BAKARA 243 |
أَلَمْ
تَرَ إِلَى
الَّذِينَ
خَرَجُواْ
مِن
دِيَارِهِمْ
وَهُمْ
أُلُوفٌ
حَذَرَ
الْمَوْتِ فَقَالَ
لَهُمُ
اللّهُ
مُوتُواْ ثُمَّ
أَحْيَاهُمْ
إِنَّ
اللّهَ
لَذُو فَضْلٍ
عَلَى النَّاسِ
وَلَـكِنَّ
أَكْثَرَ
النَّاسِ لاَ
يَشْكُرُونَ |
243. Binlerce kişi
oldukları halde ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi? Allah
onlara: "Ölün" dedi. Sonra da onları diriltti. Gerçekten Allah,
insanlara lütuf sahibidir. Fakat insanların çoğu şükretmezler.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:
1- Ölümden Korkanlar:
2- Ölüm Korkusu:
3- Kaçışın Ölüme Faydası Var mı?
4- Vebanın Bulunduğu Bir Yerden Kaçmak
Kasti Olmaksızın Çıkış:
5- Taun'a (Veba ve Benzeri Öldürücü
Bulaşıcı Hastalıklara) Sabretmenin Fazileti:
6- Taundan Kaçış İslam Alimine
Yakışmaz:
1- Ölümden Korkanlar:
Yüce Allah'ın:
"Görmedin mi?" buyruğundaki görmek'ten kasıt kalbi görüştür. Bilmedin
mi anlamındadır. Sibeveyh'e göre ise; sen bu gibi kimselerin işlerine,
durumlarına dikkat etmedin mi anlamındadır. (Arapça'da) böyle bir görme'nin ise
iki mef'ule ihtiyacı yoktur.
Ebu Abdurrahman es-Sülemı
bu buyruğu "ra" harfini cezimli olarak (...) diye okumuştur. Hemze,
ayrıca onun yerine geçecek bir hareke vermeksizin hazfedilmiştir. Çünkü bu
kelimenin aslının son harfi "hemze"dir.
Ayet-i kerimede sözü
geçenlerin kıssasına gelince; bunlar aralarında vebanın başgösterdiği
İsrailoğullarından bir kavim idiler. "Daverdan" denilen bir kasaba da
yaşıyorlardı. Vebadan kaçmak kastıyla kasabalarından çıktılar, bir vadide
konakladılar. Yüce Allah da onların canını aldı. İbn Abbas der ki:
Bunlar dört bin kişi
idiler. Taündan kaçmak kastıyla çıkıp şöyle dediler: Ölümün bulunmadığı bir
yere gidelim. Yüce Allah da onların canını aldı. Bir peygamber onların
bulunduğu yerden geçti, Yüce Allah'a dua etti, Allah da onları diriltti.
Bunların sekiz gün veya
yedi gün ölü kaldıkları söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
el-Hasen der ki: Onlara
ceza olmak üzere ecellerinden önce Allah onları öldürdü. Daha sonra ecellerinin
geri kalan kısmını yaşamak üzere onları diriltti. Denildiğine göre Allah onları
peygamberlerinden birisine mucize olmak üzere diriltmiştir. Bu peygamberin
adının Şem'ün olduğu söylenmektedir. en-Nekkaş'ın naklettiğine göre bunlar
hummadan kaçmak istemişlerdi. Bir diğer görüşe göre ise bunlar cihaddan
kaçmışlardı. Allah, peygamber Hazkiel aracılığıyla onlara cihadı emredince
cihadda öldürülmekten korktukları için ölümden kaçmak arzusuyla yurtlarından
çıktılar. Allah ise, kendilerini ölümden hiçbir şeyin kurtaramayacağını onlara
göstermek üzere onları öldürdü, daha sonra tekrar diriltti ve Yüce Allah'ın:
"Allah yolunda savaşınız" buyruğu ile cihadı emretti. Bu açıklama da
ed-Dahhak'a aittir.
İbn Atiyye der ki: Bütün
bu anlatılanların senedleri gevşektir Ayet-i kerimeden anlaşılması gereken
şudur: Yüce Allah, Peygamberi Muhammed (s.a.v.)'e dikkat çekmek için ve kendi
katından haberdar eden bir üslup ile insanlardan bir topluluğa dair haber
vermektedir. Bunlar ölümden kaçmak arzusuyla yurtlarından çıktılar, Yüce Allah
da onları öldürdü, sonra da onları diriltti. Hem kendilerine, hem de onlardan
sonra gelen herkese, öldürmenin ancak Yüce Allah'ın elinde olduğunu, başkasının
elinde olmadığını göstermek için bunu yapmıştır, Herhangi bir kimsenin
korkmasının veya bu konuda aldanışa düşmesinin hiçbir anlamı yoktur.
Yüce Allah bu ayet-i
kerimeyi Muhammed (s.a.v.) ümmetinden mü'min olanlara cihadı emretmesine bir
mukaddime kılmıştır. Bu da Taberı'nin görüşüdür. Ayet-i kerimenin söz dizisinin
zahirinden anlaşılan da budur.
Binlerce Kişi Oldukları
Halde Ölümden Korkanlar:
Yüce Allah'ın:
"Binlerce kişi oldukları halde" buyruğu ile ilgili olarak cumhur
şöyle demektedir: Burada "binlerce (anlamına gelen: ulüD" kelimesi,
"bin" (anlamına gelen elf) kelimesinin çoğuludur. Kimisi, altıyüzbin
kişi idiler, derken seksen bin kişi idiler de denilmiştir. İbn Abbas kırkbin
kişi olduklarını söylemektedir. Ebu Malik; otuz bin, es-Süddı; otuzyedi bin
kişi idiler, der. Yetmiş bin kişi idiler, de denilmiştir. Bunu da Ata b. Ebi
Rebah söylemiştir. Yine İbn Abbas'tan kırk bin kişi ve sekiz bin kişi oldukları
da rivayet edilmiştir. Bunu ondan İbn Cüreyc rivayet etmiştir. Yine İbn
Abbas'tan sekiz bin ve dört bin kişi oldukları da rivayet edilmiştir, üç bin
kişi de denilmiştir.
Fakat doğru olan
bunların sayılarının on bin kişiden fazla olduğudur. Çünkü Yüce Allah'ın:
"Binlerce kişi oldukları halde" buyruğunda cem'u'l-kesre (çokluk
çoğulu) kipi kullanılmıştır. On bin ve aşağısında "ulüf (binlerce)"
tabiri kullanılmaz.
İbn Zeyd bu kelime
hakkında şöyle demektedir: Bu kendileri birbirleriyle ülfet halinde idiler
(yani kaynaşmış idiler) demektir. Yani kavimlerinin ayrılığı ya da aralarındaki
fitne dolayısıyla yurtlarından çıkmamışlardı. Onlar birbirleriyle kaynaşmış
durumda idiler. Fakat bu kesim, onlara muhalefet ederek kendi kanaatlerince
ölümden kaçmak ve hayatta kalmak arzusuyla yurtlarından çıktılar. Allah da
kanaatlerince kurtuluşa erdikleri yerde onları öldürdü.
Bu açıklamaya göre
"ulüf" kelimesi (alışmış kaynaşmış anlamına gelen) alif'in çoğuludur.
Tıpkı calis ve cülüs (oturan oturanlar) kelimesinde olduğu gibi.
İbnu'l-Arabı der ki:
Yüce Allah onlara ceza olmak üzere bir süre onları öldürdükten sonra diriltti.
Ceza olarak öldürmekten sonra ise bir hayat vardır. Ecelin sonu dolayısıyla
gelen ölümden sonra ise dünya hayatı olmaz.
Mücahid der ki: Bunlar
diriltildikleri vakit kavimlerine geri döndüler. Bir zamanlar ölmüş olduklarını
biliyorlardı. Fakat ölümün hali, rengi yüzlerinde duruyordu. Onlardan herhangi
bir kimse bir elbise giydi mi mutlaka kirli bir kefene dönüşüverirdi. Bu durumları
kendileri için takdir edilmiş bulunan ecelleri gelip ölene kadar sürüp gitti.
İbn Cüreyc'in İbn
Abbas'tan naklettiğine göre işte; bu koku, bugüne kadar İsrailoğullarına mensup
o kol üzerinde kalmış bulunmaktadır.
Rivayet edildiğine göre;
bunlar Irak'ta Vasıt taraflarında idiler. Denildiğine göre; bunlar cesetleri
koktuktan sonra diriltildiler. İşte o koku bugüne kadar onların nesillerinde
hala vardır.
2- Ölüm Korkusu:
"Ölüm
korkusuyla" yani böyle bir korku sebebiyle yurtlarından çıktılar.
Bu buyrukta
"korku" anlamındaki "hazer" kelimesi mef'ülün leh olduğu
için nasb edilmiştir. Allah da onlara: "Ölün" dedi. Bu emir tekvinı
bir emirdir. Onlara bu şekilde seslenildi ve kendilerine "ölün"
denildiğini kabul etmek de uzak bir ihtimal değildir. İki meleğin onlara:
"Ölün" diye seslendiği ve bunun üzerine öldükleri de nakledilmiştir.
Buna göre buyruğun anlamı şöyle olur: Yüce Allah onlara iki melek vasıtasıyla
"ölün" buyurdu ... Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
3- Kaçışın Ölüme
Faydası Var mı?
Veba ve Benzeri
Hastalıklardan Kaçmanın Hükmü:
Bu husustaki görüşlerin
en sahih, en açık ve en meşhur olanları, bunların vebadan kaçmak arzusuyla,
çıkmış olduklarıdır. Bunu Said b. Cübeyr, İbn Abbas'tan rivayet etmiştir. İbn
Abbas der ki: Bunlar taundan (vebadan) kaçmak arzusuyla çıktılar ve öldüler.
peygamberlerden birisi Allah'a dua ederek Rablerine ibadet etsinler diye onları
diriltmesini istedi; Allah da onları diriltti.
Bu ayet-i kerime
hakkında Amr b. Dinar da der ki: Bulundukları kasabada taun başgösterdi. Bir
kısmı kasabadan dışarı çıktı, bir kısmı da orda kaldı. Çıkanlar geriye
kalanlardan fazla idiler. Ordan çıkanlar kurtuldular, kalanlar ise öldüler.
İkinci bir veba daha başgösterince pek azı müstesna toptan çıktılar. Allah da
hayvanlarıyla birlikte canlarını aldı, sonra da onları diriltti. Kasabalarına
geri döndüklerinde, zürriyetlerinin üreyip çoğaldığını gördüler. el-Hasen der
ki: Taundan korunmak kastıyla çıktılar, aynı anda Allah onların da
hayvanlarının da canlarını aldı, sayıları kırk bin kişi idi.
Derim ki: İşte bu ayet-i
kerimede hükümlerin esasını bu teşkil etmektedir. Lafız Buhari'nin olmak üzere
hadis imamları Amir b. Sa'd b. Ebi Vakkas'tan şunu rivayet etmektedirler: Amir,
Usame b. Zeyd'i (babası) Sad'a şunları anlatırken dinlemiş: Resulullah (s.a.v.)
taCından söz etmiş ve şöyle buyurmuş: "O geçmiş ümmetlerden birisinin
kendisiyle azab edildiği bir azap veya musibet (ricz)dir. Sonra ondan geriye
bir kısmı kalmış, kimi zaman gider kimi zaman gelir. Her kim onun bir yerde
başgösterdiğini işitirse sakın oraya gitmesin. Her kimin de bulunduğu yerde
başgösterirse ordan kaçarak dışarı çıkmasın."
Bunu ayrıca Ebu İsa
et-Tirmizi de rivayet etmiş olup şöyle demiştir: Bize Kuteybe anlattı, bize
Hammad b. Zeyd, Amr b. Dinar'dan haber verdi. Amr, Amir b. Sa'd'dan o Usame b.
Zeyd'den rivayet ettiğine göre Peygamber (s.a.v.) taundan söz etmiş ve şöyle
buyurmuş: "O İsrailoğullarından bir kesim üzerine gönderilmiş bir azap
veya bir musibetin (riczin) kalıntısıdır. Bulunduğunuz yerde başgösterirse oradan
çıkmayınız. Olmadığınız yerde başgösterirse oraya gitmeyiniz." Tirmizi:
Hasen sahih bir hadistir, demiştir.
İşte Abdurrahman b. Avf,
Muvatta ve diğerlerinde meşhur olduğu üzere, kendilerine bu konudaki hadisi
Serğ'den döndüklerinde haber vermesi üzerine döndüklerinde Ömer ve ashab-ı
kiramın (Allah hepsinden razı olsun) uygulamaları bu hadislerin gereği idi.
Bazıları vebadan ve
hastalığın bulunduğu bir yerden kaçışı hoşgörmemiştir. Aişe (r.anha)'dan şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Vebadan kaçmak savaştan kaçmak gibidir. Hz. Ömer'in
Şam'a gittiği sırada Ebu Ubeyde ile başından geçen olay bilinen bir olaydır.
Bunda Hz. Ömer'in geri döndüğü kaydedilmektedir.
Taberi: der ki: Hz. Sa'd
yoluyla gelen hadis-i şerifte şuna delalet vardır: Başgöstermeden önce hoşa
gitmeyen şeylerden sakınmak, bastırmadan önce korku lacak şeylerden uzak durmak
kişinin görevidir. Bunların gelip çatmasından sonra ise sabretmek ve
tahammülsüzlük göstermemek de kişinin görevidir. Çünkü Peygamber (s.a.v.)
vebanın bulunduğu bir yerde bulunmayana, vebanın başgösterdiği yere girmeyi
yasakladığı gibi; başgöstermesinden sonra da orada bulunan kimselerin de kaçmak
arzusuyla ordan çıkmasını yasaklamıştır. İşte çeşitli işlerin kötü
musibetlerinden sakınmak durumunda olan herkesin uyması gereken hüküm de budur.
Bu tür gailelerde de izlenecek yol, taündaki yolun aynısıdır. Peygamber
(s.a.v.)'ın şu buyruğu da buna benzer manayı ifade etmektedir: "Düşmanla
karşılaşmayı temenni etmeyiniz. Allah'tan afiyet dileyiniz. Fakat onlarla
karşılaştığınız takdirde de sabır gösteriniz."
Derim ki: İşte bu konuda
sahih olan budur. Resulullah (s.a.v.)'ın buyruğunun gereği de budur. Onun
hayırlı ve şerefli ashabının (Allah onlardan razı olsun) uygulaması da bu
şekildedir. Hz. Ömer, kendisine: "Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun?"
deyip tutumuna karşı çıkınca Ebü Ubeyde'ye şöyle demişti: "Keşke bu
sözleri senden başka bir kimse söylemiş olsaydı ey Ebu Ubeyde, evet Allah'ın
kaderinden Allah'ın kaderine kaçıyoruz."
Bunun anlamı şudur:
İnsanın lehinde olsun aleyhinde olsun Allah'ın kendisi hakkında takdir
ettiğinden kurtulmasına imkan yoktur. Fakat şanı Yüce Allah korkulacak
şeylerden ve helake götürecek şeylerden sakınmayı bizlere emretmiştir.
Hoşlanılmayan şeylerden bütün gücümüzü ortaya koyarak sakınmamızı istemiştir.
Devamla Hz. Ömer Ebu Ubeyde'ye şöyle demiştir: Bana söyle, senin develerin olsa
ve sen birisi verimli öbürü ise kurak iki ayrı tarafı bulunan bir vadiye insen,
develerini verimli tarafından otlatacak olsan Allah'ın kaderiyle otlatmış,
kurak tarafında otlatırsan da Allah'ın kaderiyle otlatmış olmaz mısın?
Hz. Ömer daha sonra
bulunduğu o yerden geriye Medine'ye döndü.
el-Kiya et-Taberi der
ki: Takdir edilmiş bulunan eceller her ne kadar artmıyor ve eksilmiyor ise de
kafirler yahut yol kesenler, kendilerine hücum edenlere karşı koyamayacak kadar
güçsüz bir beldeye yönelecek olurlarsa, o belde halkının önlerinden çekilme
haklarına sahip oldukları hususunda bir görüş ayrılığı bilmiyoruz.
Şöyle de denilmiştir:
Vebanın başgösterdiği yerden kaçışın yasaklanış sebebi şudur: Vebanın olduğu
yerde bulunan kişi ondan payını almış (mikrop kendisine bulaşmış) olabilir.
Çünkü o yerde yaşayanlar bu genel hastalığın sebebi hususunda ortakdırlar.
Bundan dolayı onun kaçmasının bir faydası yoktur.
Aksine kendisine
bulaşmış bulunan vebanın sebeplerine bir de yolculuğun sıkıntılarını ilave
eder. Böylelikle acıları kat kat olur, zarar çoğalır. Yolun her tarafında bu
kaçanlar ölüp gider ve dar olsun geniş olsun her bir yolda bu hastalığa
yakalanıp ölenler bırakılır, gidilir. Bundan dolayı; vebadan kaçıp da kurtulan
herhangi bir kimse yoktur, denilmektedir. Bunu da İbnu'l-Medaini nakletmiştir.
Bu hususta öğüt olarak Yüce Allah'ın şu buyruğu yeterlidir: "Binlerce kişi
oldukları halde ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanlan görmedin mi? Allah
onlara; ölün, dedi."
Belki de böyle bir kimse
kaçar ve kurtulursa şöyle der: Ben oradan kaçtığım için ondan kurtuldum. Bu
sefer de onun akidesinde bozukluk baş gösterir.
Özetle, belirttiğimiz
hususlar dolayısıyla vebadan kaçış yasaklanmıştır. Çünkü bu şekilde kaçış
şehirleri boşaltır. Ayrıca şehirlerde oralardan çıkışları kendilerine zor
gelecek mustaz'af kimseler de mutlaka vardır. Ve bunlar oradan çıkma imkanını
bulamayabilirler. Şehirlerin temel esasları ve mustaz'afların yardımcıları olan
varlıklı kimselerin şehirleri bırakıp boşaltmalarından rahatsız olurlar,
sıkıntısını çekerler.
Diğer taraftan veba bir
yerde oldu mu, sağlam olanın, sakınma ve zarar bulunan yerlerden çekilme
esasına riayet ederek; herhangi bir kimse oraya gitmesin. İnsan nefsini
şaşırtan vehimleri bertaraf etmek kastıyla da kimse oraya gitmesin. Bu
hastalığın bulunduğu yere girmekte helak sözkonusudur. Bu ise Yüce Allah'ın
hükmü gereğince caiz değildir.
Çünkü canı hoşa gitmeyen
şeylerden korumak vaciptir. Böyle bir yere giren kimsenin: Eğer ben böyle bir
yere girmemiş olsaydım, hoşuma gitmeyen bir durum başıma gelmezdi; demek
suretiyle itikadında bir bozukluğun başgöstermesinden de korkulur. İşte taunun,
(veba ve benzeri bulaşıcı hastalıkların) bulunduğu bir yere girmenin ya da
oradan çıkmanın yasaklanışının faydası budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
İbn Mes'ud şöyle
demiştir: Taun, ikamet eden kimse hakkında da kaçan kimse hakkında da bir
fitnedir. Ordan kaçan kimse; ben kaçışımla kurtuldum, der. Orda kalan bir kimse
ise; burada kaldım ve öldüm, der. İşte cüzzamlı olan kimseye bakmanın mekruh
oluşuna dair soru sorulduğunda İmam Malik şu cevabıyla buna benzer bir duruma
işaret etmiştir: Ben bu hususta bir kerahet olduğuna dair birşey işitmedim,
Bununla birlikte gördüğüm kadarıyla buna dair gelen yasak, ancak onun hatırında
yer edecek birşeyin kendisini dehşete düşürmesi yahut korkutması endişesinden
başkası da değildir.
Peygamber (s.a.v.) veba
hakkında şöyle buyurmuştur: "Sizler onun bir yerde başgösterdiğini
işitirseniz olduğu yere gitmeyiniz, bulunduğunuz yerde başgösterirse ondan
kaçmak kastıyla da çıkmayınız."
Yine İmam Malik'e ölümün
ve türlü hastalıkların başgösterdiği bir belde hakkında soru sorularak böylesi
bir yerden çıkmak mekruh mudur diye sorulmuş o da: Çıkmasının veya orada ikamet
etmesinin bir sakıncasını görmüyorum, diye cevap vermiştir.
4- Vebanın Bulunduğu
Bir Yerden Kaçmak Kasti Olmaksızın Çıkış:
Hz. Peygamber'in:
"Sizin bulunduğunuz yerde veba başgösterirse ondan kaçmak kastıyla
çıkmayınız" buyruğunda taunun bulunduğu beldeden, ondan kaçmak kastı ile
olmayarak çıkış ın caiz oluşuna delil vardır. Şu kadar var ki, kendisine isabet
eden birşeyin isabet etmemesinin sözkonusu olmayacağına inanması gerekir. Aynı
şekilde giren bir kimsenin de; -oraya girişinin Allah'ın kendisi için takdir
etmemiş olduğu bir kaderi kendisinin başına getirmeyeceğine kesin olarak
inanırsa- oraya girmesi mübah olur ve belirttiğimiz şekilde oradan çıkış da
onun için mübah olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
5- Taun'a (Veba ve
Benzeri Öldürücü Bulaşıcı Hastalıklara) Sabretmenin Fazileti:
Bu başlık, tauna
sabretmenin faziletine ve bu faziletin açıklanmasına dairdir. Taun kelimesi
"ta'n"dan "faul" veznindedir. Şu kadar var ki bu kelime aslından
uzaklaştırılınca, veba sebebiyle genel şekildeki ölüme delalet edecek anlamında
kullanıldı. Bu açıklamalar el-Cevherı'ye aittir.
Hz. Aişe yoluyla gelen
bir hadiste de Resulullah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
"ümmetimin yok oluşu ta'n ve taun ile olacaktır." Hz. Aişe dedi ki:
Ta'nın ne olduğunu bildik Peki taun nedir? Şöyle buyurdu: "(Taun) devenin
karnının alt taraflarında derinin inceldiği yerlerde ve koltuk altlarında çıkan
guddeye benzer bir guddedir."
Alimler der ki: Bu vebayı
Yüce Allah kulları arasından isyan edenlere ve kafirlere bir ceza ve bir
intikam olmak üzere de gönderebilir, salihler için bir şehadet ve bir rahmet
olmak üzere de gönderebilir. Nitekim Muaz b. Cebel Am(e)vas taunu esnasında
şöyle demiştir: Bu sizin için bir şehadet, bir rahmet ve Peygamberinizin
duasıdır. Allah'ım, Muaz'a ve onun aile halkına rahmetinden paylarını ver. Muaz
(r.a) avucunda taun hastalığına yakalandı.
Ebu Kilabe dedi ki: Ben
şehadetin ve rahmetin ne olduğunu biliyorum. Fakat peygamberimizin duası nedir
bunu bilemedim. Buna dair sordum, bana şöyle denildi: Peygamber (salat ve selam
ona) Yüce Allah'a ümmetini birbirleriyle savaşarak öldürmemelerini dua edip de
bu duası kabul olunmayınca; ümmetinin yok olup bitmesinin ta'n ve taun ile olmamasını
dua edip istedi.
Hz. Cabir'den ve
başkasından Peygamber (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
"Taundan kaçan bir kimse, savaştan kaçan kimse gibidir. Taun esnasında
sabreden kimse de savaşta sabreden kimse gibidir.''
Buharı'de de Yahya b.
Ya'mer'in Hz. Aişe'den rivayetine göre Hz. Aişe ona şunu haber vermiş:
Resulullah (s.a.v.)'a taun hakkında soru sormuş, Allah'ın peygamberi de ona
şunu bildirmiş: "O Yüce Allah'ın dilediği kimselere gönderdiği bir azap
idi. Allah onu mü'minlere rahmet kılmıştır. Bulunduğu yerde taun başgösterir de
sabrederek Allah'ın kendisine yazdığından başkasının ona asla isabet
etmeyeceğini bilerek, sabrederek, o beldede kalan bir kula mutlaka şehidin ecri
gibi bir ecir vardır." İşte bu, Hz. Peygamber'in: "Taun bir
şehadettir, mat'ün da şehittir" hadisini açıklamaktadır. Yani taun
hastalığına sabreden Allah'tan ecrini uman ve kendisine Allah'ın yazmış
olduğundan başkasının asla isabet etmeyeceğini bilen kimse (bu haliyle ölürse
şehiddir). İşte bundan dalayı Muaz b. Cebel (r.a) bu hastalıktan ölmeyi temenni
etmiştir. Çünkü o, bu şekilde ölenin şehid olduğunu biliyordu. Taundan korkup
çekinen, ondan tiksinen ve kaçan kimseye gelince böylesi hadisin kapsamına
girmez. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
6- Taundan Kaçış İslam
Alimine Yakışmaz:
Ebu Ömer der ki: İlim
sahipleri arasında herhangi bir kimsenin taundan kaçtığına dair bir bilgi bana
ulaşmış değildir. Ancak İbmü'l-Medainı'nin zikrettiği müstesnadır. Buna göre
Ali b. Zeyd b. Cüd'an, taundan es-Seyyale denilen yere kaçmıştır. Her Cuma
gelir, cumaya katılır ve geri dönerdi. Cumaya gelip katıldığında arkasından
yüksek sesle: Taundan kaçtı, diye söylüyorlardı. es-Seyyale'de öldü.
İbnu'l-Medainı der ki: Amr b. Ubeyd ile Ribat b. Muhammed de er-Ribatiyye
denilen yere kaçmışlardır. İbrahim b. Ali el-Fukaymi bu hususta şunları
söylemiştir: "Ne zaman ki ölüm yalanlayıcı herkesi korkutup alelacele
kaçırınca Ben sabrettim, fakat ne Ribat ne de Amr sabretti."
Ebu Hatim de
el-Esmai'den şöyle dediğini nakletmektedir: Basralılardan birisi taündan kaçıp
eşeğine bindi, aile halkıyla birlikte Sefevan denilen yere doğru gitti.
Arkasından kervan şarkıcılarından birisinin nağmeli olarak şunları söylediğini
işitti: "Ne eşek sırtında Allah'ın kaderi geçilebilir Ne de koruması sağlam
uçan bir kuşun üzerinde Ölüm takdir edildiği vakit gelecektir O vakit Allah da
yürüyenin önüne çıkıverecektir,"
el-Medainı de şöyle der:
Abdülaziz b, Mervan'ın valiliği sırasında Mısır'da taun başgösterdi. O da
taündan kaçarak çıkıp giderken Süker adı verilen esSaid kasabalarından bir
kasabada konakladı Oraya konakladığı sırada Abdülmelik b. Mervan'ın bir elçisi
onun yanına geldi. Abdülaziz: Ona adın ne? diye sorunca adam: Müdrik oğlu Talib
(Müdrik; yetişip kavuşan, talib ise önden gideni kovalayan, demektir) dedi.
Bunun üzerine Abdülaziz: Eyvah dedi. Gördüğüm kadarıyla Fustat'a geri
dönemeyeceğim. Ve konakladığı kasabada öldü.
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN