12- ZEKÂT BAHSİ. 4

Bu Hadisten Çıkarılan Hükümler :Üç Kısımdır. 8

1- Öşür Yahut Yarım Öşür Îcab Eden Şeyler Babı 12

2- Müslümana Kölesi İle Atı İçin Zekat Lazım Gelmediği Babı 14

3- Zekati Önceden Verme ve Hiç Vermeme Hususunda Bir Bab. 16

4- Müslümanlara Hurma İle Arpadan Fıtır Zekati Vermenin Vücübü Babı 19

5- Sadaka-i Fıtrin Bayram Namazından Önce Verilmesini Emir Babı 29

6- Zekat Vermiyenin Günahı Babı 30

7- Zekat Me'mürlarını Hoşnüd Etme Babı 37

8- Zekati Vermeyenin Ağır Cezaya Çarptırılacağı Babı 38

9- Sadakaya Tergib ve Teşvik Babı 40

10- Mal Biriktirenlerle, Onlar Hakkında Gösterilecek Şiddet Hususunda Bir Bab. 42

11- Înfak'a Teşvik ve Înfak Edene Verdiğinin Yerine Mal Verileceğini Tebşir Babı 44

12- Aile Efradına ve Memlüklere Nafaka Vermenin Fazileti; Onları Perişan Edenin Yahut Nafakalarını Vermeyenin Günahı Babı 46

13- Nafaka Vermeye Evvela Kendinden Başlıyarak, Sonra Ailesine, Sonra Akrabasına Verme Babı 48

14- Nafaka Île Sadakayı Akrabaya, Zevce, Evlat ve Müşrik Bile Olsalar Ebeveyne Vermenin Fazileti Babı 51

15- Ölen Kimse Namına Verilen Sadakanın Sevabı Kendisine Ulaşacağı Babı 59

16- Her Nevi Îyiliğe Sadaka Adı Verilebileceğinî Beyan Babı 61

17- Malını Înfak Edenle Etmiyen Hakkında Bir Bab. 65

18- Sadakayı Kabul Eden Kimse Bulunmaz Olan Zaman Gelmezden Önce Sadaka Vermeye Teşvik Babı 66

19- Helal Kazançtan Verilen Sadakanın Kabulü ve (Sevabının) Arttırılması Babı 68

20- Yarım Bir Hurma veya Güzel Bir Söz ile de Olsa Sadakaya Teşvik ve Sadakanın Cehennemden (Koruyan) Bir Perde Olduğunu Beyan Babı 70

21- Ücretle Yük Taşıyarak Sadaka Vermek ve Sadaka Veren Kimseyi (Az Verdi Diye) Küçümsemekten Şiddetle Nehi Babı 74

22- Menihanın Fazileti Babı 76

23- Cömert ile Bahilin Misali Babı 77

24- Sadaka, Müstahıkkinin Eline Geçmese Bile Veren Îçin Ecir  Saabit Olacağı Babı 79

25- Emniyetli Vekil-i Harcın ve Kocasının Sarahaten Yahut Örfen İzniyle Onun Malından Zararsızca Sadaka Veren Kadının Ecri Babı 81

26- Kölenin, Efendisinin Malından İnfakı Babı 84

27- Sadaka ile Hayır İşlerini Bir Araya Getirenler Babı 85

28- İnfaka Teşvik ve Cimriliğin Keraheti Babı 88

29- Az Bir Şey de Olsa Sadaka Vermeye Teşvik ve Azı Hakir Görerek Vermekten Îmtina Etmemek Gerektiği Babı 89

30- Sadakayı Gizli Vermenin Fazileti Babı 90

31- Sadakanın Efdali, Sağlam Olan Cimrinin Sadakası Olduğunu Beyan Babı 94

32- Yüksek Elin, Alçak Elden Daha Hayırlı; Yüksek Elden Murad: Veren El, Alçak Elden Murad: Alan El Olduğunu Beyan Babı 96

33- Dilenmekten Nehi Babı 101

34- Geçinecek Bir Şey Bulamıyan ve Halini Anlayıpda Kendisine Sadaka Veren Bulunmayan Fakir Babı 104

35- İnsanlar İçin Dilenmenin Çirkinliği Babı 105

36- Dilenmeleri Helal Olan Kimseler Babı 111

37- İstemeden ve Göz Dikmeden Kendisine Bir Şey Verilen Kimsenin Onu Alması Mübah Olduğunu Beyan Babı 112

38- Dünyaya Tama' Etmenin Keraheti Babı 116

39- Oğlunun İki Vadi (Dolusu)  Malı Olsa, Bir Üçüncüsünü İsteyeceği Babı 117

40- Zenginliğin Mal Çokluğundan İbaret Olmadığı Babı 120

41- Bol Bol Verilen Dünya Nimetlerinden Korkulma Babı 120

42- Îffet ve Sabrın Fazileti Babı 123

43- Yalnızca İhtiyaca Yeten Rızık ve Kanaat Babı 124

44- Çirkin ve Kaba Sözlerle İsteyen Bir Kimseye Atıyye Verme Babı 125

45- Îmanından Endişe Edilen Kimseye Atıyye Verme Babı 127

46- Müellefe-i Kulüba Müslümanlığa Yatıştırmak İçin Atıyye Verilmesini, İmanı Kuvvetli Olanlara Sabır Tavsiye Buyurulması Babı 129

47- Hariciler ve Sıfatlarını Beyan Babı 138

48- Haricileri Öldürmeye Teşvik Babı 146

49- Haricilerin Bütün İnsanlara Hayvanların En Kötüsü Olduklarını Beyan Babı 150

50- Resülüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) İle Beni Haşim ve Beni'l - Muttalib'den İbaret Olan Âl'ine Zekat Almanın Haram Kılınması  Babı 152

51- Al-i Resülüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)i Sadaka Me'müru Olarak Çalıştırmama Babı 159

52- Hediyeyi Veren, Ona Sadaka Yoluyla Malik Olsa Bile Peygambar (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in ve Beni Haşim İle Beni Muttalib'in Hediye Almalarının Mubah; Sadaka Verilen Kimsenin Alması ile Sadaka Vasfı Kalmayıp, Kendilerine Sadaka Almak Haram Kılınan Herkese

53- Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in Hediyeyi Kabul, Sadakayı Reddetmesi Babı 164

54- Sadaka Verene Dua Babı 164

55- Haram Bir Şey İstemedikçe, Zekat Me'Mürunu Hoşnud Etme Babı 166


12- ZEKÂT BAHSİ

 

Gerek Kitâbullah'da gerekse Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sel- sünnetinde evvelâ Allah'a îmân, ondan sonra namaz, daha sonra zekât zikredilmiştir. Teâlâ Hazretleri:

«Bu kitap gaibe inanan, namazı kılan ve benim kendilerine verdiğim rızıkiardan infâk edenler için bir hidâyettir.» buyurmuştur.

Meşhur İslâm hadisinde dahî evvelâ imân sonra namaz, üçüncü olarak zekât zikredilmşitir. Bu sebepledir ki: Buharı ve Müs1im gibi büyük hadîs imamları kitaplarında ayni tertibe riâyet et­mişlerdir.

Zekât: Lûgatta «Artmak» ve «Temizlemek» mânâlarına gelir. Araplar derler. Bununla «Mal artty.» mânâsını kastederler.

«Temizlenen kurtuldu.» mânâsındaki âyet-i kerîmede dahî zekât, lügat mânâsında kullanılmıştır.

Aynî'ye göre «zekât» kelimesi mastar değil, tezkiyeden alma bir isimdir. Naftaveyh: «Ona, bu isim verilmesi, zekâtı veren sâlih ameli ile Allah'a yaklaştığı içindir. Sâlih amel işleyerek Allah'a yakla­şan herkes tezekkî etmiş sayılır.» diyor.

Ulemâdan bâzılarına göre «zekât» ismi: zekâtı verilen malda görü­len berekete bakarak konulmuştur.

Bundan maada zekât kelimesi: salâh, zekâvet, sadaka, bir şey'in hulâsası, hak, nafaka ve af mânâlarına da gelir.

Şer'an: Mâl-i mahsûsu, şerâit-i mahsûs ile müstahikkma temlik etmektir.

Mâl-i mahsûs'dan murâd: Zekât olarak verilen maldır

Şerâit-i mahsûsa: Zekâta mahsûs olan şartlardır. Bunlar iki nev'î-dir. Biri zekâtın sebebine, diğeri de zekâtı veren kimseye aittir. Se­bebe âit olan şart, nisaba mâlik olmaktır. Zekât verene âit olan ise Akıl, bulûğ ve hürriyet gibi şeylerdir.

Müstahikkİne temizlik'den murâd: Şer'an fakir sayılan ve hâşimî olmayan kimselere verdiği malı emânet veya rehin gibi değil de, mil-ki olmak üzere edindirmektir. Zekâtın şer'i mânâsında lügat mânâsı dahî dâhildir.

Zekâtın hikmeti, rüknü, sebebi şartı ve hükmü vardır.

Zekâtın hikmetleri çoktur. Bunlardan bâzılarını şöyle sıralamak mümkündür:

1- Zekât, mal nimetini veren Allah'a şükür için meşru olmuştur. Ve ehl-i hakikatin beyânına göre Allah tarafından kulları bir im­tihandır. Çünkü Müslüman, Allah'ın her emrettiğini yapacağına, her menettiğinden kaçınacağına ve yalnız Allah'a inanacağına söz veren insandır. İşte zekât Allah'a inanma hususunda kulun sâdık olup ol­madığını denemek için farz kılınmıştır. Zekâtını veren zengin, Allah'ı­na verdiği sözde durduğunu isbât etmiş ve imtihanını kazanmıştır. Vermeyen ise yalancı olduğunu göstermiş; Allah'dan başka bir de mala taptığını ortaya atmak suretiyle dünyâ ve âhiretini harâb et­miş demektir.

2- Zekât, zenginin mâlına karışmış fukara hakkıdır. Nitekim: «Onların mallarında dilenci ile mahrumun hakkı vardır. [1]» âyet-i keri­mesi bu hakikati nâtıktır. Bir zenginin sürüsüne karışan fakir koyu­nu hükmen ne ise, zenginin cebindeki fakir hakkı yâni zekât da o'dur. Binâenaleyh sürüye karışan koyunu benimsemek ne kadar çirkin bir şey ise, cebindeki fukara hakkını vermemek de o derece çirkindir.

3- Zekât sayesinde dilencilerin sayısı azalır. Bu sûrtle bir çok vukuatın da önüne geçilmiş olur. Zira karnı aç olan bir insan her cürmü irtikâb edebilir. Fakat karnı doydu mu bunların hepsini yahut bir çoğunu yapamaz.

4- Zekât, kominizim belâsından sakınmanın en büyük çârele­rinden biridir.

5- Zekâtta îslâmiyeti  neşir ve kelimetullah'ı i'lâ vardır. Bu hususta fakir canı ile, zengin de malı ile cihâda iştirak etmiş olurlar.

6- Zekât, zenginleri cimrilik hastalığından korur. Böylece onlar da felaha ererler.

Hâsılı zekât bir çok hikmetleri muhtevi olan pek büyük bir ibâ­dettir. Namaz dînin temeli, zekât da dînin köprüsüdür. Bu iki ibâdet adeta ikiz kardeşler gibidirler. Kur'ân-ı Kerim' de tam sekseniki yerde namazla zekât beraber zikredilmiştir.

Zekâtın rüknü: Verdiği malı sırf Allah rızâsı için elinden çıkar­maktır.

Sebebi: Mal'dır. Şartlarını az yukarıda arzetmiştik.

Hükmü: Dünyâda borcun sakıt olması, âhirette de sevap veril­mesidir.

Zekât, hicretin 2. yılında, Ramazan'dan evvel farz kılınmıştır. Far-ziyyeti: Kitap, sünnet ve icmâ'-ı ümmetle sabittir. Binâenaleyh inkârı küfürdür.

Kitap'dan delîli:

«Zekâtı verin»,

«Onların mallarından kendilerini

temiz ve pâk edeceğim bir sadaka al.» gibi âyetlerdir.

Sünnetten delili: Babımızda göreceğimiz hadislerle, meşhur îmân ve İslâm hadîsidir. Zekâtın farziyetine ayrıca icmâ'-ı ümmet de mün'a-kid olmuştur.

 

1- (979) Bana Amrü'bnü Muhammed b. Bükeyr En - Nâkıd ri­vayet etti. (Dedi ki): Bize, Süfyân b. Uyeyne rivayet etti. (Dedi ki): Amrü'bnü Yahya b. Umâra'la sordum da, bana babasından, o da Ebû Saîd-İ Hudrî'den, o da Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve SeJIemj'den naklen haber verdi;

«Beş vesk'dan azda zekât yoktur. Beş tane üçer yaşında deveden da­ha az da zekât yoktur; beş okiyye'den daha az dan gümüşte zekât yoktur.» buyurmuşlar.

 

2- (...) Bize Muhammedü'bnüRumh b. EI-Muhâcir rivayet etti. (Dedi ki): Bize Leys haber verdi. H.

Bana Amru'n - Nâkıd da rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdullah b. İdrîs rivayet etti. Leys ile Abdullah'ın ikisi birden Yahya b. Saîd'den, o da Amr b. Yahya'dan bu isnâdla yukarki hadîsin mislini rivayet etmişlerdir.

 

(...) Bize Muhammedü'bnü Râfi' rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ab-durrazzâk rivayet etti. (Dedi ki): Bize îbni Cüreyc haber verdi. (Dedi ki): Bana Amr b. Yahya b. Umara, babasından, o da Yahya b. Umara' dan naklen haber verdi. Yahya şöyle demiş: Ben, Ebû Saîd-i Hudrî'yi şunları söylerken işittim: «Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve SeHemj'i şöyle buyururken dinledim; Hem avucuna beş parmağı ile işaret edi­yordu.»

Bundan sonra îbni Uyeyne hadîsi gibi rivayette bulundu.

 

3- (...) Bana Ebû Kâmil Fudayl b. Hüseyin El-Cahderî riva­yet etti. (Dedi ki): Bize, Bişr yâni İbni Muf addâl rivayet etti. (Dedi ki): Bize Umârutü'bnü Gaziyye, Yahya b. Umâra'dan naklen rivayet etti. Demiş ki: Ebû Saîd-i Hudrî'yi şunları söylerken işittim: Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'-

«Beş vesk'den daha az da zekât yoktur. Beş tane üçer yaşında deveden daha aşağı da zekât yoktur. Ve beş okiyye'den daha az gümüşte zekât yoktur.» buyurdular.

 

4- (...) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe ile Amru'n - Nâkıd ve Zü-heyr b. Harb rivayet ettiler. Dediler ki: Bize Vekî', Süfyân'dan, o da İsmail b. Ümeyye'den, o da Muhammed b. Yahya b. Habbân'dan, o da Yahya b. Umâra'dan, o da Ebû Saîd-i Hudrî'den naklen rivayet etti. Ebû Saîd şöyle demiş: Resûlüllah (SaJlalîahii Aleyhi ve Sellem)

«Hurmadan olsun, hububattan olsun beş vesk'den daha az da zekât yoktur.» buyurdular.

 

5- (...) Bize İshâk b. Mansûr rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdur-rahmân yâni îbni Mehdi haber verdi. (Dedi ki): Bize Süfyân, İsmail b. Ümeyye'den, o da Muhammed b. Yahya b. Habbân'dan, o da Yahya b. Umâra'dan, o da Ebû Saîd-i Hudrî'den naklen rivayet etti ki, Pey­gamber (Saîîaîlahü Aleyhi ve Sellem):

«Beş veski bulmadıkça hububatla hurmada zekât yoktur.Üçeryaşında beş deveden daha az da zekât yoktur. Beş okiyye kümüşten daha az da zekât yoktur.» buyurmuşlar.

 

(...) Bana Muhammed b. Râfi' rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdur-Adem rivayet etti. (Dedi ki): Bize Süfyân-ı Sevrî .îsmâil b. Ümeyye* den bu isnâdla İbni Mehdi hadisi gibi rivayette bulundu.

 

(...) Bana Muhammed b. Aafi' rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdur-razzâk rivayet etti. (Dedi ki): Bize Sevrî ile Ma'mer, Jsmâil b. Ümey-ye'den bu isnâdla tbni Mehdî ve Yahya b. Âdem hadîsi gibi haber verdi. Yalnız o «Hurma» yerine «Yemiş» demiştir.

 

6- (980) Bize Hârûn b. Mâruf ile Hârûn b. Said El - Leylî ri­vayet ettiler. Dediler ki: Bize îbni Vehb rivayet etti. (Dedi ki): Bana îyaz b. Abdillâh, Ebû'z - Zübeyr'den, o da Câbir b. Abdiliâh'dan, o da Resûlüllah (Sallallahil Aleyhi ve Se/kmJ'den naklen haber verdi ki:

«Beş okiyye'den daha az olan gümüşte zekât yoktur; üçer yaşında beş deveden daha azında zekât yoktur. Beş vesk'den daha az hurmada zekât yoktur.» buyurmuşlar.

Ebû Şaid hadîsini Buhârî «Zekât» bahsinin bir-iki yerinde; Ebû Dâvûd, Tirmizi, Nesâi ve îbni Mâce ayni bahisde muhtelif râvîlerden tahrîc etmişlerdir.

Evâkî: Okiyye'nin cem'idir. Okiyye fıkıh, hadîs ve lügat ulemâsı­nın ittifakı ile kırk dirhemdir. Buna «Hicaz okiyyesi» de derler.

Kaadı tyâz: Peygamber (Sallalhıhü Aleyhi ve Sellem) za­manında okiyye ile dirhemin meçhul kalması mümkün değildir. Çün­kü bu ölçülerle zekâtı vâcib kılan bizzat Resûlüllah (Sallallahil Aleyhi ve Sellem)'dir. Sahih hadîslerde sabit olduğuna göre: Alışverişler, ni­kâhlar hep bunlarla yapılmıştır. Bu gösteriyor ki: Dirhemler A b-dülmelik b. Mervân zamanına kadar malûm değüdi. Onları ulemânın re'yi ile Abdülmelik topladı ve her onluğu yedi miskâal ağırlığında, bir dirhemin ağırlığını da altı dânık yaptı... iddiasında bulunanların sözü bâtıldır. Yalnız bunlar Müslümanlar ta­rafından husûsi surette ve muayyen şekilde basılmamışlardır. Kimisi Acem kimisi Rum basması şeylerdi. Ve büyüklü küçüklü idiler. Bâzıları da hiç basılmamış ve nakşedilmemiş gümüş parçalarından ibaret olup, Yemen'e veya Mağrib'e aittiler. Nihayet bunların îslâmi bir şekille basılıp, nakşedilmeleri ve değişmeyen bir tek vezin hâline ge­tirilmelerine lüzum görülerek büyüğü küçüğü bir araya toplandı. Ve münaasip gördükleri vezinde basıldı. Şüphesiz ki o zaman dirhemler malûmdu. Aksi takdirde onlara zekât v.s. hususunda hukûkullah ve ve hukûk-u ibâd nasıl taalûk edebilirdi? Nitekim o zaman okiyye de malûmdu.» diyor.

Bu bâbda Nevevîde şunları söylemiştir: «îlk asırda yaşı-yanlar mâruf olan bu vezinle kıymet takdirine ittifak etmişlerdir. Yâ­ni dirhem altı dânıktır. Her on dirhem yedi miskaâl ağırlığında gelir. Miskaâl ise gerek câhiliyet gerekse İslâmiyet devirlerinde değişme­miştir.»

Aynî, İbni Sa'd'ın «Tabakat»mdan şunları naklet-miştir: «Abdülmelik b. Mervân 75. târihinde dir­hemle dinarı darbetmiştir. Onları ilk darbeden ve üzerlerine nakış vu­ran o'dur.»

EbûUbeydKaasimb. Sellâm «Kitâbü*l-Emvâl» nâm eserinde şunları söylemiştir: «îslâmiyetten önce dirhemler irili ufaklı idi, İslâmiyet gelince dirhemleri darbetmek istediler. Zira her iki nev'înden de zekât veriyorlardı. Büyük dirhem: 8 dânık, küçük dirhem ise, 4 dânık idi. Müslümanlar büyük dirhemi küçük dirheme katarak; bunlardan iki müsavi dirhem yaptılar. Böylelikle altışar dâ-nıklık iki dirhem meydana geldi. Sonra dirhemleri miskaâllerle ölç­tüler. Miskaâl ilelebet mahdut, eksilip artmayan bir ölçüdür. Bir ta­nesi altı dânıktan ibaret olan on dirhemi miskaâlle ölçünce yedi mis­kaâl ağırlığında geldiğini gördüler. Büyüklü küçüklü dirhemler ara­sında bu dirhem ortayı teşkil ediyordu. Zekât hususunda Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Selîem)'in sünnetine de muvafık idi. Binâenaleyh dirhem meselesi ondan sonra bu minval üzere devam etti. Ümmet de bu hususta ittifak eyledi. Artık tam dirhem altı dânık olarak, değiş­meden devam etti.»

Hanefiîyye kitaplarında beyân olunduğuna göre: İlk zamanlarda dirhemler üç nev'idi, birinci nev'in her on dirhemi on miskaâl geliyordu. Yâni bir dirhem bir miskaâl ağırlığında idi. İkinci nev'în on dirhemi altı miskaâl tutuyordu. Üçüncü nev'în on dirhemi beş miskaâl geliyordu. Halk, bu dirhemlerin her biri ile muamele gö­rüyordu. Bu hâl taa Hz. Ömer'in hilâfeti zamanına kadar böy­le devam etti. Ömer (Radiyallahü anh) haraç denilen vergiyi bü­yük dirheme göre almak istedi. Mükellefler kendisinden bunu hafif­letmesini rica ettiler, o da zamanının hesap âlimlerini toplayarak dir­hemlerin arasını buldurdu. Neticede âlimler her nev'İ dirhemin üçte birini alarak, yedi miskaâl ağırlığındaki dirhemi buldular.

Bâzı fetva kitaplarında her beldenin kendine mahsûs dinar ve dirhemi nazar-ı itibâra alınacağı ve zekâtın ona göre verileceği be­yân olunmuştur.

Verik veya verk: Madrup olsun olmasın «gümüş» demektir. Bâ­zıları esâs itibârı ile her nev'î gümüşe verik denildiğini; diğer bâzı­ları da dirhem şeklinde darbedilmiş gümüşe verik denildiğini, dirhem olmayan gümüşe ise ancak mecazen vekik itlâk edilebileceğini söy­lemişlerdir.

Hattâ altınla gümüşün ikisine birden verik denildiğini söyliyen-ler vardır.

«Kitâbü'l -Mikâyîl»'de Vâkıdi'den naklen şöyle denili­yor: «Câhiliyet devrinde Kureyş'în kendine mahsûs bir takım vezin­leri vardı. İslâmiyet gelince bunlardan okiyye'yi olduğu gibi yâni kırk dirhem, ritılı da oniki okiyye yâni seksendört dirhem olarak kabul et­ti. Arapların «neş» ve «Nevât» denilen birer ölçüleri daha var di:

Neş: 20 dirhem, nevât: 5 dirhem ağırlığında idi. Miskaâl: 22 kirât' dan bir dâne noksan gelen ölçü idi. On dirhemin ağırlığı 7 miskaâî gelirdi. Bir dirhem 15 kîrâtdan meydana gelirdi.

Peygamber (SaîhUahü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz Medine' ye gelince veznine bakarak külçe altına dînâr; ve yine veznine baka­rak külçe gümüş dirhem ismini verdi. Medine' nin ölçüleri bu suretle tekarrur etti ve Resûlüllah (SalUUahü Aleyhi ve Sellem):

«Mizan, Medîne'Iilerin nizâmıdır.» buyurdular.»

Hz. Câbir'den rivayet   edilen  bir   hadîste  Peygamber

(Saüalhhii Aleyhi ve Sellem)i

«Bir dînâr yirmidört kîrâtdır.» buyurduğu bildirilmişdir.

îbni Abdilberr : «Bu hadisin senedi sahîh değilse de, ulemânın onun mûcebince amel etmesi halkın onun mânâsına göre amel hususunda ittifakı senedinni sıhhâtma ihtiyâç bırakmamıştır.» diyor.

Kîrât: Ortalama beş arpa tanesi ağırlığında bir ölçüdür.

Evsuk: Veks'in cem'idir. Müfredi visk şeklinde dahi okunabilir. Fakat vesk kîrâatı daha meşhurdur.

Ulemâdan bâzılarına göre, vesk: Bir deve yükü, demektir. Bâzıları Peygamber (Sallaüahü Aleyhi ve Sellem) Efendimizin ölçeği ile altmış ölçek, demek olduğunu söylerler.

Bir takımları vesk'in mutlak surette bir yük, mânâsına geldiğine kaaildirler.

Ebû Davud'un,  Hz. Ebû Saîd-i    Hudri1 den rivayet ettiği merfû bir hadiste Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve

«Beş vesk'den daha azda zekât yoktur. Bir vesk altmış mühürlü ölçektir»

buyurmuş olduğunu rivayet etmiştir. Ancak: «Ebû'l-Buhte-rl, Ebû Said'den işitmemiştir.» diyerek bu hadisin munkatı' olduğuna İşarette bulunmuştur.

.Ebû Ubeyd Kaasim b. Sellâm'm beyânına göre «mühürlenmiş ölçek»den murâd: Üzerine ziyâde veya noksan yapılmasın diye matbu mühür vurulan ölçektir. Bunu vaktiyle hü­kümdarlar yaparlarmış.

Ölçek mânâsına gelen sa' 51/3 Bağdat rith eder. Bağdat rith hakkında muhtelif kaviller vardır. Bunların en meşhuru 128 4/7 dir­hem olmasıdır. Bâzıları Bağdat ritlının tam 128 dirhem, bir takımları da 130 dirhem olduğunu söylemişlerdir. Şu hâlde beş vesk binaltıyüz Bağdat rith eder. Esah kavle göre beş veski, ritl denilen ölçüyle takdr etmek yüzdeyüz değil, takribidir.

Zevd: Üç'den on'a kadar olan devedir. Bâzılarına göre iki ile do­kuz arasındaki dişi devedir. Erkek develere zevd denilmez.

Bâzıları: Zevd: Üçten, onbeş'e kadar olan develerdir.» demiş; bir takımları üçten yirmiye kadar hattâ Îbnü'l-A'râbî üçden, otuz'a kadar olan dişi develere zevd denildiğini söylemiştir.

Bir takımları, bir deveye de zevd denilebileceğini söylemişlerdir. İbni Kuteybe: «Bir cemâat zevd'in müfred mânâsına gel­diğini, diğlerleri cemi' olduğunu söylemişlerdir ki, muhtar olan da budur.» demiştir.

Fakat îbni Abdilberr bunu beğenmemiş: «Bu söz bir şey değildir.» demiştir.

Hâsılı zevd kelimesi rant, kavm ve nisa kelimeleri gibi lâfzında müfredi bulunmayan cemi'lerdendir.

Bu bâbda daha bir çok sözler söylenmiştir.

 

Bu Hadisten Çıkarılan Hükümler :Üç Kısımdır

 

1) Hadîs-i şerifin: «Beş okiyye'den daha az da zekât yoktur.» cüm­lesi, gümüşün nisabını beyân etmektedir. Gümüşün nisabı beş okiyye yâni 200 dirhemdir. Çünkü her okiyye 40 dirhem tutar. Şeriat her cins malın nisabını yardıma yarayacak şekilde tâyin etmiştir. Gümüşün nisabı nass-ı hadisle ve icm&'la beş okiyye yâni 200 dirhemdir. Altının nisabı ise 20 miskaâl'dir. Bu hususta delil icmâ'dır. Yalnız Hasan-1 Basri ile Zühri1nin : -Kırk miskaâlden az olan altına zekât lâzım gelmez.» dedikleri rivayet olunursa da, yirmi miskaâlde zekât lâzım geleceğine kaail oldukları da rivayet edilir. Bu rivayet daha meşhurdur.  Cumhûr un   kavli de budur.

Kaadı îyâz'm rivayetine göre seleften bâzıları altın yir­mi miskaâlden az olsa da kıymeti 200 dirhemi bulursa zekâtı ve­rileceğini söylemişlerdir.

Mezkûr kavlin sahibine göre altın 20 miskaâl olur da, kıymeti 200 dirhemi bulmazsa zekât lâzım gelmez.

Altın ile gümüş nisâb miktarını geçtikleri vakit zekâtları nasıl hesap edileceği ulemâ arasında ihtilaflıdır.

îmam Mâlik ile Leys, Sevri, İmam Şafiî, îbni Ebî Leylâ, İmam Ebû Yûsuf, İmam Muhammed ve umumiyetle hadis ulemâsına göre altın ve gümüşün onda birinin dörtte birinden ziyâdesine zekât lâzım gelir.

îki nisâb arasında affedilen bir miktar yoktur. Bu kavil Hz. Ali ile îbni Ömer CRaâiyallahiî anh/dan rivayet olunmuştur.

imam A'zam ile Selef ulemâsından bâzılarına göre ikiyüz dirhemden fazla olan gümüş 40 dirheme ve keza 20 dinardan fazla olan altın 4 dinara varmadıkça nisâbdan sonraki fazlalıklara zekât yoktur. Gümüş 40 dirhem olursa: bir dirhem, altın dört dinara varırsa: 1 dirhem zekât verilir.

Demek oluyor ki îmam A'zam ile berâberindekilere göre hayvanlarda olduğu gibi altın ve gümüşte de iki nisâb arasında ze­kâta girmeyen bir miktar vardır.

Nevevi diyor ki: «Cumhûr-u ulemâ, Peygam­ber (SallaJlahü Aleyhi ve Sellem)'in (rıkada onda birin dörtte birinde zekât vardır. Rika: Gümüş demektir.) hadis-i şerifi ile istidlal etmiş­lerdir. Bu hadis nisaba âmm ve şâmildir.

Nisâbdan yukarısı hububata kıyâs olunur. Ebû Hanîfe zayıf bir hadisle ihticâc etmiştir. Onunla istidlal sahîh olmaz.»

Nevevînin zayıf dediği hadis, Dârakutnî' nin «Sünen»'inde tahric ettiği Hz. Muâz hadisidir. Hadisin senedi şudur: îbni İshâk, Minhâl b. Cerrah'dan, o da Habib b. Necîh'den, o da Übâdetü'bnü Nesiy'den, o da Muâz   (Radiyaîlahü anh)'d&n rivayet etmiştir ki, Resülüüah (Salîalîahü Aleyhi ve Sellem) Muâz'ı Yemen*e gönderirken:

«Gümüş 200 dirhe molduğu vakit ondan beş dirhem al, fazlasından do­layı taa kırk dirheme varmadıkça bir şeyalma , kırk dirheme baliğ olursa, ondan bir dirhem al.» buyurmuştur.

DârakutnI:«Minhâl b. Cerrâh:Ebu'l-Atûf dur. Hadîsi metruktür. îbni İshâk ondan rivayet ederse ismini kalbederdi. Übâdetü'bnü Nesiy ise Muâz'dan  hadîs dinlememiştir.» demiştir.

Nesâi dahi Minhâl b. Cerrah'm metrukü'l-Hadis bir adam olduğunu söylemiş;  îbniHibbân   «O, yalan söylerdi.» demiş;   Abdülhak: «O, çok yalancı idi.»  ifâdesini kullan mışdır.

îbni Ebî Hatim dahî: «Ben, bu zâtı babama sordum da; (o metrûkü'l - Hadîs'tir, onun hadîsi hiçtir; yazılmaz.) cevâbını verdi.» demiştir.

Beyhâkî  de: «Bu hadisin isnadı pek zayıftır.» diyor.

Ayni bütün bu kavilleri serdettikten sonra şöyle diyor. «Bey-hakî bu hadîsi gümüşün küsuratı hakkında vârid olan hadîs babında rivayet etmiş ve o kadar bırakmıştır. Çünkü o bâbdan maksat hasmı­nın mezhebini beyândır. Bu bâbda iki hadîs vardır. Bunlardan birini Beyhakî (Fardu's-Sadaka) babında rivayet etmiştir. Bu hadîs Pey­gamber (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem)'in Amr b. Hazm ile Yemen'e gönderdiği mektubudur. Mezkûr mektupta:

Gümüşten her beş okiyye için beş dirhem fazlası İçin her kırk dirhem­de bir dirhem alınacak... Duyurulmaktadır.

Beyhaki bu hadisin isnadı güzel olduğunu söylemiştir. Ayni hadîsi hadis hafızlarından bir cemâat mevsûl ve hasen olarak rivayet etmişlerdir. Hattâ yine Beyhaki' nin rivayetine gö­re îmam Ahmedb. Hanbel Ben, bu hadisin sahih olmasını ümîd ederim; demiştir.

İkinci hadise gelince: Bunu da Beyhakî (at'ın zekâtı yok­tur) babında Hz. A1i'den rivayet etmiştir. A1î (Raâiyallahü anh) şöyle demiştir: ResûlüIIah (Sallalhhü Aleyhi ve Sellem):

«Size atlarla köleler için zekât vermeyi affettim, hemen gümüşten her kırk dirhem'in birini sadaka olarak getirin. Yüzdoksanda bir şey yoktur. Gümüş 200 dirheme baliğ olursa beş dirhem zekâtı vardın buyurdular.

îbni Hazm bu hadîsin sahîh ve müsned olduğunu söyler. Bir de îbni Ebl Şeybe, Abdurrahmân b. Süleyman' dan, o da Asım-ı Ahver1 den, o da Hasan-ı Basrl' den şu haberi nakleder: Hasan-ı Basri: Ömer (Radiyallahü ank), Ebû Mûsâ'ya 20 dir­hemden fazla gelen gümüş için her 40 dirhemde bir dirhem zekât vardır, diye yazdı, demiş. Aynî haberi Tahâvî (Ahkâmü'l -Kur'ân) nâm eserinde Hz. Enes tarîki ile Ömer (Radiyallahü fm/j)'dan tahrîc etmiştir.

Îbni Abdilberr, bu kavlin Sald'übnü' 1-Müseyyeb, Hasan-ı Basrî, Mekhûl A tâ', Tâvûs, Amr b. Dinar ve Zührî' den menkûl ol­duğunu söyler.

Ebû Haife ile Evzâi'nin mezhepleri de budur. Hattâbî,  Şa'bî'yi de onlarla beraber saymıştır.

îbni Ebî Şeybe sahîh bir senetle Muhammed Bakır' dan merfû olarak şu hadîsi rivayet etmiştir: Muhammed:: Gümüş beş okiyye olursa beş dirhem zekâtı vardır. Her 40 dirhem için de bir dirhem verilir; demiştir.

Abdülhak (Ahkâm) 'mda şöyle diyor: Ebû Evs, EbûBekirb. Amrb. Hazm' in oğulları Abdullah ile Muhammed' den, onlar da babalarından, o da dedelerin­den, o da Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve SellemYden şu hadisi ri­vayet etti. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu mektubu Amr b. Hazm'i Yemen'e emir tâyîn ettiği zaman yazdı. Mez­kûr mektupta zekât mes'elesi de vardır, gümüş 200 dirhemi bulmadık­ça ona zekât yoktur; 200 dirhemi buldu mu beş dirhem zekâtı vardır. Bundan fazlası için her kırk dirhemde bir dirhem verilir. 40 dirhem­den aşağı olan gümüşe zekât yoktur.

Nesâî, îbni Hibbân, Hâkim ve diğer hadîs ulemâsının rivayetlerinde:

Gümüşün her beş okiyyesinde beş dirhem zekât vardır. Fazlası İçin her kırk dirhemde bir dirhem verilir. Beş okiyye'den aşağı olan gümüşte zekât yoktur, buyurulmuştur.

Ebû Ubeyd Kaasim b. Sellâm (Kitâbü'l -Emval) nâm eserinde şu hadîsi rivayet eder: Bize Yahya b. Bükeyr, Leys b. Sa'd'dan, o da Yahya b. Eyyûb'dan, o da Humeyd'den, o da Enes'den naklen rivayet etti. Enes şöyle demiş:

— Ömerü'bnü'l-Hattâb (Radiyallahn anlı) beni sadaka me'mûru tâyin etti ve bana her yirmi altından yarım altın ze­kât almamı, fazlası dört dinara baliğ olursa onun için bir dirhem almamı ve her 200 dirhem gümüşten bir dirhem zekât almamı, bun­dan fazlası kırk dirhemi bulursa bir dirhem zekât îcâb ettiğijji emretti.

Şaşarım Nevevî'nin aklına bunca sahih hadislere vâkıf olmakla beraber nasıl olup da: Ebü Hanîfe zayıf bir ha­dîsle istidlal etmiştir, diyebiliyor? Ve ona delil olarak hakkında söz edilmiş bir hadis gösteriyor... Geri kalan'bir çok sahüPhadîslerden söz etmiyor.    

Cumhur-u ulemâ'ya göre: Nisabı tamamlamak için altınla gümüş birbirine katılır. îmam Mâ1ik'in kavli de budur. Yalnız ona göre bu hususta vezne; bakılır ve altınla gümüş kıy­met ittibârı ile değil de, cüz ittibârı ile birbirine katılır.

Evz'âî, Ebû Hanîfe ve Sevri'ye göre altınla gümüş zekât verilirken ettikleri kıymete göre biribirine katılırlar.

İmam Şâfii, İmam Ahmed, Ebû Sevr ve Dâvûd-u Zahiri'ye göre: Altınla gümüş mutlak suret­te biribirine katılamazlar.

Hattâbi diyor ki: Ulemâ koyunun deveye veya sığıra, hur­manın üzüme katıiamıyacağında ihtilâf etmemişlerdir. Yalnız buğ­dayın arpaya katılıp katılamıyacağında ihtilâfları vardır. Ekser-i ule­mâya göre bunlar da birbirine katılamaz.

Sevrî ile Evzâî'nin ashab-ı re'yin, Şafiî ve Ah­med b. Hanbe1'in kavilleri de budur.

îmam Mâlik' e göre buğday arpaya katılabilir. Yalnız mercimek ve nohut gibi şeyler buğdayla arpaya katılamaz.

îmam A'zam'la îmâmeyn'e göre: Başka mâden­de kanşık bulunan gümüş, o mâdenden fazla ise gümüş hükmündedir. Karışan mâden gümüşten daha fazla ise ona gümüş hükmü değil, ti­câret eşyası hükmü verilir.

Eğer kıymeti nisâb miktarını dolduruyorsa iki şeyden biri ile zekât lâzım gelir:

a) Ya gümüşü 200 dirhemi dolduracaktır,

b) Yahut ticâret malı olup, kıymeti 200 dirhemi bulacaktır. 200 dirhemden fazla gelen miktar için —az olsun çok olsun— on­da birinin dörtte biri alınır.

îmam Mâlik ile Leys,  Şafii, ibni  Ebi Leylâ, Sevri, Evzâi, Ahmed, Ebû Sevr, îshâk ve Ebû Ubeyd'in mezhepleri budur. Mezkûr ka­vil Hz. Alî ile îbni Ömer (Radiyallahü ûnJıj'dan rivayet olunmuştur.

îmam A'zam' la îmam Züfer'e göre: 200ün üze­rindeki ziyâde kırk dirheme varmadıkça ziyâde için zekât yoktur. Kırk dirhem olursa onda birinin dörtte biri verilir ki. bir dirhem eder. Saîdü'bnü'I- Müseyyeb, Hasan-ı Basrî, Ata', Tâvûs, Şa'bi, Zühri Mekhû1, Amr b. Dinar  ve  Evzâi' nin   mezhebleri de budur.

Mezkûr kavili Leys, Yahya b. Eyyûb'dan o da Humeyd'den, o da Enes'den, odaÖmerü'bnü'l-Hattâ bîRadiyallahü awJi f'dan rivayet etmiştir.»

2- «En az üç yaşında beş deveden daha azda zekât yoktur.» cümlesi zekât icâbeden deve miktarının en azını bildirmektedir. De­veler beş tane olup. kırda otlamakla beslenirler ve üzerlerinden sene geçerse bir koyun zekât vermek icâb eder. Bu hususta icmâ vardır. Tafsilât fıkıh kitaplanndadır.

3- «Beş vesk'den azda zekât yoktur.»  cümlesi  ile İmam Şâfii, Hanefilerden İmam Ebû  yusuf ve imam    Muhammed  yerden çıkan mahsûl 5 vesk'e baliğ olduğu vakit zekât îcâbedeceğine kaaiî olmuşlardır. Yerden  çıkan mahsûlün zekatına öşür derler. Beş vesk'den daha az olan mahsûle zekât yoktur.

İmair. A'zam1a göre yerden çıkan mahsûl az veya çok olsun, sun': sîrie yahut yağmurla sulansın zekât vardır. Bundan yalnız a<-.:v boyarında biten âdi kamışla, odun ve ot müstesnadır.

Nevevi Giyer ki- «Bu hadiste iki tane fâide vardır. Birisi şu sayıîanlarrf;; zekâlı", vâcıb oJmasi; ikincisi bunlardan daha az miktar­larda zek-ıî lâz^r. p- İrner::csid]'\ Bu iki mes'elede Müslümanlar ara­sında hilaf yoktur. Ya!>;;,' Ebû Hanîfe ile seleften bâzıları hubûbâtîn azına da çokuna da zekât lâzım geldiğine kaaiî olmuşlar­dır arna bu mezhep bâtıl ve sahih hadîslerin sarahatine muhaliftir...»

Aynî, Nevevî' nin yukardaki sözlerine , karşı şu rau-kaabelede bulunmuştur: «Bu, çirkin bir sözdür. îlim, fazilet, zühd, sa­habe vekibar tabiîne yakınlığı ittibârı ile ön safta bulunan bir imama böyle söz söylemek yakışmaz. Bahusus ki kendisi gibi halk arasında geniş ilmi, büyük zühd ve insafı ile tanınmış bir zâtdan böyle yerler­de güzel ibareler beklenir. Ehl-i dine lâyık olan budur. Kötü sözler ancak bâtıl hakkında direnen mutaasıplardan sudur eder. Bunlar dîn­den sayılamaz. Nevevî bu mezhebin butlanı ile sahîh hadîs­lere muhalefetini, yalnız Ebû Hanîfe'ye değil, selefden bâ­zılarına da nispet etmiştir. Seleften murâd: Ömerü'bnü Abdilaziz, Mücâhid ve İbrahim Nehâî' dir. Ebû Ömer İbniAbdilberr: (Bu kavil imam Züfer'in de mezhebi olup, Tâbiin'in bâzılarından dahî rivayet edilmiştir. Bu zevatın mezhepleri de Ebû Hanîfe' nin mezhebi gibidir.)  demiştir.

Abdürrazzâk *Musannef»'inde Ma'mer'den, o da Simâk b. Fad V dan, o da Ömer b Abdilaziz1 den naklen şu haberi tahric etmiştir. Ömer : yerden çıkan mah­sûlün azına da çoğuna da öşür vardır; demiş.

Yine   Abdürrazzâk buna benzer bir rivayeti Mücâhid'den , oda   İbrahim   Nehâî' den   naklen tahric/ etmiştir. Ayni zevattan   İbni Ebî Şeybe dahf rivâyetlpr-tahric etmiş; hattâ   Nehâi  hadisinde (Bakla desteleripdcîv-her on destede bir deste vermek lâzım gelir.) ifâdesini ziyâde etmiştir.» -

4 - Babımız rivayetlerinde zikri geçen sadakadan murâd ze­kâttır.

Hanefiîlerden bâzılarına göre: îmâm A1zamin öşür hususundaki delili «Sizin için yerden çıkardı­ğımız rızıklardan da infâk edin.» ve «Hasat günü yerden çıkan mahsûlün hakkını verin.» gibi âyetlerdir.

Muhaliflerinin delilleri ise haber-i vahit hadîslerdir. Binaenaleyh: «kitap mukaabilinde bu hadîsler kabul edilemez» diyenler olmuştur.

 

1- Öşür Yahut Yarım Öşür Îcab Eden Şeyler Babı

 

7- (981) Bana Ebû't-Tâhir Ahmed b. Amr b. Abdillâh b. Amr b. Şerh ile Hârûn b. Saîd El -Eylî Amr b. Sevvâd ve Velîd b. Şueâ' hep birden İbni Vehb'den rivayet ettiler. Ebû't - Tahin Bize Abdullah b. Vehb, Amr b. Hâris'den naklen haber verdi, ona da Ebû'z - Zübeyr rivayet etmiş; o da Câbir b. Abdillâh'ı Peygamber (Sallalîahü Aleyhi ve Sellemyden şöyle buyururken işittiğini rivayet etmiş; demiş;

«Nehirlerle yağmur sularının suladıkları mahsûllerde öşür; hayvanla sulanan mahsûllerde yarım öşür vardır.»

Uşûr: Öşür'ün cem'idir. Kaadı îyâz: «Biz, bu kelimeyi umumiyetle üstatlarımızdan aşûr şeklinde zaptettik. Aşûr: Çıkan mah­sûlün ismidir.» diyor.

«Metâliu'l - Envâr» sahibi dahî «Şeyhlerin ekserisi bu kelimeyi  ile uşur okuyorsa da, doğrusu aşûrdur.» demiştir. Fakat Nevevi bu iddianın doğru olmadığını söylüyor. Ve: «Kendisi de iti­lâf etti ki: Üstatların bir çoğu bu kelimeyi uşûr okumuş. Doğrusu aa budur.», diyor. .

Gayn'dan n\urâd: Yağmurdur, Müslim' den başkaları bu kelimeyi «Gayl» şeklinde rivayet etmişlerdir.

EbûUbeyd'in beyânına göre «GayJ»: Büyük sel derecesine varmamak şartıyla nehirlerden akan sulardır.

tbni Sikkît: «Gayl: Yer üzerine akan sudur.» demiştir.

Saniye: Su çıkarmakta kullanılan devedir. Buna «Nadih» dahi derler.

Hadis-i şerif, yağmur ve nehir suları ile sulanan mahsûllerde öşür yâni onda bir; hayvanla sulananlarda işe meşakkat ve masraf daha çok olduğu için yarım Öşür verilmesi icâb ettiğine delildir. Yu­karıda da işaret ettiğimiz vecihle ulemâ yerden çıkan her mahsûl, meyve, çiçek v.s.'nin zekâtı verilip verilmiyeceği hususunda ihtilâf etmiş ve ortaya dokuz kavil çıkmıştır. Şöyle ki:

1) İmam A'zam'a göre az olsun çok olsun yerden çıkan her mahsûlün zekâtı vardır. Bundan yalnız odun, kaînış, ot ve sa­man gfci şeyler müstesnadır. Bu cihet ittifMÖdir. Ancak istisna ka­mış v.s.'nin kendiliğinden yetişmesine nazaşandır. Sâhibjj tarafından kasden kamışlık veya koru yetiştirilirse öşjur yine lâzımdır. Şeker kamışı gibi şeylerde öşür vardır.

İbni'l-Münzir: «Nu'man1 dan başka onun sçzüne ka-ail olan bilmiyoruz.» demişse de, -Suru c i. kendisine cevap ver­miş ve: «Vallahi bu hususta    îbni'l-   Münzir    yalan söylemistir. Çünkü bu kavle Ebû Hanîfe1 den" başka da kaail olanlar bulunduğunu o bilir. Ancak asabiyeti kendisini böyle şeyler irtikâbına sevkeder» demiştir.

Yukarıda da işaret ettiğimiz vecihle Ebû Hanife* nin kavli îbrâhîm Nehâî, Mücâhid, Hammâd, îmam Züferve Halife Ömer b. Abdilaziz' in de mezhepleridir. Bu kavil İbni Abbâs (Radiyallahü anh)' dan rivayet olunmuştur. Vesk ile ölçülmeyen şeyler hakkında   Dâvûd-u   Zahirî    ile sair    Zahirîye    ulemâsının mezhepleri de budur.

2) Devamlı olan mahsûllerin miktarı beş vesk olursa öşür va­cibidir. îmamEbûYûsuf'laîmam Muhammed' in, kavilleri budur.

Sebzelerle kavun karpuz ve hıyar gibi mahsûllerde öşür yoktur. îmam Muhammed ayva, incir, elma, armut, şeftali, ka­yısı ve erik gibi şeylerde öşür olmadığını nassan beyân etmiştir.

«El - Yenâbî'* nâm eserde: «Bir sene devam edebilen ceviz, ba­dem, fındık ve fıstık gibi meyvelere de öşür vaciptir.» deniliyor. «El -Mebsût»'da ise îmam Ebû Yûsuf un kavline göre ceviz, badem ve fıstıkta öşür vacip İmam Muhammed' in kav­line göre ise bunlarda öşür vâcib değildir.» deniliyor.

Üzüm ve yaş hurma gibi kurutulduğu takdirde bir sene devam edebilen meyvelerde öşür vardır.

îmam Muhammed' den bir rivayete göre: Kurutul­maya yaramıyan üzümde öşür yoktur. Soğan ve sarımsak gibi seb­zeler hakkında   îmam   Muhammed' den   iki kavil vardır.

3) Buğday, arpa, mısır, pirinç, mercimek, nohut   bakla, fasulye ve bezelye gibi biriktirilip gıda yapılabilen şeylerde öşür vâcibdir. İmam    Şafiî' nin  kavli budur.

4) îmam  Mâ1ik’in  kavli  Sâfii'nin kavline benzer; bâzı cihetlerde farklıdır.

5) İmamAhmed'e  göre: Devam eden, kurutulan ve öl­çekle ölçülen hububat ve meyvelerde öşür vâcibdir.

6) Hububat ile sebzelerde ve meyvelerde öşür vâcibdir.   İmam A'zam'in üstadı   Hammâd'in kavli budur.

7) Mezrûâtdan yalnız buğday, arpa ile meyvelerden kuru hurma ve üzüm kurusunda öşür vâcibdir. Bunlardan maada hiç bir şeyde öşür yoktur. Bu kavil Sevrî ile İbni Ebi Leylâ ve Evzâi'den naklolunmuştur. Yalnız   Evzâi'ye göre zeytinde de öşür vardır.

8) İkiyüz dirhem kıymetindeki sebzede öşür vardır.   Hasan-1 Basri  ile   Zühri'nin mezhepleri budur.

9) Vesk'le ölçülen şeylerin beş vesk miktarında öşür vardır. Vesk le ölçülmiyenlerin ise azına çoğuna öşür vermek îcâb eder. Zahirilerin mezhebi de budur.

 

2- Müslümana Kölesi İle Atı İçin Zekat Lazım Gelmediği Babı

 

8- (982) Bize Yahya b. Yahya Et - Temimi rivayet etti. (Dedi ki): Mâlik'e, Abdullah b. Dinar'dan dinlediğim, onun da Süleyman b. Yesâr'dan, onun da Irak b. Maîik'den, onun da Ebû Hüreyre'den nak­len rivayet ettiği şu hadîsi okudum: Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seüenı):

«Müslümana kölesi ile atı için zekât yoktur.» buyurmuşlar.

 

9- (...) Bana Amru'n -Nükıd ile Züheyr b. Harb rivayet etti­ler. Dediler ki: Bize Süfyân b. Uyeyne rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ey-yûb Mûsâ, Mekhûlden, o da Süleyman b. Yesâr'dan, o da Irak b. Mâlikden, o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet etti. Amr: Peygamber

(Saîlalhhü Aleyhi ve SellemYden dedi. Züheyr ise: {Ebû Hüreyre, hadîsi Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve ScllemYe vardırdı.) tâbirini kullandı. ResûlüIIah (Sallallahü Aleyhi ve Sellavh

«Müslümana kölesi ile atı için zekât yoktur.» buyurmuşlar.

 

(...) Bize Yahya b. Yahya rivayet etti. (Dedi ki): Bize Süleyman b. Bilâl haber verdi. H.

Bize Kuteybe de rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hammâd b. Zeyd rivayet etti. H.

Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe dahî rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ha­tim b. İsmail rivayet etti. Bu râvîler hep birden Huseyn b. Irak [2] b. Mâlik'den, o da babasından, o da Ebû Hüreyre'den, o da Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve SellemYden bu hadisin mislini rivayet etmişlerdir.

 

10- (...) Bana Ebû't - Tâhir ile Hârûn b. Saîd El-Eyli ve Ah-med b. îsâ rivayet ettiler. Dediler ki: Bize İbni Vehb rivayet etti. (Dedi ki): Bana Mahreme, babasından, o da Irak b. Mâlik'den naklen haber verdi. Irak şöyle demiş: Ebû Hüreyre'yi, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sel/emj'den rivayet ederken dinledim; Efendimiz:

«Köle için sadûka-1 fit ir d an başka sadaka yoktur.» buyurmuşlar.

Bu hadisi Buhar i, Ebû Dâvûd, Tirmizi, Ne.sâi ve l'b rfrfc- Mâce muhtelif lâfızlarla «Zekât» bahsinde muhtelif râtâerden^tâhrîc etmişlerdir.

Bu bâbda Alîyyü'bnü Ebî Tâlib, Amr b. Hazm Ömerü'bnü'l-Hattâb, Huzeyf, Ab­dullah b. Abbâs, Abdurrahmân b. Semure ve Semuratü'bnü Cündeb (Radiyallahü anküm) hazerâtından da rivayetler vardır.

Hz. Ali hadisini Ebû Dâvûd, Tirmizi Nesâî ve   îbni   Mâce   tahric etmişlerdir. Mezkûr hadiste Resûlüllah

(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'-

«Afla köle zekâtını size affettim.» buyurmuştur.

Âmr b. Hazm hadîsini Taberâni E1-Kebir» nâm eserinde tahrîc etmiştir. Mezkûr hadiste Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)1 Yemen1 lilere ferâiz ve sünnetleri muhtevi bir mektup yazdığı ve ezcümle Müslümanın kölesi ile atma zekât ol­madığını bildirdiği kaydedilmektedir.

Hz. Ömer ile Huzeyfe (Radiyallahü anh)'m hadisini İmam Ahmed rivayet etmiştir. Bu hadisde: Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve SeRem j ile Ebû Bekir at ve köleler için zekât almadılar.* denilmektedir fakat hadis zayıftır.

îbni Abbâs hadîsini Taberâni *Es-Sağir» ve «El-Evsat» nâm eserlerinde rivayet etmiştir. Bu hadîs de Hz. Aişe hadisi gioidii.

Abdurrahmân b. Sem ura hadîsini Tabe-rânî ile Beyhakî rivayet etmişlerdir. Fakat bu hadîsin râ-vileri arasında Süleyman b. Erkam vardır: Süley­man: metrûkü'l - hadis'dir. Abdurrahmân hadisinde: «Merkep, at ve köleler için zekât yoktur.» denilmektedir.

Semuratü'bnü Cündeb hadîsini Bezzâr rivayet etmiştir. Bu hadîste dahi köleler için sadaka verilrüyeceğin-den bahsedilmışse de, isnadı zayıftır.

 

Hadis-i Serifden Çıkarılan Hükümler:

 

1- Saîdübnü'l-Müseyyeb,  Ömerü'bnü Abdilazîz, Mekhûl, Atâ',   Sabi,   Hasan-ı Basrî, Hakem, îbni    Sirîn,  Sevrî Zührî, îmamMâlik .İmam Şafiî, İmarfAhmed, İshâk, Zahirîler ve Hanefii1er'den  îmam Ebû Yûsuf   ileîmam   Muhammed    bu hadislerle istidlal ederek at için zekât olmadığım söylemişlerdir

Tirmizi; «Ulemâ, Ebû Hüreyre hadisi ile amel ederek, mera'da otlamakla beslenen atlarla, hizmet için kullanılan kö­leler için zekât veril miyeceğ ine kaail olmuşlardır. Ancak bunlar ti­câret için olurlarsa, üzerinden sene geçmiş olmak şartıyla kıymetle­rinden zekât verilir.» demiştir.

İbrahim Nehaî, Hammâd b. Ebî Süleyman, EbûHanifeve Züfer'e göre: Damızlık için bes­lenen atlar için zekât verileceğine kaaildirler. Hanefiîler'den Serahsi bu kavlin sahabeden Zeydü'bnü Sabit (Radiyallahü flwJi.)'ın mezhebi olduğunu söylemiştir. Bu zevâtm delili biraz ileride gelecek olan Ebû Hüreyre hadisidir. Mezkûr hadîsde at'ın nev'îilerinden ve hükümlerinden bahsedilmektedir.

2- Bir delilleri de Ömerü'bnü'l-Hattâb hadî­sidir. Mezkûr hadisde Sâib b. Yezîd'in : «Babamı atlara kıy­met biçerek, zekâtlarını Ömerü'bnü'l-Hatâb'a verir­ken gördüm.» dediği bildirilmektedir. Bu hadîsi   Dârakutnî, îbniEbîŞeybe  ve daha başka bir çok hadis ulemâsı tahrîc etmişlerdir.

Mâ1iki1er'den îbni Rüşd -El-Kavâid» nâm ese­rinde: «Ömer (Raâiyallahü anh)'w atlar için zekât aldığı sahihtir.» demiştir.

îbni Abdilberr'in rivayetine göre Hz. Ömer, Ya1â b. Umeyye'ye talimat verirken: «Her kırk koyunda bir koyun alacaksın. Atlardan bir şey alma. Yalnız at başına bir dînâr al.» diyerek her at için bir dinar zekât koymuştur.

İmam Ebû Yûsuf un rivayet ettiği Câbir b. Abdi11âh  hadisinde Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

«Atlarda her at İçin bir dînâr zekât vardır.» buyurmuştur.

Bu hadîsi   Dârakutnî   «Sünen*'inde tahric etmiştir.

îmam Muhammed b. Hasen Kitâbü'l - Asar» nâm eserinde şunu kaydetmiştir: «Bize Ebû Hanife, Ham-mâd b. Ebi Süleyman' dan, o da İbrahim Ne-h aîp den naklen haber verdi ki, İbrahim: otlamakla besle­nen damızlık atlar hakkında istersen at başına bir dinar yahut on dirhem verirsin, dilersen kıymetine müracaat edersin. Bu takdirde erkek veya dişi her at için her 200 dirhemde 5 dirhem zekât verilir, demiştir.»

«El - Bedâyı» nâm eserde: «Atlar binmek yahut yük taşımak veya hak yolunda cihâd için alafla beslenirse onlar için bü'icmâ' zekât yoktur. Ticâret için beslenirse bil'icmâ' zekât vardır.» Damızlık için beslenirse erkeği dişisi karışık olmak üzere îmam A' zam' a göre zekât vâcibdir. Yalnız erkekler veya yalnız dişiler hakkında iki rivayet vardır. «El - Muhit» nâm eserde meşhur olan kavle göre bun­larda zekât olmadığı kaydedilmiştir.» denilmektedir.

 

3- Zekati Önceden Verme ve Hiç Vermeme Hususunda Bir Bab

 

11- (983) Bana Züheyr b. Harb rivayet etti. (Dedi ki): Bize Alîyyü'bnü Hafs rivayet etti. (Dedi ki): Bize Verkaa', Ebû'z - Zinâd' dan, o da A'rac'dan, o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet etti. Ebû Hüreyre şöyle demiş: Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), Ömer'i sadaka toplamaya gönderdi. îbni Cemîl ile Hâlidü'bnü Velîd ve Resû­lüllah (Sallallahü Aleyhi ve SeJ/emJ'in amcası Abbâs zekât vermedi, de­nildi. Bunun üzerine Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

«İbni Cemî! zekât vermekten İmtina etmez şu kadar var ki o fakir İdi. Allah, kendisini zengin yaptı; Hâlid'e gelince: Siz, Hâlid'e zulmediyorsunuz. O bütün zırhlarını ve harp âletlerini Allah yolunda hapsetmiştir. Abbâs'ın zekâtı Ese bir misl'r de beraberinde olmak üzere benim üzerimdedir.» buyurdu, sonra (sözüne devamla):

«Yâ Ömer! Sen, bir kimsenin amcasını babasının aslından olduğunu bilmez misin?» dedi.

Bu- hadisi Buhârî «Zekât» bahsinde az çok lâfız değişiklik­leri ile tahrîc etmiştir.

«Sadaka»'dan murâd. Zekâtdir. Bu kelime farz olan zekât ile farz olmıyan tetavvû' mânâlarında kullanılır.

Kurtubı, cumhur-u ulemânın onu bu ha-dîsde farz olan zekât mânâsına aldıklarını söyler. Maamâfih ule­mâdan bâzıları tetavvû' sadakası mânâsına geldiğini söylemişlerdir.

Bu hadîsi Abdürrazzâk da rivayet etmiştir. Onun ri­vayetinde: «Resûlüllah (SalhıUahü Aleyhi ve Sellcm) insanları sadaka vermeye teşvik etti...» denilmektedir.

İbni Kassâr: «Sadaka mânâsı bu kıssaya daha lâyıktır. Çünkü biz Ashâb-ı Kiram' dan hiç birini farz olan zekâtı vermediklerini zannetmeyiz.» demiştir.

Bu takdirde Hz. Hâ1id'in vermemekte mâzûr olduğu ken­diliğinden anlaşılır. Çünkü Hâ1id (Puıdirallahü anh) bütün malını hak yolunda vakfetmişti. Sevabına sadaka vermek için elinde bir şey kalmamıştı. îbni Cemil nafile sadaka verme hususunda cim­rilik gösterdiği için Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve SeUcrn) kendisini takdir etmiş, Hz. Abbas için:

«Onun sadakası bir misli de beraberinde olmak üzere benim üzerim­dedir.» yâni, o, kendisinden sadaka isıenildiği zaman bundan imtina «tmez; buyurmuştur.

İşte Mâliki' lerden İbni Kassâr hadisi bu su­retle te'vil etmiştir. Fakat Kaadı ty âz bu mutâbâayı kabul etmemiş, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in Hz. Ömer'i sadaka toplamaya gönderdiğini bildiren sahîheyn hadîslerini zahiri mânâlarına hamlederek: «Sadaka toplamak için adam göndermek yalnız farz olan zekâtlara mahsûsdu» demiştir.

Nevevî dahi: «Sahih ve meşhur kavle göre bu mes'ele sa­daka değil, zekât hakkındadır.» diyor ve şunları ilâve cdivor: Bum, binâen gerek bizim ulemâmıza gerekse başkalarına göre Hesûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve SellemJ'in: Abbas'in  sarakası bir misli de beraberinde olmak şartıyla benim üzerimdedir; buyurması: Ben, on­dan iki senelik zekatı peşin aldım; manasınadır. Zekâtın vakti gel­meden verümesini caiz görmeyenler Resûlüllah (Sallaîîahü Aleyhi ve Sellem)'in du sözünü ( Abbâs'm zekâtını, onun nâmına ben veririm.) diye te'vîl etmişlerdir. Bir takımları: «Bu sözün mânâsı; O zaman Hz. Abbâs muhtaç vaziyette olduğu için Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Selletn) onun zekâtını vakti hâli iyileşinceye kadar te'hîr etmiştir.» mütâlâasında bulunmuşlardır. Fakat doğrusu Resû­lüllah (Sallallahü Aleyhi ve Selle-mYin sözü: «Ben, Abbâsin sa­dakasını peşinen aldım mânâsına gelir. Nitekim Müslim'in rivayet ettiği başka bir hadîste:

«Biz Abbâs'dan iki senelik sadakasını peşîn aldık.» buyurulmuştur.» îbni Cemil ile arkadaşlarının sadaka vermediklerini söyliyen zât bizzat Hz. Ömer' dir. îbni Cem! Tin ismi bâzılarına göre Abdullah, bir takımlarına göre Humeyddir. îbni Cüreyc rivayetinde îbni Cemî1 yerine Ebû Cehm b. Huzeyfe zikredilmişse de, yanlıştır. Bü­tün ulemâ sadaka vermeyen bu zâtın îbni Cemil olduğunda müitefiktir. Zira îbni Cemil: Ensârdandır. Ebû Cehm ise   Kureyş  kabîJesine mensûbdur.

Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Se//ew)'in:

«İbni Cemîl zekât vermekten İmtina etmez, şu kadar var ki o fakir İdi. Allah kendisini zengin yaptı.» sözünden muradı: Nimetin karşılığı bu de­ğildir, o zekâtını vermelidir.» demektir. Bu söz de beyân ulemâsının «Medhi, zemme benzeyen bir sözle; zemmi de medhe benzeyen bir sözle te'kîd.» dedikleri san'at vardır.

Medhi zemme benzeyen bir sözle te'kide misâl Şâir'in; «Onların hiç bir ku­suru yoktur..Ancak kılıçlarında müfrezelerle çarpışmadan mütevel-lik çentikler vardır.» beytidir.

Hadîs-i şerif zemmi, medhe benzeyen bir sözle te'kide misâldir. Yâni îbni Cemil' in sadaka vermemesine Allah'ın kendisini zengin etmesinden başka bir sebep yoktur. Bu ise zekât vermemeyi îcâb edecek bir sebep değildir. Binâenaleyh küfrân-ı nîmet etmiyerek Allah'ın verdiği maldan sadaka vermesi îcâb eder.

îbni Mühelleb'in beyânına göre Îbni Cemîl münâfıkmış, zekât'ı bundan dolayı vermemiş. Bunun üzerine Teala

Hazretleri

«Onlar zekât vermekten ancak Allah ve Resulü kendilerini fadl-ı İlâhî ile zengin kıldıkları için imtina ettiler. Ama tevbe ederlerse kendileri için hayırlı olur.» âyet-i kerimesini indirmiş. îbni Cemil de «Rab-bim beni tevbeye davet etti.» diyerek tevbe ve islah-ı hâl etmiştir.

Hattâbî, Hz. Hâlid kıssasının bir kaç vecîhle te'vîî edildiğini söyler, şöyle ki:

1) Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), Hz. Hâ1id'in mâzûr olduğunu çünkü ibâdet niyeti ile bütün mallarını hak yolunda vakfettiğini bildirmiştir. Hak yolunda bütün malını vakfetmek farz değilken infâk eden bir zât, farz olan zekâtdan elbet de imtina et­mez. Onun imtina etmesi elinde avucunda bir şey kalmadığı içindir.

2) Zekât me'mûru Hâlid (Radiyallahü <m/z)'dan zırhlarının kıymeti üzerinden zekât istemiştir. Çünkü onları ticâret mah zannet­miştir. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) de bunların ticâret malı değil, vakf olduğunu binâenaleyh zekât lâzım geldiğini haber ver­miştir.

3) Resûlüllah (SalJallahü Aleyhi ve Sellem), Hz. Hâ1id' in hak yolunda vakfettiği mallarını zekât saymasını caiz görmüştür. Zi­ra zekâtın sarfedüeceği yerlerden biri (sebîlullah)'dır. Bundan mu-râd: Hak yolunda çarpışan mücâhîdlerdir. Mallarını peşinen onlara vakfetmesi, zamanı gelince zekât vermesi gibidir.

Edrâ: Dir'in cem'idir. Dir': Zırh, demektir.

A'tâd: Silâh ve hayvan gibi harâletleri mânâsına gelir. Müfredi: atâd'dır. Ated diyenler de vardır.

Hadîs-i şerifte Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) amcası Hz. Abbâs b. Abdilmuttaîib'in kendi babasının aslından olduğunu haber vermiş: Bu meyânda onun hakkında «sini» tâbirini kullanmıştır.

Sınv: Bir kökten biten hurma ağaçları, mânâsına gelir. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bununla Hz. Abbâs ve kendi babası Abdu11ah'm öz kardeş olduklarına işaret buyurmuştur. Hakem b. Uteybe'den rivayet olunan bir hadîste: «Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), Ömerü'bnü'l - Hattâb zekât toplamaya gönderdi de, Abbâs kendisini Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e şikâyet etti. Bunun üzerine Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)

«Ey Hattâb oğlu! Bilmez misin ki bir İnsanın amcası, babasının mis­lidir. Biz, onun zekâtını geçen sene peşin aldık.» buyurdu.» denilmektedir.

Hadîs-i şerifin Abbâs  (Radiyallahü anh)'m sadakası hususun­daki cümlesi muhtelif şekillerde rivayet olunmuştur.    Müslim'de; Buhâride başka bir rivayettedir. Buhâri’nin riva­yetine göre mânâ: «Bu sadaka onun farz olan zekât i borcu­dur. Ama onu bir misli ile beraber vakti gelmeden edâ et­miştir. Üçüncü rivayetin mânâsı da Buharı rivayeti gibi­dir. Çünkü ulemâdan bâzıları «Aleyhi» ile «lehû» kelimelerinin ayni mânâya geldiklerini söylemişlerdir. Maamâfih mezkûr rivayetin: Abbâs'in sadakası onun nâmına benim üzerimdedir.» mânâ­sına gelmesi de muhtemeldir.

Müs1im'in   rivayetinden murâd: « Abbâs'in sadaka­sını ben üzerime alıyorum, onun nâmına ben ödeyeceğim.» demektir.

 

Hadisten Çıkarılan Hükümler:

 

1- Ticâret mallarında zekât vardır.

2- Zekât olarak bir malın kıymetini vermek caizdir.

3- Zekâtı âyet-i kerimede bildirilen sekiz sınıf muhtaçlardan birine vermek caizdir.

4- Hükümet reisinin tensibi ile bir senenin zekâtını te'hîr etmek caizdir.

5- Zekâtı vaktinden evvel vermek caizdir. EbûAlîTûsi' nin beyânına göre bu mes'elede ulemâ ihtilâf etmişlerdir. Bir taifeye göre vakti gelmeden zekât vermek caiz değildir. Süfyân'm kavli budur.

Ekseri ulemâ vaktinden evvel zekât vermeyi tecviz etmişlerdir. Ebû Hanife, Şafii, Ahmed b. Hanbel ve îshâk'm mezhepleri budur. îbni Münzir, İmam Ma1ik'in bunu kerih gördüğünü söylemiştir.  Hasan-i Basrî : «Vaktinden evvel zekât veren, onu sonra tekrar verir. Bu mes'ele vaktinden evvel kılman namaz gibidir.» demiştir.

«Et - Tevdîh» nâm eserde vaktinden az evvel verilen zekât hak­kında îmam Mâ1ik'in iki kavli olduğu zikredilir. Az evvel' den murâd: Bir ay. onbeş gün, beş gün veya üç gündür.

6- Harp âlâtı ile elbise gibi devamlı istifâdeye elverişli şeylerle at, deve ve köleleri vakfetmek caizdir. Arsadan maada şeylerin vakfı hususunda   Mâliki' lerden üç kavil rivayet olunur.

Birinci kavle göre: Yalnız at mukabilinde bir şeyin vakfı mem­nudur.

İkinci kavle göre: Köle mukabilinde bir şey vakfetmek mekruhdur.

Üçüncü kavle göre: Arsadan maada mutlak surette hiç bir şey vak-fedüernez.

îmam A'zam'a göre: Bir şey'in vakfı ancak Hâkim' in hükmü ile yahut mescid, sebil ve malının üçte birini vasiyet sure­tiyle lâzım olur. (Yürürlüğe girer.)

Aynî diyor ki: «Tahkik budur ki: bu mes'elede asıl hilaf îmam A' zam' a göre vakfın esasen caiz olmamasıdır. İmam Muhammed'in «Asıl» nâm eserinde zikredilen budur. Bâzıları, İmam A' zam' a göre esâs ittibân ile vakfın caiz olduğunu yalnız emânet verilen mal mesabesinde olup, istenildiği zaman dönü­lebileceğini ve evlâda miras kalacağını söylerler. Esah olan da budur, îmam Ebû Yûsû f'la İmam Muhammed'e göre vakıf caizdir ve sahibinin milki olmaktan çıkar yalnız Ebû Yûsûfa göre: Vakıf mücerred sözle sabit olur. İmam Muhammed'e göre ise vakfedilen mala bir vellî tâyin ede­rek, ona teslim etmek şarttır.

Mensûl malların vakfedilmesi örf ve teamül hâline gelenlerini vakfetmek caizdir. Silâh, balta, kazma, çapa, testere, tabut, elbise, mushaf, fıkıh ve hadîs kitaplarını vakfetmek bu kabildendir.

7- Hükümdar zekât toplamak için .me'mürlar tâyin edebilir. Yalnız bunların emin olmaları ve bu işi bilmeleri şarttır.

8- Vaktiyle fakir iken, sonra zengin olan gafillere Allah'ın ni­metlerine karşı şükranda bulunmaya tembih caizdir.

9- Farz olan zekâtı vermeyenleri ta'yîb ve bunu onların arka­sından söylemek caizdir.

10- Hükümdar teb'asmdan bâzılarının borcunu üzerine alabilir.

11- Yeri gelince özür beyân etmek caizdir.

12- Vakıf mallarında zekât yoktur.

13- Küfrân-ı nimette bulunan bir kimseye ta'rizde bulunmak caizdir.

 

4- Müslümanlara Hurma İle Arpadan Fıtır Zekati Vermenin Vücübü Babı

 

12- (984) Bize Abdullah b. Meslemete'bni Ka'neb ile Kuteybetü'b-nü Said rivayet ettiler. Dediler ki: Bize Mâlik rivayet etti. H.

Bize Yahya b. Yahya dahî rivayet etti. Lâfız onundur. (Dedi ki): Mâlik'e, Nâfi'den dinlediğim, onun da îbni Ömer'den naklen rivayet ettiği şu hadisi okudum: Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Ra­mazanda sadaka-i fıtri Müslümanların hür veya köle, erkek veya ka­dın her birine hurmadan bir sa' veya arpadan bir sa' olmak üzere farz kıldı.

 

13- (...) Bize îbni Nümeyr rivayet etti. (Dedi ki): Bize babam rivayet etti. H.

Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe de rivayet etti. Lâfız onundur. (Dedi ki): Bize Abdullah b. Nümeyr ile Ebû Üsâme, Ubeydullah'dan, o da Nâfi'den, o da îbni Ömer'den, naklen rivayet ettiler. İbni Ömer şöyle demiş: Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) sadaka-i fıtri köle veya hür, küçük veya büyük herkese, hurmadan bir sa' veya arpadan bir sa' olmak üzere farz kıldı.

Bu hadisi Buhâri, Ebû Dâvûd, Nesâi ve Tirmizî «Sadaka-i fıtır» bahsinde muhtelif râvîlerden tahrîc etmişlerdir. Buharı 'nin rivayetinde hadîsin sonunda Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu sadakanın halk namaza çıkmazdan önce verilmesini emir buyurdu.» cümlesi de vardır.

Resûlüllah (Şaîlalîahü Aleyhi ve Sellem) forr kıldı.» cümlesi hak­kında Ebû Ömer İbni Abdilberr şunları söy­lemiştir: Farz kıldı: sözü iki veçhe ihtimâllidir. Birinci veçhe göre —kî bu daha zahirdir.— vâcib kıldı manasınadır. îkinci veçhe göre: Farz kılmaktan murâd: Takdir etmektir. Nitekim (Hâkim ye­time nafaka farz kıldı.) denilir. Bunun mânâsı: Nafaka takdir etti, demektir. Bence farz kelimesine icâb mânâsı vermelidir. Ancak tak­dir mânâsına geldiğine icmâ bulunursa, ona diyeceğim yoktur. Fakat bu bâbda. icmâ bulunmamaktadır. Çünkü farzın mânâsı vâcib değil­dir, demek ya şüzüzdur yahut süzûz mânâsında bir sözdür.»

Hanefiiler'e göre sadaka-i fıtır ıstılahı mânâsında vâ-cipdir. Bu mânâya vacip, farzla sünnet arasında bir mertebedir.

İmam Şafiî' ye göre: farzla vacip arasında fark olmadığı için sadaka-i fıtır farzdır. İbni Dakîki'1-îd : «Farzın lûgatta asıl mânâsı: «Takdî»'dir. Lâkin şeriat örfünde bu kelime vü-cûba hamledilmiştir. Binâenaleyh onu vücûba hamletmek, aslî mânâsı olan takdire yormaktan evlâdır.

Bâzılarının sadaka-i fıtır hakkında «Sünnetdir.» dediklerini söy­lemiştik. Çünkü onlara göre bu hadislerde vârid olan farz kelimesi takdir manasınadır. Onlar kelimeyi asli mânâsına almışlardır.» diyor.

Kirinâni dahî: «Farz lâfzından şeriat örfünce vücûb anla­şılır. Râvînin farzla mendûbun aralarındaki farkı bildiği hâlde men-dûba: «farz» demesi caiz değildir.» demektedir.

Ayni bunlara şu cevâbı vermiştir: «Bu zevatın farzla vacip arasındaki farkı bildikleri hâlde aralarında fark görmemeleri, mez­kûr iddialarını reddeder.»

 

Hadis-i Şerifden Çıkarılan Hükümler:

 

1- Kuru hurma ile arpadan sadaka-i fıtır birer sa' (yâni şer'i dirheme göre: 2,917 kg.) dır. Dâvûd-u Zahirî ile ona tabî olanlara göre sadaka-i fıtır yalnız kuru hurma ile arpadan olur. Onlarca buğday, buğday unu, arpa unu, kavrulmuş un, ekmek, kuru üzüm v.s. gibi şeylerden sadaka-i fıtır olmaz. Delilleri babımızın ha­disidir. Bu hadîste Hz. îbni Ömer hurma ile arpadan başka bir şey söylememiştir. İbni Dakîki'1-îd: -Ulemâ arpa ile kuru hurmadan dört müd [3] tutarında tam birer sa' verilmezse caiz olmıyacağma ittifak etmişlerdir.» diyor.

2- Dâvûd-u Zahiri yine bu hadîsle istidlal ede­rek: Sadaka-i fıtrin bizzat köleye vacip olduğunu söylemiştir. Ona gö­re kölenin sahibi kölesine namaz kılmak için nasıl müsaade ederse, sadaka-i fıtırını vermek için para kazanmasına da müsaade vermesi îcâb eder.

Sair ulemâya göre kölenin sadaka-i fıtırını vermek, sahibine vacip-dir. imam Mâlik' in, Leys, Evzâî, İmam Şa­fii, îshâk ve İbni Münzir'in mezhepleri budur. Onlara göre köle ticâret için bile alınmış olsa, yine sadaka-i fıtırını vermek sahibine vacip olur. Hanef iilerle, Ata', îta­rahîm Nehaî ve Süfhân-ı Sevrî'ye göre ti­câret için alman köleye sadaka-i fıtır yoktur.

Mükâtebe [4] gelince: Cumhura göre ona sadaka-i fıtır yoktur. îmam Mâlik' den bu husûsda iki kavil rivayet olunur. Bir kavle göre: Mükâteb sadaka-i fıtırını kendisi verir;

İkinci kavle göre: Mükâteb'in sadaka-i fıtri sahibine aittir.

îmam A' zam' la İmam Şâfiive îmam Ahmed'e göre böyle bir kölenin sadaka-i fıtrini vermek sahibine va­cip değildir.

Meymûn b. Mihrân, A tâ' ve Ebû Sevr: «Mükâteb'in sadaka-i fıtrini sahibi verir.» demişlerdir.

Mükâteb'in sadaka-ı fıtri, sahibine vacip değildir.» diyenler Beyhakî' nin rivayet ettiği îbni Ömer hadisi ile istidlal ederler. Bu hadîsde: «İbni Ömer kendi memleketinde olsun, başka yerde bulunsun nafakasını verdiği büyük, küçük köle ve kadın, bü­tün mekiklerinin sadaka-i fıtırını verirdi. Medinede iken bir mükâtebi de vardı fakat onun için bir şey vermezdi.» denilmek­tedir.

Beyhaki diyor ki: « Sevri'nin Mûsâ'dan nak­lettiği bir rivayette: İbni Ömer'in iki mükâtebi vardı; Ra­mazan bayramı günü onlar için sadaka-i fıtır vermezdi; denilmiştir. Aynî hadîsi ibni Ebî Şeybe dahi Hafs ta­riki ile   Dahhâk'dan, o da Nâfi'den   rivayet etmiştir.»

3- Hadîsin zahirine bakılırsa kadına da sadaka-i fıtır vaciptir. Bu hususta kadının evli olup olmaması müsavidir. Evli kadının sada­ka-i fıtri İmam A' zam, Sevrî, îbni Münzir ve Imam Mâlik'e göre kocasına vacip değildir. İmam Şafiî ile Sahih kavline göre İmam Mâlik ve îshâk kocasına vacip olduğuna kaaüdirler. Bunların delili hadîsin bir riva­yetinde    Hz. îbni Ömer'in :

«Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Selîem) nafakasını verdiğiniz, büyük küçük herkesin sadaka-i fıtrim verin; diye emir buyurdu.» demiş olmasıdır. Fakat Beyhakî: «Bu hadîsin isnadı kavı değildir.» demiştir.

4- Cumhûr-u  ulemâya    göre  yetim  bile   olsa küçük çocuğa sadaka-i fıtır vâcipdir.

Yalnız İbni Bezîze Hanefiîler' den İmam Muhammed'le İmam Züfer'e göre: Çocuk yetim olursa malı bulunsun bulunmasın ona sadaka-i fıtır vacip değildir. Şayet vasisi yetimin malından sadaka-i fıtınnı verirse, verdiği mik­tarı yetime ödemesi îcâb eder.

Yine Hanefiîler' den «Hidâye» sahibi: «Bir kimse kü­çük çocuklarının sadaka-ı fıtrini verir, eğer çocukların malı varsa sa­daka-i fıtırı Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf a göre onların malından verir. Fakat İmam Muhammed'e gö­re çocukların malmdan veremez» demiştir.

îbni Bezîze' nin beyânına göre Hasan-ı Basrî «çocukların sadaka-i fıtri babalarına aittir, onların mallarından verirlerse öder.» demiştir.

İmam Mâlik' in asıl mezhebine göre yetim malına mut­lak surette zekât vâcipdir.

Cumhûr'a göre: Ana karnındaki cenine sadaka-i fıtır va­cip değildir. Maamâfih vâcipdir, diyen şâz bir kavil de vardır. Hattâ bu kavil Hz. Osman (Radiyallahü anh) üe Süleyman b. Yesâr'dan   rivayet olunmuştur.

îbni Bezîze diyor ki: «Selef ulemâdan bir taife ana kar­nındaki cenin Ramazan Bayramı sabahı fecir doğ­madan yüzyirmi gününü tamamlarsa, onun için de sadaka-i fıtır va­cip olduğuna kaaüdirler.»

5- Ulemâ hadîsdeki «Müslümanlardan» kaydı üzerinde söz et­mişlerdir. Bâzılarına göre bu kayıt îmam MâIik'in ri­vayetinde şöhret bulmuş fakat başka rivayetlerde zikredilmemiştir.

Ebû Kı1abe : «Bu hadîsteki (Müslümanlardan) kaydını Mâlik' den başka söyleyen yoktur.» demiş; Tirmizî dahi hadisi tahrîc ettikten sonra: «îmam Mâlik (Müslümanlar­dan) kaydını ziyâde etmiştir, bu hadîsi bir çok kimseler Nâfi' tarîki ile îbni Ömer1 den rivayet etmiş fakat hiç biri (Müs­lümanlardan) kaydını söylememiştir.» demiştir.

Bu husûsda ulemâdan bir cemâat da Tirmizî'ye tâbi olmuşlarsa da, (Müslümanlardan) kaydını İmam Mâlik' den başka kimse söylememiştir. İddiası doğru değildir. Zîrâ îmam Mâlik' den mâada mezkûr kaydı yedi mevsuk râvî nakletmiş-lerdir. Bunlar: Ömer b. Nâfî, Dahhâk b. Osman, Mu alla b. Esed, Abdullah b. Ömer, Kesîr b. Ferkad, Ubeydullah b. Ömer ve Yûnus b. Yezid'dir.

Ömer b. Nâfi'  hadîsini   Buhâri:

Dahhâk b. Osman hadisini Müslim; Mual1â b. Esed hadîsini İbni Hibbân; Abdullah b.   Ömer   hadîsini Hâkim,

Kesîr b. Ferkad, hadisini Hâkim ile Tahâvi ve    Dârâkutnî; Ubeydullah   b.   Amr   hadîsini   Dârâkutnî;

Yûnus b. Yezîd hadisini de Tahâvi rivayet etmişlerdir.

Mezkûr rivayetlerin hepsinde (Müslümanlardan) kaydı zikredil­miştir.

îmam Mâlik, İmam Şafii, îmam Ah-med ve Ebû Sevr bu hadîsle istidlal ederek: kâfir köleler için sadaka-i fıtır vacip değildir, demişlerdir.

Saîdü'bnü'l - Müseyyeb ile Hasan-ı Basri'nin   kavilleri de budur.

Sevrî ile Hanefiîler'e göre: Kâfir kölenin sada­ka-i fıtınnı vermek sahibine vâcipdir. Atâ', Mücâhid , Said b. Cübeyr, Ömer b. Abdilaziz ve İbrâ-him Nehaî' nin mezhepleri de budur. Mezkûr kavil Ebû Hüreyre ile İbni Ömer (Raâiyallakü cmh)'dan rivayet olunmuştur. Hanefii1er'in bir delili de Dârakutni' nin İkrime tariki ile rivayet ettiği îbni Abbâs ha­dîsidir. Bu hadîsde İbni Abbâs  (Radiyaüahü anh)

«Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)' Sadaka-i fıtri büyük, küçük, erkek, kadın, Yahudi, Hıristiyan, hür veya memluk herkes için buğdaydan yarım sa', kuru hurmadan veya arpadan bir sa' olarak verin buyurdular.»

demiştir.

Gerçi Dârakutnî: «Bu hadisi Sellâm-ı Tavi1'den başka müsned olarak rivayet eden yoktur. Se11âm ise met­ruktür.» demiş; İbnü'l-Cevzî ise ayni hadîsi mevzu ha­dîsler meyânında rivayet etmiş ve: «Bu hadisdeki Yahudi ile Hıristiyan tâbirleri uydurmadır. Bunların yalnız Sellâm-ı Tavîl rivayet etmiştir. Galiba bunu kasten yapmış olacak.» diyerek onun hakkında Nesâî ile İbni Hibbân' dan ağır sözler nakîetmişse de, Allâme Aynî buna karşı şöyle mukabele etmiştir: «İbnü'l- Cevzi hiç bir delili olmaksızın ölçüsüz lâf etmiştir. Hakikatte Tahâvi'nin «El - Müşkil» nâm eserinde İbniMübârek' ten, onun da îbni Lehîa' dan onun da Ubeydullah b. Ebî Ca'fer' den, onun da A'rac'dan, onun daEbû Hüreyre' den naklettiği şu hadis İbni Abbâs hadîsini te'yicl etmektedir. Hz. Ebû Hü­reyre:

«Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) küçük, büyük, hür veya köle —velev ki Hıristiyan olsun. Nafakasını verdiği her insan için buğdaydan iki müd yahut hurmadan bir müd sadaka-i fıtır verirdi.» demiştir.

İbni Lehİa hadisi mutâbaata yarar. Bahusus İbni Mübârek'in ondan rivayeti makbuldür. Onu kimse terket-memiştir. Dârakutni' nin Osman b. Abdirahman  tarîki ile îbni Ömer' den rivayet ettiği şu hadis dahî îbni Abbâs hadîsini te'yîd eder. «İbni Ömer: hür, köle, küçük, büyük, erkek veya kadın, kâfir veya müslim bütün na­fakasını verdiği kimselerin sadaka-i fıtrini edâ ederdi..."

Yalnız Dârakutnî râvî Osman için: «Metruktür.» demiştir.

Abdurrazzâk'in «Musannef»'inde İbni Abbâs' dan tahrîc ettiğiğ ibir hadiste: «Bir kimse velev ki Yahudi veya Hıristi-yana olsun her memlûkü için sadaka-i fıtır verir.» denilmiştir.

îbni Ebî Şeybe dahî «Musannef»'inde Ömer ü'bnü Abdiîazîz' den buna benzer bir hadîs rivayet etmiştir. Evzâi'nin rivayetine göre îbni Ömer (Raâiyallahü anlı) Hıristiyan olan kölesinin sadaka-i fıtrini verirmiş. İbrahim' den de böyle bir rivayet naklolunmuştur.»

Aynî, İbnü'l-Cevzî'ye verdiği cevaptan sonra ha­diste geçen (Müslümanlardan) kaydı hakkında şunları söylüyor: «Bu­nun mânâsı: Bir kimseye gerek kendisi, gerekse nafakalarını verdiği başkaları için sadaka-i fıtır vermek lâzımdır. Sadaka-i fıtır vermesi îcâb eden kimse Müslümandan başkası olamaz. Köleye kendisi için sadaka-i fıtır lâzım gelmez, onun sadaka-i fıtrini Müslüman olan efendisinin vermesi îcâb eder. Bu sözün başka bir cevâbını da 1bni Bezîze vermiştir. Onun cevâbı şudur: (Müslümanlardan) kay­dı hem isnâd, hem de mânâ cihetinden hiç şüphesiz muztarib bir zi­yâdedir. Çünkü hadîsi rivayet eden îbni Ömer1 in mezhebi kâfir kölenin sadaka-i fıtınnı vermekti. Râvi kendi rivayet ettiği bir hadîse muhalif amelde bulunursa, bu amel o rivayeti zayıf bulmak demektir.

Şöyle de cevap verilebilir: Sadaka-i fıtır hakkında iki tane nas vardır. Bunlardan biri mutlak surette beslediği her başı sadaka-i fıtra için sebep yapmaktadır. Mezkûr rivayette (Müslümanlardan) kaydı yoktur. Diğeri sadaka-i fıtır için, Müslüman olan başı sebep kılmak­tadır. Malûm olduğu üzre sebepler arasında münâfaat yoktur. Nite­kim bir şeyin milkiyeti: şirâ, hibe, vasiyyet, sadaka ve irs lâfızları ile sabit olur.

Ortada münâfaat olmayınca mutlakı itlâkı üzere, mukayedi de takyidi üzere bırakarak, birini diğerine hamletmeksizin aralarını bulmak vacip olur. Binâenaleyh mutlak nasla amel ederek kâfir köle-nîn sadaka-i fıtrim vermek ve keza mukayyed hadîsle amel ederek Müslümanın sadaka-i fıtrim edâ etmek vacip olur.

6- Mâzirî diyor ki: «(Ramazanın sadaka-i fıtri) terkibi sadaka-i fıtrin velev bir gün olsun oruç tutanlara vâcib olduğunu söyleyenlere delildir. Bunun sebebi meşakkatli ibâdetler kemâli ile yapılmadığı takdirde Sâri' Hazretleri noksanlığın yerine mâlî bir keffâret koymuş olmasıdır.

 

14- (...) Bize Yahya b. Yahya rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ye-zîd b. Zürey', Eyyûb'dan, o da Nâfi'den, o da İbni Ömer'den naklen haber verdi; îbni Ömer şöyle demiş: Peygamber (Sâllallahü Aleyhi ve

Sellem) Ramazan sadakasını hür, köle, erkek, kadın herkese kuru hurmadan bir sa' yahut arpadan bir sa' olarak farz kıldı da, insanlar bunu buğdayın yarım sa'ına denk tuttular.

 

15- (...) Bize Kuteybetü'bnü Saîd rivayet etti. (Dedi ki): Bize Leys rivayet etti. H.

Bize Muhammed b. Ruhm dahî rivayet etti. (Dedi ki): Bize Leys, Nâfi'den naklen haber verdi ki, Abdullah b. Ömer şunları söylemiş: Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) sadaka-i fıtrin kuru hurma­dan bir sa' yahut arpadan bir sa' verilmesini emir buyurdu. Müteaki­ben insanlar iki müd buğdayı buna denk tuttular.

 

16- (...)Bize Muhammed b. Râfi' rivayet etti. (Dedi ki): Bize tbni Ebî Füdeyk rivayet etti. (Dedi ki): Bize Dahhâk, Nâfi'den, o da Abdullah b. Ömer'den naklen haber verdi ki, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve SeUetn)*

— Ramazan'ın sadaka-i fıtrini hür veya köle, erkek veya kadın, küçük veya büyük her Müslümana kuru hurmadan bir sa' yahut arpadan bir sa' olmak üzere farz kılınmış.

Bu hadîsi Buhârî, Ebû Dâvûd ve îbni Mâce «sadaka-î fıtır» bahsinde tahrîc etmişlerdir. «İnsanlar iki müd buğdayı buna denk tutarlar.» cümlesindeki insanlardan murâd Hz. Muâviye ile ona tab'i olanlardır. Nitekim Humeydinin «Müsned»'inde tahrîc ettiği bir rivayette: «Sadaka-ı fıtır ar­padan ve kuru hurmadan bir sâ'dır. îbni   Ömer   dedi ki:

Muâviye Hilafete geçince halk yarım sâ' buğdayı bir sâ' arpaya denk tuttular.» denilerek bu cihet tasrîh olunmuştur. Aynı hadisi    İbn i   Huzeyme    dahî «sahih»'inde başka bir tarik-den rivayet etmiştir.

Ebû Davud'un Hz. Abdullah b. Ömer' den naklettiği rivâyetde şöyle denilmiştir: « İbni    Ömer:

Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve "Sellem) zamanında halk sadaka-ı fıtri arpadan, kuru hurmadan, kabuksuz arpadan ve üzüm kurusun­dan bir sa' olarak verirlerdi. Ömer (Radiyallahü anh) halife olup da buğday çoğalınca bu şeylerin yerine Ömer yarım sâ' buğdayı koydu dedi.» Gerçi Müslim «Kitabu't - temyiz» nâm eserinde bu hadîsin râvîlerinden Abdülaziz'in vehmettiğini söy­lemiş İbnü'l- Cevzî dahî bu sebeble hadîsi ili etlendirmiş ise de «Tenkîh» sahibi onlara şu cevabı vermiştir: «Mezkûr Abdü1aziz hakkında her ne kadar İbni Hibbân sözetmişse de onu Yahya El-Kattan, îbni Ma'in, Ebû Hatim - Razî ve başkaları mu'temed saymışlardır. Onu mu' temed kabul edenler zaıf sayanlardan daha iyi bilirler. İstişhad için Buhâri bile onun hadisini tahric etmiştir.»

îbni Ömer hadisini Tahâvi dahi tahrîc etmiştir. Mezkûr hadîsten pek'âla anlaşılıyor ki Resûlüllah {Sallallahü Aleyhi ve Sellemyin Ashab-ı bir sâ' arpa veya kuru hurma yerine iki müdd buğday vermeyi kabul etmişlerdir. Ashab-ı Ki­ram'in adaletlerini kabul ve sözleri ile amel etmek vaciptir. Hz. Ömer (Radiyallahü anh)'ın Yemin kefaret-i hususunda: «Benim için on fakir doyur; her fakire yarım sâ' buğday yâhud bir sâ' kuru hurma veya arpa ver.» dediği rivayet olunur. Şöyle bir rivayet Hz ,A1î'den dahî naklolunmuştur. Sadaka-ı fıtır hakkında Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman (Radiyallahii anhüm)'ün: «Bu sadaka buğdaydan yarım sâ'dır.» dedikleri dahî rivayet olunur.

İdl: Bir şey'in kendi cinsinden vezin veya mikdarda mislidir. Adi ise: bir şey'in yerini onun cinsinden olmayan başka bir şey'in tutma-sıdır.

Müdd: Çeyrek sâ'dır.

Bu hadîsle sadaka-ı fıtrin vacip olduğuna istidlal edilir. Bâzıları buna itiraz ederek: «Hadîs sadaka-ı fıtrin aslına değil mikdarına taal­luk eder.» demişlerse de Ayni kendilerine cevap vermiş: «Miktar vacip olunca biz zarûre aslında vacip olduğuna delâlet eder: çünkü mikdann vacip olması aslın vücûbuna imtina eder.» demiştir.

 

17- (985) Bize Yahya b. Yahya rivayet etti. (Dedi ki): Mâlik'e Zeyd b. Eslem'den dinlediğim, onun da İvaz b. Abdillah b. Sa'd b. Ebî Serhden, naklen rivayet ettiği şu hadisi okudum: İvaz. Ebû Saîd-i Hudri'yi şöyle derken işitmiş-. *Biz sadaka-ı fıtri taamdan bir sâ\ yahut arpadan bir sâ' veya kuru hurmadan bir sâ' yahut kuru sütden bir sâ\ kuru üzümden de bir sâ* üzerinden veriyorduk.»

Bu hadisi   Buhârî,    sadaka-ı fıtır bahsinde tahrîc etmiştir.

Taam lügat de buğday, arpa ve kuru hurma gibi nafaka olarak kullanılan her şeydir. Ulemânın bu babdaki ihtilâflarını, müteakip hadîste göreceğiz burada taamdan murâd buğdaydır. Arpanın taam üzerine atfedilmesi buna delildir.

Ekıt: Kurutulmuş süt demektir. Aynî, Türkçede buna kara-kurd denildiğini söylüyor.

 

Bu Hadisten Çıkarılan Hükümler:

 

1- îmam Şafiî' ye göre sadaka-ı fıtır buğdaydan bir sâ' verilir. Hz. Şafiî: «Örfü adette taamdan murâd buğ­daydır.» demiştir: diğer Şâfiiyye ulemâsı bu hususta Hâkim'in rivayet ettiği bir hadisle de istidlal ederler. Mezkûr ha­dîste sadaka-ı fıtrin buğdaydan bir sâ' verileceği bildirilmiştir. Şâfiller'den bazıları Hâkim hadîsini bize delü göstermiş­lerdir. Çünkü: mezkûr hadîs de Hz. Muâviye'nin yarım sâ buğdayı bir sâ' kuru hurmaya denk tutmuştur. İmam Nevevi : «Bu hadis Ebü Hanîfe' nin itimad ettiği bir ha­distir.» demiş sonra hadîsin bir sahabî fiilinden ibaret olduğunu râ-visi Ebû Saîd ile sohbet-i ondan daha uzun ve Peygamber (Sallallahii Aleyhi ve Se/iemJ'in halini ondan daha iyi bilen diğer bâzı Ashâb'in bu hadîse muhalefet ettiklerini söyleyerek sözlerine şöyle devam etmiştir: «Muâviye bile bu hadisi Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den işitmediğini bu onun kendi reyi ol­duğunu haber- vermiştir.»

Ayni, Şâfiîler'e şu cevab-ı vermiştir; «Şafii1er'in: (Taamdan murâd buğdaydır) sözlerini kabul edemeyiz taam her yenilen şeydir. Burada ondan murâd buğday değildir. Delilimiz ( Ebû Davud'un rivayetinde: taamdan bir sâ' kuru sütden bir sâ'dır) denilmiş olmasıdır. Çünkü kuru sütden bir sâ' sözü taam­dan bir sâ'ın ya bedeli yahud atf-ı beyandır. Eğer (taamdan bir sâ') sözünden murâd buğday olsaydı kuru südü taam üzerine, yâhud mâ­nâsına gelen (ev) harfiyle atfederdi. Vakıa Tahâvi"nin ri­vayetinde (ev) ile atfedilmiştir. Fakat, dâvamızı ısbat için hüccet olarak bize Ebû Davud'un rivayeti kâfidir. Mezkûr rivayet büittifâk sahîhdir. Buh r i' nin Hz. Ebû Saîd'den tahrîc ettiği şu hadisde bizim söylediklerimizi te'yîd eder:

«Biz Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) zamanında bayram günü sadaka-ı fıtri taamdan bir sâ' olarak verirdik. O zaman bizim taamımız arpa, kuru üzüm, kuru süt ve kuru hurma idi.»

Hâkimin rivayetinde: «Buğdaydan da bir sâ' verirdik.» de-nilmişse de Ebû Dâvûd bu cümlenin mahfuz olmadığını söy­lemiştir. İbni Huzeyme dahî: Bu haberdeki buğday sözü mahfuz değildir. Vehmin kimden olduğunu bilmiyorum, demiştir...» Aynî bundan sonra Hâkim' ir Müdrec hadîsleri sa­hih addetmekte tesahül göstermekle mâ'ruf olduğunu kaydediyor.

Nevevi'nin : «Bu bir sahabî fiilinden ibaretdir.» sözüne de « Ebû Saîd'e bu babda sahabeden kalabalık bir cemâat mu­vafakat etmiştir. Buna delil: hadisde (Halk bununla amel etti) denil­miş olmasıdır. Zîrâ «En-nas* sözü umum bildirir binâenaleyh bu hu­susa icmâ-ı ümmet münkid olmuşdur.» diye cevap veriyor.

Sadaka-ı fıtrin buğdaydan bir sâ' verileceği meselesinde İmam Mâlik, İmam-ı Ahmed ve İshâk da Şafii ile beraberdirler. Evzâî'ye göre herkes kendi beldesinin ölçü­süyle buğdaydan iki müdd verir. Leys. «Buğdaydan Hişam müddi ile iki müdd; kuru hurma, arpa ve kuru sütden dörd müdd verilir.» demiştir.

Ebû Sevr' e göre ise bedeviler sadaka-ı fıtri kuru hurma, arpa taam, kuru üzüm ve kuru sütden bir sâ' verirler. Bunların kıy­metlerini bulsalar bile vermezler. Ebû Ömer İbni Ab-dilber: «Ebû Sevr, buğdayın lâfını etmedi. 1mam-ı Ahmed kuru hurmanın bu meyândan çıkarılmasını münasip gö­rüyor; ve bu babda asıl nafaka olacak şeylerin nazari itibâre alınmasim bunlardan da bir sâ'dan aşağı sadaka vermenin caiz olmadığını söylüyordu.» demiştir.

Burada dikkat edilecek bir cihed de Küfe ulemâsının kavilleri mucebince, kuru hurma, arpa ve kuru üzüm yahud bunların kıymet­lerinin verilip verilemiyeceği meselesidir. Hanefiiler' den «Hidâ-ye» sahibi şöyle diyor: «Sadaka fıtra buğday, un, kavrulmuş un ve ku­ru üzüm gibi şeylerden yarım sâ': kuru hurma ile arpadan ise bir sâ' olarak verilir. İmam-ı Ebû Yûsuf ile İmam-ı Muhammed: Kuru üzüm arpa mesabesindedir demişlerdir ki bu sözü îmam-ı Hasan b. Ziyâd, Ebû Hanîfe' den de rivayet etmiştir. Birinci kavi İmam-ı Muhammed' in Ebû Yûsuf dan, onun da Ebû Hanîfe' den ri­vayet ettiği bir vecihdir. (Cami-i sagîr)in rivayeti de budur.»

Sadaka-ı fıtrin buğdaydan yarım sâ' verilmesi Ebû Bekri Sıddik, Ömer b. Hattâb, Osman b. Affân, Alî b. Ebi Talib, İbni Mes'ûd, Câbir b. Abdillah, Ebû Hüreyre, İbni Zübeyr, İbni Abbâs, Muâviye ve Esma binti Ebi Bekir (Radiyallahü anhüm) hazerâtı ile Sadu'bnül-Mü-seyyeb, Ata'â, Mücâhid, Said b. Cübeyr, Ömerü'bnü-Abdilazîz, Tâvûs, İbrahim Nehaî, Şa'bî, Alkâme, Esved, Urve, Ebû Selemetü'bnü Abdirrahmân, Ebû Kılâ-be Abdülmelik b. Muhammed, Evzâi, Sevrî, İbni Mübarek, Abdullah b. Şeddad ve Mus'ab b. Saîd'in mezhepleridir. Tahâvî, Kaasim, Salim, Abdurrahmân b. Kaasim, Hâkim ve Hammâ'd'ın kavilleri de bu olduğunu söyle­miştir. Mezkûr kavil İmam-ı Mâlik' den de rivayet olunmuştur.

Hanefiyye ulemâsı bu hususda Ebû Dâvû'd'un rivayet ettiği SagIebe hadisi ile de istidlal ederler. Mezkûr hadis de Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

«Buğdaydan bir sâ', küçük olsun büyük olsun, hür olsun köle olsun, er­kek olsun kadın olsun iki kişinin sadaka-ı fıtridir. Zenginliği Allah tezkiye eder. fakirinize ise Allah verdiğinden daha ziyâdesini iade eder.» buyur­muştur. Gerçi bu hadis üzerinde söz edenler olmuştur. Fakat Aynî, onun haber-i vahid bir hadîs olduğunu, haber-i vahidle ise vücûb sa­bit olacağım söylemiştir.

Hanefii1er in bir delili de Ebû Dâvûd un ri­vayet ettiği İbn-i Abbâs hadîsidir. Bu hadîste beyân edil­diğine göre Hz. İbn-i Abbâs Ramazan sonunda Basra'da hutbe okumuş ve: «Orucunuzun sadakasını verin.» demiş. Halk bunu bilmezlermiş îbni Abbâs (Radiyallahü anh): « Medine1i1er'den burada kim var? Kalkın din kardeş­lerinize öğretin çünkü onlar bilmiyorlar. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve ScUevı) bu sadakayı kuru hurma ile arpadan bir sâ'; buğdaydan ya­rım sâ' olarak takdir buyurmuştur...» demiştir. Bu hadîs üzerinde da­hî söz edilmiştir fakat hadis en azından mürseldir. Mürse1 ise Hanefiî1er'ce hucceddir. Hâkim'in «Müstedrek»'inde yine îbni Abbâs (Radiyallahü anhYd&n tahrîc ettiği bir rivayet de bu­nu te'yîd etmektedir. Mezkûr rivâyetde İbn-i Abbâs (Ra-diyallahii anh):

«Resûlüüah (SaJlaUahü Aleyhi ve Scllcm) Mekke'ye bir kâhya gön­dererek: sadaka-ı fıtrin vacip bir hak olduğunu buğdaydan iki müdd; arpa ile kuru hurmadan bir sâ' olarak verileceğini îlân ettirdi.» demişdir. Bu hadîsi Hâkim sahih bulmuş; Bezzâr dahî biraz lâfız değişikliği ile rivayet etmiştir. Hadîsi şerifi Hz. İbni Abbâs' dan Dârakutnî daha başka tariklerle de rivayet etmiştir. Bu babda Tirmizi'nin rivayet ettiği Amrubnü Şuay b hadîsi ile İmam-ı Ahmed b. Hanbel'in tahrîc ettiği Esma binti Ebi Bekir hadîsi Dâre-kutni'nin rivayet ettiği Ali ve Zeyd İbn-i Sabit (Radiyallahii anh) hadisleri; Taberânî' nin «El-Evsât» nâm eserinde tahric ettiği Câbir b. Abdillah hadîsi de Hanefiîler'in delülerindendir. Bu hadislerin hepsinde sa­daka-ı fıtrin buğdaydan yarım sâ' verileceği bildirilmektedir.

2- Sadaka-i fıtrin arpa ile kuru hurmadan bir sâ' verileceğinde hilaf yoktur. Yalnız Zahirîler' den İbni-i Hazin sadaka-ı fıtrin, yalnız arpa ile kuru hurmadan verileceğine kaail olmuştur. Ba­bımız hadîsi onun aleyhine hucceddir.

3- Kuru süd'den sadaka-ı fıtır bir sâ' olarak verilir. Nevevî (631 - 676) diyor ki: «Ulemâ kuru süd hakkında ihtilâf etmişler­dir. Bâzılarına göre kuru südden sadaka-ı fıtır verilemez. Çünkü onda öşür yoktur. Mârudi buradaki hilafın çöllerde yaşayanlar hakkında olduğunu, şehirler halkına kuru südden sadaka vermenin bilittifâk caiz olmadığını söylemiştir. Üstadımız    Zeynüddin (Rahimehulfak) kuru süt hakkında Şafiî' nin kavilleri muhtelif olduğunu söylemiştir.»

Yine Nevevî'nin beyanına göre Şâfiîler'ce ku­ru südden sadaka-ı fıtır verilebilir.

Hanefii1er'ce dahî kuru südden sadaka-ı fıtır vermek caizdir. (Et - Tuhfe) nâm eserde kıymetinin verileceği bildiriliyor.

İmam-ı Mâlik sadaka-ı fıtrin dokuz şeyden verilebile­ceğini söylemiştir. Bunlara: Buğday, arpa, kabuksuz arpa, mısır, darı, pirinç, kuru hurma, kuru üzüm ve kuru süddür. Mâlikiler' den İbni Habib bunlara mercimeği de katmış bu suretle sadaka-ı fıtır olarak verilecek şeylerin sayısı on'a çıkmıştır.

4- Kuru üzümden sadaka-ı fıtrin bir sâ' olarak verileceği dahi ittifâkidir. Bâzıları îmam-ı A'zam'm kuru üzümden ya­rım sâ' kâfî gördüğünü ileri sürerek hadîsi onun aleyhine hüccet gös­termek istemişlerse de İmam-ı  A'zam'dan    bu meselede iki kavil rivayet olunmuştur. Biri budur, ikinci kavline göre kuru üzümden bir sâ' verilir.

5- Ulemâdan bazıları bu hadîsle istidlal ederek: Sadaka-i fıtır zekât gibi farzdır.» demişlerdir.   Cumhura   göre sadaka-ı fıtır vaciptir. Bu hadîs Ashâb-ı Kiram'm  fiillerini haber vermektedir. Sadaka-ı fıtrin vacip olması başka delillerle sübüt bul­muştur.

6- Hadîsi şerif Ashâb'm sadaka-ı fıtri kendileri için ver­diklerine delildir. Binâenaleyh anne karnındaki cenine sadaka-ı fıtır yoktur, yalnız bir rivayette  îmam-ı Ahmed b. Hanbel cenin için de sadaka-ı fıtır verilmesini müstehâb görmüş diğer bir ri-vâyetde vacip olduğunu söylemiştir. Zahirîler'in mezhebi de budur. Hz. Osman    (Radiyallahü anhym anne karnmdaki çocuk için hattâ bir rivâyedde atları için sadaka-ı fıtır verildiği riva­yet olunmuştur. Fakat bu rivayet onun tetavvu' sadakası verdiğine hamlolunmuştur.

7- Hadîsi şerif sadaka-ı fıtrin şehirli, köylü bâdiyenişin için ve dağlı bütün Müslümanlara vacip olduğuna delildir. Dört mezhebin imamları ile cumhûr-u ulemânın mezhepleri budur. Ata', Zûhrî Rabia ve Leys'e göre yalnız şehirlilerle köylülere vacip olur vadilerde yaşayanlarla sair yerler halkına sadaka-ı fıtır vacip değildir.

8- Cumhur''a göre bayram günü kendisi ile çocukla­rının yiyeceğinden fazla bir şey'e mâlik olan her Müslümana sadaka-ı fıtır vaciptir.   îmam-ı A'zam:   «Zekât almak kendisine he­lâl olan kimseye sadaka-ı fıtır vacip değildir.» demiştir.

9- Hadisi şerifte «Erkek olsun kadın olsun» buyurulması Küfe ulemâsına delildir. Onlara göre kadının sadaka-ı fıtri kocasına ait değil, kendi malından verilir.

 

18- (...) Bize Abdullah b. Meslemet'bni Ka'nep rivayet etti. (Dedi ki):Bize Dâvûd yanî İbni Kays, Iyaz b. Abdillah'dan, o da Ebû Saîd-i Hudrî'den naklen rivayet etti. Ebû Saîd şöyle demiş:

«Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seîlem) aramızda iken biz sada­ka-ı fıtri küçük büyük, hür veya memlûk her baş için taamdan bir sâ' yahut kuru südden bir sâ' veya arpadan bir bir sâ' yahut kuru hur­madan bir sâ', veya kuru üzümden bir sâ' üzerinden verirdik. Bunu tâ bize Muâviyetü'bnü Ebî Süfyan hac yahut ömre yapmak için ge­linceye kadar bu minval üzere vermeye devam ettik. Sonra Muâviye minber üzerinde halka bir konuşma yaptı ez cümle: Ben Şam buğda­yından iki müddün bir sâ' kuru hurmaya muadil olduğu fikrindeyim dedi; Bunun üzerine halk onun re'yiyle amel ettiler.» Ebû Saîd demiş ki: «Bana gelince, ben bunu yaşadığım müddetçe ilelebet eskiden ver­diğim gibi vermekte devam ediyorum.»

 

19- (...) Bize Muhammed b. Rafî rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdurrezzak, Ma'mer'den, o da İsmail b. Ümeyye'den naklen rivayet etti. Demiş ki: Bana Iyaz b. Abdillah b. Sa'd b. Ebî Şerh haber verdi kendisi Ebû Said-i Hudrî'yi şöyle derken İşitmiş:

Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) aramızda iken biz sadaka-ı fıtri küçük büyük, hür memlûk herkes için üç sınrfdan (yani) kuru hurma­dan bir sa\ kuru sütden bir sâ', arpadan bir sâ olarak verirdik. Muâvİye halife oluncaya kadar onu böylece vermeye devam ettik. O iki müdd buğ­dayın bir sâ kuru hurmaya muadil olacağını tensib etti.»

Ebû Said: «Bana gelince, ben onu böylece vermeye devam ediyo­rum.» demiş.

 

20- (...) Bana Muhammed b. Rafî rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdurrezzak rivayet etti. (Dedi ki): Bize îbnü Cüreyc, Haris [5] b. Abdirrahman b. Ebi Zûbab'dan, o da Iyâz b. Abdillah b. Ebî Şerh'd en, o da Ebû Saİd-i Hudri'den naklen haber verdi. Ebû Saîd şöyle demiş:

«Biz sadaka-ı fıtri üç sınıf dan: kuru süt, kuru hurma ve arpa­dan verirdik.»

 

21- (...) Bana Amru'n-Nâkıd rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hâtim b. İsmail İbnİ Aclan'dan, o da Iyâz b. Abdillah b. Ebî Serh'den, o da Ebû Saîd-i Hudri'den naklen rivayet etti ki Muâviye buğdaydan yarım sâ' kuru hurmanın bir sa'ına muadil tutunca Ebû Saîd bunu kabul etmemiş ve:

«Ben bu sadakayı ancak Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) zamanında verdiğim gibi kuru hurmadan bir sâ', yahud kuru üzümden bir sâ', veya arpadan bir sâ', yahud kuru sütden bir sâ olarak veririm» demiş.

Bu hadîsi Buhâri «Sadaka-i fıtır» bahsinde tahrîc etmiştir.

Müslim’in Muhammed b. Rafi' tarîkına Dârakutni istidrâkde bulunmuş; ve: «Saîd b. Mesleme bu hadisde Ma'mer'e muhalefet ederek onu tsmâil b. Ümeyye'den, o da Haris b. Abdirrahmân b. Ebî Zûbâb'dan o da Iyâz'dan naklen ri­vayet etmiştir. Hâlbuki hadîs Hâris'den mahfuzdur.» demişse de, Nevevi bu istidrâki yersiz bulmuştur. Çünkü î smâî1 b. Ümeyye'nin Iyâz'dan   işittiği sahih ve sabittir.

Hadis-i şerif merfû hükmündedir. Çünkü yapılan iş Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) zamanına izafe edilmiştir. Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) verilen sadaka-i fıtri duymuş ve takrir bu­yurmuştur. Bahusus bâzı rivayetlerde sadakanın onun emri ile top­lanarak, onun huzuruna getirildiği tasrîh edilmiştir. Sadakanın top­lanıp dağıtılmasını emreden bizzat kendisidir.

Hattâbî (319-388): «Burada taamdan murâd: Buğday'dır. Bu isim ona mahsûstur. Mutlak olarak söylenildiği zaman buğday mânâsında kullanılır. Meselâ birisine (Git pazardan taam al!) denilse, o kimse bundan buğdayı anlar. Örfen ekseriyetle bir mânâda kullanı­lan söze, o mânâ verilir.» demiştir. Fakat İbni Münzir, Hattâbi’nin hatâ ettiğini söylemiştir. Çünkü Hz. Ebû Said evvelâ (taam) kelimesini mücmel bırakmış, sonra tefsir et­miştir. Hattâ Hafs b. Meysera' nin Zeyd'den, onun da Iyâz' dan naklettiği rivayette: «O zaman bizim taamımız arpa, kuru üzüm, kuru süt ve kuru hurmadan ibaretti.» diyerek sözünü te'kîd etmiştir. İbni Huzeyme' nin Fuday1 tarîki ile Hz. İbni Ömer'den naklettiği rivayet de bunu te'yîd eder. Mezkûr rivayette îbni Ömer   (Radiyallahü anhh

«Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) zamanında bu sadaka an­cak kuru hurma, kuru üzüm ve arpadan verilirdi, buğday yoktu.» demiştir. İbni Münzir (?-310); «Buğday hakkında Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve SeIlem,)'den İtimâda şâyân bir haber bilmiyoruz, o zaman Medine'de pek az buğday bulunurdu; sahabe zamânında buğday çoğalınca yanın sâ' buğdayı bir sâ' arpaya muadil tuttular. Bu zevat dîn imamlarıdır. Binaenaleyh onların kavilleri değiştirilemez. Meğer ki kendileri gibi zevatın başka bir kavli ola.» demiş, sonra is-nâdları ile Hz. Osman, Alî, Ebû Hüreyre, Cabir, İbni Abbâs, îbni Zübeyr, Esma binti Ebî Bekir (Radiyallahü anhüm) hazerâtmdan sahih hadîsler rivayet etmiştir. Bu hadîslerin her biri sadaka-i fıtrin buğ­daydan yarım sâ' verileceğini bildirmektedir.

Ulemâdan bâzıları buna itiraz ederek; «Lâkin Ebû Saîd hadisi bizzat Hz. Ebû Said'in yarım sâ1 buğdaya muvafa­kat etmediğini göstermektedir. îbni Ömer (Radiyallahü anh) dahî ayni fikirdedir. Binâenaleyh Tahâvi'nin icmâ' iddiası doğ­ru değildir: bu mes'elede icmâ' yoktur.» demişlerdir. Fakat Aynî bu iddiayı reddetmiş ve Tahâvi'nin Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ile ashabından ve onlardan sonra gelen Tâbi-i n' den sadaka-i fıtırın buğdaydan yarım sâ', geri kalan şeylerden bir sâ1 verileceğini bildiren bir çok hadîsler rivayet ettiğini söylemiştir.

Tahâvi (236 - 321): «Biz, bu hususta ne Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in ashabından, ne de Tabiîn' den bir hilaf rivayet olunduğunu bilmiyoruz. Şu hâlde bu mes'elede hiç bir kimse­nin muhalefette bulunması doğru değildir. Zîrâ mes'ele hakkında Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Alî (Radiyallahü anh) zamanlarında icmâ' mün'akid olmuştur...» demiştir.

Bu mes'elede icmâ' bulunmadığını iddia edenlerin delili Hz. Ebû Saîd ile îbni Ömer (Radiyallahü anhümaYnın mu­vafakat göstermemeleridir.

Ayni diyor ki: «Ebû Saîd sadaka-i fıtır hakkında ku­ru hurma, arpa, kuru süt ve kuru üzümden başkasının caiz olduğunu bilmiyordu. Buna delil: ondan rivayet olunan şu hadîstir:

(Biz), Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) zamanında sadaka-i fıtri kuru hurmadan bir sâ' yahut arpadan bir sâ'... olarak veriyorduk, bunlar­dan başka hiç bir şeyden sadaka vermiyorduk.»

Vakıa hadisin bir rivayetinde Hz. Ebû Said-. «Biz, sa­daka-i fıtri taâm'dan bir sâ' olarak veriyorduk.» demiştir. Fakat Aynî buna, şu cevâbı vermiştir: «Evvelce de beyân ettiğim vecîhle yenilen ve nafaka olarak kullanılan her şey'e taam denilir. Şu hâlde bu kelime Hz. Ebû Saîd'in hadisinde zikrettiği yiyecek nev'ilerinin hepsine şâmildir. İkinci bir cevap da şudur:   Hz. Ebû Sald in, Muftviye (Radiyaîlahü anJıJ'a îtirâz etmesi buğ­daydan sadaka-i fıtır verildiğini bilmediği içindir, tbni Ömer' den nakledilen rivayet dahi bu mânâya hamledilir.

Şöyle de cevap verilebilir-.  Hz. Ebû Said'in verdiği bir sâ'ın yansı tetavvu' yâni sevâbınadır.

Hads-i şerif kölenin sadaka-ı fıtri sahibine vâcib olduğuna delildir.

 

5- Sadaka-i Fıtrin Bayram Namazından Önce Verilmesini Emir Babı

 

22- (986) Bize Yahya b. Yahya rivayet etti. (Dedi ki); Bize Ebû Hayseme, Mûsâ b. Ukbe'den, o da Nâfi'den, o da tbni Ömer'den naklen haber verdi ki, Resülüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seîlem) sadaka-İ fıtrin halk Bayram Namazına çıkmazdan önce verilmesini emir bu­yurmuş.»

 

23- (...) Bize Muhammed b. Raf i' rivayet etti. (Dedi ki): Bize tbni Ebî Füdeyk rivayet etti. (Dedi ki): Bize Dahhâk, Nâfi'den, o da Abdullah b. Ömer'den naklen haber verdi ki, Resülüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) sadaka-i fıtrin halk bayram namazına çıkmazdan evvel verilmesini emir buyurmuş.

Nevevî diyor ki: «Sadaka-i fıtrin vakti hususunda ulemâ ihtilaf etmişlerdir. Şafii' nin sahih kavline göre sadaka-i fıtır güneş kavuşarak, gecenin ilk cüz'ü girmekle vâcib olur. İkinci kavle göre Bayram sabahı fecrin doğması ile vâcib olur. Diğer Şâfiîyye ulemâsına göre hem bayram akşamı güneşin kavuşması ile, hem de fecrin doğması ile vâcib olur. Binâenaleyh bir çocuk güneş kavuş­tuktan sonra doğsa yahut fecir doğmadan ölse onun İçin sadaka-i fıtır vâcib değildir.   İmam   Mâlik' den   dahî Şâfi1'nin kavilleri gibi iki kavil rivayet olunur. İmam A'zama   göre sadaka-i fıtır Bayram sabahı fecrin doğması ile vâcib olur.»

Hadis-i şerif sadaka-i fıtrin Bayram gününden sonraya bırakılma­sını caiz görmiyen cumhûr-u ulemânın delilidir. Efdal olan bu sada­kayı namazgaha çıkmadan vermektir.

 

6- Zekat Vermiyenin Günahı Babı

 

24- (987) Bana Süveyd b. Saîd rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hafs yâni İbni Meysarete's - San'ânî, Zeyd b. Eslem'den rivayet etti, ona da Ebû Sâlih-i Zekvân haber vermiş. Kendisi Ebû Hüreyre'yi şöyle derken işitmiş: Resûlüllah (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem) Şöyle buyurdular:

«Altınla gümüşün haklarını vermeyen hiçbir altın ve gümüş sahibi yoktur ki, kıyamet gününde bunlar ateşten levhalar hafine getirilip de, cehennem ateşinde kızdırılarak onlarla sahibinin yanları alnı ve sırtı dağ­lanmasın... Bu levhalar soğudukça miktarı 50.000 sene olan bir günde kul­lar arasında verilecek hüküm bitinceye kadar sahibine azâb için tekrar (kız­dırılarak) iade olunacaklardır. Nihayet kendisine ya cennete ya cehenneme doğru (giden yolu) gösterilecektir.»

  «Yâ Resûlüllah! Yâ (zekâtı verilmeyen) develer ne olacak?» denildi; Resûlüllah (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem):

  «Hiç bir deve sahibi de yoktur ki, —bu hayvanların hakkı su baş­larına geldikleri gün sağılıp, muhtaçlara vermek iken— onların hakkını vermesin de, kıyamet gününde o develerin altına alabildiğine düz ve geniş bir sahaya yatırılarak develerden bir tek yavru bile hâriç kalmamak şartı ile onu ayakları ile ezmesin ve dişleri ite ısırmasınlar. Deve sürüsünün baş tarafı üzerinden (çiğneyip) geçtikçe son tarafı onun üzerine iade edilir. Bu ameliye miktarı 50.000 sene olan bir günde kullar arasında verilecek hüküm bitinceye kadar (devam eder.) Nihayet ya cennete yahut cehenne­me (giden) yolu kendisine gösterilir.»

—-Yâ Resûlüllah! Sığırlarla koyunlar ne olacak?» dediler. Resû­lüllah {Saîlallahü Aleyhi ve Sellem)*

  «Hiç bir sığır ve koyun sahibi yoktur ki, onların hakkını vermesin de, kıyamet günü geldiğinde düz ve geniş bir yerde onların altına seri­lerek, mezkûr hayvanlardan hiç biri hâriç kalmamak ve içlerinde çarpık boynuzlu, boynuzsuz, kırık boynuzlu bulunmamak şartı ile onu boynuzları ile süsmesin; tırnakları İle ezmesinler. Bu hayvanların önde bulunanları, üze­rinden (çiğneyip) geçtikçe sondakller onun üzerine tekrar iade edilirler. (Bu miktarı 50.000) sene olan bir günde tâ kullar arasında verilecek hüküm bitinceye kadar (devam eder.) Nihayet ya cennete veya cehenneme (giden) yolu kendisine gösterilir.» buyurdu. Ash&bdan:

  «Yâ Resûlüllah! Ya atlar ne olacak?» diyenler oldu. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'-

  «Atlar üç kısımdır; bir kısmı sahibi İçin bir yük; bir kısmı sahibi için örtü; bir kısmı da sahibi için ecirdir. Atı kendisine yük olan adama gelince: Bir kimsenin öğünmek, riya ve Müslümanlara düşmanlık için bağ­layıp beslediği attır. Bu at ona bir yüktür.

Gelelim sahibine örtü olan at'a: Bu, bir kimsenin Allah yolunda bağ­layıp beslediği; sonra onun sırtında ve boynunda Allah'ın hakkı olduğunu unutmadığı attır. Bu at, onun için bir örtüdür.

Sahibine ecir olan at ise: Bir kimsenin Allah yolunda Müslümanlar için çayır ve bahçede bağlayıp beslediği attır. At bu çayırdan veya bah­çeden ne yerse, yediği şeyler adedince sahibine hasenat yazılır. Ona atın pislikleri ile bevlleri sayısınca dahî hasenat yazılır.

At, ipini koparır da bir veya iki tur atarsa, sahibine onun izleri ve pislikleri miktârınca hasenat yazılır. Yahut sahibi onu bir nehir kenarından geçirirken sulamağa niyeti olmadığı hâlde o nehirden su İçerse Allah, sahibine onun içtiği su yudumları miktârınca hasenat yazar.» buyurdular. (Ashâbdanh

  «Yâ Resûlüllah! Ya eşekler ne olacak?» diyenler oldu, Resû­lüllah (Sallalîahü Aleyhi ve Sellemh

  «Eşekler hakkında bana şu bir tek cem'iyyetli âyetten başka bir şey indirilmedi: Her kim zerre* miktarı bir hayır işlerse, onu(n mükâfatını) görür.   Zerre   miktarı   kötülük   işleyen   de,   onu(n   mücâzâtını)   görür.» buyurdular.

 

25- (...) Bana Yûnus b. AbdilVlâ Es - Sadefi rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdullah b. Vehb haber verdi. (Dedi ki): Bana Hişâm b. Sa'd, Zeyd b. Esle m'd en bu isnâd da Hafs b. Meysera hadîsi mânası ile so­nuna kadar rivayette bulundu. Yalnız o ;«Hiç bir deve sahibi yoktur ki, onun hakkını vermesin de...» dedi; «O develerden haklarını...» de­medi.

Hadîsde: «Develerden bir tek yavru noksan kalmamak şartıyla...» ibaresini de zikretti. Bir de-. «Onlarla iki yanı, alnı ve sırtı dağlanır.» dedi.

 

26- (...) Bana Muhammed b. Abdilmelik El - Emevî rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdûlazîz b. Muhtar rivayet etti. (Dedi ki); Bize Sü­heyl b. Ebî Salih, babasından, o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet et­ti. Ebû Hüreyre şöyle demiş: Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

«Hiç bir hazîne sahibi yoktur ki, onun zekâtını vermesin de, o ha­zîne cehennem ateşinde kızdırılarak levhalar hâline getirilmesin ve onunla tâ Allah 50.000 sene miktarındaki bir günde kulları arasında hükmedinceye kadar yanları alnı dağlanmasın, sonra ya cennete veya cehenneme (giden) yolu kendisine gösterilir.

Yine hiç bir deve sahibi yoktur ki, onların zekâtını vermesin de, ken­disi alabildiğine çok olan develerin altına düz ve geniş bir yere yatırılarak develer üzerinden geçirilmesin. Develerin son taraftakileri üzerinden geç­tikçe, ön taraftakileri tekrar onun üzerine iade olunur. (Bu) tâ Allah mik­tarı 50.000 sene olan bir günde kulları arasında hükmedinceye kadar {böy­le devam eder.) Sonra ya cennete veya cehenneme (giden) yolu kendi­sine gösterilir.

«Hiç bir koyun sahibi de yoktur ki, onların zekâtını vermesin de, ken­disi alabildiğine çok koyunların altına düz ve geniş bir yere yatıralarak, ko­yunlar onu tırnakları ile ezmesin; İçlerinde yamuk boynuzlu ve boynuzsuz koyun bulunmamak şartıyla onu boynuzlarıyla süsmesinler. Son ta­rafta bulunan koyunlar üzerinden geçtikçe ön taraftakiler tekrar onun üzerine İade olunurlar. (Bu) tâ Allah kullarının arasında miktarı sizin senelerinizle 50.000 sene olan bir günde hükmedinceye kadar (böyle de­vam eder.) Sonra ya cennete veya cehenneme (giden) yolu kendisine gös­terilir.» buyurdular.

(Râvi Süheyl: «Sığırı zikretti mi, etmedi, bilmiyorum.» demiş.) Ashâb:

  «Atlar ne olacak Yâ Resul ali ah? dediler. ResûlüIIah  (Sallal­lahü Aleyhi ve Seîlem)i

  «Atların alınlarında kıyamete kadar hayır vardır. Yahut atların alın-Iraında kıyamete kadar hayır düğümlenmiştir. —Süheyl: Öyle mi dedi, böy­le mi şüphe ediyorum; demiş.— Atlar üç kıdımdır. Bir kısmı 6âhlbine ecir, bir kısmı sahibine örtü, bir kısmı da sahibine yüktür.

Sahibine ecir olan at: Sahibinin, Allah yolunda edindiği ve Allah yoluna hazırladığı attır. Böyle bir atın karnına attığı her şey mukabilinde Aliah, sahibine bir ecir yazar. Velev ki atı çayırda gütmüş olsun.. At, her ne yerse Allah ona mukaabil sahibine bir ecir yazar. At'ı nehirden sularsa karnına attığı her damla mukaabilinde sahibine bir ecir vardır. — Resûlüllah İSalîallahü Aleyhi ve Selîem) atın bevli ile pislikleri mukaabilinde bile ecir olduğunu söyledi ve sözüne devamla: — Bir veya İki tur koşmuş olsa attığı her adım mukaabilinde sahibine ecir yazılır.

Sahibine örtü olan ata gelince: (Bu da): Bir kimsenin sırf cömertlik ve güzellik için edindiği attır. Ama onun sırtında ve karnında gerek darlık, gerekse varlık içinde olsun (ödemesi gereken) bir hak olduğunu unutmaz. Sahibine yük olan at ise: Sahibinin sırf böbürlenmek, şımarmak ve öğün-mek, âleme, riya için edindiği attır. İşte at, kendisine yük olacak olan kimse budur.» buyurdu. Ashâb:

  Ya eşekler ne olacak yâ Resûlallâh?» diye sordular. Resûlüllah

(Sallallahü Aleyhi ve Sellem}--

  «Allah, onlar hakkında bana şu bir tek cemiyyetIi âyetten başka bir şey indirmedi: Her kim zerre miktarı bir hayır İşlerse onu(n mükâfaatını görür zerre miktarı kötülük  işleyen de onun ( mücâzatını)   görür. [6]» buyurdular.

 

(...) Bize, bu hadîsiKuteybetü'bnü Saîd de rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdülazîz yâni Derâverdî, Süheyl'den bu isnâdla rivayet etti. Ve hadisi anlattı.

 

(...) Bana, bu hadisi Muhammed b. Abdİllâh b. Bezi1 de rivayet etti. (Dedi ki): Bize Yezîd b. Zürey' rivayet etti (.Dedi ki): Rahv b. Kaasim rivayet etti. (Dedi ki): Bize Süheyl b. Ebî Salih bu isnâdla rivayette bulundu. Yalnız «Aksa'» yerine «Adbâ'» dedi; bir de: «On­larla sahibinin yanı ve sırtı dağlanır.» dedi: alnı'nı zikretmedi.

 

(...) Bana Hârûn b. Said El - eylî dahî rivayet etti. (Dedi ki): Bize tbni Vehb rivayet etti. (Dedi ki): Bana Amr b. Haris haber verdi, ona da Btikeyr, Zekvân'dan, o da Ebû Hüreyre'den, o da Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Se//em)'den naklen rivayet etmiş; Efendimiz:

«Kişi develerindeki Allah hakkını yahut sadakayı vermezse... ilâh...» buyurmuşlar; Râvî hadîsi Süheyl'in babasından rivayet ettiği hadîs tarzında anlatmış.

Bu hadisi Buhâri -Kitâbü'l - Müsâkaat» ile «Kitâbü'l -Cihâd»'da; Nesâi -Kitâbül -Hayil»'de tahric etmişlerdir.

Buhâri at'a dâir olan kısmını tahric etmiştir.

Hadis-i şerifin baş tarafı Teâlâ Hazretlerinin

«Altınla gümüşü biriktirip de, Allah yolunda sarfetmiyenler yok mu [7]. İşte onları elemhâk bir azapla müjdele. O gün o attın ve gümüşler cehennem ateşinde kızdırılarak; onlarla sahiplerinin alınları, yanları ve sırtları dağlana­cak ve kendilerine: İşte nefisleriniz için yığdığınız mallarınız bunlardır. İstif ettiğiniz bu malları tadın bakalım! denilecektir.» âyet-i kerîmesine muvafık tır. Âyette yalnız gümüş sahibinin hâlinin beyânla iktifa olunmuştur. Çünkü gümüş muamelâtta altın dahç çok kullanılırdı.

Kaa'î Düz ve geniş yer demektir. Böyle yer yağmur suyunu iyi tu­tar. Heravî, Bu kelimenin: «Kîâ» ve «Kiân» şeklinde cemi'len-diğini söyler.

Karkar dahî: Düz ve geniş yer, mânâsına gelir.

Batıh: Ulemâdan bir cemaata göre yüzüstü yatırmaktır. Fakat Kaadı îyâz bunun her ne şekilde olursa olsun yaymak ve yere sermek mânâsına geldiğini söyler.

Hadîsin bütün esâs nüshalarında: «Ön taraftaki develer üzerin­den geçtikçe sondakiler onun üzerine iade olunur.» denilmişse de, Kaadı îyâz ulemânın bunu bir değiştirme ve tashîf kabul ettiklerini söylemektedir. Doğrusu: bundan sonraki rivayette olduğu gibi: «Develerin sonu üzerinden geçtikçe, öndekiler tekrar onun üze­rine iade olunur.» şeklindedir.

Aksa': Yamuk boynuzlu;

Celcâ': Boynuzsuz;

Adbâ': Boynuzunun iç kısmı kırık, mânâlarına gelirler.

«Alabildiğine çok...» ifâdesinden murâd: Hayvanların gerek çok­luğu ve kuvveti gerekse her azasının mükemmelliği ile sahiplerine fazla azâb vermeleridir. Çünkü çok ve sağlam olmaları vücûtlarının daha ağır basmasını îcâb eder. Nitekim boynuzlu olmaları da sahip­lerini süserek, yaralamak suretiyle ona daha çok eziyet verir.

Arapçada sığır, koyun ve geyik gibi hayvanların tırnaklarına «sılf», devenin ayağına «huf», insan ayağına «kadem», at, katır ve eşek tırnağına «hâfir» denilir.

Vizir: Ağır yük, vebal, günah; mânâlarına gelir.

Sahibi sulamak istemediği hâlde hayvanın içtiği her su damla­sına mukaabil kendisine hasenat yazılacağı bildirilmesi tembih kabî-lindendir. Zîrâ sahibinin hayvanı sulamağa niyeti olmadığı hâlde, hayvanın içtiği su mukaabilinde kendisine sevap yazılınca kasden sınamadığı zaman kat kat sevap yazılması evleviyyette kalır.

Hayvanı Allah yolunda bağlayıp beslemekten murâd: Onu cihâda hazırlamaktır. Kendini serhat bekçiliğine vakfeden kimseye de: «mu-râbıt» derler.

Resûlüllah (Salîallahü Aleyhi ve Sellem)'in atın nevilerini bildiren cümlelerinden muzâflar hazfedilmiştir. Bunlar «Bir kimsenin atı.» takdirindedir.

Hattbâbî diyor ki: «Resûlüllah (Salîallahü Aleyhi ve Sel-lem)'e eşeklerin zekâtı soruldukta, âyet-i kerimeye işaret buyurmuş; onun cem'iyyetli olduğunu beyân etmiştir. Çünkü hayır kelimesi bü­tün tâatlara şâmildir... Bu hadisin mânâsı: Eşeklere iyi veya kötü mu­amele yapan âhirette karşılığını görecektir, demektir.»

Fâzze: Tek ve eşi az bulunan, manasınadır. Resûlüllah (Saallallahü Aleyhi ve Selîerw)'in okuduğu âyet için «Fâzze» demesi ihtiva ettiği nevileri tafsilâtı ile beyân etmediği içindir. Mezkûr âyet tek başına bütün hasenat ve seyyiâtı toptan ifâde etmiştir. Bazıları: «Bu âyete Cfâzze) denilmesi: Az sözle çok mânâ ifâde etmesi hususunda misli bulunmadığı içindir. Çünkü bütün hayır ve şerr hükümlerine şâmil­dir.* demişlerdir. Ayet-i kerimenin sorulan suâle cevap teşkil etmesi şöyledir: Ashâb-ı kiram Resûlüllah (Salîallahü Aleyhi ve Sellem)'Q, eşeğe de at hükmü verilip verilemiyeceğini sormuş-, o da, ona yapılan muAmele hayırsa mutlaka mükâfaatı görüleceğini; şerr ise cezası verileceğini bildirmiştir. Ashâb1in katır hakkında bir şey sormamaları ya ellerinde pek az katır bulunduğu yahut katın eşek mesabesinde tuttukları içindir.

Hâsılı bâzı atlar sahiplerinin sevap kazanmasına, bazıları gü­nâha girmesine, bir takımları da günahlarının affolunmasına sebep­tirler.

Kenz: Yerde gömülü olsun olmasın birbiri üzerine yığılan şey, manasınadır. Bâzıları «Biriktirilen» mânâsına geldiğini söylerler.

Kaadı îyâz, Selef ulemânın bu hadisle âyetteki kenz' den ne kastedildiği hususunda ihtilâf ettiklerini söyler. Mezkûr ule­mânın ekserisine göre buradaki kenz'den murâd: Zekâtı verilmeyen maldır. Zekâtı verilmeyen mala kenz denilmez.

Bâzıları: «Kenz'den murâd: Lügat ulemâsının söyledikleridir. Lâ­kin bu âyet zekâtın farz kılınması ile neshedilmiştir.» demiş; bir ta­kımları: «Bu âyetten murâd ehl-i kitap'tır.» mütâlâasında bulunmuş­lardır.

Bir takımları «Zekâtı verilsin verilmesin 4.000 dirhemden fazla mal kenz'dir.»; dah başkaları da «ihtiyâçtan fazla olan mal kenzdir.» demişlerdir.

Nevevî : «İhtimâl islâmiyetin ilk zamanlarında müslüman-larm zaruret hâlinde hükmü buymuş...» dedikten sonra fetva imamlarının birinci kavil üzerinde ittifak ettiklerini söylemiş ve: «Sa­hih olan da budur.» demiştir. Zîrâ bir hadisde:

«Eğer bir kimsenin elinde mal bulunur da, onun zekâtını vermezse o mal kendisine dazlak başlı bir yılan şeklinde temsil olunur... Ve: Ben senin kenz'inim! der.» buyurulmuştur.

Hayırm, atların alınlarında düğümlenmesinden murâd: Dâima hayırlı işlere yaramalarıdır. Bu suretle hayır sanki onların alınlarına düğümlenmiş gibidir.

 

Hadisi Şerifden Çıkarılan Hükümler:

 

1- Altın ve gümüşe zekât lâzımdır. Hadîsde zikri geçen deve, sığır ve koyun gibi hayvanlar dahi bu hükümde dâhildirler. Mes'ele ulemâ arasında ittifâkidir.

2- İmam A'zam, at'a zekât verileceğine bu hadisle istidlal   etmiştir.  Yerinde de beyân olunduğu  vecihle İmam A'zam'ın mezhebine göre: Bir kimsenin bütün atları erkek olursa onlara zekât yoktur. Erkek ve dişi karışık olurlarsa zekât vacibi­dir. Bu takdirde atların sahibi muhayyerdir. İsterse her at için bir di­nar verir, dilerse atlara kıymet biçerek; kıymetlerinin kırkda birini verir.

imam Mâlik, imam Şâfii ve cumhûr-u ulemâya göre: Ne hâlde olursa olsun atın zekâtı yoktur. Delil­leri: «Müslümana atı için sadaka yoktur.» hadîsidir. Onlar, babımız hadîsini te'vîl etmişlerdir. «Bu hadîsden murâd: Sahibinin atı ile ci-hâd etmesidir. Bazen cihâd için at teayyüm eder.» derler.

Bâzıları «Atın üzerindeki hakdan murâd: İhtimâl ona iyi bak­maktır.» demişlerdir. Daha başka te'villerde bulunanlar da olmuştur.

3- Hadîs-i şerîfde umûmla istidlal edilebileceğine işaret var­dır. Bu işaret delilden hüküm çıkarmak, kıyâs yapmak ve âyetin mâ­nâsı nasıl anlaşılacağı hususunda müsl umanlara bir tembîhdir. Zira Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seîlem) Kitâbullah'da zikredilmeyen eşeklerin hükmüne âyet-i kerîme ile tembihde bulunmuştur.

Aynî: «Bu tembih tahsili olmiyanlann inkâr ettiği kıyâsın ta kendisidir.» diyor.

4- Hadîs-i şerîfde, Allah yolunda beslemek şartıyla at edinme­ye teşvik vardır. Kıyamet gününde atın pisliklerinin bile hasenat ola­cağını bildirmesi bundandır.

5- Riya mezmûm bir haslettir ve günahtır. îçine riya karışan amel kıyamet gününde sahibine fayda vermiyecektir.

6- Hadîs-i şerif, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e içti­hadı caiz görmeyenlere delildir. Onlar Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellevî)'in yalnız vahy ile hükmettiğine kaaildirler. Fakat bu kavil merdûttur. Çünkü âyet-i kerimede Teâİâ Hazretleri at ve şâire'nin hükümlerini Peygamber (Salbllahü Aleyhi ve SellemYe tefsir etmemiş­tir. Cumhûr-u  ulemâya  göre Resûlüllah (Saallallahü Aleyhi ve Sellem)'in ictihâdda bulunması caizdir.

7- Yine bu hadîs islâmın ve cihâdın kıyamete kadar devam edeceklerine delildir. Bu sözden murâd: Kıyametten az önceki za­mandır. Yâni islâmiyet ve cihâd   Yemen tarafından gelip, müminlerin ruhunu kabzedecek olan rüzgâr çıkıncaya kadar devam edeceklerdir.

 

27- (988) Bize İshâk b. tbrâhîm rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ab-dürrazzâk haber verdi. H.

Bana Muhammed b. Râfi'de rivayet etti. Lâfız onundur. (Dedi ki): Bize Abdürrazzak rivayet etti. (Dedi ki: Bize İbni Cüreyc haber ver­di. (Dedi ki): Bana Ebû'z-Zübeyr haber verdi; o da Câbir b. Abdillâh El-Ensârî'yi şunları söylerken işitmiş: Ben, Resûlüllah (Sallallahü Aley­hi ve Sellemfi şöyle buyururken dinledim:

«Develerin hakkını vermyeen hiç bir deve sahibi yoktur ki, o develer kıyamet gününde olduklarından daha çok gelerek, kendisi onların altına geniş ve düz bir yerde oturmasın ve develer bacakları İle ayakları ile onun üzerinden geçmesinler.

Sığırın hakkını vermiyen hiç bir sığır sahibi yoktur ki, kıyamet gününde bu hayvanlar olduklarından daha çok gelerek; kendisi düz ve geniş bir yerde onların altına oturmasın! Bu hayvanlar onu boynuzlan İle sürecek ve ayakları İle ezecektir.

Koyunun hakkını vermeyen hiç bir koyun sahibi yoktur, ki, kıyamet gününde bu hayvanlar olduklarından daha çok bir hâlde gelerek; kendisi de düz ve geniş bir yerde tınların altına oturmasın! Koyunlar, onu süsecek ve tırnaklarıyla ezecek; İçlerinde boynuzsuz veya boynuzu kırık koyun bulunmayacaktır.

Hazînenin hakkını vermiyen hiç bir hazîne sahibi yoktur ki, kıyamet gü­nünde hazînesi dazlak başlı bir yılan olarak gelmesin! Bu yılan ağzını aça­rak onu kovalıyacaktır; yılan yaklaştıkça o kaçacak. Bunun üzerine yılan: Al şu sakladığın hazîneni, ben ondan müstağniyim; diyecek. (Beriki) kur­tuluşa çâre olmadığını görünce elini yılanın ağzına sokacak, yılan da onu aygırın (yem) kıydığı gibi kıyı verecek.»

Ebû'z-Zübeyr demiş ki: «Ben, Ubeyd b. Umeyr'i bu sözü söylerken işittim. Sonra bunu Câbir b. Abdillâh'a sorduk; o da Ubeyd b. Umeyr' in dediği gibi söyledi.»

Yine Ebû'z-Zübeyr demiş ki: «Ben, Ubeyd b. Umeyr'i dinledim; şunları söylüyordu: Bir adam:

  Yâ Resûlallah! Devenin hakkı nedir? diye sordu; Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)

  Onu su başında sağmak, süt kovalarını emânet vermek, erkek deve­leri emânet vermek, develeri menîha olarak vermek ve Allah yolunda üzer­lerinde yük taşımaktadır; buyurdular.»

 

28- (...) Bize Muhammed b. Abdillâh b. Nümeyr rivayet etti. (Dedi ki): Bize babam rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdülmelik, Ebû'z Zübeyr'den, o da Cfthir b. Abdillah'dan, o da Peygamber (Saîlaîîahü Aleyhi ve SelIemj'den naklen rivayet ettit Şöyle buyurmuşları

«Hiç bir deve, sığır ve koyun sahibi yoktur ki, onların hakkını vermesin de, kıyamet gününde kendisi düz ve geniş blryerde bu hayvanların altına oturtulmasın! Çift tırnaklılar onu tırnakları ile ezecek, boynuzlular boynuzu İle süsecektir. O gün mezkûr hayvanların İçinde boynuzsuz veya kırık boy­nuzu bulunmayacaktır.» (Râvî diyor ki): Bizt

— Ya Resûlallah!  Bu  hayvanların  hakkı nedir? diye  sorduk;

Peygamber (Saîlallakü Aleyhi ve Sellem)

«Aygırını emânet vermek, kovalarını iade etmek» onları menîha olarak vermek, hayvanları su başında sağmak ve üzerlerinde Allah yolunda yük ta­şımaktır. Hiç bir mal sahibi de yoktur ki, zekâtını vermesin de, o mal kıya­met gününde dazlak bir yılana dönmesin! Bir yılan sahibini nereye gitse ko-valıyacaktır; sahibi de ondan kaçacak, kendisine: İşte vaktiyle cimrilik etti­ğin malın budur!., denilecek; sahibi ondan kurtuluş olmadığını görünca etini onun ağzına sokacak, o da elini aygırın yem kıyması gibi. kıyacaktır.» buyurdular.

Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in, «Develerin hakkı nedir?» suâline «Onları su başında sağmaktır.» cevâbım vermesi Nevevî'nin beyânına göre hem fukaraya, hem hayvanlara kolaylık olduğu içindir. Zîrâ onları su başında sağmak evdekinden daha rahat, fakir­lere yardım için daha münâsiptir.

Develerin erkeğini emaneten vermekten murâd: çiftleşmeleridir.

Menîha: Bir nev'i emânettir. Lügat ulemasının beyânına göre me­nîha iki kısımdır. Birincisi bir şey'i hibe olarak vermektir. Bu hayva­na râzî, ev eşyası v.s.'de olur. İkincisi: Deve, sığır ve koyun gibi hay­vanları süt, yapağı ve kıllarından bir müddet faydalanmak üzere bi­rine vererek, sonra almaktır. Buna «minha» dahî derler.

Şucâ': zehirinin fazlalığından başının tüyleri dökülmüş erkek yı­lan, demektir. Bâzıları bunun kuyruğunun üzerine kalkarak yayan veya atlı yolculara saldıran ve atlının başına erebilen yılan olduğu­nu, sahralarda yaşadığını söylerler.

Kaadı lyaz: «Zahire bakılırsa Allah Teâlâ bu yılanı, ze­kât sahibini azâb etmek için yaratacaktır.» diyor.

Hadis-i şerif Teâlâ Hazretlerinin:

«Allah Teâlâ'nın fadl-u kereminden kendilerine verdiği malda cimrilik edenler sakın bu yaptıklarını hayır sanmasınlar. Bil'akis, o kendileri için şerrdir. Hakkında cimrilik ettikleri mal kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır.» âyet-i kerîmesine muvafıktır.

Mâziri'ye göre bu hadîste bahsedilen hak ihtimâl yardım teayyün ettiği zamana mahsûstur. Yardımın teayyün etmesi, bir ki­şiden başka yardım edecek kimse bulunmadığı zaman olur. Zira bu takdirde o bir kişinin gereken yardımı yapması aynen farzdır.

Kaadı İyâz: «Bu sözler, mezkûr hakkın zekât olmadı­ğını sarahaten ifâde etmektedir. îhtimâl bu mes'ele zekât farz olmaz­dan önce vukûblumuştur.» diyor.

Selef   hazerâtı Teâlâ Hazretlerinin: onların mallarında dilenci İle mahrum için malûm bir hak vardır.» âyet-i kerîmesinin mânâsı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Cumhûra göre bu yet'den murâd: Zekât'tır. Ve malda zekâttan başka hak yoktur. Zekâttan başka hak olduğu bildirilen âyetler nedib ve güzel ahlâk ifâde ederler.» demiştir.

Bâzıları mahrum âyetinin, zekât âyeti ile neshedildiğine kaail-dirler.

Ulemâdan bir cemâat âyetin neshedilmediğine ve malda zekât­tan maâadâ esirin başını çözmek, mustar kalana yemek vermek, muhtaca yardım etmek ve akrabaya muavenette bulunmak gibi hak­lar bulunduğunu söylerler.

Şa'bî, Hasan-ı Basrî, Tavus, Atâ1 ve Mesrûk  bunlardandır.

Hadis-i şerif, yukarki hadisin hükümlerini ihtiva etmektedir.

 

7- Zekat Me'mürlarını Hoşnüd Etme Babı

 

29- (989) Bize Ebû Kâmil Fudayl b. Hüseyin El-Cahderî riva­yet etti. (Dedi ki): Bize Abdülvâhid b. Ziyâd rivayet etti. (Dedi ki):

Bize Muhammed b. Ebî İsmail [8] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdur-rahmân [9] b. Hilâl El-Absi, Cerir b. Abdillâh'dan naklen rivayet et­ti. Cerîr şöyle demiş: Resûlüllah (Saîlallahü Aleyhi ve SellemTe Bede­vilerden bir takım insanlar gelerek:

  «Zekât me'mûrlarından bâzı kimseler bize gelip zulmediyor­lar.» dediler. Bunun üzerine Resûlüllah (Scdlâîlahü Aleyhi ve Sellem)*

  «Siz, zekât me'mûrlarınızı hoşnut edin.» buyurdular.

Cerîr demiş ki: Ben, bu hadîsi Resûlüllah (Salîallahü Aleyhi ve Sellemyden işideli benden hiç bir zekât me'mûru hoşnûd olmaksızın ayrılmamıştır.»

 

(...) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ab-durrahîm b. Süleyman rivayet etti. H.

Bize Muhammed b. Beşşâr da rivayet etti. (Dedi ki): Bize Yahya b. Saîd rivayet etti. H.

Bize İshâk dahî rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebû Üsâme haber ver­di. Bu râvîlerin hepsi Muhammed b. Ebî İsmail'den bu isnâdla bu ha­dîsin benzerini rivayet etmişlerdir.

Suat: Sâi'nin cem'idir; «Zekât me'mûru» mânasına gelir.

Musaddik dahî: Zekât me'mûru, demektir.

Zekât me'mûrunu hoşnûd etmek, farz olan zekâtı ona vermek ve ona hüsn-ü muamelede bulunmakla olur.

Nevevi diyor ki: «Bu, zevat me'mûrunun fâsiklık yapmadı­ğına göredir. Fâsiklık yaparsa me'mûr azlolunur, zekâtı ona vermek îcâb etmez. Hattâ verilse, zekât yerine geçmez. Zülüm ma'siyetsiz de olabilir. Çünkü haddi tecâvüzden ibarettir. Bunda mekruhlar da dâ­hildir.

 

8- Zekati Vermeyenin Ağır Cezaya Çarptırılacağı Babı

 

30- (990) Bize Ebû Bekir b. Ebi Şeybe rivayet etti. (Dedi ki): Bi­ze A'meş, Mârûr b. Süveyd'den, o da Ebû Zerr'den naklen rivayet et­ti. Ebû Zerr şöyle demiş: Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellemfia. yanına vardım, Kabe'nin gölgesinde oturuyordu. Beni görünce:

  «Kabe'nin Rabblne yemin ederim ki, zarar edenler kendileridir.» buyurdular.

Ben, gelip oturdum. Amma yerimde karar kılamayıp, hemen kalktım ve:

  «Yâ  Resûlallah!  Annem babam sana feda  olsun...  Bunlar kimlerdir?» dedim. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)--

—«Onlar: Malları çok olanlardır, —önüne, arkasına, sağına ve solu­na işaretle— ancak şöyle şöyle ve şöyle yapanlar müstesnadır... Ama on­lar da azdır. Zekâtını vermeyen hiç bir deve, sığır ve koyun sahibi yoktur ki, kıyamet gününde bu hayvanlar olduklarından daha İri ve daha semiz gelerek onu boynuzları ile süsmesin, tırnakları İle ezmesinler. Mezkûr hay­vanların sonu (geçip) bittikçe Öndekileri tekrar iade edilecek (bu hâl) taa İnsanlar arasında hüküm bitinceye kadar devam edecektir.» buyurdular.

 

(...) Bize, bu hadisi Ebû Küreyb Muhammed b. Alâ'da rivayet et­ti. (Dedi ki): Bize Ebû Muâviye, A'meş'den, o da Ma'rûr'dan, o da Ebû Zerr'den naklen rivayet etti. Ebû Zerr şöyle demiş: Peygamber (Sal­lallahü Aleyhi ve Sellem)'in yanına vardım, Kabe'nin gölgesinde otu­ruyordu...»

Ma'rür müteakiben Vekî'in hadîsi gibi rivayette bulunmuş ancak o şu­nu da söylemiş: «Nefsim yed-i kudretinde olan Atlh'a yemin ederim ki. yeryüzünde hiç bir kimse yoktur ki, ölürken zekâtını vermediği deve, sığır veya koyun bıraksın da... buyurdular.»

Bu hadîsi Buhari «Kitâbu'z-Zekât» ile «Kitâbu'l-Eymân ve*n-nüzûr» da; Tirmizî ile İbni Mâce «Kitâbu'z-Ze­kât»'da muhtelif râvilerden tahric etmişlerdir.

cümlesi «Annem babam sana feda olsun.» demektir.

Fidâke» kelimesinin «fa»'sı esâs nüshalarda «Fedâke» şeklinde zaptolunmuştur. Bu kelime duâ mânâsında kullanılan mazi bir fiil­dir. Yalnız çok kullanıldığından kelime «fâ»'mn esresi ile kasredile-rek «fidâke» diye okunmuştur. Hz. Ebû Zerr'in bu söz­den muradı: «Bence en kıymetli varlığım sayılan annemle babamı se­nin yolunda feda ederim.» demektir. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seîlem)'

«Ancak şöyle ve şöyle ve şöyle yapanlar müstesna.» buyurarak mu-bârek eliyle etrafına işarette bulunması o taraflardan birinden gele­cek olan fakire ve şâir hayır yollarına malın sarfedilmesini beyân içindir. Cümlede «kavil» kelimesi fiilden mecazdır.

 

Hadis-i Şerif Şu Hükümleri İhtiva Eder:

 

1- Zenginler sâdece farz olan zekâtı vermekle kalmayıp, her nev'î hayır işlerine iştirak etmelidirler.

2- İstenmeden yemin etmek caiz hattâ bir şeyi te'kîd ve tah­kik gibi maslahattan dolayı yemin etmek müstehabdır. Resûlüllah (Saallallahü Aleyhi ve Sellem)'in bu nev'i yeminlerini bildiren sahih ha­dîsler çoktur.

3- «Annem babam sana feda olsun.» tâbirini kullanmak caiz­dir.

Fâîde: İmam Müslim hayvanların nisabını bildiren hadîsleri rivayet etmemiştir. Bu husûsda Muâz, îbni Mes' ûd ve İbni Abbâs (Raâiyallahü anh) hazerâtmdan hadis­ler rivayet olunmuştur. Ayrıca Hz. Ebû Bekir ile Ömer (Raâiyallahü ananın mektupları vardır.

Buhârî ile Müslim nisâb hadîslerini senetlerindeki ihtilâftan dolayı tahric etmemişlerdir. Mezkûr hadîsleri     İmam Mâlik İle «Musannef» sahipleri tahric ettikleri gibi Hz. Ebû Bekir'in mektubunu Buhâri rivayet etmiş, Müslim ki­tabına almamıştır. Çünkü ulemadan bazıları bu mektubu Hz. Ebû Bekir'e mevkuf olarak rivayet etmişdir. Mektup oldu­ğu için kitabına almamış olması da ihtimaldir. Zira kitaptan hadis rivayeti usûl-u fıkıh ve hadis uleması arasında ihtilaflı bir mes'ele-dir. Sahih olan kavle göre caizdir.

Hz. Ömer'in mektubunu Buharîile Müslim tahric etmemişlerdir. Çünkü tmam Mâlik tarikinde bu ha­dîste Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) zikredilmemiş, sâdece Ömer (Radiyallahü û«Jı)'ın kavli rivayet olunmuştur. Fakat Tirmizl, Ebû Dâvûd, Dârakutni ve daha başkaları bu mektubun sadaka hususunda Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) tarafından yazıldığını bidlirmişlerdir. Hule-fâ-i Eâşidin ile İmam Mâlik ve diğer bir çok ulemâ buna îtimâd etmişlerdir.

Ebû Bekir (Radiyallahü anh)'in mektubunu Buhârî «Kitâbu'z-Zekât»'da rivayet eder. Hadisin meali şudur:

«Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla:

Bu, ResÛlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in müslümanlara farz kıl­dığı, Allah'ın da Resulüne emir buyurduğu zekât farîzasıdır. İmdi her hangi bir müslümandan usûlü vecîhle zekât istenirse onu hemen versin. Her kimden bundan fazlası istenirse vermesin!

Yirmidört veya daha az deve İçin her beş deveye bir koyun; develer yirmibeşe baliğ olduğu vakit, otuzbeş oluncaya kadar iki yaşına basmış dişi bir deve düvesi; devlerin sayısı 36'ya varınca kırkbeşe kadar üç ya­şına basmış bir dişi deve düvesi. Kırkaltı'dan altmış'a kadar (Boğa altı) 4 yaşına basmış dişi bir deve. Altmışbirden 75'e kadar beş yaşına basmış dişi bir deve, 76'dan-90'a kadar İki tane üç yaşma basmış dişi deve, 91* den - 120'ye kadar boğa altı iki tane dört yaşına basmış dişi deve verile­cek; 120'den fazlası için her kırk devede üç yaşına basmış bir düve, her -ellide dördüne basmış dişi bir deve verilecektir.

Bîr kimsenin yalnız 4 devesi bulunursa onlara zekat yoktur. Sahibi vermek İsterse o başka.

Develer beş'e baliğ oldurnu onlar için bir koyun verilecektir.

Koyunun zekâtına gelince: Koyunlar senenin ekserisini otlakta geçi­rirse 40'dan-120'ye kadar bir koyun; 121'den-200'e kadar iki koyun; 201'den-300'e kadar üç koyun; 300'den yukarı her yüz koyunda bir koyun verileçektir. Bir kimsenin kırda otlıyan koyunları 4O'dan-1 noksan olursa onlara zekat yoktur. Ancak sahibi dilerse o başka.

200 Dirhem Gümüşte onda btrln dörtte biri (yân! kırkta bir) zekât var­dır. Gümüş yalnız 190 dirhem olursa, onda zekât yoktur. Meğer ki sâ-hlbi kendiliğinden vermek İsteye.»

Bu mektubun İkinci kısmını yine Buhar! şöyle rivayet et­miştir:

Bir kimsenin develer! beş yaşına basmış bir dişi deve verecek dere­ceyi bulur da, elinde böyle bir deve olmaz, dördüne basmış dişi bir deve yavrusu bulunursa o yavru kabul edilir. Mümkünse beraberinde İki de ko­yun yahut yirmi dirhem alınır.

Bir kimsenin develeri dördüne basmış dişi bir deve verecek dereceyi bulur da, elinde böylesi olmayıp beşine basmış dişi bir deve bulursa, o deve kabul edilir. Zekât me'mûru kendisine 20 dirhem yahut iki koyun İade eder. Bir kimsenin develeri dördüne basmış dişi bir deve yavrusu verecek dereceyi bulur da, elinde böylesi olmayıp yalnız üçüne basmış dişi bir yavru bulunursa bu yavru kabul edilir. Sahibi iki koyun yahut 20 dirhem verir. Bir kimsenin develeri, yaşına basmış dişi bir yavru verecek dereceyi bulur do elinde yalnız dördüne basmış dişi bir yavru olursa bu yavru da kabul edilir. Zekât memuru ona 20 dirhem yahut iki koyun iade eder. Bir kimsenin develeri üç yaşına basmış dişi bir yavru verecek dereceyi bulur da, elinde yalnız ikisine basmış dişi bir yavru olursa, o da kabul edilir. Onunla beraber 20 dirhem yahut iki koyun verir.

 

31- (991) Bize Abâurrahmân b. Sellâm El-Cumahi rivayet etti. (Dedi ki): Bize Rabî' yâni İbni Müslim, Muhammed b. Ziyâd'dan, o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet etti ki, Peygamber (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellemjt

«Benim Uhud dağı kadar altın'ım olsa üçüncü gece gelirken yanımda ondan bir dînâr kalmasını arzu etmem! Ancak borcum Içfn hazırladığım dînâr müstesna.» buyurmuşlar.

 

(...) Bize Muhammed b. Beşşâr rivayet etti. (Dedi ki): Bize Mubara-med b. Ca'fer rivayet etti. (Dedi ki) -. Bize Şu'be, Muhammed b. Ziyâd'dan naklen rivayet etti. Muhammed: «Ben, Ebû Hüreyre'den din­ledim; o da Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Se/Zemj'den naklen riva­yet etti.» diyerek yukarki hadîsin mislini rivayet etmiş.

 

9- Sadakaya Tergib ve Teşvik Babı

 

32- (94) Bize Yahya b. Yahya ile Ebû Bekir b. Ebî Şeybe İbni Nümeyr ve Ebû JCüreyb hep birden Ebû Muâviye'den rivayet ettiler. Yahya dedi ki: Bize Ebû Muâviye, A'meş'den, o da Zeyd b. Vehb'den, o da Ebû Zerr'den naklen haber verdi. Ebû Zerr şöyle demiş: Peygam­ber (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem) ile Medine'nin Harra'sında yatsı za­manı hem yürüyor hem Uhut dağına bakıyorduk. (Bir ara) Resûlül-iah (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem) bana:

  «Yâ Ebâ Zerr!» dedi; ben:

  «Lebbeyk, yâ Resûlallah!» cevâbını verdim.

— «Şu Uhud dağı altın olarak elime geçse üçüncü Ur geceyi ondan ben­de bir dinar bulunduğu hâlde geçirmemi istemem. Yalnız borç İçin hazırladı­ğım dînâr müstesna olur. —Önüne, sağına ve soluna birer avuç saçma işa­reti yaparak— onu Allah'ın kullarına şöyle, şöyle ve şöyle dağıtmak isterim» buyurdu. Sonra (biraz) yürüdük. Yinet

  «Yâ Ebâ Zerr!» dedi. Ben:

  «Lebbeyk, yâ Resûlallah!» dedim;

  «Hiç şüphe yok  ki malı  çok olanlar  kıyamet günü  sevabı en az   olanlardır.   Yalnız   şöyle,   şöyle   ve   şöyle   yapanlar   müstesna...» buyurdu. Ve ilk defâki gibi işarette bulundu. Sonra bir az daha yü­rüdük. İYine):

  «Yâ Ebâ Zerr! Ben gelinceye kadar olduğun yerde dur.» buyurdu. Ve oradan ayrılarak gözümden kayboldu gitti. Ben bir gürültü ve bir ses İşittim. (Kendi kendime):

  «Gâlibâ Resûlüllah (Sallaîlahü Aleyhi ve SellemYe cinler mu­sallat oldu.» diyerek arkasından .gitmeyi düşündüm. Sonradan onun (bana):

«Ben gelinceye kadar buradan ayrılma.» dediğini hatırlayarak ken­disini bekledim. Geldiğinde işittiğim şeyleri ona anlattım. Bunun üze­rine Resûlüllah (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem)-. Şöyle buyurdu:

  «O, Cibril İdi! Bana geldi de: (Ümmetinden her kim Allah'a şirk koşmayarak ölürse cennete girecektir.) dedi.»  Bent

  «Zina etse de, hırsızlık yapsa da mı?» dedim.

  (Evet) zina etse de, hırsızlık yapsa da buyurdular.

 

33- (...) Bize Kuteybetü'bnü Saîd rivayet etti. (Dedi ki): Bize Cerîr, Abdülaziz'den —ki îbni Rufey'dir.—, o da Zeyd b. Vehb'den, o da Ebû Zerr'den naklen rivayet etti. Ebû Zerr şöyle demiş: Geceler­den birinde dışarı çıktım, bir de baktım ResûlÜllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) yalnız başına yürüyor, yanında kimse yok. Zannettim ki: Beraberinde bir kimsenin yürümesini istemiyor; ben de ay'in gölge­sinde yürümeye başladım. Derken bakınarak beni gördü ve:

  «Kim o!» dedi. Ben:

— «Ebû Zerr'îm! Allah, beni sana feda kılsın.» dedim. ResûlÜllah

(Sallallahü Aleyhi ve Sellemh

  «Yâ Ebâ Zerr! Gel...»  *dedi. Bunun üzerine ben de bir müddet onunla beraber yürüdüm. Müteakiben şöyle buyurdu:

«Hiç şüphe yok ki çok mat sahipleri kıyamet gününde (sevabı) az olan­lardır. Ancak Allah kendisine mal verip de, o malı sağına, soluna, önüne, arkasına saçan ve onu hayıra sarfeden msütesnâ.»

Onunla bir müddet daha yürüdüm. Nihayet:

  «Şuraya otur!..» dedi. Ve beni etrafı taşlık bir yere oturttu. Son­ra bana:

  «Burada, ben dönüp gelinceye kadar otur.» dedi. Sonra Harra'ya doğru gözümden kayboluncaya kadar gitti. Orada epeyi durdu ve be­ni bekletti. Sonra sesini işittim. Hem geliyor hem de:

  «Hırsızlık da yapsa, zina da etse...» diye söyleniyordu. Yanıma gelince sabredemedim:

  «Yâ Nebiyyallah! Allah, beni sana feda kılsın. Harra tarafın­da kiminle konuşuyordun? Ben hiç bir kimsenin sana cevap verdiğini işitmedim.» dedim;

  «O, Cİbrîl idi. Harra tarafında karcıma çıkarak: (Ümmetine müj­dele ki: Her kim Allah'a bir şey'i şerik koşmıyarak Ölürse cennete girecek­tir.) dedi. Ben: Yâ Cİbrîl! Hırsızlık yapsa da» zina etse de m! dedim; Cibril: (Evet.) cevâbını verdi. Hırsızlık etse de, zina yapsa da mı? dedim.

  Evet! cevâbını verdi. Ben, yine:

  Hırsızlık yapsa da, zina etse de mi? diye sordum.

  Evet, şarap bile içse! cevâbını verdi,» buyurdular.

Ebû Zerr hadîsini Buhâri «İstikraz», «İsti'zân» ve «Rukaak» bahislerinde; Tirmizi «Eymân» bahsinde, Nesâi «Yevm ve Leyle» bahsinde muhtelif râvilerden tahrîc etmişler­dir.

Lâgat veya Lâgt: Gürültü ve anlaşılmayan sesler mânasına gelir.

tâbiri «Cinler musallat oldu.» yahut «Cin çarptı.» mânâsına gelir. kelimesinin sonundaki «hâ»: Sekit hâsıdır.

İbni Tîn'in beyânına göre bunun fâidesi: îki sakin üze­rine durmuş olmamaktır.

Nevevî'nin beyânına göre: Hadisdeki birinci hayırdan murâd: Mal, ikinci hayırdan murâd: Allah'a tâattır.

tâbirinin mânâsı: Bir şey'i verirken ellerini vurmak, bir şey'i atmaktır.

Harra:   Medine' nin   dışında kara taşlarla kaplı bir yerdir.

 

Bu Hadislerden Çıkarılan Hükümler:

 

1- Âlim veya büyük bir zât, kıymetli bir arkadaşına künyesi ile hitâb edebilir.

2- Ebû Zerr hadisi,  ehl-i  hakkın  mezhebine delildir. Ehl-i hakka göre büyük günah işleyenler cehennemde ebedi kalmaz­lar. Hadîs-i şerif delâlet fırkalarından Hâriciler ile Mu'tezî1e aleyhine delildir. Onlar büyük günah işleyenlerin ebe-diyyen cehennemde kalacaklarına inanırlar.

Ebû Zerr hadîsinde hassaten zina ile hırsızlığın zikredil­mesi, bunlar büyük günahların en çirkinlerinden olduğu içindir.

3- Yine Ebû   Zerr   hadîsi içkinin son derece ağır cezayı müstelzim büyük bir günah olduğuna delîîdir.

4- Bu hadisler mutlak surette sadakaya ve hayır işlemeğe teş­vik etmektedirler.

 

10- Mal Biriktirenlerle, Onlar Hakkında Gösterilecek Şiddet Hususunda Bir Bab

 

34- (992) Bana Züheyr b. Harb rivayet etti. (Dedi ki): Bize îs~ mail b. îbrâhîm, Cüreyri'den, o da Ebû'l-Alâ'dan, o da Ahnef b. Kays' dan naklen rivayet etti. Ahnef şöyle demiş: Medine'ye geldim bir de­fa ben, içlerinde Kureyş'in ileri gelenlerinden bir cemâat da bulunan bir halkada otururken son derece haşîn elbiseli, haşîn vücutlu ve ha­şin yüzlü bir adam çıka geldi. Cemâatin başlarına dikilerek:

«Mal biriktirenlere cehennem ateşinde kızdırılan taşlarla müjde!.. Bu taşlar onların her birinin memeleri ucuna konacak, tâ kürek kemiklerinden çı­kacak; kürek kemiği üzerine konacak, memeleri ucundan çıkacak. (Böylece) çalkalanıp duracaklar.» dedi. Bunun üzerine cemâat başlarını indirdi­ler, onlardan hiç birinin bu adama cevap verdiğini görmedim. Mü­teakiben adam dönüp gitti. Ben de peşinden takip ettim. Nihayet bir direğin yanına oturdu, (kendisine))

  «Zannetmem ki bu zevat, senin kendilerine söylediklerinden hoşlanmamış olmasınlar.» dedim; O zat şu cevabı verdi:

  «Hakikaten bunların hiç bir şey'e aklı ermiyor. Dostum Ebû'l-Kaasim (Salhdlahü Aleyhi ve Sellem) beni çağırdı, ben de kendisine ica­bet ettim. (Bana):

  Uhud'u görüyor musun? dedi.

Akşama ne kalmış, diye baktım. Bir haceti için beni gönderecek zannediyordum.

  (Evet) görüyorum... dedim. Bunun üzerine:

  Bunun kadar altınım olmasını bunlardan üç dînâr müstesna olmak üzere hepsini infâk etmiş olmamı arzu etmem buyurdu. Sonra bunlar dün­yâyı topluyorlar, hiç bir şey'e akılları ermiyor!» dedi. »Ben;

  «Seninle kardeşlerin Kureyş arasında ne var ki onların yanı­na uğramıyor ve onlardan bir şey almıyorsun?» dedim. O zât:

  «Rabbine Yemin ederim ki, taa Allah ve Resulüne kavuşunca­ya kadar ben onlardan ne dünyalık isterim, ne de kendilerine din nâ­mına bir şey sorarım!» dedi.

 

35- (...) Bize Şeybân b. Ferrûh rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebü'l-Eşheb rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hûleyd-i Aşari, Ahnef b. Kays' dan naklen rivayet etti. Ahnef şöyle demiş:

Kureyş'den bir cemâat içinde bulunuyordum. Derken oradan Ebû Zerr geçti; şunları söylüyordu:

«Mal biriktirenlere sırtlarının dağlanmasını müjdeliyorum! Bu dağlama (nın eseri) yanlarından çıkacak. Bir de kafaları tarafından dağlanacaklarını müjdeliyorum. Bu(nun eseri) de yüzlerinden çıka­cak.»

Sonra Ebü Zerr bir kenara çekilip oturdu. Ben (yanındakilere)

  «Bu zât kim? diye sordum.

  -Ben onlara ancak Peygamberleri (Sallallahü Aleyhi ve Selle-mf den işittiğim bir şey1! söyledim.» dedi. Ben:

  «Ebû Zerr'dir.» dediler. Hemen kalkarak kanına gittim ve;

  «Az evvel söylediğini işittiğim şey nedir?» dedim. Ebû Zem

  «Şu İhsan mes'elesi hakkında ne dersin?» diye sordum;

  «Sen, onu al. Çünkü bu gün onda bir nafaka var. (Yapılan) ihsan dînin karşılığında verilirse onu bırak.» dedi.

Bu hadîsi   Buhârî    «Zekât» bahsinde tahrîc etmiştir.

Ekseri rivayetlerde burada olduğu gibi gelen zât hakkında «ha­şin* tâbiri kullanılmış ve «elbisesi son derece haşin, vücûdu son dere­ce haşîn, yüzü son derece haşin.» denilmişse de, Kaabisi'nin rivayetinde «Haşîn- yerine «Hasen» tâbiri kullanılarak: «Saçı güzel, elbisesi güzel, kılık kıyafeti güzel.» denilmiştir.

Ayni birinci rivayeti daha doğru bulmakta ve: «Çünkü Ebû Zerr'in    kıyafetine ve tutumuna lâyık olan budur.» demektedir.

Hadisin ikinci rivayetinden anlaşılıyor ki: Birinci rivayette «Ha­şîn kılıklı» diye tavsif olunan zât Hz. Ebû Zerr-i Gıfârî (Radiyallahü anh) imiş.

Ebû Zerr (Radiyallahü anh)'m asabı müjde ile ifâde etmesi tehekküm kabilindendir. Nitekim Teâlâ Hazretlerinin

«Onları azâbla müjdele» âyet-i kerîmes ide böyledir.

Nevevi diyor ki: «Zahirine bakılırsa Hz. Ebû Zerr kendi mezhebine ihticâcda bulunmak istemiştir. Onun mezhebine gö­re: İnsanın ihtiyâcından fazla her şey'i «kenz»'dir.

Hz. Ebû Zerr1 in mâruf olan mezhebi budur. Ama on­dan, başka kavil de rivayet olunmuştur. Sahih olan cumhur kavline göre ise «Kenz»: Zekâtı verilmeyen mal'dır. Zekâtı verilen mal az ol­sun, çok olsun kenz değildir.»

Kaadı İyâz: «Sahih olan şudur ki: Hz. Ebü Zerr'in inkârı Beytü'1-MâT den kendileri için mal alıp da, onu yerli yerince infâk etmeyen sultanlar hakkındadır.» de­miş fakat Nevevi buna İtirazla: « Iyaz'in bu söyledikle­ri bâtıldır. Çünkü Ebû Zerr zamanında Sultanlar bu sıfatta değildiler. Onlar Beytü'l-Mâl'e hiyânet etmemişlerdir. Onun zamanındaki sultanlar Ebû Bekir, Ömer ve Os­man (Radiyallahü anh) idi. Kendisi Hz . Osman zamanın­da 32 târihinde vefat etti.» mütâlâasında bulunmuştur.

Haleme: Meme ucu demektir.

Esmaiyy'e göre: «meme» kelimesi hem erkek hem kadın hakkında kullanılır.

Askeri (283 - 370) ise fasih lûgatta «meme» kelimesinin er­kek hakkında kullanılamıyacağını, erkek memesine tendüve kulla­nıldığını söylemiştir.

Bâzıları bu hadîsin Ebû Zerr'e mevkuf olduğunu iddia etmişlerse de, Ebû Zerr (Raâiyallahü atik)'m: «Ben, onlara an­cak Peygamberleri (Salhllahii Aleyhi ve Sellem)'den işittiğim bir şey'i söyledim.» demesi bu kavli reddeder.

Yine Hz. Ebû Zerr, müphem bıraktığı: «Onların hiç bir şey'e aklı ermiyor.» cümlelerini rivayetin sonunda: «Onlar ancak dünyâyı topluyorlar.» diyerek tefsir etmşitir. Zira dünyâ malını top­lamakla meşgul olanlar, kendilerini mal yığmaktan meneden kimse­nin sözünü anlamazlar. Hz. Ebû Zerr, Peygamber (Sallat-îahü Aleyhi ve Sellem) için «Dostum» tâbirini kullanmaktadır.

Resûlüllah {Sallallahü Aleyhi ve Sellemfin-. «Yalnız üç dînâr müstes­na...» diyerek infâkına razı olduğu üç dînâr Kurtubî'nin be­yânına göre biri ailesi, diğeri köle azadı, üçüncüsü de borç içindir.

 

Bu Hadisten Çıkarılan Hükümler:

 

1- Hadis-i şerif, Ebû   Zerr  (Raâiyallahü anhj'ın Zühd-u takvasına delildir.

2- Hz. Ebû Zerr  kenz'e lügat mânâsını vermiştir. Lû­gatta zekâtı verilsin verilmesin biriktirilen veya gömülen mal'a kenz denilir. Hz. Ebû Zerr'in: «Onlar ancak dünyâyı topluyor­lar.» Sözü kendi mezhebine göre kenz'in «mal toplamak» mânâsına geldiğine delildir.

3- Bu hadiste zekât vermeyenlere şiddetli vaid ve tehdid var­dır.

4- Hadîs-i şerif, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)in, as­habına künye verdiğine delildir. Zerr: Zerre'nin cem'idir. Zerre: Kü­çük karınca, demektir.

Rivayete nazaran Ebû Zerr (Raâiyallahü anh), Peygamber (Salhllahü Aleyhi ve SeIJew)'in yanma gelip, kavminin yanma dön­müş; bir müddet sonra tekrar geldiğinde Resûlüllah (Sallallahü Aley­hi ve Sellem). isminde şekkederek: «Sen, Eb Nemle miy­din?» diye sormuş, Ebû Zerr (Raâiyallahü anh): «hayır, yâ Resûlüllah! Ben: Zerr'im.» cevâbını vermiş.

Ebû Zerr ile Ebû Nemle ikisi de «karınca baba­sı» mânâsına gelirler. Hz. Ebû Zerr' in ismi: Cündeb b. Cünâde'dir.

5- Hadis-i şerifde zekâtın vakti geldiği ânda verilmesine işaret vardır.

6- Yine bu hadisde Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve SellemYin bâzı faziletli ashabını bir haceti peşinde gönderdiğine de işaret var­dır.

7- Zühd-ü takva niyeti ile dünyâ işlerini terketmek Mâli­ki1er'den Sühnün'a göre helâl mal kazanmaktan efdal-dır. Delili bu hadistir.

8- Bazen akıl sahiplerine «aklısız» demek caizdir.

9- Hadîs-i şerif erkekler hakkında «meme» tâbirinin kullanıla-mıyacağım iddia edenlerin aleyhine delildir.

 

11- Înfak'a Teşvik ve Înfak Edene Verdiğinin Yerine Mal Verileceğini Tebşir Babı

 

36- (993) Bana Züheyr b. Harb ile Muhammed b. Abdillâh b. Nümeyr rivayet ettiler. Dediler ki: Bize Süfyân b. Uyeyne, Ebû'z-Zi-nâd'dan, o da A'rac'dan, o da Ebû Hüreyre'den, o da Peygamber (Salhllahü Aleyhi ve Sellemf den naklen rivayet etti. Şöyle buyurmuş­lar:

«Allah Tebâreke ve Teâlâ Hazretleri: Ey Âdem oğlu! İnfâk et ki, ben de sana infâk edeyim; dedi.» Ve  (yine) Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve

Sellemjt.

«Allah'ın yemini sehâvetle doludur. Onu gece gündüz hiç bir şey ek­siltmez.» buyurmuşlar.

(İbnJ Nümeyr mel'a yerine mel'ân dedi.)

 

37- (...) Bize Muhammed b. Raf i' rivayet etti. t'Dedi ki): Bize Abdurrazzâk b. Hemmân rivayet ettL (Dedi ki): Bize Ma'mer b. Râ-şid, Vehb b. Münebbih'in kardeşi Hemmâm b. Münebbih'den naklen rivayet etti. Hemmâm: Bize Ebû Hüreyre'nin Resûlüllah (SaUaîlahü Aleyhime Se/Jemj'den rivayeti şudur... diyerek bir takım hadîsler nak­letmiş, ezcümle Ebû Hüreyre dedi ki: Resûlüllah (Sallallahii Aleyhi ve Sellemh

Allah bana: infâk et ki, ben de sana infâk edeyim; dedi.» buyurdular.

Yine Resûlüllah (Sallallahii Aleyhi ve Sellemh

«Allah'ın yemînî doludur. Onu gece ile gündüzün sehâveti azaltamaz. Gökle yeri yaradalı beri neler înfâk ettiğini söyleyin. Şüphesiz ki Allah'ın yemînindeki hiç bir şey eksilmemiştir. Onun arşı suyun üzerindedir, kabzı da diğer yed'indedir. O, kâh yükseltir kâh alçaltın» buyurdu.

Bu hadîsi Buharı «Tefsir» ve «Tevhîd» bahislerinde; Nesâî  bir kısmını «Tefsir» bahsinde rivayet etmiştir.

Hadîs-i şerif, kutsî hadislerdendir. Kitabımızın başında da arzet-tiğimiz vecihle hadîs-i kutsi: Mânâsı Allah'dan, lâfzı Peygamber (Sal-îallahü Aleyhi ve Sellem)'den sâdır olan hadîslerdir.

Teâlâ Hazretleri'nin:

«İnfâk et ki, ben de sana infâk edeyim.» Buyurması, müşâkele tari-kiyledir. Çünkü Allah Teâlâ'nın infâkı, hazinelerinden hiç bir şey azaltmaz.

«Allah'ın yemini sehâvetle doludur...» cümlesi Allah'ın bitmez tükenmez ihsan ve ikram hazînelerinden kinayedir. Hakikatte yemim Sağ el, sağ taraf gibi mânâlara gelirse de, bunlar Teâlâ Hazretleri hakkında imkânsızdır. Çünkü tahdîd ve cisimleştirmeyi tezammun ederler. Cenâb-ı Hak ise bir hâdîe hudutlandırmaktan ve cisim ol­maktan münezzehtir.

Hadis-i şerif müteşâbihâttandır. Onun için îmmam Mâziri: «Bu hadîs te'vîli gereken hadîslerdendir.» demiştir. Eh1i sünnet imamlarına göre müteşâbihin hükmü hak olduğuna îti-kâd ile hakiki mânâsını Allah Teâla'ya havale etmektir. Maamafih Müteehhirîn ulemâ, ehl-i fesadın fitnelerine meydan vermemek için müteşâbihâtı şer-i şerife muvafık surette te'vîl etmişlerdir.

Mâzirî «Bu hadîs, te'vîli gereken hadîslerdendir.» sözü ile buna işaret etmiştir.

Resülüllah (Sallallakü Aleyhi ve Seîlem), Ashâb-ı Ki­ram1ına anlıyacakları şekilde hitâb etmiş ve Allah Teâlâ'nın ni­metlerinin infâkla bitip tükenmiyeceğini:

«Allah'ın yemini doludur; onu gece iie gündüzün sehâveti azaltamaz.» cümlesi ile ifâde buyurmuştur. Bu mânâyı sağ el mânasına gelen «ye­min» kelimesi ile ifâde buyurması: İnsanların bir şey'i tutup kapmak­ta ve nafaka vermekte dâima sağ ellerini kullandıkları içindir. Mez­kûr cümleden: «Allah Teâlâ'nın kudreti eşyayı bir seviyede idare eder. Kuvvet ve zaaf ittibârı ile fark göstermez. Yarattığı şeyler de ayni minval üzere vâkî olur. İnsanlarda hâl böyle değildir. Onların sağ el­leri ile yaptıkları şeyler, sol elleri ile yaptıklarından farklıdır.» mânâ­sına da gelebilir.

Mel'â: Kelimesi İbni Nümeyr'in rivayetinde mel'ân şeklinde rivayet olunmuşsa da, ulemâ bunun hatâ olduğunu bildir­mişlerdir. Doğrusu: «Mel'â» dır.

«Sahhâ» kelimesi: «Sahhan» şeklinde de rivayet olunmuştur. Hat­ta meş'hûr olan rivayeti budur. Yalnız sahîh-i Müslim' in elde mevcut nüshalarında «Sahhâ'» diye zaptolunmuştur.

Sahh: Dâimi surette dökmek mânâsına gelir.

cümlesindeki «kabz» kelimesi şeklinde rivayet olunmuştur. Kaadi İyâz'ın beyânına göre meşhur olan rivayeti «Kabz»'dır. Mânâsı: Ölüm, demektir. Bu takdirde cümleden murâd: «Ölüm Allah'ın yed-i kudretindedir. Rızkı azaltıp çoğaltmak dahi ona aittir. Dilediğine az, dilediğine çok verir.» demek olur.

Feyz'in mânâsı: İhsan ve bol nzıkdır. Bu takdire göre cümlenin tefsire ihtiyâcı yoktur.

Bekrâvî feyz'in de «ölüm» mânâsına geldiğini söylemiştir.

Buhâri'nin rivayetinde:

«Mî;ân. Allah'ın yed-i kudretindedir. Kimi alcaltır kimi yükseltir.» buyurulmuştur.

Hattâbi: «Burada mizandan murâd: Bir temsildir. Bu cüm­le ile Allah'ın kullarına rızıklarım adaletle taksim ettiği ifâde olun­muştur.» diyor.

Bu cümle ile Allah'ın adetâ mizanla tartar gibi fızıkları bâzı kul­larına boz bâzılarına az takdir buyurması da ifâde edilmiş olabilir.

Arş: Bütün cisimlen ihata eden nürâni ve pek büyük bir cisim­dir. Mahlükaat içersinde ilk yaratılanın bu olduğu söylenir. Hakika­tini Allah'dan başka bilen yoktur.

 

12- Aile Efradına ve Memlüklere Nafaka Vermenin Fazileti; Onları Perişan Edenin Yahut Nafakalarını Vermeyenin Günahı Babı

 

38- (994) Bize Ebû'r-Rabî' Ez-Zehrânî ile Kuteybetü'bnu Saîd ikisi birden Hammâd b. Zeyd'den rivayet ettiler. Ebû'r-Rabî' dedi ki: Bize Hammâd rivayet etti. (Dedi ki): Bize Eyyüb, Ebû Kılâbe'den, o da Ebû Esma [10] 'dan, o da Sevbân'dan naklen rivayet etti. Sevbân şöyle demiş: Resûlüllah (SuUallahu Aleyhi ve SeÜem):

«Bir kimsenin infâk edeceği en faziletli dînâr, çoluğuna çocuğu­na infâk ettiği dinar ile Allah yolunda hayvanına infâk ettiği dînâr bir de yine Ailah yolunda arkadaşlarına sarfettiği dinardır.» buyurdular.

Ebû Kılâbe: «Resûlüllah (Salhülahü Aleyhi ve Sellem) (infâk işine) çoluk çocuktan başlamıştır.» demiş, sonra sözüne şöyle devam etmiş­tir: «Küçük çocuklarının namuslu yetişmesini sağlayan yahut onları Allah'ın menfaatlendirip, kendisi ile zengin kılacağı nafakayı çolu-ğuna çocuğuna infâk eden bir adamdan daha sevaplı kim olabilir.?»

 

39- (995) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe ile Züheyr b. Harb ve Ebû Küreyb rivayet ettiler. Lâfız Ebû Küreyb'indir. Dediler ki: Bize Vekî\ Süfyân'dan, o da Müzâhim [11] b. Züfer'den, o da Mücâhid'den, o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet etti. Ebû Hüreyre şöyle demiş: ttesû-

lüllah (Salhdlahü Aleyhi ve Sellem):

«Allah yolunda infâk ettiğin bir dînâr, köle azadı için infâk ettiğin bir dtnâr, bir fakire sadaka olarak verdiğin bir dînâr, ailene sarfettiğin bir dînâr vardır. Bunların sevabı İtibârı ile en büyüğü: ailene sarfettiğİndir.» buyurdular.

 

40- (996) Bize Saîd b. Muhammed El-Cermî rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdurrahmân b. Abdilmelik b. Ebcer El-Kinâni, babasından, o da Tâlhatü'bnu Musarrif'den, o da Hayseme [12] 'den naklen rivayet etti. Şöyle demiş: Abdullah b. Amr ile birlikte oturuyorduk. Anîden ona bir vekîl-i harcı gelerek içeri girdi, Abdullah ona:

  «Kölelerin yiyeceklerini verdin mi?» diye sordu. Vekil:

  «Hayır.» cevâbını verdi. Abdullah:

  Öyle ise git de  onlara  yiyeceklerini  ver;   (zîrâ)   Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)

«Bir kimseye günah nâmına sahibi bulunduğu kimselerin yiyeceğini vermemesi yeter.» buyurdular-, dedi.

Birinci hadîs-i şerîfde zikri geçen Allah yolundan murâd: Cihad'dır.

lyftlt Bir kimsenin nafakaları kendine Ait olan çoluk, çocuğu an­nesi, babası, karısı ve hizmetçisidir.

Kahraman: Bir kimsenin işlerine bakan vekil-i harcı, demektir. Kelime fârisiden alınmadır.

Nevevî diyor ki: «Bu bâbdan murâd: Çoluk çocuğun ve di­ğer aile efradının nafakalarını vermeye teşvik ile bu husustaki se­vabın büyüklüğünü beyândır. Çünkü aile efradından bazılarının nafa­kasını vermek karabet dolayısiyle vâsip, bâzılarının nafakası da men-dûbdur. Böylelerine nafaka vermek sadaka ve sile olur. Bâzılarının nafakası da nikâh yahut milk-i [13] yemin sebebiyle vâcib olur. Bunla­rın hepsi faziletli ve şeriat tarafından teşvik edilen şeylerdir.

Aile efradına nafaka vermek nafile sadakadan efdaldır. Onun için İbni Ebî Şeybe' nin rivayetinde Resûlüllah (Sallalla-hü Aleyhi ve Sellem)'

«Sevap İtti bârı ile bunların en büyüğü ailene sarfettiğindir.» buyur­muştur. Hâlbuki bâımızın birinci hadisinde Allah yolunda ve köle azadı hakkında sarfedüen dinarın faziletini beyân buyurmuştu. Arzet-tiğimiz sebepten dolayı aile efradına verilen nafakayı bunların hepsi­ne tercih buyurmuş, son hadisde:

«Bir kimseye, mâlik olduğu kölelerinin nafakasını vermemek günah nâ­mına yeter.» diyerek bu ciheti bir daha te'kid eylemiştir.»

Kaadı îyâz'm beyânına göre bu nafaka vâcib olduğu için başkalarından efdaldır. Çünkü vacibin sevabı, nafilenin sevabın­dan çok olur.

Müslim sarihlerinden E1-Übbi burada şunları söy­lemiştir: «Hadîs-i şerif nafakadan muradın zaruriyyât olduğunu gös­teriyor. Zira verilmesi farz olan nafaka zarurî ihtiyâçlara aittir. Aile efradının ihtiyâçları yokken onlara nafaka vermek, farz değil; men-dûbdur. Anlaşılan şudur ki: Sadaka vermek ihtiyâcı olmayan âüe efrâdına nafaka vermekten efdaldır. Meselâ bir adamın elinde iki dinar parası olup bunlardan biri aile efradının zarurî ihtiyâçlarma kâfi gel­se, diğerini sadaka olarak başkalarına vermesi efdal olur. Nafaka hu­susunda çoluk çocuğun küçük olmaları şart değildir.

Ebû Kılâbe' nin: Küçük çocuklar, tâbirini kullanması, bir kayd-ı ihtirâzi değil, ekseriyetle vâki olanı beyândır. Çünkü ekse­riya nafakaya muhtaç olanlar küçük çocuklardır.

Eyyûb-u Sahtiyanı' nin arkadaşlarından biri şunları söylemiş: Eyyûb'Ia birlikte filân dağın üzerinde idik; Susamıştım. Ona susuzluğumdan şikâyet ettim:

  Beni giydirirsen seni sularım, dedi.

  Giydiririm, dedim;

  Yemin etmedikçe inanmam, dedi. Ben de yemîn ettim. Bunun üzerine Eyyûb ayağı ile bir kayanın üzerine vurdu. Ve:

  Ey kaya! Allah'ın izni ile bizi sula, dedi. Arkacığından kayadan bir kaynak fışkırdı. Ben, Eyyüb'un pek büyük ibâdet yaptığını bilmiyordum. Yalnız çoluğunım  çocuğunun nafakasını güzelce ve­rirdi.»

 

13- Nafaka Vermeye Evvela Kendinden Başlıyarak, Sonra Ailesine, Sonra Akrabasına Verme Babı

 

41- (997) Bize Kuteybetü'bnü Said rivayet etti. (Dedi ki): Bize Leys rivayet etti. H.

Bize Muhammed b. Rumh dahî rivayet etti. (Dedi ki): Bize Leys Ebû'z - Zübeyr'den, o da Câbir'den, naklen haber verdi. Câbir şöyle demiş: Beni Uzra kabilesinden bir adam bir kölesini müdebber olarak azâd etti. Resûlüllah (Sallallahû Aleyhi ve Sellem) bunu haber alarak:

  «Senin bundan başka malın var mı?» diye sordu-, o zât:

  «Hayır.» cevâbım verdi. Bunun üzerine Resûlüllah (Sallallahû Aleyhi ve Sellem)'

  «Bu köleyi benden satın alacak var mı?» dedi. Köleyi Resûlüllah (Sallallahû Aleyhi ve Seîîemj'den Nuaym b. Abdİllâh El - Adevî 800 dir­heme satın aldı. Ve parayı Resûlüllah (Sallallahû Aleyhi ve Selle-m)** getirerek teslim etti. Sonra Resûlüllah (Sallallahû Aleyhi ve Sellem)-

  Evvelâ kendinden başla ve kendine sadaka ver. Şayet bir şey artar­sa onu ailene, ailenden de bir şey artarsa akrabana ver. Akrabandan da bir şey artarsa şöyle ve şöyle yap...» buyurdu. Ve «önünde, sağında, so­lundaki muhtaçlara ver.» diye işaret etti.

 

(...) Bana Ya'kûb b. îbrâhîm Ed -Devrakî rivayet etti. (Dedi ki): Bize İsmail yâni İbni Uleyye, Eyyûb'dan, o da Ebû'z - Zübeyr'den, o da Câbir'den naklen rivayet etti, Ensâr'dan Ebû Mezkûr ismini taşıyan bir zât Ya'kûb denilen bir kölesini müdebber olarak azâd etmiş...

Râvi hadîsi Leys hadisi mânâsında rivayet etmiştir.

Bu hadisi Buhâri «Bey», «İstikraz» ve «Ahkâm» bahısle-Vinde; Ebû Dâvûd, Tirmizi ile Nesâî ve îbni Mâce   «İtik» bahsinde muhtelif râvîlerden tahric etmişlerdir.

Ebû Dâvûd' un rivayetinde kölenin 700 veya 900 dirheme satıldığı zikredilmekte, bir rivayette Resûlüllah (Sallallahû Aleyhi ve Sellem)'üı, Hz. Ebû Mezkûr'a:

«Sen, bu kölenin kıymetini almaya daha lâyıksın, Allah Teâlâ ondan müstağnidir.» buyurduğu bildirilmektedir.

Nesâî    bu hadisi bir çok yollardan rivayet etmiştir.

Müdebber: Sahibi öldükten sonra hürriyetine kavuşmak şartıyla azâd edilen köledir. Bunun azâd şekli: Sahibinin «Ben öldükten son­ra hürsün.» demesidir.

Tirmizinin rivayetinde kölesini müdebber olarak azâd eden Ebû Mezkûr' un öldüğü ve bu köleden başka hiç bir mal bırakmadığı zikrediliyorsa da, öldüğünü rivayet eden Süf-yân b. Uyeyne' nin bu hususta hatâ ettiği söylenir. Nitekim babımız rivayetlerinden ölmediği anlaşıldığı gibi, diğer sahih riva­yetlerden anlaşılan da budur.

îmam Şafiî (Rahimehullah) hadisi rivayet ettikten sonra Süfyân b. Uyeyne' nin bu rivayette hatâ ederek, köle sahibinin öldüğünü söylediğini beyân etmiştir.

Beyhaki dahî ayni hadisin Şerîk tarikiyle Hz. Câbir'den rivayet edildiği, hadîsde:

«Bir adam vefat ederek müdebber bir köle İle bir miktar borç bıraktı.»

denildiğini söyledikten  sonra:   «Ulemâ Şerîk'in bu  hususta hatâya düştüğüne ittifak etmişlerdir.» demiştir.

Resûlüllah (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem)'in müdebber olarak azâd edilen bir köleyi satması, sahibinin başka malı olmadığı içindir. Hâl­buki Hz. Ebû. Mezkûr borçlu idi. Son olarak elinde kalan kölesini de azâd ettiğini ve bu suretle kendini borçlu ölmek tehlike­sine mâruz bıraktığını görünce onun bu fiilini nakzetmeyi maslahata daha muvafık bulmuş ve kölenin kıymetini kendisine göndermiştir.

Köleyi satın alan zâtın ismi babımız hadîsinde beyân edildiği ve-cihle Nuaym b. Abdillâh El-Ade vi1 dir. Bu zâ­tın ismi Buhâri’nin bir rivayetinde Nuaym b. Nahhâm diye zikredilmişti, Tirmiziile îmamAhmed b. Hanbel’in rivayetlerinde dahi: «Köleyi Nuaym b. Nahhâm satın aldı.» denilmişse de, doğru değildir. Nah-ham onun ismi değil, sıfatıdır. Nahhâm : Çok öksüren, mânâsına gelir. Bu sıfatı Hz. Nuaym’a bizzat Resûlüllah (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem) vermiş ve:

«Cennete girdim, orada Nuaym'ın öksürdüğünü İşittim.» buyur­muştu. Hz. Nuaym eskiden Müslüman olmuş ve fetihden önce Mekke'de yaşamıştı. Kavm-i kabilesine infâk yardımında bu­lunduğu için şerefi pek büyük idi. Kabilesi bundan dolayı Medine­ye hicretine mâni oluyorlardı. Kendisine: «Yanımızda dur da .hangi dinde olursan ol.» demişlerdi. Medine-iMünevvere'ye hicret edince Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Hz. Nuaym'ı kucaklıyarak öpmüştü. Yermük harbinde şehid edildiği söylenir.

 

Bu Hadisden Çıkarılan Hükümler,

 

1- Nafaka hadls-i şerîfde beyân edilen tertip üzere verilir.

2- Bir çok hak ve faziletler bir araya gelirse, iş'e en mühim olanlarından başlanır.

3- Sevabına verilen sadakada maslahata göre bir değil, muhtelif hayır yollarına riâyet gerekir.

4- Tirmizi, Hz. Cabir hadîsini rivayet ettikten sonra: «Peygamber (Sallallakü Aleyhi ve Sel/ew)'ûı ashabı ile daha baş­ka bir takım ulemâ bu hadisle amel etmişlerdir. Onlar müdebberin satılmasında beis görmezler. Şafii ile    İmam Ahmed ve îshak'm  kavilleri budur

Peygamber (Sallallakü Aleyhi ve Sellemjm ashabından bâzıları müdebberin satılmasını kerih görmüşlerdir. Süfyân-ı Sevri ile îmam Mâ1ik'in ve Evzâi'nin mezhepleri de budur.» demişdir.

«Et-Telvih» nâm eserde şöyle deniliyor : «Ulemâ, müdebber bir kölenin satılıp satılamıyacağında ihtilâf etmişlerdir. İmam Ebû Hanîfe, İmam Mâlik ve Küfe ulemâsından bir cemaata göre sahibi müdebber kölesini satamaz. İmam Şafiî, İmam Ahmed, Eb Sevr, İshâk ve Zahirî'ler bunu tecviz etmişlerdir. Hz. Aişe ile Tabiîn' den Mücâhid, Hasan-ı Basrî ve Tâvûs'un ka­villeri de budur.

İbni Ömer ve Zeyd b. Sabit (Radiyallahü anh) ile Muhammet! b. Şîrîn, S Îdü'bnu'1-Mü-seyyeb, Zührî.Şa'bî, îbrâhîm Nehâi, îbni Eb! Leylâ ve Leys b. Sa'd müdebberin satılmasını kerih görmüşlerdir. Evzâi'den bir rivayete göre müdebber ancak onu azad etmek niyetiyle alan kimseye satılabilir.

İmam Ahmed, sahibi borçlu olmak şartıyla müdebberin satılmasına cevaz vermiştir.

İmam Mâlik' den bir rivayete göre: sahibi öldüğü anda müdebberi satmak caizdir. Fakat sağlığında satılamaz.

Yine İmam Mâlik, müdebberin satılabileceği yahut hi­be edileceği hususunda Medîne'lilerden icmâ' nakletmiştir.»

Hanefilye   ulemâsına göre: Müdebber iki nev'îdir.

Birincisi: Mutlak müdebberdir. Mutlak müdebber: kölesine «Ben öldüğüm vakit sen hürsün.» yahut «Ben Öldüğüm gün sen hürsün.» veya «Benim ardımdan sen hürsün.», «Seni müdebber yaptım.» gibi sözler söyliyerek yapılan azâddır. Bu nev'in hükmü, o kölenin satıla­maması ve hibe edilememesidir. Fakat onu hizmetinde kullanmak; ücretle çalıştırmak caizdir. Sahibinin müdebbere olan cariyesi ile ci-mâ'ı caiz olduğu gibi, onu başkasına nikâh etmek de sahîhdir. Sahibi ölen müdebber köle, sahibinin üçte bir malından azâd olur. Kıymeti­nin üçte ikisini çalışarak öder. Fakat kölenin çalışması, sahibi fakir olup da, başka malı bulunmadığına göredir. Şâhibi borçlu olarak ölür de, hiç mal bırakmazsa köle bütün kıymetini ödeyinceye kadar çalışır.

İkincisi: Mukayyed müdebberdir. Bu nev'î «Ben, bu hastalığımdan ölürsem.» yahut «Şu seferimden dönersem sen hürsün.» veya «On se-neyekadar ölürsem sen hürsün.» gibi sözlerle yapılır. Hükmü: Şart bulunursa, kölenin azâd olması, şart bulunmazsa satılabilmesidir.

Hanefiiler mutlak müdebberin satılamıyacağına Dârakutnî nin rivayet ettiği İbni Ömer hadîsi ile istid­lal etmişlerdir. Mezkûr hadîsde Resülüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)--

«Müdebber satılamaz; hîbe de edilemez. O, malın üçte biriniden hür olur.» buyurmuştur.

Gerçi Dârakutnî hadisi rivayet ettikten sonra: «Bu ha­dîsi müsned olarak Ubeydetü'bnü Hassan* dan başkası rivayet etmemiştir. Ubeyde ise zayıftır. Hadîs İbni Ömer'in kendi kavlidir.» demiş; ve yine Dârakut­nî, Alî b. Zibyân tariki ile Hz. îbni Ömer' den merfû bir rivayet tahric ettikten sonra Ali b. Zibyân' m za­yıf olduğunu söylemişse de Aynî bu hadîsle Kerhi, Tahâvî ve Râzî gibi hadîsin direği sayılan bir çok ulemânın ihticâc ettiklerini söyleyerek Dârakutnî' nin sözünü reddet­miştir.

Ebû'l- Velîd-i Bâcî' nin beyânına göre Hz. Ömer (Radiyallahü anh) müdebber cariyenin satılmasını sahabe­den kalabalık bir cemâat huzurunda reddetmiştir. Bu suretle müdeb­berin satılamıyacağına icmâ' hâsıl olmuştur.

Babımız hadisine ulemâ bir kaç vecîhle cevap vermişlerdir. Şöy­le ki:

a) îbni   Battal'a göre: Bu hadisde müdebberin satıla­bileceğine delil yoktur. Çünkü sahibinin borçlu olduğu nefs-i hadîs-den anlaşılmaktadır. Şu hâlde köle borçtan dolayı satılmış demektir.

b) Bu mes'ele te'vîle ihtimâli olan muayyen bir kaziyyedir. Nite­kim   Mâlikller* den   bâzıları mezkûr kölenin satılmasını, sâhibinin ondan başka malı bulunmadığına, bu sebeple ResûlüIIah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in onun tasarrufunu reddettiğine hamle­derek te'vîlde bulunmuşlardır.

c) İhtimâl ki Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) kölenin yalnız menfaatini satmış yâni onu icara vermiştir.    Yemen' îilerin lü­gatine göre: îcâreye «bey» denir. Zira icâre menfaati satmaktır.

îbni Hazm'in naklettiği bir rivayet de bu ihtimâli te'yîd eder. Ebû Ca'fer Muhammed b. Alî'nin Peygam­ber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den mürsel olarak naklettiği bu riva­yette «Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), müdebberin hizmetini sattı.» deniliyor.

îbni Sirîn ile Saîd b. El-Müseyyeb'e göre müdebberin hizmetini satmakta beis yoktur. Hattâ Hz. Câbir'in bir hadîsinde: «Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) mü­debberin hizmetini sattı.» denilmiştir.

d) Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in sattığı kölenin sa­hibi Sefih idi. Sefih-, Akılsız, demektir. Onun için de kölenin satışını bizzat Fahr-i Kâinat (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz der'uhde etmiştir. Müdebberin satılabileceğine kaail olanlarca, onu Müslüman­ların reisinin satmasına ihtiyâç yoktur.

e) Caiz ki, Resûl-i Ekrem (SallaUahii Aleyhi ve Sellem) mezkûr kö­leyi borçlu hürlerin satıldığı bir zamanda satmışdır. Çünkü rivayete nazaran Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz hür bir adamı borcu mukaabilinde satmış, sonra bu hüküm neshedilmiştir.

 

14- Nafaka Île Sadakayı Akrabaya, Zevce, Evlat ve Müşrik Bile Olsalar Ebeveyne Vermenin Fazileti Babı

 

42- (998) Bize Yahya b. Yahya rivayet etti. (Dedi ki): Mâlik'e, Ishâk b. Abdülâh b. Ebi Tâlha'dan duyduğum şu hadisi okudum: İshâk, Enes b. Mâlik'i şunları söylerken İşitmiş: Ebû Tâlha Medine'de malı en çok olan bir Ensâri idi. Kendince mallannın en sevgilisi Beyrahâ bahçesi idi. Bu yer mescidin karsısında bulunuyordu. Resülüllah (Sal-lallahü Aleyhi ve Selîem) oraya girer ve içindeki iyi sudan içerdi.

Enes demiş ki: Şu âyet (yâni):

(Siz sevdiğiniz mallardan İnfâk etmedikçe asla cennete nail olamazsa nız [14]; kavl-i kerîmi nazil olunca Ebû Tâlha Resülüllah (StâlaUahü Aleyhi ve Sellemye gelerek: :

  «Allah, kitabında (Siz sevdiğiniz mallardan infâk etmedikçe cennete nail olamazsınız.) buyuruyor. Şüphesiz ki benim en sevgili malım Bey-rahâ'dır. Bu mal'ım Allah için sadakadır. Ben, Allah indinde onun sevabını ve zühr-u âhiret olmasını dilerim. Şimdi onu istediğin yere sarfeyle yâ Resülüllah!» dedi. Resülüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

  «Afferin, İşte kazançlı mal budur; işte kazanlı mal budur. Onun hak­kında söylediklerini işittim, ben, onu akrabağna vakfetmeni muvafık görü­yorum.» buyurdular.

Bunun üzerine Ebû Tâlha o bahçeyi yakınları ve amıcası oğulları arasında taksim etti.

 

43- (...) Bana Muhammed b. Hatim rivayet etti. (Dedi ki): Bize Behz rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hammâd b. Seleme rivayet etti. (Dedi ki): Bİze Sabit, Enes'den rivayet etti. Enes şöyle demiş: Şu (yâni) <Siz sevdiğiniz mallardan infâk etmedikçe asla cennete nail olamaz­sınız.) âyet-i kerimesi nazil olunca Ebû Tâlha gâlibâ Rabbimiz bizden mallarımızın bir kısmını İstiyor. Öyle ise yâ Resûlallah- Sen şâhid ol ben Berihâ denilen yerimi Allah'a verdim; dedi. Bunun üzerine Resû-lullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

«Sen, onu akrabana ver.» buyurdular.

Ebû Tâlha da onu Hassan b. Sabit ile Übeyyu'bnu Kâ'b'a verdi.

Bu hadîsi Buharî «Zekât», «Vasâyâ», «Eşribe» ve «Tefsir» bahislerinde; Nesâi «Tefsir» bahsinde muhtelif râvîlerden tahric etmişlerdir.

«Beyrahâ» kelimesi muhtelif şekillerde rivayet olunmuştur. İbni Esir onları «En - Nihâye» adlı eserinde toplamış ve: «Bu ke­lime Beyrahâ, birâhâ, biruhâ şekillerinde med ve kasırla (yâni sonu­nu uzun ve kısa okuyarak) rivayet olunmuştur.» demiştir.

Hammâd b. Seleme' nin rivayetinde: Berihâ, Ebû Davud'un «sünen»'inde: Bârîhâ diye zaptolun-muştur.

Bacî : «Bunların içinde en fasihi Beyrahâ' dır.» demiş, İmam Sağanı dahî kat'iyyetle buna kaail olmuş ve «Kelime Berah'dan alınıp, (fey'alâ) veznine nakledilmiştir. Onu Medîne'nin kuyularından bir su kuyusu zannederek: (Biruhâ) okuyan hadisde tasnif yapmıştır.» demiştir.

Kaadı lyâz dahî mezkûr kelimenin «Beyrahâ» ve «Bî-ruhâ» şekillerinde rivayet olunduğunu söylüyor

Bu bâbda daha başka sözler de vardır.

Hattâ «bir» ile «hâ» yi ayırarak: Hâ: «Bir kadının ismidir.» diyen­ler bulunduğu gibi Hâ'nın bir yer ismi olduğunu ileri sürenler bile olmuştur.

Hz. Ebû Tâlhâ' nin Beyrahâ nâmındaki bahçesi hadîs-i şerîfde «Mescidin karşısında idi.» diye tarif olunmuştur. îmamNevevî: «Bu yer (Kasr-ı Benî Cedîle) nâmı ile mâruftur. Mescidin kıblesine düşer.» demiş «Et - Telvîh» nâm eserde ise mezkûr yerin mescide yakm olup, (Kasr-ı Benî Hadîle) ismini taşıdığı kaydedilmiştir. Ayni doğrusunun (Kasr-ı Benî Cedi le olduğunu söy­lüyor.

Âyet-i kerimedeki •(birr)'den murâd: İbni Abbâs (Radiyallahü anh)'da,n bir rivayete göre Cennetteki sevaptır. Bu kelime bütün hayır ve tâat nev'ilerine şâmildir.

Dahhâk bundan muradın: «Cennet» olduğunu söylemiştir. Ayet-i kerimenin mânâsı: «Siz devdiğiniz malların zekâtını gönül rızâsı İle vermedikçe asla cennete giremezsiniz.» demektir.

îbni Abbâs (Hadiyalîahu anh)'d&n diğer bir rivayete göre bu âyet zekât âyeti ile neshedilmiştir.

Rivayete nazaran Abdullah b. Ömer (Radiyallahü anh) güzel bir câriye satın almış. Cariyeyi çok seviyormuş. Fakat bir kaç gün sonra onu azâd ederek, biri ile evlendirmiş. Câriye kocasından bir çocuk doğurmuş. Hz. îbni Ömer bu çocuğu alır, ona sarmaşarak:

«Ben, sende annenin kokusunu duyuyorum!» dermiş. Kendisine::

—«Onun annesi pek âlâ Allah sana helâlinden nasip etmişti, hem de onu seviyordun: N'için bıraktın?» diyen olmuş;   îbni   Ömer:

  «Sen, Allah Teâlâ'mn:

(Siz, sevdiğiniz mallardan infâk etmedikçe asla cennete giremezsiniz.) buyurduğunu duymadın mı?» cevâbını vermiş.

Halife Ömerü'bnü Abdi 1' aziz dahî çuvallarla şeker alır tesadduk edermiş. Kendisine:

  «Sen, bunun yerine parasını tasadduk etsen olmaz mı?» de­nildikte:

  «Ben şekeri çok severim. Binâenaleyh sevdiğim şey'i infâk et­mek istedim.» mukaabelesinde bulunmuştur.

«Zuhr-u âhiret»'den murâd: Âhiret için biriktirilen sevaplardır.

Bah: Medih, rızâ ve takdir bildiren bir kelimedir. Mubağlağa için bazen «Bah bah» şeklinde mükerrer kullanılır. Şedde ve tenvînle (bah-hin bahhin) şeklinde kullanıldığı da vardır.

Bâzıları onun (Bah, bahi, bahh ve bahhi) şekillerinde okunacağını söylemişlerdir.

Maamâfih mânâca aralarında pek fark yoktur.

Râbih: Sahibine âhirette kazanç getiren mal, demektir. îbni Karakol' un beyânına göre mezkûr kelime râyıh şeklinde de ri­vayet olunmuştur. Râyıh hakikatte öğleden sonra dönüp gelen, mânâ­sına ise de, dinleyenlerce malûm olduğu için burada «giden» mânâ­sına kullanılmıştır. Yâni «işte bu mal sevabının âhirete gittiği maldır.» manasınadır.

Bazılarınca cümlenin mânâsı: «Mal dediğin gelip geçici bir şeydir. Hayır hususunda elden gitmesi evlâdır.» demektir.

 

Hadis-i Şerifden Çıkarılan Hükümler:

 

1- Salih bir zâta mal sevgisi izafe edilebilir. Böyle bir zât da kendisine mal sevgisi izafe edebilir.-Bundan ona.hiç bir nakısa gelmez.

2- Bağ, bahçe edinmek caizdir.    İbni    Abdilberr: «Bu hadîsde     İbni     Mes'ûd     (Radiyallakü anh)'d&,n rivayet edilen (çiftlik edinmeyin, dünyâya dalarsınız.) Sözüne red cevâbı var­dır.» demiştir.

3- Ulemânın bahçelere girebilmesi mübahdır.

4- Resûlüllah (Sallallahii Aleyhi ve Selîem) ashabının bahçelerine girmiş ve o bahçelerin suyundan içmiştir.

5- Helâl olmak şartıyla akar edinmek meşrudur. Fakat alınan akarın insanı küçük düşüren bir ciheti olmamalıdır.  İbni Ömer (Raâiyallahü anh) haraç yerinin kazancım kerih görmüş, böyle bir ye­rin satın alınmasını tecviz etmemiştir. Hattâ «Boynuna mezelled hal­kası takma.» dediği rivayet olunur.

6- Dostun haberi  yokken  kuyusundan su  içmek,  ağacından meyve koparmak ve yiyeceğinden yemek mubahtır. Fakat İbni Abdi1berr'in de beyân ettiği vecîhle dostunun bundan mem­nun kalacağını peşinen bilmek şarttır.

7- Hadis-i şerif «Allah Teâlâ buyurdu.» demek caiz olduğu gibi «Allah Teâlâ buyuruyor.» dahî denilebileceğine delildir. Sahih olan mezheb de budur.

Mutarrif b. Abdil1âh (Radiyallahü uvhVm mez­hebine göre «Allah Teâlâ buyuruyor.» denilemez. Mutlaka mâzî sîgasi ile Allah şöyle buyurdu.» d en ilmeldi-

8- Hz. Ebû Tâlha'nm  âyeti işitir işitmez hiç bir tefsir beklemeden zahiri ile amel etmesi, delillerin zahirleri ve umûm mânâları ile istidlal edilebileceğini gösterir.

9- Hayır ve tâatın nasıl yapılacağı hususunda ulemâ ile meş­verette bulunmak müstehabdır.

10- Ne suretle olduğu bildirilmese bile vakıf yapmak sahihtir.

11- Vekâlet ancak kabulle tamam olur.

12- Hz. Ebû Tâlha, Allah yolunda vakfettiği bahçe­sini amıcası oğullan ile şâir akrabası arasında bizzat taksim etmiştir.

Ka'nebi'den nakledilen bir rivayete göre bahçeyi taksim eden Peygamber (Salhllahü Aleyhi ve SellemYdir. Hattâ İbni Abdilber : «Ulemâya göre mahgûz olan budur.» demişse de, Ayn1'ye göre taksimi yapan Hz. Ebû Tâlha' dır. Emir Peygamber (Sallallahii Aleyhi ve SellemYden geldiği için taksimin ona izafe edilmiş olması da muhtemeldir.

13- Ebû Tâlha (Radiyallahü anh)'m: «Onu dilediğin ye­re sarfet yâ Resûlallah!» sözü: Bir kimsenin kendi nâmına sadaka vermek veya vakıf yapmak için başkasına emredebileceğine delildir. Başkasına: «Şu malı al da, Allah'ın sana gösterdiği hayır yollarından birine sarfet.» demek de ayni hükmü ifâde eder. Yalnız İmam Mâ1ik'e göre: Me'mûr olan o maldan kendisi için hiç bir şey alamaz. Velev ki fakir ve muhtaç olsun.

Şâir ulemâya göre me'mûr olan kimse fakir ise o malın hepsini alması nâizdir.

14- Sıla-i rahim babında akrabanın hakkına riâyet olunur; velev ki uzak bir ecdat'ta birleşsinler. Zira    Hz.    Ebû    Tâ İha bah­çesini Übeyy  b. Kâ'b ile Hassan b.  Sabit  (Radiyallahü anh) arasında taksim etmiştir. Halbuki bunlar ancak yedinci cedde birleşirler.

15- Yeri beyân edilmeden verilen mutlak sadaka ile mudak va­kıf caizdir.

16- 200 dirhemden fazla sadakayı bir kimseye vermek caizdir. Çünkü Hz. Ebû Tâlha'nın vakfettiği bahçenin, bir kişiye v2ü0 dirhemden fazla gelir sağladığı meşhurdur. Kurtubi bu bâbda farz ile nafile sadaka arasında fark olmadığını söylemiştir.

17- Sadaka çok olursa sahibini med-u sena etmek caizdir. Çün­kü ResûlüUah (SuUalhhü Aleyhi ve Sellcm) Hz. Ebû Tâlha'ya:

«Âferîn. İşte kazançlı mal budur, buyurmuştur.

18- Sadakayı muhtaç olan akrabağ ve taallûkaata vermek, baş­kalarına vermekten efdaldır. Yalnız bu efdaliyyet nafile sadakaya mahsûstur. Bundan sonraki hadîsde görüleceği vecîhle ResûlüUah (SaVtallahir AJejhi ve Sellevı), Hz. Meymûne  bir cariyesini azâd ettiği vakit:

«Sen, onu dayılarına verseydin, sevabın daha büyük olurdu.» buyur­muştur.

 

44- (999) Bana Hârûn b. Said El-Eylî rivayet etti. (Dedi ki): Bize İbnü Vehb rivayet etti. (Dedi ki): Bana Amr, Bükeyr'den, o da Küreyb'den, o da Meymûne binti'l - Hâris'den naklen haber verdi, ki Meymûne Resûlüllah (Sallallahii Aleyhi ve Sellem) zamanında, bir câriye âzâd etmiş, de bunu Resûlûllah (Salkllahü Aleyhi ve SeUem)'* anmış. Resûlûllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)-.

«Onu dayılarına verseydin sevabın İçin daha büyük bir şey olurdu.» buyurmuşlar.

Bu hadîsi Buhâri «Hibe» bahsinde, Nesâî Kitabû'l -Itk»'da tahric etmişlerdir.

Velîde: Câriye, demektir.

Nesâinin rivayetinde: « Hz. Meymûne' nin kara bir cariyesi vardı.» denilmiştir.

Bâzı rivayetlerde Resûlûllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in Hz. Meymûne'ye: «Onu kız kardeşlerine verseydin...» dediği bil­dirilmiştir.

Kaadı İyâz: «İhtimâl bu rivayet (Dayılarına verseydin.) rivayetinden daha sahihtir. İmam Mâ1ik'in (El-Muvattadaki rivayeti de bunu göstermektedir. Mezkûr rivayette (Onu iki kız kardeşine verseydin...) buyurulmuştur.» diyor.

îmam Nevevi (631 - 676) «Rivayetlerin hepsi sahihtir, aralarında münâfaat yoktur. Peygamber (SaUalhhu Aleyhi ve Sellent) bunların hepsini söylemişdir.» demiştir.

İbni Battâd ( ? - 444) Bu hadisle istidlal ederek, akra­baya yapılan hibenin köle azâd etmekten daha faziletli olduğunu söylemiştir.

Tirmizî ile Nesâî ve İmam Ahmed'in, Selmân b. Âmir' den merfû olarak rivayet ettikleri bir ha­dîs de bu kavli te'yîd etmektedir. Mezkûr hadîsde:

«Yoksula verilen sadaka yalnız sadakadır; akraboğya verilen ise hem sadaka hem şiledir.» buyurulmuştur.

Ayni hadisi îbni Huzeyme iie İbni Hibbân dahi rivayet etmiş ve sahih olduğunu söylemişlerdir. Yalnız B u-hâri şârihi Aynî buradaki faziletin mutlak değil, fakir ol­mak şartıyla mukayyed olduğunu söylüyor. Yâni akrabaya yapılan hibe, köle azadından efdal olmak için, hibe edilen kimsenin fakir ol­ması şarttır. Aksi takdirde köle azadı daha faziletli olur. Çünkü köle azadının fazileti hakkında hadîs-i şerif vârid olmuş;

fAzâd edilen kölenin her uzvuna mukaabil, azâd edenin bir uzvu cehennemden kurtulur...» buyurulmuştur. Maamâfih İmam MâIik'den bir rivayete göre akrabaya verilen sadaka köle azadından efdaldır. Hak olan şudur ki: Bu mes'ele hâle göre değişir.

 

Hadis-i Serif Şu Hükümleri İhtiva Eder:

 

1- Şıle-i rahim ve akrabaya yardım, köle azadından efdaldır.

2- Kadın, kocasının izni olmaksızın kendi malını teberru ede­bilir.

3- Bu hadis, anne hakkına bir ikram olmak üzere, onun akraba­sına itinâ gösterileceğine delildir.

 

45- (1000) Bize Hasaiı b. Rabî' rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebû' -Ahvas, A'meş'den, o da Ebû V&U'den, o da Amr b. Hâris'den, o da Ab­dullah'ın zevcesi Zeyneb'den naklen rivayet etti. Zeyneb şöyle demiş: Resûlüllah (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem):

«Ey kadınlar cemâati! Zînetlerinizden olsun sadaka verin.» buyurdular. Bunun üzerine ben, Abdullah'ın yanına dönerek:

  «Sen, fakir bir adamsın, Resûlüllah (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem) bize sadaka vermemizi emir buyurdu. Binâenaleyh ona git de sor. Şayet sadakamı sana vermem kâfi gelyiorsa ne âlâ. Aksi takdirde onu sizden başkalarına veririm.» dedim. Abdullah, bana:

  «Hayır! Ona, sen git...» dedi. Ben de gittim. Bir de baktım En-Bârdan bir kadın Resûlüllah (Sallalîahü Aleyhi ve Sellemfin kapısında bekliyor. Onun haceti de benimki gibi imiş. Resûlüllah (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem)t mehabet kaplamıştı. Derken yanımıza Bilal çıktı. Biz ona:

  «Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemfe git de, kapıda iki kadın sana sadakalarının kocaları ile terbiyeleri altında bulunan ye­timlere verilmesi kâfi gelip gelmiyeceğini soruyorlar, diye haber ver. Ama bizim kim olduğumuzu ona söyleme.» dedik.

Bunun üzerine Bilâl Resûlüllah {Sallallahü Aleyhi ve Se/fetnJ'in yanına girerek mes'eleyi ona sordu. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), Bilâl'e:

  «Kim onlar?» dedi. Bilâl:

  «Ensâr'dan bir kadın ile Zeyneb.» cevâbını verdi. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'.

  «Zeyneb'lerin hangisi?»   dedi. Bilâl:

  «Abdullah'ın karısı.» cevâbını verdi. Müteakiben Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

«Onların ikisine de ikişer ecir vardır; Akrabalık ecri ve sadaka ecri.» -buyurdular.

 

46- (...) Baha Ahmed b. Yûsuf El - Ezdî rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ömerü'bnü Hafs b. Gıyâs rivayet etti. (Dedi ki): Bize babam rivayet etti. (Dedi ki): Bize A'meş rivayet etti. (Dedi ki): Bana ŞaMk, Amrü'bnü Haris (den, o da Abdullah'ın zevcesi Zeyneb'den naklen rivayet etti.

Râvî A'meş demiş ki: Ben, bunu İbrahim'e anlattım; o da:

Bana, Ebû Ubeyde'den, o da Amrü'bnü Hâris'den, o da Abdullah' in zevcesi Zeyneb'den tamâmiyle bu hadîsin mislini rivayet etti. Zey­neb şöyle demiş:

— Mescidde idim. (Bir ara) Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) beni gördü de:

«Sadaka verin. Velev ki zînetlerinizden olsun.» buyurdular.

RâvI hadîsi Ebû'l - Ahvas hadîsi tarzında rivayet etmiştir.

Bu hadîsi Buharî, Tirmizi ve îbni Mâce «Zekât- bahsinde, Nesâî Işratü'n - Nisa»'da muhtelif ravîlerden tahrîc etmişlerdir.

Tayâ1 İsi'nin rivayetinden: «Bir de baktım kapıda Ensârdan Zeyneb isminde bir kadın duruyor.» denilmiştir.

Mezkûr rivayeti Nesâî dahî tahrîc etmiştir.

Abdullah' in zevcesinden murâd: Hz. Abdullah b. Mes'ûd'un karışıdır.

Nesânin rivayetinde: «Abdullah yâni İbni Mes'ûd'un zevcesiile Ebû Mes'ûd yâni Ukbet ü'bnü Amr El-Ensârî' nin zevcesi gittiler...» denilerek babımız hadîsinde ismi zikredilmeyen kadının Ebû Mes'ûd'un zevcesi olduğu bildirilmiştir.

Bâzıları: «îbniSa'd, Ebû Mes'ûd'un ensârdan Hüzeyle binti Sabit nâmındaki karısından maada zevcesi olduğundan bahsetmemiştir.» demişlerdir.

Bunlar mezkûr kadının ya iki tane ismi bulunduğuna yahut ona Zeyneb ismini veren râvî'nin vehmettiğine ihtimâl vermekte­dirler. Yâni râvî îbni Mes'ûd (Radiyallahü atık)'m zevcesinin Zeyneb olduğuna bakarak bunun da Zeyneb olacağına intikâl etmiştir.

Fakat Ayni1 nin de beyân ettiği vecîhle İbni Sad1m bahsetmemesi: Ebû Mes'ûd Hazretlerinin başka bir karısı ol­mamasını gerektirmez.

Tayâ1 İsi'nin rivayetinde Hz. Zeyneb'in bırak­tığı yetimlerin kardeşi ile kız kardeşinin oğulları oldukları bildiril­miştir.

Hadisde geçen «Hafifü'1-Yed» tâbiri fakirlikten kinayedir.

Kadınlar Hz. Bi1ale kendilerinin kim olduklarını söyle­memesini tembih ettikleri hâlde Bilâl (Radiyallahü ankym ver­diği söze muhalefet ederek bu sırrı ifşa etmesine gelince: Bilâl (Radiyallahü anh), Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)^n suâli ile karşılaşmıştır. Gerçi söylemmeesi, riâyeti gereken bir maslahat ise de, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e cevap vermesi daha bü­yük bir maslahattır. Çünkü ona cevap vermek, te'hîri caiz olmayan bir vâcipdir. îkj maslahat tearuz ettiklerinde, hangisi daha mühimse o icra edilir. Burada şöyle bir suâl de hatıra gelebilir: «Hz. Peygam-ber'in suâline mutabık olan cevap: Zeyneb  ile filân kadın yâ Resûlailah, demekti. Acep n'için    Bilâl    (Radiyallahü anh) böyle cevap vermedi?»

Bu suâlin cevâbı şudur: İkinci kadının ismi zikredilme mistir. Onun ismi de Zeyneb'dir. Bu sebeple yaşça büyük olanın is­mini zikretmekle iktifa olunmuştur.

İki ecirden biri karabet yâni akrabağya yardım, diğeri de sada­kadan mütevellit sevaptır.

Hz. Ebû Saîd'in rivayetinde Zeyneb (Radiyalla­hü anhâ)'m suâlini Resûl-i Ekrem (SallalJahü Aleyhi ve SellcvıYe bizzat sorduğu bildirilmiştir. Babımız hadisinde ise Bilâl (Radiyallahü anh) vasıtasıyla sorduğu anlaşılıyor.

Bâzıları, bu iki rivayetin arasını bularak, Hz. Zeyneb'in müracaatını mecaza hamletmiş, hakikatte suâlini Hz. Bilâl vasıtasıyla sorduğunu ileri sürmüşlerse de, Aynî bu bâbda vâ-rid olan hadîslerin mecmû'una bakarak bu mütâlâanın söz götürdü­ğünü beyân etmiş ve: «Bu hadîslerde zikri geçen kıssanın ayrı ayrı iki defa vukûbulmuş olması muhtemeldir.» demiştir.

Nevevî diyor ki: «Bu hadîsde bahsedilen nafakadan murâd; Sevabına verilen sadakadır. Hadislerin siyakı bunu göstermektedir. Bundan sonra gelecek Ümmü Seleme hadîsindeki infâk dahî ayni mânâyadır.»

Babımız hadîsi Ülü'l-Emrin ahâlîsine sadaka vermek, hayrat yap­tırmak, fitneden emin olmak şartıyla kadınlara vaaz etmek gibi hu-sûsâtı emredebileceğine delildir.

 

47- (1001) Bize Ebû Küreyb Muhammed b. Alâ' rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebû Üsâme rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hişâm, baba­sından, o da Zeyneb binti Ebî Seleme'den, o da Ümmü Seleme'den naklen rivayet etti; şöyle demiş:

— «Yâ Resûlailah! Ben, Ebû Seleme'nin oğullarına nafaka veri­yorum. (Tabii) onları şöyle ve şöyle bırakacak değilim, ya... Onlar, benim oğullarım demektir. Acaba bu çocuklar için bana bir ecir var mıdır?» diye sordum. Resûlüllah (SallaUahü Aleyhi ve Sellem)-

— «Evet. Sana, onlara verdiğin nafakanın ecri vardır.» buyurdular.

 

(...) Bana Süveyd b. Saîd b. Saîd rivayet etti. (Dedi ki): Bize Alîy-yu'bnu Müshir rivayet etti. H.

Bize İshâk b. İbrahim ile Abd b. Humeyd dahî rivayet ettiler. De-dediler ki-. Bize Abdürrazzâk haber verdi. (Dedi ki): Bize Ma'mer ha­ber verdi.

Bu râvîler hep birden Hişâm b. Urve'den bu isnâdda, bu hadîsin mislini rivayet etmişlerdir.

Bu hadisi Buharı «Zekât- ve «Nafakaat» bahislerinde tah-rîc etmiştir.

Hadîs-i şerîfde sahâbiyyenin sahâbiyyeden yâni Hz. Zeyneb"in, annesi Ümmü Seleme' den rivayette bulun­ması ve keza oğulun babadan rivayeti, nazar-ı dikkati celbeden lâtâ-iftendir. Zeyneb (RadiyaUuhü ayıhâ]-rnn ilk kocası Ebü Seleme (BadiyuUahü anh) idi. İnfâkda bulunduğu çocuklar onun oğulla­rı idi. İsimleri: Ömer, Muhammed, Zeyneb ve Dürre'dir.

Hadis-i. şerifin ifâde ettiği hüküm bundan önceki hadîsin şerhin­de görülmüştü.

 

48- (1002) Bize Ubeydullah b. Muâz El-Anberî rivayet etti. (De­di ki): Bize babam rivayet etti. (Dedi ki): Bize Şu'be, Adiyy yâni îbni Sabit'den, o da Abdullah b. Yezîd'den, o da Ebû Mes*ûd-u Bedri'den, o da Peygamber (SallaUahü Aleyhi ve Se//ewj'den naklen rivayet etti. Şöyle buyurmuşlar:

«Müslüman, Allah'ın rızasını hesaba katarak ailesi efradına İntakta bulunursa, bu onun için bir sadaka olur.

 

(...) Bize, yine bu hadîsi Muhammedü'bnü Beşşâr ile Ebû Bekir b. Nâfi* ikisi birden Muhammed b. Ca'fer'den rivayet ettiler. H.

Bize, bu hadîsi Ebû Küreyb dahî rivayet etti. (Dedi ki): Bize Vekî' rivayet etti. Bu râvîler hep birden Şu'beden bu isnâdla rivayette bu­lunmuşlardır.

Bu hadisi Buhâri «Nafakaat» ile «îmân» bahislerinde tah-rîc etmiştir.

Ehil'den murâd: Bir kimsenin karısı ve çocukları ile nafakası ken­disine ait olan diğer aile efradıdır. Nafakasını verdiği kardeş, kız kar­deş, amca, amca oğlu veya ecnebi bir çocuk bu mânâda dâhildirler.

Ezherî'ye göre: Bir kimsenin ehli, kendine hâs olan insan­lardır.

Bâzıları «ehil* kelimesinin zevce ile akrabaya şâmil olduğunu muhtemel görürler. Hattâ bu kelimenin yalnız zevceye mahsûs olma­sı, şâir aile efradının evleviyyet tarikiyle zevce hükmünde olmaları ihtimâlinden de bahsedilmiştir. Zîrâ nafakası vâcib olan zevcesi hak­kında bir kimseye sevap verilirse, nafakası vâcib olmayanlara baktı­ğından dolayı sevap yazılması evleviyette kalır.

Burada şöyle bir suâl hatıra gelebilir: «Bir kimsenin ailesi efra­dına nafaka vermesi farz olduğu hâlde buna nasıl sadaka denilebi­lir?»

Cevap şudur: Allah Teâîâ sadakayı farz ve nafile nevjîlerine ayır­mıştır. İşte nafaka veren kimse bu hususta maksadına göre mük&fa-at görecektir. Nafakanın farz olması ile, ona «sadaka» adı verilmesi birbirine münâfii değildir. Ulemâdan bâzılarına göre: Allah Teâla Hazretlerinin farz olan nafakaya «sadaka» nâmını vermesi, kullar ifâ ettikleri farzdan dolayı sevap verilmiyeceğini zannetmesinler divedir.

El-Mühe11eb: Aile efradı ile çoluk çocuğa nafaka ver­mek bil'icmâ' farzdır.» demiştir.

Taberi dahî küçük çocuklara nafaka vermenin, babaları­na farz olduğunu söylemiş ve: «Nafakasını verdiklerinden başka...» hadîsi ile istidlal etmiştir. Çünkü çocuk küçük olduğu müddetçe ba­basının iyâli sayılır.

Îbnü'l-Münzir'in beyânına göre ulemâ malı ve ka­zancı olmayan buluğa ermiş çocuklar hakkında ihtilâf etmşilerdir. Bâzılarına göre: Bir baba kendi oğullarına buluğa erinceye kadar kız­larına kocaya gidinceye kadar nafaka vermekle mükelleftir. Hattâ nikâhlı bir kız zifaftan önce boşanırsa nafakası babasına aittir. Zi­faftan sonra boşanır veya kocası ölürse artık babasına nafaka farz değildir.

Dedenin torunlarına nafaka vermesi imam Mâlik' e gö­re farz değildir.

Hanefiiler'e göre ise: Muhtaç ve âciz olmak şaicıyla bir kimsenin kardeşlerine, kız kardeşlerine, amcalarına, halalarına, dayılarına ve teyzelerine nafaka vermesi farzdır.

Amca ve hala oğullarına nafaka vermek cumhûr-u ulemâya göre farz değildir. Bu hususta cumhûr'a muhalefet eden yalnız   İbni   Ebi   Leylâ   olmuştur.

 

49- (1003) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe rivayet etti. (Dedi ki). Bize Abdullah b. îdrîs, Hîşâm b. Urve'den, o da babasından, o da Es-mâ'dan naklen rivayet etti. Esma şöyle demiş:

  «Yâ Besûlallah! Annem, bana geldi. Benden rağbet bekliyor. —Yahut çekiniyor.— Kendisine yardım edeyim mi?» dedim. Resûlül-lah (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem)-

  «Evet» cevâbım verdi.

 

50- (...) Bize Ebû Küreyb Muhammed b. Alâ' rivayet etti. (De­di ki): Bize Ebû Üsâme, Hişâm'dan, o da babasından, o da Esma' binti Ebl Bekir'den naklen rivayet etti; şöyle demiş:

  «Annem yanıma geldi, kendisi Kureyş devrinde Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'în onlarla muahede yaptığı zaman henüz müşrike İdi. Ben, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seîlemyden fetva is­teyerek.

  «Yâ Resûlallah! Annem bana rağbet göstererek, yanıma geldi. Kendisine  yardımda  bulunayım  mı?  dedim.  Resûlüllah   (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)

  Evet. Annene yardımda bulun... buyurdular.

Bu hadisi Buhâri «Hîbe», «Cizye» ve «Edeb» bahislerinde; Ebû Dâvûd «Kitâbu'z-Zekât» da muhtelif râvîlerden tahrîc etmişlerdir.

Hadîsde «Rağibe» mi yoksa «Rahibe» mi denildiğinde râvînin şekkettiği görülüyor.

«Rağibe»: İstekli;  «Rahibe:   îstemiyerek, mânâlarına gelir.

Gelen kadının neyi isteyip istemediği ulemâ arasında ihtilaflıdır.

Bâzıları, müslüman olmayı istediğini yahut istemediğini söyle­miş; bir takımları bu kelimenin: «Benim vereceğim şeylere tama' ede­rek geldi.» mânâsına kullanıldığını ileri sürmüşlerdir.

Ebû Dâvûd'un bir rivayetinde.- «Kureyş zamanında an­nem müşrik olarak ve islâmı kerih görerek yardım ümidi ile benim yanıma geldi.» denilmiştir.

İbni Hacer-i Askalânî (773-852)'nin beyânına göre Kureyş zamanından murâd: Hudeybiye musâiâ-hası ile    Mekke'nin fethi arasında geçen zamandır.

Hadîsin bir rivayetinde: «Annem oğlu ile birlikde geldi.» denil­miştir. Oğlunun ismi: Haris  olduğu söylenir.

Hz. Esma'nm annesinin kim olduğu ihtilaflıdır. Bâzıları üvey annesi, bir takımları süt annesi olduğunu söylemişlerdir.

Hakikî annesi olduğunu söyliyenler de vardır. Aynî: «Esah olan da budur.» diyor:

İbni Sa'd Ebû Dâvûd-u Tayâlisî ve Hâkim'in rivayet ettikleri Abdullah b. Zübeyr hadisini buna delîl gösteriyor.

Mezkûr hadîsde: Kutey1e, kızı Esma binti Ebî Bekîr'in yanma Medîne'ye geldi. Kendisini Ebû Be­kir câhiliyet devrinde boşamıştı. Kızma kuru üzüm, yağ ve selem ağacı yaprağından hediyeler getirdi. Fakat Esma' onun hediye­lerini kabul etmekten  yahut onu evine almaktan  imtina etti.  Ve Aişe'ye haber göndererek Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e sormasını istedi. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)--«Onu evine alsın...» buyurdular.

Bu kadının ismi dahi ihtilaflıdır. Bâzıları Kutey1e oldu­ğunu söylerler. Bâzılarına göre Katleldir.

Dâvûdî: Ümmü Bekir olduğunu söylemiştir. Lâ­kin îbni Tîn : «İhtimâl Ümmü Bekir onun künyesi olacaktır.» diyor.

Aynî' nin sahîh olarak kabul ettiği: Kutey le olması­dır.

Ulemâ Kutey1e'nin müslümanlığı kabul edip etmediğin­de dahi ihtilâf etmişlerdir.

Nevevi: «Ekser-i ulemâya göre bu kadın müşrik olarak öl müştür.» diyor.

Müstağfiri ise onu müslümanlığı geç kabul eden saha­be meyânında zikretmiştir. Ancak Ebû Mûse'l-Medini buna itirazla «Hiç bir hadisde müslümanlığı kabul ettiğine dâir ka-yıd yoktur.» demiştir.

 

Bu Hadisden Çıkarılan Hükümler:

 

1- Kâfir olan anne ve babaya yardımda bulunmak caizdir.

2- Bâzıları bu hadîsle istidlal ederek: «Müslüman olan evlâdın, kâfir ebeveynine nafaka vermesi vaciptir.» demişlerdir.

3- Düşmanla sulh akdetmek ve alışveriş gibi muamelâtta bu­lunmak caizdir.

4- Akraba ziyareti için sefer etmek caizdir.

5- Hadîs-i şerif,  Hz. Esma' nin  dîn babında büyük bir fazilet sahibi olduğuna delildir.

 

15- Ölen Kimse Namına Verilen Sadakanın Sevabı Kendisine Ulaşacağı Babı

 

5l- (1004) Bize Muhammed b. Abdülâh b. Nümeyr rivayet et­ti. (Dedi ki): Bize Muhammed b. Bişir rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hi-şâm, babasından, o da Âişe'den naklen rivayet etti ki, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve SellemTe bir adam gelerek:

«Yâ Resûlallah! Annem ansızın öldü, vasiyet te etmedi. Öyle zan­nederim ki konuşmuş olsa sadaka verilmesini vasiyet ederdi. Acaba onun nâmına ben sadaka versem, anneme sevap olur mu?» demiş, Re-

sûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)-. —«Evet.» cevâbını vermiş.

 

(...) Bana, bu hadîsi Züheyru'bnu Harb da rivayet etti. (Dedi ki): Bize Yahya b. Said rivayet etti. H.

Bize Ebû Küreyb dahî rivayet etti, (Dedi ki): Bize Ebû Üsâme ri­vayet etti. H.

Bana Alîyyü'bnü Hucr da rivayet etti. (Dedi ki): Bize Alîyyü'bnü Müshir haber verdi. H.

Bize Hakem b. Mûsâ dahî rivayet etti. (Dedi ki): Bize Şuayb b. İshâk rivayet etti. Bu râvîlerin hepsi Hişâm'dan bu isnadla rivayette bulunmuşlardır.

Ebû Üsâme hadîsinde «Vasiyet de etmedi.» cümlesi vardır. Nite­kim İbni Bişir de ayni cümleyi söylemiş fakat diğer râvîler onu söyle­memişlerdir.

Bu hadîsi   Buhârî    «Cenâiz» bahsinde tahrîc etmşitircümlesi viitü şeklinde de rivayet olunmuştur.

Nefs kelimesi mansûb okunduğuna göre temyiz yahut fi'lin ikin­ci mefûlü olur. Merfû okunursa nâib-i faildir.

Kaadı İyâz: «Ekseri rivayetlerimiz mansûbdur.» demiş­tir.

*Üftülitet» «Ansızın öldü, demektir. Bu kelime beklemeden yapı­lan her fiil hakkında kullanılır.

Buhârî' nin Hz. İbni Abbâs' dan rivayet ettiği bir hadîsde:  «Sa'-dü'bnüUbâd-e   annesinin ifâ edemeden öldüğü bir neziri hakkında Resulüllah {Sallallahü Aleyhi ve Sellem)den fetva istedi de:

  Annen nâmına onu sen edâ et; buyurdular.! denilmektedir;

Ebü   Dâvûd   dahi buna benzer bir hadis rivayet etmiştir.

 

Bu Hadisden Çıkarılan Hükümler:

 

  Ölen bir kimse nâmına sadaka vermek caizdir. Ölen şahıs bu sadakadan istifâde eder.   îmam   Ahmed'in   Abdullah b. Amr'dan rivayet ettiği bir hadîste:  «As b . Vâi1 câhiliyet devrinde yüz deve boğazlamayı nezir etmiş. Sonra oğlu Hişâm onun nâmına 50 deve boğazlamış. Bu mes'eleyi Amr, Resûlüllah (Sallallahü AleyhiveSellem)'e   sordu;   Peygamber   (Sallallahü Aleyhi ve Sellern)-

  Eğer baban Allah'ın birliğini ikrar etmiş olsa da, onun nâmına sen oruç tutsan ve sadaka versen bu kendisine fayda verirdi buyurdular.

Hz. Enes'den, İbni Makul â' nın rivayet ettiği bir hadîsde şöyle denilmektedir: «Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e sordum;

  Biz, ölenlerimize duâ ediyor; onlar nâmına sadaka veriyor, haccediyoruz. Acaba bunların sevabı onlara varıyor mu? dedim. Re-sûl-û Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)

  Hakîkaten onlara vâsıl olur da, sizden bîrinizin hediyeye sevindiği gibi ona sevinirler; buyurdu.»

Nevevî, sevabın ölülere vâsıl olacağı hususunda ulemânın ittifak ettiklerini söyler. Ulemâ ölen kimsenin borcunu ödemek onun nâmma haccetmek gibi şeylerin de ölene bil'ittifâk vâsıl olacağını söylemiştir,

Ulemânın ölen nâmına tutulan oruç hakkında ihtilâf ettiklerini kaydettikten sonra: «Bizim mezhebimize göre okunan kur'ân'ın se­vabı, ölene vâsıl olmaz. Ulemâmızdan bir cemâat vasıl olacağını ka-aüdirler. îmam Ahmed b, Hanbel'in kavli de bu­dur.

Namaz ve diğer tâatlara gelince: Bize ve cumhûr-u ulemâya göre bunların sevabı da ölüye vâsıl olmaz. İmam Ahmed hac gibi bütün ibâdetlerin sevabının vâsıl olacağına ka-aildir.» demektedir.

Hanefîler'e göre-. «Bağışlanan her nev'I ibâdetlerin sa-vapları ölenlere vâsıl olur.

 

16- Her Nevi Îyiliğe Sadaka Adı Verilebileceğinî Beyan Babı

 

52- (1005) Bize Kuteybetü'bnü Saîd rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebû Avâne rivayet etti. H.

Bize Ebû Bekir b. Ebi Şeybe de rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ab-bâd b. Avvâm rivayet etti. Bu râvîlerin ikisi birden Ebû Malik-i Eş-caî'den, o da Rib'î b. Hirâş'dan, o da Huzeyfe^den naklen rivâyer et­mişlerdir.

— Kuteybe hadîsinde Huzeyfe: Peygamberimiz (Sallallahü Aley­hi ve Selîem)... demiş.

İbni Ebî Şeybe hadîsinde ise: Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sel-/cmj'den...) ifâdesini kullanmış. - Resûlüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sel­îem)

«Her iyilik sadakadır.» buyurmuşlar.

Ma'rûf: Allah'ın razı olduğu bilinen fiildir. Böyle bir fiilin seva­bı, sadaka sevabı gibidir.

Tıybi'ye göre «ma'rûf» tâat olduğu bilinen her şey'in ismi­dir.

İnsanlara güler yüzle muamele etmek bile ma'rûftan sayılır.

Hadîs-i şerif, ehemmiyetsiz bile olsa hiç bir ma'rûfun hakir görü-lemiyeceğine ve iyilik yapmak hususunda cimrilik göstermenin doğ­ru olmadığına delildir.

 

53- (1006) Bize Abdullah b. Muhammed b. Esma* Ed-Dubaî ri­vayet etti. (Dedi ki): Bize Ebû Uyeyne'nin azatlısı Vâsıl, Yahya b. Ukayl'den, o da Yahya b. Ya'mer'den, o da Ebû'1-Esved-i Dîlî'den, o da Ebû Zerrden nalken rivayet etti ki, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve SeüemYin ashabından bâzı zevat, Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)* e-,

  «Yâ Resûlallah! Servet sahipleri sevapları alıp gittiler. (Zîrâ) bizim kıldığımız gibi namaz kılıyorlar, bizim gibi oruç tutuyorlar. (Fa­kat) onları mallarının fazlalarını tesadduk ediyorlar.» demişler. Re-sûlüllah {Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

  «Size Allah tesadduk edecek bir şey vermemiş mî? Her tesbîh mukoabilinde bir sadaka, her tekbîr bir sadaka, her tahmîd bir sadaka, her tehlil bir sadaka, emr-İbil ma'rûf sadaka, kötülükten nehiy sadakadır. Birinizin cinsî münâsebetinde bile sadaka vardır.» buyurmuşlar. Ashâb:

  «Yâ Resûlallah! Birimiz şehvetini kaza eder de, onda da ecir mi olur?» diye sormuşlar. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

  «Ne dersiniz, o kimse şehvetini haramla tatmin ederse, ona günâh olur mu? İşte bunun gibi helâlde tatmin ettiği zaman da ona sevap olur.» buyurmuşlar.

kelimesi jyA-w  şeklinde dahî okunabilir.

cümlesi  ile onu tâkîb eden cümlelerdeki  «Sadaka» kelimesi merfû ve mansûb olarak rivayet edilmiştir. Merfû okundu­ğuna göre mezkûr cümleler birer isti'nâf cümlesidir. Mansüb okun­duğuna göre ise teşbih cümlesi üzerine atfedilmişlerdir.

Kaadı îyâz'ın beyânına göre tesbîh, tekbir ve benzerle­rine «sadaka» denilmesi, benzetme suretiyledir. Yâni sadaka gibi bun­ların da sevapları vardır. Onlara sadaka ismi verilmesi, mukaabele ve tecnîs suretiyledir. Bâzıları: «Bu cümlelerin mânâsı mezkûr tâatlar kendisine sadakadır.» mütâlâasında bulunmuşlardır.

Emr-i bil ma'rûf: İyiliği emretmektir. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu cümle ile emr-i bil ma'rûf sayılan her şey'e ayrı ayrı sadaka hükmü verileceğine, kötülükten nehiy dahi ayni hükümde dâhil olduğuna işaret buyurmuştur.

Emir ve nehiy kelimelerini nekire olarak söylemesi bundandır. İyiliği emir ve kötülüğü nehiyin sevabı: teşbih, tahmîd ve tehlîlin sevabından daha çoktur. Çünkü emr-i bil ma'rûf nehiy ani'l-münker vazifesi Müslümanlara farz-ı kifâyedir. Hattâ bazen farz-ı ayn olur. Nafile olduğu yer yoktur. Tesbîh ve tahmîd gibi şeyler ise nafile ibâ­detlerdir.

Farzın sevabı bittabi nafilenin sevabından çok olur. Nitekim Buhârî'nin rivayet ettiği bir hadis-i kutside Allah Teâlâ Haz­retleri:

«Kulum, üzerine farz kıldığım ibâdeti edâ etmekten daha makbul hiç bir şeyle bana yaklaşmamıştır.» buyurmuştur.

Şafiî1er'den Îmâmü'l-Haremeyn bâzı ule­mânın: Farzın sevabı, nafile ibâdetin sevabından 70 derece daha faz­ladır.» dediklerini ve bu bâbda bir hadîsle istidlal ettiklerini söyle­miştir

 

Hadis-i Şerifden Şu Hükümler Çıkarılmıştır:

 

1- Mubah fiiller iyi niyetle yapılırlarsa ibâdet sayılırlar. Cirnâ' dan zevcenin hakkını edâ etmek niyet edilirse, o da bir ibâdet olur. Zevceye Allah'ın emrettiği vecihle muamelede bulunmak, yapılan muameleden sâlih evlât veya kendinin yahut zevcesinin iffet ve namus dâiresinde kalmasını istemek gibi şeyler hep birer ibâdet sayılırlar.

2- Hadis-i şerif, kıyâsın caiz olduğuna delildir. Çünkü Resûl-ü Ekrem (Sallallakü Aleyhi ve Selîem) ashabından haram cimâ'la helâl cimâ'ı biribirlerine ölçmelerini istemişdir. Bu, kıyâsdan başka bir şey değildir.

Bütün ulemâ-i kiramın mezheplerine göre: kıyâs caizdir. Bu hu-husûsta muhalefet eden yalnız Zâhirler olmuştur. Onların muhalefetine de itibar yoktur.

Vakıa bâzı Tabiînin de kıyâsı zemmettikleri nakledilmiştir. Fa­kat onların bundan muradı müctehidlerin itimâd ettikleri kıyâs de­ğildir.

Hadİs-i şerif de zikri geçen kıyâs, bir şey'i zıddma kıyâs kabîlin-dendir. Usûl-ü fıkıh ulemâsı kıyâsın bu nev'i ile amel edilip edilemi-yeceği hususunda ihtilâf etmşilerdir. Hadîs-i şerif «amel edilir.» di­yenlerin delilidir.

3- Hadis-i şerîf teşbih, tahmîd ve şâir zikirlerle iyiliği emir, kötülükten nehyin birer fazilet olduğuna delildir. Hâlis niyetle yapı­lan mubah fiiller dahi bu hükümde dâhildir.

4- Nezâketten ayrılmamak şartıyla bilmeyenin anlayamadığı bir delili bilene sorması caizdir. Ancak bilenin bu suâlden memnun kalacağı malûm olmalıdır. Canı sıkılacaksa sormamak evlâdır.

 

54- (1007) Bize Hasen b. Aliy El-Hülvânı rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebû TevbeteV-Rabi' b. Nâfi' rivayet etti. (Dedi ki): Bize Muâviye yâni İbni Sellâm, Zeyd'den naklen rivayet etti, o da Ebû Sellâm'ı şöyle derken işitmiş: Bana Abdullah b. Ferrûh [15] rivayet etti. Kendisi Aişe'yi şunları söylerken İşitmiş: Resûlüllah (Salîallahü Aleyhi ve Sellem)i

«Şüphesiz ki Âdem oğullarından her insan 360 mafsal ile yaratılmıştır. Şimdi her kim bu 360 mafsal sayısınca Allah'a tekbîr getirir, hamd eder, teh-III ve tesbîh eyler ve istiğfarda bulunur; insanların yolundan bir taş yahut di­ken veya kemik atar; bir iyiliği emirveyâ bir kötülüğü nehiy ederse ger­çekten o gün kendini cehennemden uzaklaştırmış olarak hareket eder.» buyurdular.

Ebû Tevbe demiş ki: «Gâiibâ akşamlar, dedi.»

 

(...) Bize Abdullah b. Abdİrrahm&n Ed-Dârimİ rivayet etti. (Dedi ki): Bize Yahya b. Hassan haber verdi. (Dedi ki).- Bana, Muâviye rivayet etti. (Dedi ki): Bana kardeşim Zeyd bu isnâdla bu hadîsin mislini haber verdi. Yalnız o: -Yahut bir iyiliği emrederse..», bir de «O kimse o gün akşamlar...» dedi.

 

(...) Bana Ebû Bekir b. Nâfi1 El-Abdı rivayet etti. (Dedi ki): Bize Yahya b. Kesir rivayet etti. (Dedi ki): Bize Alîy yâni îbnü'l - Mü­barek rivayet etti. (Dedi ki): Bize Yahya, Zeyd b. Sellâm'dan, o da b. Ferrûh rivayet etti. O da Âişe'yi şöyle derken işitmiş: Resûlüllah dedesi Ebû Sellâm'dan naklen rivayet etti. Demiş ki: Bana Abdullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)t

«Her insan... yaratıldı.» buyurdu.

Râvî hadîsi Muâviye'nin Zeyd'den rivayet ettiği şekilde rivayette bulunmuş ve: «O kimse, o gün (kendini cehennemden uzak]aştırmış olarak) hareket eder.» demiştir.

kelimesi Müs1im'in ekseri nüshalarında bu şe­kilde rivayet edilmiştir,

Ebû Tevbe:  Onun yerine galiba  buyurdu, demiştir.

Nevevî (631 - 676), hadisin bu şekilde dahi rivayet edildiğini ve her iki rivayetin de sahih olduğunu söylüyor.

Bu hadis, Peygamber (Sallallahü Aleyhive Sellem) Efendimizin din ve dünyâ ilimlerini son derece ihatalı bir şekilde bildiğine delildir.

 

55- (1008) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebû Üsâme, Şu'be'den, o da Said(19) b. Ebi Bürde'den, o da ba­basından, o da dedesinden, o da Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sel-Iem)'den naklen rivayet etti:

Her Müslümana sdaaka vermek vacibdir.» buyurmuşlar.

(Bunun üzerine):

  «Ya bulamazsa, ne buyurursun?» diyenler olmuş; Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

—«İki eliyle çalışır do, hem kendine fayda verir, hem de tesadduk eder.» buyurmuşlar.  (Yine)

  «Ya buna gücü yetmezse ne buyurursun?» demişler, Peygam­ber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)ı

  «Muztar  kalan,   İhtiyâç   sahibine   yardım   eder.»   buyurmuşlar.

Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve SellemTe (tekrar):

  «Ya buna da gücü yetmezse ne buyurursun?» diyenler olmuş. (Bu su£le de):

  «İyiliği yahut  hayırı emreder.» cevâbını vermiş.   (Soranlardan birirJi

  «Şayet bunu yapmazsa ne buyurursun?»  demiş. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)

  «Kötülük yapmaktan kendini tutar; çünkü bu da bir sadakadır.» buyurmuşlar.

 

(...) Bize, bu hadîsi Muhammedü'bnü'l - Müsennâ dahî rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdurrahmân b. Mehdi rivayet etti. (Dedi ki): Bize Şu'be bu isnâdla rivayette bulundu.

Bu hadîsi Buhâri' «Zekât» ve «Edeb» bahislerinde tahrîc etmiştir.

Ulemâdan bâzıları «Her Müslümana sadaka vermek vacibdir.» cümlesini «Bit'te'kid müstehabdır.» mânâsına almşılarsa da, Ayni «Ala» kelimesinin buna münâfii olduğunu söyliyerek İtirazda bulun­muştur. Zîrâ «Alâ» kelimesi vücûb bildirir.

Kurtubl; «Hadisin zahiri vücûb ifâde etmektedir. Lâkin Allah Teâlâ Hazretleri lütf-u kereminden bunu hafifletmiş, gizli ya­pılan mendûb ibâdetlerle vücudu İskaat etmiştir.» demiştir.

Ayni diyor ki: «Vücûbun zahiri mânâsı bir kimsenin yiyece­ğini kazanmaktan aciz kaldığım ve ölmek üzere bulunduğunu gören Müslümana hamledilebilir. Zira böyle bir Müslü manın o âcize sadaka vererek hayâtını kurtarması farz olur.»

Bu hadisde sadaka mutlak olarak zikredilmişse de, bundan sonra gelen Ebû Hüreyre hadisinde «Her gün» diye kayıtlan­mıştır.

Ashab-ı kiram, sadakadan atıyye mânâsı anlamış olacaklar ki, «Buna gücü yetmiyen ne yapacak?» diye sormuşlar. Re­sul -i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) de sadakadan umûmi bir mânâ kastettiğini; bu mânânın muztar kalan muhtaçla emr-ı bile marufa bile şâmil olduğunu beyân buyurmuştur.

Melhûf: Muztar ve mazlum mânâlarına gelir.

Görülüyor ki: îslâm dinî hüsnüniyetle yapılan mübâh fiilleri bile ibâdet saymıştır. Kötülük yapmaktan sakınmak dahî bir ibâdettir. Bunun ibâdet olması, kötülük yapacağı kimseyi rahat ve emniyette bıraktığı içindir. Bu suretle adetâ o kimseye sadaka vermiş gibi olur. Kötülüğü kendi nefsine yapmak isteyip de sonra vazgeçen kimse, kendine sadaka vermiş gibi olur.

 

Bu Hadisden  Çıkarılan Hükümler:

 

1- Allah'ın kullarına şefkat etmek mutlaka lâzımdır. Bu da ya mal vermekle yahut fiille olur. Fiil dahî yâ bizzat yardım yahut şerrden sakınmakla tahakkuk eder.

Kudreti olanların sadaka vermesi, şâir amellerden efdaldır.

Hadîsde zikredilen şeyler arasında tertip şart değildir. Bunlar îfâ-sı gereken amellerin İzahından ibarettir. Binâenaleyh birini yapmaya muktedir olan, onu yapmayıp başkasını yapabilir.

2- Mal kazanmak faziletli bir haslettir. Çünkü başkalarına yar­dım, onunla tahakkuk eder.

3- Yardım v.s. hususunda insanın kendisi başkalarından önce gelir.

 

56- (1009) Bize Muhammed b. Râfi' rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdurrezzâk b. Hemm&m rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ma'mer, Hem-mâm b. Münebbih'den naklen rivayet etti. Hemmâm, Ebû Hüreyre'nin, Resûlüllah Muhammed (Salîaîlflhü Aleyhi ve Sellemyden rivayet et­tikleri şudur... diyerek bir takım hadisler zikretmiş ezcümle şunları söylemiştir: Resûlüllah (Sqllallahü Aleyhi ve Sellem)

«İçinde güneş doğan her gün, insanların her bir mafsalı için bir sadaka vâcib olur. (Meselâ) iki kişinin arasında adaletle hükmetmen bir sadakadır. Hayvanına binmek isteyen bir kimseye yardım ederek, hayvana bindirmen yahut eşyasını hayvana yüklemen bir sadakadır. Güzel söz bir sadakadır. Namaza giderken attığın her adım bir sadakadır. Yoldan eziyet verici şey­leri gidermen dahî bir sadakadır.» buyurdular.

Bu hadîsi Buhâri  «Kitabu's - Sulh» ve -Kitâbu'l-Cihâd»,

bahislerinde tahric etmiştir.

Sülâmâ: Parmak kemikleri, mânâsına gelir. Kelime müennes ise de, «Küll» kelimesine bakarak «Aleyhi»'deki zamir müzekker olarak kullanılmıştır. Yahut «sülâmâ» kelimesine kemik veya mafsal mâ­nâları tazmin ettirilmiştir.

Hadis-i şerifin mânâsı şudur: Kemikler insanın vücûdunda esâs olan uzuvlardır. Zîrâ insanın hareket ve sükûnu ancak onlarla müm­kün olur. Binâenaleyh kemikler Allah Teâlâ'nın insana bahşettiği en büyük nimetlerdendir. Her kemik nimetine mukaabil bir sadaka vâ­cib kılmak suretiyle onların şükrünü istemek, Allah Teâlâ Hazretleri­nin hakkıdır. Lâkin Hak (Celle) ve Alâ Hazretleri lütf-u merhamet buyurarak bunu istememiş, insanlar arasında adalete riâyet ve yoldan insanlara ezâ verecek şeyleri atmak gibi fiilleri sadaka kabul ederek kullarının şükür borcunu hafifletmiştir. Bu meyânda namaza gider­ken atılan her adım dahî sadaka sayılmıştır. Bundan murâd: Her adım mukaabilinde bir derece yükseltmek ve bir günâh affetmektir. Onun içindir ki, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) câmi'e gider­ken çok adım atmayı teşvik etmiş, koşarak gitmekten nehiy buyur­muştur.

«İki   kişinin   arasında   adaletle   hükmetmen   dahî   bir   sadakadır...»

ibaresi bir müptedâ haber cümlesidir. Gerçi cümle fiille başlamışsa

da, burada fiil Muaydi'yi işitmen, gör­menden hayırlıdır.» cümlesinde olduğu gibi burada «Ta'dilu» fi'li «En -Ta'dile» takdirindedir.

 

17- Malını Înfak Edenle Etmiyen Hakkında Bir Bab

 

57- (1010) Bize Kaasim b. Zekeriyyâ rivayet etti. (Dedi ki): Bize Halid b. Mahled rivayet etti. (Dedi ki): Bana Süleyman yâni İbni Bilâl rivayet etti. (Dedi ki): Bana Muâviyetü'bnü Ebî Müzerrid [16], Said b. Yesâr'dan, o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet etti. Ebû Hü-reyre şöyle demiş: Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seller»)*

cKulların sabahladığı hiç, bir gün yoktur ki, iki melek inerek, birisi: Allah'ın Malını intak edene halef ver; diğeri de: Allah'ım! Malını vermeyene telef ver, demesinler.» buyurdular.

Bu hadisi Buhâri «Zekât» bahsinde; Nesâi «Işratü'n-Nisâ»'da tahric etmişlerdir.

Bu bâbda imamAhmed b. Hanbel.Hz. Ebû'-d Derdâ'dan şu hadisi tahrîc etmiştir:

ilcinde güneş doğan hiç bir gün yoktur ki, o günün iki tarafında iki melek bulunmasın. Bu melekler: Ey insanlar! Rabbinize yönelin. Şüphesiz ki az olup, kâfi gelen rızık, çok olup azdıran rızıkdan daha hayırlıdır. Bunu ins'le cinden başka Allah'ın bütün mahlûkaatı işitir. Ve yine içinde güneş batan hiç bir gün yoktur ki, iki tarafında iki melek bulunmasın. Bunlar da İnsanlarla cinler müstesna bütün yeryüzünde yaşıyanlara işittirerek: Al­lah'ım İnfâk edene halef ver, etmeyene de telef ver! diye nida ederler.»

Halef: Bedel, demektir. Yâni melekler malından sadaka veren kimseye, verdiğine bedel mal vermesi için Cenâb-ı Hakk'a niyaz eder­ler. Meleklerin sadaka vermeyen zengine telef istemeleri, müşâkele tarikiyledir. Çünkü telef, rızık gibi verilen bir şey değildir.

 

Bu Hadisden  Çıkarılan Hükümler:

 

1- Hadis-i şerif Allah Teâlâ Hazretlerinin  «Siz ne inf âk etseniz, Allah onun bedelini verir. [17] » âyet-i kerîmesi ile «Ey Âdem oğlul İnfâk et ki, ben de sana lnf&k edeyim.» hadisi kutsi­sine muvafıktır. Buradaki infâk, farz olan zekâtla nafile sadakalara &m ve şâmildir.

2- Vakti hâli varken elini pek tutup, sadaka vermeyen zenginle­rin malı telef olmayı hak eder. Yalnız buradaki sadaka vermemekden murâd: Farz olan zekâttır. Zira nafile sadaka vermiyen kimse beddu­aya müstahik değildir. Maamâüh icâbında bir lokmayı bile çok gören bahiller tağlîb tarikiyle meleklerin bedduâsmı hak etmiş olabilirler.

3- Hadîs-i şerif, aile efradına nafaka vermek ve akrabaya yar­dım gibi hayırlara teşvik etmektedir. Bunda farz ve nafile sadaka da­hî dâhildir.

4- Yine bu hadis, meleklerin dua ettiğine delildir. Meleklerin duası ise makbul ve müstecâbdır. Buna delil: «Bir kimsenin âmîn'i, meleklerin âmînine tesadüf ederse, o kimsenin geçmiş günâhı af­folunur.» hadis-i şerifidir,

 

18- Sadakayı Kabul Eden Kimse Bulunmaz Olan Zaman Gelmezden Önce Sadaka Vermeye Teşvik Babı

 

58- (1011) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe ile îbnü Nümeyir riva­yet ettiler. Dediler ki: Bize Veki' rivayet etti. (Dedi ki): Bize Şu'be rivayet etti. H.

Bize Muhammedü'bnü'l - Müsennâ da rivayet etti .Bu lâfız onun (Dedi ki): Bize Muhammed b. Ca'fer rivayet etti. (Dedi ki): Bize u'be, Ma'bed [18]  b. Hâlid'den naklen rivayet etti. Demiş ki: Ben, Hârisetüb'nü Vehb'i şunu söylerken işittim:   (Dedi ki): Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'i şöyle buyururken dinledim.

«Sadaka verin! Zira yakında (öyle bir zaman gelecek ki,) bir adam sadakasını (diyar diyar) dolaştıracak da, kendisine sadaka vermek İstediği kimse: (Sen, bu sadakayı bana dün getirseydin kabul ederdim. Ama şimdi benim ona ihtiyâcım yok) diyecek ve (neticede) sadakasını kabul edecek kimse bulamıyacak.»

Bu hadisi Buhâri -Zekât- bahsi ile -Kitabü'l - Fiten»'de tahrîc etmiştir.

Ulemâdan bâzılarının beyânlarına göre: Bu ve müteâkib hadîs­lerde beyân buyurulan hâller kıyamete yftkm mal çoğaldığı, bereket­ler kalktığı zaman vukûbulacaktır. Fakat Aynî bu tevcihi be­ğenmemiş, hadisleri kıyamet alâmetlerinden saymış, sadaka kabul edecek kimsenin bulunmamasını da yer sarsılıp, içindeki defineler yeryüzüne çıktığı zamana hamletmiştir.

Hadis-i şerîf, öyle bir zaman gelmezden önce sadaka vermeye teşvik etmektedir.

 

59- (1012) Bize Abdullah b. BerrâdEl-Eş'ari ile Ebû Küreyb Muhammed b. Ala' rivayet ettiler. Dediler ki: Bize Ebû Üsâme, Bü-reyd'den, o da Ebû Bürde'den, o da Ebû Musa'dan, o da Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den naklen rivayet etti. Şöyle buyur­muşlar:

«İnsanlara mutlaka bir zaman gelecek ki, bir kimse altından olan zekâ­tını (diyar diyar) dolaştıracak, onu alacak hiç bir kimse bulamıyacak. Er­keklerin azlığından, kadınların çokluğundan dolayı bir erkeğin peşinden ona sığınmak isteyen 40 kadının gittiği görülecek.»

lbni Berrâd'ın rivayetinde: «Bir adamı göreceksin.» denilmiştir.

Bu hadîsi Buharı -Zekât» bahsinde aynı isnâdla tahric etmiştir.

Hadİs-i şerîfde zekât mallarından hassaten altının zikredilmesi, sadakanın kabul edilmiyeceği hususunda mübalağa içindir. Zira altın, para olarak kullanılan mâdenlerin en kıymetlisi, malların en şe~ reflisidir. Böyle olduğu halde.onu kabul edecek kimse bulunmazsa, sair mallan bitarlki'l - evlâ kabul eden bulunmayacaktır.

Aynî diyor ki: «Aüah-u âlem bu hâl fitneler zuhur edip, in­sanlar arasında katiller çoğaldığı zaman vâki olsa gerektir.» Bir erke­ğin arkasmdan ona sığınmak için koşuşan kadınlar hakkında dahî: İhtimâl bu kadınlar, o adamın zevceleri ile cariyeleri ve yakın hısım­ları olacaktır. Bütün bunlar kıyamet alâmetlerindendir.» diyor.

Hadis-i şeriften anlaşılıyor ki: Bu hâl vâki olduktan sonra mallar çoğalacak, sadaka kabul eden bulunmayacaktır.

Ayni' nin beyânına göre bu hâl îsâ (Aleyhhseldm)'ın Deccâ1 ile küffâr'ı tepelemesinden sonra olacaktır, O zaman îs-lâm diyarından tek bir kâfir kalmıyacak yer yüzüne semânın bütün bereketleri inecek fakat İnsanlar az olacak ve kıyametin pek yakın olduğunu bildikleri için mal biriktirmeye tama' etmiyeceklerdir. Yer o anca bereketlerini meydana çıkaracak, hattâ bir tek nar bütün bir âileyi doyuracaktır. Yerde gömülü bütün defineler meydana çıkacak, mal kapıdan taşacak fakat insanlar yine bunlara tama etmiyecekİerdir.

 

60- (157) Bize Kuteybetü'bnü Saîd rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ya'kûb —ki tbni Abdirrahmân El - Kaari'dir.—, Süheyl'den, o da ba­basından, o da Ebû Hü rey re'den naklen rivayet etti ki, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)

cMal çoğalıp, kapıdan taşımadıkça kıyamet kopmıyacaktır. O derecede kt: Bir adam malının zekâtını çıkaracak fakat onu kabul edecek hiç bir kimse bulamıyacak; Hatta Arabistan çayırlıklara ve nehirler akan yerlere dönecek» buyurmuşlar.

 

61- (...) Bize Ebû'fT&hir rivayet etti. (Dedi ki): Bize îbnü Vehb, Amr b. Hâris'den, o da Ebû Yûnus'dan, o da Ebû Hüreyre'den, o da Peygamber (Saallallakü Aleyhi vs. SeJ/emJ'den naklen rivayet ettt şöyle buyurmuşlar:

«Sizin aranızda mal çoğalmadıkça kıyamet kopmıyacaktır. Mal kapıdan taşacak; o derece ki: Mal sahibi acep bunu benden sadaka olarak kim kabul edecek? diye endîşeye düşecek, bir kimse sadaka almak İçin çağı­rılacak da; Benim ona İhtiyâcım yok! diyecektir.»

Bu hadisi Buhârî «Zekât» bahsinde tahrîc etmiştir.

Arap diyarının çayır ve çimenliklere dönmesinden murâd: Son derese ziraata elverişli olması fakat yine de metruk ve mühmel bıra­kılmasıdır. Bunun sebebi harp ve fitnelerin çoğalmasından erkeklerin azalması-, kıyamet yaklaştığı için mala tama' kalmaması; bağa bah­çeye ehemmiyet veren bulunmamasıdır.

îkinci hadisdeki — kelimesi iki vecihle zaptedilmiştir. Meşhur olan veçhe göre— şeklinde okunur. Bu takdirde cümlenin mânâsı:

«Mal kapıdan taşacak, hattâ mal sahibi: Acep bunu benden sadaka olarak kim kabul edecek? diye endişeye düşecektir.» demektedir. Bu takdirde «Rabbü'l- Mâl» terkibi mefûl olur.

îkinci veçhe göre kelime .^ şeklinde okunur. Buna göre cümle:

«Mâl sahibi malını sadaka olarak kabul edecek kimse arar.» mânâsına gelir. Ve «Rabbü'l - Mâl» terkibi fail olmak üzere merfû okunur.

Nevevî, birinci vechin daha güzel ve meşhur olduğunu söylemiştir.

Erab: Hacet, demektir.

Kirmâni (? - 786) hadîs-i şerif de bahsedilen hâlin ashâb-ı kiram zamanında vukûbulduğunu ileri sürerek: «Onlara sadaka ve­rilir faka tkabûl etmezlerdi.» demişse de, Aynî onun sözünü: «Bu, onların zühd-ü takvasından ve dünyâya tama' etmemelerinden ileri geliyordu. Mal, kapıdan taştığı için değildi. Mal pek az, ihtiyâç çok olmasına rağmen onlar sadaka kabul etmiyorlardı.» şeklinde tas­hih etmiştir.

 

62- (1013) Bize Vâsıl b. Abdil'a'lâ İle Ebû Küreyb ve Muham-med b. Yezîd Er-Rİfâî [19] rivayet ettiler. Lâfız Vâsıl'mdır. Dediler ki: Bize Muhammed b. Fudayl, babasından, o da Ebû Hâzim'den, o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet etti. Ebû Hüreyre şöyle demiş: Resulüllah (Saallallahü Aleyhi ve Sellem) i

«Yer bütün ciğerparelerini attın ve gümüşten sütunlar hâlinde kusacak; kaatil gelerek: Ben, bunlar için öldürdüm; diyecek, akrabasına yardım et­meyen, gelerek-. Ben, bunlar için akrabam ile alâkamı kestim, diyecek; hırsız gelerek: Benim elim, bunlar için kesildi! diyecek. Sonra bu altın ve gümüşü terkedecek, onlardan hiç bir şey almayacaklar, buyurdu.

Eflâz: Feliz'in cem'idir. Felîz dahi Felze'nin cem'idir.

Felze: Uzunluğuna kesilmiş ciğer parçasıdır. Burada hassaten onun zikredilmesi: Kuzunun en güzel yeri olduğu içindir.

Hadisin mânâsı: Yerden çıkan altın ve gümüş parçalarının kuzu ciğerine benzetilmesidir.

Çıkan altın ve gümüşlerin sütunlarla temsil buyurulması dahî on­ların çokluğunu ve büyüklüğünü sütunlara benzetmek suretiyle ifa­desidir.

Bu hadîs dahi yukarkiler gibi kıyamet alâmetlerini bildirmekte­dir. Bu hâl kıyamete pek yakın zuhur edeceği içindir ki: Vaktiyle al­tınla gümüş uğurunda can veren kaatil, akrabağsından geçen kaatı', elinden olan hırsız şimdi onlan önlerinde hazır buldukları hâlde bir parçasını bile almıyacaklardır.

 

19- Helal Kazançtan Verilen Sadakanın Kabulü ve (Sevabının) Arttırılması Babı

 

63- (1014) Bize Kuteybetü*bnu Said rivayet etti. (Dedi ki): Bi­ze Leys, Saîd b. Ebi Saîd'den, o da Saîd b. Yesâr'dan naklen rivayet et­ti, o da Ebû Hüreyre'yi şöyle derken işitmiş. (Ebû Hüreyre şöyle de­miş). Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seîîemh

«Hiç bir kimse helâlinden bir sadaka vermemiştir ki, Rahman olan Allah onu yemini ile kabul buyurmuş olmasın. —(Zaten) Allah helâlden başkasını da kabul buyurmaz— velev ki (sadaka) bir hurma tanesinden ibaret olsun. Bu hurma Rahmân'ın keffinde sizden birinizin tayını yâhût sütten kesilen deve yavrusunu büyüttüğü gibi büyür hattâ dağdan daha büyük olur.» buyurdular.

 

64- (...) Bize Kuteybetü'bnü Saîd rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ya'kub yânî tbnü Abdirrahmân el-Kaarî, Süheyl'den, o da babasın­dan, o da Ebu Hüreyre'den naklen rivayet etti ki, Resûlüllah (Saallal-îahü Aleyhi ve Sellem)'-

«Hiç bir kimse helâl bir kazançdan bir hurma tanesi tesadduk etmez ki Allah onu yemini İle alarak tâ dağ kadar yahut daha büyük oluncaya kadar sizden birinizin tayini veya dişi deve yavrusunu büyüttüğü gibi büyütmesin.» buyurmuşlar.

 

(...) Bana Ümeyyetübnü Bistâm rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ye-zîd yân» îbnü Zürey' rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ravh b. Kaasim riva­yet etti. H.

Bana bu hadîsi Ahmed b. Osman el-Evdi [20] de rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hâlid b. Mahled rivayet etti. (Dedi ki): Bana Süleyman yânı İbni Bilâl rivayet eyledi. {Ravh ile Süleyman'ın) ikisi birden Süheyl* den bu işnâd ile rivayette bulundular.

Ravh hadîsinde: «Helâl olan kazancdan tesadduk ederek onu gerek­tiği yere verirse...» ifâdesi vardır. Süleyman'ın hadîsinde ise; «Onu ye­rine koyarsa...» denilmiştir.

 

(...) Bana bu hadîsi Ebu't-Tâhİr de rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdullah b. Vehb haber verdi. (Dedi ki): Bana Hişâm b. Sa'd, Zeyd b. Eslem'den, o da Ebû Sâlih'den, o da Ebu Hüreyre'den, o da Pey­gamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den naklen, Ya'kûb'un, Süheyl' den rivayet ettiği hadis gibi rivayette bulundu.

Bu hadisi Buhâri «Kitâbu'z-Zekât» ile «Kâtabu't-Tevhid»' de tahric etmiştir.

Buhari'nin rivayetinde «Bir hurma» yerine «Bir hurma­ya muâdil» denilmiştir.

Tayyib)den    murâd: Helâl kazanç'dır.

«(Zâten) Allah helâl'den başkasını kabul buyurmaz.» ifâdesi bir cüm-le-i mu'terizadır. Bu cümle te'kid için hasr suretiyle şart ve cezanın arasına getirilmiştir.

Yemin: Sağ el, kef: Avuç, mânâsına gelirse de, burada mezkûr ke­limeler müteşâbihâttandır. Ve sadakanın kabulünden kinayedir.

Hattâbi diyor ki: «Yeminin zikredilmesi, sadakanın hüsn-u kabulünü göstermek içindir. Zira insanların örf-ü âdetine göre kıymet­li şeyler sağ el ile alınır.»

Bâzıları «Bundan murâd: Sadakanın derhâl kabulüdür.» demiş­lerdir.

Bu bâbda Tıybi'de şunları söylemiştir: -Resulüllah (Sallal­lahü Aleyhi ve Sellem)t sadakayı helâl olmakla kayıtladıktan sonra bunu Allah'ın yemini ile kabul ettiğini bildirmiştir. Çünkü şeref husu­sunda helâl ile yemîn arasında münasebet vardır. Bundan dolayıdır ki. Resûlüllah (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem) sağ elini temizlik için tah­sis buyurmuştu.»

Felüm: Erkek tay, demektir. Dişisine «filve» denir. Bu kelime hak­kında daha başka tefsirlerde bulunanlar da olmuştur.

«Sizden birinizin tayını büyüttüğü gibi...» cümlesi bir temsildir. Zira tay beslendikçe büyür. Amelin neticesi olan sadaka da öyledir. Sadaka helâl maldan verilirse Allah Teâlâ, onun sevabını katlamak­ta devam eder. Nihayet bir hurma tanesi dağ kadar büyükmüş gibi muazzam sevaplara sebep olur.

Hadîs-i şerîfde «Dağdan daha büyük oluncaya kadar büyür.» bu-yurulmasımn mânâsı budur. Dâvûdi diyor ki: «Yani bir hur­ma tnesi tesadduk eden, kimse dağ kadar mal tesadduk etmiş gibi olur.»

Sadakaların büyütülmesi, ecirlerinin katlanmasıyla olur. Maamâ-fih Dâvûdinin dediği gibi hadis-i şerif den bizzat sadaka ola­rak verilen malın büyütülmesi kastedilmiş de olabilir. Bunun hikme­ti: O malın kıyamet günü mizanda ağır basmasıdır. Nitekim babımı­zın ikinci rivayetinde: «Dağ kacfar yahut daha büyük.» Duyurulması bu mânâyı te'yîd eder.

İbni Cerir'in başka bir vecihle Kaasim'den naklettiği rivayette:

Sâhibi kıyamet gününde sadakasının Uhud dağından daha büyük ol­duğunu görecektir. Duyurulmuştur.

Yine    Kaasim'in    Tirmizî' deki  rivayetinde:

«Bir lokma, Uhud dağı kadar olacaktır.» denilmiştin

«Kalûs»: Dişi deve yavrusu, demektir. Erkeğine «Kalûs» demez­ler.

«Fasîl» Memeden ayrılmış deve yavrusu, demektir.

Hadisi şerif  «Allah ribâyı mahveder. Ama sadakaları büyütür. [21]» âyet-i kertme­sine muvafıktır.

 

65- (1015) Bana Ebû Küreyb Muhammedü'bnu'1-Alâ' rivayet etti. (Dedi ki): Bize Fudayl b. Merzûk rivayet etti. (Dedi ki): Bana Adiyy b. Sabit, Ebû Hâzim'den, o da Ebû Hüreyreden naklen rivayet etti. Ebû Hüreyre şöyle demiş: Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

«Ey İnsanlar! Şüphesiz ki Allah, Tayyibdir. Tayyîb'den başka bir şey ka-bû! etmez. Allah, mü'minlere de Resullere emrettiği şeyleri emir ederek: (Ey Resuller! Helâl olan şeylerden yiyin ve sâlih amellerde bulunun. Çünkü ben. Sizin yaptıklarını pekâlâ bi!irim [22] (Başka bir âyette): (Ey imân edenler! Size verdiğimiz rızıkların helâl hoş olanlarından yiyin. [23] buyurmuştur.» dedi.

Sonra şunları söyledi: Bir kimse (Hak yolunda) uzun sefere çıkar, saç­ları dağılmış, toza toprağa bulanmış bir hâlde ellerini semâya uzatarak: Yâ Rabbî, yâ Rabbî! diye duâ eder. Hâlbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram (hâsılı) kendisi haramla beslenmiş olursa böylesinin duası nasıl kaböl edilir?»

Kaadı îyâz'ın beyânına göre Allah Teâlâ'nm «Tayyib» diye sıfatlanması: Her türlü noksanlıklardan münezzehtir, manası­nadır. Binâenaleyh Kuddûs gibidir.

Tayyib: Lûgatta «Temizlik- ve «kirden pastan selâmette kalan» mânâsına gelir.

Bu hadis, islâmm temellerini teşkil eden hadislerden biridir.

Yine Kaadı îyâz: «Ben, bu gibi hadîslerden 40 tanesini bir cüz hâlinde topladım.» demektedir.

Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellern) hacc, sıleyrahm ve müsta-hab olan ziyaretler gibi tâatlardan birini ifâ için uzun yola çıkan fa­kat yediği içtiği her şeyi haram olan yâni haramdan beslenen bir kimsenin duası ve taatı kabul edilmiyeceğini beyân buyurmuştur. Bundan maada hadîs-i şerîfde şu hükümler çıkarılmıştır:

1- Müslüman helâl mal kazanarak, helâlinden yemeli ve helâ­linden yedirmeli; Haram maldan infâktan sakınmalıdır.

2- Duâ etmek isteyen kimse helâl ve harama başkalarından daha ziyâde dikkat etmelidir.

 

20- Yarım Bir Hurma veya Güzel Bir Söz ile de Olsa Sadakaya Teşvik ve Sadakanın Cehennemden (Koruyan) Bir Perde Olduğunu Beyan Babı

 

66- (1016) Bize Avn b. Sellâm El-Kûfi rivayet etti. (Dedi ki): Bize Züheyr [24] b. Muâviyete'l - Cu'fi, Ebû İshâk'dan, o da Abdullah b. Mâ'kîl [25] 'den, o da Adiyy b. Hâtim'den naklen rivayet etti. Adiyy: Ben, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve SeUem)"U

«Sizden her kim cehennemden velev varım hurma tanesiyle koruna-bilecekse hemen bunu yapsın.» buyururken işittim, demiş.

 

67- (...) Bize Aliyy b. Hucr Es-Sa'dî ile İshâk b. İbrahim ve Alî b. Haşrem rivayet ettiler. İbni Hucr (Haddesena), ötekiler (Ahbera-ne) tâbirini kullandılar. (Dediler ki): Bize îsâ b. Yûnus haber verdi. (Dedi ki): Bize A'meş, Hayseme'den, o da Adiyy b. Hâtim'den naklen rivayet etti. Adiyy şöyle demiş: Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)

«Sizden hiç bir kimse yoktur ki, Allah onunla konuşmasın. (Hem) ara­larında tercüman da bulunmayacaktır. Sağ tarafına bakacak (âhirete) gön­derdiklerinden başka bir şey göremeyecek, sol tarafına bakacak: Gönderdik­lerinden başka bir şey göremiyecek. Önüne bakacak-. Yüzünün karşısında cehennemden başka bir şey göremiyecektir. Binâenaleyh yarım hurma ile bile olsa cehennemden korun un.»buyurdular.

İbni Hucr şunu da ziyâde etti: «A'meş dedi ki: Bana Arar b. Mürra, Hayseme'den naklen bu hadîsin mislini rivayet etti. O, bu hadîste ziyâde olarak (Velev ki güzel bir kerime ile olsun.) ibaresini rivayet etmiş.»

İshâk da: «A'meş, Amr b. Murra'dan, o da Hayseme'den naklen rivayet etmiş.»

İshâk da: «A'meş, Amr b. Murra'dan, o da Hayseme'den naklen rivayet etti; dedi.» şeklinde rivayette bulundu.

 

68- (...) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe ile Ebû Küreyb rivayet ettiler. Dediler ki: Bize Ebû Muâvİye, A'meş'den, o da Amr b. Murra' dan, o da Hayseme'den, o da Adiyy b. Hâtim'den naklen rivayet etti. Adiyy şöyle demiş: Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) cehennemi zikrederek yüzünü çevirdi ve korundu. Sonra:

«Cehennemden korunun.» buyurdu. Sonra yine yüzünü çevirdi ve korundu. Hattâ biz onu görüyor galiba zannına kapıldık. Sonra (tek­rar) :

«Yarım hurma fle de olsa cehennemden korunun. Onu da bulamıyan (hiç olmazsa güzel) bir sözle cehennemden korunsun.» buyurdular.

Ebû Küreyb (gâlibâ) kelimesini zikretmedi. Ve: «Bize Ebû Muâ" viye rivayet etti. (Dedi ki): Bize A'meş rivayet etti...» dedi.

 

(...) Bize Muhammedü'bnüTMüsenhâ ile îbni Beşşâr rivayet et­tiler. (Dediler ki): Bize Muhammed b. Ca'fer rivayet etti. (Dedi ki): Bize Şu'be, Amr b. Murra'dan, o da Hayseme'den, o da Adiyy b. Hâ-tim'den, o da Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den naklen riva­yet etti ki, Efendimiz üç defa cehennemi anarak, ondan (Allah'a) sı­ğınmış. Yüzü ile de sakınmış. Sonra:

«Yarım hurma ile bile olsa cehennemden korunun onu da bulamazsanız (hiç ofmazsa} güzel bir sözle (cehennemden sakının.)» buyurmuşlar.

Bu hadisi Buhârî «Zekât» bahsinin bir-iki yerinde ve «Ki-tâbu'r-Rukaak»'da tahrîc ettiği gibi imam Ahmed, îbni Huzeyme ve Îbni Ebî'd-Dünyâ dahî muhtelif râvîlerden tahric etmişlerdir.

Hadisde geçen «Tercüman» kelimesi «Tercüman» şeklinde de okun­muştur.

«Tercüman»: Başkasının sözünü tefsir ve îzâh eden kimsedir.

Aynî    diyor ki: «Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in:

Sağına bakacak; Ahirete gönderdiği şeylerden başka bir şey göremiye-cek... ilâh... buyurması: Temsil kabilin dendir. Çünkü insan başı da­ra geldiği vakit sağına soluna bakmarak yardımcı arar.»

Bâzıları: Bundan murâd: Kaçacak yol araması olabilir. Cehen­nemi gören kimse ondan kurtulmak için kaçacak bir yol arar fakat Allah'ın takdir buyurduğu cehennem yolundan başka bir şey göre­mez.» demişlerdir.

Eşâha kelimesinin mânâsı hakkında bir çok sözler söylenmiştir. İmam Halil b. Ahmed ile diğer bir takım ulemâya göre bu kelime: Uzaklaştırdı, çevirdi; mânâlarına gelir. Ekser-i ule­mâya göre: Korundu ve bir işte ciddiyet gösterdi, demektir.

Bâzıları: gelen; diğer bâzıları: Kaçan, mânsına geldiğini; bir ta­kımları da: Arkasındakine mâni olarak, sana doğru gelen, demek ol­duğunu söylemişlerdir.

Nevevi’ye göre: Burada bu mnâiarm hepsi kastedilmiş olabilir. Yâni Resûlüllah (Salîallahü Aleyhi ve Sellem) sanki cehenne­mi görüyormuş gibi korunmuş yahut cidden îzâha çalışmış veya ko­nuşarak muhatabına yönelmiş yahut kaçan kimse gibi çekinerek ce­hennemden korunmayı tavsiyede bulunmuştur.

Güzel sözden murâd: Nasihat ve tâlim gibi şer'an tâat sayılan sözlerdir.

 

Bu Hadisden Çıkarılan Hükümler:

 

1- Müslüman az da olsa sadaka vermeye gayret etmelidir. Zî-râ sadakanın azı dahî cehennemden kurtulmaya sebep olur.

2- Güzel söz, cehennemden kurtulma sebeplerinden biridir.

 

69- (1017) Bana Muhammedü'bnü'l-Müsennâ El-Anezî rivayet etti. (Dedi ki): Bize Muhammed b. Ca'fer haber verdi. (Dedi ki) -. Bize Şu'be, Avn b. Ebî Cuhayfe'den, o da Münzİr [26] b. Cerir'den o da ba­basından naklen rivayet etti. Cerîr şöyle demiş: Biz gündüzün orta­sında Resûlüllah (Salîaîlahü Aleyhi ve Sellemyin yanında bulunuyor­duk. Derken yalın ayak kaplan postu rengindeki gömleklerini veya abalarım başlarına geçirmiş, kılıçlarını çekmiş; ekserisi hattâ hepsi Mudar kabilesine mensup çıplak bir takım adamlar Peygamber [Sdîaîîahü Aleyhi ve SellemYe geldiler. Onların muhtaç hâlini görün­ce Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemyin yüzü değişti. îçeri girip çıktıktan sonra Bilâl'e emir buyurdu, Bilâl ezanı okuyarak kaamet ge­tirdi. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemyde namazı kıldırdı. Son­ra hutbe okudu ve:

«Ey insanlar! Sizi bir kişiden yaratan Rabbinizden korkun...[27] âyet-İ kerimesini sonuna (yâni) «Şüphesiz ki Allah sizin üzerinizde gözcüdür» âyetine kadar ve Haşr süresindeki «{Allah'dan korkun. Her nefis yârın (Âhİret) için ne gönderdiğine bir baksın. A'fahtan korkun... [28]» âyet-i kerimesini okudu.

(Sözüne devamla) «Bir adam dinarından, dirheminden, elbisesinden, bir sâ' buğdayından, bir sâ' kuru hurmasından sadaka vermelidir. Velev ki ya­rım hurma olsun» buyurdu.

Derken Ensâr'dan bir zât hemen hemen elinin taşıyamıyacağı ka­dar hattâ elinin taşımaktan âciz kaldığı bir kese getirdi. Sonra bir bi­ri ardınca herkes bir şeyler getirdiler. Netice'de yiyecek ve elbiseden müteşekkil iki yığın gördüm. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)" in (mübarek) yüzünde altınla yaldızlanmış gibi parladiğını gördüm. Bunun üzerine Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)

«Her kim İslâm'da güzel bir çığır açarsa, o çığırın ecri ile kendisinden sonra o çığırla amel edenlerin ecirlerinden hiç bir şey noksan edilmemek şartıyla sevapları kendine aittir. Ve her kim İslâm'da kötü bir çığır açarsa o çığırın vebalı ile kendisinden sonra onunla amel edenlerin vebalı hiç bir noksanları olmamak üzere ona aittir.» buyurdular.

 

(...) Bize Ebû Bekir b, Ebİ Şey be rivayet etti (Dedi ki): Bize Ebû Üsâme rivayet etti, H.

Bize Ubeydullah b. Muâz El-Anberî de rivayet etti. (Dedi ki): Bi­ze Babam rivayet etti. Bu râvîlerin ikisi birden demişler ki: Bize Şu* be rivayet etti. (Dedi ki): Bana Avn b. Ebî Cuheyfe rivayet etti. (Dedi ki): Ben, Münzir b. Cerîr'İ babasından naklen rivayet ederken dinle­dim; şöyle demiş: Biz, gündüzün ortasında Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemfin yanında idik...»

Râvî hadîsi tbni Ca'fer hadisi gibi rivayet etti.

îbni Muâz hadîsinde: «Sonra öğle namazını kıldırdı, sonra hutbe okudu, dedi.» ziyâdesi vardır.

 

70- (...) Bana Ubeydullah b. Ömer El-Kavârîrî ile Ebû Kâmil ve Muhammed b. Abd il melik El-Emevî rivayet ettiler. Dediler ki: Bize Ebû Avâne, Abdülmelik b. Umeyr'den, o da Münzir b. Cerîr'den, o da babasından naklen rivayet etti. Cerir şöyle demiş: «Ben, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve SeHemJ'in yanında oturuyordum. Derken kaplan postu rengindeki gömleklerini başlarına geçirmiş bir takım insanlar Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sel!em)'e geldiler...»

Râvîler bu hadîsi kıssası İle rivayet ettiler. Bu hadîste: «Resûlül­lah Sallallahü Aleyhi ve Sellem) öğle namazını kıldırdı. Sonra küçük bir minbere çıkarak Allah'a hamd-ü senada bulundu. Ve: Bundan sonra:

«(Malûmunuz olsun ki) Allah, kitabında (Ey insanlar! Rabbinlzden kor­kun!..) âyet-l kerîmesini indirdi; buyurdular.» İbaresi de vardır.

 

71- (...) Bana Züheyr b. Harb rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ce-rir, A'meş'den, o da Mûsâ b. AbdîIIâh [29] b' Yezîd ile Ebû'd-Duhâ* dan, onlar da Abdurrahmân b. Hilâl El Absi'den, o da Cerir b. Abdil-lâh'dan naklen rivayet etti. Cerîr şöyle demiş: «Bedevilerden bir ta­kım İnsanlar Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve SeUem)'* geldiler, üzer­lerindeki giyimleri yapağıdandı. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sel-lem) onların bu kötü hâlini gördü; muhtaç vaziyette idiler...»

Râvî hadîsi yukarı d akil erin hadisleri mânâsında rivayette bulun­du.

Nimâr: Nemre'nin cem'idir.

Nemre: Yapağından dokunan çizgili kumaştır. Siyah beyaz çizgi­leri hâvi olduğu için kaplan postuna benzetilerek, kumaşa bu ismin verilmiş olması muhtemeldir.

«Müstâbîn Nîmâr» tâbiri: yapağıdan dokuma örtülerini ortadan yararak başlarına geçirmişler, mânâsına gelir.

Kûm veya kevm: Yığın, demektir. Esâs ittibâriyle bu kelime «Râ-biye» gibi tep eve yüksek yer, mânâsına gelir. Sonradan mecazen her şey'in yığın hâlinde çok olan miktarına «Kûm» denilmiştir.

«Müzhebe» kelimesi «Müdhüne» şeklinde de rivayet olunmuşsa da Kaadı 1yâz ile diğer hadîs imamlarının beyânına göre bu rivayet tasniftir.

«Müzhebe»'nin tefsiri hakkında Kaadı îyâz iki vecih beyân etmiştir;

Birinci veçhe göre: Bu kelimenin mânâsı: Altınla yaldızlanmış gümüş, demektir. Yüzün güzelliğini ve nurunu ifâde hususunda bu mânâ daha beliğdir.

İkinci veçhe göre: Râvî Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in güzelliğini ve nurunu altın yaldızlı derilere benzetmiştir.

Araplar deriden yaptıkları bâzı eşyanın üzerine altın çizgiler çi­zerlerdi.

Fahr-i Kâinat (Salîallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimizin sevinme­sine sebep: Müslümanların kendi emrine imtisâlen tâatullah'a koş­malarını ve gelen muhtaç insanların başlarını çözmelerini gözleriyle görmesidir.

Müslümanların birbirlerine gösterdikleri şefkat ve yardım, ken­dilerini son derece memnun etmiştir.

 

Bu Hadisden Çıkarılan Hükümler:

 

1- Müslümanm, birini muhtaçlara yardım ve müslümanlara şefkat ederken gördüğü zaman sevinmesi gerekir.

2- Hadîs-i şerif, hayır hasenat hususunda ön-ayak olmaya teş­vik, bâtü ve çirkin şeylerden menetmektedir. Resûlüllah (Salîallahü Aleyhi ve Sellem)'in-

Her kim İslâmda güzel bir çığır açarsa... ilâh...» buyurmasına se­bep: îlk olarak ashâb-ı kiramdan birinin taşıyamıyacağı kadar ağır bir kese para getirmesidir. Onu görünce diğer ashâb-ı kiram da el­bise, yiyecek v.s. getirmişlerdir. Şu hâlde bu hususta en büyük fazi­let ve .sevap, keseyi getirmekle bu ihsan kapısını açan ilk zâta ait­tir.

3- Hadls-i şerif: «Sonradan îcât edilen her şey bid'atUr; her bid'at da dalâlettir.» hadisini tahsis etmektedir. Babımız hadîsinden anlaşılıyor ki: Bid'at hadîsinden murâd: Alel'ıtlâk iyi veya kötü her bid'at değil, bâtü ve kötü bid'atlardır.

Bid'atların: Vâcîp, mendûb, haram, mekruh ve mubah olmak üze­re beş kısma ayrıldığını yerinde görmüştük.

 

21- Ücretle Yük Taşıyarak Sadaka Vermek ve Sadaka Veren Kimseyi (Az Verdi Diye) Küçümsemekten Şiddetle Nehi Babı

 

72- (1018) Bana Yahya b. Mâîn rivayet etti. (Dedi ki): Bize Gunder rivayet etti. (Dedi ki): Bize Şu'be rivayet etti. H.

Bana bu hadîsi Bişrü'bnü Hâlid dahî rivayet etti. Lâfız onundur. (Dedi ki): Bize Muhammed yâni tbni Ca'fer, Şu'be'den, o da Süley­man'dan, o da Ebû Vâil'den, o da Ebû Mes'ûd'dan naklen haber ver­di. Ebû Mes'ûd şöyle demiş: Sadaka vermeye me'mûr olduk (Bu mak­satla) hammallık ediyorduk. (Bir defa) Ebû Akil yarım sâ' [30] sa­daka verdi. Başka biri ondan daha çok bir şey getirdi. Derken mü­nafıklar:

— «Şüphesiz ki Allah bunun sadakasından müstağnidir; öteki de ancak riya için fazla verdi.» dediler.

Bunun üzerine (mü'mînlerden nafile sadaka verenlerle güçlerinin yetti­ğinden başka bir şey vermeyenleri alaya alanlar yok mu, Allah onları rezîl rusvay edecektir. [31] âyet-i kerîmesi nazil oldu.

Bişr: «Nafile sadaka verenler» tâbirini söylemedi.

 

(...) Bize Muhammedü'bnü Beşşâr rivayet etti. (Dedi kî): Bana Saîdü'bnü Ram" rivayet etti. H.

Bana, bu hadîsi İshâk b. Mansûr da rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebû Dâvûd haber verdi. Bu râvîlerin ikisi de Şu'be'den bu isnâdla rivayette bulunmuşlardır. Saîdü'bnü Rabî' hadîsinde: «Biz, sırtları­mızda yük taşıyorduk, dedi.» ibaresi vardır.

Bu hadîsi Buhâri «Kitâbu't-Tefsîr» ve «Kitâbu1z-Zekât»'da tahrîc etmiştir.

Hadis-i şerif burada meçhul sigasıyla vârid olmuşsa da, Buhâri'nin *Kitâbu*z-Zekât»'daki rivayetinde «Sadaka ayeti nazil olunca biz sırtımızla yük taşımaya başladık...» buuyrularak, sadaka emrini verenin Allah Teâlâ olduğu bildirilmiştir.

Anlaşılıyor  ki   «Sadaka âyeti»  denilen  «Onların mallarından sadaka-ol» emr-i ilâhisi nazil olunca Ashâ-b-ı   kiram hemen sadaka vermeye şitâb etmiş, verecek sadaka bulamıyanlar hammallık ederek kazandıkları yevmiyeden sadaka ver­mişlerdir.

Yarım sâ' sadaka veren Ebû Akil  (Radiyallahü anh)'in ismi Habbâb'dır îbni Abdilberr'in beyânına göre Ebû Akü (Radiyallahü anh) sâ1 kuru hurma getirerek odanın içine boşaltmış, bunu gören münafıklar gülüşerek: «Allah, Ebû Akîl'in sâ' ından ganîdir.» demişler.

Îbni Çerir'in rivayetine nazaran Hz. Ebi Akil: bir iki sâ' kuru hurma mukaabilinde çalıştım. Birini aileme götürdüm, diğerini ibâdet olmak üzere Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seîlem)'e getirirdim. Ona vararak sadaka getirdiğimi haber verince:

(Getirdiğin sadakayı, sadaka matlarının yanına dök.) buyurdular. Derken münafıklar alay ettiler. Ve: (elbette, Allah bu fakirin sada­kasından müstağnidir) dediler. Bunun üzerine:

Kendi gönülleri ile sadaka veren mü'mtnleri alaya alanlar yok mu...) âyet-i kerimesi nazil oldu.

Bu bâbda vârid olan bir çok hadîslerden anlaşılıyor ki: Sadaka getirenlerin sayısı yalnız iki zâta münhasır değildir.

Kirmanı buradaki hadîste Hz. Ebû Akî1'in ya­rım sâ'; zekât hadisinde ise bir zâtın bir sâ'; tesadduk ettiğine baka­rak bunların ayrı ayrı kimseler olmaları ihtimâli üzerinde durmuştur.

Buhârî'de ismi zikredilemeyen bir zât daha vardır. Onun hakkında: «Çok şey tesadduk etti.» denilmiştir.

Ayni, bu zâtın Abdurrahmân b. Avf Radi­yallahü anh) olduğunu söylemiştir. Hz. Abdurrahmân dört yahut sekizbin dirhem sadaka getirmiştir ki bu miktar o günkü malının yansı olduğu söylenir.

Yine o gün Âsim b. Adıyy (Radiyallahü anh) yüz ölçek kuru hurma tesadduk etmiştir.

îmam Ahmed b. Hanbel'in hadîsde Hz. Abdurrahmâ; b. Avf m Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e 40 okiyye sadaka getirdiği, Ensâr'dan bir zâtın da bir sâ' yiyecekle geldiği; bunu gören bâzı münafıkların:

  «Vallahi   Abdurrahmân     bunu riya için getirdi.» dedikleri, yiyecek getiren zât için de:

  «Allah ve Resulü bu bir sâ'dan müstağnidirler.» diyerek alay ettikleri bildirilmektedir.

Hadîs-i şerif Müslümanları sadakaya itinâ göstermeye, verecek bir şey bulamadıkları zaman ücretle çalışmak gibi mubah sebeplerle sa­daka vermenin yolunu aramaya teşvik etmektedir.

 

22- Menihanın Fazileti Babı

 

73- (1019) Bize Züheyr b. Harb rivayet etti. (Dedi ki): Bize Süf-yân b. Uyeyne, Ebû'z - Binâd'dan, o da A'rac'dan, o da Ebû Hüreyre' den merfûan rivayet etti ki, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)?

«Dikkat edin! Sabahleyin bir kap, akşamleyin bir kap süt veren bir deveyi meniha olarak bir aileye veren bir kimse için bunun sevabı pek büyük olur.» buyurmuşlar.

 

74- (1020) Bana Muhammed b. Ahmed b. Ebî Halef rivayet et­ti. (Dedi ki): Bize Zekeriyyâ b. Adîyy rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ubey-dullah b. Amr, Zeyd'den, o da Adîyy b. Sâbit'ten, o da Ebû Hâzim'den, o da Ebû Hüreyreden, o da Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den naklen haber verdi. Resûlüllah {Sallallahü Aleyhi ve Sellem) nehîy bu­yurarak bâzı hasletler söylemiş ve:

«Her kim meniha olarak birine sağmal bir hayvan verirse, o hayvanın sabah öğünü de, akşam Öğünü de bir sadaka olur.» buyurmuşlar.

Bu hadîsi   Buhâri  «Hibe» bahsinde tahric etmiştir.

Menîha: Lügatte; atîyye, bahşiş ma'nâsınadır. Şeriat ıstılahında ise: Bir kimseye bir müddet sütünden istifâde ederek sonra sahibine iade şartîle verilen sağmal deve veya koyundur. Bir müddet yününden veya yapağından istifâde için verilen hayvan ) dahî menîhadır. Kazzâz'in beyânına, göre meniha ancak koyunla deveden olur. Bu bâbda   Ebû   Ubeyd   şunları söylemiştir:

«Araplarca menîha iki surette yapılır: Birinci surete göre: meniha, bir kimsenin dostuna hediyye vermesidir; verilen mal o şahsın olur.

İkinci surete göre: Bir deve veya koyunu yün ve sütünden bir müddet istifâde ettikten sonra tekrar sahibine iade şartîle emaneten vermektir. Lügat ulemâsının beyânlarına göre «menîha» kelimesi «minha» şeklinde dahi okunabilir, ve hayvanda olduğu gibi meyve sâirede de yapılabilir.

Filhakika sahih bir rivayette Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in H z. Ummî Eymen'e bir hurmalığı menîha ola­rak verdiği beyân olunmuştur.cümlesi «Bu deve sabahleyin tas dolusu süt ve­rerek gider; akşamleyin de tas dolusu süt vererek gelir.» yâni «akşam sa­bah büyük tas dolusu süt verir.» mânâsına menîhayı metheden bir sı­fat cümlesidir.

Uss: Büyük tas, demektir.

Kadeh: İki kişiyi doyuracak kaptır.

Sabûh: Sabahleyin sağılan süt:

Gabûk: Akşamleyin sağılan süt, demektir.

.Kaadı Iyâz'm beyânına göre bu iki kelime «Sadaka»1 dan bedel olmak üzere mecrûr okunurlar. Zarf olmak üzere mansûb okunmaları da caizdir.

Hadîs-i şerif, menihanın faziletine delildir.

 

23- Cömert ile Bahilin Misali Babı

 

75- (1021) Bize Amru'n-Nâkıd rivayet etti. (Dedi ki): Bize Süfyân b. Uyeyne, Ebû'z - Zinâd'dan, o da A'rac'dan, o da Ebû Hürey-re'den, o da Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellemyden naklen riva­yet etti. Amr şöyle dedi: Bize Süfyân b. Uyeyne de rivayet etti. (Dedi ki): İbni Cüreyc Hasan b. Müslim'den, o da Tâvûs'dan, o da Ebû Hü-reyre'den, o da Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Se/Jem)'den naklen ri­vayet ettiğini söyledi. Efendimiz şöyle buyurmuşlar:

«İnfâk edenle, sadaka verenin misâli üzerinde memelerinden köprücük kemiklerine kadar İki cübbe yahut İki zırh bulunan bir adamın misâli gibidir. İnfâk eden öteki râvî: Sadaka veren istediği vakit; demiş. Sadaka vermek İstedimi cübbesi bedenini kaplar. Yahut üzerine yayılır. Cimri olan kimse in­fâk etmek istedimi cübbesi büzülür ve her halkası yerini alır. O derecede ki: parmak uçlarını kaplar ve izini örter.»

Ebû Hüreyre :*Cübbeyi benişletmeye çalışır, ama genişletmez, de mek istiyor.» demiş.

 

(...) Bana, Süleyman b. Ubeydillâh Ebû Eyyûb El - Gaylânî riva­yet etti. (Dedi ki): Bize Ebû Âmir yâni El - Akadî rivayet etti. (Dedi ki): Bize İbrahim b. Nâfi', Hasen b. Müslim'den, o da Tâvûs'dan, o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet etti. Ebû Hüreyre şöyle demiş:

«Resûlülfah (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem) cimri ile cömerti üzerlerinde demirden zırhlar bulunan ve elleri memeleri ile köprücük kemiklerine doğru sıkıştırılan fki adamla temsil buyurdu. Cömert her sadaka verdikçe zırhı genişler; o derece ki: Parmak uçlarını bile kaplar; izini de örter. Cimri bir sadaka vermek istedimi zırhı büzülür ve herhalkasi yerini alır.»

Ebû Hüreyre! «Ben, Resûlüllah {Sallalîahü Aleyhi ve Sellem)^ par­mağını yakasına sokarak işaret ederken gördüm. Onun zırhını geniş­letmeye çalışıp, zırhın genişlemediğini bir görseydin (şaşar kalırdın.)» demiş.

 

77- (...) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe rivayet etti. (Demiş ki): Bize Ahmed b. İshâk el - Hadramî, Cüheyb'den rivayet etti. (Demiş ki): Bize Abdullah b. Tâvûs, babasından, o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet etti. Ebû Hüreyre şöyle demiş: Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Selîem):

C:mri îte cömertin misâli, üzerlerinde demirden zırhlar bulunan iki ada­mın misâli gibidir. Cömert olan, bir sadaka vermek İstedimi cübbesi izini örtecek derecede genişler. Bahil, bir sadaka vermek istedimi cübbesi bü­zülür de, elleri köprücük kemiklerine yapışır. Ve her halka, Yanındaki hal­kaya sıkışır.» buyurdular.

Bunu müteakip: Ben, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)"i:

«Zırhı genişletmeğe çalışır amma genişletemez...» buyururken işittim.

Bu hadîsi Buharı «Zekât», «Libâs» ve «Cihâd» bahislerinde; ve Nesâi dahi «Zekât» bahsinde muhtelif râvîlerden tahrîc et­mişlerdir.

Kaadı İyâz'm beyânına göre hadîsin birinci rivayetinde râvilerin vehimlerinden neş'et eden bir çok tashîf, tahrif, takdim ve te'hîrler vardır. Hadîsin doğru şekli, sonraki rivayetlerinden anla­şılmaktadır. Meselâ birinci rivayette «Münfık ile mütesaddık...» de­nilmiştir; bu hatâdır. Doğrusu: «Mütasaddık ile bahîl...»'dir.

Yine bu rivayette «Bir adamın misâli gibidir.» denilmiştir. Doğ­rusu «iki adamın misâli»'dir.

Ayni rivayette «İki zırh yahut iki cübbe.» denilmiştir. Doğrusu seksiz olarak «İki zırh...»dır. Nitekim sonraki rivayetler bu şekildedir.

Cünne: Zırh demektir. Bu rnânâ nefs-i hadîste halkalarından bahsedilmek suretiyle beyân buyurulmuştur.

Hadîsin bütün nüshalarında «Merrat» kelimesi zikredilmektedir. Ulemâ bunun da hatâ olduğunu söylemişlerdir. Doğrusu «müddete­dir ve «sebeğat» gibi o da kapladı mânâsına gelir. Nitekim ikinci ri­vayette bunun yerine «inbisât» kelimesi kullanılmıştır. Maamâfih «merrat» kelimesi dahi ayni mânâya kullanılabilir. Bu kelimeyi Buhârî  «Mâdet» şeklinde rivayet etmiştir.

«Mâdet»: Meyletti, demektir.

Mezkûr kelimenin bâzı rivayetlerde «Mâret» yâni: «aktı», yayıldı» şeklinde zaptedildiği görülmüştür.

Yine ilk rivayetteki «Cübbesi büzülür ve her hpJkası yerini alır. O derecede ki: Parmak uçlarını kaplar ve izini örter.» ifâdesi hak­kında Kaadı lyâz şunları söylemiştir: «Bu sözde çok bo­zukluk vardır. Zira *parmak uçlarını kaplar ve izini örter.) sözü cimri hakkında değil, cömert için vârid olmuştur. Bu söz cimrinin zıddmı tavsif etmektedir. Cimrinin vasfı (Her halka yerine sıkışır.) ve (Zırhı genişletmeğe çalışır ama genişlemez.) sözleri ile ifâde buyurulmuş-tur. Râvî cimriyi, cömertin sıfatları ile vasfetmiş, bu suretle söz bo­zularak tenakuz vukübulmuştur. Bâzı rivayetlerde (Tücinnu) yerine (Tahhüzzü siyâbehû) (Elbisesini parçalıyor.) denilmiştir. Bu da bir vehimdir. Doğrusu: Cumhûr'un rivayet ettiği şekilde (Tücin­nu)'dur. Tücinnu: Örtünür demektir. (Siyâbehû) kelimesi dahî ve­himdir. Doğrusu (Benânehû)'dur. Cumhûr'un rivayeti bu­dur. Nitekim ikinci rivayette bunun yerine (Enâmilehû) denilmiştir. Benân ile enâmil: Parmak uçları, demektir.»

Nevevî : «Râvi Amrfin bu şekildeki rivayetinin sa-hîh olması ihtimâli vardır. Bu takdirde hadisde mahzûf vardır. Ve şöyle takdir edilir: Sadaka veren cömert ile cimrinin msiâli: Üzerle­rinde cübbe veya zırh bulunan iki adamın misâli gibidir. Cümleden cimrinin hazfedilmesi, tezat suretiyle cömertte bu mânâ anlaşıldığı içindir. Nitekim Allah Teâlâ Hazretlerinim. Sizi sıcak­tan koruyacak gömlekler giversiniz [32] âyet-i kerimesi de bu kabilden­dir. Yâni sizi sıcak ve soğuktan koruyan gömlekler manasınadır. Sıcak kelimesinden tezat tarikiyle soğuk da anlaşılacağı için âyetten soğuk kelimesi hazf edilmiştir. (Mütesaddık) kelimesi bâzı esâs nüshalarda (Mussaddık) şeklinde zapt edil m iştir. Bunların ikisi de doğrudur. (Ra-cül) kelimesine gelince; Bütün esâs nüshalarda burada olduğu gibi müfred sîgası ile rivayet edilmişse de. bunun bâzı râvîler tarafından değiştirildiği anlaşılıyor. Doğrusu (Racûleyin)'dir.» diyor.

Zırhın sahibinin izini örtmesi bir temsildir. Bununla sadakanın malı arttıracağı, cimriliğin ise azaltılacağı anlatılmak istenilmiştir.

Bâzıları bu cümlenin, cömertlikle bahilliğin çokluğunu temsil et­tiğini söylerler. Zîrâ cömert olan bir kimse sadaka verirken eli açılır ve yayılır. O, buna alışır. Bahîl ise elini yumar; bu da onun için bir âdet olur.

Ulemâdan bâzıları «izini örter.» cümlesini -günahlarını yok eder.» mânâsına almışlardır.

Cimrinin giydiği zırhın halkalarının büzülmesini ve her halkanın yerini almasını dahî kıyamet gününde bu zırhla dağlanaoaktır şeklin­de tefsir etmişlerdir.

Fakat Nevevi bu tefsiri beğenmemiş, hadîsin bir temsil­den ibaret olduğunu, kıyamette vukûbulacak şeyleri haber vermedi­ğini söylemiştir.

Bâzılarına göre cömertle cimri hakkındaki bu temsilin hikmeti Teâlâ Hazretlerinin cömerti verdiği sadaka sebebiyle hem dünyâda hem âhirette affedeceğini, verdiği sadakaların bir zırh gibi kusurları­nı örteceğini cimrinin ise dar bir cübbe giyerek avret mahalli açıkta kalmış gibi dünyâda da âhirette de kusurlarının açıkta kalacağını beyândır.

Bu hususta daha başka mütâlâa yürütenler de olmuştur,

Birinci rivayette Hz. Ebû Hüreyre1 nin : «Cübbeyi genişletmeye çalışır ama genişlemez.» sözü yeknazârda müdrec gibi görünürse de, hakikatta müdrec değil, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seî/emJ'in hadisindendir. Nitekim ikinci rivayette:

«Onun cübbeyi genişletmeye nasıl çalıştığını fakat cübbenin genişle­mediğini bir görseydin, şaşar kalırdın.» demesi bunu gösterir.

Şaşar kalırdın...» cümlesi, şartın cevâbıdır. Ve anlaşılacağı için hafzedilmiştir. Bu cümleyi temenni mânâsına anlamak da mümkün­dür. Bu takdirde mânâ şöyle olur: «ResûlüUah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in zırhı nasıl genişletmeye çalıştığını ve zırhın genişlemediğini bir görmeliydin.»

 

24- Sadaka, Müstahıkkinin Eline Geçmese Bile Veren Îçin Ecir  Saabit Olacağı Babı

 

78- (1022) Bana Süveyd b. Saîd rivayet etti.  (Dedi ki): Bana Hafs b. Meysera, Mûsâ b. Ukbeden, o da Ebû'z - Zinâd'dan, o da Arac'dan, o da Ebû Hüreyre'den, o da Peygamber (Saallaîlahü Aleyhi ve. Sellem)'den naklen rivayet etti. Şöyle buyurmuşlar:

«Bir adam: Ben, bu gece mutlaka bir sadaka vereceğim; dedi, ve sa­dakasını çıkararak bir fahişenin eline verdi. Derken halk: bu akşam bir fahişeye sadaka verildi, diye lâf etmeye başladılar. O adam: Yâ Rabbî bir fahişeye sadaka verdiğim için sana hamd olsun. Ben behemahâl bir sadaka (daha) vereceğim; dedi. Ve sadakasını çıkararak bir zenginin eline verdi. (Bu sefer) halk (yine):

  Bir zengine sadaka verildi; diye lâf etmeye başladılar. Sadaka ve­ren adam:

  Yâ Rabbî! Bir zengine sadaka verdiğim için sana hamd olsun. Ben elbette bir sadaka (daha) vereceğim; dedi ve sadakasını çıkararak onu bir hırsızın eline verdi. Halk (yine):

  Bir hırsıza sadaka verildi! diye lâf etmeye başladılar. Bunun üzerine sadaka veren zât:

  Yâ Rabbî Bir fahişeye, bir zengine ve bir hırsıza sadaka verdiğim için sana hamd olsun; dedi.

Sonra (rüyasında) ona gelenler oldu ve:

  «Senin sadakan kabul olundu. Fahişeye gelince: Umulur ki bu sa­daka sebebiyle zinasından vazgeçip namuslu olur. Umulur ki: Zengin de İbret alır da, Allah'ın kendine verdiği maldan infâk eder. Ve yine umulur ki: Hırsız da bu sadaka sebebiyle hırsızlığından vazgeçerek namuslu bir adam olur; dediler.»

Bu hadîsi Buhari ile Nesâî «Zekat» bahsinde tahric etmişlerdir.

Sadaka vermeyi adayan zâtın ismi malûm değildir. Yalnız îmam Ahmed b. Hanbe‘in, İbni Lehi'a ta­rikiyle A1rac'dan naklettiği rivayette bu zâtın Benî îİs­rail1 den   Olduğu büdîrilmiştir.

Sadakasını evvelâ bir fahişeye sonra bir zengine, daha sonra hır­sıza vermesi kasdtt değiV onların hâllerini bihnediğindendir.

Halkın diline düşerek sadakasını müstahikkma vermediğini ada­yınca, yaptığı işten dolayı Allah'a hamdetmiştir.

Ayni' nin beyânına göre: Bundan maksadı ya inkâr yahut te-accübdür. Eğer inkârı kastetiaişse mânâ şudur: Zu zât sadakasını müstahikkma vermek istemiştir. Ve yüzde yüz kabul olunacağını ümid ettiği için sözünü yeminle te'kîd etmiştir. Sonradan sadakası­nın bir fahişe ve bir hırsız eline düştüğünü anlayınca, bunlardan daha kötü hâili olanlara tesaadüf etmediği için Allah'a hamd eylemiştir.

Teaccübe gelince: Şaşılacak bir şey görüldüğü zaman Allah'a hamd ederek ta'zîmde bulunmak âdettir. Nitekim bir çok defalar şa­şılacak bir hâl görülünce «Sübhânallah» denilir.

Tıybi diyor ki: «Bu zâtın bir fahişeye sadaka verdiği halkın diline düşünce, yaptığı iş'e kendisi de şaşmış ve Allah'a hamdetmiştir.

Hadisdeki «Alâzâniyetin» s.özü mahfuz bir fiile mutaallıktır.»

Aynî mahfuzun fiilin «Ben sadaka mı verdim?» mânâsına gelen «Etesaddaktu» olduğunu söylemiştir.

Yine Aynî' nin beyânına göre bâzıları bu cümlenin mânâ­sını anlayamamışlardır.

Burada şöyle bir suâl hatıra gelebilir: «Hamd-ü sena yalnız iyi şeyler için yapıldığı hâlde bu zât n'için fahişe ve emsaline verdiği sadakadan dolayı Allah'a hamdetmiştir.

Bu suâlin cevâbını Kirmânî vermiş ve: «Sana hamd ede­rim... demek: Fahişeye verilen sadakadan dolayı hamd bana değil sanadır yâ Rabbî« Çünkü bu iş benim değil, senin irâdenle olmuştur, .demektir. Allah'ın her irâdesi güzeldir hattâ kâfirlere nzık vermeyi irâde buyurması bile güzeldir.» demiştir.

Sadaka veren zâta kimin geldiği bildirilmemiştir. Ayni' nin beyânına göre o, bunu ya rüyasında görmüş, yâ bir melek veya başka .biri tarafından kendisine nida edilmiş yahut zamanın Peygamberi tarafından haber verilmiştir. Bir âlimin fetvası olmak ihtimâli de vardır.

Ebû Nuaym'm «Müstahrec»'inde tahric ettiği rivayette: «Söylentiler o zâtın fenasına gitti. Derken rüyasında, kendisine gelen­ler oldu ve:

— Allah Azze ve Çelişenin sadakanı kabul etti; denildi.» buyurularak hadisenin rüya hâlinde geçtiğine işaret olunmuştur.

Taberânî' nin rivayetinde dahî rüya hâlinde geçtiği zik­redilmiştir.

 

Bu Hadisden Çıkarılan Hükümler:

 

1- Hadis-i şerif, geçmiş ümmetlere sadakanın meşru olduğuna delâlet eder. Geçmiş ümmetler, ehl-i hayırdan olmak şartıyla muh­taçlara sadaka verirlerdi. Onun için hadîste zikri geçen üç sınıf insana neden sadaka veriliyor diye şaşmışlardı.

2- Allah Teâlâ kulunun hayır niyeti ile yaptığı işe mükâfaat verir. Bu sebepledir ki: niyeti hayır olduğu hâlde bilmeden ehil ol­mayan kimselere sadaka veren o zâtın fi'lini tâat olarak kabul etmiştir.

Yalnız bu sadaka nafileye mahsûstur. Farz olan zekâtı zenginlere vermek caiz değildir.

Fakir olan hırsız ile fahişeye zekât vermek bil'ittifâk caizdir.

3- Zekât alan kimsenin, kendi hâlini nazar-ı ittibâra alması, hırsızsa hırsızlıktan, zâni ise zinadan vazgeçerek hâlini ıslâh etmesi, zenginse sadakayı kabul etmemesi gerekir.

4- Hadİs-i şerif gizli verilen sadaka ile bu hususta gösterilen samimiyet ve İhlasın faziletine, delildir.

5- Yerine verilmeyen sadakanın tekrarı müstehabdır.

6- Hüâfı anlaşılıncaya kadar hüküm zahire göredir.

7- Allah'ın kazasına razı olmak, bu bâbta hâlinden şikâyet et­memek lâzımdır.

8- İmam A'zam'la İmam Muhammed'e göre bir kimse fakir zannı ile birine zekâtını verir de sonradan zengin olduğu anlaşılırsa, zekât sahibinden borç sakıt olur. Tekrar vermesi icab etmez Bu kavil Hasan Basrî ile    îbrâhîm Nehâi'den de rivayet olunmuştur. Hadîs-i şerif onlara delildir.

İmam Şafii, Hasen b. Salih ve Hane­fiî1er'den imam Ebû Yûsuf a göre zekâtı tekrar vermek icâb eder. Sevri'nin kavli de budur. Çünkü zekât sa­hibi içtihadında yanılmış ve zekâtını yerine vermemiştir. Binâena­leyh yanında su olduğunu unutarak teyemmümle namaz kılan bir kimse suyu hatırladığı zaman nasıl namazını iade ederse, burada da zekâtın iadesi lâzım gelir.

9- Mâsiyet sahiplerine sadaka vermek mekruhtur. Übbî diyor ki: «Namaz kılmayan bir kimseye sadaka vermek isteyen mut­laka onun namaz kılmasını şart koşmalıdır. Zekâtı alan kimsenin: (Ben namaz kılarım.) demesi kâfidir.»

 

25- Emniyetli Vekil-i Harcın ve Kocasının Sarahaten Yahut Örfen İzniyle Onun Malından Zararsızca Sadaka Veren Kadının Ecri Babı

 

79- (1023) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe ile Ebû Amir EI-Eş'arî, tbnü Nümeyr ve Ebû Küreyb hep birden Ebû Üsâme [33]'den riva­yet ettiler, Ebû Âmir dedi ki: Bize Ebû Üsâme rivayet etti. (Dedi ki): Bize Büreyd, Dedesi Ebû Bürde'den, o da Ebû Musa'dan, o da Pey­gamber (Sallallakü Aleyhi ve Se/Zemj'den naklen rivayet etti. Şöyle bu­yurmuşlar;

«Şüphesiz ki aldığı emri infaz eden —Ebû Mûsâ: Galiba veren, bu­yurdu; demiş.—; gönü! hoşluğu ile tastamam veren ve teslimine me'mûr olduğu şahsa teslim eden emniyetli müslüman vekîl-i hare iki sadaka ve­renin biridir.»

Bu hadîsi Buhâri «Zekât» bahsinin bir iki yerinde tahric etmiştir.

Hâzin: Vekîl-i hare yâni bir kimsenin işlerine bakan, onun nâmı­na İcâb eden yerlere para veren kimsedir.

Bu ve bundan sonraki hadislerden murâd: Allah'a tâat hususun­da bir kimseye ortak olan asıl sevapta da ortak olur, demektir. Yâni birine verilen sevap, ötekine de verilir. Bundan, verilen sevapların biribirine müsavi olması îcâb etmez. Birinin sevabı ötekinden daha çok olabilir. Fakat verilen sevabın aslında müsavidirler. Meselâ mal sahibi vekîl-i harcına yüz lira vererek: «Şu parayı kapıdaki fakire ver.» dese, mal sahibinin sevabı vekil-i harcın kinden daha çok olur. Fakat bir parça ekmeği»veyâ bir salkım üzüm gibi fazla kıymeti ol-mıyan bir şey'i uzak mesafedeki bir fakire gönderirse, bu sefer vekîl-i harcın sevabı mal sahibininkinden daha çok olur. Zira uzak yere gi­dip gelme ücreti, ekmek veya üzümün kıymetinden fazla tutar. Ba­zen her ikisinin sevapları müsavi olur. Meselâ gönderilen ekmekle gi­dip gelme ücreti müsavî olduklarında hâl böyledir.

Vekîl-i harcın müslüman, emniyetli, me'mûr olduğu işi gönül hoş­luğu ile tastamam İfâsı şart kabilinden vasıflardır. Sevap kazanmak isteyne vekîl-i karcın bu şartlara riâyet etmesi gerekir.

Görülüyor ki mezkûr şartlara riâyet eden vekil-i hare sevap hu­susunda efendisi ile ortaktır.

Kaadı tyâz vekil-i harem sevabın azlığı ve çokluğu hu­susunda da mal sahibine ortak olabileceğine işaret etmiş ve: «Çünkü sevap Allah Teâlâ'nın bir fazlıdır. Allah, onu dilediğine verir. Böyle peyler kıyâsla anlaşılamaz. Sevap amellere göre de değildir. O, sırf, bir fazl-ı ilâhidir...» demiştir.

Nevevî  birinci kavlin muhtar olduğunu söylemektedir.

 

80- (1024) Bize Yahya b. Yahya ile Züheyr b. Harb re tshâk b. İbrahim toptan Cerîr'den rivayet ettiler. Yahya (Dedi ki): Bize Cerir, Mansûr'dan, o da Şakîk'den, o da Mesrûk'dan, o da Aişe'den naklen haber verdi. Aişe şöyle demiş: Resûlüllah (Saîldlahü Aleyhi ve Sellem)* «Kadın zarar vermeksizin evinin yiyeceğinden ftıfak ederse, fnfâki se­bebiyle kendisine; malı kazanması sebebiyle de kocasına ecir verilir. Ve-kîl-i hare için de bunun gibi ecir vardır. Bunlar birbirlerinin ecirlerinden hiç bir şey azaltmazlar.» buyurdu.

 

(...) Bize, bu hadîsi tbni Ebî Ömer de rivayet etti. (Dedi ki): Bize Fudayl b. tyâz,  Mansûr'dan bu  isnâdla rivayet etti.   (Yalnız o): «Kocasının yiyeceğinden.» demiştir.

 

81- (...) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe rivayet etti. (Dedi ki): Bi­ze Ebû Muâviye, A'meş'den, o da Şakîk'den, o da Mesrûk'dan, o da Âişe'den naklen rivayet etti. Âişe şöyle demiş: Resûlüllah (Sallallahü

Aleyhi ve Selîem)

«Kadın, kocasının evinden zararsızca infâkta bulunursa, yaptığı in-fâk sebebiyle ecri kendinin; malı kazanması sebebiyle bir misli de koca­sının olur. Vekîl-i hare için de bunun misli vardır. (Bunlar) birbirlerinin ecir­lerinden hiç bir şey azaltmazlar.» buyurdular.

 

(...) Bize, bu hadîsi İbni Nümeyr dahî rivayet etti. (Dedi ki): Bi­ze babamla Ebû Muâviye, A'meş'den, bu isnâdla bu hadîsin benzeri­ni rivayet ettiler.

Bu hadisi Buhâri «Zekât» bahsinin bir iki yerinde ve «Ki-tâbü'l-BüyûVda; Ebû Dâvûd ile Tirmizi «Zekât» bahsinde; Nesâî «Işrâtü'n-NisâVda; îbni Mâce *Ticârât»'da muhtelif râvilerden tahric etmişlerdir.

Tirmizî onu iki tarîkden tahrîc etmiş. Muhamme-dü'bnü'l-Müsennâ tarikiyle Hz. Âişe' den riva­yet ettikten sonra: «Bu hadis hasendir.» demiştir. İkinci tariki Mahmûd b. Gaylân vasıtasıyla yine Hz. Âişe' den ri­vayet etmiştir. Mezkûr rivayet için Tirmizî: «Bu hadîs ha-sen sahihtir ve birinci tarikten daha sahilidir.» demektedir.

Hadîs-i şerif, muhtelif lâfızlarla rivayet olunmuştur. Bunların bâzılarında: «Kadın infâk ederse...» denilmiş; Tirmizi' nin bir rivayetinde: «Kadın tesadduk ederse...», diğer rivayetinde:

«Kadın, kocasının evinden bir şey verirse...» buyurulmuştur.

Kadının infâk ettiği şeyin «Evinin yiyeceğinden.» diye kayıtlanma­sı âdeten yiyecek vermek hususunda müsamaha gösterildiği içindir.

Altın ve gümüş gibi şeylerin verilmesi âdet olmadığı için kadın onları kocasının izni olmaksızın veremez.

«Bunlar birikirlerinin ecirlerinden hiç bir şey azaltmazlar.» cüm­lesinden murâd: Kadın ve vekîl-i hare amellerine göre kadının kocası ile vekil-i harem efendisi de mallarına göre sevap kazanırlar, birbir­lerinin sevaplarını paylaşmak suretiyle azaltmazlar, demektir.

Nevevî diyor ki: «Vekîl-i hare, çırak, köle ve kocası olan kadın tasarruf hususunda mutlaka efendilerinden izin almak mecbu­riyetindedirler. Hiç bir suretle izin almamışlarsa sevap değil, başka­sının malında izni olmadan tasarrufta bulundukları için günâha gi­rerler. İzin iki kısımdır; biri nafaka ve sadaka vermek için sarahaten müsâade etmekle olur. Diğeri örf-ü âdetten anlaşılan izindir. Dilenciye bir parça ekmek vermek gibi örf ve âdet olan ve zevç ile mal sa­hibinin rızâları yine Örfen bilinen şeyler bu kabildendir. Bu gibi şey­ler hususunda zevç ile mal sahibi bir şey söylemeseler bile rizâlan mevcut sayılır. Fakat örf muhtelif olur da, rizâ hususunda şüpheye düşülür yahut zevç ile mal sahibinin cimri oldukları hâllerinden an­laşılır veya şüphe edilirse, kadm kocasının malından hiç bir şey ve­remediği gibi, köle ve emsalinin dahi efendilerinin malmdan bir şey vermeleri caiz olamaz. Bu takdirde onların tasarrufları efendilerinin sarahaten iznine bağlıdır...

Gerek kadının gerekse çırak ve emsalinin âdetten fazla bir şey vermeleri caiz değildir. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

(Kadın, evinin yiyeceğinden zararsızca infâkta bulunursa...) sözü ile bu mânâya işaret buyurmuştur.»

Nevevî bundan sonra kadın, köle, vakil-i hare gibi kimse­lerin kimlere infâkta bulunabileceklerini beyânla: «Nafakadan mu-râd: Mal sahibinin, çocuklarına, hizmetçilerine, işlerine, misafir ve yolcu gibi ziyaretçilerine infâkta bulunmaktır.» demiştir.

 

Hadisten Çıkarılan Hükümler:

 

Ulemâ bu hadîsin te'vili hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bâzıları: «Hadîs-i şerifin ifâde ettiği hükümler Hicaz ve diğer bâzı mem­leketlerde yaşıyan insanların âdetlerine göredir. Onların âdetlerine göre ev sahibi ailesine, çocuklarına ve hizmetçilerine evde bulunan yiyecek ve katık gibi şeylerden infâka izin verir. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) onları bu âdetlerinde devama teşvik buyurmuş; ken dilerine sevap vaad etmiştir.» demişlerdir.

Diğer bâzı ulemâya göre hadisteki infâktan murâd: Noksanı hisse-dilmiyecek derecede az olandır.

Bir takımları: «înfâk ancak mal sahibinin vermekten hoşlandığı bi-Jinirse caizdir.» demiş; daha başkaları bu hususta zevce ile hizmtçi ara­sında fark görmüş ve zevcenin kocasının malından israf etmemek şar­tıyla sadaka verebileceğine; hizmetçinin ise efendisinin malında hiç bir gûnâ izinsiz tasarrufta bulunamıyacağma kaail olmuşlardır.

Gerçi bu bâbda muhtelif hükümler ifâde eden hadîsler vârid ol­muştur. Meselâ Tirmizi'nin rivayet ettiği bir hadîs, kadının izinsiz kocasının evinden hiç bir şey infâk edemiyeceğini ifâde et­mektedir.

Yine Tirmizi'nin rivayet ettiği bir hadiste zararsız olmak ve kocasının gönül rızâsı bulunmak şartıyla onun malından in-fâka teşvik buyurulmakta, bâzı hadîslerde yaş yemiş kabilinden olan! şeylerin infâkına cevaz verilmektedir. Bunların arasını bulmak içiiy Allâme Ayni: «Bu gibi şeyler, memleketlerin âdetlerine, zevcin hâllerine, infâk edilen şey'in azlığına çokluğuna göre deği­şir...» demiştir.

 

26- Kölenin, Efendisinin Malından İnfakı Babı

 

82- (1025) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe ile İbni Nümyer ve Zü-heyr b. Harb, toptan Hafs b. Gıyâs'dan rivayet ettiler. İbni Nümeyr (Dedi ki): Bize Hafs, Muhammed b. Zeyd'deft, o da Âbî'l-Lahm [34]'ın azatlısı Umeyr'den naklen rivayet etti. Umeyr şöyle demiş: Ben, köle idim; Resûlüüah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)-.

  «Efendilerimin   mallarından  bir  şey  tesadduk  edebilir  miyim?» diye sordum;

  «Evet, ecir de aranızda yarı olur.» buyurdular.

 

83- (...) Bize Kuteybetü'bnu Saîd rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hatim yâni tbni tsmâîl, Yezîd yâni İbni Ebî Ubeyd'den rivayet etti. (Demiş ki): Ben, Âbi'l-Lâhm'ın azatlısı Umeyr'den dinledim, şöyle de­di: Sahibim bana et doğramamı emretti. Derken yanıma bir fakir geldi, ben de kendisine bu etten yedirdim. Sahibim bunu öğrenince be- ni dövdü. Bunun üzerine ben, Resûlüllah (SaJlallahü Aleyhi ve Sellemfe gelerek hâdiseyi kendisine anlattım. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) onu çağırdı ve:

  «Bunu niçin dövdün?» diye sordu. Sahibim:

  «Emrim olmaksızın yiyeceğimi başkasına veriyor.» dedi. Resûlül­lah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)*

  «Sevap ikinize birdendir.» buyurdular.

«Evet, ecir de aranızda yarı olur.» cümlesi hakkında Nevevî (631-676) şunları söylemiştir: «Bu hadis yukarıda geçtiği vecîhle Hz. Umeyrin efendisinin razı olacağını bildiği miktarda sadaka vermesi için izin aldığına hamledilmiştir.

İkinci rivayet dahî Hz. Umeyr'in efendisinin razı ola­cağını zannettiği bir miktar et verdiğine mahmuldür. Fakat efendisi razı olmamıştır. Binâenaleyh Umeyr için ecir vardır. Çünkü tâat itikaad ettiği bir şey'i tâat niyeti ile yapmıştır. Efendisine de ecir vardır. Zira malı onun nâmına telef edilmiştir.»

Ancak Müslim sarihlerinden Übbi bu hususta Nevevi'ye itiraz etmiş ve: -Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu sözü ile kölenin alel-ıtlâk efendisinin malında tasarrufa hakkı ol­duğunu bildirmek istememiştir. O, yalnız doğru hareket ettiği anla­şılan bir iş için kölenin dövülmesini doğru bulmamış, bu sebeple sa­hibini çağırarak kendisini sevap kazanmağa teşvik buyurmuştur.» demiştir.

«Sevap İkinize birdendir.» yâni razı olursan bu işten sana da, kö­lene de sevap vardır; demektir. Aksi takdirde köleye sevap olamaz. Meğer ki Hz. Umeyr'in yaptığı gibi te'vîl ederek efendisi­nin razı olacağına kanâat getirmiş ola...

 

84- (1026) Bize Muhammed b. Râfi' rivayet etti. (Dedi ki): Bi­ze Abdürrezzâk rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ma'mer, Hemmâm b. Mü-nebbih'den naklen rivayet etti. Hemmâm: Bize Ebû Hüreyre'nin Mu­hammed Resûlüllah (Snllulhthü Aleyhi ve Sr//cn/)'den rivayet ettikleri şunlardır; diyerek bir takım hadisler zikretmiş ezcümle: Resûlüllah (Sallallakü Aleyhi ve Selletn)t

«Kocası yanında İken onun izni olmaksızın kadın oruç tutmasın, ko­cası yanında iken onun izni olmaksızın evine girmeye kimseye Ezin verme­sin, kocasının emri olmaksızın onun kazancından kadın ne infâk ederse, sevabının yarısı kocasının olur.» buyurdular, dedi.

Bu hadisin ilk cümlesini Buhârî «Nikâh» bahsinde tahric etmiştir. Onun rivayetinde «Oruç tutmasın» yerine «Oruç tutamaz.» buyurulmuştur. Tirmizî'nin rivayeti de öyledir.

Ebû Davud'un   rivayetinde:

«Sakın bir kadın kocası yanında iken Ramazan ayından maada oruç tutmasın. Kocası izin verirse o başka.» buyurulmuştur.

Ebû Hür yre hadisini Tirmizî hasen bulmuş; İbni   Hibbân   ise sahih olduğunu sö> lemistir.

Ebû Davud'un rivayetinden sarahaten anlaşılıyor ki mevzubahis oruç: Nafile oruç'dur. Filhakika kocasının izni olmaksı­zın yanındaki zevcesi nafile oruç tutamaz. Çünkü kocanın hakkı, na­file oruçdan evvel gelir. Ramazan orucu ise farz olduğu için kocanın iznine muhtaç değildir. Zâten Ramazanda karı koca ikisi de oruç tut­makla mükelleftirler. Bu husus ittifakıdır. Yalnız ramazanın kazası hususunda ihtilâf edilmiş: bâzıları: «Kadın izinsiz ramazan orucunu kaza edemez. Onu Şaban ayma te'hîr eder.» demiş; bir takımları da: Kaza orucu farz olduğu için izine ihtiyâç bulunmadığını, kadının onu izinsiz de tutabileceğini söylemişlerdir.

«Kocası yanında iken...» ifâdesinden murâd: Onun mukim olma­sıdır. Zîrâ seferde iken kadın izinsiz oruç tutabilir.

Şâi'iiler' den îmamNevevI: «Ulemâmızdan bâzıları ka­dının izinsiz nafile oruç tutmasının mekruh olduğunu söylemişlerdir. Bununla beraber izinsiz niyetlense orucu sahilidir, tamamlaması ge­rekir.» demiştir.

Bu hadisin son cümlesini Buhâri «Kitâbu'n-Nafakaat» ile «Kitâbü'lBüyûVda; Ebû Dâvûd «Zekât» bahsinde tahric et­mişlerdir.

«Kocası yanında iken onun izni olmaksızın evine girmeye kimseye izin vermesin...» cümlesi hakkında Nevevî: «Bu cümle kocanın rı­zâsı bilinmediğine hamledilmiştir. Kadın, kocasının evine girmesine razı olduğunu bildiği kimseleri izinsiz de içeri kabul edebilir.» de­miştir.

Kadının infâk ettiği şey'in yan ecri kocasının olması, infâk etti­ği şey aralarında ortak olduğu içindir.

Münziri'ye göre buradaki yarım ecirden murâd: Mecazî mânâdır. Yâni karı koca sevapta müsavidirler. Her birine tam ecir verilecektir, iki kişi oldukları için bir bütünün iki yarımına benzedik­lerinden sevapları da yarım tâbiri ile ifâde Duyurulmuştur.

Bâzıları: «İhtimâl ki karı ile kocanın ecirleri biribirine denk ol­duğundan bir bütünün iki parçasına benzetilmiştir.» demişlerdir.

 

27- Sadaka ile Hayır İşlerini Bir Araya Getirenler Babı

 

85- (1027) Bana Ebû't Tâhir ile Harmeletü'bnü Yahya Et-Tü-cîbî rivayet ettiler. Lâfız Ebû Tâlur'indir. Dediler ki: Bize İbni Vehb rivayet etti. (Dedi ki): Bana Yûnus, îbni Şihâb'dan, o da Numeyr b. Abdirrahmân'dan, o da Ebû Hüreyre'den naklen haber verdi ki, Re-sûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuşlar:

«Her kim Allah yolunda çifte infâkta bulunursa, cennette keydisine: Ey Allah'ın kulu! Şu hayırdır; diye nîdâ olunacak. Namaz kılanlardan ise namaz kapısından, cihâd edenlerden ise cihâd kapısından, sadaka veren­lerden ise sadaka kapısından, oruç tutanlardan ise reyyân kapısından ça­ğırılacaktır.»

Ebû Bekr-i Sıddîk: «Yâ Resûlallah! Bir kimsenin bu kapıların hep­sinden çağınlmasında bir zarar yoktur. Şu hâlde bir insan bu kapı­ların hepsinden çağırılacak mı?» diye sormuş; Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

«Evet! Ben, senin de onlardan olmanı ümîd ederim.» buyurmuşlar.

 

(...) Bana Amru'n-Nâkıd île Hasan-ı Hûlvâni ve Abd b. Humeyd rivayet ettiler. (Dediler ki): Bize Ya'kûb —yâni İbni îbrâhîm b. Sa'd— rivayet etti. (Dedi ki): Bize babam, Sâlih'den rivayet etti. H.

Bize Abd b. Humeyd de rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdürrazzâk rivayet etti. CDedi ki): Bize, Ma'mer haber verdi. Bu râvîlerin İkisi de Zührî'den, Yûnus'un isnadı ile ve onun hadisi mânâsında rivayet­te bulunmuşlardır.

 

86- (...) Bana Muhammed b. Râfi' rivayet etti. (Dedi ki): Bize Muhammed b. Abdillâh b. Zübeyr rivayet etti. (Dedi ki): Bize Şeybân rivayet etti. H.

Bana Muhammed b. Hatim dahi rivayet eyledi. Lâfız onundur. (Dedi ki): Bize Şebâbe rivayet etti. (Dedi ki): Bana Şeybân b. Abdir-rahmân, Yâhyâ b. Ebî Kesîr'den, o da Ebû Selemete'bni Abdirrah-mân'dan naklen rivayet etti. O da Ebû Hüreyre'yi şöyle derken işit­miş: Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'.

«Her kim Allah yolunda çifte infâkta bulunursa, o kimseyi cennetin bekçileri çağırırlar. Her babın bekçileri: Ey fülân! Buraya buyur! derler.» buyurdu. Bunun üzerine Ebû Bekir:

  «Yâ Resûlallah! îşte helak olmayacak zât budur.» dedi. Re­sûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

  «Ben, senin de onlardan olmanı pek ziyâde ümîd ederim.» buyur­dular.

«Cennette nida olunacak...» cümlesinden murâd Cennetin kapılan­dır.

Yine Aynî' nin beyânına göre bu kapılar cennetin sekiz kapısından ayrıdırlar.

îbni Battal t?-444): «Bir iriü'min ancak bir kapıdan girecektir. Ona bütün kapılardan nida edilmesi ise ikram ve tahyîr içindir. Yâni kapıların hangisinden dilerse ondan girmesi hususun­da muhayyer bırakılacaktır.» diyor.

Hadîs-i şerîfdeki «hayır» lâfzı ism-i tafdil değildir. Tenvini de ta'zîm ifâde etmek içindir. Mânâsı: îşte bu, hayırlardan bir hayırdır, demektir. Bâzılarına göre bu kapı senin için başkalarından daha ha-hırlıdır mânâsına gelir. Bu şekilde? ihbarın faydası onun büyüklüğü­nü beyândır.

«Namaz kapısından çağırılacak, cihâd kapısından çağırılacak...» gibi cümlelerden murâd: Nafile namazları çok kılanlar ve diğer na­file ibâdetleri çok yapanlardır. Aksi taktirde bütün mü'minler ibâ­dete ehildirler. Fakat burada maksat yalnız farz ibâdetleri ifâ eden­ler değil, nafileleri çok yaparak imtiyaz kazananlardır.

Re'yân: suya kanan demektir. Ulemânın beyânına göre oruç tu­tanların çağırılacakları cennet kapısına bu isim verilmesi, oruç tu­tarken susayanların cennette kana kana içeceklerine tembih içindir.

«Fulü» kelimesi meşhur rivayetlerde bu şekilde zaptolunmuştur.

Kaadı tyâz'la diğer hadis imamları başka şeklini zik-retmemişlerdir. Bâzıları onu «Fül» diye zaptetmişlerse de, birinci ri­vayeti daha doğrudur.

Kaadı lyâz: «Bu kelimenin mânâsı fülân demektir. Ter-hîm yapılmış ve kelimenin i'râbi nakledilmiştir. Bâzıları bu kelime­nin terhîmsiz olarak fülân mânâsında bir lügat olduğunu söylerler.» diyor.    .

 

Bu Hadisden Çıkarılan Hükümler:

 

1- Hadîs-i şerif infâkın pek büyük bir fazilet olduğuna delildir.

2- Resûlüllah (SaMîahü Aleyhi ve Sellem)'m Hz. Ebû Bekir'e:

«Ben, senin de onlardan olmanı ümîd ederim.» buyurması, onun fa­ziletine delildir. Zîrâ Peygamber (Saîlaîîahü Aleyhi ve Sellem)'in ricası vâcib manasınadır.

Îbni  Tin bu hususa nazar-ı dikkati celbetmiştir,

3- Fitne ve fucûra sebeb olmamak şartıyla bir insanı yüzüne karşı methetmek caizdir.

4- Bir insana hayırlı amellerinin her biri için cennet kapıları açılmaz. Birisinden dolayı bir kapı açılırsa ekseriyetle diğer kapılar ona kapanır. Fakat insanlardan pek azma müyesser olmak üzere cen­netin   bütün   kapılan da  açılabilir.  Hz. Ebû  Bekir (Radiyallahü anh) bu bahtiyarlardandır.

 

87- (1028) Bize İbni Ebî Ömer rivayet etti. (Dedi ki): Bize Mer-vân yâni el - Fezârî Yezîd'den —ki İbni Keysân'dır— o da Ebû Hâzim'i Eşcaî'den, o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet etti. Ebû Hüreyre şöyle demiş: Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemh

«Bu gün sizden kim oruçlu olarak sabahladı?»  diye sordu Ebû Bekir:

  «Ben» diye cevap verdi. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

  «Bu gün sizden kim bir cenaze teşyî' etti?» buyurdu? Ebû Bekir:

  -Ben» dedi. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemh

  «Bu gün sizden hanginiz bir fakîr doyurdu?» diye sordu; Ebû Bekir:

  «Ben.» cevâbını verdi. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemh

  Bu gün sizden kim bir hasta dolaştı?» dedi;  (yine) Ebû Bekin

  «Ben.»  cevâbını verdi. Bunun üzerine Resûlüllah  (Sallallahü Aleyhi ve Sellemh

  «Bu hasletler kendisinde toplanan hiç bir kimse yoktur ki, cennete girmesin...» buyurdular.

Übbî diyor ki: «Ulemâdan bir cemaatla tasavvuf erbabından bir kırfa, bir insanın kendisi için (Ben) demesini kerîh görmüşlerdir. Hattâ ehl-i tasavvuftan bâzıları (Bu kelime sahibine dâima uğur­suzluk getirir.) diyerek iblisin (Ben) dediği için Allah'ın lanetine uğ­radığına işaret etmişlerdir. Delilleri babımda görülecek Câbir hadîsidir. Mezkûr hadîsde Hz. Câbir : Ben, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve SeUern)** geldim, kapıyı çaldığımda:

  Kim o? dedi;

  Ben! diye cevâp verdim. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sel­lem)'

  Ben, ben;  diye  diye   yanıma  çıktı.  Gâlibâ   bunu   kerih  gördü.) demektedir.

Fakat mes'ele bu zevatın zannettikleri gibi değildir. Onlara red cevâbı hususunda babımız hadisi kâfidir. Zira Ebû Bekr-i Sıddîk (Radiyallahü anh), Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Selicm)in huzurunda ıBen) diyerek konuşmuş; kendisine bu bâbda bir şey dememiştir. (Ben) kelimesi Kur'ân-ı Kerîm de ve ha­dislerde çok varîd olmuştur...»»

Übbi bu hususta gerek Kur'ânı dan gerekse hadîs­lerden bir çok misâller getirdikten sonra şunları söylemiştir: «Resû­lüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'vn Câbir hadîsinde (Ben) sözünü kerih görmesi beyân icâb eden yerde Câbir (Radiyallahü anh) sözünü müphem bıraktığı içindir.

Hz. Câbir (Ben Câbir' im) deseydi Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ona bir şey demezdi.

îb1îs1e gelince Ona lanet fcuyuruîması, kendisine (Ben) dediği için değil; Rabbi Teâlâ'nın emrini alaya alarak (Ben Âdem' den daha hayırlıyım.) dediği içindir.»

Hadîs-i şerîfde sayılan hasletlerin bir kişide toplanmasından mu-râd: Günlerden bir gündür. O hasletlerin konuşulduğu gün değildir.

Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seliem) Efendimizin bu hasletleri kendinde toplayanın cennete gireceğini beyân buyurmaları, o kimse hakkında şehâdettir.

 

28- İnfaka Teşvik ve Cimriliğin Keraheti Babı

 

88- (1029) Bize Ebû Bekir b.Ebî Şeybe rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hafs yâni İbni Gıyâs, Hişâm'dan, o da Fâtıme binti Münzir'den, o da Esma binti Ebî Bekir (Radiyallahü an^/dan naklen rivayet etti. Esma' şöyle demiş: Bana, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

aİnfâk et —yahut dök, yahut ver— cimrilik etme ki Allah da sana rız­kını esirgemesin.» buyurdular.

 

(...) Bize Amru'n-Nâkıd ile Züheyr b. Harb ve îshâk b. tbrâ-hîm hep birden Ebû Muâviye'den rivayet ettiler. Züheyr (Dedi ki): Bize Muhammed b. Hâzim rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hişâm b. Urve, Abbâd [35] b. Hamza ile Fâfıme binti Münzir'den, Fâtıme de Esma' dan naklen rivayet etti. Esma şöyle demiş: Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)i

«Ver —yahut dök, yahut infâk et— cîmrrlik etme ki Allah da sana olan nimetlerini esirgemesin. Malının fazlasını saklama kî Allah da fazl-u keremini senden menetmesin.» buyurdular.

 

(...) Bize îbni Nümeyr rivayet etti. (Dedi ki): Bize Muhammed b. Bişr rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hişâm, Abbâd b. Hamza'dan, o da Esmâ'dan naklen rivayet etti ki, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sel-lem) kendisine yukarıdakilerin hadîsi gibi beyânda bulunmuş.

 

89- (...) Bana Muhammed b. Hatim İle Hârûn b. Abdillâh ri­vayet ettiler.  (Dediler ki): Bize Haccâc b. Muhammed rivayet etti.

(Dedi ki): tbnİ Cüreyc şunu söyledi: Bana îbni Ebî Müleyke haber verdi, ona da Abbâd b. Abdillâh b. Zübeyr, Esma* bin ti Ebi Bekir'den naklen haber vermiş ki, Esma', Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sel-Um)** gelerek:

  «Yâ Nebiyullah! Zübeyr'in bana getirdiği şeylerden başka hiç bir şeyim yok. Onun bana getirdiklerinden bir parça infâk etsem bana bir günah

var mıdır?» demiş-, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

  «Gücünün eyttiğİ kadar infâkta bulun. Malının fazlasını saklama ki Allah da sana fazl-u ihsanını kesmesin.» buyurmuşlar.

Bu hadisi Buhârî Kitâbu7-Hîbe»'de tahrîc etmiştir.

Hadis-i şerif Ebû Dâvûd, Tirmizî Nesâî1 nin «Sahih»'lerinde ide mevcuttur.

Tirmizi onun sahih olduğunu söylemiştir.

Hz. Esma, Resûlüllah (Scdlalhıhü Aleyhi ve SeUem)'™ ken­disine «Enfikî» mi, yoksa «indahî» veya «infahiy» mi? buyurduğunda şekketmiştir. Bu kelimelerden birincisinin mânâsı: Başkasına nafaka ver; ikincinin mânâsı: Atıyye ve bahşiş ver; demektir.

«Nadh»: Suyu dökmek, mânâsına gelir. Burada ondan bu mânâ kastedilmiş olması muhtemeldir.

«Nefh» dahî: Atıyye ve bahşiş, mânâsına geldiğinden «Nadh»'m ondan daha beliğ olmak üzere su döker gibi harcamak mânâsına kullanılmış olması ibareye daha münâsibdir.

«îhsâ'»: Bir şey'i hatalı şekilde sayıp dökmektir. Burada ondan murad: Geriye bırakmak ve biriktirmek için saymak, Allah yolunda sarfetmemektir. cümlesinin asıl mânâsı: «Fazla malını biriktirme ki Allah da sana fazlını biriktirmesin.» demekse de, biriktirmenin ve sayıp tutmanın hakikati Allah Teâlâ'ya nisbetle muhal olduğun­dan -Allah da sana olan nimetlerini esirgemesin.» şeklinde te'vil edilmiştir.

Gerek bu cümle gerekse müteakip rivayetteki cümlesi mukaabele ve teçhiz kabilinden mecazdırlar.

«Bir şey'r kap içinde saklama.» demektir. Burada ondan murâd: Fazla malını muhtaçlara vermeyi esirgeme demektir.

«Radh»; Az bir şey vermek, demektir.

İmam Nevevî: *Bu hadisin mânâsı: Tâat hususunda mal sarfına teşvik, malı elinde tutarak cimrilik göstermekten ve malı kapta biriktirmekten nehiydir.» diyor.

Hz, Esma «Zübeyr'in bana getirdiği şeylerden başka hiç bir şeyim yok.» demekle kocasının kendisine mülk olarak verdiği şeyleri anlatmak istemiştir. Resûlüllah (Sallallakü Aleyhi ve Sellem) ise sadaka vermesini emir buyurmuş, kocasından izin iste­mesine lüzum görmemiştir.

Nevevi diyor ki:

«Resûlüllah (Saîlaîlahü Aleyhi ve Sellem)"m, Hz. Esmâ'ya (Gücünün yettiği kadar infâkta bulun.) buyurması Zübeyr’in razı olacağı miktarda infâk et manasınadır. Bu cümlenin takdiri şudur: Şenin için azar azar infâk hususunda birbirinden farklı mubah olan dere­celer vardır. Zübeyr bunların hepsine razı olur. Binâenaleyh sen bu derecelerin en yükseğini yap yahut kendi mülkünden infâkta bulun.

 

29- Az Bir Şey de Olsa Sadaka Vermeye Teşvik ve Azı Hakir Görerek Vermekten Îmtina Etmemek Gerektiği Babı

 

90- (1030) Bize Yahya b. Yahya rivayet etti. (Dedi ki): Bize Leys b. Sa'd haber verdi. H.

Bize Kuteybetü'bnü Saîd de rivayet etti. (Dedi ki): Bize Leys Saîd b. Ebî Said'den, o da babasından, o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet etti ki Resûlüllah (Saîlaîlahü Aleyhi ve Sellem):

«Ey Müslüman kadınları! Sakın bir komşu kadın bir koyun parçasıyla da olsa komşu kadına (hediye ve) sadaka vermeyi hakir görmesin.» buyururlarmış.

Bu hadisi Buhftrl «Hibe» bahsinin başında tahric etmiştir. Onu Tirmizî dahi rivayet etmiş ve garib olduğunu söylemiştir.

Kaadı îyâz ibaresini üç vecihle okunduğu­nu söylemiştir.

Birinci veçhe göre: «Nisa*» kelimesi mansûb; -Müslimât* da iza­fetle mecrûrdur. Meşhur olan da bu vecîhdir.

Bâcîi «Şarkta bütün üstatlarımızdan bize bu vecîhle rivayet olundu.» demiştir. Bu veçhe göre terkib, bir şey'i kendi nefsine ve mev-sûfu sıfatına izafet kabîlindendir. Nitekim «Mescidü'l - Camiî» ve «Canibü'l - Garbîyyi» terkipleri de böyledir. Bu izafet Küfe' lilere göre caizdir. Basra ulemâsı ise böyle yerlerde bir mahfuz takdir eder­ler. Meselâ «Mescidü'l- Camiî» terkibi onlarca «Mescidü'l - Mekâni'l -Camiî» takdiz indedir. Onlara göre bu hadîsteki terkip dahî «Yâ Ni-sâe'l - Enfüsi'l - Müslimâti» takdirindedir.

Bâzıları bu terkibin «Yâ FâdılâÜ'l -Müslimâti» takdirinde olduğu­nu söylemişlerdir.

İkinci veçhe göre: «Nisa1» ve «Müslimât»'ın ikisi birden meifû okunur. Bu veçhe göre münâdâ mevsûf demektir.

Bâcî: «Memleketimiz ulemâsı onu böyle rivayet ederler.» demiştir.

Üçüncü veçhe göre: «Nisa1» kelimesi merfû', >Müslimât»'ın sonu meksûr okunur. Bu taktirde «Müslimât» kelimesi mahallin sıfatı ol­mak üzere mansûb demektir.

Cara: Komşu kadın, demektir.

Kocasının yanında bulunmasına bakarak zevcehe de «Cara» de­nilir.

Bâzıları arapların kadının ortağına da kinaye yoluyla «Cara» dediklerini söylerler.

Hadisdeki «Cara» kelimelerinden murâd: Komşu kadınlardır.

Hadisdeki nehiy, veren komşuya aittir. Yâni bir kadın vereceği sadaka veya hediyeyi az görerek komşusuna vermekten çekinmesin. Az da olsa, o hiç olmamaktan evlâdır; demektir.

Kirmâni «Licâratihâ» câr ve mecrûrunun bir mahzûfa mütaallik olduğunu söylemiştir. Ona göre mânâ: «Hiç bir komşu ka­dın, komşusuna hedive olarak verilen bir şey'i hakir görmesin.» de­mektir.

ResûlüIIah (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem)'in: «Bir koyun paçasıyla da olsa...» sözü hediye edilen şeyin azlığını mübalağa suretiyle ifâde etmektedir. Yoksa koyun paçasının hakikati, murâd değildir. Çünkü hediye olarak koyun paçası vermek âdet değildir. Maksat elde olan bir şey'i hediye etmek, onun azlığına çokluğuna bakmamaktır. Zira cömertlik eldeki mevcuda göre olur.

Hadisdeki nehyin, hediye edilen komşuya râci' olması da ihtimâl dahilindedir. Bu taktirde mânâ «Hiç bir komşu kadın az da olsa ken­disine hediye edilen şey'i hakir görmesin.» demek olur.

 

30- Sadakayı Gizli Vermenin Fazileti Babı

 

91- (1031) Bana Züheyr b. Harb ile Muhammedü'bnü'l - Mü -sennâ hep birden Yahye'l - Kattan d an rivayet ettiler. Züheyr (Dedi ki): Bize Yahya b. Saîd, Ubeydullah'dan rivayet etti. (Demiş ki): Bana Hubeyd b. Abdirrahmân, Hafs b. Asımdan, o da Ebû Hüreyre* den, o da Peygamber (Şdlallahü Aleyhi ve Sel/emj'den naklen haber verdi; şöyle buyurmuşları

Yedi sınıf İnsan vardır ki Allah onları kendi (arş'ımn) gölgesinden başka hiç bir gölge bulunmayan (kıyamet) gün(ün)de (arş'ımn) gölgesinde göl­gelendirecektir. (Bunlar): Âdil hükümdar, Allah'a ibâdet ede ede yetişen genç, kalbi mescidlere bağlı olan kimse, Allah için sevişen, onun için bir yere gelen; onun için biribirinden ayrılan iki kimse, kendisini mevkii sahibi, güzel bir kadın (fenâtiğa) davet ettiği hâlde:

— Ben Allah'dan korkarım; diyen adam, sol elinin verdiğini sağ eli duymayacak derecede gizli sadaka veren kimse ve tenha bir yerde Allah'ı zikrederek gözleri boşanan kimselerdir.»

 

(...) Bize Yahya b. Yahya rivayet etti. (Dedi ki): Mâlik'e Hubeyd b. Abdirrahmân'dan dinlediğim, onun da Hafs b. Asım'dan, onun da Ebû Saîd-i Hudrî'den yahut Ebû Hüreyre'den naklen rivayet ettiği su hadîsi okudum: Ebû Saîd yahut Ebû Hüreyre şunları söylemiş: «Re-sûlüllah (Salîalîahü Aleyhi ve Sellem)— buyurdu.»

Hâvi, Ubeydullah'ın hadisi gibi rivayette bulunmuş ve «Mescid' den çıktığı vakit tekrar ona dönünceye kadar (kalbi) mescide bağlı olan adam...» demiştir.

Bu hadisi Buhâri «Ezan?» ve «ZekAt» bahislerinde, Tirmizi «Zühd»'de, Nesâi «Kaza» ve «Rukaak» bahislerinde muhtelif râvüerden tahrîc etmişlerdir.

Hadisteki (Yedi) tâbirine «Yedi sınıf insan...» diye mânâ veril­mesi, kadınlara da şâmil olsun diyedir. Zîrâ usûl-ü fıkıh ulemâsı şe­riatın ahkamının bütün mükelleflere şâmil olduğunu söylemişlerdir. Tahsise delil olmadıkça bir kişiye verilen hüküm bütün mükelleflere verilmiş sayılır.

Bu hadîste betahsîs yedi sınıf insan zikredümişse de usûl-ü fıkıh ilmine göre bir şey'i adetle bildirmek, hükmün o adetten mâadasına şâmil olmadığına delâlet etmez, Nitekim Müs1im'in rivayet ettiği bir hadiste:

«Her kira borçlu bir fakire mühlet verir yahut alacağını bağışlarsa Allah o kimseyi arş'ının gölgesinden başka gölge bulunmayan kıyamet gününde arş'ınnı gölgesinde gölgelendirir.» buyurulmuştur.

Mezkûr hadiste beyân buyurulan iki haslet babımız hadîslerin-deki hasletlerden başkadır. Bu da gösterir ki bir şey'i adetle bildirmek hükmün o adetten başkasına şumûlü yok mânâsına gelmez.

Kaadı îyâz'ın beyânına göre zillin Allah'a izafesi, mil-kin izafesi kabilindendir. Her zül, Allah'ın milkidir. Fakat Ayni' ye göre buradaki izafet teşrif kabilindendir. Zîrâ başkalarından te-mayyûz ancak bu suretle hâsıl olur. Nitekim yeryüzündeki bütün mescidler Allah'ın nülki olduğu hâlde, teşrif için Kabe' ye : «Beytullah» yâni Allah'ın evi, denilmiştir. Bundan maksat: Onun şe­refini beyândır.

Allah Teâlâ hakkında gölgenin hakikatim murâd etmek muhal­dir. Çünkü gölge cisimlerin hâssalarmdandır. Teâlâ Hazretleri ise bu gibi şeylerden münezzehtir. Allah'ın zillinden murâd: Arş'ın gölge-sidir. Nitekim bir rivayette:

Allah, onları arş'ının gölgesinde gölgelendirecektir.» buyurularak bu cihet tasrih olunmuştur.

Bâzıları: «Allah'ın gölgelendirmesinden murâd: «Onları rahmeti ile örtmesidir.» demişlerdir. Ki, arş'ın gölgesinde gölgelendirmek te bunu istilzam eder.

Bir takımları: «Buradaki gölgeden murâd: Tûbâ ağacının yahut cennet'in gölgesidir.» demişlerse de, hadîsimizdeki «Allah'ın arş'ı gölgesinden başka gölge bulunmayan...» ifâdesi bu kavli reddetmekte­dir. Zira gölge bulunmayan günden murâd: Kıyamet günüdür.

Tûbâ ağacı ile cennetin gölgeleri ise cennetlikler cennete girip yerlerini aldıktan sonra görülecektir. Sonra cennetteki gölgeler ora­ya giren bütün insanlara âmm ve şâmildir. Hâlbuki babımız hadîsi zikri geçen yedi sınıf insanın sair insanlardan ayrı muamele görecek­lerine delâlet etmektedir ki, bu ancak kıyamette insanlar Rabbü'l-Âlemîn Hazretlerinin huzûr-u mânevisine durdukları, güneşin tepele­rine inerek kendilerini kasıp kavurduğu o müthiş günde vukûbula-caktır.'

Adil hükümdar hakkında ulemâ birkaç vecıhie beyanâtta bulun­muşlardır. Şöyle ki:

1- Âdili Adaletle hükmeden, mânâsına gelen ism-i fail bir keli­medir. Ebû Ömer îbni Abdilberr'in beyânına göre «El - Muvatta'» râvîlerinin ekserisi bu kelimeyi «Âdil» şeklinde ism-i fail olarak rivayet etmişlerdir.

«Adi» şeklinde rivayet edenler de vardır.

Lügat ulemâsı bu şekli ihtiyar etmişlerdir. «Adi» kelimesi mas­tardır. Onunla erkek, kadın, müfred ve cemi' sıfatlanabilir.

İbni Esîr bu bâbda şunlan söylemiştir: «Adi» aslında mastardır. Sonradan (Adil) mânâsına kullanılmıştır ve âdilden daha beliğdir. Çünkü âdil bir kimseye (adi) demek o kimseyi adaletin kendisi yapmaktır.

2- Âdil'in asıl mânâsı: Her şey'i yerli yerince koyan, demektir. Bâzıları:  «Akaaid'de olsun, amel veya ahlâkta olsun ifrâdla tehrîd arasında bulanandır.* demişlerdir.

Bir takımları: «Âdil. İnsan kemâlâtmın üç esâsını yâni hikmet, şecaat ve iffeti kendinde  toplayan kimsedir.»  derler.

Hikmet: Akıl kuvvetinin, şecaat yâni cesurluk: gadab kuvveti­nin, iffet de şehvet kuvvetinin orta dereceleridir.

Adili: «Allah'ın hükümlerine itaat eden kimsedir.» diye tarif edenler bulunduğu gibi, «Teb'anın haklarına riâyet gösterendir.» şek­linde tarif edenler de vardır.

Hâsılı âdil: Müslümanları" umurundan birine nezâret eden vali ve hâkim gibi kimselerin umûmuna şâmil bir kelimedir.

3- İmam: Hükümdar, vali gibi Müslümanların başında bulunup, onları idare eden kimsedir. Hadîs-i şerîfde âdil imamın yedi sınıfın başında zikredilmesi, gördüğü işler pek çok ve faydası umûmi olduğu içindir. Adil imam vasıtasıyla Teâlâ Hazretleri pek büyük işleri yoluna koyar. Onun içindir ki: «Peygamberlerden sonra derece itibarı ile Allah'a adil imamdan daha yakın kimse yoktur.» derler.

İbni Abbâs (Radiyalîahü atik) «Bir kavim haksız yere hükmetmeye başlarsa Allah onların üzerine zâlim bir imam musallat kılar.» demiştir.

Hadîs-i şerîfde beyân buyurulan yedi sınıftan ikincisi Allah'a ibâ­det ederek yetişen gençlerdir. Burada Resûlüllah (Salîallahü Aleyhi ve SeJ/emJ'in «adam» demiyerek: genci zikretmesi, gençlikte ibâdet insa­na daha zor geldiği içindir. Çünkü gençlikte insana şehvetler galebe çalar, hevâ ve hevese tabî kılacak sebepler çoktur.

Yedi sınıftan üçüncüsü: kalbleri mescidlere bağlı, namaz hiç bir zaman akıllarından çıkmayan kimselerdir. Kalbin mescide bağlanma­sı, namaz vakitlerini beklemekten kinayedir. Namaza müdavim olan kimseler camiden çıkar çıkmaz ondan sonraki namazın vaktini bek­lerler. Bu da onların namazı cemaatla kılmalarını istilzam eder.

Dördüncü sınıf: Birbirlerini Allah için sevenlerdir.

Hadis-i şerîfde «birbirlerini seven iki adam» denildiğine göre bah­sedilen sınıfların yedi değil, sekiz olduğu hatıra belebilirse de, ha-kîkatta sınıflar yine yedidir. Çünkü bu cümlenin mânâsı: «Başkasını Allah için seven adam» demektir. Sevgi nisbî bir şey olduğundan onu nisbet etmek için en az iki kişi lâzımdır. «îki adam» denilmesi bun­dandır.

«Onun için bir yere gelen ve onuniçin ayrılan iki kimse...» ifâde­sinden murâd: Allah aşkı ile buluşan ve bu sebeple beraberce oturup konuşan ve nihayet o meclisden ayrılıp giden kimselerdir. Fakat bu cümleyi «O meclisten dağıldıktan sonra birbirlerini sevmeleri sona erer.» mânasına almamalıdır. Maksad şudur: Bu gibi kimseler dîni husûsâtta birbirlerini sevmekte devam ederler. Bir yere toplansınlar toplanmasınlar bu sevgiye dünyevî.bir arıza sebebiyle nihayet ver­mezler. Muhabbetleri ölünceye kadar devam eder.

Beşinci sınıf: Mevkii sahibi güzel kadınların zina taleplerine mâ­ruz kalan erkeklerdir. Hadisin zahirinden anlaşılan mânâ budur.

Bâzı rivâvetler de bu mânâyı te'yid ettiği için Kurtubİ kat'iyyetle buna kaail olmuştur. Maamâfih kadınların tekliflerini ev­lenmek için yapmış olmaları ihtimâlinden bahsedenler de vardır. Bu taktirde kadının teklifim reddeden erkek, onunla meşgul olurken ibâdet yapamayacağından yahut ibâdetle meşgul olurken kadının hakkını ifâ edemeyeceğinden korkmuş olur.

Kadının güzelliği ile beraber mevkii sahibi oluşunun da zikre­dilmesi: BÖylelerine rağbet daha çok, vuslat daha güç olduğu içindir.

Hâl böyle olduğu hâlde kadının buna talib olması zikre şayandır.

Erkeğin böyle bir teklife «Ben Allah'tan korkarım!» bir rivayette «Ben, Âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım.» cevâbını vermesi tâatların en büyüklerinden biridir.

Kaadı İyâz: «İhtimâl erkek bunu, o kadını fuhuştan men etmek için dili ile söyler; ihtimâl kendi nefsini menetmek için kalbi ile söyler.» diyor.

Kurtubi: «Böyle bir cevap ancak Allah'dan pek ziyâde korkmaktan neş'et eder. Allah korkusundan dolayı güzel bir kadına yaklaşmaktan sabretmek mertebelerin en yükseklerinden ve ibâdet­lerin en büyüklerinden mâdûttur.»  demiştir.

Altıncı sınıf: Sadakalarını son derece gizli veren kimselerdir. Bu cihet «sol elin verdiğini sağ el bilmeyecek kadar gizli tutan» cüm­lesi ile mübalâalandırılmıştır.

Hadîsin Buhâri ve diğer sahîh kitaplardaki rivayeti: «Sağ elinin infâk ettiğini sol eli bilmez.» şeklindedir.

Kitabımızın rivayetinde ise hadîs maklûb olarak: «Sol elinin infâk ettiğini sağ eli bilmez.» şeklinde zaptedilmiştir.

Kaadı İyâz: «Elimize geçen Sahih-i Müslim nüshalarının hepsinde hadis böyle maklûb olarak rivayet edilmşitir, doğrusu birinci şekildir.»  demiştir.

Buhâri: «Buradaki vehim Müslim' den başkasına ait olacağa benziyor.» demiş: bâzıları vehmin Müslim' den veya onun dûnunda bulunan başka bir râvîden değil, Müslim' in şeyhinden yahut şeyhinin şeyhi Yahye'l-Kattân' dan geldiğine kaail olmuşlardır. Kalbin râvîler tarafından değil, hadîsi istinsah eden kâtip tarafından yapılmış olması da mümkündür.

Yedinci sınıf: Kimsenin bulunmadığı tenhâ bir yerde Allah'ı zik­redip ağlayan kimselerdir. Çünkü tenhâda ibâdet riyadan uzaktır. Bâzıları bu cümleyi: «Halk arasında da olsa Allah'dan başka kimseye iltifat etmeyen» mânâsına almışlardır.

Hadîsin bu cümlesinde boşanmanın gözlere isnâd edilmesi: Mü­balağa içindir. Hakikatte boşanan gözler değil, göz yaşlarıdır.

Kurtubi diyor ki: «Gözün boşanması zikrin hâline ve o hâlde zikreden kimseye münkeşif olan olan şeylere göredir. Meselâ celâl vasıfları hâlinde ağlamak Allah korkusundan, cemâl vasıfları hâlinde ise Allah'a iştiyaktan ileri gelir,»

 

Bu Hadisden Çıkarılan Hükümler:

 

1- Hadîs-i şerif âdil imamın faziletine delildir. Müslim'in ri­vayet ettiği bir hadiste: «Adaletle hükmedenler Allah'ın indinde nur­dan minderler üzerine oturtulacaklardır...» Duyurulmuştur.

2- Allah'a ibâdet ede ede yetişen gencin fazileti büyüktür.

3- Bütün ömründe günahlardan kaçınıp Allah'a tâatla meşgul olan kimsenin fazileti pek büyüktür. «Melekler insanlardan efdâldır; çünkü gece gündüz Allah'a tesbîhde bulunurlar. Bu hususta kendi­lerinden bir gevşeme veya bıkkınlık da sâdır olmaz.» diyenler bu ha­dîsle ihticâc etmişlerdir.

4- Cemaatla namaz kılmak için câmi'e devam edenlerin fazileti büyüktür. Çünkü câmi'ler Allah'ın evleridir. Ehl-i takva olan her zâtın evini ziyaret, ziyaret edilen zâtın misafirine ikramı âdettendir. Şu hâlde kerimler kerîmi olan Allah Teâlâ'nın evleri demek olan câ­mi'ler günde beş defa ziyaret edilirse, onun misafirlerine ne gibi ikramda bulunacağını bir düşünmelidir.

5- Müslümanların Allah için birbirlerini sevmeleri büyük bir fazilettir. Zîrâ bir kimseyi Allah için sevmek ve bir kimseye Allah için buğz etmek îmândan ma'dûttur.

İmam  Mâlik' e  göre Müslümanların Allah için birbir­lerini sevmeleri ve Allah için birbirlerine buğz etmeleri farzdır. Bu bâbda hadîsler vârid olmuştur,

6- Allah'tan korkmanın fazîleti pek büyüktür. Teâlâ Hazret­leri:  makaamından   korkan   kimseye   İki   cennet   pırdır.[36]» buyurmuştur.

7- Gizli sadaka vermenin fazîleti büyüktür. Ulemâ bunun na­file sadakaya mahsûs olduğunu söylemişlerdir. Nafile sadakayı gizli vermek efdâldır. Çünkü gizli vermek samimiyet ve ihlâsa delâlet eder; riyadan hâlidir. Farz olan zekâtı ise aşikâre vermek efdâldır. Zî­râ bu suretle zekât veren kimse başkalarına örnek ve İslâm'ın esâ-sâtanı meydana çıkarmış olur. Oruç mes'elesi de böyledir. Farz olan orucu başkalarına bildirmek daha faziletlidir.

Vitr gibi vâciblerle sabah namazının sünneti gibi sünnet-i müek-kedeler hakkında ihtilâf vardır.

8- Tenhalarda Allah'ı zikrederek gözyaşı dökmek pek faziletli bir tâattır.

 

31- Sadakanın Efdali, Sağlam Olan Cimrinin Sadakası Olduğunu Beyan Babı

 

92- (1032) Bize Züheyr b. Harb rivayet etti. (Dedi ki): Bize Cerir, Umaratü'bnü Ka'kaa'dan, o da Ebû Zür'a'dan, o da Ebû Hü-reyre'den naklen rivayet etti. Ebû Hüreyre şöyle demiş: Resûlüllah (Saîlallahü Aleyhi ve Sellemje bir adam gelereki

  «Yâ Resûlaliah!  (Sevap ittibârı ile) sadakanın hangisi daha büyüktür?» diye sorduj Resûlüllah {Saîlallahü Aleyhi ve Sellem):

  «Sağlam, cimri olduğun, fakirlikten korktuğun ve zenginliğe tama' ettiğin hâlde verdiğin sadakadır. (Bu işi), can gırtlağa gelip de filâna şu Kadar, filâna da şu kadar {verilsin) deyinceye kadar geri bırakma. Dikkat et ki (O mal) zâten filânın olmuştur.» buyurdular.

 

93-(...) Bize Ebû Bekir b. Ebi Şeybe ile İbnİ Nümeyr rivayet ettiler. (Dediler ki): Bize İbni Fudayl, Umâra'dan, o da Ebû Zür'a'dan, Bir adam Peygamber {Saîlallahü Aleyhi ve Sellemfe gelerek: o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet etti. Ebû Hüreyre şöyle demişi

  «Yâ Resûlaliah! Sevap ittibârı ile sadakanın hangisi daha bü­yüktür?- diye sordu. Resûlüllah (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem):

  «Dikkat et! Babana yemin olsun ki bu suâlin cevâbını alacaksın Sağlam, cimri, fakirlikten korktuğun ve çok yaşamayı umduğun hâlde sadaka vermendir. (Bu işi) can gırtlağa gelip de, filâna (malımdan) şu kadar; filâna da şu kadar ;/asiyet ediyorum.) deyinceye kadar geciktirme. O (zaman mal zâten) filânın olmuştur.» buyurdular.

 

(...) Bize Ebû Kâmil El-Cahderi rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdülvâhid rivayet etti. (Dedi ki): Bize Umâratü'bnü Ka'kaab' bu is-nâdla Cerir'in hadisi gibi rivayette bulundu. Yalnız O: «Sadakanın hangisi efdaldır?» dedi.

Bu hadisi Buhâri «Kitabü'z - Zekât» ve ÎKitâbü'I - Vasâ-yâ»'da  Nesâi «Kitâbü'z- Zekât» 'da tahrîc etmişlerdir.

Resûlüllah (Sallalîahü Aleyhi ve Selîem)'e gelen zâtın kim olduğu malûm değildir. Bâzıları Hz. Ebû Zerr olmasını muhtemel görmüşlerdir. Çünkü İmam Ahmed b. Hanbel'in «Müsned»'inde Hz. Ebû Zerr' in «Sadakanın hangisi ef-daldır?» diye sorduğu tasrih edilmiştir.

Taberânî dahî Ebû Ümâme' den hadîsi riva­yet etmiştir. Ancak Resûlüllah (Sallalîahü Aleyhi ve Se/Ierw)'in ona ver­diği cevap buradaki gibi değil, «Malı az olanın cehd ederek verdiği sadakadır.» şeklindedir.

SadaKayı sağlam ve mala tama' ettiği hâlde vermesinin efdal olu­şu bu hâllerde sadaka vermek nefse güç geldiği içindir.

Canın gırtlağa gelmesi'nden murâd: O ânın yaklaşmasıdır. Zîrâ hakikaten can gırtlağa geldiği zaman vasiyet ve şâir tasarruflar sa­hih değildir.

Hadîsin mânâsı şudur: «Sadakanın efdalı hâl-i hayâtında vücû­dun sağlam ve mala ihtiyâcm varken verdiğin sadakadır. Çünkü ölüm döşeğinde verdiğin sadaka senin olmaktan çıkmış, malına mirasçı­larının hakkı taalluk etmiştir.

Hz. Ebû Sad' in rivayet ettiği bir hadîs de bu te'vîli te' yid etmektedir. Mezkûr hadîste:

«Bir kimsenin hâl-i hayâtında bir dirhem tasadduk etmesi, ölürken yüz dirhem tasadduk etmesinden daha hayırlıdır.» Duyurulmuştur.

Hadîs-i şerif de zikredilen «filân» 'larm ikisi kendisine mal va­siyet olunan kimseden üçüncüsü de mirasçıdan kinayedir. Yâni: «Iş'i ölürken filân ve filâna şu kadar mal vasiyet ediyorum ,demeye bırak­ma. Çünkü o mal o anda filân mirasçının olmuştur.» demektir. Mirasçı isterse o vasiyeti iptal eder.

Hz. Ebû'd -Derda1 dan rivayet olunan bir hadîste: Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

tölürken köle azâd eden bir kimsenin hâil, doyduktan sonra hediye verene benzer;» buyurdu, denilmektedir.

Meymûn b. Mihrân, Hişâm'ın zevcesi Rukiyye'nin vefat ettiğini ve ölürken bütün kölelerini azâd et­tiğini duyunca: «Bunlar mallan hususunda Allah'a iki defa isyan edi­yorlar. Bir kere cimrilik edip, mallarının sadakasını vermiyorlar, son­ra malları başkasının oldumu, o malları israf ediyorlar.* demiş.

Hattâbi diyor ki: -Bu hadîs, hastalığın insanın malından bir kısmını elinden aldığına ve hastalık anında yapılan sehâvetin cimrilik lekesini gidermediğine delildir. Onun içindir ki Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) sadaka veren kimsenin bedeni sağlam, mala düşkün olmasını şart kılmıştır. Zîrâ böylesi çok yaşacağım ümi­diyle sadaka verirken, malım gidiyor diye kalbinde bir te'sîr ve elem duyar; fakir kalıyorum diye korkar.»

Mirasçının dilediği takdirde vasiyeti bozmsaı mutlak değildir, ya­pılan vasiyet malın üçte birinden fazla olduğu taktirdedir. Çünkü ölüm döşeğinde yapılan vasiyet malın üçte birinden tenzif edilir. «O mal vasiyet olunan kimsenin üzerine mahkeme karâriyle tescil edil-^ meden önce bozabilir.» diyenler de olmuştur.

Burada şöyle bir suâl hatıra gelebilir: «Resûlüllah (Sallallahü Aley­hi ve Sellem), Allah'tan başkasma yemin etmeyi nehî buyurduğu hâl­de acep neden burada muhatabının babasına yemin etmiştir?»

Bu suâli îmam Nevevî şöyle cevaplandırmıştır: «Resû­lüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) kasten Allah'dan başkasına yemîn etmeyi nehip buyurmuştur-. Bu hadîsteki lâfız ise kasıtsız olarak ağ­zından çıkıvermiştir. Binâenaleyh yemin değildir. Bu gibi sözler memnu değildirler.»

 

32- Yüksek Elin, Alçak Elden Daha Hayırlı; Yüksek Elden Murad: Veren El, Alçak Elden Murad: Alan El Olduğunu Beyan Babı

 

94- (1033) Bize Kuteybetü'bnü Saîd, Mâlik b. Enes'den, ona okunanlar meyâmnda Nâfi'den, o da Abdullah b. Ömer'den naklen rivayette bulundu ki, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) minber üzerinde sadakayı ve dilenmekten nezîh kalmayı anlatırken:

«Yüksek el, alçak elden daha hayırlıdır. Yüksek elden murâd: Veren; alçak'tan murâd da: Dilenen eldir.» buyurmuşlar.

Bu hadîsi    Buharı    «Zekât» bahsinde tahrîc etmiştir.

Hadîs-i şerif Ebû Dâvûd ile Nesâi' nin «Sahih»' lerinde dahî mevcuttur.

Hadisin iki tarîki vardır. Birinci tarîkinde Ebû Nu'mân'dan, ikinci tarikinde Abdullah b. Mesleme' den rivayet olunmuştur.

Bâzı tariklerde «Münfika» yerine «Müteaffife» denilmiştir.

İbnü'l-Arabi: «Ebû Dâvûd onu bu şekilde rivayet etmiştir.» demişse de, Aynî bu bu sözü hatalı bulmak­tadır. Çünkü Ebû Dâvûd, hadîsi îmam Mâlik' den, o da Nâfi'den, o da îbni Ömer' den naklen «Münfika» lâfzı ile tahric ettikten sonra:  Eyyûb'un, Nâfi'den rivayeti ihtilaflıdır. Abdül vâris demişse de, ekseri râviler Hammâd b. Zeyd' den, o da Eyyûb1'dan naklen şeklinde rivayet etmişlerdir. Bir tanesi «Müteaffiye» tâbirini kullanmıştır.» demiştir.

Haattâbi «El-Maâlim» nâm eserinde «Müteaffife» ri­vayetini tercih etmiş ve: «Bu rivayet daha muvafık; mânâ.ittibârı ile daha sahihtir. Çünkü îbni Ömer bu hadîste sadakayı an­latırken teaffüf kelimesini kullanmıştır...» demiştir.

İbni Abdilberr ise «Et-Temhîd» adlı eserinde «Mün­fika» rivayetini tercih etmiş, onun evlâ ve sevaba daha yakın oldu­ğunu bildirmiştir. Buh ri Müslim' deki rivayeti dahi «Münfika» şeklindedir. Nevevî bu rivayetin sahih olduğunu söyledikten sonra: «Her iki rivayetin sahih olması da muhtemeldir. Zîrâ «Münfika» kelimesi mâ'nâ i'tibârı ile «Sâile»'den: A'lâ olduğu için «Müteaffife» dahî «Sâile»'den â'lâdır.» demiştir. Cumhûr'a göre yüksek elden murâd: Sadaka veren eldir. Bâzıları yüksek el sa­daka alan, alçak el sadaka vermeyendir, demişlerdir.

Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu hadîsleri ile zengini sa­daka vermeye, fakiri de dilenmekten nezih davranmaya teşvik bu­yurmakta ve dilenmeyi zemmetmektedir.

 

Hadis-i Şerif'den Çıkarılan Hükümler

 

1- Ölüm tehlikesi gibi bir zaruret olmadıkça dilenmek çirkin bir şeydir. Hanefiîyye ulemâsından bâzıları: *Bir gün yiyeceği olan kim­senin dilenmesi haramdır.»  demişlerdir.

2- Şükrünü ifâ eden zengin, fakirden efdaldır. Maamâfih mes' ele ihtilaflıdır.

3- Hatibin vaaz, talîm ve ibâdet gibi maslahata muvafık hu-sûsâtta konuşması mubahtır.

4- Hadîs-i şerif tâat hususuna infâkta bulunmaya ve sadaka vermeye teşvik etmektedir.

 

95- (1034) Bize Muhammed b. Beşşâr ile Muhammed b. Hatim ve Ahmed b. Abde toptan Yahya El - Kattan dan rivayet ettiler. îbni Beşşâr (Dedi ki): Bize Yahya rivayet etti. (Dedi ki): Bize Amr b. Os­man rivayet etti (Dedi ki): Ben, Mûsâ b. Talhâ'yı rivayet ederken din­ledim, ona da Hakim b. Hizam rivayet etmiş ki, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuşlar:

Sadakanın efdalı —yahut sadakanın en hayırlısı—, geriye artan mal­dan verilendir. Yüksek el, alçak etden daha hayırlıdır. Sen (sadakaya) nafakasını vermekte olduğun kimselerden başla.»

Bu hadisi Buhâri -Zekât- bahsinde bir iki yerde muhtelif râvîlerden tahrîc ettiği gibi;; ; Nesâi dahi ayni bahiste rivayet etmiştir.

Buhâri1 nin Hakim b. Hizam rivayetinde hadî­sin sonunda:

«Her kim afif olmak İsterse, Allah onu afif kılar; ganî olmak İsterse Allah ganî kılar.» cümlesi de vardır.

Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi cumhur- ulemâya göre yüksek elden murâd: Sadaka veren; alçak elden murâd da: Dilenen el'dir.

Bu bâbda Îbnü'l-Arabi' den muhtelif kaviller riva­yet olunur.

Birinci kavle göre: Yüksek elden murâd: sadaka veren el'dir.

İkinci kavle göre: Yüksel el: alanın elidir.

Üçüncü kavle göre: Yüksek el- iffetli el, demektir.

Dördüncü kavle göre: Yüksek el'den murâd: Allah'ın yed-i kudret-i dir. Ondan sonra sadaka verenin eli gelir. Alçak el ise dilencinin elidir.

Kaadı îyâz, ulemâdan bâzılarının: «Yüksek el, alanın eli; alçak el de: Sadaka vermeyen eldir.» dediklerini rivayet etmiştir.

Bâzıları «Buradaki elden murâd: nimettir.» demişlerdir. Bu tak­tirde hadisin mânâsı: «Çok sadaka vermek, az vermekten daha ha­yırlıdır.» demek olur ki, en kısa sözlerle iyi ahlâka teşvik ifâde eder.

Hadis-i şerif muhtelif lâfızlarla rivayet olunmuştur. Taberâni'nin rivayetinde:

«Ey cemâat! bilmiş olun ki üç kısım el vardır. Bunların en yükseği Allah'ın yed-i kudreti, ortası: sadaka verenin eli; en aşağısı da: Sadaka alanın elidir. Binânaleyh siz arka ile odun satmak suretiyle olsun iffet ve nezâhet gösterin. Dikkat edin tebliğ ettim mi?» buyurulmuştur.

Aynî diyor ki: «Şeyhimiz Zeynüddîn (Rahimehullah): Doğrusu yüksek elden murâd: Veren eldir. Nitekim sahih hadisler de buna şahittir; demiştir.»

«Nafakasını vermekte olduğun kimselerden başta...» cümlesinden murâd: Aile efradı ile köle, hizmetçi v.s. gibi nafakası bir kimseye farz olan kimselerdir. Nafakadan murâd da: yiyecek, giyecek ve mes­kendir.

Bu cihet: Nesâi'nin Târık-ı Muharibi ta­rikiyle rivayet ettiği şu hadîs pek güzel îzah etmektedir. Hz. Târik demiş ki: « Medîne'ye geldik: bir de baktık Resûlüllah (Sallalîahü Aleyhi ve Selîem) minber üzerinde cemaata hutbe okuyor. (Hutbesinde):

  «Verenin eli: yüksek eldir. Sen infâka geçindirdiklerinden yâni an­nenden, babandan, kız kardeşinden ve kardeşinden başla. Sonra daha aşağı doğru in; buyurdular.»

Yine Nesâi’nin İbni Aclân tarikiyle Hz. Ebû Hüreyre'den rivayet ettiği bir hadîste Resûlüllah (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem): «Sadaka verin.» buyurdu.

Bir adam:

  «Yâ   Resûlâllah!   Bende   bir   altın   var.»   dedi.   Resûlüllah (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem):

  aSen onu kendine tesadduk et!» buyurdu. O zâtı

  Bende bir altın daha var.» dedi Efendimiz:

  «Onu zevcene tesadduk eyle!» buyurdu. O zât:

  -Bende bir altın daha var.» dedi. Peygamber (Sallallakü Aleyhi ve Sellem)

  «Onu çocuklarına tesadduk et!» buyurdu. O zât:

  «Bende bir altın daha var.»  dedi. Resûl-i Ekrem (Sallallahü ve Sellem)

  «Onu da hizmetçine tesadduk et!» buyurdu. O zât (tekrar):

— «Ben de bir altın daha var.» dedi. Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Ssllem)-

  «Onu da artık sen bilirsin! buyurdular.» denilmektedir.

Mezkûr hadisi îbni Hibbân «Sahih»'inde aynen rivayet etmiş; Hâkim ise çocukları zevceden evvel zikrey lemistir.

Hattâbî (319 - 388) diyor ki: «Hadîsteki bu tertibi düşü­nürsen Resûlüllah {Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in evlâ ve daha yakın olanı ilk plâna aldığım görürsün. Karşısındaki zâta nafaka hususun­da kendinden başlamasını, sonra çocuklarına geçmesini emrediyor. Çünkü evlâdı kendi cüz'ü mesabesindedir. Ona bakmazsa helak olur. Ve infâk hususunda onun yerini tutacak kimse bulamaz. Zevceyi üçüncü dereceye bırakmışdır. Zira zevcesine verecek nafaka bula­mazsa araları ayrılır. Ve kocası yahut yakın akrabağsı tarafından nafakası verilir. Daha sonra hizmetçiyi zikretmiştir. Çünkü nafaka­sını veremezse köle satılır.»

Nevevî'nin «Er-Ravda» nâm eserinde beyân ettiği ve-cihle ashâb-ı kiram zevcenin çocuklar üzerine takdimine ittiiâk et­mişlerdir. Zevcenin nafakası çocukların nafakasından daha müekked olarak farzdır. Çünkü zamanla veya fakirlik sebebiyle sakıt" olmaz. Bir de zevcenin nafakası ivez olarak farzdır. Çocukların nafakası ise büyüdükleri ve nafakalarım kendileri te'mîn etmeğe başladıkları za­man babalarından sakıt olur.

Hâsılı rivayetlerin bâzılarında çocuklar zevceden evvel, bâzıların­da zevce çocuklardan evvel zikredilmiştir.

Bu hâl karşısında ulemâ tercih cihetine gitmiş, hadisleri tetkik­ten geçirdikten sonra çocukların evvel zikredildiği rivayeti tercih etmişlerdir.

Ayni, Nevevi' nin sözüne itirazla: «Nasıl oluyor da Nevevi zevceyi çocukların üzerine takdim edebiliyor! Hâlbuki babanın bir cüz'ü mesabesindedir. Zevce ise ecnebidir. Sonra sözünü ta'lîl ederek (Zevcenin nafakası çocuklarınkinden daha müekketdir. Çünkü zamanla veya fakirlik sebebiyle sakıt olmaz!) diyor. Bu da şaşılacak bir şeydir. Zîrâ zevcenin nafakası hadd-i zâtında bir sile yâni teberrüdur. Sile kabilinden olan şeyler sükûtu kabul eder. Evlâdın nafakası ise kat'î bir farzdır. Hiç bir şeyle sakıt olmaz.» diyor.

Hz. Hakim b. Hizam, Resûlüllah (Saîîallahü Aleyhi ve Sellem)'in «Sadakanın eidalı» mı yoksa «sadakanın en hayırlısı» mı buyurduğunda şekketmiştir,

«Zahr-i gmâ» tâbirinden murâd: İhtiyâçtan artan fazlalıktır. Cüm­lenin takdiri şöyledir: Sadakanın en hayırlısı ihtiyâçtan artan maldan verilenidir.

Nevevî diyor ki: «Bu suretle verilen sadakanın bütün malı­nı vermekten daha faziletli olması bütün malını tesadduk edenler ek­seriya sonradan pişman oldukları içindir. Yahut muhtaç kaldıkları zaman pişman olur; (keski hepsini vermeseydim) derler. Malının faz­lasından sadaka veren ise hiç bir zaman pişman olmaz. Bil'akis ver­diğine sevinir. Ulemâ bir kimsenin bütün malım tesadduk etmesi hu­susunda ihtilâf etmişlerdir. Bizim (yâni Şâfiîlerin) mezhebimize göre borcu ve çoluğu çocuğu olmayan bir kimsenin fakirliğe ve sabır ve ta­hammül göstermesi şartıyla bütün malını tesadduk etmesi müstehab-dır. Bu şartlar kendisinde bulunmayanın tesadduku mekruh olur.»

Kaadı ty âz, cumhûr-u ulemâ' ya göre bir kimsenin bütün malını tesadduk edebileceğini söylemiştir.

Bâzılarına göre: Malın hepsi sahibine iade edilir. Bu kavil Hz. Ömer (Raâiyaîîahü anh) 'dan rivayet olunmuştur.

Şam ulemâsına göre: Malın üçte biri sadaka olarak tenfiz edi­lir. Bakîsi sahibine iade olunur.

«Sadaka olarak verilen miktar, bütün malın yarısından ziyâde ise yarısı kabul edilir; ziyâdesi sahibine iade olunur.» diyenler de vardır.

Bu kavil Mekhûl'den rivayet olunur. Ebû Ca'fe-ri Tahâvi ile Taberî: «Bütün malın tesadduku caiz ol­makla beraber, hepsim değil; üçte birini tesadduk etmek müstehab-dır.» demişlerdir.

 

96- (1035) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe ile Amru'n - Nâkîd ri­vayet ettiler. (Dediler ki): Bize Süfyân, Zührî'den, o da Urvetü'bnü Zübeyr ile Saîd'den, onlar da Hakîm b. Hizâm'dan naklen rivayet etti. Hakim şöyle demiş: Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve SeHemYden iste­dim, (istediğimi) verdi. Sonra (tekrar) istedim yine verdi. Sonra (tek­rar) istedim yine verdi. Sonra şöyle buyurdu:

«Hakikaten şu mal yeşil ve tatlıdır. Binâenaleyh onu her kim gönül hoşluğu ile alırsa o malda kendisine bereket verilir. Her kim de ona göz dikerek alırsa o malda kendisine bereket verilmez ve yiyip de doymayan kimse gibi olur. Yüksek el, alçak elden daha hayırlıdır.»

Bu hadîsi Buhâri «Zekât», «Vasâyâ», «Hums» ve «Rukaak» bahislerinde Tirmizi «Zühd» bahsinde; Nesaî «Zekât» ve «ftukaak» bahislerinde muhtelif râvilerden tahrîc etmişlerdir.

Buhâri'nin rivayetinde şu ziyâde vardır-. «Dedim ki: Yâ Resûlallah! Seni hak dînle gönderen Allah'a yemin ederim ki senden sonra dünyâdan gidinceye kadar hiç bir kimseden bir şey isteyerek malını azaltmam.

Bil'âhara Ebû Bekir (Radiyallahil anh) Hakîm'i kendisine ganimet malından bir şey vermek için çağırır fakat Hakîm bunu kabulden imtina ederdi. Sonra Ömer (Radiyalhhü anlı) dahî bir şey vermek üze­re kendisini çağırdı fakat Hakîm yine hiç bir şey kabul etmedi. Bu­nun üzerine Ömer:

— Ey Müslümanlar cemâati! Sizi, Hakîm'e şâhid olmaya dârvet ediyorum. Çünkü ben kendisine şu ganimetten hakkını vermek isti­yorum, o almaktan çekiniyor; dedi.

Hâsılı Resülüllah (SaUallahü Aleyhi ve Se/Zem)'in vefatından son­ra Hakîm ölünceye kadar hiç  bir şey kabul etmedi.»

«Ha'dıra»: Yeşillik, demektir. Kelimenin müennes olarak kulla­nılması ya yeşillik nevileri itibârı ile yahut yeşil fâkihe yâni yemiş takdirinde olduğu içindir. Mala çok rağbet gösterilmesi yeşil ve tatlı yemişe benzetilmiştir. Çünkü manzara itibârı ile yeşil renk hoşa gider. Tatlı olan bir şey de makbuldür. Ayrı ayrı hoş ve makbul olan bu iki şey beraberce bulununca elbette rağbet o nisbette artar.

Bu cümlede malın bakî olmadığına işaret vardır. Çünkü insanla­rın mala meyil ve hırsı, yeşil ve tatlı yemişlere benzetilmiştir. Bunlar ise baki değildirler.

Bu hadiste zikri geçen «Tryb-i nefis» hakkında Kaadıtyâz iki vecih ihtimâlinden bahsetmiştir.  Birinci ihtimâle göre.   «gönül hoşluğu» mânâsına gelen bu terkîb alana aittir. Yâni musallat olur-casına istemeden verilen şey'i alırsa bereketini görür, demektir.

İkinci ihtimâle göre: Bu tâbir verene aittir. Mânâsı: Sahibi tarafın­dan gönül hoşluğu ile gözü kalmadan ve istemeden verilen bir şey'i alırsa onun bereketini görür, demektir.

Ulemânın beyânına göre «îşrâf-ı nefis»'den murâd: Birinin malı­na göz dikmek, ona musallat olmak ve tama' etmektir.

«Yiyip de doymayan»'dan murâd: Bâzılarına göre oburluk has­talığıdır.

Bir takımları* Buradaki teşbihden murâd: İhtimâl ki aç gözlünün otlayan hayvana benzetilmesidir.» demişlerdir.

Aynî diyor ki: *Bence bundan anlaşılan mide usaresinin şid­deti ve galebesidir. Yemke mideye iner inmez hemen hazmolunur. Ak­si taktirde bir mideye istiâb edeceği miktardan fazla yiyeceğin dol­durulması tasavvur olunamaz. Hikâye müelliflerinin anlattıklarına göre Bedeviler' den bir adam bütün bir deveyi, karısı da bütün bir deve yavrusunu yemişler...»

Hz. Hakim'in Resûlüllah (Sdlalfohü Aleyhi ve Sellem) dünyâdan gittikten sonra evvelâ Ebû Bekir sonra Ömer (Radiyallahü anhümâ)'n\n vermek istedikleri ganimet hissesini hakkı olduğu hâlde kabul etmemesi, âdet olacağından korktuğu içindir. Zira nefis almağa alışırsa bu hâl bir âdet olur. Hakkı olmayan şeyleri kabul etmeye başlayabilir. Bu düşünce ile nefsin tamâ'mı kırmış ve şüpheli şeylere yanaşmaktan çekinmiştir. Bir de Hz. Hakim Resûlüllah (Sallaîlahü 'Aleyhi ve Sellem)'e ondap sonra kimseden bir şey almayacağına hattâ bir rivayette o günden sonra Resûlüllah {Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem)'den bile bir şey istemeyeceğine söz ver­mişti.

Hz. Ömer'in, Hakîm (Rdiyallahü anh)'m ganimet hissesini almadığına şahit çağırması, Hakîm'in kötü te'vîlin-den korktuğu içindir. Ömer (Radiyallahü anh) bununla Beytü'1-Mâ1'den verildiği hâlde hakkını almayan kimsenin bir daha o malda hakkı kalmadığını da göstermiştir.

 

Bu Hadisden Çıkarılan Hükümler:

 

1- Hadİs-i şerif nezâhet ve kanâata teşvik etmektedir, insan az da olsa kazancına razı olmalı, başkasının malına göz dikmek sure­tiyle malını çoğaltmak sevdasına düşmemelidir.

2- Gönül hoşluğu ile verilip yine gönül hoşluğu ile alınan sada­ka ve attıyyede bereket vardır.

3- Dilencinin  üç defa istemesi, dördüncüde menedilmesi ca­izdir.

 

97- (1036) Bize Nasr b. Aliyy El - Cehdamî ile Züheyr b. Harb ve Abd b. Humeyd rivayet ettiler. (Dediler ki): Bize Ömer b. Yûnus rivayet etti. (Dedi ki): Bize İkrimetü'bnü Ammâr rivayet etti. (Dedi ki): Bize Şeddât rivayet etti. (Dedi ki): Ebû Ümâme'yi şöyle derken işittim: Resûlüilah (Sallallahü Aleyhi ve Sellevı)--

«Ey Âdem oğfu! Senin fazla malım sadaka olarak vermen ken­din için hayır; vermemen ise şerrdir. (Ama) kenefine yelecek kadar elinde ma! bulundurduğundan dolayı muaheze olunmasın. Hem (sada­kaya) nafakasını verdiğinden başla. Yüksek el alçak elden hayırlititr.» buyurdular.

Bu hadîsden murâd: İnsanın zaruri ihtiyâçlarından fazla olan malını hayır yollarına sarfetmesi, sevap yönünden daha hayırlı oldu­ğunu vermeyip, biriktirmenin kendisine hiç bir hayır ve sevap te' min etmediğini beyândır. Zira üzerine farz olan nafaka gibi şeyleri vermezse azaba müstahak olur. Mendûb olan sadakayı vermezse se­vabı noksanîaşır. Bunlarsa manen kendisi için şerrdir. İhtiyâç mik­tarını vermediği için muhaze olunmaması, o miktara şer'an bir hak teveccüh etmemek şartıyla mukayyeddir.

Hadis-i şerif yukarıdaki emsali gibi nafaka hususunda evvelâ aile efradından ve yakınlarından başlanacağına delildir.

 

33- Dilenmekten Nehi Babı

 

98- (1037) Bize Ebû Bekir b. Ebİ Şeybe rivayet etti. (Dedi ki): Bize Zeydü'bnü Hubâb rivayet etti. (Dedi ki): Bana Muâviyetü'bnü Salih haber verdi. (Dedi ki): Bana Rabiatü'bnü Yezîd Ed - Dimaşki, Abdullahb. Amir-i Yahsubî'den naklen rivayet etti. (Demiş ki): Muâ-viye'yi şöyle derken işittim: Çok hadîs rivayet etmekten sakının! Yal­nız Ömer zamanında rivayet edilen hadîs müstesna. Çünkü Ömer, halkı Allah Azze ve Celle'den korkutuyordu. Ben, Resûlüllah (Sallalla­hü Aleyhi ve SellemYi:

«Allah her kime büyük bir hayır vermek dilerse onu dînde fakîh kılar.» buyururken işittim.

Yine ben, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemfi şöyle buyurur­ken işittim:

«Ben, ancak hazinedarım. Her kime gönül hoşluğu ile bir şey verir­sem, verdiğimin bereketini görür. Her kime de dilendiği ve aç gözlülük ettiği için verirsem, o kimse yiyip de doymadan gibi ofur.»

 

99- (1038) Bize Muhammed b. Abdillâh b. Nümeyr rivayet et­ti. (Dedi ki): Bize Süfyân, Amr'dan, o da Vehb b. Münebbih'den, o da kardeşi Hemmâm'dan, o da Muâviye'den naklen rivayet etti. Muâviye şöyle demiş: Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)

«İstemekte ısrar etmeyin! Vallahi sizden biriniz benden bir şey ister de razı olmadığım hâlde benden bir şey kopartırsa, verdiğim malın asla be­reketini görmez.» buyurdular.

 

(...) Bize tbnl Ebl Ömer El-Mekki rivayet etti. (Dedi ki): Bize Süfyân, Arar b. Dinar'dan rivayet etti. (Demiş ki): Bana Vehb b. Mü-nebbih, kardeşinden naklen rivayet etti. —Onun yanına San'â'dakİ evinde iken vardım da* bana evinde ceviz ikram etti.— Kardeşi şöyle demiş: Ben, Muâviyetü'bnü Ebİ Süfyân'ı şunları söylerken dinledi mı «Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemyi şöyle buyururken işittim- ..»

Hâvi müteakiben yukarki hadîsin mislini rivayet etmiştir.

 

100- (1037) Bana Harmeletü'bnü Yahya rivayet etti. (Dedi ki): Bize İbni Vehb haber verdi. (Dedi ki): Bana Yûnus, tbni Şihâb'dan naklen haber verdi; (Demiş ki): Bana Humeyd b. Abdirrahmân b. Avf rivayet etti. (Dedi ki): Muâviyetü'bnü Ebî Süfyân*ı hutbe okur­ken dinledim; şöyle diyordu: Ben, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve

«Her kim Allah çok hayır vermek murâd ederse onu dînde fakîh kılar. Ben, ancak taksimciyim, veren ise Allandır.» buyururken işittim.

Fıkıh hadîsini Buhâri «İlim» bahsinde tahric -etmiştir. Onu Nesâî dahî rivayet eder.

Buhârî'nin rivayetinde şu cümle de vardır: «Bu ümmet Allah'ın emri gelinceye kadar muhalifleri tarafından bir zarar gör­meden Allah'ın emri üzere tâata devam edecektir.»

Birinci ve üçüncü hadîslerdeki «hayır»'dan murâd: Ya bütün hayırlar yahut çok hayırdır. Bu kelimenin nekîre olarak zikredilmesi, umûm ifâde etsin diyedir. Çünkü şart siyakında vârid olan nekîreler, siyâk-ı nefîde vârid olanlar gibi umûm ifâde ederler. Kelimenin ne-kire olarak zikrinden ta'zîm kastedilmiş de olabilir.

Fıkıh: Bir şey'i bilmek veya hakkıyla bilmek, demektir. Şeriat İstılahında ise şeriatın fer'î hükümlerini tafsili delillerden istidlal yo­luyla çıkararak bilmektir. Burada münâsıb olan birinsi mânâdır. Zîrâ dîn ilimlerinin hepsine şâmildir.

Fıkıh ilmi ile meşgul olan âlime «Fakîh» derler.

Hasan-ı Basrî: «Fakîh: dünyâdan el çeken ve âhi-rete rağbet gösteren, dîn işlerinde basiretle hareket eden Allah'ına ibâdet eden kimsedir.» demiştir.

Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bir rivayette: «Ben, ancak hazinedarım...»; diğer rivayette: «Ben, ancak taksimciyim; veren İse Allah'dır.» buyurmakla kendisinin getirdiği vahyi hiç bir kimseye hassaten tebliğ etmediğini bil'akis umûmi olarak herkese tebliğde bu­lunduğunu, hakikatte her şey'i veren de alan da Allah Teâlâ olduğu­nu, irâdesine göre akıl ve idrâki insanlara o bahşettiğini anlatmak istemiştir. Ashâb-ı kira m* m hadîs ve âyetlerden mâ­nâ anlayışları bir seviyede değildi. Bâzıları bir hadis veya âyetin yal­nızca açık olan zahirî mânâsını anlar; diğer bâzıları ise onların in­celiklerine nüfuz ederlerdi.

Ashâb- kiram' m hâlleri böyle olunca, ümmetin di­ğer efradının da anlayış dereceleri bir olmayacağı evleviyetle sabit olur. Çünkü ashâb nûr-u nübüvvetten kana kana içen bahtiyarlardır. Sair ümmet efradı bu şerefe nail olamamışlardır. Ancak onların ara­sında da şer'i mes'eleleri delillerinden çıkaracak kudreti hâiz müc-tehidler yetişmiş şer'i mes'eîerleri hallederek bütün ümmetin enzâr-ı itlaına arzetmişlerdir. Şüphesiz ki bu, Allah'ın büyük bir fadl-u ih­sanıdır. Teâlâ Hazretleri onu dilediği kullarına verir.

Burada şöyle bir suâl hatıra gelebilir: «Resûlüllah (Sallallahü Aley­hi ve Sellem)'in Resul, mübeşşir ve nezir gibi nice sıfatları varken burada neden kendisine (Ben ancak bir hazinedarım!) yahut (Ben, ancak bir taksimciyim.) buyurarak hasr yapmıştır?»

Cevap: Buradaki hasr, muhatabın itîkaadına göredir. Muhâtab onun hem taksimci hem de verici olduğuna îtîkaad ediyordu. İşte ken­disinin verici değil yalnız bir taksimciden ibaret olduğunu anlatmak için (Ben, ancak bir taksimciyim.) diyerek kasr-ı ifrat yapmıştır. Bu sö­zün mânâsı: «Benim vazifem yalnız sizin aranızda taksim yapmaktan ibarettir, dilediği miktarda akıl, fikir ve anlayış ihsan eden ise Allah Teâlâ'dır.» demektir.

Bu cümleyi şeyh Kutbuddin şöyle izah etmiştir: «Resû­lüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)* Allah'ın ihsan ettiği maldan ken­dine hiç bir şey ayırmamıştır. O, ganimetler hakkında:

(Allah'ın sizden fazla olarak verdiği ganimetlerden benrm malın yalnız beşte birdir; o da sîzin olsun.) buyurmuştur. Burada (Ben ancak taksim­ciyim.) demesi, ashâb-ı kirâmmın gönüllerini almak içindir. Çünkü kendisine ashabından fazla ganimet tahsis edilmiştir. Mânâ şudur: Mal da Allah'ın, kullar da Allah'ındır. Ben, Allah'ın izniyle sâdece bir taksimciyim...»

Ancak   Ayni   bu İzahatla hadîsin zahiri arasında büyük fark olduğunu   söylemekte   ve   şöyle   demektedir:   «Çünkü  Resûlüllah (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem)'in birinci hadisi vahyin tebliği ve şeriatın beyânı hususundaki taksimi bildirmektedir. Şeyh Kutbuddîn' in rivayet ettiği hadis ise mal taksimi hakkında sarahat arzetmekte-dir. Her iki hadîsin ayrı ayrı tevcihleri vardır. Birinci hadîs İslâm dîninde fakih olmakdan bahseder...

îkinci hadîsin zahiri ise mal taksimini göstermektedir. Lâkin bu­rada şöyle bir suâl vârid olur: «Burada bu sözün münâsebeti nedir?» Suâle şöyle cevap verilir. Mal, hadîsi ganimetler taksim edilirken vârid olmuştur. Resûlüllah (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem) hikmet icâbı ashâbdan bâzılarına fazla verince ashâb bunun hikmetini anlayama­mış hattâ içlerinden bu hususta ileri geri lâf edenler olmuş, bunun tizerme Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem)'-

(Her kime Allah büyük hayır vermek dilerse onu dînde fakîh kılar.) buyurarak bu işin hikmetini ancak Allah'ın fazla akıl, fikir ve şiriat umurunda anlayış ihsan ettiği kimselerin anlayabileceğini, anlamı-yanların işe karışmamaları gerektiğini zîrâ hakîkatta bütün umur Allah'ın yed-i kudretinde olduğunu, almak, vermek, arttırmak, eksilt­mek hep ona âit şeyler olduğunu, kendisinin yalnız taksim vazifesi gördüğünü binâenaleyh fazla veya noksan vermenin kendisine değil Allah'a nisbet edileceğini beyân ederek bu hususta lâf edenlere red cevâbı vermiştir.

Davûdî diyor ki: Resûlüllah (Saîlallahü Aleyhi ve SellemYin: (Ben, ancak taksimciyim; veren Allah'dır.) sözü, verdiklerini vahye Hz. Muâviye' nin çok hadis rivayet etmekten menede-rek bundan yalnız H z. Ömer devrinde rivayet olunan hadis­leri müstesna tutması, onun zamanında gayr-i müslimlerden ve onla­rın kitaplarından rivayette bulunanlar çoğaldığı içindir. Bu sebeple hadîs râvilerinin nazar-ı dikkatlerini H z. Ömer zamanına celbetmiştir. Çünkü Ömer (Radiyallahü anh) hadis hususunda pek ziyâde dikkat ve şiddet gösterir, gelişigüzel, hadîs diye rivayet edilen her sözü kabul etmez, söylenen sözün hadîs olduğunu isbât için iki şahit isterdi. Hadis ilmi bu suretle istikrar kespetmiş ve ri­vayet olunan hadisler şöhret bulmuştur.

 

Bu Hadisden Çıkarılan Hükümler:

 

1- Bâzıları bu hadîslerde icmâ'ın hüccet olduğuna delîl gör­müşlerdir. Bu delil, hadîslerin mefhûm-u muhalifinden alınmıştır ki ûmmet-i muhammediyye hiç bir zaman hak ve hakikatten ayrılmaz, demektir. Bunların bir delili de: «Ümmetim dalâlet üzerine içtimâ etmez.» hadîsidir. Fakat bu hadîs zayıftır.

2- Yine bu hadîslerle bâzıları her asırda müctehid yetişeceği­ne istidlal etmişlerdir.

3- Dilenmek memnudur. Bu hususta ulemâ müttefiktir. Yalnız zaruret hâlinde dilenmek mubahtır. Bu hususta vârid olan hadîsler, dilenmenin bâzı kimselere haram, bâzılarına mekruh, bâzılarına da mubah olduğunu gösterirler.

Zenginin zekât alması veya dilenmesi haramdır.

Elinde dilenmeye mâni olacak yiyeceği olup da, ne derece fakir olduğunu beyân etmeden dilenmek mekruhtur.

Bir dostundan veya akrabasından mâruf vecihle bir şey istemek mubahtır. Zaruret hâlinde dilenmek ise vâcibdir. Çünkü bunda nefsi ölüm tehlikesinden kurtarmak vardır.

Dâvûdi bu kısmı da mubah saymıştır. İstemeden verilen bir şeyi almak, dilenmekten mâdût değildir; ve caizdir.

Şâfiîler' den Nevevî diyor ki: «Kazanmaya kudreti olan bir kimsenin dilenmesi mes'elesi hakkında ulemâmız ihtilâf et­mişlerdir. Bu hususta iki kavil vardır. Bunların esah olanına göre.-Böyle bir kimsenin dilenmesi haramdır. Zîrâ hadîslerin zahirleri ha­ram olduğunu göstermektedir.

İkinci kavle göre: Helâl fakat mekruhtur. Ancak helâl olması için dilbnen kimsenin kendini zelil ve hakir göstermemesi bir şey'i İsrarla istememesi ve istediği kimseye eziyet vermemesi şarttır. Bu şartlardan biri bulunmazsa dilenmesi bil'ittifâk haramdır.

4- Fıkıh hadisleri din ilimlerinin ve dîn ulemâsının faziletleri­ne delildirler.

 

34- Geçinecek Bir Şey Bulamıyan ve Halini Anlayıpda Kendisine Sadaka Veren Bulunmayan Fakir Babı

 

101- (1039) Bize Kuteybetü'bnü Saîd rivayet etti. (Dedi ki): Bize Mugîre yâ'ni El - Hizâmî, Ebu'z - Zinâd'dan, o da El - A'rec'den, o da Ebû H ürey re'den naklen rivayet etti ki, Resûlüllah (Saîlallakü Aley­hi ve Sellem)''

  «Miskin: Şu, âlemin âlemin kapılarında dolaşan ve bir İki lokma (ekmek) bir iki kuru hurma ile baştan savulan (dilenci) değildir.» buyurmuş­lar. Ashâb:

  «O hâlde miskin kimdir, Yâ Resûlallah?- diye sormuşlar. Re­sûlüllah  (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

  «Miskin, kendini geçindirecek bir şey bulamıyan, hâlini anlayıp ta kendisine sadaka veren bulunmayan ve âlemden bir şey istemiyen kimse­dir.» buyurmuşlar.

 

102- (...) Bize Yahya b .Eyyûb ile Kuteybetü'bnü Saîd rivayet ettiler, tbni Eyyûb (Dedi ki): Bize îsmâil yâni İbni Ca'fer rivayet etti. (Dedi ki): Bana Şerîk, Meymûne'nin azatlısı Atâ1 b. Yesâr'dan, o da Ebû Hüreyre'den naklen haber verdi ki, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'-

«Miskin; bir veya iki hurma, bir veya iki lokma ile baştan savılan (dilenci) değildir. Miskin ancak iffet ve nezâheti (fakîr)'dir. İsterseniz: (Âlemden ısrarla istemezler [37].) âyetini okuyun.» buyurmuşlar.

 

(...) Bana, bu hadîsi Ebû Bekir b. İshâk da rivayet etti. (Dedi ki): Bize îbni Ebi Meryem rivayet etti. (Dedi ki): Bize Muhammed b. Ca' fer haber verdi. (Dedi ki): Bana Şerîk haber verdi. (Dedi ki): Bana Ata' b. Yesâr ile Abdurrahmân [38] b. Ebi Amra haber verdiler. On­lar da Ebû Hüreyre'yi şöyle derken İşitmişler: -Resûlüllah (Saîlaîîahü Aleyhi ve Selîem) buyurdular ki...»

Râvî, İsmail'in hadîsi gibi rivayette bulunmuştur.

Bu hadîsi    BuhAri    «Zekât» bahsinde tahric etmiştir.

Miskin: Fakir, demektir.

Hadis-i şeriften murâd şudur: Sadakaya muhtaç olan hakiki fakir kapı kapı dolaşıp dilenen kimse değil, yiyecek bulamayan, hâlini kimseye arzetmediği için kimseden en ufak bir yardım görmeyen afif ve nezih fakirdir. Yâni Resûlüllah (Salîallahü Aleyhi ve Sellem) bu hadîsi ile kapılarda dolaşan dilencilerin fakir sayılmayacağını değil, onların tam manâsıyla fakir sayıl madıklarını beyân buyurmuştur.

Ulemâ miskinle fakirin tarifinde ihtilâf etmişlerdir. Yûnus'a göre fakir: Yiyeceği bulunan yoksuldur. Miskin ise: hiç bir şey'i olmayan, demektir.

îbni Arafe fakiri «muhtaç* diye tarif etmiş, miskin için ise: «Fakirlik kendisini perişan etmiş olan kimsedir.» demiştir.

îmam Şafiî (Rahimehullah): «Fakir: Geçinecek san'atı olmayan yahut ihtiyâcını giderecek san'atı bulunmayan kimsedir. Miskin ise: İhtiyâcına yarayan bir san'atı olupta onunla geçinemeyen ve çoluk çocuğu bulunmayandır.» demiştir.

Ebû Ömer îbni Abdilber, Mâlikiyye ulemâsından naklen bu iki kelimenin müteradif olduğunu söylemiş ve: «Maamâfih bunların ayrı ayrı mânâlara geldiği de rivayet olun­muştur.» demiştir.

îbni Vehb'in rivayetine göre fakir: Nezâhet gösterip dilenmeyen; miskin ise: Dilenen yoksuldur. Bunun aksini söyliyenîer de vardır. Hattâ fakirin kötürüm, miskinin sağlam mânâsına geldiği­ni ve bunun aksini iddia edenler bile olmuştur.

 

Hadis-i Şeriften Çıkarılan Hükümler:

 

1- Sadaka vermek için ehlini araştırmak ve onu dilenmeyen nezih fakirlere vermek gerekir.

2- Utanarak âleme el açmayan yoksullar takdire şayandırlar ,

3- Her hâlu- kârda utanmak müstehab olan bir haslettir.

 

35- İnsanlar İçin Dilenmenin Çirkinliği Babı

 

103- (1040) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdül'a'lâ b. Abdü'a'lâ, Ma'mer'den, o da Zührî'nin kardeşi Abdullah b. Müslim'den, o da Hamzatü'bnu Abdillâh'dan, o da babasından nak len rivayet etti ki, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)--

«Dilencilik bâzınızın başı ile beraber gidecek hattâ huzûr-u ilâhiye üzünde bir parça et kalmaksızın çıkacaktır.» buyurmuşlar.

 

(...) Bana Amru'n-Nâkıd rivayet etti. (Dedi ki): Bana İsmail b. İbrahim rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ma'mer, Zührî'nin kardeşlerin­den bu isnâdla bu hadîsin mislini haber verdi. Yalnız «parça»'yı zik­retmedi.

 

104- (...) Bana Ebû't-Tâhir rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdul­lah b. Vehb haber verdi. (Dedi ki): Bana Leys, Ubeydullar [39] b. Ebî Ca'fer'den, o da Hamzatü'bnü Abdillâh b. Ömer'den naklen haber verdi. Hamza, babasını şöyle derken işitmiş: Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)

«Bâzı kimseler taa kıyamet günü yüzünde bir parça et kalmaksızın (huzûr-u İlâhîye) gelinceye kadar âlemden dilenmeye devam edeceklerdir.

Bu hadîsi Buhar! ile Nesâî «Zekât» bahsinde tahrîc etmişlerdir.

Müz'a: Parça, demektir. Bu kelimeyi bâzıları «Mez'a», bâzıları da «Miz'a»  şeklinde rivayet etmişlerdir.

Görülüyor ki: Ömrünü dilenmekle geçiren kimseleri Peygamber (Saîlalîahü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz yermiş, kıyamet gününde böy-leîerin yüzünde et kalmıyacağım beyân buyurmuştur.

Hattâbi diyor ki: «îhtimâl bu hadîsten murâd: Dilencinin mevki ve itibaren sakıt olarak gelmesidir. Yahut yüzü âzab görecek de etleri dökülecektir. Bu şekilde azâb ona verilecek cezanın âmeli cinsinden olması içindir. Çünkü dilenci âleme el açmakla dünyâda yüzünü zelil ve rezil etmişti. Yahut kıyamette dilencinin yüzü kami­len kemikten ibaret olacak, bu hâl onu başkalarından ayıracak, di­lenci olduğu onunla bilinecektir.

İbni Ebi Cemre: -Bu hadîsin mânâsı: Kıyamet gü­nünde dilencinin yüzünde güzellikten eser bulunmıyacaktır, demek­tir. Çünkü yüzün güzelliği, üzerindeki etle kaaimdir.» demiştir.

Ancak Nevevî'nin beyânına göre bu çirkin hâl zaruret olmaksızın dilenenlere mahsûstur. Nitekim hadîsin bir rivayetinde; *Bir kimse malını çoğaltmak için dilenirse...» kaydı vardır.

 

105- (1041) Bize Ebû Küreyb ile Vâsıl b. AbdilVlâ rivayet et­tiler. (Dediler ki):: Bize fbni Fudayl, Umâratü'bnü Ka'kaa'dan, o da Ebû Zür'a'dan, o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet etti. Ebû Hüreyre şöyle demiş: Resûlüllah (Saîlalîahü Aleyhi ve Sellem):

«Her kim malını çoğaltmak için, nisanlardan mallarını isterse; o ancak ve ancak ateş parçası ister. Artık bunun İster azını ister çoğunu dilesin.» buyurdular.

Kaadı İyâz'a göre bu hadîsin mânâsı: Dilencinin ateşle azâb oîunmasıdır. Maamâfih zahiri mânâsı kastedilmiş de olabilir. Bu takdirde dilecinin topladığı mallar ateş parçası olarak vücûdu onlarla dağlanacaktır. Nitekim zekât vermeyenlerin de ayni âkibete dûçâr olacakları âyet-i kerime ile beyân buyurulmuştur.

 

106- (1042) Bana Hdnnâd b. Seriyy rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebû'l - Ahvas, Ebû Bişr Beyân'dan, o da Kays b. Ebî Hâzîm'den o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet etti. Ebû Hüreyre şöyle demiş: Ben, Resûlüllah (Sallallâhü Aleyhi ve Selltm)"i şöyle buyururken işittim:

«Sizden birinizin sabahleyin (ormana) giderek sırtı ite odun getirmesi onu(n parasını) tasadduk ederek âleme el açmaktan müstağni kalması, versin vermesin birinden dilenmesinden kendisi için daha hayırlıdır. Çünkü yüksek el alçak eiden efdaldır. Sen (sadakaya) nafakasını verdiğin kim­selerden başta.»

 

(...) Bana Muhammed b. Hatim rivayet etti. (Dedi ki): Bize Yah­ya b. Saîd İsmail'den rivayet etti. (Demiş ki): Bana Kays b. Ebî Hâ-zim rivayet etti; (Dedi ki): Ebû Hüreyre'ye geldik de şunları söyledi:

Peygamber (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)-.

«Vallahi birinizin sabahleyin (ormana) giderek sırtı ile odun getirmesi; sonra onu satması... Birine el açmaktan kendisi için daha hayırlıdır...» buyurdular.

Râvî hadîsi beyân hadisi gibi rivayette bulunmuştur.

 

107- (...) Bana Ebû't-Tâhir ile Yûnus b. Abdil'a'lâ rivayet ettiler. (Dediler ki): Bize tbni Vehb rivayet etti. (Dedi ki) -. Bana Amr b. Haris, îbni Şihâb'dan, o da Abdurrahmân b. Avf'ın azatlısı Ebû Ubeyd'den naklen haber verdi. Ebû Ubeyd, Ebû Hüreyre'yi şunları söylerken işitmiş: Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

«Sizden birinizin bir srrt odun toplaması ve onu sırtına yüklenerek sat-mast, kendisi için versin vermesin, bir adama el açmaktan daha hayırlıdır.» buyurdular.

Bu hadîsi Buhârî «Zekât» bahsinin bir iki yerinde ve «Kitâbü'l-Büyû»'da, Nesâî  «Zekât»'da tahrîc etmişlerdir.

Hadîs-i şerif: Çalışıp kazanmaya iktidarı olan bir kimsenin mut­laka helâlından kazanarak yemesi gerektiğini bildiriyor. Görülüvor ki, sırtla odun taşıyarak yahut hammalhk ederek geçim te'mîn etmek ne ayıptır, ne günah!.. Ayıp hattâ haram olan meslek, el ayak tutar­ken dilencilik etmektir. Dilencilik bir kazanç te'mîn etse de etmese de çirkin bir iştir. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem): «verse de vermese de...» buyurmakla buna işaret etmiştir. Zira dilecinin istediği verilirse kendisi minnet ve dilenme zilleti altında kaldığı gibi, veril­mediği takdirde dahî haybet ve husrân zilletine ma'rûz kalır. Bun­dan dolayıdır ki, Ashâb-ı kiram' dan birinin yere kam­çısı düşse onu kimseden istemezlermiş. Nitekim bundan sonraki ha-disde görülecektir.

Dilenciliğin kötülüğü hakkında Ashâb-ı Kiram' dan : Atıyyetü's-Sa'dî, îbni Mes'ûd, Abdul­lah b. Amr, Hubeyş b. Cünâde, Ebû Hüreyre, Kabîsatü'bnü Muhârik, Enes b. Mâlik, Abdurrahmân b. Ebî Bekr-, I m -rân b. Husayn, Sevbân, Mes'ûd b. Imrân, Câbir, isimleri verilmeyen iki zât, Ebû Saîd-i Hud-r i, Sehl b. Hanzele, Beni Ese d' den bir zât, Müzeyne'den bir zât, Ali b. Ebi Tâlib, îbni Abbâs, Muâviye, Semûratü Benû Cün-deb, Ebû Ümame, Ebû Zerr, Adiyy-i Cü-zâmî, Firâsî ve Aziz b. Amr (Radiyallahü o.nhüm) hazerâtmdan hadîsler rivayet olunmuştur. Bu hadîsleri Aynî, Buhârî şerhinde şöyle sıralamıştır:

1- Atıyye hadîsini îbni Abdilberr rivayet etmiş­tir. Mezkûr hadîste Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemh

«Allah sen! muhtaç etmedikçe âlemden bir şey isteme! Zîrâ yüksek el veren, alçak el da atan eldir.» buyurmuşlardır.

2- îbni Mes'ûd (Radiyallahü anh) hadîsini Tirmi-z î ve diğer «sahih» sahipleri, Hâkim velbni Ebi'd-Dünyâ rivayet etmişlerdir. Tirmizi onun hakkında: «Bu hadis hasendir» demiştir. Hadîsin meali şudur: «Resûlüllah (Saîîallahü

Aleyhi ve Sellem)*

«Geçinecek kadar malı varken dilenen brr kimse kıyamet günü yüzün­de tırnak izleri ve bereler olduğu halde gelecektir. Buyurdu.

Ashâb: Yâ Resûlallâh! onu geçindirecek miktar nedir? diye sor­dular: «elli dirhem gümüş yahut o miktar altındır. Buyurdular.»

3- Hubeyş bin Cunâde hadîsini yalnız Tirmizî ile Ebû Dâvûd rivayet etmişlerdir. Tirmizi bu ha­dîs için dahî «Hasen bir hadîstir» demiştir. Mezkûr hadîste:

«Zenginin sadaka alması helâl değildir.» Duyurulmuştur.

4- Hubeye bin Cunâde hadîsini Tirmizî rivayet etmiştir. Hazreti Hubeyş:  «Ben Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellenıfi Haccetû'l - Vedâ'da Arafat'ta ayağa kalkmış hutbe okurken dinledim...» demiştir. Bu hadîste Peygamber (Sallallahü Aley­hi ve Selîem) şunu da söylemiştir:

«Bir kimse malını çoğaltmak için âleme el açarsa kıyamet günü yü­zünde tırnak izleri ve cehennemde kızdırılmış taşlar olacak; Bu taşlar onun yüzünü yiyeceklerdir. Artık (buna göre) dileyen az, dileyen çok istesin.»

5- Ebû Hüreyre hadîsini Nesâî  ile İbni Mâce, Abullah   b. Âmir  hadîsi tarzında rivayet etmişlerdir.

6- Kabisatü'bnü Muhârik hadîsini Müs­lim, Ebû Dâvûd   ve   Nesâî   rivayet etmişlerdir. Kita­bımızda bir hadis sonra görülecektir.

7- Enes hadîsi   Ebû   Dâvûd   ile   îbni   Mâce rivayet etmişlerdir. Bu hadîsde:

«Dilenmek yalnız üç sınıf insana yaraşır: Son derece fakire, ödeyecek bir şeyi bulunmayan borçluya ve pek ziyâde elemi olan hastaya.» Buyrulmuştur.

8- Abdurrahmân b. Ebi Bekir hadîsini Bezzâr ile Taberâni, Abdullah  b. Âmir hadisi gibi rivayet etmişlerdir.

9-  îmrân b. Husayn  hadîsini îmam Ahmed b. Hanbel ile Bezzâr    rivayet etmişlerdir. Bu hariîsde Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

«Zenginin   dilenmesi   kıyamet  günü  yüzünde   bir   leke   olacaktır.»

buyurmuştur.

10- Sevbân  hadîsini  îmam  Ahmed  ile Bezzar ve Taberâni rivayet etmişlerdir. İsnadı sahihtir. Mez­kûr hadîsde:

Bir kimse ihtiyâcı yokken dilenirse, dilenerek aldığı şey kıyamet gü­nü yüzünde bir leke olacaktır.» buyrulmuştur.

11- Mes'ûd b. Amir hadîsini Bezzâr ile Taberânî rivayet etmişlerdir. Hadis şudur-.

«Bir kul ihtiyâcı yokken dilenir durursa nihayet yüzü dümdüz olur da Allah İndînde hiç yüzü kalmaz.»

12- Câbir hadîsini Taberâni  «El - Evsât» adlı eserinde  îbni Mes'ûd  hadisi gibi rivayet etmiştir.

13- İsimleri verilmeyen iki zât hadîsini Sahiheyn râvîleri nak-letmişlerdir. Mezkûr hadîsde iki zâtın    Haccatü'1-Vedâ' da Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) sadaka taksîm ederken onun yanma gelerek sadaka istedikleri, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) onları tepeden tırnağa süzdükten sonra kendilerini güçlü kuvvetli bulduğu ve:

«İsterseniz size sadaka veririm ama bu sadaka zenginin ve kazan­maya kudreti olanın nasibi yoktur.» Buyurduğu bildirilmektedir.

14- Ebû Said-i Hudrî hadisini Ebû Dâvûd, Nesâî ve İbni Hibbân tahric etmişlerdir. Bu hadîsde Ebû Said şöyle demiştir: «Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)

«Bir kimse bir okiyye kıymetinde mala sahip olur da yine dilenirse dilen­cilikte ısrar etmiş olur. Buyurdular. Bunun üzerine ben: Benim Yakute ismin­deki devem bir okiyyeden fazla eder. —Bir rivayette kırk dirhemden fazla eder— diyerek döndüm ve ondan bir şey istemedim. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) zamanında bir okiyye kırk dirhem ederdi.»

15- Sehl bin Hanzaliye hadîsini Ebû Davûd ile îbni Hibban   rivayet etmişlerdir.   Sehl (Raâiyallahü cmh) şöyle demiş: «Uyeynetü'bnü  Hu­şayn ile Akra' b. Habis Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)*Q gelerek bir şey istediler. O da istediklerini verdi... Bu­nun üzerine Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

«Her kim geçineceği kadar malı varken dilencilik ederse ancak ve an­cak ateşini çoğaltmış olur. buyurdu. Ashâb: Yâ Resûlüllah geçineceği şeyden murâd nedir? diye sordular. Resulü Ekrem (Saîlallahü Aleyhi ve sabah ve akşam yiyeceği kadar malı olmaktır. Buyurdular.»

16- Benî Esed kabilesinden ismi verilmeyen zât'ın hadisini    Ebû    Dâvûd    rivayet etmiştir. Bu hadis biraz lafız farkı ile Ebû Said hadisi gibidir.

17- Müzeyne kabilesinden olup ismi verilmeyen zât'ın hadisini îmam Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir. Hadisin râvîleri mutemed zevatıdır. Hadisi şerîfde şöyle denilmekte­dir: «Müzeyne'li zât'a annesi: Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e gitsende âlemin istediği gibi sende birşeyler istesen ol­maz mı? demiş. O zât bundan sonrasını şöyle anlatmış. Ben de bir­şeyler istemek maksadıyla gittim. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve SeV lemj'i ayakta hudbe okurken buldum. Şunları söylüyordu: Bir kimse iffetli olmak isterse Allah onu iffetli kılar; zengin olmak isterse, zen­gin eder. Beş okiyye değerinde malı olan bir kimse âleme el açarsa İsrarla dilenmiş olur... Bunun üzerine kendi kendime: Bizim bir de­vemiz beş okiyyeden fazla eder... Diyerek geri döndüm. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den birşey istemedim.»

b.  Ahmed,  bir kısmını da Ebû  Dâvûd  rivayet etti

18- Hz. Ali Hadîsini Taberâni,   Abdullah mistir. Bu hadîs takriben Hubeyş b. Cunâde hadîsi gibidir.

19- îbni Abbâs hadisini Taberâni, Kaabüs'tan naklen rivayet etmiştir. Ancak Ebû Hatim: «Ben Kaabüs'la  ihticac etmem.» demiş. îbni Hibbân dahi: «Onun belleyişi sağlam değildir.» mütaalâsında bulunmuştur, îbni    Abbâs   şöyle demiştir: «Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemh

«Dilenen kimse dilencilikten ne kazandığını bilse, dilenmezdi. Buyur­dular.»

Yine îbni Abbâs (Radiyallahü anh)'da,n Taberâ­ni il  Bezzâr  şu hadîsi rivayet etmişlerdir:

«Misvakın dişlerden çıkardığı ekmek kırıntısı kadar olsun mâle sahip bulunursanız âleme el açmaktan müstağni kalın.» Bu hadîsin râvîleri mutemetdirler.

20-  Muâviye   hadisini   Müslim   rivayet etmiştir. Hadîsi Şerif «Dilenmekten nehi bâbı»nda geçmiştir.

21- SemûratÜ'bnü Cündeb hadîsini Tirmizi rivayet etmiş ve: «Bu hadîs Hasen sahihtir» demiştir. Mez­kûr hadisde Resûlluah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

«Şüphesiz ki dilenmek bir meşakkattir. Onunla sahibinin yüzü azap olu­nur. Meğer kî bir kimse sultandan yahut zarurî bir hâl karşısında birinden bir şey İstememiş olsun.» buyurmuşlardır.

22- Ebû Zerr (Raâiyallahü anh) hadisim İmam Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir. Hazreti Ebû Zerr şöyle demiştir:

«Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bana hiç bir kimseye el açmamamı şart koştu. Ben: Evet kimseye el açmam dedim: Elinden kır-baan düşse onu bile istemeyecek, hayvanından İnip kendin alacaksın.» buyurdular. Bu hadîsin râvîleri mutemet zevâtdır.

23- Ebû Ümame hadîsini Taberânî rivayet etmiştir. Hz. Ebû Ümame şöyle demiştir:  «Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bana kim  bey'at edecek   diye   sordu. Sevbân :    Hepimiz bey'ad ettik ya Resûlüllah dedi. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ama başkalarına el açıp hiç bir şey iste­meyeceğinize bey'ad edeceksiniz. Buyurdu. Sevbân :

  Böyle bir kimseye verilecek olan nedir Yâ Resûlallâh? diye sordu. Peygamber Efendimiz:

  (Cennettir.) buyurdular. Bunun üzerine ona Sevbân da bey'ad etti.»

24- Adiyy-i Cüzâmi hadîsini Taberânî rivayet etmiştir. Bu hadîste Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem}:

«Odun demeti satmak suretiyle oslun iffetinizi muhafaza edin tebliğ ettim mi?» buyurmuşlardır.

25- Firasi hadisini Ebû Dâvûd ile Nesâî rivayet etmişlerdir. Firasi (Raâiyallahü anh) Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e:

«Başkalarından  birşey  isteyeyim  mi? diye sormuş  Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)

  Hayır, mutlaka istemen lazımsa sâlih kimselerden iste. buyurmuş­lardır.

26- Aynî, Aiz b. Amir hadisini kimin rivayet ettiğini bildirmemiştir. Hz. Aiz'in beyânına göre Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)' bir adam gelmiş Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ona birşeyler vermiş. Tam dönüp gitmek üzere aya­ğını kapının eşiğine bastığı zaman Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)''

«Şu dilenmekte neler olduğunu bilseniz hiç bir kimse başkasından birşey istemeye gitmezdi.» buyurmuşlar.

 

Babımız Hadisinden Şu Hükümler Çıkarılmıştır:

 

1- Hadisi şerif sadakaya teşvik etmekte herkesin odun, ot gibi mübâh olan şeyleri toplayarak satması ve bu suretle elinin emeği ile geçinmeye çalışması lüzumuna tembih buyurmaktadır. Müslüm Sârini Ubbî diyor ki: «Bu, san'atı olmayanlar hakkındadır. San'atı olanların kazançları kendilerini geçindirebilirse onunla meşkûl ol­maları müreccahtır. Sahih hadiste vârid olduğuna göre Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve Sellem)'

«Elinin emeği ile geçinenden daha faziletli bir kimse olamaz. Nebiyullah, Dâvûd (Aleyhisselâm) dahî elinin emeği ile geçinirdi.» buyurmuşlardır.

2- Çeçim sıkıntısına katlanmak, başkalarına el açmaktan da­ha hayırlıdır.

 

108- (1043) Bana Abdullah b. Abdirrahmân Ed-Dârimî ile Se-lemetü'bnü Şebîb rivayet ettiler. Seleme (haddesenâ) ta'birini kul­landı. Dârimî ise (Ahberanâ) sîygasıyla rivayet etti. (Dedi ki): Bize Mervân yâni îbni Muhammed Ed-Dimeşkî haber verdi. (Dedi ki): Bize Said yâni tbnü Abdilaziz, Rabiatü'bnü Yezîd'den o da Ebû İdrîs-i Havlânî'den o da Ebû Müslim-i Havlâni [40]'den naklen rivayet etti.

Ebû Müslim şöyle demiş bana Emin dostum Avf. Mâlik-i Eşcaî ri-vâyet etti. Avf benim dostumdur. Benim indimde kendini emîn bir zâttır. (Dedi ki): Dokuz veya sekiz veya yedi arkadaş Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)yİTi yanında idik. (Bize):

  «Allah'ın Resulüne bey'at etmez misiniz?» buyurdular. Biz:

  «Sana bizler (çoktan) bey'at ettik Yâ Resûlallah!» dedik. Son­ra (yine):

  «Allah'ın Resulüne bey'at etmez misiniz?» dedi. Bunun üzerine biz ellerimizi açarak:

  «Biz sana bey'at ettik Yâ Resûlüllah! (daha) neye bey'at ede­ceğiz» diye sorduk.

  «Allah'a ibâdet edeceğinize, ona hiç bir şeyi şerik koşmayacağı­nıza, beş vakit namazı kılacağınıza, itaat edeceğinize —ve işitmediğimiz bir kelime söyledikten sonra —başkalarından bir şey istemeyeceğinize bey'at edeceksiniz.» buyurdular.

Vallahi sonraları bu arkadaşlardan bâzılarını gördüm. Birinin kamçısı yere düşse hiç bir kimseden şunu bana veriver diye is­temezdi.

Bey'at: Müslümanların her işini tedvir için hükümdara selâhiyet vererek niza götürmez bir şekilde ona teslim olmaktır. Bu kelime alış veriş mânâsına gelen «Bey'»'dan alınmıştır. Ashâb-ı kiram alış verişde olduğu gibi halifeye tabi olduklarına dair söz verirken alış verişe benzeterek onun elinden tutarlardı. Ancak kadınlar Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve SellemYe bey'at ederken onun elinden tutmamışlardır. Kadınların müteaddid defalar bey'at ettik­leri sabit olmuş fakat hiç birinde Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve SellemYin elini tuttukları rivayet edilmemiştir. Ulemâ kadınların tek­rar tekrar bey'atlarınm zaman ve hâle göre olduğunu beyân ederler.

Übbî diyor ki: «Rfesûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve SellemYin gizli söylediği kelime, teklife âit olacaktır. Yâni, gizlice söylediği o kelime mgşakkatli ve ifâSı Müslümanlara güç gelecek bir şey hakkındadır. Onun için de açık söylemekten çekinmiştir. Onu beyân için memur da değildir. Zîr|ı;Vinemûr olsa tebliği icâp ederdi.

Hadls-i şerif umûmatin delil olduğuna işaret etmektedir. Çünkü: Ashab-ı kiram'a dilenmek umûmî şekilde emir buyu-rulmuş, onlar da hadîsi bu mânâya alarak başkalarından hiç bir şey hattâ yere düşen kamçılarını bile istemez olmuşlardır.

Yine bu hadîs az bile olsa dilenme sayılabilecek her şeyden ne­zih davranmaya teşvik etmektedir.

 

36- Dilenmeleri Helal Olan Kimseler Babı

 

109- (1044) Bize Yahya b. Yahya ile Kuteybetü'bnu Saîd ikisi birden Hammâd b. Zeyd'den rivayet ettiler. Yahya (Dedi ki): Bize Hammâd b. Zeyd, Hârûn b. Riyâb [41] 'dan naklen haber verdi. (De­miş ki): Bana Kinânetü'bnu Nuaym [42] El - Adevî'den, o da Kabîsa-tü'bnu Muhârık-ı Hilâlî'den naklen rivayet etti. Kabîsa şöyle demiş: Birine kefil oldum da bu husûsda bir şeyler istemek üzere Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Selletn)** geldim. Bana:

«Biraz bekle bize sadaka gelsin de sana ondan verelim.» dedi. Son­ra şunu söyledi:

«Yâ Kabisa! Şüphesiz ki üç sınıf insandan her biri müstesna olmak üzere bilenmek hiç bir kimseye helâl değildir. (Şöyle ki);

1- Kefalet altına giren kimseye o malı elde edinceye kadar dilen­mek helâldir. Sonra bundan vazgeçer.

2- Bütün malını helak eden, bir felâkete maruz kalan kimsenin ge­çim ihtiyacını temin edinceye kadar —yahut hacetini giderinceye kadar— dilenmesi helâldir.

3- Fakr-u zarurete düçâr olan, o derece ki Kavmü kabilesinden aklı başında üç kişinin: Gerçekten filân fakir düştü diye şahadette bu­lunacakları kimsenin geçim ihtiyâcını temin edinceye kadar —yahut ha­cetini giderinceye kadar— dilenmesi helâldir.

Dilenmenin bundan ötesi Yâ Kabise haramdır. Dilenen onu haram olarak yer.»

Hamâle: Kefalet demektir. Burada ondan murâd iki kişinin veya iki kabilenin arasını bulmak, onları barıştırmak için mal vermeyi üzerine almasıdır. Böylesi üzerine aldığı malı bulamazsa dilenmesi mubah olur. Kendisine zekât da verilebilir. Yalnız aracılık ettiği hu­susun şer'ân masiyet olmaması şarttır. Râvi Peygamber (SallaUahü Aleyhi ve SeMem)'in:

«Geçim ihtiyâcını temin edinceye kadar» mı yoksa: «Yahut hacetini giderinceye kadar» mı buyurduğunda şek etmiştir.

Resûlüllah (SallaUahü Aleyhi ve Sellem)- «Kavmü kabilesinden aklı başında üç kişinin gerçekten filân fakır düştü diye şahadette bulunacak­ları...» ifâdesi ile o kimsenin fakirliğine ehlî hıbre(44) şahadet ede­ceğine işaret buyurmuştur. «Kavmü kabilesinden- ve «aklı başında» tâbirleri de bunu göstermektedir. Çünkü; Malını gizli tutmak insa­nın âdetidir. Onu ancak yakınlarına bildirir. «Aklı başında» kaydı şahidin akıllı olmasını şart koşmaktadır.

«Sühten» kelimesi muzmer bir fiilin mefûlü olmak üzere nas-bedilmiştir. Bu fiil «itikat ederim» yahut «yenir» diye takdir olunur. «haram olduğunu îtîkât ederim.» yâyut «Haram olarak yenir.» de­mektir.

Müslim'den başkaları bu kelimeyi «Suhtün» şeklinde rivayet et­mişlerdir. Bu rivayete göre fiil takdirine hacet yoktur. Cümlenin mâ-nâsi: «O haramdır» demek olur.

Şâfiîler'den bâzıları bu hadîsin zahiri ile istidlal ederek fakirliği ispad için üç kişinin şahadette bulunmasını şart koşmuşlardır. Cumhûr-u ulemâ' ya göre ise zinadan gayrı şahadet­lerde olduğu gibi burada da âdil iki erkeğin yahut bir erkekle iki kadının şahadeti kabul edileceğine kaail olmuşlardır. Onlara göre bu hadîste beyân edilen âded vücûb değil istihâb içindir. Yâni bir kimsenin fakîr olduğunu isbâd için iki kişinin şahadette bulunması şart; üç kişinin şahadeti ise müstehâbdır.

Nevevî diyor ki: «Bu hadis fakirlik iddiasında bulunan kimsenin malı olduğu bilindiğine hami edilmiştir. Böyle bir kimsenin sıf( benim malım telef oldu, fakir düştüm) şeklindeki iddiası mah­kemece kabul edilemez. Kendisinden şâhid ve isbâd istenir. Fakat malı olduğu bilinmeyen kimseden şâhid istenmez. Bu hususta yemîn verdirmek sureti ile iddia edenin sözü kabul olunur.»

 

37- İstemeden ve Göz Dikmeden Kendisine Bir Şey Verilen Kimsenin Onu Alması Mübah Olduğunu Beyan Babı

 

110- (1045) Bize Hârûn b. Ma'arûf rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdullah b. Vehb rivayet etti. H.

Bana Harmeletü'bnu Yahya rivayet etti. (Dedi ki): Bize îbni Vehb haber verdi. (Dedi ki): Bana Yûnus, İbni Şihâd'dan, o da Salim b. Abdillâh b. Ömer'den, o da babasından naklen haber verdi. Abdullah b. Ömer şöyle demiş: Ben Ömerü'bnu'l - Hattâb (Raâiyallahü awîı)*ı şöyle derken işittim, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellcm) bâzan bana (Beytül mâlden) bir şeyler verin, ben de: Bunu benden daha fa­kirine ver, derdim. Hattâ bir defa bana bir mal verdi de: Onu benden fakir birine ver dedim. Bunun üzerine Resûİüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)

«Sen bunu al! bu kabilden göz dikmediğin ve İstemediğin halde sana gelen malı da al. Böyle olmayan bir malı ise canın çekmesin.» buyurdular.

 

111- (...) Bana Ebû't-Tâhir rivayet etti. (Dedi ki): Bize İbni Vehb haber verdi. (Dedi ki); Bana Amrû'bnu Haris, İbni Şihâb'dan, o da Salim b. Abdillâh'dan, o da babasından naklen haber verdi. Ki, Resûlüllah [SalhtUaiıü Aleyhi ve SV//rıı/; Ömerü'bnii'l Hattâb i Punliyal lahit anlı} (Beytülmalden) birşeyler" verin fakat Ömer ona: Yâ Re-sûlâllah bunu benden daha fkir birine yer dermiş. Bunun üzerine Re­sûlüllah (SalhUnhii Aleyhi ıc Selleıu) kendisine:

«Sen bunu al ister kendine mal et, istersen sadaka olarak ver. (Bir daha) göz dikmediğin ve istemediğin hâlde bu kabil maldan sana bir şey gelirse onu al. Böyle olmayan bir malı ise canın çekmesin» buyurmuşlar.

Salim: «Bundan dolayıdır ki İbni Ömer kimseden bir şey istemez; verilen bir şeyi de geri çevirmezdi.» demiş.

 

(...) Bana Ebu't-Tâhir rivayet etti. (Dedi ki): Bize İbni Vehb ha­ber verdi. (Dedi ki): Âmir şunları söyledi: Bana da İbni Şihâb bu ha­dîsin mislini de Sâib b. Yezîd'den, o da Abdullah b. Sadi'den, o da Ömerû'bnu'l - Hattâb [HuıiiraUüiui aııh]'dan, oda Resûlüllah {StithiUahü Aleyhi ve Se//ciH.)'den naklen rivayet etti.

İmam Müslim' in hatâ ettiğini söyleyenler olmuştur. Ez cümle Ebû Aîiy Îbni's-Seken (294 - 353) Sâib b. Yezid ile Abdullah b. Sa'dî arasında Huveytib b. Abdiluzzâ adında bir râvi daha bulundu­ğunu bildirmiş; Nesâi : «Bu hadîsi Sâ'ib, İbni Sa'di'den işitmemiş, oun İbni Sa1di'den Huveytib vasıtası ile rivayet etmiştir...» Daha başka hadis imamları da buna benzer sözler söylemişlerdir.

Nevevi (631 - 676) bunu te'yîd eden bâzı rivayetlerin sened-lerini naklettikten sonra şunları söylüyor: «Abdülkaadir demiş ki: bu hadisi Nu'mân b. Râşid, Zühri' den rivayet etmiş; Huveytib'ı senedden ıskaat etmiştir. Ma'mer de Zühri' den rivayet etmiştir. Ma'mer'den ri­vayet edenler ise Huveytib hakkında ihtilâfa düşmüş; Süfyân b. Uyeyne, Zühri' den rivayet eden ce­mâat gibi nakleylemiş; İbni Mübarek, Huveytib'ı senedden düşürmüştür. Ma'mer'den Abdürrezzâk dahî rivayette bulunmuş fakat Huveytib ile İbni Sa'di'yi  senedden ıskaat etmiştir.

Hafız Abdülkaadir bütün rivayetlerin tarîklerini böylece anlattıktan sonra: bu hadîsin tarikleri böylece sona ermekte­dir. Sahîh olan tarik cemâatin ittifak ettiği yâni Zühri' nin, Sâib’den, onun da Huveytib (den, onun da İbni Sa'di'den, onun da Hz. Ömer' den naklettiği rivayettir.»

$u hâlde bu hadisi dört şahabı bir birinden rivayet etmiş demek­tir. Bunlar: Sâib b. Yezid , Huveytib b. Abdi­luzzâ, Abdullah b. Sa'di ve Ömer [HluIimıiIh-hii anhiivı )hazerâtıdır.

Dördüncü rivayetin senedindeki «Saldı» hakkında İmam Nevevî : «Ulemâ bunu kabul etmemişlerdir; doğrusu (Sa'dî)' dir; nitekim Cumhur da onu böyle rivayet etmişlerdir.» de­miştir.

 

Bu Hadisden Çıkarılan Hükümler:

 

1- Taberi diyor ki: «Ulemâ bu hadisteki (al) emrinin nedb ve irşâd için geldiğine ittifak ettikten sonra ihtilâfa düşmüş; bâzıları: hediyyeyi veren sultan olsun sûlih veya fâsik olsun verilen şeyi kabul etmek mendübtur; elverir ki hediyye vermesi caiz. olan bir kimseden   gelsin,   demişlerdir. Hz.  Ebû Hüreyre' nin

 

112- (...) Bize Kuteybetü'bnü Sâîd rivayet etti. (Dedi ki): Bize Leys, Bükeyr'den, o da Büsr b. Saîd'den, o da İbni Sâidî [43] el-Mâlikî' den naklen rivayet etti ki, İbni Sâid'i şöyle demiş. Ömerü'bnu'I-Hattâb (Racliyalîahü anlı) beni zekât toplamaya memur etti. Bu işi bitirip zekât­ları kendisine teslim edince bana ücret verilmesini şmretti. (Kendisi­ne) : Ben ancak Allah için vazife gördüm. Ecrim de Allah'a aittir; de­dim. Bunun üzerine Ömer (]]ıuliyulh:hii aııhh Sana verileni al çünkü ben de Resûlüllah (SaUaUahü Aleyhi ve Sellcıu) devrinde bu vazifeyi gördüm; Bana ücret verdi. Ben de senin dediğin gibi söyledim, fakat Resûlüllah (Sallalhhü Aleyhi ve Sellcm) bana:

«İstemediğin halde sana bir şey verilirse onu ye ve tasaddûk et buyurdular.» dedi.

 

(...) Bana Hârûn b. Saîd El - Eylî rivayet etti. (Dedi ki): Bize İbni Vehb rivayet etti. (Dedi ki): Bana Amru'bnü Haris, Bükeyr b. El -Eşecc'den, o da Büsr b. Saîd'den, o da İbni Sa'di'den naklen habeı< verdi. Ki İbni Sa'dî şöyle demiş:

«Ömeru'bnü'l - Hattâb (Rtuliyullahü mıh) beni zekât toplamaya me­mur etti...» râvi hadisi Leys hadîsi gibi rivayet etmiştir.

Bu hadîsi Buhârî «Zekât» ve «Ahkâm» bahislerinde, Nesâî «Zekât»'da muhtelif râvîlerden tahric etmişlerdir.

Hadîsin üçüncü rivayetinden İbni Vehb ile Amr arasında (dedi ky ta'bîri kısaltma maksadı ile hazf edilmiştir. İmam Nevevî senedi okurken bunun mutlaka okunmasına yâ'ni oraya geldikde iki dei'û «kaale» denilmesine tenbîh etmiş; Amr'in «bana İbni Şihâb bu hadisin mislini de rivayet etti...» sözünü ise doğru ve yerinde bulmuştur. Zîrû Amr, İb­ni Şihâb' dan bir biri üzerine matuf olarak bir çok hadisler rivayet etmiş; İbni Vehb onları böylece dinlemiştir. Rivayet sırası ikinci veya üçüncü hadise gelince onu (atıf vâvı) ile naklede­rek: «Bana İbni Şihâb bu hadisin mislini de rivayet etti...» demiştir. Çünkü kendisi öyle işitmiştir.

Kaadı İyâz'ı beyânına  göre  bu   hadisin  senedinde (bana biri hediyye verirse ben onu kabul ederim. Sormaya gelince: bunu yapmam) dediği rivayet olunur. Böyle bir rivayet Hz. Ebu'd-Derdâ' dan nakledilmiştir. Âişe (RadiyaUahü anhâ) Muâviye'nin     hediyyesini kabul etmiştir...»

Taberi bundan sonra İbni Ömer, İbni Ab-bâs, Aliyü'bnü Ebî Tâlib (RudiyaHahü anlı) hazerâtının da hediyye kabul ettiklerine dâir nakiller yapmış; Resû-lüllah (Saîlaîîahü Aleyhi ve Selkm)'in:

«O bizim için hediyyedir» buyurduğunu söyleyerek Hz. Berîre'ye verilen bir sadakadan yediğine işaret etmiş; Tabiînden: Alkâme, Esved, İbrahim Nehaî, Hasan-ı Basrî ve Şa'bî' nin dahîhediyye kabul ettiklerini söylemiştir.

Bu zevatın kavilleri üç kısma ayrılır. Şöyle ki:

a- Helâldan kazanıldığı bilinen hediyyenin reddi doğru değildir.

b- Haramdan kazanıldığı ma'lûm olan hediyyenin kabulü ha­ramdır.

c- Nereden kazanıldığı bilinmeyen hediyye hakkında araştırma yapılmaz. Zahire göre o hediyyeye sâhib çıkan biri bulunmadıkça onu kabul etmek evlâdır.

Bir takım ulemâya göre bu hadîsi ile Resûlüllah (Sullallahü Aleyhi ve Sellem) ümmetini sultandan maada her kesin hediyyesini kabule da'vet etmektedir. Sultan hediyyesini ise bâzıları haram, bâzıları mek­ruh saymışlardır. Rivayete nazaran Hâlid b. Üseyd Mesrûk'a otuz bin dirhem hediyye vermiş; fakat Hz. Mesrûk kabul etmemiştir. Kendisine: «Sen bunu alsan da akrabana yardım etseydin ya!» diyenlere Mesrûk (Rulıhnchttllolı) «Ben bunu almakla bir hırsızın çaldığı malı almam arasında hiç bir fark görmüyorum; ne buyurursun?» cevâbını vermiştir. İbni Şirin ve îbni Muhayriz , sultandan hediyye kabul etmemişlerdir. Hişâm b. Urve [Puih'nııehullııh) : «Abdu1lah b. Zübeyr bana ve kardeşime beş yüz altın gönderdi. Fakat kardeşim: bu paralan geri çevir! dedi ve o paralardan ihtiyacı olmadığı halde kim yedi ise Allah onu bu paralara muhtâc etti.» demiş.

İbnu 1-Münzir sultanın hediyyesini: Muhan­ined b. Vâsi', Sufân-ı Sevrî, Abdullah İbni Mübarek ve İmam Ahmed b. Hanbel1 in kerih gördüklerini söylemiştir.

Bu kavlin vechi şudur: Ümerâ ve sultanların ekseriyyetle kazan­dıkları malı meşru yollardan elde etmediklerini görmüş; dînlerinin selâmeti ve ırzu namuslarının berâeti nâmına böyle haram karışan mala yanaşmaktan sakınmışlardır.

Bâzılarına göre bu hadis bilâkis yalnız sultanın hediyyesini ka­bule teşviktir. İkrime'nin; «Biz hediyyeyi yalnız ümerâdan kabul ederiz.» dediği rivayet olunmuştur.

Taberî ; «Bence doğrusu, Peygamber {SullidhiJlii Aleyhi ve Sellem) herkesin hediyyesini kabule teşvik buyurmuştur. Hediyye sultandan olsun, başkalarından gelsin mutlak surette kabul edilir. Zira Hz. Ömer hadîsinde tahsis olunmaksızın her nev'i malı kabul etmesi emir buyurulmuş; yalnız bâzı hâller istisna edilmiştir...» demektedir.

2- Malına haram karışan bir kimsenin alış veriş yapmaya ve hediyyesini kabule gelince: Bunu bâzıları kerih görmüş; bir takım­ları tecviz etmişlerdir. Abdullah b. Yezîd, Ebü Vâil, Kaasim, Süfyân-ı Sevri ve Salim kerih görenlerdendirler. Hattâ Sâ1im'in Mısır'da şarap sattığı söylenen âzadlı bir câriye ölmüş de mirası Sâ1im'e kal­dığı halde almamış. İmam Mâ1ik'in beyânına göre Ab­dullah b. Yezîd: «Ben helâl rızkla geçinip dururken, için­de az bir şey haram bulunan kazanca tama' ederek bütün malını ifsâd edenlere çok şaşarım!» demiş.

Sahâbe-i Kiram' dan İbni Mes'ûd (Uadiyal-lahü anlı) ile tabiinden İbrahim Nehai, Said b. Cübeyr, Mekhûl ve Zührî caiz görmüşlerdir. Ri-vâyene nazaran Hz. İbni Mes'û d'a bir adam gelerek ribâ yemekten çekinmeyen, helâle harama dikkat etmeyen bir komşusu olduğunu söylemiş ve: «Bu adam bizi yemeğe davet ediyor, ihtiyâcı­mız olduğunda kendisinden ödünç para alıyoruz.» demiş İbni Mes'ûd (RadiyaUaJıii anlı)- «Sen, onun dâvetine icabet et, ödünç para da al, bu caizdir. Günâhı onundur.» cevâbını vermiş. İbni Ömer Hazretlerine dahi ribâ yiyen bir adamın yemeği yenilip yenilemeyeceği sorulmuş o da buna cevaz vermiş. İbrahim Nehaî malına helâlle haram karışan kimsenin yemeği hakkın­da: -Ancak haram olduğu bilinen yemeği yenmez.» cevâbını ver­miştir.

Mekhûl ile Zühri'den  dahi haramla helâl karışan maldan yemekte beis görmedikleri, yalnız haram olduğu ayni ile bi­linen yemeği mekruh gördükleri rivayet olunur.

İbni   Ebi   Zi'b   bunu tecviz etmiştir.

İbni Münzir diyor ki: «Bu bâbda ruhsat verenler Teâlâ Hazretlerinin Yahudiler hakkında

«Onlar yalanı çok dinler, haramı çok yerler. [44] » âyeti kerîmesi ile istidlal etmişlerdir. Filhakika Peygamber (Sullallahü Aleyhi ve ScHcm) zırhını bir Yahudiye rehnetmişti.»

Taberî «Allah Teâlâ Hazretlerinin ehl~i kitaptan cizye alın­masını mubah kılmasında Müslümanın eline geçen haramdan mı, helâlden mi kazanıldığını bilmediği malın haram olmadığına en arık delildir. Zira Teâlâ Hazretleri ehl-i kitabın eskeri mallarının şarap ve domuzdan kazanıldığını, ribâ muamelesi yaptıklarını bildiği hâlde onlardan alınan cizyeyi mubah kılmıştır. Binâenaleyh harama he­lâle dikkat etmeyen bir kimsenin verdiği bir mal aynen haram ol­duğu bilinmedikçe kabul edilir.» diyor.

Sahabe ve Tabiîn' in bâzı imamları da buna kaail-dirler. Malına haram karışan kimseden bir şey almayı mekruh gö­renler bu hususta takva yolunu tutarak şüpheli şeylerden sakınmayı ihtiyata daha muvafık görmüşlerdir.

3- Müslümanların hükümdarı kendince maslahata daha mu­vafık gördüğü zaman iki fakirden ihtiyâcı az olanına    Beytü'1 -Mâl'den nafaka verebilir.

4- İstemeden verilen helâl malı almak, almamaktan daha ha­yırlıdır. İslâm hükümdarının verdiği ihsanı geri çevirmek edep ve terbiyeye aykırıdır.

Verilen bir ihsanı kabul hususunda Nevevî şunları söy­lemiştir: «Kendisine mal verilen bir kimsenin, o malı kabul etmesi vâ-cib midir, değil midir mes'elesinde ulemâ ihtilâf etmişlerdir. Sahih ve meşhur olan kavle göre sultandan başkasının ihsanını kabul et­mek müstehâbdir. Sultânın ihsanı ise sahih kavle göre malının ekserisi haram ise haram, aksi takdirde mubahtır. Ulemâdan bir taife Sultânın ihsanını kabul etmek vâcibdir. Zira Teâlâ Hazretleri (Resulün size getirdiği şey'i alın [45].) buyurmuştur. Sultânın ihsanını kabul etmeyen bu emre uymamış gibi olur; de­mişlerdir.»

Tahâvî  :    «Bu hadîsin mânâsı sadakalara değil, hükümdârın zengin, fakir herkese taksim ettiği mallara aittir. Böyle mallar haika fakir oldukları için değil, o mallarda haklan bulunduğu için verilir. Bundan dolayıdır ki Resülüllah (SallaUuhü Aleyhi ve Sellenı), Hz: Ömer'in verilen malı kabul etmemesini hoş karşılamamış-tır. Çünkü ona verdiği mal, fakirliğinden dolayı değildir. Ömer (Raıhyallalıü anlı), verileni kabul etmeyince Resülüllah \Sal\a\hhü Aley­hi ve Selîem) kendisine: (Bunu al da kendine mâl et.) buyurdular, hadisi Şuayb, Zührf den böyle rivayet etmiştir. Bu gösteriyor ki Ömer'e verilen mal sadaka mallarından değilmiş.»

5- Hadis-i şerif  Hz. Ömer'in menkâbesine, fazilet ve takvasının büyüklüğüne delildir.

6- Müslümanlar nâmına dini ve dünyevi vazife gören bir kim­senin gördüğü vazife mukabilinde ücret alması caizdir.

 

38- Dünyaya Tama' Etmenin Keraheti Babı

 

113- (1046) Bize Zühoyr b. Harb rivayet etti. (Dedi ki): Bize Süfyân b. Uyeyne, Ebü'z - Zinâddan, o da A'rac'dan, o da Ebû Hürey-re'den o da Peygamber [SaUallıhü Aleyhi ve Seüemyden naklen riva­yet etti. Şöyle buyurmuşlar:

«İhtiyarın kalbi iki şey'i sevme hususunda gençtir; Yaşama sevgisi ile mal sevgisinde.»

 

114- (...) Bana Ebû't-Tâhir ile Harmele rivayet ettiler. (Dedi­ler ki): Bize İbni Vehb, Yûnus'dan, o da Saîd b. El - Müseyyeb'den, o da Ebû Hüreyre'den naklen haber verdi ki Resülüllah (SallaUahü Aleyhi ve SeUevıh

«İhtiyarın kalbi iki şeyi sevme hususunda gençtir: Çok yaşama ve mal sevgisi hususunda.» buyurmuşlar.

Ba hadîsi Buhâri ile Nesâİ «Kitâbu'r-Rukaak»'da tahrîc etmişlerdir.

İki şeyden murâd: İki haslettir.

«İhtiyarın kalbi... gençtir...» ifâdesi mecaz ve istiaredir. Mânâsı: İhtiyarın kalbi, hayât ile malı kemâli ile sever. Tıpkı bir gencin kanının kaynadığı anlardaki kuvveti gibi. Bu hususta sevgisi kâ­mildir, demektir. Yâni «Genç» kelimesi: Hırsın kemâli mânâsına is­tiare edilmiştir. Çünkü genç bir kimsenin ömrü uzun ve kuvveti yerinde olduğu için ihtiyarın özentisi de ona benzetilmiştir.

Nevevî bu hadisin tefsirinde bâzılarının kabule şâyân ol­mayan sözler söylediklerini kaydetmiştir.

Yaşamayı sevmekle uzun hayatı sevmek mâ'nâ i'tibârîle birdir.

 

115- (1047) Bana Yahya b. Yahya ile Saîd b. Mansûr ve Ku-teybetü'bnu Saîd hep birden Ebû Avâne'den rivayet ettiler. (Dedi ki): Bize Ebû Avâne, Katâde'den, o da Enes'den naklen haber verdi. Enes şöyle demiş: Resûlüllah (SaUallahü Aleyhi ve Sellemh

«Âdem oğlu ihtiyarlar fakat onun iki şeyi genç kalır, (Bunlardan biri) mat'â tama' (diğeri) yaşama hırsıdır.» buyurdular.

 

(...) Bana Ebû Gassân El - Mismai ile Muhammedü'bnu'l - Mü-sennâ rivayet ettiler. (Dediler ki): Bize Muâz b. Hişâm rivayet etti. (Dedi ki): Bana, babam, Katâde'den, o da Enes'den naklen rivayet et­ti ki, Nebiyullah (SuUtiUtthii Aleyhi ve Sellent) yukarki hadisin mislini söylemiş.

 

(...)  Bize Muhammedü'bnu'! - Müsennâ ile  İbni  Beşşâr rivayet ettiler. (Dediler ki):Bize Muhammet!ü'bnıı Catfer rivayet etti. (Dedi ki): Bize ŞıTbe rivayet etti. (Dedi ki): Ben, Katâde'yi* Enes b. Mâlik'den, o da Peygamber (SallaUahü Aleyhi ve Se/ZemJ'den naklen bu hadisin mislini rivayet ederken dinledim.

Bu hadisi Buharı «Kitâbu'r-Rukaak»'da Hz. Enes' den şu lâfızlarla tahrîc etmiştir: «Resûlüllah (SallaUahü Aleyhi ve Sellem)

— Âdem oğlu büyür, onunla beraber de iki şey büyür: Mal sevgisi, uzun ömür sevgisi; buyurdular.»

Bu iki hadisde hassaten yaşama sevgisi ile mal sevgisinin zikre-rilmesi, insanın en ziyâde nefsini sevdiği içindir. Bundan dolayıdır ki uzun ömür ister. Yaşamak da mal sayesinde olur. İnsan ecelinin yak­laştığını hissedince bu iki sevgi daha ziyâdeleşir. Uyku bile sabaha karşı yâni gecenin sonunda daha tatlı olur. Bu da gösterir ki bir şey'in sonu yaklaştıkça kıymet ve lezzeti artar.

 

39- Oğlunun İki Vadi (Dolusu)  Malı Olsa, Bir Üçüncüsünü İsteyeceği Babı

 

116- (1048) Bize Yahya b. Yahya ile Saîd b. Mansûr ve Kutey-betü'bnü Saîd rivayet ettiler. Yahya (Ahberanâ) dedi, ötekiler: (Had-desanâ) tâbirini kullandılar. (Dediler ki): Bize Ebû Avâne, Katâde'den, o da Enes'den naklen tahdîs eyledi. Enes şöyle demiş: Resûlüllah (SallaUahü Aleyhi ve Sellem)-

«Âdem oğlunun iki vadi dolusu malı olsa, üçüncü bir vadi daha isterdi. Âdem oğlunun karnını topraktan başka bir şey dolduramaz. Amma Allah, tevbe eden kimsenin tevbesini kabul eder.» buyurdular.

 

(...) Bize İbnü'l -Müsennâ ile İbni Beşşâr rivayet ettiler. İbnü'l-Müsennft (Dedi ki): Bize Muhammed b. Ca'fer rivayet etti. (Dedi ki): Bize Şu'be haber verdi; (Dedi ki): Katâde'yi, Enes b. Mâlik'den hadis rivayet ederken dinledim; Enes ^öyle demiş: «Ben Resûlüllah (Sallaîlahü Aleyhi ve Seİîem)yi Ebû Avâne hadîsi gibi hadîs söylerken işittim. Bu söylediklerini (semâdan) indirilen bir şey miydi, yoksa kendinden mi söylüyordu bilmiyorum.»

 

117- (...) Bana Harmeletü'bnu Yahya rivayet etti. (Dedi ki: Bize îbni Vehb haber verdi. (Dedi ki) :Bana Yûnus, İbni Şihâbdan, o da Enes b. Mâlik'den, o da Resûlüllah (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellemyden naklen haber verdi; şöyle buyurmuşlar:

«Âdem oğlunun bir vâdî dolusu altını olsa, bir vadisi daha olmasını ister. Onun ağzını ancak toprak doldurur. Ama Allah tevbe edenin tev-besini kabul eder.»

 

118- (1049) Bana Züheyr b. Harb ile Hârûn b. Abdillâh rivayet ettiler. (Dediler ki): Bize Haccâc b. Muhammed, İbni Cüreyc'den ri­vayet etti; demiş ki: Atâ'yi şöyle derken işittim: Ben, İbni Abbâs'ı şunları söylerken dinledim: Resûlüllah (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem)

«Adem oğlunun bir vâdî dolusu malı olsa, bir misli daha olmasını İsterdi. Adem oğlunun nefsin» ancak toprak doldurur. Ama Allah, tevbe edenin tevbesini kabÛI eder.» buyururken işittim.

İbni Abbâs: «Bunun Kur'ari'dan olup olmadığım bilmiyorum.» demiş.

Züheyr'in rivayetinde râvî: «Bu Kur'ân'dan mıdır, değil midir, bil­miyorum...» şeklinde rivayet etmiş; îbni Abbâs'ı zikretmemiştir.

Enes ve îbni Abbâs hadislerini Buhâri «Kitâbu'r-Rukaak»'da tahrîc etmiştir.

Hadîs-i şerif muhtelif lâfızlarla rivayet olunmuştur. Bâzı rivayet­lerde: «Âdem oğlunun iki vadi dolusu matı,» diğerlerinde «Bir vadi dolusu» denildiği gibi bir rivayette «Mal», diğer rivayette onun yerine «Altın», başka bir rivayette «Altın ve gümüş...» tâbirleri kullanılmıştır. Keza rivayetlerin birinde «Âdem oğlunun karnını...», diğer rivayette «Adem oğlunun gölünü...», başka bir rivayette «Âdem oğlunun ağzını...», daha başka bir rivayette de: «Âdem oğlunun nefsini ancak toprak doldurur.» buyurulmuştur.

«Doldurur* yerine  «Doyurur»  denilmiştir.

Rivayetlerin birinde Karnını», ikincisinde «gözünü», üçüncüsünde «ağzını doldurur.» buyurulmasmdan murâd: Hakikaten toprak doldur­mak değil, kinaye suretiyle ölümdür. Çünkü insanın karnına veya ağzına toprak dolmasını istilzam eden şey: ölümdür. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellenı) bu sözü ile: «İnsan ölünceye kadar dünyâ­ya doymaz.» demek istemiştir. Binâenaleyh rivayetlerin arasında lâ­fız farkları bulunmakla beraber hepsi ayni mânâyı ifâde ederler.

Bâzıları: «Bütün rivayetleri ayni mânaya almak hadisin râvîleri muhtelif olduğuna göre güzel bir şeydir. Fakat râvileri ayni zevat olduğuna göre ibarelerin muhtelif sekililerde nakledilmesi râvüerin tasarrufundan ileri gelir.» demişlerdir.

Aynî, ibare değişikliğini râvîlere nisbet etmektense Resûlül­lah {Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e havale eyleminin evlâ olduğunu söylüyor. Zira râvîlere nisbet edilirse onlar, Peygamber {Sallallahü Aleyhi ve Selle-mYin ifâdesini değiştirmekle itham edilmiş olurlar.

Burada şöyle bir suâl hatıra gelebilir:

«Âdem oğlunun içini yahut karnını ancak toprak doldurur» ifâdesi­nin mânâsı açıktır. Fakat hadisin bâzı rivayetlerinde bunların yerine Nefsini», bâzılarında «ağzını», diğerlerinde «Gözünü doldurur.» de­nilmiştir. Bunun vechi nedir?

Cevâp: Neıis kelimesi ile insanın bedeni ifâde edilmiş" ve küllü zikir cüz'ü irâde kabilinden karnı kastedilmiştir. Ağzın zikredilmesi; karın boşluğuna yol olması hasebiyledir. Göze gelince: Göz matlûb olan şeyler hususunda asıldır. Çünkü insanın beğenip isteyeceği şeyleri o görür. Ekseri rivayetlerde bunların yerine karın zikredilmiştir. Çünkü insanın mal istemesi: ekseriyetle yiyip içmek ve lezzetyâp ol­mak içindir. Bittabiî yenilen içilen şeyler karındaki mideye giderler.

Tıybî diyor ki: «Bu hadîsin sonunda (Âdem oğlunun karnını ancak toprak doldurur.) buyurulmasi: Ondan önceki beyanâtın tezyil ve takriri mesabesindedir. Sanki şöyle denilmiştir: Topraktan yaratı­lan insanı ancak toprak doyurur.»

Hadis-i şerif, ekseriyetle insanların dünyâya tamahkâr oldukla­rını bildirmektedir. Resûlüllah (Sallallahii Aleyhi ve Sellevı)'in:

«Allah, tevbe edenlerin tevbesini kabul eder.» buyurması da bu mâ­nâyı te'yid etmektedir. Çünkü son cümlenin mânâsı: «Allah hırs, tama' ve şâir kötü hasletlerden tevbe edenin tevbesini kabul eder.» demektir.

 

119- (1050) Bana Süveyd b. Saîd rivayet etti. (Dedi ki): Bize Alîyyu'bnu Müshir, Dâvûd'dan, o da Ebû Harb b. Ebî'l - Esved'den, o da babasından naklen rivayet etti. Ebû'I - Esved şöyle demiş: Ebû Mûsâ El - Eş'arî Basra'hların hafızlarına haber gönderdi. Bunun üze­rine Kur'ân - ı Kerim'i iyi okuyan üçyüz hafız (gelerek) onun ya­nına girdiler. Ebû Mûsâ (onlara): Sizler Basralıların en iyileri ve ha­fızlarısınız. Kur'ân'ı tilâvet edin. Sakın (Kuran okumadan) üzeri­nizden uzun zaman geçmesin. Sonra sizden öncekilerin kalpleri gibi sizin de kalpleriniz katılaşır. Biz (vaktiyle) bir sûre okurduk. Onu gerek uzunluk; gerekse şiddet hususunda Berâe sûresine benzetirdik. Sonra o sûre bana unutturuldu. Yalnız ben, ondan şunları ezberimde tutabildim:  »

(Âdem oğlunun iki vadi dolu malı olsa, mutlaka bir üçüncüsünü daha isterdi. Âdem oğlunun karnını ancak toprak doldurur.)

Bir sûre daha okurduk, onu müsebbihât [46] denilen sûrelerden bi­rine benzetirdik. Bana o da unutturuldu. Ancak o sûreden şu âyet ez-berimdedir:

(Ey îmân edenler! Yapmadığınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Sonra bunlar boyunlarınıza bir şahadet olarak yazılır da, kıyamet gününde on­lardan mes'ül olursunuz.)

Bu hadiste Hz. Ebû Mûsâ, Berâe sûresine benzet­tiklerini sonradan neshedildiğini yalnız hatırında bir âyet kaldığını, o da:

«Âdem oğlunun iki vâdî dolusu malı olsa, bir üçüncüsünü isterdi., ilâh..» âyeti olduğunu bildirmiştir ki bundan evvelki hadîste İbni Abbas (Radiyaîlahü anhj'ın «Bu Kur'ân'dan mıdır, değil midir, bilmi­yorum.» sözü ile işaret ettiği söz budur. Daha evvelki hadîste Hz. Enes'in : «Semâdan indirilen bir şey miydi, yoksa kendinden mi söylüyordu...» diyerek şekkettiğini bildiren sözü buraya ait değildir.

Hz. Ebû Mûsâ' nın unuttuğunu bildirdiği ikinci süre hakkında Müslim sârini Übbi şunları söylemiştir: «İhti­mâl ki Ebû Mûsâ' nın unuttuğu sûre hâlen okunmakta olan iki sûreden biridir. Kendisi sûreyi unutmuş, ezberinde yalnız mensûh olan âyet kalmıştır.»

Hadîs-i şerif, Kur'ân-ı Kerîm'de nesih vâki olduğu­na delildir. Neshin lügat ve ıstılah mânâlarını evvelce görmüştük.

Kaadı İyâz'm beyânına göre Kur'ân-ı Ke­rim'  de nesh üç şekilde vâkî olmuştur:

1- Hükmü neshedilip, lâfzı neshedilmeyen âyetler. Neshedilen âyetlerin ekserisi bu kabildendir.

2- Hem lâfzı hem hükmü neshedilenler. «Süt çocuğunu üç defa emzirmek, hürmet isbât eder.» âyeti gibi

3- Lâfzı neshedilip, hükmü baki olan âyetler. Usûl-i fıkıhda mi­sâl gösterilen ihtiyar erkekle ihtiyar kadının zinadan dolayı recm edil­meleri âyeti bu kabildendir.

Allah Teâlâ hikmeti iktizâsı bâzı âyetleri unutturmuştur. Fakat nesih mes'elesi Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)fin. dün­yâdan gitmesi ile sona ermiştir.

 

40- Zenginliğin Mal Çokluğundan İbaret Olmadığı Babı

 

120- (1051) Bize Züheyr b. Harb ile İbni Nümeyr rivayet ettiler. (Dediler ki): Bize Süfyân b. Uyeyne, Ebû'z - Zinâd'dan, o da A'rac'dan, o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet etti. Ebû Hüreyre şöyle demiş: Resûlüllah (Sallalhhü Aleyhi ve Sellevı):

«Zenginlik mal çokluğundan ibaret değildir. (Hakîkî) zenginlik, gönül zenginliğidir.» buyurdular.

Bu hadîsi Buharı «Kitâbu'r-Rukaak»'da, Tirmizi «Kitâbu'z-Zühd»'de tahric etmişlerdir.

Araz: Dünyâ malı, demektir. Bunda altın ve gümüş dâhil değildir. Bu kelime «arz» şeklinde okunursa İbni Fâris'e göre al­tınla gümüşten maada bütün dünyâ malları, mânâsına gelir. «Araz» ise: Ona göre insanın dünyâdan aldığı nabîbdir. Hadisin mânâsı şu­dur: Hakiki zenginlik mal çokluğundan ibaret değildir. Hakîki zen­ginlik gönül zenginliği yâni dünyâya tama' etmemektir. Bir çok mal sahipleri vardır ki gönülleri fakirdir. Çünkü ellerindeki malı ziyâde-leştirmek için geceyi gündüze katarlar. Böyleleri bir türlü mala doy­madıkları için manen fakirdirler. Gönlü gani olan kimse ise Allah Teâlâ'nın takdirine razıdır. Allah'ın ihsan hazineleri sarfetmekle tü­kenmeyeceğini bildiği için fazla kazanmaya hırs ve tama' göstermez. Dâima gözü toktur. İşte hakîki zenginlik de budur.

 

41- Bol Bol Verilen Dünya Nimetlerinden Korkulma Babı

 

121- (1052) Bize Yahya b. Yahya rivayet etti. (Dedi ki): Bize Leys b. Sa'd haber verdi. H.

Bize Kuteybetü'bnu Saîd de rivayet etti. —îki râvinin lâfızları bir­birine yakındır.— (Dedi ki): Bize Leys, Saîd b. Ebî Saîd-i Makburfden, o da İyâz b. Abdillâh b. Sa'd'dan naklen rivayet etti. lyâz, Ebû Saîd-i Hudrî'yi şöyle derken işitmiş: Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) kalkarak cemaata hutbe okudu. Ve şunları söyledi:

«Hayır Vallahi! Ey cemâat! Ben, sizin için ancak Allah'ın size vereceği dünyâ zînetlerinden korkuyorum.» buyurdu. Bunun üzerine bir adam:

  «Yâ Resûlallahl Hiç hayır şerri getirir mi?» dedi. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bir müddet sükût etti, sonra:

  «Nasıl dedin?» diye sordu. O zât:

  «Yâ Resûlallahl Hiç hayır şerri getirir mi? dedim.» cevâbını verdi. Bunun üzerine Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ona şun­ları söyledi:

  «Şüphesiz ki hayır ancak hayır getirir. (Ama) mal hayır demek mi­dir? Şu muhakkak ki derenin yetiştirdiği her nebat şişkinlikten ya öldürür yahut öfmeye yaklaştırır. Yalnız yeşillik yiyen hayvanlar müstesna. (Bunlar karın dolusu) yerler, böğürleri doldu mu güneşe karşı durur, rahatça def-i hacet yahut bevleder sonra geviş getirirler. Ve yine (dönerek) ot yerler. Şimdi her khn hakkıyla bir mal alırsa, o malda kendisine bereket verilir. Her kim de hakkı olmadığı hâlde bir mal alırsa, onun misâli yiyip yiyip doymayan obur gibidir.»

 

122- (...) Bana Ebû't-Tâhir rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ab­dullah b. Vehb haber verdi. (Dedi ki): Bana Mâlik b. Enes, Zeyd b. Es-lem'den, o da Ataâ' b. Yesâr'dan, o da Ebû Said-i Hudri'den naklen haber verdi ki, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)

  «Sizin için en ziyâde korktuğum şey. Allah'ın size verdiği dünyâ zînetleridir.» buyurmuş. Ashâb:

  «Dünyâ zînetleri nedir yâ Resûlallah?» diye sormuşlar. Resûlül-lal (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

  «Yerin bereketleridir.» cevâbını vermiş. Ashâb:

  «Yâ Resûlallah! Hiç hayır, şerr getirir mi?» demişler. Peygam­ber (Sallallahü Aleyhi ve Sellemh

  «(Evet) hayır ancak hayrı getirir; hayır ancak hayrı getirir; hayır ancak hayrı getirir. (Ama) derenin yetiştirdiği her nebat yâ öldürür yahut ölüme yaklaştırır. Yalnız yeşillik yiyen hayvanlar müstesna. Çünkü onlar yerler, böğürleri şistimi güneşe karşı dururlar, sonra geviş getirirler, ra­hatça def-i hacet ve bevlederler, sonra tekrar dönerek ot yerler.

Şüphesiz ki bu mal yeşil tatlı bir şeydir. Onu her kim hakkı İle alır da, yerli yerince sarfederse, o ne âlâ nafakadır. Her kim de haksız yere alırsa, yiyip yiyip doymayan (obur) gibi olurlar.» buyurmuşlar.

 

123- (...) Bana Alîyyu'bnu Hucr rivayet etti. (Dedi Ki): Bize îsmâîl b. İbrahim, Destevâî sahibi Hişâm'dan, o da Yahya b. Ebî Ke-sîr'den, o da Hilâl [47] b. Ebî Meymûne'den, o da Atâ' b. Yesâr'dan, o da Ebû Saîd-i Hudrî'den naklen haber verdi. Ebû Saîd şöyle demiş: Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) minberin üzerine oturdu, biz de etrafına oturduk. Şöyle buyurdular:

  «Ben den sonra sizin için korktuğum şeylerden biri, size dünyâ ni'-metleri fle zînetierinin müyesser olmasıdır.»

Bunun üzerine bir adam:

  «Hiç hayır, şerr getirir mi Yâ Resûlallah?» dedi. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ona cevap vermeyerek sükût buyurdu. O adama:

  «Aceb sana ne oluyor ki sen Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemfe söz söylüyorsun, hâlbuki o, seninle konuşmuyor?» diyenler oldu. Bir de baktık ki Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)^ vahy indiriliyor. Az sonra boşanan terini silerek açıldı ve:

  «Şu suâli soran yok mu?» buyurarak, adetâ soran zâtı över gibi davrandı. Müteakiben:

  «Hakîkaten hayır, şerri getirmez.  (Ama) derenin yetiştirdiği ne­batlardan bâzısı yâ öldürür yahut ölüme yaklaştırır. Yalnız yeşillik yiyen hayvanlar müstesna. Çünkü onlar yerler yerler de, böğürleri doldu mu gün-şe karşı dururlar, rahatça def-i hacet ve bevlederler. Sonra yine otlarlar.

Bu mal yeşil, tatlı bir şeydir. Ondan yoksula, yetime ve yolcuya veren kimse ne iyi Mûslümandır. —Burada râvî: Yâhutta hadîs Re­sûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Se//ew)'in buyurduğu gibidir, demiştir.—

«Onu haksız olarak alan kimse yiyip yiyip doymayan obur gibidir mal kıyamet gününde onun aleyhine şahit olacaktır.» buyurdular.

Bu hadisi Buhârî «Zekât» ve «Rukaak» bahislerinde, Nesâi  «Zekât» bahsinde tacric etmişlerdir.

«Zehratü'd-Dünyâ»: Dünyânın güzelliği, demektir. 8u tâbir -Zehratü'l - Eşcâr- yâni ağaçların çiçeği terkibinden alınmıştır.

îbnü'1- A'râbî'ye göre «Zehra»: Beyaz çiçek demektir.

îmam A'zam Zehr» ile «Nevr»'in ayni mânâya geldikle­rini söylemiştir.

«Mecmaû'l - Garâyib» nâm eserde: «bu terkipten murâd: Muh­telif eşya, mal, elbise, mezruât v.s. gibi güzelliği ile insanları aldatan şeylerdir. Hâlbuki bunlar pek az devam ederler.» denilmiştir.

Hadîsin muhtelif rivayetlerinden anlaşılıyor ki: Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) minberde ümmetinin dünyâ zinetleri ile nimetlerine aldanarak ibâdetlerden geri kalacaklarından korktuğu­nu anlatmış, bunun üzerine ismi bilinmeyen bir zât: «Hiç hayır şerr getirir mi?» diyerek, biz ganimet v.s. gibi mubah olan mallardan yi-yiyoruz; bu ise hayırdan başka bir şey değildir. Hayır nasıl şerr ge­tirebilir? şeklinde inkârda bulunmuş, hayırın şerr getirmesini ihti­mâlden uzak görmüştür. Ashâb-ı kiram bu zâtın su­âlini yersiz bularak, kendisini muâhaze etmişler çünkü Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ona cevap vermiyerek bir müddet sükût etmiş. Onlar, bu sükûtu canının sıkıldığına hamletmişler, sonra Resû­lüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e vahy indiğini görmüşler. Vahy nazil olduktan sonra Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) suâl so­ran zâta iltifat etmiş. Buhârî'nin rivayetine göre ashâb-ı kiram da bunu görünce o zâtı övmüşler. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e o zâta şu cevâbı vermiş:

«Sizin elde ettiğiniz dünyâ metâı hayır değil, bir fitnedir. Evet, hayır ancak hayır getirir. Lâkin bu dünyâ zinetleri hayır değildir. Çünkü bunlar fitneye sebep olur. Onlarla siz âh ire t hususuna yönelmekten meşgul olur­sunuz.»

Bundan sonra mes'eleyi misâlle anlatmış ve:

«Baharın yetiştirdiği nebatların bâzısı çok yiyen hayvanları ya patlatıp öldürür yahut ölüme yaklaştırır. Ancak ihtiyâcına kadar yiyenlere zarar ver­mez. Dünyâ malı da öyledir, insanlar onu hoş görerek meylederler. Bâzısı, (mola gark oldu), denilecek şekilde çok mal edinir, bâzısı fazlasına tama' etmiyerek, azı ile iktifa eder. Mala gark olanlar ekseriyetle onun sebebiyle ya helak olur yahut helâka yaklaşırlar...» buyurmuşlardır.

Ezherî diyor ki: «Bu hadîste iki tane misâl vardır. Bunların biri hakka manî olacak derecede çok mal toplayanlara aittir. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'.

 (Baharın yetiştirdiği nebâtlann bâzısı öldürür.) cümlesiyle buna işa­ret buyurmuştur.

İkinci mesel: Mukteside aittir. Buna da: (Yalnız yeşil bakla yiyen­ler müstesna.) cümlesiyle işarette bulunmuştur. Zira yeşil bakla seb­zelerin en iyilerinden değildir.»

Kaadı îyâz dahi şunları söylemiştir: «Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ashabına muktasıd ile çok mal toplaya­nın hâllerine misâl göstermiş ve:

(Sîz, bahar nebatlarının sırf hayır olduğunu, hayvanların onlarla bes­lendiğini söylüyorsunuz oma mes'ele sizin dediğiniz gibi mutlak surette hayır değildir. Bahar nebatlarının hayvanı öldürenleri yahut ölüme yaklaş­tıranları vardır. İşte çok yiyerek patlayan hayvanın hâli çok mal toplayıp onu yerli yerince sarfetmeyen insana benzer.) buyurarak, mal toplama hususunda i'tidâli aşmamaya işaret etmiş, sonra topladığı mal ken­disine fayda veren kimseye geçerek, onu yeşil bakla yiyen hayvanın hâline benzetmiştir.

Benzerlik şu yöndedir: Hayvan yeşil baklayı yiyerek nasıl karnını doyurur, sonra hacetini defederse, mal toplayıp onu yerli yerince sarfeden de öyledir.»

«Yahut ta hadîs Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in bu­yurduğu gibidir.» diye şekkeden râvî Yahya b. Ebi Kesir'dir.

Malı haksız yere almaktan murâd: Yâ haramdan kazanmak ya­hut ihtiyâcı yokken çok mal toplayarak zekâtmı vermemektir. Böyle bir malın kıyamet gününde sahibi aleyhine şahadette bulunması dahî ya dile gelip söylemesi yahut amelleri yazan meleklerin şahadeti ile olacaktır.

Hadis-i şerifte zikredilen *Rabî'»'den murâd: Bâzılarına göre: Kü­çük dere'dir. Maamafih Bahar mevsimi kastedilmiş olmasına da bir mâni yoktur.

 

Bu Hadisten Çıkarılan Hükümler:

 

1- Bevl v.s. gibi düşük sözlerle misâl vermek caizdir.

2- Talebe mücmel gördüğü husûsâtı hocasına arzedebilir. Ho­cası dahî cevâba hazırlanmak için bir müddet onu geciktirebilir.

3- Yerinde olmayan suâl için sorana itiraz edilebilir.

4- Haramdan kazanılan malda bereket olmaz.

5- Âlim olan bir zâtın yanında bulunanları mal fitnesine düşmekten sakındırması ve hatâya düşeceklerinden korktuğu yerleri kendilerine izah ederek tembîhâtta bulunması gerekir.

6- Hadls-i şerîfde iktisâda ve sadaka vermeye teşvik vardır. Bâzıları bu hadîste zenginliği fakirlik üzerine tercih edenlere, bir takımları da bil'akis fakirliği zenginlik üzerine tercih edenlere delîl olduğunu söylemişlerdir.

Aynî diyor ki: «Mal toplamak haram değildir. Yalnız çok mal yığıp iktisât haddini aşmak zararlıdır. Nitekim yemek haram değildir. Fakat çok yemek hastalığa sebep olup, Matlûb olan iktisâttır.»

7- îmamın minber üzerine, cemâatin da onun etrafına oturma­ları caizdir.

 

42- Îffet ve Sabrın Fazileti Babı

 

124- (1053) Bize Kuteybetü'bnu Said, Mâlik b. Enes'den ken­disine îbni Şihâb'dan, ona da Ataâ' b. Yezîd El - Leysî'den, o da Ebû Saİd-i Hudri'den naklen okunan hadîsler meyânında rivayet etti ki, Ensâr'dan bâzı kimseler Resûlüllah (Sallallakü Aleyhi ve Sellem)* den bir şeyler istemişler, o da istediklerini vermiş. Sonra tekrar iste­mişler, yine vermiş. Elinde olan tükenince:

«Elimde bir mal bulunursa elbette onu sizden saklamam. Her kim afîf olmak isterse Allah onu afif kılar. Ganî olmak isteyeni Allah ganî eder. .Her kim sabrederse, Allah ona sabır İhsan eder. Hiç bir kimseye sabırdan daha geniş ve daha hayırlı bir ihsan verilmemiştir.» buyurmuşlar.

(...) Bize Abd b. Humeyd rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdürraz-zâk haber verdi. (Dedi ki): Bize Ma'mer, Zühri'den bu isnâdla bu ha­disin mislini haber verdi.

Bu hadîsi Buhârî, Ebû Dâvûd ve Nesâî «Zekât» bahsinde tahrîc etmişlerdir.

Hadîs-i şerîfde ResûlüIIah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den ihsan isteyen Ensârin isimleri bildirilmemiştir. Ancak ulemâdan bâzılarına göre Nesâî' nin rivayetinde Hz. Ebû Saîd'in de isteyenlerden biri olduğuna delil vardır. Zîrâ Ebû Said (Radiyallahü anh)ı «Annem beni şiddetli bir ihtiyâç dolayısıyla atıyye istemek üzere Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)e gönderdi, ben de gittim ve oturarak bekledim. ResûlüIIah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) beni karşılayarak:

— Her kim ganî olmak isterse Allah onu ganî kılar... buyurdular.» demiştir.

Lâkin Aynî bu istidlale haklı olarak itiraz etmiştir. Çünkü Ebû Saîd hadisinde onun Ensâr'la birlikte ResûlüIIah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemj'den bir şey istediğine delâlet eden cihet yoktur.

Hadisin bâzı rivayetlerinde Ensâr'm Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellevz)'den üç defa atıyye istedikleri bildirilmiştir.

«Her kim afif olmak isterse, Allah onu afîf kılar...» cümlesinden mu-râd: Her kim dilenmekten afîf olmak isterse, Allah kendisine iffet yâni haramdan sakınmayı ihsan eder; demektir.

«Ganî ofmak isteyeni Allah ganî eder...» cümlesi: Her kim kendini gani gösterirse Allah da onu başkalarına muhtaç bırakmaz; rızkını verir, demektir.

«Sabreden»'den murâd: Sabretmeye çalışandır. ResûlüIIah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) böylesine Allah Teâlâ'nın hakikaten sabır ihsan edeceğini, bundan daha büyük bir ihsan bulunmadığını beyân etmiştir.

 

Bu Hadisten Çıkarılan Hükümler:

 

1- Dilenciye elindeki maldan bir-iki veya müteaddit defalar nafaka vermek, verecek bir şey bulunmadığı zaman ondan özür di­lemek ve kendisini sabıra teşvik etmek meşrudur.

2- Hadîs-i şerif, geçim sıkıntısı gibi hâllerde sabırlı olmaya teşvik etmektedir.

3- Muhtâc olan kimsenin iffetli davranması, âleme el açmıya-rak kendisini müstağni göstermesi ve Allah'ın takdirine sabretmesi gerekir.

4- Hâline sabrederek, kimseden bir şey istememek evlâ olmakla beraber ihtiyâçtan dolayı istemek de caizdir.

5- Hadis-i şerif, Resûlüllah (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem)'in sa­havet ve semahatına, başkalarını kendi nefsine tercih ettiğine delildir.

 

43- Yalnızca İhtiyaca Yeten Rızık ve Kanaat Babı

 

125- (1054) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe rivayet etti. (Dedi ki):

Bize Ebû Abdirrahmân El-Mukrî [48] Saîd b. Ebî Eyyûb'dan rivayet etti.  (Demiş ki): Bana Surahbîl [49] yâni İbni Şerik, Ebû Abdirrahnân [50] El - Hubulî'den, o da Abdullah b. Amr b. Âs'dan naklen ri-

/âyet etti ki, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem).

«Müslüman olup da, kendisine ancak yetecek kadar rızık verilen ve Allah'ın kendisine verdiği He kanaat getirdiği kimse muhakkak felah bul­muştur.» buyurmuşlar.

Kefâf: Artık eksik olmamak şartıyla yetecek miktar rızık, de­nekti.

Hadis-i şerîf kendisinde zikredilen evsâf bulunan bir Müslüma-ıın faziletine delildir.

Nevevi bu hadisle kefâf derecesinin, fakirlikle zenginlik­ten efdal olduğunu söyliyenlerin istidlal edebileceklerini bildirmiştir.

 

126- (1055) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe ile Amru'n - Nâkıd ve ve Ebü Said-İ Eşecc rivayet ettiler. (Dediler ki): Bize Ve rivayet et­ti. (Dedi ki): Bize A'meş rivayet etti. H.

Bana Züheyr b. Harb dahî rivayet etti. (Dedi ki): Bize Muham-med b. Fudayl, babasından rivayet etti.

Bu râvîlerin İkisi de Umaratü'bnü Ka'kaa'dan, o da Ebû ZürV dan, o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet etmişlerdir. Ebû Hüreyre şöyle demiş: Resülüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)

«Yâ   Rabb!   Âl-i   Muhammed'in   rızkını   ölmeyecek   kadarcık   ver!» buyurdular.

Bu hadisi Buhâri ile Nesâî Kitâbu'r-Bukaak»'da, Tirmizî «Kitâbu'z-Zühd»'de muhtelif râvîlerden tahrîc et­mişlerdir.

Lügat âlimlerinin beyânına göre «kûd»: Ancak ölümü karşıla­yabilecek kadar az yiyecektir.

Âli- Muhammed' den muradın ne olduğu evvel gö­rülmüştü. Burada ondan murâd: Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sel-Jetnj'in zevceleri ile kızları olsa gerektir. Resülüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bütün hayâtında rızık nâmına dâima kefâf derecesi ile iktifa etmiş, fazlasına asla iltifat buyurmamıştır.

Bir gece elinde iki altın bulunduğu için uyuyamaması ve Hz. Bi1âlı uyandırarak altınları onun vasıtasıyla fukaraya gön­dermesi bunun en bariz delillerindendir. Filhakika Al-i Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)' yaşayış tarzları dahi öyle olmuştur.

Hadîs-i şerif, dünyâ malının azı ile idare olunmanın faziletine delildir.

 

44- Çirkin ve Kaba Sözlerle İsteyen Bir Kimseye Atıyye Verme Babı

 

127- (1056) Bize Osman b. Ebî Şeybe İle Züheyr b. Harb ve İshâk b. îbrâhîm El - Hanzalî rivayet ettiler, tshâk (Ahberanâ) dedi, öte­kiler: (Haddesenâ) tâbirini kullandılar. (Dediler ki): Bize Cerîr A'meş' den, o da Ebû Vâid'den, o da Selmân [51] b. Rabî'a'dan naklen riva­yet etti. Demiş ki: Ömerü'bnu'l - Hattâb (Radiyallahü anh) şunları söy­ledi: Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seîlem) bir malı taksim etti. Ben:

  «Vallahi Yâ Resûlallah! Bunlardan başkaları bu mala daha lâyıktır.» dedim. Resûlüllah {Sallallahü Aleyhi ve Sellem)

  «Bunlar ya çirkin sözlerle benden mal istemek yâhutda cimriliğe nisbet etmek  arasında  beni muhayyer  bıraktılar.   Ben,  cimri   değilim.» buyurdular.

Bu hadîsten murâd: şudur: «Kendilerine mal verdiğim bu adam­lar îmânlarının zaafiyeti sebebiyle beni iki şıkdan birini ihtiyara mec­bur ettiler. Ya benden çirkin ve kaba sözlerle isteyecekler de, kendi­lerine mal vereceğim yahut kendilerine hiç bir şey vermeyip bana cimri diyecekler. Bu, onların hâlleri muktazâsıdır. Ben ise cimri de­ğilim. Binâenaleyh iki ihtimâlden birine meydan bırakmadan ken­dilerine mal verdim.»

Yâni Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) gerek mal verdiği adamların kaba-saba sözler söyleyerek mal istemelerine, gerekse ken­disini cimriliğe nisbet etmelerine meydan vermemiş, ne tıynette adam­lar olduklarını hâllerinden anlayarak, istemeden onlara mal vermiştir.

Hadîs-i şerif, icâbında kaba-saba ve câhil kimseleri idare cihetine gitmenin ve bu maksatla kendilerine mal vermenin caiz olduğuna de­lildir.

 

128- (1057) Bana Amru'n-Nâkıd rivayet etti. (Dedi ki): Bize tshâk b. Süleyman Er-Râzî [52] rivayet etti. (Dedi ki): Ben, Mâlik* den dinledim. H.

Bana Yûnus b. AbdilVlâ dahî rivayet etti. Bu lâfız onundur. (De­di ki): Bize Abdullah b, Vehb haber verdi. (Dedi ki): Bana Mâlik b. Enes, tshâk b. Abdiliâh b. Ebî Tâlha'dan, o da Enes b. Mâlik'den nak­len rivayet etti. Enes şöyle demiş: Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ile birlikte yürüyordum, üzerinde Necrân kumaşından mâ-mûl kalın kenarlı bir cübbe vardı. Derken kendisine bir Bedevi yetişe­rek Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem}"^ cübbesinden şiddetle çek­ti. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in boynunun yanıbaşına baktım, Bedevinin şiddetle çekmesinden cübbenin kenarı iz bırakmıştı. Sonra Bedevi

— «Yâ Muhammed! Allah'ın sende bulunan malından bana bir şeyler verilmesini emret.» dedi. Bunun üzerine Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ona bakarak güldü, sonra kendisine ihsan verilme­sini emir buyurdu.

 

(...) Bize Züheyr b. Harb rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdü's - Sa-med b. Abd il vâris rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hemmâm rivayet elti. H.

Bana Züheyr b. Harb da rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ömer b. Yû nus rivayet etti. (Dedi ki): Bize İkrimetü'bnu Ammâr rivayet etti. H.

Bana Selemetü'bnü Şebİb dahi rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebû'l -Mugîre rivayet etti. (Dedi ki): Bize Evzâî rivayet etti. Bu râvîlerin hepsi İshâk b. AbdiIIâh b. Ebî Tâlha'dan, o da Enes b. Mâlik'den, o da Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)den naklen bu hadîsi rivayet etmişlerdir.

İkrimetü'bnü Ammâr hadîsinde şu ziyâde vardın * (Dedi ki).- Sonra bedevi cübbeyi kendine doğru öyle bir çekti ki, Nebiyullah {Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bedevinin göğsüne doğru döndü.»

Hemmâm hadisinde de şu ziyade vardır: «Onu öyle çekti ki, cübbe yırtıldı da, kenarı Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemfin boynun­da kaldı.

Bu hadîsi Buhâri «Kitâbû'1-Hums», «Kitâbü'l - Libâs» ve «Kitâbü'l-Edep»'de; îbni Mâce «Kitâbü'l- Libâs- 'da muhte­lif râvîlerden tahrîc etmişlerdir.

Kaadı îyâz'a göre cübbenin yırtılması hakikat olabile­ceği gibi, eserinin kalması mânâsına da alınabilir. Çünkü birinci riva­yette Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve SeUem)'in boynunda cübbenin eseri kaldığı bildirilmiştir.

Görülüyor ki Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bedevinin şiddetle cübbesini çekmesine danlmamış, onun nezaketsizliğinden müteessir olmamıştır.

 

Hadisi Şerif Şu Hükümleri İhtiva Etmektedir:

 

1- Câhillerin kabalığına tahammül göstermek, bu yaptıkların­dan dolayı onlara mukaabelede bulunmamak gerekir. Zâten kötülüğü iyilikle karşılamak Allah'ın emridir.

2- Bir kimsenin kalbini yatıştırmak için ona bir şeyler vermek ve bilmeyerek hadd-i şer'î îcâb etmeyen büyük bir günâh işleyeni affetmek caizdir.

3- Âdeten şaşılacak bir şey görünce gülmek mubahtır. Hadis-i şerif, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in nefis ve mal hususunda son derece sabr-u tahammül göstererek, eziyetlere katlandığına ve Müslümanlığa yatıştırmak için kendisine gösterilen nezaketsizliği affettiğine delildir.

 

129- (1058) Bize Kuteybetü'bnü Saîd rivayet etti. (Dedi ki): Bize Leys, tbni Ebî Müleyke'den, o da Misver b. Mahreme'den naklen riva­yet etti ki Misver şöyle demiş: Resûlüllah (Saîlalîahü Aleyhi ve Seîlem) (ashabına) bir takım kaftanlar taksim etti de Mahreme'ye bir şey vermedi. Bunun üzerine Mahreme (bana):

— Yavrucuğum! Haydi seninle Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem/e gidelim.» dedi. Ben de onunla beraber gittim. (Babam):

  «Gir de Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellernfi bana çağır.» dedi. Ben de çağırdım. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), üze­rinde dağıttığı kaftanlardan biri olduğu hâlde babamın yanına çıktı ve:

  «Bunu senin için sakladım.» buyurdu. Babam, kaftana baktı. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) de:

  «Mahreme razı oldu.» buyurdular.

 

130- (...) Bize Ebû'l-Hattâb Ziyâd b. Yahya El-Hassan! [53] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebû Salih [54] Hatim b. Verdân ri­vayet etti. (Dedi ki): Bize Eyyûb-ı Sahtiyanı, Abdullah b. Ebi Müleyke' den, o da Misver b. Mahreme'den naklen rivayet etti. Misver şöyle demiş: Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sel/em)'e bir takım kaftanlar geldi. Bunun Üzerine babam Mahreme bana:

  «Haydi seninle Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)^ gide­lim. Belki bize onlardan bir şey verir.» dedi. (Gittik.) Babam kapıda durarak konuştu. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) onun sesini tanıyarak beraberinde bir kaftan olduğu hâlde (yanımıza) çıktı. Ba­bama hem kaftanın güzelliklerini gösteriyor, hem de:

  «Bunu senin İçin sakladım; bunu senin İçin sakladım.» buyurdu. Bu hadisi  Buh&rl    «Kitâbû'1-Hibe», «KitâbûV Libâs-, «Kitabû'l-HuHis» ve «Kitâbû'1-Edeb-de; Ebû Dâvûd   «Kitftbû'l-Libâs»'da; Tirmizî «Kitâbû'I-îsti'zân-'da; Nesâî de «Kitâbu'z-Zînâ»'da muhtelif râvîlerden tahric etmişlerdir.

Kaba1: Kaftan, cübbe v.s. gibi gömlek üzerine giyilen şeylerdir.

Bâzılarına göre: Arap elbisesi olduğunu gösteren alâmetleri vardır. Cem'i: «Akbiye» gelir. Nitekim hadisin ikinci rivayetinde cemi' sîgası ile vârid olmuştur.

Gerçi «Kaba1» ipekten dokunursa da, ulemâ bu vak'anın ipekli elbise haram kılınmazdan önce geçmiş olması ihtimâli üzerinde dur­muşlardır.

Bâzıları: «Bu hadisden murâd: Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve SellemYin o kaftanı omuzlarına yayarak Mahreme'ye gös­termesidir. İpek haram kılındıktan sonra bile olsa bu harekete kaftanı giyme, hükmü verilemez.» demişlerdir.

Resûlüllah (SalJaUahii Aleyhi ve Sellern) Efendimizin: «Bunu senin için sakladım.» buyurması, Hz. Mahreme'ye mücâmele içindir. Çünkü Mahreme (Eadiyallahü anh)'m ahlâkında biraz sertlik varmış.

Dâvûdi'nin beyânına göre «Mahreme razı oldu...» diyen Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve SeI/ewJ'dir. Bu sözün mânâsı: «Razı oldun mu?» demektir.

İbni Tin: «Bu sözün Mahremeye âit olması da muhtemeldir.» demiştir.

Hadîs-i şerif, gönül almaya ve hediyenin mücerred verilene nakil ile tamam olacağına delildir.

 

45- Îmanından Endişe Edilen Kimseye Atıyye Verme Babı

 

131- (150) Bize Hasen b. Alîyy El-Hûlvânî ile Abd b. Humeyd rivayet ettiler. (Dediler ki): Bize Ya'kûb yâni İbni îbrâhîm b. Sa'd rivayet etti. (Dedi ki): Bize babam, Sâlih'den, o da tbni Şihâb'dan nak­len rivayet etti. (Demiş ki): Bana Amir b. Sa'd babası Sa'd'dan naklen haber verdi ki, şöyle demiş: «Resûlüllah (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem): Ben de aralarında oturduğum hâlde (müellefe-i kulûb'dan) birkaç kişiye atıyye verdi. Yalnız onlardan bir adama hiç bir şey vermedi. Hâlbuki içlerinde, benim en beğendiğim o idi. Bunun üzerine ben kalkarak Resûlüllah (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellemyin yanma gittim ve kendisiyle gizlice konuştum; dedim ki:

  Yâ Resûlallaht Filâna n'için vermedin? Vallahi ben, onu sağ­lam bir mü'min görüyorum. Resûlüllah (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem)'.

  Yahut Müslim; dedi. Ben biraz sustum. Sonra yine o adamın bil­diğim hâli yine bana galebe çalarak:

  Yâ Resûlallah filâna n'için bir şey vermedin? Vallahi ben onu sağlam bir mü'min görüyorum; dedim. Resûlüllah (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem) (tekrar):

  Yahut Müslim; buyurdu. Ben, yine biraz sustum. Sonra o adamın bildiğim hâli bana (tekrar) galebe çalarak:

  Yâ Resûlallah! Filâna n'için bir şey vermedin? Vallahi ben, onu sağlam mü'min görüyorum; dedim. Resûlüllah (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem) (yine):

  Yahut Müslim; dedi ve şunu ilâve ettiı

  Ben yüzü üstü cehenneme atılır korkusuyla başkası bence daha makbul olduğu hâlde bazen bir kimseye dünyalık veririm.»

Hûlvânî'nin hadisinde bu söz iki defa tekrarlanmıştır.

 

(...) Bize tbni Ebî Ömer rivayet etti. (Dedi ki): Bize Süfyân ri­vayet etti. H.

Bana, bu hadisi Züheyr b. Harb da rivayet etti. (Dedi ki): Bize Yâkûb b. İbrahim b. Sa1d rivayet etti. (Dedi ki): Bize tbni Şihftb'ın kardeşi oğlu rivayet etti. H.

Bize, bu hadîsi tshâk b. İbrahim ile Abd b. Humeyd dahî rivayet ettiler. (Dediler ki): Bize Abdurrazzâk haber verdi. (Dedi ki): Bize Ma'mer haber verdi. Bu râvîlerin hepsi Zührî'den bu İsnâdla, Salih'in, Zühri'den rivayet ettiği hadîs mânâsında rivayette bulunmuşlardır.

 

(...) Bize Hasen b. Alîyy El-kûlynî rivayet etti. (Dedi ki): Bize Yâkûb b. İbrahim b. Sa'd rivayet etti. (Dedi ki): Bize, babam, Salih' den, o da İsmail b. Muhammed b. Sa'd'dan naklen rivayet etti. Demiş ki: Ben, Muhammed [55] b. Sa'd'ı bu hadîsi —Yâni Zührî'nin yukarıda zikrettiğimiz hadîsini— rivayet ederken dinledim; o şunu da söyledi: «Bunun üzerine Resülüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (mübarek) eli ile benim ensemle omu zum arasına vurdu. Sonra:

— Dövüşmek mi İstiyorsun, Ey Sa'd? Ben, adama veriyorum işte! buyurdular.

Bu hadîsi Buhâri «îmân» ve «Zekât» bahislerinde; Ebû Dâvûd   «Zekât» bahsinde muhtelif râvîlerden tahric etmişlerdir.

Hadîs-i şerif kitabımızda dahi îmân bahsinde geçmişdir. Şerhi ora­dan mütâlâa olunabilir. Ancak kolaylık olmak üzere bâzı yerlerini biz yine izaha çalışalım:

Rahti Sayılan 10'dan aşağı olan erkekler cemâati, demektir. Üçten on'a kadar, yedi'den on'a kadar ve yedi ile üç arası erkekler cemâati olduğunu söyleyenler de vardır.

Bir kimsenin kavm-u kabilesine dahî «rant» derler.

Hadîs-i şerifin mânâsı şudur: Hz. Sa'd, Peygamber (SallaUahü Aleyhi ve Sellem)'in müellefe-i kulûb'dan bâzı kimselere dünyalık verdiğini, dîn hususunda onlardan daha faziletli bâzı kimselere ise bir şey vermediğini görünce, bu işin fazilete göre yapıldı­ğını zannederek, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e «Filâna niçin vermiyorsun?» diye sormuş, onun hâlini bilmiyor zannıyla tam bir yeminle şahadette bulunmuştur. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sel-lem) ise «Yahut Müslim.» buyurarak, ona şefâatta bulunmamasına işa­ret etmişse de, Sa'd (Radiyallahü anh) bunu anlamayarak, o zât hakkındaki şefaatini birkaç defa tekrarlamıştır. İhtimâl ki, Hz. Sa'd, ResûH Ekrem .(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'m bu zâtı unut­tuğuna kaail olarak hatırlatmak istemiştir. Nihayet Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) hakikati anlatmış, bir kimseye dünyalık vermenin dîn hususundaki faziletine istinâd etmediğini, müeîlefe-i kulûb'den olan bâzı kimselere İslâm'a yatıştırmak ve kendilerini ebe­dî cehennemden kurtarmak maksadıyla mal verdiğini beyân buyur­muştur.

Din hususunda bunlardan daha faziletli bir çok zevata bir şey1 vermemesi, onları hakir gördüğü veya dînlerini noksan bulduğu ya­hut kendilerini ihmâl ettiği için değil, bil'akis îmânlarına îtimâdın-dandır.

«Müellefe-i kulüb»'dan murâd: îmânları zayıf olan kimselerdir.

Hadîs-i şerîf diğer bir çok ahkâmla birlikte sahâbe-i kiramın ter­biye ve nezâketlerine delildir. Zira Hz. Sa'd bir hatırlatma kabilinden olan sözünü Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e giz­lice arzetmiştir. Çünkü böyle şeyleri aşikâr söylemek bir mefsedete yol açabilir.

 

46- Müellefe-i Kulüba Müslümanlığa Yatıştırmak İçin Atıyye Verilmesini, İmanı Kuvvetli Olanlara Sabır Tavsiye Buyurulması Babı

 

132- (1059) Bana Harmeletü'bnü Yahya Et - Tücîbî rivayet etti, (Dedi ki): Bize Abdullah b. Vehb haber verdi. (Dedi ki): Bana Yûnus, İbni Şihâb'dan naklen haber verdi. (Demiş ki): Bana, Enes b. Mâlik haber verdi ki, Huneyn günü Allah Teâlâ, Resulüne Hevâzin kabile­sinin mallarından bol bol ganimet verdiği ve Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Kureyş'ten bâzı kimselere 100'er deve ihsan etmeye başladığı vakit Ensâr'dan bâzı kimseler:

«Allah, Resûlüllah'ı af buyursun, Kureyş'e veriyor da, bizi bıra­kıyor. Hâlbuki bizim kılınçlarımızdan onların kanları damlıyor!» de­mişler.

Enes b. Mâlik demiş ki: Ensârın bu sözleri Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve SellemYe anlatıldı, o da kendilerine haber göndererek onian deriden yapma bir çadır altına topladı. Ensâr toplanınca Resûlüllah {Sallallahü Aleyhi ve Selîem)"de yanlarına geldi ve:

  «Sizden kulağıma gelen bu sözler nedir?» Dedi. Ensârin anlayış­lıları:

  «Yâ Resûlallah! Bizim rey sahibi olanlarımız için bir şey söy­lemediler ama aramızdan yaşça genç olan bâzı kimseler: Allah, Resu­lünü mağfiret buyursun, Kureyş'e veriyor da, bizi bırakıyor. Hâlbuki bizim kılınçlarımızdan onların kanları damlıyor; dediler.» cevâbım verdiler. Bunun üzerine Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

  «Gerçekten ben küfürden yeni kurtulmuş bâzı kimselere dünyalık vererek, kalplerini yatıştırıyorum. Sizler bunların mallarla gitmelerine, si­zin de evlerinize Resûlüllah ite dönmenize razı değil misiniz? Vallahi sizin beraberinde döndüğünüz zât, onların beraberlerinde götürdükleri mallar­dan daha hayırlıdır.» buyurdular. Ensâr:

  «Evet, Öyledir yâ Hesûlallah! Biz razıyız.» dediler. Resûlüllah (Saîlallakü Aleyhi ve Sellem):

  «Sizler yakında şiddeti Ibir adam kayırma hâdisesine şahit olacak­sınız, (o zaman da) Allah ve Resulüne kavuşuncaya kadar sabredin. Ben, havuzun başındayım.» buyurdular. En sân

  «Sabredeceğiz.» de (yip söz ver) diler.

 

(...) Bize Hasen-i Hûlvânî ile Abd b. Humeyd rivayet ettiler. (Dediler ki): Bize Yakûb yâni tbni İbrahim b. Sa'd rivayet etti. (Dedi ki): Bize, babam, Sâlih'den, o da İbni Şihâb'dan naklen rivayet etti. (Demiş ki): Bana, Enes b. Mâlik rivayet etti. (Dedi ki): «Allah, Resulü­ne Hevâzin kabilesinin mallarından bol bol ganimet verdiği vakit...» Râvî hadîsi yukarki hadis gibi anlatmış yalnız burada şöyle demiş: «Enes; Biz sabretmedik, dedi...»

Bir de: «Amma yaşları genç bir takım insanlar...» dedi.

 

(...) Bana Züheyr b. Harb rivayet etti. (Dedi ki): Bize Yâkûb b. îbrâhim rivayet etti. (Dedi ki): Bize İbni Şihâb'm kardeşi oğlu, Amı-casından naklen rivayet etti; «Bana Enes b. Mâlik haber verdi» diye­rek hadîsi yukarki gibi rivayet etmiş. Ancak o da; «Enes (Dedi ki): Ensâr: sabrederiz, dediler.» cümlesini Yûnus'un Zührî'den rivayet et­tiği gibi nakleylemiş

 

133- (...) Bize Muhammedü'bnü'l - Müsennâ ile İbni Beşşâr ri­vayet ettiler, tbnu'l - Müsennâ (Dedi ki): Bize Muhammed b. Ca'fer ri­vayet etti. (Dedi ki): Bize Şu'be haber verdi. (Dedi ki). Ben, Katâde'yi Enes b. Mâlik'den naklen rivayet ederken dinledim Enes şöyle demiş: Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), Ensâr'ı toplayarak:

  «İçinizde, sizden başka kimse var mı?» diye sordu, Ensâr:

  «Hayır, yalnız bir kız kardeşimizin oğlu var.» cevâbını verdi­ler. Bunun üzerine Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

  «Şüphesiz ki   bir  kavmin  kız   kardeşi   oğlu,   kendüerindendir.» buyurdu ve sözüne şöyle devam etti:

  «Hakîkaten Kureyş câhiliyet ve musibetten yeni kurtulmuştur. Onun tein ben, onların gönüllerini almak ve kendilerini İslâm'a ısındırmak iste­dim. Siz başkalarının dünyalıkla, kendinizin de Resûlüflah ile evlerinize dönmenize razı olmaz mısınız? Bütün insanlar bir vadiyi, Ensâr da bir dağ yolunu tutsalar, ben Ensârın yolundan giderdim.» buyurdular.

 

134- (...) Bize Muhammedü'bnu Velîd rivayet etti. (Dedi ki): Bize Muhammed b. Ca'fer rivayet etti. (Dedi ki): Bize Şu'be, Ebû't -Teyyâh'dan rivayet etti. (Demiş ki): Enes b. Mâlik'den dinledim. (Dedi ki): Mekke fethedildiği zaman Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ganimetleri Kureyş'in arasında taksim etti. Bunun üzerine Ensâr:

— «Bu, hakîkaten şaşacak şey! Bizim kılınçlarımızdan Kureyş'in kanları damlıyor, ganimetlerimiz ise onlara iade olunuyor!» dediler.

Bu söz Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemfln kulağına varınca hemen onları topladı ve:

  «Sizden kulağıma gelen bu söz nedir?» diye sordu. Ens&n

  «Ne duydunsa o'dur.» dediler. Yalan söylehıezlerdi. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)ı

  «Siz, başkalarının evlerine dünyalıkla dönmelerine, kendinizin de evlerinize Resûlüllah ile dönmenize razı değil misiniz? Bütün insanlar bir vadiyi veya dağ yolunu tutsalar Ensâr da bir vadiyi veya dağ yolunu tutsa, ben, mutlaka Ensâr'ın vadisini yahut Ensârın yolunu tutardım.» buyurdular.

 

135- (...) Bize Muhammedü'bnüV Müsennâ ile îbrâhîm b. Mu-hammed b. Ar'ara birbirlerinden baza cümleler ziyadesiyle rivayet ettiler. (Dediler ki): Bize Muâz b. Muâz rivayet etti. (Dedi ki): Bize îbni Avn, Hişâm b. Zeyd b. Enes'den, o da Enes b. Mâlik'den naklen rivayet etti. Enes şöyle demiş: Huneyn harbi kopunca Hevâzin ve Ga-tafân kabileleri bütün çoluk çocukları ve hayvanları ile (karşımıza) çıktılar. O gün Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellemfın yanında On-bin kişi ile serbest bırakılan Mekke'liler vardı. (Harb başlayınca) Bunların hepsi geri döndüler. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) yalnız başına kaldı. Ve o gün aralarına başka bir şey karıştırmamak şartı ile iki defa nidada bulundu. Sağına bakarak:

  Ey Ensâr cemâati!» diye nida etti. Ensâr:

  «Lebbeyk Yâ Resul ali ah! Müsterih ol biz seninle beraberiz.» dediler. Sonra sol tarafına bakarak (Yine):

  «Ey Ensâr cemâati!» dedi. Ensâr:

  «Lebbeyk Yâ Resülallah! Müsterih ol biz seninle beraberiz.» cevâbım verdiler. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellcnı) beyaz bir katırın üzerinde idi. (Ondan) indi ve:

  «Ben, Allah'ın kulu ve Resulüyüm.» buyurdular. Derken müşrik­ler bozuldu, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bir çok ganimetler elde etti. (Onları) muhacirlerle serbest bırakılan esirler arasında tak­sim etti. Ensâr'a bir şey vermedi. Bunun üzerine Ensâr:

  «Harp olursa biz çağırıhyoruz fakat ganimetler bizden başka­larına veriliyor.» dediler.

Bu söz Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve SellefiiYm kulağına ulaştı. Hemen Ensâr'ı bir çadıra toplayarak-

  «Ey Ensâr cemâati! Sizden, kulağıma gelen (bu söz nedir?)» dedi. Ensâr sustular. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)  (tekrar):

  «Ey Ensâr cemâatı« Başkalarının dünyalıkla gitmesine kendiniz de Muhammed'le, onu aranıza alarak evlerinize gitmenize razı değil misiniz?» diye sordu: Ensâr:

  «Evet, razıyız yâ Resülallah!» cevâbını verdiler. Müteakiben Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şunu söyledi.

  «(Bütün) insanlar bir vadiyi, Ensâr da bir dağ yolunu tutsaiar: ben, mutlaka Ensâr'ın yolundan giderdim.»

Hişâm (Demişki): «Ben: Yâ Ebâ Hamza! Sen, bu vak'aya şahit ol­dun mu? dedim; (Ondan nereye kaçabilirdim ki?) cevâbını verdi.»

 

136- (...) Bize Ubeydullah b. Muâz ile Hâmid b. Ömer ve Mu­hammet! b. Abdil'a'lâ rivayet ettiler. İbni Muâz (Dedi ki): Bize Mu'te-mir. b. Süleyman, babasından rivayet etti. (Demiş ki): Bana, Sü­meyt  [56], Enes b. Mâlik'den naklen rivayet etti. Enes şöyle demiş:

Mekke'yi fethettik, sonra Huneyn harbine gittik. Müşrikler (o za­mana kadar) gördüğüm en güzel safflar hâlinde geldiler. (Evvelâ) süvariler saff olmuş, sonra piyadeler, sonra onların arkasına kadınlar, sonra koyunlar, daha sonra da develer saff olmuştu. Biz ise kalabalık insanlar halindeydik. Adedimiz 6.000'e baliğ oluyordu. Sağ cenahtaki süvarilerimizin başında Hâlidü'bnü VeÜd bulunuyordu. Derken süva­rilerimiz arkamıza doğru sarkmaya başladılar. Çok geçmeden süva­rilerimiz dağıldılar. Bedevilerle, tanıdığımız bir takım insanlar kaçtı­lar. Bunun üzerine Resûlüilah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemjı

  «Yetişin, Ey Muhacirler! Yetişin Ey Muhacirler.» diye nida etti. Sonra:

  «Yetişin Ey Ensâr! Yetişin Ey Ensâr!» dedi. Enes demiş ki: Bizimkilerin hikâyesi budur. Biz:

  -Lebbeyk Yâ Resûlallah!» dedik. Resûlüilah (Sallallahü Aleyhi ve Seîlem)'-

  «Allah'a yemin ederim ki, müşriklerin yanına gelir gelmez, Allah onları bozguna uğrattı.» Dedi.

Bu suretle (müşriklerin bıraktığı) bu malları ele geçirdik, sonra Taife giderek onları 40 gün muhasara ettir. Bili âhara Mekke'ye dö­nerek, orada konakladık. Derken Resûlüilah (Sallallahü Aleyhi ve Sel­lem), bâzı kimselere yüzer deve ganimet vermeye başladı.

Râvi hadîsin geri kalan kısmım Katâde, Ebû't - Teyyâh ve Hişâm b. Zeyd hadîsleri gibi rivayet etti.

Hz. Enes'in buradaki rivayetlerini Buhâri «Kitâbu Fardı'l - Hums», «Kitâbü'l - Menâkib», «KitâbuMenâkıbn - Ensâr» ve «KitâbüVMegazî»'de ve daha başka yerlerde tahrîc etmiştir.

«Üsra» yahut «Esera»: Müştereki tercih etmek, mânâsına gelir. Kelimenin meşhur olan kıraati «Esera»'dır.

Hadîs-i şerîfde bu kelimeden murâd «Yakında haksız yere başka­larını size tercih edecek hükümdarlar gelecek.» demektir.

Kubbe»: «Küçük ve yuvarlak çadır.» demektir. Araplar ekseriyetle böyle deriden yapma çadırlarda yaşarlardı.

«Rihâl»: Rahl'in cem'idir. Bahl: Ev yahut yük mânâsına gelir.

Şib: İki dağ arasındaki geçit yahut sarp dağ yolu, demektir.

Neam: «Ev hayvanları» mânâsına gelirse de, ekseriyetle deveye ıtlak olunur. Cem'i: En'âm gelir.

Kastalânî' nin beyânına göre Araplar narpte düşmanın önünde sebat edebilmek için kadınlarını çocuklarını ve bü­tün hayvanlarım cenk meydanına götürürleriniş.

Tulekaa: Talîk'in cem'idir. Talik: Serbest bırakılan, salmıveren; demektir.

Hadis-i şerif de bu kelimeden murâd: Mekke' nin fethinde Müslüman olanlardır. Resûlüllah (Salîallahü Aleyhi ve Sellem) bunlara minnet ve ihsan buyurduğu için kendilerine bu isim verilmiştir.

Rivayetin birinde Huneyn gazasında Müslümanların 10.000 kişi, diğerinde 6.000 kişi oldukları bildiriliyor.

Kaadı îyâz, 6.000 rivayetini doğru bulmamış: «Bu rak-kamr Enes'den nakleden râvinin vehmidir. Doğrusu: îlk riva­yette vârid olduğu gibi 10.000 kişidir. Bunlarla beraber Mekke, Müslümanları da vardır. «Megazî* kitaplarında meşhur olan rivayete göre: O gün Müslümanların adedi 12.000 idi. Bunîarın 10.000'i Mekke'nin fethinde hazır bulunmuş; 2.000'i Mekke' lileıle. onlara katılanlardan müteşekkildi.» demiştir.

Mücennebe: Yolun sağ tarafını tutan süvari bölüğü, demektir. Süvârî bölükleri sağ ve sol cenah nâmları ile iki kısım olur.

-İmmiyye» kelimesi Müs1im'in «Sahîh*'inde «Uhmiye», «Ammiye» şekillerinde rivayet olunmuştur.

Kaadı îyaz'ın beyânına göre «îmmiyye» şiddet, diye tefsir olunmuştur. «Ummiye» de ayni mânâya gelir.

-Ammiye»: Amıcam, demektir.

Kaadı lyaz diyor ki: «Bu taktirde benae bu kelimenin mânâsı: Cemâatini; Yâni: Benim cemâatimin   rivayet   ettikleri   hadîs budur, demektir. Hadîse yakışan mânâ da budur.»

Humeydî mezkûr kelimenin «ammiyye» şeklinde okundu­ğunu da söylemiş ve onu amıcalarım, mânâsına almıştır. Bu taktirde cümlenin mânâsı: «İşte benim amıcaîanmın faziletini bildiren hadis budur» yahut «amıcaîanmın bana rivayet ettikleri hadîs budur.» de­mek olur. Her hâlde Hz. Enes hadîsin ilk kısmını müşâha-desine istinaden rivayet etmiş; Ordu dağıldığı için burasını zaptede-memiş, onu da gören amıcalarından yahut cemâatdan dinlemiştir. Önün için de bu cümleden sonra yine müşâhedâtına dönerek: «Biz: Lebbyk yâ Resûlallah! dedik.» şeklinde sözüne devam etmiştir.

Aynî' nin beyânına göre Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seh lem)'in. kendilerine yüz'er deve ganimet verdiği kimseler Müe1lefe-i kulûb' dan Ebû Süfyân Sahr b. Harb, oğlu Muâviye, Hâkîm Hizam, Ha­ris b. Haris, Haris b. Hişâm, Sehlb. Amr, Huveytıb b. Abdil'uzzâ, Ala' b. Harise, Uyeynetü'bnü Hisn, Safvân b. Ümeyye, Akra' b. Hâbis ve Mâlik b. Avf (Radiyallahü anhüm) hazerâtıdır.

Bâzı kimselere yüz deveden daha az ihsânde bulunmuştur ki, Kureyş'den  Mahrametü'bnü Nevfel,Umeyr b.   Vehb ve Hişâm b. Amr  hazerâtı bun­lar meyânındadır.

îbni îshâk: «Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in bunlara kaç'ar deve verdiği hatırımda değildir.» demiştir.

Kendilerine «Müellefe~i kulûb» ünvânı verilen bu zevat arapların eşrafından idiler. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bunların bâzılarına ezasından korunmak için, bâzılarına Müslümanlığı kabul eder de, onun vasıtasıyla tabileri de Müslüman olur ümidiyle, bir ta­kımlarına da kalbleri İslâm'a yatışsın, diye fazla ganimet vermiştir.

«Bir kavmin kız kardeşi oğlu, o kavmindendir.» rivayetini Tirmizi «Menâklb», Nesâî «Zekât» bahsinde tahrîc et­mişlerdir.

Bu rivayette zikri geçen kız kardeş oğlundan murâd: Nu'man b. Mu'karrin' dir. Nitekim İmam Ahmed b. Hanbe1'in, Şu'be tarikiyle tahrîc ettiği Enes ha­disinde sarahaten zikredilmiştir.

Hanefiîler dayı ile Zevu'l - Erham'ın mirasçı olacağına bu rivayetle istidlal etmişlerdir. Bittabi bunların mi­rasçı olabilmeleri için mirasçılar arasında «asabe» denilen sınıf ile ne miktar miras alacakları muayyen olan kimseler bulunmaması şarttır.

İmam Ahmed b. Hanbel'in mezhebi de budur. Bu rivayeti dayı ile Zevu'l-Erhâm'a miras yoktur diyen İmam Mâlik ile Şafiî1 nin   aleyhine delildir.

Hanefiiler bu bâbda daha başka hadîslerle de istidlal etmişlerdir.

Fâide: Mekke-i Mükerreme hicretin 8. yılı Ramazan' ında fethedilmiştir. Ayni yılın Şevval' inde de Huneyn gazası vukûbulmuştur. Babımız rivayetleri her iki gazaya da temas etmekte ve daha ziyâde bu gazalarda elde edilen ganimetlerin taksimini bildirmektedir. Ancak Mekke' nin fet­hi tam bir muvaffakiyetle sona erdiği hâlde Huneyn gaza­sında Müslümanların ilk hamlede müthiş bir bozguna uğradıkları gö­ze çarpmaktadır. Bunun sebebi elbette merakı muciptir.

Siyer ulemâsı bu hususta bir çok sebepler ileri sürmüşlerdir. Ez­cümle:

1- Müslümanların ileri hatları yeni Müslüman olmuş gençler­den müteşekkildi. Bunlar gençlik sâikasıyla zırh giymeğe bile lüzum görmemişlerdi.

2- îslâm ordusunda 2.000 gayr-ı müsîim vardı.

3- Müslümanlarla harb eden Hevâzin kabilesi arap-lar arasında okçulukla meşhur idi.

4- Bu kabile ile müttefikleri Müslümanlardan evvel davrana­rak stratejik noktalan işgal etmişlerdi.

5- Müslümanlar ortalık aydınlanmadan hareket etmişlerdi.

6- Müslümanların işgal ettikleri yerler alçak, müşriklerin yer­leri ise yüksekti. Binâenaleyh Müslümanların sebat etmesi pek müşkildi.»  demişlerdir.

Fakat mühim olan bu sebeplerin başında gelen en mühim hezi­met sebebi Müslümanların adetçe fazlalıklarına güvenerek gurura kapılmalarıdır. Bu hakikati Kur'ân-ı Kerîm şu âyet-i kerime ile beyân eden:

«Huneyn gününü de hatırla. Hani çokluğunuza mağrur olmuşdunuz. Fa­kat bu, size hiç bir fayda te'mîn etmemiş, dünyâ bunca genişliği İle size dar gelmiş, sonra harpten dönerek geri çekilmiştiniz. Bu mağlûbiyetten sonra Allah, Peygamberi ile Mü'minlere sükûnet ve huzur İndirmiş, sizin görmediğiniz birtakım askerler göndermişti. Bu suretle kâfirleri azâb et­mişti. İşte kâfirlerin cezası budur. [57]»

Müslümanların görmedikleri askerlerden murâd: Meleklerdir. Âyeti kerimeyi babımız rivayetleri ile birlikte mütâlâa edersek şu netice hâsıl olur: Müslümanlar Allah'dan nusret beklemeyi unuta­rak, varlıklarına güvenirlerse, Allah'ın yardımına nail olamazlar. Bil' akis kendilerine gelerek Allah'a iltica ederlerse, Allah'ın nusreti her zaman onlarla beraberdir. İslâm târihi bu hususa gösterilecek mi­sâllerle doludur. Kelimetullah'ı i'lâ için yapılan harplerde Müslüman­ların azlığı, çokluğu yahut kuvvet ve zaafı mevzubahis değildir. Al­lah Teâlâ kaadir-i mutlaktır. Dilediği anda gökten melek orduları in­direrek Müslümanları muzaffer kılar.

 

Bu Rivayetlerden Çıkarılan Hükümler:

 

1- Ganimetlerin beşte birini gazilere taksim etmek İslâm ku­mandanına aittir. Maslahat iktizâsı bu bâbda müsavata riâyet de et­meye bilir.

2- Hadîs-i Şerif bütün rivâyetleriyle Ensâr-ı kirâm'ın fazilet ve büyüklüklerine delildir.

 

137- (1060) Bize Muhammed b. Ebî Ömer El-Mekkî rivayet etti. (Dedi ki): Bize Süfyân, Ömer b. Saîd b. Mesrûk'dan, o da baba­sından, o da Abâyetü'bnu [58] Rifâa'dan, o da Râff b. Hadîc'den naklen rivayet etti. Râfi1 şöyle demiş: Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Ebû Süfyân b. Harb, Safvân b. Ümeyye, Uyeynetü'bnu Hısm ve Akra* b. Hâbis'den her birine yüz'er deve ganimet verdi. Abbâs b. Mirdâs'a bunlardan daha az ihsanda bulundu. Bunun üzerine Abbâs b. Mir-dâs şu mealde beyitler okudu:

«Benimle atım Ubeyd'in payını Uyeyne ile Akra' arasında mı tak­sim ediyorsun? Bedir ve Habis cem'iyeti içinde Mirdâs'tan üstün değil­lerdir. Ben, onların hiç birinden aşağı değilim. (Fakat) bu gün senin alçalttığm bir daha yükselmez.»

Râvî demiş ki: Bunun üzerine Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ona da yüz deveyi tamamladı.

 

138- (...) Bize Ahmed b. Abdete'd - Dabbîrivayet etti (Dedi ki): Bize İbni Uyeyne, Ömer b. Saîd b. Mesrûk'dan bu isnâdla haber verdi ki «Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Huneyn ganimetlerini tak­sim etmiş de, Ebû Süfyân b. Harb'e yüz deve vermiş...»

Râvi bu hadîsi yukarki gibi rivayet etmiş (yalnız): -Âlkametü'b-nü Ulâse'ye de yüz deve verdi.» cümlesini ziyâde etmiştir.

 

(...) Bize Mahled b. Hâlid Eş-Şairi [59] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Süfyân rivayet etti. (Dedi ki): Bana Ömer b. Saîd bu isnâdla ri­vayet etti. Ama bu hadîsde Âlkametü'bnü Ulâse ile Safvân b. Ümey-ye'yi zikretmedi. Hadîsinde şiirden de bahsetmedi.

Mirdâs: Gayr-ı munsarif bir kelimedir. Ancak zarûret-i şi'rîye dolayısıyla munsarif olmuştur.

Kaadı lyâz, bu hadîsin râvilerinden Mah1ed b. Hâ1id hakkında söz ederek: «Mahled b. Hâlid Eş- Şaîrî'yi gerek (sahih) ravileri gerekse başkaları arasında zikreden görmedim. Onu: Hâkim, Bâcî ve Ceyyânî zikretmedikleri gibi, ne (sahîh) râvilerinden ne de başkalarından hiç bir kimse böyle bir isimden bahsetmemiştir...» demişse de Nevevi bu sözü ac,âip bulmuş ve Mahled b. Hâli d' in meşhur bir râvi olduğunu söylemiştir.

Filhakika Mahled meşhurdur. Kendisi Abdürraz-zak b. Hemmâm, İbrahim b. Hâlid ve Süfyân-ı Sevrî' den hadîsler rivayet etmiş, ondan da Müslim, Ebû Dâvûd, İbni Avf, Ahmed b. Ebî Avf ve Münzir b. Şâzân   hadisnakletmişlerdir.

Ebû Dâvûd onun mevsuk bir râvî olduğunu söyler."

Hafız Ebû Fadl Muhammed b. Tâhir dahî «Ricâlü's - Sahîhayn» adlı eserinde onun Süfyân b. Uyeyne'den   zekât hakkında hadîs rivayet ettiğini söylemiştir.

Ubbî' nin beyânına göre Abbâs b. Mirdâs, Re-sûlüllah (Salîaîlahü Aleyhi ve Sellem)'in eşrafa yüz'er deve, rütbe iti­barıyla onlardan aşağı olanlara ellişer deve verince Abbâs bu­na gücenmiş ve hadisde işaret edilen kasidesini söylemiştir. Kaside bitince Resûlüllah (Salîaîlahü Aleyhi ve Sellem)'.

  Şunu götürün, benden dilini kesin! buyurarak, kendisine yeter de­ninceye kadar ganimet vermiş. Bu suretle Abbâs'ın dili kesilmiş yâni ileri geri söz etmesinin önü alınmıştır.

Rivayete nazaran Peygamber (Salîaîlahü Aleyhi ve Sellem) dilinin kesilmesini emredince, Abbâs bundan korkmuş, hakikati bilmeyenler dahî: lAbbâs'ın dili kesilmesi emir buyuruldu.» diye söz etmişler. Abbâs İse ganimetlerin başına götürülmüş, kendisine:

  «Bunlardan dilediğin kadar al.» denilmiş. O zaman Abbâs'ın aklı başına gelerek:

  «Meğer Resûlüllah (Salîaîlahü Aleyhi ve Sellem) benim dilimin kesilmesi ile, bana ganimet vermeyi İrâde buyurmuş imiş.» demiş ve ganimetten hiç bir şey almamış.

Bunun üzerine Resûlüllah (Salîaîlahü Aleyhi ve Sellem) ona bîr hülle göndermiş. Abbâs bu hülleyi kabul ederek sırtına giymiş.

Abbâs, kasidesinde: «Ben, onların birinden aşağı değilim...» di­yerek, kendisinin gerek soy-sop, gerekse şan-şeref cihetinden Uyeyne İle Akra'dan aşağı olmadığını anlatmak İstemiştir. Zîrâ Abbâs da ötekiler de Mudar kabilesine mensupturlar.

Şan-şeref mes'elesine gelince üçü de aşiret reisi oldukları için bu hususta da müsavidirler.

 

139- (1061) Bize Süreye b. Yûnus rivayet etti. (Dedi ki): Bize îsmâil b. Ca'fer, Amr b. Yahya b. Umâra'dan, o da Abbâd b. Temîm' den, o da Abdullah b. Zeyd'den naklen rivayet etti ki, Kesûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seüem) Huneyn'i fethedince ganimetleri taksim ederek müellefe-i kulûb'a dünyalıklar vermiş. Sonra Ensâr'ın dahî başkalarının ellerine geçen mallardan almak istediklerini duymuş. Bunun üzerine Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ayağa kalka­rak onlara hutbe okumuş: Allah'a hamd-ü sena ettikten sonra:

  «Ey Ensör cemâati! Ben, sizi dalâlette bulmadım mı Allah size benim vâsıtamla hidâyet vermedi mi? Fakır bularak Allah benim vâsıtam ile sizi zengin etmedi mi? Dağınık bularak Allah, sizi benim vâsıtam ile bir yere toplamadı mı?» buyurdu. Ensâr (bu suâllere hep):

  «Allah ve Resulünün ihsanı pek büyüktür.» cevâbım veriyor­lardı. Resûlüllah (Salhlîahü Aleyhi ve Sellem):

  «Bana cevap verseniz ya!» buyurdu. Ensâr (yine):

  «Allah ve Resulünün nimetleri pek büyüktür.» dediler. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)

  «Siz İsteseydiniz: şöyle şöyle söyler; filân İş şöyle şöyle oldu, der­diniz.»

  Burada Resûlüllah (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem) bir çok şey­lere işaret buyurmuş yalnız râvî Amr onları bekleyemediğini söyle­miştir. Resûlüllah (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem) sözüne devamla:

  «Başkalarının koyunlarla develerle gitmesine, sizin de evlerinize Resûlüllah İle dönmenize razı olmaz mısınız? Ensâr İç çamaşırı, başkaları ise dış çamaşırdırlar. Eğer hicret olmasaydı ben mutlaka Ensâr'dan biri olurdum. Bütün insanlar bir vâdîyi ve dağ yolunu tutsa, ben mutlaka Ensâr' in vadisi ve yolunu tutardım. Şu muhakkak ki: sizler benden sonra başka­larının kendinize tercih edildiğini göreceksiniz.  (Ama) havuzun başında bana kavuşuncaya kadar sabredin.» buyurdular.

Bu hadîsi Buhâri «KitâbüVMegazî»'de; bir kısmını da «Temenni» bahsinde tahrîc etmiştir.

Hunenyn: Mekke ile Tâif arasında bir vadinin adıdır. Arapların meşhur panayırlarından biri olan «Zülmecâz», Huneyn' in eteğindedir. Buraya «Evtâs» dahi denir.

Resûlüllah (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem); «Siz, isteseniz şöyle şöyle der...» sözü ile «seni kavmin tekzîb etti de, bize sığındın. Seni, evle­rimizde misafir ettik, getirdiklerine inandık, sana yardım ettik...» gibi Ensâr'ın hatırlarına gelebilecek söz ve işlere işaret buyurmuştur. Bundan muradı: Tevazu', ve insafını ))ir daha göstermektir. Aksi taktirde bütün bu husûşâtta minnet Ensâr'a değil, Resûlüllah (Sallalîahü Aleyhi ve Seîletn)'e aittir. Çünkü kendileri Ensâr diyarına hicret edip, aralarında oturmasa Ensâr'la başkaları arasında hiç bir fark kalmazdı. Onların başkalarından temayüz ettikleri fazilet ve üstünlük ancak ona yâr oîmalarındadır. Fahr-i Kâinat (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem) Efendimizin:

«Sizler de Resûlüllah ile beraber evlerinize dönmeye razı değil misiniz?» sözleri ile bu inceliğe tembih buyurmuştur.

Yine ayni cümle Ensâr-ı kiram' in o anda düşüne­medikleri büyük bir hakikata işarettir. Bu hakikat başkaları, fâni olan dünyâ mallan ile dönerken Ensâr'ın baki olan âhiret hayatını kazanmış olarak evlerine dönmelidir.

Hattâbİ    diyor ki: Resûlüllah (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem)-

«Eğer hicret olmasaydı ben mutlaka Ensâr'dan bir nefer olurdum.» sözü ile Ensâr'in gönüllerini almak, dinleri hususunda ken­dilerini medh-u sena etmek istemiş hattâ hicret olmasa Ensâr'dan sa­yılmasını temenni eylemiştir.

Yine Hattabi'nin beyânına göre insanın âdedi, yolda olsun mola verilen yerlerde olsun kavminden ayrılmamaktır. Hicaz arazisinin vadileri ve sarp dağ yolları çoktur. Yollar ayrıldığı za­man her kavm-ü kabîle onlardan birini tutar. İşte bu ciheti göz önü­ne alarak Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), Ensâr ile beraber olmak istemiştir. Maamâfih vadiden mezhep mânası kas­tedilmiş de olabilir. Nitekim araplar: «Filân bir vadide, ben bir vadi­deydim.» derler.

İç ve dış çamaşırı tâbirleri Ensâr-ı kirâm'm Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e yakınlığından kinayedir. Bu sözler Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), Ensâr'm kendisine en yakın insanlar ol­duklarını anlatmak istemiştir.

Hadis-i şerifte zikredilen havuzdan murâd: Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'irı mahşer yerindeki havz-u kevseridir.

Hadisin son cümlesi ile Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz:

«Ölünceye kadar sabredin, öldükten sonra beni havuzumun başında bu­lacaksınız. Bu suretle sabrınızın mükâfaatını görecek, hem size zulmeden­lerden hakkınız alınacak hem de havz-ı kevserden içmek bahtiyarlığına nail olacaksınız. Size orada daha nice i'zâz-u ikramlar yapılcak, sevaplar ve­rilecektir.» demek İstemiştir.

 

140- (1062) Bize Züheyr b. Harb ile Osman b. Ebî Şey be ve tshâk b, İbrahim rivayet ettiler. İshâk: (Ahbarane), Ötekiler (Hadde-senâî tâbirlerini kullandılar. (Dediler ki): Bize Cerir, Mansûr'dan, o da Ebû Vâil'den, o da Abdullah'dan naklen rivayet etti. Abdullah şöyle demiş: Huneyn harbi koptuğu gün Resûlüllah (Sallaîlakü Aleyhi ve Selîem) ganimet taksimi hususunda bâzı insanları tercih etti. Bu sebeple Akra' b. Hâbis'e yüz deve, Uyeyne'ye de bir o kadar ganimet verdi. Arapların eşrafından bâzı kimselere atıyyeler verdi. (Hâsılı) o gün taksim hususunda onları tercih etti. Bunun üzerine bir adam:

  «Vallahi bu taksimde adalet gözetilmedi. Bununla Allah'ın rı­zâsı istenmedi!* dedi. Ben:

  Vallahi (bunu) Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve SellemYe ha­ber vereceğim.» dedim. Ve gelerek kendisine onun söylediklerini ha­ber verdim. Derken Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Se/iemj'in (müba­rek) yüzü değişti ve kan gibi kırmızı oldu. Sonra şöyle buyurdular:

  «Eğer Allah ve Resulü adalet göstermezlerse kim adalet gösterir?» Sonra sözlerine şöyle devam etti:

  «Allah, Musa'ya rahmet eylesin. O, bundan da çok eziyet görmüş fakat sabret misti.»

Abdullah demiş ki: «Ben, yemin olsun bundan sonra Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e hiç bir söz götürmem, dedim.»

 

141- (...) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hafs b. Gıyâs, A'meş'den, o da Şakîk'den, o da Abdullah'dan nak­len rivayet etti; demiş ki: Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Setlem) bir taksim yaptı, bunun üzerine bir adam:

  «Bu taksimden asla Allah'ın rızâsı kasdedilmemiştir.» dedi. Ben, hemen Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) gelerek bunu gizlice kendisine söyledim. Resûlüllah (Sallallahü  Aleyhi ve Sellem) buna şiddetle gadaplandı, yüzü kıpkırmızı oldu. Hattâ  (keski bunu ona söylemeseydim) temennisinde bulundum. Sonra şöyle buyurdular:

  «Musa bundan da çok eziyet görmüş fakat sabretmişti.»

Bu hadîsi Buhâri «Kitâbû'l - Hums» ve «Kitâbû'l-Megazî»' de tahrîc etmiştir.

Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e adaletsizlik isnâd eden şahsın Beni Amr b. Avf kabilesine mensûb Muattib b. Kuşeyr olduğu rivayet ediliyor. Bu adam münâfıklardanmış.

Buharıi’nin bir rivayetinde Ensâr'dan olduğu kaydediliyorsada «Telvih» sahibi: «Bu adamın Ensâr'dan olduğunu söyleyen görmedim.» demiş; «Ensâr» kaydının yalnız Buhâri'nin bir rivayetine münhasır kaldığını söylemiştir.

Akra' b. Habis : «Müellefe - kulûb'dandır. Hadis-de ismi geçen Uyeyne ile birlikte Mekke' nin fethi, Huneyn ve Tâif gazalarına iştirak etmiştir. Eşraftan idi.

Uyeynetü'bnü Hıns dahî müellefe-i kulûb'dandır. Zehebi (673-748), onun ahmak bir adam olduğunu, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve SellemYin huzuruna izinsiz girerek nezaketsiz­likte bulunduğunu fakat Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem}'in onun kabalığına sabrettiğini söylüyor. Bir zamanlar irtidât etmiş, sonra esir alınarak Hz. Ebû Bekir kendisini affetmiştir. Ondan sonra vefatına kadar Müslüman görünmüştür.

Sırf: Kırmızı boya, demektir. îbni Düreyd'in beyâ­nına göre kan'a da «sırf» denilir.

Kaadı İyâz diyor ki: «Şeriata göre Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e söven bir kimsenin hükmü küfürdür. Böylesi kat-lolunur.»

Hadis-i şerîfde  Muattib'in  öldürüldüğüne dâir söz yoktur.

Mâziri (453-536): «İhtimâl ki Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) onun sözünden nübüvvete sitem mânâsı çıkarmamış; sâ­dece taksim hususunda kendisini adaletsizliğe nisbet ettiğini anla­mıştır. Bir de caiz ki bu adamı cezalandırmaması, söyledikleri sabit olmadığı içindir. Çünkü onun sözlerini Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Selletn)'Q yalnız bir kişi nakletmiştir. Bir kişinin şahadeti ile ise kan dökülemez.» demiştir.

Fakat Kaadı îyâz bu te'vili bâtıl görmüş -o adamın kalabalık huzurunda Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e:

— (Adil o! Yâ Muhammedi) ve (Allah'tan kork, Yâ Muhammedi) gibi nezaketsiz hitaplarda bulunması bu te'vîli reddeder.» demiştir.

Bundan dolayıdır ki Hz. Ömer ile Hâ1id (Radiyallahü anh) onu öldürmek için Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemj'den izin istemişlerdir. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) katline mü­sâade etmemiş;

t Halkın: Muhammed, ashabını öldürüyor! diye konuşmalarından Allah'a sığınırım.» buyurmuştur.

Demek oluyor ki Resülüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) onun münafık olduğunu fakat kendisine eziyet eden diğer münafıklar gibi onun ezasına da sabretmiştir.

 

47- Hariciler ve Sıfatlarını Beyan Babı

 

142- (1063) Bize Muhammed b. Ruh m b. Muhacir rivayet etti. (Dedi ki): Bize Leys, Yahya b. Şaîd'den, o da Ebû'z - Zübeyr'den, o da Câbir b. Abdillâh'dan naklen haber verdi. Câbir şöyle demiş: Resûlül-lah (Salhllakü Aleyhi ve Seîlemje Huneyn'den dönerken Ci'râne'de bir adam geldi. (O anda) Bilâl'ın elbisesi içinde gümüş vardı. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) o gümüşten alıp kalka veri­yordu. Gelen zât:

  «Yâ Muhammed! Adalet göster!» dedi. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemh

  «Vay canına! Ben, adalet göstermezsem kim gösterir? Adalet gös-termemişsem o hâlde ben  haybet  ve  hüsrana  uğramışım  demektir.» buyurdular. Bunun üzerine Ömerü'bnu'l - Hattâb (Radiyallahü anh)->

  «Bana müsâade buyur da şu münâfıkı tepeleyivereyim, yâ Re-sûlallah!- dedi. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)

  «Halkın benim ashabımı öldürdüğümü söylemelerinden Allah'a sı­ğınırım. Şüphesiz ki bu zât ile arkadaşları Kur'ân'ı okurlar (amma .okuduk­ları Kur'ân) gırtlaklarından aşağı geçmez. Onlar ok'un, avı delip geçtiği gibi Kur'ân'dan fırlayıp çıkarlar.» buyurdular.

 

(...) Bize Muhammedü'bnu'l Müsennâ rivayet etti. (Dedi ki): 6ize Abdülvahhâb Es - Sekafi rivayet etti. (Dedi ki): Yahya b. Said'i şunu söylerken işittim: Bana, Ebû'z - Zübeyr haber verdi, o da Câbir b. Abdillâh'dan dinlemiş. H.

Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe de rivayet etti. CDedi ki) -. Bize Zey-dü'bnü Hubâb rivayet etti. (Dedi ki): Bana Kurratü'bnu Hâlid rivayet etti (Dedi ki): Bana Ebû'z' Zübeyr, Câbir b. Abdillâh'dan naklen ri­vayet etti ki, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ganimetleri tak­sim edermiş...

Râvî hadîsi (yukarki minval üzere) rivayet etmiştir.

Bu hadîsi Buhâri «Kitâbu Fardi'l-Hums»'da muhtasaran tahrîc etmiştir.

Ci'râne'de taksim edilen ganimet mallan Hevâzin kabilesin­den alınmıştı. Bunlar 6.000 kadın ve çocuk, sayısız hayvan, 4.000 okiy-ye gümüşten ibaretti. Alman develerin 24.000, koyunların 40.000'den fazla olduğu söylenir.

Vâkıdi (130 - 207), o gün her gaziye dört deve ile kırk koyun verildiğini söyler.

Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Selleın)'e «Adalet göster» diyen zât: Zülhuveysıra' dır. Nitekim rivayetlerin birinde is­mi tasrîh olunmuştur.

Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ona:

«Adalet göstermem işsem, o halde ben haybet ve hüsrana uğramışım demektir.» cümlesi ile mukaabele etmiştir. Hadisin ekseri rivayetleri bu şekildedir. Mezkûr cevapta bir mahzur yoktur. Zira şart vuku icâb etmez. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Selle-m) adalet göstermeyen in­sanlardan değildir. Binâenaleyh haybet ve hüsrana uğramaz.

Kaadı îyâz bu cümleyi muhatap sîgasıyla dahi rivayet etmiştir. Bu taktirde mânâ: «Adalet göstermemiş sen o hâlde sen âdil olmayan bir imama tâbi olmakla haybet ve hüsrandasın.» demek olur.

Nevevi   bu mânâyı tercih etmiştir.

Zeheb! (673-748), Zülhuveysıra' nm Hâ­riçi1er'in    reisi olduğunu söyler.

Bu hadiste Hz. Ömer'in : «Yâ Resûlallah bana müsâade buyur da şu münafığı tepeleyivereyim!» dediği, başka rivayette ise bu sözü Hâlid ü'bnü Velîd'in söylediği bildiriliyorsa da, iki rivayetin arasında münâfaat yoktur. Çünkü o adamı her iki­sinin de öldürmek istemiş olması mümkündür.

«Kur'ân-ı okurlar amma gırtlaklarından aşağı geçmez...» cüm­lesi hakkında   Kaadı  îyâz iki te'vil rivayet eder:

1. Te'vîle göre: Bu cümlenin mânâsı: «Kalpleri Kur’ân-ı Kerîm'i anlamaz; okuduklarından istifâdeleri olmaz.    Kur'ân-ı sırf okuduklarıyla kalırlar.» demektir.

2.  Te'vtle göre: Bu cümle: «Onların hiç bir ibâdeti ve tilâveti ka­bul olunmaz.» mânâsına gelir.

«Onlar, ok'un avı delip geçtiği gibi Kur'ân'dan fırlayıp çı­karlar.» cümlesi bir rivayette «İslâm'dan», başka bir rivayette «Din­den çıkarlar.» şeklindedir.

Kaadı îyâz1 m beyânına göre bundan murâd: «îslâmi-yetten, ok'un avı delip geçtiği gibi çıkarlar.» demektir.

Avı delip geçen ok'ta avdan hiç bir şey kalmadığı gibi bunlarda da İslâmiyet nâmına bir şey kalmaz.

Hattâbî : «Burada murâd: Tâattır. Yâni onlar Müslüman­ların imamına itaatten çıkarlar.» diyor.

Bu ve emsali hadîsler dalâlet fırkalarından Hâriciler1 i tekfir edenlerin delilidir.

Mâzirî (453-536) diyor ki: Ulemâ Hâricî1er'i tekfir hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu mes'ele hemen hemen sair­lerine nisbetle en müşkil bir mes'eledir. Ebû'l- Meali' nin hâricileri tekfire meyleden Abdülhakk'ı bu mes'ele hak­kında söz söylemekten menettiğini gördüm. Buradaki hatânın mevkii itibârı ile pek müşkil olduğundan bahisle onları mâzûr sayıyor; bir kâfiri dîne kabul etmenin ve bir Müslümanı dinden çıkarmanın dî­nen pek büyük bir mes'ele olduğunu söylüyordu. Bu bâbda Kaa­dı Ebû Bekir Bâkıllânî' nin sözü de muztaribdir. Usûl-i fıkıh ilminde: (Bâkıllânî bu mes'elenin müşkilât-tan sayıldığına işaret etmiştir. Çünkü bu adamlar sarahaten küfret-memiş ancak küfüre müeddi sözler söylemişlerdir.) denilmesi Ba­kı11âni1nin bu hususta tereddüdünü gösterir.

Mâziri' sözüne devamla şunları söylüyor: «Ben, sana bu hilafın sırrım ve işkâlin sebebini izah edeyim. Meselâ bir mu'tezilî: (Allah Teâlâ âlimdir. Lâkin ilmi yoktur; diridir ama hayâtı yoktur.) der. Bu söz onu tekfir hususunda insanı iltibasa düşürür. Zîrâ biz dînimizden aldığımız malûmata göre biliyoruz ki (Allah Teâlâ diri ve âlim değildir.) diyen bir kimse bizzârûre kâfir olur. Âlim olan bir kimsenin ilmi olmaması ise imkânsızdır. Bu husus delille sabittir. Şimdi mu'tezilî Allah'ın ilmi yoktur deyince (bu adam Allah'ın âlim olduğunu inkâr etti) diye bilicma' kâfir oldu; ilmin aslını inkâr ettiği için Allah'ın âlim oluşunu itiraf etmesinin bir faydası yoktur mu di­yelim; ;yoksa Allah'ın âlim olduğunu İtiraf etti diye ilmini inkârda bulunması küfrüne sebep olmaz hükmünü mü verelim. İşte müşkül olan burasıdır.)

Şâfiîler'le Cumhür-u Ulemâ'ya göre haricîler tekfir edilmezler. Kaderiyye, Mu'tezile v.s. dalâlet fırkalarının hükmü de budur. îmam Şafiî (Rahimehuîlah), «Hattâbîye* den mâada dalâlet fırkala­rının şehâdetlerini kabul ederim.» demiştir.

Hattâbiye, Râfızller'in bir koludur. Bunlar kendi mezheplerinden olan bir kimsenin mücerred iddiası ile şaha­dette bulunurlar. Şehâdetlerinin kabul edilmemesi bid'atlarmdan de­ğil, bu mes'eleden dolayıdır.

 

143- (1064) Bize Hemmâd b. Seriyy rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebû'l - Ahvas, Saîd b. Mesrûk'dan, o da Abdurrahmân b. Ebî Nu'm" [60] dan, o da Ebû Said-î Hudriden naklen rivayet etti. Ebû Saîd şöyle demiş: Alî (Radiyallahü ank) Yemen'de İken Reslüllah (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem) toprağı üzerinde bir altın külçesi gönderdi. Resûlüllah (Sallalhhü Aleyhi ve Sellem) bunu dört kişi (yâni): Akra1 b. Habis El - Fanzalî, Uyeynetü'bnü Bedr El - Fezâri, Âlkametü'bnu Ulâsete'l -Âmiri —ki sonradan Benî Kilâb'dan olmuştur.— ve sonra Benî Neb-hândan olan Zeydü'l - Hayr Et - Tâî arasında taksim etti. Bunun üze­rine Kureyşliler kızdılar ve:

  Resûlüllah (Saîlaîlahü Aleyhi ve Sellem) bizi bırakıp.da Necid'in büyüklerine mi veriyor? dediler. Bunun üzerine Resûlüllah (Saîlaîla­hü Aleyhi ve Sellem):

  «Ben, bunu  ancak  onların  kalplerini   yatıştırmak   için   yaptım.» buyurdu. Derken gür sakallı, elmacıkları çıkık gözleri çukur, alnı yük­sek ve başı tıraşlı bir adam gelerek:

  «Allah'dan kork, yâ Muhammedi» dedi. Resûlüllah (SaUallahü Aleyhi ve Sellem)--

  «Ben, isyan edersem, Allah'a kim itaat eder? Bana siz emniyet et­mezseniz hiç o bana yer yüzünde yaşayan insanlar için emniyet eder mi?» buyurdu.

Sonra o adam dönüp gitti. Cemaattan biri —ki Hâlidü'bnu Velîd olduğu   zannedilir.—   onu   öldürmek   için   izin   istedi.   Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'-

— «Bu adamın sülâlesinden öyle birtakım insanlar gelecek ki, Kur'ön-ı okuyacaklar fakat gırtlaklarını geçmiyecek, Müslümanları öldürecekler ve putlara tapanları bırakacaklar, İslâm'dan ok'un avı delip geçtiği gibi çıka­caklar. Ben, bunlara yetişmiş olsam kendilerini mutlaka Âd kavminin tepe­lendiği gibi' tepelerdim.» buyurdular.

 

144- (...) Bize Kuteybetü'bnü Saîd rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdülvâhid, Umâratü'bnü Ka'kaa'dan rivayet etti. (Demiş ki): Bize Abdurrahmân b. Ebİ Nu'm rivayet etti. (Dedi ki): Ebû Saîdi Hudri'yi şunu söylerken dinledim: Alîyyü'bnü Ebî Tâlib, Yemen'den Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve SeUem)'* tabaklanmış bir meşin torba içinde he­nüz toprağından tasfiye edilmemiş altın külçesi gönderdi. O da, bunu dört kişi (yâni) Uyeynetü'bnu Hısns Akra' b. Habis, Zeydü'l - Hayl —dördüncüsü de ya Âlkametü'bnu Ulâse yahut Âmiru'bnü Tufeyl olacak— arasında taksim etti. Bunun üzerine Ashabından biri:

  «Biz, bu altına bunlardan daha lâyık idik.» dedi.

Bu söz Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'üı kulağına var­dı da:

  «Ben, semâdakller nezdinde emîn olduğum akşam sabah bana se­mâdan haber geldiği hâlde sîz bana emniyet etmiyor musunuz?» buyurdu. Derken çukur gözlü, çıkık şakaklı, geniş alınlı, gür sakallı, başı tı­raşlı ve gömleği yukarıya çekik bir adam kalkarak:

  «Yâ Resûlallah! Allah'tan kork.» dedi. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'

«Yazık sana. Ben yeryüzündeki insanların Allah'tan korkmaya en lâyık olan değil iniyim?» buyurdu. Sonra adam dönüp gitti. Arkasından Ha-Udü'bnu Velîd:

«Yâ Resûlallah! Şunun boynunu vuruvereyim mi?- dedi. Resû­lüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemh

  «Hayır, belki ileride namaz kılan bir kimse olur. buyurdu. Hâlid:

  «Nice namaz kılan var ki: Kalbinde olmayanı dili ile söylüyor.» dedi. Bunun üzerine Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)

  «Ben, ne İnsanların kalplerini açmaya me'mûrum ne de karınlarını yarmaya!» buyurdu. Sonra gitmekte olan o adama bakarak:

  «Muhakkak bu adamın sülâlesinden öyle bir kavim zuhur edecek ki, Allah'ın kitabını kolaycacık okuyacaklar, (fakat) okudukları gırtlaklarını gecmiyecek; dinden ok'un avı delip geçtiği gibi çıkacaklar.» buyurdular.

Râvî: «Zannederim: Ben, onlara yetişsem kendilerini mutlaka Semûd kavminin tepelendiği gibi tepelerdim; buyurdu.» demiş.

 

145- (...) Bize Osman b. Ebî Şeybe rivayet etti. (Dedi ki): Bize Cerir, Umaratü'bnü Ka'kaa'dan bu isnâdi  rivayette bulundu. (Yalnız o): «Alkametü'bnü Ulâse de...> dedi, Amini'bnü Tufeyl'i zikretmedi. Bir de: «Alnı çıkık.» dedi «Nâsiz» kelimesini söylemedi.

-Şunu da ziyâde etti: «Bunun üzerine Ömeru'bnü'l - Hattâb (Radiyallahü anh), o adama kalkarak:

— «Yâ Resûlallah Şunun boynunu vuruvereyim mi?» dedi. Re-sûlüllah (Saîhllahü Aleyhi ve Sellem)'.

  «Hayır!» cevâbını verdi.

Sonra Ömer gitti, adamı vurmak üzere Allah'ın kılıcı Hâlid aya­ğa kalktı ve:

  «Yâ Resûlallah şunun boynunu vuruvereyim mi?» dedi. Re-sûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (ona da):

  «Hayır cevâbını verdi.» Ve sözlerine şunu ilâve etti:

  «Bu odamın sülâlesinden öyle bir kavim çıkacak ki, o kavim Allah'ın kitabını kolaycacık okuyacakları

Râvî demiş ki: Umara:

  «Zannederim Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

—Ben, onlara yetişmiş olsam, kendilerini mutlaka Semud'un tepelen­dikleri gibi tepelerdim; buyurdu.» dedi.

 

146- (...) Bize îbni Ntimeyr rivayet etti. (Dedi ki): Bize îbni Fudayl, Umâratü'bnü Ka'kaa'dan bu isnâdla rivayet etti ve:

«Dört kişi (yâni) Zeydü'l - Hayr, Akra b. Habis, Uyeynetü'bnu Hısn ve Âlkametü'bnü Ulâse yahut Amiru'bnü Tufeyl arasında tak­sim etti.» dedi, o da Abdülvâhid'in rivayeti gibi «yüksek alınlı.» dedi. Birde: «Bu adamın sülâlesinden bir kavim çıkacak.» dedi; «Ben, onlara yetişsem kendilerini mutlaka Semûd kavminin tepelendiği gibi tepe­lerdim.» cümlesini zikretmedi.

 

147- (...) Bize, Muhammedü'bnü'I - Müsennâ rivayet etti. (De­di ki): Bize Abdülvahhâb rivayet etti. (Dedi ki): Yahya b. Said'i şöyle dreken dinledim: Bana, Muhammed b. İbrahim, Ebû Seleme ile Ata* b. Yesâr'dan naklen haber verdi ki, bu iki zât Ebû Saıd-i Hudrî'ye gelerek Harüriler hakkında suâl sormuşlar:

  «Sen, Resûlüllah (Sdlallahü Aleyhi ve Sellem) bunların lâfını ederken işittin mi?» demişler. Ebû Saîd:

  «Ben, Harûrilerin kim olduklarını bilmiyorum. Lâkin Resûlül­lah (Saîlaîlahü Aleyhi ve SeHetnj'iî

  Bu ümmetin İçinde —btı ümmetten dememiş— öyle bir kavim tü-reyecek ki, onların namazlarına bakarak siz kendi namazınızı küçümseye-ceksiniz. Kur'ân'ı okuyacaklar fakat boğazlarını —yahut gırtlaklarını— geç-miyecek. Dinden ok'un avı delip geçtiği gibi çıkacaklar. (Hani) avcı, ok'una ok'un demirine, giriş yerine bakar da acaba ok'a kandan bir şey yapıştı mı? diye nasıl şüphe eder, buyururken işittim.» demiş.

Bu hadisi Buhârİ «Kitâbü'l-Enbiyâ», «Kitâbu't-Tefsir», «Kitâbu't - Tevhîd» ve «Kitâbü'l - Megazî»'de; Ebû Dâvûd «Ki-tâbü's-Sü«ıne»'de: Nesâi «Kitâbu'z-Zekât-tle «KitâbuVTefsîr» de muhtelif râvHerden tahric etmişlerdir.

Resûlüllah (Sallalahü Aleyhi ve Sellem! 'in kendilerine Ye­men' den gelen altını taksim ettiği dört zâttan «Zeydü'l - Hayr» bâzı rivayetlerde «Zeydü'l - Hay!» şeklinde zaptedilmiştir. Bunların ikisi de doğrudur. Câhiliyet devrinde Hz. Zeyd'e -Zeydü'l-Hayl» denirmiş, Müslüman olunca Resûlüllah (Salhhhii Aleyhi ve Sellem) kendisine -Zeydü'l - Hayr* unvanını vermiş. Çünkü araplar içersinde ondan çok at'ı olan yokmuş. Hz. Zeyd şâir, hatîb ve cesur bir zât olup. cömertliği ile de meşhûrmuş.

Âlkametü'bnü Uîâse dahi kavminin eşrafın­dan halim selim ve akıllı bir zât imiş. Ancak cömertlikle meşhur de­ğilmiş.

Müs1im'in rivayetlerinde Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ye SellemYin bu taksimine Kureyş'in canı sıkıldığı bildirilmişse de» Buhâri'nin rivayetinde  Kureyş1i1er'le bir­likte Ensâr"in da gücer-dikleri kaydolunmaktadır.

Peygamber [SaUnllahü Aleyhi ve Sellcıu1'*- gelen şahsın Zül-huveysira, olduğunu bundan evvelki rivayetlerde görmüş­tük. İsminin Nafis yahut Harkûs b. Züheyr- ol­duğu söylenir.

Bundan sonraki rivayette Resûlüllah(SaUahhii Aleyhi ve Sellemhn «Karo bir adam...» diye bahsettiği şahıs budur. Kendisi Habeş1iyimiş.

Peygamber (Sallallahii Aleyhi ve Sellem)'e nezaketsizlik gösteren bu adamı öldürmek isleyen zâtın Hâlidü'bnu Velid olduğu Müslim ile Buhâri'de şekk ile ifâde edilmişse de diğer sahih rivayetlerde kafi olarak Hz. Ha1id olduğu bildirilmiştir. Hattâ bir rivayette Hz. Ömer'in, diğer riva­yette Ömer (Radiyalhhü anh) ile Hz. Hâ1id'in onu vur­mak istedikleri bildirilmiştir.

Bu hususta az yukarıda söz geçmişti.

Bu rivayetlerde dinden, ok'un avı delip geçtiği gibi çıkacakları bildirilen kavimden murâd: Hârici1er'in İslâm hükümda­rına itaat etmemeleridir. Filhakika Hâricî1er Hz. Ali' ye karşı çıkmışlar, Hz. Ali' nin gönderdiği elçiyi öldürmüşler­di. Ali (RatHiyallahü anh) öldürdükleri zâtın diyetini istemek üze­re kendilerine adam göndermiş fakat    Hâriciler:

— «Diyetini nasıl verebiliriz? Onu, biz hep birden öldürdük.» di­yerek, diyet vermekten imtina etmişler. Bunun üzerine Hz. Ali onlarla mukaatele ederek ekserisini imha etmiştir.  Hâriciler'in 5.000 kişi olduğunu söyleyenler bulunduğu gibi 10.000 kişi olduk­larını ileri sürenler de vardır.

Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve SeKemj'in müellefe-i kulüb'a tak-sim ettiği malın nereden geldiği ihtilaflıdır. Bâzıları ganimetin beşte birinin beşte biri olduğunu iddia etmiş fakat bu kavil kabul edil­memiştir.

Bir takımları doğrudan doğruya ganimetten verildiğini çünkü ganimetin Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e mahsûs olduğu­nu söylemiş ancak bu kavil de reddedilmiştir. Çünkü ganimetin Pey­gamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e mahsûs olduğunu bildiren âyet neshedilmiştir.

Ebû Ubeyde'ye göre gazilere dağıtılan mallar: Gani­metin beşte birinden idi. Müslümanların hükümdarı ganimetin beşte birini icâbında Müslümanların yararına olmak şartıyla dilediği kim­selere verebilir. Yalnız bu hükme varabilmek için Yemen1 den gönderilen altının Huneyn ve Hayber ganimetlerin­den , olmadığım hatırlamak gerekir. Çünkü oralardan alman gani­metlerin hepsi daha o zaman taksim edilmiş bitmişti.

Harûriler' den murâd:  Hâriciler' dir.

Harûrâ denilen mevkîye yerleştikleri için kendilerine bu isim verilmiştir.

Harûrâ: Irâk'da Kûfe'ye yakın bir köydür. Hâ­riciler Ehl-i adalet Müslümanlarla harbetmeye bu köyde karar vermişlerdir.

Hadisin bir rivayetinde Besûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) hâriciler için:

«Ben, onlara yetişmiş olsam, kendilerini Âd kavminin tepelendiği gibi..» Diğer rivayette: Semûd kavminin tepelendiği gibi tepelerdim.» buyurmuş­tur. Bundan murâd: Onlardan hiç bir kimse bırakmamak şartıyla cinslerini söndürmektir. Çünkü Ad ve Semûd kavimlerinin tepelen­mesi böyle olmuştur.

Hadis-i şerif, Haricîler' le muharebeye teşviki ve on­larla cenk eden Hz. Alî' nin faziletini tezammün etmektedir.

Babımız hadîsinin Kuteybe rivayetinde «Dördüncüsü yâ Alkametü'bnü Ulâse yahut Âmiru'bnü Tufeyi » denilmişse de ulemâ burada zikredilen Âmir lâfzının açık bir hatâ olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Âmir bu hadiseden se­nelerce evvel vefat etmiştir. Doğrusu şüphe ile değil, cezm sîgasıyla «Dördüncüsü    Alkametü'bnü    Ulâse» dir.

Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)

«Ben, ne İnsanların kalplerini açmaya me'mûrum ne de karınlarını yarmaya!» cümlesiyle «Biz, zahire göre hükmederiz, bâtını ancak Allah bilir.» kaaidesine işaret etmiştir.

 

148- (...) Bana Ebû't-Tâhir rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ab­dullah b. Vehb haber verdi (Dedi ki): Bana Yûnus, İbni Şihâb'dan nak­len haber verdi. (Demiş ki): Bana Ebû Selemete'bnu Abdirrahmân, Ebû Saîd-i Hudrî'den naklen haber verdi. H.

Bana Harmeletü'bnü Yahya ile Ahmed b. Abdirrahmân El - Fihrî rivayet ettiler. (Dediler ki): Bize İbni Vehb haber verdi. (Dedi ki): Bana Yûnus, İbni Şihâb'dan naklen haber verdi. (Demiş ki): Bana Ebû Selemete'bnu Abdirrahmân ile Dahhâki Hemdâni haber verdi­ler ki, Ebû Saîd-İ Hudri şunları söylemiş:

  «Bir defa biz Resûlüllah (Sallaîlahü Aleyhi ve SellcmYin ya­nında bulunuyorduk. Kendisi bir mal taksim ediyordu. (Derken) Beni Temîm'den biri olan Zülhuveysıra geldi ve:

  -Yâ Resûİallah! Adalet göster; dedi. Resûlüllah (Sallaîlahü Aley­hi ve Sellemh

  Yazık sana! Ben, adalet göstermezse m kim gösterir? Adalet gös-termezsem ben haybet ve hüsrana uğramışım demektir; buyurdular.

Bunun üzerine Ömeru'bnü'l-Hattata (Radiyallahii anh)

  Yâ Resûİallah! Bunun için bana müsâade buyur da boynunu vurayım! dedi. Resûlüllah (SallaUahü Aleyhi ve Sellem)

  Bırak Sen onu. Çünkü onun öyle birtakım arkadaşları var kî, kıl­dıkları namazın yanında sizden biriniz kendi namazını küçümser, oruçları­nın yanında kendi orucunu küçümser. Bu adamlar Kur'an-t okurlar fakat (okudukları Kur'ân} köprücük kemiklerini geçmez. İslâm'dan, ok'un avı de­lip geçtiği gibi çıkarlar. (Hani) böyle bir ok'un demirinde nasıl (kan nâmına) bir şey bulunmaz, sonra giriş yerme bakılır yine bir şey bulunmaz, sonra ağaç kısmına bakılır, orada da bir şey bulunmaz: tüy kısmına bakılır, orada da bir şey bulunmaz. (Hâlbuki) ok avın işkembesini ve koni deüp geçmiştir.

Onların alâmeti kara bir adamdır. Bu atfamtn pazılarından biri kadtn memesi yahut sallanan et parçası gibidir. Bunlar insanların tefrikaya düş­tükleri zaman çıkar; buyurdular.

Ebû SaId demiş ki: «Ben, bunu Resûlüllah (Sailallahü Aleyhi veSeUemYden işittiğime şahadet ederim. Ve yine şahadet ederim ki Alîyyu'bnu Ebi Talih CRadiyallahü anh'u ben de beraberinde olduğum hâlde (Peygamber (Sallaîlahü Aleyhi ve SeUemYin haber verdiği) bu adamlarla harbetti. Bu kara adamın aranmasını emretti. Adam aranıp bulundu ve getirildi. Ona baktım tıpkı Resûlüllah (Sallaîlahü Aleyhi ve '"SetlemyiTi tavsîf buyurduğu sıfatta idi.»

Bu rivayeti Buhâri -Kitâbu'I -Menâkib» 'de tahric etmiştir. Sa'1ebi'nin (?-427)  «tefsir»'inde bu rivayet hakkında şu malûmat verilmektedir:

«Resûlüllah (Sallallahii Aleyhi ve SelJem), Hevâzih kabile­sinden alman ganimetleri taksim ederken yanına Hâriciler' in. reisi Zü1ıuveysıra geldi. Ve ona:

(Adâlet göster.) dedi. Ama bu Zülhuveysıra mescide bevleden Züjhuveysıra seğijdir. Mescide bevteden Zülhuveysırati'l - Yemânî'dir. Gelen Zülhuveysıra ise Temim kabilesine mensûbdur.»

İbni Esîr dahî Resûlüllah (SallaUahü Aleyhi ve Sellem)e-.

— «Adalet göster.» diyen ZüI huvey sıra'nın fienî Temim' den    Sah âbi    bir zât olduğunu söyler.

Vâkıdi, onun bir çok meşhur harplere- iştirak ederek ya­rarlıklar gösterdiğini, sonradan HâriciIer'e katıldığını, H z Alî'nin öldürdüğü Zülhuveysıra bu olmadı-ğım kaydetmiştir.

«Bunlar, insanların tefrikaya düştükleri zaman çıkarlar.» cüm­lesinden murâd; Hz. Ali ile Muâviye İ-RaaiycJhhii mıh) arasındaki tefrikadır.

Bu rivayetlerde Resûlüllah (SallaUahü Aleyhi ve'Şellenı}'in muci­zeleri dikkati çekmektedir. Zira istikbâle ait bir takım haberler ver­miş, bunların hepsi gün gibi meydana çıkmıştır. Mezkûr haberler ümmetinin kendinden sonra payidar olacağını, kuvvet ve şevket ka­zanacağını; iki fırkaya ayrılacaklarını, bir taifenin' haksız "yere dinde şiddet göstereceklerini, namaz kılmakda, Kür'ân okümaftda mübalâğa yapsalar da İslâmın hukukunu'ifâ etrriiyeCekîerih'i ehl-i" hak Müslümanlarla harbedeceklerini, Müslümanların kendilerini öldüreceklerini, içlerinde siyah renkli bir adam bulunacağın! tezam-mun etmektedir.

 

149- (1065) Bana Muhammedü'bnü'l - Müsennâ rivayet etti (Dedi ki): Bize İbni Ebî Adiyy. Sülej-man'dan, o da Ebû Nadra'dan, o da Ebû Saîd'den naklen rivayet etti ki. Peygamber {SaîhlUahu Aleyhi vc'Scllem) ümmeti içinden zuhur edip, insanların tefrikaya düştükleri zamanda çıkacak Ve alâmetleri başlarını traş etmek olacak bir ka­vim zikretmiş; (onlar hakkında) şöyle, buyurmuştur:

«Bunicr holkın  en  kötüleridir. —Yahut en  kötü mahfüknattöndsr..—-Ontcn iki taifenin hakka en yakın olanı öldürecektir.»

Ebû Saîd (Demiş ki:) Peygamber (Sallalîahü Aleyhi ve Selîem) on­lar için misâl getirdi: —Yahut şu sözü söyledi:—

«Bir adam nasıl avı vurur, —yahut hedefe atar— da ok'un demirine bakar, kan Izf göremez, ağaç kısmına bakar kan izi göremez, yay'a giriş yerine bakar yine bir kan İzi göremezse (bunlar da öyledir.)»

Ebû Saîd: «Onları sizler öldürmüşsün üzdür ey Iraklılar!» demiş.

 

150- (...) Bize Şeybân b. Ferruh rivayet etti. (Dedi ki): Bize Kaasim yâni tbnü'1-Fadl El-Huddânî [61] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebû Nadra, Ebû Saîd-i Hudrî'den naklen rivayet etti. Ebû Saîd şöyle demiş: Resûlüllah (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem)-

«Müslümanların arasına tefrika girdiği vakit dînden çıkan bir taife zuhur edecek. Onları iki taifeden hakka en yakın olanı öldürecektir.» buyurdular.

 

151- (...) Bize Ebû'r - Rabî' Ez - Zehrânî İle Kuteybetü'bnu Saîd rivayet ettiler; Kuteybe (Dedi ki:) Bize Ebû Avâne, Katâde'den, o da Ebû Nadra'dan, o da Ebû Saîd-İ Hudrî'den naklen rivayet etti. Şöyle demişi Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'.

«Ümmetim İçinde iki fırka meydana gelecek, bunların arasından biri dinden çıkacak. Bunların katlini hakka en yakın olan fırka üzerine alacaktın buyurdular.

 

152- (...) Bize, Muhammedü'bnu'l - Müsennâ rivayet etti. (De­di ki): Bize AbdüVala rivayet etti. (Dedi ki): Bize Dâvûd, Ebû Nadra1’dan, o da Ebû Saîd-i Hudri'den naklen rivayet etti ki, Resûlüllah

(Sallalîahü Aleyhi ve Seîlem)t

İnsanlar tefrikaya düştüğü zaman dinden çıkan bir tâlf türeye-cek, bunların katlini iki taifeden hakka en yakın olanı üzerine alacaktır.» buyurmuşlar.

 

153- (...) Bana Ubeydullah El - Kavârîri rivayet etti. (Dedi ki): Bize Mu ha mm e d b. Abdillâh b. Zübeyr rivayet etti. (Dedi ki): Bize Süfyân, Habîb b. Ebî Sâbit'den, o da Dahhâki Mişrakî [62]'den, o da Peygamber (Saüaîlahü Aleyhi ve SellemTden naklen rivayet ettiği bir hadîsde Peygamber (Salîaîlahü Aleyhi ve Seller}*):

«Ümmetin muhtelif fırkalara ayrıldığı bir zamanda bir kavim ortaya çı­kacağını, bunların iki taifeden hakka en yakın olanı öldüreceğini beyân etmiştir.»

Nevevi diyor ki: «Bu rivayetler, Hz. Ali' nin haklı, Hz. Muaviye taraftarlarının haksız ve müteevvil olduklarını sarahaten göstermektedir. Yine bu rivayetlerden her iki taifenin de mü'min olduklarına, birbirleriyle harp etmekle dinden çıkmadıkları­na, fâsik dahî olmadıklarına sarahaten delil vardır. Bizim mezhebi­mizle bu bâbda bize muvafakat eden ulemânın mezhepleri budur.»

Kelâm ilminde beyân olunduğu vecîhle Alî Muâviye (Radiyallahü anh) hazerâtınm muharebeleri hakkında ileri geri söz söylememek, kendini hakem mevkiine çıkararak birini haklı diğerini haksız görmemek, her iki sahâbî müctehid oldukları için bu bâbdaki hatâyı ictihâdda hatâ sayarak, her ikisi hakkında da (Radiyallahü anh) demek ehl-i sünnetin şiarıdır.

İmam Gazâlî (450 - 505)'nin rivayetine göre büyükler­den bir zât rüyasında kıyametin koptuğunu görmüş, Alî ile Muâviye hazerâtını getirmişler, dâvaları görüldükten sonra Hz. Alî: «Kabe'nin Rabbine yemin ederim *ki dâva lehime hük-molundu.» diyerek gitmiş; ondan sonra Hz. Muâviye gö­rünmüş, o da: «Kabe' nin Rabbine yemin ederim ki Rabbim beni affetti.- diyormuş.

 

48- Haricileri Öldürmeye Teşvik Babı

 

154- (1066) Bize Muhammed b. Abdiîlâh b. Nümeyr ile Abdul­lah b. Said El - Eşecc hep birden Vekî'den rivayet ettiler. Eşecc (De di ki): Bize Veki' rivayet etti. (Dedi kil: Bize A'meş. Hayseme'den. o da Süveyd b. Gafeie'den naklen rivayet etti. Süveyd şunları söylemiş:

— AH (Dedi ki): Size Resû\ixl\a.h(SallatUhiİ Aleyhi ve Selle.m'fâen bir hadis naklettiğim vakit, yemin, ederim kî semâdan düşscm, benim için onun söylemediği bir şey'i söylemekden daha makbul olur. S?-zinle aramızda cereyan eden bir şey hakkında konuştuğumuz zaman ise (böyle değildir.) Çünkü harp, bir hileden ibarettir. Ben, ResüiüUah {SaUallcıhii Aleyhi ve Sellemı'i şöyle buyururken işittim:

<i Âh ir zamanda yaştan genç, akıllan ermez bir kavim meydana çıkacak. Bunlar mahlûkaatm en hayırlı sözlerini söyüyerek, Kur'ön okuyacaklar (fakat okudukları Kur'ânJ gırtlaaklorından aşağı geçmiyecek. Dînden, ok'un avı delip geçtiği gibi çıkacaklar. Böylelerine rastladınız mı hemen tepeleyin. Çünkü onları öldürenlere kıyamet gününde Allah indinde büyük ecir vardır.»

 

(...) Bize İshâk b. İbrahim rivayet etti.   (Dedi ki): Bize İsa b. Yûnus haber verdi. H.

Bize Muhattfcped b. Ebî Bekir El - Mukaddemi ile Ebû Bekir fa. Nâfi' de rivayet ettiler. (Dediler ki): Bize Abdurrahmân b. Mehdi rivayet etti. (Dedi ki). Bize Süfyân rivayet etti.

Bu râvilerin ikisi de A'meş'den bu isnâdla bu hadisin mislini ri­vayet etmişlerdir.

 

(...) Bize Osman b. Eb. Şeybe rivayet etti. '.Dedi ki): Biî:e Cerir rivayet etti. H.

Bize Ebû Bekir b.' Ebi Şeybe ile Ebû Küreyb ve Züheyr b. Karb dahî rivayet ettiler. (Dediler ki): Bize Ebû Muâviye rivayet etti. Cerir ile Ebû Muâviye ikisi birden A'meş'den bu isnâdia rivayette bulun­muşlardır. Yalnız onların hadîsinde: «Dinaen, ok'un avı deîip geçtiği gibi çıkarlar.» cümlesi yoktur.

 

155- (...) Bize Muhammed b. Ebî Bekir El - Mukaddemi rivayet etti. (Dedi ki); Bize İbni Uleyye ile Hammâd b. Zeyd rivayet ettiler. H.

Bize Kuteybetü'bnü Said de rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hammâd b. Zeyd rivayet etti. H.

Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe ile Züheyr b. Harb dahi rivayet ettiler; Lâfız onlarındır. (Dediler ki': Bize İsmail b. Uleyye, Eyyub'dan, o da Muhammed'den, o da Abîde'den, o da Alî'den naklen rivayet etti. Hz. Ali Haricîlerden bahsederek şöyle demiş:

«Onların içinde eli kısa —veya eli küçük— bir adam vardır., Şı-marmıyacağmı bilsem size onları öldürenlere Allah'ın. Muhammed (Sallallakü Aleyhi ve Sellem)'ln dilinden neler vaad ettiğini söylerdim.» Abide (Demiş ki): Ben:

  «Bunları Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve SeJIetn)'den sen mi işittin?» dedim; Alî:

  «Kabe'nin Babbine yemin ederim ki ben işittim! Kabe'nin Rab-bine yemin ederim ki ben işittim! Kabe'nin Rabbine yemîn ederim ki ben işittim!» cevâbını verdi.

 

(...) Bize Muhammedü'bnu'l-Müsennâ rivayet etti. (Dedi ki): Bize İbnü Ebî Adiyy, tbni Avn'dan, o da Muhammed'den, o da Abide* den naklen rivayet etti. Abide: «Ben, size ancak ondan işittiklerimi söylüyorum.» diyerek Alî'den naklen Eyyûb'un hadîsi gibi merfû olarak rivâyetde bulundu.

 

156- (...) Bize Abd b. Humeyd rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ab-durrazzâk b. Hemmâm rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdülmelik b. Ebî Süleyman rivayet etti. (Dedi ki): Bize Selemetü'bnü Küheyl rivayet etti. (Dedi ki): Bana Zeydü'bnu Vehb El - Cüheni rivayet etti ki, ken­disi Alî (Radiyallahü anh) ile beraber olup Haricîlere karşı çıkan ordu­da İmiş. Ali (Radiyallahii anh) şunları söylemiş:

«Ey cemâat! Ben, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemfi şöyle buyururken işittim:

  «Ümmetimden öyle bir kavim çıkacak ki Kur'ân okuyacaklar sizin okuyuşunu? onlannkinin yanında hiç bir şey değildir. Namazınız da onla­rın namazının yanında bir şey değildir. Orucunuz dahî onların orucuna nis-betle hiç bir şey değildir. Kur'ân'ı okuyacaklar, onu kendi lehlerinde zan­nedecekler. Hâlbuki aleyhlerine olacak. Namazları köprücük kemiklerin­den öteye geçmiyecek, İslâm'dan, ok'un avı delip geçtiği gibi çıkacaklar.»

Onlarla harbeden ordu, Peygamberleri (Sallallahü Aleyhi ve Sellemyia dilinden kendilerine neler takdir buyurulduğunu bilseler mutlaka çalışmaktan vazgeçerlerdi. Bu kötü kavmin alâmeti şudur: İçlerinde öyle bir adam bulunacak ki, o adamın pazısı olup kolu bu­lunmayacak. Pazısının ucunda meme ucu gibi bir çıkıntı bulunacak. Onun Üzerinde de beyaz kıllar olacak. Sizler Muâviye ile Şamlılara gidecek buradakileri terkedeceksiniz. Bunlar sizin çoluk çocuğunuza ve mallarınıza sizin nâmınıza halef olacaklar. Vallahi ben onların bu kavim olacaklarını kuvvetle ümid ediyorum. Çünkü onlar dökülmesi haram olan kanı döktüler; halkın mer'adaki hayvanlarını gaspettiler. Binâenaleyh siz besmele ile (onların üzerine) yürüyün.»

Selemetü'bnü Küheyl demiş ki: «Bana Zeydü'bnu Vehb ordunun konakladığı yerleri birer birer anlattı. Nihayet şöyle dedit

  Bir köprüye vardık. O gün Haricîlerin başında Abdullah b. Vehb Er-Râsibî vardı. Kendileri ile karşılaşınca Alî (Radiyallahü anh) ordusuna:

  Mızraklarınızı bırakın, kılınçlarınızı da kınlarından çıkarın. Çünkü ben bunların Harûrâ günü yaptıkları gibi size Allah aşkına sulh teklif edeceklerinden korkarım; dedi.

Bunun üzerine ordu dönüp mızraklarını bertaraf ettiler. Ve ki-hnçlarını çektiler. Askerlerimiz onları, kendi mızrakları ile delik de­şik ettiler. Ölüleri birbiri üzerine yığıldı, bizimkilerden o gün yalnız iki kişi vuruldu. Alî (Radiyallahü ayılı):

  Onların içinde o sakat adamı arayın! dedi. Onu aradılar fakat bulamadılar. Bunun üzerine  Alî  [Radiyallahü anh'i  bizzat kalkarak üstüste öldürülen insanların yanına geldi:

  Bunları geri çekin! dedi. Müteakiben yere gelen cesetler ara­sında onu buldular. Alî tekbîr getirdi, sonra.-

— Allah doğru söyler, Resulü de doğruyu tebHğ buyurur,- dedi. O sırada Abîdetü's - Selmâni, Alî'nin yanma gelerek:

  Yâ Emîre'l-Mü'mnin! Kendisinden başka ilâh olmayan Allah aşkına (söyle) bu hadîsi Resûlüllah iSallallahü Aleyhi ve Seli cmY den hakîkaten sen mi işittin? diye sordu. Alî:

  Kendinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki: evet ben İşittim; cevâbını verdi. Abîde, Alî'den üç defa yemin istedi, Alî de ona yemin verdi.»

 

157- (...)  Bana EmYt-Tâhir ile Yûnus b. AbdilVlâ rivayet ettiler. (Dediler ki): Bize Abdullah b. Vehb haber verdi, (Dedi ki); Bana Amru'bnu Haris. Bükeyr b. Eşecc'den, o da Büsr b. Saîd'den, o da Resûlüllah (SaUaîlahü Aleyhi ye Scİlcıv.ı'in azatlısı Ubeydullah b. Ebî Râfi'den naklen haber verdi ki, kendisi Alîyyu'bnu Ebî Tâlib (Radiyal-îahii avh) ile beraber olduğu hâlde Harûriler karşılarına çıkınca:

  «Hüküm ancak Allah'a aittir.* demişler.  (Bu söze) Hz. Alî:

  -Kendisi ile bâtıl kastedilen hak bîr söz) Şüphesiz ki Resûlüllah (Sallallaîiü Aleyhi ve ScUnv.1 bâzı insanlar tavsif buyurmuştur. Ben, onların sıfatlarını bu adamlarda görmekteyim. Dilleri ile hakkı söy­lüyorlar amma bu sözleri şuralarını  geçmiyor, —diyerek  boğazına işaret etmiş— İçlerinden Allah'ın en menfur mahlûku kara bir adam­dır. Ellerinden biri koyun memesi yahut meme başı gibidir.»  cevâ­bını vermiş.

Alîyyu'bnu Ebî Tâîib [HadhnllrJıii avh'' Hâricileri öldürünce:

  -Bu adamı arayın.» demiş. Aramışlar fakat hiç bir şey bula­mamışlar. Bunun üzerine AH iRadirnUahu aııh

  «Tekrar dönün! Vallahi  ne ben yalan söyledim  ne de biina yalan söylendi.» demiş, bunu iki veya üç defa tekrarlamış. Sonra o adamı  bir harabelikte  bulmuşlar ve cesedini getirerek Hz.  Ali'nin önüne koymuşlar.

Ubeydullah: *Ben, onların bu işlerinde ve Ali'nin onlar haVkın-daki konuşmasında hazır bulunuyordum.» demiş.

Yûnus kendi rivayetinde şu ziyâdeyi nakletmiştik «Bükeyr (Dedi ki): Bana îbni Huneyn'den naklen bir zât rivayet etti ki, İbni Huneyn: Ben, o kara adamı gördüm, demiş.»

Bu hadisi Buhâri «Kitâbû'I - Menâkib» ile«Kitâbû Fe-dâili'l-Kur'ân»'da; Ebû Davud «Kitâbu's - Sünne»'de Nesâi    Kitâbu'l - Muharebemde tahrîc etmişlerdir.

Hz. Ali: «Harb hileden ibarettir.» sözü ile; Ben kendi re'yim-le ictihâd ederim. Yâni hadîsi te'vil ederim.» demek istemiştir.

Hud'a kelimesi «Had'a», «Hudea»; «Hadea», «Hîd'a» şekillerinde de okunabilir. Hud'a: Konuşurken tevriye yapmak ve vaadinden dön­mek suretiyle olur.

Muhdec ve mûden: Eli kısa mânâsına gelirler. Mesdûn: Eli küçük ve- toplu, demektir.

«Bunlar, mahlûkaatm en hayırlı sözlerini söyliyecek...» cümle­sinden murâd: Zahiren «Hüküm ancak Allah'a mahsûstur.* gibi Allah'm kitabına davet eden sözler söyiiyecekler. Hâlbuki içlerinden bâtılı kastedecekler, demektir. Bu cümle Buhâri' nin  rivayetinde

«HayrıTI - Beriyye»  terkibiyle ifâde olunmuştur. Buna göre mânâ:

«Mahlûkaatın en hayırlısı olan Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve SeUetn)* in hadîslerini söyliyecekler» demek olur.

Hadisin bir rivâyetindeki «Sizin namazınız da, onların namazının yanında bir şey değildir...» cümlesinde namaz zikredilmiş fakat Kur'ân-ı Kerîm kastolun muştur. Kelime küllü zikir cüz'ü murâd kabilinden mecâz-ı mürseldir. Zîrâ kıraat namazın bir cüz'üdür.

Müs1im'in bir çok nüshalarında -Bana Zeydü'bnu Vehb ordunun konakladığı yerleri birer birer anlattı...» cümlesinde «ko­nak» mânâsına gelen «Menzil» kelimesi bir defa zikredilmiştir. Nâdir nüshalarda bu kelime tekrarlanmıştır ki, doğrusu da budur. Yâni Zeyd, ordunun konakladığı yerleri bana birer birer gös­terdi. Böylece taa harbin vukûbulduğu köprüye kadar vardık, de­mektir.

Hz. Alî: «Kendisiyle bâtıl murâd edilen hakk söz.» ifadesiy­le: *Bu kelimenin aslı doğrudur. Allah Teâlâ: hüküm ancak Allah'a mahsûstur, buyurmuştur. Lâkin bunlar onunla bâtılı kastetmiş.» de­mek istemiştir.

Gerçekten Hâriciler bu sözle Hz. A1i'ye karşı gelmek istemişlerdi.

Nevevi'nin beyânına göre Ubeydetü's-Selmâni (Radiyallahü anfej'ın, Hz. A1i'den üç defa yemin iste­mesi: Orada bulunanlara işittirmek ve bu sözün sahîh bir hadîs oldu­ğunu te'kid etmek, bu suretle ResûlÛUah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem')* in mucizesini kendilerine göstermektir.

 

Bu Rivayetlerden Çıkarılan Hükümler:

 

1-Kaadı îyâz : «Bu hadîste harplerde tevriye ve tarizin caiz olduğuna delil vardır.» demiştir.

Aynî' nin beyânına göre hadîsin zahiri harplerde yalan söy­lemenin mubah olduğunu gösteriyorsa da açık açık yalan söyleme­yip ta'rizle iktifa etmek evlâdır.

2- Hadis-i   şerif  Haricîler ve Bağiler'le harb etmenin vücûbuna delildir. Bu hususta ulemâ müttefiktirler.

Kaadı îyâz diyor ki: «Hâriciler ve şâir bid'at fırkaları Müslümanların imanına karşı çıkarlar, cumhurun re'yine muhalefette bulunurlarsa evvelâ kendilerini tehdit ettikten sonra söz dinlemedikleri taktirde kendileriyle harbetmenin vâcib olduğunda bütün ulemâ müttefiktir... Lâkin yaralılarına dokunulmaz, bozulan ordulan tâkib olunmaz, esirleri öldürülmez, mallan da yağma edil­mez. Böyleleri tâatdan çıkmadıkça ve fiilen harbe girmedikçe kendi­lerine harb açılmaz. Va'z-u nâsîhatta bulunulur, bid'at ve bâtıl ha­reketlerinden vazgeçerek tevbe etmeleri tavsiye olunur. Fakat bü­tün bu izahat Bağîler'in bid'at sebebiyle dinden çıkmamış olmalarına göredir. Bid'atları sebebiyle dinden çıkarlarsa kendilerine mürted hükmü icra olunur.»

3- Hâriciler'i öldürenler sevap kazanırlar. Çünkü Hâriciler Müslümanları farz olan cihâddan alıkoyar, İslâm birliğini yıkmak için fitne ve fesâd peşinde koşarlar.

 

49- Haricilerin Bütün İnsanlara Hayvanların En Kötüsü Olduklarını Beyan Babı

 

158- (1067) Bize Şeybân b. Ferrûh rivayet etti. (Dedi ki): Bize Süleyman b. Muğira rivayet etti (Dedi ki):,Bize Humeyd b. Hilâl, Ab­dullah b. Sâmit'den, o da Ebû Zerr'den naklen rivayet etti. Ebü Zerr şöyle demiş: Resülüllah (Sallallakü Aleyhi ve Sellemh

«Şüphesizkİ benden sonra ümmetimden bir kavim —yahut benden son­ra ümmetimden bir kavim gelecek— Kur'ân'ı okuyacaklar fakat Kur'ân on­ların boğazlarından aşağı geçmiyecek. Dînden, ok'un avı delip keçtiğî gibi çıkacaklar, bir daha da ona dönmiyeceklerdir. İşte bütün insanlarla hayvan­ların en kötüsü bunlardır.» buyurdular.

îbni S amit demiş ki: «Müteakiben Hakem-i Gıfârfnin kardeşi Bâfi' b. Amr El - Gıfâri'ye tesaadüf ettim, kendisine: Ebû Zerr'den şöy­le şöyle dinlediğim hadîs nedir? diyerek, bu hadîsi ona naklettim:

— Onu Resülüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den ben de işittim: dedi.»

 

159- (1068) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe rivayet etti. (Dedi ki): Bize Aliyyu'bnü Müshir. Şeymâni'den, o da Yüseyr [63] b. Amr'dan naklen şöyle demiş: Sehl b. Huneyy'e sordum;

  «Peygamber SalîaHahii Alc\}ıi re ScUcm'i Hâricileri anarken hiç işittin mi?» dedim. Sehl şunları söyledi:

  «Evet işittim, eliyle şark tarafına doğru işaret ederek:

  Bir kavim dillen İle Kur'ân'ı okuyacaklar, amma {okudukları Kur'ân) köprücük  kemiklerini  geçmiyecak.  Dînden, ok'un  cm  delip  geçtiği  gibi çıkacaklar; buyurdu.»

 

(...) Bize bu hadisi Ebû Kâmil de rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ab~ dülvâhid rivayet etti. (Dedi ki): Bize Süleymân-ı Şeybânî bu is-nâdla rivayette bulundu ve:

— «Ondan bir takım kavimler çıkacak.» Dedi.

 

160- (...) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe ile İshâk hep birden Ye-zid'den rivayet ettiler. Ebû Bekir (Dedi ki):Bize Yezid b. Hârûn, Av-vâm b. Havşeb [64]'den rivayet etti. (Demiş ki): Bize Ebû İshâk Eş-Şeybânî, Useyr b. Amr [65]'dan, o da Sehl b. Huneyf'den, o da Peygam­ber (Sallailahü Aleyhi ve SellemYden naklen rivayet .etti;

— «Şark tarafından başları traşlr bir kavim hak yoldan sapacaklardır.» buyurmuşlar.

Sehl b. Huneyf hadisini Buhâri «İstitâbetü'l -Mürteddin» bahsinde; Nesâi «FedâiIü'l-Kur'ân-'da tahric et­mişlerdir.

Bu iki hadîs de yukarkiler gibi Hârici1er'in mahlûkaat içinde en kötü varlıklar olduğuna, bunların şarktan yâni Irak' dan zuhur edeceklerine, Kur'ân okuyup; onun ahkâmı ile amel etmiyeceklerine delildirler.

Müslim şârihi Übbi bu bahiste uzun uzadıya malûmat vermiş, Hz. Alî ile Muâviye (Radiyallahü cmh) arasında cereyan eden harpleri, bu harplerde iki tarafın verdiği zayiatı ve Hârici1er'le vukûbulan çarpışmaları, neticede Hârici­ler' in nahv-u münhezim edildiklerini anlatmıştır. Bundan bizim de bir parça bahsetmemiş yerinde olur:

Muaviye (Radiyallahi'ı anh) uzun bir müddetten beri Sûriye'de vali bulunuyordu, Hz. Osman [Rarfi-ıallahii anh) Emevi1er'dendi; Muâviye de Emevİ olduğu için Hz. Osmân’in kaatillerini bulup teslim etmesini Hz. Ali'den ısrarla istiyor ve ancak o zaman kendisine bey'at edeceğini söy­lüyordu. Hz. Alî'nin bizzat bu işte methâldâr olduğunu zanne­diyordu. Hâlbuki Alî (Radıyallahü avh)'m hu işte zerre kadar mü­dâhalesi yoktu. Muâviye (Radıyallahü mıh)-. Hz. Osman1 in kanlı gömleğini teşhir ediyor, hazinesi de parayla dolu oiduğu için muhtelif vâsıtalarla Hz. Ali aleyhine kendisine taraftar toplu­yordu. Hattâ Amru'bnü As {RadiyaUahü anh) gibi bir dâhiyi bile kendine celbetmişti. Hz. Ali dâvayı banş suretiyle hallet­mek için gayretler sarfetti. Muâviye' ye Cerîr b. Abdi1lâh vasıtasıyla mektup gönderdi, fakat Muâviye sul-he yanaşmadı. Günden güne bir çok kabilelerle Hz. Alî'nin azlettiği me'mûrlar Muâviye tarafına iltihâk ediyorlardı. Muâviye bunlara türlü türlü hediyeler vererek kendilerini tal­tif ediyordu. Bu suretle Amru1bnü Âs'dan mâada, , arap-ların dâhilerinden sayılan Muğira ile Ziyâd da onun tarafına geçtiler. Sulh teklifi netice vermeyince iki taraf harbe hazır­landılar. Nihayet meşhur Sıffin harbi vukûbuldu. Bu muha­rebe Hicretin 36. yılı Cemâie'1-Ahîr ayma tesaadüf eder. Harbin 110 gün devam ettiği söylenir. Her iki taraf pek çok zayiat vermiştir.

Dâvanın halli için Sefer ayında iki tarafın hakemleri bir muâha-de imzâlamışlarsa da, bu da bir netice vermemiştir. Hattâ muâhadeyi Hz. Ali taraftarlarının bir çoğu tasvîb etmemişlerdir. Muâhade Hz. Alî ile Hz. Muâviye' nin ikisini birden makaam-larından hal'i ve Müslümanlara yeni bir imam seçilmesini tezammun ediyordu. Nihayet A1i (Radiyallahü anh) ricâata mecbur oldu.

Sıffîn'den Kûfe'ye dönerken ordusundan 12.000 kişi ayrılarak Harûrâ denilen yerde ikaamet ettiler. Hz. Alî bunlara îbni Abbâs (Radiyallahü anh)'ı göndermişse de, söz dinletememişti. Bunun üzerine Hz. Alî bizzat yanlarına gide­rek onlarla münâkaşa etmiş, neticede onlar da Kûfe'ye gelmiş­lerdi. İşte Haricîler bunlardır. Bu adamlar Kûfe'de dedikoduya başladılar. Hakem'i kabul etmenin - küfür sayılacağını, Hz. Alî'nin de bunu kabul ettiğini söylüyorlardı. A1i (Radi­yallahü anh) bunu tekzîb ederek harpten vazgeçmek isteyenlerin sonra hakem tâyinini beğenmiyenlerin kendileri oldukları hâlde şimdi tek­rar harp için çalıştıklarım söyledi.    Hâriciler' den    biri:

— «Hüküm, ancak Allah'a mahsûstur.» diye bağırdı, başka biri bu bâbda bir âyet-i kerime okuyarak Hz. A1î'ye tarizde bulundu.

Demek ki Hâriciler Hz. Alî' nin hakemi kabul et­mesini şirk sayıyorlardı. Sayıları da gittikçe artıyordu.

Kendi fasit inançlarını kabul etmiyenleri fecî işkencelerle öldü­rüyorlardı. Hz. Ali kendilerine nasihat için adamlar gönderdiy­se de bir netice elde edilemedi. Yalnız 1.000 kişi tevbe ederek Hz. A1î'ye iltihâk ettiler. Nihayet Hz. Alî taraftarlarıyla Hârici1er arasmda bu hadislerde beyân edildiği vecihle şiddetli bir harp vukûbuldu. Neticede Hâriciler mağlûb ve münhe­zim oldular. Tafsilât târih ve siyer kitaplarındadır.

 

50- Resülüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) İle Beni Haşim ve Beni'l - Muttalib'den İbaret Olan Âl'ine Zekat Almanın Haram Kılınması  Babı

 

161- (1069) Bİze Ubeydullah b. Muâz El-Anberi rivayet etti. (Dedi ki): Bize Şu'be, Muhammed yâni tbni Zi yâd'dan naklen rivayet ettî. îbni Ziyâd, Ebû Hüreyre'yi şöyle derken işitmiş: Hasanü'bnü Aliy sadaka hurmalarından bir hurma tanesi alarak ağzına attı. Bunun üzerine Resûlüllah  (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

— «Kaka kaka! At onu! Bizim sadakadan bir şey yemezdiğimizi bilmi­yor musun?» buyurdular.

 

(...) Bize, Yahya b. Yahya ile Ebû Bekir b. Ebî Şeybe ve Züheyr b. Harb toptan Veki'den, o da Şu'be'den naklen bu isnâdla rivayet et­tiler. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)  (bu rivayette):

— «Bize Sadaka helâl olmadığını (bilmiyormusun?)» buyurmuşlar.

 

(...) Bize Muhammedü'bnü Beşşâr rivayet etti. (Dedi ki): Bize Muhammed b. Ca'fer rivayet etti. H.

Bize îbnü'l-Müsennâ da rivayet etti. (Dedi ki): Bize Îbni Ebî Adiyy rivayet etti. Bu râvilerin ikisi birden Şu'be*den bu isnâdla îbni Muâz'ın dediği gibi: «Bizim sadaka yemezdiğimizi bilmiyor musun?» şeklinde rivayette bulunmuşlardır.

Bu hadîsi Buhârî biraz lâfız farkıyla «Zekât» bahsinin bir-iki yerinde ve «Kitâbu'l-Cihâd»'da Nesâi «Siyer» bahsinde tahrîc etmişlerdir.

Bu bâbda Ebû Râfi\ Ebû Hüreyre, Ha­san b. Aliy, Îbni Abbfts, Abdullah b. Amr, Abdurrahmân b. Âlkâme, Muâvi-ye b. Hayyide, Abdülmuttalib b. Habia, Ebû Leylâ, Büreydetü'bnü Husayb, Selmân-ı Fârisi, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)in azatlısı Hürmüz veya Keysân, Ruşeyd b. Mâlik, Meymûn veya Mihrân ve Hüseyin b. Alî  (Radiyallahü anhüm) hazerâtından da rivayetler vardır.

Ayni, bu rivayetleri şöyle sırlamıştır:

1- Ebû Râfi' hadisini Ebû Dâvûd ile Nesai  tahric etmişlerdir. Bu hadiste şöyle denilmektedir:

«Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Benî Mahzûm'dan bir zâtı zekât toplamaya me'mûr etti, o zât da Ebû Râfi'e:

  Bana arkadaş ol! Çünkü sen zekât toplamanın usûlünü bilir-sin; dedi. Ebû Râfi'i

  Dur! Peygamber (Sallallahü Aleyhi re SellemTe gidip sorayım; dedi. Ve Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)e gelerek sordu. Re-sûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) kendisine:

  Bir kavmin azatlısı, kendilerinden sayılır. Bize sadaka helâl değildir; buyurmuşlar.

Ebû Râfi'in ismi ihtilaflıdır. «İbrahim» diyen­ler olduğu gibi, «Eşlem» yahut «Sabit- ve «Hür­müz» olduğunu söyleyenler de vardır. Oğlu Ubeydullah, Hz. Ali1 nin kâtibi idi. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'m sadaka me'mûru tâyin ettiği zâtın ismi: Erkanı b. Ebî'l-Erkam'dır.

2- Enes hadisini Buhârî    ile    Müslim    tahric etmişlerdir. Babımız hadisleri meyânında az sonra görülecektir.

3- Ebû Hüreyre hadisi sadedinde bulunduğumuz hadîs-i şerif ile ondan sonraki rivayetlerdir.

4- Hasan ü'bnü Ali (Radiyallahü anh) hadisini İmam Ahmed b. Hanbel, Ebû Ya'lâ ve Taberâni  tahric  etmişlerdir. Mezkûr hadîste   râvî Ebû'1 - Havrâ' şöyle demiştir:

«Hasan ü'bnu  Ali'nin yanındaydık, kendisine:

  Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den —yahut Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Se//etn)'den— neler belledin? diye sordular. Ha-sen şu cevâbı verdi:

  Onunla birlikte yürüyordum, sadakaya âit bir hurma harma­nının yanından geçiyorduk. Ben, bir hurma alarak ağzıma attım, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) hurmayı tükürüğü ile birlikte ağzımdan aldı. Bunu gören bir zât:

(Onu bıraksan ne olur?) dedi. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'-

(Biz Âl-i Muhammed'e sadaka he!cl ceğildir.) buyurdular.

Hadisin isnadı sahihtir.

5- îbni Abbâs (Radiyallahü anh) hadisini Ebû Ya11â ile Taber&nl rivayet etmişlerdir. Hadîsin ravîsi tkrime    şöyle demiştir:

Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seîîem) Erkam b. Ebİ'l-Erkam'ı zekât me'mûru tâyin etmişti. O da Ebû Rafi'i yanına almak istedi. Ebû Râfi', Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Selîem)'e gelerek sordu; Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

  «Yâ Ebâ Râfi'! Şüphesiz ki sadaka bana ve Âl-i Muhammed'e ha­ramdır. Bir kavmin azatlısı da kendilerinden sayılır.» buyurdular.

6- Abdullah b. Amr hadîsini İmam Ah-med b. Hanbel rivayet etmiştir. Bu hadîste şöyle denil­mektedir:

Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) geceleyin yatağının al­tında bir hurma bularak yedi, fakat o gece uyuyamadı. (Ertesi gün) zevcelerinden biri:

  «Yâ Resûlallah! Sen, bu gece neden uyuyamadın?» diye sordu. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

  «Bir hurma buldum da yedim. (Sonro hatırladım ki) bizde sadaka hurması vardı. Yediğim hurma bundan olmasın diye korktum!» buyurdular.

7- Abdurrahmân b,  Âlkame  hadisini Nesâi  tahric etmiştir. Hz. Abdurrahmân şöyle demiştir: Sakif hey'eti beraberlerinde hediye olduğu halde Re­sûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e geldiler. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)t

  «Bu getirdiğiniz hediye mi, sadaka mı?..» diye sordu. Mezkûr hadîste şu cümle de vardın

-Hey'et getirdikleri develerin hediye olduğunu söylediler. Bunun üzerine Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) onları kabul buyurdu. Hey'et ona, o hey'ete suâller sorarak onlarla bir hayli oturdu. Hattâ öğleyi bile ikindi ile birlikte kıldı.»

8- Muâviye hadîsini Tirmizî ile  Nesâî tahric etmişlerdir. Hadîsin râvisi şunlan söylemiştir:

«Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemfe bir şey getirilirse:

  Bu sadaka mı, yoksa hediye mi? dîye sorardı. Sadaka der­lerse yemez, hediye derlerse yerdi.»

9- Abdülmuttalib hadîsini Müslim, Ebû Dâvûd ve Nesâİ tahrîc etmişlerdir. Hadis uzundur, bun­dan sonraki bâbda görülecektir.

10- Ebû Leylâ hadisini Taberânî rivayet etmiştir. Ebû  Leylâ  (Radiyallahü anh) şöyle demektedir:

Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)    Beytü'1-Mâ girdi, yanında  Hasen (Raâiyallahü ânh) da vardı. Ha bir hurma alarak ağzına attı. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) hemen parmağını ağzına sokarak hurmayı çıkardı. Sonra:

  Biz ehl-i beytiz. Bize sadaka helâl değildir.» buyurdular.

11- Büreyde hadisini İmam Ahmed b. Hanbel ile Tirmizi rivayet etmişlerdir. Mezkûr hadis-de şöyle buyurulmaktadır:

«Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Medine'ye geldiği vakit Selmân-ı Fârisî ona, üzerinde yaş hurma bulunan bir sofra getirdi ve Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve SeHemJ'in önüne koydu. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ye Sellem)*

  Bu ne yâ Selmân? diye sordu. Selmân (Raâiyallahü anh)--

  Sana ve  ashabına  sadaka yâ  Resûlallah;   dedi.  Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)ı

  Öyle ise onu kaldır. Çünkü biz sadaka yemeyiz; buyurdular.

12-  Selmân (Radiyallahü anh) hadisini îmam Ah­med ile Hâkim «El - Müstedrek» nâm eserinde Ebû Zerr-i   Kindi'den rivayet etmişlerdir. Bu hadiste Resûlül­lah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemj'in:

«Getirdiğin sadaka mı yoksa hediye mi?» diye sorduğu; Selmân (Raâiyallahü anh)''

«Hediyedir.» cevâbını verince ondan yediği bildirilmektedir.

îmam Ahmed'in   rivayetinde hadîsin lâfzı:

«Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve -.Sellem) hediyeyi kabul eden sadakayı kabul etmezdi.» şeklindedir.

13- Hürmüz yahut Keysân hadisini Tahâvî rivayet etmiştir. Hadisin râvîsi   Atâl b. Sâib (Raâiyallahü anh) şunları söylemiştir:

Yanıma Alî (Radiyallahü ankj'm kızı Ümmü Gülsüm girdi de de­di ki:

  Hürmüz yahut Keysân nâmmdaki bir azatlı kölemiz bana haber verdi. (Dedi ki): Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)in ya­nından geçiyordum, beni çağırdı. Yanına geldiğimde:

«Yâ Fülân! Biz ehl-i beyt sadaka yemekten nehiy olunduk. Bir kavmin azatlısı da kendilerinden sayılır. Binâenaleyh sadaka yeme.» buyurdular.

Ayni hadîsi îmam Ahmed *Müsned»'inde tahrîc etmiş, kölenin isminin Mihrân olduğunu söylemiş; Beğavi ay­nî hadisde Hürmüz,   îbni  Ebi  Şeybe, Keysân, Abdurrazzâk ise Meymûn veya Mihrân şeklinde zaptetmişlerdir.

14- Ruşeyd b. Mâlik   hadîsini yine Tahâvl tahric etmiştir. Bu hadiste Hz. Ruşeyd   şöyle demektedir: Pey­gamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in yanında idik, kendisine bir ta­bak üzerinde hurma getirdiler. Resûlüllah {Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bunun sadaka mı yoksa hediye mi olduğunu sordu. Getiren zât sa­dakadır deyince hurmayı cemâatin önüne koydu. Torunu  Hasan da önünde yuvarlanıyordu. Çocuk bir hurma alarak ağzına attı ise de Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) derhâl parmağını onun ağzına soktu ve çocuğa zahmet vermeden yavaşçacık hurmayı çıkararak attı. Sonra:

  Biz Âl-i Muhammed sadaka Yemeyiz.» buyurdular.

15- Meymûn  yahut  Mihrân  hadîsini  Abdur­razzâk    rivayet etmiştir. Az yukarıda buna işaret etmiştik.

16- Hüseyin b. Ali  (Radiyallahü  anh) hadisini îmam Ahmed b. Hanbel «Müsned»'inde rivayet et­miştir. Mezkûr hadîsin râvisi  Rabia  şunları söylemiştir:

Hüseyin b. A1îye :

  «Resûlüllah {Sallallahü Aleyhi ve SeJİemj'den neler hatırlıyor­sun?» diye sordum; şunları söyledi:

  Rafa çıkarak bir hurma aldım ve ağzıma attım. (Bunu gören) Peygamber (Sallalhhü Aleyhi ve Seîlemh

  At onu! Çünkü bize sadaka yemek helâl değildir; buyurdular.»

Aynî diyor ki: «Üstadımız Zeynüddîn şunu söyledi: Zahire bakılırsa hurma hikâyesi Hz. Hasan1la Hüseyin1 in ayrı ayrı şâhid oldukları iki vak'adır. Hasen hurma serilen bir yerden geçerken; Hüseyin ise bir rafta bulunan hurmadan birer tane alarak yemek istemişlerdir.»

«Kâh kâh» yahut «kın kıh» kelimeleri çocukları pis şeyleri yemek­ten menetmek için söylenirler. «Bırak» yahut «at» mânâsına gelirler.

Dâvûd! aslen bu sözün fârisi olduğunu, sonradan arapça-laştınldığmı söylemiştir.

«Bizim sadakadan bir şey yemediğimizi bilmiyor musun?» cümle­si: muhâtab bilmese bile haram olduğu herkezçe malûm olan şeyleri ifâde için kullanılır. Bu söz: «Acâip, bunun haram olduğu ap açık meydanda iken sen nasıl bilmiyorsun?» takdirindedir.

Al-i Muhammed (Sallalhhü Aleyhi ve Sellem)'den murâd: İmam A'zam ile îmam Mâlik'e göre yalnız Beni Haşim dir.

îmam Şafiîye göre Beni Hâşim ile Benî Mutta1ib’dir'

Mâlîkîler'den  bâzılarının mezhebi de budur.

Kaadıîyâz'ın beyânına göre ulemâdan bâzıları: «Al-i Muhammed'den murâd: Bütün Kureyş kabilesidir.» demişlerdir.

MâiikI1er'den Esbağ : «Bunlar Beni Kusayy'dır.» diyor.

Benî Haşim : A1-i Alî, A1-i Abbâs, Âl-i Ca'fer, Al-i Akîl, Âl-i Haris b. Abdil-muttalib kollarına ayrılu*lar. Hâşim : Abd-i Menâf   b.   Kusayy' dır.

Bu hususta bir çok sözler söylenmiştir.

 

Bu Hadisten Çıkarılan Hükümler:

 

1- Al-i Muhammed (Salîallahü Aleyhi ve ScHcw)'e sadaka almak helâl değildir. «El - Muğnî» nâm eserde bu bâbda farz ve nafile sada­kanın müsavi olduğu kaydedilmiştir. Hattâ bâzıları Âl-i Resûİüllnh'a, sadaka almanın haram olduğuna icmâ' bulunduğunu söylemişlerdir. Maamâfih Resulü İlah (Saîhîlahü Aleyhi ve Sellem)'e, sadaka almanın haram kılınp kılınmadığmda ulemânın ihtilaflı bulunduğunu ileri sü­renler de vardır. Bu hususta îmam Şafii1 den iki kavil nak­ledilmiştir. Hz. Şafiî: «Resûlüllah (Salîallahü Aleyhi ve Sellem) o hurmayı tenezzühen terketmiştir.» demektedir.

îmam Ahmed b. Hanbel' den bir rivayete göre nafile sadaka Peygamber {Salîallahü Aleyhi ve $ellem)'s helâldir.

Bâzıları farz, nafile bütün sadakaların Peygamber (Salîallahü Aley­hi ve Sellem)'e haram olduğunu söylerler.

Büyük imamlar, sadakanın bizzat Resûlüllah (Salîallahü Aleyhi ve SeHemj'e değil, akrabasına haram olduğunu; bir takımları da akrabana, farz ve nafile bütün sadakaların helâl olduğunu söylemişlerdir. £j son kavil   îmam   A'zam'dan   dahi rivayet olunmuştur.

îstahrî'ye göre ÂH Resûlüllah'a ganimetin beşte biri ve-rilmenuşse zekât almaları caizdir.

Hânefiiler' den İmam Ebû Yûsuf dan ri­vayet olunan kavle göre Benî Hftşim'in birbirlerine zekât vermeleri helâl, başkalarından zekât almaları haramdır.

«Yen&bf» nâm eserde: «îmam A'zam'a göre Haşimi’nin Haşimî1 ye zekât vermesi caizdir. İmam Ebû   Yûsuf  bunu tecviz etmemiştir.» denilmektedir.

«Cevâmiu1!- Fıkıh- 'da ise: «îmam Ebû Yûsuf a göre Hâşimi'ye zekât vermek mekruh; İmam Muhammed'e göre mekruh değildir.» deniliyor.

Ebû îsme'nin rivayetine göre îmam A'zam ken­di zamanında Hâşimi'ye sadaka vermeyi tecviz etmiştir. An­cak Tahâvî : -Bu rivayet îmam A'zam'dan meşhur değildir.» demiştir.

«Kudûri» şerhinde: «Zekât, öşür, nezir ve keffâret gibi yâcib olan sadakalar Hâşimi'lere verilemez. Ama nafile kabi­linden olan sadakaları vermekte bir beis yoktur.» denilmiştir.

Mâ1iki1er'den bâzıları Hâşimiler'e nafile sadaka verilmesini caiz görmüşlerdir.

İmam Ahmed b. Hanbel' den bu oâbda iki ri­vayet vardır. Şâfii1er’den dahî iki vecih rivayet olunur.

Nezir hususunda Şâfiiye ulemâsının ihtilâf ettiklerini Îmâmü'l-Haremeyn -En-Nihâye» adlı eserinde be­yân etmiştir.

Et-Tevdıh» nâm eserde: -«Sadakanın Al-i Resûlüllah {Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'e haram kılındığına bu hadisde açık delâlet vardu.

İmam A1 zam ile İmam Şafii' nin kavilleri de budur.» deniliyor.

Bu bâbda   Mâlikîler' den dört kavil rivayet olunur:

Birinci kavle göre:  Hâşimi'lere sadaka vermek caiz:

İkinci kavle göre: Caiz değildir.

Üçüncü kavle göre: Onlara nafile sadaka verilebilir; farz olan ze­kât verilemez.

Dördüncü Kavle göre: Bil'akis zekât verilebilir, fakat nafile sadaka alamazlar. Evlâ olan kavil: Onlara sadaka vermemektir.

Taberî, İmam Ebû Yûsuf un kavline şöyle mukaabele etmiştir: «îmam Ebû Yûsuf bu bâbda, ne kıyâsa isabet etmiş ne de hadise tâbi olmuştur. Çünkü her nev'i sa­daka ve zekât insanların kiri ve günah suyu mesabesindedir. Alanın Haşimi veya Mutta1ibi olmasına bakılmaz. Kim olur­sa olsun hüküm budur. Allah ve Resulü bu hususta bir fark beyân etmemişlerdir. Arkadaşının kavli ondan da şiddetlidir. Çünkü o zâhir-i Kur1ân'a göre hüküm vermiş, sadakayı Beni Hâşim'e haram kılan haberleri inkâr etmiştir. Binâenaleyh bunlar ne Kut'an'la   hükmetmiş ne de hadîse kaail olmuşlardır.»

Taberi'nin bu sözüne Ayni haklı olarak îtirâz etmiş ve şunları söylemiştir: «Bu söz hiç düşünmeden teassup neticesi söy­lenmiş bâtıl bir sözdür. îmam Ebû Yûsuf nüzul sebep­lerini, hadîslerin te'vil yerlerini en iyi bilen bir zâttır. İşte Tahâvi ... Bu zât hadîs imamlarının en büyüklerinden ve Ebû Hanîfe ile arkadaşlarının mezheplerini en iyi bilenlerden biri olduğu hâlde İmam Ebû Yûsuf 'un (Nafile sadaka Beni Hâşim'e haramdır.) sözünü rivayet etmiştir. Nafile sadaka haram olunca bittabiî farz sadaka daha şiddetle haramdır. Sonra Taberi'nin İmam Ebû Yûsuf un arkada­şına —ki maksat İmam Ebû Hanîfe' dir— hücumda bulunması en şiddetli bir şenaat ve en çirkin bir sözdür. Onun sada­kayı haram kılan hadîsleri inkâr ettiğini söylüyor acaba Ebû Hanîfe bu sözleri nerede söylemiştir? Ondan nakledilen söz sâdece şudur: (Kıyâsa ancak Sâri' Hazretleri tarafından vârid ol­muş bir nass bulunmadığı zaman gidilir.)

Bu gibi mutaasıplann âdeti sakîm veya şâz bir rivayeti üç imam­dan birine nisbet etmek, sonra hiç birine nisbeti yakışmayan sözler­le ona hücumda bulunmaktır.»

2- Sadakalar Müslümanların hükümdarına teslim edilir.

3- Mescidler Müslüman cemâatin namazdan mâada bir mas­lahatı için kullanılabilirler. Çünkü Resûlüllah  (Sallalîahü Aleyhi ve Seîlem) sadakaları mescidde toplamış, orada taksim etmişti Uzaklar­dan gelen hey'etleri orada kabul eder, ashabı arasında orada hüküm verirdi. Ancak dik>ş dikmek v.s. gibi husûsi işleri mescidde yapmak mekruhtur.

4- Büyüklerin kaçınması lâzım gelen haram şeylerden, küçük­leri de sakındırmak gerekir.

5- Çocukları bir şeyden menettikten sonra sebebini de onlara anlatmak gerekir. Taa ki âkil baliğ olmazdan önce o mes'eleyi öğren­miş olsunlar.

6- Küçüklerin velîleri İcâbında onları muâhaze eder ve şer'an haram olan bir fiili işlemelerine mâni olurlar.

Resûlüllah (Sallalîahü Aleyhi ve SellemYin sadaka malından alı­nan bir hurma tanesini Hz. Hasan'm ağzından çıkarması bunun en açık delilidir. Binâenaleyh küçük çocuğunun veya velîsi Dulunduğu matuhun içki içtiğini, domuz eti yediğini yahut başkasının malını aldı£**M gören bir babanın derhâl müdâhale ederek on­ların bu işine olması vâcibdir.

 

162- (1070) Bana Hârûn b. Saîd ElEylî rivayet etti. (Dedi ki): Bize İbni Vehb rivayet etti. (Dedi ki): Bana Amr haber verdi; Ona da Ebû Hüreyre'nin azatlısı Ebû Yûnus, Ebû Hüreyre'den o da Re-sûlüllah (Salhllahü Aleyhi ve ScHcm/den naklen rivayet etmşi ki: şöyle buyurmuşlar:

— «Bazen ben ailem nezdine döner de döşeğimin üzerine düşmüş bir hurma bulurum, sonra onu yemek için yerden alırım, arkasından da sa­daka olduğundan korkarak onu elimden atarım.»

 

163- (...) Bize Muhammed b. Raff rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdürrezzâk b. Hemmâm rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ma'mer, Hem-mâm b. Münebbih'den naklen rivayet etti. Hemmâm: Bize Ebû Hü­reyre'nin Resûlüllah Muhammed (Salhllahü Aleyhi ve SeZîemJ'den ri­vayet ettikleri şunlardır... diyerek bir takım hadîsler zikretmiş ez­cümle: Resûlüllah (Salhllahü Aleyhi ve Sellemh

«Vallahi ben bazen ailem nezdine döner de döşeğimin üzerine —ya­hut evimin İçine— düşmüş bir hurma bulur, yemek için onu yerden alırım. (Amma) sonradan onun sadaka —yahut sadakadan— olmasından korka­rak elimden atarım.» buyurdular; demiştir.

Bu hadîsi Buhâri «Kitâbü'l - Lukata» ve «Kitâbü'l-Büyü»' da; Nesâi «Kitâbü'l - Lükata-'da muhtelif râvîlerden iahrlc et­mişlerdir.

El-Muhelleb diyor ki: «Peygamber (Salhlhhü Aleyhi ve buldufeu hurmayı yemekten çekinmesi tenezzüh içindir. Çünkü, olabilir o hurma sadaka malından düşmüştür.

Caiz olan şeyler hakkında başkasının ona uyması vâcib değildir. Memnûiyetine delil bulunmadıkça eşyada asıl olan ibâhadır. Binâe­naleyh şüphelerden sakınmak ancak haram mı, helâl mi olduğu bi­linmesi müşkil olan ve iki mânâya da ihtimâlli bulunan yerlerdedir. Böyle bir şey'i alan kimseye haram yedi diye hüküm vermek caiz değildir zira helâl olması ihtimâli vardır. Şu kadar var ki biz verâ' ve takva kabilinden hurma mes'elesinde Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimize uymayı müstehab addederiz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Vâbisa'ya :

(Hahirlı iş nefsinin yatıştığı; günah ise kalbi gıcıklayan şeydir.) buyur­muştur.»

Ebû Ömer İbni Abdilberr'e göre bir in­san kalben şüphe ettiği bir şey'i terketmedikçe takvanın hakikatine vâsıl olamaz.

 

Bu Hadisten Çıkarılan Hükümler:

 

1- Ulemâdan bâzılarına göre hadis-i şerif sadakanın —az ol­sun çok olsun— Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimize haram kılındığına delildir.

2- Müslümanların ancak kıymeti hâiz olan malları haramdır. Bir hurma tanesi yahut bir yudum ekmek veya bir üzüm tanesi gibi âdeten verilmesinde cimrilik gösterilmeyen şeyleri yerden alarak ye­mek ve kimin olduğunu soruşturup ilân etmeden başkasına yedirmek bütün ulemânın ittifakı ile caizdir. Zira Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz hurma tanesi için:

«Sadakadan olduğundan korkmasam onu yertiim.» buyurmuştur. Bu gibi şeylerin hükmü lokata yâni bulunan malların hükmüne girmez.

3- Hattabi diyor ki: «Hadis-i şerif böyle kıymetsiz şey­lerin tesadduku vâcib olmadığına delildir. Çünkü bulanın mutlaka tesadduku gerekseydi Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendi­miz: (Onu yerdim.) buyurmazdı.»

 

164- (1071) Bize Yahya b. Yahya rivayet etti.  (Dedi ki): Bize VekT Süfyân'dan, o da Mansûr'dan, o da Talhatü'bnü Musarrif'den o da Enes b. Mâlik'den naklen haber verdi ki, Peygamber (SallaJlahü Aleyhi ve Sellem) bir hurma tanesi bulmuş da:

«Bu hurma sadakadan olmasa onu yerdim.» buyurmuşlar.

 

165- (...) Bize Ebû Küreyb rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebû Üsâ-me, Zâide'den, o da Mansûr'dan, o da Tâlhatü'bnü Musarrif'den nak­len rivayet etti. (Şöyle demiş): Bize Enes b. Mâlik rivayet etti ki Re-sûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve SeJlem) yolda bir hurma tanesine rast­lamış da:

«Bu hurma sadakadan olmasaydı onu yerdrm.» buyurmuşlar.

 

166- (...) Bize Muhammedü'bnu'l-Müsennâ ile İbnî Beşşâr ri­vayet ettiler. (Dediler ki): Bize Muâz b. Hişâm rivayet etti. (Dedi ki): Bana babam, Katâde'den, o da Enes'den naklen rivayet etti ki, Pey­gamber {Sallallahü Aleyhi ve Sellem} bir hurma tanesi bulmuş da:

«Bu hurma sadakadan olmasaydı onu yerdim.» buyurmuşlar.

Bu rivayetler dahi aynen yukarkilerinin ifâde ettikleri mânâ ve hükmü ifâde etmektedirler.

 

51- Al-i Resülüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)i Sadaka Me'müru Olarak Çalıştırmama Babı

 

167- (1072) Bana Abdullah b. Muhammed b. Esma' Ed - Dubai rivayet etti. (Dedi ki): Bize Cüveyriye, Mâlik'den, o da Zühri'den nak­len rivayet etti; Zührî'ye de Abdullah b. Abdullah b. Nevfel b. Haris b. Abdilmuttalib rivayet etmiş, ona da Abdülmuttalib b. Rabîate'bni Haris rivayet eylemiş; demiş ki: Rabîatü'bnu Haris ile Abbâs b. Ab­dilmuttalib bir yere gelerek:

  «Vallahi şu iki oğlanı —bunu ben ile Fadl b. Abbâs için söy­lediler.— Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Se/lem)'e göndersek de, onun­la konuşsalar. Kendilerini bu sadakalar üzerine me'mûr tâyin etse onlar da başka me'mûrların gördükleri vazifeyi eda etse ve onların aldığı maaştan bunlar da alsa (çok iyi olur.)» dediler.

Onlar, bu sözleri konuşurken Alîyyu'bnü Ebî Tâlib geldi ve yan­larında durdu. Mes'eleyi ona da söylediler, Alîyyu'bnü Ebî Tâlib:

  -Vazgeçin! Vallahi Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bunu yapmaz.» dedi. Rabîatü'bnü Haris hemen itiraz ederek:

  -Vallahi sen, bunu ancak bize hasedinden dolayı yapıyorsun.

Vallahi Resûiüllah (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem)'in dâmâdhğına nail oldun da biz yine sana hased etmedik.» dedi. Alî:

  «(Pek Ala) onlan gönderin!» dedi.

Gönderilen gençler gittiler, Alî de biraz uzandı. Resûlüllah (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem) öğleyi kılınca ondan önce odasına gide­rek orada bekledik; Resûlüllah (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem) geldi ve bizim kulaklarımızı çektikten sonra:

  «Gönlünüzde olanları çıkarın bakalım;» buyurdu. Sonra içeri gir­di, biz de yanma girdik. O gün kendisi Zeyneb binti Cahş'ın yanında bulunuyordu. Biz sözü birbirimize havale ettik sonra birimiz konuştu; dedi ki:

  «Ya Resûlallah! Sen insanların en iyisi ve en yardım severi­sin. Biz artık buluğ çağına ermiş bulunuyoruz. Şu sadaka işlerinin, bâzısına bizi me'mûr tâyin etmen için geldik. (Edersen) biz de sair me'm urlar gibi vazifemizi ifâ eder, onlar gibi maaş alırız.»

Resûlüllah (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem) uzun bir sükûta daldı hat­tâ kendisiyle konuşmak istedik. Zeyneb bize perdenin arkasından:

  «Ona söz etmeyin.» diye işaret etmeye başladı. Sonra Resûlül­lah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdular:

  «Şüphesiz ki sadaka Âl-i Muhammed'e lâyık değildir. O, ancak in­sanların kirleridir. Siz, bana Mahmîye ile Nevfel b. Haris b. Abdilmuttalib'i çağırın!»

Mahmîye ganimetlerin beşte biri üzerine me'mûrdu. Bunlar (çağrılıp) geldiler. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Mahmî-ye'ye:

  «Bu gence kızını ver!» diyerek Fadl b. Abbâs'ı gösterdi. Mahmî­ye de kızını ona nikahladı. Nevfel b, Hâris'e dahî:

  «Şu gence kızını ver.» buyurarak bana işaret etti; o da kızını bana nikahladı. Mahmîye'ye:

  «Her iki kıza ganimetlerin beşte birinden şu kadar ve şu kadar me­ri ir ver.» buyurdular.

Zührî: «Abdullah, bana mehîrin miktarını söylemedi.» demiştir.

 

168- (...) Bize Hârün b. Ma'rûf rivayet etti. (Dedi ki): Bize İbni Vehb rivayet etti. (Dedi ki): Bana Yûnus b. Yezîd, tbni Şihâb'dan, o da Abdullah b. Haris b. NevfeM Hâşimi'den naklen haber verdi, ona da Abdülmuttalib b. Rabîate'bni Haris b. Abdilmuttalib haber vermiş ki, babası RabîatübnuHaris b. Abdilmuttalib ile Abbâs b. Abdilmuttalib, Abdülmuttalib b. Rabîa ile Fadl b. Abbâs'a-

  «Resûlüllah  (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)^ gidin...» demişler. Râvî hadîsi Mâlik'in hadisi gibi rivayet etmiş, (yalnız) bu hadîsde: -Alî cübbesini yaydı, sonra üzerine yaslandı da şunu söyledi:

  Ben   Arslan  Ebü  Hasen'im!  Vallahi  oğullarınız Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve SellemYe gönderdiğiniz mes'elenin cevâbını ge­tirmedikçe yerimden ayrılmam, dedi.» ifâdesini söyledi.

Yine bu hadîste şunları söyledi:

-Sonra  Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)

  Şüphesiz kî bu sadakalar ancak insanların kirleridir. Bunlar ne Muhammed'e helâl olur, ne de Âl-i Muhammed'e; buyurdular.»

Şunu da söyledi:

  -Sonra Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)

  Bana Mahmîyetü'bnü Cez't çağırın!» buyurdular. Mahmîye, Be­ni Esed kabilesinden bir zât idi. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) onu ganimetlerin beşte biri üzerine me'mûr tâyin etmişti.» cümlesi bir çok esâs nüshalarda bu şekilde rivayet olunmuştur.

Heravİ, Mâzirî ve diğer bir çok hadîs imamları da onu bu şekilde zaptetmişlerdir. Mânâsı: »Kalplerinizde topladığınızı meydana çıkarın.» demektir.

Bâzı nüshalarda bu cümle şeklinde zaptolunmuştur. Buna göre mânâ: «İçinizde gizlediğiniz sırları meydana çıkarın» de­mek olur.

Kaadi İyâz mezkûr cümlenin iki rivayeti daha bulun­duğunu söylemiştir. Bunlardan biri diğeri

rivayetine göre mânâ: «Bana arzetmek istediğiniz şey'i meydana çı­karın.»;

rivayetine göre  «Bana ifâde etmek istediğiniz sözü meydana çıkarın.» demek olur.

Kaadı İyâz, bu rivayetlerin içinde ekseri üstatlarından ikincisi tercih edildiğini, ilk rivayetin ihtimâlden uzak görüldüğünü söylemişse de, Nevevî (631 -676) bu söze karşı: «Memleketi­mizdeki nüshaların ekserisinde rivayet böyledir, sahih olan da budur. (El-Metali')  sahibi dahi bu rivayeti tercih etmiş ve:  (En doğrusu rivayetidir» demiştir, şeklînde mütâlâa beyân etmiştir.

Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve ScllcvıYin: «ÂH Muhammed'e lâyık değildir.» ifâdesi üzerine Nevevi şunları söylemiştir: «Bu cümle gerek çalışmak gerekse fakr-u zaruret vs. gibi sebepler­den biriyle olsun Al-i Resûlüllah(Sallallahii Aleyhi ve Sellemfe sadaka almanın haram olduğuna delildir. Ulemâmızca sahih olan vecih bu­dur. Ulemâmızdan bâzıları Benî Hâşim iîe Beni Mutta1ib'in sadaka me'mûrluğu yaparak ücret almasını tec­viz etmiş ve bunun bir icâre olduğunu söylemişse de, bu söz zayıf yahut bâtıldır. Hadis-i şerif onu sarahaten reddetmektedir.»

Bu bâbdaki,tafsilâtı az yukarıda görmüştük.

«Sadaka ancak insanların kirleridir.* cümlesi Benî Hâ­şim ile Benî Muttalib'e sadaka almanın niçin ha­ram kılındığının illetini beyân etmektedir. Yânı sadaka almak ken­dilerini kirlerden tenzih ve ikram için haram kılınmıştır. Sadakanın «kir» diye tavsif buyurulması Müslümanların mallarını ve nefisleri­ni temizlediği içindir. Nitekim Teâlâ Hazretleri dahî:

«Onların mallarından kendilerini temiz pâk etmek için sadaka al.» buyurmuştur. Binâenaleyh sadaka kir ve paslan yıkayıp gideren ça­maşır suyu gibidir.

«Her iki kıza ganimetlerin beşte birinden şu kadar ve şu kadar mehır var.» cümlesi ile ganimetlerin beşte birinden akrabaya ayrılan pay kastedilmiş olabilir. Çünkü Mahmîye ile Ne v fer (Raâiyallahü anh) akrabadan idiler. Resûlüllah {Sallallahü Aleyhi ve SellcmYin payı murâd edilmiş olması da muhtemeldir.

Karm : Ulu ve efendi; mânâsına gelir. Esâs itibariyle  -devenin aygırı» demektir. Lisânımızda bu mânâ «arslan» kelimesiyle ifâde olunduğu için biz de tercümede bu kelimeyi kullandık. Kelimenin en doğru şekli bu olmakla beraber bâzı rivayetlerde «kavm» şeklinde zaptolunmuştur.

Havr: Cevap, demektir. Nitekim Herevi (355-434) de «Tefsir»'inde onun bu mânâya geldiğini söylemiş, maamâfih haybet mânâsına gelebileceğine de işaret etmiştir. Zira «havr»'in aslı :Nok­sanla dönmekdir.

Kaadı îyâz bu mânânın hadîse daha muvafık olduğu­nu söylemiştir.

 

52- Hediyeyi Veren, Ona Sadaka Yoluyla Malik Olsa Bile Peygambar (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in ve Beni Haşim İle Beni Muttalib'in Hediye Almalarının Mubah; Sadaka Verilen Kimsenin Alması ile Sadaka Vasfı Kalmayıp, Kendilerine Sadaka Almak Haram Kılınan Herkese Helal Olduğunu Beyan Babı

 

169- (1073) Bize Kuteybetü'bnu Saîd rivayet etti. (Dedi ki): Bize Leys rivayet etti. H.

Bize Muhammed b. Rumh da rivayet etti. (Dedi ki): Bize Leys, îbni Şihâb'dan naklen haber verdi ki, Ubeyd b. Sebbâk [66] şöyle de-mış: Bana Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Se/Zetw)'in zevcesi Güveyri-ye haber verdi ki, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) onun ya­nına girerek:

  «Yiyecek bir şey var mı?» diye sormuş; Cüveyriye:

  «Hayır vallahi yâ ResûlaÜah! Yanımızda azatlı cariyemin sa­dakadan verdiği bir koyun kemiğinden başka hiç bir yiyecek yok.» demiş. Bunun üzerine Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Selletn)-— «Getir! O, yerini buldu.» buyurmuşlar.

 

(...) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe ile Amru'n - Nâkıd ve tshâk b. îbrâhîm toptan ibni Uyeyne'den, o da Zührî'den naklen bu isnâdla bu hadîsin mislini rivayet ettiler.

Resûlüllah {Sallallahü Aleyhi ve Sellemh «O, yerini buldu.» buyur­makla «Ondan sadaka hükmü gitti ve bizel helâl oldu.» demek iste­miştir. Hadis-i şerîf:

«Kurban etini veya sair sadakalardan birini kabul eden fakır, onu satabilir, hattâ sadakayı veren kimsenin bile alması cârzdir.» diyenlerin delilidir.

Mâ1iki1er'den bâzıları: «Kurban etini alan kimsenin, onu satması caiz değildir.» demişlerdir.

Hadîs-i şerif, bir illetten dolayı haram kılman bir şey'in, o illet ortadan kalkınca tekrar helâl olacağına delildir. Bu kaaide mecellede: «Mâni zail oldukta, memnu avdet eder.» şeklinde hulâsa edilmiştir.

Buna usûl-i fıkıh ilminde «in'ikas-i İllet» denilir. Yâni illetin şar­tı, aksine dönmektir. İllet kalkınca hüküm de kalkar. Zîrâ böyle ol­masa illet illet olamaz.

İn'ikâs: Nefî ve illet taraflarında telâzüm hâsıl olmaktır. Delil böyle değildir. Onda, inikas şart kılınmaz. Çünkü delilin bulunmama­sı medlulün de bulunmamasını istilzam etmez.

Yine bu hadis âzath köle ve cariyelere sadakanın helâl olduğu­na delildir. Çünkü Hz. Cüveyriye, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve $ellem)'in âzath cariyelerinden idi.

 

170- (1074) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe ile Ebû Küreyb riva­yet ettiler. (Dediler ki): Bize Veki' rivayet etti. H.

Bize Muhammedü'bnu'l - Müsennâ ile İbni Beşşâr da rivayet ettiler. (Dediler ki): Bize Muhammed b. Ca'fer rivayet etti. Vekî' ile Mu-hammed ikisi birden Şu'be'den, o da Katâde'den, o da Enes'den nak­len rivayet etmişlerdir. H.

Bize Ubeydullah b. Muâz dahî rivayet etti. Lâfız onundur. (Dedi ki): Bize babam rivayet etti. (Dedi ki): Bize Şu'be, Katâde'den rivayet etti; o da Enes b. Mâlik'i şöyle derken işitmiş: Berîre kendisine sadaka olarak verilen bir eti Peygamber (SaUalhhü Aleyhi ve ScUcm)'* hediye etti. Resûlüllah (Sallallnhii Aleyhi ve Scllenı)-.

— «Bu et Berîre'ye sadaka, bize de hediyedir.» buyurdular.

 

171- (1075) Bize Ubeydullah b. Muâz rivayet etti. (Dedi ki)-Bize babanı rivayet etti. (Dedi kil. Bize Şu"be rivayet etti. H.

Bize Muhammedü'bnu'I - Müsennâ ile İbnî Beşşâr rivayet ettiler. Lâfız İbnü'l-Müsennâ'nındır. (Dediler ki): Bibe Muhammed b. Ca'­fer rivayet etti. (Dedi ki i. Bize Şu'be, Hakem'den, o da İbrahim'den, o da Esved'den. o da Aişe'den naklen rivayet etti. (Şöyle demiş); Peygamber SitllıiLhu .\;c,hi u- SıUem'e sığır eti getirdiler ve: Bu et Berire'ye tesadduk olundu; dediler; Resûlüllah StrfLılhıiui Aleyhi ve baleni

— «O, Berire'ye sadaka, bize de hediyedir,» buyurdular.

 

172- (...) Bize Züheyr b. Harb ile Ebû Küreyb rivayet ettiler. (Dedık:-r kı): Bize Ebû Muâviye rivayet etti. (Dedi kıl Bize Hişâm b. Urve. Abdurrahmûn b Kaasim den. o da babasından, o da Âişe i}',Li.hui!Lıhu []ii';,i"dan naklen rivâ\e* etti. Âişe şöyle demiş: Berire hakkında üç hüküm sâhit olmuşu.  Halk ona sadaka veriyor, o da (bunu) bize hediye ediyordu. Ben, bunu Peygamber (Sdlalakü Aleyhi ve Se//ew)'e andım da:

— «O, Berire'ye sadaka; sizin için de hediyedir. Binâenaleyh siz onu yiyîn.» buyurdular.

 

173- (...) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hüseyin b. Aliy, Zâide'den, o da Simâk'den, o da Abdurrahmân b. Kaasim'den, o da babasından, o da Âişe'den naklen rivayet etti. H.

Bize Muhammedü'bnü'l - Müsennâ dahî rivayet etti. (Dedi ki): Bize Muhammed b. Ca'fer rivayet etti. (Dedi ki); Bize Şu'be rivayet etti. (Dedi ki): Ben, Abdurrahmân b. Kaasim'den dinledim; (Dedi ki): Kaa-sim'i, Âişe'den, o da Peygamber (SaUaUahü Aleyhi ve SeHemYden nak­len bu hadisin mislini rivayet ederken işittim.

 

(...) Bana Ebû't-Tâhir rivâye etti. (Dedi ki): Bize İbni Vehb ri­vayet etti. (Dedi ki): Bana Mâlik b. Enes, Babia'dan, o da Kaasim'den, o da Âişe'den, o da Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve SellemYden naklen bu hadisin mislim haber verdi. Bu kadar var ki o: «Bu et bize Beri re' den hediyedir.»  (buyurduğunu) söyledi.

 

174- (1076) Bana Züheyr b. Harb rivayet etti. (Dedi ki): Bize İsmail b. îbrâhîm, Hâlid'den, o da Hafsa'dan, o da Ümmi Atıyye'den naklen rivayet eyledi. (Şöyle demiş): Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bana sadaka malından bir koyun gönderdi. Ben de onun parçasını Âişe'ye yolladım. Resûlüllah   (Sallallahü Aleyhi ve Sehjm) Âişe'nin yanma gelince:

«Yanınızda (yiyecek) bir şey var mı?» diye sormuş, o da:

— Hayır, yalnız Nüseybe, kendisine gönderdiğiniz koyundan bize bir parça göndermiş; demiş. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

«O, yerini buldu.» buyurmuşlar.

Enes hadisini Buhâri «Zekât» ve «Zühd» bahislerinde; Ebû Dâvûd «Zekât» bahsinde; Nesâi «Umrâ» bahsinde muhtelif râvîlerden tahric etmişlerdir.

Ümmü Atıyye hadisini Buhâri «Zekât» bahsinin bir-iki yerinde ve «Kitâbü'l-Hibe»'de rivayet etmiştir.

-O, Berîre'ye sadaka, bize de hediyedir...» cümlesinde cârüe mecrûrun müptedâ üzerine geçirilmesi, ihtisas ifâde etmek içindir. Cümle: «Bu et ancak ona sadakadır; bize değil.» kuvvetin dedir. Zîrâ sadaka olarak verilen et, H z. Berire'nin milki olunca ondan sadaka vasfı zail olmuştur. Berire , onu Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)e hediye olarak vermiştir. Tahrîm mes'elesi etin aynına taallûk etmez.

«O' yerini buldu.» cümlesinden murâd: Helâl olan yere ulaştı.» demektir/

Hadîsin bir rivayetinde Hz. Âişe (Radiyallahü avhâh «Berîre hakkında üç hüküm sabit olmuştu...» demiş, bunlardan yalnız verilen etin ona sadaka olduğunu söylemiştir.

ikinci hüküm «velâ» [67]'nm âzad eden kimseye âit olması, üçün­cüsü de kendisi bir köle ile evliyken âzad edildiği için nikâhın feshi muhayyer bırakılmasıdır.

Rivayetlerin umûmundan anlaşılıyor ki fakir, sadakayı almakla o maldan sadaka vasfı ve hükmü kalkar. Artık onu satm almak caiz olduğu gibi   Hâşimi1er'in   yemesi de mubahtır.

 

Bu Rivayetlerden Çıkarılan Hükümler:

 

1- Tahâvi'ye göre Hâşimi'nin zekât me'mûru olması ve maaş alması bu rivayetlere istinaden caizdir.

Tahâvî diyor ki: «İmam Ebû Yûsuf, Hâşimi1erin  zekât me'mûriyetinden maaş almalarını mekruh görüyor; (çünkü sadaka Allah Teâlâ'mn beyân ettiği sınıflardan başka­sına verilmiş oluyor,. hattâ sadakayı veren me'mûriyeti vasıtasıyla onun bir kısmını almış olnuyor. Bu, ona helâl değildir.) diyordu. Ebû Yûsuf un delili Ebû Râfi' hadîsidir. Diğerleri ona muha­lefet etmiş: (Sadakadan Hâşimiye maaş vermekte beis yok­tur. Çünkü bu, onun ameli karşılığıdır. Ameline mukaabil maaş almak zenginlere de helâldir. Onlara helâl olunca Hâşimi1er'e de haram olmaması îcâb eder.

Berîre'ye sadaka olarak verilen eti yemek Resûlüüah (Sallallahü Aleyhi ve Seîlem) Hazretlerine caiz olunca Hâşimî-1er'in de sadaka malından maaş almaları caizdir. Bizce kıyâs bu­dur. Ve bu kıyâs Ebû Yûsuf un    kavlinden daha sahihtir.»

Tahâv nin «diğerleri» tâbirinden muradı: İmam Mâ1ik bir kavline göre İmam Şafiî, bir rivayette İmam Ahmed b. Hanbel ve Hânefiiler' den "îmam Muhammed' dir. Onlar « HâşimiIer'in zekât me' muru olarak zekât malından maaş almalarında beis yoktur. Çünkü al­dıkları maaş vazifeleri mukaabilidir.» demişlerdir.

Fakat bu kavil şâyân-ı itiraz görülmüştür. Çünkü Hâşimî-ler'e sadaka almak ancak neseplerinin şerefine halel gelmemek için haram kılınmıştır. Sadaka insanların kiri mesabesindedir. Sadaka­yı ne suretle alırsa alsınlar bu mânâ dâima mecvûttur.

2- Sadaka hediyeye tahvil edilebilir.

3- Malûm illetlerden dolayı haram kılınan şeyler, o illetler or­tadan kalkınca helâl olurlar. Eşyanın haram kılınması zâtlarına nis-betle değildir.

 

53- Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in Hediyeyi Kabul, Sadakayı Reddetmesi Babı

 

175- (1077) Bize Abdurrahmân b. Sellam El-Cumahî rivayet etti. (Dedi ki): Bize Rabi' yâni îbni Müslim, Muhammed yâni İbni Zi-yâd'dan, o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet etti ki, Peygamber  (SallaUahü Aleyhi ve Sellem)'* bir yiyecek getirildiği vakit onu sorar; (hediye'dir) denilirse ondan yer, (sadakadır) denilirse yemezmiş.

Bu hadîsi Buharı «Hibe» bahsinde biraz lâfız farkıyla tah-ric etmiştir.

İbni Battal diyor ki: «Resûlüllah (SallaUahü Aleyhi ve Sellemyin sadakadan yememesi, sadaka insanların kirleri mesabesinde olduğu içindir.

Bir de sadaka almak alçak bir mertebedir. Bundan dolayıdır ki, Resûlüllah (SaUaîİahii Aleyhi re Sellem)

(Yüksek el, alçak elden hayırlıdır) buyurmuşlar.

Zâten sadaka zenginlere de helâl değildir...»

Hadis'in ahkâmı yukarki rivayetlerde görülmüştür.

 

54- Sadaka Verene Dua Babı

 

176- (1078) Bize Yahya b. Yahya ile Ebü Bekir b. Ebi Şeybe, Amru'n - Nâkıd ve îshâk b. İbrahim rivayet ettiler. Yahya (Dedi ki): Bize Veki\ Şû'be'den, o da Amr b. Mürra'dan naklen haber verdi. (Demiş ki): Ben, Abdullah b. Ebi Evfâ'dan dinledim. H.

Bize Ubcydullah b. Muâz da rivayet etti. Lâfız onundur. (Dedi ki): Bize, babam Şû'be'den, o da Amr yâni İbni Mürra'dan naklen riva­yet etti. (Demiş ki): Bize Abdullah b. Ebi Evfâ rivayet etti; (Dedi ki): Resûlüllah (SallaUahü Aleyhi ve SellemYe bir kavim zekâtlarını getir­dikleri vakit:

  «Yö Rabbî! Bunlara salât eyle.» diye dua ederdi. (Bir defa) ona babam Ebû Evfâ da zekâtım getirdi, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

  «Yâ Rabbî! Âl-i Ebî Evfâ'ya salât eyle.» diye duâ buyurdular.

 

(...) Bize, bu hadîsi îbni Nümeyr dahi rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdullah b. İdris, Şu'be'den bu isnâdla rivayette bulundu. Şu kadar var ki o (yalnız):

«Onlara salât eyle.» Dedi.

Bu hadisi Buhârî   Zekât», «Megazî» ve «Deavâd» bahisle rinde;   Ebû Dâvûd, Nesâi ve İbni Mâce  «Ze­kât» bahsinde muhtelif râvilerden tahric etmişlerdir.

Hadisteki salâtdan murâd: A11ah'm  rahmet ve mağfiretidir.

«Âl'» kelimesinden maksad: Zekât veren kimsenin zürriyeti de­ğil, bizzat kendisidir. Zîrâ bu kelimenin zât mânâsına kullanıldığı­nı evvelce görmüştür. Nitekim Resülüllah (Saüalîahü Aleyhi ve Sellent) Hz. Ebû Mûsâ    El-Eş'arî hakkında:

«Gerçekten buna Âl-i Davud'un borazanlarından bir borazan verilmiş­tir.» buyurmuş, buradaki Âl-i Dâvûd' dan bizzat Hz. Dâvûd (Aleyhisselâmyı kastetmiştir. Bu kelime ekseriyetle şeref ve itibâr sahibi kimselere izafe edilir. Mes'elâ Âl-i Ebi Be­kir ve Âl-i Ömer (Radiyallahü anhümâ) denilir.

Gerçi Kur'ân-ı Kerîm'de Fir'avun hakkında da kullanılmışsa da bu mecazdır.

Peygamberlerden başkasına, salât okumak Peygamber (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellcvı) Efendimizin hasâisindandır, o dilediğine salât oku­yabilir. Başkaları ona kıyâs edilemez. Onun için mânâ sahih olmakla beraber bizim Hz. Ebü Bekir hakkında (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem) dememiz doğru değildir.

Onun hakkında Ebû Bekir (Radiyallahü anh) demek îcâb eder. Nitekim Peygamber (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz hakîkatta aziz ve celîl olduğu hâlde, biz ona «Muhammed Azze ve Celi e- diyemeyiz. Çünkü bu tâbir yalnız Allah Teâlâ'ya mahsûstur.

Kaadı îyâz diyor ki: «Peygamberlerden başkasına salât eylemeyi caiz görenler bu hadîsle ihticâc ederler. Fakat bunu caiz görmeyen îmam Mâlik, Süfyân b. Uyey.ne, Esferâîni ve Selef den bri cemâat hadîsin Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) hakkında vârid olduğunu, başkalarına şu-mûlü bulunmadığını söylemişler: (Bizim sözümüz ise bizim salatanız hakkındadır.) demişlerdir.»

İmam Nevevî (631 - 676) bu bâbda şunları söylemiştir: «Bu duada Allah Teâlâ'mn (Onlara salât eyle) emrine imtisal vardır. Mezhebimizin meşhur olan kavli ile bütün ulemânın mezheplerine göre zekât veren kimseye dua etmek vâcib değil, sünnet ve müstehab-dır. Zahirîler vâcib olduğuna kaaildirler. Mezhebimizin bâzı ulemâsı dahî onlarla beraberdir. Bunların delili: Âyetdeki (salât eyle) emridir. Cumhûr-u ulemâ : Bu emir bizim hak­kımızda nedip ifâde eder. Çünkü Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), Hz. Muâz'la başkalarını zekât toplamak için Yemen’e göndermiş fakat zekât verenlere dua etmelerini kendilerine emir buyurmamıştır; derler.

Gerçi Zahirîler buna itirazla: Muâz ve arkadaş­ları duanın vâcib olduöunu âyet-i kerîmeden bilirlerdi; demişlerse de cumhûr-u ulemâ buna da cevap vermiş ve: Peygamber {Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'i duası sekînet ifâde eder, başkalarının duası böyle değildir; demişlerdir.

îmam Şafiî zekât veren kimseye: (Verdiğin zekât hakkında Allah sana ecir ihsan eylesin; onu senin hakkında temiz pak eden su yapsın. Kalan malına da bereket versin.) diye duâ etmenin müstehab olduğunu söylemiştir. Zekât me'mûrunun: (Yâ Rabbî filâna salât eyle.) şeklinde duâ etmesini ulemâmızın ekserisi kerih görmüşlerdir.

îbni Abbâs (Radiyallahii anh) ile İmam Mâlik, Süfyân b. Uyeyne ve Selef ten bir cemâatin mez­hepleri de budur. Ulemâdan bir cemâat bu hadisle istidlal ederek ze­kât me'mûrunun (Yâ Rabbî filâna salât eyle.) diye duâ etmesini ke-râhetsiz olarak caiz görmüşlerdir.

Ulemâmız Peygamberlerden başkasına müstakillen salât edile-miyeceğini söylemişlerdir. Çünkü Selef-i Sâlihin'in lisânında (salât) kelimesi yalnız Peygamberlere mahsûstur...»

Nevevî, Hanefiîler'in kavlini sarahaten zikretmemişse de, Hanefii1er'le İmam Mâ1ik'e göre dahî Peygamberlerden başkasına müstakillen Salât okunamaz. An­cak Peygamberlere salât okunurken onlar da tebean zikredilriler.

Peygamberlerden başkasına müstakillen salât getirmenin mekruh mu, haram mı yahut mücerred edebe riâyet mi olduğu hususunda Şafiller' den üç kavil rivayet edilmiştir. Meşhur kavle göre kerâhet-i tenzihiye ile mekruhtur. Çünkü Peygamber olmıyan bir zâ­ta salât-u selâmda bulunmak bid'atçıların şiarıdır. Ehl-i sünnete on­ların şiarını benimsemek yasak edilmiştir.

Peygamberlere salât-u selâm getirirken onlara tebean zevceleri­ne, zürriyetlerine ve kendilerine tâbi olan ümmetlerine de salât-u se­lâmda bulunmak ulemânın ittifakı ile caizdir. Çünkü Se1efin ulemâsı bundan men olunmamışlardır. Bil'akis teşehhüd vesâir yer­lerde ümmet bununla me'mûrdur. Şâfii1er'den İmâ-mü'1-Haremeyn (419-478) salâvât hakkında şunları söylemiştir: «Peygamberlerden başkasına münferiden salâvât getiri­lemez. Gâib de ayni hükümdedir. Onun hakkında da (filân Aleyhisse-lâtn) denilemez. Fakat ölü olsun diri olsun muhataba selâm vermek sünnettir. Ona (Esselâmünaleyküm) veya (Esselâmü alcyke) yahut (Selâmünaleyküm) demek sünnettir.»

 

55- Haram Bir Şey İstemedikçe, Zekat Me'Mürunu Hoşnud Etme Babı

 

177- (989) Bize Yahya b. Yahya rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hu-şeym haber verdi. H.

Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe de rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hafs b. Gıyâs ile Ebû Hâlid-i Ahmar rivayet ettiler. H.

Bize Muhammedü'bnü'l - dahî rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdül-vahhâb ile îbni Ebi Adiyy ve AbdülVlâ hep birden Dâvûd'dan riva­yet ettiler. H.

Bana Züheyr b. Harb da rivayet etti. Lâfız onundur. (Dedi ki): Bize İsmail b. İbrahim rivayet etti. (Dedi ki): Bize Dâvûd, Şa'bî'den, o da Cerir b. Abdillâh'dan naklen haber verdi. Cerîr (Şöyle demiş): Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemh

— «Sadaka me'mûru size geldiği vakit sizden razı olarak ayrılmalıdır.» buyurdular .

Bu hadisden murâd: Me'mûrlara nezâket, ülül'emir'e itaat Müs-lümanlann birliğini te'mîne gayret ve ara bulmak gibi şeyleri tavsi­yedir. Fakat bütün bunlar me'mûrlarm cebren ve zûlmen bir şey'i almaya kalkışmaması şartıyla mukayyeddir. Zulmederlerse kendile­rine muvafakat ve tâat icâb etmez. Çünkü Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem),   Buharı' nin   rivayet ettiği Enes  hadîsinde:

«Sadaka kimden usûlü vecîhle istenirse, onu hemen versin, fazla is­tenirse vermesin.» buyurmuştur.

Nevevi’nin beyânına göre istenilen fazlanın verilip verile­meyeceği hususunda Şâfiîyye ulemâsı ihtilâf etmişlerdir. Ekserisi ziyâdenin verilmiyeceğini; yalnız farz olan miktarla iktifa olunacağını söylemiş; bâzıları ziyâde isteyen me'mûra farz olan mik­tarın bile verilemiyeceğine kaail olmuşlardır. Çünkü fazla isteyen me'mûr fâsiklık etmiş olacağından vazifesinden azledilmiş sayılır. Onun kendisine hiç bir şey verilmez.

 

 



[1] Sûre-i Meâric âyet 25

[2] Medînelidir. Sahîheyn râvîlerindendir

[3] Müd: Örfî Ölçüye göre sekizyüzotuziki gramlık bir ölçektir. Sa'ın Örfî tutan da 3.333 kg.dır.

[4] Mükâteb: Bedel-İ kitabete kesilmiş, yâni kendisine sahibi tarafından: «Şu kadar para getirirsen hürsün.» denilmiş köledir. Bu gibi köleler hürriyete yaklaş­mış demektirler.

[5] Medînelidir; müslimin râvîlerindendir

[6] Sûre-i Zelzele âyet 7 - 8

[7] SÛre-i Tevbe âyet 34-35

[8] Muhammed b. Ebî Ismâîl (? _ 142) Müslimin râvîlerindendir

[9] Hadîs îtibânyla Kûfelilerden sayılır. Müslimin râvîlerindendir.

[10] Amr b. Mersed.

[11] Müzâhim b. Züfer b. Haris El-Amirî: Kûfelidir; Müslim'in râvîl erin dendir.

[12] Haysemetü'bnu Abdirrahmân El-cu'fi: (-83) Müslim'in rfivtlerindendir. Babasının İsmi Uzeyr olup, Peygamber (S.A.V.) tarafından kendisine Abdurrahmân ismi verilmiştir.

[13] Satın almaktır. Burada ondan murâd: Kölelerle cariyelerdir

[14] Sûre-i AU îmran, âyet 92.

[15] Müslim'in râvîlerindendir. Hz.  Aişe ile Ebû   Hüreyre   (R-A.)'dan   hadîs nakletmiştir

[16] Benî Hâşim'in ftatlısıdır. Medîneli sayılır. Sahîheyn râvîlerindendir.

[17] Sure-i Sebe' âyet 39.

[18] Mftbed b. Hâlid El-Cedelî El-Kaysl: (?-HS)  Kûfelİdir. Sâhİheyn rlvî-lerdendir.

[19] Ebû Hâşira Muhammed b. Yezld Er-Rifâr <?-248) Kûfe'lidir. B&gdat'da kadılık etmiştir. Müslim'in râvllerindendir.

[20] Ebû Abdülih Ahmed b. O»mmn b. Haktin El Erdi: (7-260) Kûfeüdir. Sa-hlheyn râvîlerdendir. 382

[21] Süre-i Bakara .âyet 276

[22] Sûre-i müminin Ayet 51

[23] Sûre-i Bakara ayet 172

[24] Ebû Hayseme Zûheyr b. Mu&vİyetel-Cu'f!: (? -134) Kûfcli olup Ceztre'dc yalamıştır. Metin bir hafızdır. Sahîheyn râvîlerindendir

[25] Ebu'l-Velld Abdullah b. Mâkîl: Kûfeü'dİr, sahîbeyn rftvllerindendir.

[26] Kûfelidir

[27] Sûre-i Nîsft âyet

[28] Sûre-i Haşr âyet 18

[29] Müslim'in râvîlerindendir

[30] 520 Dirhem

[31] Sûre-i Tevbe: âyet 79

[32] Sûre

[33] Hammâd b. Üsâmete'I Zeydî: (?-201) azatlı kölelerdendir. Sahîheyn râ-vîlerindendir.

[34] Yalnız Müslim'in râvîlerindendir

[35] Abbâd b. Hamza b. AbdİHah b. Zübeyr EI-Kuraşi: Müslimin râvîlerin-dendir.

[36] Sûre-i Rahman

[37] Sûre-i Bakara âyet 273

[38] Abdurrahman b. Amr El-Ensârî:  Medîne kadısdır.  Hz.  Osman ile  Ebû Hüreyre (RA.)'dan hadis rivayet etmiştir.

[39] Ubeydullah b. Ebî CâferEl-Emevî El-Kuraşî: (?-135) Basrah azatlılardan, dır. Sahîbeyn râvîlerindendir

[40] Abdullah b. Scvb yahud îbni Avf veya Ya'Joıb b. Avf: Zühdü takvası ve kerametleri ile meşhur bir zâttır. Şam'lıdir. Peygamber (S.A.V.) zamanında Müs­lüman olmuştur. Esved-i Ansı kendisini ateşe atmış; yanmadığım görünce serbest bırakmıştır. Bunun üzerine Medîneye hicret etmişse de o yolda iken Resûlüllah (S.A.V.) vefat etmiştir. Bu hadîsin senedini okurken yapılan duânm müstecâb olduğu söylenir.

[41] Ebû Bekir Hârun Riyâb: Basralıdır; Müslüman râvîlerindendir.

[42] Ebû Bekir Kinânetü'bnu Nuaym El Adevî: Basralıdır: Müslim'in râvîle-rİndendir.

[43] Ulemâ  bu  İsmin yanlış olduğunu söylemişlerdir.  Doğrusu yukarıda  ol­duğu gibi İbni Sadî'dir.

[44] Ayed kerime

[45] Sûre

[46] Sübhâne, Sebbih gibi kelimelerle başlayan sûreler.

[47] Yâhud Hilâl b. Ebî Hilâl: Hilâl b. Alî'dir. Kendisine İbni Üsâme dahî denilir; Sahîheyn râvîlerindendir. Hişam b. Abdilmelik zamanında vefat etmiştir

[48] Abdullah b. Yezîd: (? - 213) Hz. Ömer'in oğullarına âit azatlılardandır. As­len Basra tarafından olup Mekke'de yaşamıştır

[49] Mısırlıdır. Müslim'in ravîlerindendir.

[50] Hadîs İtibariyle Mısırlı sayılır.

[51] Hz. Ömer (R.A.) tarafından Kûfe'ye ilk defa kadı tâyin edilen zâttır. Ken­disine Selman-ı Hayl da denir. Sülehâ'dan bir zât olup her sene haccedermiş. Hz. Osman zamanında (25) tarihinde vefat etmiştir.

[52] Ebû Yahya tshâk b. Süleyman Er-Râzî El-Anberî: (?-200) Aslen Kûfe'li-dir; sahîheyn râvîlerindendir.

[53] Basralı'dır; Sahîheyn râvîlerindendir.

[54] Basrah'dır. (184) tarihinde vefat etmiştir, Sahîheyn ravîlerindendir.

[55] Ebû'l-Kaasim Muhammed b. Sa'd b. Ebî Vakkaâs El-Kuraşî: Medîne'Hdir. Sahîheyn râvîlerindendir. Haccâc tarafından katledilmiştir.

[56] Ebû Abdülâh Sümeyt b. Umeyr yahut Sümeyt b. Sümery: .Mısırlıdır; Müslim'in râvîlerindendir

[57] Sûre-i Tevbe, âyet 25-26

[58] Ebû Rifa'a Abâyetü'bnü Rifft'ate'bni Râfi'b. Hadic El-Ensârî: Sahiheyn râ-vîlerindendir.

[59] Müslim'in râvîlerindendir.

[60] Kûfeli'dir. Hz. Ebû Said ile Ebû Hüreyre (RA)'dan hadis rivayet etmiştir

[61] Ebû'l Mugîra Kasım b. Fadl El-Huddânl (? -167) Basralı'dır

[62] Dahhak b. Şur&hîl El-Misrakî El-Hemdânî; Sahiheyn ravilerradendir

[63] Yüseyr Amr yahut üseyr b. Câbir E!-Muhâribî. Sahiheyn râvîlerindendir

[64] Ebû İsa Avvâm b. Havşeb b. Yezîd  Eş-Şeybâriî. Vâsıtlıdır, sahiheyn râ­vîlerindendir

[65] Bâzılan bunun Useyr b. Câbir olduğunu söylerler. Künyesi; Ebû Kays'dır.

[66] Hicâzlı'dir. Sahîheyn râvîlerindendir

[67] Velâ:  Köle   azadı   sebebiyle   sabit olan   miras hakkıdır.