PEYGAMBERİMİZ ALEYHİSSALÂTU VESSELÂM'A MAHSUS HÜKÜMLER
ALEYHİSSALATU VESSELÂM'IN İSMİ VE NESEBİ
HZ. PEYGAMBER'İN DOGUMU VE YAŞI
ALEYHİSSALÂTU VESSELÂM'IN SIFATLARI VE AHLÂKLARI
PEYGAMBERLİK MÜHRÜ VE MÜTEFERRİK ŞEYLER
ALEYHİSSALATU VESSELAM'IN ALÂMETLERİ
HZ. PEYGAMBER'İN MUCİZELERİ VE PEYGAMBERLİĞİNİN DELİLLERİ
CANSIZLARIN RESÛLULLAH'A KONUŞMALARI, BOYUN EĞMELERİ
YİYECEK VE İÇECEKLERİN ARTIP BEREKETLENMESİ
RESULULLAH'IN DUASININ MAKBUL OLMASI
RESULULLAH'IN EZA'DAN KORUNMASI
(Bu bölüm beş babtır)
*
BİRİNCİ BAB
RESULULLAH'A MAHSUS HÜKÜMLER
(Beş fasıldır)
*
BİRİNCİ FASIL
ALEYHİSSALATU VESSELAM'IN
İSMİ VE NESEBİ
*
İKİNCİ FASIL
ALEYHİSSALATU VESSELAM'IN DOGUMU VE YAŞI
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
ALEYHİSSALATU VESSELAM'IN ÇOCUKLARI
*
DÖRDÜNCÜ FASIL
ALEYHİSSALATU VESSELAM'IN SIFATLARI VE AHLAKI
*
BEŞİNCİ FASIL
ALEYHİSSALATU VESSELAM'IN PEYGAMBERLİK MÜHRÜ VS.
*
İKİNCİ BAB
HZ. PEYGAMBER ALEYHİSSALATU VESSELAM'IN ALÂMETLERİ
ÜÇÜNCÜ BAB
VAHYİN BAŞLAMASI
*
DÖRDÜNCÜ BAB
İSRA
*
BEŞİNCİ BAB
HZ. PEYGAMBER'İN MUCİZELERİ VE PEYGAMBERLİGİNİN DELİLLERİ
*
BİRİNCİ FASIL
GAYBTAN HABER VERMESİ
*
İKİNCİ FASIL
CANSIZLARIN ONA KONUŞTURULMASI VE İTAATLERİ
*
ÜCÜNCÜ FASIL
YİYECEK VE İÇECEKLERİN BEREKET KAZANMASI
*
DÖRDÜNCÜ FASIL
RESULULLAH'IN DUASINA İCABET
*
BEŞİNCİ FASIL
EZADAN KORUNMASI
ALTINCI FASIL
ALEYHİSSALATU VESSELAM'A SORULANLAR
*
YEDİNCİ FASIL
MÜTEFERRİK MUCİZELER
İnsanlık tarihinin en mühim
müessesesi peygamberliktir. Beşerin maddî ve manevî terakkisinin zenberek ve motorunu bu müessese
teşkil eder. Peygamberliğin ehemmiyeti, sadece uhrevi saadet için değil, aynı
zamanda dünyevî saadet için de büyüktür.
Peygamberlik olmadan insanlığın bu günlere, bu
şartlarda gelebileceği düşünülemez bile,
İnsanlar, dünyaya gelişte, hayvanlardan pek farklıdırlar. Her hayvan
hayat şartlarını sanki öğrenmiş olarak
dünyaya gelir. Kısa zamanda, tek başına hayata intibak edebilir, talime, terbiyeye, mektebe, hocaya, kitaba, kaleme, ustayı
ihtiyacı yoktur. Halbuki insan, hayat şartlarını, faydalı ve zararlıyı, mesleği
vs. her muhtaç olduğu bilgi, beceri ve alışkanlıkları öğrenmek zorundadır. Daha
mühimmi hukuka, nizama muhtaçtır.
Şu halde bidayetten beri, insanlık, hayvanlara nazaran taşıdığı
eksiklik ve gerilikleri peygamberlerle karşılamıştır. Bütün peygamberler,
getirdikleri nizamla, kanunlarla, terbiye sistemleriyle, insanlara rehberlik ve
hocalık etmişlerdir.
Her akıl sahibini meşgul
edip yoran "İnsan nedir,
nereden gelmiştir, nereye gitmektedir,
bu dünyadaki işi nedir, kâinat nedir, sonu ne olacaktır?" gibi
suallere en mukni cevapları peygamberler vermiştir.
* Peygamberlik müessesesi öncelikle, insanlara Rablerini,
yaratıcılarını tanıtır. O'nun şuunatını, sıfatlarını, isimlerini öğreterek zatı
hakkında malumat verir.
* İkinci mühim gayesi insanlara Rablerine karşı vazifelerini
öğretmektir.
* Üçüncü olarak yeryüzünde nasıl bir istikamet takip edecekler, birbirleriyle münasebetleri
nasıl olacak, muamelatta takip
edecekleri ahkâm nelerdir, öğretir.
* Dördüncü olarak ahlak
esaslarını tedris ve talim eder, iyi- kötü, hayırşer, faydalızararlı
değerlerini koyar. Bunları, insanlar kendi akıllarıyla koyacak olsalar kargaşa
çıkar, anarşi olur. Günümüzde dünya
çapında yaşanan anarşinin herkesi derinden düşündürüp, ızdıraba sevkeden,
cihanşümul buhranın temelinde bu değerlerin beşerîleştirilme teşebbüsü
yatmaktadır. Rabbine karşı Firavunlaşan nesiller insanüstü değer kaynağını
(vahyi) reddederek kendi değerlerini kendileri koymaya kalkmış ve bundan da
fikirlerde teşeddüd, istikametlerde iğvicac ve çaprazlar, kesişmeler ortaya
çıkmıştır. Beşerî tevhid kaybolmuştur,
millî birlikler ciddi şekilde kırılmış, parçalanmıştır.
* Peygamberliğin beşinci misyonu uhrevî hedef göstermek, ölümden
sonrası hakkında bilgi vermek, insanlığın derin bir yarasına, ebediyet arzu ve
aşkına merhem getirmektir. Peygamberliğe inanarak ölüm sonrasında ikinci ve
ebedî hayatı görebilen bahtiyarlar ve dünyada
daha mes'ud daha istikrarlı ve adaletli, daha ahlaki ve ölçülü bir hayat
geçirmektedirler. Uhrevî sorumluluk duygusu her günde yaptıklarına,
harekeketlerine, her işlerine, her kararlarına müessir olmakta, yön
vermektedir.
İslam'a göre, Peygamberlik ilk insan Hz. Adem aleyhisselam'la
başlar. Peygambersiz cemiyet yoktur. Hz. Nuh, Hz. İdris, Hz. İbrahim, Hz Musa,
Hz. İsa vs. bütün peygamberler kendi cemiyetlerinin rehberleridir. Hadislerde 124 bin peygamberin
geldiği söylenir. Bunlardan bir kısmına kitap gelmiştir. Bir kısmı önceki
kitabın ahkâmını ihya etmişlerdir. Bazı peygamberlere çok sayıda mü'min tabi
olmuştur. Bir kısmına birkaç kişi tabi olmuştur. Hadislerde kendisine tek
kişinin bile iman etmediği peygamberden söz edilmektedir.
Hz. Muhammed Mustafa
(aleyhissalâtu vesselâm) son peygamberdir. Önceki peygamberlerin her
biri tek bir cemiyet için gönderildiği halde, Hz. Muhammed bütün insanlığın
hidayeti için gönderilmiştir. Onun risaleti kıyamete kadar hükümfermadır.
Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir zaman bir başka peygamber gelmeyecektir. Kim
nerede ve ne zaman peygamberlik
iddiasına kalkarsa o yalancıdır.
Hz. Muhammed'in getirdiği kitap, Kur'an-ı Kerim her devirde
ihtiyaçlara kafi gelecek mahiyette ve
zenginliktedir. Din, beşerî gelişmelere paralel olarak gelişecek temel
prensipler vazetmiştir. Müçtehidler o
esaslardan hareketle her yeni meseleyi hükme bağlamakla yetkili ve sorumludurlar.
Müçtehid olmayanların dinî meselelerde söz söylemeye, ahkam kesmeye yetkileri
yoktur.
İslam dini, her şeye rağmen insanlığın zaman içinde sık sık
haktan, sünnetten uzaklaşacağını kabul eder. Bu uzaklaşmalara dur diyecek,
insanları asıl dinî mecraya iade edecek müceddidlerin geleceğini bildirir. Bir
hadiste, dine giren batılları temizlemek, sünneti ihya etmek üzere, her asırda
müceddid geleceği bildirilmiştir. Bir asırda, mesleği, meşrebi, sınıfı,
memleketi farklı bir çok müceddid olabilir. Yani her asırda geleceği müjdelenen
müceddid tek bir şahıs değildir. En son gelecek müceddide Mehdi denmiştir. [1]
PEYGAMBERİMİZ
ALEYHİSSALÂTU VESSELÂM'A MAHSUS HÜKÜMLER
*
BİRİNCİ FASIL
ALEYHİSSALATU
VESSELÂM'IN İSMİ VE NESEBİ
ـ5525 ـ1ـ
ذَكَر البخاري
رَحِمَهُ
اللّهُ في باب
مَبْعَثِهِ #
فقَالَ: ]هُوَ
مَحُمّدٌ
رَسُولُ
اللّهِ #
اِبْنُ
عَبْدِاللّهِ
بْنِ عَبْدِ
الْمُطَّلِبِ
بْنِ هَاشِمِ
بْنِ عَبْدِ
مَنَافِ بْنِ
قُصَيِّ
ابْنِ كَِبِ
بْنِ مُرَّةَ
بْنِ كَعْبِ بْنِ
لُؤَيِّ بْنِ
غَالِبِ بْنِ
فِهْرِ بْنِ
مَالِكِ بْنِ
النَّضْرِ
بْنِ
كِنَانَةَ
بْنِ خُزَيْمَةَ
بْنِ
مُدْرِكَةَ
بْنِ
إلْيَاسَ بْنِ
مُضَرَ بْنِ
نِزَارَ بْنِ
مَعَدِّ بْنِ
عَدْنَانَ[ .
1. (5525)- Buhârî merhum
Aleyhissalâtu vesselâm'ın bi'setine (peygamber olarak gönderilişine) tahsis
ettiği babta der ki: "O, Allah'ın elçisi Muhammed İbnu Abdillah İbni
Abdilmuttalib İbnu Haşim İbni Abdi Menaf İbnu Kusayy, İbni Kilab İbni Mürre
İbni Ka'b İbni Lüeyy İbni Galib İbni Fihr İbni Malik İbni'n-Nadr İbni Kinane
İbni Huzeyme İbni Müdrike İbni İlyas İbni Mudar İbni Nizar İbni Maadd İbni
Adnan'dır." [Buhârî, Menakıbu'l-Ensâr 28.][2]
AÇIKLAMA:
Burada
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
babasından sonra yirmi tane ceddi sayılmaktadır. Yine Buhârî, tarihinde
Resulullah'ın Adnan'dan sonra Hz. İbrahim'e kadar uzanan yedi ceddini daha sayar. Hz. İbrahim'den Hz.
Adem'e kadar uzanan ecdad isimlerini serdeden rivayetler de mevcuttur. Adnan'a
kadar olan isimlerde ihtilaf yoksa da Adnan'dan Hz. İbrahim aleyhisselam'a, Hz.
İbrahim'den Hz. Adem aleyhiselam'a kadar olan isimlerde ihtilaf vardır. İbnu
Abbas (radıyallahu anhümâ)'dan gelen bir rivayette, Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) nesebini saydığı zaman Maadd İbnu Adnan'dan ileri geçmez, orada
dururmuş. [3]
ـ5526 ـ2ـ
وعن وَائلة بن
ا‘سْقَع
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
اللّهَ
اصْطَفَى
كِنَانَةَ
مِنْ وَلَدِ
إسْمَاعِيلَ،
وَاصْطَفَى قُرَيْشاً
مِنْ
كِنَانَةَ،
وَاصْطَفى
مِنْ
قُرَيْشٍ
بَنِي
هَاشِمٍ،
وَاصْطَفَانِي
مِنْ بَنِي
هَاشِمٍ[.
أخرجه مسلم .
2. (5526)- Vaile
İbnu'l-Eska' (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Allah Teala hazretleri, İsmail'in evlatları arasından
Kinane'yi seçti, Kinane'den Kureyş'i seçti, Kureyş'ten Benî Haşim'i seçti. Benî
Haşim'den de beni seçti." [Müslim, Fezail 1, (2276).][4]
ـ5527 ـ3ـ
وعن جُبَيْرِ
بْنِ
مُطْعِمٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: لِيَ
خَمْسَةُ أسْمَاءَ:
أنَا
مُحَمّدٌ،
وَأنَا
أحْمَدُ، وَأنَا
الْمَاحِي
الّذي
يَمْحَو
اللّهُ بِيَ
الْكُفْرَ،
وَأنَا
الْحَاشِرُ
الّذِي يُحْشَرُ
النَّاسُ
عَلى
قَدَمِي،
وَأنَا الْعَاقِبُ،
وَالْعَاقِبُ
الّذِى
لَيْسَ
بَعْدَهُ نَبِيٌّ[.
أخرجه الثثة،
وانتهى حديث
مالك الى قوله:
وأنا العاقب.
وأخرجه
الترمذي الى
قوله: ليسَ
بَعْدَه
نبىٌّ.قوله:
»يُحْشَرُ
النَّاسُ على
قَدمِي« أي
على أثري،
وقيل على عهدي
وزماني .
3. (5527)- Cübeyr İbnu
Mut'im (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Benim beş ismim var: Ben Muhammed'im, ben Ahmed'im, ben
Allah'ın benimle küfrü mahvedeceği el-Mâhî (mahvedici)yim. Ben Hâşir
(toplayıcı)yım, insanlar benim arkamda haşredilecektir. Ben Âkıb (sondan
gelen)im, benden sonra peygamber
gelmeyecektir." [Buhârî, Menakıb 17, Tefsir, Saff 1; Müslim, Fezail 125,
(2354); Muvatta Esmau'n-Nebi 1, (2, 1004); Tirmizî, Edeb 67, (2842).] [5]
AÇIKLAMA:
1- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Cenab-ı Hakk'ın
kendisine lutfettiği mümtaz yönlerini gösteren isimlere sahip olduğunu
belirtmektedir.
Muhammed ve Ahmed en meşhur isimleridir. Muhammed ismi, Ahmed'den daha meşhurdur. Kur'an'da
mükerreren geçer (Al-i İmran 144, Ahzab 40, Muhammed 2, Feth 29). Ahmed ismi
Kur'an'da Hz. İsa'nın sözünü hikâye zımnında geçer (Saff 6).
* Muhammed, tef'il babından
mübalağa ifade eder. Hamd kökünden gelir. Mahmud yani övülmüş demektir.
Mübalağa sigasındandır. Çokça övülmüş demek olur. Tekrar tekrar övülmüş manasına geldiği
gibi, kendisinde mahmud sıfatlar
kemale ermiş manasına da gelir
* Ahmed ef'al-i tafdil sigasından olup, Ahmedu'lhamidîn, hamdedenlerin en çok
hamdedeni manasına gelir. Resulullah'ın Ahmed
diye isimlenmesinin sebebi şudur:
Buhârî'de geldiğine göre Resulullah'a makam-ı Mahmud'dan Allah Teala hazretleri
öyle hamdler ve öyle güzel senalar açıp
ilham edecektir ki, böylesi daha önce
kimseye açılmamıştır. Resulullah bu hususi
hamdlerle Rabb Teala'yı hiç kimseye nasib olmayan tarzda hamdedecektir.
Bu hususta yapılan diğer bir açıklamaya göre: Bütün peygamberler
hammad yani çok hamdeden insanlardır, ama Resulullah onlar arasında ahmed yani
hepsinden çok hamdedendir, hamd sıfatında hepsinden büyüktür, bu sebeple
Ahmed denmiştir.
Kadı İyaz der ki: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
Muhammed olmazdan önce Ahmed'di. Çünkü, Kütüb-ü Salifede (Tevrat.. İncil'de)
Ahmed diye, daha dünyaya gelmeden tesmiye edildi. Halbuki Muhammed diye tesmiye
Kur'an'da vaki olmuştur. Bu da, onun
Rabbini, insanlar onu övmezden önce övmüş olmasından ileri gelir. Ahirette de, Rabbine hamd edecek, Allah da onun şefaatini
kabul buyuracak, bundan sonra insanlar ona hamdedecektir. O, Hamd suresi,
Livau'l-Hamd ve Makam-ı Mahmud'la mümtaz
kılındı; yemek içmekten sonra, duadan sonra seferden dönüşten sonra
hamdetmesi ona teşri edildi; ümmeti el-Hammâdûn diye tesmiye kılındı; onda
hamd'ın bütün çeşitleri ve manaları cem'olundu."
* el-Mâhî, "mahv" kökünden gelir; mahveden, yokeden,
ortadan kaldıran demektir. Küfrü kaldıran veya kendisine tabi olanlardan kötülükleri kaldıran yani,
Allah ona tabi olanların seyyiatını yok eder manasında yorumlar yapılmıştır.
* el-Haşir, toplayan demektir. Kıyamet günü önce, O diriltilecek,
sonra geri kalan insanlar onun peşinden
diriltileceklerdir. Bir başka hadiste "Kendisinden arz ilk yarılacak olan
benim" buyurmuştur. Yani kıyamet
günü ilk dirilen O olacaktır.
* el-Âkıb; hâtim, sonuncu demektir. Bazı rivayetlerde,
"kendinden sonra peygamber
olmayan" diye açıklama gelmiştir. Nitekim, ayet ve hadisten gelen pekçok
delil Aleyhissalâtu vesselâm'dan sonra peygamber olmayacağını, O'nun
Hatemu'l-Enbiya olduğunu belirtmiştir.
Şu halde Âkıb ismi Aleyhissalâtu vesselâm'ın bu mümtaz yönünü belirtmektedir.
2- Resulullah'ın başka isimlerinin de bulunmasına rağmen,
sadedinde olduğumuz hadisin "beş"le kayıtlaması üzerine muhtelif
yorumlar yapılmıştır. İbnu Hacer bundan murad "Bana mahsus olan beş ismim
var, benden önce bu isimler eski milletlerde büyük ve meşhurlardan kimseye
verilmemiştir" demektir. Resulullah'ın ismini sınırlamak değildir"
der. Nitekim Aleyhissalâtu vesselâm Kur'an'da Rauf, Rahim, el-Mübeşşir,
en-Nezir, el-Mübeyyin, ed-Dâi ila'llah,
es-Siracu'l-Münir, el-Müzekkir, er-Rahmet, en-Nimet, el-Hadi, eş-Şehid, el-Emin,
el-Müzzemil, el-Müddessir gibi isimlerle tesmiye edilmiştir. Hadiste geçen
meşhur isimlerden bazıları şunlardır: el-Muhtar, el-Mustafa, eş-Şefi',
el-Müşeffa', es-Sadık, el-Masduk, vs... Resulullah'ın isimlerini inceleyip
müstakil te'lifler yapan alimler olmuştur. İbnu Dıhye böyle bir te'lifinde, bir
kısım alimlerin; "Resulullah'ın da, Allah'ın esmau'lhüsnası adedine denk
sayıda doksan dokuz ismi var" dediğini kaydeder ve devamla: "Bu hususu ciddi bir
araştıran çıksa, üç yüz isim tesbit eder" der. İbnu'l-Arabî,
Şerhu't-Tirmizî'de sufilerden birinin "Allah'ın bin ismi var, Resulü'nün
de bin ismi var" dediğini kaydeder.
İbnu Hacer, beşle sınırlamanın sebebi zımnında şu yorumu da kaydeder. "Bu
hadiste, Resulullah'ın ismi hususunda beş ile sınırlamadaki hikmet, bunların
diğerlerine nazaran daha meşhur olması, eski kitaplarda ve eski milletler
arasında da bulunması sebebiyledir."[6]
ـ5528 ـ4ـ
وعن أبي
هَريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: أَ
تَعْجَبُونَ
كَيْفَ
يَصْرِفُ
اللّهُ
عَنِّي
شَتْمَ
قُرَيْشٍ
وَلَعْنَهُمْ؟
يَشْتِمُونَ
مُذَمَّماً،
وَيَلْعَنُونَ
مُذَمَّماً،
وَأنَا
مَحَمّدٌ[.
أخرجه
البخاري .
4. (5528)- Hz.Ebu Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Allah
Teala hazretleri, Kureyşlilerin şetmlerini (hakaretamiz sözlerini) ve lanetlerini benden nasıl çevirdiğine hayret
etmiyor musunuz? Onlar zemmedilen birine şetmediyorlar, zemmedilen birine lanet okuyorlar, ben ise (Muhammed'im)
övülmüşüm." [Buhârî, Menakıb 17; Nesâî, Talak 25, (6, 159).][7]
AÇIKLAMA:
Şarihlerin belirttiği üzere, Kureyş, Aleyhissalâtu vesselâm'a olan
öfke ve nefretleri sebebiyle övgü ifade
eden Muhammed ismiyle anmayıp, onun zıddı olan Müzemmem (kötülenmiş,
zemmedilmiş) lakabını takarak bu lakapla anıyorlardı. Faraza bir hakaret yapmak
isteyince "Allah müzemmeme şöyle yapsın" diye bedduada
bulunuyorlardı. Böylece, Aleyhissalâtu vesselâm müzemmem olmadığı için hakaret
ve bedduaları ona gelmiyor, bu isme
layık olan kendilerine gidiyordu.
Alimler çoğunlukla bu hadisle istidlal edip, ta'riz yoluyla
kazıfta bulunandan haddin düşmesine hükmetmiştir. İmam Malik ise bu fetvada
değildir. [8]
HZ.
PEYGAMBER'İN DOGUMU VE YAŞI
ـ5529 ـ1ـ عن
المطّلب بْنِ
عَبداللّهِ
بْنِ قَيْسِ
بْنِ
مَخْرَمَةَ
عن أبيهِ عن
جِدّهِ قال: ]وُلِدْتُ
أنَا
وَرَسُولُ
اللّهِ #
عَامَ الْفِيلِ[.
أخرجه
البخاري .
1. (5529)- Muttalib İbnu
Abdillah İbni Kays İbnu Mahreme babası vasıtasıyla ceddinden anlattığına göre
ceddi şöyle demiştir:
"Ben ve Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Fil yılında doğduk." [Tirmizî, Menakıb 4,
(3623).][9]
ـ5530 ـ2ـ
وعن
عائشة
رَضِيَ
اللّهُ عَنها
قالت:
]تُوُفِّىَ
رَسُولُ
اللّهِ #
وَهُوَ ابْنُ ثََثٍ
وَسِتِّينَ[.
أخرجه
الشيخان
والترمذي .
2. (5530)- Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) altmış
üç yaşında vefat etmiştir." [Buharî, Menakıb 10; Müslim, Fezail 115,
(2349); Tirmizî, Menakıb 28, (3655).][10]
ـ5531 ـ3ـ
وعن ابنِ
عبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]أقَامَ
رَسُولُ
اللّهِ #
بِمَكَّةَ
ثَثَ عَشْرَةَ
سَنَة يُوحَى
إلَيْهِ،
وتُوُفِّيَ
وَهُوَ ابْنُ
ثَثٍ
وَسِتِّينَ[ .
3. (5531)- İbnu Abbas
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
Mekke'de, kendisine vahiy geldiği durumda on üç yıl ikamet etti. Altmış üç
yaşında da vefat etti."[11]
ـ5532 ـ4ـ
وفي رواية:
]أقَامَ
بِمَكَّةَ
خَمْسَ عَشْرَةَ
سَنَةً
يَسْمَعُ
الصَّوْتَ وَيَرى
الضَّوْءَ
وََ يَرَى
شَيْئاً
سَبْعَ سِنِِينَ
وَثَمَانَ
سِنِينَ
يُوحَى
إلَيْهِ،
وَأقَامَ
بِالْمَدِينَةِ
عَشْراً، وَتُوُفِّىَ
وَهُوَ ابْنُ
خَمْسَ
وَسِتِّينَ سَنَةً[.
أخرجه
الشيخان
والترمذي.
4. (5532)- Bir başka rivayette de şöyle demiştir: "Mekke'de ses işitir ve ışık görür
olduğu halde on beş yıl ikamet etti. Bunun yedi yılında ışıktan başka bir şey
görmedi, sekiz senesinde vahiy aldı. Medine'de on yıl ikamet etti. Altmış beş
yaşında olduğu halde vefat etti."[12]
ـ5533 ـ5ـ
وفي أخرى
للشَّيْخَيْنِ:
]أُنْزِلَ
عَلَيْهِ
وَهُوَ ابْنُ
أرْبَعِينَ،
فَمَكَثَ
ثَثَ
عَشْرَةَ
ثُمَّ أُمِرَ
بِالْهِجْرَةِ،
فَهَاجَرَ
الى
الْمَدِينَةِ
فَمَكَثَ
بِهَا عَشْرَ
سِنِينَ
ثُمَّ تُوُفِّيَ
#[ .
5. (5533)- Sahiheyn'de
gelen bir diğer rivayette şöyle demiştir: "Vahiy Aleyhissalâtu vesselâm'a
kırk yaşında iken indirildi. Bundan sonra on üç yıl kaldı. Sonra hicretle emir
olundu. O da Medine'ye hicret etti.
Orada on yıl kaldı. Sonra vefat etti
Aleyhissalâtu vesselâm." [Buharî, Megazî 85, Fezailu'l-Kur'an 1;
Müslim, Feazail 117, 121, (2351, 2353); Tirmizî, Menakıb 28, (3652,
3653).][13]
ـ5534 ـ6ـ
وعن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قُبِضَ
رَسُولُ
اللّهِ #
وَهُوَ ابْنُ
ثَثٍ وَسِتِّىنَ،
وَأبُو
بَكْرٍ:
وَهُوَ ابْنُ
ثَثٍ وَسِتِّينَ،
وَعُمَرُ:
وَهُوَ ابْنُ
ثَثٍ وَسِتِّىنَ[.
أخرجه مسلم .
6. (5534)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) altmış
üç yaşında vefat etti. Hz. Ebu Bekir de altmış üç yaşında vefat etti. Hz. Ömer
de altmış üç yaşında vefat etti. (Radıyallahu anhüma)." [Müslim, Fezail
114, (2348).][14]
AÇIKLAMA:
1- Kaydedilen bu altı rivayet
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hayatındaki mühim hâdiseleri
tarihlemektedir.
Birinci hadise (5529) göre, Aleyhissalâtu vesselâm Fil yılında
doğmuştur. Rivayetler, Aleyhissalâtu vesselâm'ın Fil yılında, Rebiul-evvel
ayının bir pazartesi gününde doğduğu hususunda ittifak ederler. Ayın kaçıncı
gününde doğduğu ihtilaflıdır. Dört farklı tarih söylenmiştir:
* Ayın ikinci gecesinde doğmuştur.
* Ayın sekizinde doğmuştur.
* Ayın onunda doğmuştur.
* On ikisinde doğmuştur.
2- Araplar o zamanlarda takvim kullanmadıkları için,
tarihlemeyi cereyan eden mühim hadiselere göre
yaparlardı. Burada Fil yılı denmiştir. Bununla Kur'an-ı Kerim'de Fil
suresinde temas edilen hâdise
kastedilir. Ebrehe İbnu Sabbah el-Eşrem komutasında bir Habeş ordusu Mekke'yi
fethetmek üzere gelir. Ancak, Cenab-ı Hak, ebabil kuşları vasıtasıyla şehri
korur. Deniz cihetinden gelen bu kuşlar, ordu üzerine havadan pişmiş tuğladan
yapılmış taşlar atarlar. Bu taşlar değdiği vücudu zehirliyor, çiçek hastalığına
sebep oluyordu. Böylece kocaman ordu, (danesi) yenmiş samana dönmüş, perişan
olmuştu. Ordu ihtiva ettiği çok sayıdaki fillerle meşhurdu. Fillerden birinin
adı Mamud'du.
Bu seferin asıl hedefi Ka'be'yi yıkma, Arap hacılarının yönünü
San'a' da inşa edilen Kul-Leys adlı kiliseye çevirmekti. Ayet-i kerimenin
ihbarıyla, kuşlara yenik düşen ordu, geri döner. Bu hadise bi'set öncesi,
Resulullah'la ilgili mucizevî vakalardan biridir. Henüz bi'set olmadığı için
buna mucize değil irhas denir. Bazı alimler, Resulullah'ın bu hâdise yılında
dünyaya geldiğini ve hatta hadisenin Resulullah'ın doğumundan sonra olduğunu,
Aleyhissalâtu vesselâm'ın mübarek vücudlarına hürmeten Ka'be yıkılmaktan, Mekke
de yağmalanmaktan korunduğunu söylemiştir.
2- Resulullah doğunca, Arap
âdeti üzere dili fasih olan Benî Sa'd kabilesinden Haris adında bir
zatın zevcesi Halime'ye verildi.
Sütannesi Halime Aleyhissalâtu vesselâm'ı dört yıl boyu himaye etti, sütanneliği
yaptı.
Resulullah bir yaşına basmadan babasını kaybetmişti. Bir ara Medine'de
bulunan dayılarını ziyarete götüren
annesi Amine Hatun, Mekke'ye dönerken yolda, Ebva denilen yerde 20 yaşlarında
iken vefat eder. Böylece annesinden de yetim kalan küçük Muhammed'i dadısı Ümmü
Eymen Mekke'ye getirerek dedesi Abdülmuttalib'e teslim eder. Bu sırada altı
yaşında olan Aleyhissalâtu vesselâm, iki yıl sonra da dedesini kaybederek
amcası Ebu Talib'in himayesine sığınacaktır. Ebu Talib yeğenini çok sevecek,
elinden gelen ilgiyi gösterecektir. Bir ara, küçük Muhammed'le birlikte Şam'a ticaret seyahatine çıkan Ebu Talib Busra'ya
kadar onu getirecektir. Diğer bir amcası Zübeyr de O'nu Yemen'e kadar
beraberinde götürecektir. Bu sırada 17 yaşlarındadır.
Resulullah bir ara Mekkeli zengin bir tüccar olan Hz. Hatice'nin
kervanında çalıştı, kervanı Busra'ya
kadar götürdü. Bu sefer kârlı olmuştu. Hz. Hatice Resulullah'ın dürüstlüğüne hayran kalmıştı.
Aleyhissalâtu vesselâm yirmi beş yaşlarında iken mezkur Hatice ile
ilk evliliğini yaptı. Bu sırada Hz. Hatice kırk yaşlarında idi. Resulullah'ın nesli
Hz. Hatice'den devam edecektir.
Resulullah'ın küçük yaşta ölen ve Mısırlı Mariye'den doğan İbrahim
dışındaki bütün çocukları Hz. Hatice'den doğmuştur. Hz. Hatice'den doğan ilk
çocuğu Kasım'dı. Buradan Ebu'l-Kasım künyesini aldı. Sonra Abdullah, Zeyneb,
Rukiye, Ümmügülsüm, Hz. Fatıma radıyallahu anhüm ecmain dünyaya geldiler. Kasım, İbrahim ve Abdullah daha çocuk iken
öldüler. Hz. Resulullah'tan sonra hayatta kalan
Hz. Fatıma idi, o da Resulullah'tan altı ay kadar sonra rahmet-i Rahman'a kavuşacaktır. Fatıma'dan
doğan Hasan ve Hüseyin (radıyallahu anhümâ), Aleyhissalâtu vesselâm'ın nesebini
devam ettireceklerdir.
Hz. Peygamber çocukluğundan itibaren ahlak yüceliği, sıdk, emanet
gibi vasıflarıyla tanınmış, Muhammedu'l-Emin lakabını kazanmıştı. Müşrik
cemiyetin birkısım ahlaksızlıklarından nefret ediyordu. Allah onu küçüklüğünden
itibaren cahiliye pisliklerinden korumuştu. Kırk yaşına doğru bazı değişik
haller hissetmeye başladı. Zaman zaman "Ey Muhammed!" diye bir nida
işitiyordu. Yürüdüğü yollarda ağaçlar,
taşlar kendisine selam veriyorlardı.Kırk yaşına yakın, Mekke'nin bazı
büyüklerince tatbik edilmiş olan bir geleneğine uydu. Bir ay kadar hira
mağarasına çekilerek tefekkür hayatı yaşadı. Bu esnada şehre sadece tükenen
erzakını almak üzere iniyordu.
Kırk yaşına girince ilk
altı ay boyu rüyada gördükleri gündüz aynen gerçekleşmek suretiyle değişik bir
safha yaşadı. Bu suretle peygamberliğin mukaddimesi başlamış, vahye mazhar
olacak ruhî bir kemal kazanmıştı. Derken mutad olarak gittiği hira mağarasında
Alak suresinin ilk beş ayeti nazil oldu.
İlk vahiy hadisesi, Hz. Peygamber'de korku ve endişe hasıl etti. Durumu zevcesi Hz. Hatice'ye
anlattı. O, Aleyhissalâtu vesselâm'ı teselli etmekle kalmayıp, bu mevzularda
bilgi sahibi amcasının oğlu Varaka'ya götürdü. O, iyice dinledikten sonra, Hz.
İsa tarafından haber verilen peygamber olduğunu söyledi ve tebrik etti.
Hz. Peygamber henüz kendine gelen vahyi tebliğ etmekle memur
olmasa da meselesi Mekke'de şüyu bulmuştu.
Bu ilk vahiyden sonra vahiy kesildi. Melek de gelmez oldu. Buna
fetretü'lvahy denir. Bu fetret döneminin müddeti ihtilaflı ise de üç yıl kadar
sürdüğü çoğunlukla kabul edilmiştir. Bu esnada Mekkeli müşrikler "Rabbi
Muhammed'i terketti" diye istihzalara giriştiler. Bilahare tekrar başlayan
vahiy Mekke hayatı boyunca aralıksız devam etmiştir.
Hicretten üç yıl önce Mirac hadisesi meydana gelmiş, Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ruh ve bedenleriyle Cenab-ı Hakk'ın kurbiyetine mazhar
olmuştur. Bu hadisenin zamanında ihtilaf edilmiştir. Hicretten bir yıl önce
olduğu da söylenmiştir.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Mekke'deki peygamberlik
hayatı on üç yıldır. Bazı rivayetlerde bunun "on yıl" olduğu
zikredilmiştir. Aradaki ihtilaf üç yıllık fetret devrinin hesaba dahil edilip
edilmemesinden kaynaklanır. Fetret devresinde
İslam'ın tebliğ edilme emri gelmediği, asıl tebliğ işine üç yıl sonra
başladığı için bu devreyi risalet dışı sayıp hesaba dahil etmeyenler olmuştur.
Ama ulema büyük çoğunluğu ile fetret devresini de peygamberliğe dahil etmiştir.
Şu halde Aleyhissalâtu vesselâm, peygamberliğin on üçüncü yılında
Medine'ye hicret etmiş, orada on yıllık tebliğ hayatından sonra altmış üç
yaşında olduğu halde, geride ordusu, maliyesi ve adliyesi ile mükemmel bir
devlet bırakarak ebedî âleme irtihal buyurmuştur. Aleyhi efdalu'ssalat
ve'sselam.[15]
ـ5535 ـ1ـ عن
ابنِ عبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنهما: ]أنَّ
قُرَيْشاً
تَوَاصَتْ
بَيْنَهَا
بِالتَّمَادِي
في الْغَيِّ
وَالْكُفْرِ،
وَقَالَتِ:
الّذِي
نَحْنُ
عَلَيْهِ
أحَقُّ مِمَّا
عَلَيْهِ
هذَا
الْصُّنْبُورُ
الْمُنْبَتِرُ،
فَأنْزَلَ
اللّهُ
تَعالى إنَّا
أعْطَيْنَاكَ
الْكَوْثَرَ
الى
آخِرِهَا؛
وَأتَاهُ
بَعْدَ ذلِكَ
خَمْسَةُ
أوَْدٍ ذُكُورٌ:
أرْبَعَةٌ
مِنْ
خَدِيجَةَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهَا:
عَبْدُاللّهِ
وَهُوَ
أكْبَرُهُمْ،
وَالْطَّاهِرُ،
وَقِيلَ هُوَ
عَبْدُاللّهِ
فَهُمْ ثَثَةٌ؛
وَالطَّيِّبُ،
والْقَاسِمُ،
وَإبْرَاهِيمُ
مِنْ
مَارِيَة؛
وَكَانَ
لِلنَّبِىِّ #
أرْبَعُ
بِنَاتٍ:
مِنْهُنَّ
زَيْنَبُ الّتِي
كَانَتْ
تَحْتَ أبِى
الْعَاصِ
بْنِ الرَّبِيعِ،
وَرُقَيَّةُ،
وأُمُّ
كُلْثُومٍ كَانَتَا
تَحْتَ عُتْبَةَ
وعُتْبَةَ
ابْنَيْ أبِي
لَهَبٍ. فَلَمَّا
نَزَلَتْ:
تَبَّتْ
يَدَا أبِي
لَهَبٍ
وَتَبَّ
أمَرَهُمَا
بِفِرَاقِهِمَا
وَتَزَوَّجَ
عُثْمَانُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه أوًَّ
رُقَيَّةَ
وَهَاجَرَتْ
مَعَهُ الى أرْضِ
الْحَبَشَةِ،
وَوَلَدَتْ
هُنَاكَ ابْنَهُ
عَبْدَاللّهِ،
وَبِهِ كَانَ
يُكَنِّى؛
ثُمَّ
مَاتَتْ، وَتَزَوَّجَ
بَعْدَهَا
أُمَّ
كُلْثُومٍ. وَفَاطِمَةُ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنهَا،
وَكَانَتْ
تَحْتَ
عَلِيٍّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه،
وَوَلَدَتْ
لَهُ حَسَناً
وَحُسَيْناً
وَمُحْسِناً.
وَزَيْنَبَ،
وَكَانَتْ
تَحْتَ عَبْدِاللّهِ
ابْنِ جَعْفَرٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُمَا،
وَأُمَّ
كُلْثُومٍ
وَزَوَّجَهَا
عَلَيٌّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
مِنْ عُمَرَ
بْنِ
الْخَطَّابِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه[.
أخرجه
رزين.»الصُّنبور«
في ا‘صل:
النخلة التي
تبقى متفرقة
ويدق أصلها،
ويقال
هي سعفات تنبت
في جزع النخلة
غير ثابتة في
ارض لم يقلع
منها، وأراد
كفار قريش أن
محمداً #
بمنزلة صنبور
في جذع نخلة
فإذا قطع
انقطع، يعنون
أنه
عقب له، وإذا
مات انقطع ذكره
ويأبي اللّه إ
أن يُتمّ نوره
ولو كره
الكافرون .
1. (5535)- İbnu Abbas
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Kureyşliler, birbirlerine küfrün ve
sapıklığın devamını tavsiye ettiler ve aralarında:
"Bizim üzerinde olduğumuz şey var ya, bu, o köksüz sürgün
(mesabesinde olan Muhammed)in üzerinde olduğu şeyden daha doğrudur!" dediler. Bunun üzerine, Allah Teala hazretleri
Kevser suresini inzal buyurdu.
"Şüphesiz ki biz sana kevseri verdik. Öyleyse Rabbin için
namaz kıl ve kurban kes. Asıl arkası kesik (nesilsiz) olan, sana düşmanlık edenin ta
kendisidir" (Kevser 1-3).
Bundan sonra Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın beş erkek çocuğu oldu. Dördü Hz. Hatice (radıyallahu anhâ)'den: Abdullah:
Bu en büyükleri idi; Tahir -bunun Abdullah olduğu ve bunların üç tane oldukları
da söylenmiştir-; Tayyib, Kasım ve Mariye'den olan İbrahim.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın dört tane de kızı vardı: Bunlardan Zeyneb, Ebu'l-As
İbnu'r-Rebi'in nikahı altında idi. Rukiyye ve Ümmü Gülsüm: Bu ikisi, Ebu
Leheb'in oğulları olan Utbe ve Uteybe'nin nikahı altında idiler. "Ebu
Leheb'in iki eli kurusun ve kurudu da..." (Tebbet 1-5) vahy-i şerifi nazil
olduğu zaman, Ebu Leheb oğullarına onları boşamalarını emretti. Bunun üzerine
Hz. Osman önce Rukiyye ile evlendi. Rukiyye onunla birlikte Habeşistan'a hicret etti. Orada Hz.
Osman'ın Abdullah adında bir oğlu dünyaya geldi. Hz. Osman ona izafeten (Ebu
Abdillah diye) künye almıştı. Sonra Rukiyye
(radıyallahu anhâ) vefat etti. Ondan sonra Hz. Osman Ümmü Gülsüm
(radıyallahu anhümâ) ile evlendi.
Hz. Fatıma (radıyallahu anhâ):
Bu Hz. Ali (radıyallahu anhümâ)'nin nikahı altında idi. Hz. Ali'nin
Fatma'dan Hasan, Hüseyin ve Muhsin adlarında üç erkek çocuğu ile Zeyneb ve Ümmü Gülsüm adlarında
iki kız çocuğu dünyaya geldi. Bunlardan Zeyneb, Abdullah İbnu Ca'fer
(radıyallahu anhümâ)'in nikahı altında idi. Hz. Ali, Ümmü Gülsüm'ü de Hz.
Ömer'e nikahlamıştır, radıyallahu anhüm ecmain." [Rezin tahric etmiştir.] [16]
AÇIKLAMA:
Hadiste geçen sünbûr kelimesi lügat olarak ince köklü, tek başına
kalmış bir hurma ağacı manasına gelir. Yerde sabit olmayan hurma kütüğünden
sürmüş filize dendiği de söylenmiştir. Münbetir de arkası kesilmiş, nesli
kesilmiş demektir. Şu halde müşrikler, Aleyhissalâtu vesselâm'ı -çocuğu
olmadığı için- arkası gelmeyecek bir hurma filizine benzetmek suretiyle üzmeyi,
alay etmeyi düşünmüşlerdi. Yani bu müstehzilere göre, Resulullah'ın nesli, arkası yoktu, öldüğü
zaman dünyadan tamamen kopacaktı, nesli devam etmeyecekti.
Bazı alimler, sünbûr ile, erkek evladının ölmelerini kasdetmiş
olmalarının daha makul olacağını söylerler. "Çünkü derler, daha
peygamberlik gelmezden önce Aleyhissalâtu vesselâm'ın Hz. Hatice'den dünyaya
gelmiş bulunan çocukları vardı."
Cenab-ı Hak, bu itham karşısında üzülen Resulullah'ı Kevser
suresini inzal buyurarak teselli eder: "Asıl ebter olanlar onlardır. Bilakis sana Kevser
verilmiştir." Kevser, ahirette ümmetin etrafında toplanacağı büyük havzın
ismidir. Bolluk, çokluk manasına da
gelir. Öldükten sonra zikrin, yadedilmenin çokluğu Hz. Peygamber'den başka kime
nasib olmuştu; âlemde ismi O'nun kadar çok zikredilen kim var?
Al-i Beyt'in çokluğu, ümmetin çokluğu, şeref ve yad-ı cemilin çokluğu,
ümmete verilen ilmin, üstünlüğün çokluğu, şefaat ve rahmetin çokluğu vs. başka kime verilmiştir?[17]
ـ5536 ـ2ـ
وعن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #،
لَمَّا مَاتَ
وَلَدُهُ إبْرَاهِيمُ:
أنَّهُ مَاتَ
في
الثَّدْيِ،
وإنَّ لَهُ
لَظِئْرَيْنِ
يُكَمَِّنِ
رَضَاعَهُ في
الْجَنَّةِ
فإنَّهُ
ابْنِي[.
أخرجه
مسلم.»الظِّئْرُ«
المرأة التي
ترضع ولد
غيرها .
2. (5536)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), oğlu
İbrahim öldüğü zaman buyurdular ki:
"O daha memede iken öldü. Onun cennette iki sütannesi var.
Bunlar onun sütünü (iki yıla) tamamlayacaklar. Çünkü o benim oğlumdur."
[Müslim, Fezail 63, (2316).][18]
AÇIKLAMA:
Daha önce de açıkladığımız gibi,
hadis küçük çocukların süt döneminde süt emmelerinin ehemmiyetini nazara
vermektedir. Esasen ayet-i kerimenin bu meseleyi ele alarak: "Anneler
çocuklarını iki yıl emzirirler" (Bakara 233) buyurması, süt devresinin tam iki yıl devam etmesi gereğini
te'yid eder. [19]
ALEYHİSSALÂTU
VESSELÂM'IN SIFATLARI VE AHLÂKLARI
ـ5537 ـ1ـ عن
ابراهيم بن
محمّد ولد علي
رَضِيَ اللّهُ
عَنه قال: ]كَانَ
عَلىٌّ
رَضِيَ اللّهُ
عَنه إذَا
وَصَفَ
رَسُولَ
اللّهِ # يَقُولُ:
لَمْ يَكُنْ
بِالطّوِيلِ
الْمُمَّغِطِ،
وََ
بِالْقَصِيرِ
الْمُتَرَدِّدِ،
كَانَ
رَبَعْةً
مِنَ
الْقَوْمِ،
وَلَمْ يَكُنْ
بِالْجَعْدِ
الْقَطِطِ،
وََ بِالسَّبْطِ،
كَانَ
جَعْداً
رَجًِ وَلَمْ
يَكُنْ بِالْمُطَهَّمِ
وََ
بِالْمُكَلْثَمِ،
وَكَانَ
أسِيلِ
الْخَدِّ،
أبْيَضَ
مُشْرِباً بِحُمْرَةٍ،
أدْعَجَ
الْعَيْنَيْنِ،
أهْدَبَ
ا‘شْفَارِ ذَا
مُسْرُبَةٍ،
شَئْنَ الْكَفِّ
وَالْقَدَمَيْنِ،
جَلِيلَ
الْمَشَاشِ
وَالْكَتِدِ،
إذَا
الْتَفَتَ
الْتَفَتَ
مَعاً، وإذَا
مَشى يَتَكَفّأُ
تَكَفُّؤاً
كَأنَّمَا
يَنْحَطُّ
مِنْ صَبَبٍ،
بَيْنَ
كَتَفَيْهِ
خَاَتَمُ
النُّبُوَّةِ.
وَهُوَ
خَاَتَمُ
النَّبِيِّينَ.
أجْوَدُ
النَّاسِ
صَدْراً،
وأشْجَعُهُمْ
قَلْباً، وَأصْدَقُهُمْ
لَهْجَةً،
وَألْيَنُهُمْ
عَرِيكَةً،
وَأكْرَمُهُمْ
عِشْرَةً،
مَنْ رَآهُ
بَدِيهَةً
هَابَهُ،
وَمَنْ
خَالَطَهُ
مَعْرِفَةً
أحَبَّهُ.
يَقُولُ
نَاعِتُهُ: لَمْ
أرَ قَبْلَهُ
مِثْلَهُ وََ
بَعْدَهُ، َ
يَسْرُدُ
الْحَدِيثَ
سَرْداً،
يَتَكَلَّمُ
بِكََمٍ
فَصْل يَفْهَمُهُ
مَنْ
سَمِعَهُ[.
أخرجه
الترمذي.»اَلْمُمَّغِطُ«
بتشديد الميم
الثانية
وبالغين
المعجمة:
البائن
الطويل،
والمحدثون
يشدون
الغين.و»المُتردِّدُ«
الداخل بعضه
في بعض من
القصر فهو
مجتمع.و»الرَّبْعَةُ«
معتدل القامة
بين الطويل
والقصير.و»القطيطُ«
شديد الجعودة.
و»السبَّطُ«
ضده.و»الرَّجْلُ«
بينهما.و»المطهِّمُ«
الفاحش
السمن.و»الْمُكلثمُ«
المستدير الوجه،
و يكون إ مع
كثرة
اللحم.و»الخَدُّ
ا‘سيلُ« المستطيل
من غير
ارتفاع.و»الدَّعجُ«
شدة سواد العين.و»ا‘هدبُ«
الذي طال شعر
أجفانه
وكثر.و»أشفارُ
العيْن« منابت
الشعر
المحيطة بها.و»المسرُبةُ«
الشعر النابت
على الصدر نازً
الى آخر
البطن.و»الشَّئنُ«
الغليظ، وهو
مدح في الرجال
‘نه أشد
لقبضهم وأصبر
لهم على المراس.و»جَليلُ
المُشاشِ« أى
عظيم رؤوس
العظام كالمرفقين
والركبتين
والمنكبين
ونحو
ذلك.و»المُشاشُ«
رؤوس العظام
اللينة التي
يمكن بعضها.و»الكتِدُ«
الكاهل.و»التَّكَفُّؤُ«
التمايل في
المشى الى
قدّام كما
تتكفأ
السفينة في
جريها.و»الصَّببُ«
انحدار من
موضع
عال.و»اللّهِجةُ«
اللسان.و»ألينَهم
عريكةً« أى
سهً منقاداً.
و»سَرَدْ
الحديث«
المسارعة في
النطق به
ومتابعته .
1. (5537)- Hz. Ali'nin
evladlarından Muhammed'in oğlu İbrahim anlatıyor: "Hz. Ali (radıyallahu
anh) Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı vasfettiği zaman şöyle derdi:
"Resulu-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm) Efendimiz çok uzun boylu olmadığı
gibi, (azaları) birbirine girmiş kısa boylu da değildi, orta boylu bir insandı.
Saçları kıvırcık değildi, düz de değildi, dalgalıydı. Şişman
değildi, yuvarlak yüzlü de değildi, yanakları uzuncaydı.
Rengi kırmızıya çalan, beyazdı. Gözleri siyah ve kirpikleri
uzundu, göğsünde göbeğine kadar inen kıldan
bir hat vardı. El ve ayaklarının parmakları kalıncaydı. Eklem yerleri ve iki
küreğin birleşme yeri olan omurga iri idi.
Bir tarafa dönünce (sadece başını çevirmez) bütün vücudunu
çevirirdi. Yürüyünce, yamaçtan iniyormuşcasına öne meylederek yürürdü.
İki omuzu arasında peygamberlik mührü vardı. O, peygamberlerin
mührü (sonuncusu) idi. İnsanların en iyi kalplisi, en şecaatlisi ve en doğru
sözlüsü idi. O ahlakça herkesten yüce, muaşere yönüyle de en geçimlisi idi. Onu
aniden gören ondan heybet duyardı; bilerek beraber olan, kalpten severdi. Onu
vasfeden şöyle derdi: "Ben ne O'ndan önce, ne de O'ndan sonra O'nun
gibisini görmedim."
Resul-i Ekrem çabuk konuşmazdı; her işitenin anlayacağı şekilde
teker teker konuşurdu." [Tirmizî, Menakıb 19, (3642).][20]
ـ5538 ـ2ـ
وعن ابن
عبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنهما قال:
]كَانَ أهْلُ
الْكِتَابِ
يَسْدُلُون َ
أشْعَارُهُمْ
وَكانَ
الْمُشْرِكُونَ
يَفْرَقُونَ،
وَكانَ
رَسُولُ
اللّهِ #
تُعْجِبُهُ مُوَافقة
أهْلُ
الْكِتابِ
فيمَا لَمْ
يُؤْمَرْ
بِهِ،
فَسَدَلَ
نَاصِيَتَهُ
ثُمَّ فَرقَ
بَعْدَهُ[.
أخرجه
الشيخان وأبو
داود.»السَّدْلُ«
ترك الشعر
بغير فرق .
2. (5538)- İbnu Abbas
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Ehl-i Kitap saçlarını düz salınmaya
bırakırlar, müşrikler de ayırırlardı. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ise
(vahiy yoluyla ) emredilmediği hususlarda Ehl-i Kitab'a uygun hareket etmekten hoşlanırdı. Bu sebeple
saçını alnından serbest bıraktı. Bilahare (bütün müşrikler Müslüman olduktan sonra)
saçlarını (alnından) ayırdı." [Buhari, Libas 70, Menakıb 23,
Fezailu'l-Ashab 52; Müslim, Fezail 90, (2336); Ebu Davud, Tereccül 10, (4188);
İbnu Mace, Libas 36, (3632).][21]
AÇIKLAMA:
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) her hususta müstakil, yepyeni bir medeniyet kuruyor,
şekillendiriyordu. Bundaki orijinalite ve istiklaliyet bütün değer ve formların
beşerî dehadan ziyade İlahî hüdaya dayandırmaya istinad ediyordu. Bu sebeple,
vahyin irşadı altında teşriatını yapıyordu. Vahiy gelmeyen hususlarda, İlahî bir şeriata dayanan Ehl-i Kitab'ı
kazanmak ümidiyle onların tarzını kabul ediyor, müşriklerin takip ettiği
tarzlara muhalefet etmeyi tercih ediyordu. Sadedinde olduğumuz hadis, bilhassa
saç kıyafetindeki bu tutumu açıkça ifade etmektedir. Ma'mer'in rivayeti şöyle:
"Eğer Resulullah herhangi bir emir gelmeyen hususta şekke düşecek olsa,
Ehl-i Kitab'ın yaptığını yapardı."
Zaman içinde, gerek yakınında ve gerekse hariçte olan müşrikler
Müslüman oldukları halde, Ehl-i Kitap küfründe devam etmekteydi. Bunun üzerine
Aleyhissalâtu vesselâm, sistemindeki orijinalite gereği, Ehl-i Kitab'a
muhalefeti esas aldı.
Muhalefet saç ayırma meselesine münhasır değildir. Boyama meselesi
de böyledir: Bir Buhârî hadisinde "Yahudiler ve Hıristiyanlar saçlarını
boyamazlar, (siz boyayarak) onlara muhalefet edin" buyrulmuştur.
Aşura orucu da buna benzer, Aleyhissalâtu vesselâm, Ehl-i Kitap
aşure orucunu tuttuğu için önce emretmiş, sonra Ramazan farz kılınınca,
aşurenin farziyetini kaldırmış, ayrıca aşure gününden bir gün önce veya
sonra da tutmak suretiyle, Ehl-i Kitab'a
muhalefeti emretmiştir.
Kıblenin Kudüs'ten Ka'be'ye
çevrilmesi bir diğer muhalefet emridir.
Yahudiler hayız halinde kadınlarla ihtilat etmezlerdi.
Aleyhissalâtu vesselâm ihtilatı (beraber yeyip içmeyi, beraber yatmayı) emretti
ve: "Hayızlı ile cima hariç her şeyde
beraber olun" buyurdu. Hatta bu
emir üzerine Yahudiler: "Bize muhalefet etmedik bir şey
bırakmadı" demişlerdir. Bazı
rivayetlerde gelen "cumartesi ve pazar günleri oruç tutmak" emri bir
başka örnektir. Hadiste "Cumartesi ve pazar (Ehl-i Kitap) kâfirlerinin
(haftalık) bayram günleridir. Ben onlara muhalefeti severim"
buyurmuştur. Bir rivayette,
Resulullah'ın ölümüne doğru nafile oruçların ekseriyetini cumartesi-pazar
günleri tuttuğu ifade edilmiştir. Aleyhissalâtu vesselâm "bayram
günleri" tabiriyle cumartesinin Yahudiler, pazarın da Hıristiyanlar için
bayram günü olduğunu, bayram günlerinde
oruç tutulmayacağını ifade etmiş olmaktadır. Öyleyse, oruç tutulunca onlara muhalefet hasıl olur.
Saçın alından yanlara ayrılıp alnı açma meselesine gelince, bir
kısım alimler bunun vahiyle olma ihtimali üzerinde durmuşlardır. İmam Malik ve
cumhur saçı ayırmanın bir vecibe olmayıp
müstehab olduğu kanaatindedir. Ashab'tan birkısmının, saçı ayırırken, diğer
birkısmının ayırmadığına dair rivayetler mevcuttur.
Alimler, Ehl-i Kitab'a her
hususta mutlak muhalefet yerine, maslahatı
gözönüne alarak muhalefete gitmek gerekeceğini söylemiştir. İbnu Hacer:
"(Rivayetler), Ehl-i Kitab'a muhalefet ve muvafakatın maslahat yönünden
şer'î bir hüküm olmasının muhtemel olduğunu ifade eder" der. Nevevî,
"ayırma"nın da "salıverme"nin de caiz olduğunu söyler.
Nevevî şu açıklamayı da kaydeder: Alimler, hadiste geçen "Resulullah Ehl-i
Kitab'a uygun hareket etmeyi severdi" sözünün manasında ihtilaf etmiştir.
* Bazıları:
"Onların gönlünü kazanmak içindi" demiştir.
* Bazıları: "Aleyhissalâtu vesselâm, kendisine vahiy gelmeyen
hususlarda ve onların değiştirmediği bilinen hususlarda onların şeriatlarına
uymakla emrolunmuştu" demiştir. Bazıları bu hadisten hareketle
"Bizden öncekilerin şeriatı, bizim şeriatımıza muhalefeti varid olmadıkça
bizim de şeriatimizdir" diye
hükmetmiştir.
* Bazı alimler de "severdi" kelimesini esas alarak,
aksini söylemiş, bu hadis, eski şeriatlerin bizim şeriatımız olmadığına
delildir. Eğer, şeriatımız olsaydı "severdi" demezdi, daha kesin olarak uyulmasını emrederdi
demişlerdir. İbnu Hacer, hadiste bu meseleye delil olmadığını, çünkü bunu
söyleyen kimsenin, şeriatımızda gelmiş olan meseleye münhasır kaldığını, onun,
şeriatımız olduğunu söylediğini, onların Ehl-i Kitap'tan olacaklarını
söylemediğini, çünkü Ehl-i Kitab'ın din diye naklettiklerine itimad
edilmeyeceğini belirtir.
Kurtubî, Aleyhissalâtu vesselâm'ın, onların gönlünü kazanma
ihtimaline binaen onlara muvafakat ettiğinde cezmeder.[22]
ـ5539 ـ3ـ
وعن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه:
]أنَّهُ سُئِلَ
عَنْ شَيْبِ
النَّبِىِّ #،
فَقَالَ: مَا
شَانهُ
اللّهُ
بِبَيْضَاءَ.
وفي روايةٍ:
أنَّهُ كَانَ
يَكْرَهُ أنْ
يَنْتِفَ
الرَّجُلُ
الشَّعْرَةَ
الْبَيْضَاءَ
مِنْ رَأسِهِ
وَلِحْيَتِهِ.
قَالَ: ولَمْ
يُخَضَب #،
وَإنَّمَا
كَانَ الْبَيَاضُ
في
عَنْفَقَتِهِ
وفي
الصُّدْغَيْنِ
وفي الرَّأسِ
نُبْذٌ[.
أخرجه مسلم .
3. (5539)- Hz. Enes
(radıyallahu anh)'in anlattığına göre, "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın saçındaki aklardan sorulunca (Enes) şöyle cevap vermiştir:
"Allah O'nu, beyazla çirkinleştirmemiştir."
Bir rivayette de şöyle demiştir: "O, kişinin başında ve
sakalında bulunan beyazları yolmasını mekruh addederdi. Ve [Enes (radıyallahu
anh)]: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) saçlarını boyamadı. Beyaz kıl
(onda nadirdi ve sadece) alt dudağında, şakaklarında ve başında bir nebzecik
vardı" derdi." [Müslim, Fezail 104, 105, (2341).][23]
ـ5540 ـ4ـ
وعن أبِى
جُحَيْفَةِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]رَأيْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
فَرَأيْتُ بَيَاضاً
تَحْتَ
شَفَتِهِ
السُّفْلَى،
يَعْنِى
الْعَنْفَقَةَ[.
أخرجه
الشيخان .
4. (5540)- Ebu Cuhayfe
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
gördüm, sadece alt dudağında yani anfetesinde beyaz gördüm." [Buharî,
Menakıb 23; Müslim, Fezail 106, (2342).][24]
ـ5541 ـ5ـ
وعن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]رَأيْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
وَالْحََّقُ
يَحْلِقُهُ وَأطَافَ
بِهِ
أصْحَابُهُ،
فَمَا
يُرِيدُونَ
أنْ تَقَعَ
شَعْرَةٌ إَّ
في يَدِ
رَجُلٍ[.
أخرجه مسلم .
5. (5541)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı,
berber onu tıraş ederken gördüm. Ashabı etrafını çevirmişti. Aleyhissalâtu
vesselâm'ın tek kılının yere düşmesini istemiyorlar, birinin eline düşsün
istiyorlardı." [Müslim, Fezail 75, (2325).][25]
AÇIKAMA:
1- Bu rivayetler, Resulullah'ın saçlarında ağarmaolmadığını,
çok az sayıda beyaz kılın bulunduğunu ifade etmektedir. Rivayetlerde bu az
miktar farklı rakamlarla ifade edilmiştir. En az on beş diyen rivayet olduğu
gibi, en ziyade otuz diyen de vardır. Bu miktar saç, sakal, başta bulunan
beyazlıkların tamamını ifade eder.
Bazı rivayetler, keza ihtilaflı olarak Resulullah'ın saçını
boyamasından bahseder. Bazılarına göre boyamıştır, bazılarına göre ise,
boyamamıştır. Kuvvetli rivayet Hz.
Enes'ten gelen ve boyamadığını ifade
edendir. Çoğunluk bunu esas almıştır. Bazı alimler bu zıt rivayetleri:
"Resulullah koku sürerdi. Resulullah'ın
saça sürdüğü koku maddesini görüp bunu boya sanmıştır" diye te'lif cihetine gitmiştir. Nevevî, Resulullah'ın
saçını bazan boyadığını, ravilerden herbirinin kendi gördüğünü
rivayet etmiş olabileceğini söyler.
Ancak rivayetler, Aleyhissalâtu vesselâm, saçını bizzat boyamamış
olsa da, ümmetine, siyah boya olmamak kaydıyla saçların boyanmasına cevaz
vermiştir.
2- Son rivayet, Ashab'ın Resulullah'a ne kadar alâka gösterdiğini ifade etme yönüyle ayrı
bir ehemmiyet taşır: Ashab, Resulullah'ın berber tarafından kesilen kıllarını
bile yere düşürmeyip, teberrüken topluyorlar. Ashab'ın bu ilgisi sadece saç
kıllarına müteveccih değildir. Aleyhissalâtu vesselâm'ın her bir maddî eseriyle teberrük ederlerdi: Abdest suyu,
mübarek tükrükleri, terleri gibi. Bazı rivayetlere göre Ashab, soğuk günlerde bile su kaplarını göndererek,
Aleyhissalâtu vesselâm'ın o suya mübarek ellerini batırıvermesini isterlerdi, o
da bu çeşit talepleri reddetmezdi.
Ashab'ın maddî hatıralarına gösterdiği bu aşırı ilgi, onların
dünya ve ahiret saadetinin düsturları olan sünnet, söz ve irşadlarına ne derece
ehemmiyet vereceklerini anlamamızı kolaylaştırır. Aksi takdirde Ebu Eyyub
el-Ensârî hazretlerinin kısa bir hadiste
düştüğü tereddüdü gidermek için deve sırtında Medine'den kalkıp Mısır'a
gitme hadisesini veya bir tek harfteki
tereddüdü izale için bir aylık mesafeye seyahat etme hadiselerini
anlamakta, kabulde zorlanırdık.
3- Bu sonuncu hadisten alimlerimiz, büyüklerin maddî
eserleriyle teberrük edilebileceği hükmünü çıkarmışlardır. [26]
PEYGAMBERLİK
MÜHRÜ VE MÜTEFERRİK ŞEYLER
ـ5542 ـ1ـ عن
عبْدُ اللّهِ
بن سَرْجِسٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنه قال:
]أكَلْتُ مَعَ
رَسُولِ
اللّهِ #
خُبْزاً
وَلَحْماً،
وَقُلْتُ
يَارَسُولَ اللّهِ
غَفَرَ
اللّهُ لَكَ.
قَالَ:
وَلَكَ. فَقِيلَ
لَهُ:
اِسْتَغْفَرَ
لَكَ رَسُولُ
اللّهِ #.
فقَالَ:
نَعَمْ وَلَكَ.
ثُمَّ تََ:
وَاسْتَغْفِرْ
لِذَنْبِكَ وَلِلْمُؤْمِنِينَ
وَالْمُؤْمِنَاتِ
اŒية: قالَ:
ثُمَّ دُرْتُ
خَلْفَهُ
فَرَأيْتُ خَاتَمَ
النُّبُوَّةِ
بَيْنَ
كَتِفَيْهِ
عِنْدَ
نَاغِض
كَتِفِيهِ
الْيُسْرى
جَمْعاً،
عَلَيْهِ خَيَنٌ
كَأمْثَالِ
الثَّآلِيلِ[.
أخرجه مسلم.»نَاغَضُ
الْكتِفِ« طرف
العظم
العريض.و»الجمعُ«
قال الحميدي
لعله عنى جمع
الكف وهو
جمعها وعطف
أصابعها الى
باطن
الكف.و»الْخِيَنُ«
جمع خال وهو
الشامة .
1. (5542)- Abdullah İbnu
Sercis (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
ile birlikte ekmek ve et yedim ve: "Ey Allah'ın Resulü! Allah seni
mağfiret buyursun!" dedim. Bana: "Seni de!" diye karşılıkta bulundu."
Ravi der ki: "(İbnu Sercis'e): "Resulullah sana
istiğfarda mı bulundu?" diye soruldu. O: "Evet, "Seni de!"
dedi" diye cevap verdi ve sonra şu ayeti okudu. (Mealen): "Kendi
günahın için de, mü'min erkek ve mü'min
kadınlar için de Allah'tan af dile..." (Muhammed 19). İbnu Sercis devamla
dedi ki:
"Sonra etrafında döndüm, iki omuzu arasında peygamberlik
mührünü gördüm. Sol kürek kemiğinin geniş tarafında idi, yumruk gibi ve
üzerinde siğiller emsali benler vardı." [Müslim, Fezail 112, (2346).][27]
AÇIKLAMA:
Rivayetler, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın iki omuzu
arasında bir peygamberlik mühründen haber verir. Müslim'in bir diğer
rivayetinde bunun, keklik yumurtası büyüklüğünde olduğu ifade edilir. Ancak
sadedinde olduğumuz rivayet onu yumruya benzetmektedir. Hz. Aişe (radıyallahu
anhâ), bu mührün Aleyhissalâtu vesselâm'ın ölümüyle birlikte kaybolduğunu
belirtir.
Kâdi Beyzavî, eski ümmetlerin kitaplarında bu mühürden bahsedilip,
tavsif edildiğini, geleceği haber verilen peygamberin bilinmesinde bir alâmet
olarak ondan bahsedildiğini söyler. Kâdi, bu mührün, nübüvveti gelebilecek
arazlardan korumaya matuf olduğunu belirtir, tıpkı mühürle koruma altına alınan
vesaik gibi.
Bu mührü, Aleyhissalâtu vesselâm doğuştan mı getirdi, doğumla
birlikte mi veya göğsü yarılınca mı veya peygamberlik gelince mi konulduğu
hususlarında muhtelif görüşler var. İbnu Hacer, göğsün yarılması anında konmuş
olma görüşünü daha sıhhatli bulur.[28]
ـ5543 ـ2ـ
وعن جابِرِ
بْنِ سَمُرَة
رَضِيَ اللّهُ
عَنه قال:
]كَانَ
خَاتَمُ
النُّبُوَّةِ
بَيْنَ
كَتِفِى
رَسُولِ
اللّهِ #
غُدَّةً
حَمْرَاءَ
مِثْلَ
بَيْضَةِ
الْحَمَامِ[.
أخرجه الترمذي
.
2. (5543)- Cabir İbnu
Semüre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın peygamberlik mührü, iki omuzu
arasında idi. Tıpkı bir güvercin yumurtası büyüklüğünde kırmızı bir yumru
(gudde=bez) idi." [Tirmizî, 42, (3647).][29]
AÇIKLAMA:
Bu hadiste, nübüvvet mührü guddeye benzetilmiştir. Gudde
dilimizde bez kelimesiyle karşılanır.
Vücutta, derinin altında hasıl olan
yumruya denir. Üzerinden elle dokunulunca yerinde biraz oynar. Sözgelimi
çıban yumrusu gibi sabit değildir.[30]
ـ5544 ـ3ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]مَا رَأيْتُ
أحْسَنَ مِنْ
رَسُولِ
اللّهِ #
كأنَّ
الشَّمْسَ
تَجْرِي في
وَجْهِهِ،
وَمَا
رَأيْتُ
أحَداً
أسْرَعَ في
مِشْيَتِهِ
مِنْ رَسُولِ
اللّهِ #.
لَكَأنَّمَا
ا‘رْضُ
تُطْوَى لَهُ.
كُنَّا إذَا
مَشَيْنَا
مَعَهُ
نُجْهِدُ
أنْفُسَنَا،
وَإنَّهُ
لَغَيْرُ
مُكْتَرِثٍ[.
أخرجه
الترمذي .
3. (5544)- Hz. Ebu Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan
daha güzelini hiç görmedim. Sanki güneş mübarek yüzlerinde yürüyor gibiydi.
Yürürken Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan daha hızlı yürüyen kimse de
görmedim. Sanki yer O'nun ayağı altında dürülüyor gibiydi. Biz O'nunla beraber yürürken kendimizi zorlardık. O ise,
aldırmazdı." [Tirmizî, Menakıb 26, (3650).][31]
ـ5545 ـ4ـ
وعن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ عَنها
قالت: ]كَانَ
رَسُولُ
اللّهِ #
يُحَدِّثُ
حَدِيثاً
لَوْ عَدَّهُ
الْعَادُّ
‘حْصَاهُ.
كَانَ َ
يَسْرُدُ
الْحَدِيثُ
كَسَرْدِكُمْ[.
أخرجه الخمسة
إ النسائي .
4. (5545)- Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
konuşurken (ağır ağır konuşurdu. Öyle ki) eğer biri çıkıp, kelimeleri saymak
istese sayardı. O, sözü sizin gibi peş
peşe getirmezdi." [Buharî, Menakıb 23; Müslim, Fezailu's-Sahabe 19,
(2493); Zühd 71; Tirmizî, Menakıb 20, (3643); Ebu Davud, İlim 7, (3654, 3655).][32]
ـ5546 ـ5ـ
وعن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]كَانَ رَسُولُ
اللّهِ #
يُعِيدُ
الْكَلِمَةَ
ثَثاً لِتُعْقَلَ
عَنْهُ[.
أخرجه
الترمذي .
5. (5546)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm),
söylediği bellensin diye kelamını üç kere
tekrar ederdi." [Tirmizî, Menakıb 21, (3644).][33]
ـ5547 ـ6ـ
وعن
عبداللّهِ بن
سَمٍ قال:
]كَانَ رَسُولُ
اللّهِ # إذَا
جَلَسَ
يَتَحَدَّثُ
يُكْثِرُ أنْ
يَرْفَعَ
طَرْفَهُ الى
السَّمَاءِ[.
أخرجه أبو
داود .
6. (5547)- Abdullah İbnu
Selam (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm),
oturup konuştuğu zaman, (vahiy bekleyerek veya Mele-i A'la'ya iştiyak
duyarak) çok sık nazarını semaya çevirirdi." [Ebu Davud, Edeb 21, (4837).][34]
ـ5548 ـ7ـ
وعن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]كَانَتْ
أُمُّ سُلَيْمٍ
تبْسُطُ
لِرَسُولِ
اللّهِ #
نِطْعاً فَيَقِيلُ
عِنْدَهَا،
فإذَا قَامَ
أخَذَتْ مِنْ
عَرَقِهِ
وشَعْرِهِ
فَجَمَعَتْهُ
في قَارُورَةٍ،
ثُمَّ
جَعَلَتْهُ
في سَكٍّ، فَلَمَّا
حُضِرَ أنَسٌ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
أوْصى أنْ
يُجْعَلَ فِي
حُنُوطِهِ
مِنْ ذلِكَ السَّكِّ[.
أخرجه
الشيخان
والنسائي.
»السَّكُّ« شئ
يتطيب به .
7. (5548)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "(Annem) Ümmü Süleym, Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) için yere bir post serer, O da üzerinde kaylule (öğle
uykusu) kestiridi. Aleyhissalâtu vesselâm uyanınca annem O'nun terini ve
kıllarını toplardı. Bunları bir şişede toplar, sonra onu sürünme maddesine katardı."
(Ravi devamla der ki: "Hz. Enes (radıyallahu anh) muhtazar (can çekişme halinde) olunca
kefenine sürülecek hanûta bundan katılmasını vasiyet etti." [Buharî,
İsti'zan 41; Müslim, Fezail 84, (2331); Nesâî, Zinet 119, (8, 218).][35]
AÇIKLAMA:
1- İbnu Hacer, Resulullah'ın saç kıllarının toplanması ile
terinin toplanmasını, başka rivayetlerdeki sarahate dayanarak, ayrı ayrı
zamanlara hamleder: Sıcak mevsimde öğle uykusundaki terin toplanması ayrı bir
hadisedir. Ümmü Süleym'e kocası Ebu Talha'nın Aleyhissalâtu vesselâm'ın
tıraşından sonra elde ettiği saçları vermesi ayrı hadisedir. Rivayetten de
anlaşılacağı üzere Ümmü Süleym bunları teberrüken biriktirmiştir. Resulullah'ın
Haccetü'l-Veda'da, Mina'da tıraş olduğu gözönüne alınınca, hadiste mevzubahis
olan kıssanın Veda haccında sonra cereyan ettiği anlaşılır.
Hadisin bir başka veçhinde,
her toplama anında Aleyhissalâtu vesselâm'ın uyandığı ve: "Ey Ümmü
Süleym! Nedir bu yaptığın?"
diye sorduğu, "Bu terinizdir, bunu
tîbımıza (sürünme maddesi) koyuyoruz, bu bizim en güzel tîbımız oluyor"
cevabını aldığı belirtilir. Diğer bazı rivayetlerde Aleyhissalâtu vesselâm'ın,
bu davranışı tebessümle karşıladığı ve
te'yid ettiği tasrih edilmiştir.
2- Hadis, büyüklerin, tanıdığı kimselerin evlerinde kaylûle
yapmasının cevazına delil olmaktadır. Bu davranışta sevginin te'yidi ve te'kidi
vardır. Ayrıca hadis, insan ter ve saçının temiz olduğuna delil olmaktadır.[36]
ـ5549 ـ8ـ
وعن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]كَانَ فَزَعٌ
بِالْمَدِينَةِ،
فَاسْتَعَارَ
رَسُولُ
اللّهِ #
فَرَساً مِنْ
أبِي
طَلْحَةَ يُقَالُ
لَهُ
الْمَنْدُوبُ،
فَرَكِبَهُ!
فَلَمَّا
رَجَعَ قَالَ:
مَا رَأيْنَا
مِنْ شَىْءٍ،
وإنْ
وَجَدْنَاهُ
لَبَحْراً[ .
8. (5549)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Medine'de bir panik olmuştu. Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm), Ebu Talha (radıyallahu anh)'dan el-Mendub denen (ağır
yürüyüşlü) atını istiareten aldı ve bindi. Dönüşünde: "Bir şey görmedik.
Ancak atı çok hızlı bulduk" buyurdu."[37]
ـ5550 ـ9ـ
وفي رواية:
]كَانَ
رَسُولُ
اللّهِ #
أحْسَنَ
النَّاسِ،
وَكَانَ
أجْوَدَ
النَّاسِ وَأشْجَعَ
النّاسِ،
وَلَقَدْ
فَزِعَ أهْلُ
الْمَدِينَةِ
ذَاتَ
لَيْلَةٍ.
فَانْطَلَقَ نَاسٌ
قِبَلَ
الصَّوْتِ
فَتَلَقَّاهُمُ
النَّبِىُّ # رَاجِعاً،
وَقدْ
سَبَقَهُمْ
وَاسْتَبْرأ الْخَبَرَ،
وَهُوَ عَلى
فَرَسٍ ‘بِى
طَلْحَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
عُرْيٍ، وَفي
عُنُقِهِ
السَّيْفُ،
وَهُوَ
يَقُولُ: لَنْ
تُرَاعُوا،
لَنْ
تُرَاعُوا؛
وقَال:
وَجَدْنَاهُ
بَحْراً،
وَكانَ
فَرَساً
يُبَطَّأُ[.
أخرجه الخمسة
إ النسائي.يقال:
»فَرَسٌ
بَحْرٌ« إذا
كان واسع الجري.و»اسْتَبْرَأ
الْخَبَرَ«
كشفه وحققه .
9. (5550)- Bir başka
rivayette şöyle gelmiştir: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) insanların
en iyisi, en cömerdi ve en şecaatlisi idi. Nitekim bir gece, Medine halkı umumi
bir korku yaşamıştı. Halk (korkusunun kaynağı olan) sesin geldiği tarafa
yöneldi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ise, herkesten önce o cihete gitmiş, haberi tahkik etmiş ve
geri dönmüştü, onları yarı yolda karşıladı. Ebu Talha (radıyallahu anh)'nın
çıplak atı üzerinde idi. Boynunda kılıncı asılıydı. Şöyle diyordu:
"Korkulacak bir şey yok, korkulacak bir şey yok."
Sonra, "Bu atı pek hızlı bulduk" dedi. Halbuki at, ağır
yürürdü." [Buharî, Cihad 46, 82; Müslim, Fezail 48, (2307); Ebu Davud,
Edeb 87, (4988); Tirmizî, Cihad 14, (1685).][38]
ـ5551 ـ10ـ
وعن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ عَنها
قالت: ]مَا
خُيِّرَ
رَسُولُ
اللّهِ # في
أمْرَيْنِ
إَّ أخَذَ
أيْسَرَهُمَا،
مَا لَمْ
يَكُنْ إثْماً،
فإنْ كَانَ
إثْماً كَانَ
أبْعَدَ
النّاس
مِنْهُ،
وَمَا
انْتَقَمْ
لِنَفْسِهِ
مِنْ شَىْءٍ
قَطُّ إَّ أنْ
تُنْتَهَكَ
حُرْمَةُ اللّهِ،
فَيَنْتَقِمُ
للّهِ[. أخرجه
الثثة وأبو
داود .
10. (5551)- Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) iki iş arasında muhayyer bırakılırsa, mutlaka en
kolayını tercih ederdi. Yeter ki bu günah olmasın. Eğer bir iş günah idiyse,
günaha karşı insanın en uzak duranı idi. Aleyhissalâtu vesselâm kendisi için
hiç intikam aramadı. Ama Allah'ın bir haramı ihlal edilince o zaman Allah için
intikam alırdı." [Buhârî, Menâkıb 234, Edeb 80, Hudud 10, 42; Müslim,
Fezâil 77, (2327); Muvatta, Husnü'l-Hulk 2, (2, 903); Ebu Davud, Edeb 5,
(4785).][39]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Aleyhissalâtu vesselâm'ın ahlak-ı şeriflerinden
mühim bir prensibi belirtmektedir:
Günaha düşülmediği müddetçe kolayı tercih etmek. Tercih edilecek olan
daha kolay, günah olacaksa onu tercih etmiyor, şiddetli ve zor da olsa, günah
olmayanı arıyor. Hadiste, muhayyer bırakanın kim olduğu belirtilmiyor, mübhem
bırakılıyor. Bu, hadisin anlaşılmasına vüs'at kazandırıyor: Allah tarafından
muhayyer bırakılma da mümkün, insanlar tarafından muhayyer bırakılma da mümkün.
Ancak, Allah tarafından günahla sevap arasında muhayyer bırakılmayacağına
dikkat çekilmiştir.
Şahsı için intikam almamış olmasını, bazı alimler "mala
müteallik meselelerde" diye kayıtlamışlardır. Bu hususu, hadisin bir başka
veçhi biraz daha açık olarak şöyle ifade eder: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bir Müslümanın ismini sarih olarak zikredip hiç lanette bulunmadı, eliyle de asla vurmadı.
Allah yolunda olunca o başka. Keza kendisinden hiçbir talebi asla geri
çevirmedi, yeter ki günah bir talep olmasın. Hiçbir sebeple şahsı için intikam
da almadı. Ancak Allah'ın haramlarını ihlal edenlerden, Allah için intikam
aldı."
2- Hadis, kolayı varken zoru terketmeye ve kolay olanı almaya
teşvik etmektedir. Muzdar kalınmayan şeyde ısrar etmeyip, terketmeye de teşvik
var.
Ayrıca
hata olduğu zahir olmadıkça ruhsatla amelin mendub olduğu da
görülmektedir. Bir de hukukullaha girmeyen hususlarda affetmeye teşvik var.[40]
ـ5552 ـ11ـ وعن
جابرِ بن
سَمُرَة
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]صَلَّيْتُ
مَعَ رَسُولِ
اللّهِ #
صََةَ ا‘ولى،
ثُمَّ خَرَجَ
الى أهْلِهِ
وخَرَجْتُ
مَعَهُ،
فَاسْتَقْبَلَهُ
وُلْدَانٌ،
فَجَعَلَ
يَمْسَحُ
خَدَّىْ
أحَدِهِمْ
وَاحِداً بَعْدَ
وَاحِدٍ،
وَمَسَحَ
خَدِّى
فَوَجَدْتُ
لِيَدِهِ
بَرْداً
ورِيحاً
كأنَّمَا
أخْرَجَهَا
مِنْ
جُؤْنَةِ
عَطَّارِ[.
أخرجه
مسلم.»جُؤْنَةُ
الْعَطَّارِ«
هى التي يعدّ
فيها الطيب
ويدخره .
11. (5552)- Cabir İbnu
Semüre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resuulllah (aleyhissalâtu
vesselâm)'la birlikte ilk namazı kıldım. Sonra Aleyhissalâtu vesselâm ehline
gitti. Onunla ben de çıktım. Onu bir kısım çocuklar karşıladı. Derken onların
yanaklarını bir bir okşamaya başladı.
Benim yanağımı da okşadı. Elinde bir serinlik ve hoş bir koku hissettim. Elini
sanki attar havanından çıkarmış
gibiydi." [Müslim, Fezail 80, (2329).][41]
ـ5553 ـ12ـ
وعن ابن أبي
اَوْفى
رَضِيَ
اللّهُ عَنهما
قال: ]كَانَ
رَسُول
ُاللّهِ #
يُكْثِرُ الذِّكْرَ،
وَيُقِلُّ
اللَّغْوَ،
وَيُطِيلُ الصََّةَ،
وَيُقَصِّرُ
الْخُطْبَةَ،
وََ يَأنَفُ
أنْ يَمْشِيَ
مَعَ
ا‘رْمَلَةِ
وَالْمِسْكِينِ،
فَيَقْضِي
لَهُمَا الْحَاجَةَ[.
أخرجه
النسائي.»اللَّغوُ«
الهذر من القول
.
12. (5553)- İbnu Ebi Evfa
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), zikri çok
yapar, lağvı (hoş sözü) de az yapardı, namazı uzatırdı, hutbeyi de kısa
yapardı. Dul ve miskinlerle beraber yürümekten ar duymazdı, onların
ihtiyaçlarını mutlak yerine getirirdi." [Nesâî, Cuma 31, (3, 109).][42]
ـ5554 ـ13ـ
وعن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]مَشَيْتُ
مَعَ رَسُولِ
اللّهِ #
وَعَليْهِ
بُرْدٌ نَجْرَانِىٌّ
غَلِيظُ
الْحَاشِيَةِ،
فأدْرَكَهُ
أعْرَابِىٌّ
فَجَبَذَهُ
جَبْذَةً
شَدِيدَةً
حَتّى
نَظَرْتُ الى
صَفْحَةِ
عُنُقِهِ، وَقَدْ
أثَرَ فيهِ
حَاشِيَةُ
الْبُرْدِ
مِنْ شِدَّةِ
جَبَذَتِهِ.
ثُمَّ قَالَ:
يَا مُحَمّدُ،
مُرْ لِي مِنْ
مَالِ اللّهِ
الّذِي عِنْدَكَ
فَالْتَفَتَ
إلَيْهِ
وَضَحِكَ.
ثُمَّ أمَرَ
لَهُ بِعَطَاءٍ[.
أخرجه
الشيخان .
13. (5554)- Hz. Enes
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)' la birlikte yürüdüm.
Üzerinde kenarı sert necranî bir hırka
vardı. Ona bir bedevi arkadan yetişerek hırkadan tutup şiddetle çekti. Boynunun
derisine baktığımızda şiddetle çekilen hırkanın kenarının zedeleyip iz
bıraktığını gördüm. Bedevi:
"Ey Muhammed! Yanındaki Allah'ın malından bana da verilmesini
emret" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm ona yönelik baktı ve güldü. Sonra da bir
ihsanda bulunulmasını emretti." [Buharî, Libas 18, Humus 19, Edeb 68).][43]
ـ5555 ـ14ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]كَانَ
رَسُولُ
اللّهِ # إذَا
صَلّى
الْغَدَاةَ
جَاءَ خَدَمُ
الْمَدِينَةِ
بِآنِيَتِهِمْ
فيهَا الْمَاءُ
فَŒَ
يَأتُونَهُ
بِإنَاءٍ إَّ
غَمَسَ فيهِ
يَدَهُ،
وَرَبَّمَا
جَاءَهُ في
الْغَدَاةِ
الْبَارِدَةِ
فَيَغْمِسُ
يَدَهُ فيهِ[. أخرجه
مسلم .
14. (5555)- Yine Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) sabah
namazını kılınca, Medine'nin
hizmetçileri ellerinde su bulunan kaplar olduğu halde kendisine
gelirlerdi. Aleyhissalâtu vesselâm da hiçbirini ihmal etmeden kaplara elini
batırırdı. Bazan sabahları hava soğuk olurdu. Aleyhissalâtu vesselâm yine de
elini suya batırırdı." [Müslim, Fezail 74, (2324).][44]
ـ5556 ـ15ـ
وعن الخُدْرى
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]بَيْنَا
رَسُولِ
اللّهِ #
يَقْسِمُ
قِسْماً
أقْبَلَ رَجُلٌ
فَأكَبَّ
عَلَيْهِ
فَطَعَنَهُ #
بِعُرْجُونِ
كَانَ مَعَهُ
كَانَ
فَجَرَحَ
وَجْهَهُ.
ثُمَّ قَالَ
لَهُ: تعالَ
فَاسْتَقِدْ.
قَالَ: بَلْ
عَفَوْتُ يَا
رَسُولَ
اللّهِ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائي.
15. (5556)- Hudrî
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bir
taksimde bulunduğu bir sırada, bir adam gelerek
üzerine eğildi. Aleyhissalâtu vesselâm da elindeki hurma dalını adama dürtüp yüzünden yaraladı. Sonra
da: "Gel! Kısas yap!" buyurdu.
Adam:
"Affettim ey Allah'ın Resulü!" dedi." [Ebu Davud,
Diyat 15, (4536); Nesâî, Kasame 20, (8, 32).] [45]
ALEYHİSSALATU
VESSELAM'IN ALÂMETLERİ
ـ5557 ـ1ـ عن
عليّ بن أبي
طالبٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]حَدّثنِى
أبِى قال
خَرَجْنَا
الى الشّام في
أشْيَاخٍ
مِنْ
قُرَيْشٍ،
وَكَانَ
مَعِىَ
مُحَمّدٌ #،
فأشْرَفْنَا
على رَاهِبٍ
في
الطَّرِيقِ فَنَزَلْنَا
وَحَلَلْنَا
رَوَاحِلَنَا
فَخَرَجَ
إلَيْنَا
الرَّاهِبُ،
وَكانَ قَبْلَ
ذلِكَ َ
يَخْرُجُ
إلَيْنَا
فَجَعَلَ يَتَخَلَّلَنَا
حَتّى جَاءَ
فأخَذَ
بِيَدِ
مُحَمّدٍ،
وَقالَ: هذَا
سَيِّدُ
الْعَالَمِينَ.
فَقَالَ لَهُ
أشْيَاخُ
قُرَيْشٍ:
وَمَا
عِلْمُكَ
بِمَا
تَقُولُ؟
قَالَ: أجِدُ
صِفَتَهُ
وَنَعْتَهُ
في
الْكِتَابِ
الْمُنَزَّلِ،
وَإنَّكُمْ
حِينَ
أشْرَفْتُمْ
لَمْ يَبْقَ
شَجَرٌ وََ
حَجَرٌ إَّ
خَرَّ لَهُ
سَاجِداً،
وََ تَسْجُدُ
الْجَمَادَاتُ
إَّ
لِنَبِِيٍّ،
وَأعْرِفُهُ
بِخَاتَمِ
النُّبُوَّةِ
أسْفَلَ مِنْ
غُضْرُوفِ
كَتِفِهِ
مِثْلُ
التُّفَّاحَةِ.
ثُمَّ رَجَعَ
فَصَنَعَ
طَعاماً
فأتَانَا
بِهِ، وَكانَ
مُحَمّدٌ في
رَعْيَةِ
ا“بِلِ!
فَجَاءَ
وَعَلَيْهِ غَمَامَةٌ
تُظِلِّهُ.
فَلَمَّا
دَنَا وَجَدَ
الْقَوْمَ
قَدْ
سَبَقُوهُ
الى ظِلِّ
الشَّجَرَةِ،
فَجَلَسَ في
الشَّمْسِ،
فَمَالَ فَىْءُ
الشَّجَرَةِ
عَلَيْهِ
وَضَحَوْاهُمْ
في الشَّمْسِ.
فقَالَ:
انْظُرُوا
مَالَ فَىْءُ
الشَّجَرَةِ
عَلَيْهِ
فَبَيْنَمَا هُوَ
قَائِمٌ وَهُوَ
يُنَاشِدُهُمُ
اللّهَ
تَعالى أنْ َ
يَذْهَبُوا
بِهِ الى
الرُّومِ،
وَيَقُولُ: إنْ
رَأوْهُ
عَرَفُوهُ
بِالصِّفَةِ
فَيَقْتُلُونَهُ
فَبَيْنَا
هُوَ
يُنَاشِدُهُمُ
اللّهَ في
ذلِكَ إذِ
الْتَفَتَ
فإذَا بِسَبْعَةِ
مِنَ
الرُّومِ
مُقْبِلِينَ
نَحْوَ دِيْرِهِ،
فاسْتَقْبَلَهُمْ
وَقَالَ: مَا
جَاءَ
بِكُمْ؟ قَالُوا:
بَلَغْنَا
مِنْ
أحْبَارِنَا
أنَّ نَبِيّاً
مِنَ
الْعَرَبِ
خَارِجٌ
نَحْوَ
بَِدِنَا
في هذَا
الشَّهْرِ
فَلَمْ
يَبْقَ طَرِيقٌ
إَّ بُعِثَ
إلَيْهِ
بِأُنَاسٍ،
وَبُعَثْنَا
الى
طَرِيقِكَ
هذَا. قَالَ:
وَهَلْ
خَلَفَكُمْ
أحَدٌ خَيْرٌ
مِنْكُمْ؟
قَالُوا:
إنَّمَا أُخْبِرَنَا
خَبَرَهُ
بِطَرِيقِكَ
هذا. قَالَ: أفَرَأيْتُمْ
أمْراً
أرَادَ
اللّهُ تَبَارَكَ
وَتَعالى أنْ
يَقْضِيَهُ.
هَلْ يَسْتَطِيعُ
أحَدٌ مِنَ
النَّاسِ أنْ
يَرُدَّهُ؟ قَالُوا:
َ. قَالَ:
فَبَايِعُوا
هذَا الرَّجُلَ
فَإنَّهُ
نَبِىٌّ
حَقّاً،
فَبَايَعُوهُ،
وَأقَامُوا
مَعَ
الرَّاهِبِ،
ثُمَّ رَجَعَ
إلَيْنَا
فَقَالَ:
أنْشُدُكُمْ
اللّهَ
أيُّكُمُ وَلِيُّهُ؟
فَقَالُوا:
هذَا
يَعْنُونَنِى.
فَمَا زَالَ
يُنَاشِدُنِي
حَتّى
رَدَدْتُهُ
مَعَ رِجَالٍ
كَانَ فيهِمْ
بَِلٌ بَعَثَهُ
أبُو بَكْرٍ رَضِيَ
اللّهُ
عَنهما،
وَزَوَّدَهُ
الرَّاهِبُ
كَعْكاً
وَزَيْتاً[.
أخرجه
الترمذي. عن أبي
موسى ا‘شعرى
قال: خرج أبو
طالب، وذكر
نحو ما تقدم.
وأخرجه رزين
عن علي رَضِيَ
اللّهُ عَنه
عن أبيه
باللفظ
المتقدم.»غُضروف
الكَتف« رأس
لوحه.و»ضَحَوا
في الشَّمْسِ«
أي برزوا لها.و»ا‘حبارُ«
جمع حبر بفتح
الحاء
وكسرها، وهو العالم
.
1.(5557)- Hz. Ali İbnu Ebi
Talib (radıyallahu anh) anlatıyor: "Babam anlatmış ve demişti ki:
"Kureyş büyüklerinden bir grupla
Şam'a gitmiştik; beraberimde Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm) de vardı. Yolda
bir rahib(in manastırın)a yaklaştık ve
yakınına konakladık. Develerimizi
çözmüştük ki rahib yanımıza geldi. Daha önceki gelişlerimizde yanımıza hiç
uğramamıştı. Aramızda dolaşmaya başladı ve Muhammed'i (bulup) elinden tuttu ve:
"Bu âlemlerin efendisidir!" dedi. Kureyş büyükleri ona:
"Bu söylediğini nereden biliyorsun?" diye sordular.
Adam:
"Ben onun sıfat ve evsafını bize indirilen kitapta bulmuşum! Nitekim siz yaklaştığınız zaman,
O'na secde etmedik ne taş, ne ağaç kaldı, hepsi de secde ettiler. Bu cansız
şeyler ancak bir peygambere secde ederler. Ben O'nu ayrıca peygamberlik
mührüyle de biliyorum, bu mühür omuz başındaki düz kemiğin baş kısmının
aşağısında bulunur, elma büyüklüğündedir" dedi. Sonra bizden ayrıldı,
yemek hazırlayıp getirdi. Muhammed o sırada, develeri gözetliyordu. Yanımıza
geldiğinde üzerinde ona gölge yapan bir bulut vardı. Yaklaşınca, halkın
kendinden önce ağacın gölgesini kaptıklarını gördü. O da güneşte oturdu. Ağacın
gölgesi, üzerine meyletti, onlar güneşte kaldılar. Rahib:
"Bakın, ağacın gölgesi
O'nun üzerine meyletti" dedi. Rahib onların yanında iken, bu çocuğu Allah
aşkına Rum (diyarın)a götürmeyin diye ricada bulundu ve: "Eğer O'nu
götürürseniz, taşıdığı sıfatlarıyla O'nu tanırlar ve öldürürler" dedi. O,
bu hususta Allah'ın adını vererek onlara ricada bulunurken, yan tarafına bir
göz attı. Manastırına doğru gelen yedi rum gördü. Onları karşıladı ve:
"Niye geldiniz?" dedi.
"Rahiplerimiz bize Araplar arasında çıkacak bir peygamberin
bu ayda memleketimize doğru gelmekte olduğunu söylediler. (Buralara giriş
sağlayan) her yola bir grup insan çıkarıldı. Biz de senin su yoluna gönderildik" dediler. Rahip:
"Sizden daha hayırlı birini geride bıraktınız mı?" dedi. Onlar:
"O şahsın senin yolunun üzerinde olduğu bize haber verildi!" dediler. Rahip: "Allah'ın icra etmek
istediği bir iş hakkında ne dersiniz, insanlardan bunu geri çevirebilecek biri var mı?"
diye sordu. Onlar: "Hayır!" dediler. Rahip:
"Öyleyse şu kimseye biat edin. Zira bu , gerçek
peygamberdir" dedi. Onlar da ona biat ettiler, rahiple birlikte orada
kaldılar. Sonra rahip bize döndü, ve:
"Allah için söyleyin, bunun velisi kim?" dedi.
Beni kastederek: "Şu" dediler. Rahib bana hususi şekilde, geri
dönmemiz için ricada bulundu. Ben de
O'nu içlerinde, Hz. Ebu Bekr'in gönderdiği, Bilal'in de bulunduğu bir grup
kimse ile geri çevirdim. Rahip O'na kek
ve zeytinyağından azık koydu."
Bu rivayeti Tirmizî, (Menakıb 5, (3624) Ebu Musa el-Eş'arî
(radıyallahu anh)'den tahric etmiştir. Rivayete: "Ebu Talib Şam için yola
çıktı..." diye başlar ve yukarıda kaydedildiği şekilde zikreder.
Yukarıdaki metni Rezin, Hz. Ali (radıyallahu anh)'nin babasından rivayet olarak, kaydedilen elfazla
tahric etmiştir.[46]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadiste zikri geçen rahibin adı bazı rivayetlerde Buhayra diye tasrih edilir.
İçerisinde, bazı hatalı unsurlar varsa da, rivayet Aleyhissalâtu vesselâm'ın
nübüvvet öncesi hayatından bir sahneyi aydınlatmaktadır: Amcası Ebu Talib'le yaptığı Şam
yolculuğu. Bu ticarî bir seyahatti. Mola verilen bu yerin Busra olduğu bazı rivayetlerde
belirtilir.
Rahip, Şam'a gidildiği takdirde, orada Yahudiler tarafından,
Muhammed'in beklenmekte olan peygamber olduğunun, kitaplarında mezkur olan
alâmetlerle bilinerek öldürülebileceğinden korkuyor. Bu sebeple geri
döndürülmesi için ısrarla ricada bulunuyor. Ebu Talib meseleyi kavrayarak
Busra'dan geri çeviriyor, kendisi seyahatına devam ediyor.
2- Hadiste yadırganan bazı unsurlar var denmişti. O da Hz.
Bilal ve Hz. Ebu Bekr'le ilgili pasajdır. Bu hususla ilgili olarak el-Cezerî
der ki: "Hadisin isnadı sahihtir. Ravileri, Sahiheyn veya birinin ravileri gibi sîkadırlar. Hz. Ebu Bekr ve Hz.
Bilal (radıyallahu anhümâ)'in zikredilmeleri mahfuz değildir (yani hadisi
zayıflatan bir durumdur). Bu sebeple imamlarımız bu kısmı bir vehim addetiler.
Bu gerçekten vehimdir. Zira, o sırada Aleyhissalâtu vesselâm'ın yaşı on ikidir. Ebu Bekir ise O'ndan iki yaş
küçüktür. Muhtemelen Bilal o vakit henüz doğmadı bile." Hz. Ebu Bekr ve
Bilal'in zikri sebebiyle, Zehebi de hadisi zayıf addeder ve henüz o sıralarda Hz. Ebu Bekr'in Hz. Bilal'i satın almadığına dikkat çeker. Hafız İbnu
Hacer, el-İsabe'de şunları söyler: "Bu hadisin ravileri sîkadırlar. Hadiste bu lafızlar dışında reddi
gereken bir husus yok. Muhtemelen o kısım bir derctir, bir başka hadisten
alınma bir parçadır..." İbnu Hacer'in bu tahminini doğrulayan bir husus,
hadisin Bezzar'ın Müsned'inde gelen veçhidir. O vecihte, hadis aynen
kaydedilir; fakat "amcası onu Bilal'le geri gönderdi" denmez,
"bir adamla" denir.
Başta muhakkik bir zat olan İbnu Hacer olmak üzere alimlerimiz,
hadisin muhtevasını kabul edip buna siyer bahislerinde yer verirler.[47]
ـ5558 ـ2ـ
وعن عَطاءِ
بنِ يَسَارٍ.
قال:
]لَقِيْتُ عَبْدَاللّهِ
بْنَ عَمْرُو
بْنِ
الْعَاصِ رَضِيَ
اللّهُ
عَنهما،
فَقُلْتُ:
أخْبِرْنِى
عَنْ صِفَةِ
رَسُولِ
اللّهِ # في
التَّوْرَاةِ.
فقَالَ: أجَلْ
وَاللّهِ إنَّهُ
لَمَوْصُوفٌ
في
التَّوْرَاةِ
بِبَعْضِ
صِفَتِهِ في
القُرْآنِ،
يَا أيُّهَا
النَّبِىُّ
إنَّا
أرْسَلْنَاكَ
شَاهِداً وَمُبَشِّراً
وَنَذِيراً،
وَحِرْزاً
لِ‘ُمِّيِّينَ،
أنْتَ
عَبْدِى
وَرَسُولِى.
سَمَّيْتُكَ
الْمُتَوَكِّلَ.
لَيْسَ
بِفَظٍّ، وََ
غَلِيظٍ، وََ
صَخّابٍ
بِا‘َسْوَاقِ،
وََ يَدْفَعُ
بِالسَّيِّئَةِ
السَّيِّئَةِ،
وَلَكِنْ
يَعْفُو
وَيَغْفِرُ.
وَلَنْ
يَقْبِضَهُ
اللّهُ حَتّى
يُقِيمَ بِهِ
الْمِلَّةَ
الْعَوْجَاءَ،
وَيَفْتَحَ
بِهِ
أعْيُناً
عُمْياً، وآذَاناً
صُمّاً،
وَقُلُوباً
غُلْفاً[.
أخرجه
البخاري.»ا‘مِّيون«
العرب ‘نهم
كانوا
يحسنون
الكتابة.و»الفظّ«
القاسى القلب
الغليظ
الجانب.و»الصَّخبُ«
بالصاد
والسين
الصياح
والجلبة،
يشير بذلك الى
عدم منافسته
في الدنيا
وجمعها فيحضر
ا‘سواق لذلك
ويصخب معهم
فيها.و»الغُلفُ«
بضم الغين وسكون
اّم جمع أغلف،
وهو الذي عليه
غف .
2. (5558)- Atâ İbnu
Yesar rahimehullah anlatıyor:
"Abdullah İbnu Amr İbni'l-As (radıyallahu anhümâ)'a rastladım ve:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Tevrat'ta zikredilen vasıflarını
bana söyle" dedim. Bunun üzerine hemen:
"Pekâla dedi ve devam etti: Allah'a yemin olsun! O, Kur'an'da
geçen bazı sıfatlarıyla Tevrat'ta da mevsuftur (ve şöyle denmiştir): "Ey
Peygamber, biz seni insanlara şahid, müjdeleyici ve korkutucu (Ahzab 45) ve
ümmiler için de koruyucu olarak gönderdik. Sen benim kulum ve elçimsin. Ben
seni mütevekkil diye tesmiye ettim. O, ne katı kalpli, ne de kaba biri
değildir. Çarşı pazarda rastgele bağırıp çağırmaz. Kötülüğü kötülükle kaldırmaz, bilakis affeder, bağışlar. Allah,
bozulmuş dini onunla tam olarak ikame etmeden onunla kör gözleri, sağır
kulakları, paslanmış kalpleri açmadan onun ruhunu kabzetmez." [Buharî,
Büyû 50, Tefsir, Feth 3.][48]
AÇIKLAMA:
1- Abdullah İbnu Amr İbni'l-As, sahabenin büyüklerindendir ve hadisleri,
Resulullah'ın bilgisi tahtında yazanlardan biridir. Burada bizi ilgilendiren yönlerden biri, alim bir zat
oluşu ve Ehl-i Kitap'tan çok miktarda kitap elde ederek onları okumasıdır. Bu
sebeple İsrailiyatı ve Kitab-ı Mukaddes'in muhteviyatını iyi bilmektedir.
Binaenaleyh, kendisinden, Kütüb-ü Sabıka'da Resulullah'tan haber veren ayetler
hakkında soru sorulması tesadüfi bir hâdise değildir. Görülüğü üzere, soruya
güzel bir örnek zikrederek müsbet cevap
vermiştir. Radıyallahu anh'ın zikrettiği Tevrat ayetinin bir benzeri Kur'an'da
aynen mevcuttur. Hele pasajın yarısı –ki oraya, Kur'andaki yerini belirten kayıt
düştük- tıpa tıp Kur'an'a uymaktadır. Tevrat'tan zikredilen pasajın ikinci
kısmına uyan bir başka ayet yine Kur'an-ı Kerim'de zikredilmiştir (Mealen):
"Sen Allah'tan bir merhamet sayesindedir ki, onlara yumuşak davrandın.
Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar, etrafından herhalde
dağılıp gitmişlerdi. Artık onları bağışla, günahlarının mağfiret edilmesini
iste. İş hususunda onlarla müşavere et.
Bir kerre de azmettin mi, artık Allah'a güvenip dayan. Çünkü Allah kendine
güvenip dayananları sever" (Al-i İmran 159). Tevrat'tan alınan pasajın en
son kısmına benzeyen bir ayet de şöyledir (mealen): "Ne iyilik, ne de kötülük müsavi değildirler. Sen (kötülüğü) en
iyi olanla önle. O zaman görürsün ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse
bile, sanki samimi dostun olmuştur" (Fussilet 34).[49]
ـ5559 ـ3ـ
وعن
عبداللّهِ
بنِ سَم
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال:
]مَكْتُوبٌ في
التَّوْرَاةِ
صِفَةُ مُحَمّدٍ
وَعِيسى
ابْنُ
مَرْيَمَ
يُدْفَنُ
مَعَهُ. قَالَ
أبُو
مَوْدُودٍ
اَلْمَدَنِىُّ:
قَدْ بَقِىَ في
الْبَيْتِ
مَوْضِعُ
قَبْرٍ[.
أخرجه الترمذي
.
3. (5559)- Abdullah İbnu
Selam (radıyallahu anh) anlatıyor: "Tevrat'ta Hz. Muhammed (aleyhissalâtu
vesselâm)'in sıfatı ve İsa İbnu Meryem'in de O'nunla birlikte defnedileceği
yazılıdır.
Ebu Mevdud el-Medeni der
ki: "(Resulullah'ın kabrinin
bulunduğu) hücrede bir kabir yeri
var." [Tirmizî, Menakıb 3, (3621).][50]
AÇIKLAMA:
Hadis, Tevrat'ta yazılanlar arasında Hz. Peygamber'in vasıfları
ile Hz. İsa'nın, Aleyhissalâtu vesselâm'ın yanına defnedileceğinin de yazılı
olduğunu belirtmektedir. Hz. İsa'nın, Aleyhissalâtu vesselâm'ın yanına
gömüleceğine dair başka rivayetler de vardır. Hz. Aişe'den gelen bir rivayete
-ki zayıftır- göre, Hz. Aişe,
Aleyhissalâtu vesselâm'a:
"Senden sonra hayatta kalırsam yanına gömülmek isterim!"
diye bir arzu izhar edince, Aleyhissalâtu vesselâm, bunun mümkün olmayacağını
belirtir ve: "Orada benim kabrim, Ebu Bekr ve Ömer'in kabirleri, bir de
Hz. İsa İbnu Meryem'in kabri bulunacaktır!" der. Bu hususu te'yid eden
rivayetlerden biri yine Abdullah İbnu Amr'dan rivayet edilmiştir: "İsa
İbnu Meryem yeryüzüne iner, evlenir ve çocukları doğar. Kırk beş yıl böyle
geçer. Sonra ölür ve benimle birlikte kabrime defnedilir." [51]
ـ5560 ـ4ـ
وعن أبي مُوسى
رَضِيَ اللّهُ
عَنه قال:
]سَمِعْتُ
النَّجَاشِيَّ
صَاحِبَ
الْحَبَشَةِ
رَحِمَهُ
اللّهُ
تَعالى يَقُولُ:
أشْهَدُ أنَّ
مُحَمّداً
رَسُولُ اللّهِ،
وَأنَّهُ
الّذِي
بَشِّرَ
عِيسى عَلَيْهِ
السََّمُ،
وَلَوَْ مَا
أنَا فيهِ مِنَ
الْمُلْكِ
وَمَا
تَحَمَّلَتُ
مِنْ أُمُورِ
النَّاسِ ‘َتَيْتُهُ
حَتّى
أحْمِلَ
نَعْلَيْهِ[.
أخرجه أبو
داود .
4. (5560)- Ebu Musa (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Habeşistan'ın sahibi (kralı) Necaşî merhumu işittim, demişti ki:
"Ben şehadet ederim ki Muhammed Allah'ın resulüdür. O, Hz.
İsa (aleyhisselâm)'nın geleceğini
müjdelediği zattır. Eğer ben, şu saltanatın başında olmasaydım ve üzerimdeki
insanlarla ilgili yük bulunmasaydı onun ayakkabılarını taşımak üzere yanına
giderdim." [Ebu Davud, Cenaiz 62, (3205).][52]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, sarih bir şekilde Habeş Kralı Necasî'nin Müslüman
olduğunu ifade etmektedir. İbnu'l-Esir Necaşî'nin Resulullah'ın sağlığında
Müslüman olduğunu, kendisine muhacir olarak iltica eden Müslümanları himaye
edip onlara iyi davrandığını belirtir. Kendisine iltica eden Müslümanları
Kureyşliler geri almak üzere heyet gönderirler, hediyeler verirler. Fakat
Necaşî taleplerini reddeder ve Müslümanları himaye eder. Necaşî Mekke'nin
fethinden önce vefat etmiş, Resulullah da Medine'de onun cenaze namazını
kıldırmıştır, (radıyallahu anh).[53]
ـ5561 ـ5ـ
وعن ابن
عبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنهما قال: ]حَدَّثَنِى
أبُو
سُفْيَانَ
بْنُ حَرْبٍ
قَالَ:
اِنْطَلَقْتُ
في
الْمُدَّةِ
الّتِي كَانَتْ
بَيْنِي
وَبَيْنَ
رَسُولِ
اللّهِ # الى
الشَّامِ.
فَبَيْنَا
أنَا بِهَا
إذْ جِئَ بِكَتَابٍ
مِنَ
النَّبِيِّ #
الى
هَرَقْلَ، جَاءَ
بِهِ
دِحْيَةُ
الْكَلْبِيُّ
فَدَفَعَهُ الى
عَظِيمِ
بُصْرَى،
فَدَفَعَهُ
الى عَظِيمُ
الرُّومِ
هِرَقْلَ.
فَقَالَ
هِرَقْلُ: هَلْ
هُنَا أحَدٌ
مِنْ قَوْمِ
هذَا
الرَّجُلِ الّذِى
يَزْعُمُ
أنَّهُ
نَبِيُّ؟
قَالُوا: نَعَمْ.
فَدُعِيتُ في
نَفَرٍ مِنْ
قُرَيْشٍ فَدَخَلْنَا
عَلَيْهِ
فَأجْلَسَنَا
بَيْنَ
يَدَيْهِ.
فَقَالَ:
أيُّكُمْ
أقْرَبُ
نَسَباً
مَعَهُ؟
فَقُلْتُ:
أنَا.
فَأجْلَسَنِي
بَيْنَ يَدَيْهِ،
وأصْحَابِي
خَلْفِي؛
ثُمَّ
دَعَا
بِتَرْجُمَانِهِ
فَقَالَ: قُلْ
لِهؤَُءِ:
إنِّى
سَائِلٌ هذَا
عَنْ هَذا الرَّجُلِ
الّذي
يَزْعَمُ أنَّهُ
نَبِيُّ فإنْ
كَذَبَنِي
فَكَذَّبُوهُ.
قَالَ أبُو
سُفْيَانَ:
وَايْمُ
اللّهِ لَوَْ
أنْ يُؤْثَرَ
عَليَّ
الْكَذِبُ
لَكَذَبْتُهُ.
ثُمَّ قَالَ
لِتَرْجُمَانِهِ:
سَلْهُ،
كَيْفَ
نَسَبُهُ
فِيكُمْ؟
قُلْتُ: هُوَ
فِينَا ذُو
نَسَبٍ.
قَالَ: فَهَلْ
كَانَ مِنْ
آبَائِهِ
مِنْ مَلِكٍ؟
قُلْتُ: َ.
قَالَ: فَهَلْ
كُنْتُمْ
تَتَّهِمُونَهُ
بِالْكَذِبِ
قَبْلَ أنْ
يَقُولَ مَا
قَالَ.
قُلْتُ: َ.
قَالَ: فَهَلْ
يَتَّبِعُهُ
أشْرَافُ
النَّاسِ أمْ
ضُعَفَاؤُهُمْ.
قُلْتُ: بَلْ
ضُعَفُاؤُهُمْ.
قَالَ:
أيَزِيدُونَ
أمْ
يَنْقُصُونَ؟
قُلْتُ: َ، بَلْ
يَزِيدُونَ
قَالَ: هَلْ
يَرْتَدُّ
أحَدٌ عَنْ
دِينِهِ
بَعْدَ أنْ
يَدْخُلَ
فيهِ سَخَطَةً
لَهُ؟ قُلْتُ:
َ. قَالَ:
فَهَلْ قَاتَلْتُمُوهُ؟
قُلْتُ:
نَعَمْ.
قَالَ: كَيْفَ
كَانَ
قِتَالُكُمْ
إيَّاهُ؟
قُلْتُ:
تَكُونَ الْحَرْبُ
بَيْنَنَا
وَبَيْنَهُ
سِجَاً، يُصِيبُ
مِنَّا
وَنُصِيبُ
مِنْهُ،
قَالَ فَهَلْ
يَغْدِرُ؟
قُلْتُ: َ ،
وَنَحْنُ
مِنْهُ في هذِهِ
الْمُدَّةِ
مَا نَدْرِي
مَا هُوَ
صَانِعٌ.
قَالَ أبُو
سُفْيَانَ:
فَوَاللّهِ
مَا أمْكَنَنِي
مِنْ
كَلِمَةٍ
أُدْخِلُ
فيهَا شَيْئاً
غَيْرَ هذِهِ.
قَالَ: فَهَلْ
قالَ هذَا الْقَوْلَ
أحَدٌ
قَبْلَهُ؟
قُلْتُ: َ.
فَقَالَ لِتَرْجُمَانِهِ:
قُلْ لَهُ
إنِّي
سَألْتُكَ عَنْ
نَسَبِهِ
فِيكُمْ
فَزَعَمْتَ
أنَّهُ فِيكُمْ
ذُو نَسَبٍ،
وَكذلِكَ
الرُّسُلُ تُبْعَثُ
في أنْسَابِ
قَوْمِهَا؛
وَسَألْتُكَ
هَلْ كَانَ في
آبَائِهِ
مَلِكٌ؟
فَزَعَمْتَ
أنْ َ. فَقُلْتُ:
لَوْ كَانَ في
آبَائِهِ
مَلِكٌ، قُلْتُ:
رَجُلٌ
يَطْلُبُ
مُلْكَ
أبِيهِ، وَسَألْتُكَ
عَنْ
أتْبَاعِهِ:
أضُعَفَاؤُهُمْ
أمْ
أشْرَافُهُمْ؟
فَقُلْتُ:
بَلْ ضُعَفَاؤُهُمْ،
وَهُمْ
أتبَاعُ
الرُّسُلِ؛
وَسأَلْتُكَ:
هَلْ
كُنْتُمْ
تَتَّهِمُونَهُ
بِالْكَذِبِ
قَبْلَ أنْ
يَقُولَ مَا
قَالَ؟
فَزَعَمْتَ
أنْ َ
فَعَرَفْتُ
أنَّهُ لَمْ يَكُنْ
لِيَدَعَ
الْكَذِبَ
على النَّاسِ
وَيَكْذِبَ
عَلى اللّهِ
تعالى،
وَسَأَلْتُكَ:
هَلْ
يَرْتَدُّ
أحَدٌ
مِنْهُمْ
عَنْ دِينِهِ
بَعْدَ أنْ
يَدْخُلَ
فيهِ
سَخَطَةً لَهُ؟
فَزَعَمْتَ
أنْ َ.
فَكَذلِكَ
ا“يمَانُ إذَا
خَلَطَتْ
بَشَاشَتُهُ
الْقُلُوبَ؛
وَسَألْتُكَ:
هَلْ
يَزِيدُونَ
أمْ
يَنْقُصُونَ؟
فَزَعَمْتَ:
أنَّهُمْ
يَزِيدُونَ،
وَكَذلِكَ
أمْرُ
ا“يمَانِ
حَتّى يَتِمّ؛
وَسَألْتُكَ:
هَلْ
قَاتَلْتُمُوهُ؟
فَزَعَمْتَ
أنَّكُمْ
قَاتَلْتُمُوهُ،
فَتَكُونُ
الْحَرْبُ
بَيْنَهُمْ
سِجَاً،
يَنَالُ
مِنْكُمْ وَتَنَالُونَ
مِنْهُ،
وَكذلِكَ
الرُّسُلُ تُبْتَلى،
ثُمَّ
تَكُونُ
لَهُمُ
الْعَاقِبَةُ،
وَسَألْتُكَ
هَلْ
يَغْدِرُ؟
فَزَعَمْتَ
أنَّهُ َ
يَغْدِرُ،
وَكذلِكَ
الرُّسُلُ َ
تَغْدِرُ؛
وَسَألْتُكَ
هَلْ قَالَ
هذَا الْقَوْلَ
أحَدٌ قَبْلَهُ؟
فَزَعَمْتَ
أنْ َ.
فَقُلْتُ:
لَوْ قَالَ
هذَا
الْقَوْلَ
أحَدٌ
قَبْلَهُ،
قُلْتُ
رَجُلٌ
اِئْتَمَّ
بِقَوْلِ
قِيلَ قَبْلَهُ؛
ثُمَّ قَالَ:
بِمَ
يَأمُرُكُمْ؟
قُلْنَا:
بِالصََّةِ
وَالزَّكَاةِ
وَالصِّلَةِ وَالْعفَافِ.
فقَالَ إنْ
يَكُ مَا
تَقُولُ حَقّاً
فإنَّهُ
نَبِيٌّ،
وَقَدْ
كُنْتُ
أعْلَمُ
أنَّهُ
خَارِجٌ،
وَلَمْ أكُنْ
أظُنُّهُ
مِنْكُمْ،
وَلَوْ
أعْلَمُ
أنِّى
أخْلُصُ
إلَيْهِ ‘حْبَبْتُ
لِقَاءَهُ،
وَلَوْ
كُنْتُ
عِنْدَهُ
لَغَسَلْتُ
عَنْ
قَدَمَيْهِ،
وَلَيَبْلُغَنَّ
مُلْكَهُ مَا
تَحْتَ
قَدَمَيَّ، ثُمَّ
دَعَا بِكِتَابِ
رَسُولِ
اللّهِ #،
فَقَرَأهُ
فإذَا فيهِ:
بِسْمِ
اللّهِ
الرَّحْمنِ
الرَّحِيمِ،
مِنْ
مُحَمّدٍ
رَسُولِ
اللّهِ إلى
هِرَقْلَ عَظِيمِ
الرُّومِ،
سََمٌ عَلى
مَنِ اتَّبَعَ
الْهُدَى.
أمَّا بَعْدَ
فَإنِّي
أدْعُوكَ
بِدِعَايَةِ
ا“سَْمِ.
أسْلَمْ
تَسْلَمُ يُؤْتِكَ
اللّهُ
أجْرَكَ
مَرَّتَيْنِ،
فَإنْ
تَوَلّيْتَ
فَإنَّ
عَلَيْكَ
إثْمَ
ا‘رِيسِيِّينَ،
وَيَا أهْلَ
الْكِتَابِ
تَعَالَوْا
الى كَلِمَةٍ
سَوَاءٍ
بَيْنَنَا
وَبَيْنَكُمْ
أنْ َ
نَعْبُدَ إَّ
اللّهَ وََ
نُشْرِكَ
بِهِ شَيْئاً
وََ
يَتَّخِذَ
بَعْضُنَا
بَعْضاً أرْبَاباً
مِنْ دُونِ
اللّهِ
فَإنْ
تَوَلَّوْا
فَقُولُوا
أشْهَدُوا بِأنَا
مُسْلِمُونَ.
فَلَمَّا
فَرَغَ مِنْ
قِرَأةِ
الْكِتَابِ
ارْتَفَعتِ
ا‘صْوَاتُ عِنْدَهُ
وَكَثُرَ
اللُّغَطُ
فَأمَرَ
بِنَا فَأُخْرِجْنَا،
فَقُلْتُ
‘صْحَابِي:
لَقَدْ
أُمِرَ أمْرُ
ابْنِ أبِي
كَبْشَةَ
إنَّهُ
لَيَخَافُهُ
مَلِكُ بَني
ا‘صْفَرِ.
فَمَا زِلْتُ
مُوقِناً
بِأمْرِ
رَسُولِ
اللّهِ # أنَّهُ
سَيَظْهَرُ
حَتَّى
أدْخَلَ
اللّهُ عَلَيَّ
ا“سَْمَ؛
وَدَعَا
هِرَقْلُ
جَمْعَهُ فَجَمَعَهُمْ
في دَارٍ
لَهُ.
فَقَالَ: يَا
مَعْشَرَ
الرُّومِ،
هَلْ لَكُمْ
في الْفََحِ وَالرُّشْدِ
الى آخِرِ
ا‘بَدِ، وَأنْ
يَثْبُتَ
لَكُمْ
مُلْكُكُمْ،
فَحَاصَوا
حَيْصَةَ
حُمُرِ
الْوَحْشِ
الى ا‘بْوَابِ
فَوَجَدُوهَا
قَدْ
أُغْلِقَتْ،
فَدَعَاهُمْ،
فقَالَ: إنَّمَا
اخْتَبَرْتُ
شِدَّتَكُمْ
عَلى دِينِكُمْ،
وَقَدْ
رَأيْتُ
مِنْكُمُ
الّذِى أحْبَبْتُ،
فَسَجَدُوا
لَهُ
وَرَضُوا
عَنْهُ[.
أخرجه
الشيخان.قوله
»يؤثرُ عليّ
الكذبُ« أي
يروى عني
وينسب إلي.و»الغدرُ«
ضد الوفاء وهو
نقض
العهد.و»البشاشةُ«
إنشراح القلب
بالشئ والفرح
بقبوله.وتقول
»الحربُ بينهم
سجَالٌ« إذا
كانت
متماثلة،
تارة لهؤء،
وتارة
لهؤء.و»الصِّلَةُ«
صلة ا‘رحام،
وهي كل ما أمر
به اللّه أن
يوصل الى
ا‘قارب من
أنواع البر
وا‘حسان.و»العفافُ«
الكفّ عما يحل
لك.و»ا‘ريسيّين«
الفحون، وقيل
ا‘تباع.و»اللّغط«
اختط ا‘صوات
واختفها.وقوله
»أُمِرَ أمْرُ
ابن أبي
كبشةَ« يعنى
النبي #: أي كبر
شأنه وعظم
واتسع. وكانوا
ينسبون النبي
# الى
أبي كبشة
الخراعى ‘نه
خالف قريشاً
في عبادة
ا‘وثان، وعبد
الشعرى: النجم
المعروف. فلما
خالفهم النبي
# في عبادة
ا‘صنام نسبوه
إليه، وقيل
كان جدّاً له #
من قبل ا‘م،
أرادوا أنه
نزع إليه في
الشبه.و»بنُو
ا‘صفر« هم
الروم، سموا
بذلك لما يعرض
‘بدانهم من
الصفرة في الغالب.»وَحاصَوا«
نفروا وجالوا
من جهة الى
أخرى .
5. (5561)- İbnu Abbas
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Bana Ebu Süfyan İbnu Harb anlattı ve dedi
ki: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile aramızda sulh(-u Hudeybiye)
olduğu bir sırada Şam'a gitmiştim. Ben orada iken, Herakliyus'a, Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'dan bir mektup getirildi. Mektubu Dıhyetu'l-Kelbî
getirmişti. Onu Busra emîrine teslim etti. O da, Rum Kralı Herakliyus'a
ulaştırdı. Herakliyus:
"Peygamber olduğunu zanneden şu adamın kavminden buralarda
birileri var mı?" diye sordu. Ona "evet var!" dediler ve ben bir
grup Kureyşliyle birlikte çağırıldım. Yanına girdik. Bizi önüne oturttu.
"Ona nesebce en yakın olan kimdir?" dedi. Ben atıldım:
"Benim!" dedim. Bunun üzerine beni, arkadaşlarım arkamda
kalacak şekilde önüne oturttu. Sonra tercümanını getirtti.
"Şunlara söyle, ben şuna, o peygamber olduğunu zanneden kimse
hakkında soracağım. Eğer cevaplarında bana yalan söylemeye kalkarsa, onu tekzib
etsinler!" dedi. Ebu Süfyan der ki:
"Allah'a yemin olsun. Eğer yalanım, aleyhime tesir hasıl eder
korkusu olmasaydı, cevaplarım sırasında yalan söylerdim. Sonra Herakliyus,
tercümanına:
"Sor şuna! O zatın aranızdaki nesebi nasıldır?" dedi. Ben:
"O, aramızda asil bir nesebe sahiptir" dedim. O tekrar
sordu:
"Onun ecdadı arasında
kral var mı?"
"Yok!" dedim.
"Siz onu bu
iddiasından önce hiç yalanla itham ettiniz mi?" dedi. Ben
"Hayır!" dedim.
"Ona insanların eşraf takımı mı tabi oluyor, zayıflar takımı
mı?" dedi.
"Zayıflar takımı!" dedim.
"Artıyorlar mı azalıyorlar mı?" dedi. Ben:
"Eksilmiyorlar, bilakis artıyorlar" dedim. O tekrar sordu:
"Dine girdikten sonra hoşnutsuzlukla dininden vazgeçen, irtidad eden oldu mu?"
"Hayır!" dedim.
"Onunla hiç savaştınız mı?" dedi. Ben:
"Evet!" dedim.
"Onunla savaşınız nasıl oldu?" dedi.
"Harb onunla bizim aramızda münavebeli oldu. O bize karşı
kazandı, biz de ona karşı kazandık!" dedim.
"Verdiği sözden caydığı oldu mu?" dedi.
"Hayır! Ancak, aramızda bir sulh var, bu esnada ne yapacak
bilmiyoruz!" dedim.
Ebu Süfyan der ki: "Allah'a
yemin olsun o konuşmamız esnasında, (aleyhte) bundan başka bir şey
söyleme imkanı bulamadım." Herakliyus sormaya devam etti:
"Muhammed'den önce bu sözü söyleyen bir başkası var
mıydı?" dedi.
"Hayır!" dedim. Bunun üzerine tercümanına:
"Söyle ona! Ben sana
"aranızdaki nesebi" nden sordum, sen onun asaletli biri olduğunu söyledin. İşte peygamberler de
böyledir, hep kavimleri arasında neseb sahiplerinden gönderilirler. Ben sana
"ecdadı içinde kral var mı?"
diye sordum "yok!" dedin. Ben de "eğer ecdadı arasında bir kral
olsaydı bu ecdadının kraliyetini arayan bir adam" diyecektim. Ben,
"O'na tabi olanlar"dan sordum: "Cemiyetin zayıf takımı mı yoksa
eşraf kesimi mi?" diye. Sen "zayıflar!" dedin. Peygamberlere tabi
olanlar işte bunlardır. Ben sana "bu
iddasından önce onu hiç yalanla itham
ettiniz mi?" diye sordum,
sen "hayır!" dedin. Böylece anladım ki o, ne insanlara ne de Allah'a yalan söyleyecek biri
değildir. Ben sana "dine girdikten sonra, hoşnut olmayarak dininden dönen
oldu mu?" diye sordum, sen "hayır!" dedin. İman böyledir, onun neşesi kalplere
bir girdi mi, bir daha solmaz. Ben senden "onlar artıyorlar mı,
eksiliyorlar mı?" diye sordum, sen arttıklarını söyledin. İman işi
böyledir, tamamlanıncaya kadar artarlar. Ben sana "onlarla savaştınız
mı?" diye sordum, sen savaştığınızı, savaşın aranızda münavebetli cereyan
ettiğini, onların size, sizin de onlara galebe çaldığını söyledin. Peygamberler
de böyledir, imtihandan geçirilir,
sonunda akibet onların olur. Ben sana
"verdiği sözden döndüğü olur
mu?" dedim, sen olmadığını
söyledin. Peygamberler de böyledir, sözlerinden dönmezler. Ben, "bu iddayı
ondan önce söyleyen oldu mu?" diye sordum. Sen "hayır!" dedin.
Ben "Eğer bu sözü ondan önce biri söylemiş olsaydı, Ôbu adam, kendinden
önce söylenmiş bir sözü tamamlamaya çalışan birisi' diyecektim."
Herakliyus sonra: "Size ne emrediyor?" diye tekrar soru sordu. Biz:
"Namaz, zekat, sıla-i rahim ve iffet" dedik. Bunun üzerine Herakliyus dedi ki:
"Eğer, senin söylediklerin gerçekse, O peygamberdir! Ben onun
çıkacağını biliyordum. Ancak sizin aranızdan çıkacağını zannetmiyordum. Eğer,
O'na kavuşabileceğimden emin olsam
karşılaşmayı çok isterdim. Yanında olsaydım, ayaklarına su dökerdim. O'nun hakimiyeti, ayaklarımın
altında olan şu diyarlara kadar uzanacaktır."
Sonra Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın mektubunu getirtti ve
okuttu. Şöyle diyordu: "Bismillahirrahmanirrahim.
Allah'ın elçisi Muhammed'den Rum'un büyüğü Herakliyus'a,
Selam hidayete tabi olanlara olsun.
Emma ba'd! Seni İslam'a çağırıyorum. İslam'a gir, selameti bul!
Allah da ecrini iki kat versin. Yüz çevirirsen, bütün tebeanın günahı üzerine
olsun. "Ey Ehl-i Kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze
gelin: Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım,
Allah'ı bırakıp da birbirimizi Rabb edinmeyelim. Eğer onlar yüz çevirirse siz
deyin ki: "Şahit olun, biz Müslümanlarız" (Al-i İmran 64).
Herakliyus, mektubun okunuşunu tamamlayınca, yanında sesler
yükseldi ve gürültüler arttı. Bize emretti, çıkarıldık. Ben
arkadaşlarıma:"
İbnu Ebî Kebşe'nin işi ciddidir.[54] Şu Benî Asfer'in
(Rumların)[55]
kralı ondan korkuyor!" dedim. Allah İslam'ı bana nasib edinceye kadar onun galip geleceği
inancını taşıdım.
Herakliyus, ileri gelen cemaatini hep davet etti, kendine ait sarayların
birinde toplandılar. Onlara:
"Ey Rum cemaati! Ebedî bir kurtuluşunuz ve şu saltanatınızın
bekasına ne dersiniz?" dedi. Bunun üzerine, hep birden vahşi eşekler gibi
ürküp kapılara koştular. Ancak hepsini kapatılmış buldular. Herakliyus onları
geri çağırdı.
"Ben sizin dindeki salabetinizi imtihan ettim. Sizde gördüğüm
durum hoşuma gitti!" dedi. Bunun üzerine, ona secde ettiler ve ondan razı
oldular." [Buharî, Bed'ü'l-Vahy 1, İman 37, Şehadat 28, Cihad 11, 99, 102,
122, Cizye 13, Tefsir Al-i İmran 4, Edeb 8, İsti'zan 24, Ahkam 40; Müslim,
Cihad 73, (1773); Tirmizî, İsti'zan 24, (2718).][56]
ـ5562 ـ6ـ
وعن ابنِ
عبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنهما قال:
]كَانَ
الْجِنُّ
يَصْعَدُونَ
الى السَّمَاءِ
يَسْتمِعُونَ
الْوَحْيَ!
فإذَا سَمِعُوا
كَلِمَةً
زَادُوا
عَلَيْهَا
تِسْعاً
وَتِسْعِينَ.
فَأمَّا
الْكَلِمَةُ
فَتَكُونُ
حَقّاً،
وَمَا
زَادُوهُ
يَكُونُ بَاطًِ.
فَلَمَّا
بُعِثَ
رَسُولُ
اللّهِ # مُنِعَتِ
الْجِنُّ
مَقَاعِدَهَا
مِنَ السَّمَاءِ
بِالشُّهُبِ،
وَلَمْ
تَكُنِ
النُّجُومُ
يُرْمَى
بِهَا قَبْلَ
ذلِكَ.
فَقَالَ لَهُم
إبْلِيسُ: مَا
هذَا إَّ
‘مْرٍ حَدَثَ.
فَبَعَثَ
جُنُودَهُ
فَوَجَدُوا
رَسُولَ
اللّهِ #
قَائِماً يُصَلِّي
بَيْنَ
جَبَلَيْنِ
بِمَكَّةَ
فَأتَوْهُ
فَأخْبَرُوهُ.
فَقَالَ: هذَا
الْحَدَثُ
الّذِي
حَدَثَ في
ا‘رْضِ[. أخرجه
الترمذي .
6. (5562)- İbnu Abbas
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Cinler
semaya yükselip, orada vahyi dinliyorlardı. Bir tek kelime işitince, ona
doksan dokuz tane de (kendilerinden) ilave ediyorlardı. O tek kelime hak, ilave
edilenler batıldı. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) gönderilince, semadaki
yerlerine yükselmeleri şihablarla (göktaşları) önlendi. Bundan önce gökte
şihablar (bu kadar çok) atılmazdı. İblis onlara:
"Nedir bu? Herhalde mühim bir hâdise var!" dedi.
Askerlerini gönderdi. Onlar Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı Mekke'de iki
dağın arasında namaz kılyor buldular. İblis'e tekrar dönüp gördüklerini haber
verdiler. O da
:"Arzda meydana gelen hâdise
işte bu! (Sizin semadan haber almanız bu sebeple engelleniyor)"
dedi." [Tirmizî, Tefsir, Cin (3321).][57]
AÇIKLAMA:
Cinle ilgili bahis daha önce (3. cilt 229) geçtiği gibi az ileride
de geçecek (5609. hadis). Bu sebeple burada
açıklama yapmayacağız. [58]
ـ5563 ـ1ـ عن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ عَنها
قالت: ]أوَّلُ
مَا بُدِئَ
بِهِ رَسُولُ
اللّهِ # مِنَ
الْوَحْىِ
الرُّوْيَا
الصَّالِحَةُ
في
النَّوْمِ،
وَكَانَ َ
يَرَى رُؤْيَا
إَّ جَاءَتْ
مِثْلَ
فَلَقِ
الصُّبْحِ،
وَحُبِّبَ
إلَيْهِ
الْخََءُ
فَكَانَ يَخْلُو
بِغَارِ
حِرَاءَ
فَيَتَحَنَّثُ
فيهِ ـ وَهُوَ
التَّعَبُّدُ
ـ
اَللَّيَالِى
ذَوَاتِ
الْعَدَدِ
قَبْلَ أنْ
يَنْزِعَ إلى
أهْلِهِ،
وَيَتَزَوَّدُ
لذلِكَ ثُمَّ
يَرْجِعُ إلى
خَدِيجَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنها.
فَيَتَزَوَّدُ
لِمِثْلِهَا،
حَتّى
جَاءَهُ
الْحَقُّ وَهُوَ
في غَارِ
حِرَاءَ.
فَجَاءَهُ
الْمَلَكُ فَقالَ:
اِقْرأْ.
فقَالَ: مَا
أنَا
بِقَارِئٍ.
قَالَ:
فَأخَذَنِي
فَغَطَّنِي
حَتّى بَلَغَ
مِنِّي الْجَهْدُ،
ثُمَّ
أرْسَلَنِى
فَقَالَ: اِقْرأْ.
فَقُلْتُ:
لَسْتُ
بِقَارِئٍ.
فَغَطَّنِي
الثَّانِيَةَ
حَتّى بَلَغَ
مِنِّي الْجَهْدُ.
ثُمَّ
أرْسَلَنِي
فقَالَ:
إقْرَأْ. فَقُلْتُ:
مَا أنَا
بِقَارِئٍ.
فَأخَذَنِي
فَغَطَّنِي
الثَّالِثَةَ
حَتّى بَلَغَ
مِنِّي
الْجَهْدُ.
ثُمَّ
أرْسَلَنِى
فقَالَ:
اِقْرَأْ
بِاسْمِ
رَبِّكَ
الّذِي
خَلَقْ
خَلَقَ
ا“نْسَانَ مِنْ
عَلَقٍ
اِقْرَأْ
وَرَبُّكَ
ا‘كْرَمُ الّذِى
عَلَّمَ
بِالْقَلَمِ
عَلّمَ
ا“نْسَانَ مَا
لَمْ
يَعْلَمْ.
فَرَجَعَ
بِهَا رَسُولُ
اللّه #
يَرْجُفُ
فُؤَادُهُ،
فَدَخَلَ عَلى
خَدِيجَةَ،
فَقَالَ:
زَمِّلُونِِي
زَمِّلُونِي.
فَزَمَّلُوهُ
حَتَّى
ذَهَبَ
عَنْهُ الرَّوْعُ.
فقَالَ
لِخَدِيجَةَ،
وَأخْبَرَهَا
الْخَبَرَ
وقَالَ:
لَقَدْ
خَشِيْتُ
عَلى نَفْسِي.
قَالَتْ لَهُ
خَدِيجَةُ:
كََّ فَوَاللّهِ
مَا
يُخْزِيكَ
اللّهُ
أبَداً،
إنَّكَ لَتَصِلُ
الرَّحِمَ،
وَتَصْدُقُ
الْحَدِيثَ،
وَتَحْمِلُ
الْكَلَّ،
وَتُكْسِبُ
الْمَعْدُومَ،
وَتَقْرِي
الضَّيْفَ،
وَتُعِينُ
عَلى
نَوَائِبِ
الْحَقِّ،
ثُمَّ
اَنْطَلَقَتْ
بِهِ
خَدِيجَةُ
إلى وَرَقَةَ
بْنِ نَوْفَلَ
بْنِ أسَدِ
ابْنِ
عَبْدِالْعُزّى
بْنُ
قُصَيٍّ،
وَهُوَ ابْنُ
عَمَّ
خَدِيجَةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنها،
وَكَانَ
اِمْرَأَ
قَدْ
تَنَصَّرَ في
الْجَاهِلِيّةِ،
وَكَانَ
يَكْتُبُ
الْعِبْرَانِيَّ
فَيَكْتُبُ
مِنَ
ا“نْجِيلِ
بِالْعِبْرَانِيّةِ
مَا شَاءَ
اللّهُ أنْ
يَكْتُبَ،
وَكانَ
شَيْخاً
كَبِيراً
قَدْ عَمَى.
فقَالَتْ خَدِيجَةُ:
يَا ابْنَ
عَمِّ،
اسْمَعْ مِنْ
ابْنِ أخِيكَ
مَا يَقُولُ،
فقَالَ لَهُ
وَرَقَةُ: يَا
ابْنَ أخِى
مَاذَا
تَرَى؟
فَأخْبَرَهُ
رَسُولُ اللّهِ
# خَبَرَ مَا
رَأى. فقَالَ
لَهُ
وَرَقَةُ: هذَا
النَّامُوسُ
الّذِي
أُنْزِلَ
عَلى مُوسى
يَا
لَيْتَنِي
فِيهَا
جَذَعاً،
لَيْتَنِي
أكُونُ
حَيّاً إذْ
يُخْرِجُكَ
قَوْمُكَ.
فقَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: أوْ
مُخْرِجِيَّ
هُمْ قَالَ:
نَعَمْ لَمْ
يَأتِ رَجُلٌ
قَطُّ
بِمِثْلِ مَا
جِئْتَ بِهِ
إَّ عُودِيَ،
وَإنْ يُدْرِكْنِي
يَوْمُكَ
أنْصُرْكَ
نَصْراً
مُؤَزَّراً.
ثُمَّ لَمْ
يَنْشَبْ
وَرَقَةُ أنْ
تُوُفِّيَ
وَفَتَرَ
الْوَحْيُ[.
أخرجه
الشيخان.»غَطّهُ«
إذا ضمه بشدة
كما يغطه في
الماء إذا
بالغ في حطه
فيه.و»الكَلُّ«
العيال
والحوائج
المهمة.و»تكسبُ
المعدومَ« أي
تصل الى كل
معدوم
وتناله، و
يتعذر عليك
لبعده، وقيل
تكسب المعدوم:
أى تعطيه غيرك
وتوصله الى كل
من هو معدومٌ
عنده.و»الناموس«
صاحب سر الملك
الذي
يحضر إ بخير،
وسمى به جبريل
‘نه مخصوص
بالوحي والغيب
الذي
يطلع عليهما
أحد من المئكة
غيره.و»الجذع«
هنا كناية عن
الشباب أي
ليتني أكون
شابا عند
ظهورك
‘نصرك
وأعينك.و»المؤزَّرُ«
المؤكد .
1. (5563)- Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a vahiy
olarak ilk başlayan şey uykuda gördüğü salih rüyalar idi. Rüyada her ne
görürse, sabah aydınlığı gibi aynen vukua geliyordu. (Bu esnada) ona yalnızlık
sevdirilmişti. Hira mağarasına çekilip orada, ailesine dönmeksizin birkaç gece
tek başına kalıp, tahannüsde bulunuyordu. -Tahannüs ibadette bulunma demektir.-
Bu maksadla yanına azık alıyor, azığı tükenince Hz. Hatice (radıyallahu
anha)'ye dönüyor, yine aynı şekilde azık alıp tekrar gidiyordu. Bu hal, kendisine
Hira mağarasında Hak gelinceye kadar
devam etti. Bir gün ona melek gelip:
"Oku!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Ben okuma bilmiyorum!" cevabını verdi. (Aleyhissalâtu
vesselâm hadisenin gerisini şöyle anlatıyor: "Ben okuma bilmiyorum
deyince) melek beni tutup kucakladı,
takatım kesilinceye kadar sıktı. Sonra bıraktı. Tekrar:
"Oku!" dedi. Ben tekrar:
"Okuma bilmiyorum!" dedim. Beni ikinci defa kucaklayıp
takatım kesilinceye kadar sıktı. Sonra tekrar bıraktı ve "Oku!" dedi. Ben yine: "Okuma bilmiyorum!"
dedim. Beni tekrar alıp, üçüncü sefer
takatım kesilinceye kadar sıktı. Sonra bıraktı ve:
"Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir kan pıhtısından
yarattı. Oku, Rabbin kerimdir, o kalemle öğretti. İnsana bilmediğini öğretti" (Alak 1-5)
dedi.
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu vahiyleri öğrenmiş
olarak döndü. Kalbinde bir titreme (bir korku) vardı. Hatice'nin yanına geldi
ve:
"Beni örtün, beni örtün!" buyurdu. Onu örttüler. Korku
gidinceye kadar öyle kaldı. (Sükunete erince) Hz. Hatice (radıyallahu anhâ)'ye
başından geçenleri anlattı ve:
"Nefsim hususunda korktum!" dedi. Hz. Hatice de:
"Asla korkma! Vallahi Allah seni ebediyen rüsvay
etmeyecektir. Zira sen, sıla-i rahimde bulunursun, doğru konuşursun, işini
göremeyenlerin yükünü taşırsın. Fakire kazandırırsın, misafire ikram edersin,
Hak yolunda zuhur eden hadiseler karşısında (halka) yardım edersin!" dedi.
Sonra Hz. Hatice, Aleyhissalâtu vesselâm'ı
alıp Varaka İbnu Nevfel İbnu Esed İbnu Abdi'l-Uzza İbni Kusay'a
götürdü. Bu zat, Hz. Hatice'nin
amcasının oğlu idi. Cahiliye devrinde Hıristiyan olmuş bir kimseydi. İbranice
(okuma) yazma bilirdi. İncil'den, Allah'ın dilediği kadarını İbranice olarak
yazmıştı. Gözleri âma olmuş yaşlı bir ihtiyardı. Hz. Hatice kendisine:
"Ey amcaoğlu! Kardeşinin oğlunu bir dinle, ne söylüyor!"
dedi. Varaka Aleyhissalâtu vesselâm'a:
"Ey kardeşim oğlu!
Neler de görüyorsun?" diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm gördüklerini
anlattı. Varaka da Ona:
"Bu gördüğün melektir. O, Hz. Musa'ya da inmiştir. Keşte ben
genç olsaydım (da sana yardım etseydim); keşke, kavmin seni sürüp çıkardıkları
vakit hayatta olsaydım!" dedi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Onlar beni buradan sürüp çıkaracaklar mı?" diye sordu. Varaka:
"Senin getirdiğin gibi bir din getiren hiç kimse yok ki, ona
husumet edilmemiş olsun! O gününü görürsem, sana müessir yardımda
bulunurum!" dedi. Ancak çok geçmeden Varaka vefat etti ve vahiy de fetrete girdi (kesildi.)"
[Buharî, Bed'ü'l-Vahy, Enbiya 21, Tefsir, Alak Tabir 1; Müslim, İman 252,
(160); Tirmizî, Menakıb 13, (3636).][59]
ـ5564 ـ2ـ
وعن يَحْيى
بِنْ أبي
كَثِيرٍ قال:
]سَألْتُ أبَا
سَلَمَةَ
بْنَ عَبْدِ
الرَّحْمنِ عَنْ
أوَّلِ مَا
نَزَلَ مِنَ
الْقُرآنِ.
فَقَالَ: يَا
أيُّهَا
الْمُدَّثِّرُ.
قُلْتُ: إنَّهُمْ
يَقُولُونَ:
اِقْرَأْ
بِاسْمِ
رَبِّكَ
الّذِى
خَلَقَ. قَالَ
أبُو
سَلَمَةَ:
سَألْتُ
جَابِراً
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
عَنْ ذلِكَ
فَقَالَ: َ
أُحَدِّثُكَ
إَّ مَا
حَدَّثَنَا
بِهِ رَسُولُ
اللّهِ #
قَالَ:
جَاَوَرْتُ
بِحِرَاءَ
شَهْراً، فَلَمَّا
قَضَيْتُ
جِوَارِى
هَبَطْتُ
فَنُودِيتُ
فَنَظَرْتُ
عَنْ
يَمِينِي
فَلَمْ أرَ
شَيْئاً،
وَنَظَرْتُ
عَنْ
شِمَالِي
فَلَمْ أرَ شَيْئاً،
وَنَظَرْتُ
خَلْفِي
فَلَمْ أرَ
شَيْئاً،
فَرَفَعْتُ
رَأسِى
فَرَأيْتُ
شَيْئاً
فَلَمْ
أثْبُتْ لَهُ.
فَأتَيْتُ
خَدِيجَةَ،
فَقُلْتُ:
دَثِّرُونِي.
فَنَزَلَ: يَا
أيُّهَا
الْمُدَّثِّرُ،
قُمْ
فَأنْذِرْ،
وَرَبَّكَ
فَكَبِّرْ،
وَثِيَابَكَ
فَطَهِّرْ،
وَالرُّجْزَ
فَاهْجُرْ
وذلِكَ
قَبْلَ أنْ
تُفرَضَ الصَّةُ[.
أخرجه
الشيخان
والترمذي .
2. (5564)- Yahya İbnu Ebi
Kesir anlatıyor: "Ebu Seleme İbnu Abdirrahman'a Kur'an'dan ilk inenin ne
olduğunu sordum.
"Ya eyyühe'l-Müddessir (ey örtüsüne bürünmüş)!
(suresi)dir!" dedi. Ben:
"İyi ama, başkaları ilk inenin İkra' bismi Rabbikellezi halak
(suresidir). diyorlar" dedim. Bunun üzerine Ebu Seleme:
"Ben bu hususta Hz. Cabir (radıyallahu anh)'e sormuştum. O
bana:
"Sana, Resulullah Aleyhissalâtu vesselâm'ın söylediğinden
başka bir şey söylemeyeceğim, Aleyhissalâtu vesselâm:
"Bir ay kadar Hira mağarasına mücavir oldum (itikafa girdim).
Mücaveretimi (itikafımı) tamamlayınca,
dağdan indim. Derken bana bir seslenen
oldu. Sağıma baktım, hiçbir şey görmedim. Soluma baktım, yine bir şey görmedim.
Arkama baktım bir şey görmedim. Derken başımı kaldırdım, bir şey gördüm, ama
(bakmaya) dayanamadım. Hemen Hatice'nin yanına geldim:
"Beni örtün!" dedim. Derken şu ayetler nazil oldu.
(Mealen): "Ey örtüsüne bürünen! Kalk! (insanları ahiretle) korkut! Rabbini
büyükle, elbiseni temizle. Pislikten kaçın.." (Müddessir suresi). Bu vahiy
namaz farz kılınmazdan önceydi." [Buharî, Bed'ü'l-Vahy, Bed'ül-Halk 6,
Tefsir, Müddessir; Tefsir, Alak, Edeb 118; Müslim, İman 257, (161).][60]
ـ5565 ـ3ـ
وعن عمر
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]كَانَ رَسُولُ
اللّهِ # إذَا
نَزَلَ
عَلَيْهِ
الْوَحْىُ
يُسْمَعُ
عِنْدَ
وَجْهِهِ
كَدَوِىِّ النَّحْلِ؛
فَأُنْزِلَ
عَلَيْهِ
يَوْماً فَمَكَثَ
سَاعَةً.
ثُمَّ
سُرِّىَ
عَنْهُ فَقَرَأَ:
قَدْ أفْلَحَ
الْمُؤْمِنُونَ
الى عَشْرِ
آيَاتٍ
مِنهَا مِنْ
أوَّلِهَا؛
وَقالَ: مَنْ
أقَامَ هذِهِ
الْعَشْرَ اŒيَاتَ
دَخَلَ
الْجَنَّةَ.
ثُمَّ
اسْتَقْبَلَ
الْقِبْلَةَ
وَرَفَعَ
يَدَيْهِ
وَقالَ: اللّهُمَّ
زِدْنَا وََ
تَنْقُصْنَا،
وَأكْرِمْنَا
وََ
تُهِنَّا،
وَأعْطِنَا
وََ تَحْرِمْنَا،
وآثِرْنَا
وََ تُؤْثِرْ
عَلَيْنَا،
اللّهُمَّ
أرْضِنَا
وَاَرْضَ
عَنَّا[.
أخرجه الترمذي.
3. (5565)- Hz. Ömer
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a vahiy
indiği zaman, yüzünün yakınlarında arı uğultusu gibi bir ses işitilirdi. Bir gün, O'na vahiy indirildi. Bir müddet
öyle kaldı. Sonra o hal açıldı. O da Mü'minun suresinden ilk on ayeti okudu:
"Mü'minler kurtuluşa ermiş, umduklarına kavuşmuşlardır. Onlar
namazlarını Allah'tan korkarak, hürmet ve tevazu içinde ve tâdil-i erkan ile
kılarlar. Onlar dünya ve ahiretlerine faydası dokunmayan her türlü şeyden yüz çevirirler. Onlar nail oldukları her türlü nimetin
zekatını aksatmadan verirler. Onlar
namuslarını korurlar. Ancak hanımlarına ve cariyelerine karşı müstesna,
bunlarla olan yakınlıklarından dolayı kınanmazlar Kim helal sınırını aşarak bunların ötesine
geçmek isterse, işte öyleleri haddini aşmış olanlardır. O mü'minler ki, Allah'a
ve kullara karşı olan emanet ve
mesuliyetlerini yerine getirirler ve
sözlerinde dururlar. Onlar namazlarını devamlı olarak, vaktinde ve şartlarına
riayet ederek kılarlar. İşte onlar varislerin ta kendileridir. Onlar Firdevs
cennetine varis olurlar. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır"
(Mü'minun, 1-11).
Arkadan dedi ki: "Kim bu on ayeti yerine getirirse cennete
girer."
Sonra kıbleye yöneldi ve ellerini kaldırıp:
"Allahım (hayrımızı) artır,
bizi (iyilik yönüyle) noksanlaştırma. Bize ikram et, zillete düşürme. Bize ihsanda
bulun, mahrum etme. Bizi tercih et, (düşmanlarımızı) bize tercih etme. Allahım,
bizi razı kıl, bizden de razı ol!" buyurdular." [Tirmizî, Tefsir,
Mü'minun, (3172).][61]
ـ5566 ـ4ـ
وعن ابن
عبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنهما قال:
]آخِرُ آيَةٍ
نَزَلَتْ
عَلى رَسُولِ
اللّهِ #
آيَةُ
الرِّبَا[.
أخرجه
البخاري .
4. (5566)- İbnu Abbas
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
inen en son ayet Riba ayetidir." [Buharî, Bakara 53.][62]
ـ5567 ـ5ـ
وعن جابِرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]كَانَ
رَسُولُ
اللّهِ #
يَعْرِضُ
نَفْسَهُ
بِالْمَوْقِفِ،
فَيَقُولُ: أَ
رَجُلٌ
يَحْمِلُنِي
إلى قَوْمِهِ،
فإنَّ
قُرَيْشاً
مَنَعُونِي
أنْ أُبَلُّغَ
كََمِ
رَبِّي[.
أخرجه أبو
داود والترمذي
.
5. (5567)- Hz. Cabir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), hacc
mevsiminde vakfe mahallinde kendini
hacılara arzediyor: "Beni kavmine götürecek bir kimse yok mu? Kureyş,
Rabbimin kelamını tebliğ etmeme mani oldu" diyordu." [Ebu Davud,
Sünnet 22, (4734); Tirmizî, Sevabu'l-Kur'an 24, (2926).][63]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadisler Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a vahyin başlamasıyla ilgilidir. Vahiy lügat
olarak, gizlice bildirmek demektir. Yazma, yazılan şey, gönderme (ba's), ilham,
emir, ima, işaret, peş peşe ses çıkarma manalarına gelir.
Şer'î bir ıstılah olarak
şeriatın bildirilmesi demektir. Vahy birçok durumda vahyedilen şey manasında
ism-i mef'ul olarak kullanılmaktadır. Bu açıdan, Allah'ın, Resul-i Ekrem'e
indirilen kelamına vahy denmektedir.
2- İlk hadis, (5563), vahyin Resulullah'a rüyayı sadıka şeklinde geldiğini belirtir. Bazı
rivayetlerde rüyayı saliha denmiştir. Bu
rüya, uykuda görülenin sabahleyin aynen çıkması olarak tarif edilmiştir.
Karışıklık olmayan bir rüyadır. Bu, uyanıklık halinde görülecek şeylere bir
alıştırma, hazırlama safhasıdır. Bunu, uyanık halde ışık görme, ses işitme
hadiseleri, yolda yürürken, taşların ve ağaçların selam vermeleri takip
etmiştir. Beyhakî rüya döneminin altı ay sürdüğünü benimser. İbnu Hacer,
"Kırk yaşını tamamlayınca, doğduğu ay olan Rebiulevvel ayında,
peygamberlik rüya ile başlamış olmalı, aynı yılın Ramazanında da uyanık haldeki
vahiy başlamalı" der.
3- Resulullah ilk safhada yalnızlık muhabbetinin sevkiyle
Hira mağarasına gitmiş, tahannüsde bulunmuştur. Tahannüs, tahannüf yani haniflik yapmak demektir.
Kelime, tahannüfün sonundaki fe'nin se'ye kalbiyle ortaya çıkmıştır. Öyleyse
kök manasıyla, hanifleri takip etmek,
onların yolunda gitmek demektir. Haniflik Hz. İbrahim aleyhisselam'ın dininin
adıdır. Bazı rivayetlerde Zührî'nin derci olarak tahannüs'ün taabbüd
olarak açıklandığı görülür. Bu mağaraya
çekilme safhasının, bir ay kadar devam ettiği
ve bunun Ramazan ayında vuku bulduğu bilinmektedir.
Resulullah bu safhada Hz. Cebrail'i Mekke-i Mükerreme'nin Ecyad
nam kevkiinde görür. Cebrail aleyhisselam: "Ey Muhammed!" diye
bağırır. Sağa, sola, öne, arkaya, bakar fakat kimseyi göremez. Derken başını
semaya kaldırır. Onu, semayı gözün alabildiğine kaplamış olarak bir kürsü
üzerinde oturmuş görür.
"Ey Muhammed ben Cibril'im, Cibril'im!" der.
Aleyhissalâtu vesselâm bu manzaradan
korkar, kaçıp, kalabalığa karışır ve bir şey görmez olur. Bilahare kalabalıktan
çıkınca aynı ses yine çağırır. O da tekrar kaçar.
Bundan sonra Cibril aleyhisselam'ın Hira'da görünmesi ve
"Oku!" diye emretmesi hadisesi
geliyor. Bazı rivayetler bu esnada
Cibril'in iki kanadıyla göründüğünü zikreder, kanatlar gözleri kamaştıracak
şekildedir, yakuttandır. Bu rivayet zayıftır. Sahih rivayetler, heyet-i
asliyesi ile Cebrail'i Resulullah'ın iki sefer gördüğünü, bunun birinin,
kendisinden yaratıldığı suret üzere görmeyi talep etmesi üzerine vukua geldiği,
ikincisinin de Mirac'ta cereyan ettiğini gösterir. Resulullah'ın,
Cebrail'i görmesiyle ilgili farklı
rivayetlerin varlığını bilmede fayda var.
4- İlk vahiyden sonra
Resululah'ın hissettiği korkunun mahiyeti ne idi? Bu hususta İbnu Hacer,
alimlerin on iki farklı tahminde bulunduklarını kaydeder:
1 ) Cünun ve gördüklerinin
kehanet olması. Çünkü kâhinler ahlaksız insanlardı. Bu sebeple onlardan
zaten hoşlanmıyordu.
2) Hâcis denen ve fikr-i sabit gibi insana musallat olan
düşünceler.
3) Şiddetli korkudan ölme.
4) Hastalık,
5) Hastalığın devamı,
6) Peygamberlik yükünü taşımaktan acz,
7) Meleğe, korku sebebiyle bakmaktan acz,
8) Kavminin ezasına sabredememe,
9) Öldürülmek,
10) Vatanından ayrılma,
11) Yalanlanma,
12) Ayıplanma,
İbnu Hacer, bu görüşlerden üçüncüsünü ve ondan sonra gelen ikisini daha doğru, şüphelerden daha salim bulur,
diğerlerine itiraz edildiğini söyler.
5- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın o korku hissettiği
anlarda Hz. Hatice tarafından teselli edilmesi ve tesellide kullandığı ikna edici delillerin, Aleyhissalâtu vesselâm'ın
peygamberlikten önce izhar ettiği ahlaki kemalleri olması, üzerinde durulması gereken bir husustur. İlk Müslüman
Hz. Hatice'yi Resulullah'ın hak peygamber oluşuna inanmaya, iknaya sevkeden
husus mucize değil, O'nun önceden bilinen doğru sözlülüğü başta olmak
üzere, dile getirmiş olduğu diğer ahlaki
vasıflardır. Nice mucize gördüğü halde inanmayanlara rağmen, mucizesiz olarak
sözündeki doğruluk ve ahlakındaki kemal
sebebiyle iman... Bu daha selametli, daha içten bir iman olmalıdır. Aleyhissalâtu
vesselâm'ın bu cihetten ortaya koyduğu mucize, ehemmiyetçe Şakk-ı Kamer mucezisini geçmese de geri de kalmaz.
Kur'an-ı Kerim'de her iki hususa da temas edilmiştir (Kalem 4, Kamer 1).
Bu vak'adan hareketle, alimler, musibet ve sıkıntıya düşenleri, münasib sözlerle teselli etmenin müstehab olacağını, musibete düşen kimsenin de güvendiği kimselere halini
açmasının uygun olacağını söylemişlerdir.
6- Resulullah'ın Varaka'ya götürülmesi, vahyin başlangıcındaki
hadiselerin mühimlerindendir. Onun Kütüb-i Sabıka'yı bilen biri olarak
Aleyhissalâtu vesselâm'ın risaletini te'yid etmesi, müjdelemesi, kavminin ileride Mekke'den çıkaracağını haber
vermesi, Efendimiz'in o kitaplarda teferruatlı olarak tavsif edildiğini gösterir.
Varaka'yı daha önce
tanıttığımız için burada tekrar etmeyeceğiz.
7- Fetretu'l-Vahy, ilk vahiyden sonra araya giren fasılayı
ifade eder. Yani Hira dağında başlayan vahiy belli bir sistemle devam etmemiş,
bilakis bir müddet kesilmiştir. Bu kesilmenin Aleyhissalâtu vesselâm'ın
üzerinde ilk vahiyle hasıl olan korkunun
gitmesi, vahyin gelmesine iştiyak duyması gayesini güttüğü belirtilmiştir.
Bu fetretin müddeti ihtilaflıdır.
Birkaç gün diyen rivayetlerin yanıbaşında üç yıl diyenler de
var. Umumiyetle üç yıl diyen rivayetler daha kavi bulunmuş, diğerleri te'vil
edilmiştir. Suheylî, fetretü'lvahyin iki buçuk yıl olduğuna dair mevsuk
rivayeti makul kabul eder. Buna altı aylık rüya dönemini de ekleyerek üç yıla çıkarır.
Böylece reddedilmeyecek bir te'lif ve te'vilde bulunur.
Mekkedeki peygamberlik müddetinin 10 veya 13 yıl olduğuna dair
ihtilafın "fetretü'lvahy" meselesine dayandığını belirten Suheylî, 10
yıl diyenlerin, fetretü'lvahyi hesaba dahil etmemiş olabileceklerine dikkat çeker.
8- İlk inen sure hususunda, kaydedilen rivayetlerde bir tearuz
gözükmektedir. Birinci rivayet Alak suresini ilk inen sure olarak belirlerken,
ikinci rivayette (5564) Müddessir suresinin ilk inen sure olduğu ifade
edilmektedir. Bu ikinci rivayeti esas alanlardan ,ilk nazil olan surenin Müddessir olduğunu cezmen söyleyen de
çıkmıştır. Buhârî'nin bir rivayetinde açık olarak görüldüğü üzere, Müddessir
suresi fetretü'lvahiyden sonra ilk inen suredir. Hz. Cabir (radıyallahu anh)'in
bir rivayetinde Aleyhissalâtu vesselâm şöyle buyurmuştur:
"Ben yürürken birden semadan gelen bir ses işittim.
Bakışlarımı (o tarafa) çevirdim. (Sesin sahibi) bana Hira'da gözükmüş olan melekti,
arz ve sema arasına kurulmuş bir kürsi üzerinde oturuyordu. O (manzara)dan
korktum. Hemen (eve) döndüm ve:
"Beni örtün!" dedim. Allah Teala hazretleri: "Ey
örtüsüne bürünen! Kalk ve inzarda bulun..." diye Müddessir suresini
"pislikten de kaçın" ayetine
kadar inzal buyurdu. Ondan sonra vahiy kızıştı da kızıştı."
İbnu Hacer, bu rivayetteki ziyade cümlelerde gelen tasrihten,
bazılarınca ileri sürülen işkalin
kalkacağını belirtir.
9- Vahyin geliş tarzıyla ilgili bir açıklama Hz. Ömer
tarafından yapılmaktadır (5565). Hz. Ömer (radıyallahu anh), vahiy esnasında
arı kovanından işitilen uğultu nevinden bir sesin, Resulullah'ın başından
işitildiğini söyler. Vahyin gelişi hususunda bu bize bir bilgi verse de,
mahiyetini tam olarak anlamak, anlatmak biraz zor bir iş. Beşer-İlah arasındaki
bu muharebe irtibatı nasıl bir
hâdisedir? Başka rivayetlerde de gelmiş olan birkısım haricî tezahürler
daha zikredilse de, vahiy hâdisesi, esas itibariyle harice kapalı olan bir hâdise, sadece vahye mazhar
kişi tarafından yaşanan bir hal olarak kalma durumundadır.
Başka rivayetlerdeki açıklamalara göre:
* Vahiy hali, Resulullah'a ağır gelen bir durumdur, epeyce bir
sıkıntı ve sıklet hali yaşatmaktadır. Öyle ki, en soğuk günde bile buram buram
terleme hasıl etmektedir. Deve üzerinde vahyin geldiği de olmuş, o esnada
deveye çöken ağırlık sebebiyle devenin karnı yere değecek şekilde bacakları yay
gibi kavis yapmıştır. Zeyd İbnu Sabit, bir seferinde vahiy esnasında dizi
Resulullah'ın dizine değdiği için, duyduğu sıklet sebebiyle bacaklarının tamamen ezildiği, bir
daha yürüyemeyecek hale geldiği zannına
düştüğünü, ancak vahyin sona ermesiyle eski haline döndüğünü anlatır. Vahiy hâdisesinin
"ağır"lığı bizzat Kur'an ayetiyle tescil edilmiştir (Müzzemmil 5).
* Vahiy geldiği sırada Aleyhissalâtu vesselâm, üzerini
örttürüyor, normal uyanıklığa benzemeyen bir halete giriyor. Bu halde kalbine
tulû eden vahiyler, vahiy hali geçtikten sonra ezberlenmiş bir halde hafızada
olduğu gibi kaydediliyordu. Resulullah savaş sırasında bile yanından ayırmadığı
vahiy katibine vahyi imla (dikte) ettiriyor. Yazdırdığı vahyi bir de okutup, kontrol ederek yazma sırasında
bir hata olmuş ise düzelttiriyordu. Bazı rivayetler, ilk sıralarda,
Aleyhissalâtu vesselâm'ın gelen vahyi "unutabilirim" endişesiyle
vahyin gelmesi esnasında tekrar etmeye yeltendiğini, ancak ayet-i kerime ile
müdahale edilerek, bu endişe ve telaşın yersiz olduğunun bildirildiğini
belirtir. Şu ayet bu maksadla vahyolunmuştur: "Ey habibim! Cebrail sana Kur'an'ı
okurken, acele edip de dilini kıpırdatma. Onu biraraya toplayıp okutmak bize
aittir. Cebrail'e okuttuğumuzda sen onun okuyuşunu takip et. Sonra onu açıklamak yine bize
aittir" (Kıyamet 16-19).
Bu hâdise bize, vahiy halinde, Resulullah'ın tam bir şuur halinde
olduğunu ifade etmesi bakımından ehemmiyetlidir. Normal uyanıklığın dışında bir
hal yaşamış olması yanlış yoruma kabil bir durumdur. Bu İlahî müdahale ile
anlıyoruz ki, vahiy hâdisesi sırasında tam bir uyanıklık ve şuur hali
mevcuttur. Kendisine ilka olunanı Aleyhissalâtu vesselâm algılayabilmekte,
"kaybederim" endişesini duymakta ve ezberleme arzusuyla tekrar edip
dudaklarını kıpırdatmaktadır. Yukarıda kaydettiğimiz vahiyden sonra
Aleyhissalâtu vesselâm vahyin mekanizmasını öğrenmiş olarak ezberleme gayretini
terketmiştir.
* Vahiy Aleyhissalâtu vesselâm'a muhtelif şekillerde
gelmiştir:
** Çıngırak sesi şeklinde gelme. Bu Hz. Peygamber'e en
zahmetli olan çeşididir. Hariçten bunun arı uğultusu şeklinde hissedildiği
belirtilir.
** Kalbine atılmak suretiyle gelme.
** Rüyada öğrenmek suretiyle gelme.
** Miraçta olduğu üzere doğrudan doğruya Allah'tan vahyi
telakki etmek suretiyle gelme. Bu tarz vahiyde melek arada elçi değildir.
** İlham suretiyle gelme. [64]
ـ5568 ـ1ـ عن
أنسٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنه
عَنْ مَالِكِ
بْنِ
صَعْصَعةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه:
]أنَّ رَسُولَ
اللّهِ #
حَدَّثَهُمْ
عَنْ لَيْلَةِ
أُسْرِيَ
بِهِ. قَالَ:
بَيْنَا أنَا
في الْحَطِيمِ،
وَرُبَّمَا
قَالَ في
الْحِجْرِ مُضْطَجِعاً،
زَادَ في
رِوَايَةٍ:
بَيْنَ النَّائِمِ
وَالْيَقْظَانِ
إذْ أتَانِي
آتٍ فَشَقَّ
مَا بَيْنَ
هذِهِ.
يَعْنِى
ثُغْرَةَ
نَحْرِهِ الى
شِعْرَتِهِ؛
قَالََ: فَاسْتَخْرَجَ
قَلْبِي،
ثُمَّ
أُتِيتُ
بِطِسْتَ
مِنْ ذَهَبِ
مَمْلُوءٍ
إيمَاناً.
فَغُسِلَ
قَلْبِي، ثُمَّ
حُشِيَ،
ثُمَّ
أُعِيدَ،
ثُمَّ
اُتِيتُ بِدَابَّةٍ
دُونَ
الْبَغْلِ
وَفَوْقَ الْحِمَارِ
أبْيَضَ،
هُوَ
الْبُرَاقُ.
يَضَعُ خَطْوَهُ
عِنْدَ أقْصى
طَرْفِهِ،
فَحُمِلْتُ
عَلَيْهِ.
فَانْلَطَقَ
بِى
جِبْرِيلُ عَلَيْهِ
السََّمُ
حَتّى أتَى
السَّمَاءَ الدُّنْيَا
فَاسْتَفْتَحَ،
فَقِيلَ: مَنْ
هذَا؟ قَالَ:
جِبْرِيلُ.
وَمَنْ
مَعَكَ؟
قَالَ:
مُحَمّدٌ #.
قِيلَ: وَقَدْ
أُرْسِلَ
إلَيْهِ؟
قَالَ:
نَعَمْ. قِيلَ:
مَرْحَباً
بِهِ.
فَنِعْمَ
الْمَجِئُ جَاءَ،
ففُتِحَ،
فَلَمّا
خَلَصْتُ
فإذَا فِيهَا
آدَمُ
عَلَيْهِ
السََّمُ؛
فقَالَ: هذَا
أبُوكَ
آدَمُ،
فَسَلِّمْ
عَلَيْهِ،
فَسَلَّمْتُ
عَلَيْهِ:
فَرَدَّ
عَليَّ
السََّمَ، ثُمَّ
قَالَ:
مَرْحَباً
بِاِبْنِ
الصَّالِحِ؛
وَالنَّبِيِّ
الصَّالِحِ؛
ثُمَّ صَعِدَ
بِي حَتّى
أتَيْنَا
السَّمَاءَ
الثَّانِيَةَ،
فَاسْتَفْتَحَ.
فَقِيلَ: مَنْ
هذَا؟ قَال:
جِبْرِيلُ.
قِيلَ: وَمَنْ
مَعَكَ؟
قَالَ:
مُحَمّدٌ #.
قِيلَ: وَقَدْ
أُرْسِلَ
إلَيْهِ؟
قَالَ:
نَعَمْ. قِيلَ
مَرْحَباً
بِهِ
وَلَنِعْمَ
الْمَجِئُ
جَاءَ.
فَفُتِحَ،
فَلَمَّا
خَلَصْنَا فَإذَا
أنَا
بِيَحْيَى
وَعِيسَى
وَهُمَا ابْنَا
الْخَالَةِ.
قَالَ: هذَا
يَحْيَى
وَعِيسَى عَلَيْهِمَا
السََّمُ
فَسَلِّمْ
عَلَيْهِمَا،
فَسَلَّمْتُ
عَلَيْهِمَا،
فَرَدَّا
عَليَّ
السََّمَ
ثُمَّ قَاَ:
مَرْحَباً
بِا‘خِ
الصَّالِحِ
وَالنَّبِيِّ
الصَّالِحِ
ثُمَّ صَعِدَ
بِي إلى
السَّمَاءِ الثَّالِثَةِ،
فَاسْتَفْتَحَ
فَقِيلَ: مَنْ
هذَا؟ قَالَ:
جِبْرِيلُ. قِيلَ:
وَمَنْ
مَعَكَ؟
قَالَ:
مُحَمّدٌ
قِيلَ: وَقَدْ
أُرْسِلَ
إلَيْهِ؟
قَالَ: نَعَمْ
قِيلَ:
مَرْحَباً
بِهِ
فَلَنِعْمَ
الْمَجِيءُ
جَاءَ،
فَفُتِحَ
لَنَا،
فَلَمَّا
خَلَصْنَا
فإذَا
يُوسُفُ
عَلَيْهِ
السََّمُ قَالَ:
هذَا
يُوسُفُ،
فَسَلِّمْ
عَلَيْهِ،
فَسَلَّمْتُ
عَلَيْهِ،
فَرَدَّ
عَلَيَّ.
ثُمَّ قَالَ:
مَرْحَباً
بِا‘خِ
الصَّالِحِ
وَالنَّبِيِّ
الصَّالِحِ؛
ثُمَّ صَعِدَ
بِي حَتّى
أتَى السَّمَاءَ
الرَّابِعَةَ،
فَاسْتَفْتَحَ.
فَقِيلَ: مَنْ
هذَا؟ قَالَ:
جِبْرِيلُ.
قِيلَ: وَمَنْ
مَعَكَ؟
قَالَ:
مُحَمّدٌ.
قِيلَ: أوَقَدْ
أُرْسِلَ
إلَيْهِ.
قَالَ:
نَعَمْ.
قِيلَ:
مَرْحَباً
بِهِ
فَلَنِعْمَ
الْمَجِئُ
جَاءَ فَفُتِحَ،
فَلَمَّا
خَلَصْنَا
فإذَا
إدْرِيسُ عَلَيْهِ
السََّمُ.
قَالَ: هذَا
إدْرِيسُ،
فَسَلِّمْ
عَلَيْهِ،
فَسَلَّمْتُ
عَلَيْهِ. فَرَدَّ
عَلَيَّ
ثُمَّ قَالَ:
مَرْحَباً
بِا‘خِ الصَّالِحِ
وَالنَّبِىِّ
الصَّالِحِ.
ثُمَّ صَعِدَ
بِى حَتّى
أتَى
السَّمَاءَ
الْخَامِسَةَ،
فَاسْتَفْتَحَ.
فَقِيلَ: مَنْ
هذَا؟ قَالَ:
جِبْرِيلُ.
قِيلَ: وَمَنْ
مَعَكَ؟
قَالَ: مُحَمّدٌ
# قِيلَ:
وَقَدْ
أُرْسِلَ
إلَيْهِ. قَالَ:
نَعَمْ.
قِيلَ:
مَرْحَباً
بِهِ فَلْنِعْمَ
الْمَجِئُ
جَاءَ
فَفَتَحَ،
فَلَمَّا
خَلَصْنَا
فَإذَا
هَارُونَ
عَلَيْهِ
السََّمُ. قَالَ:
هذَا
هَارُونَ،
فَسَلِّمْ
عَلَيْهِ،
فَسَلَّمْتُ
عَلَيْهِ
فَرَدَّ
عَلَيّ. ثُمَّ
قَالَ:
مَرْحَباً
بِا‘خِ
الصَّالِحِ
وَالنَّبِيِّ
الصَّالِحِ.
ثُمَّ صَعِدَ
بِى حَتَّى
أتَى السَّمَاءَ
السَّادِسَةَ،
فَاسْتَفْتَحَ.
فَقيلَََ:
مَنْ هذَا؟
قَالَ:
جِبْرِيلُ.
قِيلَ: وَمَنْ
مَعَكَ؟
قَالَ:
مُحَمّدٌ.
قِيلَ: وَقَدْ
أُرْسِلَ
إلَيْهِ؟
قَالَ:
نَعَمْ. قِيلَ:
مَرْحَباً
بِهِ،
فَلْنِعْمَ
الْمَجِئُ جَاءَ.
فَفَتَحَ.
فَلَمَّا
خَلَصْنَا
فَإذا مُوسى عَلَيْهِ
السََّمُ،
قَالَ: هذَا
مُوسَى، فَسَلِّمْ
عَلَيْهِ،
فَسَلَّمْتُ
عَلَيْهِ،
فَرَدَّ
عَلَىَّ.
ثُمَّ قَالَ:
مَرْحَباً بِا‘خِ
الصَّالِحِ
وَالنَّبِيَّ
الصَّالِحِ
فَلَمَّا
جَاوَزْتُهُ
بَكَى.
فَقِيلَ لَهُ:
مَا
يُبْكِيكَ؟
قالَ:
أبْكِى
‘نَّ غَُماً
بُعِثَ بَعْدِي
يَدْخُلُ
الْجَنَّةَ
مِنْ
أُمَّتِهِ أكْثَرُ
مِمَّنْ
يَدْخُلُهَا
مِنْ أُمَّتِي.
ثُمَّ صَعِدَ
بِي الَى
السَّمَاءِ
السَّابِعَةِ،
فَاسْتَفْتَحَ.
فَقِيلَ: مَنْ
هذَا؟ قَالَ
جِبْرِيلُ.
قِيلَ: وَمَنْ
مَعَكَ؟ قَالَ:
مُحَمَّدٌ.
قِيلَ: وَقَدْ
أُرْسِلَ إلَيْهِ؟
قَالَ:
نَعَمْ. قِيلَ
مَرْحَباً
بِهِ
فَلَنِعْمَ
الْمَجِئُ
جَاءَ،
فَفُتِحَ.
فَلمَّا خَلَصْتُ
فَإذَا
إبْرَاهِيمُ
عَلَيْهِ
السََّمَ.
قَالَ: هذا
أبُوكَ
إبْرَاهِيمُ،
فَسَلّمْ
عَلَيْهِ
فَسَلّمْتُ
عَلَيْهِ،
فَرَدَّ
السََّمَ.
ثُمَّ قَالَ:
مَرْحَباً
بِا‘بْنِ الصَّالِحِ
وَالنَّبِيِّ
الصَّالِحِ.
ثُمَّ
رُفِعْتُ الى
سِدْرَةِ
الْمُنْتَهى،
فإذَا نَبْقِهَا
مِثْلُ قَِلِ
هَجَرَ،
وإذَا
أوْرَاقُهَا
مِثْلُ
آذَانِ
الْفِيلَةِ؛
قَال: هذِهِ سِدْرَةُ
الْمُنْتَهى،
وإذَا
أرْبَعَةُ أنْهَارٍ:
نَهْرَانِ
بَاطِنَانِ
وَنَهْرَانِ
ظَاهِرَان؟
قُلْتُ: مَا
هَذَانِ يَا
جِبْرِيلُ؟
قَالَ: أمَّا
الْبَاطِنَانِ
فَنَهْرَانِ
في الْجَنّةِ،
وأمَّا
الظَّاهِرَانِ
فَالنِّيلُ
والْفُراتُ،
ثُمَّ رُفِعَ
لِيَ
الْبَيْتُ
الْمُعْمُورُ.
ثُمَّ
أُتِيتُ
بِإنَاءٍ
مِنْ خَمْرٍ،
وإنَاءٍ مِنْ
لَبَنٍ،
وإنَاءٍ مِنْ
عَسَلٍ؛
فَأخَذْتُ
الْلَّبَنَ.
فَقَالَ: هِىَ
الْفِطْرَةُ
الّتِي أنْتَ
عَلَيْهَا
وَأُمَّتُكَ.
قَالَ: ثُمَّ
فُرِضَتِ
عَلَىَّ
الصََّةُ
خَمْسُونَ
صََةً كُلَّ
يَوْمٍ.
فَرَجَعْتُ
فَمَرَرْتُ
عَلى مُوسى
عَلَيْهِ
السَّمُ.
فَقَالَ: بِمَ
أُمِرْتَ
فَقُلْتُ
بِخَمْسِينَ
صََةً في
الْيَوْمِ
وَاللَّيْلَةِ.
فَقَالَ: إنَّ
أُمَّتَكَ َ
تَسْتَطِيعُ
خَمْسِينَ
صََةً كُلَّ
يَوْمٍ،
وإنِّي
وَاللّهِ
قَدْ
جَرَّبْتُ
النَّاسَ
قَبْلَكَ
وَعَالَجْتُ
بَنِي
إسْرَائِيلَ
أشَدَّ
الْمُعَالَجَةِ.
فَارْجِعْ الى
رَبِّكَ
فَاسْأَلُهُ
التَّخْفِيفَ
‘ُمَّتِكَ.
فَرَجَعْتُ،
فَوَضَعَ
عَنِّي
عَشْراً.
فَرَجََعْتُ
الى مُوسى.
فَقَالَ: بِمَ
أُمِرْتَ؟
قُلْتُ: وَضَعَ
عَنِّى
عَشْراً.
فَقالَ:
اِرْجِعْ الى
رِبِّكَ
فَاسْأَلُهُ
التَّخْفِيفَ
‘ُمَّتِكَ
فَرَجَعْتُ،
فَوَضَعَ
عَنِّى
عَشْراً
فَرَجَعْتُ
الى مُوسى.
فَقَال:
مِثْلَهُ، فَلَمْ
أزَلْ بَيْنَ
رَبِّي
وَمُوسى،
حَتّى
أُمِرْتُ
بِخَمْسِ
صَلَوَاتٍ،
فَرَجَعْتُ
الى مُوسى
عَلَيْهِ
السََّمُ
فقَالَ: بِمَ
أُمِرْتَ؟
قُلْتُ:
بِِخَمْسِ
صَلَوَاتٍ
كُلَّ يَوْمٍ.
فَقَالَ: إنَّ
أُمَّتَكَ َ
تَسْتَطِيعُ
خَمْسَ
صَلَوَاتٍ
كُلَّ يَوْمٍ
فَارْجِعْ الَى
رَبِّكَ
فَاسْأَلْهُ
التَّخْفِيفَ
‘ُمَّتِكَ.
قُلْتُ؛ قَدْ
سَأَلْتُ
رَبِّي حَتّى
اسْتَحْيَيْتُ،
وَلَكِنَّ
أرْضَى
وَأُسَلِّمُ
فَلَمَّا
جَاَوَزْتُ
مُوسى
عَلَيْهِ
السََّمُ نَادَى
مُنَادٍ
أمْضَيْتُ
فَرِيضَتِي،
وَخَفَفَّتُ
عَنْ
عِبَادِي.
زَادَ
روَايَةٍ: هُنَّ
خَمْسٌ، وَهُنَّ
بِخَمْسِينَ:
َ يُبَدَّلُ
الْقَوْلُ لَدَىَّ[.
أخرجه الخمسة
إ أبا داود،
وهذا لفظ الشيخين
.
1. (5568)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) Malik İbnu Sa'saa
(radıyallahu anh)'dan naklen anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) onlara, Mirac'a götürüldüğü geceden anlatarak demiştir ki,
"Ben Ka'be'nin avlusundan Hatim kısmında -belki de Hıcr'da
demişti- yatıyordum, -bir rivayette şu ziyade var: Uyku ile uyanıklık arasında
idim- Derken bana biri geldi, şuradan şuraya kadar (göğsümü) yardı. -Bu sözüyle
boğaz çukurundan kıl biten yere kadar olan kısmı kasdetti.- Kalbimi çıkardı.
Sonra bana, içerisi imanla [ve hikmetle] dolu, altından bir kap getirildi.
Kalbim [çıkarılıp su ve zemzem ile] yıkandı. Sonra içerisi (imanla) doldurulup
tekrar yerine kondu. Sonra merkepten büyük katırdan küçük beyaz bir hayvan
getirildi. Bu Burak'tı. Ön ayağını gözünün gittiği en son noktaya koyarak yol
alıyordu. Ben onun üzerine bindirilmiştim. Böylece Cibril aleyhisselam beni
götürdü. Dünya semasına kadar geldik. Kapının açılmasını istedi.
"Gelen kim?" denildi.
"Cibril!" dedi.
"Beraberindeki kim?" denildi.
"Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)!" dedi.
"O'na Mirac daveti gönderildi mi?" denildi.
"Evet!" dedi.
"Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliştir!" denildi.
Derken kapı açıldı. Kapıdan geçince, orada Hz. Adem aleyhiselam'ı
gördüm.
"Bu babanız Adem'dir! Selam ver O'na!" dendi. Ben de
selam verdim. Selamıma mukabele etti. Sonra bana:
"Salih evlad hoş gelmiş, salih peygamber hoş gelmiş!"
dedi. Sonra Hz. Cebrail beni yükseltti ve ikinci semaya geldik. Kapıyı çaldı.
"Bu gelen kim?" denildi
."Ben Cibril'im!" dedi."
Beraberindeki kim?" denildi.
"Muhammed!" dedi.
"O'na Mirac daveti gönderildi mi?" denildi.
"Evet!" dedi.
"Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliş!" dediler. Derken
bize kapı açıldı. İçeri girince, Hz. Yahya ve Hz. İsa aleyhimasselam ile
karşılaştım. Onlar teyze oğullarıydı. Hz Cebrail:
"Bunlar Hz. Yahya ve Hz. İsa'dırlar, onlara selam ver!" dedi. Ben de selam verdim.
Onlar da selamıma mukabelede bulundular. Sonra:
"Hoş geldin salih kardeş, hoş geldin salih peygamber"
dediler. Sonra Cebrail beni üçüncü semaya çıkardı. Kapıyı çaldı.
"Bu gelen kim?" denildi.
"Cibril'im!" dedi.
"Yanındaki kim?" denildi.
"Muhammed'dir!" dedi.
"O'na Mirac daveti gitti mi?" denildi.
"Evet!" dedi.
"Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliş!" denildi. Kapı
bize açıldı. İçeri girince Hz. Yusuf aleyhiselam'la karşılaştık. Cebrail:
"Bu Yusuf'tur! O'na selam ver!" dedi. Ben de selam
verdim. Selamıma mukabele etti. Sonra:
"Salih kardeş hoş gelmiş, salih peygamber hoş gelmiş!"
dedi.Sonra Cebrail beni dördüncü semaya çıkardı. Kapıyı çaldı.
"Bu gelen kim?" denildi.
"Cibril'im!" dedi.
"Beraberindeki kim?" denildi
"Muhammed!" dedi.
"Ona Mirac davetiyesi indi mi?" denildi.
"Evet!" dedi.
"Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliş!" dediler. Kapı
açıldı. İçeri girdiğimizde, Hz. İdris aleyhisselam ile karşılaştık. Hz.
Cebrail:
"Bu İdris'tir, O'na selam ver!" dedi. Ben selam verdim.
O da selamıma mukabele etti. Sonra bana:
"Salih kardeş hoş geldin, salih peygamber hoş geldin!"
dedi. Sonra Hz. Cebrail beni yükseltti. Beşinci semaya geldik. Kapıyı çaldı.
"Kim bu gelen?" denildi.
"Ben Cibril'im!" dedi.
"Beraberindeki kim?" denildi.
"Muhammed!" dedi.
"O'na Mirac daveti indirildi mi?" denildi.
"Evet!" dedi.
"Hoş gelmişler! Bu
geliş ne iyi geliş!" denildi. Kapı açıldı. İçeri girince, Harun
aleyhisselam ile karşılaştık. Cebrail aleyhisselam:
"Bu Harun
aleyhisselam'dır. O'na selam ver!" dedi. Ben selam verdim, o da selamıma
mukabelede bulundu ve:
"Salih kardeş hoş geldin, salih peygamber hoş geldin!"
dedi. Sonra Cebrail beni yükseltti ve altıncı semaya geldik. Kapıyı çaldı.
"Bu gelen kim?" denildi.
"Ben Cibril!" dedi.
"Beraberindeki kim?" denildi.
"Muhammed!" dedi.
"O'na Mirac daveti indirildi mi?" denildi.
"Evet!" dedi.
"Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliş!" denildi. İçeri
girince, Hz. İbrahim aleyhisselam ile karşılaştık. Cebrail:
"Bu baban İbrahim'dir, O'na selam ver!" dedi. Ben selam
verdim. O da selamıma mukabele etti. Sonra:
"Salih oğlum hoş geldin, salih peygamber hoş geldin!"
dedi
Sonra Sidretü'l-Münteha'ya çıkarıldım. Bunun meyveleri (Yemen'in)
hecer testileri gibi iri idi, yaprakları da fil kulakları gibiydi. Cebrail
aleyhisselam bana:
"İşte bu
Sidretü'l-Münteha'dır!" dedi.
Burada dört nehir vardır: İkisi batınî nehir, ikisi zahirî nehir.
"Bunlar nedir, ey Cibril?" diye sordum. Hz. Cebrail:
"Şu iki batınî nehir cennetin iki nehridir. Zahirî olanların
biri Nil, diğeri Fırat'tır!" dedi. Sonra bana el-Beytü'l-Ma'mur
yükseltildi. Sonra bana bir kapta şarap, bir
kapta süt, bir kapta da bal getirildi. Ben sütü aldım. Cebrail
aleyhisselam:
"Bu (aldığın), fıtrat(a uygun olan)dır, sen ve ümmetin bu
fıtrat (yaratılış) üzeresiniz!"
dedi.
Resulullah devamla dedi ki:
"Sonra bana, her günde elli vakit olmak üzere namaz farz
kılındı. Oradan geri döndüm. Hz. Musa
aleyhisselam'a uğradım. Bana:
"Ne ile emrolundun?" dedi.
"Gece ve gündüzde elli vakit namazla!" dedim.
"Ümmetin, her gün elli vakit namaza muktedir olamaz. Vallahi
ben, senden önce insanları tecrübe ettim. Benî İsrail'e muamelelerin en şiddetlisini
uyguladım (muvaffak olamadım). Sen çabuk Rabbine dön, bunda ümmetine hafifletme
talep et!" dedi. Ben de hemen döndüm (hafifletme istedim, Rabbim) benden
on vakit namaz indirdi. Musa aleyhisselam'a tekrar uğradım. Yine:
"Ne ile emrolundum?" dedi.
"Benden on vakit namazı kaldırdı!" dedim.
"Rabbine dön! Ümmetin için daha da azaltmasını iste!"
dedi. Ben döndüm. Rabbim benden on vakit
daha kaldırdı. Dönüşte yine Musa aleyhisselam'a uğradım. Aynı şeyi söyledi.
Ben, beş vakitle emrolunmama kadar bu şekilde Hz. Musa ile Rabbim arasında
gidip gelmeye devam ettim. Bu sonuncu defa da Hz. Musa'ya uğradım. Yine:
"Ne ile emredildin?" dedi.
"Her gün beş vakit namazla!" dedim.
"Senin ümmetin her gün beş vakit namaza da takat getiremez.
Rabbine dön, hafifletme talep et!" dedi."
Rabbimden çok istedim. Artık utanıyorum, daha da hafifletmesini
isteyemem! Ben beş vakte razıyım. Allah'ın
emrine teslim
oluyorum!" dedim. Musa
aleyhisselam'ı geçer geçmez bir münadi (Allah adına) nida etti: "Farzını
kesinleştirdim, kullarımdan hafiflettim de!"
Bir rivayette şu ziyade geldi:
"Namazlar (günde) beştir. Ve onlar ellidir de. İndimde hüküm
değişmez artık!"[65]
ـ5569 ـ2ـ
وفي رواية
للنسائي:
]أنَّ
النَّبِىَّ #
لَمَّا رُدَّ
بِخَمْسِ
صَلَوَاتٍ،
قَالَ لَهُ
مُوسى:
فَارْجِعْ
الى رِبِّكَ
فَاسْأَلْهُ
التَّخْفِيفَ
فإنَّهُ فَرَضَ
عَلى بَنِي
إسْرَائِيلَ
صََتَيْنِ
فَمَا
قَامُوا
بِهِمَا،
فَرَجَعْتُ
الى رَبِّي
عَزَّ
وَجَلَّ
فَسَأَلْتُهُ
التَّخْفِيفَ!
فَقَالَ:
إنِّي يَوْمَ
خَلَقْتُ
السَّمَواتِ
وَا‘رْضَ
فَرَضْتُ
عَلَيْكَ
وَعَلى أُمَّتِكَ
خَمْسِينَ
صََةً،
فَخَمْسٌ
بِخَمْسِينَ،
فَقُمْ بِهَا
أنْتَ
وَأُمَّتُكَ
فَعَلِمْتُ
أنَّهَا مِنَ
اللّهِ
تَبَارَكَ
وَتَعالى
صِرّى، فَرَجَعْتُ
الى مُوسى.
فَقَالَ:
اِرْجِعْ فلَمْ
أرْجِعْ[.»سِدْرَةُ
الْمُنْتَهى«
هى شجرة في
أقصى الجنة
إليها ينتهى
علمُ ا‘ولين
واŒخرين.و»السِّدرُ«
شجر
معروف.و»النّبْقُ«
معروف،
والمراد به
ثمرة شجرة
سدرة
المنتهى.و»القِل«
جمع قلة، وهى
الحب يسع
مزادة من
الماء ونسب
الى هجر ‘نها
تعمل
بها.و»صِرّى«
بكسر الصاد
المهملة وتشديد
الراء وفتحها
وكسرها مقصور:
أى حتم واجب .
2. (5569)- Nesâî'nin bir
rivayetinde şöyle gelmiştir: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), beş
vakit namazla gönderilince, Hz. Musa aleyhisselam kendisine:
"Rabbine
dön! Daha da azaltmasını talep et. Çünkü, Benî İsrail'e iki namaz farz
etmişti, onları kılmadılar!" dedi. Bunun üzerine aziz ve celil olan
Rabbime tekrar dönüp daha da
hafifletmesini istedim. Rabb Teala şu cevabı verdi:
"Semavat ve
arzı yarattığım zaman ben sana ve ümmetine elli vakit namaz yazmıştım. Öyleyse
elli olan beştir. Sen ve ümmetin bunları kılın!" Böylece anladım ki, bu
beş vakit namaz Rabbim Teala'dan kesin bir emirdir. Hemen Hz. Musa'ya döndüm. O yine
"Dön!" dedi. Fakat ben, artık geri dönmedim."[66]
ـ5570 ـ3ـ
وعن جابرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
لَمَّا
كَذَّبَتْنِى
قُرَيْشٌ
قُمْتُ في
الْحِجْرِ
فَجَلَّى
اللّهُ لِى
بَيْتَ
الْمَقْدِسِ
فَطَفِقْتُ
أُخْبِرُهُمْ
عَنْ
آيَاتِهِ وَأنَا
أنْظُرُ
إلَيْهِ[.
أخرجه
الشيخان
والترمذي .
3. (5570)- Hz. Cabir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kureyş beni
tekzib ettiği vakit, Hıcr'da doğruldum. Allah Teala hazretleri Beytu'l-Makdis'i bana tecelli ettirdi. Ben
onlara onun alâmetlerini birer birer haber vermeye başladım. Ben
Beytu'l-Makdis'e bakıyor hem de haber veriyordum."[67]
ـ5571 ـ4ـ
وعن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
أَتَيْتُ
لَيْلَةَ أُسْرِىَ
بِى عَلى مُوسى
قَائِماً يُصَلِّى
في قَبْرِهِ
عِنْدَ
الْكَثِيبِ
ا‘حْمَرَ[.
أخرجه مسلم
والنسائي .
4. (5571)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"İsra
gecesinde Hz. Musa'ya uğradım. Kırmızı kum tepesinin yanındaki kabrinde namaz
kılıyordu."[68]
AÇIKLAMA:
1- İsra (veya Mirac) vak'ası Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın hayatında cereyan eden mühim hâdiselerden biridir. İsra kelime
olarak, geceleyin yürümek manasına gelir. Geceleyin sefere çıkan askerî birliğe
seriyye denir ki, aynı kökten gelir. Mirac ise yükselmek manasına gelir.
2- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) hayatında geçen bir
hadise olarak İsra veya Mirac deyince hemen hemen aynı şey kastedilir. Bu,
Aleyhissalâtu vesselâm'ın bir gece, Mescid-i Haram denen Kâbe'den başlayıp
Mescid-i Aksa denen Kudüs'deki mabede kadar uzanıp, orada semavatı aşıp,
Sidretü'l-Münteha'ya yani âlem-i imkan ile âlem-i vücub hududuna kadar ve daha
ötesine ulaşan bir yolculuktur. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu
yolculuğa İlahî bir lütuf olarak mazhar kılınmıştır. Bu yolculuğu Aleyhissalâtu
vesselâm ruh ve cesediyle birlikte aynı gecede, yakaza (uyanıklık) halinde yapmıştır.
3- Miracla ilgili bazı teferruatta alimler arasında ihtilaf
vaki olmuş ise de hâdisenin Mekke'den Kudüs'e kadar olan kısmı ayet-i kerimede
sarih olarak ifade edildiği için, bu safhayı inkar eden kâfir olur. Ayet mealen
şöyle: "Ayetlerimizden bir kısmını
ona göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan alıp, çevresini mübarek
kıldığımız Mescid-i Aksa'ya seyahat ettiren Allah, her türlü noksandan
münezzehtir..." (İsra: 17/1).
İşte bu safha, esra (yani geceleyin yürüttü) kelimesi ile ifade
ediliği için kelimenin mastarı olan isra ile tesmiye edilmiştir. Bu Nebevî
seyahatin devamı olan semavata yükselme, İlahî kurbiyete erme işine Mirac
denir. Miracla ilgili bazı meselelere her ne kadar Necm suresinde temas edilmiş
ise de (1-17. ayetler) daha ziyade hadislerde sarih olarak teferruata kavuşturulmuştur. Bu hadislerden biri
sadedinde olduğumuz babın birinci
hadisidir (5568).
4- Mirac, Hz. Muhammed'in risaletinin umumiliğini ifade ve
isbat eder. İlahî saltanatın mülkü durumunda olan yedi kat semada O'nun
gezdirilmesi, oraların ruhanî ahalisine onun gösterilmesi, Allah katındaki
makamının yüceliğinin izharıdır. Mahlukat içinde mükerrem kılınan insanlığın en
müntehab, en seçkin ferdinin O olduğu böylece ifade edilmiştir.
Bu seyahatin sonunda, Resulullah büyük melek Cebrail'in dahi
ulaşmaya mezun olmadığı bir yakınlığa, İlahî kurbiyete ermiş, Allah'ın cemalini
görmüş, her çeşit vasıtadan, aracıdan mücerred olarak doğrudan İlahi kelama
mazhar olmuştur. Böyle bir yücelik, O'ndan başka hiçbir mahluka nasib
olmamıştır ve olmayacaktır da. Biz böyle bir peygambere ümmet olmakla iftihar
ediyor, bizi de Fahr-i Kâinat'a ümmet olma şerefine erdirdiği için Rabbimize
şükranlarımızı, hamdlerimizi arzediyoruz.
Mirac hadisesinin mahiyet ve manası üzerine alimlerimiz birçok
değerli tahlillerde, yorumlarda bulunmuşlardır. Bunlar arasında Bediüzzaman'ın
Sözler adlı eserinin 31'inci sözündeki tahlilleri müstesna bir değer taşır,
orijinal değerlendirmeler ihtiva eder. Ayrıca Elmalılı Hamdi Yazır merhumun
tefsirinden de mevzu üzerine teferruatlı bilgi elde edilebilir (4. cilt
3141-3152).
5- Mirac hadisesinin yılı ve ayını tesbitte rivayetler
ihtilaflıdır. Ondan fazla görüş ileri sürülmüştür. Alimler çoğunluk itibariyle bunun hicretten bir yıl veya on
sekiz ay önce vuku bulduğuna dair
rivayetleri benimsemiştir. Ay olarak da Rebiü'l-evvel veya Receb ayları
üzerinde durulmuştur.
6- Ka'bu'l-Ahbar, Mis'adu'l-Melaike denen sema kapısının
Beytu'l-Makdis'in tam üstüne tekabül ettiğini rivayet etmiş, bunu esas alan
bazı alimler, Resulullah'ın Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya getirilip,
oradan semaya çıkarılışını "seyahatin, eğrilikten berî ve düz olması için" diye açıklamıştır. Ancak, yine hadislerde:
"Her semada bir Beyt-i Ma'mur var, dünya semasındaki Beyt-i Ma'mur
Kâbe'nin üst hizasında" şeklinde gelen rivayet gözönüne alınınca, mezkur
yorumunun su götürdüğü anlaşılır. Zira, bu ikinci rivayet açısından, Beyt-i
Ma'mur'a iğvicac (eğrilik) yapmadan ulaşmanın yolu Ka'be'den yola çıkmaktır.
Mescid-i Aksa' dan değil. Mirac'ta Aleyhissalâtu vesselâm, her bir semadan
geçerek Beyt-i Ma'mur'a ulaşmıştır.
7- Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya gidişin hikmeti üzerine
zayıf da olsa başka görüşler de ileri
sürülmüştür.
* Resulullah böylece iki kıblenin görülmesini de tahakkuk
ettirmiş, birleştirmiştir.
* Mescid-i Aksa, geçmiş peygamberlerden çoğunun hicret yeridir.
Dolayısıyle Aleyhissalâtu vesselâm, pek çok fazileti cem' etsin diye oraya
seyahat ettirilmiştir.
* Mescid-i Aksa, haşrin
yapılacağı yerdir. Mirac gecesinde Aleyhissalâtu vesselâm'ın karşılaştığı
durumların çoğunluğu ahiret ahvaliyle ilgili olduğu için Mirac'ın bu mahşer
mahallinden olması daha uygundur.
* Gerek hissî ve gerekse manevî, çeşitli takdislerin
Aleyhissalâtu vesselâm'a hasıl olmasına tefaülendir.
* Bütün peygamberlerle toptan biraraya gelip görüşmek içindir.
* İbnu Ebi Cemre der ki: "Semaya uructan önce Beytu'l-Makdis'e
götürülmesindeki hikmet, Hakkı gizlemeye çalışanlara karşı onu izhar etme
gayesini güder. Zira, Mirac'a Mekke'den gitmiş olsaydı hakkı inkar eden
düşmanlara beyan ve izah fırsatı olmayacaktı. Nitekim Aleyhissalâtu vesselâm,
Beytu'l-Makdis'e geceleyin götürüldüğünü söyleyince, Beytu'l-Makdis'le ilgili
parçaları tarif etmesini istediler. Onlar gördükleri için bunları biliyorlardı
ve yine biliyorlardı ki, Muhammed onu daha önce görmemişti, bilemezdi. Soruları
üzerine, açıklayıp haber verince, Resulullah'ın bir gecede Beytü'l-Makdis'e
yaptığını söylediği diğer hususlardaki sıdkı tahkik edilmiş oldu. Bu husustaki
haberi sahih olunca, diğer söylediklerinde de sadık olduğunu tasdik etmek
gerekir. Bu durum mü'minlerin imanını
artırdığı gibi, inkar edenlerin de
şekavetini (zararını) artırır."
8- Mirac meselesinde münakaşa edilen bir husus bunun rüya
halinde mi, yakaza (uyanıklık) halinde mi cereyan ettiğidir. Çok sayıda sahih
rivayetlerin zahirini esas alan muhaddis, fakih ve mütekellim ulemadan
müteşekkil cumhur bunun yakaza halinde, ruh ve cesetle berabar yapılan bir seyahat olduğunu söylemekte ittifak etmiştir.
Ancak rüya halinde cereyan ettiğini ifade eden sahih rivayeti de
nazar-ı dikkate alan alimler, Mirac'ın biri ruh ve cesedle uyanık halde, diğeri
de rüya halinde olmak üzere iki ayrı sefer vaki olduğunu söylemiştir.
Birincisi, uyku halinde cereyan etmiş, uyanık halde ruh ve cesedle yapılacak
ikinciye hazırlama, alıştırma gayesini gütmüştür.
Bazı alimler, bu mevzu üzerine varid olan zayıf rivayetleri de değerlendirerek bi'setten önce
de Mirac hadisesinden bahsetmiştir.
9- Mirac işitildiği zaman Mekke'de müşrikler arasında
"böyle şey olur mu?" "Bir gecede Mescid-i Aksa'ya gidilip
gelinebilir mi?" diye ciddi bir vaveyla ve istihza havası hasıl edilir.
İbnu Abbas'ın bir rivayetinde bu açık olarak görülür. Şöyle ki:
"Resulullah'ın Miraca gittiği gecenin sabahında Ebu Cehil, Aleyhissalâtu
vesselâm'a uğrayarak:
"Yeni bir şey var mı?" diye sorar.
"Evet, bu gece Mescid-i Aksa'ya götürüldüm" cevabını
alınca, müstehziyane sorar: "Sonra da aramızda oldun!"
"Evet!"
"Kavmini çağırsam bu hikâyeni onlara da anlatır mısın?"
"Evet!"
Ebu Cehil, şamata ve tehzil için fırsatı yakalamıştır. Benî Ka'b
İbnu Lüey'i hemen çağırıp Resulullah'a kıssayı anlattırır:
Duyduklarından
şaşkına dönerler:
"Bize
Mescid'i tavsif edebilir misin?" derler. Resulullah bu teklif karşısında
son derece sıkılır ise de 5570 numaralı
hadiste geçtiği üzere, Cenab-ı Hak Beytu'l-Makdis'i gözünün önüne tecelli
ettirir, o da teker teker
hususiyetlerini anlatır.
Bu hadisenin
Hz. Ebu Bekr'i ilgilendiren bir kıssası şöyle: "Mirac hadisesiyle iyice
şamata yapan müşriklerden bir grup Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh)'e gelip, onu
da kendi istihzalarına çekme ümidiyle meseleyi anlatırlar. Fakat o:
"Ben
şehadet ederim ki, o sadıktır, doğru sözlüdür!" der.
"Yani,
sen bir gecede O'nun Şam'a gidip sonra
Mekke'ye geri geldiğine inanıyor, tasdik ediyor musun?" derler.
"Evet
der, ben O'nun bundan daha öte söylediklerini zaten kabul etmişim, ben
O'nun semavi haberini kabul ettim, (bunu
niye kabul etmeyeyim?)" buyurur. Bu hadise üzerine Hz. Ebu Bekr
"es-Sıddîk" ünvanını alır.
İsra ile
ilgili rivayetlerde farklı ziyadeler gelmiştir:
* Şeddâd İbnu Evs rivayetine göre Aleyhissalâtu vesselâm, geceleyin
yürütüldüğü zaman önce hurmalıklı bir araziden geçirilir. Hz. Cibril
aleyhisselam: "İn ve namaz kıl!" der. Aleyhissalâtu vesselâm iner ve namaz kılar. Cebrail aleyhisselam:
"Burası Yesrib (Medine) idi" der. Rivayetin devamında aynı tarzda, Aleyhissalâtu vesselâm, muhtelif
yerlerde iner ve namaz kılar. Arkadan Hz. Cebrail: "Burası "Tur-u
Sina, Allah'ın Hz. Musa'ya konuştuğu yer idi." Burası "Hz. İsa'nın
doğduğu Beyt- Lahm idi." "Medyen idi" diye açıklama yapar.
Yine aynı rivayetin devamında, Resulullah'ın dönüş sırasında, Mekke'ye gelmekte olan Kureyş kervanına rastlayıp onlara selam verdiğini,
kervandakilerin birbirlerine "bu, Muhammed'in sesi" dediğini,
Aleyhissalâtu vesselâm'ın hadiseyi
reddedenlere bunu da anlatıp: "Kervanınız falanca gün gelecek"
dediğini... görmekteyiz.
* Yezid İbnu Ebi Malik rivayetinde "...Sonra
Beytu'l-Makdis'e girdim. Bana peygamberlerin hepsi toplandı. Cibril beni öne
geçirdi, ben onlara imamlık yaptım (namaz kıldırdım)" ziyadesi var.
* Abdurrahman İbnu Haşim'in Hz. Enes'ten yaptığı bir rivayette:
"Resulullah giderken, yolun dışında, kendini çağıran birine rastlar. Cibril: "Yürü! der. Az
sonra bir yaşlı kadına rastlar. Cibril'e
"Bu ne?" diye sorar. O: "Yürü" der. Derken bir cemaate
rastlarlar. Cemaat bunlara selam verir. Cebrail aleyhisselâm: "Selama
mukabele et!" der. Rivayetin sonunda Cibril açıklar: "Seni çağıran
İblis'ti, yaşlı kadın da dünya idi, selam verenler de Hz. İbrahim, Hz. Musa ve
Hz. İsa idi" diye açıklar.
* Ebu Hureyre'den gelen bir rivayette: "Aleyhissalâtu
vesselâm'ın, eken ve hasad yapan bir kavme rastladığı, hasadı tamamlar
tamamlamaz, olduğu gibi ekinin yerine geldiği, Hz. Cebrail'in: "Bunlar
mücahidlerdir" haberini verdiği; Aleyhissalâtu vesselâm'ın başlarını taşla
ezen bir kavme rastladığı, başı ezildikçe eski haline döndüğü, Cibrîl
aleyhisselâm'ın: "Bunlar başları namaza gitmeyen kimselerdir"
dediğini; sonra avret yerlerinde bir yama ile hayvanlar gibi otlayan bir kavme
rastladığı, Hz. Cebrail'in: "Bunlar zânilerdir" dediği; sonra bir
demet odun toplayan fakat taşımayan bir adama rastladığı, adamın bir demete
yeni ilaveler yaptığı, Hz. Cebrail'in: "Bu nezdinde emânet olup, emaneti
eda etmeyen, başka emanet talep eden kimsedir" dediği; sonra dil ve
dudakları kesilen ve her kesilişte tekrar eski haline dönen bir kavme
rastladığı, Hz. Cebrail'in: "Bunlar insanları fitneye çağıran
kimselerdir" dediği; sonra küçük bir delikten çıkan büyük bir öküze
rastladığı, bu öküzün o delikten tekrar geri gitmek isteyip muktedir olamadığı,
Hz. Cebrail'in: "Bu, söz söyleyip pişman olan fakat, istediği halde sözünü
geri alamayan kimse olduğu" belirtildiği kaydedilir.
* Hz. Ebu Hureyre'nin bir rivayetinde: "Aleyhissalâtu
vesselâm'ın Beytu'l-Makdis'te meleklerle namaz kıldığı, buraya peygamberlerin
ruhlarının da getirildiği, Allah'a senâda bulundukları, Hz. İbrahim'in:
"Allah, Muhammed'i, hepinize üstün kıldı" dediğini görmekteyiz.
10- Hadiste Resûlullah'ın göğsünün yarılması mevzubahistir. Bu
hâdise muhtelif rivayetlerde te'yid edilmiştir. Ancak hemen belirtelim ki,
çocuklukta, sütannesi Halime'nin yanında iken vukûa gelen göğüs yarılması ile
bu yarılma aynı hâdise değildir. Şu halde şakk-u sadr hâdisesi Aleyhissalâtu
vesselâm'ın hayatında birkaç sefer vukua gelmiştir. Çocukluktaki şakk'da bir
kan pıhtısının çıkarıldığı ve "bu şeytanın sendeki nasibi" dendiği
rivayette gelmiştir. Bu ameliyatın bereketine "Resulullah'ın
"şeytandan korunmuş olarak en mükemmel ahval üzere çocukluğunu
geçirdiği" söylenmiştir. Keza bir göğüs ameliyatını da peygamberliğin
geldiği sıralarda geçirerek vahyi, tathir ve temizlik halinin en mükemmeline
sahip kavi bir kalple karşılaması sağlandığı belirtilmiştir. Üçüncü şakk-u sadr ise
Mirac'tan önceki şakk u sadrdır. Böylece, Mirac sırasında yapacağı münâcaat ve
İlahî mulakata hazırlık sağlanmıştır.
11- Hadiste "iman dolu kap"tan bahsedilerek imanın
maddîleştirilmesi mevzubahistir. Halbuki iman maddî bir şey değildir. Bunu
âlimler "Manevî şeylerin, ifadede cisimleştirilmesi caizdir" diye
izah ederler ve hadisten başka örnekler verirler: "Bakara sûresinin
kıyamet günü şemsiye şeklinde geleceği"ne dair rivayet, "ölümün bir
koç suretinde getirilip kesileceği"ne dair rivayet, "amellerin ve bir
kısım gaybî ahvalin tartılması"yla ilgili haberler gibi. Beyzavî bunların
hadislerde çokca geldiğine dikkat çektikten sonra, "manevî hakikatların
anlaşılması için mahsus olan yani hislerle algılanabilen şeylerle ifade
edilmesi için bu teşbihe yer verildiğini" belirtir.
12- Hadisin bazı vecihlerinde
getirilen kabın "iman" ve "hikmet"le dolu olduğu ifade
edilmiş, imandan sonra "hikmet" zikredilmiştir. İbnu Ebî Cemre
buradan hareketle, İslâm nazarında, "imandan sonra, hikmetten daha üstün
bir şey bulunmadığı" hükmünü çıkarır ve bunu te'yiden: "Kime
hikmet verilmişse ona pek çok hayır verilmiştir" (Bakara: 2/269)
ayetini zikreder. Hikmet hakkında çok şey söylenmiştir. İbnu Hacer'e göre
bunların en doğrusu "Hikmet, bir şeyi lâyık olduğu yerine koymaktır veya
Kitabullah'tan anlaşılan şeydir."
13- Resûlullah'ın bindiği Burak hakkında, farklı rivayetlerde
bazı tavsifler gelmiştir:
* Gözünün gördüğü en uzak yere ön ayağını atmak.
* Dağa rastlayınca arka ayakları yükselmekte, inişe geçince ön
ayakları yükselmekte.
* (Bazı rivayetlerde): "İki kanadı var."
* (Zayıf bir hadiste) "Burak'ın insan yanağı gibi yanakları,
at gibi yelesi var, deve gibi bacakları var, öküz gibi kuyruk ve tırnakları
var, göğsü kırmızı bir yakut gibidir" diye gelmiştir.
* Rengi beyazdır.
Burak kelimesinin berk, şimşekten gelmesi muhtemeldir. Süratle yol
aldığı için şimşekle ilgili bir isim verilmiş olması makuldür. Ancak Arapça'da
“Şâtun berkâun” tâbiri var, beyaz yünü üzerinde siyah damarlar bulunan koyun
demektir. Şu halde Burak'ın berkâ'dan gelebileceği de ihtimal olarak söylenmiştir.
* Burak, eğerlenmiş ve gemlenmiş vaziyettedir.
Cenab-ı Hak, Aleyhissalâtu vesselâm'ı herhangi bir vasıtaya
bindirmeden de Mekke'den Kudüs'e intikal ettirebilirdi. Bu vasıtaya bindirmesi
teşrif içindir. Zira aksi takdirde yayan hükmünde olacaktı, halbuki atlı
yayandan üstündür.
* Birçok rivayette Burak'ın daha önceki peygamberlere de binek
olduğu belirtilmiştir. "Hz. İbrahim'in ona binerek oğlu İsmail'i ziyarete
gittiği", Resûlullah'ın: "Ben onu, peygamberlerin de bağladığı
halkaya bağladım" sözü, "O, daha önceki peygamberlerin emrine de
verilmişti" ifadesi, Cebrail'in "Burak, sana, Allah katında bundan
daha kıymetlisi hiç binmedi" gibi farklı hadislerde gelen ibâreler,
Burak'a daha önce başka peygamberlerin de bindiğini ifade ederler. Nitekim
Mirac hadisesinin sadece Hz. Muhammed'e mahsus bir teşrif ve takrîb olduğu da
söylenemez. Resûlullah'ın mazhar olduğu seviyede ekmel bir manada olmasa da,
diğer peygamberlerin de kendilerine mahsus bir miracı olduğu söylenebilir. Şu
halde, onlar da miraclarında binek olarak Burak'ı kullanmışlardır. Nitekim Hz.
İsa'nın Allah katına ref'i (Nisa: 4/158), Hz. İdris'in yüksek bir makama ref'i
(yükseltilmesi) (Meryem: 19/57), Hz. İbrahim'e arz ve semanın melekûtunun
gösterilmesi (En'am: 6/75) gibi Kur'ân'da temas edilen bazı hâdiseler önceki
peygamberlerden en azından bazılarının da bir nevi miraca mazhar olduklarını
ifade eder. Bu meseleye hadisten gelen delilleri de zâten Burak'la ilgili
olarak kaydettik.
15- Mirac'a giderken Hz. Cibril'in dünya semasında çaldığı kapının
adı bazı rivayetlerde Bâbu'l-Hafaza olarak belirtilmiştir. Kapıyı bekleyen
meleğin ismi İsmâil'dir; emri altında on iki bin melek mevcuttur.
16- Peygamberlerin semavattaki yerleri ile ilgili hikmet beyan
edilmiştir. İbnu Ebi Cemre der ki: "Hz. Adem'in dünya semasında oluşundaki
hikmet, ilk peygamber, ilk baba olmasındandır. Bu sebeple ilk semada O
olmuştur.
Hz. İsa'nın ikinci semada olması, Hz. Peygamber'e zaman itibariyle
en yakını olmasındandır. Bunu Hz. Yusuf takip etmektedir. Çünkü ümmet-i
Muhammed cennete O'nun suretinde girecektir.
İdris aleyhisselâm dördüncü semadadır. Çünkü ayet-i kerimede: "Biz onu yüce bir mekâna
yükselttik" (Meryem: 19/57) denmektedir. Yedide dördüncü, ortayı ve
itidali temsil eder.
Hz. Harun kardeşi Hz. Musa'ya olan yakınlığı sebebiyle beştedir.
Hz. Musa da Allah'ın kelamına mazhariyetinden gelen faziletçe Hârun'dan
üstündür ve altıdadır. Sonra Hz. İbrahim gelmektedir. En yücede o vardır, o en
son babadır.
Halîl'in mertebesi mertebelerin en yükseği olmalıdır. Habîb'in
mertebesi ise Halîl'inkinden daha yüce olmalıdır. Bu sebeple Habîb olan
Aleyhissalâtu vesselâm Hz. İbrahim'in makamını aşarak Kab-ı Kavseyn'e ve hatta
"daha yakın"a ulaştı."
17- Hz. Musa'nın ağlaması Resûlullah'a karşı duyduğu
kıskançlıktan ileri gelmez. Çünkü kıskançlık gibi mezmum bir sıfatın Hz. Musa
gibi büyük bir peygamberde bulunacağına inanmak büyük hata olur. Alimler:
"Ahiret âleminde, hased gibi bir sıfatın sıradan bir Müslümandan bile
çıkarılacağı gözönüne alınırsa, bir peygamberde olacağı hiç mi hiç düşünülemez"
demiştir. "Öyleyse derler, onun ağlaması, kendine terettüp edecek ecrin
kaybı sebebiyledir. Onun ümmeti, şeriatlarına muhalefetlerinin fazlalığı
sebebiyle ücretlerinden çokca kaybedip Allah katındaki mertebelerini çok
düşürmüştür. Her peygamber ümmetinin sevabının bir misline mazhar olacağı için,
Hz. Musa ümmeti, sevabı kaybettirici davranışlarının çokluğu sebebiyle, Hz.
Musa'nın derecesinin düşmesine sebep olmuştur."
18- Beytu'l-Ma'mur bir hadiste şöyle açıklanır: "Semada
bir mesciddir, Ka'be'nin tam hizasındadır, öyle ki, şayet düşecek olsa
Ka'be'nin üstüne düşerdi. Ona her gün yetmiş bin melek girer. Ondan bir çıktı
mı bir daha dönmez." Bir başka rivayette, "Onun semadaki hürmeti,
Ka'be'nin arzdaki hürmeti gibidir" denir. Kaçıncı semada olduğu ihtilaflıdır.
Çoğunlukla rivayetler yedinci semada olduğunu söylemiştir.
19- Sidretü'l-Münteha. Sidre bir ağaç ismidir. Bunun yaprakları
kurutulup dövülür ve sabun gibi temizlikte ve bilhassa beden temizliğinde,
hamamlarda kullanılır. Bu ağacın meyvesine nebk denilir. Bu meyvelerin büyük
olduğuna dikkat çekiliyor. Küpler gibidir. Küpün büyüklüğü, o zamanın
insanlarınca ma'ruf olan Yemen'deki Hecer nam beldenin küplerine teşbih
ediliyor. Küpler havz-ı kebirin asgarî nisabı olan bir kulle hacmindedir.
Müntehâ son nokta, nihâi hedef manasına gelir. Meleklerin ilmi
orada son bulduğu için buraya "Sidretu'l-Münteha" dendiği belirtilir.
Bu durumda Sidretu'l-Münteha tâbirini daha âmiyane bir ifade ile hudud ağacı
olarak tercüme edebiliriz: Mümkin ve mahluk âlemi ile vücub yani esma ve
şuunât-ı İlahiye âlemini ayıran hudud. Nevevî, o hududu, Resûl-i Ekrem
(aleyhissalâtu vesselâm) hariç hiç kimsenin aşamadığını söyler.
Sidretü'l-Münteha'nın yeri hususunda rivayetlerde ihtilaf var; altıncı semada
mı, yedincide mi diye. İbnu Mes'ud'dan gelen bir rivayette altıncı semada
olduğu ifade edilirken, Hz. Enes'ten gelen rivayette yedinci semada olduğu
anlaşılmaktadır. İbnu Hacer aradaki ihtilafı: "Sidre'nin kökleri altıda,
dal ve budakları yedide" diyerek kaldırmaya çalışır ve yedinci semada
sadece gövdesinin aslı vardır der.
Bu ağacın güzelliği, ağacı kaplayan bazı mahlûklarla ilgili farklı
yorumlar şerh kitaplarımızda yer alır, onlara girmeyeceğiz. [69]
HZ.
PEYGAMBER'İN MUCİZELERİ VE PEYGAMBERLİĞİNİN DELİLLERİ
* BİRİNCİ FASIL
ـ5572 ـ1ـ عن
جابر بن
سَمُرَة
رَضِيَ
اللّهُ عَنه قال:
]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إذَا
هَلَكَ كِسْرَى
فََ كِسْرَى
بَعْدَهُ،
وَإذا هَلَكَ
قَيْصَرَ فََ
قَيْصَرَ
بَعْدَهُ.
فَوَالّذِي
نَفْسِي
بِيَدِهِ
لَتُنْفَقَنَّ
كُنُوزُهُمَا
في سَبِيلِ
اللّهِ
تَعالى[.
أخرجه
الشيخان .
1. (5572)- Cabir İbnu
Semüre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kisra ölünce, ondan sonra başka kisra yoktur. Kayser de öldü
mü ondan sonra kayser yoktur. Nefsimi
kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelal'e yemin olsun, siz her ikisinin de
hazinelerini Allah yolunda harcayacaksınız." [Buharî, Menâkıb 25, Humus 8,
Eyman 3; Müslim, Fiten 77, (2919).][70]
AÇIKLAMA:
Kisra kelimesi, eski İran'da devlet başkanının lakabıdır. Osmanlılarda
padişah, cumhuriyet Türkiyesinde reisicumhur dendiği gibi, İran'da da hep kisra
denmiştir. Aynı şekilde kayser de
Rumlarda başa geçen liderin lakabıdır.
Hadis, Kisra ve Kayser'in ölümleriyle saltanatlarının sona ereceğini ifade
etmektedir. Halbuki fiiliyatta, Kisra'nın
memleketi devam etmiş, sonuncu kisra, Hz. Osman zamanında öldürülmüştür.
Keza Rum hakimiyeti daha fazla baki kalmıştır. Dolayısıyla hadisin hükmü fiilî
durumu aksettirmediği için, hadiste
müşkil olduğu söylenmiştir. Ancak İslam alimleri bu muşkili: "Bundan murad Kisra'nın
Irak'da, Kayser'in de Şam'da
hakimiyetinin kalmayacağıdır" diyerek halletmişlerdir. Bu yorum İmam Şafii'den nakledilmiştir. İlaveten
der ki: "Hadisin vürud sebebi şudur: Kureyşliler Şam ve Irak'a tüccar
olarak giderlerdi. Müslüman olunca onlara olan ticarî seferlerinin İslam'a girmeleri
sebebiyle inkıtaya uğrayacağından
korktular. Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm, gönüllerini hoş etmek,
içlerini rahatlatmak ve o iki devletin hakimiyetlerinin o iki beldede sona
ereceğini müjdelemek için böyle söyledi. Şu da söylenmiştir: "Şam ve
civarından kalkmış olmakla beraber Kayser'in saltanatının devam etmesi,
Kisra'nın saltanatının ise esas itibariyle yok
olmasındaki hikmet şudur: Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın mektubu geldiği vakit Kayser, onu hürmetle karşılamış ve öpmüş ve neredeyse Müslüman
olacak noktaya gelmiştir. Kisra ise,
mektubu öfke ile karşılamış ve yırtıp
atmıştır: Hadiseyi duyan Aleyhissalâtu vesselâm da mülkünün paramparça
olması için beddua etmiştir ve öyle olmuştur." Hattâbî der ki:
"Hadisin manası: "Kayser'den sonra, onun gibi hakimiyeti olan kayser
olmayacak" demektir. Nitekim, Kayser'in Suriye bölgesinde hakimiyeti
vardı. Hıristiyanların dinî menasiklerini tamamlayıcı temel unsurlarından biri
olan Beytu'l-Makdis bu bölgede idi.
Rumlar üzerinde hakimiyet kuranlar kaldırıldı ve hazineleri ele geçirildi.
Resulullah'ın muhatabı olan Kayser'den sonra gelenlerden hiçbiri buralara bir
daha hakim olamadı." Yine Buhârî'de gelen bir rivayet bu yoruma daha
uygundur: "Kisra helak oldu mu ondan sonra kisra olmayacak, kayser de
mutlaka helak olacak."
Bazı alimlere göre, "Resulullah bu sözü, kisra olan Hürmüz
oğlu Şirviye'nin ölüp, yerine kızı Bevran'ın tahta geçtiği haberi kendisine
gelince söylemiştir. Kayser ise, Hz. Ömer zamanına hicretin yirminci yılına
kadar yaşamıştır." Bazı alimler de: "Kayser, Resulullah zamanında
ölmüştür. Suriye'de Müslümanlarla savaşan onun oğludur ve onun da lakabı Kayser'dir" demiştir. İbnu Hacer,
tahlili şöyle noktalar: "Hangi değerlendirme esas alınırsa alınsın, bütün takdirlerde hadiste ifade
edilen maksad kesin bir şekilde vaki olmuştur. Çünkü gerek Kayser ve gerekse
Kisra, her ikisinin de saltanatı, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
zamanındaki şekilde devam etmemiştir."[71]
ـ5573 ـ2ـ
وعن عَدِىِّ
بْنِ حَاتِمٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنه قاَلَ:
]بَيْنَا أنَا
عِنْدَ
رَسُولِ اللّهِ
# إذْ أتَاهُ
رَجُلٌ،
فَشَكَا
إلَيْهِ
الْفَاقَةَ،
ثُمَّ أتَاهُ
آخَرُ
فَشَكَا إلَيْهِ
قَطْعَ
السَّبِيلِ.
فَقَالَ: يَا
عَدِيُّ! هَلْ
رَأيْتَ
الْحِيَرَةَ؟
قُلْتُ: لَمْ
أرَهَا،
وَقَدْ
أُنْبِئْتُ
عَنْهَا.
فقَالَ: فَإنْ
طَالَتْ بِكَ
حَيَاةٌ
لَتَرَيَنَّ
الظَّعِينَةَ
تَرتَحِلُ
مِنَ
الْحِيَرَةِ
حَتّى
تَطُوفَ
بِالْكَعْبَةِ،
َ تَخَافُ
أحَداً إَّ
اللّه.
قُلْتُ: فِيمَا
بَيْنِي
وَبَيْنَ
نَفْسِي:
فَأيْنَ دُعَّارُ
طَىِّءٍ الّذِينَ
صَعَّرُوا
الْبَِدَ.
وَلَئِنْ طَالَتْ
بِكَ حَيَاةٌ
لَتُفْتَحَنَّ
كُنُوزُ
كِسْرَى.
قُلْتُ:
كِسْرَى
ابْنِ
هُرْمُزَ؟ قَالَ:
كِسْرَى بْنُ
هُرْمُزَ.
وَلَئِنْ طَالَتْ
بِكَ حَيَاةٌ
لَتَرَيَنْ
الرَّجُلَ يَخْرُجُ
مِلْءَ
كَفِّهِ مِنْ
ذَهَبٍ أوْ فِضَّةٍ
يَطْلُبُ
مَنْ
يَقْبَلُهُ
فََ يَجِدُ
أحَداً يَقْبَلُهُ
مِنْهُ،
وَلْيَلْقَيَنَّ
اللّهَ أحَدُكُمْ
يَوْمَ
يَلْقَاهُ
لَيْسَ بَيْنَهُ
وَبَيْنَهُ
حِجَابٌ وََ
تَرْجُمَانٌ
يُتَرْجِمُ
لَهُ.
فَلْيَقُولَنَّ:
ألَمْ أبْعَثَ
إلَيْكَ
رَسُوً
فَيُبَلِّغَكَ!
فَيَقُولُ:
بَلَى. فَيَقُولُ:
ألَمْ
أُعْطِكَ
مَاً
وَأُفْضِلْ
عَلَيْكَ؟
فَيَقُولُ:
بَلَى يَا
رَبِّ. فَيَنْظُرُ
عَنْ
يَمِينِهِ
فََ يَرى إَّ
جَهَنَّمَ،
وَيَنْظُرُ
عَنْ
يَسَارِهِ
فََ يَرَى إَّ
جَهَنَّمَ.
قَالَ
عَدِيٌّ:
سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ:
فَاتَّقُوا
النَّارَ وَلَوْ
بِشِقِّ
تَمْرَةٍ،
فَمَنْ لَمْ
يَجِدْ شِقَّ
تَمْرَةٍ
فَبِكَلِمَةٍ
طَيِّبَةٍ.
قَالَ عَدِيّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه:
فَرَأيْتُ
الظَّعِينَةَ
تَرْتَحِلُ
مِنَ
الْحِيَرَةِ
حَتّى
تَطُوفَ
بِالْبَيْتِ
َ تَخَافُ إَّ
اللّهَ،
وَكُنْتُ
فِيمَنِ
افَتَتَحَ
كُنُوزَ كِسْرَى
ابْنِ هُرْمُزَ،
وَلَئِنْ
طَالَتْ
بِكُمْ حَيَاةٌ
لَتَرَوُنَّ
مَا قَالَ
أبُو
الْقَاسِمِ # يُخْرِجُ
الرَّجُلُ
مِلْءَ
كَفِّهِ
ذَهَباً أوْ
فِضَّةً فََ
يَجِدُ مَنْ
يَقْبَلُهُ مِنْهُ[.
أخرجه
البخاري .
2. (5573)- Adiyy İbnu Hâtim (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Ben Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanında iken bir adam geldi ve
fakirlikten şikayet etti. Derken biri daha gelip, o da yol kesilmesinden şikayet etti. Aleyhissalâtu
vesselâm:"
Ey Adiyy dedi, sen Hire
şehrini gördün mü?"
"Hayır görmedim, ancak işittim!" dedim. Bunun üzerine:
"Eğer ömrün biraz uzarsa, devesine binen bir kadının Hire'den
(tek başına) kalkıp Ka'be'yi tavaf edeceğini mutlaka göreceksin. O bu
seyahatini yaparken Allah'tan başka
hiçbir şeyden korkmayacak!"
Adiyy der ki: "İçimden, kendi kendime, "memlekete dehşet
saçan Tayy eşkiyaları nereye gidecek?" dedim. Resulullah sözlerine devam etti:
"Eğer ömrün olursa Kisra'nın hazinelerinin de fethedildiğini
göreceksin!
"Kisra İbnu Hürmüz mü?" diye araya girdim.
"Evet İbnu Hürmüz olan Kisra!" buyurdu ve devam etti:
"Eğer hayatın uzarsa mutlaka göreceksin: Kişi eli altın veya
gümüş parayla dolu olduğu halde bunu tasadduk etmek üzere fakir arayacak fakat kendinden onu kabul
edecek bir tek adam bulamayacak. Her
biriniz, mutlaka bir gün gelecek aranızda herhangi bir perde, bir tercüman
olmaksızın Allah'la karşılaşacaksınız. O zaman Allah Teala hazretleri:
"Sana tebliğ getiren bir peygamber göndermedim mi?" diye
soracak. Muhatabı: "Evet gönderdin!" diyecek. Rabb Teala:
"Ben sana mal vermedim mi, ikram etmedim mi?" diye
soracak, kul:
"Evet! Ey Rabbim verdin" deyip sağına bakacak,
cehennemden başka bir şey görmeyecek,
soluna bakacak cehennemden başka bir şey görmeyecek."
Adiyy der ki: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle
söylediğini işittim:
"Bir hurmanın yarısı
da olsa onu sadaka olarak vererek ateşten korunun! Kim yarım hurma bulamazsa
güzel bir sözle korunsun!"
Yine Adiyy (radıyallahu anh) dedi ki:
"Ben Hire'den kalkıp, Beytullah'ı tavaf eden ve Allah'tan başka kimseden korkmayan yaşlı kadını gördüm. Kisra İbnu
Hürmüz'ün hazinelerini fethedenler
arasında ben bizzat bulundum. Eğer sizlerin ömrü uzun olursa mutlaka,
Ebu'l-Kasım (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şu söylediğini de göreceksiniz:
"Kişi, eli altın veya gümüşle dolu olarak çıkacak, onu kendinden (sadaka
olarak) kabul edecek adam
bulamayacak." [Buharî, Menakıb 25.][72]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin ravisi Adiyy, Tayy kabilesinden sehavetiyle meşhur
Hatim-i Tai'nin oğludur. Kabilesinin
reisidir. Tay kabilesi
Irak'la Hicaz arasında
yeralmaktadır. Kendilerinden önceden izin almadan, bölgelerinden geçenlerin
yollarını kesmektedirler. Böylece eşkiyalıklarıyla şöhret kazandıkları için,
Adiyy, Hire'den kalkan bir kadın kendi yurtlarından korkusuz nasıl Hicaz'a,
Mekke'ye ulaşabilecek diye hayrete
düşer. Adiyy'i hayrete düşüren diğer bir ifade "Kisra'nın hazinelerinin
fethi." O zaman için iki büyük devletten biri olan Kisra'nın hazinelerini
fethetmek ne demek?" Bir yanlış anlama olmasın? Sorar: "(Yani şu İran
Devleti'nin kisrası olan) İbnu Hürmüz'ün hazineleri mi?" Resulullah
"Evet! O kisra, İbnu Hürmüz olan kisra!" der.
2- Hadiste temas edilen diğer bir husus yol emniyetini
getirecek adalet-i İslamiye'nin hasıl
edeceği maddî refah seviyesiyle ilgili. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Zekat veya sadaka vermek kasdıyla evden çıkan kimsenin, bunu kabul edecek
bir adam bulamadan evine döneceği" derecede refahın artacağından bahsediyor ki, bu adaletli
idarenin tabii sonucudur.
Bazı alimler, başka bazı hadisleri esas alarak, bu halin, Hz.
İsa'nın hakimiyeti sırasında hasıl olacak bolluk devrine ait olacağını söylemiş
ise de, başta Beyhakî, bir kısım alimler hadiste Ömer İbnu Abdilaziz devrinde
yaşanan duruma işaret edildiğini belirtirler. Beyhakî'nin Delail'de
kaydettiğine göre, "Kişi Ömer İbnu Abdilaziz'in otuz aylık hilafeti
sırasında, halife ölmezden önce, büyük miktarda para getirip "Bunu
fakirlerden dilediğinize verin" derdi. Ancak "halkı Ömer
zenginleştirdiği için" bunu verecek
bir kimse bulamadan parasıyla geri dönerdi." Beyhakî, rivayeti kaydettikten sonra ilave eder:
"Bunda Adiyy'in rivayet ettiği hadiste ihbar edilen durumun teyidi vardır." İbnu Hacer der
ki, "Bu ihtimal öncekinden daha
kuvvetlidir, çünkü hadiste Adiyy'e: "Eğer ömrün uzun olursa
göreceksin" denmiştir.
3- Hadiste, bir kadının tek başına hacca gidebileceği de ifade
edilmektedir. Bu, ihtilaflı bir mevzu olmakla birlikte, alimlerimizden bir
kısmı vacib olan hacc için bunun caiz olduğunu söylemiştir. Bu husus daha önce
yeterince açıklandı.[73]
ـ5574 ـ3ـ
وعن أبي ذَرٍّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
سَتَفْتَحُونَ
مِصْرَ،
وَهِيَ أرْضٌ
يُسَمَّى
فِيهَا
الْقِيِراطُ.
فَاسْتَوْصُوا
بِأهْلِهَا
خَيْراً.
فإنَّ لَهُمْ
ذِمَّةً
وَرَحِماً[.
أخرجه مسلم .
3. (5574)- Hz. Ebu Zerr
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki:
"Sizler Mısır'ı fethedeceksiniz. Orası (paraya)
"kirat" denilen yerdir. Oranın halkına hayır tavsiye edin. Onların
bir zimmet, bir de rahim (hakkı) vardır." [Müslim, Fezailu's-Sahabe 226,
(2543).] [74]
AÇIKLAMA:
1- Mısır'da zikri geçtiği ifade edilen kirat, dinar ve
dirhemin diğer paralarının cüzlerinden birinin adıdır. Orta büyüklükte beş arpanın ağırlığına denk bir miktara
tekabül eder. Ancak şarihler, bu
kelimenin Mısır'da o devirde çok kullanıldığını, küfür ve hakaret olarak
yaygınca kullanılan günlük bir kelime
olduğunu; hadiste, bir sebeple kelimenin Mısır'da zikredildiğine dikkat
çekildiğini belirtirler.
2- Mısır'da kirat
kelimesinin hakaret manasına çokça kullanıldığına dikkat çekildikten
sonra hayır tavsiye edilmesinin emri, onların küfürbazlığına küfürle mukabele
etmemek gerektiğine, onların bu davranışının çok ciddiye alınarak onlara kötü davranılmasının
uygun olmayacağına bir uyarı olarak değerlendirilmiştir.
3- Zimmet, ahid ve eman manasına gelir. İslam memleketinde
yaşayanlara, sahip oldukları eman hakkı (zimmet) sebebiyle zımmî denmiştir.
Rahimle, neseb akrabalığı ifade
edilmiştir. Mısırlılarla neseb akrabalığından murad, Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın Mısır'lı cariyesi Mariye'dir. Aleyhissalâtu
vesselâm'ın Mariye'den İbrahim adlı oğlu dünyaya gelmiştir.
4- Resulullah, Mısır'ın fethedileceğini haber vermiş,
gerçekten de sahabeler devrinde orası fethedilmiş, böylece gaybtan ihbar sadedinde varid olan hadisin mucizesi
görülmüştür. Orada zimmet hakkına sahip Hıristiyan zümrenin hâlâ varlığı,
hadiste görülen bir diğer mucize halidir.[75]
ـ5575 ـ4ـ وعن
ثَوْبَانٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
اللّهَ زَوَى
لِىَ ا‘رْضَ
فَرَأيْتُ
مَشَارِقَهَا
وَمَغَارِبَهَا،
وَإنَّ
أُمَّتِي
سَيَبْلُغُ
مُلْكُهَا
مَازُوِيَ
لِيَ مِنهَا،
وَأُعْطِيتُ
الْكَنْزَيْنِ
ا‘حْمَرَ
وَا‘بْيَضَ،
وَإنِّي
سَألْتُ
رَبّي أنْ َ يُهْلِكَ
أمَّتِي
بِسَنَةٍ
عَامَّةٍ،
وََ يُسَلِّطُ
عَلَيْهِمْ
عَدُوّاً
مَنْ سِوَى
أنْفُسِهِمْ
فَيَسْتِبِيحَ
بَيْضَتَهُمْ،
وَإنَّ
رَبِّي
تَعالى قَالَ:
يَا مُحَمّدُ
إذاً قَضَيْتُ
قَضَاءً
فإنَّهُ َ
يُرَدُّ،
وإنِّى أعْطَيْتُكَ
‘ُمَّتِكَ
أنِّي َ
أُهْلِكُهُمْ
بِسَنَةٍ
عَامَّةٍ،
وََ
أُسَلِّطُ
عَلَيْهِمْ
عَدُوّاً
مِنْ سِوَى
أنْفُسِهِمْ
يَسْتَبِيحُ
بَيْضَتَهُمْ،
وَلَوِ
اجْتَمَعَ عَلَيْهِمْ
مَنْ
بِأقْطَارِهَا
حَتّى يَكُونَ
بَعْضُهُمْ
يُهْلِكُ
بَعْضاً[.
أخرجه
مسلم وأبو
داود
والترمذي.»زَوى
لِىَ ا‘رْضَ«
أى جمعها لى
وضمها
اليّ.و»السَّنةُ«
الجدب
والشدة.
و»الْعَامّةُ«
التي تعم الكل.و»بيضةُ
الناس«
معظمهم.و»استباحتهم«
جعلهم مباحاً
بأخذهم أسراً
وقتً يتصرف
فيهم كيف شاء .
4. (5575)- Hz. Sevban
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Allah Teala hazretleri yeryüzünü benim için dürüp topladı,
ben de doğusunu da batısını da gördüm. Ümmetimin mülkü, bana gösterilen yerlere
kadar uzanacaktır. Bana iki hazine verildi: Kırmızı ve beyaz hazineler. Ben
Rabbimden, ümmetimi umumi bir kıtlıkla helak etmemesini, ümmetime kendi
nefislerinden başka bir düşman musallat edip çoğunluğu helak etmelerine meydan
vermemesini talep ettim.
Rabbim Teala hazretleri bu isteklerime şöyle cevap verdiler:
"Ey Muhammed! Bir hüküm verdim mi artık o geri alınmaz. Ben
senin ümmetine "Onları umumi bir kıtlıkla helak etmeyeceğim, kendileri
dışında, çoğunu helak edecek bir düşman da musallat etmeyeceğim, hatta
yeryüzünün her tarafında bulunanlar, onlar
aleyhinde toplansalar da. Ama kendi aralarında birbirlerini helak
edecekler." [Müslim, Fiten 19, (2889); Tirmizî, Fiten 14, (2177); Ebu
Davud, Fiten 1, (4252).][76]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste Aleyhissalâtu vesselâm İslam'ın doğubatı
istikametinde yayılacağına işaret
buyurmaktadır. Gerçekten de öyle olmuş, bu istikametlerdeki gelişme güneykuzey
istikametlerindeki gelişmeye nisbetle çok fazla olmuştur.
2- Aleyhissalâtu vesselâm'ın ümmeti adına Cenab-ı Hak'tan
birkaç isteği olmuş ve bunlardan ikisi
kabul edilmiştir.
* İslam ümmeti umumi bir
kıtlık afetiyle helak
olmayacaktır. Tarih boyunca, bu ifadeye aykırı bir durum görülmüş değildir.
Mevziî olan bazı küçük kıtlıklar umumi hükmü cerhetmez. Keza eski milletlerin
maruz kaldıkları nevden, bütün ümmete şamil helak edici sel, zelzele, salgın, afetler
de görülmemiştir ve inşaallah görülmeyecektir de.
* İkinci bir garanti, ümmetin toptan gayr-ı müslim istilasına
uğramasına karşıdır. Şimdiye kadar böyle bir durum olmamıştır. Yer yer esarete
düşen İslam beldeleri olmuş ise de, tamamına şamil bir esaret vaki olmamıştır.
Ancak hadis, ümmet arasında fitneler hususunda garanti vermiyor.
Ümmetin bu fitnelerden zarar göreceğine dikkat çekiliyor. Şu halde Resulullah,
dahilî fitnelerden kaçınmamız, her an çıkabilecek fitneye karşı müteyakkız
olmamız gerektiğine bizleri uyarıyor. Nitekim bu hadislerinde: "Fitne
uyumaktadır. Onu uyandırana lanet
olsun!" buyurmuştur. Ayet-i kerimede de: "Allah'ın ipine sarılmamız,
tefrikaya düşmememiz" irşad
buyrulmuştur (Al-i imran 103).[77]
ـ5576 ـ5ـ
وعن جابرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: هَلْ
لَكُمْ مِنْ
أنْمَاطٍ؟
قُلْتُ:
وَأنَّى
تَكُونُ
لَنَا
ا‘نْمَاطُ؟
قَالَ:
إنَّهَا
سَتَكُونُ.
فَكَانَتْ
كَمَا قَالَ،
فأنَا أقُولُ
لَهَا،
يَعْنِى امْرَأتَهُ:
أخِّرِى
عَنَّا أنْمَاطَكِ.
فَتَقُولُ:
ألَمْ يَقُلْ
رَسُولُ اللّهِ
#: سَتَكُونُ
لَكُمْ
أنْمَاط؟
فأدَعُهَا[.
أخرجه
الخمسة.»ا‘نْمَاط«
جمع نمط، وهو
نوع من البسط
المعروف .
5. (5576)- Hz. Cabir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gün:
"Halınız var mı?" diye sordular.
"Bizde halı da nasıl
olsun?" dedim.
"Şurası muhakkak ki o da olacak!" buyurdular. Nitekim
dediği gibi oldu. Gün geldi ben hanımıma (İsraf ve mekruh addettiğim için):
"Şu halını benden bari uzak tut!" diye çıkıştığım vakit:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Sizlerin de
halıları olacak!" dememiş miydi?
diye karşılık verdi." [Buharî, Menakıb 25, Nikah 62, Mülim, Libas 39, Ebu
Davud, Libas 45, (4145); Tirmizî, Edeb 26, (2775); Nesâî, Nikah 83, (6, 136).] [78]
AÇIKLAMA:
Alimler bu hadisten halı kullanmaya cevaz çıkarmışlar ve evlerin
bununla tefrişinde bir kerahet görmemişlerdir. Başka bazı rivayetler duvarlara halı getirilmesinin
mekruh olduğunu ifade etmektedir. Bir rivayette, Hz. Aişe, Aleyhissalâtu
vesselâm bir gazvede iken halı temin ederek kapıya astığını, dönüşte duruma
muttali olan Resulullah'ın memnuniyetsizlik izhar etmekten başka: "Allah
bize ne taş, ne de toprağa elbise giydirmemizi emretmemiştir" dediğini
belirtir.
Hemen belirtelim ki, evlerin ve duvarların örtüyle (halı vs.) kaplanmasının cevazı ve
adem-i cevazı ulema arasında ihtilaf
mevzuu olmuştur. Bir kısmı "haram" derken, bir kısmı
"mekruh" ve hatta "caiz" demiştir. İbnu Hacer Şafii ulemanın cumhuru tarafından
"mekruh" dendiğini belirtir.
Bu vesile ile Hz. Peygamber'in Sünnetinde Terbiye adlı
çalışmamızda, evlerin tezyin ve tefrişi ile ilgili olarak yaptığımız bir
tahkiki aynen aşağıya almayı, meseleye ilgi duyacak okuyucularımız için faydalı
mülahaza ediyoruz:
"Sünnette üzerinde titizlikle durulmuş olan diğer bir husus,
içerisinde ikamet edilen meskenin dekorudur. Ev içerisinde yer alan herbir eşya
ve eşyada tezahür eden telkin unsurları
üzerinde, Hz. Peygamber hassasiyet göstermiştir. Gerek kendi evinde, gerekse
Ashab'ın evlerinde İslam kültürüne muhalif düşen ve başka kültürleri temsil
eden unsurların ve şekillerin varlığına muttali olunca ya sözle, ya fiille,
yahut da ahvaliyle istikrahını bildirerek müdahale etmiştir.
Buhârî'nin Hz. Aişe'den yaptığı bir tahriçte Hz. Peygamer'in evde,
üzerinde haç bulunan her eşyanın, mutlaka haçını bozduğu bildirilmektedir.
Yasak, sadece haç
şekillerini ihtiva eden eşyalara münhasır kalmayıp Allah'ı yaratma
fiilinde taklid manası taşıyan
tasvirlere de şamil kılınmıştır. Aleyhissalâtu vesselâm bu manayı taşıyan
tasvirlerin evde bulundurulma yasağını, "Tasvirin olduğu yere melek
girmez", "En büyük azaba maruz kalacak kimseler musavvirlerdir",
"Dünyada suret yapana kıyamet günü: "Haydi, yaptığına ruh üfle"
denecek ve üfleyemeyecek" gibi
şiddet ifade eden çeşitli tabirlerle dile getirmiştir. Bu hususla ilgili
rivayetlerden birinde Hz. Aişe, şöyle bir vak'a anlatır: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bir seferden dönmüştü. (O'nun yokluğu esnasında)
üzerinde [kanatlı at] timsalleri bulunan bir
durnuku (eve) asmıştım. Bana onu indirmemi
emretti, indirdim (...)" Hadisin
bir başka veçhinde "Üzerinde timsaller bulunan bir kıramımı sehve (denen
duvardaki hücrenin) üzerine örtmüştüm.
Hz. Peygamber onu görünce
çıkardı ve: "Kıyamet günü azabın en
şiddetlisine dûçar olacak kimseler Allah'ın yarattıklarını taklid
edenlerdir" dedi. Ben de ondan bir veya iki yastık yaptım." Bir başka veçhinde: "İki nümruka (yastık) yaptım, bunlar evdeydi ve
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) üzerinde oturuyordu" der.
Bu hadise müsteniden
alimlerin, gölgesi olmayan tasvirlerin,
üzerine oturmak, basmak gibi hakir
durumlarda kullanılan halı, döşek vs. eşya üzerinde bulunmasına cevaz
verdiği belirtilir. Nevevî bu görüşün Sahabe ve Tabiin'e mensub cumhur-u
ulemanın görüşü olduğunu belirttikten sonra, bu meyanda Sevrî, Malik, Ebu
Hanife ve Şafii'nin ismini zikreder. Nesai'nin bir tahricinde Hz. Peygamber'in
yanına girmek için gelmiş olan Cibril girmez ve: "Nasıl gireyim, evinde
tasvirler ihtiva eden bir örtü var. Ya (suretlerin) başını kopar, ya örtüyü
üzerine basılan sergi yap. Biz melekler
tasvirin bulunduğu bir eve girmeyiz" der.
Hz. Peygamber, Abdullah İbnu Ömer'in rivayetinde ziyaret için gelmiş olduğu Sefine Ebu
Abdirrahman'ın rivayetinde de beraber yemek için vaki davet üzerine gelmiş
olduğu kızı Fatıma'nın evine, kapıya asılmış olan nakışlarla süslü perde sebebiyle girmeden
geri döner.
Abdurrezzak'ın bir tahricinde de yemeğe davet edildiği eve geldiği vakit, çeşitli renklerle tezyin
edilmiş olduğunu görür, kapıda durup renkleri saydıktan sonra: "Keşke tek
renk olsaydı" diyerek girmeksizin geri döner. Aşağıdaki misallerin de
te'yid edeceği üzere, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bu davranışıyla
evin tezyininde sadeliğin esas olmasını irşad buyurmuştur.
İlim adamları bu rivayetlerden "içerisinde muharremat bulunan
eve girmek ve davete icabe etmek için önce izalesine çalışılır, muktedir
olunmazsa girilmez, icabet edilmez" hükmünü vermişlerdir. Ancak Hz.
Peygamer'in son misalde "keşke tek renk olsaydı" dediği birinci
misalde de geri dönüş sebebini soran Hz. Ali'ye: "Dünya benim neyime,
nakış benim neyime?" cevabını verdiği,
keza yukarıda zikrettiğimiz tasvirli perde vs.'yi kaldırması için Hz.
Aişe'ye verdiği emirle ilgili hadisin
bazı vecihlerinde: "Zira bu bana
dünyayı hatırlatıyor", "Zira üzerindeki tasvirler namaz esnasında
dikkatimi dağıtıyor", "Zira eve her girişimde bunu görüyorum, dünyayı
hatırlıyorum" vs. dediği tasrih edilmektedir ki, bunlar Hz. Peygamber'in
yeni tebliğ etmiş olduğu bir dinin tam yerleşmesine engel teşkil edebilecek
sebepler hususunda titizliğinin
derecesini göstermektedir.[79] O, istiyordu ki insanlar
bütün himmetleriyle Kur'an'a yönelsin, onun hakikatlarını anlamaya, yaşamaya
çalışsın. Hatta bu sebeple
kendisinden Kur'an dışında bir şey yazmayı da yasaklamış, bir nevi
cahiliye prestişlerinden biri olan kabir ziyaretlerini de men etmişti. Diğer
taraftan "insanların kalbi Allah'ın iki parmağı arasındadır, istediği gibi
oynatır" cümlesinde ifade ettiği beşer tabiatındaki istikrarsızlık sebebiyle iman ve amellerine
rağmen, müşrikliğe ait hatıralar sebebiyle eski
sapıklıklarının tekrar şu veya bu şekilde tezahüründen korkmakta idi. Bu sebeple o hususlarda Hz.
Peygamber titizliği ileri götürmüş, açık
kapı bırakmak istememiştir. Halkın espirisini nazara alışını gösteren en
manidar misallerden biri Hz. Aişe'ye, cahiliye devrinde yanlış temelde
oturtulmuş olan Ka'be'yi, yeniden aslî temeli üzere kurmaya teşebbüs
etmeyişinin sebebini izah sadedinde söylediği şu cümledir: "Kavmin
cahiliye devrine yakındır. Bu sebeple, (yapacağım tadilatın) kalplerinde nefret
uyandıracağından korkuyorum."
Şu halde "Cahiliye devrine yakın" olan insanlığın
halet-i ruhiyelerini nazar-ı itibara
alan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), o devre ait şirklere alâmet
olan her şeye karşı amansız bir mücadele açmıştır. Bu, put olabilir, putların
tasviri olabilir, o devreye ait bir yemin tarzı, selamlaşma şekli vs. olabilir,
hepsi yasaklanmıştır.
Tasvirle ilgili yasakları, şarihlerin: "Kendisine ibadet
edilen zîruhların hürmet ifade eden tarzda konması haramdır, ayak altına
atılması mübahtır" diye formüle etmesi sünnette gelen yasağın terbiyevî
yönünü ifade eder. Bu yasaktan ağaç tasvirleri istisna edilmiştir. Ancak
Arapların o devirde takdis ettikleri ağaçları Hz. Peygamber'in yıktırdığını rivayetler haber verir.
Hz. Peygamber'in Medine'yi baştan ayağa kontrol ettirerek
"putları kırdırdığı, yüksek kabirleri düzlettiği, tasvirleri de iptal
ettirdiği"ne dair rivayetler bu husustaki titizliğinin ne dereceyi bulduğunu gösterir. Bu rivayetlerden bazılarında
bu maksatla gönderilen Ensar'dan bir adamın: "Ya Resulullah, ben kavmimin
evlerine girmek istemiyorum" diye itirazı -ve bunun üzerine Hz. Ali'nin
gönderilmesi- devletin, bu hususla ilgili olarak koyduğu yasağın uygulanmasını
takip için evleri kontrolden bile geçirdiğini göstermektedir.
Söylediklerimizi hülasa etmek gerekirse, evin dekor ve tezyininde
yer alan tezyin unsurları aynı zamanda bir telkin vasıtası kabul edilmektedir.
Müslüman hayat görüşüne ters düşen unsurların yer almaması gerekmektedir. Son
olarak şunu da kaydedelim: Dihlevi'ye
göre duvar ve elbisenin resimlenmesi iki sebepten yasaktır:
1- Fuzulî israf ve iftiharı önlemek,
2- Putperestlik kapısını açmamak."[80]
ـ5577 ـ6ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
اللّهَ
يَبْعَثُ
لهذِهِ
ا‘ُمَّةِ عَلى
رَأسِ كُلِّ
مِائَةِ
سَنَةٍ مَنْ
يُجَدِّدُ
لَهَا
دِينَهَا[.
أخرجه أبو
داود .
6. (5577)- Hz. Ebu Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Muhakkak ki, Allah bu ümmet için, her yüz senenin başında,
kendisine dini tecdid edecek kimse(ler) gönderecektir." [Ebu Davud,
Melahim 1, (4391).][81]
AÇIKLAMA:
1- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadis-i
şeriflerinde kendinden sonra her asırda çıkacak ve hayat-ı içtimaiye-i medeniyete
soktukları bid'alarla dinden uzaklaşmış olan insanları tekrar İslam'ın hakiki
mecrasına sokacak olan kimseleri haber vermektedir. Bu zatlara müceddid
denmektedir. Bu mübarek zatların
mümeyyiz vasfı bid'ayı temizleyip sünneti ihyadır. Ölümü hicrî 101 olan Ömer
İbnu Abdilaziz'den bu yana ümmet böylesi insanlarla daima şerefyab olmuştur.
Daha önce, bir başka hadis vesilesiyle genişçe açıkladığımız üzere, Resulullah'tan sonra geleceği
belirtilen bu şahıslar her asırda bir tane değildir. Aynı anda her memlekette, farklı mezhep ve meşreplere
göre her bir çevrede birçok insanlar,
müceddid manasında tecdid hizmeti
yapabilecektir. Alimlerin belirttiği üzere, kimlerin müceddid olduğu kesinlikle
bilinemez, sünneti ihya, bid'atı imha,
ilmi artırma, insanları amel, ahval ve düşüncede İslam'a irca gibi karinelerle
müceddid olduğuna zann-ı galible hükmedilir. Müceddidin, dini alimlerin zahir
ve batın her çeşidinde alim olacağı belirtilmiştir. Fakih, muhaddis, müfessir,
lügavi her tabaka kendi imamlarını "müceddid" görmüşlerdir.
2- "Yüzyıl başı" nedir? Asrın ilk yılları mı, son
yılları mı ihtilaf edilmiştir. Bu hadiste, yüzyıl başı ile yüzyılın sonunun
kastedildiği söylenmiştir. [82]
ـ5578 ـ7ـ
وعن
حُذَيْفَة
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَامَ
فِينَا
رَسُولُ
اللّهِ # مَقاماً
فَمَا تَرَكَ
شَيْئاً
يَكُونُ مِنْ
مََقَامِهِ
ذلِكَ الَى
قِيَامِ
الْسَّاعَةِ
إَّ
حَدَّثَهُ،
حَفِظَهُ
مَنْ حَفِظَهُ،
وَنَسِيَهُ
مَنْ
نَسِيَهُ.
قَدْ عَلِمَهُ
أصْحَابِي
هؤَُءِ
وَإنَّهُ
لَيَكُونُ مِنْهُ
الشَّىْءُ
قَدْ
نَسِيتُهُ
فَأرَاهُ فَأذْكُرَهُ
كَمَا
يَذْكُرُ
الرَّجُلُ
وَجْهَ
الرَّجُلِ إذَا
غَابَ عَنْهُ.
ثُمَّ إذَا
رَآهُ
عَرَفَهُ[.
أخرجه
الشيخان وأبو
داود .
7. (5578)- Huzeyfe
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) aramızda
doğrulup, o günden kıyamete kadar olacak her şeyden bahsetti. Onu belleyen
belledi ve unutan da unuttu. Şu arkadaşlarım da bunu bilirler. (Resulullah'ın
haber verdiği ve fakat) unutmuş olduğum o şeylerden biri vukua gelip görünce,
öylesine canlı hatırlıyorum ki, tıpkı, kişinin gördüğü bir şahsın yüzünü, o
şahıs kaybolunca hatırlamadığı halde[83] bilahare karşılaşınca
hemen tanıyıvermesi gibi." [Buharî, Kader 4; Müslim, Fiten 23, (2891); Ebu
Davud, Fiten 1, (4240).][84]
AÇIKLAMA:
Hadisin ravisi Huzeyfe (radıyallahu anh) Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın -başkaları
tarafından bilinmeyen- sırlarına vakıf olan bir zattır. Bu sebeple ona sahib-i
sır da denmiştir. Hadisin bir veçhinde "Allah'a yemin olsun benimle
kıyamet arasında vukua gelecek bütün fitneleri biliyorum.." der. Hadisin
Ebu Davud'daki veçhinde, Resulullah'ın kıyamete kadar gelip üç yüz ve daha
fazla etbaı bulunacak her bir fitne başını ismiyle, babasının ve kabilesinin
ismiyle zikrettiğini belirtir.[85]
ـ5579 ـ8ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال:
]أخْبَرَنِى
رَسُولُ
اللّهِ #
بِمَا هُوَ
كَائِنٌ الى يَوْمِ
الْقِيَامَةِ،
فَمَا مِنْهُ
شَىْءٌ إَّ وَقَدْ
سَألْتُهُ
عَنْهُ، إَّ
أنِّي لَمْ
أسْألْهُ مَا
يُخْرِجُ
أهْلَ
الْمَدِينَةِ
مِنَ
الْمَدِينَةِ[.
أخرجه مسلم .
8. (5579)- Yine Huzeyfe
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm),
kıyamete kadar gelecek her şeyi bana haber verdi. Onlardan her ne varsa
Aleyhissalâtu vesselâm'a sordum. Sadece "Medine halkını Medine'den kim
çıkaracak?" bunu sormadım." [Müslim, Fiten 24, (2891).][86]
ـ5580 ـ9ـ
وعن عَمْرِو
بنِ أخْطَبِ
ا‘نْصَارِىّ رَضِيَ
اللّهُ عَنه قال:
]صَلّى بِنَا
رَسُولُ
اللّهِ #
يَوْماً الْفَجْرَ
وَصَعِدَ
الْمِنْبَرَ
فَخَطَبَنَا
حَتّى
حَضَرَتِ
الظُّهْرُ.
فَنَزَلَ، فَصَلّى،
ثُمَّ صَعِدَ
الْمِنْبَرَ،
فَخَطَبَنَا
حَتَّى
حَضَرَتِ
الْعَصْرُ.
فَنَزَلَ
فَصَلّى
ثُمَّ صَعِدَ
الْمِنْبَرَ
فَخَطَبَنَا
حَتّى غَرَبَتِ
الشَّمْسُ
فَأخْبَرَنَا
بِمَا هُوَ
كَائِنٌ الى
يَوْمِ
الْقِيَامَةِ
فَأعْلَمُنَا
أحْفَظُنَا[.
أخرجه مسلم .
9. (5580)- Amr İbnu Ahtab
el Ensarî (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gün bize sabah namazını kıldırıp
minbere çıktı. Öğle vakti girinceye kadar hitap etti. Sonra minberden inip
namaz kıldı. Tekrar minbere çıkıp ikindi vakti girinceye kadar bize hitap etti.
İnip ikindiyi kıldı, sonra tekrar minbere çıktı, güneş batıncaya kadar bize
konuştu. Bu konuşmalarda kıyamet gününe kadar olacak (hadisatı) bize haber
verdi. Bunları en iyi bilenimiz, en belleyişli olanımızdır." [Müslim,
Fiten 25, (2892).][87]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, 5578 numaralı hadiste belirtilen fitnecilerle ilgili
bilgilerin bir gün içinde toptan verildiğini ifade etmektedir. Zaten o hadisten
bazı alimler "Resulullah makamından hiç ayrılmadan, aynı mecliste kıyamete
kadar gelecek ve etbaı üç yüz ve daha fazla olacak fitneci başlarını isimleri,
babalarının isimleri ve kabilelerinin isimleri ile birlikte haber verdi"
manasını çıkarmışlardır.
Bunları en iyi bilenin kendisi olduğunu söylerken Hz. Huzeyfe,
bu hutbeyi dinleyen diğerlerinin artık
hayatta kalmadığını ima etmektedir. Bu hadis, daha sarih bir şekilde fitnecilere müteallik bilginin bir
sır olarak sadece Huzeyfe'ye tevsi edilen bir bilgi olmayıp, herkese alenen
öğretilen bir bilgi olduğunu ifade etmektedir.
Her halükârda, bu mezkur hutbe dışında, Hz. Huzeyfe'ye hususi bir
talimde bulunmuş olma ihtimalinin de varid olduğunu alimler belirtir.[88]
ـ5581 ـ10ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]لَمَّا
فُتِحَتْ
خَيْبَرُ
أُهْدِيَتْ
لِرَسُولِ
اللّهِ #
شَاةٌ فِيهَا
سُمٌّ. فقَالَ
#: اِجْمَعُوا
لِي مَنْ
ههُنَا مِنَ
الْيَهُودِ، فَجُمِعُوا
لَهُ. فقَالَ
لَهُمْ: هَلْ
أنْتُمْ
صَادِقِىَّ
عَنْ
شَيْءٍ
إنْ
سَألْتُكُمْ
عَنْهُ؟
قَالُوا:
نَعَمْ.
فَقَالَ
لَهُمْ: مَنْ أبُوكُمْ؟
قَالُوا:
فَُنٌ. قَالَ:
كَذَبْتُمْ،
بَلْ
أبُوكُمْ
فَُنٌ.
قَالُوا:
صَدَقْتَ. قَالَ:
هَلْ أنْتُمْ
صَادِقِيٍّ
كَمَا قَالَ أوًَّ.
قَالُوا:
نَعَمْ. وَإنْ
كَذَبْنَاكَ
عَرَفْتَهُ
كَمَا
عَرَفْتَهُ
في أبِينَا.
قَالَ: مَنْ
أهْلُ
النَّارِ؟
قَالُوا:
نَكُونُ فيهَا
يَسِيراً.
ثُمَّ
تَخْلُفُونَا
فيهَا. قَالَ:
اخْسَئُوا،
واللّهِ
نَخْلُفُكُمْ
فيهَا
أبَداً،
ثُمَّ قَالَ:
هَلْ أنْتُمْ
صَادِقيٍّ
عَنْ شَيْءٍ
إنْ
سَألْتُكُمْ عَنْهُ؟
قَالوُا:
نَعَمْ.
قَالَ: هَلْ
جَعَلْتُمْ
في هذِهِ
الشَّاةِ
سُمّاً؟
قَالُوا:
نَعَمْ. قَالَ:
فَمَا
حَمَلَكُمْ
عَلى ذلِكَ؟
قَالوُا: أرَدْنَا
إنْ كُنْتَ
كَاذِباً أنْ
نَسْتِريحَ
مِنْكَ،
وَإنْ كُنْتَ
صَادِقاً
لَمْ يَضُرَّكَ[.
أخرجه
البخاري .
10. (5581)- Hz. Ebu Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Hayber fethedildiği zaman, Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a zehir katılmış bir koyun (kızartması) hediye edildi.
Aleyhissalâtu vesselâm:
"Yahudilerden burada olanları bana toplayın!" emrettiler
ve derhal toplanıp getirildiler.
"Size bir şey sorsam doğru söyleyecek misiniz?" buyurdu.
Onlar: "Evet!" deyince: "Babanız kimdir?" buyurdu.
"Falancadır!" dediler.
"Yalan söylediniz, bilakis babanız falandır!" buyurdu.
"Doğru söyledin!" dediler.
"Önceki gibi bana doğru söyleyecek misiniz?" diye tekrar sordu.
"Evet! Zaten biz sana yalan söylesek sen onu anlayacaksın,
tıpkı babamız hakkındakini anladığın gibi" dediler.
"Cehennem ehli kimdir?" dedi.
"Biz orada az kalacağız. Orada bize siz halef
olacaksınız!" dediler.
"Defolun! Vallahi biz ebediyen size cehennemde halef olmayacağız!" buyurdu. Sonra da:
"Size bir şey sorsam bana doğru söyleyecek misiniz?"
buyurdu.
"Evet!"
dediler.
"Bu
koyuna zehir koydunuz mu, koymadınız mı?" dedi.
"Evet,
koyduk!" dediler.
"Pekiyi
bunu niye yaptınız?" buyurdu.
"Yalancı
(bir peygamber) isen, senden kurtulmayı arzu ettik. Hakiki bir peygamber isen,
bu zehir sana asla zarar vermez!" dediler." [Buharî, Cizye 7.][89]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, Hayber'in fethinden sonra Zeyneb Bintu'l-Haris
adında bir Yahudi kadınının ihanetini anlatmaktadır. Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın vefatıyla ilgili bahiste,
Aleyhissalâtu vesselâm'ın bu zehirin tesiriyle öldüğüne dair rivayeti kaydetmiş
idik.
İbnu İshak'ın rivayetine göre, savaştan sonra kadın, Aleyhissalâtu
vesselâm'ın koyunun neresini daha çok
sevdiğini sorar. Kolunu sevdiği söylenir. Bu kısma daha çok zehir koyarak,
kızartılmış halde ikram eder. Aleyhissalâtu vesselâm kol kısmından bir parça
alarak ağzında çiğner, fakat yutmaz. Ancak beraberinde bulunan Bişr İbnu Bera
lokmasını yutmuş bulunur ve zehirin
tesiriyle vefat eder, (radıyallahu anh).
Aleyhissalâtu vesselâm, yutmadan ashabına: "Sakın yemeyin, koyun
zehirli!" diye durumu haber verir.
2- Bu ihaneti yapan Zeyneb'in akibeti hususunda rivayetler
ihtilaf eder:
* Bazı rivayetler kadının cezalandırılmadığını, kadın Müslüman
olduğu için serbest bırakıldığını belirtir. Müslüman olduğunu söyleyen bir
rivayete göre, Aleyhissalâtu vesselâm koyunun zehirli olduğunu haber verince,
kadın: "Şimdi anladım ki, sen doğru sözlüsün. Seni ve burada bulunanları
şahid kılıyorum ki ben senin dinindeyim. Allah'tan başka ilah yok. Muhammed de
onun kulu ve elçisidir" der. Rivayet "Kadın Müslüman olunca
Aleyhissalâtu vesselâm kadından yüz çevirdi" diye not düşer.
* Bazı rivayetler öldürüldüğünü belirtir.
* Bazıları da Aleyhissalâtu vesselâm'ın kadını Bişr İbnu
Bera'nın velilerine teslim ettiğini,
onların kısasen öldürdüğünü kaydeder.
* Beyhakî, ihtilafları şöyle te'lif eder: "Muhtemelen kadın
önce serbest bırakıldı ama Bişr (radıyallahu anh) zehirin tesiriyle ölünce, kısasen kadın öldürüldü.
Meseleyi bu şekilde açıklayan Süheylî merhum ilave eder: "Aleyhissalâtu
vesselâm kadını önce terketti. Çünkü kendi şahsî meselesi için intikam almazdı, sonra kısas olarak Bişr'e bedel öldürdü." İbnu Hacer önce terkedilişini "Müslüman
olması" ile izah eder. "Öldürülmesini Bişr'in vefatına kadar te'hir
etti. Ama o ölünce, şartı ortaya çıktığı için kısas vacib oldu" diye
açıklar.[90]
ـ5582 ـ11ـ
وعن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ عَنها:
]أن بَعْضَ
أزْوَاجِ
النَّبِيِّ #
قُلْنَ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ ، أيُّنَا
أسْرَعُ بِكَ
لُحُوقاً؟
قَالَ: أطْوَلُكُنَّ
يَداً،
فَأخَذْنَ
قَصَبَةً
يَذْرَعْنَهَا.
فَكَانَتْ
سَوْدَةُ
أطْوَلَهُنَّ
يَداً.
فَعَلِمْنَا
بَعْدُ
أنَّمَا كَان
َطُولُ
يَدِهَا
الصَّدَقَةَ،
وَكَانَتْ تُحِبُّ
الصَّدَقَةَ،
وَكَانَتْ
أسْرَعُنَا
لُحُوقاً
بِهِ[. أخرجه
الشيخان
والنسائي .
11. (5582)- Hz. Aişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
hanımlarından bazıları: "Ey Allah'ın Resulü! Hangimiz sana daha çabuk
kavuşacak?" diye sordular. O da:
"Kolu en uzun olanınız!" diye cevap verdi. Onlar da bir
karış alıp kollarını ölçtüler. En uzun kollusu Sevde idi. Bilahare anladık ki,
kolunun uzunluğu(ndan murad) sadaka imiş. Zaten o sadaka vermeyi severdi. İlk
önce o, Aleyhissalâtu vesselâm'a kavuşmuştu." [Buharî, Zekat 11; Nesaî, Zekat
59, (5, 66, 67).][91]
ـ5583 ـ12ـ
ولمسلم في
أخرى:
]أسْرَعُكُنَّ
لُحُوقاً بِى
أطْوَلُكُنَّ
يَداً.
قَالَتْ:
فَكُنَّ يَتَطَاوَلْنَ
أيَّتُهُنَّ
أطْولُ يَداً.
فَكَانَتْ
أطْوَلُنَا
زَيْنَبَ،
‘َنَّهَا كَانَتْ
تَعْمَلُ
بِيَدِهَا
وَتَتَصَدَّقُ[
.
12. (5583)- Müslim'in diğer
bir rivayeti şöyledir: "Bana kavuşmada en çabuğunuz kolu en uzun
olanınızdır!"
Hz. Aişe devamla der ki: "Kol yönüyle kim daha uzun diye
uzunluk ölçüşmesi yaptılar. En uzunumuz Zeyneb [Bintu Cahş] idi. Çünkü o,
eliyle çalışır ve kazandığını sadaka olarak fukaraya verirdi." [Müslim,
Fezailü's-Sahabe 101, (2452).][92]
AÇIKLAMA:
1- Bu iki hadiste, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
zevcelerinin, kendisine ahirete kavuşmada hangisinin erken davranacağını
sorduklarını görmekteyiz. Aleyhissalâtu
vesselâm mucize olarak "kolu en uzun olanınız" der. Muhatapları, zahire göre
anlayarak kollarını ölçerler. Halbuki Aleyhissalâtu vesselâm mecaz
kasdetmiştir. Buradaki kol uzunluğundan
maksad cömertliktir, sehavettir. Allah yolunda yapılan tasaddukun
çokluğudur. Bu durum, Allah Resulü'nün vefatından sonra ilk vefat edenin Zeyneb
Bintu Cahş olmasıyla anlaşılır. Çünkü Zeyneb, deri ustasıdır, hem işliyor, hem
de dikiyordu. Mamulatını satıp kazandığı parayı Allah yolunda tasadduk
ediyordu.
Önceki rivayette, kolu en uzun olanın Sevde (radıyallahu anhâ)
olduğu zikredilmiştir. Ancak alimler, bunda bir hata olduğunu, doğrusunun
Zeyneb olması lazım geldiğini, hem erken ölme ve hem de cömertlik yönüyle
vak'aya da bunun mutabık olduğunu belirtirler.
2- Hadisin aslında "eli uzun" tabiri geçer. Biz,
tercümeyi "kolu uzun"
diye yaptık. Aslında tam
karşılığı "eli açık" tabiridir. Ancak bu takdirde ifadeyi tamamen
bozmak gerekecekti. Dilimizde eli uzun, hırsız demektir. Şu halde hükmü, lafza
göre değil, maksada göre vermek gerekir.[93]
İSTİDRAD:
Hz. Zeyneb'in burada mevzubahis edilen mesleğiyle ilgili bir
tahkikimizi, günümüzün ortaya çıkardığı bir probleme ışık tutma yönüyle
arzettiği ehemmiyete binaen aynen kaydetmeyi uygun görüyoruz. Problem,
kadınların çalışması meselesidir. Dinimize
göre kadının çalışma yasağı diye bir problem yok, ama normal şartlarda
kendisinin veya ailesinin nafakası için çalışma mecburiyeti de yok. Onun
nafakası kocası üzerindedir. İlla da
para getiren bir çalışma yapacaksa, bunun İslamî şartlar çerçevesinde olması
gerekir. Hz. Zeyneb (radıyallahu anhâ)'in verdiği örnek, kadının evi dahilinde
yapacağı çalışma ile ilgilidir. İslam cemiyeti, iş hayatını, çalışmak isteyen
kadınlara, evlerinde çalışabilme imkanı sağlayacak bir teşkilata kavuşturmaktadır. Zikri geçen
tahkikimiz Hane-i Sadette İş Atölyesi adını taşır.[94]
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı Kur'an-ı Kerim:
"Kendisinde her hususta en güzel örneği bulacağımız rehber" (Ahzab
21) olarak tarif eder.
Evet Aleyhissalâtu vesselâm mü'minlere her hususta örneklerin en
güzelini sunmuştur. Namaz, oruç, tevbe, istiğfar, tazarru gibi, ibadetin her
çeşidinde, cihad, ticaret, komşuluk münasebetleri, devlet reisliği, aile
reisliği, arkadaşlık gibi her çeşit beşerî ahvalde en güzel örnek O'ndadır.
İşte bu örneklerden biri aile içi çalışma düzeni ve ailevî iş
atölyesiyle ilgili. Tanıtacağımız iş atölyesinin ustası veya işçisi kendisi
değil, ama hanımı, hanımlarından biri ve
hatta ikisidir. Şöyle ki:
Mü'minlerin annelerinden olan Zeyneb Bintu Cahş (radıyallahu
anhâ)'ın hayatına baktığımız zaman onun menkibeleri arasında dindarlık,
cömertlik ve "san'atkârlık" vasıflarına da rastlarız.
Mesela Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ) onu; "Zeyneb Bintu
Cahş'ı Resulullah takdir eder, ondan
sıkça bahsederdi, kendisi gerçekten saliha bir kadındı. Çok oruç tutar,
geceleri namaza kalkar, san'at sahibi,
sanatından kazandığının tamamını fakirlere tasadduk ederdi" diye tanıtır.
Zeyneb Valide'nin sanatı bir başka rivayette açıklanır:
"Zeyneb (radıyallahu anhâ) el sanatkârı idi, deri işler, diker ve Allah
yolunda tasadduk ederdi."
Şu halde, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın aynı zamanda
halasının kızı olan ve hicretin üçüncü yılında Hz. Peygamber'le 35 yaşında iken evlenen Zeyneb Bintu Cahş deri işleme ustasıdır.
Ham deriyi, o devrin usulünce debbağlayarak işlemekte, sonra da ondan
kullanılacak eşyalar dikip satmaktadır.
Başka rivayetlerde rastladığımız bazı açıklamalardan, bu iş için,
Hane-i Saadet'te bir de müstakil oda, bugünün
tabiriyle bir iş atölyesi bulunduğunu anlamaktayız. Şöyle ki:
Bilindiği üzere Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), İslam'ın
tebliğ ve ahkâmın teşrî yeri olan Medine hayatında, siyasî ve dinin neşrine
dönük maksadlarla birçok kadınla
evlenmiş ve her izdivacında yeni hanımı için müstakil bir hücre inşa
ettirmişti. Böylece Mescid'in avlusunda, hanımları adedinde hücreleri olmuştu. Bunlar tek katlı,
yan yana birbirleriyle bitişik, önü mescidin avlusuna açılan yapılardı. Resulullah'ın sırf kendine mahsus başka bir
hücresi yoktu. Her gün sırayla hanımlarından birinin yanında kalıyor idi.
Bir ara hanımlar arasında çıkan bir huzursuzluk sebebiyle, onları
te'diben bir ay ayrı yaşamaya karar verdi. Îla da denen bu hâdiseyi anlatan
rivayetler bu hücrelerden birinin üst kısmına inşa edilmiş ziyade bir odadan
bahsetmektedir. Bu oda bir ikinci kattır; hurma kütüğünden yapılmış merdivenle çıkılmaktadır. Buraya
meşrübe denmektedir.
Sabah namazından sonra, her gün, mesidde kalıp kuşluk vaktine
kadar ashabıyla sohbet eden Resulullah, o gün namazı kılar kılmaz, hiç bir
kelam etmeden doğru meşrübeye çıkar. Ashab, haklı olarak, mühim bir hâdise var
zannıyla telaşlanır. Hz. Ömer, peşinden gitme cesaretini gösterir, fakat kapıda
bekleyen hizmetçi Resulullah'ın girme izni vermediğini belirtir. Hz. Ömer,
birkaç kere gider gelir, izin ister, her seferinde reddedilir. Dördüncü müracaatta
huzur-u risalet penahiye kabul edilir.
Hz. Ömer'in bu oda ile ilgili tasviri, Resulullah'la geçen
konuşmaları birçok teferruata şamildir. Bir kısmı konumuzu ilgilendirmez. Ancak
oradaki müşahedelerinden bazıları
mevzumuz açısından son derece ehemmiyet
taşır. Zira onların tahlilinden burasının mûtad olarak deri işleme
atölyesi olduğunu anlıyoruz.
Zira, Hz. Ömer bize, gördüğü eşyalar meyanında duvara asılmış üç
adet deriden (ühüb) ve deri işlemede kullanılan maddeden (karaz)
bahsetmektedir. Şarihler ühüb
kelimesinin ihhab'ın cem'i (çoğulu) olduğunu söyler ve işlenmemiş deri manasına geldiğini belirtir.
Hatta bazan mutlak deri manasına
kullanıldığı da olmuştur. Buhârî Şarihi İbnu Hacer - bir başka rivayette ühüb
yerine efik kelimesinin kullanılmış olmasından hareketle- şöyle der:
"Görünen o ki, ihab'dan burada kastedilen şey debbağlanmağa başlamış fakat
henüz işlenmesi tamamlanmamış deridir. Nitekim Semmak İbnu'l-Velid'in
rivayetinde efik kelimesi kullanılmıştır,
efik debbağlanması tamamlanmamış deri demektir." Bu açıklamayı
te'yid eden bir başka karine, bazı rivayetlerde bu derilerin pis koku neşrettiklerine dair gelen
teferruattır.
Hele yerde bir sa'
miktarında arpa ve bir o kadar da, deri debbağlamada kullanılan
karaz maddesinin bulunması, bu odanın
deri debbağlamada kullanılan bir atölye olduğunu ifadede tamamlayıcı bir delil
olmaktadır. Lügatler karazın selem ağacının yaprağı olduğunu, bu meyvenin deri
debbağlamada kullanıldığını belirtir.
Hz. Ömer'in tasvirlerinde Resulullah'ın başucunda asılı olduğu
belirtilen bu derilerin sathî bir nazarla "namaz postu" olduğunu
söylemek veya bir miktar arpanın da varlığını nazar-ı dikkate alarak o odayı
"kiler" olarak tavsif etmek
başka rivayetlerde gelen tasrihata ters düşmekten başka, burada belirtmeye
çalıştığımız mühim bir ibreti gölgelemektedir.
Bu odanın Zeyneb (radıyallahu anhâ)'in deri işlediği yer olduğu
açıktır. Bugünün tabiriyle iş atölyesi, yani deri işleme işinde usta olan ve
pek çok rivayette, Resulullah'la evlendikten sonra da mesleğini icra ettiği
teyid edilen Zevcat-ı Tahirat'tan Zeyneb Bintu Cahş'ın deri işleme atölyesi.
Şunu da kaydetmede fayda var: Resulullah'ın zevcelerinden Ümmü
Seleme (radıyallahu anhâ) de deri işlemektedir. Ahmed İbnu Hanbel'in bir
rivayetinde, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) kendisine evlenme teklifini
yapmak üzere uğradığı sırada deri
debbağlamakta olduğunu, elindeki karaz
bulaşığını yıkayarak Resulullah'ı içeri aldığını belirtir. Evlendikten sonra
bunun meslek icra edip etmediğini bilmiyoruz. Ancak Zeyneb validemizin bu işi
devam ettirdiği rivayetlerde pek sarih.
Burada şu soru hatıra gelebilir: İslam fıkhına göre, kadının
nafakası kocasına aittir, gelir getirecek bir işle meşgul olmak mecburiyetinde
değildir. Aleyhissalâtu vesselâm da zevcelerinin nafakasını temin etmekte idi.
Bunun cevabı şudur: İslam, kadını çalışmaya mecbur etmez; bu
doğru, ama illa da çalışmayacaksın da demez. Kocasının izni tahtında, kadının
çalışmasıyla ilgili, İslam'ın derpiş ettiği şartlar çerçevesinde kadının
çalışmasına hiç bir dinî engel yoktur, çalışabilir. Nitekim Hz. Zeyneb
validemiz, nafakasını temin için değil, Allah yolunda harcamak için çalışmış
ve kazancının tamamını fakir fukaraya,
dul ve yetimlere harcamıştır. Hz.
Aişe'nin onunla ilgili bir tasviri şöyle: "Ben Zeyneb kadar çok hayır
yapan, onunki derecesinde sadaka veren, öylesine sıla-i rahimde bulunan,
Allah'a yaklaştıran amellere onun kadar nefsini
bezleden bir başka kadın bilmiyorum." Yine Hz. Aişe'nin anlattığına göre
bir gün Hz. Peygamber: "İçinizde bana en çabuk kavuşacak olan, kolu en
ziyade uzun olanınızdır" buyurur.
Resulullah'ın vefatından sonra hanımları kim erken ölecek, bunu belirlemek
üzere duvar üzerinde zaman zaman kollarının uzunluğunu ölçerler. Hz. Zeyneb,
cüsse itibariyle hepsinden küçük olduğu için bu ölçüşmede daima kaybeder. Ancak
Hz. Aişe der ki: "Zeyneb ölünceye kadar bu ölçüşmeyi yaptık. Ne zaman ki
aramızda ayrılıp Aleyhissalâtu vesselâm'a
ilk kavuşanımız oldu, o zaman anladık ki, Resulullah "uzun
ellilik"le sadakayı kastediyormuş.
Çünkü, Zeyneb el sanatı icra eden bir kadındı, deri debbağlar, deriden eşya
diker, (satar, parasını) Allah yolunda sadaka yapardı." İbnu Sa'd bir
rivayetinde, Hz. Zeyneb'in vefat ettiği
zaman tek dirhem ve tek dinar bırakmadığını,
bütün kazandıklarını sağlığında tasadduk etmiş bulunduğunu bildirir ve
Zeyneb'in fakirlerin (ve dulların) sığınağı olduğunu belirtir. Buradaki
"bütün kazandıkları" içerisinde Hz. Ömer'in tahsisatı da var: Hz.
Ömer (radıyallahu anh), Resulullah'ın diğer zevceleri gibi ona da yıllık 12 bin
dirhem bağlamış idi. Bunu almak zorunda kalan Zeyneb validemiz, alır almaz tamamını yakınları ve yetimleri
arasında taksim eder ve "Allahım Ömer'in bir başka ihsanını nasip
etme, bu fitnedir" diye duada bulunur ve makbul olan duanın
bereketine o yıl içerisinde Rahmet-i
Rahman'a kavuşur. Kefenini kendi
kazancından hazırlamış olan Zeyneb (radıyallahu anhâ), Halife Ömer (radıyallahu
anh)'in de kendisi için göndereceği kefenin tasadduk edilmesini vasiyet eder ve
yerine getirilir.
Mü'minlerin muhterem annelerinden olan Hz. Zeyneb Bintu Cahş'la
ilgili olarak kaydedilen bu rivayetlerden çıkarılacak birkaç mühim prensip var:
1- İslam kadını, hiç bir
maddî ihtiyacı olmasa bile boş
durmamalıdır. Kazanmalı, Allah yolunda harcamalıdır.
2- Kadının evinde yapacağı işe, kocası mani olmamalı, kolaylık
göstermeli, imkan hazırlamalıdır: Çünkü
rehberimiz Fahr-i Âlem (aleyhissalâtu vesselâm) öyle yapmıştır. Zeyneb
validemiz, Resulullah'ın gıyabında, O'nun haberi olmadan bunu yapması mümkün
değildir. Hz. Zeyneb öylesine sünnete bağlı, ölümünden sonra bile olsa
Resulullah'ın emir ve irşadlarına
öylesine sadıktır ki, aksini düşünmek
mümkün değil. Ebu Hureyre der ki: "Veda Haccı esnasında Aleyhissalâtu
vesselâm, hanımları için bu haccın sonuncu hacc olması gerektiğini irşad
buyurmuştu. Resulullah'ın vefatından sonra Sevde ile Zeyneb hariç hepsi hacc
yaptılar, ama onlar yapmadı. Bu ikisi:
"Resulullah'ın o sözünü işittikten sonra bizi vallahi hiçbir hayvan hareket ettiremez" dediler
ve Medine'den dışarı çıkmadılar."
3- Bu hadislerden çıkaracağımız diğer bir prensip, İslam
kadını öncelikle evinde icra edebileceği iş ve mesleklerde maharet kazanmalı, İslam cemiyet kadınlarına o istikamette formasyon
vermelidir.
4- Çalışmak ar değildir. Kişinin mevkii, makamı, maddî durumu ne kadar yüce
olursa olsun, çalışmak evladır: Peygamber hanımı bile, ihtiyacı olmadığı halde
çalışmayı ihmal etmemiştir, hem de deri işlemek gibi nahoş kokulu bir meslekte.
İçinde bulunduğumuz devrin gündemini işgal eden kadının çalışması
meselesinde Zeyneb Bintu Cahş (radıyallahu anhâ) hadisesinden alacağımız
ibretler olmalıdır.[95]
ـ5584 ـ13ـ
وعن هَِلِ
بْنُ عَمْرو
قال:
]سَمِعْتُ عَلِيّاً
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
يَقُولُ:
قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #
يَخْرُجُ
مِنْ وَرَاءِ
النَّهْرِ
رَجُلٌ
يُقَالُ لَهُ
الْحَارِثُ،
حَرَّاثٌ،
عَلى
مُقَدِّمَتِهِ،
رَجُلٌ
يُقَالُ لَهُ
مَنْصُورٌ
يُوطَئُ أوْ
يُمَكِّنُ Œلِ
مُحَمّدٍ
كَمَا
مَكّنَتْ
قُرَيْشٌ
لِرَسُولِ
اللّهِ #،
وَاجِبٌ عَلى
كُلِّ
مُؤْمِنٍ نَصْرُهُ،
أوْ قَال:
إجَابَتُهُ[.
أخرجه أبو
داود .
13. (5584)- Hilal İbnu Amr
anlatıyor: "Hz. Ali (radıyallahu
anh)'yi dinledim. Demişti ki: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Maveraunnehir'den bir adam çıkacak, ona el-Haris Harras
(çiftçi) [el-Haris İbnu Harras] denecek. (Ordusunun) önünde Mansur denen bir
adam olacak. Bu zat Al-i Muhammed için (malıyla, hazineleriyle, silahıyla
zemin) hazırlayacak, hilafeti mümkün kılacaktır. Tıpkı Kureyş'in Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a mümkün kıldığı gibi. Ona yardımcı olmak her
Müslümana vacib olmuştur -veya ona icabet etmesi vacip olmuştur dedi.-"
[Ebu Davud, Mehdi 1, (2452).][96]
AÇIKLAMA:
1- Burada, Aleyhissalâtu vesselâm, istikbalde Maveraunnehir
bölgesinden çıkacak salih bir kimseden ve onun îfa edeceği güzel hizmetlerden
bahsetmekte, haber vermektedir. Çıkacak olan bu salih zat, imkanlarıyla Al-i
Beyt'in hilafete geçmesi için zemin hazırlayacak, yardımcı olacaktır. Al-i
Muhammed'den maksad, ammeten Resulullah'ın nesl-i mübareklerinin hepsidir. Şarihler,
bundan maksadın hassaten Muhammed Mehdi olduğunu söylerler. Öyleyse bu zatın,
Al-i Beyt'e yardımcı olup, düşmanlarına karşı
destek vereceği, maddî ve manevî imkanlarıyla muavenet edeceği
belirtilmektedir.
Kureyş’in Resulullah'a desteği malum. Ancak "Kureyş'ten
inananların" diye kayıtlamak gerekir. İnananlar dışında sadece Ebu Talib,
Resulullah'a destek vermiştir.
2- Hadisin sonunda Al-i Beyt'e destek verecek olan el-Haris'e
yardım etmenin Müslümanlara vacib olduğu bildirilmektedir. İfadenin zahiri yardımın
el-Haris'e yönelik olduğunu ifade ederse de, onun komutanı durumundaki Mansur'a
yönelik olması daha uygun gözükmektedir. Alimlerin çıkardıkları mana nokta-i
nazarından Mehdiye yardım vacib olmaktadır.
3- Ravi, sonda bir şekk ifade etmektedir. Vacib olan yardım
mı, yoksa davetine icabet mi? Gerçek her iki durumda da aynı neticeye
ulaşılmaktadır: Bu salih kişiye yardım edilmelidir.
Son olarak belirtelim ki, rivayet zayıftır.[97]
ـ5585 ـ14ـ
وعن ابن أبي
كثِيرٍ قال:
]قَالَ أبُو
سَهْمٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه:
مَرَّتْ بِي
امْرَأةٌ
فَأخَذْتُ
بِكَشْحِهَا
ثُمَّ
أطْلَقْتُهَا.
فَأصْبَحَ
رَسُولُ اللّهِ
#
في
الْمَدِينَةِ
يُبَايِعُ
النّاسَ
فَأتَيْتُهُ.
فَقَالَ:
ألَسْتَ
بِصَاحِبِ
الْجَذْبَةِ
بِا‘مْسِ؟
فَقُلْتُ:
بَلَى.
وَإنِّي َ أعُودُ
يَا رَسُولَ
اللّهِ
فَبَايَعَنِي[.
أخرجه رزين .
14. (5585)- İbnu Ebi Kesir
anlatıyor: Ebu Sehm (radıyallahu anh) dedi ki: "Bana [Medine'de] bir kadın uğramıştı. Böğründen tuttum, sonra saldım. Sabahleyin
Aleyhissalâtu vesselâm halktan biat almaya başladı. Yanına ben de gittim.
"Dün kadını tutan değil misin sen?" diye sordular.
"Evet! Ama bir daha yapmayacağım ey Allah'ın Resulü!"
dedim. Benim biatımı da aldı." [Rezin tahric etmiştir. Hadis, Ahmed İbnu
Hanbel'in Müsned'inde mevcuttur (5, 293).][98]
CANSIZLARIN
RESÛLULLAH'A KONUŞMALARI, BOYUN EĞMELERİ
ـ5586 ـ1ـ عن
عَليٍّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]كُنْتُ
مَعَ رَسُولِ
اللّهِ #
بِمَكَّةَ
فَخَرَجْنَا
في بَعْضِ
نَوَاحِيهَا،
فَمَا اسْتَقْبَلَهُ
شَجَرٌ وََ
جَبَلٌ إَّ
وَهُوَ يَقُولُ:
السََّمُ
عَلَيْكَ يَا
رَسُولَ
اللّهِ[. أخرجه
الترمذي .
1. (5586)- Hz. Ali
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la
Mekke'de idim. Beraberce bir tarafına
gitmiştik. O'nun karşısına çıkan her ağaç, her dağ O'na selam veriyor ve: "Allah'ın selamı üzerine
olsun ey Allah'ın Resulü!" diyordu." [Tirmizî, Menakıb 8, (3630).][99]
ـ5587 ـ2ـ
وعن جابرِ
بْنِ سَمُرَة
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ # إنَّ
بِمَكَّةَ
حَجَراً كَان
َيُسَلِّمُ
عَلىَّ لَيَالِىَ
بُعِثْتُ،
إنّى
‘عْرِفُهُ
اŒنَ[. أخرجه مسلم
والترمذي .
2. (5587)- Cabir İbnu
Semüre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Mekke'de bir taş var,
peygamberlik geldiği zaman günler boyu bana selam verdi, şu anda o taşı
biliyorum." [Müslim, Fezail 2, (2277); Tirmizî, Menakıb 7, (3628).][100]
ـ5588 ـ3ـ
وعن ابن
عبّاسٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنهما قل: ]جَاءَ
أعْرَابِيٌّ
الى رَسُولِ
اللّهِ #، فَقَالَ:
بِمَ أعْرَفُ
أنَّكَ
رَسُولُ
اللّهِ؟ قَالَ:
أنْ أدْعُوَ
هذَا
الْعِذْقَ
مِنَ النَّخْلَةِ
فَيَشْهَدُ
لِي أنِّي
رَسُولُ اللّهِ،
فَدَعَاهُ،
فَجَعَلَ
الْعِذْقُ
يَنْزِلُ مِنَ
النَّخْلَةِ
حَتّى سَقَطَ
الى رَسُولِ اللّهِ
#، وَقَال:
السََّمُ
عَلَيْكَ يَا
رَسُولَ
اللّهِ؛
ثُمَّ قَالَ
لَهُ رَسُولُ
اللّهِ #:
اِرْجِعْ الى
مَوْضِعِكَ.
فَعَادَ
الى
مَوْضِعِهِ
وَالْتَأَمَ،
فَأسْلَمَ
ا‘عْرَابِيُّ[.
أخرجه
الترمذي .
3. (5588)- İbnu Abbas
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Bir bedevi gelerek Aleyhissalâtu
vesselâm'a:
“Senin Allah elçisi olduğunu ne ile bileyim?" dedi.
Aleyhissalâtu vesselâm: "Hurma ağacından şu salkımı çağırmamla. O benim
Allah'ın elçisi olduğuma şehadet eder!"
dedi ve onu çağırdı. Salkım, ağaçtan inmeye başladı. Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanına düştü ve: "Selam senin üzerine olsun ey
Allah'ın Rsulü!" dedi. Sonra Aleyhissalâtu vesselâm ona:
"Haydi yerine dön!" emrettiler. Salkım, yerine döndü ve
eski yerine kaynadı. Bedevi (bu manzara karşısında) Müslüman oldu."
[Tirmizî, Menakıb 9, (3632).][101]
ـ5589 ـ4ـ
وعن مَعْنِ
بْنِ
عبدالرّحمنِِ
قال: ]سَمِعْتُ
أبِى
رَحِمَهُ
اللّهُ
يَقُولُ:
سَألْتُ
مَسْرُوقاً
مَنْ آذَنَ
النَّبِىَّ #
بِالْجِنِّ
لَيْلَةَ
اسْتَمَعُوا
الْقُرآنَ؟ فَقَالَ:
حَدَّثَنِي
أبُوكَ،
يَعْنِي
ابْنَ مَسْعُودٍ
أنَّهُ قَالَ:
آذَنَتْ
بِهِمْ شَجَرَةٌ[.
أخرجه
الشيخان .
4. (5589)- Ma'n İbnu
Abdirrahman anlatıyor: "Babam merhumu
dinledim. Diyordu ki:
"Mesruk'a sordum: "Kur'anı dinledikleri gece, cinleri(n
geldiğini) Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a kim haber verdi?" Bana şu
cevabı verdi: "Baban, yani İbnu Mes'ud bana bildirdi ki: "Onların yani cinlerin
geldiğini bir ağaç haber verdi." [Buharî, Menakıbu'l-Ensar 32; Müslim,
Salat 153, (450).][102]
AÇIKLAMA:
Daha önce de geçtiği üzere (3. cilt 229) Resulullah'ın cinlerle
görüşmesi mevzubahistir. Görüştüğünü te'yid eden rivayetle birlikte bunu
reddeden rivayet de vardır. Teferruata girmeden şu kadarını söyleyeceğiz:
Rivayetlere göre, Resulullah'ın cinlerle iki sefer görüşmesi vardır: Biri hicretten üç sene evvele aittir.
Mekke'dedir. Diğeri, hicretten sonraya aittir ve Medine'dedir. İbnu Hacer
cinlerin birinci gelişini, gökten haber almalarının şahaplarla önlenmesiyle
izah ederken, ikinci gelişlerini Müslüman olmak maksadlarıyla açıklar.
Sadedinde olduğumuz rivayet, cinlerin Resulullah'ı gıyabında
dinlediklerini, fakat ağaçların bunu Aleyhissalâtu vesselâm'a haber verdiğini
te'yid etmektedir.
Resulullah'ın cinlerle mülakatı sırasında yanında İbnu Mes'ud var
mıydı, meselesi de münakaşa edilmiştir. Bu rivayetin Müslim'de kaydedilen bir
diğer veçhinde sarih olarak, İbnu Mes'ud'un o mülakatta hazır bulunmadığı ifade
edilir. Esasen aksini ifade eden rivayet zayıf bulunmuştur.[103]
ـ5590 ـ5ـ
وعن أنسٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]خَطَبَ
رَسُولُ
اللّهِ # الى
لِزْقِ
جِذْعٍ، فَلَمَّا
صَنَعُوا
لَهُ
الْمِنْبَرَ
فَخَطَبَ
عَلَيْهِ
حَنَّ
الْجِذْعُ
حَنِينَ
النَّاقَةِ.
فَنَزَلَ #
فَمَسَّهُ
فَسَكَنَ[.
أخرجه
الترمذي .
5. (5590)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir hurma kütüğüne dayanarak hitapta
bulun(ur)du. (Duyulan ihtiyaç üzerine) ona bir minber yaptılar, onun üzerinde
hutbe vermeye başladı. Hurma kütüğü Aleyhissalâtu vesselâm'ın kendisini terketmesi üzerine) bir deve inleyişi gibi
inleyip ağlamaya başladı. Bunun üzerine Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
minberden inip kütüğü meshedip okşadı. Kütük inlemeyi bırakıp sükünet
buldu." [Tirmizî, Menakıb 9, (3631).][104]
AÇIKLAMA:
Daha önce izahı geçtiği üzere, Mescid-i Nebevî'de cemaatın
artmasıyla arkada kalanlar Aleyhissalâtu vesselâm'ın konuşmalarını yeterince
işitemez olurlar. Bunun üzerine, hutbelerin yüksekçe bir yerden verilmesi
zaruret haline gelir ve bir minber inşa edilir. Resulullah minberin inşasından
sonra, daha önce hutbe sırasında dayandığı hurma kütüğünü terkederek minberin
üzerinden hutbe vermeye başlar.
Kütük bu ayrılığın tesiriyle inler ve deve gibi ses çıkarır.
Hadisin Buhârî'de, Hz. Cabir'den gelen veçhinde kütüğün çocuk gibi bağırdığı
ifade edilir. Bu vak'a, mescidde çok sayıda kimsenin huzurunda cereyan etmiş
olduğu için, pek çok sahabi tarafından rivayet edilmiştir, lafzî
mütevatirlerden biridir. Teysir, hadisin Tirmizî'de gelen Hz. Enes veçhini kaydetmiştir.[105]
YİYECEK
VE İÇECEKLERİN ARTIP BEREKETLENMESİ
ـ5591 ـ1ـ عن
أنسٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]رَأيْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #،
َوَحَانَتِ
صََة
الْعَصْرِ،
فَالْتَمَسَ
النَّاسُ
الْوُضُوءَ
فَلَمْ يَجِدُوهُ.
فَأُتِي #
بِوُضُوءٍ،
فَوَضَعَ يَدَهُ
فيهِ،
وَأمَرَ
النَّاسَ أنْ
يَتَوَضَّئُوا
مِنْهُ.
قَالَ:
فَرَأيْتُ
الْمَاءَ يَنْبَعُ
مِنْ تَحْتِ
أصَابِعِهِ
فَتَوَضَّأ
الْنَّاسُ
عَنْ
آخِرِهِمْ[.
أخرجه الستة إ
أبا داود .
1. (5591)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı ikindi
namazının vakti girince gördüm. Halk abdest alacak su arıyordu, bulamadılar.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a abdest suyu getirildi. Hemen elini içine koydu ve halka ondan abdest
almalarını emretti. Enes der ki: "Ben suyun parmaklarının altından kaynadığını gördüm.
Halk en sonuncuya varıncaya kadar abdestini aldı." [Buharî, Vüdu 32,
Menakıb 25; Müslim Fezail 5, (2279); Muvatta,
Taharet 32, (1, 32); Nesâî, Taharet 61, (1, 60); Tirmizî, Menakıb 12,
(3635).][106]
ـ5592 ـ2ـ
وعن جابرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]عَطِشَ
النّاسُ
يَوْمَ
الْحُدَيْبِيَةَ،
فَأتَوْا
رَسُولَ
اللّهِ #؛
وَبَيْنَ
يَدَيْهِ
رَكْوَةٌ،
فَتَوَضَّأَ،
فَجَهَشَ
النَّاسُ
نَحْوَهُ.
فَقَالَ:
مَالَكُمْ؟
قَالُوا:
لَيْسَ
عِنْدَنَا
مَا نَتَوَضَّأَ
بِهِ وََ
نَشْرَبُ إَّ
مَا بَيْنَ
يَدَيْكَ،
فَوَضَعَ
رَسُولُ
اللّهِ #
يَدَهُ فِي الرَّكْوَةِ،
فَجَعَلَ
الْمَاءُ
يَفُورُ مِنْ
بَيْنَ أصَابِعِهِ
كَأمْثَالِ
الْعُيُونِ
وَشَرِبْنَا.
قِيلَ
لِجَابِرٍ:
كَمْ
كُنْتُمْ يَوْمَئِذٍ؟
قَالَ: لَوْ
كُنَّا
مِائَةَ
ألْفٍ لَكَفَانَا؛
كُنَّا
خَمْسَ
عَشَرَةَ
مِاَئَةً[.
أخرجه
الشيخان.
2. (5592)- Hz. Cabir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Hudeybiye günü, halk usandı, Aleyhissalâtu
vesselâm'a geldiler. Resulullah'ın önünde deriden mamul bir su kabı vardı, abdest aldı. Halk
ona doğru sokuldu. Bunun üzerine:
"Neyiniz var?" diye sordu.
"Yanımızda abdest almaya ve içmeye önünüzdekinden başka
suyumuz kalmadı!" dediler.
Aleyhissalâtu vesselâm, derhal ellerini kaba koydu. Derken parmaklarının
arasından su kaynamaya başladı, tıpkı gözelerin kaynaması gibiydi. Hepimiz
ondan içtik."
Hz. Cabir'e:
"O gün kaç kişiydiniz?" denildi.
"Eğer, biz yüz bin de olsak su yetecekti, ama biz bin beş yüz kişi
idik." cevabını verdi." [Buharî, Menakıb 25, Megazî 35, Tefsir Feth
5, Eşribe 31; Müslim, İmaret 67, (1856).][107]
ـ5593 ـ3ـ
وعن الْبراء
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]تَعُدُّونَ
أنْتُمُ
الْفَتْحَ
فَتَحَ مَكَّة،
وَقَدْ كَانَ
فَتَحَ
فَتْحاً،
وَنَحْنُ
نَعُدُّ
الْفَتْحَ
بَيْعَةَ الرِّضْوَانِ
يَوْمَ
الْحُدَيْبِيَةِ،
كُنَّا مَعَ
رَسُولِ
اللّهِ #:
أرْبَعَ
عَشَرَةَ مِائَةً،
وَالْحُدَيْبِيَةُ
بِئْرٌ. فَنَزَحْنَاهَا
فَلَمْ
نَتْرُكْ
فِيهَا
قَطْرَةً،
فَبَلَغَ
ذلِكَ
النَّبِىَّ #،
فَأتَاهَا،
فَجَلَسَ عَلى
شَفِيرِهَا
ثُمَّ دعَا
بِإنَاءٍ
مِنْ مَاءٍ،
فَتَوضَّأ
وَتَمَضْمَضَ
وَدَعَا. ثُمَّ
صَبَّهُ
فِيهَا
فَتَرَكْنَاهَا
غَيْرَ بَعِيدٍ.
ثُمَّ
إنَّهَا
أصْدَرَتْنَا
مَا شِئْنَا
نَحْنُ
وَرِكَابُنَا[.
أخرجه
البخاري .
3. (5593)- Hz. Bera
(radıyallahu anh)'dan rivayete göre demiştir ki:
"Siz Fetih deyince Mekke'nin fethini anlıyorsunuz. Evet
Mekke'nin fethi bir fetihtir. Ancak biz
sahabiler, fetih deyince, Hudeybiye günündeki Bey'atu'r-Rıdvan'ı anlardık. Biz
o zaman, Aleyhissalâtu vesselâm'ın yanında bin dört yüz kişi idik. Hudeybiye
bir kuyu(nun adı)dır. Biz o kuyunun suyunu tamamen aldık, tek damla
bırakmadık. Bu durum Aleyhissalâtu
vesselâm'a ulaşmıştı. Derhal kuyunun yanına geldi, kenarına oturup bir kap su
istedi. Elini yıkadı, ağzına su alıp [kuyuya püskürttü] ve dua etti. Sonra suyu
kuyuya döktü. ["Onu bir müddet terkedin" dedi.] Biz kuyuyu terkedip biraz uzaklaştık. Az sonra
kuyu bize ve bineklerimize yetecek kadar
su saldı." [Buharî, Enbiya 25, Megazî, 35.]
[108]
ـ5594 ـ4ـ
وعن ابن
مسعودٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]كُنَّا
نَعُدُّ
اŒيَاتِ
بَرَكَةً،
وَأنْتُمْ
تَعُدُّونَهَا
تَخْوِيفاً،
كُنَّا مَعَ
النَّبِىِّ #
في سَفَرٍ
فَقَلَّ
الْمَاءُ،
فقَالَ:
اطْلُبُوا
فَضْلَةً
مِنْ مَاءٍ فجَاءُوا
بِإنَاءٍ
فيهِ مَاءٌ
قَلِيلٌ،
فأدْخَلَ
النَّبِىُّ #
يَدَهُ فيهِ
ثُمَّ قَالَ:
حَىَّ عَلى
الطَّهُورِ
الْمُبَارَكِ،
وَالْبَرَكَةُ
مِنَ اللّهِ
تَعَالَى.
فَلَقَدْ
رَأيْتُ
الْمَاءَ
يَنْبَعُ
مِنْ بَيْنِ
أصَابِعِهِ.
وَلَقَدْ
كُنَّا
نَسْمَعُ
تَسْبِيحَ الطَّعَامِ
وَهُوَ
يُؤْكَلُ[.
أخرجه
البخاري والترمذي
والنسائي .
4. (5594)- İbnu Mes'ud
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Biz Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
mucizelerini bereket addederdik, siz ise onları bir korkutma vesilesi
sayıyorsunuz. Biz Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la birlikte bir seferde
bulunuyorduk. Suyumuz azaldı.
"Bana (bir parça) artık su arayın!" buyurdular.
İçerisinde azıcık su bulunan bir kap getirdiler. Aleyhissalâtu vesselâm elini
içine soktu ve:
"Haydi temiz, mübarek suya gelin. Bereket Allah Teala
hazretlerindendir!" buyurdular. Yemin olsun, suyun parmaklarının arasından
kaynadığını gördüm. Vallahi biz, yenmekte olan taamın tesbihini
işitirdik." [Buharî, Menakıb 25; Tirmizî, Menakıb 14, (3637); Nesâî,
Taharet 61, (1, 60).][109]
ـ5595 ـ5ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]كُنَّا
مَعَ
النَّبِىِّ #
في مَسِيرٍ
فَنَفَذَتْ
أزْوَادُ
الْقَوْمِ،
حَتّى
هَمُّوا
بِنَحْرِ بَعْضِ
حَمَائِلِهِمْ.
فقَالَ
عُمَرُ رَضِيَ
اللّهُ عَنه:
يَا رَسُولَ
اللّهِ! لَوْ
جَمَعْتُ مَا
بَقيَ مِنْ
أزْوَادِ
الْقَوْمِ. فَدَعَوْتَ
اللّهَ
عَلَيْهَا
فَفَعَلَ فَجَاءَهُ
ذُو الْبُرِّ
بِبُرِّهِ،
وَذُو التَّمْرِ
بِتَمْرِهِ،
وَذُو
النَّوَاةِ
بِنَوَاتِهِ.
قِيلَ: مَا
كَانُوا
يَصْنَعُونَ
بِالنَّوَى؟ قَالَ:
كَانُوا
يَمُصُّونَهُ
وَيَشْرَبُونَ
عَلَيْهِ
الْمَاءَ.
فَدَعَا
عَلَيْهَا حَتّى
مَ‘َ
الْقَوْمُ
مَزَاوِدَهُمْ.
ثُمَّ قَالَ
عِنْدَ ذلِكَ:
أشْهَدُ أنْ َ
إلهَ إَّ اللّهُ
وَأنِّي
رَسُولُ
اللّهِ، َ
يَلْقَى
اللّهُ بِهِمَا
عَبْدٌ
غَيْرُ
شَاكٌّ
فِيهِمَا إَّ
دَخَلَ
الْجَنَّةَ[.
أخرجه مسلم.
5. (5595)- Hz. Ebu Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Biz Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'la beraber bir seferde idik.
Derken bir ara halkın azığı tükendi. Bineklerinden bazısını kesmek istediler.
Hz. Ömer, (Aleyhissalâtu vesselâm'a müracaat ederek):
"Ey Allah'ın Resulü! Ben cemaatin geri kalan yiyeceklerini
toplasam da sen onlar üzerine -bereketlenmeleri için- dua ediversen daha iyi olur, (bineklerimizi
kesmeyiz)!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm da öyle hareket etti. Buğdayı olan buğdayını, hurması olan
hurmasını, (hurma) çekirdeği olan da çekirdeğini getirdi."
"Çekirdekle ne yapıyorlardı?" diye sorulunca açıkladı:
"Halk onu emiyor, üzerine de su içiyorlardı. Resulullah dua
buyurdu. (Taam öylesine bereketlendi ki) herkes azık kaplarını yiyecekle
doldurdu. Aleyhissalâtu vesselâm bu İlahî ikram karşısında: "Şehadet
ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur ve ben O'nun resulüyüm. Bu iki kaziyede
şüpheye düşmeden Allah'a kavuşan cennete gidecektir" buyurdu."
[Müslim İman 44, (27).][110]
ـ5596 ـ6ـ
وعن جابرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]كُنَّا
في حَفْرِ
الْخَنْدَقِ
فَرَأيْتُ
بِرَسُولِ
اللّهِ #
خَمْصاً
شَدِيداً،
فَانْكَفَأْتُ
الى
امْرَأتِي،
فَقُلْتُ:
هَلْ عِنْدَكِ
شَىْءٌ؟
فَاِنِّى
رَأيْتُ
بِالْنَّبِىِّ
# خَمْصاً
شَدِيداً؟
فَأخْرَجَتْ
جِرَاباً
فيهِ صَاعٌ
مِنْ شَعِيرٍ
وَلَنَا بُهَيْمَةٌ
دَاجِنٌ
فَذَبَحَتْهَا
وطَحَنَتِ
الشَّعِيرِ
فَفَرَغَتْ
الى فَرَاغِي
وَقَطَّعْتُهَا
في
بُرْمَتِهَا
ثُمَّ وَلَيْتُ
الى رَسُولِ اللّهِ
#. فَقَالَتِ
امْرَأتِي: َ
تَفْضِحْنِي بِرَسُولِ
اللّهِ #
فَجِئْتُهُ
وَمَنْ مَعَهُ،
فَسَارَرْتُهُ؛
فَقُلْتُ: يَا
رَسُولَ اللّهِ،
ذَبَحْنَا
بُهَيْمَةَ
لَنَا وَطَحَنَّا
صَاعاً مِنْ
شَعِيرٍ
كَانَ
عِنْدَنَا.
فَتَعَالَ
أنْتَ
وَنَفَرٌ
مَعَكَ، فَصَاحَ
بِأعْلَى
صَوْتِهِ: يَا
أهْلَ
الْخَنْدَقِ
إنَّ جَابِراً
قَدْ صَنَعَ
سُؤْراً
فَحَيَّ هًَ
بِكُمْ. ثُمَّ
قَالَ َ
تُنْزِلَنَّ
بُرْمَتَكُمْ
وََ
تَخْبِزَنَّ
عَجِينَكُمْ
حَتّى أجِئَ،
فَجِئْتُ
وَجَاءَ
رَسُولُ
اللّهِ # يَقْدُمُ
النّاسَ
حَتّى جِئْتُ
امْرَأتِي،
فَقَالَتْ: بِكَ
وَبِكَ.
فَقُلْتُ:
قَدْ
فَعَلْتُ
الّذِى قُلْتِ
لِي.
فَأخْرَجْتُ
الْعَجِينَ
فَبَصَقَ
فِيهِ
وَبَارَكَ
ثُمَّ
عَمَدَ
الى
الْبُرْمَةِ
فَبَصَقَ
فيهَا وَبَارَكَ.
ثُمَّ قَالَ:
اِدْعِي
خَابِزَةً فَلْتَخْبِزْ
مَعَكَ،
وَاقْدَحِي
مِنْ بُرْمَتِكِ،
وََ
تُنْزِلِيهَا
وَهُمْ ألْفٌ
فَأُقْسِمُ
بِاللّهِ
‘َكَلُوا
حَتّى
تَرَكُوا
وَانْحَرَفُوا،
وَإنَّ بُرْمَتَنَا
لَتَغِلُّوا
كَمَا هِيَ،
وَإنَّ
عَجِينَنَا
يُخْبَزُ
كَمَا هُوَ[.
أخرجه الشيخان.»البُهِيمةُ«
تصغير بهيمة،
وهى ولد الضأن
ذكراً كان أو
أنثى.و»الدّاجنُ«
الشاة التي
تألف البيت
وتتربى
فيه.و»السُّؤْرُ«
بالهمزة وهى
كلمة فارسية،
معناها
الوليمة
والطعام الذي
يدعى إليه.قال
ا‘زهرى في هذا:
إن النبي # قد
تكلم بالفارسية.
ومعنى » حىَّ
هً« تعالوا
وعجلوا.و»غَطَّتِ«
القدر: غلت،
وغطيطها:
صوتها .
6. (5596)- Hz. Cabir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Hendek'in kazılması sırasındaydı.
Aleyhissalâtu vesselâm'ın çok acıktığını gördüm. Hanımıma gelerek:
"Yanında yiyecek bir şey var mı, Aleyhissalâtu vesselâm'ı çok
acıkmış gördüm" dedim. İçerisinde
bir sa' kadar arpa bulunan bir dağarcık çıkardı. Bizim evcilleşmiş bir
koyuncuğumuz vardı. Zevcem koyunu kesti, arpayı da öğüttü. Ben işimi
bitirinceye kadar o da bitirdi. Koyunu onun çömleğine parçaladım. Sonra
Ayhissalâtu vesselâm'ın yanına döndüm. Hanımım:
"Sakın beni Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a karşı
mahcup etmeyesin!" dedi. Ben Aleyhissalâtu vesselâm ve beraberindekilerin
yanına geldim ve gizlice:
"Ey Allah'ın Resulü!
Bir hayvancığımız vardı kestik, evde bulunan bir sa' kadar arpayı da öğüttük.
Haydi siz ve beraberinizdekiler bize buyurun!" dedim. Ama Resulullah
yüksek sesle:
"Ey Hendek halkı! Ca'bir size ziyafet hazırlamış! Haydi buyurun!" diye
bağırdı. (Bana da):
"Ben gelinceye kadar tencereyi ocaktan indirmeyin, hamurunuzu
da ekmek yapmayın!" buyurdular. Ben
(eve) geldim. Halktan önce Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) geldi. Ben hanımıma uğramıştım. Bana:
"Yaptığını gördün mü, (beni mahcup edeceksin), alacağın
olsun" dedi. Ben de: "Senin
söylediğini yaptım" dedim. Hemen
hamuru çıkardım. Aleyhissalâtu vesselâm içine tükrüğünden koydu ve
bereketle dua etti, sonra tencereye
yöneldi, ona da tükrük koyup bereketle dua etti. Sonra zevceme:
"Ekmek yapacak bir kadın çağır, seninle ekmek yapsın!
Tencereden de kepçeyle al, onu ocaktan
indirme!" diye talimat verdi. Gelenler bin kadardı. Allah'a yemin olsun
hepsi de (doyuncaya kadar) yedi ve sofradan ayrıldı. Tenceremiz, olduğu gibi
kaynıyordu. Hamurumuz ise, ekmek yapılıyor olduğu halde aynen (eksiksiz)
duruyordu." [Buharî, Megazî 29, Cihad 188; Müslim, Eşribe 141, (2039).][111]
ـ5597 ـ7ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]أتَيْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَوْماً
بِتَمَراتٍ.
فَقُلْتُ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ
#،اِدْعُ
فِيهِنَّ بِالْبَرَكَةِ،
فَضَمَّهُنَّ،
ثُمَّ دَعَا لِي
فِيهِنَّ
بِالْبَرَكَةِ
ثُمَّ قَالَ:
خُذْهُنَّ
فَاجْعَلْهُنَّ
في
مِزْوَدِكَ هذَا،
وَكُلَّمَا
أرَدْتَ أنْ
تَأخُذَ
مِنْهُ شَيْئاً
أدْخِلْ
يَدَكَ فيهِ
وَخُذْهُ وََ
تَنْثُرْهُ
نَثْراً.
فَفَعَلْتُ،
فَلَقَدْ
حَمَلْتُ
مِنْهُ كَذَا
وَكذَا
وَسْقاً في
سَبِيلِ
اللّهِ
فَكُنَّا
نَأكُلُ
مِنْهُ
وَنُطْعِمُ،
وَكَانَ َ
يُفَارِقُ
حِقْوِى
حَتّى كَانَ
يَوْمَ قُتِلَ
عُثْمَانُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
انْقَطَعَ؛
زَادَ رَزِين:
فَسَقَطَ
فَحَزِنْتُ عَلَيْهِ[.
أخرجه
الترمذي.»المزادة«
القربة والرواية.و»الحقو«
شدّ ا“زار،
فسمى به ا“زار .
7. (5597)- Hz. Ebu Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir gün, elimde birkaç hurma olduğu halde,
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in yanına geldim ve: "Ey Allah'ın
Resulü, şunlara bereketle bir dua ediverin!" dedim. Hemen onları biraraya
getirip, sonra onların bereketi için
bana dua etti. Sonra:
"Bunları al, şu erzak kabına koy. Her ne zaman bundan bir şey
almak isteyince, elini içine daldır ve al. Sakın, içindekileri döküp
dağıtma!" buyurdular. Ben de öyle
yaptım. Ben bundan şu şu kadar vask
miktarında Allah yolunda tasaddukta bulundum. Ayrıca biz ondan hem kendimiz
yedik hem de başkalarına yedirdik. Onu belimden hiç ayırmadım. Bu hal, Hz.
Osman'ın şehid edildiği güne kadar devam etti. O zaman koptu. (Rezin şu ilavede
bulundu: "Ve düştü, buna çok
üzüldüm.)" [Tirmizî, Menakıb (3838).][112]
AÇIKLAMA:
Bu kaydettiğimiz örnekler,
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın duası hürmetine yiyecek ve
içeceklerin bereket kazandığına ve miktarca arttığına delil olmaktadır. Bu
çeşitten başka rivayetler de var. Bu hadiselerden bir tanesi ile ilgili
rivayetlerin sayısı, mütevatir denecek
seviyeye ulaşmaz ise de, hepsinin toplamı ulaşır ve böylece "Aleyhissalâtu
vesselâm'ın duası ile yiyecek ve içeceklerin bereketlenmesi" hadisesi
mütevatir olur ve ilm-i yakin ifade eder. Bu çeşit mütevatir hadislere manevî mütevatir
denmektedir. [113]
RESULULLAH'IN
DUASININ MAKBUL OLMASI
ـ5598 ـ1ـ عن
ابن مسعودٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]بَيْنَا
رَسُولُ
اللّهِ #
يُصَلِّى
عِنْدَ الْبيْتِ
وَأبُو
جَهْلٍ
وَأصْحَابُهُ
جُلُوسٌ،
وَقَدْ
نُحِرَتْ
جَزُورٌ
بِا‘مْسِ.
فَقَالَ أبُو
جَهْلٍ:
أيُّكُمْ
يَقُومُ الى
سََ جَزُورٍ
بَنِى فَُنٍ،
فَيْضَعَهُ
بَيْنَ كَتِفَيْ
مُحَمّدٍ إذا
سَجَدَ؟
فَانْبَعَثَ
أشْقَى
الْقوْمِ
فَأخَذَهُ،
فَلَمَّا
سَجَدَ
النَّبِيُّ
وَضَعَهُ
بَيْنَ كَتِفَيْهِ.
فَاسْتَضْحَكُوا،
وَجَعلَ
بَعْضُهُمْ
يَمِيلُ عَلى
بَعْضٍ،
وَأنَا
قَائِمٌ أنْظُرُ،
لَوْ كَانَتْ لِى
مَنَعَةٌ
طَرَحْتُهُ
عَنْ
ظَهْرِهِ، وَالنَّبِيُّ
# سَاجِدٌ مَا
يَرْفَعُ
رَأسَهُ،
حَتّى
انْطَلَقَ
إنْسَانٌ
فَأخْبَرَ فَاطِمَةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنها،
فَجَاءَتْ وَهِىَ
جُوَيْرِيَةٌ،
فَطَرَحَتْهُ
عَنْهُ. ثُمَّ
أقْبَلَتْ
عَلَيْهِمْ
تَشْتِمُهُمْ.
فَلَمَّا
قَضَى #
صََتَهُ
رَفَعَ
صَوْتَهُ.
ثُمَّ دَعَا
عَلَيْهِمْ،
وَكانَ إذَا
دَعَا دَعَا
ثََثَ مَرَّاتٍ،
وَإذَا سَألَ
سَألَ ثَثاً.
ثُمَّ قَالَ:
اللّهُمَّ
عَلَيْكَ
بِقُرَيْشٍ
ثَثاً. فَلَمَّا
سَمِعُوا
صَوْتَهُ
ذَهَبَ عَنْهُمُ
الضَّحِكُ
وَخَافُوا
دَعْوَتَهُ.
ثُمَّ قَالَ:
اللّهُمَّ
عَلَيْكَ
بِأبِى
جَهْلِ بْنِ
هِشَامٍ
وَعُتْبَةَ
بْنِ
رَبِيعَةَ
وَشَيْبَةَ
بْنِ
رَبِيعَةَ
وَالْوَلِيدِ
بْنِ عُتْبَةَ
وأُمَيَّةَ
بْنِ خَلَفٍ
وَعُتْبَةَ بْنِ
أبِى
مُعَيْطٍ،
وَذَكَرَ
السَّابِعَ وَلَمْ
أحْفَظْهُ.
فَوَالّذِى
بَعَثَ مُحَمّداً
# بِالْحَقِّ
لَقَدْ
رَأيْتُ
الّذِينَ
سَمّى
صَرْعَى يَوْمَ
بَدْرٍ. ثُمَّ
سُحِبُوا الى
الْقَلِيبِ:
قَلِيبِ
بَدْرٍ[.
أخرجه
الشيخان
والنسائي.»السَّ«
هو الذي يكون
فيه الولد في
بطن أمه، وقيل
هو الكرش .
و»الجزور«
البعير ذكراً
كان او أنثى إ
أن اللفظة
مؤنثة.و»المنعة«
القوة والشدة
التي يمتنع
بها ا“نسان
على من يريده
بأذى أو
غيره.و»القَليبُ«
البئر التي لم
تطو .
1. (5598)- Hz. İbnu Mes'ud
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
Ka'be'nin yanında namaz kılarken, Ebu Cehl ve arkadaşları da orada oturuyordu.
Bir gün öncesi bir deve kesilmişti. Ebu Cehl arkadaşlarına: "Falan ailenin
kestiği devenin işkembesini kim getirip, secdeye gidince Muhammed'in omuzları
arasına bırakacak?" dedi. Oradakilerin en bedbahtı fırlayıp, işkembeyi
kaptığı gibi, Aleyhissalâtu vesselâm secdeye kapanınca iki omuzu arasına
bıraktı. Buna hepsi güldüler, (keyflerinden) birbirlerinin üzerine eğilmeye
başladılar. Ben (biraz uzaklarında) ayakta durmuş onlara bakıyordum. Eğer bir
destekcim olsaydı onu sırtından atardım. Resulullah secdede idi, başını
kaldırmıyordu. Derken biri kalkıp Hz. Fatıma (radıyallahu anhâ)'ya haber verdi.
O, henüz küçük bir kızcağızdı, geldi, işkembeyi sırtından yere attı. Sonra
onlara yönelip, hakaretler savurdu. Aleyhissalâtu vesselâm namazını
tamamlayınca, sesini yükseltti ve hepsine bedduada bulundu. Resulullah dua etti
mi üç kere tekrar ederdi, bir şey isteyince de üç kere isterdi. Namazı bitince:
"Allah'ım, Kureyş(in helakini) sana havale ediyorum!"
dedi ve üç kere tekrar etti. Resulullah'ın sesi kulaklarına gelince onlardan
gülme gitti. Duasından korkuya düştüler. [Beddua edince bu onlara çok ağır
geldi. Zira onlar bu beldede yapılan duaların kabul edildiğini biliyorlardı.]
Sonra Resulullah:
"Ey Allah'ım, Ebu Cehl İbnu Hişam'ın, Utbe İbnu Rebia'nın,
Şeybe İbnu Rebia'nın, Velid İbnu
Utbe'nin, Ümeyye İbnu Halef'in, Utbe İbnu Ebi Muayt'ın helaklerini sana havale ediyorum" dedi. Bir
yedinciyi de zikretmişti, aklımda tutamadım. Muhammed'i hak ile gönderen Zat-ı
Zülcelal'e yemin olsun, Resulullah'ın ismen zikrettiği bu adamları, Bedir günü
hep yerlere serilmiş gördüm. Bunlar, sonra da kuyuya, Bedir kuyusuna sürüklenip
atıldılar." [Buharî, Vudu 69, Salat 109, Cihad 98, Cizye 21,
Menakıbu'l-Ensar 29, Megazî 7; Müslim, Cihad 107, (1794); Nesâî, Taharet 192,
(1, 161).][114]
AÇIKLAMA:
Bu hadis birçok farklı meseleye şamil bulunmaktadır:
* Müşriklerin, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a yaptıkları
hakaretin derecesi, görüldüğü üzere,
secde ederken üzerine -işkembe diye tercüme ettiğimiz, aslında hayvan
yavrusunun içinde bulunduğu- torbayı
atıyorlar. Bu büyük bir hakarettir. Resulullah bunları sabırla
geçiştirir idiyse de, burada beddua ediyor.
* Aleyhissalâtu vesselâm'ın bedduası ciddi bir korkuya sebep oluyor
ve bu korku zaman zaman dile
getiriliyor. Öyle ki, Resulullah'ın beddua ettiklerinden Ümeyye İbnu Halef,
Bedir Savaşı için Mekke'de hazırlık yapılırken, öldürülmekten korkarak gitmek
istemez, ancak Ebu Cehl'in ısrarına karşı koyamaz, korktuğu zaman kolayca kaçabilecek en kaliteli bineği temin ederek
yola çıkar. Hülasa, Mekke'nin hürmeti, orada yapılan duanın müstecab oluşu,
müşrikler tarafından da kabul edilmektedir. Müşriklerin, Aleyhissalâtu
vesselâm'ın duasından korkmaları, onların Resulullah'ın sıdkını te'yid
ettiklerini gösterir. Buna rağmen Resulullah'a karşı çıkmaları hasedle izah
edilmiştir.
* Resulullah'ın ismen beddua ettiklerinin teker teker Bedir'de
öldürülmeleri, Aleyhissalâtu vesselâm'ın peygamberliğine en büyük delillerden
biridir.
* Müşrik cenazelerinin kuyuya atılmaları, onların kokusundan insanların rahatsız olmalarını önlemek
içindir. Alimler, öldürülen harbîlerin
cesedlerini gömmenin bir vecibe olmadığını
belirtirler.
* Bedir kuyusunun sahipsiz, içmeye elverişli suyu bulunmayan,
kör kuyu denen çeşitten bir kuyu olduğu anlaşılmaktadır. Esasen kalib, eski
kuyu demektir.
* Bazı rivayetlerde İbnu Mes'ud: "O güne kadar
Resulullah'ın beddua ettiğini görmedim" demiştir. Bu hadisede bedduayı hak
etmeleri, ibadet halinde iken o hakareti yapmaları sebebiyledir.
* Duanın üç kere tekrarı müstehabtır.
* Selamı da üç kere yapmak müstehabtır.
* Zalime beddua caizdir. Ancak bazıları: "Kâfir ise
caizdir, Müslümansa onun için istiğfar etmek, affı için dua etmek
müstehabtır!" demiştir. Şayet, "Bu hadiste, kâfire beddua etmeye de
delil yok, zira Aleyhissalâtu vesselâm'ın onların imana gelmeyeceklerine
muttali olduğu için bedduada bulunmuş olma ihtimali var" denecek olursa,
bütün canlılar için hidayetleri için dua etmek evladır.
* Hz. Fatıma'nın çocukluğundan
itibaren güçlü bir şahsiyet taşıdığı görülmektedir. Kureyş ulularına
hakaretten çekinmemiş, üstelik onlar mukabele de edememiştir.
* Bir kötülüğe (veya iyiliğe) bizzat mübaşeret etmek, sebep olmak
ve yardımcı olmaktan daha öncelikli bir durumdur. Zira, İbnu Mes'ud Ukbe
hakkında kavmin en bedbahtı tabirini kullanmıştır. Halbuki aralarında küfür ve
Resulullah'a eziyette en ileri olan Ebu
Cehil var idi. Fakat bedbahtlık burada zikredilen hadiseye nisbetledir.
Öbürleri de bunu emrederek, rıza göstererek iştirak etmişlerdir. Ukbe ise bu
işe mubaşerette tek kalmış ve böylece onların en bedbahtı olmuştur.* Bir kimse
namazda iken, bidayette, vukuu namaza
mani olan bir hal zuhur etse namazı iptal etmez. Bu konuda bazı teferruat
mevcuttur.
* Hadisten hareketle eti yenen hayvanın tersinin namaza mani
olmayacağına hükmedilmiştir. Ancak bu hususta
da teferruat ve münakaşa var,
girmeyeceğiz.[115]
ـ5599 ـ2ـ
وعن جابرِ بن
عبداللّهِ
ا‘نْصَاري
رَضِيَ
اللّهُ عَنه:
]أنَّ أبَاهُ
تُوُفِّىَ
وَتَرَكَ
عَلَيْهِ
ثَثِينَ
وَسْقاً
لِرَجُلٍ مِنَ
الْيَهُودِ.
فَاسْتَنْظَرَهُ
جَابِرٌ رَضِيَ
اللّهُ عَنه
فأبَي أنْ
يُنْظِرَهُ.
فَكَلّمَ
جَابِرٌ
رَسُولَ
اللّهِ #
لِيَشْفَعَ
إلَيْهِ. فَكَلَّمَهُ
# لِيَأخُذَ
ثَمَرَ
نَخْلِهِ
بِالّذِي
لَهُ. فَأبَي؛
فَدَخَلَ #
النّخْلَ
وَمَشى فيهِ؛
ثُمَّ قَالَ
لِجَابِرٍ:
جُدَّ لَهُ فأوْفِ
لَهُ،
فَجَدَّ لَهُ
فَأوْفَاهُ
ثَثِينَ
وَسْقاً،
وَفَضَّلَتْ
سَبْعَةَ
عَشَرَ وَسْقاً.
فَأتَى
جَابِرٌ
رَسُولَ
اللّهِ # لِيُخْبِرَهُ،
فَوَجَدَهُ
يُصَلِّي
الْعَصْرَ.
فَلَمَّا
انْصَرَفَ
أخْبَرَهُ
بِالْفَضْلِ.
فَقَالَ:
أخْبِرْ
بِذلِكَ
ابْنَ الْخَطّابِ.
فَذَهَبْتُ
إلَيْهِ
فَأخْبَرْتُهُ.
فَقَالَ
عُمَرُ:
لَقَدْ
عَلِمْتُ
حِينَ مَشى
فِيهَا رَسُولُ
اللّهِ #
لِيُبَارَكَنَّ
فِيهَا[.
أخرجه البخاري
وأبو داود
والنسائي.»اِستنظارُ«
طلب التأخير
الى وقت آخر،
وأنظرته:
أخرته.و»الجدادُ«
الصرام، وهو
قطع ثمرة
النخل .
2. (5599)- Hz. Cabir İbnu
Abdillah (radıyallahu anh)'ın anlattığına göre, "babası öldüğü zaman bir Yahudiye otuz vask borç
bıraktı. Hz. Cabir (radıyallahu anh) Yahudiden, bu borcun ödenmesi için biraz müddet talep
etti. Ancak Yahudi, te'hir kabul etmedi. Hz. Cabir Aleyhissalâtu vesselâm'a
gelerek, Yahudi nezdinde şefaatçi olmasını talep etti. Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm), (bu otuz vasklık) borca bedel bir hurmalığın
meyvesini alması için konuştu. Yahudi kabul etmedi. Bunun üzerine Aleyhissalâtu
vesselâm hurmalığa girdi, içerisinde yürüdü. Sonra Cabir'e:
"Hurmayı kes, ona borcunu (tamamıyla) öde!" buyurdu.
Cabir hurmayı kesti, Yahudiye otuz vask
borcunu ödedi. Geriye on yedi vask hurma da arttı:
Cabir, durumu haber vermek üzere Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a gitti. Aleyhissalâtu vesselâm ikindiyi kılıyordu. Namazı bitince
fazlalığı haber verdi.
"Bunu Ömer İbnu'l-Hattab'a haber ver!" buyurdular. Ben
de gidip ona söyledim Ömer: "Ben, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
içinde yürüyünce hurmada bereket hasıl olacağını anlamıştım" dedi."
[Buharî, Büyu 51, İstikraz 8, 9, 18, Sulh 13, Vesaya 36, Menakıb 25; Megazî 18;
Nesaî, Vesaya 4, (6, 245, 246); Ebu Davud, Vesaya 17, (2884).][116]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ilgi ve
duasıyla hasıl olan berekete bir başka örnek olmaktadır. Şarihlerin (Ayni, İbnu
Hacer..) rivayetlere dayanarak yaptıkları açıklamaya göre, Hz. Cabir'in
hurmalığından elde edilecek mahsul, otuz vasklık borcu[117] karşılayacak durumda değildi. Aleyhissalâtu vesselâm bu
mahsulün -biraz eksiğiyle de olsa- ölçülmeden
borca mukabil kabul edilmesi ricasında bulunur. Alacaklı taraf kabul
etmeyince, Aleyhissalâtu vesselâm ertesi gün hurmalığa Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer'le birlikte gelip durumu bizzat
gözden geçirir, içinde dolaşıp her ağacın altında birer birer durup, bereketlenmesi için herşeye kadir olan Rabb
Teala'ya dua eder. Resulullah gittikten sonra toplanan hurma, borca kâfi
geldiği gibi, on yedi vask kadar da artar.
2- İslam'da esas itibariyle mücazefe denen göz kararı
alışveriş yasaklanmıştır. Hassas ölçümlerle alışveriş yapılmalı, ne alan ne de
satan aldanmamalıdır. Ancak burada,
borcun zamanında ödenmesi, ahde vefanın yerine getirilmesi gibi
maslahatlara binaen tecviz edildiği belirtilmiştir.
3- Bereket hadisesini Hz. Ömer'e söylemesinin emredilmesi,
onun meseleyle daha yakından ilgilenmesiyle izah edilebilir. Nitekim
Aleyhissalâtu vesselâm dua için geldiğinde onu da beraberinde getirdiği,
rivayetin bazı vecihlerinde belirtilmiştir.
Hatta bir veçhinde, Resulullah durumu Hz. Ebu Bekr ve Ömer'e haber
vermesini Cabir'e emretmiştir.[118]
4- Hadiste Görülen Bazı Fevaid:
* Borcun te'hir edilmesi talep edilebilir.
* Kendisinden ödenecek malın
maslahatı için alacaklının alacağını
te'hir etmesi caizdir.
* İmam, raiyyetinin borcuyla ilgilenmeli, şefaatçi olmalıdır.
* Resulullah'ın duası bereketine azın çoğaltıldığı görülmekte ve
bir mucizesi müşahede edilmektedir.[119]
ـ5600 ـ3ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]كُنْتُ
أُدْعُو
أُمِّى الى
ا“سَْمِ،
وَهِيَ مُشْرِكَةٌ
فَتَأبَى
عَلَيَّ،
وَإنِّي دَعَوْتُهَا
يَوْماً
فَأسْمَعَتْنِي
في رَسُولِ
اللّهِ # مَا
أكْرَهُ، فَأتَيْتُهُ
وَأنَا
أبْكِي؛
فَقَالَ: مَا
يُبْكِيكَ؟
قُلْتُ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ. إنِّي
كُنْتُ
أدْعُو
أُمِّى الَى
ا“سَْمِ
فَتَأبَى عَليَّ،
وإنِّي
دَعَوْتُهَا
يَوْماً
فَأسْمَعَتْنِي
فِيكَ مَا
أكْرَهُ.
فَادْعُ اللّهَ
أنْ يَهْدِىَ
أُمَّ أبِي
هُرَيْرَةَ.
فَقَالَ: اللّهُمَّ
اهْدِ أُمَّ
ابِي
هُرَيْرَةَ.
فَخَرَجْتُ
مُسْتَبْشِراً
بِدَعْوَتِهِ
#. فَلَمَّا
أتَيْتُ
أُمِّي
قَصَدْتُ
الْبَابَ فإذَا
هُوَ
مُجَافٍ،
وَسَمِعَتْ
أُمِّي خَشْفَ
قَدَمَيَّ،
قَالَتْ:
مَكَانَكَ
أبَا هُرَيْرَةَ.
وَسَمِعْتُ
خَضْخَضَةَ
الْمَاءِ.
فَاغْتَسَلَتْ
وَلَبَسَتْ
دِرْعَهَا
وَعَجَّلَتْ عَنْ
خِمَارِهَا،
وَفَتَحَتِ
الْبَابَ وَهِيَ
تَقُولُ:
أشْهَدُ أنْ َ
إلَه إَّ
اللّهَ وَأشْهَدُ
أنَّ
مُحَمّداً
رَسُولُ
اللّهِ. قَالَ:
فَرَجَعْتُ
الَى رَسُولِ
اللّهِ # وَأنَا
أبْكِي مِنَ
الْفَرَحِ.
فَقُلْتُ: يَا
رَسُولَ اللّهِ
أبْشِرْ؛
فَقَدِ
اسْتَجَابَ
اللّهُ لَكَ
دَعْوَتَكَ،
وَهدَى أُمَّ
أبِي
هُرَيْرَةَ،
فَحَمِدَاللّه
تَعالى
وَقَالَ
خَيْراً[.
أخرجه
مسلم.قوله:
»فإذا البابُ
مُجَافٍ« أي مغلق.و»الخَشْفُ«
والخشفة:
الصوت
والحركة.
3. (5600)- Hz. Ebu Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben müşrike annemi İslam'a davet ediyordum,
fakat hep imtina ediyordu. Bir gün yine davette bulunmuştum, bana Resulullah
Aleyhissalâtu vesselâm hakkında hoşuma gitmeyen sözler işittirdi. Ağlayarak
Aleyhissalâtu vesselâm'a gittim.
"Niye ağlıyorsun?" diye sordu.
"Ey Allah'ın Resulü dedim, annemi İslam'a davet ediyordum,
hep bana imtina etti. Bugün de aynı davette bulundum, bu sefer sizin hakkınızda
hoşuma gitmeyen sözler sarfetti. Ebu Hureyre'nin annesine hidayet vermesi için Allah'a dua ediverin!" dedim.
Bu talebim üzerine Aleyhissalâtu vesselâm:
"Allahım! Ebu
Hureyre'nin annesine hidayet et!" buyurdular. Ben, Aleyhissalâtu
vesselâm'ın duasına sevinerek
huzurlarından ayrıldım. Anneme geldiğim zaman, kapıya yöneldim. Kapı kapalıydı.
Annem ayak seslerimi işitti:
"Ebu Hureyre! Yerinde dur (içeri girme)!" diye seslendi.
Ben su şırıltılarını işittim, yıkanıyordu. Yıkandı, entarisini giydi, alelacele
başörtüsünü koydu ve kapıyı açtı.
Şehadet ederim ki Allah'tan
başka ilah yoktur. Şehadet ederim ki Muhammed Allah'ın elçisidir!"
diyordu. Ben hemen Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a döndüm. Sevinçten
ağlıyordum.
"Ey Allah'ın Resulü! Müjde! dedim. Allah senin duanı kabul
buyurdu. Ebu Hureyre'nin annesine hidayet nasip etti!"
Aleyhissalâtu vesselâm Allah'a hamdetti ve hayırlı sözler
söyledi." [Müslim, Fezailu's-Sahabe 158, (2491).][120]
ـ5601 ـ4ـ
وعن أبي زَيد
بن أخطبٍ قال:
]مَسَحَ رَسُولُ
اللّهِ #
بِيَدِهِ
عَلى وَجْهِي
وَدَعَا لِي،
قَالَ
عُرْوَةُ:
فَلَقَدْ
رَأيْتَهُ بَعْدَ
مَا عَاشَ
مِائَةً
وَعِشْرِينَ
سَنَةً
وَلَيْسَ في
لِحْيَتِهِ
إَّ
شَعَرَاتٌ تُعَدُّ،
بيضٌ[. أخرجه
الترمذي .
4. (5601)- Ebu Zeyd İbnu
Ahtab anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) eliyle yüzümü okşadı
ve bana dua etti."
Urve der ki: "Ben onu yüz yirmi sene kadar yaşadıktan sonra
gördüm, yüzünde sayılabilecek kadar sayıda beyaz kıl vardı." [Tirmizî,
Menakıb 10, (3633).] [121]
ـ5602 ـ5ـ
وعن يزيد بن
أبي عُبيد
قال: ]رَأيْتُ
أثَرَ
ضَرْبَةٍ
بِسَاقِ
سَلَمَةَ
بْنِ ا‘كْوَعِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه.
فَقُلْتُ: مَا
هذِهِ؟
فَقَال:
أصَابَتْنِى
يَوْمَ خَيْبَرَ.
فَقَالَ
النَّاسُ:
أُصِيبَ
سَلَمَةُ،
فَأتَى بِى
رَسُولَ
اللّهِ #،
فَنَفَثَ عَلَيْهَا
ثََثَ
نَفَثَاتٍ
فَمَا
اشْتَكَيْتُهَا
حَتّى
السَّاعَةَ[.
أخرجه أبو
داود. قلت: وأخرجه
البخاري، وهو
أحد ثثياته،
واللّه أعلم .
5. (5602)- Yezid İbnu Ebi
Ubeyd anlatıyor: "Ben, Seleme İbnu'l Ekva (radıyallahu anh)'ın bacağında
bir darbe izi gördüm.
"Bu da ne?" diye sordum. Şu açıklamayı yaptı:
"Bana Hayber günü isabet etmişti. Halk: "Seleme
isabet aldı" diye bağırdı. Sonra
Resulullah'a götürüldüm. O yara üzerine üç kere nefes etti. Şu ana kadar hiç
acı duymadım!" [Ebu Davud, Tıbb 19, (3894).] [122]
RESULULLAH'IN
EZA'DAN KORUNMASI
ـ5603 ـ1ـ عن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ
أبُو جَهْلٍ:
هَلْ
يُعَفِّرُ
مُحَمّدٌ
وَجْهَهُ
بَيْنَ
أظْهُرِكُمْ؟
قَالُوا: نَعَمْ.
قَالَ:
وَالَّتِ
وَالْعُزَّى
لَئِنْ رَأيْتُهُ
يَفْعَلُ
ذلِكَ ‘طَأنَّ
عَلى رَقَبَتِهِ
أوْ
‘عَفِّرَنَّ
وَجْهَهُ في
التُّرَابِ.
ثُمَّ إنَّهُ
أتَى
النَّبِيًّ #
وَهُوَ
يُصَلِّي
لِيَطَأ عَلى
رَقَبَتِهِ،
قَالَ: فَمَا
فَجَأهُمْ
مِنْهُ إَّ
وَهُوَ
يَنْكُصُ عَلى
عَقِبَيْهِ
وَيَتَّقِي
بِيَدَيْهِ.
فَقِيلَ لَهُ:
مَالَكَ؟
قَالَ: إنَّ
بَيْنِي وَبَيْنَهُ
لَخَنْدَقاً
مِنْ نَارٍ
وَهَوًْ وَأجْنِحَةً.
فَقَالَ
النَّبِيُّ #:
لَوْ دَنَا ‘خْتَطَفَتْهُ
الْمََئِكَةُ
عُضْواً عُضْواً.
فَأنْزَلَ
اللّهُ
تَعالى: كََّ
إنَّ
ا“نْسَانَ لَيَطْغى
أنْ رَآهُ
اسْتَغْنَى.
الى قوله:
كََّ َ
تُطِعْهُ
وَاسْجُدْ
وَاقْتَرِبْ[.
أخرجه مسلم.»التَّعفِيرُ«
التمريغ في
التراب.و»النُّكوصُ«
الرجوع الى
وراء، وهو
القهقرى.و»ا‘خْتِطافُ«
استب بسرعة .
1. (5603)- Hz. Ebu Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "(Bir gün)
Ebu Cehl: "Muhammed, aranızda, hâlâ yüzünü toprağa sürtüyor
mu?" dedi.
"Evet" cevabını alınca:
"Lat ve Uzza'ya yemin olsun! Onu böyle yaparken görürsem
boynuna ayaklarımla basacağım -veya: Ben de O'nun yüzünü yere
batıracağım-" dedi. Sonra bir gün,
Resulullah namaz kılarken boynuna basmak
üzere yaklaştı. Fakat birdenbire O'nu bırakıp geri döndüğünü ve elleriyle
korunduğunu gördüler.
"Sana ne oldu?" dediler.
"Benimle onun arasında ateşten bir hendek, korkunç bir şey ve
birtakım kanatlar var!" cevabını verdi.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) da:
"Eğer bana yaklaşsaydı melekler onu uzuv uzuv kapıp
parçalayacaktı!" buyurdu. Bunun üzerine Allah Teala hazretleri şu
ayeti inzal buyurdu. (Mealen):
"Fakat insan, kendisini ihtiyaçtan uzak görünce azgınlaşır. Dönüş ancak
Rabbinedir. Allah'ın kulunu namaz kılmaktan
alıkoyanı gördün mü? Gördün mü o kâfiri? Eğer o doğru yol üzerinde olsa
yahut kötülükten sakınmayı tavsiye etse daha hayırlı olmaz mıydı? Gördün mü o
kâfiri? Eğer o yalanlayıp haktan yüz çeverirse, Allah'ın kenisini gördüğünü
bilmez mi? Andolsun ki, eğer o inkâr ve isyanına son vermezse, biz onu alnından yakalayıp
cehenneme sürükleriz. Zira o, pek yalancı ve günahkâr bir alındır. O kavmini
yardıma çağırsın. Biz de zebanileri çağıracağız. Hayır sen ona aldırma,
secde et ve Rabbine yaklaş" (Alak
6-19).[123]
ـ5604 ـ2ـ
وعن جابرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]غزَوْنَا
مَعَ رَسُولِ
اللّهِ #
قِبَلَ
نَجْدٍ فأدْرَكْنَا
رَسُولَ
اللّهِ # في
الْقَائِلَةِ
في وَادٍ
كَثِيرِ الْعِضَاهِ،
فَنَزَلَ
رَسُولُ
اللّهِ #
تَحْتَ
شَجَرَةٍ،
فَعَلَّقَ
سَيْفَهُ
بِغُصْنٍ مِنْ
أغْصَانِهَا،
وَتَفَرَّقَ
النَّاسُ في
الْوَادِي
يَسْتَظِلُّونَ
بِالشَّجَرِ.
فَقَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
رَجًُ أتَانِى
وَأنَا
نَائِمٌ،
فأخَذَ
السَّيْفَ
فَاسْتَيْقَظْتُ
وَهُوَ
قَائِمٌ عَلى
رَأسِي،
والسَّيْفُ
في يَدِهِ
صَلْتاً،
فَقَالَ: مَنْ
يَمْنَعُكَ مِنِّى؟
قُلْتُ:
اللّهُ.
فَشَامَ
السَّيْفَ،
وَهَا هُوَ
ذَا جَالِسٌ،
ثُمَّ لَمْ
يَعْرِضْ
لَهُ رَسُولُ
اللّهِ #،
وَكَانَ
مَلِكَ قَوْمِهِ.
فَانْصَرَفَ
حِينَ عَفَا
عَنْهُ وَقالَ:
واللّهِ َ
أكُونُ في
قَوْمٍ هُمْ
حَرْبٌ لَكَ[.
أخرجه
الشيخان.»العضاه«
شجر الشوك
كالسلم وغيره.و»السيفُ
الصلتُ«
المسلول من
غمده.و»شَامَ
السيف« أغمده
واستله، فهو
من ا‘ضداد.
2. (5604)- Hz. Cabir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte Necid istikametine gazveye
çıktık. Resulullah'a öğle vakti, sık ağaçlı bir vadide yetiştik. Derken
Aleyhissalâtu vesselâm bir ağacın altına indi. Kılıncını da dallardan birine
astı. Askerler vadi içerisinde dağılıp ağaçların gölgelerine sığındılar.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bizi çağırdı. Yanına gelince,
anlattı):
"Ben uyurken yanıma bir adam geldi, kılıncımı aldı. Derken
derhal uyandım. Herif tepemde dikilmişti, elinde de kınından sıyrılmış kılınç
vardı.
"Seni benden kim kurtarabilir?" dedi.
"Allah!" cevabını verdim. Derhal kılıncı kınına soktu.
İşte o, şu oturan adamdır!" buyurdular.
Aleyhissalâtu vesselâm (intikam maksadıyla) adama dokunmadı. O, kavminin
lideri idi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) affedince, adamlarının yanına
döndü. Ayrılırken:
"Allah'a yemin olsun size karşı harb eden bir kavimle beraber
olmayacağım!" dedi. [Buhârî, Cihâd
87, 84, Megazî 31, 32; Müslim, Müsafirîn 311, (843).][124]
AÇIKLAMA:
1- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın eza ve diğer hayatî
tehlikelerden korunmasıyla ilgili olarak iki hadis kaydedilmiş bulunmaktadır.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, birkaç kişi dışında herkesin kendine
düşman, hem de azılı düşman olduğu bir
çevrede, aleyhine tezgahlanan her çeşit hile ve planlara, suikast tertiplerine
rağmen, hayatının korunması başlı başına bir mucizedir. Bu korunma hadisesinin
tesadüfî olmadığını "Allah seni insanlara karşı korur" (Maide 67)
ayeti te'yid eder.
Ayetin tefsirinde İbnu Kesir, Resulullah'ın bidayette, geceleri
Ashab tarafından korunduğunu, koruma hizmetine katılanlardan birinin amcası
Abbas (radıyallahu anh) olduğunu kaydeder. Müfessirimizin Hz. Aişe (radıyallahu
anhâ)'den kaydettiği bir hadise göre, "Aleyhissalâtu vesselâm bir gece
uyuyamaz. Hz. Aişe:
"Ey Allah'ın Resulü neyiniz var, niye uyuyamadınız?"
diye sorar.
"Keşke ashabımdan salih
biri beni bu gece korusa!" buyurur. Onlar bu halde iken, Hz. Aişe
bir silah sesi işitir. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Kim o?" der. dışardaki: "Ben! Sad ıbnu
Malik!" deyince:
"Niye geldin?"
diye sorar. Sa'd:
"Seni korumak için ey Allah'ın Resulü!" der. Hz. Aişe,
Resulullah'ın uyuduğunu ve uyuma
sırasında çıkardığı horultuyu işittiğini belirtir." Bu hâdisenin hicretten ve Hz. Aişe ile
evlilikten sonra cereyan etmiş olacağına göre, en az hicretin ikinci yılı
içerisinde vukuu söylenebilir. Hz. Aişe'den yapılan diğer bir rivayette وَاللّهُ
يَعْصِمُكَ
مِنَ
النَّاسِ ayeti ininceye kadar Resulullah Ashab
tarafından korunmuştur. Ancak o ayet
nazil olunca Aleyhissalâtu vesselâm başını çadırdan uzatıp: "Ey insanlar
artık dağılın, bizi aziz ve celil olan Allah korumaktadır" buyurur.
İbnu Kesir, Allah'ın Resulullah'ı
korumasının kesin bir hâdise olduğunu belirttikten sonra, örnekler
verir:
* Mekke halkından -hasidlerinden, reislerinden, inadçılarından mütref (ehl-i keyf
zengin)lerinden, onların bütün aşırı ve şiddetli düşmanlıklarına, gece ve
gündüz harp halinde olmalarına rağmen- kudret ve hikmetiyle yarattığı ciddi
sebeplerle korunmuştur.
** Önce Ebu Talib'le
korumuştur. Ebu Talib Kureyş içerisinde, kendisine itaat edilen büyük bir reisti. Allah
onun kalbine şer'î olmayan fıtrî bir
sevgi koydu. Eğer Ebu Talib Müslüman olsaydı, müşrikler saldırılarında
cür'etkâr olurlardı. Fakat Ebu Talib'le onlar arasında küfür müşterekliği
olunca, ona karşı heybet duydular ve
hürmet gösterdiler.
* Ebu Talib ölünce, müşrikler az da olsa eziyet edebildiler. Ancak
Allah ensarı devreye koydu ve Aleyhissalâtu vesselâm'a, İslam'a girmek ve
memleketleri olan Medine'ye hicret etme
üzerine biat ettiler.
Aleyhissalâtu vesselâm aralarına katılınca, kırmızıdan da siyahtan da
korudular. Ehl-i Kitap veya müşriklerden biri kötülük yapmak isteyince Allah
onların hilelerini bozdu. Nitekim Yahudiler sihir yaptılarsa da, O'nu onlardan
korudu. Bu maksadla, sihre karşı bir ilaç olarak Muavvizeteyn sureleri
indirildi.
* Yahudiler Hayber'de zehirli
koyun eti yedirmeye çalıştılar ise de Allah bunu kendisine haber vererek
O'nu korudu:
İbnu Kesir, bu ayetin
tefsiri zımnında "müfessirler pek çok örnek kaydeder" diyerek
teferruatı onlara havale ettikten sonra, son olarak, sadedinde olduğumuz hadiste geçen hâdiseye
yer verir.
Şu halde Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın düşmandan
korunması hâdisesi basit bir mesele olmayıp, pek çok örneklerle te'yid edilen
bir mucizedir.
2- Sadedinde olduğumz hadiste zikri geçen hâdise, çok farklı
teferruatlarla rivayet edilmiştir. Hatta
hâdisenin yeri ve yılı bile ihtilaflıdır. Daha ziyade korku namazı ile ilgili
bahislerde tahlil edilir. Çünkü bu sefer sırasında salat-ı havf (korku namazı)
kılınmıştır. Mezkur seferin adı Zatu'r-Rikak'dır. İbnu İshak, Resulullah'ın
uyuması esnasında müşriğin ağacın dalında asılı olan kılıncı alma hâdisesinde,
burada kaydını uygun gördüğümüz bir
ziyadeye yer verir: Müşrik "Seni benim elimden kim kurtaracak? " diye sorunca,
Aleyhissalâtu vesselâm "Allah!" cevabını verir. Mezkur ziyade şöyle
devam eder: "Cibril herifin göğsüne vurdu ve elindeki kılıç yere düştü.
Kılıncı alan Resulullah: "Seni benden kim koruyacak?" buyurdular.
Adam, çaresiz, "kimse yok!" dedi.
Aleyhissalâtu vesselâm:
"Kalk işine git!" buyurdu. Adam gitmek üzere yönelince:
"Sen benden iyisin!" dedi.
Bu korunma mucizesinin müşahadesi için Aleyhissalâtu vesselâm Ashab'ı çağırır ve adamın huzurunda hâdiseyi
anlatır. Bu adamın ismi bazı rivayetlerde tasrih edildiği üzere Gavres
İbnu'l-Haris'dir. Bu Müslüman olmuş mudur?
Rivayetler, olmadığını söyler.
İbnu Hacer'in açıkladığı üzere sadece Zehebî, benzer bir rivayetin kahramanı
Du'sur İbnu'l-Haris'le bunu birleştirerek Müslüman olduğuna hükmetmiştir.
Gavres adının geçtiği rivayetlerde Müslüman olduğuna dair sarahat yok. Du'sur'
la ilgili bir rivayette -ki Üsdü'l-Gabe'de görmek mümkün- Du'sur'un Müslüman
olduğu zikredilir. Hâdisenin benzerliği, iki şahsın aynı kimse olduğuna
hükmetmeye yeterli olduğu takdirde, Gavres'in de İslamına hükmedilebilir. İbnu
Hacer, bunun Müslümanlığına hükmedenlerin, bir rivayette geçen, Gavres'in
adamlarına sarfettiği: "Ben
insanların en hayırlısının yanından geliyorum" cümlesini delil
yaptıklarını belirtir. [125]
ـ5605 ـ1ـ عن
ثَوْبان
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]جَاءَ
حَبْرٌ مِنَ
الْيَهُودِ
الى رَسُولِ
اللّهِ #.
فَقَالَ:
السََّمُ
عَلَيْكَ يَا
مُحَمّدُ.
فَدَفَعْتُهُ
دَفْعَةً
كَادَ
يُصْرَعُ مِنْهَا.
فَقَالَ: لِمَ
دَفَعْتَنِي؟
فَقُلْتُ: أَ
تَقُولُ يَا
رَسُولَ
اللّهِ؟
فَقَالَ:
إنَّمَا
أدْعُوهُ بِاسْمِهِ
الّذِى
سَمَّاهُ
بِهِ أهْلُهُ.
فَقَالَ #:
إنَّ إسْمِي
الّذِي
سَمَّانِي
بِهِ أهْلِي
مَحُمّدٌ.
قَالَ: جِئْتُ
أسْألُكَ. قَالَ
#:
أيَنْفَعُكَ
شَيْءٍ إنْ
حَدَّثْتُكَ؟
قَالَ:
أسْتَمِعُ
بِأُذُنِي.
فقَالَ #: سَلْ.
فقَالَ: أيْنَ
يَكُونُ
النَّاسُ
يَوْمَ الْقِيَامَةِ؛
يَوْمَ
تُبَدَّلُ
ا‘رْضُ غَيْرِ
ا‘رْضِ
وَالسَّمَواتُ؟
قَالَ: في
الظُّلْمَةِ
دُونَ
الْجِسْرِ؛
قَالَ: فَمَنْ
أوَّلُ النّاسِ
إجَازَةً؟
قَال:
فُقَرَاءُ
الْمُهَاجِرِينَ.
قَالَ: فَمَا
تُحْفَتُهُمْ
حِينَ يَدْخُلُونَ
الْجَنَّةَ؟
قَالَ:
زِيَادَةُ
كَبِدِ الْحُوتِ.
قَالَ: فَمَا
غِذَاؤُهُمْ
عَلى أثَرِهَا؟
قَالَ:
يُنْحَرُ
لَهُمْ
ثَوْرُ الْجَنَّةِ
الّذِي كَانَ
يَأكُلُ مِنْ
أطْرَافِهَا.
قَال: فَمَا
شَرَابُهُمْ
عَلَيْهِ؟
قَالَ: مِنْ
عَيْنِ
فِيهَا
تُسَمَّى
سَلْسَبِيً.
قَالَ:
صَدَقْتَ.
قَالَ:
وجِئْتُ
أسْألُكَ
عَنْ شَيْءٍ َ
يَعْلَمُهُ
إَ نَبِيٌّ
أوْ رَجُلٌ
أوْ رَجَُنِ.
قَالَ:
أيَنْفَعُكَ
إنْ
حَدَّثْتُكَ؟
قَالَ:
أسْمَعُ
بِأُذُنِي.
قَالَ: سَلْ. قَالَ:
أسْألُكَ
عَنِ
الْوَلَدِ.
قَالَ: مَاءُ الرَّجُلِ
أبْيَضُ،
وَمَاءُ
الْمَرْأةِ أصْفَرُ
فإذَا
اجْتَمَعَا
فَعََ
مَنِيُّ الرَّجُلِ
مَنَّي
الْمَرْأةِ
أذْكَرَا
بِإذْنِ
اللّهِ.
وَإذَا عََ
مَنِيُّ
الْمَرْأةِ
مَنِىَّ
الرَّجُلِ
أنَّثَا
بإذْنِ
اللّهِ قَالَ:
صَدَقْتَ،
واِنَّكَ
لَنَبِيٌّ.
ثُمَّ انْصَرَفَ
فَقَالَ #:
لَقَدْ
سَألَنِي
هذَا
عَنِ الّذِي
سَألَنِي
عَنْهُ،
وَمَالِي
عِلْمٌ
بِشَىْءٍ
مِنْهُ حَتّى
أتَانِيَ
اللّهُ
تَعالى بِهِ[.
أخرجه مسلم .
1. (5605)- Hz. Sevbân
radıyallahu anh anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
Yahudilerden bir âlim geldi.
"Ey Muhammed, Allah'ın selâmı üzerine olsun!" dedi. Bunu
der demez adamı öyle bir ittim ki, nerdeyse yere yıkılayazdı.
"Beni niye ittin?" dedi.
"Niye ey Allah'ın Resûlü! demiyorsun?" dedim.
"Ben O'nu, ailesinin kendine koyduğu isimle
çağırıyorum!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Ailemin bana koyduğu isim hakikaten Muhammed'dir!" buyurdu. Adam: "Size bir şey sormaya
geldim" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Sana söylediğim takdirde işine yarayacak mı?" dedi.
Adam:
"Kulaklarımla dinlerim!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Sor!" buyurdular. Adam:
"Kıyamet günü, yer ve gökler başka bir yer ve gök olup kılık
değiştirdiği zaman, insanlar nerede olacaklar?" dedi. Resûlullah:
"Köprünün (sıratın) önünde, karanlıkta" buyurdular.
Adam:
"Köprüyü ilk geçen kim olacak?" dedi.
"Muhacirlerin fakirleridir" buyurdu.
"Cennete girince onlara ne armağan edilecek?" dedi.
"Balık ciğerinin ziyadesi!" buyurdu.
"Bunun arkasından ne yiyecekler?" dedi.
"Onlara cennetin etrafında otlayan cennet öküzü
kesilecek!" buyurdular.
"Bunun üstüne ne içecekler?" dedi.
"Selsebîl denen cennetteki bir gözenin suyundan"
buyurdular. Adam: "Doğru söyledin!" dedi ve ilave etti:
"Ben sana bir peygamber veya bir veya iki kişiden başka hiç
kimsenin bilemeyeceği bir şey sormak için geldim" dedi. Aleyhissalâtu
vesselâm:
"Söylediğim takdirde sana faydası olacak mı?"
buyurdular.
"Kulaklarımla dinlerim" dedi.
"Sor!" buyurdular.
"Sana çocuktan soracağım" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Erkeğin suyu beyazdır. Kadının suyu ise sarıdır. İkisi
birleşir ve erkeğin menisi kadının menisine üstün gelirse ( ع )
Allah'ın izniyle çocuk erkek olur. Kadının menisi erkeğin menisine üstün
gelirse çocuk Allah'ın izniyle kız olur" buyurdular. Yahudi:
"Vallahi doğru söyledin! Sen gerçekten hak peygambersin"
dedi ve ayrıldı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Bu adam bana soracağını sordu. Ben bunlardan birşey
bilmiyordum. Tâki ki Allah onları bana bildirdi" buyurdular."
[Müslim, Hayz 34, (315).][126]
AÇIKLAMA:
1- Zaman zaman Yahudilerin Aleyhissalâtu vesselâm'dan bir
şeyler sordukları olmuştur. Bu rivayette birkısım sorular gözükmektedir.
Yahudiler bunları Resûlullah'ı denemek maksadıyla sormuş olabilirler. Cevapları
"Doğru söyledin" diye tasdik etmesi, bu meseleleri öğrenmek için
sormadıkları, önceden cevapları da bildikleri kanaatini tasdik eder.
2- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kendisine Muhammed diye
hitap edilmesini normal karşılamıştır. Hele gayr-i müslim biri hitap etmişse.
Nitekim Hudeybiye Anlaşması yapılırken Mekkeli müşrikler Allah'ın Resûlü
tâbirini kabul etmemiş, "Eğer Allah'ın Resulü olduğunu bilsek seninle harb
etmezdik" demişlerdi. Aleyhissalâtu vesselâm bu itirazı kabul ederek
anlaşmaya bu ünvanla değil, Abdullah oğlu Muhammed ismiyle kaydedilmişti.
3- Yeryüzü ve semâ, kıyametten sonra değişecek ve tamamen
farklı bir mahiyet kazanacaktır. Yeryüzünün dümdüz, bembeyaz, her çeşit kan ve
hata lekesinden berî olacağı, ekmeğe dönüşüp mü'minin ayağının altından
yiyebileceği rivayetlerde belirtilmiştir. Bu değişme hadisesi ayet-i kerime ile
tescil edilmiştir. (Meâlen): "O gün yeryüzü de başka bir şekle girer,
gökler de. Sonra bütün varlıklar bir olan ve kudreti her şeye yeten Allah'ın
huzuruna çıkar" (İbrahim 48). Bu ayetle ilgili ilk sual bazı rivayetlere
göre Hz. Aişe'den gelmiş. Resûlullah: "Bunu senden önce kimse bana
sormadı" dedikten sonra, "İnsanlar köprülerinin üzerindedir"
diye cevap vermiştir.
4- Sıratı ilk defa muhacirlerin fakirlerinin geçeceği ifadesi,
fakirliğin zenginliğe nazaran efdal olduğu anlayışına imkân tanıyor ise de,
âlimlerin tahkiki, hakkı verildiği, mala esir olunmadığı takdirde zinginliğin fakirlikten
üstün olduğu neticesini doğrulamıştır. Bu hususu daha önce incelediğimiz için
burada tekrar etmeyeceğiz. Ancak şunu hatırlatmak isteriz: Hiçbir zaman tek bir
hadisle kesin hükme gidilemez. Çünkü Aleyhissalâtu vesselâm muhataba ve
şartlara göre farklı beyanlarda bulunmuştur.
5- Balık ciğerinin ziyadesi, ciğerin kenarındaki bir çıkıntıyı
ifade eder. Bunun ciğerin en lezzetli kısmı olduğu belirtilmiştir.
Cennetliklere ikinci safhada, önceden cennetlikler için hazırlanan öküzün eti
yedirilecek, meşrubat olarak da Selsebil adlı bir kaynağın suyu içirilecektir.
Şunu hemen kaydetmek isteriz: Rivayetler âhirette yenilip içilecek şeylerin
dünyadakilere sadece ismen benzediğini, mahiyetlerinin farklı olduğunu
belirtir. Şu halde burada zikri geçen yiyecek ve içecekleri de
"mahiyetleri sadece Allah tarafından bilinen..." diye kayıtlamak
gerekir.
6- Hadiste dikkatimizi çeken bir husus Yahudi alimin tasdikleri ve
sonunda: "Gerçekten sen hak bir peygambersin" sözüdür. Acaba bu kimse
iman etmiş sayılır mı sorusu hatırımıza gelmektedir. Alimler "Doğru
söyledin", "İslamiyet yüce bir dindir", "Muhammed
peygamberdir" gibi te'yidleri iman için yeterli addetmemiş, bu gibi
ifadelerde bulunan kimseye Müslüman dememiştir. [127]
ـ5606 ـ1ـ عَنْ
اِبْنِ
مسعودٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]انْشَقَّ
الْقَمَرُ
عَلى عَهْدِ
رَسُولِ اللّهِ
#
بِشِقَّتَيْنِ.
فَقَالَ #:
اِشْهدُوا[. أخرجه
الشيخان
والترمذي .
1. (5606)- İbnu Mes'ud
radıyallahu anh anlatıyor: "Ay, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
zamanında iki parçaya bölündü. Aleyhissalâtu vesselâm bunun üzerine: "Şahid olun!" buyurdu."[128]
ـ5607 ـ2ـ
وفي أخرى:
]بَيْنَ
نَحْنُ مَعَ
النَّبِيِّ #
بِمِنىً، إذِ
انْفَلَقَ
الْقَمَرُ
فَلْقَتَيْنِ:
فَلْقَةً
وَرَاءَ
الْجَبَلِ،
وَفَلْقَةً
دُونَهُ.
فقَالَ لَنَا
#: إشْهَدُوا[ .
2. (5607)- Bir diğer
rivayette "...Biz Mina'da Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile
beraberken, ay iki parçaya ayrıldı. Bir parçası dağın arkasında, bir parçası
dağın önünde idi. Bize: "Şahid
olun!" buyurdu."[129]
AÇIKLAMA:
Kamerin (Ay'ın) ikiye bölünmesi hâdisesi bizzat Kur'ân-ı Kerîm'in
zikrettiği mucizelerden biridir. Bu mucize hicretten beş yıl kadar önce
Mekke'de cereyan etmiştir. Müşriklerin, Resûlullah'tan bir mucize talep
etmeleri üzerine bunu göstermiştir. Bazı alimler, ayın ikiye bölünme mucizesini
diğer peygamberlerde benzeri görülmeyen büyük bir mucize olarak
değerlendirmiştir.
Bazı mülhidler (inançsızlar), bu mucizeyi inkâr cihetine giderek:
"Böyle bir hâdise olsaydı bütün dünya görürdü", "Mütevatir
rivayetle gelirdi" gibi bahaneler ileri sürmüşlerdir. Alimler verdikleri
cevaplarda, hâdisenin gece vakti olduğu, bu sebeple çoğunlukla uykuda olunduğu,
ayın doğma, batma vakitlerinin her yerde bir olmadığı, bazı yerlerin bulutlu,
yağışlı olabileceği, herkesin ayı gözetlemediği gibi durumları nazar-ı dikkate
arzetmişlerdir. Kaldı ki Kur'ân meseleye açık bir şekilde temas etmiş: "Kıyamet yaklaştı, Ay yarıldı"
(Kamer: 54/1) buyurmuştur. Pek çok sahabe tarafından da hâdise rivayet
edilmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de zikredilmiş olması sebebiyle, bir mü'mine bu
hâdisenin vukûu hususunda şüphe etmeye hiçbir mecal ve mazeret yoktur. Bunun
inkârı Kur'ân'ın tekzib edilmesi mânasına gelir, el-iyâzu billah.[130]
ـ5608 ـ3ـ
وَعَنْ عائشة
رَضِيَ
اللّهُ عَنها
قالت: ]قُلْتُ
يَا رَسُولَ
اللّهِ! هَلْ
أتَى عَلَيْكَ
يَوْمٌ كَانَ
أشَدَّ مِنْ
يَوْمِ
أُحُدٍ؟
قَالَ: لَقَدْ
لَقِيتُ مِنْ
قَوْمِكِ،
وَكَانَ أشَدُّ
مَا لَقَيْتُ
مِنْهُمْ
يَوْمَ
الْعَقَبَةِ،
إذَا
عَرَضْتُ
نَفْسِى
عَلِي ابْنِ
عَبْدِ
يَالِيلَ
بْنِ عَبْدِ
كَُلٍ فَلَمْ
يُجِبْنِى
الى مَا
أرَدْتُ،
فَانْطَلَقْتُ
وَأنَا مَهْمُومٌ
عَلى وَجْهِى.
فَلَمْ
أسْتَفِقْ
إَّ وَأنَا
بِقَرْنِ
الثَّعَالِبِ.
فَرَفَعْتُ رَأسِى،
فإذَا أنَا
بِسَحَابَةٍ
قَدْ أظَلَّتْنِى.
فَنَظَرْتُ
فإذَا فِيهَا
جِبْرِيلُ
عَلَيْهِ
السََّمُ،
فَنَادَانِى
فقَالَ: إنَّ
اللّهَ
تَعالِى قَدْ
سَمِعَ
قَوْلَ قَوْمِكَ
لَكَ وَمَا
رَدُّوهُ
عَلَيْكَ،
وَقَدْ بعَثَ
إلَيكَ
مَلَكَ
الْجِبَالِ
لِتَأمُرَهُ
بِمَا شِئْتَ
فِيهِمْ.
فَنَادَانِى
مَلَكُ الْجِبَالِ
وَسَلَّمَ
عَلىَّ؛
ثُمَّ قَالَ:
يَا مُحَمّدُ!
إنَّ اللّهَ
تَعالى قَدْ
سَمِعَ قَوْلَ
قَوْمِكَ
لَكَ، وَأنَا
مَلَكُ الْجِبَالِ
قَدْ بَعَثَنِي
إلَيْكَ
لِتَأمُرَنِي
بِأمْرِكَ،
فَمَا
شِئْتَ؟ إنْ
شِئْتَ
أطْبَقْتُ
عَلَيْهِمُ
ا‘خْشََبَيْنِ.
فَقَالَ #:
بَلْ أرْجُو
أنْ يَخْرُجَ
مِنْ
أصَْبِهِمْ
مَنْ يَعْبُدُ
اللّهَ وََ
يُشْرِكُ
بِهِ
شَيْئاً[.
أخرجه
الشيخان.»ا‘خشبانِ«
جب مكة
المحيطان بها.
وكل جبل عظيم
فهو أخشب .
3. (5608)- Hz. Aişe
radıyallahu anhâ anlatıyor: "Ey Allah'ın Resûlü! dedim. Uhud'dan daha kötü
bir gün yaşadın mı?"
"Senin kavminden neler çektim neler. Onlardan en kötü hal
Akabe günü başıma geldi. O zaman kendimi İbnu Abdiyalil İbni Abdi Külal'e
arzetmiştim. Teklif ettiğim şeye müsbet cevap vermedi. Ben de üzgün vaziyette
yüzümün doğrultusunda yürüdüm. Karnu's-Seâlib nam mevkide kendime gelebildim ve
başımı kaldırdım. Baktım ki, bir bulut bana gölge yapıyor. Bir de ne göreyim,
bulutun içerisinde Cibril aleyhisselâm! Bana bağırdı ve:
"Allah Teâlâ hazretleri, kavminin sana neler söylediğini,
seni nasıl reddettiğini işitti. Sana dağlar meleğini gönderdi, tâ ki kavmin
hakkında dilediğini emredesin!" dedi.
Bunun üzerine dağlar(a müekkel) melek bana seslenip, selam verdikten
sonra:
"Ey Muhammed! Allah Teâla hazretleri, kavminin sana söylediği
sözü işitti. Ben dağlar meleğiyim. Allah beni sana dilediğini emretmen için
gönderdi. Öyleyse haydi ne dilersen dile! Eğer üzerlerine iki ahşeb'i kapamamı
dilersen kapayayım!" dedi."
Aleyhissalâtu vesselam:
"Hayır! Bilakis, Allah'ın onların sulbünden Allah'a ihlâsla
ibadet edip hiçbir şeyi ortak koşmayacak kimseler çıkarmasını dilerim"
dedi." [Buhârî, Bed'ü'l-Halk 6, Tevhîd 9; Müslim, Cihâd 111, (1795).][131]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Uhud
gününden daha kötü olarak tavsif ettiği hâdise, Tâif ziyaretidir. Amcası Ebu
Tâlib ölünce, Aleyhissalâtu vesselâm, bir hami aramak, onun himayesi altında,
Allah'ın kendisine tevdi ettiği neşr-i hak vazifesini îfa etmek için Taif'e
giderek oradaki akrabalarına uğramıştı. Bu ziyaret İbnu Sa'd'ın kaydına göre
bi'setin onuncu yılında, Şevvâl ayında Hz. Hatice ve Ebu Talib'in ölümlerinin
akabinde olur. Orada Taiflilerin liderlerini teker teker görüp, Kureyşlilerin
yaptığı zulmü anlatır, onların himayelerini talep eder. Ancak, hiçbiri anlayış
göstermez; çok bed bir muamele ile, oradan çıkmasını söylerler. Üstelik, ayak
takımını ileri sürerek taşa tuttururlar. Beraberindeki Zeyd İbnu Hârise, atılan
taşlara kendi vücudu ile perde olmaya çalışsa da, Resûlullah yaralanır ve kan
içinde kalır.
Resûlullah on gün kadar süren bu ziyaretin sonunda, maruz kaldığı
gayr-ı insanî muamelenin elemini, Uhud'da savaşı kaybetme şartlarında çekilen
sıkıntıya kıyasla çok daha ağır buluyor.
2- Rivayette adı geçen İbnu Abdiyalil'in isminin bir rivayete
göre Mes'ud olduğu, Taif'in ileri gelenlerinden biri bulunduğu bilinmektedir.
Kur'an'da geçen "Bu Kur'an Mekke ile Taif gibi iki büyük şehirde bulunan
bir büyük adama indirilmeli değil miydi?" dediler" (Zuhruf 31)
ayetinin Utbe İbnu Rebîa ve İbnu Abdiyalil hakkında indiği bazı rivayetlerde tasrih
edilmiştir. Diğer bazı rivayetlerde de başka isimlerin kastedildiği zikredilmiş
olsa bile mezkur rivayetler İbnu
Abdiyalil'in yerini ifadede ehemmiyet taşır.
3- Hadiste Ahşabeyn (iki ahşab) dağının ismi geçmektedir. Bu, Mekke'de bulunan iki dağın adıdır: Ebu Kubeys
ile ona mukabil olan Kuaykıan dağları. İkinci dağ için başka ihtimaller
üzerinde de durulmuştur. Melek bu iki dağı Mekke'de bulunanlar üzerinde
birleştirmeyi, dolayısıyla Mekke'yi yok
etmeyi teklif etmiş olmaktadır. Aleyhissalâtu vesselâm bu teklifi reddederek kavmine karşı şefkat ve
merhametini ve kendine karşı yapılanlara
sabrını ifade etmiştir. Nitekim Kur'an-ı Kerim de: "Sen Allah'tan bir
rahmet olarak onlara karşı yumuşak davrandın..." (Al-i İmran 159)
"Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik" (Enbiya 107) gibi
ayetlerle Resulullah'ın nasıl bir rahmet ve şefkatle gönderildiğini tescil eder.[132]
ـ5609 ـ4ـ
وَعن أبِى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: إنَّ
عِفْرِيتاً
مِنَ الْجِنِّ
تَفَلَّتَ
عَلَىَّ
الْبَارِحَةَ
لِيَقْطَعَ
عَلىَّ صَتِي
فَأمْكَنَنِي
اللّهُ تَعالى
مِنْهُ
فَذَعَتُّهُ
فَأرَدْتُ
أنْ أرْبِطَهُ
الى
سَارِيَةٍ
مِنْ
سَوَارِي
الْمَسْجِدِ
حَتّى
تُصْبِحُوا
وَتَنْظُرُوا
إلَيْهِ كُلُّكُمْ،
فَذَكَرْتُ
قَوْلَ أخِي
سُلَيْمَان:
رَبِّ هَبْ
لِي مُلْكاً َ
يَنْبَغِي
‘حَدٍ مِنْ
بَعْدِي.
فَرَدَّهُ
اللّهُ
خَاسِئاً[. أخرجه
الشيخان.»الذَّعتُ«
أشد الخنق .
4. (5609)- Hz. Ebu Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Cinlerden bir ifrit, dün akşam, namazımı bozdurmak için
üzerime atıldı. Allah ona galebe çalmama imkan verdi. Ben de onu boğazından
yakaladım. Hatta onu, mescidin direklerinden birine bağlamayı arzu ettim, ta ki
sabah olunca hepiniz onu göresiniz. Ancak, kardeşim Süleyman aleyhisselam'ın şu sözünü hatırladım:
"...Ve benden sonra kimseye nasib olmayacak bir mülkü bana ihsan et"
(Sad 35). Allah da onu hor ve hakir olarak geri çevirdi." [Buharî, Salat 75,
Amel fi's-Salat 10, Bed'ül-Halk 11, Enbiya 40, Tefsir, Sad; Müslim, Mesacid 39,
(541).] [133]
AÇIKLAMA:
1- Resulullah'a ifritin musallat olma hâdisesi muhtelif
rivayetlerde gelmiştir. Abdürrezzak'ın rivayetinde "Bir kedi suretinde
geldiği" belirtilir. Müslim'in bir
rivyetinde "yüzüme koymak için ateşten bir şihab ile geldi" denilir.
Nesai'nin Hz. Aişe'den gelen rivayetinde "Ben onu yakalayıp yere yıktım ve
boğdum. Öyle ki elimin üstünde dilinin
serinliğini hissettim" buyrulmuştur.
2- Cinlerin varlığı çok sayıda ayet ve hadislerle sabittir.
Ehl-i Sünnet uleması bu meselede ihtilaf
etmez. Ancak cinlerle ilgili bazı meselelerde farklı görüşler ileri
sürülmüştür.
* Bakillâni, Mu'tezile'den bazılarının: "Cin, rakik,
basit cesedlerden ibarettir" dediğini belirtir ve rivayet olduğu takdirde,
bunun mümteni (aklen kabul edilemez) olmadığını belirtir. Ebu
Ya'la İbn'l-Ferra ise "Cinlerin basit değil müellef cisimler olduğunu, temessül eden (şekillenen)
şahıslar olduğunu" söylemiş, rakik de kesif de olabileceğini belirtmiştir.
Burada Mu'tezile'ye muhalefet eder, çünkü onlar rakik olduklarına
inanmışlardır. İbnu'l-Ferra devamla "rikkatleri sebebiyle onları
görmemiz mümkün değildir"
iddiasının yanlış olduğuna dikkat çeker. "Zira, rikkat (incelik) rü'yete
mani değildir. Hatta kesif cisimlerden bir kısmının, Allah bizde onları idrak
etme kapasitesi yaratmadığı için, rüyetimiz dışında kalması caizdir" der.
Beyhakî'nin rivayetine göre İmam Şafii hazretleri: "Kim
cinleri gördüğünü iddia ederse, onun şahitliğini iptal ederiz, çünkü cinleri
sadece peygamberler görebilir" demiştir.
İbnu Hacer der ki: "Bu söz, "cinlerin yaratıldıkları
suret-i asliyesinde gördüğünü iddia edene hamledilir. Ancak herhangi bir hayvan
suretinde olarak onlardan bir şey gördüğünü iddia eden kimse bu sebeple
reddedilmez." Onların farklı suretlere girdiklerine dair çok sayıda haber
varid olmuştur. Bu meselede kelamcılar
ihtilaf etmiştir:
* Bir kısmı: "Bu bir hayallemeden ibarettir, hiçbir şey
aslî suretini değiştirmez" demiştir.
* Bir kısmı: "Şekil değiştirebilirler, ancak bu onların
bu işe olan güçlerinden ileri gelmez. Bilakis, sihir gibi bir nevi fiille bu
olur, o fiil işlenince bir suretten
başka bir surete intikal eder" demiştir ki, bu görüş öncekine rücu eder.
Bu meselede Hz. Ömer'den bir rivayet
var: İbnu Ebî Şeybe'de sahih bir senedle geldiğine göre, "Hz. Ömer'in
yanında Gaylan'dan söz edilmişti. Dedi ki:
"Hiçbiri Allah'ın üzerine
yarattığı sureti değiştirmeye muktedir değildir. Ancak onların
sihirbazları vardır, tıpkı sizin sihirbazlarınız gibi. Bunu görünce ezan
okuyun."
3- Cin ve şeytanın varlığı sabit olunca, asılları
hususunda ihtilaf edilmiştir. "Asılları İblis'in çocuğudur, böylece
bunlardan kim kâfir ise, şeytan denir" denmiştir. Bir diğer görüşe göre:
"Sadece şeytanlar İblis'in çocuklarıdır. Bunların dışında kalanlar onun
çocukları değildir." İbnu Abbas (radıyallahu anhüma)'dan gelen bir
rivayet, cin ve şeytanın aynı asıldan tek bir nev teşkil ettikleri görüşünü te'yid eder:
"Kâfir olanına şeytan, olmayanına cinnî denmektedir."
4- Mükellef olmaları meselesine gelince, çoğunlukla alimler,
cinlerin, insanlar gibi mükellef yani şeriatten sorumlu olduklarını
söylemiştir. Bazıları "Fiillerinde
muzdardırlar, mükellef değillerdir" demiştir. Mükellef olduklarını
söyleyenler, delil olarak Kur'an'da şeytanların zemmedilmelerine, onların
şerrinden kaçınmaya, onlara vaadedilen azaba dair ayetleri gösterirler. Bu
hasletler, ancak emre muhalefet eden,
yasağı işleyen, bununla beraber bunları yapmamaya iktidarı olan kimselere
aittir. Bunlara delalet eden ayet ve hadisler cidden çoktur.
5- İmdi, onlar mükellef addedilince şu meselede ihtilaf
edilmiştir: "Onlar arasında kendilerinden bir peygamber var mıdır?"
Dahhak İbnu Müzahim'den gelen bir habere göre "cinlerin kendilerinden
peygamberleri vardır, Allah cin ve insten kendilerine peygamberler gönderdiğine
dair ayette, cinnî peygamberlerden maksad
insî peygamberler olsaydı, bunun aksi de caiz olurdu, bu ise fasiddir,
öyleyse bu iddia geçersizdir." Burada zikri geçen ayet mealen şöyledir:
"O gün Allah sorar: "Ey cinler ve insanlar topluluğu! Size ayetlerimi
anlatan ve bugüne erişeceğinizi bildirip sakındıran peygamberler gelmedi
mi?" Onlar da: "Biz kendi aleyhimize
şahidlik ederiz" derler. Onları dünya hayatı aldatmıştır.." (En'am 130).
Cinnîlerin kendilerinden peygamberi yoktur. Onlar insî
peygamberlere tabiidirler görüşünde olan cumhur, yukarıdaki mülahazayı şöyle
cevaplandırır ve reddeder: "Ayetin manası şöyle olmalıdır:
"İnsanların peygamberleri kendilerine Allah tarafından gönderilmiştir.
Cinnî peygamberlere gelince: Allah
onları yeryüzüne dağıttı, böylece insî
peygamberlerin sözlerini işitme fırsatı buldular ve kendi kavimlerine
bunu tebliğ ettiler. Bu sebeple onların bir sözcüsü: "Biz Hz. Musa'dan
sonra indirilmiş bir kitap işittik"
(Ahkaf 30) demiştir."
İbnu Hazm, bazı rivayetleri değerlendirerek cinnîlere, insî peygamber gönderilmediğini, buna sadece Hz.
Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'in istisna teşkil ettiğini, zira
O'nun risaletinin umumî, cinnîlere de insîlere de şamil olduğunu, bunda
ittifak edildiğini söyler. İbnu
Abdilberr der ki: "Alimler, Aleyhissalâtu vesselâm'in inse ve cinne gönderildiği hususunda ihtilaf
etmezler. Bu husus, Aleyhissalâtu vesselâm'ın diğer peygamberlere üstün
kılındığı yönlerden birdir. İbnu Abbas'tan rivayete göre, Gafir suresinde
geçen: "Andolsun ki, size, daha önce, Yusuf da apaçık deliller
getirmişti!" (Gafir, 34) mealindeki ayet hakkında şöyle demiştir: "O cin peygamberidir, bu da zikridir." İmamu'l-Harameyn, el İrşad nam kitabında,
Hıristiyanlar hakkında söz ederken der ki: "Zarureten biliyoruz ki,
Aleyhissalâtu vesselâm sakaleyn'e (ins ve cinne) gönderildiğini
belirtmiştir." İbnu Teymiye: "Sahabe, Tabiin ve Müslümanların
imamlarından müteşekkil selef uleması bu meselede müttefiktirler"
demiştir.
İbnu Hacer, Resulullah'ın ins
ve cinne gönderildiğini ifade eden bazı hadisleri kaydettikten sonra der
ki: "Cinnîlerin de mükellef oldukları kesinleşince, onların tevhid ve
İslam'ın rükünleriyle mükellef oldukları söylenebilir. Bunlar dışındaki fürû ahkâmı hususunda alimler ihtilaf
etmiştir. Bu ihtilafta dayanakları mayıs ve
kemiğin cinnîlerin azığı olmaları gerekçesiyle taharette
kullanılmalarıyla ilgili yasaktır.
Mezkur hadis, mayısın, insanlara haram olmasına rağmen, cinlere helal
olduğuna delildir."
6- Cinler yiyip içer, evlenirler mi? meselesi de ihtilaflıdır.
"Yerler!" diyen olduğu gibi
"yemezler!" diyen de olmuştur. Bunlara göre, şeytanın çiğnemek ve
yutmaklı yeyişleri yoktur, koklama gibi bir fiille bu ihtiyaçlarını görürler. Fakat şeytanın sol
eliyle yeyip sol eliyle içtiği, besmele çekmeden yenen yemeğe şeytanın da
iştirak ettiği... gibi rivayetler onların da insanlar gibi yeyip içtiğine
hükmetmeye sevketmiştir. Vehb İbnu Münebbih'ten gelen bir rivayet bu iki görüşü
de birleştirir: Cinlerin farklı sınıfları vardır. Bir kısmı yer içerse de, bir
kısmı yeyip içmez.. Merfu bir rivayet "Cinler üç sınıftır: Bir sınıf
kanatlıdır, havada uçarlar; bir kısmı yılanlar, akreplerdir; bir sınıf da
hesabı ikabı bilenlerdir" buyurur. Onların evlendiğini söyleyenler:
"..Onlara daha önce ne bir insan, ne de bir cin değmiş değildir"
(Rahman 56) mealindeki ayetle: "Şimdi siz, beni bırakıp da düşmanınız
olduğu halde onu ve neslini dost edinir misiniz?" (Kehf 50) mealindeki
ayetleri esas alırlar. Ayette geçen nesil kelimesi sebebiyle, onların
evlendiğinin burada sarih olduğu söylenmiştir.
7- Cinlerle ilgili olarak ihtilaf edilen bir mesele de onların
sevap kazandığı kazanmadıkları hususudur. Mevkuf bir rivayette: "Cennet ehli cennete, ateş ehli
cehenneme girdikleri vakit, Allah Teala hazretleri mü' min cinler ve insî
olmayan diğer ümmetlere: "Toprak olun! diyecek. İşte bu sırada kâfirler
"Keşke ben de toprak olsaydım" (Nebe 40) diyecekler"
buyrulmuştur. Bazı alimler: "Cinnînin sevabı, ateşten kurtarılıp sonra da;
"Toprak olun" denmesidir. Ebu Hanife merhumdan da benzer bir kavl
rivayet edilmiştir. Ancak cumhur, cinlerin itaate mukabil sevab kazanacakları" görüşündedir. Şafii,
Ahmed Malik, Evzai, Ebu Yusuf, İmam Muhammed rahimehullah vs. başkaları hep bu
görüştedirler. Bu hükme giderken bazı alimler, yukarıda kaydettiğimiz En'am
suresinin 130. ayetini delil gösterirken, diğer bazıları: "Öyleleri,
kendilerinden önce gelip geçen cin ve insan toplulukları içinde azabı hak etmiş
kimselerdir. Onlar hüsrana uğramışlardır" (Ahkaf 18) mealindeki ayeti
delil göstermişlerdir. Keza bazıları: "Herkes için işlediklerinden dolayı
derece derece karşılıklar vardır ve Rabbin, onların işlediklerinden habersiz değildir" (En'am 132) mealindeki ayeti
delil olarak göstermiştir. İmam Malik, cinlere ve inslere, ikab ve sevabın
varlığına, Rahman suresinde geçen "Rabbinin makamından korkana iki cennet
vardır" ayetinden delil çıkarmış ve arkadan gelen: "Rabbinizin hangi
nimetini inkar edersiniz?" ayetindeki tesniye olan muhataptan ins ve
cinnin murad olduğunu belirtmiştir. (Rahman 46-47). Ayet, onlar içinde mü'minin
varlığını tesbit eder. Mü'minin şe'ni de Rabbinden korkmadır. Öyle ise onlar
için de cennet vardır.
8- Bir diğer ihtilaf: Cinler insanların girdiği yere mi
girecek meselesindedir. Dört görüş ileri sürülmüştür:
* Çoğunluk "evet!" demiştir.
* İmam Malik ve bazıları: "Cinler cennetin kenarındadır (içinde değil)" demiştir.
* Cinler ashabu'l-a'raftır
denmiştir.
* Bu hususta cevaptan kaçınmışlardır.
Cinlerle ilgili bir kısım meselelere daha önce temas ettiğimiz için (3. cilt, s. 229), burada tekrar etmeyeceğiz. [134]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/340-341.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/342.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/342.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/343.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/343.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/344-345.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/345-346.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/346.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/347.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/347.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/347.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/348.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/348.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/348.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/348-351.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/353.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/354.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/354-355.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/355.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/358.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/358-359.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/359-360.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/361.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/361.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/361.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/361-362.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/363-364.
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/364.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/364.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/364.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/365.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/365.
[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/365.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/365-366.
[35] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/366.
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/366-367.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/367.
[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/367-368.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/368.
[40] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/368-369.
[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/369.
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/369.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/370.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/370.
[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/371.
[46] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/373-374.
[47] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/374-375.
[48] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/376.
[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/376-377.
[50] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/377.
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/377-378.
[52] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/378.
[53] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/378.
[54] İbnu Ebi Kebne'den murad Aleyhissalâtu
vesselâm'dır. Ebu Kebşe, Resûlullah'ın ecdadından biridir. Araplar bir insanın
değerini düşürmek için ecdadından tanınmayan birine nisbet ederlerdi. Bir kavle
göre de bu zât, puta tapmada Kureyş'e muhalefet eden Huza adlı birisidir.
[55] Asfer sarı demektir. Benî Asfer'le Rumlar
kastedilmiştir. Dendiğine göre Rum İbnu Ays ismindeki cedleri, Habeş kralının
kızıyla evlenir. Çocukları beyazla siyah arası bir renk taşır ve buna Asfer
derler. Bir başka görüşe göre, Rumların, büyükanneleri olan Sâre -ki Hz.
İbrahim'in zevcesidir- cedleri olan Rum İbnu Ays'ı altınla tezyin ettiği için,
böyle tesmiye edilmişlerdir.
[56] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/382-385.
[57] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/385-386.
[58] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/386.
[59] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/389-390.
[60] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/391.
[61] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/392.
[62] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/392.
[63] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/392-393.
[64] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/393-397.
[65] Buharî, Bed'ü'l-Halk: 6, Enbiya: 22, 43,
Menakıbu'l-Ensar: 42; Müslim, İman: 264 (164); Tirmizî, Tefsir İnşirah: (3343);
Nesâî, Salat: 1, (1, 217-218); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 15/401-406.
[66] Nesaî, Salat: 1, (1,
223-224); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 15/406-407.
[67] Buharî, Menakıbu'l-Ensar:
41, Tefsir, İsra: 3; Müslim, İman: 276, (170); Tirmizî, Tefsir: Benî İsrail,
(3132); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
15/407.
[68] Müslim Fezail: 164, (2375);
Nesâî, Kıyamu'l-Leyl: 15, (3, 215); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/407.
[69] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/407-415.
[70] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/416.
[71] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/416-417.
[72] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/418-419.
[73] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/419-420.
[74] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/420.
[75] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/421.
[76] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/422.
[77] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/422-423.
[78] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/423.
[79] Burada gayemiz, tasvirin
cevâzı veya adem-i cevâzı husûsundaki münâkaşayı tekrar etmek değildir. Bu
konuyu etraflıca inceleyen Kâmil Miras, ülemânın, ağaç, dağ, taş gibi eşyâ ve
manzara fotoğraflarının ibâhası ile, vesîkalık fotoğraf gibi tâmmülhilka
olmayarak bedenin bir kısmına 3Ait canlı resimlerinin imâl ve
istimâlinincevâzında ittifak ettiklerini, tâmmülhilka olanların vesile-i tâzim
olmaksızın istimâlinde ihtilâf ederek bâzılarının câiz, bâzılarının gayr-i câiz
gördüklerini ifade eder (Tecrid 6,s.421). Kezâ bak. Aynî 11, 224,22,69; Kâri,
Mirkât 4, 485-86; M. M. Ammâre (Münziri'nin el-Tergib'inin dipnotu) 1, 148; M.
Sabri, Meseleler(Sebil Yayınevi, İstanbul, 1974), s.63-87; O. Şekerci, İslâm'da
Resim ve Heykel'in Yeri, İstanbul, 1974, daha çok cevâzına mütemâyil yeni
görüşlere dayanan bu sonuncuda değişik kaynakları topluca bulmak mümkündür.
Tasvirin cevaz sınırlarıyla ilgili bazı teferruat bu kitabımızda daha önce
farklı vesilelerle geçmiştir.
[80] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/424-427.
[81] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/427.
[82] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/427.
[83] Hadisin aslında bir rekâbet mevzubahis.
Kadı İyaz'ın teklif ettiği şekli esas alarak tercüme ettik.
[84] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/428.
[85] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/428.
[86] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/428.
[87] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/429.
[88] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/429.
[89] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/430-431.
[90] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/431-432.
[91] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/432.
[92] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/432.
[93] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/432-433.
[94] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/433.
[95] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/433-437.
[96] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/438.
[97] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/438.
[98] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/439.
[99] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/440.
[100] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/440.
[101] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/441.
[102] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/441.
[103] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/441-442.
[104] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/442.
[105] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/442.
[106] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/443.
[107] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/444.
[108] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/444.
[109] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/445.
[110] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/446.
[111] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/447-448.
[112] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/448-449.
[113] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/449.
[114] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/451.
[115] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/451-453.
[116] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/453-454.
[117] Bir vask 60 sa'dır. Bir sa'ı Irakî 1040
dirhem olunca 30x60=180x1040=187.200 dirhem yapar. bunun bugünkü gram cinsinden
karşılığı 6.002.324 gram yani 6 ton.
[118] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/454-455.
[119] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/455.
[120] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/456.
[121] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/456.
[122] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/457.
[123] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/458-459.
[124] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/460.
[125] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/460-462.
[126] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/464-465.
[127] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/465-466.
[128] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/467.
[129] Buharî, Menakıb: 27,
Menâkıbu'l-Ensâr: 36, Tefsîr, Ikterebetu's-Sâ'a: 36; Müslim, Münâfıkûn: 44,
(2800); Tirmizî, Tefsir, Kamer, (3281, 3283); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 15/467.
[130] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/467-468.
[131] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/468-469.
[132] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/469-470.
[133] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/470.
[134] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/471-474.