BEDİÜZZAMAN'A GÖRE SIDK VE KİZB:
Sıdkla ilgili bölümde, iki hadis yer almaktadır. Halbuki, gerek
Kur'an ve gerekse Sünnet, yani yüce dinimiz İslamiyet sıdk ve kizb meselesine
müstesna bir yer vermiştir. Sıdkın güzelliği ve ona teşvik, kizbin çirkinliği
ve ondan sakındırma hususunda beyanlar çokça gelmiştir. Bu mevzuda
okuyucularımızı aydınlatmak için, mahdut sayıdaki hadisler ve onların
gerektirdiği açıklamalarla yetinmeyerek, derli-toplu bazı bilgileri ön açıklama
şeklinde burada sunmayı gerekli gördük.
Sıdk: Sözün öze ve kendisinden haber verilen şeye mutabakatı diye
tarif edilmiştir. Bu şartlardan biri eksik olursa söz, sıdk sayılmaz, ya kizb
(yalan) olur, ya da bu iki şey arasında mütereddid kalır. Tıpkı münafığın
"Muhammed Allah'ın Resulüdür" demesi gibi... Bu söz, kendisinden
haber verilene nisbetle sıdk'tır dense sahih olduğu gibi, Söz'ün öz'e uymaması
yönüyle kizb dense bu da doğrudur. Kendisinden hep sıdk sâdır olan kimseye
sıddîk denir.
Sıdk sadece sözde olmaz; niyet, irade, azm ve amelde de olur.
Sıdk'ın zıddı kizb'dir. Birini anlamak için diğerini de bilmek,
beraber mütâlaa etmek gerekir.
Gazâli der ki: "Kizb, günahın çirkin olanlarındandır.
Li-aynihi haram değildir. Çirkinliği, onda bulunan zarar sebebiyledir. Bu
sebeple, maslahata götüreceği ayan beyan belli ise yalana cevaz verilir."
Onun bu yorumuna itiraz edilmiş ve: "Bu sözden, yalandan zarar hâsıl
olmadığı hallerde yalanın mubah olması neticesi çıkar, böyle bir mubah
yoktur" denmiştir. Bu itiraza şöyle cevap verilmiştir: "Yalan, asıl
itibariyle kesinlikle yasaktır, ancak bir maslahata sebep olanına cevaz
verilmiştir, başkasına değil."
Sıdk, İslam'ın en ziyade övdüğü hasletlerden biridir, kizb de en
ziyade reddettiği...
Birkaç hadis:
"Yalanın her
çeşidi günahtır, bir müslümana fayda sağlayanla, borç defedileni hâriç";
"Yalan yüzü
karartır, nemime (söz taşımak) kabirde azabtır";
"Mü'minde her
huy bulunabilir, yalan ve hıyânet hâriç."
Münâvî der ki: Yalanın çirkinliği, peşinden bütün fevâhişi
(çirkinlikleri, yasakları) getirmesi sebebiyledir. Yalanın terkiyle fevâhiş de
terkedilir. Yalanın çirkinlikle münasebeti, sıdk'ın güzellikle olan münasebeti
gibidir. Bu sebeple yalanın -bir zaruret ve maslahat dışında- haramiyeti
hususunda ulemâ icma etmiştir.
Gazali yalan için "Büyük günahların analarındandır"
demiştir. Yine der ki: "Kişi yalancı bilinirse sözüne güven kalmaz,
gözlerden düşer, nazalarda değersiz olur. Yalanın çirkinliğini anlamak
istersen, başkalarının yalanının çirkinliğine bak, nefsin ondan ne kadar nefret
duyacak gör; yalanın sâhibini ne kadar istihkar edeceğine, söyleyeceği yalanını
ne kadar çirkin bulacağına dikkat et..."
Bazı hakîm kişiler: "Bütün günahların tevbe ile terkedileceği
ümid edilir, kizb hâriç. Nice hırsızın düzeldiğini, nice ayyaşın rücû ettiğini
görürüz de, yalancının vazgeçtiğini görmeyiz" demiştir. Belki de bu
telâkkinin sevkiyle, hadîsciler, Resulullah hakkında bir kere de olsa yalan
vaki olan bir kimseden artık ebediyen hadis rivayeti kabul etmezler. Tevbe edip
ıslah-ı hal etse bile. Nazarlarında bütün günahlardan tevbe makbuldür, kizb
ale'r-Resûl hariç.
Beyhakî yalanın beş mertebesinden bahseder.
* Çirkinlikte ve haramlıkta en yüce mertebesi Allah adına söylenen
yalandır.
* İkinci mertebeyi Resulullah adına söylenen yalan tutar.
* Üçüncü mertebedeki gözüne, diline, ve diğer organlarına
karşı söylediği alandır.
* Dördüncü mertebede valideynine karşı yalanı gelir.
* Beşinci mertebe de yakınlarına yaptığı yalandır. Yakınlarına
söylediği yalan başkalarına söyleyeceğinden daha ağırdır.
Râğıb, yalan olabilecek sözleri şöyle açıklar: "Yalan ya hiç
aslı olmayan bir kıssayı uydurmaktır, yahut kıssaya ilâvede bulunmaktır, yahut
kıssayı eksiltmektir yahut tahrîftir. Söz konusu olan tahri ibâreyi değiştirmek
suretiyle yapılır.[1]
Yoktan uydurmaya iftira, uydurma, eksiltme, artırma denir.
Başkasına yalan söylemek isteyen, bunu ya kişinin huzurunda ya da
gıyabında söyler. Yalanın en büyüğü, kişinin huzurunda yapılan uydurmadır. Buna
bühtan da denir.
Kişiyi yalana sevkeden âmil, dünya menfaatine olan sevgi, reislik
sevdasıdır. Bir hadiste, "Üç tanesi hariç bütün yalanların kişinin
aleyhine olduğu" belirtilmiştir:كُلُّ
الْكَذِبِ
يُكْتَبُ
عَلَى اِبْنِ
آدَمَ اَّ
ثََثٌ
الرَّجُلُ
يَكْذِبُ فِي
الْحَرْبَ
فَاِنَّ
الْحَرْبَ
خُدْعَةٌ وَالرَّجُلُ
يَكْذِبُ
الْمَرْأَةَ
فَيُرْ
ضِيهَا
وَالرَّجُلُ
يَكْذِبُ
بَيْنَ
الرَّجُلَيْنِ
لِيُصْلِحَ
بَيْنَهُمَا.
Ruhsat verilen bu üç yalan şunlardır:
* Harb esnasında düşmana karşı söylenen yalan. Burada yalan câizdir
çünkü "Harb bir hîledir."
* Erkeğin, gönlünü hoş ederek, âile dirliğini sağlamak maksadıyla
hanımına karşı söylediği yalan.
* İki kişi arasında sulh ve antlaşma sağlamak maksadıyla
söylenen yalan.[2]
Sıdk ve kizbin İslam içtimaiyyatındaki yeriyle ilgili bir tahlili
Bediüzzaman merhumdan aynen iktibas ediyoruz. Tahlilin sonunda göreceğiz ki
merhum, zamanımızda hiç bir suretle yalana fetva vermemekte, ya sıdk ya sükut
demektedir.
"Bütün hayatımdaki tahkikatımla ve hayat-ı içtimaiyenin
çalkamasıyla hülasa ve zübdesi bana kat'î bildirmiş ki, sıdk, İslamiyet'in
üssü'l- esasıdır ve ulvî seciyelerinin râbıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin
mizacıdır. Öyle ise, hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu
içimizde ihya edip onunla mânevî hastalıklarımızı tedâvi etmeliyiz.
Evet sıdk ve doğruluk, İslâmiyet'in hayat-ı içtimâiyesinde ukde-i
hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu
alçakça bir yalancılıktır. Nifâk ve münâfıklık muzır bir yalancılıktır.
Yalancılık ise: Sâni-i Zülcelâl'in kudretine iftirâ etmektir. Küfür, bütün
envâıyla kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen
kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var. Şark ve Garb kadar birbirinden
uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lazım. Halbuki,
gaddar siyaset ve zalim propaganda birbirini karıştırmış, beşerin kemalâtını da
karıştırmış.
Bu sıdk ve kizb, küfür ve iman kadar birbirinden uzak, Asr-ı
saadette sıdk vâsıtasiyle Muhammed aleyhissalâtu vesselâmın âlâ-yı illiyyîne
çıkması ve o sıdk anahtarıyla hakaik-i mânîye ve hakaik-i kâinat hazinesi
açılması sırrıyla, içtimâiyat-ı beşeriye çarşısında sıdk en revâçlı bir mal ve
satın alınacak en kıymetli bir meta hükmüne geçmiş.
Ve kizb vasıtasıyla Müseylime-i Kezzab'ın emsâli, esfel-i sâfiline
sükût etmiş ve kizb o zamanda küfriyat ve hurafatın anahtarı olduğunu o
inkılâb-ı azîm gösterdiğinden kâinat çarşısında en fena, en pis bir mal olup, o
malı satın almak değil; herkes nefret etmesi hükmüne geçen kizb ve yalana,
elbette o inkılâb-ı azîmin saff-ı evveli olan ve fıtratlarında en revaçlı ve
medâr-ı iftihar şeyleri almak ve en kıymetli ve revâçlı mallara müşteri olmak
fıtratında bulunan Sahabeler; elbette, şüphesiz bilerek ellerini yalana
uzatmazlar. Kizb ile kendilerini mülevves etmezler. Müseylime-i Kezzab'a
kendilerini benzetmezler. Belki, bütün kuvvetleriyle ve meyl-i fıtrîleriyle en
revâçlı mal ve en kıymettâr meta ve hakikatların anahtarı Muhammed
aleyhissalâtu vesselâm'ın âlâ-yı illiyyine çıkmasının basamağı olan sıdk ve
doğruluğa müşteri olup, mümkün olduğu kadar sıdk'tan ayrılmamaya
çalıştıklarından, ilm-i Hadisçe ve ulema-i şeriat içinde bir kaide-i mukarrere
olan "Sahabeler, daima doğru söylerler. Onlardaki rivayet, tezkiyeye
muhtaç değil. Peygamberden (aleyhissalâtu vesselâm) rivayet ettikleri hadisler,
bütün sahihdir" diye ehl-i şeriat ve ehl-i Hadisin ittifakına kat'î hüccet
ve mezkûr hakikattir.
İşte Asr-ı Saadet'teki inkılâb-ı azîm, sıdk ile kizb, iman ile
küfür kadar birbirinden uzak iken zaman geçtikçe gele gele birbirine
yakınlaştı. Ve siyâset propagandası bazan yalana ziyade revaç verdi. Fenâlık ve
yalancılık bir derece meydan aldı. İşte bu hakikat içindir ki Sahabelere kimse
yetişemez...
Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. "Urvetü'l-vüska"
sıdktır. Yani, en muhkem ve onunla bağlanacak zincir doğruluktur. Amma maslahat
için kizb ise, zaman onu neshetmiş. Maslahat ve zaruret için bazı âlim
"muvakkat" fetvâsı vermişler. Bu zamanda o fetvâ verilmez. Çünkü, o
kadar su-i istimal edilmiş ki yüz zararı içinde bir menfaatı olabilir. Onun için
hüküm maslahata bina edilmez. Meselâ: Seferde namazı kasretmenin sebebi,
meşekkattir. Fakat illet olamaz. Çünkü muayyen bir haddi yok. Su-i istimale
düşebilir. Belki illet yalnız sefer olabilir. Aynen öyle de maslahat dahi yalan
söylemeye illet olamaz. çünkü muayyen bir haddi yok, su-i istimale müsait bir
bataklıktır. Hükm-ü fetva ona bina edilmez. Öyle ise: اِمَّا
الصِّدْقُ
وَاِمَّا
السُكُوتُ. yani yol ikidir,
üç değildir. Ya doğru, ya yalan, ya sükût değildir.
İşte şimdi beşerin ortadaki dehşetli yalancılığıyla ve
tezviratlarıyla emniyet-i umumiyenin ve rûy-i zemin asâyişlerinin zir-ü zeber
olması kizble ve maslahatın su-i istimâli ile olmasından, elbette o üçüncü yolu
kapatmaya beşeri mecbur ediyor ve kat'î emir veriyor. Yoksa, bu yarım asırda
gördükleri umumî harpler ve dehşetli inkılâblar ve sükutlar ve tahribatlar,
başlarına bir kıyâmeti koparacak.
Evet, her söylediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek
doğru değil. Bazan zarar verse sukut etmek, yoksa yalana hiç fetva yok. Her
söylediğin hak olmalı, fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yok. Çünkü hâlis
olmazsa su-i tesir eder, hak, haksızlıkta sarf olur."[3]
ـ3247 ـ1 -عن
اِبْنِ مسعةد
رَضِىَ
اللّهُ
عَنْهُ قَالَ:
]قَالَ
رَسُولُ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
إِنَّ
الصِّدْقَ
يَهْدِي
إِلَى
الْبِرِّ،
وَإِنَّ
الْبِرَّ
يَهْدِي إِلَى
الْجَنَّةِ،
وَإِنَّ
الرَّجُلُ
لَيَصْدُقُ،
وَيَتَحَرَّى
الصِّدْقَ
حَتَّى
يِكْتَبَ
عِنْدَ
اللّهِ
صِدِّيقَا،
وَإِنَّ
الْكَذِبَ
يَهْدِي
إِلَى
الْفُجُورِ، وَإِنَّ
الْفُجُورِ
يَهْدِي
إِلَى النَّارِ،
وَإِنَّ
الرَّجُلُ لَيَكْذِبَ
وَيَتَحَرَّى
الْكَذِبَ
حَتَّى يُكْتَبَ
عِنْدَ
اللّهِ
كَذَّابَا[.
أخرجه الستة إ
النسائي .
1. (3247)- İbnu Mes'ud
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Sıdk insanı birr'e (Allah'ı razı, edecek iyiliğe) götürür,
birr de cennete götürür. Kişi, doğru söyler ve doğruyu arar da sonunda Allah'ın
indinde sıddîk (doğru sözlü) diye kaydedilir. Yalan da kişiyi haddi aşmaya
götürür. Haddi aşmak da ateşe götürür. Kişi yalan söyler ve yalanı araştırır da
sonunda Allah'ın indinde yalancı diye kaydedilir."[4]
ـ3248 ـ2
-وَعَنْ أَبِي
الجوزاء
قَالَ:
]قُلْتُ لِلْحَسَنِ
بْنِ عَلِيُّ
رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُمَا:
مَا حَفِظْتَ
مِنْ رَسُولِ
للّهِ صَلَّي
اللّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ؟
قَالَ: حَفِظْتُ
مِنْهُ: دَعْ
مَا
يَرِيبُكَ
إِلَى مَاَ يُرِيبُكَ،
فَإِنَّ
الصَّدْقِ
طُمَأْنِيَنةٌ،
وَالْكَذِبَ
رِيبَةٌ[.
أخرجه
والترمذي وصحيحه
النسائي .
2. (3248)- Ebi'l-Cevzâi
rahimehullah anlatıyor: "Hasan İbnu Ali (radıyallahu anhümâ)'ye:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan ne ezberledin?" diye sordum.
Şu cevabı verdi:
"Aleyhissalâtu vesselâm'dan "Sana şüphe veren şeyi
terket, emin olduğun şeye ulaşıncaya kadar git. Zira sıdk (doğruluk) kalbin
itminanıdır, yalan şüphedir."[5]
AÇIKLAMA:
1- Sıdk bölümünde yer alan iki hadisi müştereken açıklayacağız.
Birinci hadiste sıdk'ın ehemmiyeti ve neticesi belirtilmekte, ikinci hadiste de
mutlaka sıdkı aramamız tavsiye edilmekte, sıdkından emin olmadığımız şeyden
emin oluncaya kadar kaçmamız istenmektedir.
* Birr nedir?
Birinci hadiste sıdk'ın insanı birr'e ulaştıracağı ifade edilmekte
ve ideal bir hedef
olarak gösterilen birr'e ulaşma vasıtası olarak sıdk gösterilmektedir. öyleyse
birr nedir?
Birr:
Hâlis amel-i sâlih demektir. Yani birr'le Allah rızası için yapılan bütün sâlih
ameller ve hayırlar ifade edilir. Bazı nasslarda, anne-baba hukukuna riâyet,
bazılarında Allah'a ve âhirete iman, taat, ibâdet, ahde vefa, sıdk, istikâmet
üzere olmak, sevdiği maldan Allah yolunda harcamak... bu kelime ile veya bu
kökten gelen bir başka kelime ile ifade edilmiştir.[6]
Birr'in
zıddı fücûr, ukuk, fuhş, günah, isyan gibi fenalığı ifade eden bütün
kelimelerdir.
Şu
halde hadis, sıdk'ın, kişiyi yaratılışımızın gayesi olan hâlis ibadete
götürecek, dolayısıyla Allah'ın rızasına erdirecek yegâne vasıta olan mutlak
hayra yani birr'e ulaştıracağını haber vermektedir.
Sıdk
bu mânada bir bakıma İslam'dır da. Çünkü vahy-i ilahidir, hiçbir şüphe
bulunmayan, eksiklik-fazlalık taşımayan hakikattir ve ayrıca her çeşit
hayırlara, kemallere, faziletlere iyi amellere sahip çıkmış, tavsiye ve
teşvikte bulunmuştur. Sonradan, başkaları tarafından keşfedilecek, onların
elinde görülecek sıdk'lara (hikmetlere) "müslümanın yitiği" namını
vererek hiç bir sıdk'a bîgane kalınmamasını, soğuk davranılmamasını irşad
buyurmuştur. Öyleyse İslam'ı bulan, onu yaşayan birr'e erer, rızaya kavuşur.
2- Sıdk'ın kişiyi nasıl yüceltip cennete götüreceğinin fiilî,
canlı bir örneğini Kur'an-ı Kerim kaydeder: Ka'b İbnu Mâlik... Hikayesini daha
önce kendi ağzından uzunca kaydettiğimiz (652. hadis) bu sahabî, nefsine uyup
Tebük seferi'ne katılmamıştır. Bu sefere katılmamakta o yalnız değildir, pek
çok münafık da bu seferden yan çizmiştir. Ama sefer dönüşü, Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm), katılmayanları sîgaya çekince herkes bir mâzeret
uydurur, özür beyan eder ve Aleyhissâlatu vesselâm da özürlerini kabul eder.
Ka'b İbnu Mâlik, özür uydurmayıp, suç itirafında bulunan yani sıdk'tan
ayrılmayan üç samimi müslümandan biridir. Resulullah bunları: "Allah'ın
emri gelinceye kadar kimse onlarla konuşmayacak" diye cezalandırır. Elli
gün kadar tecrîd ve boykot edilme hayatı yaşarlar. Bizzat Kur'an-ı Kerim'in
ifadesiyle "Bütün genişliğine rağmen dünya onlara dar gelecek" kadar
sıkıntılar çekerler. Ancak, sonunda, sıdklarının mükâfatı olarak lütufların en
büyüğü en şahânesi olan aff-ı İlâhî'ye mazhar olurlar: "... Allah, tevbe
ettikleri için onların tevbe kabul etmiştir. Çünkü O, tevbeleri kabul eden,
merhametli olandır. Ey iman edenler! Allah'tan sakının ve doğrularla beraber
olun!" (Tevbe 117-119).
Evet başta Ka'b, diğer iki arkadaşını bu ilahî lutfa mazhar kılan
tek şey doğru sözlü olmaları, sıdk'tan ayrılmamaları idi. Rabbimiz Teâlâ
Hazretlerinin, vak'ayı özetleyip, affını belirttikten sonra: "Ey iman
edenler, Allah'tan sakının doğrularla beraber olun" buyurması, af, ittika
(sakınma) ve sıdk arasındaki sıkı irtibatı belirtmiş olmaktadır.
Esasen, Ka'b İbnu Mâlik'in kendisi, bir sureye isim olabilme
ehemmiyetini taşıyan aff-ı İlâhî'ye mazhariyetinin sebebini sıdk bilmekte ve
bunu şuurla ifade etmektedir:
"Allah Teâlâ Hazretleri'nin beni mazhar ettiği İslam
hidayetinden sonra bana en büyük lütfu sıdkımdır, yalan söylememiş olmamdır.
Şayet sıdktan ayrılsaydım helak olurdum, nitekim yalan söyleyenler hep helâk
oldular."
3- Hadisin Müslim, Ebu Dâvud ve Tirmizî'deki veçhi,
"Size sıdk (doğruluktan ayrılmamak) gerekir, çünkü
sıdk..." diye başlar ve yalandan yasaklayan kısmı da,
"Sakın yalana yaklaşmayın zira yalan..." şeklinde devam
eder.
Sıdk'la ulaşılan birr'in kurtuluşa götüreceğini ifade eden Kur'anî
âyetlerden biri şudur: "İyiler (ebrâr = birr sahipleri) şüphesiz nimet
içindedirler. Fâcirler (Allah'ın emrinden çıkanlar) da cehennemdedirler"
(İnfitar 13).
4- Hadis, sıdk'ın hayat boyu devam etmesi gereğine irşad eder.
Sıddîkler arasına yazılmanın şartı, sıdktan hiç ayrılmamaya, doğru olmaktan
usanmamaya bağlıdır. Sıddîk, sıdk'ta mübâlağa eden, hiç mi hiç sıdk'tan
doğruluktan ayrılmayan demektir. Gramer açısından mübâlağa ifade eden bir
kelimedir.
5- Fücûr: Lügat açısından çatlamak, yarılmak, bölünmek gibi
mânalara gelir, nitekim sabah aydınlığının ufukta çatlaması hâline fecir
denmiştir, aynı köktendir. Öyleyse dinî bir tâbir olarak fücûr, diyânet
perdesini yırtmak, şeriatın koyduğu sınır ve hududun dışına çıkmak demektir.
Fesâd'a olan meyle, meâsi ve günahlara dalmaya da fücûr denmiştir. Nasıl ki
birr'le her çeşit hayır ifade edilmişse, onun zıddı demek olan fücûr'la da her
çeşit şerr ifade edilmiştir. Aynı mânada olmak üzere fısk da kullanılır.
6- "Kaydedilmek" veya "yazılmak"tan murad,
burada "hükmedilmek"tir. sıdk sahibinin Allah'ın yanında sıddîk
diye yazılıp kaydedilmesi, Allah'ın, onun hakkında bu hükmü vermesi, Mele-i
Â'lâ denen mukarreb meleklerin teşkil ettiği yüce mecliste onu sıddîk olarak
zikretmesi ve bu hükmünü arz ehlinin kalblerine de atmasıdır. İmam Mâlik,
hadisi İbnu Mes'ud (radıyallahu anh)'un rivayeti olarak aynen kaydettikten
sonra bizce son derece ehemmiyetli ve mânidar olan şu ziyadede bulunur:
"...Kul, yalan söylemeye ve yalana tabi olmaya devam eder ve böylece
kalbinde siyah bir benek teşekkül eder. (Yalana devam ettikçe büyüyerek) bütün
kalbi siyahlaştırır. Böylece, artık Allah indinde yalancılar arasında
kaydedilir."
Ulemâ der ki: "Bu hadiste sıdkı araştırmaya -ki bu ona
yönelmek, ona tabi olmak ve ondan ayrılmamak hususlarında itina göstermektir-
ve yalandan ve yalan mevzuunda gevşeklik göstermekten sakınmaya teşvik var.
Şayet gevşek davranacak olursa, bu hemen artar ve öyle biliniverir."
Bazı âlimler, hadiste gerek sıdk ve gerekse kizb için taharrî
(aramak, araştırmak, peşine düşmek) kelimesinin kullanılmasından şöyle bir
sonuç çıkarmışlardır: "Bu kelimenin kullanılmış olması, hakiki sıdk'a yer
vererek kizb'den korunan kimseye, sıdk'ın zamanla bir seciyye haline geleceğine
ve sıdk ile tavsif edilmeye hak kazanacağına işâret vardır. Yalan'ı taharri
edene de aksi durum..."
7- İkinci hadiste şekke ve şüpheye düşülen şeyden kaçma
emredilmekle sıdk'ta ulaşılacak kemale veya gerçek sıddîk olabilmede tâkip edilecek
yola işâret edilmiş olmaktadır. Yani gerek söz ve gerekse davranıştan yasak mı
değil mi, iyi mi kötü mü, sünnet mi-bid'at mı karar veremeyip vicdanen
kararsızlık ve tereddüt içerisinde kalındığı hallerde uygun ve selametli olanı,
doğruya daha yakın olanı ondan kaçınmaktır, söz ise söylememek, fiil ise
yapmamaktır. -Mükellef, bir ucu dine temas eden meselelerde işini kesin bilgi
ve yakîne bina etmelidir. Kalbin, bir işte şüpheye düşmemesi o işin sıdkına
delil olmaktadır. "Çünkü, diyor Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), kalb
sıdk'tan mutmain olur, (sükûnete erer)."
Hadiste geçen rîbe, nefsin huzursuzluğu ve ızdırabı yani
kararsızlığıdır. Öyleyse bir işin, kalbi şekkte bırakacak mahiyette olması
kalbte sıkıntıya sebep olur, işin sahih ve sâdık olması da kalbte itminan ve
huzura sebep olur.
Bu hususun daha iyi anlaşılması için şunu da hatırlamamızda fayda
var: Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), dinde nassla belirlenip tavsif
edilmeyen meselelerin varlığına başka hadislerde dikkat çeker:
"Helal olan şeyler beyan edilmiştir, haram olan şeyler de
beyan edilmiştir. Bu ikisi arasında durumu belli olmayan şeyler de vardır,
insanların çoğu bunları bilemez. Kim şüpheli şeylerden kaçınırsa dinini ve
ırzını (şer'î ithamdan) temize çıkarmış olur. Şüpheli şeyleri işleyen haramı
işlemiş olur, tıpkı koruluğun (Yasak bölgenin kenarında koyun otlatan çoban
gibi; her an koyun buraya kayabilir. Bilesiniz, her melîkin bir koruluğu
vardır, bilesiniz Allah'ın koruluğu da O'nun haram kıldıklarıdır..."
Şu halde hayatta her an, âyet ve hadislerde durumu belirtilmemiş
yeni meselelerle karşılaşabileceğiz. Bu durumda şüphesiz en selametli yol,
"bilen"e sormaktır. Ya bilen de yoksa, veya bilen'in kim olduğunu
bilmiyorsak, veya şartlarımız bilene sorup netice alıncaya kadar yeterli fırsat
tanımıyorsa vs... Hattâ, bilen diye başvurduğumuz kimseden aldığımız cevap da
bizi tatmin etmeyebilir.
İşte bütün bu durumlarda, bazı rivayetlerde beyan edilmiş olan bir
prensiple daha da açıklanmış olan sadedinde olduğumuz hadis bize rehber
olmalıdır. Sözünü ettiğimiz prensip, "günah"ı kalbin titremesi,
istikrahı olarak tarif etmektedir; "Günah kalblerin titremesidir."
Bir başka rivayet, böylesi şüpheli meselelerde fetvâ alırsa bile, yine vicdanın
sesinin esas alınabileceğine parmak basar: "Fetva
verenler sana fetva vermiş olsa bile, nefsine bir sor, fetvayı nefsinden
al."
Münâvî: Bu nefsin, (nefs-i emmâre değil, Rabbinin emir ve
yasaklarından razı olmuş) "nefs-i mutmainne" olduğunu, bu nefsin hak
ile bâtılı, sıdkla kizbi tefrik edip ayıran bir nur olduğunu söyler. Resulullah
bu tavsiyeyi Ashab-ı Kiram'dan Vâbısa (radıyallahu anh)'ya yapmıştır. O'nun bu
evsafta bir şahsiyet olduğu belirtilir.
Münâvî der ki: "Nefsin, akibeti iyi veya kötü olan şeyi
hissedecek bir şuuru vardır." Yani bir bakıma, tamamen tefessüh etmedikçe,
fıtratı tamamen bozulmadıkça, iyiyi ve kötüyü hissedip iyiye iyi, kötüye körü
diyebilecek bir cihazın her vicdanda bulunduğu kabul edilmektedir. Bu cihaz
Vâbısa (radıyallahu anh) gibi bazılarında hassastır, faaldir. Bazılarında ise
sönmüştür, paslanmıştır, aktif değildir. Nefs-i emmârenin galebe çaldığı her
şeyi egosentrik gözle değerlendiren insanların derûnlarından gelen sese nasıl
güvenilebilir, bu ses hakiki fıtrî vicdandan mı yoksa nefisten mi geliyor nasıl
ayırdedilebilir?
İşte bu sebeple şârihler umumiyetle bu hükmün Hz. Vâbısa ile
alâkalı olduğunu, genelleştirilemiyeceğini söylemişlerdir. Vâbısa'dan başkası
için de olabilme ihtimali üzerinde duranlar: "Hadis, Allah'ın kalblerini
yakîn nuruyla parlattığı, bu sebeple başkasına, şer'î delile dayanmaksızın sırf
sezgi (hads) veya meyil ile fetva verenler hakkındadır' demiştir. Aksi
takdirde: "şer'î delile dayanarak verilen fetvaya, gönlünden tasvib
gelmese de uyması gerekir" derler.
Müftülerin fetvası karşısında ihtiyatlı olmayı gerektiren bir
sebep, Hüccetü'l-İslam tarafından özede şöyle açıklanmıştır: "müçtehitler
ve onların mukallidleri, hükümlerini (nefsülemr'e göre değil) kendilerine zâhir
olan delillere göre verirler. Bundan dolayı fetvadan sonra verâ sahiplerine, bir de:
"Onlar sana fetva vermiş de olsa kalbine de danış" denir. çünkü
günahın kalbte hasıl ettiği titremeler vardır. Meselâ, (dâvâ sonunda haklı
çıkıp, ihtilaflı) malı kabzeden kimse, içinde bir titreme duyuyorsa Allah'tan
korkması gerekir. O malı, zâhirî delillerle kendisine hükmeden ülemânın
fetvasına dayanarak helal addetmemelidir. Çünkü onları fetvayı öyle vermeye
zorlayan bir kısım zaruri kayıtlar, tahminler vardır. Şüpheleri aşmak ve
çekinmek dindarların hâli ve âhiret yolcularının âdetidir."[7]
[1] Burada kıssa'dan murad,
rastgele anlatılan bir hikaye, muhayyel edebi bir vak'a tasviri değildir.
Herhangi bir şahsı zemm veya medh gibi, bir hakkı elde etmek, birini hakkından
mahrum etmek gibi maksatlarla mesele çıkarmak, meseleyi saptırmak tağyir etmek
vs.dir.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/5-7.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/7-8.
[4] Buharî, Edeb: 69; Müslim,
Birr: 102, 103, (2606, 2607); Muvatta, Kelam: 16, (2, 989); Ebu Dâvud, Edeb:
88, (4989); Tirmizî, Birr: 46, (1972); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/9.
[5] Tirmizî, Kıyâmet: 61, (2520); Nesâî,
Eşribe: 50, (8, 327, 328); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/9.
[6] Bir âyet meali şöyle: "Yüzlerinizi
doğudan yana ve batıdan yana çevirmeniz birr (iyi olmak) değildir. Lâkin birr
(iyi olan) Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan,
O'nun sevgisiyle yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve
köleler uğrunda mal veren, namaz kılan, zekât veren ve âhidleştiklerinde
ahidlerine vefa gösterenler, zorda, darda ve savaş alanında
sabredenlerdir..." (Bakara 177).
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/9-14.