İÇİMİZDEKİ MÜNAFIKLARA DİKKAT:
Riya,
lügat olarak görmek mânasına gelen ru'yet kökünden gelir. "Hakikatte
olmadığı halde iyi görünmek" mânasınadır. Dilimizdeki en yakın karşılığı
gösteriştir. Dînî bir tabir olarak ibâdetlerde ve diğer amellerde samimiyetten
uzaklığı ve ihlassızlığı ifade eder. Bir başka ifade ile, bir Müslüman ibâdetlerini
Allah rızası için yapmakla mükelleftir. Sadaka, zekat, yardım, güler yüz, tatlı
söz gibi her çeşit hayırlı amelleri de Allah rızası için yapmalıdır. Amelde
Allah rızasını arama keyfiyetine ihlas denir. İhlasın zıddı riyadır. Yani, her
çeşit ibâdet ve dînin teşvîk ettiği diğer hayırlı amellerde Allah rızasını
değil, dünyevî bir maksad gütmek, insanların rızasını aramak riyadır. Gazâlî,
daha vecîz olarak: "Riya, iyi görünerek insanların kalbinde yer almak
istemektir" diye târif eder. Gazâlî bir başka tarifinde, riyâ'yı sadece
ibâdetlerdeki gösterişe tahsis ederek: "Allah'a yaptığı ibâdet ile kulları
kastetmektir" diye tarif eder. Ancak hadislerde herçeşit ameldeki
ihlassızlık, riya ile ifade edilmiştir. Mamafih Gazâlî de beş şeyle riya yapıldığını
belirterek, teker teker açıklar. Bu beş şey: Beden, elbise, söz, amel, arkadaş
çokluğu'dur.
İhlâsa
ehemmiyet veren İslâm nazarında riya, bir nevî şirktir. Çünkü hayırlı ameller
Allah için yapılacakken dünyevî bir menfaat için yapılınca, o menfaat Allah yerine
konmuş olmaktadır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şirkin bu çeşidine
şirk-i hafî demiştir, yani gizli şirk. Hadiste: اِنَّ
اَدْنَى
الرِّيَاءِ
شِرْكٌ "Riyanın en azı da şirktir"
buyurulmuştur. Bir başka hadis de şöyledir: "Kıyamet günü riyâkar adama:
"Ey fâcir, ey gaddâr, nefsine gadreden, ey gösterişci mürâî, amelin
mahvoldu, mükâafatın kayboldu. Amelini kime gösteriş için yaptınsa, git ondan
mükâfâtını al!" denir." Resûlullah'ın riyaya karşı uyarısı çoktur.
Bunlardan biri de şöyle: Ümmetimin şirke düşmesinden korkuyorum. Gerçi onlar
puta tapacak değiller; güneşe, aya, taşa da tapacak değiller. Fakat amellerinde
riyâkarlık yaparlar, Allah için işlemezler."
Resûlullah'ın
riya ile ilgili bazı hadislerine geçmeden önce, Gazâlî Hazretleri'nin riyanın
dereceleri ile alâkalı açıklamasını da kaydetmede fayda görüyoruz: Ona göre
riya'nın çeşitli dereceleri vardır. Bazısı bazısından daha ağırdır:
Birinci
Derece: En ağır olanıdır. Riya ile yaptığı ibâdette hiç sevap niyeti yoktur.
İcabında insanların yanında abdestsiz bile namaz kıldığı halde, yalnız kaldığı
zaman hiç kılmayan gibi. Bu namaz sırf insanlara gösteriş içindir, hiçbir hayrı
yoktur.
İkinci
Derece: İbâdeti gösteriş için yapar, fakat Allah'ın rızasını da niyet eder.
Ancak bu niyet zayıftır, yalnızlıkta bu ibâdeti yapmayacaktı. Sevâba niyet
etmese de gösteriş için bunu yapacaktır.
Üçüncü
Derece: Gösteriş ve sevap tarafları müsâvî olmaktır. Eğer riyânın yanında bir
de sevap veya sevabın yanında bir de riya niyeti olmasa bu ameli yapmayacaktı.
İkisinin müsâvî olarak bulunmasıyla bu ameli yapmıştır. Bu amelinden zarar görmese de fayda da
görmez, başa baş kurtarır.
Dördüncü
Derece: İbâdetini, insanların duymuş olmasından dolayı daha da gayrete gelip
takviye etmesi, artırmasıdır. Böyle birisi, kimse duymasa da ibâdetini yapacaktır. Böyle birisi sırf riya
maksadıyla yapmadığı için ibâdetinden fayda görebilir.[1]
ـ1ـ عن
شُفَىٍّ
ا‘صْبَحِى عن
أبى هريرة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسولُ
اللّهِ #:
أوَّلُ مَنْ
يُدْعَى بِهِ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
رَجُلٌ
جَمَعَ الْقُرآنَ،
وَرَجُلٌ
قُتِلَ في
سَبِيلِ اللّهِ،
وَرَجُلٌ
كَثِيرُ
المَالِ.
فَيَقُولُ اللّهُ
تَعَالى
لِلْقَارِئِ:
ألَمْ أُعَلِّمْكَ
مَا
أنْزَلْتُ
عَلى
رَسُولِى؟
فَيَقُولُ:
بَلَى يَا
رَبِّ. قالَ:
فَمَا
عَمِلْتَ فِيمَا
عَلِمْتَ؟
فَيَقُولُ:
كُنْتُ أقُومُ
بِهِ آنَاءَ
اللَّيْلِ
وَأنَاءَ
النَّهَارِ.
فَيَقُولُ
اللّهُ
تَعالى لهُ:
كَذَبْتَ.
وَتَقُولُ لهُ
المََئِكَةُ:
كَذَبْتَ.
وَيَقُولُ
لهُ اللّهُ
تَعالى: بَلْ
أرَدْتَ أنْ
يُقَالَ فَُنٌ
قَارِئٌ،
وَقَد قِيلَ
ذلِكَ.
وَيُؤْتى بِصَاحِبِ
المَالِ؟
فَيَقُولُ
اللّهُ تَعالى:
ألَمْ
أُوَسِّعْ
عَلَيْكَ
حَتَّى لَمْ
أدَعْكَ تَحْتَاجُ
إلى أحَدٍ؟
فيَقُولُ:
بَلَى يَا رَبِّ.
فَيَقُولُ:
فَمَاذَا
عَمِلْتَ
فِيمَا آتَيْتُكَ؟
فَيَقُولُ:
كُنْتُ أصِلُ
الرَّحِمَ
وَأتَصَدَّقُ.
فَيَقُولُ
اللّهُ تَعالى
لَهُ:
كَذَبْتَ؛
وَتَقُولُ
لَهُ
المََئِكَةُ:
كَذَبْتَ؛
وَيَقُولُ
لَهُ اللّهُ
تَعالى: بَلْ
أرَدْتَ أنْ
يُقَالَ
فَُنٌ
جَوَادٌ،
وَقَدْ قِيلَ
ذلِكَ. ثُمَّ
يُؤْتَى
بِالَّذِى
قُتِلَ في
سَبِيلِ
اللّهِ.
فَيَقُولُ
لَهُ اللّهُ تَعالى:
فِيمَا ذَا
قُتِلْتَ،
فَيَقُولُ:
أُمِرْتُ
بِالْجِهَادِ
في سَبِيلِكَ
فقَاتَلْتُ
حَتَّى
قُتِلْتُ.
فَيَقُولُ
اللّهُ
تَعالى لَهُ:
كُذَبْتَ.
وَتَقُولُ
لَهُ
المََئِكَةُ:
كَذَبْتَ.
وَيَقُولُ
لَهُ اللّهُ
تَعالى: بَلْ
أرَدْتَ أنْ
يُقَالَ
فَُنٌ
جَرِئٌ،
وَقَدْ قِىلَ
ذلِكَ. ثُمَّ
ضَرَبَ رسولُ
اللّهِ # عَلى
رُكْبَةِ أبى
هُرَيْرَةَ.
فقالَ: يَا
أبَا هُرَيْرَةَ
أولئِكَ
الثََّثَةُ
أوَّلُ خَلْقِ
اللّهِ
تُسْعَرُ
بِهِم
النَّارُ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ،
قال شُفَىٌّ:
فأخْبَرْتُ مُعَاوِيَةَ
بِهَذَا
الحَدِيثِ
عَنْ أبِى هُرَيْرَةَ.
فقَالَ: قَدْ
فُعِلَ
بِهؤَُءِ هذا،
فَكَيْفَ
بِمَنْ
بَقِىَ مِنَ
النَّاسِ؟
ثُمَّ بَكَى مُعَاوِيَةُ
بُكَاءً
شَديداً
حَتَّى ظَنَّ
أنَّهُ
هَالِكٌ.
ثُمَّ أفَاقَ
وَمَسَحَ عَنْ
وَجْهِهِ
وقَالَ:
صَدَقَ
اللّهُ
وَرَسُولُهُ؛
مَنْ كانَ
يُرِيدُ
الحَيَاةَ
الدُّنْيَا
وَزِينَتَهَا
نُوَفِّ
إلَيْهِمْ
أعْمَالَهُمْ
فِيهَا
وَهُمْ
فِيهَا َ
يُبْخَسُونَ
أولئِكَ الَّذِينَ
لَيْسَ
لَهُمْ في
اŒخِرَةِ إَّ
النَّارُ
وَحََبِطَ
مَا صَنَعُوا
فِيهَا وَبَاطِلٌ
مَا كَانُوا
يَعْمَلُونَ[.
أخرجه مسلم والترمذي
واللفظ له
والنسائى .
1. (2002)- Şüfeyyü'l-Esbâhî, Hz. Ebû
Hüreyre'den naklediyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki: "Kıyamet günü ilk çağrılacaklar, Kur'ân-ı ezberleyen biri, Allah
yolunda öldürülen biri ve bir de çok malı olan biridir. Allah Teâlâ Hazretleri
Kur'ân okuyana:
"Ben
Resûlüme inzal buyurduğum şeyi sana öğretmedim mi?" diye soracak. Adam:
"Evet
yâ Rabbi!" diyecek.
"Bildiklerinle
ne amelde bulundun?" diye Rabb Teâlâ tekrar soracak.Adam:
"Ben
onu gündüz ve gece boyunca okurdum" diyecek. Allâhu Teâlâ Hazretleri:
"Yalan
söylüyorsun!" diyecek. Melekler de ona:
"Yalan
söylüyorsun!" diye çıkışacaklar. Allahu Teâlâ Hazretleri ona:
"Bilakis
sen, "Falanca Kur'an okuyor" densin diye okudun ve bu da
söylendi" der.
Sonra,
mal sahibi getirilir. Allah Teâlâ Hazretleri:
"Ben
sana bolca mal vermedim mi? Hatta o kadar bol verdim ki, kimseye muhtaç
olmadın?" der. Zengin adam, "Evet yâ Rabbi" der.
"Sana
verdiğimle ne amelde bulundun?" diye Rabb Teâlâ sorar. Adam:
"Sıla-i
rahimde bulunur ve tasadduk ederdim" der. Allâhu Teâlâ Hazretleri:"
Bilakis
sen: "Falanca cömerttir" desinler diye bunu yaptın ve bu da
denildi" der.
Sonra
Allah yolunda öldürülen getirilir. Allah Teâlâ Hazretleri:
"Niçin
öldürüldün?" diye sorar. Adam:
"Senin
yolunda cihadla emrolundum. Ben de öldürülünceye kadar savaştım" der. Hakk
Teâlâ ona:
"Yalan
söylüyorsun!" der. Ona melekler de:"Yalan söylüyorsun!" diye
çıkışırlar. Allah Teâlâ Hazretleri ona tekrar:
"Bilakis
sen: "Falanca cesurdur" desinler diye düşündün ve bu da
söylendi" buyurur. Sonra (Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ebû
Hüreyre'nin dizine vurup):
"Ey
Ebû Hüreyre! Bu üç kimse, Kıyamet günü, cehennemin, aleyhlerinde kabaracağı
Allah'ın ilk üç mahlûkudur!" dedi.
"Şüfey
der ki: "Ben Ebû Hüreyre'den aldığım bu hadisi, Hz. Muâviye'ye haber
verdim. Bunun üzerine: "Böylelerine bu muâmele yapılırsa, insanların geri
kalanlarına neler yapılır?" dedi ve Hz. Muâviye şiddetli bir ağlayışla
ağlamaya başladı, öyle ki helak olacağını zannettim. Derken bir müddet sonra
kendine geldi, yüzündeki (gözyaşlarını) sildi. Ve şunları söyledi:
"Allah
ve Onun Resûlü doğru söylediler: "Dünya hayatını ve onun zinetini isteyenlere,
orada işlediklerinin karşılığını tastamam veririz. Onlar orada bir eksikliğe de
uğratılmazlar. İşte âhirette onlara ateşten başka bir şey yoktur. İşledikleri
şeyler orada boşa gitmiştir. Zâten yapmakta oldukları da bâtıldır" (Hûd
15-16). [Müslim, İmâret 152, (1905); Tirmizî, Zühd 48, (2383); Nesâî, Cihâd 22,
(6, 23, 24).][2]
ـ2ـ وعن كعب
بن مالك
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]سَمِعْتُ
النَّبىَّ #
يَقُولُ: مَنْ
طَلَبَ الْعِلْمَ
لِيُجَارِىَ
بِهِ
الْعُلَمَاءَ
وَيُمَارِىَ
بِهِ
السُّفَهَاءَ
وَيَصْرِفَ
بِهِ وَجُوهَ
النَّاسِ
إلَيْهِ
أدْخَلَهُ
اللّهُ
النَّارَ[.
أخرجه
الترمذي .
»المُمَارَاةُ«
المجادلة
والمناظرة.»وَالمُجَارَاةُ«
أن يجرى مع
قوم في شئ
ويفعلَ مثل فعلهم
.
2. (2003)- Ka'b İbnu Mâlik (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle söylediğini
işittim: "Kim âlim geçinmek, sefihlerle münâzara yapmak ve halkın
dikkatlerini kendine çekmek gibi maksadlarla ilim öğrenirse Allah o kimseyi
cehenneme atar." [Tirmizî, İlm 6, (2656).][3]
AÇIKLAMA:
1-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) burada dünyevî bir maksadla ilim taleb
etmeyi yasaklamaktadır. Nitekim Tirmizî, bu hadisi "İlmiyle dünyayı taleb
edenin durumu" adını taşıyan bir bâbta kaydeder."
Dînimiz,
sâdece ibâdet ve diğer hayır amellerimizde ihlas emretmez, ilimde de ihlâs
emreder. Yani ilim Allah rızası için taleb edilmelidir. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a ilk gelen "Oku" emrinin "Yaratan
Rabbinin adıyla oku!" şeklinde gelmesi, okumanın, ilmin behemahal Allah'ın
ismiyle, yani O'nun rızası için yapılması gereğine ilk irşaddır.
Allah'ın
rızası düşünülmeden yapılan her iş çirkindir, bir de rızaya ters düşen olursa
çok daha çirkin, çok daha zararlı ve başkaları için de yıkımdır. İlmin, ilâhî
rızaya uygun olmayan kullanılışından doğacak zararlar ise daha büyük, daha
şümullü olabilir. Bu sebeple, ilim talebine büyük ehemmiyet veren dînimiz,
bunun Allah rızası için olmasını ısrarla taleb etmiş, başka maksadlarla ilim
taleb edenin, bu ilimle kurtuluşa, cennete değil, felâkete ve ebedî hüsrana
uğrayacağını söylemiştir.
2-Bu
hadiste ilim talebine, Allah rızası dışında başlıca hangi maksadların esas
kılınabileceğine dikkat çekilmiştir.
1)
Âlim geçinmek: Yani kendini göstermek ve dinletmek ve böylece dikkatleri
üzerine çekmek, kendisine âlim dedirtmek için âlimlerle münazara, münakaşa yapmak,
onların ilmî faaliyetlerine katılmak, bu maksadla ilim taleb etmek.
2)
Sefihlerle münazara: Tefâhur, gurur, böbürlenme gibi nefsine yönelik gayelerle,
sefih kelimesiyle ifâde edilen îmânı zayıf, ameli pek kıt, dinde lâübâli, aklen
nâkıs kimselerle münakaşa, mücâdele etmek, bu maksadla ilim taleb etmek.
3)
Halkın dikkatlerini kendine çekmek: Bundan maksad, mevkî, makam, para gibi
herçeşit dünyalığı elde etmek, insanları kendine yöneltmek için ilim talebidir.
Resûllullah,
bu niyetlerden biriyle ilim taleb etmenin kişiyi ateşe atacağını
belirtmektedir. Sühreverdî, el-Avârif'te der ki: "Münakâşa ve onunla
birlikte bulunan diğer vasıflar ateşe girmeye sebeptir, zîra, nefisleri, o
esnâda kahr ve galebe için ortaya çıkmıştır. Bu iki sıfat ise, şeytanlığa hastır."
Hüccetu'l-İslâm der ki: "Hz. Muâz (radıyallâhu anh)'den rivâyete göre
(ilmi Allah rızası için taleb etmeyen âlimleri yedi tabakaya ayırarak) şöyle
demiştir:
*
Ulemadan bazıları vardır, ilmini saklar, bu ilmin başkasında da olmasını
sevmez. İşte böyleleri cehennemin en dibinde yer alacaktır.
*
Bir kısmı var, ilmi içinde sultan gibidir, itiraz eden olsa küplere biner.
Böyleleri cehennemin ikinci tabakasındadır.* Bir kısmı vardır, ilmini ve garib
hadislerini şeref ve mal sâhiplerinin yanında söyler, böyleleri cehennemin
üçüncü tabakasıdır.
*
Bir kısmı vardır, kendini fetva vermeye adamıştır, doğruyanlış fetvalar verir.
Böylesi, dördüncü tabakadadır.
*
Bazıları vardır. Ehl-i kitap ağzıyla konuşur, bunlar beşinci tabakadadır.
*
Bir kısmı vardır. İlmini halk arasında asâlet ve anılma vâsıtası kılar, bunlar
altıncı tabakayı teşkil eder.
*
Bir kısım âlim vardır, onları tekebbür ve kendini beğenme, helâke atar, bu
gruptan biri va'zu nasîhat edecek olsa şiddet gösterir. Başkasını da burunsar
(küçük görür), böylesi, ateşin yedinci mertebesindedir. Rivâyette gelmiştir:
Öyle kul vardır ki, hakkında açılan medh ü senâ sancağı meşrikla mağrib
arasında dalgalandığı halde Allah indinde bir sineğin kanadı kadar ağırlığı
yoktur."[4]
ـ3ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسولُ
اللّه #
تَعَوَّذُوا
بِاللّهِ مِنْ
جُبِّ
الحَزَنِ.
فقَالَُوا
يَارسولَ اللّهِ:
وَمَا جُبُّ
الحَزَنِ؟
قالَ: وَادٍ
في جَهَنَّمَ
تَتَعَوَّذُ
مِنْهُ
جَهَنَّمُ كُلَّ
يَوْمٍ
مِائَةَ
مَرَّةٍ.
قِيلَ يَا رسُولَ
اللّهِ:
وَمَنْ
يَدْخُله؟
قال: الْقُرَّاءُ
المُرَاءُونَ
بِأعْمَالِهِمْ[.
أخرجه الترمذي
.
3. (2004)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gün: "Hüzün
kuyusundan Allah'a sığının!" buyurdular. Oradakiler:
"Ey
Allah'ın Resûlü! Hüzün kuyusu da nedir?" diye sordular.
"O,
dedi, cehennemde bir vâdidir; cehennem, o vâdiden her gün yüz kere Allah
(c.c)'a sığınma taleb eder."
"Ey
Allah'ın Resûlü! denildi, oraya kimler girecek?"
"Oraya
dedi, amellerinde riya yapan kurrâlar girecektir!..." [Tirmizî, Zühd 48,
(2384).][5]
AÇIKLAMA:
Karrâûn
kelimesi, karrâ'nın cem'idir. Karrâ, kıraati güzel olan demektir. Kırâet, okuma
demek ise de, Nihâye'nin açıkladığı üzere asıl itibariyle cem'etmek mânâsına
gelir.
Kelime,
hadislerde karrâ veya kurrâ her iki şekilde de gelmektedir. Kurrâ müfred olduğu
gibi kâri'nin cem'i de olabilmektedir. Müfred olduğu takdirde cem'i kurrâûn'dur. Nâsik, müteabbid, yani dindar,
çokca ibâdet yapan, günahlardan kaçınan mânasına gelir. Mütekarri de aynı mânada
kullanılmaktadır.
Cehennemin
bile Allah'tan günde yüz sefer sığınma taleb ettiği hüzün kuyusu, dindarlık
kisvesi altına girerek dîni tahrib edenler için hazırlanmıştır. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bir başka hadislerinde: اَكْثَرُ
مُنَافِقِى
اُمَّتِى
قُرَّاءُهَا "Ümmetimin gerçek münâfıklarının
çoğunluğu kurrâları arasındadır" buyurmuştur. İbnu'l-Esîr bu hadisi şöyle
açıklar: "Yani, münâfıklar (halka tam bir güven vererek foyalarını
gizlemek ve böylece ortaya attıkları yıkıcı fikir ve faaliyetleri esnasında
haklarında doğabilecek şüphe ve) töhmeti ortadan kaldırmak için Kur'ân-ı
Kerîm'i ezberlerler. Onlar Kur'ân'a bu yolla zarar vereceklerine inanırlar. Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) devrinde münâfıklar bu vasıfta idiler."
NOT:Bu
hadiste olsun, müteakip hadislerde olsun Resûlullah tarafından tehdîd edilen
kurrâların, hâfızların, dindarların, samimiyetle Müslüman olmakla beraber zaman
zaman beğenilmeyen davranışlara düşen günahkâr Müslümanlar olmaması gerektiği
kanaatindeyiz. Bunlar dîni yıkmak üzere, kasd-ı mahsusla yetiştirilmiş gerçek
münâfıklar olmalıdır. Bu bahsin sonuna yani 2009 numaralı hadisten sonra
koyacağımız açıklayıcı kısımda, II. Abdülhamid Devri'nde Mr. John, adında bir
İngilizin, İbrahim adıyla mahalle mektebinde hafız yetiştirilip, sonra devletin
kilit noktasına yükseltilme hikayesini göreceğiz. Mr. John, binlerce örnekten
sadece bir tanesi.
Müslümanlar
düşmanlarını iyi tanımalıdırlar. Değilse, düşmanı tarafından boy hedefi yapılıp
durmadan kötülenen samîmî dindarlara karşı, hata olarak değerlendirdiği bâzı
davranışları sebebiyle, tavır alır, dil uzatırsa, kendisini küffâr cephesine
dâhil etmiş olur. Ancak: يَكُونُ
فِى آخِرِ
الزَّمَانِ
عُبَّادٌ
جُهَّالٌ
وَقُرَّاءٌ
فَسَقَةٌ "Ahir zamanda câhil âbidler, fâsık
kurrâlar olacaktır" mânasında hadislerin çokluğu, samîmi dindarları
dikkate dâvet etmeli, manen sıhhati husûsunda Kurtubî gibi büyüklere kanaat
veren bu gibi rivâyetlerin tehditlerine mâsadak olmaktan korkmaya, titiz
davranmaya sevketmelidir. Cehâlet, feraset noksanlığı gibi sebeplerle,
samimîler de, hizbu'şşeytanın tuzağına düşerek kaş yaparken göz çıkarabilirler.
Mekhûl (rahimehullah) bu çeşit hadislere dayanarak: "İnsanlar öyle zamana
rastlayacaklar ki, âlimleri eşek cîfesinden berbat kokacaklar" demiştir.[6]
ـ4ـ وعن أبى
هريرة وابن
عمر رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قا: ]قال رسول
اللّه #:
يَكُونُ في
أخِرِ الزَّمَانِ
رِجَالٌ
يَخْتِلُونَ
الدُّنْيَا
بِالدِّينِ،
يَلْبَسُونَ
لِلنَّاسِ
جُلُودَ
الضَّأْنِ
مِنَ
اللِّينِ،
ألْسِتَنُهُمْ
أحْلَى مِنَ
الْعَسَلِ
وَقُلُوبُهُمْ
قُلُوبُ
الذِّئَابِ.
يَقُولُ
اللّهُ
تَعَالى: أبِى
تَغْتَرُّونَ
أمْ عَلَىَّ
تَجْتَرِؤونَ.
فَبِى حَلَفْتُ
‘بْعَثنَّ
عَلى أولئِكَ
مِنْهُمْ فِتْنَةً
تَذَرُ
الحَلِيمَ
فِيهِمْ
حَيْرَانَ[.
أخرجه
الترمذي.»الختل«
الخدع.»وَا“جْتِرَاءُ«
الجسارة على
الشئ .
4. (2005)- Ebû Hüreyre ve İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Ahir zamanda, dinle dünyayı taleb eden insanlar zuhur
edecek. Bunlar, insanlar(a iyi görünüp, onları aldatmak) için öyle bir yumuşaklığa
bürünürler ki koyun postu yanlarında kaba kalır. Diller de baldan daha
tatlıdır. Ancak kalbleri kurtlarınkinden vahşidir. Cenâb-ı Hakk (bunlar için)
şöyle diyecektir: "Beni aldatmaya mı çalışıyorsunuz, yoksa bana karşı
cürete mi yelteniyorsunuz? Zât-ı Akdesime yemin olsun, bunlar üzerine,
kendilerinden çıkacak öyle bir fitne göndereceğim ki, içlerinde halîm olanlar
bile şaşkına dönecekler." [Tirmizî, Zühd 60, (2406, 2407).][7]
ـ5ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قال
رسولُ اللّه #:
يَقُولُ
اللّهُ
تَعالى: أنَا
أغْنَى
الشُّرَكَاء
عَنِ
الشِّرْكِ.
مَنْ عَمِلَ
أشْركَ مَعِى
فيهِ غَيْرِى
تَرَكْتُهُ
وَشِرْكَهُ[.
أخرجه مسلم .
5. (2006)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Allahu Teâlâ Hazretleri diyor ki: "Ben ortakların şirkten en
müstağnî olanıyım. Kim bir amel yapar, buna benden başkasını da ortak kılarsa,
onu ortağıyla başbaşa bırakırım." [Müslim, Zühd 46, (2985).][8]
AÇIKLAMA:
Hadis-i
Kudsî'de Cenâb-ı Hakk şunu söylüyor: "Benim hiçbir ortağa ihtiyacım yok.
Kim amelini sâdece benim için yaparsa, o amel nazarımda makbûldür. Kim de
ameline bir başka ortak koşarsa, yani bir başka mülahazayı da ameline dâhil
ederse o ameli kabul etmem."
Burada
kastedilen "bir başka ortak" riyâdır. Yaptığı işte insanları memnun
etme düşüncesi, dünyevî bir menfaat elde etme duygusudur. Namazı, sırf Allah'ın
emrini yerine getirerek rızasını kazanmak varken bir de spor yapmış olmayı veya
müşterilerine güven telkin etmeyi düşünerek yapmak gibi. Bu ikinci düşünce,
hadiste "şirk koşmak" veya "ortak" olarak ifade edilmiştir.[9]
ـ6ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسولُ
اللّه #:
تَجِدُونَ
مِنْ شَرِّ
النَّاسِ عِنْدَ
اللّهِ
تَعالى
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
ذَا
الْوَجْهَيْنِ
الَّذِى
يَأتِى
هؤَُءِ بِوَجْهٍ
وَهؤَُءِ
بِوَجْهٍ[.
أخرجه الستة إ
النسائى .
6. (2007)- Yine Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh)'den bir rivâyete göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
şöyle buyurmuştur: "Kıyamet gününde, Allah nazarında en kötü olanlardan
bir kısmını da iki yüzlülerin teşkil ettiğini göreceksiniz. Bunlar bazılarına
bir yüzle, diğer bazılarına da başka bir yüzle giden insanlardır."
[Buhârî, Edeb 52; Müslim, Fedâil 199, (2526); Muvatta, Kelâm 21, (2, 991);
Tirmizî, Birr 78, (2026); Ebû Dâvud, Edeb 39, (4872).][10]
ـ7ـ وعن
عَمَّار بن
ياسر رَضِيَ
اللّهُ عَنْهُ
قال: ]قال
رسولُ اللّه #:
مَنْ كانَ
لَهُ
وَجْهَانِ في
الدُّنْيَا
كَانَ لَهُ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
لِسَانَانِ
مِنْ نَارٍ[.
أخرجه أبو
داود .
7. (2008)- Ammâr İbnu Yâsîr
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kimin dünyada iki yüzü varsa kıyâmet günü, ateşten iki
dili olacaktır." [Ebû Dâvud, Edeb 39, (4873).][11]
AÇIKLAMA:
Son
iki hadiste iki yüzlülük kınanmakta ve reddedilmektedir. Nevevî'ye göre:
"İki yüzlü, her tâifeye onları memnun edecek tarzda gelip, kendisinin
onlardan olduğunu ve muhaliflerine zıd olduğunu izhâr eden kimsedir. Bu
kimsenin yaptığı, bir nifak ve hâlis yalandan ibarettir. Her iki grubun da
sırrına muttalî olmak ister. Bu davranış haram kılınan bir müdâhenedir."
Nevevî devamla der ki: "Eğer böyle yapmakla insanların aralarını
düzeltmeyi kastetmişse bu güzeldir, takdîr edilen bir davranıştır."
Bazıları da şöyle demiştir: "Bu iki davranış arasında bir fark vardır.
Mezmûm (kötü) olanı, kişinin her taifeye uğrayınca amellerini onlara övmesi,
öbür tarafa gidince kötülemesi, herbirini diğerinin yanında zemmetmesidir.
Güzel olan davranış ise, her tâifeye, diğerinden hayırla bahsetmesi, her birine
diğerini mâzur göstermesi, birinden diğerine imkân nisbetinde güzel taraflarını
nakledip, kusurlarını örtmesidir." Âlimlerin yaptığı bu ayırımı Â'meş'ten yapılan şu rivâyet te'yid eder:
اَلَّذِى
يَأْتِى
هُؤَُءِ
بِحَدِيثِ
هُؤٌَءِ
بِحَدِيثِ
هَؤٌَءِ
"(Zemmedilen) o kimsedir ki, buna
öbürünün lafını getirir, öbürüne bunun lafını götürür."
Bazıları
da hadisi şöyle te'vil etmiştir:
"Hadiste
kastedilen kimse, amelinde riyâkâr davranandır. İnsanlara huşu sâhibi ve mâsum
gözükerek Allah'tan korktuğu intibâını verir, hatta halkın hürmet ve ikramına
mazhar olur. Ancak içi göründüğü gibi olmayıp, tam tersinedir."
İki
yüzlülüğü, Münâvî, iki düşman taraf arasında görür. Der ki: "İki düşman
taraftan her biri ile dostmuş gibi davranır ve her birine yardım vaadeder ve
berikini ötekinin yanında zemmeder, ötekini de berikinin yanında zemmeder. Bir
kavme bir yüzle, diğerine fesad sokucu bir başka yüzle gelir. Dünyada her bir
taife yanında, bir başka dil kullandığı için, Kıyamet günü ceza olarak ateşten
iki dil ile gelir." Gazâlî der ki: "Âlimler, bir kimsenin iki ayrı
gruba iki ayrı yüzle muhatap olmasının nifak olduğunda ittifak etmişlerdir.
Nifakın birçok alâmetleri vardır. Bu söylenen onlardan biridir. Evet, şâyet her
birine karşı iyi davransa, her iki tarafla da iyi geçinse, konuşmalarında ve
davranışlarında samîmi ve sâdık olsa böyle birisi zemmedilen iki dilli
sayılmaz. Eğer bunlardan herbirinin sözünü diğerine naklederse dil sâhibi
olmaktan başka ayrıca nemmâmdır da (söz getiripgötüren). Bu nemîmeden yani
koğuculuktan da kötüdür." İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ)'e bazıları:
"Biz ümerânın yanına girince bir çeşit, çıkınca başka çeşit konuşuyoruz"
dediler. O: "Biz Mustafa (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında bunu nifak
addederdik" diye cevap verdi.[12]
ـ8ـ وعن أبى
وائل قال:
]سمعتُ أُسامة
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهُ يقول:
قال النبىّ #:
يُؤْتى بِالرَّجُلِ
يَوْمِ
الْقِيَامَةِ
فَيُلْقَى في النَّارِ
فَتَنْدَلِقُ
أقْتَابُ
بَطْنِهِ
فَيَدُورُ بِهَا
كَمَا
يَدُورُ
الحِمَارُ
بِالرَّحَى فَيَجْتَمِعُ
الَيْهِ
أهْلُ
النَّارِ
فَيَقُولُونَ:
يَا فَُنُ،
ألَمْ
تَكُنْ
تَأمُرُ
بِالمَعْرُوفِ
وتَنْهَى عَنِ
المُنْكَر؟
فَيَقُولُ:
بَلى. كُنْتُ
آمُرُ
بِالْمَعْرُوفِ
وََ آتِيهِ،
وَأنْهى عَنِ
المُنْكَرِ
وَآتِيهِ[.
أخرجه الشيخان.»ا“نْدَِقُ«
الخروج.و»ا‘قْتَابُ«
جمع قَتَبٍ،
وهى ا‘معاءُ .
8. (2009)- Ebû Vâil anlatıyor:
"Hz. Üsâme (radıyallâhu anh)'yi işittim diyordu ki: "Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kıyamet günü bir adam getirilip
ateşe atılır. Karnındaki barsakları dışarı çıkar. Onları, eşeğin değirmen
taşını dönderdiği gibi dönderir. Derken, cehennem ahâlisi etrafında toplanır
ve: "Ey fûlan, sen dünyada iken (bize) ma'rufu emderip, münkerden nehyetmiyor
muydun?" derler. O: "Evet, ma'rufu emrederdim ama kendim yapmazdım,
münkeri yasaklardım ama kendim yapardım" diye cevap verir." [Buhârî,
Bed'ü'l-Halk 10, Fiten 17; Müslim, Zühd 51, (2989).][13]
AÇIKLAMA:
1- Hz. Üsâme bu hadisi,
kendisine Hz. Osman'la konuşup nasihatte bulunması için teklifte bulunulduğu
zaman hatırlayıp naklediyor.
Şârihlerden
bazılarının açıklamasına göre, Hz. Osman (radıyallâhu anh)'ın anne bir kardeşi
el-Velîd İbnu Ukbe'nin üzerinde nebîz (içki) kokusu duyulmuş ve bu halk
arasında şüyû bulmuş idi. Halbuki Hz. Osman onu devlet hizmetlerinde âmil
olarak istihdam ediyordu. Bazıları da Hz. Osman, hep yakınlarını devlet
işlerine tayin ediyor, diyordu ve bu bazı rahatsızlıklara sebep oluyordu. Hz.
Üsâme, Hz. Osman'a yakın biri olması sebebiyle bu hususta ona nasihatte
bulunmasından fayda umdular. Hz. Üsâme onlara: "Ben Resûlullah'tan şu
hadisi işitmiş biri olarak iki kişinin başına emir tâyin edilen birisine gidip
de, "Sen iyi bir insansın" diyerek müdâhenede bulunacak değilim"
der ve sadedinde olduğumuz hadisi rivâyet eder.
2-
Hadis emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i ani'lmünker'de bulunmaya teşvik ettiği gibi,
bunu yapanların ma'rufu yerine getirip, münkerden kaçınmak suretiyle
söyledikleriyle amel etmesini emretmektedir.
3-
Taberî emr-i bi'lma'rûf mevzuunda özetle şu açıklamayı yapar: "Selef emr-i
bi'lma'rûf husûsunda ihtilâf etmiştir. Bir grup: "Mutlak surette
vacibtir" der. Bunlar, Târık İbnu Şihab'ın rivâyetine dayanırlar:
"Cihadların en efdali zâlim sultana hakkı söylemektir." Bunların bir
diğer dayanakları: "Kim bir münker görürse onu eliyle düzeltsin."
hadisinin âmm bir üslubla gelmiş olmasıdır.
Bir
grup: "Münkeri inkâr vâcibtir, ancak münkire ölüm vs. gibi bir bela
getirmemelidir, aksi takdirde vâcib olmaz" der.
Bir
başka grup: "Kalbiyle inkar eder" der ve delil olarak Ümmü Seleme
rivâyetini gösterir: "Benden sonra üzerine öyle emîrler gelecek ki, kim
onlardan çekinirse kendini tebrie etmiş olur, onları münker addeden selâmette
kalır, kim de râzı ve tâbi olursa helak olur..." Taberî, ilâveten der ki:
"Doğrusu, zikredilen şartı nazar-ı dikkate almaktır. Buna da şu hadis
delalet eder: "Bir mü'mine nefsini zillete atması uygun olmaz." Sonra
bu, kişinin gücünü aşan bir belâyı defetmeye çalışması olarak açıklanır.
Bazıları
da şöyle hükmetmiştir: "Emr-i bi'lma'ruf buna muktedir olup, nefsi
hususunda bir zarar korkusuna düşmeyen kimseye vâcibtir, bu kimse bir kısım
mâsiyetleri işlemekte olsa bile. Zîra böyle bir kimse icra edeceği emr-i
bi'lma'ruf'a mukabil sevabını alacaktır, hususan bu kimse itaat edilen biri
ise, şahsî günâhına gelince, o şahsını ilgilendirir. Allah dilerse mağfiret
eder, dilerse o sebeple muâheze eder.
"Emr'i
bi'lma'rûfu sadece kusursuz kimseler yapabilir" diyen görüşe gelince,
"Böylesinin yapması evlâdır" demek istemişse, bu görüşe bir diyeceğimiz
olmaz, yok "illa da öylesi yapmalıdır" demek istemişse buna katılmak
zordur. Zira o evsafta adamın bulunmadığı hallerde emr-i bi'lma'rûf kapısını
kapamak gerekir."
Taberî
bu açıklamalardan sonra der ki: "Şayet: "Üsâme hadisinde, ma'rufu
emredenler niye ateş ehlinden olarak gösterildi?" denirse şu cevap
verilir: "Onlar emrettikleri şeylere kendileri uymayıp, günah işlediler,
bu günahları sebebiyle azaba uğradılar. Emîrleri de, onlara men ettiği şeyi
kendisi yapması sebebiyle azab gördü."
Emr-i
bi'l ma'rûf bahsi daha önce genişce açıklanmıştır (89-96. hadisler).[14]
Riya
ile ilgili olan bu bahiste geçen hadislerden bir kısmında Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) âhir zaman Müslümanı olan bizlerin dikkatini bir
noktaya çekmekte ısrar ediyor, ciddî bir mesaj vermek istiyor: "Düşmanlar,
din adamı kisvesine soktukları münafıklarla tahribâtlarını icra etmeye
ehemmiyet vereceklerdir." Böylece göreceğiz ki, düşmanlarımızın en büyük
plânı, dâhilî huzursuzluklar çıkarmaktır. Bunda da metodu, içimize soktuğu
bizden görünümlü kimselerle kafalara yanlış fikirler ekmek, Müslümanları
birbirine düşürmek, birbirlerine itimadı sarsmaktır.[15]
İçten
parçalamak husûsunda, hârici düşmanların ne kadar hesaplı ve kararlı olduklarını
anlamada Mehmed Âkif Ersoy'un kaydettiği bir hatırasına göz atacağız. Der ki:
"Mısır-ı
Ülyâ'da (Yukarı Mısır'da) dolaşıyordum. Orada aklı başında bir Müslümanla
görüştüm. Bahsimiz siyâsete intikal etti. Dedim ki:
"Şaşıyorum.
Onbeş milyonluk koca Mısır'da yabancı asker olarak az kuvvet gördüm. Nasıl olur
da bu kadarcık kuvvetle koca bir iklim (memleket) muhafaza edilebiliyor?"
Bu
sualim üzerine o zat dedi ki:
"O
yabancı devletin ricâlinden biriyle samimî görüştüm. Sizin aklınıza geleni ben de düşünmüş ve demiştim ki:
"Günün
yâhut senenin birinde, mesela Osmanlı Hükûmeti kırk elli bin kişilik bir ordu
hazırlayarak Mısır'a sevkedecek olursa siz ne yaparsınız?"
"Hiç
ber şey yapmayız, muhafaza imkanı olmadığı için Mısır'ı kendilerine teslim eder
çıkarız. Yalnız şurasını iyi bilin ki, biz hiçbir zaman Osmanlılar'ın Mısır'a
kırk bin kişi değil, kırk kişi sevkedebilecek derecede yakalarını, paçalarını
toplamalarına meydan bırakmayız. Memleketlerinde bitmez tükenmez meseleler
çıkarırız. Onlar birbirleriyle uğraşmaktan göz açamazlar ki, bir kere olsun
Mısır'a dönüp bakmağa vakit bulabilsinler."
Bu
vesîka bize, Osmanlılar devrinde Türkçü-İslâmcı, Cumhuriyet devrinde
inkılapcımürteci, gönümüzde solcusağcı veya devrimcifaşist yaftalarıyla
milletimizi kamplara bölüp birbiriyle uğraştıran oyunların kimler tarafından ne
maksadla hazırlandıklarını, bu işlere âlet onların kimlere hizmet ettiklerini
anlatmaya kâfidir.[16]
Yukarıda
kaydedilen vesika ve yapılan açıklamaların ışığında şunu da belirtelim ki,
bunca başarılarına rağmen düşman kendisini hedefine ulaşmış görmüyor. Batı,
bütün dünyayı, -kendi dışındakiler "proleterya" yani millî
şahsiyetten mahrûm, medeniyete yapıcı bir katkı ile iştirak etmekten uzak,
sömürülen zümre olma vasıfları ve kayıtları çerçevsinde- Batı medeniyetine
dâhil edip dünya devleti kuruncaya kadar işinin bitmediğine inanmaktadır. Her
an hesâbını kitâbını büyük bir titizlikle yapmakta, hâdisâtın zikraklarına,
çalkalanmalarına muvâfık bir tempo ile, bazan bir ileri iki geri, bazan iki
geri bir ileri yaparak yol almaktadır. Geri gitmesi, yerinde sayması da daha
hızlı ileriye atılmak için bir tâlimdir, idmandır, antremandır, asla gâyeden
vaçgeçmek değildir. Feleğin değişen rengine aldanmayıp, onun aslî renginin
değişkenlik olduğunu hatırda tutmak gerek.
İslâm
düşmanları, Cemel Vak'ası'nı hazırlayan münâfıklardan Şureyh İbnu Evfâ'nın
verdiği şu tâlimatı günümüze kadar harfiyen uygulamaya devam etmişlerdir:
"Ortaya çıkmazdan önce işlerinizi sıkı ve tedbirli tutun. Tâcili
gerekenleri te'hir etmeyin. Te'hir etmeniz gerekenleri de ta'cil etmeyin. Bilin
ki, (münâfıkça, iğrenç işleriniz sebebiyle) insanlar nazarında en kötü
kimselersiniz. Yarın karşılaşma sırasında ne yapacaklarını bilemiyoruz (onları
istediğimiz istikamete sevketmek bizim tedbir, hîle ve şahsî gayretlerimize
bağlıdır).
Bu
tedbirlerde işi ne kadar ileri götürdüklerini göstermek ve etrafımızda zaman
zaman cereyan eden ve birçoklarımızın büyük ümîd ve heyecanlarını en son en
kritik anda sükût-u hayâle çeviren, iyi niyetli kimselerin beyinleri çatlatan
gayretlerine rağmen aklî îzâhını yapamadıkları ve "mantıksızlık",
"delilik" ve daha iyimser bir ifâde ile "acemilik",
"aptallık" diye îzah ettikleri bir kısım vak'aları, ömrü boyu iyi
olmuş ve iyiliğine hükmedilmiş vak'a kahramanlarını îzahta yardımcı olacak bir
başka vesikayı daha kaydedeceğiz:
"Protestan
misyonerlerin merkezi Londra'da olup, misyonerler bu merkezde yıllarca
eğitildikten sonra, gönderileceği ülkelerin durumuna göre sınıflara
ayrılıyordu. Bu sınıflama işi bittikten sonra, gideceği ülkenin dili ve dini en
iyi şekilde öğretilirdi. Meselâ II. Abdülhamid devrinde İstanbul'a gelen Mr.
John'un durumu da böyledir. O, on yaşında iken İstanbul'a gelmiş bir
misyonerdir. Mahalle mektebinde okuduktan sonra, İbrahim adıyla Kur'ân'ı
ezberlemiş, medresede okumuş ve gerekli imtihanları verdikten sonra, Beyazıt'ta
müderris bile olmuştur. Daha sonra İngiliz elçisinin çabasıyla Osmanlı
Hâriciyesine girmiş ve İngiltere ile ilgili evrak onun elinden geçmiştir."
Sâdece
şu veya bu zümreye, şu veya bu kesime değil her zümreye, her eve, hattâ her
yorganın altına kadar giren bu fikrî ayrılıklar, bu... izmler, bu bölünmeler ve
netîcede bu kanlı anarşi başka nasıl îzah edilebilir?[17]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/305-306.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/307-308.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/309.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/309-310.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/310-311.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/311-312.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/312.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/312-313.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/313.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/313.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/313.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/313-314.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/315.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/315-316.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/316-317.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/317.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/317-318.