Havf
da denen korku, insanda mevcut mühim hislerden biridir. Hayatın muhafazası için
insan fıtratına Yaratıcı tarafından konmuştur. İnsan ve hayvanlarda müştereken
bulunur. Korku hissi olmayan insan yoktur, denebilir. Bu hissin insan üzerinde
büyük etkisi vardır. Birçok yönlenmeler bu his vasıtasıyla gerçekleşir. Bu
hususu sathî olarak değerlendiren bir kısım pozitivist ve tekâmülcü espriler,
insanlardaki din duygusunun temelinde
korkunun olduğunu söyleyecek kadar ifrata kaçmışlardır. Onlara göre insan korktuğu
şeylere, onların zararından kurtulmak için tapınmaya başlamıştır. Gerçekten
insan dünyevî ve fani şeylerden korkmayı ifrat dereceye götürecek olursa
ortaya çıkan durum bir şirk-i hafî olur ve bir taabbüd, bir nevi din mahiyetini
kazanabilir. Zâlimler, dikdatörler, tarih boyunca tedhiş, terör gibi şiddetli
korkutma vasıtalarını müessir bir silah
olarak kullanarak insanları istedikleri gibi yönlendirmeyi başarabilmişlerdir.
İslâm,
insanı korku vasıtasıyla zâlimlere esir olmaktan kurtarabilmek için Allah'tan
korkmayı esas almış, ruhlarda onu tesbit etmeye çalışmıştır. Bu korkunun gerçek
mânada girdiği kalplerde insanlardan korkma olmaz. Böylelerinde dünyevî
korkular, hakikî değil, mecâzîdir, bir nevi tedbirdir, daha öteye geçmez.
İnsanların korkusu ile inancından, dinî hayatından taviz vermemek bunun
miyarıdır. İnsanların vicdan ve inanç dünyalarında istibdad kurmak isteyen
ideolojik rejimlerin bütün güçleriyle İslâm'a ve İslâm dininin Allah korkusu
prensibine saldırmaları bundandır.
Kendileri, çeşitli vasıtalarla korkuyu hâkim kılmayı esas alıp bu maksadla
putlarının en korkunç büst ve resimlerini
yaygınlaştırırken "Allah'tan korkulmaz, Allah sevilir",
"Allah öcü değildir" gibi, mugâlata ve demagojilerle Allah inancına
saldırmayı, Allah'tan korkma prensibini istihza konusu yapmayı sistemle, ısrarla
yürütürler. İslâm dininde Allah'ı hem sevmek ve hem de O'ndan korkmak esastır.
Cenab-ı Hakk, cemâlî sıfatlarıyla sevilir, celâlî sıfatlarıyla korkulur. Hayatı
ve hayatın levâzımını vermekle bizde tezâhür eden rahmetleri, lütufları
sebebiyle Allah'ı sever, kulluk vazifemizdeki eksikliklerimiz, isyanlarımız sebebiyle de
O'ndan korkarız. Allah'dan korkmamız Kur'ân'ın emrine uymak içindir. Zîra
Kur'ân Allah'tan korkmayı emretmekte, zâlimler, âsiler için Allah'ın azâbını,
cehennemi haber vermektedir.
Âyetlerde
sevgiyi tahrik eden "cennet" kelimesi ile, korkuyu tahrik eden
"cehennem" kelimesi çoğu kere yan yanadır. Keza, rahmet ve cennetiyle
müjdeleyen âyetlerle, azab ve cehennemiyle korkutan âyetler de Kur'ân'da yan
yanadır. Kısacası Allah korkusundan tecrid edilmiş bir İslâm düşünülemez.. Halk
korkusunun getireceği esâret ve istibdat
zehirinin panzehiri olarak İslâm, Allah korkusunu teşri etmiş, bunda
ısrar etmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) mükerrer hadislerinde
"halk korkusu" ile hakkı söylemekten kaçanları kınar, tehdid eder. Mü' min halktan değil Hakk'tan
korkmalıdır.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), zâlimleri frenleyip endişeli ve hatta ölçülü,
istikametli olmaya sevkedecek en müessir vasıtalardan biri olarak insanlardaki
Hakk korkusunu gördüğü için gerçekleri dile getirmede halktan korkmamayı başka
korkuları Hakk korkusunun üzerine çıkarmamayı ısrarla, tekrarla tavsiye
etmiştir. İşte birkaç irşâd:"
Cihadların
en efdali, değerce en kıymetlisi zâlim sultana karşı hakkı söylemektir."
"Aman
dikkat edin; HALK KORKUSU, kişiyi hakkı söylemekten alıkoymasın."
"-
Sizden kimse nefsini hakir görmesin."
"-
Ey Allah'ın Resûlü, kişi nefsini nasıl hakir görür?"
"-
Allah için üzerine söz terettüp eden fena bir durum görür, fakat hiç ağzını
açmaz. Cenab-ı Hakk kıyamet günü kendisine sorar. "Şu falanca şey hakkında
gerçeği söylemekten seni ne alıkoydu?" O kul cevap verir: "HALK
KORKUSU!" Allah o zaman şöyle der: "Asıl benden korkman
gerekirdi."
"Eğer
ümmetimin, zâlime: "Sen zâlimsin!" demekten korktuğunu görürsen, bil
ki onun varlığı ile yokluğu birdir."
Şu
halde, korku hissi, şuurla, irâde ile kontrol edilmesi, imandan gelen bazı
düsturlar çerçevesinde mürâkebe altına alınması gereken bir damardır. Eğer
akılla, iman ve irâde ile bu damar üzerinde hakimiyet ve kontrol kuramazsak,
hayatın muhafazasında gerekli bir kalkan ve tedbir iken, hayatımızı tahrip
edip, saadetimizi zehirleyen, ağzımızın tadını mütemadiyen acılaştıran bir
musibete dönüşebilir. Vehme
müptela bir kısım insanların hastalığı, büyük ihtimalle, kaynağını korku damarından almakta, bu da
söylediğimiz gibi, bu fıtrî duygu üzerinde aklî ve iradî bir kontrol
kuramamaktan ileri gelmektedir.
Korku
üzerine, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan varid olan hadisler, bu
meselede orta yolu bulmamızda yardımcı olacaktır.[1]
ـ1ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قالَ
رسولَ اللّهِ
# مَنْ خَافَ
أدْلَجَ)ـ1(، وَمَنْ
أدْلَجَ
بَلَغَ
المَنْزِلََ،
أَ إنَّ
سِلْعَةَ
اللّهِ
غَالِيَةٌ،
أَ إنَّ سِلْعَةَ
اللّهِ
الجَنَّةُ[.
أخرجه
الترمذى .
1. (1678)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kim korkarsa akşam karanlığında yol alır. Kim akşam karanlığında yol
alırsa hedefine varır. Haberiniz olsun Allah'ın malı pahalıdır, haberiniz olsun
Allah'ın malı cennettir." [Tirmizî, Kıyâmet 19, (2452).][2]
AÇIKLAMA:
1-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın burada mevzubahis ettiği korku, seher
vaktinde düşmanın baskın korkusudur. Çünkü, umumiyetle baskınlar sabah vakti
olmakta idi.
2-
Tîbî, bu hadiste Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ahiret yolcusu için bir
temsil getirdiğini belirterek der ki: "Zîra şeytan yolunu kesmiş, nefsi ve
boş hayalleri de şeytanın yardımcısı durumundadır. Bu yolcu sefer esnâsında uyanık davranır ve işlerinde halis
niyetten ayrılmazsa şeytan ve hilesinden emin olur. Kimin de yolunu, şeytan
avaneleriyle keserek, âhiret yolundan yürümenin zor, âhireti elde etmenin çetin
bir iş olduğunu telkin ederse, o kimse azıcık bir gayret bile gösteremez."
3-
Allah'ın malı diye tercüme ettiğimiz tâbirin aslı sil'atullah'tır, yani
Allah'ın ticârete arzettiği metâı demektir. Bununla cennet kastedildiği de
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından açıklanmıştır. Cennetin ticaret
malı (sil'a) olarak tavsifi, âyet-i kerimeye uygundur. Zîra âyet-i kerimede: اِنَّ
اللّهَ
اشْتَرى مِنَ
الْمُؤْمِنِينَ
اَنْفُسَهُمْ
وَاَمْوَالَهُمْ
بِاَنَّ
لَهُمُ
الْجَنَّةَ "Allah
mü'minlerden nefislerini ve mallarını cennet mukabili satın almaktadır"
(Tevbe 111) buyurulmuştur.______________
)ـ1( أدلج: أى سار
من أول الليل.
4- "Cennetin pahalı
olması", kıymetinin yüce olması demektir. Bu onun dünyevî kazançla, kolay
kolay elde edilemeyeceğini de ifade eder. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
kendisi dahil hiç kimsenin ameliyle cennete gidemiyeceğini, ancak İlâhî
rahmetin imdâd edeceğini belirtir. Gerçek o ki, Allah cenneti râzı olduğu
kullarına lütuf olarak ihsan edecektir. Onun fiyatını bir âyet-i kerime,
ebediyete bakan sâlih ameller olarak tavsif eder: وَالْبَاقِيَات
الصالحات خير
عند ربك
ثواباً وخير
امً "Baki kalacak sâlih ameller, sevab olarak da, emel olarak
da Rabbinin katında daha hayırlıdır" (Kehf 46).[3]
ـ2ـ وعن أنس
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]دَخَلَ
رَسُولُ
اللّهِ # عَلى
شابٍّ وَهُوَ
في المَوْتِ،
فقَالَ:
كَيْفَ
تَجِدُكَ؟
فقالَ: أرْجُو
اللّهَ
تَعالى
يَارسُولَ
اللّهِ
وَأخَافُ
ذُنُوبِى.
فقَالَ #: مَا
اجْتَمْعَا
في قَلْبِ
عَبْدٍ في
مِثْلِ هذَا
المَوْطِنِ
إَّ أعْطَاهُ
اللّهُ مَا
يَرْجُو،
وَآمَنَهُ
مِمَّا
يَخَافُ[.
أخرجه
الترمذى .
2. (1679)- Hz. Enes (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ölmek üzere olan bir
gencin yanına girmişti. Hemen sordu:
"Kendini
nasıl buluyorsun?"
"Ey
Allah'ın Resûlü, Allah'tan ümidim var, ancak günahlarımdan korkuyorum"
diye cevap verdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da şu açıklamayı yaptı:
"Bu durumda olan bir kulun kalbinde (ümit ve korku) birleşti mi Allah o
kulun ümid ettiği şeyi mutlak verir ve korktuğu şeyden de onu emin kılar." [Tirmizî, Cenâiz 11, (983);
İbnu Mâce, Zühd 31, (4261).][4]
AÇIKLAMA:
1-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Kendini nasıl buluyorsun?" sözü
ile, "dünyadan âhirete intikal ederken kalbinde ne hissediyorsun,
Allah'ın rahmetinden ümit mi, yoksa
Allah'ın gadabından korku mu?" demek istemiş, genç de böyle anlamıştır.
2-
"Bu durumda olan" demek, "ölüm halinde sekerât halinde"
demektir. Âlimler, düşmanla mübâreze, kısas, idam anları gibi, ölümle burun
buruna olunan bütün halleri bu hükme dâhil ederler. Kişi o durumlarda Allah'ın
rahmetinden ümid ettiği ve günahları sebebiyle de gadabından korktuğu takdirde,
hadisteki müjdeye mazhar olacaktır.
3-
Korktuğundan emin kılması, kulun günahlarını affetmesi demektir.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bu hadisleriyle, ölümün yakın olduğu hallerde mü'minin
takınması gereken ruhî ve fikrî âdâbı talim buyurmaktadır.[5]
ـ3ـ وعن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ عَنْها
قالت: ]مَا
رَأيْتُ
رسُولَ
اللّهِ # مُسْتَجْمِعاً
قَطَّ
ضَاحِكاً
حَتَّى أرَى مِنْهُ
لَهَوانِهِ)ـ1(،
إنّما كَانَ
يَتَبَسَّمُ[.
أخرجه الخمسة
إّ
النسائى.وزاد
البخارى في
رواية:
]وَكَانَ إذَا
رَأى غَيْماً
عُرِفَ في
وَجْهِهِ
فَقُلْتُ يَا
رَسُولَ
اللّهِ، النَّاسُ
إذَا رَأوُا
الغَيْمَ
فَرِحُوا رَجَاءَ
أنْ يَكُونَ
مِنْهُ
المَطَرَ،
وَأرَاكَ
إذَا رَأيْتَ
غَيماً عُرفَ
في َوجْهِكَ الكَرَاهَةُ؟
فقَالَ: يَا
عَائشَةُ،
مَا يُؤمِنُنِى
أنْ يَكُونَ
فِيهِ
عَذَابٌ،
قَدْ عُذِّبَ
قَوْمٌ
بالرِّيحِ،
وَقَدْ رَأى
قَوْمٌ
العَذَابَ،
فقَالُوا:
هذَا عارِضٌ
مُمْطِرُنَا[.)ـ2(
3. (1680)- Hz. Aişe (radıyallâhu anhâ)
diyor ki: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı ciddi bir şekilde,
küçük dili görünecek derecede güldüğünü görmedim. O, sadece tebessüm
ederdi." [Buhârî, Tefsir, Ahkâf 2, Edeb 68; Müslim, İstiska 16, (899); Ebu
Dâvud, Edeb 113, (5098, 5099); Trimizî, Tefsir, Ahkâf, (3254).]
Buhârî'in
bir rivayetinde şu ziyade mevcuttur: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
bir bulut görecek olsa bu yüzünden bilinirdi. Ben (bir seferinde):
"Ey
Allah'ın Resûlü, halk bir bulut görecek olsa, yağmur getirebilir ümidiyle
sevinir, halbuki sen bir bulut gördüğünde
üzüldüğünü yüzünden okuyorum, sebebi nedir?" diye sordum. Bana şu
cevabı verdi:
"Ey
Aişe! Bunda bir azab bulunmadığı hususunda bana kim te'minat verebilir? Nitekim
geçmişte bir kavm rüzgarla azaba
uğratılmıştır. O kavim azabı gördükleri vakit: "Bu gördüğümüz, bize yağmur
getirecek bir buluttur" demişlerdi."[6]______________
)ـ2(
اللّهوات ـ
جمع لهاة بفتح
الم ـ وهي:
اللحمات في
سقف أقصى الفم.)ـ3(
العارض:
السحاب الذي
يعترض في أفق
السماء.
AÇIKLAMA:
1-
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in, bir rüzgar esmesi veya bir bulut
zuhur etmesi halinde bir korku ve endişe izhar ettiği, duada bulunduğu
hususunda muhtelif rivayetler mevcuttur. Yukarıda kaydedilen rivayetin
Müslim'de gelen bir vechi daha teferruatlıdır: Yine Hz. Aişe anlatıyor:
"Şiddetli bir rüzgar estiği zaman Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
اَللَّهُمَّ
إنِّى
اَسْألُكَ
خَيْرَهَا
وَخَيْرَ مَا
فِيهَا
وَخَيْرَ مَا
اُرْسِلَتْ
بِهِ
وَأعُوذُ
بِكَ مِنْ
شَرِّهَا وَشَرِّ
مَا فِىهَا
وَشَرِّ مَا اُرْسِلتْ
بِهِ
"Allahım senden bunun
hayrını ve bunda bulunan hayrı ve bununla gönderilen şeyin hayrını diliyorum. Bunun şerrinden, bunda bulunanın
şerrinden, bununla gönderilen şeyin şerrinden
sana sığınıyorum" derdi. Hava bulutlandığı vakit rengi değişir, (duyduğu
huzursuzluk sebebiyle yerinde duramaz) girerçıkar, gidergelirdi. Yağmur yağınca
da rahatlardı. Ben bunu onun yüzünden anlardım..."
2-
Yağmurla helâk edildiği belirtilen kavim Ad kavmidir. Bu, hadisin başka
vecihlerinde tasrih edilmiştir. Ayrıca, o kavmin yağmuru görünce sarfettikleri
"Bu gördüğümüz, bize yağmur getirecek bir buluttur" cümlesi, Kur'ân-ı Kerim'in Ad kavmi ile
ilgili hikâyesinde aynen geçer (Ahkaf 24).
3-
Şârihlerin dikkat çektiği bir inceliği belirtmekte fayda var: "Hadisin Buhârî'den
kaydedilen ziyade kısmında: قَدْ
عُذِّبَ
قَوْمٌ
بِالرِّيحِ
وَقَدْ رَأى
قَوْمٌ
الْعَذَابَ "İbaresinde kavm kelimesi iki sefer
geçmektedir. Arapça kaideye göre birinci sefer nekre olan isim, ikinci sefer
geçince ma'rife kılınır, yani ikincide القوم olması
gerekir. Halbuki ibarede her
ikisi de قوم şeklindedir, yani nekredir. Öyle ise burada iki ayrı
kavm söz konusu olmalıdır. Diğer taraftan meseleye temas eden
âyetlerde rüzgârla azaba uğratılanların
o sözü söyleyenler olduğu ifâde edilmektedir.
Ortadaki
işkâle dikkat çeken İbnu Hacer, Kirmânî'nin yaptığı bir açıklamayı pek
tatminkâr bulmayarak kendisi şunu söyler: "Necm sûresinde Rabb Teâla: وَاَنَّهُ
اَهْلَكَ
عَاداً ا‘ُولى "İlk Âd milletini helâk eden O'dur"
(Necm 50) buyurur. Bu âyette, bir başka Âd kavmi daha olduğu ihsas
edilmektedir. İkinci Âd kavmi üzerine bir kıssayı Ahmed İbnu Hanbel, hasen bir
isnadla el-Hâris İbnu Hassân el-Bekrî'den tahric etmektedir... Tirmizî, Nesâî
ve İbnu Mâce bu kıssanın bâzı
kısımlarını tahric etmişlerdir... Ahkâf sûresinde zikri geçen Âd kavmi, sonraki
Âd'dır. Bu durumda, âyet-i kerimede zikri geçen
اَخَا
عَادٍ "Âd'ın kardeşi" (Ahkaf 21), Hud (aleyhisselam) değil,
bir başka peygamberdir." [7]
ـ4ـ وعن أبى
ذر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسولُ
اللّهِ #:
إنِّى أرَى
مَاَ
تَرَوْنَ،
وَأسْمَعُ مَاَ
تَسْمَعُونَ،
أطَّتِ
السَّمَاءُ)ـ1(،
وَحَقَّ
لَهَا أنْ
تَئِطَّ، مَا
فِيهَا مَوْضِعُ
أرْبَعِ
أصَابِعَ إَّ
وَفِيهِ
مَلكٌ وَاضِعٌ
جَبْهَتَهُ
ِللّهِ
تَعالى
سَاجِداً،
وَاللّهِ
لَوْ
تَعْلَمُونَ
مَا أعْلَمُ لَضَحِكْتُمْ
قَلِيً،
وَلَبَكَيْتُمْ
كَثِيراً، وَلَمَا
تَلَذّذْتُمْ
بِالنِّسَاءِ
عَلى الفُرُشِ،
وَلَخَرَجْتُمْ
إلى
الصُّعُدَاتِ
تَجْأرُونَ
إلى اللّهِ
تَعالى،
لَوَدِدْتُ
أنِّى
شَجَرَةٌ
تُعْضَدُ[.
أخرجه
الترمذى.ومعنى
»أطتِ
السَّماءُ«،
أى كثرة ما
فيها من المئكة
قد أثقلها حتى
أطت: أى صوتت
وهذا مثل،
وإيذان بكثرة
المئكة. وإن
لم يكن ثمَّ
أطيط
)وَالجُؤَارُ(:
الصياح: أى
تستغيثون،
وقوله
»لَوَدِدْتُ
أنِّى شَجَرَةٌ
تُعْضَدُ«
مَدرج في
الحديث من قول
أبى ذر .
4. (1681)- Ebu Zerr (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Ben
sizin görmediğinizi görür, işitmediğinizi işitirim. Nitekim sema uğuldadı,
uğuldamak da ona hak oldu. Semada dört parmak sığacak kadar boş bir yer yoktur,
her tarafta Allah'a secde için alnını koymuş bir melek vardır. Allah'a yemin
olsun, benim bildiğimi siz bilse idiniz az güler, çok ağlardınız, yataklarda
kadınlarla telezzüz etmezdiniz, yollara, çöllere dökülür, (belanızı defetmesi
için) Allah'a yalvar yakar olurdunuz." [Ebu Zerr (radıyallâhu anh) ilâve
etti:] "Keşke sökülen bir ağaç olsaydım." [Tirmizî, Zühd 9, (2313);
İbnu Mâce, Zühd 19, (4190).][8]
AÇIKLAMA:
1-
Semâvâtın uğuldayarak ses çıkarmasını, şârih Tîbî meleklerin sikleti ile açıklar. Hadiste belirtildiği üzere, melekler miktarca
çoktur, bu çokluğun hasıl ettiği ağırlık ve sıklet altında semâvât çatırdayıp
uğuldamaktadır. Bu ifade, meleklerin çokluğunu bildirmek üzere getirilmiş bir
temsildir. Burada gerçek bir uğultu olmasa bile, O, Allah'ın büyüklüğünü takrir için söylenen mecazî bir kelamdır." Bu yoruma Aliyyu'l-Kârî
katılmak istemez. Der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sözünün
hakikati varken hangi mucib sebeple mecaza kaçıyoruz? Halbuki, aklen ve naklen
hadisin hakikati mümkündür ve mecaza yönelmeye gerek ______________)ـ1(
أطيط صوت قتب
الجمل إذا كان
جديداً. yoktur. Zîra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Sizin işitmediğinizi işitiyorum" diyerek (insanlarca işitilmese bile
semanın uğultusu olduğunu) tasrih
etmiştir. Üstelik, semânın uğultusu pekâla onun tesbih, tahmid ve takdis sırasındaki sesi olabilir, zîra âyet-i
kerime: "Mevcut olan her şey O'nu
hamdederek tesbih etmektedir" (İsra 44) buyurmakla semânın tesbihini haber
vermektedir."
2-
Hadisin sonunda yer alan "ağaç olma" temennisinin, hadisin râvisi Ebu
Zerr (radıyallâhu anh)'e ait olduğunu şârihler belirtir. Hadis, insana uhrevî
hesabın ciddiyet ve zorluğunu anlatınca, Ebu Zerr (radıyallâhu anh) hazretleri,
bu ihbarın ciddiyetini anlamış olduğunu
ifade sadedinde, kazanılması zor,
kaybedilmesi dehşetli bir sonuca atacak öyle bir imtihana mâruz kalmaktansa bir
ağaç olmayı temenni etmiştir. Hadislere,
râviler tarafından yapılan her çeşit ilâvelere idrac denir.[9]
ـ5ـ وَعَنْ
أبى هريرة
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسولُ
اللّهِ #: لَوْ
يَعْلَمُ
المُؤمِنُ
مَا عِنْدَ
اللّهِ مِنَ
الْعُقُوبَةِ
مَا طَمِعَ
بِجَنَّتِهِ،
وَلَوْ
يَعْلَمُ
الكَافِرُ
مَا
عِنْدَاللّهِ
مِنَ الرَّحْمَةِ
لمَا قَنَطَ
مِنْ
جَنَّتِهِ[.
أخرجه رزين .
5. (1682)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Mü'min, Allah indindeki ukubeti bilseydi, cennetten ümidini keserdi. Eğer
kâfir Allah'ın rahmetini bilse idi, cennetten ümidini kesmezdi." [Rezîn
ilavesidir. Hadis'i Müslim tahric etmiştir: Tevbe 23, (2755); Keza, Tirmizî de
tahric etmiştir: Da'avât 108, (3536).][10]
AÇIKLAMA:
Allah
karşısında, mü'minin koruması gereken edebi veciz şekilde ifade eden
hadislerden biridir: Ne tam ümid ne de mutlak yeis, fakat eşit derecede hem
korku hem ümid. Ulemâ mutlak ümidi de mutlak ye'si de büyük günahlar arasında
addetmiştir. Ne kadar çok hayır amel işlese de mü'min, Allah'ın azabından korku
içinde olacaktır, kezâ ne kadar çok, ne kadar büyük günah işlese de
Allah'ın rahmetinden ümidini
kesmeyecektir.[11]
ـ6ـ وعن أبى
بردة عامر بن
أبى موسى
رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال لِى
عَبْدُاللّهِ
ابْنُ عُمَرَ
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُما:
هَلْ تَدْرِى
مَا قال أبى
‘بيكَ؟
قُلْتُ: َ. قال:
إنَّ أبِى قال
‘بِيكَ ياَ
أبا مُوسى:
هَلْ
يَسُرُّكَ أنَّ
إسَْمَنَا
مَعَ رسولِ
اللّهِ #
وَهِجْرَتَنَا
مَعَهُ،
وَعَمَلَنَا
كُلَّهُ
مَعَهُ
يُرَدُّ لَنَا،
وَأنَّ كُلَّ
عَمَلٍ عَمِلْنَاهُ
بَعْدَهُ
نَجَوْنَا
مِنْهُ كَفَافاً
رَأساً
بِرَأسٍ؟
فقَالَ
أبُوكَ ‘بى: َ
واللّهِ،
قَدْ
جَاهَدْنَا
بَعْدَهُ
وَصَلَّيْنَا،
وَصُمْنَا
وَعَمِلْنَا
خَيْراً كَثِيراً،
وَأسْلَمَ
عَلى
أيْدِينَا
بَشَرٌ كَثِيرٌ،
وَإنَّا
لَنَرْجُو
أجْرَ ذلِكَ.
قال أبى:
لكِنِّى أنَا
والَّذِى
نَفْسُ
عُمَرَ
بِيَدِهِ لَوَدِدْتُ
أنَّ ذلِكَ
يُرَدُّ
لَنَا، وَأنَّ
كُلَّ شَئٍ
عَمِلْنَاهُ
بَعْدَهُ
نَجَوْنَا
مِنْهُ
كَفافاً
رَأساً
بِرَأسٍ،
فَقُلْتُ:
إنَّ أبَاكَ
وَاللّهِ
خَيْرٌ مِنْ
أبى[. أخرجه
البخارى .
6. (1638)- Ebû Bürde Âmir İbnu Ebî Musa
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Bana, Abdullah İbnu Ömer (radıyallâhu
anhüma):
"Biliyor
musun babam babana ne demiş?" diye sordu. Ben: "Bilmiyorum"
dedim. Bunun üzerine:
"Babam,
senin babana: "Ey Ebu Musâ! Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la olan İslâmımız,
onunla olan hicretimiz, onunla olan bütün amellerimiz bizim için sâbit ve
devamlı olsa, ondan sonra işlediğimiz amellerin de herbirinden başa baş kurtulsak bu seni memnun eder mi?"
dedi. Baban, babama şu cevabı verdi:
"Vallahi
hayır! Biz ondan sonra cihad yaptık, namaz kıldık, oruç tuttuk, çok hayırlar
işledik. Bizim elimizde çok insan Müslüman oldu. Biz bütün bunların ecrini ümid
ediyoruz." Babam tekrar dedi ki:
"Fakat
ben, Ömer'in ruhu yed-i kudretinde olan Zat-ı Zülcelâl'e kasem olsun, bunların
bize sabit kalmasını, O'ndan sonra yaptıklarımızdan da başa baş kurtulmayı
isterim.
"Ben
atılıp: "Senin baban, vallahi benim babamdan daha hayırlıymış"
dedim." [Buhârî, Menâkıbu'l-Ensar 45.][12]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivayet, Ashab arasında korku ve ümid meselesinin nasıl yer ettiğini göstermektedir. Hadiste,
Hz. Ömer (radıyallâhu anh)'in, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den
sonraki hayır amelleri ile birlikte şer amelleri işlemiş olmaktan da
korktuğunu, hayırları, şerleri
karşılayacak miktarda olsa sevineceğini ifade buyurduğunu görmekteyiz.
Ebu
Bürde, böyle düşünen Hz. Ömer'i takdirle yâd ederek, babası Ebu Mûsa'dan efdal
olduğunu ikrâr eder. Aslında mutlak mânada Hz. Ömer'in efdaliyeti ulemâca kabul edilmiş ise de,
Ebu Bürde, burada mevzubahis edilen amellere güvenmeme meselesinde Hz. Ömer'in
üstünlüğünü dile getirmektedir. Gerçi, mutlak efdaliyete sâhip olan bir
kimseye, bir başkasının hususî bir meselede üstün olması mümkün ise de Hz. Ömer
(radıyallâhu anh) burada, makam-ı havfta bulunmakla, makam-ı recâda yer alan
Ebû Musa'ya tefevvuk etmiştir. Zîra ulemâ havf makamının recâ (ümid) makamından
üstün olduğunu kabul etmiştir. Çünkü, insanoğlu hayır niyetiyle yaptığı her
şeyde kusur işlemekten uzak olamaz. Ayrıca ümidin ucba ve atâlete götürme
ihtimaline karşı havfın tevbe ve istiğfara sevketme garantisi vardır. [13]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/348-350.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/350.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/350-351.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/351.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/351-352.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/352.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/353.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/354.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/354-355.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/355.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/355.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/356.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/356-357.