Hulk
(veya huluk), Nihâye'de din, tab' ve seciyye olarak açıklanır. Dilimizdeki
huy'un karşılığıdır. Bazen tabiat kelimesini de bu mânada kullanırız.
Hulk
ile, bir bakıma insanın nefsi olan bâtınî sûreti ve evsâfı ifade edilir. Tıpkı
zâhirî sûret ve evsâfına da halk dendiği gibi. Nefsin iyi ve kötü vasıfları
vardır. Sevab ve ikab, zâhirî sûretin evsafından çok, bâtınî sûretin evsafına
taalluk etmektedir.
Hulk
şu hadise göre fıtrîdir ve yaratılıştan
gelen bir vasıftır:
إنَّ
اللّهَ
قَسَّمَ
بَيْنَكُمْ
اَخَْقَكُمْ
كَمَا
قَسَّمَ
بَيْنَكُمْ
اَرْزَاقَكُمْ
"Allah aranızda rızkınızı
taksim ettiği gibi ahlâkınızı da taksim etmiştir."
Huyun
yaratılıştan geldiğini ifade eden bir diğer hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın el-Eşecc (radıyallâhu anh)'e söylediği şu sözdür:
"Sende
iki haslet var ki Allah onları sever: Hilm ve hayâ." Eşecc sormuştur:
"Ey
Allah'ın Resûlü, bunlar bende eskiden
beri mi var, (yoksa Müslüman olduktan sonra) yenilerde mi hasıl oldu?"
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın mevzumuz açısından ayrı bir ehemmiyet
taşıyan cevabı şu:
"Eskiden
beri var!" Bunun üzerine Abdü'l-Kays kabilesinden olan Eşecc'in Allah'a
ifade ettiği şükran cümlesi de mevzumuzu
aydınlatır:
"Beni,
sevdiği iki hasletle mecbul kılan Allah'a hamd olsun:
اَلْحَمْدُ
للّهِ
الَّذِى
جَبلَنِى عَلى
خُلَّتَيْنِ
مِمَّا
يُحِبُّهُمَا
اللّهُ
Hadiste
Eşecc'in, o iki hasletin eski mi, yeni mi? olduğunu sorması ve Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın eskiden beri mevcudiyetini beyan etmesi, huyu
meydana getiren bir kısım hasletlerin yaratılıştan mevcut olduğunu ifade eder.
Ancak
bâzı hasletlerin sonradan kazanıldığı, irade ve gayretle iyi hasletlere sahip
olunabileceği de inkâr edilemez. Gerçi ahlâkçılar, dünyanın her tarafında,
huyun fıtrî mi, iktisabî mi olduğunu tarih boyunca münâkaşa etmiştir. Bu
münâkaşaya sadece Doğulu hükemâ değil, Batılı feylesoflar da katılmıştır. Her
iki görüşü destekleyen müşâhedeler ve dogmaya ve nassa dayalı deliller
mevcuttur. Aristo, Lock, Rousseau, Erasme gibi feylesof ve terbiyeciler insan
ruhunu her bilgiyi, her ahlâkı almaya kabil boş bir levhaya, bal mumuna, ekime
hazır verimli boş bir tarlaya benzetirken, Goethe, Schopenhauer gibi diğer bir
kısımları da karakterin doğuşta sâbit şekilde tesbit edildiğini, sonradan
verilecek terbiye ile hiçbir şeyin değişmeyeceğini söylemişlerdir.
"Ey
iman edenler, kendinizi ve âile halkınızı yakıtı taş ve insanlar olan ateşten
koruyun" (Tahrim 6).
"Nefsini
temizleyen kurtuluşa ermiş, ihmal edip örten de ziyana
uğramıştır" (Şems 9-10) gibi âyetlerden, "Ben bir muallim olarak
gönderildim", "Hayır bir alışkanlıktır", "Çocuklarınıza
ikrâm edin, terbiyelerini güzel yapın" gibi terbiyevî faaliyete dikkat
çeken, teşvik eden pek çok nass, insanı kurtuluşa erdirecek güzel hasletlerin
terbiye yoluyla kazanılacağını beyan ederler. Bu inanç esas olmasaydı,
peygamberlik müessesesinin, kitapların, dâvetin, irşadın ne mânası olurdu?
Meseleyi
her iki yönüyle de değerlendiren İslâm âlimleri, yaratılıştan gelen iyi
hasletlerin irâdî gayretle desteklenerek meleke haline getirilmesine, kötü
huyların da baskı altında tutularak sindirilmesine hükmederler. Sözgelimi Hz.
Ömer (radıyallâhu anh): "İnsanda on (fıtrî) ahlâk vardır, bunlardan dokuzu
iyidir, birisi kötü. Bu kötü (serbest kalırsa) diğerlerini de bozar..."
demiştir.
İbnu'l-Arabî
de şunu söyler: "...Güzel ahlâk ile mecbul olanlar cidden azdır. Kötü
ahlâk üzere mecbul olanlar ise,
insanların çoğunluğunu teşkil eder. Zîra insan tabiatına galebe çalan, şerdir. Bu sebeple eğer insan,
fikrini, temyiz gücünü, hayâ duygusunu, korunma melekesini kullanmaksızın
kendisini tabiatının akışına bırakıverecek olsa ona hayvanî huylar galebe
çalar. Zîra insan fikir ve temyiz vasıflarıyla hayvanlardan ayrılır. Bunları
kullanamazsa âdetlerinde onlara iştirak eder, kuvve-i şeheviye her çeşidi ile
onu istila eder, hayâ uzaklaşır, yok olur..." Aynı görüşü paylaşan
Mâverdî, akıl vs.'ye güvenmeyip her daim nefsin te'dibiyle uğraşmanın gereğine
dikkat çektikten sonra şunu söyler:
"Zîra
edeb tecrübe ile kazanılır!" [1]
ـ1ـ عن معاذ
بن جبل رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قالَ
رسولُ اللّهِ
#: يَا مُعَاذ،
أحْسِنْ
خُلُقَكَ
لِلنَّاسِ[.
أخرجه مالك .
1. (1673)- Hz. Muâz İbnu Cebel
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana:
"Ey Muâz, insanlara karşı iyi ahlâklı ol!" dedi." [Muvatta,
Hüsnü'l-Hulk 1.][2]
AÇIKLAMA:
1-
Hadisin aslında Hz. Muâz, bu nasihatı, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
kendisini Yemen'e gönderirken son söylediği
söz olarak tanıtır. Hadisin Tirmizî'de gelen vechi meâlen şöyledir:
"Ey Allah'ın Resûlü, bana faydalı olacak şeyi öğret!" dedim de şu
nasihatta bulundu: "Nerede olursan ol, Allah'tan sakın. Kötülüğe karşı
iyilik yap ki, kökünü kesesin. İnsanlara
karşı da iyi ahlâkla muamele et!"
2-
Hz. Muâz'ı Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Yemen'e kadı, tebliğci,
tahsildar, muallim gibi birçok yetki ve vazifelerle me'mur olarak göndermişti.
Bu tavzif sırasında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, Hz. Muâz'a
söylediği diğer sözler ve verdiği başkaca talimatlar da var. Şu hâlde, halka
karşı iyi davranması hususunda, yukarıda kaydedilen tenbih en son söz ve
talimat olmaktadır.
3-
Şârihler, halka karşı iyi ahlâkla muamele etmekten, yanına gelenlere ve oturma
arkadaşlarına güler yüz, hilm, merhamet, öğretim sırasında sabır, büyük küçük
-layık olan herkese- sevgi izhâr etmeyi anlarlar. Layık olan diyoruz çünkü,
cemiyette küfr ehli, kebâir işlemekte
ısrarlı, başkalarına zulmetmekte devamlı olan kimseler vardır. Onlar iyi
davranıştan anlayarak ıslah-ı hâl etmeyebilirler ve hatta iyi davranma onların
daha da azmasına sebep olabilir. Böylelerine karşı da adaletli ve otoriter
olmak gerekir.
Hadiste
kötülüğü yok etme çaresi olarak "iyilikle mukâbele"nin gösterilmesi
İslâm ahlâk anlayışının hatırdan
çıkarılmaması gereken bir prensibidir.[3]
ـ2ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قال
رسولُ اللّه #:
أكْمَلُ
المُؤمِنِينَ
إيمَاناً
أحْسَنُهُمْ
خُلُقاً، وَخِيَارُكُمْ
خِيَارُكُمْ
‘هْلِهِ[.
2. (1674)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Mü'minler arasında imanca en kâmil olanı, ahlâkça en güzel olanıdır. En hayırlınız
da ailesine hayırlı olandır." [Tirmizî, Radâ 11, (1162); Ebu Dâvud, Sünnet
16, (4682).][4]
ـ3ـ وعن أبى
الدرداء
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قالَ رسولُ
اللّهِ # مَا
مِنْ شئ
أثْقَلُ في مِيزَانِ
المُؤمِنِ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
مِنْ خُلُقٍ
حَسَنٍ،
وَإنَّ اللّهَ
تَعالى
ليُبْغِضُ
الفَاحِشَ
الْبَذِئَ[.
أخرجهما أبو
داود
والترمذى.وفي
رواية الترمذى:
]وَإنَّ
صَاحِبَ
حُسْنِ
الخُلُقِ لَيَبْلُغَ
بِهِ
دَرَجَةَ
صَاحبِ
الصَّوْمِ وَالصََّةِ[.»الْبَذَاءَة«
الفحش في
النطق .
3. (1675)- Hz. Ebu'd-Derdâ (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kıyâmet günü, mü'minin mizanında güzel ahlâktan daha ağır basan bir şey
yoktur. Allah Teâla hazretleri, çirkin düşük söz (ve davranış) sahiplerine
buğzeder." [Tirmizî, Birr 62, (2003, 2004); Ebu Dâvud, Edeb 8, (4799);
Tirmizî'nin bir rivayetinde şöyle denmiştir: "Güzel ahlâk sahibi, ahlâkı
sayesinde, namaz ve oruç sahibinin dereceisine ulaşır."][5]
AÇIKLAMA:
1- Bu iki hadis de güzel
ahlâkın dindeki ehemmiyetini belirtmektedir. Mü'minin en kıymetli varlığı olan
iman, kemâlini ancak güzel ahlâkla bulabilmektedir. Öyle ise ebedî kurtuluşun
yegâne vesilesi olan imanda daha yüksek bir mertebe elde etmek, mükemmele
yaklaşmak isteyen, ahlâkını güzelleştirmek için gayret gösterecektir.
2-
Bu iki hadis gösteriyor ki, din insanlarla olan münâsebetlerimize ehemmiyet
vermektedir. İman esaslarını dilimizle ikrar etmemiz, gerçek bir mü'min olmak
için yeterli olmuyor. İmanın, insanlara karşı iyi olmak şeklinde tezâhür eden
güzel ahlâklılıkla takviyesi şarttır.
3-
İyi davranma hususunda en çok en yakınımıza karşı hassas olacağız: Ailemize.
Çünkü hem onların hukuku üzerimizde fazladır, hem de devamlı onlarla
karşılaşmaktayız. Her an karşılaştığımız insanlara güler yüz, sabır, müsamaha,
tatlı söz gibi iyi davranışlarda bulunmaya dikkat eder, kendimizi iradî olarak
buna zorlarsak, bu bir alışkanlık ve meleke hâline gelir. Böylece diğer
insanlara da aynı davranışı devam ettirebiliriz. Her an karşılaştığı ailesine
karşı kötü davranmayı alışkanlık haline getiren kimsenin davranışları kötülük
üzerine otomatlaşmış demektir. Böyle birinin çeşitli durumlarda başkalarına karşı, kendiliğinden hasıl olacak
tabii ve otomat reaksiyonu kötülüktür, irâdî olarak iyi davransa bile bu samimi
ve tabiî olmaz ve her zaman olamaz. Ailenin bir terbiye yuvası olduğu, en iyi
terbiyenin huzurlu, karşılıklı sevgi ve saygının hakim olduğu bir ortamda
verildiği, iyi muamele gören kimselerin hayatta başkalarına iyi davranacağı
gibi hususlar gözönüne alındıkça, aileye karşı iyi olmanın ehemmiyeti daha çok
anlaşılır. Şu halde, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "En
hayırlınız âilesine hayırlı olandır" sözü, fıtrî bir hakikatı dile
getirmiş olmaktadır.
4-
Kezâ kıyamet günü, mizanda güzel ahlâkın "en ağır amel"i teşkil
etmesi de tabii bir durumu, mühim bir
hakikatı ifade etmektedir. Çünkü güzel ahlâk mü'minin imanını tamamlar,
mükemmelleştirir. Kemâl mertebesindeki iman, kişinin her ameline müessir olur
ve yönlendirir. Böyle bir kimse, her işini Allah rızası için ve sünnete uygun
olarak yapmaya gayret eder. Ameller niyetlere göre değer kazanacağına göre hayırlı
bir işin "insaniyet adına" veya "vicdanın emri" olarak
yapılması ile, "Allah'ın rızası" için yapılması arasında Mizan'da
büyük fark olacaktır. Bu üç muharrikle hareket eden kimselerin mü'min olmaları halinde üçünün
ameli de şüphesiz mizan-ı haşr'e girecektir, ama "Allah rızası" için
yapılanın ağırlığı çokça fark edecektir. Amellerimizin değerlendirilmesinde
mûteber olacak İlâhî ölçüyü şu âyet belirtmektedir:
إنَّ
الَّذِىنَ
كَفَرُوا
وَمَاتُوا وَهُمْ
كُفَّارٌ
فَلَنْ
يُقْبَلَ
مِنْ اَحَدِهِمْ
مِلْءُ ا‘رْضِ
ذَهَباً
وَلَوِ
افْتَدَى
بِهِ
"Doğrusu inkâr edip,
inkârcı olarak ölenlerin hiçbirinden, yeryüzünü dolduracak kadar altın fiyde
vermiş olsa bile, bu kabul edilmeyecektir" (Âl-i İmrân 91).[6]
ـ4ـ وعن جابر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسولُ
اللّهِ #: إنَّ
مِنْ
أحَبِّكُمْ
إلىَّ
وَأقْربِكُمْ
مِنِّى
مَجْلِساً
يَوْمَ
القِيَامَةِ
أحَاسِنُكُمْ
أخْقاً
وَإنَّ
أبْغَضَكُمْ
إلىَّ
وَأبْعَدَكُمْ
مِنِّى
مَجْلِساً
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
الثَّرثَارُونَ
وَالمتَشَدِّقُونَ
وَالمُتَفَيْهِقُونَ.
قالُوا: يَا
رسولَ
اللّهِ، مَا
المُتَفَيْهقُونَ؟
قال:
المُتَكَبِّرُونَ[.
أخرجه
الترمذى .
4. (1676)- Hz. Câbir (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Bana en sevgili
olanınız, kıyamet günü de bana mevkice en yakın bulunacak olanınız, ahlâkça en
güzel olanlarınızdır. Bana en menfur olanınız, kıyamet günü de mevkice benden
en uzak bulunacak olanınız, gevezeler, boşboğazlar ve yüksekten
atanlardır." (Cemaatte bulunan bâzıları): "Ey Allah'ın Resûlü!
Yüksekten atanlar kimlerdir?" diye sordular. "Onlar mütekebbir
(büyüklük taslayan) kimselerdir!" cevabını verdi." [Tirmizî, Birr 77,
(2019).][7]
AÇIKLAMA:
1-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), pek çok irşadlarında mü'minleri diline
sâhib olmaya çağırır: "Dudakları ile bacakları arasındaki hususunda garanti
verene cenneti garanti ederim" "Allah'a ve âhirete inanan ya hayır
konuşsun ya sükut etsin" gibi.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bu ısrarlı uyarılarda hiçbir mübâlağaya yer
vermemiştir. Zîra, Kur'ân'ın mükerrer âyetleriyle sabittir ki, âhirette kişi
her ânından, her fiilinden ve dolayısıyla her bir kelâmından hesaba
çekilecektir. O gün, kişinin dünyada iken ağzından çıkmış olan her söz, lehine
değilse, aleyhine olacaktır.
Sadedinde
olduğumuz hadis de çok konuşanlara uyarıda bulunmaktadır. Sersârun,
müteşeddikûn ve mütefeyhikûn, hep ihtiyatsızca, gelişi güzel çok konuşanları
ifade eden tâbirlerdir. Dilimizde de geveze, boşboğaz, laf ebesi, dedikoducu,
dilli düdük, pasaf, atıptutan, yüksekten atan gibi, bir kısmı edebî, bir kısmı
mahallî pek çok tâbir vardır, hepsi de çok konuşanları ifade eder. Çok konuşan,
çok konuşmayı alışkanlık haline getiren kimse, her seferinde hayır
konuşamıyacağına göre boş söz, gıybet, dedikodu, yalan, kaba ve müstehcen
sözler, pespaye fıkralar vs. araya girecektir. Bunların hepsi de kıyamet günü
günah kefesinde yer alacaktır. Çok konuşmaktan men hususunda hadisin mutlak gelmesi de mânidardır.
Kısacası
bu hadisler, güzel âhlak deyince öncelikle dile hâkim olmak meselesinin
anlaşılması gerektiğini ders vermektedir.
2-
Bazı âlimler, mezkur kelimeler arasındaki nüansı, yani küçük de olsa
taşıdıkları mâna farklılıklarını nazar-ı dikkate alarak, konuşma tarzlarında
yasaklanmış olanlara dikkat çekmişlerdir. Bu cümleden olarak sersârun'la
lüzumundan fazla konuşan gevezelerin kastedildiği, müteşeddikûn ile zoraki bir
fesahat izhârı ile kendini satmaya, lügat parçalamaya, konuşma tarzı ile
başkalarından ayrılmaya çalışanların ve hatta başkalarıyla istihzâ edenlerin
kastedildiğini belirtirler. Nitekim şıdk, avurt olduğuna göre müteşeddik,
avurdunu doldurarak tekellüflü konuşan demektir.
Mütefeyhikûn
da ağızlarını genişleterek, normalden fazla açarak, ağzını doldurarak konuşan
demektir, müteşeddik'e yakın bir mâna taşır. Bu davranışın da kibirden,
başkasını küçük görmekten ileri geldiği belirtilmiştir.
Şu
halde ister umumiyetle dikkat çekilen çok konuşmaya ve isterse, ekseriyetten
ayrılmaya yönelik tarzlara hamledilsin
hadis, konuşma meselesine dikkat çekmekte, mü'minin birinci derecede ehemmiyet
vermesi gereken bir probleminin bu olduğunu söylemektedir.[8]
ـ5ـ وعن
النوّاس بن
سمعان رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ
قال:
]سَأَلْتُ
رسولَ اللّهِ
# عَنِ الِبرِّّ
وَا“ثْمِ،
فقَالَ:
البِرُّ
حُسْنُ
الخُلُقِ،
وَا“ثْمُ: مَا
حَاكَ في
صَدْرِكَ
وَكَرِهْتَ
أنْ
يَطَّلِعَ
عَلَيْهِ
النَّاسُ[.
أخرجه مسلم
والترمذى.»حاكَ«:
أى تردد في
الصدر .
5. (1677)- Nevvâs İbnu Sem'an
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a iyilik
(birr) ve günah hakkında sordum. Bana şu cevabı verdi: "İyilik (birr),
güzel ahlâktır. Günah da içini rahatsız eden ve başkasının muttali olmasından
korktuğun şeydir." [Müslim, Birr
15, (2553); Tirsmizî, Zühd 52, (2390).][9]
AÇIKLAMA:
1-
İyilik diye tercüme ettiğimiz birr, Kur'ân-ı Kerim'in birçok âyetlerinde yer
verilen, dikkat çekilen, tarifi yapılan bir mefhumdur: "Birr, yüzlerinizi
doğuya, batıya çevirmeniz değildir. Fakat birr, Allah'a, âhiret gününe,
meleklere, kitaplara, peygamberlere inanmak, O'nun sevgisiyle yakınlarına,
yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve köleler uğrunda mal vermek, namaz kılmak, zekât vermek ve
ahidleştiklerinde vefa göstermek; zorda, darda ve savaş alanında
sabretmektir..." (Bakara 177).
"Sevdiğiniz
şeylerden sarfetmedikçe, birre (iyiliğe) erişemezsiniz."
"...Birr'de
(iyilikte) ve fenâlıktan sakınmakta yardımlaşın, günah işlemekte ve aşırı gitmekte
yardımlaşmayın" (Mâide 2).
2-
Nevevî, Müslim Şerhi'nde, ulemânın birr'den şunları anladıklarını kaydeder:
"Sılatu'rrahm, lutf, hoş sohbet, iyi geçim, taat. Bunların hepsi güzel
ahlâka girer.
Tîbî,
birr'in hadiste çeşitli mânalarda tefsir edildiğini söyler: Bir yerde nefsin
itminân bulduğu, kalbin tatmin olduğu şey, bir yerde iman, bir yerde kişiyi
Allah'a yaklaştıran şey, burada ise
güzel ahlâk olarak tefsir edilmiştir. Güzel ahlâk da ezâya katlanmak, öfkelenmemek,
güler yüz, tatlı söz gibi hep birbirine
yakın olan tâbirlerle açıklanmıştır.
3-
Günah, "içi rahatsız eden şey" olarak târif edilmiştir. Ulemâ, bu
rahatsızlığı, içteki istikrarsızlık, tereddüd ve göğsün inşirah bulamayışı,
serinleyemeyişi, kalbte bir şekk hâlinin ortaya çıkması, bu iş günah mı?
korkusunun hâsıl olması diye târif etmişlerdir.
Şöyle
açıklayan da olmuştur: Günah, çirkinliği kalbinde tesir eden veya tereddüd
hâsıl eden, çirkin olması sebebiyle izhar etmeyi istemediğin şeydir. Nitekim,
hadiste gelen son cümle bu mânayı te'yid etmektedir: "...başkasının
muttali olmasından korktuğun şeydir."
İnsan
nefsi, tabiatı icâbı, hayırlı bir şey yapınca başkasının onu görmesinden hoşlanır. Öyle ise, eğer nefis,
yaptıklarından bazısına başkasının ıttıla peyda etmesini istemiyorsa, bu
Allah'a yaklaştıran hayırlı bir iş değildir veya şeriatın izin vermediği bir iş
demektir. Bir başka ifade ile, bu işte hayır yok, bu birr değil demektir, bu
günah ve şer demektir.[10]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/340-341.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/342.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/342.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/343.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/343.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/343-344.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/345.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/345-346.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/346.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/346-347.