FİHRİST
- Halku’l-Kur’in(Kur’ânın Mahluk Olup Olmadığı) Meselesi 2
- Kur’ân ve Halku’l-Kur’ân. 2
- Hadis ve Halku’l-Kur’ân. 3
- Kelâm timi ve Halku’l-Kur’ân. 4
- Kelamciların, Halku’l-Kur’ân Meselesinde Hadis çileri İmtihana Çekmeleri (el-Mihna) 5
- el-Memün Devri (198-218 H.) 5
- el-Me’mün’un İmtihanla İlgili İlk Mektubu. 6
- el-Me’mün’un İmtihanla ilgili İkinci Mektubu. 7
- el-Me’mün’un Üçüncü Mektubu. 8
- el-Me’mün’un Dördüncü Mektubu. 10
- el’Mutevekkil Devri (232-247 H./846-861) 15
- İmtihanla İlgili Olaylara Genel Bakış. 15
- Hadis çilere Göre Halkıı’I-Kur’ân Meselesi 18
Iı. Kelâmcıların Kur’ân Ve Hadis Görüşleri A. Kelâmcıların Kur’ân Telâkkileri 19
- Genel Manâda Kur’ân. 20
- Kur’ân Ayetlerinin Tevil 23
- Kelâmcıların Hadis Vehadisçiler Hakkındaki Görüşleri 24
- Genel Manâda Hadis. 25
- Mutezilenin Sahabe ve Diğer Hadis Râvileri Hakkındaki Görüşleri 26
- Mutezile Kelâmcıları ve Hadis. 28
- Mütevalir Hadisler 29
- Haberi Afyöd. 29
III. HADİSÇİLERİN KELÂM İLMÎ VE KELÂMCILAR HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ. 33
- HAD İSÇİLER VE KELÂM İLMÎ. 33
- Genel Manâda Kelâm… 33
- Kelâm İlminin Hadis çiler Tarafından Kötülenmesi (Zemmu ‘İlmi’I-Kelâm) 33
- Hadîsçilerve Kelâmcılar 36
- Hadisçilerin Kelâmeıİar Hakkındaki Görüşleri 36
- Bid’at Ehlinden Hadis Nakli 38
D. Halku’l-Kur’in(Kur’ânın Mahluk Olup Olmadığı) Meselesi
1. Kur’ân ve Halku’l-Kur’ân
Biz, böyle bir meseleyi incelemeğe girişirken, kullanmış olduğumuz bu başlığı biraz garipsediğimizi itiraf etmek zorundayız. Bu husus, ileride koyacağımız hadîsle ilgili başlık için de ayniyle vâkıdir. Çünkü ne Kur’ân içerisinde ve ne de Hazreti Peygamberden rivayet edilen hadîsler arasında, Kur’ânın mahlûk veya gayri mahlûk olduğunu, yani Allah Ta* âlâ tarafiıı-dan yaratıldığım, yahutta O’nun zâtiyle birlikte ezelden beri mevcut bulunduğunu kat’î surette ortaya koyacak vazıh bir hüküm yoktur. Bununla beraber, kat’ıyetle sabit olmuştur ki, Kur’ân, diğer bazı peygamberlere gönderilmiş olan büyük küçük bir çok mukaddes kitap gibi Allah Ta’âlânın kelâmıdır. Kur’ânda bu hususu açık surette ortaya koyan pek çok âyet vardır. Meselâ bunlardan bazıları şunlardır:
“Müşriklerden biri sana aman dilerse ona aman ver; ta ki Allah’ın Kelâmını (Kur’ânı) dinlesin. [1]
“Allah’ın Kelâmını (Kur’ânı veya Kur’ândan bir ayeti değiştirmek istiyorlar [2]
“Onlardan (yahudüerden) bir zümre vardır ki Allah’ın Kelâmını (Tev- rati) dinlerler de akılları aldıktan sonra bunu bile bile tahrif ederlerdi” [3]
Zikretmiş olduğumuz bu âyetlerde vahyolunan kitaplara “Kelâmul-lalı” ismi ıtlak olunduğu gibi, bu ismi daha geniş bir manâ ile ifade eden “kelime” tabiri de, Kur’ânda sık sık yer alan hususlardan biridir:
“De ki: Rabbımın keh’me (söz) leri için deniz mürekkeb olsa da ona bir misli daha ilâve etsek, Rabbımm kelime (söz) leri tükenmeden önce denizler tükenirdi” [4],: “Yeryüzündeki bütün ağaçlardan kalem, deniz de, arkasından yedi deniz daha ilâve edilerek mürekkeb olsa idi, Allah’ın keh’me (söz) leri yine de tükenmezdi” [5].Bir âyette de Kitap (Kur’ân) ve “kelime” birarada kullanılmış ve “kelime” ile Kur’ân âyetleri kasdedilmiştir:
“Rabbının Kitabından sana ne vahyolunmuşsa oku, Onun kebimelerini değiştirebilecek yoktur ve sen ondan başka bir melce bulamazsın. [6]
Kur’ân dünya ve âhıret hayatı için insanlara müjdeler getirmiştir. Bu müjdelerin tahakkuk edeceğinden hiç kimsenin şüphe etmemesi gerekir; zira Allah va’detmiştir ve O va’dinden dönmez. Kur’ân bu müjdeleri ve va’dleri birbiri arkasına zikretmiştir. Bu hususta gelen âyetlerden biri şöyledir:
Dünya ve âhiret hayatında onlar için müjdeler vardır. Allah’ın kelimelerinde asla değişme olmaz. Bu en büyük saadettir” [7]-Bir çok âyetlerde Allah, “kelâm” ve “kelime” ile aynı manâya gelen “kavi” kelimesini de zikretmiştir: “Benim yanımda söz degiştrilmez. Ben kullar için zâlim de değilim” . [8]
“Allah’ın dosdoğru bir va’di; Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?” [9]
Zikretmiş olduğumuz bu âyetler, Allah Taf âlânın “Kelâm”ı olduğunu ve Kur’ânın da O’nun kelâmından başka bir şey olmadığını açık bir surette ortaya koymaktadır.
Yukarıda bu bahse girerken, ne Kur’ân âyetlerinde ve ne de hadîslerde, Kur’ânıu mahlûk veya gayri mahlûk olduğuna dair her hangi bir hükme rastlamadığımıza işaret etmiştik. Bununla beraber, Kur’ânın Allah’ın Kelâmı olduğu ve bu kelâmın O’nun zâtı ile kâim bulunduğu hesaba katılırsa, Kuranın mahlûk olduğunu ileri sürmek oldukça güçleşmiş olacaktır. Bu hususa delâlet eden başka âyetler de vardır:
(Hitap Hazreti Peygamberedir:) “Seni (emir ve nehiyleriyle va’d ve vaadiyle İslâm dininin esasını teşkil eden) bir şerî’ate memur kıldık; ona tabi ol, bilmeyenlerin heveslerine uyma” [10] Görülüyor ki âyette zikri geçen Ay (el-emr) kelimesi, Allah Tapalanın kelâmı veya bu kelâmdan olan ve şeriatın kaynağım teşkil eden Kur’âna delâlet etmektedir. Bu âyetin hemen önünde yer alan bir başka âyette de şöyle
denilmektedir: * “Onlara “emr” (din) den açık deliller de vermiştik” [11]Bir başka âyet Rabbınm emriyle her şeyi helak eder” [12]. Allah Taralâ bir şeyi yaratmak için nasıl -^(ol) diye emreder ve o da hemen olursa, olan bir şeyide aynı şekilde bir emirle helak eder ve bu emir, O’nun kelâmından başka bir şey değildir. Netekim bu husus, Kur’âııda açık olarak belirtilmiştir: Lcl
“Bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman, sözümüz, ancak ona “ol” dememizden ibarettir; o da hemen olur” [13]
Misal olarak bir kaçını zikrettiğimiz bu âyetlerden anlaşılıyor ki, “emr” kelimesi, bazan emir ve nehiylerle çeşitli meseleleri içine alan “din” manâsında kullanıldığı gibi, Allah Ta’âlânın kelâm veya kavli manâlarında da
Kullanılmıştır [14]Eğer bu manâda Allah Ta’âlânın bir şeyi yaratmak veya helak etmek dilediği zaman, “kelâm”ı yahut “kavl”i ile tezahür eden “emr”i-ni gozönünde bulundurursak, “emr”in yaratmaktan ayrı bir şey olduğu ve viicûd bulmanın, bu “emr” ile kâim bulunduğu hemen anlaşılır. Netekim bir âyette şöyle denilmektedir: . “Haberin olsun ki yaratmak ve emretmek O’na mahsustur” [15]Bir başka âyet de şöyledir:
“Eninde de sonunda da emir Allah’ındır” [16].
Yani mahrukatı yaratmadan Önce de sonra da emir O’nundur [17]. Bu açıklamalardan sonra şunu istidlal etmemiz kolaylaşmış olacaktır: Emir Allah’a mahsustur; onunla dilediği zaman dilediği şeyi halkeder; yahutta helak eder. Onun, Allah Ta’âlânm zâtiyle kâim olması tabiidir. Eğer biz bu emre emrinde olduğu gibi O’nun kelâmı dersek, aynı hükmün bu kelâm için de câri olması gerekir. Buna göre emir veya kelâma mahlûktur demek hatalı olur ve emirlerinin teselsülünü gerektirir [18]
Netice olarak, Kur’ânın mahlûk veya gayri mahlûk olduğuna dair yukarıda işaret ettiğimiz açık ve kat’î bir nassm bulunmaması keyfiyetini burada tekrar etmekle beraber, bazı âyetlere dayanarak yaptığımız açıklamalardan da, Allah’ın Kelâmından-ibaret olan Kur’âmn mahlûk olmadığım istidlal etmek akla daha yakın gelmektedir. [19]
2. Hadis ve Halku’l-Kur’ân
Hicri birinci asrın sonlarına doğru ortaya çıkan halku’l-Kur’ân meselesi hakkında, Hazreti Peygamberden rivayet edilen hadîsler arasında her hangi bir hükme rastlanmamasın! garib karşılamamak gerekir. Bununla beraber,, Kur’âmn Allah kelâmı olarak müslümanlar üzerinde bıraktığı tesir, hiç bir şeyle ölçülemiyecek kadar büyük olmuştur. Şüphesiz bunda, Hazreti Peygamberin zaman zaman Kur’ân hakkındaki beyanları da büyük rol oynamıştır. Çünkü o, bir peygamber olarak kavmi arasından seçilip islâm dini esaslarını tebliğ etmekle görevlendirildiği zaman, etrafında toplanan ilk müslümanlar, ona büyük bir güvenle bağlanmışlardı. Vahiy çok defa onların gözleri önünde cereyan ediyordu. Her hangi bir müşküle karşılastıklan zaman, Hazreti Peygambere koşarak ondan yardım talebinde bulunuyorlar ve bir çok hallerde de müşkillerin halli için yeni vahiylerin gelmesini bekliyorlardı. Kur’ân âyetlerinin onlar üzerinde bıraktığı tesir, beşer kelâmından olan her hangi bir nesir veya nazım halindeki yazının bıraktığı tesirle kıyas kabul etmiyecek kadar sonsuzdu. Hazreti Muhammed’i çocukluğundanberi çok iyi tanıyorlardı. O, ne bir şâir ve ne de kabilesi arasında büyük şöhret yapmış bir hatipti. Fakat doğru ve güvenilir bir kimse olduğundan da hiç kimse şüphe etmiyordu. Bu sebeble ona “emîn” lakabını takmışlardı. İşte şimdi böyle bir kimse, Allah’tan aldığı vahiyleri tebliğ ediyordu ve bu vahiyler, ne kuvvetli bir şâirin ve ne de şöhretli bir hatibin söy-liyebileceği sözlerdi. Daha doğrusu bunlar, bir beşer kelamı değildi. Müşrikler de bunu böyle anlıyorlar ve Hazreti Peygamberden asıl korkuları bu sebepten ileri geliyordu. Yoksa onun, kavmini Islama davet ederken okuduğu âyetler, en azından câhiliye devrinde şöhret yapmış şâir ve hatiplerin sözleri ayarında olsa idi, belki hiç kimse, üzerinde durmayacak, onun ilâhî cez-be’sine kapılmayacaktı. Halbuki bu sözler, dinleyenleri teshir ediyor ve Hazreti Peygamberin, bunların âlemlerin Rabbı ve yaratıcısı olan Allah’ın sözleri olduğu hakkındaki beyanlarına halkı .inandırıyordu. Müslümanların sayılarının gün geçtikçe artması, şirklerinden dönmek istemeyen Kureyş-lileri çileden çıkarıyor ve Hazreti Peygamberin, kendisine vahyolunan â-yetleri halka tebliğ etmesine mâni olmağa çalışıyorlardı. Fakat bütün gayretleri boşa çıkıyordu. Nazil olan âyetler, kısa bir zaman içerisinde önce nıiis-lümanlar arasında yayılıyor, sonra da müşriklere intikal ediyordu.
Müslümanlar için, müşrikler yönünden gelebilecek tehlikenin arttığı -ve Hazreti Peygamberin, ne olursa olsun bertaraf edilmesi gerektiğine inanıldığı sıralarda, bir hacc mevsiminde Hazreti Peygamber, müslümanlara
şöyle hitap etmişti:
“Beni kavmine götürecek bir kimse yok mu? Zira Kureyş, Rabbimın. Kelâmını tebliğ etmeme mâni oluyor” [20]. Aradan çok geçmeden hicret vukubulmuş, Hz. Peygamber müslümanlarla beraber Medine’ye göçetmiş ve orada ilk islâm Devletini kurarak tebliğlerini tamamlamıştır.
Kur’ânm insanlar üzerindeki tesiri, Islâmiyetin kısa bir zaman içerisinde yayılıp kökleşmesini sağlamıştır. Hazreti Peygamberin, zaman ssaman bu konudaki konuşmaları da bu tesiri daha kuvvetlendirmiştir. Meselâ bu
hususta şöyle diyordu:
“Sözlerin en güzeli Allah’ın, Kitabı, hidayetin en hayırlısı Muhammed’in hidayeti, işlerin en kötüsü ise muhdesatı donradan ihdas olunanları) dır. Her hid’at dalâlettir” [21].
“Allah katında hiç bir kelâm kendi kelâmı kadar yüce değildir. Kul, Allah’a, O’nun kelâmından daha güzel bir kelâm ile hitap etmemiş- [22] ‘Allah’ın kelâmının
mahlûkatı üzerindeki fazileti, Allah’ın mahlûkatı üzerindeki fazileti gibidir” [23].
“Bit eve inen kimse, Allah’ın halkettiği şeylerin şerrinden, noksandan ârî tam kelimelerine sığınırım derse, o evden ayrılıncaya kadar hiç bir şey ona zarar vermez” [24].
İşte ilk müslümanlarm Kur’ân hakkındaki telâkkileri, onu okudukları veya dinledikleri zaman, içlerinde duydukları ilâhî hitabın azameti ile Hazreti Peygamberin, zaman zaman bu Kitab hakkında yaptığı beyanların, üzerlerinde bıraktığı tesirin inanç ve iman dolu bir muhassalası idi. Bu sebeple Kur’ânm “Kelâmu’Ilah” olduğunu söylüyorlar fakat bu kelâmın, mahlûk veya gayri mahlûk olabileceği onlar için bir mesele teşkil etmiyordu. Ne bizzat Kur’ân ve ne de Hazreti Peygamber, böyle bir mesele ortaya koymamışlardı. O halde bu, bir inanç ve iman meselesi değildi.
Birinci asrın sonlarına kadar müslüiuanlar arasında hâkim olan bu kanaat Emevi Halîfelerinden Mervân II. (127-132 H./744-749) nin mürebbii ve anasının kardeşi olarak tanınan Ca’d îbn Dirhem’in zuhur edip Kur’âmn mahlûk olduğu görüşünü yaymağa başlamasiyle sarsılmış ve müslümanlarm ittihadı bozulmuştur. Her ne kadar Ca’d, fIrâk emîri tarafından, hu görüşünden dolayı öldürülmüş ise de, o sıralarda ortaya çıkan mutezile kelâmciları, aynı görüşü benimseyerek, onu sistemli bir şekilde müdafa etmeğe başlamışlardır, ilerde, kelâmcilar elinde gelişen halku’l-Kur’ân inancının, müslümanlarm ve bilhassa hadisçilerin başlarına ne gaileler açtığını ayrıca inceleyeceğiz. [25]
3. Kelâm timi ve Halku’l-Kur’ân
Yukarıda sıfatlar meselesini gözden geçirirken kelâmcdarm Allah’ın sıfatlarını nefyederek ortaya bir ta’tîl akidesi getirdiklerini ve bu arada suht, rizâ, irâde, kelâm, kerahet, fadl, halk, rızk, ihya’ ve imâte gibi bazı fiil sıfatlarının, Allah Ta’âlânın kadîm sıfatlarından olmayıp, bunların hacet ânında muhtelif fiillerine uygun olarak vücut bulduğu, yani Allah tarafından yaratıldığı görüşünü ileri sürdüklerini kaydetmiştik. Kelâmcılar, bu suretle sıfatların mahlûk ve muhdes olduğunu iddia ederken, o sıralarda Ca’d îbn Dirhem tarafından yayılmış olan halku’l-Kur’ân akidesi de, onların bu sahadaki faaliyetlerini kolaylaştırmış bulunuyordu. Çünkü halku’l-Kur’ân inancı, hakikatte ta’tîl akidesinin bir neticesi idi. Her ne kadar Ca’d îbn Dirhem’in felsefesini bütün teferrüatıyle tesbit edemiyorsak da, onun sıfatların nefyi meselesinde de bazı şeyler bildiğini ve gerek bu meselede ve gerekse halku’l-Kur’ân meselesinde temasa geçtiği Cehm îbn Şafvâna telkinlerde bulunduğu görülmektedir. Ne varki bu bilgi, başlangıçta çok basit idi ve henüz tekemmül safhasına girmemiş bulunuyordu. Daha önce de üzerinde durduğumuz gibi, mutezile kelâmcısı Ebu’l-Huzeyl zamanında, felsefe kitaplarının ışığı altında bu çeşit fikirlerin sistemli olarak müdafaasına başlanmış ve ilk müdafiler, onların ilk mucitleri yerme kâim olmuşlardır.
Kelâmcdarm iddialarına göre, söz veya kelâm, seslerden ve harflerden müteşekkildir; câri olduğu mahal dedildir. Bu sebeple onun, ilim ve kudret gibi, Allah’ın zatı olan sıfatlardan olmasına imkân yoktur; ya cisimdir, ya arazdır. Ancak bu konuda, aralarında tam bir ittifak hasıl olmamış, el-Eş’a-rînin açıkladığına göre, birbirinden farklı altı görüş ortaya çıkmıştır [26]
1- Allah Tafâlânın kelâmı bir “şey” dir; bu şsy mahlûktur, araz ve cisim değildir.
2- Mahlûkatın kelâmı arazdır ve hareketten ibarettir. Çünkü bu görüşü savunanların, nazarında hareket olmayan araz yoktur. Allah tarâlânın kelâmı ise cisimdir. Bu cisim, kesik, birleşik ve işitilen seslerden ibarettir. Bu, Allah’ın fiil ve halkıdır, insanın okuyuşu, onun fiilidir; bu okuma da harekettir ve Kur’ândan ayrıdır. Bu görüşün sahibi en-Nazzâm’dir. Ona göre, Allah’ın kelâmının iki ayrı mekânda aynı anda bulunması imkânsızdır; fakat bu kelâm Allah Ta’âlânın yarattığı mekândadır.
3- Allah Ta’âlâ-nın kelâmı, O’nun mahlûkudur, cisim değildir. Aynı anda bir çok mekânlarda bulunması mümkündür. Bir kimse onu okuduğu veya yazdığı zaman bu kelâm, onun okuyuşu veya yazışı ile birlikte bulunur. Bu görüşün sahibi ise Ebû’l-Huzeyl ve arkadaşlarıdır.
4- Kelâmullalı arazdır; mahlûktur. Aynı anda muhtelif yerlerde bulunmaz. Allah’ın onu yarattığı yerden başka bir yere intikali imkânsızdır. Bu görüşü Ca’fer îbn Harb ileri sürmüştür.
5- Kurân arazdır. Araz, iki kısımda mütalaa edilir: Birincisi, diri olanların fiilleridir, ikincisi, ölülerin fiilleri olup bunların yaptıkları şeyleri dirilerin yapması imkânsızdır. Kur’ân yapdmış olan bir şeydir ve arazdır. Hakikatte onu, Allah’ın yapmış olması imkânı yoktur; çünkü araz, Allah Ta’âlanın fiillerinden değildir. O halde Kur’ân işitildiği yerin fiilidir; eğer ağaçtan işitilmişse ağacın fiilidir [27]. Bu görüşün mümessili Mu’ammerdir. 6- Kelâmu’llah arazdır, mahlûktur; aynı anda bir çok yerlerde bulunması mümkündür.
Mutezile kejâmcılan, Kelâmu’llahin harf olup olmadığı meselesi üzerinde de ihtilâf etmişler, bazdan bu kelâmın harflerden ibaret bulunduğunu, diğer bazdan ise harf olmadığını iddia etmişlerdir [28].
Yukanda naklettiğimiz bu çeşitli görüşlerden anlaşdiyor ki, kelâmcı-lar Allah Tacâlânın kelâmını tamamiyle felsefî açıdan inceleyerek, önce o-nun araz veya cisim olduğunu ileri sürmüşler, buradan mahlûk ve muhdes olduğu neticesine ulaşmışlardır. Ancak bazılarına göre, Allah Ta’alâ, arazı yaratmağa’ kaadir olamadığı için O’na kelâmının yaratıcısı demekten imtina etmişlerdir. Bunlara göre arazı cisimler yaratır; bu da ya cisimlerin tabi-atındandır; ateşin yakması, güneşin ısıtması gibi; yahutta ihtiyarîdir; hayvanın hareket ve sükûnu gibi [29]
Allah Tacâlânın kelâmı mahlûk ve muhdes olunca, Kur’ânın da mahlûk ve muhdes olması gerekir; çünkü Kur’ân, O’nun kelâmıdır. Fakat Allah’ın, kelâmını yarattığı mahal, zâtı olamaz; yani bu kelâm O’nun zâtından südûr etmez. Aksi halde Zâtu’llah, mahlûk ve muhdes olan kelâma mahal olurdu [30] Netekim Allah Tafâlâ, Müsâ (A.S.) ya hitap ettiği zaman kelâmını bir ağaç üzerinde yaratmış ve Müsâ (A.S.) ağaçtan gelen bu sesi işitmiti [31]
Kelâmcılann Kur’ân hakkında ileri sürdükleri bu görüşlerin menşe’i-nin, ne Kur’ân ve ne de Hazreti Peygamberin hadîsleri olduğunu iddia etmek güçtür. Bu hususta iddialarına delil olabdecek her hangi bir âyet veya hadîs bulabildikleri zannedüemez. Bununla beraber, tevil ve tahrif faaliyeti hatırlanacak olursa, kelâmcılann bu konudada güçlük çekmedikleri görülür, îlerde daha geniş bir. şekilde üzerinde duracağımız halku’l-Kur’ânla ilgili imtihanların birinci derecedeki mes’ûlü Halîfe el-Me’mün’un, kelâmcdann mümessili olarak Kur’ânın mahlûk ve mahdes olduğunu bir âyete dayanarak isbata kalkışması bunun açık delilini teşkil eder. Halîfenin ileri sürdüğü âyet şudur: “Biz, onu Arapça Kur’ân kıldık” [32]Bu âyete dayanan Halîfe, sonra da der ki: “Allah’ın kıldığı her şey O’nun mahlûkudur”. Şüphe yoktur ki kelâmcılar, Kur’ânda pek çok geçen “ca.1” kelimesinin daima yaratmak manasına gelmediğini çok iyi bilirler. Fakat yukarıda zikrettiğimiz âyeti iddialarının en kuvvetli delili olarak kullanabilmek için bu âyette geçen “ca’l” kelimesine “yaratmak” manası vermek zorunluluğunu kendilerinde hissetmişlerdir. Biz bu meseleye ilerde tekrar dönmek üzere, kelâmcılar tarafından ortaya atılan, halku’l-Kur’ân görüşünün, müslümanlar arasında ne gibi karışıklıklara sebep olduğunu ve İslâm akaidinde nasıl büyük sarsıntılar yarattığını gözden geçireceğiz. Tarihte “miline” tabir edilen bu devir, kelâm ehlinin siyasî iktidarı ele geçirmesiyle başlamış ve iktidarda kaldıkları müddetçe, tamamiyle felsefeye dayanan akidelerini, Kur’ân ve hadîse dayanan İslâm akaidine hâkim kılmak gayesini gütmüşlerdir. Bu gayeyi tahakkuk ettirebilmek için, İslâm akaidinin müdafasını üzerlerine almış olan hadîsçilere karşı, şiddetli bir mücadele kampanyası açmışlar, hapis, kırbaç ve ölüm tehditleriyle en ağır işkenceleri onlara reva görmüşlerdir. Biz bu olayları, tarihî seyri içerisinde fazla teferruata girmeden incelemeğe çalışacağız. [33]
4. Kelamciların, Halku’l-Kur’ân Meselesinde Hadis çileri İmtihana Çekmeleri (el-Mihna)
a. el-Memün Devri (198-218 H.)
Daha önceki bahislerimizde de kaydettiğimiz gibi, Hicri ikinci asrın başlarında Emevî halîfesi Mervân II. (127-132 H./734-749) nin mürebbii ve anasımn kardeşi Ca’d İbn Dirhem, Kur’ânın mahlûk olduğu görüşünü ilk defa müslümanlar arasında yaymağa başlamıştı. Bu şahıs, Irak Valisi Hâlid İbn ‘Abdillah el-Kaşrî tarafından bir bayram sabahı öldürülmüş olmakla beraber [34]yaymış olduğu fikirler, kısa bir zaman içerisinde kök salmıştı. Bazı rAbbâsî halîfelerinin bu çeşit fikirlere karşı şiddetli davranmaları sebebiyle, diğer Kur’ânî meseleler gibi, Kuf’ânın mahlûk olduğu fikri de açıktan açığa yayılamamış, daha doğrusu, bu fikrin, taraftarları, her şeyden önce kendi başlarını korumak endişesi içinde bulunmuşlardır. Bu halîfelerden bilhassa Hârün er-Reşîd, böyle fikirlere karşı hiç müsamaha göstermiyordu. İbn Ke-şîrin isnâd vermeksizin naklettiği bir habere göre, Halîfenin, odasına giren bazı kimseler, onu, önünde boynu vurulmuş bir cesedin kafasında kılıcının tanlarını temizlerken görmüşlerdi. Halîfe er-Reşîd diyordu ki: “Onu, Kuranın mahlûk olduğunu söylediği için öldürdüm ve bn suretle Allah’a daha yakın olmak istedim” [35]. Mutezile şeyhlerinden murci’î Bişr İbn Gıyâş el-Me-rîsî(Ö. 217-18 H./832-33), Hanefîimamlarmdan Ebü Yûsuf’tan Fıkıh öğrenmiş, Hammâd İbn Seleme, Sufyan îbn ‘Uyeyne ve daha bazı hadîsçilerden hadîs dinlemiş, sonra da Kelâm ilmi ile meşgul olmağa ve eş-Şâfirînin kelâmı terketmesi hususundaki tavsiyelerini de reddederek Kur’ânın mahlûk olduğu fikrini yaymağa başlamıştır [36]. Halîfe er-Reşîd, Bişr el-Merîsî’nin Kur’ân hakkındaki bu faaliyetlerini haber aldığı zaman şöyle demişti: “Bişr’in, Kuranın mahlûk olduğunu iddia eden sözleri kulağıma geldi. Allah’a kasem ederim ki, eğer onu ele geçirmek bana müyesser olursa, şimdiye kadar hiç kimseyi öldürmediğim bir şekilde onu öldüreceğim” [37]. Bişr, Halîfenin kendisi hakkındaki bu görüşünü haber aldığı zaman ortadan kaybolmuş ve muhtemelen onun Ölümüne kadar 20 sene müddetle saklanmak zorunda kalmıştır [38].
Halîfe’ er-Reşîd’in. ölümünden sonra yerine geçen oğlu el-Emîn’in kısa devam eden hilâfeti zamanında durum değişmemiştir. Fakat diğer oğlu el-Me’mün’un hilâfeti, daha öncekilerden çok farklı bir devir getirmiş, hu devir, kelâmcîların hadîsçiler üzerindeki baskı ve tahakkümlerini siyâsi yollardan zafere ulaştırmıştır.
Halîfe el-Me’mün, çeşitli ilimlere karşı büyük sevgisi olan bir kimse idi. Babası er-Reşîd, Haşini İbn Bişr, Ebü Mu’âviye ez-Zarîr, fAbbâd İbnu-l-‘Avvâm, îsmâ’îl İbn rUIeyye, Haccâc îbn Muhammed el-A’ver gibi kimselerden hadîs rivayet ediyordu. Söylendiğine göre, müteaddit halîfeler arasında ‘Osman İbn ‘Affân’dan sonra Kur’ânı hıfzetmiş olan ikinci Halîfe idi [39]Felsefî ilimlere karşı da büyük meyli vardı. Bu hevesle tesis ettiği “Dâru’l-Hikme” de “Rûm” diyarından getirttiği kadîm Yunan felsefesine ait kitapları tercüme ettirip bunlan mutezile ve cehmiyyenin istifadelerine sunuyordu [40]. Sık sık tertip ettiği münazaralarda, mutezile imamları büyük mevki işgal ediyorlardı. Bu imamlardan Şumâme İbnu’l-Eşras, Ebu’I-Huzeyl el-fAllâf ve Bişr îbn Giyâs el-Merîsî’nin Halîfe üzerindeki tesirleri pek büyüktü [41], îşte bu hava içerisinde el-Me’mün, ilk defa 201 H. /816 senesinde ‘Alî oğullarından’Alî er-Razî’yi veliaHd olaTak ilân etmiş, ‘Abbasî alâmetlerinden olan siyah renkli elbise yerine yeşil renkli elbise giymek ve sonra da rAlî İbn Ebî Tâlib’i, Ehü Bekr, fOmer ve ‘Osman’a takdim ve tafdîl ederek teşeyyu* göstermiştir [42].
Halîfenin, bir taraftan şî’a mezhebine meyli, diğer taraftan mutezile şeyhlerinin halîfe üzerindeki tesirleri, onun, 218 H. /833 senesinde Kur’ânm mahlûk olduğunu resmen ilân edip muhtelif vilâyetlerdeki âmillerine hadîsçilerin ve fıkıhçıların Kur’ân üzerinde imtihana çekilmeleri, daha doğrusu, Kuranın mahlûk olduğunu ikrar etmelerinin temini emrini vermesine vesile oldu. [43]
1. el-Me’mün’un İmtihanla İlgili İlk Mektubu
O sıralarda (218/833) Tarsus’a doğru Rum seferine çıkmış olan ve er-Rakka’da bulunan Halîfe el-Me’mün, ilk mektubunu Bağdâd’taki naibi İshâk İbn İbrahim’e yazdı. Bu mektupta şöyle deniliyordu:
“Müslüman imamlanyle halîfelerinin, Allah’ın kendilerinden muhafaza etmelerini istediği dinin tatbikinde ve kendilerine terkedilmiş olan nübüvvetin miraslarında ietihadda bulunmaları, üzerlerine aldıkları ilmi nakl, teb’alarına hak ile muamele ve Allah’m taati için öncülük etmeleri, bu imam ve halîfeler üzerindeki Allah’ın haklarındandır. Allah Halîfeyi doğru yoldaki azminde ve teb’asıyle ilgili hususlardaki adaletinde rahmet ve minnetiy-le muvaffak kılmak ister. Emıru’l-mu’nıinm şunu gayet iyi bilir ki, teb’anm haşiyesinden olan ekseriyet, ve aşağı tabaka-, Allah’ın delâlet ve hidayet manâlarında istidlali, fikri, görüşü olmayan, ilim mrnmdan ışık almıyan bir tabakadır; bu tabaka, Allah’ın cahili olan, O’nu gözü görmeyen, dininin gerçeklerinden, tevhidinden, îmanından uzaklaşmış, delâlet ettiği açıklıklardan, O’nun yolunda gitmenin gerekliliğinden yüz çevirmiş, O’nu hakkıy-le takdir etmekten, künhüne vâkıf olmaktan, kendisiyle mahlûkatı arasını ayırmaktan, görüşlerinin zayıflığı, akıllarının azlığı, tefekkür ve tezekkürden uzaklıkları dolayısıyle âciz olan bir tabakadır”.
“Bunlar, Allah ile O’nun Kur’ândan indirmiş olduğu hususları müsavi kılmışlar, hepsi birden, onun (Kur’ânm) kadîm olduğu, Allah’ın onu halk, ihdas ve icad etmediği fikri üzerinde ittifak etmişlerdir. Allah Ta’âla göğüslere şifa, mü’minlere rahmet ve hidayet kıldığı kitabında demiştir ki: “Biz onu Arapça Kur’ân kıldık” . [44] Aîlah’ın kıldığı her şey O’nun mahlûkudur. Yine demiştir ki: “Semâvât ve arzı, karanlık ve nuru yaratan Allah’adır hamd [45]Elif, lâm, râ. Öyle bir Kitap ki âyetleri mahkemleştirilmiş, sonra beyan edilmiş ve Hâkim ve Habîr olan (Allah) tarafından gönderilmiştir” [46].
Her muhkem mufassaldır ve onun bir muhkimi ve mufasaıh vardır; Allah, Kitabının muhkim ve mufassılıdır, ‘yani halikı ve mucididir. Sonra; bâtıl yolunda mücadeleye girişen bu kimseler., (herkesi) kendi inançlarına çağırmaya başladılar ve kendilerini Sünnete nisbet ettiler. Kitabu’llahın her faslında onların sözlerini ibtaî eden, davalarım çürüten, mezheblerini reddeden kıssalar vardır. Bununla beraber onlar, kendilerini, hak, din ve cemaat ehli olarak izhar etmişler, başkalarının, bâtıl, küfür ve fırka ehlinden olduklarını ileri sürmüşlerdir. Bu suretle halka yönelmişler ve bununla câhilleri kandırmışlar, neticede yalan yolda giden, Allah’tan başkasına Iıuşû duyan ve dinden başkasına sarılan kimseler, onların nazarında iyi görünerek, adalet ve riyaset ötrüsüne bürünerek onlara uymağa, kötü görüşlerini benimsemeğe meyletmişler, hakkı bâtılları için terketmişlerdir; dalâletleri için Allahtan başkasını sır dostları edinmişler ve bu suretle onların tezkiyeleriy-le şahadetleri kabul olunmuş, Kitap ahkâmı, dinlerinin, vücutlarının, niyet ve gerçek görüşlerinin fesadı üzerine tatbik olunmuştur. Bu, onların yöneldikleri ve’ yönelmelerini istedikleri gaye idi. Mevlâları üzerine bir yalandı; halbuki Allah üzerine yalan söylememeleri için onlardan misak alınmıştı ve onlar. Kitabın içindekileri biliyorlardı. Bunlar, Allah’ın kulaklarını sağır, gözlerini kör ettiği kimselerdir. Kur’âm iyice anlamazlar mı? Yoksa kalpleri üzerinde kat kat kilitleri mi var ?” [47]
“Emîru’l-mu’minm şunu görmüştür ki, bu kimseler, halkın serleri, dalâletin reisleri, tevhîdden en az hazzı, imandan en az nasibi olan cehalet hammalları, yalancılığın önderleri, evliyaları hakkında konuşan iblisin lisanı, Allah’ın dini ehlinden olan düşmanına karşı şiddetli doğruluğunda itham, şahadetinde ıskat olunmağa lâyık, sözüne ve işine güvenilmeyen kimselerdir. Amel, her şeyden önce ancak yakın hâsıl olduktan, yakîn de ancak İslâm gerçeğinin tekemmülünden ve tevhide hulûs ile bağlandıktan sonra mümkün olur. Doğru yoldan, Allah’a ve tevhîdine inanma hazzmdan mahrum olan kimse, amel ve şahadetinde, niyet gibi şâir meselelerde de dalâlet ve karanlık içinde olur. Emîru’l-mu’minin, şunu kasemle bildirir ki, sözünde tabiatı icabı yalana en. çok bağlanan ve şahadetinde bâtıla en çok sarılan kimse, Allah’a, vahyinde en çok yalan söyliyen ve Allah’ı gerçek bilgi ile bilmeyen kimsedir. Allah’ın hükümünde ve dininde şahadeti reddolun-mağa en çok lâyık olan kimse, Allah’ın, Kitabı üzerine gelen şahadetini red ve bâtıl görüşü ile Allalı’m hakkına bühtan eden kimsedir’1.
“Yanındaki kadıları topla ve onlara, E mîrul-mü’mininin sana yazdığı bu mektubu oku; Allah’ın, Kur’âm halk ve ihdası meselesinde görüş ve inançlarını anlamak maksadıyle imtihanlarına başla. Onlara şunu bildir ki,
Emîru’l-mu*minîn, işinde yardımcıya muhtaç değildir; Allah’ın kendisine teslim ettiği ve muhafazasını istediği teb’asının işlerinde, dinine, tevhîdjnde-ki samimiyetine ve doğruluğuna güvenilraiyen kimselere güvenmemektedir. Eğer bunu (Kur’ânm mahlûk olduğunu) ikrar ederler ve bu işte Emîru’l-mu’minîne tâbi olurlar ve hidayet ve necat yolunda bulunurlarsa, kendilerine halk arasından huzurlarına gelen şâhidleri, Kurbânın mahlûk olup olmadığı meselesi hakkında imtihana çekmelerini ve Kur’ânın mahlûk ve muh-des olduğunu ikrar etmiyenlerin, bu görüşe sahip olmayan ve ikrarından imtina edenlerin şahadetlerinin terkedileceğini, emret. Çevrendeki kuzatın, bu mesele ile ilgili faaliyetleri hakkında Emîrul-mü’mimne yaz. Onlar için durum böyledir. Onların işleriyle meşgul ol, faaliyetlerini kontrol et; zira Allah’ın ahkâmı, ancak dinde basiret ehlinin şahadeti ve tevhıddeki sami-miyyeti ile tatbik olunur. Bu hususta cereyan eden olayları Emîru’1-mu’ minine yaz” [48]
Hicrî 218 senesinin Rabî* el-evvel ayında, yani Halîfenin ölümünden aşağı yukarı dört ay kadar önce yazılmış olan bu mektup, İslâm Devletinin başında bulunan bir Halîfenin dîn ve mezhep meselelerindeki görüşünü aksettirmesi bakımından çok dikkata şayandır. Babası Halîfe er-Reşîdin, Kuranın mahlûk olduğunu söyleyen bir kimseyi nasıl öldürdüğü gözönünde bulundurulursa, el-Me’münun mektubunda aksettirmiş olduğu görüşler, daha fazla bir hususiyet arzeder. Mamafih Halîfenin Kur’ân hakkındaki görüşü ne olursa olsun, mektubun asıl dikkati çeken tarafı, dinî meselelerdeki bilgisi belirli bir seviyenin üstüne çıkmayan ve bir bakıma da tabii karşılanması gereken halkın, inancı dolayısıyle cehalet ve dalâlete nisbet edilmesidir. Bu bakımdan, el-Me’münun mektubunda gördüğümüz bu fikirler “hadîs ashabının, avam tabakasından ve tahsil ve tetebbudan uzak takh’d ehlinden” olduğunu söyliyen el-Câhız’ın fikirleriyle tıpatıp uyuşmaktadır. Mektubun, dikkati çeken diğer bir hususiyeti de, Halîfenin muhalif fikirlere kar-, şi gösterdiği şiddet ve taşıdığı koyu taassubu açık bir şekilde ortaya koymasıdır. Bu, hür fikrin mümessilleri olarak zuhur eden ve devlet sultasını ele geçirinceye kadar gelişmesine ve kuvvetlenmesine devanı eden mutezile için, üzerinde durulması gereken mühim bir noktadır. Eğer iş, sadece bu mektupla kalmış ve Bağdâd’taki naibi, Halîfenin emirlerini yerine getirmekle iktifa etmiş olsa idi, gerek Halîfe ve gerekse mensup olduğu mezhep hakkında, nihayet yukarıda bir kaç kelime ile ifade ettiğimiz bazı görüşler ileri sürülür belki de üzerinde hiç durulmayan bir mesele olarak kalırdı. Fakat iş, basit bir imtihanla kalmamış, bu imtihanı daha büyük imtihanlar takip etmiş, imtihana çekilenler çeşitli işkencelere maruz bırakılmışlardır. Bu devir, el-Memûnun Bağdâd’taki naibi îshâk İbn İbrahim’e yazdığı ikinci ve
üçüncü mektuplarla başlamış, el-Me’mûndan sonra el-Muftaşim ve el-VSşik-m hilâfetlerinde tarihin mühim sahîfelerini işgal etmiştir. [49]
2. el-Me’mün’un İmtihanla ilgili İkinci Mektubu
Birinci mektubun yazılmasından çok kısa bir zaman sonra el-Me’mün, metni kaynaklar tarafından açıklanmıyan ikinci mektubunu yazmış ve Bağdâd’taki naibine göndermiştir. Bu mektupta, hadîsçilerden yedi kişinin seçilerek kendisine gönderilmesi emredilmekte ve imtihanı bizzat kendisinin yapacağı bildirilmektedir [50]. Bu harekette, el-Me’münun Bağdâd imtihanları başlamadan önce imtihana çekilecek olanlara gözdağı vermek ve manevî bir baskı yapmak gayesinin güdüldüğü açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Çünkü imtihanı yapacak olan, Halîfenin bizzat kendisidir; imtihanın yapılacağı yer, sefere çıkmış bir ordunun karargâh merkezidir; çevrenin havası, imtihana çekilecekler üzerinde çok daha başka tesir bırakacak ve Bağdâd’a nisbetle daha iyi neticeler alınacaktır. Bu bakımdan, Kur’ânın mahlûk olduğunu ikrardan imtina edecek bir hadîsçinin, Halîfenin huzurunda Ölüm korkusunun vereceği gevşeklikle ona tabi olacağına ve istemiyerek de olsa, onun görüşünü kabulleneceğine muhakkak nazariyle bakılabilirdi. Netekim, et-fabarî tarafından zikrolunmamakla beraber, es-Subkî!nin beyanına göre, yedi hadîsçinin Halife tarafından istenmesinin sebebi, Bağdâd’ta Kur’ânm mahlûk olduğunu kabule yanaşmamalarıdır; halbuki bunlar, Halîfenin huzurunda zahiren bile olsa, korkunun tesiriyle kabul etmişlerdir [51]
Bizzat el-Me’mün tarafından imtihan edilen bu yedi hadîsçi şunlardır: Yahya İbn Marin Ebü Zekeriyyâ’ ei-Bağdâdi (Ö. 233 H/847). Hadîs külliyatına vâkıf, cerh ve ta’dîl usûlünde eşine ender rastlanan meşhur imamlardan biriydi. Bizzat kendi eliyle 600 bin hadîs yazmıştı. Ah-med tbn Hanbel ondan sena ile bahseder ve “Yahya îbn Marîniıı bilmediği hadîs hadîs değildir” derdi. Yine İbn Hanbel’e göre, Yahya tbn Marîn, hadîs rivayetinde “yalancıların yalanını ortaya çıkaran, Allah’ın bu saha için yarattığı” bir imamdı [52].Ne var İd Halîfe el-Me’münun Halkul-Kur’ân meselesinde hadîsçilere karşı giriştiği mücadelede ilk defa öne sürülüp imtihan edilenlerden biri olmak talihsizliğine uğramış ve Öldürülmek korkusuyle, Kur’âmn mahlûk olduğunu Halifenin önünde ikrar etmek zorunda kalmıştır[53]
Yahya İbn Ma’înin halku’l-Kur’ânı ikrarı, imam Ahmed lbn Hanbel üzerinde çok büyük tesir icra etmişti. İlerdede zikredeceğimiz gibi, lbn Hanbel, mutezile mezalimine karşı direnen yegâne kimse idi. Ona göre, içlerinde Yahya lbn Ma’în ve Zuheyr lbn Harb gibi meşhur hadîs imamlarının bulunduğu bu ilk gurup, eğer Halîfeye karşı direnseler, Kur’ânın mahlûk olmadığını savunsalardı, durum bu derece inkişaf etmez ve Halîfe, daha başkalarında imtihan etmek cesaretini gösteremezdi [54]. Fakat onlar ikrar ettiler ve imtihan hâdisesinin daha geniş bİr şekilde yayılmasına önayak oldular; Ahmed lbn Hanbel, bu sebepten Yahya tbn Ma’îne danlımştı. O derecedeki, Îbnu’l-Cevzînin rivayeti doğru ise, bir hadîs imamı olarak daima medhet-tiği Yahya îbn Ma’inin, Halîfenin arzusuna uyduğu ve Kur’âmn mahlûk olduğunu söylediği için, hadîslerinin yazılamayacağını, ondan hadîs rivayet edüemiyeceğini söylemiştir [55]. Yine tbnu’I-Cevzî’nin rivayetine göre, Ahmed lbn Hanbel hastalandığı zaman, kendisini ziyarete gelen Yahya lbn Ma’îne, aynı sebepten, yattığı yerde arkasını donmuş, onun yüzüne hiç bakmamış ve onunla hiç komışmamıştır. Bu şekilde evi terketmek zorunda kalan Yahya çıkıp giderken, “bu kadar uzun sohbetten sonra konuşmamak…” demek suretiyle teessürünü izhar etmiştir [56]
Muhammed lbn Sa’d (Ö. 230 H./814)
Mağâzî sahibi meşhur el-Vâkıdî (Ö. 207 H./822) nin kâtibi olarak da şöhret kazanmıştır. Sabahe, tâbi’ün ve zamanına kadar gelip geçmiş olan halîfelerin tercemelerini içinde topladığı Tabafcât kitabı, bugün en önemli kaynaklardan addedilir, lbn Sa’d Hadîs ve Fıkıh sahasında pek çok kitabları olan bir âlimdi [57]
Ahmed lbn İbrahim ed-Devrakî (168-246 H./784-860)
Ismâ’îl lbn ‘Uleyye, Yezîd îbn Zuray% Huşeym, ‘Abdurrahmân lbn Mehdi, Behz lbn Esed ve Ebü Dâvüd et-Tayâlisî gibi bir çok hadîsçilerden hadîs almış rivayetine güvenilir bir kimse idi [58]‘
Zuheyr lbn Harb Ebü IJayşeme
Huşeym, Ismâ’il lbn ‘Uleyye, Ccrîr, Yahya lbn Sa’id el-Kattân gibi kimselerden hadîs rivayet etmiş güvenilir bir hadîsçidir [59] Ebü Müslim
Yezîd lbn Harun’un hadis rivayetinde yardımcısı idi. Ismâ’il lbn. Dâvüd îsmâ’îl îbn Ebî Mes’üd
Haklarında açık bir malumat temin edemediğimiz son Üç isimle birlikte bu yedi hadîsçi, Halîfenin askerî karargâhında, Kur’ânm mahlûk olduğunu ikrar ettikten sonra Bağdad’a geri gönderilmişlerdir. Yine el-Me’münun emri ile Nâib Ishâk lbn İbrahim’in evinde toplanan bu gurup, diğer Fıkıh ve Hadîs ulemasının da bulunduğu bir topluluğun huzurunda Kur’ânm mahlûk olduğunu tekrar itiraf etmişlerdir [60]
3. el-Me’mün’un Üçüncü Mektubu
Aradan henüz kısa bir müddet geçmişti ki, Bağdâd naibi İshale İbn 1b-râhîm, Halîfenin üçüncü mektubunu aldı. et-^abarî tarafından metni tam olarak verilen bu mektubunda el-Me’mün, ilk mektupta olduğu gibi, Aüah-m halîfeler ve imamlar üzerindeki haklarından bahsederek, Kur’ânm mahlûk olduğunu isbat edebilmek için yine bazı âyetler zikretmiş, muhaliflerini cehalet ve dalâlete nisbetle, haklarında yapılması gereken işlemi naibine şu ibarelerle emretmiştir:
“… Emîru’l-mu1 mininin sana yazmış olduğu bu mektubu, Carfer lbn fîsâ ve Kâzî ‘Abdurrahmân îbn îshâk’a oku ve onların Kur’ân hakkındaki görüşlerini tesbit et. Onlara şunu bildir ki, Emîru’I-mu’minin, müs-lümanlann işinde, ihlas ve tevhidine güvenilen kimselerden başka hiç bir şeyden yardım beklemez; Kur’ânm mahlûk olduğunu ikrar etmiyen kimselerde tevhîd yoktur. Eğer bu mevzuda Emîru’l-mu’mininin görüşüne uyarlarsa, onların huzurunda şehadetlerine müracaat olunanların imtihanına ve Kur’ân hakkındaki görüşlerinin tesbitinc geç. Bunlar arasında Kur’ânın nıahlûk olduğunu söylemiyen kimse olursa, (yukarıda ismi geçen iki zât), onun şehadetini ibtal ederler ve sözüyle hüküm vermezler. Bunu muhitindeki bütün kuzât hakkında tatbik et ve bu işle sıkı bir şekilde meşgul ol. Allah, bununla basiret sahibinin basiretini artırsın” [61]
Ishâk lbn İbrahim, Halîfenin mektubunu alır almaz, emirlerini tatbike koyulmuş, hadîs ve fıkıh ulemasından kalabalık bir cemaati toplayarak, önce Halîfenin mektubunu iyice anlamaları için iki defa okumuş, sonra da, teker teker sorguya çekip Kur’ân hakkındaki fikirlerini tesbit etmeğe başlamıştır, et-fabari’nin verdiği isim listesine göre, îshâk îbn İbrahim’in imtihan için topladığı hadîsçiler şunlardır:
Ebû Hassan ez-Ziyâdî, Bişr Îbnu’l-Velîd el-Kindî, ‘AK îbn Ebi Mukâtil, el-Fıil Ibn Ganîm, eg-Zeyyâl İbmı’l-Heysem, Seccade (el-Hasan îbn. Ham-mad), el-Kavârîri, Ahmed îbn Hanbel, Kuteybe îbn Sa’îd, Sa’düya el-Va-sıtî, rAlî Ibnu ‘1-Ca’d, îshâk İbn Ebi îsrâ’îî, îbnu’I-Hirş, İbn ‘Uleyye el-Ekber, Yahya îbn ‘Abdirrahmân el-‘Umarî, rOmer İbnu’l-Hattâb’ın torunlarından bir başka şeyh (er-Rakka kadısı idi), Ebü Naşr et-Tammâr, Ebû Ma’mer el-Katî’l, Muhammed îbn Hatim îbn Meymün, Muhammed îbr Nüh el-Mazrüb, İbnu’I-Ferhân, en-Nazr îbn. Şumeyl, îbn ‘Ali îbn ‘Aşım, Ebu’l-‘Avvâm el-Bezzaz, îbn Şucâ% ‘Abdurrahmân îbn İshâk ve Üstede bulunmadığı halde sorgu esnasında ismi geçenlerden ‘Ubeydullah îbn Muhammed Îbni’l-Hasan, îbnu’I-Bekkâ1, ‘Abdu’l-Mun’ım İbn îdrîs, el-Mu-zaffer İbn Muraccâ’ s” [62]
Bu gurub arasında sorgusu ilk yapılan şahıs Bişr İbnu’l-Velid el-Kin-di oldu; bunu diğerleri takip etti. Burada, sorguların ne şekilde yapıldığını göstermek için bir kaç misal vermek faydalı olacaktır.
Nâib İshâk İbn İbrahim Halîfenin mektubunu iki defa okuduktan sonra Bişr İbnu’l-Velide dönerek sormağa başladı:
Nâib – Kur’ân hakkında ne dersin ?
Bişr – Bu husustaki görüşümü Emîru’1-minîne müteaddit defalar söyledim.
Nâib – Emîru’1-mu’ mininin mektubuna binaen bunu yeniden açıklaman gerekiyor.
Bişr – Derim ki Kur’ân Kelâmu’llahtır. * Nâib – Bunu sormuyorum; o mahlûk mudur? Bişr – Allah her şeyin halikıdır. Nâİb – Kur’ân “şey” değil midir? Bişr – “Şey” dİr. Nâib – O halde mahlûktur. Bişr – Halik değildir.
Nâib – Bunu sormuyorum; o mahlûk mudur? Bişr – Sana söylediğimden başka bir şey bilmiyorum. Emîru’1-mu’mininden bu hususta başka bir şey söylemek üzere ahid aldım.
Sana söylediklerimin haricinde bir şey yoktur bende.
Bunun üzerine, îshâk îbn İbrahim, önünde bulunan bir kağıdı eline almış ve Bişr’e okuyarak şöyle demiştir:
Nâib – Allah’tan başka ilâh olmadığına, bir ve tek olduğuna, O’ndan önce ve sonra hiç bir şeyin bulunmadığına, mahlûkatmdan hiç bir şeyin hiç bir manâ ve yönden ona benzemediğine şehadet ederim.
Bişr – Evet, ben de halka buna benzer misaller verirdim.
Bu konuşmalardan sonra îshâk İbn îbrâhîm, kâtibine dönerek Bişr den aldığı cevapları yazdırmış, ‘Alî İbn MukâtiFe sormağa başlamıştır.
Nâib – Sen ne dersin yâ ‘Ali?
cAlî – Görüşümü Emîru’1-mu*minine müteaddit defalar duyurdum.
Bunun haricinde bende başka bir şey yok.
Nâib, yazılı kâğıt üzerinde de imtihan ettikten ve müsbet cevap aldıktan sonra tekrar sormuştur:
Nâib — Kur’ân mahlûk mudur? rAli – Kur’ân Kelâmu’llahtır. Nâib – Onu sormuyorum.
‘Alî – Kelâmu’Uahtır. Eğer Emiru’lnm’minin bize bir şey emrederse dinleriz ve itaat ederiz.
eAlI İbn Ebî Mukâtil’in cevapları da kâtip tarafından kaydedildikten sonra, nâib aynı sualleri ez-Zeyyâl’e sormuş ve aynı cevapları almıştır. Bundan sonra sorgu sırası Ebü Hassan ez-Ziyâdî’ye gelmiştir,
Nâib – Sen ne dersin?
E.H. – İstediğin şeyi sor. Nâib elinde bulunan ve “Allah’tan başka ilâh yoktur” ibarelerini havi yazılı kâğıdı okumuş ve Ebû Hassân’m bu husustaki fikrini sormuştur.
E.H. – Bunu kabul etmiyen kâfirdir. Nâib – Kur’ân mahlûk mudur?
E.H. – Kur’ân Kelâmu’llahtır. Allah her şeyin halikıdır. Allah’tan başka her şey mahlûktur. Emîru’1-mu’minin imamımızdır; onun sayesinde bütün ilimleri işittik; o bizim işitmediğimiz şeyleri işitmiş, bilmediğimiz şeyleri öğrenmiştir. Allah, onu bizim işlerimiz için görevlendirmiştir; baççımızı, namazımızı o ikame eder oldu; malımızın zekatını ona öderiz; cihada onunla çıkarız; onu her şeyde imam görürüz. Bize emretmişse enirine, nehyet-mişse nehyine, davet etmişse davetine icabet etmişizdir.
Nâib — Kur’ân mahluk mudur?
(Ebü Hassan bu husustaki görüşünü tekrarlamıştır), Nâib — Bu (ljalku’l-Kur’ân görüşü), Emîru’I-mu’mininin görüşüdür.
E.H. – Onun görüşü olabilir; (fakat) bunu halka emretmez; halkı ona davet etmez. Eğer söylemekliğimi Emîru’1-mu’mimn sana emrettiğini bildirirse, bana emrettiğin şeyi sana söylerim. Sen onun bana tebliğ edilmesini istediği şeylerde güvenilir bir kimsesin. Ondan bana bir şey tebliğ etmişsen onu yerine getirdim.
Nâib – Sana tebliğ etmek üzere bana hiç bir şey emretmiş değildir.
Bu sırada sorgusu biraz önce bitmiş olan * AH İbn Ebî Mukâtil söze karışmış ve şöyle demiştir:
*AIî – Onun sözü, Peygamber (A.S.) in ashabının fera’iz ve miras meselelerindeki ihtilâfı gibidir. Onlar, bu meselelerde halkı zorla-mamışlardır.
E.H. – Benim için dinlemek ve itaat etmekten başka bir şey yoktur. Bana emret, ona ittiba edeyim.
Nâib – Bana, sana emretmemi değil, seni imtihan etmemi emretti. Nâib, bundan sonra, Ahmed İbn Hanbel’in sorgusuna başlamıştır. Nâib – Kur’ân hakkında ne dersin? A.H. – Kur’ân Kelâmullahtır. Nâib – Mahlûk mudur?
A.H. – Kelâmuîlahtir. buna ilâve edecek başka bir şeyim yoktur. Nâib bundan sonra kâğıt Üzerindeki ibarelere geçerek onlaidan imtihan etmeğe başlamıştır. “Hiç bir şey O’nun misli gibi olmadı; O, “Semîr” (işitici) ve “Başîr” (görücü) dir” âyetine gelince, orada bulunanlardan Îbnu’l-Bekkâ’ söze karışmış ve şöyle demiştir:
Î.B. – Allah seni doğrulasm, o der ki: Kulak ile işitici, göz ile görücüdür.
Nâib – “Semi”‘ ve “Başir” in manâsı nedir? A.H, – Allah kendisini vasfettiği gibidir. Nâib – Manâsı nedir? A.H. – Bilmiyorum. O, kendisini vasfettiği gibidir,
Ahmed îbn Hanbel’den sonra orada bulunan diğer kimselerin sorgusuna geçilmiş, dokuz kişi müstesna hepsi de Ahmed îbn Hanbel’e uyarak Kurânın Kelİmu’llah olduğunu söylemişler, bunun haricinde başka bir söz ilâve etmemişlerdir. Diğer dokuz kişi ise, Kuteybe îbn Sa’îd, rUbeydu’llah îbn Muhammed, îbn ‘Uleyye, Îbnu’l-Bekkâ1 ‘Abdu’l-Mun’ını îbn îdrîs, el-Mu-zaffer îbn Muraccâ/ Fıkıh ehlinden olmayan kör bir şahıs, ‘Ömer îbmı’l-Hattâb’ın torunlarından er-Rakka kadısı olan bir şahıs ve Îbnu’l-Ahmer, Halîfenin görüşüne yakın cevaplar vermek suretiyle Kur’ânın mahlûk olduğunu ikrar etmişlerdir. Bunlardan meselâ Îbnu’l-Bekkâ’
“biz, Kur’âm Arapça kıldık” âyetine dayanarak, onun “mec’ül” olduğunu ileri sürmüştür. Bu konuda Nâib îshâk îbn îbrâhîm ile aralarında şu konuşma geçmiştir:
Nâib – Mecfül, Mahlûk demektir.
İ.B. – Evet.
Nâib – O halde Kur’ân mahlûktur.
Î.B. — Mahlûktur demem; fakat û mec’üldür.
Orada bulunanların sorguları bu şekilde tamam olunca, İshâk îbn îbrâhîm sorgusu yapılanlarla vermiş oldukları cevapları hâvi listeyi Halîfeye göndermiştir. Aradan henüz dokuz gün geçmişti ki, el-Me’mün, naibine dördüncü mektubunu yazmış ve bu mektubta yeniden yapılması gereken işler hakkında emirlerini bildirmiştir.’ [63]
4. el-Me’mün’un Dördüncü Mektubu
“Emîru’l-mu’mimn, kıble ehli gösterişçileriyle, ehil olmadıkları şeylerde riyaset düşkünlerinin Kur’ân hakkındaki görüşlerini anlamak maksa-dıyle sana yazdığı mektubun cevabını aldı” ibareleriyle başlıyan bu mektupta Halîfe, îshâk îbn İbrahim’in imtihanla ilgili olarak yapmış olduğu işleri teker teker zikrederek hepsini anladığım belirtmiş ve mektubun ikinci kısmına, imtihana alınanların ne gibi bir muameleye tâbi tutulacakları hakkında yeni emirlerini sıralamıştır. Mektubun bu kısmında şöyle denilmektedir.
“Emîru’l-mu’minîn, Kur’ân hakkında sorguya çekip isimlerini yazdığın, görüşlerini açıkladığın kimselerle, herbİrinin sana başvurduğu meseleler hakkında düşündü. Mağrur Bişr Îbnu’l-Velîd’in teşbihi nefyi ve fakat Kur’âmn mahlûk olduğunu söylemekten imtina’ı ve bu hususta konuşmayı terkettiğine dair iddiası ve Emîru’1-mu’mininden ahid almış olmasına gelince, o, bu meselede yalan söylemiş ve küfretmiştir. Sözü zûr ve münkerdir. Emîru’1-mu’minîn ile onun arasında veya bir başkası arasında ihlâs kelimesine ve halku’l-Kur’ân sözüne itikadını bildirmesinden başka hiç bir ahid cereyan etmemiştir. Onu çağır ve E miru’lmü*mininin sana bildirdiğini tebliğ, Kur’ân hakkındaki görüşünü tekrar tesbit ve onu tevbeye davet et. Emîru’l-minîn, kendi görüşünü savunanları tevbeye davet etmeni zarurî görür; çünkü bu görüş Emîru’l-mu’minîn nazarında açıkça küfür ve mahza şirktir. Eğer tevbe ederse durumunu orada açıkla ve elini ondan çek; eğer küfründe ısrar ve Kur’ânın mahlûk olduğunu küfrü ve ilhadı sebebiyle reddederse boynunu vur ve başını Emini’1-mu’minine gönder.
… Ebu’l-‘Avvâm künyesiyle maruf Ahmed İbn Yezîd ise Kur’ân hakkında güzel cevap vermiyor; ona yaşı itibariyle değil aklı itibariylr “şa-biy” (çocuk) olduğunu, câhil olduğunu söyle. Kur’ân hakkındaki cevabını düzeltmezse te’dip onu yola getirir; o da olmazsa bunun arkasından kılıç gelir.
Ahmed îbn Hanbel’e ve onun hakkında yazdıklarına gelince, ona şunu bildir ki, Emîru’l-mu’minm bu görüşün manâsını ve onun takip ettiği yolu anlamış, cehaletine ve bu işteki fesadına hükmetmiştir;”.
Halîfe, imtihana çekilen ve aşağı yukarı aynı cevapları veren hadîsçi-lerin her biri hakkında yapılması gereken işlemleri ve hükmünü yukarıda bir kaç misalini verdiğimiz şekilde, ayrı ayrı bildirdikten sonra, mektubunu şu ibarelerle bitirmiştir:
“… Mektubunda Emîru’l-mu’nıinme isimlerini zikrettiğin ve Emîru’I-mu’minînin de sana zikrettiği veya zikrinden sarfı nazar ettiği kimselerden, eğer şirkinden rücü etmiyen ve Kur’ânm mahlûk olduğunu söy-Iemiyen kimse olursa (Bişr İbnu’l-Velîd ve İbrahim Îbnu’l-Mehdî’den başka), Emîru’l-mu* mininin onları sorguya çekmesi ve yine şirklerinden rucû etmezler ve tevbeye yanaşmazlarsa, hepsini de kılıçtan geçirmesi için onları bağb olarak emin bir şahsa teslim edilmek üzere muhafaza altında karargâha gönder” [64]
el-Me’mün’un bu mektubu bize şu hususu açıkça gösteriyor ki, başlangıçta hadîsçilerin Kur’ân hakkındaki görüşlerini anlamak maksadıyle girişilen hareketler, bu mektubun açıklanmasından sonra yön değiştirmiş, mutezile akaidi, kılıç tehdidi ve zor kullanmak suretiyle devletin en yüksek makamından halka kabul ettirilmek istenmiştir. Gerçi mesele, henüz halka aksettirilmiş değildir ve esasen buna da lüzum yoktur; çünkü halk, dinî meselelerde, bilhassa akaid meselesinde ictihad sahibi değildir; ancak bu meseleleri kendilerine tebliğ ve telkin eden imamlara tabidir. Zaten halîfe el-Me’-mün da bunu ilk mektubunda az çok belirtmiş, her ne kadar onların inanç ve itikadlarmı cehalet ve dalâlet olarak tavsîf etmişse de, her şeydan önce, onların büyük bir güvenle bağlandıkları hadîs ve fıkıh ulemasına mutezile akaidini kabul ettirmek gerektiğine inanmış ve işe bu yoldan başlamıştır. Ulemâ bu görüşü kabul ettikten sonra, halkın da onlara tâbi olacağı gayet tabiidir. İşte bu gaye ile başlıdan imtihan, Halîfenin son mektubunda gördüğümüz gibi, hadisçilere Kut’ânın mahlûk olduğunu kabul ettirebilmek için boyun vurup, başın Halîfeye gönderilmesi gibi ağır tehdit ve tedhiş havasına bürünmüş ve beklenen neticeyi vermiştir. Mektup, yukarıda isimlerini zikrettiğimiz topluluğa okunduğu zaman, dört kişi müstesna diğerleri Kur’ânm mahlûk olduğunu ikrar etmek zorunda kalmışlardır. Eski görüşlerinde ısrar eden Ahmed îbn Hanbel, Seccade, el-Kavârirî ve Muhammed İbn Nüh ise, îshâk îbn ibrahim’in emri ile zincire vurulmuşlardır [65]Bir gün sonra nâib, bu dört kişiyi bağlı olarak huzuruna almış ve Kur’ân hakkındaki sorusunu tekrarlamıştır. Bu sorguda Seccade, Halîfenin görüşüne uygun cevap vermiş ve zincirleri çözülerek serbest bırakılmıştır. Ertesi günü tekrarlanan sorguda da el-Kavârîri icabet etmiş, diğer ikisi, Ahmed îbn Hanbel ve Muhammed îbn Nüh sözlerinde ısrar ettikleri için zincire bağlı olarak Tarsus’a müteveccihen yola çıkarılmışlardır. Ancak yola çıkarılanlar bu iki kişiden ibaret kalmamış, bunların arkasından Kur’ânm mahlûk olduğunu ikrar edenler de Halîfe tarafından yeniden imtihan edilmek üzere Tarsus’a sevkedilmişlerdir. et-Tabarî’nin ifadesinden anlaşıldığına göre, KuT’ân hakkında Halîfenin görüşüne cevap verenler, cevaplarını kerhen, tazyik ve tehdit altında verdiklerini açıklamışlar, hattâ bunlardan Bişr Îbnu’l-Velld, cevap verenlerin durumunu, müşriklerin azabına maruz kalan ve hakkında bir de âyet nazil olan cAmmâr îbn Yâsir’in durumuna benzeterek, mezkûr âyeti de bu suretle tevil ederek, asıl imanlarının içlerinde saklı olduğunu beyan etmiştir[66]îshâk îbn îbrâhim tarafından Halîfeye duyurulan bu keyfiyet, onu tekrar harekete geçirmiş ve hadîsçilerin durumu ile ‘Ammâr’ın durumunun aynı olmadığını, çünkü ‘Ammâr’in kalbi iman dolu olduğu halde zor karşısmda dili ile küfrü izhar ettiğini, halbuki hadîsçilerin kalbleri küfür ve şirk dolu iken gerçek imanı ikrar ettiklerini ileri sürerek, yemden imtihan edilmek üzere karargâha sevkedihr.elerini emretmiştir. Ne var ki bu gurup er-Rakka’ya geldiği zaman, Halîfe el-Me’münun ölüm haberi ortalıkta yayılmış ve hadisçilere karşı girişilen mücadelenin ilk devresi bu suretle sona ermiştir.
- el-Mu taşım Devri (218-227 H. J833-841)
Halîfe el-Me’münun 218 H. senesi Recep (833 Tummuz) aymm 15 nci günü vefat etmesi üzerine, kardeşi Ebü İshâk el-Mu’taşını Muhammed İbn Hârün er-Reşîd, hilâfet makamındaki yerini almıştır [67]Bu suretle başlayan yeni devir, geniş çapta olmasa bile imam ve Muhaddis Ahmed İbn Hanbel için meş’ûm günler getirmiştir. Halîfe değişmiş olmakla beraber, eski Halîfenin kendisinden sonrakine bıraktığı vasiyyet dolayısıyle halkın Kur’âmn mahlûk olduğu İnancına davet edilmesi ve bu maksatla imtihana çekilmesi son bulmamıştır.
Halîfe el-Me’münun vefatı üzerine Tarsus’tan iade edilen Ahmed İbn Hanbel, yolda arkadaşı Muhammed tbn Nuh’un da ölümü ile yalmz olarak Bağdâd’a gelmiş ve İshâk İbn İbrahim tarafından hapsedilmiştir. [68] -Hicrî 219 senesi Ramazan (834 Eylül) aymm 17 nci gününe kadar 14 ay müddetle umumî hapishanede kalmış, sonra da İshâk İbn îbrâhîmin evine nakledilmiştir [69]Ayağından bağlı olarak üç gün kaldığı bu evde, her gece, îshâk tarafından gönderilen iki şahısla münazara ve münakaşaya girişmiş, bir defasında Allah’ın ilminin mahlûk olduğunu söyliyenlerden birisine “ey kâfir, küfr işledin” diyerek mukabele etmiştir. Her münazaradan sonra ayağına bir zincir daha bağlandığı için, üçüncü gecenin sonunda zincirler dördü bulmuştur [70]Dördüncü gece, Halîfe el-Murtaşım’ın elçisi gelerek Ahmed İbn Han-bel’in saraya gönderilmesi emrini İshâk’a tebliğ etmiştir. îshâk Halîfenin adamlarına İbn Hanbel’i teslim etmeden Önce son bir nasihat veya tehdit etmek lüzumunu duymuş ve ona şunları söylemiştir:
“Ey Ahmed, hayatın büyük bir tehlike içindi; Halîfe yemin etti, seni kdiçîa öldürmiyecek; fakat dayak üstüne dayak atacak, sonra da hiç ışık yüzü görmiyeıı bir zindana sokacak. Allah Ta’âlâ Kur’ânda buyur-madı mı ki U, “^iz onu arapça Kur’ân kıldık”. “Mec-fül”, “mahlûk” tan başka bir şey midir? Ahmed İbn Hanbel, Ishâk’m bu sualine kısa ve kesin bir cevap vererek şöyle demiştir: Allah Ta-râlâ, Kur’ânda “‘ – . . “onjan yaprakları yenmiş bi[71]kîye çevirdi” [72]? der. Buradaki “ca’ale” krlimosi “halaka” manâsına mıdır? Bu söz karşısında sÖyliyecek bir şey bulamiyan ishâk tbn İbrâhîm, “onu götürün” demekle iktifa etmiştir.
Ertesi günü saraya getirilen Ahmed İbn Hanbel, Halîfe el-Mu’taşım’m huzuruna çıkarılmış, Kâzî ‘”Abdurıahman ibn İshâk, Ahmed ibn Ebî Duvâd ve başkalarının bulunduğu mecliste yeniden imtihana çekilmiştir. Huzura girişinde söz için izin talebinde bulunmuş ve bu izin verilince Halîfeye şu suali sormuştur: “Allah’ın Resulü (insanları) neye-davet etti?” eI-Muf taşıin şu cevabı vermiştir: “Allah’tan başka ilâh olmadığına şehadete”. Ahmed îbn Hanbel, kendisinin de buna şehadet’ ettiğini, keza Hazreti Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna, beş vakit namaza, zekâta, Ramazan orucuna ve hacca da şehadet ettiğini belirtmiş, bu suretle, halku’l-Kur’ân meselesinde tutulan yolun, din ve itikadla ilgisi olmadığını Halîfeye anlatmak istemiştir. Filhakika Halîfe, Ahmed İbn Hanbel’in ileri sürdüğü bu sual ve cevaptaki manâyı sezmiş ve ona daha önceki Halîfenin bu işi omuzlarına yüklediğini söyliyerek kendisini tebriye etmeğe çalışmış, sonra da orada bulunan rAbdurrahnıân İbn îshâk’a münazaraya başlamasını emretmiştir. Aralıklı olarak üç gün devam eden bu münazara ve münakaşaların ilki, rAbd«rrah-man îbn İshâk’ın yine “Kur’ân hakkında ne dersin” suali ile başlamış ve bunu iddialarını isbat edebilmek için ileri sürdüğü muhtelif Kur’ân âyet-leriyle bazı hadîsler hakkındaki sualleri takip etmiştir. Ahmed ibn Hanbel bu suallere cevap bulmakta güçlük çekmemiştir. Meselâ ‘Abdurrahman İbn İshâk’ın “Kur’ân hakkında ne dersin” sualine mübaşereten cevap vermemiş sadece “Allah’ın ilmi hakkında sen ne dersin?” suali île mukabele etmiştir [73]. ‘Abdurralıman da bu suale cevap vermemiştir; fakat her ikisinin de sualleri cevapsız bırakışmda belirli bir fark vardır. Çünkü Ahmed İbn Hanbel’in Kur’ân hakkındaki görüşü malumdur ve bunu rAbdurrahman da çok iyi bilmektedir. îbn Hanbel, daha önceki münazaralarında müteaddit defalar Kur’ân hakkındaki görüşünü açıkhyarak onun “Kelâmu’Ilah” olduğunu söylemiş ve bu sözüne bir kelime daha ilâve etmemiştir. îbn Hanbel’in “Allah’ın ilmi” hakkında muarızına tevcih ettiği sualde ise, Kur’ânın mahlûk olduğunu iddia eden bir kimse için kolayca cevap veremiyeceği bir güçlük vardır; çünkü Kur’ân, İbn, Hanbel’e göre, Allah’tan gelen bir ilimdir. fAb-durrahman İbn îshâk için, ya bu ilmin mahlûk olduğunu söylemek vardır ki bu, mutezile görüşüne de aykırıdır; çünkü onlar, daha önce de üzerinde durduğumuz gibi, sıfatları nefyetmek suretiyle Allah’ın ilminin Allah’tan başka bir şey olmadığını iddia etmişler ve “ılmu’lîah huve AUah” demişlerdir yahutta Allah’ın ilminin mahlûk olmadığını söylemesi gerekmektedir; bu takdirde Allah’ın ilminden olan Kur’ânm da mahluk olmadığını söylemiş olacaktır; bu da takip ettiği yola aykırıdır. Bu sebeple cAbdurrahman susmayı tercih etmiştir.
Münazara esnasında delil olarak ileri sürdükleri âyetlerden birisi şudur: “Rablarından kendilerine yeni (muhdes) bir ihtar (zikr) gelince…’ [74]Âyeti zikreden şahıs demiştir ki: “Muhdes olduğu halde mahlûk olmayan şey olurmu?” Fakat Ahmed îbn Hanbel bir başka âyeti delil olarak okumuş ve onların dayandığı delilin, iddialarını bat için kullanılamıyacağını göstermiştir. , ^-?”Şad. Şanlı ve şerefli olan Kur’âna yemîn ederim” [75], Bu âyette harfi tarifle birlikte yazılan “zikr” kelimesi, Kur’âna delâlet eder; fakat onların ileri sürdükleri âyette harfi tariften ârî yani nekre olarak gelen “zikr” den maksat Kur’ân değildir [76].
Orada bulunanlardan biri, fImrân îbn Haşîn’d en rivayet edilen . öl “Allah zikri halketti” hadîsini ileri sürmüş, Ahmed, İbn HanbeJ ise, hadîsin yanlış olduğunu ve doğrusunun
“Allah zikri yazdı” şeklinde olacağını söylemiştir ki bu da Kur’ân cevherinin ve elfazmm mahlûk olmadığına delâlet eder [77]
Bir başka delilleri, ‘Abdullah îbn Mesrûd’tan rivayet edilen hadîstir:
“Allah Ta’âlâ hiç bir Cennet, Cehennem, sema ve arz yaratmamıştır ki Aye-tu’I-Kursîden. büyük olsun”. Hadîsi zikredenler, Allah’ın “halk” fiilini, Cennet, Cehennem, semâ ve arz ile birlikte Kursî âyetine de teşmil etmişlerdir. Halbuki îbn Hanbel, “halk” fiilinin âyete teşmil edilmiyeceğini söylemiştir [78]
Bu şekilde üç gün devam eden münazaralarda Ahmed îbn Hanbel, kendisini ikna etmek için ileri sürülen delillerin hepsini de çürütmüş, başta Halîfe olmak üzere Ahmed İbn Ebî Duvâd, ‘Abdurrahman îbn îshâk ve orada hazır bulunanları müşkil durumlara düşürmüştür. Onların sabırlarını en çok taşıran, kızgınlıklarını en çok artıran şey Ahmed îbn Hanbel’in Kitap ve Sünnet dışında, meselâ kelâm ile ilgili olarak sorulan suallere “bilmiyorum”, bana Allahm Kitabından yahut Peygamberin Sünnetinden bir şey veriniz, onu söyliyeyim” demesi oluyordu. [79]. Böyle anlarda îbn Ebî Duvâd ona sokuluyor ve “sen Allah’ın Kitabında, yahut Peygamberin Sünnetinde olan şeylerden başka bir şey söylemez misin” diyordu [80]. Bu sabırsızlık içerisinde gerek Halîfe ve gerekse adamları bazan Ahmed îbn Hanbel’in halltu’I-Kur-âm ikrar etmesi için tehdit ediyorlar, bazan da yumuşak sözlerle onun gönlünü almağa çalışıyorlardı; fakat hiç bir şey onu Halîfenin görüşünü ikrara yöneltmiyordu. Nihayet imtihanların üçüncü günü Halîfe, her çeşit tehdit ve temennilerin yine faydasız kaldığını görünce, adamlarına Ahmed îbn Hanbel’in kırbaçlanması emrini vermiştir. Kırbaçlanma olayı, îbn Hanbel-in tercümesi ile ilgili kaynaklarda mufassal olarak anlatılmıştır. Biz şu kadarına işaret edelim ki, bu olay, Halîfe ve adamlarının gözü önünde cereyan etmiş, her iki kırbaç vuruluşunda, vurucu değiştiği gibi, Halîfe de bu aradan istifade ederek Kur’ân, hakkında bilinen suali sormuş, fakat Ahmet’ten arzu ettiği cevabı alamamıştır. Bunun üzerine adamlarına işaretle yeniden kırbaca başlamalarını emretmiştir. Bu olay, Ahmed îbn Hanbel bayılmcaya kadar devam etmiş, vücudunda açılan yaraların tedavisinden sonra tekrar îshâk îbn ibrahim’in evine gönderilmiş, oradan da evine iade edilmiştir.
İşkencenin şiddetli olmasına rağmen kısa sürmesi ve Ahmed îbn Han-belin serbest bırakılması, Halîfe el-Mu’taşını’a arız olan bir korkunun neticesinden başka bir şey değildi. Yoksa hangi meselede olursa olsun, kendisine muhalefet eden bir kimseyi öldürmek Halîfe için güç değildi ve el-Mu’-taşım onu da öldürür ve başını Bağdâd sokaklarında halka teşhir edebilirdi; ancak halka güvenebilse idi; halkın, halku’l-Kur’ân meselesinde kendi peşinden geleceğine inanabilse idi. Halbuki onların, Ahmed îbn Han-beî’in hayatı dolayısıyle büyük bir endişe içinde bulunduklarını biliyor ve saray etrafında vücuda getirdikleri büyük kalabalığı gördükçe, önüne geçilmez bir fitnenin doğacağını tahmin edebiliyordu. îşî.e içerisine düşen bu korku, onun, bir an önce Ahmed İbn Hanbel’i saraydan çıkarmasına vesile oldu. Önce Ahmed İbn Hanbel’in amcasını çağırdı; sonra saray Önünde toplanmış olan halka Ahmed îbn Hanbel’i göstererek onu tanıyıp tanımadıklarını, bedence sağ ve sıhhatte olup olmadığını sordu; müsbet cevap alınca içi ferahlamış olarak onu saraydan çıkardı. Eğer Halîfe bunu yapmamış olsa idi, önünü alamayacağı hâdiselere önayak olacaktı [81].
- el-Vâsik Deri (227-232 H.)
Hicrî 219 senesinde Ahmed îbn Hanbel’in kırbaçlanıp serbest bırakılmasından sonra el-Mu’taşım, halkın Kur’ân hakkında imtihana çekilmesi işini gevşetmiş, hattâ valilerini bu işten menetmişti [82]Bu sebeple, onun vefatına ve kendisinden sonra yerine geçen oğlu el-Vaşik’m hilâfetinin üçüncü veya dördüncü senesine kadar (231 H./845) geçen 11-12 senelik müddet içerisinde, halkın, Kur’ânm mahlûk olduğu görüşüne hamli oldukça gerilemiştir. Fakat 231/845 senesinde Ahmed îbn Ebî Duvâdm devamlı telkinleri neticesinde, Halîfe el-Vâşik, hadîsçilerin yeniden imtihana çekilmeleri hususundaki emirlerim çıkarmıştır. Ancak, onun, kimleri imtihana çektiği hakkında elimizde açık bir kayıt yoktur. Bununla beraber, üzerinde durulan iki üç ismin, halku’l-Kur’ânı red ve Halîfenin görüşüne muhalefet etmeleri sebebiyle şöhret kazandıklarına, zor karşısında sessiz sedasız ikrar edenlerin de unutulup gittiğine şüphe yoktur. Burada şu hususa da işaret etmek gerekir ki, Ahmed îbn Hanbel, el-Vâşik tarafından imtihan edilenler arasında mevcut değildir. Halîfe, ya onun zor karşısındaki sabrını bildiği, yahutta el-Mu’taşımdan sonra ikinci defa onun işkenceye maruz bırakılması halinde, halkın buna rıza göstermiyeceğini düşündüğü için onu imtihana çekmemiş olacaktır. Bununla beraber ona haber göndermiş ve “kendisinin bulunduğu arzda oturmamasım” emretmiştir [83], Bu sebcbledir ki Ahmed, el-Vâşik’ın hayatta kaldığı müddetçe gizlenmiş ve ancak ölümünden sonra evine dönmüştür.
el-Vâşik tarafından imtihan edilen, halku’l-Kur’ânı ikrar etmediği için de cezalandırılan hadîsçilerden isimleri üzerinde durulanlar, Nu’aym îbn Hammâd, Ebû Ya’küb el-Buvaytî ve Ahmed îbn Naşr el-Huzâ’ıdir.
Nu’aym îbn Hammâd (Ö. 229 H./835)
îbrâhîm İbn Tohmân Ebü Hamza es-Sekerî, rIsâ îbn ‘Ubeyd el-Kindî, ‘Abdullah Îbnu’l-Mubârek, Huşeym ve daha bir çok kimselerden hadîs dinlemiştir. Hadîsleri arasında bazı zayıf hadîsler bulunmakla beraber, Ahmed îbn Hanbel ve Ebü Hatim, onun güvenilir bir kimse olduğunu söylemişler, en-Nesâ’î ise “zafîf” demiştir. Hadîs toplamak için ‘Irak ve Hicaz’a seyahat etmiş, sonra da Mısır’a yerleşmiştir. Nu’aymin, Musned denilen hadîs koleksiyonlarının ilk müellifi olduğu söylenir [84]
Nu’aym İbn Hammâd, el-Vâşik’ın hilâfete geçtiği sıralarda Ebû YaP-küb el-Buvaytî ile beraber Mısır’dan Bağdâd’a getirilmiş, imtihanda halku’1-Kurâni ikrar etmediği için Samarrâ’da hapsedilmiştir [85].228/842 veya229 /843 senelerinde hapiste iken vefat eden Nuf aym, cehmiyyeye şiddetle muarızdı ve “ben bir eehmî idim ve kelâmlarını çok iyi biliyordum. Fakat hadîs toplamağa başladıktan sonra onların ta’tîle gittiklerini gördüm” diyordu [86],
Ebü Ya’küb el-Buvaytî (Ö. 231 H./845)
îmam eş-Şâfifî ve ‘Abdullah îbn Vehb el-Mâlikı’den hadîs dinlemiştir. eş-Şâfifînin talebesi, vefatından sonra da talebelerinin hocası idi. İlim ve fazilet yönünden Mısır’da büyük bir şöhreti vardı. Rivayet olunduğuna göre, Mısır kadısı îbn Ebi’1-Leyş, el-Buvaytî’ye çok hased ederdi. el-Vâşik’ın İmtihanla ilgili mektubu Mısır’a gelince Kadı, eş-Şâfi’înin ashabından yalnız el-Buvaytî’yi Mısır’dan çıkarmıştır. Bağdâd’ta imtihan edilen el-Buvaytî, halku’l-Kur’ânı ikrar etmemiş, buna karşılık onun. Kelâmu’llah ve gayri mahlûk olduğunu söylemiştir [87]eş-Şâfifînin ashabından olan er-Rabî’ îbn Süleyman, el-Buvaytî’yi bir hayvan üzerinde boyundan ve ayak bileğinden bir ucunda 40 rıtl (bir rıtl 12 okkadır) ağırlığında tûba bulunan bir zincire vurulmuş olarak gördüğünü ve onun şöyle konuştuğunu anlatmaktadır: “Allah mahlûkâtı “kun” (ol) sözü ile yaratmıştır. Eğer “kun” mahlûk olursa, mahlûku bir mahlûk yaratmış demektir. Allah’a kasem ederim ki ben bu demirlerin altında öleceğim; ta ki benden sonra gelenler, bu uğurda demirler altında ölenlerin de bulunduğunu öğrensinler” [88]Filhakika el-Buvaytî, halku’l-Kur’ânı ikrar etmediği için hapsedilmiş ve 231 H./845 senesinde vefat edinceye kadar hapis kalmıştır[89].
Ahmed îbn Naşr îbn Mâlik el-Huzâfî
Mâlik îbn Enes, Hammâd îbn Zeyd, Huşeym ve daha bir çok kimseler-. den hadîs dinlemiş, ehli sünnet akidesine şiddetli bağlılığı ile şöhret kazanmıştır, îşte bu bağlılık, onu, şiddetini artıran imtihan olaylarına ve müseb* biblerine karşı bir takım hal çareleri aramağa sevketmiştir. Her şeyin Halîfe el-Vâşik ile yardımcısı Ahmed îbn Ebî Duvâdın başları altından çıktığını biliyordu. îdarenin onların elinden alınmasıyla durumun düzeleceği düşünülebilirdi. Bu düşünce ile ve dışarıdan temin ettiği bazı kimselerin yardımı ile bir takım hazırlıklara girişti. Fakat düşüncelerini tatbik sahası-na çıkarmak üzere iken el-Vâşik tarafından haber alındı ve yakalandı. Ancak Halîfe, onun hilâfete karşı giriştiği bu hareketi, her nedense bir tarafa bırakarak onu halku’I-Kur’ân meselesinde imtihana çekti. Ahmed ibn Nasr, Kur’ânın Kelârmı’llah olduğunu söyledi; ru’yetu’llah meselesinde tevcih edilen suale de “rivayetlerin bu şekilde geldiği” cevabım verdi. Bu cevap, Halîfeyi daha çok sinirlendirmiş ve “sana yazıklar olsun, Allah’ı mahdud ve mücessem bir şekilde mi göreceksin” diye bağırmıştır. Gelen haberlerden öğrendiğimize göre, Halîfe, bundan sonra bir kılıçla bir de ip istemiş, başını bağlamış ve ipi çekmelerini emretmiş, sonra da elinde bulunan kılıçla başını gövdesinden ayırmıştır. Bu baş, önce Şarkî BağdSd’ta, sonra Garbı Bağ-dâd’ta bazı günler halka teşhir edilmiştir. Teşhir esnasında, başın bir kulağına asılmış olan ve el-Vâşik tarafından yazılan bir kâğıtta şu ibareler bulunuyordu.:
Bu baş, Allah’ın, Emîra’l-mu’minîn el-Vâşik eliyle katlettiği kâfir, müşrik, dâll Ahmed İhn Naşr’m başıdır. Kur’ânm mahlûkıyeti ve teşbihin nefyi hakkında deliller getirilerek tevbe etmesi ve hakka dönmesi istenmiş, fakat inadı yüzünden buna yanaşmamıştır. Onun Cehenneme girmesini ve elîm akıbetine kavuşmasını kolaylaştıran Allah’a hamdol-sun, Emîru’I-mu’minm, bu mesele hakkında ona sorduğu halde, o, teşbihi ikrar etmiş ve küfür ile konuşmuştur. Bu sebeple onun kanını ve lanetlenmesini Emiru’l-mu’minîn halâ! Kılmıştır[90]
el-Vâşik’ın, Ahmed İbn Naşr’m başını vurduktan sonra nedamet duyduğu, hattâ kendisini bu işi yapmağa teşvik eden İi>n Ebî Du’âdı ve el-Bağ-dâdî rivayetine göre bu işte parmağı olan Şunıâme Îbnu’l-Eşras’ı azarladığı zikredilir’ [91]Hayatının son günlerinde, halku’l-Kur’ân meselesinde takip ettiği yolun hatalı olduğunu anlaması ve bu işten rücû etmesi ile ilgili haberler gözönünde bulundurulursa, Ahmed İbn Naşr’m öldürülmesi olayından nedamet duymuş olması akla yakındır.
el-Vâşik’m, halku’l-Kur’ân meselesinde seleflerinin yolundan ayrılmasında rol oynayan başlıca âmil, huzuruna zincire vurulmuş olarak getirilen saçları ağarmış yaşlı bir şahsın İbn Ebî Du’âd ile yaptığı münazara olmuştur, îsmi kaynaklar tarafından zikredilmeyen şeyh, İbn Ebî Du’âdm, halku’l-Kur’ân meselesindeki’ görüşünün, mü’minlerin ikrar etmesi gereken iman asıllarından bir asıl olduğuna binâen, ona bazı sualler sorarak münazaraya başlamıştır. Şeyhin ilk su’ali, risaleti tebliğ etmekle görevlendirilen Hazreti Peygamberin, kendisine gönderilen vahiyden her hangi şey gizleyip gizlemediği hakkında olmuş ve îbn Ebi Du’âd, bu suale, vahiyden hiç bir şeyin gizlenmemiş olduğu cevabım vermiştir. Bu cevabı asıl olarak ele alan şeyh, Kur’ânla ilgili olarak şu mühim sualini sormuştur: Madem ki Peygamber, tebliğine konu olan vahiyden hiç bir şey gizlememiştir, o halde tebliğ ettiği şeyler arasında halku’l-Kur’ân da var mıdır ve Hazreti Peygamber, mülümanları, bu inancı ikrara davet etmiş midir? İbn Ebî Du’âd, bu suali cevapsız bırakmış ve şeyh de Halîfenin bu duruma dikkatini çekmiştir. Şeyhin ikinci suali, delil olarak zikrettiği bir Kur’ân âyetine dayanır: “Bugün dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için îslâm dinini (seçip) ondan razı oldum” [92]. Şeyh, İbn Du’âda şu suali sormuştur: “Bu âyet nazil olduktan sonra, Allah Ta’âla mı dinini ikmal ettiği hakkındaki beyanında sâdıktır, yoksa dinde noksanlık bulunduğu inancı ile Kur’ânın mahlûk olduğu görüşünü ikrara zorlayan sen mi?” îbn Ebî Du’âd bu suale de cevap vermekten âciz kalmış ve şeyh ikinci defa Halîfenin, dikkatini çekmiştir.
Şeyhin üçüncü suali, Hazreti Peygamberin halku’l-Kur’ân meselesini bilip bilmediğiyle ilgilidir ve îbn Ebî Du’âd, bu suale “evet biliyordu” diyerek cevap vermişse de, bunu takip eden “o halde halkı buna davet etmiş midir?” sualini cevapsız bırakmak zorunda kalmış ve şeyh yine Halîfenin dikkatini çekerek iddiasını kuvvetlendirmek maksadıyle şunları söylemiştir:
“Eğer Hazreti Peygamber ve ondan sonra gelen halîfeler, bu meseleyi biliyor idiyseler ve halkı buna davetten imtina ettiyseler, onların kalkışmadığı bu işe kalkışmak gerekli midir” ?
Halîfe el-Vâaik’ın huzurunda ve bir şeyh ile îbn Ebî Du’âd arasında cereyan eden bu münazara, Halîfenin oğlu el-Muhtedî Billah tarafından nakledilmiştir. el-Muhtedî, bu münazaraya şâhid olduktan sonra halku’l-Kur’ân fikrinden rucû ettiğini söylemiş ve (zaıınına göre) el-Vâşik’ın da bundan sonra bu görüşü terkettiğini sözlerine ilâve etmiştir
Halîfe el-Vâsik’tan sonra yerine geçen el-Mutevekkil, hilâfetinin ikinci senesinde (234 H/848), Kur’ân hakkındaki münazara ve münakaşaları menet-tiği gibi, Kur’ânm mahlûk olduğu görüşünün izharım da yasaklamıştır [93].
Bu suretle, Halîfe el-Me’mümın 218/833 senesinde yazdığı ilk mektupla başlayan “mihne”, 16 sene devam ettikten sonra el-Mütevekkil’in hilâfetiyle son bulmuştur. “Mihne” nin ilga edildiği aynı sene içerisinde, Halîfe, aralarında Muş’ab ez-Zubeyrî, îshâk îbn Ebî îsrâ’îl, îbrâhîm İbn rAbdillah el-Herevî, ‘Abdullah îbn Ebî Şeybe ve kardeşi ‘Osman’ın da bulunduğu bazı hadîsçi-leri ve fakîhleri tophyarak, onlara hediyeler dağıtmış, ayrıca cami ve mes-cidlere clevam ederek halka hadîs rivayet etmeleri emrini vermiştir [94]. Bu bakımdan, Halîfe el-Mutevekkil devri, ehli sünnetin zafere ulaştığı, dinî inançlarını felsefî görüşlerle mezcederek tesis ettikleri mezheplerini devlet sultası ile sağlamlaştırmak isteyen ve muarızları nazarında ehli bid at olarak yer alan mutezile kelâmcılarinm da kat’î hezimete uğradığı bir devir olmuştur. [95]
5. İmtihanla İlgili Olaylara Genel Bakış
Halife el-Me’mün ile başlıyan ve el-Vâsik’uı ölümüne kadar devam e-den “mihne” veya hadisçilerin zor kullanılarak halku’l-Kur’ânı ikrara davet edilmeleri olayına umunu cepheden bir nazar atfedilecek olursa, sulta sahiplerinin, halku’l-Kur’ânı ilân etmekten ziyade Kitap ve Sünnete dayanan gerçek ve saf İslâm akaidini ifsad etmek gayesine yönelmiş oldukları hemen anlaşılacaktır. Filhakika, gerek Kur’ânda ve gerekse Sünnette Kuranın mahlûk olduğuna delâlet eden açık bir nass mevcut değildir. Zaten böyle bir nass bulunsa idi, Kitap ve Sünnete sair fırka ve hiziplerden daha çok bağlı kalan ehh sünnetin, bu nassın gereğini yerine getireceği gayet tabii idi. Hattâ bunun aksi bile düşünülse, yani kitap ve sünnete bağlılıkları bilinen sünnet ehlinin, halku’l-Kur’ân hakkında bulunduğu bir an için farzedilen naşşlara temessük etmekte zaaf gösterdikleri de kabul edilse, hiç olmazsa Emîrul-mu’minin sıfatiyle onlara yol gösterecek olan Halîfenin elinde, kılıcından daha keskin deliller bulunmuş olurdu. Fakat biz gördük ki, Rûm seferine çıktıktan sonra, Bağdâd’taki naibine ve diğer valilerine yazdığı mek-tuplarıyle ânî olarak imtihan kampanyasını açmış olan Halîfe el-Me’mün, bir nassı delil olarak ileri sürmekten âciz kalmıştır. Mamafih iddiasını isbat edebilmek için yine de bazı âyetler zikretmemiş değildir. Halku’l-Kur’ân görüşünü savunanlar için en kuvvetli delil olabilecek bu âyetlerin başında iyi s- “biz Kur’âm arapça kıldık” [96] nassı gelmektedir.
Mühim olan mesele, âyette zikri geçen kelimesinin /M>. (yaratmak)
manâsında olduğunu tesbit edebilmektir; çünkü bu kelime, Kur’ânda muhtelif manâlarda kullanılmıştır. Meselâ bazı yerlerde insanların fiillerine ve bir şeyi isimlendirmelerine, bazı yerlerde de Allah Ta’âlânın fiillerine ve bu arada (yaratma) fiiline delâlet eden manâlara sahiptir [97]
“Parmaklarım kulaklarına tıkarlar” [98] âyetinde insanların fiillerine
delâlet eden bir manâsı vardır; “tıkamak” yerine “yaratmak” manâsı kullanılsa idi, âyetin manâsı için “parmaklarını kulaklarında yaratırlar” demek gerekirdi- “Allah’ın hâlis kullan
olan melâ’ikeyi dişi tesmiye eltiler” [99]âyeti de insanların melekler hakkında dişi dediklerini beyan eder; yoksa “melekleri yarattılar” manâsında değildir.
“Semavât ve arzı, zulmet ve nuru yaratan Allah içindir hamd” [100] Burada ise kelime, Allah Ta’âlânın yaratma fiiline delâlet eder. “Ben seni insanlara imam yapacağım ” [101]“Yâ Rab, bu beldeyi emin kıl” [102]. “Yâ Rab, beni namaza devam edenlerden eyle” [103]. Bu âyetlerde de . Lkelimesi, Allah’ın yaratmak fiili haricindeki diğer fiillerine delâlet eder. Zira ilk âyette îbrâhîm (A.S.) e hitaben “seni insanlara imam (önder) yapacağım” denilirken “seni imam yaratacağım” manası kasdedilmemiştir; keza beldenin emîn, namazında devamlı kılınması fiillerinde de “yaratmak” manası düşünülemez.
Kur’ânda zikri geçen kelimesinin bu kadar çeşitli menâya geldiğni gördükten sonra, Halîfe el-Me’münun, ilk mektubunda Kur’âmn. mahlûk olduğunu isbat edebilmek için ileri sürdüğü âyette geçen mezkûr kelimenin, bu manâlardan hangisine delâlet ettiğini kestirebilmek için elimizde hiç bir ölçü yoktur. 0 halde diyebiliriz ki bu âyet, müteşabih âyetlerdendir, muhkem ve mufassal değildir. Buna göre Halîfenin bu kelimeye “yaratmak” manâsı vermesi, basit bir tevildir ve bu tevil üzerine, hadisçilerin imtihana
çekilmeleri, dövülmeleri ve öldürülmeleri ve hattâ müslümanların, Halîfeye karşı ayaklanarak büyük bir fitnenin zuhuruna ramak kalacak derecede saray önünde toplanmaları, Kur’ânda, müteşâbih âyetlerin tevili ile ilgili olarak gelen bir âyetin işaret ettiği duruma tıpa tıp uymaktadır:
“Sana Kitabı indiren O’dur. Bu Kitabın âyetlerinden bir kısmı muhkem olup, bunlar Kitabın temelidir, diğerleri ise müteşabiîitir. Kalplerinde şüphe ve eğrilik bulunan kimseler, fitne çıkarmak ve (kendi) tevillerini vermek için müteşâbih olan âyetlere tâbi olurlar. (Halbuki) raii-teşabihin tevilini Allah’tan başka kimse bilmez. İlimde rusûh bulan kimseler de derler ki: Biz ona inandık, hepsi de Rabbımızdandtr; bunu ancak akıl sahipleri düşünür ve anlarlar” [104]
Hadîsçilerin halku’I-Kur’ân meselesinde imtihana çekilmeleri ve bu inanca zorlanmaları, bir kaç Halîfe ile ilgili tarihî olaylar çerçevesi içinde incelenecek olursa, meselenin, bu halîfelerin şahsî görüş ve inançlarının bir neticesi olduğu zannına varılır. Hattâ Halîfe el-Mu’taşım’ın ilim yönünden hiç bir nasibi bulunmadığı ve sadece el-Me’münun vasiyyeti ile imtihan görevini yüklendiği [105]ve el-Vâşik’ın da, ne kadar şiddetli davranırsa davransın, sonradan bu görüşten rücû ettiği gözönünde bulundurulursa, olayların bütün mes’ûliyeti el-Me’müna yüklenir. Fakat bu olaylara, bu kadar dar bir çerçeveden bakmak biraz insaf ölçülerinin dışında kain-. Bu bakımdan, hiç tereddüt etmeden diyebiliriz ki, mesele sadece bir el-Me’mün meselesi değildir; aslında, onun arkasında, bütün olayları ustalıkla idare eden kuvvetli bir kadro vardır; bu da muteziledir.
el-Me münun ilmî hüviyeti, onu bize bir mutezilî olarak tanıtır. Felsefe ve kelâm ilimlerine sevgisi ve derin vukufiyeti ile şöhret kazanmış, bu sebeple, imparatorluğun muhtelif memleketlerinden celbettiği felâsife ve mütefekkirlerle sarayını doldurmuştur. Şüphesiz bunlar arasında zamanın felsefecilerini temsil eden mutezile birinci planda yer almıştır. Bu bakımdan, el-Me’münun, halku’l-Kur’ânı ilân ederken mutezilenin geniş çapta teşvik ve sonra da tasvibine nail olduğuna, hattâ hadîsçilere karşı giriştiği hareketin bir mutezile hareketinden ibaret bulunduğuna şüphe yoktur.
Burada üzerinde durulması gereken mühim bir nokta daha vardır. Her ne kadar bunun tesbit ve tahkiki bugün için imkânsız gibi görünmekte ise de zikrinde fayda mülâhaza edilebilir: Halku’l-Kur’ân meselesinin Kitab ve Sünnette istinad edeceği ne bir âyet ve ne de bir hadîs mevcut değilken, keza iman esasları arasında hiç bir hükmü bulunmazken, mutezile kelâm-cılarının, hadîsçileri, halku’l-Kur’âm ikrara davet etmelerinin gerçek sebebi nedir? Eğer halku’l-Kur’ân meselesi, Allah’ın sıfatlarının ve bu arada Kelâm sıfatını nefyetmenin bir neticesi ise, mutezilenin halku’l-Kur’andan evvel sıfatlar meselesinde hadîsçileri imtihana çekmeleri gerekirdi; fakat bu yolu tutmamışlardır, niçin ? Mutezile akaidini ehli sünnet akâ’idinden ayıran bir çok hususlar vardır; daha doğrusu mutezilenin kendine has çeşitli akidesi vardır ve bunlar, halku’l-Kur’ân akidesinden daha az önemli değildir. O halde mutezile niçin halku’l-Kur’ân akidesini diğerlerinin önüne almış ve halkı önce bu akideye davet etmiştir? Bu bir tesadüf müdür, yoksa her hangi bir kasda mı mebnîdir? İmtihan olayı veya hadîsçilerin halku’l-Kur’ân akidesini ikrara zorlanmaları, el-Me’münun son günlerinde başlamış, el-Murtasım ve el-Vâşik devirlerinide içine almak suretiyle 16 sene devam etmiş ve kat’î bir muvaffakıyetsizîİkle son bulmuştur. Eğer bu hareket muvaffak olsa idi, bunu ne gibi olaylar takip eder ve mutezile, İslâm dünyasına na gibi yeni fikirler getirmek fırsatını bulmuş olurdu?
Bize Öyle geliyor ki, muhtelif istifhamlar arkasında yer alan bu müşkil-lerin birleştiği bir tek cephe vardır; bu da mutezilenin, Kur’ânm her şey demek olmadığına inanmaları re müslümanlan da bu inanca zorlamalarıdır. Biz bunun başka bir derilini, Halîfe el-Mu’taşım önünde Ahnıed İbn Han-belİ sorguya çeken mutezile imamı İbn Ebî Du’âdm, zaman zaman tekrar ettiği şu sözlerinde buluruz: “Sen yalnız Allah’ın Kitabı ve Peygamberin Sünnetinde olan şeyleri söylüyorsun”. îbn Ebî Du’âd, kendi zaviyesinden bu şikâyetinde haklı idi; çünkü imtihan esnasında Ahmed ibn Hanbel, âyet ve hadîslerle ilgili ne sorulmuşsa ona cevap vermiş, fakat sual bu iki asim dışından, meselâ kelâm veya felsefe- ile ilgili bir meseleden gelmişse ona da “bilmiyorum” demekle iktifa etmiştir. Keza kırbaçlanma esnasında Halîfe ona Kur’ân hakkında ne diyeceğini sorduğu zaman, Ahmed İbn Hanbel “bana Allah’ın Kitabından veya Peygamberin Sünnetinden bir şey verin, onu söyliyeyim” demiştir. Mutezilenin bu hususta Kîtab ve Sünnete dayanan delilleri çok zayıftı; fakat başvurdukları mantığa uygun kelime oyunları, karşilarmdakini ikna edemiyordu. Bütün bunlara rağmen tazyiklerini artırıyorlardi. İşte biz, yukarıdan beri açıklamağa çalıştığımız bu ve buna benzer durumları gözönünde bulundurarak kuvvetli bir ihtimalle mutezilenin, Kur’âna lüzumundan fazla değer vermeğe taraftar olmadıklarını söylemek istiyoruz. Şüphesiz onlar bunu açıklamamışlar veya açıklamağa cesaret edememişlerdir; fakat takip ettikleri yol, onları muvaffakiyete ulaştırsa idi, daha doğrusu, halkın kendilerini desteklemesini sağlayabİlselerdi, düşüncelerinin gerçekleşmesinde en büyük engeli bertaraf etmiş olurlardı [106]
Meşhur mutezile imamlarından en-Nazzâm’m Kur’ân hakkındaki “Kur’ânm nizamı ve kelimelerindeki telifin güzelliği, Hz. Peygamberin mucizelerinden değildir ve bunlar, onun nübüvvet davasında doğruluğuna delâlet etmezler. Delâlet yönü sadece gaybten verdiği haberlerindeki doğruluğudur. Kur’ânm nizâmı ve ayetlerindeki tertibin güzelliğine gelince, herkes bunun gibisini ve daha güzelini yapmağa kaadirdir” (el-Fark beyne’l-firak, s. 87) gibi görüşleri, mutezilenin Kur’Sn hakkında zayıf itikadlannin delillerinden sadece biridir. Mutezilenin halku’l-Kur’ân meselesinde takip ettikleri yol ile ilgili olarak, Ahmed Emin tarafından ileri sürülen bazı görüşlerede burada kısaca temas etmek istiyoruz.
Ahmed Emin, “Zuha’I-İslâm” adlı kitabının üçüncü cildinde (s. 161-186) halku’l-Kur’ânla ilgili meselelerin umumî bir muhasebesini yapmış ve bizce doğru olmayan bazı neticeler çıkarmağa çalışmıştır. Onun bu mevzu-daki ilk sözü mutezilenin halku’l-Kur’ân meselesindeki niyetlerinin samimî olduğunu belirtmek olmuş ve bu görüşünü doğrulamak maksadiyle şu izahatı vermiştir:
“Vâsıl İbn r Ata’ ve rAmr îbn ‘Ubeyd devrinden sonra, halkın akaidi bozulmuştu ve bunu düzeltmek icab ediyordu. Mutezileye göre böyle bir düzeltme işi, ancak Allah’ın tevhidi ve adli üzerinde cari olabilirdi. Bu görüş onları bütün manâsıyle tevhîd üzerinde durmağa şevketti. Onların nazarında Kur-ânm kıdemi, kadîmin teaddüdü demekti. Netekim bu sebepten sıfatları inkâr ettikleri gibi, teesîm sebebiyle de ru’yetn’llahı inkâr etmişlerdi. Neticede teşbih ve teaddütten âri felsefî bir tenzih ve tevhide halkı davet etmişlerdir; bunun için, muhtelif beldelere adamlar salmışlar, her hangi bir sulta veya kuvvete sâhib olmak fırsatını elde ettikleri zaman, onu kullanarak, halkın akidesini bozan, dinden inhiraf etmiş, ilhada yönelmiş kimselere karşı harp veya onları tehdit etmişler, öldürmek fırsatını ele geçirdikleri zaman da öldürmüşlerdir (s. 187)”.
Ahmed Emîıı, mutezilenin niyetlerinde bu derece samimî olduklarını belirttikten sonra el-Me’mün devrinde halku’l-Kur’ân meselesinde takip edilen yolun muhasebesine girişmekte ve şöyle demektedir:
“‘Abbasî Devletinin başına el-Me’müh geçtiği zaman, çeşitli mezhepler üzerinde cidal ve münakaşalarda bulunan, bunların doğrusunu eğrisinden ayırdetmek için tenkidlerde bulunan ilmî bir kurul teşekkül etmiştir. Bu kurulda münakaşalar hür ve serbest bir hava içinde cereyan ediyordu. Her hangi bir mesele üzerinde ittifak hasıl olduğu zaman, halkın o mesele ile amel etmesi isteniyordu. İşte o devirde Halku’l-Kur’ân meselesi bu şekilde ortaya çıkmış bir mesele idi. Daha önceki devirlerde de üzerinde durulmuştu ve tevhîdle ilgili dinî bir asıldı. Bununla beraber, Allah’ın görülmesi ve efâlin halkı gibi şâir mühim meseleler de ele alınabilirdi, fakat halku’l-Kur’ân meselesi daha vazıhtı ve onu inkâr edecek kimsenin özrü daha zayıftı. Halbuki Allah’ın görülmesi meselesinde, buna inanan kimse, “biz âhıret-te daha değişik bir mahlûk olacağız; o zaman sahip olacağımız göz, elbette ki dünya gözümüz gibi değildir” demek suretiyle kendisini kurtarabilirdi. Ef’âlin yaratılması meselesi ise vazıh değildi ve Kur’ânda her iki görüşe de delâlet eden âyetler bulunmakta idi…”
Mutezilenin Halku’l-Kur’ân meselesinde samimiyetine inanan ve do-layısıyle onları müdafa etmeğe çalışan A^med Emin’in yukarıda naklettiğimiz gÖrüşlerindeki isabetsizlik ve hattâ çelişmezlik, ilk satırlarından itibaren hemen göze çarpmaktadır. Her şeyden evvel şuna işaret etmek lâzımdır ki müellif, İslâm dinini müdafaa etmek maksadıyle mutezilenin sumeni, mecûsî mülhıdler ve sair din mensuplarıyle giriştikleri mücadeleyi, halku’l-Kur’ân meselesinde hadîsçilere karşı açtıkları muharebe ile karıştırmış, hadîs ehline, dinden inhiraf etmiş ve ilhada yönelmiş kimseler olarak tam bir mutezilî gözü ile bakmıştır. Mutezilenin niyetinde samimi olduğunu söylerken, halk akidesinin bilhassa tevhîd meselesinde bozulduğunu ileri sürmüş, Kur’ânın kıdemi, Allah’ın âhırette gözle görülmesi ve sıfatların isbatı gibi inançların kökleşmiş olmasını da, tevhîddeki bu akîde bozukluğunun delilleri olarak mutezile yönünden belirtmeğe çalışmıştır. Halbuki biz, gerek el-Me’mün ve gerekse el-Mu’taşım devirlerinde halku’l-Kur’ân hakkında imtihana çekilen hadîsçilerîn, Kur’âmn mahlûk olduğunu ikrar etmemekle beraber, “Kelâmu’llah”tır dediklerini ve bunun hâricinde başka bir görüş ileri sürmediklerini yukarıda zikretmiştik. Netekim Ahmed Emin de, başlarında Ahmed İbn Hanbel olduğu halde, hadîsçilerin, Kur’ân hakkında ne mahlûk ne de gayri mahlûk dediklerini, daha doğrusu bu konuda her hangi bir fikir ileri sürmediklerini ve böyle bir fikir ileri sürmenin de doğru olmadığı görüşüne sahip bulunduklarını zikretmiştir (s. 189). Bundan anlaşılıyor ki mutezilenin halku’l-Kur’ân meselesinde, başta Ahmed îbn Hanbel olmak üzere hadîsçiîere reva gördükleri işkencelerde, onları haklı gösterecek veya Kur’ânm, Allah’ın Kelâmı olduğunu söylemelerinde hadîsçilerin dinden ve akaidden inhiraf edip ilhada yöneldiklerine delâlet edebilecek en ufak bir nokta mevcut değildir. Mamafih Ahmed Emin, mutezilenin felsefeye dayanan görüşlerinde tamamen haklı olduklarım söylemekle beraber, iki noktada nataya düştüklerini de açıklamaktan kendini alamamıştır. Hatalardan birincisi, halkı da bu meselelere iştirak ettimek istemeleridir; zira halkın aklı, çok ince bir ilim olan kelâmı anlamaktan âcizdir. Bu ilim sadece felâ-sife ve benzerleri içindir, halk için değildir. İkinci hataları da hükümeti, kılıcı, kırbacı ve askerleriyle bn işe sevketmeleridir (s. 91). İkinci hata hakkında söylenecek bir şey yoktur. Fakat ilkinde halku’l-Kur’ân meselesini, sadece felsefecilerin ve benzerlerinin anlayabileceği bir aldde konusu yapmasını, insan ister istemez hayretle karşılar; çünkü bu mesele, yukarıda da naklettiğimiz gibi, Ahmed Emîn’in nazarında mutezileye göre, dinin asıllarından olan bir akâid meselesi idi; hem de düzeltilmesi gerekli olan fesada uğramış bîr akîde.
Her ne olursa olsun, biz bu mesele üzerinde daha fazla durmak yerine, sadece mühim gördüğümüz şu hususa işaret ederek bahsimize son vermek istiyoruz: Ilalku’l-Kur’ân meselesi, ya sadece felsefecilerin anlayabileceği bir felsefe veya kelâm (ilk devirlerde felsefe ve kelâm aynı şeydi ve tabi-atiyle, burada mutezile kelâmını kasdediyoruz) konusudur; daha sonraki-kilerin ifadelerine göre bir bidf attır; bu takdirde, halkın böyle bir görüşü ikrar etmeleri için zorlanması, Ahmed Emîn’in de söylediği gibi büyük bir hatadır, hattâ zulümdür; yahutta bu mesele, dinin asıllarından olan bir akidedir ve Vâsıl îbn f Atâ’ devrinden sonra bozulmuş olabilir; bu takdirde şu husus düşünülebilir: Hazreti Peygamberin hiç bir şey terketmeden zamanının müslümanlarma tebliğ ettiği sair akâid içerisinde bu akidenin de esası ve mekânı tesbit edilerek, daha sonraları meydana gelen bozukluk giderilebilir. Bir başka ifade ile, halka gerçek olanı öğretilirdi. Çünkü ne çeşit akî-de olursa ölsün, müslümanlann feylesofu, kelâmczsı, âlimi veya câhili, o akideye temessük etmekle mükelleftir. Yoksa bazı akaidin felâsife ve akıl sahiplerine, bazısının da câhil halk tabakalarına mahsus olduğunu ileri sürmek, din. ile bağdaştırılabilecek bir görüş değildir.
Netice olarak diyebiliriz ki, mutezile, birinci şıkta zikrettiğimiz hususlara uygun olan felsefî görüşlerini, dinin asıllarından bir akide addederek, bunu halka veya halkın ileri gelenlerinden olan hadîs imamlarına talim etmeğe kalkışmışlardır. Ne varki, Hazreti Peygamberin tebliğ ve tayin ettiği sair akaid arasında bu görüşlerinin bir aslını bulamadıkları için zor kullanmak, tehdit ve işkence etmek yolunu tutmuşlar, fakat bu yol, onları muvaffakiyete götürmemiştir, [107]
6. Hadis çilere Göre Halkıı’I-Kur’ân Meselesi
Halku’l-Kur’ânla ilgili habisimize başlarken, gerek Kur’ânda ve gerekse Peygamberden rivayet edilen hadîsler arasında Kur’ânm mahlûk veya gayri mahlûk olduğuna delâlet eden her hangi bir hükmün bulunmadığını ve îslâmrn ilk asrı boyunca müslümanların böyle bir mesele ile meşgul olmadıklarım kaydetmiştik. Filhakika sahabeden Kur’ânla ilgili olarak gelen haberler arasında bu hususa delâlet edebilecek en küçük bir işaret yoktur. Bununla beraber meselâ, ilk Halîfe Ebü Bekr eş-Şıddjk’m Mekke müşriklerine, Rumların Fürslere galip geleceklerini soyliyerek bunu haber veren Kur’ân âyetini okuması ve müşriklerin de “bu okuduğun senin sözünmü yoksa dostunun sözü mü?” demeleri üzerine, “ne benim ne de dostumun sözü, fakat Allah’ın sözü” diye cevap vermesi [108] Ummu’l-mü5ıninîn cÂişe-ye yapılan iftira olayından sonra bir âyet nazil olması ve onun bu âyetle tebriye edilmesi üzerine “Allah’a yemin ederim ki, ben kendimin, iftira edilen şeylerden beri olduğumu biliyorum, Allah da beni tebriye ediyor; fakat hakîumd,a okunur bir vahiy geleceğini zannetmezdim. Allah Tacalâ benim hakkımda konuşacağı yerde Hz. Peygamber uykuda iken bir ru*ya görse idi benim için daha sevindirici olurdu” demesi, [109] Omer Ibnu’î-HattSb’tan “Kuranın Kelâmu’llah olduğunun”‘, [110] keza İbn Mes’üd’tan “Kur’ânm Kelâmuî-lah olduğu ve bu sebeple onu tekzib eden kimsenin Allah’ı tekzib etmiş olacağmın” [111] rivayet edilmesi ve buna benzer bir çok haberler, sahabe arasında Kur’ânm sadece Kelâmu’llah olarak bilindiğini ve aralarmda geçen müzakerlerin yalnız bu konuya münhasır kaldığını göstermektedir. O halde biz, biç tereddüt etmeden diyebiliriz ki, Kur’ânm mahlûk veya gayri mahlûk olduğu görüşünü getiren veya bu iki görüşten birini müdafa eden bir haber, eğer sahabe adiyle rivayet edilmişse o haberin doğruluğundan şüphe etmek gerekir. Çünkü Kur’ânm mahlûk olup olmadığı meselesi, sahabe zamanında bilinen bir mesele değildi. Netekim hafız Ebü Ahmed ibn fAdiy, meşhur şahabı Enes îbn Mâlik’ten kendisine ulaşan “Kur’ân Kelâmu’llalıtır. fakat mahlûk olan bir kelâm değil” sözünü, isnadiyle birlikte rivayet ettikten sonra şöyle demiştir: “Bu hadîs, her ne kadar mevkuf olarak Enes-ten naklediliyorsa da münker olduğuna şüphe yoktur; çünkü sahabenin, Kur’ân ile ilgili meselelere bu derece daldığı bilinmemektedir” [112].
Sahabenin Kur’ân hakkındaki görüşleri bu suretle anlaşıldıktan sonra, lıadîsçilerin bu konuda takip ettikleri yol daha iyi aydınlanmış olacaktır, Netekim Halîfe el-Me’münun emriyle imtihana çekilenler de inanmış ve güvenmiş oldukları bu yolun dışına çıkmamışlar, bazıları ölüm tehdidi karşısında sulta sahiplerinin tekliflerini kabul eder görünmüşlerse de gerçek i-nançlarını içlerinde saklamışlar, diğer bazıları ise tehditlere aldırış etmedikleri için ya öldürülmüşler ya da kırbaçlanmalardır.
Ca’d İbn Dirhem eliyle yayılan ve daha sonra da mutezile kelâmciları tarafından sistemli bir şekilde müdafa edilen halku’I-Kur’an inancı, ilk zuhur ettiği günlerden itibaren hadîsçilerin şiddetli muhalefetiyle karşılaşmıştır. Müslüman halka, bu gibi cereyanlara karşı uyanık bulundurmak mak-sadiyle cami ve mescidlerde telkinler yapılmış, inancın bir İslâm inancı olmadığı, Kur’ân hakkında açılacak her münakaşanın bidrat olduğu, bu konuda sual soranın da cevap verenin de bu bid’ata iştirak etmiş olacağı, yaratıcı olarak Allah’tan başka hiç kimsenin neyi yaratıp neyi yaratmadığını bilemiyeceği, O’ndan başka her şeyin mahlûk, Kur’ânın ise O’nun kelâmı olduğu açık açık anlatılmış, bu konuda Hazreti Peygamberden ve ashabından gelen hadîsler rivayet edilerek kelâmcıların iddiaları çürütülmeğe çalışd-ımştir. Burada büyük bir memnuniyetle şu noktaya da işaret edelim ki, hadisçiler, halku’I-Kur’ân inancını reddetmek maksadıyle, Hazreti Peygamberden Kur’ânın Allah’ın kelâmı olduğunu belirten hadîsler rivayet ederken, bu hadîsler arasına, görüşlerini daha çok kuvvetlendirecek hadîsler sokmaya, daha doğrusu Kur’ânm kadîm olduğunu, yahut mahlûk olmadığını ortaya koyan hadîsler uydurmağa teşebbüs etmemişlerdir. Aksine, “Kur’ân mahlûk değil kadîmdir” manâsında hadîs olarak dolaşan her hangi bir sözle karşılaştıkları zaman, onun mevzu yani uydurma olduğunu ve yalancılar tarafından Hazreti Peygambere isnâd edildiğini büyük bir itmi’nân ila açıklamışlardır.
Halku’l-Kur’ân inancının zuhuruna kadar, Kur’ânın Allah’ın kelâmı olduğunu söyleyen hadîsçiler, bu inancın zuhurundan sonra sözlerine iki kelimelik bir ibare daha eklemişler ve bununla kelâmcıların görüşlerini reddetmek gayesini gütmüşlerdir, iki kelimelik bu ibare şudur.
“Mahlûk değildir” [113] Meselâ Mâlik îbn Enes şöyle demiştir: Kur’ân Allah’ın kelâmıdır; mahlûk değildir”
“Kur’ân Allah Ta’Slânın kelâmıdır; mahlûk değildir. Her kim mahlûk olduğunu iddia ederse Allah’a küfretmiş olur” [114]. eş-Şâfifî: “Kur’ân Allah’ın kelamıdır; mahlûk değildir” [115].
“Kur’ân Allah Ta’âlânm kelâmıdır; mahlûk değildir. Mekke ve Medine ehlinden Hicaz ulemasını, Küfe, Basra, Şam, Mısır ve Horasan âlimlerini bu innaç üzerinde bulduk” [116] rAffan îbıı Müslim:
“Şucbe, Hammâd Hm Seleme ve el-Hasan (el-Başrî) in ashabı devrine yetiştim, hepsi de Kur’ân Kelâmu’llahtır, mahlûk değildir, diyorlardı” [117]. Büyük imam Ahmed Ibn Hanbel’in bu konudaki görüşlerini burada tekrarlamağa lüzum görmüyoruz. İmtihan olaylarıyle ilgili bahsimizde gerek onun ve gerekse onunla birlikte imtihana alman diğer hadîsçi-lerîn görüşleri bütün açıklığı ile ortaya çıkmış bulunmaktadır. Burada Hal-ku’1-Kur’ân bahsine son vermeden önce mukim gördüğümüz bir noktaya daha temas etmek istiyoruz. Bu, kelâmcıların “Kur’ân mahlûktur” sözüne karşı hadîsçiler tarafından ileri sürülen “Kur’ân mahlûk değildir” sözünde, Kur’ân üzerinde münakaşa açacak bir manânın bulunmayışıdır. Kelâmcı-lar, Kur’ânın mahlûk olduğu görüşünü ileri sürerken o zamana kadar müs-lümanlar arasında hiç bilinmeyen ve Hazreti Peygamber tarafından da bir akîde meselesi olarak açıklanmamış olan yeni bir inanç ihdas etmişler ve bazı Kur’ân âyetlerini tevil ve tahrif ederek bunu müdafaya çalışmışlardır. Bu bakımdan, onların faaliyetinde, İslâm akaidine yöneltilmiş bir müdahale vardır; bu müdahale, Kur’ânla ve Hazreti Peygamberin açıklamasıyle kesinleşmiş olan akaidi ifsad edici mahiyettedir.
Hadis çilerin, kelâmcılara yönelttikleri itirazlarda ve bu itirazların ifade edildiği “Kur’ân mahlûk değildir” sözünde ise, bir hüküm koymaktan ziyade, kelâmcıların “mahlûktur” sözüne karşı basit bir red manâsı vardır. Ne-tekim bu sözün “Kur’ân Kelâmu’llahtır” ibaresiyle birlikte tekrarlanması da bunu açıkça göstermektedir. Yani yukarıda örneğini verdiğimiz bir kaç haberin de delâlet ettiği gibi, hadîsçi, kelâmcıya şunu açıklamak istemiştir: Siz Kur’ânm mahlûk olduğunu iddia ediyorsunuz; halbuki bu hususta hiç bîr hüküm yoktur. Kur’ân mahlûk değildir, fakat sadece Allah Ta’âlânın kelâmıdır. Gerek Ahmed îbn Hanbel’in ve gerekse diğer bazı hadîsçilerin imtihan esnasında Halîfeye verdikleri cevaplar bu mahiyettedir. Keza hadîsçilerin, Kur’ânın mahluk olmadığını isbat hususunda bu manâyı teyid edebilecek âyetleri çok defa istişhad etmemeleri de Kur’ân üzerinde bu çeşit münakaşaların açılmaması gayesine matuftur. [118]
Iı. Kelâmcıların Kur’ân Ve Hadis Görüşleri A. Kelâmcıların Kur’ân Telâkkileri
1. Genel Manâda Kur’ân
İslâm dininde Kur’ânın yeri, en ufak bir şüphe dahî götürmiyecek kadar açık ve kat’îdir. Gerek akâid yönünden ve gerekse ibadet yönünden başvurulacak ilk merci Kur’ândır. Bu bakımdan. Kur’ân “din” dir veya “din”
Kur’ândır, denilirse yanlış bir söz söylenmiş olmaz. Hazreti Peygamberin Sünneti, Kur’ânın tefsiri olduğu için, her hangi bir görüş ayrılığında, bu iki asıl dışında başka bir kaynağa başvurulmaz. Bu hususta Kur’ânın getirdiği AJlah Tafâlânın emri gayet açıktır:
Ey iman edenler, Allah’a itaat eden; Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin; Eğer bir şeyde görüş ayrılığına düşer ve çekişirseniz, onu Allah’a ve Peygambere döndürün (yani Kur1 âna ve Sünnete başvurun), eğer Allah’a ve âhıret gününe inanıyorsanız [119]
Bu emirle Allah Ta’âlâ, dinî meselelerde Kur’ân ve Sünnetin terkedi-lerek başka bir kaynağa veya başka bir otoriteye başvurulmasını şiddetle menetmiş ve haram kdmıştır. Bu tahrim, zikretmiş olduğumuz âyette emirden sonra gelen şart cümlesiyle büyük bir şiddet kazanmıştır. Bu şart cümlesinde deniliyor ki: “Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız”. O halde Allah’a ve Peygambere itaat her hangi bir ihtilâf vukuunda Allah’ın Kitabına ve Peygamberin Sünnetine müracaat, ancak Allah’a ve âhıret gününe iman ile kaabili tatbik olacaktır. Ak&i halde, yani mezkûr âyetle sabit olan emrin tatbik edilmemesi halinde, tatbik etmiyenin mü’min olarak tavsifi imkânsız olduğu gibi Allah’a ve âhiret gününe inanrmyan bir kimseden de böyle bîr tatbikat beklenemez.
Kur’ân ve hadîsin, dinî meselelerde başvurulacak iki otorite olarak belirtilmesi ve bunların haricinde başka bir merciin aranmasının kat’î surette menedilmesi, zuhuru muhtemel dinî ihtilâfların ve zihinlerde behren çeşitli istifhamların hallinde bu iki kaynağın yeterli olduğuna delâlet eder. Esasen başka türlü olması da düşünülemez; çünkü din, yalnız bu iki kaynaktan gelmiştir. Hazreti Peygamber, risaleti aldığı andan itibaren, bu risaletin tebliği ile görevlendirilmiş ve görevi, Allah’ın son vahyini tebliğ edinceye kadar devam etmiştir. Görevin bitimi ise yine Allah Ta’âlâ tarafından “bugün, sizin için dininizi kemâle erdirdim, size nimetimi tamamladım ve din olarak İslâm’dan razı oldum” [120] âyetiyle açıklanmıştır. Bu ifadeye göre insanın Rabbına karşı kulluğunu ne şekilde yapabileceği, O’nu bir Rab ve bir yaratıcı olarak nasıl bilebileceği, kısacası bir din içerisinde mevkiinin ne olabileceği, Allah’ın bilinmesini zaruri kıldığı bütün hükümleri ile ortaya konulmuştur. Ortaya konulan her şeyde insan için sonsuz fayda vardır. Zikrinden sarfı nazar edilmiş bir şey varsa insana faydası olmadığı için zikredilmemiş-tir. Bu bakımdan din, Allah Tapalanın takdir ve tayin ettiği şekilde tamamlanmış, onu insanlara tebliğ etmekle görevlendirilen Hazreti Peygamber ise, görevini Allah’ın emrettiği şekilde yapmıştır. Tebliğinde en ufak bir hatadan, en ufak bir noksanlıktan söz edilemez. Aksi hal<$e “O’mın risaletini tebliğ etmemiş olurdu” [121]
Hazreti Peygamber, lalam dinini tebliğ etmekle görevlendirildiği zaman yegâne gayesi, insanları bu din üzerinde vahdete, birleşmeye, tefrikaya düşmemeğe davet etmekti. Kur’ânı Kerîm, bu hususu hatırlatarak şöyle diyordu: “Dinleri (bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak suretiyle) parçalayanlar; ayrı ayrı fırkalara ayrılanlar. (İşte) sen hiç bir veçhile onlardan değilsin, Onların işi (akıbeti) Allah’a aittir”, [122]
Dinde fırka ve hiziplere ayrılmak, onun getirdiği ahkâm üzerinde birbirinden farklı, değişik görüşlere sahip olarak bu görüşler hakkında cidal ve münakaşalara girişmek suretiyle teşekkül eder. Yukarıda zikretmiş olduğumuz âyet meali bu hususu ortaya koymakta, bir başka yerde de, bu gibi fırka ve hiziplere sebep olan cidal ve münakaşaları yasaklamaktadır; “Eğer seninle (dinî meselelerde) mücadeleye girişecek olurlarsa onlara de ki: Allah sizin ne yaptığınızı çok daha iyi bilir. İhtilâf edegeldiğiniz şeyler hakkındaki hükümünü Allah kıyamet günü aranızda verecektir” [123]
Hazreti Peygamber de Kur’ânın gayesine uygun olarak din üzerinde cidal ve münakaşalar sebebiyle çeşitli felâketlere uğrayan kavimleri hatırlatarak onların durumuna düşmemeleri için müslü manian, bu çeşit mücadelelere girişmekten menetmiştir, Eb’u’d-Derdâ’, Ebü Umâme, Vasile Ibmı 1-Eska* ve Enes Ibn Mâlik’ten rivayet edilen bir hadîste şöyle denilmektedir: Din üzerinde münakaşa yapıyorduk ki üzerimize Hazreti Peygamber geldi-. Bizi münakaşa eder halde görünce, şimdiye kadar hiç görülmemiş derecede kızdı ve şöyle dedi: Ey Muhamnıed’in ümmeti, nefislerinizi bu derece ateşlendirmeyiniz. Bununla mı emrolundunuz ? Bundan nehyedilmediniz mi? Sizden öncekiler de sadece bu sebebten yok olmadılar mı? Hayrı az olduğu için mücadeleyi terkediniz. Münakaşayı terkediniz, zira münakaşa kardeşler arasına düşmanlık sokar. Münakaşayı terkediniz, zira fitnesinden emin olunmaz. Münakaşayı terkediniz, zira o, (zihinlerde) şüphe yaratır, amelleri yokeder. Münakaşayı terkediniz, zira mü’min (dinde) münakaşa yapmaz. Münakaşayı terkediniz, zira münakaşa yapanın haserâtı tamam olmuştur. Münakaşayı terkediniz, zira münakaşada devam günah için kâfidir. Münakaşayı terkediniz, zira o, Rabbımm putlara tapmak ve şarap içmekten sonra beni nehyettiği ilk şeydir. Münakaşayı terkediniz, zira şeytan ibadetten me’yûs, fakat aranıza fitne ve fesat sokmaktan memnun olur; işte bu, dinde münakaşadır. Münakaşayı terkediniz, zira israil oğulları (bu yüzden)
71 fırkaya, nasraniler 72 fırkaya ayrıldılar; ümmetim ise 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunların bir kısmı müstesna hepsi de dalâlet üzerindedir. Hazreti Peygamber, (bu bir kısmın) kimler olduğu sorulduğu zaman şu cevabı verdi: “Benim yolum Üzerinde olanlar, ashabım, Allah’ın dini Üzerinde cidal ve münazaraya girişmeyenler ve her hangi bir günah sebebiyle tevhîd ehlinden birini tekfir etmiyenler” [124]Bir başka haber de, Hz. Peygamberin şöyle dediğini belirtmektedir: “Ümmetim adına en çok korktuğum şey, Kitab ve süt hakkındadır. Süte karşı olan sevgileri dolayısıyle onun peşinden giderler; (hayvan sahibi olmak, onu kırlarda otlatmak ve zamanla onları üretmek hırsı) onlara cemaatı terkettirir, Kitabı (Kur’âm) ise, ona inananlarla mücadele etmek için açarlar” [125]Aynı haberin bir başka varyantına göre Hz. Peygamber şöyle demiştir: “Kur’âm Öğrenirler ve onu Allah Ta*âlânın verdiği manâ dışında değişik bir manâ ile tevil ederler” [126]
İbn cAbdi’I-Barr’ın ifadesine göre, “bu konuda Hazreti Peygamberden rivayet edilen haberlerin hepsi de, Kur’ân üzerinde mira’ ve cidali neh-yeder. Sa’îd Îbnu’l-Museyyib ve Ebü Seleme’nin Ebü Hurayra vasıtasıyle rivayet ettikleri bir hadîste Hazreti Peygamber, “Kur’ân üzerinde mira’ küfürdür” demiştir. Hangi veclıile olursa olsun, bunun dışında Hazreti Peygamberden rivayet edilen bir haber doğru değildir. “Mirâ”m manâsı, iki kişiden birinin daima bir âyeti inkâr etmesi, öbürünün de karşı koyması ve bu suretle âyet hakkında bir şüphe yaratılmasıdır. îşte küfrolan mira’, cidal ve münakaşa budur. Yoksa Hazreti Peygamberin ashabı arasında çok defa görüldüğü gibi, Kur’ânın bazı (fıkıh) hükümleri üzerindeki niza ve ihtilâfları bundan ayrıdır. Netekim Allah Ta’âla mirâ’ı Kur’ânda şöyle zikretmiştir:
“Küfredenler, ondan (yani Kur’ândan) daimî bir şüphe içinde kalırlar” [127]. Selef (Allah onlara rahmet etsin), Allah üzerinde, O’nun sıfatları ve isimleri üzerinde cidal ve münakaşayı menetmişlerdir. Fıkıh hakkında ise, cidal ve münazara üzerinde birleşmişlerdir. Çünkü bu ilimde, fer’î meselelerin aslî meselelere reddine ihtiyaç vardır. Fakat akaid meselesi böyle değildir; çünkü Allah Ta’alâ, hadîsçilere göre, kendisini veya Hazreti Peygamberin O’nıı vasfettiği sıfattan başka bir şeyle tavsif olunmaz. O’nun hiç bir misli ve benzeri yoktur ki kıyasla veya araştırma ile idrak edilsin. Bu sebeple biz, Allah hakkında tefekkürden nehiy, fakat O’na delâlet eden her mahlûkat üzerinde tefekkürle emrolunduk” [128],
Büyük İmam Mâlik İbn Encs de bu konuda şöyle demiştir: “Dinde kelâmı kötü görüyorum. Beldemiz halkı da bunu kötü görmekte, cehmiyye, kaderiyye ve buna benzer görüşlerden nehyetmektedir. Sevdiğim kelâm, altında amel olan kelâmdır. Fakat Allah’ın dini veya Allah hakkındaki kelâma gelince, bunlarda sükût etmek evlâdır; çünkü görüyorum ki beldemiz halkı da altında amel olmadıkça din hakkında kelâmı neyyetmektedir” [129].
îbn Kuteybe ed-Dîneverî’nin kelâmcılar hakkındaki, görüşleri ise şöyledir: “Eğer ihtilâfları fer’î meselelerde ve Sünnette olsa idi, hiç bir mahzur görmezdik; çünkü fıkıh ehli de bunu zarurî bulmuş ve onlara örnek olmuştur. Fakat onların ihtilâfı tevhîdde, Allah’ın sıfatlarında, kudretinde, Cennet ehlinin nimetlerinde, Cehennem ehlinin azabında, lavhı mahfuzda ve bunun gibi Hazreti Peygamberin ancak vahiy yolu île bilebileceği meselelerde ortaya çıkmıştır” [130].
Kur’ânın İslâm dinindeki yerini bu suretle tayin ve tesbit ettikten ve sözümüzü ibn Kuteybe’den naklettiğimiz bu son haberle kelâmcılara intikal ettirdikten sonra, onların bu konudaki görüşlerini, bundan evvelki bahislerimizde incelediğimiz sıfatlar, insanların fiilleri, ru’yet ve halku’1-Kur ân meselelerinin ışığı altında kısaca özetlememiz kolaylaşmış olacaktır. Ancak bu özet, kelâmcılarm genel olarak Kur’ân karşısındaki davranışlarıyle ilgili bazı haberlere inhisar edecek, bundan sonraki bahsimizde bu konuyu biraz daha açıklamaya çalışacağız.
Kur’ânın din üzerinde cidal ve münakaşayı menetmesine [131] ve bu çeşit münakaşaları, zihinlerde şüphe yaratması dolayısıyle “küfr” olarak vasıflandırmasına rağmen, kelâmcılarm bilhassa itikadı konularda münakaşa kapısı açmış olmaları, üzerinde ehemmiyetle durulması gereken bir konudur. Bununla beraber, burada hemen esefle kaydedelim ki, onların kelâm ilmi ile ilgili cidal ve münakaşaları dışında, itikad, ibadet, zühd ve takvaları ve bu mesel elerdeki samimiyet dereceleri hakkında bizi aydınlatacak doğru ve kesin bilgilerden mahrum bulunuyoruz. Bildiğimiz ve şüphe etmediğimiz bir husus varsa, o da kelâmcılarm o zamana kadar müslümanlar arasında ortaya çıkıp gelişmiş ve ilim hüviyetini kazanmış olan Fıkıh, Tefsir ve Hadîs meseleleriyle yakın bir münasebet tesis etmiş olmamalarıdır. Bu bakımdan bir kelâmcı (hangisi olursa olsun), ne bir fakîhtir ve ne de bir müfessir veya muhaddistir. Diğer taraftan, yaşadıkları asır, dahili karışıklıkların az çok sükûn bulduğu, imparatorluğun cihanşümul bir mahiyet kazandığı, mal ve mülkün bolardığı servet ve zenginliğin arttığı, bütün bunlara parelel olarak bir taraftan mücûn ve lehviyyatm, diğer taraftan çeşitli fikir cereyanlarının salgın haline geldiği bir asırdır. Kadın ve şarap, bu devirde gerçek an-îamıyle Arap şiirinde yer almıştır. Zındıklığı sebebiyle halk tarafından sopa ile öldürülen cebriyyeci ve mecusî şâir Beşşâr İbn Burd, kadın ve gılman sevgisini terennüm eden şiirlerin mümessili olmuşa [132]; Halîfe el-Me’miin’dan önce hilâfet makamını işgal eden kardeşi el-EnüVin içki meclislerinde yanından ayırmadığı şâir Ebü Nuvâs ise, şarapla ilgili tasvirleriyle Arap edebiyatında yeni bir çığır açmıştır. İsimlerini zikrettiğimiz bu iki şâirden birincisinin, yani Başşâr İbn Burd’un, mutezile kelâmeılarmın ileri gelen altı siması ile düşüp kalktığı ve ancak çeşitli mezhepler arasında bocalayıp durduğu için kelâmcılardan. ayrıldığı, kâmiliyye fırkasına intisabla Vâsıl îbn “Atâ’yı hicve başladığı kaydedilmektedir [133]Beşşâr da dâhil bu alti kelâmcı arasında ne gibi fikrî ittifaklar olduğu bizce malûm değildir. Fakat şarap ve kadından başka hiç bir düşüncesi olmayan Beşşâr’m bazı kelâmcılarla münasebet kurmuş olması, hatırımıza ister istemez meşhur mutezile imamı Şumâme Îbmı’l-Eşras’ın Halîfe el-Me’mün ile olan bir hikâyesini getirmektedir. Bizzat mutezilî eî-Câhız tarafından nakledilen bu hikâyeye göre, bir gün Halîfe hayvan sırtında giderken Şumâme’yi sarhoş olarak çamur içerisinde yıkdmış vaziyette görünce “ne bu hal?” diye sormuş, Şumâme ise “ey va’llah” cevabında bulunmuştur. Halîfenin “utanmıyor musun?” sualine de “Iâ va’llah” (vallahi hayır) demesi üzerine el-Me’mün “Allah’ın laneti üzerine olsun” diyerek onu azarlamıştır [134] Yine mutezile imamı el-Câhız’m bildirdiğine göre “namaz vaktinin geçmek üzere olduğunu söyüyerek kalkıp namaz kılmasını, sonra tekrar istirahat etmesini isteyen kölesine, Şumâme “beni bırakırsan daha iyi istirahat edeceğim” demiştir [135].
el-Hatîb, Târîh’inde Ebu’I-Huzeyl’Ie ilgili şu haberi nakletmiştir: “Mutezilî Ebu’l-Huzeyİ el-fAllâf, fOgmân İbn ‘Abdi’I-Vahhâb’ın bir oğlunun yanına gelir ve orada içerdi. Bir gun halâda bu oğlandan talebte bulundu; fakat oğlan, orada eline geçirdiği bir tası Ebu’I-Huzeyl’in başına indirdi. Darbenin şiddetiyle tasın altı çıktı ve üstü halka şeklinde Ebu’l-Huzeyl’in boynuna geçti. Bu halkayı, ancak bir demirciye kırdırmak suretiyle çıkarabildiler”. [136].Haberin doğruluğu hakkında kesin bir bilgiye sahip değib’z. Fakat yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, o devirde fazlasıyle bozulmuş olan içtimaî durum ve el-Bağdâdî’den naklettiğimiz bu olayın bir çok örnekleri gözönüııde bulundurulursa, bizce haberin sıhhatinden şüphe etmek için hiç bir sebep yok demektir. Buna ilâveten, kelâmcı Ebu’l-Huzeyl’in mütedeyyin ve mu-tekıd bir kimse olduğunu ileri sürerek haberi reddetmek de güçtür. Yoksa onun zekâsı, eski Yunan felsefesine derin vukufu, hasımlarına kaişi giriştiği cidal ve münazaralarda sağladığı üstün başarı da, onun din ve akaid meselelerinde güvenilir bir kimse olmasını gerekirmez.
Bu haberler, gerek Ebu’l-Huzeyl’in ve gerekse Halîfe el-Me’mü’na iti-zal fikrini aşıladığı ve hadîsçilerin. halku’l-Kur’ân meselesinde imtihana çekilmelerinde onu teşvik ettiği bilinen Şumâme’nin dinî veçhesini açık surette ortaya koymaktadır. Her ne kadar, bütün kelâmcılar hakkında bu çeşit haberlere rastlamıyorsak da onların Ktfr’ân ve hadîs ile sabit olan ve üzerinde münakaşa edilmemesi kat’ıyetle emredilen akaid meselelerinde, bilhassa Kur’ân âyetlerini tevil ve tahrif ederek yeni görüşler ortaya koymaları, ister istemez, Kitab ve Sünnete bağlı kalanları, onların akidelerinden şüpheye davet etmektedir. Meselâ Vâşil İbn ‘Ata’nm yakın arkadaşı rAmr İbn rU-beyd Kur’ânda “hakikatte o şerefli bir
Kur’ândir ki Lavhı mahfuzdadır” [137] âyetine göre
“Ebü Leheb’in elleri kurusun” [138] âyeti de bu Lavhı mahfuzda var mıdır?” diyen bir kimseye, bu âyetin Lavhı mahfuzda öyle olmadığını, fakat “Ebü Leheb gibi iş yapanların elleri kurusun” şeklinde olduğunu söylemiş, suali soran şahsın “öyle ise namazda böyle mi okuyalım” demesi üzerine de kızmış ve onu terketmiştir [139]rAmr îbn ‘Ubeyd’in âyeti bu derece tahrifi, kaderi reddetmek gayretinden başka bir şey değildir. Bu sebepledir ki rAmr “Tebbet âyeti Lavhı mahfuzda varsa, Allahm Âdem oğullarına karşı delili yok demektir” iddiasında bulunmak cesaretim göstermiştir. [140]
Buna benzer bir başka âyet tahrifi, hattâ âyetin delâlet ettiği açık manâyı reddederek ona tamamiyle aksi bîr manâ vefrmek gayreti, yine mutezile imamlarından Hişâm îbn ‘Amr el-Fuvatî (Ö. 226 H.) de görülür. Bu kelâmci. “size imanı sevdirdi vekalplerinizde onu süsledi [141]âyetine karşı “Allah, mü’minlere imanı sevdirmez, kalplerde de onu süslemez” iddiasında bulunmuş , [142] aynı iddiayı “onların gönüllerini sen birleştiremezsin; fakat Allah aralarını birleştirdi” [143] âyeti hakkında “Allah, onların gönüllerini birleştirmedi; lâkin onlar kendi ihtiyarlarıyle birleştirdiler” diyerek ileri sürmüştür [144]. Keza aynı kelâma, mutezilî el-HayySt’mda teyid ettiği gibi [145], âyetinde Allah Tablanın İsimlerinden olan “el-Vekil” kelimesini okumaktan imtina eder ve onun yerine “el-mütevekkü” kelimesini kor, halka da böyle okumalarım söylerdi [146], Nihayet iki meşhur kelâmcı en-Nazzâm ve el-Murdâr, Kur’ânın ‘de ki: İnsanlar ve cinler bu Kur’ân gibisini getirmek üzere birleşseler, birbirlerine yardımcı da olsalar yine onun gibisini getiremezler” [147] âyetine karşı, insanların, belagat, fesahat ve nazım bakımından Kur’ân sûresi gibi sûreler getirebileceklerini ileri sürmüşlerdir [148]
.
2. Kur’ân Ayetlerinin Tevil
Kelâmcılann, Kur’ân hakkında her hangi bir kayda tabi olmayan serbest görüşleri, çeşitli mevzulara taaluk eden ve zamanlarına gelinceye kadar müslümanlar arasında her hangi bir müşkil yaratmamış olan âyetleri büyük bir rahatlıkla tevil ve tahrif etmelerini sağlamıştır. Bu teviller, daima o zamana kadar müslümanlar arasmda Hazreti Peygamberin tâlimine uygun olarak biline gelen âyet manâlarına aykırı bir şekilde tezahür etmiş, ve îslâmm vazettiği akide bütünlüğünü bozucu bir mahiyet kazanmıştır.
fAlî İbn Ebî Tâlib, kendisine Hazreti Peygamber tarafından din ile ilgili olarak her hangi bir sır tevdi edilip edilmediği sorulduğu zaman, kasem ederek Allah’ın Kur’ânda kullarına bahşettiği bir anlayışla bu anlayışı perçinleyen bazı hadîslerden başka bir şey bırakmadığım bildirmiştir [149] Bu anlayış, şüphesiz, fertlere bahsedildiği nisbette olup birbirinden farklıdır; fakat bu farklılık, dinde çeşitli görüş ve inançların ortaya çıkmasını gerektirmez. Hazreti Peygamberin, bir Peygamber olarak en başta gelen görevi, bu farklı anlayışları belirli bir yöne tevcih etmektir; bu yönün, Kur’ânın işaret ettiği yöne aykırı olabileceği düşünülemez. Bu itibarla, Hazreti Peygamber, Kur’ân âyetlerini müslümanlara açıklamış, onların ne şekilde anlaşılması gerektiğini bildirmiş, sonrada müslümanlara “kendisinden bir âyet dahî olsa nakledilmesini, işitenler arasında onu daha iyi anlayıp muhafaza edenlerin bulunabileceğini” [150] söylemiştir.
Sahabe bu anlayış içerisinde Kur’âm tefsir etmiş, fakat tefsirleri, Hazreti Peygamberin anlayışlarını tevcih ettiği yönün haricine çıkmamıştır. ‘Abdullah İbn Mes’ûd ve r Abdullah îbn rAbbâs gibi Kur’ân tefsirine hak-kıyle vâkıf olan sahabîlerden gelen haberlerden öğrendiğimize göre, bunlar, Hazreti Peygamberden onar âyet öğrenirler, bu âyetlerin şümulüne giren ilim ve ameli de Öğrenmedikçe diğer on âyete geçmezlerdi [151]
Sahabeyi takip eden nesil de bu yoldan ayrılmadı. Hazreti Peygamberin tevcih ettiği yönde, sahabenin irşadiyle Kur’âm şerh ve izah ettiler; akâ-id meselelerinde aralarında hiç bir ihtilâf zuhur etmedi. İhtilâfın olmayışı da zaten bu tek yöne müteveccih olduklarını göstermeye kâfidir. Ancak:
Müslümanlar arasındaki bu vahdet ve Kur’ân anlayışındaki tek istikamet, bazı kimselerin zuhuru ile bozuldu. Allah Ta’âlânın sıfatları hakkında, kudreti, kelâmı hakkında Kur’ânda gelen ve Hazreti Peygamber tarafından şerh ve izah edilen, sahabe ve tâbfün tarafından tam bir tasdikle kabul gören âyetler, bu kimselerin te’vîl ve tahrifine uğradı. Kaynakların ittifakla belirtikleri gibi, bu çığırı açan ilk şahıs Ca’d İbn Dirhem olmuş, onu Cehm îbn Şafvân takip etmiştir. Ancak îbn Teymiye’nin, İmam Ahmed îbn Han-bel’den naklettiği bir habere göre, Cehm’in kaynağı yalnız Ca’d îbn Dirhem değildir. Cehm aynı zamanda sumeniyyeden olan bazı Hind feylosoflarından da bir takım görüşler iktibas etmiştir. Buna göre Cehm’in mezhebi, Ca’d îbn Dirhem vasıtasıyla gelen yahudî, şâbi’î ve müşrik görüşleriyle, sumeni Hint feylesoflarının görüşlerinin bir karışımıdır [152] Hicrî 100 seneleri civarında yunancadan yapılan tercenıelerle Cehm’den gelen bu görüşlere yeni bazı görüşler daha karışmak suretiyle, ikinci Hicrî asrın sonlarına doğru, hadîsçilerin “el-cehmiyye” dedikleri ve Bişr İbn Gıyâş el-Merîsi (Ö. 218-9 H. /833—4) [153] nin önderliğini yaptığı, Kur’ân âyetlerinin tevili esası üzerine kurulu bir sistem teşekkül etmiştir. Mutezile kelâmcıl arının da geniş çapta faydalandıkları bu sistem, halk arasında dolaşan tevillerin kaynağı olduğu gibi, Ebü Bekr İbn Fürek’in “Kitâbu’t-te’vllâi’7 ında, er-Râzî’nin “Esâsu’t-ta^idis” inde, Ebü Hâmid el-Gazâlî’nin kitablarında ve sair kitablarda bu teviller bol hol zikredilmiştir [154]
Allah Ta’âlâ “sana Kitabı indiren O’dur. Onıla bir kısım âyetler muhkemdir ki bunlar Kitabın temelidir; diğer bir kısmı da müteşabihtir” âyetiy-le Kur’ân içerisinde muhkem ve müteşabih. olmak üzere iki gurup âyet bulunduğunu haber vermiş, sonra da kalplerinde eğrilik bulunanların, sırf fitne yaratmak ve kendi heveslerine göre teviller yapmak için sadece Kur’ânın müteşabih âyetlerine tâbi olduklarını beyan etmiştir [155].
Kur’ânm bu açıklaması gözönünde bulundurularak Ca’d İbn Dirhem ile başlayan ve mutezile kelâmcılarıyle gelişen tevil hareketleri incelenecek olursa, onların bilhassa müteşabih âyetlere tâbi oldukları ve bu âyetlerden kendi felsefelerine uygun hükümler çıkardıkları açıkça görülecektir. Filhakika biz, gerek Allah Ta’âlâmn sıfatları, kudreti, insanın fiilleri meselelerinde ve gerekse Kur’ânın mahlûk olduğu görüşünü müdafalannda, daima bu çeşit âyetlere sarıldıklarını, bu âyetlerin zahirî manâları kendi görüşlerini desteklemese bile, tevil yolu ile onlara görüşlerine uygun manâlar verdiklerini gördük.
Kur’ân, yukarıda zikretmiş olduğumuz âyetle, kalplerinde iğrilik bulunanların fitne yaratmak için müteşebih âyetlere tâbi olduklarını bildirdikten sonra, bu çeşit âyetlerin tevilini Allah Tarâlâdan başka hiç kimsenin bilemiyeceğini, ilimde rusûh bulan, yani en yüksek mertebeye erişen kimselerin ise, “biz ona inandık, hepsi de Allah’ın nezdiııden gelmiştir” diyeceklerini haber vermiştir. Bu ifadeden anlaşılıyor ki, tevil, her hangi bir mesele hakkında insanı kat’î hüküm sahibi yapabilecek bir metod değildir. Diğer taraftan, yalnız bu metoda dayanarak yeni akideler teşkiline çalışmak, Kur’ânm da haber verdiği gibi, taraftarlarının, heveslerine uygun manâlarla, müslü-manlar arasında fitne çıkarmak gayesine matuf olmaktan ileri geçmez. Bu noktada, insan ister istemez kelâmcilarm da aynı gaye ile müteşabih âyetlere tâbi oldukları ve tevile saplanarak mezheplerini tesis ettikleri kanaatı-na varıyor. Ne var ki onlar yine tahrif metodu ile müteşabih âyetlerin tevil
edilebileceğini ileri sürdükleri gibi, Kur’ânm, bu çeşit âyetlere tâbi olarak fitne çıkarmak isteyenler hakkındaki ithamından da kendilerini kurtarmağa çalışmışlardır. Bu mevzuda keîâmcılann tahrifine uğrayan âyet, yukarıda zikretmiş olduğumuz aynı ‘âyettir. Burada denilmektedir ki: “(Müteşa-bihin) tevilini ancak Allah bilir. İlimde rusûh bulanlar ise, biz ona inandık, hepsi de Rabbımızm nezdindendir”. Kelâmcılar bu manâyı tahrif ederek “(müteşabihin) tevilini Allah’tan ve ilimde rusûh bulanlardan başka kimse bilemez. Onlar derler ki: Biz ona inandık, hepsi de Allah’tandır” [156] demişlerdir. Bu suretle, bir taraftan kendilerini müteşabih âyetlerin tevilini en iyi bilen kimseler olarak arzederken, diğer taraftan mezkûr âyette yer alan ve fitne yaratmak gayesi güden eğri kalpli kimselerden olmadıklarını da isbat etmeğe çalışmışlardır. Fakat olaylar, bize founun tamamiyle aksini göstermiştir. En bariz misali de Kur’ânm mahlûk veya gayri mahlûk olduğuna dair ne bizzat Kur’ânda ve ne de hadîste her hangi bir naşş mevcut olmadığı halde, keîâmcılann müteşabih âyetlerin teviline giderek Kur’ânın mahlûk olduğu inancım zorla müslümanlara kabul ettirmeğe çalışmışlardır ki bu olaylar, yukarıda da incelediğimiz gibi, mezkûr âyette işaret olunan bir fitnenin zuhuruna Önayak olmak durumuna gelmiştir.
Burada bir hususa daha işaret etmek yerinde olur: Her ne kadar Kur’ân, müteşabih âyetlerin tevillerini menetmişse de onların tefsirini, manâlarının bilinmesini veya bu maksatla yapılacak çatışmaları kötülememiş, bilâkis bunları emretmiştir. Netekim bu hususta “bu (Kur’ân), âyetlerini iyice düşünsünler ve akıl sahipleri ibret alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir Kitabtır” denilmiştir ki, burada bütün Kur’ân âyetleri kasdedilmiş olup, müteşâbih âyetler istisna edilmemiştir. Şu halde bütün âyetleri düşünmek ve onlardan ibret almak, manâlarını bilmek suretiyle mümkün, olur. Tefsir veya manânm bilinmesi için sarfedilen gayret, tabiatryle Allah’ın ilmini, kelâmını veya çeşitli sıfatlarını nefyetmek, yahut hiç bir nass yok iken bir takım zorlamalarla Kur’ânm mahlûk olduğunu isbata çalışmak manâsında değildir. Keza müteşâbih âyetlerin tefsiri dahi, müfessirlerin kendi heveslerine değil Kur’ânın ruhuna ve Hazreti Peygamberin Sünnetine uygun olması gerekir. Sahabe ve tâbi’ûn, sıfat, irade, meşiyyet ve ru’yet de dâhil olmak üzere Kur’ânın bütün âyetleri hakkında görüşlerini açıklamışlar ve onları tefsir etmişlerdir. Onların bu tefsirleri, Kur’âna uygun olduğu gibi, Hazreti Peygamberden bu mevzularda rivayet ettikleri hadîslere de uygun bulunuyordu. Hattâ bu hadîsler tefsir faaliyetlerinde başlıca kaynağı teşkil ediyordu. Bu sebepledir ki biz, ne sahabeden ve ne de tâbi’ûndan gelen tefsirlerde, sıfatların nefyi, irade ve meşiyyetin tahdidi, Kelâmullahın mahlûk oluşu ve ru’yetin inkârı gibi kelâmcılar taraftından ileri sürülen görüşlere rastlamayız. Çünkü sahabe ve tâbi’ûn da, Hazreti Peygamberden rivayet edilen hadîsler arasında bu meselelerle ilgili bir tek hadîse rastlamamışlardır. Ancak kelâmcılarıii, hadîsle uzaktan veya yakından her hangi bir ilgileri bulunmaması dolayısıyle, bu çeşit meselelerin hadîsler arasında yer alıp almamış olması da, onlar için büyük bir değer ifade etmemiştir. [157]
B. Kelâmcıların Hadis Vehadisçiler Hakkındaki Görüşleri
1. Genel Manâda Hadis
Daha önce hadîsle ilgili meseleler Üzerinde dururken de belirttiğimiz gibi, Sünnet, İslâm tesirinde Kur’ândan sonra başvurulan ilk mühim kaynağı teşkil eder. Şahabı olsun tâbi’î olsun, selef ismini alan ilk müslüman-lar. hüküm istinbatı için Kur’ânda her hangi bir naşş bulamadıkları zaman daima Sünnete başvurmuşlardır. Ancak siyasî ihtilâfların zuhurundan ve bu sebeple uydurma hadîslerin çoğalıp Sünnetin gerçek değerine gölge düşürmesi tehlikesinin^ belirmesinden sonra bir takım koruyucu tedbîrler alınmış, her şeyden önce hadîs rivayeti sıkı bir kontrole tâbi tutularak sahih olan hadîsler, sakîm olanlarından ayırt edilmiş, hadîs râvileri hakkında bazı mühim kaideler konularak, güvenilir olanlarla zayıf veya yalancı olanlar ayrı ayrı tasnif olunmuşlardır. Hadîsi korumak maksadıyle alman bütün bu tedbirlere rağmen, hüküm istinbatına girişen kimseler, sahih olan Sünnetin tahkik ve tesbitinde yine de bazı güçlüklerle karşı karşıya kalmışlardır. Bu durum, Sünnet üzerinde başlıca iki noktada toplanabilen bazı ihtilâf kapılarının açılmasına sebep olmuştur: 1. Sünnet, îslâm teşri’inde Kur’ânı tamamlayan asıllardan birisi midir? 2. Eğer asıl olduğu kabul edilirse hangi yollardan ona güvenmek mümkün olur? [158].
Birinci noktada akla ilk gelen husus, müslumanların, Sünneti İslâm teşri’inin asıllarından biri olarak kabul ettikleri merkezindedir ve bu noktada her hangi bir ihtilâfın bulunmaması iktiza eder. Çünkü Sünnetin İslâm dininin, esaslarından biri. hem de Kur’ândan sonra en mühimini olduğuna Kur’ân da şehadet etmektedir:
“Peygamber size ne verdi ise alın, size ne yasak etti ise ondan da sakının” [159].
“De ki: Allah’ı eğer seviyorsanız bana tâbi olunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı mağfiret etsin; çünkü Allah Gafur ve Rahimdir. De ki: Allah’a ve Peygambere itaat edin,- Eğer yüz çevirirseniz, şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez” [160].
Peygamberi sevmek, onun emir ve nehiylerine tâbi olmak, kısaca ona her bakımdan itaat etmek, yukarıda zikrettiğimiz âyetlerin de belirttiği gibi, İslâmm önde gelen şartlarından biridir. Onun emir ve nehiylerinin topuna birden Sünnet denildiğine göre, şart koşulan itaat Sünnet içindir; yani Sünnete itaat, Kur’ânm getirdiği bir emirdir ve bundan hiç kimsenin şüphesi olmamak gerekir. Hal böyle iken, İmam eş-Şafifî, bize “haberleri (yani Hazreti Peygamberin Sünnetinin sözle ifade edilmiş şeklinden başka bir şey olmayan hadîsleri) reddeden bir taifenin sözleri” başlığı altında Sünneti asıl olarak kabul etmiyen bir guruba mensup ismini zikretmediği bir şahısla yaptığı münakaşayı nakledere’[161] Bu münakaşada, kim olduğu bilinmeyen şahıs eş-Şâffîye şöyle demektedir:
“Sen bir Arabsm ve Kur’ân, senin mensub olduğun kavmin dili ile gönderilmiştir. İçerisinde Allah’ın indirdiği bazı farzlar vardır ki, bir kimse Kuranı anlamayıp bu farzlardan birisi hakkında şüpheye düşse onu hemen tevbeye devet edersin; tevbe ederse ne alâ, etmezse öldürülmesine cevaz verirsin. Allah Kur’ânda IjUaj buyurduğu halde [162]senin veya bir ba§-kasmın Allah’ın farz kıldığı bir şey hakkında bazen “bundaki farz âamdır”, bazen “hâastır”, bazen “bundaki emir farzdır”, bazen de “delâlettir” demeniz nasıl caiz olur? Bu çeşit ayırmaları, çok defa senedi Peygambere kadar ulaşan iki üç hadîste de yapıyorsun. Görüyorum ki, sen ve senin yolunda gidenler, karşılaştığınız ve doğruluk ve hafıza yönünden diğerlerine takdim ettiğiniz, hattâ benim de bildiğim bir kimseyi, rivayet ettiği hadîslerinde, yine de galattan, unutkanlıktan ve hatadan beriy addetmiyorsunuz; bir başkası hakkında da “şu hadîste hata etti”, “bu da, beriki hadîste hata etti” dediğinizi görüyorum. Keza bir kimse, kendisiyle halâl ve ilmi haassadan haram kıldığınız bir hadîs hakkında “Peygamber bunu söylemedi, ancak siz hataya düştünüz ve yalan söylediniz, yahutta onu size rivayet eden hataya düştü ve yalan söyledi” dese, o kimseyi tevbeye davet etmediğiniz gibi “söylediğin ne kötü” demekten başka bir şey de yapmıyorsunuz. Böyle kimselerin haberlerini Allah’ın Kitabının yerine koyup, onlarla veriyor, onlarla menediyorsunuz… Onların haberlerini kabul ettiğinizde ve bu kabulde zikrettiğiniz husus da gözönünde bulundurulursa onları reddeden kimseye karşı ne gibi delil ileri sürebilirsiniz? Bu kimselerde (hadîs râvilerinde) vehim mümkün olunca ben haberlerinden hiç bir şey kabul etmem”.
eş-Şâfi’min, haberleri külliyyen reddeden bu taife mensubu ile yaptığı münakaşadan anlaşıldığına göre, hasım, haberleri râvilerinin hata ve nis-yandan salim olmamaları dolayısıyle reddetmiştir; fakat bu hasım kimdir? ve mensup olduğu taifenin hüviyyeti nedir? eş-Şâfirî, gerek haberleri toptan reddeden bu taifeyi ve gerekse münakaşa ettiği şahsı kitabında açıkla-lamamıştır. Bununla beraber, Târihi?t-teşri* el-îslâmi müellifi el-Şuzarî bize bu hususta ışık tutar; mezkûr kitabında (s. 183), eş-Şâfi’inin yukarıda bir kısmını naklettiğimiz ibarelerini aynen alır ve der ki:
“eş-Şâfifî, bu görüşe (yani haberlerin reddi görüşüne) sahip olan kimsenin şahsiyyetini bize açıklamamıştır. Bununla beraber, müteakip bahiste (haberi haassayı reddedenlere mensup bir şahısla yaptığı münakaşayı naklederken), haberleri külliyyen reddedenlerin mezhebine bağlı olan şahsın Basra’ya mensup olduğunu tasrîh etmiştir. Bu sıralarda Basra, ilmî ve ke-Iâmî hareketlerin merkezi, idi. Mutezile mezhebi burada vücud bulmuş, büyük imamları ve yazarları burada neş’et etmişti. Bunlar, hadîs ehline husu-metleriyle de şöhret kazanmışlardı. Bu itibarla, eş-Şâfi’i ile münakaşa eden ve haberleri külliyyen reddeden bu şahsın mensup olduğu bu taifenin mutezi-îe olması kuvvetle muhtemeldir. Bu ihtimal, bende, Ebü Muh&mmed “Abdullah îbn Müslim îbn Kuteybe (Ö. 276 H./889) nin Tevilu muhtelif Vl-ha-di§ adh kitabını gördükten -sonra daha da kuvvetlenmiştir. îbn Kuteybe, bu kitabın başında’ “Allah seni tâatıyle mes’ûd, muhafaza, rahmetiyle hak için muvaffak etsin, ve seni kendi ehlinden kılsın, Bana kelâm ehlinin hadîs ehline küfretmeleri, onları imtihana çekmeleri, onların zemmi için kitabların-da sözü uzatmaları, onları yalancılık ve mütenâkız hadîs rivayetiyle itham etmeleri ve bunun gibi meseleleri yazıp bildirdin” diyerek birbirine muhalif fırkaların ayrı ayrı hadîslere bağlandıklarını, daha sonra da en-Nazzam ve el-Câhız gibi şöhrete erişmiş büyük kelâmcılann hadîs ehline nasıl hücum ettiklerini zikretmiştir”.
eş-Şâfi’ınin, ismini ve mezhebini zikretmediği bir şahısla münazarası ve el-Huzari’nin aynı mevzudaki açıklaması, bize göstermiştir ki, mutezilenin hadîse karşı tutumları, Kur’âna karşı olan tutumları gibi menfidir. Şu kadar ki, Kur’ân Allah’ın kelâmı olması dolayısıyle, Sünnet gibi açıkça reddedilmemiştir; yahut mutezile, müslüman topluluk içerisinde Sünnet gibi, onu da reddetmek cesaretini gösterememiştir. Mamafih biz, mutezilenin hadîsler hakkındaki tutumlanyîe ilgili hükmümüzü, yalnızca eş-ŞâfirInin ismini ve mezhebini zikretmediği bir şahısla yaptığı bir münakaşaya ve el-Huzarî’nin belki de bir tahminden ileri geçmeyen açıklamasına istinad ettirmiş olmamak için mevzuu başka yönlerden de incelemeğe devam edeceğiz. Bilhassa mutezilenin, hadîsin ilk kaynağını teşkil eden sahabe ile, onları takip eden sair hadîs râvileri ve “mütevâtır” ve “âhâd” olmak üzere başlıca iki kısma ayrılmış olan hadîsler hakkındaki görüşleri, bizi bu hususta kat’î bir neticeye ulaştıracaktır. [163]
2. Mutezilenin Sahabe ve Diğer Hadis Râvileri Hakkındaki Görüşleri
İslâm teşri’inin Kur’ândan sonra ilk mühim kaynağını teşkil eden Sünnetin veya onun sözle ifade edilmiş seldi olan hadîsin ilk râvileri olarak sahabenin İslâm dini tarihindeki rolü pek büyüktür. Sahabe, İlk vahiyden itibaren, Islâmm yayılması ve kuvvetlenmesi için her türlü eza ve cefaya katlanmış, malını mülkünü, çocuğunu, ailesini bırakarak hicret etmiş, harplere girmiş, müslüman olmayan baba veya kardeşini öldürmüş; ve bütün bunları yaparken hiç bir menfaat gözetmemiş, yalnızca îsiâmin zaferi gayesini gütmüşlerdir. Bu bakımdan, bütün İslâm uleması, sahabenin adaleti üzerinde hiç bir ihtilâfa düşmemiş, bunlardan hiç biri, onların adaletinden şüphe ile sual sormamıştır. Esasen Kur’ân da sahabenin adaletine şehadet etmek suretiyle, beşerden her hangi bir kimsenin onları tadiline hacet bırakmamış, müteaddit âyetleriyle sahabeyi medhederek kıymetlerini yükseltmiştir. Hazreti Peygamber de onları ümmetinin en hayırlı nesli olarak müjdelemiştir. Bu itibarla sahabe, aralarında her hangi bir ihtilâf vukubuhmışsa veya bir takım siyasî meseleler yüzünden ve bilhassa İslama kasdetmiş kimselerin ortalığı bulandırmaları sebebiyle İslâm târihinde fitne tabir edilen kanlı olaylar meydana gelmişse, onları bu badireye seveden yegane âmilin, her muhalif gurupun, müslümanların hayır ve salâhına olduğuna inandığı bir görüş veya içtihada sahip bulunmasıdır. İslâm, hiç bir müctehidi ictiha-dındaki isabetsizlikten veya hatadan dolaylı tekfir etmemiştir. Selefi sâlih denilen ilk müslümanların yolu bu olduğu gibi ehli sünnetin yolu da bu olmuştur.
İlk bahislerimizde müslümanlar arasındaki siyasî ihtilâfları incelerken, Halîfe ‘Osman îhn ‘Affân’m öldürülmesi neticesinde ‘Ali İbn Ebi Tâlib ile Hazreti Peygamberin zevcesi ‘Âişe arasında İslâmiyetin ilk büyük kanlı hâdiselerinin vukubulduğunu ve bunu yine ‘Al ile Mu’âviye arasında cereyan tden Şıffîn muharebesinin takip ettiğini kaydetmiştik. Bu hâdiselerde bazı sahabîleri karşılıklı olarak mücadeleye, hatta muharebeye sevkeden tek âmil, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, kendi görüş ve ictihadları olmuştur. Bu ictihadlarmda her iki tarafta islâmiyetin selameti ve müslümanların hayrma olan bir hedefe yöneldiklerine inanmışlardır. Bu inanç elbette ki onların adaletinden hiç bir şey noksanlaştırmamış ve Hazreti Peygamberden rivayet ettikleri hadîslerin sıhhatinden şüphe etmek için gerçek sebep olmamıştır. Bu sebebledir ki bütün hadîs tenkideileri, sahabeyi icmal ve tafsil yönünden ta’dîl etmişler, yani onlarm âdil olduklarına hükmetmişler, onlardan hiç birisine yalan isnâd etmemişler, hiç birinin şehadetini bâtıl saymamışlardır. İşte durum böyle iken, siyasî ihtilâflar neticesinde teşekkül eden siyasî ve itikadı fırka ve mezhepler, daha önce de üzerinde durduğumuz gibi, yeni bir takım görüşler getirmişler ve bu görüşleriyle sahabeyi ağır bir töhmet altında bırakmışlar, hattâ onları tekfîr etmişlerdir. Ortaya attıkları murtekibu’l-kebire meselesi, sahabeyi ithamlarında ilk büyük vesile olmuş, havâric ‘Alî’yi ve taraftarlarını tekfir ettikleri gibi, muhalif cepheyi teşkil eden Mu’âviye ve taraftarlarını itham etmişler, buna mukabil şî’a da havâric ve Mu’âviyeye’ye aynı ithamı yöneltmişlerdir. Bu sıralarda Vâsıl îbn fAtâ’ ve ‘Amr İbn ‘Ubeyd’le birlikte tarih sahnesine çıkmış olan mutezile, daha önce de üzerinde durduğumuz gibi, menzile beyne menzileteyn formülü ile bu mücadeledeki yerlerini almışlardır.
Mutezile imamlarının sahabe karşısındaki mevkileri İslâm tarihçisini tereddüde sevketmiyecek kadar açıktır. Vâsıl îbn f Atâ’ ortaya çıktığı zaman bavâric, ‘Âişe, “falha ve ez-Zubeyr’i Cemel harbinde ‘Alî’ye karşı ayaklandiklen için; ‘Alî’yi de, kendisi hak sahibi olduğu halde Şrffîn’de tahkimi kabul ettiği için tekfir ediyor, ehli sünnet ise, her iki fırkanın da hak üzere olduklarını, hataya düşmüş olsalar bile, hatalarının küfür, veya ijehadetleriııi hükümsüz kılan bîr fisk olamıyacağını ileri sürüyorlardı. Vâsıl İbn ‘Atâ’ bu iki görüşe aykırı bir görüş getirmiş ve iki fırkadan birisinin fâsik olduğunu iddia etmiştir. Yani ona göre ya ‘Alî, Hasan, Huseyn, İbn fAbbâs, fAmmâr îbn Yasir, Ebü Eyyüb el-Enşârî ve diğer taraftarları fâsiktır; yahutta ‘Âişe, Talha ve ez-Zubeyr fâsiktır; ancak fışkın her iki guruptan hangisinde olduğunu kestirmek güçtür. Bu itibarla iki guruptan rAlî ve Talha veya ‘Ali ve ez-Zubeyr şehadet etseler, ikisinden birisinin fâsik olması dolayısıyle şeha-detleri kabul olunmaz [164]Görülüyor ki mutezilenin ilk imamı Vâsıl îbn ‘Atâ* mezhebinin temel taşlarından birini bu esas üzerine dikmiş, Kur’ân ve Sünnetin tebşirine mazhar olan sahabîleri fısk ile itham etmiştir. Vâşıl’in arkadaşı fAmr îbn fUbeyd ise, Vâşıl’dan ileri giderek Gemel harbine iştirak eden her iki guruptaki bütün sahabîlerin fâsik olduklarına hükmetmiş ve hiç birisinin şehadetini makbul saymamıştır [165] Vâsıl ve ‘Amr’dan sonra mutezile kelâmcıları bu mesele üzerinde ihtilâfa düşmüşler, en-Nazzâm, Mu’am-mer ve el-Câhız, VâşıTın görüşünü kabul etmişler, Havşeb ve Hâşim el-Avkaş ise “kumandanların necat bulduğunu, etbâ’ın da helak olduğunu” söylemişlerdir[166] imamet meselesinde ise, yine en-Nazzâm, ehli sünnetin görüşüne muhalefet ederek, Hazreti Peygamberden imamet için ‘Alî adına bir naşşm bulunduğunu, fakat ‘Ömer Îbnu’l-Hattâb’m bu naşşi gizlediğini ve Sekîfe günü Ebü Bekr’e biy’at etmek suretiyle ‘Alî’nin hakkını gasbet-tiğini ileri sürmüştür [167] el-Câhız’ın el-Ma’ârif isimli kitabında açıkladığına göre yine en-Nazzâm, ‘Ömer Îbnu’l-Hattâb’m Hudeybiye’de Hazreti Peygambere sorduğu suallerle şüpheye düştüğünü iddia etmiş; Ebû Hurayra-dan rivayet eden bütün hadîsçileri ayıplamış, Ebü Hurayra’yı da yalancılıkla itham ederek onun hakkında “insanların en yalancısı” tabirini kullanmıştır. [168] Yine ona göre hadîsi ile inşikâku’l-kameı
hadîslerinin râvisi ‘Abdullah îbn Mes’üd yalancıdan başka bir kimse değildir [169]. Nihayet fetvalarında re’yüe hüküm veren bütün sahabîleri cehalet v< nifak kaynağı olarak ilân eden en-Nazzâm, bu görüşü ile onların ilelebet Cehennemde kalacaklarını ileri sürmüştür; çünkü ona göre din ahkâmın bilmeyen, kâfir; inatla bir şeyin aksini iddia eden münafık,’ kâfir, veya fâcirdir ve her ikisi de Cehennemde daimidir , [170] , Bunlara ilâveten, Halîfe el-Me’mün devrinde halku’l-Kur*ân meselesine öncülük eden Şumâme İbmı-1-Eşras hakkında gelen bir haberi de burada zikretmek yerinde olur. İbn Kuteybe’nin kaydına göre, bir Cuma günü namaz vaktini geçirmemek için halkın camiye koşuştuğunu gören bu mutezile kelâmcısı, yanındaki bir arkadaşına “bak şu öküzlere, bak şu eşeklere” demiş ve sonra da Hazreti Peygamberi kasdederek “bu arab, halkı ne hale soktu” sözlerini ilâve etmiştir. [171]. Mutezilenin meşhur imamlarından addedilen Şumâme’nin Hazreti Peygamber hakkındaki bu sözleri gözönünde bulundurulursa, onun ve onun yolunda olanların sahabe hakkında yukarıda bazı misallerini verdiğimiz görüşlerini garib karşılamamak gerekir.
Mutezilenin, sahabeden sonra gelen sair hadîs râvileri hakkındaki görüşleri de yukarıdakilerden farklı değildir. Meselâ el-Câhız, muhtemelen FaiiletuH-mu tezile adlı kitabının bakıyyelerinden olan bir risalesinde [172], hadîs ashabının avam tabakasından olduğunu, tahsil ve tetebbudan uzak, taklidcilikten ileri geçmediğini, halbuki taklidin alden nıerdûd olup Kur’ân ile nehyedildiğini söylemiş, hadîsçilerin “âbidler ve zâhidler bizdendir, bizim aramızdan çıkmıştır” sözlerine karşı “havâricin sayısı onların sayısından daha az olduğu halde, âbid ve zâhidleri, onların âbid ve zâbidlerinden daha çoktur. Havâric, niyetleri daha samimi, kazançları daha tatlı ve meşru, günahtan ve her türlü gösterişten uzak, inandıklarına bağlı, zühd ve cehdleri apaçık olan kimselerdir” iddiasında bulunmuştur.
îbn Kuteybe’nin Tevilu muhtelif”i’Z-fradîş adlı eserinde, mutezilenin ha&îsçiler hakkındaki görüşlerinden, el-Câhış’ın yukarıda zikrettiğimiz görüşlerine benzer başka örnekler bulmak mümkündür. Mutezile der ki:
“Onların (hadîsçilerin) garîb olan hallerinden biri de her hangi bir şeyhin Yahya tbn Maln, rAlî Îbnu’l-Medinî ve bunun gibilerin cerhine uyarak yalancı olduğunu kabul edip ondan muhaddislerin de muvafakat ettikleri hadîsleri yazmamalarıdır; fakat yine bunlar, hiç bir sahabenin muvafakat etmediği, rOmer, ‘Osman ve ‘ÂişeVıin yalancı olarak ilân ettikleri Ebü Hu-rayra’mn hadîslerini rivayet ederler ve delil olarak,kullanırlar. Keza ‘”Ömer ve ‘Âişenin yalancı olarak zikrettikleri ve hakkında “biz Rabbımızm Kitabını ve Peygamberimizin Sünnetini bir kadının sözü için terketmeyiz” dedikleri Fâtrnıa Bint Kays*ın sözü ile hükmederler. Gaylan, *Amr İbn ‘Ubdey, Ma’bed el-Cuheni ve rAmr tbn Fâ’id gibi bazı kimseleri kadere nisbet ederler ve onlardan hadîs almazlar; fakat yine kaderiyyedeıı olan Katâde, îbn Ebî ‘Arüba, îbn Ebi Necîh, Muhammed Îbnu’l-Munkedir ve İbn Ebi Zi’b gibilerden hadîs rivayet ederler. ‘Alî ile ‘Osman’ı {fazilet yönünden) müsavi addeden, yahut ‘Alî’yi ‘Osman’dan üstün gören bir şeyhi cerhederler; fakat el-Muhtâr’ın sancağını taşıyan Ebu’t-Tufayl ‘Âmir İbn Vâşile’den ve Câbir el-Cu’fî’den hadîs aln-lar. Halbuki her ikisi de ric’a akidesine inanan kimselerdendir. Bununla beraber bunlar (hadîsçiler), rivayet ettikleri şeylerde halkın en câhilleri, taleb ettikleri şeylerden de en az haz alanlarıdır”.
“Hadîsçiler, ilmin şekli, hadîsin ismiyle kanaat etmişlerdir. Fulan kimse rivayet yollarını iyi bilir, hadîs râvisidir, demeğe razı olmuşlar, yazdığım iyi bilir veya bildiği ile âmildir, denilmesini terketmişlerdir. Bunlardan (hadîsçilerden) elli sene’ devammca hayvan sırtında kendisine gelinip hadîs alınan birine halkın Önünde, bir kuyuya düşen fareden sual sorulunca kuyunun temiz olduğunu söyler. Bir başkasına Allah Ta’âlânın ”
sorulunca, şiddetli soğuk manasına gelen “sırr” kelimesini geceleri daima sesi duyulan bir haşereye atfeder. Bir başkası “seb’atin ve seVmeden rivayet eder, fakat bunların Şu’be ve Sufyân olduğunu anlamaz”* (Meşhur hadis imamlarından Şu’be ve Sufyân’ın isimleri noktasız olarak yazıldığı zaman bunların “seb’a ve seb’în” şeklinde okunması ihtimali de vardır).
“Muhaddis çok defa ahmak, onlara göre “enfak” olur. Harflerde ve kelimelerde hatası çoğaldığı zaman güveni artar. Yaratılışı kötü olduğu zaman şiddeti hiddeti artar; ondan hadîs almak- güçleşir; etrafında izdiham başlar”[173]
İbn Kuteybe’nin açıklamasına göre, mutezilenin hadîsçiler hakkında sahip oldukları görüşlerden bazıları bunlardır. Ancak şuna hemen işaret etmek gerekir ki, mutezile kelâmcıları tarafından had’=çilere yöneltilen bu ithamlar, bizzat hadîs imamlarının, hadîsin sahihini sakîminden veya gerçek hadîsçi ile hadîsi geçim ve şöhret vâsıtası sayanları birbirinden ayırt etmek için lüzumlu gördükleri cerh ve ta’dîl ‘metodu içerisinde sık sık karşılaştığımız sözleıden farklı değildir. Hadîs usûlü ile ilgili kitabları gözden geçirenler, rivayetleri terkolunan râvilerin, tasnife tâbi tutulup ayrı ayrı bâblar altında sıralandıklarını görürler. Meselâ bu bâblardan bazıları şunlardır: Ekseriya yaşlılık sebebiyle hafızalarına arız olan ihtilât ve teğayyür-den dolayı hadisleri terkolunanlar. Rivayetinde hata ve vehmin, çoğalması halinde hadîsleri terkolunanlar. Telkin altında kalmaları sebebiyle hadîsleri terkolunanlar. Hadîs semâ’mda tesahül ile bilinmeleri sebebiyle hadîsleri terkolunanlar., Salâh ve ibadet yönünden kuvvetli olsalar bile, zabt ve dirayet ehlinden olmamaları sebebiyle hadîsleri terkolunanlar. Bid’at ehlinden olup da bid’atmın dâiliğini yapmaları sebebiyle hadîsleri terkolunanlar[174].
Usûl kitablarmda görülen bu çeşit bahisler, kelâıncıların ithamlarım celbeden ve hadîsçi geçinen kimselerin gerçek hadîsçiler tarafından da ne derece bilindiklerini ve nasıl sıkı bir kontrol altına alındıklarım bize açıkça göstermektedir. Ebu’l-Ferec İbnu’l-Cevzî (Ö. 597 H. /1200), ömürlerini hadîs dinlemeğe, bunun için uzun süren seyahatlara çıkmağa,çeşitîi ve’alî isnadlarını, garîb olanlarını toplamağa hasreden kimseleri iki kısma ayırarak der ki: Bunların bir kısmı, şeri’atın muhafazası, sahih olan hadîsin bilinmesi ve sekîminden ayırt edilmesi gayesini gütmüşlerdir. Onlar bu gayelerinden dolayı şükre lâyıktırlar. Diğer bir kısmı ise, hadîs semâ’im çoğaltan kimselerdir ve gayeleri topladıkları çeşitli isnâdlarıyle sahih olan hadîsi diğerlerinden ayırıp çıkarmak değil, sadece ralî ve garib olanları elde etmektir. Bunlar “fulan kimseye mülâki oldum; bende hiç kimsede olmayan hadîsler var” diyebilmek için beldeler dolaşırlar; Bağdâd’a bazı hadîs talebeleri gelir ve şeyhi Dicle kenarında er-Rakka denilen bir bahçede oturtur ve ondan hadîs dinlerler; sonra defterlerine “fulan şeyh bize er-Rakka’da rivayet etti” diye yazarlardı. Bunları dinleyen halk da onların hadîs dinlemek maksadryle Şam civarındaki er-Rakka’ya kadar meşakkatli seyahatlar yaptıklarını zannederdi. Şeyh. fIsâ nehriyle Fırat nehri arasında oturur ve hadîs rivayet eder; ondan işiten ise “bana fulan şeyh mâ verâ’en-nehr de rivayet etti” diyerek hadîs talebi için Horasan’a kadar rıhlet ettiği zannmı uyandırırdı. Bunların hepsi de ihlastan uzaktır ve bu gibilerin gayesi riyaset ve gösteriş-1 ir [175] Görülüyor ki mutezile tarafından hadîsçilere yöneltilen ithamlar, aslında hadîsçiler için de meçhul değildir ve onlar da kelâmeılar kadar hadîsçi geçinen bu kimselerin kusurlarını görmüşler ve açıklamışlardır. Ne var ki, hadîsçiler kendi meslektaşlarını cerhederken İslâm teşriinin ikinci ana kaynağı olan sünneti her türlü teşvişten muhafaza etmek, sahîh olan hadîsi sa-kiminden ayırmak gayesini gütmüşler, kelâmeılar ise, ithama lâyık olanlar bulunsa bile, itham ettikleri kimselerin şahıslarında, sahabe de dahil olmak üzere bütün hadîs râvilerine bu ithamlarını teşmil etmişler; dolayısıyle Sünneti ve onunla ilgili haberleri hükümsüz kılmanın yegâne yolunu bulmuşlardır. [176]
3. Mutezile Kelâmcıları ve Hadis
Mutezilenin bir kısım sahabîyi rivayet ettikleri hadîslerden dolayı, diğer bir kısmını da Cemel vak’asına iştirak ettikleri için fâsik ilân edip şeha-detlerini hükümsüz kılmaları sebebiyle, külliyatlı miktarda hadîsin makbul olmaktan çıkacağı pek tabiidir. Hele sahabeden ve daha sonraki asırlarda birbirlerinden rivayet eden hadîsçilerinde yukarıda naklettiğimiz şekilde itham edilmeleri, mutezile elinde güvenebilecekleri bir tek hadîsin kalmadığını kesin bir şekilde ortaya kor. Çünkü hadîsin sıhhati, ravilerinin güvenilir olmasıyle ölçülür. Eğer mutezile nazarında, bazı sahabe dahil hayatını hadîs rivayetine hasretmiş râvilerin, hepsi olmasa bile büyük bir kısmı güvenilir kimseler değilse, elbette ki bu kimselerin hadîsleri de kabule şayan olmıyacaktır. Mamafih biz, hadîsin daha umumî bir ifadesi olan “haber”i, “mütevâtir” ve “âhad” olmak üzere başlıca iki kısımda inceleyen usûlcülere uyarak,’ mutezile kelâmcılarınm, iki kısım haber karşısındaki mevkilerini burada ayrıca gözden geçireceğiz. [177]
a. Mütevalir Hadisler
Bilindiği gibi mütevatir, sahabeden itibaren bütün devrelerde yalan üzerine ittifak etmeleri tasavvur olunmayacak şekilde sayısı bilinmeyen bir kalabalık tarafından rivayet edilen haberlerdir. Hazreti Muhammed’in Peygamber olarak gönderilmesi, Kur’ânm ona indirilmesi, namazların sayısı, her namazın rik’atinin adedi, bazı zekât ve hacc hakkındaki hükümler ve buna benzer Kur’ânda açıklanmıyan bir çok meseleler tevatür yolu ile öğrenilmiştir. Bütün deliler, bu yolun sıhhatini ve zaruri olarak kabulünü gerektirir. Bizzat görülüp müşahede edilmeyen memleketler, gelip geçmiş peygamberler, ilim adamları, feylesoflar, hükümdarlar ve nihayet tarihî vak’alar bu yolla bilinmiştir. Bunu inkâr eden, havassı hamseden ilkinin idrak rolünü inkâr eden kimse mertebesindedir ve aralarında hiç bir fark yoktur [178].
Tevatürün tarifinde “yalan üzerinde ittifak etmeleri imkân dâhilinde olmayan kalabalık bir cemaat tarafından rivayet”… denilmekle beraber, usûlcüler arasında bu kalabalığın asgarî haddiııin tesbiti hakkında bazı uyuşmazlıklar görülür. Bunlardan bir kısmı, kalabalığı “ehli meşrik ve mağrib” olarak tavsif etmiş ve Şarktakilerle Garptekilerin ittifak halindeki rivayetlerinin tevatür derecesinde olduğunu söylemişlerdir. Bir kısmı “bizim saya-mıyacağımız adetteki bir kalabalığın rivayeti” olarak tarif etmiştir. Bundan sonraki görümler ise, bazı mahdut rakamlara dayanmaktadır. Bunlara göre tevatür, ancak 310 kişinin rivayetiyle sabit olur ki bu rakam, Bedir harbine iştirak edenlerin sayısını gösterir [179]“, ileri sürülen diğer rakamlar ise, 70, 50, 40, 20, 12, 5, 4, 3, 2 dir; fakat bunların hiç birisi de kat’î bir esasa istinad etmemektedir [180].
Mütevatir haberin zarurî olarak ilim ifade ettiği v« ameli gerektirdiği, ha-dîsçiler ve fıkıhçılar olmak üzere bütün islâm uleması tarafından kabul edilmiştir. Çünkü her devirde birbirini görmemiş, birbiriyle ittisali olmamış kişilerin teşkil ettiği kalabalık bir cemaat tarafından rivayet edilen böyle bir haberin yalan olması ihtimali düşiinülmiyeceği gibi, o haberi nakledenlerin de belirli bir yalan üzerinde İttifak etmeleri ihtimali yoktur. Ancak en-Nazzâm müstesna, şâir mutezile imamlarının, mütevatir haberler hakkındaki görüşleri kesinlikle belirtilmemiştir. Mamafih muhaddisler arasında, sayıları bir kaçı geçmeyenbu çeşit haberlerin zikri çok az geçtiği için [181], bu mevzuda mutezilenin de görüşünü tesbit etmek oldukça güçtür. Bununla beraber, el-Bağ-dâdî, cn-Nazzâm’ın mütevatir olarak rivayet edilen haber râvilerinin de yalan üzerinde ittifak edebilecekleri görüşüne istinaden mütevatir haberlerin hüccet olarak kullanılmasını reddettiğini kaydeder [182]. Bu görüş, sahabe de dâhil olduğu halde bütün hadîsçilere şüphe ile bakan mutezilenin metoduna uygundur. [183]
b. Haberi Afyöd
Bir veya iki kişinin yine bir veya iki kişiden rivayet ettikleri haberlere “âhâd” denilmiştir; ancak bu haberlerin bîr veya iki kişi tarafından rivayet edilmiş olması şart ‘köşıılmamıştır. Bu bakımdan âhâdm. tarifinde râvi sayısı kaç olursa olsun, mütevatir mertebesine erişmemiş haberlerdir demek daha doğrudur.
islâm uleması, râvileri âdil ve isnadı Hazreti Peygambere kadar muttasıl olarak rivayet edilmiş olan her haberi âhâdm ilim ifade ettiğini ve ameli gerektirdiğini kabul etmişlerdir. Her ne kadar bazılarına göre bu çeşit haberler ilim yerine zan ifade etmiş olsalar bile, yine de âhâdın hüccet olarak kullanılabileceği ve onunla amelin gerekliliği üzerinde ittifak etmişlerdir.
Hazreti Peygamberin, yakın olsun uzak olsun yabancı memleket hükümdarlarına Islâmı tebliğ etmek maksadıyle elçiler göndermesi, haberi âhâd ile amel etmenin gerekli olduğunu gösteren en güzel delillerdendir. Keza sahabeden Mu’âz îbn Cebel’İn Yemen cihetine, Ebü Musa’nın bir başka cihete, Ebü fUbeyde’nin Necrân’a, ‘Alî’nin kadı olarak Yemen’e gönderilmeleri ve herbirinin, gittikleri yerlerde islâm şerî’atırun asıllarını, Kitap ve Sünneti ora halkına Öğretmeleri ve yine bu mevzuda ileri sürülebilecek delillerdendir. Halkın kendilerine gönderilen bu muallimleri dinlemeleri, islâm dini ile ilgili olarak getirdikleri ahkâmı tereddütsüzce kabul et-mslcri kendilerine emredilmiş ve hiç kimse, bu muallimlerden hiç birisini âhâddan addederek İslâm dini ile ilgili haberlerini reddetmek cihetine gitmemiştir. Esasen bir kavme Kur’ân hocası olarak gönderilen bir kimse ile Peygamberin sünnetini öğreten kimse arasında hiç bir farkın olmaması gerekir; kavim, ilk defa Kur’ân hocasının ağzından işittiği kelâmın, Allah kelâmı olduğunu nasıl teredddütsüzce kabul etmiş ve hocanın âhâddan olduğunu ileri sürüp şek ve şüpheye düşmemişse, Peygamberin sünnetini rivayet ettiği hadîslerle öğreten kimseyi de aym sebepten reddetmemiş veya kulağına gelen hadîslerin, Peygamberin hadîsleri olup olmadığı hususunda tereddüt göstermemiştir. Hazreti Peygamber hayatta iken ve vefat ettikten sonra durum böyle idi. Fakat ne zaman ki H. 100 senelerinden sonra mutezile zuhur etti, o zamana’kadar müslümanîarm icmâ’ı ile dinin tesbitinde büyük rol oynıyan haberi âhâd, bu mezhep imamları tarafından kabule şayan addedilmedi; bir başka ifade ile mutezile, bu hususta gelen icmâ’a muhalefet etti. [184]
Mutezilenin haberi âhâdı reddi hususunda kaynaklar bize kâfi malumat vermişlerdir. el-‘Âmidl’nin kaydına göre “haberi vâhıd ile amel etmek, ekseriyyetin mezhebidir; fakat el-Cubbâ’i ile nıütekellimûndan bir cemaatın görüşü, bu mezhebe muhaliftir [185]. el-Bağdâdî ise, “mutezilenin fezâyihı” başlığı altında, mutezile kelâmcilannın şâir görüşleri arasında haberi âhâd hakkındaki görüşlerini de zikreder ve meselâ Ebu’l-HuzeyFin altıncı fa-zîhati olarak şu bilgiyi verir:
“Doğrudan doğruya gözle görülmesi veya kulakla işitilmesi artık müm-kin olmayan geçmiş peygi-mberlere ait meselelerin haber yolu ile bilinmesi, aralarında Cennet ehlinden bir veya daha fazla kimselerin de bulunduğu en az yirmi kişinin rivayet etmesi halinde mümkün olur. Aralarında Cennet ehlinden bir kimse bulunmazsa, kâfir ve fâsik olanların haberleri, saydarı yalan üzerinde birleşmelerini mümkiıi kılmayacak mütevatir derecesine baliğ olsa bile hüccet olarak kullanılamaz. Sayıları dört kişinin altında olanların haberleri biç bir hüküm ifade etmez; dörtle yirmi arasında olurlarsa, haberlerinin ilim ifade etmesi muhtemeldir, fakat kat’î değildir. Yirmi kişi oldukları ve aralarında Cennet ehlinden de bir kişi bulunduğu zaman haberin ilim ifade edeceğine şüphe yoktur” [186]‘
el-Bağdâdî’ye göre Ebu’l-Huzeyl’in bu görüşü, şer’î ahkâmda vârid o-lan haberlerin faydalarını ibtal etmek gayesini güder; çünkü onun yirmi kişi arasında bulunmasını şart koştuğu Cennet ehlinden bîri,.aslında itizal ve kader fikrine sahip olan kimsedir; bu fikre sahip olmayan kimse, Ebu’l-Hu-zeyl’e göre4 mü’min olamıyacağı gibi Cennet ehlinden de değildir [187]. Ve nihayet, mutezilenin meşhur imamlarından olan ve İbnu’r- Ravendi isimli bir râfıdîye reddiye olarak yazdığı el-İntişâr adlı kitabiyle de şöhret kazanan el-Hayyât, bu kitabında Allah Ta’âlânm gözle görülmesi meselesini incelerken, “biz, âdil bir kişinin haberi (haberu’l-vâhidi’l-‘âdil) nin hüccet olarak kullanılabilabileceğini kabul etmiyoruz” demek suretiyle mutezilenin bu husustaki görüşünü kesin bir şekilde ortaya koymuştur [188]
Haberi âhâdın hüccet olarak kullanılmasını reddedenlerin belli başlı dayanakları, bazı Kur’ân âyetleriyle sahabenin bazı hususî hallerde haberi vahidi teyid etmek maksadıyle râvisinden şahit taleb etmeleridir, Kur’ândan delil olarak ileri sürdükleri iki âyet şudur: ip
“Bilmediğin şeyin peşine düşme” [189] “zan, haktan hiç bir şey ifade etmez” [190]. Onlara göre haberi âhâd, râvilerinin dâima unutkanlığa maruz bulunmaları ihtimali dolayisıyle kat’ıyyet ifade etmez; yolu zannîdir; zan ise Kur’ân âyetinde de belirtildiği gibi hakikatten hiç bir şeye delalet etmez; hakikat olmayan şeyin peşine düşmekde, Kur’ân âyetiyle vârid olan emre muhalefet etmekten başka bir şey değildir. Halbuki haberi âhâdın dinde delil olarak kullanılması, sahabe devrinden beri icmâ yolu ile sabit olmuş ve kat’ıyyet kazanmıştır. Bu bakımdan onun kullanılması veya onunla amel olunması zannî bir delil değil, icmâ ile kat’ıyyet kesbetmış, ilim ifade eden kat’î bir delildir [191]
Haberleri reddedenlerin diğer bir delilleri, Hazreti Peygamberin bir yatsı namazını iki rik’at olarak kılması üzerine orada bulunanlardan Zul-yedeyn isimli bir sahahînin “namazı kısalttın mı yoksa unuttun mu?” diyerek Peygambere durumu bildirmesi ve fakat onun, Zulyedeyn’in haberini kabul etmiyerek Ebü Bekr, ‘Ömer ve aynı safta bulunan diğer sahabîlerden haberi tahkik etmesi, doğruluğunu öğrendikten sonra da namazı tamamlayıp sehiv secdesi yapmasıdır. Eğer haberi vâhıd hüccet olsa idi- Peygamber, Zuîyedeyn’in haberini sorgusuz kabul eder ve namazını tamamlardı. Haberleri reddedenler için bu delilin de zayıf olduğu görülmektedir. Zira Hazreti Peygamberin haber karşısında duraklaması ve orada bulunanlara sorması, Zulyedeyn’in namazda hataya vehmedehileceğindendir; çünkü orada, ondan başka kimseler de vardır ve o, Peygambere noksan namaz kıldığını diğerlerinden önce haber vermiştir. Haberi vâhıdde bir vehim alâmeti görüldüğü zaman, o haber hemen kabul edilmiyeceği gibi, red de edilmez. Netekinı Hazreti Peygamber, durumu Ebü Bekr’e ve ‘Ömer’e sormak suretiyle tahkik etmiş ve Zulyedeyn’in sözünde doğru olduğunu anlayınca namazım tamamlamıştır. Diğer mühim bir mesele de Ebü Bekr, rOmer ve orada bulunanların şchadetiyle Zulyedeyn’in haberi yine de mütevatir mertebesine ulaşmış değildir; yani haberi âhâd olmaktan çıkmamıştır. Bununla beraber Hz. Peygamber bu haberle amel etmiş ve namazını tamamlamış- [192]
Diğer bir delilleri, bazı sahabîlerin bu çeşit haberlerle amel etmemeleridir. Bunun için ileri sürdükleri misaller, Ebü Bekr’in cedde (nine) nin mirasında, ancak Muhammed îbn Mesleme’nin de şehadet etmesiyle el-Muğî-re’nin, ‘Ömer İbnu’l-Hattâb’m ise, ancak Ebü Sa’îdin şehadetiyle Ebü Mü-sâ’nın izin hakkındaki haberiyle amel etmeleridir. Keza rAli îbn Ebî Tâlib, Ebü Bekr’den başka hiç kimsenin haberini yemin etmedikçe kabul etmiyordu. rÂişe ise, İbn ‘Ömer’in “hane halkının ağlamasıyle ölünün azab içinde kaldığına” dair rivayet ettiği hadîsi reddediyordu [193].
Halbuki sahabenin haberi vâhidle amel ettikleri, tevatür derecesine baliğ olan haberlerle sabit olmuştur. Her ne kadar onların da bazı haberler üzerinde durdukları, kabul veya reddetmedikleri olmuşsa da, bu, haberi vahidi külliyyen reddettiklerine veya onunla amel etmediklerine delâlet etmez; l»elki daha ziyade kendilerinde beliren bir şüphe dolayısıyle o haberi teyid etme arzularmdandır. Meselâ Ebü Bekr, ceddenin mirası hakkm-da el-Muğîre tarafından rivayet edilen haberi, aslında haberi âhâdı kabul etmediği için reddetmiş değil, fakat ceddeye 1 /6 {südüs) miras hakkı tanıyan ve Kur’ânda naşşı bulunmayan bir haberi teyid etmek ve dolayisıyle müt-me’ın olmak için ona şâhid aramış, Muhammed îbn Mesleme de haberin doğruluğunu teyîd edince miras meselesinde maruf olan hükmü koymuştur. Omer tbnu’l-Hattâb’ın, Ebü Musa’nın Hazreti Peygamberden rivayet ettiği izin hadîsi üzerindeki tavakkufu ve Ebü Musa’dan, başka şâhid olup olmadığını sorması da, onun haberi âhâd ile amel etmediğine delâlet etmez. Bununla beraber Ebü Sa’îdin, Ebü Musa’nın haberini teyid etmesinden sonra ‘Ömer’in Ebü Musa’ya “maksadım seni itham etmek değildir, fakat Hazreti Peygamberden hadîs rivayet etmek güçtür” demesinde, gerek sahabe ve gerekse sahabeden sonraki nesiller için Peygamberin- hadîslerine karşı nasıl ihtiyatlı davranmak gerektiğini gösteren büyük bir ders vardır. Ebü Sa’îdin, Ebü Musa’nın haberinin doğruluğuna şehadet etmesi, o haberi, haberi âhâd olmaktan çıkarmamıştır; fakat şunu açıkça göstermiştir ki, sahabe, daha sonraki nesillerde olduğu gibi, haberi vâhıdle amel etmiş, ancak, o haberin doğruluğunu araştırmış, bunu birbirlerine sormuş, her hangi bir hata vukuunda birbirlerinin hatalarını düzeltmiş ve haberin doğruluğundan mütme’ın olarak onu kendilerinden sonrakilere nakletmişlerdir.
Gerek sahabe devrinde ve gerekse daha sonraki devirlerde haberi âhâ-dın nasıl hüccet olarak kullanıldığı, eş-Şâfifî tarafından er-Risâle sinde ve el-Buhârî tarafından el-Câmi’uş-Şafyiiı inde bol misalleriyle gösterilmiştir [194]Ancak bu deliller kelâmcıları tatmin etmemiş, Hazreti Peygamberden görüşlerine aykırı olarak rivayet edilen her haberi çeşitli sebepler ileri sürerek reddetmişlerdir. Bize öyle geliyor ki, onların her hangi bir hadîsi kabul etmemelerinde rol oynayan en mühim âmil, o hadîsin haberi vâmdden olması değildir; bu sadece zahiri bir sebep olabilir; fakat asıl sebep, bu bahsin baş-taraflannda eş-Şâfifîden naklettiğimiz bir haberin de teyid ettiği gibi, kelamcıların, sahih olsun sakîm olsun, mervî haberlere itimad etmemeleridir ve doğrudan doğruya onların taşıdıkları akîde ile ilgilidir. Bunun en açık misalini kelâmcı ‘Amr tbn rUbeyd’in, ‘Abdullah tbn Mes’üd tarafından rivayet edilen “bir kimse anasının karnında 40 gün kaldıktan sonra kan pıhtısı haline gelir” hadîsi hakkında sarfettiği sözlerdir; rAmr der ki: “Eğer bu hadîsi el-A’meş söylerken işitse idim onu tekzib ederdim. Zeyd îbn Vehb söylerken işitse idim ona cevap vermezdim. ‘Abdullah İbn Mes’üd söylerken işitse idim kabul etmezdim. Peygamber bunu söylerken işitse idim reddederdim. Allah böyle söylerken işitse idim O’na da derdimki: Sen bu esas üzerine bizden misak almadın” [195] Görülüyor ki kelâmcı için haberin âhâd veya mütevatir olması mühim değildir. Hattâ Peygamber ve Allah kelâmı olması da onlar için bir kıymet ifade etmez; fakat prensiplerine uygunsa delil olmağa elverişli sayılır; uygun değilse, âyetin tevil ve tahrifi, hadîsin reddi gerekir. Netekim bundan evvelki bahislerimizde, prensiplerine uymayan Kur’ân âyetlerini nasd tevil ve tahrif ettiklerini, yine ‘Amr İbn ‘Ubeyd’in “Ebü Leheb’in elleri ku/usun” âyeti hakkındaki sözlerini misal göstererek zikretmiştik. Aynı misali nakleden Fahru’r-Râzî de, bunun, rAmr îbn ‘Ubeyd’in îCur’ânm sıhhati üzerindeki şüphesine delâlet ettiğini söylemekten kendini alamamıştır [196]. Kelâmcılar, Kur’ân hakkındaki şüphelerini bu derece izhar ettikten sonra, Hazreti Peygamberin hadîslerini reddetmeleri, onlar için, büyük bir mesele olmamıştır. Ancak yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, ha-dişleri doğrudan doğruya değil, fakat bazı sebeblere istinaden hükümsüz kılmaya çalışmışlardır ki bu, cidal ve münakaşa esası üzerine kurulmuş olan mezheplerinin metod ve prensiplerine tamamen uygundur. Misal olarak burada bir hadîsi ele alabiliriz.
Ebü Hurayra tarafından rivayet edilen ve güvenilir hadîs kitablarında yer alan Âdem (A.S.) ile Müsâ (A.S.) arasında kaderle ilgili bir muhavereyi aksettiren Hazreti Peygamberin bir hadisi [197], kelâmcılar tarafından muhtelif yönlerden tenkidi yapılarak reddedilmiştir. Kelâmcılar demişlerdir ki:
- Bu haber, bir günahtan dolayı Âdem’in Müsâ tarafından zemmedilmiş olmasını ve Müsâ hakkında cehli iktiza eder; bu caiz değildir.
- Bir oğul babasına karşı böyle galiz bir dille nasıl hitap eder?
- Müsâ, bu habere göre diyor ki: İnsanları isyan ettiren ve onları Cennetten çıkaran sensin Halbuki Müsâ, insanların isyanının ve Cennetten çıkarılmalarının Âdem yönünden gelmediğini, bilâkis onları oradan çıkaranın Allah olduğunu biliyordu.
- Âdem hüccet olmayan bir delil getiriyor. Yoksa onun delili bir hüccet olsa idi, Firavun da, Hâmân ve bütün kâfirler de aynı delili hüccet olarak getirirlerdi- Bu bâtıl olunca, hüccetin de fâsid olduğu anlaşılmış olur.
- Hazreti Peygamber Âdem’i tasvib etmiştir; bununla beraber, biz bunun doğru olmadığını açıkladık. O halde burada üç ihtimal vardır ve hadîsin bu ihtimaller gözönünde bulundurulmak suretiyle mütallaa edilmesi gerekir. Birinci ihtimal: Hazreti Peygamber, bu hikâyeyi Allah Ta’âladan veya kendi nefsinden değil de yahudilerden nakletmiştir. Fakat haberin râvisi, yahudilerle ilgili olan baştarafmı duymamış, yalnız bir kısmını duymuştur ve bunu Hazreti Peygamberin kendi nefsinden hikâye ettiğini zannetmiştir. İkinci ihtimal: Hazreti Peygamber “fe hacce Âdemu” ibaresinde “Âdem” ismini mansûb söylemiş ve münakaşada Musa’nın galip geldiğini belirtmiştir. Zira Âdem’in getirdiği delil bir hüccet ve Özürtır.
değildir. Üçüncü ihtimal ki bu daha doğru olabilir: Münazaradan maksat, bir günah üzerine zemmetmek veya Allah’ın ilmine dayanarak bunun için özür beyan etmek değildir. Fakat Müsânın, onu Cennetten çıkaran bu günahı işlemesindeki asıl sebebi sormaszcbr. Adem onun bu sualine şu cevabı vermiştir: Benim Cennetten çıkmama bu günah sebep olmuş değildir. Asıl sebep, Allah Ta’âlânın, benim Cennetten çıkıp yeryüzünde halîfe olmamı yazmış olmasıdır. Bu manâ Tevrat’ta da yazılıdır. Bu bakımdan Adem’in delili daha kuvvetli olmuş ve Müsâ mağlûb durumuna girmiştir [198].
GÖTÜlüyor ki, kelâmcılar kaderle ilgili olan bu hadîsi doğrudan doğruya reddetmemişler, fakat çeşitli ihtimaller ileri sürerek, onun, kaderi isbat eden bir delil olma vasfını nefyetmeğe çalışmışlardır. Bununla beraber, Ebü ‘Alî el-Cubbâ’î gibi, hadîsin yalan olduğunu iddia eden kelâmcılar da yok değildir [199]. Esasen çeşitli ihtimal ve tevillerle, hadîsten kaderi isbat eden başlıca vasfı nefyetmekle, hadîsi yalanlamak arasında hiç bir fark yoktur. Kelâm-cılar için mühim olan mesele, akidelerine aykırı olarak gelen bir nassı, muarızları nazarında çürütmek ve onun delil olarak kullanılmasını önlemektir. Bu ise, ya tevil ve tahrifle, ya da tekzîb ile mümkün olur.
Er-Râzî tarafından zikredilen ve beş maddede toplanmış olaa itirazlara gelince, îıiç bir mahlûk, Allah’ın izni olmadan, başka bir mahlûku işlemiş olduğu günahtan dolayı kötülemeğe, ona levmetmeğe hak sahibi değildir. Bu hak yalnız Allah’a mahsustur; çünkü emir ve nehiy O’nundur; bunlara tâbi olmayanları yalnız O kötüler. Âdem’in günah olan fiili, kendi kesbi ile kaderinin neticesidir. Tevbe, Allah kabul ettiği takdirde, kesbin eserini yok-eder. Adem günahından dolayı Allah’a tevbe etmiş ve o da tevbesini kabul-etmiştir. Bu suretle kesbin eseri izale edilince geriye kader kalmıştır ki bu da Allah Tafâlânın fiilidir ve bu fiilden dolayı insan kötülenemez. Allah Ta’âlâ ise yaptığından sual olunmaz [200]Burada bir hususa daha işaret edebiliriz: Adem ile Müsâ arasındaki bu münazara, Âdem’in tevbesinden sonra cereyan etmiş ve bu sebeple Adem, Musa’nın kötülemesini kaderi ileri sürerek reddetmiştir. Bu demek değildir ki, yer yüzünde, Allah’ın emirlerine yüz çeviren bir kimse, günah olan fiillerinden dolayı levmedilmez ve levmedü-diği zaman da o, kaderine dayanarak kendisini mazur gösterebilir. Fakat aksine yeryüzünde her günahkâr levmedilir, fiillerinden dolayı cezalandırılır; tâ ki tevbe ile nefsini İslah etsin, sonra da kadere rıza göstersin. Allah tevbesini kabul eder ve onu doğru yola çevirirse artık onu levnıetmek içîn bir sebep de kalmıyacaktır. Bu bakımdan kelâmcılarm hadîs hakkında ileri sürdükleri mütalâalar gerçeğe uygun değildir ve yukarıda da işaret ettiği-ğimiz gibi, hadîs, kaderi isbat eden bir nass olduğu için, gayeleri, önün delil olma vasfını ibtal etmektir.Hadîsin cebriyye tarafından hucret olarak kullanılmasına gelince, her ne kadar Âdem, Musa’ya cevabında kaderi öne sürerek onu susturmuş ise de, bu cevap, Cennette iken işlemiş olduğu günahtan dolayı kendisini Allah’akarşıaerl t[201]ebriye etmek manâsını tazammun etmemektedir. Eğer Hz. Âdem, Rabbma krşgepdeaşırıpkaldığı
sonra da Rabbmdan ceza olarak “birbirinize düşman olduğunuz halde oradan (Cennetten) inin. Artık ne zaman benden size hidayet gelir de kim benim hidayetime uyarsa, o, sapmaz ve bedbaht olmaz” [202] sözlerine muhatap olduğu zaman, kadere dayanarak “bu, Allah’ın kaderi, O’na karşı geleceğimizi ezelde yazmıştı” dese ve kendisini bu günahtan tebriye etmeğe çalışsa idi, bu, belki de cebriyye için bir delil teşkil edebilirdi. Fakat buna delâlet eden en küçük bir işaret mevcut değildir. Aksine, Hz. Âdem Kur’ân âyetinin de şe-hadet ettiği gibi, günahından dolayı Rabbma tevbe etmiş, O’ndan af ve mağfiret dilemiş, Rabbı da onun tevbesini kabul etmiştir: “Âdem Rabbından kelimeler belleyip aldı (ve O’na yalvardı), O da tevbesini kabul etti. Çünkü tevbeyi en çok kabul eden, asıl esirgeyen O’dur” [203].”Sonra Rabbı[204], yine onu seçti ve tevbesini kabul etti; ona doğru yolu gösterdi” [205]
III. HADİSÇİLERİN KELÂM İLMÎ VE KELÂMCILAR HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
A. HAD İSÇİLER VE KELÂM İLMÎ
1. Genel Manâda Kelâm
Daha önceki bahislerimizde, Kelâm ilminin doğuşunu ve gelişmesini incelerken, bu ilmin muhtelif devirlerde yapılan bazı tariflerini zikretmiştik. En eskisi el-Fârâbî (Ö. 339 H./950) ye ait olan bu tariflerde müşterek olan husus, Kelâm ilminin Kitap ve Sünnete dayanan İslâm akaidini deliller ser-diyle müdafa etmek ve her türlü şek ve şüpheden onu temizlemek gayesini gütmüş olmasıdır. Ancak dördüncü asırla daha sonraki devirlere ait olan bu tariflerin, Kitab ve Sünnete dayanan îslâm akaidinin müdafasmı esas almış olmaları dolayısıyle, aynı asrın başlarında el-Eş’arî (O. 324 H./935) tarafmdan ihya edilen “Ehli Sünnet” kelamını bize tanıtmaya çalıştıkları kolayca anlaşdir. Filhakika biz, yine bu bahisleri incelerken, Kelâm ilminin daha önceki devirlerde mutezile ile başladığını ve temelinin onlar tarafından atılıp bina edildiğini görmüştük. Fakat mutezilenin hadîsçilerle olan münakaşaları ve bu münakaşalarda takip ettikleri metodlar bize göstermiştir ki, mutezile kelâmı, esası Kitab ve Sünnet olmiyan bir takım görüşlerin müda-fasım gaye edinmiş ve bu sebeble dördüncü Hicrî asırdan itibaren verilmeye başlayan kelâm tariflerinin şümulüne girmemiştir. Bununla beraber Adudud-Dîn el-îcî (Ö. 756 H./1355) nin do kaydettiği gibi, müdafa edilen bu görüşler, Kitab ve Sünnete uymasa bile, müclafilerinin kelâm ulemasından addedileceği söylenmiştir [206] Demek oluyor ki, Kelâm ilminin asıl kurucuları mutezile olmakla beraber, müdafa ettikleri görüşler, ehli sünnet kelâmının ihyasından sonra aynı ilme intisap eden ehli sünnet kelâmcılaramı görüşlerinden çok daha farklıdır ve bu fark, müdafasını üzerlerine aldıkları akidelerin Kitab ve Sünnete uygunluk derecesi üzerinde tezahür etmektedir.
el-Eş’arî ile ortaya çıkan ehli sünnet kelâmının konumuzla ilgisi bulunmadığı cihetle, el-Eş’arîye tekaddüm eden devirlerde hadîsçilerin “kelâm” adı altında tanıdıkları ilmin, ve Kitab ve Sünnete aykırı görüşleri dolayısıy-lemücadeleye giriştikleri bu ilim müntesiplerinin, mutezile ile diğer bazı mezhep kelâmı ve taraftarları olduğunu burada tekrar izah etmeğe lüzum yoktur. Fakat şu kadarını söylemek yerinde olur ki, islâm dininin bütün usûl ve türû’unun rivayet metoduna dayanarak Hazreti Peygamber ve ashabından alıp nesilden nesile naklini bu suretle dinin başta akaid olmak üzere bütün meselelerinin muhafazasını gaye edinen hadîsçiler, ilk defa yeni bir ilimle karşılaşıyorlar ve bu ilim, bir takım metodlarla onların muhafazasına çalıştıkları İslâm akaidini karıştırıyor, ifsad ediyor. Bu karıştırma ve ifsad, çok defa Kur’ân âyetlerinin tevil ve tahrif edilerek, açık manalarının uymayan manalarla değiştirilmesi, bu âyetlere uygun olarak gelen ve sıhhatinden şüphe edilmemesi gereken hadîslerin de reddedilmesi suretiyle yapılıyor. Yukarıki bahislerimizde gördüğümüz gibi, bu ilmin mensupları, Kur’ânda, Allah Ta’âlânın kendisini vasfettiği sıfatları O’ndan nefyetiyorlar; kudreti üzerinde münakaşaya girişerek O’nun nelere kaadir olup nelere kaadir ola-mıyacağını sayıp sıralıyorlar. İlmini ele alıp, onunla neleri bilip neleri bilemiyeceğini görüşüyorlar. O, kendisinin Müsâ (A.S.) ile konuştuğunu Kitabında açıkça bildirdiği halde, onlar “O, mütekellim değildir; Müsâ ile konuşmadı” diyorlar; O’nun kelâmının mahlûk olduğunu iddia ediyorlar; Kuranda bu hususta hiç bir âyet bulunmadığı halde, bazı âyetleri tevil ve tahrif ettikten sonra, bunları, iddialarına deli olarak ileri sürüyorlar. Kur’ân hiç bir varlığın, Allah’ın kaza ve kaderi dışına çikamıyacağmı, bununla beraber herkesin fiillerinin mes’ûlü olduğunu açık açık bildirdiği halde, onlar, kaderi red ve inkâr ediyorlar. Bütün bu meselebrde Kur’ânı teyid eden ve onunla aynı manâ üzerinde birleşen hadîsleri yalanlıyorlar, râvilerinide yalancılıkla itham ediyorlar.
îşte, Kelâm ilmi adına, bu ilinin mensubu kelâmcılardan sâdır olan bu çeşit görüş ve hareketler, hadîsçileri memnun etmemiş, kelâm ve kelâmci-larla mücadeleye girilmek ve müslümanlan, onların, dini ifsad eden telkinlerine karşı ikaz etmek gerektiğine inanmışlardır. [207]
2. Kelâm İlminin Hadis çiler Tarafından Kötülenmesi (Zemmu ‘İlmi’I-Kelâm)
Hadîsçileriıı kelâmcilara karşı giriştikleri mücadeleler, hiç bir zaman münakaşa ve münazara şeklinde olmamış veya Kitab ve Sünnetten deliller serdederek, onların Kitaba ve Sünnete uymayan görüşlerini münakaşa yolu ile çürütmek yoluna gidilmemiştir. Çünkü böyle bir münakaşa, her ne şekilde olursa olsun, Allah Taf âlânın kat’ıyetle nıenettiği Kur’ân âyetleri üzerinde çekişmeyi zaruri kılar. Diğer taraftan, cidal ve münakaşa, kelâmcılarm san’atıdır; mezheplerini bu esas üzerine tesis etmişlerdir. Bir mezhep içerisinde her kelâm imamının kendine has bir fırkası olması da bunun açık delillerindendir. Bu sebeble bir hadîsçiniıı mantığa uydurulmuş tevil ve tahriflerin usta müdafii olan bir kelâmcıya, onunla girişeceği münazaralarda galebe çalması çok dofa beklenen hususlardan değildir. Hasmın galebesi ise, müdafa ettiği bâtıl inancın hak olmasını gerektirmez. Aksi halde, îmam Mâlik îbn Enes’in de dediği gibi, hadîsçi, her gün birbirinden daha mücadeleci kelâmcılarla karşılaştığı zaman, günde, bir din değiştirmek zorunda kalırdı [208]. Bu sebebledir ki, başta, Kur’ân âyetleri üzerinde şüphe yaratmaktan ve sonra da batdın hak olarak tezahürüne yol açmaktan başka hiç bir faydası olmayan bu çeşit münakaşalardan hadîsçiler uzak kalmışlar, müs-lümanlara da bunu tavsiye etmişlerdir.
110 H. senesinde vefat eden cl-Hasanu’1-Başrî-ki kaderiyye, cehmiyye gibi mezheplerin ve Vâsıl îbn rAtâ’ ve fAmr îbn rUbeyd ile mutezilenin zuhuru onun devrine rastlar- bu hususta “ehlu’I-ehvâ’ (hevâ ve heveslerine uyanlar) ile bir araya gelmeyiniz; onlarla münakaşa etmeyiniz ve onları dinlemeyiniz”[209] demiş, el-Hasanu’1-Başrî’den tam bir asır sonra vefat eden ve el-Buhâri’nin şeyhlerinden olan meşhur hadîsçi ‘Abdurrazzâk İbn Hemmâm (O. 210 H.) da, kendisiyle biraz konuşmak isteyen mutezilî İbrahim îbn
Ebî Yahya’nın bu teklifini “hayır kalp zayıftır; din ise galebe çalan kimse için değildir” diyerek reddetmiştir [210]. İnsan, yukar’da zikrettiğimiz el-Ha-sanu’l-Başrî’nin tavsiyesini okuduğu ve yanına gelen bir mutezilînin kouş-nıasını dinlememek için kulaklarını tıkayan, sonra da oğluna kulaklarını tıkamasını söyliyen îbn Tavusun haberini de gördüğü zaman [211], bu tavsiyenin ne kadar yerine getirilmiş olduğunu hayretle müşahede eder.
Hadîsçiler, kelâmı bid’ât (aslı dinde olmadığı halde bir şeyi dine sokmak ve ona dindenmiş gibi itibar etmek), heva (kalbin arzu ettiği şeye yönelmek) ve bâtıl {hak ve doğrunun zıddı) gibi çeşitli isimbr altında zikretmişler ve bu isimlerle onu zemmetmek gayesini gütmüşler, mensupları hakkında da bunlardan türeme “mübtedi”‘ veya “ehlu’l-bidar”, “ehlu’I-ehv┑ ve “ehlu’I-foatıl” gibi tabirler kullanmışlardır; “bütün beldelerdeki hadîs ve fıkıh ehli, kelâm ehlinin bid’ât ehli olduğunda ittifak etmişlerdir” [212].
Kaynaklar, hadîsçilerin kelâmı zemmetnıeleriyle ilgili pek çok haber muhafaza etmişlerdir. Bu cümleden olarak Mâlik İbn Enes (Ö. 179 H.), dinde gayesine kelâm yolu ile ulaşmak isteyen kimselerin zındiklaşacaklarım söylerken [213], müslümanlara da bid’attan sakınmalarını tavsiye etmiş, hidratın ne demek olduğunu soranlara da, bunun, Allah’ın, isimleri, sıfatları, kelâmı, ilmî ve kudreti hakkında konuşmak, sahabe ve tâbirünun sükût ettikleri meselelerde sükût etmemek” olduğunu açıklamıştır [214].
Mâlik İbn Enes, cehmiyye, kaderiyye ve buna benzer mezheplerin görüşlerinden ibaret olan kelâm ilmini kerîh görüyor, beldesi halkının, da onu kerih gördüğüne işaretle “Allah’ın dini ve Allah’ın zâtı hakkında kelâmı sevmi-miyorum; daha doğrusu tahtında amel olmayan dindeki kelâmdan hoşlanmıyorum” diyordu [215]
Mâlik’in nazarında kelâm bir ilim değildi. Sadece ‘Amr îbn ‘Ubeyd tarafından ihdas edilmiş bir bid’atti. Bu görüşünü, Kur’ân hakkında sual soran bir şahsa şöyle açıklamıştır: “Bu çeşit suallerinden anlaşıldığına göre sen, her halde :Amr İbn “Ubeyd’in ashabından olacaksın, Allah ‘Amr’e lanet etsin. Çünkü kelâmdan bu bidratı ihdas eden odur. Eğer kelâm bir ilim olsa idi, sahabe ve tâbi’ûn, ahkâm ve şeri’atle ilgili meselelerde konuştuğu gibi, bu meselelerde de konuşurdu. Fakat kelâm ilim değil, bâtıla delâlet eden bir bâtıldır” [216]
Tevhîdi öğrenmek hususunda kelâmın lüzumuna inananlara da itiraz eden Mâlik, bu konuda şöyle diyordu: “Hazreti Peygamberin müslüman-Iara istîncâ’ı (hacet gördükten sonra temizlenmeyi) Öğretip de tevhîdi öğretmediğini zannetmek imkânsızdır. Onun “ben. insanlarla id ilahe illa Hah deyinceye kadar dövüşmekle emrolundum; bunu söyledikleri zaman kanları ve malları muhafaza altındadır” sözü tevhîdden başka ne olabilir” [217].
İmam eş-Şâffînin kelâma karşı takındığı tavır çok daha şiddetli olup kelâma dalmak hususunda mezhebini tesis ettiği asıJ da kerahiyetti [218]. Bu sebeble halkı böyle meselelerle uğraşmaktan ve kelâma dalmaktan nıene-derdi[219]“Kelâma bürünen hiç kimsenin felah bulmadığını”. [220]“kelâmın, kelâm ehlini lanetlediğini” [221], “ilimde, aslın, hatalı olana hata yaptın demek olduğunu, halbuki kelâm meselelerinde hasmına muhalif olan kimseye, hasmın, kâfir oldun, dediğini” söylerdi [222]
eş-Şâfi’înin kelâm meselelerine çok iyi vâkıf olduğunu ve dilediği, takdirde muhaliflerine karşı büyük hacimde bir kitabı reddiye olarak yazabileceğini yine kendi sözünden anlıyoruz; fakat kelâma karşı kerahiyeti, böyle bir kitab tasnifine engel oluyor. Bu hususta diyor ki: “Kelâm benim işim değildir; ondan bana bir şey nisbet edilmesi hoşuma gitmiyor” [223]
eş-Şâfi’i, halkı kelâmdan menettiği gibi, kendisi de kelâmla ilgili meselelerde hiç bir münakaşa ve münazaraya girişmiyordu. Bir defasında, camide bir şahısla başka meselelerde giriştiği bir münazara uzayıp da şahıs sözü kelâma intikal ettirince onu hemen susturmuş ve “bırak bunu, bu, kelâmla ilgili bir mesele” demişti [224].Yine bir defasında mutezilî Hafs el-Ferd ile bir münazaraya girmiş, fakat sonradan pişman olmuştur. Bu sebeple diyorduki: “Allah Tarâlânın bir insana şirk müstesna bütün günahların ka-kapısını açması, ona kelâmdan bir şey vermesinden daha hayırlıdır. Jlafş-tan kelâmla ilgili öyle sözler işittim ki bunu anlatmama imkân yok” [225] Aynı haberin bir başka rivayetinde Hafş yerine “kelâm ashabı” tabirini kullanmakta ve şöyle demektedir: “Kelâm ashabından öyle bir şeye muttali oldumki, bir müslümanın bunu söyliyeceğini zannetmezdim” [226]‘. Bîr haberde de eş-Şâfi’î, yalnız bir defa bir şahısla münazara yaptığını ve bundan dolayı Allah’a istiğfar ettiğini söyler” [227] ki, bu şahsın, yukarıda ismi geçen Hafş olduğu anlaşılmaktadır. Münazara halku’l-Kur’ân meselesi üzerinde cereyan etmiş, eş-Şâfi’î, Kur’ânın Allah’ın kelâmı olduğunu söyliyerek, onun mahlûk olduğunu söyliyen Hafş’ı tekfir etmiştir [228]
Halîfe el-Me’mün eliyle hadisçilerin halku’1-K.ur’ân meselesinde imtihana çekilmelerini gerçekleştiren ve bu suretle Kur’ân hakkında Kitab ve Sünnete uymayan bir inancı onlara zorla kabul ettirmek gayesini güden kelamcılara karşı Ahmcd İbn Hanbel’in gösterdiği şiddetli mukavemet ına-iûmdur. Bu husus, imtihanla ilgili bahislerimizde de gördüğümüz gibi, imam Ahmed’in, Kitab ve Sunnet’e karşı içinde beslediği derin sevgi ve bağlılığın tabii bir neticesi olup, dinî meselelerde bu iki asim dışında her türlü kelâmı ınerdûd ve mezmûm görmesidir. Netekim kendisi de bu hususta şöyle demektedir: “Kitab ve Sünnetten olan veya sahabe ve tâbi’ûndan gelen bir şey olmadıkça konuşacak değilim. Bunların haricindeki her türlü kelâm hoş değildir” [229]“Kelâma dalan kimse felah bulmaz; tecehhüm (cehmiyyeye intisab) etmekten de kurtulamaz” [230]. “Üzerinize Sünnet ve hadîs vacibtir: takat kelâma dalmaktan, cidal ve miradan sakınınız; çünkü kelâmı seven kimse felah bulmamıştır”. [231].”Kelâmcılarla toplantı yapma; onlardan hiç birisiyle konuşma. Bizim şimdiye kadar kendilerine yetiştiğimiz herkes bunu böyle biliyor ve onlardan kaçıyorlardı” [232]. “Kelâm peşinde koşan ve ona karşı iştihası olan kimsenin felah bulduğunu hiç bir zaman görmedim; çünkü bu kelâm, insanın başına çok büyük işler açar. O zaman öyle kelâm ettiler ve öyle deliller getirdiler ki, bunu anlatmağa kalbimin, kuvveti yetmez, dilim dönmez” [233]
Ahmed ibn Hanbel, kelâma dalmayı ve kelâmcılarla cidal ve münazaraya girişmeyi hoş karşılamadığı gibi, onların görüşlerini çürütmek maksa-dıyle kitab telifine de rıza, göstermiyordu. Kelamcılara karşı böyle bir reddiye yazan “Abbâs el-Hemedânî’ye şöyle demişti: “Allah’tan sakın, kendini bu işe vererek kelam ile şöhret kazanman ve kitablar telif etmen hoş değiî.
Eğer bu hayırlı İ>ir şey olsa idi, sahabe bize tekaddüm ederdi. Bu kitablarda hiç bir fayda görmüyorum. Bunların hepsi de bid’attır”. rAbbâs, Ahmcd İbn Hanbel’e şu cevabı vermiştir: “Sözlerin makbuldür. Bundan dolayı Allah’a tevbe ve istiğfat ediyorum. Ancak ben onları (kelâma! arı), ne istediğim ve ne de kapılarım çaldığım için kitablar hazırlıyorum. Fakat işitiyorum ki. onlar, bir takım sözler (kelâm) ediyorlar ve hiç kimse de onları reddetmiyor. Bu beni kederlendiriyor, sabredemiyorum ve reddediyorum”. – Bir bakıma haklı olan bu söze Ahmed İbn Hanbel “eğer sana, irşad olunmak isteyen bir kimse gelirse onu irşad et” demekle iktifa etmiş ve bu sözünü bir kaç defa tekrarlamıştır [234] Ymc bîr habere göre “burada bazı kimseler var ki, cehmiy-ye ile münazaraya girişir ve hatalarım ortaya çıkarırlar: bunlar hakkında ne dersin” diyen bir kimseye do şu cevabı vermiştir: “Bu gibi hevâlarm hiç birinde kelâmı doğru bulmuyorum. Hiç kimsenin onlarla münazaraya girişmesini caiz görmüyorum. Mu’âviye İbn Kurra, husumetler amelleri yokeder demiyor mu? Kelâm kötüdür insanı hayra götürmez. Cidal-ve kelâm ehlinden sakınınız. Sünnete ve sîzden önceki ilim ehlinin üzerinde bulunduğu şeye sarılınız. Bunlar, kelâmı ve bidat ehli ile birlikte ona dalmayı kötü görüyorlardı. Selâmet bunun terkedilmesindedir. Cidal ve husumet ile emro-lunmadıniz. Kelâmı seven bir kimse gördüğünüz vakit ondan uzaklasınız”[235] Kelamın zemmi hakkında diğer hadîsçilerden rivayet edilen haberler de yukarıda ismi geçen imamların görüşlerini bize aynen aksettirmektedir. Bunlardan meselâ, Sufyân cş-Şevrî (O. 161 H. jlll) “hevâ ehline karşı şiddetli buğz beslerdi. Müslümanları onlarla temas etmekten nehyeder ve Hazreti Peygamberin Sünnetine sarılmalarını, Allah’ın zâtı hakkında “kelâm” da bulunmaktan sakınmalarım isterdi” [236] Bir gün kendisine kelâm hakkında sual soran bir şahsa “bırak bâtılı, hakka yönel, Sünnete tâbi ol” demişti’ [237].
‘Abdurrahmaıı İbn Mehdî’ye “fulan kimse, fulan kimseye reddiye olarak bir kitab tasnif etti” denildiği zaman, reddiyenin Kitab ve Sünnetle mi yapıldığını sormuş, “kelâm” ile yapıldığını Öğrenince de “bâtılın bâtılla reddi” diyerek hoşnudsuzluğunu ve kelâm hakkındaki görüşünü izhar etmiştir [238]:
İbnu’l-‘Âliyo, etrafına dört kişiden fazla toplandığı zaman, Kur’âm öğrenmelerini, öğrendikten sonra da ondan uzaklaşmamalarını, “ehvâ” dan sakınmalarını, çünkü bunların insanlar arasında buğz ve adavet yarattığım, [239] ,Ebü Hatim ve Ebü Zur’a ise “kelâm” yolu ile “din” öğrenmek isteyenlerin dalâlete düşeceklerini söylerlerdi[240]
Netice olarak, hadîsçilerin kelâm hakkındaki görüşlerini hulâsa etmek gerekirse, el-Gazâlî’nin bu mevzudaki şu sözlerini zikredebiliriz:
“Seleften hadîs ehli, kelâmın zemmi üzerinde ittifak etmişlerdir. Bu mevzuda onlardan naklolunan ve şiddete delâlet eden haberlerin haddi hesabı yoktur. Onlara göre sahabe, başkalarına nisbetle gerçeklere daha vâkıf, lafızların tertibi bakımından daha fasîh olmalarına rağmen kelamdan tevellüd edecek şerri çok iyi bildikleri için bu mevzuda sükût etmişlerdir. Netekim Hazreti Peygamber, bu meselenin derinliğine inenlerin helak olduklarını söylemiştir. Diğer taraftan, eğer kelâm dinden olsa idi, Hazreti Peygamberin emrettiği, yolunu ve usûlünü yücelttiği mensuplanyle birlikte övdüğü en mühim meselelerden biri olurdu. Halbuki o, “istincâ’ı (tahareti) öğretmiş, farâ’iz ilmini öğrenmeyi teşvik etmiş, onları Övmüş, fakat kader hakkında kelâmdan nehyetmiştir. Sahabe bu yol üzerinde yürümüş, hocalarının öğrettiği meselelere yapılacak her hangi bir fazlalığın, zülüm ve isyan olduğuna inanmışlardır. Tâbi’ûn da kendi hocaları olan sahabenin yolunda yürümeğe devam etmiş ve her meselede onlara tâbi olmuşlardır”. [241]
B. Hadîsçilerve Kelâmcılar
1. Hadisçilerin Kelâmeıİar Hakkındaki Görüşleri
Kelâm ilminin, çeşitli haberlere dayanarak hadîsçiler tarafından nasıl zemmedildiğini belirtmiş bulunuyoruz. Zemmedilen bir ilmin, mensuplarının da aynı muameleye maruz kalacakları ve kelâmdan bid’at ve batıl olarak bahsedildiği zaman, kelamcılar hakkında da bid’at ve bâtıl ehli denileceği gayet tabiidir. Esasen kelâmı zemmeden haberlerde çok defa görüldüğü gibi, kelâmcının da zemmi hedef tutulmuş, veya bunun aksine, kelâmcı zemmedilirken, görüşü, inancı, usûl ve metodu da zemmedilmiştir. Bu bakımdan, kelâm ilminin zemmî ile kelâmcının zemmini hedef tutan haberleri birbirinden ayırmak oldukça güçtür; hattâ böyle bir ayırım yersiz ve lüzumsuz gibidir. Ancak biz, bundan sonraki bahsimizde, hadîsçilerin, kelâmı ve kelâmcıları zemmetmekle beraber, bunların, müdafa ettikleri bir takım görüş ve inançlara sahip olan bazı kimseler hakkında gösterdikleri müsamahayı da söz konusu edeceğimiz ve bu suretle hadîsçilerin, kelâmcıları zemminde her hangi bir derecede taassub bulunmadığım belirtmeğe çalışacağımız için böyle bir ayırımı faydalı gördük.
Kelâm tabiri, çeşitli görüş ve inançların çeşitli yollarla müdafasmı üzerine alan ve bu bakımdan oldukça geniş bir manâya delâlet eden bir usûl ve sisteme ıtlak olunduğu için, onun mensubu olan kelâmcı, çok defa kelâmın şümulüne giren bu çeşitli görüş ve inançlardan dolayı zemmedilmiştir. Bu bakımdan biz, zemmile ilgili olarak gelen haberlerde kelâmcının bazen cehmiyye mutezile gibi Allah’ın sıfatlarını nefyettiği için, bazen -Allah’ın kelâmını reddettiği ve Kur’ânın mahlûk olduğunu ileri sürdüğü için, bazen kaderiyye-mutezile gibi kaderi reddettiği için, bazen de cebriyye gibi insan fiil ve iradesini selbederek, onun kader karşısında cereyana kapılmış bir tüy misali mes’ûliyetini kabul etmediği için zemmedildiğini görürüz. Daha pnce de işaret ettiğimiz gibi, bu ve buna benzer inançlara sahip olanların hepsi, bid’at ve heva ehlidir. Hadîsçiler “heva ehlinin kelâm ehli olduğunda ittifak etmişler ve her mütekellim heva ehlindendir, demişlerdir”[242] Yine hadîsçi-lere göre, hevâ ve bid’at ehli tarafından yazılmış bütün kitablar, mutezile ve diğerleri gibi kelâm ashabından olanların kitablarıdır [243]Buna göre gerek el-Hasan el-Başrî ve gerekse Muhammed İbn Slrîn’in “hevâ ehli ile bir arada içtima etmeyiniz, onları dinlemeyiniz ve onlarla münakaşaya girişmeyiniz” [244] dedikleri zaman, “hevâ ehli” tabiriyle Kur’ân âyetleri üzerinde cidal ve münakaşaya girerek kalplerde şüphe yaratan sonra da Peygamber ve ashabının ve onlara tabi olanların Kur’âna dayanan inançlarını reddeden kelâm ehlini kasdettiklerini anlamak gerekir. Keza bid’at ehli, Mâlik îbn Enes’in de söylediği gibi, Allah’ın esma ve sıfatları, kelâmı, ilmi ve kudreti hakkında konuşanlar [245], cidal ve münakaşa açanlardır. Dinde veya Kur’ân âyetleri üzerinde cidal ise, îmam el-Evzâfînin belirttiği gibi, Allah Taeâlâ-nın bîr kavme şerri murad ettiği zaman, o kavmin basma musallat kıldığı bir belâdır [246]. Çünkü kelamcılar, ihdas ettikleri bid’at ve bu bid’at üzerindeki cidalleri yüzünden takvaları selbedilmiş ve amelden menolunmuş kimselerdir [247]. Takva ve amelini yitirmiş kimse ise, Mâlik nazarında zındıktan başka bir şey değildir ve bu. kelâm ile din öğrenmek istiyen kimsenin âkibeti-dİr [248].
İmam el-Evzâ’îye göre takvası selbedilmiş ve amelden menolunmuş, îmânı Mâlik’e göre zmdıklaşmış olan kelâmcı, eş-Şâfirînin nazarında dinini ve güvenini kaybetmiş7’6 bir kimsedir. Ahmed îbn Hanbel ise, onun hakkında “kelâm sahibi hiç bir zaman felah bulmaz; kalbinde daima bir şüphe ve fesad vardır” [249]. Bu bakımdan onlarla aynı mecliste bulunmak caiz değildir; hattâ bir yahudi veya bir nasrani yanında yemek yemek, böyle bir bid’at sahibi yanında yemekten evlâdır [250]. Aksi halde, kendi sapıklıkları içine sokmalarından korkulur [251].
Hadîsçiler nazarında, şâir akaid meselelerinde olduğu gibi, Kur’ân üzerinde münakaşa eden ve onun mahlûk olduğunu ileri süren her kelâmcı ceh-mîdir; çünkü bu meseleyi müslümanlar arasında ilk defa yaymağa başlayanlar cehmiyye olup, bu iddialarıyle “kelâm sıfatım Allah Tabladan nefiy, Kur’ânın Kelâmu’llah olduğunu ve Allah’ın Hazreti Müsâ ile konuştuğunu inkâr etmişlerdir”[252] . Bu sebeble cehmiyye, bid’at ehli arasında hadîsçiler tarafından tekfire bi-taıîkı’1-evlâ müstehak görülmüş olan kimselerdir. Ne-tekim ‘Abdurrahmân îbn Mehdi’ye. aşhöbu’l’ehvâ’ arkasında namaz kılınıp kıhnmıyacağı sorulduğu zaman, şu cevabı vermiştir: “Başkalarını bid’atma davet etmediği ve bunun için cidal ve münakaşaya girişmediği müddetçe arkasında namaz kılınır; ancak cehmiyye ve râfıza müstesna; çünkü cehmiyye Allah’ın Kitabını inkâr etmiş, râfıza ise, Hazreti Peygamberin asha-bmı ayıplamıştır” [253]. Bir l>aşka rivayette rAbdurrahmân, Kur’ânm mahlûk olduğunu söyliyen kimsenin arkasında namaz kılma mıy a cağım, yolda onunla birlikte y ürüne mi yeceğini, kız alıp vermek suretiyle akrabalık kurulamı-cağını söylemiştir [254]. Aynı manâda başka haberler Ebü Bekr Ibıı ‘Ayyaş ve Hafş İbn Gıyâş’tan da rivayet edilmiştir [255] Wekîr Ibnu’l-Cerrah ise, “Kur’ânm mahlûk olduğunu söyleyen kimse kâfiıdir” demiştir [256]. Dinle mücadele eden kâfir hakkında tslârmn getirdiği hüküm maruftur. ‘Abdurrahman ibn Meh-dî’nin, bu hükmün tatbikinde ne kadar titiz ve müsamahasız olduğu şu sözlerinde görülür: “Eğer iktidar l>eııim elimde olsa idi, bu köprünün başında dikilir ve her geçene Kur’ânm mahlûk olup olmadığım sorardım. Mahlûktur dediği zaman, boynunu vurur, başını suya atardım” [257]. eş-Şâfİfîııin ke-kelâmcılar hakkındaki görüşü ise, başlarının sopa ile parçalanıp memleket dışına atılmaları [258], veya dövüldükten sonra bir deveye yüklenip kabile ve aşiretler arasında dolaştırılmaları ve halka da “işte Kitab ve Sünneti terk-edip kelâma yönelenlerin akıbeti budur” diyerek teşhir edilmeleridir [259].
Kur’ânın mahlûk olduğu görüşüne sahip olan ve bu yolda cidal ve münakaşalara girişen kelâmcılar hakkında ileri sürülen bu hükümler, tabiatiy-le cehmiyyeye ve aym_ zamanda onların fikir ortakları olan mutezileye yöneltilmiştir. Esasen daha önce de üzerinde durduğumuz gibi, cehmiyye ve mutezilenin zuhuru, aynı asır içerisinde olmuş, ancak cehmiyye çok az bir zaman farkıyle mutezileye tekaddüm etmiştir. Bu bakımdan cehmiyye tarafından yayılan görüşlerin bir çoğu mutezile tarafından benimsenmiştir. Her ne kadar bazı fer’î meselelerde, aralarında bir takım görüş ayrılıkları varsa da, sıfatların ve ru’yetin nefyi, kelâmın mahlûk oluşu gibi aslî meseleler ve bu meselelerin isbatmdaki Kur’ân âyetlerinin te’vîl ve tahrifi, hadîslerin de reddi gibi takip edilen usûl ve metodlar, aslında cehmiyye tarafından ortaya atılmış ve mutezile tarafından alınıp müdafası yapılmış görüşlerdir, îki mezhep arasında aslî meselelerdeki hu ittifak, onları tek bir mezhep haline getirmiş ve bu sebeble hadîsçiler, çok defa, cehmiyye lafzı ile mutezileyi kasdetmişlerdir [260]. Ahmed îbn Hanbel’in, el-Buhârî’nin ve ed-Dâ-rirnî ile diğerlerinin cehmiyyeye reddiye olarak telif ettikleri kitablar, hakikatte mutezileye yöneltilmiştir. Bununla beraber, cehmiyye lafzının kullanılması, başlangıçta asıl görüş. sahiplerinin onlar olması sebebiyledir [261]. Netekim İbn Teymiye, mutezilenin Halîfe cl-Me’mün eliyle ortaya çıkardıkları halku’1-Kur’ânla ilgili imtihan olaylarından bahsederken “üçüncü Hicrî asrın başlarında cl-Me’mün, kardeşi el-Mu’taşım, sonra da el-Vâşik devirlerinde, sıfatları nefyeden cehmiyyenin mihnet olayları zuhur ettiği ve halk tecehhüme davet edildiği zaman…, sünnet ehli onlara tâbi olmadılar” demektedir ki, onun bu ibarelerinde mutezileden cehmiyye ve davet ettikleri yoldan da “tecehhüm” olarak bahsedildiği açıkça görülmektedir [262]. Buna göre hadîsçilerden nakledilen ve kelâmcılann zem ve ithamını hedef tutan çeşitli haberlerde çok defa mutezile ismine rastlanmamasımn ve yalnız cehmiyye-deıı bahsedilmesinin gerçek sebebi anlaşılmış olmaktadır.
Burada mühim gördüğümüz bir noktaya daha temas etmek istiyoruz. Bu nokta, mutezilenin, cehmiyye ismiyle anıldığı gibi, yine kendisine çok az bir zaman farkıyls tekaddüm etmiş olan kaderiyyenin görüşlerini benim-semssi sebebiyle kaderiyye lâkabını da almış olmasıdır. O halde mutezile, cehmî görüşlerinden dolayı cehmiyye, kaderi görüşlerinden dolayı da kaderiy-yedendir. Ancak hadîsçilerden gelen rivayetler arasında kaderiyyenin sadece kaderi reddettiği için tekfir edildiklerine dair her hangi bir habere rasla-mıyoruz. Bununla beraber, kaderiyyeden mutezile kasdedilmiş ve aynı zamanda tekfir edilmişse, ancak cehmî görüşlerinden dolayı tekir edilmiş, kaderi reddedenler hakkında ise, bid’al veya hevâ ehli denilmiştir. Yukarıda cAbdurrahmân îbn Mehdî’den naklen vermiş olduğumuz bir haberden de anlaşılacağı iizere, cehmiyye ve râfıda müstesna, bid’at ehlinin arkasında namaz kılınır. İbn Mehdî’nin burada cehmiyye ile kasdettiği kimseler, sıfatları, ru’yeti ve kelâmı rcd ve inkâr eden cehmiyye-mutezile olduğu halde, bid’at ehli, cehnıî-mutezilî olmayan ve tekfir de edilmemiş olan şâir kelâm ehlidir. Bu noktaya da işaret ettikten sonra, hadîsçileriıı, zemmetmiş oldukları bid’at ehlinden hadîs rivayet edip etmediklerini incelemek mümkün olacaktır. [263]
2. Bid’at Ehlinden Hadis Nakli
Bu meselenin tetkikine girişmeden önce, Cemalu’d-Din el-Kâsimî (18-66-1914) nin, “el-Buhârî ve Müslim’in Ştr/ıf/ı’lerinde hadislerini rivayet ettikleri cehmiyye ve mutezile (kaderiyye) ricali” başlığı altında ileri sürdüğü bazı görüşlere İşaret etmek istiyoruz. Burada cl-Kâsımî demektedir ki:
“Usulen mukarrer olduğuna göre, hadis imamları, bid’at ehlinden rivayet hususunda menfi davranmamışlar, bilâkis, şîra, mürci’e, kade-rİyye, havâric ve diğerlerinden hadîs almışlardır. Bu imamlardan iki şeyh, yani el-Buhârî ve Müslim, hadîs râvilerini sıhhat ve adalet yönünden araştırmalarında çok büyük bir titizlik göstermiş olmalarına rağmen, bid’atla itham edilenlerin en meşhurlarından bile hadîs rivayetine mani bir husus görmemişlerdir. Fetfyıi’l-hârî mukaddimesinde îbn Ha-cer, el-Buh,ârî’nin, Tedribıı’r-Râvİ’dfi ise es-Suyütî, el-Buhârî ve Müslim’in hadîs aldıkları bid’at ehlinden olan râvilerin isimlerini zikretmişlerdir. Diğer hadîs imamları tarafından hadîsleri alman şâir bidfatçılar ise, rical kitablarında ayrı ayrı gösterilmiştir. Bu kitablarm en meşhuru ez-Zehebî-nin Nakdu’r-ricâl idir”.
“Bahsimiz Cehmiyye ve mutezile olduğuna göre. “Şakihan” (el-Buhârî ve Müslim) de ismi geçen “cehmî ve mutezilî” hadîs râvilerini zikretmeyi, bu bahsin tamamlanması bakımından lüzumlu gördüm. Bu suretle hadîsçilerin, güvenilir olması şartıyle, bid’atla itham olunan kimselerden hadîs rivayet etmek ve Sunnet’in teshilinde taassubu atarak fazilet sahiplerinin kadru kıymetini itiraf hususunda ne kadar müsamahakar davrandıklarını göstermeğe çalıştım [264].
cl-Kâsımî’nia yukarıda nakletmiş olduğumuz ifadesinden anlaşıldığına göre, el-Buhârî ve Müslim, şî’a, kaderiyye ve havâriçten olduğu kadar cehmiyye ve mutezileden de hadîs rivayet etmişlerdir. Fakat biz, daha önce, gerek cehmiyyenin ve gerekse mutezilenin, sıfatları ve ru’yeti nefyettikleri, kelâmın ve dolayısıyle Kur’ânın da mahlûk olduğunu ileri sürdükleri için, hadîsçiler tarafından çok şiddetli olarak kötülendiklerini ve hatta .tekfir e-dildiklerini bazı haber örnekleriyle birlikte görmüştük. Buna göre acaba hadîsçiler ve bilhassa hadîs ricali hakkında çok daha titiz davranmış olan el-Buhârî ve Müslim, çeşitli görüşlerinden dolayı tekfir edilen cehmiyye ve mutezileden hadîs almışlar mıdır? Halbuki cl-Buhârî’nin, “Şafei/i”in sonuna aldığı “tevhîd” babı, cehmiyye (mutezile) ye karşı tertiplediği bir reddiyeden başka bir şey değildir. Bu hususlar gözönünde bulundurulursa, har dişçilerin, hassaten el-Buhârî ve Müslim’in, cehmiyye (mutezile) ricalinden hadîs rivayet etmedikleri, aksini ileri süren el-Kâsımı’nin ise, bu görüşünde yanıldığı kanaatına varılır.
el-Kâsımî, el-Buhârî ve Müslim’in, cehmiyye (mutezile^ den hadîs aldıklarını teyid etmek maksadıyle, es-Suy&tî’den naklen 32 hadîs ricalinin isimlerini verir. Her ne kadar es-Suyütî, bu ricalin itham edildiklerini söyIemişse de [265] mutezileden olduklarına dair herhangi bir kayıt koymamıştır. Öyle anlaşılıyor ki, el-Kâsımt, es-Suyütî’nin kullanmış olduğu “kaderle itham” tâbirini cehmî (mutezilî) manâsında tefsir etmek suretiyle yukarıda işaret ettiğimiz hataya düşmüştür. Gerçi daha Önce de belirttiğimiz gibi, mutezile, kaderi reddettikleri için “kaderiyye” ismiyle de şöhret kazanmışlardır. Bu bakımdan her mutezilînin kaderi olduğu söylenebilir; fakat bu, her kaderinin mutlaka mutezilî olmasını gerektirmez. Meşhur mutezile i-mamlanndan el-Hayyât’ın dediği gibi [266], mezhebin beş umdesinden yalnız birine inanmamak dahî, mutezile safları dışında kalmak için kâfi bir sebentir. Bu bakımdan bir kimsenin kaderi de olsa mutezileden sayılması için daha çok şartların tahakkuk etmesi gerekir.
es-Suyütî tarafından kaderî olarak zikredilen bu 32 hadîs ricalinin, el-Kâsımî’nin iddia ettiği şekilde cehmiyye (mutezile) den olmadıkları, rical kitablarında, onlar hakkında verilen bilgilerden de anlaşılmaktadır. Burada, konumuzla ilgili bu haberleri, İbn Hacer’den naklen kısaca zikretmeyi faydalı gördük [267]
- Bişr Îbnu’s-Sirrî (Ö, 195 H./810): Ahmed İbnHanbel’e göre hadîste son derece güvenilir bir kimse idi. Hayatının sonlarına doğru, ru’yet. hakkında
kelâma dalmış, cl-Humeydî tarafından itham edilmiş, hadîsleri de makbul sayılmamıştır. Yahya Ibn Ma’în ise, onun Mekke’de kıbleye dönerek kendisini cehmî görüşle itham edenler aleyhine du’â ederken gördüğünü söylemiştir. Bununla beraber, el-Buhâri ondan bir tek hadîs rivayet etmiştir. el-Çâsımî ise, ez-gehebl’den naklen onun tecehhümden rücû ettiğini kaydet-mişse de buna inanmadığı anlaşılmaktadır.
- Sevr Ibn Zeyd el-Medenî ed-Dili: Malik’in şeyhlerinden olup Ibn Ma-fîn, Ebü Zurra, en-Nesâ’l ve diğerleri, onun güvenilir bir kimse olduğunu söylemişlerdir. Ibn ‘Abdi’l-Barr’a göre “şadük” tur ve hiç kimse tarafından itham edilmemiştir. Ancak havâric ve kader görüşüne nisbet ediliyordu. ez-Zehebî ise, onun kaderle itham olunduğunu ve muhtemelen Sevr tbn Ye-zîd ile karıştırıldığını söylemişse de Ibn Haceer, buna itirazla ne itham edildiğini ve ne de başkasıyle karıştırıldığım, ancak Mâlik Ibn Enes’e bu ve bunun gibi bazı kader görüşüne sahip olan kimselerden nasıl hadîs rivayet ettiğini sordukları zaman, Malik’in “semâdan arz üzerine yüzüstü düşmeleri, onlar için yalan söylemekten daha kolay geldiği için…” şeklinde verdiği cevaba dayanarak onun güvenilir bir kimse olduğunu belirtmiştir.
- Sevr Ibn Yezîd (Ö, 153/769): Kader görüşüne sahip olmakla beraber doğruluğu üzerinde ittifak etmişlerdir. Sufyân eş-Şevri “ondan hadîs alınız, fakat boynuzlarına dikkat ediniz size vurmasın” diyerek kader görüşünden sakınmalarını tavsiye ederdi. Medine’ye geldiği zaman Mâlik, halkı onunla oturmaktan nehyetmişti. §evr, aynı zamanda “naşb” [268] ile de itham olunuyordu. Bununla beraber ‘Alî’ye sövmezdi.
- Hassan Ibn ‘Atıyye; Sa’id Ibn ‘AbdiVAziz tarafından kader görüşü ile itham olunmuşsa da el-Evzâfî bunu reddetmiştir.
- el-Hasan îhn Zekvân: el-‘Âcurri, Ebü Dâvüd’tan naklen onun kaderi olduğunu söylemiştir. Hadîste tedlîsi sebebiyle zayıf râvilerden addedilmiştir. Bununla beraber el-Buhârî, ondan yalnız bir hadîs rivayet etmiştir. Bu tek hadîs Hazreti Peygamberin şefaatiyle, bazı kimselerin Cehennemden çıkacaklarını beyan etmektedir. Bu rivayet dahî, kaderiyyecilikle itham edilen bu râvinin mutezileden olmadığını isbat etmeğe kâfi gelir. Çünkü mutezile, şefaati reddederler ve bu mevzuda gelen hadîsleri yalan sayarlar.
- Dâvüd Ibnu’I-Haşîn: Havâric görüşü ile itham olunmuştur. Burada kaderiyyeden olduğuna dair her hangi bir kayıt bulunmamakla beraber, Sevr Ibn Yezîd’in tercemesinde Mâlik Ibn Enes’e tevcih edilen sualden ka-derî olduğu anlaşılmaktadır. el-Buljârî, bu râviden de yalnız bir hadîs almıştır.
- Zekeriyyâ’ Ibn Ishak: Hadîs imamları tarafından güvenilir bir râvi olarak zikredilmiş, Yahya İbn Ma’in, kaderi olduğunu söylemiştir. el-Bu-hârî, ondan yalnız bir hadîsle diğer bazı basit haberler rivayet etmiştir.
- Salim Ibn ‘Aclân cl-Eftas; İmamlar tarafından güvenilir bir râvi olarak tanınmıştır, itham olunduğu husus ise, mürcie’den olmasıdır. Bununla beraber el-Buhârî ondan yalnız bir hadîs rivayet etmiştir.
9.Sellâm Ibn Miskin: imamlar güvenilir olduğunu söylemişlerdir. Ebü Davud’a göre kaderidir. el-Buhârî tarafından yalnız iki hadîsi rivayet edilmiştir.
- 10. Seyf Ibn Süleyman: Güvenilir bir râvi olup kaderle itham olunmuştur.
- Şibl Ibn ‘Abbâd: Kaderle itham olunmuştur. Güvenilir bir râvidir.
- Şureyk İbn Ebî Nemr: Kaderle itham olunmuştur, imamlar umumiyetle güvenilir bir râvi olduğunu söylemişlerdir.
- Abdullah İbn rAmr İbn Ebi’l-Haccâc: Kaderi olmakla beraber bu konuda konuşmazdı. İmamlar tarafından güvenilir bir kimse olduğu söylenmiştir.
- Abdullah İbn Ebî Lebîd: Kaderle itham olunmuştur. el-Bufjârîde yalnız bir hadîsi vardır.
- 15. Abdullah îbn Ebî Necîh: Güvenilir bir râvidir. Ebü Hatim, Ah-med Ibn Hanbel ve el-rIclî, onun kaderiyyeden olduğunu söylemişlerdir.
- fAbdu’I-Aflâ İbn ‘Abdi’l-Arlâ: İmamlar güvenilir bir râvi olduğunda ittifak etmişlerdir. Ahmed İbn Hanbel, kaderle itham edildiğini, tbn Hıb-bân ise, onun hiç kimseyi kadere davet etmediğini söylemişlerdir.
- Abdu’l-Vâris Ibn Sa’id: Basra şeyhleri arasında en güvenilir bir kimse olarak zikredilmiş, fakat kaderle ilgili görüşünden dolayı bazı hadîs-çiler tarafından kötülenmiştir. el-Buhârî’nin ‘Abdu’l-Vâriş’in oğlu ‘Abdu’ş-Şamed’ten naklettiğine göre bu şahıs babasından kaderle ilgili hiç bir şey işitmemiştir. Bir başka rivayette fAbdu’I-Vâriş, hiç bir zaman itizal fikrine sahip olmadığını belirtmiştir. Bu haberi veren es-Sacî, onun kaderden başka bir görüşü bulunmadığını söylemiştir. Ibn Hacer’e göre de rAbdu’l-Vâri§, bu görüşünden rücû etmiş, yahutta ‘Arar Ibn ‘Ubeyd’i övdüğü için bu görüşle itham olunmuştur; çünkü rAmr İbn ‘Ubeyd, hadîsçiler tarafından şiddetle kötülenen bir mutezile şeyhi idi.
- rAtâ’ Ibn Ebi Meymüne: Kader görüşüne sahip bulunuyordu, el-Buhârî tarafından yalnız bir hadisi rivayet edilmiştir.
- fOmer îbn Ebî Zâ’ide: Kader görüşüne sahiptir. el-Buhârî’de yalnız bîr hadîsi vardır.
- ‘Imrân îbn Müslim el-Kaşir: Yahya el-Kattân tarafından kader görüşüne sahip olduğu söylenmiştir. el-Buhârî yalnız iki hadîsini nakletmiş-tir.
- rAvf eI-Arrâbî: Ahnied Ibn IJanbel, Yahya îbn Ma’in ve en-Nesâ’î tarafından tevsik edilmekle beraber kaderiyyeden olduğu söylenmiştir.
- cUmeyr İbn Hâni: Kaderiyyeden olduğunu Ebü Dâvîd Zikretmiştir. el-Buhârî yalnız bir hadîsini rivayet etmiştir.
23.. Kemhesİbnu’l-Minhâl: el-Buhârî tarafından yalnız bir hadîsi rivayet edilen bu şahsın kaderi olduğu söylenmiştir.
- Muhammed îbn Sevvâ’: Müfrid bir kaderi olduğu söylenir. el-Bu-lıârî tarafından üç hadîsi rivayet edilmiştir.
- Hârün îbn Müsâ el-A’ver: Kaderi olduğu Süleyman îbn Harb tarafından söylenmiştir. el-Buhârî yalnız iki hadîsini rivayet etmiştir.
- Hişâm ed-Dustuvâ’î: Bütün imamlar güvenilir olduğunda ittifak etmişlerdir. îbn Sa’d da hadîste güvenilir olduğunu, ancak kader görüşüne sâlıîp bulunduğunu, bununla beraber dâ’îliğini yapmadığını söylemiştir.
27.Vehb İbn Munebbih: el-Filas müstesna umumiyetle güvenilir olduğunda ittifak etmişlerdir. el-Filâs’ın şüphesi ise, onun, kaderle itham olunmasından ileri gelmektedir. Vehb, bu mevzuda bir de kitab tasnif etmiştir. Bununla beraber, bu görüşünden rücû ettiği doğrudur. Kendisinden naklolunan bir habere göre Vebb şöyle demiştir: “Peygamberlere ait yetmişe yakın kitab okuyuncaya kadar kader görüşüne sahip idim. Kendisine meşiy-yetten bir şey veren kimsenin küfretmiş olacağmı anladığım zaman bu görüşümden rücû ettim”. el-Buhârî, Vehb îbn Munebbih’ten yalnız bir hadîs rivayet etmiştir.
- Yalıya îbn Hamza: Ahmed İbn. Hanbel, Yahya îbn Mafîn ve Ebü Dâvöd, onun güvenilir bir râvi olduğunu söylemişler, bununla beraber ka-derî olduğunu da belirtmişlerdir. Ancak Yahya, bu görüşün dâ’îliğini yapmıyordu.
el-Kâsımî’nin, es-Suyütî’den naklen verdiği hadîs ricalinden 28 ini, el-Buhârı şârihi îbn Hacer’in el-Fetfy mukaddimesinden çıkardığımız kısa bilgilerle zikretmiş bulunuyoruz. Bu râviler hakkında gelen haberler, bize göstermiştir ki, cehmî görüşlerinden dolayı itham edilen ilk râvi Bişr Ibnu’s-Sirri müstesna, diğerlerinin kader görüşüne sahip oldukları söylenmiştir.
Esasen es-Suyütî de bu isimleri Bişr İbnu’a-Sirrî’den ayrı olarak sıralamış ve hepsine birden “bunlar kaderle itham olunan, yâni şerrin do İnsan tarafından yaratıldığı iddiasında, bulunan kimselerdir” demiştir. Ayrıca zikrettiği Bişr hakkında ise, “cehmî görüşle itham olunmuştur. Bu da sıfatların nefyi ve Kur’âmn mahlûk olduğu görüşüdür” açıklamasını yapmıştır [269]. Bu ifadelerden anlaşılıyor ki, kaderle itham olunanların, sıfatlan nefyeden ve Kur’âmn mahlûk olduğunu iddia eden cehmiyye veya mutezile ile her hangi bir ilgileri yoktur. Eğer böyle bir ilgi olsa idi, es-Suyütî, Cehmî görüşlerinden dolayı itham olunan Bişr’i diğerlerinden ayırmaz, hepsinin de cehmî ve ka-derî görüşleriyle itham olunduklarını kaydederdi.
Netice olarak diyebiliriz ki, el-Buhârî, el-Kâsımî’nin iddiası hilâfına cchmiyye-mutezile ricalinin hiç birisinden hadîs rivayet etmemiştir. Cehmî görüşle itham olunan Bişr’den rivayeti ise, muhtemelen, onun bu görüşten tücû ettiğine dair gelen haberlere güvenmesinin bir ^neticesidir. Bununla beraber, el-Buhârî’nin ondan rivayet ettiği hadîs sayısı, yukarıda da kaydettiğimiz gibi, sadece biridir.
Hadîsçilerin, cehmiyye-mutezileden rivayet etmemeleri, hadîs usûlünde vazettikleri kaideye uygundur. Netekim en-Nevevî, Takribimde “bidf atla tekfir olunan kimsenin rivayetinin delil olarak kullanılamıyacağı üzerinde ittifak edildiğini” zikretmiş, es-Suyütî ise, mezkûr ibarenin şerhinde, eş-Şâfi’înin, Hafş el-Ferd hakkındaki hükmüne de işaretle, Kur’âmn. mahlûk olduğunu söyleyen kimsenin, bu kaidenin şümulüne gireceğine dair bir görüşü kaydetmiştir [270].
Tekfir olunmayan bid’at’ ehline gelince, hadîslerinin kabul olunup o-lunmıyacağı hususunda hadîsçiler arasında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Başlarında Mâlik İbn Enes olmak üzere bazı hadîsçiler, bid’at ehlinin rivayetiyle mutlak surette ihticac olunmıyacağını söylemişlerdir. Çünkü onlara göre böyle kimseler, bid’atları sebebiyle fâsiktırlar, Fâsik olan bir kimseden rivayet, bid’atının yayılmasına ve isminin yücelmesine yardım eder[271]. Bu görüşe sahip olan hadîsçilerin haberlerinden, öğrendiğimize göre, hadîs ilmi dindir; her müslümamnm dinini kimden aldığına dikkat etmesi, onun selâmeti bakımından gerekli görülmüştür [272]. Netekim ilk devirlerde müslümanlar, birbirlerinden hadîs rivayet ederken, bu hadîsi kimden, nasıl ve nerede aldıklarını, aldığı şahısla ne zaman karşılaştıklarını, kısacası onun isnadını birbirlerine soruyorlardı. Çünkü o zamanlar inançları birdi, gayeleri tekdi. Hazreti Peygamberden öğrendikleri dinin zaferi için elbirliğiyle çalışıyorlardı. Fakat çok geçmeden aralarında fitneler patlak vermeğe ve guruplara ayrılan halk birbirlerini tekfir etmeğe başlayınca, gerçek müslü-manlar, dinin selameti için rivayet edilen hadîslerin isnâdlarım sormayı, râvilerini araştırmayı zarurî gördüler. Bu suretle, Sünnete bağlı olanların hadîslerini, akidelerini karıştıran ve dinlerini bulandıran bid’at ehlinin hadîslerinden ayırmayı mümkün kıldılar. [273] ‘
Hadîsçiler, çeşitli fitnelerin zuhurunda bid’at ehlinin oynadığı mühim rolü biliyorlardı. Bunlar, müdafasını yaptıkları görüşleri halk arasında yayabilmek için bu görüşlere uygun hadîsler uyduruyorlar ve onları Hazreti Peygamberin ağzından çıkmış gibi rivayet ediyorlardı- Hattâ bunlardan, bazıları, bid’atlarmdan dönüp doğru yola girdikleri zaman, hadîsçilere, hadîslerini aldıkları şahıslara dikkat etmelerini söylemişler, kendilerinin de bid’at yolunda iken hoşlarına giden bazı görüşleri nasıl hadîs şekline çevirdiklerini samimiyetle itiraf etmişlerdir[274]Gerek bu çeşit itiraflar ve gerekse her gün gözler Önünde cereyan eden hadîs imalâtı, hadîsçilerin, şî’a, kaderiyye, mür-ei’e ve havâric gibi çeşitli fırka ve mezheblere mensup kimselerle alâkalarını kesmelerine ve aralarında hadîs rivayet eden kimseler varsa onların hadîslerini almamağa sevketmiştir. Meselâ Sufyân îbn ‘Uyeyne, Sa’îd îbn Ebî ‘Arüba’dan hadîs rivayet ediyordu; fakat sonradan bıı rivayeti azalttığı görülünce sebebi sorulmuş ve Sufyân şu cevabı vermiştir: “Ondan nasıl rivayeti azaltmıyayım ki kader hakkında, bu benim görüşüm olduğu gibi el-Ha-san ve Katâde’nin de görüşüdür, dediğini işittim” [275]. Mâlik İbn Enes ise, hem “hadîsleri kimlerden aldığınıza dikkat ediniz” diyor, hem de “kaderiy-yeniıı arkasında namaz kılınmaz, hadîsleride alınmaz” hükmünü açıklıyordu” [276].
Bazı hadîsçilerin, bid’at ehlinden hadîs rivayet edilmemesi hususunda gösterdikleri şiddete rağmen, büyük bir ekseriyet, daha müsamahalı davranmış, bilhassa sahabenin, havâricin şehadetlerini kabul etmelerini ve bunlardan sonra gelen bazı tâbi’î imamlarının da aynı yolda gittiklerini Örnek göstererek bid’at ehlinden de hadîs alınabileceğini ileri sürmüşlerdir. Filhakika bid’at ehli arasında, çeşitli inanç ve akidelerine rağmen, gerçeği arayan, yalanı ve yalancıları şiddetle kotüleyen, mezmûm fiillerden kendilerini koruyan, şüphe içinde bocalayan, kötü tarikat ehlini inkâr eden kimseler yok değildi [277]. Hadîsçiler bunları akideleri yönünden zemmetmekle beraber, doğrulukları ve güvenilir olmaları sebebiyle rivayetlerini almışlar ve kitablarırt-da nakletmişlerdir. es-Suyütî, el-Buhârî ve Müslim tarafından hadîsleri alınan havâric, şfa, kaderiyye ve mürci’e ricalinin isimlerini bir liste halinde vermiştir [278].
Bid’at ehlinden olup da doğruluğundan şüphe edilmeyen kimselerden hadîs alınmasında her hangi bir mahzur görmeyen hadîsçilerin başında İ-mam eş-ŞâfifI gelir. Ibn Ebî Leylâ, Sufyân es-Şevrî ve Kâ&l Ebü Yûsuf’un da aynı görüşe sahip oldukları söylenir [279]. Ancak eş-Şâfirî, râfızamn Hat-tâbiyye kolunu bu görüşünden müstesna kılmıştır; çünkü Hattâbiyyc, ona göre, kendi taraftarları için yalan şehadeti tecviz ederler. [280]. Ebü Yûsuf ise, eş-Şâfi’înin müstesna kıldığı el-Hattâbiyyeye, Allah Ta’âlânın bîr şey vü-cud bulmadıkça onu bilemiyeceğini iddia eden kaderiyyeyi de ilâve ederek, bu iki taife hâricinde bid’at ehlinden sözüne güvenilir olanların şehadetleri-nin kabul edileceğini söylemiştir [281].
Bazı hadîsçiler, rivayetlerini kabul ettikleri bid’at ehlinde doğruluğu ve güvenilir olmayı şart koştukları gibi, bid’atlarınm dâiliğini yapmamak hususunu da birinci planda ele almışlardır. Çünkü dâ’îlik, çok defa mezhebin halk arasında yayılması ve kuvvet kazanması için onun prensiplerini teyid etmek maksadıyle uydurulmuş hadîslerin rivayetini mubah görür. Dâ’îlik yapan bir râvi, ne kadar _ güvenilir bir kimse olursa olsun, mezhep bağlılığı, bazen onun kalbini, zayıf hattâ uydurulmuş hadîslerin rivayetine meylettirebilir. Bu mahzuru önlemek için hadîsçiler, bid’at ehlinden olan kimselerin dâ’îlik yapıp yapmadığını da tesbit etmeğe çalışmışlardır. Bu hususta Abdurrahmân Ibn Mehdî, “bir kimse, her hangi bir görüşe sahip olduğu halde, başkalarım bu görüşe davet etmezse ondan hadîs alınır; aksi halde terkolunur” demi [282]“Hişâm ed-Dustuvâ’î ve Sa’id îbn Ebî ‘Arûba gibi bazı kaderiyyeden hadîs rivayet ettiği halde aynı görüşe sahip olan f Amr Ibn ‘Ubeyd’ten rivayet etmemesinin sebebini soranlara da, eAmr’in, görüşlerinin dâ’îliğini yaptığını söylemiştir [283]. Keza Ahmed Ibn Hanbel, kaderi Ebü Kutn’dan hadîs dinlediğini, çünkü onun, bu işin dâ’îliğini yapmadığını söylemiş, “eğer böyle bir şey olsa idi ondan hadîs almazdım” demiştir [284]
Hadîsçiler, ekseriyetle sözüne güvenilir olan ve dâ’îlik yapmayan bid’at ehlinin hadîslerini aldıkları gibi, daha çok şiddet gösteren ve onlardan ne olursa olsun, hadîs alınmaması gerektiğini savunan diğer bazı hadîsçilere de itiraz etmişler ve hareketlerinin doğru olmadığını belirtmişlerdir- Meselâ Yahya İbn Sa’îd el-Kattân, “ben bid’atta reis olan kimselerin hadîsini terkederim” diyen rAbdurralımân İbn Mehdi hakkında “peki, Katâde’yi ne yapacaksın, ‘Orner ibn Zerr’i ne yapacaksın? Eğer fAbdurrahman, bunlar gibi bid’at ehlini terketmişse bir çok hadîsi terketmiş demektir” [285] diyerek, ‘Abdurrahmân’m görüşüne katılmadığını belirtmiştir. Böyle bir görüşün, bilhassa bidatlarm kuvvetli olduğu beldelerde, ora halkı arasında yaygın bulunan hadîslerin kaybolmasına yolaçacağı tabiidir. Çünkü İslâmiyetin daha ilk günlerinden itibaren buralara gelerek yerleşmiş pek çok sahabî vardır ve bu sahabîlerin Hazreti Peygamberden rivayet ettikleri hadîsler yalnız buralarda bilinmektedir. Bu hususu gözonünde bulunduran “Alî Ibnu’1-Me-dînî, bidrat ehlinden hadîs rivayetini tecviz etmiyen hadîsçiler .hakkında şöyle demiştir: “Kader sebebiyle Basra, teşeyyüf (şîra görüşünü benimsemek) sebebiyle Küfe halkını terkedecek olursan hadîs elden gider” [286].
Hazreti Peygamberin hadîslerini muhafaza edebilmek için hadîsçiler tarafından bidrat ehli hakkında gösterilen bu müsamaha, hadîs ve hadîsçiler hakkında kelâmcilarm gösterdikleri taassuba nisbetle cidden takdire şayandır. Her şeyde ‘Alî’yi gören ve her şeyin onunla kâim olduğunu zanneden mutaassıb bir şîra imamı, eğer elinde doğru olduğu bilinen bir kaç hadîs varsa, hadîsçi, onun inanç ve itikadına kıymet vermeksizin hadîsleri ondan dinlemeğe çalışır. Kasım tbn Zekeriyyâ’ anlatır: “Küfe’ye geldiğim zaman, fAbb5d İbn Ya’kübtan başka bütün şeyhlerinden hadîs yazdım. Sıra “Ab-bad’a gelmişti. Bu şeyh, kendisinden hadîs almağa gelenleri imtihana tâbi tutmadan rivayet etmezdi. Yanına girdiğim zaman, bana denizi kimin kazdığını sordu. Allah’ın halk ettiğini söyledim. Orası öyle, dedi; fakat kim kazdı? Bunu şeyh söylesin, dedim. Bunun üzerine onu rAli İbn. Ebî Talib’in kazdığını söyledi ve ikinci suali sordu: Sularını akıtan kimdir? Nehirleri a-kıtan ve pınarları kaynatan Allah Tafâlâdır, dedim. Şeyh yine, orası öyle; fakat denizleri akıtan kimdir, diyerek sualini tekrarladı. Bunu da şeyh zikretsin, dedim. Bunun cevabını da o verdi ve denizleri el-Huseyn İbn f Alî’nin akıttığını söyledi. Şeyhin gözleri görmüyordu. Evinin duvarında asılı bir kılıç ve kalkan gözüme ilişti; bunların kime ait olduğunu sordum. Kendisine ait olduğunu ve Mehdî ile birlikte çarpışmak maksadıyle onları muhafaza ettiğini söyledi. Şeyhten dinlemek istediğim hadîsleri dinledim; şehirden ayrılacağım zaman tekrar yanma uğradım. Bana yine denizin kimin tarafından kazıldığını, sularının kimin tarafından akıtıldığını sordu. Ben de ona, denizi Mu’âviye’nin kazdığım sularını da ‘Amr îhnu’l-‘Âş’ın akıttığını sÖy-liyerek Önünden kaçtım. Şeyh ise, arkamdan, fâsikı, Allah’ın düşmanınım yakalayın; onu öldürün, diye bağırıyordu. [287],
el-Hatîb tarafından nakledilen bu hikâye, hadîsçileriıı hadîs toplamak maksadıyle bid’at ehli hakkında ne kadar müsamahakâr davrandıklarını, inanç ve akidelerinden dolayı bazen böyle kimseleri kötüleseler bile, rivayet ettikleri hadîslerin sahîh olduğuna inandıkları zaman bu kimselerle temas etmekten çekinmediklerini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu geniş faaliyet neticesindedir ki, bu gün elimizde, sıhhatinden şüphe edilmeyen büyük bir hadîs koleksiyonu teşekkül etmiş bakınmaktadır. [288]
NETİCE
İslâm Târihind* hadîsçi kclâmcı münakaşaları, gerek hadîs cephesinden ve gerekse kelâm cephesinden, itikadı ihtilâfların, belirli konular üzerinde yoğunlaşmış tipik örneklerinden birini teşkil eder. Siyasî iktidarların da zaman zaman iştirak ettikleri, ve sahip oldukları silâh gücüyle kanlı mücadele haline getirdikleri bu münakaşalar, bir bakıma, dini din olarak muhafaza etmek isteyenlerle, yeni yeni öğrenmeğe ve zevkine varmaya haşladıkları felsefeyi din makamına ikame etmek isteyenlerin, mücadelesi olarak tezahür eder. Birincilerin muhafazasına çalıştıkları akâid, şâri’inin, Kitab ve Sünnet yolu ile vazettiği inançların mecmu’udur. İnsan için, bunlara taalluk eden her hangi bir meselede değişiklik yapmak, veya bu değişikliğe yol açabilecek keyfî tevil ve tefsirlere girişmek mesmûh değildir. Çünkü sâri’, onu en mükemmel bir şekilde vaz* ve insanlara da ona uymalarım kesinlikle emretmiştir.
Kalble tasdik ve dil ile ikrar etmekten ibaret olan îman, Hazretİ Peygamberin bir hadîsinde “Allah’a, meleklerine, Peygamberlerine, bunlara indirilen Kitablara, âhıret gününe, kadurc ve onun hayr ve şerrinin AUah-tan olduğuna inanmak” şeklinde tarif edilmiş, Rur’ânuı muhtelif sûrelerinde, aynı îman esaslarını ortaya koyan âyetler yer almıştır. Hadîste de görüldüğü gibi Allah, bütün varlık ve fiillerin yaradanı olduğu için, îman esaslarının başında, iman her şeyden önce O’na tahsis edilmiş, bunula beraber, 0′-nun öz ve hakikati, ne Kıır’ân âyetiyle ve ne de Peygamberi diliyle insanlara bildirilmemiştir. Çünkü insan idraki, O’nun öz ve hakikatim anlamaktan âcizdir; O, idrakin çok üstündedir.
Allah Ta’âlâ kendi öz ve hakikatim bildirmiş olmamakla beraber, kendisine bazı isim ve sıfatlar izafe etmiş, önce bir ve tek olduğunu, fiillerinde hiç bir ortağı bulunmadığım, ilim, kudret ve irade sahibi olduğunu bildirmiş, sonra da bütün noksanlardan tenzih edilmesini emretmiştir,
O’nun, bir taraftan kendisine mahlûkâtın sahip olduğu ilim, kudret, irade, görme, işitme, konuşma, el, yüz, göz vb. gibi bazı isim ve sıfatları izafe etmesi, diğer taraftan her türlü noksanlıklardan tenzihini emretmesi, bu konularda gelen âyetlerin müslümanİar arasında çeşitli yönlerden anlaşılmasına yol açmış ve gnruplaşmalar, isbat ve tenzihin ifrat dereceve varan uçları üzerinde teşekkül ederken, bu iki zıt kutup arasında da Kitâh ve Sünnete dayanan akaidin korunmasını üzerine alan guruplar orta yolu muhafaza etmişlerdir.
Zıt kutuplarda teşekkül eden bu guruplardan cehmiyye-mutezile, tenzihte ifrata giderek, Allah Tafâlâyı mahrukattan her hangi bir şeye benzetmek endişesiyle bütün sıfatları O’ndan nefyetmişler, bu konuda gelen âyetlere te’vil yolu ile değişik manâlar vermişler, hadîsleri ise reddetmişlerdir. Bunların karşısında yer alan. müşebbihe-mücessime gibi diğer guruplar ise, el, yüz, göz ve buna benzer isim ve sıfatlardan bahsedin âyetlere dayanarak Allah Ta’alâyı, eli, yüzü, gözü ve çeşitli sıfatları olan mahlûkâta benzetmişler ve iabatta ifrata gitmişlerdir. Bu suretle guruplar arasında başlayan mücadele, “kelâm”‘ adı altında gün be gün şiddetini artırmış, müs-lümanların vahdetini bozmuş, akâ’idinde derin yaralar açmıştır.
Allah Ta’âlânın öz ve lıakikatma taalluk eden meselelerle ilgili olarak çıkan bu ihtilâflarda orta yolu benimseyen hadîsçiler, Kitab ve Sünnetin bildirdiği îman esasları dışında her hangi bir inanca yönelmemişler, insan için lüzumlu her şeyin bu iki kaynakta beyan edildiğine, beyân edilmeyen her hangi bir husus varsa, bunun akıl yolu ile idrak edilemiyeceğine ve ileri sürülecek her görüşün Allah Ta’âlâ hakkında zan ve tahminden ileri geçmi-yeceğine inanmışlardır. Onların mezhepleri, insan idrakinin kuvvet ve kudretinin mahdut olduğunu kabul ile, Allah Ta’âlânm emirleriyle amel etmek ve kendi saadetine sebep olan inan ve akaidini korumak edası üzerine kurulmuştur. Onlar bu görüşleriyle aklı ve onun idrak kudretini küçültmüş değillerdir. TVetekim fıkıh bâblarma taalluk eden meselelerde Hazreti Peygamber, Ycmen’e gönderdiği âmiline, Kitab ve Sünnette bulamadığı meselelerde re’yi ile amel etmesini söylediği zaman, akim doğru bir ölçü olduğunu, hükümlerinin yakîn ifade ettiğini, onda yalan ve yanlışlık olmadığını belirtmiş oluyordu. Hadîsçiler hu meselelerde aklı büyük bir güvenle kullanmışlar, ihtilâfa düşmekten, birbirleriyle cidal ve münakaşaya girişmekten kork-mamışlardır. Fakat Allah Ta’âlânın birliği, âhıret, peygamberlik, ilâhî sıfatlar, kısacası Allah’ın Öz ve hakıkatına taalluk eden meseleleri akılla ölçmek tamahına kapılmamışlardır. Sarrafın altın ölçmek için kullandığı aletle dağları ölçmeğe kalkışmadığı gibi, onlar da aklı, Allah Ta’âlâmn özünü ölçmek için kuşanmamışlar, onun da bir hududu olduğunu ve bu hududun ötesine geçilemiyeceğini kabul etmişlerdir. Akim, kullanılması gereken meseleler dışında kullanılmasının yanlış neticeler tevlid edeceği bir gerçek (ir. Netekim kelâmcılar, Allah Ta’âlânm öz ve hakikati ile ilgili naklirek akİJ itimad etmişler ve hatalı neticelere varmışlardır. Sonradan üzerinde durdukları meselelerle ilgili nakli tevil ve tahrif etmeleri, onları, ulaşmış oldukları neticelere uydurmak arzu ve gayretlerinden başka bir şey değildir. Bu sebebledir ki, aklın yanlış istikamette bir ölçü olarak kullanılması neticesinde “kelâm” adı altında teşekkül eden ilim, hadîsçiler nazarında zemine lâyık bir bidrat olmuş, taraftarlarıda, iştigal ettikleri bu iîim kadar mez-mûm ve merdûd sayılmıştır.
Kelâm ilminin zuhurunda en mühim rolü oynayan mutezile ile akâ’id konusunda takip ettikleri yol, hadîsçiler tarafından zemmedilmiş olmakla beraber, müteakip asırlarda, bilhassa mutezilenin sükûtundan sonra, gerçek İslâm akaidinin müdafasını yapacak ehli sünnet kelâmcılarmm zuhuru, mutezile lehine kaydedilebilecek en mühim noktalardan birini teşkil eder. Çünkü İslâm düşünürleri arasına felsefî tefkirin girmesini sağlayanlar, bu ilk kelâmcılar olmuştur. Dördüncü asrın başlarında zuhur eden ve Kitab ve Sünnete dayanan İslâm akaidinin yine bu kelâmcilara karşı ilk defa müdafasını yapan Ebu’l-Hasani’I-Eş’arî, bidayette bir mutezile imamı idi ve ehli sünnet akaidinin müdafasına giriştiği zaman, mutezile metodundan istifade etmişti. Ebu’l-Hasani’l-Eş’arîden sonra gelen Ebü Bekr el-BâkıIlâm de aynı metoda sahip olarak telif ettiği eserlerle, müslümanlarm akaid meselelerinde rehberi oldu. Onun devrine kadar, sunnî kelâmcılar arasında felsefe ilimlerinden sayılan ve pek fazla iltifat görmeyen mantık ilmi de el-Bâkıllânî-den sonra müslümanlar arasında yayılmaya ve felsefede olduğu kadar, diğer ilimlerde de bir ölçü olacağı düşüncesiyle ve fakat felsefeden ayrı olarak itibar görmeğe başladı.
el-Bâkıllânî’den sonra gelen kelâmcılar, eski filezoflarm akaide aykırı görüşlerini de aynı metodlarla reddetmek gayretine girince, felsefe ile kelâm ilminin konusu birbirinden ayırt edilemiyecek derecede karıştı.
Son söz olarak şu noktayı bir daha tekrar edelim: îslâmm hidayetinde siyasî olarak zuhur eden,bilâhare akaîd üzerine yönelen ihtilâflar İslâm dininin bünyesinde şiddetli sarsıntılar yaratmış olmakla beraber, İslâm fi-fir hayatının gelişmesinde de en mühim âmil olmuş, bilhassa hadîsçi kelâm-cı münakaşaları, tarafların müdafa ettikleri konularda, bir taraftan hadîs ilminin gelişmesini, diğer taraftan müslümanlar arasında kelâm-felsefe ilimlerinin zuhurunu sağlamıştır. [289]
BİBLİYOGRAFYA
‘Ahdu’l-Hakîm Bulba’, Edebu-lMutezile, (Kahire ?)
Âcurrî Ebü Bekr Muhammed îbnu’I-Huseyn (Ö. 360, eş-ŞerCa, (Mısır 1369)
Ahmed Emin, FecruH-îslâm, (Kahire 1374/1955) Ahmed Emîn, ZuhaH-İslâm, (Kahire 1357/1938)
Ahmed İbn Hanbel, Kitâbıı’l-‘ılel ve maeTİfeti’>T-ricâl, (Ncşredenler: Talât Koçyiğit ve İsmail Cerrahoğlu, Ankara 1963)
Ahmed tbn Hanbel, el-Musned, (Neşreden: A. Muhammed Şâkir, Mısır 1375/1956)
Ahmed İbn Hanbel, el-Musned, ‘ (Mısır 1313)
Ahmed İbn Hanbel, er-Reddu f ala’l-Cehmiyye (Dârul Fnnûn İlahiyat Fakültesi Mecmuası, sayı 5-6)
Âmidî Seyfu’d-Dîn Ebu’l-Hasan fAlî îbn Muhammed, el-l^kâm fi uşülVl-ahkdm (Mışn- 1332/1914)
Bağdadî Ebü Manşur ‘Abdu’l-Kâlıir îbn Tâhir, el-Fark beyneH-firalf, (Mısır 1367)
Buharı Ebû *Abdillâh Muhammed îbn îsmâ’ıl, el-C&mı uş-Şahâh (İst. 1315)
Çağatay Neş’et ve Çubukçu ibrahim İslâm mezhepleri tarihi, (Ankara 1965)
Dârimî Ebü Muhammed rAbdullah İbn rAbdi’r-Rahmân İbni’ I-Fazl İbn Behrâm tbn fAbdi’s-Şamed et-Temîmî, es-Sunetı (Dımaşk 1349)
De Boer, Târihu’l-felsefe fVl-îslâm, (Kahire 1377/1957) Eşrarı Ebu*l-Hasan, Matcâlâtıı’l-îslömiyyin, (İst. )
Eş’ari Ebu’l-Hasan, el-tbâne, (Haydarâbâd 1367/1948) Fârâbî, îkşa’ul-‘ulûm. (Mısır 1949)
Gazâlî Ebü Hâmid Muhammed Ibn Muhammrd, İhya* ‘ulümi’d-Din (1317)
Ga2âlî Ebü Hâmid Muhammed İbn Mııhammed, el-İktişöd fVl-i* tikâd (Neşredenler: ibrahim Çubukçu ve Hüseyin Atay, Ankara 1962)
Gazâlî Ebü Hâmid Muhamnıed İbn Mııhammed, Fayşahıt-tefrika beynel-lslâm ve’z-zandaka (1381/1961)
Gazâlî Ebü Hâmid Muhamnıed İbn Muhammcd, el-Munkız mine’ z-salâl (Mısır 1962)
Goldziher Ignaz, el-e Akide ve’ş-şeri’a fi”I-İslâm, (Kahire 1946) Gurabî ‘Alî Mustafâ, Ebnl-Huzeyl el-‘Allâf, (Mısır 1369/1949) GurâbI ‘Ali Mustafâ, Târihul-firakı’l-îslâmiyye, (Mısır 1378/1959)
Hâkim Ebü ‘Abdillah en-Neysâbürî, Marifet “UlümVl-hadiş, (Kâ-bîre 1937)
Hamüde Gurâbc, el-Eş’arı, (?)
Hatîb Bağdadî, Takyidııl-‘ılm, (Dımaşk 1949)
Hatîb Bağdadî, eî-Kifâye fî’ılmVr-rivöye, (Haydarâbâd 1357)
Hatîb Bağdadi, Tarifin Bağdâd, (Mısır 1949/1931)
Hattâbî Ebû Suleymân Hamrl İbn Mııhammed. Ma’âlimıı’s-Su’ nen, (Haleb 1352/1933)
Herevt Ebü İsmâfîl ‘Abdullah Ibn Muhamnıed, Zemmıt’l-kelâm vp. phlih. (Yazma, İlahiyat Fakültesi Ktp.)
Huiari eş-Şeyh Mulıammed, Tdrlhıi’t-teşrV cl-lsiılmu (Kahire 1358/ 1939)
‘Irâkî Ebü Mulıammed ‘Oşmân İbn ‘Abdillah, el~ Fırakul-muf-terika beyne ehli1 z-seyğ ve’z-zendaka
‘Jrâkî el-Hanefî Ebü Muhammed ‘Oşmân îfon ‘Abdillah, el-Fi-rakü’l-mufterika beyne eMVz-zaıulaka, (Neşreden: Yaşar Kntluay. Ankara 1961)
îbn’Abdi’I-Barr en-Neınerî Ebü ‘Oşraân Yûsuf, Cami’ beyânil-%/m, (Mısır ?)
İbn fAbd Rabbih Ebü ‘Ömer Ahmed tbn Mulıammed. el-‘!h(hil-ferld, (Kahire 1367/1948)
276
î b nu’ i -r Arab î Ebü Be kr, el-‘Avâşım mine’î-kavâşım, (Kahire 1375)
İbnu’l-Cevzi Ebu’i-1’ arec ‘Abdu’r-Rahman, MeııâfttbuH-İmâm Alımed İbn Hanbel, (Mısır ?)
İbııu’l-Ccvzî Ebu’l-Ferec, Telbisu İblis, (Mısır 1360/1950) tbnu’1-Eşîr Ebu’l-Hasan, cl-Kdmil fi’t-târilı, (Mısır 1353)
Ibn Hacer el-‘Askalanî Ebu’I-Fazl Şihâbu’d-Dîn Ahmccl, Fet-bıi’t’bârl bi şerfyi Sahihi11-İmâm el-Buhâri, (Mısır 1319)
İbn Haccr eî-rAskalânî, Hcdyü’s-sâri mukaddimet FetbVl-bâri, (Mısır 1347)
İbn Hacer el-Hey^emî Şihâbu’d-Dîn Ahmed, eş-Şava’ikul-muhri-ka fVr-reddi “ala ehlVl-bida ve^z-zandaka, (Mısır 1307)
İbn Haldun ‘Abdu’r-rîabmân İbn Muhammcd, Mukaddime (?)
İbn Hallikân Ebu’1-‘Abba.s Şemsu’d-Din Ahmed İbn Muhammed, Vafeyâtu’l-ayân ve enba ehnâ*Vz-zamân (Kahire 1367/1948)
İbn Ebî Hâlim er-Râzî Ebü Muhammed ‘Abdurrahmân, Kitâ-bul-Cerb, veU-tadil (Haydarâbâd 1371/1952)
İbn Ebî Hatim er-Râzî Ebü, Muhammed, ‘Âdâbii’ş-Şâfi’i ve menâ-kıbuh (Mısır 1372)
Ibn Hazm Ebü Muhammed rAlî el-Eııdelu^î ez-^âhirî, et-Faşl fVl’jnilel ve^l-ehvâ1 ve’n-nihal (Mısır 1317)
İbn Hazm Ebü Muhammed ‘Alî el-Endelusî, el-Ihkâm fi uşûIVl-ahkâm (Mısır 1345)
İbn Hişâm Ebü Mubammed ‘Abdu’l-Melik, Sırattı’n-Nebiy (A.S.) (Kahire ?)
Ibnu’l-JŞayyim el-Cevaiyye Ebü ‘Abbillah Muhammed, Hadi* l-ervâh ilâ bilâdVl-ervâh (Mısır ?)
İbnu’l-Çayyim el-Cevzİyye, Şifâ’u’l~’alil fi mesa1 ili’l-kaia ve’l-kader v-cH-İıikmeti vct-talil (Mısır 1323)
îbn Kesir ‘Imâdu’d-Dîn Ebu’1-Fidâ*, el-Bidâye ve’n-nihâye fVt-lâ-rih (Mısır ?)
îbn Kuteyde ed-Dîneverî Ebü Muhammed ‘Abdullah İbn Müslim, el-Maârif (Mjşır 1353/1934)
Ibn Kut ey be cd-Dîneverî, el-lmâme vc’ssiyâse (Mısır 1356/1957)
îbn Kuteybc ed-Dîneveri, Tevîlu MuhtelifVl-fyadis {Mısır 1326)
İbıı Mâcc Muhaınmed İbn Yezîd Ebü ‘Abdülâh el-Kazvîni, es-
Suncn (Mısır 1349)
İbnu’l-Murtaz a Ahmed İbn Yahya, TabakâtuH-Mutezile (Beyrut 1380/1961)
Ibuu’ıı-Nedîm, cl-Fihrist (Kahire ?)
İbnu’s- SubklTâcu’d-DinEbü Naşr Takiyyu’dDîn, Tabakâtu*ş-Şâ-fi’ıyye eVKubrâ (Mısır 1324)
İbn Tcymiyye Ebu’l-‘Abbas Takıyyu’d-Dîn Ahmed İbn ‘Abdi’ 1-Halîın, el-îhticdc bVl-Kader (Kahire 1382/1962)
İbn Teymiyye, Minhâcu1 s-Sünneti1 n-Nebeviyye fi nakit kelâmı1ş-Şi’a veH-Kaderiyye (Bulak 1321)
İbn Teymiyye, RisâletuH-Furkân İbn Teymiyye, el-Vaşıyyetu’l-kubrâ İbn Teymiyye, el-‘Akide el-Vâsıtıyye
İbn Teymiyye, el-r Akide el-Hamaviyye (Mecmü’atu’r-resâ’ili’l-kubrâ, Mısır 1323)
Icî ‘ Abdurrahmân îbn Ahmed, el-Mavâkıf ve şerfyub (İst. 1292) Kâsıml Cemâlu’d-Dîn, Târihu’l-Cehmiyye vtfl-mutezile (Mısır 1331)
Kindi Ebü ‘Ömer Muhammed İbn Yûsuf, el-Vuîât ve kitâbuH-kuzât (Beyrut 1908)
Makrîzî Takıyyu’d-Dîn Ahmed İbn rAli, el-Hıtat (Mısır 1324)
Mal ati Ebü’I-Huaeyn Muhammed ibn Ahmed, et-Tenbth ve’r-red ‘ala ehlVl-ehva vel-bida (İst. 1936)
Mes’üdî Ebu’l-Hasan fAlî İbnu’l-Huseyn, Muructt’z*zeheb ve ma-‘âdînuH-cevher fVt-tânh (Mısır 1346)
51 uh a mine d el-Hatîb, es-Sunne kabfe’t-tedvin (Mısır 1383/1963)
Müslim İbnu’I-Haccâc el-Kuseyri, el-Câmi’ uş-Şabİl,ı (Mısır 1373/ 1955)
M u ^ t a, iÜ * A b d «’ r – R a z z â k, Temkid U-târİhVl’felsefetVl-İslâmiyys (Kahire 1379)
iN«sa’î Ebü fAbdirrahmân Ahmed İbn Şu’ayb, es-Sunen (Mısır 1348/1930)
Negefl Necmu’d-Din Ebü Hafş ‘Ömer İbn Muhammed, eU’Aka-
‘id ma a şerhti1 t-Teftâzâni Sa’du’d-Din (İst. 1326) Nevevî, Şerfau Şafrijı Müslim (Mısır )
Nicholson R.A., A Literary History of the Arabs (Cambridge-London 1956) Okiç M. Tayyib, Bazı hadis meseleleri üzerinde tetkikler (Ankara 1959)
Patton halter MelviIIe, Alamet îbn Hanbel ve”l-Mih,ne (Kahire 1377/ 1958)
Razî Fahru’d-Din, Mufassal efkârı’l-mutekaddimîn ve’l-muteahhırîn mineci-*ulemâ’ ve’l-hukema’ veH-mutekellimin (Mıs’~ 1323)
Sâbünî Ebü ‘Osman îsmâ’îl, eAkidetu’s-seİef ve aş^â6i7-Jadîş (Mecmu’atu’r-resâ’ili’l-Munîriyye, Mısır 1343)
Sıbâ’î Mustafâ, es-Sunne ve mekdneluh fVt-teşri’ıI-îslâmi (Kahire 1380/ 1961)
Suyütî Celâlu’d-Dîn, el-İtkân fi ‘ulümi’l-Kur’an (Kahire 1368)
Suyu ti Celâlu’d-Dîn, el-Le’âWl-ma$nû’a fi’l-aitâdİşVl-meviH’a (1371)
Suyütî Celâlu’d-Dîn, Tedribu’r-rdvi fi şerhi TakribVnNevevİ (Mısır 13-
79/195 ) Şâfirî Ebü ‘Abdillah Muhammed İbn îdrîs, er-Risâle (Mısır 1358/
1940)
Şâfi’i Muhammed İbn İdrîs, el-Umm (Bulak 1321) Taberî Ebü Ca’fer Muhammed İbn Cerîr, Târihu’l-umem veH-mu-
tük (Kahire 1358)
■£a-Ha Iluseyn, el-Fitnelu’l-kubrâ: ‘Osman, ‘Ali ve benûh (Mısır 1962) Tanrı Berdî el-Atabeği, en-Nucümu>z-%âhire fî mulüki Mısra ve’l-Kâ’
hire (Kahire 1348/1929) Taşköprüzade Ahmed Efendi, Miftöh.ıt’s-sa’öde tercemesi Meviu’âtu’
I-‘ulûm (Ut.) Tirmiz,î Ebü ‘îsa Muhammed İbn ‘îsâ, es-Sunen (Kahire ? A. M. Şa-
kir neşri) 2ehebi Şemsu’d-Din Ebü ‘Abdillah,. Mlzânu’l-ıtidâl (Mısır 1325)
Zehebî Şemau’d-Din Ebü ‘Abdillah, Teşkiratu’l-buffâz (Haydarâ-bâd 1375/1955)
Zehebî Şemsu’d-Dîn Ebü ‘Abdillah, el-Muntekd min MinhâcVs-Sunne (Kahire 1374)
Zemahşarî Ebu’l-Kâaim Câru’llah, el-Keşşâf ‘an fyaka’ikıH-Tenzil ve ‘uyunVUakâvil fi vucühi>t-te’vil (Bulak 1318)
Zuhdî Şaşan Câru’llah, el-Mutezile (Kahire 1947) [290]
[1] Tevbe sûresi 9, ây. 6.
[2] Fett sûresi 48, ây. 15.
[3] Bakara sûresi 2. ây, 75.
[4] Kehf sûresi 18, ây. 109.
[5] Lokman sûresi 31, ây, 2
[6] Kehf sûresi 18, ây. 27.
[7] Yûnus sûresi 10, ây. 64.
[8] kaf sûresi 50, ây. 29.
[9] Nisa sûresi 4, ây. 122.
[10] Câşiye sûresi 45, ây. 18.
[11] Câşiye sûresi 45. ây. 17.
[12] Ahkâf sûresi 46, ây. 25.
[13] Nahl sûresi 16, ây. 40.
[14] Kur’ânda pek çok geçen bu kelimenin 13 çeşitli manâya delalet ettiği misalleriyle el-Beyhaki tarafından zikredilmiştir. Bu hususla bak: el-Esmâ’ ve’ş-şıfat, s. 227-8.
[15] A’râf sûresi 7, ây 54.
[16] Rûm sûresi 30, ây. 4.
[17] el-Es’ari, el-îbfine, s. 19-20.
[18] Yani Allah’ın “kun” emri eğer mahlûk olursa, önce bu emri yaratmak gerekecek ve bunun için mukaddem bir “kun” emrine ihtiyaç hasıl olacaktır. Bu suretle emirler birbirini takip edip gidecektir.
[19] Prof. Dr. Talât Koçyiğît, Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 184-187.
[20] Ebü DâvÜd, II. 536. ed-Dârimî, II. 440.
[21] el-Buhâri, VII. 96, VIII. 139; Müslim, Kitâbu’l-Cum’a, Hadîs No. 43-t5.
[22] ed-Dârimî, II. 440.
[23]Aynı eser, II. 441.
[24] Müslim, Kitâbu g-gikr, Hadîs No. 54. Hazreti Peygamber bu hadîsinde Allah’ın kelimeleriyle, O’nun kelâmım veya Kur’ânı kas delmiştir. el-Hattâbl’nin açıkladığına göre, Ah-med îbn Hanbel, “Allah’ın tam kelimeleri” ibaresiyle Kur’ânm gayri mahlûk olduğunu istidlal ederdi. Zira böyle olmasa idi Hz. Peygamber, mahlûk ve noksan olan bir kelâma sığmraaz-dı. Kelimelerin tam olarak tavsif olunması, onların mahlûk olmadıklarına delâlet eder; bak: Ma’âlimu’s-Sunen, IV. 332-3.
[25] Prof. Dr. Talât Koçyiğît, Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 187-189.
[26] Bak: el-Eş’arî3 el-Makâlât, I. 181 vd.
[27] Mutezile kelâmcılan, Allah’ın Hz. Müsâ ile doğrudan doğruya konuşmadığını, fakat kelâmı bir ağaç üzerinde yarattığını iddia etmişlerdir.
[28] el-Eş’arî, el-MakâIât3 I. 184.
[29] Bak: el-Bağdâdi, el-Fark beyne’l-firak, s. 92.
[30] el-Gazâli, el-lktişâd fi’1-i’tikâd, s. 115.
[31] İbn Şazın, Kİtâbu’I-faşl, III. 5.
[32] Zuhruf sûresi 43, ây. 3.
[33] Prof. Dr. Talât Koçyiğît, Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 190-192.
[34] İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-nih.âye, X. 19.
[35] Aynı eser, X. 215.
[36] İbn gaîlikân, Vafçyâtn’I-A’ySn, I. 251; tbn Kesîr, el-Bidâye, X. 281.
[37] W. M. Patton, Ahmed İbn Hanbel The Mihna, s. 92.
[38] Aynı yer ve İbnu’l-Cevzî, Menâkıb tbn IJanbel, s. 308.
[39] İbn Kegîr, el-Bidâye, X. 275.
[40] el-Makrizî, el-Hıtat, IV. 183.
[41] el-Bağdâdî, el-Fark. s. 104; îbn Kesîr, el-Bidâye, X. 275, 279, 281.
[42] İbn Kesir, el-Bİdâye, X. 247, 275.
[43] Prof. Dr. Talât Koçyiğît, Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 192-194.
[44] Zuhruf sûresi 43, ây. 3.
[45] En’âm sûresi 6, ây. 1.
[46] Hüd sûresi 11, ây. 1.
[47] Bak: Muhammed sûresi 47, ây. 23-24.
[48] et-Tabarî, Tarih, VII. 195-197.
[49] Prof. Dr. Talât Koçyiğît, Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 194-197.
[50] et-Tabarî, Târih, VII. 197; es-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfi’ıyye, I. 207.
[51] Bak: Tabakâtu’ş-Şâfi’ıyye, I. 207.
[52] Bak: el-Hatîb, Târihu Bağdâd, XIV. 180; îbn HalükSn, Vafeyât3 V. 190 vd. îbn Ebi Uâtim, Kitâbu’1-Cerh ve’t-ta’dil, IV. 2, 192.
[53] Tabakâtu’ş-Şâfi’ıyye, I, 207.
[54] W. M. Patton, Ahmed lbn Haııbel, The Mihna, s. 109.
[55] Menâkibu’l-îmâm Ahmed ıbn Hanbel, s. 388.
[56] Aynı eser, s. 389.
[57] Bak: İbn Hallikân, III. 473.
[58] el-Hatib, Târîhu Bağdâd, IV. 8; lbn Ebî Hatim, Kitâbiu’1-Cerh, I. 1,39.
[59] lbn Ebî Hatim, Kitâbu’1-Cerh ve’t-ta’dîl, I. 2, 591.
[60] Prof. Dr. Talât Koçyiğît, Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 197-199.
[61] Mektubun tam metni için bak: et-Tabarî, VII. 197-200.
[62] İsim listesi hakkında bak: eî-Tabarî, VII. 200-201.
[63] Prof. Dr. Talât Koçyiğît, Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 199-203.
[64] Mektubun metni için bak: et-Tabarî. VII. 202-205.
[65] Aynı yer.
[66] Kureyş müşrikleri, sahabeden Yâsir ve karısı Sumeyye’yi dinden çıkarmak için çeşitli eziyetler etmişler, fakat muvaffak olamayınca her ikisini de öldürmüşlerdir. Aynı işkenceye oğullan ‘Ammâr da maruz kalmış, fakat imanında ısrar edince onu da öldürmek kasdiyle bir kuyuya atmışlardı. ‘Ammâr suda boğulmak üzere iken canını kurtarmak için müşriklere karşı zahirî bir uysallık göstermiş, kuyudan kurtulduktan sonra da ağbyarak Hz. Peygambere gelmiş ve olayı ona anlatmıştır. Hz. Peygamber onu teselli etmiş ve yine böyle bir zor karşısında kalırsa dili ile uysal davranmasını söylemiştir. îşte bu hâdise ile ilgili olarak şu ayet nazil olmuştur: “Kalbi îman ile mutmain olduğu halde zora getirilenler müstesna, kim imanından sonra Allah’a küfreder, göğsünü küfre açarsa Allah’ın gazabı bu kimsenin üzerindedir, (Nabl, 16,106).
[67] et-Tabarî, VII. 223.
[68] es-Subki, Tabakâtu’ş-Şâfi’ıyye, I. 210.
[69] es-Subki, I. 210 ve Ebû Nu’aym, el-#Jİye, IX. 197.
[70] es-Subki, I. 210; Ebû Nu’aym, Hılye, IX. 197.
[71] es-Subkî, Tabakütu’ş-Şâfi’ıyye, I. 210; Ebü Nu’aym, Hılye, IX. 197.
[72] Fil sûresi 105, ây. 5.
[73] es-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfİ’ıyye, I. 211.
[74] Enbiyâ’ sûresi 21, ây. 2.
[75] Şad sûresi 38, ây. 1.
[76] es-Subki, Tabakatu’ş-Şâfi’ıyye, I. 211.
[77] Ayın yer ve İbnu’l-Cevzî, Menâkibu’I-îmâm Ahmed, s. 322.
[78] es-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfi’ıyve. I. 211; Îbnu’l-Cevzî, el-Menâkıb, s. 322.
[79] İbnu’l-Cevzî, s. 322.
[80] Aynı yer.
[81] ez-Zehebi, Târîhu’l-lslâm’dan (bak: el-Musned, I. 102-103, Abmed M. Şâkir
[82] İbn Tanrı Berdî, en-Nucümu’z-zâhire, II. 259.
[83] tbmı’l-Cevzî, Menâkıbu’1-îmâm Ahmed, s. 348.
[84] ez-Zehcbî, Tezkiratu’l-huffâz, t. 4ı8.
[85] Aynı yer. 227 Hicrî senesinde el-Vâsik’ın imtihanla ilgili emri Mısır’a geldiği zaman, Mısır valisi, muhaddis, fakîh, müezzin ve muallim olmak üzere halk arasında ne kadar göze çarpan insan varsa hepsini de imtihana çekmiştir. Halkın çoğu kaçmış, hapishaneler, imtihana rıza göstermiyenlerle dolmuştur {el-Kindi, Kitâbu’l-vulât, s. 451). Aynı zamanda Mısır valisi Muhammed İbn Ebi’1-Leyş “Mahlûk Kur’ânın Rabbi olan Allah’tan başka ilâh yoktur” ibaresinin mescidlere yazılması emrini de vermiştir (bak: Kitâbıı’l-vulât, s. 451).
[86] ez-ŞJehebî, Tegkiratu’I-huffüz, I. 419.
[87] İbn Hallikân, Vafeyâtu’I-a’yân, VI. 60–62.
[88] Ibnu’l-Cevzi, Meııâkıbu’1-tmâm Ahmed, s. 398.
[89] îbn Hallikân, el-Vafeyât, VI. 62.
[90] et-Tabari, VII. 326-330; lbmı’1-Eşir, el-Kâmİl, VII. 15; el-Ya’kÛbi, II. 589; es-Sııbki, Tabakâtu’ş-Şâfi’iyye, I. 215.
[91] Bak: el-Fark s. 104. el-Bağdâdi’nin §umâme ile ilgili bu haberinin yanlış olduğu anlaşılmaktadır. Zira §umâme 213 H. senesinde ölmüştür.
[92] Mâ’ide sûresi 5, ây. 3.
[93] es-Subki, Tabakâtu’ş-şâfi’ıyye, I. 215.
[94] Ibmı’l-Cevzî, Menâkıbu’I-îmâm Ahıııed, s. 357. Burada bilhassa mutezile ile cehmiyyeye red mahiyetinde olan hadislerle “ru’yet” hakkında varid olan hadislerin rivaye-yetinin bahis konusu edilmesi, üzerinde dikkatle durulacak bir noktadır.
[95] Prof. Dr. Talât Koçyiğît, Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 203-214.
[96] Zuhruf sûresi 43, ay. 2.
[97] Ahmed îbn ÎJaııbel, er-Reddu ‘ala’l-cehmiyye (Dâru’l-Funûn liâhiyat fakültesi mecmu* ası, sayı 5-6, s. 284-5).
[98] Bakara sûresi 2, ây. 19.
[99] Zuhrnf sûresi 43, ây. 20.
[100] En’âm sûresi 6, ây. 1.
[101] Bakara sûresi 2, ây. 124.
[102] Ayru sûre, ây. 126.
[103] îbrâhîm sûresi 14, ây. 40.
[104] Âli ‘Imrân sûresi 33 ây. 7.
[105] es-Subki, Tabakâtu’ş-Şâfi’ıyye, I. 219.
[106] es-Subki, Tabakâtu’ş-Şâfi’ıyye, I. 219.
[107] Prof. Dr. Talât Koçyiğît, Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:.214-220.
[108] el-Beyhakî, el-Esmâ’ ve’ş-şifât, s. 239.
[109] Müslim, Kitâbu’t-tevbe, Hadîs No. 56.
[110] el-Esmâ’ ve’s-şıfât,’s. 242-43.
[111] Aynı eser. s. 241.
[112] Aynı eser, s. 243-44. Bu konuda el-Beyhaki de şu açıklamayı yapmıştır: îlk devirlerde Kur’ânm mahlûk olduğunu iddia eden bir kimse çıkmamıştır ki bunun reddine ihtiyaç hasıl olsun, Bu bakımdan Enes İbn Mâlik’ten böyle hır görüşün nakli sahih olmaz. Bununla beraber, muhtelif sahabîlerden rivayet edilen Kur’âmn Allah’a izafesiyle ilgili haberler sabittir ve sahihtir.
[113] el-Beyhaki, el-Esmâ’ ve’ş-şıfât, s. 248.
[114] Aynı eser, s. 249.
[115] Aym eser, s. 251.
[116] Aynı eser, s. 253.
[117] ez-Zehebl, KitSbu’l-‘uluv, (el-Menâr mecmuası) XVII, 611.
[118] Prof. Dr. Talât Koçyiğît, Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 220-223.
[119] Nisa’ sûresi 4, ây. 59.
[120] Mâ’ide sûresi 5, ây. 4.
[121] Mâ’ide sûresi 5, ây. 67.
[122] En’âm sûresi 6, ây. 159.
[123] Hacc sûresi 22, ây. 68-69.
[124] el-‘Âcurrî, eş-Şerî’a, s. 55. Haberde sık sık kullanılan “münakaşa” kelimesini biz, metinde şüphe üzerine çıkan cidal ve münakaşa manasındaki “mira” kelimesinin karşılığı olarak aldık.
[125] İbn ‘Abdi’1-Barr, Cami’ beyâni’l-‘ılm, II. 193.
[126] Aynı yer.
[127] Hacc sûresi 223 ây. 55.
[128] Bak: Cami’ beyâni’I-‘ılm, II. 92.
[129] Aynı eser, II. 95.
[130] Te’vîlu muhtelifi’I-hadîs, s. 17.
[131] İbn ‘Abdi 1-Barr’ırt yakanda naklettiğimiz ifadesinden de anlaşıldığı gibi, “din” tabiriyle sadece itikadı meseleler kasdedilmiştir. Fıkhî meselelerin bir kısmında ise bilâkis müzakere ve münakaşaya açık kapı bırakılmıştır.
[132] Aslen Fârisi olan Beşşâr, Basra da yetişmiş, sonra da Bağdâd a gelerek oraya yerleşmiştir. Şiirlerinde bir taraftan cehrivyecîliği miidafa ederken diğer taraftan mecusiliğiylede övün muştur:
“Tabîb, tıbbı ve devasıyle kaderi bozmağa muktedir olamaz ve daha önce tedavi ettiği aynı hastalıktan kendisi ölür’.”Iblîs babanız Adem’den hayınudir; çünkü onun asb ateştir; Adem’in ise toprak”.
[133] Bak: tslâm Ansiklopedisi, Beşşâr md. II. 575; el-Bağdâdî, el-Fark beyne’I-fiiak, s. 35.
[134] el-Bağdâdî, el-Faık heyne’l-firak, s. 104.
[135] Aynı yer.
[136] Tarihu Bağdâd, 111. 369.
[137] Burüc sûresi 85, ây. 21-22.
[138] Leheb sûresi 111, ây. 1.
[139] el-Hatîb el-Bağdâdi, Târîlm Bağdâd, XII. 171.
[140] el-Hatîbu’1-Bağdadî, TâHhu Bağdâd, XII. 171, 183.
[141] Hücurat sûresi, ây. 7.
[142] eş-Şehristâni, el-Milel ve’n-nihal, I. 72,
[143] Enfâl sûresi, ây. 63.
[144] el-Milel ve’n-niljal, I. 72,
[145] Bak: el-İntiaâr, s. 48.
[146] el-Bağdâdi, el-Fark, s. 96.
[147] Isrâ1 sûresi ây, 88.
[148] Prof. Dr. Talât Koçyiğît, Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 223-230.
[149] îbn Teymiyye, Risâlet’I-‘IklîI, s. 30 (Mecnm’atuVresâ’il, cüz 2).
[150] Çeşitli varyantları olan bu hadîa için bak; Ahmed İbn Hanbel, Musned hadîs No.
[151] Tefsîru’t-Taberij I. 80 (A. Mutıammed Şâkir neşri).
[152] Bak: el-*Akîde el-Hamaviyye, s. 425 (Mecmu’atu* r-resâ’il).
[153] Hayatı ve görüşleri hakkında daha geniş bilgi için bak: el-Hatîb, Târihu Bağdâd, VII. 56-67.
[154] İbn Teymiye, el-‘Akide el-Ijtamaviyye, s> 426.
[155] Ali ‘Imrân sûresi 3, ây. 7.
[156] Bak: ez-Zemahşari Tefsir, I. 294; es-Suyütî, el-îtkân’mda (II. 3) muhkem ve müteşabih âyetlere ayırdığı bir fasılda hulâseten şöyle demektedir: Müteşabihin bilinip bi’inmi-yeceği hususunda ortaya çıkan ihtilâfın menşe’i ibaresidir. Bu ibare matuf mudur, yoksa mübteda mıdır? Matuf veya mübteda oluşuna göre ibareyi takip eden fiili ya haldir, ya da mübtedanın haberidir; bu takdirde ninj harfiisti’nâf içindir. İbarenin matuf olması halinde manâ “tevilini Allah ve ilimde rusûh bulanlardan haşkaaı bilmez” şeklindedir ki bu görüşe çok az müfessir katılmıştır. Bunlardan biri Miicâhid olup îbn ‘Abbâs’tan bu âyet hakkında şu haberi nakletmiş tir: “Ben, müteşabihin tevilim bilenlerdenim”. Bir başka müfessir ez-2ahhâk’tan gelen rivayette de şöyle denilmiştir: “İlimde rusûh bulanlar müteşabihin tevilini bilirler; eğer biimemiş olsalardı, nâsihini ve mensûhumı, halâhni ve haramını, muhkemini ve müteşabihini de bilmezlerdi”. en-Nevevî de Müslim şerhinde bu görüşe gitmiştir. Bununla beraber sahabe, tâbi’ün ve etbalannın ekseriyeti ve hususan sünnet ehli, ikinci yani yukarıda zikredilen ibarenin mübteda olduğunu doğrulayan görüşe katılmışlardır. Buna göre manâ “müteşabihin tevilini Allah’tan başka kimse bilmez. İlimde rusûh bulanlar, biz ona inandık derler” şeklindedir. İbn ‘Abbâs’tan gelen rivayetlerin doğnısu da budur. ‘Abdurrazzâk’ın tefsirinde, el-Hâlrim’in Mustedrek’inde çıkardıkları habere göre, îbn Abbâs, âyeti şeklinde okurdu. Bu da gösteriyor ki j harfi, isti’nâf içindir. Diğer taraftan âyetin umumî manâsı da bu hususun doğruluğunu ortaya koymaktadır. Şöyle ki: Allah Ta’âlâ, müteşabih âyetlere tâbi olanları zemmetmekte ve onları fitne çıkarmak için kalplerinde eğrilik bulunmakla vasıflandırmaktadır. Buna karşılık medh ise, te’vili bilenler için değil, bilâkis müteşabihe inandıklarını söyliyerek onun bilgisini, ilmini Allah’a terkedenler
içindir.
[157] Prof. Dr. Talât Koçyiğît, Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 230-234.
[158] el-Hugarî, Târihu’t-teşıi’ cl-lslâmî, s. 11)3.
[159] I.Taşr sûresi 59, ây. 7.
[160] Âli ‘Imıân sûresi 3, ây. 31-32.
[161] Bak: eş-Şâfi’î, Kitâbu’l-ümm, VII. 250 vd.
[162] Nahl sûresi 16, ây. 89. Âyetin tamamı: “Biz sana Kitabı, mü’minler için her şeyi açıklayıcı, doğru yolu gösterici ve rahmet edici olarak gönderdik”.
[163] Prof. Dr. Talât Koçyiğît, Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 234-237.
[164] el-Bağdâdi, el-Fark beyne’l-firaJc, s. 71-72.
[165] Aynı yet.
[166] Aynı yer.
[167] eg-Şehristaaî, el-Milel ve’n-nihal, I. 57.
[168] eg-Şehristâni, el-Milel ve’n-nihal, I. 57; el-Bağdâdi, el-Fark, 8. 89.
[169] İbn Kuteybe, Te’vilu muhtelifi’i-hadlg, s. 25, 30.
[170] el-Bağdâdi, cl-Fark, s. 90.
[171] tbn Ifuteybe, Te’vîlu mubtelifi’l-badîş, 3. 60.
[172]el-Câhız’a ait bazı risaleler “el-Fuaülu’1-muhtâra” adı altında neşredilin işi ir. Ancak bu risaleler mecmuasını görmek maalesef mümkün olmamıştır. el-Câhız’a atfen burada yaptığımız ve ileride yapacağımız bazı nalaller W. M. Patton’un “Ahmed tbn Hanbel, tbe Mihna (Leiden 1897) adlı eserinde el-Câljız’m mezkûr risalelerinden aldığı pasajlardan yapılmıştır.
[173] Adı geçen eser, s. 10-12.
[174] Mutezilenin bu bâbta hadis ehlini itham etmek maksadıyle ileri sürdükleri iddiaları, yukarıda tbn Çuteybe’nin onlara alfen naklettiği şu sözleridir: “Gaylân, ‘Amr Ibn ‘Ubeyd gibi bazı kimseleri kadere nisbet ederler ve onlardan hadîs almazlar; fakat kaderiyyeden olan Katâde, Ibn Ebî ‘Arüba vb. den hadîs rivayet ederler”. Halbuki hadîs imamlarından ‘Abdullah Ibnu’l-Mubârek^Cj ‘Amr Ibn ‘Ubeyd’in hadisini terkettiği halde niçin ‘Amr gibi kaderi olan Hişâm ed-Dustuva’î ve Sa’îd îbn Ebî ‘Arüba’dan hadis aldığı sorulduğu zaman, ‘Anır’in, ka-deriyyenin dâ’îliğini yaptığını ve bu sebepten ondan hadîs rivayet etmediğini söylemiştir (el-Hatib, el-Kifâye, s. 127). Bu misal hadîsçilerin İslâm akaidinin safiyetini muhafaza edebilmek için ne kadar titiz davrandıklarını göstermeğe kafidir.
[175] İbnu’l-Cevzi, Telbisu İblis, s. 114-117.
[176] Prof. Dr. Talât Koçyiğît, Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 237-243.
[177] Prof. Dr. Talât Koçyiğît, Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 243.
[178] îbn îlazm, el-IJıkâm, I. 104.
[179] Aynı yer.
[180] Aynı eser, I. 105.
[181] es-Suyütl, Tedrlbu’r-râvî, s. 371.
[182] Bak: el-Fark beyııe’I-firak, s. 87.
[183] Prof. Dr. Talât Koçyiğît, Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 243-244.
[184] İbn Çazm, el-Ihkâm, I. 114.
[185] el-Âmidl, el-Ihkâm, II. 68.
[186] Bak: el-Fark beyne’Ufirak, s. 77.
[187] Aynı yer
[188] Adı geçen eser, s. 55.
[189] îarâ1 sûresi 17, ây. 36. .
[190] Necin sûresi 53, ây. 28.
[191] el-Âmİdî, el-IhkSm3 II. 71-72; İbn )Jazm, el-Ihkâm, I. 114.
[192] el-Smidî, II. 94.
[193] Mezkûr haberler için bak: el-Âmidi, II. 94-95,
[194] Bak Er Risale ,S . 401 el-Câmi’uş-Şahih, VIII. 132 (Bâbu mâ câ’e fi icazetİ
[195] el-Hatîb, Târîhu Bağdâd, XII. 172.
[196] Bak: Tefsir, I. 269.
[197] Bu hadîs “Hadîs ve Kader” başlıklı bahsimizde metin ve tercemesiyle zikredilmiş-
[198] er-Râzi, Tefsir, I. 270
[199] îbn Teymiye, el-îhticâc bi’1-kader, s. 9.
[200] Îbn Hacer, Fethu’I-bârî, XI. 411.
[201] Taha sûresi 20, ây. 121.
[202] Aynı sûre^ ây. 123.
[203] Bakara sûresi 2, ây. 37.
[204] Taha sûresi 20, ây. 122.
[205] Prof. Dr. Talât Koçyiğît, Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 244-251.
[206] Bak: Şerljıı’I-Mevâkıf, I. 14-15.
[207] Prof. Dr. Talât Koçyiğît, Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 251-253.
[208] İbn ‘Abdi’1-Barr, Cami* beyâııi’l-‘ilm, II. 95.
[209] Aynı eser, II. 96.
[210] el-Hcrevî, Zemmu’l-kelâm, II. 158 a.
[211] Aynı yer ve Ebû Nu’aym, Hılye, IX. 218.
[212] İbn ‘Abdi’1-Barr, Cami’ lıeyüni’l-‘ıhn, II. 95.
[213] el-Herevi, £enımu’l-kelâm, II. 172 b.
[214] el-Herevî., Zemmu’l-kelâm, II. 172 b.
[215] İbn ‘Abdi’1-Barr, Cami’ beyâni’l-‘ılm, II. 95.
[216] el-Herevî, Zemmu’l-kelâm, II 173 a.
[217] Aynı eser, II. 209 b.
[218] îbn Ebî Hatim, Âdâbu’ş-Şafi’i ve meııâkıbuh, s. 188; el-Herevî, II. 211 a.
[219] İbn Ebi Hatim, Âdâbu’ş-Şâfi’î ve menâkibuh, s. 189; Ebü Nu’aym, Hılye, IX. 113; el-Herevî, Zemmu’l-kelâm, II. 213 b-214 a.
[220] Zemmu’l-kelâm, II. 210 a; Hılye, IX. 112.
[221] Zemmu’l-kelâm, II. 213 a.
[222] İbn Ebi Hatim, Âdâbıi’ş-Şafi’l, s. 185.
[223] el-Herevî, Zemmu’l-kelâm, II. 215 a.
[224] İbn Ebî Hâtİm, Âdâbu’ş-Şâfi’î, s. 185; Zemmu’l-kelâm, II. 215 b.
[225] Âdâbu’ş-Şâfi’î, s. 182; İbn ‘Abdi’1-Barr, Cami’ beyâni’I-‘ıhn, II. 95; Zemmu’l-kelâm, II. 211 a. Hılye, IX. 111; el-Gazali, îhyâ’, I. 93.
[226] Zemınu’I-kelâm, II. 211 a; ÂdSbu’ş-Şafi’î, s. 182.
[227] Zemnıu’l-kelâm, II. 212 b.
[228] Hılyetu’l-evliyâ*, IX. 112-3.
[229] ez-2ehebi, Târîhu’l-îslâm. Tamamı neşredilmemiş olan bu eserin Alımed Ilın Hanbel’in tercümesiyle ilgili kısım için bak: el-Musned, I. 81. (Mısır 1949).
[230] Aynı eser, T. 81.
[231] ez-Zehebî, Târîhu’l-İslânı, Bak: el-Musned, I. 82.
[232] Aynı yer.
[233] Aynı yer.
[234] Aynı yer.
[235] Aynı yer.
[236] Zemnıu’l-kelâm, II. 185 a.
[237] Aynı eser, II. 179 a.
[238] Hılyetu’l-evlîyâ’, IX. 10-11.
[239] £emmu’l-kelâm, II. 162 b.
[240] Aynı eser, II. 231 b.
[241] Prof. Dr. Talât Koçyiğît, Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 253-258.
[242] îbn ‘Abdi’I-BaiT, Cami’ beyâni’I-‘ılm, II. 96.
[243] Aynı yer.
[244] Zemmu’l-kelâm. II. 157 b.
[245] Zcmmu’t-kelâın, II. 172.
[246] Aynı eser, II. 181 b.
[247] Aynı yet ve II. 182 a.
[248] Aynı eser, II. 172 b-173 a.
[249] İbn ‘Abdi’1-Bnrr, Cami’ beyâni’l-‘ilm, II. 95.
[250] Fuiayl îbn ‘IySz’m bu sözü için bak: jjenımıı’1-kelâm. II. 198 b.
[251] Aynı eser, II. 167 a.
[252] Hılyetu’l-evliyâ*. IX. 7.
[253] Aynı yer.
[254] Aynı eser, IX. (t.
[255] el-Beylıakî, el-Esmâ’ vp’ş-*ıfSt. s. 250.
[255] Aynı yer. [255] Aynı eser, IX. (t.[256] Aynı y.v.
[257] Hılyeuı’i-evliyfı’, IX. 7.
[258] Zcmınıı’l-kelam. II. 211 b.
[259] Aynı eser, II. 212 a ve îhyft’u ‘ulümi’d-dîn, I. 93.
[260] Bak: eUKasımî, Târîhu’l-cchmiyye, s. 41.
[261] Aynı yer.
[262] Bak: Minhaeu s-Sunne, I. 256,
[263] Prof. Dr. Talât Koçyiğît, Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 258-262.
[264] Bak: TSrîhıi 1-celimiyye ve I-mu’tezile, s. 56.
[265] Tedrîbu r-râvî, s. 219.
[266] Bak: el-tntişâr, s. 126.
[267] el-Buhâri tarafından hadîsleri rivayet edilen bu rical hakkında bak: Fethu 1-bâri mukaddimesi, II. 112-176.
[268] ‘Alî Ibn Elti Tâlib e düşman olup diğerlerini ondan üstün görmek
[269] Bak: Tedribu r-râvi, s. 219-20.
[270] Aynı eser. s. 216.
[271] es-Suyüti, Tedrîbu r-râvi, s. 216.
[272] el-Hatîb, el-Kİfâye, s. 122.
[273] Aynı yer.
[274] Aynı eser, s. 123.
[275] Aynı eser. s. 124-5.
[276] el-Hatîb, el-Kifâye, s. 125.
[277] Aynı yer.
[278] es-Suyütî, Tedribu r-râvi, s. 219-20.
[279] el-Kifâye, s. 120.
[280] Aynı yer. Keza bak: el-Bağdadî. el-Fark beyne 1-firait, s. 151.
[281] el-Kifâye, s. 126.
[282]el-Kifâye, s. 126.
[283]Aynı eser, s. 127.
[284] Aynı eser, s. 128.
[285] Aynı yer.
[286] Aym eser, s. 129.
[287] el-Kifâye, s. 131.
[288] Prof. Dr. Talât Koçyiğît, Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 262-271.
[289] Prof. Dr. Talât Koçyiğît, Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 272-274.
[290] Prof. Dr. Talât Koçyiğît, Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 275-279.