ON VASIF VE KORUNMA TEDBİRLERİ
BÜYÜK VE KÜÇÜK ABDESTLE İLGİLİ MES'ELELER
KÖPEK VE DİĞER HAYVANLAR HAKKINDA
YAKIN VE UZAK ÇEVRENİN TEMİZLİGİ:
AVLU VE MEYDANLARIN TEMİZLİGİ:
MESÎRE (PİKNİK) YERLERİNİN TEMİZLİGİ:
SAKAL VE PARMAKLARI HİLALLEMEK
ABDESTTE SU İSRAFININ YASAK OLMASINDAKİ MA'NÂ
UYKU, BAYILMA, KENDİNDEN GEÇME
TEYEMMÜMÜ MEŞRU KILAN SEBEPLER ŞUNLARDIR:
ÇOCUGUN CİNSİYETİ VE BENZEMESİ
HAYIZLI VE NİFASLI KADINLARIN YIKANMASI
ÖLÜNÜN YIKANMASI VE ÖLÜ YIKAYANIN YIKANMASI
HAYIZLI VE HAYIZLIYLA İLGİLİ HÜKÜMLER
(CEMİYET VE TEMİZLİK YÖNÜNDEN) AYBAŞI
(Bu bölümde dokuz bab vardır)
BİRİNCİ BAB
SULARIN AHKÂMI
*
İKİNCİ BAB
NECASETİN İZALESİ
(Bu bab beş fasıldır)
*
BİRİNCİ FASIL
BÜYÜK VE KÜÇÜK ABDESTLE İLGİLİ MESELELER
*İKİNCİ FASIL
MENİ HAKKINDADIR
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
HAYIZ KANI
DÖRDÜNCÜ FASIL
KÖPEK VE DİGER HAYVANLAR
*
BEŞİNCİ FASIL
DERİLER
*
ÜÇÜNCÜ BAB
(Bu babta iki fasıl var)
*
BİRİNCİ FASIL
İSTİNCANIN ÂDÂBI
*
İKİNCİ FASIL
İSTİNCADA KULLANILAN MADDELER
DÖRDÜNCÜ BAB
ABDEST HAKKINDA
(Bu babta üç fasıl var)
*
BİRİNCİ FASIL
ABDESTİN FAZİLETLERİ
*
İKİNCİ FASIL
ABDESTİN SIFATI
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
ABDESTİN SÜNNETLERİ: DOKUZDUR
1- Misvak
2- İki Elin Yıkanması
3- Sümkürme, Ağız ve Burnu Yıkama
4- Sakal ve Parmakları Hilalleme
5- Kulakları Meshetme
6- Abdesti Eksiksiz Yapmak
7- Suyun Miktarı
8- Mendil
9- Dua ve Besmele
*
BEŞİNCİ BAB
ABDESTİ BOZAN ŞEYLER
1- Ön ve Arka vs. Yollardan Bir Şeyin Çıkması: Dört Çeşittir
* Yel Çıkması
* Mezî Akması
* Kusmuk
* Kan
2- KADINA VE FERCE DEGMEK (Meshetmek)
* Kadına Değmek
* Zekere Değmek
3- UYKU, BAYGINLIK VE KENDİNDEN GEÇME
4- ATEŞTEN PİŞENİ YEMEK
* Abdest
* Abdesti Terk Hakkında
5- DEVE ETİ
6- MÜTEFERRİK HADİSLER
ALTINCI BAB
MESTLER ÜZERİNE MESHETMEK
*
YEDİNCİ BAB
TEYEMMÜM
*
SEKİZİNCİ BAB
GUSÜL HAKKINDADIR
(Altı Fasıldır)
*
BİRİNCİ FASIL
CENABETTEN GUSÜL
*
İKİNCİ FASIL
HAYIZLI VE NİFASLININ GUSLÜ
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
CUMA VE BAYRAMLARDA YIKANMA
*
DÖRDÜNCÜ FASIL
CENAZE YIKAMAK VE BUNDAN YIKANMAK
BEŞİNCİ FASIL
MÜSLÜMAN OLANIN YIKANMASI
*
ALTINCI FASIL
HAMAM HAKKINDA
DOKUZUNCU BAB
(Hayız Hakkında İki Fasıl Var)
*
BİRİNCİ FASIL
HAYIZLILARLA İLGİLİ AHKÂM
İslâm, bütün beşerî sistemler ve diğer dinî nizamlar arasında
temizliğe en çok yer veren bir dindir. Bütün ibadetler ve her çeşit dinî hayat
temizlik üzerine kurulur. Hadis ve Fıkıh kitapları önce temizlik bahisleriyle
başlar. İslam'ın yarısı temizlik kabul edilir. Bu bahis, beden temizliğinden
çevre temizliğine kadar çok değişik
sahalara temas eder. Konunun ehemmiyeti ve dağınıklığı sebebiyle hadislere
geçmezden önce, bu umumî açıklama kısmında İslam'da temizliğin yeri ve
ehemmiyeti hakkında derli toplu bir tahlil sunacağız. Burada bazılarına mealen
ve özetleyerek temas ettiğimiz hadisler bilâhare metinleriyle ve tam olarak
gelecektir.[1]
Temizlik, gerek maddî gerek manevî olsun bir müslümanın mutlaka
riayet etmesi gereken bir husustur. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
"Temizlik imanın yarısıdır", "Namazın anahtarı temizliktir"
gibi beyanlarıyla temizliksiz dînî hayatın, dindârlığın mümkün olamayacağını
mü'minlerin vicdanına yerleştirmeye çalışmıştır. İman-İslâm kelimelerinin
aynılık ve gayrılığı üzerinde âlimlerin yaptığı münakaşa bir tarafa, bizzat
sahih hadislerde gelmiş olan: "Allah'a iman nedir biliyor musunuz?(...)
(açıklayayım, Allah'a iman) Allah'tan başka tanrı olmadığına ve Muhammed'in
Allah'ın elçisi olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan
orucu tutmak, ganimetten beşte birini vermektir" ifadesi nazara alınmış
olsa bile çoğu kere imanla dinin kastedildiği, böylece "temizlik"in
dinin, dinî hayatın yarısını, hem de ikinci yarının tahakkuku için şart olan
evvelki yarıyı teşkil ettiğini anlarız. Tabiîdir ki bu durum, müslüman nazarında temizliğin ehemmiyetini fevkalâde artırmış
oluyor, zira maddî manevî bütün amellerin makbul ve muteber olması bunun
varlığına bağlanmıştır. Nitekim hadiste: "Temizlik olmayınca namaz kabul
edilmez" denmektedir.
Aslında kabul edilmesi için koşulan temizlik şartı namaza has
değildir. Allah için yapılan her bir şeyin kabul edilmesi, onun temiz olmasına
bağlıdır. "İbadet riya ile kirlenirse makbul değildir." "Sadaka,
zekât meşru yoldan kazanılmış helâl maldan değilse makbul değil", "Yenip
içilen şeyler, alınan gıdalar temiz değilse yapılan duaların, edilen
ibadetlerin hiçbirisi makbul değil", "Allah temizdir ve sadece temiz
olanı kabul eder." "Sözün temiz olanı, amelin salih olanı O'na
yükselir." (Fâtır, 10; Bakara 264; Mâûn 6.]
Şu halde kişi müslüman olabilmek, Allah'a layık olabilmek için pek
çok yönlerden, maddeten ve mânen temiz olmak zorundadır.
Burada temizlik şartı mutlaktır. Maddî temizlik veya manevî
temizlik diye tahsise imkân yoktur. Zira önce de söylediğimiz gibi İslâm ceset
ve ruhu ayrı ayrı mütâlaa ederek, birini tafdil diğerini ihmâl etmiyor,
ikisinin de terbiye ve kemâlini istiyor, ikisinin de terbiyesinde temizliği ilk
şart kılıyor. Ruhu kirleten şirk, kibir,
ucub, yalan, gıybet, haset, gadab, dedikodu, mâlâyânî şeylerle iştigal, haram
nazar, fısk, gaflet, kötü söz, yeis, fahr, israf, cimrilik, merhametsizlik...
gibi mânevi kirlerden[2] şiddetle nehyedildiği
gibi, ibadete mâni bir kısım maddî
pisliklerden de haber verip bunlardan da uzak durmayı emretmektedir.
Hattâ Kur'ân-ı Kerim'in bazı âyetleri, birçok dinî emirlerin,
"temizlik"in gerçekleşmesi için konulmuş olduğunu ifade etmektedir.
Meselâ namaz kılmak için şart olan gusül, abdest veya (hîn-i hâcette ikisinin
yerini tutmak üzere) teyemmüm gibi vasıtalarla temizlik yapılmasını emreden
âyetten sonra: "Allah (bu emirle) size bir güçlük dilemez, fakat sizi
tertemiz yapmak ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister" (Mâide 6)
dendiği gibi, zekâtla ilgili olarak da "Onların mallarından bir zekât al
ki onunla kendilerini temizlemiş, tezkiye etmiş olasın" (Tevbe 103)
denmektedir. Hz. Peygamberin: "Her şey için bir zekât (temizleyici)
vardır, cesedin zekâtı da oruçtur" sözü, orucun da bir başka temizlik için
konduğunu ifade etmektedir. Bilindiği üzere, zekât lügatte nemâ (artma) ma'nâsına
geldiği gibi tathir (temizleme) ma'nâsına da gelmekte ve şer'î örfte iki
ma'nâda birlikte kullanılmaktadır.
Bu ifadeler az önce söylediklerimizin zıddına, insana farz kılınan
amellerden esas maksadın "insanı
hakîkî temizliğe kavuşturmak" olduğunu göstermektedir. Yani temizlik,
dinde hem vasıta hem gâye olmaktadır.
İslâm'da temizliğe birinci plânda verilen bu ehemmiyetin bir
ifadesi olarak hemen hemen bütün hadis
ve fıkıh kitapları, taharetle ilgili bölüme en başta yer verirler, ondan sonra
diğer bölümlere geçerler. Meselâ Kütüb-i Sitte'nin, Buhârî dışında kalan beş
kitabı böyledir. Buhârî en başa Kitâbu'l-İmân'ı koymuştur.
Gazalî, İslâm'ın mü'minlerden taleb ettiği maddî ve manevî
temizliği dört mertebeye ayırır:
1- Zâhir'in temizliği: Bu hadesten, necâsetten ve fuzûliyattan
temizliktir.
2- İnsan âzâlarının (cevârih) bir kısım cürüm ve günahlardan
temizliği.
3- Kalbin mezmum ahlâklardan, takbih edilen düşüklüklerden
(rezâil) temizlenmesi.
4- Sırrın Allah'tan başka herşeyden temizlenmesi -ki bu Enbiyâ
ve Sıddîkin'e has bir temizlik mertebesidir.-
İslâm'ın temizlik anlayışının sahip olduğu bu genişlik ve şümûlü
belirttikten sonra hemen ilâve edelim ki biz burada daha ziyade bedenî
terbiyeye taalluk eden "zâhir"in temizliği üzerinde duracağız.
Sünnette gelen beyanlara bakınca zâhirin temizliği deyince sadece insan bedeninin temizliği söz konusu değildir. Elbisenin, meskenin ve hatta yaşanan muhit ve çevrenin de temizliği söz konusudur. Zirâ insan bu söylenenlerin hepsiyle birlikte gerçek bütünlüğünü bulmaktadır ve bunların her birisi insan üzerinde te'sir icra etmektedir. Bu sebeple bir müslümanın içinde yaşadığı fizik ve sosyal çevrenin de maddî ve manevî yönlerden kendi akîde iklimine uygun olması, imân şartlarına göre tanzim edilmiş bulunması gerekmektedir. Biz burada bunlardan en mühimleri olan beden ve elbise temizliği ile mesken ve muhit temizliğine temâs edeceğiz.
Beden (Ve Elbise) Temizliği: Biri hades denen ve gözle
görülmeyen hükmi pislikten, diğeri de gözle görülen ve necâset denen maddî
pislikten olmak üzere iki ayrı temizliği gerçekleştirmektir. Hades denen hükmî
pislik sadece insan vücudu için mevzubahistir. İki çeşittir, birincisi cinsî
münasebet veya ihtilâmla hâsıl olur, bundan temizlenmek için bütün vücudun
yıkanması gerekir. Diğeri abdesti bozan hallerle hâsıl olur ve vücudun her an
dışarı ile teması olan el, yüz, kol ve ayakların yıkanmasını gerektirir. Bu
temizlikler olmayınca namaz kılınamaz.
Bütün vücudun yıkanması, sâdece büyük hades (cünüplük) şartına
bağlı değildir. Bunun dışında normal olarak bir müslümanın haftada en az bir
defa yıkanması gerekmektedir. Hz. Peygamber: "Sizden cumaya gelen
yıkansın" demekle kalmaz, "Cuma günü yıkanmak bülûğa ermiş herkese
vacibtir" diyerek tekid eder. Hz. Ali ve Hz. Osman gibi Ashab'tan bazılarının
cünüp olmadığı halde, soğuk bile olsa her gün yıkandıkları belirtilir.
Gerek abdest ve gerekse guslün nâkıs olmaması "Allah'ın
emrettiği şekilde" mükemmel olması gerekmektedir. Her ne kadar abdest
âzâlarının ikişer ve hatta birer defa yıkanması yeterli ise de mükemmel olması
için, hiç bir kuruluk kalmayacak şekilde üçer defa yıkanması lazımdır. Hz.
Peygamber alelacele abdest alıp ökçelerini iyi yıkamayan kimseyi görünce
"yazık ateşte yanacak olan ökçelere, (abdesti tam al)" diye uyarmış,
tırnak kadar kuru yer bırakan kimseyi "abdestini tam alması için"
geri çevirmiş, ihmâli mümkün olan parmak araları için de: "Su ile
ovulmazsa Kıyamet günü Allah ateşle ovacaktır" diye dikkat çekmiştir. Abdest
bozulmadıkça aynı abdestle birkaç vaktin namazını kılmak caiz ise de her vakit
için yeni bir abdest teşvik edilmiş, Selef bunu "nur üstüne nur (nûrun alâ
nûr)" olarak tavsif etmiştir. Hz. Peygamber'in Mekke' nin fethedildiği
güne kadar her namaz için ayrı abdest aldığı, o gün aynı abdestle beş vakti
kıldığı belirtilmiştir.
Hz. Peygamber günlük temizliğin mecburî vasıtası olan abdeste
teşvik olarak, müslümanların Kıyamet günü adest uzuvlarında zuhur edecek nurdan
bir parlaklıkla diğer ümmetler arasında temayüz edeceğini belirtmekten başka,
abdest alan kimse uzuvlarını yıkadıkça o uzuvlarla işlenmiş olan günahların,
(onlarda bulunması muhtemel maddî kirler gibi) su ile akıp gideceğini, böylece
günahlardan arınmış olarak çıkacağını, abdestin iki vakit arasında işlenen
günahlara kefâret olacağını belirtir.
Sünnet, bilhassa el ve ağız gibi hıfzıssıhha noktasından ehemmiyet
taşıyan uzuvların yıkanmasını, sadece namaz vakitlerine hasretmemiştir. Uykudan
kalkıldığı zaman, abdest almazdan önce, ilk iş ellerin yıkanması gerektiğine
dikkat çeker ve: "El nerede geceledi bilemezsiniz" der. Kezâ (el ve)
parmakların yıkanmasında mübâlağalı davranarak iyice yıkanması, aksi takdirde
(Kıyamet günü) ateşle yakılacağı bildirilir. Bu meyânda istincadan sonra ve
gusül esnasında pislikler yıkandıktan sonra temizliğin tam olabilmesi için
ayrıca toprağa sürtülmesi gerekmektedir.
Yemekten evvel ve sonraki yıkamalardan başka, süt gibi yağlı
herhangi bir şey (yenilip) içilecek olsa arkadan "yağlı olduğu için"
yıkanması icâbetmektedir. Bilhassa yatma esnasında ellerin mutlaka temiz olması
istenmektedir. Yatmadan önce, abdest alıp ayaklar da dahil bütün abdest
uzuvlarının yıkanmasını tavsiye etmekten başka, bilhassa ellerin mutlaka
yıkanması gerektiğini belirtmek için Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Elinde
bulaşık kokusu olduğu halde yıkamadan uyuyan kimseye herhangi bir rahatsızlık
isabet ederse, kendisinden başkasında kabahat aramasın."
Ağız temizliğinde mühim bir husus misvaktır. Hz. Peygamber her
abdest alışında misvak kullanmakla yetinmez, bu vakitler dışında da sık sık
misvak kullanırdı. "Ben dişlerimi o kadar misvaklarım ki (bazan) ön
dişlerim sökülecek diye korkarım"
diyen Hz. Peygamber'in namaz için evden her çıkışında misvak kullandığı, eve
her girişinde ilk yaptığı şeyinde dişlerini misvaklamak olduğu, kezâ herhangi
bir sebeple gece uyandığı zaman da dişlerini misvakladığı belirtilir. Misvakın
ehemmiyetini belirtmek için "Eğer ümmetime müşkilat çıkarmış olmaktan
(korkmasaydım) her namazda misvak emrederdim"; "Misvak kullanın! Zirâ
o, ağız için temizlik vesilesi, Rabbülâlemîn içinde rıza ve hoşnutluk
sebebidir. Cebrâil her gelişinde bana misvak tavsiye etti. O kadar ki bana ve
ümmetime farz kılınacak diye korktum" buyurur. Yine aynı maksatla:
"Kirâmen kâtibîn meleklerini, sahibi bulundukları kimseyi, dişlerinin arasında yemek kırıntısı
olduğu halde namaza durur görmek kadar hiç bir şey rahatsız etmez" der ve
misvak kullanılarak kılınan namazın misvaksız kılınana nazaran 70 defa üstün
olduğunu söyler.
Beden ve elbise temizliğinin diğer bir şartı istincâ ve
istibrâdır. Yani gerek büyük abdest gerekse küçük abdest bozduktan sonra
bunların bedene ve elbiseye bulaşmasına meydan vermemektir. Bu maksadla def-i
hacetten sonra su kullanmak gerekmektedir. Su olmadığı takdirde taşla en az üç
kere silmek şarttır.Hz. Peygamber'in önce taş, sonra da su kullanmak suretiyle
her ikisiyle temizlik yaptığı, helâda su kullandığı gibi, helâdan çıktıktan
sonra da mutlaka her defasında ellerini yıkadığı Hz. Enes ve Hz. Âişe
tarafından bildirilmektedir. Büyük abdestten sonraki temizliği su ile yapmanın
ehemmiyetine bir âyetle Kur'an-ı Kerim de işaret ederek teşvikte bulunur. Mezkûr âyet Medine
yakınında bulunan Kuba köyü hakkında gelmiştir ve şöyle der:
"(...) Orada (pisliklerden) iyice temizlenmeyi seven adamlar
vardır. Allah da böyle çok temizlenenleri sever" (Tevbe, 108). Bu âyet
üzerine Hz. Peygamber, Kubalılara Allah tarafından övülen temizliklerinin ne
olduğunu sorunca, helâda su kullandıklarını söylerler.
Hz. Peygamber ehemmiyet verilmeyip ihmâl edilmesi mümkün olan
idrar bulaşmalarına ayrı bir ağırlık vererek dikkati çekmekte, ehemmiyetini
nazara arzetmektedir: "Sidikten temizlenin. Zira kabir azabının çoğu sidik
yüzündendir." Diğer bazı hadislerde de kabir azabının sidik ve gıybet
yüzünden olduğu belirtilir ki böylece idrar bulaşmaları bizzat Kur'an-ı
Kerim'de "ölmüş kardeşinin etini yemek" olarak tavsif edilen gıybet
kadar kötülenmiş, aynı derekede olduğu ifade edilmiş oluyor. Ayakta küçük
abdest bozulabileceğine dair rivayetler mevcut ise de, sıçramalardan emin
olunmayan hallerde oturarak yapılması gerektiği anlaşılmaktadır.
Beden temizliği konusunda Hz. Peygamber gusül, abdest, istincâ, istibrâ, misvak gibi buraya kadar belirtmiş olduğumuz temizliklerin yapılmasını emretmekle kalmaz, başka hususlara da temas eder. Bu meyanda bıyıkların, tırnakların kesilmesi, koltuk altı ve etek traşlarının yapılmasını da emretmiş, bu fazlalıkların atılmasında en çok kırk günün geçilmemesini istemiştir.
Sağ ve Sol Ellerin Kullanılışı: Sünnetin temizlik hususundaki
hassasiyetinin bir başka tezahürü sağ ve sol ellerin yapacağı işlerde kendini
gösterir. Zira ayakkabı, elbise giyme, baş tarama, temizlik vs. bütün işlerde
"sağdan başlamayı" prensip edinen Hz. Peygamber, pisliklerin
temizlenmesi, zaruret halinde temiz olmayan bir şeye dokunma gibi kirletici
işlerin daima sol elle yapılmasını; yemek yemek, yiyeceklere dokunmak gibi
temiz olması istenen işlerin de dâima sağ elle yapılmasını emretmektedir. Bu
cümleden olarak istincânın, abdest alırken burun temizliğinin gusül esnasında
vücuttaki pis yerlerin ve vücuda bulaşan pisliklerin temizlenmesinin daima sol
elle yapılması prensip kılınmış, küçük abdest bozma sırasında bile sağ elle
zekere dokunulmaması emredilmiştir.
Buna karşılık yemeğin sağ elle yenmesi emredilmiştir. Hz.
Peygamber'in bu hususa verdiği ehemmiyeti göstermek için soluyla yiyen bir
kimseye "Sağınla ye" dediği zaman, berikisi kibirlenerek "sağımla yiyemiyorum"
deyince, "yiyemez ol" diye beddua etmiş olmasını hatırlatmamız
kâfidir.
Mekân ve Çevre Temizliği: Namaz kılınan ve zikir yapılan yerler de
her çeşit necâsetten uzak olmalıdır. Pis kokulardan meleklerin hoşlanmadığı ve
pislik bulunan yerlere meleklerin girmediği belirtilir. "Necaset
sebebiyle" mezbele, mezbaha, hamam ... da namaz" yasaklanmıştır. Bu
cümleden olarak necis ilan edilmiş olan köpeğin bulunduğu eve, bekletilmiş
idrârın bulunduğu eve (rahmet) meleklerinin girmeyeceği haber verilmiştir. Kezâ
meskenin bir parçası olan gusül yapılan yerinde temiz tutulması istenmiş,
bilhassa küçük abdest bozulmaması emredilmiştir.
Diğer bir kısım rivayetler beden ve meskenden başka, çevrenin de
temiz tutulmasını emretmektedir. Bu cümleden olarak Müslim'in bir tahricinde
Hz. Peygamber: "Lânete uğrayanlar olmayın" der. Yanındakiler bunların
kim olduğunu sorunca: "Herkesin gelip geçtiği yolla, gölgelendikleri
(kuytu) yerlere abdest bozanlar" cevabını verir. Bir başka rivayette lânet
vesilesi olan bu yerlere bir üçüncüsü ilave edilmektedir: "Su
yolları" Yani buralara da abdest bozulması yasaklanmıştır. Bazı rivayetlerde "meyveli ağacın altı"
da aynı yasağa dahil edilmiştir. Hemen belirtelim ki şârihlerin de belirttiği
gibi kirletilmesi yasaklanan gölgeden murad, sadece ağaç gölgesi değil, halkın
dinlenme ve tenezzüh için oturdukları bütün gölgelere şâmildir. Yine bir kısım
rivayetlerde, kirlendiği takdirde temizlenme ümidi olmayan "durgun suya
abdest bozulması" da yasaklanmıştır.
Rivayetlerin bir kısmında lâneti gerektiren husus, abdest bozmakla
kayıtlanmayıp "eza vermek" şeklinde ifade edilmiştir:
"Müslümanları yollarında rahatsız edenlere, lanetleri vacib olmuştur"
gibi. Bilhassa rahatsızlık veren her şeyin kastedildiği "ezâ"nın
uğrak yerlerinden kaldırılmasına ayrı bir ehemmiyet verilmiştir. Bu durumda
herkesin istifadesine açık yerlerin şu veya bu şekilde rahatsız edici atıklar,
lüzumsuz eşyalar, döküntüler vs. ile kirletilmemesi istenmektedir.
Şu halde "Müslümanları yollarında rahatsız edenlere,
lanetleri vacib olmuştur" tehdidinin şümûlüne çevre kirletenlerin hepsi
dahildir. Hatta bir kısım hayvanların toprakta açmış olduğu deliklere akıtmanın
yasaklandığına dair rivayetler de nazara alınırsa, sünnetin sadece insanları
değil, hayvanları bile rahatsız edici çevre kirletmelerinden kaçınılmasını
emrettiği anlaşılır.[3]
ـ3493 ـ1ـ عن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]جَاءَ
رَجُلٌ إلى
رَسولِ
اللّهِ #
فقَالَ: إنَّا
نَرْكَبُ الْبَحْرَ
وَنَحْمِلُ
مَعَنَا
الْقَلِيلَ
مِنَ المَاءِ.
فإنْ
تَوَضَّأنَا
بِهِ عَطِشْنَا
أفَنَتَوضَّأ
بِمَاءِ
الْبَحْرِ؟
فقَالَ: هُوَ
الطَّهُورُ
مَاؤُهُ
الحِلُّ
مَيْتَتُهُ[.
أخرجه ا‘ربعة .
1. (3493)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Bir adam Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a gelip:
"Ey Allah'ın Resûlü! Biz gemiye binip, beraberimizde az bir
su alabiliyoruz. Abdestlerimizi bu su ile alsak susuz kalacağız. Deniz suyu ile
abdest alabilirmiyiz?" diye sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Evet, denizin suyu temizdir, meytesi de helâldir"
cevabını verdi."[4]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bu soruyu soran
sahâbînin adı hususunda farklı rivayetler vardır. Bizce isim ehemmiyet taşımaz.
Mühim olan hadisteki fıkıhtır. Ahmed, Hâkim ve Beyhakî tarafından tahric edilen
bir rivayet, bu sorunun balıkçılar tarafından sorulduğunu ifade eder. Arabistan
kıyılarında, o devirlerde icrâ edilen balıkçılık hakkında açıklayıcı bazı
teferruatı da ihtiva etmesi yönüyle ehemmiyetli olan rivayeti aktarıyoruz:
"Biz, bir gün Resûlullah'ın yanında idik. Bir balık avcısı gelerek sordu:
"Ey Allah'ın Resûlü! Biz balık avı için denize açılırız.
Beraberimize bazı kapkacak alırız. Gemiye binerken karaya yakın bir yerde
avlanıp dönmeyi düşünürüz. Bazan böyle yakında balık buluruz, bazan da
bulamayız. Öyle olur ki, başlangıçta aklımızda olmayan uzaklıklara açılmış
oluruz. Bu uzaklıkta ihtilam olan veya abdest alan oluyor. Beraberimizdeki su
ile yıkanacak veya abdest alacak olsak bizi susuzluk helâk edebilir. Bu endişeyle
deniz suyunu yıkanma veya abdest almada kullanmamıza ne dersiniz?"
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu soru karşısında deniz suyu
için tahûr tabirini kullanır. Tahûr, hem temiz hem temizleyici ma'nâsına gelen
mastar-isimdir. Kendisiyle temizlik yapılan şey demektir. Âyet-i kerimede de
yağmur suyu tahûr diye isimlendirilmiştir. "Ölü bir yeri diriltmek ve
yarattığımız nice hayvan ve insanları
sulamak için gökten tertemiz su indirmişizdir." (Furkan 49).
2- Meyte: Şer'an yenmesini helâl kılacak bir tarzla olmaksızın
ölen hayvandır. Kur'an meyteyi haram kılmıştır (Bakara 173). Burada, denize ait
olan meytenin helâl olduğu belirtilmektedir. Âlimler bu hadiste kastedilen
meyte'yi şöyle tarif ederler: "Sadece denizde yaşayan hayvanlardan denizde ölmüş olanıdır,
"mutlak olarak denizde ölen" hayvan değildir. Zira, lügat açısından
deniz meytesi deyince sadece denizde yaşayan hayvanın meytesi anlaşılır."
Daha önce de temas ettik. Balık dışındaki deniz mahluklarının
yenip yenmeyeceği hususunda âlimler ihtilaf etmiştir.
* Hanefîler, "balık dışındaki mahluklar haramdır" der.
* Ahmed İbnu Hanbel, "Kurbağa ve timsah dışındaki her şey
yenir"der.
* Mâlik ve İbnu Ebî Leyla, "Denizde ne varsa yenir"
der.
* Şâfiîlerde farklı görüşler var:
** İbnu Hacer der ki: "Bütün çeşitleriyle balığın helal
olduğu hususunda ülemâ ihtilaf etmez. Ancak şeklen karada yaşayanlara benzeyen
deniz mahlukları hususunda ihtilaf edildi. Söz gelimi insana, köpeğe, domuza,
yılana benzeyen deniz hayvanları var!" Hanefîlerin ve Şâfiîlerden bir kısmının görüşüne göre balıktan başkası
yenmez, haramdır. Şâfiî mezhebinin resmi
görüşüne göre ise deniz mahlukları mutlak olarak helaldir. Bu aynı zamanda
Mâlikîlerin de görüşüdür, ancak bunlar bir rivayette domuzu istisna ederler. Bu
görüşte olanlar Kur'an'da geçen "Deniz avı ve onu yemek size de yolculara
da helâl kılınmıştır" (Mâide 96) âyetini delil getirirler.
** Şâfiîlerden bir grup âlim: "Karadaki benzeri helâl olan
helâl, haram olan haramdır" demiş, ayrıca hem karada hem denizde
yaşayanları da hükümden hariç tutmuşlardır. Bunlar iki çeşittir:
1) Etlerinin yenmesi hususunda yasak gelenler: Mesela kurbağa
gibi. Bunu Ahmed İbnu Hanbel de -hakkında gelen öldürme yasağı sebebiyle-
istisna eder. Timsah da -deniz hayvanı olmasına rağmen- istisna edilenlerdendir.
Çünkü kesici (köpek) dişleriyle saldırmaktadır. Tuzlu denizlerdeki köpek
balığı, yılan, akreb, yengeç, kaplumbağa da insan tabiatının iğrenç bulması ve
onlardan gelebilecek zehir sebebiyle müstesnalar arasında tutulmuşlardır.
2) Hakkında bir mânî vârid olmayanlar. Bunlar tezkiye yani
şeriatın derpîş ettiği kesim şartıyla helâldir, kaz[5] ve su kuşu gibi.
Bu bahse giren bazı ilave açıklamalar 3478 numarada geçti.[6]
ـ3494 ـ2ـ وعن
أبي سعيد
الخدرى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قِيلَ
يَا رَسُولَ
اللّهِ إنَّا
نَسْتَقِى
لَكَ المَاءَ
مِنَ بِئْرِ
بُضَاعَةَ،
وَتُلْقَى
فِيهَا
لُحُومُ
الْكَِبِ، وَخِرَقُ
المَحَائِضِ،
وَعِذَرُ
النَّاسِ؟
فقَالَ: إنَّ
المَاءَ
طَهُورُ َ
يُنَجِّسُهُ
شَىْءٌ[.
أخرجه أصحاب
السنن.وهذا
لفظ أبي داود،
وقال:
»سَمِعْتُ
قُتَيْبَةَ
بْنَ سَعِيدٍ
قالَ: سَألْتُ
قَيِّمَ
بِئْرِ
بُضَاعَةَ
عَنْ عُمْقِهَا.
قال: أكْثَرُ
مَا يَكُونُ
المَاءُ فِيهَا
إلى
الْعَانَةِ.
قُلْتُ. فإذَا
نَقَصَ؟ قالَ:
دُونَ
الْعَوْرَةِ.
قالَ: أبو
داود: قَدَّرْتُ
أنَا بِئْرَ
بُضَاعُةَ
بِرِدَائِى،
مَدَدْتُهُ
عَلَيْهَا
ثُمَّ
ذَرَعْتُهُ
فإذَا عُرْضُهَا
سِتَّةُ
اَذْرُعٍ؛
وَسَألْتُ الَّذِى
فَتَحَ لِى
بَابَ
الْبُسْتَانِ،
هَلْ غُيِّرَ
بِنَاؤُهَا
عَمَّا
كَانَتْ عَلَيْهِ؟
قال: .
وَرَأيْتُ
فيهَا مَاءً
مُتَغَيِّرَ
اللَّوْنِ« .
2. (3494)- Ebû Saîdi'l-Hudrî
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a:
"Ey Allah'ın Resûlü! Biz senin için Budâ'a kuyusundan su
alıyoruz. Halbuki onun içerisine (ölmüş) köpeklerin leşleri, kadınların hayız
bezleri, insan pislikleri atılıyor, (ne yapalım, su almaya devam edelim
mi?)" diye sordular. Şu cevabı verdi:
"Su temizdir, onu hiçbir şey kirletmez."[7]
Bu, Ebû Dâvud'un metnidir. Ebû Dâvud der ki: "Kuteybe İbnu
Saîd'i işittim. Dedi ki: "Budâ'a kuyusunun kayyimine derinliğini sordum.
Suyun en çok olduğu durumda kasıklara kadar çıkar" dedi. "Azaldığı zaman?"
dedim, "Avret mahallinin (dizinin) altına düşer" dedi. Ebû Dâvud der
ki: "Budâ'a kuyusunu ridam ile bizzat takdir ettim. Üzerine ridâmı gerdim.
Sonra ridâmı ölçtüm. Kuyunun genişliği altı zira idi. Bahçenin kapısını bana
açan kimseye: "Kuyunun süregelen yapısı hiç değiştirildi mi?" diye
sordum. Bana "Hayır!" dedi. Kuyunun içindeki suyun rengini değişmiş
gördüm."[8]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Tirmizî'de "Su temizdir, onu hiçbir şey
kirletmez" başlığını taşıyan bir babta, Ebû Dâvud ve Nesâî'de "Budâ'a
kuyusu hakkında" ismini taşıyan bir babta kaydedilir.
Budâ'a kuyusu'nu şârihler, Medine'de meşhur bir kuyu olarak
açıklarlar. Türbüştî: "Budâ'a Medine'de Benî Sâ'ide'nin ikâmet ettiği yer
(dâr)" der ve bunların Hazreç kabilesine mensup bir kol olduğunu belirtir.
Tahâvî, Vâhidî'nin bir rivayetine dayanarak "Budâ'a'nın Medine bahçelerine
su götüren bir su yolu olduğunu, dolayısıyla Budâa'nın suyunun durgun değil
akarsu olduğunu" söylemiştir. Ancak başta İbnu Hacer, olmak üzere muhakkik
âlimler bunu merdud bulurlar. Su yolu
olsa "kuyu" denmezdi üstelik burası Hicaz ahalisince mâruf bir
kuyu diye cevap verirler.
Tîbî, kuyuya pis şeylerin atılmasıyla ilgili haberi şöyle açıklar:
"Kuyu, bir kısım köylülerin inmesi muhtemel vadilerden gelen sel
yataklarının geçtiği bir noktada idi. Vadilere gelen köylüler, zikri geçen
pislikleri konakladıkları yerlerin etrafına atıyorlardı. Yağmurların hasıl
ettiği seller bunları sürükleyip kuyuya atıyordu. Bu durumu, râvi,
dinleyenlerce insanların dinî zaafları sebebiyle kuyuya bizzat attıkları
vehmine düşecekleri bir üslubla anlatmış olmalıdır. Böyle bir davranış,
müslüman bir vicdanın asla tecviz etmeyeceği bir şeydir. Öyleyse, en faziletli
bir asırda, insanların en müberrâ ve en temizini teşkil eden kimselerden bu
davranışı nasıl bekleriz?"
Biz şunu ilave etmek isteriz: Temizliğe son derece kıymet veren,
Umumî Açıklama kısmıda da belirtildiği üzere- maddî ve manevî yapısı temizlik
üzerine bina edilen müslüman şöyle dursun, temizlik meselesi, hayatında bu
kadar sistematize edilmemiş sıradan bir gayr-i müslim kişi, bir sağduyu sahibi
insanın tabiatı köpek ölüsü, kadınların aybaşı bezi gibi kerih şeylerin
atıldığı kuyudan su alıp içmeyi kabul eder mi? Rivayet sırasında ravilerin bazı
teferruatı atmış olması da ihtimalden uzak değildir. Yani Budâ'a Kuyusu,
cahiliye devrinde, belirtilen durumlara maruz kalmış öyle bir geçmişi bulunan
bir kuyudur da sonradan bazı ıslah ve temizleme ameliyesi geçirmiş olarak
kullanıma açılmıştır vs. Ancak râviler rivayet sırasında bu çeşit teferruatı
tayyetmişlerdir. Nitekim, yukarıda kaydettiğimiz üzere Türbüştî de buna yakın bir ihtimâle yer
vermektedir.
Ayrıca şunu da bilmemiz gerek: Budâ'a Kuyusu suyu bol olan bir
kuyudur. Suyu iki kulle'den fazladır. İçerisine düşen pislik, renk, koku ve
tadını değiştirmedikçe pis sayılmaz. İslâm'ın akar su ile, miktarca iki kulleyi
aşan durgun su hakkında hükmü budur. Şah Veliyullah ed-Dehlevî,
Hüccetullahu'l-Bâliğa'da şu açıklamayı sunar:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "Su temizdir,
onu hiçbir şey kirletmez" hadisinin ma'nâsı şudur: "Madenler, pislikle
karşılaşınca kirlenmez (yani asliyeti bozulmaz). İçerisinden pis şey ayıklanıp
atıldı mı, eğer asli vasıfları (ki suyun
asli vasıfları renk, koku, tad ve akıcılığıdır) değişmemişse bozulmaz. Hiç,
Budâ'a kuyusunun içerisinde pisliklerin istikrar kesbetmiş olduğu ihtimaline
yer verilebilir mi, bu mümkün mü? Zirâ insanoğlu, tabiatı icabı bu çeşit
pisliklerden kaçınmayı kendisine değişmez bir âdet kılmıştır. Öyleyse,
Resûlullah'ın böylesi pis bir yerden su alması olacak şey değil. Gerçek şu
olmalıdır: "Kuyuya, kasıdlı olmaksızın bazı pislikler düşmüş olabilir,
nitekim zamanımızda da kuyular bu durumda değil midir? (Zaman zaman pislik
düşme hadiseleri olmaktadır.) Ama görülünce bunlar çıkarılmaktadır. İslam
geldiği vakit, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a o kuyunun, kendi
nazarlarındaki temizliğinden ayrı olarak (eski haline atıf yaparak) şeriat
nazarındaki temizlik durumunu sordular. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
onlara: "Su temizdir, onu hiçbir şey kirletmez" diye cevap verdi.
Yani sizin nezdinizdeki pislik dışında, başka bir pislik onu kirletmez."
Şah Veliyullah'ın açıklaması, suyun tabiatının temiz olduğu, suda
onu pisleten necasetten eser olmadığı takdirde, suyun alındığı kuyuya bir
zamanlar pislik düşmüş olmasından dolayı şeriatın o suya "pistir"
diye bir hüküm koymayacağı prensibini nazar-ı dikkate arzediyor.
Bu hususun anlaşılması için şunu da hatırlatalım: Günümüzde büyük
şehirlerin su sıkıntısını çözmede başvurulan yollardan biri, şehirde kullanılıp
kanalizasyonlarla atılan suların bir kısım tasfiye muamelelerinden geçirilerek
tekrar kullanılır ve içilir hale getirilmesidir. Bunların denemesi yapılmış,
lağım sularından her çeşit zararlı maddeler ayıklanıp mikrobik maddeler dezenfekte edildikten sonra
su içilebilir hale getirilmiştir. Şayet su, içerisinde karışan pisliklerle
asliyetini bozsa idi, bu netice elde edilemezdi. Şu halde Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın "Su temizdir; onu hiçbir şey kirletmez"
ifadesi, ancak vahy-i ilahî ile konuşabilen, eşyanın sırrı kendisine açılmış,
eşyanın hakikatını olduğu gibi gören, bilen,[9] makam-ı nübüvvete mazhar
bir zatın mu'ciznümâ bir sözüdür. Böyle bir hakikatı, böyle bir kesinlikle,
Aleyhissalâtu vesselâm'ın içinde bulunduğu içtimâî şartlarda bir başka kimsenin
söylemesi mümkün değildir.
Zamanımızın gelişen tekniği bu sözün doğruluğunu ispatlamıştır:
Su, içerisine karışan pis maddeler sebebiyle kirlenir, ama aslî tabiatı
bozulmaz. O tabiat daima temizdir. İçerisine sonradan giren maddeler tasfiye
edilip suyun içerisinden ayıklandı mı geriye "pislik tutmayan temiz
su" kalır. Esasen tabiatta bu yapılmaktadır. Kirlenen suyun kirliliği
tabiatta temizlenmemiş olsaydı, yeryüzünde, dünya kurulalıdan beri kirlenen
sular sebebiyle bugün temiz su kalır mıydı?[10]
ـ3495 ـ3ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]سَمِعْتُ
رَسولَ
اللّهِ #
وَهُوَ
يُسْأَلُ
عَنِ المَاءِ
يَكُونُ في
الْفََةِ
مِنَ ا‘رْضِ
وَمَا
يَنُوبُهُ
مِنَ
الدَّوَابِّ
وَالسِّبَاعِ.
فقَالَ: إذَا
كَانَ
المَاءُ
قُلَّتَيْنِ
لَمْ
يَحْمِلِ
الخَبَثَ[.
أخرجه أصحاب
السنن.»يَنُوبُهُ«:
يتردّد إليه
من دابة وسبع .
3. (3495)- İbnu Ömer
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
dinledim. Kendisine çöl bir arazide bulunan bir sudan ve ona uğrayan hayvan ve
vahşilerden soruluyordu. Şöyle cevap verdi:
"Eğer su iki kulle miktarında olursa pislik taşımaz!"[11]
AÇIKLAMA:
Burada Resûlullah'a tenha arazide bulunan ve vahşi, yırtıcı hayvanların sırayla uğrayıp susuzluklarını giderdikleri sudan sorulmaktadır. Hadiste söylenmemiş ise de ma'nâdan şu husus da anlaşılmaktadır: Su, boş ve tenha arazide olması haysiyetiyle buraya gelen vahşilerin suya salyalarını salmaları, içine abdest bozmaları, ayaklarıyla girmeleri vs. hepsi dahildir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), suyun miktarı iki kulle olduğu takdirde onun temiz sayılması gerektiğini söylüyor. Bir başka ifade ile su belli bir miktarı aşıyorsa veya akar vaziyette ise, içine düşen pis ve zararlı maddeleri tasfiye etme, temizleme hususiyetine sahip demektir. Suyun içindeki bir kısım mikroorganizmalar bu tasfiye ve temizleme işini yapıyor demektir.[12]
Kulle'yi lügatçiler ve şârihler
büyük küp diye tarif ederler. Hatta Mücâhid'in, Kulletân'ı, Cerretân
diye tarif ettiği belirtilir. Yani kulle'yi, cerre (küp) olarak açıklamış
"büyük" kaydını koymamıştır. Bazı açıklamalar kulle'yi "250 rıtl
ve daha fazla miktarda su alan küp" diye tarif eder. Ancak bu, müştereken
benimsenmiş bir miktar değildir.
Şu halde hadis iki kulle miktarında suyun kirlenme şartını
belirtmektedir. Şâfiîler bu hadisi esas alırlar. Onlara göre, suyun miktarı iki
kulle ise, bu su, kokusu veya tadı veya
rengi bozulmadıkça, ondan vahşi hayvan su içse veya içerisine pislik düşse yine
de temiz sayılır. Eğer su, iki kulleden az ise ona düşen pislik, renk, tad ve
kokudan herhangi bir değişiklik yapmasa
da pistir.
Hanefîler suyun temizini pisinden ayırmada daha ziyade reye
dayanan farklı tahdidlerde bulunmuşlardır. Bu meyanda kulleteyn'den çok, havz-ı
kebîr (büyük havuz) tabirine yer
verirler. Hanefîlerde büyük havuz tabiri durgun sularla ilgili olarak
kullanılır. Büyük havuzun tavsifinde oniki ayrı tarife yer verilmiştir.[13]
Biz bu teferruata girmeden, en ziyade benimseneni kaydedeceğiz.
Sathı (yüzeyi), yüz arşın kare genişliğinde olan havuz, büyük havuzdur. Havuz,
kare şeklinde ise her bir kenarı on arşın olmalıdır, yuvarlak ise, çevresinin
otuzaltı arşın olması gerekir. Ayrıca bu havuzdaki suyun derinliği, su
avuçlanınca dibi açılmayacak kadar olmalıdır. Şâfiîlerin esas aldığı kulle
hadisi sıhhat yönüyle daha sahih ise de, Tahâvî'nin dikkat çektiği üzere,
kulle'nin herkesçe maruf bir miktarı olmadığı, örfen küpün büyüğüne de küçüğüne
de kulle dendiği için, hadisle miktar tayini mümkün görülmemiş ve bu yüzden
Hanefîlerce bu hadis esas alınmamıştır.
Su akıyor ise, azlığına çokluğuna bakılmaz. Bir saman çöpünü
taşıyacak kadar bir akmaya sahipse, temizlik ve kirlilikte, büyük havuz gibi
mütâlaa olunur. Yani koku, renk, tad gibi üç aslî vasıftan biri, içine düşen
pislik sebebiyle değişmemişse o su temiz sayılır.
Son olarak şunu söyleyelim: Şeriat-ı garrâmızın koyduğu bu
prensipler, insanda mevcut fıtrî ve tabiî temyiz imkânlarına dayanır. Günümüzün
tekniği suyun faydalı ve zararlı olma vasıflarını tesbitte bir kısım ölçme
aletleri geliştirmiştir. Bütün bu teknik gelişmelere rağmen dinin koyduğu ölçüler
değerini kaybetmez, zira insanoğlu beraberinde ölçüm âletleri taşıyamaz. Dağda,
kırda, gezinti mahallerinde, yolculuk sırasında her an su problemiyle değişik
şekillerde karşılaşabiliriz. Temiz ve pis su hakkında dinimizin koyduğu
esasları bilmek bir kısım yanlışlıkları ve riskleri asgariye düşürür.
Unutmayalım ki, bugün tekniğin hâlâ girmediği nice köy ve hattâ kasabalarımız
var. Buralarda temiz ve pis su mevzuunda dinimizin ölçülerinin bilinmesi
gereklidir.
Şu hususu da kaydedelim ki, temizliği hususunda hiçbir şüphe
olmayan su varken, şeriatın aradığı zevâhire göre temiz sayılması gerekmesine
rağmen içimizde kuşku duyduğumuz suyu kullanmamız gerekmez. Aksi takdirde
şeriatın aradığı şartlar yeterlidir. Bu şartları haiz olmayan sulardan
kaçınılmalıdır. İçmede de, temizlikte de kullanılamaz.
Su ile ilgili bir kısım ilâve açıklamalar müteakip hadislerde gelecek.[14]
ـ3496 ـ4ـ وعن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رسولُ اللّه #:
َ يَبُولَنَّ
أحَدُكُمْ
في المَاءِ
الدَّائِمِ
الَّذِي َ
يَجْرِى
ثُمَّ يَغْتَسِلُ
فِيهِ[. أخرجه
الخمسة وهذا
لفظ الشيخين .
4. (3496)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyuruyorlar ki: "Sakın sizden
kimse, durgun suya akıtmasın, bilahare onda yıkanır."[15]
AÇIKLAMA:
1- Hadis durgun suyu insan idrarının pisleteceğini ifade
etmektedir. Âlimler, durgun suyun pislenmesinde insan sidiği ile diğer
hayvanların sidiği arasında hüküm itibariyle fark olmadığını belirtirler.
2- Hadisteki "durgun su"dan maksad miktarı az olan
yani büyük havuz derecesine ulaşamayan sudur. Az su ile çok suyun miktarları
nelerdir? Bu husus, önceki hadiste açıklandığı üzere, ulemâ arasında ihtilaflıdır. Şârihler bu
ihtilafın Şâri (aleyhisselâm)'ın
tesâhülunden ileri gelmediğini,
Resûlullah'ın ümmete genişlik ve ruhsat olsun diye kasden miktar tayinini açık
yapmadığını belirtirler.
3- Hadisin bazı vecihlerinde
فِيه yerine منْه geçmektedir. منْه olunca ma'nâ akıntıları suyun içine girerek
değil, o sudan alarak yıkanma yasağını ön plana getirir. Yani her iki kullanış
da, içerisine akıtılan su ile yıkanmayı gerek girerek ve gerekse alarak
yasaklamaktadır. Ancak arada ufak bir fark var. Şöyle ki: فِيه olan hadis girerek yıkanmayı nassan yasaklarken, alarak yıkanmayı
istinbatla yasaklar. مِنْه olan hadis, bilakis, alarak yıkanmayı nassan,
girerek yıkanmayı istinbâten yasaklar.
4- İmam Mâlik'ten bir rivayete göre, suyun vasıflarının
değişmediği hallerde bu yasak tenzihîdir, diğer imamlar bunu "çok"
hakkında söylerler. Kurtubî, azçok ayırımı yapmadan, seddü'zzerî'a kaidesince
tahrime hamletmenin de mümkün olduğunu söyler, "Çünkü, der, akıtma,
suyun kirlenmesine müncer olur."[16]
ـ3497 ـ5ـ
ولمسلم في
أخرى: ]َ
يَغْتَسِلُ
أحَدُكُمْ في
المَاءِ
الدَّائِمِ
وَهُوَ
جُنُبٌ. قَالُوا:
كَيْفَ
يَفْعَلُ يَا
أبَا هُرَيْرَةَ؟
قالَ
يَتَنَاوَلُهُ
تَنَاوًُ[ .
5. (3497)- Müslim'in
bir diğer rivayetinde (yine Ebû Hüreyre
şöyle rivayet etmiştir:) "Sizden hiç kimse, cünübken durgun suyun içinde
yıkanmasın."
Ebû Hüreyre'ye sordular: "Peki nasıl yıkanacak, Ey Ebû
Hüreyre?" O: "Sudan alıp alıp yıkanacak!" diye cevap verdi."[17]
AÇIKLAMA:
1- Burada durgun suda, cünübken yıkanılması yasaklanmaktadır.
Bazı âlimler, bu hadisten hareketle kullanılmış suyun (mâ-i müstâmel) pis
olduğuna hükmetmiştir. Bunlara göre: "Önceki hadiste bevl etmek yasaklanmakta idi, bunda ise
yıkanmak. Öyle ise her ikisi de suyu necis kılmaktadır. Bu sebeple ikisinden de
yasaklandı, her iki yasak da haram ifade eder." Ancak bu görüşe itiraz
edilmiş; yıkanmanın, suyu kirleteceği için değil, suyun temizleyicilik vasfının
korunması için yıkanma yasağının yapıldığı söylenmiştir. Zira mâ-i müsta'mel
temizdir, fakat temizleyici değildir.
Ebû Dâvud'un bir rivayeti her iki yasağı yanyana zikreder:
"Sizden hiç kimse durgun suya akıtmasın, durgun suda cenabetlikten yıkanmasın."
Şu halde, Ebû Hüreyre'nin açıklaması, yıkanmanın âdâbını gösterdiği gibi
hikmetini de kısmen açıklar: Avuç avuç veya bir kapla sudan alarak yıkanmak
esastır. Böylece suyun içine girilerek yıkanma yasağı, onun temiz kalarak
başkalarınca da kullanılmasını sağlamış olmaktadır.
2- Hadisten Çıkarılan Hükme Gelince: Hemen yukarıda
belirtildiği üzere, bu hadis, bir kısım âlimlerce mâ-i müsta'mel'in necis
olduğu hükmünü vermelerinde delil olmuştur. Ancak bu hususta ittifak değil,
ihtilâf edilmiştir.
Önce mâ-i müsta'mel'in ne olduğunu belirtelim. Bu, lügat olarak
kullanılmış su demektir. Ancak
şer'î açıdan her kullanılmış suya mâ-i müsta'mel denilmez.
Bu tabir, bir hadesi yâni hükmî necâseti
gidermek, farzı yerine getirmek veya sevap kazanmak için insan bedeninde veya
uzvunda kullanılan sudur. Abdest almada, abdest uzuvlarını yıkamada,
cenabetlikten temizlenmede, bütün bedeni yıkamada kullanılan su, yemeklerden
evvel ve sonra elleri sünnete uymak niyetiyle yıkamada kullanılan, abdestli
olduğu halde, bir başka meclise gidince tekrar abdest alınan su[18] hep mâ-i müsta'mel
sayılır. Bu suya, mezhebimizden bazı
imamlar meselâ İmam-ı A'zam ve Ebû Yusuf necis demiş olmasına rağmen İmam
Muhammed tâhir (temiz) demiştir. Hatta İmam-ı A'zam'dan yapılan bir rivayete
göre, mâ-i müsta'mel necâset-i galîza'dır, hakiki necâseti temizleyen su ile
bunun arasında fark yoktur. Ne var ki, İmam Muhammed de bu suyun temizleyici
olmadığını söyler, yâni temizdir, fakat temizleyici değildir. Mezhep fetvası
İmam Muhammed merhumun görüşüne göre verilmiştir. Mâ-i müsta'mel'in temiz
addedilmesi, sözgelimi abdest sırasında vücuddan ayrılan suyun elbisemize bulaşmasıyla onu tencis etmiş
olmaz. Ulemânın ihtilâfı rahmet ve mezhebimizce İmam Muhammed'in görüşü esas
ise de mâ-i müsta'mel'den kaçınmak, abdest ve gusül sırasında sıçrantılardan korunmak gerekir. Dinî
hayatımızın daha sağlıklı olması için fetvayı değil azîmeti iltizam edip
takvaya talip olmamız icab eder. Hem unutmamamız gerekir ki, mezhebimizin imamı
Ebû Hanîfe de -bir kavlinde- bunu necaset-i galîza saymıştır, kaydettik.
Şâfiîlerin hükmüne gelince, Nevevî, hadisle ilgili olarak şu
açıklamayı sunar: "Mezhebimiz ve diğer mezheplerin ulemâsı, az da olsa çok
da olsa durgun suda yıkanmayı mekruh addederler. Aynı şekilde akan bir kaynakta
yıkanmak da mekruhtur. el-Buveytî'de İmam Şâfiî der ki: "Cünüb kimsenin,
suyu akan veya sabit duran bir kuyuda yıkanmasını kerih görürüm, keza durgun bir suda yıkanmasını da kerih
görürüm, bu da az olmuş çok olmuş farketmez." Gerek mezhebimize mensup gerekse
diğer fakihler bu ma'nâya uygun hükme varmışlardır. Şurası muhakkak ki, bu
kerahet tenzihîdir, tahrimî değil.
Cünüb kimse durgun suda yıkansa bu su mâ-i müsta'mel olur mu olmaz
mı? sorusuna gelince: Bu meselede mezhebimizin fakihleri nezdinde ma'ruf olan
tafsilat var. Şöyle ki: Eğer su iki kulle veya daha fazla ise, bu su mâ-i
müsta'mel olmaz, hatta içinde bir çok kimseler farklı zamanlarda yıkansalar da
şayet su iki kulleden az ise, cünüb kişi içine
niyetsiz olarak dalıp sonradan suyun altında niyet edecek olsa,
cünüblükten çıkar, su da mâ-i müsta'mel olur. Bu kimse meselâ dizlerine kadar
suya girip, vücudunun geri kısmını
daldırmazdan önce niyet edecek olsa, su derhal vücudun geri kalan
kısmına nisbetle mâ-i müstâ'mel olur. Bu durumda, vücudun sâdece niyetten önce
suya batan kısmından cünüblük kalkacağında ittifak edilmiştir. Geri kalan
kısmından ise, tamamen suya batırmış ise, muhtar ve meşhur görüşe göre yine
cünüblük kalkar. Çünkü su, yıkanan kimseye nisbetle, ondan ayrılınca müsta'mel
olur.
Mezhebimizin âlimlerinden Ebû Abdillah el-Hıdrî: "(Dizlerine
kadar battıktan sonra niyet edip suya batan kimsenin) geri kalan kısmı
cünüblükten kurtulmaz" demiştir. Ama mezhepte makbul görüş, öncekidir.
Ancak bu hüküm, vücuda değen suyun, vücuddan ayrılmadan bedenin tamamiyle batma
haline bakar. Aksi halde batan kısmından
su ayrılıp durgun suya karışmasından sonra bedenin geri kalan kısmını batıracak
olursa bu takdirde cünüblükten çıkmaz. Bu hususta da ittifak vardır, ihtilâf
yoktur.[19] İki kişi birlikte kulleteyn'den
az olan bir suya beraber girseler, ikisi birden cünüblükten temizlenmeye niyet
etseler, ikisi de temizlenmiş olur ve su da müsta'mel olur. Bu iki kişiden biri daha önce niyet etse,
cünüblükten o çıkar ve su diğerine nisbetle müstâmel olur. Diğeri de niyet
edecek olsa, artık bu müstâmel su onu
temizleyemez. O, mezhebimizin sahih olan görüşüne göre cünüblükten
çıkamaz. Şazz bir görüşe göre, o da çıkar. Bu iki kişi dizlerine kadar bu az suya girip niyet
etseler, bedenlerinin o miktarından cenabet çıkar su da müstamel olur, geri
kısmını yıkasalar cenabetten kurtulmazlar, şazz görüşe göre geri kısmı da
kurtulur.
Niyetin araya girmesiyle girmemesi arasındaki farkın anlaşılması
için, mâ-i müstamel için bidayette yaptığımız tarifin bilinmesi gerek.[20]
ـ3498 ـ6ـ وعن
يحيى بن
عبدالرحمن:
]أنَّ عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
خَرَجَ في
رَكْبٍ
فِيهِمْ عَمْروُ
بنُ العَاصِ
حَتّى
وَرَدَا
حَوْضاً. فقَالَ
عَمْرُو بنُ
الْعَاصِ: يَا
صَاحِبَ الحَوْضِ،
هَلْ تَرِدُ
حَوْضَكَ
السِّبَاعُ؟
فقَالَ
عُمَرُ بنُ
الخَطّابِ:
يَا صَاحِبَ الحَوْضِ
َ
تُخْبِرْنَا
فَإنَّا
نَرِدُ عَلى
السِّبَاعِ
وَترِدُ
عَلَيْنَا،
وَإنِّى سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ:
لَهَا مَا
أخَذَتْ في
بُطُونِهَا
وَمَا بَقَى
فَهُوَ لَنَا
طَهورٌ
وَشَرَابٌ[.
أخرجه مالك
إلى قوله:
وترد علينا،
وأخرج باقيه
رزين .
6. (3498)- Yahya İbnu
Abdirrahmân rahimehullah anlatıyor: "Hz. Ö-mer (radıyallâhu anh),
içerisinde Amr İbnu'l-Âs'ın da bulunduğu bir grupla yola çıkmıştı. Bir havuza
geldiler. Amr İbnu'l-Âs (radıyallâhu anh):
"Ey havuz sahibi,
havuzunda vahşi hayvan sulanıyor mu?" diye sordu. Hz. Ömer, hemen araya
girip:
"Ey havuz sahibi bize bunu söyleme: Zira biz, vahşinin
peşinden su alacağız, o da bizim peşimizden sulanacak. Çünkü ben, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın "Vahşinin karnına aldığı onundur, geri kalan
da bize temizdir ve içeceğimizdir" dediğini işittim" dedi."[21]
AÇIKLAMA:
Burada vahşî hayvanların artığı meselesi mevzubahis. Amr İbnu'l-As
bu artığı necis bilmekte, su ihtiyaçlarını önlerine çıkan havuzdan gidermezden
önce vahşi hayvanların bu suya banıp banmadıklarını sormaktadır. Tabiî ki
hayvanlar banmışsa su kirlidir, ondan istifade edemeyecektir.
Ancak Hz. Ömer (radıyallâhu anh) bu mevzuda farklı bir bilgiye
sahip: Vahşilerin artığı suyu kirletmez, içilebilir. Havuz sahibine
"...Bize bunu söyleme" demesinin ma'nâsı, Zürkânî'ye göre: "Bizi
asıl olan yakîn üzere bırak. Burada asıl olan suyun temiz olmasıdır.
Bilmediğimiz takdirde kirliliğine değil, temizliğine hükmedeceğiz. Bize göre
kirlenmiş olması bir şekkdir, şekk ise arızîdir, asıl olan yakîni bozmaz.[22] Yani haber versen de
vermesen de her iki durum da nazarımızda birdir" demektir. Bu ma'nâya, Hz.
Ömer'in müteakip cümlesi delil olmaktadır. Zira orada hükmü kesindir: "Bir
vahşinin peşinden su alacağız, o da bizim peşimizden sulanacak: Yani, "Her
şeye rağmen sudan alacağız, bâri vahşi buradan sulandı" diyerek içimize
rahatsızlık atma demek istemektedir.
Hz. Ömer, bu davranışıyla sünnete muhalif bir harekette bulunmuş
olmuyor. Çünkü Resûlullah'tan bu meselede şunu hatırlatmaktadır: "Vahşinin
karnına aldığı onundur, geri kalan da
bize temizdir ve içeceğimizdir."
Bu açıklama ve hüküm Mâlikîlere göredir. Onlar, az sayılan temiz
suya düşen pislik, onun tad, koku, renk
gibi aslî vasıflarından birini değiştirmedikçe, az suyun kirli (necis)
sayılmayacağına hükmederler, sadece mekruh addederler. Halbuki diğer mezheplere
göre az sayılan (küçük havuz veya iki kulleden az olan) suya tek damlalık necis
bir şey de düşse pis sayılır. Binaenaleyh, artıklar mevzuunda da hüküm
şöyledir: Köpek, kurt, aslan, kaplan, domuz gibi yırtıcı hayvanların, vahşi
kedilerin artıkları pistir, zaruret olmadıkça ne içilir, ne de temizlikte
kullanılır. Bu hayvanların salya ve terleri de necistir, karıştığı, bulaştığı
şeyleri aynı şekilde necis kılarlar.[23]
ـ3499 ـ7ـ وعن
حميد الحميرى
قال: ]لَقِيتُ
رَجًُ صَحِبَ
النَّبىَّ #
أرْبََعَ
سِنِينَ
كَمَا صَحِبَهُ
أبُو
هُرَيْرَةَ.
قالَ: نَهَى
رَسولُ
اللّهِ # أنْ
تَغْتَسِلَ
المَرْأةُ
بِفَضْلِ
الرَّجُلِ
أوْ
يَغْتَسِلَ
الرَّجُلُ بِفَضْلِ
المَرْأةِ،
زاد في رواية:
وَلْيَغْتَرِفَا
جَمِيعاً[.
أخرجه أبو
داود، واللفظ
له، والنسائي
.
7. (3499)- Humeyd
el-Hımyerî anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a, Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh)'ın yaptığı gibi dört yıl arkadaşlık yapmış bir zatın yanına
geldim. Dedi ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), erkeğin artığıyla
kadının gusletmesini veya kadının artığıyla erkeğin gusletmesini
yasakladı."
Bir rivayette şu cümleyi ziyade etti: "İkisi birden suya
ellerini soksunlar!"[24]
AÇIKLAMA:
Hadis, açık olarak görüldüğü üzere, karıyla kocanın birbirlerinin
artığıyla yıkanmalarını men etmektedir. Her ikisi aynı anda sudan almaları
halinde caizdir. Ancak, kaptan suyu birisi diğerinden önce alırsa caiz
değildir.
Hadisten çıkan hüküm bu olmakla beraber bu babta başka hadisler de
var. Bazıları müteakiben görüleceği üzere, kadın ve erkeğin birbirlerinin
artığı ile abdest almaları veya gusletmeleri meselesinde farklı görüşler ileri sürülebilmiştir.
Şöyle ki:
1) Kadın ve erkek birbirlerinin artığı ile beraber de, arka
arkaya da temizlenebilirler.
2) Birbirlerinin artığı ile temizlenmek mekruhtur.
3) Beraber temizlenirlerse caizdir.
4) Kadın hayız, erkek cünüb değilse temizlik caizdir.
5) Erkeğin artığı ile kadının temizlenmesi caizdir, kadının
artığı ile erkeğin temizlenmesi mekruhtur.
6) Temizliğe beraber başladı iseler, aynı kaptan temizlik, her
ikisine de caizdir, aynı anda veya peşpeşe su almaları farketmez.
Bu altı farklı görüşten birincisi muhtar olan görüştür. Yani
birbirlernin artığı ile kadın ve erkek temizlik yapabilirler. Nitekim 3499,
3500, 3503 numaralı hadisler, bunun örneğini bizzat Resûlullah'tan
göstermektedir. Keza 3504 numaradaki hadis bu tatbikatın Resûlullah devrinde,
Ashab arasında cârî olduğunu göstermektedir.[25]
ـ3500 ـ8ـ وعن
ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]اغْتَسَلَ
بَعْضُ
أزْوَاجِ
النَّبىِّ #
في جَفْنَةٍ
فََجَاءَ
رسولُ اللّهِ
# ليَغْتَسِلَ
مِنْهَا أوْ
يَتَوَضَّأ.
فَقَالَتْ:
إنِّى كُنْتُ
جُنُباً. فقَالَ
#: إنَّ
المَاءَ َ
يَجْنُبُ[.
أخرجه الترمذي
وصححه .
8. (3500)- İbnu Abbâs
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
zevcelerinden biri bir tekne içerisinden su alarak yıkanmıştı. Aynı teknede
yıkanmak veya abdest almak üzere Aleyhissalâtu vesselâm geldi. Zevcesi:
"Ben cünübtüm!" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm):
"Su cünüb olmaz!" buyurdular."[26]
AÇIKLAMA:
1- Cenâbet kelimesi asıl itibariyle uzaklık ma'nâsına gelir.
Bu sebeple garib yani gurbette olan kimseye de cünüb denir. Münâsebet-i
cinsiyede bulunan kimseye cünüb denmesi, Kur'an okumak, namaz kılmak gibi bazı
ibadetlerden uzak kalmasından dolayıdır. Cünüb olan kimse ağız, burun ve boğaz
dahil bütün vücudu yıkamadan bu uzaklıktan (yasaktan) kurtulamaz.
2- Yukarıda da belirtildiği üzere, aynı kaptaki su ile kadın ve erkeğin gusletmesi veya abdest
alması caizdir. Nehyedici hadisin mukaddem, tecviz edenin ise muahhar olduğu,
dolayısıyle öncekinin mensuh bulunduğu belirtilmiştir. Hattâbî şu rivayeti
kaydeder: "Dört şey cünüb olmaz: Elbise (hayızlının ve cünübün teri ile
kirlenmez), insan (cünüb olunca kirlenmez, binaenaleyh cünüb bir kimse ile veya
müşrikle müsâfaha edecek olsa kirlenmez), toprak (bir yerde cünüb kimsenin
yıkanması ile orası kirlenmez), su (cünüb kimse elini batırmakla veya içinde
yıkanmakla kirlenmez)."
3- Bu hadisten şu hüküm de çıkarılmıştır: Cünüb kimse elini
yıkamadan su kabına daldırarak su alsa, o su mâ-i müsta'mel sayılmaz. Mamafih
yıkanma işinin tekne içinde cereyan etmiş olabileceği ihtimalinden hareketle
"mâ-i müsta'mel temizdir" hükmüne giden olmuşsa da, "teknenin
içinde yıkanmak âdet değildir, ondan elle su alınmıştır" diye itiraz
edilmiştir.[27]
ـ3501 ـ9ـ وعن
أبي جحيفة
قال: ]خَرَجَ
عَلَيْنَا
رسولُ اللّهِ
# في
الْهَاجِرَةِ
فَأتِىَ
بِوَضُوءِ
فَتَوَضَّأ
فَجَعَلَ
النَّاسُ
يَأخُذُونَ
مِنْ فَضْلِ
وَضُوئِهِ،
مَنْ أصَابَ
مِنْهُ
شَيْئاً
يَمْسَحُ
بِهِ، وَمَنْ
لَمْ يُصَبْ
مِنْهُ أخَذَ
مِنْ بَلَلِ
يَدِ صَاحِبِهِ[.
أخرجهُ
الخمسة إ
الترمذي،
واللفظ
للشيخين .
9. (3501)- Ebû Cuhayfe
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) öğle
vakti yanımıza çıktı. Kendisine abdest suyu getirildi. Abdest aldı. Halk, onun
abdest suyundan arta kalanı kapışmaya başladı. Bir parça alabilen, onu
(teberrüken) vücuduna sürünüyor idi. Hiç alamayan, arkadaşının elindeki yaşlığa
değmeye çalışıyordu."[28]
AÇIKLAMA:
Ashab, Resulullah'ın abdest suyu ile teberrükte bulunmuştur. Muhtelif rivayetler
bunu te'yid eder. Buhârî'nin bir rivayetinde, Ashab'ın bu sudan kapabilmek için
aralarında "mukâtele" ettiklerini ifade eder. Tabiî ki gerçek bir
kavga mevzubahis değil, ama bir tezâhüm ve itişme mümkündür. Bu artığa
yetişemeyenlerin, Resûlullah'ın elindeki su
bulaşığıyla teberrük cihetine gitmelerinin belirtilmesi, söylediğimiz
hususu teyid eder. Aleyhissalâtu vesselâm traş olduğu zaman saçlarını,
terlediği zaman terini toplama gayreti rivayet edilmiştir. Bu rivayetler
Ashab'ın Aleyhissalâtu vesselâm'a gösterdiği alâka ve sevginin derecesini
anlamamızda yardımcı olur.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu çeşit alâka ve teberrük
gayretine müdahale etmemiş, sükûtuyla rıza göstermiştir.[29]
ـ3502 ـ10ـ وعن
نافع: أنْ
ابنَ عُمَرَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما قال: ]
بَأسَ أنْ
يُغْتَسَلَ
بِفَضْلِ المَرأةِ
مَا لَمْ
تَكُنْ
حَائِضاً أوْ
جُنُباً[.
أخرجه مالك .
10. (3502)- Nâfi anlatıyor:
"İbnu Ömer (radıyallâhu anh) dedi ki: "Kadın hayızlı veya cünüb
olmadıkça artığıyla yıkanmada bir beis yoktur."[30]
AÇIKLAMA için 3500 numaralı hadise bakın.
ـ3503 ـ11ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كُنْتُ
أغْتَسِلُ
أنَا
وَالنَّبىُّ #
مِنْ إنَاءِ
وَاحِدٍ
تَخْتَلِفُ
أيْدِينَا
فِيهِ مِنَ
الجَنَابَةِ[.وفي
رواية: »مِنْ
قَدَحِ يُقَالُ
لَهُ
الْفَرْقُ.
قالَ
سُفُيَانُ:
وَالْفَرَقُ
ثََثَةُ
آصُعٍ«. أخرجه
الخمسة إ
الترمذي،
وهذا لفظ
الشيخين.»الْفَرَقُ«:
بفتح الراء وسكونها:
قدح يسع ستة
عشر
رطً.»وَالصَّاعُ«:
مكيال يسع
أربعة أمداد.
»وَالمُدُّ«:
رطل وثلث
بالعراقي .
11. (3503)- Hz. Âişe
(radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Ben ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
tek bir kaptan su alarak cenabetten yıkanıyorduk ve ellerimiz kabın içine
beraber girip çıkıyordu.
Bir başka rivayette şöyle gelmiştir: "...Farak denen bir
kaptan." Süfyân der ki: "Bir farak, dört sa' hacminde (bir ölçek)
dir."[31]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, farklı şekillerde rivayet edilmiştir. Bir vechinde
Hz. Âişe: "Ben ve Resûlullah aynı kaptan su alarak yıkanırdık. Bazan O,
benden önce davranır (sudan alırdı) bazan da ben, O'ndan önce davranır (sudan
alır)dım. Ben önce alınca: "Bana da bırak!" derdi. O önce alınca da
ben, "Bana da bırak!" derdim."
2- Farak, Onaltı rıtl hacminde bir ölçek.
3- Daha fazla açıklama için 3500 numaralı hadise bakılsın.[32]
ـ3504 ـ12ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]كَانَ
الرِّجَالُ
وَالنِّسَاءُ
يَتَوَضّأونَ
في زَمَانِ
رسولِ اللّهِ
# جَمِيعاً
مِنْ إنَاءِ
وَاحِدٍ[.
أخرجه
البخاري
ومالك، وأبو
داود
والنسائي.
12. (3504)- İbnu Ömer
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
zamanında erkekler ve kadınlar beraberce bir kaptan abdest alıyor idiler."[33]
AÇIKLAMA:
Şârihler, abdest sırasında kadın ve erkeklerin aynı kabın
etrafında abdest alma hadisesinin örtünme emrinden önceye ait olduğunu
belirtirler. "Örtünmenin farz kılınmasından sonra kadın ve erkekler
ayrılmıştır, beraber abdest almaları mevzubahis olamaz" derler. Böyle bir
beraberliğin karıkoca ile mahremlere tecviz edilebileceği de ayrıca
belirtilmiştir.[34]
ـ3505 ـ13ـ وعن
ابن مسعود
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ لِى
رسولُ اللّهِ
# لَيْلَةَ
الجِنِّ مَا
فِي
إدَاوَتِكَ؟
قُلْتُ:
نَبِيذٌ.
قالَ: ثَمَرَةٌ
طَيِّبَةٌ
وَمَاءٌ طَهُورٌ،
فَتَوَضَّأ
مِنْهُ[.
أخرجه أبو
داود، واللفظ
له والترمذي.
»ا“داوَةَ«:
المطهرة، وهى
إناء من جلد
كالسطيحة
ونحوها .
13. (3505)- İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Cin gecesinde bana:
"Kabında ne var?" diye sordular. Ben: "Nebîz!" dedim.
"Güzel bir meyve, temiz bir sudur" buyurdular. Sonra da onunla abdest aldılar."[35]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Resûlullah'ın cinlerle buluştuğu gecede, nebîz denen hurma şırası ile abdest aldığını ifade etmektedir.
2- Nebîz: Hurma, üzüm, buğday, bal, arpa gibi hammaddeden yapılan bir şıradır. Bu maddeler suyun içinde ıslatılmak suretiyle elde edilir. Bu şıra tahammür etmediği takdirde temizdir. Ancak temizleyici değildir. Bu sebeple ulemâ nebîzin temizlikte ve dolayısıyla abdest ve gusülde kullanılmayacağına hükmetmiştir. Su, renk, koku, tad, akıcılık gibi kendine has vasıflarından birini haricî bir maddenin karışması ile kaybederse, bu ikinci madde temiz dahi olsa mutlak su olmaktan çıkar, mukayyed su olur. Mukayyed su temiz dahi olsa temizleyici değildir. Sadedinde olduğumuz hadiste nebîzin temiz olduğunda şüphe mevzubahis değil, ancak temizleyici değildir, abdestte kullanılamaz.
Rivayetin senedinde yer alan Ebû Zeyd sebebiyle hadisin zayıf olduğu belirtilir. Ayrıca senedde kopukluk da var. İbnu Hibbân, Ebû Zeyd' den ülemânın tek bir hadis rivayet ettiklerini; bu hadisin de Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas'a muhalefet ettiğini söyler. Ebû Hanîfe: "Nebîzden başka su olmazsa, nebîzle abdest alınabilir" demiştir. Ebû Yusuf bu durumda, "teyemmüm"e hükmeder. İmam Muhammed, "Her ikisi de" der. Ebû Hanîfe'nin Ebû Yusuf'un görüşüne rücû ettiği de rivayet edilmiştir.
Aynî, Ebû Bekr er-Râzî'den naklen, bu üç görüşün de üç ayrı rivayet halinde Ebû Hanîfe'den mervî olduğunu, bunlar arasında "Nebîzle, niyet şartıyla abdest alıp teyemmümü terk" rivayetinin meşhur olduğunu belirtir.
Ebû Dâvud'un rivayetinde nebîzle abdest almayı -başka su olmasa dahi- İmâm Şâfiî ve Ahmed ve İshâk rahimehumullah hazerâtının reddettiklerini, İshak'ın "Kişi böyle bir durumda nebîzle abdest alacak olsa arkadan bir de teyemmüm etse bence daha uygun olur" dediğini kaydeder.
Nebîzle abdest olmayacağını kesin bir dille ifade edenler "...Bu durumlarda su bulamazsanız temiz bir toprağa teyemmüm edin..." (Nisâ 43) âyetine istinad ederler. İbnu'l-Arabî nebîzin su sayılmayacağını çünkü içerisine, ıslatılan maddeden tad, renk gibi hususiyetlerin geçtiğini belirtir. Tirmizî, nebîzle abdesti reddedenlerin Kur'an'ın ruhuna daha yakın ve daha isabetli olduklarını belirtir. Tahâvî de, sadedinde olduğumuz İbnu Mes'ud hadisinin zayıflığını belirttikten sonra "Ne seferde, ne hazerde nebîz ile abdest alınamayacağına" hükmeder.
İbnu'l-Arabî, "Su ile teyemmüm arasına başka bir şey koymayı, Kur'an'ın az yukarda kaydettiğimiz sarih hükmünün bir nevi neshi olacağını, halbuki Kur'an'ın bir âyetini, yine Kur'an'ın bir başka âyetinin veya mütevatir bir hadisin neshedebileceğini sahih bile olsa haber-i vâhidle Kur'an'ın neshi mümkün değilken böyle zayıf bir hadisle Kur'an'ı neshetmenin mümkün olamayacağını" söyler.
Bu hususta mevzunun leh ve aleyhinde başka mütalaalar da dermeyan edilmiştir. Hepsini vermeye gerek görmüyoruz. Şu kadarını söyleyelim ki, bütün bu açıklamalar İmam-ı Azam'ın "su olmadığı durumda nebîzle abdest alınır" fetvasını cerhe yönelmiştir.[36]
Sadece insan değil, bütün canlılar açısından, suyun arzettiği hayatî ehemmiyet, tâ ilk çağlardan beri insanların dikkatini çekmiştir. Bundandır ki eski hikmet, hayatın dört ana unsurundan biri olarak suyu görmüştür. Toprak, Ateş, Hava, Su. Kur'ân-ı Kerim de bir âyetinde: "Biz her şeyi sudan canlı kıldık" (Enbiya 30) buyurur. İbn-u Kayyîm, et-Tıbbu'n-Nebevî adlı kitabında geçmiş nesillerin su hakkındaki telâkkilerini şöyle hülâsa eder: "Su, hayatın (ana) maddesidir, içeceklerin de efendisi. Kainatı teşkil eden unsurlardan biridir, daha doğrusu aslî unsurudur. Zira semavat onun buharından arz da köpüğünden yaratıldı. Allah her şeyi onunla hayattâr ve canlı kıldı."
İnsan için suyun ehemmiyeti, sadece içeceğimiz olmasından veya yiyeceklerimizin hazırlanmasındaki rolünden ileri gelmez; sıhhatimiz için zarurî olan temizlik vasıtasıdır da... Öyle ise suyun hem temizliğe, hem de içilmeye elverişli olması, bu maksadlarla bazı vasıfları taşıması gerekmektedir. Bizden önce yaşayan insanlar, suyun "cevdet" yâni "iyi" olması için onda on vasıf aramışlardır.
1- Renk: Su, saf olmalı, her çeşit renklilikten ârî bulunmalıdır.
2- Koku: Su kokusuz olmalıdır.
3- Tad: Tadı hoş olmalı, Fırat ve Nil nehirlerinin tadında olmalıdır.
4- Ağırlık: Hafif ve akıcı olmalıdır.
5- Mecrası: Suyun aktığı yatak temiz olmalıdır.
6- Menba: Su, uzak bir menbadan gelmelidir.
7- Güneş ve rüzgar isabet etmelidir. Menba uzak olmadığı takdirde güneş ve rüzgar te'sir icra edemez.
8- Kıvam: Suyun kıvamı akıcı olmalıdır.
9- Miktar: Su çok olmalıdır. Bu takdirde karışan yabancı maddeleri dışarı atar.
10- Mansab: Akış istikameti kuzeyden güneye veya batıdan doğuya doğru olmalıdır.
Bu açıklamaları kaydeden kaynağımız ilâve eder: "Sayılan vasıflar kâmil ma'nâda, şu dört nehirde bulunur: Nil, Fırat, Ceyhan, Seyhan."
Şu halde suyun sağlığımıza elverişli olması, kirlenmelerinden korunması için dinimiz, bazı tahdidler koymuş, tedbirler emretmiş olmalıdır.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), hadislerinde suların kirletilmesi meselesini de ele alarak bir kısım beyanlarda bulunur. Bazan çevre ile ilgili olarak yukarıda kaydettiğimiz yasaklar meyanında bazanda müstakillen bu meseleyi ele alır. Hz. Muaz ve Hz. Câbir (radıyallâhu anhümâ) tarafından iki ayrı tarîkten nakledilen bir hadiste, "gölge ve yol" ile birlikte "mevârid" yani su mecraları da zikredilerek, büyük abdest bozulması yasaklanır. İbnu Ömer (radıyallâhu anh)'in rivayetinde Resûlullah nehir kenarlarına büyük abdest bozmayı yasaklar.
Hz. Câbir (radıyallâhu anh)'den gelen bir rivayet akarsuya küçük abdest bozmayı yasaklar.
Yine Hz. Câbir ve Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) tarafından rivayet edilen hadislerde istifade edilecek olan durgun suya bevl edilmesi yasaklanmaktadır.
Bazan "istifade edilecek" kaydı olmaksızın, mutlak
şekilde birikmiş su" ya bevl edilmemesi
emredilmiştir.
Suların kirlenmelerden korunması ile ilgili nebevî alâkadan bahsederken, kuyularla ilgili
olarak Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)' den vârid olan tâlimata da
dikkat çekmemiz gerekir. Zira bunlardan bir kısmı kuyu sularının pislikten
korunmasına râcidir. Bu tâlimâtlardan birine göre, eskiden kalma kuyuların
etrafında (yarı çapı) elli, yeni açılan kuyuların etrafında ise, yirmibeş
zirâ'lık bir dairenin harim olarak boş bırakılması gerekmektedir.
Bir diğer talimât da, hayvan ağıllarının kuyuya kırk zirâdan daha yakına yapılmamasını emreder.[37]
(Bu babta beş fasıl var)
*
BİRİNCİ FASIL
BÜYÜK VE KÜÇÜK ABDESTLE İLGİLİ MESELELER
*
İKİNCİ FASIL
MENİ İLE İLGİLİ MESELELER
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
HAYIZ KANI İLE İLGİLİ MESELELER
*
DÖRDÜNCÜ FASIL
*
BEŞİNCİ FASIL
DERİLER
ـ3506 ـ1ـ عن
أمّ قيس بنت
محصن رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها:
]أنَّهَا
أتَتْ بِابنٍ لهَا
صَغِيرٍ لَمْ
يَأكُلِ
الطَّعَامَ
إلى رسولِ
اللّهِ #
فَأجْلَسَهُ
في حِجْرِهِ
فَبَالَ عَلى
ثَوْبِهِ
فَدَعَا
بِمَاءٍ
فَنَضَحَهُ
وَلَمْ
يَغْسِلْهُ[.وفي
رواية:
»فَرَّشَهُ«.
أخرجه الستة،
وهذا لفظ
الشيخين.»النَّضْحُ«:
رش الماء على
الشئ، و يبلغ
الغسل .
1. (3506)- Ümmü Kays Bintu
Mihsan (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Ben, henüz yemek yemeyen küçük bir
oğlumla Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gitmiştim. Varınca, çocuğu
kucağına oturttu. Derken çocuk elbisesine akıttı. Su getirtip elbisesini
serpti, fakat yıkamadı."
Bir rivayette: "...çiledi" denmiştir.[38]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet, çocukların sidiğinin, büyüklerinkinden farklı
mütâlaa edildiğini göstermektedir. Çünkü sidik necasettir, bulaştığı yerin
yıkanarak temizlenmesi gereklidir, aksi takdirde namaz sahih olmaz. Bazı
rivayetlerde kız çocuklarının sidiklerinin de büyüklerinki gibi yıkanması
gerektiği, oğlan çocuklarının sidiğine su çilemenin yeterli olacağı ifade
edilmiştir.
2- Hadis, henüz anne sütüyle beslenen, onun dışında başka bir
şey yeyip içmeyen oğlan çocuklarının idrarlarının necaset-i galîza
sayılmayacağını; yıkamaksızın, üzerine su serpmekleçilemekle- temizlenmiş
addolunacağını ifade etmektedir. Ancak başka nasslar muvacehesinde ulemâ bu
meselede üç farklı görüş benimsemiştir.
1) Şâfiî'ye göre bu hadis esastır: Erkek çocukların sidiğine
su çilemek yeterlidir, temiz sayılır. Hz. Ali, Atâ, Hasan Basrî, Zührî, Ahmed,
İshak ve İbnu Vehb gibi birçok âlim hep böyle hükmetmişlerdir.
2) Kız ve erkek her iki çocuk için de su çilenmesi yeterlidir.
Bu, Evzâî'nin görüşüdür. İmam Mâlik ve Şâfiî'den de bu görüş rivayet
edilmiştir. İbnu'l-Arabî bunu, erkek ve kız çocuklarının karnına hiç bir şey
girmemek şartıyla akıtmaları kaydıyla nakleder. Nitekim bazı âlimler, çocuğun
yeni doğmuş ve henüz hiçbir şey yememiş bir çocuk olacağı ihtimalini
belirtirler. Zira yeni doğan çocukların tahnîk için Resûlullah'a getirilmeleri
adetti.
3) Kız ve erkek çocuğu, idrarlarının yıkanması hususunda
eşittirler ve temizlik, yıkanmadan hâsıl olmaz. Hanefîler ve Mâlikîler bu
görüştedir. İbnu Dakîki'l-Îd: "Bu görüşte kıyasa gittiler. Onlar, hadiste geçen
"yıkanmadı" tabiriyle "yıkamada mübâlağaya yer vermedi"
demek istediğini söylerler" der.[39]
ـ3507 ـ2ـ وعن
لبابة بنت
الحارث قالت:
]كَانَ الحَسَنُ
بنُ عَلِىِّ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما فِي حِجْرِ
رَسُولِ
اللّهِ #
فَبَالَ عَلى
ثَوبِهِ،
فَقُلْتُ يَا
رسُولَ
اللّهِ:
الْبِسْ ثَوْباً،
وَأعْطِنِى
إزَارَكَ
حَتَّى
أغْسِلَهُ.
قالَ: إنَّمَا
يُغْسَلُ
مِنْ بَوْلِ
ا‘ُنْثى
وَيُنْضَحُ
مِنْ بَوْلِ
الذِّكْرِ[.
أخرجه أبو
داود .
2. (3507)- Lübâbe
Bintu'l-Hâris anlatıyor: "Hz. Ali'nin oğlu Hasan (radıyallâhu anhümâ),
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kucağında idi, elbisesine akıttı. Ben
atılıp:
"Ey Allah'ın Resûlü (yeni) bir elbise giy. İzârını da bana
ver yıkayayım!" dedim. Cevaben:
"Kız çocuğun idrarı olsa yıkanırdı; ancak erkek çocuğun
idrarı su çilemek suretiyle temizlenir!" buyurdular."[40]
ـ3508 ـ3ـ وعن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]بَيْنَا
نَحْنُ فِي
المَسْجِدِ
مَعَ رَسولِ
اللّهِ # إذْ
جَاءَ
أعْرَابِىٌّ،
فقَامَ
يَبُولُ فِي
المَسْجِدِ،
فقَالَ
أصْحَابُ رَسولِ
اللّهِ #: مَهْ
مَهْ، فقَالَ
رسُولُ اللّهِ
#: َ
تَزْرِمُوهُ
دَعُوهُ،
فَتَرَكُوهُ حَتّى
بَالَ، ثُمَّ
إنَّ رَسولَ
اللّهِ # دَعَاهُ،
فَقَالَ لَهُ:
إنَّ هذِهِ
المَسَاجِدَ
َ تَصْلُحُ
لِشَىْءٍ منْ
هذَا
الْبَوْلِ وَالْقَذَرِ:
إنَّمَا هِىَ
لِذِكْرِ
اللّهِ تَعالى،
والصََّةِ
وَقِرَاءَةِ
الْقُرآنِ، وَأمَرَ
رَجًُ مِنَ
الْقَوْمِ
فَجَاءَ بِدَلوٍ
مِنْ مَاءٍ
فَشَنَّهُ
عَلَيْهِ[ .
أخرجه
الشيخان،
وهذا لفظهما،
والنسائي.»َ
تَزْرِمُوهُ«
بتقديم الزاى
على الراء: تقطعوا
عليه بوله.وقوله
»فَشَنَّهُ
عَلَيْهِ«
بالمهملة: أى
صبه عليه،
وبالمعجمة:
فرّقه عليه من
جميع جهاته، ورشه
عليه .
3. (3508)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Biz, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile
birlikte mescidde otururken bir bedevi
çıkageldi. Durup mescidin içine akıtmaya başladı. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın Ashab'ı kalkıp:
"Dur! dur!" diyerek [üzerine yürümeye] kalktılar ki
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) müdâhale etti:
"Kestirmeyin, bırakın tamamlasın." Ashab müdâhale
etmedi, adam da ihtiyacını tamamladı. Sonra Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), adamı yanına çağırdı ve:
"Bu mescidler, idrar ve pislik bırakma yeri değildir.
Allah'ın zikredildiği yerlerdir. Buralarda namaz kılınır. Kur'an okunur"
dedi. Sonra cemaatten birine bir kova su getirmesini emretti. Kova gelince
sidiğin üzerine boşalttı."[41]
AÇIKLAMA:
1- Bedevî (Arap): Bâdiye'de yani çölde yaşayan demektir. Bunun
Arap veya Acem olması şart değildir. Şehirde yaşamayan ma'nâsına gelir. Bunlar
hayat şartları icabı, şehir hayatında incelip gelişen bir kısım âdâb-ı muâşeret ve görgü kaidelerinden mahrumdurlar.
Şehirlilerce kaba karşılanan davranışları vardır. Bu onların eksikliğinden veya
terbiyesizliklerinden ileri gelmez, bilakis içinde yaşadıkları cemaatte bu
değerlerin yokluğundan ileri gelir. Bu sebeple Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bedevîlere karşı son derece anlayışlı davranmış, kasda mebni olmayan,
onların alışkanlıklarından gelen kabalıkları, eksiklikleri, mülâyemetle
karşılayıp tatlılıkla öğretme yoluna gitmiştir. Hadisin İbnu Mâce ve İbnu
Hibbân'da gelen vechinde, Resulullah'ın bu davranışından bedevînin ne kadar
memnun kaldığını öğrenmekteyiz. Bedevî der ki: "Resulullah -ki ona annem
babam feda olsun- kalktı, beni ne azarladı, ne de kötü söz söyledi..."
Sadedinde olduğumuz hadiste, söylediğimiz bu hususa çarpıcı bir
örnek görmekteyiz. Bir bedevi kalkıp mescidin içine akıtmaya kalkıyor. Cemaatin bedce olan müdâhalesine
mâni olan Resûlullah, işini görüp bitirinceye kadar ona müsaade ediyor. Sonra
çağırıp, mabedlerin pislik bırakma yeri değil, ibadet yeri olduğunu öğretiyor.
Bu bir ceza, azarlama değil, tamamen bir öğretim faaliyetidir.
İbnu Hacer, iki sebepten dolayı, akıtmasının sonuna kadar serbest
bırakmış olacağını söyler:
* Zaten akıtmaya başlamıştı ve
mescidin bir kısmı kirlenmişti. Müdahale, kirliliği artırabilirdi. Zira
kesmemesi halinde elbisesini, bedenini mescidin başka bir yerini
kirletmeyeceğinden emin olunamazdı.
* Kesmesi halinde bu, adama zararlı olurdu.
2- Bu bedevînin Akra İbnu Hâbis, Zü'l-Huveyrisa, Uyeyne İbnu
Hısn gibi bedevî asıllılardan biri olma ihtimali üzerinde durulmuştur. Ancak
hiçbiri hakkında kesin bir hükme gidilememiştir.
3- Hadisin başka vecihlerinde cemaatin bed bir müdâhalede
bulunduğunu ve hatta üzerine yürüdüğünü görmekteyiz. Ancak, Aleyhissalâtu
vesselâm bunu önlüyor. Hatta Buhârî'nin bir rivayetinde halka:
"Sizler suhuletli (ve nezaketli) davranmakla vazifelisiniz,
kabalık (ve zorluk çıkarmak)la değil" hitabında bulunur. Nitekim
rivayetler, Resûlullah'ın her nereye bir vazifeli gönderse: يَسِّرُوا
وََ
تُعَسِّرُوا diye
tenbihatta bulunduğunu belirtir. Tatlılık ve müsamaha hem peygamberin
hemde peygamber adına tebliğ yapacakların
müşterek vasıfları olduğu için, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
muhataplarına بُعِثْتُمْ
"gönderildiniz" demiştir. Halbuki
ba's "gönderilmek", aslında sadece peygamberin vasfıdır.
4- Hadis bize şu hususu göstermektedir: Nezafet o ana kadar yeterli ölçüde Ashab'ın
ruhunda yeretmiş, benimsenmişti. Bu sebeple hemen bedevînin üzerine atıldılar.
5- Hadis emr-i bi'lma'ruf ve'nnehy-i ani'lmünkerin de Ashabca
ne derece benimsendiğini göstermektedir.
6- Resulullah Ashab'a "Bedeviye niye müdahale
ediyorsunuz?" dememiş, durmalarını söylemiştir. Aslında, Ashab bir
fenalığa müdâhale ederek yerinde bir iş yapmıştır. Ancak Resulullah iki
mefsedetten (fenalıktan) birini, daha doğrusu hafifini tercih etmiştir. Az önce
belirttiğimiz üzere, müdâhale edilseydi
daha fazla fenalık husule gelecekti. Böylece maslahatın küçüğü terkedilerek
daha büyüğü kazanılmış olmaktadır. Bu her zaman cârî olan bir prensiptir.
7- Resûlullah, hemen su dökülmesini emretmekle, fenalığın
(mefsedet) telafisinde acele davranma prensibini vaz'etmiş olmaktadır.
8- Necasetin temizlenmesinde en iyi vasıta sudur. Zira güneş
ve rüzgarın tesiriyle kuruması yeterli
olsaydı, su dökülmesini emretmezdi.
9- Su Dökerek Temizlikle İlgili Çıkarılan Hükümler:
İbnu Hacer derki: "Toprak üzerine düşen necaset yıkantısı
temizdir.[42]
Buna, düşmeyen de dahildir. Zira necasetten yıkanan yerde kalan yaşlılık da
necaset yıkantısı durumundadır. Oradan toprak taşındığına dair bir rivayet
gelmediğine göre, anlaşılır ki, o yaşlığın temizliği hususundaki hüküm kesinlik
kazanmıştır. O temiz olunca, ondan ayrılanda aynı şekilde temiz hükmüne sahip
olur, zira arada bir fark yok. Buradan, toprak tarafından emilme şartının
konmadığı da istidlâl edilir. Zira, böyle bir şart olsaydı, yerin temizliği,
kurumasına mütevakkıf olurdu. Aynı şekilde, elbisenin sıkılması da şart
koşulamaz, çünkü (elbisede kalanla akan arasında) fark yoktur. Muvaffık,
Muğnî'de bu husustaki ihtilâfı hikâye ettikten sonra der ki: "Evla olanı,
mutlak olarak temizliğine hükmetmektir. Zirâ Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) (yerin temizliği için) bedevinin idrarı üzerine su dökmekten başka bir şart koşmadı."
10- Cahil kimseye rıfkla muamele etmeli ve ona bilmediği şeyi
sertlik göstermeden öğretmelidir. Bu husus, bilhassa kazanılması istenen kişi
hakkında ayrı bir ehemmiyet kazanır.
11- Hadis, mescidlere saygı göstermek ve onları temiz tutmak
gereğine parmak basar.Hatta bazı rivayetlerin zâhiri, mescidlerin sadece namaz,
Kur'an ve zikir dışında hiçbir maksadla kullanılmamasını ifade eder. Ancak
ümmet bu hasr, bu sınırlama ile amel edilmeyeceği hususunda icma etmiştir. İbnu
Hacer der ki: "Bu zikredilenler veya onların ma'nâsında olanlar dışında
bir şeyin mescidde yapılması evlâ olana muhaliftir" der.
12- Yeryüzü, üzerine su dökülerek temizlenir. Bir de oyulmasına
gerek yoktur. Hanefîler pislenen yerin oyulmasını da şart koşar. Ancak yer
yumuşaksa, dökülen suyu hemen emiyorsa pis yerin oyulmasına gerek yok derler.
Eğer yer sertse, suyu emmiyorsa, temizlenmesi için o pis yerin oyulup
atılmasını şart koşarlar.
İbnu Hacer, Hanefîlerin bu hükümde biri mevsul, ikisi mürsel üç hadise dayandıklarını söyledikten
sonra mevsul olanın da sened yönüyle zayıf olduğunu belirtir.[43]
ـ3509 ـ4ـ وعن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ
أعْرَابِيّاً
دَخَلَ
المَسْجِدَ،
وَرَسُولُ
اللّهِ #
جَالِسٌ
فَصَلى
رَكْعَتَيْنِ،
ثُمَّ قالَ:
اللَّهُمَّ
ارْحَمْنِى
وَمُحَمّداً،
وََ تَرْحَمْ
مَعَنَا
أحَداً،
فقَالَ
النَّبىُّ #:
لَقَدْ
تَحَجَّرْتَ
وَاسِعاً،
ثُمَّ لَمْ
يَلْبَثْ أنْ
بَالَ فِي المَسْجِدِ
فَأسْرَعَ
إلَيْهِ
النّاسُ، فَنَهَاهُمْ
رسولُ اللّهِ
وقال: إنَّمَا
بُعِثْتُمْ
مُيَسِّرِينَ
وَلَمْ
تُبعَثُوا مُعَسِّرِينَ،
صُبُّوا
عَلَيْهِ
سَجَْ مِنْ
مَاءٍ، أوْ قالَ
ذَنُوباً
مِنْ مَاءٍ[.
أخرجه الخمسة
إ مسلماً،
وهذا لفظ أبي
داود
والترمذي
رحمهما اللّه.
4. (3509)- Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
mescidde otururken, bir bedevi girip iki rek'at namaz kıldı. Sonra da şöyle dua
etmeye başladı: "Allah'ım, bana da, Muhammed'e de rahmet et. Bizden başka
kimseye rahmet etme!"
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) atılıp:
"Geniş alanı daralttın!" dedi. Derken adam hemen kalkıp
mescidin içine akıtmaya başladı. Halk da hemencecik üzerine yürüdü. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) onları yasaklayıp:
"Kolaylaştırıcılar olarak gönderildiniz, zorlaştırıcılar
olarak gönderilmediniz. Üzerine bir kova su dökün!" ferman
buyurdular."[44]
AÇIKLAMA:
Bu hadiste geçen vak'a önceki hadistekinin tıpkısıdır. Bu sebeple
temizlikle ilgili kısımların açıklamasını önceki hadisin açıklamasına
bırakıyoruz. Burada fazla olarak, mescide gelen bedevinin iki rekat namaz
kıldığı, arkadan da sadece kendisi ve Resûlullah için Allah'tan rahmet taleb
eden bir duada bulunduğu, Resûlullah'ın o çeşitten bir duada bulunmayı uygun
görmeyerek müdahale ettiği kaydedilmektedir.
Hattâbî, تَحَجَّرْتَ kelimesinin
حَجْر hacr'dan geldiğini belirtir. Hacr: Dilimize de
hukukî bir tâbir olarak giren bu kelime, yasak koymak, malından tasarrufta
bulunma yetkisini almak ma'nâsına gelir. Öyleyse Resûlullah, bedeviye:
"Sen Allah'ın herkese şâmil olan rahmetini kendinle bana tahsis ederek
genişi daralttın" demek istemiştir. Böylece anlaşılıyor ki, namazdan sonra
yapılan duada kişi kendisi ve yakınları için Allah'tan rahmet, mağfiret
isterken, diğer mü'minler için de istemelidir. İslâmî duânın edebi bunu
gerektirmektedir.[45]
ـ3510 ـ5ـ و‘بي
داود في أخرى:
]خُذُوا مَا
بَالَ عَلَيْهِ
مِنَ
التُّرَابِ،
فَألْقُوهُ
وَأهْرِيقُوا
عَلى
مَكَانِهِ
المَاءَ[.
قالَ أبُو
دَاوُدَ:
وَهذِهِ
الرِّوَايَةَ
مُرْسَلَةٌ
‘نَّ ابْنَ
مَعْقِلٍ لَمْ
يُدْرِكْ
النبىَّ
#.»تَحَجَّرْتَ
وَاسِعاً« أى
ضيقت
السعة.وَ»الذَّنُوبُ«
الدلو العظيمة
.
وكذلك
»السَّجْلُ« و
يسمى سجً إ
إذا كان فيه
ماء .
5. (3510)- Ebû Dâvud'un
diğer bir rivayetinde şöyle denmiştir: "Üzerine akıttığı toprağı alın ve
onu atın, yerine su dökün!"
Ebû Dâvud derki: "Bu rivayet mürseldir. Çünkü İbnu Ma'kıl,
Resûlullahla karşılaşmadı."[46]
AÇIKLAMA:
Bu rivayette, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), mescidin içinde
bedevinin akıtarak kirlettiği yerin
oyularak pis toprağının başka bir
yere atılmasını emretmiş, kalan yere de tekrar su dökülmesini ferman
buyurmuştur.
Bu hadis mürseldir; çünkü İbnu Ma'kıl Resûlullah'la
karşılaşmamıştır.[47]
ـ3511 ـ6ـ وعن
أبي عبداللّه
الجشمى قال
حدثنا جندب
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]جاءَ
أعْرَابِىُّ
فَأنَاخَ
رَاحِلَتَهُ
ثمَّ
عَقَلَهَا،
ثُمَّ دَخَلَ
المَسْجِدَ
فَصَلّى
خَلْفَ
رَسُولِ
اللّهِ #، فَلمَّا
سَلَّمَ
رسولُ اللّهِ
# أتَى
ا‘عْرَابِىُّ
رَاحِلَتَهُ
فأطْلَقَهَا،
ثُمَّ رَكِبَ،
ثُمَّ نَادَى:
اللَّهُمَّ
ارْحَمْنِى
وَمُحَمّداً،
وَ تُشْرِكْ
مَعَنَا فِي
رَحْمَتِنَا
أحَداً،
فقَالَ رسولُ
اللّهِ #: مَنْ
تَرَوْنَ أضَلَّ
هذَا أوْ
بَعِيرُهُ؟
ألَمْ
تَسْمَعُوا
إلى مَا قالَ؟
قَالُوا:
بَلَى[. أخرجه
أبو داود .
6. (3511)- Ebû Abdullah el-Cüşemî anlatıyor: "Bize Cündüp radıyallahu anh anlattı ve dedi ki: "Bir bedevi geldi. Devesini önce ıhtırdı, sonra bağladı. En sonra mescide girip Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın arkasında namaz kıldı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) selam verince, bedevi bineğinin yanına gelerek bağını çözüp, üzerine bindi. Sonra da seslice şöyle duada bulundu:
"Allahım, bana ve Muhammed'e rahmet et. Rahmetimizde bir başkasını bize ortak kılma!" Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) müdâhale edip:
"Bunu mu, yoksa devesini mi, hangisini daha şaşkın görüyorsunuz? Ne söylediğini duymadınız mı?" buyurdular. Oradakiler: "Evet! duyduk" dediler."[48]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet de öncekiler gibi, bedevi ile ilgili. Belki de mescide
akıtandan başka bir bedevinin hikayesi. Çünkü bu, Resûlulah (aleyhissalâtu
vesselâm) tarafından yadırganıp âdâb dışı bulunan duayı, devesine bindikten
sonra yapmıştır.
Resûlullah, adam hakkında, câhilâne yaptığı duası sebebiyle
"Bunu mu, yoksa devesini mi, hangisini daha şaşkın görüyorsunuz?"
diyerek yaptığı duayı alenen reddetmiştir. Hattâbî edall'i "echel" diye
açıklar. Echel, câhil ma'nâsına gelir. Biz "şaşkın" diye tercümeyi
daha uygun bulduk, zirâ dalâlette şaşırma ma'nâsı daha galip. Hattâbî, Allah'ın
rahmetini daraltmayı cehaletle tevil eder. Ancak, bunun bir şaşkınlık olduğu da
rahatça söylenebilir.
Resûlullah en sonda: "Onun ne söylediğini duymadınız
mı?" diyerek, hakkında kullandığı tahkiri bu sebeple hakettiğine dikkat
çekmiştir.[49]
ـ3512 ـ7ـ وعن
أمّ سلمة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها: ]أنَّهَا
قالَتْ لَهَا
امْرَأةٌ
إنِّى
أُطِيلُ
ذَيْلِى،
وَأمْشِى في المَكَانِ
الْقَذِرِ،
فقَالَتْ
أُمُّ سَلَمَةَ:
قالَ رسُولُ
اللّهِ #:
يُطَهِّرُهُ
مَا بَعْدَهُ[.
أخرجه ا‘ربعة
إ النسائي .
7. (3512)- Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Bir kadın bana: "Ben eteğimin zeylini fazla uzatıyorum ve pis yerlerde de yürüyorum? (Bu hususta ne dersiniz?)" diye sordu. Bende ona Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın:
"(Pis yerlere değen eteği) ondan sonrası temizler" dediğini söyledim."[50]
AÇIKLAMA:
Eza, rahatsızlık veren
herşey demektir. Taş, toprak, çerçöp, diken, herhangi bir pislik
bulaşığı vs.
Zeyl, kelime olarak kuyruk, uç kısım, çıkıntı, ilâve gibi
ma'nâlara gelir. Burada entarinin yere bakan kısmı. Zeyl denmesi için yere
değmesi şart değil. Sadedinde olduğumuz rivayette, yere değecek kadar uzun
tutulan kadın elbisesi mevzubahistir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) pis
bir yere değerek kirlenen zeylin, arkadan temiz yere değmek suretiyle
temizlendiğini ifade etmektedir. Ümmü Seleme'ye meseleyi soran kadın, yere
değen eteğinin kirlenmiş sayılıp sayılmayacağı hususunda tereddüde düşmüş
olmalı. İmam Şâfiî: "Yere değen eteğin temiz sayılması için yerin kuru
olması gerekir" der. Aksi takdirde, yaş bir pislik çamaşıra bulaşıp
kalacak olursa, onun temiz sayılmaması gerektiğini, yaş bir yere değerse onun
bir başka yere değmesiyle temizlenmesi mümkün olmaz, yıkanması gerekir, der.
Ahmed İbnu Hanbel de hadiste bevl bulaşan bir eteğin bir başka yere değerek
temizleneceğinin kastedilmediğini, kirli bir yerden geçerken oraya değen eteğin
temiz bir yerden geçildiği takdirde
oraya değmesiyle temizleneceğinin kastedildiğini belirtir. İmam Mâlik bundan:
"Toprağın bir yeri bir başka yerini temizler. Bir kimse önce kirli bir
yere bassa, sonra da kuru temiz bir yere bassa, bu ikinci yerin öncekinin pisliğini
temizleyeceğini" anlar. Hattâbî bu nakillerden sonra, "Bevl gibi bir
necâset, elbise veya bedene bulaşacak
olsa ancak su ile yıkamakla temizlenebileceği hususunda ümmetin icma
ettiğini" belirtir.[51]
ـ3513 ـ8ـ و‘بي
داود في أخرى:
]أنَّ امْرأةً
مِنْ بَنِى
عَبْدِ
ا‘شْهَلِ
قالَتْ:
قُلْتُ يَارسُولَ
اللّهِ: إنَّ
لَنَا
طَرِيقاً إلى
المَسْجِدِ
مُنْتِنَةً،
فَكَيْفَ
نَفْعَلُ إذَا
مُطِرْنَا؟
فقالَ:
ألَيْسَ
بَعْدَهَا
طَرِيقٌ هِىَ
أطْيَبُ
مِنْهَا؟
قُلْتُ: بَلى.
قالَ: فهذِهِ
بهِذِهِ[ .
8. (3513)- Ebû Dâvud'un bir
diğer rivayetinde şöyle denmiştir: "Benî Abdul-Eşhel'den bir kadın
anlatıyor:
"Ey Allah'ın Resûlü dedim. Bizim mescide giden yolumuz pis
kokulu (topraktır). Yağmur yağınca ne yapalım?"
"Sizinkinden sonra,
ondan daha temiz bir yol yok
mu?" diye sordu. "Evet!"
deyince:
"İşte bu öbürünü telafi eder, (temizler)!"
buyurdu."[52]
ـ3514 ـ9ـ وله
في أخرى عن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسولُ
اللّهِ #: إذَا
وَطِئَ أحَدُكُمْ
بِنَعْلِهِ
ا‘ذَى، فإنَّ
التُّرَابَ
لَهُ طَهُورٌ[
.
9. (3514)- Yine Ebû Dâvud'da
Ebû Hüreyre'den bir rivayet şöyle: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Sizden biri, ayakkabısıyla bir pisliğe basarsa, bilesiniz,
toprak onu temizler."[53]
AÇIKLAMA:
Bu iki rivayet, pis yoldan geçildiği veya pis bir şeye basıldığı
takdirde, temiz bir yerden geçme hâlinde, ayakkabının bu temiz yerlere değerek
temizleneceğini ifade ediyor, yeter ki ayakkabı üzerinde pislik eseri
gözükmesin.
Hattâbî, Meâlim'de, Evzâî'nin bu meselelerde ikinci hadisin
zâhirini esas aldığını, "Ayakkabı veya meste bulaşan pisliğin temizlenmesi
için, toprağa sürtülmesinin yeterli olacağını, onunla namaz kılınabileceğini
söylediğini" kaydeder. İbrahim Nehâî'nin bu durumda, ayakkabı veya mestte
pislikten ne bir koku ve ne de bir eser
kalmadığı hususunda emin oluncaya kadar silmeye devam ettiği rivayet
edilmiştir.
İmam Şâfiî bu meselede şöyle demiştir: "Necasetler ister
yerde, ister elbise veya ayakkabıda olsun su ile yıkanmadıkça çıkmaz."
Bagavî der ki: "Ulemâ, çoğunluk itibariyle bu hadisin
zahiriyle hükmetmiş ve: "Bir ayakkabı veya mestin ekseriyetine bir pislik
bulaşsa, toprakla ovulup necasetin çoğunlukla çıkarılması halinde temizdir,
onunla namaz kılınabilir" demiştir. Şâfiî'nin eski görüşü de budur. Yeni
görüşünde su ile yıkanmasını şart koşar."
Bazı fakihler, ayakkabının sert olması sebebiyle pisliği
emmiyeceği, dolayısıyla hükmün yaş ve kuru her iki pisliğe şâmil olduğu
görüşünü benimsemişlerdir. Hadisin zâhiri de mutlak olup, her ikisini de içine
almaktadır.[54]
ـ3515 ـ10ـ وعن
ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]إذَا مَرَّ
ثَوْبُكَ،
أوْ وَطِئْتَ
قَذَاراً
رَطْباً
فَاغْسِلْهُ،
وَإنْ كَانَ
يَابِساً فََ
عَلَيْكَ[.
أخرجه رزين .
10. (3515)- İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ) diyor ki: "Elbisen yaş bir pisliğe değdi ise veya
öylesi bir necâsete ayakkabınla bastı
isen, o pisliği su ile yıka. Pislik kuru ise, bir beis yok."[55]
AÇIKLAMA:
Rivayet hüküm itibariyle öncekilere benzemektedir.
ـ3516 ـ1ـ عن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كنْتُ
أغْسِلُ
الجَنَابَةَ
مِنْ ثَوْبِ
رَسولِ
اللّهِ # فَيَخْرُجُ
إلى
الصََّةِ،
وَإنَّ
بُقَعَ المَاءِ
في ثَوْبِهِ[.
أخرجه
الخمسة، وهذا
لفظ الشيخين .
1. (3516)- Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
elbisesine bulaşan meniyi yıkıyordum. O, elbisesinde ıslak kısım (kurumamış)
olduğu halde namaza giderdi."[56]
ـ3517 ـ2ـ
ولمسلم في
أخرى: ]أنَّ
رَجًُ نَزَلَ
بِعَائِشَةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها،
فَأصْبَحَ يَغْسِلُ
ثَوْبَهُ،
فقَالَتْ
عَائِشَةُ: إنَّمَا
كَانَ
يُجْزِيكَ
أنْ تَغْسِلَ
مَكَانَهُ،
فإنْ لَمْ
تَرَهُ
نَضَحْتَ
حَوْلَهُ،
لَقَدْ
رَأيْتُنِى
أفْرُكُهُ
مِنْ ثَوْبِ
رسولِ اللّهِ
# فَرْكاً
فَيُصَلِّى
فِيهِ[.وفي أخرى:
]وَلَقَدْ
رَأيْتُنى،
وَإنِّى
‘حُكُّهُ مِنْ
ثَوْبِ رسولِ
اللّهِ #
يَابِساً
بِظُفْرِى[ .
2. (3517)- Müslim'in bir
diğer rivayetinde şöyle gelmiştir: "Hz. Âişe (radıyallahu anhâ)'ya bir zât
misafir oldu. Adam sabahleyin, elbisesini yıkamaya başladı. Hz. Âişe ona:
"Sana, (meni) bulaşan yeri [gördüysen] orasını yıkaman kâfi
idi, göremediğin takdirde etrafını yıkardın. Ben, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın elbisesinden (meni bulaşığını) ovalamak suretiyle çıkardığımı
biliyorum. O, (bir de yıkamaksızın) onun içinde namaz kılardı."
Bir diğer rivayette şöyle gelmiştir: "İyi biliyorum kurumuş
meni bulaşığını Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın çamaşırından
tırnağımla kazıyarak çıkarıyordum."[57]
AÇIKLAMA:
1- Elbiseye meni bulaştığı takdirde onun nasıl temizleneceğini
bu iki rivayet göstermektedir:
* Bulaştığı yerin yıkanması... Bu henüz kurumamış olma haliyle
ilgilidir. Elbisenin bulaşık kısmının su ile yıkanması yeterlidir.
* Ovalamak suretiyle... Bu kurumuş olma halinde temizleme usulüdür.
Ovalamada bulaşık kısım, su
kullanılmadan çamaşır kendi kendine sürtülerek meni eserinin küçük
parçacıklar halinde dökülmesini sağlamaktan ibarettir. Hz. Âişe, kuru bulaşığın
ovalama yerine tırnakla kazınması
suretiyle de çıkarılabileceğini belirtmektedir.
2- Ovalama veya kazıma suretiyle meninin temizleme
kolaylığı, meninin necislik durumu
hakkındaki anlayıştan gelir. Âlimler
meni necis midir değil midir, münakaşa etmiştir.
* Hanefîlerle, Mâlikîlere göre necistir. Ancak Ebû Hanîfe merhum,
meninin kuru olması halinde elbisenin ovalanmasını temizlik için yeterli
gördüğü halde İmam Mâlik, yaş da olsa
kuruda olsa mutlaka yıkanması gerektiğini söyler. Meninin necis olduğunu
söylemekle beraber, yıkanmadan namaz kılınmış olduğu takdirde namazın iadesinin
gerekmiyeceğini söyleyen âlim de çıkmıştır: Leys ve Hasan İbnu Hayy gibi.
* Şâfiîlere ve Hanbelîlere göre meni temizdir. Dâvud-u
Zâhirî'nin de böyle hükmettiği bilinmektedir. Ashab'tan Hz. Ali, Sa'd İbnu Ebî
Vakkas, Abdullah İbnu Ömer ve Hz. Âişe (radıyallahu anhüm)'ün de bu görüşte
olduğu rivayet edilmiştir.
Şunu hemen belirtmek isteriz: Meniye necis diyenler, onun
yıkandığını gösteren hadisleri esas
almışlardır. Necis değil diyenler de ovalamakla temizleneceğini ifade eden
hadisleri esas almışlardır. Şeriat-ı garrâmız ruhsat ve kolaylık dinidir.
Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm) bu meselede de ruhsat murad etmiş olmalı
ki, ihtaflı beyanlarda bulunmuştur.
* Nevevî, hayvan menisinin hükmü hakkında da açıklamada bulunur:
** Köpek, domuz ve onların menisinden doğan hayvanların menisi
kesinlikle necistir.Diğer hayvanların menisi hakkında üç görüş var:
*** Eti yensin yenmesin bu hayvanların menisi temizdir.
*** Hepsi necistir.
*** Eti yenenlerin menisi temiz, yenmeyenlerinki necistir.
3- Âlimler hadisten şu hükmü de çıkarmışlardır: Kadınlar,
kocaların elbisesini yıkamak gibi kadını ilgilendiren hizmetleri yaparlar. Bu,
sünnete uyan âdâb ve iyi geçimin de yoludur.
4- Önder durumundaki büyüklerin hususi halleri ve hattâ istihya
duyulan meseleleri, ibret alınması, örnek tutulması maksadıyla başkalarına
anlatılabilir. Ashab, bu mülâhaza ile Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la
ilgili pekçok teferruatı anlatmaktan çekinmemiştir.[58]
ـ3518 ـ3ـ وعن
يحيى بن
عبدالرحمن بن
حاطب: ]أنَّهُ
اعْتَمَر
مَعَ عُمَرَ
بنِ
الخَطَّابِ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه في
رَكْبٍ
فِيهِمْ
عَمْرُو بنُ
العَاصِ،
وَإنَّ
عُمَرَ
عَرَّسَ
بِبَعْضِ
الطَّرِيقِ
قَرِيباً
مِنْ بَعْضِ
الْمِيَاهِ، فَاحْتَلَمَ
عُمَرُ بنُ
الخَطَّابِ،
وَقَدْ كَادَ
أنْ يُصْبِحَ
فَلَمْ
يَجِدْ مَعَ
الرَّكَبِ مَاءً
فَرَكِبَ
حَتّى جَاءَ
المَاءَ،
فَجَعَلَ
يَغْسِلُ مَا
رَأى مِنْ
ذلِكَ
احْتَِمِ
حَتّى
أسْفَرَ،
فقَالَ لَهُ
عَمْرُو بنُ الْعَاصِ:
أصْبَحْتَ،
وَمَعَنَا
ثِيَابٌ، فَدَعْ
ثَوْبَكَ
يُغْسَلُ،
فقَالَ
عُمَرُ: وا
عَجَباً لَكَ
يَا ابنَ
الْعَاصِ،
لَئِنْ
كُنْتَ تَجِدُ
ثِياباً
أفَكُلُّ
النَّاسِ
يَجِدُ ثِيَاباً؟
واللّهِ لَوْ
فَعَلْتُهَا
لَكَانَتْ
سُنَّةً،
بَلْ أغْسِلُ
مَا رَأيْتُ
وَأنْضَحُ
مَا لَمْ
أرَهُ[. أخرجه
مالك .
3. (3518)- Yahya İbnu
Abdirrahman İbni Hâtıb'ın anlattığına göre, Hz. Ömer (radıyallahu anh)'la
-içerisinde Amr İbnu'l-Âs (radıyallahu anh)'ın da bulunduğu bir cemaatle
birlikte umre yapmıştır- sefer esnasında su kaynaklarından birine yakın olan bir yolda Hz. Ömer, sabaha
doğru mola verdi. (Herkes gibi kendisi de yattı. Bu esnada) ihtimal oldu. Sabah
olunca kafilede, (yıkanması için yeterli) su bulunamadı. Hayvanını binip
(yakınındaki) suya kadar geldi. Derhal
bu ihtilâmdan kalan meni bulaşığını yıkamaya başladı. Derken ortalık
ağardı. Amr İbni'l-Âs (radıyallahu anh), Hz. Ömer'e:
"Sabah oldu. Yanımızda temiz elbise var, şu elbiseni
(yıkamayı) bırak, bilahare yıkanır" dedi. Ancak Hz. Ömer kendisine:
"Ey İbnu'l-Âs, hayret doğrusu! Yani sen elbise buldun diye
herkes elbise mi bulacak? Allah'a yemin olsun ben senin söylediğini yapsam bu
bir sünnet olur. Hayır, ben gördüğüm (meniyi) yıkarım ve görmediğime de su
çiler (temizlenmiş addeder)im!"dedi."[59]
AÇIKLAMA:
Hadiste Hz. Ömer'in elbisesi üzerinde görülen meni bulaşığını
yıkamakta olduğu, görülmeyen kısımları da terkettiği anlaşılmaktadır. Amr
İbnu'l-Âs: "Sabah vakti oldu, yanımızda yedek temiz çamaşır var, sana
ondan verelim giy, elbisenin tamamı bilahare yıkansın!" teklifinde
bulunur.
Ancak Ebû'l-Velid el-Bâcî'nin belirttiği üzere, Resûlullah'ın
"Size benim sünnetime, benden sonra da Hülafa-i Râşidîn'in sünnetine uymak
düşer" hadisinin ümmette hâsıl ettiği tesir sebebiyle gönüllerde tuttuğu
makamın derecesini iyi bilen Hz. Ömer, fevkalâde bir şuur ve ferasetle bu
teklifi kabul etmiyor ve ümmete böyle bir durumda uyması gereken pratik ve
kolay yol ne ise onu gösteriyor: "Gözle görülen meni bulaşığını yıkayıp
geri tarafa da su çilemek suretiyle temizliğine hükmetmek..."
Ebû'l-Velid el-Bâcî, bu hadise dayanarak Mâlikî mezhebinde
"su çileme" işinin vacib olduğunu belirtir: "Çünkü der, vakit
daralmışken, halka hemen namaz kıldırma işi varken, bunu tehir etmek, ancak
namaza mani vacib bir iş sebebiyle olur." Ebû Hanîfe ve Şâfiî
rahimehümullah: "Şüpheye dayanılarak su çilemek gerekmez, görülmeyen
bulaşık, yok farzedilir, çamaşırının geri kalan kısmının temizliğine
hükmedilir" demişlerdir.[60]
ـ3519 ـ4ـ وعن
ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]إنَّمَا
المَنِىُّ
بِمَنْزِلَةِ
المُخَاطِ
فَامِطْهُ
عَنْكَ
وَلَوْ
بِإذْخِرَةٍ[.
أخرجه
الترمذي بغير
إسناد .
4. (3519)- İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ) buyurmuştur ki:
"Meni, sümük menzilesindendir. Öyleyse bunu kendinden, izhir otuyla da
olsa sil at!"[61]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayeti, Tirmizî sened vermeksizin ta'lik olarak, bir
başka hadisi açıklarken kaydetmiştir. Hadis, bu rivayette mevkuf yani İbnu
Abbâs'ın şahsî fetvası gibi gözükmektedir. Ancak, Atâ'dan gelen bir rivayette
hadisin merfu yani Hz. Peygamberin sözü olduğu tasrih edilmiştir.
2- İzhir, Mekke ve Medine'de yetişen kokulu bir ottur.
Temizlik işlerinde yaygın şekilde kullanılmıştır.
Meni bulaşığının hükmüyle ilgili ulemânın görüşünü önceki
rivayetlerde açıkladık.[62]
ـ3520 ـ1ـ عن
أسماء بنت أبي
بكر رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قالت:
]جَاءَتِ
امْرَأةٌ إلى
النبىِّ # فقَالَتْ:
إحْدَانَا
يُصِيبُ
ثَوْبُهَا
مِنْ دَمِ
الحَيْضَةِ،
كَيْفَ
تَصْنَعُ
بِهِ؟ قالَ:
تَحُتُّهُ،
ثُمَّ
تَقْرُصُهُ
بِالْمَاءِ،
ثُمَّ تَنْضَحُهُ،
ثُمَّ
تُصَلِّى
فِيهِ[. أخرجه
الستة .
1. (3520)- Esmâ Bintu Ebî
Bekr (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Bir kadın (aleyhissalâtu vesselâm)'a
gelerek:
"(Ey Allah'ın Resûlü!) Birimizin çamaşırına hayız kanı
bulaşınca ne yapmalıdır?" diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Önce kazır, sonra
parmak ucuyla bulaşan yeri yıkar, sonra da [kan görülmeyen yere] su
çiler" buyurdu."[63]
ـ3521 ـ2ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت: ]مَا
كَانَ
“حْدَانَا إَّ
ثَوْبٌ
وَاحِدٌ تَحَيَّضُ
فِيهِ، فإذَا
أصَابَهُ
شَىْءٌ مِنْ دَمٍ
قَالَتْ
بِرِيقِهَا
فَمَصَعَتْهُ
بِظُفْرِهَا[.
أخرجه
البخاري،
وهذا لفظه،
وأبو داود.
وله في أخرى:
]فَتَقُصُّهُ
بِرِيقِهَا[ .
2. (3521)- Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "[Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
zevceleri olan] bizlerden her birinin, içinde hayız olduğu bir tek elbisesi
vardı. Ona hayız kanı değecek olsa, onu tükrüğü ile ıslatır, sonra onu tırnağı
ile ovalar (yıkar)dı" dedi."[64]
ـ3522 ـ3ـ وفي
أخرى للبخارى
قالت:
]كَانَتْ
إحْدَانَا
تَحَيَّضُ، ثُمَّ
تَقْرُصُ
الدَّمَ مِنْ
ثَوْبِهَا عِنْدَ
طُهْرِهَا
فَتَغْسِلُهُ،
وَتَنْضَحُ
سَائِرَهُ
ثُمَّ
تُصَلِّى
فِيهِ[.»المَصْعُ«
التحريك
والفرك، وهو
المراد
بالقصّ كما في
رواية أبي
داود.
3. (3522)- Buhârî'nin bir
diğer rivayeti şöyle: "(Hz. Âişe) dedi ki: "Bizden biri hayız olur,
sonra temizlenince, (bulaşma) kanı, elbisesinden kazır ve elbisenin geri
kısmına su serper sonra da içinde namaz kılardı."[65]
AÇIKLAMA:
1- Hayız kanı, yıkanması
vacib olan necasetlerdendir. Bu kanın diğer kanlardan veya
necasetten necislik yönüyle bir farkı
yoktur. Bu hususta icma edilmiştir. Ancak,
yıkanmasının kolay olması için önceden kazınması, ovulması müstehabtır.
2- Âlimler her çeşit necasetin temizlenmesinde yegâne
vasıtanın temiz su olduğunu söylemiştir. Ancak Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf bütün
temiz mâyilerin necaseti
çıkarılabileceğini söylemiştir. Onların bu hükümdeki delillerinden biri 3521
numaralı hadistir. Orada kanın tükrükle ıslatılması zikredilmektedir.
"Tükrük temiz olmasaydı elbise daha da kirlenirdi" denmiştir.
3- Kan lekesi temizlendikten sonra elbisenin geri kalan
kısmına su çileme meselesine bazı âlimler itiraz etmişlerdir: "(Kanın
bulaşıp bulaşmadığı hususunda) şüpheye düşülen elbiseye su çilemek hiç bir
fayda sağlamaz. Çünkü şayet temizse, bir çilemeye hâcet yok. Eğer kirlenmiş ise
böyle bir çileme ile zaten temizlenmez."
Şu halde bu hadisler, hayız kanının elbiseye bulaşması halinde,
bulaşık kısmın yıkanmasıyla elbisenin temiz olacağını, yıkanan yerin ıslaklığı
kurumadan o elbisenin içinde namaz kılınabileceğini belirtmektedir.[66]
ـ3523 ـ1ـ عن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رسُولَ
اللّهِ # قالَ:
طَهُورُ
إنَاءِ
أحِدِكُمْ
إذَا وَلَغَ
فيهِ
الْكَلْبُ
أنْ يَغْسِلَهُ
سَبْعَ
مَرَّاتٍ
أُوَهُنَّ
بِالتُّرَابِ[.
أخرجه الستة،
واللفظ لمسلم
.
1. (3523)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdularki: "Bir kaba, köpek banmışsa onun temizlenmesi, yedi kere su
ile yıkanmasına bağlıdır, hatta bunların ilki toprakla olmalıdır."[67]
AÇIKLAMA:
Şâfiî, Ahmed ve Cumhur, bu hadise dayanarak köpek bir kaptaki suyu
içtiği takdirde, o kabın yedi kere yıkanmasının vacib olduğuna hükmetmiştir.
Ebû Hanîfe, başka delili esas alarak üç kere yıkamanın yeterli olduğuna
hükmeder. Nevevî, toprakla yıkamanın ma'nâsını "Suyu bulandıracak miktarda
toprağın suya katılmasıdır" diye açıklar. "Suyu toprağa katmak veya
toprağı suya atmak, yahut da yerden topraklı su almak arasında fark görülmemiştir. Fakat necaset değen yerin
toprakla meshedilmesi yeterli bulunmamıştır" der.
Hadiste, az suya düşen bir pislik, suyun vasıflarını değiştirmese
de kirleneceğine delil görülmüştür. Çünkü köpeğin içmesi sırasında akan salyası
suyun vasıflarını değiştirmez.[68]
ـ3524 ـ2ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]كَانَتِ الْكَِبُ
تُقْبِلُ
وَتُدْبِرُ
في المَسْجِدِ
في زَمَانِ
رَسولِ
اللّهِ #،
فَلَمْ يَكُونُوا
يَرُشُّونَ
شَيْئاً مِنْ
ذلِكَ[. أخرجه البخاري،
وهذا لفظه،
وأبو
داود.والمراد
بقوله
»تُقْبِلُ
وَتُدْبِرُ«
عبورها في
المسجد حيث لم
يكن أبواب من
غير تلويث
ببول ونحوه.
2. (3524)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Köpekler Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) devrinde mescidin içinde gidip gelirlerdi. Bu sebeple mescidi yıkamak
için içine su serpmezlerdi."[69]
AÇIKLAMA:
1- Yukarıda kaydedilen metin, hadisin Buhârî'deki vechidir. Ebû
Dâvud'un metninde تَبُولُ
ziyadesi
de var, yani köpeklerin
"siğdiği" de belirtilir.
2- Şu halde mescidde köpek dolaşıyor, gidiyor geliyor,
akıtıyor, fakat yıkanmıyor. Ebû Dâvud bu hadisi "Kuruyunca toprağın temiz
olması" adını taşıyan bir babta kaydeder. Şârihler: "Bu hadiste,
toprağa bir pislik değer, sonra bu
pislik güneş veya rüzgârla kurur ve yerinde pisliğe ait bir iz kalmazsa
o taprağın temiz olacağına dair delil vardır; çünkü su serpilmemesi toprağın
kurumuş olmasına ve temizlenmesine delildir" derler.
Hattâbî, bu halin nâdiren vuku bulmuş olabileceğini belirtir:
"Mescidlere köpeklerin rastgele girerek kudsiyetini ihlâl etmeleri caiz
değildir. O zaman, mescidde köpeklerin girip çıkmasına mani olacak kapı
yoktu" der.
3- Ulemâ, kurumakla
toprağın temizlenmesi meselesinde ihtilâf etmiştir:
* Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed rahimehumullah: "Güneş,
topraktan necâseti temizler, yeter ki
necasetten eser gözükmesin" demiştir.
* Ebû Kılâbe: "Toprağın kuruması, temizliğidir" der.
* Şâfiî ve Ahmed İbnu Hanbel: "Toprağa necaset değmişse
bunu sadece su temizler" der.
Bazı âlimler, bu hususta daha önce geçmiş olan (3508) hadisleri de
göz önüne alarak necâset değen toprağın temizlenmesinde iki yol var derler:
"Biri üzerine su dökmek, diğeri de rüzgâr veya güneşte kurumasıdır."[70]
ـ3525 ـ3ـ وعن
كبشة بنت كعب
بن مالك،
وكانت تحت ابن
أبي قتادة:
]أنَّ أبا
قَتَادَةَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه دَخَلَ
عَلَيْهَا
فَسَكَبَتْ
لَهُ وَضُوءاً،
فَجَاءَتْ
هِرَّةٌ
تَشْرَبُ مِنْهُ،
فَأصْغَى
لَهَا ا“نَاءَ
حَتَّى
شَرِبَتْ. قالَتْ:
فَرَآنِى
أنْظُرُ
إلَيْهِ،
فقَالَ: أتَعْجَبِينَ
يَا ابْنَةَ
أخِى؟
قَالَتْ: فَقُلْتُ:
نَعَمْ،
فقَالَ: إنَّ
رَسُولَ
اللّهِ # قالَ:
إنَّهَا
لَيْسَتْ
بِنَجَسٍ،
إنَّمَا هِىَ
مِنَ
الطَّوَّافِينَ
عَلَيْكُمْ
أوِ الطَّوَّافَاتِ[.
أخرجه ا‘ربعة .
3. (3525)- Kebşe Bintu Ka'b
İbnu Mâlik -ki, İbnu Ebî Katâde'nin nikâhı altında idi- anlatıyor: "Ebû
Katâde (radıyallahu anh) yanıma girdi. Kendisine abdest suyu hazırladım.
Bu sırada, sudan içmek üzere bir kedi geldi. Ebû Katâde kabı uzattı, kedi
içti."
Kebşe sözlerine devamla der ki: "Ebû Katâde kendisine bakmakta olduğumu gördü ve:
"Ey kardeşimin kızı, buna hayret mi ediyorsun?" dedi.
Bende:
"Evet!" demiş bulundum. Bunun üzerine:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Kedi necis
değildir. Kedi sizin etrafınızda çokça dolaşır" buyurdular"
dedi."[71]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, kedilerin esas itibariyle necis olmalarına rağmen,
evde ev halkı ile haşirneşir olmaları, her tarafı suhuletle dolaşmaları, gelip
sık sık sürtünmeleri sebebiyle onlardan kaçınma zorluğu, kap kacağı koruma
imkânsızlığı gibi bir kısım durumlardan ötürü, onlara karşı korunma hususunda
ruhsat tanındığını ifade etmektedir.
2- Hadiste kedilere karşı rıfkla muâmele etmek gerektiği,
onlara karşı iyi muamelenin mükâfaatının umulabileceği irşad buyrulmaktadır.[72]
ـ3526 ـ4ـ وعن
داود بن صالح
بن دينار
النمار عن
أمه: ]أنَّ
مَوَْتَهَا
أرْسلَتْهَا
بِهَرِيِسَةِ
إلى عَائِشَة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها. قَالَتْ:
فوَجَدْتُهَا
تُصَلِّى،
فَأشَارَتْ إلَىَّ
أنْ
ضَعِيهَا،
فَجَاءَتْ
هِرَّةٌ فَأكَلَتْ
مِنْهَا،
فَلَمَّا
انْصَرَفَتْ
عَائِشَةُ
مِنْ
صََتِهَا
أكَلَتْ مِنْ
حَيْثُ أَكَلَتِ
الهِرَّةُ،
وَقَالَتْ:
إنَّ رَسُولَ اللّهِ
# قالَ:
إنَّهَا
لَيْسَتْ
بِنَجَسٍ إنَّمَا
هِىَ مِنَ
الطَّوَّافِينَ
عَلَيْكُمْ،
وَإنِّى
رَأيْتُ
رسولَ اللّهِ
# يَتَوضّأ
بِفَضْلِهَا[.
أخرجه أبو
داود .
4. (3526)- Dâvud İbnu Sâlih
İbni Dinâr et-Temmâr, annesinden anlatıyor: "Efendim beni, Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ)'ya bir miktar yemekle gönderdi. Gelince Hz.Âişe'yi namaz
kılıyor buldum. Bana, elimdekini koymamı işâret etti. (Ben de bıraktım). Ancak
bir kedi gelerek üzerinden yedi.
Hz. Âişe (radıyallahu anhâ), namazından çıkınca, kedinin yediği
yerden yemeği (bir miktar) yedi. Sonra da şu açıklamayı yaptı: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm): "Kedi necis değildir, o sizi çokça dolaşan
birisidir" demişti. Ben ayrıca Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
kedinin artığıyla abdest aldığını gördüm."[73]
AÇIKLAMA:
1- Gönderilen yemek herîsedir. Herîse, dövülmüş buğday ve
etten yapılan bir yemek çeşididir.
2- Hadis, namazda işarette bulunmanın câiz olduğunu da
göstermektedir. Buna cevaz ifade eden başka örnekler, rivayetlerde gelmiştir.
3- Hattâbî der ki: "Hadisten çıkan hükümlerden biri,
kedinin zât itibariyle temiz olduğudur.
Öyleyse artığı temizdir; içilebilir, abdest alınabilir, bunlarda bir kerahet
yoktur. Hadis yine delâlet eder ki: Zâtı tâhir olan her vahşinin -ister yerde
yürüyen ister kuş nevinden olsun- eti yenmese bile artığı temizdir."
Tirmizî'ninde açıklamasına göre, kedinin artığının temiz olması, Sahabe, Tâbiîn
ve Etbâuttâbiîn ulemâsından ekseriyetinin müşterek görüşleridir. Şâfiî, Ahmed,
İshak bunlardandır. Ebû Yusuf, İmam Muhammed de bu görüştedirler.
Ebû Hanîfe ise, kedinin herhangi bir vahşi gibi necis olduğunu,
ancak tahfif edildiğini, dolayısıyla artığının haram değil mekruh olduğunu
söyler. O, bu meselede Ahmed İbnu Hanbel ve Dârakutnî'nin tahriç ettikleri "Kedi vahşi hayvandır" hadisine
dayanır.[74]
ـ3527 ـ5ـ وعن
ميمونة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت: ]سُئِلَ
رَسُولُ
اللّهِ # عَنْ
فَأرَةٍ
سَقَطَتْ في
سَمْنٍ،
فقَالَ:
ألْقُوهَا
وَمَا
حَوْلَهَا،
وَكُلُوا
سَمْنَكُمْ[.
أخرجه الستة إ
مسلماً، وهذا
لفظ البخاري .
5. (3527)- Meymûne
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a yağa
düşen fareden soruldu. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Onu ve etrafındaki kısmı atın, yağınızı yiyin!"
buyurdu."[75]
ـ3528 ـ6ـ وفي
رواية ‘بي
داود عن أبي
هريرة: ]فَإنْ
كَانَ
جَامِداً
فَألْقُوهَا
وَمَا
حَوْلَهَا،
وَإنْ كَانَ
مَائِعاً فََ
تَقْرَبُوهُ[
.
6. (3528)- Ebû Dâvud'un Ebû
Hüreyre'den kaydettiği bir rivayette şöyle gelmiştir: "(Eğer yağ) donmuşsa
fareyi ve etrafındaki yağı kaldırıp atın, yağ sıvı ise, artık ona yemek
niyetiyle) yaklaşmayın."[76]
AÇIKLAMA:
Nesâî'nin bir rivayetinde bu yağın donmuş olduğu tasrih edilir.
Ulemâ, donmuş yağa herhangi bir necâset düşerse, o kısmın atılmasıyla geri
kalan kısmın yenileceğini söylemiştir. "Ancak derler, yağa düşen pislikten
yağın geri kalan kısmına herhangi bir eser, bir parça sirâyet etmediğinden emin
olmak gerekir. Böyle bir sirâyet endişesi varsa, emâre görülürse tamamı
atılır."
Yağ sıvı ise, hükümde ihtilâf
edilmiştir.
* Cumhur, necâsetin değmesiyle yağın tamamiyle kirleneceğine
hükmeder. Zührî, Evzâî, Ahmed gibi bazıları muhalefet etmiştir. Ahmed İbnu
Hanbel mâyi bir şeye pislik düştüğü takdirde, (tad, koku, renk gibi) bir
değişiklik olursa kirleneceğini söylemiştir. İmam Mâlik'ten de buna yakın bir
rivayette bulunulmuştur.
* Ebû Hanîfe, "Böyle bir mâyinin yenilmesi içilmesi caiz
değildir, satışı ve kandilde yakılması câizdir" demiştir.
* Şâfiî hazretleri, "Yenmesi de satılması da câiz değildir,
kandilde yakılabilir" demiştir.[77]
ـ3529 ـ7ـ وفي
أخرى له عن
أبي سعيد
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رسولَ
اللّهِ #
مَرَّ
بِغَُمٍ يَسْلُخُ
شَاةً وَمَا
يُحْسِنُ،
فقَالَ لَهُ رَسُولُ
اللّهِ #:
تَنَحَّ
حَتّى
أُرِيكَ، فَأدْخَلَ
يَدَهُ
بَيْنَ
الجِلْدِ
وَاللَّحْمِ
فَدَخَسَ
بِهَا حَتَّى
دَخَلَتْ إلى
ا“بْطِ، ثُمَّ
مَضى فَصَلّى
لِلنَّاسِ
وَلَمْ يَتَوَضَّأ[.زاد
في رواية:
»يَعْنِى لَمْ
يَمَسَّ مَاءً«.»الدَّخَسُ«
بخاء معجمة:
الدس .
7. (3529)- Yine Ebû
Dâvud'da Ebû Saîd (radıyallahu anh)'tan kaydedilen bir rivayette denir ki:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir koyunu beceriksizce yüzmekte olan
bir köleye uğramıştı. Ona:
"Çekil de sana göstereyim!" dedi. Derhal elini deri ile
et arasına soktu. Elini, bütün kolu koltuğa kadar derinin altında kalacak
şekilde ilerletti. Sonra gidip abdest almadan halka namaz kıldırdı."
Bir rivayette, "Yani suya değmedi" ziyadesi vardır.[78]
AÇIKLAMA:
Burada abdest almadan, "elini yıkamadan" demektir.
Nitekim bir rivayette gelen ziyade bu hususu tasrih etmektedir. Sadedinde
olduğumuz hadis, pişmemiş ete elin değmesi halinde yıkama mecburiyeti olup
olmadığını belirtme sadedinde vârid olmuştur. Görüldüğü üzere, taze ete
değmekle el yıkama zarureti hâsıl olmuyor.[79]
ـ3530 ـ1ـ عن
مرثد بن
عبداللّه
اليزنى قال:
]رَأيْتُ عَلى
ابْنِ
وَعْلَةَ
السَّبَائِىِّ
فَرْواً
فَمَسَسْتُهُ،
فقَالَ:
مَالَكَ تَمَسُّهُ،
قَدْ سَألْتُ
ابنَ
عَبَّاسٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما؟
فَقُلْتُ
لَهُ: إنَّا
نَكُونُ
بِالْمَغْربِ،
وَمَعَنَا
الْبَرْبرُ وَالمَجُوسُ
نُوْتَى
بِالْكَبْشِ
وَقَدْ ذَبَحُوهُ،
وَنَحْنُ َ
نَأكُلُ
ذَبَائِحَهُمْ،
وَيَأتُونَنَا
بِالسِّقَاءِ
يَجْعَلُونَ
فِيهِ الْوَدَكَ،
فقَالَ ابنُ
عَبَّاسِ:
قَدْ سَألْنَا
رسولَ اللّهِ
# عَنْ ذلِكَ
فَقَالَ:
دِبَاغُهُ
طَهُورُهُ[.
أخرجه الستة إ
البخاري،
وهذا لفظ
مسلم.وفي
رواية
للنسائى:
»وَلَهُمْ
قِرَبٌ يَكُونُ
فِيهَا
اللَّبَنُ
وَالمَاءُ
وَذَكَرَ نَحْوَهُ«.»الْوَدَكُ«:
دسم اللحم .
1. (3530)- Mersed İbnu
Abdillah el-Yezenî anlatıyor: "İbnu Va'le es-Sebâî'nin üzerinde bir kürk
gördüm ve elimle dokundum. Bana:
"Kürke niye elini değdin?"dedi. Ben bu hususta İbnu Abbâs
(radıyallahu anh)'ya sordum ve dedim ki: "Biz Mağrib'te yaşıyoruz. Bizimle
birlikte Berberîler ve Mecusîler de var. Onlar bize kestikleri koyunu
getiriyorlar. Kestiklerini yemiyoruz. Bize, içerisine iç yağı konmuş deriden
mâmul dağarcık getiriyorlar (bunu kabul edelim mi)?" İbnu Abbâs cevaben
dedi ki:
"Bundan biz de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
sormuştuk: "Derinin debbağlanması onun temizliğidir"
buyurdular."[80]
Nesâî'nin bir rivayetinde şöyle gelmiştir: "Onların,
içerisinde süt ve su bulunan kırbaları (deriden mamul su kapları) var..."
gerisi yukarıdaki gibi..[81]
ـ3531 ـ2ـ وعن
ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما: ]أنَّ
رسولَ اللّهِ
# مَرَّ
بِشَاةٍ
مَيْتَةٍ
فقَالَ:
هََّ
انْتَفَعْتُمْ
بِإهَابِهَا؟
قَالُوا:
إنَّهَا
مَيْتَةٌ.
قالَ: إنَّمَا
حُرَّمَ أكْلُهَا[.وفي
أخرى: »هََّ
أخَذْتُمْ
إهَابَهَا فَدَبَغْتُمُوهُ
فَانْتَفَعْتُمْ
بِهِ«. أخرجه
الستة إ أبا
داود، وهذا
لفظ
الشيخين.»ا“هَابُ«:
الجلد قبل
الدباغ .
2. (3531)- İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
ölmüş (ve terkedilmiş) bir koyuna rastlamıştı.
"Bunun derisinden faydalanmıyor musunuz?" buyurdular.
Oradakiler:
"Ama bu meytedir (leşdir, istifâdesi caiz
değildir)"dediler. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Meytenin yenmesi haramdır!" buyurdular."
Bir başka rivayette: "Bunun derisini alıp, debbağlayarak
istifâde etmiyor musunuz?" demiştir.[82]
ـ3532 ـ3ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]سُئِلَ رسولُ
اللّهِ # عَنْ
ذَكَاةِ
المَيْتَةِ،
فَقَالَ:
ذَكَاةُ
المَيْتَةِ
دِبَاغُهَا[.
أخرجه ا‘ربعة
إ الترمذي،
وهذا لفظ
النسائي، جعل
الدباغ
بمنزلة الذبح
‘ن المذبوح
طاهر .
3. (3532)- Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
meytenin zekâtından (kendiliğinden ölen hayvanın derisinin nasıl temiz
kılınacağından) sorulmuştu.
"Meytenin zekâtı (temiz kılınması) onun
debbağlanmasıdır" diye cevap verdi."[83]
AÇIKLAMA:
1- Kaydettiğimiz bu hadisler, İslâmî usule uymadan öldürülen
veya kendiliğinden ölen hayvanların, etlerinin yenilmesi haram olsa da
derilerinden istifâde edilebileceğini ifade eder. Bu çeşit hayvanların
derilerinin debbağlanması, o hayvanın tezkiyesi hükmüne geçmektedir. Tezkiye,
hayvanın şerî usule göre kesilmesi, böylece etinin temiz kılınması demektir.
Normalde tezkiye edilmeyen hayvanın eti gibi derisi de temiz
değildir. Ancak, derisi debbağlanıp işlendi mi, tezkiye edilmiş olmakta ve
kullanılması helâl hâle gelmektedir.
2- Ancak, ulemânın debbağlama ile derinin tezkiyesi
meselesinde farklı görüşler ileri sürdüğünü bilelim:
1) Şâfiî'ye göre köpek ve hınzır dışındaki bütün hayvan
meytelerinin derileri debbağlanmak suretiyle temizlenir. Derinin içi de dışı da
temizdir, kuru veya mâyi her çeşit eşya ve yiyecek maddesi, içine konabilir.
Eti yenen yenmeyen hayvan derisi arasında da bir fark yoktur. Hz. Ali ve
Abdullah İbnu Mes'ud'un da bu görüşte olduğu rivâyet edilmiştir.
2) Debbağlama deriyi temizlemez. Ömer İbnu'l-Hattâb, oğlu
Abdullah, Hz. Âişe (radıyallahu anhüm ecmâîn) bu görüştedirler. Ahmed İbnu
Hanbel'in iki rivayetinden meşhur olanı böyle olduğu gibi, İmam Mâlik' ten
gelen iki rivayetten biri de böyledir.
3) Debbağlamakla eti yenen hayvanların meytelerinin derisi
temizlenir, yenmeyenlerinki temizlenmez. Evzâî, İbnu'l-Mübârek, Ebû Sevr, İshak
İbnu Râhûye bu görüştedir.
4) Hınzır dışında bütün meytelerin derileri, debbağlamakla
temizlenir. Bu Ebû Hanîfe'nin görüşüdür.
5) Bütün derilerin dışı temizlenir, fakat içi temizlenmez.
Dolayısıyla kurularda kullanılır, ıslak ve yaş
şeylerde kullanılmazlar. Üstünde namaz kılınır, içinde kılınmaz. İmam
Mâlik'in meşhur görüşü budur.
6) Herşey, köpek ve hınzır dahil hem içiyle hem dışıyla
temizlenir. Ebû Dâvud-u Zâhirî'nin ve diğer Zâhirîlerin görüşüdür. Ebû Yusuf'un
da böyle söylediği hikaye edilmiştir.
7) Meytenin derisinden, debbağlanmadan da istifade edilebilir.
Onların hem yaş, hem kuru her çeşit eşya koymada kullanılması caizdir. Bu da
Zührî'nin görüşüdür. Nevevî, bu görüşün şazz olduğunu, iltifat edilmemesi
gerektiğini söyler.
3- Bâzı hadislerde debbağlama ameliyesi kesme yerine
konulmuştur (3532). Çünkü debbağlanınca, deri kesilmiş gibi temiz olmaktadır.
4- Bu hadislerde, sünnetle Kur'an'ın tahsis edileceğine delil
bulunmuştur. Çünkü meytenin haram olduğunu bildiren حُرِّمَتْ
عَلَيْكُمُ
الْمَيْتَةُ (Mâide
3) âyeti meytenin her parçasına şâmildir: Et, deri, yün vs... Hadis, âyetin
yasağını "yeme"ye tahsis etmiştir.[84]
ـ3533 ـ4ـ وعن
سودة بنت زمعة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْها
قالت:
]مَاتَتْ
لَنَا شَاةٌ
فَدَبَغْنَا
مَسْكهَا
ثُمَّ
مَازِلْنَا
نَنْبِذُ
فيهِ حَتّى
صَارَ
شَنّاً[.
أخرجه
البخاري
والنسائي.»المَسْكُ«
بفتح الميم:
الجلد.
»وَالشَّنُّ«:
القربة
البالية.
4. (3533)- Sevde Bintu
Zem'a (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Bizim bir koyunumuz öldü. Derisini
debbağladık. Sonra eskiyinceye kadar içerisinde nebîz yaptık."[85]
ـ3534 ـ5ـ وعن
عبداللّه بن
عكيم رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رَسُولَ
اللّهِ #
كَتَبَ إلى
جُهَيْنَةَ قَبْلَ
مَوْتِهِ
بِشَهْرٍ: َ
تَنْتَفِعُوا
مِنَ
المَيْتَةِ
بِإهَابٍ وََ
عَصَبٍ[.
أخرجه أصحاب
السنن. وفي
رواية
الترمذي:
»قَبْلَ مَوْتِهِ
بِشَهْرَيْنِ«
.
5. (3534)- Abdullah İbnu
Ukeym (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
ölümünden bir ay önce Cüheyne kabilesine şöyle yazdı:
"Meytenin ne deri ne de sinirinden istifâde etmeyin."[86]
Tirmizî'nin rivayetinde: "Ölümünden iki ay önce..." şeklinde gelmiştir.[87]
AÇIKLAMA:
Hadis, önceki rivayetlerle teâruz halindedir. Buna göre, debbağlamakla da meytenin derisi temizlenmez ve kullanılamaz. Ancak hadis, ulemâ tarafından muzdarib bulunduğu için amel edilemeyecek kadar zayıf addedilmiş ve böylece amel dışı tutulmuştur. Bir ara Ahmed İbnu Hanbel'in, hadiste geçen "Ölümünden iki ay önce" tabirine bakarak: "Resûl-i Ekrem'in en son verdiği emrin bu olduğu anlaşılmaktadır" diyerek, bunun hükmünü esas aldığı, ancak bir müddet sonra, hadisteki ızdırab sebebiyle onun da terkettiği, rivayetlerde gelmiştir.
Ancak bazı tahkikler, hadisteki ızdırab iddiasının vârid olmadığını ortaya koymuştur. Bu durumda hadisi amel dışı bırakan husus, sıhhatce kendisinden üstün olan rivayetlere muhalefeti gösterilmiştir. Fakat, teâruzun giderilmesinde lügavî tahlil esas alınmıştır. Şöyle ki:
Hadiste geçen ve deri ma'nâsına gelen ihâb'ın, debbağlanmamış deri için kullanıldığı belirtilmiştir. Deri debbağlandıktan sonra ihâb diye isimlenmez, kırba veya şenn gibi isimler alır.
İbnu Hacer bu hadisteki yasağı, köpek ve domuz derisine veya derinin içine hamlederek veya hadisin râvisi olan Abdullah İbnu Ukeym'in, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sağlığında bir yaşında bir çocuk olduğunu söyleyerek müşkili halletmeye çalışanları makul bulmaz.[88]
ـ3535 ـ6ـ وعن
أُسامة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رَسولَ
اللّهِ #
نَهَى عَنْ
جُلُودِ السِّبَاعِ[.
6. (3535)- Hz. Üsâme
(radıyallahu anh) der ki:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yırtıcı hayvanların derilerini
kullanmayı yasakladı."[89]
AÇIKLAMA:
Bu ve bu babta gelen başka hadisler, yırtıcı hayvanların -ki
öncelikle arslan ve kaplan kastedilmektedir- derilerinin kullanılmasını
yasaklamaktadır. Ulemâ nehye istidlâl etmiştir. Ancak yasağın hikmeti hususunda
farklı mütâlaalar ileri sürülmüştür.
* Beyhakî der ki: "Yasaklama, deri üzerinde varlığını
devam ettiren kıllar sebebiyledir. Çünkü debbağlamanın kıla bir tesiri olmaz."
* "Nehyin, debbağlanmamış yırtıcı derisiyle alâkalı
olması da muhtemeldir. Çünkü debbağlanmayan yırtıcı derisi pistir veya yasak,
bu derilerin müsrif ve kibirli insanların minderi olmasındandır."[90]
(Bu babta iki fasıl var)
*
BİRİNCİ FASIL
İSTİNCANIN ÂDÂBI
*
İKİNCİ FASIL
İSTİNCADA KULLANILAN CİSİMLER
ـ3536 ـ1ـ عن
أبي موسى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كُنْتُ
مَعَ
النَّبىِّ #
ذَاتَ يَوْمٍ
فَأرَادَ أنْ
يَبُولَ
فَأتى
دَمِثاً في
أصْلِ
جِدَارٍ
فَبَالَ،
ثُمَّ قالَ:
إذَا أرَادَ
أحَدُكُمْ
أنْ يَبُولَ
فَلْيَرْتَدْ
لِبَوْلِهِ[.
أخرجه أبو
داود.
»الدَّمِثُ«:
الموضع اللين
الذي فيه
رمل.»وَاِرْتِيَادُ«:
التطلب،
واختيار الموضع
.
1. (3536)- Ebû Musa
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'la birlikte idim. Aleyhissalâtu vesselâm küçük abdest bozmak
ihtiyacını duymuştu. Hemen bir duvarın
dibine, kumlu toprak bulunan bir noktaya gelip abdest bozdular. Sonra da:
"Sizden biri, küçük abdest bozmak isteyince bevli için uygun
bir yer arasın!" buyurdular."[91]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, küçük abdest bozmak için, yumuşak bir yer aramanın
gereğine dikkat çekiyor. Zirâ idrar sert yere değince sıçrayıp üstbaşı
kirletebilir. Hadiste Resûlullah'ın, "demis" denen idrarı gelince
hemen emici yumuşak topraklı bir yer araştırdığı belirtilmektedir.[92]
ـ3537 ـ2ـ وعن
المغيرة بن
شعبة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ
رَسولُ
اللّهِ # إذَا
أتَى لِحَاجَتِهِ
أبْعَدَ في
المَذْهَبِ[.
أخرجه أصحاب
السنن، وصححه
الترمذي .
2. (3537)- Mugîre İbnu
Şu'be (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
kazayı hâcet için gidince, yoldan uzak olurdu."[93]
ـ3538 ـ3ـ وعن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسُولُ
اللّهِ #:
اتَّقُوا
الَعِنَيْنِ. قالُوا:
وَمَا الََّعِنَانِ؟
قالَ: الَّذِي
يَتَخَلَّى في
طَرِيقِ
النَّاسِ،
أوْ
ظِلِّهِمْ[.
أخرجه
مسلم، وهذا
لفظه، وأبو
داود .
3. (3538)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"İki lânetten korkun!" buyurdular. Ashab:
"İki lânet de nedir?" diye sorunca, açıkladılar:
"İnsanların yollarına abdest bozanla, gölgelerine abdest
bozanlardır!"[94]
AÇIKLAMA:
Bu sonuncu hadis, halkın lânetine sebep olan iki davranışa dikkat
çekmektedir. Gelip geçtikleri yerlerle, gölgelendikleri yerlerin kirletilmesi.
Bunların, halkı rahatsız edici
kirletmelerden uzak tutulması gerekmektedir. Hususan abdest bozmaktan
kaçınılmalıdır.
Hadis lâin yani "lânet edenden sakının" buyurmaktadır.
Sonra bunlar kimdir diye sorulunca:
"Yola ve gölgeye abdest bozan..."diye
açıklanmaktadır. Yâni lânet edici bizzat abdest bozan olmaktadır. Denir ki:
"Buralara abdest bozana halkın küfredip, lânet okuması âdettendir. Öyleyse
halkın bu lânetine, kendisi sebep olduğu için sanki kendisi lânet etmiş gibi
ifâde edilmiştir."
Şu hususu da belirtelim ki, burada zikredilen yasak, her bir yol,
her bir gölge için değildir. İnsanların gelip geçtiği yol, oturup dinledikleri,
kaylûle yaptıkları, zaman zaman iltica ettikleri gölgelerdir. Çünkü nâdir
durumlarda geçilen yollarla pek seyrek uğranılan gölgeler yasağa girmemelidir.[95]
ـ3539 ـ4ـ وله
في أُخرى عن
معاذ:
]اتَّقُوا
المََعِنَ
الثََّثَ:
الْبَرَازَ
في
المَوَارِدِ،
قارِعَةِ
الطَّرِيقِ،
والظّلِّ[. »الْبَرَازُ«
بفتح الباء:
موضع قضاء
الحاجة .
4. (3539)- Yine Ebû Dâvud,
Hz. Muâz (radıyallahu anh)'tan şu rivayeti kaydetmiştir: "Lanete sebep
olan üç yere abdest bozmaktan kaçının: Su yollarına, işlek yollara ve
gölgeliklere."[96]
Açıklama önceki hadiste yapıldı.
ـ3540 ـ5ـ وعن
عبداللّه بن
سرجس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]نَهَى
رَسُولُ اللّهِ
# عَنْ أنْ
يُبَالَ في
الجُحْرِ.
قِيلَ لِقَتَادَةَ:
وَمَا
يُكْرَهُ
مِنَ
الْبَوْلِ في
الجُحْرِ؟
قالَ: كَانَ
يُقَالُ
إنَّهَا مَسَاكِنُ
الجِنِّ[.
أخرجه أبو
داود والنسائي.
5. (3540)- Abdullah İbnu
Sercis (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
(yer üzerindeki haşerat) deliklerine akıtmayı yasakladı."
Katâde'ye: "Bu deliklere akıtmak niye mekruh kılındı?"
diye sorulmuştu. Şu cevabı verdi:
"Bunların cinlere ait meskenler olduğu söyleniyordu."[97]
AÇIKLAMA:
Cuhr, arazide görülen zararlı haşere delikleridir. Yerin
içerisinde onlara ait yuvalar vardır. Geceleri ve kış mevsimlerinde oralara
girip barınırlar. Buralara abdest bozmak, rahatsız edilen o hayvanlardan bazı
zararların gelme ihtimâlini artırdığı gibi, o hayvanlarında huzursuz edilmesine
sebep olur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), alemlere rahmettir, birçok
emirlerinde hem insanlara hem de başka
mahlukat ve hayvanlara rahmet olacak esaslar vazetmiştir. Bu hadiste
ifade edilen yasağın hayvanlara da bir rahmet olduğunu söyleyebiliriz.[98]
ـ3541 ـ6ـ وعن
عبداللّه بن
مغفل رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رسولُ اللّهِ
#: َ
يَبُولَنَّ
أحَدُكُمْ في
مُسْتَحَمِّهِ
فَإنَّ
عَامَّةَ
الْوَسْوَاسِ
مِنْهُ[.
أخرجه أصحاب
السنن.وزاد
أبو داود:
»ثُمَّ
يَغْتَسِلُ
فِيهِ« .
6. (3541)- Abdullah İbnu Mugaffel
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Sizden kimse hamam yaptığı yere akıtmasın. Zira
vesveselerin çoğu bu yüzden hâsıl olur."[99]
Ebû Dâvud'un rivayetinde şu ziyade var: "...sonra dönüp
içinde yıkanacaktır."[100]
AÇIKLAMA:
Bu hadiste, yıkanılacak yere akıtılması yasaklanmaktadır. Yasak
mutlak gelmiş ise de bir kısım âlimler, bu yasağın, yıkanılacak yerin durumuna
bağlı olduğunu belirtirler. Yâni yıkanma yeri yumuşaksa ve idrara geçit
sağlayacak bir menfez de yoksa bu durumda, yer idrarı emecek ve pisliği orada
sabit tutacaktır. Bu durumda akıtmak yasaktır. Aksine yer sert olsa ve
üzerinden idrar akıp gitse veya pis suyun
cereyanını sağlayacak bir menfez bulunsa bu durumda akıtma yasağı
yoktur. Nevevî: "Yerin sert olup sıçrantı değmesi ihtimali olursa
yasaktır; bir menfezin bulunması gibi bir sebeple sıçrantının değmesinden
endişe edilmezse yasak da yoktur" derler.
Bâzı âlimler Nevevî'nin, az önce ulemâdan kaydettiğimiz
mülâhazaya ters düştüğüne dikkat
çekmiştir. Zirâ ulemâ yasağı yumuşak yere hamlederken, Nevevî sert yere hamletmiştir. Bâzı âlimler meseleyi
şöyle halleder: "Yasağı yerin yumuşak veya sert olmasına hamletmek
yanlıştır. En doğrusu yıkanma yerine akıtmamaktır. Çünkü bir çok vesveseler
bundan hâsıl olmaktadır. Öyleyse yıkanma mahalleri ne hal üzere olursa olsun
mutlak olarak akıtma işinden kaçınmalıdır."[101]
ـ3542 ـ7ـ وعن
أُميمة بنت
رُقية رَضِيَ
اللّهُ عَنْها
قالت: ]كَانَ
لِرَسُولِ
اللّهِ #
قَدَحٌ مِنْ
عَيْدَانَ
تَحْتَ
سَرِيرِهِ
يََبُولُ
فِيهِ مِنَ اللَّيْلِ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائي .
7. (3542)- Ümeyme Bintu
Rukiyye (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın karyolasının altında bulundurduğu hurma kütüğünden bir çanağı vardı. Geceleyin ona küçük abdest
bozardı."[102]
ـ3543 ـ8ـ وعن
أبي أيوب
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ النَّبىَّ
# قالَ: إذَا
أَتَيْتُمُ
الْغَائِطَ فََ
تَسْتَقْبِلُوا
الْقِبْلَةَ
وََ تَسْتَدْبِرُوهَا،
ولكِنْ
شَرِّقُوا
أوْ غَرِّبُوا[.قال
أبو أيوب:
فلما قدمنا
الشام وجدنا مراحيض
قد بنيت قبل
القبلة
فننحرف عنها
ونستغفر اللّه.
أخرجه الستة،
وهذا لفظ
الشيخين .
8. (3543)- Ebû Eyyub (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Helâya gittiğiniz vakit, (abdest bozarken) kıbleye ne önünüzü ne de arkanızı dönmeyin. Fakat yüzünüzü doğuya ve batıya dönderin."
Ebû Eyyub der ki: "Şam'a gelince helâların yönlerinin hep kıble cihetine inşa edildiğini gördük. Onları (kullanırken yönünü yan çeviriyor, ayrıca Allah'tan mağfiret de diliyorduk."[103]
AÇIKLAMA:
Burada meskenle inancın bağıntısını gösteren bir numûne ile karşı
karşıyayız. Her kültürün kendine has meskeni ve bu meskenin temel hususiyetleri
vardır. İslâm meskeninin bir hususiyeti, helâların yön itibariyle insanın ön
veya arka fercinin kıbleye gelmiyecek şekilde olmasıdır. Bu bir İslâmî
edebtir.
Hadiste geçen "Yüzünüzü doğuya ve batıya dönderin" emri
Medine halkıyla ilgilidir. Ama kıblesi doğu veya batı cihetinde olan
kimselerin, "doğu"ya ve "batı"ya yönelmemeleri gerekir.
Bazı âlimler, 3545 numarada kaydedilecek hadisi esas alarak, kıbleye yönelme yasağının bilhassa
önü açık geniş araziler için mevzubahis olduğunu; kapalı ve dar yerlerde o
kadar mühim olmadığını belirtirler.[104]
ـ3544 ـ9ـ وفي
رواية لمالك:
]أنَّ أبَا
أيُّوبَ قالَ
وَهُوَ
بِمِصْرَ:
واللّهِ مَا
أدْرِى كَيْفَ
أصْنَعُ
بِهذِهِ الْكَرَايِيسِ،
وَقَدْ قالَ
رَسولُ
اللّهِ #: إذَا
ذَهبَ
أحَدُكُمْ
لِغَائِطٍ،
أوْ بَوْلٍ فََ
يَسْتَقْبِلِ
الْقِبْلَةَ،
وََ يَسْتَدْبِرُهَا
بِفَرْجِهِ[.قوله
»شَرِّقُو أوْ
غَرِّبُوا«:
أمر ‘هل
المدينة،
ولمن قبلته
على ذلك
السمت، فأما
من كانت قبلته
إلى الشرق، أو
الغرب ف
يستقبلهما.»وَالمَرَاحِيضُ«:
جمع مرحاض: وهو
المغتسل،
وموضع قضاء
الحاجة.»وَالْكَرَايِيسُ«:
بِياءين
معجمتين
بنقطتين من
تحت جمع كرياس،
وهو الكنيف
المشرف عل سطح
بقناة إلى ا‘رض،
فإذا كان أسفل
فليس بكرياس .
9. (3544)- İmam Mâlik'in
bir rivayeti şöyledir: "Ebû Eyyub (radıyallahu anh) Mısır'da iken demiştir
ki: "Vallahi bu kiryas denen kenefleri nasıl kullanacağımı bilemiyorum.
Zira Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Biriniz büyük veya küçük abdest
bozunca kıbleye yönelmesin, arka fercini de çevirmesin" demişti."[105]
AÇIKLAMA:
Kiryâs: Mısır'da İslâmî fetihten önce yerden yüksek şekilde inşa
edilmiş helâya denir. Yer seviyesinde helâlara kiryâs denmez. Ebû Eyyub'un
sözünden bunların istikâmetinin kıbleye baktığı anlaşılmaktadır.[106]
ـ3545 ـ10ـ وعن
مروان ا‘صغر قال:
]رَأيْتُ ابنَ
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
أنَاخَ
رَاحِلَتَهُ
مُسْتَقْبِلَ
الْقِبْلَةِ،
ثُمَّ جَلَسَ
يَبُولُ
إلَيْهَا،
فَقُلْتُ
لَهُ: يَا
أبَا
عَبْدِالرَّحْمنِ
ألَيْسَ قَدْ
نُهِىَ عَنْ
هذَا؟ قالَ:
بَلَى
إنَّمَا
نُهِى عَنْ
ذلِكَ في
الْفَضَاءِ،
فإذَا كَانَ
بَيْنَكَ،
وَبَيْنَ
الْقِبْلَةِ
شَىْءٌ
يَسْتُرُكَ
فََ بَأسَ[.
أخرجه أبو
داود .
10. (3545)- Mervân el-Asgar
anlatıyor: "İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'yı devesini kıble istikametine
ıhtırmış, sonra onun duldasına çömelip deveye doğru yönelerek akıtıyorken
gördüm. Kendisine:
"Ey Ebû Abdirrahmân, bu tarz akıtmaktan nehyedilmedik
mi?" dedim.
"Evet, ama bundan, açık arazide nehyedildik. Seninle kıble
arasında sana perde olan birşey varsa bu durumda akıtmanda bir beis
yok!" dedi."[107]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, abdest bozma sırasında ön veya arkayı kıbleye çevirme yasağının açık araziye mahsus
olduğunu ifade etmektedir.
Hemen belirtelim ki bu mesele ülemâ arasında çeşitli münâkaşalara
sebep olmuştur. Öyle ki, Hz. Câbir'den gelen bir hadise dayanarak kapalı yerde ön
kısmın da kıbleye dönebileceğini
söyleyenler olmuştur. Dayandıkları delillerin münakaşasına girmeden, ulemânın
bu hususta ileri sürdüğü görüşleri hülasa edeceğiz.
1) Bir rivayette Ebû Hanîfe ve Ahmed İbnu Hanbel'e göre,
kıbleye karşı abdest bozmak açık arazide ve evde câiz değil fakat kıbleye
arkasını dönerek abdest bozmak kırda da evde de caizdir. Ancak İbnu Hacer, bu
iki imamdan meşhur görüşün "kırda da, evde de kıbleye karşı abdest
bozmanın mutlak haram olduğu"dur der. Şâfiîlerden Ebû Sevr, Mâlikîlerden
İbnu'l-Arabî, Zâhirîlerden İbnu Hazm da bu görüşü tercih etmişlerdir.
2) İmam Mâlik ve Şâfiî hazretlerine göre, açık arazide kıbleye
karşı kazayı hâcet haramdır, evlerde değildir. Abbas İbnu Abdilmuttalib,
Abdullah İbnu Ömer, İshak İbnu Râhûye, Şa'bî ve bir rivayette Ahmed İbnu Hanbel
de böyle hükmetmişlerdir.
3) Ebû Eyyub el-Ensârî, Mücâhid, İbrahim Nehâî, Süfyân-ı
Sevrî, Ebû Sevr -bir rivayette Ahmed İbnu Hanbel'e göre- kırda ve evde kıbleye karşı abdest bozmak
câiz değildir.
4) Urve İbnu'z-Zübeyr, İmam Mâlik, -bir rivayette Ahmed İbnu
Hanbel'e[108]
göre, kırda ve evde kıbleye karşı abdest bozmak câizdir.
Şârihler bu mesele hakkında üç farklı görüş daha kaydederler:
1) Ebû Yusuf, sadece evlerde Ka'be'ye arkasını dönerek abdest
bozmayı caiz görür.
2) İbnu Sîrîn ve Nehâî'ye göre Ka'be'ye olsun, Kudüs'teki
Mescid-i Aksa'ya olsun ön veya arkayı dönerek abdest bozmak mutlak surette
haramdır.
3) Ebû Avâne'ye göre, Ka'be'ye önünü veya arkasını dönerek
abdest bozmak yalnız Medinelilerle,
Medine hizasında yaşayanlara haramdır. Ka'be'nin şarkında veya garbında
yaşayanlara haram değildir.
NOT: Zamanımızda mesken planlamasını yapan birçok mühendisimiz
maalasef planlamalarda İslâmî değerleri göz önüne almamaktadırlar. Müslümanlar
bu yüzden kazayı hâcet sırasında sıkıntıyı düşmektedirler. Asıl olan bu
değerlerin korunmasında hassas olmak ise de, ulemânın ihtilâfını bilmede de
fayda var. İhtilâf bizim için rahmettir. Fiilimiz bu müçtehid imamlarımızdan
birinin görüşüne uydu mu, bizim için bir rahatlama, bir kurtuluş mevzubahistir.
Bu sebeple mühim olan görüşlerin hepsini yazdık.
Her şeye rağmen, sünnette uygun olmayan helâların kullanımıyla
ilgili hadiseyi rivayet eden Ebû Eyyub el-Ensarî Hazretlerinin bir sünneti bize
de rehber olmalıdır. Der ki: "Şam'a geldiğimizde, helaları hep kıble
istikametinde inşa edilmiş bulduk. Biz kullanırken yan dönüyor, ayrıca Allah'a
istiğfarda bulunuyorduk."
İnancımıza uymayan helaları normal karşılamıyacağız, elden
geldikçe İslâmlaştırarak kullanacağız ve de, Allah'a istifar edeceğiz. Tâ ki,
inancımıza tersliklerin şuurunda olalım, şuurumuzu canlı tutalım, gafletle
zaman içinde normal görmeye başlamayalım![109]
ـ3546 ـ11ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]ارْتَقَيْتُ
فَوقَ بَيْتَ
حَفْصَةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها
لِبَعْضِ
حَاجَتِى،
فَرَأيْتُ رسولَ
اللّهِ #
يَقضَى
مُسْتَقْبِلَ
الشَّامِ
مُسْتَدْبِرُ
الْقِبْلَةِ[.
أخرجه الستة، وهذا
لفظ الشيخين .
11. (3546)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Bir ihtiyacım için, (bir gün kız kardeşim
Hz.) Hafsa (radıyallahu anhâ)'nın evinin damına çıkmıştım. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı, yüzünü Şam'a, arkasını da kıbleye çevirmiş olarak
kazayı hâcet yapıyor gördüm."[110]
ـ3547 ـ12ـ
ولمسلم في
أخرى: ]قالَ
عَبْدُاللّهِ
يَقُولُ
نَاسٌ: إذَا
قَعَدْتَ
لِحَاجَتِكَ،
فََ تَقْعُدْ
مُسْتَقْبِلَ
الْقِبْلَةِ،
وََ بَيْتِ
المَقْدِسِ،
لَقَدْ
رَقَيْتُ
عَلى ظَهْرِ
بَيْتِ
حَفْصَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْها
وذكَرَ
الحَدِيثَ[ .
12. (3547)- Müslim'in bir
diğer rivayetinde şöyle gelmiştir: "Abdullah anlatıyor: "Halk:
"Kazayı hâcet için çömelince ne
kıbleye karşı ne de Mescid-i Aksa'ya yönelme" demektedir. Halbuki ben, bir
işim için Hafsa (radıyallahu anhâ)'nın evinin damına çıkmıştım..." Gerisi
aynen devam eder.[111]
AÇIKLAMA:
3545 numarada açıklandığı üzere, bu rivayet, abdest bozma
sırasında, müslümanların ilk kıblesi ve Resûlullah'ın Mi'rac sırasında göğe
yükselme mahalli ve de mecma-i enbiya olan Kudüs istikametinde yönelmeyi de
yasaklayan rivayete muhalefet etmektedir. Bu rivayet sebebiyledir ki, cumhur,
"Kazayı hâcet sırasında Kudüs'e yönelinmez" diye bir hüküm vermemişlerdir.
Buna haram diyen sadece İbnu Sîrîn ve İbrahim Nehâî'dir, rahimehumallah.[112]
ـ3548 ـ13ـ وعن
حُذيفة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كُنْتُ
مَعَ
النّبىِّ #
فَانْتَهى
إلى سُبَاطَةِ
قَوْمٍ
فَبَالَ
قائماً[ .
13. (3548)- Hz. Huzeyfe
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile
beraber idim. Bir kavmin küllüğüne
gelince durup, ayakta küçük abdest bozdu."[113]
ـ3549 ـ14ـ وفي
رواية عن أبي
وائل قال:
]كانَ أبُو مُوسى
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ
يُشَدِّدُ في
الْبَوْلِ،
وَيَبُولُ في
قارُورَةٍ
وَيَقُول: إنَّ
بَنِى
إسْرَائِيلَ
كَانَ إذَا
أصَابَ جِلْدَ
أحَدِهِمْ
بَوْلٌ
قَرَضَهُ
بِالْمَقَارِيضِ،
فقَالَ
حُذَيْفَةُ:
وَدِدْتُ أنَّ
صَاحِبَكُمْ
َ يُشَدِّدُ
هذَا التَّشْدِيدَ،
لَقَدْ
رَأيْتَنِى
أنَا
وَرسُولُ اللّهِ
# نَتَمَاشى،
فَأتى
سُبَاطَةَ
قَوْمٍ خَلْفَ
حَائِطٍ،
فقَامَ كَمَا
يَقُومُ
أحَدُكُمْ
فبَالَ، فَانْتَبَذْتُ
مِنْهُ
فَأشَارَ
إلىَّ فَجِئْتُ
فَقُمْتُ
عِنْدَ
عَقِبِهِ
حَتّى فَرَغَ[.
أخرجه الخمسة:
وهذا لفظ
الشيخين. »السُّبَاطَة«:
الكناسة
والزبالة.قال
الخطابى. وسبب
بوله # قائماً
مرض اضطره
إليه.»وَاِنْتِبَاذُ«:
انفراد
واعتزال
ناحية:
وإدناؤه إليه
ليستتر به عن
المارّة .
14. (3549)- Ebû Vâil'den
gelen bir rivayet şöyle: "Ebû Musa (radıyallahu anh) küçük abdest
hususunda çok titiz davranır (üzerine sıçrantı değmemesi için azami gayreti
gösterirdi. O kadar ki) küçük abdestini bir şişe içerisine bozar ve: "Benî
İsrâil'den birinin bedenine sidik değecek olsa, adam kirlenen derisini bıçakla
kazırdı" derdi.
(Bunu işiten) Huzeyfe (radıyallahu anh) dedi ki:
"Arkadaşınızın titizliği bu kadar ileri götürmemesini tercih ederim. Ben,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la bir beraberliğimizi hatırlıyorum. Beraber
yürüyorduk. Derken bir kavmin bir duvar
gerisindeki küllüğüne rastladık. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), tıpkı
sizden birinin ayakta bevletmesi gibi durup ayakta bevletti. Ben bu esnada
kendilerinden uzaklaşmak istedim. Bana yakın durmamı işaret buyurdu. Geri
gelip, hemen arkasında dikilip abdestini bozuncaya kadar bekledim."[114]
AÇIKLAMA:
1- Müteakip bazı rivayetlerde görüleceği üzere, küçük abdesti
erkeklerin ayakta bozması hoş karşılanmamış, çömelerek yapmaları tavsiye
edilmiştir. Ancak bunun bir vecibe ifade etmediğini, daha güzele irşad eden bir
tavsiye olduğunu gösteren rivayetlerde var. İşte sadedinde olduğumuz rivayet
bunlardan biridir. Zirâ, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın da ayakta abdest bozduğunu haber vermektedir.
Meseleyi tahlil eden İbnu Hacer, o devirde, Arap örfünde
erkeklerin ayakta bevletmelerinin esas olduğunu belirtir. Zira bazı rivayetler,
Resûlullah'ın çömelerek abdest bozmasının, görenler tarafından çarpıcı bulunduğunu ifade eder. Meselâ
Adurrahman İbnu Hasene'nin rivayetinde şu ifade yer alır: "...Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) çömelerek bevletti. Biz: "Resûlullah'a bakın, kadınların
bevlettiği gibi bevletmektedir" dedik..." İbnu Mâce'nin bir
rivayetinde şu ifadeye yer verilmiştir: "Arapların âdeti ayakta bevletmekti." Keza
sadedinde olduğumuz Huzeyfe hadisinde de: "...Tıpkı sizden birinin ayakta
bevletmesi gibi durup ayakta bevletti..." denmektedir.
Şu halde, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu umumi âdete,
çömelerek bevletmede daha fazla tesettür bulunduğu ve idrar bulaşma ihtimali
asgariye düştüğü için muhalefet etmiş ve çömelerek küçük abdest bozmuştur. Hz.
Âişe (radıyallahu anhâ) de: "Kur'an kendisine inmeye başladığı günden
beri, ayakta bevletmedi" der.
2- Hadiste geçen sübâte, küllük, çöplük, mezbelelik gibi
değişik kelimelerle karşılanabilir. Bir kısım ailelerin çöplerini, küllerini
müştereken attıkları yere denir. Umumiyetle evlere yakın bir yerde bulunur.
Buradaki yığın, çerçöp ve külden ibaret olduğu için, tabiatı yumuşaktır,
idrarın sıçramasına, elbiseyi kirletmesine meydan vermez.
3- Hadiste, Resûlullah
abdestini bozmaya başlayınca Huzeyfe'nin oradan uzaklaştığını; ancak
Resûlullah'ın onu yanına çağırdığını görmekteyiz. İbnu Hacer, onu yakınında
tutmada Aleyhissalâtu vesselâm'ın iki maksad gütmüş olabileceğini belirtir:
1) Bu halde, müşâhedesini
önlemek.
2) İhtiyaç halinde çağırınca sesini duyurmak veya işaret
edince işaretini görmesi.
4- İbnu Hacer: "Burada abdest bozarken konuşmaya cevaz
hükmü mevcut değildir" der. Bazı rivayetlerde "Yaklaş" dedi" şeklindeki
ifade, diğer bir kısım rivayetlerde "yaklaş diye işaret etti" diye
gelmiştir. Nitekim sadedinde olduğumuz rivayette de böyledir.
5- Resûlullah'ın, burada âdetine muhalif olarak işlek yoldan
uzaklaşmamış olması bâzı yorumlara sebep olmuştur:
* Resûlullah, müslümanların işleriyle meşgul olduğu için
meclis uzamış, abdesti sıkışmış olabilir. Huzeyfe'yi arkasında durdurarak gelip
geçeceklere karşı perde yapmıştır, önünde zâten duvar olduğu belirtilmiştir.
* Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bazı hallerde yoldan
uzaklaşmaksızın da abdest bozulabileceğini, bunun cevazını göstermek için böyle
yapmıştır.
Ayrıca, bu fiil küçük abdestle ilgili, büyükle değil. Küçük abdest
az bir açılma ile bozulabilir, büyük abdest için uzaklaşmak, daha dikkatli
olmak gerekir, zira daha ziyade açılmak mevzubahistir. Şurası da açıktır ki,
yoldan uzaklaşmanın asıl maksadı
tesettürdür. Bu ise, küçük abdestte
mâniaya yaklaşmak ve eteği salmakla sağlanabilir.
Şunu da kaydedelim ki, Resûlullah'ın Huzeyfe'yi yanına çağırıp
arkasında, kendisine sırtını dönmüş olarak durdurmaktaki gayesi onunla tesettür
etmektir. Taberânî'nin bir rivayetinde, Huzeyfe'ye: "Ey Huzeyfe bana perde
ol!" emretmiştir.
6- İbnu Hacer, hadisten çıkarılan bazı faidelere de dikkat
çeker:
* İki mefsedetden daha şiddetlisi hafifiyle defedilir.
* İki maslahatın her ikisini temin mümkün olmazsa, en büyük
olanı gerçekleştirilir.
* Ümmetin maslahatı için oturmalarını uzatıyor, Ashab'a yaptığı
çeşitli ziyaretleri çokça yapıyordu. Bu durumlarda bevl ihtiyacı zuhur edince
normal vakitlerdeki âdeti üzere uzaklara gidip ümmetin maslahatıyla ilgili
alakalarını geciktirmemiştir, tâ ki
bundan hâsıl olacak zararlar önlenmiş olsun. Böylece, iki işten daha mühim
olana dikkat edip, Huzeyfe'yi kendine
yaklaştırarak yoldan geçeceklere karşı perde yapmadaki maslahatı, onu kendinden
uzak tutmadaki maslahata takdim etti. Zirâ her ikisini birleştirmek mümkün
değildi.[115]
ـ3550 ـ15ـ وعن
نافع قال: ]رَأيْتُ
ابنُ عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما
يَبُولُ
قَائِماً[.
أخرجه مالك.
15. (3550)- Nâfi rahimehullah
anlatıyor: "İbnu Ömer (radıyallahu anh)'ı ayakta bevlederken gördüm."[116]
ـ3551 ـ16ـ وعن
عمر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]رَآنِى
النَّبىُّ #
أبُولُ
قَائِماً:
فقَالَ يَا
عُمَرَ: َ
تَبُلْ
قَائِماً: فَمَا
بُلْتُ
قَائِماً
بَعْدَ[ .
16. (3551)- Hz. Ömer
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben ayakta abdest bozarken, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) beni gördü ve:
"Ey Ömer, ayakta
akıtma" buyurdu. Ondan sonra hiç ayakta akıtmadım."[117]
ـ3552 ـ17ـ
وروى عبيد
اللّه عن نافع
عن ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]قال َعُمَرُ:
مَا بُلْتُ
قائماً
مُنْذُ
أسْلَمْتُ[.
أخرجه الترمذي،
وقال هذا أصح
عن عمر، وضعف
الرواية
ا‘ولى. قال:
ومعنى النهى
عن البول
قائماً على
التأديب على
التحريم.قال
وقد روى عن
ابن مسعود
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: »إنَّ
مِنَ
الجَفَاءِ
أنْ يَبُولَ
الرَّجُلُ
قائِماً«.»الجَفَاءُ«:
خف البر
واللطف .
17. (3552)- Ubeydullah,
Nâfi'den, o da Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anh)'dan anlattığına göre, Hz.
Ömer (radıyallahu anh): "Ben müslüman olduğum zamandan beri ayakta abdest
bozmadım!" demiştir."[118]
Tirmizî: "Bu, Hz. Ömer'den daha sıhhatli olan rivayettir.
Önceki rivayet zayıftır" der. Keza ilaveten der ki: "Ayakta abdest
bozma yasağı tedib içindir, tahrim için değil." Yine der ki: "İbnu
Mes'ud (radıyallahu anh)'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Kişinin
ayakta akıtması, nefsine karşı işlediği bir kabalıktır."[119]
AÇIKLAMA:
Ayakta abdest bozma meselesi de
medar-ı bahs olan mevzulardan biridir. Yukarıdaki rivayetlerin bir kısmı
tecviz ederken, bir kısmı yasaklamaktadır. Tirmizî'nin açıklaması da mevzuyu
aydınlatacak mahiyettedir. Tahrim ifade eden kesin bir yasaklama mevzubahis
değildir. İbnu Hacer der ki: "Hz. Ali, Hz. Ömer, Zeyd İbnu Sâbit ve diğer
bir kısım sahabîlerden ayakta abdest
bozduklarına dair rivayetler gelmiştir. Bu rivayetler, ayakta bevletmenin kerâhetsiz câiz olduğunu
gösterir, yeter ki sıçrantıdan emin olunsun." Ayakta bevl hussunda
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan kesin
bir yasak vârid ve sâbit olmadığı
belirtilmiştir.[120]
ـ3553 ـ18ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها ]أنَّهَا
كَانَتْ
تَقُولُ: مَنْ
حَدَّثَكُمْ
أنَّ النّبىَّ
# كَانَ
يَبُولُ
قاَئِماً فََ
تُصَدِّقُوهُ،
مَا كَانَ
يَبُولُ إَّ
قاعِداً[. أخرجه
الترمذي
والنسائي .
18. (3553)- Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ)'dan rivayete göre şöyle derdi: "Size kim, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı ayakta bevlettiğini söylerse, sakın onu tasdik
etmeyin. O, daima çömelerek abdest bozardı."[121]
ـ3554 ـ19ـ وعن
عبداللّه بن
جعفر رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال:
]أرْدَفَنِى
رَسولُ
اللّهِ #
ذَاتَ يَوْمٍ
خَلْفَهُ
فَأسَرَّ
إلىَّ
حَدِيثاً َ
أُحَدِّثُ
بِهِ أحَداً
من النّاسِ،
وَكانَ
أحَبَّ مَا
اسْتَتَرَ
بِهِ رسولُ
اللّهِ #
لِحَاجِتِهِ
هَدَفٌ أوْ
حَائِشُ
نَخْلٍ[.
أخرجه
مسلم.»الهَدَفُ«:
هنا المرتفع.»وَالَحائِشُ«:
الحائط من
النخل .
19. (3554)- Abdullah İbnu
Câfer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) beni, bineğinin terkine bindirdi. Bana halktan kimseye söylemiyeceğim
bir sözü sır olarak söyledi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kazayı hâcet
için perdelendiği şeylerin O'na en hoş geleni ya bir tümsek veya bir hurma
kümesiydi."[122]
ـ3555 ـ20ـ وعن
عبدالرحمن بن
حسنة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]خَرَجَ
عَلَيْنَا
رسولُ اللّهِ
#، وَفي
يَدِهِ
كَهَيْئَةِ
الدَّرَقَةِ
فَوَضَعَهَا،
ثُمَّ جَلَسَ
خَلْفَهَا،
فَبَالَ
إلَيْهَا،
فقَالَ
بَعْضُ
الْقَوْمِ:
انْظُرُوا
يَبُولُ كَما
تَبُولُ
المَرْأةُ،
فَسَمِعَهُ،
فقَالَ: أمَا
عَلِمْتَ مَا
أصَابَ
صَاحِبَ
بَنِى
إسْرَائِيلَ؟
كَانُوا إذَا
أصَابَهُمْ
شَىْءٌ مِنَ
الْبَوْلِ
قَرَضُوهُ
بِالْمَقَارِيضِ
فَنَهَاهُمْ
صَاحِبُهُمْ
فَعُذِّبَ في
قَبْرِهِ[.
أخرجه أبو
داود والنسائي
.
20. (3555)- Abdurrahman İbnu
Hasene (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ,
elinde kalkan gibi bir şey olduğu halde bize doğru geldi ve onu yere bıraktı.
Sonra onun gerisine çömelip ona doğru küçük abdest bozdu.
Yanımızdakilerden biri: "(Resûlulah'a) bakın tıpkı kadınlar gibi abdest
bozuyor" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm bu sözü işitmişti:
"Benî İsrail'in arkadaşının başına geleni işitmedin mi"
dedi ve devam etti: "Onlara idrar bulaşınca, bıçakla idrarın değdiği yeri
kazıyorlardı. Arkadaşları onları bu tatbikattan yasakladı. Bu adam, yasaklaması
sebebiyle kabrinde azaba uğradı."[123]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet, çömelerek abdest bozmaya teşvik eden
rivayetlerden biridir. Ayrıca abdesti çömelerek bozmadaki maksad da açıklık
kazanmaktadır: Sıçrantıdan üst başın korunması...
2- Hadis, farklı vecihlerde gelmiştir. Bazı rivayetlerde
sıçrantının bedene değmesi, bazılarında ise elbiseye değmesi mevzubahistir. Bu
farklılıktan çıkan sonuç şudur: "Eğer bedene değmişse, bıçakla bedenin
yani derinin kazınması; elbise ise, elbisenin kesilip atılması
mevzubahistir." Bazı âlimler
"maksad elbisedir" demiş
ise de diğer bir kısmı, zâhiri esas alarak: "Beden de soyulmuş
olabilir ve bu İsrailoğullarına yüklenen "tahammülü aşan yüklerden (ısr)
biridir" demiştir. Ancak en sıhhatli rivayet olan Buhârî'nin rivayetinde
beden değil, elbise mevzubahistir.
3- Rivayet, sıçrantıdan kaçınma hususunda Benî İsrail
şeriatının koyduğu ağır yükü kaldıran kimsenin, bu davranışı sebebiyle kabirde
azaba uğratıldığını ifade ediyor. Resûlullah bu hikaye ile, sıçrantıdan
kaçınmanın ehemmiyetini zihinlerde tesbit etmek istemiş, bu meselede titizlik
göstermeyen müslümanlarında aynı âkibete uğrayabileceğine dikkat çekmiştir.
4- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), İslâm'ın bir çok
hakikatını, farklı üsluplarla tekrar tekrar tebliğ etmiş olmaktadır. Bu,
zihinlerde yer etmesi bakımından daha müessir bir tebliğ metodu olmaktadır.
Böylece dînî bir hakikat, mücerredlikten çıkıp müşahhaslaşmış, daha iyi
kavranır, hissedilebilir hale gelmiş olmaktadır.[124]
ـ3556 ـ21ـ وعن
أبي سعيد
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]سَمِعْتُ
رسولَ اللّه #
يَقُولُ: َ
يَخْرُجُ الرَّجَُنِ
يَضْرِبَانِ
الْغَائِطَ
كَاشِفَيْنِ
عَنْ
عَوْرَتِهِمَا
يَتَحَدَّثَانِ،
فَإنَّ
اللّهَ تَعالى
يَمْقُتُ على
ذلِكَ[. أخرجه
أبو داود.»يَضْرِبَانِ«
أى يقصدان
الخء.
ومعنى
»يَمْقُتُ«
يبغض .
21. (3556)- Ebû Saîd
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
işittim, şöyle demişti: "İki kişi beraberce helaya gidip, avretleri açık kazayı hâcet
ederken konuşmasınlar. Zira Allah Teâla Hazretleri, bu hale gadab eder."[125]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, abdest bozma esnasında konuşmayı yasaklamaktadır.
Hadiste iki erkek zikredilmiştir. İki kadın veya kadın-erkek için de aynı yasak
mevzubahistir. Hatta bir kadınla bir erkeğin bu vaziyette bulunmaları çok daha
kabih bir durum ortaya koyar. Hadis, İbnu Hibbân'da şöyle gelmiştir:
"İki kişi helaya birbirlerinin avretlerini görecek şekilde
kurulup konuşmasınlar. Zira bu duruma Allah gadab eder."
Hadisin üslûbu, Allah'ın sadece "konuşma" sebebiyle
değil, konuşma dahil, duruş vaziyeti sebebiyle de gadab ettiğini ifade
etmektedir.[126]
ـ3557 ـ22ـ وعن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ
النَّبىُّ #
إذَا أرَادَ
الحَاجََةَ
لَمْ يَرْفَعْ
ثَوْبَهُ
حَتَّى
يَدْنُو مِنَ
ا‘رْضِ[. أخرجه
أبو داود
والترمذي،
وهذا لفظه .
22. (3557)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kazayı
hâcette bulunmak istediği zaman yere yaklaşıncaya kadar elbisesini
kaldırmazdı."[127]
ـ3558 ـ23ـ وعن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ النبىَّ
# قالَ: مَنِ
اكْتَحَلَ
فَلْيُوتِرْ.
مَنْ فَعَلَ
فَقَدْ
أحْسَنَ
وَمَنْ َ فََ
حَرجَ، وَمَنْ
اسْتَجْمَرَ
فَلْيُوتِرْ،
مَنْ فَعَلَ
فَقَدْ
أحْسَنَ
وَمَنْ َ فََ
حَرَجَ، وَمَنْ
أكَلَ فَمَا
تَخَلَّلَ
فَلْيَلْفِظْ
وَمَا َكَ
بِلِسَانِهِ
فَلْيَبْتَلِعْ
مَنْ فَعَلَ
فَقَدْ
أحْسَنَ
وَمَنْ َ فََ
حَرجَ، وَمَنْ
أتَى
الْغَائِطِ
فَلْيَسْتَتِرْ،
فَإنْ لَمْ
يَجِدْ إَّ
أنْ يَجْمَعَ
كَثِيباً مِنْ
رَمْلٍ
فَلْيَسْتَدْبِرْهُ،
فَإنَّ الشَّيْطَانَ
يَلْعَبُ
بِمَقَاعِدِ
بَنِى آدَمَ،
مَنْ فَعَلَ
فَقَدْ
أحْسنَ
وَمَنْ َ فََ
حَرَجَ[.
أخرجه أبو
داود.»اسْتِجْمَارُ«
استنجاء
بالجمار، وهى
الحجارة
الصغار.
»فَلْيَلْفِظْ«
أى فليرمه من
فيه.و»َكَ«
الشئ يلوكه:
إذا أداره في
فيه.
وَ»الْكَثِيبُ«
ما اجتمع من
الرمل
مرتفعاً .
23. (3558)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kim gözüne sürme çekerse teklesin. Bu sözümü kim tutarsa işi
en güzel şekilde yapmış olur, tutmayana bir mahzur yok. Kim abdest bozduktan
sonra taş kullanarak temizlenirse teklesin. Kim böyle yaparsa güzel yapar, kim
de yapmazsa bir mahzur yok. Kim yemek yer ve dişlerinin arasından bir şey
çıkarırsa onu dışarı atsın, kim de diliyle çıkarmışsa onu yesin. Kim bu
söylediğimi yaparsa güzel yapar, kim de yapmazsa bir mahzur yok. Kim helâya
giderse (imkân nisbetinde) tesettürde bulunsun, (kuytu bir yer) bulamazsa, hiç
olmazsa kum (taş vs.,den) bir
tümsek yapıp ona arkasını dönsün, zira
şeytan, insanoğlunun makadlarıyla (oturak kısmıyla) oynar. Kim bunu yaparsa en
güzelini yapmış olur, yapamayana bir beis yok."[128]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) burada, günlük
hayatımızı ilgilendiren bazı âdâbı belirtmektedir. Yapacağımız işlerin en güzel
şekli belirtilmekte, ancak bu şekle uymanın bir vecibe olmadığı, uyulmadığı
takdirde bir günah bulunmayacağı belirtilmektedir. Böylece bu rivayetten de
anlıyoruz ki, Resûlullah'ın sünnetlerinden bir kısmına uymak bir vecibe
değildir, terki bir günah gerektirmiyor. Ama uyulması, o âdi işimizi
"sevaba vesile olan bir
sünnet" derecesine çıkarıyor. Sadedinde olduğumuz hadisteki
"tekleme" örneklerinde olduğu gibi.. Söz gelimi gözüne sürme çeken,
sürmedanlığın iğnesini gözünden geçirirken sayıyı tek tutacak şekilde dikkatli
olursa hem işini görmüş, hem de bir sünnet icra etmiş olur. Keza istinca da
öyle. Burada asıl olan temizliktir. Temizliğin tam olduğu hususunda gönlün
mutmain olmasıdır. Ama tek ile sona erdirmek mümkündür, böylece bir sünnet de
yerine getirilmiş olur.
Mü'min böylece, sünnete uyma gayretiyle her bir günlük işinde ve
davranışlarında, ölçüsüz, şuursuz, gelişigüzel iş yapma yerine, dikkatli ve
şuurlu olma alışkanlığını kazanır, âdetleri de ibadete dönüşmüş olur, kazancı
büyük olur.
2- Yemekten sonra dişlerin arasından dille çıkarılanın
yutulması câiz bulunurken, başka bir şeyle çıkarılanın dışarı atılmasındaki
hikmeti bazı şârihler "bu esnada kanatılmış olabilir" diye yoruma
bağlamıştır. Şüphesiz bu bir ihtimal. Ancak, sırf bununla izah eksik kalır. Madem ki Resûlullah sebep beyan
etmemiş, kanama mevzubahis olmasa da atılması esastır, ancak şartlara göre
atılmamasında da bir beis yoktur.
3- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) abdest bozacağımız
zaman etraftan bakanların görmeyeceği şekilde
kuytu bir bir yer aramamızı ısrarla tavsiye etmektedir. Hiç bir şey
bulamazsak, mevcut imkanlarla (bu taştır, kumdur, otdur, çalı çırpıdır vs.) bir
tümsek yapıp ona arkamızı vererek tesettüre riayet etmemizi tavsiye ediyor. Bu
hususun önceki meselelerde olduğu gibi, "yapamazsanız bir mahzur
yoktur" nevinden olmadığını, dinî açıdan ciddi olduğunu ihsas için şeytana
atıf yapmıştır. Ancak, içinde bulunulan şartlar gereği yapılamayacak
olursa, söz gelimi çöldebelde şartlar
elvermeyebilir, bu durumda mahzur olmadığı da belirtilmiştir. Usulcüler
açısından haram hükümlerin beyanında şeytan, cehennem, küfür gibi mefhumlara
atıf yapılır. Şu halde abdest bozarken tesettüre imkânlar ölçüsünde azamî
derecede riâyet bir vecibedir, ihtiyarî değildir. Şârihler, sütresiz olunca,
rüzgârın esme durumunda, idrarı alıp elbiseye, bedene değdireceğini, insanların nazarlarının avret
mahallerine düşeceğini, bütün bunların şeytanın bir oynaması olduğunu
belirtirler.
4- Hadisin daha iyi anlaşılması için şu husus da bilinmelidir.
Cahiliye devri Arap geleneğinde helâ yoktu. İslâm'ın başında da bu geleneğe
uyulmuş, kazayı hâcet için Medine'nin dışındaki tenhalara gidilmiştir. Bazı
rivayetlerde kadınların gruplar halinde akşamdan akşama oralara gittikleri
belirtilir. Tesettür âyeti gelip, kadınların dışarı çıkmaları tahdid edilince,
evlere yakın yerlerde helâlar inşa edilmiştir. Resûlullah'ın hücre-i
saadetlerine de helâ yapılmıştır.[129]
Şu halde, Resûlullah'ın hitaplarının öncelikle o cemiyetin
insanına olduğunu düşünüp bunlardan prensip çıkaracağız. Aksi takdirde günümüz
şartlarında şehirde yaşayan bir insan için bu tavsiyeler ma'nâsız kalabilir.
Ama köylerde, kırlarda yaşayanlar için, şehir şartları dışında kalan insanlar
için, hadislerin mesajı hala bâki ve geçerlidir.[130]
ـ3559 ـ24ـ وعن
جابر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنّ النبىّ #
كَانَ إذَا
أرَادَ
الْبَرَازَ
انْطَلقَ حَتّى
َ يَرَاهُ أحَدٌ[.
أخرجه أبو
داود .
24. (3559)- Hz. Câbir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) abdest
bozmak isteyince hiç kimsenin göremeyeceği kadar uzaklara giderdi."[131]
ـ3560 ـ25ـ وعن
سلمان رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
]وقال له المشركون:
إنَّا نَرَى
صَاحِبَكُمْ
يُعَلِّمُكُمْ
حَتَّى
الخِرَاءَةَ.
قال: أجَلْ،
لَقَدْ
نَهَانَا أنْ
يَسْتَنْجِىَ
أحَدُنَا
بِيَمِينِهِ،
أوْ
يَسْتَقْبِلَ
الْقِبْلَةَ
بِغَائِطٍ
أوْ بَوْلٍ،
ونهى عَنِ
الرَّوْثَةِ
وَالعِظَامِ،
وقالَ: َ
يَسْتَنْجِى
أحَدُكُمْ
بِدُونِ
ثََثَةِ أحْجَارٍ[.
أخرجه الخمسة
إ البخاري،
واللفظ لمسلم
.
25. (3560)- Hz. Selmân
(radıyallahu anh)'ın anlattığına göre, müşrikler kendisine: "Sizin
arkadaşınızın (Aleyhissalâtu vesselâm) sizlere helâda abdest bozmayı bile
öğrettiğini görüyoruz" demişlerdir. O da onlara şöyle cevap vermiştir:
"Evet, doğrudur. Resûlümüz (aleyhissalâtu vesselâm), bizi sağ
elimizle istinca yapmaktan nehyetti, büyük veya küçük abdest bozarken, kıbleye
yönelmektende nehyetti. Abdest bozduktan sonra istinca ederken kurumuş hayvan
mayısını veya kemiği kullanmamızı da nehyetti ve dedi ki:
"Sizden kimse, üç taştan daha azı ile istinca etmesin."[132]
ـ3561 ـ26ـ وله
في رواية عن
جابر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسُولُ
اللّهِ #: إذَا
اسْتَجْمَرَ
أحَدُكُمْ
فَلْيُوتِرْ[.قال
الخطابى »الخِرَاءَةُ«
مكسورة الخاء
ممدودة ا‘لف:
التخلى
والقعود للحاجة.
قال: وأكثر
الرواة
يفتحون
الخاء، و
يمدون ا‘لف،
وقال الجوهرى
في الصحاح:
الخراءة
بالفتح والمد
.
26. (3561)- Yine Müslim'de
Hz. Câbir'den gelen bir rivayet şöyle:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Biriniz istincada taş kullanırsa teklesin."[133]
ـ3562 ـ27ـ وعن
أبي قتادة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
]أنَّ النبىَّ
# قالَ: إذَا
بَالَ
أحَدُكُمْ
فََ يَأخُذْ
ذَكَرَهُ
بِيَمِينِه،
وََ يَسْتَنْجِ
بِيَمِينِهِ،
وََ
يَتَنَفَّسْ
في ا“نَاءِ[.
أخرجه
الخمسة،
واللفظ للبخارى
.
27. (3562)- Ebû Katâde (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Biriniz bevlederken zekerini sağ eliyle tutmasın, sağ eliyle istinca etmesin, (su içerken) kabın içine solumasın."[134]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, sağ ele tekrîmen, onunla bazı kirli işlerin
yapılmasını yasaklamaktadır: Bevl esnasında tenasül organını tutmak, istinca
yapmak, yâni avret mahallinin temizliğinde sağ eli kullanmak... Sağ el, daha
ziyade temizlik gerektiren işlerde kullanılmak üzere kirletici kullanışlardan
uzak tutulmuştur. Çeşitli rivayetler, Resûlullah'ın sağ elini yeme-içme, elbise
verme ve alma gibi işlerde kullandığını belirtir. Temizleme işlerinde de sol
elini kullanırdı. İhtiyacı olmadan sağ elle bu yasaklanan şeyleri yapmak
Şâfiîlere göre tenzîhen, Hanbelîlelere ve Zâhirîlere göre de tahrîmen mekruhtur.
2- Kabın içine soluma meselesine gelince: Başka hadislerde
suyun en az üç solukta içilmesi esastır. Bu durumda kaba soluma şöyle olabilir:
Ağzını kaba dayayınca üç ayrı solukta içer ama kabı ağzından ayırmaz ve mecbur
kalarak kabın içine solur. Şu halde bu, yasaklanmış olmaktadır. Öyle ise hadis,
suyun üç ayrı fâsılada içilirken acele etmeden, her fâsılada kabın ağızdan
uzaklaştırılıp, soluk alıp vererek içilmesini irşad buyurmuş olmaktadır.[135]
ـ3563 ـ28ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كَانَتْ يَدُ
رَسولِ
اللّهِ #
الْيُمْنَى
لِطَهُورِهِ
وَطَعَامِهِ،
وَكَانَتْ
يَدَهُ الْيُسْرَى
لِخََئِهِ،
وَمَا كَانَ
مِنْ أذىً[.
أخرجه أبو
داود .
يَقُولُ:
مَا مَسَسْتُ
ذَكَرِى
بِيَمِينِى مُنْذُ
بَايَعْتُ
بِهَا رسولَ
اللّهِ #
وَأسْلَمْتُ[. فسر ذلك
بأنه لم يستنج
بها. أخرجه
رزين .
29. (3564)- İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Osman
(radıyallahu anh)'ı işittim. Diyordu ki: "Resûlullah'a biatta kullandığım
sağ elle, müslüman olduğum o günden beri zekerime hiç değmedim."
Bu söz, "O, sağ eliyle hiç istincada bulunmamıştır"
şeklinde tefsir edilmiştir.[136]
ـ3565 ـ30ـ وعن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رَسولَ
اللّهِ #
كَانَ إذَا
دَخَلَ
الخََءَ
وَضَعَ
خَاتَمَهُ[.
أخرجه أبو
داود .
30. (3565)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) helâya
girince yüzüğünü çıkarırdı."[137]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın helâya girerken yüzüğünü
parmağından çıkarması üzerindeki yazı sebebiyle olabilir. Çünkü yüzüğün
üzerinde "Muhammed Resulullah" yazılı idi.[138]
ـ3566 ـ31ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ النبىَّ
# كَانَ إذَا
دَخَلَ
الخََءَ قال:
اللَّهُمَّ
إنِّى أعُوذُ
بِكَ مِنَ
الخُبْثِ
وَالخَبَائِثِ[.
أخرجه أبو
داود .
31. (3566)- Yine Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) helâya
girince: "Allahümme innî eûzü bike mine'lhubsi ve'lhabâis, (Ya Rabbi!
Pislikten ve pislenmekten sana sığınırım)" derdi."[139]
ـ3567 ـ32ـ
وزاد في
رواية: ]إنَّ
هذِهِ
الحُشُوشَ مُحْتضَرَةٌ،
فَإذَا أتَى
أحَدُكُمْ
الخََءَ
فَلْيَقُلْ:
أعُوذُ
بِاللّهِ
مِنَ الخُبْثِ
وَالخَبَائِثِ[
.
32. (3567)- Bir rivayette
şöyle gelmiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurmuştur ki:
"Şu kenefler, (cin ve şeytanların) hazır bulundukları yerlerdir. Öyleyse
biriniz helâya girince: "Eûzu billahi mine'lhubsi ve'lhabâis"
(Pislikten ve pislenmekten Allah'a sığınırım) desin."[140]
AÇIKLAMA:
Huşş, esas itibariyle hurma kümesi demektir. Evlerde helâ
yapılmazdan önce bunların gölgesinde kazayı hâcet yapıldığı için huşş, helâ
veya kenef ma'nâsında kullanılmıştır.[141]
ـ3568 ـ1ـ عن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ رسولُ
اللّه # إذَا
خَرَجَ
لِحَاجَتِهِ
تَبِعْتُهُ
أنَا وَغَُمٌ
مِنّاً
مَعَنَا
إدَاوَةٌ
مِنْ مَاء
يَعْنِى
يَسْتَنْجَى
بِهِ[. أخرجه
الخمسة إ
الترمذي،
وهذا لفظ
الشيخين .
1. (3568)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kazayı
hâceti için çıktığı zaman ben ve bizden (Ensardan) bir gulam (oğlan), O'nu
takip ederdik. Beraberimizde, istinca
etmesi için su kabı olurdu."[142]
AÇIKLAMA:
1- Abdest bozduktan sonra yapılan temizliğe istinca denir.
Bunun su ile olması efdaldir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın üç taşla
kaba temizliği yaptıktan sonra ayrıca su ile yıkandığı bir çok rivayetlerde
gelmiştir. Sadedinde olduğumuz rivayet bunlardan biridir. Gerek küçük ve
gerekse büyük abdestten sonra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın su
kullandığını teyid eden çok sayıda rivayet var, müteakiben bir kısmı
kaydedilecektir. Şu halde sünnete ve hem de sağlığa en uygun olanı önce taşla temizleyip, sonra su ile güzelce
yıkamaktır. Günümüz şehir hayatında taş mümkün değildir. Ancak bu maksadla
hazırlanmış kâğıtlar onun yerini tutar. Başka kağıtlardan kaçınmalıdır.
2- Şunu da hemen belirtelim: İstincada su kullanmak bir vecibe
değildir, istihbabtır. Hatta su kullanmayan sahâbîler de mevcuttur. İbnu Hacer
bazılarını kaydeder:
* Huzeyfe İbnu'l-Yemân (radıyallahu anh), kendisine su ile
istincadan sorulduğu vakit: "Elden pis koku çıkmaz" cevabını
vermiştir.
* Nafi, Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anh)'in su ile istinca
etmediğini" söylemiştir.
* İbnu'z-Zübeyr (radıyallahu anh): "Biz su ile istinca
etmezdik" demiştir.
* İmam Mâlik, Resûlullah'ın su ile istincasını inkâr etmiştir.
Bütün bunlara rağmen, bizzat Buhârî ve Müslim'de, Resûlullah'ın
istincada su kullandığı sahih rivayetlerde gelmiştir. Bunları İmam Mâlik
görmemiş olabilir.
3- Hadiste geçen gulâm, daha ziyade oğlan çocuğu demektir.
Sütten kesilme ile yedi yaş arasındaki oğlan çocukları... Ancak mecaz olarak
büyüklere de gulâm dendiği olur. İbnu Mes'ud, Mekke'de koyun güderken
Resûlullah ona: "Sen bilgili bir gulâmsın!" demiştir. Bu kelime bazan
köle ma'nâsında da kullanılır. Başka rivayetler, buradaki gulâmın İbnu Mes'ud
olduğunu ifade eder. Bu durumda Hz. Enes'in "Bizden" kelimesi,
"sahâbe"den veya Resulullah'ın hizmetçileri'nden, diye anlaşılması
muvafık düşecek. Bazı rivayetlerde gelen "Ensâr'dan" tasrihi ile bu
durum arasındaki tezad, "Ensâr kelimesinin bütün sahâbilere ıtlakı câizdir"
diye tevil edilmiştir.
4- Bazı rivayetlerde, Hz. Enes'in, su kabı ile birlikte bir de
değnek (aneze) aldığı belirtilir. Bu, ne işe yarıyordu? Üzerine elbisesini
koyarak sütre yapmak, zararlı haşerelere karşı korumak, yeri deşeleyip
yumuşatmak, istincadan sonra abdest alınca kılınacak namaz için sütre yapmak
gibi farklı izâhlar yapılmıştır. Sonuncu ihtimali İbnu Hacer daha kavî bulur.
Zira Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), abdest tazeleyince umumiyetle iki
rek'at nâfile namaz kılardı.[143]
ـ3569 ـ2ـ وعن
جرير رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كُنْتُ
مَعَ
النَّبىِّ #
فَأتَى
الخََءَ
فَقَضَى حَاجَتَهُ،
ثُمَّ قالَ يا
جَرِيرُ:
هَاتِ طَهُوراً،
فَأتَيْتُهُ
بِالْمَاءِ
فَاسْتَنْجَى،
وَقالَ
بِيَدِهِ
فَدَلكَ
بِهَا ا‘رْضَ[. أخرجه
النسائي .
2. (3569)- Cerîr
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile
birlikte idim. Helâya gitti ve kazayı hâcette bulundu sonra: "Ey Câbir
suyu getir!" diye ferman etti. Ben de suyu götürdüm, eliyle istinca etti. Sonra elini yere sürttü."[144]
ـ3570 ـ3ـ
وَعَنْ سفيان
بن الحكم أو
الحكم بن سفيان
الثقفى قال: ]كَانَ
النّبىُّ #
إذَ بَالَ
يَتَوَضّأُ[.
أخرجه أبو
داود وهذا
لفظه
والنسائي .
3. (3570)- Süfyan İbnu'l-Hakem veya Hakem İbnu Süfyan es-Sakafî anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bevledince abdest alır ve (istincada) su kullanırdı."[145]
AÇIKLAMA:
Hadiste geçen intidâh'tan maksadın, su ile istinca olduğu
belirtilmiştir. Çoğunlukla âdet taşla istinca yapmaktı, su ile değil.
Resûlullah farklı davranınca rivayete sebep olmuştur.
Ayrıca buradaki intidâh'tan, istibra denen idrar sızıntısının
kesildiğine kanaat getirdikten sonra, tekrar sızıntı mı geldi diye düşülecek
vesveseyi bertaraf etmek kaydıyla ferc üzerine su serpe işi de anlaşılmıştır.
Nevevî, cumhurun bu kanatte olduğunu, hadisten bu ikinci ma'nâyı anladıklarını
belirtir. Yani abdest aldıktan sonra, bilahare sızıntı mı vâki oldu diye bir
vesveseye düşmemek gayesiyle çamaşırın ferce değecek kısmına bir miktar su
serpilmelidir. Bu, erkeklere has bir meseledir. Zira kadınlar bir müddet
bekleyince onlarda idrar sızıntısı hemen kesilir. Erkeklerde ise şahsa,
şartlara ve hatta yaşa tâbi olarak az veya çok bir müddet sonrada sızıntı
gelebilir. Az miktarda da olsa bu sızıntı abdesti bozar. Şu halde bazı ahvâlde,
insan sızıntı geldi diye vesveseye düşebilmektedir. Resûlullah bu vesveseyi
önlemek için intidâh denen, abdestten sonra ferc cihetine su serpmeyi sünnet
kılmıştır.[146]
ـ3571 ـ4ـ وعن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ
النّبىَّ #
قالَ: جَاءنِى
جِبْرِيلُ
عَلَيهِ
السَّمُ،
فقََالَ: يَا
مُحَمّدُ
إذَا تَوَضّأْتَ
فَانْتَضِحْ[.
أخرجه
الترمذي.»انْتِضَاحُ«
رشّ الماء على
الثوب بعد
الوضوء لئ
يعرض للمتوضئ
أنه قد خرج من
ذكره بلل،
وقيل: المراد
به استنجاء
بالماء،
وكانوا
يستنجون
بالحجارة غالباً
.
4. (3571)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
anlatıyor: "Bana Cibrîl aleyhisselâm geldi ve:
"Ey Muhammed, abdest aldınmı intidâhda bulun!" diye
emretti" dedi."[147]
AÇIKLAMA:
İntidâh -yukarıda da açıklandığı üzere- abdestten sonra elbiseye
su serpmektir, maksad abdest alan kimsenin, zekerinden yaşlık geldiğine dair
vesveseye düşmesini önlemektir. Mamafih bundan maksadın su ile istinca yapmak
olduğu da söylenmiştir, çünkü o zaman Araplar çoğunlukla taşla istinca
ederlerdi.[148]
ـ3572 ـ5ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت: ]بَالَ
رسولُ اللّهِ
# فقَامَ
عُمَرُ خَلْفَهُ
بِكُوزِ مَاءٍ،
فقَالَ: مَا
هذَا يَا
عُمَرُ؟
فَقَالَ: مَاءٌ
تَتَوضّأُ
بِِهِ،
فقَالَ: مَا
أُمِرْتُ كُلَّمَا
بُلْتُ أنْ
أتَوَضّأ،
وَلَوْ فَعَلْتُ
لَكَانَتْ
سُنَّةً[.
أخرجه أبو
داود .
5. (3572)- Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bevletti.
Hz. Ömer de arkasında, elinde su kabı olduğu halde durdu. Resûlullah onu
görünce:
"Bu da ne, ey Ömer?" buyurdular. Hz. Ömer: "Sudur,
yıkanırsın!" dedi. Resûlullah:
"Ben her bevledişimde abdest almakla emrolunmadım, bunu
yapacak olsam bu, (ümmete vacib) bir sünnet olur" buyurdular."[149]
AÇIKLAMA:
Bu rivayette Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın küçük abdest
bozduktan sonra zaman zaman su kullanmadığını görmekteyiz. Her seferinde su kullanmış olsaydı, abdest
bozmalardan sonra su kullanmak vacib olurdu. Ümmet ise her zaman su bulup, su
ile istinca yapmada müşkilâta maruz kalırdı.
Hadiste geçen tevaddu, abdest almak ma'nâsında olmamalı; yıkamak,
yıkanmak, su kullanmak, istinca etmek gibi ma'nâlarda anlaşılmalıdır.
Keza sünnet kelimesi de, vâcib olan amel ma'nâsında
anlaşılmalıdır.[150]
ـ3573 ـ6ـ وعن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رسولَ
اللّهِ # قالَ
‘هْلِ
قُبَاءَ: إنَّ
اللّهَ قَدْ
أحْسَنَ
الثَّنَاءَ
عَلَيْكُمْ
في الطُّهُورِ،
فَمَا ذلكَ؟
قَالُوا:
نَجْمَعُ في اسْتِنْجَاءِ
بَيْنَ
احْجَارِ
وَالمَاءِ[. أخرجه
رزين .
6. (3573)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Kuba
ahalisine:
"Allah, temizlik hususunda sizi övmektedir. Bu neden ileri
geliyor?" diye sordular. Onlar:
"Biz dediler, istincada taşla suyu birleştiriyoruz: (önce
taşla silip arkadan da su ile yıkıyoruz)."[151]
AÇIKLAMA:
Tevbe sûresinin 108. âyeti, o zaman için Medine'nin banliyösü
durumunda olan Kuba köyü ahalisi hakkında nâzil olmuştu. Âyet meâlen şöyledir:
"...Orada, arınmak isteyen insanlar vardır. Allah arınmak isteyenleri sever."
İşte bu âyet üzerine, yukarıdaki rivayette görüldüğü üzere,
Resûlullah, "bu övgünün sebebi nedir?" diye Kubalılara sormuştur.
Onlar da, abdest bozunca önce taşla temizlenip arkadan su ile
tahâretlendiklerini söylerler.[152]
ـ3574 ـ7ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها: ]أنَّ
رَسُولَ
اللّهِ # قالَ:
إذَا ذَهَبَ
أحَدُكُمْ
إلى
الْغَائِطِ
فَلْيَذْهَبْ
مَعَهُ
بِثََثَةِ
أحْجَارٍ
يَسْتَطِيبُ
بِهِنَّ،
فَإنَّهَا
تُجْزِئُهُ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائي.
7. (3574)- Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Biriniz helâya giderken beraberinde üç tane de taş götürüp onlarla temizliğini yapsın. Bunlar ona yeterlidir."[153]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, istinca için üç taşın kifayet edeceğini belirtmektedir.
Üç taş kullandıktan sonra bâki kalan bulaşık ma'füvvdür, yani şer'an
affedilmiştir, namaza mâni değildir. Taştan sonra su da kulanmak müstahsen ve
hatta müstehab ise de vacib değildir, suyun kullanılmaması şerî nokta-i nazardan bir kusur sayılmaz.
Selef ulemâsının ekseriyeti taş kullanmanın yeterli olacağını ittifakla
söylemiştir. Sevrî, İbnu'l-Mübârek, Şâfiî, Ahmed ve İshak böyle
hükmetmişlerdir.
Hadis, istincanın üç taşla olması gerektiğine delildir.[154]
ـ3575 ـ8ـ وعن
ابن مسعود
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أتَى
النبىُّ #
الْغَائِطَ
فَأمَرَنِى
أنْ آتِيَهُ
بِثََثَةِ
أحْجَارٍ
فَوَجَدْتُ
حَجَرَيْن
وَالْتَمَسْتُ
الثَّالِثَ
فَلَمْ
أجِدْهُ، فََأخَذْتُ
رَوْثَةً
فأتَيْتُهُ
بِهَا، فَأخَذَ
الحَجَرَيْنِ،
وَألْقَى
الرَّوْثَةَ،
وَقَالَ:
إنَّهَا
رِكْسٌ[.
أخرجه
البخاري وهذا
لفظه والترمذي
والنسائي،
وقال: الركس:
طعام
الجن.»الرَّكْسُ«
شبيه بالرجيع
.
8. (3575)- İbnu Mes'ud
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) abdest
bozmaya çıkmıştı. Bana üç taş bulmamı söyledi. İkisini buldum, üçüncü taşı
aradım fakat bulamadım. Onun yerine bir kurumuş mayıs aldım ve onu getirdim.
Taşları aldı, mayısı attı ve:
"Bu necistir!" buyurdu."[155]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste geçen revs'i mayıs olarak çevirdik, fışkı veya gübre de denebilir.
Lügatler eşek, katır ve at gübrelerine
revs dendiğini belirtirler. Hattâ hadisin bir vechinde bunun eşek mayısı
olduğu tasrih edilmiştir.
2- Hadisten Tahâvî, tahâretlenmede taşın illa da üç adet
olmasının zarurî olmadığını istidlâl eder, çünkü Aleyhissalâtu vesselâm iki
taşı da kabul buyurmuştur.
3- Riks kelimesi, Nesâî'de "cinlerin gıdası" diye
açıklanmış ise de İbnu Hacer bunu garipser. Riskin pislik ma'nâsında olduğunu
belirtir.
Müteakip rivayette de görüleceği üzere hayvan mayısı, kemik ve kömürün taharette kullanılamayacağı açıkça ifade edilmiştir. Bu mesele üzerine başka rivayetler de gelmiştir.[156]
ـ3576 ـ9ـ
وعنه رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]لَمَّا قَدِمَ
وَفْدُ
الجِنِّ عَلى
رسولِ اللّه #
قالُوا: يَا
رسولَ اللّهِ
أنه
أُمَّتَكَ
أنْ يَسْتَنْجُوا
بِعَظْمٍ،
أوْ رَوْثٍ
أوْ حَمَمَةٍ،
فَإنَّ
اللّهَ
جَعَلَ لَنَا
فِيهَا
رِزْقاً،
فَنَهَانَا
رَسُولُ اللّهِ
# عَنْ ذلِكَ[.
أخرجه أصحاب
السنن، وهذا
لفظ أبي
داود.و»اَلْحَمَمَةُ«
الفحمة .
9. (3576)- Yine İbnu Mes'ud
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Cinlerin heyeti Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a gelince:
"Ey Allah'ın Resûlü! Ümmetini kemikle, mayısla veya kömürle
istinca yapmaktan nehyet. Zirâ, Allah onlarda bize bir rızk yarattı!"
dediler. Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bizi, onları
tahârette kullanmaktan menetti."[157]
ـ3577 ـ10ـ وعن
رويفع رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال لِى
رَسولُ
اللّهِ # يَا
رُوَيْفِعُ:
لَعَلَّ
الحَيَاةَ
سَتَطُولُ
بِكَ
بَعْدِى،
فَأخْبِرِ
النَّاسَ
أنَّهُ مَنْ
عَقَدَ
لِحْيَتَهُ،
أوْ تَقَلّدَ
وَتراً، أوِ
اسْتَنْجى
بِرَجِيعِ
دَابّةٍ أوْ
عَظْمٍ،
فإنَّ
مُحَمَّداً
مِنْهُ بَرِئٌ[.
أخرجه أبو داود
والنسائي
واللفظ
له.»عَقَدَ
لِحْيَتَهُ«
أى عالجها حتى
تتعقد
وتتجعد، من
قولهم جاء فن
عاقداً عنقه
إذا لواها.
وقيل إن
ا‘عاجم كانت
تفعل ذلك
فنهوا عن
التشبه
بهم.»تَقَلّدَ
وَتَراً«
كانوا يفعلون
ذلك ويزعمون
أنها ترد العين،
وتدفع عنهم
المكاره
فنهوا
عنه.و»الرَّجِيعُ«
الروث
والعذرة.
10. (3577)- Rüveyfi
(radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana:
"Ey Rüveyfi' dedi, umarım benden sonra çok yaşayacaksın.
İnsanlara haber ver ki, kim sakalını kıvırcık kılar, (atın boynuna) kiriş takar, bir hayvan mayısı veya kemikle
istincada bulunursa bilsin ki Muhammed ondan berîdir."[158]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), burada bazı yasaklarda bulunmaktadır:
1- Sakalın kıvırcık kılınması, hususî muameleden geçirerek
salık ve düzgün halinin bozularak kıvırcık bir
mahiyet kazandırılmasıdır. Bazıları savaşlarda sakalları bağlamanın adet
olduğunu; ancak Resûlullah'ın, bunu salmalarını emrettiğini söyler.
İbnu'l-Esîr, sakala kıvırcık şekil kazandırma işini, kibir maksadıyla ve dikkat
çekmek, taaccüp uyandırmak için yaptıklarını söyler. Bu sakal modasının Acemlere ait olduğu, onlara
benzeme hâsıl olmaması için bu yasağın konduğu da söylenmiştir.
2- Atların boynuna yay takmak da yasaklanmaktadır. Bu yasak,
hayvanın boğulma tehlikesiyle karşılaşması veya onların, yayı göz değmesine
karşı koymak, bazı uğursuzlukları defetmek düşüncesiyle takmış olmaları
sebebiyle konmuştur. Zira, İslam'da bu çeşit inançlara yer yoktur. Hayvanların
koşma durumlarında boyunlarındaki yayın nasıl bir tehlike arzedeceği açıktır.
Resûlullah hayvanların boyunlarına
takılan kirişlerin kesilmesini ayrıca emretmiştir.
3- Hayvan mayısı veya kemikle istinca da yasaklanmaktadır.
Bunlarında sıhhat yönünden bir kısım riski beraberinde getirdikleri
söylenebilir. Ancak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), onların cinlerin
yiyeceklerini teşkil ettiklerini söyleyerek yasağın sebebini beyan etmiştir.[159]
Günümüzde ciddi tehlikeler arzeden çevre kirlenmesi meselesine de
temizlik bahsinde hususî bir başlıkla yer vermemiz münasibtir. Bugün
"çevreciler"in üzerinde durduğu meselelerden hiç biri İslâmî kaynaklarda ihmal edilmiş
değildir. Ancak bunlar, günümüzde olduğu gibi müstakil bir "çevre
kirlenmesi" başlığı altında değil, değişik bahislerde dağınık olarak
gelir. İslam'ın âyet ve hadislerle temas ettiği çevre meselelerinin birçoğunu
"İslam'da Çevre Sağlığı" adlı müstakil bir çalışmamızda bir arada
göstermeye çalıştık. Aşağıda "yakın ve uzak çevrenin temizliği" ile
ilgili bazı meseleleri topluca vereceğiz. Kaydedilecek hadislerden bir
kısmının, daha önce, Arapça metinleriyle geçtiğini de belirtelim.
İslam dini, temizliği imanın şartlarından biri kılmıştır.
İbadetlerin kabul edilmesinin ilk şartı, maddî ve manevî temizlik olduğu gibi,
imanda kemâlin şartı da temizliktir: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bir
hadislerinde: "Temizlik imanın yarısıdır" buyurur.
Burada ehemmiyeti belirtilen temizlik, mutlaktır. Yani hem maddî,
hem manevî temizlikler buna dahildir. Konumuz açısından maddî temizliği
açıklamamız gerekirse, bunun başlıca dört kısımda ele alındığı görülür:
1- Beden temizliği.
2- Elbise temizliği
3- Mekân temizliği,
4- Gıda temizliği.
Bu dört kalem maddî temizliğe riayet edilmediği takdirde
ibadetlerin kabul edilmeyeceği hadislerde beyan edilmiştir.
Biz burada, öbür kalemleri bir tarafa bırakarak mekân temizliği
üzerine duracağız.[160]
Mekân temizliği deyince, her müslümanın iyi bildiği bir husus,
namaz kılınan yerin maddi yönden de temiz olması gereğidir. Herhangi bir maddî
necasetle kirlenmiş bulunan yerde namaz kılınmadığı gibi, umumiyet itibariyle
pis olan yerlerde Allah'ın zikri de yasaklanmıştır. Hadislerde
"mezbele, hamam, mezbaha, makbere,
deve ağılı" hususen belirtilir, buralarda ibadet yapılamaz.
Ev temizliğinde ısrar eden Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm),
necis olduğu beyan edilen köpeğin, bekletilmiş idrarın bulunduğu eve rahmet
meleklerinin girmeyeceğini belirterek, bu çeşit mekân ve havayı kirletici
şeylerden evin korunmasını emretmiş oluyor. Cemaate gelenin, sarmısak, soğan
gibi başkalarını rahatsız edici kerih
kokulardan da kaçınmasını emreden Hz. Peygamber bu vesile ile, insanları
rahatsız eden her şeyin, melekleri de rahatsız ettiğini belirtir.
Şu halde mü'min, insanları rahatsız eden her çeşit durumlardan kaçınarak,
çevresinde bunlara imkân vermemesi gerekmektedir.
Herkese açık olan yerlerin her yönden temizliği ayrı bir ehemmiyet
taşır. Bu sebeple Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), uzak kabilelere bile
yolladığı tamimlerle "mescidlerin temiz tutulmasını" tenbih eder.
Mescid-i Nebevî'nin temizliğinde hassasiyet gösteren Ümmü Mihcen'e gösterilen
hususi alaka bu vesile ile kayda değer: Ümmü Mihcen öldüğü zaman, kendisine
haber verilmeden defnedilmiş olduğunu
duyunca, duruma üzülür ve telâfi için, cemaati toplayarak yeniden "cenaze
namazı" kıldırır.[161]
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), sadece beden ve ev
temizliği üzerinde durmaz. Âlimlerce, "evin dışa uzantısı"
kabul edilerek ayrılmaz bir parçası bilinmiş olan "avlular"ın temiz
tutulmasına da ayrıca dikkat çeker: Bezzâr'ın Müsned'inde yer alan bir
rivayette şöyle buyurur:
"Allah pâk ve nazîftir, pâklık ve nezâfeti sever; kerîm ve
cömerttir, kerem ve cömertliği sever. Öyle ise, avlularınızı ve boş
sahalarınızı temiz tutun. Yahudilere de benzemeyin onlar çöplerini evlerde
toplarlar."[162]
Çevre sağlığı deyince hatıra gelen mühim mevzulardan biri
"mesîre"dir. Buna yenilerde piknik denmektedir. Mesîreye çıkmak,
günümüzde bilhassa şehirlerde yaşayanlar için normal hayatın bir parçası, hem
de kolay kolay vazgeçilemeyen, nerdeyse zarurî bir parçası halini almış
durumdadır. Hafta sonlarında, bir haftalık çalışma hayatının sıkıntılarına
karşı bir ferahlama, bir dinlenme fırsatı elde etmek üzere, imkan nisbetinde
kırlara, suyu, havası ve manzarası daha değişik, daha sakin yerlere
gidilmektedir.
Mesîre yerlerinde en ziyade aranan husus güzellik, temizlik ve
sukûnettir. Ancak ne var ki, çoğu kere buraların daha önce gelenler tarafından
çeşitli artıklarla kirletilmiş, koku ve manzarasının bozulmuş olduğunu üzülerek
görürüz. Bilhassa yatıp yuvarlanarak oynamayı seven çocuk taifesi için
tehlikeli bir hal arzeden şişe kırıklarından hâlî bir köşeyi beyhûde arar
dururuz.
Hz. Peygamber'in hadislerinde uzak çevrenin de her çeşit
rahatsızlık verici kirletmelerden korunmasıyla ilgili emirler gelmiştir.
Müslim'in bir rivayetinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurur:
"Lânete uğramışlardan olmaktan sakının!" Ashab: "Bunlar da kim,
ey Allah'ın Resûlü?" diye sorunca, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
açıklar:
"Halkın gelip geçtiği yolla, gölgelendikleri (kuytu) yerlerde
abdest bozanlardır."
Bazı rivayetlerde "halkın gölgelendiği" kaydı
konmaksızın "meyveli ağaçların diplerine" abdest bozmak da yasaklanmıştır.
Şârihlerin de belirttiği gibi, kirletilmesi yasaklanan gölgeden
murad, sadece meyveli ağaçların gölgesi değildir. Halkın tenezzüh ve dinlenmek
için oturduğu bütün gölgeler yasağa dahildir. Ağaç gölgesi, duvar gölgesi, kaya
vs.gölgesi hepsi birdir. Yeter ki, insanların şu veya bu maksadla iltica ve
istifadeleri bilinir ve görülür olsun. Ayrıca bir mü'min hadiste ifade edilen
yasağı sadece "abdest bozma" olarak anlamaz, her çeşit kirlenmelere
teşmîl eder. Zira o devir için şişe, konserve kutusu, kağıt paket artığı gibi
kirleticiler mevzubahis değildi. Diğer yandan, gelip geçene rahatsızlık veren
bir diken, bir dal parçasının tek kelime ile "eza"nın bertaraf
edilmesinin ehemmiyeti ifade edilmiştir. Bu çeşit hadislerin ma'nâyı
muhaliflerini arayacak olursak, mesîre yerlerini insanlara -ve hatta hayvanlara-
rahatsızlık verecek şeylerle kirletmenin dinen ne kadar büyük bir hata olduğunu
anlarız.[163]
Hadislerde yollarla ilgili talimat daha çok yer alır. Yolların
genişliğinden inşâsına, temiz tutulmasına, başkalarını rahatsız edecek
işgallerden korunmasına kadar pek çok teferruata Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) temas
etmiştir. Biz bunlardan sadece, mevzumuzu ilgilendirenlere kısaca temas edeceğiz:
Hadiste ısrarla üzerinde durulan hususlardan bilhassa yolların
temizliği ve muhafazası, konumuzu yakından ilgilendirir. Bir hadiste,
rahatsızlık veren şeylerin -ki ezâ diye ifade edilir- yollardan kaldırılması
"imandan bir şube" olarak tavsif edilmiştir:
"İman yetmiş küsur şubedir. En üst şubesi "lâ ilâhe
illâllah" sözü, en aşağısı da yoldan "ezâ"yı (rahatsız edici
şeyi) kaldırmaktır. Hayâ da imandan bir şubedir." Bu hadis farklı
tariklerle birçok hadis kitaplarında yer alır.
Yine bazı hadis kitaplarında yer alan bir rivayette; "yoldan
"ezâ"yı kaldırmak, "sadaka" olarak tarif edilir. Bu
sadakanın ehemmiyetini belirtmek için Hz. Peygamber aynı değerde olan başka
"sadaka"ları da zikreder: "İki kişi arasında adaletli iş
yapmak", "hayvanını yüklemede bir kimseye yardımcı olmak",
"güzel söz", "namaz için atılacak her adım" gibi.
Bir hadislerinde, yolda rastladığı bir ağaç dalını, insanlara
zarar veriyor diye kesip kaldıran kimsenin, bu ameli sebebiyle cennete
gittiğini haber veren Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bir başka
hadislerinde şöyle buyurur:
"Ümmetimin iyi ve kötü bütün amelleri bana arzedilip
gösterildi. İyi amelleri arasında, yoldan atılmış olan "ezâ"yı da
gördüm. Kötü amelleri arasında ise, (herkesin gözüne çarpan) yere gömülmemiş
tükrük de vardı."
Yine Müslim'de kaydedilen bir rivayette Hz. Peygamber'in, kendisini (cennete
götürecek) faydalı bir amel soran kimseye, şu cevabı verdiğini görmekteyiz: "Müslümanların
yolundan "ezâ"yı kaldır."[164]
Yukarıda kaydedilen hadislerde dikkatimizi çeken bir husus ezâ
kelimesidir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) yoldan temizlenecek şeyin
cinsini belirterek "taş", "diken", "pislik" vs.
demiyor, hepsinin yerine geçecek "ezâ" kelimesini kullanıyor. Bu
kelime lügat açısından büyük olmayan zarar ve ayıp (kusur) ma'nâsına gelir.
Ancak yukarıdaki hadislerde bununla yoldan gelip geçenlere rahatsızlık veren
her şey kastedilmektedir. Bu kelime Kur'an ve hadiste "rahatsızlık
veren" şeyler hakkında sıkça kullanılmıştır.[165]
Yoldan "ezâ"yı temizlemek ne kadar ehemmiyetli, ne kadar
değerli sevaplı bir amel ise, onu kirletmek de o kadar kötü ve mezmum bir amel olmaktadır. Yukarıda
kaydedilen hadislerde bu ma'nâ mevcuttur. Ancak, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm), "kirletilmesi" için de müslümanları uyarmıştır. "Müslümanları
yollarında rahatsız edenlere, onların lânetleri vacib olmuştur." Müteâkip
açıklamalarımız, "ezâ"nın sadece kirletmelerden ileri gelmeyip,
haksız işgallerden de ileri gelebileceğini gösterecektir.
Yol dâhil her yerde, her durumda her halde mü'minleri rahatsız
edici şeylerden, yâni "ezâ"dan ümmetini uzaklaştırmak maksadıyla Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur: "Allah mü'mine eziyet edilmesini sevmez."
Bir mü'min, elbette bilerek Rabbinin hoşlanmadığı şeyleri yapmaz.
Yapsa ısrar etmez, tevbe edip terkeder.[166]
(Bu babta üç fasıl var)
*
BİRİNCİ FASIL
ABDESTİN FAZÎLETLERİ
*
İKİNCİ FASIL
ABDESTİN SIFATI
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
ABDESTİN SÜNNETLERİ
ـ3578 ـ1ـ عن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رسولَ
اللّهِ # قالَ:
أَ
أدُلُّكُمْ
عَلى مَا
يَمْحُو اللّهُ
بِهِ
الخَطَايَا،
وَيَرْفَعُ
بِهِ الدَّرَجَاتِ؟
قالُوا: بَلى
يَا رَسولَ
اللّهِ. قالَ:
إسْبَاغُ
الوُضُوءِ
عَلى المَكَارِهِ،
وَكَثْرَةُ
الخُطَا إلى
المَسَاجِدِ،
وَانْتِظَارُ
الصََّةِ
بَعْدَ
الصََّةِ،
فذلكُمُ
الرِّبَاط،
فذلِكُمُ
الرِّبَاطُ،
فذلِكُمْ
الرِّبَاطُ[.
أخرجه مسلم
ومالك والترمذي
والنسائي.قوله
»عَلى
المَكَارِهِ«
معناه أن
يتوضأ مع
البرد الشديد
والعلل التي
يتأذى معها
بمسّ الماء
وما أشبه ذلك
من ا‘سباب
الشاقة.وقوله
»فذلِكُمُ
الرِّبَاطُ«
شبه ا‘عمال
المذكورة بمرابطة
المجاهدين
ونزّلها
منزلتها .
1. (3578)- Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Alah'ın hataları silmeye ve dereceleri yükseltmeye vesile
kıldığı şeyleri size söylemiyeyim mi?"
"Evet ey Allah'ın Resûlü, söyleyin!" dediler. Bunun
üzerine saydı:
"Zahmetine rağmen abdesti tam almak. Mescide çok adım atmak.
(Bir namazdan sonra diğer) Namazı beklemek. İşte bu ribâttır, işte bu ribâttır,
işte bu ribâttır."[167]
AÇIKLAMA:
Ribât, lügat olarak nefsi hapsetmek ma'nâsına gelir. Ancak,
kendisini cihada vermek suretiyle Allah yoluna hapsedenler için bu tabir
kullanılır, böyle kimselere murâbıt denir. Abdestini tam alıp namazlarını
mescidde kılan ve birini kılınca diğer namazın gelmesini bekleyen kimse de
kendini ruhen, kalben Allah yoluna bağlamış gibidir. Bir nevi murâbıttır.
Şüphesiz bu, sulh döneminde böyledir. Savaş, cihad sırasında
mücâhid olmak gerekir, onun yerini hiçbir şey tutmaz.[168]
ـ3579 ـ2ـ وعن
عقبة بن عامر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَتْ
عَلَيْنَا
رَعَايَةُ
ا“بِلِ،
فَجَاءَتْ
نَوْبَتِى أرْعَاهَا
فَرَوَّحْتُهَا
بِعَشِىٍّ،
فأدْرَكْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
قَائِماً
يُحَدِّثُ
النَّاسَ،
وَأدْرَكْتُ
مِنْ
قَوْلِهِ: مَا
مِنْ
مُسْلِمٍ
يَتَوَضّأُ
فَيُحْسِنُ وُضُوءَهُ،
ثُمَّ
يَقُومُ
فَيُصَلِّى
رَكْعَتَيْنِ
يُقْبِلُ
عَلَيْهِمَا
بِقَلْبِهِ
وَوَجْهِهِ
إَّ وَجَبَتْ
لَهُ
الجَنَّهُ،
فَقُلْتُ: مَا
أجْوَدَ هذَا
فإذَا
قَائِلٌ
يَقولُ بَيْنَ
يَدَىَّ:
الَّتِى
قَبْلَهَا
أجْوَدُ، فَنَظَرْتُ
فإذَا هُوَ
عُمَرُ ابنُ
الخَطَّابِ،
فقَالَ: إنِّى
قَدْ
رَأيْتُكَ
جِئْتَ
آنِفاً قالَ:
مَا مِنْكُمْ
مِنْ أحَدٍ
يَتَوضَّأُ
فَيُبْلِغُ
أوْ
فَيَسْبِغَ
الْوُضُوءَ،
ثُمَّ يَقُولُ:
أشْهَدُ أنْ َ
إلَهَ إَّ
اللّهُ
وَحْدَهُ َ
شَرِيكَ
لَهُ،
وَأشْهَدُ
أنَّ
مُحَمّداً عَبْدُهُ
وَرَسُولُ
إَّ
فُتِّحَتْ
لَهُ أبْوَابُ
الجَنَّةِ
الثَّمَانِيَةُ
يَدْخُلُ
مِنْ أيِّهَا
شَاءَ[. أخرجه
الخمسة إ
البخاري،
وهذا لفظ
مسلم.وفي
رواية أبي
داود:
]فَيُحْسِنُ
الْوُضُوءَ[.وعند
الترمذي بعد
قوله ورسوله:
]اللَّهُمَّ
اجْعَلْنِى
مِنَ
التَّوَّابِينَ
وَاجْعَلْنِى
مِنَ
المُتَطَهِّرِينَ[
.
2. (3579)- Ukbe İbnu Âmir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Üzerimizde develeri gütme işi vardı,
(bunu sırayla yapıyorduk.) (Bir gün)
gütme nöbeti bana gelmişti. Günün sonunda develeri kıra ben çıkarıyordum. (Bir
gün, nöbetimden dönüşte) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a geldim, ayakta
halka hitabediyordu. Söylediklerinden şu sözlere yetiştim:
"Güzelce abdest alıp, sonra iki rekat namaz kılan ve namaza
bütün ruhu ve benliği ile yönelen hiç kimse yoktur ki kendisine cennet vâcib
olmasın!"
(Bunları işitince kendimi tutamayıp): "Bu ne güzel!"
dedim. (Bu sözüm üzerine) önümde duran birisi:
"Az önce söylediği daha da güzeldi!" dedi. (Bu da kim?
diye) baktım. Meğer Ömer İbnu'l-Hattâb'mış. O, sözüne devam etti:
"Seni gördüm, daha yeni geldin. Sen gelmezden önce şöyle
demişti: "Sizden kim abdestini alır ve bunu en güzel şekilde yapar, sonra da:
"Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve Resûlühü.
(Şehâdet ederimki Allah'tan başka ilâh yoktur ve yine şehâdet ederim ki
Muhammed Allah'ın kulu ve Resûlüdür)" derse, kendisine cennetin sekiz
kapısı da açılır; hangisinden isterse oradan cennete girer."
Ebû Dâvud'un rivayetinde "abdesti güzel yaparsa..."
denmiştir.
Tirmizî'nin rivayetinde "...resûlühü (Allah'ın
...Resûlü)" kelimesinden sonra "Allah'ım, beni tevbe edenlerden kıl,
temizlenenlerden kıl" duası da vardır.[169]
ـ3580 ـ3ـ وعن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رسولَ
اللّه # قالَ:
إذَا
تَوَضَّأ
الْعَبْدُ
المُسْلِمُ
أوِ
المُؤْمِنُ،
فَغَسَلَ وَجْهَهُ
خَرَجَ مِنْ
وَجْهِهِ
كُلُّ خَطِيئةٍ
نَظَرَ
إلَيْهَا
بِعَيْنِهِ
مَعَ
المَاءِ، أوْ
مَعَ آخِرِ
قَطْرِ
المَاءِ،
وَإذَا
غَسَلَ
يَدَيْهِ
خَرَجَ مِنْ
يَدَيْهِ
كُلُّ
خَطِيئَةٍ
بَطَشَتْهَا
يَدَاهُ مَعَ
المَاءِ، أوْ
مَعَ آخِرِ قَطْرِ
المَاءِ،
فإذَا غَسَلَ
رِجْلَيْهِ
خَرَجَتْ
كُلُّ
خَطِىئَةِ
مَشَتْهَا
رِجَْهُ مَعَ
المَاءِ، أوْ
مَعَ آخِرِ
قَطْرِ
المَاءِ
حَتَّى يَخْرُجَ
نَقِيّاً
مِنَ
الذُّنُوبِ[.
أخرجه مسلم،
وهذا لفظه ،
ومالك
والترمذي .
3. (3580)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: Mü'min -veya müslüman- bir kul abdest aldı mı yüzünü yıkayınca,
gözüyle bakarak işlediği bütün günahlar su ile -veya suyun son damlasıyla-
yüzünden dökülür iner. Ellerini yıkayınca elleriyle işlediği hatalar su ile
birlikte- veya suyun son damlasıyla- ellerinden dökülür iner. Ayaklarını
yıkayınca da ayaklarıyla giderek işlediği bütün günahları su ile- veya suyun
son damlasıyla- dökülür iner. (Öyle ki abdest tamamlanınca) günahlardan arınmış
olarak tertemiz çıkar."[170]
ـ3581 ـ4ـ وعن
عثمان رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رسولَ
اللّهِ # قالَ:
مَنْ تَوَضّأ
فَأحْسَنَ
الْوُضُوءَ
خَرَجَتْ خَطَايَاهُ
مِنْ
جَسَدِهِ
حَتّى
تَخْرُجَ مِنْ
تَحْتَ
أظْفَارِهِ[ .
4. (3581)- Hz. Osman
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kim abdest alır ve abdestini güzel yaparsa hataları
vücudundan tırnak diplerine varıncaya
kadar çıkar dökülür."[171]
ـ3582 ـ5ـ وفي
رواية: ]أنَّ
عُثْمَانَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه
تَوَضّأ، ثم
قال: رَأيْتُ
رَسُولَ اللّهِ
# تَوَضّأ
نَحْوَ
وُضُوئى هذا
ثُمَّ قال:
مَنْ
تَوَضّأ هكذا
غُفِرَ له مَا
تَقَدّمَ
مِنْ ذَنْبِهِ
وَكَانَتْ
صََتُهُ
وَمَشْيُهُ
إلى المَسْجِدِ
نَافِلَةً[.
أخرجه
الشيخان .
5. (3582)- Bir başka
rivayette şöyle gelmiştir: "Hz. Osman (radıyallahu anh) abdest aldı ve
dedi ki:
"Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şu benim abdestim
gibi abdest aldığını, sonra da şöyle söylediğini gördüm: "Kim bu şekilde
abdest alırsa geçmiş günahları affedilir, namazı ve mescide kadar yürümesi de
nafile (ibadet) olur."[172]
ـ3583 ـ6ـ وعن
عمرو بن عبسة
السلمى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
#: مَا
مِنْكُمْ
مِنْ رَجُلٍ
يُقَرِّبُ
وُضُوءَهُ
فَيَتَمَضْمَضُ
وَيَسْتَنْثِرُ
إَّ خَرَّتْ
خَطَايَاهُ
مِنْ
وَجْهِهِ
وَفِيهِ
وَخَيَاشِيمِهِ،
ثُمَّ إذَا
غَسَلَ
وَجْهَهُ
كَمَا أمْرَهُ
اللّهُ إَّ
خَرَّتْ
خَطَايَا
وَجْهِهِ
مِنْ
أطْرَافِ
لِحْيَتِهِ
مَعَ المَاءِ،
ثُمَّ
يَغْسِلُ يَدَيْهِ
إلى
المِرْفَقَيْنِ
إَّ خَرّتْ خَطَايَا
يَدَيْهِ
مِنْ
أنَامِلِه
مَعَ المَاءِ،
ثُمَّ
يَمْسَحُ
رَأسَهُ إَّ
خَرَّتْ خَطَايَا
رَأسِهِ مِنْ
أطْرَافِ
شَعَرِهِ مَعَ
المَاءِ،
ثُمَّ
يَغْسِلُ
رِجْلَيْهِ إلى
الْكَعْبَيْنِ
إَّ خَرَّتْ
خَطَايَا رِجْلَيْهِ
مِنْ أنَامِلِهِ
مَعَ المَاءِ
فإنْ هُوَ
قَامَ فَصَلّى
فَحَمِدَ
اللّهَ
وَأثْنَى
عَلَيْهِ،
وَمَجَّدَهُ
بِالَّذِى
هُوَ لَهُ
أهْلٌ،
وَفَرَّغَ
قَلْبَهُ
للّهِ إَّ
انْصَرَفَ مِنْ
خَطِيئَتِهِ
كَيَوْمَ
وَلَدَتْهُ
أُمُّهُ[.
أخرجه مسلم .
6. (3583)- Amr İbnu Abese
es-Sülemî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Sizden kim abdest suyunu hazırlar, mazmaza ve istinşakta bulunur (ağzına ve burnuna su
çeker) ve sümkürürse, mutlaka yüzünden,
ağzından, burnundan hataları dökülür. Sonra Allah'ın emrettiği şekilde yüzünü
yıkarsa, sakalın(ın bittiği mahallin) etrafından su ile birlikte yüzü ile
işlediği günahlar dökülür. Sonra dirseklere kadar kollarını yıkayınca,
ellerinin günahları su ile birlikte parmak uçlarından dökülür gider. Sonra başını
meshedince, başının günahları saçın etrafından su ile birlikte akar gider.
Sonra topuklarına kadar ayaklarını yıkayınca, ayaklarının günahları, parmak
uçlarından su ile birlikte akar gider. Sonra kalkıp namaz kılar, Allah'a hamd
ve senâda bulunur. Ona layık şekilde tazimini gösterir ve kalbinden
Allah'tan başkasını(n korku ve muhabbetini) çıkarırsa, annesinden doğduğu
gündeki gibi bütün günahlarından arınır."[173]
ـ3584 ـ7ـ وعن
عبداللّه
الصنابحى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رَسولَ
اللّهِ # قالَ:
إذَا تَوَضّأ
الْعَبْدُ
المُؤْمِنُ
فَمَضْمَضَ
خَرََجَتْ
الخَطَايَا
مِنْ فيهِ،
فإذَا اسْتَنْثَرَ
خَرَجَتِ
الخَطَايَا
مِنْ أنْفِهِ،
فإذَا غَسَلَ
وَجْهَهُ
خَرَجَتْ
الخَطَايَا
مِنْ
وَجْهِهِ
حَتّى
تَخْرُجَ
مِنْ تَحْتِ
أشْفَارِ
عَيْنَيْهِ،
فإذَا غَسَلَ
يَدَيْهِ
خَرَجَتِ الخَطَايَا
مِنْ
يَدَيْهِ
حَتّى
تَخْرُجَ مِنْ
تَحْتِ
أظْفَارِ
يَدَيْهِ،
فإذَا مَسَحَ
بِرَأسِهِ
خَرَجَتِ
الخَطَايَا
مِنْ رَأسِهِ
حَتّى
تَخْرُجَ
مِنْ
أُذَنَيْهِ،
فَإذَا
غَسَلَ
رِجْلَيْهِ
خَرَجَتِ
الخَطَايَا
مِنْ
رِجْلَيْهِ
حَتّى
تَخْرُجَ
مِنْ تَحْتِ
أظْفَارِ رِجْلَيْهِ،
ثُمَّ كَانَ
مَشْيُهُ إلى
المَسْجِدِ
وَصََتُهُ
نَافِلَةً
لَهُ[. أخرجه
مالك
والنسائي .
7. (3584)- Abdullah
es-Sünâbihî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Mü'min kul abdest aldıkta mazmaza yaptı mı (ağzını
yıkadı mı) günahlar ağzından çıkar. (Burnunu sümkürdü mü) günahlar burnundan
çıkar, yüzünü yıkadı mı günahlar göz kapaklarının altına varıncaya kadar
yüzünden çıkar. Ellerini yıkadı mı günahlar tırnak diplerine varıncaya kadar
ellerinden çıkar. Başını meshetti mi, günahlar kulaklarına varıncaya kadar
başından çıkar. Ayaklarını yıkadı mı, günahlar ayak tırnaklarının altına
varıncaya kadar ayaklarından çıkar. Sonra mescide kadar yürümesi ve kılacağı
namaz nafile (bir ibadet) olur."[174]
ـ3585 ـ8ـ وعن
أبي أمامة
الباهلى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]سَمِعْتُ
عَمْرَو بنَ
عَبْسَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
يَقُولُ:
قُلْتُ
لِرَسولِ
اللّهِ # كَيْفَ
الْوُضُوءُ؟
قالَ: أمَّا
الْوُضُوءُ،
فَإنَّكَ
إذَا
تَوَضَّأتَ
فَغَسَلْتَ
كَفَّيْكَ
فَأنْقَيْتَهَا،
وَغَسَلْتَ
وَجْهَكَ
وَيَدَيْكَ
إلى
المِرْفَقَيْنِ،
وَمَسَحْتَ
رَأسَكَ،
وَغَسَلْتَ
رِجْلَيْكَ
إلى الْكَعْبَيْنِ
اِغْتَسَلْتَ
مِنْ
عَامَّةِ
خَطَايَاكَ،
فإنْ أنْتَ
وَضَعْتَ
وَجْهَكَ
للّهِ عَزَّ
وَجَلَّ
خَرَجْتَ
مِنْ
خَطَايَاكَ كَيَوْمَ
وَلَدَتْكَ
أُمُّكَ. قالَ
أبُو
أُمَامَةَ: فَقُلْتُ
يَا عَمْرُو
بنُ عَبْسَةَ:
انْظُرْ مَا
تَقُولُ:
أكُلُّ هذَا
يُعْطى في
مَجْلِس
وَاحدٍ؟ فقَالَ:
أمَا واللّهِ
لَقَدْ
كَبُرَتْ
سِنِّى،
ودَنَا
أجَلِى،
وَمَا بِى
مِنْ فَقْرٍ فَأكْذبَ
عَلى رسولِ
اللّهِ #
وَلَقَدْ
سَمِعَتْهُ
أُذُنَاىَ
وَوَعَاهُ
قلبى مِنْ
رسولِ اللّهِ
#[. أخرجه مسلم
والنسائي.وهذا
لفظ النسائي، وهو
طرف حديث طويل
يتضمن إسم
عمرو بن عبسة،
وسيجئ إن شاء
اللّه تعالى
في كتاب
الفضائل من حرف
الفاء .
8. (3585)- Ebû Ümâme
el-Bâhilî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Amr İbnu Abese (radıyallahu anh)'ı
dinledim, diyor ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a: "Abdest
nasıl alınır?" diye sordum. Şöyle açıkladı:
"Abdest mi? Abdest alınca şöyle yaparsın: Önce iki avucunu
tertemiz yıkarsın. Sonra yüzünü ve dirseklerine kadar ellerini yıkarsın. Başını
meshedersin, sonra da topuklarına kadar ayaklarını yıkarsın. (Bunları
tamamladın mı) bütün günahlarından arınmış olursun. Bir de yüzünü Aziz ve Celil
olan Allah için (secdeye) koyarsan, anandan doğduğun gün gibi, hatalarından
çıkmış olursun."
Ebû Ümâme der ki: "Ey Amr İbnu Abese dedim, ne söylediğine
dikkat et! Bu söylediklerinin hepsi bir defasında veriliyor mu?"
"Vallahi dedi, bilesin ki artık yaşım ilerledi, ecelim
yaklaştı. (Allah'tan ölümden çok korkar bir haldeyim), ne ihtiyacım var ki,
Allah Resûlü hakkında yalan söyleyeyim! Andolsun söylediklerim, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'dan kulaklarımın işitip, hafızamın da
zabtettiklerinden başkası
değildir."[175]
Bu hadis, Nesâî'nin metninden alınmadır. Amr İbnu Abese
(radıyallahu anh)'ın müslüman oluşunu anlatan uzunca bir hadisin son kısmıdır.
Hadisi tam olarak, Fazîletliler Bölümü'nde kaydedeceğiz.[176]
AÇIKLAMA:
1- Müellifimiz, Amr İbnu Abese'nin müslüman oluşuyla ilgili
menkibe'yi Fazîletliler bölümünde kaydetmeyi vaadettiği halde, o bölüme
baktığımız zaman Amr İbnu Abese (radıyallahu anh)'la ilgili bir bab koymadığını
görüyoruz. Gözden kaçmış olduğu anlaşılıyor. Biz, burada mevzubahis olan
hadisin Müslim'deki vechinin burada yer almayan kısmının tercümesini aşağıya
koymayı uygun bulduk:
"Ebû Ümame anlatıyor: "Amr İbnu Abese es-Sülemî şunu
anlattı:
"Ben cahiliye devrinde bütün
insanların dalâlette olduğunu ve asla doğru yolda olmadıklarını
biliyordum. Zira insanlar putlara taparlardı. Derken işittim ki, Mekke'de bir
zat çıkmış, bazı haberlerde bulunuyormuş. Derhal deveme atlayıp O'na geldim.
Bir de gördüm ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) gizlenmiş, (henüz açıktan
tebliğde bulunmuyor). Kavmi de O'nun aleyhinde pek cür'etkâr. Bunun üzerine
O'na acıyıp Mekke'de yanına gittim. Kendisine: "Sen nesin?" dedim.
"Ben peygamberim!" diye cevap verdi. Ben tekrar sordum:
"Peygamber ne demektir?"
"Beni Allah gönderdi!" dedi. Kendisine:
"Peki seni ne ile gönderdi?" dedim.
"Beni sıla-i rahm ile, putları kırmakla, Allah'ı bir bilip
hiçbir ortak koşmamakla gönderdi" dedi. Ben tekrar:
"Bu işte seninle olan kimler var?" dedim.
"Bir hür ve bir köle!" cevabını verdi. O gün için, iman
edenlerden Resûlullah'la beraber olanlar Hz. Ebû Bekr ve Hz. Bilâl idi,
(radıyallahu anhümâ).
"Sana ben de uyuyorum!" dedim. Bunun üzerine
(aleyhissalâtu vesselâm):
"Bugün için söylediğini yapamazsın. Halimi ve insanların
halini görmüyor musun? Fakat şimdilik ailene dön. Benim ortaya çıktığımı
işittin mi bana gel" buyurdular. Ben de aileme döndüm.
Resûlullah Medine'ye geldiğinde ben hâlâ ailemde idim. Ben ondan haberler
soruyor (gelişmeleri takip ediyordum). Medine'ye gelince de halka sormuştum.
Derken, o sıralarda Yesrib ahalisinden bir grup Medineli yanıma geldi.
"Medine'ye gelmiş olan şu adam ne yaptı?" diye sordum.
"İnsanlar süratle ona koşuyor. Kendi kavmi O'nu öldürmek
istedi, ancak bunda muvaffak olamadılar" diye cevap verdiler. Kalkıp
Medine'ye geldim, doğru huzuruna çıktım. "Ey Allah'ın Resûlü dedim, beni
hatırladınız mı?"
"Evet! Sen bana Mekke'de gelen zât değil misin!"
buyurdular. Ben:
"Evet!" deyip sözlerime devamla:
"Ey Allah'ın Resûlü! Allah'ın sana öğrettiği ve benim
meçhulüm olan şeylerden haber ver, bana meselâ namazdan bahset!" dedim. Şu
açıklamayı lütfettiler:
"Sabah namazını kıl, sonra güneş doğup yükselinceye kadar
namazdan uzak dur. Zira güneş bu doğma anında şeytanın iki boynuzu arasında
doğar ve bu esnada kâfirler ona secde ederler. Sonra gölge mızrağa ağıncaya kadar namaz kıl.[177] Zira namaz meşhuddur
(melekler şâhid olurlar), mahzurdur (melekler kılınırken hazır bulunurlar).
Sonra tekrar namaz kılmaktan vazgeç, zira bu sırada cehennem kaynatılır. Gölge
öne geçti mi tekrar namaz kıl, zira namaz meşhuddur, mahzurdur. Onu ikindiyi
kılıncaya kadar kılmaya devam et. Sonra tekrar güneş batıncaya kadar namaz
kılmaktan vazgeç, zira güneş şeytanın iki boynuzu arasından batar ve bu sırada
kâfirler ona secde ederler!"
Ben tekrar:
"Ey Allah'ın Resûlü! Ya abdest? Bana ondanda açıklamada
bulunsanız!" dedim. Aleyhissalâtu vesselâm buyurdular:
"Sizden kim abdest suyunu hazırlar..."
Hadisin devamı, yukarıda 3583 numarada kaydettiğimiz şekilde devam
eder, burada tekrar yazmaya gerek görmüyoruz.
2- Hadiste geçen "güneşin şeytanın iki boynuzu arasında
doğması" tabiri ile ilgili açıklama daha önce 2418 numaralı hadiste geçti.
3- Keza meşhud ve mahzur tabirleri de 2419 numaralı hadiste açıklandı.[178]
ـ3586 ـ9ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما: ]أنَّ
رسولَ اللّهِ
# قالَ: مَنْ
تَوَضّأ عَلى
طُهْرِ
كَتَبَ
اللّهُ لَهُ
بِهِ عَشْرَ
حَسَنَاتٍ[.
أخرجه
الترمذي .
9. (3586)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kim abdestli olduğu halde abdest tazelerse, Allah bu
sebeple kendisine on (misli) sevab yazar."[179]
AÇIKLAMA:
Burada, abdestli olduğu halde abdest almak kastediliyor. Böylece
Resûlullah daima abdestli bulunmaya teşvik etmiş olmaktadır.
On sevabtan maksad, abdest almanın sevabının on katıdır. Zira
sıkça geçtiği üzere, Rabbimiz Teâlâ Hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'de, her bir hayır
amelin on misliyle değerlendirileceği müjdesini vermektedir: مَنْ
جَاءَ
بِالْحَسَنَةِ
فَلَهُ
عَشْرُ
أمْثَالِهَا Ancak şunu da belirtelim: On misli sevab
asgari miktardır. Kur'an'da sevabın yediyüz misli, otuzbin misli ve hatta
hesapsız misli de )بِغَيْرِ
حِسَابٍ( vaadedilmiştir.
Abdest üzerine abdestin, israf olmaması için önceki abdestle bir
namaz kılınmış veya meclis değişmiş olmalıdır. Buna riâyet edilmezse abdest
üzerine abdest israf olacağından mekruh addedilmiştir. Abdest üzerine abdesti,
nûrun ala nûr diye tavsif eden rivayetin merfû (Resûlullah'ın sözü) olmadığı
belirtilmiştir.[180]
ـ3587 ـ10ـ وعن
أبي سعيد
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رسولَ
اللّهِ # قال:
مَنْ تَوَضّأ
فقَالَ: سُبْحَانَكَ
اللَّهُمَّ
وَبِحَمْدِكَ
أسْتَغْفِرُكَ
وَأتُوبُ
إلَيْكَ.
كُتِبَ في
رَقٍّ، ثُمَّ
طُبِعَ
بِطَابِعٍ،
ثُمَّ رُفِعَ
تَحْتَ
الْعَرْشِ
فَلَمْ
يُكْسَرْ إلى
يَوْمِ الْقِيَامَةِ[.
أخرجه رزين .
10. (3587)- Ebû Saîd
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kim abdest alıp: "Sübhâneke Allahümme ve bihamdike
estağfiruke ve etûbu ileyke. (Rabbim seni tenzîh ederim, Allah'ım hamdim sanadır,
senden bağışlanmak isterim, tevbem de sanadır)" derse, bu bir kâğıda
yazılır, sonra bir mühür üzerine nakşedilir, sonra da Arş'ın altına kaldırılır
ve Kıyamete kadar (mühür)
kırılmaz."[181]
ـ3588 ـ1ـ عن
حمران مولى
عثمان: ]أنَّ
عُثْمَانَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
دَعَا
بِمَاءٍ
فَأفْرَغَ
عَلى كَفيْهِ
ثََثَ مَرَّاتٍ
فَغَسَلَهُمَا،
ثُمَّ
ادْخَلَ يَمِينَهُ
في ا“نَاءِ
فَمَضْمَضَ
واسْتَنْثَرَ،
ثُمَّ غَسَلَ
وَجْهَهُ
ثََثاً
وَيَدَيْهِ
إلى
المِرْفَقَيْنِ
ثَثَ
مَرَّاتٍ،
ثُمَّ مَسَحَ
بِرَأسِهِ،
ثُمَّ غَسَلَ
رِجْلَيْهِ
ثََثَ مَرَّاتٍ
إلى
الكَعْبَيْنِ،
ثُمَّ قالَ:
رَأيْتُ
رسولَ اللّهِ
# تَوَضَّأ
نَحْوَ
وُضُوئِى
هذَا، ثُمَّ
قَالَ: مَنْ
تَوَضّأ
نَحْوَ وُضُوئِى
هذَا، ثُمَّ
صَلّى
رَكْعَتَيْنِ
َ يُحَدِّثُ
فِيهِمَا
نَفْسَهُ
غفِرَ لَهُ مَا
تَقَدّمَ
مِنْ
ذَنْبِهِ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي، وهذا
لفظ الشيخين .
1. (3588)- Humrân Mevlâ
Osman anlatıyor: "Hz. Osman (radıyallahu anh) su istemişti. (Getirdim.
Aldı ve) üç kere ellerine dökerek yıkadı. Sonra sağ elini kaba sokup mazmaza ve
istinşakta bulundu (ağzına ve burnuna su alıp yıkadı). Sonra üç kere yüzünü,
arkasından da dirseklerine kadar üç kere ellerini yıkadı. Sonra başına
meshetti, sonra da topuklarına kadar ayaklarını üçer sefer yıkadı ve:
"Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı, şu abdestim gibi
abdest alırken gördüm" dedi. Abdesti bitince de şöyle demişti:
"Kim şu abdestim gibi abdest alır, arkasından iki rek'at
namaz kılar ve namazda kendi kendine (dünyevî bir şey) konuşmazsa geçmiş
günahları affedilir."[182]
AÇIKLAMA:
Hattâbî, kişinin namazda nefsine konuşmasını vesvese olarak
değerlendirir. Öyle ise nefsine konuşmaması, imkân nisbetinde vesveseye yer
vermemesidir. Bâzı âlimler, "kendi kendine konuşma"yı, kişinin
namazda irâdî olarak namazın edebine yakışmayacak dünyevî şeyler düşünmesi, zihnini böyle
şeylerle meşgul etmesi olarak yorumlar. Esâsen, irâdî olmaksızın zihinden geçen
hâtırât bu ümmetten affedilmiştir, onların sorumluluğu yoktur. Şu halde irâdî
olarak namaz edebine uygun hâlâtın muhâfazasına çalışılacaktır. O vakit hadiste
vaadedilen feyze mazhar olunur
inşaallah.[183]
ـ3589 ـ2ـ
ولمسلم في
أخرى عن ابن
أبي مليكة
قال: ]سُئِلَ
عُثْمَانُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
عَنِ الوُضُوءِ
فَدَعَا
بِمَاءٍ
فَأُتِىَ
بِمِيضأةٍ،
فَأصْغَى
عَلى يَدِهِ
الْيُمْنِى،
ثُمَّ
أدْخَلَهَا
في ا“نَاءِ
فَمَضْمَضَ
ثََثاً، وَاسْتَنْثَرَ
ثََثاً،
وَذَكَرُ
نَحْو مَا تَقَدّمَ،
وَفِيهِ:
ثُمَّ
أدْخَلَ
يَدَهُ فَأخَذَ
مَاءً
فَمَسَحَ
رَأسَهُ
وَأُذُنَيْهِ
فَغَسَلَ
بُطُونَهُمَا
وظُهُورَهُمَا
مَرَّةً
وَاحِدَةً[ .
2. (3589)- Ebû Dâvud'un
İbnu Müleyke'den kaydettiği bir başka rivayette şöyle gelmiştir: "Hz.
Osman (radıyallahu anh)'tan abdest hakkında (nasıl alınacağı) sorulmuştu. Hemen
su istedi ve derhal bir abdest kabı getirildi. Kaptan önce sağ eli üzerine
su döktü (ve onu yıkadı), sonra sağ elini
kaba batırdı, üç kere mazmaza, üç kere istinşakta
bulundu... [önceki hadiste geçtiği üzere zikretti. Hadiste şu ziyâde var]:
"Sonra elini daldırıp su aldı ve
başına, kulaklarına meshetti,
kulaklarının iç ve dışlarını birer kere meshetti."[184]
ـ3590 ـ3ـ وله
في أخرى:
]فَأفْرَغَ
بِيَدِهِ
الْيُمْنَى
عَلى
الْيُسْرَى،
ثُمَّ
غَسَلَهُمَا
إلى
الْكُوعَيْنِ[. وله
في أخرى:
»وَمَسَحَ
رَأسَهُ
ثَثاً« .
3. (3590)- Yine Ebû
Dâvud'un bir diğer rivayetinde şöyle gelmiştir: "Sağ eliyle sol eli üzerine su döktü, sonra her ikisini de
bileklere kadar yıkadı."[185]
Yine Ebû Dâvud'un bir diğer rivayetinde "Başını üç kere
meshetti" denmiştir.[186]
AÇIKLAMA:
1- 3589 numaralı hadis'i Teysîr müellifi Müslim'in rivayeti
olarak göstermektedir. Ancak gerek tercümede gerekse kaynak kısmında
gösterdiğimiz üzere rivayet Ebû Dâvud'dadır, Müslim'de değil. Bu bir zühuldür.
2- Yine 3589 numaralı hadisin sonunda kulağını meshetti
ifadesinin Arabî aslı, kulağını yıkadı
şeklinde ifade edilmiştir. Ancak, şârihlerinde anladığı üzere mesh
olarak anlamak gereklidir. Abdestte kulağın yıkanması mevzubahis değildir.
3- 3590 numarada kaydedilen "Başını üç sefer
meshetti" ifadesi Hz. Osman'ın abdest tarzının bir ihtisarıdır. Yani
diğer uzuvları nasıl yıkadığını anlatmıyor, zira bu bilinmektedir. Ancak başı
üç sefer meshetmesi değişik bir tarz. Bu sebeple sadece onun farklı yönünü
zikretmiş olmakta. Böylece başa da birkaç sefer ıslak elle değmenin bir mahzuru
olmadığı anlaşılmaktadır.[187]
ـ3591 ـ4ـ وعن
عبد خير قال:
]أتَانَا
عَلِيٌّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
وقَدْ صَلّى
فَدَعَا
بِطَهُورٍ،
فَقُلْنَا:
مَا يَصْنَعُ
بِالطَّهُورِ
وَقَدْ
صَلّى؟ مَا
يُرِيدُ إَّ
لِيُعَلِّمَنَا،
فَأتِىَ بِإنَاءِ
فِيهِ مَاءٌ
وَطَسْتٌ،
فَأفْرَغَ
مِنَ ا“نَاءِ
عَلى
يَمِينِهِ
فَغَسَلَ يَدَيْهِ
ثََثاً،
ثُمَّ
تَمَضْمَضَ
وَاسْتَنْشَقَ
ثَثاً،
فَمَضْمَضَ
وَنَثَرَ
مِنَ الكَفِّ
الَّذِى يَأخُذُ
فِيهِ، ثُمَّ
غَسَلَ
وَجْهَهُ ثَثاً،
وَغَسَلَ
يَدَهُ
الْيُمْنى
ثَثاً، وَغَسَلَ
يَدَهُ
الشِّمَالَ
ثَثاً، ثُمَّ
جَعَلَ
يَدَهُ في
ا“نَاءِ
فَمَسَحَ
بِرَأسِهِ مَرَّةً
وَاحِدَةً،
ثُمَّ غَسَلَ
رِجْلَهُ الْيُمْنى
ثَثاً،
وَرِجْلَهُ
الْيُسْرى ثَثاً،
ثُمَّ قال:
مَنْ سَرَّهُ
أنْ يَعْلَمَ
وُضُوءَ
رَسولِ اللّهِ
# فَهُوَ هذَا[.
أخرجه أصحاب
السنن، واللفظ
‘بي داود
والنسائي .
4. (3591)- Abdu Hayr anlatıyor: "Hz.Ali (radıyallahu
anh) bize geldi ve namaz kıldı. (Namazdan sonra abdest) suyu istedi.
"Suyu ne yapacak, namazı kıldı ya! Herhalde bize öğretmek
istiyor!" dedik. İçinde su olan bir kapla bir leğen getirildi. Kaptan sağ
eline su döktü. Üç defa ellerini yıkadı. Sonra üç kere mazmaza ve istinşakta bulundu. Mazmaza ve istinşakı
su aldığı eliyle yaptı. Sonra üç kere yüzünü yıkadı, sağ elini üç kere yıkadı,
üç kere sol elini yıkadı. Sonra elini kaba batırdı, bir kere başını meshetti.
Sonra üç kere sağ ayağını yıkadı, üç kere sol ayağını yıkadı. Sonra:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın abdestini bilmek kimin hoşuna
giderse, işte o böyledir!" dedi."[188]
ـ3592 ـ5ـ وفي
أخرى للنسائى:
]فَمَسَحَ
بِرَأسِهِ،
وَأشَارَ
شُعْبَةُ
مَرَّةً مِنْ
نَاصِيَتِهِ
إلى مُؤخَّرِ
رَأسِهِ،
ثُمَّ قالَ: َ
أدْرِى
أرَدَّهُمَا
أمْ َ[ .
5. (3592)- Nesâî'nin bir
diğer rivayeti şöyledir: "...Başını meshetti." -Şu'be, bir defasında
alnından başının gerisine kadar (eliyle) işaret etti- sonra dedi ki:
"Ellerini tekrar geri getirip getirmediğini bilmiyorum."[189]
ـ3593 ـ6ـ و‘بي
داود في أخرى
عن ابن عباس
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما قال:
]دَخَلَ
عَلَيَّ
عَلِيٌّ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْه،
وَقَدْ
أهْرَاقَ المَاءَ
فَدَعَا
بِوَضُوءِ
فَأتَيْنَاهُ
بِتَوْرٍ
فِيهِ مَاءٌ،
فقَالَ يَا
ابنَ عَبَّاسٍ:
أَ أُرِيكَ
كَيْفَ كَانَ
يَتَوضّأُ
رَسولُ
اللّهِ #؟
قُلْتُ:
بَلَى. قَالَ:
فَأصْغى ا“نَاءَ
عَلى
يَدَيْهِ
فَغَسَلَهَا،
ثُمَّ أدْخَلَ
يَدَهُ
الْيُمنى
فَأفْرَغَ
بِهَا عَلى
ا‘خرى، ثُمَّ
غَسَلَ
كَفَيْهِ
ثُمَّ
تَمَضْمَضَ وَاسْتَنْثَرَ،
ثُمَّ
أدْخَلَ
يَدَيْهِ في ا“نَاءِ
جَمِيعاً
فأخذَ
بِهِمَا
حَفْنَةً مِنْ
مَاءٍ
فَضَرَبَ
بِهَا عَلى
وَجْهِهِ، ثُمَّ
ألْقََمَ
إبْهَامَيْهِ
مَا أقْبَلَ مِنْ
أُذُنَيْهِ،
ثُمَّ
الثَّانِيَةَ،
ثُمَّ
الثَّالِثَةَ
مِثْلَ
ذلِكَ، ثُمَّ
أخَذَ
بِيَدِهِ الْيُمْنى
قَبْضَةً
مِنْ مَاءٍ
فَصَبَّهَا عَلى
نَاصِيتِهِ
فَتَرَكَهَا
تَسِيلُ عَلى وَجْهِهِ،
ثُمَّ غَسَلَ
ذِرَاعَيْهِ
إلى المِرْفَقَيْنِ
ثَثاً ثثاً،
وَمَسَحَ
رَأسَهُ
وَظُهُورَ
أُذُنَيْهِ،
ثُمَّ
أدْخَلَ
يَدَيْهِ
جَمِيعاً في
ا“نَاءِ،
فَأخذَ
حَفْنَةً
مِنْ مَاءٍ فَضَرَبَ
بِهَا عَلى
رِجْلِهِ،
وَفِيهَا النَّعْلُ
فَغََسَلَهَا
بِهَا، ثُمَّ
ا‘خْرَى مِثْلَ
ذلِكَ. قالَ:
قُلْتُ: وَفي
النَّعْلَيْنِ؟
قالَ: وفي
النّعْلَيْنِ[.وللنسائى
في أخرى: »ثمّ
تَمَضْمَضَ
وَاسْتَنْشَقَ
بِكَفِّ وَاحد
ثَثَ مَرّاتٍ«
.
6. (3593)- Ebû Dâvud'da,
İbnu Abbâs'tan yapılan bir diğer rivayet şöyledir: "Ali (radıyallahu anh)
yanıma girdi. Su dökmüş (küçük abdest bozmuş) idi. Abdest suyu istedi. İçinde
su olan bir kap getirdik. Bana:
"Ey İbnu Abbâs! Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın nasıl
abdest aldığını sana göstereyim mi?"dedi. Ben de: "Evet göster!"
dedim. Bunun üzerine su kabını elleri üzerine eğdi ve ellerini yıkadı. Sonra
sağ elini kaba soktu, onunla diğeri üzerine su döktü, sonra iki avucunu yıkadı.
Sonra mazmaza ve istinşakta bulundu. Sonra iki elini birden kaba soktu.
İkisiyle birlikte su avuçlayıp yüzüne çarptı. Sonra başparmaklarını
kulaklarının ön kısmına soktu. Sonra ikinci, üçüncü sefer aynı şeyleri tekrar etti.
Sonra sağ eliyle bir avuç su aldı ve bunu alnına döktü ve yüzü üzerinde akmaya
bıraktı. Sonra dirseklerine kadar kollarını üçer kere yıkadı. Başını ve
kulaklarının arkasını meshetti. Sonra tekrar her iki elini beraberce kaba
soktu. Bir avuç su alıp onu pabuç içinde olan (sağ) ayağına vurdu ve o su ile
ayağını yıkadı. Sonra aynı muameleyi diğer ayağına, (sola) yaptı."
(Abdullah el-Havlanî) der ki: "(İbnu Abbâs'a) sordum:
"Ayaklar ayakkabı içinde olduğu halde mi?"
"Evet dedi, ayakkabı içinde olduğu halde." Ben tekrar
sordum:
"Ayakkabı içinde mi?"
"Evet! dedi, ayakkabı içinde!" Ben tekrar sordum:
"Ayakkabı içinde mi?"
"Evet! dedi, ayakkabı içinde."[190]
Nesâî'nin bir diğer rivayetinde şöyle denmiştir. "...Sonra
bir avuç su ile üçer defa mazmaza ve istinşakta bulundu."[191]
AÇIKLAMA:
Hz. Ali (radıyallahu anh)'ın burada gördüğümüz abdest tarifinde
bir-iki noktaya dikkat çekmemiz gerekmektedir:
1- Yüzü yıkarken, avuçlanan suyun yüze vurularak yüzün
yıkanması esastır. Bu, müstehab addedilmiştir. Ancak, Şâfiî'lere göre, suyu yüze vurmamak abdestin mendublarından
biridir.
2- Kulağın iç kısmı yâni yüze bakan kısmı yüzden sayılmakta ve
yüzle birlikte yıkanmaktadır. Baş parmakların kulağa sokulmasının ma'nâsı
budur. Ancak bu husus münakaşalıdır. Bâzı âlimler bu ibâreyi "baş
parmağını kulakla favori arasında kalan tüysüz yere (beyazlığa) koydu"
diye anlamıştır. Nitekim bu anlayışta olan Mâverdî, kulakla sakalın üst
uzantısı arasındaki bu beyazlığı da
yüzden saymıştır. Esasen Şâfiî mezhebinin kabulü de böyledir. İmam Mâlik:
"Kulakla sakal arasında kalan beyazlık yüzden değil"der.
Keza kulağın dış kısmı da başla birlikte meshedilmelidir. Hasan
İbnu Sâlih, Şa'bî, Zührî böyle hükmederler. Dâvud-u Zâhirî de kulakların yüzden
olduğuna ve yıkanmaları gerektiğine hükmeder.
Geri kalan ülemâ, kulağı baştan kabul eder ve başla birlikte meshedilmesine hükmeder.
3- Yüzün yıkanmasından alna dördüncü sefer su dökülmesi,
ülemânın icmaına aykırı bir durumdur. Bu, izahı zor bir müşkildir. Üç sefer
yıkama sırasında su ulaşmayan bir yer kalmış olabilir, burayı tamamlamak üzere
buna yer vermiş olabilir diye bir te'vile gidilmiştir. Bazı âlimler de:
"Abdest alan kimseye yüzü yıkadıktan sonra alnına bir miktar su koyup
akıtması müstehabtır" diye hükmetmiştir. Diğer taraftan Hz. Hasan'dan
gelen bir rivayette, Resûlullah'ın abdestini alıp tamamladıktan sonra bir
miktar suyu alnında, secde ettiği yere akıttığını belirtmiştir. Bu iki rivayet
arasında farklılık var: Hz. Ali abdest esnasında yapmakta, Resûlullah ise
abdesti tamamladıktan sonra.
4- Bu hadis, Hz. Ali'nin ayağında ayakkabı olduğu halde
ayaklarını yıkadığını ifade etmektedir. Şârihler: Ayaklar her ne kadar ayakkabı
içinde olsa da dökülen suyun ayakların altına da üstüne de ulaşmış olmasının mümkün
olduğunu belirtirler ve delil olarak rivayette: "O su ile ayağını
yıkadı" denmiş olmasını gösterirler.
Râfizîler bu hadisi esas alarak ayağın meshedilmesinin vacib
olduğunu söylemiştir. Bazıları da, yine buna dayanarak: "Kişi muhayyerdir,
dilerse yıkar, dilerse mesheder" demiştir. Ancak ulemâ: "Ayakların
yıkanmasından bahseden bundan çok daha kuvvetli deliller varken bununla amel
edilemez" demiş, ayrıca az yukarıda kaydettiğimiz üzere, bizzat rivayet,
bu suyun ayağın altına ve üstüne ulaştığını ifade etmektedir. Ayrıca Hz.
Ali'den gelen bir başka rivayette Hz. Ali "Bu, hades vâki olmayan (yani
abdesti henüz bozulmamış olan) kimsenin abdestidir: هذا
وُضُوءُُ
مَنْ لَمْ
يُحْدِثْ demiştir.
Ayakkabının içinde ayağın yıkanması ve dolayısıyla bu hadiste
"ayağın meshedilmesi"nin kastedilmediği hususu 3599 numaralı hadiste
daha geniş olarak açıklanacaktır.
5- Hadisin sonunda Abdullah el-Havlanî'nin "Ayaklar
ayakkabı içinde olduğu halde mi?"diye üç kere sorması ayakkabının içinde
ayak yıkama işinin hayret uyandırmasından ileri gelmiştir. Şunu da belirtelim
ki, bazı şârihler soru sahibinin Abdullah el-Havlânî değil, İbnu Abbâs olduğunu
ve soruyu cevaplayanın da İbnu Abbâs olmayıp Hz. Ali olduğunu söylemiştir
(Allâhu a'lem).
6- Bu hadisin zayıf olduğu, başta Buhârî, olmak üzere bazı
âlimlerce belirtilmiştir.[192]
ـ3594 ـ7ـ وعن
عبداللّه بن
زيد بن عاصم
ا‘نصارى رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]وَقِيلَ لَهُ
تَوَضّأ لَنَا
وُضُوءَ
رسولِ اللّهِ
#، فَدَعَا
بِإنَاءِ
فَفَعَلَ
نَحْوَ مَا
تَقَدَّمَ،
وَفِيهِ: فَمَسَحَ
بِرَأسِهِ،
فَأقْبَلَ
بِيَدَيْهِ
وَأدْبَرَ،
بَدَأ
بِمُقَدَّمِ
رَأسِهِ،
ثُمَّ ذَهَبَ
بِهِمَا إلى
قَفَاهُ
ثُمَّ رَدَّهُمَا
حَتَّى
رَجَعَ إلى
المَكَانِ
الَّذِى
بَدَأ
مِنْهُ،
ثُمَّ غَسَلَ
رِجْلَيْهِ[.
أخرجه
الستة.وفي
رواية لمسلم:
»وَمَسَحَ بِرَأسِهِ
ثَثاً« .
7. (3594)- Abdullah İbnu
Zeyd İbni Âsım İbni'l-Ensârî (radıyallahu anh)'ın anlattığına göre, kendisine:
"Bizim için, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
abdestiyle bir abdest al (da görelim)!" diye talepte bulunuldu. O, hemen
bir kap [su] isteyip, önceki hadiste anlatılan şekilde abdest aldı. Abdest
alışını anlatan rivayette şu farklı açıklama var:
"Başını meshettikte ellerini (saçları üstünde) ileri ve geri
doğru yürüttü. (Şöyle ki: Mesh
ameliyesine) başın ön kısmından başladı ellerini enseye doğru götürdü. Sonra,
başladığı yere kadar geri getirdi. Sonra ayaklarını yıkadı."[193]
Müslim'in bir rivayetinde şöyle denmiştir: "Başını üç kere
meshetti."
AÇIKLAMA:
1- Bu hadisi Buhârî "Başın tamamını meshetme" adını
verdiği bir babta kaydeder. Her ne kadar Teysîr'e alınan vechinde başın
tamamının meshini ifade eden sarih bir tabir yok ise de, bazı vecihlerinde ثُمَّ
مَسَحَ
رَأْسَهُ
كَلَّهُ denilerek tamamının meshi ifade edilmiştir.
Mamafih sadedinde olduğumuz vechinde meshe, başın ön kısmından "iki elle
başlayıp enseye kadar gidilmesinin zikredilmesi, tamamının meshine delâlet
etmektedir. Ayrıca âyet-i kerîmenin "Başlarınızı meshedin" (Mâide 6) diye mutlak
emretmesi de meshin, başın tamamına şâmil olması hususunda bâzı âlimlere kanaat
vermiştir. İmam Mâlik, İbnu Uleyye ve bir rivayette Ahmed İbnu Hanbel
bunlardandır. İmam Şâfiî, "Âyetin, başın tamamını da, bir kısmını da
kasdetme ihtimali vardır" der. Hadisten gelen delile dayanarak "bir
kısmının kastedilme" ihtimalini tercih eder. Hanefî ülemâsı da "bir
kısmın meshi"ni esas alır. Ancak "bu kısım"ın miktarı hususunda
Şâfiî'ler ve Hanefîler farklı görüşlere ulaşırlar. Şâfiî'lere göre ıslak elle
saçın tek teline dokunmak yeterlidir.Hanefîler başın dörtte birini kabul
ederler.
2- Hadiste meshin önden arkaya mı, arkadan öne mi olacağı çok
sarih değildir. Her iki ihtimali destekleyen yorumlar ve hatta rivayetler
yapılmışsa da rivayetlerin mecmuundan önden arkaya doğru olma ihtimalinin daha
kavî olduğu anlaşılmıştır. "Önden arkaya yapılır, sonra tekrar öne
getirilir" diyenler iki ayrı görüşü birleştirmiş olurlar. Biz tercümeyi,
bazı ilave kelimelerle önden arkaya anlaşılacak şekilde netleştirerek yaptık.
Âlimlerin tahlillerini vermeyi gereksiz görüyoruz.[194]
ـ3595 ـ8ـ
وللبخارى
رحمه اللّه:
]أنَّ
النّبىَّ # تَوَضّأ
مَرَّتَيْنِ
مَرَّتَيْنِ[.وفي
رواية ‘بي
داود عن
المقدام »بن
معدى كرب«:
»ثُمَّ مَسَحَ
بِرَأسِهِ
وَأُذُنَيْهِ
ظَاهِرِهِمَا
وَبَاطِنِهِمَا«.وفي
أخرى:
»وَمَسَحَ بِأُذُنَيْهِ
ظَاهِرِهِمَا
وَبَاطِنِهِمَا،
وَأدْخَلَ
أصَابِعَهُ
في صِمَاخِىْ
أُذُنَيْهِ«.»وَالصِّمَاخُ«:
ثقب ا‘ذن.
8. (3595)- Buhârî rahimehullah'ın bir rivayetinde şöyle denmiştir:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (abdest uzuvlarını)
ikişer kere yıkayarak abdest aldı."[195]
Ebû Dâvud'un bir rivayetinde, Mikdâm İbnu Ma'dikerb'den şu
kaydedilir: "Sonra başını, içiyle ve dışıyla iki kulağını meshetti."[196]
Yine, Ebû Dâvud'un bir başka rivayetinde şöyle denmiştir:
"Kulaklarını içleriyle dışlarıyla meshetti, parmaklarını kulaklarının
deliklerine soktu."[197]
ـ3596 ـ9ـ وعن
ابن عمرو بن
العاص رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال: ]جَاءَ
أعْرَابِىٌّ
إلى رسولِ اللّهِ
# يَسْألُ
عَنِ
الْوُضُوءِ،
فَأرَاهُ
ثَثاً ثَثاً،
ثُمَّ قالَ:
هكذَا
الوُضُوءُ،
فَمَنْ زَادَ
عَلى هذَا
أسَاءَ
وَتَعَدَّى
وَظَلَمَ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائي،
وهذا لفظه .
9. (3596)- Abdullah İbnu
Amr İbni'l-Âs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a bir bedevi gelerek, abdestten sordu. Resûlullah ona uzuvların üçer kere yıkanmasını gösterdi.
Sonra da:
"Abdest işte böyle alınır! Kim buna bir ziyâdede bulunursa,
fena bir iş yapmış olur, haddi aşar ve zulmeder" buyurdu."[198]
Bu metin Nesâî'ye aittir.
ـ3597 ـ10ـ وفي رواية
أبي داود:
]ثُمَّ مَسَحَ
بِرَأسِهِ،
وَأدْخَلَ
إصْبَعَيْهِ
السَّبَّاحَتَيْنِ
في
أُذُنَيْهِ،
وَمسَحَ
بِإبْهَامَيْهِ
عَلى ظَاهِر
أُذُنَيْهِ،
وَبِالسَّبَّاحَتَيْنِ
بَاطِنَ
أُذُنَيْهِ
وفِيهَا:
هكذَا الْوُضُوءُ،
مَنْ زَادَ
عَلى هذَا أوْ
نَقَصَ
فَقَدْ
أسَاءَ
وَظَلَمْ،
أوْ ظَلَمَ
وَأسَاءَ[ .
10. (3597)- Ebû Dâvud'un bir
rivayetinde şöyle gelmiştir: "...Sonra başını meshetti. Şehadet
parmaklarını kulaklarına soktu. Başparmaklarıyla kulaklarının dışlarını
meshetti. Şehadet parmaklarıyla kulakların içini meshetti..." Rivâyetin
sonunda şu ifade var:
"Abdest işte böyledir. Kim buna ziyadede bulunur veya bundan
eksiltme yaparsa kötü bir iş yapmış ve zulmetmiş olur -yahut zulmetmiş ve
kötü bir iş yapmış olur-"[199]
Nesâî'nin rivayetinde
özetle şöyle denmiştir: "...Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bir
bedevi geldi ve ondan abdest hakkında sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) abdestin alınışını, uzuvları üçer sefer yıkayarak gösterdi, sonra
şöyle söyledi: "Abdest işte böyledir. Kim buna ziyâdede bulunursa kötü bir
iş yapmış, haddi aşmış ve de zulmetmiş olur."[200]
ـ3598 ـ11ـ وعن
ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]تَوَضّأ
رسولُ اللّهِ
# مَرّةً
مَرّةً[. أخرجه
البخاري،
وهذا لفظه،
وأبو داود
والنسائي .
11. (3598)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) uzuvlarını birer kere yıkayarak abdest aldı."[201]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayetler, Resûlullah'ın abdesti farklı şekillerde
aldığını göstermektedir: Bazan uzuvları üçer sefer yıkamış, bazan ikişer, bazan
da birer. İçinde bulunduğu şartların bunda tesiri olduğu muhakkak. Ancak,
abdest uzuvlarının yıkanmasında kesin bir standart olmadığını ve dolayısıyle
üçer, ikişer ve hatta birer kere yıkamanın câiz olduğunu göstermek için,
rivayetlerde görüldüğü üzere, farklı şekillerde abdest almıştır. Gerçi bu şerî
cevazı, Aleyhissalâtu vesselâm şifâhî olarak da duyurabilirdi, ama fiilen
göstermenin ayrı bir müessiriyeti var. Suyun az, vaktin dar olduğu bazı
şartlarda, Resûlullah'ın bu sünnetine, şeriatımızın bu ruhsatına müslümanlar
her zaman mürâcaat edebilirler.
2- Abdestin nasıl alınacağını soran bedeviye Resûlullah'ın
cevabı şifahî olmayıp fiilî olması, yâni Aleyhissalâtu vesselâm'ın abdest
alarak bizzat göstermesi, öğretmede imkân nisbetinde göze hitabetmenin
müessiriyetine bir işarettir. Nazarî bilgiye nazaran pratik ve amelî müşâhede
metodu, hem öğretme kolaylığı ve hem de tesirli olma avantajı taşımaktadır.
Öğretimde imkân nisbetinde bu yoldan istifade edilmelidir.[202]
ـ3599 ـ12ـ وفي
رواية أبي
داود عن ابن
عباس رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما قال:
]أتُحِبُّونَ
أنْ
أُرِيكُمْ
كَيْفَ كَانَ
رسولُ اللّهِ
# يَتَوضّأ،
فدَعَا
بإنَاءِ
فِيهِ ماءٌ فَاغْتَرَفَ
غَرْفَةً
بِيَدِهِ
الْيُمْنى فَتَمَضْمَضَ
وَاسْتَنْشَقَ،
ثُمَّ أخَذَ
أُخْرى
فَجَمَعَ
بِهَا
يَديْهِ،
ثُمَّ غَسَلَ
وَجْهَهُ
ثُمّ أخذ
اُخْرَى فَغسَلَ
بِهَا يَدَهُ
الْيُمْنى،
ثُمّ أخَذَ
أُخْرى
فَغَسلَ بِهَا
يَدَهُ
الْيُسْرَى،
ثُمّ قَبَضَ
قَبْضَةَ
مِنَ المَاءِ،
ثُمّ نَفَضَ
يَدَهُ، ثُمّ
مَسَحَ رَأسَهُ
وَأُذُنَيْهِ،
ثُمّ قَبَضَ
قَبْضَةً
أُخْرى مِنَ
المَاءِ
فَرَشّ عَلى
رِجْلِهِ
الْيُمْنى
وَفِيهَا
النّعْلُ،
ثُمَّ مَسَحَهَا
بِيَدَيْهِ،
يَدٌ فَوْقَ
الْقَدْمِ،
وََيَدٌ
تَحْتَ
النّعْلِ،
ثُمّ صَنَعَ
بِالْيُسْرى
مِثْلَ ذلِكَ[
.
12. (3599)- Ebû Dâvud'un bir
rivayetinde İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) şöyle der: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın nasıl abdest aldığını size göstermemi ister
misiniz?"
İçinde su olan bir kab istedi, sağ eliyle bir avuç su aldı,
mazmaza ve istinşak yaptı, sonra bir avuç daha aldı, bununla iki elini
birleştirip (iki eliyle) yüzünü yıkadı. Sonra bir avuç daha aldı bununla sağ
elini yıkadı. Sonra bir avuç daha aldı, bununla sol elini yıkadı. Sonra bir
avuç su daha aldı, sonra elini çırptı, sonra başını ve kulaklarını meshetti.
Sonra bir kabza su daha aldı sağ ayağının üzerine serpti, ayağından nalın olduğu halde, sonra
onu iki eliyle meshetti, elin biri ayağın üstünde, diğeri de nalının altında.
Sonra aynı şeyi sol ayağa yaptı."[203]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, abdest uzuvlarının birer avuç su ile yıkanışına
örnek olmaktadır. Mazmaza ve istinşakta, her ikisi için bir avuç su
kullanılmıştır.
2- Burada, nalın içinde olan ayağına bir avuç su dökmesi,
ayağın alt kısmını yıkamadığı ma'nâsına alınmamıştır. İbnu Hacer: "İki
eliyle meshetti demek, suyun ayağın tamamını ihata etmesini
kolaylaştırmaktır" der. Nitekim Buhârî,
"Nalın İçindeki Ayakların Yıkanması" diye isimlendirdiği babta,
Abdullah İbnu Ömer'in bu mevzuyu aydınlatan bir rivayetini kaydeder. Buna göre,
Aleyhissalâtu vesselâm, tüysüz nalınlar giymekte ve onlar ayağında olduğu halde
(yani nalınlarını ayağından çıkarmadan) abdest almakta ve ayaklarını da öylece
yıkamaktadır.
Buradaki meshetti tabirini, şârihler delketti yani ovdu diye
anlarlar. Şu halde, suyun ayağın tamamına ulaşması için eliyle yardımcı
olmuştur.
3593 numaralı hadiste de belirtildiği gibi bu hadis, bazı izahlara
tabi tutulmuşsa da sahih rivayetlere muhalefeti sebebiyle şazz ve dolayısıyla
amel edilemeyecek kadar zayıf addedilmiştir.[204]
ـ3600 ـ13ـ وفي
أخرى ‘بي داود
والترمذي عن
الرّبيع بنت
معوذ بن عفران
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت: ]فَغَسَلَ
كَفَّيْهِ
ثَثاً،
ووَضّأ
وَجْهَهُ
ثَثاً،
ومَضْمَضَ
وَاسْتَنْشَقَ
مَرّةً،
وَوَضّأ
يَدَيْهِ
ثَثاً ثثاً،
وَمَسَحَ بِرَأسِهِ
مَرَّتَيْنِ
بَدَأ
بِمُؤَخَّرٍ
رَأسِهِ،
ثُمَّ
بِمُقَدَّمِهِ،
وَبِأذُنَيْهِ
كِلْتَيْهِمَا،
ظُهُورِهِمَا
وَبُطُونِهِمَا،
وَوَضَّأ
رِجْلَيْهِ
ثَثاً ثَثاً[ .
13. (3600)- Ebû Dâvud ve
Tirmizî'nin bir başka rivayetinde Rübeyyi Bintu Muavvız İbni Afrâ (radıyallahu
anhâ) der ki: "...avuçlarını üç kere yıkadı, yüzünü üç kere yıkadı, bir
kere mazmaza ve istinşak yaptı. Ellerini üçer üçer yıkadı. Başını iki kere
meshetti. Başının gerisinden başladı, sonra önünden. İki kulağını da (meshetti) içlerini de, dışlarını da.
Ayaklarını da üçer üçer yıkadı."[205]
ـ3601 ـ14ـ وفي
أخرى:
]فَمَسَحَ
الرَّأسَ
كُلَّهُ مِنْ
قَرْنِ
الشَّعْرِ
كُلَّ
نَاحِيَةٍ
لِمُنْصَبِّ
الشَّعْرِ َ
يُحَرِّكُ
الشَّعْرَ
عَنْ
هَيْئَتِهِ[ .
14. (3601)- Bir diğer
rivayette: "Başın tamamını meshetti. Bunu, başın tepesinden başlayıp saçın
döküldüğü her tarafa ulaşacak şekilde saçın şeklini bozmadan icra etti"
denmiştir.[206]
ـ3602 ـ15ـ وفي
أخرى:
]فَمَسَحَ
رَأسَهُ،
وَمَسَحَ مَا
أقْبَلَ
مِنْهُ وَمَا
أدْبَرَ،
وَصُدْغَيْهِ
وَأُذُنَيْهِ
مَرَّةً
وَاحِدَةً[. وفي
أخرى: ]مَسَحَ
بِرَأسِهِ
مِنْ فَضْلِ
مَاءٍ كَانَ
في يَدِهِ[ .
15. (3602)- Bir diğer
rivayette şöyle gelmiştir: "...Başını meshetti, başın öne gelen kısmını
da, arkaya gelen kısmını da, şakaklarını da, kulaklarını da birer birer
meshetti."[207]
Bir diğer rivayette: "Elinde arta kalan su ile başını
meshetti" denmiştir.[208]
AÇIKLAMA:
Kaydedilen son üç rivayet ve onların ilâveleri, Resûlullah'ın,
abdesti değişik şekillerde aldığını göstermektedir. Bunların hepsi, abdest alma
tarzında ruhsattır, kolaylıktır. Söz gelimi 3600'de, uzuvlar üçer kere
yıkanırken, mazmaza ve istinşak birer kere, başın meshi geriden öne doğru olmak
üzere iki kere yapılır. 3601'de meshin, başın tepe noktasından aşağıya doğru,
saçın düzeni hiç bozulmayacak tarzda ve tamamını içine alacak şekilde
yapıldığı; 3602'de başın tamamına şâmil bu meshin elde arta kalan ıslaklıkla
yapıldığı, yeni bir su alma cihetine gidilmediği belirtilir.[209]
ـ3603 ـ16ـ وعن
أبي أمامة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]تَوَضّأ
رسولُ اللّهِ
# فَغَسَلَ
وَجْهَهُ ثَثاً،
وَيَدَيْهِ
ثَثاً،
وَمَسَحَ
رَأسَهُ
ثَثاً وَقالَ:
ا‘ذُنَانِ
مِنَ
الرَّأسِ[.قال
حماد:
أدرى ا‘ذنان
من الرأس من
قول أبي أمامة
أم من قول
رسولِ اللّهِ
#؟ أخرجه أبو
داود
والترمذي
وضعفه، وهذا
لفظه.وعند أبي
داود قال:
»وَكَانَ
يَمْسَحُ
المَأقيْنِ:
يَعْنِى الخُفَّيْنِ،
وقالَ فِيهِ
أيْضاً:
ا‘ذُنَانِ مِنَ
الرَّأسِ« .
16. (3603)- Ebû Ümâme
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) abdest
aldı ve bunu, yüzünü üç, ellerini üç sefer yıkayarak, "Kulaklar
baştandır" deyip başını da üç sefer meshederek yaptı."
Hammâd der ki: "Birrivayette geçen "Kulaklar
baştandır" ibaresi, Ebû Ümâme'nin sözü mü yoksa Resûlullah'ın sözü mü
bilemiyorum."[210]
Bu metin Tirmizî'nindir. Ebû Dâvud'da şu ifade de yer alır:
"Göz pınarlarını da meshederdi." O rivayette: "Kulaklar
baştandır" da demiştir.[211]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet başın üç ayrı sefer meshedildiğni söylemekten
başka "kulağın baştan sayıldığını" ifade etmektedir. Yani kulaklar
yüzün devamı değil, başın bir parçasıdır. Bu tasrihin şu pratik neticesi var:
Yüzden sayıldığı takdirde abdest sırasında yüzün tabi olduğu ahkâma tabi olması ve dolayısıyla
"yıkanması" gerekir. Baştan
sayılınca da başın tabi olduğu ahkâma yani meshe tâbi olması gerekir. Burada,
"kulağın baştan olduğu" tasrih edilmiş, ancak bu ifade, râvilerden
Ebû Ümâme'nin bir derci mi yoksa Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sözü mü
olduğu hususunda şüphe edildiği belirtiliyor. Râvilerin zaman zaman hadislere
açıklayıcı cümle ve kelimeleri rivayet sırasında ilâve ettiklerini usul
bahislerinde görülür. Bu işe derc, bu çeşit hadislere de müdrec hadis denir.
Burada olduğu gibi, derc ihtimali olan hadisler zayıf kabul edilmiştir.
2- Kulağın baştan mı, yüzden mi olduğu meselesi ihtilâflıdır.
Umumiyetle baştan kabul edilir ve onların yıkanması değil, baş için ıslatılan
aynı elle, bir defada başla birlikte meshi esas alınır. Bu sebeple,
meshedilmeyecek olsalar abdestin bütünlüğüne halel gelmez, sâdece abdestin
sünnetlerinden biri terkedilmiş olur. Kulağın baştan olduğu görüşü, Ebû Hanîfe,
İmam Mâlik ve Ahmed İbnu Hanbel (radıyallahu anhüm)'ün müşterek tercihleridir.
Resûlullah'ın ashabından ehl-i ilm'in çoğu, Süfyân-ı Sevrî, İbnu'l-Mübârek, İshak
İbnu Râhûye gibi Tâbi'înden birçokları hep aynı görüşte olmuştur. Bâzı âlimler
de: "Kulağın ön kısmı yüzden, arka kısmı baştandır" demiştir. İbnu
Hacer, "Kulaklar baştandır" hadisinin sekiz ayrı rivayette geldiğini
gösterdikten sonra, bu rivayetlerden her birinin, müstakil olarak
değerlendirince zayıf olduklarına hükmedileceğini belirtir.
3- Hadiste yer verilen bir diğer husus göz pınarlarının
meshedilmesidir. Göz pınarı diye tercüme ettiğimiz ma'k kelimesi lügatçiler
açısından gözün burna yakın ucunu ifade eder. Ancak şârihler, gözün kulağa
bakan ucunun da bu kelimeyle ifade edildiğine dikkat çekerler. Türkçemizde de
bu her iki tarafı ayrı ayrı ifade edecek kesin kelimelerimiz yok. Sadece göz
pınarı tabirimiz var, bu da yerine göre her iki ucu da ifâde etmek için
kullanılabilmektedir. Bir de, göz ucuyla bakmak tâbirinde kullanılan göz ucuyla
terkibimiz var ise de kullanılışta diğerinden kesin bir ayrılık taşımaz.
Tîbî, göz pınarlarının meshedilmesini, suyun oraları yıkamasında
mübalağayı sağlamak içindir, çünkü göz, sürme vs. kalıntısından, çapakdan hâli
olmaz. Bunlar akıp göz kenarlarında kururlar. Öyle ise bu çeşit katı maddelerin
birikme yeri olan göz pınarlarının abdest sırasında hususi bir itinâ ile
temizlenmesi gerekmektedir. Mezhebimize göre çapak lar, suyun alta geçmesine de
mânidir. Hem abdest hem de gusül için bir kısım ciddi mahzurlara da sebep
olabilirler. Öyleyse hadîs, bunların bertaraf edilmesi için göz pınarlarının
meshedilmesini sünnet kılmıştır.[212]
ـ3604 ـ17ـ وعن
جابر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أخْبَرَنِى
عُمَرُ بنُ
الخَطَّابِ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه أنَّ
رَجًُ جَاءَ
إلى رَسُولِ
اللّهِ #
وَقَدْ
تَوَضّأ وَتَرَكَ
عَلى
قَدَمَيْهِ
مِثْلَ
مَوْضِعِ الظُّفْرِ،
فَقَالَ لَهُ
رسولُ اللّهِ
#: ارجِعْ فَأحْسِنِ
الْوُضُوءَ.
قالَ:
فَرَجَعَ
فَتَوَضّأ،
ثُمَّ صَلّى[.
أخرجه مسلم
وأبو داود .
17. (3604)- Hz. Câbir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Ömer (radıyallahu anh) şunu söyledi:
"Bir adam Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelmişti. Bunun abdest
almış fakat ayaklarının üzerinde tırnak kadar bir yeri yıkamadan bırakmış
olduğunu gördü. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), adama derhal müdâhale
etti:
"Git abdestini güzel kıl!" Adam gidip yeniden abdest
aldı, sonra namazını kıldı."[213]
ـ3605 ـ18ـ و‘بي
داود في أخرى،
عن بعض أصحاب
رَسُولِ
اللّهِ #: ]أنَّ
النَّبىَّ
# رأى
رَجًُ
يُصَلّى في
ظَهْرِ
قَدَمِهِ
لُمْعَةٌ
قَدْرُ
الدَّرْهَم
لَمْ يُصِبْهَا
المَاءُ
فَأمَرَهُ
أنْ يُعِيدَ
الوُضُوءَ
وَالصََّةَ[ .
18. (3605)- Ebû Dâvud'un bir
diğer rivayetinde Resûlullah'ın ashabından biri şöyle anlatır: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), ayağının sırtında dirhem büyüklüğünde bir kısma su
değmemiş olduğu halde namaz kılmakta olduğunu görmüştü, derhal abdesti ve
namazı iade etmesini emretti."[214]
AÇIKLAMA:
Bu iki hadis, abdest sırasında cahillik veya dikkatsizlik
sebebiyle yıkanması gereken yerlere suyun ulaşmaması halinde, o kuru kalan yer
çok küçükde olsa, abdestin sahih olmayacağını gösterir. Ülemâ bunda ihtilâf
etmez.
Ancak, eksikliğin tamamlanması için sadece o uzvun yıkanması
yeterli mi, yoksa abdest yeniden alınmalı mı meselesinde ihtilâf edilmiştir.
Ebû Hanîfe birinci hadisteki "...güzel kıl" emrini esas alarak,
sadece o uzvun yıkanmasını yeterli bulur. "Güzel kıl" emri, eksiği
tamamlamakla yerine gelir. Aleyhissalâtu vesselâm abdesti iade etmeyi
emretmedi" der. Ebû Hanîfe, abdestte uzuvların peşpeşe yıkanmasını vâcib
görmez. Ancak bir kısım âlimler uzuvların yıkanmasının peşpeşe olmasını vâcib
görmüştür. Bunlar "Resûlullah sadece o uzvun yıkanmasını emretmedi,
"Abdestini güzel yap!" dedi, yâni yeniden al dedi..." şeklinde
te'vil yaparlar. Kadı İyaz bu görüştedir.
İmam Şâfiî, kavl-i cedidinde, âyet-i kerimede zikredilen emri esas
almış: "Allah âzâların yıkanmasını
farz kılmıştır. Kim onları yıkarsa emri yerine getirmiş olur. İster peş peşe
yapsın, isterse araya fasıla koysun farketmez" demiştir. Buna İbnu Ömer'in
bir tatbikatını delil göstermiştir: Buhârî, İbnu Ömer'in ayaklarını, diğer
uzuvları kuruduktan sonra yıkadığını rivayet eder. İbnu'l-Müseyyib, Atâ ve bir
grup fakihde böyle hükmetmiştir.
İmam Mâlik ve Rebî'a: "Kim bunu kasden yaparsa abdesti iâde
eder. Kim de unutarak yaparsa bir şey gerekmez" derler. İmam Mâlik'ten:
"A-radaki fâsıla yakınsa kalan uzvu yıkayarak abdestini tamamlar, fazla
zaman geçmişse yeni baştan abdest alır" dediği de rivayet edilmiştir.
Katâde ve Evzâî: "Yıkananlar kurudu ise iâde eder"
demişlerdir. Ancak kurumayı mi'yar almak gerektiğine dâir delil olmadığı
belirtilmiştir. Tahâvî: "Abdest uzvunun kuruması abdesti bozan bir hades
değildir, nitekim abdest uzuvlarının hepsinin kurumasıyla abdestin bozulduğuna
hükmedilmez" demiştir.
Âlimler, bu münakaşayı yaparken, zayıf olması sebebiyle ikinci
hadisi (3605) delil kılmazlar. Halbuki hadiste -ayaktaki kuruluk sebebiyle- hem
abdestin hem de namazın "iadesi" sarih olarak emredilmektedir.[215]
ـ3606 ـ19ـ وعن
ابن عمرو بن
العاص رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال:
]تَخَلَّفَ
عَنَّا
النَّبىُّ # في
سَفْرَةٍ
سَافَرْنَاهَا
فَأدْرَكَنَا
وَقَدْ
أرْهَقَتْنَا
الصََّةُ
وَنَحْنُ نَتَوَضَّأُ،
فَجَعَلْنَا
نَمْسَحُ
عَلى أرْجُلِنَا،
فنَادَى
بِأعْلَى
صَوْتِهِ: وَيْلٌ
لِ‘عْقَابِ
مِنَ
النَّارِ
مَرَّتَيْنِ
أوْ ثَثاً[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي،
وهذا لفظ
الشيخين .
19. (3606)- İbnu Amr
İbni'l-Âs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Beraber olduğumuz bir sefer
sırasında, bir ara Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bizden geride kaldı,
sonra tekrar kavuştu. Bu sırada namaz vakti girmişti. Bizler de abdest alıyor,
ayaklarımıza meshediyorduk. (Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)) yüksek sesle nidâ etti:
"Ökçelerin ateşte vay
hâline!" Bunu iki veya üç kere tekrarladı."[216]
ـ3607 ـ20ـ
ولمسلم في
أخرى:
]تَعَجَّلَ
قَوْمٌ عِنْدَ
الْعَصْرِ
فَتَوضئُوا
وَهُمْ
عِجَالٌ فَانْتَهَيْنَا
إلَيْهِمْ،
وَأعْقَابُهُمْ
تَلُوحُ لَمْ
يَمَسَّهَا
المَاءُ،
فقَالَ
النَّبىُّ #:
وَيْلٌ
لِ‘عْقَابِ
مِنَ
النَّارِ،
أسْبِغُوا الْوُضُوءَ[
.
20. (3607)- Müslim'in bir
diğer rivayetinde şöyle denir:
"Halk ikindi namazı sırasında acele etti ve bir kısmı alelacele abdest
aldı. Biz onlara ulaştık. Ökçelerine su değmemiş, parlıyordu. Bunun üzerine
Aleyhissalâtu vesselâm:
"Ökçelerin ateşte vay hâline! Abdesti tam alın!"
buyurdular."[217]
ـ3608 ـ21ـ قال
الترمذي:
]وَقَدْ رُوِى
عَنِ النَّبىِّ
#: وَيْلٌ
لِ‘عْقَابِ
وِبُطُونِ
ا‘قْدَامِ
مِنَ
النَّارِ[ .
21. (3608)- Tirmizî derki:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan şöyle rivayet edildi:
"Ökçe ve ayak çukurlarının ateşte vay haline."[218]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadiste abdest alırken, abdest uzuvlarının dikkatlice
yıkanması, kuru, su değmemiş bir nokta bırakılmaması gerektiği ifâde
edilmiştir. Âlimler, ökçe zikredilmiş olmakla birlikte bu hususta (yani iyi
yıkanmamakta) ökçeye iştirak eden bütün abdest uzuvlarının aynı tehdide dahil
olduğunu belirtirler. Ökçenin zikri onların kuru kalmış olmasının görülmesinden
ileri gelir.
2- Ökçenin zikriyle ilgili olarak şunu da söyleyebiliriz:
Resûlullah, abdest uzuvlarının yıkanmasında gösterilmesi gereken titizliğe, en
ziyade ihmâle uğraması muhtemel olan uzvu nazara vererek dikkat çekmiştir. Yani,
kolda veya yüzde kuru yer kalacak olsa kola da veyl, yüze de veyl olacaktır,
fark yoktur.
3- Vay haline diye tercüme ettiğimiz veyl kelimesinin ma'nâsı
hususunda şârihler ihtilâf eder. İbnu Hacer, en makbul görüşün
"cehennemdeki bir vadinin adı" olduğunu söyler. İbnu Huzeyme der ki:
"Eğer meshetmek, (ayaktaki hadesi bertaraf etmeye yönelik) gayeyi hâsıl
etseydi ateşle korkutulmaması gerekirdi." İbnu Huzeyme, bu sözüyle
Şiilerin kitaplarında, bu mevzuda gelen muhalefete cevap vermiş olmaktadır.
Onlar âyette gelen: "..Namaza kalktığınızda yüzlerinizi, dirseklere kadar
ellerinizi, -başlarınızı meshedip- topuk kemiklerine kadar ayaklarınızı
yıkayın" (Mâide 6) âyetinin kıraatinin zahirini esas alıp (ayaklarınızı)
lafzını (başlarınızı) kelimesine atfederek ayakların da baş gibi
meshedileceğine hükmederler. Zamanımızda Sünnîler arasında enaniyeti kavî, ilmi sığ, Selefe saygı ve
teslimiyeti zayıf veya hiç yok bazıları da bir nevi teşeyyü sirayetinin
tezâhürü olarak, ayağa meshetmek
suretiyle abdest alınacağı iddiasında bulunmaktadır. Halbuki, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)' ın ne şekilde abdest aldığını bildiren rivayetler
mütevâtirdir. Çıplak ayağa mesh vermek diye bir mesele mevzubahis değildir.
Gerçi 3599 numaralı hadiste ayakkabısını çıkarmadan ayağına su serpmek
suretiyle ayağını yıkaması, mesh verme durumunu hatırlatmakta ise de, orada
izahı yapıldığı üzere, ülemâ hem o rivâyeti zayıf addetmiş hem de, onun mesh
ma'nâsına gelmiyeceğini göstermiştir.
O rivayetin ayağa mesh vermeyi ifade ettiğini kabul edecek olsak
bile, sadedinde olduğumuz hadis, ökçedeki kuruluğa, daha önceki hadisler ayak
üzerinde kalan dirhem büyüklüğündeki kuruluğa müsaade etmemektedir. Şu halde
ortada bir teâruz var demektir. Deliller teâruz edince işimize geleni değil,
objektif kıstaslarla kavî olanları, çoğunluk tarafından rivâyet edilenleri tercih etmek gerekmektedir. Ehl-i sünnet
ulemâsı mütekaddim ve müteahhiriyle bu meselde ihtilaf etmemiş, "ayakların
yıkanması" hususunda icma etmiştir. Ayaklara meshetmek yeterlidir iddiası,
Resûlullah'ın "Sonradan ihdas edilenler bid'attir, bid'atler dalâlettir,
dalâlet ise ateştedir" tehdidine
giren bir durumdur. Cenâb-ı Hakk'tan ümmet-i merhûme'yi bu çeşit dalâletlere
düşmekten korunmasını niyaz ederiz.
Bu mevzuyu İbnu Hacer şöyle özetler: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın abdestinin sıfatıyla ilgili mütevatir rivayetler
O'nun ayaklarını yıkadığını gösterir. Resul-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)
Allah'ın emrini açıklamakla vazifelidir(mübeyyin). İbnu Huzeyme ve başkalarının
Amr İbnu Abese'den rivayet ettikleri abdestin
fazileti ile ilgili uzun bir hadiste şöyle denir: "...Sonra da,
Allah'ın kendisine emrettiği şekilde ayaklarını yıkardı..." Bu meselede
Ashab'ın hiçbirinden muhâlefet sabit değildir. Sadece Hz. Ali, İbnu Abbâs ve
Hz.Enes (radıyallahu anhüm)'ün farklı görüşleri olmuştur. Ancak bilâhare onlar
da görüşlerinden rücû etmişlerdir, bu husus da rivayetlerle sâbittir.
Abdurrahman İbnu Ebî Leyla der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
Ashab'ı ayakların yıkanmasında icma
etmiştir."
Şunu da ilâve etmede fayda var: Ayakların abdestte yıkanmaması İslâm'ın temel esprisine de zıt düşer. Zîrâ, abdest uzuvları içinde en ziyade kirlenmeye ve -vücudun ağırlığı yüklendiği için- çokça terleyip pis kokular neşretmeye en müsait olanı ayaktır. Abdest sırasında ayakların yıkanmayıp meshle geçiştirilmesi, mescidleri kısa zamanda girilmez hâle getirir. Halbuki abdestin gayesi temizliktir, pis kokuları asgariye düşürmektir. Abdest cemaat halinde kılınması esas olan namazlarda günde beş vakit bir araya gelecek olan insanları, birbirlerini rahatsız etmeyecek şartlara sokar. Ayağın yıkanmasının terki, bu gâyeyi önler. Zamanımızda, ayakların yıkanması esas olduğu halde, mescidlerde çoğu kere en ziyade rahatsızlık duyulan husus ayak kokusudur.
Sünnete, farza aykırı bir anlayışla ayaklara meshetmeyi müdafaa edenlerin dedikleri olduğu takdirde, bir müddet sonra câmilere ayakkabılarla girilmesini teklif etmeleri kaçınılmaz olacaktır, el-ıyazu billah!
4- Hadisten şu faideler de çıkarılmıştır:
* Câhil kendi hâline bırakılmaz, öğretilir.
* Menfi fiil inkâr edilirken
ses yükseltilir.
* İyi anlaşılması için
mesele tekrar edilir.[219]
ـ3609 ـ22ـ وعن
جابر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّهُ سُئِلَ
عَنِ
المَسْحِ
عَلى
الْعِمَامَةِ
فقَالَ: َ
حَتَّى
يُمْسَحَ
الشَّعْرُ
بِالْمَاءِ[.
أخرجه مالك .
22. (3609)- Hz. Câbir
(radıyallahu anh)'tan anlatıldığına göre, kendisine sarık üzerine meshetmekten
sorulmuştu. Şu cevabı verdi:
"Hayır, olmaz, su ile saça değilmelidir!"[220]
ـ3610 ـ23ـ وعن
ثوبان رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]بَعَثَ
رسولُ اللّهِ
# سَرِيَّةً
فَأصَابَهُمْ
الْبَرْدُ،
فَلَمَّا
قَدِمُوا
عَلى رسولِ اللّهِ
# أمَرَهُمْ
أنْ
يَمْسَحُوا
عَلى الْعَصَائِبِ
وَالتَّسَاخِينَ[.
أخرجه أبو
داود .
»الْعَصَائِبُ«:
العمائم ‘ن
الرأس يعصب
بها.و»التَّسَاخِينُ«:
الخفاف
واحد لها .
23. (3610)- Hz. Sevbân
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir
seriyye göndermişti. Askerler soğukla karşılaşıp üşüdüler. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a döndükleri zaman, onlara sarıklarının ve mestlerinin
üzerine meshetmelerini emretti."[221]
ـ3611 ـ24ـ وعن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]رَأيْتُ
رَسولَ
اللّهِ #
يَتَوَضَّأُ
وَعَلَيْهِ عِمَامَةٌ
قِطْرِيَّةٌ
فَأدْخَلَ
يَدَهُ تَحْتَ
الْعِمَامَةِ
فَمَسَحَ
بِمُقَدَّمِ
رَأسِهِ
وَلَمْ
يَنْقُضِ
الْعِمَامَةَ[.
أخرجه أبو
داود.»الِْقطْرىُّ«:
ثوب أحمر له
أعم، وفيه بعض
الخشونة،
وقيل البرود
القطرية: حلل
جياد تحمل من
قبل البحرين.
قال ا‘زهرى:
وفي البحرين
قرية يقال لها
قطرية .
24. (3611)- Hz.Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı abdest
alırken gördüm. Üzerinde çizgili kırmızı bir sarık vardı. Elini sarığın altına
soktu, başının ön kısmını meshetti, sarığını çözmedi."[222]
AÇIKLAMA:
1- Kaydettiğimiz bu üç rivayet, sarık üzerine meshetmekle
ilgilidir. Bu mevzuda cevaz ifade eden ve etmeyen başka rivayetler de var.
Bazıları sarığın üzerine meshetmenin caiz olduğunu söylemiştir. Hz. Ebû Bekr,
Hz. Ömer, Hz. Enes (radıyallahu anhüm), Tâbiîn ve Etba'ut tâbiînden Evzâî,
Ahmed İbnu Hanbel, İshâk İbnu Râhûye, Ebû Sevr gibi bazıları da sarığa meshin
yeterli olacağını söylemiştir.
Sarık üzerine meshin yeterli olmayacağını söyleyenler de var: Ebû
Hanîfe, Süfyân-ı Sevrî, İmam Mâlik, İbnu'l-Mubârek, Şâfiî gibi, cumhurun görüşü
budur.
2- Hadiste geçen kıtrî,
bir kumaş çeşididir. Sertçe, üzerinde bazı çizgi ve alâmetler olan kırmızı renkli
bir kumaş. Bahreyn'de Kıtr denen bir karyede imâl edildiği için kıtrî
denmiştir.
3- Hadisten hareketle
kırmızı renkli kumaşın sarık olara kullanılabileceğine hükmedilmiştir.
Ancak hadis zayıftır.
4- Abdest alma sırasında başta sarık kalabilir. Abdest alırken başlarındaki
sarıklarını atan müvesvislere, hadis cevaz hususunda delildir.[223]
ـ3612 ـ25ـ وعن
ثابت بن أبي
صفية قال:
]قُلْتُ ‘بي
جَعْفَرٍ
وَهُوَ
مُحَمَّدٌ
الْبَاقِرُ:
حَدَّثََكَ
جَابِرٌ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
أنَّ النَّبىَّ
# تَوَضَّأ
مَرَّةً
مَرَّةً،
وَمَرَّتَيْنِ
مَرَّتَيْنِ،
وَثثاً ثثاً؟
قالَ:
نَعَمْ[.وفي
رواية:
»مَرَّةً
مَرَّةً. قال:
نَعَمْ« أخرجه
الترمذي .
25. (3612)- Sâbit İbnu Ebî
Safiyye anlatıyor: "Ebû Cafer'e -ki Muhammed el-Bâkır'dır- dedim ki: "Hz. Câbir (radıyallahu anh),
sana Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın uzuvlarını birer birer, ikişer
ikişer ve üçer üçer yıkayarak abdest aldığını söyledi mi?"
Bu soruma: "Evet!" diye cevap verdi."
Bir rivayette de: "Birer birer yıkayarak abdest aldı
mı?"diye sordum; "Evet!" diye cevap verdi" şeklinde
gelmiştir.[224]
ـ3613 ـ26ـ وعن
عبداللّه بن
زيد رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ
النَّبىَّ #
تَوَضّأ
مَرَّتَيْنِ
مرَّتَيْنِ،
وقالَ: هُوَ
نُورٌ عَلى
نُورٍ[ .
26. (3613)- Abdullah İbnu
Zeyd (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ikişer
ikişer yıkayarak abdest aldı ve: "Bu, nur üzerine nurdur"
buyurdu."[225]
ـ3614 ـ27ـ وعن
عثمان رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رَسولَ
اللّهِ #
تَوََضّأ
ثَثاً ثَثاً،
وَقالَ: هذَا
وُضُوئِى
وَوُضُوءُ
ا‘نْبِيَاءِ
مِنْ قَبْلِى،
وَوُضُوءُ
إبْرَاهِىمَ
عَلَيْهِ
السََّمُ[.
أخرجهما ريزن
.
27. (3614)- Hz. Osman (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), uzuvlarını üçer üçer yıkayarak abdest aldı ve şöyle buyurdu:
"Bu benim ve benden önceki diğer peygamberlerin ve İbrahim aleyhisselâm'ın abdestidir."[226]
AÇIKLAMA:
Buraya kaydettiğimiz üç rivayet Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın farklı zamanlarda abdest uzuvlarını birer, ikişer, üçer kere
yıkayarak abdest aldığını ifade etmektedir. Hatta bazı rivayetler, bazı
uzuvlarını üç yıkarken, diğer bazılarını iki ve bir yıkayarak karma bir şekilde
abdest aldığını göstermektedir.[227]
(Bunlar dokuzdur)
ـ3615 ـ1ـ عن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
لَوَْ أنْ
أشُقَّ عَلى أُمَّتِى
‘مَرْتُهُمْ
بِالسِّوَاكِ
عِنْدَ كُلِّ
صََةٍ[. أخرجه
الستة، وهذا
لفظ
الشيخين.وفي
رواية مالك:
»مَعَ كُلِّ
وُضُوءِ« .
1. (3615)- Ebû Hüreyre
radıyallahu anh anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki: "Eğer ümmetim üzerine zahmet vermeyecek olsaydım, her namazda misvak
kullanmalarını emrederdim."[228]
Bu metin Sahiheyn'in metnidir.
Muvatta'nın rivâyetinde: "...her abdestte." denmiştir.[229]
ـ3616 ـ2ـ و‘بي
داود
والترمذي عن
زيد بن خالد
الجهنى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]سَمِعْتُ
رسولَ اللّهِ
# يَقُولُ:
لَوَْ أنْ
أشُقَّ عَلى
أُمَّتِى ‘مَرْتُهُمْ
بِالسِّوَاكِ
عِنْدَ كُلِّ
صََةٍ،
وَ‘خَّرْتُ
صََةَ
الْعِشَاءِ
إلى ثُلُثِ اللَّيْلِ[
.
2. (3616)- Ebû Dâvud ve
Tirmizî'nin Zeyd İbnu Hâlil el-Cühenî (radıyallahu anh)'tan kaydettikleri
rivâyet şöyledir:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle söylediğini
işittim: "Ümmetime zahmet vermeyecek olsam, her namazda misvak
kullanmalarını emrederdim ve yatsı namazını da gecenin üçte birine kadar te'hir
ederdim."[230]
ـ3617 ـ3ـ زاد
الترمذي قال:
]فَكَانَ
زَيْدُ بنُ
خَالِد
يَشْهَدُ
الصََّةَ
وَسِوَاكُهُ عَلى
أُذُنِهِ
مَوْضِعَ
الْقَلَمِ
مِنْ أُذُنِ
الْكَاتِبِ َ
يَقُومُ إلى
الصََّةِ إَّ
اسْتَنَّ،
ثُمَّ
يَرُدُّهُ
إلى مَوْضِعِهِ[
.
3. (3617)- Tirmizî şu
ziyâdede bulundu: "Zeyd İbnu Hâlid, namaza geldiği zaman misvağı kulağının
üstünde olurdu, tıpkı kâtibin, kulağı üstündeki kalemi gibi. Misvaklanmadan
namaza durmazdı. Misvaklandıktan sonra yine yerine koyardı."[231]
ـ3618 ـ4ـ وعن
حذيفة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ
رسولُ اللّهِ
# إذَا قَامَ
مِنَ
اللَّيْلِ يَشُوصُ
فَاهُ بِالسِّوَاكِ[.
أخرجه الخمسة
إ
الترمذي.وهذا لفظ
الشيخين
»يَشُوصَُ«: أى
يدلك .
4. (3618)- Hz. Huzeyfe
radıyallahu anh anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) gece
(namaza) kalktığı vakit ağzını misvakla ovalardı."[232]
ـ3619 ـ5ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كانَ رَسُولُ
اللّه #
يُوضَعُ لَهُ
وَضُوؤُهُ
وَسِوَاكُهُ،
فإذَا قَامَ مِنَ
اللَّيْلِ
تَخَلَّى،
ثُمَّ
اسْتَاكَ[ .
5. (3619)- Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
abdest suyu ve misvâkı (akşamdan hazırlanıp yanına) konulurdu. Gece kalkınca
abdest bozar, sonra misvaklanırdı."[233]
ـ3620 ـ6ـ وفي
أخرى: ]كَانَ َ
يَرْقُدُ
مِنْ لَيْلٍ وََ
نَهَارٍ
فَيَسْتَيْقِظُ
إَّ تَسَوّكَ قَبْلَ
أنْ
يَتَوضَّأَ[.
أخرجه مسلم
وأبو داود،
واللفظ له
والنسائي .
7. (3621)- Yine Hz. Âişe
radıyallahu anhâ anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Misvak ağız için temizlik vasıtasıdır. Rab Teâlâ için de
rıza vesîlesidir."[234]
ـ3622 ـ8ـ وعن
أبي موسى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أتَيْتُ
رسولَ اللّهِ
#، وَهُوَ
يَسْتَنُّ بِسِوَاكٍ
في يَدِهِ
يَقُولُ: اعْ
اعْ، وَالسِّوَاكُ
في فِيهِ
كَأنَّهُ
يَتَهَوّعُ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي،
وهذا لفظ
البخاري.
»التَّهَوُّعُ«:
التقيؤ .
8. (3622)- Hz. Ebû Musa
radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a uğramıştım.
Elindeki bir misvakla dişlerini misvaklıyordu ve ü, ü diye bir ses çıkarıyordu,
misvak ağzındaydı, sanki kusuyor gibiydi."[235]
ـ3623 ـ9ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما: ]أنّ النَّبىَّ
# قالَ: أرَانى
في المَنَامِ
أسْتَاكُ
بِسِوَاكٍ،
فَجَاءَنِى
رَجَُنِ
أحَدُهُمَا
أكْبَرُ مِنَ
اخَرَ فَنَاوَلْتُ
ا‘صْغَرَ
مِنْهُمَا،
فَقيلَ لِى:
كَبِّرْ،
فَدَفَعْتُهُ
إلى ا‘كْبَرِ
مَنْهُمَا[.
أخرجه
الشيخان .
9. (3623)- İbnu Ömer
radıyallahu anhümâ anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Rüyamda gördüm ki, bir misvakla dişlerimi misvaklıyorum.
İki kişi yanıma geldi, biri diğerinden büyüktü. Elimdeki misvakı onlardan küçük
olana uzattım. Bana: "(Büyüğü) büyükle!" dendi. Bunun üzerine misvağı
büyük olana verdim."[236]
ـ3624 ـ10ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ عَنْها
قالت: ]كَانَ
رسولُ اللّهِ
# يُعْطِىنِى
السِّوَاكَ
‘غْسِلَهُ
فأبْدَأُ
بِهِ فأسْتَاكَ،
ثُمَّ
أغْسِلَهُ
فأدْفَعُهُ
إلَيْهِ[.
أخرجه أبو
داود .
10. (3624)- Hz. Âişe
radıyallahu anhâ anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana
misvağını yıkamam için verirdi. (Teberrük için, yıkamazdan) önce kendim
kullanırdım, sonra yıkayıp ona verirdim"[237]
AÇIKLAMA:
1- Beden temizliğinde Resûlullah(aleyhissalâtu vesselâm)'ın
ehemmiyet verdiği hususlardan biri de diş temizliğidir. Sünnete göre, dişleri
temizlemenin en pratik ve en müessir vâsıtası misvaktır. Sünnete uygun olan
misvâk, erâk ağacından yapılan çubuklardan ibârettir; ince lifleri, kendine has
kokusu vardır. Kullanılacak çubuğun müstehab şekli şöyledir. Kullanan kişinin
serçe parmağı kalınlığında, karışı uzunluğunda ve kuru olmalıdır. Ucu suda
ıslatılınca yumuşar.
Su değmeden dişlere vurulur, sürtme işi yukarıdan aşağı değil
enlemesine yapılır. Sadece dişlere değil, diş etlerine, dile ve hatta damağa da
misvak yapılır, üç su verilir. Hadîsler, misvaklarken, çubuğun sertçe
kullanılmasını tavsiye eder. Müstehab olan her abdest alışta, yatarken,
yataktan kalkınca kullanılmasıdır. Misvaktan gâye sadece dişlerdeki
kırıntıların, artıkların temizliği değildir.
2- Âlimler misvakın pek çok faydasını sayarlar. Bazılarını
şöyle hatırlatabiliriz:
* Resûlullah'ın mühim bir sünneti yerine gelmiş olur.
* Allah'ın rızasına vesîledir.
* Ağız temizliğini sağlar.
* Dişleri parlatır, diş etlerini kırmızı kılar.
* Ağız sağlığını sağlar, ağız kokusunu giderir.
* Dişlerin sağlamlığını artırır, diş taşlarını önler.
* Diş etlerini kuvvetlendirir.
* Diş çürümelerini önler.
* Zekâyı artırır.
* Sesi güzelleştirir, konuşmayı kolaylaştırır.
* Göze kuvvet verir.
* Son nefeste kelime-i şehâdeti hatırlattırır.
* İhtiyarlığı geciktirir.
* Mideyi takviye edip, mide hastalıklarını önler.
* Hazmın kolaylaşmasını sağlar.
* Can çekişmeyi kolaylaştırır.
* Bedenin rutubetini keser.
* Sevabı artırarak ömrü bereketli kılar.
Pek çok hastalığın sindirim sistemi ve bilhassa mideden kaynaklandığı göz önüne alınınca mide sağlınığına fevkalâde te'sir edecek olan ağız temizliği ve onun yegane vâsıtası misvakın faydaları saymakla bitmez. Sadece "Mideyi takviye etmesi'nin hâsıl edeceği neticeler bütün organlarımıza, dolayısıyla hayatımızın seyrine müessirdir.
3- Resûlullah misvakın olmadığı durumlarda parmakla da olsa
dişlerin ovulmasını tavsiye etmiştir. Fakihlerimiz, erâk ağacından yapılanı
sünnete muvafık bulur ise de başkaca sert ağaçtan da misvak yapılabileceğini
söylemiş ve hatta bezle de dişlerin ovulabileceğini belirtmiştir. Bazı
yörelerimizde geven kökünden bile misvak yapılmaktadır. Erâk ağacından
yapılanın yerini tutmasa da naylon fırçalar da kullanılabilir. Şu halde dinimiz
diş temizliğini esas almış olmakta, bunun en güzel vasıtasının da erâk ağacından
imâl edilen misvakın olduğunu söylemekte, fakat "illa da bu ağaçtan mamul
olanla" diye bir ısrarda bulunmamaktadır. Dindar doktorlarımızın tavsiye
ve rehberliğinde imkânımız dâhilinde olan vâsıtalarla behemahal dişlerimizi
temiz tutmalıyız.
Resûlullah'tan ağız temizliği ile alakalı olarak kitaplarımızın
kaydettiği bazı tavsiyeler:
"Ağızlarınız Kur'an yoludur, onları misvak ile
temizleyin."
"Misvak kullandıktan sonra kılınan bir namaz, misvak
kullanmadan kılınan namazdan sevab yönüyle yetmişbeş kat üstündür."
"Niye sararmış dişlerinizle yanıma giriyorsunuz? Dişlerinizi
misvaklayın."
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) gece gündüz, mukim ve sefer
halinde misvak kullanmayı hiç ihmâl etmemiştir. Buhârî'nin bir rivayeti, ölüm
döşeğinde iken bile misvakı ihmâl etmediğini belirtir. Ashab-ı Kiram da misvaka
gereken ehemmiyeti vermiştir. Rivâyetler, kulaklarının arkasında misvak
taşıdıkları halde yola çıktıklarını belirtir.
4- Aynî, misvakın sünnet-i müekkede olduğunu, mendubiyeti
husûsunda icmâ vâki olduğunu; Evzâî"nin: "O, abdestin yarısıdır"
dediğini kaydeder.
5- Misvak hususunda ulemânın ihtilafı var: Bu neyin
sünnetidir?
* Bazıları, "Abdestin sünnetidir" demiştir.
* Bazıları, "Namazın sünnetidir" demiştir.
* Bazıları, "Dinin sünnetidir" demiştir.
Ebû Hanîfe rahimehullah "Dinin sünnetidir"
diyenlerdendir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) pekçok kereler abdeste
mukârin olmaksızın da misvak kullandığı için, misvağı, dinin sünneti olarak
değerlendiren görüş daha kuvvetli ve isabetli gözükmektedir. Hidâye'de müstehab
olduğu ifâde edilir. İmam Şâfiî de böyle hükmetmiştir. İbnu Hazm: "O,
sünnettir, her namazda yapılabilirse efdaldir. Cuma günü ise gerekli bir
farzdır" der. Ehl-i Zâhirin "vacib" dediği, İshak İbnu
Râhûye'nin: "O vâcibtir, kişi kasden terkederse namaz bâtıldır"
dediği rivâyet edilmiştir. Nevevî, İshak'tan yapılan bu rivâyeti yanlış bulur.[238]
ـ3625 ـ1ـ عن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ النَّبىَّ
# قالَ: إذَا
اسْتَيْقَظَ
أحَدُكُمْ
مِنْ
مَنَامِهِ
فََ يَغْمِسْ
يَدَهُ في
ا“نَاءِ حَتّى
يَغْسِلَهَا
ثَثاً،
فإنّّهَُ َ
يَدْرِى
أيْنَ
بَاتَتْ يَدُهُ[.
أخرجه الستة،
وهذا لفظ
مسلم.وفي رواية
‘بي داود:
»فإنَّهُ
يَدْرِى
أينَ كَانَتْ
تَطُوفُ
يَدُهُ« .
1. (3625)- Hz. Ebû Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resulllah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Uykudan uyanınca, sizden hiç
kimse, üç sefer yıkamadıkça ellerini kaba banmasın. Çünkü o, ellerin geceyi
(vücudunun neresinde) geçirdiğini bilemez."[239]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivâyet Buhârî'de biraz farkla şöyle gelmiştir. ".Biriniz
uykusundan uyandığı vakit, abdest suyuna batırmazdan önce elini üç kere
yıkasın, çünkü ellerin nerede gecelediğini bilemezsiniz."
İbnu Huzeyme'nin rivâyetinde: ".kabına veya abdest
suyuna." denmiştir. Şu halde kastedilen şey abdest için hazırlanan su veya
onun konduğu kaptır. Gusül için hazırlanan kaplar -ve kıyasla bütün su kapları-
aynı hükme tâbidir.
2- Hadîs, gece uykusundan uyanınca ellerin yıkanmasını
âmirdir. Gündüz uykusu da kaylûle adı ile meşrû olmasına rağmen betahsis
gecenin zikri, gâlib duruma göredir. Uyumanın asıl vakti gecedir ve gece uykusu
daha uzundur.
3- Cumhur, bu emri mendub olarak değerlendirmiştir. Ancak
Ahmet İbnu Hanbel "gece uykusu"ndan uyanınca vâcib olduğunu söyler,
gündüz için müstehab der. Şayet yıkamadan batıracak olsa ekseriyet suyun necis
sayılmayacağında ittifak ederken; İshâk, Dâvud ve Taberî, "Necîs
olur" demiştir. Bunlar, böyle bir suyun dökülmesiyle ilgili hadîste gelen
emri esas almıştır, ancak cumhur, o hadîsin zayıf olduğunu söyler. Cumhûru, bu
emri vâcibe hamletmekten uzaklaştıran karîne, hadîsteki şekk uyandıran
durumdur. Zirâ bir emre şekk ârız oldumu vücûbu ortadan kaldırır. Burada el'in
temiz olması asıldır, geceleyin kirlenmiş olması muhtemeldir. Beyzavî der ki:
"Hadîste, bu emrin verilmesinin sebebi necâset ihtimâlidir. Zirâ Şârî
(aleyhissalâtu vesselâm), bir hüküm zikreder, arkadan da bir illet kaydederse
bu hükmün, o sebep için verildiğine delil olur."
Uyuyanın elinin kirlenmiş olması ihtimali yıkanmasını
gerektirirse, uyanık kimsenin eline pislik bulaşmış olabileceğine dair bir
şekke düşmesi de elinin yıkanması husûsunda aynı hükmü getirir.
Ebû Avâne, bu hadîsin hükmünün vâcib olmadığına bir başka delil
gösterir: İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ'nın bir rivâyetine göre Aleyhissalâtu
vesselâm uyanınca doğrudan gidip duvarda asılı bulunan kabın (şenn) suyu ile
abdest almıştır.
4- Hadîste geçen sizden biri tâbirinden hareketle bu hükmün
Resûlullah'tan başkasıyla ilgili olduğu söylenmiş ise de, uyanıklık (yakaza)
halinde abdestten önce ellerini yıkadığına dair sahîh rivâyetlerde gelen
sünneti ile cevap verilmiştir. Öyleyse uykudan sonra müstehab olması evladır.
Resûlullah'ın, bazan terki "bunun cevâzını beyan içindir' denmiştir.
5- Şunu da kaydedelim ki, bâzı âlimler: "Bu taabbüdî bir
emirdir, elin pislenmesi husûsunda şekke düşene de düşmeyene de, uyanık olana
da, uykudan kalkana da gereklidir" demiştir. Bu durumda elin yıkanması
takarrüb ve rızayı İlâhi için yapılmış olacaktır. Bu maksadla yapmak amelin en
üstün derecesini teşkil eder.
6- Üç sefer yıkamak'la sınırlamanın gözle görülmeyen pislik
için olduğu belirtilmiştir. Gözle görülen pislik varsa elbette ki onun
izâlesine kadar yıkamaya devam edilecektir. Mamâfih bazı rivâyetlerde, sayı
zikredilmeden yıkama emri de gelmiştir: .yıkayıncaya kadar ellerini abdest
suyuna bandırmasın."
Burada nehiy tenzîhidir. Yaparsa müstehab terkederse mekruhtur.
Üçten az yıkandığı takdirde kerâhet kalkmaz, Şâfiî hazretleri böyle
hükmetmiştir.
7- Hadîsteki el tabirinden maksat avuç'tur. Kollar girmez. Bu
tasrihi şunun için yapıyoruz: Hadîslerde bazan el (yed) ile dirseğe kadar olan
kısım kastedilir.
Bütün bu söylenenler, uykudan uyananlar hakkındaki hükümdür.
Uyanık olan kimse hakkında da bunu yapmak, Hz. Osman ve Abdullah İbnu Zeyd'den
gelen bir rivâyete binâen müstehabtır. Şu farkla ki, uyanık kimsenin bu ön
yıkamayı terkedip, doğrudan elini abdest için suya banması mekruh değildir,
çünkü bunun hakkında nehiy vârid olmamıştır. Ayrıca Ebû Hüreyre'nin böyle
yaptığı ve terkte bir beis görmediği de rivâyet edilmiştir. Keza Hz. Bera ve
İbnu Ömer'den de benzeri amel rivâyet edilmiştir.
8- Elin nerede gecelemiş olduğu meselesine gelince: Bundan
maksad bedenin neresinde demektir. İmam Şâfiî der ki: "Araplar o zamanda
taşla istinca yaparlardı, memleketleri sıcaktı, uyuyunca terlemeleri de
muhtemeldir. (Uyurken, terin ve kaşıntının sebebiyle) elini kirli yerlerde veya
bir sivilce veya bir hayvan kanı veya bir başka pislik üzerinde dolaştırmış
olması muhtemeldir. Bütün bu durumlar, elin kirlenmiş olma ihtimalini artırdığı
için uyanınca ilk iş, yıkanmasının gereğini ortaya koyar."
9- Hadisten Çıkarılan Bazı Faideler:
* Tam güven vereni esas almalıdır.
* İbadette ihtiyatla amel edilmelidir.
* Utandırıcı hususlar anlaşılacak bir üslubla kinaye yoluyla ifade
edilmelidir.
* Necâsetin üç kere yıkanması müstehabtır. Zirâ necâset vehmine düşünülünce üç sefer yıkamak emredilirse, necâset görülünce üç sefer yıkanması evla olur.
* Namaz için ruhsat verilen istinca mahallinin kirli olabileceği
kabul edilmiştir.
* Uykudan kalkınca elleri yıkamak gerekir.
* "Erkek uzvuna değmek abdest gerektirir" diyenlerin
görüşüne destek var.
* Az su, "abdest almak niyetiyle" içine el
sokulmakla mâ-i müstâmel olmaz.[240]
ـ3626 ـ1ـ عن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رَسولَ
اللّهِ # قالَ:
مَنْ
تَوَضَّأ
فَلْيَسْتَنْثِرْ،
وَمَنِ
اسْتَجْمَرَ
فَلْيُوتِرْ[.
أخرجه الستة إ
الترمذي،
وهذا لفظ
البخاري .
1. (3626)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kim abdest alırsa istinsarda bulunsun (sümkürsün), kim
taşla istinca yaparsa teklesin."[241]
AÇIKLAMA:
1- İstinsar: Burunda olan bir şeyi şiddetle neşretmek, atmak ma'nâsına
gelir ki sümkürmek deriz. Mamafih abdest sırasında burna su çekip dışarı salmak
suretiyle burnu temizlemek ma'nâsına gelen istinşak ma'nâsında istinsâr denilmiştir.
Bir başka ifade ile istinşak, suyu burunda hâsıl edilen hava akımıyla burnun üst boşluklarına çekmek, istinsar da çekilen bu suyu şiddetle dışarı atmaktır. İstinşak'tan maksad burnun içini tanzif etmek; istinsar da, bu dahili pisliği su ile dışarı atmaktır.
2- İsticmâr: Büyük abdestten sonra istinca denen temizliği taşla yapmaya isticmâr denmektedir ve bunun 3 veya 5 veya 7 gibi tek sayıda olması tavsiye edilmektedir.
3- Bazı âlimler, bu hadisi esas alarak istinşakın (burnu
yıkamanın) sahih olabilmesi için istinsârın yani sümkürmenin şart olduğunu
söyleyerek bunun vâcib olduğuna hükmetmiştir: Ahmed İbnu Hanbel, İshâk İbnu
Râhûye gibi. Cumhur ise, istinsârın mendub olduğuna hükmeder. Delilleri,
Resûlullah'ın bir bedeviye abdesti tarif ederken istinsardan bahsetmediğini
gösteren Tirmizî'deki bir rivayettir: "Allah'ın sana emrettiği şekilde
abdestini al" der ve âyete havâle eder. Âyette ise istinşak zikri geçmez.[242]
ـ3627 ـ2ـ وفي
رواية مسلم:
]إذا تَوَضّأ
أحَدُكُمْ
فَلْيَجْعَلْ
في أنْفِهِ
مَاءً، ثُمَّ
لْيَنْتَثِرْ[.وفي
أخرى: »فَلْيَسْتَنْشِقْ
بِمِنْخَرَيْهِ
مِنَ المَاءِ،
ثُمَّ
لْيَنْتَثِرْ«
.
2. (3627)- Müslim'in bir
rivayetinde şöyle gelmiştir: "Sizden biri abdest alınca burnuna su çeksin,
sonra sümkürsün."[243]
Bir diğer rivayette: "...Burun deliklerine su çeksin, sonra
sümkürsün" şeklindedir."[244]
ـ3628 ـ3ـ وفي
أخرى لهما
وللنسائى:
]إذَا
اسْتَيْقَظَ
أحَدُكُمْ
مِنْ
مَنَامِهِ
فلْيَسْتَنْثِرْ
ثَثَ
مَرّاتٍ،
فإنَّ
الشَّيْطَانَ
يَبِيتُ عَلى
خَيَاشِيمِهِ[
.
3. (3628)- Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Biriniz uykudan uyandığı zaman üç kere sümkürsün. Zirâ
şeytan, burnunun içinde geceler."[245]
AÇIKLAMA:
Şeytanın burunda gecelemesi, hadisin zâhirine göre her uyuyana
mahsus bir durumdur. Ancak, şeytana karşı korunma tedbirlerine başvurmayan
kimselere mahsus olması da muhtemeldir. Nitekim bazı hadislerde yatmazdan önce
Âyete'l-Kürsî okuyan kimseye şeytanın yaklaşmayacağı zikredilir. Bir hadiste de
"Lâilahe illallâhu vahdehû lâ şerîke leh, lehü'lmülkü ve lehü'lhamdü ve
hüve alâ külli şey'in kadîr" zikrini günde yüz defa okuyanlara vaadedilen
hayırlardan biri de şeytana karşı sığınak (hırz) olmasıdır.
Hadiste geçen ve burnun iç kısmının "şeytana geceleme yeri
(yuva) olması" mefhumunu hakikat olarak anlamak isteyen âlimler olmuştur.
Bunlar: "Zira derler, burun, vücudun kalbe açılan yollarından biridir.
Nitekim vücudda bununla kulaktan başka kalbe açılan menfez yoktur, her taraf
kapalıdır. Bir hadiste şeytan kapalı kapıları açamaz denmiş ve esneme esnasında
ağızın kapatılması tavsiye edilmiş,
sebep olarak da şeytanın girmemesi söylenmiştir. Şu halde bütün bu
zikredilenler şeytanın gerçekten burunda gecelediği ma'nâsını te'yid
eder."
Ancak bu ifadeyi bir istiare kabul edip ma'nâyı hakikate değil
mecaza hamledenler de olmuştur. Bunlara göre, burnun içinde hâsıl olan pislik
şeytana pek muvafık düşer. Çünkü o, bütün pislikleri, kirlilikleri, küfürleri,
şerleri sever. Öyleyse istiare yoluyla bunlara şeytan denmiş, orasının şeytana
yakışan bir hal aldığı belirtilmek istenmiştir. Öyleyse burnu şeytana lâyık
halden kurtarmak gerekir, bu da temizlikle olur. Şu halde burada şeytanın
zikri, temizliğe teşvikte müessiriyet kazanmak, o hususta muhatabı ikna
içindir.[246]
ـ3629 ـ4ـ وعن
عبداللّه بن
زيد رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]رَأيْتُ
رسولَ اللّهِ
# مَضْمَضَ
وَاسْتَنْشَقَ
مِنْ كفِّ
وَاحِدٍ
فَعَلَ ذلكَ
ثَثاً[. أخرجه
الترمذي .
4. (3629)- Abdullah İbnu
Zeyd (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
bir avuç su ile hem mazmaza hem de istinşak yaparken gördüm, bunu üç kere
yapmıştı."[247]
AÇIKLAMA:
Bu hadisten hareketle bazı âlimler mazmaza ve istinşakın üç avuç
su ile yapılacağına hükmetmiştir. Şöyle ki; Bir avuç alıp mazmaza ve istinşâk
yapacak, bir avuç daha alıp tekrar mazmaza ve istinşak yapacak, üçüncü avuçla
da mazmaza ve istinşak yapacak. Böylece mazmaza ve istinşak her seferinde
birleştirilmiş olacaktır. Şâfiî ve Ahmed İbnu Hanbel bu görüştedir.
Ebû Hanîfe'ye göre ise mazmaza ile istinşak ayrı ayrı yapılmalıdır:
Üç avuç su ile üç kere mazmaza yapılır. Sonra da üç avuç su ile üç kere
istinşak yapılır.
Bu hükümde, Ka'b İbnu Amr'ın bir rivayeti esas alınmıştır:
"Ka'b der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) abdest aldı. Üç
kere mazmaza, üç kere istinşakta bulundu. Herbirinde yeni su aldı."
Hanefîler bu meselede başka rivayetleri de delil olarak göstermişlerdir.
Mazmaza ve istinşakı birleştirme ve ayırma hususundaki ihtilaf
câiz değil şeklinde bir ihtilaf değil, efdaliyete müteallik bir ihtilaftır.
Nitekim, birleştirmeyi Hanefîler de tecviz ederler.[248]
ـ3630 ـ5ـ وعن
طلحة بن مصرّف
عن أبيه عن
جده رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]دَخَلْتُ
عَلى رسولِ
اللّهِ #
وَهُوَ
يَتَوَضّأ
وَالمَاءُ
يَسِيلُ مِنْ
وَجْهِهِ
وَلِحْيَتِهِ
عَلى
صَدْرِهِ فَرَأيْتُهُ
يَفْصِلُ
بَيْنَ المَضْمَضَةِ
وَاِسْتِنْشَاقِ[.
أخرجه أبو
داود .
5. (3630)- Talha İbnu
Musarrıf an ebîhi an ceddihî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanına girdim, abdest alıyordu. Su, yüzünden ve
sakalından göğsüne akıyordu. Mazmaza ve istinşakın arasını da ayırmıştı."[249]
AÇIKLAMA için önceki hadise bakılmalıdır.
ـ3631 ـ6ـ وعن
علىّ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّّهُ دَعَا
بِوَضُوءِ
فَمَضْمَضَ
وَاسْتَنْشَقَ
وَنَثََرَ
بِيَدِهِ
الْيُسْرَى،
ثُمَّ قال:
هكذَا طُهْرُ
نَبىِّ
اللّهِ #[.
أخرجه النسائي
.
6. (3631)- Hz.Ali (radıyallahu anh)'tan anlatıldığına göre, su istemiş ve mazmaza ve istinşak yapmış, sol eliyle sümkürmüş sonra da:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın temizliği böyleydi" demiştir.[250]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, abdest alırken sümkürme işinin sol elle olacağını ifade
etmektedir.
ـ3632 ـ1ـ عن
عثمان بن عفان
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ
النَّبىَّ #
كَانَ
يُخَلِّلُ
لِحْيَتَهُ[.
أخرجه
الترمذي
وصححه .
1. (3632)- Osmân İbnu Affân
(radıyallahu anh)'ın anlattığına göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
sakalını hilâlliyor idi."[251]
AÇIKLAMA:
Hilallemek veya tahlîl etmek, araya geçirmek ma'nâsına gelir.
Sakalın hilâllenmesi, parmakların sakalın arasına sokulmasıdır. Yani suyun,
abdest sırasında sakalın dibine nüfuzunu sağlamak için, parmaklarla sakalı
taramak, yollar açıp suyun aralara girmesini sağlamaktır. Parmakların
hilallenmesi de bir elin parmakları arasına diğer elin parmaklarını sokarak
hareket ettirmek, suyun parmak aralarına iyice nüfuzunu ve oraların eksiksiz
temizlenmesini sağlamaktır.
Hadis, hilâllemenin meşruiyyetine delâlet eder. Ancak, bunun hükmü
hususunda ülemâ ihtilâf etmiştir. Bazıları, hem abdestte hem de gusülde vacib
olduğuna hükmetmiştir: Hasan İbnu Sâlih, Ebû Sevr ve Zâhirîler bu görüştedir.
İmam Mâlik, Şâfiî, Sevrî ve Evzâî gibi bir kısım fukaha, sakalı
hilâllemenin abdestte vacib olmadığını söylemiştir.
İmam Mâlik ve Medine ulemâsının bir kısmı ise "cenâbet
guslünde de vâcib olmadığını" söylemiştir.
Şâfiî, Ebû Hanîfe ve bunların ashabları Sevrî, Evzâî, Leys, Ahmed,
İshâk, Ebû Sevr, Dâvud-u Zâhirî, Taberî ve Ehl-i ilmin ekseriyeti, sakalı
hilâllemeyi sadece cenâbet guslünde vâcib görmüştür, abdestte görmemiştir.
İbnu'l-Arabî, sakalın hilâllenmesi hususunda İmam Mâlik'ten iki
ayrı görüş rivayet edildiğine dikkat çeker: "Birine göre, sakal kesîf dahi
olsa vacibtir. Diğerine göre sünnettir, çünkü o, bazan batın hükmüne geçer,
gözün içi gibi."[252]
ـ3633 ـ2ـ وعن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ النَّبىَّ
# كَانَ إذَا
تَوَضَّأ أخَذَ
كَفّاً مِنْ
مَاءٍ
فَيُدْخِلُهُ
تَحْتَ
حَنَكِهِ،
وَيُخَلِّلُ
بِهِ
لِحْيَتَهُ وَيَقُولُ:
هكَذَا
أمَرَنِى
رَبِّى عَزَّ
وَجَلَّ[.
أخرجه أبو
داود .
2. (3633)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) abdest
alınca bir avuç su alır, onu çenesinin
altına tutup onunla sakalını hilâller ve: "Aziz ve Celîl olan Rabbim böyle
emretti" derdi.[253]
ـ3634 ـ3ـ وعن
المستورد بن
شداد رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]رَأيْتُ
النَّبىَّ #
إذَا
تَوَضَّأ يُدَلِّكَ
أصَابِعَ
رِجْلَيْهِ
بِخِنْصَرِهِ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
3. (3634)- Müstevrid İbnu
Şeddâd (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
gördüm. Abdest aldığı zaman ayaklarının parmaklarını serçe parmağı ile
hilâlliyordu."[254]
ـ3635 ـ4ـ وعن
لقيط بن صبرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قُلْتُ
يَا رَسُولَ
اللّهِ: أخْبِرْنِى
عَنِ
الوُضُوءِ.
قالَ: أسْبِغِ
الْوُضُوءَ،
وَخَلَّلَ
بَيْنَ
ا‘صَابِعِ
وَبَالِغْ في
اِسْتَنْشَاقِ
إَّ أنْ
تَكُونَ
صَائِماً[.
أخرجه أصحاب
السنن.»إسْبَاغُ
الْوُضُوءِ«:
إتمامه،
وإفاضة الماء
على ا‘عضاء
تاماً كامً،
وزيادة على
مقدار الواجب
.
4. (3635)- Lakît İbnu
Sabıra (radıyallahu anh) anlatıyor: "Dedim ki: "Ey Allah'ın Resûlü!
Bana abdestten haber ver!" Aleyhissalâtu vesselâm:
"Abdesti tam al, parmaklar arasını hilâlle, istinşak'da
mübâlağa yap, oruçlu olursan mübalâğa yapma" buyurdu."[255]
ـ3636 ـ1ـ عن
الربيع بنت
معوذ رَضِيَ
اللّهُ عَنْها
قالت:
]تَوَضّأ
رَسولُ
اللّهِ #
فَأدْخَلَ إصْبَعَهُ
في جُحْرَىْ
أُذُنَيْهِ[.
أخرجه أبو
داود .
1. (3636)- Rebî' Bintu
Muavviz (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
abdest aldı, (bu esnada) elini kulaklarının hücresine soktu."[256]
ـ3637 ـ2ـ وعن
نافع قال:
]كانَ ابنُ
عُمَرَ
يَأخُذُ المَاءَ
بأُصْبَعَيْهِ
‘ذُنَيْهِ[.
أخرجه مالك .
2. (3637)- Nâfi merhum anlatıyor: "İbnu Ömer, kulakları için suyu parmağıyla alırdı."[257]
ـ3638 ـ1ـ عن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ النّبىَّ
# قالَ: إنَّ
أُمَّتِى
يُدْعَوْنَ يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
غُرّاً
مُحَجَّلِينَ
مِنَ آثَارِ
الْوُضُوءِ،
فَمَنِ
اسْتَطَاعَ
مِنْكُمْ أنْ
يُطِيلَ
غُرَّتَهُ
فَلْيَفْعَلْ[
.
1. (3638)- Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Ümmetim Kıyamet günü çağırıldıkları vakit abdestin izi olarak
(nurdan) bir parlaklıkları olduğu halde gelirler. Öyleyse kimin imkânı varsa
parlaklığını artırsın."[258]
ـ3639 ـ2ـ وفي
أخرى: ]أنَّ
أبَا
هُرَيْرَةَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه
تَوَضّأ
فَغَسَلَ
وَجْهَهُ وَيَدََيْهِ
حَتّى كَادَ
يَبْلُغُ
المَنْكِبَيْنِ،
ثُمّ غَسَلَ
رِجْلَيْهِ
حَتّى رَفَعَ
إلى
السَّاقَيْنِ،
ثُمّ قال:
سَمِعْتُ رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ: إنَّ
أُمَّتِى
يَأتُونَ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
غُرّاً،
فَذَكَرَ
الحَدِيثَ[.
أخرجه
الشيخان
والنسائي،
وهذا لفظ
الشيخين .
2. (3639)- Bir diğer
rivayette şöyle gelmiştir: "Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) abdest aldı,
yüzünü yıkadı, ellerini yıkadı ellerini yıkarken nerdeyse omuza kadar yıkıyordu. Sonra
ayaklarını yıkadı ve nerdeyse bacaklarına kadar yükseldi. Sonra dedi ki:
"Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, "Ümmetim Kıyamet günü
(abdest uzuvlarındaki) parlaklıkla gelir.." Gerisi yukarıdaki gibi devam
ediyor.[259]
ـ3640 ـ3ـ
ولمسلم في
أخرى قال:
]سَمِعْتُ
رَسولَ اللّهِ
# يَقُولُ:
تَبْلُغُ
الحِلْيَةُ
مِنَ المُؤمِنِ
حَيْثُ
يَبْلُغُ
الوُضُوءُ[.»الْغُرَّةُ
وَالتَّحْجِيلُ«:
بياض في وجه
الفرس وقوائمه،
وذلك مما
يحسنه ويزينه
فاستعاره
ل“نسان، وجعل
أثر الوضوء في
الوجه
واليدين
والرجلين كالبياض
الذي هو للفرس
.
3. (3640)- Müslim'in diğer
bir rivayetinde şöyle denmiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
"...Mü'minin zîneti, abdestin yükseldiği yere kadar yükselir.."[260]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) burada abdestin faziletini beyan etmektedir. Ahirette, abdest sebebiyle müslümanlar hususî bir nurla temayüz edeceklerdir. Bu nur, bazı hayvanların alınlarındaki veya bacaklarındaki beyazlığa benzetilmiştir. Dilimizde sakar veya seki tabir edilen bu beyaz lekelerin Arapçada karşılığı gurre ve tahcil'dir.[261] Gurre, beyazlığa denir. Ayaklarında beyazlığı olan ata da muhaccel denir.
Şu halde Kıyamet günü ellerde ve ayaklarda hâsıl olacak parlaklık tahcîl'le, başta hasıl olacak parlaklık ise gurre ile ifade edilmiştir.
2- Ebû Hüreyre hadisinde bu parlaklıkların yükseltilmesi yâni
artırılması tavsiye edilmektedir. Bununla abdest sırasında yıkanması farz
yerlerin sınırlarını aşarak yıkamak kastedilmiş olmaktadır. Hatta Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh)'ın ayaklarını baldırlarına kadar, kollarını pazu ve
omuzlarına kadar yıkadığı belirtilir. Bunun
nihaî hududu ihtilaflıdır. Sadedinde
olduğumuz hadiste, Ebû Hüreyre kollar için omuzlara kadar, ayaklar için dizlere
kadar demiştir. Ancak bazıları, kollarda pazuların, ayaklarda baldırların
yarısına kadar olacağını, bu hududun müstehab olduğunu söylemiştir. "Bunun
muayyen hududu yoktur, ayakta topukları biraz geçmek, kollarda da dirsekleri
biraz geçmek yeterlidir" diyen de olmuştur. Bazı âlimler yaz ve kış
şartlarına göre bu hududun daha uzun ve daha kısa tutulabileceğine de işaret etmiştir.
3- Şunu da kaydedelim ki, Ebû Hüreyre hadisindeki: "Kimin
imkânı varsa parlaklığını artırsın" ibaresinin Resulullah'ın sözü değil,
Ebû Hüreyre'nin sözü olması ihtimaline yer verilmiştir. Bu sebeple fakihler,
abdest uzuvlarının "uzatılması" meselesinde ısrarlı olmamışlardır.
4- Halîmî, Ebû Hüreyre hadisiyle istidlal ederek abdestin bu ümmete has bir imtiyaz olduğunu
söylemiş, bu hükme, hadiste Resûlullah'ın: "Bu benim ve benden önceki
peygamberlerin abdestidir" sözüyle itiraz edenlere: "Rivayette
abdest, önceki ümmetlere nisbet
edilmiyor, sadece peygamberlere nisbet ediliyor, önceki ümmetlere emredilmemiş
olduğu anlaşılmaktadır. Halbuki hem Hz. Peygamber'e hem de O'nun ümmetine
emredilmiştir" diye cevap verilmiştir. Ancak gerek Hz. İbrahim'in
zevceleri Hz. Sârâ ve gerekse Benî İsrail'den Cüreyc'le ilgili kıssalarda
abdest alma namaz kılma tabirleri geçmektedir. Bunları da dikkate alan muhakkik
âlimler: "Bu ümmetin imtiyazı olan husus, gurre ve tahcîl'dir, abdestin
aslı değil" demiştir.[262]
ـ3641 ـ1ـ عن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كانَ رَسولُ
اللّهِ #
يَغْتَسِلُ
بِالصَّاعِ
إلى خَمْسَةِ أمْدَادٍ
وَيَتَوَضّأ
بِالْمُدِّ[.وفي
رواية:
»بِخَمْسَةِ
مَكاكِيكَ،
وَيَتَوضّأ
بِمَكُّوكِ«.وفي
أخرى:
»بِخَمْسَةِ
مَكَاكِىَ« أخرجه
الخمسة، وهذا
لفظ الشيخين .
وفي
رواية
الترمذي:
»أنَّ رَسُولَ
اللّهِ # قالَ:
يُجْزِى في
الْوُضُوءِ
رِطَْنِ منْ
مَاءٍ«.وعند
أبي داود:
»وَكَانَ
يَتَوضّأ
بِإنَاءٍ
يَسَعُ رِطْلَيْنِ،
وَيَغْتَسِلُ
بِالصَّاعِ«.»المَكُّوكُ«:
المدّ .
1. (3641)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
(miktarca) bir sa'dan beş müdd'e kadar olan su ile yıkanır, bir müdd su ile
abdest alırdı."
Bir başka rivayette: "...beş mekkûk ile yıkanır, bir mekkûk
ile de abdest alırdı" denmiştir.
Bir diğer rivayette: "...beş..." denmiştir.
Tirmizî'nin rivayetinde "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Abdest için iki rıtl su kâfidir."
Ebû Dâvud'un rivayetinde: "...Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) iki rıtl ihtiva eden kapla
abdest alır, bir sâ' ile guslederdi" denmiştir.[263]
AÇIKLAMA:
1- Burada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın abdest ve
gusülde kullandığı su miktarı belirtilmektedir. Ancak günümüzde ölçü birimleri
ne sâ'dır, ne rıtl, ne de mekkûk. Belirtilen miktarları kavramada bu bir zorluk
olduğu gibi, şer'î kitaplarımızda müdd'ün, farklı hacimler ihtivâ eden
çeşitlerinden bahsedilmesi, mevzumuzun anlaşılmasında bir başka zorluk ortaya
koymaktadır.
Rıtl, müdd ve sâ arasındaki münasebeti ve bunların gram cinsinden
miktarını bahsin sonuna bırakarak burada şunu söyleyeceğiz: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın, Şâfiîlere göre, abdest suyu 530 gr, yani yarım
litreden biraz fazladır. Hanefîlere göre ise bir litre kadardır. Efendimizin
gusül için kullandığı su ise, Şâfiîlere göre 2, 120 litre ile 2,650 litredir;
Hanefîlere göre ise 4, 24 ile 5, 3 litre arasındadır.
2- Sadedinde olduğumuz hadis, Resûlullah'ın her zaman aynı
miktar su ile yıkanmadığını, bazan az,
bazan daha fazla su ile yıkandığını göstermektedir. Bu, bir sâ' ile beş müdd
arasında değişmektedir. Şu halde bu hususta kesin bir miktar tayin etmek
gereksizdir. İsrafa yer vermemek şartı ile su kullanımında serbest
davranılabilir.[264]
ـ3642 ـ2ـ وعن
سفينة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كانَ
رسولُ اللّهِ
# يُغَسِّلُهُ
الصّاعُ مِنَ
المَاءِ منَ
الجَنَابَةِ،
وَيُوَضِّيهِ
المُدُّ[.
أخرجه مسلم
والترمذي .
2. (3642)- Sefîne
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı bir
sa' miktarındaki su cenâbetten yıkar, bir müdd su da abdestine yeterdi."[265]
ـ3643 ـ3ـ وعن
أم عمارة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها: ]أنّ النّبىّ
# تَوَضّأ
فأُتِىَ
بِإنَاءِ
فِيهِ مَاءٌ
قَدْرُ
ثُلُثَىِ
المُدِّ[.
أخرجه أبو داود
والنسائي.وزاد:
»قالَ
شُعْبَةُ
فَأحْفَظُ
أنَّهُ
غَسَلَ ذِرَاعَيْهِ،
وَجَعَلَ
يَدْلُكُهُمَا،
وَجَعلَ
يَمْسَحُ
أُذُنَيْهِ
بَاطِنَهُمَا،
وََ أحْفَظُ
أنَّهُ
مَسَحَ
ظَاهِرَهُمَا[
.
3. (3643)- Ümmü Ammâre
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) abdest
aldı. Bu maksadla kendisine içerisinde üçte iki müdd miktarında su bulunan bir
kab getirilmişti."[266]
Nesâî şunu ilâve etmiştir: "Şu'be der ki: "Ben,
Aleyhissalâtu vesselâm' ın kollarını yıkadığını ve onları ovduğunu,
kulaklarının iç kısmını meshettiğini öğrendim. Ancak kulakların dışını da
meshettiğini bilmiyorum."[267]
ـ3644 ـ4ـ وعن
عبداللّه بن
زيد رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]جَاءَنَا
رَسولُ
اللّهِ #
فأخْرَجْنَا
لَهُ مَاءً في
تَوْرٍ مِنْ
صُفْرٍ
فَتَوَضّأ[.
أخرجه أبو
داود .
4. (3644)- Abdullah İbnu
Zeyd (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bize Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) gelmişti. Kendisine bakır kapta su getirdik, onunla abdest
aldı."[268]
AÇIKLAMA:
Bu hadis renkçe altına benzeyen sarı renkteki bakır ve tunçtan
mâmul kapların kullanılmasında dinî bir mahzur olmadığını göstermektedir. Sufr
hem bakır, hem de tunç ma'nâsına gelir.[269]
ـ3645 ـ5ـ وعن
أبيّ بن كعب
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسولُ
اللّهِ #: إنّ
لِلْوُضُوءِ
شَيْطَاناً
يُقَالُ لَهُ
الْوَلْهَانُ
فَاتَّقُوا
وَسْوَاسَ
المَاءِ[.
أخرجه
الترمذي.
5. (3645)- Ubeyy İbnu Ka'b
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Abdest (sırasında) vesvese veren bir şeytan vardır. Adı da
el-Velehân'dır. Öyleyse suyun vesvesesinden kaçının.."[270]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadiste Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), abdest
alırken vesveseye yer vermemek gerektiğini ders vermektedir. Abdest sırasında
bir çok kimsede görülen bir vesvese hâline dikkat çekilmektedir. Nitekim bâzı
insanlar abdeste başlar fakat bitiremez, uzuvları yeterince yıkamadığı, hatta
yıkamaktan unuttuğu, bazı yerleri kuru bıraktığı, üç kere değil de iki veya bir
kere yıkadığı vehimlerine düşer. Ezanla abdest almaya başladığı halde farzın
son rek'atine yetişir veya hiç cemaate yetişemez. Bilhassa kış şartlarında
uzuvların günde beş kere uzun müddet su ile muamele görmesinden hâsıl olan bazı
çatlamalar, kanamalar, hastalıklar da araya girer. Bunları sıkça çevremizde
görürüz. Bu çeşit müvesvislere "Mikroptan korunmak" gibi bir başka ad
altında namazlaniyazla ilgisi olmayan çevrelerde bile sıkça rastlanmaktadır.
Şu halde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu beşerî zaafa, su şeytanı el-Velehân'ın
vesvesesi ismini vererek dikkat çekmektedir. Velehân, "aklın gitmesi,
duyulan vecd sebebiyle mütehayyir ve şaşkın kalmak" ma'nâsına gelen bir masdardır.
Ancak, Arapçada masdar isim olarak kullanılabilir. Masdardan yapılan isim
mübâlağa ifade eder. Bu durumda Velehân "çokça vesvese veren", "aklı çelen",
"şaşkınlaştıran" ma' nâsına gelir. "Abdest şeytanı"nın
el-Velehân diye isimlendirilmesi, abdest sırasında onun ciddi bir şekilde
vesvese vermesinden ileri gelir. Bu sırada nasıl bir vesvese verdiğini yukarıda
açıkladık.
2- Ulemâ, bu hadisin abdest sırasında suyu isrâf etmenin
yasaklandığına delil olduğunu belirtir.
İslam fukahâsı, nehir kenarında bile olsa abdest alırken su israfının nehyedildiği hususunda icmâ
etmiştir.[271]
Asırların verdiği ülfetle ehemmiyeti ve gerçek ma'nâsı zihin ve
amellerimizden çıkmış bulunan dinimizin mühim müesseselerinden biri, abdest
alırken suyu isrâf etme yasağıdır. Bu
yasağın ruhunda, her çeşit isrâfın yasaklanması, tâbiatın korunması, sevilmesi,
sayılması gibi günümüz insanlığının, bâhusus çevrecilerin ısrarla üzerinde
durduğu meseleler mündemiçtir. Asrî önemine binaen, bu yasakla ilgili bir
yorumumuzu buraya aynen kaydetmede fayda mülâhaza ediyoruz:
"Atalarımız hayat için ehemmiyetine rağmen bol ve
bedâvalığına telmihan suyu bolluk ve kolaylık sembolü yapmışlar; "Su gibi
devlet bulasın" sözü, "su kadar kıymetli olan nimetlere, suyun elde
edilmesindeki kolaylık ve bollukla ulaşasın" demektir.
Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm) sudan pahalı olan eşyada
yapılacak israfın fenalığını ifade için,
bu pek ucuz olan suda yapılacak israfın kötülüğünü belirtmede ısrar etmiştir:
"Abdest alırken az su kullanılmalıdır, fazlası israftır, mekruhtur yani
yasaktır."
Bu yasak, kanaatimizce, tabiatın israftan korunması mes'elesinde
İslâm'ın sunduğu en vurucu, en ikna edici örnektir. Çünkü abdest sırasında su
israfının mekruh kılınması, suyun az olması, çölde veya yolda bulunulması gibi
yasağı "makul kılıcı" bir şarta bağlanmamıştır. Suyun çok bol
bulunduğu hallerde de israf mekruhtur. Şöyle ki: "Bir rivayette
belirtildiğine göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), kendisine abdest hususunda soru soran bir bedeviye,
uzuvlarını üçer def'a yıkamak suretiyle abdest almayı fiilen gösterdikten
sonra, ilâve eder: "Abdest böyle alınır, kim buna ilâvede bulunursa kötü
yapmış, haddi aşmış ve zulmetmiş olur." Hadiste geçen "zulmetmiş
olur" tabiri düşündürücüdür. Şârihlerimizin, "sevabtan mahrum
bırakmakla nefsine zulmetmiştir"
şeklindeki tavzihleri, tâbirden
bizim: "Yersiz kullandığı için eşyaya zulmetmiştir, emânete ihânet ettiği
için Mâlik-i Hakîki'ye karşı zulmetmiştir" ma'nâ ve hükümlerini de çıkarmamıza mâni değildir.
Şu hadis bu hususta daha sarihtir: "Sa'd abdest alırken Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
çıkageldi. Onun çok su kullanarak abdest aldığını görünce: "Bu israf da
ne?" diye müdâhale etti. Sa'd'ın: "Abdestte israf olur mu?" diye
sorması üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu açıklamayı yaptı:
"Evet, akmakta olan bir nehir kenarında olsanız da!"
Yasağın Tahlîli: Abdestle ilgili olarak gelen israf yasağının
ciddiyet ve şümûlünü iyice kavramak için mes'ele üzerine şu tahlili
yürütebiliriz:
1- Şurası muhakkak ki, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
her dinî mes'elede olduğu gibi, burada da ciddi ve mühim bir yasağı beyân
etmektedir.
2- Yasak, kazanılması için emek ve zahmet gerektirmeyen, para
harcanmayan yâni sırf bedâva olan bir nesne mevzubahis edilerek ifade
edilmiştir. Nehirde akan su...
3- Burada israf edilen su, tabiata hiç bir eksiklik
getirmiyor, kirlenme ilâve etmiyor, dengeye te'sir etmiyor.
4- Canlılara zarar vermiyor.
5- İsrafa sebeb olan fiil, aslında farz bir fiildir, keyfî bir
iş değildir: Namaz için gerekli olan temizlik...
Görünüşe göre, esas maksada bir noksanlık değil, mükemmellik katacak mâhiyettedir: Abdest uzuvlarının çokça yıkanması, temizliği artırıcı olabilir, eksiltici değil.
Şimdi düşünelim: Sayılan bu beş hafifletici şarta rağmen, abdest sırasında nehir suyunun fazla kullanılması kesin bir mekruh, nebevî bir yasak olursa, bu şartlara uymayan bir işteki israf ne derece bir yasak olur? Yani işlenen bir israf:
* Elde edilmesi zahmet, masraf veya en azından "zaman
kaybı" gerektiren bir eşya da olsa;
* Tabiata eksilme, kirlenme getirse, dengeye te'sir etse;
* Canlılara zarar verse;
* Ma'nâsız, keyfî, zevkî bir
maksadla yapılsa;
* Esas maksada ters düşse.
Yiyecek, giyecek ve diğer günlük istihlâk maddelerinde yapılan
israflar gibi.
Kırda gezerken gereksiz yere koparılan bir çiçek, kırılan bir ağaç
dalı bile, fazla kullanılan abdest suyu hakkında beyân edilen yasağa kıyasla
daha büyük bir cinayet olur.
Bu mukayese ile gittiğimiz takdirde odun, kömür, elektrik, benzin,
kâğıt, kalem gibi masraf ve emek gerektiren, dünyanın tabiî servetine eksilme
getiren, istihlâkı tabiatın kirlenmesine sebeb olan, insanlara zarar veren
maddelerde düşülen israfların dinî açıdan değeri daha iyi anlaşılır.
Nehirde akan suyun abdest sırasında israf edilmesinin yasaklığı
vicdanda yer etmiş bulunan bir mü'minin, başka çeşit israflar karşısında
ruhunun derinliklerinde nasıl titremeler hissedeceği açıktır.
Şu halde, tabiatın makul bir istimali ve israfla heder edilmekten
korunması da, herşeyden önce vicdanların iman ile doyurularak, sünnetinde en
güzel örnekler bulunan sevgili Peygamberimize intisab ettirilmesine bağlıdır.
Netice olarak şunu söylemek isteriz: Abdestle ilgili olarak
Peygamberimiz Hz. Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ve tek başına alındığı
takdirde tam anlaşılamayan bu yasağın mühim gayelerinden biri de, her gün
mübâşeret ettiğimiz eşyaları, başka bir ifade ile, bize emânet edilmiş bulunan
tabiatı kullanırken ölçülü olmayı, günde beş kere mü'min vicdanlara hatırlatma
ve iktisadlı olmayı, fiillerine perçinlemektir.
Beş kere abdest, beş kere tabiata saygı ve iktisad dersidir.[272]
Bu ölçü birimlerinin mahiyeti hakkında Tecrid-i Sarih mütercimi
merhum Ahmed Naim Bey'in bir tahkihini aynen kaydediyoruz:
SA': Beş rıtl-ı Bağdâdî ile bir sülüs rıtl 1/3 istiâb eden kaba
denir. Bir müdd de bir sâın dörtte biri miktarıdır. Bu şâfiîlerden
Nevevî'nin verdiği hesaptır. Ancak bu
ölçek pek ihtilaflı olduğundan ihtilâfların derecesini anlamak isteyenler Kamus
Tercemesinden müdd, sâ, mekkûk, rıtl kelimelerine mürâcaat edebilirler.
Aleyhissalâtu vesselâm Efendimiz hazretlerinin muhtelif miktarlarda su ile
abdest alıp iğtisal buyurduklarına dair diğer pek çok rivayetler de vardır.
Buradaki miktarlar orta yapılı bir kimsenin yıkanacak âzâsı üzerinden akacak
suyun en az miktarını gösterir. Bedenin âzâsı üzerinden su akıttıktan sonra bu
miktardan da az su ile hades giderilebilir. İsraf dedirtmeyecek ziyadesiyle de
caizdir. Medine-i Münevvere'de
kullanılan müdd -ki fukahâ arasında "Müdd-ü Nebevî" namıyla maruftur- 1. 1/3 rıtl miktarı alan
bir hacim ölçüsüdür. Dört müdd, bir sâ'dır. Ancak müdd ile sâ'ın miktarlarını
anlamak, mikyâs tutulan rıtlın ne miktar olduğunu bilmeye bağlıdır. Rıtlın ise
Bağdâdîsi, Şâmîsi vardır. Yani birinin küsûru İran, diğerininki Roma ölçüleri
olup hesap edilince takribi bir miktar gösteren iki ölçektir. Rıtl-ı Bağdâdî
(130), daha doğrusu İmam Nevevî'nin tahkikine göre 128. 4/7 dirhemdir. Esahh
olan, ikinci takdiri se de kesirli olduğundan buna 1. 3/7 dirhem; diğer tabirle
bir miskâl katarak kesirsiz (130) dirhem itibâr edilmiştir, deniliyor.
1. 1/3 rıtl olan bir Müdd-ü Nebevî bu hesaba göre 171. 3/7 veya
(130) dirhem hesabına göre 173. 1/3 dirhem eder ki en doğru hesap ve takdire
göre bir dirhem (3.0898) gram ettiğinden bu miktar su 0,530 yâni yarım litreden
biraz ziyadece bir şey tutar. Bu miktar bugün sucuların kullandıkları su bardaklarından üçünün aldığı sudan azdır. Bu
imam Şâfiî ile Hicaz fukahasının takdîri olup Ebû Hanîfe ile Irak fukahasına
göre ise bir müdd, iki rıtl olduğundan abdest suyunun miktarı (1,06) litre eder
ki, beş kadehten biraz ziyadecedir.
Rıtl-ı Şâmî: Kâmus Tercümesi'nin rıtl maddesinde beyân edildiğine
göre (12) okiyye ve her okiyye (40) dirhem olduğundan bu hesaba göre (480) ve
bir müdd (620) dirhem olmak lazım gelirse de
yine Kâmus'un mekkûk maddesinde tafsil edildiğine göre bir okiyye 1. 2/3
istâr,bir istâr 4. 1/2 miskal, bir
miskâl de 1. 3/7 dirhem olduğundan bir rıtl -yine İmam Nevevî'nin bildirdiği
üzere- 128. 4/7 ve bir müdd 171. 3/7
dirhem olmuş olur. Bu hesaba göre okiyye Kamus müterciminin rıtl maddesinde
dediği gibi kırk dirhem değil, Hicazlıların takdirine göre 10. 5/7 ve
Iraklıların takdirine göre 21. 3/7 dirhem olmuş olur. Meğer ki o maddede dirhem
nâmiyle gösterdiği başka ölçü ola.
Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtu vesselâm Efendimiz hazretlerinin
-buradaki rivayete nazaran- abdest suyu işte bu kadar az miktardadır. Gusül için kullandıkları su
da -bu rivayete nazaran- dörtten beş müdd kadardır ki, o da 685. 5/7 ve 857. 1/7 dirhem eder ki
aşağı yukarı (2,120)'den (2,650) litreye kadar eder. Irak fukahasının müddü iki
rıtl itibar ettiklerine göre ise bu miktar takriben (4,24)'den (5,3) litreye
kadardır.[273]
ـ3646 ـ1ـ عن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كانَ لِرَسُولِ
اللّهِ #
خِرْقَةٌ
يُنَشِّفُ
بِهَا بَعْدَ
الْوُضُوءِ[.
أخرجه
الترمذي .
1. (3646)- Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
abdest aldıktan sonra kurulandığı bir bezi vardı."[274]
ـ3647 ـ2ـ وعن
معاذ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]رَأيْتُ
رَسُولَ
اللّهِ # إذَا
تَوَضّأ
مَسَحَ وَجْهَهُ
بِطَرَفِ
ثَوْبِهِ[.
أخرجه
الترمذي .
2. (3647)- Hz. Mu'âz
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
gördüm, abdest alınca elbisesinin bir kenarıyla yüzünü siliyordu."[275]
AÇIKLAMA:
Bu rivayetler Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın abdest
aldıktan sonra yüzünü ve kollarını kurutmak üzere mendil (havlu, bez vs.)
kullandığını ifade eder. Ancak Tirmizî, bu babta gelen hadislerin hep zayıf
olduğunu söyler ve: "Bu babta Resûlullah'tan hiçbir sahih rivayet
gelmedi" der.
Yine Tirmizî'nin bildirdiğine göre, Ashab ve daha sonra
gelenlerden bir kısım ilim ehli abdestten sonra kurulanmak için mendil vs.
kullanmaya cevaz verirken, diğer bir kısmı ise hiç tecviz etmemiştir. Tecviz
etmeyenler, kıyamet günü, abdest suyunun tartılacağını kabul ederler. Zührî
"Mendil mekruh addedilmiştir, çünkü abdest suyu (Kıyamet günü)
tartılacaktır" demiştir. Bu düşünceye göre, abdest suyu tartılacağına göre
onu silerek izâle etmek mekruhtur.
Abdestten sonra kurulanma meselesinin hükmü, görüldüğü şekilde
ihtilaflı ise de umumiyetle kurulanmanın cevazına hükmedilmiştir.[276]
ـ3648
ـ1ـ عن أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
َرَسولُ
اللّه #: َ
صََةَ لِمَنْ
َ وُضُوءَ
لَهُ، وََ
وُضُوءَ
لِمَنْ لَمْ يَذْكُرِ
اسْمَ اللّهِ
عَلَيْهِ[.
أخرجه أبو داود
.
1. (3648)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular: "Abdesti olmayanın namazı yoktur. Üzerine Allah'ın ismini
zikretmeyen kimsenin abdesti de abdest değildir."[277]
ـ3649 ـ2ـ وعن
رباح بن
عبدالرحمن بن
أبي سفيان بن
حويطب عن جدته
عن أبيها قال:
]سَمِعْتُ
رَسولَ اللّهِ
# يَقُولُ: َ
وُضُوءَ
لِمَنْ لَمْ
يَذْكُرِ
اسْمَ
اللّهِ
علَيْهِ[.
أخرجه
الترمذي .
2. (3649)- Rabâh İbnu
Abdirrahman İbnu Ebî Süfyan İbnu Huveytip an ceddetihî an ebîhâ'dan rivayete
göre demiştir ki:
"Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı işittim. Diyordu
ki: "Üzerine Allah'ın ismini zikretmeyen kişinin abdesti yoktur."[278]
ـ3650 ـ3ـ وعن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]سَمِعْتُ
رَسولَ اللّه
# يَقُولُ:
مَنْ ذَكَرَ
اللّهَ
تَعالى
أوَّلَ
وُضُوئِهِ
طَهُرَ جَسَدُهُ
كُلُّهُ،
وَإذَا لَمْ
يَذْكُرِ اسْمَ
اللّهِ لَمْ
يَطْهُرْ
مِنْهُ إَّ
مَوْضِعُ
الْوُضُوءِ[.
أخرجه رزين .
3. (3650)- Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
işittim. Diyordu ki: "Kim abdestinin başında Allah'ı zikrederse bedeninin
tamamı temizlenir. Eğer Allah'ın ismini zikretmezse bu kimsenin sadece abdest
uzuvları temizlenir."[279]
ـ3651 ـ4ـ وعن
موسى رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]أتَيْتُ
رَسولَ
اللّهِ #
وَهُوَ
يَتَوَضّأ
فَسَمِعْتُهُ
يقُولُ:
اللَّهُمَّ
اغْفِرْ لِى
ذَنْبِى،
وَوَسِّعْ
لِى فِي
دَارِى،
وَبَارِكْ
لِى فِي
رِزْقِى[.
أخرجه رزين .
4. (3651)- Ebû Musa (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a geldim,abdest alıyordu.
Şu duayı okuduğunu işittim: "Allahümma'ğfirlî zenbî ve vassi'lî ve bârik
lî fî rızkî (Allah'ım günahımı mağfiret
et evimi bana genişlet, rızkımı bana mubârek kıl."[280]
AÇIKLAMA:
1- Besmele: Allah'ı, "Bismillâhirrahmânirrahîm" diye
anmaktır. Tesmiye ise Allah'ı herhangi bir ismiyle anmaktır.
2- Abdest alırken besmele çekmenin hükmü münâkaşa edilmiştir.
Ahmed İbnu Hanbel ve Zâhirîler, bunu emreden hadislerden hareketle tesmiyeyi
abdest için vacib addetmişler, besmele çekilmeden alınan abdestin abdest
sayılmayacağına hükmetmişlerdir. Bunlar, besmeleyi terk işinde unutarak terkle,
kasden âmmden terk arasında da fark görmezler. Ancak diğer üç imam ve bir rivayette de Ahmed İbnu Hanbel tesmiyeyi
müstehab addederler.
Şah Veliyyullah Dehlevî 3649 numaralı hadisi açıklarken:
"Abdestte tesmiyenin rükün veya şart olmasında bu hadis nassdır. Ancak,
hadisin "tesmiye olmazsa abdest mükemmel olmaz" ma'nâsında olması da
muhtemeldir, ancak böylesi te'villere gönlüm razı olmuyor, çünkü o, lâfza
muhâlefet getiren uzak te'villerden olmaktadır" der. Fakat Aliyyü'l-Kâri,
bu ifadeyi kemâl'in nefyine hamletmek gerekeceğinde cezmeder: Burada, ehl-i
Zâhir'e muhalif olarak, kemal'in nefyine hamledilmiştir. Çünkü İbnu Ömer ve
İbnu Mes'ud'dan gelen rivayetlerde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Kim abdest alır ve üzerine Allah'ın ismini zikrederse, bu abdest bütün
bedeni için temizlik olur. Kim de abdest alır, üzerine Allah'ın ismini
zikretmezse, bu abdest sâdece abdest uzuvları için bir temizlik olur"
buyurmuştur. [281]
(Altı Fer'e ayrılan sebeplerle abdest bozulur)
*
BİRİNCİ FER':
Vücuddan Çıkan Bozucular:
1- YEL
2- MEZİ
3- KUSMUK
4- KAN
*
İKİNCİ FER':
KADIN VE FERCE DEGMEK
1- KADINA DEGMEK
2- FERCE DEGMEK
*
ÜÇÜNCÜ FER':
UYKU, BAYILMA
*
DÖRDÜNCÜ FER':
ATEŞTE PİŞENİN YENMESİ
1- ABDEST GEREKTİREN
2- ABDEST GEREKTİRMEYEN
*
BEŞİNCİ FER'
DEVE ETLERİ
*
ALTINCI FER':
MÜTEFERRİK HADİSLER
ـ3652 ـ1ـ عن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ النّبىَّ
# قالَ: َ
وُضُوءَ إَّ
مِنْ صَوْتٍ، أوْ
رِيحٍ[.وفي
رواية: ]إذَا
كَانَ
أحَدُكُمْ فِي
المَسْجِدِ
فَوَجَدَ
رِيحاً
بَيْنَ ألْيَتَيْهِ
فََ يَخْرُجْ
حَتّى
يَسْمَعَ صَوْتاً،
أوْ يَجِدْ
رِيحاً[.
أخرجه مسلم
وأبو داود
والترمذي،
وهذا لفظ
الترمذي .
1. (3652)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Ses ve koku olmadıkça abdest alınmaz."
Bir rivayette şöyle gelmiştir: "Biriniz mescidde iken,
kabaları arasında bir yel hissetse ses
işitmedikçe veya koku duymadıkca dışarı çıkmasın.[282]"
ـ3653 ـ2ـ
ولمسلم: ]إذَا
وَجَدَ
أحَدُكُمْ في
بَطْنِهِ
شَيْئاً
فَأشْكَلَ
عَلَيْهِ
أخَرَجَ أمْ
َ؟ فََ
يَخْرُجَنَّ
مِنَ
المَسْجِدِ
حَتَّى
يَسْمَعَ
صَوْتاً، أوْ
يَجِدَ
رِيحاً[ .
2. (3653)- "Sizden
biri, karnında bir şeyler hissetse ve fiilen çıkıp çıkmadığı hususunda tereddüd içinde kalsa, bir ses işitmedikçe
veya bir koku duymadıkça mescidden çıkmasın."[283]
ـ3654 ـ3ـ
وعند أبي
داود: ]إذَا
كَانَ أحَدُكُمْ
فِي الصََّةِ
فَوَجَدَ
حَرَكَةً فِي
دُبُرِهِ
أحْدَثَ، أوْ
لَمْ
يُحْدِثْ؟ فَأشْكَلَ
عَلَيْهِ،
فََ
يَنْصَرِفْ
حَتّى يَسْمَعَ
صَوْتاً، أو
يَجِدَ
رِيحاً[ .
3. (3654)- Ebû Dâvud'da
şöyle gelmiştir: "Biriniz namazda iken, dübüründe bir hareket hissetse ve
abdestinin bozulup bozulmadığı hususunda tereddüde düşse, bir ses işitmedikçe
veya bir koku duymadıkça mescidi terketmesin."[284]
ـ3655 ـ4ـ وعن
عبداللّه بن
زيد رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]شُكِىَ
إلى النّبىِّ
# الرجُلُ
يُخَيَّلُ
إلَيْهِ
أنَّهُ يجِدُ
الشَّىْءَ في
صََتِهِ قالَ:
َ يَنْصَرِفْ
حَتّى يَسْمَعَ
صَوْتاً أوْ
يَجِدَ
رِيحاً[.
أخرجه الخمسة إ
الترمذي .
4. (3655)- Abdullah İbnu
Zeyd (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a,
namazda iken hayaline abdesti bozuldu gibi gelen bir adamdan bahsedilmişti.
Şöyle ferman buyurdular:
"Sesi işitip kokuyu duymadıkça namazı sakın
terketmesin."[285]
ـ3656 ـ5ـ
وزاد أبو داود
في رواية:
]إذَا دَخَلَ
أحَدُكُمُ
المَسْجِدَ
فَوَجَدَ
شَيْئاً بَيْنَ
ألْيَتَيْهِ
فََ يَخْرُجْ
حَتّى يَسْمَعَ
فَشِيشَهَا
أوْ طَنِينَهَا[.»الْفَشِيشُ«
خروج ريح من
نحو السقاء، أراد
صوت الريح
التي تخرج من
ا“نسان .
5. (3656)- Ebû Dâvud bir
rivayette şu ziyadede bulunmuştur: "Biriniz mescide girince, kabaları
arasında bir şey hissedecek olsa, çıkanın sesini işitmedikçe sakın mescidden
dışarı çıkmasın."[286]
AÇIKLAMA:
Bu hadisler namaz esnasında veya mescide girince abdestin
bozulduğuna dair vesveseye düşüldüğü takdirde takip edilecek yolu
göstermektedir. Karşılaşılan duruma vesvese diyoruz. Çünkü, abdestinin
bozulduğu hususunda kanaate sahip olan müslümanın hâli tereddüt olmaz, bilir ki
abdesti bozulmuştur. Abdesti bozulan, abdest almadıkça namaz kılamaz.
Abdestinin bozulduğuna hükmeden kimsenin ses ve koku duymaya ihtiyacı yoktur.
Ya kulağı sağır, burnu hasta olan kimse ne olacak? Şu halde hadis, abdestin
bozulduğuna dair kalbe gelecek vesveseyi mevzubahis etmektedir.
Nevevî der ki: "Hadisin ma'nâsı şudur: Abdestin bozulması
yelin çıkmasına bağlıdır. Bunun sesini işitmek veya kokusunu duymak şart
değildir, bu hususta müslümanlar icma eder."
Sadedinde olduğumuz hadis (3656) İslâm'ın temel prensiplerinden
birini teşkil eder ve fıkhın büyük bir kaidesini vaz'eder. Bu kaide şudur:
Eşyanın, hilâfı kesinlik kazanmadıkça aslı üzere devamının esas alınmasıdır.
[Bu, Mecelle'de "şekk ile yakîn zâil olmaz" diye ifade edilmiştir.]
Öyle ise, asıl ne ise onun varlığı kabul edilir. Bu aslî hal şüphe ile kalkmaz,
kesin bilgi ile kalkar. Sadedinde olduğumuz mesele de bu hususla ilgilidir.
"Her kim, abdesti olduğunu yakinen bilip dururken hades vâki
oldu diye bir tereddüde düşecek olursa abdestin devam ettiğine hükmedecektir,
çünkü içine gelen bu tereddüt, bir vehimdir. Böylesi bir vehmin namazın içinde
gelmesiyle dışında gelmesi arasında fark yoktur. Bu görüş, hem bizim
mezhebimizin (Şâfiî) ve hem de halef ve selef'ten cumhurların müşterek
görüşüdür."
Öyleyse kim abdestli olduğu hususunda kesin bilgisi (yakîni)
varken bozulduğuna dair şekke düşecek olursa abdestli olduğuna hükmedip şekke
itibar etmeyecek; kim de hades vâki
olduğu hususunda yakîni hâsıl olur da abdestinin devamı hususunda tereddüde
düşecek olursa abdestinin bozulduğuna hükmedecektir.
İbnu'l-Mübârek de şöyle demiştir: "Kişi hades hususunda şekke
düşerse, yakîn kesbetmedikçe abdest
gerekmez. Yakîni de şöyle anlarız: O hususta yemin edebilmelidir."[287]
ـ3657 ـ6ـ وعن
عليّ بن طلق
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّه #:
إذَا فَسَا
أحَدُكُمْ في الصََّةِ
فَلْيَنْصَرِفُ
فَلْيَتَوَضّأ،
وَلْيُعِدِ
الصََّةَ[.
أخرجه أبو
داود .
6. (3657)- Ali İbnu Talk
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Biriniz namazda yellenirse derhal namazdan çıksın, abdest
alsın ve namazı iade etsin."[288]
ـ3658 ـ7ـ
والترمذي
لفظه: ]أتَى
أعْرَابِىٌّ
فقَالَ يَا
رسولَ اللّهِ:
الرَّجُلُ
مِنَّا يَكُونُ
في الْفََةِ،
وَتَكُونُ
مَعَهُ
الرُّوَيْحَةُ،
وَيَكُونُ في
المَاءِ
قِلَّةٌ،
فقَالَ رسولُ
اللّهِ # إذَا
فَسَا
أحَدُكُمْ
فَلْيَتَوضّأ،
وََ تَأتُوا
النِّسَاءَ
في أعْجَازِهِنَّ،
فإنَّ اللّهَ
َ
يَسْتَحْيِى
مِنَ الحَقِّ[
.
7. (3658)- Bu hadisin
Tirmizî'deki lâfzı şöyle: "Bir bedevi gelerek: "Ey Allah'ın Resulü!
bizden bir kimse çölde bulunsa, azıcık bir yel kaçırsa, suyu da az ise (ne
yapmalıdır)?" diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Sizden biri yellenecek olursa abdest alsın. Kadınlara da
arkalarından temas etmeyiniz. Bilesiniz ki Allah hakk(ın sorulması ve
açıklanmasıyla ilgili hususlarda sizden) utanma talebinde bulunmaz."[289]
AÇIKLAMA:
1- Ali İbnu Talk (radıyallahu anh)'tan gelen bu rivayet, mühim bir pedogojik prensip vazetmektedir: Hakkı öğrenmede veya öğretmede
istihya (utanma) olmamalıdır. Yani hayat için lüzumlu ve gerekli olan
bilgilerin öğretilmesinde ve sorup öğrenilmesinde utanma olmamalıdır. Elbette
ki utanma ve istihya mekârim-i ahlâktandır, güzel bir haslettir. Ancak dinin
öğrenilmesi ve öğretilmesi hususlarında bu olmamalıdır. Bir başka ifade ile,
utanma vesilesi olan meselelerle ilgili sorularımız varsa utanma duygusu
bunları sormamıza mâni olmamalıdır veya sorulmuşsa anlaşılacak bir açıklıkla
anlatmamıza mâni olmamalıdır. Din-i Mübîn-i İslam, bu meselelerin
öğretilmesi ve öğrenilmesi mevzubahis olduğu vakit utanma ile hareket ederek
meselelerin kapalı bırakılmasını meşru addetmemiştir.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), birçok rivayetlerde görüldüğü üzere, o çeşit meseleleri tebliğ ederken âyet-i kerimeden muktebes olarak (Ahzâb 53) إنَّ اللّهَ َ يَسْتَحْيِى مِنَ الحَقِّ diyerek söze başlamıştır. Bu ibârenin: "Hak meselesinde Allah utanmanızı istemez" şeklinde tercümesi muvafık düşer.
2- Hadis, ayrıca fıkhî olarak, namaz kılarken şu veya bu sebeple yel kaçması vukû bulduğu
takdirde abdestin mutlaka bozulacağını, namazdan hemen çıkılması gerektiğini
ifade ediyor. Aslında, yel çıkması namaz dışındaki vâki olsa yine abdest
bozulur. Bu hadis, yelin abdesti bozacağına kesin delildir. Buna zıt olan şöyle
bir hadis daha rivayet edilmiştir: "Biriniz namazda son celsede iken selam
vermeden önce, abdestini bozan bir hâl vuku bulsa, namazını kılmış
sayılır." Bu durumda namaz tamam sayılır, çünkü selam vermek namazın
vâciblerindendir. Öyleyse, oturmuş olmakla farz yerine gelmiş, farz yerine geldikten
sonra vâcib olan selamdan önce abdesti bozulmuştur. Vacibin terki namazda bir
eksiklik ise de iptalini gerektirmez. Gerçi bu hadisin zayıf olduğu da
söylenmiştir.
3- Hadiste istihyâyı gerektiren bir meseleye daha temas
edilmiştir: Kadınlara arka uzuvlarından temas. Bu, âyet-i kerime ile tesbit
edilen temas edebine münafidir. Zira Rabbimiz Teâlâ Hazretleri bu edebi şöyle
tesbit eder: "Kadınlarınız sizin
tarlanızdır, tarlanıza istediğiniz gibi gelin" (Bakara 223). Âlimler,
burada kadınların çocuk ekilen bir tarlaya teşbih buyurulduğunu, binaenaleyh
ekim maksadı esas olan temasın ekim yeri olan ön uzva olacağının irşad
edildiğini söylerler. Gerçi Resûlullah başka hadisleriyle de kadınlara arka
uzvundan teması şiddetle yasaklamıştır. Şu halde bu mesele, âyet ve hadislerle
kesin ve açık şekilde beyan edilmiştir.[290]
ـ3659 ـ1ـ عن
محمد بن
الحنفية قال:
]قالَ علِيُّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
كُنْتُ رَجًُ
مَذَّاءً فاسْتَحْيِيْتُ
أنْ أسْألَ
رسولَ اللّهِ
# لِمَكَانِ
ابْنَتِهِ،
فَأمَرْتُ
الْمِقْدَادَ
بنَ ا‘سْوَدَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
فَسَألَهُ
فقَالَ:
يَغْسِلُ
ذَكَرَهُ
وَيَتَوضّأ[.
أخرجه الستة،
وهذا لفظ
الشيخين .
1. (3659)- Muhammed İbnu Hanefiyye anlatıyor: "Hz. Ali
(radıyallahu anh) dedi ki: "Ben mezisi
akan bir kimseydim. Bunun hükmü hususunda -kızı hanımım olması
sebebiyle- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a soramamıştım. Mikdâd İbnu'l-Esved (radıyallahu anh)'a söyledim, o
sordu. Şu cevabı almıştık:
"(Mezisi gelen kimse) zekerini yıkar ve abdest alır."[291]
ـ3660 ـ2ـ وفي
رواية مالك
وأبي داود، عن
المقداد:
]أنَّ
عَلِيّاً
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
أمَرَهُ أنْ
يَسألَ لَهُ
رسولَ اللّهِ
# عَنِ الرَّجُلِ
إذَا دَنَا
مِنْ
امْرَأتِهِ
فَخَرَجَ مِنْهُ
المَذْىُ
مَاذَا
عَلَيْهِ؟
قالَ عَلِىٌّ:
فإنْ عِنْدِى
ابْنَةَ
رسولِ اللّهِ
#، وَأنَا
أسْتَحْيِى
أنْ أسْألَهُ.
قالَ الْمِقْدَادُ:
فسَألْتُ
رسولَ اللّهِ
# عَنْ ذلِكَ
فقَالَ إذَا
وَجَدَ
أحَدُكُمْ
ذلِكَ
فَلْيَنْضَحْ
فَرْجَهُ
بِالْمَاءِ،
ولْيَتَوَضّأ
وُضُوءَهُ
لِلصََّةِ[.زاد
أبو داود في
أخرى: »لِيَغْسِلْ
ذَكَرَهُ
وَأُنْثَيَيْهِ«
.
2. (3660)- Muvatta ve Ebû Dâvud'un
rivayetlerinde Mikdâd şöyle demiştir: "Hz. Ali (radıyallahu anh), bana
kendisi için Resûlullah'tan: "Kadınına yakınlaşınca mezisi akan kimseye ne
gerektiği hususunda sormamı söyledi. Ali ilâveten dedi ki: "Zira yanımda
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
kızı var, bu sebeple bizzat sormaktan utanıyorum."
Mikdâd der ki: Ben bu mesele hakkında Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a sordum. Şu cevabı verdi:
"Biriniz buna rastlarsa fercini su ile yıkasın. Namaz abdesti
ile abdest alsın."
Ebû Dâvud bir başka rivayette şu ziyadeyi kaydeder:
"...zekerini ve iki husyesini yıkasın."[292]
ـ3661 ـ3ـ وله
في أخرى قال
على رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]كُنْتُ
رَجًًُ
مَذَّاءَ
فََجَعَلْتُ
أغْتَسِلُ
حَتّى
تَشَقّقَ
ظَهْرِى،
فَذَكَرْتُ
ذلِكَ
لِلنَّبىِّ #
أوْ ذُكِرَ
لَهُ، فقَالَ:
َ تَفْعَلْ،
إذَا رَأيْتَ
المَذْىَ
فَاغْسِلْ
ذَكَرَكَ،
وَتَوضّأ
وُضُوءَكَ
لِلصََّةِ،
فإذَا
فضَخْتَ المَاءَ
فَاغْتَسِلْ[
.
3. (3661)- Yine Ebû
Dâvud'un bir diğer rivayeti şöyledir: "Hz. Ali (radıyallahu anh) dedi ki:
"Ben mezisi akan bir kimseydim,
yıkanmaya başladım. (Sonunda) sırtım çatlayacak hale geldim. Durumu Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a zikrettim -veya ona zikredildi-. Bunun üzerine
Aleyhissalâtu vesselâm:
"Öyle yapma, (her seferinde yıkanma)! Meziyi gördün mü,
zekerini yıka, sonra da namaz abdestiyle abdest al. Ancak meni atacak olursan o
zaman yıkan!" buyurdular."[293]
AÇIKLAMA:
1- Üçü de Hz. Ali ile ilgili olan bu rivayetler mezi
akıntısının guslü gerektirmediğini ifade etmektedir.
2- Mezî, erkek tenasül uzvundan gayr-ı irâdi olarak gelen
renksiz, kaygan ve sünen bir maddedir. Meniden
ayrıdır. Meni şehvetle ve hızla geldiği halde, bu sızıntı halinde akar.
3- Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm), mezi sebebiyle yıkanma gerekmiyeceğini, fakat
bulaşığının yıkanması gerektiğini belirtmektedir.
4- 3660 numarada Ebû Dâvud'un bir rivayetinde kaydedilen
"İki husyesini de yıkasın" ibaresini açıklama sadedinde Hattâbî der
ki: "Fazladan bir temizlik olarak husyelerin de yıkanmasını Aleyhissalâtu
vesselâm emretmiştir. Zira mezi, bazan dağılarak husyelere de değer." Ve dahi denir ki:
"Soğuk su husyelere değince, mezi akıntısını durdurur, bunun için
Aleyhissalâtu vesselâm onların yıkanmasını emir buyurmuştur.
Şunu da belirtelim ki, Ebû Dâvud'da Sehl İbnu Hanif'ten gelen bir
rivayet, Sehl'in mezi elbiseye değince ne yapacağını sorduğunu; Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın da: "Bir avuç su alıp mezi bulaşığının değdiği
kısma serp, bu sana yeter" dediğini görüyoruz.
Âlimler, elbiseye değen mezi hususunda ihtilaf etmiştir:
* Bazıları, "yıkanmadıkça elbise temiz sayılmaz"
demiştir. Şâfiî ve İshâk bu görüştedir.
* Bazıları, "Su çilemek yeterli olur" demiştir.
Ahmed İbnu Hanbel böyle diyenlerdendir.[294]
ـ3662 ـ4ـ وعن
سهل بن حنيف
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كُنْتُ
ألْقَى مِنَ
المَذْىِ
شِدَّةً وَعَنَاءً،
وَكُنْتُ
أكْثِرُ
مِنْهُ
اغْتِسَالَ،
فَسَألْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
فقَالَ: إنَّمَا
يُجْزِئُكَ
مِنْ ذلِكَ
الْوُضُوءُ، فَقُلْت
يَا رسُولَ
اللّهِ:
فَكَيْفَ
بِمَا يُصِيبُ
الثَّوْبَ
مِنْهُ؟
فقَالَ:
يَكْفِيكَ
بِأنْ
تَأخُذَ
كَفّاً مِنْ
مَاءٍ فَتَنْضَحَ
بِهَا منْ
ثَوْبِكَ
حَيْثُ تَرَى
أنّهُ أصَابَهُ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
4. (3662)- Sehl İbnu Hüneyf
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben mezi akıntısından epey bir sıkıntıda idim. Bu yüzden sık sık gusül
yapıyordum. Sonunda Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bu husustan sordum.
Bana:
"Meziden dolayı sana abdest kâfidir!" buyurdular.
"Ey Allah'ın Resûlü! elbiseye değen meziden ne
yapmalıyım?" dedim.
"Bir avuç su alıp, bunu, mezinin değdiğini zannettiğin
yerlere serpmen sana yeterlidir!" cevabını verdi."[295]
AÇIKLAMA:
Açıklama önceki hadiste geçmiştir. Şu kadarını öz olarak
söyleyebiliriz: Fukahâca "Sidikler, tersler, meniler, bevlden sonra gelen
vedi adındaki mâyiler, mülâabe zamanında tenasül uzvundan çıkıp mezi denen
rutubetler, ağız dolusu kusuntular, herhangi bir uzuvdan çıkıp akan kanlar, kadınlara
mahsus âdet, lohusalık ve istihâze hallerindeki kanlar" necâset-i
galîzadan (ağır pislik) sayılmıştır. Bunlar temizlenmeden namaz kılınmaz.
Sadece Şâfiîler ile Hanbelîlere göre meni temizdir.
"Necâset-i galîza sayılan bir şeyin katı ise bir miskalden
yani yirmi kırattan (bir miskal 1,5 dirhem; 1 dirhem = yaklaşık 3,09 gram eder;
1,5 miskal de 4,6 gram yapar), mâyi ise el ayası sahasından geniş miktarı,
giderilmesi kabil olunca namazın sıhhatine mani olur. Bu miktarlar ise
necâset-i kaliledir, namazın sıhhatine mani olmaz, mâfüv sayılır."[296]
ـ3663 ـ5ـ وعن
عبداللّه بن
سعد ا‘نصارى
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]سَألْتُ
رسولَ اللّهِ
# عَمَّا
يُوجِبُ
الْغُسْلَ،
وَعَنِ
المَاءِ يَكُونُ
بَعْدَ
المَاءِ،
فقَالَ: ذلِكَ
المَذْىُ،
وَكُلُّ
فَحْلٍ
يُمْذِى
فَتغْسِلُ
مِنْ ذلِكَ
فَرْجَكَ
وَأُنْثَيَيْكَ،
وَتَوَضّأ
وُضُوءَكَ
لِلصََّةِ[.
أخرجه أبو
داود.
5. (3663)- Abdullah İbnu
Sa'd el-Ensârî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'dan guslü gerektiren şeyler nelerdir, sudan sonra olan sudan sordum.
Şu cevabı verdi:
"Bu mezîdir. Her erkek mezi ifrâz eder. Mezî akınca fercini
ve husyelerini yıkarsın, ve namaz abdestiyle de abdest alırsın."[297]
ـ3664 ـ6ـ وعن
عمر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]إنِّى َجِدُهُ
يَتَحَدّرُ
مِنِّى
مِثْلَ
الحَرِيرَةِ،
فإذَا وَجَدَ
أحَدُكُمْ
ذلِكَ
فَلْيَغْسِلْ
ذَكَرَهُ
وَلْيتَوضّأ
وُضُوءَهُ
لِلصََّةِ.
يَعْنِى المَذْىَ[.
أخرجه مالك .
6. (3664)- Hz. Ömer
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben de (mezîyi), kendimden ipek ipliği gibi
iner görürdüm. Öyleyse bunu sizden biri görünce (telaşlanmayıp) zekerini
yıkasın ve namaz abdestiyle abdest alsın." -Burada mezîyi
kastetmiştir.-"[298]
ـ3665 ـ1ـ عن
أبي الدرداء
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنّ النبىَّ #
قاءَ
فَتَوَضّأ.
قالَ
مَعْدَانُ: وَلَقِيتُ
ثَوْبَانَ
مَوْلَى
رسُولِ اللّهِ
# رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
في مَسْجِدِ
دِمِشْقَ
فَذَكَرْتُ
لَهُ ذلِكَ
فَسَألْتُهُ،
فقَالَ:
صَدَقَ
وَأنَا صَبَبْتُ
لَهُ
وَضُوءَهُ[.
أخرجه أبو
داود والترمذي
.
1. (3665)- Ebû'd-Derdâ (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) (bir keresinde) kustu ve abdest aldı." Ma'dân der
ki: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın âzadlısı Sevbân (radıyallahu
anh)'a Şâm camiinde rastladım. Bu meseleyi ona hatırlattım ve ondan
(mahiyetini) sordum. Şu cevabı verdi:
"Doğru söylemiş, o zaman abdest suyunu da Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın kendilerine ben dökmüştüm."[299]
AÇIKLAMA:
Bâzı âlimler, bu hadisi kusmanın abdesti bozduğu hususunda
delilkabul etmiştir. Süfyân-ı Sevrî, İbnu'l-Mübârek,Ahmed İbnu Hanbel, İshak
İbnu Râhûye, Zührî, Alkame, Esved, Şa'bî, Urvetu'bnu'z-Zübeyr, Nehâî, Katâde,
Evzâ'î vs.
Bazı âlimler de bu hadisin kusma sebebiyle abdestin bozulduğuna
delil olmadığını söylemiştir. İmam Mâlik, Şâfiî gibi.
Bu rivayeti kusmanın abdesti bozacağı hususunda delil kabul
edenler فَتَوَضَّأ قَاءَ ibaresinde
فَتَوضّأ
'nın başında yer alan fe'yi sebebiyye
olarak değerlendirmişlerdir. Muhalif
görüş sahipleri, o harfi, sebebiyye olarak değerlendirmezler. Bu hükmü
te'yid eden başka rivayetler dahi var ise de, muhalifler onların da zayıf
olduğunu ileri sürerler. Şâfiî mezhebinden olan Nevevî hazretleri:
"Kanama, kusma, namazda gülme sebebiyle abdestin bozulacağı veya
bozulmayacağı hususunda sahih bir hadis yoktur" der.
Hanefî ülemâsı, ağız dolusu kusma'nın abdesti bozacağını kabul
etmiştir.[300]
ـ3666 ـ1ـ عن
المسور بن
مخرمة: ]أنّهُ
دَخَلَ عَلى
عُمَرَ بْنِ
الخَطّابِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
عَنِ اللَّيْلَةِ
الَّتِى
طُعِنَ
فِيهَا
فأيْقَظَ
عُمَرَ
لِصََةِ
الصُّبْحِ،
فقَالَ
عُمَرُ: نَعَمْ،
وََحَظَّ في
ا“سَْمِ
لِمَنْ
تَرَكَ الصََّةَ،
فَصَلّى
عُمَرُ
وَجُرْحُهُ
يَثْعَبُ
دَماً[. أخرجه
مالك.»يَثْعَبُ«:
يسيل .
1. (3666)- Misver İbnu
Mahreme'nin anlattığına göre: "Ömer İbnu'l-Hattab (radıyallahu anh)'ın
hançerlendiği gece huzuruna girdi ve Ömer'i sabah namazı için uyandırdı. Ömer
(radıyallahu anh):
"Namazı terkedenin İslam'dan nasibi yoktur!" buyurdu.
Sonra Ömer, yarasından kan aktığı halde namaz kıldı."[301]
AÇIKLAMA:
1- Hz. Ömer'in namaz için uyarılması hadisesi, hançerlendiği
günün sabah namazında olmuştur. Şöyle ki: İbnu Abdilberr, İbnu Abbâs
(radıyallahu anh)'tan şunu nakleder: "Ömer (radıyallahu anh)
hançerlenince, ben, Ensâr'dan bir grupla birlikte onu evine taşıdık. Bir
baygınlık geçirdi. Ortalık ağarınca
ayıldı. Birisi: "Onu namazdan başka bir maksadla rahatsız etmeyin"
dedi. Biz de: "Ey mü'minlerin emîri, namaz (vaktidir)" dedik.
Gözlerini meshetti sonra: "Halk namazını kıldı mı?"diye sordu:
"Evet!" dedik."
2- Ebû'l-Velîd el-Bâcî, bu rivayetten istidlal ederek sabah
vaktinin geceden olduğunu söylemiştir. Çünkü rivayette: "...hançerlendiği
gece..." tabiri var. Halbuki o, sabah namazı esnasında hançerlenmiştir.
Şunu hemen belirtelim ki, Misver'i sabah vakti'ni "gece" diye ifade etmeye sevkeden husus, Hz. Ömer'in
sabah namazını, sabah vaktinin ilk vaktinde kıldırmış olmasındandır. Nitekim
Şâfiî'ler de ilk vaktinde yani daha ortalık
karanlıkken kılarlar. O durumda, sabah gecenin bir parçası olarak
değerlendirilebilir. Ancak ülema büyük ekseriyetiyle, fecr-i sâdıkın girmesiyle
-ortalık henüz karanlık bile olsa- gecenin sona erdiğini, gündüzün başladığını kabul eder. Güneş batıp, akşam namazının
girmesine kadar gündüz devam eder. Akşam namazı, ortalık aydınlık olmasına
rağmen geceden sayılır.
3- Suyutî, tembellikle
namazı terkedenleri tekfir edenlerin bu
hadisin zahirini esas aldıklarını söyler. Ancak, ulema büyük ekseriyetiyle namazı
inkâr ederek terkedenlerin kâfir olacağına hükmetmiş, tembelliği tekfir sebebi
görmemiştir. İbnu Abdilberr: "Namazı
terkedenin İslâm'dan nasibi yoktur" ibaresiyle "İslâm'dan
büyük bir nasibi yoktur" demeyi kastetmiş olma ihtimaline dikkat çeker ve
"Nitekim şu hadiste de böyle birdurum mevzubahistir" der.
"Mescide yakın olan ancak mescidde namaz kılabilir, emaneti olmayanın
imanı olmaz, hakiki fakir kapı kapı dolaşan kimse değildir."[302]
ـ3667 ـ2ـ وعن
جابر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]خَرَجْنَا
مَعَ رَسُولِ
اللّهِ # فِي
غَزْوَةِ
ذَاتِ
الرِّقَاعِ،
فَأصَابَ
رَجُلٌ
امْرَأةَ
رَجُلٍ مِنَ
المُشْرِكِينَ
فَحَلَفَ َ
أنْتَهِى
حَتّى أُهْرِيقَ
دَماً مِنْ
أصْحَابِ
مُحَمّدٍ،
فَخَرَجَ
يَتْبَعُ
أثَرَ
النَّبىِّ #،
فَنََزَلَ
النّبىُّ #
مَنْزًِ
فقَالَ: مَنْ
رَجُلٌ يَكْلَؤُنَا؟
فَانْتُدِبَ
رَجُلٌ مِنَ
المُهَاجِرِينَ،
وَرَجُلٌ
مِنَ
ا‘نْصَارِ
فقَالَ:
كُونَا بِفَمِ
الشِّعْبِ،
فَلَمَّا
خَرَجَ
الرَّجَُنِ
إلى فَمِ
الشِّعْبِ
اضْطَجَعَ
المُهَاجِرِىُّ،
وَقَامَ
ا‘نْصَارِىُّ
يُصَلّى، فَأتَى
الرَّجُلُ،
فَلَمَّا
رَأى شَخْصَهُ
عَرَفَ
أنَّهُ رَبِيئَةٌ
فَرَمَى
بِسَهْمٍ
فَوَضَعَهُ فِيهِ
فَنَزَعَهُ
حَتّى
رَمَاهُ
بِثََثَةِ أسْهُمٍ،
ثُمَّ رَكَعَ
وَسَجَدَ،
ثُمّ أنْتَبَهَ
صَاحِبُهُ،
فَلَمَّا
عَرَفَ أنَّهُمْ
قَدْ
نَذِرُوا
بِهِ هَرَبَ،
فَلَمّا رَأى
المُهَاجِرِىُّ
مَا
بِا‘نْصَارِىِّ
مِنَ
الدِّمَاءِ.
قالَ:
سُبْحَانَ
اللّهِ! أَ
أنْبَهْتَنِى
أوَّلَ مَا
رَمَاكَ؟
قالَ: كُنْتُ
في سُوَرةٍ
أقْرَؤُهَا
فَلَمْ
أُحِبَّ أنْ
أقْطَعَهَا[.
أخرجه أبو
داود.»انْتِدَابُ«:
ا“جابة إلى ما
يؤمر به
ا“نسان.و»الرَّبِيئَةُ«:
الذي يحفظ
القوم ويأتيهم
بخبر العدوّ
لئ يهجم عليهم
.
2. (3667)- Hz. Câbir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la
birlikte Zâtu'r-Rikâ' gazvesine çıktık. (Askerlerden) bir kişi, müşriklerden
birinin hanımına temasta bulundu. Kocası da: "Muhammed'in Ashabından kan dökmeden geri
dönmeyeceğim" diye yemin etti. Evinden çıkıp Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı takibe koyuldu.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir yerde mola verdi ve:
"Kim bizi (nöbet tutup) koruyacak?" diye sordu. Muhacir
ve Ensâr' dan birer adam vazifeyi üzerlerine aldılar. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), bunlara:
"Şu geçidin girişini tutun (orada bekleyin)!" diye
ferman buyurdu.
Bu iki zat, geçidin ağzına gelince Muhacirden olanı yattı. Ensârî
de namaz kılmaya başladı.
Derken takipçi adam da oraya geldi. (Namazdaki nöbetçinin)
silüetini görünce anladı ki, bu askerlerin koruyucusudur, derhal bir ok attı ve
ok, eliyle koymuşcasına hedefini buldu. Ensârî oku çıkarıp (namazına devam
etti). Müşrik (isabet ettiremedim düşüncesiyle atmaya devam etti.) Öyle ki
üçüncü okunu da attı. Ensârî de (yaraya aldırmadan) aynı şekilde namazına devam
etti. Bir müddet sonra arkadaşı uyandı. (Müşrik bunların iki kişi olduğunu
görünce) yerinin farkına vardıklarını anladı ve kaçtı.
Muhâcirden olan zât, Ensârî arkadaşındaki kanı görünce:
"Sübhânallah! Sana ilk oku atınca beni niye
uyandırmadın?" diye sordu. Arkadaşı:
"Öyle bir sûre okuyordum ki, kesmek istemedim" diye
cevapladı."[303]
AÇIKLAMA:
1- Hadise'nin Ensârî kahramanı Abbâd İbnu Bişr, Muhâcirî
kahramanı Ammar İbnu Yâsir'dir.
Abbâd, Ashâb'ın ilklerinden ve büyüklerindendir. Medine'de Mus'ab
İbnu Umeyr'in eliyle ilk İslâm'a girenlerden biridir. Sa'd İbnu Mu'az, Üseyd
İbnu Hudayr (radıyallahu anhümâ)'dan da önce İslâm'a girmiştir. Bedir, Uhud
başta olmak üzere Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın katıldığı bütün
gazvelere iştirak etmiştir. Kab İbnu Eşref'i öldüren grupta da yer almıştır.
Ashab'ın faziletce önde gelenlerinden biridir. Hz. Âişe:
"Ensârdan üç kişi var ki, fazilette kimse bunlardan önde düşünülmemiştir,
üçü de Benî Abdi'l-Eşhel'dendir: Sa'd İbnu Mu'âz, Useyd İbnu Hudayr ve Abbâd
İbnu Bişr" der. Hz.Âişe'nin rivayetine göre, Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) birgün Abbâd'ın sesini işitir
ve derhal şu duayı yapar: "Rabbim Abbâd'a rahmetini bol kıl!" Enes
anlatıyor: "Useyd İbnu Hudayr ve Abbâd İbnu Bişr, zifiri karanlık bir
gecede, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanında idiler. Evlerine gitmek
üzere huzurdan ayrıldılar. Önlerini, onlardan birinin deyneği aydınlatmaya başladı. Onun
ışığında beraber yürüyorlardı. Yolları ayrılınca, her ikisinin de deyneği
bunlardan her birinin önlerini aydınlatmaya başladı."
Abbâd (radıyallahu anh), Yemâme Savaşı'nda kırkbeş yaşlarında
olduğu halde şehit düşmüştür, Cenab-ı Hakk'tan, bu ümmete emsali fedâkar âbid,
mücahitler vermesini ve onu da bizlere
şefaatçi kılmasını dileriz.
2- Hadise'nin İbnu İshak'taki vechi, bu safhayı, daha açık
nakletmektedir: "...(Takipçi müşrik) bir ok attı. Eliyle koymuşcasına
isabet ettirdi. Namaz kılmakta olan Ensârî (Abbâd İbnu Bişr), oku çıkardı ve
kıyâmda sâbit kaldı. (Müşrik isabet ettiremedim zanniyle) bir ok daha attı. Onu
da eliyle koymuş gibi isabet ettirdi. (Ensârî) oku çekip yanına koydu kıyamına
devam etti. Müşrik bir üçüncü ok daha attı, onu da eliyle koymuş gibi isabet
ettirdi. (Ensarî) onu da bedeninden çekti (ve namazına devam etti) sonra rükû
ve secdeye gitti..." vak'anın İbnu İshak'taki rivayetinin son kısmı da
burada kayda değer. Abbâd, muhâcir arkadaşının (Ammâr'ın) "Beni niye daha
önce uyarmadın?" sorusuna verdiği cevapta şöyle der: "...Bana ard
arda ok atmaya devam edince rükûya gittim ve seni uyandırdım. Allah'a kasem
olsun. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın beklememi emrettiği bir gediğin
korunması mevzubahis olmasaydı, okuduğum sureyi terkedip kesmemden önce ruhum
bedenimi terkederdi."
Görüldüğü üzere, Ensarî, namazdan aldığı hazzı bozmamak için üç
okun verdiği ızdıraba rağmen namazını kesmiyor.
Bu mümkün mü? Bu nasıl bir hâlet, nasıl bir hâl ki Kur'an'ın ve
namazın zevki üç ok yarasının verdiği
acıya ve ızdıraba galebe çalıyor?
Şüphesiz bunu bizlerin anlaması oldukça zor! Bunun için önce Ashâbın yüce makamını bilmek, idrak
etmek ve te'yid etmek gerek. Bu meseleyi anlamamızda bize yardımcı olacak bir
açıklamayı Bediüzzaman yapmaktadır. Gerçi onun bu açıklaması ilmî bir açıklama
değil, hâli bir beyândır. Fiilen yaşanmayınca anlaşılmaz. Ancak büyüklerimizin
hâlle de ilgili olsa anlattıkları bu çeşit hadiseler de bizim için bir
hüccettir, bir ip ucudur. Öyleyse, Sahabe ile alakalı bir müşkilimizin vuzuha
kavuşmasında Bedi-üzzaman'ın şahsî tecrübesinden istifade edeceğiz. Merhum der ki: "Bir zaman, bir
tek tesbihin, bir tek namazda, Sahâbelerin tarz-ı telakkisine yakın bir surette bana inkişafı, bir ay kadar
ibadet derecesinde ehemmiyetli göründü.
Sahabelerin yüksek kıymetini onunla anladım."[304]
Demek ki, onlar, Rabbülâlemîn'in Habibi, Halili olan Fahr-ı Kâinat
Efendimiz Resûl-i Ekrem'le sohbetten, onun terbiye ve tenvirinden öyle bir
feyz, öyle bir kemâl alıyorlar ki, onlar için
namaz, bir başka hâlete geçme vesilesi oluyor. Onun tek bir tesbihatı
Bediüzzaman gibi maneviyat eri, tefekkür piri bir zatın bir aylık namazına
bedel olursa bizlerin belki birkaç yıllık namazına bedel olacak bir feyz, bir
manevi zevk veriyor demektir. Bunu söylemekle, Sahabenin mevkiini, makamını
kavrayabildiğimizi, müşkülümüzü ilmî bir kesinlikle tamamiyle hallettiğimizi
iddia etmiş değiliz. Meselenin anlaşılmasına ve birazcık kavranmasına yardımcı
olacak ufak bir pencere açmış oluyoruz.
Selef-i sâlihîn'den günümüze milyonlarca İslâm ülemâsının
ittifakla Sahâbe hakkında hüsn-ü zanda bulunmuş olması, onları hiçbir istisna
yapmaksızın udul kabul etmesi, arkadan
gelecek en yüce mertebeye eren bir velinin bile, en âmi bir Sahabi'nin
mertebesine yetişemeyeceği hususunu beyan etmeleri delilsiz, hakikatsiz, hissî
bir davranış değildir. Bu ülemâ ordusunun onlar hakkında âyet, hadis ve
keşfiyatlarına dayanan bu icma ve ittifakları da Ashab (radıyallahu anhüm
ecmâîn)'ı anlamada bir diğer penceredir.
Şu halde, kaydettiğimiz bu iki pencerenin aydınlığında bakacak
olursak üç ok yarasına rağmen Abbâd İbnu Bişr (radıyallahu anh)'ın namazına
nasıl devam ettiğini anlayabiliriz.
"Kişi sevdiğiyle beraberdir. Rabbimiz! Kalblerimizi Ashab-ı
Kirâm'ın sevgisiyle hayatlandır! Âmin."
3- Bu hadisten bazı âlimler iki hüküm çıkarmışlardır:
1) Arka ve ön yollardan çıkmayan kan, az veya çok
farketmeksizin abdesti bozmuyor, temizliğe mani değildir. Şâfiî, Mâlik
hazretleri başta olmak üzere bir grup Sahâbî ve Tâbiîn ülemâsı: "Vücuddan,
iki yol dışında kanın çıkması abdesti bozmaz" diye hükmetmiştir.
İbnu Mes'ud, Sâlim İbnu Abdillah, İbnu Abbâs, Câbir, Ebû Hüreyre,
Hz. Âişe, Hasan Basrî, Kasım (İbnu
Muhammed), Atâ, Tâvus, Mekhul, Rebî'a, Ebû Sevr, Dâvud-u Zâhirî bu
görüştedir. Bagavî: "Sahâbe ve Tâbiîn'in çoğu bu görüştedir" der.
2) Yaralardan akan kanlar temizdir, yaralı kan bulaşmasından
ma'fuvvdur. Mâlikiler bu görüştedir. Mücahidlerin yaralarından akan kanlarla
ıslanan elbiselerinin içinde namaz kıldıklarını ifade eden çok sayıda rivayet
gelmiştir. Resûlullah'ın namazdan önce kan bulaşığının yıkanmasını veya kanlı
elbisenin değiştirilmesini emrettiğine dair rivayet gelmemiştir. Nitekim Hendek
Savaşı sırasında yaralanan Sa'd (radıyallahu anh) için mescidin içinde çadır
kurulmuş, kanları mescide akar olduğu halde orada kalmış ve bu hal üzere vefat
etmiştir. Hz. Ömer'in de yarasından kanlar akarken sabah namazını kılması da
yaradan akan kanın temizliğine gösterilen deliller arasında zikredilir.
Teysîr müellifi, abdesti bozan şeyler zımnında kandan bahsettiği
halde, kaydettiği hadisten kanla abdestin bozulmayacağı hükmü çıkmaktadır.
Hemen belirtelim ki, bu bahsi ilgilendiren yegâne rivayet, bu bahse alınmış
olan bu iki rivayet değildir. Hanefîler kan meselesinde başka hadislerle amel
edip bunları te'vil etmişlerdir. Onlar Temîmü'd-Darî ve Zeyd İbnu Sâbit
(radıyallahu anhümâ) tarafından rivayet edilen: "Akan her kan
sebebiyle abdest alınır" hadisini
esas almışlardır. Nasbu'r-Râye'de başka rivayetler de kaydedilir. Hanefîler
buna dayanarak vücuddan kan çıkar ve akarsa bunun abdesti bozacağını kabul eder.
Bozmayan miktar, yaranın üzerinden çıkıp etrafa dağılmayan, olduğu yerde kalan
katreciktir.
Bazı Hanefîler, Hz. Enes hadisinde: "Resûlullah'ın haberi
olsaydı abdest tazelemeyi, namazı iade etmeyi emrederdi" diye te'vil
getirmiştir. Ayrıca Câbir hadisinin zayıflığı da belirtilmiştir.[305]
(Bu fer'in iki nevi var)
ـ3668 ـ1ـ عن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها: ]أنَّ
رَسولَ
اللّهِ #
قَبَّلَ
امْرَأةً
مِنْ نِسَائِهِ،
ثُمَّ خَرَجَ
إلى الصََّةِ
وَلَمْ
يَتَوضّأ.
قالَ
عُرْوَةُ،
فَقُلْتُ
لَهَا: وَمَنْ
هِىَ إّ
أنْتِ؟
فَضَحِكَتْ[.
أخرجه أصحاب
السنن .
1. (3668)- Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
kadınlarından birini öptü, sonra dönüp namaza gitti, abdest tazelemedi."
Urve rahimehullah der ki: "Kendisine: "Bu, sizden başka
bir hanımı olmamalı!" dedim. Hz. Âişe gülmekle cevap verdi."[306]
ـ3669 ـ2ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما: ]أنَّهُ
كانَ يَقُولُ:
قُبْلَةُ
الرَّجُلِ
امْرَأتَهُ
وَجَسُّهَا
بِيَدِهِ
مِنَ المَُمَسَةِ،
فَمَنْ
قَبَّلَ
امْرَأتَهُ
أوْ جَسَّهَا
بِيَدِهِ
فَعَلَيْهِ
الْوُضُوءُ[.
ومثله عن ابن
مسعود، أخرجه
مالك .
2. (3669)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Erkeğin hanımını
öpmesi veya ona eliyle dokunması hep mülâmese (değme) sayılır. Öyleyse kim
hanımını öperse veya eliyle dokunursa abdest
alması gerekir." Bu rivayetin bir benzeri İbnu Mes'ud'dan
gelmiştir.[307]
AÇIKLAMA:
1- Bu iki rivayet, kadına eliyle dokunarak veya öperek veya
bir başka şekilde değme ile ilgilidir. Birinci rivayete göre, kadına öpme
dahil, herhangi bir şekilde değme abdesti bozmamaktadır. İkinci rivayete göre
ise abdest bozulmakta ve yeniden abdest almak gerekmektedir. Hz. Ali, İbnu
Mes'ud, Atâ, Tâvus, Ebû Hanîfe, Süfyân
es-Sevrî birinci hadisteki hükümle amel etmişlerdir. Bu hükmü te'yid eden başka
rivayetler de mevcuttur. Müslim'de gelen bir rivayete göre, Hz. Âişe aynen
şöyle der: "Bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı yatakta
bulamadım. (Karanlıkta sağı solu) yoklarken elim ayaklarının altına rastladı,
secdede idi ve şöyle diyordu: "Rabbim, gazabından sana sığınırım..."
Sahîheyn'de gelen bir diğer rivayette Hz. Âişe, ayakları kıble
istikametinde uzanmış olarak yattığını, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
secdeye giderken, eliyle ayaklarına dürttüğünü, böylece ayaklarını topladığını,
fakat sonradan tekrar uzattığını, secde sırasında her seferinde ayağını
dürttüğünü ve kendisinin de ayaklarını topladığını ve Resulullah'ın da secde
ettiğini nakleder.
Ancak İbnu Mes'ud, İbnu Ömer, Zührî, Mâlik, Evzâî, Şâfiî, Ahmed,
İshâk öpmede abdest gerektiğine hükmetmişlerdir. Bunların da şer'î delilleri
var: Âyet-i Kerime'de اَوْ
مَسَتُمُ
النِّسَاءَ denmiş, bu
لَمَسْتُمْ şeklinde de okunmuştur. Burada lems
(değme), abdesti bozan amiller arasında sayılmıştır. Âyet, lâmestüm diye
okununca cimâ ma'nâsına te'vili daha zahir ise de, lemestüm diye okununca elle
değmek ma'nası daha zâhir olmaktadır ve cimâ dışındaki her çeşit değmeler de o
mânaya girmekte, dolayısıyla kadına ne suretli olursa olsun "değme"den
abdest bozulmaktadır. Yorumunda ihtilâf edilen âyet meâlen şöyle: "Ey iman
edenler... Eğer hasta olur veya bir sefer üzerinde bulunursanız yahud sizden
biriniz ayak yolundan gelirse yahud da kadınlara dokunup da su bulamazsanız o
vakit temiz bir toprağa teyemmüm edin..." (Nisa 43)
İbnû Abbâs (radıyallahu anhümâ) âyetteki lems'ten maksadın cimâ
olduğunda cezmederek bu te'vili reddeder. Ülemâ umumiyetle İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ)'ın te'vilini, Ashabtan diğerlerinin te'viline tercih
etmeyi prensip edinmiştir. Çünkü O, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
"Allah'ım, ona Kur'an'ın te'vilini öğret" duasına mazhar olmuştur.
Kur'an'la ilgili tefsirde otoritedir. "Çünkü derler, te'vili ona Allah
öğretmiştir."
Âyette geçen لمَسَتُمْ kelimesinin cimâ'dan kinaye olup olmadığı
hususunda ülemânın yaptığı ilmî münakaşaya bu kadar işareti yeterli görüyor
delillerine, cevaplarına yer vermiyoruz.[308]
ـ3670 ـ3ـ وعن
أبيّ بن كعب
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّهُ قالَ
يَا رسولَ
اللّهِ: إذا
جَامَعَ الرّجُلُ
امْرَأتَهُ
فَلَمْ يُنْزِلْ؟
قالَ: يغْسِلُ
مَا مَسَّ
المَرأةَ مِنْهُ،
ثُمَّ
يَتَوضّأ
وَيُصَلِّى[.
أخرجه الشيخان
.
3. (3670)- Übeyy İbnu Ka'b
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Ey Allah'ın Resulü dedim, bir kimse
hanımıyla cima yapsa fakat inzal olmasa yıkanması gerekir mi?"
"Kadına değen kısmını yıkar, sonra abdest alır ve namaz
kılar!" buyurdular."[309]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, inzal vâki olmadıkça boy abdestinin gerekmiyeceğini
ifade etmektedir. Bu ma'nâyı ifade eden "Su, ancak sudan dolayı
icabeder" nev'inden başka rivayetler de var. Ancak ülemâ bu hadislerin
başka hadislerle neshedildiğinde ittifak eder. Bu nâsihlerden biri şudur:
"İki hitan kavuşur ve haşefe kaybolursa, inzal olsa da olmasa da gusül
gerekir."
Burada hıtân sünnet mahallidir. İbnu Hacer iki hitanla erkeğin
hitanının kastedildiğini belirtir. Haşefe de baş kısımdır. Bu durumda erkek
uzvunun baş kısmı kadın uzvunda kaybolunca şer'an cimâ hâsıl olmuştur, inzal
olsa da olmasa da farketmez, cimâye terettüp eden ahkam tahakkuk eder. Bu
ahkamdan biri yıkanmadır, yani boy abdesti.
Ancak şunu da belirtelim ki, inzal vâki olmadıkça, boy abdestinin
gerekmiyeceği kanaatini koruyan Sahâbe ve Tâbiîn, -azınlık teşkil etseler de-
olmuştur. Hatta Atâ'nın şu sözü rivayet edilir: "İnzal olmasam bile
yıkanmadan huzur bulamıyorum, sebebi de bu husustaki ulemânın
ihtilâfıdır." İhtilâfu'l-Hadis'te Şâfiî Hazretleri de şöyle demiştir:
"Su, sudan gerekir" hadisi sâbittir, ancak mensuhtur... Bölgemizdeki
bazı âlimler (Hicazlılar) bize bu meselede muhalefet ederek: "İnzal olmadıkça
gusül gerekmez." dediler."
Belirttiğimiz gibi neshe rağmen bir ihtilaf mevzubahis ise de,
cumhur guslün gerekeceğinde ittifak etmiştir.[310]
ـ3671 ـ1ـ عن
طلق بن عليّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَدِمْنَا
عَلى رَسولِ
اللّهِ #
فَجَاءَ رَجُلٌ
كَأنَّّهُ
بََدَوِىٌّ،
فقَالَ يَا
رسولَ اللّهِ:
مَا تَرَى في
مَسَّ
الرَّجُلِ
ذَكَرَهُ
بَعْدَ مَا
يَتَوضّأ؟
فقَالَ #:
وَهَلْ هُوَ
إّ مُضْغَةٌ
مِنْهُ، أوْ
قالَ
بَضْعَةٌ
مِنْهُ[. أخرجه
أصحاب السنن،
واللفظ لغير
الترمذي .
1. (3671)- Talk İbnu Ali
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
yanına geldik. (Biz huzurlarında iken) bir adam geldi. Sanki o bir bedevi idi.
"Ey Allah'ın Resulü! dedi, kişi abdest aldıktan sonra
zekerine değerse ne gerekir (abdesti bozulur mu, bozulmaz mı?)" Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verdi:
"O, kendisinden bir parça değil midir?"[311]
ـ3672 ـ2ـ وعن
بسرة بنت
صفوان رَضِيَ
اللّهُ عَنْها:
]أنَّ
النَّبىَّ #
قالَ: مَنْ
مَسَّ ذَكَرَهُ
فََ يُصَلِّى
حَتّى
يَتَوَضّأ[.
أخرجه ا‘ربعة،
وهذا لفظ
الترمذي .
2. (3672)- Büsre Bintü
Safvân (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Zekerine değen abdest almadıkça namaz kılmasın."[312]
ـ3673 ـ3ـ وعن
مصعب بن سعد
بن أبي وقاص
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]كُنْتُ
أُمْسِكُ
المُصْحَفَ عَلى
سَعْدِ بنِ
أبِى وَقّاصٍ
فَاحْتَكَكْتُ،
فقَالَ سَعْدٌ:
لَعَلَّكَ
مَسَسْتَ
ذَكَرَكَ؟
قُلْتُ:
نَعَمْ. قالَ:
قُمْ
فَتَوضّأ
فَتَوَضّأتُ،
ثُمَّ
رَجَعْتُ[.
أخرجه مالك .
3. (3673)- Mus'ab İbnu Sa'd
İbni Ebî Vakkâs (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben, Sa'd İbni Ebî Vakkâs (radıyallahu
anh)'a Kur'an tutuyordum. Bir ara kaşındım. Sa'd:
"Her halde zekerine değdin?"dedi. Ben "evet"
deyince:
"Kalk, abdest al!" emretti. Ben de gidip abdest alıp
geri döndüm"[313]
ـ3674 ـ4ـ وعن
نافع قال:
]كُنْتُ مَعَ
ابنِ عُمَرَ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما في
سَفَرٍ
فَرَأيْتُهُ
بَعْدَ أنْ
طلَعَتِ الشّمسُ
تَوَضّأ ثُمّ
صَلّى،
فَقُلْتُ لَهُ:
إنَّ هذِهِ
لَصََةٌ مَا
كُنْتَ
تصَلِّىهَا؟
فقَالَ: إنِّى
بَعْدَ أنْ
تَوَضّأتُ
لِصََةِ
الصُّبْحِ
مَسَسْتُ
فَرْجِى،
ثُمَّ نَسِيتُ
أنْ أتَوَضّأ
فَتَوَضَّأتُ وَعُدْتُ
لِصََتِى[.
أخرجه مالك .
4. (3674)- Nâfi rahimehullah anlatıyor: "Ben, bir sefer sırasında İbnu Ömer (radıyallahu anh)'le beraberdim. Güneş doğduktan sonra onun abdest alıp namaz kıldığını gördüm. Kendisine: "Bu şimdiye kadar kıldığınızı hiç görmediğim bir namaz!" dedim. Şu açıklamayı yaptı:
"Sabah namazı kılmak üzere abdest aldıktan sonra fercime dokundum. Sonra da abdest almayı unuttum (ve namaz kıldım. Şimdi bu durumu hatırlayınca) yeniden abdest alıp namazımı iade ettim."[314]
AÇIKLAMA:
Yukarıda kaydedilen dört hadis, kişinin cinsiyet organına değdiği
takdirde abdestinin bozulup bozulmayacağı ile alâkalıdır. İlk hadis, böyle bir
durumda abdestin gerekmeyeceğini ifade etmekte ise de, diğer üç rivayet
gerekeceğini ifade etmektedir.
Şu halde, ülemânın ihtilâf ettiği bir mesele ile karşı karşıyayız.
Nitekim bir kısım ülema elle zekere değme'yi, abdesti bozan sebepler arasında
görmüşlerdir: Hz. Ömer, oğlu Abdullah, Ebû Eyyub el Ensârî, Zeyd İbnu Hâlid,
Ebû Hüreyre, Abdullah İbnu Amr İbni'l-Âs, Câbir, Hz. Âişe, Ümmü Habîbe, Büsre
Bintu Safvân, iki rivayetten birinde Sa'd İbnu Ebî Vakkâs; yine iki rivayetten
birinde İbnu Abbâs, Urve İbnu Zübeyr, Süleyman İbnu Yesâr, Atâ, Ebân İbnu
Osman, Câbir İbnu Zeyd, Zührî, Mus'ab İbnu Sa'd, Saîd İbnu'l-Müseyyeb ve
başkaları. İmam Şâfiî ile Ahmed İbnu Hanbel de bu görüştedir. İmam Mâlik'in
meşhur görüşü de böyledir.
Diğer bir kısım ülemâ ise zekere değmekle abdestin bozulmayacağına
hükmetmiştir. Bunlar da, Talk İbnu Ali'den kaydedildiği üzere buna cevaz veren
rivayetlere dayanırlar. Talk'ın rivayetinde Resûlullah "Kendisinden birparça değil
mi?"demiştir. Mudğâ, et parçası demektir. Gerçi râvi "bad'a" mı
dedi "mudğa" mı dedi mütereddid ise de, ikisi de aynı ma'nâya gelen
müterâdif kelimelerdir. Hz. Ali, Ammâr İbnu Yâsir, Abdullah İbnu Mes'ud,
Abdullah İbnu Abbâs, Huzeyfe İbnu'l-Yemân, İmrân İbnu'l-Husayn, Ebû'd-Derdâ,
iki rivayetin birinde Sa'd İbnu Ebî Vakkâs, iki rivayetin birinde Saîd
İbnu'l-Müseyyeb, Saîd İbnu Cübeyr, İbrahim Nehâî, Rebî'a İbnu Ebî Abdirrahmân,
Süfyân es-Sevrî, Ebû Hanîfe ve Ashâbı, Yahya İbnu Ma'in ve Ehl-i Kûfe hep bu
görüştedirler.
Talk hadisini, hadis münekkidleri Büsre hadisinden daha sıhhatli
bulmuşlardır. Ancak, Büsre hadisini esas alanlar, Talk hadisinin mensuh
olduğunu ileri sürmüşlerdir. Delilleri de Talk'ın, Büsre'ye nazaran çok
önceleri müslüman olması, Fakat muhakkikler böyle bir gerekçe ile neshe
hükmedilemeyeceğini söylemiştir. Yine de Büsre hadisinin turukundaki çokluk,
bazı şevâhidin varlığı, yukarıda belirtildiği üzere bir kısım ülemânın onunla
amel etmesine sebep olmuştur. Ülemamızın cümlesinden Allah razı olsun, onların
ihtilafı ümmete rahmettir.[315]
ـ3675 ـ1ـ عن
أنسِ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ أصْحَابُ
النّبىِّ #
يَنَامُونَ
ثُمَّ يُصَلُّونَ
وََ يَتَوَضّئُونَ.
قِيلَ:
لِقَتَادَةَ:
سَمِعْتَهُ
مِنْ أنَسٍ؟
قالَ: إىْ
وَاللّهِ[.
أخرجه مسلم، وهذا
لفظه، وأبو
داود
والترمذي .
1. (3675)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah'ın ashabı uyurlar, sonra abdest
almadan namaz kılarlardı:
(Enes'ten bunu rivayet eden) Katâde'ye:
"Bu sözü Enes'ten bizzat işittin mi?" diye sorulmuştu:
"Vallahi evet!" diye te'yid etti."[316]
ـ3676 ـ2ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما: ]أنّهُ
كَانَ
يَنَامُ
جَالِساً،
ثُمّ
يُصَلّى، وََ
يَتَوضّأُ[.
أخرجه مالك .
2. (3676)- İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ)'den anlatıldığına göre, oturarak uyur, sonra kalkar, abdest almadan
namaz kılardı."[317]
ـ3677 ـ3ـ وعن
علي رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال رَسُولُ
اللّهِ #:
الْعَيْنَانِ
وِكَاءُ
السَّهِ،
فَمَنْ نَامَ
فَلْيَتَوضّأ[.
أخرجه أبو داود.»الْوِكَاءُ«:
مَا يشدّ به
رأس القربة
ونحوه.»وَالسَّه«:
است، وقيل:
حلقة الدبر .
3. (3677)- Hz. Ali
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Gözler, halkanın bağıdır, öyleyse uyuyan
abdest alsın."[318]
ـ3678 ـ4ـ وعن
ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما: ]أنَّهُ
رَأى رَسولَ
اللّهِ # نَامَ
وَهُوَ
سَاجِدٌ
حَتّى غَطَّ
وَنَفَخَ، ثُمّ
قَامَ
يُصَلّى،
فَقُلْتُ يَا
رَسُولَ اللّهِ:
إنَّكَ قَدْ
نِمْتَ قَالَ:
إنَّ
الْوُضُوءَ َ
يَجِبُ إَّ
عَلى مَنْ نَامَ
مُضْطَجِعاً،
فَإنَّهُ
إذَا
اضْطَجَعَ اسْتَرْخَتْ
مَفَاصِلُهُ[.
أخرجه أصحاب
السنن، وهذا
لفظ الترمذي .
4. (3678)- İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ)'ın anlattığına göre, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
secde halinde uyurken görmüş ve hatta Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
horlayıp solumuş, sonra kalkıp (abdest almadan) namaz kılmıştır.
İbnu Abbâs der ki:
"Ey Allah'ın Resulü dedim, siz uyudunuz, (abdestiniz bozulmuş
olmalı değil mi)?" Bana şu açıklamayı yaptı: "Abdest, yatarak uyuyana
gerekir. Zira yatarak uyuyunca mafsalları rehâvet basar."[319]
AÇIKLAMA:
1- Uykunun abdesti bozup bozmayacağı meselesi de ülemâ
arasında ihtilâf edilmiştir.
Beyhakî, Ebû Hüreyre (radıyallahu anh)'nin şu sözünü kaydeder:
"Çömelerek (ihtiba) uyuyan, ayakta uyuyan ve secde halinde uyuyan kimseye
abdest gerekmez. Uyuyan yatacak olursa kalkınca abdest almalıdır." İbnu
Hacer bu rivayetin senetce muteber olduğunu ve Hz. Ebû Hüreyre'nin şahsî bir
açıklaması (mevkuf) olduğunu belirtir.
2- Tirmizî hazretleri bu mesele hakkında şu açıklamada
bulunur: "Ülemâ uyuyan kimsenin abdesti hususunda ihtilaf etmiştir.
Çoğunluk, oturarak veya ayakta uyuyana abdest gerekmeyeceği, sadece, yatarak
uyuyana gerekeceği görüşündedir. Sevrî, İbnu'l-Mübârek, Ahmed İbnu Hanbel bu
görüştedir. Bazıları: "Aklına galebe çalacak (şuurunu kaybedecek) derecede
uyursa, artık abdest gerekir" demiştir. İshâk İbnu Râhûye'nin görüşü
budur.
Şâfiî hazretleri: "Oturarak uyuyup rüya görür veya uyuklama
sebebiyle mak'adı oynarsa abdesti bozulur" demiştir. Esasen bu mevzuda
Şâfiî hazretlerinden birkaç görüş
rivayet edilmiştir. İbnu Hacer'in kaydına göre, Şâfiî'nin kavl-i
kadîmine göre oturandan başkasının abdesti mutlak olarak bozulmaz. Ancak şu
tafsilatı sunar: "Namaz haricinde ise bozulur, dahilinde ise
bozulmaz." Yeni görüşünde: "Yere iyi oturmuş olan kimsenin abdesti
uyku ile bozulmaz; iyi oturmayanınki bozulur." Şâfiî'den yapılan bazı
rivayetleri yorumda âlimler ihtilaf eder.
3- İbnu Hacer'in kaydına göre, gerek Sahâbe ve gerekse Tâbiîn'den bazılarının "uyku abdesti bozan bir hadestir" demeye gelen ifadelerle, "azı da çoğu da abdesti bozar" görüşünde olduğunu nakleder. Ebû Ubeyde ve İshak İbnu Râhûye bu görüştedir. Nitekim Safvân İbnu Usâl (radıyallahu anh)'ın yaptığı bir rivayetteşu ibare de yer alır: إّ غائط اَوْ بَوْلَ او نوم ...Bu rivayette, "küçük abdest, büyük abdest ve uyku"nun arası eşit tutulmakta ve uykuya bir kayıt da getirilmemektedir. İbnu'l-Münzir, hadisin "uyku"yu âmm bir tarzda zikretmiş olması sebebiyle bununda bir hades sayılması gereğine meyleder. Bu hadisi İbnu Hüzeyme ve bazıları "sahih" addetmiştir.
Halbuki, ayakta veya oturarak uyumanın abdesti bozmayacağına hükmedenler "uyku'nun hades değil, hadesin sebebi olduğunu benimsemişlerdir.
4- Hz. Ali (radıyallahu anh)'in rivayetinde, "gözler
halkanın bağıdır" denmekte, bununla gözle yel tutma arasındaki irtibat
belirtilmektedir. Halka diye çevirdiğimiz
seh, insanın mak'adı ma'nâsına geldiği gibi anüs ma'nâsına da
gelmektedir. Şu halde, hadiste uyuyan kimsenin kendisini kontrol edemeyip,
bilhassa yel kaçması şeklinde vâki
olacak hadesin farkına varamayacağı belirtilmiş oluyor. Bu açıdan, uyku hades
değil, hadese sebeptir -veya fıkhî
tabiriyle mazannetü'lhades'tir.- Şu halde hadis, uyanık kimsenin halkanın
bağını tutup dahilden yel çıkmasına mani olacağını ifade ediyor. Uyuyunca,
müteakip hadiste ifade edildiği üzere mafsallar gevşeyecek ve yel kaçması da
olabilecektir.
5- Hülasa etmek gerekirse bu meselede dokuz görüş ortaya
çıkmıştır.
1) Hangi halde olunursa olunsun uyku abdesti bozmaz. Bu
görüşte olanlar Hz.Enes'ten yapılan şu rivayete dayanırlar: "Resulullah'ın
ashabı yatsıyı beklerken başları (sağa sola) dalgalanacak kadar uyurlardı,
sonra abdest almadan namazlarını kılarlardı." Bunlara göre "uyku
abdesti bozsaydı Allah bunu vahiy ile bildirirdi."
2) Uyku her durumda abdesti bozar. Az da olsa, çok da olsa
farketmez, otururken de yatarken de, hangi hal üzere olunursa olunsun. Bunda Safvân Hadisi'ne
dayanırlar: "Biz seferde iken Resulullah bize emirde bulunarak cenâbet
hali hariç, büyük abdest bozma, küçük abdest bozma, uyuma gibi hallerin hiç birinde mestlerimizi üç gün üç gece çıkarmamamızı söylerdi."
3) Çok uyku her bir durumda abdesti bozar, azı hiçbir durumda bozmaz. Sübülü's-Selam'da
bunların uykuyu tek başına abdest bozucu görmedikleri belirtilir.
4) Namaz kılan kimsenin hey'eti üzerine dururken uyuyanın
uykusu namazı bozmaz: Rükû, sücud, kıyam, kuûd (oturma) halleri gibi.. Bu
durumlardan birinde uyuyanın namazı bozulmaz. Yan yatarak, sırt üstü
yatarak uyuyanın abdesti bozulur.
5) Rükû ve secde halinde olanın uykusu abdesti bozar. Ahmed İbnu Hanbel böyle
demiştir.
6) Rükû ve secde dışındaki uyku abdesti bozar. Böyle diyenler
Ahmed İbnu
Hanbel'in Zühd'de ki bir rivayetini esas alırlar.
"Kul secde ederken uyursa Allâh-u Zülcelal Hazretleri şöyle
der: "Kuluma bakın. Ruhu benim yanımda, kendisi ise bana secde ediyor."
Burada secde mevzubahistir, kıyasla rükûya da dahil etmişlerdir.
7) Sadece secde edenin uykusu abdesti bozar. Bu da Ahmed İbnu
Hanbel'den rivayet edilmiştir.
8) Namazda, hangi hal üzere uyunursa uyunsun abdest bozulmaz,
namazın dışında uyku abdesti bozar. İmam Şâfiî ve hatta Ebû Hanîfe'ye de nisbet
edilen zayıf bir görüştür.
9) Mak'adı (oturağı) yere sağlam şekilde oturmuş olarak
uyuyanın abdesti bozulmaz, aksi halde az uyusa da çok uyusa da; namazın
içinde de dışında da olsa bozulur.
Şâfiînin görüşü budur.
Sübülü's-Selam'da Emîr el-Yemânî der ki: "En doğrusu şudur:
İnsanda şuur kalmayacak şekilde galebe çalan uyku (ennevmü'lmüsteğrik), abdesti
bozar."
Son olarak Hanefîlerin görüşünü kaydedelim: "Yan yatarak veya
bağdaş kurarak veya dirseklere dayanarak veya ayakları oturak yerinin altından
bir tarafa uzatarak yahut namaz haricinde secde eder gibi bir vaziyette
bulunarak uyumak; veya oturup uyuyan kimsenin uyanmaksızın, oturağı, yerinden
tamamen yukarı kalkacak olsa abdesti bozulur. Oturağı yere tam yerleşmiş vaziyette oturarak uyumak, namazda iken
ayakta veya oturarak veya rüku ve secde
halinde uyumak abdesti
bozmaz."[320]
ـ3679 ـ5ـ وعن
عبيداللّه بن
عبداللّه بن
عتبة قال: ]دَخَلْتُ
عَلى
عَائِشَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْها،
فَقُلْتُ
لَهَا: أَ
تُحَدِّثِينِى
عَنْ مَرَضِ
رسولِ اللّهِ
#؟ فقَالَتْ:
بَلَى،
ثَقُلَ
النّبىُّ #،
فقَالَ: أصَلّى
النَّاسُ؟
قُلْنَا: َ،
وَهُمْ
يَنْتَظِرُونَكَ
يَا رسولَ
اللّهِ قَالَ:
ضَعُوا لِى مَاءَ
في
المِخْضَبِ.
قَالَتْ:
فَفَعَلْنَا فَاغْتَسَلَ،
ثُمّ ذَهَبَ
لِيَنُوءَ
فَأغْمِىَ
عَلَيْهِ،
ثُمّ أفَاقَ،
فقَالَ: أصَلّى
النَّاسُ؟
فَقُلْنَا: َ
وَهُمْ
يَنْتَظِرُونَكَ
يَا رَسولَ
اللّهِ. قالَ:
ضَعُوا لِى
مَاءً في
الْمِخْضَبِ
فَفَعَلْنَا
فَاغْتَسَلَ،
ثُمَّ ذَهبَ
لِيَنُوءَ
فَأغْمِىَ
عَلَيْهِ،
ثُمَّ
أفَاقَ،
فقَالَ:
أصَلّى
النَّاسُ؟
فَقُلْنَا: َ
وَهُمْ
يَنْتَظِرونَكَ
يَا رَسُولَ
اللّهِ.
قالَتْ:
وَالنَّاسُ
عُكُوفٌ
يَنْتَظِروُنَ
رسُولَ
اللّهِ #
لِصََةِ
عِشَاءِ
اŒخِرَةِ[.
أخرجه
الشيخان.وهو
طرف من حديث
طويل أخرجاه،
وسيجئ في حرف
الميم في ذكر
وفاة رسول
اللّه # من
كتاب الموت.»المِخْضَبُ«:
المركن
واجانة.وقوله
»لِيَنُوءَ«:
أى لينهض
ليقوم .
5. (3679)- Ubeydullah İbnu
Abdillah İbni Utbe anlatıyor: "Hz. Âişe (radıyallahu anhâ)'nin yanına
girip, kendisine:
"Bana Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hastalığından
bahsetmez misiniz?" dedim.
"Elbette" dedi ve anlattı: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın hastalığı ağırlaşmıştı. Bir ara:
"Halk namazı kıldı mı?" diye sordu.
"Hayır ey Allah'ın Resûlü, sizi bekliyorlar" dedik.
"Benim için leğene su koyun!" diye emrettiler. Dediğini
yaptık. Yıkandılar. Sonra kalkmaya çalıştı. Ancak üzerine baygınlık geldi. Az
sonra açıldı. Tekrar: "Halk namazı kıldı mı?" diye sordu.
"Hayır, ey Allah'ın Resulü, sizi bekliyorlar!" dedik.
Halk oturmuş, yatsıyı kılmak üzere Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
bekliyordu."[321]
ـ3680 ـ6ـ وعن
أسماء بنت أبي
بكر رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما:
]أنَّهَا
قَالَتْ: في
صََةِ الْكُسُوفِ
قُمْتُ حَتّى
تَجََّنِي
الْغَشْي، وَجَعَلْتُ
أصُبُّ
فَوْقَ
رَأسِِى
مَاءً. قالَ
عُرْوَةُ
رَحِمَهُ
اللّهُ
وَلَمْ تَتَوضّأ[.
أخرجه
الشيخان .
6. (3680)- Esma Bintu Ebî
Bekr (radıyallahu anhümâ), küsuf namazıyla ilgili rivayetinde der ki: "... Ben de
(Resulullah'a uyarak) namaza durdum. (Namazı öylesine uzattı ki) üzerime
baygınlık geldi. Başımın üzerine su dökmeye başladım."
Urve rahimehullah der ki: "Abdest almadı."[323]
AÇIKLAMA:
1- Bu sonuncu rivayet, Esma (radıyallahu anhâ)'nın uzunca bir
rivayetinden bir parçadır. Buhârî ve Müslim'de tamamı tahric edilmiştir.
Rivayette, mevzumuzu ilgilendirmeyen diğer bir kısım teferruat meyanında
Hz.Esmâ'nın, uzunca kılınan bir küsuf namazı sırasında üzerine baygınlık geldiği,
buna tedbir olarak tepesine su boşalttığı baygınlıktan sonra abdest tazelemeden
namaza devam ettiği anlatılmaktadır. Muhaddisler, hadisin böyle parçalanarak
içindeki fıkha göre parça parça rivayet edilmesini "caiz!" görürler.
Hadiste bu davranış çeşidine taktî'u'lhadis denir.
2- Burada Esma (radıyallahu anhâ), üzerine baygınlık geldiğini
söylemektedir. Ancak, akıl ve şuurunu kaybetme derecesinde bir baygınlık
değildir. Çünkü kendisine su dökerek
tedavi uygulayabilmektedir. Âlimler bu durumu nazar-ı dikkate alarak, hafif
baygınlık geçirmek abdesti bozmaz diye değerlendirmişlerdir.[324]
(Bu iki çeşittir: Abdest gerektiren; abdest gerektirmeyen)
ـ3681 ـ1ـ عن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّهُ
وَجَدَهُ
عَبْدُاللّهِ
بنُ قَارِظٍ
يَتَوضّأ
عَلى
المَسْجِدِ،
فَقَالَ:
إنَّمَا
أتَوَضّأ
مِنْ
أثْوَارِ
أقِطٍ أكَلَتُهَا
‘نِّى
سَمِعْتُ
رَسولَ
اللّهِ # يَقُولُ:
تَوَضّئُوا
مِمّا مَسّتِ
النَّارُ[. أخرجه
الخمسة إ
البخارى،
وهذا لفظ
مسلم، وله عن عائشة
مثله.»ا‘ثْوَارُ«:
جمع ثور، وهى:
قطعة من ا‘قط، وهو
لبن جامد
مستحجر .
1. (3681)- Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh)'den nakledildiğine göre, Ebû Hüreyre mescidde abdest alırken
yanına Abdullah İbnu Kârız gelir. Ona, Ebû Hüreyre şu açıklamayı yapar:
"Bir keş (kurumuş çökelek) parçası yedim, bu sebeple abdest alıyorum.
Çünkü ben Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "Ateşte pişen şeyler yiyince abdest alın" dediğini
işittim."[325]
AÇIKLAMA:
Ateşte pişen bir nesne yenilince abdest tazelemek gerektiği hususu
münakaşa edilmiştir. Selef ve halef ülemâsı ekseriyetle ateşte pişen şeyin
abdesti bozmayacağına hükmetmiştir. Ancak bir grup ülemâ da sadedinde olduğumuz
hadisle amel ederek ateşte pişen yenilince abdest tazelemenin vacib olduğuna
hükmetmiştir. İbnu Ömer, Ebû Talha, Enes İbnu Mâlik, Ebû Musa, Hz. Âişe, Zeyd
İbnu Sâbit, Ebû Hüreyre, Ömer İbnu Abdilaziz, Ebû Kılâbe, Hasan Basrî ve bazıları bu görüştedir.
Abdest gerekmeyeceğine kâni olan ekseriyet, bunlara birkaç açıdan
cevap vermişlerdir.
* Nesh: 2684 numaralı Câbir hadisini gösterilerek sadedinde
olduğumuz hadisin neshedildiği söylenmiştir. İşaret ettiğimiz hadisin bazı
vecihlerinde Hz. Câbir: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın en son iki
icraatından biri, ateşin değiştirdiğinden abdest alma mecburiyetinin
terkidir" demiştir.
* Ateşin değiştirdiğinden abdest emri istihbab ifade eder, vücub
değil. Hattâbî ve İbnu Teymiye bu kanaattedir.
* Abdestten murad, bu meselede ağız ve ellerin yıkanmasıdır, namaz
abdesti değil. Bu yorum zayıf bulunmuştur.
* Meseleyi Hülefayı Râşîdîn'in tatbikatına bakarak çözmeyi esas
alan muhakkik âlimler, onların ateşte pişen birşey yedikleri zaman abdest
tazelemediklerini tesbit ederler. Bir rivayette Hz. Câbir: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'la, Hz. Ebû Bekr
ve Hz. Ömer (radıyallahu anhümâ) ile ekmek, et yedim; namaz kıldık,
onlar abdest almadılar" der.
Ateşte pişen yenilince abdestin terkiyle ilgili başka rivayetler
de var. Bazılarını müteakiben zikredeceğiz. Abdesti gerekli görmeyenler
arasında Hz. Ebû Bekr, Hz.Osman, Hz. Ali, Hz. Ömer, İbnu Mes'ud, İbnu Abbâs,
Âmir İbnu Rebî'a, Ebû Ümâme, Muğire İbnu Şu'be, Câbir, (radıyallahu anhüm);
Tâbiîn'den Ubeyde es-Selmânî, Sâlim İbnu Abdillah, Kasım İbnu Muhammed, Mâlik,
Şafiî ve ashabı, Hicaz ehli, Süfyân Sevrî, Ebû Hanîfe ve Ehl-i Kûfe,
İbnu'l-Mübârek, Ahmed İbnu Hanbel, İshak İbnu Râhûye vs. vardır.
Râcih olan, ekseriyetin tercihi olduğu açıktır.[326]
ـ3682 ـ1ـ عن
ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما: ]أنَّ
النّبىَّ #
أكَلَ كَتْفَ
شَاةٍ
وَصَلّى، وَلَمْ
يَتَوضّأ[.
أخرجه الستة إ
الترمذي،
وهذا لفظ الشيخين.وللبخارى
أخرى: »أنَّهُ
انْتَشَلَ عَرْقاً
مِنْ
قِدْرٍ«.ولمسلم:
»أنَّهُ
انْتَهَشَ
مِنْ كَتِفٍ،
ثُمّ صَلّى
وَلَمْ
يَتَوضّأ«.»انْتَشَلَ
العَرْقَ«:
أخَذَه بيده
من القدر.و»الْعَرْقُ«:
العظم إذا كان
عليه لحم.و»انْتَهَشَ
اللحَمَ«:
بشين معجمة
وغير معجمة:
أخذه بمقدم
أسنانه.
1. (3682)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) koyun budu yedi ve namaz kıldı, abdest almadı."[327]
Buhârî'nin bir başka rivayetinde: "Tencereden eliyle etli
kemik aldı" denmiştir.
Müslim'in bir rivayetinde: "Budu kemirdi, sonra namaz kıldı,
abdest tazelemedi" denmiştir.[328]
ـ3683 ـ2ـ وعن
عمرو بن أُمية
الضمرى
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه: ]أنّهُ
رَأى رَسولَ
اللّهِ #
يَحْتَزُّ
مِنْ كَتِفِ
شَاةٍ
بِيَدِهِ
فَدُعِىَ إلى
الصََّةِ
فَألقَى
السِّكِّينَ
الَّذِى يَحْتَزُّ
بِهَا ثُمَّ
قَامَ
فَصَلّى
وَلَمْ يَتَوضّأ[.
أخرجه
الشيخان
والترمذي،
وهذا لفظ الشيخين
.
2. (3683)- Amr İbnu Ümeyye
ed-Damrî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı gördüm, elindeki koyun budundan parça kesiyordu, ezan okundu. Hemen
et dildiği bıçağı bırakıp namaza koştu, abdest almadı."[329]
ـ3684 ـ3ـ وعن
جابر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]خَرَجَ
رَسولُ
اللّهِ #
وَأنَا
مَعَهُ
فدَخَلَ عَلى
امْرَأةٍ
مِنَ
ا‘نْصَارِ،
فذَبَحَتْ
لَهُ شَاةً،
وَأتَتْ
بِقِنَاعٍ
مِنْ رُطْبٍ
فَأكَلَ
مِنْهُ ثُمّ
تَوَضّأ
لِلظُّهْرِ
وَصَلّى،
ثُمّ انْصَرَفَ
فَأتَتْهُ
بِعَُلَةٍ
مِنْ عَُلَةِ الشّاةِ
فأكَلَ ثُمّ
صَلّى
الْعَصْرَ
وَلَمْ
يَتَوَضّأ[.
أخرجه ا‘ربعة،
وهذا لفظ
الترمذي.و‘بي
داود
والنسائي قال:
]كَانَ آخِرُ
ا‘مْرَيْنِ مِنْ
رَسولِ
اللّهِ #
تَرْكُ
الْوُضُوءِ
مِمّا
غَيّرَتِ
النَّارُ[.
»الْقِنَاعُ«:
الطبق.»والعلة«:
بقية الشئ .3.
(3684)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) çıktı, beraberinde ben de vardım. Ensârdan bir kadına uğradı.
Kadın ona bir koyun kesti. Bir tabak tâze hurma getirdi, ondan yeyip sonra öğle
için abdest aldı ve namaz kıldı. Sonra (namazdan) ayrıldı. Kadın ona koyundan
arta kalan birşeyler getirdi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) onu da
yiyip ikindiyi kıldı, bu sırada abdest almadı."[330]
Ebû Dâvud ve Nesâî'nin rivayetinde: "Resûlullah'ın son iki
icraatından biri, ateşin değiştirdiğinden abdest almayı terketmekti" denmiştir.[331]
ـ3685 ـ4ـ وعن
عبيد بن ثمامة
المرادى قال:
]قَدِمَ عَلَيْنَا
مِصْرَ
عَبْدُاللّهِ
بنُ
الحَارِثِ
ابن جَزْءِ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
مِنْ
أصْحَابِ
رسولِ اللّهِ
# فَسَمِعْتُهُ
يُحَدِّثُ في
مَسْجِدِ
مِصْرَ قالَ:
لَقَدْ
رَأيْتُنِى
سَابِعَ
سَبْعَةٍ،
أوْ سَادِسَ
سِتّةٍ مَعَ
رَسُولِ
اللّهِ # في
دَارِ رَجُلٍ
فَمَرّ بَِلٌ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
فَنَادَهُ بِالصََّةِ
فَخَرَجْنَا،
فَمَرَرْنَا
بِرَجُلٍ
وَبُرْمَتُهُ
عَلى
النَّارِ،
فقَالَ لَهُ
النّبىُّ #:
أطَابَتْ
بُرْمَتُكَ؟
قالَ: نَعَمْ،
بِأبِى أنْتَ
وَأُمِّى،
فَتَنَاوَلَ
مِنْهَا
بَضْعَةً،
فَلَمْ
يَزَلْ يَعْلُكُهَا
حَتّى
أحْرَمَ
بِالصَّةِ،
وَأنَا
أنْظُرُ
إلَيْهِ[.
أخرجه أبو
داود .
4. (3685)- Ubeyd İbnu Sümâme
el-Murâdî anlatıyor: "Abdullah İbnu'l-Hâris İbni Cez' (radıyallahu anh),
Mısır'a yanımıza geldi. Kendisi Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
ashabından idi. Mısır Camii'nde şu hadisi anlatırken işittim: "Ben öyle
hatırlıyorum ki, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la bir adamın evinde
oturan yedi kişiden yedincisi veya altıdan altıncısıydım. Derken Bilâl
(radıyallahu anh) geçti ve ezan okudu. Biz de çıktık. Giderken bir adama
uğradık, tenceresi ateş üstündeydi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ona:
"Tenceren yeterince pişti mi?" diye sordu. Adam:
"Evet, annem babam sana feda olsun!" dedi. Resulullah
bunun üzerine bir parça aldı. Çiğnemesi devam ederken namaz için iftitah
tekbiri aldı. Ben bu sırada ona bakıyordum."[332]
ـ3686 ـ5ـ وعن
سويد بن
النعمان
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]خََرَجْنَا
مَعَ النبىّ #
عَامَ خَيْبَرَ
حَتّى إذَا
كُنَّا
بِالصّهْباءِ،
وَهِىَ مِنْ
أدْنَى
خَيْبَرَ
صَلّى رَسولُ
اللّهِ #
الْعَصْرَ،
فَلمّا صَلّى
دَعَا بِا‘طْعِمَةِ،
فَلَمْ
يُؤْتَ إّ
بِسَويقِ
فَأمَرَ بِهِ
فَثُرَي،
فَأكلَ وَأكَلْنَا،
ثُمّ قَامَ
إلى
المَغْرِبِ
فَمَضْمَضَ
وَمَضْمَضْنَا،
وَلَمْ
يَتَوضّأ[. أخرجه
البخارى
ومالك
والنسائي.»ثُرِّيَ«:
أى بلّ
بالماء.
5. (3686)- Süveyd
İbnu'n-Nu'mân (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hayber Seferine Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte çıktık. Hayber yakınlarında olan Sahbâ'ya
vardığımız zaman Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ikindi namazı kıldı. Namaz
bitince yiyecek getirilmesini ferman buyurdu. Sadece kavut getirilmişti. Bunun su ile ıslatılmasını emir buyurdu.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) da, biz de ondan yedik. Sonra
akşam namazına kalktı. Ağzını mazmaza etti. Biz de ağızlarımızı mazmaza ettik. Fakat abdest almadı."[333]
,ـ3687 ـ6ـ وعن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رسولَ
اللّهِ #
شَرِبَ
لَبَناً
فَلَمْ
يَتَمَضْمَضْ
وَلَمْ
يَتَوضّأ
وَصَلّى[.
أخرجه أبو
داود.الفرع
الخامس: في
لحوم ا“بل
6. (3687)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) süt
içti. Ne mazmaza yaptı ne abdest aldı; namazını kıldı."[334]
AÇIKLAMA:
1- Burada kaydedilen altı hadisten her biri ateşte pişen bir
şey yendikten sonra abdest
alınmayacağını ifade eden sünnetleri aksettirmektedir. Bu mesele ile ilgili
gerekli açıklamaları 3681 numaralı hadiste yaptığımız için burada tekrar etmeyeceğiz.
2- Son rivayetteki yıkama, sadece ağzın yıkanmasıdır, abdest
değildir. Esâsen ağızda yemek kırıntıları olduğu halde namaza durmayı
Resulullah nehyetmiş, melekleri en ziyade rahatsız eden bir durum olarak tavsif
buyurmuştur, daha önce kaydettik.[335]
ـ3688 ـ1ـ عن
جابر بن سمرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رَجًُ
سألَ رسولَ
اللّهِ #
أتَوَضّأ
مِنْ لُحُومِ
الْغَنَمِ؟
قال: إنْ
شِئْتَ
فَتَوضّأ،
وَإنْ شِئْتَ
فََ تَتَوضّأ.
قالَ: أتَوَضّأ
مِنْ لُحُومِ
ا“بِلِ؟ قالَ:
نَعَمْ.
فَتَوضّأ مِنْ
لُحُومِ
ا“بِلِ. قالَ:
أُصَلّى في
مَرَابِضِ
الْغَنَمِ؟
قالَ: نَعَمْ.
قالَ:
أُصَلِّى في
مَبَارِكِ
ا“بِلِ؟ قالَ:
َ[. أخرجه مسلم .
1. (3688)- Câbir İbnu
Semure (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir adam Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a gelerek:
"Koyun eti sebebiyle abdest alayım mı?" diye sordu:
"Dilersen abdest al, dilemezsen alma!" diye cevap verdi.
Adam bunun üzerine:
"Deve eti sebebiyle abdest alayım mı?" diye sordu.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu sefer:
"Evet, deve eti sebebiyle abdest al!" cevabını verdi.
Adam tekrar:
"Koyun ağıllarında namaz kılayım mı?" diye bir başka
sual sordu:
"Evet!" cevabını aldı. Tekrar sordu:
"Pekala, deve ağıllarında namaz kılayım mı?"
"Hayır!" buyurdu Aleyhissalâtu vesselâm."[336]
ـ3689 ـ2ـ و‘بي
داود
والترمذي، عن
البراء
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]َ تُصَلُّوا
في مَبَارِكِ
ا“بِلِ
فإنّهَا مِنَ
الشَّيَاطِينِ،
وَسُئِلَ
عَنْ
مَرَابِضِ
الْغَنَمِ.
فَقَالَ
صَلُّوا
فِيهَا
فإنّهَا
بَرَكَةٌ[ .
2. (3689)- Ebû Dâvud ve
Tirmizî'de Berâ (radıyallahu anh)'nın rivayetlerine göre Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) şöyle demiştir:
"Deve ağıllarında namaz kılmayın, çünkü onlar şeytandandır.
Koyun ağıllarından soruldu:
"Oralarda kılın, çünkü onlar berekettir"
buyurdular."[337]
AÇIKLAMA:
1- Yukarıda kaydettiğimiz Müslim hadisi, deve etinin abdesti
bozacağını belirtiyor. Ancak ülemâ bu
meselede ihtilaf eder. Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer, Hz.Ali, Hz. Osman,
Abdullah İbnu Mes'ud, Übeyy İbnu Ka'b, Abdullah İbnu Abbâs, Ebû'd-Derdâ, Ebû
Talha (radıyallahu anhüm) ve Tâbiîn ve Etbaut-Tabiîn'in cumhuru bu meyanda Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfiî hazeratı
deve eti yemenin abdesti bozmayacağını söylerler.
Ahmed İbnu Hanbel, İshâk, Yahya İbnu Yahya, Ebû Bekr
İbnu'l-Münzir, İbnu Huzeyme, İmam Beyhakî gibi
bazı büyükler de deve eti yemenin abdesti bozacağına hükmederler.
Cumhur-u ülemâ, deve etinin abdesti bozacağına hükmedenlere 3684
numarada Hz. Câbir (radıyallahu anh)'den kaydettiğimiz Ebû Dâvud hadisiyle
cevap verirler. Orada "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın en son iki
icraatından birinin ateşte pişen şeyi yemek sebebiyle abdest almayı terketmek
olduğu" ifade edilmektedir. Dolayısıyla cumhur, o amelle, bu hadislerin
mehsuh olduğuna hükmetmiştir.
2- Koyun ve deve ağıllarında namaz kılma meselesine gelince:
Hz. Berâ (radıyallahu anh)'nın rivayetine göre, koyun ağıllarında namaz kılmak
caizdir. Ülemânın hükmü de böyledir, zira aleyhte delil mevcut değildir. Deve
ağıllarında namaz mekruhtur. Umumiyetle kerâhet-i tenzîhiyye denmiştir. Ancak deve pisliğine
necâset diyenler, pisliğin bulunması halinde, deve ağıllarındaki namaza
kerâhet-i tahrîmiye hükmünü vermiştir. Sebebi hususunda ihtilaf edilmiştir.
Bazı âlimler, deve ağıllarının koyun ağılığından daha pis koktuğunu sebep göstermiştir. Çünkü
necislik yönüden aralarında fark gözetilmemiştir.Yani birinin sidik veya gübresi
diğerine göre daha galiz veya daha hafif iddiasında bulunulmamıştır. Sözgelimi,
Ebû Hanîfe ve İmam Şâfiî rahimehümâllah
her iki hayvanın sidiklerinin necis olduğunu söylerken, İmam Mâlik her
ikisinin de temiz olduğunu söylemiştir.
Bazı âlimler, hadisteki yasağın deve ağıllarına kazayı hâcet için
oturmaya müteallik olduğunu söylemiş; bazıları da: "Develer ürkek olduğu
için, namaz kılan kimse endişe içinde namazını kılarak huzur bulamayacak, belki
de namazını bozacak; bu sebeple nehiy vârid olmuştur" demiştir.
Esasen hadiste gelene: "Çünkü onlar şeytandandır"
ibaresi bu çeşit ma'nâları çıkarmaya elverişli mutlak bir ifadedir. "Develerin şeytandan
olması" demek, onlardan şeytana yaraşan kötü işler sudûr etmesi demektir. Veliyyü'd-Din el-Irâkî
der ki: "Onlar şeytandandır" sözünün, hakikatı üzere olma ihtimali de
var, çünkü onların nefisleri şeytandır, nitekim Kûfe ülemâsı, şeytanı:
"İns, cin ve hayvandan her bir mütecâviz, mütemerriddir." diye tarif
etmiştir.." der. Kini, intikamıyla meşhur olan devenin bu ma'nâda şeytan
olarak tavsifi lisan-ı nübüvvete pek muvafıktır ve hayatları hep develerle
geçen insanlara ihtiyat uyarısı
ziyadesiyle yerindedir.
Koyunların bereket olarak yadedilmesi de onların mizaçlarına
muvafık bir tabirdir. Onlarda, develerdeki gibi fıtrî bir temerrüd ve tecavüz
ve kin yoktur. Mûnis ve uysal hayvanlardır. Hatta, hadisin Şâfiî hazretlerinin
kaydettiği vechinde "sekîne" tabiri de koyunların tavsifi zımnında
gelmiştir. Yani "sükûnet, emniyet sahibi mahluklardır" demek olur.
Öyleyse hadis, "onların içinde namaz kılacak kimse, onlardan tecavüz
gelecek endişesine düşmez, namazını bozmaz, huzur içinde kılar" demek
istemiştir.[338]
ـ3690 ـ1ـ عن
ابن مسعود
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كُنَّا َ
نَتَوضّأ
مِنْ مَوْطِئٍ،
وَ نَكُفُّ
شَعْراً وََ
ثَوْباً[. أخرجه
أو داود.
»الموطئ«: ما
يوطأ في الطريق
من ا‘ذى .
1. (3690)- İbnu Mes'ud
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Biz, yollarda ayağa bulaşan pislik sebebiyle
abdest tazelemezdik."[339]
AÇIKLAMA:
Hadiste geçen mevti', yollarda ayağa bulaşan pisliktir. Hattâbî,
İbnu Mes'ud'un "ayağa bulaşan pislik sebebiyle abdesti yenilemezdik, iade
etmezdik" demek istediğini belirtir. Irâkî, buradaki vudû (abdest) kelimesinin lügavî
ma'nâsında olma ihtimalini belirtir. Lügatte yıkamak ma'nâsında olduğuna göre
"ayağa bulaşan pisliği yıkamazdık" ma'nâsına gelebileceğini belirtir.
İmam Beyhakî, "Bundan maksad kuru pisliktir. Yürüyen kimsenin ayakları
yoldaki kuru pisliklere değmekle kirlenmiş sayılmaz, Ashab bu nevi pisliklere
değdi diye ayaklarını yıkamazlardı"
der. Hatta Marifet adlı kitabına şöyle bir bab açar: "Kişinin üzerine ayağıyla bastığı veya elbisesini
değdirdiği kuru pisliğin hükmünü beyan
bâbı..."
Tirmizî der ki: "Bu, ilim ehlinden birçoğunun benimsediği
görüştür. Derler ki: "Kişi, pis bir yere basarsa, ayağını yıkaması vacib
değildir, yeter ki bu pislik yaş olmasın. Yaş ise, sadece değdiği yeri yıkaması
yeterlidir, (abdestini iade etmesi gerekmez)."[340]
ـ3691 ـ2ـ وعن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]بَيْنَمَا
رَجُلٌ يُصَلِّى
مُسْبًِ
إزَارَهُ. إذْ
قالَ لَهُ رسولُ
اللّهِ #:
اذْهَبْ
فَتَوضّأ.
فَذَهَبَ
فَتَوَضّأ،
ثُمّ جَاءَ
ثُمّ قالَ:
اذْهَبْ
فَتَوَضّأ.
فَذَهَبَ
فَتَوَضّأ.
ثُمَّ جَاءَ
فقَالَ
رَجُلٌ: يَا
رسولَ اللّهِ
# مَالَكَ،
أمَرْتَهُ
أنْ
يَتَوضّأ؟
فقَالَ:
إنَّهُ كَانَ
يُصَلِّى
وَهُوَ
مُسْبِلٌ
إزَارَهُ
وَإنَّ اللّهَ
َ يَقْبَلُ
صََةَ رَجُلٍ
مُسْبِلٍ إزَارَهُ[.
أخرجه أبو
داود .
2. (3691)- Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir adam izarını salmış olarak namaz
kılarken, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ona:
"Git, abdest al!" ferman buyurdu. Adam gitti abdest
aldı, sonra gelip tekrar namaza durdu. [Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
tekrar]:
"Git abdest al!" emretti. Adam gitti, abdest aldı, geri
geldi. Bir adam:
"Ey Allah'ın Resûlü, ona niye abdest almasını emir
buyurdunuz?" diye sordu.
"O, dedi, izârını sarkıtmış olarak namaz kılıyordu. Allah,
izarını sarkıtan erkeğin namazını kabul buyurmaz.!"[341]
AÇIKLAMA:
1- İzâr: Belden aşağı giyilen libasa denir. Kadınların eteği gibi,
veya banyodan çıkınca belden aşağıya örtmek üzere sarılan uzunca havlu.
Erkeklerde bu alt giysinin uzunluğu baldır ortalarına kadar uzamalıdır. Daha
uzunu şer'an hoş karşılanmamıştır. Hele topuklardan aşağı inecek kadar
uzatılması mekruhtur. İşte isbâl, izâr'ın yere değecek kadar uzun tutulmasıdır.
Bu, kadınlarda meşrudur. Hatta kadınlarda yerde sürünmesine bile cevaz
verilmiştir. Ancak erkeklerde bu, kibir alameti, kadınlara benzeme kabul
edilmiş, hoş karşılanmamıştır. Hattâ
hadiste: "İzar'dan topuklardan aşağı inen kısım ateştedir"
buyurulmuştur. Gerçi bu ifade kadınlara
da şâmil gözükmekte ise de ülemâ, başka rivayetleri de nazar-ı dikkate alarak
kadınların uzatabileceğini belirtmiştir, ancak bu, onlar hakkında da bir
cevazdır, vecibe değil. Bu mevzuya libasla ilgili bölümde (5233-5304) geniş yer
vereceğiz (5242. hadis)
2- Burada hatıra gelen bir husus şudur: Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm), adama abdest
tazelemeyi emretmiştir, ama adam abdestsiz değildir. Yani, ikinci adamın
sorusuna Aleyhissalâtu vesselâm'ın verdiği cevabtan anlıyoruz ki, adam
abdestsiz olduğu için değil, izârını
uzun giydiği için abdest tazelemeyi emretmiştir. Bu iki durum arasında irtibat
bulamayan âlimler şöyle bir izah getirmişlerdir: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ona
abdesti emretmiştir, ta ki,
günahkâr kimselere, hatalarına abdestin bir kefâret olduğuna ve onları hatalara
sevkeden gadab ve benzeri şeyleri de izale ettiğini bildirsin ve bunu içlerine
iyice yerleştirsin."
Tîbî'nin açıklaması da şöyle: "Adam abdestli olduğu halde
kendisine abdest emredilmesindeki sır, adamın bu emrin sebebi hususunda
tefekkür etmesi ve işlediği fiilin şenâetine (çirkinliğine) ve Cenâb-ı Hakk'ın, -zâhirî temizlik, bâtinî temizliğe müessir
olmasına binaen- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zâhirî temizlik emrinin
bereketiyle bâtınını da tekebbür ve gurur kirlerinden temizleyeceğine vakıf
olmasını sağlamaktır."
Bazı şârihler: "Hadiste, izarı fazla
uzatmanın şiddetli bir çirkinlik olduğuna ve Cenâb-ı Hakk'ın böyle,
elbisenini uzatarak namaz kılanların namazını kabul etmeyeceğine ve bu kimseye
namazı da abdesti de iade etmesi gerekeceğine delil var" demiştir.[342]
Mesh, Arapçada elle değmek, elle temas etmek ma'nâsına gelir.
Dinimiz bir kolaylık olmak üzere abdest alırken, mukimlere 24 saat, misafirlere
üç gün üç gece olmak üzere, mest üzerinden meshetmeye ve mestleri çıkararak
ayakları yıkama zahmetine girmemeye ruhsat tanımıştır. Tanınan bu ruhsat sadece
mest için değil, onun yerine geçebilecek çizme, potin, bot gibi ayakları
topuklara kadar örten her çeşit
ayakkabıları ve hatta kendileriyle üç mil kadar yürünebilecek derecede
kuvvetli, kalın çoraplar ve konçlu aba terlikler içindir.
Sünnete uygun mesh şöyle yapılır: Mestin üzerine ayağın parmakları
ucundan aşık kemiklerini aşmak üzere
inciklere doğru, açık vaziyetteki el
parmakları sürülür. Sağ ayak sağ elle, sol ayak sol elle meshedilir. Bu
maksadla eller, temiz su ile ıslatılmış olmalıdır. Topukları örtmeyen mestlere
mesh yapılmaz. Mestlerden birinde, topuktan aşağı kısımda ayak parmaklarından küçüğü ile üç parmak
büyüklüğünde yırtık, sökük ve delik varsa mesh câiz olmaz. İki ayaktaki bu
yırtıklar cemedilmez, birindeki yırtıklar cemedilir. Mestler bağsız olarak
ayakta duracak derecede kalın olmalı, dışarıdan suyu hemen emmemelidir. Meshin
yapılabilmesi için, ayağın ön kısmında en az üç küçük el parmağı kadar bir
kısım olmalıdır. Ayağın birini yıkayıp diğerini meshetmek câiz olmaz.[343]
ـ3692 ـ1ـ عن
المغيرة بن
شعبة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كُنْتُ
مَعَ
النَّبىِّ #
فقَالَ: يَا
مُغِيرَةُ
خَذِ
ا“دَاوَةَ؟
فَأخَذْتُهَا.
فَانْطَلَقَ
رسولُ اللّهِ
# حَتّى تَوَارَى
عَنِّى
فَقَضَى
حَاجَتَهُ،
وَعَلَيْهِ
جُبَّةٌ
شَامِيَّةٌ،
فَذَهَبَ
لِيُخْرِجَ
يَدَهُ مِنْ
كُمِّهَا
فَضَاقَتْ.
فَأخْرَجَ
يَدَهُ مِنْ
أسْفَلِهَا
فَصبَبْتُ
عَلَيْهِ
فَتَوَضّأ
وُضُوءَهُ
لِلصََّةِ
وَمَسَحَ
عَلى خُفَّيْهِ،
ثُمَّ صَلّى[.
أخرجه الستة .
1. (3692)- Muğire İbnu
Şu'be (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'la beraberdim. Bana:
"Ey Muğire, su kabını al!" emretti. Ben de onu aldım.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) [la tenhaya gittik. O] benim gözümden
kayboldu, kazayı hâcet yaptı, (geri döndü). Üzerinde Şâmî bir cübbe vardı.
(Abdest almak için hazırlık yaptı. Cübbesinin yenlerini çemreyip) kollarını
çıkarmaya çalıştı. Ancak (yenler) dardı. Ellerini (yenlerin uç kısmından geri çıkarıp cübbeyi
sırtına koyup kollarını) alttan çıkardı. Ben su döktüm, namaz için abdest aldı.
Mestleri üzerine meshetti, sonra namaz kıldı."[344]
ـ3693 ـ2ـ وفي
أخرى
قال:]فَأهْوَيْتُ
‘نْزِعَ خُفَّيْهِ.
فقَالَ: دَعْهُمَا
فإنِّى
أدْخَلْتُهُمَا
طَاهِرِتَيْنِ
فَمَسَحَ
عَلَيْهَا[.
هذا لفظ
الشيخين .
2. (3693)- Bir diğer rivayette: "Mestlerini çıkarmada yardımcı
olmak için eğildim. Bana:
"Bırak onları, zira ben, abdestli olarak mestlerimi
giyindim" buyurdu ve üzerlerine meshetti." Bu Sahiheyn'in lafzıdır.[345]
ـ3694 ـ3ـ
ولمسلم رحمه
اللّه في
أخرى: ]أنَّ
النبىَّ #
مَسَحَ عَلى
الخُفَّيْنِ
وَمُقَدَّمِ
رَأسِهِ
وَعلى
عِمَامَتِهِ[
.
3. (3694)- "Müslim
merhumun bir diğer rivayetinde: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
mestleri, başının ön kısmı (alnı) ve sarığı üzerine meshetti" denilmiştir.[346]
ـ3695 ـ4ـ و‘بي
داود في أخرى:
]أنَّ
النّبىَّ #
مسَحَ عَلى
الخُفَّيْنِ
فَقُلْتُ يَا
رَسُولَ اللّهِ:
نَسِيتَ؟
فقَالَ: بَلْ
أنْتَ
نُسِّيتَ،
بِهذَا
أمَرنِى
رَبِّى عَزَّ
وَجَلَّ[ .
4. (3695)- Ebû Dâvud'un bir diğer rivayetinde: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) mestleri üzerine meshetmişti; ben:
"Ey Allah'ın Resulü! yoksa unuttunuz mu?" dedim.
"Bilakis, dedi, belki sana unutturuldu. Aziz ve celil olan Rabbim, bana böyle emretti."[347]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis mest üzerine meshetmenin caiz olduğunu
belirtmektedir. İbnu'l-Mübârek: "Mest üzerine meshetmenin cevazı hususunda
Ashabta bir ihtilaf yoktur, zira kimden bu hususta menfi bir haber gelmişse, aynı zattan müsbet bir haber de
sâbit olmuştur" der. İbnu Abdilberr de: "Mâlik dışında selef
fakihlerinin hiçbirinden bu cevazı inkâr eden rivayet gelmemiştir" der ve
ilave eder: "Mâlik'in de te'yid
ettiğine dair sarih rivayet
vardır." Şâfiî, Ümm'de Mâlikîlerin meshin cevazını inkâr ettiklerine
işaret ederse de bugün Mâlikîlerde iki görüş vardır:
1) Mutlak olarak caizdir
2) Mukime değil, müsâfirîne caizdir.
2- İbnu'l-Münzir, ülemânın mest üzerine meshetmek mi, yoksa
mestleri çıkarıp yıkamak mı, hangisi efdal? ihtilafına düştüklerini belirtir.
Ona göre Hâricîlerin ve Râfizîlerin ta'nı sebebiyle meshin efdal olacağını
söyleyen olmuştur. Kâide şudur: "Muhaliflerin ta'n ettiği sünnetlerin
ihyası, terkinden efdaldir."
Nevevî der ki: "Birçok sahabî, sünneti küçük görme sebebiyle
olmamak kaydıyla, meshi terkedip, ayakları yıkamak efdal" demiştir.
Nitekim aynı şeyi sefer sırasında namazı
kasretmenin, tamamlamaya efdaliyeti hakkında da söylemişlerdir. Bir kısım
huffâz, mest üzerine meshin tevâtürle sâbit olduğunu söylemiştir. Hasan Basrî
bunun yetmiş sahâbî tarafından rivayet edildiğini belirtir.
3- Nevevî, mesh'in seferde ve hazerde, bir ihtiyaca mebni
olsun olmasın, hatta evinde kalan kadına, yürüyemeyen sakata bile caiz olduğu
hususunda icma edildiğini belirtir. Sadece İmam Mâlik'ten farklı görüşler
rivayet edildiğine dikkat çektikten sonra: "Onun mezhebinde de meşhur
görüş, diğer mezheplerde olduğu gibidir" der.
4- Hadis, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın abdest bozmak
üzere tenhaya gittiğini, beraberinde abdest suyu taşıdığını, abdest bozduktan
sonra hemen abdest alıp, namaz kıldığını
gösteriyor. Bu namaz farz namazlardan biri olmayıp, abdest alınca
kılınmasını sünnet kılıp tavsiye etti
iki rekatlik abdest namazı olmalıdır.
5- Abdest alırken
cübbenin kolu, darlığı sebebiyle yukarıya doğru çemrenememiş, bu sebeple
koldan tamamen çıkarılıp cübbe omuzda bırakılıp, kollar cübbenin altından
çıkarılmıştır. Bu cübbenin önünün kapalı olduğu anlaşılmaktadır. Bu hal ihtiyaç
durumunda caiz ise de cemaat arasında caiz olmayacağı, böylesi bir giyinmenin
meşru sayılmayacağı açıktır.
6- 3693 numaralı rivayette geçen ibare bazı farklı anlamlara
imkan tanımıştır. Şöyle ki:
Resulullah'ın: "Ben mestlerimi abdestli olarak giydim"
ibaresini Şâfiîler: "Abdest tamamlandıktan sonra giydim" şeklinde
anlayarak, abdest tamamlanmadan giyilen
mestlere mesh edilemeyeceği hükmünü çıkarmışlardır. Yani, bir insan abdest
alırken ayağından yıkamaya başlasa, ayağının birini yıkayıp kurulasa ve hemen
mestini giyse, diğerini de yıkayıp giyinse, sonra diğer uzuvlarını yıkasa veya
normal sırayla yıkayarak ayaklarına gelse, ayaklarından birini yıkar yıkamaz
mestini giyse, sonra diğerini yıkasa ve mestini giyse, bu abdesti
bozulunca, o mestlerin üzerine meshedemez, çünkü mestlerini tam temizlik üzere
giymemiştir. Zira ayağın biri yıkanmış, ama diğeri yıkanmadığı için tam temiz
sayılmaz, tam temiz sayılmadan mestini giymiş olmaktadır. Tam temiz sayılması
için abdest işi tamamen bitmiş olacak. İşte bu durumda giyilen mest Şâfiîlere
göre meshetmek için elverişlidir. Bu meselede Mâlikiler, Hanbelîler ve İshak
İbnu Râhûye ve Şâfiî hazretleri gibi hükmetmişlerdir.
Hanefîler bu anlayışta değildir. Abdest tamamlanmadan mest
giyilmiş olsa dahi o mest üzerine meshedilebilir; yeterki, mesti giymezden önce
ayak yıkanmış olsun. Süfyân Sevrî, Yahya İbnu Âdem, Müzenî, Ebû Sevr, Dâvud-u
Zâhirî de Ebû Hanîfe gibi hükmederler. Abdest kemalini bulmadan mest
giyilebilir.
7- Sadedinde olduğumuz hadisin 3694 numaralı vechinde mest ve
sarık üzerine mesh meselesi mevzubahistir. Ülemâ arasında bu, ihtilaflı bir
konudur. Şöyle ki:
* Ahmed İbnu Hanbel'e göre yalnız sarık üzerine mesh caizdir,
ancak sarık abdestli iken sarılmış olmalıdır. Hz. Ebû Bekr, Ebû Ümâme, Sa'd
İbnu Mâlik, Ebû'd-Derdâ, Ömer İbnu Abdilaziz, Hasan Basrî, Katâde, Evzâî,
Mekhul hazeratının sarık üzerine meshettikleri rivayet edilir.
* Bunu bir kısım âlimler caiz görmezler ve "Başlarınıza
meshedin" (Mâide 6) âyetiyle istidlâl ederler. Bu anlayışa göre sarık
üzerine yapılan mesh, başa mesh sayılmaz. Âlimler teyemmüm sırasında yüzün
üzerindeki örtüye yapılacak meshi teyemmüm için yeterli görmezler, yüze
meshetmek gerekir diye hükmederler. Başa yapılacak meshi de buna benzetirler.
Bu görüşü müdâfaa eden Hattâbî: "Allah başa meshetmeyi farz kıldı, sarık
üzerine meshi bildiren hadis ise te'vile muhtaçtır. Öyleyse, yakînen bilinen
bir husus bırakılıp ihtimalle amel edilmez"der. Urve, İbrahim Nehâî, Şâbi,
Kasım İbnu Muhammed, İmam Mâlik, İmam Şâfiî, Ebû Hanîfe rahimehümullah sarık
üzerine meshi caiz görmezler.
Sarık üzerine meshi caiz görenler iki şart koşarlar:
1) Sarık üst çenenin altına kadar inmelidir, büyük veya küçük
olmasının farkı yoktur.
2) Sarık bütün başı kaplamalıdır, bundan sadece adete göre,
açılması icabeden kulaklar ve başın ön kısmı müstesnadır. Sarık üzerine
meshederken başın açık kısımlarını meshetmek müstehaptır. İbnu'l-Münzir:
Kalansüve denen külah üzerine meshetmeyi kimsenin tecviz etmediğini, sadece Hz.
Enes'ten kalansüve üzerine meshte bulunduğu, rivayetlerde geldiğini belirtir.
8- "Başının ön kısmına (alnına) ve sarığının üzerine
meshetti" ifadesi hakkında Nevevî şu açıklamayı yapar: "Bu hadis,
başın tamamına değil, bir kısmına meshetmek yeterlidir" diyen
âlimlerimizin delillerindendir. Zira, eğer başın tamamına meshetmek farz
olsaydı, Resûlullah bu miktarla
yetinmezdi çünkü bir uzuvda hem aslı, hem bedeli meshetmek câiz
değildir. Nitekim ayağın birinin üzerindeki meste meshedip, diğerini yıkamak
caiz değildir. Başa meshi sarığın üzerinden tamamlamak İmam Şâfiî ve bir grup âlime göre
müstehabtır. Bu, temizliğin bütün başa sirayeti için yapılır. Sarık üzerine de
mesh için sarığın abdestli giyilmesi, giyilmemesi diye bir şart yoktur. Sadece
sarığa meshedip başa hiç dokunmamak bizim mezhebimize göre caiz değildir.
Mâlik, Ebû Hanîfe ve ekseri ülemânın görüşü de budur. Sadece Ahmed İbnu Hanbel
yalnızca sarık üzerine meshi yeterli görmüştür. Seleften bir cemaat de bu hususta
ona muvafakat etmiştir." Nitekim onların ismini yukarıda kaydettik.
Kadınların başörtüsü üzerine mesh caiz mi değil mi, bu hususta da ihtilaf edilmiştir. Bir görüşe göre caiz, diğerine göre değildir. Başı korumak üzere sarılan şey üzerine mesh caiz görülmemiş, "çıkarılması zor değildir" denmiştir.
9- Sadedinde olduğumuz hadislerden 3695 numaralı rivayette Muğîre İbnu Şu'be'nin
"ayağınızı yıkamayı gâliba unuttunuz?" sözü üzerine Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "...Belki sen
unuttun.." ifadesinde kastedilen unutma nedir? Âlimler birkaç
ihtimal üzerinde durur:
* Resulullah: "Sen, mest üzerine meshetme cevazını
unuttun galiba!" demek istemiş olabilir.
* Veya: "Sen benim Şârî olduğumu unuttun ve bana unutma
nisbet ettin" demek istemiştir. Bu mânada Resûlullah'ın unutmasının câiz
olmayacağı ifade edilmiş olmaktadır.
* Veya: "Sen hiçbir ihtimale yer vermeden kesin bir üslubla
bana unutma nisbet ettin. Halbuki bunu bana Rabbim vahiyle emretti..."
demek istemiştir.[348]
ـ3696 ـ5ـ وعن
بل رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنّ رسولَ
اللّهِ #
مَسَحَ
الخُفَّيْنِ
وَالخِمَارَ[.
أخرجه الخمسة
إ البخارى .
5. (3696)- Hz. Bilâl
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) mestleri
ve örtüsü üzerine meshetti."[349]
ـ3697 ـ6ـ وفي
أخرى ‘بي داود:
]كَانَ #
يَخْرُجُ لِحَاجَتِهِ
فَآتِيهِ
بِالْمَاءِ
فَيَتَوَضّأ
وَيَمْسَحُ
عَلى
عِمَامَتِهِ
وَمُوقَيْهِ[
.
6. (3697)- Ebû Dâvud'un
rivayetinde şöyle denmiştir: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ihtiyacı
için (araziye) çıkardı. Ben de O'na su taşırdım. (Kazayı hâcet yapınca)
abdest alırdı. Bu sırada sarığı ve "bot" ları üzerine
meshederdi."[350]
AÇIKLAMA:
Bu rivayetlerin her ikisi de Hz. Bilâl (radıyallahu anh)'e aittir.
Bunlarda Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kazayı hâcetten sonra abdest
aldığı ve abdest sırasında hem mest ve hem de sarık üzerine meshettiği
belirtiliyor.
Birinci rivayette sarık yerine
himâr kelimesi kullanılmıştır. Bu kelime daha ziyade kadın baş örtüsü
demektir. Ancak sarık yani amâme
kastedildiği bellidir. Nitekim başka rivayetlerde ve mesela ikinci hadiste
amâme kelimesine yer verilmiştir.
İkinci rivayette ise, mest'i ifade eden huff yerine mûk kelimesi kullanılmış, bununla da
mest diye tercümesi yapılan huff kastedilmiştir. Mûk'un dilimizdeki karşılığı
nedir? Biz, kelime farklılığına dikkat çekmek için "bot" dedi isek de
günümüzdeki botu anlamamız hata olabilir. Ahterî, mûk'un Farsça asıllı olduğunu
söyler ve bunun mest'in de üzerine
giyilen bir ayakkabı çeşidi olduğunu belirtir: "...Acemler iç edîk üzerine giyerler..." der.
Şu halde bu rivayetler, gerek sarık ve gerekse mest üzerine
meshetmenin cevazına hükmeden ülemânın delillerinden biridir. Gerekli açıklama
3695 numarada yapıldığı için burada tekrar etmeyeceğiz.[351]
ـ3698 ـ7ـ وعن
أبي عبيدة بن
محمد بن عمار
بن ياسر قال:
]سَألْتُ
جَابِرَ بنَ
عَبْدِاللّهِ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما عَنِ
المَسْحِ
عَلى
الخُفّيْنِ.
فقَالَ:
السُّنَّةُ يَا
ابنَ أخِى؛
وَسَألْتُهُ
عَنِ
المَسْحِ عَلى
الْعِمَامَةِ
فقَالَ:
أمِسَّ
الشّعْرَ[.
أخرجه
الترمذي .
7. (3698)- Ebû Ubeyde İbnu
Muhammed İbnu Ammâr İbnu Yâsir anlatıyor: "Câbir İbnu Abdillah
(radıyallahu anh)'a mest üzerine meshetme hususunda sordum.
"Ey kardeşimin oğlu, bu sünnettir" buyurdu. Bunun
üzerine sarık üzerine meshetme hakkında sordum:
"Saça meshet!" diye cevap verdi."[352]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfiî başta olmak üzere pek çok
ülemânın "sarık üzerine meshetmek câiz değildir" diye verdikleri
hükmü te'yid eden rivayetlerden biridir. Zirâ, "saçına meshet!"
cevabını, sorulan sual çerçevesinde değerlendirince "sarık üzerinden yapılacak
mesh caiz değildir" ma'nâsı çıkar. Hattâbî der ki: "Allah başı
meshetmeyi farz kılmıştır (Mâide 6). Öyleyse başı meshetme hususundaki hadis
te'vil götürür. Dinde titiz olan kimse Allah'ın emri açıkken muhtemel
olanla amel edip, amelde riske düşmez. Baş(taki sargı) üzerine meshetme
hususunda meste kıyas etmek uzak bir ihtimaldir. Zira mestin çıkarılması,
sarığın hilâfına, meşakkate sebeptir."
3695 numaralı hadiste daha geniş açıkladık.[353]
ـ3699 ـ8ـ وعن
جرير بن
عبداللّه
البجلى
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه:
]أنَّهُ
تَوَضّأ
وَمَسَحَ
عَلى
خُفَّيْهِ
فَقِيلَ:
تَفْعَلُ
هذَا؟ قالَ:
نَعَمْ.
رَأيْتُ
رسولَ اللّهِ
# بَالَ ثُمَّ
تَوَضّأ
وَمَسَحَ
عَلى
خُفَّيْهِ[.
أخرجه الخمسة.قال
ا‘عمش، قال
إبراهيم
النخعى: فكان
أصحاب عبداللّه
بن مسعود
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
يُعجبهم هذا
الحديث ‘ن إسم
جرير رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
كان بعد نزول
المائدة، هذا
لفظ الشيخين .
8. (3699)- Cerîr İbnu
Abdillah el-Becelî (radıyallahu anh)'nin anlattığına göre, Cerîr, abdest alıp
mestleri üzerine meshedince, kendisine:
"Mest üzerine mesh mi yapıyorsun" diye sormuşlardır. O
da:
"Evet demiştir, ben Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı
gördüm. Bevletti sonra abdest aldı. (Sıra ayaklarına gelince, yıkamayıp)
mestlerinin üzerine meshetti" dedi.[354]
A'meş der ki: "İbrahim Nehâî dedi ki: "Bu hadis,
Abdullah İbnu Mes'ud (radıyallahu anh)'un ashabını taaccübe (hayrete)
sevkediyordu, çünkü Cerîr (radıyallahu anh)'in müslüman oluşu Mâide sûresinin
nüzûlünden sonra idi."[355]
AÇIKLAMA:
Hadiste, mest üzerine mesh'in cevazı gözükmektedir. Rivayette,
Mâide sûresinin zikriyle kastedilen husus sûrenin tamamı değil, abdestle ilgili
âyettir: "..Ey iman edenler, namaza kalktığınızda yüzlerinizi,
dirseklere kadar ellerinizi -başlarınızı
meshedip- topuk kemiklerine kadar ayaklarınızı yıkayın" (Mâide 6).
Nevevî'ye göre, "Cerîr (radıyallahu anh)'in İslâm'a girişi, bu âyetin
nuzulünden önce ise, mest üzerine meshetmekle igili hadisin bu âyetle
neshedilmiş olma ihtimali ortaya çıkar. Ama, onun İslâm'a girmesi müteahhir
olunca, mesh yoktur ve bu hadisiyle amel edilir ve hadis, Mâide suresindeki
mezkur âyette mest giyenlerin kastedilmediğini gösterir. Böylece sünnet, ayet-i
kerimeyi tahsis etmiş olur."
Hadisin müteakip vechi, Cerîr (radıyallahu anh)'in Mâide
suresinden sonra müslüman olduğunu tasrih etmektedir.[356]
ـ3700 ـ9ـ وفي
رواية أبي
داود قال:
]فَمَا
يَمْنَعُنِى
أنْ أمْسَحَ؟
وَقَدْ
رَأيْتُ
رَسُولَ
اللّه # يَمْسَحُ.
فقَالُوا:
إنَّمَا
كَانَ ذلِكَ
قَبْلَ
نُزُولِ
المَائِدَةِ.
قَالَ: مَا
أسْلَمْتُ
إَّ بَعْدَ
نُزُولِ
المَائِدَةِ[
.
9. (3700)- Ebû Dâvud'un
rivayetinde Cerîr şöyle demiştir: "Meshetmekten beni ne alıkoyacak? Zira
ben Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı meshederken gördüm!"
Bu sözü üzerine Cerîr'e: "Bu, Mâide suresinin nüzûlünden
önceydi" dendi de şu cevabı verdi: "Hayır! Ben kesinlikle Maide
suresinin nüzûlünden sonra müslüman oldum."[357]
ـ3701 ـ10ـ وعن
بريدة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ
النّبىَّ #:
صَلّى الصَّلَوَاتِ
يَوْمَ
الْفَتْحِ
بِوَضُوءِ
وَاحِدٍ،
وَمَسَحَ
عَلى
خُفَّيْهِ.
فقَالَ
عُمَرُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه.
لَقَدْ صَنَعْتَ
الْيَوْمَ
شَيْئاً لَمْ
تَكُنْ
تَصْنَعُهُ.
فقَالَ
عَمْداً
صَنَعْتُهُ
يَا عُمَرُ[.
أخرجه الخمسة
إ البخارى.
وليس في رواية
الترمذي والنسائي
ذكر المسح .
10. (3701)- Hz. Büreyde (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Mekke'nin fethedildiği gün, beş vakit namazın hepsini tek bir abdestle kıldı ve mestlerine meshetti. Hz. Ömer (radıyallahu anh):
"Bugün, hiç yapmadığın bir şeyi yaptın!" dedi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Âmmden (bilerek) yaptım ey Ömer" cevabını verdi."[358]
AÇIKLAMA:
Normalde Aleyhissalâtu vesselâm efendimiz her namaz için ayrı bir
abdest alırdı. Bu hal, Feth-i Mekke gününe kadar devam etti. O gün tek abdestle
bütün namazları kılmıştır.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Bu birleştirme ve mest
üzerine meshetme işini âmmden yani kasdî olarak yaptım" demekle bu iki
amelin câiz olduğunu ifade etmek istemiştir, yâni "birleştirme ve meshetme
amelinin câiz olduğunu göstermek için kasden böyle yaptım" demek
istemiştir. Şârihler, bu hadisten hareketle: "Büyük ve küçük abdestler
sıkıştırmadıkça, bir abdestle istediğin kadar namaz kılabilirsin, bu mekruh değildir" diye hükmetmişlerdir.
Nevevî, Şerhu Müslim'de der ki: "Bu hadiste birçok ilim
vardır. Bunlardan birine göre, tek abdestle farz ve nafile namazlar, hades vâki
oluncaya kadar kılınabilir."
Tahâvî, bazı âlimlerin "Namaza kalkınca yüzlerinizi yıkayın.."
âyetine dayanarak "abdestli de olsa her namazda abdest almak
vacibtir" diye hükmettiğini kaydeder. Ancak bâzı âlimler bunu vecibe
değil, istihbab zımnında söylemiş olabileceklerini belirtir. Yani her namazda
abdest tazelemek müstehabtır. Bu hükme itiraz edilemez. Bir abdestle birçok
namazın kılınmasının cevazını ifade eden
birçok rivayet vardır. Âyeti de âlimler şöyle tevil ederler: "[Abdestsiz
olduğunuz halde) namaza kalkınca
yüzlerinizi yıkayın..." Yâni âyete (abdestsiz olduğunuz halde) ibaresini takdir
ederler.
Bazıları âyetteki emrin âmm olduğunu, dolayısıyla abdestsizlere
vâcib ma'nâsında, abdestli olanlara da mendub ma'nâsında abdest almayı
emrettiğini söylemiştir.
Bazıları da: "Bidayette vücub ifade etmekteydi, sonradan
vücub hükmü neshedilerek mendub kılındı" demiştir. Nitekim Abdullah İbnu
Hanzala el-Ensarî bu yorumu te'yid eden bir rivayette bulunmuştur:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) abdestli abdestsiz
herkese, her bir namaz için abdest almalarını emretti. Ama bu, insan üzerine
zor gelince, hades vâki olanlar (abdesti bozulanlar) dışındakilerden bu emri
kaldırdı."[359]
ـ3702 ـ11ـ وعن
المغيرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]تَوَضّأ
رَسولُ
اللّهِ #
وَمَسَحَ
عَلى الجَوْرَبَيْنِ
وَالنَّعْلَيْنِ[.
أخرجه أبو داود
والترمذي
وصححه.وقال
أبو داود،
وكان ابن
مهدى
يحدث بهذا
الحديثِ ‘نّ
المَعْرُوفَ
عَنِ المغيرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
أن النبى #
مَسَحَ عَلى
الخُفَّيْنِ.قال:
وروى هذا عن
أبي موسى
ا‘شعوى رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
عن النبى #. أنه
مسح على
الجوربين
وليس بالمتصل
و بالقوى .قال
أبو داود:
ومسح على
الجوربين
عليّ بن أبي
طالب وابن
مسعود
والبراء ابن
عازب وأنس بن
مالك وأبو
أمامة وسهل بن
سعد وعمرو بن
حريث. وروى
ذلك عن عمر بن
الخطاب وابن
عباس رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهم .
11. (3702)- Hz. Muğîre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) abdest
aldı ve çoraplarının ve ayakkabılarının üzerine meshetti."[360]
Ebû Dâvud der ki: "İbnu Mehdi, bu hadisi rivayet etmezdi.
Çünkü Muğire (radıyallahu anh)'den bilinene göre Aleyhissalâtu vesselâm
mestlerine meshediyordu."
Yine Ebû Dâvud der ki: "Bu hadis Ebû Musa el-Eş'ari
(radıyallahu anh) tarafından da rivayet edilmiştir: "Aleyhissalâtu
vesselam çorapları üzerine meshetti." Ancak bu rivayet muttasıl ve
kuvvetli değildir, (zayıftır)."
Ebû Dâvud der ki: "Çorap üzerine Ali İbnu Ebî Tâlib, İbnu
Mes'ud, Bera İbnu Azib, Enes İbnu Mâlik, Ebû Ümâme, Sehl İbnu Sa'd ve Amr İbnu
Hureys (radıyallahu anhüm ecmâîn) de meshetmiştir. Bu tatbikat Ömer
İbnu'l-Hattâb ve İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'dan da rivayet
edilmiştir."[361]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın çoraplarının
üzerine de meshettiğini göstermektedir. Tahâvî
ayakkabının da zikredilmiş olmasına rağmen asıl maksadın çorap olduğunu,
tek başına çorap üzerine meshedilebileceğinin beyan edildiğini belirtir. Ancak,
çorabın yürümeye mukavim olması gerekmektedir.
Mukavemet, üç mil kadar yürümeye dayanıklı olarak belirlenmiştir. Çorap üzerine
mesheden Sahabelerden on kadarının ismi geçer: Hz.Ali, Ammâr, Ebû Mes'ud
el-Ensârî, Hz. Enes, İbnu Ömer, Berâ, Bilâl, Abdullah İbnu Ebî Evfa, Sehl İbnu
Sa'd, Ebû Umâme, Amr İbnu Hureys, Amr İbnu Abbâs (radıyallahu anhüm ecmâîn).
Tirmizî, kalın olması şartıyla; Süfyân-ı Sevri, İbnu'l-Mübârek,
Şâfiî, Ahmed İbnu Hanbel, İshâk İbnu Râhûye gibi pek çok fakihin çorap üzerine
meshedileceği görüşünde olduklarını kaydeder. Ebû Yusuf ve İmam Muhammed de bu
görüştedirler. İmam-ı Azam ise, deriden, kalın ve mest gibi büyük olmasını şart
koşmuştur.
Şunu da belirtelim ki, çorapla ne kastedildiği hususunda ülemâ
ihtilaf etmiştir. Bir kısmı bunun deriden bir kısmı koyun yününden, bir kısmı
da keçi kılından, ketenden, ibrişimden olacağını söylemiştir. Resulullah'ın
meshettiği çorabın deriden olduğunu iddia eden âlim bile mevcuttur. Şârihlerin
çorap için, "deri"den veya "yün"den veya "kıl"dan veya
"pamuk"tan olur" demeleri, kendi yörelerindeki örfe göredir.
Aslında hadiste çorap üzerine meshi tecviz eden hadis mutlaktır.
Hadisin zâhirine bakılınca her çeşit çorabın anlaşılması mümkündür. Ancak ülemâ
Kur'an'ın zâhirine göre, abdestte asıl olanın, ayakların yıkanması olduğunu göz
önüne almış, çoraba meshi tecviz eden
hadisin, mest üzerine meshe cevaz veren hadis gibi, bütün imamlarca sıhhati
hususunda ittifak edilmediğini görerek kayıtsız şartsız çorap üzerine
meshetmeyi uygun bulmamıştır. Müslim, bu duruma işâreten, "Kur'an'ın
zâhiri -ki ayağın yıkanmasıdır- Ebû Kays ve Hüzeyl gibi zayıf râvilerin
rivayetiyle terkedilmez" der. Şu halde mest gibi topukları örtecek kadar
boylu, üç mil yürümeye tahammül edebilecek kadar sert ve sağlam olmasını şart
koşmuştur. Mutlaka deriden olmasını şart koşanlar da olmuştur.
Ülemânın bu husustaki hassasiyeti ve ihtilâfı göz önüne alınarak
çoraba meshetme hususunda çok titiz olmak, fıkıh kitaplarında gelen şartları
eksiksiz taşımayan çoraplara meshetmekten kaçınmak yani bu meselede ihtiyatı
esas almak, diyanetimizi şüpheli durumlardan siyanet endişesinin gereğidir.
Çorapta aranan şartların tahakkuku da her zaman için şüphe kaynağıdır. Üstelik
çabuk kirlenerek fena kokular neşretmeye başlayan ayakları, sağlığımız ve
medenî hayatımız için sıkça yıkamaya mecbur iken, son derece kayıtlı ve meşkuk
bir cevazı prensip ittihaz ederek meshetmek, başka mazurları peşinde
getirecektir.
Rehberimiz Resul-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm) böyle durumlarda
şüpheli şeylerden kaçınmamızı tavsiye buyurmaktadır: دَعْ
مَا
يُرِيبُكَ اِلَى
مَاَ
يُرِيبُكَ Şunu da belirtelim ki, günümüzde
giyilmesi yaygınlık kazanan naylon çoraplar meshedilecek çorap tavsifine uymaz;
tek başına dik duracak kalınlıkta değildir.[362]
ـ3703 ـ12ـ وعن
اوس بن أوس
الثقفى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]رَأيْتُ
رسولَ اللّهِ
# أتَى
كِظَامَةَ
قَوْمٍ، يعنى
الميضأة فَتَوضّأ
وَمسَحَ عَلى
نَعْلَيْهِ
وَقَدَمَيْهِ[.
أخرجه أبو
داود.»الكظامة«:
آبار متقاربة
بعضها مفجور
في
بعض.»والميضأة«
ا“ناء الذي يتوضأ
منه كا‘داوة .
12. (3703)- Evs İbnu Evs
es-Sakafî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben, Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı, bir kavmin kuyusuna gelmiş, abdest alırken gördüm. Abdestini aldı,
ayakkabılarına ve ayaklarına meshetti."[363]
AÇIKLAMA:
1- "Kuyu" diye tercüme ettiğimiz kizâme kelimesi
kezâim'in müfredi (tekili)dir. Kizâme birbiriyle irtibatlı olarak kazılan
kuyulara denir. Bunlar yakın olarak
kazılır, yer altından açılan kanallarla birbirleriyle irtibatlandırılır,
birinin suyu diğerini takviye ederek daha fazla birikme sağlanır, meyilli arazilerde
aşağıdaki kuyudan su dışarı akar; bir nevi pınar elde edilir. Bu sun'î isteme
kizâme denilmiştir.
2- Hadiste geçen kademeyh (ayakları..) kelimesini, İbnu Raslân
cevrebeyn (çorapları...) olarak te'vil eder, yani "ayaklarını
meshetmek'ten maksad çoraplarını meshetmektir" der. İbnu Kudâme ise,
burada Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ayakkabıların ayağın sırtında yer
alan kayışlarını meshettiğinin ifâde edildiğini; dolayısiyle, ayakkabı
kayışlarının ve ayağı örten çorapların görülen kısımlarını meshetmiş olduğunu
belirtir.
Çorap üzerine meshle ilgili açıklama az yukarıda geçti.[364]
ـ3704 ـ13ـ وعن
المغيرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رسولَ
اللّهِ #
كَانَ
يَمْسَحُ
عَلى أعْلَى الخُفِّ
وَأسْفَلِهِ[.
أخرجه أصحاب
السنن، وهذا
لفظ الترمذي .
13. (3704)- Muğire
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) mestin
üst ve aşağı kısımlarını meshederdi."[365]
ـ3705 ـ14ـ
وعند أبي
داود: ]أن
النبىّ #
مَسَحَ عَلى ظَهْرِ
الخُفَّيْنِ[.
وفي أخرى
للترمذي مثله
.
14. (3705)- Ebu Dâvud'un
rivayetinde şöyle gelmiştir: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
mestlerinin sırtlarına meshederdi.
Tirmizî'nin bir başka rivayetinde de böyle denmiştir.[366]
ـ3706 ـ15ـ وعن
علي رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]لَوْ كَانَ
الدِّينُ
بِالرَّأىِ
لكَانَ
أسْفَلُ
الخُفِّ
أوْلَى
بِالْمَسْحِ
مِنْ أعَْهُ،
وَلَكِنْ
رَأيْتُ
رَسولَ اللّهِ
# يَمْسَحُ
أعَْهُ[.
أخرجه أبو
داود .
15. (3706)- Hz. Ali (radıyallahu anh)
buyurdular ki: "Eğer din insanın fikrine göre olsaydı, mestin altını
meshetmek, üstünü meshetmekten evlâ olurdu. Ancak ben Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın mestin üstünü meshettiğini gördüm."[367]
ـ3707 ـ16ـ وفي
رواية قال:
]رَأيْتُ
عَلِيّاً
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
تَوَضّأ
فَغَسَلَ
ظَاهِرَ قَدَمَيْهِ،
وقال: لَوَْ
أنِّى
رَأيْتُ رسولَ
اللّهِ #
يَفْعَلُهُ،
وساق الحديث[ .
16. (3707)- Bir başka
rivayette şöyle gelmiştir: "Hz. Ali (radıyallahu anh)'yi abdest alırken
gördüm, ayağının sırtını meshetti ve dedi ki: "Eğer ben Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı böyle yapar görmeseydim (ayağın altını meshetmeye
daha layık düşünürdüm) dedi."[368]
ـ3708 ـ17ـ وفي
أخرى: ]مَا
كُنْتُ أرَى
بَاطِنَ
الْقدَمَيْنِ
إَّ أبْحَقَ
بِالْغَسْلِ حَتّى
رَأيْتُ
رسولَ اللّهِ
# يمْسَحُ
عَلى ظَاهِرِ
خُفَّيْهِ[ .
17. (3708)- Birdiğer
rivayette de şöyle gelmiştir: "Ben, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
ayağın üstünü meshettiğini görünceye kadar, daima, altını meshetmenin evlâ
olduğunu düşünürdüm."[369]
AÇIKLAMA:
1- Her üçü de Hz. Ali (radıyallahu anh)'den yapılan bu
rivayetler, meshetme meselesinde mantık aramamak gerektiğini vurgulamaktadır.
Eğer meshetme hadisesi yani ıslak elle mestlerin üzerine dokunmak bir temizlik
ise, bunu ayağın altına yapmak daha uygun olur, çünkü kirlenmeye maruz kısım
ayağın altıdır. Hal böyle iken, ayağın altı değil üstü meshedilmektedir. Şu
halde bu, dinimizin mü'minlere sağladığı bir kolaylık ve bir ruhsattır.
Dinimizin pek çok meselesinde olduğu gibi bunda da Şârî (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın koyduğu düsturlara uymak esastır.
2- Rivayetin Arapça aslında mesh kelimesi yerine gusl (yıkama)
kelimesi geçmektedir. Vekî başta, bütün ülemâ, "bundan maksadın mesh
olduğunu" belirtmiştir. Zira zâhir ma'nâsında olduğu şekilde, maksad
yıkama olsaydı ayağın altı ve üstü diye bir ayırım zaten yapılmazdı, çünkü ayak
meshedilmediği zaman altıyla üstüyle topuklara kadar yıkanacak ve zerre kadar
kuru yer bırakılmayacaktır.
Keza ayakların meshi tabiriyle ayağa giyilen mestlerin meshi
kastedilmektedir. Mamafih rivayetin bir
vechinden diğerine, bu kelimelerin her ikisi de, asıl maksadın anlaşılmasına
imkan tanıyacak şekilde kullanılmaktadır. İltibasa meydan kalmasın diye yine de
açıklamayı uygun gördük.
3- Hadis üzerine Dehlevî'nin bir açıklamasını aynen
kaydediyoruz: "Şâfiî merhum der ki: "Mestin üstünü meshetmek farzdır,
altını meshetmek ise sünnettir." Ebû Hanîfe ise, "sadece üstü
meshedilir" demiştir..."
4- Bu hadis, şerî meselelerde, herkese göre değişebilecek
"akıl ve mantığın" değil, dinin emrettiği şeyin, sünnete uyan tarzın esas
alınması gerektiğini anlamada mühim bir örnektir.[370]
ـ3709 ـ18ـ وعن
شريح بن هانئ
قال: ]أتَيْتُ
عَائِشَةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها
أسْألها عَنِ
المَسْحِ
عَلى
الخُفَّيْنِ.
فقَالَتْ:
عَلَيْكَ
بِابْنِ أبِى
طَالِبٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه
فَاسْألْهُ،
فإنّهُ كَانَ
يُسَافِرُ
مَعَ النبىِّ
#
فَسَألْنَاهُ
فقَالَ:
جَعَلَ
رَسُولُ
اللّهِ #
ثََثَةَ
أيَّامٍ وَلَيَالِيَهُنَّ
لِلْمُسَافِرِ،
وَيَوْماً
وَلَيْلَةً
لِلْمُقِيم[.
أخرجه مسلم
والنسائي .
18. (3709)- Şüreyh İbnu Hâni
anlatıyor: "Hz. Âişe (radıyallahu anhâ)' ye mest üzerine meshetmekten
sormaya geldim. Bana:
"Sana Ebû Talib'in oğlu [Hz. Ali] (radıyallahu anh)'yi
tavsiye ederim, git ona sor. Zira o, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile
birlikte seyahatlerde bulunmuştur!" dedi. Bunun üzerine gidip ona sordum.
Şu cevabı verdi:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), (mesh müddetini) yolcu için üç gün üç gece tuttu,
mukim için de bir gün bir gece tuttu."[371]
ـ3710 ـ19ـ وعن
صفوان بن عسال
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]كَانَ رسُولُ
اللّهِ #
يَأمُرنا
إذَا كُنَّا
مُسَافِرِينَ
أنْ َ نَنْزِعَ
خِفَافَنَا
ثََثَةَ
أيّامٍ
وَلَيَالِيهِنّ
إّ مِنْ
جَنَابَةٍ
ولكِنْ مِنْ
بَوْلٍ وَغَائِطٍ
ونَوْمٍ[.
أخرجه
الترمذي
وصححه، والنسائِى
واللفظ
للنسائى. وعند
الترمذي: إذا كُنّا
سَفْراً .
19. (3710)- Safvân İbnu
Assâl (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
yolcu olduğumuz zaman, bize mestlerimizi üç gün üç gece, cenâbet hali dışında
küçük ve büyük abdest bozma ve uyku sebebiyle çıkarmamamızı emrederdi."[372]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, yolculuk esnasında meshin üç gün üç gece
süreceğini göstermektedir. Mukim için de bu müddet yirmidört saattir, yani bir
gün bir gece. Abdestini almış olarak mestlerini giyen kimse, durumuna göre, bu
müddet içerisinde, abdest tazelerken ayaklarını yıkamak mecburiyetinde
değildir. Bahsin başında belirtildiği
şekilde mestinin üzerinden meshetmesi yıkama yerine geçer. Tirmizî'nin kaydına
göre İmam Mâlik "mukim için de müsâfir için de mesh'in nihai hududu
yoktur" demiştir. Leys İbnu Sa'd ve Hasan Basrî de bu görüştedir. Şevkânî, Ashab'tan Hz.Ömer, Ukbe
İbnu Âmir, Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhüm ecmâîn)'den de bu ma'nâda
rivayetler olduğunu kaydeder. Keza Şa'bi, Rebîa ve İmam Mâlik'in ashabının ekseriyeti bu görüştedir.
Bunlar Ebû Dâvud'da gelen ve müteakiben kaydedeceğimiz Ubeyy İbnu Ammâre
hadisine (3711) dayanırlar.
2- Hadis, cenabet halini meshten istisna kılmaktadır. Cünübün
yıkanması, ayaklarını da yıkaması gereklidir.
3- Şu da bilinmelidir: Meshetme müddeti mestin giyilme anından
başlamaz, hadesin vâki olduğu andan itibaren başlar.[373]
ـ3711 ـ20ـ وعن
أبيّ بن عمارة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه،
]وَكَانَ قَدْ
صَلّى مَعَ
رسولِ اللّهِ
# إلى
الْقِبْلَتَيْنِ.
أنّهُ قالَ:
يَا رسولَ اللّهِ،
امْسَحُ عَلى
الخُفّيْنِ؟
قالَ: نَعَمْ.
قالَ: يَوْماً؟
قالَ:
وَيَوْمَيْنِ.
قالَ:
وَثَثَةً؟ قالَ:
نَعَمْ،
وَمَا
شِئْتَ[.
أخرجه أبو
داود .
20. (3711)- Ubeyy İbnu
Ammâre (radıyallahu anh) -ki bu Sahâbî, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile
birlikte her iki kıbleye namaz kılan ilklerdendir- anlatıyor: "Bir gün
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelerek sordum:
"Ey Allah'ın Resulü! Mestlerimin üzerine meshedeyim mi."
"Evet!" buyurdular. Ben tekrar:
"Bir gün mü?" dedim.
"Bir gün!" buyurdular. Ben tekrar:
"İki gün (olsa)?" dedim.
"İki gün!" buyurdular. Ben tekrar:
"Üç gün (olsa)?" dedim.
"Evet! dilediğin kadar!" buyurdular."[374]
ـ3712 ـ21ـ وفي
رواية قال:
]حتّى بَلَغَ
سَبْعاً؛ قالَ
رسولُ اللّهِ
#: نَعَمْ مَا
بَدَالَكَ،
وَقَدِ
اخْتُلِفَ في
إسْنَادِهِ
وَلَيْسَ بِقَوِىٍّ[
.
21. (3712)- Bir rivayette de
"...Hatta yediye kadar ulaştı. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm),
sonunda:
"Evet! Sana uygun geldiği kadar!" buyurdular."[375]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, önceki hadisin (3710) açıklamasında da belirttiğimiz
üzere, gerek mukim ve gerekse müsafir için, mesh müddetine sınırsızlık
getirmektedir. Kişi ihtiyaç duyduğu müddetçe mestlerine mesh edilebilecektir.
Yine önceki rivayette belirttiğimiz üzere Sahâbe ve Tâbiînden bazıları bu
görüşe uymuştur. Ancak cumhur, hadisteki zayıflığı göz önüne alarak bununla
amel etmemiştir. Nitekim Ebû Dâvud da, hadisi kaydettikten sonra şu bilgiyi
verir: "Hadisin senedinde ihtilaf edilmiştir, kuvvetli bir rivayet
değildir, (zayıftır)."[376]
ـ3713 ـ22ـ وعن
خزيمة بن ثابت
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنّ النبىّ #
قالَ:
المَسْحُ
عَلى
الخُفَّيْنِ
لِلْمَسَافِرِ
ثََثَةُ
أيّامٍ،
ولِلْمُقيمِ
يَوْمٌ وَلَيْلَةٌ،
وَلَوِ
اسْتَزَدْنَاهُ
لَزادَنا[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
22. (3713)- Huzeyme İbnu
Sâbit (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Mest üzerine meshetmenin müddeti yolcu için üç gündür. Mukim
için bir gün bir gecedir!" "(Bir başka rivayette şu ziyade
gelmiştir):
"Biz müddetin uzatılmasını taleb etseydik, bize mutlaka
uzatırdı."[377]
AÇIKLAMA:
İmam Şâfiî hazretleri hadisin son kısmını şöyle açıklar:
"Bunun ma'nâsı, "biz bundan daha çok isteseydik "evet!"
diyecekti."
İbn Seyyidü'n-Nâs der ki: "Bu ziyâde sâbit olsaydı bile
hüccet olamazdı. Zira, bu vakitleme işine konan ziyâde, zanna bağlanmış bir
keyfiyettir. Yani şâyet Ashab taleb etmiş olsaymış, Resulullah müddeti artıracakmış.
Bu ifade, Ashab'ın böyle bir talebte bulunmadığı, Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın da mesh müddetini artırmadığı hususunda açık ve sarihtir. Öyleyse,
vukua gelmediğine delâlet eden bir haberle ziyade nasıl sâbit olur?"
Şevkânî merhum da şöyle der: "Rivayetin sahih olduğunu kabul
etsek, (yine ziyadeye delil olmaz, çünkü) hadiste ifade edilen ziyadeyi Sahâbe
zannetmiş olmaktadır, zanla hüccet sabit olmaz. Diğer taraftan, mesh müddetinin
üç gün üç gece ile sınırlandırıldığı hususunda sahâbeden bir cemaat tarikiyle gelmiştir. Ütelik bunlar, Huzeyme
(radıyallahu anh) gibi zanda da bulunmuyorlar."[378]
ـ3714 ـ1ـ عن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]خَرَجْنَا
مَعَ رسولِ
اللّهِ # في
بَعْض أسْفَارِهِ
حتّى إذَا
كُنَّا
بِالْبَيْدَاءِ،
أوْ بِذاتِ
الجَيْشِ
انْقَطَعَ
عِقْدٌ لِى،
فأقَامَ
رسولُ
اللّهِ
# على اِلْتمَاسِهِ،
وأقاَمَ
الْنَّاسُ
مَعَهُ، وَلَيْسُوا
عَلى مَاءٍ،
وَلَيْسَ
مَعَهُمْ مَاءٌ.
فأتَى
النَّاسُ إلى
أبِى بَكْرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
أَ تَرَى في
مَا صَنَعَتْ
عَائِشَةُ؟
أقَامَتْ
بِرسولِ
اللّهِ #
وَالنَّاسُ
مَعَهُ، وَلَيْسُوا
على مَاءٍ
وَلَيْسَ
مَعَهُمْ مَاءٌ؛
فَجَاءَ أبُو
بَكْرٍ
وَرسولُ
اللّهِ # وَاضِع
رَأسَهُ عَلى
فَخذِى، قَدْ
نَامَ. فقَالَ
حَبَسْتِ
رسُولَ
اللّهِ #
وَالنَّاسَ،
وَلَيْسُوا
عَلى مَاءٍ
وَلَيْسَ
مَعَهُمْ مَاءٌ.
قالتْ:
فَعَاتَبَنِي
أبُو بَكْرٍ
وَقَالَ: مَا شَاءَ
اللّهُ أنْ
يَقُولَ،
وَجَعَلَ
يَطْعُنُنِى
بِيَدِهِ في
خَاصِرَتِى
فَمَا يَمْنَعُنِى
ِمنَ
التَّحَرُّكِ
إَّ مَكَانُ
رسُولِ
اللّهِ عَلى
فَخِذِى.
فَنَامَ
رسولُ اللّهِ
# حَتّى
أصْبَحَ عَلى
غَيْرِ مَاءٍ:
فأنْزَلَ اللّهُ
تَعالى آيةَ
التَّيَمُّمِ:
فَتَيَمَّمُوا[.قال
أسيد بن
حُضَير، وهو
أحد النقباء:
]مَاهِىَ
بِأوَّلِ
بَرَكَتِكُمْ
يَا آلَ أبِى
بَكْرٍ. قالَ:
فَبَعَثْنَا
الْبَعِيرَ
الَّذِى
كُنْتُ
عَلَيْهِ
فَوَجَدْنَا
الْعِقْدُ
تَحْتَهُ[.
أخرجه الستة إ
الترمذي،
وهذا لفظ الشيخين
.
1. (3714)- Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la bir
seferde beraber idik. Beydâ nam mevkiye veya Zâtu'l-Ceyş denen yere gelmiştik
ki benim bir kolyem kop(up kaybol)du. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) onu
aramak için kaldı, O'nunla birlikte herkes orada kaldı. Bir su başında da
değillerdi. Üstelik beraberlerinde su da yoktu.
Halk Hz. Ebû Bekr (radıyallahu anh)'e uğrayıp:
"Âişe'nin yaptığını gördüm mü! Hem Resulullah'ı, hem de
herkesi burada oyaladı. Bir su başında değiller, beraberlerinde su da
yok!" demişler. Resulullah başını
dizlerimin üzerine koymuş uyurken Ebû Bekr (radıyallahu anh) çıkageldi.
"Sen Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı da halkı da, burada
hapsettin. Bir su başında değiller, beraberlerinde su da yok!"
diyerek, babam beni azarladı ve Allah'ın
dilediğince başka şeyler de söyledi. (Öfkesini daha da yenemeyip) eliyle
böğrüme böğrüme dürterek (canımı yaktı). Resulullah'ın başı dizimin üzerinde
olduğu için kımıldamamaya çalıştım.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) sabaha kadar, susuz olarak
uyudu. Sabah olunca Allah Teâlâ Hazretleri, teyemmüm âyeti'ni inzâl buyurdu:
"...Su bulamazsanız temiz toprağa teyemmüm edin, yüzlerinizi ve ellerinizi
onunla meshedin. Allah size zorluk yapmak
murad etmez, bilakis sizi temizlemek, ve üzerinizdeki nimetini
tamamlamak ister, ola ki şükredersiniz" (Mâide 6).
Üseyd İbnu Hüdayr -ki (Akabe biatına katılan) nakiblerden biridir-
dedi ki:"Ey Ebû Bekr âilesi! Bu, sizin ilk bereketiniz değildir."
(Hz. Âişe) sözüne devam ederek) dedi ki: "Bindiğim deveyi
dürtüp kaldırdım. (Kaybolan) kolya altında çıktı."[379]
ـ3715 ـ2ـ وفي
رواية أبي
داود قال:
]بَعَثَ رسولُ
اللّهِ #
أُسَيْدَ بنَ
حُضَيْرٍ
واُنَاساً
مَعَهُ في
طَلَبِ
قَِدَةٍ
أضَلَّتْهَا
عَائِشَةُ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها فَحَضَرَتِ
الصََّةُ
فَصَلّوا
بَغِيْرِ
وُضُوءٍ
فَأتَوْا
النبىَّ #
فَذَكَرُوا
لَهُ ذلِكَ
فَأنْزِلَتْ
آيَةُ
التَّيَمُّمِ[.زاد
في رواية:
فقَالَ
أُسَيْدٌ
يَرْحَمُكِ
اللّه، مَا
نَزَلَ بِكِ
أمْرٌ
تَكْرَهِينَهُ
إَّ جَعَلَ
اللّهُ فِيهِ
لِلْمُسْلِمِينَ
وَلََكِ
فَرَجاً.»النُّقَبَاءُ«
جمع نقيب، وهو
المقدم على
جماعة يكون
أمرهم
مردوداً إليه
كالعريف وهو
أكبر منه،
والمراد
بالنقباء هنا:
سُبَّاق
ا‘نصار إلى
اسم في
العقبة،
جعلهم النبي #
نقباء على قومهم،
وكان أسيد
منهم .
2. (3715)- Ebû Dâvud'un rivayetinde Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) derki:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Üseyd İbnu Hudayr (radıyallahu
anh)'la Hz. Enes'i, Hz. Âişe (radıyallahu anhâ)'nin kaybettiği kolyeyi aramaya
gönderdi. Bu esnada namaz vakti girdi. Abdestsiz namaz kıldılar. Gelip durumu Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a haber
verdiler. Bunun üzerine teyemmüm âyeti indirildi."
Bir rivayette şu ziyade gelmiştir: "Üseyd, Hz. Âişe'ye: "Allah rahmetini bol kılsın, senin başına hoşlanmadığın her ne gelmiş ise onda Allah senin için de müslümanlar için de bir ferec (sıkıntıdan kurtulma) kılmıştır" dedi."[380]
AÇIKLAMA:
1- Teyemmüm: Lügatte kasdetmek, niyet etmek ma'nâsına gelir. Şer'i
bir ıstılah olarak, namaz ve benzeri tahâret gerektiren ibadetleri mübah kılmak
için abdest veya gusül temizliği yapma niyetiyle elleri ve yüzü meshetmek üzere
toprağa kasdetmek demektir. Kelimenin bu
ma'nâda çokça kullanılması sonucu, teyemmüm elleri ve yüzü toprakla meshetmek
ma'nâsını kazandı. Kelime, bu kullanışta lügat
açısından mecazi bir ma'nâ taşırsa da, önceki ma'nâ da şerî hakikatı
ifade eder.
2- Teyemmüm bir azimet midir, yoksa ruhsat mıdır? Bu hususta
ihtilaf edilmiştir. Ancak bazı âlimler meseleye bir başka nokta-i nazardan
yaklaşarak: "Suyun olmadığı durumlarda azimet, hastalık halinde
ruhsattır" demiştir.
3- Teyemmüm hangi durumlarda yapılır, nasıl yapılır? gibi
sorularımız müteakip hadislerde gelecek; geniş açıklamayı 3723 numarada
yapacağız.
4- İslam üleması, teyemmümün Muhammed ümmetine has bir ruhsat,
bir rahmet-i ilahi olduğunu belirtirler.
Yani Cenâb-ı Hakk, önceki milletlere tanımadığı bir kolaylığı bu ümmete
tanımıştır. Suyun olmadığı durumlarda ibadeti terketmek veya kendini pis
bilerek ibadete devam etmek sıkıntısından kurtarmıştır.
5- Bu hadisenin hangi seferde geçtiği, rivayetimizde belli
değil. Ülemâ da bu meselede tam ittifak edememiştir. İbnu Sa'd, İbnu Hibbân,
İbnu Abdilberr, hicretin beşinci yılında vukua gelen Müreysi de denen Benî
Müstalik seferinde cereyan ettiğini cezmen söylerler. Hz. Âişe ile ilgili olan
İfk Hadisesi de bu seferde cereyan etmiştir.[381] İfk hadisesinin
başlangıcı da Hz. Âişe (radıyallahu anhâ)'nin kaybolan bir kolyesi ile
ilgilidir.
İbnu Hacer, sadedinde olduğumuz hadisenin de Benî Müstalik
seferinde geçtiğine dair tahminim doğru olması halinde, bu sefer esnasında
kolye kaybolma hadisesinin iki kere meydana gelmiş olacağını söyler.
"Çünkü der, bunlar iki ayrı kıssadır, zira hadiselerin muhtevasında bu
husus açıktır." İbnu Hacer, konu üzerindeki ihtilâfı belirterek,
"Şeyhlerimizden biri, bunu (yani iki hadisenin de Benî Müstalik seferinde
cereyan etmesini) imkânsız görmekte ve demektedir ki: "Çünkü Müreysî Kadid
ile Sakil arasında Mekke cihetindedir. Bu kıssa ise Hayber cihetinde cereyan
etmiştir, çünkü Hz. Âişe hadiste: Beyda ve Zâtu'l-Ceyş nâm mevkilerini
zikretmektedir. Bu iki yer, Nevevî'nin
de cezmen söylediği üzere Medine ile Hayber arasında yer alırlar."
Bu itirazı kaydeden İbnu Hacer, muhtelif kaynaklarda gelen
rivayetlerdeki bir kısım farklılıklara dayanarak ileri sürülmüş olan farklı
görüşleri de kaydeder. Açıklamasının başında kendisi kesin bir görüş beyan
etmeksizin İbnu't-Tîn'in cezmen beyan ettiği görüşün haklılığını ihsas eder.
İbnu't-Tîn'e göre, Beydâ, Mekke-Medine yolu üzerinde yer alan Medine
yakınlarındaki Zü'l-Huleyfe'dir, Zâtu'l-Ceyş de Zü'l-Huleyfe' nin gerisindedir.
Ancak, bazı âlimler de İfk hadisesi ile, sadedinde olduğumuz
hadisenin farklı seferlerde olduğunu söylemiştir. Taberânî'nin -az sonra
kaydedeceğimiz- bir rivayeti bu meselede sarahat ifade eder.
İbnu Hacer, sadedinde olduğumuz hadisin bir başka vechinde yer
alan: "...Allah'a kasem olsun, seni üzen bir hadise başına gelince Allah
ondan sana mutlaka bir çıkış kılmakta ve müslümanlara da onda bir bereket (ve
hayır) halketmektedir" ziyadesini kaydederek: "Bu ziyade, teyemmüm
hadisesinin İfk hadisesinden sonra cereyan ettiğini ihsâs eder ve böylece kolye
yitirme hadisesinin müteaddid olduğunu söyleyenleri takviye eder" diyerek
daha net bir tavır ortaya koyar.
Teyemmüm hadisesinin, İfk hadisesinden sonra vukûa gelmiş
olacağını te'yid sadedinde İbnu Hacer,
İbnu Ebî Şeybe'nin Ebû Hüreyre'den kaydettiği
bir hadise atıf yapar. Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) bu rivayette der
ki:
"Teyemmüm âyeti nâzil olunca nasıl (teyemmüm) yapacağımı
bilmiyordum." İbnu Hacer der ki: "Bu rivayet, teyemmüm âyetinin Benî
Müstalik seferinden sonra nâzil olduğunu gösterir. Çünkü Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) yedinci hicrî senede müslüman oldu, halbuki Benî Müstalik daha önce vukua geldi, bu hususta
hiçbir ihtilaf yok."
Taberânî hadisine gelince, orada Hz. Âişe şunları söyler:
"Kolye hadisem vukua gelip, iftiracılar (ehl-i İfk), dediklerini dedikten
sonra, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la bir başka sefere daha kaltıldım.
Bu defa da yine kolyem kayboldu. Aranması için halk, yolundan kaldı. Ebu Bekr
bana: "Kızcağızım, her seferinde elâleme
sıkıntı ve bela oluyorsun" diyerek beni
payladı. Derken teyemmüme ruhsat
veren âyet indi. Bunun üzerine Ebû Bekr: "Sen ne mübâreksin!" dedi ve
(bu iltifatını) üç kere tekrar etti."
6- Hz. Âişe'nin bu rivayetlerde "babam" diye değil de
"Ebû Bekr" diye sözetmesinde bazı âlimler bir nükte görürler:
"Babam demeyişi babalığın şefkat ve mülayemet gerektirmesindendir. Halbuki
Hz. Ebû Bekr, Hz. Âişe'yi hem sözle hem
de fiille itab etmiş, te'dib etmiştir. Bu ise şefkate muhaliftir. Bu sebeple
Hz. Âişe, babasını zikrederken, bir yabancı yerine koyarak ismini zikretmiştir,
"babam" dememiştir."
7- Hadiste Geçen Bazı Fevaid:
Bu rivayette pek çok istifadeli ibretler, düsturlar var.
Mühimlerinden bir kaçını kaydedeceğiz:
* İmam, müslümanların hukukuna itina göstermelidir, bu hukuk
az bile olsa. Görüldüğü gibi, Hz. Âişe'nin kolyesi için ordu yolundan kalmıştır. Bazı rivayetler, bu kolyenin oniki
dirhem kıymetinde olduğunu belirtir.
* Kadın, kocası olsa bile, babasına şikayet edilebilir. Gerçi
rivayetten, Hz. Ebû Bekr'e şikayet etmelerinin Resulullah'ın uyumakta
olmasından ve uyandırmak istememelerinden ileri geldiği anlaşılmaktadır. Ashab
-vahiy gelebilir- düşüncesiyle Aleyhissalâtu vesselâm'ı uyandırmazlardı.
* Fiil, sebeb olarak nisbet edilebilir. Zira halk, hadiseyi
Hz. Âişe'ye nisbet etmiş, "Âişe'nin yaptığını gördün mü?" diye Hz.
Ebû Bekr'e şikayet etmiştir.
* Kişi, kocasıyla beraber olan kızının yanına izinsiz
girebilir, yeter ki, kocasıyla mubâşeret halinde olmadığı hususunda yakîni
olsun.
* Kişi, kızını te'dib edebilir, kızı evlenmiş, yaşlanmış, evinden
ayrılmış olsa bile. Keza kişi, terbiyevi sorumluluğu kendisine ait olan
birisini, imam izin vermese de terbiye edebilir.
* Kendisine gelen zahmet sebebiyle, hareket ettiği takdirde uyuyana
rahatsızlık verecek olan kimsenin bu zahmete sabredip kımıldamaması
müstehabtır. Aynı sabrı namaz kılan, Kur'an okuyan, bir ilimle meşgul olan ve
benzeri durumdaki kimseler için dahi göstermek müstehabtır.[382]
ـ3716 ـ3ـ وعن
عمار بن ياسر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رسولَ
اللّهِ #
عَرَّسَ
بِأُوَتِ
الجَيْشِ،
وَمَعهُ عَائِشَةُ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها.
فَانْقَطَعَ
عِقْدٌ لَهَا
مِنْ جَزْعِ
ظَفَارٍ
فَحَبَسَ النَّاسَ
ابْتَغَاءَ
عِقْدِهَا
ذلِكَ حَتّى
أضَاءَ
الْفَجْرُ
وَلَيْسَ
مَعَ النَّاسِ
مَاءُ
فَتَغيَّظَ
أبُو بَكْرٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه علَيْهَا
وقالَ:
حَبَسْتِ
النَّاسَ
وَلَيْسَ مَعَهُمْ
مَاءٌ.
فَأنْزَلَ
اللّهُ عَلى
رَسُولِهِ #
رُخْصَةَ
التَّطَهُّرِ
بِالصَّعِيدِ
الطَّيِّبِ.
فقَامَ
المُسْلِمُونَ
مَعَ رسولِ
اللّهِ #
فَضَرَبُوا
بِأيْدِيهِمْ
إلى ا‘رْضِ.
ثُمَّ
رَفَعُوا
أيْدِيَهُمْ
وَلَمْ
يَقْبِضُوا
مِنَ
التُّرَابِ
شَيْئاً
فَمَسَحُوا
وُجُوهَهُمْ
وَأيْدِيَهُمْ
إلى
المَنَاكِبِ،
وَمِنْ بُطُونِ
أيْدِيهِمْ
إلى ا‘بَاطِ[.
أخرجه أبو داود
والنسائي.زاد
أبو داود قال
ابن شهاب في
حديث: و يعتبر
بهذا الناس،
قال أبو داود:
وكذلك رواه
ابن إسحاق قال
فيه عن ابن
عباس رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما وذكر
ضربتين.وفي
رواية
للنسائى:
»وَلَمْ
يَنْفُضُوا
مِنَ التُّرَابِ
شَيْئاً« .
3. (3716)- Ammâr İbnu Yâsir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm),
beraberinde Hz. Âişe'nin de bulunduğu bir seferinde, Ûlât'ul-Ceyş nâm mevkide
geceleyin istirahat molası vermişti. Bu esnada Hz.Âişe (radıyallahu anhâ)'nin
Yemen boncuğundan mamul kolyesi koptu. Bunun aranması, askerleri yolundan
alıkoydu ve sabah aydınlığı girdi. İnsanların yanında su yoktu. Hz. Ebû Bekr
(radıyallahu anh) Âişe'ye kızdı ve hatta:
"Herkesi yolundan alıkoydun, yanlarında su da yok!" diye
çıkıştı. Derken Allah Teâlâ Hazretleri, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a,
temiz toprakla temizlenme ruhsatını indirdi.
Bunun üzerine müslümanlar, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la
kalkıp ellerini kaldırdılar. Topraktan hiçbir şey almadılar, yüzlerini ve
omuzlarına kadar ellerini meshettiler. Ellerinin içlerinden de koltuk altlarına
kadar meshettiler."
Ebû Dâvud şu ziyadede bulunmuştur: "Bir hadiste İbnu Şihâb der
ki: "Âlimler bu hadise itibar etmediler." Ebû Dâvud der ki:
"Hadisi, İbnu İshak da böyle rivayet etti ve rivayette İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ)'dan onun "iki vuruş zikrettiğini"
kaydetti."
Nesâî'nin bir rivayetinde "Topraktan hiçbir şey çırpmadılar" denmiştir.[383]
ـ3717 ـ4ـ وفي
أخرى ‘بي داود:
]أنَّهُمْ
تَمَسَّحُوا
وَهُمْ مَعَ
رَسولِ
اللّهِ
بِالصَّعِيدِ
لِصَّةِ
الْفَجْر،
فَضَرَبُوا
أكُفَّهُمْ
بِالصَّعِيدِ
ثُمَّ
مَسَحُوا
التُّرَابَ
بِوُجُوهِهِمْ
مَسْحَةً
وَاحِدَةً.
ثُمَّ
عَادُوا
فَضَرَبُوا
أكفَّهُمْ
بِالصَّعِيدِ
مَرَّةً
أُخْرَى
فَمَسَحُوا
بِأيْدِيهِمْ
كُلِّهَا إلى
المَنَاكِبِ
وَاَبَاطِ
مِنْ بُطُونِ
أيْدِيهِمْ[.وله
في أخرى، قال
ابن الليث:
»إلى ما
فَوْقَ
المِرْفَقَيْنِ«.»جَزْعُ
ظفَارٍ.
وجزعُ
أظفَارٍ« فأما
ظفار بوزن
قطام فهو مدينة
باليمن ينسب
الجزع إليها، وأما
أظفار فهو اسم
لنوع من الجزع
يعرفونه.و»الصَّعِيدُ«
التراب، وقيل
وجه
ا‘رض.والمراد
»بِالطَيِّبِ«
الطاهر منه .
4. (3717)- Ebû Dâvud'un bir diğer rivayetinde şöyle denmiştir: "Ashab, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la birlikte sabah namazı için, toprakla meshlendiler. Bu maksadla avuçlarını toprağa vurup toprakla yüzlerine bir defa meshettiler. Sonra tekrar dönüp avuçlarını toprağa bir kere daha vurup, ellerinin tamamı ile ellerinin içlerinden koltuk altlarına, omuzlarına kadar meshettiler."
Ebû Dâvud'un bir diğer rivayetinde, İbnu'l-Leys: "Dirseklerinin yukarısına kadar..." demiştir.[384]
AÇIKLAMA:
1- Başka rivayetlerde, Hz. Âişe'nin mezkur kolyeyi kız kardeşi
Esmâ (radıyallahu anhâ)'dan âriyeten alıp takındığı belirtilir. Ayrıca bu
kolyenin siyahlı beyazlı bir boncuk olup Yemen sahillerinde yer alan Zafâr veya
(Zıfâr) şehrinde yapıldığı belirtilir. Kıymeti 12 dirhemdir.
2- Ûlâtu'l-Ceyş, 3714 numaralı
rivayette Zâtu'l-Ceyş ve Beyda olarak tesmiye edilen aynı yerin adıdır.
Zülhuleyfe nam mevki'in gerisinde bir yerin adıdır.
3- Ta'ris, gecenin sonunda yolcunun istirahat ve uyumak için
konaklamasına denmiştir. Dilimizdeki mola vermek tabiri gecegündüz ayırımı
yapmadan bütün istirahatlar için kullanılır; "gece" ile kayıtladık.
4- Teyemmüm, hadiste yapılan tarife göre önce ellerin dış
kısmının bidayetinden başlayıp omuza kadar, sonra da avuç içinin iptidasından
başlayıp koltuk altına kadar meshetme şeklinde olduğu anlaşılmaktadır.
5- Ebû Dâvud, bu hadise ülemânın itibar etmediğini, yani teyemmüm sırasında
omuzlara, koltuk altlarına kadar meshetme cihetine gitmediğini ifade ediyor.
Ancak bazı âlimler, Zührî'nin bu hadiste tarif edildiği şekilde teyemmümde
bulunduğunu rivayet etmiştir.
6- Bu rivayetin Nesâî'de kaydedilen ziyadesinde, eller yere
vurulduktan sonra ellere yerden yapışan kaba toprak parçalarının düşmesi için,
ellerin şehadet parmakları boyunca birbirine vurulup çırpılmadığı belirtiliyor.
Halbuki 3718'de görüleceği üzere bazı rivayetlerde bunun aksi sabittir, yani
eller önce çırpılıp yerden yapışan kaba parçalar döküldükten sonra mesh'e
geçilir. Çırpmanın bazan üflemekle yapıldığı da zikredilmektedir.[385]
ـ3718 ـ5ـ وعن
شقيق قال:
]كُنْتُ
بَيْنَ
عَبْدِاللّهِ
بنِ
مَسْعُودٍ
وَأبِى مُوسى
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما
فقَالَ أبُو
مُوسى:
أرَأيْتَ يَا
أبَا عَبْدِ
الرَّحْمنِ
لَوْ أنَّ
رَجًُ
أجْنَبَ
فَلَمْ يَجِدِ
المَاءَ
شَهْراً،
كَيْفَ
يَصْنَعُ
بِالصََّةِ؟
فقَالَ: َ
يَتَيَمَّمُ
وَإنْ لَمْ يَجِدِ
المَاءَ
شَهْراً.
فقَالَ أبُو
مُوسى: كَيْفَ
بهِذِهِ اŒيةِ
في سُورَةِ
المَائِدَةِ.
فَلَمْ
تَجِدُوا
مَاءً
فَيَتَمَّمُوا
صَعِيداً طَيِّباً.
قالَ
عَبْدُاللّهِ:
لَوْ رُخِّصَ
لَهُمْ في
هذِهِ اŒيةِ
‘وْشَكَ إذَا
بَرَدَ عَلَيْهِمْ
المَاءُ أنْ
يتَيَمَّمُوا
بِالصَّعِيدِ.
فقَالَ لَهُ
أبُو مُوسى:
وَإنَّمَا كَرِهْتُمْ
هذَا لِذَا؟
قَالَ:
نَعَمْ. فقَالَ
أبُو مُوسى
لِعَبْدِ
اللّهِ: ألَمْ
تَسْمَعْ قَوْلَ
عَمّارٍ
لِعُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما:
بَعَثَنِى
رَسولُ
اللّهِ #
فَأجْنَبْتُ
فَلَمْ أجِدِ
المَاءَ
فَتَمَرَّغْتُ
في الصَّعِيدِ
كَمَا
تَتَمَرَّغُ
الدَّابَّةُ.
ثُمَّ
أتَيْتُ
رسولَ اللّهِ
# فذَكَرْتُ
لَهُ ذلِكَ.
فقَالَ:
إنَّمَا
كَانَ
يَكْفِيكَ أنْ
تَصْنَعَ
هكَذَا،
وَضَرَبَ
بِكَفّيْهِ
ضَرْبَةً
عَلى ا‘رْضِ
ثُمَّ
نَفَضَهَا
ثُمَّ مَسَحَ بِهَا
ظَهْرَ
كَفِّهِ
بِشِمَالِهِ
أوْ ظَهْرَ
شِمَالِهِ
بِكَفِّهِ،
ثُمَّ مَسَحَ
بِهَا
وَجْهَهُ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي .
5. (3718)- Şakik merhum
anlatıyor: "Ben, Abdullah İbnu Mes'ud ile Ebû Mûsa (radıyallahu anhümâ)
arasında idim. Ebû Musa, İbnu Mes'ud'a:
"Ey Ebû Abdirrahman! Bir adam cünüb olsa ve bir ay boyu su bulamasa ne yapar, namazı
nasıl kılar, ne dersin?"diye sordu.
"Suyu bir ay bulamasa da teyemmüm etmez!" dedi. Ebû
Musa:
"Pekala Mâide suresindeki şu âyete ne dersin: "...Su
bulamazsanız temiz bir toprakta teyemmüm edin, yüzlerinizi, ellerinizi onunla
meshedin" (Mâide, 6).
Abdullah şu cevabı verdi:
"Bu âyette Ashaba ruhsat verilmiş olsaydı çok geçmeden su
soğuyunca da toprakla teyemmüm etmeye yeltenirlerdi."
Ebû Musa da ona:
"Siz teyemmümü bu sebeple mi hoş bulmuyorsunuz?" dedi.
İbnu Mes'ud "Evet!" deyince, Ebû Musa, Abdullah'a:
"Sen Ammâr'ın Hz. Ömer (radıyallahu anhümâ)'e ne dediğini
duymadın mı?"
Dedi ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) beni bir
vazifeyle yola çıkarmıştı. Sefer esnasında cünüb oldum. Su da bulamadım. Bunun
üzerine hayvanların bulanması gibi ben de toprağa bulandım. Sonra Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a gelip durumu kendisine arzettim. Bana:
"Sana şöyle yapman kâfi idi!" dedi (ve gösterdi), iki
avucuyla yere bir vurdu, sonra avuçlarını çırptı, sonra soluyla (sağ) avucunun
sırtını veya sol avucunun sırtını (sağ) avucuyla meshetti. Sonrada onunla
yüzünü de meshetti."[386]
ـ3719 ـ6ـ
وعند مسلم: ]إنَّمَا
كَانَ
يَكْفِيكَ
أنْ تَقُولَ
بِيَدِكَ
هكَذَا،
ثُمَّ ضَرَبَ
بِيَدِهِ
ا‘رْضَ ضَرْبَةً
وَاحِدَةً.
ثُمَّ مَسحَ
الشِّمَالَ
عَلى
الْيَمِينَ،
وَظَاهِرَ
كَفِّهِ وَوَجْهَهُ.
قالَ عَبْدُ
اللّهِ:
أوَلَمْ ترَ عُمَرَ
لَمْ
يَقْنَعْ
بِقَوْلِ
عَمَّارٍ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما[ .
6. (3719)- Müslim'in
rivayetinde [Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle demiş olmalı]:
"Ellerinle şöyle yapman sana yeterdi." Sonra (bizzat göstererek)
ellerini bir kere yere vurdu. Sonra soluyla sağını, yani avucunun içini ve
dışını meshetti.
Abdullah da: "Görmedin mi, Ömer (radıyallahu anh), Ammâr
(radıyallahu anh)'ın sözüne kanaat getiremedi" dedi."[387]
ـ3720 ـ7ـ وفي
أخرى: ]أنَّ
رسولَ اللّهِ
# قالَ: إنَّمَا
يَكْفِيكَ
أنْ تَقُولَ
هكذَا
وَضَربَ بِيَدِهِ
ا‘رْضَ
فَقَبَضَ
يَدَيْهِ
فَمَسَحَ وَجْهَهُ
وَكَفّيْهِ[.
وهذا لفظ
الشيخين .
7. (3720)- Bir diğer
rivayette şöyle geldi: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Senin
şöyle yapman sana yeterdi" buyurdular ve (göstermek için) ellerini yere
vurup çırptı, yüzünü ve avuçlarını meshetti." Bu Sahiheyn'in ibaresidir.[388]
ـ3721 ـ8ـ وعن
عبدالرحمن بن
أبْزَى: ]أنّ
رَجًُ أتَى
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
فقَالَ: إنِّى
أجْنَبْتُ
فَلَمْ أجِدْ
مَاءً؟
فقَالَ لَهُ :
َ تُصَلِّ.
فقَالَ
عَمّارٌ: أمَا
تَذْكُرُ يَا
أمِيرَ
المُؤمِنِينَ
إذْ أنَا
وَأنْتَ في
سَرِيّةٍ
فأصَابَتْنَا
جَنَابَةٌ
فلَمْ نَجِدِ
المَاءَ. فَأمّا
أنْتَ فَلَمْ
تُصَلِّ،
وَأمَّا أنَا
فَتَمَعَّكْتُ
في
التُّرَابِ
وَصَلَّيْتُ؛
فقَالَ #:
إنّمَا كَانَ
يَكْفِيكَ
أنْ تَضْرِبَ
بِيَدَيْكَ
ا‘رْضَ ثُمَّ
تَنْفُخُ
ثُمَّ تَمْسَحُ
بِهِمَا
وَجْهَكَ
وَكَفَّيْكَ.
فقَالَ عُمَرُ:
اتّقِ اللّهَ
يَا عَمّارُ.
فقَالَ: إنْ شِئْتَ
لَمْ
أُحَدِّثْ
بِهِ. فقَالَ
عُمَرُ: نُولِّيكَ
مَا
تَوَلّيْتَ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي،
وهذا لفظ
الشيخين .
8. (3721)- Abdurrahman İbnu
Ebzâ anlatıyor: " Bir adam Hz. Ömer (radıyallahu anh)e gelerek:
"Ben cünüb oldum, su da bulamadım (ne yapayım)?" diye
sordu. Hz. Ömer:
"Namaz kılma!" diye cevap verdi. (Orada bulunan Ammâr
radıyallahu anh söze girip):
"Ey mü'minlerin emîri! Hatırlıyor musun? Ben ve sen bir
seriyyede beraberdik. Cenâbet olduk ve su bulamadık. O zaman sen namaz
kılmamış, ben ise toprağa bulanarak kılmıştık. (Sonra da bu durumu kendisine
açınca), Aleyhissalâtu vesselâm bana:
"Ellerini yere vurup sonra üfleyip sonra onlarla yüzünü ve
ellerini meshetmen sana kâfi idi" buyurdular" dedi.
Hz. Ömer (radıyallahu anh):
"Ey Ammâr Allah'tan kork!" dedi. Ammâr:
"Dilersen bu hadisi kimseye söylemiyeyim!" deyince, Hz.
Ömer
"(Vallahi asla! Bu meselede) seni altına girdiğin
sorumlulukla başbaşa bırakıyorum" diye cevap verdi."[389]
ـ3722 ـ9ـ
وعند أبي
داود: ]إنَّمَا
كَانَ
يَكْفِيكَ
أنْ تَقُولَ
هكَذَا، وَضَربَ
بِيَدِيْهِ
ا‘رْضَ ثُمَّ
نَفَخَهُمَا ثُمَّ
مَسَحَ
بِهِمَا
وَجْهَهُ
وَيَدَيْهِ
إلى نِصْفِ
الذِّرَاع[.وفي
أخرى له:
»وَلَمْ يَبْلُغِ
الْمِرْفَقَيْنِ
ضَرْبَةً
وَاحِدَةً«.وفي
أخرى له: »إلى
الْمِرْفَقَيْنِ«
.
9. (3722)- Ebû Dâvud'da
rivayet şöyledir: ".Sana şöyle yapman yeterli idi" (dedi ve göstermek
için) ellerini yere vurdu, sonra onlara üfürüp elleriyle yüzünü ve kollarının
yarısına kadar ellerini meshetti."
Yine Ebû Dâvud'un bir başka rivâyetinde: ".sonra ellerini
yere vurdu, sonra birbirine vurarak (yapışan toprak parçalarını) çırptı, sonra
yüzünü ve kol kemiğinin ortasına kadar kollarını meshetti, dirseğe ulaşmadı
(bütün bu mesh ameliyesini yere) bir vuruşta (yaptı).
"Bir diğer rivâyette: ".dirseğe kadar" denmiştir.[390]
ـ3723 ـ10ـ
وأخرج
الترمذي من
هذا الحديث:
]أنّ رسولَ
اللّه #
أمَرَهُ
بِالتّيَمُّمِ
لِلْوَجْهِ وَالْكَفَّيْنِ.
قال: وَقَدْ
رُوِىَ
عَنْهُ أنّهُ
قالَ:
تَيَمّمْنَا
مَعَ
النّبىِّ #
إلى المَنَاكِبِ
وَاŒبَاطِ[.»السَّريّةُ«
قطعة م الجيش
تبلغ
أربعمائة.وقوله
»نولِّيكَ ما
توليتَ« أى
نكلِك إلى ما
قلت ونردّ
إليك ما وليته
نفسك ورضيت
لها به .
10. (3723)- Bu hadisten Tirmizî, şu kısmı tahric etmiştir: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) kendisine (Ammâr'a), yüze ve ellere teyemmüm yapmasını emretti."
(Tirmizî) der ki: "Ammâr'ın şöyle söylediği rivâyet edildi: "Biz Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la birlikte omuzlara ve koltuk altlarına kadar teyemmüm ettik."[391]
AÇIKLAMA:
1- 3718-3723 numaralar arasında kaydedilen altı rivâyetin hepsi
de Ammâr (radıyallahu anh)ın teyemmüm yapması ile ilgilidir. Bu hâdise,
kitaplarımızda az çok farklarla değişik vecihlerden rivayet edilmiştir. Teysîr,
bunlardan bir kısmını yukarıda gördüğümüz üzere nakletmektedir. Bu
rivâyetlerden, özetle şu husûsları tespit etmekteyiz:
1) Hz. Ammâr (radıyallahu anh), henüz vahiy gelmeden, susuz
kaldığı bir sefer sırasında şahsî insiyatifi ile teyemmüme benzer bir
tatbikatta bulanarak, bütün vucudunu toprağa bulamıştır. Bu tatbikat da,
hayvanlardan mülhem olduğu anlaşılmaktadır. Zirâ "Hayvanların toprağa
bulanmaları gibi. bulandım" demektedir. Durumu Resulullah'a anlatınca
Aleyhissalâtu vesselâm te'yid etmiş, ancak bütün vücudu bulamadan nasıl
teyemmüm edeceğini tarif etmiştir.
2) Teyemmüm hususunda Ashab arasında bazı farklı anlamalar
mevzubahis olmuştur. Mesela Ebû Musa ile İbnu Mes'ud, Hz. Ömer'le Ammâr
arasında farklı anlamalar olduğu anlaşılmaktadır.
* Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in Ammâr'a: "Allah'tan
kork!" demesini, şârihler Hz. Ömer'in anlatılan hâdiseyi unutmasına
yorarlar. Ammâr İbnu Yâsir'in: "Dilersen bu hadisi kimseye
söylemiyeyim" sözüyle şunu demek istediğini belirtirler: "Eğer sen,
bu hâdiseyi anlatmamamdaki maslahatın anlatmamdaki maslahattan fazla
olacağı kanaatinde isen, ben anlatmaktan vazgeçerim. Zîrâ, mâsiyet olmayan
emirlerinde halifemize itaat vâcibtir. Bu sünneti tebliğ işi ise hâsıl
olmuştur."
Hz. Ömer'in böyle bir yasak koymak istemediği, hatırlayamamasına
rağmen, Ammâr'a güvenerek, sorumluluğu kendinde olmak kaydıyla, rivâyet etmeye
izin verdiği anlaşılmaktadır. Zîrâ Hz. Ömer, rivayetin Ebû Dâvud'daki vechinde
geldiği üzere te'kidli bir şekilde yemin vererek Ammâr'ı rivayette serbest
bırakır: "Asla (onu rivayetten yasaklamak istemem). Allah'a yemin olsun,
sen sorumluluğu üzerine aldıkça biz de seni bu işte yetkili kılacağız."
Kaydedilen bu ibare kapalı olduğu için, bu ma'nâya biraz yorum
katarak ulaşılmıştır. Hadis üzerine Sindî'nin yorumu özde aynı ise de biraz
daha açıktır: "Yani "Seni, girişmiş bulunduğun, bildiğin hususlarda
tebliğ ve fetva vazifesi ile yetkili (vâli) kıldık." Sanki, Hz. Ömer, ilk
başta hatırlayamadığını ve dolayısıyla onunla fetva vermesini uygun bulmadığını
söylemek istedi; ancak sonradan "Ey Ammâr bununla fetva vermekte
serbestsin (sana itimadım var, iyice bilmediğin, hatırlamadığın hususlarda
cür'etkâr olmazsın)" demiştir." (Sindî'nin açıklaması bitti.)
2- 3722 numaralı hadise göre, Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) teyemmümü gösterirken, ellerini kollarının yarısına kadar
meshetmiştir, müteakip (3723) numaralı hadise göre ise kolları omuza kadar
meshetmiştir. Âlimler bu rivâyetleri Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan
teyemmüm'ün nasıl yapılacağını görmezden önce, Sahâbe'nin kendi kendilerine
kıyas yoluyla yaptıkları teyemmüm tatbikatı olarak yorumlamıştır. Yâni bu
tarzları, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlara emretmiş olmaksızın onlar
ilk başta yapmışlardır. Sonradan Resulullah göstermiş, Ashab da, aşağıda
açıklayacağımız tarza uygun olarak tatbik etmişlerdir. Ne var ki
muhaddislerimiz, hadîsleri mensuhtur diye rivayetten vazgeçmeyip, hepsini
olduğu şekilde rivâyet etmişler ve eserlerine almışlardır. Bir babta hepsini
görmek, şeriatımız için bir zenginlik, ülemâmız için bir fazilettir. Bilhassa
Sünen sahipleri, tek bir fakih tarafından bile amel edilen hadisleri, zıddiyet
hadisleri olarak kaydedip zaafına dikkat çekmiştir.
Şunu da hatırlatmada fayda var: Fıkhî bablarda, öncelikle en
sahih, çoğunluk tarafından amel edilen hadisler kaydedilirken müteâkiben daha
zayıf olan ve zıddiyet hadisi dediğimiz, zaafı sebebiyle amelde terkedilmiş
olan hadisler kaydedilir. Bu, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvud ve Tirmizî'de görülen
müşterek prensiptir. İstisnâî olarak Nesâî hazretleri, şayet varsa o babın
zayıf hadisini önce kaydedip, sonradan daha sahihlerini kaydederek, öncekinin
zaafını belirtir. Bu sözümüz "Nesâî'nin bablarda kaydettiği ilk hadisler
zayıftır" şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu yanlışlığa düşülmemesi için
"şâyet varsa." dedik. Zira, her babta zayıf hadis olması gerekmez. Bu
husûsların iltibas edilmemesi için Kütüb-i Sitte imamlarının hadis alma ve
kitaplarını tanzim etmede takip ettikleri hususiyetler bir kere daha okunmalı
ve kavranmalıdır.
3- Teyemmüm Nasıl Yapılır?
Teyemmümle ilgili farklı rivayetleri ve gerekli açıklamaları
gördükten sonra, ilmihal kitaplarında açıklanan şekilde nasıl teyemmüm edeceğimizi
belirtelim:
Teyemmüme başlarken namaz için niyet edilerek besmele çekilir.
Hanbelîler besmeleye "vacib" demiştir.
Kollar sıvanmış, parmaklar açılmış olarak eller yeryüzü cinsinden
temiz bir şeye (toprak, kum, alçı, mermer, madenî taşlar, kiremit, tuğla,
yakut, zümrüt, mercan, kaya tuzu, çamurla sıvanmış duvar) vurulur, ileri
sürülüp geri çekilerek kaldırılır.[392]
Kaldırınca, şayet ele yapışmış iri toprak vs. parçaları varsa,
eller birbirine yanlarıyla vurularak bunlar çırpılır ve dökülmesi sağlanır.
Sonra elin içi ile bütün yüz meshedilir. Yüzün meshi bir kere olur.
Sonra eller önceki şekilde ikinci sefer toprağa vurulur ve eller
çırpılarak yapışan iri parçalar silkelendikten sonra sol elin baş parmağını
ayırıp, diğer parmakların iç kısmı ile sağ elin dış tarafı parmakların en
ucundan başlamak sûretiyle dirseğe kadar meshederek çekmeli, sonra sol el daha
dirsekte iken, sağ kolun iç tarafına yönelip, yine sol elin serçe parmağı ile
baş parmağını halka edip baş parmağı da beraber olmak üzere, ayası ile, sağ elin
dirseğinden itibaren iç tarafı bileğine kadar meshetmeli ve baş parmağının
üstüne mesheylemelidir. Tabii ki, bu esnada sağ elin başparmağı içeriye doğru
meyillendirilecektir, ta ki elin iç kısmına sol el değmesin, ve parmağın dışına
sol elin baş parmağı rahatça değebilsin.
Sağ elin meshi böylece bittikten sonra, aynı şekilde sağ elin
içiyle de sol el meshedilir.
Teyemmümde bu tertibe riâyet edilmeli, araya fâsıla girmemelidir.
Ayak ve başa mesh gerekmez. Parmak araları hilâlellenir.
Abdesti bozan haller teyemmümü de bozar. Ayrıca, teyemmümü meşru
kılan hallerin kalkması da teyemmümü bozar.[393]
1) Suyun bulunamaması.
2) Suyu kullanmaya manî şer'i bir özrün bulunması:
* Su bir mil (yani dörtbin adım) uzakta ise yok farzedilir.
* Su olsa bile yıkandığı taktirde hastalanacak veya hastalığı artacak ise. Bunu tecrübesi veya hâzık müslüman doktorun tavsiyesi ile bilebilir.
* Bazan su yakındadır, ancak almaya gittiği takdirde mal, can ve ırzına veya emânetinde olan şeye bir tehlike gelmesi ihtimâli vardır. Bu durum da teyemmümü meşru kılar.
* Bazan de abdest veya gusle yetecek suyumuz olsa bile miktarca azdır, içmeye su sıkıntısı çıkacaktır. Böyle durumlarda da teyemmüm câizdir.
* Dinimiz, su kullandığı takdirde geçen zaman sebebiyle bayram ve cenâze namazı kaçırılacaksa, bu durumda da teyemmümü tecviz etmiştir. Cuma ve diğer namazlar gibi, bedeli veya kazası olan namazlar için teyemmüme cevaz verilmemiştir.
Teyemmüm, duruma göre hem abdest ve hem de gusül yerine geçen bir temizliktir.
Teyemmümle ilgili teferruat için ilmihal kitaplarına bakılmalıdır.[394]
ـ3724 ـ11ـ وعن
عمران بن حصين
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قال: ]رَأى
رَسولُ
اللّهِ #
رَجًُ
مُعْتَزًِ
لَمْ يُصَلِّ
مَعَ
الْقَوْمِ.
فقَالَ يَا فَُنُ:
مَا مَنَعَكَ
أنْ تُصَلِّى
مَعَ الْقَوْمِ؟
فقَالَ يَا
رَسُولَ
اللّهِ أصَابَتْنى
جَنَابَةٌ
وََ مَاءَ.
قالَ:
عَلَيْكَ بِالصَّعِيدِ
فَإنَّهُ
يَكْفِيكَ[.
أخرجه الشيخان
والنسائي
وهذا لفظهم .
11. (3724)- İmrân İbnu
Husayn (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm), bir kenara çekilmiş halkla birlikte namaz kılmayan bir adam gördü.
"Ey fülan! Halkla birlikte niye namaz kılmıyorsun?" diye
sordu. Adam:
"Ey Allah'ın Resulü, cenâbet oldum, su da yok" deyince:
"Toprağı kullan, o sana yeterlidir" buyurdular."[395]
ـ3725 ـ12ـ وعن
أبي ذر رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
]أنَّ رسولَ
اللّه # قال:
إنَّ
الصَّعِيدَ
الطَّيِّبَ
وَضُوءُ
المُسْلِمِ
وَإنْ لَمْ
يَجِدْ
المَاءَ
عَشْرَ
سِنِينَ
فَإذَا وَجَدَ
المَاءَ
فَلْيُمِسَّهُ
بَشَرَتَهُ فإنَّ
ذلِكَ
خَيْرٌ[.
أخرجه أصحاب
السنن، وهذا لفظ
الترمذي .
12. (3725)- Ebû Zerr
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "On yıl boyu su bulamasa da, temiz toprak müslümanın abdest
suyudur. Suyu bulunca, bedenini onunla meshlesin, zira bu daha
hayırlıdır."[396]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin vürud sebebiyle ilgili bir hadise var, Teysîr
müellifi onu tayyetmiş. Şu halde rivayetin aslı şöyle:[397] "Ebû Zerr
Hazretleri anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)' ın yanında bir
miktar zekat malı (koyun ve deve) toplanmıştı. Bana: "Ey Ebû Zerr, bunları
kıra götür otlat!" emrettiler. Ben Medine'ye üç mil mesafedeki Rebeze'ye
gittim. (Yanımda ailem de vardı.) Orada cünüb oldum. İçmeye yetecek kadar suyum
vardı. Namazlarımı yıkanmaksızın kılıyordum. (Bu şekilde) beş veya altı gün
geçirdim. Sonra Medine'ye Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanına döndüm.
"Bu, Ebû Zerr midir?" buyurdular, sükut ettim, cevap
vermedim. Tekrar:
"Bu, anasız kalasıca Ebû Zerr değil mi?" buyurdular.
Ben:
"Evet ey Allah'ın Resulü, ancak helak oldum!" dedim.
"Niye helak oldun, sebep ne?" diye sordular.
"Ben (kırda) suyu içmede kullandım. Beraberimde ailem de
vardı. Cünüb oldum, yıkanmadan namaz kıldım" dedim. Bunun üzerine
Aleyhissalâtu vesselâm benim için su emretti. Siyah bir câriye, büyükçe bir tas
içerisinde su getirdi. Tas dolu değildi, su, içerisinde çalkalanıyordu. Ben bir
devenin gerisinde kuytulanıp yıkanarak Resulullah'a geldim.
"Ey Ebû Zerr, buyurdular, on yıl boyu su bulamasan bile,
toprak temizdir. Suyu bulunca, vücudunu onunla meshet."
2- Âlimler, toprakla teyemmüm etmenin sefer hâline mahsus bir
ruhsat olmadığı hususunu bu rivayetten çıkarmışlardır. Kişi, mukim bile olsa su
bulunmadığı takdirde, toprak temizlikte suyun yerine geçebilecek, on yıl
boyunca dahi teyemmüm yapabilecektir. Resulullah, Ebû Zerr (radıyallahu anh)'in
teyemmümsüz namaz kılmasını tecviz etmemiştir.
3- Hadisten, ayrıca vaktin çıkmasıyla teyemmümün bozulmayacağı, aynı teyemmüm birçok vakitlerin namazının kılınabileceği hükmü çıkarılmıştır.
4- Hadisin sonunda geçen "Suyu bulunca, bedenini onunla
meshet" ibaresi "su ile yıka (yani su ile guslet, su ile abdest
al)" demektir. Âlimler, bu ibareden: "Abdest ve teyemmüm beraberce
caizdir" ma'nâsının çıkarılmaması gerektiğine dikkat çekerler.[398]
ـ3726 ـ13ـ وعن
ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما أنه
قال، وقد سئل
عن التيمم:
]إنَّ اللّهَ
تَعالى قالَ
في كِتَابِهِ
حِينَ ذَكَر
الْوُضُوءَ:
فَاغْسِلُو
وُجُوهَكُمْ
وَأيْدِيكُمْ
إلى المَرافِقِ.
وَقَالَ في
التَّيَمُّمِ:
فَامْسَحُوا
بِوَجُوهِكُمْ
وَأيْدِيكُمْ.
وَقالَ: وَالسَّارِقُ
وَالسَّارِقَةُ
فَاقْطَعُوا
أيْدِيَهُمَا،
وَكانَ
السُّنَّةُ
في الْقَطْعِ
الْكَفَّيْنِ:
إنَّمَا هُوَ
الْوَجْهُ
وَالْكَفَّيْنِ،
يَعْنِى
التَّيَمُّمِ[.
أخرجه
الترمذي .
13. (3726)- İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ)'a teyemmümden sorulmuştu. Dedi ki:
"Allah Teâlâ Hazretleri, Kitab-ı Mübîn'de, abdesti zikrederken
şöyle buyurmuştur:
"Yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın."
Teyemmüm hakkında da şöyle buyurdu: "Yüzlerinizi ve ellerinizi
meshedin" (Yine âyet-i kerîme'de Cenâb-ı Hakk) şöyle buyurdular:
"Erkek ve kadın hırsızın elini
kesin." Hırsızın elini kesmede sünnet (bilekten itibaren) avuç kısmı
kesmektir (bilek- dirsek arası kesilmez), öyleyse, teyemmüm yapılacak kısım yüz
ve ( bileğe kadar) ellerdir.[399]
AÇIKLAMA:
Bu rivâyet, teyemmüm yapılacak uzuvlar hakkında İbnu Abbâs'ın
farklı bir yorumunu göstermektedir: "Eller, dirseğe kadar değil, bileklere
kadar meshedilmelidir. Çünkü, Kur'an'da geçen yed-el kelimesinin, hırsızın
cezalandırılması bahsinde, bileğe kadar olan kısım olarak anlaşıldığı
görülmektedir." Şu halde İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ), sadece ellerin
meshedilmesini teyemmüm için yeterli görmektedir.[400]
ـ3727 ـ14ـ وعن
طارق: ]أنَّ
رَجًُ
أجْنَبَ
فَلَمْ يُصَلِّ
فَأتَى
النبىَّ #
فَذَكَرَ
لَهُ ذلِكَ فَقَالَ:
أصَبْتَ.
فَأجْنَبَ
آخَرُ
فَتَيَمَّمَ
وَصَلّى
فَأتَاهُ
فقَالَ
نَحْوَ مَا قَالَ
لِŒخَرِ،
يَعْنِى
أصَبْتَ[.
أخرجه
النسائي.
14. (3727)- Târık anlatıyor:
"Bir adam cünüb oldu ve namaz kılmadı. Sonra Resulullah'a gelerek, durumu
O'na arzetti. Aleyhissalâtu vesselâm:
"İsabetli davranmışsın!" buyurdular. Bir diğer zât da
cünüb olmuştu, teyemmüm edip namazını kıldı. Sonra o da Resulullah'a gidip
durumunu arzetti. Aleyhissalâtu vesselâm ona da aynı şeyi söyledi, yani
"isabetli davranmışsın!" dedi."[401]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, teyemmüm âyeti nüzûl etmiş olsa bile, henüz yeterince
taammüm etmemiş olduğu bir zamanda cereyan eden bir vak'ayı haber vermelidir.
Her iki zât da içtihadla hareket ettiği için, her ikisi de isabet etmiş
olmaktadır. Gerçi birinci zat, teyemmüm ederek namaz kılma imkânı varken bunu
yapmayıp namazı terketmekle isabetsiz bir içtihadda bulunmuştur. Ancak,
Resulullah, cevaplarında umûmî şartları gözönüne almış olmalıdır.
Ülemânın rivâyet hakkında yorumu budur.[402]
ـ3728 ـ15ـ وعن
ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]أصَابَ رَجًُ
جُرحٌ عَلى
عَهْدِ رسولِ
اللّهِ #
ثُمَّ
احْتَلَمَ.
فَأُمِرَ
بِاغْتِسَالِ
فَاغْتَسَلَ
فَمَاتَ. فَبَلَغَ
ذلِكَ
النّبىَّ #
فقَالَ:
قَتَلُوهُ، قَتَلَهُمُ
اللّهُ. أَّ
سَألُوا إذْ
لَمْ يَعْلَمُوا؟
فَإنَّمَا
شِفَاءُ
الْعِىِّ السُّؤَالُ.
إنَّمَا
يَكْفِيهِ
أنْ
يَتَيَمَّمَ،
وَأنْ
يَعْصِبَ
عَلى
جُرْحِهِ
خِرْقَةً
ثُمَّ يَمْسَحَ
عَلَيْهَا
وَيَغْسِلَ
سَائِرَ
جَسَدِهِ[.
أخرجه أبو
داود .
15. (3728)- İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
zamanında bir adam yaralanmış, sonra da ihtilam olmuştu. Kendisine yıkanması
emredildi. Adam yıkandı ve öldü. Onun haberi Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a ulaşmıştı. (Öfke ile) şunları söyledi:
"Onu öldürmüşler, Allah da onların canını alsın! Madem
bilmiyorlardı, niye sormadılar? Bilgisizliğin şifası sualdir. Ona, teyemmüm
yeterliydi. Yarasına bir bez sarılmalı ve üzerinden meshedilmeli, sonra da
bedeninin geri kalan kısmı yıkanmalıydı."[403]
AÇIKLAMA:
1- Ebû Dâvud'da hadisin Hz. Câbir (radıyallahu anh) vechinde
şöyle denir: "Bir sefere çıkmıştık, bizden birine taş isabet etti ve başı
yarıldı. Adamcağız, bilahere ihtilam oldu. Ne yapacağı hususunda arkadaşlarına:
"Benim için teyemmüm etmeye bir ruhsat buluyor musunuz?"
diye sordu.
"Sen suyu kullanmaya muktedirsin, sana ruhsat
göremiyoruz" dediler. Adam yıkandı ve öldü. Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın yanına gelince, hâdise haber verildi. (Öfkeyle) şunları söyledi:
"Öldürmüşler! Allah da onları öldürsün! Madem bilmiyorlardı,
niye sormadılar. Bilgisizliğin şifası sormaktır. Ona, teyemmüm edip yarasının
üzerine bir bez sarması, sonra sarığının üzerini meshetmesi, bedeninin geri
kalan kısmını da yıkaması yeterliydi." buyurdular."
2- Hattâbî der ki: "Bu hadiste şu hususlar var:
* Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bilmeden fetva verenleri
ayıplamış, ayrıca aleyhlerinde beddua etmiş ve öldürme günahında bulunmuş
olmaları vaîdini (tehdid) ifade etmiştir.
* Hadiste, teyemmüm ve vücudun diğer kısımlarını su ile yıkama
işi cem edilmiştir. Bunlardan biri tek başına kâfi görülmemektedir. Ashab-ı
Re'y der ki: "Kişinin âzâlarından birinin az bir kısmı yaralanırsa su ve
teyemmüm cem edilir, çoğunluk kısmı yaralanmışsa sadece teyemmüm yeterli
olur." İmam Şâfiî'ye göre yara az da olsa çok da olsa bedenindeki sağlıklı
uzuvlar için teyemmüm kâfi gelmez, mutlaka yıkanmalıdır."
3- Şevkâni Neylü'l-Evtâr'da der ki "Câbir hadisi, zarar
görmekten korkulduğu takdirde, teyemmüme yönelmenin câiz olduğuna delalet eder.
İmam Mâlik, Ebû Hanîfe, iki görüşünden birinde Şâfi'î bu görüştedirler. Ancak
Ahmet İbnu Hanbel ve iki görüşünün birinde Şâfi'î, zarar korkusuyla teyemmümün
câiz olmayacağına hükmederler." Şevkâni açıklamasına şöyle devam eder:
"Hadis, sargılar üzerine meshetmenin vâcib olduğuna da delalet eder.
Mamafih bu hükmü te'yid eden daha açık rivayet de gelmiştir. İbnu Mâce, Hz.
Ali'den şu hadisi kaydeder:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) sargıların üzerine meshetmemi
emretti"
Muhaddisler bu hadisi zayıf bulur ise de Ebû Hanîfe ve Yedi
Fakihler ve arkadan gelenler, sargıların üzerine meshetmenin vacib olduğuna
hükmetmiştir. Şâfiî hazretleri bir şartla buna katılır: Onun temizlik üzere
konmuş olması ve sargının altında sadece zaruri olan şey bulunmasıdır.
Bunlara göre, mezkur mesh su ile olur, toprakla değil.
Ebû Hanîfe'den rivayet edildiğine göre, meshe gerek yoktur, helal
da değildir, tıpkı zorluk arzeden ibadet gibi sâkıt olur. Çünkü, yaralı uzuv
bir başka uzuv gibidir, abdest âyetinin hükmü bu sakat uzva şâmil değildir.
Hz. Câbir ve Hz. Ali (radıyallahu anhümâ) hadîslerinin senedindeki
zayıflık sebebiyle amele elverişle olmadığı belirtilmiş ise de Hz. Câbir
hadisinin senedlerinin çokluğu onu güçlendirir ve ihticaca elverişli hale getirir.
Onu ayrıca Hz. Ali'nin rivayeti de güçlendirir. Ancak Câbir hadisi, gusül,
teyemmüm ve meshi birleştirmeye delâlet etmektedir."[404]
ـ3729 ـ16ـ وعن
عمرو بن العاص
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه قال:
]احْتَلَمْتُ
في لَيْلَةٍ
بَارِدَةٍ في
غَزْوَةِ
ذَاتِ
السََّسِلِ
فَأشْفَقْتُ
إنِ اغْتَسَلْتُ
أنْ أهْلَكَ.
فَتَيَمَّمْتُ
ثُمَّ
صَلَّيْتُ
بأصْحَابِى
الصُّبْحَ
فَذَكَرُوا
ذلِكَ
لِلنَّبىِّ #
فقَالَ: يَا
عَمْرُو،
صَلَّيْتَ
بِأصْحَابِكَ
وَأنْتَ جُنُبٌ؟
فَأخْبَرْتُهُ
بِالَّذِى
مَنَعَنِى
عَنْ
اغْتِسَالِ،
وَقُلْتُ:
إنِّى
سَمِعْتُ
اللّهَ عَزَّ وَجَلَّ
يَقُولُ: وََ
تَقْتُلُوا
أنْفُسَكُمْ
إنَّ اللّهَ
كَانَ بِكُمْ
رَحِيماً فََضَحِكَ
رسولُ اللّهِ
# وَلَمْ
يَقُلْ
شَيْئاً[.
أخرجه أبو
داود .
16. (3729)- Amr İbnu'l-Âs
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Zâtu's-Selâsil Gazvesi'nde, soğuk bir gecede
ihtilam oldum. Yıkandığım taktirde helak olacağımdan korktum. Böylece teyemmüm
yapıp, arkadaşlarıma sabah namazını kıldırdım.
Bu hadiseyi Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a anlattılar.
Bana:
"Ey Amr! Sen cünüb olduğun halde arkadaşlarına namaz mı
kıldırdın?" diye sordu. Ben de yıkanmama mâni olan durumu haber verdim ve
dedim ki:
"Ben Allah'ın şöyle söylediğini işittim: "Kendinizi
öldürmeyin, Allah sizlere karşı rahîmdir" (Nisa 29).
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) güldüler ve hiçbir şey
söylemediler."[405]
AÇIKLAMA:
Bu hadiste, soğuk şiddetli olduğu takdirde, teyemmümün cevazına iki cihetten delil görülmüştür:
1- Resululah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın tebessüm edip
memnûniyet izhâr etmesinden.
2- Amr İbni'l-Âs (radıyallahu anh)'ı davranışı sebebiyle
tashihte bulunmayışından. Resulullah, yanında yapılan veya söylenen bir
meseleye müdahale etmeyip sükût buyurursa, bu Aleyhissalâtu vesselâm'ın kabul
etmesine delil sayılmış ve buna "takrîrî sünnet" denilmiştir. Çünkü,
Resûlullah'ın bâtılı te'yid ve tasvip edeceği, bâtıl karşısında sükut edip
takrir edeceği kabul edilemez bir haldir. Tebessüm ise, cevaz hususunda, sırf
sükût etmekten daha sarih, daha kavî bir delil olur. Resulullah'ın gülmesi,
Ashabı'nı, gerektiği zaman isabetli içtihad ederek problemini
çözecek seviyede görmenin memnuniyetinden olabilir. Bu hal Resulullah'ın da
şânını yüceltir. Zira kendi terbiyelerinin eseri olmaktadırlar.
Hattâbî der ki: "Hadiste, Resulullah'ın, suyu kullanma
imkânının yokluğunu, suyun yokluğuna denk tuttuğunu, bu imkansızlığı,
beraberinde su olduğu halde susuzluktan korkarak, suyu içmek için saklayıp,
telef olmak endişesiyle teyemmümle
yetinen insan gibi mülâhaza etmiş olduğunu görmekteyiz."
İbnu Raslân der ki: "Suyu ısıtma imkânı olan kimsenin veya
tehlikeyi bertaraf edecek şekilde tedricî olarak yıkayabilecek olan kimsenin,
-ki bir uzvu yıkar ve onu örter, sonra bir başka uzvu böylece korumalı olarak
yıkayıp abdestini tamamlayabilir- teyemmüm etmesi caiz değildir." Ama buna
muktedir olamayan kimsenin teyemmüm edip namaz kılabileceği ekseri ülemâca
kabul edilmiş bir ruhsattır.
Şunu da kaydedelim ki, Hasan Basrî ve Atâ rahimehumâllah
"ölecek de olsa yıkanmalıdır" derler ve soğuğu özür kabul etmezler.
Onlar, İbnu Mes'ud'un daha önce kaydettiğimiz (3718. hadis) şu sözüne dayanmış
olmalılar: "Bu âyetle onlara (Ashab'a) ruhsat verilseydi, çok geçmeden,
sular soğuyunca da toprakla teyemmüm etmeye yeltenirlerdi."[406]
ـ3730 ـ17ـ وعن
أبي سعيد
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]خَرَجَ
رَجَُنِ في
سَفَرٍ
فَحَضَرَتِ
الصََّةُ
وَلَيْسَ
مَعَهُمَا
مَاءٌ
فَتَيَمَّمَا
صَعِيداً
طَيِّباً
فَصَلّيَا.
ثُمَّ وَجَدَا
المَاءَ في
الْوَقْتِ.
فَأعَادَ
أحَدُهُمَا
الصََّةَ
وَالْوُضُوءَ
وَلَمْ يُعِدِ
اŒخَرُ. ثُمَّ
أتَيَا
رَسُولَ
اللّهِ # فَذَكَرَا
ذَلِكَ لَهُ
فقَالَ
لِلَّذِى
لَمْ يُعِدْ:
أصَبْتَ
السُّنَّةَ
وَأجْزَأتْكَ
صََتُكَ، َوقالَ
لِلَّذِى
تَوَضَّأ
وَأعَادَ:
لَكَ ا‘جْرُ
مَرَّتَيْنِ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائي .
17. (3730)- Ebû Saîd
(radıyallahu anh) anlatıyor: "İki kişi bir sefere çıktılar. Derken namaz
vakti girdi. Beraberlerinde su olmadığı için
temiz toprakla teyemmüm ettiler ve namazlarını kıldılar. Sonra vakti
içinde su buldular. Bunlardan biri, abdesti
de namazı da iâde etti, diğeri
iâde etmedi.
Sonra Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelince durumu
anlattılar. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), iâde etmeyene:
"Sünnete isabet ettin, namazın sana yeterlidir!" dedi.
Abdesti ve namazı iade eden zâta da:
"Sana iki kat ücret var!" ferman buyurdu."[407]
ـ3731 ـ18ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما:
]أنَّهُ
أقْبَلَ مِنْ
أرْضِهِ
بِالجُرُفِ
فَحَضَرَتِ
الصََّةُ
بِمَرْبَدِ
النَّعَمِ
فَتَيَمَّمَ
وَصَلَّى
ثُمّ دَخَلَ المَدِينَةَ
وَالشَّمْسُ
مُرْتَفِعَةٌ
فَلَمْ
يُعِدْ[ .
18. (3731)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ)'in anlattığına göre, "Curuf nâm mevkideki tarlasından
dönüyordu. Mirbedu'n-Ne'am (denen deve ağılından) geçerken namaz vakti girdi. Hemen teyemmüm edip namazını
kıldı. Sonra Medine'ye döndüğünde güneş henüz yüksekteydi (ve namazın vakti
çıkmamıştı). Ama namazını iade
etmedi."[408]
ـ3732 ـ19ـ وفي
رواية عن
نافع: ]أنَّهُ
أقْبَلَ هُوَ
وَابنُ
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما مِنَ
الْجُرُفِ
حَتّى إذَا
كَانَا
بِالْمَرْبَدِ
نَزَلَ
عَبْدُاللّهِ
فَتَيَمَّمَ
صَعِيداً طَيِّباً
فَمَسَحَ
بِوَجْهِهِ
وَيَدَيْهِ إلى
الْمِرْفَقَيْنِ
ثُمَّ صَلّى[.
أخرجه مالك.
قلت: وَأخرجه
البخارى في
ترجمة،
واللّه أعلم .
19. (3732)- Bir başka
rivayette, (bu hadiseyi) Nâfî rahimehullah şöyle anlatır: "Ben ve İbnu
Ömer (radıyallahu anhümâ), Curuf nâm
mevkiden beraber dönüyorduk.
Mirbed'e gelince Abdullah devesinden inip, temiz toprakla teyemmüm yaptı,
yüzüne dirseklerine kadar ellerine meshetti, sonra namaz kıldı."[409]
AÇIKLAMA:
1- Mirbed, veya Mirbedü'n-Ne'am, Medine'ye bir veya iki
mil mesafede bir yer adıdır. Deve ağılı
ma'nâsına gelir. Mu'cemu'l-Bûldân'da deve pazarı ma'nâsına geldiği de
belirtilir. İbnu Hacer buranın Medine'ye bir mil (dörtbin adım) uzaklıkta
olduğunu belirtir. Demek ki, develerin korunduğu, yerine göre alım satımlarının
da yapıldığı, Medine dışında bir ağılpazar durumunda bir yer olup Ağıl veya
Deve Ağılı diye meşhur olmuştur. Nitekim, bazı şehirlerimizin dışında yakın
zamana kadar ve -Erzurum gibi bazılarında hâlen- hayvan pazarı adında yerler
mevcut olagelmiştir.
Curuf'un da Medine'ye üç mil mesafede bir yer olduğu belirtilir.
2- Ebû'l-Velid el-Bâcî, Curuf ile Medine arasında namazı
kasretmeyi gerektirecek müsâferet mesafesinin bulunmamasını nazar-ı dikkate
alarak bu hadisten, hazerde suyun olmaması durumunda teyemmüm yapılabileceğine
delil olduğuna dikkat çeker. Ancak İbnu Sahnûn, Muvatta Şerhi'nde babasının şu
yorumunu kaydeder: "Hadisin ma'nâsı, "İbnu Ömer (radıyallahu
anhümâ) abdestliydi" demektir. Çünkü o, rivayet edildiği üzere, her namaz
için taze abdest alırdı. Böyle olunca, namaz vakti girince, su olmadığı için,
abdeste bedel teyemmüm yaptı."
Muhammed İbnu Mesleme, "İbnu Ömer, namazın (müstehab olan
ilk) vaktini kaçırmaktan korktuğu için Mirbed'de teyemmümle namaz kıldı"
der.
El-Bâcî, Buhârî'nin tercümede kaydettiği -önceki rivayeti de
gözönüne alarak; "Güneş yüksekte olsa da sararmanın başlamış olması muhtemeldir"
veya "İbnu Ömer, vaktin daraldığı zannına düşerek namazı kılmış, sonradan
durum tebeyyün etmiş de olabilir"
der. Bazı âlimler İbnu Ömer'in vaktin girmesiyle teyemmümünün helal olduğu
görüşünde olabileceği te'vilinde de bulunmuştur.
Yeri gelmişken tekrar edelim: Ebû Hanîfe, Şâfiî, İmam Mâlik ve
ashâbı, hazerde dahi teyemmümün câiz olduğu görüşündedirler. Ebû Yusuf'la Züfer
rahimehümâllah, hazerde olan (yani yolcu olmayan) kimsenin vakit çıksa bile
suyu buluncaya kadar teyemmüm yapamayacağı kanaatindedir.
3- 3730 numarada geçen hadisteki birkaç noktayı açıklamada
fayda var:
* Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) burada, "Sünnete
isabet ettin" sözüyle "Sünnetle sabit olan, vacib olan şerîate
(hükme) tesadüf ettin" demek istemiştir.
* "Sana iki kat ücret var" sözü: "Sana her iki
namazın da ayrı ayrı sevabı var, çünkü her ikisi de sahihtir, her ikisi de
sevaba layıktır. Allah hiçbir sahih ve güzel ameli ücretsiz, sevabsız
bırakmaz" demektir.
* Hattâbî, Meâlim'de bu hadisteki bazı fıkhî hükümlere dikkat
çeker.
** Namazı ilk vaktinde kılma hususunda acele davranmak
sünnettir, bu hüküm teyemmümle kılınan namazda da, abdestle kılınan namazda da
muteberdir. Gerçi bu meselede ülemâ bazı ihtilâfta bulunmamış değildir. Mesela:
*** İbnu Ömer'in "Vaktin başı ile sonu arasında teyemmüm
etmede muhayyerdir" dediği rivayet edilmiştir.
*** Atâ, Ebû Hanîfe, Süfyan, Ahmed İbnu Hanbel bu görüştedir.
İmam Mâlik de bir kayıdla aynı görüşü benimser. Onun kaydı: "Su bulma
ümidi olmayan bir yerde olunursa, vakit
kaybetmeden hemen teyemmüm edip namaz kılmak efdaldir" şeklindedir.
*** Zührî, "Vaktin çıkmasından korku hâsıl olmadıkça
teyemmüm edilmez" demiştir.
Muhayyer bırakanlar, su bulma ümidi melhuz olduğu için su ile
abdest almak için te'hirin cevazına hükmetmişlerdir. Değilse, asıl olan, namazı
ilk vaktinde kılmaktır.
4- Teyemmümle Namaz Kılan, Sonra Su Bulursa?
Aynı hadiste (3730) geçen, teyemmümle namaz kılıp, sonra vakit
çıkmadan suyu bulan kimse hakkında da ihtilaf edilmiştir.
Hattâbî bu hususta şu görüşleri kaydeder:
* Atâ, Tâvus, İbn Sîrîn, Mekhûl, Zührî, "Namazı iade
eder" demiştir.
* Evzâî iadenin
müstehab olduğu, vacib olmadığı kanaatindedir.
* İbnu Ömer'in hükmüne dayanan bir grup "İâde etmek
gerekmez" demiştir. Şâ'bî, Mâlik, Süfyân-ı Sevrî, Ashab-ı Re'y, Şâfiî, Ahmed
ve İshak hep bu görüşü iltizam etmiştir.[410]
(Bu babta altı fasıl var)
BİRİNCİ FASIL
*
İKİNCİ FASIL
HAYIZ VE NİFASTAN GUSÜL
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
CUMA VE BAYRAMLARDA GUSÜL
*
DÖRDÜNCÜ FASIL
ÖLÜLERİ YIKAMA VE BU SEBEPLE GUSÜL
*
BEŞİNCİ FASIL
MÜSLÜMAN OLANIN GUSLÜ
*
ALTINCI FASIL
HAMAMLAR HAKKINDA
Gusl, yıkanmak ma'nâsına gelen iğtisâl'in karşılığıdır. Gasl
yıkamak demektir. Gusl'ün (yıkanmanın) hakikatı: "Suyun âzâlar üzerinden
akması" diye tarif edilmiştir. Âlimler, şerî guslün tamam olması için
âzâların "elle de ovulması gerekli midir?" diye ihtilaf etmiş,
ekseriyet, "Bu, vacib değildir" demiştir. İmam Mâlik ve el-Müzenî
vacib olduğunu söylemiştir. İbnu Battâl, bu hususta, yıkanmaları sırasında
abdest uzuvlarının üzerinden elin geçmesi gereğindeki icma ile ihticac etmiş ve
"Aralarında fark olmaması sebebiyle, kıyas yoluyla, gusülde de bu vacib
olur" demiştir. Ancak, abdest için "elin suya batması yeterlidir" prensibi
zikredilerek, böyle bir icmanın olmadığı
dolayısıyla İbnu Battâl'ın yaptığı kıyasın da bâtıl olduğu belirtilmiştir.
Dinimizde farz kılınan gusül cenabetten, hayız ve nifas'tan temizlenmek
için yapılan gusüldür.[411]
ـ3733 ـ1ـ عن
أبي هريرة
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه ]أنَّ
رَسُولَ
اللّهِ # قالَ:
إذَا جَلَسَ
بَيْنَ
شُعَبِهَا
ا‘رْبَعِ
ثُمَّ جَهَدَهَا
فقَدْ وَجَبَ
الْغُسْلُ[.زاد
في رواية:
]وَإنْ لَمْ
يُنْزِلْ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي،
وهذا لفظ
الشيخين.وعند
أبي داود، بَعْدَ
قَولهِ
ا‘رْبَعِ:
]فَألْزَقَ
الخِتَانَ
بِالْخِتَانِ
فَقَدْ
وَجَبَ
الْغُسْلُ[ .
1. (3733)- Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Erkek, kadının dört uzvu arasına çöker ve kadına mübâşeret
ederse gusül vacib olur."
Bir rivayette de şu ziyade var: "...İnzal olmasa bile."
Ebû Dâvud'un rivayetinde dört uzvu kelimesinden sonra
"..hitana (sünnet mahalli) hitanı kavuşturursa, gusül vacib olur"
denmiştir.[412]
ـ3734 ـ2ـ وفي
رواية مالك،
عن عائشة:
]إذَا جَاوَزَ
الخِتَانُ
الخِتَانَ
فَقَدْ
وَجَبَ
الْغُسْلُ
فَعَلْتُهُ
أنَا وَرسولُ
اللّهِ # فَاغْتَسَلْنَا[.
قيل
»شُعَبُهَا
ا‘ربعُ« رجها
وشَفْرَاهَا،
وقيل ساقاها
ويداها.ومعنى
»جَهدَها«
باشرها .
2. (3734)- İmam Mâlik'in
Hz. Âişe'den kaydettiği bir rivayette: "Hitân, hitanı geçince gusül vacib olur, ben ve Resulullah böyle yaptık ve
yıkandık" denmiştir.[413]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, inzal vâki olmasa da hitan denen sünnet
mahallinin, yani erkek uzvunun uç kısmının kadının uzvuna girmesiyle gusül
gerektiğini belirtmektedir. Yani guslün vücubu için esas olan, inzâl değil,
sünnet mahallinin girmesidir.
Hitân, erkek uzvundaki kısım için kullanılan bir tabirdir. Kadın
için de kullanılması, tağlib yoluyladır.
Anne ve babaya ebeveyn denmesi gibi.
2- Hadiste dört uzuv diye tercüme ettiğimiz Şu'abu'l-Erbaa
tabiri geçer. Şu'ab şube'nin cem'idir. Dilmize girmiş bir tabir olup, bir
bütünün bir kısmı, bir parçası ma'nâsına gelir.
Bu dört uzuvla ne
kastedildiği hususunda âlimlerin yorumları muhteliftir:
* İki el, iki ayaktır.
* İki ayak, iki uyluk (fahz)dır.
* İki ayak, iki dudaktır (şefr).
* Fercin dört bir yanıdır.
* Ayaklar, bacaklardır.
* Uyluklar ve dudaklardır."
Bu tabirden maksad cimadır, Resulullah kinaye ederek, sarahatten
kaçınmıştır" denmiştir.
3- Keza mübâşeret diye tercüme ettiğimiz tabir, ameli ifade
eder. Şârihler, bununla erkek uzvunun dahil edilmesinin kastedildiğini
belirtirler. Şu halde şer'î cima, bu tavsif edilen şekille tahakkuk etmektedir.[414]
ـ3735 ـ3ـ وعن
أبي سعيد
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رسولَ
اللّهِ #:
أرْسَلَ إلى
رَجُلٍ مِنَ
ا‘نْصَارِ
فَجَاءَ
وَرَأسُهُ
يَقْطُرُ.
فقَالَ
رَسولُ اللّه
#: لَعَلَّنَا
أعْجَلْنَاكَ؟
فقَالَ:
نَعَمْ يَا
رَسُولَ
اللّهِ. قالَ:
فإذَا
أُعْجِلْتَ
أوْ أقْحَطْتَ
فَ غُسْلَ
عَلَيْكَ
وَعَلَيْكَ
الْوُضُوءُ[.
أخرجه
الشيخان،
وأبو داود،
وهذا لفظ الشيخين.»ا“قحاطُ«
عدم ا“نزال .
3. (3735)- Ebû Saîd
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
Ensâr'dan birine adam göndererek, yanına çağırttı. Ensârî başından sular
damlaya damlaya geldi.
Aleyhissâlatu vesselam:
"Herhalde sana acele ettirdik?" buyurdu. Ensârî:
"Evet ey Allah'ın
resulü! deyince:
"Acele ettirilir ve
inzal olmazsan gusletmen gerekmez. Sadece abdest gerekir"
buyurdular."[415]
ـ3736 ـ4ـ وفي
أخرى لمسلم:
]أنَّ
النّبىَّ #
قالَ: إنَّما
المَاءُ مِنَ
المَاءِ[ .
4. (3736)- Müslim'in bir
diğer rivayetinde: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Suyu
(yıkanmayı), su (meninin gelmesi) gerektirir" buyurdu" denmiştir.[416]
ـ3737 ـ5ـ
وللنسائى، عن
أبي أيوب
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
مرفوعاً:
]المَاءُ مِنَ
المَاءِ[.
5. (3737)- Nesaî'nin Ebû
Eyyub (radıyallahu anh)'den kaydettiği bir rivayette de Resulullah: "Su,
sudan dolayıdır" buyurmuştur.[417]
AÇIKLAMA:
1- Kaydedilen son üç rivayet guslün vacib olması için mutlaka
inzal olma gereğini ifade etmektedir. Ancak bu hüküm kesinlikle mensuhtur. Bu
meselede ülemânın bi'l-icma kabul ettiği görüş, önceki hadislerde ifade edilen
hükümdür: Guslün gerekmesi için, erkek
uzvunun baş kısmının girmesi yeterlidir. Sadece Hişam İbnu Urve, A'meş, Süfyan
İbnu U-yeyne ve Dâvud-u Zâhirî'nin neshe kâil olmadıkları rivayet edilmiştir.
Ashabtan bazılarının da meni gelmediği takdirde cimadan dolayı yıkanma gerekmeyeceği görüşü var ise de: İmam
Nevevî, bunların vefatından sonra guslün gerekeceği hususunda ümmet arasında
icma vâki olduğu belirtilir. Ebû Hanife, İmam Şâfiî, İmam Mâlik, Ahmed İbnu
Hanbel ve bunların tabileri arasında bu meselede ihtilaf yoktur. Zâhirîlerden
birçoğu da bu görüştedir.
2- 3735 numaralı hadisteki vak'anın kahramanı, Müslim'in bir
rivayetindeki tasrihe göre İtbân İbnu Mâlik'tir, Bedir gâzilerindendir
(radıyallahu anh). İbnu Hacer, İtbân'ı, Resulullah'ı evinin bir köşesinde namaz
kılıvermesi için çağıranlardan olduğunu, Aleyhissalâtu vesselâm'ın onun evine
gelerek, çağırtmasının bu maksadla olabileceğini belirtir. Esasen Müslim'in bir
rivayetinde vak'a: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ensar'dan birine
uğrayıp, kendisini sesledi (çağırdı)..." diye başlar.
Mamafih bazı rivayetlerde çağırtılan zatın isminin Salih olduğu
tasrih edilir. İbnu Hacer, hadisenin taaddüd edebileceğine dikkat çeker.
3- Hadisten Çıkarılan Bazı Hükümler:
* Karîneye göre hüküm caizdir, zira Resulullah Sahâbî'nin gecikmesi
ve başından su akma durumunu değerlendirerek, onu acele mi ettirdiğini? ifade
buyurmuş, o da "Evet!" demiştir.
* Ashab, Resulullah'ın çağrısına sür'atle icabet etmektedir,
gecikmemektedir.
* Her an temizlik üzere bulunmak müstehabtır. Zira İtbân yıkanmak
için geciktiği halde, Resulullah itabda bulunmamıştır.[418]
ـ3738 ـ6ـ وعن
أبيّ بن كعب
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]إنَّمَا
كَانَ
المَاءُ مِنَ
المَاءِ رُخْصَةً
في أوَّلِ
ا“سَْمِ ثُمَّ
نُهِىَ
عَنْهَا،
وقالَ: إنَّما
المَاءُ مِنَ
المَاءِ في
احْتَِمِ[. أخرجه
أبو داود
والترمذي،
وهذا لفظه
وصححه .
6. (3738)- Übeyy İbnu Ka'b
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Su, sudan gerekir" hükmü İslam'ın
bidayetinde bir ruhsattı. Sonra bundan nehyedildi." Übeyy ilaveten der ki:
"Su, sudan gerekir" hükmü ihtilâm hakkında muteberdir."[419]
AÇIKLAMA:
Rivayet, yıkanmanın gerekmesi için inzal olmayı şart kılan hükmün
ihtilam hakkında cârî olduğunu belirtmektedir. Kişi ihtilam olsa ve fakat inzâl
olmasa (meni gelmese) yıkanmak gerekmez.[420]
ـ3739 ـ7ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها: ]أنَّ
رسولَ اللّهِ
#: سُئِلَ عَنِ
الرَّجُلِ
يَجِدُ الْبَلَلَ
وَلَمْ
يَذْكُرِ
احْتَِماً.
قالَ:
يَغْتَسِلُ؛
وعَنِ
الرَّجُلِ
يَرَى أنْ قَدِ
احْتَلَمَ، َ
يَجِدُ
بَلًَ؟ قالَ
َغُسْلَ
عَلَيْهِ.
قالَتْ أُمُّ
سُلَيْمٍ:
وَالمَرْأةُ
تَرَى ذلِكَ،
أعَلَيْهَا
غُسْلٌ؟ قَالَ:
نَعَمْ.
النِّسَاءُ
شَقَائِقُ
الرِّجَالِ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
»الشّقيقُ«:
المثل
والنظير .
7. (3739)- Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah'a, "bir kimse elbisesinde
ıslaklık bulsa, ancak ihtilam olduğunu hatırlamasa (yıkanması gerekir
mi?)" diye sorulmuştu.
"Evet, yıkanmalıdır!" diye cevap verdi. Sonra, ihtilam
olduğunu görüp de, yaşlık göremeyen kimseden soruldu:
"Ona gusül gerekmez" dedi. Ümmü Süleym (radıyallahu
anhâ) sordu:
"Bunu kadın görecek olursa, kadına gusül gerekir mi?"
Buna da:
"Evet! kadınlar, erkeklerin emsalleridir!" diye cevap
verdi."[421]
AÇIKLAMA:
1- Yıkanmanın meni gelmesiyle vacib olacağını tesbit eden
rivayetlerden biri de budur: Kişi, çamaşırında meni yaşlığı bulacak olsa
ihtilam olduğunu hatırlamasa da
yıkanmalıdır. Rüyasında ihtilam olsa bile inzal vâki olmasa, yani çamaşırında
yaşlık bulamasa, ona da yıkanma gerekmemektedir. Şu halde guslün medârı,
meninin gelmesidir.
2- Kadınların ihtilâm olma durumlarında hüküm erkeklerinki
gibidir. Resulullah arada fark olmadığını "Kadınlar, erkeklerin
emsâlidir" diyerek ifade buyurmuştur. Şakîk aslında annebaba bir kardeş
demektir. Kelime lügat olarak Şekka’dan gelir, yani bölünüp ayrılmak, kopmak
demektir. Hz. Havva, Hz. Âdem'in eğesinden yaratılmış olması haysiyetiyle,
kadın erkekten kopan bir parça gibi ifade edilmiştir.[422]
ـ3740 ـ8ـ
وعنها رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها: ]أنَّ
أمَّ سُلَيْمٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها.
سَألَتْ رسُولَ
اللّهِ # عَنِ
المَرْأةِ
تَرَى في
مَنَامِهَا
مَا يَرَى
الرَّجُلُ،
هَلْ
عَلَيْهَا
مِنْ غُسْلٍ؟
فقَالَ: نَعَمْ،
إذَا رَأتِ
الَمَاءَ.
قالَتْ
عَائِشَةُ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها:
فَقُلْتُ
لَهَا: تَرِبَتْ
يَدَاكِ.
فقَالَ رسولُ
اللّهِ #:
دَعِيهَا يَا
عَائِشَةُ،
وَهَلْ
يَكُونُ
الشَّبَهُ
إَّ مِنْ
قِبَلِ
ذلِكَ؟ إذَا
عََ مَاؤُهَا مَاءَ
الرَّجُلِ
أشْبَهَ
الْوَلَدُ
أخْوَالَهُ،
وإذَا عََ
مَاءُ
الرَّجُلِ
مَاءَهَا أشْبَهَ
الْوَلَدُ
أعْمَامَهُ[.
أخرجه مسلم، وهذا
لفظه، ومالك
وأبو داود
والنسائي .
8. (3740)- Yine Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Ümmü Süleym (radıyallahu anhâ) Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a: "Rüyasında, erkeğin gördüğünü gören kadın
hakkında sorarak, gusül gerekip gerekmeyeceğini öğrenmek istedi. Aleyhissalâtu
vesselâm:
"Evet!, suyu görürse!" cevabını verdi. Âişe (radıyallahu
anhâ) [Ümmü Süleym'e yönelip:]
"Allah hayrını versin(neler söylüyorsun)?"[423] diye ayıpladı.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) [Âişe'ye yönelerek]:
"Ey Âişe, bırak onu, (dilediğini sorsun!) Öyle olmasa
(çocuklarda anne tarafına) benzerlik olur mu? Kadının suyu erkeğin suyuna üstün
gelirse, çocuk dayılarına benzer; erkeğin suyu kadınınkine üstün gelirse, çocuk
amcalarına benzer" buyurdular."[424]
ـ3741 ـ9ـ
ولمسلم في
أخرى: ]أنَّ
مَاءَ
الرَّجُلِ غَلِيظٌ
أبْيَضُ،
وَمَاءَ
المَرْأةِ
رَقِيقٌ
أصْفَرُ.
فَمَنْ
أيِّهِمَا
عََ أوْ سَبَقَ
يَكُونُ
الشَّبَهُ[.ومعنى
قولها:
»تَرِبَتْ
يَدَاكِ«
التعجب
وا“نكار عليها
دون الدعاء .
9. (3741)- Müslim'in bir
diğer rivayetinde şu ziyade var: "...Erkeğin suyu koyu ve beyazdır.
Kadının suyu sarı ve akışkandır. Bunlardan hangisi üstün olur veya öne geçerse
benzerlik hâsıl olur."[425]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Buhârî ve diğer kaynaklarda muhtelif vecihlerden
gelmiştir. Hz. Enes'ten gelen bir vechinde Hz. Âişe, Ümmü Süleym'e, "Allah hayrını versin
kadınları rezil rüsvay ettin" diyerek müdahale etmiştir. Resulullah da:
"Allah senin hayrını versin.." diye Hz. Âişe'ye müdahale etmiştir.
Bazı vecihlerde bu soruyu kimin sorduğu belirtilmez, "Bir
kadın sordu" denilir.
Bir rivayette, Ümmü Süleym, mezkur soruyu sorduğunu belirttikten
sonra, "bundan utandım" der.
2- Hadiste başlıca şu hususlar dikkatimizi çekmektedir:
* Kadınlar, zaman zaman meraklarını çeken hacâletâver
sorularını Resulullah'a sorabilmektedir. Aleyhissalâtu vesselâm bu meselelerde,
kadınlara edeb çerçevesinde cevap vermektedir. Resulullah'ın, dinlerini
öğrenmede utanma duygusunun bir engel teşkil etmemesi için çevresini bu hususta serbest olmaya teşvik ettiğini daha
önce belirttik.
* Resulullah kadınların da ihtilam olduğunu belirtmekte, onların
menilerinin erkeğinkinden farklı olduğunu, çocukların anne veya baba tarafına
benzemesinin, -bazı rivayetlerde erkek veya kız oluşlarının- bu menilerden
birinin önce gelme veya üstün gelme gibi durumlarıyla alâkalı olduğunu
söylemektedir. Bu meseleyi biraz daha vâzıh kılmak için, çocuğun cinsiyeti ve
benzemesi üzerine, İbnu Hacer'den bilistifade
yaptığımız bir tahlili aynen sunuyoruz:[426]
Hadis ve âdâb kitaplarında çocuğun cinsiyeti -ve bâhusus insanlar
nezdinde matlub olarak erkek çocuk elde etmek- hususunda bâzı rivayetler yer
almaktadır. Bunlardan bazıları sağlam bir asla dayanmamakla beraber, bizzat
sağlam rivayetlerde yer alanı da mevcuttur.
Sahih rivayetlerde geldiğine göre, Hz. Peygamber bir suale cevap zımnında der ki:
"Çocuğun anne veya babasına
çekmesine gelince, eğer erkeğin suyu, kadının suyunu geçerse, yani daha
evvel gelirse سبق çocuk erkeğe çeker, eğer kadının suyu erkeğin
suyunu geçerse çocuk kadına çeker." Müslim'in Hz. Âişe'den olan
tahricinde: "Eğer erkeğin suyu, kadının suyuna galebe çalarsa ع
çocuk amcalarına benzer, kadının suyu erkeğin
suyuna galebe çalarsa ع
çocuk
dayılarına benzer"
denmektedir. Yine Müslim'de Hz. Peygamber'in mevlası Sevbân tarafından
rivayet edilen hadiste Resûl-i Ekrem:
"Erkeğin suyu beyaz, kadının suyu sarıdır, ikisi birleşir ve bu birleşme
ânında erkeğin menisi kadının menisine galebe çalarsa ع Allah'ın izniyle
çocuk erkek olur, eğer kadının menisi erkeğin menisine galebe çalarsa çocuk
Allah'ın izniyle kız olur"
demektedir.
Verdiğimiz misallerde de görüldüğü üzere erkek veya kadın
menilerinden birinin diğerine üstün gelme keyfiyyeti, farklı rivayetlerde
bazan سبق ve bazanda
ع
kelimeleriyle ifade edilmiştir. Mezkur
hadisler İslam ülemâsı nezdinde çeşitli yorumlara sebep olmuştur. سبق ile meninin rahme evvel gelmesi anlaşıldığı
gibi, üstüngelme, galebe çalma yâni ulüvv
ع de anlaşılmıştır, ulüvvle de erken gelme سبق kesret ve
kuvvetin kastedildiği ileri sürülmüştür. Nevevî, "kesret-i şehvet
gibi" diyerek kesret ve kuvvetle sadece meninin kesretinden kinâye
olmadığına dikkat çeker.
Meseleyi hadisin farklı vecihleri çerçevesinde ele alan İbnu
Hacer, Sevbân tarafından rivayet edilen: "Erkeğin menisi kadının menisine
galebe çalarsa erkek olur..."
meâlindeki hadisi "realitedeki müşâhedeye" muhalif bularak
"müşkil olmakla" damgalar: "Bu hadis bir cihetten müşkildir.
Zira, hadise göre, erkeğin suyunun galebe çalması halinde çocuğun kız değil erkek
olması ve amcalarına benzemesi gerekmektedir. (...) Halbuki müşahedemiz bunun
hilafını ortaya koymaktadır. Zira çocuk bazan erkek olmakta, amcalarına değil
dayılarına benzemektedir." Kurtubî der ki: "Sevbân hadisinin
tevili, ulüvvden (galebe çalma, üstün
gelme) muradın sebk (evvel gelme) olması
ile tebeyyün eder." İbnu Hacer burada ortaya çıkan ihtilâfı hall hususunda
şöyle bir izah yapar: "Derim ki: Kurtubî'den naklen söylediğimiz, Hz. Âişe
hadisinde geçen ulüvv kelimesinin tevilidir. Sevbân hadisindeki ulüvv kelimesi
(tevil olunmaksızın) lügat ma'nâsında
alınmalıdır. Böylece sebk (evvel gelme) çocuğun erkek veya kız olmasına
sebep ve alâmet olur, ulüvv (üstün gelme) de benzemeye sebep ve alamet olur.
(Mesele bu tarzda ele alınınca) yukarıda varlığını öne sürdüğümüz işkâlde ortadan kalkar. Sanki
benzemenin sebebi olan ulüvvden murad, içerisinde diğerinin kaybolur derecede
azınlıkta (mağmur) kalmasına müncer olacak şekildeki çokluktur. İşte bu çokluk
hangi tarafta olursa o cihete benzeme husule gelmektedir. Mesele böyle olunca
karşımıza altı durum çıkmaktadır:
1- Erkeğin suyu önce gelir ve daha çok olur, bu halde çocuk
hem erkek olur, hem de baba tarafına benzer.
2- Bunun aksi.
3- Erkeğin suyu önce gelir, kadınınki daha çok olur; bu
durumda çocuk erkek olur, fakat anne tarafına benzer.
4- Bunun aksi.
5- Erkeğin suyu önce gelir, miktarca ikisininki de eşit olur;
bu halde çocuk erkektir, fakat hiç bir tarafa benzemez.
6- Bunun aksi."
Münâvî, İbnu Hacer'in bu taksimatını tamamlayan bir başka şık
ilave eder: Her ikisi de aynı anda gelirse, çocuk hünsâ olur.
Cinsiyet mevzuunda bu sahih
rivayetlerin dışında umumiyetle, "Denir ki" şeklinde tedlîsi bir ifade ile sunulan rivayetlerin birinde
münasebete besmele ve -az önce sahih rivayetten verdiğimiz- dua ile başlayıp,
duaya: "Ya Rabbî! Bu münâsebeten bir çocuk verirsen ismini Muhammed koydum
derse..." bir diğerinde de: "Cimâdan sonra sağ tarafa yatıp hafif
uyunursa -İnşâllah çocuk erkek olur" denmektedir.
Cinsiyetle ilgili bu teferruata yer verişimiz, bu konuda âlimlerin
düşüncesini belirtmek ve rivayetlerden sağlam olanını göstermek içindir. Bütün
bu izahlar, görüldüğü üzere, nazaridir.
Bilhassa cinsiyetin taayyününde, İbnu'l-Kayyim'in dediği gibi, "tabiî bir
sebep göstermek imkânsızdır. Burada tek sebep, Cenâb-ı Hakk'ın
meşîetidir." Bu mevzuda günümüz tabâbeti de kesin bir şey söylemekten âcizdir.[427]
ـ3742 ـ10ـ وعن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رسولَ
اللّهِ # قالَ:
إنَّ تَحْتَ
كُلِّ
شَعْرَةٍ
جَنَابَةً
فَاغْسِلُوا
الشَّعْرَ
وَأنْقُوا
الْبَشَرَ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي .
10. (3742)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Her bir kılın dibinde cünüblük vardır. Saçları yıkayın,
deriyi paklayın."[428]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis vücudda en ufak bir parçanın yıkanmaması halinde
cenabetin devam edeceğini belirtmektedir. Tek bir kıl dibi dahi olsa su mutlaka
ulaşmalı, tam temizlik hâsıl olmalıdır. Bu hadisten hareketle, bazı âlimler,
gusül sırasında saç örgülerinin
açılmasının gerektiğini söylemiştir. Bunlara göre, örgü çözülmedikçe saç
cenabetten yıkanmış olmaz. İbrahim Nehâî
bu görüşte olanlardandır.
Ancak, fukaha kâhir ekseriyetiyle, "Örgü çözülmese de saç
diplerine su ulaşırsa bu yeterlidir" demiştir.
2- Paklamak olarak çevirdiğimiz inkâ, deriyi kirlerden,
bulaşıklardan temizlemek ma'nâsına gelir. Şu halde deriye suyun ulaşmasına mani
olacak kirlerin bedenden paklanması gerekmektedir. Aksi takdirde deriye suyun
değmesine mani olan kirler, cenabetin temizlenmesine de mani olur.[429]
ـ3743 ـ11ـ وعن
علي رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رسولَ
اللّهِ # قالَ:
مَنْ تَرَكَ
مَوْضِعَ
شَعْرَةٍ
مِنْ
جَنَابَةٍ
لَمْ
يَغْسِلْهَا
فُعِلَ بِهِ
كَذَا
وَكَذَا مِنَ
النَّارِ.
قالَ عَلىٌّ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
فَمِنْ ثَمَّ
عَادَيْتُ
رَأسِىَ،
فَمِنْ ثَمَّ
عَادَيْتُ رَأسِى،
فَمِنْ ثَمَّ
عَادَيْتُ
رَأسِى ثَثاً،
وَكَانَ
يَجُزُّ
شَعْرَهُ[.
أخرجه أبو داود
.
11. (3743)- Hz. Ali
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kim, yıkamadan tek bir saç kılının dibini kuru bırakırsa,
ateşte nice nice azablara dûçar olacaktır."
Hz. Ali (radıyallahu anh) der ki: "Bu(nu işitmem) sebebiyle
başıma düşman oldum. Bu sebeple başıma düşman oldum. Bu sebeple başıma düşman
oldum." Nitekim Hz. Ali saçlarını keserdi."[430]
AÇIKLAMA:
1- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) gusül sırasında bütün
bedene suyun değmesinin ehemmiyetini vurgulamak için tek bir kıl dibinin ihmal
edilmesinin, ateşte nice azablara sebep olacağını dile getiriyor. Kesin bir
miktar vermeksizin nice nice diyerek hem miktarca çokluğa, hem de müddetçe
fazlalığa ima etmiş olmaktadır.
2- Hz. Ali (radıyallahu anh), Aleyhissalâtu vesselâm'dan bunu
işittikten sonra, acaba bir tek kılın dibine suyun ulaşmasına engel mi olur
endişesiyle saçını kestirmiştir. Saçını
kestirme hadisesini "Başıma düşman oldum" sözüyle ifade etmektedir.
Bu sözü ile saçını kestirmeyi kasdettiğini, rivayetin son cümlesinden
anlamaktayız: "Nitekim Hz. Ali saçlarını keserdi" denmektedir.
3- Saç kesme ile ilgili olarak şunu kaydedelim: Dinimiz saçın
kesilmesini emretmez. Dileyen keser, dileyen uzatır. Ama başın bir kısmını traş
edip, bir kısmını uzatmayı Resulullah yasaklamıştır. Kadınların saç kesmesi
yasaklanmıştır.[431]
ـ3744 ـ12ـ وعن
ثوبان رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]اسْتُفْتَى
النّبىُّ # عَنِ
الْغُسْلِ
مِنَ
الجَنَابِةِ.
قالَ: أمَّا
الرَّجُلُ
فَلْيَنْشُرْ
رَأسَهُ
فَلْيَغْسِلْهُ
حَتّى
يَبْلُغَ
أُصُولَ
الشَّعْرِ.
وَأمَّا
المَرْأةُ
فََ
عَلَيْهَا
أنْ َ تَنْقُضَهُ
لِتَغْرِفَ
عَلى
رَأسِهَا ثََثَ
غَرَفَاتٍ
بِكَفَّيْهَا[.
أخرجه أبو
داود .
12. (3744)- Hz. Sevbân
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
cenâbetten temizlenmek hususunda sorulmuştu. Buyurdular ki: "Erkek ise,
saçını açsın ve su kılların dibine
varıncaya kadar yıkasın. Kadın ise, saçını(n örgüsünü) açmamasının ona bir
zararı yok. Başına elleriyle üç kere su avuçlayıp döksün."[432]
AÇIKLAMA:
1- Görüldüğü üzere bu hadis, kadınla erkek arasında saçı açıp açmama hususunda tefrik yapmaktadır: Erkekler açmalıdır, kadınların açması gerekmez.
Ancak ülemâ kadınlar hususunda ihtilaf etmiş, dört ayrı görüş ileri sürmüştür.
* Cumhurun görüşüne göre: Kadının hayız ve cenabetten yıkanmak için saçını çözmesi gerekmez, yeter ki su, içiyle dışıyla saçın her tarafına değmiş olsun. Yani saç diplerine başın derisine, saçın örülmüş salık haldeki kısmının içine dışına su tamamen ve kesinlikle ulaşacak. Şu halde cumhur suyun her tarafa ulaşmasını esas almıştır. Saç örülmüş vaziyette de olsa bu mümkündür. Bu hükme varmada, 3743 numarada Hz. Ali (radıyallahu anh)'den kaydettiğimiz hadisle, konu üzerine gelen başka rivayetlere dayanılmıştır. Bunlardan biri Hz. Ümmü Seleme'den gelmiştir. Ümmü Seleme hadisinde Resulullah: "Suyu her döküşte örgülerini oğuştur" emreder. Başka rivayetler, gusül sırasında Aleyhissalâtu vesselâm'ın saçın derisine değdiğinden emin oluncaya kadar saçlarını parmaklarıyla hilallediğini belirtir.
* İkinci görüşe göre, kadın da saçını her hâlukârda çözmelidir. Bu, İbrahim Nehâî'nin görüşüdür. İbnu'l-Arabî onun bu görüşünü: "Her halde, umumî yıkama emrine dayanmaktadır. Resulullah'ın ruhsatını görmemiş olduğu anlaşılıyor, görseydi buna hükmetmezdi" diyerek yorumlar.
* Üçüncüsü, Ahmed İbnu Hanbel, Hasan Basrî ve Tâvus'un görüşüdür. Buna göre: Hayızdan temizlenirken saç açılmalıdır, fakat cenabetten temizlikte açılmasa da olur. Bu görüş mensupları, Hz. Enes'ten gelen bir rivayeti esas almışlardır: "Kadın hayızdan temizlenince saçını tamamıyla çözer, hıtmi ve üşnân ile yıkar.[433] Cenabetten yıkanırken başına suyu döker ve sıkar." Hz. Âişe'den gelen bir rivayette, hayızdan yıkanırken, Resulullah'ın ona: "Saçını çöz ve yıkan" dediğini göstermekterdir. Bu görüş mensuplarının dayandığı başka rivayetler de var.
* Dördüncü görüşe göre: "Kadınların örülmüş saçlarının bir kısmının içine su ulaşmasa da örgülerini çözmek vâcib değildir. Ama erkeklere ise, içine dışına suyun ulaşması çözmeden mümkün değilse, çözmek vacibtir."
Bu görüş, hem rivayet ve hem de dirayet yönüyle kuvvetlidir. Çünkü sahih rivayetlerin delâletiyle icma, umumî bir şekilde içiyle dışıyla saçın saç dipleri ve bütün derinin yıkanmasının vacib hususunda mün'akid olmuştur. Kadın-erkek ayırımı bu hususta yoktur. Ancak, Şârî aleyhissalâtu vesselâm, kadınların örgülerinin açılmaması hususunda ruhsat tanımıştır. Çünkü onlar saçlıdır ve saçları örgülüdür, her seferinde örgüyü bozmaları bir zorluk sebebidir. Bu zorluktan dolayı, onları saçlarını çözmekten affetmiştir. Örgülerin çözelmeme ruhsatı, örgünün iç kısmına suyun değmemesi haline de ruhsat getirmiştir. Ancak, saç diplerine su mutlaka değmelidir. Şu halde ruhsat, sallanan kısımla ilgilidir. Erkeklerde böyle bir zorluk olmayacağı için, onlar bu ruhsattan hariç tutulmuşlardır. Saçlarının her tarafına su değmelidir.
Bu ruhsatı te'yid eden bir-iki rivayet kaydedelim: "Hz. Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ) çok örgüsü bulunduğunu zikrederek, "Gusül sırasında bunları açayım mı?" diye sorunca:
"Hayır! başına üç kere su döküp (ovuşturman) yeterli!" diye cevap verir.
Keza Hz. Âişe örgülerin çözülmesi gerektiği kanaatini izhâr eden Abdullah İbnu Ömer hakkında şunları söyler:
"Şu İbnu Ömer'e hayret doğrusu! Kadınlara yıkandıkları zaman örgülerini çözmelerini emretmiş! Bari saçlarını traş etmelerini de emretseydi.."
Meseleyle ilgili bu münakaşalardan sonra ilmihale intikal eden nihaî hüküm son maddede kaydettiğimize muvafık olarak şöyledir: "Saçların, sakalların, kaşlar ile bıyıkların aralarına ve altlarındaki cilde kadar su geçecektir. Velev ki bunlar pek sıkı bulunmuş olsun. Binaenaleyh bunların araları ve dipleri kuru kalırsa gusl tamam olmuş olmaz. Şu kadar var ki, kadınların aşağıya sarkmış olan saçlarının her halde yıkanması lâzım değildir. Elverir ki, su bunların diplerine yetişmiş olsun. Erkeklerde ise, bir zaruret bulunmadığı cihetle, böyle sarkmış saçların da her tarafını yıkamak icab eder."[434]
ـ3745 ـ13ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها: ]أنَّ
النّبى #:
كَانَ إذَا
اغْتَسَلَ
مِنَ
الجَنَابَةِ
بَدَأ
فَغَسَلَ
يَدَيْهِ.
ثُمَّ يَتَوَضَّأ
لِلصََّةِ.
ثُمَّ
يُدْخِلُ
أصَابِعَهُ
في المَاءِ
فَيُخَلِّلُ
بِهَا
أُصُولَ الشَّعْرِ.
حَتّى إذَا
ظَنَّ أنَّهُ
قَدْ أرْوَى
بَشَرَتَهُ
أفَاضَ
المَاءَ
عَلَيْهِ
ثََثَ
مَرَّاتٍ.
ثُمَّ غَسَلَ
سَائِرَ جَسَدِهِ.
ثُمَّ غَسَلَ
رِجْلَيْهِ[.
أخرجه الستة .
13. (3745)- Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
cenabetten gusledince önce ellerini yıkamaktan başlardı, sonra namaz abdesti
gibi abdest alırdı. Sonra parmaklarını suya batırır, onlarla saç diplerini hilallerdi. Deriyi ıslattığı kanaati hasıl
olunca tepesinden üç kere su dökerdi. Sonra da bedeninin geri kalan kısımlarını
yıkardı. En sonra da ayaklarını yıkardı."[435]
ـ3746 ـ14ـ وفي
أخرى: ]بَدَأ
فَغَسَلَ
يَدَيْهِ قَبْلَ
أنْ
يُدْخِلَهُمَا
ا“نَاءَ[ .
14. (3746)- Bir diğer
rivayette: "...Suya sokmazdan önce ellerini yıkayarak başlardı" denmiştir.[436]
ـ3747 ـ15ـ وفي
أخرى: ]بَدَأ
بِيَمِينِهِ
فَصَبَّ
عَلَيْهَا
مِنَ المَاءِ
فَغَسَلَهَا
ثُمَّ صَبَّ
المَاءَ عَلى
ا‘ذَى الَّذِى
بِهِ بِيَمِينِهِ
وَغَسَلَ
عَنْهُ
بِشِمَالِهِ[.
هذا لفظ
الشيخين .
15. (3747)- Bir başka
rivayette: "Sağ elini yıkayarak başlar, onun üzerine su döker, sonra sağ
eliyle vücudundaki ezânın üzerine su
döker, sol eliyle de onu yıkardı..." denmiştir. Bu Sahîheyn'in lafzıdır.[437]
ـ3748 ـ16ـ وفي
رواية أبي
داود. قالت
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها: ]كانَ
رسولُ اللّهِ
#
يُفِيضُ عَلى
رَأسِهِ ثَثَ
مَرَّاتٍ،
وَنَحْنُ
نُفِيضُ
خَمْساً مِنْ
أجْلِ الضَّفْرِ[
.
16. (3748)- Ebû Dâvud'un bir
rivayetinde şöyle gelmiştir: "Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) der ki:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), başı üzerine üç kere su dökerdi. Biz
ise, örmelerimiz sebebiyle beş kere
dökerdik."[438]
ـ3749 ـ17ـ وفي
رواية للشيخين
قالت: ]كانَ
رسُولُ
اللّهِ # إذَا
اغْتَسَلَ
مِنَ
الجَنَابَةِ
دَعَا
بِشَىْءٍ
نَحْوِ الحَِبِ
فَأخَذَ
بِكَفّهِ
فَبَدَأ
بِشِقِّ
رَأسِهِ
ا‘يْمَنِ
ثُمَّ
ا‘يْسَرِ.
ثُمَّ أخَذَ
بِكَفّيْهِ
فقَالَ
بِهِمَا عَلى
رَأسِهِ[ .
17. (3749)- Sahiheyn'in bir
rivayetinde şöyle denir: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), cenabetten
yıkandığı zaman (süt sağılan kab gibi) bir kab(ta su) isterdi. Onu eliyle
tutar, başının sağ tarafını yıkayarak başlar, sonra da sol kısmını yıkardı.
Sonra iki avucuyla su alır, onlarla başına dökerdi."[439]
ـ3750 ـ18ـ وفي
أخرى
للبخارى،
قالت: ]كُنَّا
إذَا أصَابَتْ
إحْدَانَا
جَنَابَةٌ
أخَذَتْ بِيَدِهَا
الْيُمْنَى
عَلى
شِقِّهَا
ا‘يْمَنِ، وَبِيَدِهَا
ا‘خْرَى عَلى
شِقّهَا
ا‘يْسَرِ[. »الحَِبُ«:
المحلب، وهو
ا“ناء الذي
يحلب فيه .
18. (3750)- Buhârî'nin diğer
bir rivayetinde (Hz.Âişe) şöyle
demiştir: "(Resulullah'ın
zevcelerinden) birimiz cenâbet olduğu vakit, eliyle üç kere başının üzerine su
döker, sonra eliyle üç kere sağ tarafına
su döker, diğer eliyle de sol tarafına dökerdi."[440]
AÇIKLAMA:
1- Görüldüğü üzere Hz. Âişe'den bazı farklarla yapılan bu
rivayetler, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ve zevce-i pâklerinin
gusül yapışlarını teferruatı ile
açıklamaktadır. Bu rivayetleri şöyle özetleyebiliriz:
a) Önce namaz abdesti gibi abdest almak. Bu maksadla:
* İlk olarak, suyu dökerek ellerini yıkamak.
* Eza (meni bulaşığını) yıkamak. Bazı rivayetlerde "fercini
yıkamak" şeklinde daha açık ifade edilmiştir. Böylece, yıkanma sırasında,
kaptan avuçla su alınırken, suyun kirlenme ihtimali bertaraf edilmiş olmaktadır.
* Temizlenmiş olan elleri suya batırmak suretiyle abdestini almak,
müteakiben geleceği üzere ayakların yıkanması guslün sonuna bırakılacaktır
(3751. hadis)
b) Yine ellerini batırıp
ıslatarak saç diplerini hilalleyip ıslatmak; böylece yıkamaya geçince
dökülen suyun, israf edilmeden başın her tarafına nüfuzunu sağlamak.
c) Üç kere başa su döküp yıkamak. Kadınlar saçları sebebiyle
başlarına beş kere su dökmektedirler.
d) Baştan sonra, yine üçer sefer olmak suretiyle vücudun önce
sağ, sonra sol tarafı elle ovuşturularak yıkanacaktır.
e) En sonda ayak yıkanacak, böylece, sıçrantılardan hâsıl olan
kirlenmeler de son defa temizlenmiş olacaktır.
Vücudun parçalar halinde yıkanmasında iki maksad güdülmüş olsa
gerektir.
* Az su kullanılarak israfın önlenmesi..
* Kuru yer kalma ihtimalinin bertaraf edilmesi. Bu tertibe riayet
edilmeden rastgele dökülerek yıkanma durumunda bazı noktaların gözden kaçma
ihtimali olduğu gibi, yıkanma sırasında gelecek bu çeşit vehimler sebebiyle
daha çok su kullanma da melhuzdur. Halbuki, Resulullah yıkanma sırasında da
suyun israf edilmesinden sakınmayı prensip ittihaz etmiştir. Vücud parçalar
halinde yıkanınca, her bir parça teker teker olunca, dikkatle yıkanmış
olmaktadır.
2- Hadislerin ışığında sünnete uygun şekilde guslün nasıl
yapıldığını böylece kaydettikten sonra şunu belirtmek isteriz: Gusülde esas
olan bütün bedenin yıkanmasıdır. Hanefîlerde yıkanması gereken
"beden"e ağız ve burnun iç kısmı da dahildir. Bu yıkama, her ne
suretle yerine gelse muteberdir, gusül hâsıl olur. Sözgelimi, ağız ve burnunu
da yıkama şartıyla suyun içine banıp çıkmak suretiyle her tarafına suyun
değmesini sağlayan kimse gusül yapmış sayılır. Ancak, yukarıdaki rivayetlerdeki
tertibe göre yapmak sünnettir ve bu tertiple yapmada "sünnet işlemiş olma"
sevabı da vardır.[441]
ـ3751 ـ19ـ وعن
ميمونة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت: ]سَتَرْتُ
النّبىَّ #
وَهُوَ
يَغْتَسلُ
مِنَ الجَنَابةِ
فَغَسَلَ
يَدَيْهِ
ثُمَّ صَبَّ
بِيَمِينِهِ
عَلى
شِمَالِهِ
فَغَسَلَ فَرْجَهُ
وَمَا
أصَابَهُ.
ثُمَّ مَسَحَ
بِيَدِهِ
عَلى
الحَائِطِ أوِ
ا‘رْضِ. ثُمَّ
تَوَضّأ
وُضُوءَهُ
لِلصََّةِ
غَيْرَ
رِجْلَيْهِ.
ثُمَّ أفَاضَ
عَلَيْهِ
المَاءَ
ثُمَّ نَحَّى
رِجْلَيْهِ
فَغَسَلَهُمَا،
هذَا غُسْلهُ
مِنَ
الجََنَابَةِ[.
أخرجه الخمسة.
19. (3751)- Hz. Meymûne
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
cenabetten yıkanırken ben O'na perde oldum, (şöyle yıkanmıştı):
Önce ellerini yıkadı. Sonra sağ eliyle (kaptan) solu üzerine su
dökerek fercini ve (meniden) bulaşanları yıkadı. Sonra elini duvara -veya yere-
sürdü. Sonra namaz abdesti gibi abdest aldı, ancak ayaklarını yıkamayı
terketti. Sonra üzerine su döktü. Sonra ayaklarını çekip yıkadı. Aleyhissalâtu
vesselâm'ın cenabetten guslü işte böyledir."[442]
ـ3752 ـ20ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما: ]أنَّ
عُمَرَ سَألَ
رسولَ اللّهِ
# عَنِ الغُسْلِ
مِنَ
الجَنَابَةِ.
فقَالَ
يَبْدَأُ فَيُفْرِغُ
عَلى يَدِِهِ
الْيُمْنَى
مَرَّتَيْنِ
أوْ ثَثاً
ثُمَّ
يُدْخِلُ
الْيُمْنى في
ا“نَاءِ.
ثُمَّ
يَصُبُّ
بِهَا عَلى
فَرْجِهِ،
وَيَدُهُ
الْيُسْرَى
عَلى
فَرْجِهِ، فَيَغْسِلُ
مَا
هُنَالِكَ
حَتّى
يُنْقِّيَهُ،
ثُمَّ يَضَعُ
يَدَهُ
الْيُسْرَى
عَلى
التُّرَابِ
إنْ شَاءَ،
ثُمَّ
يَصُبُّ عَلى
يَدِهِ
الْيُسْرَى
حَتّى
يُنَقِّيَهَا.
ثُمَّ
يَغسِلُ يَدَيْهِ
ثَثاً،
وَيَسْتَنْشِقُ،
وَيتَمَضْمَضُ،
وَيَغسِلُ
وَجْهَهُ
وَذِرَاعَيْهِ
ثَثاً ثَثاً
حَتّى إذَا
بَلَغَ
رَأسَهُ لَمْ
يَمْسَحْ
وَأفْرَغَ
عَلَيْهَا
المَاءَ[.
أخرجه
النسائي .
20. (3752)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "(Babam) Ömer (radıyallahu anh) Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a cenabetten nasıl yıkanacağını sordu. Aleyhissalatu
vesselâm dedi ki:
"(Kişi) sağ eli üzerine su dökerek başlar, iki veya üç kere
döker (ve ovalayıp yıkar). Sonra sağ elini kaba sokar (avuçladığı suyu) ferci
üzerine boşaltır, bu sırada sol eli ferci üzerindedir. Dökülen su ile oralarındaki (meni bulaşığı)nı temizleninceye
kadar yıkar. Sonra isterse elini toprağa koyar, sonra sol eli üzerine,
temizleninceye kadar su döker. Sonra üç kere ellerini yıkar. İstinşakta bulunur
(burnuna su çekip yıkar). Mazmaza yapar (ağzına su alıp yıkar). Yüzünü ve
kollarını üçer kere yıkar. Başına sıra gelince meshetmez, suyu döker (ve
bedeninin geri kalan kısmını yıkar)."[443]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayetlerde gusül yaparken avret yerlerinin
yıkanmasından sonra elin toprağa vurulması mevzubahis edilmekte ve İbnu Ömer'in
rivaytinde "isterse" kaydı
geçmektedir. Şu halde bu, şartlara göre, arzuya bağlı olarak
yapılabilecek bir ruhsattır. Rivayetlerden Aleyhissalâtu vesselâm'ın zaman
zaman buna yer verdiği anlaşılmaktadır. Günümüzde sabun kullanmak bunu karşılamalıdır.
2- Hadiste avret yerinin yıkanmasında "üç kere su
döker" denmiyor; "temizleninceye kadar" deniyor. Şu halde üçleme
vazgeçilmez bir vecibe değildir.
Vicdanın, temizliğin hâsıl olduğu hususundaki kanaati esastır.
3- Bu rivayetlerdeki diğer bazı farklı ifadeler gusül işinin
icrasında Resulullah'ın teferruatta teşeddüt göstermediğini, farzların yerine
getirilmesini esas alıp, tâlî hususlarda zamana ve şartlara göre serbest
davrandığını ifâde etmektedir.[444]
ـ3753 ـ21ـ وعن
أم سلمة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت: ]قُلْتُ
يَا رسولَ
اللّهِ؟
إنِّى
امْرَأة أشُدُّ
ضَفَرَ
رَأسِى، أفَأنْقُضُهُ
لِلْحَيْضَةِ
وَالجَنَابَةِ؟
قَالَ: َ،
إنَّمَا
يَكْفِيكِ
أنْ تَحْثِىِ
عَلى رَأسِكِ
ثََثَ
حَثَيَاتٍ
ثُمّ تُفِيضيِ
عَلَيْكِ
المَاءَ
فَتَطْهُرينَ[.
أخرجه الخمسة
إ البخاري،
وهذا لفظ
مسلم.»الحَثْيُ«:
أخذ الماء
بالكفين
ورميه على
الجسد .
21. (3753)- Ümmü Seleme
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "(Bir gün) ey Allah'ın Resulü! dedim. Ben
çok örgüsü olan bir kadınım. Hayız ve cenabetten yıkanırken örgüleri çözeyim
mi?"
"Hayır! buyurdular başının üzerine, ellerine üç kere su
avuçlayıp dökmen, sonrada bedenine su döküp yıkanman sana yeterlidir."[445]
ـ3754 ـ22ـ وعن
عبيد بن عمير
الليثي قال:
]بَلَغَ عَائِشَةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها. أنّ
عَبْدَ اللّهِ
بْنَ عُمَرَ
يَأمُرُ
النِّسَاءَ
إذَا
اغْتَسَلْنَ
أنْ
يَنْقُضْنَ
رُؤُسَهُنَّ.
فقَالَتْ: يَا
عَجَبَا بْنِ
عُمَرَ
وَهُوَ يَأمُرُ
النّسَاءَ
أنْ
يَنْقُضْنَ
رُؤُسَهُنَّ؟
أفََ
يَأمُرُهُنَّ
أنْ
يَحْلِقْنَ؟ لَقَدْ
كُنْتُ
أغْتَسِلُ
أنَا
وَرَسُولُ اللّهِ
# مِنْ إنَاءِ
وَاحِدٍ وَما
أزِيدُ أنْ أُفْرِغَ
عَلى رَأسِى
ثَثَ
إفْرَاغَاتٍ[.
أخرجه مسلم.
»أفرغتُ
ا“نَاءِ«: إذا
قلبت ما فيه
من الماء.
22. (3754)- Ubeyd İbnu Umayr
el-Leysî anlatıyor: "Hz. Âişe (radıyallahu anhâ)'ye, Abdullah İbnu
Ömer'in, kadınlara yıkandıkları zaman örgülerini açmalarını emrettiği haberi
ulaşmıştı, şöyle dedi:
"İbnu Ömer'e hayret doğrusu! Kadınlara başlarını çözmelerini
emrediyormuş, bir de traş olmalarını emretmiyor mu? Ben ve Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) aynı kaptan (beraberce) yıkanırdık. Ben, başıma üç
kere su dökmekten başka birşey yapmazdım (da Resulullah müdahale edip
"örgülerini de çöz" demezdi)."[446]
ـ3755 ـ23ـ وعن
قتادة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنّ أنَسَ
بنَ مَالِكٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
حَدّثَهُمْ:
أنّ رسولَ
اللّهِ #
طَافَ عَلى
نِسَائِهِ
بِغُسْلٍ
وَاحِدٍ[.
أخرجه الخمسة
إ مسلماً .
23. (3755)- Katâde
rahimehullah anlatıyor: "Hz. Enes (radıyallahu anh)'in bize anlattığına
göre, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın tek bir gusülle, bütün hanımlarını
dolaştığı olmuştur."[447]
ـ3756 ـ24ـ وعن
أبي رافع
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنّ رَسُولَ
اللّهِ #:
طَافَ ذَاتَ
يَوْمٍ عَلى
نِسَائِهِ
وَيَغتَسِلُ
عِنْدَ هذِهِ
وَعِنْدَ
هذِهِ. قالَ:
فَقُلْتُ
لَهُ يَا رسولَ
اللّهِ أ
َتَجْعَلُهُ
غُسًْ
وَاحِداً آخِراً؟
قالَ: هذَا
أزْكَى
وَأطْيَبُ
وَأطْهَرُ[.
أخرجه أبو
داود.»الزّكاءُ«:
الطهارة والنّماءُ
.
24. (3756)- Ebû Râfi
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bir gün
bütün hanımlarına uğradı. Her birisinin yanında ayrı ayrı yıkandı. Kendisine:
"Ey Allah'ın Resulü dedim, en sonunda bir kere yıkansanız
olmaz mı?"
"(Olmasına olur, ancak) böyle yapmak daha temiz daha hoş ve
daha paktır!" buyurdular.”[448]
ـ3757 ـ25ـ وعن
أبي سعيد
الخدرى
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنّ رسولَ
اللّهِ # قالَ:
إذا أتَى
أحَدُكُمْ
أهْلَهُ ثُمّ
بدَا لَهُ أنْ
يُعَاوِدَ فَلْيَتَوَضّأ
بَيْنَهُمَا[.
أخرجه الخمسة
إ البخاري.
25. (3757)- Ebû
Saîdi'l-Hudrî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Biriniz ehline temas eder sonra tekrar etmek
dilerse ikisi arasında abdest alsın."[449]
AÇIKLAMA:
Bu hadisler, kişi cünübken yıkanmaksızın, müteakip temaslarda
bulunabilip bulunamayacağı ile ilgilidir. İbnu Hacer'in kaydettiğine göre:
1- Cünüb olan bir kimsenin, yıkanmadan, ikinci kere hanımına
temas edebilmesi için yıkanmak gerekmediği hususunda ülemâ icma etmiştir.
2- İki temas arasında
abdest gerekli midir? Bu hususta ülema ihtilaf eder:
* Ebû Yusuf, "bu müstehab değildir" demiştir.
* Cumhur ise, "müstehabtır" demiştir.
* Zâhirîler ve Mâlikîlerden İbnu'l-Habib, "Vacibtir!"
demişlerdir. Bunlar yukarda kaydedilen Ebû Saîd hadisiyle ihticac etmişlerdir.
* Bazıları, Ebû Saîd hadisindeki vudû (abdest) kelimesini lügat
ma'nâsında anlayarak, namaz abdestinin değil "yıkama"nın
kastedildiğini söylerler ve maksud'un "fercin yıkanması" olduğunu
belirtirler. İbnu Huzeyme, bu yıkamanın da bir vecibe değil nedb ifade ettigine
kâildir. Zira Ebû Saîd rivayetinin bir veçhinde "...zira yıkamak, tekrar
dönmeyi daha aktif kılar" buyurmuştur: "Şu halde der, bu yıkama
(abdest) emri "irşad" veya "nedb" içindir." Ebû Saîd hadisindeki emrin vücub değil "nedb"
ifade ettiğinin bir başka delili Hz. Âişe'nin bir rivayetidir:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) temas eder, abdest
almaksızın tekrar temas ederdi."
3- Bu mesele şöyle bir sual ortaya çıkarmıştır:
"Resulullah gecelerini hanımlarıyla taksim etmiş idi. Her kadına bir gece
ayırmıştı. Bu durumda, bir gecede hepsini dolaşmak nasıl mümkün olmuştur?
Şöyle cevap verilmiştir: "Taksim meselesinin bir vecibe
olması ihtilaflıdır. Ebû Saîd: "Bu Resulullah üzerine vâcib değildi,
teberru ve tekerrüm için eşit bir taksime yer vermiştir" der. Ancak ülemâ
çoğunlukla bunun vacib olduğunu söyler. Bu durumda Resulullah'ın hepsini
dolaşması hanımlarının rızası ile oluyordu." İbnu Abdilberr der ki:
"Hadisin ma'nâsı şudur: "Resulullah bunu, seferden döndüğü ve henüz
hanımlardan hiç birine muayyen bir gün ayırmamış bulunduğu zamanlarda yapardı.
Bu durumlarda hepsini dolaşır, sonra gün taksimi yapar, buna göre yanlarına
giderdi. Yine de gerçeği Allah bilir. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
zevceleri hep hürdü. Hürler hakkında Aleyhissalâtu vesselâm'ın sünneti, taksimde
adâlet edip hiçbirine günü dışında temas etmemekti."[450]
ـ3758 ـ26ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها: ]أنَّ
رسولَ اللّهِ
#: كَانَ
يَغْتَسِلُ
وَيُصَلّى الرَّكْعَتَيْنِ
بِصََةِ
الْغَدَاةِ،
وََ أرَاهُ
يُحْدِثُ
وُضُوءاً
بَعْدَ
الْغُسْلِ[.
أخرجه أصحاب
السنن .
26. (3758)- Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
yıkanır, (sabahtan önce) iki rekat namazla sabah namazını kılardı. Gusülden
sonra Aleyhissalâtu vesselâm'ın bir de abdest aldığını zannetmiyorum."[451]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın gusülden sonra
yeniden abdest almadığını, gusül sırasında aldığı abdestle namaz kıldığını
ifade etmektedir.
Tirmizî, bu hükmün Sahâbe ve Tâbiînden pekçok zâtın müşterek
görüşü olduğunu belirtir. Hadislerin çoğunda gusle başlarken Resulullah'ın abdest
aldığı belirtilmiştir. Bu sebeple gusülden önce abdest almak, herkesçe bilinen
sünnetlerden biridir. Fakat, rivayetlerde gusülden sonra da abdest aldığına
dâir açıklık gelmemiştir. Aksine Hz. Âişe'den "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) gusülden sonra abdest almazdı" dediği rivayet edilmiştir.
Öyleyse, gusül esnasında abdesti bozacak
bir hal vukû bulmadıkça bu ilk abdest muteber olmakta, onunla namaz
kılanabilmektedir.[452]
ـ3759 ـ27ـ
وعنها رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كُنْتُ
أغْتَسِلُ
أنَا
وَالنّبىُّ #
مِنْ إنَاءٍ
وَاحِدٍ مِنْ
قَدحٍ
يُقَالُ لَهُ
الْفَرَقُ[.قال
سفيان رحمه
اللّه:
»الفَرَقُ«
ثثةُ آصع .
27. (3759)- Yine Hz. Âişe
anlatıyor: "Ben ve Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), farak denen tek
bir kaptan beraber guslederdik."
Süfyan der ki: "Bir farak üç sa'dır."[453]
ـ3760 ـ28ـ وفي
أخرى عن أبي
سلمة قال:
]دَخَلْتُ عَلى
عَائِشَةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها. أنَا
وَأخُوهَا
مِنَ
الرَّضَاعَةِ
فَسَألْنَاهَا
عَنْ غُسْلِ
رَسولِ
اللّهِ # مِنَ
الجَنَابَةِ
فَدَعَتْ
بِإنَاءِ
قَدْرَ
الصَّاعِ فَاغْتَسَلَتْ،
وَبَيْنَنَا
وَبَيْنَهَا
سِتْرٌ،
فَأفْرَغَتْ
عَلى رَأسِهَا
ثَثاً.
قَالَتْ:
وَكَانَ
أزْوَاجُ
النّبىِّ #
يَأخُذْنَ
مِنَ
رُؤُسِهِنَّ
حَتّى
تَكُونَ
كَالْوَفْرَةِ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي،
وهذا لفظ
الشيخين.»الوَفْرَةُ«:
أن يبلغ شعر
الرأس إلى
شحمة ا‘ذن،
والجمة أطول
من ذلك .
28. (3760)- Ebû Seleme'nin
yaptığı diğer bir rivayette şöyle gelmiştir: "Hz. Âişe (radıyallahu
anhâ)'nin yanına girmiştim. Yanımda Hz. Âişe'nin süt kardeşi vardı. Kendisine,
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'in cenabetten nasıl yıkandığını sorduk. Bir
sa' miktarında bir kap getirtti ve onunla yıkandı. Âişe ile aramızda bir perde
vardı. (Yıkanırken) üzerine üç kere su döktü ve dedi ki:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevceleri, saçları
kulak memesi civarında olması için saçlarının başlarını alırlardı."[454]
AÇIKLAMA:
1- Birinci rivayet (3759) Hz. Âişe ile Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın aynı zamanda beraberce gusül yaptıklarını ifade
etmektedir. İbnu Hacer'in kaydettiğine göre, bazı âlimler bu rivayete dayanarak
karı ve kocanın birbirlerinin avret yerlerini görmesinin caiz olduğu hükmünü
çıkarmışlardır.
2- Bu hadislerden kadın ve erkeğin, birbirlerinin artığını
gusül ve abdestte kullanabilecekleri hükmü çıkarılmıştır. Ayrıca hadis karı ve
kocanın aynı anda yan yana gusül yapmalarının caiz olduğunu da ifade
etmektedir. İmamlardan Ahmed İbnu Hanbel ile Dâvud-u Zâhirî'nin kadın önce yıkandığı takdirde,
onun artığı ile erkeğin gusledemeyeceği görüşünde olduğu rivayet edilmiştir.
Ahmed İbnu Hanbel hakkında aksi görüş de rivayet edilmiştir.
3- Farak bir ölçeğin adıdır. Ne miktar hacme sahip olduğu
ihtilaflı ise de, sadedinde olduğumuz rivayette Süfyan İbnu Uyeyne üç sa'
olduğunu söylemiştir. İki sa' olduğunu söyleyen de var, ancak umumiyetle üç sa'
kabul edilmiştir. Rıtl olarak da onaltı rıtl'dır. Bunların değeriyle ilgili
uzun açıklamayı daha önce kaydettik. Burada şu kadarını tekrar kaydedelim: 1
sa' = 4 müddür, 1 müdd = 530 gr'dır. Böylece 1 sa' = 2120 gram civarında yani
iki litreyi biraz aşan bir sudur.
Şu halde Hz. Âişe yıkanmada 2,5 litreden az su kullanmıştır. Üç
sa' da ortalama dokuz litre civarında bir hacimdir.
Büyük şehirlerimizde su sıkıntısının şiddetle hissedilmeye
başlandığı zamanımızda, su kullanımında Nebevî ölçülere riayetin ehemmiyet ve
zarureti ortaya çıkmaktadır.
4- İkinci hadiste, Hz. Âişe'nin süt kardeşi olarak zikri geçen
zâtın kim olduğu net olarak bilinmemektedir. Çünkü, biri Kesîr, diğeri Abdullah
İbnu Zeyd adında iki süt kardeşi mevzubahistir. Süt kardeşle Hz. Âişe'ye gelen
Ebû Seleme, Hz. Âişe'nin kız kardeşlerinden Ümmü Gülsüm'ün süt oğludur. Böylece
Hz. Âişe onun teyzesi durumundadır. Kadı İyaz der ki: "Bu iki zat, Hz.
Âişe yıkanırken, mahrem olan yakının,
görmesi haram olmayan baş kısmını görmüştür. Zira görmeyecek olsalar onların
yanında fiilen göstermesinin bir ma'nâsı kalmazdı. Göremeyecekleri şekilde olsa
onlar: "Âişe bize şöyle anlattı" derlerdi." Aradaki perde,
mahremlerinin görmesi haram olan kısımlarının örtülmesi içindir.
Sahâbe-i Kiram hazerâtının önde gelen fakihlerinden olan Hz. Âişe'
nin, yıkanma sırasında kullanılacak suyun miktarını zihinlerde tesbit maksadıyla böyle fiilî bir gösterme
yolunu tercih etmesi, suda israftan kaçınmanın şeriatımız nazarında ne kadar
mühim olduğunu ifade etmesi bakımından cidden manidardır.
5- İkinci rivayetin sonunda geçen "Resulullah'ın
zevceleri saçlarını kulak memesi hizasında keserlerdi" şeklinde tercüme
ettiğimiz ifade Müslim'deki rivayete göre, Hz. Âişe'nin sözü olmayıp râvi'nin
(Ebi Seleme'nin) sözüdür. Kadı İyâz
merhuma göre, bu ifade Ezvâc-ı Tâhirât'ın irtihal-i Nebî'den sonraki durumunu
tasvir etmektedir. Yani muhtemelen onlar, Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın vefatından sonra zîneti terkettikleri için saç uzatıp örmekten
vazgeçmişlerdir. Zira normalde, saçlarının -o devrin Arap âdeti üzere- uzun ve
örgülü olması gerekir. Nitekim 3753 numaralı hadiste Ümmü Seleme (radıyallahu
anhâ)'nin saç örgülerinin çokluğunu zikrederek, gusül sırasında bunları çözüp
çözmeyeceği hususunda soru sorduğunu gördük. Ayrıca, Ümmühât-ı Mü'minîn
Resulullah'ın sağlığında saçlarını kestiklerine dair rivayet gelmemiştir.
6- Saç tarzını ifade eden vefre'yi, lügâtcılar kulak hizasına
kadar uzatma diye açıklarlar. Limme ise, omuza kadar uzanan saça denmiştir.
Aksini söyleyenler de olmuştur.[455]
ـ3761 ـ29ـ وعن
محمد الباقر
قال: ]كُنّا
عِنْدَ جَابِرٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
وَعِنْدَهُ
قَوْمٌ فَسَألُوهُ
عَن
الْغُسْلِ
فقَالَ:
يَكْفِيكَ صَاعٌ.
فقَالَ
رَجُلٌ: مَا
يَكْفِينِى.
فقَالَ
جَابِر: كَانَ
يَكْفِي مَنْ
هُوَ أوْفَى
مِنْكَ
شَعْراً
وَخَيْرٌ
مِنْكَ،
يَعْنِى النّبىَّ
#[. أخرجه
الشيخان
والنسائي .
29. (3761)- Muhammed
el-Bâkır rahimehullah anlatıyor: "Hz. Câbir (radıyallahu anh)'in yanında
idik. Yanında gusülden soran bir grup insan vardı. Şöyle cevap verdi:
"Bir sa' su sana yeter!" Bir adam:
"Bana kâfi gelmez diye itiraz etti. Hz. Câbir:
"Ama, saçı senden daha çok ve senden daha hayırlı olan zâta
yetiyordu!" dedi. Onun burada kasdettiği "hayırlı zât"
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) idi."[456]
ـ3762 ـ30ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كُنْتَ
أغْتَسِلُ
أنَا
وَالنّبىُّ #
مِنْ تَوْرٍ
مِنْ شَبَهٍ[.
أخرجه أبو
داود .
30. (3762)- Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Ben ve Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
sarıdan mamul bir kaptan su alarak yıkanırdık."[457]
AÇIKLAMA:
Tevr'i, İbnu Hacer "taştan veya bir başka şeyden imâl edilen
tencere" olarak açıklar. Tevr'in maddesi olan şebeh de bakır gibi sarı
renkli bir maden olarak açıklanır. Tunç ve benzeri bir madde olabilir, sarı
diye tercüme ettik.[458]
ـ3763 ـ31ـ وعن
يعلى بن أُمية
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه قال:
]كَانَ رَسولُ
اللّهِ # رَأى
رَجًُ يَغْتَسِلُ
بِالْبَرَازِ
فَصَعِدَ
المِنْبَرَ
فَحَمِدَاللّهَ
وَأثْنَى
عَليْهِ. ثُمّ
قالَ: إنَّ
اللّهَ
حَيّيٌ سِتيرٌ
يُحِبُّ
الحَيَاءَ
وَالسِّتْرَ
فإذَا
اغْتَسَلَ
أحَدُكُمْ
فَلْيَسْتَتِرْ[.
أخرجه أبو
داود
والنسائي .
31. (3763)- Ya'la İbnu
Ümeyye (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
açıkta (izarsız) yıkanan bir adam görmüştü. Derhal minbere çıkarak, Allah'a hamd ve senâda
bulunduktan sonra:
"Allah diridir ve ayıpları örtücüdür, hayayı ve örtünmeyi
sever. Öyleyse biriniz yıkanınca örtünsün" buyurdu."[459]
AÇIKLAMA:
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Cenâb-ı Hakk'ın Settâr
(örtücü) ismini hatırlatarak, o ismin gereği olarak kulların örtünmelerini
istediğini belirtmektedir. Şu halde bu emri yerine getirmek, Allah'ın ahlâkı
ile ahlâklanmak ma'nâsına gelir. Böylece mü'minler haya ve örtünmeye teşvik
edilmiş olmaktadır.[460]
ـ3764 ـ32ـ وعن
أبي السمح
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كُنْتُ
أخْدُمُ
النّبىَّ #
فَكَانَ
إذَا
أرَادَ أنْ
يَغْتَسِلَ
قالَ:
وَلِّنِى قَفَاكَ.
فأُوَلِّيهِ
قَفَاى
فَأسْتُرُهُ بِهِ[.
أخرجه
النسائي .
32. (3764)- Ebû's-Semh
(radıyallahu anh) anlatıyor:"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a hizmet
ediyordum. Yıkanmak isteyince:
"Bana enseni dön!" derdi. Ben de ensemi dönerdim.
Böylece ona perde olurdum."[461]
ـ3765 ـ33ـ وعن
أم هانئ بنت
أبي طالب
رَضِيَ اللّهُ
عَنْها قالت:
]ذَهَبْتُ إلى
رَسُولِ
اللّهِ #
عَامَ
الْفَتْحِ
فَوَجَدْتُهُ
يَغْتِسلُ وَفَاطِمَةُ
ابْنَتُهُ
تَسْتُرُهُ
بِثَوْبٍ[.
أخرجه مسلم .
33. (3765)- Ümmü Hâni Bintu
Ebî Tâlib (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "(Mekke'nin) Fethi gününde
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)' ın yanına gittim. O'nu yıkanır buldum.
Kızı Fâtıma da bir giyecekle O'na perde yapıyordu."[462]
ـ3766 ـ34ـ وعن
ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما: ]أنَّ
النّبىَّ #:
اغْتَسَلَ
فَأُتِىَ
بِمِنْدِيلٍ
فَلَمْ
يَمَسَّهُ
وَجَعلَ
يَقُولُ بِالْمَاءِ
هكذَا[. أخرجه
النسائي .
34. (3766)- İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
yıkanmıştı. (Kurulanması için) bir havlu getirildi. Onunla kurulanmayıp:
"Su(yun) ıslaklığı ile böyle (daha iyi)!"
buyurdular."[463]
ـ3767 ـ35ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال:
]كَانَتْ
الصََّةُ
خَمْسِينَ،
وَالْغُسْلُ
مِنَ
الجَنَابَةِ
سَبْعَ
مَرَّاتٍ،
وَغَسْلُ الثَّوْبِ
مَنْ
الْبَوْلِ
سَبْعَ
مَرَّاتٍ.
فَلَمْ
يَزَلْ رسولُ
اللّهِ #
يَسْألُ حَتّى
جُعِلَتِ
الصََّةُ
خَمْساً
وَغُسْلُ
الجَنَابَةِ
مَرَّةً
وَغُسْلُ
الْبَوْلِ
مِنَ الثَّوْبِ
مَرَّةًً[.
أخرجه أبو
داود .
35. (3767)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor:"Namaz elli vakitti, cenabetten gusül de
yedi defa idi. Elbiseden sidiğin yıkanması da yedi defa idi. Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) (azaltılmasını Cenâb-ı Hakk'tan) taleb ede ede namaz
beş'e, cenabetten gusül bire, elbiseden sidiğin temizlemesi bir kereye
indirildi."[464]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, Mi'rac sırasında cereyan eden hadiseyi kasdetmiş olmalı.
Ancak, Mi'râc gecesiyle ilgili rivayette sadece namaz mevzubahis edilmektedir:
Cenâb-ı Hakk'la mülâkat yapmış olarak dönmekte
olan Resulullah Hz. Musa'ya
uğrar. Hz. Musa: "Rabbin ümmetine ne emretti?" diye sorar.
Resulullah: "Elli vakit namaz!" deyince Hz. Musa bunun çok olduğunu
söyler, azaltılması için Allah Teâlâ'ya
müracaat etmesini tavsiye eder. Resulullah'ın müracaatı üzerine namaz bir
miktar azaltılır. Dönüşte Hz. Musa'ya tekrar uğrar. Hz. Musa miktar için
"Ümmetin bunu da yapamaz, tekrar müracaat et, azalttır tavsiyesinde bulunur.
Resulullah bu şekilde mükerrer müracaatlarda bulunur ve beşe kadar
indirtir. Hz. Musa buna da çok derse de Resulullah tekrar müracaat etmekten
utanır.
İşte bu rivayette, sadedinde olduğumuz hadiste zikri geçen gusül
ve elbise temizliği mevzubahis edilmez.
Dehlevî der ki: "Elbisenin bir kere yıkanması Şâfiînin
mezhebine göredir, onlarda üç kere yıkamak mendubtur. Ebu Hanîfe'ye göre
görülmeyen pisliğin yıkanması üç kerede tahakkuk eder, bu vacibtir."
Hanefî fakihlerden Burhânuddin
el-Merginânî der ki: "Necaset iki çeşittir, görülen ve görülmeyen.
Görülenin temizliği, onun izâlesiyle sağlanır. Görülmeyenin temizliği ,
yıkayanın "pisliğin temizlendiğine dair zann-ı gâlibi" hasıl oluncaya
kadardır. Tekrar, pisliğin çıkması içindir, üç rakamının tesbiti, zann-ı galib
çoğunlukla üçte hâsıl olduğu içindir. Bu hususu şu hadis de teyid eder:
"Biriniz uykudan uyandığı zaman üç sefer yıkamadıkça elini suya
batırmasın."
Hadisin mânası: "Hıtmînin yıkandığı su ile yetinirdi (onunla
birlikte cenabetten de temizlenmeye niyet ederdi)" demektir.[465]
ـ3768 ـ36ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]رُبَّمَا
اغْتَسَلَ
رَسولُ
اللّهِ # مِنَ
الجَنَابَةِ
ثُمَّ جَاءَ
فَاسْتَدْفَأ
بِى فَضَمَمْتُهُ
إلىَّ وَأنَا
لَمْ
أغْتَسِلْ[. أخرجه
الترمذي .
36. (3768)- Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Bazen Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
cenabetten yıkanır, sonra (üşümüş olarak gelip) bana sokulup benim ısıtmamı
isterdi, ben de O'nu bağrıma bastırıp ısıtıyordum. Bundan dolayı ben ayrıca yıkanmıyordum."[466]
ـ3769 ـ37ـ
وعنها رَضِيَ
اللّهُ عَنْها
قالت: ]كَانَ
رَسولُ
اللّهِ #
يَغْسِلُ
رَأسَهُ
بِالخِطْمِىِّ
وَهُوَ
جُنُبٌ يَجْتَزِئُ
بِذلِكَ وََ
يَصُبُّ
المَاءَ[.
أخرجه أبو
داود.ومعناه
أنه كان يكتفي
بالماء الذي يغسل
به الخطمى
فقط.
37. (3769)- Yine Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
cenabetten yıkanırken başını hıtmî (denen otla) yıkardı. Bununla yetinir,
(hıtmîli su) üzerine ayrıca su dökmezdi."[467]
AÇIKLAMA:
Hatmî diye de okunabilen hıtmî'nin temizlikte kullanılan bir bitki
olduğu belirtilmektedir. Hadis, Resulullah'ın cenabetten temizlenirken başını
hıtmî otunun karıştırılmış yani içerisine ıslatılmış bulunduğu su ile yıkandığını belirtmektedir. Onunla
yetinip, üzerine su dökmemesi, hususi hazırlanan bu su ile yıkadıktan sonra saf
su ile ikinci bir kere yıkamadığını ifade etmektedir. İbnu Raslân der ki:
"Bu iktifa işi, sidr veya hıtmîyi baş üzerine koyup onunla yıkama halinde
caizdir. Zira bu yıkama yeterli olur, ayrıca sırf yıkamak için bir de ikinci su
dökmeye gerek kalmaz. Ancak sidri suyun içine atar, sonra onunla başını
yıkarsa, bu durumda kâfi gelmez, arkadan ayrıca (durulamak için) saf su
icabeder; iltibas edilmemesi için bu
hususa dikkat edilmelidir. Muhtemeldir ki, Aleyhissalâtu vesselâm hıtmî karışık
olan su ile yıkamazdan önce başını saf su ile yıkayarak başından cenabeti
gidermiş, sonra da bedeninin geri kalan âzâlarını yıkamıştır. Ayrıca hıtmînin
az olup suyun aslî vasfını fazla değiştirmemiş olması da muhtemeldir."
İbnu Raslân'ın bu tahdidi, suyun tâhir ve mutahhir (temiz ve
temizleyici) olması için aslî vasıflarını muhafaza etme şartına binaen koyduğu
izah gerektirmeyecek bir husustur.
İbnu Raslan “ve la yesubbu aleyhi’l-mâe” ifadesinde geçen
"aleyhi"deki zamiri iki şekilde tevil eder: "Baş'a da râci
olabilir, hıtmîye de raci olabilir. Zamir "Baş'a raci olunca ma'nâ
şöyledir: Hıtmî'yi izale ettiği suyu döker, onu izâleden sonra baş üzerine
başka bir su dökmez." Zamir hıtmî'ye râci olduğu takdirde ma'nâ "suyun, bedene taşmasına yer vermezdi"
olur.
Hadisin sonunda kaydedilen açıklamayı, Münzirî: "Dedi
ki" diyerek kaydeder. Buna göre "Hıtmî ile yıkanan baş cenabeti
gidermemiştir. Hıtmî bulaşığının gitmesi için dökülen saf su sırasında
cenabetin de gitmesine niyet edilmiştir ve hıtmî bulaşığı çıkınca cenabetten de
temizlenilmiş olmaktadır. Hıtmî bulaşığı gidince, cenabetten temizlenmek için
yeniden yıkanmaya gerek yoktur" demek olmaktadır.
Bu teferruatı bilmekte fayda var. Zira çeşitli kokular, losyonlar,
temizlik maddeleri ile karışık haldeki mayilerle cenabetten
temizlenirken bunların bilinmesi gerekir. Şerîatımıza göre, bir mayi temiz bile
olsa, içerisine katılan yabancı madde ile temizleyicilik vasfını kaybeder.
Sözgelimi gülsuyu ile cenabetten temizlik yapılamaz. Bu, onun pis addedilmesinden dolayı değildir. Dinin
koyduğu temizleyicilik vasfı olmamasından dolayıdır. Suyun hem temiz, hem de
temizleyici olması için aslî ve tabiî vasıflarını koruması lazım: Rengi,
kokusu, tadı, akıcılığı değişmemelidir. İbnu Raslân'ın
açıklamaları ile ileri sürdüğü ihtimallerin hepsi Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın hıtmî karışık su ile yıkandığına dair çok vecîz şekilde gelen
rivayeti bu prensip çerçevesinde açma
gayretinden ileri gelmektedir.[468]
ـ3770 ـ38ـ
وعنها رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كُنَّا
نَغْتَسِلُ
وَعَلَيْنَا
الضَّمَادُ،
وَنَحْنُ
مَعَ رَسولِ
اللّهِ #
مُحَِّتٍ
وَمُحْرِماتٍ[.
أخرجه أبو
داود .
38. (3770)- Yine Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Biz Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
beraberinde ihramlı ve ihramsız her iki durumda da bulunduk. Bu esnada
saçlarımız yapıştırılmış bulunduğu halde yıkanırdık."[469]
AÇIKLAMA:
Hadiste geçen zımâd, lügat açısından sargı ma'nâsına gelir.
en-Nihâye'de İbnu'l-Esir der ki: "Aslı, bağlamaktır. Rahatsız uzvun
bağlandığı beze denmiştir. Sonra yara vs. üzerine, sargısız bile olsa, ilaç
koymaya denmiştir."
Şârihler bu hadiste zımâd ile, saçı sabit tutmak için sürülen
maddenin kastedildiğini belirtirler. Bu madde tîyb denen kadınlara ait sürünme
maddesi de olabilir, başka bir şey de. Fakat rahatsız uzva sarılan bez değil.
Bu durumda mâna şöyle olur: "Biz saç örgülerimizi zamk, tîyb, hıtmî vs.
ile yapıştırır, sonra da yıkanırdık, tîyb
vs.den sürdüğümüz yapıştırma,
tutturma maddesi örgüler açılmadığından, olduğu şekilde kalırdı."
Ma'nânın şöyle olabileceği de belirtilmiştir: "Biz yıkanır ve
hıtmînin yıkandığı su ile iktifa ederdik de ondan sonra başka bir su
kullanmazdık. Yani, hıtmîyi temizlediğimiz su ile cenabetten de yıkanmaya niyet
eder, sonra gusül için ayrıca başka bir su kullanmazdık." İstinbat edilen
bu ma'nâyı Hz. Âişe'den kaydettiğimiz bir önceki hadisin (3769) de teyid ettiği
belirtilmiştir.[470]
ـ3771 ـ39ـ وعن
علي رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]كَانَ
رَسُولُ
اللّهِ #
يُقْرِئُنَا
الْقُرآنَ عَلى
كُلِّ حَالٍ
مَالَمْ
يَكُنْ
جُنُباً[. أخرجه
أصحاب السنن،
واللفظ
للترمذي
وصححه .
39. (3771)- Hz. Ali
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), cünüb
olmadıkça her halimizde bize Kur'an okutup ta'lim ederdi."[471]
ـ3772 ـ40ـ وفي
أخرى للنسائى:
]كَانَ رَسولُ
اللّهِ #
يَخْرُجُ
مِنَ الخََءِ
وَيَقْرَأُ
الْقُرآنَ
وَيَأكُلُ
اللَّحْمَ
وَلَمْ
يَكُنْ يَحْجُبُهُ
مِنَ
الْقُرآنِ
شَىْءٌ
لَيْسَ الجَنَابَةُ[
.
40. (3772)- Nesâî'nin bir
başka rivayetinde şöyle gelmiştir: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
helâdan çıkınca Kur'an okur, bizimle et yerdi. Cenabet halinden başka hiçbir şey
O'nunla Kur'an arasına perde olmazdı."[472]
AÇIKLAMA:
Bu hadislerde, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın cünüb hali
dışında yani abdestli veya abdestsiz olduğu halde Kur'an-ı Kerim'i okuduğunu,
okuttuğunu haber vermektedir. Helâdan çıkınca veya et yiyince Kur'an okuması,
bunun caiz olduğunu göstermek içindir. "Et" yemenin zikredilmesi,
etin bulaşık bırakan, arkadan eli ve ağzı yıkamayı gerektiren bir bulaşmaya
sebep olması sebebiyledir. Böylece bu çeşit bulaşıkların da Kur'an okumaya mâni
olmadığı belirtilmiş oluyor, yeter ki cenabet
kirliliği olmasın. Küçük hades'in
Kur'an okumaya mani olmadığı hususunda ülemânın icmaından bile bahsedilmiştir.
Cünübün ve hayızlının Kur'an okuması meselesi biraz ihtilaflıdır.
Büyük ekseriyet haram olduğunda ittifak etmiştir. İmam Mâlik cünübün tek âyet
ve o miktarda Kur'an'ı okuyamayacağını söylerse de hayızlının okuyabileceğini,
aksi takdirde Kur'an'ı unutacağını
söylediği rivayet edilmiştir. "Çünkü demiştir, hayız müddeti günlerce
uzar, cenabet hali uzamaz." İkrîme ve İbnu'l-Müseyyeb'in de cünüb'ün
Kur'an okumasında beis görmedikleri kaydedilmiştir.
Kur'an-ı Kerim'in cenabetken okunabileceği iddiası daha ziyade, Müslimde yer alan bir rivayete
dayanır. Orada Hz. Âişe (radıyallahu anhâ): "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bütün hallerinde Allah'ı zikrederdi" buyurmaktadır.
"Bütün hallerinde" deyince buna cenâbet hali de
dahildir, zikrullah'ın içinde Kur'an kırâati de dahildir.
Keza İbnu Abbas'tan kaydedilecek olan müteakip rivayetde bu görüşü
teyid edecektir.
Bu iddiaya şu şekilde cevap verilmiştir: Hz. Âişe'nin rivayeti,
sadedinde olduğumuz Ali (radıyallahu anh) hadisiyle tahsis edilmiştir.
Yanihadiste geçen zikrullah tabirinin âmm olan ma'nâsı tahsis edilerek "Kur'an kırâatı dışında
kalan zikr"diye anlaşılmıştır. Hatta Aynî: "Hz. Âişe'nin hadisi, Hz.
Ali'nin hadisine muâraza etmez, arada bir zıtlık yoktur, zira Âişe (radıyallahu
anhâ) Kur'an kırâatı dışındaki zikri kasdetmiştir" der. Sübülü's-Selam
müellifi de şu açıklamayı yapar: "Hz. Âişe hadisini, Hz. Ali hadisi ile
başka birçok hadis tahsis etmiştir. Nitekim bu hadis, büyük ve küçük abdest
bozma ve cima halleriyle de tahsis edilmiştir. Nitekim âyet-i kerimede de öyle
ifade edilmiştir: "(Onlar) Allah'ı ayakta, oturarak ve yanları üstüne
yattıkları zaman zikrederler" (Âl-i İmrân 191).[473]
ـ3773 ـ41ـ وعن
ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما: ]أنَّهُ
لَمْ يَرَ
بِالْقِرَاءَةِ
لِلْجُنُبِ بَأساً[.
أخرجه رزين.
قلت: وَعلقه
البخاري، واللّه
أعلم .
41. (3773)- İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ)'dan rivayet edildiğine göre, O cünüb kimsenin Kur'an
okumasında bir beis görmezdi."[474]
Açıklama için önceki rivayete bakılmalıdır.
ـ3774 ـ42ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كَانَ رَسولُ
اللّهِ # إذَا
أرَادَ أنْ
يَنَامَ
وَهُوَ
جُنُبٌ
غَسَلَ
فَرْجَهُ
وَتَوَضّأ
وُضُوءَهُ
لِلصََّةِ[.
أخرجه الستة،
وهذا لفظ
البخاري .
42. (3774)- Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm),
cünübken uyumak istediği takdirde fercini yıkar ve namaz abdestiyle abdest
alırdı."[475]
ـ3775 ـ43ـ وفي
أخرى لمسلم:
]كَانَ إذا
أرَادَ أنْ يَأكُلَ
أوْ يَنَامَ
تَوَضّأ
وُضُوءَهُ
لِلصََّةِ[ .
43. (3775)- Müslim'in bir
rivayetinde: "...Yemek veya uyumak istediği zaman namaz abdestiyle abdest alırdı"
denmiştir.[476]
ـ3776 ـ44ـ وله
في أخرى عن
عبداللّه بن
أبي قيس قال: ]سَألْتُ
عَائِشَةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها عَنْ
وِتْرِ
رَسُولِ
اللّهِ #
وَذَكَرَ
الحَدِيثَ،
وَفِيهِ
قُلْتُ. كَيْفَ
كَانَ
يَصْنَعُ في
الجَنَابَةِ،
أكَانَ
يَغْتَسِلُ
قَبْلَ أنْ
يَنَامَ، أوْ
يَنَامُ
قَبْلَ أنْ
يَغْتَسِلَ؟
قَالَتْ:
كُلُّ ذلِكَ
قَدْ كَانَ
يَفْعَلُ.
رُبَّمَا
اغْتَسَلَ
وَنَامَ،
وَرُبَّمَا
تَوَضّأ
فَنَامَ.
قُلْتُ:
الحَمْدُللّهِ
الَّذِى
جَعَلَ في
ا‘مرِ سَعَةً[ .
44. (3776)- Müslim'in,
Abdullah İbnu Ebî Kays'tan yaptığı diğer bir rivayette Abdullah derki:
"Hz. Âişe (radıyallahu anhâ)'ye Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
vitir namazından sordum..." Hadisi zikreder. Hadiste şu ibare de var:
"Hz. Âişe'ye: "Resulullah cünübken ne yapardı, uyumadan
önce yıkanır mıydı. Veya yıkanmadan önce uyur muydu?" diye sordum? Bana şu
cevabı verdi: "Bunların hepsini yapardı. Bazan yıkanır ve sonra uyurdu,
bazan abdest alır ve uyurdu." Bunu işitince:
"Bu meselede genişlik koyan Allah'a hamdolsun!" dedim.[477]
ـ3777 ـ45ـ وفي
رواية أبي
داود عن غضيف
بن الحارث قال:
]قلتُ لعائشة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها:
أرَأيْتِ
رسولَ اللّهِ
# كَانَ
يَغْتَسِلُ
مِنَ الجَنَابَةِ
في أوَّلِ
اللَّيْلِ
أمْ في آخِرِهِ؟
قالَتْ:
رُبَّمَا
اغْتَسَلَ في
أوّلِ اللَّيْلِ،
وَرُبَّمَا
اغْتَسَلَ في
آخِرِهِ.
قُلْتُ:
اللّهُ
اَكْبَرُ،
اَلحَمْدُللّهِ
الَّذِِى
جَعَلَ في
ا‘مْرِ
سَعَةً.
قُلْتُ: أرَأيْتِ
رسولَ اللّهِ
#، كَانَ
يُوِترُ أوّلَ
اللَّيْلِ
أمْ آخِرَهُ؟
قالَتْ:
رُبَّمَا
أوْتَرَ
أوّلَ
اللَّيْلِ
وَرُبَّمَا
أوْتَرَ آخِرَهُ.
قُلْتُ:
اللّهُ
أكْبَرُ،
الحَمْدُللّهِ
الَّذِى
جَعَلَ في
ا‘مْرِ
سَعَةً.
قُلْتُ:
أرَأيْتِ
رسُولَ
اللّهِ #
كَانَ
يَجْهَرُ بِالْقُرآنِ
أمْ يَخْفِتُ
بِهِ؟ قالَتْ:
رُبَّمَا
جَهَرَ بِهِ،
وَرُبَّمَا
خَفَتَ بِهِ قُلْتُ:
اللّهُ
أكْبَرُ،
الحَمْدُللّهِ
الَّذِى جَعَلَ
في ا‘مْرِ
سَعَةً[ .
45. (3777)- Ebû Dâvud'un
rivayetine, Gudayf İbnu'l-Hâris der ki: "Hz. Âişe (radıyallahu anhâ)'ye
sordum:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) cenabetten gecenin
başında mı yıkanırdı sonunda mı?"
"Bazan başında, bazan da sonunda yıkanırdı" dedi. Ben:
"Allahu ekber! bu meselede genişlik veren Allah'a
hamdolsun!" dedim ve tekrar sordum.
"Vitir namazını gecenin evvelinde mi kılardı, âhirinde
mi?"
"Bazan evvelinde bazan âhirinde kılardı" dedi. Ben:
"Allahu ekber! Bu meselede genişlik veren Allah'a
hamdolsun!" dedim ve tekrar sordum:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Kur'ân'ı açıktan mı
okurdu sessiz mi okurdu?"
"Bazan açıktan okur bazan da sessiz okurdu" dedi. Ben:
"Allahu ekber! dedim. Bu meselede kolaylık koyan Allah'a
hamdolsun!"[478]
ـ3778 ـ46ـ وفي
رواية
الترمذي وأبي
داود أيضاً:
]كَانَ رسولُ
اللّهِ #
يَنَامُ
وَهُوَ
جُنُبٌ وََ يَمَسُّ
مَاءً[ .
قال
الترمذي:
»وَقَدْ
رُوِىَ
عَنْهَا
أنّهُ كَانَ
يَتَوضّأُ
قَبْلَ أنْ
يَنَامَ
وَهُوَ أصَحُّ«
.
46. (3778)- Tirmizî ve Ebû
Dâvud'un bir rivayetinde de şöyle gelmiştir: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm), cünübken uyur ve hiç suya dokunmazdı."
Tirmizî derki: "Hz. Âişe'den, Aleyhissalâtu vesselâm'ın
uyumazdan önce abdest aldığı da rivayet
edilmiştir ve bu rivayet en sahih olanıdır."[479]
ـ3779 ـ47ـ وفي
رواية
للنسائى:
]كَانَ إذَا
أرادَ أنْ
يَأكُلَ أوْ
يَشْرَبَ
غَسَلَ
يَدَيْهِ ثُمَّ
يَأكُلُ أوْ
يَشْرَبُ[ .
47. (3779)- Nesâî'nin bir
riveyetinde: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) yemek veya içmek
istediği zaman ellerini yıkar sonra yer içerdi" denmiştir.[480]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayetler, cenabetten temizlenmezden önce yani henüz
gusül yapmamış iken:
* Uyunabileceğine,
* Yiyip içilebileceğine,delâlet etmektedir. Böylece Hz. Ali
(radıyallahu anh)'den Ebû Dâvud ve başka kitaplarda rivayet edilen:
"İçinde
köpek, resim ve cünüb bulunan eve
(rahmet getiren) melekler girmez" hadisinin zayıflığı -veya bazı
te'villerle kabul edilmesi gerektiği- anlaşılmaktadır. Nitekim, Hattâbî, bu
hadisin de sıhhatine kaildir ve ma'nâyı şöyle tevcih eder: "Buradaki
cünübten murad yıkanmaktan hoşlanmayan ve terketmeyi âdet haline getiren
kimsedir, yıkanmayı tehir eden kimse değildir." Hattâbî hadisle ilgili
açıklamasına devam eder: "...Köpekten de murad beslenmesine izin verilen
köpek olmamalıdır, resim de ayak altına atılmış canlı resmi olmalıdır."
2- Cünüb iken, yeme, içme ve uyuma hususlarında dinin sağladığı ruhsat ve
kolaylık ashab arasında sevinmeye ve hamdetmeye vesile olmuştur. Çünkü
şartları, bunları gerektirebilir. Derhal yıkanma hususunda kesin emir olsaydı
bazı zorlukları beraberinde getirecekti. Sahabelerin Allahu ekber demeleri
taaccüp ifade eder. Beklemedikleri bir
lütufla karşılaşmanın sevincini böyle
ifade etmek Arapların adetlerindendir.
3- Her şeye rağmen yani yıkanmayı te'hir etmeye, herhangi bir yıkanma veya abdeste yer
vermeden yiyip içmeye ruhsat verilmiş olmasına rağmen avret yerlerinin ve
ellerin yıkanması ve hatta abdest alınması müstehabtır. Şunu da belirtelim ki,
bu söylenen husus ruhsattır. Azimet, guslün ta'cilidir. Dinî hayatımızın
güçlenmesi için ruhsatlarla değil, azîmetlerle amel etme gayretinde olmalıyız.
Şu halde guslün ta'cili efdaldir.
4- Bazı âlimler uyumak niyetiyle alınacak abdestle, yemek
içmek niyetiyle alınacak abdest arasında
fark görmek istemişler; cumhur yeme, içme ve uyuma da namaz abdestiyle abdest
alma gereğine kâil olmuştur. Şevkânî: "Bazan namaz abdestiyle abdest almak
bazanda elleri yıkamakla iktifa edilmeli" diye hükme bağlar. Ancak
"elleri yıkamak'la iktifa edilecek yıkamanın yiyip içmeye mahsus olduğunu,
uyumak için ise namaz abdestiyle abdest almak gerektiğini" belirtir:
"Çünkü, der bu hususa temas eden hadisler arasında bir ayrılık yok."
5- 3778 numaralı hadiste Vitr namazının da tehir
edilebileceğine temas edilmiştir. Vitrin, gecenin evvelinde, ortasında ve
âhirinde kılınabileceği başka rivayetlerle sâbittir. İlgili bahiste
açıkladığımız için ona girmeyeceğiz.[481]
ـ3780 ـ48ـ وعن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما قال: ]ذَكَرَ
عُمَرُ بنُ
الخَطَّابِ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه
بِرَسُولِ
اللّهِ # أنَّهُ
تُصِيبُهُ
الجَنَابَةُ
مِنَ اللَّيْلِ.
فقَالَ #:
تَوَضّأ
واغْسِلْ
ذَكَرَكَ ثُمَّ
نَمْ[. أخرجه
الستة، وهذا
لفظ الشيخين .
48. (3780)- İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallahu anh),
geceleyin cünüb olduğunu, (ne yapması gerektiğini) sordu. Aleyhissalâtu
vesselâm: "Abdest al, uzvunu yıka, sonra uyu!" buyurdular."[482]
ـ3781 ـ49ـ وعن
نافع قال:
]كَانَ ابن
عمر رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما إذَا
أرَادَ أنْ
يَنَامَ أوْ
يَطْعَمَ
وَهُوَ
جُنُبٌ
غَسَلَ
وَجْهَهُ وَيَدَيْهِ
إلى
المِرْفَقَيْنِ
وَمسَحَ
رَأسَهُ
ثُمَّ طَعِمَ
أوْ نَامَ[. أخرجه
مالك .
49. (3781)- Nâfi
rahimehullah anlatıyor: "İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ), cünübken uyumak
veya yemek istediği zaman, yüzünü ve dirseklerine kadar ellerini yıkar, başını
mesheder, sonra yer veya uyurdu."[483]
ـ3782 ـ50ـ وعن
أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنّ النّبىَّ
# لَقِيَهُ في
بَعْضِ
طُُرُقِ
المَدِينَةِ
وَهُوَ
جُنُبٌ
فَانْخَنَسَ
مِنْهُ
فَذَهَبَ
فَاغْتَسَلَ.
ثُمَّ جَاءَ فقَالَ
لَهُ: أيْنَ
كُنْتَ يَا
أبَا
هُرَيْرَةَ؟
فقالَ: كُنْتُ
جُنُباً
فَكَرِهْتُ أنْ
أُجَالِسَكَ
وَأنَا عَلى
غَيْرِ
طَهَارَةٍ.
قالَ:
سُبْحَانَ
اللّهِ! إنَّ
المُؤْمِنَ َ
يَنْجُسُ[.
أخرجه
الخمسة، وهذا
لفظ البخاري.
»انخنسَ«: أى
استتر واختفى
.
50. (3782)- Ebû Hüreyre
(radıyallahu anh)'nin anlattığına göre: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
Medine sokaklarından birinde kendisine rastlamıştır. Ebû Hüreyre bu sırada
cünüb olduğu için, Aleyhissalâtu vesselâm'ın nazarından sıvışarak gidip yıkanır
gelir. Gelince Aleyhissalâtu vesselâm:
"Ey Ebû Hüreyre neredeydin?" diye sorar.
"Ben cünübtüm, pis pis sizinle oturmak istemedim"
cevabında bulunur. Aleyhissalâtu
vesselâm:
"Sübhânallah! (bilmez misin ki) müslüman pis olmaz!"
ferman eder."[484]
AÇIKLAMA:
1- Resulullah'ın "Müslüman pis olmaz" sözünden
bazı Zâhirîler "Kâfirin pis
olduğu" hükmünü çıkarmışlar ve necâsetu'l-ayn'a nisbet etmişlerdir.
Buradan çıkan tabii netice, onların ter ve tükrüklerinin de necis sayılmasıdır.
Bu görüşlerini "Müşrikler necis (pis)tir" (Tevbe 28) âyetiyle de
delillendirmişlerdir.
Ancak cumhur bu görüşte değildir. Onlar hadisi: "Ondan murad,
mü'min âzâları temizdir, çünkü o pislikten kaçınmayı âdet edinmiştir, müşrik
onun hilafınadır, çünkü onda necasetten korunma gayreti yoktur." diyerek
açıklamışlardır. Yine cumhur, âyeti de şöyle
tevil eder: "Ondan murad, onların itikad ve pisliğe bulaşmaları
yönüyle de necis olmalarıdır. Nitekim Allah, Ehl-i Kitab'ın kadınlarıyla
evlenmeyi mubah kılmıştır. Bilindiği üzere, beraber yatan kimseler kadınların
terlerinden sâlim kalamazlar, öyle ise kitabiye kadının terinden erkeğe bulaşır.
Bununla birlikte, erkeğe, kitabiye kadının guslü sebebiyle ayrı bir gusül
gerekmez, onun sebebiyle de tıpkı müslüman kadın sebebiyle yapılan gusül
gerekmektedir. Öyleyse, anlaşılırki canlı olan insan, necisu'l-ayn değildir.
Çünkü bu meselede kadınla erkek arasında bir fark mevcut değildir."
2- Ebû Hüreyre'nin sıvışmasının sebebi, 3784 numaralı hadiste
görüleceği üzere, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Ashabından biriyle
karşılaşınca onları eliyle meshedip duada bulunması idi. Ebû Hüreyre de
zannediyordu ki, cünüb kişi hadesle necis olmuştur. Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) mutad üzere, bu halde kendisine meshedip dokunacak diye korkmuştu ve
koşarak yıkanmaya gitmiştir. Ama Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) onun
"ben pisim" sözünden ortaya çıkan bu anlayışını reddetmiş,
"Sübhanallah!" diyerek, bu kadar
açık bir hususu bilmemesinden duyduğu hayreti ifade buyurmuştur.
3- Hadisten Çıkarılan Bazı Faydalar:
* Bu hadis, mühim işler sırasında temiz olmanın müstehab olduğuna delildir. Ayrıca fazilet ehli kimselere hürmet ve onları büyükleme ve onlarla beraberliği en mükemmel bir hey'etle (kılıkkıyafetle) yürütmenin müstehab olduğuna da delil teşkil etmektedir.
* Hadiste, tâbi olanların ayrılırken metbu'dan yani tâbi olduğu kimseden izin almasının müstehab olduğu hükmü de çıkarılmıştır. Zira Resulullah, "Neredeydin?" diye sormuştur. Buradan anlaşılmıştır ki, ayrılmazdan (sıvışmazdan) önce O'na, nereye gittiğini haber vermesi gerekirdi.
* Metbû, kendisine tabi olan kimse sormasa bile, onu doğru olana uyarması gerekir.
* Yıkanmayı tehir etmek caizdir.
* Cünübün teri temizdir, çünkü cenabetle bedeni pis olmuyor.
* Kadından sağılan süt de pis değildir.
* Yıkanmazdan önce bir kısım işleri yapmak caizdir.[485]
ـ3783 ـ51ـ وعن
حذيفة بن
اليمان
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ
النّبىَّ #:
لَقِيَهُ
وَهُوَ
جُنُبٌ فَحَادَ
عَنْهُ
فَاغْتَسَلَ.
ثُمَّ جَاءَ
فقَالَ:
كُنْتُ
جُنُباً.
قالَ: إنَّ
المُسْلِمَ َ يَنْجُسُ[.
أخرجه مسلم،
واللفظ له،
وأبو داود والنسائي
.
51. (3783)- Huzeyfe
İbnu'l-Yemân (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'la bir gün karşılaştığımızda cünüb idim, hemen yolumu çevirip gidip
yıkandım. Bilahare gelince:
"(Böyle sizi görünce alelacele sıvışmamın sebebi) cünüb olmam
idi!" dedim. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Müslüman (cenabetle) pis olmaz ki!" buyurdular."[486]
ـ3784 ـ52ـ وفي
رواية
النسائي:
]كَانَ رسولُ
اللّهِ # إذَا
لَقِىَ
الرَّجُلَ
مِنْ
أصْحَابِهِ
مَسَحَهُ
وَدَعَا لَهُ.
قالَ:
فَرَأيْتُهُ
يَوْماً
بُكْرَةً،
فَحُدْتُ
عَنْهُ. ثُمَّ
أتَيْتُهُ
حِينَ
ارْتَفَعَ
النَّهَارُ.
فقَالَ: إنِّى
رَأيْتُكَ
فَحُدْتَ
عَنِّى.
فَقُلْتُ:
‘نِّى كُنْتُ
جُنُباً
فَخَشِيتُ
أنْ
تَمَسَّنِى.
فقَالَ رسولُ
اللّهِ #: إنَّ
المُؤْمِنَ َ
يَنْجُسُ[.
»حَادَ«: أى
تنحى .
52.
(3784)- Nesâî'nin rivayetinde hadis şöyledir: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm), Ashabından bir erkekle karşılaşınca onu mesheder ve
ona dua ediverirdi. Bir gün erken vakitte Aleyhissalâtu vesselâm'ı (sokakta)
gördüm. Hemen yolumu ondan çevirdim. (Eve gidip yıkandıktan sonra) güneş
yükselince yanına geldim. Bana:
"(Sabahleyin) seni görmüştüm, hemen
yolunu benden çevirdin!"
buyurdular. Ben de açıkladım:
"Çünkü ben cünübtüm (bu halde) bana
dokunmanızdan korktum."
"Şurası muhakkak ki dedi
Aleyhissalâtu vesselâm, mü'min necis olmaz!"[487]
AÇIKLAMA için 3782
numaralı hadise bakın.
ـ3785 ـ53ـ
وََعَنْ أبِى
هُرَيْرَةَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قالَ:
]أُقِيمَتِ
الصََّةُ
وَعُدِّلَتِ
الصُّفُوفُ
قِيَاماً
فَخَرَجَ
إلَيْنَا
رَسولُ
اللّهِ #
فَلَمَّا
قَامَ
مُصََّهُ ذَكَرَ
أنَّهُ
جُنُبٌ.
فقَالَ لَنَا:
مَكَانَكُمْ.
ثُمَّ رَجَعَ
فَاغْتَسَلَ.
ثُمَّ خَرَجَ
إلَيْنَا
وَرَأسُهُ
يَقْطُرُ.
فَكَبَّرَ وصَلّى
فَصَلَّيْنَا
مَعََهُ[.
أخرجه الستة إ
الترمذي،
وهذا لفظ
البخاري .
53. (3785)- Hz. Ebu
Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Namaza kalkılıp saflar düzlenmişti ki,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) geldi, namazgahına geçti. O anda cünüb
olduğunu hatırladı. Bize: "Yerinizde durun!" deyip, hemen ayrılıp
yıkanmaya gitti. Gusledip dönünce başından henüz su damlıyordu. Tekbir getirdi,
namaza durdu. Beraber namaz kıldık..."[488]
ـ3786 ـ54ـ
وعن أبي بكر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رسولَ
اللّهِ #
دَخَلَ في
صََةِ الفَجْرِ
فَأوْمَأ
بِيَدِهِ أنْ
مَكَانَكُمْ،
ثُمَّ جَاءَ
وَرَأسُهُ
يَقْطُرُ
فصَلّى بِهِمْ[
.
54. (3786)- Ebu Bekre
radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, sabah
namazını kıldırmak üzere (mescide) girmişti. Eliyle "Yerinizde
durun!" diye işaret buyurdu (ve çıktı). Sonra başından su damladığı halde
geri geldi ve cemaate namazlarını kıldırdı."[489]
ـ3787 ـ55ـ
وفي رواية:
]فَلَمَّا
قَضى
الصََّةَ قَالَ:
إنَّمَا أنَا
بَشَرٌ،
وَإنِّى
كُنْتُ جُنُباً[.
أخرجه أبو
داود.
55. (3787)- Bir rivayette:
"...Namazı tamamlayınca: "Ben de bir insanım. (İlk geldiğimde)
cünübtüm" buyurdu" denmiştir.[490]
AÇIKLAMA:
1-Yukarıdaki rivayetlerde, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın sabah vaktinde cünüb olduğunu unutarak, cemaate namaz kıldırmak
üzere camiye gelip namazgahına kadar geçtiğini görmekteyiz. Namaza duracağı sırada durumunu hatırlıyor; cemaate
beklemelerini işaret buyurarak, hemen gidip yıkanıp dönüyor ve namazı
kıldırıyor. Namazdan sonra, özrünü belirterek durumu tavzih ediyor. Ulema, bu
hadisten peygamberlerin ibadet hususunda unutmalarının caiz olduğu hükmünü
çıkarmıştır.
2- Hadisten Çıkarılan Bazı Faydalar:
Hadis, zaruret halinde, ikamet okunduktan sonra bile mescidden
çıkılabileceğine delildir. Çünkü bir hadiste Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm,
ezandan sonra mescidden çıkmış olan bir kimse için:
"Şu var ya
Ebu'l-Kasım'a âsi oldu" buyurarak, namaz sırasında camiden çıkmayı
yasaklamıştı. Şu halde bu yasak zaruret dışı çıkmalarla ilgilidir.
* Mâ-i müsta'mel (abdest ve gusulde kullanılmış su) temizdir.
* İkametle namazın arasını ayırmak caizdir. Çünkü rivayet,
ikametin yenilenmediğini göstermektedir. Bazı âlimler bunu
"zaruret"le kayıtlamışlardır. İmam Mâlik, "İkametten sonra
tahrim tekbiri getirilecek olursa, ikamet yenilenmelidir" diye
hükmetmiştir, yeter ki çıkma bir özre mebni olmasın.
* Dinî meselelerde haya olamaz. Ancak abdestsizlik gibi bir durumun
farkına varan kimsenin mevhum bir özür izhar etmesi muvafık olur: Mesela burnu
kanamış intibaını vermek üzere eliyle veya mendille burnunu tutarak namazdan
ayrılması gibi...
* Cemaat, gerektiği durumda, imamı ayakta bekleyebilir, bu
caizdir. Bu, bazı hadislerdeki yasaklanmış olan kıyam değildir.
* Mescidde uyurken ihtilam olan kimsenin mescidden çıkmazdan önce
teyemmüm etmesi gerekmez. Bu hususu şârihler bilhassa belirtirler, zira
Süfyân-ı Sevri ve İshak İbnu Râhûye ve bazı Mâlikîlerden rivayet edildiğine
göre onlar böyle bir hükümde bulunmuşlardır. Ancak hadis, bu hükmün merdud
olduğu hususunda sarihtir.
* İkametle namaz arasında konuşmak caizdir.
* Cünüb, yıkanmayı hadesin vâki olduğu andan tehir edebilir,
caizdir.[491]
ـ3788 ـ56ـ
وعن سليمان بن
ياسر: ]أنَّ
عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
صَلّى
بِالنَّاسِ
الصُبْحَ ثُمَّ
غَدَا إلى
أرْضِهِ
بِالْجُرُفِ
فَوَجَدَ فِي
ثَوْبِهِ اِحْتَِماً.
فقَالَ: إنَّا
لَمَّا
أصَبْنَا الْوَدَكَ
‘نَتِ
الْعُرُوقُ
فَاغْتَسَلَ
وَغَسَلَ
اِحْتَِمَ
مِنْ
ثَوْبِهِ
وَعَادَ لِصََتِهِ[
.
56. (3788)- Süleyman İbnu
Yesar rahimehullah anlatıyor: "Hz. Ömer radıyallahu anh halka sabah
namazını kıldırdı ve arkadan Curuf nam mevkideki arazisine gitti. Orada,
elbisesinde meni bulaşığı gördü.
"Biz dedi, yağlı yeyince, damarlarımız gevşedi (bu yüzden
ihtilam olduk)."
Derhal yıkanda ve elbisesinde gördüğü meni bulaşığını da yıkadı.
Sonra, namazını iade etti."[492]
ـ3789 ـ57ـ
وفي رواية بعد
قوله احتماً
فقال: ]لَقَدِ
ابْتُلِيتُ
بِاِحْتَِمِ
مُنْذُولَيْتُ
أمْرَ
النَّاسِ،
فَاغْتَسَلَ
وَغَسَلَ مَا
رَأى فِي
ثَوْبِهِ
مِنَ
اِحْتَِمِ،
ثُمَّ صَلّى
بَعْدَ
ارْتِفَاعِ
الضُّحى
مُتَمَكِّناً[.
أخرجه مالك .
57. (3789)- Bir başka
rivayette "meni" kelimesinden sonra şu ibare yer alır: "Halkın
işini üzerime alalıdan beri ihtilam olmaya başladım" dedi. Derhal yıkanıp
elbisesinde gördüğü bulaşığı yıkadı. Sonra kuşlukta güneş tam olarak yükselince
namazını kıldı."[493]
AÇIKLAMA:
1- Curuf, Medine'ye Şam istikametinde üç mil mesafede bir yer
adıdır.
2- Meni diye çevirdiğimiz kelime ihtilam şeklinde gelmiş,
ihtilam eseri demektir, meni maksuddur.
3- Meninin Hz. Ömer nazarında necis olduğu anlaşılmaktadır.
Bazı âlimlere göre, aslı itibariyle temiz sayılsa da bevl, mezi ve vedi yolundan
çıktığı için necis addedilmesine kafidir.
4- Hz. Ömer'in: "Halkın işini üzerime aldığım günden beri
ihtilam olmaya başladım" sözünün Zürkânî' de şöyle açıklandığını görürüz:
"Doğruyu Allah bilir ya, bu hal, onun devlet işleriyle gece gündüz meşgul
olup kadınlarını ihmal etmesinden ileri gelmiştir. Bu sebeple ihtilam olma
hadisesi artmıştır."
5- Bazı âlimler, imam ve diğer memurların kendi dünyevî
işlerine de zaman ayırması caizdir hükmünü çıkarmıştır.
6- Zürkânî, hadisi şerhederken Hz. Ömer'le ilgili olarak
şunları kaydeder: "Dendi ki, Hz. Ömer Medine'ye gelen heyetlere yemek
veriyor ve gönüllerini hoş etmek için oturup onlarla kendisi de yiyordu. Ancak,
ondan gelen meşhur habere göre, halife olunca önceki yaşayış tarzını değiştirmemişti,
o da herkes gibi yiyor, hususi yemek yaptırmıyordu. Böyle davranışı onlara
örnek olup, israf yapmamayı öğretmek içindi. Muhtemelen, halkı bundan önce,
darlık içindeydi, bu sebeple yağ ve tereyağı gibi şeyleri yemiyordu. Bu
davranışıyla, az istihlakte diğer müslümanlar gibi olmayı hedefliyordu."
Bu maksadla, tereyağı pahalı kaldığı müddetçe zeytinyağı yemeye azmedip, halk
tereyağı yiyinceye kadar tereyağı yemekten imtina ettiğini belirten Zürkânî,
Hz. Ömer'in halk zenginleşip tereyağı ve benzeri kıymetli yağlar yemeye
başladıktan sonra onlardan yemeye başladığını kaydeder.
7- Zürkânî, hadisten şu hükmü de çıkarır: "Hz. Ömer'in
namazı tek başına iade etmesi gösterir ki, imam unutarak yanlışlıkla cünüb veya
abdestsiz olarak namaz kıldırır, cemaat de onun bu halini bilmeyerek namaz
kılarsa, hatırlayınca imam iade etse de cemaate iade gerekmez, onların
namazları sahihtir. Tabii ki, durumu bilirlerse onların namazı da bâtıl
olur."
İmam Şâfiî ve İbnu Nâfi der ki: "İmama uyanlar bilmedikleri
takdirde iki cihetinki de sahihtir. Zira cemaat, imamın halini bilmekle
mükellef değildir. Sehv'de değil, taammüdde imam günahkar olur."
Ebu Hanîfe: "Her iki tarafın (yani hem imamın hem de
cemaatin) namazı da bâtıldır. Çünkü cemaatin namazı imamın namazına bağlıdır"
demiştir.[494]
ـ3790 ـ1ـ عن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها: ]أنَّ
امْرَأةً
مِنَ
ا‘نْصَارِ
سَأَلَتِ
النَّبيَّ # عَنْ
غُسْلِهَا
مِنَ
المَحِيضِ:
فَأمَرَهَا
كَيْفَ
تَغْتَسِلُ.
ثُمَّ قالَ:
خُذِى فِرْصَة
مِنْ مِسْكٍ
فَتَطَهَّرِى
بِهَا.
قَالَتْ:
كَيْفَ أتَطَهَّرُ
بِهَا؟ قَالَ:
تَطَهَّرِى
بِهَا. قَالَتْ:
كَيْفَ؟
قَالَ
سُبْحَانَ
اللّهِ! تَطَهَّرِى.
فَاجْتَذَبْتُهَا
إلىَّ. فَقُلْتُ
تَتَبَّعِى
بِهَا أثَرَ
الدَّمِ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي .
1. (3790)- Hz. Âişe radıyallahu
anhâ anlatıyor: "Ensârdan bir kadın, Resûlullah, (aleyhissalâtu
vesselâm)'a hayızdan nasıl yıkanacağını sordu. Bunun üzerine, Aleyhissalâtu
vesselâm da nasıl yıkanacaksa öyle emretti ve dedi ki:
"Miske bulanmış bir (bez, pamuk vs.) parçası al. Onunla temizlen!"
"Onunla nasıl temizleneceğim?" diye kadın tekrar sordu.
Resûlullah: "Onunla temizlen!" buyurdu. Kadın tekrar et:
"Nasıl?"
Resûlullah:
"Sübhânallah!, temizlen!" dedi. (Baktım ki anlamıyor;)
kadını kendime çektim ve: "O parçayı, kan bulaşığına tatbik et"
dedim..."[495]
ـ3791 ـ2ـ
وفي أخرى:
]خُذِى
فِرْصَةً
مُمَسِّكَة فَتَوضَّئِى
ثَثاً ثُمَّ
إنَّ
النَّبىَّ #
اسْتَحْيَا
وَأعْرَضَ
بِوَجْهِهِ[.
وهذا لفظ الشيخين
.
2. (3791)- Diğer bir
rivayette: "...misklenmiş bir parça al, üç kere yıka!" buyurdu. Sonra
Aleyhissalâtu vesselâm utanarak yüzünü çevirdi" denmiştir.[496]
ـ3792 ـ3ـ
ولمسلم في
أخرى: ]أنَّ
أسْمَاءَ،
وَهِىَ بِنْتُ
شَكَلٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها: سَألَتِ
النّبىَّ #
عَنْ غُسْلِ
الْمَحِيضِ.
فقَالَ:
تَأخُذُ
إحْدَاكُنَّ
مَاءَهَا
وَسِدْرَهَا
فَتَطَهَّرُ
فَتُحْسِنُ
الطَّهُورَ
فَتَصُبُّ
عَلى
رَأسِهَا فَتُدْلُكُهُ
دَلْكاً
شَدِيداً
حَتّى تَبْلُغَ
شُؤُنَ
رَأسِهَا.
ثُمَّ
تَصُبُّ
عَلَيْهَا
الْمَاءَ.
ثُمَّ
تَأخُذُ
فِرْصَةً مُمَسّكَةً
فَتَطَهَّرُ
بِهَا.
قَالَتْ
أسْمَاءُ:
وَكَيْفَ
أتَطَهَّرُ
بِهَا؟ قَالَ
سُبْحَانَ
اللّهِ!
تَطَهَّرِي
بِهَا.
قَالَتْ
عَائِشَةُ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها:
كَأنَّهَا
تَخْفى ذلِكَ:
تَتَّبِعِى
بِهَا أثَرَ
الدّمِ،
وَسَألْتُهُ
عَنْ غُسْلِ
الجَنَابَةِ
فقَالَ:
تَأخُذُ
مَاءً
فَتَطَهَّرُ
فَتُحْسِنُ
الطَّهُورَ
أوْ تَبْلُغُ
الطَّهُورَ،
ثُمَّ تَصُبَّ
عَلى رَأسِهَا
فَتُدْلُكُهُ
حَتَّى
يَبْلُغَ
شُؤُنَ رَأسِهَا،
ثُمَّ
تُفِيضُ
عَلَيْهَا
المَاءَ.
فَقَالَتْ
عَائِشَةُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْها:
نِعْمَ
النِسَاءُ
ا‘نْصَارِ،
لَمْ يَكُنْ
يَمْنَعُهُنَّ
الْحَيَاءُ
أنْ يَتَفَقَّهْنَ
فِي
الدِّينِ[.»الفِرصةُ«:
بكسر الفاء: القطعة
من صوف أو قطن
أو
غيره.و»شئونُ
الرأس«: مواصل
فتائل القرون
وملتقاها،
والمراد
إيصال الماء
إلى منابت
الشعر مبالغة
في الغسل .
3. (3792)- Müslim'in diğer
bir rivayetinde metin şöyledir: "Esma -ki Bintu Şekel'dir- radıyallahu
anhâ, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a, hayızdan nasıl yıkanacağını
sormuştu. Şöyle cevap verdi:
"Sizden biri, suyunu ve sidresini alır, sonra temizlenir, ve
temizliğini de güzel yapar. Sonra başına suyu döker, başını şiddetli şekilde
eliyle ovalar, tâ ki su saçın diplerine kadar ulaşsın. Sonra üzerine su döker.
Sonra misklenmiş bir (bez) parçası alır, onunla temizlenir!"
Esmâ: "Onunla nasıl temizlenir?" diye sordu.
Aleyhissalâtu vesselâm: "Sübhanallah! Onunla temizlen!" dedi. Hz.
Âişe radıyallahu anhâ -sanki sözünü gizlemek isteyerek (fısıldayarak)-
kadına: "Onu kan bulaşığına tatbik et" dedi. Esma der ki:
"Cenabetten yıkanma hususunda da sordum. Bana: "Su al, temizlen ve
temizliği güzel kıl veya temizliği mübalağalı yap, sonra başına su dök ve onu
ovala, tâ su saç diplerine varıncaya kadar. Sonra üzerine su dök!" dedi.
Âişe radıyallahu anhâ devamla der ki: "Ensar kadınları ne iyi kadınlardı,
haya onların dinlerini öğrenmelerine mâni olmadı."[497]
ـ3793 ـ4ـ
وعن أمية بنت
أبي الصلت عن
امرأة من بنى
غفار قد
سماها. قالت:
]أرْدَفَنِى
رَسُولُ اللّهِ
# عَلى
حَقِيبَةِ
رَحْلِهِ
قَالَتْ:
فَوَاللّهِ
لَنَزَلَ
رَسُولُ
اللّهِ # إلى
الصُّبْحِ فَأنَاخَ،
وَنَزَلْتُ
عَنْ
حَقِيبَةِ
رَحْلِهِ
فإذَا بِهَا
دَمٌ مِنِّى،
وَكانَتْ أوَّلَ
حَيْضَةٍ
حِضْتُهَا:
قَالَتْ:
فَتَقَبَّضْتُ
إلى
النَّاقَةِ
وَاسْتَحْيَيْتُ.
فَلَمَّا رَأى
رسولُ اللّهِ
# مَابِى،
وَرَأى
الدَّمَ. قالَ:
مَالَكِ
لَعَلَّكِ
نَفستِ؟
قُلْتُ: نَعَمْ.
قالَ:
فَأصْلِحِى
مِنْ
نَفْسِكِ.
ثُمَّ خُذِى
إنَاءَ مِنْ
مَاءٍ
فَاطْرَحِى
فِيهِ مِلْحاً.
ثُمَّ
اغْسِلِى مَا
أصَابَ
الحَقِيبَةَ
مِنَ الدَّمِ.
ثُمَّ عُودِى
لِمَرْكَبِكِ.
قَالَتْ:
فَلَمَّا
فَتَحَ رسولُ
اللّهِ # خَيْبَرَ
رَضَخَ لَنَا
مِنَ
الفَىْءِ
قَالَتْ: وَكَانَتْ
َ تَطَّهَّرُ
مِنْ
حَيْضَةٍ إَّ جَعَلَتْ
فِي
طَهُورِهَا
مِلْحاً،
وَأوْصَتْ
بِهِ أنْ
يُجْعَلَ فِى
غُسْلِهَا
حِينَ مَاتَتْ[.
أخرجه أبو
داود.»نفستِ
المرأةُ«: بضم النون
وفتحها مع كسر
الفاءِ: إذا
ولدت، وبفتح
النون فقط:
اذا
حاضت:»وَالرَّضْخُ«:
العطاء القليل.»وَالْفَىْءُ«:
مايحصل
للمسلمين من
أموال الكفار
وديارهم بغير
قتال.
4. (3793)- Ümeyye
Bintu Ebi's-Salt, Benî Gıfârlı -isminde
zikrettiği- bir kadından nakleder ki, kadın şöyle demiştir: "Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm, beni devesinin döşüne serilen örtünün üzerine
bindirdi." Kadın devamla der ki: "Allah'a yemin olsun, sabahleyin
indi ve deveyi ıhtırdı. Ben de terkiden indim... Örtüde benden bulaşan kan
vardı. Bu benim ilk hayız kanım idi. Görünce deveye doğru sıçradım ve
utandım... Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bendeki bu hali farkedip, kanı da
görünce:
"Neyin var? Belki de hayız oldun?" buyurdular. Ben
"Evet!" dedim. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: "Öyleyse (hayız
görenlerin tedbirlerine başvurarak) kendine çekidüzen ver. Sonra da bir su kabı
al, içerisine tuz at. Sonra örtüye değen kanı yıka, sonra bineğine dön!"
ferman buyurdular.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hayber'i fethettiği zaman
ganimetten bize de bağışta bulundu.
(Ümeyye Bintu Ebi's-Salt) der ki: "(Gıfarlı Sahabiyye),
suyuna tuz katmadan hayız kanını yıkamazdı. Öldüğü zaman cenazesinin yıkanacağı
suya da tuz atılmasını vasiyet etmiştir."[498]
AÇIKLAMA:
1- Son hadisle ilgili olarak Hattâbî der ki: "Hadiste,
elbisenin yıkanmasında ve kan bulaşığının temizlenmesinde suya tuz atıldığı
görülmektedir. Halbuki tuz, bir gıda maddesidir. Öyleyse, bir çamaşıra sabun
iyi gelmezse onun bal ile yıkanması caiz olur. Keza mürekkep değen bir şey de
sirke ile yıkanabilir." Hattabî bu misalleri zikrettikten sonra temizlik
maddesi olarak, gerekiyorsa her çeşit gıda maddesinin kullanılabileceğine dair
bir netice çıkarır.
2- Hadiste geçen hakîbe, devenin semerden sonra gelen arka
kısmına serilen bir nevî çuldur. Resûlullah, kızı bunun üzerine oturtmuştur.
Bunun üzerine oturanın normal havıd (semer) üzerinde oturanla teması mümkün
değildir.[499]
ـ3794 ـ1ـ عن
أبي سعيد
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رسولُ اللّهِ
#: غُسْلُ
الْجُمْعَةِ
وَاجِبٌ عَلى
كُلِّ
مُحْتَلِمٍ،
وَأنْ
يَسْتَنَّ،
وَأنْ
يَمَسَّ
طِيباً إنْ
وَجَدَ[.
أخرجه الستة إ
الترمذي .
1. (3794)- Ebu Saîd
radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki: "Cuma guslü her muhtelime (büluğa erene) vacibtir. Misvaklanması,
bulduğu taktirde koku sürünmesi de öyle."[500]
ـ3795 ـ2ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
أنه كان يقول:
]غُسْلُ
الجُمْعَةِ
وَاجِبٌ عَلى
كُلِّ
مُحْتَلِمٍ
كَغُسْلِ
الْجَنَابَةِ[.
أخرجه مالك .
2. (3795)- Hz. Ebu Hüreyre
radıyallahu anh derdi ki: "Cuma günü gusletmek, her muhtelim'e (büluğa
ermiş kimseye) tıpkı cenâbet guslü gibi vacibtir."[501]
ـ3796 ـ3ـ
وعن البراء بن
عازب رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال
رَسُولُ
اللّهِ #
حَقّاً عَلى
الْمُسْلِمِينَ
أنْ
يَغْتَسِلُوا
يَوْمَ الجُمْعَةِ
وَلْيَمَسَّ
أحَدُهُمْ مِنْ
طِيبِ أهلِهِ
فَإنْ لَمْ
يَجِدْ فَالْمَاءُ
لَهُ طِيبٌ[.
أخرجه
الترمذي
3. (3796)- Bera İbnu Âzib
radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki: "Müslümanların cuma günü yıkanmaları, üzerlerine hak olmuştur. Her
biri ailesinin kokusundan sürünsün. (Koku) bulamazsa, su onun sürünme maddesi
olsun. Yani hem yıkansın hem koku sürünsün, koku yoksa, artık, su (yıkanma) ile
yetinsin."[502]
ـ3797 ـ4ـ
وعن ابن
السباق: ]أنَّ
رسولَ اللّهِ
# قالَ فِي
جُمْعَةٍ
مِنَ
الجُمَعِ: يَا
مَعْشَرَ المُسْلِمِينَ!
إنَّ هذَا
يَوْمٌ
جَعََلَهُ
اللّهُ
تَعالى
عِيداً
فَاغْتَسِلُوا.
وَمَنْ كَانَ
عِنْدَهُ
طِيبٌ فََ
يَضُرُّهُ أنْ
يَمَسَّ
مِنْهُ،
وَعَلَيْكُمْ
بِالسِّوَاكِ[.
أخرجه مالك .
4. (3797)- Ubeydullâh
İbnu's-Sebbâk rahimehullah'tan gelen bir rivayette, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) cumalardan birinde şöyle buyurmuştur: "Ey müslümanlar! Bu öyle
bir gündür ki, Allah Teâlâ Hazretleri onu (sizlere) bayram kılmıştır, öyleyse
yıkanın. Kimin yanında bir tîyb (sürünme maddesi) varsa ondan sürünmesinde bir zarar
yoktur. Size misvakı da tavsiye ediyorum."[503]
ـ3798 ـ5ـ
وعن ابن عمر
وأبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
قا: ]بَيْنَا
عُمَرُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
يَخْطُبُ
النَّاسَ
يَوْمَ
الجُمُعَةِ إذْ
دَخَلَ
عُثْمَانُ
بْنُ
عَفَّانَ
فَنَادَاهُ
عُمَرُ:
أيَّةُ
سَاعَةٍ هذِهِ؟
فقَالَ إنِّى
شُغِلْتُ
الْيَومَ
فَلَمْ أنْقَلِبْ
إلى أهْلِى
حَتّى
سَمِعْتُ
التَّأذِينَ،
فَلَمْ أزِدْ
على أنْ
تَوَضَّأتُ فقَالَ
عُمَرُ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
وَالْوُضُوءُ
أيْضاً،
وَقَدْ
عَلِمْتَ
أنَّ رَسُولَ
اللّهِ #
كَانَ
يَأمُرُنَا
بِالْغُسْلِ[.
أخرجه الستة إ
النسائي .
5. (3798)- İbnu Ömer ve Ebu
Hüreyre radıyallahu anhümâ anlatıyorlar: "Cuma günü, Ömer İbnu'l-Hattab
hutbe verirken, Osman İbnu Affan mescide girdi. Ömer radıyallahu anh minberden
ona seslendi. "Vaktin farkında mısın, (niye cumaya geciktin?)"
Hz. Osman:
"Bugün meşguliyetim vardı. Eve gelir gelmez ezanı işittim.
Abdest almanın dışında bir oyalanmam da olmadı!" açıklamasında bulundu.
Hz. Ömer radıyallahu anh:
"Keza abdest(le yetinmen de bir eksiklik). Biliyorsun,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize yıkanmayı da emretmişti."[504]
ـ3799 ـ6ـ
وفي حديث أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]ألَمْ
تَسْمَعْ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ إذَا
جَاءَ
أحَدُكُمُ
الْجُمُعَةَ
فَلْيَغْتَسِلْ[
.
6. (3799)- Ebu Hüreyre'nin
bir hadisinde: "(Hz. Ömer, Hz. Osman'a:) "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın: "Biriniz cumaya giderken yıkansın" dediğini duymadın
mı?" demiştir.[505]
AÇIKLAMA:
1- Cuma günü müslümanın
haftalık bayram ve tatil günüdür. O günün daha önce açıkladığımız[506] pekçok faziletleri vardır.
Bunlardan biri cemaatle kılınan cuma namazı'dır. Bu namaz hutbeye bağlıdır.
Münferid kılınamadığı için müslümanlar o vesile ile büyük cemaatler halinde bir
araya gelirler. Bu toplanmada birbirlerini hiçbir surette rahatsız
etmemelidirler. Resûlullah bu maksadla, en yeni, en temiz elbiselerin
giyilmesini irşad buyurmuş, güzel koku sürülmesini tavsiye etmiş ve cuma
guslü'nü emretmiştir. Bu irşadlara riayet edildiği takdirde, nezafet yönüyle
cemaatten hâsıl olabilecek rahatsızlıklar asgariye düşecektir. İbnu Hacer der
ki: "Cuma günü gusül ve nezafetin emredilişindeki hikmetin cemaati kötü
kokularla rahatsız etmemek olduğu anlaşılınca, namaza kadar gün boyu
kirlenmekten kokan kimselerin, guslü, namaza gitme anına kadar te'hir etmeleri
uygun olur. Nitekim, İmam Mâlik gusülle camiye gitme arasına fasıla girmemesi
şartını bu mülahaza ile koymuş olmalı. Böyle yapılınca gusül ile hâsıl olan
temizlik bozulmadan camiye gitme garantilenmiş olur." İbnu Abdilberr guslü
namazdan sonra yapan kimsenin cuma guslü yapmış sayılmayacağı, bu gusülle hadisteki
emrin yerine gelmiş olmayacağı hususunda Ulemanın icma ettiğini söyler.
Keydedilen hadislerde görüldüğü ve müteakip bir kısım hadislerde de görüleceği
üzere Aleyhissalâtu vesselâm efendimiz
cuma günü yıkanma işine ayrı bir ehemmiyet atfetmiştir. Buna göre, her insan
haftada en az bir sefer yıkanmalıdır, bunu da cuma gününe rastlatmalıdır
(3806). Bazı hadislerde bu guslün, cenabetten temizlenme guslü gibi olması
şeklinde ifade edilmiş, bazı âlimler, buna dayanarak, o gün temasta bulunmanın
müstehab olacağını belirtmiştir. Bu irşad-ı nebevî, bir bakıma, cuma günü
yıkanmayı garantilemeye yönelik bir tedbir olarak değerlendirilebilir.
2- Cuma guslünün, ehemmiyetini duyurma, fiiliyatını
garantileme hususunda Resûlullah'ın yer verdiği bir başka tedbir, guslün
hükmüyle ilgilidir. Yukarıda kaydedilen ilk iki hadiste görüldüğü üzere, birçok
hadislerde vacib kelimesiyle ifade edilmiştir. Vacib, dinî bakımdan,
yapılmadığı takdirde günahı gerektiren kesin bir emri ifade eder, tıpkı farz
gibi... Nitekim 3798 numaralı hadiste, Hz. Ömer'in Hz. Osman gibi Ashab'ın önde
gelen bir büyüğüne bu sebeple nasıl çıkıştığını gördük. Keza 3800 numaralı
hadiste, Sahabe'nin cuma guslü farz mı değil mi münakaşasını yaptığını
göreceğiz. Bir kısım fakihlerin farz ma'nâsında vacib olduğuna hükmetmiş olması
da cuma guslü'nün ehemmiyetini göstermeye yeterlidir. Ancak şunu belirtelim ki,
ekseri Ulema cuma guslü'ne "müstehab" demiştir. Bunlar hadislerde
gelen emir sigasını nedb'e, vücub sigasını te'kid'e hamlederek tevilde bulunurlar.
Resûlullah'ın bu husustaki beyanları ve ısrarları çok da olsa, sadece nassların
zahirini esas alan Zâhirîler ile Ahmed İbnu Hanbel gibi bazıları bu gusle farz
derken, diğer imamlar sünnet-i müekkede demiştir.
3- Ülemâ cuma guslünün cuma namazına katılanlar hakkında teşrî
edildiğini belirttikten sonra kadın ve çocuğa da gerekip gerekmediğini münakaşa
etmiştir. İbnu Hacer, kadın ve çocuğa cuma farz değil ise de, cumanın
faziletinden istifade maksadıyla cuma namazına katılacak olanların kim olursa
olsun, cumanın diğer âdâbları meyanında cuma guslü'ne de riayet etmeleri
gereğini kaydeder. Namaza sadece tesadüfen katılmış bulunanlardan bu gereğin
düşeceğini belirtir. Ancak -İbnu Hacer'e göre zayıf addedilse de- bir kısım
Ulema cuma guslü'nün namaza değil, güne tabi olduğu kanaatindedir. Bunlara
göre, o güne eren herkes gusletmelidir, namaza gitse de gitmese de, cuma namazı
kendine farz olsa da olmasa da.
4- Yukarıda 3798 numarada kaydedilen rivayette, cuma hutbesi
okuduğu sırada mescide giren Hz. Osman'a, Hz. Ömer'in "Niçin
geciktin?" ma'nâsındaki hitabı basit bir sual olmayıp, bu davranışı
reddetme, bu davranıştan dolayı Hz. Osman'ı tevbih etme, sigaya çekme
ma'nâsında ciddi bir tavır almadır. Halife sıfatıyla Hz. Ömer'in izhar ettiği
bu hal, cuma meselesinin şeriatteki ehemmiyetini anlama noktasında üzerinde
durulması gereken bir husustur. Unutmayalım ki Hz. Osman, ashab arasında
sıradan biri değil, ileri gelenlerden, itibarlı biridir. Farklı rivayetlerde
gelen ziyadeler meseleyi daha vâzıh hale getirmektedir. Bir rivayette Halife-i
zîşan: "Namaza niye vaktinde gelmiyorsunuz?" diye sormuştur. Bir
diğer rivayette: "Şu erkeklere ne
oluyor ki namaza ezandan sonra geliyorlar?" demiştir.
Muhtemelen Hz. Ömer, bunların hepsini söylemiştir, ancak râviler,
hatırlayabildiklerini rivayet etmişlerdir. Bir rivayette Hz. Osman'ın cevabı
şöyledir: "Çarşıdan dönmüştüm ki ezanı işittim..." Sadedinde
olduğumuz rivayetteki: "Abdest alma dışıda bir oyalanmam olmadı"
açıklaması Hz. Osman'ın, evde oyalanmayıp, abdesti alıp mescide hemen geldiğini
ve hutbenin bidayetlerinde içeri girdiğini gösterir. Ancak Hz. Ömer buna rağmen
sigaya çekmiştir.
Şunu da belirtelim ki: Hz. Ömer, Hz. Osman'ın cevabında ikinci bir
hata daha tesbit etmiştir: Cumaya gelirken abdestle yetinmesi. Yani gerekli
olan cuma guslünü terketmiş olması. Hz. Ömer, keza "abdest!" sözüyle:
"Gecikmekte mazursun ama ya guslü terketmen? Sen sadece erken gelme
faziletini kaybetmekle kalmadın, guslü de terkedip abdestle yetindin. Burada da
kayba uğradın" demek istemiştir.[507] Rivayetler Hz. Osman'ın
cevap verdiğini belirtmez. Belki de sükut ederek vakit hususundaki gafletini
beyan etmekle bu ikinci sual de aynı şekilde özür beyan etmiş olduğuna
hükmetmiştir. Zira guslün terki de vakti bilememe hususundaki gafletin bir
neticesi olmuştur. Önceki cevabında ezanı işitince gusül yaparak hutbeye
yetişme şıkkından ikincisini tercih etmiş olduğunun beyanı da mevcuttur. Esasen
hadislerde hem hutbeye yetişme ve hem de gusletme her ikisine de teşvik
edilmiştir. Hz. Osman bunlardan hutbeye yetişmeyi tercih etmiş olmaktadır.
5- İbnu Ömer hadisinden (3798) çıkarılan faydalar'dan
bazıları:
* Hutbe okurken minberde ayakta durulur.
* İmam, raiyyetinin durumuyla ilgilenir, onlara faydalı olan
şekli hatırlatır, emreder. Faziletli hususu ihlal edenlere müdahale eder.
* Hutbe esnasında emr-i bi'lma'ruf ve nehy-i ani'lmünkerde
bulunmak hutbe edebine aykırı değildir, hutbeyi ifsad etmez.
* Hutbe sırasında hatibin müdahalesine muhatap olan kişi, hatibe
cevap verebilir.
* Yetkiliye, özür beyan edilir.
* Cuma günü, ezandan önce meşguliyet mubahtır, hatta
"namaza erken gelme", "cuma guslü yapma" gibi faziletleri
terke müncer olsa bile. Çünkü Hz. Ömer (radıyallahu anh) bu vak'adan sonra cuma
günleri çarşının kapanmasını emretmemiştir. Hatta İmam Mâlik bu rivayete dayanarak
cuma günü, ezandan önce çarşının kapatılmayacağı hükmünü vermiştir. Çünkü
demiştir, "Hz. Ömer zamanında açıktı, ve Hz. Osman gibi birisi çarşıya
gitmiştir."
* Faziletli insanlar da çarşıya gidebilir, ticaret yapabilir.
* Cumaya erken gitme fazileti ezandan önceki gelmede hâsıl
olur.[508]
ـ3800 ـ7ـ
وعن عكرمة
قال: ]جَاءَ
نَاسٌ مِنْ
أهْلِ الْعِرَاقِ
إلى ابنِ
عَبَّاسٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما
فَقَالُوا:
أتَرَى
الْغُسْلَ
يَوْمَ
الجُمُعَةِ
وَاجِباً؟
قالَ:
وَلكِنَّهُ
أطْهَرُ
وَخَيْرٌ
لِمَنِ
اغْتَسَلَ،
وَمَنْ لَمْ يَغْتَسِلْ
فَلَيْسَ
عَلَيْهِ
بِوَاجِبٍ، وَسَأُخْبِرُكُمْ
كَيْفَ بَدَأ
الْغُسْلُ؟
كَانَ
الْنَّاسُ
مَجْهُودِينَ
يَلْبَسُونَ
الصُّوفَ
وَيعْمَلُونَ
عَلى ظُهُورِهِمْ،
وَكَانَ
مَسْجِدُهُمْ
ضَيِّقاً مُقَارِبَ
السَّقْفِ،
إنَّمَا هُوَ
عَرِيشٌ فَخَرَجَ
رسولُ اللّهِ
# فِى يَوْمٍ
حَارٍّ
وَعَرِقَ
النَّاسُ في
ذلِكَ
الصُّوفِ
حَتّى
ثَارَتْ
مِنْهُمْ
رِيَاحٌ آذَى
بِذلِكَ
بَعْضُهُمْ
بَعْضاً، فَلَمّا
وَجَدَ
رَسُولُ
اللّهِ #
تِلْكَ
الرِّيحَ
قالَ: أيُّهَا
النَّاسُ،
إذَا كَانَ
هذَا الْيَوْمُ
فَاغْتَسِلُوا،
وَلْيَمَسَّ
أحَدُكُمْ أفْضَلَ
مَا يَجِدُ
مِنْ
دُهْنِهِ
وَطِيبِهِ. قَالَ
ابن عباس:
ثُمَّ جَاءَ
اللّهُ
تَعالى بِالْخَيْرِ
وَلَبِسُوا
غَيْرَ
الصُوفِ وَكُفُوا
الْعَمَلَ
وَوُسِّعَ
مَسْجِدُهُمْ،
وَذَهَبَ
بَعْضُ
الَّذِى
كَانَ يُؤذِى
بَعْضُهُمْ
بَعْضاً مِنَ
الْعَرَقِ[.
أخرجه الشيخان
وأبو داود،
وهذا لفظه .
7. (3800)- İkrime
rahimehullah anlatıyor: "Iraklılardan bir grup kimse İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ)'a gelerek: "Cuma günü gusletmek vacib midir ne
dersin?" diye sordu. İbnu Abbâs şu açıklamayı yaptı: " [Farz değil],
ancak temizliğe çok uygundur ve gusleden için pek hayırlıdır. Yıkanmayan üzerine
de vacib değildir. Ben size guslün nasıl başladığını anlatayım: "İnsanlar
meşakkatli işler yapıyorlar ve yünlü elbiseler giyiyorlardı. Çalışmaları
çoğunlukla sırtlarında yük taşımak şeklinde oluyordu. Mescidleri dardı ve tavan
alçaktı, yani arîş (denen üzeri hurma dallarıyla örtülmüş çardak) şeklindeydi.
Sıcak bir günde Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm (minbere) çıktı. Cemaat yün
elbiselerin içinde terlemişti. (Terleri sebebiyle) onlardan çıkan kokular
ortalığı sardı ve herkesi rahatsız etti. Koku Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a da uzanınca "Ey insanlar, bugün yıkanın. Ayrıca herkes,
bulabildiği en güzel kokuyu sürünsün!" buyurdular."
İbnu Abbas açıklamasına devam etti: "Bilahare Cenab-ı Hakk'ın
lütfu yetişti (bolluk arttı), herkes yünlüden başka elbiseler giydiler,
çalışmaları hafifledi, mescidleri genişletildi. Birbirlerini rahatsız eden
terlerin bir kısmı ortadan kalktı."[509]
ـ3801 ـ8ـ
وَلَفْظُ
الشيخين عن
طاوس قال: ]قلت
بن عباس:
ذكَرُوا أنَّ
النبىَّ # قال:
اغتَسِلُوا
يَوْمَ
الجُمُعَةِ
وَاغْسِلُوا
رُؤُسَكُمْ
وَإنْ لَمْ تَكُونُوا
جُنُباً،
وَأصِيبُوا
مِنَ الطِّيبِ.
قال ابن عباس:
أمَّا
الغُسْلُ
فَنَعَمْ. وَأمَّا
الطِّيبُ فََ
ادْرِى[ .
8. (3801)- Sahîheyn'in
Tâvus'tan kaydettikleri rivayette, Tâvus der ki: İbnu Abbâs radıyallahu
anhümâ'ya sordum: "Halk, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın:
"Cuma günü yıkanın, başlarınızı da yıkayın, cünüb olmasanız dahi!. Ayrıca
koku da sürünün!" buyurduğunu söylüyorlar, (ne dersiniz, doğru mudur?)"
İbnu Abbâs şu cevabı verdi: "Guslü emretmesi doğrudur. Kokuya
gelince, o hususta bir şey bilmiyorum!"[510]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin Sahîheyn'den kaydedilen vechinde yer alan "cünüb olmasanız dahi cuma günü yıkanın!" emri şöyle açıklanmıştır: "Cuma günü, cünübseniz yıkanın, cünüb değilseniz cuma için yıkanın."
2- Bu hadisten bazı âlimler şu hükmü çıkarmıştır: "Cuma
günü cenâbet'ten yıkanmak, cuma guslü'nün de yerine geçer, cuma güslü'ne niyet
etmiş olsa da olmasa da." Bunu şu sebeple kaydediyoruz: Bazı âlimler başka
rivayetlerden hareketle, cenâbet'ten temizlenmek için yapılan guslün cuma guslü
sayılmayacağı, cuma için müstakil bir gusül gerektiği hükmünü çıkarmıştır.
Bu mesele münakaşalı ise de, Ulema umumiyetle şu hususta
müttefiktir: "Fecir doğmazdan önce yapılan gusül cuma guslü
sayılmaz."
3- "Cuma günü yıkanın" emrini, "başlarınızı da
yıkayın" emrinin takip etmesinin mübalağa ve te'kid için olacağı ifade
edilmiştir. Yani "Vücudunuzu tam olarak yıkayın, başa su döküp geçmek kafi
değil, şayet örgülü ise saçlarınızı da açarak yıkamayı tam yapın, cuma guslü
için de böylesi bir gusül muteberdir" denmek istenmiştir.
4- Cuma guslü'nün emredilişi ile alakalı olarak İbnu Abbâs
radıyallahu anhümâ'nın yaptığı açıklama cuma guslü'nün mahiyet ve gayesini
anlamada manidardır. Bir kısım âlimler, buna dayanarak cuma guslü'nün vacib
olmamaktan öte, koku sürünerek, ter vs. kokusunu bastırmanın da bu guslün
yerine geçebileceğini söylemiştir. Ancak bu çeşit aşırı iddialar
reddedilmiştir.
Bir kısım hadisler, yıkanmayı emretmekle kalmamış, koku sürünmeyi
de emretmiştir. Öyleyse birinin, diğerinin de yerini tutması makul olamaz.
Dinde esas olan, maslahatı sebebin yerine ikâme etmek değil, o işin asıl sebebi
olan emr'i yerine getirmektir. Öyleyse Resûlullah'tan vârid olan emir, cuma
günü gusletmektir, bunu bu niyetle yapan, sünnete uyarak ibadet yapmış olma
ecrini alacaktır. "Ben zaten nazifim" düşüncesiyle koku sürünmekle
iktifa eden kimse, bu ibadeti terketmiş ve faziletinden mahrum kalmış olur.
Sırat-ı müstakim münferid fetvalarda değil, cumhurun fetvalarındadır.
5- İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ'nın cuma günü koku da sürünme
hususuyla ilgili soruya "Bilmiyorum!" diye cevap vermesi, ne kadar
büyük de olsa Ashabtan bazılarının sünnette gelen her meseleyi bilmediğini,
bilmeyince de hiç çekinmeden "Bilmiyorum!" dediğini, böyle
bilmemelerin onların yüceliğine nâkisa olmadığını gösterir.[511]
ـ3802 ـ9ـ
وعن سمرة بن
جندب رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رَسُولَ
اللّهِ #
قَالَ: مَنْ
تَوَضَّأَ يَوْمَ
الْجُمُعَةِ
فَبِهَا
وَنِعْمَتْ،
وَمَنِ
اغْتَسَلَ
يَوْمُ
الجُمُعَةِ
فَالْغُسْلُ
أفْضَلُ[.
أخرجه أصحاب
السنن .
قوله
»فبها
ونِعمتْ« أى
فبهذه
الخصلة، يعنى
الوضوء ينال
الفضل.وقيل
فبالسنة أخذ
ونعمت السنة
هذه .
9. (3802)- Semüre İbnu
Cündeb radıyallahu anh anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cuma günü
kim abdest alırsa bununla (o, sünneti yerine getirmiş, fazilete ermiş) olur ve
(sünneti yapmış olma) nimetine erer. Ama cuma günü kim de guslederse (bilsin
ki) gusül daha faziletlidir."[512]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, cuma guslünün vacib olmadığını, abdest almanın da onun
yerine geçebileceğini ifade eden hadislerden biridir. Bazı âlimler فَبِهَا deki zamiri Sünnet olarak te'vil edip فَبِهَا ifadesini "Sünneti işlemiş
olur" diye açıklığa kavuşturmuştur. İbnu'l-Esir, aynı ifadeyi
"Abdestle fazilete erer" diye yorumlamıştır. Zamirin müennes olması
göz önüne alınarak sünnet, haslet, fiil (amel) gibi ma'nâlara da te'vil
edilmiştir.
Hadisin son cümlesi olan "Cuma günü kim de guslederse (bilsin
ki) gusül daha faziletlidir" ifadesini değerlendiren Hattâbî: "Burada
çok açık olarak abdestin cuma için kifayet edeceği beyan edilmiştir" der
ve devamla: "Yine açıktır ki cuma guslü bir fazilettir, farîza değil"
diye hükmeder. Tirmizî de aynı görüştedir."
Bu hadis, cuma guslü'nün kişiye vacib olmaksızın fazilet taşıdığına
delâlet eder" buyurur.
Bu rivayet birçok tarikten gelmiştir.[513]
ـ3803 ـ10ـ
وعن يحيى بن
سعيد: ]أنّه
بلغه رسولَ
اللّهِ # قال:
مَا على
أحدِكُمْ
لَوْ
اتَّخَذَ ثَوْبَيْنِ
لِجُمُعَتِهِ
سِوَى
ثَوْبَىْ مِهْنَتِهِ[.
أخرجه
مالك.»المَهنةُ«:
بفتح الميم وسكون
الهاءِ: العمل
والخدمة،
وروى بكسر
الميم.
10.
(3803)- Yahya İbnu Saîd rahimehullah anlatıyor: "Bana ulaştığına göre,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur: "Sizler, günlük iş
takımınızdan hariç bir de cuma takımınız olsa ne kaybedersiniz?"[514]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste iki parçalı elbise ma'nâsına sevbeyn tabiri
geçmektedir. Günümüzde altlı üstlü takım dediğimiz elbiseyi ifade eder. Bu
kamis ve rida' veya cübbe ve rida'dan ibarettir.
2- Görüldüğü üzere, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
müslümanın haftalık bayramı olan cuma günlerinde giymek üzere husûsî bir elbise
tavsiye etmektedir. Cuma ile ilgili olarak sadece yıkanmak, koku sürünmek,
dişleri misvaklamak gibi bazı işler üzerinde durulmamış, bir de hususî takım
tavsiye edilmiştir. Ulemanın da belirttiği gibi, bu tavsiye bir vecibe değil,
imkanı olanlara bir irşaddır, istihbab ve tahsindir. Bu tavsiye sadece cumalara
değil, bayramlara da şâmildir. Rivayetler, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın cuma ve bayramlarda en güzel elbiselerini giydiğini, sarık sarıp
koku süründüğünü belirtir.[515]
ـ3804 ـ11ـ
وعن نافع أن
ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما:
]كَانَ َ
يَرُوحُ إلى
الجُمُعَةِ
إَّ اَدْهَنَ
وَتَطَيَّبَ
إَّ أنْ
يَكُونَ
حَرَاماً[ .
11. (3804)- Nâfi'
rahimehullah der ki: "İbnu Ömer radıyallahu anhüma ihramlı olmadıkça
yağlanıp kokulanmadan cumaya gitmezdi"[516]
AÇIKLAMA:
Önceki hadiste, Resûlullah'ın tavsiye buyurduğu hususun Ashab
tarafından tatbik edildiğine İbnu Ömer'den bir örnek görmekteyiz. Yağlanma ve
kokulanmayı beraberce yapması, bu davranışının cuma günü tezeyyün gayesini
güttüğünü ifade eder. Selman-ı Farisî radıyallahu anh der ki: "Kişi, cuma
günü yıkanır ve elinden geldiğince paklanır, yağından yağ, evindeki kokudan
koku sürünür çıkıp gider, iki kişinin arasını açmaksızın farz olan namazını
kılar, imam konuşunca sessizce dinlerse bu cuma ile diğer cuma arasındaki
(küçük) günahları mutlaka affedilir."[517]
ـ3805 ـ12ـ
وعن ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما: ]أنَّهُ
كَانَ
يَغْتَسِلُ
يَوْمَ
الفِطْرِ قَبْلَ
أنْ يَغْدُوَ
إلى
المُصَلّى[ .
12. (3805)- İbnu Ömer
radıyallahu anhümâ'nın, Fıtır bayramında, musallaya gitmezden önce yıkandığı
rivayet edilmiştir.[518]
ـ3806 ـ13ـ
وعن جابر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قال رَسُولُ
اللّهِ #: عَلى
كُلِّ رَجُل
مُسْلِمٍ فِي
كُلِّ
سَبْعَةِ
أيَّامٍ
غُسْلُ
يَوْمٍ؛
وَهُوَ يَوْم
الجُمُعَةِ[.
أخرجَ الثثة
مالك .
13. (3806)- Hz. Câbir
radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm buyurdular
ki: "Her müslüman yedi günde bir kere yıkanmalıdır, bu gün de cuma günü
olmalıdır."[519]
ـ3807 ـ1ـ عن
أم عطية
ا‘نصارية
رَضِيَ
اللّهُ عَنْها
قالت: ]دَخَلَ
عَلَيْنَا
رسولُ اللّهِ
# حِينَ
تُوُفِّيَتِ
ابْنَتُهُ
فقَالَ:
اغْسِلْهَا
ثَثاً، أوْ
خَمْساً، أوْ
اَكْثَرَ مِنْ
ذلِكَ، إنْ
رَأيْتُنَّ
ذلِكَ،
بِمَاءٍ وَسِدْرٍ.
وَاجْعَلْنَ
فِي اŒخِرَةِ
كَافُوراً.
فَإذَا
فَرَغْتُنَّ
فَأذِنَّنِى.
فَلَمَّا
فَرَغْنَا
آذَنَّاهُ فَأعْطَانَا
حَقْوَهُ.
فقَالَ:
أشْعِرْنَهَا
إيَّاهُ:
يَعْنِى
إزَارَهُ[.وزعم
ابن سيرين. أن
ا‘سيرين. أن
ا‘شعار،
ألفقنها فيه.
وكذلك كان ابن
سيرين يأمر
المرأة أن
تُشْعَرَ وََ
تُؤَزَّرُ .
1. (3807)- Ümmü Atiyye
el-Ensâriye radıyallahu anhâ anlatıyor. "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), kızı (Zeyneb radıyallahu anhâ) vefat ettiği zaman yanımıza girdi ve:
"Onu sidreli su ile üç veya beş veya -gerek görürseniz- daha fazla
yıkayın. Sonuncu yıkamaya kâfûr koyun. Yıkama işini bitirdiğiniz mi bana haber
verin!" buyurdu. İşimiz bitince Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ı
çağırdık. Bize kendi izarını verdi ve: "Ona, önce bunu sarın!"
dedi."[520]
ـ3808 ـ2ـ
وفي أخرى:
]اغْسَلْنَهَا
وِتْراً
ثَثاً، أوْ
خَمْساً، أوْ
سَبْعاً، أوْ
أكْثَرَ مِنْ
ذلِكَ
وَبْدَأْنَ
بِمَيَامِنِهَا
وَمَواضِعِ
الْوُضُوءِ
مِنْهَا.
وَفِيهَا
قَالَتْ أُمُّ
عَطِيَّةَ:
إنَّهُنَّ
جَعَلْنَ
رَأسَ بِنْتِ
النَّبىِّ #
ثَثَةَ
قُرُونٍ،
نَقَضْنَهُ
ثُمَّ
غَسَلْنَهُ
ثُمَّ
جَعَلْنَهُ ثََثَةَ
قُرُونِ. قال
سُفْيَانُ:
نَاصِيتَهَا
وَقَرْنَيْهَا[.
2. (3808)- Bir diğer
rivayette: "Onu üç, beş, yedi ve daha fazla olmak üzere tek olarak
yıkayın. Sağ tarafından ve abdest uzuvlarından yıkamaya başlayın"
buyurdu" demiştir. Aynı rivayette Ümmü Atiyye radıyallahu anhâ:
"Yıkayan kadınlar, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kızının başına
üç örgü yaptılar. (Şöyle ki): Önce saçının örgülerini bozdular sonra yıkadılar,
en sonda tekrar üç örgü yaptılar."
Süfyan der ki: "Örgünün ikisi yanda biri alnında idi."[521]
ـ3809 ـ3ـ
وفي أخرى:
]فَضَفَرْنَا
شَعْرَهَا
ثَثَةَ
قُرُونٍ
وَألْقَيْنَاهَا
خَلْفَهَا[.
أخرجه الستة
وهذا لفظ
الشيخين .
3. (3809)- Bir diğer
rivayette: "Biz saçına üç örgü yaptık ve örgüleri arkasına koyduk"
denmiştir.[522]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayetlerde zikri geçen kimsenin ismi müphem olarak gelmiştir, "Resûlullah'ın
bir kızı" şeklinde. Ancak bazı rivayetlerde Ebu'l-Âs İbnu'r-Rebî'
radıyallahu anh'ın hanımı olan Zeyneb radıyallahu anhâ olarak tasrîh edilmiş
ise de bazı rivayetlerde Hz. Osman radıyallahu anh'ın zevcesi olan Ümmü Külsüm
radıyallahu anhâ olduğu belirtilmiştir. Ancak Müslim'in rivayetinde Zeyneb'in
ismi geçer, bunun Zeyneb olması daha çok kabul görmüştür. İbnu Hacer:
"...Ümmü Atiyye radıyallahu anhâ her ikisinin cenazesinde hazır bulunmuş
olabilir" diyerek rivayetleri cem etmenin mümkün olduğunu söyler. Bu
te'lifi makul kılan bir husus şudur: İbnu Abdilberr, bu hadislerin yegane
râvisi durumundaki Ümmü Atiyye'nin cenazeleri yıkamayı meslek edinmiş birisi
olduğunda cezmeder. Öyleyse her ikisinin de cenazesinde meslek icabı bulunmuş
olmaktadır.
2- Cenazenin en az üç kere yıkanacağı, tek kılmak şartıyla
beş, yedi şeklinde -duyulan ihtiyaca göre- daha fazla sayıda da yıkanabileceği
belirtilmiştir.
3- Cenazeyi yıkamada su tek başına kafi geldiği halde, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) sidre ile yıkanmasını, sonuncu defa da suya kâfûr
konmasını emretmiştir.
Sidre (cem'i sidr gelir), bir ağaç olup, kurutulup dövülen
yaprakları yıkanmalarda sabun gibi temizlik maddesi olarak kullanılır.
Kâfûr: Hindistan'da yetişen bir ağacın zamkından yapılan beyaz
renkli, kokulu bir maddedir. Cenazenin sonuncu defa bununla yıkanması, kokusu
sebebiyledir.
Kadı İyaz, sidrenin kullanılmasının, cenazedeki bazı pisliklerin
giderilmesi için birinci yıkamada kifayet edeceğini, müteakip yıkamalarda sidre
kullanılmasına gerek olmadığını kaydeder. Sidrenin ayrıca, cenazenin
bozulmasını geciktirme, şayet varsa bazı haşereleri izale etme gibi başka
faydalarına da dikkat çeker. İbnu'l-Hümam der ki: "Hadis cenazeyi yıkarken
temizlikte değil nezafette mübalağa etmenin matlub olduğunu ifade eder."
Ona göre sadece su, tek başına temizlik için yeterlidir. Suyun ısıtılması,
sidre ve kâfûr'un kullanılması gibi hususlar daha ziyade şer'an matlub olan
nezafet ve nezâhetin artırılmasına yöneliktir.
Bazı âlimler, cesedin önce saf su ile yıkanıp kaba pisliklerinin
giderilmesinin, sonra sidreli su ile yıkanıp temizliğin tamamlanmasının, en
sonunda da kâfûrlu su ile yıkayıp kokulanmasının uygun olacağını söylemiştir.
El-Hidâye'ye göre evla olanı ilk iki yıkamayı su ve sidre ile yapmaktır.
Şunu da belirtelim ki, bazı âlimler, hadisten her yıkamada sidreli
su kullanma gereğini anlamıştır.
4- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kendi izarını teberrüken
veriyor ve bunun Hz. Zeyneb'in cesedine ilk sarılan şey olmasını söylüyor.
Gerçi hadiste "bunu ona şiâr yapın" denmektedir. Şi'ar, Arapçada
bedene ilk giyilen şey ma'nâsına gelir. Dilimizde "iç gömlek"
tabiriyle karşılayabiliriz. Hadisteki: "Ona şiâr yapın" ifadesini,
"Ona önce bunu sarın" diye çevirdik. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın kendi izarını kefenin altına şiâr kılınmak üzere vermesi, kızı
Zeyneb'e bereket ulaşması gayesine matuf olmalıdır.
5- Hadiste Hz. Zeyneb radıyallahu anhâ'nın saçının üç örgü
halinde tanzim edilip arka tarafına salındığı belirtilmektedir. Kurtubî, bu
ameliyenin Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın emriyle mi, yoksa Ümmü
Atiyye'nin şahsen istihsan ederek mi yaptığının rivayetlerde tasrih
edilmediğini, iki halin de muhtemel olduğunu söyler. Netice olarak Ulema, bu
hususta ihtilaf etmiştir. Bazıları kadının saçlarının örülmesine karşı çıkmış,
diğer bazıları da sadedinde olduğumuz hadisi esas alarak örülmesi gereğine
hükmetmiştir. Evzâî ve Hanefîlere göre kadının saçının bir miktarı yüzüne, bir
miktarı da arkaya salınır. Nevevî, Ümmü Atiyye'nin muamelesine Resûlullah'ın
muttali bulunmuş ve takrir etmiş olması gereğine hükmeder. İbnu Hacer ise Saîd
İbnu Mansur'un bir rivayetini kaydederek, meselenin Resûlullah'ın emrine
dayandığını belirtir:
"Onu üç kere
yıkayın, saçını da örgüler halinde tanzim edin."[523]
ـ3810 ـ4ـ
وعن أم قيس
بنت محصن
رَضِيَ
اللّهُ عَنْها
قالت:
]تَوَفَّى
ابْنِى
فَجَزِعْتُ
عَلَيْهِ
فَقُلْتُ
لِلَّذِى
يُغَسِّلُهُ:
َ تُغسِّلِ
ابْنِى
بِالْمَاءِ
الْبَارِدِ
فَيَقْتُلُهُ،
فَانْطَلَقَ
عُكَّاشَةُ
ابنُ مِحْصَنِ
إلى رَسُولِ
اللّهِ #
فَأخْبَرَهُ
بِقَوْلِهَا.
فَتَبَسَّمَ
ثُمَّ قالَ:
مَا قَالَتْ،
طَالَ عُمْرُهَا؟
فََ نَعْلَمُ
امْرَأةً
عَمَّرَتْ مَا
عَمَّرَتْ[.
أخرجه
النسائي .
4. (3810)- Ümmü Kays Bintu
Mihsan radıyallahu anhâ anlatıyor: "Oğlum ölmüştü. Bu sebeble çok üzüldüm.
Onu yıkayan kimseye: "Oğlumu soğuk su ile yıkama, oğlumu
öldüreceksin!" dedim. Bunun üzerine Ukkâşe İbnu Mihsan radıyallahu anh
hemen Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a gidip benim söylediklerimi haber
verdi. Resûlullah tebessüm buyurup: "Böyle mi söylüyor! Onun ömrü
uzadı." Biz, onun gibi uzun yaşayan bir başka kadın bilmiyoruz"
dedi."[524]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayetin son kısmını, İbnu Hacer, el-İsâbe'de biraz
farkla kaydeder. Buna göre "Biz, onun gibi uzun yaşayan bir başka kadın
bilmiyoruz" cümlesi Hz. Peygamber'in sözü değildir, râvinin sözüdür.
Halbuki yukarıdaki rivayette bu cümle, sanki Hz. Peygamber'in "Böyle mi
söylüyor, onun ömrü uzadı" ifadesinin devamıdır ve hepsi Hz. Peygamber'in
sözüdür. Ama, İsâbe'de araya konan Kale (dedi ki) kelimesi ile, sözün devamı
râviye ait olmakta, böylece hadis hem daha net bir ma'nâ kazanmakta, hem de
Sindî'nin dediği gibi Resûlullah'ın bir mucizesi ortaya çıkmaktadır.
2- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Ukkâşe'ye dediği
"Böyle mi söylüyor...?" ifadesi taaccüp ifade eden bir istifhamdır.
Dolayısiyle soğuk su ile cenaze yıkanmasını yadırgamamış, normal karşılamış
olmaktadır. Ulema bunu cevaza hamletmiştir.[525]
ـ3811 ـ5ـ
وعن أبي
هُرَيْرَةَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رسولَ
اللّهِ # قالَ:
مَنْ غَسَّلَ
المَيِّتَ
فَلْيَغْتَسِلْ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي.وزاد:
]وَمَنْ
حَمَلَهُ
فَلْيَتَوَضَّأ[
.
5. (3811)- Hz. Ebu Hüreyre
radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Kim
ölü yıkarsa, yıkansın" buyurdular." Ebu Dâvud'un rivayetinde:
"Kim de cenaze taşırsa abdestlensin" ziyadesi mevcuttur.[526]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, cenaze yıkayan kimseye gusletmeyi, taşıyana da abdest
almayı emretmektedir. Hadis, muhtelif tariklerden de gelmiştir. Âlimler,
hadisin sıhhatini mazbut bulmadıkları için hükmüyle amel hususunda ihtilaf
etmişlerdir.
Hadisle ilgili olarak Tirmizî şu açıklamayı yapar: "Hadis
hasendir. Ebu Hüreyre radıyallahu anh'tan mevkuf (kendi sözü) olarak da rivayet
edilmiştir. Ölüyü yıkayan kimse hakkında Ulema ihtilaf etmiştir. Ashab ve daha
sonra gelenlerden bir kısım ilim ehli: "Ölü yıkayana gusletmesi
gerekir" demiştir, bazıları da, "Abdest gerekir" demiştir. İmam
Mâlik: "Ölü yıkayanın gusletmesini müstehab addederim, bunu vacib
görmüyorum" demiştir. Şâfiî'nin hükmü de böyledir. Ahmed İbnu Hanbel:
"Kim ölü yıkarsa ona gusletmesinin vacib olmayacağını ümid ediyorum.
Abdeste gelince, hakkında söylenebilecek şeyin en azıdır." İshak İbnu
Râhûye: "Abdest gereklidir" derken, Abdullah İbnu Mübarek de:
"Ölü yıkamaktan dolayı ne gusül, ne de abdest vardır" demiştir."
Bu görüşte olanlar, Beyhakî'nin İbnu Abbâs tarikinden kaydettiği
bir rivayete daha dayanırlar. Orada Resûlullah: "Ölülerinizi yıkama
sebebiyle size gusletmek gerekmez. Ölüleriniz, tâhir olarak ölür, necis
değillerdir. Ellerinizi yıkamak size kâfidir" buyurmaktadır. İbnu Hacer,
bu rivayetle Ebu Hüreyre rivayetinin arasını şöyle te'lif eder: "Ebu
Hüreyre hadisindeki emir vücub değil nedb ifade eder, veya gusül ile, İbnu
Abbas hadisinde tasrih edildiği üzere ellerin yıkanması kastedilmiştir."
3815 numarada kaydedilecek bir Muvatta rivayetine göre, Hz. Ebu
Bekr radıyallahu anh vefat edince, hanımı Esma Bintu Umeys onu yıkar ve işi
bitince etrafındaki muhacirlere sorar: "Bugün çok soğuk bir gün, ben
oruçluyum da. Bana gusletmem gerekir mi?" Orada bulunanlar: "Hayır!"
derler.
Şu halde, bu şekilde cenaze yıkayan kimseye gusül emrinin vücub
değil, istihbab ifade ettiğine delâlet eden rivayetler mevcuttur. Öte yandan
Abdullah İbnu Mübarek gibi, bazı büyükler de bunun müstehab bile olmayacağına
kâil olmuşlardır.
Sadedinde olduğumuz hadisin mensuh olduğunu söyleyenler de
çıkmıştır. Bazı âlimler nesh iddiasını reddederler. "Zanla nesh sübut
bulmaz" derler ve hadisin ihticaca elverişli sıhhatte olmadığını
söylerler.
Bu mevzuyu İbnu Ömer'den kaydedilen bir rivayet de aydınlatır:
"Biz ölüyü yıkardık. (İşi bitince) bazılarımız yıkanırdı, bazılarımız
yıkanmazdı."
Hattâbî der ki: "Ölü yıkamaktan gusül yapmanın veya
taşımaktan dolayı da abdest almanın vacib olduğuna hükmeden tek fakih
bilmiyorum. Bu meseledeki emir, istihbab için beyan edilmişe benziyor. Şu da
mümkündür: Yıkayan kimseye yıkantı suyundan sıçramalar olmuştur, ölünün
bedeninde yeri bilinmeyen bazı necaset bulaşığı vardır, böylece yıkayan kimseye
pis su isabet eder, bu sebeple tam olarak arınmak için tepeden tırnağa bir
gusülde bulunmak muvafık olur."
Hattâbî, taşıyanın abdest almasıyla ilgili emrin de şöyle bir
açıklamaya dahi tabi tutulduğunu kaydeder: "Taşıyan abdestli olmalıdır, ta
ki cenaze namazına katılabilsin."[527]
ـ3812 ـ6ـ
وعن ناجية بن
كعب: ]أنَّ
عَلِيّاً
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
لَمَّا مَاتَ
أبُو طَالِبٍ
أتَيْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
فَقُلْتُ:
إنَّ عَمَّكَ
الشَّيْخَ
الضَّالَّ
قَدْ مَاتَ
فقَالَ:
اذْهَبْ
فَوَارِ
أبَاكَ،
ثُمَّ َ تُحْدِثَنَّ
شَيْئاً
حَتّى
تَأتِيَنِى
فَوَارَيْتُهُ
فَأتَيْتُهُ
فَأمَرَنِى
فَاغْتَسَلْتُ
فَدَعَا لِى[.
أخرجه أبو
داود
والنسائي.»المُواراةُ«:
الستر، وأراد
به الدفن.
6. (3812)- Nâciye İbnu Ka'b
anlatıyor: "Hz. Ali radıyallahu anh dedi ki: "Ebu Tâlib ölünce
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelip: "Dalâlette olan ihtiyar amcan
öldü" dedim. Bana: "Git babanı göm! Sonra, bana gelinceye kadar hiçbir şey
yapma!" buyurdular. Ben de gidip gömdüm ve Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a gelip haber verdim. Bunun üzerine bana yıkanmamı emir buyurdular ve
yıkandım... Sonra bana dua ediverdi [ancak duayı ezberleyemedim]."[528]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet, Hz. Ali radıyallahu anh'ın babası ve Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın da amcası olan Ebu Tâlib'in defniyle ilgilidir.
Rivayet müşrik olarak öldüğünü tasrih eder ve yıkanmaksızın ve üzerine namaz
kılınmaksızın defnedildiğini belirtir.
2- Rivâyet, Resûlullah'ın Hz. Ali'ye, definden sonra yıkanmayı
emrettiğini ifade etmektedir. "Yıkanma işinin kâfir cenazesinin defniyle
alakalı bir emir olabileceği ihtimaline temas edilmiştir." Değilse, önceki
hadiste belirttiğimiz üzere müslüman cenazeye yapılan muamelelerden herhangi
birisi sebebiyle kesin bir yıkanma emri vârid olmamıştır.
3- Hadisin sonunda köşeli parantez içerisinde kaydettiğimiz
ziyade Nesâî'nin rivayetinde mevcuttur.[529]
ـ3813 ـ7ـ
وعن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْها
قالت: ]كَانَ
رسُولُ
اللّهِ #
يَغْتَسِلُ
مِنْ
أرْبَعَةٍ:
مِنَ
الْجَنَابَةِ،
وَلِلْجُمُعَةِ،
وَمِنَ
الْحِجَامَةِ،
وَمِنْ
غُسْلِ
المَيِّتِ[.
أخرجه أبو
داود .
7. (3813)- Hz. Âişe
radıyallahu anhâ anlatıyor: "Resûlullah, dört şeyden dolayı guslederlerdi:
"Cenâbet, cuma, hacâmat, ölü yıkamak."[530]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, hükümleri farklı olan dört ayrı yıkanmayı, aynı hükmü,
aynı vasfı taşıyor intibaını verecek şekilde beraber zikretmiş durumdadır:
* Cenabetten yıkanmak farzdır.
* Cuma güslü'nü Resûlullah'ın yaptığını, istihbab olarak emir
buyurduğunu daha önc belirttik.
* Hacâmat(kan aldırma)tan sonraki gusül temizlik içindir. Hacâmat
olan kimsenin üzerine kan sıçramaları olabilir, bundan emin olunamaz. Bu
sebeple vacib olmaksızın nezafet maksadıyla istihbab olarak yıkanmak
söylenmiş olabilir.
* Ölü yıkama sebebiyle de yıkanmanın vacib olmayacağı hususunda
Ulemanın ittifakını yukarıda kaydettik.
Bu hadisin zayıf olduğuna da dikkat çekilmiştir.[531]
ـ3814 ـ8ـ
وعن نافع:
]أنَّ ابْنَ
عُمَرَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما: حَنَّطَ
ابْناً
لِسَعِيدِ
بَنِ زَيْدٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه
وَحَمَلَهُ.
ثُمَّ دَخَلَ
المَسْجِدَ
وَصَلّى
وَلَمْ
يَتَوَضّأ[.
أخرجه البخاري
في ترجمة
ومالك .
8. (3814)- Nâfi anlatıyor:
"İbnu Ömer radıyallahu anhümâ, Saîd İbnu Zeyd'in bir oğlunu mübaşereten
tahnît yaptı ve (kabre) taşıdı. Sonra mescide girip, abdest almaksızın namaz
kıldı."[532]
AÇIKLAMA:
1- Ölüyü tahnît etmek. Ölüyü kokulamak maksadıyla hanût (veya
hınat) tatbik etmek. Hanût: "Ölünün kefen ve bedenine konulan kokulu
maddedir. Resûlullah'a hangi Tanûtu daha çok seversiniz? diye sormuşlar da,
"Kâfûr!" diye cevap vermiş. Bir başka rivayette Semud kavminin,
haklarında azabın geleceğine kanaatleri hâsıl olunca, hemen Cife'ye dönüp pis
kokmamak için kefenlenip sabır otuyla tahnitlendikleri belirtilir.
Şu halde hanût, ölüyü kokulamak ve hatta cesedin bozulmasını
geciktirmek için ölüye tatbik edilen her çeşit koku maddesine denmiştir.
2- Mübaşereten demek, eli ölünün cesedine değerek demektir.
İbnu Ömer tahnît işini, koku maddesini eliyle cesede sürerek yapmış olmalı.
Âlimler, müslümanın ölümle necis olmayıp bilakis cesedinin temiz kaldığı
hususundaki kabullerine, bu hadisi de delil kılarlar. "Şayet ceset temiz
olmasaydı, İbnu Ömer elini değmekten sakınırdı veya değdikten sonra
yıkardı" demişlerdir. Bu kanaatte olan âlimlere göre, "Ölüyü
yıkamaktan maksad temizlik değil, teabbüddür, yani yıkama emrini yerine
getirmek suretiyle kulluk yapmak, ibadet ifa etmektir. Eğer ölünün cesedi necis
olsaydı ne su, ne sidre ile ne de tek başına su ile yıkamakla temizlenmiş olmazdı."
Şu halde bu rivayet 3811 numarada geçen hadisin zayıf olduğunu,
hükmüyle amel edilmeyeceğini ifade eder. Zira Buhârî ve Muvatta'da yer
almakla senet yönünden üstünlüğü açıktır.[533]
ـ3815 ـ9ـ
وعن عبداللّه
بن أبي بكر بن
محمد بن عمرو بن
حزم: ]إنَّ
أسْمَاءَ
بِنْتَ
عُمَيْسٍ
امْرأةَ أبِى
بَكْرٍ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما:
غَسَّلَتْ
أبَا بَكْرٍ
حِينَ
تُوُفِّىَ.
ثُمَّ
خَرَجَتْ
فَسَألَتْ
مَنْ
حَضَرَهَا
مِنَ
المُهَاجِرِينَ،
فقَالَتْ:
إنِّى
صَائِمَةٌ،
وَإنَّ هذَا
يَوْمٌ
شَدِيدُ
الْبَرْدِ
فَهَلْ عَليّ
مِنْ غُسْلِ؟
فَقَالُوا: َ[.
أخرجه مالك .
9. (3815)- Abdullah İbnu Ebî
Bekr İbni Muhammed İbni Amr İbni Hazm anlatıyor: "Hz. Ebu Bekr'in hanımı
Esmâ Bintu Umeys radıyallahu anhümâ vefat ettiği zaman Hz. Ebu Bekr'i yıkadı.
Sonra (dışarı) çıkıp, cenazenin yanında hazır bulunan muhacirlere: "Ben
oruçluyum. Şu gün de, çok soğuk bir gün. Bana gusül gerekir mi?" diye
sordu. Hepsi birden, "Hayır!" dediler."[534]
AÇIKLAMA için 3811 numaralı hadise bakılsın.
ـ3816 ـ1ـ عن
قيس بن عاصم
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]أتَيْتُ
رَسُولَ
اللّهِ # أُرِيدُ
ا“سَْمَ.
فَأمَرَنى أن
أغَتَسِلَ
بِمَاءٍ
وَسِدْرٍ[.
أخرجه أصحاب
السنن.وفي
رواية الترمذي
والنسائي:
]أنَّهُ
أسْلَمَ
فَأمَرَهُ[ .
1. (3816)- Kays İbnu Âsım
radıyallahu anh anlatıyor: "Müslüman olmak arzusuyla Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a gelmiştim. Bana su ve sidre ile yıkanmamı emir
buyurdu."[535]
Tirmizî ve Nesâî'nin bir rivayetinde: "(Kays) müslüman oldu,
(Resûlullah) ona yıkanmayı emretti" denmiştir.[536]
ـ3817 ـ2ـ
وعن عُثيم بن
كثير بن كليب
عن أبيه عن
جده: ]أنَّهُ
جَاءَ رسولُ
اللّهِ #
فقَالَ: قَدْ
أسْلَمْتُ
فقَالَ لَهُ
رسولُ اللّهِ
#: ألْقِ عَنْكَ
شَعَرَ
الْكُفْرِ.
يَقُولُ:
إحْلِقْ قالَ:
فَأخْبَرَنِى
آخَرُ أنَّ
النّبىَّ #
قالَ خَرَ
مَعَهُ: ألْقِ
عَنْكَ
شَعَرَ
الْكُفْرِ
وَاخْتَتِنْ[.
أخرجه أبو
داود .
2. (3817)- Useym İbnu Kesîr
İbni Küleyb an ebîhi an ceddihî'nin anlattığına göre (ceddi Küleb), Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a gelerek: "Müslüman oldum!" der. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm): "Üstünden küfür saçını at!" der ve traş olmasını
söyler, Useym'in babası dedi ki: "Bana bir başka (sahabî)nin bildirdiğine
göre Aleyhissalâtu vesselâm, beraberinde olan bir diğerine de: "Üzerindeki
küfür tüyünü at ve sünnet ol!" buyurmuştu."[537]
AÇIKLAMA:
Bazı âlimler bu hadislerden hareketle yeni müslüman olan bir
kimseye yıkanmayı emretmek gerektiğini, bu nebevî emrin vücub ifade ettiğini
söylemiştir. Ancak, Hattâbî: "Ulemanın çoğuna göre, bu yıkanmanın vacib
olmayıp müstehab" olduğunu söylediğini belirtir. İmam Şâfiî merhum:
"Kafir müslüman olunca, bir de yıkanması hoşuma gider, şayet yıkanmasa
cünüb sayılmaz, abdest alıp namaz kılması ona kafidir" demiştir.
Ahmed İbnu Hanbel ve Ebu Sevr, hadisin zâhirinden hareketle bir
kafir müslüman olduğu vakit öncelikle yıkanmasının vacib olduğunu belirtirler.
"Çünkü derler, kafirlik günlerinde, cima, ihtilam gibi yıkanmayı
gerektiren hallerden uzak değildir. Ancak yıkanmaz, yıkansa bile ondan (bu
yıkanma) sahih ve muteber olamaz. Zira cenâbetten yıkanmak, dinin farzlarından
bir farzdır. Bu da, namaz ve zekat gibi, ancak imandan sonra makbuldür. O ise
bu guslü, henüz imana girmezden önce yapmıştır."
İmam Mâlik de müslüman olunca kafirin yıkanması gerektiği
görüşünde idi.
Şirkten henüz çıkmamış iken abdest alıp sonra müslüman olan
müşrikin durumunda ihtilaf edilmiştir. Ashab-ı Re'y'den bazıları:
"Müşrikken aldığı abdestle namaz kılabilir, ancak müşrikken teyemmüm etmiş
idiyse, müslüman olunca bu teyemmümle namaz kılması caiz olmaz, su bulamazsa
müslüman olunca yeniden teyemmüm yapar. Bunlara göre, aradaki fark şundan ileri
gelir: Teyemmümde niyet esastır. Müşrik'in ibadet niyeti ise sahih olmaz.
Halbuki su ile temizlik niyeti mütevakkıf değildir. Öyle ise müşrikken temizlik
yapmış ise, bu tıpkı müslüman kimsenin temizliği gibi sahihtir.
İmam Şâfiî: "Bir kimse müşrikken abdest alsa veya teyemmüm
yapsa sonra müslüman olsa, namaz için abdesti yenilemesi gerekir, teyemmüm de
böyledir, aralarında fark yoktur." Ancak, müşrik cünüblükten yıkanıp
müslüman olsa, bunun durumu hakkında Şâfiî'nin ashabı ihtilaf etmiştir.
Bazıları, "yeniden gusül yapması vacibtir, tıpkı abdestte olduğu
gibi" demiştir. Bu daha muvafık, daha doğru gözükmektedir. Bir kısmı da
"İkisi arasında fark görüp her halukârda abdesti tazelemesi gerekir, ancak
guslü yenilemesi gerekmez" demiştir. Hepsi şunu demekte ittifak eder:
"Müslüman olur ve kendisine kafirken cünüblük isabet etmediğini yakinen
bilirse, ona gusül gerekmez."
"Müslüman olunca, kafire yıkanması vacibtir" diyenlerin
kavli, hadisin zahirine uygundur. Çünkü emrin hakikatı, aksine bir hüküm ifade
ettiğini gösteren karîne olmadığı müddetçe, vücub ifade eder.
2-İkinci hadiste saç kesilmesi mevzubahistir. Âlimler, her
müslüman olan kimseye yıkanma gereği gibi bir de saçını traş etme diye bir
vecibe yüklenmediğini, sadedinde olduğumuz hadiste geçen "küfür
saçı"ndan muradın, küffâra alamet olan bir saç olacağını belirtmişlerdir.
Nitekim hadiste "saçını da kes" denmemiş, "küfür saçını
kes" denmiştir. Saçın küfre nisbet edilmiş olması Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın muhatabında küfre alamet olan hususî bir saçın varlığını
ifade eder. Nitekim kâfirler, her beldede kendilerine has saç şekli tesbit
etmişler, moda ortaya koymuşlardır. Mısır'da, Hindistan'da, saçın hiç
kesilmeyen kısımları vardır. Zaman zaman traş olsalar bile, o hususi kısma
dokunmazlar. Bu bir nevi onların dinlerinin, inançlarının bir gereğidir,
milliyet sembolüdür. Şu halde böylesi bir kısım saç İslam'la küfür arasında bir
alâmet-i farika olmaktadır. Şu halde, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
Üseym'in ceddine ve yanındakilere, böylesi bir alamet saçın kesilmesini
emretmiş olmalıdır.
3- Hadis son kısmında "sünnet ol!" emri de yer
almaktadır. Bazı âlimler buna dayanarak, müslüman olan kafirlerin bir de sünnet
olmalarını vacib olduğu hükmünü çıkarmışlardır. Ancak hadisin, zaaf sebebiyle,
vücub tesbit edecek güçte olmadığını belirtmiştir.[538]
ـ3818 ـ1ـ عن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها: ]أنَّ
رسولَ اللّهِ
#: نَهَى
الرِّجَالَ
وَالنِّسَاءَ
عِنْ دُخُولِ
الْحمَّامِ:
قَالَتْ
ثُمَّ رَخّصَ
لِلرِّجَالِ
أنْ
يَدْخُلُوهُ
فِى الْمَآزِرِ[
.
1. (3818)- Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm kadınları
da erkekleri de hamama girmekten nehyetmişti. Sonradan, izarlarına sarınmış
olarak erkeklerin girmesine izin verdi."[539]
ـ3819 ـ2ـ
وفي رواية
]أنّ
عَائِشَةَ
دَخَلَ
عَلَيْهَا
نِسْوَةٌ
مِنْ نِسَاءِ
أهْلِ الشَّامِ
فقَالَتْ:
لَعَلَّكُنَّ
مِنَ الكُورَةِ
الَّتِى
يَدْخُلْنَ
نِساؤُهَا
الْحَمَّامَاتِ؟
قُلْنَ:
نَعَمْ.
قَالَتْ: أمَا
اِنِّى
سَمِعْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَقُولُ: مَامِنْ
امْرَأةِ
تَخْلَعُ
ثِيَابَهَا
في غَيْرِ
بَيْتِهَا
إَّ هَتَكَتْ
مَا
بَيْنَهَا
وبَيْنَ اللّهِ
مِنْ
حِجَابٍ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي.»اَلْكُورَةِ«:
اِسْمٌ
يَقَعُ عَلى
جِهَةٍ مِنَ
ا‘رْضِ
مُخْصُوصَةً
كَالشَّامِ
وَالعِراقِ
وَفَلسْطِينَ
وَنَحْوَ
ذلِكَ .
2. (3819)- Bir başka
rivayette şöyle denmiştir: "Hz. Âişe radıyallahu anhâ'nın yanına, Şamlı
kadınlardan bir grup girmişti. Hz. Âişe: "Sizler herhalde, hanımları
hamamlara giren bölgedensiniz!" dedi. Kadınlar: "Evet!" diye
cevap verdiler. Hz. Âişe: "Ama ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın:
"Elbisesini evinden hariç bir yerde çıkaran her kadın, mutlaka Allah'la
kendi arasındaki perdeyi yırtmış olur" dediğini işittim" buyurdu.[540]
ـ3820 ـ3ـ
وعن ابن عمرو
بن العاص
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما:
]أنَّ رَسُولَ
اللّهِ # قالَ:
سَتُفْتَحُ
لَكُمْ أرْضُ
الْعَجَمِ،
وَسَتَجِدُونَ
فِيهَا
بُيُوتاً
يُقَالُ
لَهَا الْحَمَّامَاتُ
فََ
يَدْخُلَنّهَا
الرِّجَالُ
إَّ
بِا‘ُزُرِ،
وَامْنَعُوا
مِنْهَا النِّسَاءَ
إَّ
مَرِيضَةً
أوْ
نُفَسَاءَ[.
أخرجه أبو
داود .
3. (3820)- Abdullah İbnu
Amr İbni'l-Âs radıyallahu anhümâ anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Size Acem diyarının fethi müyesser olacak.
Oralarda hammam denen evlere rastlayacaksınız. Sakın ola erkekler onlara
izarsız girmesinler. Nifas veya hastalık hali dışında kadınların oralara
girmesine izin vermeyin."[541]
ـ3821 ـ4ـ
وعن جابر
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رسولَ
اللّهِ # قال:
]مَنْ كَانَ
يُؤمِنُ
بِاللّهِ
وَالْيَوْمِ
اŒخَرِ فََ
يَدْخُلِ
الْحَمَّامَ
بَغَيْرِ
إزَارٍ،
وَمَنْ كَانَ
يُؤمِنُ
بِاللّهِ
وَالْيَوْمِ
اŒخِرِ فََ
يُدْخِلْ
حَلِيلَتَهُ
الْحَمَّامَ
مِنْ غَيْرِ
عُذْرٍ،
وَمَنْ كَانَ
يُؤمِنُ
بِاللّهِ وَالْيَوْمِ
اŒخَرِ فََ
يَجْلِسْ
عَلى مَائِدَةٍ
يُدَارُ
عَلَيْهَا
الخَمْرُ[.
أخرجه الترمذي
والنسائي .
4. (3821)- Hz. Câbir
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Allah ve ahiret gününe inanan kimse izarsız hammâma
girmesin. Kim Allah'a ve ahirete inanıyorsa, bir özrü olmadan hanımını hammâma
sokmasın. Kim Allah'a ahirete, inanıyorsa üzerinde içki bulunan sofraya
oturmasın."[542]
AÇIKLAMA:
1- Bu dört rivayet "hammâm" üzerine. Bu rivayetlerde
hamamların Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrinde Araplarca pek
bilinmediğini, Acemler (gayr-ı Araplar) tarafından bilindiğini görmekteyiz.
Buralara gitmek, önceleri erkek ve kadın bütün müslümanlara yasaklanmış olduğu
halde, sonradan bazı kayıtlarla erkeklere serbest kılınmıştır. İzarlarına
sarınmış olarak girmek... İzar, belden aşağıyı örten giyecek olduğuna göre, avret
yerlerini açarak hamamlara gitmek yasaklanmış olmaktadır. Allah'a ve ahirete
inanan her müslüman avret yerlerini hamamlarda bile açmamalıdır. Şu halde
hadisler, avret yerlerini açarak hamama gitmeyi kesin bir dille haram
kılmaktadır.
2- Kadınların hamama gitmesi meselesine gelince, bazı hadisler
mutlak olarak tahrim ederken (1, 2 ve 4. hadisler), bir hadiste de (3. hadis)
tedaviye yönelik bir özre binaen kadınların da hamama gitmesine ruhsat tanıyor.
Şu halde izarlı ve tesettürlü de olsa, kadınların hamama gitmeleri zaruret
olmadıkça haram edilmiş olmaktadır.
Gazalî'nin kaydına göre, Ashab, Şam'da hamamlara gidince, bir kısmı:"Şu
hammam denen evler ne iyi yerdir, orada bedeni kirden temizliyoruz"
demişlerdir. Bir kısmı da: "Şu hammam denen evler ne kötü yerdir, avretler
açılıyor, haya gidiyor" demiştir. Gazali: "Afetinden kaçınıldığı
takdirde, (temizlik, tedavi gibi bir) faide düşünerek gitmede bir beis
yoktur" der.
Bazı şârihler kadınlar hakkında yasaklanmasını şöyle izah
etmiştir. "Çünkü onların bedenlerinin her tarafı avrettir, örtülmesi
farzdır, hiçbir yerlerinin zaruret olmadıkça açılması caiz değildir. Hastadır,
tedavi için girer veya nifastan çıkmıştır, temizlenmek için girer. Veya
cünübtür, hava soğuktur, su ısıtma imkanı yoktur ve soğuk su kullanması halinde
zarar göreceğinden korkulmaktadır. Bu gibi zaruretler karşısında kadınların
avretlerini örtmeleri kaydıyla girmelerine izin verilmiştir."
Görüldüğü üzere hamamlar, kadınlar hakkında da mutlak olarak haram
kılınmamıştır.[543]
(Bu babta iki fasıl var)
*
BİRİNCİ FASIL
HAYIZLILARLA İLGİLİ AHKÂM
*
Hayz, kelime olarak akmak demektir. Örfte kadınların belli
yerlerinden muayyen vakitlerde kanlarının akmasıdır. Dilimizde ay hali veya
aybaşı hali veya âdet hali de denir. Hayız gören kadına Arapça olarak hâiz
denilir. Aslında hâiz, ism-i fail ve müzekkerdir. Ancak bu hal kadınlara mahsus
olduğu için haize denmeksizin, hâiz'le kadın kastedilir. Kur'an'da mahîz
kelimesi hayz ma'nâsında kullanılmıştır. Bu halle ilgili olarak âyette şöyle
buyurulur: "(Ey Muhammed!) Sana kadınların aybaşı hali (mahîz) hakkında da
sorarlar. De ki: "O bir ezadır. Aybaşı halinde iken kadınlardan uzak
kalın, temizlenmelerine kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri zaman
Allah'ın size buyurduğu yoldan yaklaşın." Allah şüphesiz daime tevbe
edenleri sever, temizlenenleri de sever" (Bakara 222).
Hayız hali, kadınlarda büluğ yaşı ile başlar ve yeis hali denen
hamilelikten ümid kesilme devresine kadar devam eder.
Hayız (veya âdet) hali, kadınlarda en az dokuz yaşında görülmeye
başlar. İstisnâî durumlarda da olsa altı yaşında da adet halinin olabileceği
kabul edilmiştir. Bu hal normal olarak elli veya ellibeş yaşına kadar devam
eder. Daha evvel âdet halinin kesildiği de olur. Âdet halinin kesilmesine iyâs
denir. Bu maksadla iyâs yaşı veya sinn-i iyâs tabirleri kullanılır. Bu yaşa
ulaşan kadına da âyise denir.
Âdet müddeti, mezheplere göre farklı olabilir. Şâfiîlere göre bu
müddetin en az sınırı bir gün bir gece, en çoğu on beş gündür. Mâlikîlere göre
ise, en azı, kanı görecek kadar zamandır. Bir saat bile olabilir. Âdet müddeti
Hanefîlere göre en az üç gün üç gece yani yetmişiki saat, en fazla on gün on
gecedir, yani ikiyüzkırk saattir. Bu iki müddet arasında görülecek kanlar âdet
kanı sayılır. Bu müddet esnasında kanın devamı şart değildir, zaman zaman
kesilebilir. Sözgelimi bir kadın üç gün kan görüp sonra iki gün kesilse, sonra
tekrar üç gün görse, bu sekiz günlük müddet onun âdet süresini teşkil eder.
Kadının takarrur eden müddetinden fazla kan gelecek olursa o kan âdet kanı
sayılmaz. Mesela bir kadının mutad kan görme müddeti yedi olarak takarrur etti ise,
sekizinci ve dokuzuncu... günlerde göreceği kan istihâze kanıdır, bir özre
bağlı olarak gelmektedir.
Bazı kadınlarda âdet günleri sabit değildir, devamlı değişir.
Bunlar bir ay beş, bir başka ay altı veya daha fazla günlerde kanama
görebilirler. Bu durumlarda ihtiyatla hareket edip, böyle bir kadın altıncı gün
yıkanır, namazını kılar, çünkü bunun istihâze kanı olma ihtimali var. Müddet
uzaması -veya kısalması- üst üste iki ay devam edince müddetin değiştiğine hükmedilir.
Mutaddan fazla olan kanama on güne çıksa bunun âdet olması melhuzdur, on günü
taşarsa âdet sayılmaz. Mesela mutadı yedi gün olan bir kadının kanaması on gün
devam etse bu hayz sayılır, onbir gün devam etse, yediden fazlası istihâze kanı
sayılır. Böyle değerlendirmenin sebebi, hayz halinin on günden fazla
olmayacağının kabul edilmesinden ileri gelir.
Hayız halinde namaz, oruç gibi ibadetler terkedilir, zevciyat
muamelesi yapılamaz, Kur'an okunamaz, Mushaf'a el sürülemez, camiye girilemez,
Kabe tavaf edilemez.
Görüldüğü üzere, hayz hali ile ilgili bilinmesi gereken bir kısım
ahkam vardır. Her müslüman erkek kadının bunları bilmesi gerekir. Teferruat
için mutlaka ilmihal kitaplarına müracaat edilmelidir.[544]
ـ3822 ـ1ـ عن
أنس رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ الْيَهُودَ
كَانُوا إذَا
حَاضَتِ
الْمَرْأةُ
فِيهِمْ لَمْ
يُؤَاكِلُوهَا
وَلَمْ
يُجَامِعُوهَا
فِي
الْبُيُوتِ
فَسَألَ
أصْحَابُ النَّبىِّ
# فأنْزَلَ
اللّهُ
تَعالى:
وَيَسْألُونَكَ
عَن
المَحِيضِ
قُلْ هُوَ
أذىً فَاعْتَزِلُوا
النِّسَاءَ
في
الْمَحِيضِ إلى
آخر اŒية.
فقالَ: رسولُ
اللّهِ #:
اصْنَعُوا كُلَّ
شَىْءٍ إَّ
النِّكَاحَ.
فَبَلَغَ ذلِكَ
الْيَهُودَ.
فقَالُوا: مَا
يُرِيدُ هذَا
الرَّجُلُ
أنْ يَدَعَ
مِنْ
أمْرِنَا
شَيْئاً إَّ
خَالَفَنَا
فِيهِ
فَجَاءَ
أُسَيْدُ بنُ
حُضَيْرٍ
وَعَبَّادُ
بنُ بِشْرٍ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهما.
فَقَاَ يَا
رَسُولَ
اللّهِ: إنَّ الْيَهُودَ
تَقُولُ
كَذَا كَذَا،
أفََ نُجَامِعُهُنَّ؟
فَتَغَيَّر
وَجْهُ رسولِ
اللّهِ #
حَتّى ظَنّا
أنَّهُ قَدْ
وَجَدَ عَلَيْهِما
فَخَرجَا
فَاسْتَقْبَلَتْهُمَا
هَدِيَّةٌ
مِنْ لَبَنٍ
إلى رسول
اللّهِ #
فَأرْسَلَ
فِي آثارِهِمَا
فَسَقَاهُمَا
فَعَرَفَا
أنَّهُ لَمْ
يَجِدْ
عَلَيْهِمَا[.
أخرجه الخمسة
إ البخاري،
وهذا لفظ
مسلم.»وَجَدَ
عَلَيْهِ«:
يجد موجدة إذا
غضب .
1. (3822)- Hz. Enes
(radıyallau anh) anlatıyor: "Yahudilerin şöyle bir âdeti vardı: İçlerinde
bir kadın âdet görmeye başlayınca, onunla beraber yiyip içmezler, evlerde
beraber oturup kalkmazlardı. Bu durumu Ashab (radıyallahu anhüm) Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a sordular. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk şu âyeti inzal
buyurdu. (Meâlen): "(Ey Muhammed!) Sana kadınların aybaşı halinden
sorarlar. De ki: "O bir ezadır. Aybaşı halinde iken kadınlardan uzak kalın.
Temizlenmelerine kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri zaman Allah'ın size
buyurduğu yoldan yaklaşın..." (Bakara 222) âyeti üzerine Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm): "Kadınlarınızla nikah (zevciyat muamelesi)
dışında her şeyi yapın!" buyurdu. Bu ruhsat yahudilere ulaşınca: "Bu
adam ne yapmak istiyor? Bize muhalefet etmediği bir şey bırakmadı!"
dediler. (Bu sözü işiten) Üseyd İbnu Hudayr ve Abbad İbnu Bişr (radıyallahu
anhümâ) gelerek: "Ey Allah'ın Resûlü! yahudiler şöyle şöyle
söylüyorlar" diye haber verdiler. "Biz kadınlarla beraber oturup
kalkmıyacak mıyız?" dediler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın rengi
öylesine değişti ki, biz onlara kızdığını zannettik. Onlar da hemen çıkıp
gittiler. Derken onlar yolda Resûlullah'a gönderilen hediye sütle
karşılaştılar. Resûlullah o sütü hemen bunların peşisıra içmeleri için
gönderdi. Böylece anladılar ki, Aleyhissalâtu vesselâm kendilerine
gücenmemiştir."[545]
AÇIKLAMA:
1- Şârihler, Ashab'ın sualinin âyetin nüzulünden önceye aid
olduğunu, bunu "önceki şeriatler bizim de şeriatimizdir" inancına
binaen sormuş olabileceklerini belirtir.
Nevevî, âyette geçen birinci mahîz'den muradın kan olduğunu
belirtir. İkincisi ihtilaflıdır. Umumiyetle hayız olduğu kabul edilmiştir. Ferc
olduğunu, hayız zamanı olduğunu söyleyen âlim de vardır.
Useyd ile Abbâd (radıyallahu anhümâ)'nın, "Hayızlı kadınlarla
beraber oturup kalkmıyalım mı?" sözüyle neyi kastettiklerinde âlimler
ihtilaf etmiştir. Bazıları, "maksad, kadınlarla bir arada yaşamak, beraber
yiyip içmek" derken, bazıları da "münasebet-i cinsiyedir"
demiştir. Muhtemelen bunlar, yahudilere muhalefeti bu meselede de sürdürüp
kadınlarla cinsî münâsebeti devam ettirme ruhsatı almak istemişler, ancak bu
arzuları şeriat-ı İslamiye'ye muhalif olduğu için Resulullah aleyhissalâtu
vesselam'ın canı sıkılmış ve öfkesinden rengi değişmiştir.
Yine de Aleyhissalâtu vesselâm, Ensar'ın yüce şahsiyetinin
gönüllerini hoş etmeyi ihmal etmemiş, peşlerine gönderdiği sütle, haklarındaki
iltifat-ı nebevîyenin devam etmekte olduğunu ihsas buyurmuştur.[546]
ـ3823 ـ2ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رسولَ
اللّهِ # قالَ:
مَنْ أتَى
حَائِضاً فِي
فَرْجِهَا،
أوِ امْرأةً
فِي
دُبُرِهَا،
أوْ كَاهِناً
فَقَدْ
بَرِئَ
مِمَّا
أُنْزِلَ
عَلى
مُحَمّدٍ #[.
أخرجه
الترمذي .
2. (3823)- Hz. Ebu Hüreyre
radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki: "Kim hayızlının fercine veya bir kadının dübürüne (arka uzvuna) temas
ederse veya kahîne uğrarsa Muhammed'e ihdirilenden teberrî etmiş (yüz çevirmiş)
olur."[547]
AÇIKLAMA:
1-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) efendimiz, bu hadislerinde, dîn-i mübîn-i
İslam'ın yasakladığı üç ameli şiddetli bir üslubla reddetmektedir:
* Hayızlı
kadınla münasebet-i cinsiyye.
* Kadınlara
arka uzuvdan temas.
* Gaybî
umuru öğrenmek veya bir işe karar vermede yardımını te' min gibi bir maksadla
kahine müracaat etmek.
Bu ameller, hadiste, İslam'dan yüz çevirmek olarak
tavsif ediliyor.
Tirmizî: "Bu hadisin ma'nâsı tağliz (yani yasakta
şiddetli bir üsluba yer vermek)'dir" dedikten sonra: "Nitekim
Resulullah'tan şu hadis rivayet edilmiştir: "Kim hayızlı kadına temas
ederse bir dinar tasadduk etsin" der."
Sadedinde olduğumuz hadisten maksadın tekfir değil,
tağlîz olduğunu belirtme sadedinde Tirmizî der ki: "Hayızlı kadına temas
küfrü gerektiren bir amel olsaydı, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu
günah için kefarette bulunmayı emretmezdi."
2- Kadınlara
arka uzvundan teması dinimiz şiddetle yasaklar. Bu davranış, münasebet-i
cinsiye âdâbını tesbit eden âyete de aykırıdır:
"Kadınlarınız
sizin tarlanızdır, tarlanıza istediğiniz gibi gelin, (çocuk yaparak) istikbal
için hazırlıklı olun, Alah'tan sakının (kadına bu âdâba uymayan temasta
bulunmayın)" (Bakara 223).
Resûlullah bir hadislerinde: "Hanımına arka uzvundan temas
edenin yüzüne Allah bakmaz" der. Böyleleri bazı hadislerde
"...mel'un" olarak tavsif edilmiştir.
3- Kâhin meselesi daha önce çok geniş şekilde geçmiş olmakla
birlikte, burada kısaca şu açıklamayı Cezerî'den kaydediyoruz: "Kâhin,
gelecek zamanda olacak hadiselerden haber veren, gizli şeyleri (esrarı) bilme
iddiasında bulunan kimsedir. Araplarda bu evsafta meşhur kâhinler vardı. Şıkh
ve Satîh vs. gibi... Bunlardan bazıları emirleri altında cinnî ve hüddam
bulunduğunu, kendileri ne gaybtan haber getirdiğini iddia eder. Bir kısmı bazı
ön işaretlerden hareketle, olacağı bildiklerini söylerler. Mesela soru
sahibinin sözünden, davranışından, halinden hareketle sorulan şeyin yerini
bildiklerini iddia ederler. Bunlara daha ziyade arrâf denir: Çalınan veya
kaybedilen bir eşyanın yerini bildikleri hususundaki iddia sahipleri
gibi." Sadedinde olduğumuz hadis "kâhine gelen" demekle kâhin,
arrâf, müneccim, falcı vs. gibi değişik adlar altında gaybî bilme iddiasında
bulunan bütün insanları kasdeder.
4- Tirmizî'nin dediği gibi hadiste esas olan tağlîz ve teşdîd
olmakla birlikte bazı şârihler şöyle demiştir: "Helal addederek arka
uzuvdan temas veya kâhinin söylediğini tasdik maksadıyla ona gelmek bunların
haramiyetini inkar etmektir; bu durumda küfür (te'vil edilmez), zahirine
hamledilir. "Helal addetme" ve "tasdik etmek" olmadığı
takdirde bu fiillerin hükmü küfran-ı nimet olarak tevil edilir."[548]
ـ3824 ـ3ـ
وعن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كَانَتْ
إحْدَانَا
إذَا كَانَتْ
حَائِضاً
وَأرَادَ
رَسُولُ
اللّهِ # أنْ
يُبَاشِرَهَا
أمَرَهَآ أنْ
تَتّزِرَ
بِإزَارِ فِي فَوْرِ
حَيْضَتِهَا
ثُمّ
يُبَاشِرُهَا
وَأيُّكُمْ
يَمْلِكُ
إرْبَهُ
كَمَا كَانَ
رَسُولُ
اللّهِ #
يَمْلِكُ
إرْبَهُ[.
أخرجه الستة،
وهذا لفظ
الشيخين.وفي
رواية أبي
داود: ]فِي
فَوْجِ حَيْضَتِهَا[
.
3. (3824)- Hz. Âişe
(radıyalllahu anhâ) anlatıyor: "Bizden biri hayızlı olur, Resûlullah
(aleyhissalâtu ve vesselâm) da onunla mübaşeret etmek dilerse, ona, hayız olur
olmaz izarını bağlamasını emreder, sonra mubaşeret ederdi. Sizden hanginiz,
nefsine, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın nefsine hâkim olduğu kadar
hâkim olur?"
Ebu Dâvud'un bir rivayetinde, "fevr" (evvelinde -ki
"hayz olur olmaz" diye karşıladık-) yerine "fevh"
denilmiştir (ki bu da "çoğunda" ve "evvelinde" ma'nâsına
gelir).[549]
ـ3825 ـ4ـ
وفي رواية
النسائِى عن
جميع بن عمير
قال: ]دَخَلْتُ
عَلى عَائِشة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْها
مَعَ أُمِّى
وَخَالَتِى
فَسَألَتَاهَا
كَيْفَ كَانَ
النّبىُّ #
يَصْنَعُ
إذَا حَاضَتْ
إحْدَاكُنَّ؟
قَالَتْ:
كَانَ يُأمُرُنَا
إذَا حَاضَتْ
إحْدَانَا
أنْ تَأتَزِرَ
بِإزَارٍ
وَاسِعٍ
ثُمَّ
يَلْتَزِمُ
صَدْرَهَا
وَثَدْيَهَا[
.
4. (3825)- Nesâî'nin Cümay'
İbnu Umayr'dan kaydettiği bir rivayette şöyle denmiştir: "Ben, annem ve
teyzemle birlikte Hz. Âişe (radıyallahu anha)'nin yanına girdim. Onlar Hz.
Âişe'ye: "Hayızlı iken, sizlerle Aleyhisalâtu vesselâm ne şekilde
mübaşerette bulunurdu?" diye sordular. Âişe validemiz:
"Hayız olduğumuz zaman bize, geniş bir izar giymemizi
emreder, sonra sîne ve göğsümüze iltizâmda (temasta) bulunurdu."[550]
ـ3826 ـ5ـ
وعند مالك:
]أنَّ
عُبَيْدَ
اللّهِ بنِ عَبْدِاللّهِ
بنِ عُمَرَ،
أرْسَلَ إلى
عَائِشَةَ
يَسْألُهَا:
هَلْ
يُبَاشِرُ
الرَّجُلُ
امْرَأتَهُ
وَهِىَ
حَائِضٌ؟
فَقَالَتْ: لِتَشُدَّ
إزَارَهَا
عَلى
أسْفَلِهَا
ثُمَّ
يُبَاشِرُهَا
إنْ شَاءَ[ .
5. (3826)- Muvatta'nın
rivayetinde şöyledir: "Ubeydullah İbnu Abdillah İbni Ömer (radıyallahu
anhümâ), Hz. Âişe'ye göndererek -kişi, hayızlı olan hanımıyla mubaşerette
bulunabilir mi?- diye sordurdu. Hz. Âişe radıyallahu anhâ: "Kadının alt
kısmına izarını bağlatsın sonra onunla mubâşerette bulunsun" cevabını
verdi."[551]
ـ3827 ـ6ـ
وفي رواية ‘بي
داود
والنسائي:
]أنَّ رسولَ
اللّهِ #
كَانَ
يُبَاشِرُ
الْمَرْأةَ
مِنْ نِسائِهِ
وَهِىَ
حَائِضٌ إذَا
كَانَ عَلَيْهَا
إزَارٌ إلى
أنْصَافِ
الْفَخِذَيْنِ
وَالرُّكْبَتَيْنِ
مُحْتَجِزَةً[.»فورُ
حَيضتِها،
وَفوحُ
حَيضتِهَا«
بالراء
والحاء
المهملتين: أى
أوله ومعظمه .
وَ»اِحتجازُ«
شد ا“زار على
العورة، ومنه
حجزة السراويل،
والحاجز
الحائل بين
الشيئين .
6. (3827)- Ebu Dâvud ve
Nesâî'nin bir rivayetinde şöyle denmektedir: "Resulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) zevcelerinden bir kadınla hayızlı olduğu halde mubaşeret ederdi.
Yeter ki, uyluklarının ortasına kadar izarı uzanmış olsun veya dizleri örtülü
bulunsun."[552]
AÇIKLAMA:
1- Hemen belirtelim ki, bu hadislerde geçen mubâşeret'ten
maksat derilerin biribirine değmesidir. Beşere, deri demektir. Bâşere ise,
karşılıklı olarak derileri değdirmek. Öyleyse sadedinde olduğumuz hadislerde,
mübaşeretle cinsî münâsebet olmaksızın ellemek, öpmek gibi herhangi bir şekilde
karıkocanın birbirlerine bedenen değmeleri kastedilmektedir.
Sadedinde olduğumuz rivayetler, hayızlı kadınla göbekle diz arası
hariç başka yerleriyle mübaşeretin caiz olduğunu ifade etmektedir.
2- Hayırlı kadınla mübâşeret meselesi muhtelif rivayetlerde
farklı teferruatlarla ele alınmıştır. Bu teferruâttan bir kısmını gördük, bir
kısmı müteakip hadislerde gelecek. Bu meseleyi Avnu'l-Mabud şöyle özetler:
"Hayızlı kadınla mubâşeret muhtelif kısımlara ayrılır:
* Onlara ferclerinden cima suretiyle mübâşeret: Bu bi'l-icma
haramdır. Bunun haram oluşu Kur'an ve sünnet'in nasslarıyla sâbittir.
* Göbekten yukarı ve dizlerden aşağıda kalan kısımlarla mübaşeret:
"Bu zekerle, elle, öpmekle vs. şekillerin hepsiyle olabilir, helaldir.
Ulema bunun helal olduğunda ittifak etmiştir.
* Ön ve arka uzva olmamak kaydı ile göbekten aşağısı ile de
mübaşeret. Bu meselede Şâfiî'ler üç görüş ileri sürmüşlerdir:
** "En meşhuruna göre haramdır. İmam Mâlik ve Ebu Hanîfe
de bu görüştedir. Ulemanın ekseriyetinin görüşü budur.
** Mekruh olmakla beraber haram değildir. Nevevî der ki:
"Bu, delil açısından en kavî olan görüştür, muhtar olan da budur."
** Üçüncü görüşe göre, mübâşeret eden kimse, ferce temas
etmekten nefsini tutabilecek güçte ise ve -ister şehvet yönüyle zayıflığı
sebebiyle, isterse verasının (dindarlığının) kuvveti sebebiyle- kendisine
güveniyorsa caizdir- değilse caiz değildir. Bu cevaza kâil olanlar arasında
İkrime, Mücahid, Hasan Basrî, Şa'bi, İbrahim Nehâî, Süfyan-ı Sevrî, Evzâî,
Ahmed İbnu Hanbel, İmam Muhammed, Tahâvî; Mâlikîlerden Esbağ vs. var." Mübarekfurî
der ki: "Bu, cemaatin kâil olduğu "Cima hariç, hayızlı kadının bütün
uzuvlarıyla mübaşeret etme cevazı" sahih delillere muvafıktır."
Ancak ihtiyata muvafık olanı göbek, diz kapağı arasına
mübaşeretten kaçınmaktır. Hz. Âişe validemiz, hiç kimsenin nefsini hâkim olmada
Resûlullah'a yetişemeyeceğini noktaladıktan sonra Resûlullah'ın hayızlı
hanımlarına izarlarını bağlatarak diz kapağı ile göbek arasını kapattırdığını
bilhassa belirtir.[553]
ـ3828 ـ7ـ
وعن زيد بن
أسلم رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
]أنَّ رَجًُ
سَألَ النّبىَّ
# فَقَالَ: مَا
يَحِلُّ لِى
مِنَ
امْرَأتِى
وَهِىَ
حَائِضٌ؟
فقَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: لِتَشُدَّ
عَلَيْهَا
إزَارَهَا
ثُمَّ شَأنُكَ
بِأعَْهَا[.
أخرجه مالك .
7. (3828)- Zeyd İbnu Eslem
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir adam, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
sordu: "(Ey Allah'ın Resûlü!) Hanımım hayızlı iken bana helal olan
nedir?" Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Üzerine izarını
bağlasın, yukarısına istediğinde serbestsin."[554]
ـ3829 ـ8ـ
وعن معاذ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قُلْتُ
يَارسولَ
اللّهِ #، مََا
يُحِلُّ لِى
مِنَ
امْرَأتِى
وَهِىَ حَائِضٌ؟
قَالَ: مَا
فَوْقَ
ا“زَارِ،
وَالتَّعَفُّفُ
عَنْ ذَلِكَ
أفْضَلُ[.
أخرجه رزين .
8. (3829)- Hz. Muaz
radıyallahu anh anlatıyor: "Ey Allah'ın Resûlü! dedim, hanımım hayızlı
iken bana helal olan nedir?" "İzar'ın yukarısı, ancak bundan da
sakınsan daha iyi olur!" buyurdular."[555]
ـ3830 ـ9ـ
وعن عكرمة عن
بعض أزواج
النبى #: ]أنَّ
النَّبِىَّ #
كَانَ إذَا
أرَادَ مِنَ
الحَائِضِ شَيْئاً
ألْقَى عَلى
فَرْجِهَا
ثَوْباً[. أخرجه
أبو داود .
9. (3830)- İkrime,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevcelerinden birinden naklen anlatıyor:
"Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, hayızlı hanımlarıyla bir mübaşerette
bulunmak dileyince hanımının ferci üzerine bir şey örterdi..."[556]
AÇIKLAMA:
Bu hadislerle ilgili açıklama 3827 numarada geçti. Nevevî'nin
orada kaydettiğimiz görüşü, bilahassa sonuncu rivayete müstenid olmalı.[557]
ـ3831 ـ10ـ
وعن ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما: ]أنَّ
رسولَ اللّهِ
# قَامَ: إذَا
وَقَعَ
رَجُلٌ بِأهْلِهِ
وَهِىَ
حائِضٌ
فَلْيَتَصَدَّقْ
بِنِصْفِ
دِينارٍ[.
أخرج أصحاب
السنن .
10. (3831)- İbnu Abbâs
radıyallahu anhümâ anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Kişi, hayızlı karısıyla cinsî münasebette bulunursa
(hatasına kefaret olarak) yarım dinar tasadduk etsin."[558]
ـ3832 ـ11ـ
وفي رواية
قال: ]إذَا أصَابَهَا
أوَّلُ
الدَّمِ،
وَالدَّمُ
أحْمَرُ
فَدِينَارٌ،
وَإنْ
أصَابَهَا
فِى انْقِطَاعِ
الدَّمِ،
وَالدَّمُ
أصْفَرُ،
فَنِصْفُ
دِينَارٍ[.قال
الترمذي: قد
روى هذا
الحديث عن ابن
عباس موقوفاً
.
11. (3832)- Bir rivayette
ise şöyle denmiştir: "Kişi hayızlı hanımına, hayız halinin başlangıcında,
kan kırmızı renkte iken temas ederse bir dinar tasadduk etsin. Kanın kesilmeye
yüz tutup akıntının sarardığı zaman temas eden, yarım dinar tasadduk
etsin."
Tirmizî der ki: "Bu hadis İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ'dan
mevkuf (kendi sözü) olarak da rivayet edilmiştir."[559]
ـ3833 ـ12ـ
وفي رواية أبي
داود: ]عَن
النّبىِّ # في
الَّذِى
يَأتِى
أهْلَهُ
وَهِىَ
حَائِضُ.
قالَ: يَتَصَدَّقُ
بِدِينَارٍ
أوْ نِصْفِ
دِينارٍ[.
قالَ أبو
داود: هكذا
الرواية
الصحيحة .
12. (3833)- Ebu Dâvud'un bir
rivayetinde hayızlı karısına temas eden kimse hakkında Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm')ın: "Bir veya yarım dinar tasadduk etsin"
dediği kaydedilmiştir.
Ebu Dâvud der ki: "Bu rivayet (yani İbnu Abbâs'ın "bir
veya yarım..." diyerek yaptığı rivayet) sahihtir, ( diğer "...yarım
dinar..." diyen rivayet bu kadar kavî değildir.)"[560]
ـ3834 ـ13ـ
وفي رواية
قال: ]إذَا
أصَابَهَا
فِي الدَّمِ
فَدِينَارٌ،
وَإذَا
أصَابَهَا
فِى انْقِطَاعِ
الدَّمِ
فَنِصْفُ
دِينَارٍ[ .
13. (3834)- Bir rivayette
şöyle denmiştir: "Kişi hanımına kanama halinde temasta bulunmuşsa bir
dinar, kanın kesilme halinde temas etmişse yarım dinar tasadduk eder."[561]
AÇIKLAMA:
1- Kaydettiğimiz son dört rivayet, hayızlı hanımına hataen temasta bulunmanın hükmü ve müeyyidesi üzerinedir. Hadislerin hepsi aslında birdir ve mahreci İbnu Abbâs'tır, ancak metinde ve isnadında ızdırab vakî olmuştur. Hadis bazan merfu bazan mevkuf olarak rivayet edilmiştir.
2- Hanımına hayızlı iken temas eden kimse hakkında Ulemanın
hükmü de farklı olmuştur. Hattâbî der ki: "Ulemanın ekserisi "bu
kimseye bir şey gerekmez, Allah'a istiğfar eder" diye hükmetmiştir."
Bunlar "Bir şey gerekmez" derken metindeki ızdırabı
gösterirler, çünkü hadisin muhtelif vecihlerinde farklı müeyyideler gelmiştir.
Şöyle ki:
* Bir rivayette: "Bir dinar, yarım dinar" diye
tereddütlü gelmiştir.
* Bir rivayette: "Bir dinar tasadduk eder, bulamazsa
yarım dinar" denir.
* Bir rivayette: "Kanama hali ile kanın kesilmesi haline
göre bir veya yarım dinar" tefriki yapılır.
* Bir rivayette: "Kan kırmızı ise bir dinar, sarı ise
yarım dinar" denir.
* Bir rivayette: "Kan yeni ise bir dinar tasadduk eder, sarı
ise yarım dinar..." denir.
Ancak bazı âlimler, ızdıraba rağmen hadisin bütün vecihlerinde bir
müeyyidenin zikredilmiş olmasını gözönüne alarak: "Bu hadisler, hayızlı kadına
temasta bulunan erkeğe kefaretin vacib olduğuna delildir" demiştir.
Hattâbî, bu hükme varanlar meyanında Katâde, Ahmed İbnu Hanbel, ve İshak İbnu
Râhûye'yi kaydeder. İmam Şâfiî merhum da kavl-i kadîminde bu görüşü iler
sürmüş, sonra kavl-i cedidinde "Bir şey gerekmez" demiştir.
Bir şey gerekmez diyenlerin ileri sürdükleri bir fikirlerine göre,
hadis sahih bir senetle merfu olarak rivayet edilmemiştir, mürsel veya İbnu
Abbas'a göre mevkuftur, "Kesin bir hüccet olmadıkça insanlar müeyyideden
berîdir" demişlerdir.
İbnu Abbâs ise şöyle hükmediyordu: "Kanamanın başında
hanımına temas eden kimse bir dinar tasadduk eder, kanamanın sonlarında temas
etmiş ise yarım dinar." Katâde: "Hayız halinde temas eden bir dinar,
kadın yıkanmazdan önce temas eden yarım dinar tasadduk eder" derdi. Ahmed
İbnu Hanbel'in de: "O kimse bir dinarla yarım dinar arasında
muhayyerdir" dediği rivayet edilmiştir. Hasan Basrî hazretleri ise:
"Bu kimseye, hanımına ramazan ayında temas eden kimseye terettüp eden ceza
terettüp eder" demiştir.[562]
ـ3835 ـ14ـ
وعن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كُنتُ
أغْسِلُ
رَأسَ
النَّبىِّ #
وَأنَا حَائِضٌ[.
أخرجه الستة .
14. (3835)- Hz. Âişe
radıyallahu anhâ "Ben hayızlı iken Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın
başını yıkardım" demiştir.[563]
ـ3836 ـ15ـ
وعنها رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كَانَ النّبىُّ
# يَتَّكِئُ
فِى حِجْرِى
وَأنَا
حَائِضٌ فَيَقْرأُ
القُرآنَ[.
أخرجه الخمسة
إ الترمذي .
15. (3836)- Yine Hz. Âişe
radıyallahu anhâ anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ben
hayızlı iken kucağıma yaslanır ve Kur'an okurdu."[564]
ـ3837 ـ16ـ
وعنها رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قالَ لِى
رسُولُ
اللّهِ #
نَاوِلِىنِى
الخُمْرَةَ
مِنْ
المَسْجِدِ
فَقُلْتُ:
إنِّى
حَائِضٌ. فقَالَ:
إنَّ
حَيْضَتَكِ
لَيْسَتْ فِى
يَدِكِ[.
أخرجه الخمسة
إ
البخاري.»الخُمْرَةَ«:
حصير صغير من
ليف أو غيره
بقدر الكف،
وهو الذى
يتخذه اŒن الشيعة
للسجود.»والحِيضَةُ«:
بكسر الحاء:
الحالة التي
تلزمها
الحائض،
وبفتحها
الدفعة الواحدة
من دفعات
الحيض .
16. (3837)- Yine Hz. Âişe
radıyallahu anhâ anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), (bir
gün) bana (kendisi mescidde iken) "Humra'yı bana getiriver!"
buyurdular.
"Hayızlıyım" diye cevap verdim.
"Senin hayızın elinde değil ki!" dediler."[565]
ـ3838 ـ17ـ
وعن ميمونة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت: ]كَانَ
رَسُولُ
اللّهِ #
يَضَعُ
رَأسَهُ فى حِجْرِ
إحْدَانَا
فَيَتْلُوا
الْقُرآنَ
وَهِىَ
حَائِضُ،
وَتَقُومُ إحْدَانَا
بِخُمْرَتِهِ
إلى
الْمَسْجِدِ فَتَبْسُطْهَا
وَهِى
حَائِضٌ[.
أخرجه النسائي
.
17. (3838)- Hz. Meymûne
radıyallahu anhâ anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bizden biri
hayızlı olduğu halde onun kucağına başını koyar, Kur'an okurdu. Bizden birimiz
hayızlı iken Resûlullah'ın humrasını mescide taşır ve yayardı."[566]
ـ3839 ـ18ـ
وعن ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما: ]أنَّ
جَوَارِيَه
كُنَّ
يَغْسِلْنَ
رِجْلَيْهِ
وَيُعْطِينَهُ
الْخُمْرَةَ
وَهُنَّ حُيَّضُ[.
أخرجه مالك .
18. (3839)- İbnu Ömer
radıyallahu anhümâ'dan rivayete göre, "câriyeleri hayızlı oldukları halde
ayaklarını yıkarlar, humrasını kendisine verirlerdi.[567]
AÇIKLAMA:
1- Kaydettiğimiz son beş rivayette hayızlı iken kadınların
yapabileceği bazı işlerle, hayızlının yanında yapılabilecek bazı işlere örnek
verilmektedir.
* İlk rivayette, Hz. Âişe, Resûlullah'ın başını yıkamıştır. Demek
ki hayızlı bir kadın, başkasının başını yıkayabilmekte, bu çeşit temizlikler
yapmasına hayız hali bir ma'ni teşkil etmemektedir.
* Müteakip rivayette hayızlı olan Hz. Âişe'nin kucağına başını
koyan Resûlullah Kur'an okumaktadır. Hatta Nevevî, bu rivayete dayanarak:
"Kur'an-ı Kerim'i, yatarak, hayızlı kadına yaslanarak, necasete yakın bir
yerde bulunarak okumaya cevaz vardır" demiştir.
* 3837 numaralı hadiste, hayızlı kadının mescidin haricinde olduğu
halde, mescidden bir şey alıp, bir başkasına verebileceğini göstermektedir. Bu
başkası mescidin içinde veya dışında olması farketmez, her ikisi de caizdir.
2- Hadiste geçen humra, üzerine secde etmeye mahsus küçük bir
seccadedir. Onun humra diye tesmiyesi, namaz kılan kimsenin yüzünü yere karşı
örtmesidir. Bazıları bunun yüzü isti'ab edecek büyüklükte, secde etmeye mahsus
küçük bir örtü olduğunu söylemiş ise de üzerine oturulabilecek kadar büyük
olana da humra dendiğini te'yid eden rivayetler vardır. Humra hasır da
olabilir, kumaş da. Günümüzde şiîler, Kerbela toprağından yapılmış avuç içi
büyüklüğünde bir parçayı beraberlerinde taşıyarak namazda secdelerini onun
üzerine yaparlar. Bu tatbikat humra'yı andırmaktadır.
Şunu da belirtelim ki, 3837 numaralı hadis'te Hz. Âişe humra'yı
mescidden mi getirecek, yoksa, mescidde olan Resûlullah'a dışarıdan mı
uzatacaktı, ihtilaf edilmiştir. Hadis, iki şekilde anlaşılmaya müsaittir. Kadı
İyaz, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın mescidde, itikafta, olduğunu
hücresinde olan Hz. Âişe'ye oradan seslenerek humra'yı vermesini taleb
ettiğini, Hz. Âişe hayızlı olması sebebiyle elini mescide uzatmaktan korktuğunu
söyler. Resûlullah onun endişesinin yersiz olduğunu belirtmek için: "Hayız
elinde değildir" buyurur. Aynı görüşte olan Nevevî der ki: "Hz.
Âişe'ye mescide girip humrayı oradan getirmesini emretmiş olsaydı betahsis
elini zikretmesinin bir ma'nâsı kalmazdı."
Ancak, Ebu Dâvud, Nesâî, Tirmizî, İbnu Mâce, Hattâbî ve imamların
çoğu, aksi kanaattedir. Yani humra'nın mescidden getirilmesi istenmektedir.
Hayızlı kadın bu durumda mescide girecek değildir. Humra'yı bir başkası
mescidden ona uzatacak, o da mescidden eve getirecektir. Veya elini mescide uzatarak
humra'yı (seccadeyi) alıp getirecektir. Hatta âlimler bir hadise dayanarak
demiştir ki: "Bir kimse falan eve girmeyeceğim, falan mescide girmeyeceğim
diye yemin etse, o eve ve o mescide gidip eliyle içeriden bir şey alsa hânis
olmaz, çünkü, bir parçasının girmesi, kendisinin girmesi demek değildir."[568]
ـ3840 ـ19ـ
وعن أم سلمة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت: ]بَيْنَا
أنَا
مُضْطَجِعَةٌ
مَعَ رَسُولِ
اللّهِ # فِى
الخَمِيلَةِ
إذْ حِضْتُ
فَانْسَلَلْتُ
فَأخَذْتُ
ثِيَابَ
حَيْضَتِى
فَلَبِسْتُهَا.
فقَالَ لِى
رسولُ اللّهِ
#: أنَفِسْتِ؟
قُلْتُ:
نَعَمْ
فَدَعَانِى فَاضْطَجْعتُ
مَعَهُ فِى
الْخَمِيلَةِ[.
أخرجه
الشيخان
والنسائي.»اَلْخَمِيلَةُ«:
كَسَاءٌ لَهُ
خَمَلَ أوْ
إزَارَ .
19. (3840)- Ümmü Seleme
radıyallahu anhâ anlatıyor: "Ben, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile
birlikte kadife bir örtünün altında yatıyordum. Ay halimin başladığını
farkettim. Hemen örtünün altından kayıp hayız elbisemi bulup giyindim.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Hayız mı oldun?" buyurdular.
"Evet!" dedim. Beni yanına çağırdı. Örtünün altında beraber
yattık."[569]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet, sarih bir şekilde, ümmühâtu'lmü'mînîn'den her
birinin bir hayız elbisesi olduğunu göstermektedir. Bunun, diğer elbiselere
nazaran daha geniş olduğu önceki bir rivayette (3825) geçmiş idi.
2- Bu rivayet, hayızlı kadınların kocalarıyla beraber aynı
örtünün altında kalacaklarına bir başka delil olmaktadır. Ebu Dâvud'un bir
rivayetinde Hz. Âişe radıyallahu anhâ buna ters düşen bir beyanda bulunur:
"Ben ay hali olduğum zaman yataktan hasırın üzerine inerdim. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) da bana yaklaşmazdı. Ben de temizleninceye kadar ona
yaklaşmazdım." Bazı âlimler bunun mensuh olduğunu kabul ederler, çünkü
aksini ifade eden rivayetler fazladır. Bazı âlimler de bunu tenezzüh ve
ihtiyata hamletmiştir. İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ, ay hali başlayınca
hanımından ayrı yatarmış, Resûlullah'ın zevcelerinden Meymûne radıyallahu anhâ
-ki İbnu Abbâs'ın halasıdır- bunu işitince, haber göndererek: "Sen
Resûlullah'ın sünnetinden yüz mü çeviriyorsun? Allah'a kasem olsun, O
(aleyhissalâtu vesselâm), hayızlı kadınlarından biri ile yatar, aralarında
dizleri geçecek kadar bir örtüden başka bir şey bulunmazdı" demiştir.
Müteakib hadis de bu hususta muknî bir örnek olacaktır. Âyet-i kerimede gelen
"Hayız halindeki kadınlardan uzak kalın!" (Bakara 222) emri, cima
yapmayın ma'nâsında anlaşılmıştır.[570]
ـ3841 ـ20ـ
وعن عمارة بن
غراب: ]أنَّ
عَمَّةً لَهُ
حَدَّثَتْهُ
أنَّهَا
سَألَتْ
عَائِشَةَ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها
فَقَالَتْ:
إحْدَانَا تَحِيضُ
وَلَيْسَ
لَهَا
وَلِزَوْجِهَا
إَّ فِرَاشٌ
وَاحِدٌ؟
فَقَالَتْ
عَائِشَةُ:
أُخْبِرُكِ
مَا صَنَعَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
دَخَلَ لَيًْ
وَأنَا
حَائِضٌ
فَمَضى إلى
مَسْجِدِه
قَالَ أبو داود:
يعنى
مَسْجِدَ
بَيْتِهِ
فَلَمْ
يَنْصَرِفْ
حَتّى
غَلَبَتْنِى
عَيْنَاىَ
وَأوْجَعَهُ
الْبَرْدُ:
فقَالَ:
أدْنِى
مِنِّى. فَقُلْتُ:
إنِّى
حَائِضٌ.
فقَالَ: وَإنْ
اكْشِفِى
عَنْ فَخِذَيْكِ.
فَكَشَفْتُ
فَخِذَىَّ.
فَوَضَعَ
خَدَّهُ
وَصَدْرَهُ
عَلى
فَخِذَىَّ،
وَحَنَيْتُ
عَلَيْهِ
حَتّى دَفِئَ
فَنَامَ[. أخرجه
أبو
داود.»حَنى
عليه« يحنى
إذا أنثنى عليه
مائ، وحنا
عليه يحنو إذا
عطف عليه
وأشفق .
20. (3841)- Umâre İbnu
Gurâb'ın anlattığına göre, bir halası kendisine Hz. Âişe radıyallahu anhâ'dan
şöyle sorduğunu anlatmıştır: "Birimiz hayız olduğumuz zaman kocamızla ayrı
yatmamız mümkün değil, tek yatağımız var."
Hz. Âişe şu cevabı vermiştir: "Ben sana Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm'ın yaptığını anlatayım: "Bir gece eve girdi. Ben o
sırada ay hali görüyordum. Mescidine geçti. -Ebu Dâvud der ki: "Bundan
maksad evindeki namazgahıdır.- (Orada namaz kıldı), fakat bir türlü ayrılmadı. Derken benim
gözlerim kapanmış, soğuk da onu üşütmüş. Gelip "Bana yaklaş!" dedi.
Ben de: "Hayızlıyım!" dedim. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Öyle de olsa! Uyluklarını aç!" dedi. Uyluklarımı açtım. Göğüs ve
yanağını uyluklarımın üzerine koydu. Ben de üzerine eğildim. Isınıp uyuyuncaya
kadar böyle durduk."[571]
ـ3842 ـ21ـ
وعن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها
قالت:]كُنْتُ
أشْرَبُ مِنَ
ا“نَاءِ
وَأنَا
حَائِضٌ ثُمَّ
أُنَاوِلُهُ
النّبىَّ #
فيَضَعُ فَاهُ
على مَوْضِعِ
فِيَّ[. أخرجه
مسلم بهذا
اللفظ .
21. (3842)- Hz. Âişe
radıyallahu anhâ anlatıyor: "Ben hayızlı iken su içer, sonra kabı
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a verirdim, O da ağzını, ağzımın değdiği
yere koyardı."[572]
ـ3843 ـ22ـ
وأبو داود
والنسائي،
ولفظهما:
]كُنْتُ أتَعَرَّقُ
الْعَرْقَ
وَأنَا
حَائِضٌ فَأعْطِيهِ
رَسُولَ
اللّهِ # فَيَضَعُ
فَمَهُ فِى
الْمَوْضِعِ
الَّذِى وَضَعْتُ
فَمِىَ فِىهِ[
.
22. (3843)- Ebu Dâvud ve Nesâî'de de şu rivayet gelmiştir: "Ben ay
halinde iken etli kemiği dişleyerek yer, sonra da Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a uzatırdım. O da ağzını, tam ağzımı koymuş bulunduğum yere koyar(ak
yer)dı."[573]
ـ3844 ـ23ـ
وفي أخرى
للنسائى:
]أنَّ شُرَيحَ
ابْنَ هَانِئِ
سَألَ
عَائِشَةَ:
هَلْ تَأكُلُ
المرأةُ مَعَ
زَوْجِهَا
وَهِىَ
طَامِثٌ؟
قَالَتْ:
نَعَمْ،
كَانَ رسولُ
اللّهِ #
يَدْعُونِى فَآكُلُ
مَعَهُ
وَأنَا
عَارِكٌ
فَكَانَ يَأخُذُ
الْعَرْقَ
فَيُقْسِمُ
عَليَّ فِيهِ
فَأخُذُهُ
فَأتعَرَّقُ
مِنْهُ
وَيَضَعُ
فَمَهُ
حَيْثُ
وَضَعْتُ
فَمِى مِنَ
الْعَرْقِ
فَيُقْسِمُ
عَليَّ فِيهِ
فَأخُذُهُ فَأشْرَبُ
مِنْهُ،
ثُمَّ
أضَعُهُ
فَيَأخُذُهُ
فَيَشْرَبُ
مِنْهُ
فَيَضَعُ
فَمَهُ حَيْثُ
وَضَعْتُ
فَمِى مِنَ
الْقَدَحِ[ .
»الطامِثُ«
المرأة
الحائض، وهى
العارك.وَ»العَرْق«
العظم عليه
بقية
اللحم.و»تعرَّقه«
أكل اللحم
الباقي عليه .
23. (3844)- Nesâî'nin bir
diğer rivayeti şöyle: "Şureyh İbnu Hâni, Hz. Âişe radıyallahu anhâ'ya:
"Bir kadın hayızlı iken kocası ile birlikte yemek yer mi?" diye
sordu. Hz. Âişe "Evet dedi, benim kanamam varken Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm beni çağırırdı, ben de onunla birlikte yerdim. (Bu sırada) etli kemiği
alır, (bana uzatır, önce benim başlamam için) bana yemin verirdi. Ben de onu
alır ve bir miktar dişler (sonra Resûlullah'a uzatırdım). O da ağzını, kemikte
tam benim ağzımı koyduğum yere koyar(ak yemeye başlar)dı. İçecek bir şey
istediği olur, getirince ondan önce benim içmem için bana yemin verirdi, bunun
üzerine ben de kabı alır bir miktar içer, sonra bırakırdım. Bu sefer onu
Aleyhissalâtu vesselâm alır, kabın tam benim ağzımı koyduğum yerine ağzını
koyarak içerdi."[574]
ـ3845 ـ24ـ
وعن عبداللّه
بن سعد
ا‘نصارى
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه قال:
]سَألْتُ
النّبىَّ #
عَنْ مُؤَاكَلَةِ
الحَائِضِ
فقَالَ:
وَاكِلْهَا[.
أخرجه
الترمذي .
24. (3845)- Abdullah İbnu
Sa'd el-Ensârî radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a hayızlı kadınlarla beraber yemek hususunda sordum. "Onunla
beraber yiyin!" buyurdular."[575]
AÇIKLAMA:
Bu rivayetler, Ashab arasında hayızlı iken kadınlarla
beraberlikler hususunda bazı tereddütlerin yaygın olduğunu ve hatta bunun
sonradan devam bile ettiğini göstermektedir. Belki de yahudilerdeki tatbikat
buna sebep olmuştur. Bahsin başında da geçtiği üzere yahudiler, hayız gören
kadınları tam bir tecride tabi tutuyor imişler. Ancak İslam, hayızlı kadını,
onlarla cinsî münasebette bulunma yasağı koyma dışında beşerî münâsebetlerden
uzaklaştırmamıştır. Yeme, içme ve yatmada beraberliği esas aldığı gibi mübâşerette
bulunmaya bile ruhsat tanımıştır. İbadet hususunda sınırlamaya sebep olan hades
halinin, maddî değil, hükmî bir pislik olduğunu, kadının eli veya dudağıyla
dokunması sebebiyle dokunduğu şeylere bu pisliğin geçmeyeceğini kabul eder. Bu
sebepledir ki, Resûlullah Hz. Âişe'ye hayızlı halinde başını yıkatmış, su
içtiği kaptan ağzını ağzının değdiği yere koyarak su içmiş, kemik üzerindeki
etten ısırdığı yerden ısırarak yemiştir.
Bütün bunlar, hayızlı kadınla münasebetlerin nerelere kadar caiz
olduğunu gösterir.[576]
ـ3846 ـ25ـ
وعن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها: ]أنَّ
امْرَأةً
قَالَتْ
لَهَا:
أتُجْزِى
إحْدَانَا
صََتُهَا
إذَا
طَهُرَتْ؟
فَقَالَتْ:
أحَرُورِيَّةٌ
أنْتِ؟
كُنَّا
نُحِيضُ مَعَ
النَّبِىِّ #
فَنُؤْمَرُ
بقَضَاءِ
الصَّوْمِ وََ
نُؤمَرُ
بِقَضَاءِ
الصََّةِ[.
أخرجه الخمسة.»الحَرورية«:
جماعة من
الخوارج
نزلوا قرية
تسمى حروراء؛
وقولها
أحرورية أنت؟
تريد أنها
خالفت السنة
وخرجت عن
الجماعة
كخروج أولئك
عن جماعة
المسلمين .
25. (3846)- Hz. Âişe
(radıyallahu anhâ)'nın anlattığına göre, bir kadın kendisine:
"Temizlendiğimiz zaman kıldığımız mutad namaz bize yeter mi (hayızlı iken
kılamadıklarımızın kazası gerekir mi?)" diye sormuş, o da şu cevabı
vermiştir:
"Sen Harûriyye (Hâricî) misin? Biz Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm'la beraberken ay hali gördüğümüzde, tutamadığımız oruçları kaza
etmemizi söylerdi, fakat namazların kazasını söylemezdi."[577]
AÇIKLAMA:
1- Harûrî (müennesi: Harûriyye) Kûfe'ye iki mil mesafedeki
Harûra köyüne mensup demektir. Burası, Hâricîlerden bir fırkanın Hz. Ali'ye
karşı ilk defa bir araya gelip teşkilatlandıkları yer olduğu için Hâricî
ma'nâsında Harûrî denmiştir.
Hz. Âişe'nin, kendisine soru soran kadına: "Sen Harûriyye
misin?" demekle, "sen sünneti terk mi ediyorsun, herkesin müşterek
tatbikatından ayrı mı kalmak istiyorsun? Sünnete göre, hayız halinde kılınmayan
namazların kazası yoktur!" demek istemiştir. Hâricî fırkaların hepsinde
müşterek olan bir umde (prensip) Kur'an'da geleni esas alıp, sünnetin ilave
ettiklerini reddetmektir.
Hz. Âişe radıyallahu anhâ, kendisine soru tevcih eden kadına -ki
bazı rivayetler Mü'âze diye tesmiye eder- istifham-ı inkarî tevcih etmiş,
sorusunun yersiz olduğunu belirtmiştir.
2- Yeri gelmişken şunu belirtelim ki, hayızlı kadının orucu
kaza etmekle birlikte namazı kaza etmeyişini Ulema şöyle izah eder: "Namaz
her gün tekerrür etmektedir, zorluk sebebiyle kazasına gerek yoktur. Halbuki
oruç öyle değil, o hergün tekerrür etmez, senede bir aydır. Öyleyse onun kazası
gerekir."
Ancak Hz. Âişe, meseleyi: "Resûlullah, ay halinde
kılmadığımız namazların kazasını emretmedi" diyerek, daha kestirmeden
izahla yetinmiştir.[578]
ـ3847 ـ26ـ
وعن أم بُسَّة
واسمها
مُسَّة ا‘زدية
قالت:
]حَجَجْتُ
فَدَخَلْتُ
عَلى أمِّ
سَلَمَةَ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها.
فَقلْتُ: يا
أُمَّ الْمُؤْمِنِينَ،
إنَّ
سَمُرَةَ بنَ
جُنْدبٍ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
يأمُرُ
النَّسَاءَ
أنْ يَقْضِينَ
صََةَ
الْمَحِيضِ.
فَقَالَتْ: َ
يَقْضِينَ.
كَانَتِ
المَرأةُ
مِنْ نِسَاءِ
رسولِ اللّهِ
# تَقْعُدُ
فِي
النِّفَاسِ
أرْبَعِينَ
لَيْلَةً َ
يَأمُرُهَا
النَّبِىُّ # بِقضَاءِ
صََةِ
النِّفَاسِ[.
أخرجه أبو
داود .
26. (3847)- İsmi
Müssetü'l-Ezdiyye olan Ümmü Büsse anlatıyor: "Hacc yapmıştım. Hacc
sırasında Ümmü Seleme radıyallahu anhâ'ya uğradım. Kendisine, "Ey
mü'minlerin annesi, Semüre İbnu Cündüb radıyallahu anh, kadınlara, hayız
sırasında kılınmayan namazların kazasını emrediyor (ne dersiniz)?" diye
sordum, şu cevabı verdi: "Hayır, kaza etmezler. Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm kadınlarından biri, nifas sebebiyle kırk gece (namaz kılmadan) dururdu
da, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) nifas namazını kaza etmesini
emretmezdi."[579]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste geçen "Resûlullah'ın kadınları" tabiriyle
zevcelerinin kastedilmediği belirtilir. Kadınları diye çevirdiğimiz nisa
kelimesi zevce dışındaki kızlar, cariyeler ve yakın akrabaları da içine alır.
2- Tirmizî der ki: "Sahabe, Tâbiîn ve daha sonrakilerden
ehl-i ilim, nifas gören (doğum yapan) kadınların kırk gün namazı
terkedeceklerinde icma etmişlerdir. Yeter ki, daha önce temizlik hâsıl olmasın.
Bu taktirde kadın temizlendiğini farkedince yıkanır ve namazına başlar. Kırk
günden sonra kan görmeye devam ederse, âlimler çoğunluk itibariyle:
"Kırktan sonra görülen kan sebebiyle namazı terketmez" demiştir.
Süfyan Sevrî, İbnu'l-Mübarek, Şâfiî, Ahmed İbnu Hanbel, İshak İbnu Râhûye hep
böyle hükmetmiştir."
Hasan Basrî'nin: "Kan devam ederse elli gün namazı
bırakır" dediği, Atâ ve Şa'bî'nin "altmış gün bırakır" dediği
rivayet edilmiştir.
Bu görüşlerin en doğrusu ve delili en kuvvetli olanı kırk gün
diyendir. Ekalli (asgarî müddeti) için kesin rakam yoktur, temizlenir
temizlenmez yıkanıp namaza başlar.[580]
ـ3848 ـ27ـ
وعن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها:
]أنَّهَا
قَالَتْ فِى
المَرأةِ
الحَامِلِ
تَرَى
الدَّمَ: أنَّهَا
تَدَعُ
الصََّةَ[.
أخرجه مالك
بغاً .
27. (3848)- Hz. Âişe
radıyallahu anhâ, kanama gören hamile kadın hakkında şunu söylemiştir:
"Böyle bir kadın namazı bırakır."[581]
AÇIKLAMA:
Hamile kadının kan görmesini, Hz. Âişe radıyallahu anhâ, onun
hayız olması ile yorumladığı için namazı terkedeceğine hükmetmiştir.
İbnu'l-Müseyyeb, İbnu Şihab, meşhur görüşünde Mâlik, kavl-i cedidinde Şâfiî ve
başkaları hamile kadının hayız göreceği görüşündedirler. Hepsi bu görüşte, Hz.
Âişe'den yapılan sadedinde olduğumuz rivayete dayanır.
Ancak Ebu Hanîfe ve Ashabı, Ahmed İbnu Hanbel, Süfyan Sevri hamile
kadının hayız olmayacağı görüşündedirler. Bunların en kuvvetli delilleri,
cariyenin hayızla hamile olmadığının kabul edilmesi. "Eğer derler, hamile
kadın hayız görse idi, hayız haliyle onun hamile olmadığına (istibrasına)
hükmedilmezdi."
Aksi görüşte olanlar şu cevabı verirler: "Hayız halinin,
rahmin hamilelikten berî oluşuna delâleti, gâlib duruma göredir. Hamile kadının
hayız görme hali pek nadir görülen bir vak'adır. Bu meselede nadirin varlığı
galible nakzedilemez."[582]
ـ3849 ـ28ـ
وعن ابن عمر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما أنهُ
قالَ: ]َ
تَقْرَأُ
الحَائِضُ
وََ
الْجُنُبُ شَيْئاً
مِنَ
الْقُرآنِ[.
أخرجه الترمذي
.
28. (3849)- İbnu Ömer
radıyallahu anhümâ: "Ne hayızlı kadın ne de cünüp kimse Kur'an'dan hiçbir
şey okuyamaz" buyurdu.[583]
AÇIKLAMA:
1- Bu
rivayet cünüb ve hayızlının Kur'an'dan az veya çok bir parça okuyamayacağını
ifade etmektedir. Bu babta hepsi de zayıf olan bir kısım rivayetler gelmiştir.
Ulema bunların birbirlerini destekliğini ve ortaya çıkan hükümle amel etmek
gerektiğini söylemiştir.
Tirmizî der ki: "Sahabe, Tâbiîn ve daha sonra
gelen ehl-i ilmin çoğu bu görüştedir. Süfyan Sevrî, İbnu'l-Mubârek, Şafiî,
Ahmed ve İshak: "Ne hayızlı, ne cünüb Kur'an'dan hiçbir şey okuyamazlar,
sadece bir âyetin bir tarafını, bir harfi ve benzer bir şeyi okuyabilirler.
Cünüb, ve hayızlının tesbih ve tehlil getirmesine ruhsat tanınmıştır"
demişlerdir.
2- Cünüb ve hayızlının Kur'an okumasına çoğunluğun haram
dediği belirtildiğine göre, azınlık tarafından ileri sürülen bazı istisnâî
görüşler olmalıdır. Onların da bilinmesi faydalıdır:
* İbrahim Nehâî, cünüb kimsenin bir âyet okumasında bir beis
görmezmiş.
* İbnu Abbâs'ın da cünübün Kur'an okumasında bir beis görmediği
rivayet edilmiştir. Bunlar Resûlullah'ın bütün hallerinde Allah'ı zikrettiğine
dair rivayeti esas alırlar. Ayrıca, hacc sırasında hayız olan Hz. Âişe'ye,
"tavaf dışında hacıların bütün yaptıklarını yapmasını" emretmiştir.
Hacıların yaptıkları arasında zikir, telbiye, dua, kıraat hepsi olduğuna göre,
bunlar caiz olmalıdır demişlerdir. Tavafın yasaklanışı onun hususi bir namaz
olması sebebiyledir.
Buhârî de bu görüşü iltizam ettiğine imada bulunmuştur.
3- Mezhebimizde (Hanefî) esas olan şudur:
* Cünüb ve hayızlı kimseler, gusletmedikçe namaz kılamaz, Kur'an
kasdıyla bir ayet bile okuyamaz. Ancak dua ve senaya dair âyetleri, Kur'an
niyetiyle değil, dua ve sena niyetiyle okuyabilir, caizdir. Söz gelimi cünüb
olan veya âdet gören bir kadın, dua niyetiyle Fatiha'yı okuyabilir.
Bu durumda çocuklara, kelime kelime Kur'an öğretmenin caiz olduğu
da söylenmiştir.
* Kur'an-ı Kerim'e bir, hatta yarım âyet olsun el sürülemez. Mushaf
elle tutulamaz. Mushaf'a bağlı olmayan bir kılıf, bir havlu ile tutulabilir.
Çanta veya sandıkta ise bu kaldırılabilir. Bunda beis yoktur.
* Ka'be tavaf edilemez, zaruret olmadan mescide girilemez.
* Âyet yazılı levha ve parayı da elle tutamaz.
4- Cünüb veya hayızlıya yıkanmadan önce mekruh olan işler:
* Dinî kitapları elle tutup okumak.
* Elini, ağzını yıkamadan yiyip içmek.
* Elde tutulmayıp, yerde duran bir kağıda Kur'an yazmak.
Cünüb ve hayızlı kimse Kur'an'a bakabilir, bu mekruh değildir.
Not: Bahsin sonuna yani 3865. hadisten sonra hayız halinde
temizlik üzerine bir açıklama koyacağız.[584]
İstihâze, hayız kanı olmayan, bir özre binaen kadından gelen kana denir. İstihâze kanaması olan kadına müstehâze denir, bir bakıma özürlü demektir. Hayızlı ile müstehâze'nin dinî bakımdan tabi oldukları hükümler farklıdır. Önceki fasılda hayızlının ahkamını gördük. Bu fasılda müstehâze ile ilgili bazı hususi durumları mevzubahis eden hadisleri göreceğiz.[585]
ـ3850 ـ1ـ عن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها: ]أنَّ
أُمَّ
حَبِىبَةَ
بِنْتِ
جَحْشٍ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها
اسْتُحِيضَتْ
سَبْعَ سِنِينَ
فَسَأَلتْ
رسولَ اللّهِ
#. فَأمَرَهَا
أنْ
تَغْتَسِلَ،
وقالَ هذَا
عِرْقٌ،
فَكَانَتْ
تَغْتَسِلُ
لِكُلِّ
صََةٍ[. أخرجه
الخمسة، وهذا
لفظ البخاري .
1. (3850)- Hz. Âişe radıyallahu
anhâ anlatıyor: "Ümmü Habîbe bintu Cahş radıyallahu anhâ tam yedi yıl boyu
istihâze kanı gördü. Ne yapacağı hususunda Resûlullah'a sordu. Aleyhissalâtu
vesselâm yıkanmasını emretti ve "Bu, damar (kanıdır)" dedi. Ümmü
Habîbe her namazda yıkanırdı."[586]
ـ3851 ـ2ـ
ولمسلم: ]أنَّ
أُمِّ
حَبِيبَةَ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْها
الَّتِى
كَانَتْ
تَحْتَ عِبْدِالرَّحْمنِ
ابنِ عَوْفٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
شَكَتَْ إلى
رَسُولِ
اللّهِ #
الدَّمَ. فقَالَ
لَهَا:
امْكُنِى
قَدْرَ مَا
كَانَتْ تَحْبِسُكِ
حَيْضَتُكِ
ثُمَّ
اغْتَسِلِِى.
فَكَانَتْ
تَغْتَسِلُ
عِنْدَ كُلِّ
صََةٍ[ .
2. (3851)- Müslim'in bir
rivayeti şöyledir: "Ümmü Habîbe radıyallahu anhâ -ki Abdurrahman İbnu
Avf'ın nikahı altında idi- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a kanamasından
şikayet etti. Ona şu tavsiyede bulundu: "Hayız (müddetin
normalde ne kadar devam ediyor ve) seni bekletiyor idiyse o müddetce bekle,
sonra yıkan!" Ümmü Habibe her namazda yıkanırdı."[587]
ـ3852 ـ3ـ
وله في أخرى،
قالتْ
عَائِشَةُ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْها:
]كَانَتْ
تَغْتَسِلُ
فِى مِرْكَنٍ
في حُجْرَةِ
أخْتِهَا
زَيْنَبَ
بِنْتِ
جَحْشٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْها
حَتّى
تَغْلُوَ
حُمْرَةُ
الدَّمِ المَاءَ[
.
3. (3852)- Müslim'in bir
diğer rivayetinde şöyle gelmiştir: "Hz. Âişe dedi ki: "Ümmü Habîbe,
kız kardeşi Zeyneb Bintu Cahş'ın hücresinde bir leğenin içinde yıkanırdı. Kanın
kızıllığı (bazan) suya galebe çalardı."[588]
ـ3853 ـ4ـ
وعند النسائي:
]أنَّ أُمَّ
حَبِيبَةَ اسْتُحِيضَتْ
َ تَطْهُرُ،
فَذُكِرَ
شَأنُهَا
لِرَسُولِ
اللّهِ
فقَالَ:
لَيْسَتْ
بِالْحِيْضَةِ،
وَلَكِنَّهَا
رَكْضَةٌ
مِنَ الرَّحِيمِ،
لِتَنْظُرْ
قَدْرَ
أقْرَائِهَا الَّتِى
كَانَتْ
تَحِيضُ
بِهَا
فَتَتْرُكَ
الصََّةَ
ثُمَّ
تَنْتَظِرُ
بَعْدَ ذلِكَ فَتَغْتَسِلُ
عِنْدَ كُلِّ
صََةٍ[ .
4. (3853)- Nesâî'nin
rivayeti şöyledir: "Ümmü Habibe müstehâze idi (devamlı kanaması olurdu),
hiç temiz olmazdı. Durumu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a söylenmişti.
Şöyle buyurdular: "Bu, hayız değildir, rahimin bir rahatsızlığıdır. Normal
zamanda hayız kanının geldiği kirlilik müddetine baksın. (Her ay) o müddet
boyunca namazını terketsin. Sonra bu müddet çıkınca her namaz vaktinde yıkansın."[589]
ـ3854 ـ5ـ
وله في أخرى:
]أمَرَنَا أنْ
تَتْرُكَ الصََّةَ
قَدْرَ
أقْرَائِهَا
وَحَيْضَتِهَا
وَتَغْتَسِلَ
وَتُصَلِّى.
فَكَانَتْ
تَغْتَسِلُ
عِنْدَ كُلِّ
صََةٍ[ .
5. (3854)- Nesâî'nin bir
diğer rivayeti şöyle: "Ümmü Habibe radıyallahu anhâ'ya Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), (Her ayda) hayız olup kirli bulunduğu kadar namazı
terketmesini, sonra yıkanıp namazını kılmasını emretti. O, her namaz vaktinde
yıkanırdı." [590]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayetlerde adı geçen istihâzeli kadın Ümmü Habîbe Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın baldızıdır. Yani, ümmühâtu'l- mü' minîn olma şerefine eren yüce validemiz Zeyneb Bintu Cahş radıyallahu anhâ'nın kız kardeşidir.
Rivayetten de sarih olarak anlaşıldığı üzere müzmin bir kanama haline dûçardır. Öyle ki yıkandığı zaman kanın rengi suyun rengini kızıla boyamaktadır.
2- Hadislerde Resûlullah'ın tavsiyesi bazan "her vakit
için abdest al ve namaz kıl" şeklindedir, bazı rivayetlerde ise
"...her vakit için yıkan ve namazı kıl" şeklindedir.
Ayrıca Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Ümmü Habîbe'ye
verdiği yıkanma emri bazı rivayetlerde mutlaktır. Bu çeşit emirden her namaz
için yıkanma gereği anlaşılabildiği gibi, bazan yıkanmanın yeteceği de
anlaşılabilir. Ebu Dâvud'da gelen bir rivayette yıkanma emri her namaz için
olmaktadır.
Rivayetlerdeki bu farklılıklara tabi olarak, fukaha da meseleyi
farklı şekillerde hükme bağlamıştır:
* Cumhur, her namaz için yeni bir abdest almasına hükmetmiş,
bu abdestle, eda veya kaza sadece bir namaz kılabileceğini söylemiştir. Aynı
vakitte ikinci bir namaz için yeni bir abdest almalıdır.
* Hanefîlere göre, abdest namaz vaktiyle ilgilidir. Öyleyse, vakit
girince aldığı abdestle, hem o vaktin farzını hem de o vakit içinde dilediği
kadar başka kaza namazları kılabilir.
* Malikîlere göre, kadının her bir namaz için abdest alması
müstehabtır, vacib değildir. Yeter ki kanama dışında bir başka hades vukua
gelmesin.
* Ahmed İbnu Hanbel ve İshak İbnu Râhûye ise: "Kadının, her
namaz vaktinde gusletmesi ihtiyata uygundur" demişlerdir.
3- Hadis, bir kadının, kadınlıkla ilgili meselelerini bir
erkekten bizzat sormasının caiz olduğnu göstermektedir.
4- Hadiste, kadının, hayız kanını istihâze kanından tefrik
edebildiği takdirde, bunu hayız itibar edeceğine, böylece hayız zamanının
başlangıç ve bitme vaktine kendisinin karar verebileceğine delil vardır.
Böylece hayız müddeti bittikten sonraki kanamaları istihâze kanı sayılır ve
mezhebine göre, yukarda açıklanan şekilde amel eder. Sözgelimi Hanefî ise,
vakit girince abdestini tazeler, o abdestle ikinci bir namaz vakti girinceye
kadar özür kanaması sebebiyle abdesti bozulmamış sayılır ve dilediği kadar
namaz kılabilir, Kur'an'a el sürebilir, camiye girebilir vs. Yani abdestliye
caiz olan amellerin hepsini yapabilir.[591]
ـ3855 ـ6ـ
وعن حمنة بنت
جحش رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كُنْتُ
أسْتَحَاضُ
فِي بَيْتِ
أُخْتِى زَيْنَبَ
بِنْتِ
جَحْشٍ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْها.
فَقَلْتُ يا
رَسُولَ
اللّهِ: إنِّى
أسْتَحَاضُ
حَيْضَةً
كَثِيرَةً
شَدِيدَةً،
فَمَا تَرَى
فِيهَا؟ قَدْ
مَنَعَتْنِى
الصََّة
وَالصَّوْمَ.
قالَ: أنْعَتُ
لَكِ
الكُرْسُفَ
فَإنَّهُ
يُذْهِبُ
الدَّمَ.
قَالَتْ: هُوَ
أكْثَرُ مِنْ
ذلِكَ. قالَ:
فَاتَّخِذِى
ثَوْباً. قَالَتْ:
هُوَ أكْثَرُ
مِنْ ذلِكَ.
إنَّمَا
أثُجُّ
ثَجّاً. قالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
سَأمُرُكِ بِأمْرَيْنِ،
أيُّهُمَا
فَعَلْتِ
أجْزأ عَنْكِ
مِنَ اŒخَرِ،
وَإنْ
قَوِيتِ
عَلَيْهِمَا فَأنْتِ
أعْلَمُ.
قَالَ لَهَا:
إنَّمَا هذِهِ
رَكْضَةٌ
مِنْ
رَكَضَاتِ
الشَّيْطَانِ،
فَتَحَيَّضِى
سِتَّةَ
أيَّامٍ
أوْسَبْعَةَ
أيَّامٍ فِي
عِلْمِ
اللّهِ ثُمَّ
اغْتَسِلِى
حَتّى إذَا
رَأيْتِ
أنَّكِ قَدْ
طَهُرْتِ
وَاسْتَنْقَأتِ
فَصلّى ثَثاً
وَعِشْرِينَ
لَيْلَةً أوْ
أرْبَعاً
وَعِشْرِينَ
لَيْلَةً
وأيَّامُهَا
وَصُومِى.
فإنَّ ذلِكَ
يُجْزِئُكِ،
وَكذلِكِ
فَافْعَلِى
فِي كُلِّ
شَهْرٍ كَمَا
تَحَيَّضُ
النِّسَاءُ
وَكَما
يَطْهُرْنَ
لِمِيقَاتِ
حَيْضِهِنَّ
وَطُهْرِهِنَّ،
وَإنْ
قَوِيْتِ
عَلى أنْ
تُؤُخِّرِى
الظُّهْرَ
وَتُعَجِّلِينَ
الْعَصْرَ
فَتَغْتَسِلِينَ
وَتَجْمَعِينَ
بَيْنَ
الصََّتَيْنَ
الظُّهْرِ
وَالْعَصْرِ،
وَتُؤَخِّرِينَ
المَغْرِبَ
وَتُعَجِّلِينَ
الْعِشَاءَ،
ثُمَّ
تَغْتَسِلِينَ
وَتَجْمَعِينَ
بَيْنَ
الصََّتَيْنِ
فَافْعَلِى،
وَتَغْتَسِلِينَ
مَعَ الْفَجْرِ
فَافْعَلِى،
وَصُومِى إنْ
قَدَرْتِ
عَلى ذلِكِ
قَالَ
رَسُولُ اللّهِ
#: وَهذَا
أعْجَبُ
ا‘مْرَيْنِ
إلىَّ؛ وَبَعْضُ
الرُّوَاةِ
قالَ: قالتْ
حَمْنَةُ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها هذا
أعْجَبُ
ا‘مْرَيْنِ إليَّ،
وَلَمْ
يَجْعَلهُ
مِنْ قَوْلِ
النَّبِىِّ
#[. أخرجه أبو
داود واللفظ
له، الترمذي
لنحوه.وعنده
بدل قوله:
»فَاتَّخِذِى
ثَوْباً فَتَلَجَّمِى«.»الثّجُّ«:
السيل،
وأرادت أنه
يجرى كثيراً.
و»الرَّكضةُ«:
الضربة
والدفعة.و»التلجم«:
كاستثفار وهو
أن تسدّ
المرأة فرجها
بخرقة عريضة
توثق الدم .
6. (3855)- Hamne Bintu Cahş
radıyallahu anhâ anlatıyor: "Ben, kızkardeşim Zeyneb Bintu Cahş
radıyallahu anhâ'nın yanındaydım, istihâze kanamam vardı. Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm'a:
"Ey Allah'ın Resûlü! Ben çok şiddetli şekilde istihâze
kanamasına maruzum, bu hususta ne tavsiye edersiniz? Bu hal benim namaz ve
orucuma mani oluyor" dedim. Bana:
"Sana pamuğu vasfeyliyeyim: O, kanı gidericidir (fercine
pamuk koy)" buyurdular. Ben:
"Ama akıntı pamuğun mani olacağı miktardan çok fazla!"
dedim. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Öyleyse bez kullan!" buyurdular. Ben:
"Akıntı bezin durduracağı miktardan da fazla! Şarıl şarıl
akıyor" dedim. Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm dedi ki:
"Sana iki şey söyleyeceğim, hangisini yaparsan, diğerinin de
yerine geçer. İkisini de yapabilecek durumdaysan birini seçmek sana ait,
dilediğini seç! Bu kanama, şeytanın tekmelerinden bir tekme(si yani zarar
vermesi)dir. Sen kendini Allah'ın ilminde altı yedi gün hayızlı bil (orucu ve
namazı terket). Sonra yıkan ve kendini hayızdan temizlenmiş bil ve yirmiüç veya
yirmidört gece ve gündüz namaz kıl, (bu esnada farz veya nafile) oruç tut. Bu,
sana yeterlidir. Kadınların her ay hayız görmeleri, hayızlı ve temizlik
günlerinin olması gibi, bu şekilde senin de hayız ve temizlik günlerin olacak.
(Bu, sana söyleyeceğim iki şeyden birincisidir. İkinci hususa gelince, o da
şudur): Eğer öğleyi te'hir ve ikindiyi de ta'cil edip, ikisi için gusletmeye gücün yeterse
öğle ile ikindiyi birleştir. Keza akşamı geciktirip yatsıyı tacil etmek, sonra
da gusletmek suretiyle de bu iki namazı birleştir. Sabah için de ayrıca guslet.
Bu şekle gücün yeterse orucunu da böylece tutarsın."
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), (birini seçmede beni muhayyer
bıraktığı bu iki tarzı zikrettikten sonra ilaveten dedi ki: "Bu,
(ikincisi, zikrettiğim) tarz, benim daha çok hoşuma gidenidir."
Râvilerden biri dedi ki: "Hamne radıyallahu anhâ dedi ki:
"Bu, iki tarzdan benim daha çok hoşuma gidenidir. Ravî böylece, bu sözün
Resûlullah'a ait olmayıp Hamne'ye ait olduğunu ifade etmiş oldu."[592]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, önceki hadiste ismi geçen Ümmü Habîbe'nin kardeşi
Hamne'nin de istihâzeli bir kadın olduğunu göstermektedir. Bazı şârihler
rivayetlerde gelen bilgilere dayanarak Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
zamanında müstehâze olan kadınların isimlerini tadâd eder: Ümmü Habîbe Bintu
Cahş ve bunun iki kız kardeşi: Zeyneb ve Hamne; Resûlullah'ın zevcelerinden
Meymûne'nin anne bir kızkardeşi Esma, Fatıma Bintu Ebî Hubeyş, Sehle Bintu
Süheyl, Sevde Bintü Zema'a (Resûlullah'ın zevcesi), Zeynep Bintu Ümmü Seleme,
Esma el-Hârisiyye ve Bâdiye Bintu Gaylân. Bunlardan bazılarıyla ilgili rivayet
gelecek.
2- Şârih Hattâbî, hadiste geçen "altıyedi gün"
tabirini Resûlullah'ın tahdid maksadıyla zikretmeyip, emsalinin durumuna göre
itibar etmesine bir işaret olarak zikrettiğini belirtir. Bu sebeple "...altı
veya yedi..." şeklinde olması gereken tercümeyi altıyedi şeklinde yapmayı
uygun bulduk. Yani kadın, normal hayız müddetinin hatırlıyabilirse onu esas
alacaktır. Bu müddetin, Hanefîlere göre 3 ile 10 gün arasında değiştiğini
belirtmiş idik. Hatırlayamazsa -ki böylelerine fıkhen mütehayyire denir-
ailesindeki, kendi yaşındaki emsallerine göre takdir edecektir. Resûlullah bu
takdirde telmîhan 6-7 demiş olmalıdır. Hanefîler mütehayyire'nin zann-ı galible
hareket edeceğini, daha da olmazsa ihtiyaten azami müddet olan 10 günü esas
alıp, kendini her ay on gün hayızlı addedeceğini söyler.
3- "Allah'ın ilminde..." ifadesi ile senin altı gün
mü yedi gün mü hayızlı olduğunu Allah bilir. Bu müddet seninle Allah
arasındadır, O senin ne miktar tayin edeceğini bilir" veya "Allah'ın
hükmünde yani sana emrettiğim Allah'ın hükmüyledir", "Allah sana
kadınlarının âdetini bildirmektedir: Altı veya yedidir" şeklinde farklı
ma'nâların kasdedilmiş olduğuna şârihler dikkat çekmiştir.
4- Hiç kesilmeyen kanamaya (istihâzeye) maruz kalan kadına
Resûlullah iki yol tavsiye etmektedir ki, kadın bunlardan birini tercihte
muhayyerdir:
1) Her ayda muayyen günlerde kendini hayızlı addedip diğer
günlerde temiz bilmek ve temizlik günlerinde önceki hadiste açıklandığı
şekilde, kendini özürlü addederek özürlülerin tabi olacağı şartlara göre
namazını kılıp, orucunu tutmaktır.
2) Kendini her gün, bazı kayıtlarla, ibadet yapacak şekilde
temiz addetmektir: Yani öğle ile ikindiyi, ikindinin ilk vakti girerken;
akşamla yatısıyı da yatsının ilk vakti girerken birleştirerek gusül üzerine
kılmaktır. Bu şıkta meşakkat fazladır. Çünkü günde üç kere yıkanma mevzu
bahistir:
1) Sabah namazı için yıkanmak,
2) Öğle-ikindi namazları için yıkanmak,
3) Akşamyatsı namazları için yıkanmak.
Bu tarzda ayrıca ayın her gününde namaz kılmak durumu da
mevcuttur. Meşekkati fazla olduğu için Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm -veya
Hamne radıyallahu anhâ- bu tarzın "daha hoş" olduğunu söylemiştir.
Çünkü ücreti fazladır. Ücret meşakkat nisbetinde artar.
Hadisin ma'nâsı yukarıda açıkladığımız şekilde olmakla birlikte,
bu ma'nâ üzere amelde bazı tereddütler hasıl olmuştur. Hanefîler âdet görmeye
başlayan müstehâze için, Hz. Âişe'den Müslim'de gelen ve 3851 numarada
kaydedilen hadiste geçen اَمْكُنِ
قَدْرَمَا
كَانَتْ
تَحْبِسُكِ
حَيْضَتُكِ
ثُمَّ
اَغْتَسِلِى emr-i nebevîsini esas kılmıştır. Yani önceki
âdet müddetini esas alıp ona göre amel edecektir. Mütehayyire ise zann-ı
galible hayız müddetini tesbit edecektir, zann-ı galibte bulunamazsa ihtiyatı
esas alır ve azami hayız müddeti olan 10 güne göre kendini hayızlı bilir. Yeni
hayız görmeye başlayan bir kız aynı zamanda istihâzeye de maruz olursa, hayızla
istihâze kanını ayırdedebiliyorsa, kendi hayız müddetini bu yolla tesbit eder.
Zira hadiste: "Kan, hayız kanı ise bu siyahtır, renginden bilinir"
buyurulmuştur. Âdetini tefrik edemeyecek durumda olan için sadedinde olduğumuz
Hamne hadisinde belirtilen 6-7 ile amel eder, zira bu kadınların çoğunluğunun
durumunu dile getirmektedir diyen de olmuştur. Şâfiî hazretleri, böyle durumdaki
kızın -şek ile namazın terki caiz olmaz kaziyesinden hareketle- hayız
müddetinin en azı olan bir gece ve gündüzü esas alıp, ondan sonrasını temiz
addetmesi, yıkanıp namazlarını kılması gereğine hükmetmiştir.[593]
ـ3856 ـ7ـ
وعن أسماء بنت
عميس رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قُلْتُ يَا
رَسُولَ
اللّهِ إنَّ
فَاطِمَةَ
بِنْتِ أبِى
حُبَيْشٍ
اسْتُحِيضتْ
مُنْذُ كَذَا
وَكَذَا
فَلَمْ تُصَلِّ.
فقَالَ:
سُبْحَانَ
اللّهِ! هذَا
مِنَ الشَّيْطَانِ،
لِتَجْلِسْ
فى مِرْكَنٍ.
فَإذَا
رَاَتْ
صُفَرَةً
فَوْقَ
المَاءِ
فَلْتَغْتَسِلْ
لِلظُّهْرِ
وَالْعَصْرِ
غُسًْ
وَاحِداً، وتَغْتَسِلْ
لِلْمَغْرِبِ
وَالْعِشَاءِ
غُسًْ
وَاحِداً،
وَتَغْتَسِلْ
لِلْظُّهْرِ
وَالْعَصْرِ
غُسًْ
وَاحِداً،
واَغْتَسِلْ
لِلْمَغْرِبِ
وَالْعِشَاءِ
غُسًْ وَاحِداً،
وَتَغْتَسِلْ
لِلْفَجْرِ
غُسًْ وَاحِداً،
وَتَوضَّأْ
فِيمَا
بَيْنَ ذلِكَ.
قالَ ابن عباس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهما
لَمّا
اشْتَدّ
علَيْهَا
الغُسْلُ أمَرَهَا
أنْ تَجْمَعَ
بَيْنَ
الصََّتَيْنِ[.
أخرجه أبو
داود .
7. (3856)- Esma Bintu Umeys
radıyallahu anhâ anlatıyor: "Ey Allah'ın Resûlü! dedim. Fatıma Bintu Ebî
Hubeyş, şu şu kadar zamandan beri kanama geçiriyor, namazı bıraktı!" (Bu
sözün üzerine Aleyhissalâtu vesselâm):
"Sübhanallah! (hiç namaz bırakılır mı?) Bu şeytandan (bir
oyun. Kapılmamalıydı. Söyleyin ona), bir leğene (su koyup içine) otursun. Eğer
suyun üstünde (kanamadan hâsıl olan) bir sarılık görürse, öğle ve ikindi için
tek bir gusül yapsın; akşam ve yatsı için de tek bir gusül yapsın. Sabah için
de ayrı bir gusül yapsın. Bu arada (kılacağı namazlar için) abdest alsın"
buyurdular." İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ der ki: "(Her namaz için)
gusletmek, kadıncağıza zor gelmeye başlayınca iki namazın arasını birleştirmeyi
emretmişti."[594]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), kanaması olan Fatıma
Bintu Ebî Hubeyş'in, içerisinde su bulunan bir leğene oturmasını söylemesinin
sebebi, kanamanın hayız kanaması mı, istihaze kanaması mı olduğunu tefrik
etmesi içindir. Çünkü, kan suyun üzerinde sarı renk hâsıl ederse bu müstehâze
kanıdır. Başkaca bir renk ise da hayızdır.
Bu muamele, kanamanın mahiyetini tesbit içindir. Yıkanma işi bu
suyun içinde olmaz. Zira su artık necis olmuştur, leğenin dışında yıkanmalı
veya o suyu döktükten sonra leğeni temizlik âdâbına uygun olarak bu maksadla
kullanmalıdır.
2- "Bu arada abdest alsın"dan maksad, mesela öğle
ile ikinde için yıkanmışsa, "ikindi namazını kılmaya ayrıca abdest
alsın" demektir. Akşamla yatsı için yıkanmışsa, "yatsı namazını
kılmazdan önce abdest alsın" demektir. Bu meseledeki mezheplerin görüş
farklılıklarını daha önce belirtmiştik (3854. hadis).[595]
ـ3857 ـ8ـ
وعن أم سلمة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]إنَّ امْرَأةً
كَانَتْ
تَهْرَاقُ
الدِّمَاءَ
عَلى عَهْدِ
رَسُولِ
اللّهِ #.
فَاسْتَفْتَتْ
لَهَا أُمُّ
سَلَمَةَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها النَّبىَّ
#، فقَالَ:
لِتَنْظُرْ
عَدَدَ
ا‘يَّامِ
وَاللَّيَالِى
الَّتِى
كَانَتْ
تَحِيضُ فِيهَا
مِنَ
الشَّهْرِ
قَبْلَ أنْ
يُصِيبَهَا
الَّذِى
أصَابَهَا
فَلْتَتْرُكِ
الصََّةَ قَدْرَ
ذلِكَ مِنَ
الشَّهْرِ،
فَإذَا
خَلَّقتْ
ذلِكَ
فَلْتَغْتَسِلْ،
ثُمَّ
لَتَسْتَثفِرْ
بَثَوْبٍ
ثُمَّ
لِتُصَلِّ[.
أخرجه ا‘ربعة
إ الترمذي .
8. (3857)- Ümmü Seleme
radıyallahu anhâ anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında
bir kadının kanaması vardı. Ümmü Seleme radıyallahu anhâ, onun adına, hükmü,
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'dan soruverdi. Resûlullah:
"İstihâze kanı başlamazdan önce, bir ay içerisinde, kaç gün
ve gece hayız kanı gelmekte olduğuna baksın, her ay o kadar müddette namazı
terketsin. Bu zaman çıkınca hemen yıkansın ve (fercine pamuk koyup) bir bezle
sargı yaparak namazını kılsın."[596]
AÇIKLAMA:
1- en-Nihâye'de istisfâr için şu açıklama yapılır: "Kadının,
pamuk tıkadıktan sonra, fercini genişce bir bezle sarıp bezin iki ucu üst üste
kavuşunca ortasından bir şeyle bağlamasıdır. Böylece kanın akmasına mani
olur."
2- Bu hüküm, özür (istihâze) kanı başlamazdan önce ayın hangi
günlerinde hayız gördüğünü bilen kadının hükmüdür. O müddet boyunca kendini
hayızlı bilir, müddet dolunca yıkanır ve artık kanamaya rağmen temiz sayılır.
Şu farkla ki her vakit için abdest tazeleyecektir, tıpkı diğer özür sahipleri
gibi.
3- Bu hadisi esas alan bazı âlimler: "Âdet görmekte olan
bir kadın, istihâze kanamasına dûçar olunca, bu kanama sırasında, âdet
kanamasını temyiz edebilse de edemese de, temyizi âdetine tevafuk etse de
etmese de, eski âdet durumuna göre hareket eder" diye hüküm vermiştir.[597]
ـ3858 ـ9ـ
وعن سُمَىٍّ
مولى بن أبي
بكر بن
عبدالرحمن:
]إنَّ
القَعْقَاعَ وَزَيْدَ
بنَ أسْلَمٍ
أرْسََهُ إلى
سَعِيد بنِ
المُسَيِّبِ
رَحِمَهُ
اللّهُ.
يَسْألُهُ:
كَيْفَ
تَغْتَسِلُ
المُسْتَحَاضَةُ؟
قالَ:
تَغْتَسِلُ
مِنْ ظُهْرٍ
إلى ظُهْرٍ
وَتَتَوضَّأُ
لِكُلِّ
صََةٍ فَإنْ
غَلَبَها الدّمُ
اسْتَثْفَرَتْ
بِثَوْبٍ[.
أخرجه أبو
داود.قال: وكذلك:
روى عن ابن
عمر وأنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهم،
وهو قال سالم
بن عبداللّه
والحسن وعطاء
رحمهم
اللّه.وقال
مالك: أظن
حديث ابن
المسيب من طهر
إلى طهر، إنما
هو من ظهر إلى
ظهر ولكن الوهم
دخل فيه.ورواه
المسور بن
عبدالملك فقال
فيه: من طهر
إلى طهر.
فقلبها الناس
من ظهر إلى
ظهر. قلت: ذكر
القاضى عياض
أن رواية
المعجمة
صحيحة. واللّه
أعلم .
9. (3858)- Sümeyy Mevla
İbnu Ebî Bekr İbni Abdirrahman anlatıyor: "Ka'ka ve Zeyd İbnu Eslem, beni,
Saîd İbnu Meseyyeb rahimehullah'a gönderip müstehâzenin nasıl yıkanacağını
sordular. Saîd şöyle açıkladı: "Müstehâze, öğleden öğleye yıkanır ve her
namaz için abdest alır. Şayet kan galebe çalacak olursa bir bezle sargı
yapar."[598]
(Ebu Dâvud) der ki: "İbnu Ömer ve Enes radıyallahu anhüm'den
de bu şekilde (yani "öğleden öğleye
yıkanır" diye) rivayet edildi. Bu, aynı zamanda Sâlim İbnu Abdillah, Hasan
Basrî ve Atâ rahimehumullah'ın görüşüdür."
İmam Mâlik dedi ki: "Zannım o ki, İbnu Müseyyeb'in
hadisi "temizlik vaktinden temizlik
vaktine" olacaktı:
"öğle
vaktinden öğle vaktine" şeklinde gelmiştir. Herhalde buna bir vehim
karışmış."
Bu hadisi el-Misver İbnu Abdilmelik de rivayet etmiştir. Onun
rivayetinde de "temizlik vaktinden
temizlik vaktine" şeklinde gelmiştir. Şu halde râviler bunu "öğleden
öğleye" diye çevirmiş olmalı. Derim ki:[599] "Kadi İyaz'ın
zikrine göre, مِنْ
ظُهْرٍ إلى
ظُهْرٍ
şeklinde noktalı rivayet sahihtir. Doğruyu Allah bilir."[600]
AÇIKLAMA:
Bu rivayete göre, İbnu Müseyyeb, müstahâze'nin öğleden öğleye
yıkanacağına fetva vermiştir. Hatta, Ebu Dâvud, Abdullah İbnu Ömer ve Enes
Hazretlerinden de bu şekilde rivayet olduğunu, Hasan Basrî, Sâlim, Atâ gibi
tâbiîn büyüklerinin de bu görüşte olduklarını kaydeder.
Ancak ne var ki, İmam Mâlik bu rivayette bir tashif olacağı
kanaatindedir. İmla noktasız olarak مِنْ
طُهْرٍ إلى
طُهْرٍ
şeklinde olmalıdır. Bu durumda ma'nâ,
müstehaze'nin temizlik vaktinden temizlik vaktine yıkanacağını ifade eder. Bu
ise hayzın inkıta vakti demektir. Yani yıkanma öğleden öğleye değil, hayız
kanamasının kesilme anında yapılıp müteakip kesilmesi anına kadar
yapılmayacaktır, tıpkı, müstehâze olmayan normal kadındaki gibi. Hattâbî de
İmam Mâlik'in görüşüne katılır ve: "Çünkü, müstehâzenin öğleden öğleye
yıkanmasının bir ma'nâsı yoktur" der. İlaveten hiçbir fakihin böyle bir
kavline rastlamadığını belirtir ve doğrusunun
مِنْ
طُهْرٍ إلى
طُهْرٍ
olması gerektiğini te'yid eder.
Münakaşaya dahil olan Ebu Bekr İbnu'l Arabî, Hattâbî'ye katılmaz
ve der ki: "Onun istib'adı doğru değildir. Çünkü, müstehâze olan kadından,
sebep olduğu meşakkat sebebiyle her namazda yıkanmak düşecek olursa, hiç olsun
günde bir sefer, öğlenin sıcak vaktinde yıkanır, bu da temizlik için
uygundur."[601]
ـ3859 ـ10ـ
وعن علي
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]المُسْتَحَاضةُ
إذَا
انْقَضَى
حَيْضُهَا
اغْتَسلَتْ
كُلَّ يَوْمٍ
وَاتّخَذَتْ
صُوفَةً
فِيهَا سَمْنٌ
أوْزَيْتٌ[.
أخرجه أبو
داود .
10. (3859)- Hz. Ali
radıyallahu anh anlatıyor: "Müstehâze, hayız müddeti sona erince her gün
yıkanır. Üzerine tereyağı veya zeytinyağı sürülmüş bir yün kullanır."[602]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, bir önceki rivayette gelen "öğle" kaydını
kaldırmaktadır. Yani, istihâzesi olan kadın her gün yıkanmalı, ancak hangi
saatte yıkanacağı hususunda bağlayıcı bir kayıt mevcut değildir. Hz. Ali
radıyallahu anh'ın şahsî fetvası olduğu anlaşılan bu rivayette, müstahâze olan
kadınlara bir başka tavsiye daha yapılmaktadır: Ferclerinin üzerine tereyağı
veya zeytinyağı sürülmüş bir yün parçası bağlamak. Şârihler, yağın, kanamaya
sebep olan damarı yumuşatarak kanamayı durduracağını belirtirler.[603]
ـ3860 ـ11ـ
وعن عبداللّه
بن سفيان قال:
]سَألتُ
امْرَأةٌْ
ابنَ عُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهما
فقَالَتْ: إنِّى
أقْبَلْتُ
أُرِيدُ أن
أُطُوفَ
بِالْبَيْتِ،
حَتّى إذَا
كُنْتُ
عِنْدَ بَابِ
الْمَسْجِدِ
هَرَقَتِ
الدِّمَاءُ
فَرَجَعْتُ حَتّى
ذَهَبَ ذلِكَ
عَنِّى. ثُمَّ
اغْتَسَلْتُ
حتّى إذَا
كُنْتُ
عِنْدَ بَابِ
الْمَسْجِدِ
هَرَقَتِ
الدِّمَاءُ
ثُمَّ جِئْتُ
فكذلِكَ فقَالَ:
إنَّمَا
ذلِكَ
رَكْضَةٌ
مِنَ
الشَّيْطَانِ
فَاغْتَسِلِى
ثُمَّ
اسْتَثْفِرِى
بِثَوْبٍ،
ثُمَّ طُوفى[.
أخرجه مالك .
11. (3860)- Abdullah İbnu
Süfyan rahimehullah anlatıyor: "Bir kadın, İbnu Ömer radıyallahu anhümâ'ya
şöyle sordu: "Kabe'yi ziyaret maksadıyla gelmiştim. Tam Mescid-i Haram'ın
kapısına geldiğim sırada kanamam başladı ve derhal geri dönüp, kanama duruncaya
kadar bekledim. Sonra yıkandım. Tekrar tavaf için geldiğimde, kapının yanında
yine kan geldi. Aynı şekilde geri döndüm, size geldim." Abdullah şu cevabı
verdi: "Bu şeytandan gelen bir zarardır. Bu durumda yıkan. Pamuk tıkayarak
bir bez bağla, sonra da tavafını yap!"[604]
AÇIKLAMA:
Burada kadının sual sormasına sebep olan kanama hadisesi, ay hali
kanaması değildir. Şârihler, kanamanın, geri dönüp bekleme, yıkanıp ikinci
sefer ziyarete gelme hadiselerinin aynı gün içerisinde cereyan etmiş olacağını
belirtirler. Nitekim bu çeşit âdet dışı kanamalar, hadislerde hep رَكْضَةٌ
مِنَ
الشَّيْطَانِ diye şeytandan gelen bir zarar olarak
ifade edilmişlerdir. Rekza, kelime olarak darbe, tekme gibi ma'nâlara gelir.
Kanamanın şeytan darbesi olarak tavsifi, ibadete mani olması sebebiyledir.
Ayrıca, bunun ibadeti ibtal edeceğine dair verdiği vesvese sebebiyle de şaytana
nisbet edildiği söylenmiştir.
İbnu Abdilberr, Abdullah İbnu Ömer'in "yıkan" fetvasını,
kanamanın ne hayız kanı olduğu ne de
müstehâze'nin Ka'be'yi ziyareti için yıkanmasının vacib olduğu kanaatine
binaen vermediğini, bilakis onun "Ka'be'yi ziyaretten önce yıkanmak
mendubtur" kanaatini taşıdığını, kadına olan "yıkan, sonra da
tavafını yap!" emrini buna binaen verdiğini belirtir.[605]
ـ3861 ـ12ـ
وعن عكرمة
قال: ]كانَت
أُمُّ
حَبِيبَةَ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها
تُسْتَحَاضُ،
وَكَان زَوْجُهَا
يَغْشَاهَا.
وَمِثْلُهُ
عَنْ حَمْنَةَ
بنت جحش
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها[.
أخرجه أبو
داود .
12. (3861)- İkrime
rahimehullah anlatıyor: "Ümmü Habîbe radıyallahu anhâ müstehaze idi.
Kocası ona temasta bulunurdu. Aynı hal Hamne Bintu Cahş radıyallahu anhâ için
de mevzubahis idi."[606]
ـ3862 ـ13ـ
وعن أم عطية
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالَتْ:
]كُنَّا َ
نَعُدُّ
الْكُدْرَةَ
والصُّفْرَةَ
بَعْدَ
الطُّهْرِ
شَيْئاً[.
أخرجه أبو داود
والنسائي .
13. (3862)- Ümmü Atiyye
radıyallahu anhâ anlatıyor: "(Hayız müddetimiz dolup) temizlik dönemi
başladıktan sonra görülen bulanık ve sarı akıntıyı ciddiye almazdık.."[607]
AÇIKLAMA:
1- Dârimî'nin rivayetinde "...yıkandıktan sonra"
denmiştir.
2- Hattâbî der ki: "Ulema, temizlikten sonra gelen akıntı
hususunda ihtilaf etmiştir."
* Hz. Ali'den rivayete göre: "Bu, hayız değildir, onun
için namaz terkedilmez, abdestini alır, namazını kılar" demiştir. Süfyan
Sevrî ve Evzâî' nin görüşü de budur.
* Saîd İbnu'l-Müseyyeb: "Kadın böyle bir şey gördü mü,
yıkanır sonra namaz kılar" demiştir. Ahmed İbnu Hanbel de bu kanaattedir.
* Ebu Hanîfe'nin "Hayızdan ve kanın kesilmesinden sonra, kadın
bir veya iki gün sarı ve bulanık akıntı görürse ve bu on günü aşmazsa, bu
hayızdan kaynaklanır, saf beyaz akıntıyı görünceye kadar yıkanmaz" dediği
nakledilmiştir.
* Bu mevzuda Şâfiî'ler farklı görüşler ileri sürmüştür.
Mezhebin Ashab'ından meşhur olan görüş şöyledir: "Kadın, eğer âdet kanının
kesilmesini müteakip onbeş gün geçmeden sarılık veya bulanıklık görürse bu
hayız kanıdır." Bazıları: "Âdet günlerinde bunu gördü ise hayızdır,
âdet günlerinin dışında gördü ise, itibar etmemelidir." der. Ancak, bu hal
yeni hayız görmeye başlayan kızın başına gelmiş ve ilk defa kan görürken
sarılık veya bulanıklık görmüş ise, bu halde -fakihlerin çoğuna göre- kız henüz
âdet görmeye başlamış sayılmaz. Bu görüş Hz. Âişe ve Atâ'dan da rivayet
edilmiştir. Şâfiî'nin Ashabından bazısı da: "Hayza yeni başlayacak olan
kızın gördüğü bulanıklık ve sarılığın hükmü hayız hükmüdür" demiştir.[608]
ـ3863 ـ14ـ
وعن مرجانة
موة عائشة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْها
قالت: ]كَانَ
النِّسَاءُ
يَبْعَثْنَ
إلى
عَائِشَةَ
بِالدُّرْجَةِ
فِيهَا
الْكَرْسُفُ،
فِىهِ
الصُّفْرَةُ
مِنْ دَمِ
الحَيْضِ
يَسْألْنَهَا
عَنِ
الصََّةِ
فَتَقُولُ: َ
تَعْجَلْنَ
حَتّى
تَرَيْنَ
الْقُصَّةَ الْبَيْضَاءَ
تَعْنِى
الطُّهْرَ[.
أخرجه البخاري
في ترجمة،
ومالك.»القُصةُ«:
اَلْجَصُّ،
والمعنى أن تخرج
الخرقة التي
تحتشى بها
المرأة بيضاء
نقية، وقيل إن
القصة كالخيط
ا‘بيض تخرج
بعد انقطاع
الدم كله .
14. (3863)- Mercâne Mevla
Âişe radıyallahu anhâ anlatıyor: "Kadınlar Hz. Âişe radıyallahu anhâ'ya
içerisinde pamuk bulunan bez (veya kap) gönderirlerdi. Bu pamuklar hayız
kanıyla sarı lekeler taşırdı. (Bu safhada) namaz kılınıp kılınmayacağını
sorarlardı.
Hz. Âişe radıyallahu anhâ: "Beyaz akıntıyı görünceye kadar
acele etmeyin!" diye cevap verirdi. Beyaz akıntıdan temizliği
kastederdi."[609]
AÇIKLAMA:
1- Burada, hayız hallerinin sona erip ermediğinde tereddüde
düşen hanımların başvurdukları değişik bir yol görmekteyiz: Akıntılarını tutmak
üzere bağladıkları pamuğu Hz. Âişe radıyallahu anhâ'ya göndererek, akıntının
pamuk üzerindeki renginden, bunun hayız akıntısı olup olmadığını teşhis
ettirmek.
Hz. Âişe, akıntı lekeli ve renkli olduğu müddetce namaza
başlanılmasında acele etmemelerini söylüyor.
2- Rivayetten, müslüman kadınların hayız hallerini takipte
eskiden beri pamuk kullandıkları görülmektedir. Beyazlığı ve rutubeti emici
vasfı sebebiyle pamuk pratik olmalıdır. Ufak bir leke pamuk beyazlığında
kendini hemen göstereceğinden hayız akıntılarının teşhis ve tahlilinde eskiden
beri birinci derecede müracaat vasıtası yapılmıştır.
İmam Mâlik: "Beyaz akıntı hususunda kadınlara sordum. Gördüm
ki, bu onlar nezdinde malum bir şeydir, akıntıyı temizliğe erince
görmektedirler" der.[610]
ـ3864 ـ15ـ
وعن ابنة زيد
بن ثابت
]أنَّهُ
بَلَغَهَا:
أنَّ
نِسَاءَكُنَّ
يَدْعِينَ
بِالْمَصَابِيحِ
مِنْ جَوْفِ
اللَّيْلِ
يَنْظُرْنَ
إلى الطُّهْرِ،
فقَالَتْ: مَا
كَانَ
النِّسَاءُ
يَصْنَعْنَ
هذَا،
وَعَابَتْ
عَلَيْهِنَّ[.
أخرجه البخاري
في ترجمة،
ومالك .
15. (3864)- Zeyd İbnu
Sâbit'in kızından nakledildiğine göre, kulağına, bir kısım kadınların gece
yarısı, temizliklerini kontrol için, lamba getirtir oldukları haberi ulaşır. O,
bu davranıştan dolayı kadınları ayıplar ve: "(Sahabe) kadınları böyle
yapmazlardı!" der.[611]
AÇIKLAMA:
1- Rivayet sahibi Zeyd İbnu Sâbit'in kızının isim belli
değildir. Radıyallahu anh'ın Hasene, Amra, Ümmü Külsûm vs. birçok kızı mevcuttur.
Ancak bu rivayetin hangisine ait olduğu kesin olarak bilinememektedir. İbnu
Hacer, Abdullah İbnu Ömer radıyallahu anhümâ'nın oğlu Sâlim'in zevcesi olan
Ümmü Külsûm'e ait olabileceğini ima eder, "Ondan başkasının rivayetine hiç
rastlamadım" der. Ancak Suyûtî, Ümmü Sa'd olduğunu cezmen söyler.
2- Zeyd İbnu Sâbit'in kızının, temizliklerini kontrol için
gece yarısı lamba getirten kadınları ayıplayışının sebebi -şârihlere göre-
gereksiz bir külfete girmeleridir. İmam Mâlik'e göre, "Kadınlara düşen,
temizliklerine, uyuyacakları zaman veya sabah namazına kalktıkları zaman
bakmaktır, gecenin yarısında değil." İbnu Battal ve bir kısım Ulemaya göre
gece yarısı kontrol etme işi, dinde zorluk ve usanma getirir, bu ise mezmumdur.
İbnu Abdilberr gece yarısının namaz vakti olmadığına da dikkat çeker.
Ancak İbnu Hacer, gece yarısının yatsı namazının vakti olduğunu
belirttikten sonra, bu ayıplamada bir başka sebep arar: "Muhtemelen,
kontrolün gece yapılması sebebiyledir. Çünkü gecede halis beyazlık, diğer
renklerden tam ayırdedilemez. Dolayısıyle, gece kontrolde bulunan kadınlar,
temizlenmedikleri halde, kendilerini temizlenmiş sayabilirler ve temizlikten
önce namaz kılarlar."[612]
ـ3865 ـ16ـ
وعن أم سلمة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كانَتِ
النُّفَسَاءُ
عَلى عَهْدِ
رَسُولِ
اللّهِ #
تَقْعُدُ
بَعْدَ
نِفَاسِهَا أرْبَعِينَ
يَوْماً
وَأرْبَعِينَ
لَيْلَةً،
وَكُنَّا
نَطْلِى عَلى
وُجُوهِنَا
الْوَرْسَ
تَعْنِى مِنَ
الْكَلفِ[.
أخرجه أبو داود
والترمذي .
16. (3865)- Ümmü Seleme
radıyallahu anhâ anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm devrinde,
nifas olan kadınlar nifaslarından sonra kırk gün kırk gece otururlardı. Biz
yüzlerimize vers -yani kelef alarak- sürerdik..."[613]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste, nifasla doğum kastedilmektedir. Nifastan sonra
kırk gün oturmak'tan maksad, o esnada temiz sayılmamaları, temizken yapılması
helal olan şeylerden uzak kalmalarıdır. Oruç tutmamak, namaz kılmamak gibi.
Tirmizî, Sahabe, Tâbiîn ve daha sonra gelen selef Ulemasının, doğumdan sonra
kadının tam kırk gün oruç tutmayıp, namaz kılmayacağında icma ettiklerini
belirtir.
Nifas, doğumdan sonra gelen kandır. Bu kan kırk gün devam eder.
Daha önceden kesilmesi halinde yıkanıp namaz ve oruca başlayabilir. Kırk günden
sonra gelecek kanı, âlimlerin çoğu istihâze kanı addeder. Mezhebimizce de esas
olan bu görüştür.
2- Hadisin ikinci kısmında, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
devrinde kadınların kendi aralarında veya evlerinde kocalarına karşı bazı
güzellik maddeleri süründükleri görülmektedir.
*Vers, boyamada kullanılan sarı bir bitki. Kadınlar yüzlerine
kırmızılık kazandırarak güzelleşmek için kullanırlarmış. Bitki Yemen'de
yetişir.
* Kelef, kızılla siyah arası bir renktir. Bu renk yüze
sürülür. Yüzün rengine siyah ve kızıla çalan (esmerimsi) bir renk
kazandırmaktadır. Rivayet, kadınların bu rengi elde etmede vers'i
kullandıklarını ifade etmektedir.[614]
Hayız hali, kadınların temizliğe son derece titiz olmaları gereken
bir devredir. Dinimiz bu sebeple mesele üzerinde ısrarla durmuş, pek çok teferruâta
yer vermiştir. Biz, kitabımızın yer verdiği hadisler ve onların gerektirdiği
açıklamalar çerçevesinde meselenin tebellür etmesine çalıştık. Ancak
açıklamaları, geçmiş asırlarda hayız dönemi temizliğinin nasıl yapılması, hayız
devresine giren kadınlarımızın nelere dikkat etmesi gerektiğiyle ilgili
hususları, bu sahanın mütehassısı bir müslüman hekimden aynen aktarmayı uygun
görüyoruz. Alacağımız pasaj, ta'lîmî (didaktik) bir maksadla hazırlandığı için
okuyan, kolayca anlayabilecektir.[615]
Soru: "Memleketimizde genç kızlar, umumiyetle hangi yaşta
aybaşı görmeğe başlarlar?"
Cevap: "12-13 yaşları arasında."
Soru: "Genç bir kızın aybaşı görmeye başlayacağı, dış
görünüşünden anlaşılabilir mi?"
Cevap: "Dikkatli ve anlayışlı bir anne, kızının vücudundaki
belli yerlerin serpilmeye başlamasından, onun aybaşı görmeye başlayacağını
anlayabilir."
Soru: "12 yaşına yaklaşan bir kıza sahip olan bilgili ve
anlayışlı bir anneye, bu devrede düşen en mühim vazife nedir?"
Cevap: "Böyle bir devrede, bilgili ve anlayışlı bir anneye
düşen en mühim vazife, kızını aybaşı mevzuunda aydınlatmaktır. Bunun için de,
kızıyla bir arkadaş gibi konuşup, ona günün birinde idrar yolundan biraz kan
geldiğini göreceğini, bunun gayet normal bir hadise olduğunu, bundan korkmaması
gerektiğini; çünkü anne olacak her genç kızda belli bir yaşdan itibaren bunun
görüldüğünü ve görüleceğini; bunun adına renkli yani aybaşı dendiğini; bunun,
gebelik ve lohusalık durumları hariç, 45-50 yaşına kadar muntazaman ve her ay
görüleceğini; çünkü Allah'ımızın kadınları bu hilkatte ve bu fıtratta
yarattığını; bunda, nice ilâhî gayeler bulunduğunu ve aybaşılı devrede
temizliğe bilhassa dikkat edilmesi gerektiğini söylemesi lazımdır."
Soru: "Anne bu vazifesini yapmazsa ne olur?"
Cevap: "Cahilliğini, veya kızına karşı olan şefkatsizliğini
isbat etmiş olur. Aynı zamanda kızının, hayatta çekingen, içli, kızgın,
hiddetli ve soluk benizli olmasına sebep olmuş olur."
Soru: "Ya anne, kızına öğüt verecek derecede bilgili değilse
ne yapsın?"
Cevap: "Yüce Peygamberimiz bir hadis-i şerifinde: "İlim
istemek -bilgili olmak- müslüman olan her erkek ve kadın için farzdır"
buyurdular. Bu hadis-i şerife göre, müslüman her anne için, bu bilgileri
öğrenmek mecburidir. Fakat burada belirtmek yerinde olur ki, bu hususta
kabahatin çoğu, annelere, kız çocuklarına faydalı bilgileri öğretmeyen, onlara
bu imkanları vermeyen ve hatta onları okur yazar bile edemeyen; üstelik onların
giyimlerine, iffetlerine, ibadetlerine sataşan, vatan ve millet sevgisinden mahrum
okul kaçkınlarının; veya gönlü ve midesi komünizme, kapitalizme, faizci
putperest izmlere bağlı diplomalı hainlerin ve ahbesciler grubunundur."
Soru: "Aybaşı denince akla ilk gelecek nedir?"
Cevap: "Temizlik."
Soru: "Neden temizlik?"
Cevap: "Çünkü bir kadının sıhhatli, huzurlu ve neş'eli olması,
maddî bakımdan, aybaşı günlerinde riayet edeceği temizlik derecesine ve
dolayısıyle aybaşısının her ayın belli günlerinde başlayıp bitmesine, aybaşı
kanının normal mikdarda ve ağrısız olarak gelmesine, yani normal bir aybaşı
görmesine bağlıdır."
Soru: "Yani kadınlar için temizlik mevzuu, erkeklerinkinden
daha mı mühimdir?"
Cevap: "Çok daha mühimdir."
Soru: "Kadınlar için temizlik mevzuu neden çok daha
mühimdir?"
Cevap: "Çünki aybaşı, gebelik, doğum ve lohusalık gibi
fizyolojik olaylar, hormonal faaliyetler, kadınların, temizlik konusunda çok
daha dikkatli ve titiz olmalarını gerektirir.
- Ayrıca, Kadınlarda cinsi organların bulunduğu yerin hususiyeti,
yani iki abdest yolu arasında bulunması,
- Buradaki akıntılar ve döküntüler ile,
- Bu bölgede bol miktarda bulunan yağ bezlerinin meydana getirdiği
ifrazlar,
- Bu bölgeye mahsus tüyler,
- Aybaşı halinde ve bundan sonraki günlerde sızıntı ve akıntıların
çoğalması,
- Aybaşı kanının kendisine mahsus ağır kokusu.
- Gene aybaşı günlerinde kadınların vücutlarından, ter ve
nefeslerinden, kasık aralarından, göğüs altlarından (Menotoksin) adı verilen
zehirli bir kokunun etrafa yayılması... gibi sebepler; kadınların temizliğe ne
derece ehemmiyet vermeleri gerektiğini anlatır sanırım."
Soru: "Aybaşı günlerinde kadınların ter ve nefeslerinden
etrafa zehirli bir koku mu yayılır?"
Cevap: "Evet; o günlerde her kadının ter ve nefesinden,
etrafa -az veya çok- böyle zehirli bir koku yayılır. Hatta bu, bazan o derece
şiddetli olabilir ki, mayaların üremesini durdurabilir, çiçekleri soldurabilir,
sirke ve konserveleri bozabilir. Nitekim bazı uyanık kadınlar, bunun farkına
vardıkları için, aybaşı günlerinde çiçek bakımı ile; maya, sirke ve konserve
gibi işlerle yakından meşgul olmazlar."
Soru: "Temizliğin kadın için fevkalade olan önemini anlamış
olduk. Peki kadın, bu temizliği nasıl yapmalıdır."
Cevap: "Her kadın ve genç kız, bu temizlik için:
- Tülbendden kesilip dikilmiş yumuşak bir bezi, veya bir deniz
süngerini, bir de iyi kaliteli bir sabunu, el altında bulundurmalıdır.
- Gerek normal ve gerekse aybaşılı günlerinde günde en az bir defa
ılık sabunlu su ile tülbendi veya deniz süngerini ıslatarak kasık aralarını
yıkayıp kurulamalıdır.
- Ayrıca geceleri yatarken dişlerini temizlemeli, ve ayaklarını
-bilhassa ayak parmaklarının arasını- sabunla yıkamalıdır.
- Her kadın ve her genç kız, normal günlerinde -hiç olmazsa- gün
aşırı, aybaşılı günlerinde ise hergün, mutlaka ılık su ile yıkanmalıdır. Ve bu
yıkanma esnasında, kasık aralarını, göğüs ve koltuk altlarını, parmak
aralarını, gene sabunlu bezle yıkamalıdır.
Temizliği böylesine yapmayan bir kadın, sosyetenin hangi koluna
mensup olursa olsun, mesleği ne olursa olsun, isterse milyoner olsun, istediği
kadar güzel ve giyimli bulunsun, isterse dudakları rujlu, tırnakları ojeli,
gözleri rimelli olsun; piyasanın bütün parfüm ve deodorantlarını kullansın, ve
istediği kadar naylonlar giysin, sırtında vizon kürk taşısın; kolunda,
boğazında isterse piyasanın bütün altın ve pırlantalarını göstersin; değil mi
ki gereken temizliği yapmamıştır, kim olursa olsun, böyle bir kadın mutlaka
kirli ve mutlaka pistir.
Saçını berbere şu kadar liraya yapdırdığını iftiharla anlatan ve
bunun bozulmaması için aybaşı günlerinde yıkanmaktan ve temizlenmekten kaçınan,
gerektiği anda boy abdesti almaya yanaşmayan nice kadınlar vardır ki; onulmaz
dertlerle hastahane köşelerinde inim inim inlemişler, rahim veya meme kanserine
tutularak hayattan göçüp gitmişlerdir.
Kadın ve erkek bütün insanlar, bekledikleri ve özledikleri huzur
ve sıhhate, ancak imanla, ibadetle ve temizlikle kavuşabilirler."
Soru: "Bir kadın, aybaşı günlerinde yıkanıp temizlenirken,
neden sıcak ve soğuk su değil de, ılık su kullanmalıdır?"
Cevap: "Çünkü soğuk su ile yıkanırsa, aybaşı sebebiyle
vücudunun ne de olsa yorgun ve halsiz olduğu bir devrede kendisini üşütmüş olur
ki, bu hal, bir çok tehlikeli hastalıklara yol açar.
Kasık arası temizliğini soğuk su ile yaparsa, hem bu bölgeyi
üşüterek mikropların faaliyetini artırmış olur; hem de soğuk su bazı hassas kadın
ve kızlarda aybaşının vaktinden önce ve âni kesilmesine sebep olur."
Soru: "Sıcak suyun mahzuru nedir?"
Cevap: "Aybaşı kanının artmasına sebeb oluşudur."
Soru: "Aybaşılı bir kadın, hangi cins bezleri
tutunmalıdır?"
Cevap: "Aybaşılı bir kadının tutunacağı bezler:
- Gayet yumuşak, mesela tülbendden kesilip dikilmiş,
- Mutlaka ütülenmiş,
- Kolaylıkla değiştirilebilen bezler olmalıdır."
Soru: "Bu iş için pamuk kullanmayı tavsiye eder
misiniz?"
Cevap: "Düşük kaliteli ve kaba elyaflı pamukların
kullanılmasını tavsiye etmem; çünkü bu nevi pamuklar kanamayı artırırlar.
Fakat; eczahanelerde satılan rule halinde veya dışı steril yani
mikropsuz gazlı bezle sarılı hususi pamuklar var ki, bunların kullanılmasını
her bakımdan tavsiye ederim. Çünki bu sayede hem ütü, hem de yıkama külfetinden
kurtulunmuş olur. Gerektiği zaman bu pamuktan bir bez büyüklüğünde kesilerek
kilotun içine yerleştirilir. Kirlenince de çekip atılır."
Soru: "Parasından çekinmeyenler için aybaşı günlerinde
kullanılmak üzere kilot ve bez olarak bilhassa neleri tavsiye edersiniz?"
Cevap: "Bunlar için kilot olarak tuhafiye mağazalarında
satılan ve hususi surette aybaşı günleri için yapılmış olan özel kilotu; bez
olarak da eczahanelerde bulunan ve gene bu iş için yapılmış olan (Pak Band)ı
tavsiye ederim.
Bir defa alınan kilot, seneler senesi kullanılacak sağlamlıktadır.
Fakat pak band, bazı aileler için fiatlı gelebilir. Çünki her bez, bir defa
kullanılacaktır.
Bunun için en iyisi, manifaturacılarda pek ucuza satılan
tülbentden birkaç metre alıp ütüleyerek el altında hazır bulundurmalıdır.
Gerekince rule pamuktan bir bez büyüklüğünde, yani 5-6 cm. kadar
bir makasla kesip, üzerine ütülenmiş tülbentden bir parça keserek kılıf
şeklinde sarılmalı ve normal iç donunun içine veya hususi yerine
yerleştirmelidir.
Kirlenen kılıfların yıkanıp ütülenerek tekrar kullanılması da
mümkündür. Bu sayede masraf yalnız pamuk masrafından ibaret kalır."
Soru: "Ne de olsa bu bir masraf değil midir?"
Cevap: "Sıhhat ve temizlik yönünden, sayılamayacak kadar
faydalar sağlayan şu tavsiyemiz, herhalde büyük bir masraf sayılmaz.
Hem, kızlarına binlerce liralık çeyiz hazırlamadan çekinmeyen ve
bazı Anadolu vilayetlerinde olduğu gibi dünürlük işlerinde hayvan satarcasına
pazarlığa girişen bu hareketleriyle, nice gençlerin kötü yollara gitmelerine
sebebiyet veren anne ve babalar;
Nişan ve düğün merasimlerini; lüks gazinolarda, meşhur otellerde
bir gecede binlerce lira sarfiyle alkol buharları arasında yapanlar veya buna
özenenler ve böylece ilâhî bir gaye ve ma'na taşıyan evlilik hayatını ve bunun
saadetini, sarhoş çığlıkları arasında hemen ilk gününden lekeleyip kirletenler;
Kızlarının ve ailelerinin sıhhatleriyle ilgili şu tavsiyeler için,
nasıl olur da israftır diyebilirler?"
Soru: "Aybaşılı bir kadın için başka tavsiyeleriniz var mıdır?"
Cevap: "Ilık su ile her gün bir defa yıkanan, ılık sabunlu
tülbent veya süngerle günde en az bir defa kasık arasını temizleyip kurulayan
bir kadın, ayrıca ev içinde güzel kokular da sürünmelidir."
Soru: "Bunun için bir esans söyleyebilir misiniz?"
Cevap: "Bu bir zevk mes'elesidir; hatta bu esansı
çamaşırların arasında da bulundurmalıdır."
Soru: "Yukarıda bahsettiğiniz temizlik, yalnız evli kadınlar
için midir? Yoksa evli olmayan genç kızlar da bu temizliği aynı şekilde yapmaya
mecbur mudurlar?"
Cevap: "Elbette mecburdurlar. Bilhassa genç kızların bu
temizliğe küçük yaştan alışmış olmaları, onların hayatları boyunca sıhhatli
olmalarını sağlar.
Bazı kızlar, annelerinin de yanlış öğütlerine uyarak, kızlık
zarının zedeleneceği düşüncesiyle kasık aralarını temizlemekten korkarlar; ve
hatta kızlık zarının eriyeceğini sanarak limon ve sirke gibi şeyleri yemekten
çekinirler. Bütün bunlar, boş ve yanlış düşüncelerdir. Cinsel organların
yapısını bilmemenin neticesidir.
Bahsedildiği şekilde ılık sabunlu tülbent veya süngerle kasık
arasını temizlemekte genç kızlar için hiçbir tehlike yoktur."
Soru: "Aybaşı günlerinde kadınlar ve genç kızlar, başka
nelere dikkat etmelidirler?"
Cevap: "Her türlü yorgunluktan sakınmalıdırlar. En güzel
elbiselerini giyip, bilhassa tuvaletlerine emek çekmelidirler. Günlerini daima
dualı ve neş'eli geçirmelidirler. Annelerinden ve akrabalarından aybaşı
günlerini, sıkıntılı ve sinirlilikle geçirenleri örnek
almamalıdırlar.
Sancıları varsa, kanamaları normalden çok veya az ise, hülasa şikâyetleri
mevcut ise, hiç vakit geçirmeden bir doktora müracaat etmelidirler.
Soğuk duşlardan, kendilerini ve bilhassa ayaklarını üşütmekten,
uzun yol yürümekten, ata ve bisiklete binmekten, ayaklı dikiş makinesi
kullanmaktan, ağır yük kaldırmaktan,
uykusuzluktan sakınmalıdırlar.
Fena koku neşreden
yiyeceklerden çekinmelidirler.
Genç kızlar bilhassa bu günlerinde; annelerine, babalarına ve
kardeşlerine hürmet ve sevgide kusur etmemelidirler.
Evli kadınlar da kocalarına ve dolayısiyle erkekler de eşlerine, böyle
günlerde daha fazla bir sevgi ve anlayış göstermelidirler. Çünkü bir çok aile
buhranları, kadınların aybaşılı günlerinde, eşlerin karşılıklı
anlayışsızlıkları ve yersiz davranışları yüzünden olmaktadır."
Soru: "Vücudun belli yerlerindeki tüylerin giderilmesi nasıl
olur?"
Cevap: "Bunun için, ya tıraş bıçağı, ya mikropsuz özel
-yapışkan- sökücü maddeler, yahut da tahâret pudrası kullanılır. Tıraş bıçağı
kullanılacaksa, bunun için iyi markalı bir tıraş bıçağı, tıraş makinesine
yerleştirildikten sonra 3 dakika kadar çok sıcak bir su içinde tutulup
mikropları kırılır. Soğuyunca kullanılır.
Diğerleri için de, kutularındaki tarifeye uymak doğru olur."[616]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/309.
[2] Mânevi kirlerin çeşitleri ve bunlardan temizlenme
yolları hakkında bütün ahlâk kitapları açıklamalarda bulunmaktadır. Bu konuda
bilhassa İhyâ'nın Acâibu'l-Kalb, Riyâdatu'n-Nefs, Âfetu'l-Lisân, Zemmü'l-Gadab
ve'l-Hıkd ve'l-Hased, Zemmü'l-Kibr ve'l-Ucb... Zemmü'l-Gurûr bölümleri yeterli
açıklamalarda bulunur (İhyâ 3 ve 4. ciltler).
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/309-314.
[4] Muvatta, Tahâret: 12, (1, 22); Ebû Dâvud, Tahâret: 41,
(83); Tirmizî, Tahâret: 52, (69); Nesâî, Miyah: 5, (1, 176); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/315.
[5] Kelimenin aslı اَلْبَطّ
Kâmus'ta kaz diye açıklanır. Ördekle iltibası da mevzubahistir. Müncid,ördekle )
اِوَزَّ ( olmadığını, boyun ve bacakları kısa bir su
kuşu olduğunu belirtir.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/315-317.
[7] Ebû Dâvud, Tahâret: 34, (66); Tirmizî, Tahâret: 49,
(66); Nesâî, Miyâh: 2, (1, 174).
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/317.
[9] Resûlullah'ın bir duası şöyledir: "Ey Allah'ım,
bana eşyanın gerçek hakîkatını göster."
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/318-319.
[11] Ebû Dâvud, Tahâret: 33 (63,
64, 65); Tirmizî, Tahâret: 50, (67); Nesâî, Miyah: 3, (1, 175); İbnu Mâce,
Tahâret: 75, (517, 518); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 10/320.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/320.
[13] Yukarıda belirtildiği üzere kulle'de mübhem bir
miktara delâlet etmesi sebebiyle, İbnu Hacer'in belirttiği üzere, çok suyun
tayininde Şâfiîler dokuz farklı görüş ileri sürmüşlerdir.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/320-321.
[15] Buhârî, Vudû: 68, Müslim, Tahâret: 95, (282); Ebû
Dâvud, Tahâret: 36, (69, 70); Tirmizî, Tahâret: 51, (68); Nesâî, Tahâret: 46,
(1, 49), Gusl: 1, (1, 197); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 10/322.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/322.
[17] Müslim, Tahâret: 97, (283); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/322.
[18] İmam Züfer, abdestli insan, abdestini bozmadan ikinci
bir abdest daha alacak olsa, bu suya mâ-i müsta'mel demez. Su hem temiz, hem
temizleyicidir.
[19] Çünkü mâ-i müsta'mel necîs addedilmiştir. Su vücuddan
ayrılınca müsta'mel sayıldığına göre, ayrılan kısım necistir. İki külleden az
olan suya necis bir şey karışınca necîs olur. Necis su ile cenabetten
temizlenemez.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/323-325.
[21] Muvatta, Tahâret: 14, (1,
23, 24); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/325.
[22] Dinimizin küllî kaidelerindendir: "Şekk ile yakîn
zâil olmaz."
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/325-326.
[24] Ebû Dâvud, Tahâret: 40,
(81); Nesâî, Tahâret: 147, (1, 130); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/326.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/326-327.
[26] Tirmizî, Tahâret: 48, (65); Ebû Dâvud, Tahâret: 35,
(68); İbnu Mâce, Tahâret: 33, (370, 371); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/327.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/327-328.
[28] Buhârî, Salât: 17, Vudû: 40, 93, 94, Ezân: 18, 19,
Libâs: 3, 42; Müslim, Salât: 249-253 (503); Nesâî, Tahâret: 103, (1, 87); Ebû
Dâvud, Salât: 102, (688); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/328.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/328.
[30] Muvatta, Tahâret: 86, (1,
52); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/329.
[31] Buhârî, Gusl: 2, 9; Müslim, Hayz: 40, 45, (319, 321);
Ebû Dâvud, Tahâret: 39, (77), 97, (237), 102, (257); Nesâî, 130, 144, 145, 146,
148, Gusl: 12, (1, 203); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/329.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/329.
[33] Buhârî Vüdû: 43; Muvatta, Tahâret: 15, (1, 24); Ebû
Dâvud, Tahâret: 39, (79, 80); Nesâî, Tahâret: 52, (1, 57); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/330.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/330.
[35] Ebû Dâvud, Tahâret: 42, (84); Tirmizî, Tahâret: 65,
(88); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/330.
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/330-331.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/331-333.
[38] Buhârî, Vüdû: 59; Müslim,Tahâret: 103, (287); Muvatta,
Tahâret: 110, (1, 64); Ebû Dâvud, Tahâret: 139, (374); Tirmizî, Tahâret: 54,
(71); Nesâî, Tahâret: 189, (1, 157); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/335.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/335-336.
[40] Ebû Dâvud, Tahâret: 137,
(375); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/336.
[41] Buhârî, Vudû: 57, 58, Edeb: 35; Müslim, Tahâret: 99,
(284); Nesâî, Tahâret: 45, (1, 48); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/337.
[42] Hattâbî, bol su dökülme
şartını koyar ve yıkantının temiz olmasını, "içerisinde pisliğin renk veya
kokusunun zâhir olmaması" şartına bağlar.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/337-338.
[44] Buhârî, Vudû: 58; Ebû Dâvud, Tahâret: 138, (380);
Tirmizî, Tahâret: 112, (147); Nesâî, Tahâret: 45, (1,48, 49); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/340.
[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/340.
[46] Ebû Dâvud, Tahâret: 138,
(381); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/341.
[47] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/341.
[48] Ebû Dâvud, Edeb: 42, (4885); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/341.
[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/341-342.
[50] Muvatta, Tahâret: 16, (1, 24); Ebû Dâvud, Tahâret:
140, (383); Tirmizî, Tahâret: 109, (143); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/342.
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/342.
[52] Ebû Dâvud, Tahâret: 140,
(384); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/343.
[53] Ebû Dâvud, Tahâret: 141,
(385, 386); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/343.
[54] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/343-344.
[55] Rezîn tahric etmiştir; İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/344.
[56] Buhârî, Vudû: 64, 65; Müslim, Tahâret: 108, (289); Ebû
Dâvud, Tahâret: 136, (371, 372, 373); Tirmizî, Tahâret: 85, 86, (117, 118);
Nesâî, Tahâret: 187, 188, (1, 156); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/345.
[57] Müslim, Tahâret: 105, 109,
(288, 290); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/345-346.
[58] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/346-347.
[59] Muvatta, Tahâret: 83, (1,
50); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/347.
[60] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/348.
[61] Tirmizî, Tahâret: 86, (117);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/348.
[62] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/348.
[63] Buhârî, Hayz: 9, Vudû: 63; Müslim, Tahâret: 110,
(291); Muvatta, Tahâret: 103, (1, 60, 61); Ebû Dâvud, Tahâret: 132, (360, 361,
362); Tirmizî, Tahâret: 104, (138); Nesâî, Tahâret: 185, (1, 155); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/349.
[64] Buhârî, Hayz: 11; Ebû Dâvud,
Tahâret: 132, (352, 364); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 10/349.
[65] Buhârî, Hayz: 9; Ebû Dâvud, Tahâret: 107, (269), 132,
(357), 142, (388); Nesâî, Tahâret: 179, (1, 150, 151); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/350.
[66] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/350.
[67] Buhârî, Vudû: 33; Müslim, Tahâret: 97, (279); Muvatta, Tahâret: 35, (1, 34); Ebû Dâvud,
Tahâret: 37, (71, 72, 73); Tirmizî, Tahâret: 68, (91); Nesâî, Miyâh: 7, (1,
176, 177); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/351.
[68] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/351.
[69] Buhârî, Vudû: 33; Ebû Dâvud,
Tahâret: 139, (382); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 10/352.
[70] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/352.
[71] Muvatta, Tahâret: 13, (1, 23); Ebû Dâvud, 38, (75);
Tirmizî, Tahâret: 69, (92); Nesâî, Tahâret: 54, (1, 55); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/352-353.
[72] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/353.
[73] Ebû Dâvud, Tahâret: 38,
(76); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/353.
[74] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/354.
[75] Buhârî, Vudû: 67, Zebâih: 34; Muvatta İsti'zân: 20,
(2, 971, 972); Ebû Dâvud, Et'ime: 48, (3841, 3843); Tirmizî, Et'ime: 8, (1799);
Nesâî, Fera' ve'l-Atîre: 15, (7, 178); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 10/354.
[76] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/354.
[77] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/354-355.
[78] Ebû Dâvud, Tahâret: 73,
(185); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/355.
[79] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/355.
[80] Müslim, Hayz: 106, (366); Muvatta, Sayd: 17, (2, 498);
Ebû Dâvud, Libâs: 41, (4123); Tirmizî, Libâs: 7, (1723); Nesâî, Fera
ve'l-Atîre: 9, (7, 173.)
[81] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/356.
[82] Buhârî, Büyû: 101, Zekât: 61, Zebâih: 30; Müslim,
Hayz: 100, 103, 104, (363, 364, 365); Muvatta, Sayd: 16, (2, 98); Ebû Dâvud,
Libâs: 41, (4120, 4121); Tirmizî, Libâs: 7, (1727); Nesâî, Fera' ve'l-Atîre: 9,
(7, 171, 172); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/357.
[83] Muvatta, Sayd: 18, (2, 498); Ebû Dâvud, Libâs: 41,
(4124); Nesâî, Fera ve'l-Atîre: 9, (7, 174); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/357.
[84] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/357-358.
[85] Buhârî, Eymân: 21; Nesâî,
Fera' ve'l-Atîre: 9, (7, 173); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/359.
[86] Buhârî, Eymân: 21; Nesâî, Fera' ve'l-Atîre: 9, (7,
173).
[87] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/359.
[88] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/359.
[89] Ebû Dâvud, Libâs: 43, (4132); Tirmizî, Libâs: 37,
(1771); Nesâî, Fera' ve'l-Atîre: 12, (7, 176); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/360.
[90] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/360.
[91] Ebû Dâvud, Tahâret: 2, (3); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/362.
[92] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/362.
[93] Ebû Dâvud, Tahâret: 1, (1); Tirmizî, Tahâret: 16,
(20); Nesâî, Tahâret: 16, (1, 18, 19); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/363.
[94] Müslim, Tahâret: 68, (269);
Ebû Dâvud, Tahâret: 14, (25); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/363.
[95] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/363.
[96] Ebû Dâvud, Tahâret: 14,
(26); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/363.
[97] Ebû Dâvud, Tahâret: 16,
(29); Nesâî, Tahâret: 30, (1, 33, 34); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/364.
[98] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/364.
[99] Ebû Dâvud, Tahâret: 15 (27); Tirmizî, Tahâret: 17,
(21); Nesâî, Tahâret: 32, (1, 34).
[100] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/364.
[101] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/364-365.
[102] Ebû Dâvud, Tahâret: 13,
(24); Nesâî, Tahâret: 28, (1, 31); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/365.
[103] Buhârî, Vudû: 11, Salât: 29; Müslim, Tahâret: 59,
(264); Ebû Dâvud, Tahâret: 4, (9); Tirmizî, Tahâret: 6, (8); Nesâî, Tahâret:
19, 20, 21, (1, 21, 22, 23); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 10/365.
[104] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/365-366.
[105] Muvatta, Kıble: 1, (1, 193);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/366.
[106] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/366.
[107] Ebû Dâvud, Tahâret: 4, (11);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/366-367.
[108] Birinci ciltte Ahmed İbnu Hanbel'i tanıtırken
belirttiğimiz üzere hadîse aşırı bağlılığı sebebiyle, her rivâyete uygun görüş
beyan etmek onun umûmî vasfıdır. Bir mesele ile alâkalı rivâyet adedince
kendisinden görüş nakledildiğine sıkça rastlanır. Burada, onun bu durumunun
tipik örneğini görmekteyiz: Âlimlerin, dört noktada hülâsa edilen farklı
görüşlerinin her biriyle ilgili bir görüş Ahmed İbnu Hanbel'den rivâyet
edilmektedir (rahimehullah).
[109] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/367-368.
[110] Buhârî, Vudû: 12, 14, Humus: 4; Müslim, Tahâret: 62,
(266); Muvatta, Kıble: 3, (1, 193, 194); Ebû Dâvud, Tahâret: 5, (12); Tirmizî,
Tahâret: 7, (11); Nesâî, Tahâret: 22, (1, 23); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/368.
[111] Müslim, Tahâret: 61, (266); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/368.
[112] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/369.
[113] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/369.
[114] Buhârî, Vudû: 62, 60, 61,
Mezâlim: 27; Müslim, Tahâret: 73, 74, (273); Ebû Dâvud, Tahâret: 12, (23);
Tirmizî, Tahâret: 9, (13); Nesâî, Tahâret: 24, (3, 25); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/369-370.
[115] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/370-371.
[116] Muvatta, Tahâret: 112, (1,
65); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/372.
[117] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/372.
[118] Tirmizî, Tahâret 8, (12).
[119] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/372.
[120] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/372.
[121] Tirmizî, Tahâret: 8, (12);
Nesâî, Tahâret: 25, (1, 26); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/373.
[122] Müslim, Hayz: 79, (342); Ebû
Dâvud, Cihâd: 47, (2549); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 10/373.
[123] Ebû Dâvud, Tahâret: 11, (22); Nesâî, Tahâret: 26, (1,
26-28); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/373-374.
[124] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/374.
[125] Ebû Dâvud, Tahâret: 7, (15);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/375.
[126] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/375.
[127] Ebû Dâvud, Tahâret: 6, (14);
Tirmizî, Tahâret: 10, (14); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/375.
[128] Ebû Dâvud, Tahâret: 19,
(35); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/376.
[129] Bu hususta teferruat için 3. cilt, 190. sayfaya
bakılsın.
[130] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/376-377.
[131] Ebû Dâvud, Tahâret: 1, (2); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/377.
[132] Müslim, Tahâret: 57, (262);
Tirmizî, Tahâret: 12, (16); Ebû Dâvud, Tahâret: 4, (7); Nesâî, Tahâret: 37, 42,
(1, 38, 39, 43); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/378.
[133] Müslim, Tahâret: 24, (239); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/378.
[134] Buhârî, Vudû: 18, 19, 25; Müslim, Tahâret: 63, (267);
Ebû Dâvud, Tahâret: 18, (31); Tirmizî, Tahâret: 11, (15); Nesâî, Tahâret: 23,
42, (1, 25, 43); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/378.
[135] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/379.
[136] Rezîn tahriç etmiştir. İbnu
Mâce, Tahâret: 15, (311); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 10/380.
[137] Ebû Dâvud, Tahâret: 10, (19); Tirmizî, Libâs: 16,
(1746); Nesâî, Zînet: 54, (8, 178); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/380.
[138] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/380.
[139] Ebû Dâvud, Tahâret: 3, (4); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/380.
[140] Ebû Dâvud, Tahâret: 3, (6); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/380.
[141] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/381.
[142] Buhârî, Vudû: 16, 15, 17,
56, Salât: 93; Müslim, Tahâret: 70, (271); Ebû Dâvud, Tahâret: 23, (43); Nesâî,
Tahâret: 41, (1, 42); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 10/382.
[143] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/382-383.
[144] Nesâî, Tahâret: 43, (1, 45);
İbnu Mâce, Tahâret: 29, (358); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/383.
[145] Ebû Dâvud, Tahâret: 64, (166, 167, 168); Nesâî,
Tahâret: 102, (1, 86); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/383.
[146] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/383-384.
[147] Tirmizî, Tahâret: 38, (50); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/384.
[148] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/384.
[149] Ebû Dâvud, Tahâret: 22, (42);
İbnu Mâce, Tahâret: 20, (327); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/384-385.
[150] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/385.
[151] Rezîn tahric etmiştir. İbnu
Kesir Tefsiri, 3, 456; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 10/385.
[152] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/385.
[153] Ebû Dâvud, Tahâret: 21, (40); Nesâî, Tahâret: 40, (1,
41, 42); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/386.
[154] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/386.
[155] Buhârî, Vudû: 20; Tirmizî,
Tahâret: 13, (17); Nesâî, Tahâret: 38, (1, 39, 40); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/386.
[156] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/386-387.
[157] Tirmizî, Tahâret: 14, (18);
Nesâî, Tahâret: 35, (1, 37); Ebû Dâvud, Tahâret: 20, (39); Müslim, Salât: 50,
(450); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/387.
[158] Ebû Dâvud, Tahâret: 20,
(36); Nesâî, Zînet: 12, (8, 135); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/388.
[159] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/388.
[160] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/388-389.
[161] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/389.
[162] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/389-390.
[163] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/390-391.
[164] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/391.
[165] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/391.
[166] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/391-392.
[167] Müslim, Tahâret: 41, (251); Muvatta, Sefer: 55, (1,
161); Tirmizî, Tahâret: 39, (52); Nesâî, Tahâret: 106; İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/394.
[168] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/394-395.
[169] Ebû Dâvud, Tahâret: 65,
(169); Tirmizî, Tahâret: 41, (55); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/395-396.
[170] Müslim, Tahâret: 32,
(244); Muvatta, Tahâret: 31, (1, 32);
Tirmizî, Tahâret: 2, (2); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 10/396.
[171] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/396.
[172] Buhârî, Vudû: 25; Müslim,
Tahâret: 8, (229); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/397.
[173] Müslim, Müsâfirîn: 294,
(832); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/397-398.
[174] Muvatta, Tahâret: 30, (1,
31); Nesâî, Tahâret: 35, (1, 74); İbnu Mâce, Tahâret: 6, (283); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/398.
[175] Müslim, Müsâfirin: 294,
(832); Nesâî, Tahâret: 108, (1, 91, 92).
[176] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/399.
[177] Gölgenin mızrağa ağması,
mızrağın gölgesinin yere düşmemesi demektir. Zeval vakti denen tam öğle
vaktinde güneş dik vurduğu için gölge yapmaz. Bu vakit, öğlenin kerâhet
vaktidir.
[178] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/399-401.
[179] Tirmizî, Tahâret: 44, (59); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/401.
[180] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/401-402.
[181] Rezîn tahric etmiştir; İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/402.
[182] Buhârî, Vudû: 24, 28, Savm: 27; Müslim, Tahâret: 3, 4,
(226); Ebû Dâvud, Tahâret: 50, (106); Nesâî, Tahâret: 27, 28, 93, (1); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/403.
[183] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/403-404.
[184] Ebû Dâvud, Tahâret: 50,
(108); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/404.
[185] Ebû Dâvud, Tahâret: 50, (109).
[186] Ebû Dâvud, Tahâret: 50,
(110); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/404.
[187] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/404-405.
[188] Ebû Dâvud, Tahâret: 50,
(111); Tirmizî, Tahâret: 37, (48); Nesâî, Tahâret: 75, (1, 68); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/405.
[189] Nesâî, Tahâret: 76, (1,
68-69); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/405.
[190] Ebû Dâvud, Tahâret: 50,
(117).
[191] Nesâî, Tahâret: 76, (1, 68);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/406-407.
[192] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/407-408.
[193] Buhârî, Vudû: 38, Müslim,
Tahâret: 18, 19, (235, 236); Muvatta, Tahâret: 1, (1, 18); Ebû Dâvud, Tahâret:
50, (118, 119, 120); Tirmizî, Tahâret: 27, 36, (35, 47); Nesâî, Tahâret: 80,
81, 82, (1, 71, 72); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 10/408-409.
[194] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/409.
[195] Buhârî, Vudû: 23.
[196] Ebû Dâvud, Tahâret: 50, (121).
[197] Ebû Dâvud, Tahâret: 123; İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/410.
[198] Ebû Dâvud, Tahâret: 51,
(135); Nesâî, Tahâret: 105, (1, 88); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/410.
[199] Ebû Dâvud, Tahâret: 51,
(135).
[200] Nesâî, Tahâret: 105, (1,
88); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/410-411.
[201] Buhârî, Vudû: 22; Ebû Dâvud, Tahâret: 53, (1, 38); Nesâî,
Tahâret: 84, 85, (1, 73, 74); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 10/411.
[202] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/411.
[203] Buhârî, Vudû: 7; Ebû Dâvud,
Tahâret: 52, (137); Nesâî, Tahâret: 84, 85, (1, 73, 74); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/412.
[204] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/412.
[205] Ebû Dâvud, Tahâret: 50,
(126); Tirmizî, Tahâret: 25, (33); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/413.
[206] Ebû Dâvud, Tahâret: 50
(128); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/413.
[207] Ebû Dâvud, Tahâret: 50,
(129).
[208] Ebû Dâvud, Tahâret: 50,
(130); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/413.
[209] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/413.
[210] Tirmizî, Tahâret: 29, (37);
Ebû Dâvud, Tahâret: 50, (134).
[211] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/414.
[212] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/414-415.
[213] Müslim, Tahâret: 31, (243);
Ebû Dâvud, Tahâret: 67, (171); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/415.
[214] Ebû Dâvud, Tahâret: 173; İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/416.
[215] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/416.
[216] Buhârî, İlm: 3, 30, Vudû:
27, 29; Müslim, Tahâret: 25-28, (240-242); Muvatta, Tahâret: 5, (1, 19); Ebû
Dâvud, Tahâret: 46, (97); Nesâî, Tahâret: 89, (1, 77, 78); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/417.
[217] Müslim, Tahâret: 26, (241); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/417.
[218] Tirmizî, Tahâret: 31, (41); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/417.
[219] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/417-419.
[220] Muvatta, Tahâret: 38, (1,
35); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/419.
[221] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/420.
[222] Ebû Dâvud, Tahâret: 57,
(147); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/420.
[223] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/420.
[224] Tirmizî, Tahâret: 35, (45,
46); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/421.
[225] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/421.
[226] Rezîn tahric etmiştir; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/421.
[227] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/421.
[228] Buhârî, Cuma: 8, Temenni: 9;
Müslim, Tahâret: 42, (252); Muvatta, Tahâret: 115, (1, 66); Ebû Dâvud, Tahâret:
115, (46); Tirmizî, Tahâret: 18, (22); Nesâî, Tahâret: 7, (1, 12).
[229] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/422.
[230] Ebû Dâvud, Tahâret: 25,
(47); Tirmizî, Tahâret: 18, (23); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/422.
[231] Tirmizî, Tahâret: 18, (23); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/423.
[232] Buhârî, Cuma: 8, (2, 212),
Vudû: 73, Teheccüd: 9; Müslim, Tahâret: 45, (254); Ebû Dâvud, Tahâret: 30,
(55); Nesâî, Tahâret: 2, (1, 8) Bu metin Sahîheyn'e aittir; İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/423.
[233] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/423.
[234] Nesâî, Tahâret: 5, (1, 10); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/424.
[235] Buhârî, Vudû: 73; Müslim, Tahâret: 46, (255); Ebû
Dâvud, Tahâret: 26, (49); Nesâî, Tahâret: 3, (1, 9); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/424.
[236] Buhârî, Vudû: 74; Müslim,
Rü'ya: 19, (2271). Hadisi, Buhârî muallak (senetsiz) olarak kaydetmiştir,
Müslim ise senetli olarak kaydetmiştir; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/424.
[237] Ebû Dâvud, Tahâret: 28,
(52); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/424.
[238] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/425-427.
[239] Buhârî, Vudû: 26; Müslim,
Tahâret: 87, (278); Muvatta, Tahâret: 9, (1, 21); Ebû Dâvud, Tahâret: 49, (103,
104, 105); Tirmizî, Tahâret: 19, (24); Nesâî, Tahâret: 1, (1, 6, 7); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/427.
[240] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/427-429.
[241] Buhârî, Vudû: 25; Müslim, Tahâret: 20, 22, (237);
Muvatta, Tahâret: 2, 3, (1,19); Ebû Dâvud, Tahâret: 55, (140); Nesâî, Tahâret: 70, 72, (1, 66,
67); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/429.
[242] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/429-430.
[243] Müslim, Tahâret: 20, (237).
[244] Müslim, Tahâret: 21, (237); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/430.
[245] Buhârî, Bed'ül-Halk: 11, (6,
243); Müslim, Tahâret: 23, (238); Nesâî, Tahâret: 73, (1, 67); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/430.
[246] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/430-431.
[247] Tirmizî, Tahâret: 22, (28); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/431.
[248] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/431-432.
[249] Ebû Dâvud, Tahâret: 54,
(139); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/432.
[250] Nesâî, Tahâret: 74, (1,67); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/432.
[251] Tirmizî, Tahâret: 23, (31); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/432.
[252] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/432-433.
[253] Ebû Dâvud, Tahâret: 56,
(145); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/433.
[254] Tirmizî, Tahâret: 30, (40);
Ebû Dâvud, Tahâret: 58, (148); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/433.
[255] Ebû Dâvud, Tahâret: 55,
(142, 143, 144); Tirmizî, Tahâret: 30, (38); Nesâî, Tahâret: 71, 92, (1, 66,
79); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/434.
[256] Ebû Dâvud, Tahâret: 50,
(131); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/434.
[257] Muvatta, Tahâret: 37, (1, 34); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/434.
[258] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/434-435.
[259] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/435.
[260] Buhârî, Vudû: 3; Müslim,
Tahâret: 34, 35, 40, (246, 250); Nesâî,Tahâret: 110, (1, 94, 95); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/435.
[261] Tahcîl, asıl olarak hacl'den
gelir. Hacl ayağa takılan halhal'dır, Muhaccel, ayaklarında beyazlık olan at'a
denir.
[262] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/435-436.
[263] Buhârî, Vudû: 47; Müslim,
Hayz: 51, (325); Ebû Dâvud, Tahâret: 44, (95); Tirmizî, Salât: 425, (609);
Nesâî, Tahâret: 59, (1, 57, 58); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/437.
[264] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/437.
[265] Müslim, Hayz: 52, (326);
Tirmizî, Tahâret: 42, (56); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/438.
[266] Ebû Dâvud, Tahâret: 44,
(94); Nesâî, Tahâret: 59, (1, 58).
[267] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/438.
[268] Ebû Dâvud, Tahâret: 47,
(100); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/438.
[269] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/438.
[270] Tirmizî, Tahâret: 43, (57); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/439.
[271] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/439.
[272] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/439-441.
[273] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/441-443.
[274] Tirmizî, Tahâret: 40, (53); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/443.
[275] Tirmizî, Tahâret: 40, (54); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/443.
[276] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/443-444.
[277] Ebû Dâvud, Tahâret: 48,
(101); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/444.
[278] Tirmizî, Tahâret: 20, (25); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/444.
[279] Rezîn tahric etmiştir.
Feyzu'l-Kadîr, 6, 128); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 10/444.
[280] Rezîn tahric etmiştir.
İbnu's-Sünnî Amelü'l-Yevm ve'l-Leyl: 5, 10); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/445.
[281] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/445.
[282] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/447.
[283] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/447.
[284] Müslim, Hayz: 99, (362);
Tirmizî, Tahâret: 56, (74, 75); Ebû Dâvud, Tahâret: 68, (177); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/448.
[285] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/448.
[286] Buhârî, Vudû: 4, 34, Büyû:
5; Müslim, Hayz: 98, (361); Ebû Dâvud, Tahâret: 68, (176); Nesâî, Tahâret: 116,
(1, 99); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/448.
[287] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/448-449.
[288] Ebû Dâvud, Salât: 193,
(1005); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/449.
[289] Tirmizî, Radâ: 12,
(1164-1166); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/449-450.
[290] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/450.
[291] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/451.
[292] Buhârî, Gusl: 13, İlm: 51,
Vudû: 34; Müslim, Hayz: 17, (303); Muvatta, Tahâret: 53, (140); Tirmizî,
Tahâret: 83, (114); Nesâî, Tahâret: 112, (1, 96, 97), Gusl: 28, (1, 213); Ebû
Dâvud, Tahâret: 93, (206, 207, 208, 209); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/451.
[293] Ebû Dâvud, Tahâret: 83,
(206); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/452.
[294] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/452.
[295] Ebû Dâvud, Tahâret: 83,
(210); Tirmizî, Tahâret: 84, (115); İbnu Mâce, Tahâret: 70, (506); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/453.
[296] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/453.
[297] Ebû Dâvud, Tahâret: 83,
(211); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/454.
[298] Muvatta, Tahâret: 54, (1,
41); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/454.
[299] Ebû Dâvud, Savm: 32, (2381); Tirmizî, Tahâret: 63, (87);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/454.
[300] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/454-455.
[301] Muvatta, Tahâret: 51,
(1,39-40); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/455.
[302] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/455-456.
[303] Ebû Dâvud, Tahâret: 79,
(198); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/456-457.
[304] Bediuzzaman, burada atıfta bulunduğu hâletini bir
başka yerde biraz daha açar ve der ki: "Bir zaman kalbime geldi, niçin
Muhyiddîn-i Arabî gibi hârika zatlar Sahâbelere yetişemiyorlar? Sonra namaz
için سُبْحانَ
رَبَّيَ
اَْعْلَى derken şu kelimenin mânâsı
inkişâf etti. Tam manasıyla değil fakat bir parça hakîkatı göründü. Kalben
dedim: Keşke bir tek namaza bu kelime gibi muvaffak olsaydım, bir sene ibadetten
daha iyi idi. Namazdan sonra anladım ki, o hâtıra ve o hal, Sahabelerin
ibadetteki derecelerine yetişilmediğine bir irşaddır. Evet, Kur'an-ı Hakim'in
envârıyla hâsıl olan O inkilâb-ı azîm-i ictimâîde, ezdat (zıtlar) birbirinden
çıkıp ayrılırken, şerler bütün tevâibiyle (kendine tâbi olan şeylerle)
zulümâtıyla ve teferruatıyla ve hayır ve kemâlât bütün envarıyla ve netâiciyle
karşı karşıya gelip bir vaziyette ve müheyyic bir zamanda, her zikir ve tesbih
bütün manasının tabâkâtını turfanda ve tarâvetli ve taze ve genç bir surette
ifade ettiği gibi, o inkılâb-ı azîmin tarrakası (gürültüsü) altında olan
insanların bütün hissiyatını, letâif-i mâneviyesini uyandırmış, hatta vehim,
hayal ve sır gibi duygular hüşyâr ve müteyakkız bir surette o zikir, o tesbihlerdeki
müteaddit manaları kendi zeveklerine göre alır.. emer. İşte, şu hikmete binâen
bütün hissiyatları uyanık ve letaifleri hüşyar olan sahabeler envar-ı ımâniyye
ve tesbihiyye câmi olan kelimat-ı mübârekeyi dedikleri vakit, kelimenin bütün
mânasiyle söyler ve bütün letaifiyle hisse alırdı.”
[305] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/457-460.
[306] Ebû Dâvud, Tahâret: 69,
(178, 179, 180); Tirmizî, Tahâret: 63, (86); Nesâî, Tahâret: 121, (1, 104);
İbnu Mâce, Tahâret: 69, (502); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/461.
[307] Muvatta, Tahâret: 64, (1,
43); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/461.
[308] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/461-462.
[309] Buhârî, Gusl: 29, Müslim,
Hayz: 85, (346); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/462.
[310] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/463.
[311] Ebû Dâvud, Tahâret: 71, (182, 183); Tirmizî, Tahâret:
62, (85); Nesâî, Tahâret: 120, (1, 101). Bu metin Tirmizî'nindir; İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/463.
[312] Tirmizî, Tahâret: 61, (82,
83, 84); Muvatta, Tahâret: 58, (1, 42); Ebû Dâvud, Tahâret: 70, (181); Nesâî,
Tahâret: 118, (1, 100); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 10/464.
[313] Muvatta, Tahâret: 59, (1,
42); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/464.
[314] Muvatta, Tahâret: 60, (1, 42, 43); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/464.
[315] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/464-465.
[316] Müslim, Hayz: 125, (376);
Ebû Dâvud, Tahâret: 80, (200); Tirmizî, Tahâret: 58, (78); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/466.
[317] Muvatta; İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/466.
[318] Ebû Dâvud, Tahâret 80,
(203); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/466.
[319] Tirmizî, Tahâret: 57, (77);
Ebû Dâvud, Tahâret: 80, (202); Nesâî, Ezân: 41, (2, 30); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/467.
[320] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/467-469.
[321] Buhârî, Ezân: 51, 39, 46,
47, 67, 68, 70, Vüdû: 45, Hibe: 14, Farzu'l-Hums: 4, Enbiya: 19, Megazî: 83,
Tıbb 21, Îtisâm:. 5; Müslim, Salât: 90, (418); Nesâî, İmamet: 40, (2, 101,
102).
[322] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/470.
[323] Buhârî, Vudû: 37, İlm: 24,
Küsuf: 10, 11, Sehv: 9, Itk: 3, İ'tisam: 2; Müslim, Küsuf: 11 (905); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/470-471.
[324] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/471.
[325] Müslim, Hayz: 90, (352);
Nesâî, Tahâret: 122, (1, 105, 106); Tirmizî, Tahâret: 58, (79); Ebû Dâvud,
Tahâret: 76, (194). Bu, Müslim'in lafzıdır. Müslim'de Hz. Âişe'den de buna
benzer bir rivayet mevcuttur; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/472.
[326] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/472-473.
[327] Buhârî, Vudû: 50, Et'ime:
18; Müslim, Hayz: 91, (354); Muvatta, Tahâret: 91, (1, 25); Ebû Dâvud, Tahâret:
75, (187); Nesâî, Tahâret: 123, (1, 108).
[328] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/474.
[329] Buhârî Vudû: 50, Ezan: 43,
Cihad: 92, Etime: 20, 26; Müslim, Tahâret: 92, (355); Tirmizî, Et'ime: 33,
(1837); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/474.
[330] Muvatta, Tahâret: 25, (1,
27); Tirmizî, Tahâret: 59, (80); Ebû Dâvud, Tahâret: 75, (191, 192); Nesâî,
Tahâret: 23, (1,108). Bu Tirmizî'nin lafzıdır.
[331] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/474-475.
[332] Ebû Dâvud, Tahâret: 75,
(193); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/475.
[333] Buhârî, Vudû: 51, 54, Cihâd:
123, Megazî: 35, 38, Et'ime: 7, 9, 51; Muvatta, Tahâret: 20, (1, 26); Nesâî,
Tahâret: 124, (1, 108, 109); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/476.
[334] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/476.
[335] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/476.
[336] Müslim, Hayz: 97, (360); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/477.
[337] Ebû Dâvud, Tahâret: 72,
(184); Tirmizî, Tahâret: 60, (81); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/477-478.
[338] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/478-479.
[339] Ebû Dâvud, Tahâret: 81,
(204); İbnu Mâce, İkâmet: 67, (1041); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/480.
[340] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/480.
[341] Ebû Dâvud, Libas: 28,
(4086); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/481.
[342] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/481-482.
[343] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/483.
[344] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/483-484.
[345] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/484.
[346] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/484.
[347] Buhârî, Vudû: 48, 35, 49, Salât: 7, 25, Cihâd: 90,
Megâzî: 80, Libâs: 10, 11; Müslim, Tahâret: 77, 79, 81, 82, (274); Muvatta,
Tahâret: 42, (1, 36); Ebû Dâvud, Tahâret: 59, (149, 150, 151); Tirmizî,
Tahâret: 72, (97, 98, 99, 100); Nesâî, Tahâret: 96, 97, 100, 87, (1, 82, 83,
84, 76); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/484.
[348] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/484-487.
[349] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/487.
[350] Müslim, Tahâret: 84, (275);
Ebû Dâvud, Tahâret: 59, (153); Tirmizî, Tahâret: 75, (101); Nesâî, Tahâret: 86,
96 (1, 75, 81); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/487-488.
[351] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/488.
[352] Tirmizî, Tahâret: 75, (102);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/488.
[353] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/488-489.
[354] Buhârî, Salât: 25; Müslim,
Tahâret: 73, (272); Tirmizî, Tahâret: 70, (93); Nesâî, Tahâret: 96, (1, 81).
[355] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/489.
[356] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/489-490.
[357] Ebû Dâvud, Tahâret: 59,
(154); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/490.
[358] Müslim, Tahâret: 86, (277); Ebû Dâvud, Tahâret: 66,
(172); Tirmizî, Tahâret: 45, (61); Nesâî, Tahâret: 101, (1, 86). Tirmizî ve
Nesâî'nin rivayetinde mesh'in zikri geçmez; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/490.
[359] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/490-491.
[360] Ebû Dâvud, Tahâret: 61,
(159); Tirmizî, Tahâret: 74, (99).
[361] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/492.
[362] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/492-493.
[363] Ebû Dâvud, Tahâret: 62,
(160); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/493.
[364] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/494.
[365] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/494.
[366] Tirmizî 72, 73, (97, 98);
Ebu Dâvud, Tahâret: 63, (161, 165); Nesâî, Tahâret: 63, (1, 62); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/494.
[367] Ebu Dâvud, Tahâret: 62,
(162); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/494.
[368] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/495.
[369] Ebu Dâvud, Tahâret: 63,
(162, 163, 164); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/495.
[370] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/495-496.
[371] Müslim Tahâret: 85, (276);
Nesâî, Tahâret: 99, (1, 84); İbnu Mâce, Tahâret: 86, (552); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/496.
[372] Tirmizî, Tahâret: 71, (96),
Da'avât: 102, (3529, 3530); Nesâî, Tahâret: 98, (1, 83, 84); İbnu Mâce,
Tahâret: 86, (554); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/496.
[373] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/496-497.
[374] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/497.
[375] Ebû Dâvud, Tahâret: 60,
(158); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/497.
[376] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/497-498.
[377] Ebû Dâvud, Tahâret: 60,
(157); Tirmizî, Tahâret: 71, (95); İbnu Mâce, Tahâret: 86, (553); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/498.
[378] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/498.
[379] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/499-500.
[380] Buhârî, Teyemmüm: 2, Fedailu'l-Ashab: 5, 30, Tefsir,
Nisâ: 10, Mâide: 3, Nikâh: 65, 125, Libas: 52, Hudud: 39; Müslim, Hayz: 108,
(367); Muvatta, Tahâret: 89, (1, 53, 54); Ebû Dâvud, Tahâret: 123, (317);
Nesâî, Tahâret: 194, (1, 163, 164); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/500-501.
[381] İfk hadisesi 4. ciltte 120-132. sayfalarda
açıklanmıştır (718 numaralı hadis).
[382] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/501-503.
[383] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/504.
[384] Ebû Dâvud, Tahâret: 123, (318, 319, 320); Nesâî, Tahâret: 196, 197, 198, (1, 166-168);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/505.
[385] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/505.
[386] Buhârî, Teyemmüm: 7, 4, 5,
8; Müslim, Hayz: 110 (368); Ebû Dâvud, Tahâret: 123 (321); Nesâî, Tahâret: 202,
(1, 170); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/506-507.
[387] Müslim, Tahâret: 110, (368);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/507.
[388] Buhârî, Teyemmüm: 6; Müslim,
Hayz: 111, (368); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/507.
[389] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/508.
[390] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/508.
[391] Buhârî, Teyemmüm: 4, 5, 7, 8; Müslim, Hayz: 112 (368);
Ebû Dâvud, Tahâret: 123, (318, 319, 322, 323, 324, 325, 326, 327, 328); Nesâî;
Tahâret: 196, 199, 200, (1, 165-170); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/509.
[392] Nemli veya yanık toprak ile yer cinsinden olmayan bir
şey ile karışık olup o şeye gâlip bulunan toprak ile teyemmüm olabilir.
Kurumadıkça çamur ile teyemmüm olunmaz. Külle, demir, altın, bakır gibi
eriyerek şekil değiştirmiş madenlerle, incilerle, camlarla, kumaş ve hayvan
derileriyle teyemmüm olmaz. Çünkü bunlar yer cinsinden sayılmaz. Ancak
üzerlerinde toz varsa olur. İmam Şafi'î'ye göre teyemmüm sadece toprakla
yapılır. İmam Mâlik'e göre, otlar, ağaçlar ve kar ile de caiz olur.
[393] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/509-511.
[394] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/512.
[395] Buhârî, Teyemmüm: 6, 8, Menâkıb: 25, Müslim, Mesâcid:
317, (682); Nesâî, Tahâret: 203, (1, 171); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/512.
[396] Ebû Dâvud, Tahâret: 125, (332, 333); Tirmizî, Tahâret:
92, (124); Nesâî, Tahâret: 204, (1, 171); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/513.
[397] Rivayet farklılıklarını birleştirerek veriyoruz.
[398] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/513-514.
[399] Tirmizî, Tahâret: 110,
(145); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/514.
[400] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/514.
[401] Nesâî, Tahâret: 205, (1,
172); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/515.
[402] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/515.
[403] Ebû Dâvud, Tahâret: 127,
(337); İbnu Mâce, Tahâret: 93, (572); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/515.
[404] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/515-517.
[405] Ebu Dâvud, Tahâret: 126,
(334, 335); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/517.
[406] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/517-518.
[407] Ebû Dâvud, Tahâret: 128,
(338, 339); Nesâî, Gusl: 27 (1, 213); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/518.
[408] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/519.
[409] Buhârî, Teyemmüm: 3, [önceki
rivayet bab başlığında muallak
(senetsiz) olarak zikredilmiştir]; Muvatta, Tahâret: 90, (1, 56); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/519.
[410] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/519-521.
[411] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/523.
[412] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/523.
[413] Buhârî, Gusl: 28; Müslim,
Hayz: 87, (348); Muvatta, Tahâret: 71, (1, 45, 46); Ebû Dâvud, Tahâret: 84,
(216) Nesâî, Tahâret: 129, (1, 110, 111); İbnu Mâce, Tahâret: 111, (610); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/524.
[414] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/524.
[415] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/525.
[416] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/525.
[417] Buhârî, Vudû: 34; Müslim, Hayz: 81-83, (343-345); Ebû
Dâvud, Tahâret: 84, (217); Nesaî, Tahâret: 132, (1,115); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/525.
[418] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/525-526.
[419] Ebû Dâvud, Tahâret: 84,
(214, 215); Tirmizî, Tahâret: 81, (110, 111); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/526.
[420] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/526.
[421] Ebû Dâvud, Tahâret: 95,
(236); Tirmizî, Tahâret: 82, (113); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/527.
[422] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/527.
[423] Teribet Yeminike: Sağ elin topraklansın demektir.
Ancak, hayret makamında bir tabirdir.
Ağır bir beddua sayılmaz. Dilimizdeki Allah hayrını versin tabiri bu makamda
kullanılır.
[424] Müslim, Hayz: 33, (314);
Muvatta, Tahâret: 84, (1, 51); Ebû Dâvud, Tahâret: 96, (237); Nesâî, Tahâret:
131, (1, 112,113); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/527-528.
[425] Müslim, Hayz: 30, (311);
Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr: 49; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/528.
[426] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/528-529.
[427] Bugünün tıbbı, çocuğun cinsiyetine tesir eden
faktörler meselesinde kesin bir şey söylememekte, doğumda erkek nisbetinin çokluğunu
"tabiî bir kanun" olarak kabûl etmekte ve harplerden sonra bu
nisbetin arttığını belirtmektedir. (Bak. T. R. Kazancıgil, Kadında Kısırlık İ.
Ü. Tıp Fak. Yayını İstanbul, 1958 s. 19.)
[428] Ebû Dâvud, Tahâret: 98,
(248); Tirmizî, Tahâret: 78, (106); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/531.
[429] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/531.
[430] Ebû Dâvud, Tahâret: 98,
(249); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/531.
[431] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/532.
[432] Ebû Dâvud, Tahâret: 100,
(255); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/532.
[433] Hıtmî ve üşnân, bilhassa baş
temizliğinde kullanılan bir ot çeşidi.
[434] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/532-534.
[435] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/534.
[436] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/534.
[437] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/534.
[438] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/535.
[439] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/535.
[440] Buhârî, Gusl: 1, 15, 19;
Müslim, Hayz: 35, (316); Muvatta,
Tahâret: 67, (1, 44); 80, (1, 45); Ebû Dâvud, Tahâret: 98, (240, 241, 242, 243,
244), 100, (253); Nesâî, Tahâret: 152, 153, 155, 156, 157, (1, 132-135);
Tirmizî, Tahâret: 76, (104); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/535.
[441] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/535-536.
[442] Buhârî, Gusl: 1, 5, 7, 8,
10, 11, 16, 18, 21; Müslim, Hayz: 4, (317); Ebû Dâvud, Tahâret: 98 (245);
Tirmizî, Tahâret: 76, (103); Nesâî, Tahâret: 161, (1, 137); Gusl: 15, (1, 204);
22, (1, 208); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/537.
[443] Nesâî, Gusl: 18, (1, 205,
206); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/537.
[444] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/537-538.
[445] Müslim, Hayz: 58, (330); Ebû
Dâvud, Tahâret: 100, (251, 252); Tirmizî, Tahâret: 77, (105); Nesâî, Tahâret:
150, (1, 131); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/538.
[446] Müslim, Hayz: 59, (331); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/539.
[447] Buhârî, Gusl: 12, 24, Nikâh:
4, 102; Ebû Dâvud, Tahâret: 75, (218); Tirmizî, Tahâret: 106, (140); Nesâî,
Tahâret: 170 (1, 143); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 10/539.
[448] Ebû Dâvud, Tahâret: 86,
(219); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/539.
[449] Müslim, Hayz: 27, (308); Ebû
Dâvud, Tahâret: 86, (220); Tirmizî, Tahâret: 107, (141); Nesâî, Tahâret: 107,
(1, 142); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/540.
[450] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/540-541.
[451] Tirmizî, Tahâret: 79, (107),
Nesâî, Tahâret: 162, (1, 137); Ebû Dâvud, Tahâret: 99, (250); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/541.
[452] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/541.
[453] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/541.
[454] Buhârî, Gusl: 2; Müslim,
Hayz: 41, 42, (319, 320); Muvatta, Tahâret: 68, (1, 44, 45); Ebû Dâvud,
Tahâret: 97, (238); Nesâî, Tahâret: 144, (1, 127); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/542.
[455] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/542-543.
[456] Buhârî, Gusl: 3, 4; Nesâî, Tahâret: 144, (1, 128),
(İbnu Hacer, bu rivayetin Müslim'de bulunmadığını söyler); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/544.
[457] Nesâî, Tahâret: 47, (98,
99); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/544.
[458] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/544.
[459] Ebû Dâvud, Hamâm: 2; Nesâî,
Gusl: 7, (1, 200); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/544.
[460] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/544.
[461] Nesâî, Tahâret: 143, (1,
126); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/545.
[462] Müslim, Hayz: 70, (336); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/545.
[463] Nesâî, Tahâret: 162, (1,
138); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/545.
[464] Ebû Dâvud, Tahâret: 98,
(247); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/545.
[465] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/546.
[466] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/546.
[467] Ebû Dâvud, Tahâret: 101,
(256); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/547.
[468] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/547-548.
[469] Ebû Dâvud, Tahâret: 100,
(254); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/548.
[470] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/548.
[471] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/548.
[472] Ebû Dâvud, Tahâret: 91,
(229); Tirmizî, Tahâret: 111, (146); Nesâî, Tahâret: 171, (1, 144); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/548-549.
[473] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/549.
[474] Rezin tahric etmiştir.
[Buhârî bab başlığında muallak olarak kaydetmiştir [Buhârî, (Hayz 7); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/550.
[475] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/550.
[476] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/550.
[477] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/550-551.
[478] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/551.
[479] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/552.
[480] Buhârî, Gusl: 27, 25;
Müslim, Hayz: 21, (305, 307); Muvatta, Tahâret: 77, (1, 47, 48); Ebû Dâvud,
Tahâret: 88, 90 (222, 223, 224, 226, 228); Salât 343, (1437); Tirmizî, Tahâret:
87, (118, 119); Nesâî, Tahâret: 163, 164, 165, 166 (1, 138-139), Gusl: 4, 5,
(1, 199); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/552.
[481] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/552-553.
[482] Buhârî, Gusl: 27, 25; Müslim
Hayz: 25, (306); Muvatta, Tahâret: 76, (1, 47); Ebû Dâvud, Tahâret: 87 (221);
Nesâî, Tahâret: 167, (1, 140); Tirmizî, Tahâret: 88, (120). Bu metin Sahîheyn'e
aittir; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/553.
[483] Muvatta, Tahâret: 78, (1, 48);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/553.
[484] Buhârî, Gusl: 23, 24;
Müslim, Hayz: 115, (371); Ebû Dâvud, Tahâret: 97, (231); Tirmizî, Tahâret: 89,
(121); Nesâî, Tahâret: 172, (1, 145,
146); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
10/554.
[485] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/554-555.
[486] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 10/555.
[487] Müslim, Hayz: 116, (372);
Ebû Dâvud, Tahâret: 92, (230); Nesâî,Tahâret: 172, (1, 145); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/556.
[488] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/5.
[489] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/5.
[490] Buhârî, Gusl: 17, Ezan: 24,
25; Müslim, Mesâcid: 157, (605); Muvatta, Tahâret: 79, (1, 48); Ebu Dâvud,
Tahâret: 94, (234, 235); Nesâî, İmamet: 14, (2, 81, 82); İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/6.
[491] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/6-7.
[492] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/7.
[493] Muvatta, Tahâret: 80, 81,
82, (1, 49); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/7.
[494] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/7-8.
[495] Buhârî, Hayz: 13, 14,
İ'tisam: 24; Müslim, Hayz: 60, 61, (332); Ebu Dâvud, Tahâret: 122, (314, 315,
316); Nesâî, Tahâret: 159, (1, 135-137); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/9.
[496] Bu Sahîheyn'in metnidir; İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/9.
[497] Müslim, Hayz: 61, (332); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/10-11.
[498] Ebu Dâvud, Tahâret: 122,
(313); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
11/12.
[499] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/12.
[500] Buhârî, Cuma: 2, 3, 12,
Ezan: 161; Şehâdât: 18; Müslim, Cuma: 5, (846); Muvatta, Cuma: 4, (1, 102); Ebu
Dâvud, Tahâret: 129, (341); Nesâî, Cuma: 6, 8, (3, 92-93); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/13.
[501] Muvatta, Cuma: 2, (1, 101); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/13.
[502] Tirmizî, Salat: 381, (525); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/13.
[503] Muvatta, Tahâret: 113, (1,
65-66); İbnu Mâce, İkametu's-Salât: 83, (1098). (İbnu Mâce'de rivayet
mevsuldür); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/14.
[504] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/14-15.
[505] Buhârî, Cuma: 4; Müslim,
Cuma: 3, (845); Muvatta, Cuma: 3, (1, 101, 102); Ebu Dâvud, Tahâret: 129,
(340); Tirmizî, Salât: 255, (493); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/15.
[506] 3042-3052 numaralı hadislere
bakın.
[507] Cuma guslü vâcip değil
diyenler bu hadisi delil gösterir. Ancak vâcip diyenler Hz. Osman'ın sabahleyin
gusletmiş olabileceğini söylerler ve delil olarak "Hz. Osman radıyallahu
anh'ın her gün guslettiğini" ifade eden rivayetleri gösterirler. Zira bazı
rivayetler onun hergün mutlaka guslettiğini beyan etmektedir. اِنَّ
عُثْمَانَ
لَمْ يَكُنْ
يَمْضِى عَلَيْهِ
يَوْمٌ
حَتَّى
يُفِضُ
عَلَيْهِ
الْمَاءَ
[508] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/15-18.
[509] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/18-19.
[510] Ebu Dâvud, Tahâret: 130,
(353); Buhârî, Cuma: 6; Müslim, Cuma: 8, (848); İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/19.
[511] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/19-20.
[512] Ebu Dâvud, Tahâret: 130,
(354); Tirmizî, Salât: 357, (497); Nesâî, Cuma: 9, (3, 94); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/21.
[513] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/21.
[514] Muvatta, Cuma: 17, (1, 110); Ebu Dâvud, Salât: 219,
(1078); İbnu Mâce, İkametu's-Salât: 83, (1095); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/22.
[515] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/22.
[516] Muvatta, Cuma: 17, (1, 110);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/22.
[517] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/22.
[518] Muvatta, Iydeyn: 2, (1,
177); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
11/23.
[519] Nesâî, Cuma: 8, (3, 93); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/23.
[520] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/24.
[521] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/25.
[522] Buhârî, Cenâiz: 12, 8, 9,
10, 11, 13, 14, 15, 16, 17; Müslim, Cenâiz: 36, (939); Muvatta, Cenâiz: 2, (1,
222); Ebu Dâvud, Cenâiz: 33, (3142, 3143, 3144, 3145, 3146); Tirmizî, Cenâiz:
15, (990); Nesâî, Cenâiz: 28, 30, 31, 32, 33, 34, 35, 36, (4, 28-32); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/25.
[523] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/25-27.
[524] Nesâî, Cenâiz: 29, (4, 29); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/27.
[525] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/27.
[526] Ebu Dâvud, Cenâiz: 39,
(3161); Tirmizî, Cenâiz: 17, (993); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/28.
[527] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/28-29.
[528] Ebu Dâvud, Cenaiz: 70,
(3214); Nesâî, Tahâret: 128, (1, 110), Cenâiz: 84, (4, 79); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/29-30.
[529] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/30.
[530] Ebu Dâvud, Cenâiz: 39,
(3160); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
11/30.
[531] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/30-31.
[532] Buhârî, Cenâiz: 8. Bab
başlığında senetsiz olarak rivayet etmiştir. Muvatta, Tahâret: 18, (1, 25); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/31.
[533] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/31-32.
[534] Muvatta, Cenâiz: 3, (1,
223); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
11/32.
[535] Ebu Dâvud, Taharet: 131,
(355); Tirmizî, Salât: 429, (605); Nesâî, Tahâret: 127, (1, 109).
[536] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/33.
[537] Ebu Dâvud, Tahâret: 131,
(356); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
11/33.
[538] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/34-35.
[539] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/36.
[540] Ebu Dâvud, Hammâm: 1, (4009,
4010); Tirmizî, Edeb: 43, (2803, 2804); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/36.
[541] Ebu Dâvud, Hammâm: 1,
(4011); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
11/37.
[542] Tirmizî, Edeb: 43, (2802);
Nesâî, Gusl: 2, (1, 198); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 11/37.
[543] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/37-38.
[544] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/40-41.
[545] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/42-43.
[546] Müslim, Hayz: 16, (302); Ebu
Dâvud, Nikah: 47, (2165); Tirmizî, Tefsir, Bakara: (2981); Nesâî, Tahâret: 181,
(1, 152); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/43.
[547] Tirmizî, Tahâret: 102,
(135); İbnu Mâce, Tahâret: 122, (639); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/44.
[548] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/44-45.
[549] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/45.
[550] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/46.
[551] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/46.
[552] Buhârî, Hayz: 5; Müslim,
Hayz: 1, 4, (293, 295); Muvatta, Tahâret: 95, (1, 58); Ebu Dâvud Tahâret: 107,
(267, 268, 273); Tirmizî, Tahâret: 99, (132); Nesâî, Hayz: 12, 13, (1, 189); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/47.
[553] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/47-48.
[554] Muvatta, Tahâret: 93, (1,
57); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
11/48.
[555] Rezîn tahric etti. (Ebu
Dâvud, Tahâret: 83, (212, 213); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/48.
[556] Ebu Dâvud, Tahâret: 107,
(272); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
11/49.
[557] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/49.
[558] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/49.
[559] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/49.
[560] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/50.
[561] Tirmizî, Tahâret: 103, (136,
137); Ebu Dâvud, Tahâret: 106, (264, 265, 266); Nesâî, Tahâret: 182, (1, 153);
İbnu Mâce, Tahâret: 123, (640); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/50.
[562] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/50-51.
[563] Buhârî, Hayz: 2, İ'tikaf: 2,
3, 4, 19, Libâs: 76; Müslim, Hayz: 10, (297); Muvatta, Tahâret: 102, (1, 60);
Ebu Dâvud, Savm: 79, (2467, 2469); Tirmizî, Savm: 80, (804); Nesâî, Hayz: 20,
(1, 193); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/51.
[564] Buhârî, Hayz: 13, Tevhid:
52; Ebu Dâvud, Tahâret: 103, (260); Nesâî, Hayz: 16, (1, 191); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/51-52.
[565] Müslim, Hayz: 11, (298); Ebu
Dâvud, Tahâret: 104, (261); Tirmizî, Tahâret: 101, (134); Nesâî, Hayz: 18, (1,
192); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
11/52.
[566] Nesâî, Hayz: 19, (1, 192); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/52.
[567] Muvatta, Tahâret: 88, (1,
52); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
11/53.
[568] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/53-54.
[569] Buhârî Hayz: 4, 21, 22,
Savm: 24; Müslim, Hayz: 5, (296); Nesâî, Tahâret: 179, (1, 149, 150); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/54.
[570] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/54-55.
[571] Ebu Dâvud, Tahâret: 107,
(270); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
11/55-56.
[572] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/56.
[573] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/56.
[574] Müslim, Hayz: 14, (300); Ebu
Dâvud, Tahâret: 103, (259); Nesâî, Tahâret: 177, (1, 148); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/57.
[575] Tirmizî, Tahâret: 100,
(133); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
11/57.
[576] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/57-58.
[577] Buhârî, Hayz: 20; Müslim,
Hayz: 67, (335); Ebu Dâvud, Tahâret: 105, (262, 263); Tirmizî, Taharet: 97,
(130); Savm: 68, (787); Nesâî, Hayz: 17, (1, 191, 192), Savm: 64, (4, 191); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/58.
[578] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/58-59.
[579] Ebu Dâvud, Tahâret: 121,
(312); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
11/59.
[580] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/60.
[581] Muvatta, Tahâret: 100, (1,
60). İmam Mâlik bu rivayeti belâğ (senetsiz) olarak kaydetmiştir;
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/60.
[582] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/60-61.
[583] Tirmizî, Tahâret: 98, (131);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/61.
[584] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/61-62.
[585] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/63.
[586] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/63.
[587] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/63-64.
[588] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/64.
[589] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/64.
[590] Buhârî, Hayz: 26; Müslim,
Hayz: 64, 66, (334); Ebu Dâvud, Tahâret: 111, (288, 289, 290, 291); Tirmizî,
Tahâret: 96, (129); Nesâî, Hayz: 2, 3, 4, (1, 181, 182); 64.
[591] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/65-66.
[592] Ebu Dâvud, Tahâret: 1100,
(287); Tirmizî, Tahâret: 95, (125); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/67-68.
[593] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/68-70.
[594] Ebu Dâvud, Tahâret: 116,
(296); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
11/70.
[595] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/70-71.
[596] Muvatta, Tahâret: 105, (1,
62); Ebu Dâvud, Tahâret: 108, (274, 275, 276, 277, 278); Nesâî, Hayz: (1, 182);
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/71.
[597] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/71-72.
[598] Ebu Dâvud, Tahâret: 114,
(301).
[599] Bu sözün sahibi Teysir müellifi İbnu Deybe'dir.
[600] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/72-73.
[601] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/73.
[602] Ebu Dâvûd, Tahâret: 115,
(302); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
11/74.
[603] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/74.
[604] Muvatta, Hacc: 124, (1,
371); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
11/74.
[605] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/75.
[606] Ebu Dâvud, Tahâret: 120,
(309); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
11/75.
[607] Ebu Dâvud, Tahâret: 119,
(307, 308); Nesâî, Hayz: 7, (1, 186, 187); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/75.
[608] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/75-76.
[609] Muvatta, Tahâret: 97, (1,
59); Buhârî, bunu bab başlığında senetsiz olarak kaydetmiştir (Hayz 19); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/76-77.
[610] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/77.
[611] Muvatta, Tahâret: 98, (1,
59). Bunu Buhârî bab başlığı olarak (senetsiz) kaydetmiştir. (Hayz 19); İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/77.
[612] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/77-78.
[613] Ebu Dâvud, Tahâret: 121,
(311); Tirmizî, Tahâret: 105, (139); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/78.
[614] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/78-79.
[615] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 11/79.
[616] Bu parça, Konyamızın muhterem doktorlarından, Dahiliye
mütehassısı Dr. Ail Kemal Belviranlı'nın İslam Prensipleri kitabından
alınmıştır. Yazı aynı ta'lîmî üslûbla, soru-cevap şeklinde aybaşı halinin dîni
yönlerini açıklayarak devam eder; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/79-85.