkasında zikredilebilecek
halefleri, bir bakıma o kimsenin ayinesidir.
Bu
beşerî kâideyi, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) için de mûteber
addedebiliriz. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın getirdiği mesajın ve
sistemin anlaşılmasında, hakkıyla takdirinde, Ashab'ın bütün yönleriyle
bilinmesi büyük ehemmiyet taşır. Bunu anlayan selef ulemâsı, sâdece Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le ilgili sünneti değil Ashâb ve hattâ
Tâbiîn ve Etbauttâbiîn ile ilgili sünneti de yazmış, hayatlarını, sözlerini,
fetvâlarını, birçok fiillerini bize kadar intikal ettirmiştir.
Mevzumuz
olan imamet, yâni İslâm'ın siyasî ve idarî sistemi açısından Hulefâ-i Râşidîn
mühim bir yer tutar. İnsanlığın kapitalizm, komünizm gibi iktisadî; monarşi,
demokrasi, diktatörlük gibi siyâsî sistemleri arasında İslâmî sistemi, bütün
buutlarıyla ve gerçek (otantik) vechesiyle anlamak için Hulefa-i Râşidîn
dönemini ve onların tatbîkâtını anlamak, bilmek vazgeçilmez bu zarûrettir.
Gerçek İslâm'ın, onların şahsında temsîl edildiği, hakikî İslâmî örneklerin
kâmil mânada onların elleriyle tatbik edildiği kanaatindeyiz. Sonraki
nesillerde her hâl u kârda gayr-ı İslâmî unsurlarla sistemin müşevveşleşeceğine
telmîhan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Benden sonra nübüvvet
hilâfeti otuz yıldır" buyurmuştur.
Şu
halde bu kısımda Hulefa-i Râşidîn'le ilgili bazı rivâyetleri, onların başta
seçimleri olmak üzere siyasî yönlerini tanıtıcı bir kısım açıklamaları
sunacağız.
Bu
vesîle ile bir noktaya parmak basmak istiyoruz. Dört Halife Devri denince
zihinler "İslâm demokrasisi" tâbiriyle şartlandırılmış durumdadır.
Biz bu tâbirin yanlışlığına inanıyoruz. Zîra demokrasi Batı'ya ait bir
sistemdir. İslâm'ın siyasî sistemini -bazı noktalardaki hâricî benzerlikler
sebebiyle- demokrasi ile iltibas etmemek gerekir. Üstelik, her ne hikmetse,
bugünün dünyasında birbirine taban tabana zıt Doğu ve Batı blok devletlerince
birbiriyle yarışırcasına sahiplenilmiş olan demokrasiyi bir ideal sistem olarak
telakkî edip, mezkûr maratona katılma espirisiyle "demokrasi İslâm'da da var, dolayısıyla İslâm'ın bir
eksiği yok" mânasında iddialar mahzurludur, İslâmî nizamın anlaşılmasına
mânidir. Böyle bir davranışın psikolojik planında demokrasiyi esas alma, ideal
kabûl etme zihniyeti yatmaktadır. Halbuki İslâm vahye dayanır, semâdan inen bir
amud-u nurânîdir. Onda beşerî katkı yoktur. Bununla o, hiçbir sûretle mukâyese
imkânına sahip değildir. Biz İslâm'ı, hiçbir beşerî katkı ile teşvîş etmeden,
kendi orijinal cüzlerinden mürekkep müstakil bir bütün olarak anlamaya
çalışmalıyız. Aksi takdirde gereksiz iltibaslar onu kavramamıza mâni olacaktır.
Şunu açıklıkla söyleyebiliriz: İslâmî nizâm, asla demokrasi değildir,
dikdatörlük hiç değildir, kesinlikle monarşi olamaz. O hâlde nedir? denirse,
"önce, Batılı ve beşerî sistemleri ifade eden tâbirlerin dışına çıkmak
gerek"' deriz. Bu noktada mutabık kalındıktan sonra sistemin mahiyetini
anlamaya geçilebilir. Buna Osmanlılar'ın yaptığı gibi meşrûtiyet denmiş,
doğrudan nizam-ı İslâm denmiş, nizam-ı İlâhî denmiş, meşrutiyet-i meşrûa denmiş
veya bir başka isim takılmış bizce mühim değil. Yeter ki Batı menşe'li, mevcut
beşerî sistemlerden birinin ismiyle peşin bir sıbgaya tâbi tutulmasın.[67]
ـ1ـ عن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما:
]أنَّ
عَلِيّاً
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ خرَجَ
مِنْ عِنْدِ
النَّبىِّ #
في وَجَعهِ
الَّذِى
تُوُفِّىَ
فِيهِ،
فقَالَ
النَّاسُ يَا
أبَا
الحَسَنِ:
كَيْفَ
أصْبَحَ
رسولُ اللّه
#؟ فقَالَ:
أصْبَحَ
بِحَمْدِ
اللّهِ
بَارِئاً،
فأخَذَ
بِيَدِهِ
الْعَبَّاسُ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ
فقَالَ: أنْتَ
وَاللّهِ
بَعْدَ ثََثٍ
عَبْدُ
الْعَصى،
وَإنِّى
وَاللّهِ ‘رَى
رسولَ اللّهِ
#
سَيُتَوَفَّى
مِنْ
وَجَعِهِ
هذَا. إنِّى
‘عْرَفُ
وُجُوهَ
بَنِى عَبْدِ
المُطَّلِبِ
عِنْدَ
المَوْتِ،
فأذْهَبْ
بِنَآ إلَيْهِ
نَسألْهُ
فِيمَنْ هذَا
ا‘مْرُ؟ فإنْ
كانَ فِينَا
عَلِمْنَاهُ،
وَإنْ كانَ في
غَيْرِنَا
كَلَّمْنَاهُ
فأوْصى
بِنَا، فقَالَ
عَليٌّ رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ أمَا
وَاللّهِ
لَئِنْ
سَألْنَاهَا
فَمَنَعَنَاهَا
َ يُعْطِينَاهَا
النَّاسُ
بَعْدَهُ،
وَإنِّى
وَاللّهِ َ
أسْألُهَا[.
أخرجه
البخارى.قوله:
»عَبْدُ الْعَصى«
أى مقهور
محكوم عليك
ممن يتولى
الخفة .
1. (1735)- İbnu Abbâs (radıyallâhu
anhüma) anlatıyor: "Hz. Ali (radıyallâhu anh), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı rahmet-i
Rahmân'a kavuşturan hastalığı sırasında yanından dışarı çıktı. (Dışarıda
bekleyen) halk:
"Ey
Ebû'l-Hasan, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ne durumda?" diye
sodular.
"Allah'a
hamdolsun iyileşti!" dedi. Hz. Abbâs (radıyallâhu anh) elinden tuttu. Ve:
"Üç
gün sonra [Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ölecek, sen bir başkasına]
me'mur olacaksın. Ben, vallahi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu
hastalığından (kurtulamayıp) vefat edeceğini görüyorum. Zîra ben,
Abdulmuttaliboğullarının ölüm sırasında aldığı şekli biliyorum. Gel Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a gidip bu "iş" (hilafet) kimde kalacak onu
soralım. Bizde kalacaksa (şimdiden) bilmiş oluruz. Bizden başkasına kalacaksa
kendisiyle konuşuruz, bizi (ona) tavsiye eder" dedi. Ali (radıyallâhu
anh):
"Eger,
biz onu sorsak bunun üzerine (hilafeti) bize yasaklasa, halk ondan sonra onu
asla bize vermez. Vallahi ben böyle bir şey soramam!" dedi." [Buhârî,
İstizân 29, Meğâzî 83.][68]AÇIKLAMA:Hadis,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ölüm döşeğinde yatarken Hz. Ali ile Hz.
Abbâs (radıyallâhu anhümâ) arasında, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) öldüğü
taktirde, hilâfetin geleceği hususunda geçen bir muhâvereyi aksettirmektedir.Hz.
Ali'nin ifadesinden de anlaşıldığı üzere, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
bu son hastalığında, zaman zaman hafifliyor ve konuşabiliyordu. Hz. Abbâs böyle
bir hafifleme ânında kendinden sonra halîfe olacak kimse hakkında konuşma
teklif ederse de Hz. Ali buna yanaşmaz. Bir başka rivâyette, Hz. Ali: "Bu
(hilafet) işine bizden başka istekli de var mı?" diye sorar. Hz. Abbâs:
"Tahmîn ederim, Allah'a yemin olsun olacak da!" cevabını verir. Hz.
Ali, bu meseleyi Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e açtıkları, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in de müsbet cevap vermemesi hâlinde, halkın
bununla aleyhlerinde ihticâc edip, ebediyyen hilafete lâyık bulunmayacaklarını
söyler. İbnu Sa'd'dan gelen rivâyete göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
vefat edince Hz. Abbas, Hz. Ali (radıyallâhu anhüma)'ye : "Uzat elini sana
biat edeyim, halk sana biat etsin" der. Hz. Ali kabul etmez. İbnu Hacer'in
kaydına göre, bazı rivâyetlerde Hz. Ali'nin "Keşke Abbâs'a itaat
etseydim" diye pişmanlık izhâr ettiği belirtilmişti.
ـ2ـ وعن جبير
بن مطعم
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]أتَتِ
أمْرَأةٌ
النَّبيَّ #
فَكَلَّمَتْهُ
في شئٍ
فَأمَرَهَا
أنْ
تَرْجِعَ،
فقَالَتْ:
فإنْ لَمْ
أجِدْكَ،
كَأنَّهَا
تَعْنِى المَوْتَ.
قال: فإنْ
لَمْ
تَجِدِىنِى،
فأتِى أبَا
بَكْرٍ[.
أخرجه
الشيخان
والترمذى .
2. (1736)- Cübeyr İbnu Mut'im
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Bir kadın, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a gelerek bir hususta kendisiyle konuştu. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), (kendisine) tekrar gelmesini emretti. Bunun üzerine kadın:
"Ya
seni bulamazsam!" dedi. Kadın ( bu sözüyle) sanki ölümü kasdetmişti,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Eğer
beni bulamazsan, Ebû Bekir'e uğra!" diye cevap verdi." [Buhârî, Ahkâm
57, Fedailu Ashabı'n-Nebî 5, İ'tisâm 24; Müslîm, Fedailu's-Sahâbe 10, (2386);
Tirmizî, Menâkıb, (3677).][69]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, vefatından sonra
hilâfete geçecek kimse hususunda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bazı
işaretlerde bulunduğunu gösteren rivâyetlerden biridir. İbnu Hacer'in
kaydettiğine göre, bazı rivâyetlerde kadın:
"Ben
geldiğimde size ölüm gelmiş olsa ve sizi bulamazsam?" demiştir.
İbnu
Hacer'in, zayıflığına dikkat çekerek kaydettiği bir diğer rivâyete göre,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a: "Ey Allah'ın Resûlü, senden sonra
mallarımızın zekâtını kime vereceğiz?" diye soranlar olmuştur. Onlara:
"Ebû
Bekri's-Sıddîk'a!" demiştir.
Keza
biat yapan bir bedevî de, eceli geldiği takdirde kimin hüküm vereceğini sormuş,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Ebû
Bekir!" diye cevap vermiştir. Bedevî tekrar: "Ondan sonra kim
hükmedecek?" diye sorunca:
"Ömer!"
diye cevap vermiştir.
Şu
halde bu rivâyetler, vefatından sonra Hz. Ali ve Abbâs (radıyallahu anhümâ)'ın
hilâfete geçmesi için kesin hükmettiğine dair Şiî iddiasını reddetmektedir.[70]
ـ3ـ وعن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]تُوُفِّىَ
رسول اللّهِ #
وَأبُو
بَكْرٍ
بِالسُّنُحِ،
تَعْنِى
بِالْعَالِيَةِ،
فقَامَ
عُمَرُ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
يَقُولُ:
وَاللّهِ مَا
مَاتَ رسول
اللّه #
وَلَيَبْعَثَنَّهُ
اللّهُ
تَعالى،
فَلْيُقَطِّعَنَّ
أيْدِى
رِجَالٍ
وَأرْجُلَهُمْ،
فَجَاءَ أبُو
بَكْر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ
فَكَشَفَ عَنْ
رسولِ اللّهِ
#، فقَبَّلَهُ
وَقَالَ: بِأبِى
أنْتَ
وَأُمِّى
طِبْتَ
حَيّاً
وَمَيِّتاً،
وَالَّذِى
نَفْسِى
بِيَدِهِ َ
يُذِىقُكَ
اللّهُ
المَوْتَتَيْنِ
أبداً، ثُمَّ
خَرَجَ
فقَالَ:
أيُّهَا
الحَالِفُ
عَلى رِسْلِكَ،
فَلَمَّا
تَكَلّمَ
أبُو بَكْر
جَلَسَ
عُمَرُ رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما،
فَحَمِدَ
اللّهَ أبُو بَكْرٍ،
وَأثْنى
عَلَيْهِ،
ثُمَّ قَالَ:
أَ مَنْ كَانَ
يَعْبُدُ
مُحَمَّداً،
فإنَّ مُحَمَّداً
قَدْ مَاتَ،
وَمَنْ كانَ
يَعْبُدُ
اللّهَ فإنَّ
اللّهَ حَىٌّ
َ يَمُوتُ،
وَتََ: إنَّكَ
مَيِّتٌ
وَإنَّهُمْ
مَيِّتُونَ.
وَمَا مُحَمَّدٌ
إّ رَسُولٌ
قَدْ خَلَتْ
مِنْ قَبْلِهِ
الرُّسُلُ
أفَإنْ مَاتَ
أوْ قُتِلَ
انْقَلَبْتُمْ
عَلى
أعْقَابِكُمْ،
وَمَنْ يَنْقَلِبْ
عَلى
عَقِبَيْهِ
فَلَنْ
يَضُرَّ اللّهَ
شَيْئاً
وَسَيَجْزِى
اللّهُ
الشَّاكِرِينَ.
فَنَشَجَ
النَّاسُ
يبَْكُونَ،
وَاجْتَمَعَ
ا‘نْصَارُ إلى
سَعْدِ بْنِ
عُبَادَةَ في
سَقِيفَةِ
بَنِى
سَاعِدَةَ،
فقَالُوا:
مِنَّا أمِيرٌ
وَمِنْكُمْ
أمِيرٌ،
فَذَهَبَ
إلَيْهِمْ
أبُو بَكْرٍ
وَعُمرُ
وَأبُو
عُبَيْدَةَ رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُم،
فَذَهَبَ
عُمَرُ يَتَكَلَّمُ،
فأسْكَتَهُ
أبُو بَكْرٍ،
فكَانَ
عُمَرُ يَقُولُ:
وَاللّهِ مَا
أرَدْتُ
بِذلِكَ إَّ
أنِّى كُنْتُ
قَدْ
هَيَّأتُ
كََماً
أعْجَبَنِى خَشِيت
أنْ َ
يَبْلُغَهُ
أبُو بَكْرٍ
فَتَكَلَّمَ
وَاللّهِ
أبُو بَكْرٍ،
فَوَاللّهِ مَا
زَوَّرْتُ)ـ1(
في نَفْسِى
كََماً إَّ
وَأتَى
عَلَيْهِ
وَأبْلَغَ،
وَكَانَ في
كََمِهِ:
نَحْنُ ا‘مرَاءُ
وَأنْتُمْ
الْوُزَرَاءُ،
فقَامَ حُبَابُ
بْنُ
المُنْذِرِ
فقَالَ: َ
وَاللّهِ َ
نَفْعَلُ،
مِنَّا
أمِيرٌ
وَمِنْكُمْ
أمِيرٌ؟
فقَالَ أبُو
بَكْرٍ: َ،
وَلكِنَّا
ا‘مَرَاءُ،
وَأنْتُمُ
الوُزَرَاءُ[.زاد
رزين: ]لَنْ
يُعْرَفَ
هذَا ا‘مْرُ
إَّ لِهذَا
الحَىِّ مِنْ
قُرَيْشٍ،
هُمْ أوْسَطُ
الْعَرَبِ
دَاراً وَأعْرَبُهُمْ
أحْسَاباً،
فبَايِعُوا
عُمََرَ، أوْ
أبَا
عُبَيْدَةَ،
فقَالَ
عُمَرُ: بَلْ
نُبَايِعُكَ
أنْتَ، فَأنْتَ
سَيِّدُنَا
وَخَيْرُنَا
وَأحَبُّنَا
إلى رسولِ
اللّهِ #،
فَأخَذَ
عُمَرُ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ
بِيَدِهِ
فَبَايَعَهُ
النَّاسُ،
فقَالَ
قَائِلٌ!
____________
)ـ1( أي
هيأت وأصلحت،
والتزوير: إصح
الشئ، وكم
مزور: محسن.
قَتَلْتُمْ
سَعْدَ بْنَ
عُبَادَةَ، فقَالَ
عُمَرُ:
قَتَلَهُ
اللّهُ
تَعَالى، قالَتْ:
فَمَا كَانَ
مَنْ
خُطْبَتَيْهِمَا
مِنَ
خُطْبَةٍ إَّ
نَفَعَ
اللّهُ
بِهَا، لَقَدْ
خَوَّفَ
عُمَرُ
النَّاسَ،
وَإنَّ فِيهِمْ
لَنِفَاقاً
فَرَدَّهُمُ
اللّهُ
تَعالى
بذَلِكَ،
ثُمَّ لَقَدْ
بَصَّرَ أبُو
بَكْرٍ
النَّاسَ في
اللّهِ
تَعالى
وَعَرَّفَهُمُ
الحَقَّ
الَّذِى عَلَيْهِمْ
وَخَرَجُوا
بِهِ
يَتْلُونَ: وَمَا
مُحَمَّدٌ
إَّ رَسُولٌ
قَدْ خَلَتْ
مِنْ
قَبْلِهِ
الرُّسُلُ
اŒية[. أخرجه
البخارى والنسائى.قلت:
وقوله زاد
رزين: كذا في
التجريد
وأصله، وهذه الزيادة
بعينها في
صحيح البخارى
واللّه أعلم
»السُّنُحُ«:
بضم السين
المهملة
والنون، وقيل
بسكون النون:
موضع بعوالى
المدينة فيه
منازل بنى
الحارث بن
الخزرج،
وقوله: »َ
يُذِيقُكَ اللّهُ
المَوْتَتَيْنِ«
أى في الدنيا،
قال ذلك أبو
بكر ردا لقول
عمر: إن اللّه
سيبعث نبيه
فيقطع أيدى
رجال وأرجلهم.
»والسَّقِيفَةُ«
الصفة في
البيت،
»والنَّشِيجُ«:
تردد صوت الباكى
في صدره من
غير انتحاب .
3. (1737)- Hz. Aişe (radıyallâhu anhâ)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) vefat ettiği zaman, bâbam
Ebû Bekir (radıyallâhu anh), Mescid-i Nebî'den bir mil kadar uzaklıkta olan)
Sunh nâm mevkide idi -ki Âliye (denen Medine'nin yüksek kısmını ki burası
Hazrec'e mensûp Beni'l-Hârise'nin menzillerinin bulunduğu mevki)yi
kasdetmektedir-Hz.Ömer (radıyallâhu anh) kalkıp:
"Vallahi
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) vefat etmedi. Allah mutlaka onu geri
gönderecektir, o da (münafık) kimselerin ellerini ve ayaklarını kesecek."
diyordu. Derken Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) geldi. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın yüzünü açtı ve öptü.
"Annem
bâbam sana feda olsun. Sağlığında hoştun, ölümünde de hoşsun! Nefsimi kudret
elinde tutan Zat-ı Zülcelâl'e yemin olsun, Allah sana ebediyyen iki ölüm
tattırmayacak!" dedi. Sonra dışarı çıkıp:
"(Hz.
Ömer'i kasdeterek): "Ey (Peygamber ölmedi diye) yemin eden kişi, ağır
ol!" dedi. Hz. Ebû Bekir konuşmaya başlayınca Hz. Ömer (radıyallahu
anhümâ) oturdu. Hz. Ebû Bekir Allah'a
hamd ü sena ettikten sonra:
"Haberiniz
olsun! Kim Muhammed'e tapıyor idiyse bilsin ki artık Muhammed ölmüştür. Kim de
Allah'a tapıyor idiyse o da bilsin ki Allah hayydır, ölümsüzdür!" dedi ve
şu âyeti okudu: اِنَّكَ
مَيِّتٌ
وَاِنَّهُمْ
مَيِّتُونَ "Ey
Muhammed, şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler" (Zümer 30). Şu
âyeti de okudu:
وَمَا
مُحَمَّدٌ
إَّ رَسُولٌ
قَدْ خَلَتْ
مِنْ
قَبْلِهِ
الرُّسُلُ
اَفَاِنْ مَاتَ
اَوْ قُتِلَ
انْقَلَبْتُمْ
عَلى اَعْقَابِكُمْ
وَمَنْ
يَنْقَلِبْ
عَلى عَقِبَيْهِ
فَلَنْ
يَضُرَّ
اللّهَ
شَيْئاً
وَسَيَجْزِى
اللّهُ
الشَّاكِرِينَ
"Muhammed ancak bir
peygamberdir. Ondan önce de peygamberler geçmişti. Ölür veya öldürülürse geriye
mi döneceksiniz? Geriye dönen, Allah'a hiçbir zarar vermez. Allah,
şürkedenlerin mükâfâtını verecektir" (Âl-i İmrân 144).
Bu
açıklama üzerine halk boğuk boğuk ağlamaya başladı. Ensar (radıyallâhu anhüm),
Benî Saîde yurdunda, Sa'd İbnu Ubâde'nin etrafında toplandı. (Muhâcir de oraya
geldi. Ensarîler):
"Bizden
bir emîr, sizden de bir emîr!" dediler. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ebû
Ubeyde (radıyallâhu anhüm) de oraya geldiler. Hz. Ömer konuşmaya başladı ise de
Hz. Ebû Bekir onu susturdu. Hz. Ömer (bilahere) şöyle diyordu:
"Vallahi,
ben konuşmayı şu sebeple arzu etmiştim: (Zihnimde) hoşuma giden sözler
hazırlamış, Ebû Bekir bunlara ulaşamaz (onun hatırından bunlar geçmeyebilir)
diye endişe etmiştim. Ama, yemin olsun, Ebû Bekir öyle bir konuştu ki, vallahi
içimde hazırlamış olduğum güzel sözlerin hepsine isâbet etti, (benim aklıma
gelmeyen daha da güzelini) beliğ şekilde ifade etti. Onun sözleri arasında şu
da vardı:
"(Ey
Ensâr) biz (Kureyşli)ler emîrleriz, sizler de vezîrlersiniz!"
Bu
söz üzerine Hubâb İbnu'l-Münzir ayağa kalktı ve:
"Hayır
vallahi bunu yapmayız. Bizden bir emîr, sizden de bir emîr olacak!" dedi.
Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh):
"Hayır!
Olmaz bu. Bizler emîrleriz, sizler de vezîrlersiniz" dedi.
Rezîn
şunu ilâve etti: "Hz. Ebû Bekir devamla şunu söyledi: "Bu
"iş" (hilâfet), şu Kureyş cemaati için meşrû tanınacaktır. Onlar, yer
îtibârıyla Arapların ortasındadır, şerefçe de (eskiden beri) en gözdeleridir.
Öyleyse, Ömer'e veya Ebû Ubeyde'ye biat edin!"
Hz.
Ömer atılarak:
"Bilakis,
biz sana biat ediyoruz. Sen bizim efendimizsin, en hayırlımızsın, üstelik
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a da en sevgili olanımızsın!" dedi ve
Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh)'in elinden tutup ona biat etti. Hz. Ömer
(radıyallâhu anh)'i müteakip halk da ona biat etti.
Bunun
üzerine biri:
"Sa'd
İbnu Ubâde'yi katlettiniz!" diye bağırdı. Hz. Ömer (radıyallâhu anh)
öfkeyle:
"Allah
onu katletsin!" dedi. Hz. Aişe (radıyallâhu anhâ) devamla der ki: "Bu
her iki konuşmada geçen sözleri de Allah fâideli kıldı. Nitekim Hz. Ömer'in
konuşması halkı korkuttu. Aralarında nifak vardı, onun konuşmasıyla Cenab-ı
Hakk nifakı bertaraf etti. Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh) de halkın nazarını
Allah'a çevirip, üzerinde oldukları hakkı (İslâm'ı) öğretti. Oradan şu âyeti
okuyarak ayrıldılar. (Meâlen): "Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan
önce de peygamberler geçmişti. Ölür veya öldürülürse geriye mi döneceksiniz?
Geriye dönen, Allah'a hiçbir zarar vermez.. Allah şükredenlerin mükâfaatını
verecektir" (Âl-i İmrân 144). [Buhârî, Fedâilu'l-Ashâb 5, Cenâiz 3, Megâzi
83; Nesâî, Cenâiz 11, (4, 11).]
(İbnu
Deybe diyor ki:) "Derim ki: "Rezîn şunu ilâve etti" sözü,
et-Tecrid'de ve Tecrid'in aslında mevcuttur. Bu ziyâde aynısıyla Sahîh-i Buhârî'de
mevcuttur. Allahu a'lem."
Es-Sünuh
(veya es-Sünh) avâli'l-Medîne'de bir yer adıdır. Orada Benî'l-Hâris
İbnu'l-Hazrec'in evleri vardır.
"Allah
sana iki ölümü tattırmasın" sözü, yâni dünyada.. tattırmasın demektir. Hz.
Ebû Bekir, bu sözü Hz. Ömer (radıyallâhu anhümâ)'in şu sözünü red maksadıyla
söylemiştir: "Allah, peygamberini geri gönderecek, O da (münafık)
kimselerin ellerini ve ayaklarını kesecek." Sakîfe: Evin sofa (üstü kapalı
önü açık) kısmı. Toroslarda evin bu kısmına yazlık tâbir edilir.
Nesîc:
Ağlayan kişinin hıçkırığını içine tıkarak sessiz ağlaması.[71]
AÇIKLAMA:
Resûllulah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın öldüğü gün, haberin meydana getirdiği şaşkınlığı ve
buna rağme Hz Ebû Bekir'in halife seçilmesini bu rivâyet açık bir şekilde
anlatmaktadır. Hadisle ilgili bazı müphem kelimelerin açıklanması metnin
sonunda yapıldığı için aynen onları da tercüme ederek kaydettik.
Buna
rağmen bir-iki noktaya daha parmak basmakta fayda var:
1-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın vefat haberi duyulunca Ashâb öncelikle,
hilâfet meselesinin halli üzerinde durmuş, ilk iş olarak onu halletmişlerdir.
2-
Rivâyetler, bu işi önce Ensâr'ın yâni Medinelilerin ele aldığını ifâde ediyor.
Kendi aralarında hususî şekilde toplanıyorlar. Hatta, Buhârî'nin bir
rivâyetinde, halife meselesini halletmek üzere Ensar'ın toplandığı haberi
üzerine, oraya koşan başta Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer (radıyallahu anhümâ) bir kısım Muhâcirûnu iki
Ensârî karşılayarak toplantıya katılmalarına mânî olmak ister ve: َ
عَلَيْكُمْ
اَنْ َ
تَقْرَبُوهُمْ
اَقْضُوا
اَمْرَكُمْ .Hayır,
onlara yaklaşmayın, kendi işinizi halledin (aranızdan Muhacirler'e mahsus bir
halife seçin)" der. Hattâ İbnu İshak'ın rivâyetinde, Bedir Ashabı'ndan
olan bu iki sâlih kişinin ismi de verilir: Uveym İbnu Sâide ve Ma'n İbnu Adiyy.
Ancak bunları dinlemeyip yürürler.
3-
Benî Sâide sakîfesinde toplanan Ensâr, Ubade (radıyallahu anh)'ı halife seçmek
istemektedir. Toplantıyı açan hatipleri, Ensar'ın faziletlerini beyandan sonra,
hilâfetin kendilerinde olması gereğini ifâde eder.
Sözü
bitince -rivâyetten de anlaşıldığı üzere- Hz. Ömer söz almak isterse de Hz. Ebû
Bekir susturur ve kendisi söz alır. Hz. Ebû Bekir, Ensâr'ın faziletlerini aynen
te'yidle sözlerine başlar, ancak hilafet işine Kureyş'in layık olduğunu,
onların mekan itibarıyle merkezde olmaktan başka Arab'ın en asîli, en itibarlı
kabilesi olduğunu vs. belirtiyor. Bir rivayette: "Araplar bu işte, sâdece
Kureyş'i tanıyacaktır", bir başka rivayette: "Biliyorsunuz, şu
Kureyş'in Araplar nezdinde öyle bir makamı var ki başkası ona sâhip değil,
Araplar ancak onlardan birinin etrafında toplanır. Allah'tan korkun, İslâm'ı
parçalamayın, İslâm'da ilk bid'at çıkaran siz olmayın" der.
Ensar'ı
en ziyade ikna etme hususunda, Hz. Ebû Bekir'in Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'tan rivâyet ettiği اََئِمَّةُ
مِنْ
قُرَيْشٍ "İmamlar
Kureyş-'tendir" hadisi olmuştur. Bu konuşmalardan sonra Hz. Ömer veya Ebû
Ubeyde'den birine biat etmelerini teklif eder.
4-
Bu noktada söz alan Hz. Ömer, hilafete Hz. Ebû Bekir'in lâyık olduğunu
söylüyor. Bazı rivâyetler, Hz. Ömer'in bu kanaatini te'yiden ve muhataplarını
ikna maksadıyla Hz. Ebû Bekir'in bazı faziletlerini sayar:
»يَا
مَعْشَرَ
ا‘نْصَارِ
إنَّ اَوْلَى
النَّاسِ
بِنَبِىِّ
اللّهِ
ثَانِىَ اثْنَيْنِ
إذْهُمَا في
الْغَارِ »يَا
مَعْشَرَ ا‘نْصارِ
اَلَسْتُمْ
تَعْلَمُونَ
اَنَّ
رَسُولَ
اللّهِ #
اَمَرَ أبَا بَكْرٍ
اَنْ يَؤُمَّ
بِالنَّاسِ
فَاَيُّكُمْ
تَطِيبُ
نَفْسهُ اَنْ
يَتَقَدَّمَ
اَبَا
بَكْرٍ؟
فَقَالُوا
نَعُوذُ
بِاللّهِ اَنْ
نَتَقَدَّمَ
اَبَا بَكْرٍ«
"Ey Ensar cemaati, Allah'ın
Nebîsi'ne en lâyık olanı, (Kur'an-ı Kerim'de), "mağaradaki iki kişiden
biri" (Teve 40) olduğu belirtilen kimse değil midir?" "Ey Ensar
cemaati, bilmiyor musunuz, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), halka imamlık
yapması için Hz. Ebû Bekir'e emretmedi mi? Hanginizin ruhu Hz. Ebû Bekir'in
önüne geçmeyi hazmedecek?.."
Tirmîzî'de
gelen bir rivâyette Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh)'in de şöyle dediği
belirtilir: "Bu işe insanların en lâyıkı ben değil miyim? İlk Müslüman ben
değil miyim? Ben şu efdaliyetlere sahip değil miyim?"
5-
İbnu İshâk'ın Sîret'de kaydettiği bir rivâyet de burada kayda değer. Buna göre,
Ubade'nin halife olması meselesinde bütün Ensârîler müttefik değildir. Onu,
sadece Ensar'ın Hazrec grubu istemektedir, Evsliler değil. Hatta Evsliler,
onların hilafetinden rahatsızlık duyabilecekler ve İslâm'la ortadan kalkmış
olan Evs-Hazrec husûmeti tekrar canlanabilecektir. Ensâr'ın Benî Sâide
sakîfesindeki toplantısına Hz. Ebû Bekir ve beraberindeki Muhâcir grubu
uğradığı zaman, Ensâr'ın Evs grubundan olan Üseyd İbnu Hudayr ve beraberindekiler,
Muhacirlerden birinin halîfe olmasını tercih maksadıyla, onlara dehâlet
ederler.
6-
Biri Muhâcir'den, diğeri Ensâr'dan iki halife olmasını teklif eden Hubâb
İbnu'l-Münzir'in -bir rivâyette kaydedilen- ve Hz. Ömer tarafından ciddiye
alınmayan gerekçesini de kaydediyoruz: "Bir emîr sizden, bir emîr bizden
olsun. Bizler, vallahi sizlere karşı bu meselede rekâbet düşünmüyoruz. Ancak,
kardeşlerini ve bâbalarını öldürdüğümüz kimselerin başa geçmesinden
korkuyoruz."
Hz.
Ömer: "Sebep bu ise, elindeyse hemen öl!" der.
7-
Bu meyânda, hilâfetin Muhâcir'le Ensâr arasında münâvebe ile devam etmesi:
"Önce bir Muhacir seçilip, ölünce Ensâr'dan biri, o ölünce tekrar
Muhâcirler'den birinin seçilmesi şeklinde bir sistem daha teklif edilir. Hz.
Ömer bu teklifi daha sert bir üslûbla karşılar: "Hayır, vallahi kim bize
muhâlefet ederse onu öldürürüz."
8-
Hz. Ebû Bekir'e bey'attan sonra söylenen "Sa'd İbnu Ubâde'yi
öldürdünüz" cümlesinin, "onun itibarını rencîde ettiniz, ondan yüz
çevirdiniz." mânasında kullanıldığını şârihler belirtir. Bu söze Hz. Ömer
ziyadesiyle kızmış olacak ki "Allah canını alsın" demiştir.
İmam
Mâlik'in bir rivâyetinde şöyle anlatır: "Öfkeliydim, ÔAllah Sa'd'ın canını
alsın, zîra o, şer ve fitne kaynağıdır' dedim." [72]
ـ4ـ عن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]كُنْتُ
أُقْرِئُ
رِجَاً مِنْ
المُهَاجِرِينَ
مِنْهُمْ
عَبْدُ
الرَّحْمنِ
بْنُ عَوْفٍ
فقَالَ: لَوْ
رَأيْتُ
رَجًُ أتَى
عُمَرَ
الْيَوْمَ،
فقَالَ: هَلْ
لَكَ يَا
أمِيرَ المُؤمِنينَ
في فُنٍ
يَقُولُ لَوْ
قَدْ مَاتَ
عُمَرُ
لَبَايَعْتُ
فَُناً)ـ1(،
فوَاللّهِ
مَا كَانَتْ
بَيْعَةُ
أبِى بَكْرٍ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ إَّ
فَلْتَةً
فَتَمَّتْ،
فَغَضِبَ
عُمَرُ
فَقَالَ:
إنِّى إنْ
شَاءَ اللّهَ
تَعالى
لَقَائمٌ
الْعَشِيَّةَ
في النَّاسِ فَمُحَذِّرهُمْ
هؤَُءِ
الَّذِينَ
يُرِيدُونَ
أنْ
يَغْصِبُوهُمْ
أمُورَهُمْ.
قالَ عَبْدُ
الرَّحْمنِ:
فَقُلْتُ يَا
أمِيرَ
المؤْمِنينَ:
َتَفْعَلْ،
فإنَّ
المَوْسِمَ
يَجْمَعُ
رِعَاعَ
النَّاسِ
وَغَوْغَاءَهُمْ،
وَإنَّهُمْ هُمُ
الَّذِينَ
يَغْلِبُونَ
عَلى قُرْبِكَ
حِينَ
تَقُومُ في
النَّاسِ،
وَأنَا أخْشى أنْ
تَقُومَ،
فَتَقُولَ
مَقَالَةً
يُطَيِّرُهَا
أولَئِكَ عَنْكَ
كُلَّ
مَطِيرٍ،
وَأنْ َ
يَعُوهَا، وَأنْ
َ يَضَعُوهَا
عَلى
مَوَاضِعِهَا،
فأمْهِلْ
حَتَّى
تَقْدُمَ
المَدِينَةَ،
فإنَّهَا
دَارُ
الهِجْرَةِ
وَالسُّنَّةِ
فَتَخْلُصَ
بِأهْلِ
الْفِقْهِ
وَأشْرَافِ
النَّاسِ،
فَتَقُولَ
مَا قُلْتَ
مُتَمَكِّناً،
فَيَعِى
أهْلُ الْعِلْمِ
مَقَالَتَكَ،
وَيَضَعُونَهَا
عَلى
مَوَاضِعِهَا،
فقَالَ
عُمَرُ: أمَا
وَاللّهِ إنْ
شَاءَ اللّهُ
تَعالى
‘قُومَنَّ بذلِكَ
أوَّلَ
مَقَامٍ
أقُومُهُ
بِالْمَدِينَةِ.
قال ابْنُ
عَبَّاسٍ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُما:
فَقَدِمْنَا
المَدِينَةَ
في عَقِبِ ذِى
الحِجَّةِ،
فَلَمَّا
كَانَ يَوْمُ
الجُمُعَةِ
عَجِلْتُ
بِالرَّوَاحِ
حِينَ
زَاَغَتِ
الشَّمْسُ[.زاد
رزين:
]فَخَرَجْتُ
في صَكَّةِ
عُمَىٍّ،
ثُمَّ رَجَعَ
إلى
الحَدِيثِ
ا‘وَّلِ،
فقَالَ:
حَتَّى أجد
سَعِيدَ بْنَ
زَيْدِ بْنِ
عَمْرو بْنِ
نُفَيْلٍ
جَالِساً إلى
رُكْنِ المِنْبَرِ،
فَجَلَسْتُ
حَذْوَهُ
تَمسُّ
رُكْبَتِى رُكْبَتَهُ،
فََلَمْ
أنْشَبْ أنْ
خَرَجَ عُمَرُ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ،
فلمَّا
رَأيْتُهُ
مُقْبًِ
قُلْتُ
لِسَعِيدٍ:
لَيَقُولَنَّ
الْعَشِيَّةَ
عَلى هذَا
المِنْبَرِ
مَقَالَةً
لَمْ
يَقُلْهَا
مُنْذُ
اسْتُخْلِفَ،
فَأنْكَرَ
عَلىَّ وقالَ:
وَمَا عسى أنْ
يَقُولَ مَا
لَمْ يَقُلْ
قَبْلَهُ،
فَجَلَسَ
عُمَرُ عَلى
المِنْبَرِ،
فَلَمَّا
سَكَتَ
المُؤَذِّنُ
قَامَ فأثْنى
عَلى اللّهِ
بِمَا هُوَ
أهْلُهُ، ثُمَّ
قال: أمَّا
بَعْدُ
فإنِّى
قاَئِلٌ لَكُمْ
مَقَالَةً
قَدْ قُدِّرَ
أنْ
أقُولَهَا، َ
أدْرِى
لَعَلَّهَا
بَيْنَ
يَدَىْ
أجَلِى)ـ1(،
فَمَنْ
عَقَلَهَا
وَوَعَاهَا
فَلْيُحَدِّثْ
بِهَا حَيْثُ
انْتَهَتْ
بِهِ
رَاحِلَتُهُ
وَمَنْ
خَشِىَ أنْ َ
يَعْقِلَهَا
فََ أُحِلُّ ‘حَدٍ
أنْ يَكْذِبَ
عَليَّ: إنَّ
اللّهَ بَعَثَ
مُحَمَّداً #
بِالحَقِّ،
وَأنْزَلَ
عَلَيْهِ الْكِتَابَ
فَكَانَ
مِمَّا
أنْزَلَ
اللّهُ عَلَيْهِ
آيَةَ
الرَّجْمِ
)وَذَكَرَ
نَحْوَ حَدِيثِ
ابنِ
عَبَّاسٍ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُما
المَذْكُورِ
في أوَّلِ
بِابِ حَدِّ
الرِّنَا(،
ثُمَّ قالَ:
وَإنَّهُ
بََلَغَنِى
أنَّ قَائًِ
يَقُولُ: لَوْ
قَدْ مَاتَ
عُمَرُ لَبَايَعْتُ
فَُناً فََ
يَغْتَرَّنَّ
امْرُؤٌ أنْ
يَقُولَ
إنَّمَا
كَانَتْ
بَيْعَةُ
أبِى بَكْرٍ
فَلْتَةً
وَتَمَّتْ،
أَ وَإنَّهَا
قَدْ كَانَتْ
كذلِكَ،
وَلكِنْ
وَقَى اللّهُ
شَرَّهَا،
وَلَيْسَ
فِيكُمْ مَنْ
تُقْطَعُ إلَيْهِ
ا‘عْنَاقُ
مِثْلَ أبِى
بَكْرٍ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ،
وَإنَّهُ
كانَ مِنْ
خَبَرِنَا
حِينَ تُوفِّىَ
رَسولُ
اللّهِ # أنَّ
ا‘نْصَارَ
خَالَفُونَا،
وَاجْتَمَعُوا
بِأسْرِهِمْ
في سَقِيفَةِ
بَنِى
سَاعِدَةَ،
وَتَخَلَّفَ
عَنَّا
عَلىٌّ
وَالزُّبَيْرُ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُما
ومَنْ
مَعَهُمَا،
وَاجْتَمَعَ
المُهَاجِرُونَ
إلى أبِى
بَكْرٍ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ،
فَقُلْتُ ‘بِى
بَكْرٍ: يَا
أبَا بَكْرٍ
انْطَلقَ بِنَا
إلى
إخْوَانِنَا
هؤَُءِ مِنَ
ا‘نْصَارِ، فَانْطَلَقْنَا
نُرِيدُهُمْ،
فلَمَّا دَنَوْنَا
مِنْهُمْ
لَقِيَنَا
رَجُنِ صَالِحَانِ
فَذَكَرَا
مَاتَماَ‘
عَلَيْهِ
الْقَوْمُ
فقَاَ: أينَ
تُرِيدُونَ
يَا مَعْشَرَ
المُهَاجِرِينَ؟
فَقُلْنَا
نُرِيدُ
إخْوَانَنَا
مِنْ
ا‘نْصَار؟
فَقَاَ: َ
عَلَيْكُمْ
أنْ َ تَقْرَبُوهُمْ،
اقْضُوا
أمْرَكُمْ،
فَقُلْتُ: واللّهِ
لَنأتِيَنَّهُمْ،
فَانْطَلَقْنَا
حَتّى أتَيْنَاهُمْ،
فَاِذَا
رَجُلٌ
مُزَّمَّلٌ
بَيْنَ ظَهْرَانِيهِمْ،
فَقُلْتُ
مَنْ هذَا؟
قالُوا:
سَعْدُ بنُ
عُبَادَةَ،
فَقُلْتُ:
مَالَهُ؟
قالُوا:
يُوعَكُ،
فَلَمَّا
جَلَسْنَا قَلِيً
تَشَهَّدَ
خَطِيبُهُمْ،
فَأثْنى عَلى
اللّهِ بِمَا
هُوَ أهْلُهُ
ثُمَّ قالَ:
أمَّا بَعْدُ
فَنَحْنُ
أنْصَارُ
اللّهِ تَعالى،
وَكَتِيبَةُ
ا“سَْمِ،
وَأنْتُمْ
مَعْشَرَ
المُهَاجِرينَ
رَهْطٌ
مِنَّا،
وَقَدْ
دَفَّتْ
دَافَّةٌ
مِنْ
قَوْمِكُمْ،
فإذا هُمْ
أرَادُوا أنْ
يَخْتَزِلُونَا
مِنْ
أصْلِنَا،
وَأنْ يَحْضُنُونَا
مِنَ ا‘مْرِ،
فَلَمَّا
سَكَتَ أرَدْتُ
أنْ
أتَكَلَّمَ،
وَكُنْتُ
قَدْ زَوَّرْتُ
مَقَالَةً
أعْجَبَتْنِى
أرِيدُ أنْ
أقَدِّمَهَا بَيْنَ
يَدَىْ أبِى
بَكْر،
وَكُنْتُ
أُدَارِى
مِنْهُ
بَعْضَ
الحَدِّ)ـ1(،
فَلَمَّا أرَدْتُ
أنْ
أتَكَلَّمَ.
قالَ أبو
بَكْر: عَلى
رِسْلِكَ،
فَكَرِهْتُ
أنْ
أُغْضِبَهُ.
فَتَكَلَّمَ
وَكَانَ
أحْلَمَ
مِنِّى
وَأوْفَرَ،
وَاللّهِ مَا
تَرَكَ مِنْ
كَلِمَةٍ
أحْجَبَتْنِى
في تَزْويرِى
إَّ قالَ في
بَدِىهَتِهِ
مِثْلَهَا،
أوْ أفْضَلَ
مِنْهَا
حَتَّى
سَكَتَ، وقالَ:
مَا
ذَكَرْتُمْ
فِيكُمْ مِنْ
خَيْرٍ فَأنْتُمْ
لَهُ أهْلٌ،
وَلَنْ
تَعْرفَ الْعَرَبُ
هذََا ا‘مْرَ
إَّ لهذَا
الحَىِّ مِنْ
قُرَيْشٍ،
هُمْ أوْسَطُ
الْعَرَبِ
نَسَباً
وَداراً، وَقَدْ
رَضِيتُ
لَكُمْ أحَدَ
هذَيْنِ الرَّجُلَيْنِ
فَبَايِعُوا
أيَّهُمَا
شِئْتُمْ،
فَأخَذَ
بِيَدِى
وَبِيَدِ
أبِى عُبَيْدَةَ
بْنِ
الجَرَّاحِ،
وَهُوَ
جَالِسٌ بَيْنَنَا،
فَلَمْ
أكْرَهْ
مِمَّا قالَ
غَيْرَهَا،
كانَ واللّهِ
أنْ
أُقَدَّمَ
فَتُضْرَبَ
عُنُقِى َ
يَقْرَبُنِى
ذلِكَ مِنْ
إثْمٍ أحَبَّ
إلَىَّ مِنْ
أنْ
أتَأمَّرَ
عَلى قَوْمٍ
فِيهِمْ أبُو بَكْرٍ.
اللَّهُمَّ
إَّ أنْ
تُسَوِّلَ
لِى نَفْسِى
عِنْدَ
المَوْتِ
شَيْئاً َ
أجِدُهُ اŒنَ،
فقَالَ:
قَائِلٌ مِنَ
ا‘نْصَارِ:
أنَا جُذَيْلُهَا
المُحَكَّكُ،
وَعُذَيْقُهَا
المُرجَّبُ،
مِنَّا
أمِيرٌ
وَمِنْكُمْ
أمِيرٌ، فَكَثُرَ
اللَّغَطُ،
وَارْتَفَعَتِ
ا‘صْوَاتُ
حَتَّى
فَرِقْتُ)ـ2(
مِنَ
ا‘خْتَِفِ
فَقُلْتُ:
ابْسُطْ
يَدَكَ يَا
أبَا بَكْر،
فَبَايَعْتُهُ،
وَبَايَعَهُ
المُهَاجِرُونَ
ثُمَّ
بَايَعَهُ
ا‘نصَارُ،
وَنَزَوْنَا
عَلى سَعْدِ
بْنِ عُبَادَةَ،
فقَالَ
قَائِلٌ
مِنْهُمْ:
قَتَلهُمْ
سَعْدَ بنَ
عُبَادَةَ،
فَقُلْتُ:
قَتَلَ
اللّهُ
سَعْدَ بنَ
عُبَادَةَ،
فقَالَ عُمَرُ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ:
وَإنَّا
وَاللّهِ مَا
وَجَدْنَا
فِيمَا
حَضَرَنَا
مِنْ أمْرِنَا
أقْوى مِنْ
مُبَايَعَةِ
أبِى بَكْرٍ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ
خَشِينَا إنْ
فَارَقْنَا
الْقَوْمَ،
وَلَمْ
تَكُنْ
بَيْعَةٌ أنْ
يُبَايِعُوا
رَجًُ
مِنْهُمْ
بَعْدَنَا،
فَإمَّا بَايَعْنَاهُمْ
عَلى مَا َ
نَرْضى، وَإمَّا
أنْ
نُخَالِفَهُمْ،
فَيَكُونُ
فَسَادٌ،
فَمَنْ
بَايَعَ رَجًُ
عَلى غَيْرِ
مَشْوَرَةٍ
مِنَ المُسْلِمِينَ،
فََ
يُتَابَعُ
هُوَ وََ
الَّذِى بَايَعَهُ
تَغِرَّةَ
أنْ يُقْتََ[.
أخرجه الشيخان،
وهذا لفظ
البخارى، وهو
عند مسلم
مختصر حديث
الرجم.»الْفَلْتَةُ«:
الفجأة
»وَغَوْغَاءُ
النَّاسِ«
الذين يكثرون
الضجة ونحوها
من غير تثبت
»وَزَاغَتِ
الشَّمْسُ«
مالت عن كبد
السماء،
»وَصَكَّةُ
عُمِّىٍّ«:
كناية عن شدّة
الحر وقت
الهاجرة غاية
القيظ، وقوله:
»فَلَمْ أنْشَبْ«.
أى فلم ألبس
»وَتُقْطَعُ
إلَيْهِ
ا‘عْنَاقُ«
أعناق المطىّ
»وَالمُزَّمِّلُ«:
المغطى، »وَظَهْرَانَىِ
الْقَوْمِ«:
بينهم، »وَالْوَعَكُ«:
الحمى،
»والدَّفَّةُ«
الجماعة من الناس
يقصدون المصر.
»يَخْتَزِلُونَا«:
يقطعونا عن
مرادنا.
»يَحْضُنُونَا«:
بضاد معجمة:
ينحونا عنه،
وينفردون به،
ومعنى
»زَوَّرْتُ«:
زينت وهيأت،
»وَتُسَوِّلُ
لِى نَفْسِى«:
تحسن وَتَزين.
»اللَّغَطُ«:
كثرت ا‘صوات،
واختفها،
ومعنى
»جُذَيْلُهَا
المُحَكَّكُ،
وَعُذَيقُهَا
المُرَجَّبُ«:
أى أنى ذو رأى
يستشفى به في
الحوادث سيما
في هذه
الحادثة، وإنى
في ذلك كالعود
الذى يشفى
الجرباء
وكالنخلة
الكثيرة
الحمل، ومعنى
»نَزَوْنَا«
وثبتا، وقوله:
»تَغِرَّةَ
أنْ يُقْتََ«
فيه مضاف
محذوف تقديره
خوف تغرة أن
يقت. أى خوف
إيقاعهما في
القتل،
والتغرّة
مصدر أغررته
إذا ألقيته في
الغرر، وهى من
الغرر .
4. (1738)-
İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor; "Ben, Muhâcirler'den bir
çoğundan Kur'an öğreniyordum. Abdurrahman İbnu Avf, onlardan biri idi. (Ben
Mina'da onun menzilinde iken, o da, Hz. Ömer'in son defa yapmış olduğu haccda
onun yanında idi. Abdurrahman yanıma dönüşte:)
"Bugün
Hz. Ömer'in yanına gelen bir adamı keşke sen de görseydin. Dedi ki: "Ey
mü'minlerin emîri, bir adam görsen ki sana: "Keşke Ömer ölmüş olsa da
falancaya (Bezzar'ın rivâyetinde Talha İbnu Ubeydillah'a) biat etsem. Vallahi
Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh)'in biatı çabucak oldu bitti" dese ne
dersin?" dedi. Hz. Ömer bu söze (daha önce hiç görmediğim kadar) öfkelendi
ve:
"İnşaallah
bu akşam halka hitab edip, (ahd ve müşaverede olmaksızın) idâreyi gasbetmek
isteyen bu heriflere karşı onları uyaracağım" dedi.
Abdurrahman
ilâveten dedi ki: "(Bunun üzerine) Hz. Ömer'e:
"Ey
mü'minlerin emîri, dedim, böyle bir şey yapma. Zîra hacc mevsiminde insanların
cühelâ ve serseri takımı biraraya gelir. Konuşmak üzere halkın içinde
doğrulduğun zaman bunlar ola ki, etrafında ekseriyeti teşkil ederler. Korkum şu
ki, siz kalkar birşeyler söylersiniz, o cahillerin her biri bir başka şey
anlar, esas ifâde etmek istediğiniz maksad tamamen kaybolur. Şu halde acele
etmeyin, Medine'ye varın. Orası daru'lhicret ve sünnettir (hicretin yapıldığı,
sünnetin yaşandığı mahaldir). Orada fıkıh ulemâsı ve insanların eşrafıyla
başbaşa kalır, dilediğinizi rahatça söylersiniz. Âlimler sözlerinizi eksiksiz
öğrenirler ve maksadınız ne ise onu anlarlar."
(Bu
sözüm üzerine) Hz. Ömer (radıyallâhu anh):
"Pekâla,
vallahi inşaallah Medine'ye vardığımda ilk fırsatta bu toplantıyı
aktedeceğim!" dedi. İbnu Abbas (radıyallâhu anhümâ) devamla dedi ki:
"Zilhicce'nin
sonlarında Medine'ye geldik. Cuma günü öğle olur olmaz camiye gitmede acele
ettim."
Rezîn
şu ilâvede bulundu: "Öğle sıcağında(29) çıktım." Sonra önceki hadisi
anlatmaya (İbnu Abbas) devam etti ve dedi ki:
"(Camiye
gelince) Saîd İbnu Zeyd İbni Amr İbni Nüfeyl (radıyallâhu anh)'i minberin
köşesinde oturmuş buldum. Dizim dizine değecek şekilde yanına oturdum. (Sağıma
soluma bakmaya) başlamadan Ömer İbnu'l-Hattâb (yerinden minbere doğru) çıktı.
Onun gelmekte olduğunu görünce yanımdaki Saîd İbnu Zeyd İbni Amr İbni Nüfeyl'e:
"Bu
öğle, Ömer, halife olduğu günden beri hiç yapmadığı bir konuşma yapacak"
dedim. Zeyd, söylediğimi hoş karşılamadı ve:______________(29) صَكَّةَ
عُمَىٍّ en-Nihâye'nin açıklamasına
göre, öğle sıcağı mânasına gelen bir deyimdir. Rezîn'in ilavesi, Mâlîk'in
rivâyetinden alınmadır.
"Daha
önce konuşmadığı şeyi konuşması ne mümkün!" deyip beni reddetti.
Hz.
Ömer (radıyallâhu anh) minbere oturdu. Müezzin ezanını tamamlayınca, doğruldu.
Cenab-ı Hakk'a lâyık olduğu hamd ve senâda bulundu. Sonra şunları söyledi:
"Emmâ
ba'd. Ben şimdi sizlere, Cenab-ı Hakk'ın söylememi takdir buyuracağı bir
konuşma yapacağım. Bilemiyorum, belki de ecelim yakındır, (bu son hutbem olur).
Kim bu sözlerimi anlar ve hâfızasına alabilirse bineğinin götürdüğü her yerde
nakletsin. Kim de anlamış olmaktan korkarsa, hiç kimseye hakkımda yalan
söylemesini helâl etmiyorum. Allah celle şânuhu, Muhammed (aleyhissalâtu
vesselâm)'i hakla gönderdi, kendisine kitap indirdi. Allah'ın indirdikleri
meyanında recm âyeti de vardı. Biz onu ukuduk, anladık ve ezberledik.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) recm cezası verdi. O'ndan sonra da bizler
verdik. Şahsen aradan fazla zaman geçince, bazılarının çıkıp: "Allah'ın
kitabında biz recm âyeti bulamıyoruz" diyerek Allah'ın indirmiş olduğu bir
farzı terkedip sapıtmalarından korkuyorum, recm, Allah'ın kitabında muhsan,
yani bâliğ, akil, sahih bir evlilikle evlenmiş ve gerdek yapmış olduğu halde
zinâ eden kadın ve erkeklere -isbatlayıcı beyyine veya hamilelik, veya itiraf
olduğu takdirde- uygulanması gereken bir haktır."
Zinâ
haddiyle ilgili bâbta zikri geçmiş olan İbnu Abbâs hadisi (1589 numaralı hadis)
gibi zikrettikten sonra dedi ki:
"...Ve
dahi bana ulaştı ki, birileri şöyle demiş: "Ömer ölünce, (herkesle
istişâre, biat aramaksızın) falancaya biat edeceğim." Sakın ha! Hiç
kimseyi, "Hz. Ebû Bekir'in seçimi de oldu bittiye geldi. (Biz de onun
seçilme tarzına uygun olarak birini seçebiliriz)" gibi sözler aldatmasın.
Haberiniz olsun, -evet onun seçimi çabuk olmuştur bu doğru- ancak, Allah
(umumiyetle çabuk yapılan işlerde bilâhere karşılaşılan) şerlerden (bu ümmeti)
korumuştur. Sizden hiç kimseye, Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh)'e yapıldığı
şekilde (alâka gösterilerek) boyunlar koparcasına nazarlar çevrilip baş
uzatılmaz. Öyle ise, Müslümanların istişâre ve te'yidi tahakkuk etmeksizin kim
bir başkasına biat ederse bilsin ki, ne
biat edene, ne de edilene itibar
edilmeyecektir. Böyle bir biat akdi, edeni de edileni de ölüme maruz
bırakacaktır. (Hz. Ebû Bekir'e yapılan biat böyle kıt düşüncelilerin zannettiği
gibi değildir. İç yüzünü anlatayım:)
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın ruhunu Cenab-ı Hakk kabzettiği vakit, haberimiz
oldu ki, Ensar büyük bir grup hâlinde bizden ayrı olarak Benî Sâide sakîfinde
toplanmışlar. Ali, Zübeyr ve bunlarla birlikte (Abbâs gibi diğer) bazıları
bizden ayrılarak (cenazeyle meşgul olmak üzere) geride kaldılar. Muhacirler de
Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh)'in etrafında toplandılar. Hz. Ebû Bekir'e:
"Ey
Ebû Bekir, haydi şu Ensârî kardeşlerimizin yanlarına gidelim!" dedim. Onlara (bir an önce yetişmek üzere)
yürüdük. Yakınlarına varınca, onlardan iki sâlih zatla karşılaştık. Kavmin
(Sa'd İbnu Ubâde'yi halife seçme hususundaki) kararlarını zikrettiler, sonra
da:
"Ey
Muhâcirler cemaati nereye gidiyorsunuz?"
diye sordular. Biz:
"Şu
Ensârî kardeşlerimize gidiyoruz!" dedik.
"Hayır,
onlara yaklaşmayın, hükümlerini versinler" dediler. Ben:
"Vallahi
onlara gideceğiz" dedim ve yürüdük. Onları Benî Sâide sakîfinde bulduk.
Ortalarında üzeri örtülü birisi vardı.
"Bu
da kim?" dedim.
"Bu
Sa'd İbnu Ubâde'dir!" dediler. Ben:
"Nesi
var?" diye sordum.
"Titriyor!"
dediler. Biraz oturmuştu ki, hatipleri şehâdet getirerek söze başladı. Cenab-ı
Hakk'a layık olduğu hamd ve senâyı ifade ettikten sonra şu konuşmayı yaptı:
"Emmâ
ba'd! Biz Allah'ın ensârı ve İslâm'ın ordusuyuz. Siz ey Muhâcirler, asıl
kavminden kopup gelmiş (içimizde) az bir grupsunuz!"
(Anladık
ki) bunlar, aslen müstehak olduğumuz fonksiyonumuzdan bizi koparmak, emîrlikten
uzak tutmak istiyorlardı.
Hatip
sözlerini tamamlayınca konuşmak arzu ettim. Bu esnâda, içimden söyleyecek güzel
sözler hazırlamıştım, bunlar hoşuma da gitmişti. Bunları Ebû Bekir (radıyallâhu
anh)'in huzurunda söylemek istiyordum. Ben bâzan onun hiddetini
yatıştırıyordum. Konuşmak istediğim sırada Ebû Bekir:
"Acele
etme!"dedi. Onu öfkelendirmek istemedim (ve konuşmaktan vazgeçtim). Ebû
Bekir (radıyallâhu anh) konuştu. O aslında benden daha çok hilme sahip , daha
vakur idi. Allah'a yeminle söylüyorum, içimde hazırladığım bütün güzel sözleri
eksiksiz aynı güzellikte ve hattâ daha da güzel bir biçimde bu konuşması
esnasında söyledi. Demişti ki:
"Hakkınızda
söylediğiniz hayır (ve fazilet ne varsa) hepsine lâyıksınız. Ancak bu (emîrlik)
işi, Kureyş kabilesine (meşru) tanınır. Onlar, neseb yönüyle de, yurt yönüyle de Arab'ın
ortasında yer alır. Ben sizin için şu iki şahıstan birini uygun buldum,
bunlardan hangisini isterseniz ona biat edin!"
Böyle
deyip -benim ve Ebû Ubeyde İbnu'l-Cerrâh'ın- ellerimizden tuttu. Ebû Bekir,
ikimizin arasında oturuyordu. Onun (ikimizi imamlığa teklif eden cümlesinden
başka) bütün söyledikleri hoşuma gitti. Vallahi, Ebû Bekir'in bulunduğu bir
kavmin başına emîr seçilmektense, ortaya çıkarılıp boynumun vurulmasını
gerektirecek bir günah işlemek bana daha sevgili gelirdi. Ancak, nefsimin bana
ölüm ânında hoş gösterdiği şeyi şimdi bulamıyorum. Derken Ensar'ın (Hubâb
İbnu'l-Münzir adındaki) bir sözcüsü:
"Beni
(hasta hayvanların kaşınarak
rahatladıkları) kaşınma çubukcağızı, yaslandığı dikme ile ayakta duran hurma
fidancığı kabul edin (ve fikrimi dinleyin. Diyorum ki):
"Sizden
bir emîr, bizden de bir emîr olsun, ey Kureyş cemaati!" dedi. Bunun
üzerine her kafadan bir söz çıkmaya başladı, gürültü çoğaldı. Öyle ki ihtilâf
çıkacak diye korktum. Hz. Ebû Bekir'e:
"Ey
Ebû Bekr, uzat elini!" dedim. Elini uzattı, ben ona biat ettim. Muhacirler
de biat ettiler. Sonra da Ensâr biat etti. Sa'd İbnu Ubâde (radıyallâhu
anh)'nin üzerine atıldık. Derken onlardan biri:
"Sa'd
İbnu Ubâde'yi öldürdünüz!" demez mi? Ben de:
"Sa'd
İbnu Ubâde'yi Allah öldürsün!" dedim.
Hz.
Ömer (radıyallâhu anh) der ki: "Vallahi biz, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in defni sırasında, Hz. Ebû
Bekir'in seçiminden daha ehemmiyetli bir şey düşünemedik. Biat gerçekleşmeden
halkı terketmemiz halinde, oradan ayrılınca, arkamızdan kendilerinden birini
halife seçiverecekler diye korktuk. Böyle bir durumda ya bize de râzı olmaya
olmaya biat edecek veya muhalefet edecek
ikisi de fesad olacaktı.
Bilesiniz,
Müslümanlarla istişâre etmeden kim bir başkasına biat ederse, ne biat edene, ne
de kendisine biat edilene itibar edilmez, ikisinin de öldürülmesinden
korkulur." [Buhârî, Muhâribin 30, 31, İ'tisâm 16, Mezâlim 19,
Menâkıbu'l-Ensâr 46, Megâzî 11; Müslim, Hudud 15, (1691) Müslim'de hadis
muhtasar olarak kaydedilmiştir.][73]
AÇIKLAMA:
1-
Bu uzun rivâyet Hz.Ebû Bekir (radıyallâhu anh)'in seçimini ve Hz. Ömer
zamanında çıkarılmak istenen bir fitneye karşı Hz. Ömer'in tedbirini
açıklamaktadır.
Hadis yer yer
çok veciz ve ayrıca müphem ifadeler ihtiva etmektedir. İyice anlaşılır hale
getirmek için, üslubun elverdiği nisbette parantez içerisine açıklayıcı notlar
ilâve ettik. Bu notlar esas itibariyle şerhlerden ve hadisin başka vecihlerinde
yer alan ziyadelerden muktebestir.
2-
Burada bir hususun açıklığa kavuşturulması gerekmektedir: O da Hz. Ömer
(radıyallâhu anh)'in ilk halife Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh)'in seçilişini
anlatmasına vesile olan durum... Birilerinin, kulağına gelen sözü: "Keşke
Ömer ölmüş olsa da Talha İbnu Ubeydillah'a biat etsem. Vallahi Hz. Ebû Bekir'inki
çabuk oldu bitti." Bu söz Hz. Ömer'i çok öfkelendiriyor. Çünkü, denmek
istenen şudur: Hz. Ebû Bekir'in seçimi aceleye getirilmiştir, herkesin fikri ve
rızası alınmadan cüz'î bir grup tarafından çarçabuk halife seçilmiş, diğerleri
de bunu ister istemez kabul etmek zorunda kalmışlardır. Hz. Ömer vefat edince,
aynı tarzda Talha İbnu Ubeydillah'a da böyle alelacele biat edilse.. sonra
herkes bu biatı kabul eder.. kabul etmek zorunda kalır.. vs...
Hz.
Ömer bunu duyunca fena halde öfkelenir ve bunu riyâsetin gasbı olarak
değerlendirir. Hz. Ebû Bekir'in halife olması hususunda o günün şartları gereği
acele edilmiştir, bu doğru. Ancak, büyüklüğü herkesce müsellem ve üstelik ilk
Müslüman olmak, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından imam seçilmiş
olmak, hicreti sırasında mağarada Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e can
yoldaşlığı yapmış olmak, Kur'ân'da zikredilmiş olmak gibi pek çok imtiyazı olan
ve faziletce üstünlüğü, itibarının yüceliği herkesce bilinen Hz. Ebû Bekir gibi
birinin seçilmiş olması, meseleye gölge düşürmeye imkân bırakmıyordu.
Hz.
Ömer'in vefatı halinde, aynı tarzda seçim meşru addedilse, ortaya birçok imam
çıkabilir ve fitne kopabilirdi. Bu sebeple Hz. Ömer, kulağına gelen bu sözü
ciddiye alır ve anında üzerine gitmek ister.
Ancak,
yapılan pek yerinde bir tavsiye üzerine, mesele hususunda efkâr-ı umumiyenin
aydınlatılmasını Medine'ye dönme zamanına bırakır.
İbnu
İshâk'ın rivâyetinde, Hz. Ömer'in ölümüyle birlikte, Hz. Ebû Bekir'in seçimi
tarzında yenilerini seçmek isteyenler bir değil, birçok kişidir. Yâni, Halife
Hz. Ömer'in, meseleyi ciddiye almasında haklı bir durum var. Kulağına gelen
rastgele bir söz değil, siyasî komplo hazırlıklarının istihbarıdır.
Hz.
Ömer ümmetin ileri gelenleriyle istişare yapıp ahd almadan kimsenin kimseye
biat edemeyeceğini, aksi halde, devlete savaş açmış kabul edileceğini belirtir.
Nitekim Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de, mevcut bir imam varken
ikinci bir kimsenin çıkıp biat almasını haram ilan ediyor ve öldürülmesini
emrediyor.
3-
Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali (radıyallâhu anhümâ) gibi büyüklerin hilafet işinin
hallini öncelikle ele almaları, meselenin nezâketindendir. Ensar'dan birinin
halife olması, İslâm birliğini bozabilir, çeşitli gruplar arasında münâfese ve
siyasî rekâbet kavgalarını getirebilirdi. Zîra her taraftaki Müslümanlar bu
çeşit işlerde Kureyş'i elyak biliyordu, onu önde görmeye alışmıştı. Muhacirler,
meselenin hallinde bu noktada ısrar ettiler. Üstelik Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in: "İmamlar Kureyş'ten olacaktır" dediği de
hatırlatılmış idi.
4-
Hz. Ömer (radıyallâhu anh)'in, hilafetin seçimi meselesini ele almazdan önce
recm âyetiyle ilgili açıklama yapması şöyle bir yoruma tâbi tutulmuştur:
"Hz. Ömer: "Kur'ân'da yazılı olmamakla beraber, nasıl ki tatbikatta
recm cezası mevcuttur. Kimse: "Kur'an'da recm âyeti yok, ben recmi
kabul etmiyorum" diyemez ise, aynı
şekilde, "Kur'ân'da halifeyi şöyle şöyle seçin diye bir emir yoktur, biz
istediğimiz gibi halife seçeceğiz diyemez" demek istemiştir.[74]
5-
Bazı hükümler
Bu
hadisten çıkartılan bazı hükümler şunlardır:
*
İlmi ehlinden almak. İlim alınan, alandan yaşça küçük de olsa, kadr u kıymetce
düşük de olsa..
*
İlim, ehil olmayana öğretilmemeli, anlamayacak olana anlatılmamalı. Anlayışı
kıt kimselere, anlamayacağı şey anlatılmamalı...
*
Bazı kimselerin cemaate zarar getirebilecek sözlerini sultana ihbar etmek
caizdir. Bu, mezmum olan nemîme (koğuculuk) sayılmamıştır. Ancak bunu, mübhem
olarak yapıp isim vermemek gerekir, böylece hem tedbir alınır, hem de onu
söyleyen kimse gizlenmiş olur: Nitekim Hz. Ömer (radıyallâhu anh), halkı
uyarmak, korkutmak suretiyle meselenin üzerine gittiği halde, o sözü kim
söyledi diye araştırmamış, sormamış, tecziye cihetine gitmemiştir.
*
İmam seçiminde, imamın Kureyş'ten olması esastır, çünkü Araplar bu işi sadece
Kureyş'e layık görürler. Ma'ruf, hilafı caiz olmayan şeydir. Ancak, Hz. Ömer bu
hadiste esas itibariyle Müslümanlarla istişare etmeden imam seçimine karşı
çıkmakta, imamın Kureyş'ten olmasını birinci mesele olarak zikretmektedir.
*
Birçok delil, imamın Kureyş'ten olmasını gerektirmektedir. Bunlardan biri, Müslümanların velâyetini ele
alanlara "Ensâr'a iyi muâmele" tavsiye etmiş olmasıdır.
*
Bu hadisten, kocası ve efendisi olmayan bir kadın hâmile çıkarsa onun
recmedileceği de anlaşılmaktadır, yeter ki zorlandığına dair delil olmasın.
*
Bir meseleye muttali olan, bunu imama açıklamak istese, daha önce bir başkasına
mücmel olarak anlatma yetkisine sahiptir, tâ ki duyduğu zaman, mesele hakkında
fikir sahibi bulunsun. Nitekim İbnu Abbâs'la Said İbnu Zeyd arasında bu durum
cereyan etmiştir. Said, İbnu Abbâs'ın haberini reddetmiştir, zîra onun
nazarında esas olan şudur: Şer'î meseleler istikrarını bulmuştur artık...
Bundan böyle her ne vukua gelse öze müteallik olmaz, teferruatta kalır.
*
Re'ye giren meselelerde imama itiraz caizdir.
*
İlmi eksiksiz ezberleyen ve anlayanlar, onu tebliğ etmelidirler. Anlamayanlar
da, tebliğ etmemeye teşvik edilmektedir.[75]
ـ5ـ وعن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]أتَتْ
فَاطِمَةُ
وَالْعَبَّاسُ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُما
أبَا بَكْرٍ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ
يَلْتَمِسَانِ
مِيرَاثَهُمَا
مِنْ رَسُولِ
اللّهِ #،
فقَالَ أبُو
بَكْرٍ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ:
سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ: َ
نُورثُ؛ مَا
تَرَكْنَاهُ
صَدَقَةٌ،
إنَّمَا يَأكُلُ
آلُ مَحمدٍ في
هذَا
الْمَالِ،
وَإنِّى
وَاللّهِ َ
أدَعُ أمْراً
رَأيْتُ
رَسولَ
اللّهِ # يَصْنَعُهُ
إَّ
صَنَعْتُهُ،
إنِّى أخْشى
إنْ تَرَكْتُ
شَيئاً مِنْ
أمْرِهِ أنْ
أزِيغَ، فَهَجَرَتْهُ
فَاطِمةُ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْها
فَلَمْ
تُكَلِّمُهُ
حَتَّى
مَاتَتْ بَعْدَ
سِتَّةِ
أشْهُرٍ،
فَدَفَنَهَا
عَلىٌّ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ
لَيًْ، ولَمْ
يُؤذِنْ
بِهَا أبَا
بَكْرٍ،
وَكَانَ
لِعَلىٍّ
وَجْهٌ)ـ1(
مِنَ النَّاسِ
حَيَاةَ
فَاطِمة
رَضِىَ
اللّهُ عَنْها،
فَلَمَّا
مَاتَتِ
انْصَرَفَتْ
وُجُوهُ
النَّاسِ
عَنْهُ،
فقَالَ
رَجُلٌ لِلزُّهْرِىِّ
رَحِمَهُ
اللّهُ: وَلَْ
يُبَايِعُهُ
عَلىٌّ سِتَّةٌ
أشْهُرٍ؟
قالَ: َ،
وَاللّهِ وََ
أحَدٌ مِنْ
بَنِى
هَاشِمٍ،
فَلَمَّا
رَأى عَلِىٌّ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ
انْصِرَافَ
وُجوُهِ
النَاسِ
عَنْهُ
ضَرَعَ إلى
مُصَالَحةِ
أبى بَكْرٍ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ،
فأرْسَلَ
إلَيْهِ أنْ
ائْتِنَا وََ
يَأتِنَا
مَعَكَ
أحَدٌ، وَكَرِهَ
أنْ يأتِيَهُ
عُمَرُ لِمَا
عَلِمَ مِنْ
شِدَّتِهِ،
فَقَالَ
عُمَرُ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ: َ
تأتِهِمْ
وَحْدَكَ،
فقَالَ أبُو
بَكْررَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ:
وَاللّهِ Œتَينَّهُمْ
وَحْدِى مَا
عَسى أنْ
يَصْنَعُوا بِى؟
فانْطَلَقَ
أبُو بَكْرٍ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ، فَدَخَلَ
عَلى عَلِيٍّ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ،
وَقَدْ
جَمَعَ بَنِى
هَاشِمٍ
عِنْدَهُ،
فَقَامَ
فَحَمِدَاللّهَ
وَأثنى
عَلَيْهِ،
ثُمَّ قَالَ:
أمَّا
بَعْدُ،
فََلَمْ يَمْنَعْنَا
أنْ
نُبَايِعَكَ
يَا أبَا
بَكْرٍ إنْكَارٌ
لِفَضِيلَتِكَ،
وََ
نَفَاسَةٌ عَلَيْكَ،
وَلكِنَّا
كُنّا نَرَى
أنَّ لَنَا في
هذَا ا‘مْرِ
حَقّاً
فاسْتَبْدَدْتُمْ
عَلَيْنََا،
ثُمَّ ذَكَرَ
قَرَابَتَهُ
مِنْ رسول
اللّه # وَحَقَّهُمْ
فَلَمْ
يَزَلْ
عَلِيٌّ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ
يَذْكُرُ
حَتَّى بَكى
أبُو بَكْرٍ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ،
فَصَمَتَ
عَلِيٌّ رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ،
فَتَشَهَّدَ
أبُو بَكْرٍ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ
فَحَمِدَ
اللّهَ
تَعالَى
وَأثْنى
عَليْهِ،
ثُمَّ قالَ:
أمَّا بَعْدُ،
فَوَاللّهِ
لَقَرَابَةُ
رسول اللّهِ #
أحَبُّ إلىَّ
أنْ أصِلَ
مِنْ
قَرَابَتِى،
وَإنِّى
وَاللّهِ مَا
ألَوْتُ في
هذِهِ ا‘مْوَالِ
الَّتِى
كَانَتْ
بَيْنِى
وَبَيْنَكُمْ
عَنِ الخَيْرِ،
وَلكِنِّى
سَمِعْتُ
رسول اللّهِ #
يَقُولُ: َ
نُورَثُ مَا
تَرَكْنَاهُ
صَدَقَةٌ، إنَّمَا
يَأكُلُ آلُ
مُحَمَّدٍ في
هذا المَالِ،
وَإنِّى
وَاللّهِ َ
أدَعُ أمْراً
صَنَعَهُ
رسولُ اللّهِ
# إَّ
صَنَعْتُهُ
إنْ شَاءَ
اللّهُ
تَعالى،
فقَالَ
عَليٌّّ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ:
مَوْعِدُكَ
لِلبَيْعَةِ
الْعَشِيَّةُ،
فَلَمَّا
صَلَّى أبُو
بَكْرٍ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ
الظُّهْرَ
أقْبَلَ عَلى
النَّاسِ
يَعْذُرَ
عَلِيّاً
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
بِبَعْضِ مَا
اعْتَذَرَ
بِهِ، ثُمَّ
قَامَ عَليٌّ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ
فَعَظَّمَ
حَقَّ أبِى
بَكْرٍ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ،
وَذَكَر
فَضِيلَتَهُ
وَسَابِقَتَهُ،
ثُمَّ قَامَ
إلى أبِى
بَكْرٍ
فَبَايَعَهُ،
فَأقْبَلَ
النَّاسُ
عَلى عَلِيٍّ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ، فقَالُوا:
أصَبْتَ
وَأحْسَنْتَ،
فَكَانَ
النَّاسُ إلى
عَلِيٍّ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ
قَرِيباً
حِينَ رَاجَعَ
ا‘مْرَ
المَعْرُوفَ[.
أخرجه
الشيخان، واللفظ
لمسلم.»ضََرَعَ«:
أى خضع،
وانقاد
»وَالنَّفَاسَةُ«:
الحسد، ومعنى
»مَا ألَوْتُ«
بالقصر: أى ما
قصرت.
5. (1739)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)
anlatıyor:
"Hz.
Fâtıma ve Hz. Abbâs (radıyallâhu anhümâ) Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh)'e
uğrayıp, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan kendilerine kalan mirası
sordular. Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) onlara:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Bize kimse vâris olamaz, bıraktıklarımız hep
sadakadır. Ancak Âl-i Muhammed bu maldan (ihtiyacı kadarını) yer" dediğini
işittim. Allah'a yemin olsun Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yaptığını
gördüğüm bir şeyi terketmem, mutlaka onu yaparım. Ben O'nun emrinden bir şey
terkedecek olsam sapıtmaktan korkarım!" dedi.
Bunun
üzerine Hz. Fatıma, Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anhümâ)'e küstü ve altı ay sonra
ölünceye kadar onunla konuşmadı. Hz. Ali, onu geceleyin defnetti. Ölümünü Hz.
Ebû Bekir (radıyallâhu anh)'e haber vermedi.
Hz.
Ali, Fatıma (radıyallâhu anhümâ) sağken halk nazarında ayrı bir makama, izzete
sahipti. Hz. Fatıma vefat edince, halkın alâkası ondan kesildi.
Bir
adam Zührî (rahimehullah)'ye: Ali, (Hz. Ebû Bekir'e) altı ay biat etmedi
mi?" diye sordu.
"Hayır,
vallahi hayır, Benî Haşim'den hiç kimse geri kalmadı. Ali (radıyallâhu anh),
insanların nazarlarının kendinden çevrildiğini görünce Hz. Ebû Bekir
(radıyallâhu anh)'le musalahaya mecbur kaldı. Ona haber salarak: "Yanında
kimse olmadan, yalnız olarak bize gel!" dedi. kendisine Hz. Ömer'in
gelmesini istemiyordu, çünkü ondaki şiddet ve hiddet hâlini biliyordu. Hz. Ömer
(radıyallâhu anh):
"Onlara
tek başına gitme!" dedi. Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh):
"Vallahi
tek başıma gideceğim. Bana ne yapabilirler ki?" dedi ve Ebû Bekir (radıyallâhu
anh) onlara gitti. Hz. Ali (radıyallâhu anh)'nin yanına girdi. Benî Hâşim,
yanında toplanmışlar idi. (Hz. Ebû Bekir'i görünce) kalktı. Allah'a hamd ü
senada bulundu. Sonra şunu söyledi:
"Emmâ
ba'd! Ey Ebû Bekir, bizim sana biat etmemize mani olan şey senin faziletini
inkârımız değildir, sana karşı bir rekâbet düşüncemiz de yok. Ancak, biz, bu
"iş"te bizim de bir hakkımız olduğuna inanıyorduk. Bize karşı
müstebit davrandınız!"
Sonra
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a olan yakınlığını zikretti. Ali bunları
zikrettikçe Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anhümâ) ağlamaktan kendini alamıyordu. Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu
anh) şehâdet getirdi, Allah Teâla'ya hamdetti, senâda bulundu. Sonra şunları
söyledi:
"Emmâ
ba'd! Allah'a kasem olsun, şurası muhakkak ki, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın akrabaları bana, kendi akrabalarımdan daha yakın, daha sevgili. Ve
ben, yeminle söylüyorum, benimle sizin aranızda olan bu mal meselesinde haktan
ve hayırdan hiç ayrılmış değilim. Zîra, ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan
şunu işittim:
"Bize
kimse vâris olamaz, bıraktığımız sadakadır. Âl-i Muhammed bu maldan yer."
Vallahi ben, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yaptığını gördüğüm bir işi
terketmem, Allah'ın izniyle mutlaka yaparım" dedi. Hz. Ali (radıyallâhu
anh):
"Biat
için öğleden sonra buluşalım" dedi. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) öğleyi
kılınca, cemaate yönelip Hz. Ali (radıyallâhu anh)'nin (biatı geciktirmedeki)
beyan ettiği özürleri halka anlattı. Sonra da Hz. Ali (radıyallâhu anh) kalkıp,
Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh)'in hakkını tazim buyurdu, faziletlerini,
İslâm'a sebkat eden hizmetlerini zikretti. Sonra Ebû Bekir (radıyallâhu anh)'e
yaklaşıp biat etti. Halk, Hz. Ali (radıyallahu anh)'nin etrafını sarıp:
"İsabet
ettin, çok iyi bir davranışta bulundun" diyerek takdir ettiler. Hz. Ali
(radıyallâhu anh) bu ma'ruf işe döndüğü zaman halk (tekrar) kendisine yakınlık
(ve alâka) gösterdi." [Buhârî, Fedailu'l-Ashab 12; Müslim, Cihad 53,
(1759). Metin Müslim'dendir. Hadis Buhârî'de muhtasardır.][76]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin, Müslim'de gelen bir
diğer vechinin baş kısmı, meseleyi daha açık bir üslubla vaz'etmektedir. Buna
göre, Hz. Fatıma (ve Abbas) Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh)'e bizzat gelmezler.
Birisini göndererek, fey malından, Medine, Fedek ve Hayber'de Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın hissesine düşen payın kendilerine miras olarak
verilmesini iserler. Ancak Hz. Ebû Bekir onlara şu cevabı verir:
"Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) sağken: "Bize kimse varis olamaz, her ne
bırakmışsak sadakadır, bu maldan Âl-i Muhammed yer" buyurdu. Ben de, vallahi, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın sadakasının sağlığındaki durumu ne idiyse, onu
kesinlikle değiştiremem. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlarda nasıl tasarruf
etti ise ben de öyle tasarrufta bulunacağım"
der ve o arazilerin kendi taraflarına bırakılma teklifini, talebini reddeder.
İşte
bu hâdise üzerine, Hz. Fatıma, Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anhümâ)'e gücenir ve
küser, ölünceye kadar da konuşmaz. Zaten Fâtıma validemizin vefatı Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'tan altı ay sonradır.
Rivayetin
geri kalan kısmı açıktır: Hz. Fâtıma (radıyallâhu anhâ)'nın vefatından sonra
Hz. Ali (radıyallâhu anh), biraz da efkâr-ı umumiyenin baskısı ile, Hz. Ebû
Bekir'e biat eder. Biat sırasında her iki taraf da birbirlerinin faziletini
beyân ederler, birbirlerini ittiham etmezler.
Onların
aradaki kırgınlığı kaldırıp kaynaşmaları Müslüman halkı da çok memnun kılar.
Hz.Ali'ye biraz soğuklaşmış olan efkar-ı umumiye tekrar yakınlık gösterir,
saygı ve sevgisini ziyadeleştirir.
2-
Acaba Hz. Fatıma ve hatta Hz. Ali ve Hz. Abbâs (radıyallâhu anhüm) niçin miras
istediler?
Bu
hususta birkaç tahmin ileri sürülmüş ise de en mâkulü, en doğrusu şudur: Hz.
Ebû Bekir'in rivayet ettiği: "Bize mirascı olunmaz, bıraktıklarımız
sadakadır.." hadisini duymamış olmalarıdır. Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir gibi
en eski ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a en yakın olan Müslümanların
pek mühim meselelerde bile Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
hadislerini, O'nun sağlığında değil, ölümünden sonra işitmelerinin birçok
örneği var. Bu da onlardan biri olmalıdır. Hadisi işitmiş olan Hz. Ebû Bekir
(radıyallâhu anh), Mes'uliyet makamında, işin sorumlusu olarak, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in tatbikatından ayrılmamayı esas alıp, Hz. Fatıma ve
Hz. Ali (radıyallâhu anhümâ) gibi, çok sevdiği ve hâtırasına son derece saygı
duyup bağlılığını her şeyin üstünde tuttuğu Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın iki ciğerpâresini gücendirmeyi sineye çekiyor, Hz. Ali, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a yakınlığını anlatırken hep ağlayarak dinleyen Hz.
Ebû Bekir'e, onları gücendirmek muhakkak ki çok ağır gelmiş idi. Ama ne yapsın?
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan o mevzuda kesin bir bilgiye sahip,
onunla amel etmesi lazım: "Bize kimse varis olamaz, bıraktıklarımız
sadakadır..."
3-
Dinimiz üç günden fazla küsmeyi yasakladığı halde Hz. Fatıma'nın ölünceye kadar
(altı ay) Hz. Ebû Bekir'e küskün durması bir tezad değil mi? diye hatıra
geliyor.
Âlimlerimiz,
bunun selâmı kesmek mânasında bir küsme olmadığını belirtirler. Haram olan
küsme, karşılaşınca selâm vermeyip yüz çevirmektir. Hz. Fatımâ'nın, bu
hadiseden sonra Hz. Ebû Bekir'le karşılaşıp, selamlaşmadıklarına dair rivayet
mevcut değildir. Üstelik, Beyhakî'de gelen bir rivayet onların barıştıklarını
göstermektedir:
"Şa'bî'nin rivayetine göre, Hz. Fâtıma hastalanınca, Ebû
Bekir hazretleri "geçmiş olsun" ziyaretine gider. İzin ister. Hz.
Ali, durumu Fatımâ'ya bildirir. Hz. Fatıma, kocası Hz. Ali'ye, izin vermesini
isteyip istemediğini sorar. "Evet" cevabını alınca Hz. Ebû Bekir'e
izin verir. Halife, huzurlarına girer ve gönüllerini alıcı hitaplarda bulunur.
Mekke'deki malını mülkünü, kavim ve kabilesini Allah ve Resûlü'nün rızası için,
kendilerinin rızası için bıraktığını ifade eder ve aradaki soğukluklar kalkar.
Nevevî:
"Hz. Fatıma, Ebû Bekir'le konuşmadı" cümlesini, "Bu mesele
üzerine bir daha iddiada bulunmadı, gündeme getirmedi" mânasında da anlar
ve devamla şunu söyler: "Veya köşesine çekildiği için ondan bir ihtiyaç
talebinde bulunmadı; onunla karşılaşmaya mecbur kalmadı ki, onunla konuşsun.
Onların karşılaştıklarına ve Hz. Fatıma'nın ona selam vermediğine,
konuşmadığına dair hiçbir rivayet yok."
4-
Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh)'in bu meseledeki haklılığını Hz. Ali ve Hz.
Abbâs (radıyallâhu anhümâ) kabul etmişlerdir. Çünkü, bilahare Hz. Ali, halife
olduğu zaman, mezkur arazilerin, Hz. Ebû Bekir tarafından tesbit edilen ve Hz.
Ömer ve Hz. Osman tarafından devam ettirilmiş bulunan statüsünde değişiklik
yapmamıştır.
Bu
hususu açıklayan bir rivayeti Nevevî, Ebû Dâvud'dan kaydeder:
"(Abbasîler'in
ilk halifesi) Seffah, ilk hutbesini okuduğu zaman, boynunda Kur'ân asılı olan
bir adam yanına gelerek:
"Allah
aşkına benimle hasmım arasında şu Mushaf'la
hükmet" der. Seffâh:
"Hasmın
kim?" diye sorunca:
"Ebû
Bekir'dir, Fedek arazisini bize menetmiştir" der. Halife:
"O
sana zulüm mü yaptı?" diye sorar. Öbürü:
"Evet!"
der. Seffah:
"Ondan
sonra kimdi?" diye sorar. Adam:
"Ömer'di"
der. Seffah:
"Ömer
de zulmetti mi?" der. Adam:
"Evet"
der. Hz. Osman için de aynı şeyi söyleyince:
"Ali
de sana zulmetti mi?" der. Adam bu sefer susar. Seffâh bunu üzerine adama
sert bir şekilde çıkışır."
Kadı
İyaz bu meselede şunu söyler: "Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh)'in hadisten
delil getirmesi üzerine, Hz. Fâtıma (radıyallâhu anhâ)' nın ona karşı niza
etmekten vazgeçmiş olması, mesele üzerine vaki olan icmâya teslim olduğunu
gösterir. Bu durum Hz.Fatıma (radıyallâhu anhâ)'nın kendisine hadis ulaşıp
te'vili de açıklık kazanınca, o meseledeki şahsî görüşünü terketmiş olduğunu da
ifade eder. Nitekim bir daha ne kendisinden, ne de zürriyetinden, miras talebi
vaki olmamıştır. Bilahare Hz. Ali halife olduğu zaman, o meselede Hz. Ebû Bekir
ve Hz. Ömer'in amelinden ayrılmadı. Öyle
ise bu da gösterir ki, Hz. Ali ve Hz. Abbâs (radıyallâhu anhümâ)'ın talebleri,
o arâzilerin işletilmesiyle ilgili işlerin kendilerine verilmesini... taleb
etmektir."
5-
Hz. Ali'nin biatının gecikmesi, Hz. Ebû Bekir'in halifeliğinin meşruiyetine
halel getirmez. Zîra, şer'an, halifenin meşruiyeti için herkesin biatı şart
değildir. Ehlü'lhal ve'l-akd denen, ileri gelenlerden bir kısım şahsiyetin
biatı yeterlidir. Üstelik Hz. Ali biat etmediği zaman esnasında Hz. Ebû
Bekir'e, onun hilâfetinin meşrûiyetine karşı birşey söylemiş, bir eylemde
bulunuş değildir. İtaatsizliği mevzubahis değildir. Hz. Ebû Bekir'in, halife
seçilirken onunla istişâre etmemiş olması, daha önce de gördüğümüz gibi şartlar
sebebiyledir. O iş bir an önce bitirilmeli idi, ihmale, gecikmeye tahammülü
olmayan bir durum vardı. Kendisi fevkalâde meşguldü, Hz. Ali de Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın cenazesi ile meşguldü.
6-
Hz. Ali, Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anhümâ)'i
evine çağırırken yalnız gelmesini
tenbih edip, Hz. Ömer'le gelmesini istememesi, Hz. Ömer'in çabuk
parlayan sert mizacı sebebiyledir. Hz. Ali nizâ edilen meseleler üzerine mizâcı
mülayim olan Hz. Ebû Bekir'le daha rahat konuşabileceğine kânidir. Hz. Ömer
(radıyallâhu anh)'in yalnız gitmemesini tavsiye etmesi, Hz. Ebû Bekir'e ağır
sözler sarfedebilirler, rencide edip,
kalbini kırabilirler endişesindendir. Kendisi de beraber olduğu takdirde onu
yapamayacakları kanaatindedir.[77]
ـ6ـ وعن
القاسم بن
محمد قال:
]قالَتْ
عَائشةُ رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها:
وَارَأسَاهُ،
فقَالَ رسولُ
اللّه # ذَاكِ
لَوْ كانَ،
وَأنَا حَىٌّ،
فَأسْتَغْفِرُ
لَكِ،
وَأدْعُو لَكِ،
فَقَالَتْ
وَاثُكَْهُ،
وَاللّهِ إنِّى
‘ظُنُّكَ
تُحِبُّ
مَوْتِى،
وَلَوْ كانَ ذلِكَ
لَظَلَلْتَ
آخِرَ
يَوْمِكَ
مُعَرِّساً
بِبَعْضِ
أزْوَاجِكَ،
فقَالَ #: بَلْ
أنَا
وَارَأسَاهُ
لَقَدْ
هَمَمْتُ،
أوْ أرَدْتُ
أنْ أُرْسِلَ
إلى أبى
بَكْرٍ
وَابْنِهِ
وَأعْهَدَ، أنْ
يَقُولَ
الْقَائلُونَ،
أوْ
يَتَمَنَّى
المُتَمَنُّونَ،
ثُمَّ قُلْتُ.
يَأبى اللّهُ
وَيَدْفَعُ
المُؤمِنُونَ،
أوْ يَدْفَعُ
اللّهُ
وَيَأبى
المُؤمِنُونَ[.
أخرجه الشيخان،
واللفظ
للبخارى.»أعْرَسَ
الرَّجُلُ بِامْرَأتِهِ«:
إذَا دخل بها .
6. (1740)- Kasım İbnu Muhammed
anlatıyor: "Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) bir gün hastalanmış:
"Vay
başım, (ölüyorum)!" demişti. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) (şaka
olsun diye):
"Keşke
bu ben sağken olsa, sana istiğfar eder, dua ediveririm!" dedi. Bunun
üzerine Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) birden parladı:
"Vay
başıma gelen. Vallahi görüyorum ki ölmemi istiyorsun. Ben öleceğim, sen de
akşama zevcelerinden biriyle başbaşa kalacakın ha!" dedi. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) (sözü değiştirerek) dedi ki:
"Bilakis
ben ölüyorum, vay başım! Ebû Bekir'e ve oğluna birini gönderip (benden sonra
hilâfet hususunda "ben daha lâyığım" iddia veya temennisinde
bulunacaklara karşı) yerime geçeceği
tesbit etmek istemiştim. Sonradan (kendi kendime: "Böyle bir
iddiayı Ebû Bekir dışında kim yaparsa) Allah kabul etmez, mü'minler de
reddederler" dedim (ve vasiyet yapmaktan vazgeçtim)." [Buhârî, Ahkâm
51, Merdâ 16; Müslim, Fedailu's-Sahâbe 11, (2387).][78]
AÇIKLAMA:
1-
Bu hadis farklı vecihlerden gelmiştir. Mânanın bütünlük arzetmesi için, diğer vecihlerde
gelen bazı ziyadeleri, burada parantez içerisinde kaydettik.
2-
Hadiste geçen اَعْهَدَ (ahdetmek) , âmm bir mâna taşır ise de, başta
Buhârî olmak üzere âlimler ekseriyetle bunu, bu hadiste "yerine veliahd
tayin etmek" mânasında anlamışlardır.
Böyle
olunca, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), kendisinden sonra, Hz. Ebû Bekir
(radıyallâhu anh) dışında kimsenin hilâfete talib olmaması gerektiğini, olduğu
takdirde mü'minlerin reddetmekte haklı olacaklarını önceden bildirmiş
olmaktadır. Bu ihbar, sonraki vukuata
aynen uyduğu için şârihler bunda bir
nevi mucize görmüşlerdir.
Hemen
belirtelim ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), vasiyette bulunma
düşüncesine, kendisinden sonra, hilâfet hususunda bir ihtilâfın çıkabileceği
endişesinden varmıştır. Ancak ümmetinin sağduyusuna güvenerek yerine geçecek
şahıs hususunda çok sarih, yazılı bir vesika bırakmaktan imtinâ etmiştir.[79]
ـ7ـ وعن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]لَمَّا
احْتُضِرَ
أبُو بَكْرٍ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
دَعَا عُمَرَ
فقَالَ: إنِّى
مُسْتَخْلِفُكَ
عَلَى
أصْحَابِ
رَسُولِ
اللّهِ # يَا
عُمَرُ،
إنَّمَا
ثَقُلَتْ
مَوَازِينُ مَنْ
ثَقُلَتْ
مَوَازِينُهُ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
بِاتِّبَاعِهِمُ
الحَقَّ
وَثِقَلَهُ
عَلَيْهِمْ،
وَحُقَّ
لِمِيزَانٍ َ
يُوضَعُ
فِيهِ إَّ
الحَقَّ أنْ
يَكُونَ
ثَقِيً. يَا
عُمَرُ: إنَّمَا
خَفَّتْ
مَوَازِينَ
مَنْ خَفَّتْ
مَوَازِينُهُ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
بِاتِّبَاعِهِمُ
البَاطِلَ
وَخِفّتُهُ
عَلَيْهِم،
وَحُقَّ
لِمِيزَانٍ َ
يُوضَعُ
فِيهِ إَّ البَاطِلُ
أنْ يَكُونَ
خَفِيفاً،
وَكَتَبَ إلى
أُمَرَاءِ
ا‘جْنَادِ:
وَلَّيْتُ
عَلَيْكُمْ
عُمَرَ وَلمْ
آلُ نَفْسِى،
وََ
المُسْلِمِينَ
إَّ خَيْراً،
ثُمَّ مَاتَ
وَدُفِنَ
لَيًْ، ثُمَّ
قَامَ عُمَرُ
في النَّاسِ
خَطِيباً،
ثُمَّ قالَ
بَعْدَ أنْ
حَمِدَ
اللّهَ
وَأثْنى
عَلَيْهِ:
أيُّهَا
النَّاسُ:
إنِّى َ
أُعْلِمُكُمْ
مِنْ نَفْسِى
شَيْئاً
تَجْهَلُونَهُ،
أنَا عُمَرُ،
وَلَمْ
أحْرِصْ عَلى
أمْرِكُمْ،
وَلكِنِ المُتَوفِّى
أوْحَى
إلَىَّ
بِذلِكَ،
وَاللّهُ
ألْهَمَهُ
ذلِكَ،
وَلَيْسَ
أجْعَلُ إمَامَتِى
إلى أحَدٍ
لَيْسَ لَهَا
بِأهْلٍ، وَلكِنْ
أجْعَلُهَا
إلَى مَنْ
تَكُونُ رَغْبَتُهُ
في
التَّوْقِيرِ
لِلْمُسْلِمِينَ،
أُولئِكَ
هُمْ أحَقُّ
بِهِمْ
مِمَّنْ
سِوَاهُمْ[.
أخرجه مالك .
7. (1741)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)
anlatıyor:
"Hz.
Ebû Bekir (radıyallâhu anh), ölüm ânı yaklaşınca (muhtazar olunca), Hz. Ömer'i
çağırttı ve:
"Ey
Ömer, ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ashabı üzerine seni halife
seçiyorum. Mizanı ağır olan, hakka uyması sebebiyle kıyamet günü mizanı ağır
basacak ve ağırlık kendine olacak
kimsedir. Sadece hakkın girdiği mizanın ağır olması da hak olmuştur.
Ey
Ömer! Mizanı hafif olan da, batıla uyması sebebiyle, kıyamet günü sevabı az ve
hafif olan ve bu hafiflikle teraziye girecek olandır. İçerisine sadece batıl
giren mizanın hafif olması da haktır."
Ayrıca,
askerlerin komutanlarına da şunu yazdı: "Başınıza Ömer'i seçtim. Kendim
için de, Müslümanlar için de hayrı seçtim."
Sonra
Ebû Bekir (radıyallâhu anh) vefat etti ve geceleyin defnedildi. Bilahere
Hz.Ömer (radıyallâhu anh), ayağa kalkıp hamd ü sena ettikten sonra şunları
söyledi:
"Ey
insanlar, ben size, hiç bilmediğiniz bir şeyi kendimden uydurup öğretecek değilim.
Ben Ömer'im. Size emîr olma hususunda hırsım yok. Ancak vefat eden Ebû Bekir
(radıyallâhu anh) bunu bana vasiyet etti. Bu işi ona Allah'ın ilham ettiğine
inanıyorum. İmamlığımı, ona ehil olmayan kimseye bırakmam. Fakat onu,
Müslümanlara saygı göstermeye gayret edenlere bırakırım. İşte böyleleri,
Müslümanlara emîr olaya başkalarından daha çok layıktır." [Muvatta'da
bulunamamıştır.][80]
ـ8ـ وعن
معدان بن أبى
طلحة: ]أنَّ
عُمَرَ رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ
خَطَبَ
يَوْمَ
الجُمُعَةِ فَذَكَرَ
رسُولَ
اللّهِ #،
ثُمَّ ذَكَرَ
أبَا بَكْرٍ
ثُمَّ قَالَ:
إنِّى
رَأيْتُ كَأنَّ
دِيكاً
نَقَرَلِى
ثََثَ
نَقَرَاتٍ، وَإنِّى
َ أُرَاهُ إَّ
لِحُضُورِ
أجَلِى، وَإنَّ
قَوْماً
يَأمُرُونَنِى
أنْ أسْتَخْلِفَ،
وَإنّ اللّهَ
تَعالى لَمْ
يَكُمْ لِيُضِيعَ
دِينَهُ، وََ
خَِفَتَهُ،
وََ الَّذِى
بَعَثَ بِهِ
رَسُولَهُ #
وَهُوَ
عَنْهُمْ
رَاضٍ، وَإنِّى
قَدْ
عَلِمْتُ
أنَّ قَوْماً
يَطْعُنُونَ
في هذَا
ا‘مْرِ، أنَا
ضَرَبْتُهُمْ
بِيَدِى
هذِهِ عَلى
ا“سْمِ، فإنْ
فَعَلُوا
ذلِكَ فَأولئِكَ
أعْدَاءُ
اللّهِ
الكَفَرَةُ
الضُّّلُ،
ثُمَّ قالَ:
اللَّهُمَّ
إنِّى أُشْهِدُكَ
عَلى
أُمَرَاءِ
ا‘نْصَارِ،
فَإنِّى
إنَّما بَعَثْتُهُمْ
عَلَيْهِمْ
لِيَعْدِلُوا
وَلِيُعَلِّمُوا
النَّاسَ
دِينَهُمْ،
وَسُنَّةَ
نَبِيِّهِمْ
#،
وَيَقْسِمُوا
فِيهمْ، وَيَرْفَعُوا
إلَىَّ مَا
أشْكَلَ
عَلَيْهِمْ
مِنْ
دِينِهِمْ،
فَمَا كانَ
إَّ الجُمَعَةُ
ا‘خْرَى
حَتَّى
طَعِنَ
عُمَرُ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ، فأذِنَ
لِلْمُهَاجِرِينَ،
ثُمَّ
لِ‘نْصَارِ، ثُمَّ
‘هْلِ
المَدِينَةِ،
ثُمَّ ‘هْلِ
الشَّامِ،
ثُمَّ ‘هْلِ
الْعِرَاقِ،
وَكُنَّا
آخِرَ مَنْ
دَخَلَ
عَلَيْهِ،
فإذَا هُوَ
قَدْ عَصَبَ
جُرْحَهُ
بِبُرْدٍ أسْوَدَ،
وَالدَّمُ
يَسِيلُ
عَلَيْهِ،
فَقلْنَا
أوْصِنَا،
وَلَمْ يَسْألُهُ
الْوَصِيَّةَ
أحَدٌ
غَيْرُنَا،
فقَالَ:
أُوصِيكُمْ
بِكِتَابِ
اللّهِ
تَعالى،
فإنَّكُمْ
لَنْ
تَضِلُّوا
مَا
اتَّبَعْتُمُوهُ،
وَأُوصِيكُمْ
بِالْمُهَاجِرِينَ،
فإنَّ
النَّاسَ
يَكْثرُونَ
وَيَقِلُّونَ،
وَأوصِيكُمْ
بِا‘نْصَارِ
فَإنَّهمْ
شِعْبُ
ا“يمَانِ
الَّذِى لَجَأ
إلَيْهِ،
وَأوصِيكُمْ
بِا‘عْرَابِ، فإنَّهُمْ
أصْلكُمْ
وَمَادَّتُكم.وفي
رواية:
]فإنَّهُمْ
إخْوَانُكُمْ
وَعَدُوُّ
عَدُوِّكُمْ،
وَأوصِيكُمْ
بأهْلِ
الذِّمَّةِ،
فإنَّهُمْ
ذِمَّةُ
نَبِيِّكُمْ
وَرِزْقُ
عِيَالِكُمْ،
قُومُوا
عَنِّى[.
أخرجه
البخارى
مختصراً،
ومسلم
بطوله.وفي
رواية:
]أنَّهُ
لَمَّا
طُعِنَ عُمَرُ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قِيلَ
لَهُ: لَوِ اسْتَخْلَفْتَ
فقَالَ:
أَتَحَمَّلُ
أمْرَكُمْ
حَيّاً
وَمَيِّتاً،
إنْ
أسْتَخْلِفَ
فَقَدْ
اسْتَخْلَفَ
مَنْ هُوَ
خَيْرٌ مِنِّى،
أبُو بَكْرٍ،
وَإنْ
أتْرُكْ
فَقَدْ
تَرَكَ مَنْ هُوَ
خَيْرٌ
مِنِّى،
رَسُولُ
اللّهِ #،
وَوَدِدْتُ
أنَّ حَظِّى
مِنْهَا
الْكَفَافُ َ
لِىَ وََ
عَلَىَّ. قالَ
عَبْدُاللّهِ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ،
فَعَلِمْتُ
أنَّهُ
غَيْرُ مُسْتَخْلِفٍ
فَقَالُوا
جَزَاكَ
اللّهُ خَيْراً
فَعَلْتَ
وَفَعَلْتَ،
فَقَالَ
رَاغِبٌ
وَرَاهِبٌ[..
أخرجه
الشيخان،
وهذا لفظهما،
وأبو داود
والترمذى
مختصراً .
8. (1742)- Ma'dan İbnu Ebî Talha
anlatıyor:
"Hz.
Ömer (radıyallâhu anh), cuma günü hutbe verdi. Önce Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı hatırlattı, sonra Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh)'i andı. Sonra da
şunları söyledi:
"Ben rüyamda bir horoz gördüm, bana üç gaga vurdu.
Bunu, ecelim yaklaştı diye yordum. Bazı kimseler, yerime birini seçmemi
söylüyorlar. Allah ne dini, ne hilafetini, ne de Resûlü (aleyhissalâtu
vesselâm) ile gönderdiği şeyi zayi edecek değildir. Eğer ecelim çabucak gelirse
hilâfet, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ölürken kendilerinden razı bulunduğu şu altı kişinin müşâveresi ile
belirlenecektir. Ben biliyorum ki, bazıları bu seçime dil uzatacaklardır.
Bunlar benim şu elimle İslâm'a kattığım kimselerdir. Eğer bunu yaparlarsa bilin
ki, onlar ancak Allah'ın düşmanlarıdır, kâfirlerdir, sapıklardır.
Sonra
sözüne şöyle devam etti:
"Ey
Rabbim, seni Ensâr'ın ümerâsına şâhid kılıyorum. (Bilin ki) ben onları,
adaletli olsunlar ve halka dinlerini, Peygamberlerinin (aleyhissalâtu vesselâm)
sünnetini öğretsinler (zekatı) aralarında taksim etsinler, dinî meselelerde
müşkilatla karşılaşınca bana bildirsinler diye başlarına tayin ettim."
Hz.
Ömer (radıyallâhu anh)'in bu hutbesinden bir cuma geçmişti ki hançerlendi.
Yanına girmek için önce Muhacirler'e, sonra Ensâr'a, sonra Medineliler'e, sonra
Şamlılar'a, sonra Iraklılar'a sırayla izin verdi. Biz, huzura girenlerin
sonuncusu idik. Siyah bir bürde ile
yarası sarılmış, üzerinden kanlar akıyor vaziyette gördük."
Bize
vasiyette bulun!" dedik. Ona bizden başka vasiyet talebinde bulunan
olmadı.
"Size
dedi, Allah'ın Kitabı'nı vasiyet ediyorum. Zira ona uyduğunuz müddetce asla
sapıtmazsınız. Size Muhacirler'i de vasiyet ediyorum. Zira insanlar çoğalırken
onlar azalıyor. Size Ensâr'ı da vasiyet ediyorum. Zira onlar, imanın sığındığı
melcedir. Size bedevîleri de vasiyet ediyorum. Zira onlar aslınız,
dayanağınızdır."
Bir
rivayette şöyle denmiştir: "...Zira onlar kardeşlerinizdir, düşmanınızın
düşmanıdır. Size zımmîleri de vasiyet
ediyorum, zira onlar Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)'in zimmeti ve
ailenizin rızkıdır. Beni terkedin artık." [Buhârî, Ahkâm 51, Müslim,
İmâret 12, (1823); Tirmizî, Fiten 48, (2226); Ebû Dâvud, Harâc 8, (2939).]
Bir
rivayette şöyle gelmiştir: "Hz. Ömer (radıyallâhu anh) hançerlendiği zaman
kendisine: "Birini yerinize seçseniz!" denilmişti. Şu cevabı verdi:
"Yani
işinizi sağken de, ölmüşken de ben mi sırtımda taşıyayım? Mamafih, birisini
seçecek olsam (bu caizdir, zira) benden
daha hayırlı olan Ebû Bekir seçmiştir. Seçimi terkedecek olsam (bu da caizdir
zira) benden daha hayırlı olan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da seçimi
terketti. Ben istedim ki, bundaki nasibim başa baş olsun, ne lehime ne de
aleyhime..."
Abdullah
İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) dedi ki: "(Ömer'in bu sözü üzerine) anladım
ki, yerine kimseyi tayin etmeyecektir." Oradakiler:
"Allah
hayırlı mükâfaatlar versin. Sen şu şu
hizmetleri yaptın" dediler. O da: "Uman ve korkan" diye cevap
verdi."[81]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivayet, Hz. Ömer'in yerine geçecek halifenin seçilme meselesiyle ilgilidir.
Kendisine birçokları, Hz. Ebû Bekir'in
yaptığı gibi, kendinden sonra halife olacak kimseyi seçmesini telkin ederler.
Hz. Ömer seçmenin de, seçmemenin de caiz ve meşru bir davranış olduğunu tebârüz
ettirir:"
Seçersem
bu meşrudur, çünkü Hz. Ebû Bekir seçmiştir" der. Zira kendisini, Hz. Ebû
Bekir, yerine halife bırakmıştır."
Seçmezsem
bu da meşrudur, çünkü Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'i seçmemiş, ümmete
bırakmıştır, ümmet de Ebû Bekir (radıyallahu anh)'i seçmiştir" der.
Hz.
Ömer (radıyallâhu anh), bunların ne içinde ne dışında olan üçüncü ve yeni bir
usul vaz'eder. Bu orta yola göre, tayini büsbütün terk yok, ancak belli bir
şahsı ismen belirleme de yok. O, seçim işini, faziletleri hususunda hiç
kimsenin şüphe etmediği, cennetle müjdelenmiş olanlardan altı kişilik bir şura
heyetine havale ediyor. Bunlar kendi
aralarından, halkın en çok arzu ettiği kimseyi halife olarak seçeceklerdir.
Nevevî
bu ilk halifelerin seçimiyle ilgili usullerden hareketle İslam'da meşru olan
imam seçme usulleri hakkında şu açıklamayı yapar:
"Müslümanlar
şu hususta icma etmişlerdir: Halife ölüme yaklaşır, ecelinin yettiğine dair
alâmetler belirlemeye başlarsa, yerine birini halife tayin etmesi caizdir.
Tayin etmemesi de caizdir. Tayin işini terketmekle Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e uymuş olur. Birisini tayin ederse bunda da Hz. Ebû Bekir
(radıyallâhu anh)'e uymuş olur.
Ulemâ,
iş başındaki imamın tayiniyle hilâfet akdinin gerçekleşeceğinde icma ettiği
gibi, halifenin tayin etmemesi halinde ehl-i hal ve akdin bir şahıs hakkında
akidde bulunmalarıyla da geçrekleşeceğinde icma etmişlerdir.
Keza,
Hz. Ömer'in yaptığı gibi, halifeyi bir cemaat arasında şûra yoluyla seçmenin
caiz olacağında da icma etmişlerdir. Ayrıca, bir halife seçmenin Müslümanlara
terettüp eden bir vecibe olduğu, bu vecibenin, aklî olmayıp, şerî bir vecibe
olduğu hususunda da icma etmişlerdir.
2-
Hz. Ömer'in sonda yer alan "uman ve korkan" sözü müphemdir ve farklı
yorumlara sebep olmuştur. Şöyle ki:
*
Bazıları, insanlar iki sınıftır: Bir kısmı umar bir kısmı korkar. O ifade
ile bu kastedilmiştir. Yani "Bir
kısmı benden bir şeyler koparmayı umar bir kısmı da korkar" demektir.
Diğer
bir yoruma göre, "Ben Allah'ın rahmetini umuyor, azabından
korkuyorum" demektir.
Diğer
bir yoruma göre, bundan maksad hilafettir, yani insanların bir kısmı ona rağbet
gösterir, bir kısmı da ondan hoşlanmaz. Ben hoşlananları sevmem,
hoşlanmayanların da aczinden
korkarım" demektir.
Kâdı
İyaz'a göre, Hz. Ömer (radıyallâhu anh)'in bu sözleri onun iki vasfını ifade
etmektedir. Yani, o, Allah'ın rahmetini ummakta, azabından korkmaktadır.[82]
ـ9ـ وعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]دَخَلْتُ
عَلى
حَفْصَةَ
وَنَوْسَاتُهَا
تَنْطُفُ
فَقَالَتْ:
عَلِمْتُ أنّ
أبَاكَ
غَيْرُ
مُسْتَخْلِفٍ؟
قُلْتُ: مَا
كَانَ
لِيَفْعَلَ،
قَالَتْ:
إنَّهُ
فَاعِلٌ. قالَ:
فَحَلَفْتُ
أنْ
أُكَلِّمَهُ
في ذلِكَ، فَسََكَتُّ
حَتَّى
غَدَوْتُ،
وَلَمْ أُكَلِّمْهُ،
فَكُنْتُ
كَأنَّمَا
أحْمِلُ بِيَمِينِى
جَبًَ حَتَّى
رَجَعْتُ،
فَدَخَلْتُ
عَلَيْهِ فَسَألَنِى
عَنْ حَالِ
النَّاسِ،
وَأنَا أُخْبِرُهُ،
ثُمَّ قُلْتُ
لَهُ: إنِّى
سَمِعْتُ
النَّاسَ
يَقُولُونَ
مَقَالَةً،
فآلَيْتُ أنْ
أقُولَها
لَكَ.
زَعَمُوا
أنَّكَ غَيْرُ
مُسْتَخْلِفٍ،
وَإنَّهُ
لَوْ كَانَ
لَكَ رَاعِى
إبِلٍ، أوْ
رَاعِى
غَنَمٍ،
ثُمَّ
جَاءَكَ
وَتَركَهَا
لَرَأيتَ أنْ
قَدْ
ضَيَّعَهَا،
فَرِعَايَةُ
النَّاسِ
أشَدُّ. قَالَ
فَوَافَقَهُ
قَوْلِى
فَوضَعَ
رَأسَهُ
سَاعَةً،
ثُمَّ رَفَعَهُ
إلىَّ فقَالَ:
إنَّ اللّهَ
تَعالى يَحْفَظُ
دِينَهُ،
وَإنِّى إنْ َ
أسْتَخْلِفُ.
قَالَ: فَوَاللّهِ
مَا هُوَ إَّ
أنْ ذَكَرَ
رَسُولَ
اللّهِ #
وَأبَا
بَكْرٍ
فَعَلمْتُ
أنَّهُ َ يَعْدِلُ
بِرَسُولِ
اللّهِ #
أحَداً،
وَأنَّهُ
غَيْرُ
مُسْتَخْلِفٍ[.
أخرجه الخمسة
إ النسائى.»النَّوْسَاتُ«:
ذوائب الشعر،
ومعنى »تَنْطُفُ«:
تقطر ماء.
9. (1743)- İbnu Ömer (radıyallâhu
anhümâ) anlatıyor:
"Hz.
Hafsa (radıyallâhu anhâ)'nın yanına
girdim, saçlarından su damlıyordu.Bana:
"Babam,
yerine halife tayin etmiyormuş biliyor musun?" dedi. Ben:
"Tayin
etmesi gerekir" dedim.
"Etmiyor!"
dedi.
Abdullah
der ki: "Bu hususta babamla konuşmak üzere yemin ettim, sustum ve
sabahleyin eve gittim. Ama babamla konuşmadım. Sanki elimde bir dağ taşıyor
gibi sıkıntılı idim. Nihayet dönüp babamın huzuruna girdim. Bana halkın
durumundan sordu. Haber verdim. Sonra
kendisine:"
Halkın
birşeyler söylediğini işittim. Onu size söylemeye azmettim. Sizin, yerinize
halife tayin etmeyeceğinizi zannediyorlar. Halbuki sizin bir deve çobanınız
veya koyun çobanınız olsa, sonra sürüyü bırakarak size gelse, siz mutlaka
sürünün zayi olacağını bilirsiniz. İnsanlara nezaretin daha (ehemmiyetli ve)
çetin olduğu da malumunuzdur" dedim. Bu sözlerim ona muvafık geldi ve bir
müddet başını (yastığa) koydu. Sonra tekrar bana doğru kaldırarak:
"Allah
dinini, muhafaza edecektir. Ben yerime halife bırakmamış olsam meşrudur, çünkü
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da yerine kimseyi bırakmamıştır. Şayet bir
halife bırakacak olsam o da meşrudur, çünkü Ebû Bekir bırakmıştır" dedi.
İbnu
Ömer der ki: "Vallahi babam, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile Hz.
Ebû Bekir'i anmaktan başka bir şey yapmadı. Anladım ki, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a hiç kimseyi denk tutmayacak ve yerine de kimseyi
halife bırakmayacak." [Buharî, ahkâm 51; Müslim, İmâret 12, (1823);
Tirmizî, Fiten 48, (2226); Ebû Dâvud, Harac 8, (2939).][83]
ـ10ـ وعن عمرو
بن ميمون
ا‘ودى قال:
]إنِّى لَقَائِمٌ
مَا بَيْنِي
وَبَيْنَهُ،
يَعْنِي عُمَرَ
إَ عَبْدُ
اللّهِ بنُ
عَبَّاسِ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهُما
غَدَاةَ
أُصِىبَ،
وَكَانَ إذَا
مَرَّ بَيْنَ
الصَّفَّيْنِ
قامَ بَيْنَهُمَا
فإذَا رَأى
خَلًَ قالَ
اسْتَووُا حَتَّى
إذَا لَمْ
يَرَ
فِيهِنَّ
خَلًَ
تَقَدَّمَ فَكَبَّرَ،
فَرُبَّمَا
قَرَأ
بُسُورَةِ يُوسُفَ،
أوِ
النَّحْلِ،
أوْ نَحْوِ
ذلِكَ في
الرَّكْعَةِ
ا‘ولى حَتَّى
يَجْتَمِعَ
النَّاسُ، فَمَا
هُوَ إَّ أنْ
كَبَّرَ
فَسَمِعْتُهُ
يَقُولُ:
قَتَلَنِي،
أوْ أكَلَنِي
الْكَلْبُ حِينَ
طَعَنَهُ،
فَطَارَ
الْعِلْجُ)ـ1(
بِسكِّىنٍ ذَاتَ
طَرَفَيْنِ َ
يَمُرُّ عَلى
أحَدٍ يَمِيناً
وََ شِمَاً
إَّ طَعَنَهُ
حَتَّى طَعَنَ
ثََثَةَ
عَشَرَ
رَجًُ،
فَمَاتَ
مِنْهُمْ
تِسْعةٌ،
وَفِى
رِوَايَةٍ:
سَبْعَةٌ،
فَلَمَّا
رَأى ذلِكَ
رَجُلٌ)ـ1(
مِنَ
المُسْلِمِينَ
طَرَحَ
عَلَيْهِ
بُرْنُساً،
فَلَمَّا
ظَنَّ الْعِلْجُ
أنَّهُ
مَأخُوذٌ
نَحَرَ
نَفْسَهُ،
وَتَنَاوَلَ
عُمَرُ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
عَبْدَالرَّحْمنِ
بنِ عَوْفٍ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ
فَقَدَّمَهُ،
فأمَّا مَنْ
كَانَ يَلِى
عُمَرَ،
فَقَدْ رَأى
الَّذِى رَأيْتُ
، وَأمَّا نَوَاحِى
المَسْجِدِ،
فإنَّهُمْ َ
يَدْرُونَ
مَا ا‘مْرُ،
غَيْرَ
أنَّهُمْ
قَدْ فَقَدُوا
صَوْتَ
عُمَرَ
وَهُوَ
يَقُولُ:
سُبْحَانَ اللّهِ.
سُبْحَانَ
اللّهِ،
فَصَلَّى
بِهِمْ
عَبْدُ
الرَّحْمنِ
صََةً
خَفِيفَةً
فَلَمَّا
انْصَرَفُوا
قالَ: يَا
ابنَ
عَبَّاسٍ انظُرْ
مَنْ قَتَلَنِي.
قالَ: فَجَالَ
سَاعةً ثُمَّ
جَاءَ فقَالَ:
غَُمُ
المُغِيرَةِ
ابنِ
شُعْبَةَ قالَ:
قَاتَلَهُ
اللّهُ،
لَقَدْ
كُنْتُ أمَرْتُ
بِهِ
مَعْرُوفاً
ثُمَّ قالَ:
الْحَمْدُللّهِ
الَّذِى لَمْ
يَجْعَلْ
مَنِيَّتِي عَلَى
يَدِ أحَدٍ
مِنَ
المُسْلِمِينَ،
لَقَدْ
كُنْتَ أنْتَ
وَأبُوكَ
تُحِبَّانِ
أنْ تَكْثُرَ
الْعُلُوجُ)ـ2(
بِالْمَدِينَةِ،
وَكَانَ الْعَبَّاسُ
أكْثََرَهُمْ
رَقِيقاً،
فقَالَ ابنُ
عَبَّاسٍ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما إنْ شِئْتَ
فَعَلْتُ. أىْ
إنْ شِئْتَ
قَتَلْنَاهُمْ
قَالَ: َ
بَعْدَ مَا
تَكَلَّمُوا
بِلِسَانِكُمْ،
وَصَلّوا إلى
قِبْلَتِكُمْ
وَحَجُّوا
حَجَّكُمْ،
فَاحْتُملَ
إلى بَيْتِهِ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ
فَانْطَلَقْنَا
مَعَهُ. قالَ:
فَكَأنَّ
النَّاسَ
لَمْ
تُصِبْهُمْ
مُصِيبَةٌ
قَبْلَ
يَوْمَئِذٍ،
فقَائِلٌ
يَقُولُ: أخَافُ
عَلَيْهِ،
وَقَائِلٌ
يَقُولُ: َ
بَأسَ بِهِ،
فأُتِىَ
بِنَبِيذٍ
فَشَرِبَهُ،
فَخَرَجَ
مِنْ جَوْفِهِ،
ثُمَّ أُتِىَ
بِلَبَنٍ
فَشَرِبَهُ
فَخَرَجَ
مِنْ
جَوْفِهِ،
فَعَرَفُوا
أنَّهُ
مَيِّتٌ،
وَجَاءَ
النَّاسُ
يُثْنُونَ
عََلَيْهِ،
وَجَاءَ
شَابٌّ
فَقَالَ:
أوِ
النَّحْلِ،
أوْ نَحْوِ
ذلِكَ في
الرَّكْعَةِ
ا‘ولى حَتَّى يَجْتَمِعَ
النَّاسُ،
فَمَا هُوَ
إَّ أنْ كَبَّرَ
فَسَمِعْتُهُ
يَقُولُ:
قَتَلَنِي، أوْ
أكَلَنِي
الْكَلْبُ
حِينَ
طَعَنَهُ، فَطَارَ
الْعِلْجُ)ـ1(
بِسكِّىنٍ
ذَاتَ طَرَفَيْنِ
َ يَمُرُّ
عَلى أحَدٍ
يَمِيناً وََ
شِمَاً إَّ
طَعَنَهُ
حَتَّى
طَعَنَ
ثََثَةَ عَشَرَ
رَجًُ،
فَمَاتَ
مِنْهُمْ
تِسْعةٌ،
وَفِى رِوَايَةٍ:
سَبْعَةٌ،
فَلَمَّا
رَأى ذلِكَ
رَجُلٌ)ـ1(
مِنَ
المُسْلِمِينَ
طَرَحَ
عَلَيْهِ بُرْنُساً،
فَلَمَّا
ظَنَّ
الْعِلْجُ
أنَّهُ
مَأخُوذٌ
نَحَرَ
نَفْسَهُ،
وَتَنَاوَلَ عُمَرُ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ
عَبْدَالرَّحْمنِ
بنِ عَوْفٍ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ
فَقَدَّمَهُ،
فأمَّا مَنْ
كَانَ يَلِى
عُمَرَ،
فَقَدْ رَأى الَّذِى
رَأيْتُ ،
وَأمَّا
نَوَاحِى
المَسْجِدِ،
فإنَّهُمْ َ
يَدْرُونَ
مَا ا‘مْرُ،
غَيْرَ
أنَّهُمْ
قَدْ
فَقَدُوا
صَوْتَ عُمَرَ
وَهُوَ
يَقُولُ:
سُبْحَانَ
اللّهِ.
سُبْحَانَ
اللّهِ،
فَصَلَّى
بِهِمْ
عَبْدُ
الرَّحْمنِ
صََةً
خَفِيفَةً
فَلَمَّا
انْصَرَفُوا
قالَ: يَا
ابنَ
عَبَّاسٍ
انظُرْ مَنْ
قَتَلَنِي.
قالَ: فَجَالَ
سَاعةً ثُمَّ
جَاءَ فقَالَ:
غَُمُ المُغِيرَةِ
ابنِ
شُعْبَةَ
قالَ:
قَاتَلَهُ
اللّهُ،
لَقَدْ
كُنْتُ
أمَرْتُ بِهِ
مَعْرُوفاً ثُمَّ
قالَ:
الْحَمْدُللّهِ
الَّذِى لَمْ
يَجْعَلْ
مَنِيَّتِي
عَلَى يَدِ
أحَدٍ مِنَ المُسْلِمِينَ،
لَقَدْ
كُنْتَ أنْتَ
وَأبُوكَ
تُحِبَّانِ
أنْ تَكْثُرَ
الْعُلُوجُ)ـ2(
بِالْمَدِينَةِ،
وَكَانَ
الْعَبَّاسُ
أكْثََرَهُمْ
رَقِيقاً،
فقَالَ ابنُ
عَبَّاسٍ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُما إنْ
شِئْتَ
فَعَلْتُ. أىْ
إنْ شِئْتَ
قَتَلْنَاهُمْ
قَالَ: َ
بَعْدَ مَا
تَكَلَّمُوا
بِلِسَانِكُمْ،
وَصَلّوا إلى
قِبْلَتِكُمْ
وَحَجُّوا
حَجَّكُمْ،
فَاحْتُملَ
إلى بَيْتِهِ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ فَانْطَلَقْنَا
مَعَهُ. قالَ:
فَكَأنَّ
النَّاسَ
لَمْ تُصِبْهُمْ
مُصِيبَةٌ
قَبْلَ
يَوْمَئِذٍ،
فقَائِلٌ
يَقُولُ:
أخَافُ
عَلَيْهِ،
وَقَائِلٌ
يَقُولُ: َ
بَأسَ بِهِ،
فأُتِىَ
بِنَبِيذٍ فَشَرِبَهُ،
فَخَرَجَ
مِنْ
جَوْفِهِ،
ثُمَّ أُتِىَ
بِلَبَنٍ
فَشَرِبَهُ
فَخَرَجَ مِنْ
جَوْفِهِ،
فَعَرَفُوا
أنَّهُ
مَيِّتٌ،
وَجَاءَ
النَّاسُ
يُثْنُونَ
عََلَيْهِ،
وَجَاءَ
شَابٌّ فَقَالَ:
أبْشِرْ
يَاأمِيرَ
المُؤمِنِينَ
بِبُشْرَى
اللّهِ عَزَّ
وَجَلَّ،
قَدْ كَانَ
لَكَ مِنْ
صُحْبَةِ
رَسُولِ
اللّهِ #
وَقَدِمَ)ـ3( في
ا“سَْمِ مَا
قَدْ
عَلِمْتَ،
ثُمَّ
وَلِيتَ فَعَدَلْتَ
ثُمَّ
شَهَادَةٍ
فَقَالَ: وَدِدْتُ
أنَّ ذلِكَ
كَانَ
كَفَافاً َ
عَلىَّ وََ
لِىَ،
فَلََمَّا
أدْبَرَ
الرَّجُلُ
إذَا إزَارُهُ
يَمَسُّ
ا‘رْضَ،
فقَالَ:
رُدُّوا عَلَىَّ
الْغَُمَ
فقَالَ: يَا
ابن أخِى:
ارْفَعْ
ثَوْبَكَ
فإنَّهُ
أنْقى
لِثَوْبِكَ،
وَأتْقى
لِرَبِّكَ،
ثُمَّ قالَ
يَا عَبْدَاللّهِ:
انظُرْ مَا
عَلَيَّ مِنَ
الدَّىْنِ،
فَحَسَبُوهُ
فَوَجَدُوهُ
سِتَّةً
وَثَمَانِينَ
ألْفاً، أوْ
نَحْوَهُ،
فَقَالَ إنْ
وَفّى بِهِ
مَالُ آلِ
عُمرَ
فأدِّهِ مِنْ
أمْوَالِهِمْ،
وَإَّ فَسَلْ
في بَنِى
عَدِىِّ بنِ
كَعْبٍ، فإنْ
لَمْ تَفِ
أمْوَالُهُمْ،
فَسَلْ في
قُرَيْشٍ،
وََ
تَعْدُهُمْ
إلى
غَيْرِهِمْ،
وَأدِّ عَنِّى
هَذَا
المَالَ،
انْطَلِقْ
إلى أُمِّ المُؤمِنِينَ
عَائِشَةَ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْها،
فَقُلْ:
يَقْرَأُ
عَلَيْكِ
عُمَرُ السََّمَ،
وََ تَقُلْ
أمِيرَ
المُؤمِنِينَ،
فإنِّى
لَسْتُ
الْيَوْمَ
بَأمِيرِ
المُؤمِنِينَ،
وقُلْ يَسْتَأذِنُ
عُمَرُ بنُ
الخَطَّابِ:
أنْ يُدْفَنَ
مَعَ
صَاحِبَيْهِ.
قالَ:
فَاسْتَأذِنُ
أنْ يُدْفَنَ
مَعَ
صَاحِبَيْهِ،
فقَالَتْ: كُنْتُ
أُرِيدُهُ
لِنَفْسِى،
وَ‘وثرَنَّهُ
الْيَوْمَ
عَلى
نَفْسِى،
فَلَمَّا
أقْبَلَ
قِيلَ: هَذَا
عَبْدُاللّهِ
ابنُ عُمَرُ قَدْ
جَاءَ، فقَالَ:
ارْفَعُونِى
فَأسْنَدَهُ
رَجُلٌ إلَيْهِ،
فقَالَ:
مَالَدَيْكَ؟
قَالَ: الَّذِى
تُحِبُّ يَا
أمِيرَ
المُؤمِنِينَ
أذِنَتْ،
فقالَ:
الْحَمْدُللّهِ،
مَا كَانَ
شَئٌ أَهَمَّ إلىَّ
مِنْ ذلِكَ،
فإذَا أنَا
قُبِضْتُ
فَاحمِلُونِى،
ثُمَّ
سَلِّمْ وَقُلْ:
يَسْتَأذِنُ
عُمَرُ، فإنْ
أذِنَتْ لِى
فَأدْخِلُونِى،
وَإنْ
رَدَّتْنِى
فَرُدُّونِى
إلى مَقَابِرِ
المُسْلِمِينَ،
فَجَاءَتْ
أُمُّ المُؤمِنِينَ
حَفْصَةُ)ـ1(
رَضِىَ
اللّهُ عَنْها،
وَالنِّسَاءُ
يَسْتُرْنَهَا،
فَلَمَّا
رَأيْنَاهَا
قُمْنَا
فَوَلَجَتْ
عَلَيْهِ
فَبَكَتْ
عِنْدَهُ
سَاعَةَ،
وَاسْتَأذَنَ
الرِّجَالُ،
فَوَلَجَتْ
دَاخًِ
لَهُمْ،
فَسَمِعْنَا
بُكَاءَهَا
مِنْ
دَاخِلٍ،
فَقَالُوا:
أوْصِ يَا
أمِيرَ
المُؤمِنِينَ
اسْتَخْلِفْ،
فقَالَ: مَا
أرَى أحَداً
أحَقَّ
بِهَذَا ا‘مْرِ
مِنْ هؤَُءِ
النَّفَرِ
السِّتَّةِ
الَّذِينَ
تُوُفِّىَ
رسولُ اللّهِ
#، وَهُوَ
عَنْهُمْ
رَاضٍ،
فَسَمَّى
عَلِيّاً
وَعُثْمَانَ
وَالزُّبَيْرَ
وَطَلْحَةَ
وَعَبْدَالرَّحْمنِ
بْنَ عَوْفٍ
وَسَعْداً
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُم،
وَقَالَ:
يَشْهَدُكُمْ
عَبْدُاللّهِ
بنُ عُمَرَ،
وَلَيْسَ
لَهُ مِنْ
هذَا ا‘مْرِ
شَئٌ، كَهَيْئَةِ
التَّعْزِيَةِ
لَهُ، فإنْ
أصَابَتِ
ا“مَارَةُ سَعْداً
فذَاكَ،
وَإَّ
فَلْيَسْتَعِنْ
بِهِ أيُّكُمْ
مَا أُمِّرَ
فإنِّى لَمْ
أعْزِلْهُ
مِنْ عَجْزٍ
وََ
خِيَانَةً،
وَقَالَ: أُوصِى
الخَلِيفَةَ
مِنْ بَعْدِى
بِا‘نْصَارِ وَالمُهَاجِرِينَ
وَا‘عْرَابِ
وَبِأهْلِ ا‘مْصَارِ،
فَلَمَّا
قُبِضَ
خَرَجْنَا
بِهِ،
فَانْطَلَقْنَا
نَمْشِى،
فَسَلّمَ
عَبْدُاللّهِ
وَقالَ:
يَسْتَأذِنُ
عُمَرُ،
فقَالَتْ:
أدْخِلُوهُ
فَأُدْخِلَ،
فَوُضِعَ
هُنَالِكَ
مَعَ
صَاحِبَيْهِ،
فَلَمَّا
فُرِغَ مِنْ
دَفْنِهِ
أجْتَمَعَ
هؤَُءِ
الرَّهْطُ،
فقَالَ عَبْدُالرَّحْمنِ
ابْنُ عَوْفٍ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ:
اجْعَلُوا
أمْرَكُمْ
إلى ثََثَةٍ
مِنْكُمْ،
فقَالَ
الزُّبَيْرُ:
قَدْ
جَعَلْتُ
أمْرِى إلى علِيٍّ،
وَقالَ
طَلْحَةُ
جَعَلْتُ
أمْرى إلى عُثْمَانَ،
وقَالَ
سَعْدٌ: قَدْ
جَعَلتُ أمْرِى
إلى عَبْدِ
الرَّحْمنِ
بْنِ عَوْفٍ،
فقَالَ عَبْدُالرَّحْمنِ:
أيُّكُمَا
تَبَرَّأ
مِنْ هذَا
ا‘مْرِ
فَنَجْعَلَهُ
إلَيْهِ
وَاللّهُ عَلَيْهِ
وَا“سَْمُ
لَيَنْظُرَنَّ
أفْضَلَهُمْ
في نَفْسِهِ،
فأُسْكِتَ
الشَّيْخَانِ،
فقَالَ
عَبْدُالرَّحْمنِ:
أفَتَجْعَلُونَهُ
إلىَّ،
وَاللّهُ
عَلَىَّ أنْ َ
آلُوَ عَنْ
أفْضِلِكُمْ؟
قاَ: نَعَمْ،
فَأخَذَ
بِيَدِ
أحَدِهِمَا فقَالَ:
لَكَ
قَرَابَةِ
رسوُلِ
اللّهِ #،
وَالْقَدَمِ
في ا“سَْمِ
مَا قَدْ
عَلِمْتَ،
فَاللّهُ
عَلَيْكَ
لَئِنْ
أمَّرْتُكَ
لَتَعْدِلَنَّ،
وَلَئِنْ
أمَّرْتُ
عُثْمَانَ،
لَتَسْمَعَنَّ
وَلَتُطِيعَنَّ،
ثُمَّ خََ بِاŒخَرِ،
فقَالَ لَهُ
مِثْلَ
ذلِكَ،
فَلَمَّا
أخَذَ الْمِيثَاقَ
قَالَ:
ارْفَعْ
يَدَكَ يَا
عُثْمَانُ
فَبَايَعَهُ
وَبَايَعَ
لَهُ عَلىٌّ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ
وَوَلَجَ
أهْلُ الدَّارِ
فَبَايَعُوهُ[.
أخرجه
البخارى.
10. (1744)- Amr İbn Meymun el-Evdî
anlatıyor: "Hz. Ömer hançerlendiği sabah ben ayaktaydım. O'nunla -yani Hz.
Ömer'le- benim aramda sadece Abdullah İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) vardı. İki saf arasından geçince, arada durup
bakmıştı. Bir boşluk gördü ve "Safları düz tutun" dedi. Saflarda
herhangi bir boşluk kalmayınca öne geçip tekbir getirerek namaza başladı. İlk
rek'atte cemaat toplanıncaya kadar, muhtemelen Yusuf veya Nahl suresini veya
bunlara mümâsil bir sûre okudu.(Rükûye gitmek üzere) tekbir getirmişti ki,
hançerlendiği sırada "Köpek beni öldürdü" veya "...yedi"
diye bir ses işittim. el-Ilc (mel'unu), iki ağızlı bir bıçak elinde olduğu
halde (kapıya doğru) fırladı, sağında solunda kime rastladı ise hançer sapladı.
O gün cemaatten tam on üç kişi yaralamıştı. Bunlardan dokuzu derhal öldü. Bir
rivayete göre yedi kişi ölmüştür. Bu durumu gören Müslümanlardan biri, herifin
üzerine bir bürnus attı. el-Ilc yakalandığını zannederek bıçağı kendisine
saplayıp intihar etti.
Hz.
Ömer (radıyallâhu anh), Abdurrahmân İbnu Avf (radıyallâhu anh)'ı tutup öne
geçirdi. Ömer'in arkasındakiler de benim gördüklerimi gördüler. Mescidin yan tarafındakiler, olup
biten ne idi anlayamamışlardı. Ancak onlar, "sübhanallah,
sübhanallah" diyen Hz. Ömer'in sesini duyuyorlardı. Abdurrahman cemaate
namazı kısa bir şekilde kıldırıp tamamlattı. Cemaat namazdan çıkınca Hz. Ömer (radıyallâhu anh):
"Ey
İbnu Abbâs, bak beni kim öldürdü!" dedi. (İbnu Abbâs) bir müddet dolaşıp
döndü ve:
"Muğîre
İbnu Şu'be'nin kölesi" dedi. Hz. Ömer (radıyallâhu anh):
"Allah
canını alsın. Ben ona iyilik emretmiştim" dedi ve ilave etti:
"Ölümümü
Müslümanlardan birinin eliyle yapmayan Allah'a hamdolsun. Sen ve baban,
Medine'de el-Ilc'ların (İranlı kölelerin) çoğalmasını severdiniz."
(Bu
söz İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ)'a idi) çünkü en çok köle Abbâs (radıyallâhu
anh)'da vardı. İbnu Abbas (radıyallâhu anhümâ):
"Dilerseniz
yapayım -yani isterseniz onların hepsini
öldürelim-" dedi. Hz. Ömer (radıyallâhu anh):
"Hayır,
sizin dilinizle konuşmalarından, kıblenize müteveccih namaz kılmalarından,
haccınızla haccetmelerinden sonra hayır!" dedi. Sonra evine taşındı.
Onunla bizde gittik.
Sanki
insanlara o güne kadar hiç musibet gelmemişti. Birisi: "Korkarım
ölecek!" bir diğeri: "Bir şeyi yok" diyordu. Nebiz (hurma
şırası) getirildi, ondan biraz içti. Bu,
karnındaki yaradan geri çıktı. Sonra süt getirildi, ondan da içti. O da
yarasından geri çıktı. İyice anlaşılmıştı, Ömer (radıyallâhu anh) ölecekti.
Halk gelip kendisine senâda bulunuyordu. Bir genç geldi:
"Ey
mü'minlerin emîri, Allah'ın müjdesiyle sizi müjdeliyorum. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la
sohbetiniz var, bildiğiniz gibi İslâm'a geçmiş hizmetleriniz var. Sonra başa
geçtiniz ve adaletli oldunuz ve sonunda şehadet!" dedi. Hz. Ömer (büyük
bir tevazu ile):
"Bütün
bunların (günahlarımı karşılayabilmesini, Allah'ın huzurunda) başa baş yeterli
olmasını ne kadar isterim" diye cevapladı. Genç geri dönünce, izarının
yere değmekte olduğunu gördü.
"Onu
bana çağırın" dedi (ve gelince):
"Ey
kardeşimin oğlu, giysini kaldır, öyle yapman giysini daha temiz kılar, Rabbine
karşı muttaki ol!" dedi. Sonra bana yönelerek:
"Ey
Abdullah, araştır bakalım üzerimde ne kadar borç var!" dedi. Hesapladılar,
seksen altı bin dirhem kadar borcu
olduğu anlaşıldı."
Ömer
ailesinin malı yeterse, bunu onların malından ödeyin. Yetmezse Benî Adiyy İbnu
Ka'b'ın malından ise. Onların malı da yetmezse Kureyş'in malından iste.
Kureyş'ten başkasına gitme. Bana bedel bu malı öde. Mü'minlerin annesi Âişe
(radıyallâhu anhâ)'ye git ve:
"Ömer
sana selam ediyor", de. Sakın mü'minlerin emîri deme, bugün artık ben mü'minlerin emîri
değilim" De ki: "Ömer
İbnu'l-Hattâb iki arkadaşıyla birlikte gömülmek için senden izin istiyor."
Abdullah
der ki:
"İzin
istedim, selam verip girdim. Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) ağlıyordu.
"Ömer
sana selam ediyor. İki arkadaşının yanında gömülmek için izin istiyor"
dedim. Hz. Âişe:
"Onu
ben kendim için düşünüyordum. Fakat Ömer'i bugün kendime tercih ediyorum"
cevabını verdi. Geri dönünce Ömer'e:
"İşte
Abdullah İbnu Ömer geldi!" denildi. Hz. Ömer (radıyallâhu anh):
"Ne
haber getirdin?" dedi.
"İstediğiniz
oldu, Hz. Âişe izin verdi" denilince:
"Elhamdülillah"
dedi, nazarımda bundan daha mühim bir
şey yoktu. Ruhum kabzedilince beni oraya götürün. (Oraya varınca, Âişe'ye
tekrar) selam ver ve:"Ömer izin istiyor!" de. Eğer izin verirse beni
içeri alın, eğer beni reddederse, beni Müslümanların mezarlığına götürün."
O
sırada mü'minlerin annesi Hafsa (radıyallâhu anhâ) geldi. Kadınlar onu
örtüyorlardı. Onu görünce kalktık. Ömer'in yanına girdi. Yanında bir müddet
ağladı. Erkekler de izin istediler. Onlar için, içerde bir yere girdi. İçeriden
ağlamasını işitiyorduk.
"Ey
mü'minlerin emîri, dediler, vasiyet et, yerine birini tayin et!"
"Ben,
dedi bu işe Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kendilerinden razı olarak
öldüğü şu altı kişiden daha layık birini
bilmiyorum. -ve isimlerini saydı:- Ali, Osman, Zübeyr, Talha, Abdurrahman İbnu
Avf ve Sa'd (radıyallâhu anhüm)." devamla dedi ki:
"Size
Abdullah İbnu Ömer şehâdet ediyor. Onun hilafet işiyle hiçbir ilgisi yok, tıpkı
kendisine gelen taziye heyeti gibi. Emîrlik, şayet Sa'da isabet ederse, mesele
yok. Aksi halde, kim emîr olursa ondan istifade etsin. Bilesiniz, ben onu aczi
veya hıyâneti sebebiyle azletmedim."
Ömer
şunu da söyledi:
"Benden
sonra gelecek halifeye Ensâr'ı, Muhâcirîn'i, bedevîleri ve taşra halkını
vasiyet ediyorum."
Ruhu
kabzedilince, onu çıkardık. Yayan (Hz. Âişe'ye kadar) geldik. Abdullah selam
verip:
"Ömer
izin istiyor!" dedi.
"Alın
içeri!" dedi ve derhal içeri alındı. İki arkadaşıyla birlikte oraya kondu.
Defin
işinden boşalınca, hilafet hey'eti toplandı. Abdurrahman İbnu Avf (radıyallâhu
anh): "Seçimin asgarî ihtilafla yürümesi için) aranızdan üç kişi
seçin!" dedi. Zübeyr (radıyallâhu anh):
"Ben
reyimi Ali (radıyallâhu anh)'ye verdim" dedi. Talha (radıyallahu anh) da:
"Ben
reyimi Osman'a verdim" dedi. Sa'd (radıyallâhu anh):
"Reyimi
ben de Abdurrahmân İbnu Avf'a verdim" dedi. Abdurrahman (radıyallâhu anh)
(Hz. Ali ve Hz. Osman'a yönelerek): "Hanginiz bu işten (halife
adaylığından) çekilir, böylece, halifemizi belirleme işini ona bırakırız. Allah
ve Müslümanlar onun üzerinde murakıbtır. O
da kanaatince en iyi olanı araştıracaktır" dedi. Ancak bu iki şeyh (Hz.
Ali ve Hz. Osman (radıyallâhu anhümâ) sükut ettiler. Bunun üzerine Abdurrahman
onlara:
"Seçme
işini bana bırakır mısınız? Allah en efdalinizi seçmem hususunda benim üzerimde murakıbdır!" dedi. O
ikisi de: "Evet!" dediler. İkisinden birinin (Hz.Ali (radıyallâhu
anh)'nin elinden tuttu ve:
"Senin
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a yakınlığın, İslâm'da da kıdemin, (önceliğin) var, bunu biliyorsun.
Allah da üzerinde murakıbtır. Kasem
ediyorum, seni seçecek olsam mutlaka adaletli olursun, Osman'ı seçecek olsam
kesinlikle onu dinleyip itaat edersin.." Dedi. Sonra diğerine yönelerek,
ona da buna benzer sözler söyledi. Her ikisinden de misak (yani kesin söz)
aldıktan sonra: "Ey Osman kaldır elini!" dedi ve ona biat etti. Ali
(radıyallâhu anh)'de biat etti.
Sonra
(kapılar açıldı) Medine halkı da gelip Hz. Osman'a biat etti." [Buhârî,
Fedâilu'l-Ashâb 8, Cenaiz 96, Cihad 174, Tefsir, Haşr 5, Ahkâm 43.][84]
AÇIKLAMA:
1- Bu vak'a kaynaklarda farklı
şekillerde rivayet edilmiştir. Buhârî'de de bir çok babta geçer.
Kitabu'l-Ahkâm'da bazı noktalarda tamamlayıcı ziyade bilgi mevcuttur.
2-
Hz. Ömer'i şehid eden el-Ilc, Mugîre İbnu Şu'be'nin künyesi Ebû Lü'lü olan
Fîruz İbnu Sa'd adındaki İran asıllı
kölesinin lakabıdır.
İbnu
Sa'd'ın bir rivayetine göre: "Hz. Ömer (radıyallâhu anh) Medine'ye büluğa
ermiş kölelerin girmesini yasaklamıştı. Kûfe'de vali olan Muğîre İbnu Şu'be
(radıyallâhu anh) yazdığı mektupta Hz.Ömer (radıyallahu anh)'e, yanında bulunan
san'atkâr bir köleden bahsetmiş, onun Medine'ye girmesi için izin taleb etmişti. Tavsiye mektubunda kölenin,
halkın istifade edeceği demircilik, nakkaşlık, marangozluk gibi maharetleri
olduğunu belirtmişti. Bu mektup üzerine Hz. Ömer (radıyallâhu anh) Fîruz'a izin
vererek Medîne'ye girmesine müsaade etmişti. Mugîre de kölesine ayda yüz dirhem
ödeme yapmasını söylemişti. Fîruz bu paranın ağır geldiğini Hz. Ömer'e
şikâyeten söylemiş ise de Hz. Ömer:
"Senin yaptığın işin yanında bu ödediğin çok olmamalı" demişti.
Fîruz
cevaptan memnun kalmamış ve öfkeli
şekilde ayrılmıştı. Birkaç gün sonra Halife kendisine uğrayan Fîruz'a:
"Bana
söylendiğine göre, "Dilediğim takdirde rüzgarla çalışan bir un değirmeni
yaparım" demişsin!" der. Köle asık çehre ile ona bir nazar atıp:
"Sana
öyle bir değirmen yapacağım ki, herkes ondan bahsedecek" cevabını verir.
Birkaç
gün sonra iki başlı bir hançer hazırlayarak, mescidin bir köşesine
saklar..."
Hâdisenin
cereyan tarzı rivayetlerde farklı şekillerde anlatılmıştır. Sadedinde olduğumuz
Buhârî rivayetinde anlatılan şekliyle iktifa ederek, diğerlerini anlatmaya
gerek görmüyoruz.
3-
Burada dikkat çekilmesi gereken bir husus, altılı şûra heyetinde halife adayı ikiye düştükten
sonra, bunlardan birini (yani Hz. Ali ile Hz. Osman'dan birini) seçme işinde,
hakemlik rolünü üzerine alan Abdurrahman İbnu Avf (radıyallâhu anh)'ın takip ettiği çalışma
vetiresidir. Sadedinde olduğumuz rivayet o noktayı o kadar kısa geçmiş ki,
sanki bunlardan birini tercih işi bir
oturumda halledilmiş gibi bir mâna
çıkmaktadır. Halbuki bu iş, hiç ara
vermeden geceli gündüzlü üç günlük bir çalışma ile halledilmiştir. Bir
rivayette Hz. Abdurrahman'ın üç gün hiç uyumadığı ifade edilmiştir.
O
safha, yine Buharî'nin Kitabu'l-Ahkâm'da, Misver İbnu Mahreme tarafından
anlatılmaktadır. Buna göre, Abdurrahman İbnu Avf, Misver (radıyallâhu
anhümâ)'i, şûra üyeleriyle teker teker konuşmada, çağırmak için elçi olarak
kullanmıştır.
Bir
seferinde Sa'd'ı ve Zübeyr'i çağırtmış. Bir seferinde Hz. Ali'yi çağırtmış,
hususî şekilde konuşmuş, "Hz. Ali ümitvar bir hava ile ayrılmış,
Abdurrahman, Hz. Ali'den bir endişe hissetmiştir.
Hz.
Osman'ı çağırtmış, onunla uzun uzun konuşmuş, sabah ezanı ayrılmalarına sebep
olmuştur vs.
Bir
başka rivayetin ziyadesine göre: "Bu konuşmalar sırasında zaman zaman,
hususî konuşmaların ev sahibine gizli bir tarafı kalmayacak kadar sesleri
yükselmiştir."
İbnu
Hacer, Abdurrahman İbnu Avf'ın Hz. Ali (radıyallâhu anhümâ)' den duyduğu korku
ve endişenin Hz.Ali'den başkasını seçtiği takdirde, Ali'nin buna muvafakat
göstermeyebileceği korkusu olduğunu açıklar, bazı karineler zikreder.
Abdurrahman
İbnu Avf, bu üç gün içerisinde kadınlara varıncaya kadar bütün Medine halkıyla
görüşmüş ve anlamıştır ki büyük ekseriyet Hz. Osman'ı tercih etmektedir.
Hz.
Osman'ı seçmesi halinde Hz.Ali'nin mutabakat etmeme ihtimalini bertaraf
edebilmek için Hz. Yusuf (aleyhisselam)'un ölçek arama kıssasında yaptığı üzere
önce Hz. Ali'den başlamak üzere, vereceği hükme
uyacakları hususunda kesin garanti (mevsık) alır. Mihver (radıyallâhu
anh)'in anlattığına göre:"
(İstişareleri,
görüşmeleri tamamlayan Abdurrahman İbnu Avf, üçüncü günün sabahı) namazdan
sonra şûra heyetini minberin yanında toplar. Medine'de bulunan Muhâcir ve
Ensâr'ı çağırtır. Hz. Ömer'le hacc yapmış olan askerî komutanları
çağırtır..."
Bu
cemaat toplandıktan sonra sadedinde olduğumuz Amr İbnu Meymun'un rivayetinde
geçtiği üzere, Abdurrahman İbnu Avf, Hz. Ali'nin gönlünü alıcı ve hatta ümit
verici bir üslubla, ilk defa ondan başlayarak şöyle der:
"Ey
Ali, senin Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a yakınlığın, İslam'da kıdemin
var, bunu biliyorsun. Allah da üzerinde murakıptır. Eğer seni seçersem halka
adaletli davranacaksın. Yok Osman'ı seçersem dinleyip itaat edeceksin!"
İkinci
olarak aynı sözlerle Hz. Osman'a hitab
eder.
Her ikisinden de cemaatin huzurunda kesin söz
aldıktan sonra Hz. Osman'ı halife ilan
eder ve herkes ona biat eder.
4-
Rivayetler, Hz.Abdurrahman (radıyallâhu anh)'ın, Osman'ı seçmesine müessir olan
bir anlaşmazlığı belirtirler. Yani bir hususta Hz. Ali ile anlaşamazlar. O da
şu: Abdurrahman İbnu Avf, ön görüşmeler sırasında Hz.Ali'ye sorar: "Ey
Ali, bu işe seni seçtiğim takdirde Allah'ın sünneti, Peygamberinin sünneti ve önceki iki halifenin sünneti üzere
icraatta bulunmak şartı ile bana söz verir misin?
Hz.
Ali (radıyallâhu anh): "Hayır, lakin tâkatım üzere" diye cevap verir.
Hz.
Abdurrahman sorusunu üç kere tekrar eder. Hz. Ali de her seferinde aynı cevabı verir.
Aynı
soruyu Hz. Osman'a tevcih eden Abdurrahman
İbnu Avf, ondan: "Ey Ebû
Muhammed, ben bu şart üzere sana biat
ediyorum!" der ve üç kere tekrar eder.
Bunun
üzerine Hz. Abdurrahman kalkar, sarığını sarar, kılıncını kuşanır, mescide
girip minbere çıkar. Hamd u senadan sonra Hz. Osman'ı çağırıp biat eder."
5-
Şunu da kaydedelim ki, İbnu Hacer'in muhtelif kaynaklardan naklen kaydettiği
rivayetlere göre, Hz. Ömer'den sonra hilafete Hz. Osman (radıyallâhu anh)'ın
geçeceği, Hz. Ömer'in hilafeti yıllarından beri, İslam âleminin her tarafında
beklenen bir husustur. Bir rivayet şöyle:
"Hârise
İbnu Mudrib demiştir ki: "Hz. Ömer (radıyallâhu anh)'in hilafeti sırasında
hacc yaptım. Karşılaştığım kimseler arasında Hz. Ömer' den sonra, Osman'ın
halife olacağından şekke düşen hiç kimseyi görmedim."
6-
Hadis metninde geçen bir meselenin açıklanmasında fayda var: Hz. Ömer, şûra
üyelerini saydıktan sonra: "...Emîrlik şayet Sa'd'a isabet ederse, mesele
yok. Aksi halde, kim emîr olursa ondan istifade etsin. Bilesiniz, ben onu aczi
veya hıyâneti sebebiyle azletmedim" demiştir. Burada şu hâdiseye işaret
etmektedir: Sa'd İbnu Ebî Vakkâs (radıyallâhu anh), Irak fatihidir. Oraları
İslâm'a kazandıran orduların başkomutanıdır. Kisra'nın Medâin şehrini
fethetmiştir. Kûfe şehrinin bânisidir. Ayrıca Hz. Ömer (radıyallâhu anh), onu
hicrî 21 yılında Kûfe'ye vali tayin etmiştir. Bilahare, bu vazifeden
azletmiştir.
İşte
rivayette temas edilen azl vak'ası budur. Hz. Ömer (radıyallâhu anh), Sa'd'ın
aleyhine azli bahâne ederek, dedikodu yapılabileceğini düşünerek iade-i itibar
nevinden bir açıklama ile, ortada bir ihânet veya beceriksizlik olmadığını, kim
halife olursa, kendisinden istifade edilmesi gereken ihlâslı, dirayetli bir zat
olduğunu belirtmiştir.
Nitekim,
Sa'd (radıyallâhu anh), Hz. Ömer'den sonraki dönemlerde patlak veren fitne
hareketlerine katılmamak ve hatta, bir ara hilafet teklif edilmiş olmasına
rağmen bu netâmeli işi kabul etmemekle dirayet ve ihlâsını göstermiştir.
Hz.
Ömer (radıyallâhu anh) onun azil sebebini beyan etmez ise de, bu yüce
halifenin, Halid İbnu Velid'i ordu komutanlığından azlediş sebebi ile alâkalı
olarak Taberî'de gelen beyanatı bu hususu da aydınlatabilir: "Ben Hâlid'i
ona karşı olan kinimden veya onun herhangi bir ihânetinden dolayı azletmedim.
Azledişimin sebebi başkadır. Kazandığı her zafer onun şahsî faziletlerinden
bilinmeye başlandı. O, bu başarıların gerçek fâili görülüyor, Allah
unutuluyordu. Halbuki Allah, Müslümanlara bir zafer müyesser kıldığı zaman ona
şükretmek gerekir, nankörlük değil. Tâ ki yenilerini versin.. Her zaferi ondan
bilmek zorundayız, ne Hâlid'den ne de bir başkasından. İşte halk arasında
çıkacak fitneyi önlemek için Hâlid'i azlettim."
Bu
rivayetin ışığıyla bakınca, Hz. Ömer'in, İslâm ordusunun kazandığı zaferleri,
komutanlardan bilerek, onları aşırı şekilde tebcile ve putlaştırmaya götürecek
bir ruh halinin halk arasında hâkim olmasını istemediği ve bu maksadla
tedbirler aldığı anlaşılmaktadır. Öyle ise Sa'd'ın azli de benzer bir maksadla
yapılmış olabilir.
[85]
7-
Hadisten çıkarılan bazı hükümler
Bu
uzun hadis, dikkat ettikçe çıkarılabilecek pek çok hüküm ve fayda ihtiva
etmekte ise de, İbnu Hacer'in kaydettiği belli başlılarını şöyle
sıralayabiliriz:
1-
Hz. Ömer'in Müslümanların hepsine karşı duyduğu şefkat ve hayırhahlık, onlar
arasında sünnetin tatbikini istemesi.
2-
Hz. Ömer'in Rabbinden şiddetli korkusu, dinin tatbiki için gösterdiği titizlik,
kendi nefsine olan titizliğinden fazla olduğu.
3-
Yüze karşı medih yasağı, ifrat ve mübalağalı hallerle, yalana kaçan hallere
mahsustur. Bu sebepten, Hz. Ömer, kendini öven genci, uzun elbise giymekten
menettiği halde, şahsına yaptığı övgüden menetmemiştir.
4-
Borcun ödenmesi için vasiyette bulunmak.
5-
Hayırlı kimselerin yanına gömülmek için itina göstermek.
6-
İmam seçiminde istişâre ve efdalin tercihi.
7-
İmamet, biat akdi ile kesinleşir.
8-
İbnu Battâl der ki: "Mefdûl'ün, kendinden efdal varken imam seçilmesinin
cevâzına delil var. Böyle olmasaydı, hilâfet işi altı kişiden birinin
seçilmesine bırakılmazdı. Zira Hz. Ömer biliyordu ki, bunlar faziletçe mutlak
bir eşitliğe sahip değildir, biri
diğerinden efdaldir."[86]
ـ11ـ وعن
عبداللّه بن
سم رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]لَمَّا
حُوصِرَ
عُثْمَانُ
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ وَلّى
أبَا
هُرَيْرَةَ
عَلى الصََّةِ،
وَكَانَ
ابْنُ
عَبَّاسٍ
يُصَلِّى أحْيَاناً،
ثُمَّا بََعَثَ
عُثْمَانُ
إلَيْهِمْ،
فقَالَ مَا تُرِيدُونَ
مِنِّى؟
قَالُوا:
نُرِيدُ أنْ تَخْلَعَ
إلَيْهِمْ
أمْرَهُمْ،
ثُمَّ قالَ: َ
أخْلَعُ
سِرْبَاً
سَرْبَلَنِيهِ
اللّهُ عَزَّ
وَجَلَّ،
فقَالُوا:
فَهُمْ
قَاتِلُوكَ.
قالَ: لَئِنْ
قَتَلْتُمُونِى
َ تَتَحَابُّونَ
بَعْدِى
أبَداً، وََ
تُقَاتِلُونَ
بَعْدِى
عَدُوّاً
جَمِيعاً،
وَلَتَخْتَلِفُنَّ
عَلَى بَصِيرَةٍ،
يَا قَوْمِ َ
يَجْرِمَنَّكُمْ
شِقَاقِى أنْ
يُصِيبَكُمْ
مِثْلُ مَا
أصَابَ مَنْ
قَبْلَكُمْ
فَلَمَّا
اشْتَدَّ
عَلَيْهِ
ا‘مْرُ
أصْبَحَ
صَائِماً
يَوْمَ الجُمُعَةِ،
فَلَمَّا كانَ
في بَعْضِ
النَّهَارِ
نَامَ فقَالَ:
رَأيْتُ اŒنَ
رسُولَ
اللّهِ #
فقَالَ لِى
إنَّكَ
تفْطِرُ
عِنْدَنَا
اللَّيْلَةَ
فَقُتِلَ
مِنْ
يَوْمِهِ،
ثُمَّ قَامَ
عَلِىٌّ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
خَطِيباً
فَحَمِدَاللّهَ
وَأثْنَى
عَلَيْهِ
وَقَالَ:
أيُّهَا
النَّاسُ!
أقْبِلُوا
عَلَىَّ
بِأسْمَاعِكُمْ
وَأبْصَارِكُمْ،
إنِّى أخَافُ
أنْ أكُونَ
أنَا وَأنْتُمْ
قَدْ
أصْبَحْنَا
في فِتْنَةٍ
وَمَا عَلَيْنَا
فِيهَا إَّ
ا“جْتِهَادُ،
وَإنَّ اللّهَ
تَعالى
أدَّبَ هذِهِ
ا‘مَّةَ
بِأدَبَيْنِ:
الْكِتَابِ
والسُّنّةِ،
ض هَوَادَةَ عِنْدَ
السُّلْطَانِ
فِيهِمَا،
فأتَّقُوا
اللّهَ
وَأصْلِحُوا
ذَاتَ
بَيْنِكُمْ،
ثُمَّ نَزَلَ
وَعَمَدَ إلى
مَا بَقِىَ
مِنْ بَيْتِ
المَالِ فَقَسَّمَهُ
عَلى
المُسْلِمِينَ[.
أخرجه رزين.»َ
يَجْرِمَنَّكُمْ«:
أى َ
يَحملنكم:
والشِّقَاقُ:
النزاعُ
والخف.
»وَالْهَوَادَةُ«
السكون والموادعة،
والرضا
بالحالة التى
ترجى معها سمة
.
11. (1745)- Abdullah İbnu Selâm
(radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Hz.
Osman (radıyallâhu anh) muhâsara edildiği zaman, namaz kıldırma işine Hz. Ebû
Hüreyre (radıyallâhu anh)'yi tayin etti. Bâzan Hz. İbnu Abbas kıldırıyordu.
Sonra, Hz. Osman (isyancılara) elçi yollayıp, benden ne istiyorsunuz? diye
sordu. Onlar: "Hilâfetten ayrılmanı istiyoruz" dediler. O da:
"Allah'ın bana giydirdiği bir kaftanı çıkarmam" diyerek reddetti.
"Onlar
seni öldürecekler!" dediler. O:
"Beni
öldürdüğünüz takdirde, ebediyyen birbirinizi sevmeyecek, düşmanla elbirlik
savaşamayacaksınız. Göre göre ihtilâfa düşeceksiniz. Ey kavm, bana karşı
çıkardığınız şu ihtilâf sakın ola başınıza, sizden öncekilerin maruz kaldığı
belâyı dolamasın!" dedi. İhtilâlcilerin
tazyikleri artınca, cuma gününe oruçlu olarak girdi. Gün biraz ilerleyince
uyudu. Uyanınca:
"Şu
anda rüyamda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı gördüm. Bana: "Akşam
yanımızda iftarını yapacaksın" buyurdu" dedi.
O
gün öldürüldü. Sonra Hz. Ali (radıyallâhu anh) hutbe okumak üzere kalktı. Hamd
ü senâdan sonra:
"Ey
insanlar, dedi, bana yaklaşın, gözlerinizi, kulaklarınızı dört açın. Şahsen ben
ve sizler hepimizin fitnenin içine düşmemizden korkuyorum. Fitne sırasında,
hepimize gayret gerekecek." Devamla dedi ki:
"Allah
bu ümmeti iki edeble terbiye etti: Kitap ve Sünnet. Bunların (tatbiki
hususunda), sultan nezdinde gevşeklik olamaz. Öyle ise Allah'tan korkun,
aranızdaki meseleleri halledin."
Hz.
Ali (radıyallâhu anh) bunları söyleyip minberden indi ve beytü'lmaldan arta
kalan servete yönelerek Müslümanlar arasında taksim etti." [Rezîn
ilâvesidir, kaynağı bulunamamıştır.][87]
ـ12ـ وعن
الحسن البصرى
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]اسْتَقْبَلَ
واللّهِ
الحَسَنُ
بْنُ عَليٍّ
مُعَاوِيَةَ
بِكَتَائِبَ
أمْثَالِ الجِبَالِ،
فقَالَ
عَمْرُو بْنُ
العَاصِ
لِمُعَاوِيَةَ:
إنِّى
وَاللّهِ ‘رَى
كَتَائِبَ َ
تُوَلّى
حَتَّى
تَقْتُلَ
أقْرَانَهَا،
فقالَ لَهُ
مُعاوِيَةُ.
وَكَانَ
وللّهِ
خَيْرَ الرَّجُلَيْنِ:
أىْ عَمْرُوا
أرَأيْتَ إنْ
قَتَلَ
هؤَُءِ
هؤَُءِ،
وَهَؤَُءِ
هؤَُءِ، مَنْ
لِى بِأُمُورِ
المُسْلِمِينَ،
مَنْ لِى
بِنِسَائِهِمْ،
مَنْ لِى
بِضَيْعَتِهِمْ،
فَبَعَثَ
إلَيْهِ
رَجُلَيْنِ
مِنْ
قُرَيْشٍ
مِنْ بَنِى
عَبْدِ
شَمْسٍ:
عَبْدَ
الرَّحْمنِ
بْنَ
سَمُرَةَ،
وَعَبْدَ
اللّهِ ابنَ
عَامِرٍ فقَالَ:
اذْهَبَا إلى
هذَا
الرَّجُلِ
وَاعْرِضَا
عَلَيْهِ،
وَقُوَ لَهُ
واطْلُبَا
إلَيْهِ،
فَأتَيَاهُ
فَدَخََ
عَلَيْهِ
فَتَكَلَّمَا،
وَقَاَ لَهُ
وَطَلَبَا
إلَيْهِ
فقَالَ
لَهُمْ الحَسَنُ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ إنَّا
بَنِى عَبْدِالمُطَّلِبِ
قَدْ
أصَبْنَا
مِنْ هَذَا
المَالِ،
وَإنَّ هذِهِ
ا‘مَّةَ قَدْ
عَاثَتْ في
دِمَائِهَا.
قَاَ: فإنَّهُ
يَعْرِضُ
عَلَيْكَ
كَذَا
وَكَذَا،
ويَطْلُبُ
إلَيْكَ
وَيَسْألُكَ.
قَالَ فَمَنْ
لِى بِهذَا:
قَاَ نَحْنُ
لَكَ بِهِ،
فَمَا
سَأَلَهُمَا
شَيْئاً إَّ
قَاَ نَحْنُ
لَكَ بهِ
فَصَالَحَهُ.
قالَ الحَسَنُ
الْبَصَرِىُّ:
سَمِعْتُ
أبَا
بَكْرَةَ رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قالَ:
رَأيْتُ
رسولَ اللّهِ
# عَلى
المِنْبَرِ
وَالحَسَنُ
ابنُ عَلِيٍّ
إلى جَانِبِه
وَهُوَ
يُقْبِلُ
عَلى
النَّاسِ مَرَّةً،
وَعَلَيْهِ
أُخْرَى
وَيَقُولُ: إنَّ
ابْنِى هَذَا
سَيِّدٌ
وَلَعَلَّ
اللّهَ تَعَالى
أنْ يُصْلِحَ
بِهِ بَيْنَ
فِئَتَيْنِ
عَظِيمَتَيْنِ
مِنَ
المُسْلِمِينَ[.
أخرجه البخارى.»الكَتَائِبُ«:
جمع كتيبة،
وهى قطعة من
الجيش
مجتمعة،
وقوله:
»عَاثَتْ«: أى
أفسدت.
»والعَيْثُ«:
الفساد.
12. (1746)- Hasan Basrî (rahimehullah)
hazretleri anlatıyor:
"Hasan
İbnu Ali, vallahi Hz. Muâviye (radıyallâhu anhümâ)'yi dağlar gibi büyük askerî
birliklerle karşıladı. Bunun üzerine Amr İbnu'l-As, Hz. Muâviye'ye:
"Ben
vallahi, öyle askerî birlikler görüyorum ki, bunlar kendileri gibi (sayıca ve
keyfiyetçe) akrân olan birlikleri öldürmedikçe geri dönmezler" dedi. Muâviye
de Amr (radıyallâhu anh)'a -ki vallahi Hz. Muâviye bu iki adamın hayırlısıdır-
şu cevabı verdi:
"Ey
Amr, söyle bakalım! Şunlar (bizimkiler) öbürlerini, öbürleri de şunları
öldürseler Müslümanların işlerini kim benim adıma yürütecek, kim kadınlarının,
yetimlerinin bakımını benim adıma üzerine alacak?"
Sulh
yapmak için, Kureyş'in Benî Abdişşems boyundan iki kişiyi yani Abdurrahman İbnu
Semüre ve Abdullah İbnu Âmir'i, Hz. Hasan (radıyallâhu anh)'a gönderdi.
Bunlara:
"Haydi,
şu zâta gidin, ona (sulh yapmak istediğimizi) söyleyin. (Hilâfet arzusundan
vazgeçmesini) taleb edin, (buna mukabil ne isterlerse) verin!" dedi.
Bunlar Hz. Hasan (radıyallâhu anh)'ın yanına gidip, huzuruna çıktılar. (Hz.
Muâviye'nin tenbihine uygun olarak) konuştular. (Hilâfeti Hz. Muâviye'ye
bırakması halinde ne isterse vereceğini) söylediler. Hz. Hasan (radıyallâhu
anh) onlara:
"Bizler
Abdulmuttalib'in oğullarıyız. Beytu'lmaldan bir hissemiz var. Bu ümmet (ihtiyaç
karşısında mal için) kanını isrâf etmeye başladı. (Beytu'lmaldan bize ayrılacak
hisse nedir?)" dedi. Onlar:
"Hz.
Muâviye size şunları teklif ediyor, hilâfetten vazgeçmenizi taleb ediyor,
mukabilinde ne istediğinizi soruyor" dediler. Hz. Hasan (radıyallahu anh):
"Sizin
bu vaadlerinizi bize kim tekeffül edecek?" dedi. Elçiler:
"Sana
biz tekeffül ediyor, garanti veriyoruz!" dediler. Hz. Hasan her ne talebte
bulundu ise hepsine:
"Biz
tekeffül ediyoruz!" diyerek teminat verdiler. Böylece Hz. Hasan, Hz.
Muâviye (radıyallâhu anhümâ) ile sulh yaptı.
Hasan
Basrî demiştir ki:
"Ben
Ebû Bekir (radıyallâhu anh)'i işittim şöyle demişti: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı minberde gördüm, yanında Hz.Hasan İbnu Ali vardı.
Bâzan halka yöneliyor, bazan Hasan'a yöneliyor ve: "Şu oğlum, seyyiddir.
Umulur ki, Allah bununla iki muazzam Müslüman orduyu sulha kavuşturacak"
diyordu." [Buhârî, Sulh 9, Menâkıb 25, Fedailu'l-Ashâb 22, Fiten 20.][88]
AÇIKLAMA:
1- Hz. Hasan (radıyallâhu anh),
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)' ın torunudur. Babası Hz. Ali, annesi Hz.
Fatıma (radıyallâhu anhümâ)'dır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın müşfik
terbiyelerinde yetişmiş bahtiyarlardandır. İbadet, takva, ümmet-i Muhamed'e
karşı sevgi gibi evsafta emsâlinden üstündü.
Babası
Hz.Ali (radıyallâhu anh) şehid edildiği zaman (hicretin 40. yılı Ramazan'ı)
kendisine biat edilmişti. Biat akdi, babasının ölüm anlarında tamamlanmıştır.
Biat edenlerin, sayıca 40 binden fazla olduğu belirtilir. Irak, Horasan, Hicaz,
Yemen gibi beldeler hilâfetini tanımıştır. Bu minval üzere 7 ay kadar hilâfette
kaldı. Şam'da bulunan Hz. Muâviye onun hilâfetini tanımadı, ordusunun başına
geçerek üzerine yürüdü. O da Muâviye'yi karşılamak üzere ordusuyla hareket
etti. Sadedinde olduğumuz rivayetten de anlaşılacağı üzere, Hz. Muâviye, Hz.
Hasan'ın ordusunu altedemeyeceğini anladığı için, hilâfeti bazı tavizler
mukabilinde sulh yoluyla kendisine bırakmasını teklif etti.
Üsdü'l-Gâbe'nin
bir rivayetine göre, sulh teklifi Hz. Hasan tarafından yapılır.
Hülâsa
Hz. Hasan, askerleriyle meseleyi müşâvere eder, Müslümanlar arasında cereyan
eden Sıffîn ve Nehrevân savaşlarını, bunların acı neticelerini hatırlatır,
sulha taraftar olmalarını telkin eden bir konuşma yaparak, karârı askerlere
bırakır. Askerler sulha talib olurlar ve İslâm tarihinde Âl-i Beyt'in şerefini
artıran, ümmetin onlara olan sevgisinin
ziyadeleşmesine vesile olan sulh yapılır ve Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın ihbar-ı gayb nev'ine giren bir mucizesi daha zâhir olur. Zîra
sağlığında, Hz. Hasan (radıyallâhu anh)'ın iki büyük Müslüman grup arasında
sulha vesile olabileceğini tebşir etmiş idi. Bazı rivayetlerde ümit ifade
eden لَعَلَّ kelimesi kullanılmış ise de bazı rivayetlerde cezm
ifade eden siga kullanılmıştır.
2-
Hz. Hasan'ın Hz. Muâviye (radıyallâhu anhümâ)'ye biat tarihi ihtilâflıdır.
Hicretin 40. yılında Rebiyyülevvelde mi, Rebiyyülâhirde mi ve hangi günlerinde?
kesinlik bilinmediği için hilâfet müddeti 6 aydan biraz fazla, veya 8 aya yakın
denmiştir.[89]
3-
Hadisin ifade ettigi faydalar
*
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in mucizesi gözükmektedir.
*
Hz. Hasan, ümmetin menfaati için saltanatı terkederek büyük bir fazilet örneği
olmuştur. Sayı azlığı, zillet, dünyevî bir menfaat için değil, sırf rızâyı Bârî
için böyle yapmıştır, rivayetler bu hususu tasrih eder.
*
Hadis, Hz. Muâviye ve Hz. Hasan, her iki tarafın Müslüman olduğunu te'yid etmekte, böylece
Harîciler'in her iki tarafı da tekfir iddiaları Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) tarafından tekzib edilmiş olmaktadır. Süfyan İbnu Uyeyne her iki
tarafın Müslüman olduğunu te'yid eden مِنَ
الْمُسْلِمِينَ tâbiri karşısında hayret etmiş: "Bu bizi cidden memnun
etti..." demiştir.* İnsanlar arasını bulmanın, bilhassa kana mani olacak
sulhün fazileti görülmektedir.
*
Hz. Muâviye'nin ümmet karşısındaki re'feti görülmekte, siyasî dehâsı, tedbiri
anlaşılmaktadır.
*
Efdal varken mefdûlün (faziletçe az olanın) halifeliğinin caiz olduğuna delil
var. Çünkü Sa'd İbnu Ebi Vakkas, Sa'd İbnu Zeyd gibi Aşere-i Mübeşşere'den ve
Bedir Ashâbı'ndan iki kişi henüz hayatta iken, faziletçe dûn olan Hz. Muâviye
ve Hz. Hasan halife olmuşlardır.
*
Müslümanların maslahatı için kişinin hilâfetten istifa etmesi, buna mukabil mal
kabûl etmesi caizdir.
*
Toruna oğul denilebilir. Ulemâ, dedenin hanımının, kızının oğluna haram
olduğunda ittifak eder, keza kızın oğlunun hanımı da dedesine haramdır, miras
meselesinde ihtilâf olsa da haramlık hususunda icma vardır.
*
Sıffîn Savaşı'nda Hz. Ali daha haklı, hakka daha yakın olsa da, Hz. Ali veya
Hz. Muâviye'nin yanında yer almaktan kaçanların re'ylerinin doğruluğu da anlaşılmıştır.
Daha önce de zikrettiğimiz gibi Sa'd İbnu Ebî Vakkas, İbnu Ömer, Muhammed İbnu
Mesleme, Ebû Bekre, Üsâme (radıyallâhu anhüm ecmain) vs. bu görüşte idiler.
*
Cumhur, Hz. Ali'nin yanında yer alarak savaşanların doğru hareket ettiğine
hükmetmiştir. Bunda şu âyete dayanırlar: "Mü'minlerden iki tâife kendi
aralarında savaşırlarsa aralarını barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine karşı
hâlâ tecâvüz ederse, o tecâvüz edenle
Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın" (Hucurât 9).
Âyette
mütecâviz, âsi tâife ile savaş emredilmektedir. Hz. Ali ile savaşanlar âsi
(buğât) kabul edilmiştir. Bununla beraber, Cumhur, bu iki taifeden herhangi
birinin zemmedilmesine fetvâ vermemiş, "İçtihad ettiler. İçtihadda bir
taraf hata etti, bir taraf isabet. Müctehid hatasından dolayı muâheze
edilmez" demiştir.[90]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/404.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/405.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/405.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/405-406.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları:6/406-407.
[6] İbnu Hacer her üç şıktaki hadîslerin tek başına
alındıkta "zayıf" sayılacaklarını belirtir, ancak şâhidlerini
zikrederek takviyeden sonra hükme girer.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/407-410.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/411.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/411-412.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/412-413.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/413-414.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/415.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/415.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/415-416.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/416-417.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/417.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/417-418.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/418-419.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/419.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/420.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/420-422.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/422.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/422-423.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/423.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/423-424.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/425.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/425-426.
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/426.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/426-427.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/427.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/428.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/429.
[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/429.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/430.
[35] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/430.
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/430-431.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/431.
[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/431-432.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/432.
[40] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/432-434.
[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/435.
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/435-436.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/436.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/436.
[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/437.
[46] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/437.
[47] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/438.
[48] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/438.
[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/439.
[50] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/439-440.
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/440-441.
[52] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/442.
[53] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/442.
[54] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/442-443.
[55] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/443.
[56] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/443-444.
[57] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/444.
[58] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/444-445.
[59] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/446.
[60] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/446-447.
[61] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/447-448.
[62] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/448.
[63] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/449.
[64] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/449-450.
[65] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/450.
[66] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/450-451.
[67] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/452-453.
[68] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/453-454.
[69] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/455.
[70] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/455.
[71] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/459.
[72] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/459-461.
[73] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/465-469.
[74] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/469-471.
[75] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/471-472.
[76] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/474-475.
[77] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/475-478.
[78] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/479.
[79] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/479-480.
[80] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/480-481.
[81] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/482-484.
[82] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/484-485.
[83] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/486.
[84] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/490-493.
[85] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/493-496.
[86] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/497.
[87] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/498-499.
[88] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/500-501.
[89] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/501.
[90] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/502.