RÜYA TABİRİ ÜZERİNE UMUMÎ BİLGİLER
RÜYA CİHETİYLE İNSANLAR ÜÇ KISIMDIR
RÜYA VE RÜYA ÂDÂBINA DÂİR HADİSLER
RÜYA PEYGAMBERLİKTEN BİR CÜZDÜR
Bu bölümde iki fasıl vardır
*
BİRİNCİ FASIL
RÜYA VE RÜYA ÂDÂBINA DAİR HADİSLER
*
İKİNCİ FASIL
TA'BİR EDİLMİŞ RÜYALAR
Ta'bir
dilimize geçmiş Arapça bir kelimedir. Bu kelime Arapça'da da rüyayı tefsir
mânasında kullanılır. Halkımız "rüyayı tâbir etmek" yerine "düş
yormak" ifadesini de kullanır. Ta'bir kelimesi lügatte, bir halden diğer
bir hâle geçmek mânasına gelen عبر kökünden gelir. Öyle ise ta'bir, "rüyanın zâhirinden bâtınına
geçmek" demektir. Bu anlayışa göre, uykuda görülen hakikat değildir,
muhteva taşıyan bir zâhirdir, tâbirle bunun içine geçilebilir, hakikatına ulaşılabilir.
İbret ve i'tibar kelimeleri de aynı kökten
gelmektedir, bunlar da görülen (müşahed) şeyin bilgisinden, görülmeyen şeye
ulaşmayı sağlayan hâleti ifade ederler.
Rüya,
kişinin uyurken gördüğü şeylere denir.[1]
Rüyanın
mahiyetini açıklama sadedinde insanlar, eskiden beri uğraşmışlar farklı izahlar
getirmişlerdir: Tabibler, felsefeciler, başka dinlere mensup olanlar vs.
bunlardan hiçbirinin izahı, diğerine benzemez. Mâzirî'nin değerlendirmesiyle, ileri sürülen iddialar,
çoğunluk itibariyle münker ve bâtıldır. "Çünkü, der, akılla idrak edilip,
üzerine delil getirilemeyen şeyleri anlamaya çalışmışlar, kesin iddialarda
bulunmuşlardır. Halbuki "olabilir" diye ihtimalle söz edilecek yerde
kesin hükümde bulunmak hatadır."
Kurtubî,
şeriat alimleri dışında kalanların rüya konusunda birbirine zıt, tutarsız
iddialarda bulunmalarını, onların bu işi
yaparken, peygamberlerin gösterdiği
doğru yoldan ayrılmalarıyla izah eder. Ona göre, rüya, nefse ait
idraklerdir. Halbuki nefsin hakikatı bizce meçhuldür, bilinemez. Durum böyle
olunca, kendisi meçhul olan nefsin idrâk
ettiği şeyleri (rüyayı) anlayamamamız, bilemememiz çok daha normaldir,
tabiidir. Biz daha ziyade göz ve kulakla idrak edilen şeyleri anlayabiliriz.
İslâm
âlimlerinin rüya ile ilgili tavsiflerinde bazı tâbirat farklılıklarına
rastlanırsa da özde ve esasta birleşirler. Buna göre, rüya, Allah'ın
yaratmasıyla vukua gelen bir hadisedir. Yaratma işinde şeytan ve melek vasıta
kılınmaktadır. Rüyanın sâdık ve sâlih olanı var, kâzip ve gayr-ı sâlih olanı
var. Tâbir suretiyle rüyanın medlûlüne yaklaşılabilir.
Ebu
Bekr İbnu'l-Arabî şöyle der: "Rüya, Cenab-ı Hakk'ın melek veya şeytan
vasıtasıyla, insanın kalb ve şuuruna hakikat veya kinâye olarak koyduğu ruhî
idraklerdir. Bunlar ya açıktır ya da karmakarışık şeylerdir. Rüyanın uyanık
haldeki benzeri, zihne gelen hatıralardır. Zîra bunlar bazan belli bir maksada
uygun olarak intizam dahilinde zihne doğar, bazan da intizamsız ve karmakarışık
şekilde hayale dökülürler."
Bir
başka izaha göre: "Allah, melek vasıtasıyla, uyuyanın idrak mahalline
(şuur, kalb) görülen şeyleri atar. Bu atılanlar orada duygularla algılanan
suretlere bürünür. Bunlar bazan haricen mevcut olmamakla birlikte aklen idrak
edilen ma'kul mânalarının misalleridir. Bu görülenler, her iki halde de
mübeşşir (iyinin habercisi) veya münzir
(kötünün habercisi) olabilirler."
Ayrıca
rüya: "Olmuş veya olacaklar için Allah'ın alem kıldığı şeyin hayalde
teşekkül eden misâllerinin uyku esnasında enfüsî olarak idrâk edilmesidir"
diye de târif edilmiştir.[2]
İslâm
âlimleri, bu mevzuda vârid olan hadisleri değerlendirerek insanları üç gruba
ayırırlar:
1-
Peygamberler: Bunların rüyalarının hepsi doğrudur. Bazan da tâbir gerektiren
şeyler görebilirler.
2-
Sâlihler: Bunların rüyaları çoğunluk itibarıyla doğrudur. Bunlar da bazan tâbire muhtaç olmayacak açıklıkta görürler.
3-
Diğer insanlar: Bunlar, doğru ve doğru olmayan her ikisini de görürler. Bunlar
üç kısımdır.
a)
Mestur (hali kapalı) olanlar: Bunların rüyaları halleriyle muvazi gider.
b)
Fâsıklar: "Bunların rüyası çoğunlukla edğâs (karışık, mânasız)dır. Doğru
kısmı pek azdır.
c)
Kâfirler: Bunların rüyasında sıdk iyice azdır. Bu duruma: اَصْدَقُهُمْ
رُؤياً
اَصْدَقُهُمْ
حَدِيثاً "Rüyaca
en doğruları, sözce en doğrularıdır"
hadisi işaret eder.[3]
Ebu
Bekr İbnu'l-Arabî der ki: "Salih mü'minin rüyası, nübüvvetin cüzü olduğu
söylenen rüyadır. Mü'minin "sâlih" olması demek, istikamet ve nizam
üzere olması demektir... Buna göre, fâsıkın rüyası peygamberliğin cüzlerinden
sayılmaz. Mamafih en uzak cüzü sayılır diyen de olmuştur. Fakat kâfirin rüyası
hiçbir surette sayılmaz.
Kurtubî
der ki: "Sâdık ve sâlih mü'min, hâli, peygamberlerin haline uyan ve bu
sebeple peygamberlere ikram edilmiş olan "gayba ıttılâ"ın bir neviyle
kendisine ikram olunmuş bulunan kimsedir. Kâfir, fâsık ve karışık kimseye
gelince, bunların rüyası bazan sâdık bile olsa nübüvvetten sayılmaz. Bunların
rüyasındaki sıdk (doğruluk) yalancının bazan doğru söylemesine benzer. Gaybdan
haber veren herkesin sözü peygamberliğin cüzlerinden sayılmaz, kâhin, falcı,
müneccim ve benzerlerinin sözü gibi."[4]
Bazılarınca
mevkuf, bazılarınca merfu olarak rivâyet
edilen bir kısım hadislere göre rüyalar üç kısımdır:
1-
Hak rüya: Bu, hadislerde "rüyayı sâliha", "rüyayı sâdıka",
"rüyayı hasene" gibi farklı
kelimelerle ifade edilmiştir. Bu isimlerle zikredilen rüyalar, edğâs'tan
uzak ve halistirler. Bu, kişinin mazhar olacağı yakın bir hayrın habercisidir.
Bu sebeple Allah'tan büşra (müjde) kabul edilmiştir.
2-
Kişinin nefsine konuştuğu rüya: Bu kişinin uyanık halde zihninden geçen
vehimlerin tesiriyle gördüğü rüyadır.
3-Şeytanın
üzüntü verdiği rüya: Hoşa gitmeyen, can sıkıcı rüyalar buraya girer.
Bu
üç kısma, İbnu Hacer dört kısım daha ekleyerek 7'ye çıkarır. Mamafih bunları da
yukarıdakilerden birine dahil ederek üçü asıl kabul etmek mümkündür.
4-
Hadisu'n nefs: Nefsin konuşması, yani arzuların te'siriyle görülen rüya.
5-
Şeytanın eğlenmesi: Hadiste, "Şeytan birinizle rüyada eğlenirse bunu
başkasına anlatmayın" denmiştir.
6-
Uyanıkken yapmaya alıştığını rüyada görmek. Belli saatlerde yemeyi itiyad edinen o saatte uyursa, kendini yemek yer
görmesi gibi.
7-
Edğâs: (Karışık, yalancı rüyalar).
Rüya
ve rüya ta'biri hakkında bu kısa açıklamadan sonra asıl mevzumuza
geçerebiliriz. [5]
ـ1ـ عن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
]أنَّ رَسولَ
اللّهِ # قال:
إذَا
اقْترَبَ
الزَّمَانُ
لَمْ تَكَدْ
رُؤْيَا
الْمُؤمِنِ
تَكْذِبُُ،
وَرُؤْيَا
المُؤمِنِ
جُزْءٌ مِنْ
سِتَّةٍ
وَأرْبَعِينَ
جُزْءاً مِنَ
النُّبُوَّةِ[.
أخرجه الخمسة
إ
النسائى.وزاد
بعضهم: وَمَا
كانَ مِنَ
النُّبُوَّةِ
فَإنَّهُ يَكْذُبُ
.
1. (957)- Ebu Hüreyre (radıyallahu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Zaman yaklaşınca, mü'minin rüyası, neredeyse yalan söylemeyecek. Esasen
mü'minin rüyası, peygamberliğin kırk altı cüzünden bir cüzdür." Buharî'nin
rivayetinde şu ziyade var: "Peygamberlikten cüz olan şey yalan
olamaz." [Buharî, Ta'bir 26; Müslim, Rüya 8, (2263); Tirmizî,Rüya 1,
(2271); Ebu Dâvud, Edeb 96, (5019).][6]
AÇIKLAMA:
Hadiste
iki hüküm var:
1-
Kıyamete yakın görülen rüyaların sâdık olacağı,
2-
Mü'minin rüyasının peygamberliğin kırk altıda biri olması.
Hadiste,
kıyamet tâbiri geçmez, "zamanın
yaklaşması" tâbiri geçer. Bundan
farklı mânalar çıkarılmıştır. Mühimlerini kaydedeceğiz:
1-
Gece ile gündüzün birbirine yaklaşması, yani ilk ve sonbahar mevsimlerinde gece
ile gündüzün eşitlenmesi. Hattabî, bu mevsimlerde, insan tabiatının mutedil
bir hâl aldığını belirtir. Rüya yorumcuları, en doğru rüyaların, gece ve
gündüzün eşitlendiği ve meyvelerin olgunlaştığı zamanda görülen rüyalar
olduğunu söylemişlerdir. Tâbircilerin zu'muna göre, tâbirleri en ziyade
doğrulayan zamanlar çiçeklerin açtığı ve meyvelerin olgunlaştığı vakitlerdir
(ilk ve sonbaharlar). Bu iki vakitte gece ve gündüz itidal üzeredirler, ne çok
uzun, ne çok kısadırlar.
2-
"Zamanın yaklaşması" tâbirinden çıkarılan ikinci mâna, kıyametin
yaklaşması ile dünya hayatının sona ermesidir. İbnu Battâl, hadiste bu mânanın
asıl olduğunu söyler ve buna Tirmizî'nin merfu bir rivayetini delil gösterir:
في
آخِرِ
الزَّمَانِ َ
تَكْذُبُ
رُؤْيَا
الْمُؤْمِنِ
وَاصْدَقُهُمْ
رُؤْياً اصْدَقُهُمْ
حَدِيثاً
"Ahirzamanda mü'minin
rüyası yalan söylemez. En doğru rüyayı, sözü en doğru söyleyenler
görecektir."
İbnu
Hacer, sadedinde olduğumuz hadisten
çıkarılan birinci mânayı pek muvafık bulmaz, ona göre, gece ile günüzün mûtedil
olduğu mevsimlerde insan tabiatı itidale kavuşarak daha sâdık rüya görüyor ise,
bunu mü'minlere tahsis etmek uygun
olmaz. Hadis "zaman yaklaşınca mü' minler sadık rüya görür" dediğine
göre, bu, hadisten çıkarılan ikinci
mânanın yani "kıyamet yaklaşınca mü'minler sadık rüya görür"
tevilinin daha doğru olduğuna delil olur.
İbnu
Battâl, kıyamete yakın rüyaların sâdık olma keyfiyetini şöyle izah eder:
"Kıyamet yaklaşınca ilmin çoğu kaldırılacak, dine ait meâlim (din öğretimi
yapan müesseseler), kargaşa ve fitneler sebebiyle indirâs ve inkıraza uğrayarak
yok olacaklar. İnsanlar, (peygamber beklenen) fetret devri insanları gibi dinin
kaybolması sebebiyle bir münzir (korkutucu mürşid) ve bir müceddid'e muhtaç
hale gelecekler. Nitekim geçmiş ümmetleri de peygamberler inzâr etmiş
(cehennemle korkutmuş) idiler. Bir yandan Peygamberimiz Hz. Muhammed
(aleyhissalâtu vesselâm)'in son peygamber olması, bir yandan da mezkur zamanın
fetret devrine benzemesi, insanlara yasaklanan yeni bir nübüvvet eksikliğini
bir başka şeyle telâfi etmeyi gerekli kılacaktır. İşte bu da, esas itibarıyla
cennetle müjdeleyip cehennemle korkutmaktan ibaret olan nübüvvetin bir cüzü kılınan rüyayı
sâdıkadır."
3-
Davudî, "zamanın yaklaşması" tâbirinden saatlerin, günlerin ve
gecelerin noksanlaşmasını anlamıştır. Noksanlaşmadan maksad da onlaın sür'at
kazanıp, çabuk geçmesidir. İşte bu da kıyamet saatinin yaklaşması demektir.
Zîra başta Müslim, birçok muhaddisin kaydettiği bir hadiste şöyle
buyurulmuştur:
يَتَقَارَبُ
الزَّمَانُ
حَتّى تَكُونَ
السَّنَةُ
كَالشَّهْرِ
وَالشَّهْرُ
كَالْجُمُعَةِ
وَالْجُمْعَةِ
كَالْيَوْمِ
وَالْيَوْمُ
كَالسَّاعَةِ
وَالسَّاعَةُ
كَاحْتِرَاقِ
السَّعْفَةِ "Zaman yaklaşacak, öyle ki, sene bir ay kadar; ay, hafta
kadar; hafta, gün kadar; gün, bir saat kadar; bir saat de hurma dalının yanması
kadar olacaktır."
4-
Hadiste geçen mezkur zamanın, Mehdi'nin zamanı olduğu, o zamanda adâlet ve
emniyetin geniş, hayır ve rızkın bol olacağı, bu durumdan alınan lezzet ve hazz
sebebiyle vaktin çabuk geçip kısaldığına hükmedileceği de söylenmiştir.
Hadiste
"neredeyse" ifadesine yer verilip "...Mü'minin rüyası neredeyse
yalan söylemiyecek.." denmiş olması, o zamanda rüyalara sıdkın galebe
çalıp, çoğunlukla sâdık rüyalar görüleceğine işarettir.
5-
Doğru Rüya Doğru Sözlülüğün Eseridir: Kurtubî der ki: "Allah bilir ya, bu
hadiste zikri geçen âhirzamandan murad, Hz. İsa (aleyhisselam)'nın Deccal'i
öldürmesinden sonra onunla birlikte olacak mü'min tâifenin zamanıdır. Nitekim,
Müslim'in bir hadisinde şöyle buyurulmuştur: "Allah İsa İbnu Meryem'i
gönderir, insanlar arasında yedi yıl kalır. Bu sırada iki kişi arasında
düşmanlık olmaz. Sonra Allah, Şam cihetinden soğuk bir rüzgâr gönderir.
Yeryüzünde, kalbinde zerre miktar hayır veya iman bulunan tek kişi kalmaz,
hepsinin ruhu bu rüzgârla birlikte kabzedilir."
Kurtubî
devamla der ki: "Bu zamanda yaşayan insanlar bana öyle geliyor ki, şu
ümmetin, ilk asırdan sonra
gelenlerinin hâlen en iyi ve sözce en
doğru olanıdır. Bu sebeple de rüyaları hiç yalan söylemiyecektir, nitekim
hadiste: اصْدَقُهُمْ
رُؤْيا
اَصْدَقُهُمْ
حَدِيثاً "Rüyaca
en doğruları, sözce en doğrularıdır." buyurulmuştur. Gerçekten bu
böyledir, çünkü kim doğru söylerse kalbi nurlanır, idraki kuvvet kazanır ve
mânalar, sahih şekilde o idrakte nakşolunur. Böylece uyanık halde
çoğunlukla sıdk üzere olan kimseye, bu
hal uykuda da refakat eder ve doğru olandan başka bir şey görmez. Elbette
yalancının veya doğru ve yalanı karıştıran kimsenin hâli böyle olmayacaktır. Bu
kimse kalbini bozup karartmıştır. Onun karmakarışık, mânâsız şeyler görmesi
normaldir. Pek nâdir durumlarda doğru sözlünün, sahih olmayan; yalancının da
sahih olan bir rüya görmesi vukuattandır. Ancak çokca, ekseriyetle vukua gelen durum
yukarıda söylediğimiz gibidir."
İbnu
Hacer der ki: Bu açıklama, yukarıda: "Rüya, sâdık ve sâlih mü'minden sâdır
olduğu takdirde peygamberliğin cüzlerinden bir cüzdür" diye ifade
ettiğimiz görüşü teyid eder.
6-
İbnu Ebî Cemre, "Ahirzamanda mü'minin rüyası neredeyse yalan
söylemez" hadisini şöyle anlar: "Rüya, o zaman, tâbire ihtiyaç
göstermeyecek bir açıklıkta olur, ona yalan da karışmaz. Bu, daha önceki
rüyaların hilafı bir durumdur. Zîra, önceki zamanda görülen rüyaların te'vili
kapalıdır, sâdece tâbirciler
açıklayabilir, üstelik tâbircinin dediği gibi de çıkmayabilir. Böylece onlara
yalanın da girmiş olduğunu anlarız... Bunun âhirzamana has kılınmasındaki
hikmet, mü'min, o zamanda garib (yalnız, hâmisiz) olacağından dolayıdır... Bu
sebeple o vakit mü'minin dostu ve yardımcısı pek azdır. Allah, onlara rüyayı
sadıka ile ikramda bulunur. Hadislerde, mü'minin rüyası nübüvvetin kaçta kaçı
olduğuna dair rivayetten rivayete değişen ihtilâfı bu sebeple izah etmek
mümkündür. Ve şöyle denebilir: "Kıyametin yakınlığı arttıkça, rüyanın
doğruluğu daha da artacak ve böylece nübüvvetten cüz olma nisbeti de arttığı
için sayı düşecektir.[7]
7-
Rüya peygamberlikten bir cüzdür.
Sadedinde
olduğumuz hadis, mü'minin rüyasını peygamberliğin kırk altı cüzünden biri ilan
etmektedir. Mevzuyu bir başka babta tahlil eden İbnu Hacer, bu mesele üzerine
muhtelif hadislerde gelen farklı rakamları kaydeder. Buna göre, on kadar farklı
hadisten her biri değişik rakamlar vermektedir. En azına göre, rüya, peygamberliğin
yirmi altıda biridir, en çocuğuna göre
de yetmiş altıda biridir. Arada kırkta, kırk dörtte, kırk beşte, kırk altıda,
kırk yedide, kırk dokuzda, ellide, yetmişte bir rakamları geçmektedir. Hadisler
sıhatçe farklıdır. İbnu Hacer, "Mutlak olarak en sahihi birincisidir, onu
"yetmişte bir" rivayeti takip eder" der. Farklı görüşleri
15'e kadar çıkaranlara ayrıca dikkat
çeker.
Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in vefatıyla, nübüvvetin de kesilmiş olması
sebebiyle, rüyanın nübüvvetten bir cüz sayılması meselenin izahı zorca bir
mesele olduğuna dikkat çektikten sonra İbnu Hacer şunu söyler: "Bu fikre
cevap olarak dendi ki: "Rüya eğer Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'den vâki olmuş ise, bu gerçekten nübüvvetten bir parçadır. Şayet bir
başkasından vâki olmuş ise mecâzen nübüvvetten bir parçadır."
Hattabî demiştir ki: "Dendiğine göre, rüya,
nübüvvete uygun olarak gelir, ancak, bu onun devam eden cüz'ü demek değildir."
Şöyle
de denmiştir: "Bunun mânası: Rüya nübüvvet ilminden bir cüzdür. Zîra nübüvvet
kesilmiş olsa da ilmi bâkidir."
İbnu
Battâl, nübüvvet kelimesinin lügat mânasından hareket ederek der ki;
"Nübüvvet, inbâ kelimesinden alınmadır, bu da lügat olarak i'lâm
(duyurmak) demektir. Bu mânâya göre, rüya, Allah'tan gelen ve yalan bulunmayan
sâdık bir haber olması ve nübüvvetin de Allah'tan gelen ve kizbin câiz olmadığı
haber olması haysiyetiyle rüya ile,
nübüvvet arasında -haberdeki doğruluk
noktasından- benzerlik kurulmuştur."
Rüyanın
peygamberlikten bir cüz olması meselesini bazı âlimler de şöyle izah
etmişlerdir: "Cenab-ı Hakk, Peygamberine altı ay rüyada hitab etti. Bu
altı aydan sonra, ömrü boyunca, yirmi üç yıl uyanık halde hitab etti. Bu altı
aylık müddet yirmi üç yıla nisbet edilince kırk altıda bir eder.
İbnu
Battâl bu izahı iki noktadan tutarsız bulmuştur:
1-
Hz. Peygamber'in bi'setten sonraki ömrünün miktarı ihtilâflıdır.
2-
"Rüya, nübüvvetin yetmiş cüzünden biridir" diyen rivayet mânasız
kalacaktır.
İbnu
Hacer bu konuda ulemânın muhtelif tez ve antitezlerini beyan ettikten sonra
sayıların farklılığını şöyle bir izahla çözmeye çalışır: "Sayılardaki
farklılıklar, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bu meseleyi beyan
ettiği zamanların farklı olmasından ileri gelir. Şöyle ki: Kendisine vahyin
gelmesinden on üç senenin dolumunda, "rüyanın peygamberliğin yirmi altı
cüzünden bir cüz olduğunu söylemiş olmalı, bu ise hicret zamanına rastlar.
Yirmi yılın dolumunda kırkta bir; yirmi iki yılın dolumunda kırk dörtte bir;
ondan sonra kırk beşte bir; sonra hayatının sonunda kırk altıda bir demiş
olmalı. Kırktan sonraki rivayetler ise zayıftır. Ellide biri diyen rivâyetin
küsûratı ifade etmesi ihtimal dahilindedir. Yetmişte bir diyen rivayet ise
mübâlağa içindir, bunun dışındakiler zâten sâbit değildir. Böylesi bir
irtibatlamada teâruz mevcut değildir..."
Bu
mevzu üzerine İbnu Hacer, başka yorum ve tahliller dahi kaydederse de, bu
kadarla yetiniyoruz. Ancak Ebî Cemre'nin yukarıda kaydedilen, buna yakın
izahını hatırlatmada fayda var.[8]
ـ2ـ وفي أخرى
للستة إ
النسائى عن
أبى قتادة رَضِىَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّهُ
سَمِعَ
رَسولَ
اللّهِ #
يَقُولُ:
الرُّؤْيَا
مِنَ اللّهِ،
وَالحُلْمُ
مِنَ
الشَّيْطَانِ؛
فَإذَا
حَلَمَ
أحَدُكُمُ
الحُلْمَ
يَكْرَهُهُ
فَلْيَبْصُقْ
عَنْ يَسَارِهِ
وَلْيَسْتَعِذْ
بِاللّهِ
مِنْهُ
فَلَنْ
يَضُرَّهُ[.
2. (958)- Ebu Katâde (radıyallahu
anh)'nin anlattığına göre: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle
söylediğini işitmiştir: "Rüya Allah'tandır. Hulm (sıkıntılı rüya)
şeytandandır. Öyle ise, sizden biri, hoşuna gitmeyen kötü bir rüya (hulm)
görecek olursa sol tarafına tükürsün ve ondan Allah'a istiâze etsin (sığınsın).
(Böyle yaparsa şeytan) kendisine asla zarar edemiyecektir." [Buharî, Tıbb
39, Bed'ü'l-Halk 11, Ta'bir 3, 4, 10,14, 46; Müslim, Rüya 5, (2262); Muvatta 1,
(2, 957); Tirmizî, Rüya 4, (2288); Ebu Dâvud, Edeb 96, (5021).][9]
AÇIKLAMA:
Bazı
rivayetler, "Salih rüya Allah'tandır" diye kayıtlı olarak geldiği
halde burada sâlih, gayr-ı sâlih kaydı yapılmaksızın, rüyanın Allah'tan olduğu
belirtilmiştir. İslâmî temel itikadımız esâsen budur. Yani her şeyin takdiri,
yaratılması, hayır, şer Allah'tandır. Rü'yanın betahsis Allah'a nisbet edilmesi
"teşrif" yani rüyanın
ehemmiyetine dikkat çekmek içindir.
Hadis,
Allah'a nisbet edilecek hayırlı rüyalara hulm denilmeyeceğini göstermektedir.
Keza, şeytana nisbet edilenlere de rüya denilmeyecektir. Tabii ki bu, şer'î bir
edeptir. Esas itibariyle ve lügat olarak uykuda görülenlerin hepsine rüya
denir. Daha önce yedi çeşide ayrıldığını belirttiğimiz rüyalar bu rivayette
ikiye irca edilmiş olmaktadır. Şu halde korku, üzüntü veren, hoşlanılmayan
rüyalar bâtıldır ve şeytandan
gelmektedir, bunlara toptan hulm
denmektedir. Hulm, Kur'ân-ı Kerim'de edğâs diye zikri geçen karmakarışık,
mânâsız rüyalardan başka bir şey
değildir.
Sadedinde
olduğumuz hadis, görülen rüya karşısında mü'minin takınacağı edeb ve tavrı
belirlemektedir: "Şeytânî, hoşlanmadığınız bir rüya gördüğünüz zaman sol
tarafa tükürün, istiaze ederek şeytandan Allah'a sığının..." diyor. Yani
euzubillahi mineşşeytânirracim denecek. Bir başka hadiste, böyle bir rüya görenin "sol tarafına üç sefer
nefes etmesi فلْيَتَنَفَّسْ
عَنْ
شِمَالِهِ
ثَثَ
مَرَّاتٍ şer ve ezasından Allah'a sığınması" tavsiye
edilmiştir. Bu babta başka rivayetler de var. Bu çeşit rüyalar
anlatılmamalıdır.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) sâlih rüya görüldüğü zaman ne yapılması gereğini de
muhtelif rivayetlerde ta'lim buyurmaktadır:
اِذَا
رَأى
اَحَدُكُمْ
رُؤْياً يُحِبُّهَا
فَاِنَّمَا
هِىَ مِنَ
اللّهِ فَلْيَحْمِدِ
اللّهَ
عَلَيْهَا
وَلْيُحَدِّثْ
بِهَا وَإذَا
رَاى غَيْرَ
ذَلِكَ
مِمَّا يَكْرَهُ
فَإنَّمَا
هِىَ مِنَ الشَّيْطَانِ
فَلْيَسْتَعِذْ
مِنْ شَرِّهَا
وََ
يَذْكُرْهَا
َحَدٍ
فَإنَّهَا َ
تَضُرُّهُ
"Sizden biri sevdiği bir
rüya görünce, (bilsin ki) bu Allah'tandır. Bunun için Allah'a hamdetsin, bunu
başkasına anlatsın. Hoşuna gitmeyen bir rüya görünce de (bilsin ki) bu
şeytandandır, hemen şerrinden Allah'a istiâzede bulunsun. Rüyayı kimseye de
anlatmasın, zira kendisine zarar verecek değildir."
Buharî'den
kaydettiğimiz bu rivayet, hoşumuza giden rüyaların başkasına anlatılmasını
tavsiye etmekte ise de, başka rivayetlerde rüyayı anlatacağımız kimseler
hakkında bâzı kayıtlar koymaktadır: وََمُحَدِّثْ
بِهَا اَِّ
لَبِيباً
اَوْ حَبِيباً Yani "Bilgili veya sevgili"
olmalıdır, اَِّ
عَلى عَالِمٍ
اَوْ نَاصِحٍ yani "Alim veya nasih
(hayırhah)" olmalıdır. Vâdd (sizi seven), zire'y (isabetli, faydalı görüş
sahibi) gibi başka vasıflar da zikredilmişse de hepsi aynı kapıya çıkar ve rüya
anlatacağımız kimselerin akıllı, bilgili, hakkımızda hayır düşünen, bizi seven
bir kimse olmasına dikkat etmemiz gereği anlaşılır.
Ebu
Bekr İbnu'l-Arabî der ki: "Âlim olmalıdır, zira o, rüyayı imkân nisbetinde
hayra yoracaktır. Hayırhah (nâsih) olmalıdır, çünkü o, faydalı olana ve
kendisine yardımı dokunacak hususlara irşâd ve teşvikte bulunacaktır. Bilgili
(lebib), rüyayı anlayan demektir, böyle birisi, rüyayı görenin ihtiyaç duyduğu
hususu bilip onu öğretecek veya sükut edecektir. Sevilen (habib) de, bir hayır görürse söyler, anlayamaz veya
şüpheye düşerse sükût eder..."[10]
ـ3ـ وفي أخرى
للبخارى قال:
]قال رَسولُ
اللّهِ #: مَنْ
رَآنِى في
المَنَامِ فقَدْ
رَآنِى
فَإنَّ
الشَّيْطَانَ
َ يَتَمَثَّلُ
بِى[ .
3. (959)- Buhârî'nin bir rivayetinde
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurur: "Beni rüyada gören,
gerçekten beni görmüştür, çünkü şeytan
benim suretime giremez." [Buharî, Tabir 2, 10; Müslim, Rüya 10; (2266);
Muvatta, Rüya 1, (2, 956).][11]
AÇIKLAMA:
Yukarıdaki
hadisi Hz. Enes (radıyallahu anh) rivayet etmiştir. Tîbî şöyle açıklamıştır.
Beni rüyasında gören, beni hakikatim üzere eksiksiz görmüştür, beni görüp
görmediğinden şüpheye düşülmemelidir. Rüya tamdır, hak bir rüyadır"
demektir." Nitekim, yine Buhârî'de gelen bir başka hadiste:
"Rüyada beni gören hakkı (gerçeği)
görmüştür." مَنْ
رَآنِى
فَقَدْ رَأى
الحَقَّ buyurmuştur.
Rüyada
Resûlullah'ın görülmesi meselesi bazı
farklı yorumlara sebep olmuştur. Yani,
her ne suretle görülürse görülsün bu görülüş hak bir görme midir? Yoksa
görmenin hak olması için Resûlullah'ı bilinen evsafıyla görmek şart mıdır?
Çünkü Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) her seferinde mâlum sıfatlarıyla,
hüviyet-i asliyesi ile gözükmez. Buharî'nin bazı nüshalarında İbnu Sîrîn'in şu
kaydı yer alır: اِذَا
رَآهُ في
صُورته
Buna
göre, Resûlullah'ı bilinen evsafı çerçevesinde görürse bu rüya hak rüyadır.
Ancak
ulemâ şu noktada müttefiktir: "Şeytan Resûlullah'ın hüviyetine
giremez." Cenâb-ı Hakk ona bu imkânı tanımamıştır. Aksi takdirde, şeriata
kizb karışma ihtimali mevzubahis olur, dine itimad kalmazdı. Bu sebeple Cenâb-ı
Hakk, şeytanı, kişinin uyanık halinde, Resûlullah'ın suretine girmekten men
ettiği gibi, uyku halinde de o suretle
gözükmekten men etmiştir. Bu hususu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) açık
seçik beyan etmiştir.
Hal
böyle olunca, Resûlullah'ın, her ne suretle olursa olsun, rüyada görülmesine
şeytanın dehâlet etmemesi gerekir. Bu sebeple Nevevî şöyle der:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı gören kişi mâlum evsafı üzere de
görse, mâlum evsafının aksine de görse, gerçekten Resûlullah'ı görmüştür."
Nevevî
bu görüşünü, Kadı İyaz'ın: "Sağ iken taşıdığı sureti ile gören gerçekten
görmüş, bu sıfata uymayan şekilde gören hakiki görmüş sayılmaz, te'vil
gerekir" sözünü reddetmek için söylemiştir.
Bazıları
daha açık bir ifade ile hadisten şunu anlamışlardır: "Hadisin manası
şudur: O (aleyhissalâtu vesselâm)'nu gören, hayatta iken taşıdığı suret üzere
görür. Bundan şu zaruri netice çıkar: Resûlullah'ı aslî suretinin haricinde
görenin rüyası edgâs'tır, (sadık rüya
değildir.)"
Ancak
ulemâ çoğunlukla şu görüşü benimser: "Bu hadisten maksad şudur: hangi hal
üzere olursa olun Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in rüyada görülmesi
bâtıl olamaz, bu rüya edgâs değildir,
esas itibariyle haktır. Görülen suret şeytandan değil Allah'tandır."[12]
ـ4ـ وفي أخرى
‘بى داود
والترمذى عن
أبى رزين العقيلى:
]رُؤْيَا
الْمُؤمِنِ
جُزْءٌ مِنْ
أَرْبَعِينَ
جُزْءاً مِنَ
النُّبُوَّةِ،
وَهِىَ عَلى
رِجْل
طَائِرٍ
مَالَمْ
يَتَحَدَّثْ
بِهَا،
فَإذَا
تَحَدَّثَ
بِهَا سَقَطَتْ[.
4. (960)- Ebu Rezîn el-Ukeylî Lakît
İbnu Amir İbni Sabire (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Mü'minin rüyası, nübüvvetin kırk
cüzünden bir cüzdür. Bu rüya, anlatılmadığı müddetçe bir kuşun ayağında (takılı
vaziyette) durur. Anlatılacak olursa hemen düşer." [Tirmizî, Rü'ya 6,
(2279, 2280); Ebu Dâvud, Edeb 96, (5020).][13]
AÇIKLAMA:
1-
Rüyanın peygamberlikten bir cüz olma meselesini 957 numaralı hadiste açıkladık.
2- Rüyanın kuşun ayağında takılı olması, bir
teşbihtir; bununla, rüyanın anlatılmadığı müddetçe kesinleşmediği ifade
edilmektedir, tıpkı asılan, takılan bir şeyin havada durması, yerde istikrarını
bulmaması gibi. Öyle ise, rüyanın istikrar bulup, kesinlik kazanması tâbir
edilmesine bağlıdır. Tâbir edilince süratle düşüp istikrar kazanır. Kuşun
kendisi bir yerde sâbit durmazsa, onun ayağına takılan şey hiç sâbit duramaz.
Öyle ise rüya anlatılınca, hükmü, sahibinin üstüne hemen düşer. Ebu Dâvud'un
bir başka rivayeti şöyle: "Rüya, tâbir edilmedikçe bir kuşun ayağı
üstündedir, tâbir edilince hemen düşer." Bu rivâyet "anlatınca"
demiyor, "tâbir edince" diyor. Öyle ise, önceki hadiste geçen "anlatmak"tan
maksad, tâbirini medar-ı bahs etmek, konuşmaktır.
Hadisin
Ebu Davud'daki aslı, Ebu Rezîn'in şu sözüyle tamamlanır: "Zannederim
(Resûlullah) şunu da demişti: "(Öyleyse) rüyanı akıllı ve dostun olan
kimseye anlat."
Rüyadaki
hakikatın tahakkuku, onun anlatılmasına, daha doğrusu tâbirine bağlı olunca,
rüyanın rastgele kimselere anlatılmamasının ehemmiyeti daha iyi anlaşılmış
olur. Bu sebeple Resûlullah, rüyanın tabiatı hakkında verdiği bilgiye uygun bir tavsiye ile hadisini tamamlamış
olmaktadır: "Rüyayı lebib ve habib
olana, yani akıllı dosta anlatın!"[14]
ـ5ـ وفي أخرى
للبخارى
ومالك عن أبى
سعيد رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]رُؤْيَا
المُؤْمِنِ
جُزْءٌ مِنْ
سِتَّةٍ
وَأرْبَعِينَ
جُزْءاً مِنَ
النُّبُوَّةِ[
.
5. (961)- Ebu Saîd (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Mü'minin rüyası, nübüvvetin kırk altı cüzünden bir
cüzdür." [Buharî, Ta'bir 4, Muvaatta 1, (2, 956).] [15]
AÇIKLAMA:
Hadis,
Muvatta'da Ebu Saîdi'l-Hudrî rivayeti olarak değil, Enes İbnu Mâlik
(radıyallahu anh) rivâyeti olarak, yakın elfazla geçer. Rüyanın peygamberlikten
cüz olması meselesini 957 numaralı
hadiste açıkladık.[16]
ـ6ـ وللترمذى
عن أبى سعيد
أيضاً. ]أنَّ
رسولَ اللّه #
قال: أصْدَقُ
الرُّؤْيَا
بِا‘سْحَارِ[ .
6. (962)- Tirmizî'de Ebu Saîd'den şu
rivayet kaydedilmiştir: "En sâdık rüya seher vakitlerinde görülen
rüyadır." [Tirmizî, Rü'ya 3, (2275).][17]
AÇIKLAMA:
Daha
önce (957. hadis) belirttiğimiz üzere, âlimler rüyanın sıdkı hususunda, onun
görüldüğü mevsimin ehemmiyetine dikkat çekerler. Bazı mevsimlerde insan
tabiatının mutedil olması sebebiyle rüyayı edğas (karışık ve mânasız) kılan
psikolojik ve biyolojik amillerin daha
az tesirde bulunacağını belirtmişlerdir. Şu halde, günlük olarak da seher
vakitlerinin, diğer vakitlere nazaran biyolojik ve psikolojik yönden en mutedil
vakit olduğu söylenebilir: Uyku ile dinlenmiş olan sinir sistemi daha sakindir,
mide boşalmış, hazım yorgunluğu kalmamış, ruhen fikren meşguliyet ve hassasiyet
asgarî seviyeye inmiş vs. Şu halde mizac ve kuvvelerin azamî derecede i'tidale
kavuştuğu bir durumda görülecek rüyalar hakikat olma şansına daha çok sahiptir.
Bu durumu Resûlullah, "En sadık rüya seherdekidir" diyerek ifâde
buyurmuş olmaktadır.
Tîbî
merhum, meselenin bir başka yönüne de dikkat çeker: "Zira seher vakti
meleklerin inme zamanıdır."[18]
ـ7ـ وعن أبى
هريرة رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّه #:
لَمْ يَبْقَ
بَعْدِى مِنَ
النُّبُوَّةِ
إَّ
الْمُبَشِّرَاتُ.
قَالُوا:
وَمَا
الْمُبَشِّرَاتُ؟
قالَ:
الرُّؤْيَا
الصَّالِحَةُ[.
أخرجه
البخارى متص،
ومالك عن عطاء
مرس.وزاد: يَرَاهَا
الرَّجُلُ
المُسْلِمُ
أوْ تُرَى لَهُ
.
7. (963)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle demişti:
"Benden sonra, peygamberlikten sâdece mübeşşirat (müjdeciler)
kalacaktır!"
Yanındakiler
sordu:
"-
Mübeşşirât da nedir?"
"-
Sâlih rüyadır!" diye cevap verdi."
Muvatta'nın
rivayetinde şu ziyade var: "Sâlih rüyayı sâlih kişi görür veya ona
gösterilir." [Buharî, Tabir 5; Muvatta, Rüya 3, (2, 957); Ebu Davud, Edeb
96, (5017).][19]
AÇIKLAMA:
Mübeşşirât
kelime olarak mübeşşire'nin cem'idir, bu ise büşrâ yani müjde (sevindirici
haber) demektir. Ancak hadiste bununla rüyayı sâliha kastedildiği Resûlullah
tarafından açıklanmıştır. Hadiste Resûlullah: "Bana has olan nübüvvetten
sonra sadece mübeşşirât kalacaktır, diğer nübüvvet hassaları benimle beraber
ortadan kalkacak" demek istemiştir. İbnu Abbas'tan gelen bir rivayete göre
Resûlullah bu sözü ölüm döşeğinde söylemiştir. Ancak hadisin bir çok vechi
mevcuttur. Bir vechi şöyledir:
إنَّ
الرِّسَالَةَ
وَالنُّبُوَّةَ
قَدْ
انْقَطَعَتْ،
وََ نَبِىَّ
وََ رَسُولَ
بَعْدِى
وَلكِنْ
بَقِيَتْ
الْمُبَشِّرَاتُ.
قَالُوا:
وَمَا
الْمُبَشِّرَاتُ؟
قَالَ:
رُؤْيَا الْمُسْلِمِينَ
جُزءٌ مِنْ
اَجْزَاءِ
النُّبُوَّةِ
"Risalet ve peygamberlik artık kesildi.
Benden sonra ne nebi ne de peygamber var. Ancak mübeşşirat devam edecek!"
Dediler ki: "Mübeşşirat nedir?" Dedi ki: "Müslümanların rüyası
peygamerliğin cüzlerinden bir cüzdür."
İbnu't-Tîn
der ki: "Hadisin mânâsı şudur: "Vahiy benim ölümümle kesilecektir.
Kendisiyle, istikbalde olacak şeyleri öğrenebileceğiniz tek kaynak kalıyor, o
da rüyadır." Ancak bu söze, ilham hatırlatılarak karşı çıkılmıştır, zîra
ilham da istikbali öğrenme kaynaklarından biridir. [20]
ـ1ـ عن
سَمُرَةَ بن
جُنْدب
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قالَ: ]كانَ
رسولُ اللّه #
يُكْثِرُ أنْ
يَقُولَ
‘صْحَابِهِ
هَلْ رَأى
أَحَدٌ
مِنْكُمْ رُؤْيَا؟
فَيَقُصُّ
عَلَيْهِ مَا
شَاءَ اللّهُ
أنْ يُقَصَّ،
وَأَنَّهُ
قَالَ لَنَا
ذَاتَ غَدَاةٍ:
هَلْ رَأى
أحَدٌ
مِنْكُمْ
رُؤْيَا؟ فقَالُوا:
مَا مِنَّا
أحَدٌ رَأى
شَيْئاً.
فقَالَ
لَكِنِّى
أتَانِى
اللَّيْلَةَ
آتِيَانِ وَإنَّهُمَا
ابْتَعَثَانِى
فقَاَ لِى:
انْطَلِقْ. فَانْطَلَقْتُ:
فَأتَيْنَا
عَلى رَجُلٍ
مُضْطَجِعٍ،
َفَإذَا
آخَرُ
قَائِمٌ
عَلَىْهِ بِصَخْرَةٍ
فَإذَا هُوَ
يَهْوِى
بِالصَّخْرَةِ
لِرَأسِهِ
فَيْثْلَغُ
رَأسَهُ فَيَتَدَهْدَهُ
الحَجَرُ هَا
هُنَا
فَيَتْبَعُ
الحَجَرَ
فَيَأخُذُهُ
فََ يَرْجِعُ
إلَيْهِ
حَتَّى
يَصِحَّ رَأسُهُ
كَمَا كانَ،
ثُمَّ
يَعُودُ
عَلَيْهِ
فَيَفعَلَ
بِهِ مَثْلَ
مَا فَعَلَ
بِهِ المَرَّةَ
ا‘ولى. قَالَ:
قُلْتُ
لَهُمَا
سُبْحَانَ
اللّهِ، مَا
هذَا؟ قاَ
لِى:
انْطَلِقِ انْطَلِقْ.
فَانْطَلَقْنَا
فَأتَيْنَا
عَلى رَجُلٍ
مُسْتَلْقٍ
لِقَفَاهُ
وإذَا آخَرُ
قَائمٌ عَليْهِ
بِكَلُّوبٍ
مِنْ حَدِيدٍ
فَإذَا هُوَ
يَأتِى أحَدَ
شِقّىْ
وَجْهِهِ
فَيُشَرْشَرُ
شِدْقَهُ إلى
قَفَاهُ
وَمِنْخَرَهُ
إلى قَفَاهُ
وَعَيْنَهُ
إلى قَفَاهُ؛
ثُمَّ
يَتَحَوَّلُ
إلى
الجَانِبِ
اŒخَرِ فَيَفْعَلُ
بِهِ مِثْلَ
مَا فَعَلَ
بِالجَانِبِ
ا‘وَّلِ،
فَمَا يَفْرُغُ
مِنْ ذلِكَ
الجَانِبِ
حَتَّى يَصِحَّ
ذلِكَ
الجَانِبُ
كَمَا كانَ.
ثُمَّ يَعُودُ
عَلَيْهِ
فَيَفْعَلُ
مَثْلَ مَا
فَعَلَ في
المَرَّةِ
ا‘ولى.قُلْتُ:
سُبْحَانَ
اللّهِ مَا
هذَا؟ قَاَ
انْطَلِقِ
انْطَلِقْ. فَانْطَلَقْنَا
فَأتَيْنَا
عَلى مِثْلِ
التَّنُّورِ
فَإذَا فِيهِ
لَغطٌ
وَأصْوَاتٌ.
فَاطَّلَعْنَا
فِيهِ فَإذَا
فِيهِ
رِجَالٌ
ونِسَاءٌ عُرَاةٌ
وَإذَا هُمْ
يَأتِيهِمْ
لَهَبٌ مِنْ
أسْفَلَ
مِنْهُمْ.
فَإذَا
أتَاهُمْ
ذلِكَ اللَّهبُ
ضَوْضَؤُوا.
قُلْتُ: مَا
هؤَءِ؟ قَاَ:
انْطَلِقِ
انْطَلِقْ.
فَانْطَلَقْنَا
فَأتَيْنَا
عَلى نَهْرٍ
أحْمَرَ
مِثْلَ
الدَّمِ،
وَإذَا في
النَّهْرِ
رَجلٌ
سَابِحٌ،
وَإذَا على شَطّ
النَّهْرِ
رَجُلٌ
عِنْدَهُ
حِجَارَةٌ
كَثِيرَةٌ،
وَإذَا ذلِكَ
السَّابِحُ
يَسْبَحُ مَا
سَبَحَ،
ثُمَّ يَأتِى
ذلِكَ الرَّجُلُ
الَّذِى
عِنْدَهُ
الحِجَارَةُ
فَيَفْغَرُ
فَاهُ فَيُلْقِمَهُ
حَجَراً
فَيَنْطَلِقُ
فَيَسْبَحُ
ثُمَّ
يَرْجَعُ
إلَيْهِ،
كُلَّمَا رَجَعَ
فَغَرفَاهُ
فَألْقَمَهُ
حَجَراً. قُلْتُ:
مَا هذَا؟
قَاَ:
انْطَلِقِ
انْطَلِقْ. فَانطَلَقْنَا
فَأتَيْنَا
عَلى رَجُلٍ
كَرِيهِ
المَرْآةِ
كَأكْرَهِ
مَا أنْتَ
رَاءٍ فَإذَا
عِنْدَهُ
نَارٌ
يَحشُّهَا
وَيَسْعَى
حَوْلَهَا. قُلْتُ:
مَا هذَا؟
قَاَ
انطَلِقِ
انْطَلِقْ. فَانْطَلَقْنَا
فَأتَيْنَا
عَلى
رَوْضَةٍ مُعْتَمَّةٍ
فِيهَا مِنْ
كُلِّ نَوْرِ
الرَّبِيعِ،
وَإذَا
بَيْنَ
ظَهْرى
تِلْكَ الرَّوْضَةِ
رَجُلٌ
طَوِيلٌ َ
أكَادُ أرَى
رَأسَهُ طُوً
في السَّمَاءِ،
وَإذَا
حَوْلَهُ
مِنْ أكْثََرِ
وِلْدَانٍ
رَأيْتُهُمْ.
قُلْتُ: مَا
هؤَُءِ؟ قَاَ
انْطَلقِ
انْطَلَقْ.
فَانْطَلَقْنَا
فَأتَيْنَا
عَلى
دَوْحَةٍ
عَظِيمَةٍ
لَمْ أرَ
دَوْحَةً
قَطُّ
أعْظَمَ مِنْهَا
وََ أحْسَنَ.
فَقَاَ: ارْقَ
فِيهَا، فَارْتَقَيْنَا
فِيهَا إلى
مَدِينَةٍ
مَبْنِيَّةٍ
بِلَبِن ذَهَبٍ
وَفِضَّةٍ
فَأتَيْنَا
بَابَ
الْمَدِينَةِ.
فَاسْتَفْتَحْنَا
فَفُتِحَ
لَنَا فَدَخَلْنَاهَا
فَتَلَقَّانَا
رِجَالٌ شَطْرٌ
مِنْ
خَلْقِهِمْ
كَأحْسَنِ
مَا أنْتَ رَاءٍ،
وَشَطْرٌ
كَأقْبَحِ
مَا أنْتَ
رَاءٍ. فَقَاَ
لَهُمْ: اذْهَبُوا
فَقَعُوا في
ذلِكَ
النَّهْرِ،
وَإذَا
نَهْرٌ
مُعْتَرِضٌ
كَأنَّ
مَاءَهُ المَحْضُ
في البَيَاضِ.
فَذَهَبُوا
فَوَقَعُوا
فِيهِ ثُمَّ
رَجَعُوا
وَقَدْ
ذَهَبَ ذلِكَ
السُّوءُ
عَنْهُمْ
فَصَارُوا في
أحْسَنِ صُورَةٍ.
فقَاَ: هذِهِ
جَنَّة
عَدْنٍ،
وَهَذَاكَ
مَنْزِلُكَ.
فَسَمَى بَصرى
صُعُداً
فَإذَا قَصْرٌ
مَثْلُ
الرَّبَابَةِ
الْبَيْضَاءِ.
فَقُلْتُ: فَذَرَانِى
فَأدْخُلَهُ.
قَاَ: امَّا
اŒنَ فَ، وَأنْتَ
دَاخِلُهُ.
فقُلْتُ:
فَإنِّى
رَأيْتُ مُنْذُ
اللَّيْلَةِ
عَجَباً
فَمَا هذَا الَّذِى
رَأيْتُ؟
قَاَ: إنَّا
سَنُخْبِرُكَ.
أمَّا
الرَّجُلُ
ا‘وَّلُ
الَّذِى
رَأيْتَهُ
يُثْلَغُ
رَأسُهُ
بِالْحَجَرِ
فإنّهُ الرَّجُلُ
يَأخُذُ
الْقُرآنَ
فَيَرْفُضُهُ،
وَيَنَامُ
عَنِ
الصََّةِ
المَكْتُوبَةِ.
وَأمَّا
الرَّجُلُ
الذِى
يُشَرْشَرُ
شِدْقُهُ إلى
قَفَاهُ،
وَمِنْخَرُهُ
إلى قَفَاهُ،
وَعَيْنُهُ
إلى قَفَاهُ،
فَإنَّهُ
الرَّجُلُ
يَبْدُو مِنْ
بَيْتِهِ
فَيكذِبُ
الْكَذْبَةَ
تَبْلغُ
اŒفاَقَ،
وَأمَّا
الرِّجَالُ
وَالنِّسَاءُ
الْعُرَاةُ
الَّذِينَ
هُمْ في
مِثْلِ بِنَاءِ
التَّنُّورِ
فَإنَّهُمْ
الزُّنَاةُ
وَالزَّوَانِى،
وَأمَّا
الرَّجُلُ
الَّذِى
يَسْبَحُ في
النَّهْرِ
وَيُلْقَمُ
الْحِجَارَةَ
فإنَّهُ آكَلُ
الرِّبَا.
وَأمَّا
الرَّجُلُ
الْكَرِيهُ
المَرْآةِ
الَّذِى
عِنْدَ
النَّارِ يَحُثُّهَا
وَيَسْعَى
حَوْلَهَا
فَإنَّهُ مَالِكٌ
خَازِنُ
النَّارِ
وَأمَّا
الرَّجُلُ
الطَّوِيلُ
الَّذِى في
الرَّوْضَةِ
فإنَّهُ
إبْرَاهِيمُ
عَلَيْهِ
الصََّةُ
وَالسََّمُ.
وَأمَّا الْوِلْدَانُ
الَّذِينَ
حَوْلَهُ
فَكُلُّ مَوْلُودٍ
مَاتَ عَلى
الفِطْرَةِ.
فَقَالَ رَجُلٌ:
يَارسُول
اللّهِ
وَأوَْدُ
المُشْرِكِينَ؟
قَالَ #:
وَأوَْدُ
المُشْرِكِينَ.
وَأمَّا
الْقَوْمُ
الَّذِينَ
كَانُوا
شَطْرٌ مِنْهُمْ
حَسَنٌ
وَشَطْرٌ
مِنْهُمْ
قَبِيحٌ
فَإنَّهُمْ قَوْمٌ
خََلَطُوا
عَمًَ
صَالِحاً
وَآخَرَ سَيْئاً
تَجَاوَزَ
اللّهُ
عَنْهُمْ[.
أخرجه الشيخان
والترمذى.»الضَّوْضَاءُ«
أصوات الناس
وجلبتهم.
»وحَشَّ
النَّارَ«
إذَا أوقدها
»وَالمُعْتَمَّةُ«
طويلة النبات.
»والنَّوْرُ«
بفتح النون:
الزهر.
»والدَّوْحَةُ«
الشجرة.
»وَالمَحْضُ«
من كل شئ
الخالص منه،
والمراد به
هنا اللبن
الخالص.
»والرَّبَابَة«
السحابة .
1. (964)- Semüre İbnu Cündeb
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sık sık:
"Sizden bir rüya gören yok mu?" diye sorardı. Görenler de, O'na
Allah'ın dilediği kadar anlatırlardı. Bir sabah bize yine sordu:
"-
Sizden bir rüya gören yok mu?"
Kendisine:
"-
Bizden kimse bir şey görmedi!" dediler. Bunun üzerine:
"-
Ama ben gördüm" dedi ve anlattı: "Bu gece bana iki kişi geldi. Beni
alıp haydi yürü! dediler. Yürüdüm. Yatan bir adamın yanına geldik. Yanında
biri, elinde bir kaya olduğu halde başucunda duruyordu. Bazan bu kayayı başına
indirip onunla başını yarıyordu, taş da sağa sola yuvarlanıp gidiyordu. Adam
taşı takip ediyor ve tekrar alıyordu. Ama, başı eskisi gibi iyileşinceye kadar
vurmuyordu. İyileştikten sonra tekrar indiriyor, önceki yaptıklarını aynen
yeniliyordu. Beni getirenlere:
-
Sübhânallah! nedir bu? dedim. Dinlemeyip:
-
Yürü! Yürü!
dediler.
Yürüdük, sırtüstü uzanmış birinin yanına geldik. Bunun da yanında, elinde demir
kancalar bulunan biri duruyordu. Adamın
bir yüzüne gelip, çengeli takıp yüzünün yarısını ensesine kadar soyuyordu.
Burnu, gözü enseye kadar soyuluyordu. Sonra öbür tarafına geçip, aynı şekilde
diğer yüzünün derisini de ensesine kadar soyuyordu. Bu da, yüz derileri
iyileşip eskisi gibi sıhhate kavuşuncaya kadar bekliyor, sonra tekrar önce
yaptıklarını yapmaya başlıyordu. Ben burada da:
-
Sübhanallah, nedir bu? dedim. Cevap vermeyip:
-
Yürü! Yürü!
dediler.
Beraberce yürüdük. Fırın gibi bir yere geldik. İçinden birtakım gürültüler,
sesler geliyordu. Gördük ki, içinde bir kısım çıplak kadınlar ve erkekler var.
Aşağı taraflarından bir alev yükselip onları yalıyordu. Bu alev onlara ulaşınca
çığlık koparıyorlardı. Ben yine dayanamayıp:
-
Bunlar kimdir?
diye
sordum. Bana cevap vermeyip:
-
Yürü! Yürü!
dediler.
Beraberce yürüdük. Kan gibi kırmızı bir nehir kenarına geldik. Nehirde yüzen
bir adam vardı. Nehir kenarında da yanında bir çok taş bulunan bir adam
duruyordu. Adam bir müddet yüzüp kıyıya doğru yanaşınca yanında taşlar bulunan
kıyıdaki adam geliyor, öbürü ağzını açıyor
bu da ona bir taş atıp kovalıyordu. Adam bir müddet yüzdükten sonra geri
dönüp adama doğru yine
yaklaşıyordu. Her dönüşünde
ağzını açıyor, kıyıdaki de ona bir taş atıyordu. Ben yine dayanamayıp:
-
Bu nedir?
diye
sordum. Cevap vermeyip yine:
-
Yürü! Yürü!
dediler.
Beraberce yürüdük. Çok çirkin görünüşlü bir adamın yanına geldik. Böylesi
çirkin kimseyi görmemişsindir. Bunun yanında bir ateş vardı. Adam ateşi
tutuşturup etrafında dönüyordu. Ben yine:
-
Bu nedir?
diye
sordum. Cevap vermeyip:
-
Yürü! Yürü!
dediler.
Beraberce yürüdük. İri iri ağaçları olan bir bahçeye geldik. İçerisinde her çeşit bahar çiçekleri vardı. Bu bahçenin
içinde çok uzun boylu bir adam vardı. Semaya yükselen başını neredeyse
göremiyordum. Etrafında çok sayıda çocuklar vardı. Ben yine:
-
Bunlar kimdir?
dedim.
Cevap vermeyip:
-
Yürü! Yürü!
dediler.
Beraberce yürüdük. Ulu bir ağacın yanına geldik. Ne bundan daha büyük, ne de
daha güzel bir ağaç hiç görmedim. Arkadaşlarım:
-
Ağaca çık!
dediler.
Beraberce çıkmaya başladık. Altun ve gümüş tuğlalarla yapılmış bir şehre doğru
yükselmeye başladık. Derken şehrin kapısına geldik. Kapıyı çalıp açmalarını
istedik. Açtılar ve beraberce girdik. Bizi bir kısım insanlar karşıladı. Bunlar
yaratılışça bir yarısı çok güzel, diğer yarısı da çok çirkin kimselerdir. Sanki
böylesine güzellik, böylesine çirkinlik görmemişsindir. Arkadaşlarım onlara:
-
Gidin şu nehire banın!
dediler.
Meğerse orada açıkta bir nehir varmış. Suyu sanki sâfi süttü, bembeyaz... Gidip
içine banıp çıktılar. Çirkinlikleri tamamen gitmiş olarak geri geldiler. İki
tarafları da en güzel şekli almıştı.
Beni
dolaştıran arkadaşlarım açıkladılar:
-
Bu gördüğün, Adn cennetidir. Şu da senin makamındır.
Gözümü
çevirip baktım. Bu bir saraydı, tıpkı beyaz bir bulut gibi.
-
Beni gezdirin, içine bir gireyim! dedim.
-
Şimdilik hayır! Amma mutlaka gireceksin.
dediler.
Ben:
-
Geceden beri acaip şeyler gördüm, neydi bunlar?
diye
sordum.
-
Sana anlatacağız.
dediler
ve anlattılar:
-
Taşla başı yarılan, o ilk gördüğün adam, Kur'ân'ı atıp reddeden, farz
namazlarda uyuyup kılmayan kimsedir. Ensesine kadar yüzünün derileri, burnu,
gözü soyulan adam, evinden çıkıp yalanlar uydurup, etrafa yalan saçan kimsedir.
Fırın gibi bir binanın içinde gördüğün kadınlı erkekli çıplak kimseler, zina
yapan erkek ve kadınlardır. Kan nehrinde yüzüp ağzına taş atılan adam fâiz yiyen adamdır. Ateşin
yanında durup onu yakan ve etrafında dönen pis manzaralı adam, cehennemin,
ateşin bekçisidir. Bahçede gördüğün uzun boylu adam İbrahim (aleyhissalâtu
vesselâm)'di. Onun etrafındaki çocuklar ise, fıtrat üzere (büluğa ermeden) ölen
çocuklardır."
Cemaatten
biri hemen atılarak:
"-
Ey Allah'ın Resûlü! Müşrik çocukları da mı?" diye sordu.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm):
"-
Evet, dedi, müşrik çocukları da."
ve anlatmaya devam etti:
"-
Yarısı güzel yarısı çirkin yaratılışlı olan adamlara gelince, bunlar iyi
amellerle kötü amelleri birbirine karıştırıp her ikisini de yapan kimselerdir.
Allah onları affetmiştir." [Buharî, Ta'bir 48, Ezân (Sıfatu's-Salât) 156,
Teheccüt 12, Cenâiz 93, Büyü 2. Cihâd 4, Bed'ü'l-Halk 6, Enbiya 8, Tefsir,
Berâet 15, Edeb 69; Müslim 23, (2275); Tirmizî, Rü'ya 10, (2295).][21]
AÇIKLAMA:
1-
Tabirin Mekruh Vakti:Buharî, bu hadisi, Tabir'le ilgili bölümde, "Sabah
namazından sonra rüya tâbiri" babında kaydeder. Buharî'nin bab
başlıklarında fıkıh yaptığını nazarı
dikkate alan şârihler, Buharî'nin böyle bir başlığı koymakla, Abdurrezzak'ın
Musannaf'ta kaydettiği َ
تَقْصُصْ
رُؤْيَاكَ
عَلى
إمْرَأةٍ وََ
تُخْبِرْ
بِهَا حَتّى
تَطْلُع
الشَّمْس "Rüyanı
kadına anlatma, güneş doğuncaya kadar da kimseye söyleme" şeklindeki
hadisin za'fına işaret ettiğini ve ayrıca, tâbircilerin şu sözlerini
reddettiğini belirtirler. "Rüya tâbirinde müstehab olanı, tâbirin,
"güneşin doğmasından saat dörde, ikindi vaktinden akşam öncesine
kadar" yapılmasıdır."
Buharî,
bu kanaati reddediyor. Zîra kaydedilen hadis, tâbirin, güneş doğmazdan önce
yapılmasının müstehab olduğuna delalet etmektedir. Bu hüküm, tâbircilerin:
"Namazın mekruh olduğu vakitlerde tâbir yapmak mekruhtur" şeklineki
sözlerine de muhalif değildir.
2-
Tâbirin Müstehab Vakti: Mühellib, bu hususta şunu söyler: "Rüyayı sabah
namazı vaktinde tâbir etmek, diğer vakitlerin hepsinden daha iyidir. Zîra,
rüyayı gören, onu gördüğü zamana yakınlığı sebebiyle, zihninde daha sağlam
tutmaktadır ve henüz unutma ârız
olmamıştır. Üstelik tâbir edecek kimse de, zihnî huzura sahiptir ve fikri
günlük maişet meşgalelerinden henüz uzaktır. Ve hem de rüyayı gören kimsenin,
rüyadan alacağı iyi haberle sevinmesi, şerden de sakınıp tedbir alması mevzubahistir. Keza, ola ki
rüya ma'siyetten ta'zir edicidir, rüya sahibi böylece sakınmış olur, veya bir
iş hususunda uyarıcıdır, böylece rüya, sahibini murakabeye, kontrole sevkeder.
Öyle ise bunlar gibi daha pek çok maslahat, rüyayı, günün başında tâbir etmeyi
gerektirmektedir."
3-
Hz. Peygamberin Anlattığı Rüyanın
Mahiyeti: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), İslâm'ın vaz'ettiği farz,
haram ve itikadlarla ilgili hakikatlerin insanlar tarafından kavranabilmesi
için, bazan teşbihli hikayeler -ki isrâiliyat nev'inden anlatılanların bu
gayeye matuf olduğunu belirtmiştik (bak. 954 numaralı hadis)- bazan uykuda
görülen rüyalar, bazan da Mi'rac esnasında görülen müşâhedeler şeklinde
anlatmıştır. Biz, bu müşahhas tasvirlerde, gaybî olan kıyametten sonra
görülebilecek olan hakikatlerin en âmi bir mü'min tarafından bile
anlaşılabilecek maddî teşbihlere döküldüğünü görmekteyiz. Bu anlatımlarla
ilahî, gaybî -ve behemahal imânî- olan hakikatlar âlem-i şehadette görülen ve
idrak edilen maddî ve beşerî kahramanlarla bir nevi sahnelemekte, böylece sırf
imanilikten ve kavranmaz mücerredlikten kurtarılarak ma'kulat ve hatta mahsusât
seviyesine indirilmektedir. İslâm dinini
anlaşılır, İslâmî ta'limatı âmî-âlim, gabî- zekî her seviyedeki insan tarafından kavranır ve de akıllar,
ruhlar, hisler üzerinde müessir kılan bu metoda Kur'ân-ı Kerim'in de genişçe
yer verdiğini görmekteyiz. cennet ve cehennemle ilgili tasvirler hep dünyevî ve
günlük olarak gördüğümüz ve yaşadığımız müşahhas unsur ve motiflerle
yapılmıştır.
Diğer
tarafta, -İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)'ın açıklamasıyla- âhiret âleminin
hakikatını bilmekteki naksımızı kabul etmek, dünyada olanların, orada sadece
ismen varlığını kabul edip, mahiyetce ayrılığına ve idrakimizin onlara
yetişemiyeceğine inanmak esastır: َ
يُشْبِهُ
شَىْءٌ
مِمَّا فِي
الْجَنَّة
ِمَا فِي
الدُّنْيَا
اَِّ فِي
اَسْمَاءِ
Söz
buradan açılmışken, cennet ve cehennemle ilgili olarak pekçok hadis ve hattâ
âyetlerde ifade edilmiş bulunan bir
kısım hakikatlerin şu hadiste nasıl maddî, müşahhas ve mahsus unsurlarla
sahnelendiğini görelim:
"Cennetle
cehennem münakaşa ettiler. Cehennem:
-
Bana kibirliler, zâlimler gelecektir!
dedi. Cennet de:
-
Bana da insanların sadece zayıfları, sakatları ve (aldatılan) gâfilleri
gelecektir, acaba sebebi nedir? dedi. Allah cennete:
-
Sen benim rahmetimsin, kullarımdan dilediğime seninle rahmet ederim. Cehenneme
de:
-
Sen benim azabımsın, kullarımdan dilediğime de seninle azab eylerim, dedi.
Sonra her ikisine birden şu hitapta bulundu:
-
(Sabırsızlanmayın), her ikinizi de dolduracak kullarım var!
(Ancak
cehennem dolmak, tatmin olmak bilmeyip,)
daha var mı, daha var mı? demeye devam
edecek.[22]
Bunun üzerine Cenab-ı Hakk ayağını cehennemin üzerine koyup bastıracak. Cehennem (mâruz kaldığı
sıkletten) inleyerek yeter! yeter! yeter! diyecek. Cehennem böylece dolar ve
içindekiler (tıkabasa) karışırlar. (Böyle yapmış olmakla) Aziz ve Celil olan
Allah hiçbir kuluna zulmetmez. Cennet de
boş kalmaz. Allah onun için de münâsib kullar
yaratmıştır."
Buharî
ve Müslim'in müştereken rivayet ettikleri bu hadisi, belirtmeye çalıştığımız
ta'limî (didaktik) nokta-i nazardan değil, kelamî nokta-i nazardan tahlile kalksak sonu zor alınacak münakaşalara girebiliriz. Halbuki bu nev'e giren müteşâbih rivayetler
ve âyetler çoktur. Ölümün kıyamet günü bir koç suretinde getirilerek mahşer
meydanında kesilmesi gibi.
Hülâsa,
bu ve benzeri bütün ifadelerin, mücerred olan imânî hakikatleri
müşahhaslaştırarak anlaşılır hale getirme ve hissiyat üzerinde canlı ve müessir
kılma gayesini güttüğünü nazardan uzak tutmayacağız. Muallim-i ekber olan
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bu gaybî hakikatler, terbiye-i İlâhiyenin
en mühim safhası olan Miraç'ta da gösterilmiştir. Ayet-i kerime, "Orada
gözüyle gördüklerini kalbi inkâr etmedi" (Necm 11) diyerek, önceden iman
yoluyla öğrendikleri ile gözüyle gördükleri arasında tam bir mutâbakatın husûle
geldiğini haber verir. Böylece aynelyakin ve hatta hakkalyakin derecesine çıkan
imân-ı Nebevî, آمن
الرَّسُولُ "Peygamber
ve mü'minler, Rabbinden kendisine indirilene inandı" (Bakara 285) âyetiyle
tebcil edilir. Hatta Süheylî'nin Ravdu'l-Unf'da kaydettiği üzere, bâzı
alimlerimiz "Peygamber inandı" diye başlayan bu âyetin, bir bakıma,
imânî hakikatlerin gözle müşahedesi demek olan Miraç hâdisesiyle ilgili olarak
vahyedilmiş olmasını mânidâr bulmuşlardır.[23]
4-
HADİSİN BAŞKA VECİHLERİNDE ZİYADELER
Bu
hadis çeşitli tarîklerden gelmiştir. Bazı
rivayetlerde yer alan ziyadeler, hadiste beyan edilen meselelere
zenginlik kazandırdığı gibi, bazı
noktalara da açıklık kazandırmaktadır. Fethu'l-Barî'den iktibâsen bazılarını
kaydediyoruz:
Taberânî'nin,
bir rivayetinde şöyle denmiştir:
a)
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün) sabah namazından sonra bize
gelerek şöyle buyurdu: "Bu gece ben bir rüya gördüm, bu hak bir rüyadır,
bunu iyi belleyin..."
b)
Bir rivayette: "...Bana gelen iki melek gördüm" demiştir ve rivayetin sonunda iki meleğin Cibrîl ve
Mikâil olduğu belirtilmiştir.
c)
Bir rivayette fırın şöyle tasvir edilir: "Aşağısı geniş, yukarısı dar,
altında da ateş yanmakta idi."
d)
Adn cennetiyle ilgili safhada şu ziyade var: "(Arkadaşlarım) beni bir eve
götürdüler, öylesi güzel bir ev görmemiştim.
İçinde yaşlı, genç, erkek ve kadınlar vardı. Sonra beni oradan çıkarıp bundan
daha güzel bir eve götürdüler."
e)
Kur'ân'ı terkedenlerle ilgili olarak şu
ziyade vardır: "...Allah kendisine Kur'ân'ı öğretmiştir de o, gece okumayıp uyumuş, gündüz de onunla
amel etmemiştir."
f)
Ebû Umâme'nin rivayetinde şöyle bir farklılık var: "Sonra beraberce gittik
manzaraca en korkunç, kokuca en kerih, tıpkı helâ gibi kokan bir kısım kadın ve
erkeklerle karşılaştık. "Bunlar kim" dedim. "Bunlar zâni ve
zâniyelerdir" dedi. Sonra tekrar yürüdük, bir kısım ölülere rastladık, çok
fazla şişmişti ve çok berbat şekilde koku neşrediyorlardı. "Bunlar
kim?" dedim. "Bunlar, dedi, kâfirlerin ölüleridir." Sonra
yine yürüdük, ağaçların gölgesinde
uyuyan kimselere rastladık. "Bunlar
kim?" dedim. "Bunlar, dedi, Müslümanların ölüleridir." Sonra
yine yürüdük yüzce en güzel, kokuca en tatlı insanlarla karşılaştık.
"Bunlar kim?" dedim. "Bunlar, dedi, sıddîkler ve
sâlihlerdir."[24]
5-
BAZI HÜKÜMLER
Ulemâ,
bu hadisten birçok hükümler çıkarmıştır. Mühim olan birkaçı:
1-
İsrâ (Mi'raç) hadisesi bazan uyanık, bazan da uykuda olmak üzere birçok kereler vukua gelmiştir.
2-
Âsilerden bir kısmı berzahta (kabir) hayatında azab çekmektedirler.
3-
İlmi önce mücmel olarak verip, sonra tefsir etmek evlâdır, böylece zihin,
derli toplu olarak yakalama imkânına
kavuşur.
4-
Farz namazlarda uyumaya ve ezberledikten sonra Kur'ân'ı terke karşı tahzir
(sakındırma) var.
5-
Zina, riba, yalan gibi belli başlı günahlara karşı tahzir ve uyarı var.
6-
Şehidlerin fazileti, cennette en yüce makamı tuttukları belirtilmiştir.
7-
Hz. İbrahim'in makamı, şehidlerinkinden de yüksektir.
8-
Günah ve sevapları eşit olanları Allah affedecektir. Ya Rab! Bizi de bu
affedilenler arasına kat!
9-
Sormak, (anlatmak) tâbir ettirmek gibi davranışlarla rüya meselesine ihtimam
göstermek gerekir.
10-
Rüyanın sabah namazından sonra tâbir edilmesi efdaldir.
11-
Farzdan sonra, namaza bağlı nafile
(ratibe) yoksa selam verince imamın cemaate dönmesi müstehabtır. Hitap, vaaz, ifta gibi maksadlar hâsıl
olunca kıbleye dönmeyi terkedip, cemaate yönelmek mekruh değildir.[25]
ـ2ـ وعنه
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: قال
رسولُ اللّه #:
نَحْنُ
اŒخِرُونَ
السَّابِقُونَ
وَبَيْنَا
أنَا نَائمٌ
إذْ أوتِيتُ
خَزَائنَ ا‘رْضِ
فَوُضِعَ في
يَدِى
سِوَارَانِ
مِنْ ذَهَبٍ فَكَبُرَا
عَلىَّ
وَأهمَّانِى.
فَأُوحِىَ إلىَّ
أنِ
انْفُخْهُمَا
فَنَفَخْتُهُمَا
فَطَارَا
فَأوَّلْتُهُمَا
الْكَذَّابَيْنِ
اللَّذَيْنِ
أنَا
بَيْنَهُمَا:
صَاحِبُ
صَنْعَاءَ،
وَصَاحِبُ
اليَمَامَةِ[.
أخرجه
الشيخان
والترمذى .
2. (965)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Biz
öne geçen sonuncularız. Ben uyurken bana arzın hazineleri getirildi. Elime
altından iki bilezik kondu. Bunlar benim nazarımda büyüdüler ve beni
kederlendirdiler. Bana: "Bunlara üfle" diye vahyedildi. Ben de
üfledim, derken uçup gittiler. Ben bunları, çıkacak olan ve aralarında
bulunduğum iki yalancı olarak te'vil ettim: Birisi San'a'nın lideri , diğeri de Yemâme'nin lideridir."
[Buharî, Ta'bir 40, 70; Müslim, Rüya,22, (2274), Tirmizî, 10, (2293).][26]
AÇIKLAMA:
Hadiste
Resul-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm), Müslümanların, dünyada iken en son
kitap verilen ümmet de olsalar, âhirette hesabı ilk defa verecek ve ilk defa
cennete girecek ümmet olacaklarını ifade buyurmaktadır. Resûlullah'a getirilmiş
olan hazinelerden muradın İslamî fetihlerle
İran, Bizans gibi fethedilen yerlerden elde edilen ganimetler olduğu
belirtilmiştir.
Bileziklerin
Hz. Peygamber'in "nazarında büyülmesi"ni, hayret etmesi, şaşırması,
ağrına gitmesi, dikkatini çekmesi gibi mânalarda anlamak gerekmektedir; maddî
ağırlık veya hacimlerinin artması şeklinde bir büyüme değil. Kurtubî'nin
açıklamasına göre, altından mâmul zinet eşyası Müslüman erkeklere haram olması
sebebiyle Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) eline konan altın bilezikleri
(rüyasında) taaccüble, hayretle karşılayıp kederleniyor, üzülüyor.
Hadiste
geçen vahiyden murad ilhamdır, irşaddır. Üflemek, kolay bir amel
olması sebebiyle, rüyada üfleme görmenin, kolaylığa, önüne çıkan
herhangi bir engelin kolaylıkla izale edileceğine delil olduğu belirtilmiştir.
"Üfleme kelâmdır" diyen de olmuştur.
Üflemekle
uçup gitmeleri, ortaya çıkacak yalancıların çok fazla zahmet çekilmeden
bertaraf edileceklerine, mânen hakâret, değersizlik içinde bulunduklarına
delâlet ettiği, "aralarında bulunduğum" tâbiriyle, rü'yanın
anlatıldığı sıra onların hayatta olduğuna delâlet ettiği ifade edilmiştir.
Bunlardan
maksad San'a'da çıkıp peygamberlik iddia eden Esved el-Ansî ile, Yemâme'de
çıkıp yine aynı bâtıl iddialara girişen Müseylimetü'l-Kezzâb'tır. Bunlardan her
ikisi de daha Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sağlığında ortaya çıkıp,
etrafında adam toplamış kimselerdir. Esved, Resûlullah henüz hayatta iken
tepelenebilmiş ve öldürülmüş, Müseylime ile Resûlullah'ın vefatından sonra
savaşılmış ve Hz. Ebu Bekir zamanında tepelenmiştir.
Hz.
Peygamber'in altın bilezikleri yalancılarla te'vil etmesi, erkeğe zinet
verilmiş olmasına dayanır. Çünkü erkeğe, haram olan bir şeyin verilmesi,
yerinde olmayan bir iş yapılmasıdır.
Yalancılar da böyledir, yerini bulmayan,
sahte iddialarda bulunurlar.
Bu
rüyada geçen "iki el" iki memleketle te'vil edilmiştir. San'a ve
Yemâme ahalileri aslında Müslüman olarak İslâm'a "iki el", iki
yardımcı durumuna gelmişlerdi. Buralarda çıkan iki sahtekâr, yalancı ve
aldatıcı sözlerle halkı etrafında toplayıp iğfal etmiştir. Şu halde altın
bilezikler iki yalancıya delâlet etmiş, o iki "el"de (beldede) çıkmışlardır.[27]
ـ3ـ وعن أبى
موسى رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّه #:
رَأيْتُ في
المَنَامِ
أنِّى أُهَاجِرُ
مِنْ مَكَّةَ
إلى أرْضٍ
بِهَا
نَخْلٌ، فَذَهَبَ
وَهَلِى إلى
أنَّهَا
اليَمَامَةُ.
أوْ هَجَرُ،
فَإذَا هِىَ
الْمَدِينَةُ
يَثْرِبُ،
وَرَأيْتُ في
رُؤْيَاىَ
هذِهِ أنِّى
هََزَزْتُ
سَيْفاً
فَانْقَطَعَ
صَدْرُهُ فَإذَا
هُوَ
مَاأصِيبَ
بِهِ
الْمُؤمِنُونَ
يَوْمَ
أحُدٍ، ثُمَّ
هَزَزْتُهُ
أخْرى
فَعَادَ
أحْسَنَ مِمَّا
كانَ، فَإذَا
هُوَ مَا
جَاءَ اللّهُ
بِهِ مِنَ
الْفَتْحِ
وَاجْتِمَاعِ
الْمُؤْمِنِينَ،
وَرَأيْتُ
فِيهَا
أيْضاً
بَقَراً وَاللّهِ
خَيْرٌ.
فَإذَا هُمُ
النَّفَرُ مِن
الْمُؤمِنِينَ
يَوْمَ
أحُدٍ،
وَإذَا الخَيْرُ
مَا جَاءَ
اللّهُ
تَعالى بِهِ
مِنَ
الْخَيْرِ
وَثَوَابِ
الصِّدْقِ
الَّذِى
آتَانَا
اللّهُ تَعالى
بَعْدُ
يَوْمَ
بَدْرٍ[.
أخرجه
الشيخان.»وَالْوَهَلُ«
بالتحريك
الوهم.
3.(966)- Ebu Musa (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Rüyamda
kendimi Mekke'den, hurma ağaçları bulunan bir
beldeye hicret ediyorum gördüm. Ben bunu, hicretimin Yemâme'ye veya
Hacer'e olacağı şeklinde tahmin etmiştim, meğer Yesrib şehrine imiş. Bu rüyamda
kendimi bir kılıncı sallıyor gördüm, kılıncın başı kopmuştu. Bu, Uhud
Savaşı'nda mü'minlerin maruz kaldıkları musibete delâlet ediyormuş. Sonra
kılıncımı tekrar salladım. Bu sefer, eskisinden daha iyi bir hal aldı. Bu da,
Cenab-ı Hakk'ın fetih ve Müslümanların biraraya gelmeleri nev'inden lutfettiği nimetlerine delâlet etti. O aynı
rüyamda sığırlar ve Allah'ın (verdiği başka) hayrını gördüm. Sığırlar Uhud
gününde mü'minlerden bir cemaate çıktı, (gördüğüm başka) hayır da Allah'ın
Bedir'den sonra (nasib ettiği fetihlerin) hayrı ve bize Rabbimizin lutfettiği (Bedru'l-Mev'id)
sıdkının sevabı olarak çıktı." [Buhari, Ta'bir 39, 44, Menakıb 25, Meğazî
9, 26, Menâkıbu'l-Ensâr 45; Müslim, Rü'ya 20, (2272).][28]
AÇIKLAMA:
Bu
hadis, rüya mübhemiyetine uygun bir mübhemlik ve anlaşılmasında zorluk hasıl
olmuş bir rüya'yı Nebevîdir. Şârihler
rivayetin muhtelif tâbirlerini açıklamada farklı yorumlara gitmişlerdir.
Biz
mealdeki mânayı tesbit ederken İbnu Hacer'in izahını esas aldık. Buna göre:
1-
Hecer, Bahreyn'de Abdulkays kabilesinin ikamet ettiği bir diyarın ismidir.
Medine yakınlarında aynı ismi taşıyan küçük bir köyün kastedildiği de
söylenmiş, hatta başka ihtimaller üzerinde de durulmuştur, ancak sahih olan
önceki söylediğimizdir.
2-
Yesrib, Medine'nin eski adıdır, kaliteli hurmalarıyla meşhur idi.
3-
Resûlullah ashabını kılıçla ifade etmiştir. Kılıç sallaması, düşmanla
cihadıdır. Başının kopması Uhud'da Müslümanların maruz kaldığı musibete
yorulmuştur. Bazı rivayetlerde kılıçta gedik açılmış olduğu ifade edilmiş ve bu
da ailesinden birinin (Hz. Hamza'nın) şehid düşeceği şeklinde, tarafından,
yorumlanmıştır. Bazı rivayetler bu kılıncın Zülfikâr olduğunu tasrih eder.
4-
Kılıncın tekrar sallanması, mücâdelenin devamı, kılıçtaki kopukluğun düzelmesi,
müteakip savaşlarda Müslümanların zafere ereceklerinin alâmeti bilinmiştir. Tâbirciler
kılıcı değişik yorumlara tâbi tutmuşlardır: Meselâ rüyada kılıç elde eden "kuvvet elde
eder", "valilik elde eder", "emanet (vedia) elde
eder", "zevce elde eder", "çocuk elde eder", keza
"kılıncı kınına koyan evlenir", "birisiyle onun kılıncından daha
uzun kılıçla vuruşan ona galebe çalar", "kılıç kuşanan bir işe
girer" vs. gibi.
5-
Görülen sığırlar, Uhud'da şehid düşen Müslümanlara yorulmuştur. Hadisin farklı
rivayet ve okunuşları, "Allah'ın bu ölümde hayır kılacağı" veya
"bu ölümden sonra Allah'ın hayırlar (zaferler) vereceği" gibi değişik
yorumlara imkân tanımıştır. Bir yoruma göre, Hz. Peygamber: "Allah'a kasem
olsun Allah'ın yaptığında (Uhud'daki musibette) hayır gördüm, hayır var"
demiştir.
6-
Bedir'den sonraki fetihlerden maksad, Hayber'in fethi ve Mekke'nin fethidir.
Hadiste geçen, اتانَا
اللّهُ
تَعالى
بَعْدَ يَوْم
بَدْرٍ
ibaresinde
بعد kelimesi bâzı rivayetlerde بعْدُ bazı rivayetlerde بَعْدَ şeklinde gelmiştir. Buna göre te'vil de farklı
olmuştur. بَعْدُ Okununca mânâ Uhud'dan sonra demektir ve bu
durumda يوم kelimesi de nasb yapılarak يَوْمَ
بَدْرٍ
okunması
icabeder. Mâna şu olur: "(Gördüğüm başka)
hayır da, Allah'ın (Uhud' dan) sonra
Bedr(u'l-Mev'id) günü sıdkımıza sevab olarak verdikleri ile sonradan verdiği (ganimet, başarı nev'inden) hayra
çıktı." Bunun mânası şudur: "Bedir günü verilen" deyince, müşkil
bir durum çıkmaktadır. Çünkü, Bedir Savaşı Uhud Savaşı'ndan öncedir. Halbuki
anlatılan tarihî ve mantıkî sıraya göre
Uhud'dan sonrası sözkonusu. Alimler bunu şöyle çözerler: Hadiste geçen Bedir'den maksad Bedrü'l-Mev'id denen ikinci
Bedir Gazvesi'dir. Bu ikinci Bedir, Uhud'dan sonradır. Uhud Savaşı bitip,
Mekkeliler muzafferâne çekilirken Müslümanlarla aralarında söz düellosu olur. İşte bu düello esnasında, müteâkip sene Bedir'de ikinci kere
buluşmak üzere anlaşırlar. Resûlullah, ertesi yıl hacc mevsiminde Bedr'e gider,
fakat Mekkeli müşrikler gelmezler. Böylece Müslümanlar savaş yapmadan bol
ticaret yaparak dönerler. Bu ikinci Bedir Gazvesi, önceden anlaşılarak tesbit
edildiği için buna Bedrü'l-Mev'id denmiştir.
Hadiste
geçen sevâbu'ssıdk tâbiri gerçekten bu seferin vasfını ifade eder. Zira
Müslümanlar, müşriklere verdikleri sözü tutmakla sıdk üzere hareket etmiş
oldular. Bunun Allah indinde uhrevî sevâbı olduğu gibi, Müslümanlara moral,
müşriklere gözdağı ve korku olması haysiyetiyle siyasî, dünyevî sevab da elde
edilmiştir. Hadisin son kısmında geçen ve Allah'ın verdiklerinden olarak
zikredilen "hayır" ile bu Bedri'l-Mev'îd Seferi sırasında yapılan
kârlı ticaret dahi kastedilmiş olabilir.
İbnu
Hacer, hadisin bu veçhinden şu sonucu çıkarır: "Hz. Peygamber rüyasında
sığır ve hayır görmüştür. Sığır, Uhud'da öldürülenlerle te'vil edilmiştir. Hayır da Mekke fethine kadar yapılan Bedir ve
diğer savaşlarda cihad için Müslümanların izhar ettikleri sıdk ve sabırdan
dolayı kazandıkları sevabla te'vil edilmiştir. Cenab-ı Hakk da onlara
mükâfeten, Uhud'dan sonraki Kureyza, Hayber ve diğer zaferleri müyesser
kılmıştır."[29]
ـ4ـ وعن أنس
رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]سَمِعْتُ
رسولَ اللّه #
يَقُولُ:
رَأيْتُ
اللَّيْلَةَ
فِيمَا
يََرَى
النَّائمُ
كَأنِّى في
دَارِ عُقْبَةَ
بْنِ
رَافِعٍ،
وَأُتِيتُ
بِرُطَبٍ
مِنْ رُطَبِ
ابْنِ طَابَ
فَأوَّلْتُهُ
أن الرِّفْعَةَ
لَنَا في
الدُّنْيَا،
وَالْعَاقِبةَ
في اŒخِرَةِ،
وَأنَّ
دِينَنَا
قَدْ طَابَ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود .
4. (967)- Hz. Enes (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in şöyle söylediğini
işittim:
"Ben
bu gece, rü'yamda, kendimi Ukbe İbnu Râfi'in evinde imişim gördüm. Orada bana
İbnu Tâb denen cinsten taze hurma getirildi. Ben bu rüyayı şöyle te'vil ettim:
"Yükselme dünyada bizimdir, âhirette de hayırlı âkibet bizimdir, dinimiz
de tamamlanmıştır." [Müslim, Rü'ya 18, (2270); Ebu Dâvud, Edeb 96,
(5026).][30]
AÇIKLAMA:
Bu
rivayette Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in güzel isimlerle tefe'ülü
rüyaya da tatbik ettiğini görmekteyiz. Tefe'ül, uğur çıkarmak, hayra yormaktır.
Resûlulah (aleyhissalâtu vesselâm) teşâümü, yani şundan bundan uğursuzluk çıkarmayı
reddederken, uğur çıkarmayı reddetmemiştir.
Bu
rivayete göre, Hz. Peygamber rüyada kendisini Ukbe İbnu Râfi'in evinde görmüş.
Ukbe'yi aynı kökten gelen ukbâ, âkibet kelimeleriyle te'vil etmiştir.
Râfi,
yüksek, yükselen gibi mânâlar ifade eder. Bundan rif'at (yükseliş)'e geçerek bu
isimleri: "Dünyada yükseliş bize,
ahirette hayırlı âkibet bize" şeklinde te'vil etmiştir. Esasen bu
mânalarda ayetler mevcuttur:
والْعَاقِبَةُ
لِلْمُتَّقِينَ "Akibet
muttakilere aittir" (A'raf 128), keza: وَاَنْتُم
ا‘عْلَوْنَ
إنْ كُنْتُمْ
مُؤْمِنِينَ "İnanıyorsanız mutlaka galipsiniz" (Âl-i İmran 139)
gibi..
Keza,
ikram edilen hurmanın ismi İbnu Tâb'dır. Burada tâb, tayyib yani güzel,
mükemmel mânâsına gelir. Medineli bir şahsın adı ise de bir hurma çeşidi de o
adla şöhret bulmuştur. Resûlullah, bu ismi de dinin kemâle ermesiyle te'vil buyurmuştur. Dinin
kemâli, kâide ve hükümlerinin kesinleşip istikrarını bulması, medenî hayatta
ihtiyaç duyulmakta olan hususta gerekli prensiplerin, kaidelerin konmasıdır.
Nitekim en son nâzil olan âyetlerin birinde meâlen: "Bugün size dininizi tamamladık"
(Mâide 3) buyurulmuştur.
Bu
rivayetlerden hareket eden Müslüman tâbirciler, rüyada iyi isim görmeyi hep
iyiye yorma prensibini vaz' etmişlerdir. Hadiste ifâde edilen hükümlerin,
Kur'ân ayetleriyle tesbit edildiği nazar-ı dikkate alınınca, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın bu hadisi irad etmede asıl gayelerinden birinin, rüya tâbirinde bu
prensibi vaz'etmek olduğu söyenebilir. Ayrıca, çocuklara ve diğer eşyaya
verilecek isimlerin güzel olması hususundaki tavsiyelerine bir takviye gâyesi
de gözükmektedir.[31]
ـ5ـ وعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قال رسولُ
اللّه #:
رَأيْتُ
امْرَأةً
سَوْدَاءَ
ثَائِرَةَ
الرَّأسِ
خََرَجَتْ
مِنَ الْمَدِينَةِ
حَتَّى
نَزَلَتْ
بِمَهْيَعَةٍ
وَهِىَ
الجُحْفَةُ؛
فَأوَّلْتُ
أنَّ وَبَاءَ
الْمَدِينَةِ
نُقِلَ
إلَيْهَا[.
أخرجه البخارى
والترمذى .
5. (968)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle demişti:
"Ben
(rüyamda), saçları karma karışık siyah bir kadının Medine'den çıkıp Mehyea'ya
indiğini gördüm. Burası Cuhfe'dir. Ben bunu, Medine'deki vebanın oraya
nakledilmesine yordum." [Buharî, Ta'bir 41, 42, 43; Tirmizî, Rü'ya 10,
(2291).][32]
AÇIKLAMA:
1.
Hadiste Mehyea ile ilgili bir açıklama var: "Burası Cuhfe" diye. Bu
açıklamanın, birçok rivayette
bulunmamasından hareket eden şârihler, bunun bir derc olduğunu ve bu açıklayıcı
derci hadisin râvilerinden Musa İbnu Ukbe'nin
ilâve ettiğini söylemişlerdir.
2-
Cuhfe, Mu'cemu'l-Büldan'ın verdiği bilgiye göre, Mekke-Medine yolu üzerinde,
Mekke'den dört merhale mesafede bir yerin adıdır. Mekke' ye gelen Mısır ve
Şamlıların, Medine'den geçmedikleri takdirde, mîkat (ihram giyme) mahalleridir.
Medine'den geçerlerse Zü'l-Huleyfe olur.
3-
Müslümanlar Medine'ye hicret ettikleri
zaman buranın havası Mekkelilere yaramamış, hep hummaya (ateşli hastalık, sıtma)
yakalanmışlar, Mekke'ye karşı özlem duymaya başlamışlardır. Bunun üzerine
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): اَللّهُمَّ
حَبِّبْ
اِلَيْنَا
الْمَدِينَةَ...
وَانْقُلْ
حُمَّاهَا
إلى الْجُحْفَةِ "Ya
Rabb, bize Medine'yi sevdir... hummâsını da Cuhfe'ye naklet" diye dua
buyurmuştu. Şu halde Resûlullah bu duasının Allah tarafından kabul edildiğini,
hummanın Medine'den çıktığını bu rüya ile ashabına (radıyallahu ahnüm ecmain)
müjdelemiş olmalıdır.
4-
Yorumcular siyah (sevdâ) kelimesi ile
kötülük السوء ve
hastalığın الداء ifâde edildiğini kabul etmişlerdir. Saçların
karışıklığını da kötülük ve şer yaymakla yorumlamışlardır.[33]
ـ6ـ وعن ابن
عمر رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]كانَ
الرَّجُلُ في
حَيَاةِ
رسولِ اللّهِ
# إذَا رآى
رُؤْيَا
قَصَّهَا
عَلَيْهِ، وَكُنْتُ
غَُماً
شَابّاً
عَزَباً
أنَامُ في الْمَسْجِدِ،
فَرَأيْتُ في
الْمَنامِ
كَأنَّ
مَلَكَيْنِ
أخَذَانِى
فَأتَيَا بِى
إلى النَّارِ،
فَإذَا هِىَ
مَطْوِيَّةٌ
كَطَىِّ
الْبِئْرِ،
وَإذَا لَها
قَرْنَانِ
كَقَرْنَى
البِئْرِ،
فَإذَا
فِيهَا
أنَاسٌ قَدْ
عَرَفْتُهُمْ
فَجَعَلْتُ
أقُولُ
أعُوذُ
بِاللّهِ
مِنَ النَّارِ
ثََثاً.
فَلَقِيَهُمَا
مَلَكٌ آخَرُ
فَقالَ لِى:
لِمَ تُرَعْ؟
فَقَصَصْتُهَا
عَلى
حَفْصَةَ
فَقَصَّتْهَا
حَفْصَةُ
عَلى رسولِ
اللّه #
فقَالَ:
نِعْمَ
الرَّجُلُ
عَبْدُاللّهِ
لَوْ كانَ
يُصَلِّى
مِنَ اللَّيْلِ.
قَالَ سَالم:
فَكَانَ
عَبْدُاللّهِ
بَعْدَ ذلِكَ
َ يَنَامُ
مِنَ
اللّيْلِ إَّ
قَلِيً[.
أخرجه الشيخان
6. (969)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında kişi,
bir rüya görecek olsa onu aleyhissalâtu vesselâm efendimize anlatırdı. O
sıralarda ben genç, bekâr bir delikanlıydım, mescidde yatıp kalkıyordum. Bir
gün rüyamda, iki meleğin beni yakalayıp cehennemin kenarına kadar
getirdiklerini gördüm. Cehennem kuyu çemberi gibi çemberlenmişti. Keza (kova
takılan) kuyu direği gibi iki de direği vardı. Cehennemde bazı insanlar vardı
ki onları tanıdım. Hemen istiâzeye başlayıp üç kere: "Ateşten Allah'a
sığınırım" dedim. Derken beni getiren iki meleği üçüncü bir melek
karşılayıp, bana: "Niye korkuyorsun? (korkma)" dedi.
Ben
bu rüyayı kızkardeşim Hafsa (radıyallahu anhâ)'ya anlattım. Hafsa da Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a anlatmış. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"-
Abdullah ne iyi insan, keşke bir de gece
namazı kılsa!" demiş.
Sâlim
der ki: "Abdullah bundan sonra geceleri pek az uyur oldu!" [Buhârî,
Ta'bir, 35, 36, Salât 58, Teheccüt 2, Fedâilu'l-Ashâb 19; Müslim,
Fedâilu's-Sahâbe 140, (2479).][34]
AÇIKLAMA:
1-
Kurtubî diyor ki: "Şâri (Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Abdullah
(radıyallahu anh)'ın rüyasını iyiye yormuştur, çünkü Abdullah önce ateşe
getirildiği halde kendisine "niye korkuyorsun, korkma!" tesellisiyle
ateşe atılmaktan affedilmiştir, bu onun salih oluşuna delildir. Kusuru, gece
namazı kılmaması idi. Böylece bu rüya onun salâbetine mükâfaten bir tembih ve
uyarı oldu. Bu sayede anladı ki, gece namazı, ateşten, ateşe yakınlaşmaktan
koruyan belli başlı tedbirlerden biridir. Bunun için Abdullah (radıyallahu anh)
ölünceye kadar gece namazını terketmemiştir."
2-
Şârih Mühellib: "Bundaki sır Abdullah'ın mescidde yatmasıdır. Zira
mescidin şe'ni ve hakkı, içinde ibadet edilmesidir. Ateşle korkutulmak
suretiyle bu eksikliği uyarılmış oldu" der.
3-
Hadis, gece namazının ehemmiyetini, bu namazın cehennemden korunmaya müessir
bir çare olduğunu göstermektedir.
4-
Hadiste, "Kadına rüya anlatılmamalı" diyen yorumculara da cevap var.
Bunun câiz olduğu görülmektedir. Ayrıca mescidde yatıp kalkmanın câiz oluğu da
anlaşılmaktadır. [35]
ـ7ـ وفي
روايةٍ قال:
]رَأيْتُ في
المَنَامِ كَأنَّ
في كَفِّى
سَرَقَةً
مِنْ حَرِيرٍ
َ أرِيدُ بِهَا
مَكَاناً في
الجَنَّةِ
إَّ طَارَتْ
بِى إلَيْهِ
فَقَصَصْتُهَا
عَلى
حَفْصَةَ
فَقَصَّتْهَا
عَلى رسولِ
اللّهِ #
فقَالَ: إنَّ
أخَاكِ
رَجُلٌ
صَالِحٌ[»السَّرَقَةُ«
بتحريك الراء:
قطعة من
جَيِِّد
الحرير .
7. (970)- Abdullah İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) bir başka rivayette şöyle demektedir: "Rüyamda,
avucumda seraka denen iyi cins ipekten
bir parça gördüm, cennette, her nereyi arzu etsem beni oraya uçuruyordu. Bu
rüyamı Hafsa (radıyallahu anhâ)'ya anlattım. O da Resûlullah'a anlatmış.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Kardeşin sâlih bir kimse"
diye yormuş." [Buhârî, Ta'bir 25;
Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 139, (2478).][36]
AÇIKLAMA:
1-
Abdullah İbnu Ömer'in cehenneme götürülmesi gibi cennete götürülmesiyle de ilgili rüyası var.
Bunlar ayrı ayrı rüyalardır. Yukarıda cennete girişiyle ilgili rüyayı
görüyoruz. Muhtemelen bunu muahharan, gece ibadetlerine başladıktan sonra
görmüş olmalı. Hadisin bir başka vechinde Resûlullah önceki hadiste olduğu
gibi, "Abdullah sâlih bir kimsedir, bir de gece namazı kılsa"
buyurmuştur.
2-
Bazı şârihler, bu hadisin kaydedildiği
babtan bir önce yer alan, عَمُودُ
الْفُسْطَاطِ
تَحْتَ وِسَادَتِهِ "Rüyada
yastığının altında çadır direği gören" adındaki bab başlığı ile bunu
birleştirip, İbnu Ömer'in rüyada, yastığının altında çadır direği de gördüğünü
ifade edip, yorumlarının vüs'atini geniş tutmuşlardır. Kaydedilecek "şârih
yorumları" yorum olarak muteber kabul edilse de İbnu Hacer'in açıklamasına
göre, Abdullah İbnu Ömer'in rüyada yastığının altında çadır direği görmesini
rivayetler doğrulamamıştır.
3-
Rüyada görülen direk İslâm'la yorumlanmıştır. Keza ipek de din ve ilimle, dinle
kazanılan şerefle yorumlanmıştır. "Onu elde eden, ahirette, cennette
istediği yere, onun sayesinde gidebilir" denmiştir.
4-
Rüyada cennete girmek, uyanık halde girmeye delil kabul edilmiştir. Çünkü hadisin bir vechinde rüyası
cennete girenin yakaza halinde gireceğine dair nassî ifade vardır. Rüyada,
cennete girmek, İslâm'a girmekle de yorumlanmıştır, çünkü cennete girmenin
yegâne vasıtası İslâm'a girmektir.
5-
İpeğin uçması kuvvete delildir. Yâni cennette istediği yere gidebilecek güce,
mânevî yüceliğe sahip demektir.[37]
ـ8ـ وعن أبى
بكرة رَضِىَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّه #
ذَاتَ يَوْمٍ:
مَنْ رآى
مِنْكُمْ
رُؤْيَا؟
فقَالَ
رَجُلٌ: أنَا
رَأيْتُ كأنَّ
مِيزاناً
نَزَلَ مِنَ
السَّمَاءِ
فَوُزِنْتَ
أنْتَ وَأبُو
بَكْرٍ
فَرَجَحْتَ
أنْتَ بِأبِى
بَكْرٍ،
وَوُزِنَ
أبُو بَكْرٍ
وُعَمَرُ فَرَجَحَ
أبُو بَكْرٍ
وَوُزِنَ
عُمَرُ وَعُثْمَانُ
فَرَجَحَ
عُمَرُ. ثُمَّ
رُفِعَ الْميزَانُ
فَرَأيْنَا
الْكَراهَةَ
في وَجْهِ
رسولِ اللّهِ #[.
أخرجه أبو
داود
والترمذى .
8. (971)- Ebu Bekre (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gün:
"-
Sizden bir rüya gören var mı?" diye sual buyurdular. Cemaatten bir adam:
"-
Evet ben (şöyle bir rüya gördüm): Sanki gökten inmiş bir terazi vardı. Siz ve
Ebu Bekir tartıldınız. Sen, Ebu Bekir'den ağır geldin. Ebu Bekir'le Ömer de
tartıldılar. Ebu Bekir ağır geldi. Sonra Ömer'le Osman tartıldılar. Ömer ağır
bastı. Sonra terazi kaldırıldı" dedi.
(Adam
sözünü bitirince) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın mübarek yüzlerinde
memnuniyetsizlik gördük." [Ebu Dâvud, Sünnet 9, (4634), Tirmizî, Rüya 10,
(2288).][38]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivayette Hz. Ali ile Hz. Osman (radıyallahu anhümâ) arasında efdaliyet
hususunda bazılarınca ileri sürülen ihtilafın
bir sebebi görülmüştür.
2-
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in memnuniyetsizlik izhar etmesini,
şârihler terâzinin kaldırılmış olma haberinden, işlerin Hz.
Ömer'in hilâfetinden sonra kötüleşerek fitne çıkacağı yorumuna ulaşması ile
izah ederler. Mamafih: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)' in,
Ashab'tan sadece cüz'î bir kısmının
hayırlı kılınmalarına ve efdaliyetin üç kişiye inhisar ettirilmiş olmasına vâkıf olmaktan
üzüldüğünü" söyleyenler de olmuştur. Üzüntünün sebebini bunda görenlere
göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ashabından birçoğunun bu şekilde
müstesna bir fazilete erdiklerini ümid
etmiş idi. Bu rüya ile Cenab-ı Hakk, tafdilin
bunlarda son bulduğunu bildirmiş
oldu, bu da Resûlullah'ı üzdü.
3-
Mizan'dan muradın, Hz. Osman zamanına kadar devam eden ictimâî hayattaki
intizam ve İslâm'ın parlaması olabileceği de söylenmiştir. Bir de muvâzene
herhangi bir münâsebetle birbirine yakın
olan farklı şeyler arasında mevzubahis olur. Fark büyürse, muvâzene bozulur, intizam kalmaz ve terazilemeye gerek
kalmaz, terazi de kaldırılır. Öyle ise Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
terazinin kaldırılmasını bu şekilde te'vil ettiği için üzülmüş olmalıdır. [39]
ـ9ـ وعن ابن
عباس رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]أتى
رَجُلٌ
النَّبىَّ #
فقَالَ:
رَأيْتُ
اللَّيْلَةَ
كَأنَّ
ظُلَّةً تَنْطفُ
السَّمْنَ
وَالْعَسَلَ،
وََأرى نَاساً
يَتَكَفَّفُونَ
مِنْهَا
بِأيْدِيِهِمْ
فَالْمُسْتَكْثِرُ
وَالْمُسْتَقِلُّ،
وَإذَا
سَبَبٌ
وَاصِلٌ مِنَ
ا‘رضِ إلى
السَّمَاءِ
وُارَاكَ
أخَذْتَ بِهِ
فَعَلَوْتَ،
ثُمَّ أخَذَ
بِهِ رَجُلٌ
بَعْدَكَ
فَعََ، ثُمَّ
أخَذَ بِهِ
أخَرُ فَعََ،
ثُمَّ أخَرُ
فَانْقَطَعَ
بِهِ، ثُمَّ
وُصِلَ لَهُ
فَعَ، فقالَ
أبُو بَكْرٍ:
يَا رسُولَ
اللّهِ
بِأبِى أنْتَ
وَأمِّى؛ لَتَدَعَنِّى
فَأعَبِّرُهَا.
فقَالَ:
اعْبُرْهَا.
فقَالَ: أمَّا
الظُّلَّةُ
فَظُلّةُ ا“سَْمِ.
وَأمَّا
الَّذِى
يَنطُفُ مِنَ
السَّمْنِ
وَالْعَسَلِ
فَالْقُرآنُ
حََوَتُهُ
وَلِينُهُ.
وَأمَّا مَا
يتَكَفُّفُ
النَّاسُ
مِنْ ذلِكَ:
فَالْمُسْتَكْثِرُ
مِنَ
الْقُرآنِ والمُسْتقلُّ.
وَأمَّا
السَّبَبُ
الوَاصِلُ
مِنَ
السَّمَاءِ
إلى ا‘رْضِ
فَالحَقُّ
الَّذِى
أنْتَ عَلَيْهِ،
تَأخُذُ بِهِ
فَيُعْلِيكَ
اللّهُ، ثُمَّ
يَأخُذُ بِهِ
رَجُلٌ
بَعْدَكَ
فَيَعْلُو
بِهِ، ثُمَّ
يَأخُذُ بِهِ
رَجُلٌ آخَرُ فَيَعْلُو
بِهِ ثُمَّ
يَأخُذُ بِهِ
رَجُلٌ فَيَنْقَطِعُ
بِهِ، ثُمَّ
يُوصَلُ لَهُ
فَيَعْلُو
بِهِ.
فَأخْبِرْنِى
يَا رسَول
اللّهِ
بِأبِى أنْتَ
وَأمِّى؛
أصَبْتُ أمْ
أخْطَأتُ؟
فقَالَ رسولُ
اللّه #:
أصَبْتَ
بَعْضاً
وَأخْطَأتَ بَعْضاً.
فقَالَ:
وَاللّهِ
لَتُحَدِّثَنِّى
بِالَّذِى
أخْطَأْتُ.
فقَالَ # َ
تُقْسِمْ[. أخرجه
الخمسة إ
النسائى.»الظُلَّةُ«
شبه السحابة.
»واَلسَّبَبُ«
الحبل .
9. (972)- İbnu Abbas (radıyallahu
anhümâ) anlatıyor: "Bir adam Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelerek
şu rüyayı anlattı:
"Bu
gece rüyamda buluta benzer bir şey gördüm, ondan yağ ve bal yağıyordu. İnsanlar
da ellerini açıp bu yağmurdan almaya çalışıyorlardı. Azıcık alan da vardı,
çokça alabilen de. Derken arzdan semaya kadar uzanan bir ip gördüm. Siz o ipe
yapışıp çıktınız. Sizden sonra birisi ona tutunup o da çıktı. Sonra bir diğeri yükseldi, sonra
bir diğeri daha ipe tutundu, ama ip koptu. Ancak onun için ipi eklediler, o da
yükseldi."
Hz.
Ebu Bekir (radıyallahu anh) atılarak:
"-
Ey Allah'ın Resûlü, Annem babam sana kurban olsun, müsâade buyursanız ben
yorayım!"
dedi.
Resûlullah da:
"-
Pekala, yor!" dedi. Hz. Ebu Bekir şunları söyledi:
"-
O bulutumsu gölgelik, İslâm bulutudur. Ondan yağan bal ve yağ Kur'ândır.
Kur'ân'ın (bal gibi) halâveti ve (yağ gibi) yumuşaklığıdır. İnsanların bundan
avuç avuç almaları Kur'ân'dan kiminin çok, kiminin az miktarda istifadeleridir.
Arzdan semaya inen ip ise, senin getirdiğin hakikattir. Sen buna yapışmışsın,
Allah o sebeple seni yüceltecektir. Senden sonra bir adam daha ona yapışacak ve
onunla yücelecek, ondan sonra biri daha
ona yapışıp o da yücelecek. Ondan sonra biri daha yapışır, fakat ip kopar,
ancak onun için ip ulanır o da yapışıp yükselir. Ey Allah'ın Rasûlü, annem
babam sana fedâ olsun, doğru te'vil edip
etmediğimi haber ver!"
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verdi:
"-
Bazı te'vilinde isabet ettin, bazı
te'vilinde de hata ettin."
"-
Öyleyse, Allah'a kasem olsun, hatalarımı
söyleyeceksin!"
"-
Hayır, dedi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yemin verme!" [Buharî,
Ta'bir 11, 47; Müslim, Rü'ya 17, (2269); Tirmizî, Rü'ya 10, (2294); Ebu Dâvud,
Sünnet 9, (4632); İbnu Mâce, Rü'ya 10, (3918).][40]
AÇIKLAMA:
1-
Rivayet, Hz. Ebu Bekir'in te'vili ile yeterli açıklığa kavuşturulmuştur. Fazla
izaha gerek yoktur. Ancak Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in "Yemin
etme!" deyip kesmesi merakımızı
celbetmektedir.
Dâvudî
bunu şöyle anlamıştır: "Yemini
tekrar verme, hata ettiğin noktaları söylemiyeceğim." Ancak bunu,
"İpin kopmasını, Hz. Osman'ın şehadeti ve onu takip eden harpleri ve
fitneleri bildiği için bunların zikrini,
duyulup şuyû bulmasını istememiş, bu sebeple sükût etmiştir" diye
te'vil eden de olmuştur.
2-
Hz. Ebu Bekir'in hata ettiği te'vil ne
idi? Bu husus farklı yorumlara sebep olmuştur. Bazıları şöyle:
a)
Rüyayı te'vil hakkı Hz.Peygamer'e ait idi. Hz. Ebu Bekir, te'vil için acele
edip izin istemekle hata etmiştir. Buna itiraz edilmiş, hatanın bizzat yapılan te'vilde
aranması gerektiği belirtilmiştir. Hatta "yemin etme" sözünün
"Düşünürsen hatanı anlarsın" mânâsına geldiği belirtilmiştir.
b)
Hatanın yağla balı ayrı ayrı şeylerle te'vil etmeyip sadece Kur'ân'la te'vil
etmesinden, "Kur'ân'ın halâveti ve yumuşaklığıdır" denmesinden ileri
geldiği belirtilmiştir. Bu, çoğunluka mâkul karşılanmış bir açıklamadır.
"Yağ ve bal iki ayrı şeye te'vil edilebilirdi:
1)
Kur'ân ve sünnet.
2)
İlim ve amel.
3)
Fehm (anlayış) ve hıfz (ezberleme)" demişlerdir.
c)
Hz. Ebu Bekir'in hatası, mezkur kimseleri belirleme ve ismen söyleme işini terketmesinde olabilir, denmiştir.
d)
"Hem isabet hem de, hata ettin"
demesinden maksat şu da olabilir: Tâbir esas itibariyle zanna dayanır, kesin ilim ifade etmez. Öyle ise
isabet etmek de, hata etmek de her zaman ihtimal dâhilindedir." denmiştir.
e)
Bazıları: "Hz. Ebu Bekir'in Resûlullah'tan
tâbir için izin taleb etmesi hata ise Hz. Ebu Bekir'in te'vilindeki
hatayı aramak daha büyük hatadır. Dinin iktizası bu konuda ileri
gitmemektir" denmiştir.
3-
Rivayetten anlaşılacağı üzere, ipten tutunup çıkanlar, Hz. Peygamber'den sonra,
Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman'dır. Hz. Osman zamanında ip kopmuştur. Hz.
Osman (radıyallahu anh)'da ipin kopup tekrar bağlanması, onun öldürülmesi,
hilâfetin başkasının eline geçmesidir.[41]
ـ10ـ وعن
عائشة رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]رَأيْتُ
ثََثَةَ
أقْمَار
سَقَطْنَ في
حُجْرَتِى
فَقَصَصْتُ
رُؤْيَاى
عَلى أبِى
بَكْرٍ فَسَكَتَ.
فَلَمَّا
تُوفِّىَ
رسول اللّه #
وَدُفِنَ في
بَيْتِى قال
أبُو بكْرٍ:
هذَا أحَدُ
أقْمَارِكِ
وَهُوَ
خَيْرُهَا[.
أخرجه مالك .
10. (973)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)
anlatıyor: "Rüyamda hücreme üç ayın düştüğünü gördüm. Rüyamı babam Ebu
Bekir (radıyallahu anh)'e anlattım. Sükût etti, cevap vermedi. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) vefat edip de odama defnedilince Ebu Bekir:
"-
İşte (rüyanda gördüğün) üç aydan biri ve en hayırlısı!"dedi."
[Muvatta, Cenâiz 10, (1, 232).][42]
AÇIKLAMA:
Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den sonra Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer
(radıyallahu anhümâ) de Hz. Aişe'nin hücresine defnedilmişlerdir.[43]
ـ11ـ وعنها
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْها قالتْ:
]سُئِلَ رسولُ
اللّه # عَنْ
وَرَقَةَ
ابْنِ نَوْفَل.
فقَالَتْ
خَدِيجَةُ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْها:
إنَّهُ قَدْ
صَدَّقَكَ
وَإنَّهُ
مَاتَ قَبْلَ
أنْ تَظْهَرَ.
فقَالَ #
أُرِيتُهُ في
المَنامِ
وَعَلَيْهِ
ثِيَابُ
بَيَاضٍ،
وَلَوْ كانَ
مِنْ أهْلِ
النَّارِ
لَكانَ
عَلَيْهِ
لِبَاسٌ
غَيْرُ ذلِكَ[.
أخرجه
الترمذى .
11. (974)- Yine Hz. Aişe anlatıyor:
"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e Varaka İbnu Nevfel hakkında
soruldu. Hz. Hatice (radıyallahu anhâ):
"-
O seni tasdik etti ve sen peygamberliğini izhar etmeden önce vefat etti"
dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verdi:
"-
O bana rüyada gösterildi. Üzerinde beyaz bir elbise vardı. Şayet cehennemlik
olsaydı, beyaz renkli olmayan bir elbise içerisinde olması gerekirdi."
[Tirmizî, Rü'ya 10, (2289).][44]
AÇIKLAMA:
1-
Varaka İbnu Nevfel (radıyallahu anh) Hz. Hatice (radıyallahu anhâ)'nin
amcasının oğludur. Cahiliye devrinde Hıristiyan olmuş, İncil ve Tevrat'ı
okumuş, ilim sahibi bir zattı. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e
nübüvvet geldiği zaman yaşlanmış, gözleri kör olmuş vaziyette idi. İlk vahyin
şoku ile Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) gördüklerinden korkmuş idi. Hz.
Hatice (radıyallahu anhâ) Resûlullah'ı ona
götürmüş, durumu anlatıp, fikrini sormuştu. Varaka, Resûlullah'ı
dinledikten sonra, kendisinin geleceği
Hz. Musa ve Hz. İsa tarafından müjdelendiğini, beklenen peygamber olduğunu,
kendisine gelen meleğin de önceki peygamberlere de gelen Cebrâil olduğunu
söylemiş: "Kavmin seni Mekke'den
çıkaracakları zaman keşke sağ olsam da sana yardım etsem!" temennisinde
bulunmuştu. Ama bir müddet sonra vefat etti.
Peygamberimize
tebliğ emri gelmediği için bu kadarcık tasdik ve te'yidi iman sayılır mı?
Bu
soruya ulemâ, umumiyetle "evet" demiş ve Varaka'yı sahabi saymıştır.
İbnu Hacer, onu (radıyallahu anh)
selefleri gibi sahabi addetmiş ve
el-İsâbe'nin ilgili bölümünde el-Kısmu'l-Evvel'de zikretmiştir.
Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Varaka'nın durumunu mevzubahis edip sorunca
Hz. Hatice'ye, onu rüyasında beyaz elbise içerisinde gördüğünü söyleyerek:
"Cehennemlik olsa başka bir elbise içinde görmem gerekirdi" mealinde
cevap verir. Cevapta, kesin bir delille cennetlik olduğunu beyanı yok ise de dolaylı, işârî bir delille
cennetlik olduğu ifade edilmiş
olmaktadır.
2-
Bu cevaptan yorumcular şu prensibe ulaşmışlardır: "Mü'min, rüyasında ölmüş
kimse üzerinde beyaz elbise görürse bu onun iyi
hal üzere olduğuna, cennet ehlinden bulunduğuna delâlet eder."[45]
ـ12ـ وعن جابر
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]جَاءَ
أعْرَابىٌّ
إلى رسولِ
اللّه # فقَالَ:
إنِّى
حَلَمْتُ أنّ
رَأْسِى
قُطِعَ فَأنَا
أتْبَعُهُ.
فَزَجَرَهُ
وَقَالَ: َ
تُخْبِرْ
بِتَلَعُّبِ
الشَّيْطَانِ
بِكَ
في
المَنَامِ[.
أخرجه مسلم .
12. (975)- Hz. Câbir (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Bir bedevî Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e gelip:
"-
Rüyamda başımın kesildiğini, kendimin de
onun peşine düştüğünü gördüm" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
adamı azarlayıp:
"-
Sakın ha! Şeytanın, rüyanda seninle eğlenmesini kimseye anlatma!" dedi. [Müslim,
Rü'ya 12, (2268).][46]
AÇIKLAMA:
Bu
rivayetin bir başka vechinde, bu hadiseden sonra Hz. Peygamber'in halka hitab
ederek: "Şeytan herhangi birinizle uykusunda oynadığı vakit onu kimseye
anlatmasın" tenbihinde bulunur.
957
numaralı hadiste açıkladığımız üzere, Resûlullah hoşa
gitmeyen, üzücü rüyaları "şeytanın eğlenmesi (veya oynaması)"
olarak tavsif etmiş ve bu çeşit rüyaların kimseye anlatılmamasını tavsiye etmiştir.
Şu halde sadedinde olduğumuz rivayet, rüyanın "şeytanın
oynaması" çeşidine bir örnek
olmaktadır.
Ancak
şu da var ki, tâbirciler rüyada baş kelimesini, kişinin içinde bulunuğu nimet
ve makamı kaybetmesine alâmet saymışlardır. "Şayet böyle bir rüyayı, köle
görmüş ise, onun hakkında bu, azad
edileceğine, hasta ise şifa bulacağına, borçlu ise borçtan kurtulacağına,
haccetmemiş ise haccedeceğine, üzüntülü
ise sevineceğine, bir korktuğu varsa
emniyete kavuşacağına delalet eder" demişledir.[47]
ـ13ـ وعن أمِّ
العء ا‘نصارية
رَضِىَ
اللّهُ عَنْها
قالت: ]لَمَّا
قَدِمَ
المُهَاجِرُونَ
طَارَ لَنَا
عُثْمَانُ
بنُ
مَظْعُونٍ في
السُّكْنَى
فَاشْتَكَى
فَمَرَّضْنَاهُ
حَتَّى
تُوفِّى. قالتْ:
فَرَأيْتُ
لِعُثْمَانَ
في المَنَامِ
عَيْناً
تَجْرِى
فَأخْبَرْتُ
رسول اللّه #
فقَالَ: ذلِكَ
عَمَلهُ
يَجْرِى
لَهَ[. أخرجه
البخارى .
13. (976)- Ümmü'l-Alâ el-Ensâriyye
(radıyallahu anhâ) anlatıyor:"- Muharcirler geldiği zaman (kur'a çekildi),
bize Osman İbnu Maz'un'un ağırlanması çıktı. (Onu evimize yerleştirdik.) Hemen
hastalandı. Tedavisi ile meşgul olduk. (Şifa bulamadı), vefat etti. Osman
(radıyallahu anh)'ı rüyamda gördüm, akan bir çeşmesi vardı. Düşümü Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e anlattım. Bana:
"-
Bu onun amelidir, onun için akıyor" dedi. [Buharî, Tabîr 13, 37, Cenâiz 3,
Şahâdât 30, Menâkıbu'l-Ensar 46.][48]
AÇIKLAMA:
1-
Ümmü'l-Alâ'nın bu rivayeti, Medine'ye hicret eden Mekkeli muhacirlerin
başlangıçta içtimâî hayata nasıl intibak
ettirildiklerini göstermesi bakımından dikkat çekicidir: Medineli âileler,
kur'a çekmek suretiyle kendi hissesine kim düşüyor ise onu evine götürüp
yerleştirmiş ve misafir etmiştir. Kardeşleştirilen bu insanlar, birbirlerine
vâris olacak derecede akde dayalı mânevî bağlarla bağlanmış idiler.
2-
Mekke'nin kurak ve çöl ikliminden Medine'nin rutubetli iklimine birden intibak
edemeyen Mekkeliler, ilk geldikleri sıralarda hummaya yakalanmışlar, Mekke'ye
karşı özlemleri de artmış idi. Yukarıdaki rivayet Osman İbnu Maz'un
(radıyallahu anh)'un bu hastalıktan kurtulamadığını belirtiyor. Usdü'l-Gâbe'de,
Mekke'de ilk veat eden muhacirin Osman
İbnu Maz'un (radıyallahu anh) olduğu
belirtilir. Hicretin 22. ayında vefat etmiştir. Resûlullah, ölümüne ağlamış ve
ölüsünü öpmüştür. Ayrıca kabrine taş dikip belirgin kıldığı, zaman zaman
ziyâret ettiği, oğlu İbrahim öldüğü zaman: "Git, bizim sâlih selefimiz
Osman İbnu Maz'ûn'a kavuş" dediği rivayetlerde gelmiştir. Osman İbnu Maz'ûn (radıyallahu anh) ibadete
çok düşkün, geceleri namaz kılan, gündüzleri oruç tutan, yüce bir sahabi idi.
Hatta bir ara ebediyyen bekâr kalmaya azmetmiş ise de bunu işiten Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) müdahale ederek câiz olmadığını bildirmiştir.
3-
Şârihler, Osman İbnu Maz'ûn (radıyallahu anh)'un ölümünden sonra, akan çeşme
şeklinde sevabını devam ettiren amelin ne olduğunu araştırmışlardır. Kesin
olmamakla birlikte bazı ihtimaller üzerinde durulmuştur:
a)
Osman, Ashab'ın zenginlerinden idi, sadaka-i câriye bırakmış olabilir. Bu onun
amelini çeşme gibi kılar. Ancak bilinen bir sadaka-i cariyesi olmadığını
söyleyerek bu ihtimale itiraz eden çıkmış ise de İbnu Hacer, Osman (radıyallahu
anh)'ın Saib isminde sâlih bir oğlu olduğunu,
Bedr'e iştirak ettiğini, Hz. Ebu Bekir'in hilâfeti sırasında vefat ettiğini,
"evlâd" ın, amel defterini
açık bırakan üç sebepten biri olduğunu
söyler. Bilindiği üzere diğer ikisi: İstifade edilen ilim ve sadaka-i câriye
(herkesin istifade ettiği amme hizmeti (yol, köprü, çeşme, vakıf vs.
bırakmak)dir.
b)
"Osman'ın ameli, murâbıtlığı
olabilir" denmiştir. Yani kendisini Allah yolunda cihada hasretmiş olması.
Çünkü bir hadiste Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur:
كُلُّ
مَيِّتٍ يُخْتَمُ
عَلى
عَمَلِهِ إَّ
الْمُرَابِطِ
فِى سَبِىلِ
اللّهِ
فَإنَّهُ
يَنْمِى لَهُ
عَمَلُهُ إلى
يَوْمِ
الْقِيَامَةِ
وَيَأمَنُ مِنْ
فِتْنَةِ
الْقَبْرِ
"Murâbıt olan hariç, her
ölenin ameli sona erer. Allah yolunda murâbıt olanın ameli ise, kıyamete kadar
ona sevap getirmeye devam eder. Murâbıt, kabir azabından da emin olur."
Bu
hadisi te'yid eden bir başka hadis de şöyledir:
رِبَاطُ
يَوْمٍ
وَلَيْلَةٍ
فِي سَبِيلِ
اللّهِ
خَيْرٌ مِنْ
صِيَامِ
شَهْرٍ وَقِيَامِهِ
وَإنْ مَاتَ
جَرَى
عَلَيْهِ
عَمَلُهُ
الَّذِى
كَانَ يَعْمَلُ
وَامِنَ
الفَتَّانَ
"Allah yolunda bir gün ve
bir gecelik ribât bir aylık oruç ve gece ibadetinden daha hayırlıdır. Şâyet
ölecek olsa yapmakta olduğu ameli, kıyamete kadar (yapmakta imiş gibi) sevap
getirmeye devam eder ve fitnelerden de emin olur."
"Osman
İbnu Maz'ûn, kendini Allah yoluna adayanlardan biri olduğu için hâli, bu hadise
mâsadak olmaya uygundur" denmiştir.
Ancak
söylenen bütün ihtimallerin Osman (radıyallahu anh) hakkında muteber olması da
vâriddir (radıyallahu anh). [49]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/506.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/506-507.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/507-508.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/508.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/508-509.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/510.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/510-513.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/513-514.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/515.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/515-516.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/516.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/516-517.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/518.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/518.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/518.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/519.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/519.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/519.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/519-520.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/520.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/523-526.
[22] Parantez arasındaki ifade, yine Müslim'in bir başka
rîvayetinden alınmıştır.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/526-529.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/529-530.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/530-531.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/531.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/531-532.
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/533.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/533-535.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/535.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/535-536.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/536.
[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/536-537.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/537-538.
[35] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/538.
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/539.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/539-540.
[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/540.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/540-541.
[40] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/542-543.
[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/543-544.
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/544.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/544.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/544-545.
[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/545.
[46] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/546.
[47] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/546.
[48] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/546-547.
[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/547-548.