Şefkat
Ve Çeşitli İzhar Yolları: Kucaklamak, Öpmek
2-
Fethedilen Yerlerden Gelen Pay:
Velînin,
Yetimin Nefsi Üzerinde Tasarruf Yetkisi:
Çocuk
Hakkında İçtihad Yetkisi:
Yetimi
Islah Kimlerin Hayrına?:
YOLDAN
RAHATSIZ EDİCİ ŞEY TEMİZLEMEYE DAİR
İYİLİK
ÜZERİNE MÜTEFERRİK HADÎSLER
Bu bölümde beş bâb
mevcuttur.
*
BİRİNCİ BAB
EBEVEYNE İYİLİK
*
İKİNCİ BAB
EVLAD VE AKRABALARA İYİLİK
*
ÜÇÜNCÜ BAB
YETİMLERE İYİLİK
*
DÖRDÜNCÜ BAB
YOLDAN RAHATSIZ EDİCİ ŞEYİ
TEMİZLEMEYE DAİR
*
BEŞİNCİ BAB
İYİLİK ÜZERİNE MÜTEFERRİK
HADİSLER
ـ1ـ
عن أبى هريرة
رضى اللّه عنه
قال: ]جَاءََ
رَجُلٌ فقالَ
يَا رَسُولُ
اللّهِ: مَنْ
أحقُّ
النّاسِ بِحُسنِ
صحابتِى؟ قال
أمُّكَ، قال
ثم من؟ قال أمك،
قال ثمّ من؟
قال أُمُّكَ
قالَ ثُّمَّ
مَنْ ؟ قالَ
اَبُوكَ[.
أخرجه
الشيخان.وفي
أخرى: قال
أمّكَ ثمّ
أمّكَ ثمّ
أباكَ ثمّ
أدناكَ أدنَاكَ،
هذَا
لفظهُما.وزاد
مسلم: فقال
نعمْ وأبيكَ
لتنبأنّ .
1. (153)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: Bir adam
gelerek:
"Ey Allah'ın Resûlü iyi davranıp hoş sohbette
bulunmama en ziyaâde kim hak sâhibidir?" diye sordu. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm):
"Annen!" diye cevap verdi. Adam:
"Sonra kim?" dedi, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)
"Annen!" diye cevap verdi. Adam tekrar:
"Sonra kim?" dedi Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) yine:
"Annen!" diye cevap verdi. Adam tekrar sordu:
"Sonra kim?" Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bu dördüncüyü:
"Baban!" diye cevapladı."
Bir diğer rivâyette Resûlullah şöyle cevap
vermiştir.
“Annene, yine annene, sonra babana, daha sonra da
bunları takip eden tedrici yakınlarına”[1]
AÇIKLAMA:
İslâm dini aileye büyük ehemmiyet verir. Ailenin
temel unsurları anne-baba evlat ve hizmetçilerdir. Aile efradının karşılıklı
hak ve vazifeleri vardır. Aile içerisinde evlat nokta-i nazarından en çok
hukuku olan annedir. Çünkü evlada en ziyâde hizmeti geçen annedir. Anne, hâmile
kaldığı andan itibaren evlad sebebiyle meşakkatler çekmeye başlar. Doğum da
kolay bir hâdise değildir. Hayatî tehlikeyi beraberinde getirir. Doğum
sırasında ölen, şifasız dertlere giriftar olan anneler çoktur. Doğum normal
cereyan etse bile, doğum sonu ve acıları başlı başına ciddî ve tahammülü zor
fevkalâde bir imtihandır.
Annenin esas hizmeti doğumdan sonra başlar. Çocuğun
emzirilmesi, giydirilmesi, temizliğinin yapılması, terbiye edilmesi, tedavisi
gibi, ardı arası kesilmeden vasatî on beş yıl sürecek hasbî bir hizmet dönemi
doğumla başlar.
Cenab-ı Hakk'ın hayvan dâhil bütün annelere koyduğu
şefkat duygusu, -sefihleşerek fıtratını bozmamış- anneleri istirahatini,
sıhhatini, yeme içme ve giyinmesini düşünmeden bütün imkânlarıyla çocuğuna
hizmete sevkeder.
Evladın, bu hizmeti maddî bir karşılıkla ödemesi
mümkün değildir. Yapabileceği tek şey, annenin kendisine sunduğu anneliğin
idrakinde olması, minnettarlığının şuurunda olduğunu annesine ihsâs etmesidir.
Evlat üzerinde elbette babanın da hukuku vardır.
Maddî ihtiyaçlarının temininde gerekli fedakârlıklar ondandır. Doğumdan sonra
annenin maruz kaldığı maddî ve mânevî sıkıntılara o da ortak olmuştur. Şu halde
evlat ikisine de borçludur, medyun-u şükrandır.
İslâm dini evladın annesine ve babasına karşı olan
saygı ve hizmet borcu hususunda ısrar eder, ayrı bir dikkat çeker. Bu meyanda
anne hukukunu daha çok söz konusu eder. Annenin evlat üzerindeki hukukunun
babanınkine nisbetle en az üç misli olduğunu söyler. Yukarıda kaydettiğimiz
hadiste bunu Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) açık şekilde ifade
buyurmuştur. Bu hususa yer veren başka rivayetler de mevcuttur. İbnu Mace ve
Hâkim'de gelen bir rivayette Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) kişiye üç
sefer annesini tavsiye ettikten sona sırasıyla babasını ve mevlâsını
(azadlısını) birer kere tavsiye eder. -el-Edebü'l-Müfred, İbnu Mâce ve
el-Müstedrek'te- sahîh olduğu belirtilen bir rivayette Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) şöyle açıklar:
"Muhakkak ki Allah size annelerinizi vasiyet
etmektedir, sonra yine annelerinizi vasiyet etmektedir, sonra yine annelerinizi
vasiyet etmektedir, sonra babalarınızı vasiyet etmektedir. Sonra yakınlık
derecelerine göre akrabalarınızı vasiyet etmektedir."
Bu ve benzeri hadisleri yorumlayan âlimlerden
bâzıları anneyi üç kere tekrardan maksadın, çoğu durumlarda evlatların
annelerini babalarına nazaran ikinci plana atmalarından, annesinin hukukunu
hafife almalarından ileri geldiğini, bunu önlemek için Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in tekrarlara yer vererek hukuklarının ehemmiyetini
tekid ettiğini söylemiştir. Bazıları da, hâmilelik, doğum, emzirme gibi
hizmetleriyle annenin babaya nisbetle evlatta üç kat fazla hakkı bulunduğunu
söylemişlerdir.
İrşad-ı Nebevî'de, söylenen bu iki maksad dışında
aklımızın bulabileceği başka maslahatların da maksud olmasına bizce bir mâni
yoktur.
Anne ve baba hukukunu birçok âyette[2]
ele alan Kur'ân-ı Kerîm bir âyette,"onlara iyi muamele"yi Allah'ı bir
bilme vazîfesinin ardından zikrederek, bir olan Allah'a îmânın bir gereği
olarak mü'minlere duyurur:
"Rabbin, "kendinden başkasına kulluk
etmeyin, anne ve babaya iyi muamele edin" diye hükmetti. Eğer onlardan
biri veya her ikisi senin nezdinde ihtiyarlığa ererlerse onlara "öf"
bile deme. Onları azarlama. onlara güzel (ve tatlı) söz söyle. Onlara acıyarak
tevazu kanadını (yerlere kadar), indir ve: "Ya Rab, onlar bana çocukken
nasıl merhamet ettilerse sen de kendilerini (öyle) esirge" de" (İsra: 17/23-24).
Annenin ziyâde zahmetlerini hususen dile getiren
âyet-i kerîme de mevcuttur. Meâlen:
"Biz insana anne ve babasına karşı iyi
davranmasını tavsiye etmişizdir. Annesi onu güçsüzlükten güçsüzlüğe uğrayarak
karnında taşımıştı..." (Lokmân: 31/14).
Âlimler, annenin babaya rağmen üç misli zahmet
çektiğine Kur'ân-ı Kerîm'in şu âyette işaret buyurduğunu söylemişlerdir:
(Meâlen)
"Biz insana, anne babasına karşı iyi
davranmasını tavsiye etmişizdir. Zira annesi onu karnında, zorluğa uğrayarak
taşımış, onu güçlükle doğurmuştur. Taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay
sürer..." (Ahkâf: 46/5).
Ulema der ki: "Hadîste anneye üç misli hak
âyette zikredilen üç şeye karşılıktır; hamilelik zahmeti, doğurma meşakkati ve
emzirme sıkıntısı." Aynî, iyilik ve itaatte annenin babaya takdim
edileceği hususunda İslâm ulemasının icma ettiğini Muhasibî'den naklen
kaydeder.
Hasan Basrî'ye: "Anne-babaya iyilik
nedir?" diye sorulunca şu cevabı vermiştir: "Mülkünde olan her ne
varsa onlar için bezledip harcaman, mâsiyet olmadıkça emirlerine itaat
etmendir."
Kadı İyaz, iyilik hususunda anne ve baba hakkının
başkalarından önce geldiği hususunda ulemanın ittifak ettiğini belirtir. O
ikisinden sonra "en yakın" kimdir? meselesinde İbnu Hacer, ihtilafa
dikkat çektikten sonra umumiyetle şu sıranın benimsendiğini söyler:
"Dedeler, sonra kardeşler (bir hadiste kız kardeş, erkek kardeşten önce
zikredilir, anne baba bir olanlar, sadece anne veya sadece baba bir olanlardan
önce gelir) sonra zurahm olanlar (bunların mehârim olanları mahrem olmayana
takdim edilir), sonra diğer asebât, sonra hısımlar (sıhriyyet-evlilik
sebebiyle- akraba olanlar), sona velâ (azadlık ve akid akrabalığı), en nihâyet
komşular gelir.
Bu babta kaydedilen müteâkip hadislerde, bir
mü'minin en mühim gayesi, yegâne ideali olan Allah'ın rızası ve cennete giden
yolun anne ve babanın rızasından geçtiğini, "anne hukuku"nun cennet
ayaklarının altına konacak derecede yüceltildiğini, anne ve babaya hizmetin en
yüce amel olarak ifâde edilmiş bulunan "Allah yolunda cihad"dan daha
üstün tutulmuş olduğunu göreceğiz.
Müşrik bile olsa anne ve baba haklarının yerine
getirilmesi ve hatta nafakalarının ödenmesi gerektiği hususunu 165 numaralı
hadiste açıklayacağız.[3]
ـ2ـ
وعن كليبِ بن
منفعة عن جده
كليبٍ
الحنفيِّ رضى
اللّه عنه
قال: ]أنّهُ
أتَى رَسولَ
اللّهِ #
فقَالَ
يَارَسُولُ
اللّه: مَنْ
أبَرُّ؟ قالَ
أمَّكَ
وأباكَ،
وأختَكَ
وأخاكَ،
وموكَ الَّذِى
يلى ذلكَ
حقّاً
واجباً،
ورحِماً موصولةً[.
أخرجه أبو
داود .
2.(154)- Küleyb İbnu Menfa'a ceddi bulunan Küleyb el-Hanefî
(radıyallahu anh)'den anlattığına göre, kendisi Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a gelerek sormuştur:
"Ey Allah'ın Resûlü kime karşı iyilik
yapayım?" Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı vermiştir:
"Annene, babana, kızkardeşine, oğlan kardeşine,
bunu takip eden azadlına. Bu iyiliği de, üzerine vâcib olan bir hakkın
ödenmesi, yani, sıla-ı rahmin yerine getirilmesi olarak yapacaksın. (Nafile,
ihtiyarî, hasbî bir davranış tatavvu grubuna giren bir amel olarak değil)".[4]
ـ3ـ
وعن بهز بن
حكيم عن أبيه
عن جده معاوية
بن حيدة
القشيرى رضى
اللّه عنه
قال: ]قُلْتُ
يَا رَسُولُ
اللّهِ مَنْ
أبرُّ؟ قالَ
أمَّكَ. قُلْتُ
ثمّ مَنْ؟
قالَ أمَّكَ.
قلتُ ثمّ
مَنْ؟ قَالَ
أمَّكَ. قلتُ
ثمّ مَنْ؟
قالَ أباكَ
ثمّ ا‘قْرَبَ
فَا‘قْربَ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذى.وزاد
أبو داود في
رواية ]أَ
يسألُ رجلٌ
موهُ من فضلٍ
هوَ عِنْدَهُ
فيَمْنَعَهُ
إياهُ إّ دُعِىَ
لهُ يومَ
القِيامةِ
فضلُهُ
الَّذِى منعهُ
شُجَاعاً
أقرَعَ[.قالَ
أبو داود:
»ا‘قرع« الَّذى
قد ذهب شعر
رأسه من
السمِّ .
3. (155)- Behz İbnu Hakîm babası tarikiyle dedesi Mu'aviye
İbnu Hayde el-Kuşeyrî (radıyallahu anh)'den naklediyor. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e:
"Ey Allah'ın Resûlü, kime iyilik yapayım? diye
sordum. Bana:
"Annene" diye cevap verdi.
"Sonra kime?" diye tekrar ettim.
"Annene" dedi.
"Sonra kime?" dedim.
"Annene" dedi.
"Sonra kime?" dedim, bu dördüncüde
"Babana, sonra da tedrici yakınlarına" diye cevap verdi."
Ebu Dâvud bir rivayette şu ziyadeyi kaydeder:
"Haberiniz olsun, kişi azatlısından bir
fazlasını istese, azadlı (mevlâ) bu (ihtiyaç fazlası)na sâhib olduğu halde
yerine getirmese kıyamet günü vermemiş olduğu bu fazlalık bir engerek yılanı
olarak kendisine getirilir."[5]
ـ4ـ
وعن ابن عمرو
بن العاص رضى
اللّه عنهما
]أنّ رجً قالَ:
يَا رَسُولُ اللّهِ
إنّ لِى ماً
وَوَلداً،
وإنَّ أبى
يجتاحُ مالِى.
فَقَالَ: أنتَ
ومَالُكَ
‘بِيكَ؟ إنَّ
أودَكُمْ منْ
أطيبِ
كسبِكمْ
فكُلُوا من كسبِ
أودِكمْ[.
أخرجه أبو
داود .
4. (156)- Abdullah İbnu Amr İbnu'l-Âs (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Bir adam:
"Ey Allah'ın Resûlü benim malım ve bir de
çocuğum var. Babam malımı almak istiyor" (ne yapayım?) diye sordu.
Resûlulluh (aleyhissalâtu vesselâm):
"Sen ve malın babana aitsiniz. Şunu bilin ki,
evladlarınız kazançlarınızın en temizlerindendir. Öyle ise evladlarınızın
kazançlarından yiyin" buyurdu."[6]
AÇIKLAMA:
Hadiste şikâyet mevzuu olan babanın iki durumu
sözkonusu: Ya ihtiyacı miktarınca almak istemiştir veya ihtiyacı olsun olmasın
tamamında tasarruf etmek istemiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) "Senin
varlığına baban sebeptir, malın varlığına da sen sebepsin. Öyle ise sen de
malın da babanın kazancı sayılırsınız" buyurarak, evladın malında
babasının hakkı bulunduğunu belirtmiştir. Şârih Hattabî, belirtilen bu hakkın,
ihtiyaç hâlinde, nafaka hakkı olduğunu belirtir. "Evlat, malsız mülksüz
olsa dahi, çalışarak babasının nafakasını te'minle mükelleftir" der.
Ayrıca şu noktayı da belirtir: "Baba, evlâdın malı üzerinde sınırsız yetki
sahibi değildir, istediği gibi tasarruf edemez, nafakadan fazlasını almaya
yetkisi yoktur. Hadisten hiçbir fakih söylenene aykırı hüküm
çıkarmamıştır."[7]
ـ5ـ
وعن أبى هريرة
رضى اللّه عنه
أنّ رَسُولُ اللّهِ
# قال: ]رَغِمَ
أنفُهُ رغمَ
أنفُهُ رغمَ
أنفُهُ، قيلَ
مَنْ يَا
رَسُولُ
اللّهِ ؟ قال:
مَنْ أدركَ
والدِيهِ
عندَ الكِبرِ
أو أحَدَهُمَا
ثمّ لم يدخلْ
الجنّةَ[.
أخرجه مسلم
والترمذى،
واللفظ لمسلم
.
5. (157)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm) bir gün:
"Burnu sürtülsün, burnu sürtülsün, burnu
sürtülsün" dedi.
"Kimin burnu sürtülsün ey Allah'ın Resulü?"
diye sorulunca şu açıklamada bulundu:
"Ebeveyninden her ikisinin veya sâdece birinin
yaşlılığına ulaştığı halde cennete giremeyenin."[8]
AÇIKLAMA:
Hadiste Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) anne
ve babaya iyi muamelenin ehemmiyetini dile getirmiş olmaktadır. Anne ve babası
veya ikisinden biri evladının sağlığında ihtiyarladıkları takdirde, bu evlada,
cennetin yolu onlar sâyesinde son derece kolaylaşmış olmaktadır. Zira onlara
gereken alâkayı, hizmeti gösterip onları memnun kılmak zor bir iş değildir. Bu
kadarını yapamayarak kendini helâk eden kimseler, burunları sürtülmeye
layıktırlar. Hadîsin Tirmizî'deki vechinde: "Ebeveyni
tarafından cennete sokulmayanın burnu sürtülsün" diye gelmiştir.[9]
ـ6ـ
وعن أبى هريرة
رضى اللّه عنه
قال: قالَ رَسُولُ
اللّهِ #: ]لَنْ
يَجْزِىَ
وَلَدٌ
والِدَهُ إّ
أنْ يَجدَهُ
ممْلُوكاً
فيشْتَريَهُ
فيعْتقَهُ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود
والترمذى .
6. (158)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor Resûlulluh
(aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdu:
"Hiçbir evlad, babasının hakkını, bir istisna
durumu dışında ödeyemez. O durum da şudur: Babasını köle olarak bulur, satın
alır ve âzad eder."[10]
ـ7ـ
وعن ابن عمرو
بن العاص رضى
اللّه عنهما
قال: قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: ]رِضى
الربِّ في
رِضى الْوَالِدِ،
وسخطُ الربِّ
في سخطِ
الوَالِدِ[.
أخرجه
الترمذى مرفوعاً
وموقوفاً،
وصحح وقفه .
7. (159)- Abdullah İbnu Amr İbni'l-Âs (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdu:
"Allah'ın rızası babanın rızasından geçer.
Allah'ın memnuniyetsizliği de babanın memnuniyetsizliğinden geçer."[11]
ـ8ـ
وعنه رضى
اللّه عنه
قال:
]اسْتَأذَنَ
رَجُلٌ
رَسُولُ
اللّهِ # في
الجِهَادِ
فقال: أحىٌّ
والدَاكَ؟
قال نعَمْ:
قالَ
فَفِيهِمَا
فجاهد[. أخرجه
الخمسة.وفي
أخرى لمسلم
رحمه اللّهُ تعالى:
]أُبَايعُكَ
عَلى الهجرةِ
والْجِهَادِ
أبْتَغى ا‘جرَ
منَ اللّهِ
تعالَى. قال:
فَهَلْ من
وَالديْكَ
أحَدٌ حىٌّ؟
قال نعمْ، بلْ
كَِهُمَا
حىٌّ. فقالَ:
فتبتَغى ا‘جرَ
مِنَ اللّهِ
تعالى؟ قال
نعم. قال
فارجعْ إلى
والديْكَ
فأَحْسِنْ
صحبتَهما[.وفي
أخرى ‘بى داود
والنسائى
]وَتَرَكْتُ
أبَوىَّ
يَبْكِيانِ.
قال فارْجِع
إلَيْهِمَا
فأَضْحِكْهُمَا
كَمَا
أبْكَيْتَهُمَا[.و‘بى
داود في أخرى
عن أبى سعيد
رضى اللّه عنه
قال ]أنّ رجًُ
مِنْ أهلِ
اليمنِ
هَاجَرَ إلى
رسُولِ
اللّهِ #
فقال
لهُ: هَلْ
لَكَ أَحَدٌ
باليَمنِ؟
فقال أبَوَاىَ:
قال: أذِنَا
لَكَ؟ قال قالَ فارجعْ
إلَيْهِمَا
فاستأذِنْهُمَا،
فإنْ أذِنَا
لكَ فجاهدْ
وإّ
فبِرَّهُمَا[
.
8. (160)- İbnu Amr (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir
adam, cihada iştirak etmek için Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den izin
istedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Annen baban sağlar mı?" diye sordu. Adam:
"Evet" deyince:
"Onlara (hizmet de cihad sayılır), sen onlara
hizmet ederek cihad yap" buyurdu.
Müslim'in bir diğer rivayetinde adam:
"...Sana, hicret ve cihad etmek ecrini de
Allah'tan istemek şartı üzerine biat ediyorum" der. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm):
"Anne ve babandan sağ olan var mı?" diye sorar. Adam:
"Evet, her ikisi de sağ" deyince:
"Yani sen Allah'tan ecir istiyorsun?" der. Adamın
"evet"i üzerine: "Öyleyse vâlideyn'in yanına dön. Onlara iyi
bak, (Allah'ın rızası ondadır)" emreder.
Ebu Dâvud ve Nesâî'de gelen bir diğer rivayette
adam:
"Ağlamakta olan ebeveynimi de geride
bıraktım" der. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Öyleyse onların yanına dön, onları nasıl
ağlattı isen öyle güldür, (Allah'ın rızası bundadır)" buyurur."
Ebu Dâvud'un, Ebu Said (radıyallahu anh)'den yaptığı
bir başka rivayetinde şöyle denir: "Yemen ahalisinden bir adam, Hz
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e hicret ederek geldi. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ona: "Yemen'de bir kimsen var mı?"
diye sordu. Adam:
"Ebeveynim var" deyince
"Peki, onlar sana izin verdiler mi?" diye tekrar sordu.
"Hayır" cevabı üzerine:
"Öyleyse onlara geri dön, onlardan izin iste.
Şâyet izin verirlerse cihada katıl, vermezlerse onlara hizmet et!" emretti."[12]
ـ9ـ
وعن معاوية بن
جاهمة ]أنّ
جاهمة رَضِىَ
اللّهُ عنهُ
أتى رَسُولُ
اللّهِ # فقال:
يَا رَسُولُ
اللّهِ
أرَدْتُ أنْ
أَغْزُوَ،
وَقَدْ
جِئْتُ
أستَشِيرُكَ
فقال: هَلْ
لَكَ مِنْ
أمٍّ؟ قال
نَعَمْ. قال فالزمْهَا،
فإنَّ الجنةَ
عندَ
رجلِهَا[. أخرجه
النسائى .
9. (161)- Muâviye İbnu Câhime'nin anlattığıa göre; Câhime
(radıyallahu anh) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e gelir ve:
"Ey Allah'ın Resûlu, ben gazveye (cihad)
katılmak istiyorum, bu konuda sizinle istişâre etmeye geldim" der.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Annen var mı?" diye sorar.
"Evet" deyince,
"Öyleyse ondan ayrılma zira cennet onun
ayağının altındadır" buyurur.[13]
ـ10ـ
وعن ابن عمر
رضى اللّه
عنهما قال:
]كَانَتْ تَحتِى
امرأةٌ
أُحِبُّهَا،
وَكَانَ
عُمَرُ رضى
اللّه عنه
يَكْرهُهَا.
فقال لى
طَلِّقْهَا؟
فأبَيْتُ
فَأتى عمر
رَضِى اللّهُ
عنهُ إلى
رَسُولِ
اللّهِ # فَذَكَر
ذلكَ لهُ.
فقال لِى
رَسُولُ
اللّهِ # طلِّقْهَا[.
أخرجه أبو
داود
والترمذى
وصححه .
10. (162)- İbnu Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Nikâhım altında bir kadın vardı ve onu seviyordum da. Babam Ömer ise, onu
sevmiyordu. Bana:
"Boşa onu" dedi. Ben itiraz ettim ve
boşamadım. Babam Ömer (radıyallahu anh) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e gelerek durumu arzetti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana:
"Boşa onu" dedi.[14]
AÇIKLAMA:
Baba emrettiği takdirde hanımın boşanması gereğine
bu hadis delil olarak değerlendirilmiştir. Keza anne emredecek olsa yine
boşamak gerekmektedir. Zira 153, ve 154 numaralı hadislerde de görüldüğü üzere
annenin evlâd üzerindeki hakkı babanın hakkından daha fazladır. Hanımı sevmek,
boşamamak için yeterli bir mazeret değildir.[15]
ـ11ـ
وعن أبى
الدرداء رضى
اللّه عنه
قال: سَمِعْتُ
رَسُولُ
اللّهِ #
يَقُول:
]اَلْوَالِدُ
أوسَطُ
أبوابِ
الجنّةِ،
فإنّ شِئْتَ
فأضِعْ ذلكَ
البابَ أو
احفظهُ[.
أخرجه
الترمذى
وصححه .
11. (163)- Ebu'd-Derda (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Baba cennetin orta
kapısıdır. Dilersen bu kapıyı terket, dilersen muhafaza et" dediğini
işittim."[16]
ـ12ـ
وعن بريدة
رضِىَ اللّهُ
عنهُ: ]أنّ
امرأةً قالتْ
يَا رَسُولُ
اللّهِ: إنّى
تَصَدّقْتُ عَلى
أمِّى
بجاريةٍ
وإنّهَا
ماتتْ. قال
وجبَ أجْرُكِ
وردَّهَا
علَيْكِ
الميراثُ،
وقالت إنّهُ
كانَ
عَلَيْهَا
صومُ
شهرٍ: أفأصومُ
عنها؟ قال:
صُومِى عنها.
قالت: إنّها
لمْ تَحُجَّ:
أفأَحُجُّ
عنها؟ قال:
حُجِّى عنها[.
أخرجه مسلم،
وأبو داود،
والترمذى .
12. (164)- Büreyde (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir
kadın:
"Ey Allah'ın Resûlü, ben anneme bir cariye
tasadduk etmiştim. Şimdi annem öldü" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm):
"(Sadaka yapmış olmanın) ecrini mutlaka
alacaksın. Miras yoluyla cariye sana geri gelecek (tekrar senin olacak)" buyurdu. Kadın:
"Ey Allah'ın Resûlü annemin bir aylık oruç
borcu vardı, onun yerine tutabilir miyim?" diye sordu.
"Annene bedel tut!" dedi. Kadın:
"Ey Allah'ın Resûlü, annem hiç haccetmedi, onun
yerine hac yapabilir miyim?" diye sordu Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm):
"Evet, ona bedel haccet" buyurdu."[17]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, annesine bağışlanan bir şey sebebiyle
evladın bağışlama sevabını alacağını annenin ölmesiyle, bu mal verâset yoluyla
evlada intikal ettiği takdirde bu mala temellük edebileceğini ifade ediyor.
Burada, bağışlanan (tasadduk edilen) bir şeyi, -bağıştan vazgeçerek- geri alma
yasağının ihlâli mevzubahis değildir. Zikri geçen kadın bağıştan dönme yasağını
bildiği için ortaya çıkan bu yeni durum karşısında tereddüde düşerek Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e müracat etmiş olmalı. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), bir akrabaya tasadduk ettiği mala, tevârüs yoluyla
temellük edebileceğini kesin bir ifade ile beyan eder. "Bu artık Allah
için bir hak olmuştur, fakire sarfı gerekir" diyen de olmuştur. Ancak bu
değerlendirme nassa dayanmadığı için bir hüküm ifade etmez.
2- Mirkat'ta kaydedildiğine göre ölenin yerine oruç
tutma meselesinde Ahmed İbnu Hanbel (rahimehullah), ölü üzerindeki Ramazan
orucu veya nezir orucu veya kefâret orucu borçları bulunduğu takdirde,
velîsinin ona bedel tutabileceğini söylemiştir. İmam Mâlik, Şâfiî ve Ebu Hanîfe
(rahimehullah) hazeratı bunu caiz görmemişlerdir. Ebu Hanîfe'ye göre ölünün
velîsi, her bir oruç için bir sa' arpa veya yarım sa' buğday tasadduk
etmelidir. Keza her bir namaz (veya bir günlük namaz) için de aynı miktar mal
tasadduk etmelidir. Çoğunluk, bedenî ibadetlerin niyabeten başkası tarafından
îfâ edilemiyeceğini söylemiştir. Cumhur, acz şartıyla, sâdece hacc farîzasının
bir başkası tarafından ifasını câiz görmüştür. Acz'den murat kişinin ölmüş
olması veya hac yapamayacak derecede hasta olması ve iyileşme ümidinin
kesilmesidir, kötürüm bir kimse âcizdir.
Bâzı alimler, ölü adına nafile hac yapılabileceğini
de söylemişlerdir.[18]
ـ13ـ
وَعَنْ أسماء
بنت أبى بكر
رَضِى اللّهُ
عنهما قالت:
]قَدِمَتْ
عََلَىَّ
أمِى وهى مشركةٌ
فاستفتيتُ
رسُولَ
اللّهِ #
فقلتُ: قدمتْ
عَلَىَّ أمى
وهىَ
رَاغِبَةٌ؛
أفأَصِلُ
أمِّى قال
نَعمْ: صِلىِ
أمَّكِ[.
أخرجه
الشيخان وأبو
داود .
13. (165)- Esma Bintu Ebî Bekr (radıyallahu anhâ) anlatıyor:
Henüz müşrik olan annem yanıma geldi. (Nasıl davranmam gerekeceği hususunda)
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den sorarak:
"Annem yanıma geldi, benimle (görüşüp konuşmak)
arzu ediyor, anneme iyi davranayım mı?" dedim.
"Evet" dedi, ona gereken hürmeti
göster."[19]
AÇIKLAMA:
Hadiste zikri geçen, Esma'nın annesi hakkında birçok
münâkaşalar var. Bizim için hadisin ifade ettiği ahkâm mühimdir. Anne ve baba
kâfir bile olsa onlara karşı insanî vazîfelerimizi, evladlık alâka ve hürmetini
göstermek gerektiği anlaşılmaktadır. Hattâ bu hadisten kâfir bile olsa anne ve
babaya nafaka vermenin vâcib olduğu hükmü çıkarılmıştır.
Kâfir bile olsa anne ve babaya karşı hürmet etmek ve
nafaka vermek meselesinin ehemmiyeti şuradan da anlaşılmaktadır ki, yukarıdaki
hadis üzerine vahiy gelmiş ve mesele Kur'ân-ı Kerîm'de hükme bağlamıştır: "Sizinle
din hususunda muhârebe etmemiş, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış olanlara
iyilik, onlara adalet (le muâmele) etmenizden Allah sizi menetmez. Çünkü Allah
adâlet yapanları sever" (Mümtahine: 60/8)
Müşrik bile olsa annebabaya hürmet hususunda şu âyet
daha açıktır: (Meâlen):
"Eğer onlar (ebeveyn) sence ilimde (yeni)
olmadık herhangi bir şeyi bana eş tutman üzerinde seni zorlarlarsa kendilerine
itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana dönenlerin yoluna uy..." (Lokmân: 31/15).
ـ14ـ
وعن ابن عمر
رضى اللّهُ
عنهما قال: ]
أتَى رجلٌ
رسُولَ
اللّهِ # فقال:
إنّى أصبتُ
ذنباً عظيماً
فهلْ لِى من
توبةٍ؟ قال:
هلْ لكَ منْ
أمّ! قال : قال:
فهل لكَ من
خالةٍ! قال
نعم. قالَ
فَبِرَّهَا[.
أخرجه
الترمذى
وصححه.وزاد في
أخرى عن
البراء بن
عازب: الخالةُ
بمنزلة ا‘مِّ .
14. (166)- İbnu Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir
adam Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelerek:
"Ben büyük bir günah işledim, buna tevbe
imkanım var mı?" dedi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Annen var mı?" diye sordu. Adam:
"Hayır yok" dedi.
"Peki teyzen de mi yok?" dedi. Adam:
"Hayır, var" deyince Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm):
"Öyle ise ona iyilik yap!" diye emretti."
Tirmizî el-Berâ'dan kaydettiği diğer bir hadiste şu
ziyadeye yer verir: "Teyze anne makamındadır."[20]
AÇIKLAMA:
Hadis, bize birçok hüküm getirmektedir. Âlimler,
burada "büyük olduğu" belirtilerek itiraf edilen günahın, adam
nazarında büyük addedilmiş olmakla birlikte din açısından segâirden (küçük
günahlardan) sayılan bir günah olabileceği gibi gerçekten din açısından da
"büyük" (kebire) sayılacak bir günah olabileceğini ifade etmişlerdir.
Her hâl u kârda Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)'in; günahın ne olduğunu
sorup şer'î cezasını verme cihetine gitmeyişi mühim bir husustur. Bunun başka
örnekleri de var. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu çeşit sünnetinden,
dinimizin pek mühim ahlâkî bir prensibi ortaya çıkmıştır: Gizli kalan
günahların itiraf edilmemesi, tevbe edilerek Allah'tan af ve mağfiret
dilenmesi.
Hadiste görüldüğü üzere, hayırlı işler büyük
günahların bile affına vesiledir. Hususan sıla-i rahm denen akraba hukukunun
yerine getirilmesi, çok daha mühim bir amel olmaktadır. Zira insanlar arasındaki
içtimaî bağlar bu şekilde kuvvetlenir, yardımlaşma, sevgi-saygı hisleri böylece
artar.
Hadis, ayrıca teyzenin anne yerine geçeceğini de
ifade etmektedir. Nitekim Tirmizî bu hadisi, "Teyze'ye iyi davranma"
babında zikreder. Bundan önce kaydedilen hadiste "Teyze anne
yerindedir" buyurulur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bazı
fırsatlarda da amcanın baba yerine geçeceğini belirtmiştir.[21]
ـ15ـ
وعن أبى أسيد
مالك بن ربيعة
الساعدى ]أنّ
رَجً قال يَا
رسُولَ
اللّهِ: هَلْ
بَقِىَ مِنْ برِّ
أبَوَىَّ
شَئٌ أبَرُّهُمَا
بهِ بَعْدَ
موتِهِمَا[.
فقال نعم: الصةُ
عليهمَا،
واسْتغفَارُ
لهُمَا،
وإنْفَاذُ
عَهْدِهمَا
من
بعْدِهِمَا،
وصِلَةُ الرَّحمِ
التى
توصلُ إّ
بِهِمَا،
وَإكْرامُ
صَدِيقِهمَا[.
أخرجه أبو
داود .
15.
(167)- Ebu
Üseyd Mâlik İbnu Rebî'a es-Sâidî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir adam:
"Ey Allah'ın Resûlü, anne ve babamın
vefatlarından sonra da onlara iyilik yapma imkânı var mı, ne ile onlara iyilik
yapabilirim?" diye sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Evet vardır" dedi ve açıkladı: "Onlara
dua, onlar için Allah'tan istiğfar (günahlarının affedilmesini) taleb etmek,
onlardan sonra vasiyetlerini yerine getirmek, anne ve babasının akrabalarına
karşı da sıla-i rahmi ifa etmek, anne ve babanın dostlarına ikramda
bulunmak."[22]
ـ16ـ
وعن ابن عمر
قال: سمعتُ رَسُولُ
اللّهِ # يقول:
]إنَّ من
أبرِّ البرِّ
أنْ يَصلَ
الرجلُ أهلَ
ودِّ أبيهِ
بعدَ أن يولَى[.
أخرجه مسلم،
وأبو داود،
والترمذى .
16. (168)- İbnu Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı işittim, şöyle diyordu:
"Kişinin yapacağı en üstün iyiliklerden biri,
ölümünden sonra babasının dostlarına sıla-ı rahimde bulunmasıdır."[23]
AÇIKLAMA:
Âlimlerimiz, babanın sağlığında mendub ve müstehab
olan baba dostlarının hatırını almak onlara ikramda bulunmak gibi
davranışların, babanın vefatından sonra da devam ettirilmesinin dinimizce
müstehab addedildiğine bu ve benzeri rivayetlerden delil çıkarmışlardır.[24]
ـ17ـ
وعن عمر بن
السائب ]أنّهُ
بلغهُ أنّ
رسُولَ
اللّهِ #:
كَانَ
جالِساً
فأقبَلَ
أبُوهُ من
الرضَاعةِ
فوَضَعَ لَهُ
بعضَ
ثَوْبِهِ
فقعدَ علَيْهِ،
ثمّ أقْبلتْ
أمُّهُ من
الرِّضَاعَةِ
فوَضَعَ
لَهَا شِقّ
ثوبِهِ من
جانبِهِ اŒخرِ
فجلستْ عليه،
ثمّ أقبل
إليهِ أخوهُ
من الرضاعةِ
فقام رسولُ
اللّهِ #
فأجلسهُ بين
يديهِ[. أخرجه
أبو داود .
17. (169)- Ömer İbnu's-Sâib'den rivayet edildiğine göre, şu
haber kendisine ulaşmıştır: "Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm) bir
gün otururken süt babası çıkagelir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
hürmeten, onun için, giydiği şeylerden birini serer ve üzerine oturtur. Az
sonra süt annesi gelir. Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm) bunun için de
elbisenin diğer tarafını serer, kadın üzerine oturur. Biraz sonra süt-oğlan
kardeşi gelir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kalkarak onu da önüne
oturtur."[25]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
süt akrabalarının da sıla-ı rahim'de bulunduğunu göstermektedir. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın süt annesi Halime-i Sa'diyye'dir. Müslüman olmuş ve
birkaç hadis rivayet etmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın süt kız
kardeşi Şeymâ Bintu'l-Hâris İbni Abdi'l-Uzza'dır. Şeymâ da Müslüman olmuştur.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın süt kardeşi Abdullah İbnu'l-Hâris'tir.
Bir diğer kız süt kardeşi de Üneyse Bintu'l-Hâris'dir. Süt babası ise Hâris
İbnu Abdi'l-Uzzâ İbnu Rifâ'ati's-Sa'dî'dir. Cenab-ı Hakk bunu da hidâyetiyle
müşerref kılmıştır, radıyallahu anh.[26]
ـ18ـ
وعه زيد بن
أرقم رضى
اللّه عنه
قال: قالَ رَسُولُ
اللّهِ #: ]مَنْ
حَجَّ عن أحدِ
أبَوَيْهِ
أجزأَ ذلكَ
عنهُ،
وبُشِّرَ
رُوحُهُ
بذلكَ في
السّماءِ،
وكُتبَ
عنداللّهِ
ولَوْ كَانَ
عاقّاً[.وفي
أخرى: كُتبَ
‘بيهِ بحَجٍّ،
وله بسبعٍ.
أخرجه رزين .
18. (170)- Zeyd İbnu Erkam (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki:
"Kim ebeveyninden birine bedel haccederse, bu
haccla onun borcunu ödemiş olur. Bu durum semâdaki ruhuna müjdelenir. Kişi,
anne ve babasına karşı isyankâr (âkk) bile olsa (bu iyiliği sebebiyle) Allah'ın
nezdinde (iyi kullar meyanında) yazılır."
Diğer bir rivayette ise: "Babası için bir
hacc, kendisi için yedi hacc yazılır" denmiştir.[27]
ـ1ـ
عن عائشة
رَضِى اللّهُ
عنها قالت:
]دَخَلَتْ
عَلَىَّ
امرأةٌ
وَمَعَها
ابْنَتَانِ
لَهَا تسألُ
فلم تَجدْ
عِندِى شيئاً
غيرَ تمْرةِ
فأعطَيتُهَا
إيّاهَا
فقسمتْهَا
بينَ ابْنَتَيْهَا
ولمْ تأكلْ
منْهَا ثم
خَرَجَتْ فدخلَ
عليَّ رَسُولُ
اللّهِ #
فأخْبَرتُهُ
فقال: مَنِ
ابْتُلِىَ من
هذهِ البناتِ
بشئٍ فأحسنَ
إليهِنَّ
كنَّ لهُ
سِتراً منَ
النارِ[.
أخرجه
الشيخان،
والترمذى .
1. (171)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Yanıma
bir kadın girdi. Beraberinde iki kız çocuğu da vardı. Bir şeyler istedi. Aksi
gibi yanımda bir hurmadan başka bir şey yoktu. Onu verdim. Kadın aldı ve ikiye
bölerek kızlarına taksim etti. Kendine pay ayırmadı. Çıkıp gittiler. Arkadan
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) girdi. Durumu ona anlattım. Dedi ki:
"Kim bu şekilde kızlarla imtihan edilir o da
onlara iyi davranırsa, kızlar, onun için, ateşe karşı perde olurlar."[28]
AÇIKLAMA:
1- Rivayet, Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nin sadaka
verme hususundaki hırsını gösteriyor. Yanında tek hurma tanesinden başka
verebilecek bir şeyi olmamasına rağmen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "Yârım
hurma bile olsa ver, dilenciyi boş çevirme" emrini yerine getirmede
gayret göstermiştir.
2- Hadiste gözüken ikinci husus annenin çocuklarına
gösterdiği şefkattir. Bu müşfik davranış Allah indinde makbul bir ameldir.
Müslim'de Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'den yapılan bir başka rivayette,
"Yanında bulunan üç hurmayı dilenci kadına verir. Kadın, ikisini çocuklara
birer tane verir, üçüncüsünü kendisi yiyeceği sırada çocuklar onu da isterler. Anne
kadın, kendine ayırdığı bu üçüncüyü ağzına atmaktan vazgeçer. İkiye bölüp,
çocuklara yarımşar verir. Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) vak'ayı Hz.Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e anlatınca:
"Allah bu hurma sebebiyle ona cenneti vâcib
kıldı,"
yahut "Allah bu hurma sebebiyle onu cehennemden âzad etti"
buyurur.
Hâdise iki de olabilir, aynı hadisenin farklı iki
rivayeti de olabilir. Çıkan hüküm aynıdır: Annenin evladına olan ihsanı Cenâb-ı
Hakk'ın rızasını kazanmada fevkalâde kestirme bir yol olmaktadır.
3- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
"kızlarla imtihan edilme" tabiri, kız çocuklarının halkın örfünde
umumiyetle istiskal edilmesindedir. Oğlan çocukları sevilir, oğlan doğunca
sevinilir ama kız olunca çoğunlukla hava değişir. Bu duygu Kur'ân-ı Kerîm'de
bile belirtildiği üzere, cahiliye Araplarında daha kuvvetli idi. Kızları diri
diri toprağa gömecek kadar kuvvetli bir histi ve yaygınlaşmıştı. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bu düşünceyi kaldırmak için bir kısım tedbirler
almıştır. Bu tedbirlerden biri, kız yetiştirmenin, onlardan gelecek
maddî-mânevi sıkıntılara katlanmanın Allah indinde büyük ecre vesîle olduğunu
belirtmektedir. Müteâkip hadislerde başka beyanlar da göreceğiz.[29]
ـ2ـ
وعن أنس قال:
قال رَسُولُ
اللّهِ #: ]مَنْ
عَالَ
جاَرِيتَيْنِ
حتَّى تبلغاَ
جَاءَ يوَمَ
القيَامَةِ
أنَا وَهُوَ:
وَضَمَّ
أصاَبِعَهُ[.
أخرجه مسلم
والترمذى.وعنه:
دخلت أنا وهو
الجنةَ
كهاتينِ،
وأشارَ
بأصبعيهِ .
2.
(172)- Hz.
Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu
ki:
"Büluğa erinceye kadar kim iki kız evladı
yetiştirirse
-parmaklarını birleştirerek- kıyamet günü o ve ben şöyle beraber
oluruz."
Tirmizî'de: "O ve ben cennete şu iki şey
gibi beraber gireriz" dedi ve iki parmağıyla işaret etti"
şeklinde gelmiştir.[30]
AÇIKLAMA için
müteakip hadise bak.[31]
ـ3ـ
وعن أبى سعدٍ
رضى اللّه عنه
قال: قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: ]مَنْ
عَالَ ثَثَ
بناتٍ، أو ثثَ
أخواتٍ، أو
أخْتَيْنِ،
أو بنتينِ
فأدَّبَهُنَّ،
وأحسنَ
إليهنَّ،
وزوَّجهنَّ
فله الجنةُ[.
أخرجه أبو
داود،
والترمذى،
وهذا لفظ أبى داود.وله
في أخرى: عن
ابن عباس رضى
اللّه عنه
قال: قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: ]مَنْ
كَانتْ لهُ
أنْثى فلم
يئِدْهَا ولم
يُهنْهَا ولم
يُؤْثِر
ولدَهُ: يعنى
الذكورَ عليها
أدخلهُ
اللّهُ تعالى
الجنةَ[ .
3. (173)- Ebu Saîd (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm):
"Kim "üç kız" veya "üç
kızkardeş" veya "iki kız kardeş" veya "iki kız"
yetiştirir, terbiye ve te'diblerini eksik etmez, onlara iyi davranır ve
evlendirirse cenneti hak etmiştir."
Ebu Dâvud'da İbnu Abbas' (radıyallahu anh)'dan şu
rivayet de kaydedilmiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu
ki:
"Kimin iki kızı olur da bunları öldürmez,
alçaltmaz, oğlan çocuklarını bunlara tercih etmezse Allah onu cennete
koyar."
(5147. H).[32]
AÇIKLAMA:
- Çocuk Öldürme Yasağı başlığı altında müstakil
olarak işlerken göstereceğimiz üzere, câhiliye Araplarında oldukça yaygın olan
bu meseleye, Kur'ân âyetlerinden ayrı olarak Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) de irşadlarında geniş yer vermiş, tekrar ele almıştır. Yukarıdaki
hadisleri bu açıdan değerlendirebiliriz.
1- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), kızların
yakın bir sevgi ve alâka ile büyütülmesini talab etmektedir. Hayatının ve
yaratılışının gayesini Allah'ın rızasını kazanmak, ebedî hayatını kurtarmak
bilen mü'mine, bu gayeye ulaştıracak en emîn yolu gösteriyor: "Üç (ve
hatta iki) kız yetiştirmek" Rivâyetlere dikkat edilince görülecektir ki,
Allah'ın rızasını garantilemek için yetiştirilecek kızın öz evlat olması şartı
yok. Kız kardeş de olabilir, yetim bahsinde görüleceği üzere akrabalık bağı olmayan
"kız" da olabilir, hatta bazı hadislere göre "cariye" yani
"köle kadın" da olabilir. Burada esas olan Allah'ın rızasını
gözeterek "kızları" yetiştirmek, yarının annelerinin terbiyesini
ihmal etmemektir.
2- Kızlara yapılacak iyilik'e gelince hadislerde bu da
farklı kelimelerle ifade edilmiştir: İhsanda bulunmak; ihtiyaçlarını görmek;
(iki kız veya kardeş veya akraba kıza Allah rızası için) infak etmek; kızların
maddî mânevî sıkıntılarına sabretmek; yedirmek, içirmek ve giydirmek, infak
etmek, evlendirmek ve terbiyelerini güzel yapmak, himâye etmek, merhametli
davranmak ve kefilleri olmak, onlarla sohbetini güzel yapmak, onlar hakkında
Allah'tan korkmak.
İbnu Hacer, "Bu sayılan vasıfların hepsini
"ihsan" kelimesi ifade eder" der ki, biz bunu ihsanda bulunmak diye tercüme ettik.
Şu halde, yukarıdaki son derece özetleyerek
kaydettiğimiz hadislerden her biri, kız çocuklarına yapılması gereken
"ihsan"ları, yedirip içirmeden evlendirmeye varıncaya kadar, hepsini
saymaktadır. Gücü yeten hepsini yapar, hepsine gücü yetmeyen güç
yetirebildiklerini yapar. Bunların hepsinin bir hadiste sayılmaması tamamına
güç yetiremiyenlere, va'dedilen büyük mükâfaata yapabileceği kadarıyla tâlib
olabileceğini ifade eder. Bu ise herkesi, "kız"lara ihsanda bulunmaya
teşvîk eder. Çünkü, sayılanlar arasında imkânları en mütevazi olan kimsenin
bile yapabileceği bir şey mevcuttur.
3- Hadiste temas edilen bir husus kız çocuğuna
alçaltıcı farklı muâmele yapılmaması meselesidir. Farklı muâmele İslâm öncesi
Arapların umumî vasfıdır. İslâm'a rağmen bugün bile birçok muhitlerde,
ailelerde aynı şeyi görmek mümkündür. Bu, bilgimizin azlığından değilse
teslimiyetimizin noksanlığındandır. Müslümanlığımızın zayıflığı sâdece namaz,
zekât, oruç gibi farzlardaki eksikliklerden ileri gelmiyor, ilâveten ahlakî, terbiyevî
sâhalara giren emirlerdeki ihmâlimizle daha da artıyor. Kız evladıyla erkek
evladı arasında erkek veya kız lehine ayırım yapan bir kimse davranışına âyet
veya hadisten hiçbir delil getiremez.[33]
Hayatımızın her safhasını aydınlatıp yönlendiren
İslâm dininde ebeveynin çocuklar arasını eşit tutma meselesi terbiyede mühim
bir esas teşkil eder. Bu sebeple, meseleyi yukarıdaki hadiste geçtiği şekilde
muhtasar olarak bırakmayı veya bir iki paragraflık bir açıklama ile yetinip geçmeyi
uygun bulmadık. Konu üzerine etraflı bilgi edinmek isteyenleri tatmîn edecek
bir açıklamayı Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Sünnetinde Terbiye
adlı kitabımızdan iktibas ediyoruz:
"Çocuklarla ebeveynin münâsebeti hususunda Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in ehemmiyetle üzerinde durduğu bir diğer
husus, çocuklara eşit muâmelede bulunmaktır. Bu prensibin tebliğine Nu'man İbnu
Beşîr'den rivayet edilen şu hâdise vesîle olmuştur: "Babam bana malından
bir şeyler hibe etmişti. Annem Amra Bintu Ravâhâ: Bu hibeye Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı şâhit kılmazsan kabûl etmiyoruz" dedi. Bunun
üzerine bana yaptığı hibeye şâhit kılmak için babam beni de alarak Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a gitti. Durumu öğrenen Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Başka çocukların da var mı?" diye sordu.
"Evet" cevâbı üzerine
"Aynı şekilde bütün çocuklarına hibede bulundun
mu?" diye
sordu. Babam:
"Hayır" deyince,
"Allah'tan korkun, çocuklarınız husûsunda âdil
olun"
dedi. Babam oradan ayrıldı ve hibeden rücû etti." Sâdece Müslim'de 19
vechine rastlanan rivayete Buhârî, Nesâî, Ebu Dâvud, Tirmizî, İbnu Mâce,
Muvatta, Müsnedü Ahmed, Müsnedü Tayâlîsî vs. hemen hemen bütün hadis
mecmûalarında farklı vecihler çerçevesinde rastlanmaktadır. Ebû Dâvud'un Süleyman
İbnu Harb tarikinden yaptığı tahricde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Çocuklarınızın
arasını eşit tutun" diye sârih emirde bulunur. Muhtelif vecihlerde
Beşir'in davranışındaki tahrimiyyet (veya kerâhet) Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) tarafından: "Bunu iâde et", "Beni şâhid kılma, ben
çevre (orta yoldan sapma) şehâdette bulunamam", "Bu doğru değil, ben
ancak hakka şehâdet ederim", "Buna benden başkasını şâhid kıl"
.... gibi çeşitli sözlerle ifâde edilmiştir. Ahmed İbu Hanbel'in bir rivayetinde,
eşit davranmak, çocuğun, ebeveyni üzerindeki haklarından biri gösterilir: "....
Çocukların, senin üzerindeki haklarından biri onlara eşit davranmandır."
Tirmizî'nin açıklamasından anladığımıza göre, bu
hadise dayanarak çocuklar arasında tesviyenin lüzumuna inanan âlimlerin bir
kısmı, "ihsan ve atiyyede" şart derken, diğer bir kısmı "öpücüğe
varıncaya kadar" (zâhire akseden) her şeyde şart demiştir. Tesviyenin her
çeşit muâmeleye şümulünü şart koşanların görüşünü te'yîd eden Bezzâr'ın,
Enes'ten bir tahricine göre "Bir adam Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in yanında otururken oğlunun biri gelir. Adam çocuğunu öper ve
dizinin üstüne oturtur. Az sonra kızı gelir. Adamcağız onu (öpmeksizin) önüne oturtur. Bunun üzerine
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Aralarında eşit davranıyor
musun?" (diye kınar).
Selef, evladlar arasında âdil davranmayı, dinî bir
vecibe olan "sıla-ı rahm" meyânında mütâlaa etmiştir.
Eşitlik deyince bundan erkek-kız bütün çocukları
anlamak gerekmektedir. Bazıları (Ahmet ve İshak: "Mirâs'da olduğu gibi
kızın tek erkeğin çift hisse almasıyla burada kastedilen eşitlik hâsıl
olur" demişse de Cumhûr bunu reddetmiştir. Esasen bir kısım sünnet, hibe,
ihsan gibi davranışlarda mutlaka farklı hareket edilecekse bunun "kız
çocuklarının" lehine yapılmasını âmirdir: "Bağış ve ihsanda
çocuklarınız arasını eşit tutun. Eğer ben birini üstün tutacak olsaydım kızları üstün
tutardım." Senedce zayıf da olsa aynı mânâyı müeyyid bir diğer hadiste
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Allah öpücüğe varıncaya kadar her
hususta çocuklar arasında adâletli davranmanızı sever" buyurmaktadır.
Bu eşitlik emriyle ihtiyârî olan fiillerin
kastedildiği mâlumdur. Kalbî sevgi ihtiyârın dışında olması hasebiyle sevgide
eşitlik mevzubahs değildir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm Hz. Yakub'un Hz. Yusuf'a
aşırı muhabbetinden bahsettiği gibi, bazı rivayetlerde de Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in kendisine herkesten çok benzediği kaydedilen torunu
Hasan'ı Hüseyin'den daha çok sevdiğine dair ifadelere rastlanmaktadır.
Sünnette çocuklara yapılacak farklı muâmelenin
ictimâî münâsebetlere menfi etkileri olacak bir kısım kötü hislerin doğup
gelişeceğine ve bilhassa bu tutuma yer veren ebeveyne karşı hürmet hislerinin
zayıflayacağı keyfiyetine şu vecihte dikkat çekilmektedir: Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) kendisini şâhid kılmak isteyen Nu'man İbnu Beşîr'e
sorar:
"Çocuklarının sana karşı hürmet ve lütûf'da
adâletli olmaları seni memnun etmez mi?"
"Evet yâ Resûlallah",
"Öyle ise başkasını şâhid kıl."
Kezâ Nu'man'a verilen şu cevap da çocuklara
yapılacak eşit muâmele ile onlardan görülecek eşit hürmet arasındaki sıkı
münâsebeti te'yîd eder: "Onların sana eşit bir şekilde iyilik etmeleri
nasıl senin hakkınsa, senin de onlara eşit muâmelede bulunman öylece onların
hakkıdır. Kur'ân-ı Kerîm'de zikredilen Hz. Yusuf hikâyesinde Yûsuf'un kuyuya
atılışı, babasının Yusuf'a olan fazla sevgisi sebebiyle kardeşlerinde uyanan
kıskançlık illetine bağlanışı mevzumuz için ziyadesiyle mânidârdır. Bu fıkra
bize, çocuklara yapılacak gayr-i âdil muâmelenin onların ebeveyne karşı
hürmetlerini kırmakla kalmayıp, kardeşler arasında bulunması gereken (rahm
denen) mânevî râbıtayı da kırıp aralarını açacağını ifâde etmektedir ki bu
kayırma işini kerih görenler sebep olarak bu noktada ısrar ederler. Nitekim Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Çocuğunun kendisine iyi
davranmasında ona yardımcı olan babaya Allah rahmetini bol kılsın" derken
evlâdın babaya karşı iyi veya kötü davranmasında babanın hissesinin büyük
olduğuna dikkat çekmektedir. Hadiste istenen yardım, büyük ölçüde eşit
muâmeleye bağlı olsa gerek.
Nitekim İbnu Hacer'in izahına göre eşit muâmeleyi
vâcib görenlerin bir hücceti de son söylediğimiz iki husustur. "Zira o
(eşit muâmele), vâcibin mukaddimesidir. Çünkü kardeşliğin kopması ve ebeveyn
hukukuna riâyetsizlik (yani kat'u'r-rahm ve'l-ukûk) dînen haram kılınan iki
husustur, öyle ise bu iki harama müeddi olan vâsıtalar da haramdır. Çocukların
birini öbürüne karşı kayırmak ise bu iki harama müeddî olur." Bu meyânda
Münâvî de şunu söyler: "Dünya ve âhiretin intizamı adâlete bağlıdır.
Aralarında farklı muâmele, (kardeşler arasında) karşılıklı kin, buğz ve
adâvete, ebeveyne karşı da bir kısmının muhabbeti ve diğer bir kısmının buğzuna
sebep olur. Bu durumdan ebeveyne ve kardeşlere karşı haksızlıklar neş'et
eder."
Sünnette şiddetle yasak edilen bu gayr-ı âdil
davranışın uzak, yakın, ferdî, içtimâî başka çeşit neticeler de tevlîd edeceği
ihtimâlden uzak değildir. Nitekim günümüzde yapılan araştırmalar çocuklarda
görülen intihâr, transvestizm (kadınların erkek, erkeklerin kadın gibi
giyinmesi), altını ıslatma, kıskançlık ve düşmanlık hislerinin doğması gibi bir
kısım ruhî bozuklukların sebepleri meyânında anababanın çocuklar arasında
yaptıkları ayrımın da yer aldığını ortaya çıkarmıştır. Bu sebeple
eğitimcilerimiz "Muhtelif çocukları olan ailelerde bir çocuğun ötekine
tercih edilmesi, kardeşleri veyâ diğer çocuklarla aleyhinde mukayeseler
yapılması şahsiyet gelişmesi yönünden göz önünde tutulması icabeden bir
husûstur (...) Bu duruma düşen çocuklarda hem yetişkinlere, hem de kendine
tercih edilen çocuğa karşı "düşmanlık, kıskançlık, aşağılık duyguları
geliştirilir" demektedirler.
Önce evvel isteyene: Küçük kardeşler arasında
sıkca görülen bir husus birisinin herhangi bir talebi olunca diğerinin de aynı
talepte bulunmasıdır. Şu vereceğimiz misâlden Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in böyle hâllerde önce ilk mürâcaata cevap verilmesi gerektiği
prensibini vaz' ettiği anlaşılmaktadır. Hz. Ali'den gelen rivayet aynen şöyle:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bizi ziyâret etmişti. Yanımızda
geceledi. Hasan ve Hüseyin de uyuyorlardı. Bir ara Hasan su istedi. Derhâl
kalkan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) su kırbasından kadehe su aldı.
Çocuğa vermek için getirmişti ki (o sırada uyanmış olan) Hüseyin (hemen
bardağı) alıp su içmek istedi. Resûlullah ona vermeyip önce Hasan'a verdi.
Bunun üzerine Fatıma dayanamayarak:
"Hasan'ı Hüseyin'den çok seviyor gibisin"
deyince,
"Hayır, fakat ilk defa o istedi" cevabını verdi.[34]
Dinimizin ısrarla üzerinde durduğu bu meseleyi,
doğum kontrolü tatbikatıyla günümüzde kazandığı ehemmiyet sebebiyle biraz
genişçe açıklamayı gerekli bulduk. Bu maksadla Kur'ân'da Çocuk adlı
kitabımızdan ilgili kısmı aşağıya aynen alıyoruz.
"Çocukların korunması hususundaki Kur'ânî
tahdid ve tedbirlerden biri de çocuk öldürme yasağıdır. Eski çağlardan beri
bütün dünyada[35],
çeşitli şekillerde mevcut olan bu meş'um gelenek, câhiliyye devri Araplarında
da yaygın şekilde mevcuttu. Kur'ân-ı Kerîm bu müessif tatbikata, birçok kereler
temas eder.
Bir kısım âyetler, bu âdetin tarihen eskiliğine
dikkat çekerek tâ Hz. Musâ zamanında Firavun tarafından Yahûdiler'e
uygulandığını haber verir. Bu uygulamada yeni doğan erkek çocuklar öldürülüyor,
kızlar sağ bırakılıyordu.[36]
Yahûdilere tatbik edilmiş olan bu "erkek
çocukları öldürme" cinayeti düşmanca tavırdan, inananlar zümresini
zayıflatmak ve güçsüz bırakmak düşüncesinden ileri geliyordu.
Kur'ân-ı Kerîm, câhiliyye devri Araplarında mevcut
çocuk öldürme âdetine de âyetlerinde yer verir:
"Böylece
putlara hizmet edenler, puta tapanların çoğunu helâke sürüklemek, dinlerini
karmakarışık etmek için çocuklarını öldürmelerini onlara iyi
göstermişlerdir." (En'âm: 6/137).
Erkek ve kız her iki cinsten çocukları
"fakirlik" korkusuyla öldürtüp, kızları da "ar"
düşüncesiyle diri diri toprağa gömdüren bu geleneğin İslâm'ın bidâyetlerine
kadar canlı ve de yaygın bir şekilde geldiğini gösteren pek çok rivayet
mevcuttur. Bunlardan biri İslâm'la şereflenmezden önce, kendi eliyle 12 kızını
diri diri toprağa gömmüş bulunan Kays İbnu Âsım'la ilgilidir. Müslüman olduktan
sonra suçunu itirafla Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den bu günahtan
kurtulma çâresi olup olmadığını sormuştur. Bir diğer durum Sa'sa'a İbnu
Nâciye'nin rivayetiyle sergilenmektedir: Bu hayırsever zengin, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e mürâcaat ederek, Müslüman olmazdan önce 360 tane
çocuğu satın almak suretiyle ölümden kurtardığını, bu amelinin mânevî
mükâfaatının ne olacağını sormuştur.
Kur'ân-ı Kerîm, çeşitli bahâne ve şekiller altında
kıyâmete kadar devam edecek olan bu tatbîkatla, ciddî şekilde mücadele eder.
Bunu bu iki örnekle görelim:
1- Şu âyet- i kerimede en büyük haramlar sayılırken,
çocuk öldürme, üçüncü sırada gösterilmiştir:
"De ki: "Gelin size, Rabbinizin haram
kıldığı şeyleri söyleyeyim: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, anaya-babaya
iyilik yapın, yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin -sizin ve onların
rızkını veren biziz-. "Gizli ve açık" kötülüklere yaklaşmayın.
Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın. Allah bunları size
düşünesiniz diye buyurmaktadır" (En'âm: 6/151).
İsrâ sûresinde de çocuk öldürme fiili "büyük
hata" olarak tavsif edilmiştir. (İsra: 17/31).
2- Çocuk öldürenlerin büyük hüsrana uğrayacakları
haber verilir:
"Beyinsizlikleri yüzünden körükörüne
çocuklarını öldürenler ve Allah'ın kendilerine verdiği nimetleri -Allah'a
iftira ederek- haram sayanlar mahvolmuşlardır. Onlar sapıtmışlardır. Zaten
doğru yolda da değildirler." (En'am: 6/140).
3- Kadın ve erkeklerle yapılan bey'atlarda çocuk
öldürmeme şartı konur:
"Ey Peygamber! İnanmış kadınlar Allah'a hiçbir
ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek,
başkasının çocuğunu sâhiplenerek kocasına isnadda bulunmamak ve uygun olanı
işlemekte sana karşı gelmemek şartıyla sana bey'at etmek üzere geldikleri zaman
onları kabûl et, onlara Allah'tan bağışlama dile. Doğrusu Allah bağışlayandır,
acıyandır." (Saff: 61/12).
4- Öldürme yasağını sıkça tekrar etmiştir: Gerek
yukarıda kaydettiklerimiz ve gerekse "Kız
çocuğunun hangi suçtan ötürü öldürüldüğü kendisine sorulduğu zaman"
meâlindeki.âyeti (Tekvir: 81/8-9) ile iki ayrı yerde geçen ve: "Fakirlik
korkusu ile çocuklarınızı öldürmeyin, sizi de, onları da rızıklandıran
biziz" (İsra: 17/31; En'am: 6/151). meâlindeki âyetleri Kur'an-ı
Kerîm'in her tarafına serpiştirilmiş olarak bu yasağı, sıkça hatırlatmaktadır.
Zamanımızda, bir kısmı dâhilî, bir kısmı hâricî
sebeplerden hâsıl olan iktisadî sıkıntıları ve tamamen muhayyel olan- müstakbel
açlık tehlikelerini önlemek bahanesi dile getirilmek sûretiyle Malthus'cu
iddiaların rengine büründürülen ve aslında dıştan gelen siyâsî baskılardan
kaynaklanan ve dünyanın her tarafında tatbîkatı yaygınlaştırılmaya çalışılan ve
nüfus planlaması, aile planlaması, doğum kontrolü gibi değişik adlarla mûnis
gösterilmeye ve meşrû kılınmaya çalışılan "modern çocuk öldürme
metodları" Kur'ân-ı Kerîm'de ifade edilen yasak sınırının dışına çıkmaz.
Âyetlerde firavunlarca "mü'minleri zayıf kılmak" için işlendiği
bildirilen "fakirlik korkusu" kılıfına büründürülmüş şekliyle
mü'minler tarafından benimsenebileceğine işaret edilmekte ve bu tuzağa
düşülmemesi için "fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin" emri
tekrar edilmiş olmaktadır.[37]
ـ4ـ
وعن عوف بن
مالك ا‘شجعى
رضى اللّه عنه
قال: قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: ]أنَا
وامرأةٌ
سَعْفَاءُ
الخدَّين
كَهاتينِ
يومَ
القيامةِ،
وأومأ يزيدُ
بنُ زُرَيعٍ الراوى
بالوُسطى
والسبابةِ:
امرأةٌ آمَتْ
من زوجها ذاتُ
منصبٍ وجمال
حَبَسَتْ
نفْسَهَا علَى
يتامَاهَا
حتَّى بانُوا
أو ماتوا[.
أخرجه أبو
داود.»والسفعة«
نوع من السواد
ليس بكثير، وأراد
أنهَا بذلت
نفسها
ليتاماها،
وتركت الزينة
والترفه حتى
شحب لونها
واسود، »وآمت«
بالمد: أقامت
ب زوج، ومعنى
»بانوا«
انفصلوا
واستغنوا .
4. (174)- Avf İbnu Mâlik el-Eşca'î (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Ben ve
yanakları kararmış kadın kıyamet günü şu iki şey gibi yan yanayız. -Hadisi
rivayet eden Yezid İbnu Zürey, baş ve orta parmaklarıyla işaret yaptı.- O
kadın ki, mevkii, makamı bulunan kocasından dul kalmıştır, (maddî imkânlarından
başka) neseb ve güzelliği yerindedir. Bütün bunlara rağmen (evlenmez) ve
yetimler büyüyünceye veya ölünceye kadar
kendini onlara hasreder."
Hadîste geçen "yanakları kararmış kadın"
tabiriyle Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) yetimlerini büyütmek gayesiyle
süslenmeyi ve rahat yaşamayı terkeden, çektiği sıkıntılar sebebiyle cildi
kararan dul kadını ifade buyurmuştur.[38]
ـ5ـ
وعن خولة بنت
حكيم رضى
اللّهُ عنها
قالت: ]خَرجَ
رَسُولُ
اللّهِ # ذاتَ
يومٍ وهوَ
محتضِنٌ أحدَ
ابنَىْ
بنتِهِ وهو
يقولُ: إنّكمْ
لتُبْخلُونَ
وتجبَنونَ
وتُجَهِّلُونَ
وإنّكمْ لمن
رَيْحانِ
اللّهِ
تعالى[. أخرجه
الترمذى.»ومعناه«
تحملون على
البخل والجبن
والجهل.
5. (175)- Havle bintu Hakîm (radıyallahu anhâ) anlatıyor: Bir
gün, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kızı Fatıma (radıyallahu anhâ)'nın iki
oğlundan birini kucaklamış olduğu halde evden çıktı ve şöyle diyordu:
"Siz var ya, sizin yüzünüzden (ebeveyniniz)
cimriliğe, korkaklığa ve cehâlete düşüyorlar. Ve siz Allah'ın
reyhanındansınız."[39]
AÇIKLAMA:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) torunlarına
olan sevgisini çeşitli şekilde izhar etmiştir. Burada kucaklayıp taşıdığını, bu
meyanda çocukla konuştuğunu görüyoruz. Çocuğu olan babalar onların
terbiyelerini düşündükleri için cihada gitmekten korkarlar. Onlar için birçok
hayır harcamalarına karşı cimrilik ederler. Keza çocuklarının rızıklarını
te'min, himâye ve terbiyelerini sağlamak için meşgul olduklarından ilme de
vakit ayıramazlar, câhil kalırlar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir
başka vesile ile çocukları kucaklarken: "Allah doğru söylemiştir. "Evlatlarınız,
mallarınız birer fitnedir" (Teğabûn: 64/15) buyurur. Şu halde
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), yukarıdaki sözleriyle, çocukların fitne
olduğunu belirten âyetlere işaret etmiş olabilir. O âyetlerden biri meâlen
şöyledir: "Ey iman edenler, sizi ne malınız, ne evladlarınız Allah'ı
zikirden alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar hüsrana uğrayanların ta
kendileridir" (Münâfikun: 63/9).
Şu halde, çocukların ihtiyaçlarını görmek,
terbiyelerini yapmak gibi meşguliyetler, dikkatli olunmadığı takdirde başka
çeşit vazifelerimizi ihmâle sebep olabilecektir. Şu halde âyet ve hadisler bu
tehlikeli duruma dikkatleri çekmiş oluyorlar.
2- Hadis önce çocuğu zemmetmiş, sonra da reyhana
benzeterek medhetmiştir. Bu benzetmeden maksadın çocuğun öpülüp koklandığına
irşâd olduğu belirtilir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) çocukların
terbiyesinde onların öpülmelerine, sevilmelerine çok ehemmiyet vermiş; "Her
öpücük sebebiyle size cennetten bir derece verilir" diyerek buna
teşvik etmiştir.[40]
Büyüklerin küçüklere olan ilgilerinde en mühim yeri
işgal eden şefkate İslâm'ın verdiği ehemmiyeti açıklamak üzere Hz. Peygamber'in
Sünnetinde Terbiye adlı kitabımızdan ilgili bahsi aşağıya kaydediyoruz:
"Başta ebeveyn olmak üzere bütün büyüklerin
küçüklere olan münâsebetinde en mühim esas, onlara gösterilecek sevgi ve
şefkattir. Büyüklerde takdir edilme ihtiyacı ne ise, küçüklerde de sevilme ve
şefkat görme ihtiyacı aynı şeydir. Ancak bu ikincilerde sevgi, onların
gelişmesinde gıda hükmüne geçtiği için şahsiyetlerinin teşekkül ve inkişafında
mâ-i hayat, ziyay-ı şems durumundadır ve "sosyalleşmesinde en önemli
faktör" olması sebebiyle çok daha mühimdir. Çocuğun müteakip yıllarda
göstereceği bir kısım ruhî bozukluklar, ailesinden yeteri kadar sevgi ve alâka
görmemesi, kötü muâmelelere mâruz kalmasıyla îzâh edilmektedir. Batılı bir
terbiyeci "Öğretmende sevgi olmazsa, çocukta ne karekter, ne de zekâ iyi
ve serbestçe gelişemez" der. Bir diğeri çocuk intiharlarının sebeplerinden
biri olarak çocuğun sevilmediğine dair inancı gösterir. Yine bir Batılı
"Az veya çok bilinçli olan sevgi ihtiyacı çok büyüktür, hiç olmazsa ölçülü
bir şekilde sevilmeyen çocuk içine çekilir, zayıflar ve bencil bir şekilde
kendi kabuğuna kapanır. Çocuk temiz havaya nasıl muhtaçsa aynı tarzda sevgiye
de muhtaçtır" der. Çocuğa gösterilecek sevginin onun cinsî kuvvelerinin
gelişmesine de müessîr olacağına inanan terbiyeciler "çocuğun normal
seksüel davranışlar kazanması için" alınacak tedbirler meyânında "çocuklar
ve gençlerin doğuştan itibaren gerekli sevgi ve saygıyı görmesi"ni şart
koşmaktadırlar. Aile içerisinde sevilme ve reddedilme gibi durumların çocuğun
konuşma kapasitesine de müsbet veyâhut menfî yönden etki edeceği, yeterli
sevgiye mazhar olmayan çocukların konuşma özürlerine maruz kalacağı da
belirtilmiştir. Keza homoseksüellik, sadizm, altını ıslatma, itâatsizlik,
anne-babaya düşmanlık gibi her çeşit rûhî bozuklukların temelinde "insan
yavrusunun en önemli psikolojik ihtiyâcı olan içten sevilmek" noksanlığı gösterilmektedir.
Çevrelerinden, hususen anne babalarından, yeteri kadar sevgi ve alâka göremeyen
çocukların, kendisine itimad duygusunu geliştiremeyeceği, büyüklere karşı
düşmanca hareket etmeye, haşin, kırıcı, kavgacı, yalancı, hırsız, okul kaçkını
olmaya meyledeceği vs. kesinlikle anlaşılmıştır. Suçlu çocuklar için te'sis
edilen ıslah evlerinde de başarı için, her şeyden önce "sevgi ve
şefkât"e başvurulması gerektiği belirtilmektedir.
Bu söylenenler, bir kısım klinik ve anket
çalışmaları sonunda ilmen tesbit edildiği için "son zamanlarda en ziyade
üzerinde durulan mühim problemlerden biri anne ve babaların çocuğa karşı
takınacağı tavır" olmuştur.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) diğer birçok
sünnetlerinde olduğu gibi, burada da sebep zikretmeksizin, çocuklara şefkat
hususunda ısrar etmiş, teşvik edici sebep olarak da Allah indindeki mükâfaatı
zikretmiştir. Başka vesîlelerle de belirttiğimiz gibi çok yönlü hikmetleri
bulunan bir emir veya yasağın sebepleri tâdâd edilmez, meselenin sâdece mânevî
sonucu zikredilir: "Allah'ın rızası", "gadabı",
"şeytanın rızası", "memnuniyetsizliği", "meleklerin
duası", "lâneti" vs. Çocuklara gösterilmesi gereken şefkat
husûsu da böyle te'yid edilmiştir. "Rahmet (şefkât) sahiplerine Rahmân
rahmet eder, arz ehline rahmet edin (müşfik olun) ki semâ ehli de size rahmet
etsin." "(Rabbim şöyle buyurdu:)
Şurası muhakkak ki rahmetim gadabımı geçmiştir", "(Halka) merhametli olmayana (Hakk tarafından)
rahmet edilmez, "Merhamet ancak şakî olanlardan alınmıştır" gibi
müteaddid hadislerde rahmeti bütün canlı mahlûkatla olan münâsebetlerde büyük
bir esas olarak vaz eden Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) çocuklara karşı
gösterilecek şefkât ve merhamete ayrıca dikkat çeker ve: "Küçüklerimize
şefkât etmeyen (...) bizden değilir" der.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), çocuklarına
karşı müşfik ve onlara düşkün olan kadınları takdir etmek sûretiyle kadınları
şefkatli olmaya teşvik etmiştir. Bu cümleden olarak Kureyş kadınları
çocuklarına düşkünlükleri sebebiyle takdir edilirler: "Deveye binen
kadınların en hayırlısı Kureyş kadınlarının sâliha olanlarıdır, onlar
küçüklüklerinde çocuklarına son derece müşfik ve düşkündürler (...)"
Bir seferinde iki çocuğundan birini sırtına almış, diğerini de elinden tutmuş
yederek huzûruna gelen bir kadına, diğer bir seferinde de Hz. Aişe'nin ikram
ettiği üç hurmadan ikisini beraberindeki iki çocuğuna birer tane verip
üçüncüsünü kendine ayırdığı hâlde az sonra üçüncüyü de çocuklarına yarımşar
veren kadına, çocuklarına karşı izhâr ettiği şefkatten dolayı fevkalâde takdir
ve senâlarda bulunmuştur.
Hz. Enes, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
iyâline karşı nâsın en şefkatlisi olarak tavsif eder. Der ki: "İyâline
karşı Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den daha müşfik olan hiç kimseyi
görmedim. Oğlu İbrahim'in Medine'nin bir kenarında oturan süt annesi vardı. Süt
annenin kocası bir demirci idi. Beraberinde biz de olduğumuz hâlde Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) oraya (çocuğu sık sık görmeye) giderdi.
Varınca demircinin izhîrle dumanlandırılmış evine girer, çocuğu kucaklar öper,
koklar, bir müddet sonra dönerdi. Müsned-i Zeyd'de gelen bir tahricde Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), herkesi çocuklarını öpmeye teşvik eder "Çocuklarınızı
çok öpün zira her öpücük için size Cennet'te bir derece verilir ki iki derece
arasında beşyüz yıllık mesâfe mevuttur. Melekler öpücüklerinizi sayarlar ve
sizin için yazarlar."
Torunları Hasan'ı (veya Hüseyin'i) öperken Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'i, gören Akra' İbnu Hâbis bunu yadırgayarak:
"Benim on çocuğum var hiçbirini de öpmedim" der. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ona yönelerek şu cevabı verir:
"Şefkatli olmayana merhamet edilmez."
Sâib İbnu Yezîd'in rivayetinde ise "Halka
merhamet ve şefkat göstermeyene Allah rahmet etmez." demiştir. Kezâ
İbnu Mâce'nin tahricinde
"Çocuklarınızı öper misiniz?" diye soran
bedevîlerin Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan
"evet" cevâbını alınca:
"Fakat biz, Allah'a andolsun öpmeyiz"
demeleri üzerine de Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Allah kalplerinizden merhameti çıkardı ise ben
ne yapabilirim?" demiştir. Bütün bu rivayetler bir yandan Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın çocuk sevgisine verdiği ehemmiyeti ifade ederken, diğer yandan da
çocuklara karşı beslenmesi gereken sevgi, şefkât ve merhâmetin en iyi ifade
vasıtasının onları öpmek olduğunu belirtmekte ve buna teşvik etmektedir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'deki bu çocuk
sevgisi sâdece kendi çocuklarına karşı olan cibillî bir evlad sevgisinden çok,
alelıtlak sevgiye muhtâç olan bütün çocuklara karşı idi. Yine Enes (radıyallahu
anh)'den mervî bir hadiste, O (aleyhissalâtu vesselâm)'nun "Çocuklara
karşı nâsın en müşfiki" olduğu belirtilmektedir ki bir başka vecihte "çocuklarına
ve iyâline karşı nâsın en müşfiki" şeklinde gelmiştir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'de çocuk
sevgisi pek bâriz bir vasıf olmaktan başka bunun mübalağalı bir şekilde izharı
da görülmektedir. Sevgiyi izharda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
muhtelif imkân ve fırsatları değerlendirmiştir.[41]
Çocuklara karşı duyulan sevgiyi ifade etmenin en iyi
yollarından biri onların kucaklanıp öpülmesidir. Bu sebeple Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in reyhâna teşbih edip "kokusu cennetin
kokusundandır" dediği çocukları kucaklayıp öptüğüne dair misaller
çoktur.
İbnu Ömer (radıyallahu anh)'in rivayetinde
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "dünyadaki iki reyhânım"
dediği Hasan (radıyallahu anh) ve Hüseyin (radıyallahu anh)'i Enes (radıyallahu
anh)'ın bildirdiğine göre (sık sık) "çağırtıp onları koklar ve bağrına
basardı." Nitekim Buhârî'nin tahricinde Ebû Hüreyre (radıyallahu anh),
Tirmizî'nin tahricinde Havle Bintu Hâkim, Hâkim'in tahrîcinde Ya'lâ'bnu
Münebbîh es-Sakatî, İbnu Mâce'nin tahricinde Ya'la'l-Âmirî Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in torunlarını kucaklayıp bağrına bastığını ve dua
edip sevgisini izhâr buyurduklarını
haber vermektedir.
Usâme İbnu Zeyd'in Buhârî'de gelen bir rivayetinden
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in kendi öz evlâd ve torunları dışında
kalan çocuklara da aynı sevgi tezâhüründe bulunduğunu anlamaktayız. Usâme
(radıyallahu anh) diyor ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) beni bir
dizine, Hasan İbnu Ali (radıyallahu anh)'yi de diğer dizine oturtur, sonra
ikimizi birden bağrına basar ve: "Ey Rabbim bunlara rahmet et, çünkü
ben bunlara karşı merhametliyim" derdi. Kezâ İbnu Rebî'ati'bni'l-Hâris
(radıyallahu anh)'in rivayeti de bu görüşümüzü teyîd etmektedir. Der ki:
"Babam beni, Abbâs (radıyallahu anh) da oğlu el-Fadl (radıyallahu anh)'ı
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gönderdi, huzûrlarına girdiğimiz zaman
bizi sağlı sollu oturttu ve bizi öylesine sıkı kucakladı ki daha kuvvetlisini
görmedik."
Rivâyetler Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
çocuğu çok değişik yerlerinden öptüğünü, göstermektedir. Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh)'nin bir rivayetinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
iki omuzundaki Hasan ve Hüseyin'in sırasıyla dudaklarından öptüğünü, diğer bir
rivayetinde "Hasan'ın dilini kişinin kuru hurmayı emdiği gibi emdiğini",
Hz. Mu'aviye (radıyallahu anh)'nin bir rivayetinde de "acıtmaksızın
Hasan'ın dudağını emdiğini" görüyoruz.
Bu hususta şu rivayet de son derece enteresan
gözüküyor: "Ebû Hüreyre bir gün Hasan İbnu Ali'ye rastlar ve
"Elbisesini kaldır tâ ki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın öptüğünü
gördüğüm yerden öpeyim" der. Hz. Hasan elbiseyi karnından yukarı alır. Ebû
Hüreyre göbeğinin üzerine dudaklarını koyar ve öper."
Kezâ Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kızı
Fâtıma'yı da öptüğü rivayetlerde belirtilmektedir. Fâtıma'yı bazı rivayetlerde
"umûmiyetle başının tepesinden" öptüğü belirtilirse de Hz. Ebû
Bekir'in, kızı Aişe'yi yanağından öptüğüne dair rivâyetin varlığı kız
çocuklarının sâdece alın veyâ tepeden öpüleceğine dair bir teamülün olmadığını gösterir.
Bütün bu rivayetlerden anlaşılacağı üzere, küçük
çocuk kız ve erkek tefrîk edilmeksizin öpülecektir. İbnu Battâl'ın deyişine
göre -ki verdiğimiz misâller bunu teyîd eder- "Çocuğun bütün uzuvlarından
öpmek câizdir. Ulemâ'nın ekserîsine göre avret olmadıkça büyüklerin de bütün
uzuvlarından öpmek câizdir."
Öpmeyi: "Sevgi öpmesi, merhamet öpmesi, şefkat
öpmesi, hürmet öpmesi, şehvet öpmesi diye beş kısma ayıran İslâm âlimleri Allah
rızasıyla olduğu takdirde hepsinin ibadet sayılacağını ifade etmiş, çocukların
öpülmesini de "rahmet" olarak değerlendirerek bunu bilhassa şehvânî
olan öpmelerinden tamamen ayırmıştır. İbnu Hacer biraz daha tafsilatlı olarak
şöyle der: "Öz çocukların akrabâ ve yabancı çocuklarının öpülmesi şefkat
ve rahmet içindir, lezzet ve şehvet için değildir, bağrına basmak, koklamak ve
kucaklamak da böyledir. Fakat Nevevî: "Başkasının çocuğunun da şehvetle
olmadığı takdirde öpülmesi câizdir" demekle, başkasının çocuğunu öperken
değişik bir niyyetin araya girebileceği ihtimaline yer vermiş oluyor.[42]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), çocuklara
olan sevgisini izhârda sıkca okşamaya da yer vermiştir. Bunu daha ziyâde
çeşitli vesîlelerle huzûruna çıkan Müslüman çocuklara karşı tatbîk etmiştir.
Rivâyetler okşama, kucağına alma ve hayır duânın umumiyetle berâber olduğunu
ifâde ederler. Bir iki misâl verebiliriz. Yusuf İbnu Abdillah İbni Selâm:
"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), beni Yûsuf diye tesmiye etti,
kucağına oturttu ve başımı okşadı"der. Amr İbnu Hureys ise kendini annesinin
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in huzuruna götürdüğünü Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın başını okşayıp, bol rızka kavuşması için dua
ettiğini, Abdullah İbnu Utbe de beş altı yaşlarında iken Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in kendisini tutup kucağına oturtarak başını okşayıp,
zürriyeti için bereketle dua ettiğini hatırlayabildiğini anlatır.
Abdullah İbnu Büsr de kendilerini Hz. Ebû Bekir'le
ziyârete gelen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a yemek ikrâm ettiklerini,
yemekten sonra ev halkı için dua edip, eliyle kendi başını okşayarak: "Bu
çocuk bir asır yaşayacak" dediğini rivayet eder. Kezâ biat için getirilmiş
olan Abdullâh İbnu Hişâm'ı da okşar, dua eder, "Henüz küçüktür"
diyerek biat almaz.
Kızlarla ilgili bir örnek için de Cemre Bintu
Abdillah et-Temîmiyye'nin şu rivayetine bakalım, der ki: "Babam beni
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a götürdü ve: "Şu kızım için
Allah'a bereketle dua buyrun" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) beni kucağına oturttu, sonra elini başıma koydu ve bereketle dua
etti.
Câbir İbnu Semüre de şu müşâhedesini anlatır: Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le öğle namazı kıldım. Namazı müteakip
ehline gitti. Ben de onu takip ettim. Derken onu iki çocuk karşılamıştı ki Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) teker teker her birinin yanaklarını okşamaya
başladı, -Râvi ilâve eder- Benim yanaklarımı da okşadı."
Zayıf senedle de gelmiş olsa, okşama ile ilgili bir
teferruata yer veren şu hadisi de son olarak kaydedelim: "Yetimin
başını (arkadan) öne doğru, babası olan çocuğun başını da (önden) arkaya doğru
meshedin."[43]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) çocuklara
sevgisini izharda durumu icabı onları bineğine de almıştır. Abdullah İbnu
Ca'fer (radıyallahu anh) bu konuda şöyle der: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bir seferden dönünce biz onu karşılardık. Yanımda ya Hasan veya
Hüseyin olurdu. O (aleyhissalâtu vesselâm) da birimizi önüne, birimizi de
arkasına alarak, Medîne'ye kadar getirirdi." Ebû Dâvûd'un tahricinde
Abdullah "Kendisini ilk karşılayanı önüne, diğerini arkasına alırdı"
der. Bir defasında bu sefer dönüşlerinden birinde bineğine üç çocuk birden
aldığı belirtilir. İbnu Abbâs'ın bir rivayetinde Mekke'ye girdiği sırada
kendisini karşılayan Benû Abdulmuttalib çocuklarından birini önüne, diğerini
arkasına aldığını görüyoruz. Böyle bir durumda tercîhe mazhâr olan Abdullah
İbnu Zübeyr müftehirâne Abdullah İbnu Ca'fer'e şöyle der: "Hatırlar mısın
bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı karşılamıştık da O, beni bineğine
almış seni terketmişti?(...)"
Şu rivayet bize bineğe almak sûretiyle çocuklara
iltifatın sâdece yolculuk dönüşü karşılamalara mahsus olmadığını ifade
etmektedir. Râvi (yine Abdullah İbnu Ca'fer) diyor ki: "Keşke ben,
Ubeydullah ve Kusam'ı bir görseydiniz. Biz beraberce oynuyorduk, derken
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize uğradı ve "Bana şunu kaldırın" diyerek beni önüne aldı. Sonra da
Kusam'a işâret ederek: "Şunu da bana
kaldırın" dedi onu da arkasına aldı, sonra bize dua etti (..)"[44]
Verdiğimiz misâllerde görüldüğü gibi çocukları seven
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) sevgisini fiilleriyle izhâr ettiği gibi
bizzat sözleriyle de alenen ifade etmiştir. Pek çok rivayet Hz. Hasan ve
Hüseyin'i kucaklayıp öptükten sonra: "Ya Rabbi ben bunu (veyâ bu
ikisini) seviyorum, sen de sev" dediğini teyîd etmektedir. Hz. Enes
(radıyallahu anh)'den gelen şu rivayet diğer çocuklara da aynı şekilde
davrandığını ifâde eder: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) düğünden
dönen çocukları ve kadınları görmüştü, onlara yönelerek: "Vallahi
sizler bana halkın en sevgili olanısınız, vallahi sizler bana halkın en sevgili
olanısınız" der.
Kâfilenin içerisinde hizmetçilerin de bulunduğu
tasrih edilen Müsned'in bir rivayetinde: "Allah'a and olsun sizleri seviyorum"
der.[45]
ـ6ـ
وعن البراء
رضى اللّه عنه
قال: ]أتَى
أبُو بكرٍ
عائشةَ رَضِى
اللّهُ عنهما
وقدْ أصَابَتْهَا
الحمّى فقالَ:
كَيْفَ أنتِ
يَا بُنَيةُ؟
وقبّل
خدَّها[.
أخرجه أبو
داود، وأخرجه
الشيخان في
جملة حديث .
6. (176)- Berâ (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Ebu
Bekir (radıyallahu anh) Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'ye uğradı. Aişe hummaya
yakalanmış, hasta idi. "Kızım, nasılsın?" diye hatırını sordu ve
yanağından öptü."[46]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, hicretle ilgili uzunca bir hadisten
parçadır. Mekke'den Medîne'ye geldikleri zaman Hz. Ebu Bekir, Hz. Aişe başta
bir çokları, buranın havasına intibak edemeyerek hastalanmışlar, Mekke'ye karşı
hasret ve özlemlerini ifade etmişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) Medine'yi Mekke'den daha fazla sevdirmesi Medine'yi
her hususta kendileri için mübarek kılması için dua etmiştir.
Hadis, babaların kızlarını yanaklarından
öpebileceklerine dair delil olmaktadır.[47]
ـ7ـ
وعن سعيد بن
العاص رضى
اللّه عنه
قال: قالَ رَسُولُ
اللّهِ #: ]مَا
نَحلَ والدٌ
وَلَداً من نُحْلٍ
أفضلَ من أدبٍ
حَسَنٍ[.
أخرجه
الترمذى .
وفي
أخرى له عن
جابر بن سمرة
يرفعه: ]‘ن
يُؤَدِّبَ
الرَّجُلُ
وَلدَهُ خيرٌ
مِنْ أن
يتصدَّقَ
بصاعٍ[
»النُّخْلُ«
العطية
والهبة .
7. (177)- Said İbnu'l-Âs (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki:
"Bir baba çocuğuna güzel ahlâktan daha üstün
bir miras bırakamaz"
Yine Tirmizî'de, Câbir İbnu Semure'den gelen bir
başka rivayette, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurur:
"Kişinin çocuğunu bir kerecik terbiye etmesi,
onun için bir Sa'[48]
miktarında yiyecek tasadduk etmesinden daha hayırlıdır."[49]
AÇIKLAMA[50]
Peygamberlik müessesesi bir terbiye müessesesidir.
Bütün peygamberler öncelikle birer mürebbî ve muallimdirler. Nitekim İbnu
Mâce'den gelen bir rivayette Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) "Ben
ancak bir muallim olarak gönderildim" buyurarak kendisini bir muallim
bir mürebbi ve bir terbiyeci olarak tanıtmaktadır.
Peygamberliğin en mühim gâyesi terbiye olunca, yeni
yetişen neslin sorumlularının da en mühim vazifesi terbiye olmalıdır. Bu
sebeple Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), çocukların terbiyesinden
behemehal babaları sorumlu tutmuş, ulemâ da, baba olmadığı takdîrde dede, anne,
vâsi, kayyım vs.den her kim velâyeti üzerine almışsa ona, hiç birinin
bulunmadığı hâllerde sultan'a tevdî ederek çocuğu mürebbîsiz bırakmamıştır. Ebû
Hüreyre'den gelen rivayette: "Çocuğun, babası üzerindeki haklarından
biri, ismini ve edebini güzel yapmasıdır..." denmektedir, Abdullah
İbnu Ebî Cemre, kişinin vesâyeti altında bulunanlara (zevce, çocuk, köle vs.)
karşı hukûkî mükellefiyetlerinin en mühimmi olarak, onların diyânetlerinin
hıfzını zikreder. Özet olarak: "Bu husus, şeriat nazarında, câhil ve âlim
herkesce bilinen kisve, nafaka ve süknâdan daha ehemmiyetlidir ve te'kidli olarak
ifade edilmiştir; şöyle ki: Kisve ve nafaka mükellefiyeti darlık ve imkânsızlık
hâlinde sâkıt olduğu hâlde, dine irşad ve onun tâlîmi hiç bir sûrette sâkıt
olmaz" der ve herkesin daha az mühim olan kisve ve nafaka mükellefiyetini
bildiği hâlde terbiye mükellefiyetini aynı derecede bilmediğini söyleyerek bu
gafletin sebeplerini açıklar.
Terbiye, şu hâlde mikro planda çocukta şahsiyeti
inşâ faaliyeti, makro planda da yarınki cemiyeti kurma ameliyesidir. Bu hayatî
vazifenin ehemmiyetini Müslüman vicdana nakşetmek için gerek Kur'ân-ı Kerîm'in
âyetlerinde ve gerekse Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hadislerinde
mükerrer beyânlar gelmiştir.
Âyet-i Kerîme'de: "Ey iman edenler,
kendinizi ve aile halkınızı yakıtı taş ve insanlar olan ateşten koruyun"
(Tahrim: 65/6) denmektedir. Burada emredilen korumanın te'dîb, tehzîb, güzel
ahlâkı tâlim, kötü arkadaşlardan korumak, zevk için yemeye (tenâum)
alıştırmamak, zineti ve konforu sevdirmemek vs. gibi terbiye faaliyetleri
olduğu belirtilmiştir. Bir başka âyette de: "Ey İman edenler,
zevceleriniz ve evladlarınızdan bir kısmı size bir nevi düşmandır o hâlde
onlardan sakının (..) mallarınız ve evladlarınız (sizin için) bir
fitnedir..." (Teğabûn: 64/14-15) buyrulmaktadır. Burada fitneden
maksadın "imtihan vesilesi" olduğu belirtilmiştir ki bu imtihanı
kazanmanın tek yolu, onlara karşı vazîfeleri yapmak, ahlâklarını güzel kılmak,
onları hayata en iyi şekilde hazırlamaktır. Aksi takdîrde âhiretteki
mesûliyetinden başka, daha dünyada iken onlardan ukûkla karşılaşacaktır. İzahına
ilerde genişçe yer vereceğimiz: "Çocuğunun kendisine iyi davranmasında
ona yardımcı olan babaya Allah rahmetini bol kılsın" hadisi bu mânada
gelmiştir. Zafına rağmen âyetin mânasıyla desteklenen şu hadis de âile
karşısında teyakkuza çağırmaktadır: "Asıl düşman, öldürdüğün takdirde,
senin için bir nur olan, seni öldürdüğü takdirde (şehâdetine sebep olarak)
cennete gönderen düşman değildir, hakikî ve en büyük düşmanın kendi sulbünden
gelen evlâdın, sonra tasarrufun altında bulunan malındır." Kişinin
fitnesinin, ehli, malı ve çocuğunda bulunduğunu ifâde eden bir Buhârî hadisinin
şerhi sadedinde Abdullâh İbnu Ebî Cemre, fitne ile imtihan kastedildiğini
belirttikten sonra ehli ve çocuklarıyla imtihândan murâdın onlara karşı
vazifelerini yapıp yapmaması olduğunu söyler. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in hadislerinde "terbiye vazîfesi", cihad gibi en çok
fazîletli bilinen bir faaliyete takdim edilmiştir. Kendisine cihada çıkmak
üzere mürâcaat eden kimselerin geride, çoluk çocuklarına bakacak kimseleri
olmadığını anlayınca: "Onların yanına dön, zira, cihadın iyisi onların
içerisindedir" diyerek geri çevirmiştir.
Taberânî'nin bir tahrîcine göre, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e güçlü, kuvvetli, sağlığı yerinde bir adam uğrar.
Onun bu hâli Ashâb'ın dikkatini çeker ve Ashâb'tan bir kısmı:
"Yâ Resûlallâh, keşke şu adam Allah yolunda
(çalışır) olsaydı" der. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in cevâbı
şu:
"Eğer bu adam küçük çocuğu için çalışıyorsa
Allah yolundadır, yaşlı anne-babası için çalışıyorsa Allah yolundadır, nefsinin
iffetini korumak için çalışıyorsa Allâh yolundadır, ehli için çalışmak için
çıkmışsa Allah yolundadır. Ancak tefâhur ve övünmek için çıkmışsa tâğut
(şeytan) yolundadır."
Çocukların yetişmesinde onlara gösterilecek ilginin
cihaddan üstün olduğuna dair kanaatin Müslümanlar arasında yerleşmiş
bulunduğunu gösteren, Taberânî'nin rivayeti aynen şöyle: İbnu Mübarek,
kardeşleriyle beraber olduğu bir gazvede onlara sorar: İçinde bulunduğumuz
cihâddan daha efdal bir amel biliyor musunuz? Hayır bilmiyoruz cevâbını alınca:
"Ben biliyorum, iffetli bir adam düşünün, ailesi, çoluk çocuğu var.
Geceleyin kalkar, uyumakta olan çocukları kontrol eder, üstü açılanları örter.
İşte bunun ameli bizimkinden efdaldir" der. Keza rivayete göre Halîfe
Mansur hapiste bulunan Emevîlere sordurur:
"Hapis sırasında size en ziyâde zor gelen şey
nedir?" Şu cevâbı verirler:
"Çocuklarımızın te'dibinden mahrûm
kaldık." Süfyân-ı Sevrî:
"Kişiye, çocuğunu hadis öğretmeye zorlaması
gerekir, zira o, bundan mes'uldür" der. İbnu Ömer de:
"Oğlunu te'dîb et, zira bundan mes'ûlsün,
te'dîb olarak ne yaptın, neler öğrettin?
diye hesaba çekileceksin" der.
Sünnete göre sâdece çocukların değil, velâyeti
altında bulunan hizmetçi ve kölenin de terbiyesi ihmâl edilmemelidir. Hatta bunların
terbiyesi daha mühimdir: "Kimin yanında cariye (kadın köle) bulunur da onu
güzelce terbiye ve tâlim eder, sonra âzad edip tezevvüç ederse Allah onun
mükâfatını çifte yapar.
"Çocukların terbiyesine teşvik ve terğib
sadedinde Hz. Peygamber 'in bazı sözleri:
"Çocuklarınıza ikram edin ve terbiyelerini
güzel yapın..."
"Kişinin öldükten sonra geride bıraktığı
şeylerin en hayırlısı, kendisine dua eden sâlih bir evlad, sevabı kendisine
ulaşan sadaka-ı câriye, kendisinden sonra halkın amel ettiği ilimdir."[51]
ـ8ـ
وعن عائشة
قالت: قال
رَسُولُ
اللّهِ #: ]خَيرُكُمْ
خَيرُكُمْ
‘هلِهِ، وأنَا
خيرُكُم ‘هلِى،
وإذا مَاتَ
صاحِبُكُمْ
فدَعُوهُ[.
أخرجه الترمذى
أيضاً وصححه .
8. (178)- Hz. Aişe anlatıyor: "Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Sizin en hayırlınız, ailesine karşı hayırlı
olandır. Ben aileme karşı hepinizden daha hayırlıyım. Arkadaşınız öldüğü zaman
(kusurlarını zikretmeyi) terkedin."[52]
ـ1ـ
عن سهل بن سعد
رضى اللّه عنه
قالَ رَسُولُ اللّهِ
#: ]أنَا وكافلُ
اليَتيمِ في
الجنّةِ
هكَذَا،
وأشارَ
بالسَّبَابَةِ
والوُسطَى،
وفرَّجَ
بينَهُمَا[.
أخرجه البخارى
والترمذى،
وأبو داود .
1.
(179)- Sehl
İbnu Sa'd (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdu ki:
"Ben ve yetime bakan kimse cennette
şöyleyiz" Orta parmağı ile baş parmağını yan yana getirip aralarını açıp
kapayarak işaret eti."[53]
ـ2ـ
وعن ابن عباس
قال: قال
رسولُ اللّهِ
#: ]مَنْ قَبَضَ
يتِيماً من
بَيْنِ
المُسْلمِينَ
إلى طعامِهِ
وشرابِه
أدْخَلَهُ
اللّهُ تعالى
الجنةَ
ألْبتةَ إ أنْ
يكُونَ قَدْ
عَمِلَ
ذنباً
يُغْفَرُ[.
أخرجه
الترمذى .
2.
(180)- İbnu
Abbâs anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki:
"Kim Müslümanlar arasından bir yetim alarak
yiyecek ve içeceğine dâhil ederse, affedilmez bir günah (şirk) işlememişse,
Allah onu mutlaka cennete koyacaktır."[54]
AÇIKLAMA:
Dinimiz yetimlerin himâyesine, bakılmasına fevkalâde
ehemmiyet vermiştir. Sokakta kendi kendine veya çok zayıf bir alâka ile
yetişecek insanlar, mutsuz bir hayat yaşıyacakları gibi, cemiyetin başına da
pekçok mesele çıkararak içtimâî huzuru bozacaklardır. Bu sebeple dinimiz,
onların imkân nisbetinde âile içerisinde barındırılmalarını ve diğer çocuklara
gösterilen müşfik bir alâka ve muâmeleye mazhar edilmelerini emreder. Himâye,
bakım, terbiye ve malların korunmasına yönelik pekçok teşriatta bulunur. Bu
mühim meseleye burada sâdece iki hadisle yer verilmiş olduğu için
"Kur'ân'da Çocuk" adlı kitabımızdan alarak yetim konusunu genişçe
açıklamayı uygun bulduk.
"Yetimle ilgili meseleleri başlıca beş başlık
altında ele alacağız.
1- Yetime iyi muâmele ve maddî yardım.
2- İstikbâlinin düşünülmesi.
3- Yetimin ıslâhı.
4- Malının korunması.
5- Evlendirilmesi.[55]
Kur'ân-ı Kerîm, Mekke'de nâzil olmaya başladığı ilk
yıllardan itibaren yetim meselesini ele almıştır. İlk vahiylerde -Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e kendisinin de yetim olduğu hatırlatılarak- yetimlere
iyi muâmele yapılması emredilir.
"Rabbin, bir yetim olduğunu bilip de seni
barındırmadı mı?... O halde yetime gelince, ona sakın kahretme" (Duha: 93/6-9)
Yine Mekkî olan el-Fecr sûresinde:
"Siz yetime iyilik etmezsiniz" diye bu
davranış kötülenirken, Mâun sûresinde yetime yapılan kötü muâmele bir nevi
"dini inkâr" olarak tavsif edilir:
"Ey Muhammed! Dini yalan sayanı gördün mü?
Yetimi itip kakan, yoksulu doyurmaya yanaşmayan kimse işte odur" (Mâun: 107/1-3)
Yetime iyilik konusunda ısrar eden mekkî âyetlerden
bir diğerinde yetime yardım "zor geçidi aşmak" gibi fevkalâde hayırlı
bir amel olarak tavsif edilir.
"Biz insanoğlu için iki göz, bir dil ve iki dudak
vermedik mi? Biz ona eğri ve doğru iki yolu da göstermedik mi? Ama o, zor
geçidi aşmaya girişmedi. O zor geçidin ne olduğunu sen bilir misin? O geçit bir
köle ve esir âzad etmek, yahut açlık gününde yakını olan bir yetimi, yahut
toprağa serilmiş bir yoksulu doyurmaktır." (Beled: 90/8-16)[56]
Mekke'de daha ziyade yetime iyi muâmeleye teşvik,
kötü muâmeleden de nehyedici âyetler gelmesine mukabil, Medîne'de yetimlerin
himâyesi hususunda daha kesin emirler, daha müşahhas tedbîrler ihtiva eden
âyetler gelmiştir. Bu âyetlerden bir kısmı, yetim için maddî yardım fonları
zikreder. Bu âyetlerde doğrudan doğruya "beytü'l-mal" yâni devlet
hazînesi mevzûbahis edilmezse de zikredilen fonlar umumiyetle devleti ilgilendirdiği
için, hazinenin sarf (masraf) mahallerinden birinin yetimlere mahsus olduğunu
söylememizde bir mübalağa yoktur: [57]
Şu âyet, savaşta elde edilen ganimetten,
mücâhidlerin hissesinden arta kalan kısmın (humus denen beşte bir) nerelere
harcanacağını belirler:
"Kulumuz Muhammed'e indirdiğimize inanıyorsanız
bilin ki, ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri Allah'ın, Peygamber'in ve
yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır." (Enfal: 8/41).[58]
Şu âyette fethedilen yerlerden elde edilen verginin
-ki devletin mühim gelir kaynaklarından biridir- sarf mahalleleri gösterilir:
"Allah'ın fethedilen memleketler halkının
mallarından peygamberine verdikleri
Allah, peygamber, yakınlar, ye-timler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir; tâ
ki içinizdeki zenginler arasında elden ele dolaşan bir devlet olmasın." (Haşr: 59/7).[59]
Şu âyet, yetimler için, arkası kesilmeyen bir başka
fon göstermektedir: Miras taksimleri "Miras taksîminde yakınlar,
yetimler ve düşkünler bulunursa, ondan, onlara da verin, güzel sözler
söyleyin" (Nisa: 4/8).
Âyetin emrini, bir kısım âlimler nedbe yâni bunun
nâfile bir amel olduğuna hükmederken, diğer bir kısmı da bunun mutlaka
yapılması gereken bir vâcib olduğuna hükmetmiştir.[60]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e Ashâb'tan
bazıları "Hangi şeyi nafaka olarak verelim?" diye sorarlar. Bu
soru üzerine gelen bir vahiy nafaka olarak verilebilecek şeyleri değil, kimlere
nafaka verileceğini tâdad eder:
"Onlar hangi şeyi nafaka olarak vereceklerini
sana sorarlar.
De ki: "Maldan vereceğiniz şey ananın, babanın, akrabanın, yetimlerin,
yoksulların, yol oğlunun hakkıdır" (Bakara: 2/215).[61]
Yetime yapılacak -infak, himâye, tatlı söz gibi- her
çeşit iyi davranış şu âyette dince en mûteber addedilen ameller meyânında
zikredilir:
"Yüzlerinizi doğudan yana ve batıdan yana
çevirmeniz iyi olmak demek değildir. Lâkin iyi olan, Allah'a, âhiret gününe,
meleklere, Kitab'a, peygamberlere inanan, O'nun sevgisiyle yakınlarına,
yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve köleler uğrunda mal veren,
namaz kılan, zekât veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefâ gösterenler,
zorda, darda ve savaş alanlarında sabredenlerdir" (Bakara: 2/177).
Aynı şekilde İsrâiloğullarından uymaları için misak
konusu yapılan birkaç kalem mühim emirler meyânında yetime yardım'ın da yer
aldığı bildirilmektedir:"
İsrâiloğullarından "Allah'tan başkasına
kulluk etmeyin, anne-babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere iyilik edin,
insanlarla güzel güzel konuşun, namazı kılın, zekâtı verin" diye söz
almıştık" (Bakara: 2/83).
Yetimlere iyi muâmele, himâye, maddî yardım
hususlarında Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den de pek çok hadis vârid
olmuştur. Bir iki tane de hadis kaydedeceğiz.
"Ben ve yetime bakan kimse cennette şöyle (iki
parmağıyla göstererek) yanyanayız"[62]
"Müslümanlar arasında en hayırlı ev, içerisinde
yetim olan ve yetime de iyi muâmele yapılan evdir. En kötü ev de, içinde yetim
bulunup da ona kötü muâmele yapılan evdir."[63]
"Kim Müslümanlar arasında bir yetimi evine alıp
kendi yediğinden yedirir, kendi içtiğinden içirirse, afvı kaabil olmayan bir
günah (yâni şirk) işlemediği takdirde Allah onu mutlaka cennetine kor."[64]
Mevzumuzun bu bölümünü bitirirken, bir noktaya
parmak basmak isteriz: 1400 sene önce nâzil olan Kur'ân, himâyeye muhtaçların
ve yetimlerin himâyesini böylece, bizzat devlet vazîfelerinden biri hâline
getirip rızıklarını -indelhâce- devlet hazinesine yüklemiş olduğu halde,
memleketimizde, bakıma muhtaç çocuklardan son derece cüz'î bir kısmının melce
bulabildiği "çocuk yuvaları", "yetiştirme yurtları" vs.nin
bütçeleri, maalesef hâlâ devlet garantisinden mahrumdur ve bu müesseselerin
idarecileri, ihtiyaçlarını karşılayabilmek, müesseselerde hizmetin devamını
sağlayabilmek için binbir zahmet çekmektedirler.[65]
Yetimin istikbalinin düşünülmesi mes'elesi Kur'ân'da
açık şekilde yer alır. Bu husus yetimin malının korunmasıyla alâkalı olarak
derpiş edilen tedbîr ve emirlerde zımnen yer ettiği gibi, bunlar dışındaki bir
kısım âyetlerde de zâhir olarak ele alınmaktadır.
Bu âyetlerden biri, Hz. Mûsa ile Hz. Hızır'ın
arkadaşlığını tasvir eden uzun kıssada geçer. Bilindiği üzere, Hz. Mûsa ile Hz.
Hızır arkadaşlıkları esnasında bir kasabaya uğrarlar. Hz. Hızır, yıkılmaya yüz
tutan bir duvarı, kasabalıların kendilerine uyguladıkları bed muâmeleye rağmen,
doğrultarak yıkılmasını önler. Hz. Mûsâ'nın bu davranış karşısındaki taaccüp ve suali üzerine Hz. Hızır, mevzumuz
açısından ehemmiyet arzeden şu açıklamayı yapar:
"Duvar ise, şehirdeki iki yetim erkek çocuğa
âitti. Duvarın altında onların bir hazinesi vardı. Babaları da iyi bir
kimseydi. Rabbin onların erginlik çağına ulaşmasını ve Rabbinden bir rahmet
olarak hazinelerini çıkarmalarını istedi..." (Kehf: 18/82)
Âyet-i kerîme, yetimlere âit olan bu hazinenin
babaları tarafından kasd-ı mahsusla çocuklar için konduğunu sarih olarak ifâde
etmiyor ise de "sâlih olduğu" belirtilen babanın bu maksadla
koymadığına dâir de serahat yok. Her hâl ü kârda Rabb Teâlâ'nın, yetimlerin
erginlik çağına gelinceye kadar hazînenin muhâfazasını irade ettiği açıklık
ifade etmiştir.Yetimlerin büluğ çağına kadar istikbal için hazırlanmaları ile
ilgili bir başka âyette şu emre "Yetimleri evlenme çağına gelene kadar
deneyin, onlarda rüşd (olgunlaşma) görürseniz, mallarını kendilerine
verin" (Nisa: 4/6).
Aslında yetimler hakkında uzunca bir pasajdan bir
parça olan yukardaki âyet, çocukların istikbale hazırlanması mevzuunda mühim
bir açıklık ihtiva eder. Zîra "deneyin" diye tercüme edilen Kur'ânî
"vebtelû" emrinde geçen "ibtilâ etmenin" (yâni denemenin)
mâhiyeti -Ebû Bekir İbnu'l-Arabî'nin açıkladığı üzere- şöyledir: "Veli,
yetimin ahlâkını gözden geçirir, menfî temâyüllerinde kulak kabartır. Böylece
karekteri ve kendi işlerini yürütmedeki gayret ve malını tutma veya ihmâl etme
durumları hakkında bilgi ve kanaat edinir. Bu denemeden iyi netice alır,
çocuğun bu işleri, kendi menfaatleri istikametinde yürüteceği kanaatine
varırsa, çocuğa, malından bir miktar vermesinde bir beis yoktur. Ancak bu ilk
verilen miktar az olmalıdır. Çocuğun bunda tasarrufu mübahtır. Eğer çocuk bunu
artırır ve verilen bu malı koruma işini becerirse, çocukta ihtiyar yâni
işlerini bizzat yürütme kapasitesi gelişmiş demektir. Bu durumda veli malının
tamamını kendisine teslim etmelidir. Ancak, bu tecrübeden iyi sonuç alamamış,
çocuğun, kendisine teslim edilen mala iyi nezâret edemediğini tesbît etmiş ise,
bu durumda velî, malını çocuğa vermez. Yanında tutmaya devam eder."
Diğer
âlimlerin açıklamalarından da anlaşılacağı üzere, âyette zikredilen ibtilâ'dan
(denemeden) maksad, çocuğun ticaret işlerini yürütüp yürütemeyeceğini
kontrolden ibaret değildir. Onun hayata hazırlanması, kendi kendini idare
edecek hâle gelmesini sağlamaktır. Bu sebeple dinî, dünyevî ve her çeşit tâlim
ve terbiye ibtilâya dâhildir: Ticâret, herhangi bir başka meslek, ilim vs.
öğretimi, ahlâk ve edebinin verilmesi gibi her çeşit tâlim ve tedrîb.. Nitekim
Elmalılı merhum âyeti şöyle açıklar: "Yetimleri de deneyiniz, tecrübe ile
tâlim ve terbiye ediniz, hüsn-i idâreye alıştırınız. Nihâyet nikâh çağına
geldikleri yâni bâliğ oldukları vakit, kendilerinden rüşd hisseder, akıllarının
ve terbiye-i diniyyelerinin tamam olduğunu ve kendilerini hüsn-i sûretle idâre
edeceklerini yakından anlarsanız derhal mallarını kendilerine teslim
ediniz."[66]
Yukarıdaki âyette geçen ve burada hususen durulup
açıklanması gereken tâbirlerden biri rüşd tâbiridir. Âyet meâlen: "Yetimleri
evlenme çağına gelene kadar deneyin. Onlarda "Rüşd" görürseniz
mallarını kendilerine verin" şeklinde idi. Burada kastedilen rüşd,
büluğ değildir. Aklî kapasiteyle alâkalı bir olgunluk hâlidir. Daha teknik
ifadeyle "Dine ve dünyaya zarar verip vermiyecek şeyleri bilmektir."
Şu hâlde malını muhâfaza hususunda dikkatli
davranarak sefahat ve israftan kaçınan kimseye "reşid" denir. Keza
işlerini güzelce idâreye muktedir sûrette büluğa eren kimse de
"reşîd" namını alır. Ancak, Şafiî hazretleri, "rüşd"ün
sübûtu çin, "diyânet"i de şart koşarak rüşdü: "Din ve dünyanın
salâhı, Allah'a itaat ve malı muhafaza diye" târif etmiştir. Bu telâkkîde
diyâneti nâkıs olanın reşîd sayılmaması söz konusudur.
Şunu da kaydedelim ki, bir kimse bülûğa erdiği halde
malını muhafaza ve işlerini yürütme hususlarında yetersiz olabilir. Bu durumda,
henüz "reşid" sayılmaz. Âyet-i kerîme bu takdirde, rüşd görülünceye
kadar, yetime malının teslim edilmemesini emretmektedir. Şu hâlde malın teslimi
iki şarta bağlı olmaktadır: 1- Bülûğ, 2- Rüşd.
İmâm Âzam'a göre, âkil kimse en fazla 25 yaşına
kadar beklenir. 25 yaşına gelen bir kimse "reşîd" olmasa da malı
kendisine verilir. Zîra bu yaş, insanın "dede olma"sı mümkün olan bir
yaştır. Bu yaştan sona hacr câiz değildir. Müslim'de İbnu Abbâs (radıyallahu
anh)'dan kaydedilen bir açıklamaya uygun olarak yetimden "yetimlik"in
kaldırılması hususunda, İmâm Mâlik ve İmâm Şâfiî gibi bir kısım âlimler yaş
haddini değil, "rüşd"ün görülmesini esas almıştır.
Fıkıh kitapları büluğ ve rüşd'ün beraberce görüldüğü
yaşa "büyüklük yaşı" (haddu'l-kiber) der. Bu sınırdan sonra ferd
üzerinden "çocukluk" ahkâmı kalkar.[67]
Yetimin terbiye, bakım, himâye gibi, her çeşit
meselesine temas eden mühim âyetlerden biri Bakara sûresinin 220. âyetidir:
"Sana yetimleri sorarlar, de ki: Onların
işlerini düzeltmek hayırlıdır. Eğer onlarla bir arada yaşarsanız, artık onlar
sizin kardeşlerinizdir. Allah düzeltenden bozanı ayırdetmesini bilir. Allah
dileseydi sizi zarara sokardı..." denmektedir.
Bu âyetin daha iyi anlaşılması için iniş sebebini
bilmemiz gerekmektedir. Kaynakların ittifakla belirttiklerine göre, az ilerde
metniyle birlikte kaydedeceğimiz: "Yetimlerin zulmen mallarını yiyenler
muhakkak karınlarında sırf bir ateş yerler ve yarın çılgın ateşe
yaslanırlar" meâlindeki âyet nâzil olduğu zaman, Müslümanlar yetimleri
ailelerine dâhil etmekten korktular, mallarına bakmaktan sarf-ı nazar ettiler.
Ortaya çıkan müşkilât üzerinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e durumu
sordular ve bunun üzerine âyet-i kerîme nâzil oldu.
Görüldüğü üzere, âyet, yetimler hakkında tatbike
konulmuş bulunan "tefrik ve ayırma"yı te'yid etmiyor; onlarla ilgili
-gerek bedenlerine, gerekse mallarına müteallik- işlerin ıslah edilmesinin esas
alınması lüzumuna dikkat çekiyor ve onların âileye dahil edilmesini tavsiye
ediyor.
Burada "ıslah" ve "muhâlata
(beraberlik)"den maksad nedir?
Islah, dilimize de girmiş olan bu kelime
"faydalı kılmak, düzeltmek" şeklinde anlaşılmaktadır. Bu durumda âyet
"yetimlerle ilgili işlerin düzeltilmesi, faydalı hâle getirilmesi sizin
için de, onlar için de hayırlıdır" mânasını tazammun eder. İslâm âlimleri,
ittifakla, düzeltilmesi gereken, yetimle alâkalı işleri başlıca iki grupta
mütâlaa ederler:
1- Yetimin nefsini yâni bizzat kendisini, bedenini
ilgilendiren işler.
2- Yetimin malını ilgilendiren işler.
Ebu Bekr İbnu'l-Arabî, yetimin bu iki açıdan da
korunmasının velîsine vecibe olduğunu daha önce kaydettiğimiz "yetimleri
deneyin" meâlindeki âyetten çıkarır: "Vasî ve kefil'in, çocuğu
bedeniyle de, malıyla da korumak vazifesidir. Zira, ibtilâ ancak böyle sıhhat
kazanır. Mal, onu zabtetmekle, beden de terbiye etmekle muhafaza edilir."
Muhâlat, yâni yetimlerle beraberliğe gelince,
Kur'ân'da tavsiye edilen beraberlik yetimin hem malına ve hem de bizzat
kendisine şâmildir. Bu durumda mâna şöyle olur: "Yetimleri ailelerinize
alıp, mallarını mallarınıza karıştırıp kendi evlâtlarınızın mal ve nefislerine
davrandığınız şekilde davranmanız, onları yeme, içme, mesken, hizmet vs. her
hususta kendinize ortak kılmanız daha iyidir. Onlar sizin din
kardeşlerinizdir."
Âlimler, bu âyetle, yetimi yanına alan velîye,
yetimin malı ve nefsi üzerine tasarruf hakkı tanındığını belirtirler. Gerek
nefsine ve gerekse malına müteallik olsun, yetim için yapılacak herbir
tasarrufu âyet-i kerîmenin "yetimin ıslahı" yâni onun fayda ve
menfaatına olma şartına bağlamış bulunduğunu belirten Cessas, velînin maldaki
tasarrufunu onun adına alım, satım müdârebe olarak başkasına verme veya bizzat
müdârib olarak işletme, çocuktan satın alma, çocuğa satma şeklinde sayar.
Çocuktan şahsen satın alma ve çocuğa kendi malını satma ameliyelerinde
"çocuğun menfaatine olma" kaydının nasıl gerçekleşeceğini de belirtir
-ki ilerde misâl de vererek açıklayacağız.-[68]
Cessas velînin, yetimin nefsi üzerindeki tasarruf
selâhiyeti zımnında da onun te'dib ve terbiyesini, yetimi evlendirmesini
kaydederek ezcümle şöyle der:
"Âyet delâlet eder ki, velî çocuğunun salâhı
için gerekli olan dinî bilgilerini ve edebi de öğretme yetkisine sahiptir. Bu
maksadla çocuğa ücretle muallim tutar, çocuğa san'at, ticaret ve benzeri şeyler
öğretecek kimseler bulur. Zira bunların hepsi çocuğun ıslâhı (faydalı hâle
getirilmesi, hayata hazırlanması) için gereklidir. Bu sebeple ashâbımız (Hanefî
imamlar) şunu söylemişlerdir: "Her kimin vesâyeti altında zî rahm-ı mahrem
bir yetim var ise, onu, meslek öğretmek üzere bir usta yanına koyabilir."
Ayrıca, İmam Muhammed, "Bu maksadla çocuğun malından harcayabilir"
diye ilâve etmiştir. Hepsi ittifakla: "Yetime mal hibe edilecek olsa,
terbiyesine bakan kimse (kanunî vasî'si değilse bile) onu kabzedebilir, zîra
bunda çocuk için ıslah vardır" demişlerdir."
Râzi, ıslah zımnında saydığı "ilm ve edeb"
öğretme işinin ticaret öğretmek sûretiyle hâlini ıslahtan daha mühim olduğunu,
bunun çocuk üzerinde daha büyük müsbet te'sîr icrâ edeceğini ilâve eder.[69]
Velinin evlendirme yetkisiyle alâkalı açıklamaya
geçmeden Cessas tarafından âyetten istinbat edilen enteresan bir tesbîti
kaydetmekte fayda var. Der ki: "Âyet-i kerîmede, velînin çocukla ilgili
olarak ortaya çıkan meselelerde içtihad yapabileceği, yâni aklını ve fikrini
kullanarak karar verebileceğine dair de delil vardır. Zîra, âyetin tazammun
ettiği "ıslah içtihad yoluyla ve zann-ı gâlible bilinebilir."[70]
Son olarak şu noktayı da belirtelim ki, âyet-i
kerîme, yetimlerin ıslahındaki "hayr"a dikkat çekerken "çocuk
için hayırlıdır" diye kayıtlamamış,
mutlak bırakmıştır. Bu ıtlakı değerlendiren âlimler "hem çocuk için, hem
de kefîl için hayırlıdır" mânâsını
çıkarmışlardır.
Bu durumda kefil deyince, yetimi üzerine alan akraba
veya vasî, veya bunların yokluğu hâlinde velîlerin velîsi (veliyyü'l-evliyâ)
olarak tavsif edilen Sultan (yâni devlet ve cemiyet) gözönüne alınacak olursa
mâna şöyle olur: "Yetimin ıslahı, hem yetim ve hem de İslâm cemiyeti için
daha hayırlıdır. Aksi hâlde, gelişigüzel yetişerek cemiyetin başına belâ olur
ve hayat-ı içtimâiyede büyük rahneler açar."
Cemiyetin kültür ve terbiyesini almadan yâni dinî,
edebî, ahlâkî, meslekî formasyona sâhip olmadan hayata atılacak bir zümrenin
cemiyet için ne demek olduğu izah gerektirmeyecek kadar açıktır. Türk
gençliğinin içine düştüğü anarşiyi, böylesi bir eğitimle izahtan daha isâbetli
yol yoktur.[71]
Âyet-i kerîmede ifâde edilen, yetimin muhâlatası
yâni maddî-manevî zarara dûçar kılınmama şartıyla yetimin âile içerisine dâhil
edilmesi tavsiyesi dikkatlerimizi bir başka noktaya çekmektedir: Çocukların
aile içerisinde yetiştirilmesi meselesi. Kur'ân-ı Kerîm'de çocukların terbiye
ve bakımlarıyla ilgili olarak, çocukların anne sütüyle beslenmeleri, süt
devrelerinin miktarı gibi bir kısım teferruata yer verilmiş olmakla birlikte,
çocukların ailevi atmosfer içerisinde yetiştirilmesi gereğini ifâde eden çok
sarih emre rastlanmaz. Ancak yukarıdaki âyet bu emri bir vecibe olarak değil,
bir tavsiye olarak yapmaktadır. Yâni çocukların "salâh şartıyla"
ailevi bir atmosfer içerisinde yetiştirilmesi daha hayırlıdır. Şâyet ailede,
istenen uygun atmosfer olmayacaksa bunda ısrar "çocuğun salâhına"
olmayacaktır. Nitekim yukarıda kaydettiğimiz hadiste, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) en kötü evin, içerisinde yetim bulunan, fakat ona fena
muâmele yapılan ev olduğunu haber vermiştir.
Ancak şunu da yeri gelmişken ifade etmek gerekir ki,
günümüz medenî hayatında ortaya çıkan "yuva", "kreş",
"ana okulu" gibi terbiye müesseseleri, âyet-i kerîme ve hadis-i
şerîflerin ışığı altında değerlendirilecek olursa, bunlara çok ağır kayıtlar
altında cevaz verilebilir, belki de hiç verilmez. Zîra, âyette vâzıh bir
şekilde çocuğun aileye entegre edilmesinin daha hayırlı olacağı dile
getirilmekte, hele yetimlerin yetimhâne denen müstakil müesseselerde bir araya
toplanması hiç mevzubahs ve imâ bile edilmemektedir.
Çocukların muvâzeneli ve normal bir gelişme
gösterebilmelerinde âile hayatının zaruretini ortaya koyan son ilmî
araştırmalar açısından değerlendirecek olursak, son asırlarda ortaya çıkıp
günümüzde iyice yaygınlaşmaya yüz tutan yukarıdaki isimlerini kaydettiğimiz
müesseselerin, medeniyetin insanlığa sunduğu bir mefhari değil, kaçınılması mümkün
olmayan bir marazı, bugünkü medenî hayat anlayışının bir kamburu olarak
görebiliriz[72]
Çocuğun hayata hazırlanması meselesinde, İslâm'ın
derpîş ettiği en mühim tedbirlerden biri, çocuğun malının korunmasıyla alâkalı
teşrî-atıdır. Kur'ân bu mevzûyu da yetimle alâkalı bahiste ele almıştır.
Tefsirlerde teferruâtlı olarak kaydedildiği üzere, İslâm'dan önce Arab
cemiyetinde yetimlerin mallarından velîleri istediği gibi tasarruf etmekte,
gasb edercesine serbestçe istihlâk etmekteydiler. Kur'ân-ı Kerîm yetimle
alâkalı diğer birçok uyarılardan başka, onların mallarının korunması hususunu
da mükerrer âyetlerde müstakilen ele almış, korunması, artırılması ve belli bir
disipline göre harcanması için direktifler vermiş, bunlara uymayanlar için ağır
tehdîdlerde bulunmuştur:
Şu âyet, yetimlerin mallarını haksız olarak
yiyenleri şiddetle tehdîd eder:
"Yetimlerin zulmen mallarını yiyenler,
muhakkak karınlarında sırf bir ateş yerler ve yarın çılgın ateşe
yaslanırlar" (Nisa: 4/10).
İki ayrı yerde tekerrür eden şu âyet, yetim malının
"en iyi şekilde" tasarruf edilmesini emreder
"Yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar, o en
güzel olanından başka sûrette yaklaşmayın."
Bu meseleyi açıklayan diğer âyetlerin de yardımıyla
müfessirler, "en güzel yaklaşma" tâbirinden şu üç temel esası
anlarlar.[73]
1- Muhafaza.
2- Artırma.
3- Zamanında teslim.
Bu üç esası, en açık şekilde medâr-ı bahs eden âyet
sûre-i Nisâ'da gelmiştir.
Bazı hükümlerini daha önce açıkladığımız bu âyetin
tam meâli şöyledir:
"Yetimleri, nikâh çağına ermelerine kadar
gözetip deneyin. O vakit, kendilerinde bir rüşd hissettiniz mi, hemen mallarını
kendilerine teslim edin. Büyüyecekler de ellerine alacaklar diye, o malları
israfla yemeye kalkmayın. İhtiyacı olmayan (zengin olan) tenezzül etmesin, muhtaç
(fakir) olan da meşrû sûrette birşey yesin, mallarını kendilerine teslim
ettiğiniz zaman da karşılarında şâhid bulundurun. Hesabınızı doğru tutmak için
Allah'ın harekâtınızı hesâba çekmekte
olması yeter" (Nisa: 4/6).
Yetimin malının korunması meselesinin can alıcı
noktası olması hasebiyle, bu üç esası kısaca açıklayacağız:[74]
Bundan maksad, yetim rüşdüne erip kendi işlerini
kendisi görüp malını da istikamet üzere tasarruf edecek hâle gelinceye kadar
her çeşit emvâlinin çocuğun menfaatlerini haleldar edecek şekilde kullanmaktan
(israf, ziyan, yağmalama, âtıl durdurma gibi) velînin korumasıdır.
Bu mühim mes'ele ile alâkalı olarak Kur'ân-ı
Kerîm'de şu âyet de yer eder:
"Allah'tan korkun da yetimlere mallarını verin
ve temizi murdara (helâli harama) değişmeyin. Onların mallarını kendi
mallarınıza katıp yemeyin. Çünkü onda, büyük bir vebal bulunuyor." (Nisa: 4/2).
Hemen kaydedelim ki, âyette geçen "yetime
malını vermek" hükmündeki "yetim" tâbiri kelimenin
hakikî mânasında "yetim"i ifade etmez. Çünkü, yetime malı verilmez,
üzerinde yetimlik kalktıktan sonra verilir. Büluğa erip de rüşdünü isbat etmiş
bulunan kimsenin de "yetim" olarak isimlendirilmesi
"yetimlik"ten yeni çıkmış olması sebebiyledir.
Âyet-i kerîmenin esbab-ı nüzulüyle alâkalı rivayetlerden
de anlaşılacağı üzere buradaki "veriniz" emri, "yetimin
malına göz dikmeyiniz ve sırası gelince hiç müşkilât çıkarmadan tamamen veriniz
ve vermek için iyi muhafaza ediniz" demektir.
Yetimin malının velî tarafından nasıl muhafaza
edileceği hususunun anlaşılması için âyette geçen bir iki tâbirle alâkalı
olarak kaydedilen açıklamalara bir göz atalım:
1- "Temizin murdarla değiştirilmesi" tâbirinden özetle şunlar
anlaşılmıştır:
a) Velînin aynı cinsten olan kendi âdi malını yetimin
daha değerli, daha kıymetli olan malı ile değiştirmesi. Bu yasaklanmış oluyor.
b) Herkesin kendi malı temiz ve helâldir. Yetimin malı
ise haramdır. Binâenaleyh bir velînin kendi helâl olan malını yetimin haram
olan malı ile değiştirmesi yasaklanmıştır. Malın aynı cinsten veya başka
cinsten malla veya nakdî parayla değiştirilmesi de yasaktır. Fukaha bu noktadan
hareketle velînin, velâyeti altındaki çocukla normal şartlarla alışveriş
yapmasını yasaklamıştır. Bu meseleyi aydınlatacak bir fetvayı
Ahkâmu's-Sığâr'dan kaydediyoruz:
"el-Fetâvâ's-Suğrâ'da zikredildiğine göre, vasî
yetimin malını kendi hesabına satın alacak olsa, bakılır, eğer bu, çocuğun
hayrına bir satış ise câizdir. Hayırlı olmaktan maksadın ne olduğuna gelince,
on dirhem değerinde olan bir şeyi onbeş veya daha fazla dirheme satın almaktır.
Veya onbeş dirhem değerindeki kendi malını çocuğa on dirheme satmaktır. İşte
bu, çocuk için hayırlıdır. Değerinin fevkinde olursa hayırlı değildir. Fetva da
bu vech üzeredir.
"Muhâfaza"nın mâhiyetini açıklayıcı bir
diğer fetvayı daha kaydedeceğiz. Fetva akar nevinden, yani taşınmaz malların
korunmasına râci:
"Vasî yetimin akarını yabancıya normal
değeriyle (mislü'l-kıyme) satarsa câizdir. Ve bu mesele herkesçe bilinir.
Şemsü'l-Eimme el-Halvânî der ki: "Bu, selef'in cevabıdır. Müteahhir
âlimlerin cevabına göre, bu satış, üç şarttan biri ile câizdir: Ya müşteri
kıymetinin fazlasını vererek alır, ya küçüğün bunun değerine ihtiyacı vardır,
ya ölenin ödenmeyen borcu vardır. Fetvâ da bu görüşe göredir.
"Demek oluyor ki yetimin akar nevinden sâbit
emlâkinin satılması ciddî şartlara bağlanarak kolayca ve çabucak istihlâki
önlenmiş olmaktadır.
c) "Temizin murdarla değiştirilmesi"
tâbirinden anlaşılan üçüncü mânâ "Velînin kendi malına iyi bakıp yetimin
malını kötü hâlde bırakmasıdır." Bu da yasaklanarak, yetimin malına en az
kendi malı kadar, hattâ daha iyi bakılması emredilmiştir.
d) Dördüncü olarak "Yetimin malını, tecavüz edip
almayınız ki elinizde güzel mallarınızın ona mukabil zâyi olmasına sebep olup
da felâkete düşmeyin" emri anlaşılmıştır.
e) Son olarak "Kendi helâl rızkınıza intizar
eylemeyerek sabırsızlanıp yetimin malını haram yemek için pisboğazlığa
kalkışmayınız" mânası anlaşılmıştır.
2- Daha önceki âyette geçen "Zengin olan tenezzül
etmesin, muhtaç olan da meşrû sûrette bir şey yesin" ifadesi de bir nebze
üzerinde durmamızı gerektirmektedir:
Râzi'nin kaydına göre, bir kısım âlimler zengin de
olsa, fakir de olsa "kayyim"in gördüğü bakım hizmetine mukabil
yetimin malından ücret alabileceğini söylemiştir. Ancak ekseriyet, âyetten
zenginin almaması gerektiği, zîra, yetime bakmanın "farz" bir vazîfe
olduğu, "farz" olan vazifeye mukabil ücret alınamayacağı görüşünü
benimsemiştir. Bunlara göre "kayyim", fakir ise, ihtiyacı
karşılayacak asgarî miktarda alır, zengin olacak olursa bunu tekrar iade eder,
zenginleşmezse, yetimle helâlleşir.[75]
Bundan maksad, velînin, yetimin malını sâbit
durdurmamasıdır. Bu da onu, ya bizzat ya da başkası vâsıtasıyla çalıştırmasıyla
gerçekleşir. Eğer, nakit para ise mudârebe yoluyla ticarete verir. Ev ve hayvan
ise kiraya verir. Tarla ise çeşitli usullerle eker, ektirir, fakat âtıl
bırakmaz.[76]
Âyette zikredilen, yetim malına en güzel yaklaşmanın
üçüncü şartı, zamanında teslimdir. Çocukta rüşd hâli görülmeden önce, malın
teslimi yasak olduğu gibi, rüşd hâli görüldükten sonra geciktirilmesi de
yasaklanmıştır. Mezkur âyetin ıtlâkından, bir kısım âlimler, rüşd hâli
görüldükten sonra yetimin taleb etmesini beklemeden derhal malın verilmesinin
vâcib olduğu hükmünü çıkarmışlardır.
Âyet ayrıca, teslim işinin şâhitler huzurunda
yapılmasını emretmektedir. Bu emrin zımnında, velî veya vasîlere, yetimlerin
malları teslim edilirken şâhitler huzurunda ve sayılarak yapılması emri de
vardır. Zîra "Şâhit huzurunda emanet olarak alınan her malın zimmetinden,
şâhit huzurunda teslim sûretiyle kurtulunur."[77]
Yetimin malının korunması zımnında kaydettiğimiz
yukarıdaki açıklamalardan bir başka netice daha çıkmaktadır: Kur'ân-ı Kerîm,
çocukların, mümkün mertebe erken yaşlarda mesûliyet sâhibi kılınmalarını
istemektedir. Bu hedefe, onları, bülûğ çağından önce, ciddî ve disiplinli bir
tâlim ve terbiyeye tâbi tutmakla ulaşılır. Nitekim âyet, "yetimleri
deneyin" emrederek erken yaşlarda hayata
hazırlanmalarını istemiş, "rüşd görür görmez teslim edin"
emriyle de, teslimde yâni kendi idarelerini kendi ellerine vermekte
gecikilmemesini emretmiş olmaktadır.
Bu âyet açısından -askerliğini yaptıktan sonra bile
babasının vesâyetinden kurtulmayan, daha açık ifadesiyle rüşdüne erdikten
yıllar sonra bile, müstahsil değil müstehlik olarak kalıp ekonomik bakımdan aileye yük olmaya
devam eden gençlerin çokluğunu gözönüne alarak- memleketimizi değerlendirecek
olursak, İslâmî ruhtan sâdece namazı, orucu, zekâtı terk noktasındaki
zayıflamamızla değil, daha nice noktalardan nasıl uzaklaşmış bulunduğumuzu
anlarız.[78]
Âlimlerin, yukarda kaydettiğimiz aynı âyetten
çıkardıkları hükümlerden biri de evlendirme ile alâkalıdır. Âyette geçen "onların
işlerini düzeltmek hayırlıdır" tâbirinden, ayrıca, velînin yetimi
evlendirme hakkı da bulunduğu ifade edilmiştir.
Ancak, bu hak, yetimle arasında neseben bağ bulunan
velîye tanınmıştır. Bu bağdan yoksun olan vasî, sırf "vasîlik"
sıfatıyla evlendirme yetkisine sâhip olamaz. Sâdece kadı, âyetin zâhirine göre,
"salâh üzere" olmak kaydıyla evlendirme ve malından tasarruf
yetkisine sahip görülmüştür.
Aynı mâna "eğer onlarla bir arada
yaşarsanız" ibâresinden de çıkarılarak, velînin yetimi evlendirme
selâhiyeti ve onun, bu meselesiyle meşgul olma vazifesi te'kid edilmiş olmaktadır.
"Zira, denmektedir, oğlansa kızıyla, kızsa oğullarından biriyle
evlendirmek suretiyle, velî, yetimi, kendisiyle ve âilesiyle beraber kılmış,
yetim de onlara karışmış olur." Ancak, ister velî bizzat evlensin, isterse
yakınıyla evlendirsin her hâl ü kârda bu muâmele "yetimin ıslahı"
şartıyla mukayyeddir.
Bu mes'eleyi ehemmiyetine binaen, Nisâ sûresi'nde
tekrar ele alan Kur'ân-ı Kerîm, bilhassa velînin yetimle şahsen evlenmesi
durumunda, yetimin bir haksızlığa uğratılmamasına dikkat çeker ve şöyle der:
"Eğer velîsi olduğunuz mal sâhibi yetim
kızlarla evlenmekle onlara haksızlık yapmaktan korkarsanız onlarla değil,
hoşunuza giden başka kadınlarla iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz" (Nisa: 4/3).
Kur'ân-ı Kerîm, mağdûr edilebilecek durumda olan
güçsüzlerin meseleleri üzerinde fazlaca durur ve dikkatleri onlar üzerine
çekerek mağdûriyetlerini önleyici prensipler koyar. Bu maksadla, yetim kadın ve
erkeklerin mağdur edilmemeleri için, yukarıda kaydedilen âyetlere (Nisâ: 4/2,
3, 6, 9, 10, 11) tekrar bir atıf daha yapılır.
"Senden kadınlar hakkında fetva isterler. De ki: "Onlara dair fetvayı
size Allah veriyor: Bu fetva, kendilerine yazılan şeyi vermediğiniz ve
kendileriyle evlenmeyi arzuladığınız yetim kadınlara ve bir de zavallı
çocuklara ve yetimlere doğrulukla bakmanız hususunda Kitab'da size okunandır.
Ne iyilik yaparsanız, şüphesiz Allah onu bilir" (Nisa: 4/127).[79]
Yukarıdaki kaydedilen âyetler, ister kadın, ister
erkek olsun, yetimlerin bilhassa evlendirilmeleri ile alâkalanmakta ve bu
mesele ile ilgili hükümler getirmektedir. Âyetler, ifâde ettikleri sarih fıkhî
hükümlerden başka, erkek ve kız, gençlerin erken evlendirilmelerine dair
cevâzı, hatta cevâzın ötesinde tavsiye ve teşvîki de tazammun etmektedir.
Nitekim, bu mesele üzerinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de sarih
olarak ısrarla durur ve "mümkün mertebe erken evlendirme" prensibini
vaz'eder.
"Kimin bir çocuğu olursa, güzel bir isim koysun
ve en iyi şekilde terbiye etsin. Büluğa erince de derhal evlendirsin. Büluğa erdiği
halde evlendirmez ve delikanlı da bir günah işleyecek olursa, bundan hâsıl
olacak günah babaya da terettüp eder."
Ashâb'tan mervî örneklerden başka, bizzat Kur'ân-ı
Kerîm, sâdece oğlan tarafının değil, kız tarafının da münâsib aday arayıp,
teklif etme prensibine yer verir: "Bazı müfessirlerce Şuayb (aleyhisselâm)
olduğu ileri sürülmüş olan ve fakat Kur'ân'da ismi zikredilmeyen Medyenli kız
babası, Hz. Mûsa'ya şu teklifi yapar:
"Bana sekiz yıl çalışmana karşılık bu iki
kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum" (Kasas: 28/27).
Cemiyetimizde örfleşmemiş bu Kur'anî irşadın, en
azından bilinmesinde fayda vardır.[80]
Daha önce işâret ettiğimiz üzere, malın korunması
meselesinde yetim olanla yetim olmayan çocuk arasında fark olmadığını göstermek
için buraya Ahkâmu's-Sigar'dan bir iki fetva kaydedeceğiz.
Önce şunu belirtelim: Nasıl ki, bizzat Kur'ân-ı
Kerîm, yetim malının yenmesini kesin bir dille haram etmiş, ancak çok sınırlı
ve açık şartlarla velîsinin yemesine ruhsat vermiş ise, İslâm âlimleri de aynı
şekilde, bülûğa ermeyen çocuğun malının anne ve babasına haram olduğunu ifâde
ettikten sonra, çok sınırlı kayıtlarla ana-babanın çocuklarının malından
istifâde edebileceği hükmünü getirmişlerdir. Söz konusu kayıtlara uymadan yenen
malın, yetim malı gibi haram olduğunu açık bir ifade ile belirtmişlerdir. Temel
prensip şudur: "İnsan için sâdece kendi çalışması helâldir"
meâlindeki âyet (Necm: 53/39) mucibince, çocuğun ameli yazılmaya başlamazdan
(yâni büluğa ermezden) önceki bütün hasenâtı çocuğa âittir, ebeveyne âit
değildir." Bu hükümde "bütün âlimlerimiz (Hanefî fukaha)
müttefiktir."
1. Fetvâ: "el-Kâdı el-İmam Zâhirüddîn'in Fetvasının Hibe
bahsinde kaydedildiğine göre, baba, çocuğunun malına muhtaç olursa; bakılır, bu
ihtiyaç meskûn mahalde -fakirlik ve yoksulluk sebebiyle- hâsıl olmuş ise, o
malı herhangi bir müeyyide gerekmeksizin yer. Adam, dağ, çöl gibi (gayr-i
meskûn) bir mahalde, -beraberinde yiyecek maddesinin bulunmaması sebebiyle-
ihtiyaç hâsıl olmuş ise, çocuğun malından kıymetini ödeyerek yer. Zira Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur: "Baba muhtaç
olduğu takdirde çocuğun malından ma'ruf üzere yer." Ma'rufa gelince:
Fakir ise, herhangi bir müeyyideye tâbi olmaksızın yemesidir. Servet sâhibi
ise, kıymetini ödeyerek yemesidir.
2. Fetva: Reşîdüddin'in Fetva'sında kaydedildiğine göre, anne,
kendi malını, çocuğunun malıyla karıştırır, yiyecek alır ve küçükle birlikte
yerse ve yediği kendi hissesini geçecek olursa, bu câiz olmaz. Zira, Yetim
Malını Yemiş olmaktadır."
3. Fetvâ "Baba, erkek çocukları bir işe verse; onlar da
para kazanacak olsalar, bunların kazançlarını baba alır, bundan kendileri için
harcar, artan miktarı da, bülûğ ânında, diğer mallarıyla birlikte teslim etmek
üzere onlar adına muhâfaza eder.
"Eğer baba mübezzir (müsrif) ise bu mallar
hususunda kendisine güvenilemezse, kadı onları babadan alır ve bir yed-i emine
teslim eder. Bu hüküm, sâdece çocuğun kazancından artan paraya râci olmayıp,
çocuğun bütün mallarına râcidir."
4. Fetva: "...Küçük çocuğa meyve hediye edilmiş -ve
bununla ebeveyne ikramda bulunmak düşünülmüşse- bundan yemek, onlara da
helâldir. Fakat çocuğa, çocuksu bir hediye verilmiş ise, bundan anne ve babanın
yemesi câiz değildir..."
Çocuğa hibe, hedye vs. yollarla intikal eden yiyecek
dışındaki diğer maddelerin ebeveyne haram olacağı açıktır. Zîra bunlar çocuğun
mülküne geçmiştir. Yukarıda belirtildiği üzere, çocuğun her çeşit emvali,
büluğdan önce, ebeveyne dahi haramdır. [81]
YOLDAN RAHATSIZ EDİCİ ŞEY TEMİZLEMEYE DAİR
ـ1ـ عن أبى
هريرة رضى
اللّه عنه
قال: قالَ
رَسُولُ اللّهِ
#: ]بَيْنَمَا
رجلٌ يمشى
بطريقٍ
وَجَدَ غُصْنَ
شوكٍ على
الطريقِ
فأخَّرَهُ
فشكرَ اللّهُ
تعالى لهُ
فَغَفَرَ له[.
أخرجه الستة إ
النسائى،
وهذا لفظهم إ
أبا داود فإنه
قال: نَزعَ
رجلٌ لم
يَعملْ
خيْراً قَطُّ
غُصْنَ شَوْكٍ
عن الطريق:
إمّا كان في
شجَرةٍ
فقَطَعَه،
وإمّا كان
موضوعاً
فأمَاطَه،
وذكر نحوه .
1. (181)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki:
"Bir adam yolda yürürken, yol üzerinde bir
diken dalına rastladı. Onu alıp dışarı attı. Cenab-ı Hakk bu davranışından
memnun kalarak, ona mağfiret etti".
Yukarıdaki metin, Ebu Dâvud hariç beş kitabın
beşinde aynen mevcuttur. Ebu Dâvud (az bir farklılıkla) şöyle kaydeder: "Hiçbir
hayır yapmamış olan bir adam, yoldan bir diken dalını kaldırdı. Bu ya (yola
uzanmış) bir ağaç dalıydı kesip attı ya da yola bırakılmış bir şeyi kaldırıp
attı..." gerisi yukarıdaki gibi.[82]
ـ2ـ
ولمسلم عن أبى
ذرّ رضى اللّه
عنه قالَ رَسُولُ
اللّهِ #:
]عُرِضَتْ
علىَّ أعمالُ
اُمّتِى:
حَسَنُهَا
وسَيِّئُهَا،
فَوَجَدْتُ
في محاسنِ
أعمالِها
ا‘ذََى يُماطُ
عن الطريقِ،
ووَجَدْتُ في
مَسَاوِئِ
أعمالِهَا
النُّخامةَ
تكونُ في
المسجِدِ
تُدْفَنُ[.
2. (182)- Müslim'de Ebu Zerr (radıyallahu anh) hazretlerinden
kaydedildiğine göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurmuştur ki:
"Bana ümmetimin, hayır ve şer, bütün amelleri
arzedildi. İyi amelleri arasında, rahatsızlık veren bir şeyin yoldan atılması
da vardı. Kötü amelleri arasında yere gömülmeden mescide bırakılmış tükrük de
vardı."[83]
ـ3ـ
ولهُ عن أبى
برزة رضى اللّهُ
عنه قال: ]قلتُ
يَا نَبِىَّ
اللّهِ
عَلِّمْنِى
شيئاً
يَنْفَعُنِى.
قال: اعْزِلِ
ا‘ذَى عَنْ
طَرِيقِ
المُسْلِمِينَ[
.
3. (183)- Yine Müslim'de Ebu Berze (radıyallahu anh)
anlatıyor:
"Ey Allah'ın Resûlü, bana faydalı olacak birşey
öğret", dedim de şu tavsiyede bulundu:
"Müslümanların yolundan rahatsızlık veren
şeyleri kaldır"[84]
AÇIKLAMA:
Yol hakkında kaydedilen üç hadisle ilgili olarak Hz.
Peygamber'in Sünetinde Terbiye adlı kitabımızdan aşağıdaki pasajı iktibas
ediyoruz:
"Sünnet, medeniyet ve terakkinin mühim
âmillerinden biri olan yolların inşası, bakımı, emniyeti hususunda da
Müslümanların dikkatini çekmiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) yeni
inşaatlar sırasında yolun ihmâl edilmemesini ve bunun (en az) yedi zira'
olmasını istemiştir. Keza yol hususunda ihtilâf olunca da bunun yedi zira'
üzere halle bağlanmasını emretmiştir. Şârihler, tarla ve bağ arasında az
geçilen yolların komşular arasında anlaşmaya tâbi olarak daha geniş veya daha
dar olabileceğini, bu rakamın ihtilaf hâlinde vaz edileceğini, keza çok geniş
olan bir yolu da kimsenin istilaya hakkı olmadığını belirtirler.
İbnu Hacer'in de belirttiği gibi yedi zira'lık
genişlikten maksad, yüklü olarak (taşıtların) rahatça gidip gelmesini
sağlayacak, lüzûmu hâlinde zarûrî eşyaların kapı önüne bırakılmasına imkân
verecek genişliktir. Bu miktar âmmenin menfaatına tahsîs edilen miktâr olması
hasebiyle daha geniş olmadığı takdirde, daralmaya meydan vermemek için oturmak,
satış vs. için işgâl etmek yasaklanmıştır. Her devrin nakil vâsıtalarına göre
mezkur rakamın değiştirileceği şârihlerin ifâdesinden anlaşılmaktadır. Nitekim
Hz. Ömer zamanında Basra ve Kûfe şehri kurulurken ana caddeler 20, tâli
sokaklar 9 zira' olarak planlanmış hadisten gelen rakamın bağlayıcı olmadığı
fiilen gösterilmiştir.
Müslümanlara yolda eziyet verenler lânetlenerek,
"yol kesenin cihad (bile olsa hiçbir amel)'i makbul olmayacağı ve ölüsüne
namaz kılınmayacağı belirtilerek" yol emniyetinin ehemmiyeti
belirtilmiştir.
Keza gelip geçenleri rahatsız edecek herhangi
birşeyin yoldan atılmasının sadaka sayılacağı bildirilerek yolların temiz
tutulmasına teşvik edilmiştir. Bu hususun ehemmiyeti bâzı rivayetlerde şöyle
bir misalle açıklanır: "Hiçbir hayır ameli olmayan bir adam, yoldan
geçenleri rahatsız eden bir ağaç dalını oradan kaldırıp attı. Allâh bu
amelinden memnun kalarak onu cennetine koydu."
Yol hususundaki teşvik edici hadisler, müteâkip
devirlerde, halifeleri yol işlerine ehemmiyet vermeye sevketmiştir.
Hz. Ömer'in Mekke-Medine arasına kuyular kazdırıp
konak, dinlen/0ğğğpğğeyğeme yerleri yaptırdığı, ehl-i zimme ile anlaşmalarda
"yol ve köprüleri tâmir etme" şartını koyduğu, Hz. Ali'nin
dükkanların sokaklara taşmasını yasakladığı, Emevîler devrinde, yollara,
yürünen mesâfeleri tesbit maksadıyla, bugünkü kilometre levhaları gibi her üç
bin zirâ' mesafeye "mil" denen bir mesâfe "bina"sının
yapılarak üzerine uzaklığı yazmaya varacak derecede, yol işlerine gittikçe
artan bir ihtimam ve alâkanın verildiği görülmektedir. Makrîzî, 166 yılında
Halîfe Mehdî tarafından Mekke, Medine, Yemen arasına deve ve katırların
kullanıldığını posta teşkilatı kurulduğunu (...) Şam yollarının çok bakımlı
olup konak yerlerinde yiyecek, içecek, yem nevinden her çeşit ihtiyâcın
karşılandığını, Kâhire'den kalkan bir kadının yanına azık vs. almaksızın Şam'a yaya
veya atlı gidebileceği kadar emniyet hâkim olduğunu, bu durmun 803 yılında
Timur işgâli vaki oluncaya kadar devam ettiğini belirtir.[85]
İYİLİK ÜZERİNE MÜTEFERRİK HADÎSLER
ـ1ـ
عن صفوانَ بن
سليم رضى
اللّه عنه
قالَ رَسُولُ
اللّهِ #:
]السَّاعِى
عَلى
ا‘رْمَلَةِ
وَالْمِسْكينِ
كَالمجاهدِِ
في سَبيلِ
اللّهِ، أو
كالَّذِى
يَصُومُ
النهارَ
ويَقُومُ
اللَّيلَ[.
أخرجه مسلم، ومالك،
وأبو داود .
1. (184)- Safvân İbnu Süleym (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki:
"Dul ve kimsesizler için çalışan, Allah yolunda
cihad eden veya gündüzleri oruç tutup geceleri de ibadet eden kimse
gibidir"[86]
ـ2ـ
وعن عَمْرو بن
العاص رضى
اللّه عنه
قالَ رَسُولُ
اللّهِ #:
]أرْبَعُونَ
خَصْلَةً
أعَهاَ
مَنِيحةُ
العَنْزِ،
مَا مِنْ
عامِلٍ يَعْمَلُ
بخَصْلَةٍ
منها رجاءَ
ثَوَابِهَا
وَتَصْدِيقَ
موعُودِهَا إ
أدخلَه
اللّهُ تعالى
بها
الجَنَّةَ[.
قال بعض
الرواة:
فعَددْنا ما
دونَ منيحةِ
العنزِ من
ردِّ السمِ،
وتشميتِ العاطسِ،
وَإماطةِ
ا‘ذَى عن
الطريقِ
ونحوِه، فما
استطَعنا أنْ
نَصِلَ إلَى
خمسَ عشرةَ
خصلةً. أخرجه
البخارى،
وأبو داود .
2. (185)- Amr İbnu'l-Âs (radıyallahu anh) anlatıyor.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki:
"Kırk iyilik vardır. En üstünü sağmal keçi
bağışlamaktır. Bu iyiliklerden birini,
sevab ümîd ederek ve vâdedilen mükâfatı
tasdik ederek yapan kimseyi Allah mutlaka, bu ameli sebebiyle, cennete
koyar."
Ravilerden biri (Hassân) diyor ki: "Keçi bağışı dışındaki amelleri saydık:
Verilen selâmı almak, hapşırana yerhamukâllah demek, yoldan rahatsızlık veren
şeyi temizlemek vs. gibi, fakat on beşe bile ulaşamadık"[87]
AÇIKLAMA:
Hadiste geçen kırk iyilik nedir? Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) onları niye saymamıştır? diye bazı sorular hatıra
gelmektedir. İbnu Battâl, râvilerden Hassân İbnu Atiyye'nin bunu sayamaması
başkasının da sayamayacağı mânasına gelmediğini belirttikten sonra ezcümle şu
açıklamayı yapar: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu sözleriyle sayıya
gelmeyen bir kısım hayırların işlenmesine teşvik buyurmuşlardır. Şurası
muhakkak ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu kırk hayrı biliyor idiler,
ancak zikretmediler. Çünkü terki bizim için zikrinden daha faydalıdır. Şâyet
bunlar belirlenmiş olsaydı onların dışındaki hayırların işlenmesine sekte
vururdu. Nitekim, bu hayırları sayıp kırkı öte geçenler kulağımıza geldi."
İbnu Hacer sahih hadislerden alınarak tâdâd edilen yirmiye yakın hayırlı ameli
kaydeder.[88]
ـ3ـ
وعن أبى موسى
رضى اللّه عنه
قالَ رَسُولُ اللّهِ
#: ]عَلى كلِّ
مسلمٍ صدقةٌ،
قِيلَ أرَأيتَ
إن لم يَجِدْ؟
قال: يعْمَلُ
بيدَيْهِ فينفعُ
نفسَهُ
ويتصدَّقُ.
قال: أرأيت
إنْ لم
يَسْتَطِعْ؟
قال يُعينُ ذا
الحاجةِ الملهوفَ.
قال: أرأيتَ
إنْ لم
يَسْتَطِعْ؟
قال: يأمرُ
بالمعروفِ أو
الخيرِ. قال:
أرأيتَ إنْ لم
يَفْعَلْ؟
قال: يُمْسِكُ
عن الشَّرِّ
فإنهَا
صدَقةٌ[.
أخرجه
الشيخان .
3. (186)- Ebu Musa (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm):
"Her Müslümanın sadaka vermesi gerekir" buyurdu. Kendisine:
"Ya bulamayan olursa?" diye soruldu.
"Eliyle, çalışır, hem şahsı için harcar, hem de
tasadduk eder" cevabını verdi.
"Ya çalışacak gücü yoksa?" diye soruldu
"Bu durumda, sıkışmış bir ihtiyaç sâhibine
yardım eder" dedi.
"Buna da gücü yetmezse?" dendi.
"Ma'rufu veya hayrı emreder" dedi.
"Bunu da yapmazsa?" diye tekrar sorulunca:
"Kendini başkasına kötülük yapmaktan alıkor.
Zîra bu da bir sadakadır" buyurdu.[89]
AÇIKLAMA
1- Hadiste her Müslümana vermesi "gerektiği"
belirtilen sadakadan maksad "farz" olan sadaka yani zekât değildir.
Çünkü zekât, zenginlere gerekli ve farzdır. Öyle ise mendûb olan sadaka
muraddır.
Hadis "sadaka" deyince sâdece maddî
bağışların araştırılması gerektiğini ifade etmektedir. Tatlı bir söz, şuurlu
olarak başkasını rahatsız edici davranışlardan kaçınma bile sadaka olabilmekte
ve üzerimizdeki borcun düşmesini sağlamaktadır. Ancak, bunlardan en üstünü,
umumiyet itibariyle, verilen maddî sadakadır. Mevcut yoksa çalışıp kazanacak
sonra tasadduk edip bağışlayacak. Çalışamayacak kimse muhtaca yardım etmek
suretiyle aynı borcu ödeyebilir. Muhtaç, mutlak bırakılmış, binaenaleyh
yapılacak yardım da mutlaktır, her çeşit "yardım" buraya girer.
Son çâre olarak ma'rûfu işlemek ve zarardan kaçınmak
gösterilir. Hadîsin el-Edebu'l-Müfred'de yine Buhârî tarafından kaydedilen
vechinde "hayrı ve ma'rûfu emretsin" denmiştir. Yukarıdaki
hadisin ifâdesinde "ma'rufun emredilmesi" başlı başına bir amel
olmakta ve "kötülük yapmaktan kaçınmak"tan önce gelmektedir. ez-Zeyn
İbnu'l-Münîr bu sonuncu durumun yani kötülükten kaçınmak sûretiyle sadaka
işleme keyfiyetinin niyetle olacağını belirtmiştir. Yani tabiatından gelen
mücerred bir terk yeterli değildir, "Allah'a tekarrüb, rıza ve yakınlığını
kazanmak düşüncesiyle kötülüğü terketmelidir" der.
2- Şârihler yukarıdaki ifadede geçen "Ya
bulamazsa?" tâbirinin tertip ifâde etmediğini, binaenaleyh gücü yeten
kimsenin, aynı anda bu sayılanların hepsini yapabileceğini, bu tertibin sırf
bir izah için, herkesin mutlaka bir sadakada bulunabilme imkânına sahip
olduğunu bildirmek için geldiğini belirtirler.
3- Bu hadis, niyet dahil her bir hayır amelinin sevab
yönüyle sadaka derecesine çıkabileceğini göstermektedir. Ayrıca maddî sadakaya
gücü yeten öncelikle bunu yerine getirmelidir, zîra diğerlerinden üstündür.
4- Allah'ın mahlûkatına karşı müşfik olup mal veya bir
başka şekilde de olsa mutlaka bir iyilik yapma imkânı aranmalıdır.
5- Hadisin verdiği diğer bir derse göre, insanoğlu sırf
kendisi için yaşamamalı, mutlaka, başkasına sirâyet edecek bir hayırda
bulunmalıdır. Muhammed İbnu Ebî Cemre bu amelleri efdaliyet ve iktidar
derecesine göre şöyle sıralar: Sadaka; buna gücü yetmezse buna yakın olan veya
yerine geçen bir şey ki bu da çalışmak ve kazanıp harcamaktır. Çalışmaya gücü
yetmeyen bunun yerine geçecek olan yardıma tevessül eder. Bu olmadığı takdirde
ma'ruf amel'de bulunmak. Bunun içine, önce zikredilenler dışındaki ma'ruf
(aklen ve örfen hoş kabul edilen) ameller girer, yoldan rahatsızlık veren bir
şeyi kaldırıp atmak gibi. Bu da olmadığı takdirde namaz. Buna da gücü yetmezse
şerri terketmek gelir. Bu en düşük mertebeyi teşkîl eder. Burada şerden maksat
dinin yasakladığı herşeydir.
İbnu Ebî Cemre, hadiste, içinde bulunduğu şartlar
icabı, mendub amellerden hiçbirini yapamayacak durumda olan kimselere teselli
bulunduğunu ayrıca kaydeder.
Şunu da belirtelim ki, İbnu Ebi Cemre
"namaz" diyerek, yukarıdaki hadiste görülmeyen bir menduba yer
vermektedir. Bu tâbirle, hadisin farklı bir vechine işaret etmektedir. Çünkü
sözkonusu rivayette: "... İki rekatlik kuşluk namazı bunların hepsinin
yerine geçer" buyrulmuştur.
Hadîste,
* Tasadduk etmek maksadıyla çalışmanın fazileti
anlaşıldığı gibi,
* Kişinin, kazancını, önce kendi ihtiyaçları için
harcaması gerektiği de anlaşılmaktadır.[90]
ـ4ـ
ولهما عن أبى
هريرة رضى
اللّه عنه
قال: قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: ]كلُّ
سَُمَى من
النّاسِ عليه
صدقةٌ، كلَّ
يومٍ تطلعُ
فيه الشمسُ.
قال: تَعْدِلُ
بين
ا“ثْنَيْنِ
صدقةٌ،
وتُعينُ الرجلَ
في دَابتِهِ
فتَحْملهُ
عليها أو ترفَعُ
لهُ عليها
متاعَهُ
صدقة، قال:
والكَلِمةُ
الطيبةُ
صَدَقةٌ،
وبِكُلِّ
خَطوةٍ تَمشيهَا
إلى الصَّةِ
صَدَقةٌ،
وتميطُ ا‘ذَى
عن الطَّريقِ
صَدَقَةٌ[ .
4. (187)- Yine Buhârî ve Müslim, Ebu Hüreyre'den (r.a.)
kaydettiklerine göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur:
"Güneşin doğduğu her yeni günde kişiye, her bir
mafsalı için bir sadaka vermesi gerekir. İki kişi arasında adâlet yapman bir
sadakadır. Kişiye hayvanını yüklerken yardım etmen bir sadakadır. Güzel
söz sadakadır, namaza gitmek üzere
attığın her adım sadakadır. Yoldan rahatsız edici bir şeyi kaldırıp atman
sadakadır."[91]
ـ5ـ
وعن حكيم بن
حزام رضى
اللّه عنه
قال: ]قلتُ يَا
رَسُولُ
اللّه: أرأيتَ
أموراً كنُْ
أتحنَّثُ بها
في
الجَاهِلِيَّةِ
منْ صَةٍ
وعتَاقَةٍ
وَصَدَقَةٍ.
هَلْ لى فِيها
أجْرٌ قال:
أسْلمتَ عَلى
مَا سَلَفَ
لكَ منْ خَيْرٍ[.
أخرجه
الشيخان.وفي
أخرى قال.
قلتُ: فو اللّهِ أدَعُ
شيئاً
صَنَعْتُهُ
في الجاهِلِيةِ
إّ فَعلْتُ في
ا“سْمِ
مثلَهُ.وفي
أخرى: أنّه
أعتق في
الجاهليةِ
مائةَ رقبةٍ
وَحَمَلَ
علَى مائةِ
بعير فَلمَّا
أسْلمَ فَعلَ
مثلَهُ .
5. (188)- Hakîm İbnu Hizâm (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Ey Allah'ın Rasûlü, dedim, cahiliye devrinde
yaptığım hayırlar var: Dua, köle âzad etme, sadaka vermek gibi, bana bunlardan
bir sevab gelecek mi?"
"Sen dedi, zaten, daha önce yaptığın bu iyiliklerin
hayrına Müslüman olmuşsun."
Bir diğer rivayette der ki: Dedim ki: "Allah'a
kasem olsun İslâm'da yaptıklarımdan hiçbirini eksik bırakmadan, câhiliye
devrinde hepsini yapmıştım."
Diğer bir rivayette Hâkim'in câhiliye devrinde yüz
köle âzad ettiği, yüz deve yükü mal tasadduk ettiği, Müslüman olunca da aynı
miktarda hayır yaptığını belirtir.[92]
AÇIKLAMA:
Hadis şârihlerinin üzerinde durdukları hadislerden
biridir. Görüldüğü üzere, Hakîm İbnu Hizâm
Müslüman olmazdan önce yaptığı hayırlardan bir sevab ve ücret alıp
alamayacağı hususunda sormakta; Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de "Daha önce yaptığın iyiliklerin hayrına
Müslüman oldun" cevabını vermektedir.
Burada karşımıza çıkan en mühim soru Allah rızası
için yapılmayan hayırların bir değer taşıyıp taşımayacağıdır. Zîra temel
prensibe göre, Allah rızası için yapılmayan hayırların bir değeri yoktur. Bu
yüzden yukarıdaki hadis, âlimlerin ihtilaf etmelerine ve hadisi çeşitli
te'villere tâbi tutmalarına sebep olmuştur. Şöyle ki:
1- "Daha önce yaptığn iyi amellerin hayrına
Müslüman oldun", sözü evvelce güzel alışkanlıklar kazanmışsın, bu
alışkanlıklar Müslüman olmana, İslâm'da hayırlı işlere devam etmene fıtrî bir
hazırlık olmuş mânâsına gelebilir.
2- Aynı söz, "Bu yaptıklarınla güzel bir nam
kazandın. Bu nâmın Müslümanken dahi devam edecektir" mânasını taşıyabilir.
3- Geçmiş iyiliklerin, Müslüman olduktan sonraki hayır
amellerinin sevabını artıracağı da ihtimalden uzak değildir.
4- Bazı âlimler "Bu sözün mânası, Müslüman olan
her müşrike İslâm'a girmezden önceki hayırlı ameli yazılır, fakat kötü ameli
yazılmaz demektir" demişlerdir.
5- Fakihler: "Kâfirin ibadeti sahîh değildir.
Müslüman olsa bile eski ibadetleri nazar-ı itibara alınmaz" demişlerdir.
Ancak bu hüküm Nevevî tarafından şöyle tefsir edilmiştir: "Fukahanın
bundan muradı küfür hâlinde işlenen hayırların dünyevî ahkâm hakkında nazar-ı
itibara alınmayacağıdır. Bu sözde âhiret sevabına dair birşey yoktur."
Hülasa hayır ve imanın müsbet yönde mertebe ve
dereceleri bulunduğu gibi, şer ve küfrün de kendi aralarında menfî istikâmette
derekeleri, mertebeleri vardır. Sıradan bir kâfirle zâlim, fâcir, fâsık ve
sefih bir kâfir, bir olmamalıdır. Binâenaleyh hayırsever kâfirlerin, zâlim
kâfirlere nazaran uhrevî hayatta farklı muameleye maruz kalması, mertebesinin
farklı olması makuldür. Bu yüzdendir ki, cehennemin de, cennet gibi farklı
tabakaları mevcuttur. Kur'ân-ı Kerîm'de cehennemliklerin maruz kalacağı farklı
azablardan bahsedilmektedir.[93]
Müteâkip hadisle ilgili olarak kaydedeceğimiz açıklama da bu bahsi tamamlar.[94]
ـ6ـ
وعن عائشة
رَضى اللّهُ
عنها قالتْ:
]قلتُ يَا
رَسُولُ
اللّه: إنَّ
ابنَ
جُدْعَانَ
كَانَ في
الجاهليةِ
يَصِلُ
الرَّحِمَ،
ويُطْعِمُ
المِسْكِينَ،
فَهلْ ذلكَ
نَافِعَهُ؟
قال:
يَنْفَعُهُ
إنّهُ لَمْ
يقُلْ يوماً
ربِّ اغْفرْ
لِى
خَطِيئتِى
يومَ الدّينِ[
.
6. (189)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor:
"Dedim ki Ey Allah'ın Resûlü, İbnu Cüd'an
câhiliye devrinde sıla-i rahimde bulunur, fakirlere yedirirdi. O bundan fayda
görecek mi?" Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verdi:
"(Hayır) iyiliklerin ona bir faydası
olmayacaktır. Çünkü o bir gün bile "Ya Rabbi kıyamet günü günahlarımı
bağışla" dememiştir."[95]
AÇIKLAMA:
İbnu Cüd'an efsânevî hayat hikâyesi olan bir
câhiliye Arabıdır. Hz. Aişe ile aynı kabileye mensubtur. Yani Kureyşlidir.
Bidâyette ahlâksız ve câni birisidir. Bu yüzden kabileden kovulur. Sonra çölde
rastladığı bir mağarada Hz. Nuh (aleyhisselam)'un torunlarından ve beş yüz yıl
kadar hayat süren Nüfeyl İbnu Abdiddâr'ın mezarını keşfeder. Oradan ele
geçirdiği servetle zengin olur, kabilesine geri döner. Bu servetle büyük
hayırlar yapar.
Yukarıdaki hadis, kâfir olarak ölen bir kimsenin
sıla-ı rahim yapmak, fakirleri doyurmak gibi hayırlı işlerinin ahirette
kendisine fayda vermeyeceğini ifade etmektedir.
Kadı Iyaz der ki: "Kâfirlere amelerinin fayda
vermeyeceğine, bunlardan dolayı sevap görmeyeceklerine, azapları da
hafifletilmeyeceğine İcma-i Ümmet vardır. Lâkin suçlarına göre küffârın
azapları birbirinden şiddetli olacaktır."
Yani makamları cehennem olmak yönüyle hepsi birdir.
Hiçbir hayırlı amel kâfirin makamını cennet kılmada işine yaramayacaktır. Ancak
cehennem içerisindeki mertebelerine müessir olabilecektir. Cinâyet, zulüm,
sefâhet gibi, aklen, vicdanen kötü olan amelleri sebebiyle esfel-i sâfilîn
istikametinde derekeleri artacak, maruz kalacakları azab şiddetlenecektir.
İslâm âlimleri naslar arasındaki farklılıklardan ve
zımnî delâletlerden bu mânâları çıkarmışlardır. Dinin tebliğ ve tesbiti
sırasında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu teferruatları, sarih ve
doğrudan beyanlarla ortaya koysaydı, yanlış anlamalara sebep olabilir, cahiliye
büyüklerinin, İslâm'da da büyük olarak korunmaları gibi telakkîler ortaya
çıkabilirdi. Bu durumdan kabilecilik asabiyeti belli bir ölçüde hissemend olur,
İslâm'ın te'sisine çalıştığı vahdet ve birlik ruhu zarardîde olabilirdi.[96]
ـ7ـ
وعن أبى ذرّ
رضى اللّه عنه
قال: قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: ]
تَحقِرَنَّ
مِنَ
المَعْرُوفِ
شَيئاً، ولو
أنْ تلقَى
أخاكَ بوجِهٍ
طَلْقٍ[. أخرجهما
مسلم.
7. (190)- Ebu Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Yapılan hayırdan (ma'ruf)
hiçbir şeyi küçük bulup hakir görme, kardeşini güler yüzle karşılaman bile olsa
(bunu ehemmiyetsiz görüp ihmâl etme)"[97]
ـ8ـ
وعن
حُذَيْفَةَ
رضى اللّه عنه
قال: قالَ رَسُولُ
اللّهِ #: ]كلُّ
مَعْرُوفٍ
صَدَقَةٌ[.
أخرجه الخمسة
إّ
النسائى.وأخرجه
الترمذى عن
جابر، وزاد:
وإنَّ منَ
المعروفِ أن
تلقَى أخاك
بوجهٍ
طَلِقٍ، وأن
تُفْرِغَ من
دَلْوِكَ في
إناءِ أخِيكَ
.
8. (191)- Huzeyfe (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Her bir ma'ruf sadakadır"
Bu hadisi Tirmizi, Hz. Câbir (radıyallahu anh)'den
şu ziyade ile rivayet etti: "Kardeşini güler yüzle karşılaman, kendi
kovandan kardeşinin kabına su vermen de birer "ma'ruf"dur".[98]
ـ9ـ
وعن عدى بن
حاتم رضى
اللّه عنه
قال: قالَ رَسُولُ
اللّهِ #: ]مَا
مِنْكُمْ
مِنْ أَحَدٍ
إَ سَيُكَلِّمُهُ
رَبُّهُ،
وَليْسَ
بَيْنَهُ
وَبَيْنَهُُ
تَرجُمَانٌ
فَيَنْظُرُ
أيْمَنَ منهُ
فََ يَرَى إ
مَا قَدَّمَ
وَيَنْظُرُ
اَشْأَمَ
مِنْهُ فََ
يَرَى اَِّ
مَا قَدَّمَ
وَيَنظُرُ
بينَ
يَدَيْهِ فَ
َيَرَى إّ
النّارَ تِلْقَاءَ
وجْهِهِ:
فاتَّقُوا
النَّارَ ولو
بِشَقِّ تَمْرَةٍ،
فَمَنْ لَمْ
يَجِدْ
فَبِكَلِمةٍ طَيِّبَةٍ[.
أخرجه
الشيخان
والترمذى .
9. (192)- Adiy İbnu Hâtim (radıyallahu anh) anlatıyor:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Sizden herkese Rabbi, aralarında bir tercüman
olmaksızın, doğrudan doğruya hitab edecektir. Kişi o zaman (ateşe karşı bir
kurtuluş yolu bulmak üzere sağına bakar, hayatta iken gönderdiği (hayır)
amellerden başka birşey göremez. Soluna bakar, orada da hayatta iken işlediği
(kötü) amellerden başka birşey göremez. Ön cihetine bakar. Karşısında (kendini
beklemekte olan) ateşi görür. (Ey bu dehşetli güne inanan mü'minler!) yarım
hurma ile de olsa kendinizi ateşten koruyun. Bunu da bulamazsanız güzel bir
sözle koruyun."[99]
AÇIKLAMA:
Ateşe karşı korunmak için, ne kadar küçük görünse
bile iyi amellerden işlemek gerekir. Hayırlı ameller işlemek için zengin
olmayı, âlim olmayı, mevki sâhibi olmayı veya şu yaşta, bu sıhhatte olmayı
beklemeye hacet yok. Herkes hayır yapabilir, yarım hurma ile de olsa, tatlı bir
söz, güzel bir yüzle de olsa, yoldan rahatsızlık veren bir taşı, bir dikeni
kenara atmak sûretiyle de olsa. Hadîsler, başkalarına kötülükten vazgeçmeyi de
"sadaka", hayırlı işler yapmaya "niyet" etmeyi de
"sadaka" olarak ifâde ettiğine göre, hiç kimse ateşten korunmak için
birşeyler yapmaktan uzak ve âciz kalmaz, yeter ki meselenin şuurunda olsun. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bir kısmı bu bölümde zikredilmiş olan
sadaka ve marufla ilgili hadislerle mü'minde her an, her şeyinde hayrı arayan
bir şuur uyandırmaya çalışıyor.
Mü'min, en ağır şartlarda, her çeşit
imkânsızlıklarda bile mutlaka yapabileceği bir hayır bulabilir ve bununla
"Hayır yapmaktayım. Rahmeti, ecri bol olan Rabbim'den mükâfat
bekliyorum" diyebilir. Bu duygu, kendini değersiz, kıymetsiz görme
kompleksinden, Allah'a karşı ye'se düşme felâketinden kurtarır. Yukarıda geçen
hadislerde meknuz olan sonuncu gâyeyi de gözönüne almalıyız.[100]
ـ10ـ
وعن أبى هريرة
رضى اللّه عنه
قال: قالَ رَسُولُ
اللّهِ #: ]أَ
رجلٌ
يَمْنَحُ
أهلَ بَيْتٍ
ناقَةً
تََغْدُو
بِعُسٍّ
وَتَروحُ
بِعُسٍّ إنَّ
أجْرَهَا
لَعَظِيمٌ[.
أخرجه
مسلم.»والعسُّ«
القدح الكبير
.
10. (193)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bilin
ki, bir ev halkına, sütünden ve yününden istifâde etmeleri için, akşam ve sabah
bol süt veren devesini, geçici olarak bağışlayan kimsenin ecri cidden
büyüktür."[101]
[1] Buhârî, Edeb: 2; Müslim, Birr: 1, (2548). Bu ifade
Buhâri ve Müslim’de aynen gelmiştir. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/478.
[2] Şu ayetler görülebilir: Bakara: 2/83, 180, 215; Nisa:
4/7, 33, 36; En'âm: 6/6, 151; İbrahim: 14/41; Meryem: 19/14: Neml: 27/19:
Ankebut: 29/8: Lokman: 31/14 Ahkâf: 46/15. 17.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/478-481.
[4] Ebu Dâvud, Edeb: 129, (5140); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/481.
[5] Ebu Dâvud, Edeb: 129, (5141); Tirmizî Birr: 1, (1898);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/482.
[6] Ebu Dâvud, Büyü: 79, (3530); İbnu Mâce, Ticârât: 64,
(2291-2292); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
2/482.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/483.
[8] Müslim, Birr: 9, (251); Tirmizî, Daavât: 110 (3539).
Rivayetin yukarıdaki metni, Müslim'deki metindir. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/483.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/483.
[10] Müslim, Itk: 25, (1510); Ebu Dâvud, Edeb: 129, (5137);
Tirmizî, Birr: 8, (1907); İbnu Mâce, Edeb: 1, (3659); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/484.
[11] Tirmizî, Birr: 3 (1900).Tirmizî bu hadisi hem Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in sözü (merfu) olarak, hem de sahâbî sözü
(mevkuf) olarak rivayet eder. Ayrıca mevkuf olarak rivayet eden tarîkin sahih
olduğunu söyler. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/484.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/485.
[13] Nesâî, Cihad 6, (6, 11). İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/485-486.
[14] Ebu Dâvud, Edeb: 129, (5138); Tirmizî, Talâk: 13,
(1189). Tirmizî hadisin sahih olduğunu da belirtti. İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/486.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/486.
[16] Tirmizî, Birr: 3, (1901). Tirmizî, hadise
"sahih" dedi. İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/486.
[17] Müslim, Sıyam 157, (1149); Tirmizî, Zekât 31 (667);
Ebu Dâvud, Vesâyâ 12, (2877), Zekât 31, (1656); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/487.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/487-488.
[19] Buhârî, Hibe: 28, Edeb: 8; Müslim, Zekat: 50 (1003);
Ebu Dâvud, Zekât: 34, (1668); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 2/488.
[20] Tirmizî, Birr: 6, (1905); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/489.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/489.
[22] Ebu Dâvud, Edeb: 129, (5142); İbnu Mâce, Edeb: 2,
(3664); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/490.
[23] Müslim, Birr: 11-13 (2552); Tirmizî, Birr: 5 (1904);
Ebu Dâvud, Edeb: 129, (5143); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 2/490.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/490.
[25] Ebu Dâvud, Edeb: 129, (5145); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/491.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/491.
[27] Bu rivayeti Rezîn tahric etti.
Bu rivayet Heysemî'nin Mecmau'z-Zevâid'inde, Taberâni'nin
Mu'cemu'l-Kebir'inden kaydedilmiştir (3, 282). İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/492.
[28] Buhârî, Zekât: 10, Edeb: 19; Müslim, Birr: 147,
(2629); Tirmizî, Birr: 13, (1916). İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/493.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/493-494.
[30] Müslim, Birr: 149, (2631);
Tirmizî, Birr: 13, (1917). İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/494.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/494.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/495.
[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/496.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/496-500.
[35] Bir peygamberin rüyâda bile olsa gördüğünün vahye
dayandığı ve binâenaleyh hak olduğu (bak. Râzi, a.g.e. 26, 153) kaziyyesi ve
usûlcülerin bir hüküm geldikte icra edilmeden neshedilip edilmiyeceği hususunu
tartışmış olmaları (Râzî, a.g.e. 26. 155) gibi hususlar gözönüne alınırsa, Hz.
İbrahim'in oğlunu kurban etmeye tevessülüyle alâkalı âyetlere (Saffât:
37/101-102) dayanarak Hz. İbrahim zamanına kadar - belki de bir kısmı kayıtlara
tâbi olarak - çocuk kurban etmenin câri olduğu, ondan sonra da bu tatbikâtın
meşrûiyetinin neshedildiği de düşünülebilir. (İbrahim Canan)
[36] Bakara: 2/49; A'raf: 7/141; İbrahim: 14/6; Kasas:
28/4; Mü'min: 40/25.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/500-503.
[38] Ebu Dâvud, Edeb: 130, (5149); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/503.
[39] Tirmizî, Birr: 11 (1911); İbnu Mâce, Edeb: 3, (3666);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/504.
[40] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/504.
[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/504-507.
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/507-509.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/510.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/510.
[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/511.
[46] Ebû Dâvud, Edeb: 158 (5222); Buhârî, Menâkıbu'l-Ensar:
45; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/511.
[47] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/511.
[48] Bir Sa': 2120 grama tekabül eden bir ölçü birimi.
(İbrahim Canan)
[49] Tirmizî, Birr: 33, (1953); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/512.
[50]Bu açıklama Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
Sünnetinde Terbiye kitabından özetlenerek alınmıştır. (İbrahim Canan)
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/512-515.
[52] Tirmizî, Menâkıb: 85, (3892); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/515.
[53] Buhârî, Talak: 14, Edeb: 24; Tirmizî, Birr: 14,
(1919); Ebu Dâvud, Edeb: 131, (5150); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 2/517.
[54] Tirmizî, Birr: 14, (1918); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/518.
[55] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/517-518.
[56] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/518.
[57] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/519.
[58] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/519.
[59] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/519.
[60] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/520.
[61] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/519.
[62] Buhârî, Talak: 25; Müslim, Zühd: 42.
[63] İbnu Mace, Edeb: 6.
[64] Tirmizi, Birr: 14.
[65] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/520-521.
[66] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/521-523.
[67] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/523-524.
[68] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/524-525.
[69] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/525-526.
[70] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/526.
[71] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/526.
[72] Terbiye açısında âilenin ehemmiyetini, daha önce
zikrettiğimiz İslâm'da Çocuk Hakları adlı kitabımızda etraflıca açıkladık (s.
68-88). Orada müdellel olarak genişçe kaydedilenleri şöyle özetleyebiliriz:
1- Bilhassa süt devesini
bakımevlerinde geçiren çocukların ruhî gelişmelerindeki gerilik sebebiyle,
çocuk bakım müesseseleri, her çeşit maddi konforu hâiz bile olsa, hiçbir
sûrette âilenin yerini tutamaz. Bu sebeple kimsesiz bir çocuk, âile içine
yerleştirilmeli, hiçbir imkân olmadığı hallerde son çâre olarak yuvaya yerleştirilmelidir.
Bu düşünce, ücreti devletçe karşılanan "koruyucu âile" müessesesini
getirmiştir.
2-
İnsan neslinin âile ile sağlıklı
şekilde devam edeceği gerçeği anlaşılınca, âile müessesesini korumak için
Birleşmiş Milletler öncülüğünde, bütün dünyada tedbirler alınmıştır: Çocuklu
âilelere yapılan çeşitli maddî yardımlar, himâyeler, evlenme kredileri gibi.
3- Çocuk sağlıklı bir gelişmeye ancak âile yapısına uygun
bir çevre içerisinde kavuşabileceğinden, çocuk himâye müesseseleri âileye
benzetilmiştir: Oralarda çalışanlar geçmiş devirlerde hep kadınlardan
seçilirken, zamanımızda, en alt seviyedeki müstahdemden en üst seviyedeki
muallim ve doktora varıncaya kadar eşit sayıda erkek ve kadından teşkil
edilmiştir. Çocuk yuvaları bile, aynen normal âilelerin oturduğu inşa ve tanzim
edilen dâireler şeklinde, anne-baba rolünü oynayacak bir kadın ve erkek bakıcı
nezaretinde kız-erkek çocukları (yine âilede olduğu gibi) belli yaşlara kadar
ayırmaksızın 7-8 kişilik gruplar hâlinde teşkil edilmekte, burada kalan çocuklara,
zaman zaman ziyâret edilecek, mektup yazılacak "sağdıç akraba"lar:
Halalar, teyzeler, dayılar, amcalar bulunmaktadır. Maksad yuvadaki çocuğa
mümkün mertebe âile havasını yaşatmak.
4- Âilenin terbiye açısından ehemmiyetini ortaya koyan
mühim bir vak'a Rusya'daki tercübedir. Komünistler orada iktidara geçince
yıkılması gereken burjuva müesseselerinden biri olarak, en ziyâde hücum edilen
âile müessesesi, tarihte eşine rastlanmadık darbe yemiştir. Ancak, yeni
görüşler bir müddet tatbik edildikten sonra, "çocuklara ilk içtimâi
terbiyelerini vermede âilenin, kreşlerden, çocuk bahçelerinden veya devlet
müesseselerinden daha iyi, daha müessir olduğu" gerekçesiyle tekrar âile
düzenine dönülmüştür. Ayrıca âileyi koruyucu bir kısım kanuni tedbirler de
alınmıştır.
5- Eskiden zengin çocuklarının fıtraten daha kaabiliyetli
olduğuna inanılırken, şimdi bu düşüncenin yanlışlığı kabul edilmiştir. Zira
anlaşılmıştır ki, çocuktaki bir kısım melekelerin inkişâfında âile muhiti, bu
muhitin sağladığı maddî ve mânevi imkânlar büyük rol oynamaktadır. Çocuğun
ortaya koyacağı şahsiyet fıtrî değil, kesbîdir, terbiyevîdir. Düzenli bir
âilenin şuurla vereceği bir terbiyenin yerini hiçbir şey
dolduramamaktadır. (İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/526-527.)
[73] En'am: 6/152; İsra: 17/35.
[74] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/528-529.
[75] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/529-531.
[76] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/531.
[77] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/531.
[78] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/531-532.
[79] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/532-533.
[80] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/533.
[81] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/533-535.
[82] Buhârî, Mezâlim: 28, Cemaat: 32; Müslim, Birr: 128,
(1914), İmâret: 163, (1914); Muvatta, Salatu'l-Cemaat: 6, (1, 131); Tirmizî, Birr:
38 (1958); Ebu Dâvud, Edeb: 172, (5245); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/537.
[83] Müslim, Mesâcid: 58, (553); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/538.
[84] Müslim, Birr 131, (2618); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/538.
[85] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/538-539.
[86] Buhârî, Nafakât: 1, Edeb: 25, 26; Nesâî, Zekât: 78,
(5, 86, 87); Müslim, Züd: 41, (2982); Tirmizî, Birr: 44, (1970); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/541.
[87] Buhârî, Hibe: 35; Ebu Dâvud, Zekat: 42, (1683);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/541-542.
[88] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/542.
[89] Buhârî, Zekât: 30, Edeb: 33; Müslim, Zekat: 55,
(1008); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/542.
[90] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/542-544.
[91] Buhârî, Cihâd: 72, 128, Sulh: 33; Müslim, Müsâfirîn:
84, (720), Zekât: 56, (1009); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 2/544.
[92] Buhârî, Zekat: 24, Büyû: 100, İtk: 12, Edeb: 16;
Müslim, İman: 194-196, (123); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 2/545.
[93] Daha ziyade bilgi için Ahmed Davudoğlu'nun Müslim
Şerhi'ne bakılabilir I, 460-463.
[94] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/545-546.
[95] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/547.
[96] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/547.
[97] Müslim, Birr: 144, (2626); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/548.
[98] Buhârî, Edeb: 33; Müslim, Zekât: 52, (1005); Ebu
Dâvud, Edeb: 68, (4947); Tirmizî, Birr: 45, (1971); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/548.
[99] Buhârî, Rikâk 49, 51, Tevhid 36, 24, Zekât 9, Menâkıb
25, Edeb 34; Müslim, Zekât 67, (1016); Tirmizî, Kıyamet 1, (2427); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/548-549.
[100] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 2/549.
[101] Müslim, Zekât: 73, (1019); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/549.