ZÜHD VE FAKRIN MEDHİ VE BUNLARA TEŞVİK
HZ. PEYGAMBER (S.A.S.) VE ASHABININ YAŞAYIŞLARINDA FAKR
(Bu bölümde iki fasıl vardır)
*
BİRİNCİ FASIL
ZÜHD VE FAKRIN MEDHİ VE BUNLARA TEŞVİK
*
İKİNCİ FASIL
HZ. PEYGAMBER VE ASHÂBINDA FAKR HALİ
Zühd,
lügat olarak rağbet kelimesinin zıddıdır. Rağbet bir şeye ilgi göstermek, arzu
ve istek izhâr etmek demektir. Zühd kelimesi burada, Kur'ân ve Sünnet'in iktiza
ettiği şekilde, dünyaya karşı duyulan alâka ve rağbeti terketmektir. Bu yola
girene zâhid denir. Gazâlî zühdü, "herhangi bir şeyden vazgeçip, onun
yerine daha iyi ve daha güzeline dönmek" olarak târif eder. Ona göre,
gerçek zâhid Allah'a yönelip, onun dışında cennet dâhil her çeşit zevkler dâhil
her şeyi arkaya atan, îtibar etmeyen kimsedir.
Zühd,
İslâm'ın övdüğü güzel ahlâklardan biridir. Ancak bunun Kur'ân ve sünnete uygun
olması gerekir. Bunun da ilk şartı, Allah rızası için olmasıdır. Bu ilim, hâl
ve amelden meydana gelir. Kişi, Allah için imkânı dahilinde olan dünyayı fiilen
terketmedikçe zâhid olamaz. Abdullah İbnu'l-Mübârek, kendisine zâhid diyenlere:
"Zâhid ben değilim, Ömer İbnu Abdilaziz'dir. Dünya onun ayağına geldiği
halde, onu terketmiştir. Ben nereden zâhid olayım? Dünya bana teveccüh etmiş
değildir ki, onu terk ile zâhid olayım" demiştir.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) zühd ile ilgili meseleler üzerinde çokça durmuştur. Bu
mevzu üzerine çok sayıda hadis rivâyet edilmiştir. Bütün hadis kitaplarında
zühd'le ilgili müstakil bölümler veya en azından bâblar mevcuttur. Buhârî'deki
bölüm Kitâbu'r-Rikâk adını alır. "Rikâk", "rakîka"
kelimesinin cem'idir, incelik, nezâket, acımak gibi mânalara gelir. Sertliğin
zıddıdır. Zühd hadislerinin rikâk diye de isimlendirilmesi, onlardan herbirinin
kalbde rikkat yani incelik ve rahmet duygularını uyandırması sebebiyledir.
Zühd,
zihne ilk verdiği mâna ile dünyayı terketmektir. Dînimiz, dünyaya da ehemmiyet
vermiş olması, dünya ve âhireti beraber mütâlaa eden bir hayat ve din anlayışı
üzerinde durması sebebiyle dünyayı terk olarak anlaşılan zühd'ü övüp ona teşvik
etmesi, ilk nazarda İslâm'ın kendi kendine tezâtı gibi görülebilir. Nitekim bu
mevzu ulemâ arasında da uzun münâkaşalara sebep olmuştur. Bu sebeple, biz
hadislere geçmeden önce uzunca bir açıklama ile konuyu tanıtmaya her iki fikri
de olduğu gibi aksettirmeye çalışacağız. Ümîd ederiz, bu sûretle yanlış
anlamalara meydan kalmaz.[1]
Bu
bölümün başlığında yer eden ikinci kelime fakr'dır. Fakr, gınâ'nın yani
zenginliğin zıddıdır, muhtaç olunan şeyin yokluğudur. İhtiyaç duyulmayan şeyin
yokluğu fakirlik sayılmaz. İhtiyaç duyduğu şeyi alabilme imkânı olan kimse de
fakir sayılmaz. Ancak; وَاللّهُ
الْغَنِىُّ
وَاَنْتُمُ
الْفُقَرَاء "Allah zengindir,
sizler fukarasınız" (Muhammed 38) âyet-i kerîmesinin ıtlakına bakılınca,
insanların fıtrî bir fakirlikleri mevzubahistir. Kaldırılıp atılamayan, hiçbir
surette telâfî edilemeyen bir fakirlik. Şu halde bu mânada fakr, halkın örf ve
anlayışındaki dünyalık eksikliği, maddî noksanlık değildir. Belki insandaki
ebediyet duygusu, genç kalma hırsı dâhil bitip tükenmeyecek, dünya da verilse
tatmin olmayacak her türlü talepler, arzular, ihtiyaçlar ve hatta temennîlerde
ifadesini bulan hudutsuz ihtiyaçlarına cevap verememekten ileri gelen fıtrî
aczidir.
Hemen
belirtelim ki, buradaki mevzumuz bu fakr'ın tahlîli değildir. Sadedinde
olduğumuz fakr, kişinin dünyalık karşısındaki tutumudur. Ebû İsmâil el-Ensârî,
bu fakr'ı: "Kişinin dünyadan, talep yönüyle de, biriktirme yönüyle de,
zemm yönüyle de medh yönüyle de elini çekmesidir" diye târif eder.
Birçokları: "Bundan murad, kişiye dünyalık ha gelmiş, ha gelmemiş, varlığı
ile yokluğunun kalbde eşit olmasıdır" demişlerdir. Fakr'ın tavsîfiyle
ilgili olarak yapılan tariflerin çeşitliliğini gözönüne alan Gazâlî fakr'ı beş
mertebede inceler. Bunu yaparken malını kaybeden bir kimsenin misalini ele alır
ve eğer o adam, bu mala muhtaç ise kaybettiği bu malına nisbeten fakirdir der.
Açıklamasına devam eden Gazâlî o adamın bu fakirliğinin beş halde olabileceğini
söyler. Şöyle ki:
Birinci
Hâl: Muhtaç olduğu bu mal, ona verilse bundan hoşlanmaz, istikrah eder.
Kendisini meşgul edeceğini düşünerek şerrinden korunmak için ondan kaçınır. Onun
bu hâli, malı karşısındaki en üstün hâldir. Buna zühd, kendisine de zâhid
denir.
İkinci
Hâl: Bu mala heves etmez. Eline geçecek olsa ne sevinir ne de üzülür. Bu hale
rıza, sahibine de razı denir.
Üçüncü
Hâl: Mala kavuşmak, kavuşmamaktan daha iyidir. Bu mala rağbeti olduğu için
peşinden koşmuş değildir, kendiliğinden gelince memnun kalmıştır. Bu kanaattir,
sahibine kâni denir. Çünkü mevcutla yetinmiş, azıcık bir hevesi olmakla beraber
bunun peşinde koşmamış.
Dördüncü
Hâl: Kaybettiği serveti aramaması, acziyeti sebebiyledir. Mala karşı
heveslidir, imkânı olsa peşinde koşup arayacaktır. Buna hırs, sahibine hâris
denir.
Beşinci
Hâl: Elinde olmayan servete muhtaç olma hâlidir. Onun temîni zarûridir. Ekmeği
olmayan aç, elbisesi olmayan çıplak gibi. Buna ızdırâr, sâhibine de muzdar
denir. Bunun teminine hevesi kuvvetli olsa da, zayıf olsa da fark etmez. Fakat
buna heves etmemek pek enderdir.
Şu
halde, bunlar fakirin beş hâlidir ve en üstünü zühd'dür.[2]
Fakrla
ilgili hadislerin birbirine zıt görünen hükümleri ifâde etmesi bir kısım İslâm
büyüklerini fakirlik mi, zenginlik mi? meselesinde ihtilafa sevketmiştir.
Meselede üç görüş ileri sürülmüştür:
1-
Fakirlik Üstündür Diyenler: Bunlar, öncelikle 2067 numarada kaydedeceğimiz
hadis olmak üzere, bir kısmı, onu müteâkip görülecek olan fakrı övücü hadislere
dayanırlar.
2-
Zenginlik Üstündür Diyenleri te'yit eden hadisler çok. Bunlardan biri Buhârî'de
gelen:
إنَّ
اَكْثَرِينَ
هُمُ
الْمُقِلُّونَ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
اَِّ مَنْ
قَالَ هكذَا
وَهكذَا وَهكَذَا
عَنْ
يَمِينِهِ
وَعنْ
شِمَالِهِ وِمنْ
خَلْفِهِ
وَقَلِيلٌ
مَا هُمْ
"Burda çok malı olanlar,
kıyamet günü az mal sahibi olacaktır. Fakat, (azalacak, endîşesine düşmeden
Allah rızası için) bol bol verenler müstesna. Ancak böyleleri ne kadar
az!"
Bir
diğer delil: Sa'd'ın rivâyeti. Resûlullah kendisine: ....
اِنَّكَ اِنْ
تَذَرْ
وَرَثَتَكَ
اَغْنِيَاءَ
خَيْرٌ مِنْ
اَنْ
تَذَرَهُم
عَالَةً
"Vârislerini zengin
bırakman, senin için fakir bırakmandan daha hayırlıdır" demiştir.
Bir
diğer delil: Ka'b İbnu Mâlik (radıyallâhu anh), bütün malını Allah yoluna
bağışlamak husûsunda Resûlullah'a fikrini açınca, müsaade etmemiş ve şöyle
demiştir: اَمْسِكْ
عَلَيْكَ
بَعْضَ
مَالِكَ فَهُوَ
خَيْرٌ لَكَ "Malının bir kısmını kendine sakla, bu
senin için daha hayırlıdır."
Bir
diğer delil: Sa'd İbnu Ebî Vakkâs'ın merfu rivâyetidir:
"Allah
zengin, muttakî ve kendi halindeki kulu sever."
Bir
diğer delil: Ashâb'ın fakir olanları, Resûlullah'a: "Zenginler hayırda
bizi geçti, Allah yolunda harcadıklarının ücretlerine de erdiler, aradaki sevap
farkını nasıl telafi edelim?" mânasında yaptıkları müracaatı anlatan
uzunca rivâyetin sonunda Resûlullah şöyle buyurmuştur: ذلِكَ
فَضْلُ
اللّهِ
يُؤْتِيهِ
مَنْ
يَشَاءُ "Zenginlik Allah'ın bir fazlıdır, onu
dilediğine verir."
Bir
diğer delil: Amr İbnu'l-Âs'a Resûlullah ücret verdiği zaman, Amr (radıyallâhu
anh)'ın istiğna göstererek almak istememesi üzerine şöyle buyurmuştur: نِعْمَالْمَالُ
الصَّالِحُ
لِلرَّجُلِ
الصَّالِحِ "Sâlih mal, sâlih kimsenin elinde ne
kadar iyidir!"
Bu
bâbta başka rivâyetler de mevcut.
3-Kefâf
(orta yol) Üstündür: İbnu Hacer el-Askalânî'ye göre fakirlik ve zenginlik her
ikisinin de hem lehinde hem aleyhinde delillerin eşitliği karşısında Ahmed İbnu
Nasr ed- Dâvudî, bu bâbta en güzel te'vili yapmıştır. Der ki: "Fakirlik ve zenginlik, Allah'ın
iki imtihan vâsıtasıdır, bunlarla kullarını şükür ve sabır hususlarında imtihan
etmektedir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmuştur:
"İnsanların hangisinin daha iyi iş işlediğini ortaya koyalım diye, yeryüzünde
olan şeyleri, yeryüzünün süsü yaptık" (Kehf 7).
Keza:
"...Bir imtihan olarak size iyilik ve kötülük veririz..." (Enbiya
35). Ayrıca Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), fakirliğin şerrinden,
zenginliğin şerrinden Allah'a sığınmıştır..."
Meseleyi
uzunca tahlîl eden ed-Dâvudî, bahsi şöyle noktalar: "Fakir ve zengin, her
ikisi de fakirlik ve zenginlikleri sebebiyle hem medhi hem de zemmi gerektiren
eşit ölçüde iyilik ve fenâlıklara mâruzdurlar. Öyle ise, en uygunu kefâf
(yetecek) miktarıdır. Nitekim şu âyet de buna delil olmaktadır: "Elini
boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz olma, yoksa pişman
olur, açıkta kalırsın" (İsrâ 29). Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)da
şöyle dua etmişlerdir: اَللَّهُمَّ
اجْعَلْ
رِزْقَ آلِ
مُحَمَّدٍ
قُوتاً
"Rabbim, Muhammed âilesinin rızkını
yetecek kadar ver (fazla da olmasın, eksik de).
"Kefâf'ı
diğerlerine üstün görenlerden Kurtubî, el-Müfhim'de şöyle der: "Allah
Teâla Hazretleri, Resûlünde (aleyhissalâtu vesselâm) fakr, gınâ ve kifâf her üç
hâli de bir araya getirmiştir. Şöyle ki: Fakirlik ilk hâli idi. Nefsiyle cihâd
ederek bunun gereğini yerine getirdi. Sonra Cenâb-ı Hakk fetihleri müyesser
kıldı ve zenginler seviyesine çıkardı. Bu hâlin gereğini de, serveti müstehak
olanlara dağıtmak, onunla ihtiyaç sahiplerinin yardımına koşmak, ailesine
zarûrî ihtiyaçlarını giderecek kadar mal ayırıp gerisini fukaraya ulaştırmak
sûretiyle yerine getirdi. Öldüğü sırada yaşadığı hâl de kefâf idi."
Kurtubî,
sözlerine devamla der ki: "Bu kefâf hâli, hem azdırıcı zenginlik, hem de
sıkıntıya atıcı fakirlik hâlinden iyidir. Ayrıca kefâf sahibi, fakirlerden
addedilir. Çünkü o, dünyanın hoş şeyleri ile tereffüh etmez. Bilâkis, kefâf
miktardan fazla olandan sakınmak için sabır husûsunda nefsiyle cihâd eder.
Memduh olan fakr'ın ondan uzak tutacağı tek şey, ihtiyacın getireceği kahr ile
dilenciliğin getireceği zillettir."
Kefâfın
üstünlüğünü te'yîd eden rivayetler vardır. Bunlardan biri Müslim'de de gelmiş
bulunan şu hadistir: قَدْ
اَفْلَحَ
مَنْ هُدِىَ
الى ا“سَْمِ
وَرُزِقَ الْكَفَافُ
وَقَنَعَ "İslâm hidâyetine erdirilip yeterli rızkı
da verilmiş olan kimse, verilene kanaat ederse kurtulmuştur."
Nevevî,
Kefâfı: "İhtiyaçları eksiksiz karşılayıp fazlalık da bırakmayan mal"
diye tarif eder.
Kurtubî
de: "İhtiyaçları gideren, zarûriyâtı karşılayan ve tereffüh ehline
kalmayan mal" diye târif eder. Resûlullah'ın: "Allah'ım Muhammed
ailesinin rızkını kefâf yap" duası da bu mânadadır. Yani: "Allah'ım
başkasından isteme zilletine düşürmeyecek, ihtiyaçlara yetecek kadar ver.
Bunda, dünyada saçılma ve tereffühe sevkedecek fazlalık olmasın" demektir.
Bu hadiste kefâf miktarı efdal görenlerin haklılığına delil vardır. Çünkü,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kendisi ve âilesi için her zaman en iyiyi
dilemiştir. Ayrıca: خَيْرُ
اُمُورِ
اَوْسَطُهَا "İşlerin en hayırlı olanı vasatıdır"
buyurmuştur.
İbnu'l-Mübârek'in
Kitâbu'z-Zühd'de kaydettiğine göre, İbnu Abbâs'a az amel az günah sahibi mi
efdal, çok amel çok günah sahibi mi efdal? diye sorulunca, şu cevabı vermiştir:
"Selâmete hiçbir şeyi eşit tutmam. Kimin yetecek miktarda geliri olur,
kanaat de ederse, zenginliğin ve fakirliğin afetlerinden emniyette kalır."
İbnu Mâce'de gelen bir rivâyet de bu husûsu te'yîd eder: Hz. Enes'in rivayetine
göre Resûlullah: "Kıyamet günü, kendisine dünyada iken sadece yetecek
miktar (kût) verilmiş olmasını temennî etmeyecek ne bir tek zengin vardır, ne
de bir tek fakir" buyurmuştur.
İbnu
Hacer bu nakillerden sonra der ki: "Bütün bu söylenenler doğrudur. Ancak,
fakirlik mi efdaldir zenginlik mi? sorumuza kesin bir cevap değildir. Çünkü
ihtilâf, bu iki sıfattan biriyle muttasıf olan hakkındadır. Bunlardan hangisi
kişi hakkında daha iyidir? Bu sebepledir ki, ed-Dâvudî, mezkûr sözünün sonunda
şunu söyler: "Önce belirtelim ki: "Bunlardan hangisi efdaldir? suali
doğru değildir, zîra bunlardan birinde, diğerinde bulunmayan bir amel-i sâlih
bulunması muhtemeldir. Böylece o, bu sâlih amel sebebiyle efdal olur. Öyleyse
onlar hakkında uygun sual şöyle olmalıdır: "Bu iki halden herbirinin,
diğerinin iyi ameliyle boy ölçüşecek bir iyi ameli bulunması haysiyetiyle
eşitlenecek olurlarsa hangisi daha iyidir?" Der ki: "Bu durumda,
bunlardan hangisinin efdal olduğunu Allah bilir." Takiyyuddin Ahmed de
aynı şeyi söylemiştir. Ancak o şunu da ilâve eder: "Her ikisi de takvâda eşit
olurlarsa bunlar fazilette eşittirler." İbnu Dakîku'l-Îd, bir vesile ile
yaptığı açıklamada, zenginliğin fakirliğe üstün olduğunu söyler, "çünkü
der, zenginlik, sayesinde yapılan harcamaların sevabıyla kazanılan yakınlık
sebebiyle, o ziyâde bir sevabı tazammum eder (içine alır). Ancak, efdal
kelimesi nefsin sıfatlarına nisbetle eşref manasında olursa, bu takdirde durum
değişir. Fakirlik sebebiyle, nefsin kötü tabiat ve kötü ahlâka karşı riyâzatla
elde ettiği temizlik daha şereflidir. Böylece fakr, zenginliğe üstünlük elde
eder. Bu mânadan hareket eden sûfîlerin cumhuru, sabırlı fakirin üstün
olacağına hükmetmiştir. Çünkü,
tarikatın esâsı, nefsin terbiye ve riyâzetine dayanır. Bu ise, fakirlikte,
zenginlikten daha çoktur."
Muhammed
İbnu Ebî Bekr der ki: "Ortadaki ihtilâf harîs olmayan fakir ile, cimri
olmayan zengin hakkındadır. Çünkü, mâlumdur ki, kanaatkâr fakir cimri zenginden
efdaldir, keza cömert zengin harîs fakirden efdaldir... Her neyi kendi zâtı
için değil de başka bir yönü için değerlendiriyorsak, onu kastedilen bu yönüne
izâfe etmek gerekir, tâ ki gerçek fazîleti böylece ortaya çıksın. Öyleyse, mal
aslında li-aynihî yasaklanmış değildir. Allah'tan uzaklaştırıcı olması
sebebiyle mahzurludur. Fakirlik de böyle. Zenginliği, kendisini Allah'tan uzaklaştıramayan
nice zengin vardır. Nice fakir de var ki yoksulluk onu Allah'tan uzaklaştırıp
şöyle dedirtmiştir: "Daha çok malım olsaydı ne olurdu?" Hülâsa, fakir
hatardan (riskden) daha uzaktır, çünkü zenginliğin fitnesi fakirliğin
fitnesinden daha şediddir..."
İbnu
Hacer mevzu ile ilgili olarak şunları da keydeder: "Şâfiîlerden pek çoğu
şükreden zenginin efdal olduğunu belirtmişlerdir. Ebû Alî ed-Dehhâk da şunu
söyler: "
Zengin,
fakirden efdâldir. Çünkü zenginlik Hâlık'ın, fakirlik mahlûkun sıfatıdır.
Hakk'ın sıfatı halk'ın sıfatından efdâldir." Bu sözü bir çok büyükler
güzel bulmuştur.Zengini fakirden üstün addeden Taberî gibi bazıları, meseleyi
bir başka açıdan îzah ederler: "Şurası muhakkak ki, sabredenin çektiği
sıkıntı, şükredenin çektiği sıkıntıdan çok daha ağırdır. Ne var ki, ben yine de
Mutarrıf İbnu Abdillah gibi söyleyeceğim: "Sıhhatli olup şükretmeyi, belâ
çekip sabretmeye tercîh ediyorum."
Bu
sözde, insanın cibillî ve fıtrî olan sabırsızlığının değerlendirildiği
görülmektedir. Yaratılışı icâbı insanoğlu musîbete fazla sabır ve tahammül
gösteremez. Bu yüzden fazlı, sevabı ne kadar çok olursa olsun, belânın tâlibi
çıkmaz. Bunu, esâsen dînimiz de tavsiye etmez. Şurası da muhakkak ki, istitâ
(tahammül gücü) hasebiyle sabrın hakkını verenlerin sayısı, istitâ hasebiyle
şükrün hakkını verenlerden daha azdır.
Ebû
Abdillah İbnu Merzûk, ulemânın, fakirlik mi zenginlik mi, yoksa kefâf mı daha
efdal olduğu husûsundaki ihtilâfına dikkat çektikten sonra der ki:
"Meselenin aslı şudur: "Kul için, Allah indinde, fakirlik mi yoksa
zenginlik mi daha iyidir, ta ki bu hâli iktisab edip onunla ahlâklansın? Bir
başka ifâdeyle, acaba malda azlıkla, kalbini meşguliyetlerden boşaltıp,
münâcâtın lezzetine nâil olmak ve uzun hesapların sıkıntılarından istirâhat
bulmak için kazanç gayretine düşmemek mi daha iyi, yoksa zenginlikte
başkalarına faydalı olmak imkanı bulunması hasebiyle tasadduk, yardım
iyilikler, sıla-i rahimlerle Allah'a yakınlığı artırmak gayesiyle mal kazanmak
için meşguliyet mi daha iyidir?"
İbnu
Merzûk bu soruyu şöyle cevaplar: "Durum böyle olunca, bizce efdâl olan,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ve Ashâbı'nın cumhuru tarafından tercih
edilen dünyalıktan azlık, çiçeklerinden uzaklıktır.
Kazanma
gayretine düşmeden, miras ve ganimet taksiminden payına düşenle dünyalığa
kavuşanların durumuna gelince: Bunlar için, bu parayı iyilik yollarından
biriyle çarçabuk tamamen elden çıkarmak mı daha hayırlıdır, yoksa başkalarına
daha çok maddî yardımlarda bulunarak sevabını iyice artırmak düşüncesiyle, bu
serveti nemâlandırmak için gayret göstermesi mi daha hayırlıdır?"
ELCEVAP:
Bu hususta da önceki açıklamamız mûteberdir."
İbnu
Merzûk'tan bu iktibası yapan İbnu Hacer, onun bir iddiasına katılmaz:
Resûlullah'ın Ashabı'nın cumhuru tarafından fakirliğin benimsenmiş olması. "Onların
ahvâlinden meşhur olan husus, bu iddiayı reddeder. Zîra, onlar, Allah fetihleri
nasîb ettikten sonra iki kısma ayrıldı. Bir kısmı, şahsen nefsi zenginlik'le
muttasıf olma haliyle birlikte servetlerini muhafaza edip yardımlar, sadakalar
ve iyiliklerde bulunarak Allah'a yaklaşmayı devam ettirmeyi tercîh etti; bir
kısmı da, fetihlerden önceki hâli üzre, yani yokluk ve darlık içinde hayatını
sürdürmeyi tercîh etti, ancak bunlar, önceki gruba nisbeten cidden çok az
kimselerdi. Selef'in hayatında ihtisâs yapanlar, söylediğimiz bu husûsun
doğruluğunu bilirler. Onların bu durumlarını aksettiren haberler çoktur, sayıya
gelmez."
Zenginlik
ve fakirliğin leh ve aleyhindeki delil ve değerlendirmeleri bîtaraf olarak
karşılıklı münâkaşalarla vermeye devam eden İbnu Hacer, zaman zaman şahsî
tercihinin zenginlik tarafında olduğunu ihsas ettirecek ip uçları verir. Onlardan biri şu cümlesidir:
Mevzû üzerinde tereddüdlü noktalar da vardır. Bunlardan biri hiçbir şeyi
olmayan insanın durumudur. Bunun için evlâ olanı, isteme zilletinden kendini
koruması için kazanmasıdır veya çalışmayı bırakıp istemeksizin açılacak rızık
kapısını beklemesidir. Nitekim Ahmed İbnu Hanbel gibi zühd ve verâsıyla meşhur
olmuş bir zâtın, kendisine bu hususta soran kimseye şöyle söylediği sahîh bir
surette bilinmektedir: اِلْزَمِ
السُّوقَ "Pazara müdavim ol, (ticaret yap)."
Bir diğerinde اِسْتَغْنِ
عَنِ
النَّاسِ
فَلَمْ اَرَ
مِثْلَ
الْغِنَى
عَنْهُمْ "Halktan istiğna et. İnsanlardan istiğna
kadar büyük fazilet bilmiyorum."
Ebû
Bekr el-Mervezî'nin nakline göre Ahmed İbnu Hanbel şunu da söylemiştir:
"Herkes için en uygun şey Allah'a tevekkül etmek ve nefislerini kazanmaya
alıştırmaktır. Kim kazancı terketmenin efdâl olduğunu söylerse, dünyayı muattal
hâle getirmek isteyen bir ahmaktır."
Ebû
Bekr el-Mervezî de şunu söyler "Ta'lim ve taallümden alınan ücret, bana,
insanların elindekini yiyip intizaren oturmaktan daha iyidir... Meslek icra
etmeden boş oturan kimseyi, nefsi, insanların elinde olanı istemeye dâvet
etmiştir."
Hz.
Ömer (radıyallâhu anh) de şunu söylemiştir: "(Nafile ibâdet ve tefekküre
mâni) bazı durumların bulunduğu bir kazanç insanlara ihtiyaç arzetmekten daha
hayırlıdır." Servet sahibi olan Saîd İbnu'l-Müseyyeb' den rivâyete göre,
ölürken şöyle demiştir: "Rabbim, biliyorsun ki bu malı dînimi siyânet için
topladım." Buna benzer ifâdeler seleften Süfyân Sevrî, Ebû Süleymân
ed-Dârânî ve benzeri büyüklerden nakledilmiştir. Keza Sahabe ve Tâbiîn'e mensup
büyüklerin hiçbirinden, kendilerini kaderin açacağı bir geçim kapısını beklemeye
terkederek, rızık kazanma gayretini bıraktığına dâir rivâyet gelmemiştir.
Zenginliği üstün görenler şu âyeti de delil göstermişlerdir. (Meâlen): "Ey
îmân edenler! Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar -Allah'ın düşmanı ve sizin
düşmanlarınızı ve bunların dışında Allah'ın bilip sizin bilmediklerinizi
yıldırmak üzere kuvvet ve savaş atları hazırlayı." (Enfâl 60). Derler ki:
"Burada emredilen kuvvet ve "savaş atları" gibi şeylerin
hazırlanması ancak mal ile mümkündür."
Sonuç
olarak şunu söyleyeceğiz: Zenginlik veya fakirliği değerlendirirken, İslâm
ulemâsı meseleyi tek zâviyeden görmemiş, çok buudlu olarak tahlîl etmiştir. Her
görüş sâhibinin dayandığı nassî deliller olduğu gibi haklılık kazandıran
nokta-i nazar da vardır. Hiç birini kesin bir dille reddetmek veya mutlak doğru
olarak değerlendirmek mümkün değildir. Meselenin günümüz şartlarında muallâkta
kalmaması için Bediüzzaman merhumun bir cümlesini kaydedeceğiz:
"Îlâyı
Kelimetullah'ın bu zamanda bir büyük sebebi maddeten terakki etmektir!"[3]
ـ1ـ عن سهل بن
سعد رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]مَرَّ
رَجُلٌ عَلى
رَسُولِ
اللّهِ #
فقَالَ لِرَجُلٍ
عِنْدَهُ: مَا
رأيُكَ في
هذَا؟ فقَالَ:
رَجُلٌ مِنْ
أشْرَافِ
النَّاسِ:
هَذَا وَاللّهِ
حَرِىٌّ إنْ
خَطَبَ أنْ
يُنْكَحَ، وَإنْ
شَفَعَ أنْ
يُشَفّعَ.
فَسَكَتَ
النَّبىُّ # ثُمَّ
مَرَّ رَجُلٌ
آخَرُ.
فَقَالَ لَهُ
النَّبىُّ #:
مَا رَأيُكَ
في هذَا؟
فقَالَ: يَا
رَسُولَ
اللّهِ. هذَا
رَجُلٌ مِنْ
فُقَرَاءِ المُسْلِمِينَ،
هَذَا
واللّهِ
حَرِىٌّ إنْ خَطَبَ
َ يُنْكَحُ،
وَإنْ شَفَعَ
َ يُشَفّعُ. وَإنْ
قَالَ َ
يُسْمَعُ
لِقَوْلِهِ.
فقَالَ النَّبىُّ
#: هذَا خَيْرٌ
مِنْ مِلْءِ
ا‘رْضِ مِثْلَ
هذَا[. أخرجه
الشيخان .
1.
(2067)- Sehl ibnu Sa'd (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Bir adam, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a uğradı. Efendimiz, yanında bulunan bir zâta:
"Şu gelen kimse hakkında reyin nedir?" diye sordu. Adam: "O,
halkın eşrafındandır, bu vallahi bir kıza tâlib olsa hemen evlendirilmeye;
birisi lehine şefaate bulunsa, şefaatinin yerine getirilmesine lâyıktır"
dedi.
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) sükût buyurdular. Derken az sonra bir adam daha
uğradı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yanındakine: "Pekiyi bunun
hakkında reyin nedir?" dedi. Adam: "Ey Allah'ın Resûlü! Bu,
müslümanların fakir takımındandır. Vallâhi, bu bir kıza tâlib olsa evlendirilmemeye,
şefaatte bulunsa itibar edilmemeye, bir şey söylese dinlenilmemeye
lâyıktır?" cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm):
"Bu,
onun gibilerin bir arz dolusundan daha hayırlıdır?" buyurdu."
[Buhârî, Rikâk 16, Nikâh 15, İbnu Mâce, Zühd 5, (4120).][4]
ـ2ـ وعن أبى
ذر رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسولُ
اللّهِ #:
لَيْسَتِ
الزَّهَادَةُ
في الدُّنْيَا
بِتَحْرِيمِ
الحََلِ وََ
إضَاعَةِ
المَالِ،
وَلَكِنِ
الزَّهَادَةُ
أنْ تَكُونَ
بِمَا في يَدِ
اللّهِ
تَعالى
أوْثَقَ مِنْكَ
بِمَا في يَدِكَ.
وَأنْ
تَكُونَ في
ثَوَابِ
المُصِيبَةِ
إذَا أصِبْتَ
بِهَا
أرْغَبَ
مِنْكَ
فِيهَا لَوْ
أبَّهَا
أُبْقِيَتْ
لَكَ[. أخرجه
الترمذي.وزاد
رزين: ‘نَّ
اللّهَ
تَعالى يَقُولُ:
لِكَيَْ
تَأسَوْا
عَلى مَا
فَاتَكُمْ وََ
تَفْرَحُوا
بِمَا
آتَاكُمْ .
2. (2068)- Ebû Zerr (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) efendimiz buyurdular ki:
"Dünyada zâhidlik, helâl olanı haram etmek veya malı ziyân etmekle olmaz.
Gerçek zâhidlik, Allah'ın elinde olana, kendi elinde olandan daha çok güvenmen
ve bir müsîbete düştüğün zaman getireceği sevabı sebebiyle, onun devamına
rağbet göstermendir." [Tirmizî, Zühd 29, (2341); İbnu Mâce, Zühd 1,
(4100).]
Rezîn
şunu ilâve etti: "Zîra Allah Teâlâ Hazretleri şöyle buyurmuştur: "Bu,
kaybettiğinize üzülmemeniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmamanız
içindir" (Hadîd 23).[5]
AÇIKLAMA:
Bu
hadis, hakîki zâhidliğin nasıl olduğunu anlatıyor. Buna göre kişinin, helâli
haram kılmak, malını mülkünü yüzüstü bırakıp ziyan olmasına seyirci kalmak gibi
bir kısım zoraki davranışların zâhidlikle ilgisi olmadığını belirtiyor. O halde
gerçek zühd, kişinin Allah'ın rızkı vereceği husûsundaki vaadine güvenmek,
ummadığı yerden rızık verdiğine kesin bir îmanla inanmak, Allah'a olan îtimad
ve güvenini, elinde tuttuğu akar mal, sanat, mevki ve makam gibi şeylere
olan güveninden çok fazla kılmaktır.
Çünkü kendi elindekilerin telef olması, bir bir yok olması mümkündür, fakat
Allah'ın elinde bulunanlar bâkîdir, ebedîdir. Nitekim âyet-i kerîmede: مَا
عِنْدَكُمْ
ينفد وما
عِنْدَاللّهِ
بَاقٍ "Sizde olanlar
tükenir ama, Allah katında olanlar sonsuzdur" (Nahl 96) buyurulmuştur.
Musîbetle
ilgili cümlenin mânasını da Aliyyü'l-Kârî şöyle açıklar: "(Musîbete karşı
şikâyetçi, tahammülsüz olma. Bilakis) hâsıl edeceği sevabı düşünerek,
yokluğundan ziyâde varlığına rağbet et, devamını iste. İşte bu iki hal, senin
gerçekten dünyayı terkedip âhirete yönelmiş olduğuna iki sâdık ve âdil
şâhiddir."[6]
ـ3ـ وعن
عائشة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]قال رسولُ
اللّه #: إنْ
سَرَّكِ
اللُّحُوقُ
بِى فَلْيَكْفِكِ
مِنَ الدُّنْيَا
كَزَادِ
الرَّاكِبِ،
وَإيَّاكِ وَمُجَالَسَةَ
ا‘غْنِيَاءِِ،
وََ تَسْتَخْلِقِى
ثَوباً
حَتَّى
تُرَقِّعِيهِ[.
أخرجه الترمذي
.
وزاد رزين.
قال عروة:
فَمَا
كَانَتْ
عَائِشَةُ
تَسْتَجِدُّ
ثَوْباً
حَتَّى
تُرَقِّعَ ثَوْبَهَا
وَتُنَكِّسَهُ،
وَلَقَدْ
جَاءَهَا يَوْماً
مِنْ عِنْدِ
مُعَاوِيَةَ
ثَمَانُونَ
ألْفاً فَمَا
أمْسى
عِنْدَهَا
دِرْهَمٌ. فقَالَتْ
جَارِيَتُهَا:
فَهًَّ
اشْتَرَيْتِ
لَنَا مِنْهُ
بِدِرْهَمٍ
لَحْماً؟
فقَالَتْ:
لَوْ
ذَكَّرْتِينِى
لَفَعَلْتُ .
3. (2069)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "(Ey
Âişe! Cennette) benimle olman seni mesrur edecekse sana dünyadan bir yolcunun
azığı kadarı kifâyet etmelidir. Sakın zenginlerle sohbet arkadaşlığı etme. Bir
elbiseye yama vurmadan eskimiş addetme." [Tirmizî, Libâs 38, (1781).]
Rezîn
şunu ilâve etmiştir: "Urve dedi ki: "Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ), bir
elbiseyi eskitip yamamadıkça ve içini dışına ters çevirip (bir zamanlar da öyle
giyerek iyice eskitmedikçe) yenilemezdi. Bir gün kendisine, Muâviye tarafından gönderilmiş
olan seksenbin (dirhem) geldi. Bu paradan, akşama tek dirhem kalmadı (hepsini
tasadduk etti). Câriyesi ona: "Bana ondan bir dirhemlik olsun et alsaydın
ya!" dedi. Hz. Âişe: "(Para varken) hatırlatmış olsaydın, isteğini
yapardım" dedi."[7]
AÇIKLAMA:
Bu
rivâyet, Âl-i Beyt'in yaşayışına ışık tutmaktadır. Dünya ile olan bağlantısını,
gölgelenmek üzere bir müddet dibine oturup ondan sonra bırakıp giden yolcunun,
güzergahta rastladığı ağaçla olan irtibatına benzeten Hz. Peygamber, zevce-i
pâkleri Âişe vâlidemize uhrevî beraberliği daha bir garantileyecek hayat
tarzının bir sahnesini tasvir ediyor: "Elbiseyi yamalı olarak giymeden
yenilememek."
Âişe
vâlidemiz (radıyallâhu anhâ), sadece yamamakla kalmıyor, renk vs. yönleriyle
daha az yıpranıp, yenilik havası taşıyan iç yüzünü dış yüz yaparak, bir müddet
öyle giyiyor. Urve (rahimehullah)'nin açıklaması, Hz. Âişe'nin bu davranışının
fakirlik veya cimrilikten olmayıp, zahidlikten olduğunu göstermektedir. Umumî
Açıklama kısmında temas edildiği üzere gerçek zâhidlik budur. Maddî imkanlar
varken dünyaya itibar etmemek... Yüce vâlidemiz bunun örneğini vermiştir. Allah
Kıyamet günü şefaatine müyesser kılsın.[8]
ـ4ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]كانَ
رسول اللّهِ #:
يَقُولُ:
اَللَّهُمَّ
اجْعَلْ
رِزْقَ آلِ مُحَمَّدٍ
قُوتاً[. وفي
أخرى
كَفَافاً.
أخرجه الشيخان
والترمذي.»الْكَفَافُ«
الذي يفصل
عن الحاجة.
4. (2070)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle dua ederdi:
"Allah'ım, Âl-i Muhammed'in rızkını belini doğrultacak kadar ver -Bir
diğer rivâyette- "yetecek kadar ver" buyurmuştur." [Buhârî,
Rikâk 17; Müslim, Zekât 126, (1055); Tirmizî, Zühd 38, (2362).][9]
AÇIKLAMA:
Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Allah'tan rızk olarak, ölmeyecek kadar istemiştir.
Rivâyetlerde bu miktar iki ayrı kelime ile ifâde edilmektedir. Kût ve kefâf.
Kût, "ölmeyecek kadar", "belini doğrultmaya yetecek kadar"
veya "başkasından istemeye ihtiyaç bırakmayacak kadar yiyecek" diye
açıklanmıştır. Kefâf daha önce, Umûmî Açıklama kısmında geniş açıkladığımız
üzere, zarûrî ihtiyaçları tam karşılayan, ne fazla ne de noksan olmayan miktar
olarak tarif edilebilir.
Âl-i
Muhammed tabiri ile, bu hadiste, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
hanımları ile çocukları kastedilmiş olmalıdır. Resûlullah'ın ve ailesinin
asgari miktarla yetindiklerini te'yîd eden rivâyetler çoktur. Tirmizî'nin
"Resûlullah ve ehlinin maişetleri adında bir babta kaydettiği
rivayetlerden bazıları şöyle:
*
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ekmek ve etten doyuncaya kadar günde
iki sefer yemeden dünyadan göçmüştür."
*
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) arpa ekmeğinden doyuncaya kadar
peşpeşe iki gün yemeden ruhu kabzedildi."
*
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve ailesi, üst üste üç gün doyuncaya
kadar buğday ekmeği yemeden dünyadan ayrıldı."* "Resûlullah üst üste
birçok geceleri aç geçirir, ehli de akşam yemeği bulamazlardı. Onların
ekmekleri çoğunlukla arpa ekmeği idi."
*
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yarın için bir şey
biriktirmezdi."
*
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ölünceye kadar (mükellef hazırlanmış)
bir sofrada yemek yemedi, (pasta şeklinde) ince yapılmış ekmek de yemedi."[10]
ـ5ـ وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كَانَ رسولُ
اللّهِ #
يَقُولُ:
اللَّهُمَّ
أحْيِنى مِسْكِيناً
وَأمِتْنِى
مِسْكِيناً
وَاحْشُرُنِى
في زُمْرَةِ
المَسَاكِينِ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ،
قَالَتْ
عَائِشَةُ
لِمَ يَا
رَسُولَ
اللّهِ؟ قال:
إنَّهُمْ
يَدْخُلُونَ
الجَنَّةَ
قَبْلَ
ا‘غْنِيَاءِ
بِأرْبَعِينَ
خَرِيفاً. يَا
عَائِشَةُ َ
تَرُدِّى
الْمِسْكِينَ
وَلَوْ
بِشِقِّ
تَمْرَةٍ،
يَا عَائِشَةُ
أحِبِّى المَسَاكِينَ
وَقَرِّ
بِيهِمْ
فَإنَّ
اللّهَ
يُقَرِّبكِ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ[.
أخرجه
الترمذي.والمراد
»بِالخَرِيفِ«
السَّنَةُ.وفي
حديث آخر:
خَمْسِمَائَةِ
عَامٍ،
والجمع
بينهما أن
المراد
با‘ربعين
تَقَدُّمُ
الفقير
الحريص على
الغنىّ
الحريص، وبالخمسمائة
تقدم الفقير
الزاهد على
الغنى الراغب
فكان الفقير
الحريص على
درجتين من خمس
وعشرين درجة
من الفقير
الزاهد، وهذا
نسبة ا‘ربعين
إلى خمسمائة،
وهذا التقدير
وأمثاله يجرى
على لسان
الرسول # جُزافاً
و اتفاقاً بل
لسرّ أدركه،
ونسبة أحاط بها
علمه، فأنه َ
ينْطِقُ عن
الهوى .
5. (2071)- Hz. Enes (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle dua etmişti:
"Allah'ım, beni miskin olarak, yaşat, miskin olarak ruhumu kabzet, kıyamet
günü de miskinler zümresiyle birlikte haşret."
Hz.
Âişe (radıyallâhu anhâ) atılarak sordu: "Niçin ey Allah'ın Resûlü?"
"Çünkü,
dedi, onlar cennete, zenginlerden kırk bahar önce girecekler. Ey Âişe!
fakirleri sev ve onları (rivâyet meclisine) yaklaştır, tâ ki Kıyâmet günü Allah
da sana yaklaşsın." [Tirmizî, Zühd (2353).]
Diğer
bir hadiste: "Beşyüz yıl" tabiri vardır. İki hadis şöyle cem'edilir:
"Kırktan maksad hırs sahibi fakirin, hırs sahibi zenginden öne geçeceği
müddettir. Beşyüzden maksad, zâhid fakirin hırslı zenginden önce gireceği
müddettir. Böylece hırs sâhibi fakir, zâhid fakirin yirmibeş derece üstünlüğüne
nazaran iki derecelik bir üstünlüğe sahiptir. Bu kırkın beşyüze nisbetidir. Bu
ve benzeri takdirler Resûlullah'ın lisanında mücâzefe veya tesâdüfî olarak
cereyan etmez. Bilakis idrâk ettiği bir sır veya ilminin ihâta ettiği bir nisbet
sebebiyle söylenmiştir. Zîra o hevâdan konuşmaz."[11]
AÇIKLAMA:
1-
Miskin, meskenet'ten gelir, zillet ve fakirliğe düşmüş demektir. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), Rabbine karşı tavazuunu ve fakrini ifâde etmek için
bu tabiri kendisi hakkında kullanmıştır. Bu sözüyle ayrıca ümmetini tevâzuya
bürünüp, kibir ve gururdan kaçınmaya irşâd etmektedir. Hadiste fakirlerin,
çektikleri meşakkatlere sabretmeleri sebebiyle kazandıkları uhrevî derecelerin
yüceliğine ve Allah'a olan yakınlıklarına da dikkat çekilmiş olmaktadır.
Sühreverdî'ye göre, Resûlullah Allah'tan fakirlerle birlikte haşredilmeyi
dilemesi, fakirlerin Kıyamet günü ne
kadar yüce bir mertebede olacaklarının en güzel ifadesidir.
2-Kırk
bahar demek kırk yıl demektir, çünkü bahar bir yılın dört mevsiminden sadece
birisidir. Resûlullah bir başka hadiste
فُقَرَاءُ
الْمُهَاجِرينَ
يَدْخُلوُنَ
الْجَنَّةَ
قَبْلَ
اَغْنِيَائِهِمْ
بِخَمْسَمِائَةِ
عَامٍ "Muhâcirlerin
fakirleri, zenginlerinden beşyüz yıl önce cennete girecekler"
buyurmaktadır.
Bu
iki hadis arasındaki rakam farkı, bunların tahdîd değil, çokluk ifâde etmek
maksadıyla kullanılmış olmaları hatırlatılmak sûretiyle te'lîf edilmiştir.
İkisinde de gâye aynıdır. Maksad birinde kırk, birinde beşyüz denilerek ifade
edilmiştir.
Bir
başka îzah da fakirler arasındaki farka dayandırılmıştır. şöyle ki: Taberî'nin
Mesleme İbnu Muhalled'den yaptığı bir rivâyette: "Muhâcirler, cennete
diğer mü'minlere nazaran kırk bahar önce girecekler, sonra ikinci zümre yüz
bahar sonra girer" denmektedir. Burada ifâde edilen mânaya göre, üçüncü
zümre ikiyüz yıl sonra girecek demektir. Sanki onlar en az beş zümreye ayrılmış
olmaktadır. Bir başka ifadeyle, fakirlerin arzedecekleri sabır, şükür ve arıza
hallerine bağlı olarak kendi aralarında farklı mertebelere sahiptirler. Şu halde
beş yüz rakamıyla, en üstün dereceyi tutan zâhid fakir'in, dünyayı taleb eden
zenginle arasındaki fark ifâde edilmiştir. Harîs fakir ise, zâhid fakirin sahip
olduğu yirmibeş derece üstünlükten sâdece iki derecesine sahiptir. Bu, kırkın
beşyüze nisbetine denktir. Görüldüğü üzere, lisan-ı nübüvvetten telâffuz edilip
hadisler olarak bize intikal eden beyanlarda yer alan rakamlar, mucâzefe veya
tesâdüf olmayıp, Efendimiz bizzat idrâk ettiği bir sır ve ilminin ihâta ettiği
bir hikmet sebebiyledir. Zîra, Efendimiz aleyhissalâtu vesselâm hevasından
konuşmaz, her ne konuşmuşsa kendisine yapılan bir vahye dayanır (Necm 3-4).
Aliyyü'l-Kârî
hadisi açıkladıktan sonra der ki: "Başka hiçbir delîl bulunmasa bile, bu
hadis tek başına şu hükmün verilmesi için yeterlidir: "Sabreden fakir,
şükreden zenginden hayırlıdır."
el-Kârî,
tahlîlini şöyle tamamlar: "Fakirlik iftihar vesilesidir, onunla iftihâr
edip övünmekteyim. اَلْفَقْرُ
فَخْرِى
وَبِهِ
افْتَخِرُ hadisi bâtıldır, huffâzdan Askalânî ve
başkalarının tasrîh ettiği üzere bunun müteber bir aslı yoktur. Ancak كَادَ
الْفَقْرُ
اَنْ يَكُونَ
كُفْراً "Fakirlik küfür olayazdı" hadisi çok
zayıftır. Sahîh olması halinde, mânayı kalbî fakr'a hamletmek gerekir. Yani,
kişiyi sızlanma ve korkuya atan, Allah'ın hükmüne rızasızlığa, sema ve arzın
Rabbince yapılan taksime itiraza sevkeden fakirliğe hamledilmesi gerekir. İşte
bu sebeplerdir ki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): لَيْسَ
الْغِنَى
عَنْ
كَثْرَةِ
الْعَرضِ
وَلَكِنَّ
الْغِنَى
غِنَى النَّفْسِ "çok malla zengin olunmaz. Gerçek
zenginlik kalb zenginliğidir" buyurmuştur.
Bazı
âlimler, Resûlullah'ın fakirlikten Allah'a sığınmasıyla ilgili rivâyetleri de,
aynı şekilde te'vîl ederek: "Bundan maksad "gönül fakirliği"dir
demişlerdir. İbnu Abdülberr ise şunları söyler: "Resûlullah'ın istiâze
ettiği fakirlik, kefâfın altına düşen fakirliktir, bu durumda kalbî zenginliği
de olmaz. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın nezdindeki zenginlik kalb
zenginliği idi. Âyet-i kerîmede: "Seni fakir bulup zenginletirmedi
mi?" (Duhâ 8) buyurulmuştur. Resûlullah'ın zenginliği kendinin ve
ailesinin bir yıllık kût'unu biriktirmekten öte geçmemiştir. Onun zenginliği
kalbinde Rabbine karşı beslediği güveni idi. (Kulluğu) unutturucu fakirlikten
de, tuğyana atıcı zenginlikten de Allah'a sığınırdı. Bu durumda, fakirlik ve
zenginliğin iki mezmûm kutupları teşkîl ettiğine delil vardır. Bu bâbta gelen
rivâyetler belirttiğimiz son husûsta ittifak eder."[12]
ـ6ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قال
رسول اللّه #:
يَدْخُلُ
الْفُقَرَاءُ
الجَنَّةَ
قَبْلَ
ا‘غْنِيَاءِ
بِخَمْسِمَائَةِ
عامٍ نِصْفِ
يَوْمٍ[.
أخرجه
الترمذي .
6. (2072)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Fukaralar, cennete zenginlerden beşyüz yıl önce girerler. Bu (Allah'ın
indinde) yarım gündür." [Tirmizî, Zühd 37, 2354).][13]
AÇIKLAMA:
1-Hadisin
açıklaması önceki hadiste yapılmıştır.
2-
Beşyüz yılın Allah indindeki yarım gün etmesi, Allah'ın indindeki bir gün,
dünya ölçülerindeki bin yıla tekabül etmesindendir. Zîra âyette şöyle denmiştir:
"Rabbinin katında bir gün, saydıklarınızdan bin yıl gibidir" (Hacc
47). Ancak, yine Kur'ân-ı Kerîm'in bir başka âyetinde "miktarı elli bin
yıl olan bir gün"den de söz edilmektedir (Secde 5). Bu farklılıkla ilgili
bir te'vile göre, zamanın değeri mü'min için ayrı, kâfir için ayrıdır. Mü'min
için bir gün bin yıl gibi uzarken, kafir için ellibin yıl gibi uzayacaktır.
Zîra yine âyetle sâbittir ki, aynı müddet ebrâr için daha kısa, kâfirler için
daha uzundur: "O boru öttürülünce, işte o(gün) kâfirlerin aleyhinde pek
çetin bir gündür, kolay değil. " (Müddessir 9-10).[14]
ـ7ـ وعن أبى
عبدالرحمن
الحُبُلِى
قال: ]سَألَ رَجُلٌ
عَبْدَاللّهِ
بْنَ عَمْرِو
ابْنِ الْعَاصِ
فقَالَ:
ألَسْنَا
مِنْ
فُقَرَاءِ المُهَاجِرِينَ.
فقَالَ لَهُ:
ألَكَ
زَوْجَةٌ
تَأوِى
إلَيْهَا؟
قالَ:
نَعَمْ قالَ:
ألكَ
مَسْكَنٌ
تَسْكُنُهُ؟
قالَ: نَعَمْ.
قالَ: فَأنْتَ
مِنَ
ا‘غْنِيَاءِ،
قال: فإنَّ
لِى
خَادِماً؟
قالَ: فَأنْتَ
مِنَ
المُلُوكِ[.
أخرجه مسلم .
7. (2073)- Ebû Abdirrahman el-Hubulî
anlatıyor: "Bir adam Abdullah İbnu Amr (radıyallâhu anh)'a sorarak dedi
ki: "Biz muhâcirlerin fakirlerinden değil miyiz?" Abdullah da ona
sordu: "Kendisine sığındığın bir zevcen var mı?" Adam:
"Evet" dedi. Abdullah: "Senin oturduğun bir meskenin var mı?
Adam: "Evet!" deyince Abdullah: "Sen zenginlerdensin!"
dedi. Adam: "Benim bir de hizmetçim var!" diye ilave edince,
Abdullah: "Öyleyse sen krallardansın!" dedi." [Müslim, Zühd 37,
(2979).][15]
ـ8ـ وعن أبى
سعيد رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]جَلَسْتُ
في عِصَابَةٍ
مِنْ
ضُعَفَاءِ
المُهَاجِرِينَ
وَإنَّ
بَعْضَهُمْ
لَيَسْتَتِرُ
بِبَعْضِ
مِنَ
الْعُرى،
وَقَارِئُ
يَقْرَأُ
عَلَيْنَا
إذْ جَاءَ
رسولُ اللّهِ
# فقَامَ عَلَيْنَا
فَسَكَتَ
الْقَارِئُ.
فقَالَ: مَا
كُنْتُمْ
تَصْنَعُونَ؟
قُلْنَا:
كَانَ قَارِئٌ
يَقْرَأُ
عَلَيْنَا
نَسْتَمِعُ
كِتَابَ
رَبِّنَا.
فقَالَ:
الْحَمْدُللّهِ
الَّذِى
جَعَلَ في
أُمَّتِى
مَنْ
أُمِرْتُ أنْ
أُصَبِّرَ نَفْسِى
مَعَهُمْ،
وَجَلَسَ
وَسَطَنَا
لِيَعْدِلَ
نَفْسَهُ
بِنَا. ثم قال
بِيَدِهِ هكذَا:
فَتَحَلّقُوا
وَبَرَزَتْ
وُجُوهُهُمْ.
قالَ: فَمَا
رَأيْتُ
رسولَ اللّهِ
# عَرَفَ مِنْهُمْ
أحَداً
غَيْرِى،
ثُمَّ قالَ:
أبْشِرُوا يَا
صَعَالِيكَ
المُهَاجِرِينَ
بِالنُّورِ التَّامِّ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
تَدْخُلُونَ
الجَنَّةَ
قَبْلَ
أغْنِيَاءِ
النَّاسِ
بِنِصْفِ
يَوْمِ،
وَذلِكَ
خَمْسُمائَةِ
سَنَةٍ[.
أخرجه أبو
داود
والترمذي.»الْعِصَابَةُ«
الجماعة من
الناس.»تَحَلَّقُوا«
أى صاروا حلقة
مستديرة .
8. (2074)- Ebû Saîd (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Muhâcirlerin fakirlerinden bir grupla birlikte oturmuştum.
Bunlardan bir kısmı, bir kısmı (nın karaltısından istifâde ) ile çıplaklıktan
korunuyordu. Bir kâri de bize (Kur'ân) okuyordu. Derken Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) çıkageldi ve üzerimizde dikildi. Resûlullah'ın
yanımızda dikilmesi üzerine kâri okumayı bıraktı. Resûlullah da selam verdi ve
:
"Ne
yapıyorunuz?" diye sordu.
"Ey
Allah'ın Resûlü! dedik, o kârimizdir, bize (Kur'ân) okuyor. Biz de Allah
Teâlâ'nın kitabını dinliyoruz."
Bunun
üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Ümmetim
arasında, kendileriyle birlikte sabretmem emredilen kimseleri yaratan Allah'ıma
hamdolsun!" dedi.
Sonra,
kendisini bizimle eşitlemek üzere Resûlullah, ortamıza oturdu.Ve eliyle işâret
ederek: "Şöyle (halka yapın)" dedi. Cemaat hemen etrafında halka
oldu, yüzleri ona döndü.
Ebû
Saîd der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın onlar arasında benden
başka birini daha tanıyor görmedim. (Herkes yeni baştan vaziyetini alınca)
Resûlullah şu müjdeyi verdi:
"Ey
yoksul muhâcirler, size müjdeler olsun! Size Kıyamet günündeki tam nûru müjde
ediyorum. Sizler cennete, insanların zenginlerinden yarım gün önce
gireceksiniz. Bu yarım gün, (dünya günleriyle) beşyüz yıl eder." [Ebû
Dâvud, İlim 13, (3666); Tirmizî, Zühd 37, (2352).][16]
AÇIKLAMA:
1-
Bu rivâyet Medîne'ye hicret eden bir kısım müslümanların maddî durumlarını
aksettirmesi bakımından dikkat çekicidir: Birbirlerinin gölgesiyle tesettürü
sağlamaya çalışacak kadar fakirlik. Resûlullah bunlara fakir kelimesini değil
saâlîk kelimesini kullanarak hitabedecektir. Bu kelime sülûk'un cem'idir. Ne
bir malı, ne bir dayanağı, ne de bir ümid imkânı bulunmayan fakir demektir.
Dilimizde bu mânayı ifade için fakir diye tercüme ettik.
2-
Kârî, okuyan demektir. Tabii ki burada, cemâate yüksek sesle Kur'an okuyup,
dinleten demektir. İslâm'ın bidâyetinde din tebliğcilerine de kâri (veya mukri)
denirdi, çünkü teblîğlerini, Kur'ân okuyarak yapıyorlardı.
3-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "... kendileriyle birlikte sabretmem
emredilen.." sözüyle, şu mealdeki âyete işaret buyurmuştur: "Sabah
akşam Rabblerinin rızasını dileyerek O'na yalvaranlarla beraber sen de
sabret..." (Kehf 28).
4-
Rivayette geçen "...Kendisini bizimle eşitlemek için ..." ifâdesi iki
ayrı mânada anlaşılmıştır:
1)
Resûlullah tevâzu maksadıyla, nefsini bizimki ile bir tutmak, eşitlemek üzere
aramıza oturdu.
2)
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) herkese eşit uzaklıkta olmak için halkanın
ortasına oturdu.
5-
Fakirlerin, cennete zenginlerden beşyüz yıl önce girme meselesiyle ilgili
açıklamaları önceki iki hadiste yeterince yaptık.[17]
ـ9ـ وعن
أسامة بن زيد
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]قالَ رسولُ
اللّهِ #:
قُمْتُ عَلى
بَابِ الجَنَّةِ
فَكَانَ
عَامَّةُ
مَنْ
دَخَلَهَا
المَسَاكِينَ،
وَأصْحَابُ
الجَدِّ
مَحْبُوسُونَ
غَيْرَ أنَّ
أصْحَابَ
النَّارِ
قَدْ أُمِرَ
بِهِمْ إلى
النَّارِ،
وَقُمْتُ
عَلى بَابِ
النَّارِ،
فَإذَ
عَامَّةُ
مَنْ دَخَلَهَا
النِّسَاءُ[.
أخرجه
الشيخان.»الجَدُّ«
الحظ
والسعادة .
9. (2075)- Üsâme İbnu Zeyd (radıyallâhu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"(Mirâc sırasında) cennetin kapısında durup içeri baktım. Oraya girenlerin
büyük çoğunluğunun miskinler olduğunu gördüm. Dünyadaki imkân sâhiplerinin
cehennemlikleri ateşe gitmeye emrolunmuşlardı, geri kalanlar da mahpus idiler.
Cehennemin kapısında da durdum. Oraya girenlerin büyük çoğunluğu da
kadınlardı." [Buhârî, Rikâk 51, Müslim, Zühd 93, (2736).][18]
AÇIKLAMA:
1-
Resûlullah (aheyhissalâtu vesselâm), Mîrac sırasında veya rüyada gördüğü bir
hakîkati ifâde etmektedir: Cehennem ahâlisinin çoğunu kadınlar teşkil ettiği
gibi cennet ahâlisinin çoğunu da fakirler teşkil etmektedir. Bu çeşit
rivâyetler çoktur. Bu rivâyetlerde kadınların fıtrî za-afları ile, maddi
imkanların insan üzerindeki menfî etkilerine dikkat çekilmektedir. Ta ki,
insanoğlu zayıf noktalarından uyarılmış olsun ve o noktalarda daha tedbirli
davransın.
Nitekim,
öncelikle annelik gibi, şefkat ve merhamet duygularının ileri derecede
bulunmasını gerektiren bir vazîfe üzerine yaratılan kadın, kendisine verilen bu
asli vazîfeye uygun olarak, erkeklere nazaran çok daha hissi, çok daha hassas
bir tabiatla techiz edilmiştir. Bu fıtrî hissîliğin, yan tezâhürleri olacak ve
bu da onun zayıf noktalarını teşkil edecektir. İşte Resûlullah, kadınlarla
ilgili benzer hadislerinde, bazı İslâm düşmanı mugâlata sahiplerinin söylediği
gibi kadınları istiskal etmiyor, bilakis onların zaaflarına dikkat çekerek, o
noktalarda uyanıklığa sevkediyor.
Zenginler
için de durum aynıdır. Zenginlik, insanı istiğna duygusuna boğarak,
mâneviyattan, kulluktan uzaklaştırmaktadır. Ayrıca servetin kazanılmasında
gayr-i meşru kazanç ihtimalleri, zekât ve sadakasını tam tamına verememe
ihtimâli, malın muhâfaza ve artırılması gibi zarûri meşguliyetlerin kişiyi fazlaca
işgal etme hatarları (riskleri) mevcuttur. Öyle ise, ümmetinin her zümresine
karşı rahmet ve şefkat hisleriyle dolu olan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in bu zümrelerin zayıf noktalarına dikkat çekip, onları uyarmasından
daha tabiî bir şey olamaz.
Dînimizin
getirdiği hayat felsefesine göre, insan imtihan edilmek üzere yaratılmıştır.
Kimisi azlık, kimisi çokluk; kimisi kadınlık, kimisi erkeklik; kimisi sağlık,
kimisi hastalık; kimisi nimet, kimisi musibetle veya aynı insan yerine göre
bazan sağlık, bazan hastalıkla, bazan bolluk, bazan darlıkla, nimet veya
musibetle... imtihan edilecektir. Şeriat, bu farklı hallerin her birinde her
bir farklı hal sâhibine nasıl davranmak gerektiğinin bilgisini getirmiş ve bu
talimata uymasını emretmiştir. Bu talimâtı anlayacak derecede aklı olan herkes,
buna uyup uymama durumuna göre hesaba çekilecektir.
Öyle
ise zenginle veya kadınla ilgili veya bir başka durum sahibiyle ilgili dînî
talimatı belirtilen çerçevede kavramak gerekir. Bu talimatta ne kadının
istiskâli, ne servet sahiplerine düşmanlık aranmamalı, fıtrata hâkim kanunların
beyânı, belirtilen şartlarda gerçek kulluğun nasıl yapılacağının öğretisi, bir
başka ifade ile dinin siyâseti aranmalıdır. Kurtubî'nin sadedinde olduğumuz
hadisle ilgili açıklamasını bu noktadan değerlendirelim:
"Kadınlar,
cennetlikler arasında azınlığı teşkîl etmektedir. Çünkü onlara (hissiliğin
galebesiyle akıllarının azlığı ve aldanmalarının çabukluğundan ötürü hevâ ve
dünyanın peşin zinetlerine meyledip âhiretten yüz çevirme hâli galebe
çalar."[19]
ـ10ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قالَ
رسولُ اللّهِ
#: ابْغُونِى
ضُعَفَاءَكُمْ،
فَإنَّمَا
تُنْصَرُونَ
وَتُرْزَقُونَ
بِضُفَائِكُمْ[.
أخرجه أصحاب
السنن.ومعنى
»أبْغُونى«
اطلبوا لى .
10. (2076)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Bana zayıflarınızı arayın. Zîra sizler, zayıflarınız sebebiyle yardıma ve
rızka mazhar kılınıyorsunuz." [Ebû Dâvud, Cihâd 77, (2594); Tirmizî, Cihâd
24, (1702); Nesâî, Cihâd 43, (6,
45-46).][20]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) burada fakirliği sebebiyle halkın zayıf addettiği kimselerin
himâyesini , onların korunmasını, onlara yardım edilmesini emretmektedir.
2-
"...zayıflarınız sebebiyle..." ibâresi: "onların aranızda
olmaları sebebiyle ...", "onların dizginleri sizde olması
sebebiyle", "onların duaları bereketine" diye anlaşılmıştır.
Zayıf kimse aczini ve güçsüzlüğünü görünce, güç ve kuvvetten tam bir ihlâsla
yüz çevirerek Allah'tan yardım ister. Böylece galebe elde eder. Nitekim
"Nice az topluluk, çok topluluğa Allah'ın izniyle galebe çalmıştır"
(Bakara 248) buyurulmuştur. Halbuki kuvvetli olan, kuvvetine güvenerek, galebe
çalacağına kesin gözüyle bakar, kuvvetine mağrur olur. Bu onu tedbirsizliğe ve
yalnızlığa iter, mağlubiyete götürür. Kur'ân-ı Kerîm, müslümanların Huneyn'de
böyle bir gurura düşerek mağlup olduklarını haber verir (Tevbe 25).
3-
Hadisi daha anlaşılır kılan bir ziyade Nesâî'nin rivayetinde yer almaktadır:
"Allah bu ümmete zayıfları sebebiyle, onların duaları, namazları ve
ihlasları hatırı için yardım eder." Yani "Zayıfların ibâdet ve
duaları çok daha hâlisânedir. Çünkü, kalpleri dünyevî süslerle meşgûl değildir.
Himmetleri bir şeyde toplanmıştır. Bu sebeple duaları makbuldür, amelleri
(riyâdan) pâktır." Öyle ise onların bu makbul duaları sebebiyle
düşmanlarınıza karşı yardım görüyorsunuz, belalar üzerinizden defediliyor.
4-
Tîbî der ki: "Bu hadiste zenginlerle, düşüp kalkmaktan nehyedilmekte,
fakirlere karşı tekebbür etmekten (büyüklenmekten) yasaklanmaktadır. Bu sebeple
Hz. Lokman, oğluna: "Elbiseleri eski diye fakirleri hakir görme, çünkü
senin de, onun da Rabbiniz birdir" demiştir. İbnu Muâz da: "Fakirlere
olan sevgin peygamberlerin ahlâkındandır. Onlarla düşüp kalkamayı tercih etmen
sâlihlerin alâmetlerindendir, onlardan kaçman da münâfıkların
alâmetlerindendir" demiştir.
5-
Son olarak, hadisle ilgili Münâvî'nin kaydettiği bir açıklamaya daha yer vermek
isteriz: "Tenbih: Bu hadis ve buna benzeyen, هَلْ
تُنْصَرُونَ
وَتُرْزَقُونَ
إَّ
بِضُعَفَائِكُمْ "Siz ancak zayıflarınız sebebiyle yardım
görür, rızka kavuşursunuz" hadisi ile Müslim'de gelmiş olan اَلْمُؤْمِنُ
الْقَوِىُّ
خَيْرٌ وَاَحَبُّ
الى اللّهِ
مِنَ
الْمُؤْمِنِ
الضَّعِيفِ
وفي كُلِّ
خَيْرٌ
"Kuvvetli mü'min Allah'a zayıf mü'minden
daha hayırlı ve daha sevgilidir, ancak her birinde hayır vardır" hadis
arasında zâhiri bir teâruz vardır. Ancak düşünüldüğü zaman, aralarında zıtlık
olmadığı görülür. Zîra kuvvetin medhinden murad Allah'ın zâtındaki kuvvettir ve
azimdeki şiddet(in medhidir). Za'fın medhinde murad da sade yaşayış, kalp
inceliği ve Cenâb-ı Hakk'ın celâlini müşâhede edince kendinden geçmedir. Veya
kuvvetin zemminden (kötülenmesinden) murad, zorbalık ve büyüklenmedir,
zayıflığın zemminden murad da Vâhidu'l-Kahhâr'ın hakkını yerine getirmede azim
zayıflığıdır. Zîra Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) burada: "Fakirlerin
kuvvetiyle muzaffer olursunuz.." demiyor. Bilakis muradı "onların
duası", "ihlası" vesair zikri geçen şeylerden biridir."[21]
ـ11ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
قال رسول اللّه
#: مَا بَعثَ
اللّهُ
نبِيّاً إَّ
رَعى
الْغَنَمَ
قالُوا: وَأنْتَ
يَا رسولَ
اللّهِ؟ قالَ:
نَعَمْ، كُنْتُ
أرْعَاهَا
عَلى
قَرَارِيطَ
‘َهْلِ مَكَّةَ[.
أخرجه
البخارى
ومالك ولم
يذكر القراريط
.
11. (2077)- Yine Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: " Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
efendimiz buyurdular ki: "Allah hiçbir peygamber göndermedi ki, koyun
çobanlığı yapmamış olsun."
"Sen
de mi, Ey Allah'ın Resûlü?" diye sordular.
"Evet,
dedi ben de bir miktar kırat mukabili Mekke ehline koyun güttüm." [Buhârî,
İcâre 2; Muvatta, 18 (2, 971); İbnu Mâce, Ticârât 5, (2149).][22]
AÇIKLAMA:
1-
Bu hadiste bütün peygamberlerin hayatında bir çobanlık devresinin bulunduğu
beyan edilmektedir. Nesâî'nin bir rivâyetinde şöyle denir: "Koyun
sahipleri ile deve sahipleri övünmüşlerdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Hz. Musa koyun çobanı olduğu halde pegamber oldu. Hz. Dâvud koyun çobanı
olduğu halde peygamber oldu. Ben de ehlimin koyunlarını Ciyâd'da güderken
peygamber oldum" dedi.
Hadiste
geçen karârît kelimesi kîrât'ın cem'idir. Kîrât, hadiste bir yerin ismi olarak
mı kullanılmıştır, yoksa dînar'ın cüzlerinden bir cüz mânasına mıdır? Çünkü
kîrât normalde kuruş gibi bir para birimidir. Karârît'ten maksat para'dır
diyenler, Mekke ahâlisinin bu adı taşıyan bir bölge bilmediklerine dikkat çekerler.
Açıklamada kaydettiğimiz rivâyet de ehline Ciyâd nâm mevkide koyun güttüğünü
ifâde eder. İbnu Hacer: "Mekke halkına para ile, kendi ailesine de parasız
koyun gütmüş olabileceğini" söyleyerek ihtilâfı birleştirir.
2-
Peygamberlerin çobanlıktan geçmelerindeki hikmeti âlimler şöyle açıklamışlardı:
"Peygamberler koyunları güderek, yürütülmesi boyunlarına yüklenen
ümmetlerinin işleri hususunda tecrübe sahibi olmuşlardır. Zîra koyunlarla haşır
neşir olma sonunda onlarda hilm ve şefkat duyguları gelişir. Çünkü onlar,
koyunları gütmeye ve mer'ada dağılmalarından sonra toplamaya, bir otlaktan
diğer bir otlağa nakletmeye, hayvanların vahşi hayvan ve hırsız nev'inden
düşmanlarını defetmeye sabrettiler. Hayvanların tabiatlarındaki farklılıkları,
zayıflıklarına ve muâhedeye olan ihtiyaçlarına
rağmen aralarındaki şiddetli iftirakları görüp tecrübe edinirler. Bu
durumdan ümmete karşı sabretmeye ülfet kazanırlar ve ayrıca ümmetin
tabiatlarındaki değişiklikleri, akıllarındaki farklılıkları anlarlar. Böylece
ümmetin yarasını sarar, zayıflarına merhamet eder, onlarla daha iyi geçinir. Bu
davranışların vereceği meşakkatlere çobanlıktan gelenlerin tahammülleri, bu
işlere birden bire girenlerden daha kolay olur.Koyun güdünce bu hususlar
tedricen kazanılır.
Bu
tecrübe işinde koyun üzerinde durulmuştur. Çünkü koyun diğerlerinden daha
zayıf, bunların dağılmaları da deve ve sığırda daha fazladır. Çünkü deve ve
sığırın bağlama imkânı vardır. Adeten koyun kırda bağlanmaz. Ayrıca, koyun daha
çok dağılsa da, emirlere uyması diğerlerinden daha çabuk olur."[23]
ـ12ـ وعن
عبداللّه بن
مغفل رَضِيَ
اللّهُ عَنْهُ
قال: ]جَاءَ
رَجُلٌ
فقَالَ يَا
رَسُولَ اللّهِ
إنِّى
أُحِبُّكَ،
فقَالَ:
انْظُرْ مَا تَقُولُ
قالَ. واللّهِ
إنِّى
‘حبُّكَ،
ثََثَ مَرَّاتٍ،
فقَالَ: إنْ
كُنْتَ
تُحِبُّنِى
فَأعِدَّ
لِلْفَقْرِ
تَجْفَافاً،
فإنَّ
الْفَقْرَ
أسْرَعُ إلى
مَنْ
يُحِبُّنِى
مَنَ
السَّيْلِ
إلى مُنْتَهَاهُ[.
أخرجه
الترمذي .
12. (2078)- Abdullah İbnu Muğaffel
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Bir adam gelerek "Ey Allah'ın Resûlü!
Ben seni seviyorum" dedi. Resûlullah:
"Ne
söylediğine dikkat et!" diye cevap verdi. Adam:
"Vallâhi
ben seni seviyorum!" deyip, bunu üç kere tekrar etti. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bunun üzerine adama:"
Eğer
beni seviyorsan, fakirlik için bir zırh hazırla. Çünkü beni sevene fakirlik,
hedefine koşan selden daha sür'atli gelir." [Tirmizî, Zühd 36, (2351).][24]
AÇIKLAMA:
1-
Aslında her mü'min Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı sevmekle mükelleftir,
O'nsuz mü'min olunmaz. Öyle ise bu söz, ileri derecede bir sevgi duygusunun
ifadesi olmaktadır. Bu seviyede bir sevgi, kişiye bir kısım hassasiyetleri
tahmîl edecek olmasındandır ki, Resûlullah, bu söylediğin şeyin gerektirdiği
mes'ûliyetlere katlanıp , titizlikleri yaşıyabilecek misin? mânasında: "Ne
söylediğine dikkat et!" buyurmuştur. "... Fakirlik için zırh
hazırla!" uyarısının gerisinde ciddî, muhâtaralı, azîm bir işe karar
vermişsin, hele bir düşün, altından kalkabilecek misin? Bu, basit bir karar
değil, kendini tehlikeli bir işe atıyorsun. Bunun arkasında pek çok bela ve
musibetlerle imtihân var. Kendini bilerek bela ve musibetlere atmaktan daha
büyük bir muhâtara (risk) var mı? gibi mânalar zihne gelmektedir.
Aliyyü'l-Kârî, burada hazırlanması emredilen
zırhtan maksadın sabır olduğunu belirtir. "Çünkü der, sabır fakrı örter,
tıpkı zırhın zarara karşı bedeni örttüğü gibi."
Belânın
gelmesine selin misal verilmesi, sür'ati ifade içindir, çünkü yüksekten akan
sel süratlidir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "İnsanlardan en
şiddetli belaya maruz olanlar önce peygamberler, sonra veliler, sonra bunların
benzerleridir" hadisi göz önüne alınınca, sadedinde olduğumuz hadis daha
iyi anlaşılır.
Hak
yolunda en büyük musibetlere katlanan Seyyidü'l-Enbiya Efendimizin yolunda
gidenler, ona yakınlıklarının derecesini, onu sevme yolunda katlandıkları fedâkarlıklar,
sıkıntılar ve mahrûmiyetlerle ölçebilirler.
Bu
mi'yarın zamanımız için çok daha muteber olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü,
öncelikle farz ve sünnetlerin yaşanmasında ifâdesini bulan sevmeye, zamanımızda
çeşitli mâniler var. Bırakalım pek çok hayatî sünnetleri, farzların yerine
getirilmesi bile bir kısım hatarları (riskleri) berâberinde getirmekte,
mü'minleri işinden, aşından, terfîsinden etmektedir. Sünnete uymanın getireceği
bu hatarları göze alamayıp, tâvizkârlığa düşen rahatına bağlı müslümanlar,
şartların daha da ağırlaşmasına zemin hazırlayıp, dinî hayatta daha çok
tavizler istenmesine sebep olmaktadırlar.
Hülasa,
ilk nazarda pek vazıh görünmeyen bu hadisin, üzerinde düşünülünce mûcizevî bir
beyan olduğu görülmektedir.
Rabbimizden,
Resûl-ü Ekrem'ini hakkıyla sevmeyi bizlere nasîb etmesini niyaz ediyoruz.[25]
ـ13ـ وعن عليّ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]بَيْنَمَا
نَحْنُ
جُلُوسٌ مَعَ
رسولِ اللّهِ
# إذْ طَلَعَ
عَلَيْنَا
مُصْعَبُ
بْنُ عُمَيْرٍ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ مَا
عَلَيْهِ إَّ
بُرْدَةٌ
مُرَقَّعَةٌ
بِفَرْوٍ،
فَلَمَّا
رَآهُ
النّبىُّ #
بَكى لِلَّذِى
كانَ فِيهِ
مِنَ
النِّعْمَةِ،
ثُمَّ قالَ:
كَيْفَ
بِكُمْ إذَا
غَدَا
أحَدُكُمْ في حُلّةٍ،
وَرَاحَ في
أُخْرى،
وَوُضِعَتْ
بَيْنَ
يَدَيْهِ
صَحْفَةٌ،
وَرُفِعَتْ
أُخْرى،
وَسَتَرْتُمْ
بُيُوتَكُمْ كَمَا
تَسْتَرُ
الْكَعْبَةُ
قالُوا يَا
رسُولَ
اللّهِ:
نَحْنُ يَوْمَئِذٍ
خَيْرٌ
مِنَّا
اليَوْمَ،
نُكْفَى
المؤْنَةَ،
وَنَتَفَرَّغُ
لِلْعِبَادَةِ،
فقَالَ: بَلْ
أنْتُمْ
الْيَوْمَ
خَيْرٌ
مِنْكُمْ
يَوْمَئِذٍ[.
أخرجه
الترمذي .
13. (2079)- Hz. Ali (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Biz Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte otururken uzaktan
Mus'ab İbnu Umeyr (radıyallâhu anh) göründü, bize doğru geliyordu. Üzerinde
deri parçası ile yamanmış bir bürdesi vardı. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) onu görünce, (Mekke'de iken giyim kuşam yönünden yaşadığı) bolluğu
düşünerek ağladı. Sonra şunu söyledi:"
(Gün
gelip, sizden biri, sabah bir elbise, akşam bir başka elbise giyse ve önüne
yemek tabakalarının biri getirilip diğeri kaldırılsa ve evlerinizi de (halılar
ve kilimler ile) Ka'be gibi örtseniz o zamanda nasıl olursunuz?"
"O
gün, dediler, biz bugünümüzden çok daha iyi oluruz. Çünkü hayat külfetimiz
karşılanmış olacak, biz de ibâdete daha çok vakit ayıracağız.
"Hayır!
buyurdu, bilakis siz bugün o günden daha iyisinizdir." [Tirmizî, Kıyamet
36, (2478).][26]
AÇIKLAMA:
1-
Mus'ab İbnu Umeyr, İslâm'ın ilk kahramanlarından biridir. Mekke' nin zengin
ailelerine mensuptur. En iyi giyinen, en yakışıklı gençlerindendir. Müslüman
olunca ailesinin boykotuna maruz kalmış, maddî sıkıntılar çekmiştir. Öyle ki
derisi buruş buruş olmuştur. Ayrıca ondaki İslâm aşkını bu sıkıntılar
sarsmamıştır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Akabe biatından sonra, daha
hicret etmeden, İslâm'ı yaymak ve namaz kıldırmak üzere Medîne'ye göndermiştir.
Medîneli müşriklere hep Kur'ân okuyarak teblîğde bulunduğu için kerdinsine
mukri (ve kârî) denmiş idi.
Mus'ab
(radıyallâhu anh), Resûlullah'ın rikkate gelerek gözlerinden yaşlar boşanmasına
sebep olan maddi sıkıntı içerisinde, İslâm'a hizmete yılmadan devam etmiş, Uhud
savaşında şehîd olduğu zaman, vücudunu örtecek kefen bile bulunamamıştır.
Kıyamet günü huzur-u İlâhî'de tam bir şeref hil'ati yerine geçecek olan
üzerindeki o yamalı elbisesi ile başı örtülmüş, ayakları da izhir otuyla
kapatılmış öylece defnedilmişti. Habbâb (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile berâber hicret ettik. Sırf
Allah'ın rızasını düşünüyorduk. Bizim ücretlerimizi Allah verecekti. Bir
kısmımız ücretinden hiç bir şey yemeden öldü. Bazılarımızın da (daha dünyada)
meyveleri olgunlaştı ve topladı. Mus'ab İbnu Umeyr, geride tek elbiseden başka
hiçbir şey bırakmadan öldü. (Uhud'da öldüğü zaman) bu elbise ile başını
örttüğümüz vakit ayakları açılıyordu, onunla ayağını örtsek başı açılıyordu.
Resûlullah: "(Elbisesiyle) başını örtün, ayağına da izhir otu koyun"
emretti."
2-
Resûlullah, bu hadiste maddî bolluğun, dînî gayret ve ibâdette hassasiyet
getirmeyip, her hususta rehâvet ve gevşekliğe sebep olacağını ders vermektedir.
İslâm cemiyetini, maddi darlık değil, bilâkis bolluk ve rehâvetin yıkıma
götüreceğini Hz. Peygamber pek çok hadislerinde beyan etmiştir. Tarih,
medeniyetler kuran cemiyetlerin hep maddi refahın zirvesine ulaştıktan sonra
gerilemeye ve yıkıma gittiklerini gösterir. Günümüzde bile, içtimâî çöküşlerin
göstergesi kabûl edilen içki ve uyuşturucu salgınına ve çeşitli cinsi
sapıklıkların yaygınlık kazanmasına hep zengin ve müreffeh cemiyetlerde
rastlamaktayız.[27]
ـ14ـ وعن أبى
أُمَامة بن
ثعلبة ا‘نصارى
رَضِيَ اللّهُ
عَنْهُ قال:
]ذَكَرُوا
عِنْدَ
النبىِّ #:
الدُّنْيَا
فقَالَ: أَ
تَسْمَعُونَ،
أَ
تَسْمَعُونَ؟
إنَّ الْبَذَاذَةَ
مِنَ
ا“يمَانِ،
إنَّ
البَذَاذَةَ
مِنَ
ا“يماَنِ[.
أخرجه أبو
داود.»البَذَاذَةُ«
بذالين
معجمتين
بينهما ألف:
رثاثة الهيئة
وترك الزينة،
والمراد به
التواضع في
اللباس، وترك
التبجح به .
14. (2080)- Ebû Ümâme İbnu Sa'lebe
el-Ensârî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın yanında dünyayı zikretmişlerdi. Buyurdular ki:
"Duymuyor
musunuz, işitmiyor musunuz? Mütevâzi giyinmek îmandandır, mütevâzi giyinmek
imandandır!" [Ebû Dâvud, Tereccül 1, (4161); İbnu Mâce, Zühd 22, (4118).][28]
AÇIKLAMA:
1-
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadislerinde mü'mine sâde ve mütevazi
giyinmeyi tavsiye etmektedir. Dünyada söz edilen bir sohbette te'kîdli bir
üslubla kılık kıyafette sadeliğin tavsiye edilmesi, giyimin "dünya"ya
ait bir keyfiyet olduğunu gösterir.
2-
Mütevâzi olarak tercüme ettiğimiz bezâze kelimesini, İbnu'l-Esîr kıyafetce
düşüklük, bayağılık olarak açıkladıktan sonra bundan maksadın "elbisede
tevâzu olduğunu, fazlalığı terk olduğunu" belirtir. Biz, tevâzu olarak
tercüme ettik. Kılık kıyafette, günümüzde olduğu gibi, bir moda yarışı ile,
eskimeden elbise atmanın dînen te'yîd edilen bir yönü yoktur. Tevâzu ve sâdelik
esastır, ancak bunu "sünepelik" olarak da anlamamak gerekir. Libas
(giyecek) ile ilgili bölümde görüleceği üzere, gelire muvafık olarak giyinmeyi
dînimiz tecvîz etmiştir.
Ne
var ki bir önceki hadiste temas edildiği şekilde, imkân sahiplerinin sabah bir
çeşit, akşam bir başka çeşit giyme havasına girmeleri cemiyetin iktisâdî
hayatında bir kısım sıkıntılara sebep olacak, ahlakî ve dînî hayatta da bunun
akisleri görülecektir.
Şu
halde imkân sahiplerinin de böyle menfi durumların çıkabileceğini düşünerek,
buna meydan vermemek düşüncesiyle tevâzu ve sâdeliği tercîh etmeleri dinin
tavsiye ettiği sırat-ı müstakîm olmaktadır.[29]
ـ15ـ وعن جابر
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]ذُكِرَ
رَجُلٌ
عِنْدَ
النَّبىِّ #:
بِعِبَادَةٍ،
وَذُكِرَ
آخَرُ
بِوَرَعٍ،
فقَالَ
النبىُّ #: َ
يُعْدَلُ
الْوَرَعُ
بِشَىْءٍ[.
أخرجه الترمذي
.
15. (2081)- Hz. Câbir (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanında bir adamın çok
ibâdet ettiğinden, bir diğerinin de vera sahibi olduğundan bahsedilmişti.
Efendimiz:
"Vera'ya
denk olacak onunla tartılabilecek bir şey yoktur!" buyurdu."
[Tirmizî, Kıyâmet 61, (2521).][30]
AÇIKLAMA:
1-
Hadisin metni, Tirmizî'de biraz farklıdır. Sözgelimi vera kelimesi ri'a
şeklinde masdar olarak yer alır.
2-
Burada Resûlullah (aleyhissalâtu vessalâm) vera'yı çok ibadete üstün
kılmaktadır. Vera', İbnu'l-Esîr'in açıkladığı üzere, asıl itibariyle
haramlardan kaçınmak mânasına gelir. Ancak sonradan dînî endişelerle mübah ve
helâl olan şeylerden de kaçınmak mânasında kullanılmıştır. Gazâlî, harama
vesîle olabilir endişesiyle helâl şeyleri de terketmek olarak tarif eder.
Önceki hadiste geçtiği üzere zengin kimsenin helâl olduğu halde iyi giyinmeyi
terkedip, tevâzu ifâde eden sade giyinmesi vera'dır. Bu hal, sadece giyimle
kuşamla ilgili değildir, mesken, yiyecek, binecek, konuşma gibi her çeşit aslî
ve gayr-ı aslî ihtiyaçları için de mevzubahistir.[31]
ـ16ـ وعن عطية
السعدى
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قالَ رسولُ
اللّه #: َ
يَبْلُغُ
الْعَبْدُ حَقِىقَةَ
التَّقْوى
حَتَّى
يَدَعَ مَاَ
بَأسَ بِهِ
حَذْراً
مِمَّا بِهِ
بَأسٌ[. أخرجه
الترمذي.
16. (2082)- Atiyye es-Sa'dî (radıyallâhu
anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kişi mahzurlu olan şeyden korkarak mahzursuz olanı terketmedikçe gerçek
takvaya ulaşamaz." [Tirmizî, Kıyâmet 20, (2453).][32]
AÇIKLAMA:
1-
Bu hadiste, helâl bile olsa, gereksiz ve fazla olan kısmın bırakılmasına emir
vardır. Mü'min, "haram değildir" diye veya "helâldir" diye
gereği, lüzumu olmayan şeylere yer vermemelidir. Bu "helâl"i
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) mutlak bırakmıştır, öyleyse, hayatımızı
ilgilendiren her şey olabilir: Yeme, içme, konuşma, giyme, ziyâret, uyku,
harcama vs. Bunların gerekli miktarında kalmak esastır, çükü fazlası haram
olabilir veya harama müeddî olabilir. Nitekim her çeşit israf yasaklanmıştır.
Aslında israf, yasaklanan şeylerde değil, helâl olan şeylerde mevzubahistir. İmam
Gazâlî şöyle der: "Helâlin
fazlasıyla meşgul olup ona düşkünlük göstermek, nefsin oburluk ve
tuğyanı ve hevânın temerrüd (inadçılık) ve tuğyanı sebebiyle, kişiyi harama ve
mahz-ı isyâna sevkeder. Kim dininde zarardan emin olmak isterse bu hatardan (risk)
içtinâb etmeli, helâlin fazlasından kaçınmadır. Ta ki, mahz-ı haramdan korunmuş
olsun. Herkes için en mükemmel takva, din için, zararı olmayan şeyin
tercihidir.
2-
Takvâ, "vikâye" kelimesinden gelir, ifrat derecede korunma ve siyânet
mânasına gelir. Şer'î ıstılahta kişinin, kendisine azab getirecek
"fiiller" den veya "terkler" den nefsini korumasıdır.
Münavî'nin kaydına göre takvânın mertebeleri var:
1)
Şirkten teberrî ederek ebedî azabtan korunmak. Bu mertebeye, وَاَلْزَمَهُمْ
كَلِمَةَ
التَّقْوى "Allah peygamberine ve inananlara huzur
indirdi ve onların takva sözünü tutmalarını sağladı" (Fetih 26) âyeti
işaret etmektedir.
2)
Günah olan her şeyden kaçınmak. Bu bazan fiildir; kumar gibi, bazan da terktir
namasızlık gibi. Bu mertebeye küçük günahlardan kaçınmak da dahildir.
Şeriattaki takva kelimesiyle çoğunlukla bu mertebe kastedilir. وَلَوْ
اَنَّ اَهْلَ
الْقُرَى
آمَنُوا
وَاتَّقوا "Eğer kasabaların halkı inanmış ve bize
karşı gelmekten sakınmış olsalardı..." (A'raf 96) âyeti, takvanın bu
mertebesine bakar.
3)
Kişinin sırr (denen mânevi duygularını) Rabbi ile meşguliyetten alıkoyan
şeylerden kaçınmaktır. اِتَّقُوا
اللّهَ حَقَّ
تُقَاتِهِ "Ey îman edenler, Allah'tan sakınılması
gerektiği gibi sakının" (Âl-i İmrân 102) âyetinde talebedilen hakîki takva
işte budur.
Sadedinde
olduğumuz hadis, ikinci mertebedeki takvayı kastetmektedir.[33]
ـ1ـ عن عائشة
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]كانَ يَأتِى
عَلَيْنَا
الشَّهْرُ
مَا نُوقِدْ
فِيهِ نَاراً،
إنَّمَا هُوَ
التَّمْرُ
وَالمَاءُ إَّ
أنْ نُؤْتَى
بِاللُّحَيْمِ[.
أخرجه الشيخان
والترمذي.وفي
رواية: ]مَا
شَبِعَ آلُ
مُحَمَّدٍ
مِنْ خُبْزِِ
البُرِّ
ثََثاً
حَتَّى مَضى
لِسَبِيلِهِ[.وفي
أخرى: مَا
أكَلَ
مُحَمّدٍ
أكْلَتَيْنِ
في يَوْمٍ
وَاحِدٍ إّ
إحْدَاهُمَا
تَمْرٌ[ .
1. (2083)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)
anlatıyor: "Bazı aylar olurdu, hiç ateş yakmazdık, yiyip içtiğimiz sadece
hurma ve su olurdu. Ancak, bize bir parçacık et getirilirse o hâriç."
[Buhârî, Et'ime 23, Rikâk 17; Müslim, Zühd 20-27, (2970-2973); Tirmizî, Zühd
38, (2357, 2358), 35, (2473).]
Diğer
bir rivâyette: "Resûlullah ölünceye kadar Muhammed âilesi buğday ekmeğini
üst üste üç gün doyuncaya kadar yememiştir" denmiştir.
Bir
diğer rivâyette: "Muhammed (aleyhisselâm) bir günde iki sefer yedi ise,
biri mutlaka hurma idi" denmiştir.[34]
ـ2ـ وعن ابن
عباس رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]كانَ رسولُ
اللّه #
يَبِيتُ
اللَّيَالِىَ
المُتَتَابِعَةَ
وَأهْلُهُ
طَاوِياً َ
يَجِدُونَ
عَشَاءً،
وَكَانَ
أكْثَرَ
خُبْزِهِمْ
الشَّعِيرُ[.
أخرجه
الترمذي
وصححه .
2. (2084)- İbnu Abbâs (radıyallâhu
anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve ailesi üst üste
pek çok geceleri aç geçirirler ve akşam yemeği bulamazlardı. Ekmekleri
çoğunlukla arpa ekmeği idi." [Tirmizî, Zühd 38, (2361).][35]
ـ3ـ وعن
النعمان بن
بشير رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُما قال:
]ذَكَرَ
عُمَرُ رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ مَا
أصَابَ
النَّاسَ
مِنَ الدُّنْيَا
فقَالَ:
لَقَدْ
رَأيْتُ
رَسُولَ
اللّهِ #
يَظَلُّ
الْيَوْمَ
يَلْتَوى
مِنَ الجُوعِ
مَا يَجِدُ
مِنَ
الدَّقَلِ
مَا يَمْ‘ُ
بِهِ
بَطْنَهُ[.
أخرجه
مسلم.»الدَّقَلُ«
ردئ التمر
كالحشف ونحوه.
3. (2085)- Nu'mân İbnu Beşîr
(radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Hz. Ömer (radıyallâhu anh) insanların
nail oldukları dünyalıktan söz etti ve dedi ki: "Gerçekten ben Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın bütün gün açlıktan kıvrandığı halde, karnını
doyurmaya adi hurma bile bulamadığını gördüm." [Müslim, Zühd 36, (2978).][36]
ـ4ـ وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]قال رسولُ
اللّه #:
لَقَدْ
أُخِفْتُ في
اللّهِ مَالَمْ
يُخَفْ
أحَدٌ،
وَأُذِيتُ في
اللّهِ مَالَمْ
يُؤْذَ
أحَدٌ،
وَلَقَدْ
أتَى عَلىّ
ثََثُونَ مَا
بَيْنَ
يَوْمٍ
وَلَيْلَةٍ،
وَمَالِى وََ
لِبَِلٍ مِنَ
الطَّعَامِ
إَّ شَىْءٌ
يُوَارِيهِ
إبْطُ بَِلٍ[.
أخرجه الترمذي
وصححه، وقال:
]وَذلِكَ
حِينَ خَرَجَ
رسول اللّه #
هَارباً مِنْ
مَكَّةَ
وَمَعهُ
بَِلٌ[ .
4. (2086)- Hz. Enes (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (alelissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Şurası
muhakkak ki, Allah hakkında benim korkutulduğum kadar kimse korkutulmamıştır.
Allah yolunda bana çektirilen eziyet kadar kimseye eziyet çektirilmemiştir.
Zaman olmuştur, otuz gün ve otuz gecelik bir ay boyu, Bilâl ile benim
yiyeceğim, Bilâl'in koltuğunun altına sıkışacak miktarı geçmemiştir."
[Tirmizî, Kıyâmet 35, (2474).]
Tirmizî,
hadisin sahîh olduğunu belirtir ve ilâve eder: "Bu durum Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın (amcası Ebû Tâlib öldüğü zaman, Tâif'te yeni bir
hâmi bulmak ümidiyle, müşriklerden) kaçarak Hz. Bilâl'le Mekke'den çıktığı
zamanla ilgilidir.[37]"[38]
ـ5ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]مَشَيْتُ إلى
رسولِ اللّه #
بِخُبْزِ
شَعِيرٍ
وَإهَالَةِ
سَنِخَةٍ،
وَلََقَدْ
سَمِعْتُهُ
يََقُولُ: مَا
أمْسَى
عِنْدَ آلِ
مُحَمَّدٍ
صَاعُ
تَمْرٍ، وََ
صَاعُ حَبٍّ،
وَإنَّ
عِنْدَهُ
يَوْمَئِذٍ
لَتِسْعَ
نِسْوَةٍ[.
أخرجه البخارى
والترمذي
والنسائى.
»ا“هَالَةُ« ما
أذيب من
الشحم.و»
السَّنِخُ«
المتغير
الرِّيح.
5. (2087)- Yine Hz. Enes (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a arpa ekmeği ile
kokusu değişmiş erimiş yağ getirmiştim. (Bir seferinde) şöyle söylediğini
işittim: "Muhammed ailesinde, dokuz kadın bulunduğu bir zamanda, ne bir
sa' hurma, ne de bir sa' hububat gecelememiştir." (Buhârî, Rehn 1, Büyû
14; Tirmizî, Büyû 7, (1215); Nesâî, Büyû 50, (7, 288).][39]
ـ6ـ وعن عليّ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]لَقَدْ
خَرَجْتُ
مِنْ بَيْتِى
في يَوْمٍ
شَاتٍ، وَإنِّى
لَشَدِيدُ
الجُوعِ
ألْتَمِسُ
شَيْئاً،
فَمَرَّرْتُ
بِيَهُودِىٍّ
في مَالٍ لَهُ
يَسْقِى
بِبَكْرَةٍ
فاطَّلَعْتُ
عَلَيْهِ مِنْ
ثُلْمَةِ
الحَائِطِ،
فقَالَ
مَالَكَ يَا
أعْرَابِىُّ:
هَلْ لَكَ في
دَلْوٍ
بِتَمْرَةٍ؟
قُلْتُ:
نَعَمْ،
فَافْتَحِ
الْبَابَ حَتَّى
أدْخُلَ،
فَفَتَحَ
فَدَخَلْتُ
فَأعْطَانِى
دَلْواً،
فَكُلَّمَا
نَزَعْتُ دَلْواً
أعْطَانِى
تَمْرَةً
حَتَّى إذَا
امْتَ‘َتْ
كَفِّى أرْسَلْتُ
دَلْوَهُ،
وقلْتُ:
حَسْبِى
فَأكَلْتُهَا،
ثُمَّ
جَرَعْتُ
مِنَ
المَاءِ،
ثُمَّ جِئْتُ
المَسْجِدَ[.
أخرجه
الترمذي .
6. (2088)- Hz. Ali (radıyallâhu anh)
anlatıyor: "Evimden soğuk bir günde çıktım. Çok açtım, (yiyecek) bir şey
arıyordum. Bir yahudîye rastladım, bahçesinde çıkrıkla sulama yapıyordu.
Duvardaki bir açıklıktan adama baktım.
"Ne
istiyorsun ey bedevi, kovasını bir hurmaya bana su çeker misin?" dedi. Ben
de:
"Evet!
ama kapıyı aç da gireyim!" dedim. Adam kapıyı açtı, ben girdim, bir kova
verdi. Su çekmeye başladım. Her kovada bir hurma verdi. İki avucum hurma ile
dolunca kovayı bıraktım ve bu bana yeter deyip hurmaları yedim, sudan içip
sonra mescide geldim." [Tirmizî, Kıyâmet 35, (2475).][40]
ـ7ـ وعن أبى
هريرة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]خَرَجَ رسولُ
اللّهِ # إلى
المَسْجِدِ
فَوَجَدَ
أبَا بَكْرٍ
وَعُمَرَ
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُما،
فَسَألَهُمَا
عَنْ
خُرُوجِهِمَا؟
فَقاَ: أخْرَجَنَا
الجُوعُ،
فقَالَ: وَمَا
أخْرَجَنِى إَّ
الجُوعُ،
فَذَهَبُوا
إلى أبي
الْهَيْثَمِ
ابْنَ التَّيْهَانِ
فَأمَرَ
لَهُمْ
بِشَعِيرٍ، فَعُمِلَ
وقامَ إلى
شَاةٍ
فَذَبَحَهَا،
وَاسْتَعْذَبَ
لَهُمَ مَاءً
مُعَلّقاً
عِنْدَهُمْ
في نَخْلَةٍ
ثُمَّ أتُوا
بِالطَّعَامِ،
فَأكَلُوا
وَشَرِبُوا
مِنْ ذلِكَ
المَاءِ،
فَقَالَ #:
لَتُسْألُنَّ
عَنْ نَعِيم
هذا اليَوْمِ[.
أخرجه مسلم
ومالك
والترمذي.»اسْتَعْذَبَ
لَهُمْ مَاءً«
أى استقى لهم
ماء عذبا .
7. (2089)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gün (veya gece
mûtad olmayan bir saatte) mescide geldi. Orada Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer
(radıyallâhu anhümâ)'e rastladı. Onlara (bu saatte) niye geldiklerini sordu.
"Bizi
evden çıkaran açlıktır!" dediler. Resûlullah da:
"Beni
de evde çıkaran açlıktan başka bir şey değil!" buyurdu. Hep berâber
Ebû'l-Heysem İbnu'l Teyyihân'a gittiler. O, bunlar için arpadan ekmek
yapılmasını emretti. Ekmek yapıldı. Sonra kalkıp bir koyun kesti. Yanlarında
bir hurma ağacında asılı olan tatlı suyu indirdi. Derken yemek geldi, yediler
ve o sudan içtiler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Şu
günün nimetinden (Kıyâmet günü) hesap sorulacak! (Açlık sizi evinizden çıkardı.
Bu nimetlere nail olduktan sonra dönüyorsunuz!" buyurdu." [Müslim,
Eşribe 140, (2038); Muvatta, Sıfatu'n Nebi 28, (2, 932); Tirmizî, Zühd 39,
(2370).][41]
ـ8ـ وعن عتبة
بن غزوان
رَضِيَ
اللّهُ عَنْهُ
قال: ] لَقَدْ
رَأيْتُنِى
سَابِعَ سَبْعَةٍ
مَعَ رسولِ
اللّهِ # ومَا
لَنَا طَعَامٌ
إَّ وَرقُ
الحُبْلَةِ
حَتَّى
قَرِحَتْ أشْدَاقَنَا[.
أخرجه
مسلم.»الحُبْلَةُ«
بضم الحاء،
وسكون الباء:
ثمر السمر،
وقيل: هى ثمرة
تشبه
اللوبيا.»وقُرِحَتْ
أشْدَقُنَا«
أى طلعت فيها
القروح
كالجراح
ونحوها .
8. (2090)- Utbe İbnu Gazvân
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Gerçekten ben kendimi, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte olan yedi kişiden yedincisi olarak
görmüşümdür. Huble yaprağından(28) başka yiyeceğimiz yoktu. Öyle ki
avurtlarımız yara oldu." [Müslim, Zühd 15, (2967).][42]
ـ9ـ وعن أبى
طلحة رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال: ]شَكَوْنَا
إلى رسولِ
اللّهِِ #
الجُوعَ،
وَرفَعْنَا
عَنْ
بُطُونِنَا
عَنْ حَجَرٍ،
فَرَفَعَ
رسولُ اللّهِ
# عَنْ
حَجَرَيْنِ[.
أخرجه الترمذي.
9.
(2091)- Ebû
Talhâ (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
açlıktan şikâyet ettik ve karınlarımızı açıp gösterdik. Herkeste bir taş vardı.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da karnını açtı, O'nda iki taş vardı."
[Tirmizî, Zühd 39, (2372).][43]
ـ10ـ وعن
فضالة بن عبيد
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْهُ قال:
]كانَ رسُولُ
اللّهِ # إذَا
صَلَّى بِالنَّاسِ
يَخِرُ
رِجَالٌ مِنْ
قَامَتِهِمْ
في الصََّةِ
مِنَ
الخَصَاصَةِ،
وَهُمْ أصْحَابُ
الصُّفَّةِ
حَتَّى
تَقُولَ
ا‘عْرَابُ هؤَُءِ
مَجَانِىنُ،
فإذَا صَلّى
انْصَرَفَ إلَيْهِمْ
فقَالَ: لَوْ
تَعْلَمُونَ
مَالَكُمْ
عِنْدَ
اللّهِ
تَعالى
‘حْبَبْتُمْ
أنْ تَزْدَادُوا
فَقْراً
وَحَاجَةً[.
أخرجه الترمذي
.
10. (2092)- Fudâle İbnu Ubeyd
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) halka
namaz kıldırırken, bazı kimseler açlık sebebiyle kıyam sırasında yere
yıkılırlardı. Bunlar Ashâb-ı Suffe idi. (Medîne'de misâfireten bulunan)
bedevîler, bunlara delirmiş derlerdi. Efendimiz namazdan çıkınca yanlarına
uğrar ve:
"Eğer
(bu çektiğiniz sıkıntı sebebiyle) Allah indinde elde ettiğiniz mükâfaatı
bilseydiniz, fakirlik ve ihtiyaç yönüyle daha da artmayı dilerdiniz"
derdi." [Tirmizî, Zühd 39, (2369).][44]
AÇIKLAMA:
Kaydettiğimiz
bu on hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve Ashâb-ı Kirâm hazerâtının
zâhidâne hayatı hakkında bilgi vermektedir. Hattâ son rivâyette görüldüğü
özere, Ashâb-ı Suffe, zühdün ötesinde "yokluk" ve "darlık"
şartlarını yaşamıştır. Zühd, belli bir ölçüde irâdî bir hayat tarzı, -bu bahsin
başında İbnu'l-Mübârek'ten kaydettiğimiz üzere- varlığa rağmen bir tercihdir.
Halbuki açlıktan karna taş bağlamak, namazda kıyam sırasında yere yığılıp
kalmak irâdî bir zühd değil, yokluğun getirdiği bir mahkûmiyettir.
İslâm
inkılâbı, bu maddî imkânsızlıklar içerisinde başlamıştır. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) şahsen mahkum olduğu maddi darlıktan hiç şikâyetçi
olmadan, zerre kadar fütura düşmeden sıkıntılara katlanmış, Allah indindeki
sevabı hatırlatarak ashâbını da metânet ve sabra dâvet etmiştir.
Rivâyetler,
Efendimizin fetihlerden sonra, gelirlerin artmasıyla maddî bolluğa kavuşulmuş
olmasına rağmen yaşayış tarzını değiştirmeye, üst üste üç gün buğday ekmeğini
doyuncaya kadar yemeyecek, mutfağında günlerce ateş yakmayacak kadar mütevazi
yaşayışını devam ettirdiğini bildirmektedir.
Yani O aleyhissalâtu vesselâm, ömrü boyunca, irâdî ve kasdî bir zühd
hayatı yaşamış, ümmetine vecîbe kılmadan, ideal hayat örneğini fiilen
vermiştir.[45]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/432.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/433-434.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/434-439.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/440.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/441.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/441.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/442.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/442.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/443.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/443.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/444.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/444-446.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/446.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/446.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/447.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/447-448.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/449.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/449.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/449-450.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/450.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/450-452.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/452.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/452-453.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/453.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/453-454.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/455.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/455-456.
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/456.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/456-457.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/457.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/457.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/458.
[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/458.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/459.
[35] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/459.
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/460.
[37] Aliyyü'l-Kâri, Mirkâd'da Tirmizî'nin açıklamasını değerlendirerek, bu hâdisenin Mekke'den Medine'ye hicretle ilgisi olmadığını, zira bu hicret sırasında Resûlullah'ın yanında Hz. Bilal'in bulunmadığını söyler. Bir aylık ikâmete şâmil olan Taif seyahatinde de Zeyd İbnu Harîse'nin beraberliği bilinmektedir. Aliyyü'l-Kârî, burada teâruzu: "Resûlullah'ın, Taif'e biri de Bilâl ile olmak üzere birden fazla gitmiş olmasına bir mâni yoktur" diye açıklık getirir.
[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/460.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/461.
[40] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/461.
[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/462.
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/462.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/463.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/463.
[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/463.