KUR'AN'DA MESLEKÎ İHZARİYELER:
MESLEK MEVZUUNDA YÜKSEK İDEAL:
HELAL KAZANCA TEŞVİK, HARAMDAN SAKINDIRMA
MÜBAH OLAN KAZANÇLAR VE TAAMLAR
* KUR'AN'I YAZMA VE ÖGRETMENİN ÜCRETİ
ÇOCUKLARIN ÇALIŞTIRILMA VE İSTİHDAMLARI MESELESİ
* HACAMAT YAPANIN KESBİNDEKİ KERAHET
(Bu bölümde üç fasıl vardır.)
BİRİNCİ FASIL
HELAL KAZANCA TEŞVİK HARAMDAN SAKINDIRMA
*
İKİNCİ FASIL
MÜBAH KAZANÇ VE MÜBAH YİYECEKLER
*
KUR'AN'I YAZMA VE ÖGRETMENİN ÜCRETİ
*
İŞÇİLERİN RIZIKLARI
*
İKTA
*
HACAMAT YAPANIN ÜCRETİ
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
MEKRUH KAZANÇLAR
*
KÖPEGİN FİATI
*
KEDİNİN FİATI
*
HACAMAT YAPANIN KAZANCININ MEKRUHLUGU
*
DAMIZLIK ERKEK HAYVANIN ÜCRETİ
*
KASÂME
*
MADEN
*
SULTANIN İHSANI
*
MÜTEBARİLER
*
MEKS
Kesb, kazanmak manasına mastardır. Kelime, mal gibi maddî
kazançlar için kullanıldığı gibi, ilim gibi, hayır veya şer gibi mânevî
kazançlar için de kullanılır. Kisb şeklinde de isti'mâl edilen kelime asıl
itibariyle cem'etmek manasına gelir.
Sadedinde olduğumuz bölümde daha ziyade maddî kesb, maişetimiz
için dünyevî kazanç kastedilmektedir. Dinimiz, ahirete öncelik verilmesini esas
almış ise de (Duha 4), müntesiblerinden dünyayı ihmal etmemelerini de talep
eder. Dünyanın ihmal edilmemesi, maddî kesbe yer verilmesi demektir. Dilimizde
"Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi âhiret için
çalış" şeklinde şöhret yapan bir hadis, farklı şekillerde Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm'dan rivayet edilmiştir. Suyûtî'nin Câmiu's-Sağîr'de
kaydettiği bir veçhi şöyle "Hiç
ölmeyeceğini zanneden kişi gibi (dünya için) çalış, yarın öleceğinden korkan
kimse gibi de (dünyaya bağlanmaktan) kaçın." Bu hadisten, "dünyaya
karşı ulemânın verdiği cevaplardan biri şöyle: "Eğer insan ebedî
yaşayacağını bilirse dünyaya hırsı azalır ve bilir ki, arzu ettiği dünyalık,
onu talepteki hırs ve koşuşturmayı bir kenara bıraksa bile elinden kaçıcı
değildir. Şöyle der: "Dünyalığımı bugün kaçırsam bile yarın elde ederim,
nasıl olsa ben ebedî yaşayacağım." Bu sebeple Resûlullah: "Dünyalık
hususunda ebedî yaşayacağını zanneden kimsenin ameliyle amel et, dünya işleri
için hırslı olma" buyurulmuştur." Bu te'vile göre, hadis hoş bir
metod ve tatlı bir lafızla dünyalık talebinde teenni ve hafifliğe teşvik etmiş
olmaktadır. Hadis, diğer taraftan âhiret ameliyle ilgili olarak da, -hadisin
zahirinde görüldüğü üzere- "yarın öleceğini zanneden kimsenin gayretiyle
gayret göster" irşadında bulunmuş olmaktadır.
Ancak şunu da bilmemizde gerek var: Kur'ân-ı Kerîm, "Ailene
namazı emret!" (Tâha 132) açıklığında bir emirle dünya işlerine teşvîke
yer vermez. "Namaz kıl!", "Oruç tut!", "Zekat
ver!", "Ahiret dünyadan daha hayırlıdır" gibi pek çok irşatlarla
ibadet hayatımızla ilgili açık emirlerde bulunduğu halde, insanları iş hayatına
ve dünyevî kazanca teşvîk edici sarîh emirlerde bulunmaz. Fakat bu, Kur'ân'da o
meselenin yer almadığı manasına da gelmez. Biz bu meselenin zihinlerde yanlış
yer etmemesi için, kazançla ilgili olan bu bölüme girerken, çocuk terbiyesinde
meslekî formasyon işinin Kur'ân'da nasıl ele alındığını aydınlatan bir
tahlilimizi kaydediyoruz. Mevzu geldikçe ifade ettiğimiz üzere, bir kere daha
ifade edelim: İslâm'a göre, bugünkü temel eğitim dediğimiz farz-ı ayn ilimler
meyanında bir meslek öğretimi de yer alır. Aşağıdaki tahlilimiz, Kur'ân-ı
Kerîm'in bu meseleye dolaylı bir üslubla yer verdiğini göstermekle kalmayacak,
bunu dolaylı ele alışının sebeplerini de belirtecektir:[1]
Kur'ân-ı Kerîm, hayata hazırlama safhasında çocukların dinî
terbiyeleri üzerinde hassasiyetle durmakta, bu meselenin ehemmiyetini kavramada
hiçbir tereddüt ve muğlaklığa yer bırakmamak için oldukça teferruatlı
meselelere temas edip açıklık getirmekte, birkısım tekrarlarla da meseleyi
iyice te'kîd etmektedir.
Hayata hazırlık safhasının diğer mühim bir meselesi olan
"meslekî formasyon" meselesinde ise, aynı açıklık ve ısrar görülmez.
Buradaki teenni ve ibhâma (yâni mübhemliğe) bakarak, Kur'an-ı Kerîm'in meslek
öğretimi işine ehemmiyet atfetmeyip ihmal ettiği neticesini çıkarmak çok acele
verilmiş bir hüküm olur. Böyle bir hüküm bizi, dinimiz hakkında yanlış ve
insafsız bir kanaata sevkeder.
Evet Kur'ân-ı Kerîm, çocukların meslekî formasyonlarını da ihmal
etmez. Onların dünyevî istikballerinin de yeterince düşünülüp, bu maksadla bir
kısım tedbirler alınmasının, çocuğa bu mes'elede de önderlik ve rehberlik
edilmesinin gereğine irşad eden müteaddid ayetler mevcuttur. Ancak, bunlar dinî
terbiye meselesinde olduğu kadar açık ve ısrarlı görülmezler, kısmen dolaylı ve
mübhemdirler.
Meslek öğretimi meselesinin, dolaylı da olsa, hangi ayetlerde ele
alındığı noktasına geçmeden önce, bu mevzuya niçin dolaylı ve mübhem olarak yer
verildiğini belirtmemiz gerekiyor:
Önce, şu husus bilinmeli ki, Kur'ân-ı Kerîm, bizi ilgilendiren her
şeye ehemmiyeti nisbetinde yer vermektedir. Bir kısım mes'elelere dolaylı bir
işaretle, bir başkasına açık bir ayetle temas edip geçmişken, diğer bir kısım
meselelere tekrarla, ısrarla yer vermiş, nazar-ı dikkatleri fazlaca çekmiş
bulunmaktadır.
Burada akla şöyle bir sual gelebilir: "Ehemmiyetin ölçüsü
nedir? Bu herkese göre değişir, birisi için mühim olan, bir başkası için
değildir!" Bu soruya şöyle cevap verebiliriz:
Ehemmiyetin ölçüsü elbette insanın, hususan günümüz insanının
hevâsı ve bencil hükmü değildir. Burada ölçü, İlâhîdir. Yani, insanın
yaratılışında Cenâb-ı Hakk'ın güttüğü maksadlardır. Kur'ân bu İlâhî maksad ve
gayelerde rehber kitaptır.
Bu açıdan bakarsak, Kur'ân-ı Kerîm'in iki büyük dâirenin mühim
meselelerini açıkladığını görürüz:
1- Rubûbiyet Dairesi: Yani Cenab-ı Hakk'a ait olan daire.
İnsanlarca meçhul olan o daireyi Kur'ân'dan ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'den başka tanıtacak bir mârifet ve ilim kaynağı mevcut değildir. O
dairenin, insanlarca bilinmesi gereken birkısım meseleleri, şuunâtı vardır.
Cenâb-ı Hakk'ın isimleri, mebde' ve meâd (yani başlangıcımız ve sonumuz),
yaratılış, ceza, mükâfaat, cennet, cehennem, hesap, kitap, melâike gibi...
Kur'ân bunlara yer verirken her birinin insanın yaratılış gâyesi açısından
arzettiği ehemmiyet nisbetinde farklı sayılarda tekrar eder, açıklık getirir.
2- Ubudiyet Dairesi: Bu daire, kulluk dairesidir. İnsanların
Allah'a karşı vazifelerini, birbirleriyle olan münasebetlerini ilgilendiren
daire. Bu dairenin de pek çok meseleleri vardır. Bu meselelerden bazısı
bazısına nazaran daha çok ehemmiyet taşımaktadır. Keza, bir kısmının ehemmiyeti
açık olduğu, herkesçe görüldüğü halde, bazılarının ehemmiyeti görülmez ve kolay
kolay anlaşılmaz. Hatta öyle meseleler vardır ki, insanın yaratılış gayesi
açısından birinci derecede ehemmiyet arzetmesine rağmen, kendi kendine bunu
idrak etmesi mümkün değildir. Şu halde Kur'an-ı Kerim, kulluk dairesinin mesele
ve vazifelerine temas ederken İlahî zaviyeden ehemmiyetli olanlara
insanlar tarafından ehemmiyeti
kavranamayacak, ihmal edilecek durumda olanlara daha çok yer vermeli, tekrarla
üzerinde durmalıdır. Aksine ehemmiyetini kavramada zorluk çekilmeyecek olan
veya ister istemez idrak edilip anlaşılacak olan meselelere şöyle bir temas
edip, bir işarette bulunup geçmelidir.
Bu noktada hemen şunu söyleyebiliriz: Ubudiyet dairesinin
vazifelerinden olan namaz, oruç, zekat, hacc gibi ibadetler İlahî zaviyeden,
insanın yaratılış gayeleri açısından
birinci derecede ehemmiyet taşıdığı halde, insanlarca kavranıp gereğince takdir
edilmesi mümkün değildir. Öyle ise
Kur'an burada ısrar etmeli,
tekrarla üzerinde durmalıdır. Nitekim öyle olduğunu gördük.
Halbuki, yine ubudiyet dairesinin meselelerinden biri olan meslekî
formasyon, yani, dünyevî istikbalin kazanılması, yeni nesillerin bu
maksadla hazırlanması meselesi, bizzat
insanlarca ehemmiyet takdir edilen, öncelikle düşünülen bir husustur. İnsan
aklıyla, tecrübesiyle, maddî hayatın tabii nizam ve akışıyla o mes’eleyi
düşünür, anlar ve tedbirini alır. Binaenaleyh bu mevzuun Kur'an'da ana
davalardan biri olarak değerlendirilip doğrudan ele alınmasına gerek yoktur.
Tebeî bir nazarla, tâli bir mesele olarak ele alıp dolaylı şekilde yer vermek,
temas edip geçmek yeterlidir ve gerçekten de öyle yapılmıştır.[2]
KUR'AN'DA MESLEKÎ İHZARİYELER:
Yukarıdaki kısa açıklamadan sonra şunu söyleyebiliriz: Meslek öğretimi meselesini sarih olarak ele
almamış olan Kur'an-ı Kerim buna ihzariyeler tarzında yer vermiştir. Yani
meslekî öğretim ve formasyonu netice verecek birçok hazırlayıcı (ihzarî)
unsurlar, dinî emirler olarak Kuranî mesaja dercedilmiştir. Bunlar ferdî ve
içtimâî hayatın gereği olarak herkesin
ister istemez karşılaşacağı bazı maddî emrivakilerin yönlendirilmesi ile
sağlanmıştır. Bir başka ifade ile Kur'an, maddî
hayatın vazgeçilmez bir kısım meselelerine dinî bir yaklaşımla temas
ederek bunların helal olan cihetini, Allah nezdinde makbul ve güzel olan tarz
ve istikametini beyan etmiş, uhrevî mükâfaatı hatırlatarak gösterilen
istikamette tayin edilen tarzda gidilmesini talep etmiştir. Bu taleplerin
hakkıyla yerine getirilmesi, mü'mini, ister istemez bir maksada hazırlayacak ve
bir hedefe sevkedecektir. "Meslekî formasyon" olarak tebellür ve tezahür eden bu "hedef"e, ferdi,
dolaylı olarak hazırladığı için Kur'an' da yer verilmiş olan bu tedbirî
unsurlardan her birine -günlük lisanımıza
kısmen yabancı da düşse- ihzariye veya "dispozisyon" diyebiliriz.
Şimdi ifası, mü'mini bir
meslek sahibi olmaya ve bir meslek icra etmeye ve çocuğunu bir meslek
üzere yetiştirmeye sevk ve mecbur eden bu Kur'anî ihzariyelerin mühim
olanlarından birkaçını belirtmeye çalışacağız.
1) Rızık Helal ve Temiz olmalıdır: "Mü'min bir kimse her şeyden önce helal ve temiz olan şeyleri
istihlak etmek zorundadır. Yediği veya kullandığı şeylerde maddî ve manevî bir
kir bulunduğu takdirde yaptığı
ibadetlerin kabul edilmeyeceğini Hz. Peygamber haber veriyor. Esasen Kur'an'ın
ifadesine göre, ta Hz. Adem'den beri bütün peygamberlere -ve dolayısıyla
insanlara- helal ve temiz şeylerin yenmesi emredilmiştir.
"Ey peygamberler! Temiz şeylerden yiyin, faydalı iş işleyin.
Doğrusu ben, yaptığınızı bilirim" (Mü'minûn 51)
Bir diğer ayette de şöyle
buyrulur:
"Ey iman edenler! Sizi rızıklandırdığımızın temizlerinden
yiyin. Yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız, O'na şükredin" (Bakara 172).
2) Helal Rızık , Emek Eseridir: Kur'an-ı Kerim, yukarıda
kaydettiğimiz misallerde olduğu üzere, birkısım
ayetlerinde "helal ve "temiz" rızık yemeyi emrederken,
diğer bazı ayetlerinde helal rızkın "ferdî" emekle elde edileceğini
ifade etmiştir:
"İnsan için çalıştığından başkası yoktur" (Necm 39).
Bütün peygamberlerin (aleyhimüsselam) ellerinin emekleriyle
geçindiğini ifade eden Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de yukarıda
kaydettiğimiz ayetleri açıklar mahiyette olmak üzere şöyle buyurur:
"Kişi, elinin
emeğinden daha hayırlı bir şey asla yememiştir." Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) ayrıca, helal rızık için çalışmayı, her Müslümanın
"vacib"lerinden biri olarak ifade etmiştir.
Diğer taraftan İslam alimleri, "İlim taleb etmek her Müslümana farzdır" hadisinde ifade
edilen "ilm"den muradın "haramhelal ilmi" olduğunu söyleyerek helal kazancın ve buna imkan veren meslek bilgisinin
ehemmiyetini dile getirmişlerdir.
3) İnsanlar Birbirlerine Muhtaçtırlar: İnsanları diğer
canlılardan ayıran hususiyetlerden biri de hemcinsine olan ihtiyacıdır.
Hayvanlar da şüphesiz hemcinslerine
ihtiyaç duyarlar ama bu, insanlarınki kadar çok yönlü ve zaruri değildir. Tabiatı
icabı medenî bir hayat yaşamak zorunda olan insanın ihtiyaçları çoktur ve
bunların hepsini tek başına kendisi karşılayamaz.
Başkalarına olan ihtiyaç, iktisadî hayatta, rızıkların farklılığı
şeklinde kendini ortaya koyar. Çalışmanın ve iktisadî gelişmenin, binnetice
medenî ve teknik terakkinin de sebep ve zenbereği olan bu ekonomik farklılık ve
ihtiyaç durumudur ki, cemiyette işbölümünü ortaya çıkarmakta, kimini terzi, kimini ayakkabıcı, dülger,
bakkal, taksici, pilot, amir, memur, patron, işçi, asker, komutan vs.
yapmaktadır. Bakkal dükkanını işleten bakkal, mesleğini icra için
müşterilerine hizmet ederken kazandığı parayla ayakkabıcı, terzi, taksici gibi pek çok meslek sahibini
çalıştırmakta, istihdam etmektedir. Hz.
Peygamber'in, "İnsanların efendisi insanlara hizmet sunandır"
sözünün ışığında değerlendirecek olursak
herkesin fevkinde yer alan devlet reisliği bile "herkese
hizmet" sunan bir vazife olarak değerlendirilebilir.
Medenî hayatın devamı bu işbölümü olmaksızın düşünülemeyeceğinden,
bazı mütefekkirler, çok haklı olarak, insanlık için, en büyük felaketin,
ferdler arasındaki her çeşit farklılığın kaldırılıp mutlak eşitliğin
sağlanacağı günde geleceğini söylemişlerdir.
Kur'an-ı Kerim, mevzumuz açısından son derece ehemmiyetli olan bir
ayette, bu karşılıklı ihtiyaç durumuna parmak basarak, rızıkların farklı
kılınmasındaki hikmeti belirtir: "İşbölümü ile birbirleri için
çalışmak..."
"Rabbinin rahmetini onlar mı taksim edip paylaştırıyorlar.
Dünya hayatında onların geçimlerini
aralarında biz taksim ettik. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine
derecelerle üstün kıldık" (Zuhruf 32).
Ayette geçen "iş gördürme" tabiri asıl mevzumuz olan
"meslekî formasyon" meselesi açısından büyük ehemmiyet taşır. Zira,
gördürülen işler belli bir mesleği ilgilendirir. İnsanların, birbirlerinin
işini görebilmesi için o işlerde yetişmesi gerekir. Her işi bilen veya hiçbir
işi bilmeyen insanlardan müteşekkil bir cemiyet düşünülemez. Vasıflı mahareti
en az isteyen "amelelik" ve "hamallık" bile belli bir tecrübe
ve formasyon ister.
Şu halde, birbirlerine iş gördürme esasına dayandırılan helal
rızık temini için, yeni yetişen
nesillerin "iş görebilir" vasıfta olması şarttır. Bu da
meslekî formasyonu gerektirir.
4) Dünya İçin Talep Emri: "İslam dinini diğer pek çok din
ve sistemden ayıran bir husus, dünya ve ahiret, madde ve mana, ruh ve beden
muvazenesidir. Bunlardan biri, diğeri için feda edilmez. Her ne kadar ahiret düşüncesini zihinlerde daima canlı
tutmak isterse de dünyanın ihmal edilmesini
talep etmez. Bilakis dünyanın da unutulmaması, ihmal edilmemesi tenbih
edilir. Kur'an-ı Kerim bazı ayetlerinde gerçekten ahireti hiç düşünmeden sadece
dünyayı talep edenleri kınarken, diğer bazı ayetlerinde de hem dünya ve hem de ahireti talep edenleri
takdir eder ve ayrıca "dünyadaki
nasibini unutma" (Kasas 77) der.
Dünya ve ahireti beraberce
talep etmeyi emreden ayetlerden biri de şudur:
"İnsanlardan: "Rabbimiz! Bize dünyada ver" diyenler
vardır. Öylesine ahirette bir pay yoktur. "Rabbimiz! Bize dünyada iyiyi,
ahirette de iyiyi ver, ateşin azabından koru" diyenler vardır. İşte
onlara kazançlarından ötürü karşılık
vardır.." (Bakara 200-202).
(Bunu tamamlayan) bir diğer
ayet de mealen şöyle:
"Dünyayı isteyene -istediğimiz kimseye dilediğimiz miktarda-
hemen veririz. Sonra ona cehennemi hazırlarız, yerilmiş ve kovulmuş olarak
oraya girer. Ahireti isteyip, inanmış olarak onun için gerekli çalışmada
bulunan kimselerin, işte onların çalışmaları
meşkur (makbul) olur. Her birine, onlara da, bunlara da Rabbinin
vergisinden birbiri ardınca veririz. Rabbinin vergisi kimseden men edilmiş
değildir" (İsra 18-20).
5- Çocuğun Maddî İstikbalini Düşünme Fikri:
Meslekî formasyon meselesini
aydınlatan ve garantileyen bir husus da budur. Kur'an-ı Kerim'de bu
fikir pek açıktır. Ancak, Kur'an bu
mevzuyu, yarınlarını samimi olarak
düşünüp tedbir alacak hamiden mahrum olan yetimlerin ihmal ve istismarını
önlemek maksadıyla, yetimlerle ilgili olarak teşrî etmiştir. Biz de bu kadarcık
bir işaretle yetinip, meseleyi yetimlerle alâkalı bahse bırakıyoruz[3].[4]
MESLEK MEVZUUNDA YÜKSEK İDEAL:
Çocuğun maddî istikbali meselesinde dikkatimizi çeken Kur'anî
bir orijinalite, meslek hususunda yüksek
idealler vermiş olmasıdır. Daha önce de söylediğimiz gibi, Kur'an-ı Kerim'de
çocuğun meslekî formasyonuyla doğrudan alâkalı ayetlere, emirlere rastlanmaz iken, bu konuyla zımnen
de olsa ilgi kurabileceğimiz birkısım ayetlerde yüksek ideallerin sözkonusu
edildiğini görmekteyiz.
Bu ayetlerden biri, daha önce de temas ettiğimiz ideal bir
Müslümanın on beş kadar vasfının
zikredildiği bir pasajda geçer. İşte burada kaydedilen ve bir mü'minde
bulunması gereken ideal vasıflardan biri, arkadan gelecek zürriyetinin
istikbali için Cenab-ı Hak'tan talepte bulunmaktır:
"Onlar: "Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve çocuklarımızdan
gözümüzün aydınlığı olacak insanlar ihsan et, bizi müttakilere önder yap"
derler." (Furkan-74)
Yine bu meseleyle irtibat kurabileceğimiz, eski peygamberlerle
alâkalı bir kısım dualarda da aynı manayı bulmaktayız. Hz. İbrahim ve Hz.
İsmail, Ka'be'nin temellerini yükseltince şu duayı yaparlar:
"Rabbimiz! Yaptığımızı kabul buyur, şüphesiz ki sen, hem işitir, hem bilirsin.
Rabbimiz! İkimizi sana teslim olanlardan kıl, soyumuzdan da sana teslim olanlardan bir ümmet yetiştir.
Bize ibadet yollarımızı göster.. Rabbimiz! İçlerinden onlara senin ayetlerini
okuyan, kitabı ve hikmeti öğreten,
onları her kötülükten arıtan bir peygamber gönder. Doğrusu güçlü ve hakim olan
ancak sensin." (Bakara 127-129).
Yine Hz. İbrahim, Cenab-ı Hakk'ın: "Seni insanlara önder kılacağım" hitabına karşı "Soyumdan
da" (Bakara 124) talebinde bulunur.
Hz. İbrahim'in çocukları için yaptığı dua ile, yeni nesillere
verilecek formasyon meselesi arasında kurulan irtibatın oldukça zayıf olacağına
dair yapılacak bir itiraza hak vermekle birlikte, hemen kaydetmek isteriz ki,
İslam fakihleri, çocukların meslekî tevcih ve formasyonu meselesinde, ayet-i
kerimelerde ifade edilen espiriye uygun
esas getirmişlerdir. Yani çocuğa öğretilecek meslek, çocuğun babasının icra
etmekte olduğu -halkın telakkisi açısından- meslekten şerefçe daha düşük
olmamalıdır. Sözgelimi, mesleği sarraflık olan bir kimse, çocuğunu, itibarca
daha dûn olan terziliğe vermemelidir. Şafii fakirlerinden Maverdi (v.
450/1058), mevkii yüksek bir babanın
çocuğunu, şu veya bu nokta-i nazardan zarar ve aşağılanma getirecek bir mesleğe vermemesi gerektiğini söyler.
Hanefî fakihlerinden Üsrûşenî de (v. 632/1230), çocuğu, babasının mesleğinden
daha düşük bir mesleğe vermemek
gerektiğini ifade eder.
Burada belirtilmek istenen husus, halkın örfünde ve efkar-ı
umumiyede mevcut olan değerlendirmelerin nazar-ı itibara alınması gereğidir.
Mücerred din açısından şu veya bu mesleğin diğer bir mesleğe nazaran daha
şerefli olduğunu söylemek mümkün değildir. Üstelik şu mesleğin şerefli, öbürünün şerefçe dûn olması gibi
değerlendirmeler zamana, zemine, içtimâî muhite göre değişen izafi hükümlerdir.
Hanbelî alimlerden olan İbnu Kayyim (v. 751/1350) daha değişik bir
görüşle, çocuğun göstereceği istidada göre meslek veya mektebe verilmesini teklif
eder: "Eğer baba, çocukta iyi bir anlayış, sıhhatli bir idrak, kuvvetli
bir hafıza ve yeterli bir kavrama keşfederse onu ilme teşvik etmelidir. Zira bu
vasıflar, ilmi kolayca kabul için çocukta fıtrî bir kabiliyetin varlığına
delildir. Bunun aksine, çocukta mesleklerden birine müteveccih bir heves ve
kabiliyet görürse ve bu meslek de mübah ve insanlar için faydalı bir meslek
ise, çocuğu o sahada yetiştirmesi gerekir."
Hülasa, bütün İslam mezhepleri, büluğ çağından önce, çocuklara
meslek öğretilmesinin lüzumunda ittifak etmekle kalmayıp, bu mesleğin çocuğun
kabiliyet ve ailesinin içtimâî mevkiine uygun olmasını ve insanlara faydalı
bulunmasını da şart koşarlar. Bu hükümlere giderken alimlerin, bir kısmını
yukarıda kaydettiğimiz Kur'anî nasslardan istifade ettiği muhakkaktır.
İslam dini, ayrıca çocuğa, büluğdan önce meslek öğretme vecibesinin nazariyatta
kalmayıp, fiilen gerçekleşmesini sağlamak için, başkaca prensipler koymuş,
mümkün mertebe bu hususu teminat altına almaya çalışmıştır. Ancak konunun teferruatına
girmek bizi asıl maksadımızdan
uzaklaştıracaktır[5].[6]
Çocuklara öğretilmesi gereken meslekler hususunda bazı temel
bilgiler verdikten sonra, meseleye bir başka açıdan da ışık tutmak isteriz.
Dinimize göre hangi meslek efdaldir? Bu hususta İbnu Hacer'in bir tahkiki
şöyle: "Maverdî der ki: "Temel
kazanç yolları üçtür:
* Ziraat,
* Ticaret,
* San’at.
Şafii mezhebine göre, bunlardan en temizi ticarettir. Der ki: "Bana göre en temizi
ziraattir. Çünkü tevekküle daha yakındır." Nevevî, Buharî'de gelen
"Hiç kimse elinin emeğinden daha
hayırlı bir taam yememiştir"
hadisine dayanarak Maverdî'nin bu görüşünü tenkid eder ve: "Doğru olan şudur: En temiz kazanç el emeğiyle
olandır." Nevevî devamla der ki: "Eğer ziraatci ise, bu en temiz
kazançtır. Çünkü bu da el emeğiyle hasıl olmaktadır. Bunda tevekkül de
var, insan ve hayvanlara şamil faydalar vs. de var."
Ben de derim ki (İbnu
Hacer): "El amelinden olan ziraatin de üstünde cihad yoluyla kâfir
malından elde edilen kazanç var. Bu Resulullah ve ashabının da kazanç yoludur. Bu, kazançların en eşrefidir. Çünkü bundan hem Allah kelamını
yüceltip Allah düşmanlarının kelamını alçaltması
var, hem de uhrevî menfaatler var." Nevevî der ki: "Kim eliyle
çalışmazsa onun hakkında ziraat, zikrettiğimiz sebeplerle daha
faziletlidir."
Ben de (İbnu Hacer) derim ki: "Burada kasdettiği husus,
başkalarına şümûlü olan faydalardır. Ama
şümullü faydalar ziraate münhasır değildir. Bilakis her bir el emeğinde şümullü
faydalar vardır. Çünkü onda insanların ihtiyaç duyduğu şeylerin hazırlanması
mevzubahistir. Gerçek şu ki, bunun muhtelif mertebeleri vardır; ahvale ve eşhasa göre değişir."
El emeğinin üstünlüğü, kişiyi ataletten, lehviyattan koruyup, hayırlı işle meşgul
etmesi, bu suretle nefsi kırması, başkasına muhtaç olup dilenme zilletinden kurtarması gibi
sebeplerden ileri geldiği belirtilmiştir. [7]
HELAL KAZANCA TEŞVİK, HARAMDAN SAKINDIRMA
ـ5161 ـ1ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: يَا
أيُّهَا
النّاسُ إنَّ
اللّهَ تعالى
طَيِّبٌ، َ
يَقْبَلُ إَّ
طَيِّباً.
وإنّ اللّهَ
تَعالى أمَرَ
الْمُؤمِنِينَ
بِمَا أمَرَ
بِهِ
الْمُرْسَلِينَ.
فقَالَ تَعالى:
يَا أيُّهَا
الرُّسُلُ
كُلُوا مِنَ الطَّيِّبَاتِ
وَاعْمَلُوا
صَالِحاً. وَقَالَ
تَعالى: يَا
أيُّهَا
الّذِينَ
آمَنُوا كُلُوا
مِنْ
طَيِّبَاتِ
مَا
رَزَقْنَاكُمْ.
ثُمَّ ذكَرَ
الرَّجُلَ
يُطِيلُ
السَّفَرَ
أشْعَثَ أغْبَرَ،
يَمُدُّ
يَدَيْهِ الى
السّمَاءِ: يَا
رَبِّ، يَا
رَبِّ،
وَمَطْعَمُهُ
حَرَامٌ،
وَمَشْرَبُهُ
حَرَامٌ،
وَمَلْبَسُهُ
حَرَامٌ،
وغَذِيَ
بِالْحَرَامِ
فأنّى يُسْتَجَابَ
لذلِكَ[.
أخرجه مسلم
والترمذي.»ا‘شْعَثُ«
البعيد العهد
بالدهن
والغسل
والنظافة
وكذلك ا‘غبر .
1. (5161)- Hz. Ebu Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir
gün) şöyle hitap ettiler:
"Ey insanlar! Allah Teala
hazretleri tayyibtir, tayyibten başka bir şey kabul etmez. Allah'ın
mü'minlere emrettiği şeyler, peygambere emretmiş olduklarının aynısıdır.
Nitekim Allah Teala hazretleri (peygamberlere):
"Ey Peygamberler, temiz olanlardan yiyin de salih amel
işleyin" (Mü'minun 51) emretmiş, mü'minlere de:
"Ey iman edenler, size rızık olarak verdiklerimizin
temizlerinden yiyin" (Bakara 172) diye emirde bulunmuştur."
Sonra seferi uzatıp, saçı başı dağınık, toztoprak içinde kalan ve
elini semaya kaldırıp: "Ey Rabbim, ey Rabbim" diye dua eden bir
yolcuyu zikredip, dedi ki:
"Bu yolcunun yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdır ve (netice itibariyle)
haramla beslenmektedir. Peki böyle bir
kimsenin duasına nasıl icabet edilir?" buyurdular." [Müslim, Zekat
65, (1015); Timizî, Tefsir, Bakaar, (2992).[8]
AÇIKLAMA:
Tayyib, temiz demektir. Kadı İyaz Allah'ın Tayyib diye tavsifini,
O'nun her çeşit noksan sıfatlardan münezzeh olmasıyla izah eder. Bu manada
Allah'ın Kuddüs ismi de mevcuttur.
2- Hadis-i şerif, kişi haramla beslendiği takdirde cihad, sılayı
rahim, hac, kesb-i rızık gibi maksadlarla, uzun, zahmetli yolculuklara bile
katlansa amellerinin kabul edilmeyeceğini
belirtmektedir.
3-Dua edecek olan kimse önce yeyip içtiğinin maddî manevî temizliğine dikkat edecektir.
Aksi takdirde duanın kabul edilmeyeceği belirtilmiştir. Bu noktada, bütün
ibadetlerin Allah katında bir nevi "dua" olarak yükseldiğini
hatırlamamız gerekir. Öyle ise maddî ve manevî temizlik olmadı mı,
ibadetlerimizin hiçbiri makbul olmayacaktır.[9]
ـ5162 ـ2ـ
وعن خَوْلَةَ
ا‘نْصَارِيّةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ: إنَّ
رِجَاً
يَتَخَوَّضُونَ
في مَال
اللّهِ
بِغَيْرِ
حَقٍّ فَلَهُمُ
النّارُ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ[.
أخرجه البخاري
والترمذي.»يتخَوَّضون«
أي يأخذونه
ويتملكونه
كما يخوض
انسان الماء
يميناً وشماً
.
2. (5162)- Havle
el-Ensariyye (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı işittim. Şöyle
buyurmuşlardı:
"Bir kısım insan vardır, Allah'ın mülkünden haksız bir
surette mal elde etmeye girişirler. Halbuki bu, kıyamet günü onlara bir ateştir, başka değil." [Buhârî, Hums
7; Tirmizî, Zühd 41, (2375).][10]
ـ5163 ـ3ـ
وعن النعمان
بن بشير
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
الْحََلَ
بَيِّنٌ
وَإنَّ
الْحَرامَ
بَيِّنٌ، وَبيْنَهُمَا
أُمُورٌ
مُشْتَبِهَاتٌ
َ يَعْلَمُهُنَّ
كَثِيرٌ مِنَ
النّاسِ،
فَمَنِ اتّقى
الشُّبُهَاتِ
اسْتَبْرَأ
لِدِينِهِ
وَعِرْضِهِ،
وَمَنْ
وَقَعَ في
الشُّبُهَاتِ
وقَعَ في
الْحَرَامِ،
كَالرَّاعِي
يَرْعَى
حَوْلَ
الْحِمَى،
يُوشِكُ أنْ
يَقَعَ فيهِ.
أَ وَإنَّ
لِكُلِّ
مَلِكٍ
حِمَى، وإنَّ
حِمَى اللّهِ
مَحَارِمُهُ.
أَ وإنَّ في
الْجَسَدِ
مُضْغَةً
إذَا صَلَحَتْ
صَلحَ
الْجَسَدُ
كُلُّهُ،
وإذَا
فَسَدَتْ
فَسَدَ
الْجَسَدُ
كُلُّهُ، أَ
وهِيَ الْقَلْبُ[.
أخرجه
الخمسة.»استَبرأ
لدينهِ
وِعرضهِ« أي
طلب التبرّي
من التهمة
والخص
منها.و»رَعى
حَول الحمى«
إذا طاف به
ودار
حوله.و»المُضْغَةُ«
القطعة من
اللحم بقدر
اللقمة .
3. (5163)- Nu'man İbnu
Beşir (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Şurası muhakkak ki, haramlar apaçık bellidir, helaller de
apaçık bellidir. Bu ikisi arasında
(haram veya helal olduğu) şüpheli
olanlar vardır. İnsanlardan çoğu bunları bilmez. Bu durumda, kim şüpheli
şeylerden kaçınırsa, dinini de, ırzını da tebrie etmiş olur. Kim de şüpheli
şeylere düşerse harama düşmüş olur, tıpkı koruluğun etrafında sürüsünü otlatan
çoban gibi ki, her an koruluğa düşebilecek durumdadır. Haberiniz olsun, her
melikin bir koruluğu vardır, Allah'ın koruluğu da haramlarıdır. Haberiniz
olsun, cesette bir et parçası var ki, eğer o sağlıklı olursa cesedin tamamı
sağlıklı olur, eğer o bozulursa, cesedin
tamamı bozulur. Haberiniz olsun bu et parçası kalptir." [Buharî, İman 39,
Büyû 2; Müslim, Müsakat 107, (1599); Ebu Davud, Büyû 3, (3329, 3330); Tirmizî, Büyû 1, (1205); Nesâî, Büyû
2, (7, 241).][11]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, dinimizde eşya hakkında üç hükmün mevcudiyetini haber veriyor:
1) Eğer bir şeyin yapılmasına hükmedilmiş, terkine vaid beyan
edilmiş ise bu açık helaldir.
2) Bir şeyin terkine hükmedilmiş yapılmasına da vaid beyan
edilmiş ise bu da açık haramdır.
3) Bir şey hakkında bunlardan birine hükmedilmemişse o da
şüphelidir.
"Helal olan, apaçık bellidir" sözü "açıklanmasına
ihtiyaç yoktur, herkes onu aynıyla, vasfıyla, zahir delillerle bilmede müşterektir" demektir. Üçüncü kısım, hakkındaki
kapalılık sebebiyle şüphelidir, haram mı, helal mi olduğu bilinemez. Hadis-i
şerifin beyanına göre durumu böyle şüpheli olandan kaçınmak gerekmektedir.
Çünkü, nefsülemirde haram idiyse ondan
kaçınmakla ona bulaşmaktan beri olmuş olur". Helal idiyse, (ittika)
kasıdla onu terketmiş olmaktadır (ki helalin terki zarar vermez). Zira, eşyada
aslolan, haramlık ve mübahlık yönüyle muhtalit olmasıdır. Eşya hakkında
"helal" veya "haram"
hükümleri bazan beraberce reddedilir.
Bunlardan biri öncelik kazanamazsa , o şey hakkındaki hüküm, üçüncü kısma
girer.
2- Hadiste gelen
"insanların çoğu bunları bilmez" ibaresi, "şüpheli şeylerin
haram mı helal mi olduğunu bazı kimseler
bilir" manasını ifade eder. Ancak bunlar sayıca azdır ki müçtehid
dediğimiz alimleri kasteder. Öyle ise bunların şüphelilik hali, müçtehid
olmayanlaradır. Ancak iki delilden birini tercih edememe durumunda onlara da
şüphe arız olur.
3- Hadis, şüpheli şeylerden
kaçınanların dinlerini noksanlıktan,
ırzlarını ta'ndan berî kılacaklarını haber vermektedir. Hadis, kazanç ve
yaşayışında şüpheli şeylerden kaçınmayan kimsenin kendini birkısım ta'nlara
maruz kılacağını haber vermektedir. Böylece, dinî emirlere ve mürüvvetin
gereklerine uymak gerektiği ifade edilmiş olmaktadır.
4- Şüpheli şeylerin hükmü hususunda alimler ihtilaf etmiştir.
* Bazısı: "Haram" demişse de bu merduddur.
* Bazısı: "Mekruh" demiştir.
* Bazısı: "Hüküm verilmez, tevakkuf edilir"
demiştir.
5- Ulemanın şüpheliler hakkında ileri sürdüğü yorumlar dört
kısımdır. Buna göre şüpheliler:
1) Delillerin tearuzuyla ortaya çıkar.
2) Ulemanın ihtilafıyla ortaya çıkar. Bu da önceki durumdan
ileri gelir.
3) Bundan murad "mekruh"la kastedilen şeydir. Zira
"mekruh" da "yapılan" veya "terkedilen" bir
şeydir.
4) Bununla "mübah" murad edilmektedir.
5) İbnu Hacer, kişilere
şartlara göre bu yorumlardan her birinin haklılığı olduğunu söyler.
6) Bazı alimler: "Mekruh, kulla haram arasında bulunan
bir eşiktir, mekruha çokca yer veren, harama girmiş olur; mübah da, kulla
mekruh arasındayer alan bir eşiktir, mübaha çokca yer veren mekruha girmiş
olur" demiştir. Bu görüşü şu hadis desteklemektedir:
"Haramla aranızda
helalden bir sütre (engel) koyun. Kim bunu yaparsa dinini ve ırzını tebrie
etmiş olur. Kim de (arada bir sütre olmadan) oralarda dolaşırsa koruluk (yasak
bölge) kenarında otlayan her an oraya düşecek durumda olan koyun gibidir."
İbnu Hacer der ki: "Bunun manası şudur: Helalin işlenmesi,
kişiyi mekruha veya harama atacak endişesinin bulunduğu hallerde, o helali işlemekten kaçınmak
gerekir. Mesela temiz şeylerin fazla istihlaki böyledir. Zira fazla istihlak,
kişiyi fazla kazanmaya muhtaç kılar. Bu ise kişiyi müstehak olmadığı şeyi
almaya sevkedebilir veya fazla istihlak kişiyi gaflete, anlayış kıtlığına atabilir. Fazla istihlak hiçbir zarar vermese bile en azından
ibadete mani oluşu meşguliyetleri artırır. Bu, herkesçe bilinen bir
husustur."
İbnu Hacer, mekruh şeylerden de kaçınmanın ehemmiyetini belirtme
sadedinde der ki: "Şurası açıktır
ki, mekruhu çok işleyen kişide yasak
şeyleri yapma hususunda bir cür'et hasıl
olur. Veya haram olmayan yasağı işleme alışkanlığı onu, aynı cinsteki haram
olan veya bir şüphe bulunan yasağı
işlemeye sevkeder. Bu ise, yasaklanan şeyi yapan kimsenin kalpteki vera nurunun
eksikliği sebebiyle kalbinin kararmasını hasıl eden bir durumdur. Bu hal onu
kolayca harama atar, kendisi iradî olarak haramı seçmemiş olsa bile. Nitekim,
Buhârî'nin sadedinde olduğumuz hadisin Büyû bölümünde kaydettiği bir başka
veçhinde Aleyhissalâtu vesselâm şöyle buyurmuştur: "...Kim günah şüphesi
sezinlediği bir şeyi terkederse, o haramlığı
apaçık olan şeyi daha çok terkedici olmuştur. Kim şüphelendiği şeyi
yapmada cü'retkâr olursa haramlığı açık olan şeye düşmesi yakındır."
Yeri gelmişken, (tevbe edilmeyen) küçük günahların sonunda, insan
kalbi küfürle sonuçlanacak bir kararmaya nasıl ulaşır meselesinin gayet mukni
bir tahlilini Bediüzzaman'dan, burada bir kere daha kaydedeceğiz. Merhum
tahliline Hz. Eyyub aleyhisselam'ın meşhur
kıssası vesilesiyle yer verir. Der ki: "Hz. Eyyub aleyhisselam'ın
zahirî yara ve hastalıklarının mukabili, bizim batınî ve ruhî ve kalbî
hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hz. Eyyub'tan daha
ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü, işlediğimiz her bir günah,
kafamıza giren her bir şüphe, kalb ve
ruhumuza yaralar açar. Hz. Eyyub aleyhisselam'ın yaraları, kısacık hayat-ı
dünyeviyesini tehdit ediyordu. Bizim manevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı
ebediyemizi tehdit ediyor. O münacaat-ı Eyyubiyye'ye, * hazretten bin defa daha ziyade muhtacız. Bahusus nasıl ki,
o hazretin yaralarından neş'et eden kurtlar, kalb ve lisanına ilişmişler; öyle
de bizleri günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şüpheler neuzubillah[12] mahall-i iman olan
batın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i
ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârâne uzaklaştırarak susturuyorlar. Evet
günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra ta nur-u imanı çıkarıncaya kadar
katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah
istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevî yılan
olarak kalbi ısırıyor. Mesela: Utandıracak bir
günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicab ettiği zaman, melaike ve ruhaniyatın vücudu ona çok
ağır geliyor. Küçük bir emare ile onları inkar etme arzu ediyor. Hem mesela
cehennem azabını intaç eden büyük bir günahı işleyen bir adam, cehennemin tehdidatını işittikçe
istiğfar ile ona karşı siper almazsa, bütün ruhu ile cehennemin ademini arzu
ettiğinden, küçük bir emare ve bir şüphe
cehennemin inkârına cesaret veriyor. Hem mesela, farz namazını kılmayan ve
vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adam, küçük bir amirinden küçük bir
vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan adam, Sultan-ı Ezel ve
Ebed'in mükerrer emirlerine karşı
farzında yaptığı bir tenbellik, büyük bir sıkıntı veriyor ve o sıkıntıdan arzu
ediyor ve manen diyor ki: "Keşki o vazife-i ubudiyet bulunmasa idi."
Ve bu arzudan bir manevî adavet-i İlahiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır.
Bir şüphe, vücud-u İlahiyeye dair kalbe gelse, kat'î bir delil gibi ona
yapışmaya meyleder. Büyük bir helaket kapısı ona açılır. O bedbaht bilmiyor ki,
inkar vasıtasıyla gayet cüz'î bir sıkıntı vazife-i ubudiyetten gelmeye mukabil,
inkârdan milyonlar ile sıkıntıdan daha
müthiş manevî sıkıntılara kendini hedef eder. Sineğin ısırmasından kaçıp, yılanın ısırmasını kabul eder. Ve hakeza... bu üç misale kıyas edilsin ki بَلْ
رَانَ عَلى
قُلُوبِهِمْ sırrı
anlaşılsın."[13]
7- Son olarak şunu kaydedelim: İslam uleması, sadedinde
olduğumuz hadise çok ehemmiyet vermiş ve İslam'ın dayandığı dört temel
rivayetten biri saymıştır. Bu dört esası ifade eden meşhur iki beyite Ebu
Davud'dan naklen şarihler yer verir:
"Nezdimizde dinin esasları, mahlukatın en hayırlısı Muhammed
Mustafa (aleyhissalâtu vesselâm)'nın sözlerine dayanan birkaç kelimedir:
"Şüphelileri terket!", "(Dünyalığa karşı) zahid ol!",
"Seni ilgilendirmeyen şeyleri (malayaniyatı) bırak", "Ve niyetle
amelde bulun!
"Şarihlerimiz ehemmiyetiyle
mütenasip olarak hadis üzerine uzun tahliller yapmışlardır. Biz bu kadarla
yetiniyoruz.[14]
ـ5164 ـ4ـ
وعن
سَلْمَانَ
الْفارِسي
وَابْن عَبّاس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهم قاَ:
]قَالَ
رَسُولُ اللّهِ
#: اَلْحََلُ
مَا أحَلَّ
اللّهُ في كِتَابِهِ،
وَالْحَرَامُ
مَا حَرَّمَ
اللّهُ في
كِتَابِهِ،
ومَا سَكَتَ
عَنْهُ
فَهُوَ عَفْوٌ،
فََ
تَتَكَلَّفُوا
السُّؤَالَ
عَنْهُ[.
أخرجه رزين .
4. (5164)- Selman el-Farisî
ve İbnu Abbas (radıyallahu anhüm) anlatıyorlar: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Helal, Allah Teala hazretlerinin kitabında helal kıldığı
şeydir. Haram da Allah Teala hazretlerinin kitabında haram kıldığı şeydir.
Hakkında sükut ettiği şey ise affedilmiştir. Onun hakkında sual külfetine
girmeyiniz." Rezin tahric etmiştir. [Tirmizî, Libas 6, (1726); İbnu Mace, Et'ime 60,
(3367).][15]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, haramların ve
helallerin miktarını, neler olduğunu sadece Kur'an-ı Kerim'in
beyanlarına bağlamaktadır. Bu husus Kur'an-ı Kerim'de ya açık bir surette ya da
mücmel olarak gelmiştir. Ayette: "Allah'ın Resulü size her ne getirdi ise
onu alın, her neden de yasakladı ise onu terkedin" (Haşr 7) buyrulmuştur.
Bu ayette Kur'an'da sarih
olarak zikri geçmediği halde Resulullah tarafından beyan edilen haramlar da
mücmel olarak ifade edilmektedir. Şevkânî Neylü'l-Evtar'da der ki: "Haram
ve helali Kur'an'la tahdid eden bu ve
benzeri ibarelerden murad, Kur'an-ı Kerim'in bütün hükümlere şamil olmasını
ifadedir. Ancak bu şümûl, her meselede sarih olmaz. Ya bir âmm ifadeyle, ya bir
işaretle, ya da galib durumu zikir suretiyle olur. Nitekim bir hadiste "Bana Kur'an ve onun
misli kadar da başka şey verildi" buyrulmuştur."
Bu hadise göre hakkında sükut edilen şeyler yani Allah'ın, helal
veya haram olduğunu beyan etmediği şeyler vardır. Bunları unuttuğu için değil,
kullara rahmet olsun diye meskut geçmiştir. Bu sükut edilenlerin
"affedilen şeylerden olması" mübahlıklarını ifade eder, yenmesi mübah, kullanılması da mübahtır.
Hadis, eşyada aslolanın ibahe olduğunu da ifade etmektedir. Bu hususu şu ayet de
te'yid etmektedir: "Allah, arzda olan her şeyi sizin için yaratandır" (Bakara 29).
Bazı alimler bu ayetten hareketle, tütün ve tönbeki gibi
maddelerin mübah olduğuna hükmetmiştir. Ancak muhakkik alimler,
"...zararsı olmak şartıyla"
diyerek bazı kayıdlar ileri sürmüşlerdir. Bunlar: "uzun vadede veya
kısa vadede zarar veren eşyalar asla ve asla helal olamaz" demişlerdir. Muhakkikler, sigara, tütün,
tönbeki gibi maddelerin kullanılmasında hemen ve açık zararın olduğunu,
dolayısiyle bunların helal addedilmemesi gerektiğini söylerler.[16]
ـ5165 ـ5ـ
وعن
الْمِقْدَامْ
بن معدي كربْ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]قالَ رَسُولُ
اللّهِ #: مَا
أكَلَ أحَدٌ
طَعَاماً
قَطُّ خَيراً
مِنْ أنْ
يَأكُلَ مِنْ
عَمَلِ
يَدِهِ،
وَإنّ
نَبِىَّ
اللّهِ
دَاوُدَ
عَليْهِ
السَّمُ
كَانَ يأكُلُ
مِنْ عَمَلِ
يَدِهِ[.
أخرجه
البخاري .
5. (5165)- Mikdâm İbnu
Ma'dikerb (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki:
"(Benî Adem'den) hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir
taamı asla yememiştir. Allah'ın peygamberi Dâvud aleyhisselâm elinin emeğini
yerdi." [Buhârî, Büyû 15.][17]
AÇIKLAMA:
Hadis bazı vecihlerinde: "Kişi elinin emeğinden daha helal
bir taam yememiştir" şeklinde gelmiştir. Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm), İslâm'ın el emeğine verdiği ehemmiyeti ifade zımnında muhtelif ifadelere yer vermiştir.
Biri de şöyledir: "Kim işinden yorulmuş olarak geceyi geçirirse Allah'ın
mağfiretine mazhar olarak gecelemiş demektir." Bir başka hadiste
"Kişinin yediği en temiz yemek kendi kesbindendir" denmiştir. Bir
başka hadiste büyük peygamberlerin kazançlarıyla ilgili örnekler verilir:
"Hz. Davud zırhçı, Hz. Adem çiftçi, Hz. Nuh marangoz, Hz. İdris terzi, Hz. Musa çobandı
(aleyhimüsselam)."
İbnu Hacer der ki: "Hadis, elle çalışmanın faziletini beyan
etmekte ve şahsın bizzat mübâşeret ettiği işin, dolaylı olarak mübâşeret
ettiğinden üstün olduğunu göstermektedir. Betahsis Hz. Davud aleyhisselam'ın
zikrindeki hikmet, yeme işinde kendi el emeğiyle yetinmiş olmasıdır. Aslında o,
böyle yapmaya mecbur değil idi. Çünkü o, Allah Teala hazretlerinin de
belirttiği üzere (Sâd 26) yeryüzünün halifesi idi. (Bu sebeple başkaca helal
gelirleri vardı.) Ama o, her şeye rağmen efdal olanı tercih edip elinin
emeğiyle kazandığını yedi. Bu sebeple Aleyhissalâtu vesselâm, onun kıssasını,
en hayırlı kazancın el emeğiyle elde edilen kazanç olduğu hususunda ihticac makamında zikretmiştir. Hadis ayrıca,
kesbetme gayretinin tevekküle muhalif olmadığını, keza bir şeyi deliliyle
birlikte zikretmenin dinleyici üzerinde daha
müessir olduğunu takrir etmektedir."[18]
ـ5166 ـ6ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
يَأتِي عَلى النَّاسِ
زَمَانٌ َ
يُبَالِي
الْمَرْءُ
مَا أَخَذَ
مِنْهُ،
أمِنَ
الْحََلِ،
أمْ مِنَ الْحَرَامِ[.
أخرجه
البخاري
والنسائي.وزاد
رزين: »َ
تُجَابُ
لَهُمْ
دَعْوَةٌ« .
6. (5166)- Hz. Ebu Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular
ki:
"Öyle devir gelecek ki, insanoğlu, aldığı şeyin helalden mi,
haramdan mı olduğuna hiç aldırmayacak." [Buhârî, Büyû 7, 23; Nesâî, Büyû'
2, (7, 243).]
Rezîn şu ziyadede bulunmuştur: "Böylelerinin hiçbir duası
kabul edilmez."[19]
AÇIKLAMA:
Hadis, mü'mini kazanç hususunda dikkatli olmaya, haram bulaşıyor
mu bulaşmıyor mu araştırmada bulunmaya sevketmektedir. Bilhassa Rezîn'in
ilavesi dua ve ibadetlerimizin kabul edilmesinin, rızkımızın helal olmasına
bağlandığını ifade etmektedir. Dikkatsizlik sebebiyle, haramla bulaşan rızkın
istihlâki, kişiyi öbür dünyada müflisler zümresine dahil edebilecektir. Nitekim
Aleyhissalâtu vesselâm hakiki müflisi, dünyada parasını kaybeden olarak değil,
burada her çeşit salih ameller yapmış olmasına rağmen, öbür dünyada şu veya bu
sebeple, bu amellerinden, kendisine istifade edeceği hiçbir şey kalmadığı için
cehennemi boylayan kimse olarak ifade buyurmuştur. Şu halde haramla beslenme
de böyle bir neticeye götürecek sebeplerden biri olmaktadır. Rabbimiz muhafaza
buyursun.
İbnu't-Tîn der ki: "Resulullah aleyhissalâtu vesselâm bu
hali, malın fitnesinden sakındırmak için zikretmiştir. Bu hadis Aleyhissalâtu
vesselâm'ın peygamber olduğunu gösteren mucize ve delillerden biridir. Çünkü
burada, kendi zamanında olmayan bir durumu haber vermektedir." [20]
MÜBAH OLAN KAZANÇLAR VE TAAMLAR
ـ5167 ـ1ـ عن
عَائشة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
أطْيَبَ مَا
أكَلْتُمْ
مِنْ
كَسْبِكُمْ.
وإنَّ
أوَْدَكُمْ مِنْ
كَسْبِكُمْ[.
أخرجه أصحاب
السنن .
1. (5167)- Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Muhakkak ki yediğinizin en temizi kendi kesbinizden olandır.
Muhakkak ki evladlarınız da kendi kesbinizdendir." [Ebu Davud, Büyû 79;
Tirmizî, Ahkam, 22, (1358); Nesâî, Büyu 1, (7, 249); İbnu Mace, Ticarat 1,
(2137 ), 64, (2290).][21]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, kişiye en temiz mal olarak, kendi gayretiyle
kazandığını göstermektedir. Bu sanatla olmuş, ticaret veya ziraatle olmuş
farketmez. Yeter ki meşru kazanç yollarından biriyle olsun.
2- Hadiste ifade edilen ikinci husus, evlad malının anne veya babaya helal olduğunun,
adeta kendi malı durumunda olduğunun takriridir. Bu sadette başka
rivayetler de gelmiştir: "Kişinin
evladı en temiz kesbindendir. Onların mallarından afiyetle yiyin." Bir
diğer rivayette "Sen ve malın
babana aitsiniz" buyrulur. Tirmizî,
Ashab'ın: "Babanın eli, evladın malında serbesttir, dilediğini alır" dediğini kaydeder.
Hadislerde "evlad"ın kesb olarak ifadesi mecazdır. Ancak
evlad ebeveyn sebebiyle, onların hizmetleriyle yetiştikleri için teşbih pek
muvafıktır.
Hattâbî der ki: "Hadiste yer eden fıkıhtan biri şudur:
"Anne ve babanın nafakası evlad üzerine vacibtir. Yeter ki, evlad ona
malik olsun. Alimler, anne ve babalardan hangilerine nafaka vacibtir; onların sıfatı
hususunda ihtilaf etmişlerdir.
* Şafii der ki: "Nafaka fakir ve sakat olan ebeveyn için
vacibtir. Ebeveynin malı varsa veya bedeni, sıhhati yerinde ise ve sakatlığı
yoksa evlad üzerine nafaka düşmez."
* Diğer fakihler ise: "Valideynin nafakası evlad üzerine
vaciptir" derler. Bunlardan
birinin, Şafii haretleri gibi sakatlık şartını koştuğunu bilmiyorum.
* Şevkânî, bu babta gelen hadislerin tamamında şu hükmün
çıkarılmasının sahih olduğunu belirtir: "Kişi evladının malında ortaktır,
ondan yemesi caizdir; oğlu rıza gösterse de göstermese de farketmez. Keza israf
ve tebzir olmamak kaydıyla, onda kendi malı gibi tasarruf etmesi de caizdir.
Bahr'da şu hususta icma olduğu
kaydedilmiştir: "Zengin evlada, fakir ebeveynin nafakası
vacibtir."[22]
ـ5168 ـ2ـ
وعن سعد بن
أبي وقّاص
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَامَتِ
امْرأةٌ
جَلِيلَةٌ
كَأنَّهَا
مِنْ نِسَاءِ
مُضَرَ.
فَقَالَتْ:
يَا رَسُولَ
اللّهِ إنَّا
كلّ عَلى
آبَائِنَا
وَأبْنَائِنَا
وَأزْوَاجِنَا،
فَمَا
يَحِلُّ
لَنَا مِنْ
أمْوَالِهِمْ؟
قَالَ:
الرَّطْبُ،
تأكُلْنَهُ
وَتُهْدِينَهُ.
قَالَ أبُو
داود:
الرَّطْبُ
الْخُبْزُ
وَالْبَقْلُ
والرَّطْبُ[.
أخرجه أبو داود
.
2. (5168)- Sa'd İbnu Ebî
Vakkas (radıyallahu anh) anlatıyor: "Sanki Mudar kabilesine mensup uzun boylu bir kadın ayağa kalkıp:
"Ey Allah'ın Resûlü! Biz (kadın)lar babalarımız ve
evladlarımız ve kocalarımız üzerine yüküz. Onların mallarında emirleri dışında,
tasarrufu bize helal olan nedir?" diye
sualde bulundu. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Size helal olan "taze"dir. Ondan hem yiyin, hem de
hediye edin!" buyurdular." Ebu
Davud der ki: "Tazeden maksad ekmek, sebze ve taze meyve [gibi fazla
kalınca bozulan yiyecekler]dir." [Ebu Davud, Zekat 44, (1686).][23]
AÇIKLAMA:
Resulullah burada
kadınların koca veya evlatlarının malları üzerindeki tasarruf yetkilerini belirtmektedir. Yetkilerinin ratb
çerçevesinde olduğunu beyan buyuruyor. Ratb yaş veya taze manasına geldiği
için, alimler bunu dayanıksız istihlak maddeleri olarak tefsir etmişlerdir. Ebu
Davud, bunu taze hurma manasına gelen rutabla açıklamıştır. Ancak, kuru olmayan
üzüm ve diğer taze meyvelerin hepsine şamil olduğu açıktır. Alimler daha ileri
giderek, uzun müddet kaldığı takdirde bozulacak olan bütün yiyecek maddelerine
teşmil ederler: Pişmiş yemekler, süt, taze meyve sebzeler vs. Kadınlar bunlar
üzerinde kocalarından izin almadan tasarrufta bulunabilirler.
Ancak şu da var ki, örfen bunlarda kocanın peşin rızası kabul
edilir. Dolayısiyle, zımnen bilgisi ve müsaadesi var demektir. Şarihler, bu
maddeler hakkında kadının tasarrufuna razı olmadığını koca önceden belirttiği
takdirde, kadın bunlardan da rastgele, izinsiz sarfedemez, derler.
Aliyyü'l-Kâri, Ebu Davud'un kaydettiği "Kadın kocasının
malından, onun (sarih) emri olmadan infak ederse ecrin yarısı onundur"
hadisiyle ilgili olarak şu açıklamayı yapar: "Kadın kendi nafaka hakkından
fazlasını alıp tasaddukta bulunsa, aldığı fazlalığı kocasına borçlanır. Eğer
kocası haberdar olunca, buna rıza gösterirse, kadına nafakasından tasadduku sebebiyle kocaya
terettüp edecek ecrin yarısı terettüp eder, ecrin yarısı da kocaya gelir. Çünkü
kadın kendi nafakasından fazlasını onun
malından tasadduk etmiştir ve bu fazlalık kocanın hakkıdır."
Bu hususta Nevevî hazretleri de şunu söyler: "Bil ki, mal
üzerinde çalışana, yani hazinedar olsun, zevce ve köle olsun her birine, malda
tasarruf hususunda mal sahibinin izni gerekir. Eğer mal sahibinin izni yoksa,
bu sayılanlardan her üçüne de herhangi bir sevap mevzubahis olamaz. Dahası başkasının malını, izni olmadan tasarrufu sebebiyle vebal altında kalırlar.
İzin iki çeşittir: Biri nafaka ve sadaka hususunda sarih izindir,
ikincisi, cari örften anlaşılan mefhum
(ve mukadder) izindir. Bir dilenciye verilen bir parça sadaka vs. gibi. Bu
örfte cari olduğu için, örfen koca ve mal sahibinin bu çeşit bağışlarda izni
var kabul edilir. Dolayısıyla, aksini söylemedikçe bunlarda izin var kabul
edilir. Eğer bu hususta tam bir örf yoksa ve kocanın rızası hususunda şekk hasıl olursa veya koca cimri biri ise ve
halinden razı olmadığı anlaşılırsa veya şekke düşülürse, kadına ve başkasına
sarih izin olmadan tasadduk caiz olmaz."
Nevevî bu meyanda belirtir ki: "Kadın, örfçe müsamaha ile
karşılanan miktardan fazlasını sarih izin olmadan tasadduk ederse yine sorumlu
olur. Çünkü, örfçe müsamaha ile karşılanan miktar çok değildir, az bir
miktardır. Öyleyse, bu herkesçe maruf miktarı tecavüz ederse bu caiz olmaz. Bu
husus, bir başka hadiste "Kadın,
evinin yiyeceğinden, fesad vermeyecek şekilde infak ederse, kadına infakı,
kocasına da kesbi sebebiyle ücret vardır" ibaresiyle ifade edilmiştir.
Yani infak, "fesad vermeyecek
şekilde" olmalıdır. Bu ibarede Aleyhissalâtu vesselâm iki şeye
dikkat çekmiş bulunmaktadır:
1) Kadın örfçe kabul edilen miktarın sınırını aşmamalıdır.
2) Bu tasadduku yiyecek
nevinden olmalıdır. Çünkü, örfen ekserî insanlar arasında ve umumiyetle
yiyecek nevinden şeylerde tasadduk
caridir, gümüş ve altın paralarda cari değildir."[24]
ـ5169 ـ3ـ
وعن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قَالَتْ
هِنْدٌ
اِمْرأةُ
أبِى
سُفْيَانَ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ إنَّ
أبا
سُفْيَانَ
رَجُلٌ
شَحِيحٌ
لَيْسَ
يُعْطِىنِي
مَا يَكْفِينِي
وَوَلَدِي
إَّ مَا
أخَذْتُ
مِنْهُ
وَهُوَ َ
يَعْلَمُ
فَقَالَ:
خُذِي مَا
يَكْفِيكِ
وَوَلَدِكِ
بِالْمَعْرُوفِ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي .
3. (5169)- Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Ebu Süfyan'ın karısı Hind, (Bir gün
gelerek) "Ey Allah'ın Resulü dedi. Ebu Süfyan cimri bir adamdır. Bana ve
çocuğuma yetecek miktarda (nafaka) vermiyor. Durumu idare için, onun bilmez
tarafından, almam gerekiyor! (Ne yapayım?)"
Aleyhissalâtu vesselâm:
"Örfe göre sana ve çocuğuna kifayet edecek miktarda
al!" buyurdular" [Buharî, Büyu
95, Mezalim 1, Nafakat 5, 9, 14, Eyman 3, Ahkam 14, 180; Müslim, Akdiye 7,
(1714); Ebu Davud, Büyû 81, (3532);
Nesaî, Kudat 30, (8, 246).][25]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste Resulullah'ın "al" emri ibahe ifade eden bir emirdir. Vücub için
değildir.
2- Hadiste, fetva istemek veya şikayet etmek gibi bir
maksadla, kişinin hoşlanmayacağı bir vasfıyla zikrine cevaz var. İşte bu hal,
gıybetin caiz olduğu yerlerden biridir.
3- Hadis, iki taraftan birini, öbürünün gıyabına dinlemenin
caiz olduğunu gösterir. Hanefiler gaib üzerine hükmü kabul etmezken, Şafiiler
bu hadise dayanarak kabul ederler. Nevevî, "Ebu Süfyan gaib değildi, gaib
üzerine hüküm için, gaibin memlekette olmaması veya bulunamayacak şekilde
görünmez olması şarttır. Bu, gaibe hüküm örneği olamaz, bu bir fetvadır"
der. Nevevî'nin görüşünü takdirle karşılayan
İbnu Hacer, bu rivayette Ebu Süfyan'ın o mecliste hazır olduğuna
rastladığını kaydeder. Rivayete göre, Hind, biat ederken, "Çalmamak"
maddesine gelince, "Ben Ebu Süfyan'ın malından almıştım" der. Ebu
Süfyan da kalkıp: "Malımdan aldığın sana helal olsun!" der.
4- Hüküm ve fetva sırasında hakim, yabancı kadının kelamını
dinleyebilir. Kadının sesi avret diyenler, bu cevazı "zaruret için"
diyerek te'vil etmiştir.
5- Nafakanın kabzı meselesinde kadının sözü muteberdir. Eğer erkeğin sözü muteber olsaydı
ve infak ettiğini iddia etseydi, bu beyyine, yeterli miktarda nafaka verdiğini
isbata kâfi gelirdi.
6- Kadının nafakası erkeğe
vacibtir ve onun miktarı "yetecek kadar" olmalıdır. Ulemanın
çoğu bu görüştedir. Cüveynî'nin nakline
göre "Şafii de bu görüştedir. Ancak Şafiî'den meşhur olan görüşe
göre, o bunu müdd'le miktara
bağlamıştır. Şöyle ki:
* Zengin kocaya her gün iki müdd terettüp
eder.
* Orta halliye bir buçuk müdd terettüp
eder.
* Fakire bir müdd terettüp eder.
Nafakanın müddle miktara bağlanma işi, İmam Malik'ten de rivayet edilmiştir.
Nevevî, Müslim Şerhi'nde: "Bu hadis ashabımıza (Şafiîlere)
hüccettir" demiştir.
Hanefilere göre, nafaka takdiri zevcenin haline bağlıdır.
Hanefîlerden Hassaf, "Karı ve koca her ikisinin haline göre nafakayı
takdir etmek gerekir" görüşünü benimsemiştir. Hidaye'de fetvanın bu görüşe
göre verildiği belirtilir. Hüccet olarak sadedinde olduğumuz hadise (Hali
vakti) geniş olan nafakayı genişliğine göre versin" (Talak 7) ayeti de
ilave edilmiştir. Şafiîler, ayeti esas alarak, kocanın halini esas almanın
gereğine hükmetmiştir. Bazı Hanefîler de bu görüştedir.
7- İhtiyaç olduğu takdirde evladın nafakası vacip olur.
Şafiîler küçüklük ve sakatlığa itibar ederler.
8- Kadının hizmetçisinin nafakası da koca üzerinedir.
9- Başkasında hakkı olan kimse, bu hakkını almaktan aciz ise,
onun malından, adamın izni olmadan, hakkı miktarınca alabilir. Bu hüküm, Şafii
ve birkısım alimlere aittir. Buna
mes'eletu'zzafer denilir. Onlar: "Hakkı hangi cins şeyde ise ondan
başkasını alması caiz olmaz. Ancak hakkının cinsinden almak zor olursa, başka
cinsten de hakkını alabilir" derler.
10- Kadın, çocuğuna ve terbiyesinde olanlara karşı vazifesini
yerine getirmede söz sahibidir.
11- Şeriatçe tahdid konulmayan hususlarda örf esas alınır. [26]
ـ5170 ـ4ـ
وعن
الْقَاسِمِ
بْنِ محمّد
قال: ]قَالَ رَجُلٌ
‘بْنِ عبّاسَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما: إنَّ
لِي يَتِيماً
وَلَهُ
إبِلٌ،
أفَأشْرَبُ
مِنْ
لَبَنِهَا؟
قَالَ: إنْ
كُنْتَ
تَبْغِي
ضَالَّتَهَا،
وَتَهْنأُ
جَرْبَاهَا،
وَتُلِيطُ
حَوْضَهَا،
وَتُسْقِيهَا
يَوْمَ
وِرْدِهَا
فَاشْرَبْ
غَيْرَ مُضِرٍّ
بِنَسْلٍ وََ
نَاهِكٍ في
الْحَلْبِ[.
أخرجه
مالك.»تَبغِى
ضالتها« أي
تطلبها
وتنشدها إذا
ضلت.و»تهنأُ
جرباها« أي
تداويها
بدواء الجرب،
وهو القطران
وما يضاف
إليه.و»تُليطُ
حوضها« أي تصلحه
بالطين.و»النّاهكُ
في الحلب«
المستقصي المبالغ
الذي
يدع في الضرع
من اللبن شيئاً
.
4. (5170)- Kasım İbnu
Muhammed rahimehullah anlatıyor: "Bir adam İbnu Abbas (radıyallahu
anhümâ)'a: "Yanımda bir devesi olan bir yetim var. Devesinin sütünden
içebilir miyim?" diye sormuştu. İbnu Abbas şu cevabı verdi:
"Eğer deve kaybolunca arıyor, katran vesairesini sürerek
tedavisini yapıyor, su yalağını onarıyor, sulama gününde suyunu içiriyorsan
yavruya zarar vermeden ve memeyi tamamen kurutmadan içebilirsin." [Muvatta,
Sıfatu'n-Nebî 33, (2, 934).][27]
* KUR'AN'I YAZMA VE ÖGRETMENİN ÜCRETİ
ـ5171 ـ1ـ عن
ابن عبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
أحَقُّ مَا
أخَذْتُمْ
عَلَيْهِ
أجْراً
كِتَابُ
اللّهِ تعالى[.
أخرجه
البخاري في
ترجمة .
1. (5171)- İbnu Abbas
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Üzerine ücret almada en haklı olduğunuz şey
Kitabullah'tır." [Buharî, İcare 16 (muallak olarak kaydetmiştir), Tıbb
34.][28]
AÇIKLAMA:
1- Hadisi, Resulullah, yılan sokmasına karşı Fatiha
okuyarak rukye yapan ve tedavi eden
Müslümanlara ücret verilen koyunların helal olup olmadığı sorulunca ifade
buyurmuştur. Bunun kıssası daha önce geçti.
2- Hadiste Resulullah, verilen koyunların helal olduğunu beyan
eder ve iyice ikna olsunlar diye "Bana
da bir pay ayırın" manasında beyanda bulunur.
Cumhur, bu hadisten hareketle: "Kur'an-ı Kerim'i öğretme
mukabilinde alınacak ücretin caiz ve helal olacağına" hükmetmiştir.
Hanefîler buna muhalefet edip
"talimde caiz değil, fakat rukyede ücret caizdir" demiştir. Onlara
göre "Kur'an'ın öğretilmesi
ibadettir. Ücreti Allah üzerinedir. Ancak bu hadis sebebiyle rukye ve
tedavide ücret caizdir." Bazı Hanefi alimler, bu hadisin, Kur'an öğretimine
mukabil ücret almayı yasaklayan hadislerle
neshedildiğini de söylemiştir. İbnu Hacer, bu görüşün, "Nesh
iddiası, sabit bir karine olmadıkça kabul edilmez, ihtimalle nesh sabit
olmaz" prensibi gösterilerek tenkid edildiğini, keza mezkur hadislerde
mutlak bir yasaklama hususunda sarahat olmayıp, onların tevile kabil vakaları
aksettirdiği, zira sadedinde olduğumuz nevden sahih hadislere de tevafuk
ettiği; diğer taraftan ücreti yasaklayıcı hadislerin tek başlarına hüccet
olmaya elverişli olmadıkları, dolayısıyla sahih hadislerle tearuzlarının
söylenemeyeceği gibi hususlar gösterilerek
tenkit edildiğini belirtir ve netice
itibariyle, Kur'an öğretimi mukabilinde nikahı tecviz eden hadis de
nazar-ı dikkate alınınca Kur'an öğretimi mukabilinde ücretin caiz olacağını
söyler.[29]
ـ5172 ـ2ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّّهُ
سُئِلَ عَنْ
أُجْرَةِ
كِتَابَةِ الْمُصْحَفِ.
فقَالَ: َ
بَأسَ،
إنَّمَا هُمْ
مُصَوِّرُونَ،
وَإنَّهُمْ
إنَّمَا
يَأكُلُونَ
مِنْ عَمَلِ
أيْدِيهِمْ[.
أخرجه رزين .
2. (5172)- Yine İbnu Abbas
(radıyallahu anhümâ)'dan anlatıldığına göre, "Kendisine mushaf yazmanın
ücreti hakkında sorulmuştu. Şu cevapta bulundu:
"Bunda bir beis yok. Onlar, bu işte, ressam durumundadırlar,
ellerinin emeğini yemektedirler." [Rezin tahric etmiştir.] [30]
ـ5173 ـ1ـ
وعن عَائشة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالتْ:
]لَمَّا
اسْتُخْلِفَ
أبُو بَكْرٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
لَقَدْ
عَلِمَ
قَوْمِي أنَّ
حِرْفَتِي
لَمْ تَكُنْ
تَعْجِزُ
عَنْ نَفَقَةِ
أهْلِي.
وَقَدْ
شُغِلْتُ
بِأمْرِ
الْمُسْلِمين.
فَسَيأكُلُ
آلُ أبِي
بَكْرٍ مِنْ
هذَا
الْمَالِ
وَيَحْتَرِفُ
لِلمُسْلِمِينَ
فيهِ[. أخرجه
البخاري .
1. (5173)- Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh) halife
seçildiği zaman:
"Kavmim biliyor ki, benim mesleğim ailemin nafakasını
te'minden aciz değildir. Ancak şimdi Müslümanların işleriyle meşgulüm. Bu
sebeple Ebu Bekr'in ailesi beytü'lmalden yiyecek, o da Müslümanlar için
çalışacak" dedi." [Buhârî, Büyû 15.][31]
AÇIKLAMA:
1- Hz. Ebu Bekr, beytü'lmalden ailesinin nafakasını almanın
özrünü beyan etmektedir. Demek istediği şudur: "Ben meslek sahibi bir
insanım. Ailemin ihtiyaçlarını çalışarak te'min ettim. Yine de bu yolda yürümek
azmindeyim. Ancak şimdi halife oldum. Müslümanların işiyle meşguliyet, meslek
icra etmeme manidir. Bu sebeple ailemin nafakasını devlet hazinesinden
almalıyım." Hz. Ebu Bekr'in önceki
mesleği ticaret idi. İbnu Sa'd'da Hz. Aişe'den gelen bir rivayete göre,
Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh), kendisini ölüme götüren hastalığa yakalandığı
zaman: "Halife olduğum zamandan
beri malımda meydana gelen fazlalığa
bakın ve onu benden sonra kim halife olursa ona gönderin!" der. Hz. Aişe
der ki: "Ölünce baktık çocuklarını taşıyan Nûbî (Habeşli) bir kölesi, bahçesini sulayan bir devesi vardı. Bunları Hz. Ömer'e
gönderdik. Ömer (radıyallahu anh): "Allah'ın rahmeti Ebu Bekr'e olsun!
Kendisinden sonrakini yordu" der. Bir başka rivayette şu ziyade gelmiştir:
"...Köle, kılıç bileyici idi. Müslümanların kılıçlarını biler, Ebu Bekr
ailesine hizmet yapardı."
2- Hz. Ebu Bekr'in, nafakasını kastederek sadece
"yiyecek"in beytü'lmalden alınmasını zikretmesi, nafakaya giren diğer
ihtiyaçlar içinde yiyeceğin daha mühim olmasından ileri gelir. Yiyecek sadece
mühim değil, miktarca da diğerlerinden
fazladır.
3- Hadis, ammeye hizmetle meşgul olanların, hem kendi, hem
ailelerinin nafakalarını beytü'lmalden almayı hak ettiklerini ifade etmektedir.
İbnu't-Tin der ki: "Hadiste, bir memurun fevkinde, kendisine malum bir
ücret verecek makam olmadığı takdirde, üzerine çalıştığı maldan ihtiyacına
yetecek miktarda almasına delil vardır."
İbnu Hacer, Hz. Ebu Bekr kıssasında bu hükme delil olmadığını
belirtir ve onun ücretinin belirlendiğini söyler. Şöyle ki: "İbnu Sa'd'da
gelen bir rivayete göre "Hz. Ebu
Bekr (radıyallahu anh) halife seçilince ertesi sabah başında ticaret malı bir
kısım esvab olduğu halde çarşıya gider. Hz. Ömer'le Ebu Ubeyde İbnu'l-Cerrah
onu bu vaziyette görürler ve:
"Sen bunu nasıl yaparsın, sen Müslümanların işini üzerine
almadın mı?" derler.
"İyi ama ailemi ne ile besleyeceğim?" der.
"Sana nafaka tahsis ederiz!" derler ve her gün için bir
koyun tahsis ederler."
Bu, bize devlet reisinin maaşı hususunda bir fikir verir.[32]
ـ5174 ـ2ـ
وعن بريدة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَنِ
اسْتَعْمَلْنَاهُ
عَلى عَمَلٍ
وَرَزَقْنَاهُ
رِزْقاً
فمَاَ أخَذَ
بَعْدَ ذلِكَ
فَهُوَ
غُلُولٌ[.
أخرجه أبو
داود .
2. (5174)- Hz. Büreyde
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Biz kimi bir işe tayin eder, bir rızık tahsis edersek, bu
tahsis edilenden maada aldığı gulüldür (devlet malından hırsızlıktır)."
[Ebu Davud, Harac 10, (2943).][33]
ـ5175 ـ3ـ
وعن
الْمُسْتَوْرِد
بن شدّاد
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
كَانَ لَنَا
عَامًِ
فَلْيَكْتَسِبْ
زَوْجَةً،
فإنْ لَمْ
يَكُنْ لَهُ
خَادِمٌ
فَلْيَكْتَسِبْ
خَادِماً،
وإنْ لَمْ
يَكُنْ لَهُ
مَسْكَنٌ
فَلْيَكْسِبْ
مَسْكَناً.
قَالَ أبُو
بَكْرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
أُخْبِرْتُ
أنَّ
النّبِيَّ #
قال: مَنِ
اتَّخَذَ
غَيْرَ ذلِكَ
فَهُوَ
غَالٌّ أوْ
سَارِقٌ[.
أخرجه أبو
داود .
3. (5175)- Müstevrid
İbnu Şeddad (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kim bize memur olursa, kendine bir zevce edinsin. Hizmetçisi
yoksa bir de hizmetçi edinsin. Meskeni yoksa bir mesken edinsin."
Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh)
dedi ki:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle buyurdukları
bana haber verildi:
"Kim bunun dışında bir şey edinirse, bu kimse haindir,
hırsızdır." [Ebu Davud, Harac 10, (2945).][34]
ـ5176 ـ4ـ
وعن
عبداللّهِ بن
عَمْرُو
السّعدي: ]أنَّهُ
قَدِمَ عَلى
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
في
خَِفَتِهِ،
فقَالَ لَهُ
عُمَرُ: ألَمْ
أُحَدَّثْ
أنَّكَ تَلِي
مِنْ أعْمَالِ
الْمُسْلمِينَ
أعْمَاً
فإذَا
أُعْطِيتَ الْعُمَالَةَ
كَرِهْتَهَا؟
فَقُلْتُ: بَلَى.
فقَالَ
عُمَرُ: مَا
تُرِيدُ الى
ذلِكَ؟ قُلْتُ:
إنّ لِي
أفْرَاساً
وَأعْبُداً
وَأنَا بِخَيْرٍ،
وأُرِيدُ أنْ
تَكُونَ
عُمَالَتِى
صَدَقَةً
عَلى
الْمُسلمِينَ.
فقَالَ عُمَرُ:
فََ تَفْعَلْ
فَإنِّي
كُنْتُ
أرَدْتُ
الّذِي أرَدْتَ،
وَكَانَ
رَسُولُ
اللّهِ #
يُعْطِينِي الْعَطَاءَ
فَأقُولُ:
أعْطِهِ
أفْقَرَ إلَيْهِ
مِنِّي. حَتّى
أعْطانِي
مَرَّةً
مَاً، فَقُلْتُ:
أعْطِهِ
أفْقَرَ
إلَيْهِ
مِنّي. فَقَالَ
النّبِي #:
خُذْهُ
فَتَمَوَّلْهُ
وَتَصَدَّقْ
بِهِ، فَمَا
جَاءَكَ مِنْ
هذَا
الْمَالِ مِنْ
غيْرِ
مَسْألَةٍ
وََ إشْرَافٍ
فَخُذْهُ،
وَمَا فََ
تُتْبِعْهُ
نَفْسَكَ[.
أخرجه الخمسة
إ
الترمذي.»ا“شراف«
التطلع الى
الشئ والرغبة
فيه.وقوله
»وَماَ فََ
تُتْبِعْهُ
نَفْسَكَ« أي
وما
يكون بهذه
الصفة فاتركه
.
4. (5176)- Abdullah İbnu Amr es-Sa'di'nin anlattığına göre,
"hilafeti sırasında Hz. Ömer'ın yanına geldi. Hz. Ömer kendisine:
"Bana haber verildiğine göre, sen Müslümanların işlerinden
bir kısmını üzerine almışsın ve sana maaş verilince almaktan kaçınmışsın (doğru
mu)?" diye sordu. Ben de: "Evet!" dedim. Bunun üzerine Hz. Ömer:
"Bundan maksadın ne?" dedi. Ben de:
"Benim
atlarım var, kölelerim var (halim vaktim iyidir), hayır üzereyim. Ben maaşımın
Müslümanlara sadaka olmasını istiyorum"
dedim. Hz. Ömer:
"Hayır! Böyle
yapma! Çünkü (bir ara ben de senin gibi düşünmüş), senin arzu ettiğin şeyi arzu
etmiştim. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana ihsanda bulunuyordu. Ben de:
"Bu
parayı ona benden daha çok muhtaç olan birine ver!" diyordum. Hatta bir
seferinde (aleyhissalâtu vesselâm)yine bana mal vermişti. Ben yine:
"Bunu,
onu benden daha çok muhtaç olan kimseye ver!" demiştim. Aleyhissalâtu
vesselâm:
"Onu al,
kendi malın yap, sonra tasadduk et! Bu maldan, sen talep etmeden, bekler
vaziyeti almadan, gelen olursa onu al. Böyle olmayana gönlünü bağlama!"
buyurdular." [Buhârî, Ahkâm 17; Müslim, Zekat 111, (1045); Nesâî, Zekat
94, (5, 103).][35]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadisten, ulema memur maaşları ve hediye almakla ilgili
olarak pek çok ahkam çıkarmıştır. Mühimlerini kaydediyoruz:
* Amme adına hizmet veren kimselerin hizmetlerine mukabil ücret
almaları caizdir. Hadisteki "al!" emrini alimler vücub değil, nedb
olarak anlamışlardır. Müstağni kimse ücret almayabilir. Ancak alıp, kendine mal
ettikten sonra bağışlarsa bu efdaldir. Çünkü, kişi kendi zimmet ve tasarrufuna
geçen mala karşı daha çok ilgi ve hırs duyar, eline geçmemiş olan mala karşı
hırsı zayıftır. Öyle ise kendine mal ettikten sonra yapılan bağış, nefsin
hissiyatını da kıracağından efdal kabul edilmiştir. Esasen Resulullah da bunu
böyle takrir buyurmuştur.* Kalben muntazır olmadan, istemeden gelen malı almak,
almamaktan hayırlıdır. Ulema, çoğunlukla büyüklerden bu suretle gelen malı
almanın edeb olduğunu, reddetmenin edebe aykırı olduğunu söylemiştir. Nevevî,
bu hususu şöyle özetler: "Kendisine mal bağışı yapılan bir kimsenin o malı
kabul etmesinin hükmü nedir, vacib mi değil mi münakaşa edilmiştir. Sahih ve
meşhur görüşe göre, "Sultan dışında kalanların ihsanını kabul etmek
müstehabtır. Sultanın malı çoğunluğu itibariyle helal ise, onun kabulü
mübahtır. Ekserisi haram ise kabul etmek de haramdır" demiştir...
Taberî'nin nakline göre bazı alimler, "Hediyeyi veren sultan
veya salih veya fasık bir kimse olsun
verilen şeyi kabul etmek mendubtur; yeter ki hediye, hediye vermesi caiz olan
bir kimseden gelsin" demiştir.
"Hediye vermesi caiz olan" kaydı, bir kısım kimselerin
hediye vermesinin caiz olmadığını ifade eder. Nitekim memur, hizmet sunduğu
insanlardan hediye alacak olursa bu rüşvet olur. Taberî, Ashab'tan hediye kabul
edenlerden örnekler verir: "Hz. Ebu Hureyre, Hz. Aişe, Ebu'd-Derda, İbnu
Ömer, İbnu Abbas, Hz. Ali radıyallahu anhüm ecmain. Keza tabiinden Alkame,
Esved, Nehai, Hasan Basri, Şa'bi de hediye kabul edenlerdendir.
Bunların görüşleri üç noktada özetlenebilir:
1) Hediye vermesi caiz
olan kimseden olmak şartıyla, kazancı helal
yoldan olan kimsenin hediyesini reddetmek caiz olmaz.
2) Haramdan kazanıldığı malum olan kimsenin hediyesini kabul
etmek haramdır.
3) Nereden kazandığı belli olmayan kimselerin hediyeleri
hakkında araştırma yapılmaz.
Şunu da belirtelim ki, bazı alimler sadedinde olduğumuz hadisten,
sultandan başkasının hediyesini kabul etmeye teşvik çıkarırken, bazıları
sultanın hediyesini de kabule teşvik çıkarmıştır. İkrime'nin daha ileri gidip,
"Biz hediyeyi yalnızca umeradan
kabul ederiz" dediği rivayet edilmiştir.
2- Alimler, malına
haram karışan kimseden borç alma, davetine icabet etme gibi durumları da
değerlendirmişlerdir. Bazıları bunu mekruh addederken, bazıları caiz görmüştür.
Rivayete göre İbnu Mes'ud'a bir adam gelerek harama helale dikkat etmeyen, faiz
yemekten bile çekinmeyen bir komşusunu mevzubahis ederek ondan ödünç para alıp alamayacağını, davetine icabet edip
edemeyeceğini sorar. İbnu Mes'ud, ödünç alabileceğini, yemeğini yiyebileceğini
söyledikten sonra, "Günahının kendine ait" olduğunu belirtir.
Abdullah İbnu Ömer de soru üzerine faiz yiyen
kimsenin yemeğini yemekte bir beis olmadığını söylemiştir. Mekhul ve
Zührî de bu görüştedir.
İbrahim Nehai ve diğer bazıları da kazancına haram karışan
kimsenin yemeğinin yenilmesini caiz bulmamışlardır. Takva yolunda gidenler
ihtiyatı esas alarak, malına haram karışanların yemeğini yememişlerdir.
3- Hadisten çıkarılan bir diğer hükme göre, devlet başkanı,
yardım hususunda en fakiri aramak mecburiyetinde değildir. Maslahat gereği daha muhtacı varken, ihtiyacı
az olana ihsanda bulunabilir. [36]
ـ5177 ـ1ـ عن
وائِلْ بن
حُجْر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رَسُولَ
اللّهِ #
أقْطَعَهُ
أرْضاً مِنْ
حَضْرَمَوْتَ.
وَكَانَ
مُعَاوِيَةُ
أمِيراً
بِهَا إذْ ذَاكَ.
فَكَتَبَ
إلَيْهِ
أعْطِيهِ
إيّاهَا[. أخرجه
أبو داود
والترمذي .
1. (5177)-
Vail İbnu Hucr (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hadramevt'te
bulunan bir araziyi ikta' etti. O sırada
Hz. Muaviye orada emîr idi. Kendisine o araziyi bana vermesi için yazdı."
[Ebu Davud, Harac 36, (3058, 3059); Tirmizî, Ahkam 39, (1381).][37]
AÇIKLAMA:
İkta', kesmek manasına gelen
قطع kökünden gelir.
Bir araziden bir parçayı kesmektir. Yani belli bir mevat arazinin ihya ve
tasarruf hakkını, devlet reisinin muayyen bir kimseye tahsis etmesidir. Kadı
İyaz'ın açıklamasında, ikta' edilen arazinin devlet arazisinden (malullah)
olacağı bu tahsisin imar edilmek üzere temlik veya gelirinden belli bir müddet
istifade etmesi için sınırlı bir tahsis olduğu belirtilir. İmam bu tahsisi ehil
gördüğü ve dilediği kimseye yapar. Sadedinde olduğumuz rivayet, Hadramevt'teki
bir arazinin Vail İbnu Hucr'a verildiğini ifade etmektedir. Arazinin verilmesi
emrini Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), yazılı olarak oradaki emîrine (ki
Hz. Muaviye'dir) bildirir.
Başka rivayetlerde Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın tuz
madeni, hurma bahçesi gibi başka şeyleri de ikta' kıldığını görmekteyiz.[38]
ـ5178 ـ2ـ
وعن كثير بن
عبداللّه بن
عمرُو بن
عَوْفِ
الْمُزَنِي
عن أبيه عن
جدّه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رَسُولَ
اللّهِ #: أقطعَ
بَِلَ بْنَ
الْحَارِثِ
الْمُزَنّي مَعَادِنَ
الْقَبَلِيّةِ
جَلْسِيّهَا
وَغَوَرِيّهَا،
وَحَيْثُ
يَصْلَحُ
الزَّرْعُ
مِنْ قَدْسِ
وَلَمْ
يُعْطِهِ
حَقّ مُسْلِمٍ،
وَكَتَبَ
لَهُ: بِسْمِ
اللّهِ
الرّحْمنِ
الرَّحِيمِ،
هذَا مَا
أعْطى
مُحَمّدٌ
رَسُولُ
اللّهِ # بَِلَ
بْنَ
الْحَارِثِ،
أعْطَاهُ
مُعَادِنَ
الْقَبَلِيّةِ
جَلْسِيّهَا
وَغَوْرِيّهَا[.زاد
في رواية:
]وَذَاتَ
النُّصُبِ،
وَحَيْثُ
يَصْلُحُ
الزَّرْعُ
مِنْ قُدْسٍ وَلَمْ
يُعْطِهِ
حَقَّ
مُسْلِمٍ.
وَكَتَبَ أُبَيُّ
بْنُ كَعْبٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْه[. أخرجه
مالك وأبو داود.»الجَلسىُّ«
بالجيم منسوب
الى الجلس،
وهي أرض نجد،
ويقال لكل
مرتفع من ا‘رض
جلس.و»الغَوْرُ«
ما انهبط من
ا‘رض، وأراد
أنه أقطعه
جميع تلك ا‘رض
نجدها وغورها
.
2. (5178)- Kesir İbnu Abdillah İbnu
Amr İbni Avf el-Müzenî, babasından, o da ceddi (radıyallahu anh)'tan
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Bilal İbnu Haris
el-Müzenî'ye Kabaliyye madenlerini, yüksekte olanları ve alçakta olanlarıyla,
(Necid'de bulunan) Kuds dağında
ekine elverişli olan yerlerle birlikte
ikta' kıldı. Ancak ona hiçbir Müslümanın hakkını vermedi. (Bu ikta' beratını)
ona şöyle yazdı: "Bismillahirrahmanirrahim. Bu Allah'ın Resulü Muhammed'in
Bilal İbnu'l-Haris'e verdiği(nin beratı)dır. Ona, el-Kabaliyye mıntıkasının,
alçak ve yüksek (yerlerinin) madenlerini vermiştir."
Bir rivayette şu ziyade
var: "(Medine'ye dört beridlik mesafede yer alan Zatu'n-Nusub ve (Necd'de
yer alan) Kuds mevkiinin ekime elverişli olan kısmını da verdi. Hiçbir
Müslümanın hakkını vermedi. (Bu berat metnini Resulullah'ın emriyle, katibi)
Übey İbnu Ka'b yazdı." [Ebu Davud, Harac 36, (3062, 3063); Muvatta, Zekat
8, (1, 248).][39]
AÇIKLAMA:
Hadisin Muvatta'daki veçhinde şöyle denmiştir: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Bilal İbnu'l-Haris'e el-Kabaliyye madenlerini ikta'
kıldı. Burası Fer' nahiyesindedir. Bu madenlerden, bugüne kadar sadece zekat
alınmıştır."
Alçak yerlerin, yüksek yerlerin de ikta' edildiğini ifade eden
kaydını, şarihler "arazinin her tarafını" manasında anlamışlardır.[40]
ـ5179 ـ3ـ
وعن ابن عمر رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]أقْطعَ
رَسُولُ اللّهِ
#
اَلزُّبَيْرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
حُضْرَ
فَرَسِهِ.
فأجْرَى
فَرَسَهُ
حَتّى قَامَ.
ثُمّ رَمَى
بِسَوْطِهِ.
فقَالَ #:
أعْطوهُ
حَيْثُ
بَلَغَ
سَوْطُهُ[.
أخرجه أبو
داود.»حُضْرُ
الْفَرَس«
عدوه.
3. (5179)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhüma) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm),
Zübeyr (radıyallahu anh)'e atının koştuğu yer(e kadar olan mesafeyi) ikta'
kıldı. (Şöyle ki): "Zübeyr atı (mecali kesilip) duruncaya kadar koşturdu.
At durunca Zübeyr kamçısını attı. (Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):)
"Kamçısının ulaştığı yere kadar (o mıntıkayı) ona verin" emrettiler." [Ebu Davud, harac 36,
(3072).][41]
ـ5180 ـ4ـ
وعن عَمْرُو
بن حُرَيْث
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]خَطَّ لي
رَسُولُ
اللّهِ #
دَاراً بِالْمَدِينَةِ
بِقَوْسٍ،
وَقَالَ:
أزِيدُكَ
أزِيدُكَ؟[.
أخرجه أبو داود
.
4. (5180)- Amr İbnu Hureys
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
Medine'de yayını ile bir ev planı çizdi ve:
"Sana daha da artırayım mı, artırayım mı?" diye sordu." [Ebu Davud, Harac 36 , (3060).][42]
ـ5181 ـ1ـ عن
ابن عبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]اِحْتَجَمَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
وَأعْطى الْحَجَّامَ
أجْرَهُ،
وَلَوْ كَانَ
سُحْتاً لَمْ
يُعْطِهِ. وَكَلّمَ
سَيّدَهُ
فَخَفَّفَ
عَنْهُ مِنْ ضَرِيبَتِهِ[.
أخرجه
الشّيخان
وأبو
داود.»الضَّريبةُ«
الخراج الذي
يقرر على
إنسان يؤديه في
كل يوم أو شهر
أو سنة .
1. (5181)- İbnu Abbas
(radıyallahu anhüma) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
hacamat oldu ve haccama ücretini verdi. Eğer bu (hacamat ücreti) haram olsaydı
vermezdi. Ayrıca efendisine konuştu, o da vergisini hafifletti." [Buharî,
İcare 18, Büyû' 39, Tıbb 9; Müslim,
Müsakat 66 (1202); Ebu Davud, Büyû 39, (3423).][43]
AÇIKLAMA:
1- Kan alma işini yapan kimse, bu hizmetine mukabil ücret
alabilir mi, alamaz mı? bu mesele ulema arasında ihtilaf edilmiştir. Sadedinde
olduğumuz hadise göre, ücret almada bir beis yoktur. Olsaydı Resulullah kan
aldırdığı zata ücret ödemezdi.
Bu meselenin münakaşa edilmiş olması, konu üzerinde yasak ifade
eden rivayetlerin de varlığından ileri gelir. Cumhur, bu meselede ruhsat ifade
eden rivayetleri esas almıştır. Dolayısıyla hadisten tedavi maksadıyla kan
aldırmanın caiz, bu hizmeti îfa eden doktora da ücret vermenin mübah olduğu
hükmü çıkarılmıştır.
2- Hadis ayrıca kölenin efendisine günlük veya aylık veya
yıllık bir vergi ödemek suretiyle serbest çalışabileceğini de göstermektedir.[44]
ـ5182 ـ2ـ
وعن رجلٍ من
المهاجرين من
أصحاب النّبيّ
# قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #
اَلْمُسْلِمُونَ
شُرَكَاءُ في
ثَثٍ:
اَلْمَاءِ،
وَالْكَ“ِ،
وَالنّارِ[.
أخرجه أبو
داود .
2. (5182)- Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın muhacir ashabından bir adamın anlattığına göre,
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular:
"Müslümanlar üç şeyde ortaktırlar: Su, ot ve ateş." [Ebu
Davud, Büyû 62, (3477).][45]
AÇIKLAMA:
Hattâbi hadisi şöyle açıklar: "Arzın mevat (işlenmemiş)
kısmında biten ot, kimseye ait değildir. Herkes orada hayvanını otlatabilir.
Öyle yerleri kimse sahiplenip, başkasına yasak koyamaz. Ancak bir kimsenin
mülkünde olan bir arazinin otu ise, o kimseye aittir. Onun izni olmadan üstünde
başkası tasarrufta bulunamaz.
Ateşe iştirakten murad, lamba yakma ve aydınlanma talebinde, istek
yerine getirilir, mani olunamaz demektir. Aksi takdirde ateş isteyene ateşinden
verme şeklinde bir iştirak mecburiyeti mevcut değildir. Çünkü bu hal eksiltmek
hasıl eder. Öyleyse ateş sahibi ateşinden vermeyebilir.
Su hakkında da hüküm böyledir. Emekle, masrafla temin edilen su
istisna edilerek, nehir suyu gibi tabiatta kendiliğinden mevcut olan su,
herkesin müşterek malıdır, istifade edilebilir" denmiştir.
Mamafih bazı alimler, hadisi, ıtlakı üzere anlamayı esas alıp:
"Bu üç şeyde kesin mülkiyet olamaz, satışları caiz değildir"
demiştir. Ancak fukaha arasında meşhur görüşe
göre, müşterek ottan murad hiç kimseye ait olmayan mübah ottur, sudan murad da
yağmur, göze ve kimseye ait olmayan nehir suyudur. Ateşten murad da, mübah
odunlardan elde edilip yakılmak suretiyle elde edilen ateştir. Değilse, kişi
kabına aldığı suyu satabilir, diğerleri
için de hüküm böyledir.[46]
ـ5183 ـ3ـ
وعن أسمرِ بن
مُضَرّسْ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: مَنْ
سَبَقَ
مَالَمْ
يَسْبِقْ
إلَيْهِ
مُسْلِمٌ
فَهُوَ لَهُ.
قَالَ:
فَخَرَجَ
النّاسُ
يَتَعادَوْنَ
يَتَخَاطَّوْنَ[.
أخرجه أبو
داود .
3. (5183)- Esmer İbnu
Mudarris (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Bir Müslümanın henüz ulaşmadığı (ot, odun, su, gibi) bir
şeye önce ulaşan kimse ona sahip
olur." Bunun üzerine halk çıkıp, (mübah şeyleri sahiplenmek maksadıyla)
birbirleriyle hızlıca işaretleme yarışına girdiler." [Ebu Davud, İmaret
36, (3071).][47]
AÇIKLAMA:
1- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), herkese mübah olan
emvale sahiplenmenin kaidesini koymuştur. "Kim önce ulaşırsa onundur."
Söz gelimi birinin ele geçirdiği bir mübah maddeye bir başkası gelip
"bunda benim de hissem var"
diyemeyecektir. Rivayetin Ebu Davud'daki aslından anlaşılacağı üzere,
Aleyhissalâtu vesselâm, bu beyanı, bir sefer sırasında yapmıştır. Beyan üzerine
herkes işe yarayan mübah şey(ler) üzerine işaret koyma yarışına girerler.
Hadiste geçen يتَخَاطَّوْنَ
(işaret koyma yarışı) kelimesi خط (hatt)
kökünden gelir. Dilimize de girdiği üzere, "hatt", çizgi yazı
manasına gelmektedir. Kelimeden anlaşılacağı üzere çizgiler atarak
işaretleme yarışı mevzubahistir.
2- Hadiste işaretlenen şeylerin ne olduğu sarih değildir.
Hâdise bir sefer sırasında cereyan ettiğine göre, o şartlarda işe yarayacak
mübah eşyalar olmalıdır. Bunlar arasında boş arazi bile bulunabilir. Nitekim
daha önce (105-106. hadisler) geçtiği üzere, mevat araziyi kim önce ihya ederse
ona sahip olur. [48]
ـ5184 ـ1ـ عن
أبي مسعودٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]نَهى
رَسُولُ
اللّهِ # عَن
ثَمَنِ
الْكَلْبِ،
وَمَهْرِ
الْبَغِيِّ، وَحُلْوَانِ
الْكَاهِنِ[.
أخرجه
الستة.»البَغِىُّ«
الزانية،
ومهرها
أجرها.و»حُلْوَانُ
الْكَاهن« ما
يعطى من
الهدية
ليخبرهم عما
يسألونه عنه .
1. (5184)- Ebu Mes'ud
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) köpeğin
semenini, fahişenin mehrini ve kahinin ücretini yasakladı." [Buharî, Büyû
113, İcare 20, Talak 51, Tıb 46; Müslim, Müsakat 39, 1567; Muvatta, Büyû 68,
(2, 656); Tirmizî, Büyû 46, (1276); Nesâî, Büyû 91, (7, 309); Ebu Davud, Büyû 68, (4381).][49]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet birkısım kazanç yollarını yasaklamaktadır:
1) Köpeğin semeni. Semen; herhangi bir ticarî eşyaya biçilen
fiyata mukabil ödenen paradır, fiyat da
diyebiliriz. Köpeğin satışına cevaz veren başka rivayetler de bulunduğu için,
fukaha bu meselede ihtilaf etmiştir. Hanefiler umumiyetle cevazına hükmederken,
diğer mezhepler birkısım sıkı kayıtlarla tecviz ve tahrim ederler. Köpeğin
alınıp satılması bahsini az ileride biraz açacağız.
2) Fahişe mehri demek, zina mukabilinde alınan ücret demektir. Zina dinimizde zaten haramdır. Bunu
bir ticaret vasıtası yapmanın meşru olmayacağı açık ise de, Aleyhissalâtu
vesselâm te'kiden, fuhuş mukabili
alınacak paranın haram olduğunu muhtelif beyanlarda tekrar etmiştir. İslam
uleması fuhuş mukabilinde alınacak paranın haramlığı hususunda ihtilaf etmez.
Bu hadis, bir bakıma umumhane
çalıştıranlara, bu çeşit işlere alet ve vasıta olanlara da kazançlarının
mahiyeti hususunda ışık tutmaktadır.
3) Hadis, üçüncü olarak
kahine verilecek ücrete temas
etmekte, bunu da fahişelik mukabili alınan paraya denk tutmaktadır. Kehanet
ve kahine müracaat haram edildiğine
göre, bu maksadla verilen ve alınan
ücretin de haram olacağı açıktır. Bu sebeple ulema bu meselede ihtilaf etmemiş, elbirlik haram demiştir.[50]
ـ5185 ـ2ـ
وعن أبي
جُحَيْفَةُ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]نَهى رَسُولُ
اللّهِ # عَنْ
ثَمَنِ
الدّمِ،
وَثَمَنِ
الْكَلْبِ،
وَكَسْبِ الْبَغِيِّ،
وَلَعَنَ
الْوَاشِمَةَ
وَالْمُسْتَوْشِمَةَ،
وَآكِلَ
الرِّبَا،
وَمُوكِلَهُ
والْمُصَوِّرِينَ[.
أخرجه البخاري.»الوَشْمُ«:
تغريز الجلد
با“برة وحشو
موضع الغرز
بكحل او نيلة،
والواشمة
التي يفعل بها
ذلك بطلبها .
2. (5185)- Ebu Cuheyfe
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) kan mukabilinde alınan semenden, köpek
semeninden, fuhuş kazancından men etti. Dövme yapanı, dövme yaptıranı, faiz
yiyeni, faiz yedireni ve musavvirleri lanetledi." [Buhârî, Büyû 113, 25,
Talak Libas 86, 96; Ebu Davud, Büyû 65, (3483).][51]
AÇIKLAMA:
Bu hadiste, önceki hadiste geçenlere bazı ziyadeler yapılmıştır.
1) Kan semeni: İbnu Hacer, bundan maksadın ne olduğu hususunda
ihtilaf edildiğini belirtir. Bazı alimler "Hacamat yapana verilen
ücret" demiştir. Bazıları da,
"Zahiri üzeredir. Yani kan'a verilen fiyattır" demiştir. Zahiri esas alınınca, tıpkı meytenin (leşin), domuzun alışverişi
haram olduğu gibi, "kan"ın alışverişi de haramdır. Bu hususta
ulema icma etmiştir. İnsanın hiçbir uzvu
ticaret metaı olamaz, alınıp satılamaz. Bağış, satış demek değildir.
2) Dövme yapan ve yaptıranın tel'ini. Dövme, iğne ile deri
altında yara açıp, o yaraya kına ve benzeri madde koyarak sabit bir renk elde etme ameliyesidir. Dinimiz, insanın
tabii yaratılışını gereksiz yere bozan müdahaleleri tecviz etmez. Bu sebeple
dövme yasaklanmıştır.
3) Faiz, Kur'an-ı Kerim'in üzerinde ısrarla durduğu belli
başlı haramlardan biridir. Almak, vermek faiz akdine katiplik, şahitlik yapmak
vs. hepsi haramdır. Faizle ilgili açıklamalar
ticaretle ilgili bölümde geçtiği için burada tekrar etmeyeceğiz (1.
cilt, s. 523 ve devamı).
4) Musavvirlerle ilgili açıklamalar daha önce mükerreren
geçmiştir, tekrar etmeyeceğiz (mesela en son 5121 numaralı hadisin şerhinde de
yer verildi). [52]
ـ5186 ـ3ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]نَهى
رَسُولُ
اللّهِ # عَنْ
كَسْبِ
ا“مَاءِ[. أخرجه
البخاري وأبو
داود.وزاد أبو
داود في رواية
أخرى، عن رافع
بن خديج:
]حَتّى
يَعْلَمَ مِنْ
أيْنَ هُوَ[ .
3. (5186)- Hz. Ebu Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
cariyenin kesbini nehyetti."
[Buharî, İcare 20, Talak 51; Ebu Davud, Büyû 40, (3425).]
Ebu Davud, Râfî İbnu Hadiç'ten yaptığı rivayette şu ziyadeyi
kaydeder: "..Kazancın nereden
olduğunu bilinceye kadar..."[53]
AÇIKLAMA:
Hadis, "cariyenin kesbi" derken, köle kadının kazanç
için çalışmasını kasdediyor gibidir. Ancak ulema, ibarenin bu manaya
gelmediğini belirtir. Öyle ise hadis: "Cariyenin zina yoluyla
kazancını" yasaklamaktadır. Hattâbî, cariyenin normal ve temiz işlerde
çalışarak para kazanmasının meşruiyetini açıklama sadedinde der ki:
"Medine ve Mekke ahalisinin hizmetlerini görmek üzere birtakım cariyeler
vardı. Efendileri bunlara (aylık veya yıllık) vergiler takdir ederdi. Bu
cariyeler hamur yoğurup ekmek yaparlar, tarla sularlar ve diğer sanatları icra
ederler, kazandıkları paradan efendilerine vergilerini öderlerdi. Onlar bu
borçluluk hali içinde iş hayatına böylesine girince, onların hepsinin olmasa
bile bir kısmının fücura düşeceğinden ve
sefahetle para kazanmaya tevessül edeceklerinden korkulurdu. Bu sebeple
Aleyhissalâtu vesselâm onların kesbinden sarf-ı nazar edilmesini emir
buyurdular. Cariyelerin bilhassa belli bir işleri olmaması halinde
çalıştırılmaları daha mekruh ve yasak daha şiddetlidir." Hattâbî'nin temas
ettiği son kayıt, Ebu Davud'dan kaydedilen ziyadeye binaendir. Zira
"cariyenin belli bir işi olmadığı halde, para getirip vergisini ödemesi,
bunu nereden kazandığı hususunda ciddi bir kaygı sebebidir: Zinadan kazanmış
olmaya?" diye. Bu hususu, Ebu Davud'un Rifâa İbnu Râfi'den kaydettiği şu
hadis daha da tavzih eder: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) cariyenin
eliyle olmayan kesbini yasakladı. Elle
yapacağı eğirme, yün ditme gibi olanları yapabilir." Her şeye
rağmen bazı alimlerin şöyle dediğini de kaydetmek isteriz: "Yasaktan
murad, cariyenin her çeşit amelidir. Bu yasak
sedd-i zerayi (kötülük kapısını kapama) nevindendir. Çünkü, cariye
çalışmaya mecbur edildiği takdirde ferci ile
kazanmayacağından emin olunamaz. Öyleyse nehyin manası, cariyeye, hergün ödeyeceği muayyen bir haraç koymayı yasaklamaktadır."[54]
ـ5187 ـ4ـ
وعن عثمان
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]َ تُكَلِّفُوا
الصِّبْيَانَ
الْكَسْبَ،
فإنَّكُمْ
مَتى
كَلَّفْتُمُوهُمُ
الْكَسْبَ
سَرَقُوا وََ
تُكَلفُوا
ا‘مَةَ غَيْرَ
ذَاتِ
الصَّنْعَةِ
الْكَسْبَ،
فَإنَّكُمْ
مَتى
كَلَّفْتُمُوهَا
كَسَبَتْ بِفَرْجِهَا،
وَعِفُّوا
إذَا
أعَفَّكُمُ
اللّهُ،
وَعَلَيْكُمْ
مِنَ
الْمَطَاعِمِ
بِمَا طَابَ
مِنْهَا[.
أخرجه مالك .
4. (5187)- Hz. Osman (radıyallahu
anh) anlatıyor: "Çocukları kesbe mecbur etmeyin. Siz onları kesbe mecbur
ettiğiniz zaman hırsızlık yaparlar. San'at sahibi olmayan cariyeleri de kesbe
zorlamayın. Zira siz onları kesbe zorladığınız takdirde ferçleriyle kazanırlar.
Onların getireceği paraya karşı istiğna gösterin ki, Allah da sizi müstağni
kılsın. Size temiz olan yiyecekler yaraşır." [Muvatta, İsti'zan 42, (2,
981).][55]
AÇIKLAMA:
Bu rivayette, Hz. Osman, bir önceki hadiste, cariyelerin kazanca
zorlanması ile ilgili olarak gelen Nebevî irşadatın bir nevi gerekçesini
belirtmekte, ayrıca çocukların kazanca zorlanmamasını da istemektedir.
Çocukların çalıştırılması meselesi teferruat isteyen bir konudur. Bu meseleyi
müteakiben ayrıca kaydedeceğiz. Ancak, hadiste gelen yasağı izah sadedinde şu
kadarını özetle belirtmemiz gerekmektedir: Çocukların çalıştırılmalarının
birçok yönden mahzuru var. Herşeyden
önce alması gereken temel formasyondan geri kalır. Çünkü İslam, çocukluk
dönemini hayata hazırlık, büluğdan sonra üzerine terettüp edecek mesuliyetlerle ilgili zaruri bilgi ve
becerileri kazanma dönemi olarak belirlemiş, bu maksatla onu herçeşit
mesuliyetin dışında tutmuş, nafakasını ebeveyn, yoksa yakınları, yoksa cemiyet
ve devlet üzerine vecibe kılmıştır.
Hayatî formasyonları almak gibi ciddi meşguliyetler dururken çalışmak da niye? Başka
meşguliyetler ne arar?
Çocuk, çalıştırılacak
olursa, bünyesinin üstüne çıkan ağır işlere de zorlanabilir. Bu ise, onun
sıhhatli gelişmesine sed çekebilir, birkısım marazî haller hasıl edebilir.
Ayrıca iş çevresinde yaşıtlarının dışında bir kısım kötü huylar, zararlı
alışkanlıklar kazanabilir. Hz. Osman, bu mahzurlardan herkesçe kolay bir
şekilde anlaşılabilecek olanı nazara veriyor: Hırsızlık...[56]
ÇOCUKLARIN ÇALIŞTIRILMA VE İSTİHDAMLARI MESELESİ
Çocuk terbiyesinde ehemmiyetli
bir yer tutması haysiyetiyle, bu mevzuya giren bir tahlili aynen iktibas
ediyoruz:[57]
Fransa ilk defa 1874 tarihinde, seyyar mesleklerde istihdam edilen
çocukların himayesi ile alâkalı çıkarılan bir kanunda 16 yaşından küçük çocukların ip cambazlığı, soytarılık,
şarlatanlık, havyan teşhiri gibi "tehlikeli" işlerde çalıştırılmasını
yasaklamış ise de, çocuğun çalıştırılması meselesinin daha etraflı olarak
beynelmilel bir mahiyette 1919 yılında ele alındığına şahit olmaktayız. Bu
tarihte, iş meselelerini tanzim etmek maksadıyla yapılan "Washington İş
Konferansı"nda "14 yaşından
küçük çocukların işe alınmaması, 15 yaşından küçük olanların geceleyin sınaî
müesseselerde çalıştırılmaması reşit ve baliğ olanların (14-18 yaş
arasındakiler) haftada 48 saatten fazla çalıştırılmamaları" gibi kararlar
alınır.
Ancak şunu hemen kaydedelim ki, bu konferansın toplanmasına,
çocukları korumaya matuf insanî duygulardan ziyade, iktisadî endişeler amil
olmuştur. Zira o zamana kadar, küçük çocuklarla kadınlar, erkeklere nazaran
daha az yevmiye ile daha çok çalıştırılmakta idi. Bu durum istihsalde maliyeti
çokça düşürüyor ve rekabet imkanlarını
azaltıyordu. Devletler arası ticarî münasebetlerin artması nisbetinde bu
meselenin ehemmiyeti de artmıştı. Devletle fert arasındaki iş münasebetlerini tanzim eden iç hukuk,
devletler arası bazı ihtilaflara yol
açmakta idi. Milletlerin bu meselede karşılıklı olarak anlaşmaları zaruri idi.
İşte kaynağında sadece iktisadî endişe yatan bu zaruret, sözkonusu konferansı
ortaya çıkardı ve çocukların lehine olan -sonradan Türkiye'nin de katıldığı-
bazı kararların alınmasına müncer oldu.
İstihdam meselesinde de, çocuğu himaye işini ele almada, öncülüğü
İslamiyet yapar. İslam'ın büluğ çağına kadar, çocuğa tanıdığı temel haklardan
biri "yeme, giyme ve mesken" ihtiyaçlarını içine alan
"nafaka"dır. Binaenaleyh, büluğ yaşına kadar, çocuk kimsesiz bile
olsa, "nafaka" meselesinin
halli için çalışmak durumunda ve mecburiyetinde değildir. Çocuk bu devre içerisinde hayata hazırlanma
çalışmalarına tabi tutulmalıdır; hayatî, dinî, ahlakî, meslekî bilgiler,
alışkanlık ve maharetler kazanma faaliyetleri. Biz bu faaliyetlere daha önce,
günümüzün tabiriyle "temel eğitim" faaliyetleri demiştik.
Çocuğun büluğ çağından önce, "hayata hazırlayıcı"
faaliyetler dışında, gerek baba ve gerekse velisi tarafından istihdam ve
istismar edilmesini önlemek için İslam hukukçuları Kur'an ve sünnetin
nasslarından çok vazıh prensipler çıkarıp, kesin kayıtlar koyarlar. Şöyle ki:
1) Evladın malı, babaya "kişinin en temiz malı, kazandığı
maldır, veledi de kendi kazancındandır" hadis-i şerifi ile helal
kılınmışsa da, fakihler bu hükmü, "insan için kendi çalıştığından başkası
yoktur" ayetine dayanarak
"evladın büluğdan sonraki malı" ile kayıtlamışlardır. Estrûşenî'nin
"bütün meşayihin müşterek görüşleri" olarak sunduğu umumi prensibe göre, "çocuğun büluğdan
önceki hasenatı (malı, kazancı vs.) sadece çocuk içindir, ebeveyninin hakkı
yoktur" kaydı bulunmaktadır.
2- Baba veya dede veya bunların tayin edeceği vasilerin, çocuk
üzerinde karşılıksız istihdam (hizmetlenme) hakkı vardır. Fakat, bu istihdam
"tehzib veya riyazet" yani
yetiştirici, terbiye edici, hayata hazırlayıcı mahiyette olmalıdır.
Çocuğun yetişmesine katkısı olmayan sırf velinin menfaatine olan istihdam caiz
değildir. Karşılıksız istihdam caiz olunca, ücretli istihdamın da evleviyetle
mümkün olacağı fikrinden hareketle "baba veya dede veya hakim tarafından
çocuğun ücretle herhangi bir işe verilebileceği" kabul edilmiştir.
3- Çocuğun çalışmasından elde edilecek ücret, çocuğun şahsî
malıdır. Çocuğun malı ise, normal şartlarda sadece kendi ihtiyaçları için harcanabilir. Anne veya
baba, çocuk için harcadıktan sonra artanı, büluğa erdikten sonra çocuğa teslim
etmek üzere, diğer malları meyanında biriktirirler. Şayet baba, mübezzir
(müsrif) ise, hakim bunu da elinden alır. Çocuğun malından babanın (veya
annenin) istifadesi sıkı kayıtlara bağlanmıştır. Çocuğun istismarının hukukî ve
vicdanî yollardan nasıl önlendiğini anlayabilmek için bu kayıtları da belirtmemizde zaruret var.
Baba çocuğun malına muhtaç ise, bakılır:
a) Eğer baba, bu sırada meskun bir mahalde ise ve fakirliği
sebebiyle bu ihtiyaç hasıl oldu ise o maldan yer.
b) Eğer çölde ise ve aslında zengin olmakla beraber, yanında
yiyecek bir şeyin yokluğu sebebiyle ihtiyaç hasıl oldu ise, değerini ödemek
kaydıyla yer.
Büluğa ermemiş çocuğun malı anne veya babanın malına karışmış bile
olsa, müşterek kullanımlarda anne veya baba, istifadede kendi hisselerini tecavüz edemezler, aksi halde haram işlemiş
olurlar.
Bu söylediklerimizi vuzuha kavuşturan bir fetvada aynen şöyle
denir:
"Bir çocuk mal kazanır ve bunu annesine verirse, annenin
bunu, çocuk için infak ederken çocukla birlikte bir iki lokmayı aşmamak kaydıyla bundan yemesi caizdir. Anne aciz
ise, çocuk da her ikisinin nafakasını
karşılayacak şekilde çalışmaya muktedir ise, annenin bu durumda çocuğun
malında hakkı vardır, ondan yiyebilir. Eğer anne çocuğun malına muhtaç değil ise
ve kendi malı çocuğun malı ile karışmış ise, bu şekilde satın alınan yiyecek
maddesinin, kendi hissesi nisbetinde
yiyebilir, fazla yiyecek olursa caiz değildir, yetim malı yemiş olur."
Bir başka fetvada "evi
veya malı olduğu halde kira ödemeden çocuğun evinde oturan kadının da günahkâr olacağı"
belirtilir.
Çocuğu çalıştırma meselesinde hassasiyeti ileri götüren "bazıları"nın daha
enteresan görüşleri var. Bunlardan biri
aynen şöyle:
Baba veya anne küçük çocuğuna havuzdan eve su taşıması için emrederek eline bir kap
verse, o çocuk da getirse, bazıları kaptaki suyun "çocuğun mülkü"
durumuna geçtiğini ve zaruret olmadıkça bu
sudan içmenin babaya helal
olmadığını, zira (hava, su, kırda biten
ot ve ağaç gibi kimsenin mülkiyetinde olmayıp, herkesin istifade edebileceği ve
ıstılahta) a'yanu'lmübaha denen eşyada çocuğun istihdamı batıldır.
4- Çocuk büluğa erince, babası onu, istihdam etse veya gelirini ailenin nafakasını
harcamak üzere ücretli olarak iş verse, bu baba için mübah olur.
Çocuğu Kimler İşe Verebilir?
Çocuk üzerinde istihdam hakkı olmayanlar, onu ücretli olarak bir
işe de koyamazlar. "Yetiştirici" işlerde istihdam hakkının sadece
baba, dede ve bunların tayin edeceği
vasilere ait olduğunu yukarıda belirtmiştik. Şu halde bunlar dışında kalan
kimselerin -akrabalıkları ne kadar yakın olursa olsun- istihdam hakkı olmadığı
gibi, ücretle işe koyma hakları da
mevcut değildir. Çocuğun hidanesi bu çeşit velilerin yanında ise, temyiz
yaşından sonra terbiyelerinin tam olabilmesi için, istihdama velayetleri olan
baba veya sair velilerine iadeleri gerekir.
Ancak bunlardan hiçbiri yoksa, anne tarafından "mahrem"
bir akraba -velayetü'lhacr kendisine verilmiş olma halinde- çocuğu
"yetiştirici" olan bir işe verebilir ve ücretini çocuk için kullanmak
veya muhafaza etmek gayesiyle alabilir. Estrûşenî der ki: "Baba, dede ve bunların
tayin edeceği vasiden başka hiç kimse çouğun malını tasarruf hakkına sahip
değildir. Öyle ki, bunlar dışında
çocuğun velayetü'lhacrini elinde tutan bir kimse, çocuğa mal bağışlanacak
olsa, çocuk namına kabul eder, fakat söylediğimiz sebepten dolayı,
bundan çocuk için harcayamaz. Sadece İmam-ı Muhammed, te'hirinde çocuğa zarar
gelecek ise, vasinin zaruret miktarınca
harcamasını istihsan eder. Baba, dede ve bunların tayin edeceği vasiler, çocuğun köle, hayvan, akar ve sair emvalini
kiraya verebilecekleri halde; çocuğun hacrini elinde tutan diğer vasiler kiraya veremezler. Zira
onların, çocuğun malı üzerinde tasarruf hakları yoktur."
Çocuğun malını tasarruf
hususunda konulan bu kayıtlar, çocuğun menfaatini korumak, onun istismarını
önlemek gibi âli gayeler güder.
Ganimetten Hak Verilmez
Çocuğu koruyucu prensiplerden biri de büluğdan önce askere
alınmamaları, harplere iştirak ettirilmeleridir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) çocukların harbe katılmalarını kesinlikle yasaklar. Hatta rivayetler
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in, ordu yola çıktıktan bir müddet sonra askerleri teker
teker kontrol ve teftiş ederek, büluğa ermeyen çocuk karışmış ise geri
çevirdiğini belirtir.
Elde edilecek ganimet sebebiyle, birçoklarınca iktisadî yönden de
cazip bir ameliye olan askerî seferlere ve savaşlara çocukların bu endişe ile
velileri tarafından sevkini tamamen önlemek gayesine de matuf olmak üzere,
çocuklara ganimetten pay ayrılması da
kesinlikle yasaklanmıştır.
Hülasa etmek gerekirse, yukarıda belirtmeye çalıştığımız hususlar
(yani, çocuğun malının anne ve babaya haram olması, çalıştığı takdirde elde
edilen ücretin sadece kendisi için harcanabilmesi, istihdam hakkının -yetiştirici işlerde olmak kaydıyla-
çocuğa en ziyade şefkat duyma durumunda olan ve onun yetişme mesuliyeti
uhdesinde bulunan baba, dede veya bunların tayin edeceği veliye ait olması,
baba, dede veya velinin de sadece yetiştirici işlerde ücretsiz istihdama hak
sahibi kılınmaları ve onlara su, ot, odun gibi istifadesi herkese helal (ayan-ı
mübaha) şeylerin celbinde istihdamlarının batıl addedilmeleri, harp
ganimetinden çocuğa hisse ayrılmaması) çocuğun hayata hazırlanma devresi olan büluğ öncesi devrede
onun bu gayeye matuf olmayan meşguliyetlerle istismar edilmesinden koruyarak, hayata
hazırlanmasını, bir meslek öğrenmesini,
tahsil yapmasını garantilemeyi gaye edinir. Nitekim meslek öğretimi
bütün İslam mezheplerinin ittifakiyle veli ve devlet üzerine dinî bir vecibe
kılınmıştır.[58]
Dinimizin çocuklar için getirdiği, bülûğdan önce temel formasyonu
alma hakkının ihlal edildiği devirler olmuştur. Ancak, bundan sorumlu olan
devlet başkanı duruma müdahale etmiştir.
Bunun en güzel örneğini 1825 yılında II. Mahmud'un bütün vilayet, sancak
ve kazalara ta'mim ettiği bir ferman teşkil eder. O, bu fermanda 5-6 yaşındaki
çocukların "mektepten alınarak çıraklığa verilmesini" yasaklar. Şöyle
der:"
Dinî vecibeleri öğretmek ve seçeceği mesleğin bilgilerine sahip
kılmak, babaların evlatlarına karşı ilk vazifesidir. Ne yazık ki, bir zamandan
beri birçok ana ve baba bu temel vazifeyi unutarak çocuklarını daha beş-altı
yaşında, kazanç hırsı ile zanaat sahiplerinin yanına çırak veriyorlar veya
başıboş bırakıyorlar. Çocukluk çağında cahil kalanlar ise, ergenlik çağlarında
hem kendileri için, hem de memleket için
dert oluyorlar. Bu, iki dünyada cezayı mucib bir ihmaldir.
Sizlere emir ve irade ediyorum ki, bu ferman elinize değdiği anda,
bölgenizde altı yaşını bitirmiş ne kadar çocuk varsa bunları tesbit ediniz,
mevcut mahalle mektepleri yetmiyorsa bina ve hoca bularak mektepsiz çocuk
bırakmayınız. Mektep çağında olduğu halde bu çocukları yanlarına alıp
çalıştıranların şiddetle cezalandırılacaklarını ilan ediniz. Anasız ve babasız
olanlarla, okumaya gücü olmayanların tahsilini, devletimin temin edeceğini ilan ediniz."
Bu ferman, 1854'te Abdülmecid, 1873'de Abdilaziz tarafından
tekrarlanır.
Ferman, temel eğitim meselesinde İslam'ın görüşünü ifade ettiği
gibi, 19. asırda bunun aksamış olduğunu, çocuğun maddî kaygılarla istismar
edildiğini de gösterir.[59]
ـ5188 ـ5ـ
وعن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كَانَ ‘بِى
بَكْرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
غَُمٌ يُخَرّجُ
لَهُ
الْخَرَاجَ،
وَكَانَ أبُو
بَكْرٍ
يَأكُلُ مِنْ
خَرَاجِهِ،
فجَاءَ يَوْماً
بِشَىْءٍ
فأكَلَ
مِنْهُ أبُو
بَكْرٍ. فقَالَ
لَهُ الْغُمُ:
تَدْرِي مَا
هذَا؟ فقَال:
مَا هُوَ؟
قَالَ: كُنْتُ
تَكَهَّنْتُ
“نْسَانٍ في
الْجَاهِلِيّةِ،
وَمَا
أُحْسِنُ
الْكَهَانَةَ
إّ أنّي خَدَعْتُهُ
فَلَقِيَنِي
فأعْطَانِي
بِذلِكَ هذَا
الّذِي
أكَلْتَ
منْهُ.
فأدْخَلَ
أبُو بَكْرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
يَدَهُ في
فيهِ فقَاءَ
كُلَّ شَىْءٍ
في بَطْنِهِ[.
أخرجه
البخاري .
5. (5188)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Hz. Ebu Bekr
(radıyallahu anh)'in bir kölesi vardı. Bu köle çalışıp kendisine belli bir
haraç ödüyordu. Hz. Ebu Bekr onun kazancından yiyordu. Bir gün yine bir şeyler
getirdi. Ebu Bekr (radıyallahu anh) bundan da yedi. Ancak kölesi:
"Bu yediğin nedir, biliyor musun?" dedi. Hz. Ebu Bekir:
"Neymiş o?" deyince köle açıkladı:
"Ben cahiliye devrinde kâhinlik yapardım. Aslında bu işin
ehli de değildim. Bu sebeple (kafadan atıp
bir) adam aldatmıştım. (Bugün yolda) bana rastladı ve (kâhinliğimden kalma
eski) bir borcunu ödedi. Yediğiniz işte bu idi!"
Bunun üzerine Ebu Bekr elini boğazına atıp, midesinde her ne varsa
kusup çıkardı." [Buharî, Menakıbu'l-Ensar, 26.][60]
AÇIKLAMA:
Haraç: Burada kölenin, efendisine, kazancından vermeyi vaadettiği
vergidir. Bu, köle ile efendi arasında karşılıklı olarak tesbit edilen bir
miktardır. Günlük, haftalık veya aylık gibi muayyen periyodlara göre ödenirdi.
Rivayetin bir başka veçhinde, Hz. Ebu Bekr'in her gün, bunu neden
nasıl kazandığını sorduktan sonra
yediği; bir gün, gece vakti ödemeyi yaptığı, bu defasında sormadan yiyip,
bilahare sorunca, yukarıda kaydedilen cevabı aldığı, bunun üzerine kustuğu, vs.
belirtilmiştir.[61]
ـ5189 ـ1ـ عن
ابن عبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]نَهى رَسُولُ
اللّهِ # عَنْ
ثَمَنِ الْكَلْبِ،
وَإنْ جَاءَ
يَطْلُبُ
ثَمَنَ
الْكَلْبِ
فَامْ‘
كَفَّهُ
تُرَاباً[.
أخرجه أبو
داود، واللفظ
له، والنسائي
.
1. (5189)- İbnu Abbas
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
köpeğin semeninden nehiy buyurdular. Eğer (sahibi, öldürülen) köpeğin semenini istemeye gelirse, avucunu toprakla
doldurun." [Ebu Davud, Büyû 68, (3482); Nesaî, Büyû 91, (7, 309).]
Metin Ebu Davud'a aittir.[62]
ـ5190 ـ2ـ وعن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]نَهى رَسُولُ
اللّهِ # عَنْ
ثَمَنِ
الْكَلْبِ
إَّ كَلْبَ
صَيْدٍ[.
أخرجه
الترمذي .
2. (5190)- Hz. Ebu Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), av köpeği hariç, köpeğin semenini yasakladı." [Tirmizî, Büyû 50,
(1281).] [63]
AÇIKLAMA:
1- "Avucun toprak
doldurulması"ndan murad; haybet ve hüsrandır, boş dönmek, mahrum
kalmaktır.
2- İbnu Hacer, köpek satışıyla ilgili hadisi tahlil ederken,
mevzu üzerindeki ihtilaflı fikirleri, delilleriyle birlikte tahlil eder.
Teferruata fazla girmeden bazı iktibasları kaydedeceğiz: "Hadisin zahiri
köpeğin satışını haram kılmaktadır. Bu hüküm, avcılık öğretilen ve öğretilmeyen
beslenmesi caiz olan ve olmayan her çeşit köpeğe şamildir. Bu görüşü esas alan
nazarında, köpeğin telef edilmesi (mesela kazaen öldürülmesi) halinde, telef
edene köpeğin değerini ödemek gerekmez." Cumhur böyle hükmetmiştir.
İmam Malik: "Satılması caiz değildir. Ancak telef edene
kıymetini tazmin gerekir" demiştir. Ondan cumhurun görüşü de rivayet
edilmiştir. Keza Malik'ten, tıpkı Ebu Hanife gibi: "Satışı caizdir, telef
edene de tazmin gerekir" dediği
dahi rivayet edilmiştir.
Atâ ve Nehai: "Sadece av köpeğinin satışı caiz"
demiştir.
Şafiî'nin nezdinde köpek satışının haram addedilişinin illeti,
onun mutlak necis olmasındandır. Muallem olsa da olmasa da, köpeği necis
addetmeyenler nezdinde satışının yasak oluş sebebi, köpek edinme hususunda
gelen yasakla, öldürülmesi hususunda gelen emirdir.."
İbnu Hacer, imamları farklı fetvalara sevkeden farklı rivayetlerden bir kısmını
kaydettikten sonra açıklamasına devam eder: "Kurtubî der ki: "İmam
Malik'in mezhebinde meşhur olan; köpek edinmenin cevazı, satışının mekruh
oluşudur, dolayısıyla satış vaki oldu
ise, akid feshedilmez. Sanki, köpek onun nazarında necis olmayıp tahir olduğu için,
caiz olan faideleri sebebiyle beslenmesine izin vermiş ve hükmünü diğer satış
maddelerinin hükmüne tabi kılmıştır; ancak şeriat onun satışını tenzihen mekruh addetmiştir. Çünkü köpek beslemek mekarim-i ahlaktan değildir." Devamla der ki: "Köpeğe
verilecek para ile, fahişenin mehri ve kahinin ücretinin aynı hadiste beraber
zikredilmesi, edinilmesine izin verilmeyen köpeğe hamledilir. Bunun bütün
köpeklere şamil olduğu takdirinde, bu üç şeyde müşterek şekilde beyan edilen
nehiy tahrim ve tenzihten daha umumi bir kerahettir. Çünkü bunlardan her biri
yasaklanmıştır. Fakat herbirinin yasaklık derecesi, ayrı ayrı delillerle
değerlendirilecektir. Nitekim fahişe mehri ile kahin ücretini, mücerred bir
yasak değil üzerinde icma edilen bir haram olarak görmekteyiz. Atıfta birbirine
bağlanmasından hasıl olan iştirak, onların yasağın her hususunda müşterek
olmalarını gerektirmez. Bilindiği üzere, ifade sırasında zaman zaman emir nehye,
icab nefye atfedilir.
Mevzuyu şöyle özetleyebiliriz: "Köpek beslemenin cevazı ve
tahrimi meselesi, görüldüğü gibi ihtilaflı bir husustur. Her bir görüş,
Resulullah ve Ashab'tan gelen farklı rivayetlere ve bu rivayetlerin yorumuna
dayanır. Bunların zikri, mevzumuzu uzatır. Şu kadarını söyleyelim ki, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) -daha
önce geçtiği üzere- bir ara köpeklerin öldürülmesini emretmiş ise de, sonradan
öldürmeyi yasaklamış, sadece siyah köpeği istisna tutmuştur. Hanefîler, köpeğin
alınıp satılmasını caiz addederken, espri olarak temelde bunu esas alırlar:
Yani yasak mensuhtur, cevaz nasihtir. Edinilmesi caiz olan bir şeyin
alınıp satılması da caiz olmalıdır,
telef edilince değeri tazmin
edilmelidir."[64]
ـ5191 ـ1ـ عن
جَابرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]نَهى
رَسُولُ
اللّهِ # عَن
أكْلِ
الْهِرِّ
وَثَمَنِهِ[.
أخرجه أبو داود
والترمذي .
1. (5191)- Hz. Cabir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) kedinin
yenmesini ve semenini yasakladı." [Ebu Davud, Büyû 64, (3480); Tirmizî,
Büyû 49, (1280).][65]
AÇIKLAMA:
Yukarıda köpek hakkında söylenen, kedi hakkında da caridir.
Bidayeten necis olduğu ifade edilmişse de, sonradan artığının tahir olduğu
ifade edilmiştir. Ulema farklı rivayetlerden hareketle ihtilaflı hükme
varmışlardır. Sadedinde olduğumuz hadis kedinin satışını mutlak olarak
yasaklarsa da, cumhur cevazına hükmetmiştir. Hadisle ilgili olarak Hattâbi şu
açıklamayı yapar: "Kedinin semeniyle ilgili nehiy, iki manadan ileri
gelir:
Birinci mana: Kedi, kayıt altına gelmeyen vahşîlere benzemektedir
ve onun müşteriye sahih bir teslimi mümkün değildir. Çünkü kedi bir evde sabit
kalmaz, evleri dolaşır durur, bunun önüne geçilemez. Üstelik o bağlanan veya
kafese konan hayvanlar gibi değildir. Bazen
ehlileştikten sonra vahşîleşir, evi terkeder, yakalamak bile mümkün olmaz.
Müşteri satın aldıktan sonra kaçması için bağlayıp hapsedecek olsa, ondan
istifadesi mümkün olmaz. (Bu vasıftaki bir hayvanın sahih bir teslimi
olmayacağı için satışı caiz değildir.)
İkinci mana: "Kedinin satışı yasaklanmıştır, ta ki insanlar
birbirlerine kedilerini menetmesinler, herkes kendi kedisini öbürüne
gösterebilsin ve yanlarında kaldığı müddetçe hayvana merhametle muamele etsinler. Kedi
bir evden diğerine geçince aralarında ihtilaf çıkmasın. Bazı alimler, yasağın
vahşî kediyle ilgili olduğunu, ehlî kediyle ilgili olmadığını
söylemiştir."
Cevazına hükmeden cumhur, hadisin zayıf olduğunu ifade etmiştir.[66]
* HACAMAT YAPANIN KESBİNDEKİ KERAHET
ـ5192 ـ1ـ عن
أبِي
مُحَيِّصَة
ا‘نصاري عن
أبيه: ]أنَّهُ
اِسْتَأذَنَ
رَسُولَ
اللّهِ # في
إجَارَةِ
الْحَجَّامِ
فَنَهَاهُ،
وَكَانَ لَهُ
مَوْلَى
حَجَّاماً
فَلَمْ
يَزَلْ
يَسْألْهُ
وَيَسْتَأذِنُهُ
حَتّى قَالَ
لَهُ آخِراً:
اِعْلِفْهُ نَاضِحَكَ
وَأطْعِمْهُ
رَقِيقَكَ[.
أخرجه ا‘ربعة
إ النسائي .
1. (5192)- İbnu Muhayyısa
el-Ensarî, babasından anlattığına göre, "Babası Muhayyısa
haccamın kiralanması hususunda izin
istedi. Resulullah onu menetti. Muhayyısa'nın haccam bir azadlısı vardı.
Sorup izin istemeye ara vermedi. Sonunda
(aleyhissalâtu vesselâm) kendisine:
"Onunla deveni ve köleni besle, (kendin yeme!)"
buyurdular." [Muvatta, İsti'zan 28 (2, 970); Ebu Davud, Büyû 28, (3422);
Tirmizî, Büyû 47, (1277); İbnu Mace, Ticaraat 10, (2166).][67]
AÇIKLAMA:
Rivayetten anlaşılacağı üzere Muhayyısa'nın hacamat yapabilen
mahir bir kölesi var. Bunu çalıştırıp para kazanmak istiyor. Resulullah hacamat
ameliyesine mukabil, ücret almaya izin vermiyor. Muhayyısa bu hususta ısrarla
sormaya, ücret alma izni talep etmeye devam ediyor. Aleyhissalâtu vesselâm deve ve kölesine yiyecek yapmak şartıyla izin
veriyor.
Hadisin zahiri bu olmakla birlikte, Resulullah'tan gelen başka
rivayetler gözönüne alınınca, yasağın
tahrimi ifade etmediği anlaşılır.
Nevevî der ki: "Bu nehiy,
tenzihîdir. Maksad, düşük yollardan para kazanmayı ortadan kaldırıp ,
mekarim-i ahlaka, nezaketli, âli işlere teşvik etmektedir. Eğer bu haram
olsaydı bu işte hür veya köle arasında bir tefrik yapılmazdı. Çünkü efendiye,
helal olmayan bir şeyi köleye yedirmesi helal olmazdı."
Mirkat'te Muhayyısa'nın ısrarı, o devir cemiyetinde kölelerin kazancından bütün efendilerin yemelerine
binaen ve onların kazancını en temiz kazançları bilmelerine binaen Muhayyısa
yasağı işitince, buna olan ihtiyacı sebebiyle nefsine ağır geldiği için
Aleyhissalâtu vesselâm'a başvurduğu belirtilir. Şarihler: "Deve ve kölede,
bu düşük kazançtan istifadeye mani olan bir şeref mevzubahis değildir. Onun
için Aleyhissalâtu vesselâm onların istifadesine izin verdi. Hür kimse ise
farklıdır" derler.
Hadis, hacamat etmekten ücret almanın köleye helal, hürre ise
mekruh olduğunu ifade eder. Ahmed İbnu
Hanbel ve birkısım alimler bu
görüştedir. Hacamat mesleği hür için mekruhtur. Bundan alacağı paradan yemesi
kendine haramdır. Ancak onu köle ve hayvanlarına harcarsa caizdir." Bu
hükümde delilleri, bu hadistir.
Söylediğimiz gibi cumhur bu görüşe katılmaz, tenzihî bir kerahetten söz eder. Cumhurun dayandığı bir
rivayet Tirmizî'de Enes'ten gelmiştir. Enes'e bu hususta sorulunca:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) hacamat oldu ve hacamatı
yapan da Ebu Taybe idi. Ona iki sa' miktarında yiyecek verilmesini emretti.
Ayrıca, efendisine, vergisini biraz azaltmasını söyledi ve şunu da ilave etti:
"Sizin tedavi için başvurduklarınızın en efdali hacamattır."
Bazı alimler önce haram edilip sonradan neshedildiğini söyleyerek
rivayetleri te'lif ederler. Tahavi de bunlardandır. Ancak neshe hükmetmeye
kuvvetli bir karine olmadığı
belirtilmiştir.
İbnu'l-Arabî, Resulullah'ın haccama ücret vermesi ile
"haccamın kesbi habistir"
şeklindeki beyanlarını şöyle te'vil eder: "Ücret muayyen bir iş içinse
caizdir, meçhul bir amel için ise değildir."
Hadiste tıbbî muameleye ücret verme ve hukuk sahibine,
hafifletmeleri için şefaatte bulunmaya cevaz var.[68]
ـ5193 ـ2ـ
وفي أخرى ‘بي
داود: ]قَالَ #:
إنِّي
وَهَبْتُ
لِخَالَتي
غُماً،
وإنِّي ‘رْجُو
أنْ يُبَارَكَ
لَهَا فيهِ،
وَقُلْتُ
لَهَا َ
تُسَلِّمِيهِ
حَجَّاماً
وََ صَائِغاً
وََ قَصَّاباً[.
وإنما كره
الصائغ لما
يدخل صنعته من
الغش، و“خفه
الوعد ومطله
في فراغ ما
يستعمل عنده.
2. (5193)- Ebu Davud'un bir
diğer rivayetinde Aleyhissalâtu vesselâm şöyle buyurmuştur: "Ben teyzeme
bir köle bağışladım ve ben onun teyzem
hakkında mübarek olmasını diliyorum. Teyzeme: "Onu haccama teslim etme,
kuyumcuya ve kasaba da teslim etme!" dedim." [Ebu Davud, Büyû 49,
(3430).][69]
AÇIKLAMA:
1- Taberâni'nin rivayetinde burada zikri geçen
"teyze"nin adı da gelmiştir: Fatıha Bintu Amr ez-Zühriyye.
2- Resulullah
teyzesine genç bir köle bağışlıyor ve buna zikri geçen üç mesleği öğretmemesini
tenbihliyor. Yani haccama vermemek, onun yanında hacamat mesleğini öğrenmesine
izin vermemek demektir. Zikri geçen üç mesleğe karşı ifade edilen keraheti
alimler şöyle izah ederler:
"Haccâmî ve kasab kaçınılması zor olan necasetle mübaşeret
etmektedirler. Kuyumcu ise, sanatına hile sokmaktadır. Bazan da erkek için süs
eşyası, altın ve gümüşten kaplar yapmaktadır. Ayrıca meslekleri, işin yürümesi
için pek çok yalan vaadlere, yeminlere sevketmektedir."[70]
ـ5194 ـ1ـ عن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]سَألَ رَجُلٌ
مِنْ كَِبِ
رَسُول
اللّهِ # عَنْ
عَسَبِ
الْفَحْلِ
فَنَهَاهُ.
فَقَالَ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ إنَّا
نَطْرُقُ
الْفَحْلَ
فَنُكْرِمُ
فَرَخَصَ
لَهُ في
الْكَرَامَةِ[.
أخرجه
الترمذي
والنسائي.»عَسْبُ
الْفَحْلِ«
مَاؤهُ،
والمنهيّ عنه
ثمنه وأخذ
ا‘جر عليه، وإ
فإعارته حل
وإطراقه مباح
جائز .
1. (5194)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Kilab kabilesinden bir adam, Resulullah'a
damızlık hayvanın suyundan (para almayı) sordu. Aleyhissalâtu vesselâm
yasakladı. Adam:
"Ey Allah'ın Resulü! Biz damızlığı aştırıyoruz da bize
ikramda bulunuyorlar!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm ikramda bulunmaya
ruhsat verdi." [Tirmizî, Büyû 45, (1274); Nesâî, Büyû 94,l (7, 360).] [71]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste geçen fahl,
her hayvanın erkeğine denir. Damızlık kelimesi dilimizde erkek için de
dişi için de kullanılabilir. Asb, erkeğin dişiye aşmasıdır. Ancak asb, erkek
hayvanın suyu ve nesli için de kullanılır.
Şarihler, damızlık erkeğin bu maksadla iareten yani herhangi bir
ücret talep etmeden verilmesinin mendub olduğunu, bu sebeple ücret alınmasını
Resulullah'ın mekruh addettiğini belirtirler. Bazı alimler de: "Yasaklama
(bu meselede karşılaşılan) cehalet sebebiyledir. Zira, icarede yapılacak işin
belirlenmesi ve miktarının bilinmesi lazımdır" demiştir.
İbnu Hacer: "Damızlığın suyunu satmak da kiralamak da
haramdır. Çünkü mütekavvim (ticarete salih) değildir, teslim için ne malumdur
ne de makdur (miktarı belirlenmiş)dur.
Ancak Şafiîler ve Hanbelîler belli bir müddet için kiralanması
caizdir derler.
2- Hadiste, damızlığın hizmetine mukabil hediyenin caiz olduğu ifade
edilmektedir. İbnu Hacer: "Bunun ariyetinin caiz olduğunda hiçbir ihtilaf
mevcut değildir. Ariyeten alan, verene herhangi bir ön şarta bağlı olmadan bir hediyede bulunacak
olursa bu da caizdir. İbnu Hibban'da gelen merfu bir rivayette hayvanları
damızlığa çekmeye teşvik de
edilmiştir: "Kim bir dişi ata
aştırır ve yavru yaptırırsa ona yetmiş at sevabı verilir."[72]
ـ5195 ـ1ـ عن
الخدريّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسُولُ
اللّهِ #:
إيَّاكُمْ
وَالْقُسَامَةُ؛
قُلْنَا:
وَمَا
الْقُسَامَةُ؟
قَالَ: الرَّجُلُ
يَكُونُ عَلى
الْفِئَامِ
مِنَ النّاسِ،
فَيَأخُذُ
مِنْ حَظِّ
هذَا وَمِنْ
حَظِّ هذَا[. أخرجه
أبو
داود.»القسامَةُ«
بضم القاف: ما
يأخذه القسام
جرياً على
عادة
السماسرة دون
الرجوع الى
أجرة المثل .
1. (5195)- el-Hudrî
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün
bize):
"Kusâmeden sakının!" buyurdular. Biz: "Kusâme de
nedir?" dedik.
"Bir cemaatin başında bulunan bir kimse (birşey taksim ettiği
zaman) berikinin ve ötekinin hisselerinden bir şeyler alır(sa, işte bu aldığı
şey kusâmedir)." [Ebu Davud, Cihad 179, (2783, 2784).][73]
AÇIKLAMA:
Burada Resulullah ganimeti taksim eden kimsenin, bu hizmetine
mukabil, kendilerine taksimde bulunduğu kimselerden ücret almasını
yasaklamaktadır. Hadiste geçen kusâme, taksimcinin aldığı taksim ücreti
demektir. Aslında taksim işi ücretsiz olmalı denmek istenmiyor. O işin muayyen
belli bir ücreti vardır. Ancak taksimi yapan, o ücretü'lmisl'e razı olmaz,
kendilerine taksimde bulunduğu kimselerin herbirinin payından bir hisse alır.
İşte bu alınana kusâme denmektedir ve Aleyhissalâtu vesselâm bunu
yasaklamaktadır.[74]
ـ5196 ـ1ـ عن
ابن عبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قَال:
]لَزِمَ
رَجُلٌ
غَرِيماً
لَهُ
بِعَشْرَةِ
دَنَانِيرَ
وَقَالَ
واللّهِ َ
أُفَارِقُكَ
حَتّى تَقْضِيَنِي
أوْ
تَأتِيَنِي
بِحَمِيلٍ، فَتَحَمَّلَ
بِهَا
النّبِيُّ #
ثُمَّ إنَّ الرَّجُلَ
أتَى
النّبِيَّ #
بِقَدْرِ مَا
تَحَمَّلَهُ. فقَالَ
لَهُ
النّبِيُّ #
مِنْ أيْنَ
أصَبْتَ هذَا؟
قَالَ: مِنْ
مَعْدِنَ.
قَالَ: َ
حَاجَةَ
لَنَا
فِيهَا،
لَيْسَ
فِيهَا
خَيْرٌ. فَقَضَاهَا
# عَنْهُ[.
أخرجه أبو
داود.»الحَمِيلُ«
الزعيم
والكفيل .
1. (5196)- İbnu Abbas
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Bir adam kendisine on dinar borçlu olan
bir alacaklısının peşine düştü ve:
"Vallahi borcunu ödeyinceye veya bana bir kefil getirinceye
kadar arkanı bırakmayacağım!" dedi. Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm o
borcu üzerine aldı. Sonra adam, üzerine aldığı miktarı Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a getirdi. Aleyhissalâtu vesselâm adama:
"Bu parayı nereden buldun?" diye sordu. Adam:
"Madenden!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Öyleyse bizim buna ihtiyacımız yok! Onda hayır da yok"
buyurdu ve borcu ona bedel ödeyiverdi." [Ebu Davud, Büyû 2, (3328); İbnu
Mace, Sadakat 9, (2406).] [75]
AÇILAMA:
Hattâbî der ki: "Resulullah'ın adamın getirdiği madeni reddetmesi ve "buna ihtiyacımız
yok.." demesi, sanki sadece Resulullah'a malum olan bir sebepten
dolayıdır, değilse topraktan çıkarılan madeni kendine mal etmenin haram
olmasından değil. Çünkü bütün altın ve gümüşler madenden çıkarılmaktadır.
Nitekim Aleyhissalâtu vesselâm Bilal İbnu'l-Haris'e, Kabliyye mıntıkasının madenlerini ikta kılmıştır.[76] Onlar bu madenden vergi
ödüyorlardı. Bu günümüze kadar devam eden meşru bir iştir. Resulullah'ın
keraheti muhtemelen şuradan ileri gelmiştir: Belki de madenciler madenin toprağını, onu muameleden geçirip,
içerisindeki altın ve gümüşünü ortaya çıkaran kimselerden satın alıyorlar. Bu
ise bir aldatmadır. Bu toprağın içinde
altın ve gümüş var mı bilinemez. Nitekim, ulemadan bir grup madenlerin
toprağının satılmasını mekruh saymıştır:
Atâ, Şa'bî, Süfyanu's-Sevrî, Evzâî, Şafiî, Ahmed İbnu Hanbel ve İshak İbnu
Rahuye bunlardandır.
Hadiste bir başka yön daha var: "Öyleyse bizim buna
ihtiyacımız yok! Onda hayır da yok!"
sözünün manası: "Buna bir revaç yok, onda bizim ihtiyacımıza bir çare yok" demektir. Çünkü
Aleyhissalâtu vesselâm'ın deruhte ettiği
borç basılmış dinardı. Halbuki adamın getirdiği toz altındır, basılmış
değil. O zaman basılmış dinarlar oraya
Rum diyarından getirildi. İslam'da ilk sikkeyi Abdülmelik İbnu Mervan bastırdı.
Bu para günümüze kadar Mervaniye diye isimlendirilmiştir."
Hattâbî, Resulullah'ın kerahetinin sebebini bulma sadedinde başka
ihtimaller üzerinde de durur.[77]
ـ5197 ـ1ـ عن
عبداللّهِ بن
عَمْرُو بْنِ
السّعْدى
عَنْ عُمرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ
رَسُولُ
اللّهِ #
يُعْطِينِي
الْعَطَاءَ.
فَأقُولُ:
أعْطِهِ مَنْ
هُوَ أفْقَرُ
إلَيْهِ مِنِّي.
فَقَالَ #:
خُذْهُ، ومَا
جَاءَكَ
وَأنْتَ
غَيْرُ مُشْرِفٍ
وََ سَائِلٍ
فَخُذْهُ،
وَمَا َ فََ تُتْبِعُهُ
نَفْسَكَ[.
أخرجه
الشيخان .
وزاد
في رواية:
»فَمِنْ أجْلِ
ذلِكَ كَانَ
ابْنُ عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما َ
يَسْألُ شَيْئاً
وََ يَرُدُّ
شَيْئاً
أُعْطِيَهُ[ .
1. (5197)- Abdullah İbnu
Amr İbni's-Sa'dî, Hz. Ömer (radıyallahu anh)'den naklediyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bana ihsanda
bulunurdu. Ben de: "Siz, bunu benden daha muhtaca verin" diyordum.
Aleyhissalâtu vesselâm da:
"Al bunu! Sen beklemez ve istemez olduğun halde sana geleni
al! Bu şekilde gelmezse, nefsini peşine takma!" buyurdu." [Buhârî,
Ahkam 17, Zekat 51; Müslim, Zekat 110, (1045).]
Bir rivayette şu ziyade gelmiştir: "Bu sebeple İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ), ne bir şey isterdi, ne de kendine ihsan edilen bir
şeyi reddederdi."[78]
AÇIKLAMA:
Bu hadis bir başka veçhiyle daha önce de geçti. Rivayetin bir
veçhinde Resulullah'ın Hz.Ömer'e bu ihsanının, îfa ettiği bir hizmet
mukabilinde olduğu belirtilir. Dolayısıyle bu ihsan fakr sebebiyle değil, hak sebebiyle
verilmiş olmaktadır. Günümüzün tabiriyle maaş ve ücrettir. Bu sebepten dolayı,
Hz. Ömer'in: "Bunu, bu paraya benden daha çok muhtaç olana ver!"
sözüne Aleyhissalâtu vesselâm itibar etmemiştir. Hadiste, Müslümanların
idarecilik, kadılık, vergi toplama, sadaka dağıtma gibi işleriyle meşgul
olanların, bu hizmetlerine mukabil maaş almalarının meşru olduğuna açık delil
vardır. Çünkü Aleyhissalâtu vesselâm, Hz. Ömer'e vermiştir. İbnu'l-Münzir, Zeyd
İbnu Sabit (radıyallahu anh)'in, kadılık hizmetine karşı para aldığını
zikreder. Ebu Ubeyd bu meselede, sadaka üzerine çalışanlara pay ayıran Kur'anî
ayetle ihticac eder. Ayette (mealen): "Zekat ancak fakirlere, yoksullara,
zekat üzerine çalışan (yani toplayan, dağıtan, koruyan..) memurlara.. mahsustur" (Tevbe 60)
buyrularak, zekat üzerine şu veya bu şekilde çalışan bütün memurlara bir pay ayrılmaktadır.
Bu hadisten hareketle alimler, sultandan gelen ihsan haram mı,
mekruh mu, mübah mı münakaşa etmiştir. Nevevî der ki: "Sahih olan, eğer
(sultanın parasına) haram galebe çalmış ise, (yani sultan zalimse) onun ihsanı
da haramdır, keza bu ihsan hak edilmeden verilmiş ise yine haramdır. Ama buna
haram galebe çalmamış, alan da müstehak ise mübahtır. Ancak "sultanın
ihsanı mendubtur, başkasınınki değil" diyen alim de olmuştur. Mekruh
diyenlerin sözü veraya hamledilmiştir. Selefte bu hal meşhurdur. Dünyaya karşı
zühdü esas alan, dünyalığın gelmesini mekruh görür. Alimler der ki: "Bu
sadette söylenecek en doğru söz şudur: "Kim gelen paranın kaynağının haram olduğunu
biliyorsa, almaz, bu haramdır. Helal
olduğunu bilirse reddetmez, bu helaldir. Şekke düşen ihtiyatlı davranır, almaz;
bu veradır. Mübah gören, aslını esas alarak kabul eder. İhsanı mutlak olarak
kabul etmeyi esas alan alimler şu hususlarla istidlal etmişlerdir: Ayet-i
kerimede Cenab-ı Hak, Yahudiler hakkında: "Onlar yalanı can kulağıyla
dinleyici ve haramı da çok yiyicidirler" (Maide 42) buyurduğu halde
Resul-i Ekrem, zırhını bir Yahudiye
rehin bırakmıştır." Keza
derler ki: "Aleyhissalâtu vesselâm, Ehl-i Kitab'ın mallarının
çoğunun haram olan içki, domuz ve fasid muameleler yoluyla geldiğini bildiği
halde onlardan cizye almıştır.
İbnu Battal'a göre, "istenmeksizin gelen malı almak,
almamaktan efdaldir. Çünkü mal zayi olmaktan kurtarılmış olur, malın zayi
edilmesi yasaklanmıştır."
İbnu'l-Münir, "burada malın zayi edilmesi mevzu bahis değil" diyerek
İbnu Battal'ı tenkid eder.
Bu hadis, şu hükmü de ihtiva etmektedir. Devlet reisi gerekli
gördüğü zaman, daha fakirler varken, fakir olmayanlara ihsanda bulunabilir.
Keza, İmamın ihsanını reddetmek edeb değildir, hususan bu Aleyhissalâtu
vesselâm'dan gelmişse. Zira ayette "Resul size ne vermişse onu alın"
(Haşr 7) buyrulmuştur.[79]
ـ5198 ـ2ـ
وفي أخرى قال:
]اسْتَعْمَلَنِي
عُمَرُ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
على
الصَّدَقَةِ
فَلَمَّا
فَرَغْتُ
مِنْهَا
أمَرَ لِي بِعُمَالَةٍ.
فَقُلْتُ:
إنِّي
عَمِلْتُ
للّهِ، وَإنَّمَا
أجْرِي عَلى
اللّهِ.
فَقَالَ: خُذْ
مَا
أُعْطِيتَ،
فَإنِّي
عَمِلْتُ
عَلى عَهْدِ
رَسُولِ
اللّهِ #
فَعَمَّلنِي.
فَقُلْتُ
مِثْلَ
قَوْلِكَ.
فقَالَ لِي
إذا أُعْطِيتَ
شَيْئاً مِنْ
غَيْرِ أنْ
تَسْألَ
فَكُلْ
وَتَصَدَّقْ[
.
2. (5198)- Bir diğer
rivayette şöyle denmiştir: "Hz. Ömer (radıyallahu anh) beni, zekat (toplama işine) tayin etti. Bu işi tamamlayınca bana ücret
verilmesini emretti. Ben:
"Ben Allah rızası için çalıştım, ücretim Allah
üzerinedir!" dedim. Hz. Ömer:
"Sen, sana verileni al. Nitekim ben de Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) zamanında çalışmıştım. Bana ücret verdi. Hatta (ilk
seferinde) ben de senin söylediğini söyledim. Bunun üzerine (aleyhissalâtu
vesselâm) bana:
"Sen istemediğin halde sana birşeyler verilirse, onu al, ye
ve tasadduk et!" buyurdular" dedi."[80]
ـ5199 ـ3ـ
وعن سليم بن
مُطَيْرٍ عن
أبيهِ قال:
]سَمِعْتُ
رَجًُ
يَقُولُ:
سَمِعْتُ
رَسُولَ اللّهِ
# يَقُولُ: يَا
أيُّهَا
النّاسُ
خُذُوا الْعَطَاءَ
مَا كَانَ
عَطَاءَ،
فإذَا
تَجَاحَفَتْ
قُرَيْشٌ
عَلى
الْمُلْكِ
وَكَانَ
الْعَطَاءُ
عَنْ دِينِ
أحَدِكُمْ
فَدَعُوهُ[.
أخرجه أبو
داود.و»تَجَاحَفَتْ«
بجيم ثم حاء
معناه:
تقاتلوا على
الملك .
3. (5199)- Selim İbnu
Mutayr babasından naklen anlatıyor: "Bir adamın şöyle söylediğini işittim:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın [Veda haccı sırasında
hutbede] şöyle söylediğini işittim:
"Ey insanlar! İhsanları, onlar ihsan kaldığı müddetçe alın!
Ne zaman, Kureyş saltanat kavgasına düşer ve ihsan dininizden rüşvet mukabili olursa, o zaman onu bırakın
ve almayın!" [Ebu Davud, Harac 17, (2958, 2959).][81]
AÇIKLAMA:
Hadis, farzı, sünneti terk,
haram ve bid'atı yapmak şeklinde dinden rüşveti gerektiren ihsanları almamayı
teşvik etmektedir. Şu halde hadis, sultanın ihsanı böyle değilse almada beis
olmadığını, aksi halde haram olduğunu ifade ediyor.
Resulullah'ın hadislerinde hediye, ihsan, ikram, sadaka gibi bahisler üzerinde çokça
durulmuş, hediyeleşmeye, cömertliğe teşvik edilmiş, "insanın ihsanın kulu
olduğu", "hediyenin kalplerdeki kırgınlıkları kaldırdığı",
"insanlar arasında sevgi ve muhabbeti artırdığı" ifade edilmiştir.
Sadedinde olduğumuz bahis sultanın ihsanı adı ile meseleyi daha
hususi bir çerçevede ele almaktadır. Anlaşılan o ki, Aleyhissalâtu vesselâm
ihsanın ehemmiyetine ammeten yer verirken, devletten gelecek ihsanın
tehlikesine hassaten nazar-ı dikkatleri çekmek istemiştir. Alimlerimiz de
Rehber-i Ekmelimizden beri meseleye ayrı bir ehemmiyet atfetmişlerdir. Bu
sebeple, şurada sadedinde olduğumuz hadisle ilgili olarak Ebu Davud şarihi
Azimabadi'nin İbnu Raslan'dan aktardığı
bir açıklamayı aynen kaydetmede fayda ümid ediyoruz. Tesiri verecek olan
Allahu Zü'l-Celal hazretleridir:
"...Şa'bî, İbnu Mes'ud (radıyallahu anh)'un şu sözünü
nakleder: "İhsan, ihsan ehlini cehenneme atıncaya kadar devam eder. Yani sultanın
onlara olan ihsanı, onları haram şeyleri irtikab etmeye sevketmek suretiyle
ateşe girmelerine sebep olur; yoksa ihsan, zatı ve mahiyeti itibariyle haram
değildir. Gazalî der ki: Sultanın malından gelen bu ihsan hususunda alimler
ihtilaf etmişlerdir. Bir kısmı: "Haram olduğu hususunda kesin bir kanaat
edinilemeyen ihsan alınabilir, helaldir" demiştir. Diğer bir kısmı:
"Helal olduğu nazarında kesinlik
kazanmayan ihsanı kabul etmek haramdır" demiştir. Haram ve helalin
karışık olduğu maldan gelecek ihsanı almayı tecviz edenler, Ashab'tan bir cemaatin zalim idarecilerin zamanında
yaşamış olmalarına rağmen, onların, mallarından almalarını delil kılmışlardır, keza tabiinden birçoğu da zalim idarecilerin
mallarından almışlardır. Söz gelimi Şafii hazretleri Harunu'r-Reşid'den bir
defada bin dinar almıştır. İmam Malik, halifelerden çok mal almıştır... Gerçi
bu büyüklerden idarecilerin ihsanını vera
düşüncesiyle, dinî endişe ve korkuyla almayanlar da olmuştur."
Devamla der ki: "Sultanların mallarının çoğu bu asırda haramdır. Ellerinde
helal yok gibidir veya pek azdır."
İbnu Raslan, bu kaydedilenleri zikrettikten sonra der ki:
"Gazalî merhumun zamanında bu böyle ise, ya zamanımızda nasıl olur? Önceki
devirde sultanlar, Hulefa-i Raşidin zamanına yakınlıkları sebebiyle
ihsanlarını alimlere kabul ettirebilmek
hırsıyla onların kalplerini kazanmaya çalışıyorlar. Alimler talep etmeden ve
ayaklarına gelmeden onlara gönderiyorlardı; dahası, onlara karşı kendileri
minnet duyup, kabullerinden seviniyorlardı. Alimler de onlardan alıp muhtaçlara
dağıtıyorlar, sultanların siyasi garazlarına itaat etmiyorlar, alet
olmuyorlardı.
Zamanımızda zalim ve dinsiz idarecilere yaranmak, onların gözüne
girip itibar, ikram ve iltifata mazhar olabilmek için fikir, kanaat ve hatta
toptan şahsiyet değiştirenler var. Bunlardan birkısmının örneğini Ahmet
Kabaklı'nın Temellerin Duruşması adlı kitabında görmek mümkün. Biz burada, Kabaklı Hoca'nın, Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın sadedinde olduğumuz hadiste beşeriyetin dikkatini çektileri
"sultanın ihsanı"na iltifatın dine ve kişiye ne gibi sefaletler
getirebileceğini delillendirmek maksadıyla, İlahiyat Fakültesi profesörlerince
GÖZE GİRMEK İÇİN hazırlanan bir lahiya ile ilgili tahlilini aynen kaydedeceğiz,
ibretle okunmalıdır."[82]
İslam'da Reform Deneyişleri:
Bir yandan türlü alanlarda "inkılablar" yapılırken,
Atatürk'ün din üzerinde de büyük ısrarla değişiklikler yapmak istediği
görülüyor. Yalnız, din ve İslam üzerinde "reform"lar yaparken,
"Şapka Devrimi"nde (1925 )
olduğu gibi hızlı davranmıyor. Uzun hazırlıklara ihtiyaç hissediyor. Belki
milletin tepkilerini ölçmek için
temkinli, hatta tereddütlü görünüyor. Bazan dinin özünde, ibadetlerde vs. bir
"devrim"e karar verdiği halde, o kararı geri aldığı bile oluyor.
Atatürk ve arkadaşlarının, zaman geçtikçe dine karşı daha ters bir
yön alan "devrim" taktiklerinden birisi de, o konuda her ne
istiyorlarsa teklifleri veya her ne istiyorlarsa lahiyaları, bilhassa önde
gelen fakat imanı bütün olmadığı anlaşılan "din adamı ve ulema" takımından kimselere yaptırmaları
idi.
Böylesi sözde din simsarlarını ise, tayinle gelen milletvekilleri
arasında, çevrede veya "resmî ulema" arasında bol bol bulabiliyordu.
Bu sözde din adamlarını "Atatürk'le Üç Ay" adlı kitabında
Ahmed Hamdi Başar üzüntü ile şöyle tasvir etmektedir:
"Mürteci ve dindar gözükmemek için herkes elinden geleni
yapıyordu. İki eski hoca mebus vardı ki, dalkavuklukta herkesten ileri
gidiyorlardı. Bunlardan biri Allah'a küfür ediyor; öteki cami ve mescidlere,
umumi bütçeden verilen tahsisatın halkevlerine devredilmesini istiyordu."
"Hilafetin ilgası" teklifini, Urfa Mebusu Şeyh Saffet
Efendi'ye verdirtmişlerdi. Onun gibi Eskişehir Mebusu Abdullah Azmi ve Konya
Meb-usu Musa Kazım efendiler de "Şer'iyye vekaleti"nin
kaldırılmasını, en başta savunan "Sarıklılar" olmuşlardır.
Kafası "dinî reform" tasarıları ile dolu ve bu konuda
bazı Avrupalıların görüşlerini de birçok kere
almış olan Kemalistlerin taktikle hedefledikleri üç maksat olsa
gerektir:
1- Ulema ve sarıklı diye
bilinen (fakat esasta prensipsiz olan) kişilere yaptırdığı teklif ve tasvipler
ile, "devrimler"e dinî (şer'î) dayanaklar bulunmuş oluyordu.
2- Bu tanınmış "hoca"ların dinî hakikatlara aykırı ve
dönek olan tutumlarını, diğer milletvekillerine ve millete göstererek halk
nazarında onlarla beraber bütün din adamlarının itibarları da sarsılmış
oluyordu.
3- Milletin, bu sözde din adamlarından tiksinerek İslam'dan soğuyabileceği hesap
ediliyordu.[83]
İslamiyet'i Islah Proje ve Lahiyası:
İşte, 1928 yılında (ilerde 1932'de kapatılacak olan) İlahiyat
Fakültesi hocalarından bazılarına hazırlatılan yahut o fakülte profesörlerince
göze girmek için hazırlanan dinî reformlar "lahiyası"da aynı takdiği taşımaktadır. Milletin çok büyük üzüntü
ve hoşnutsuzluklarına sebep olan bu "lahiya"da da maalesef başta
Köprülü Fuat Bey olmak üzere, İzmirli Hakkı, Şerafettin Bey (Yaltkaya) gibi
halkın evvelce güvendiği imzalar da bulunmaktadır. Yalnız aynı fakülteden
Bâbanzâde Naim Bey'le Ferit Kam Hoca heyete katılmamışlardır. Adı geçen
İlahiyattaki diğer isimler: İsmail Hakkı (Baltacıoğlu), Halil Halit, Halil
Nimetullah, Mehmet Ali Ayni, Arapkirli Hüseyin Avni, Hilmi Ömer, Yusuf Ziya
beylerdir.
Layihanın tamam metnini Osman Nuri Ergin'in "Türk Maarif
Tarihi" (cilt 5, s. 1639-41)'nde bulabilirsiniz. Burada sadeleştirerek ve
yer yer özetleyerek sunacağımız bu "Islahat Lahiyası"nın son derece
iddialı olduğunu da, sonuna eklenen şu cümleler gösteriyor:"
Bu suretle, yeni Türkiye, din sahasında, yalnız yeni bir vicdan
intibahının (uyanışının) değil, bütün esir ve geri olan İslam kavimlerinin
hürriyet ve terakkisinin de mürşidi olabilecektir."
Ayrıca bu "Islahat Lahiyasında" açıklanmamış olmakla
beraber "din yok, millet var" düşüncesinin açık izleri de
görülmektedir.
Yine bu reform tasarısında Ziya Gökalp'in çoğu Atatürk'çe
benimsenen "dinî reform"a ait görüşlerinin etkileri de derindir.
Bilindiği gibi bu layihayı hazırlayan komisyonun başında Fuat
Köprülü bulunuyordu. Köprülü Fuat Bey Milliyetçilik anlayışıyla Ziya Gökalp'ı
devam ettirmekte olup, aynı zamanda Atatürk'le de ilişkileri iyi olan (ömrü
boyunca da) politikaya yakın bir ilim
adamı olmuştur.[84]
Islahat Lahiyası'nın Özeti
1- Demokrasi sahasında tecelli eden muazzam Türk inkılabı; lisanî,
ahlâkî, iktisadî bütün içtimâî müesseseleriyle başlıca iki manzara gösteriyor.
Birincisi: Bütün içtimâî müesseselerin ilmîleşmesi. İkincisi: Bütün içtimâî
müesseselerin millîleşmesi...
2- Din de içtimâî bir müessesedir. Diğer içtimâî müesseseler
gibi hayatın zaruretlerine katlanmak, tekamülün seyrini kovalamak
mecburiyetindedir.
3- Dinî hayat da ahlakî ve iktisadî hayat gibi ancak ilmî
düşünceler ve ilmî usullerle ahenkli bir surette özel ve şahsî feyzini
verebilir. Bu ıslahat için encümenimizin komisyon tasavvur ettiği tedbirler
şunlardır:
İbadetin şeklinde:
Mabetlerimiz temiz, muntazam, ziyaret ve oturmaya uygun bir hale
getirilmelidir. Mabetlerde sıralar, elbiselikler tesis edilmeli ve temiz
ayakkabılarla mabetlere girilmesi tercih edilmelidir. Bu, dinî ıstılahatın
ibadete ait olan sıhhi şartıdır.
İbadetin dilinde:
İbadet lisanı Türkçe olmalıdır. Ayetlerin, duaların, hutbelerin
Türkçe şekilleri kullanılmalıdır.
İbadet sıfatında:
İbadetlerin son derece estetik ve heyecanlı bir şekilde yapılması
temin edilmelidir. Bunun için usul dairesinde teganniye (şakımaya) müsait
müezzinler, imamlar yetiştirmek lazımdır. Ayrıca mabetlere musiki aletlerinin
kabulü dahi lazım gelir. Mabedlerde
ilahi mahiyetinde asrî ve enstrümantal musikiye kat'i ihtiyaç vardır.
İbadetin fikriyatında:
Hutbelerin basılmış şekilleri kâfi değildir. Hitabet, okumaktan ayrı bir
şeydir. Hutbelerde mühim olan nitelik doğrudan doğruya ilmî, yahut iktisadî
fikirler değil, doğrudan doğruya dinî
olan kıymetler ve muakaledir.
Bunu verebilecek olan insanlar,
hitabeti güçlü olan din filozoflarıdır. Bu üstünlükte hatiplerimiz
İlahiyat Fakültesi'nde yeterince yetişinceye
kadar dışarda mevcut din
mütefekkirlerinden ve din filozoflarından istifade etmek lazımdır.
Mühim olan şey ne Kur'an-ı Kerim'in Türkçesi, ne de bu Türkçenin
tasnif ve tensik edilmiş şeklidir. Mühim olan şey Kur'an'ın ve İslam dininin
beşerî ve mutlak mahiyetini gösteren felsefi bir bakıştır.
Bütün ıslahatın
gerçekleşmesi için ilmî bir merkez tarafından vücuda getirilecek olan tatbikat
projesinin hazırlanması lazım gelir.
340 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun 3 Mart 1924'de çıkması
üzerine kurulan ve fakat 1932'de kapatılan İlahiyat Fakültesi hocalarının,
Köprülü Fuat Bey başkanlığındaki "Islahat Komisyonu" görülüyor ki, "vur denince
öldürecek" kadar ileri gitmiştir.
Nitekim bu "layiha" (rapor) ile İslamiyet'in büsbütün
tanınmaz bir hale getirilmesi, camilerin oturulacak iskemleler ve alafranga
çalgılarla şenlenmesi ve ayakkabılarla girilen kilise ve sinemalara
benzetilmesi tavsiye edilmektedir. Vaazlar, dualarla iman tazeliği sağlayacak
telkinler ve Kur'an sesleri yerine adeta Eflatun'un Akademisindeki gibi
tereddüt veren tartışmalar ve karşıt fikir alışverişleri tasarlanmaktadır.
Bir yabancı düşünür, "Türkiye'de çoğu aydınar(!), İslam'a,
daima manyakça yaklaşmışlardır" diyor. İşte bu layiha, sanki o iddiayı
ispat için kaleme alınmıştır. Asırlardır
inandığımız İslam'ın iman ve şartlarına bir darbe gibi, bu sözler üstelik de
adlı sanlı din ve edebiyat bilginlerinden gelince, milleti can evinden
vurmuştur.
Ne var ki, en şiddetli çağında
olmasına rağmen, Tek Parti rejimi dahi, bu layihadaki görüşleri bütünüyle
uygulamaya cesaret edememiştir. Baştakiler bu "Islahat Layihası"nı
ilk önce benimsemişler, fakat sonradan
ilgisiz davranmışlardır.
Komisyon üyesi proflardan
Mehmet Ali Ayni, Lâyiha’daki umdelerin tatbik edilmemesinden hayrete
düşmüşcesine bir dergiye şunları söylemiştir:
“Atatürk, bunu niçin böyle
yaptı? Acaba efkâr-ı umuumiyece (kamuoyu) fena karşılanacağından mı çekindi?
Yahut henüz zamanı gelmemiş ve zemin hazırlanmamış mıydı? Yahut her inkılâbı
bizzat kendisi yaptığı için bundan ilâhiyat Fakültesi’nin önayak olmasını hoş
mu görmedi? Hasılı buraları anlaşılamıyor ve izah eden de bulunamıyor.” Kitaptan
yazılıdı.
Yeşil fondakiler cd’de yok bilginize[85]
ـ5200 ـ1ـ عن
ابن عبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]نَهى رَسُولُ
اللّهِ # عَنْ
طَعَامِ الْمُتَبَارِيَيْنِ:
السِّبَاقِ
وَالْقِمَارِ[.
أخرجه أبو
داود.يقالُ
»بَارَى فنٌ
فناً« إذا عارض
فعله فعله .
1.(5200)- İbnu Abbas
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resululah (aleyhissalâtu vesselâm) iki
yarışçının yemeğini nehyetti: Müsabaka ve kumar." [Ebu Davud, Et'ime 7,
(3754).][86]
AÇIKLAMA:
Mütebari’yi yarışçı olarak çevirdik. Hattâbi şöyle açıklar:
"İki mütebari, aynı şeyleri yaparak yarışan iki kişi demektir. Bunlardan
her biri, diğerinin yaptığı şeyin tıpkısını yapar. Maksatları, hangisi
arkadaşına galebe çalacak, bunu göstermektir. Resulullah bunu mekruh
addetmiştir. Çünkü bu davranışta riya ve övünme var ve bu, malın batıl yoldan
yenmesi yasağına dahildir." Hattâbî bu ifadesiyle şu ayet-i kerimeye atıf
yapmaktadır. (Mealen): "Birbirinizin malını aranızda batıl yollarla
yemeyin" (Bakara 188).
Burada müsabaka mutlak olarak yasaklanmış gözükmekte. Halbuki daha
önce de temas edildiği üzere Aleyhissalâtu vesselâm deve, at ve ok yarışlarını tecviz etmiş ve ulema bu çeşit yarışlarda armağan
verilmesini meşru addetmiştir. Sadedinde olduğumuz hadisle arada bir tearuz
görmek gerekmez. Çünkü burada mekruh addedilen yarış, tefahura alet edilen
veya: "Ben kazanırsam sen armağan vereceksin, kaybedersem ben sana armağan
vereceğim" şeklinde batıl şartlar koşulan, dolayısıyle dinimizin koyduğu
meşruiyet şartlarının dışına çıkan yarışlardır. Kumarın yasak olduğu zaten açık
bir husustur.[87]
ـ5201 ـ1ـ عن
عقبة بن عامرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ # َ
يَدْخُلُ
الْجَنَّةَ
صَاحِبُ
مَكْسٍ[.
أخرجه أبو
داود .
1. (5201)- Ukbe İbnu Amir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın:
"Cennete meks sahibi girmeyecektir!" dediğini işittim." [Ebu
Davud, Harac 7, (2937).][88]
AÇIKLAMA:
Meks, lügat olarak noksanlık, zulm manasına geldiği gibi, cahiliye
devrinde pazarda satış yapan mal
sahibinden (vergi alarak) alınan dirhemlere de
denmiştir. Keza zekat toplayan
tahsildarın, normal olarak zekat alma muamelesini tamamladıktan sonra aldığı
ziyade paraya da meks denmiştir. İbnu'l-Esir, en-Nihaye'de meks'i
"özürcünün aldığı vergidir" diye tarif eder. Bagavî, Şerhu's-Sünne'de
"Aleyhissalâtu vesselâm, "sahibu'lmeks"le geldikleri zaman tüccardan
öşür adıyla meks (vergi) alan kimseyi kasdetmiştir. Sadakayı alan memura ve
ehl-i zimmeden üzerine sulh yapılan öşrü
alan kimseye, haddi aşıp,
zulmederek günaha girmedikçe muhtesib denir" demektedir.
Şu halde meks, usulsüz alınan, kendi hesabına alınan, zulüm bulaştırılan vergi manasına gelmektedir. Meks
sahibi veya sahibu'lmeks bu kirli işe
tevessül eden memur manasına gelir. [89]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/481-482.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/482-484.
[3] Bu bahis kitabımızın ikinci
cildinde genişçe işlenmiştir (s. 517-537).
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/484-487.
[5] Bu meselede fazla bilgi için
İslâm'da Çocuk Hakları (İstanbul 1980) adlı kitabımız görülebilir (s. 111-116).
Görüldüğü
üzere, İslâm dini, çocuğa mesleki bir formasyon kazandırılması işine, dinî
terbiye kadar ehemmiyet vermiş olmaktadır. Meslekî formasyon işi, anarşi
bataklığında boğulma noktasına getirilen günümüz Türk gençliği için ayrı bir
dönem taşımaktadır. En az bin yıllık tarihimizde rastlanmayan böyle bir
anarşinin çıkışında tedrisât sistemimizde dinî eğitimin yokluğu kadar meslekî
eğitimin yokluğu da müessir olmuştur. Bunu bizzat anarşiye düşmüş olanların
gazetelerde çıkan itiraf ve beyanlarında açık seçik görmemiz mümkündür.
Bunlardan biri 9.3.1983 tarihli Tercüman2da şöyle diyor:...İş arama sırasında
ne iş yapabileceğim sorulduğunda her şeyi yapabileceğimi bildiriyor ve ne kadar
saklarsam saklayayım, lise mezunu olduğum ortaya çıkıyordu. Yâni, yarım
yamalak, gereksiz çok şey bilen ama, aslında (işe yarar) çok az şey bilen işsiz
bir genç.Aramalarımın boşa çıkması yanında şöyle bir ortak tavır görüyordum:
Liseyi bitirmek için harcadığım yıllara ve harcadığım çabaya acıyordum. Niye bu
ülkenin güçlükle oluşturduğu (maddî) birikim böylesine acımasız ve sonuçsuz bir
çaba uğruna sarfediliyordu. Amerika'nın en yüksek tepesini, Don nehrinin
uzunluğunu, Hammurabi kanunlarını, modern mantığın denklemini bilmeyen insanlar
nasıl oluyor da bize bu bilgileri ezberlemiş kişilere verecek iş
bulamıyorlardı. Topluma bir türlü uyum sağlıyamıyordum..."
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/487-489.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/489.490.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/491-492.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/492.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/492.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/493.
[12] "Allah'a sığınırız, Allah
korusun" demektir.
[13] Ayet-i kelimenin meâl-i münifi:
"Hayır, (hakikat öyle değil) bilâkis, onların irtikab edegeldikleri
(masiyetler) kalplerini yenmiş (paslandırmış)tır" (Mutaffifîn, 14).
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/493-497.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/497.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/497-498.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/498.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/498-499.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/499.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/499-500.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/501.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/501-502.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/502.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/502-504.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/504.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/504-505.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/506.
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/506-507.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/507.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/507.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/508.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/508-509.
[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/509.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/509-510.
[35] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/510-511.
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/511-512.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/513.
[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/513.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/514.
[40] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/514.
[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/515.
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/515.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/515.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/515-516.
[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/516.
[46] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/516-517.
[47] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/517.
[48] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/517.
[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/518.
[50] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/518-519.
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/519.
[52] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/519.
[53] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/520.
[54] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/520-521.
[55] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/521.
[56] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/521.
[57] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/521-522.
[58] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/522-525.
[59] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/525-526.
[60] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/526-527.
[61] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/527.
[62] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/527.
[63] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/527.
[64] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/528-529.
[65] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/529.
[66] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/529-530.
[67] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/530.
[68] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/530-531.
[69] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/532.
[70] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/532.
[71] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/532.
[72] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/533.
[73] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/533-534.
[74] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/534.
[75] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/534.
[76] Bu hadis 5178 numarada geçti.
[77] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/535.
[78] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/536.
[79] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/536-537.
[80] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/537-538.
[81] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/538.
[82] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/538-539.
[83] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/539-540.
[84] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/540-541.
[85] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/541-543.
[86] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/543.
[87] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/543-544.
[88] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/544.
[89] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/544.