BAKARA 259 |
أَوْ
كَالَّذِي
مَرَّ عَلَى
قَرْيَةٍ
وَهِيَ
خَاوِيَةٌ
عَلَى عُرُوشِهَا
قَالَ
أَنَّىَ
يُحْيِـي
هَـَذِهِ
اللّهُ بَعْدَ
مَوْتِهَا
فَأَمَاتَهُ
اللّهُ
مِئَةَ
عَامٍ ثُمَّ
بَعَثَهُ
قَالَ كَمْ
لَبِثْتَ قَالَ
لَبِثْتُ
يَوْماً
أَوْ بَعْضَ
يَوْمٍ
قَالَ بَل
لَّبِثْتَ
مِئَةَ
عَامٍ فَانظُرْ
إِلَى
طَعَامِكَ
وَشَرَابِكَ
لَمْ
يَتَسَنَّهْ
وَانظُرْ
إِلَى حِمَارِكَ
وَلِنَجْعَلَكَ
آيَةً
لِّلنَّاسِ
وَانظُرْ
إِلَى العِظَامِ
كَيْفَ
نُنشِزُهَا
ثُمَّ نَكْسُوهَا
لَحْماً
فَلَمَّا تَبَيَّنَ
لَهُ قَالَ
أَعْلَمُ
أَنَّ اللّهَ
عَلَى كُلِّ
شَيْءٍ
قَدِيرٌ |
259. Yahut duvarları
çatıları üstüne çökmüş bir kasabaya uğrayan o kimse gibisini (görmedin mi?)
"Allah burasını ölümünden sonra acaba nasıl diriltecek?" demişti.
Allah da onu yüzyıl öldürmüş, sonra dirilterek: "Ne kadar kaldın?"
demişti. O da: "Bir gün yahut bir günün bir kısmı" demişti.
"Hayır, yüzyıl kaldın. İşte yiyeceğine ve içeceğine bir bak! Hiç de
bozulmamıştır. Bir de merkebine bak! Biz seni insanlara bir alamet kılalım diye
böyle yaptık. Kemiklere de bak, onları nasıl birleştirip yerli yerine
koyuyoruz; sonra da onlara et giydiriyoruz" dedi. Kendisine durum apaçık
belli olunca: "Biliyorum ki Allah herşeye kadir'dir" demişti.
Yüce Allah'ın:
"Yahut duvarları çatıları üstüne çökmüş bir kasabaya uğrayan o kimse
gibisini" buyruğundaki "yahut" manaya bir atıftır. el-Kisai ve
el-Ferra'ya göre ifadenin takdiri şöyledir: Sen Rabbi hakkında İbrahim ile tartışan
gibisini gördün mü? Veya bir kasabaya uğrayan o kimse gibisini gördün mü?
el-Müberred de der ki:
Anlamı şudur: Sen Rabbi hakkında İbrahim ile tartışanı görmedin mi? Onun kim
olduğuna bakmadın mı? (O) yolu bir kasabaya uğrayan kimse gibidir. Burada
el-Müberred "onun kim olduğuna .. " ifadesinin gizli olarak takdir
edildiği kanaatindedir.
Ebu Süfyan b. Hüseyn
"vav" harfini üstün olarak: (...) şeklinde okumuştur. Bu okuyuşa göre
buradaki "vav" harfi, atıf "vav"ı olup ondan önce takrir
anlamını ifade eden istifham hemzesi gelmiştir.
Kasabaya
"el-karye" deniliş sebebi, insanların orada toplanmasıdır. Bu da;
suyu topladım anlamına gelen (...) dan gelmektedir ki; buna dair açıklamalar
önceden (el-Bakara, 58. ayet
2. başlık) geçmiş
bulunmaktadır.
Süleyman b. Bureyde,
Naciye b. Ka'b, Katade, İbn Abbas, er-Rabi', İkrime ve ed-Dahhak der ki: O
kasabanın yanından geçen kişi Uzeyr'dir. Vehb b. Münebbih, Abdullah b. Ubeyd b.
Umeyr, Abdullah b. Bekr b. Mudar ise, bu kişi İrmiya'dır. Peygamber idi. İbn İshak
der ki: İrmiya, Hızırın kendisidir. Bunu da en-Nekkaş, Vehb b. Münebbih'ten
nakletmiştir.
İbn Atiyye de der ki:
Görüldüğü gibi görüşü böyledir. Ancak bir ismin bir isme uygun düşme ihtimali
müstesna. Çünkü Hızır Müsa'nın çağdaşıdır. Burada kasabanın yanından geçtiği
söz edilen kişi ise -Vehb b. Münebbih'in rivayetine göre- Hz. Müsa'dan epey
zaman sonra ve Hz. Harun'un soyundan gelmiş bir kimsedir.
Derim ki: Eğer Hızır,
İrmiya'nın kendisi ise aynı kişi olması uzak bir ihtimal değildir. Çünkü Hızır,
bu konudaki sahih rivayete göre Hz. Müsa döneminden şu ana kadar hala
hayattadır. Nitekim ileride buna dair açıklamalar el-Kehf Süresi'nde (65.
ayette) gelecektir. Eğer Hızır (a.s) bu kıssadan önce vefat etmiş ise; o
takdirde İbn Atiyye'nin bu sözü doğru olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
en-Nehhas ve Mekki,
Mücahid'den, bunun, İsrailoğullarından ismi belirtilmeyen bir adam olduğunu
nakletmektedirler. en-Nekkaş der ki: Bunun Lut (a.s)'ın oğlu olduğu söylenmektedir.
es-Süheyli'nin el-Kutebi'den naklettiğine göre bu -el-Kutebi'nin iki görüşünden
birisine göre- Şe'ya'dır. Bu kasabayı tahrib edildikten sonra canlandıran ise
Fars hükümdarı Küşek'dir. Sözü geçen kasaba ise Vehb b. Münebbih, Katade,
er-Rabi' b. Enes ve başkalarına göre Beytü'l Makdis'tir. Sözü geçen kişi
Mısır'dan gelmekteydi. Ayeti kerimede söz edilen yiyeceği ve içeceği ise yeşil
incir, üzüm ve küçük bir şarap tulumundan ibaret idi. üzüm suyu olduğu da
söylenmiştir. Onun içeceğinin bir testi su olduğu da söylenmiştir. O dönemlerde
Beytü'l-Makdis'i boşaltan kişi, Buhtanassar idi. Buhtanassar önce Lehrasib'in,
sonra da Lehrasib'in oğlu ve İsbindiyad'ın babası Leystaseb'in Irak üzerindeki
valisi idi. en-Nekkaş'ın naklettiğine göre bazı kimseler bu kasaba el-Mü'tefike
idi.
Ebu Salih'ten gelen
rivayette ise İbn Abbas şöyle demektedir: Buhtanassar, İsrailoğullarına
ordusuyla birlikte gaza yapmış, onlardan pek çok sayıda kimseyi esir alıp
beraberinde (lrak'a) getirmişti. Bunlar arasında Şerhiyaoğlu Uzeyr de vardı.
İsrailoğulları alimlerinden birisi idi. Buhtanassar bunları Babil'e getirmişti.
Bir gün bir ihtiyacını görmek üzere Dicle kıyısında bulunan Deyr Hirakl
(Herakliyus'un Manastırı)na çıkmıştı. Eşeğinden inip bir ağacın gölgesine
oturmuştu. Eşeğini ağacın gölgesi altına bağlamış, daha sonra bu kasabayı
dolaşmıştı. Orada hiçbir kimsenin sakin olmadığını ve çatılarının duvarları
üzerine çökmüş oduğunu görünce: Ölümünden sonra Allah burayı nasıl diriltecek?
diye kendi kendisine sormuştu.
Bir diğer görüşe göre;
sözü geçen bu kasaba ölüm korkusuyla binlerce kişinin çıkıp ayrıldığı
kasabadır. Bu görüş de İbn Zeyd'e aittir. Yine İbn Zeyd'den nakledildiğine göre
ölüm korkusuyla binlerce kişi oldukları halde yurtlarından çıkan kimselere
Allah: Ölün! demişti. Çürümüş ve açıkça görülen kemiklere döndükleri bir halde
iken, bir adam onların yanından geçti. Durup onlara baktı ve dedi ki: Acaba
ölümünden sonra Allah bunu nasıl diriltecek? diye sordu. Bunun üzerine Allah da
onu yüzyıl süreyle öldürdü.
İbn Atiyye der ki: İbn
Zeyd'in bu görüşü ayetin lafızları ile uyuşmamaktadır. Çünkü ayet-i kerime, bu
kasabanın içinde hiçbir kimsenin yaşamadığını, bomboş olduğunu söylemektedir.
"Bu" buyruğu ile de sözü geçen bu kasabaya işaret edilmektedir. Kasabanın
diriltilmesi ise oranın imar edilmesi, yapıların meydana gelmesi ve orada
yaşayanların bulunması ile olur.
Vehb b. Münebbih,
Katade, ed-Dahhak, er-Rabi' ve İkrime der ki: Sözügeçen kasaba, Babil'li
Buhtanassar'ın orayı tahrip etmesinden sonraki hali ile Beytü'l-Makdis'tir.
Konu ile ilgili uzunca hadiste şöyle denilmektedir: İsrailoğulları birtakım
günahları işleyince İrmiya veya Uzeyr, kasabanın bulunduğu yerde durdular. O
sırada bu kasaba Beytü'l-Makdis'in ortasında büyükçe bir tepeyi andırıyordu.
Çünkü Buhtanassar askerlerine buraya toprak taşımalarını emretti. Orası bir
tepeyi andıracak hale gelinceye kadar bunu sürdürdüler. İrmiya evlerin
duvarlarının çatıları üstüne çöktüğünü görünce: Allah bu kasabayı ölümünden
sonra nasıl diriltir? diye sordu.
el-Ariş: Evin çatısı
demektir. Gölge yapsın veya örtüp saklasın diye hazırlanan herşeye
"ariş" denilir. Su çekilen yerin üzerine yapılan ve güneşe karşı
koruyan gölgeye "arişu'd-daliye" denilmesi de buradan gelmektedir.
Yüce Allah'ın: ''Ve çardaklarından '' (en-Nahl, 68) buyruğu da buradan
gelmektedir.
es-Süddı der ki: Yüce
Allah buyuruyor ki: Bu kasabanın evlerinin çatıları aşağı düşmüştü. Yani önce
çatılar düşmüş, daha sonra da üzerlerine duvarlar düşmüştü. et-Taberı de bunu
tercih etmektedir.
es-Süddi'den başkası ise
şöyle der: Bu orada insan bulunmamakla birlikte evler dimdik ayakta idi,
demektir. Burada "çökmüş" boş ve tenha anlamındadır. Çünkü (bu
kelimenin) aslı olan "el-hava'" boş olmak demektir. Aynı şekilde
çökmek hakkında da kullanılır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda da aynı kökten
kelime kullanılmaktadır: "işte zulümleri sebebiyle onların bomboş
evleri" (en-Neml, 52)
Yıkılmış anlamına
geldiği de söylenmiştir. Nitekim bu buyrukta da: "Yahut duvarları çatıları
üstüne çökmüş, yıkılmış"; yani çatıları üstüne yıkılmış anlamındadır.
Midede gıda bulunmadığı zaman boşluğundan dolayı açlığa da "el-hava'"
denilmektedir. Doğum yaptığı için karnı boşaldı, anlamında da yine (...)
denilir. "el-haviyy", fail vezninde olup vadinin yumuşak olan iç tarafı
demektir. Deve çöktüğünde karnını yerden uzak tutarsa, fiil mazi olarak:
"Havva" diye kullanılır. Secde eden erkeğin bu halini anlatmak için
de aynı fiil kullanılır.
"Allah burasını
ölümünden sonra acaba nasıl diriltecek?" buyruğunun anlamı da şudur: Allah
burayı hangi yolla ve hangi sebeple diriltecektir? Lafzın zahirinden anlaşılan,
kasabanın imar edilmesi ve oranın iskan edilmesiyle ihya edilmesi,
diriltilmesidir. Nitekim şimdilerde, imar edilmesi ve iskan edilmesi uzak olan
harap şehirler hakkında; harab olduktan sonra burası nasıl imar edilecek,
denilir. Adeta bu ifade, akrabalarını, sevdiklerini görmeye alışmış olduğu
şehrine ibretle bakıp duran bir kimse tarafından kulanılmış bir hasret ifadesi
gibidir. İşte bu hasreti duyan kimseye, bizzat kendisi hakkında soru sorduğu
husustan daha büyük bir misal verilmektedir. Bizzat kendisi hakkında kendisine
verilen bu misalin onun sorduğu sorunun Ademoğlundan ölenlerin diriltilmesine
dair olması ihtimalini de ortaya koymaktadır. Yani Allah bu kasabanın ölmüş
insanlarını nasıl diriltir anlamında da olabilir.
Taberi bazılarından
şöyle dediğini nakletmektedir: Bu söz Yüce Allah'ın diriltmeye kudreti hakkında
bir şüphe idi. İşte bundan dolayı bizzat o soranın kendisi buna misal
verilmiştir. İbn Atiyye der ki: Oranın imar edilmesini sağlamak suretiyle bir
şehrin diriltilmesine Yüce Allah'ın kadir olmasında herhangi bir şüphe
sözkonusu olamaz. Şu kadar var ki bir başka açıdan cahil bir kimse tarafından
böyle bir şüphenin sözkonusu olması mümkündür. Doğru olan ise ayet-i kerimenin
tefsirinde şüphe diye birşeyden söz etmemektir.
"Allah da onu
yüzyıl öldürmüş ... " buyruğundaki: "Yüz" kelimesi zarf olarak
nasbedilmiştir. (...) yıl demektir. (...): Yıllar ki ne yıllar; tabirinde
ikinci kelime birincisini tekid içindir. (...): Aralarında olabildiğine
uğraştırıcı bir iş vardır, demek gibidir. el-Accac der ki: "O her şeyi
bastıran dehşetli o yılların geçmesinden ötürü ... "
Aslında buradaki
"el-uvvam" kelimesi, takdiri olarak (...): Suda yüzen kelimesinin
çoğuludur. Ancak bu tek başına zikredilmez. Çünkü (burada) isim değil,
tekiddir. Bu açıklamaları el-Cevheri yapmıştır.
en-Nekkaş der ki: Yıl
anlamındaki bu kelime (...) gibi bir masdardır.
Bir yıllık bir zaman
süresine bu ismin veriliş sebebi, güneşin yörüngesindeki bir yüzmesi, bir turuna
(...) denildiğinden dolayıdır. Bu ise yüzmek gibi bir anlama gelir. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Her biri bir yörüngedeyüzerler"
(el-Enbiya, 33) İbn Atiyye der ki: Bu en-Nekkaş'ın getirdiği açıklama anlamında
kullanılmıştır.
,
Buna göre (...) kelimesi
(...) şekline benzemektedir.
Burada sözü geçen
öldürmenin zahirinden anlaşıldığına göre bu, cesetten ruhun çıkartılması ile
gerçekleşmiştir. Bu ayet-i kerime ile kıssada rivayet edildiğine göre Yüce
Allah, bu kasabaya orayı imar edecek ve bu konuda oldukça gayret gösterecek bir
hükümdar göndermişti. Ve nihayet bu sözü söyleyenin diriltilmesi esnasında
oranın imarı tamamlanmış idi.
Şöyle de denilmiştir: Bu
kişinin ölümünden yetmiş yıl geçtikten sonra Allah "Küşek" adı
verilen büyük bir Fars hükümdarını göndermiş ve otuz yıl içerisinde burayı imar
etmişti.
"Sonra
dirilterek" buyruğu onu diriltti, anlamındadır. Buna dair açıklamalar
önceden geçmiştir.
"Ne kadar kaldın
demişti." Burada geçen "ne kadar kaldın?" sözünü kimin söylediği
hususunda farklı görüşler vardır. Bu sözü söyleyenin Yüce Allah olduğu
söylenmiştir. Daha önceden geçtiği üzere meleklere dediği şekilde melekler
aracılığı ile: "Eğer doğru söylüyorsan ... demeksizin doğrudan ona böyle
sormuştur. Denildiğine göre; gökten kendisine bu sözleri söyleyen bir ses
işitmiştir. Hz. Cebrail'in ona hitap ettiği, bir peygamberin bunu söylediği,
vefatı esnasında onu gören ve diriltildiği vakte kadar hayatta kalan mü'min bir
kimsenin ona: Ne kadar kaldın diye sorduğu da söylenmiştir.
Derim ki: Daha açıkça
anlaşılan bunu söyleyenin Yüce Allah olduğudur.
Çünkü Yüce Allah:
"Kemiklere de bak, onları nasıl birleştirip yerli yerine koyuyoruz, sonra
da onlara et giydiriyoruz?" diye hitap etmiştir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Küfeliler mahrec
itibariyle birbirlerine yakın oldukları için "se" harfini
"te" harfine idğam ederek (...): Ne kadar kaldın?" diye
okumuşlardır. Çünkü bu iki harfin de çıkış yeri dilin ucu ve ön dişlerin
dipleridir. Ayrıca her ikisi de mehmus olmakta birleşirler.
en-Nehhas ise der ki:
İzhar (bu iki harfin çıkarılması) "se"nin mahrecinin
"te"nin mahrecinden ayrı olduğundan dolayı daha güzeldir.
Böyle bir sorunun takrir
(yani gerçeği söyletmek) üzere melek vasıtasıyla sorulduğu da söylenmiştir.
"Ne kadar" buyruğu
ise zarf olarak nasb mahallindedir.
"O da bir gün yahut
bir günün bir kısmı, demişti." O böyle bir cevabı kendi bilgisine ve
kanaatine göre vermişti. O bakımdan verdiği bu cevapta yalan söylememiş olur.
Kehf ashabının söyledikleri şu sözleri de bunu andırmaktadır: "Bir gün
veya bir günün bir kısmı kadar kaldık, dediler. "(el-Kehf, 19) Halbuki
ileride de geleceği üzere onların uykuda kaldıkları süre üçyüzdokuz yıl idi.
Onlar böyle dediklerinde yalan söylememişlerdi. Çünkü kendi bildiklerine göre
haberi vermişlerdi. Şöyle demiş gibi idiler: Bize göre, bizim kanaatimize göre
bizler bir gün veya bir günün bir kısmı kadar kaldık.
Yine Peygamber
(s.a.v.)'ın Zülyedeyn kıssasında söylediği: "Ne kısalttım ne de
unuttum" sözleri de buna benzer.
Bazıları da şöyle
demektedirler: Bu, bu gibi sözler gerçek mahiyetinin varlığı itibariyle bir
yalandır fakat bundan dolayı da sorumluluk yoktur. Çünkü yalan söylemek bir şey
hakkında bulunduğu durumdan başka türlü haber vermektir. Bu ise bilgi ve
bilgisizlik ile farklılık göstermez. Bu durum usul bakımından apaçık anlaşılan
bir durumdur. Buna göre şöyle diyebiliriz: Birşey hakkında olduğundan başka
türlü haber vermekten -eğer kasti olarak yapılmamış ise- peygamberler masum
değildirler. Nitekim peygamberler yanılmaktan ve unutmaktan yana da masum
değildirler. İşte bu ayet-i kerıme ile alakalı olan husus budur. Ancak bu konu
ile ilgili birinci görüş daha sahihtir.
Katade, Cüreyc ve
er-Rabi' de der ki: Allah onu bir gün sabahleyin öldürdü, daha sonra ise bir
gün batımından önce diriltildi. Aynı günde olduğunu sandığından dolayı: Ben bir
gün kaldım dedi. Sonra güneşin henüz tamamen batmadığını görünce: Yahut bir
günün bir kısmı deyiverdi. Ona: Hayır sen yüzyıl kaldın, diye cevap verildi. O
da buna delalet edecek şekilde kasabanın imar edildiğini, ağaçlarını ve
binalarını gördü.
"İşte
yiyeceğine", bu uğradığı kasabanın ağaçlarından topladığı incirdi "ve
içeceğine bak. Hiç de bozulmamıştır." İbn Mes'ud, bu buyrukları şu şekilde
okumuştur: "İşte yiyeceğin ve içeceğin hiç de bozulmamış." Talha b.
Musarrif ve başkaları: "Yüzyıldan beri duran şu yiyeceğine ve içeceğine
bir bak" diye okumuşlardır. Cumhur (...) buyruğunun sonunda vasıl halinde
"he" harfini isbat (telaffuz) ederek okumuşlardır Ancak iki kardeş
(Hamza ve Kisai) böyle okumamışlardır. Onlar bu harfi hazfederler Vakıf halinde
"he" ile okunacağı hususunda ise görüş ayrılığı yoktur. Yine Talha b.
Müsarrif ("te" harfini "sin" harfine idğam ederek: (...)
şeklinde ve (...) şeklinde okumuştur. Cumhurun kıraatine göre "he" harfi
asli bir harf olup ötre cezim dolayısıyla hazfedilmiştir. O takdirde (...)
kelimesi yılların değişikliğe uğratmadığı anlamında: "Yıl"dan gelmiş
olur.
el-Cevheri der ki: (...)
kelimelerinin (...): Yıllar kelimesinin tekili olduğu söylenir. Bu kelimenin
nakıs oluşu ile ilgili olarak da iki görüş vardır. Birincisine göre eksilen
harf "vav"dır, diğerine göre ise "he"dir. Bunun aslı ise
"şeklindedir. Alın anlamına gelen (...) kelimesi gibidir. Bu kelime
üzerinden yıllar geçtiği vakit kullanılan (...):
Hurma ağacının üzerinden
yıllar geçti, kökünden türetilmiştir. Bir yıl meyve veren ve bir yıl da
veremeyen hurma ağacına da hem (...) denildiği gibi; yine aynı şekilde (...) da
denilir. Ensardan birisi (Süveyd b. es-Samit) şöyle demektedir:
"Bu hurma ağacı iki
yılda bir mahsul veren de değildir; salkımları yanyana getirilip üstüste
yığılmış da değildir "Fakat kıtlık yıllarında ihtiyaç sahiplerine meyvesi
verilendir."
Bir topluluğun yanında
bir yıl ikamet etiğini ifade etmek üzere (...) ile yine (...) denilir. Yıllık
bir süre ifade etmek üzere (...) denilir Bunun küçültme ismi ise (...) şeklinde
gelir.
en-Nehhas der ki: (...)
ile (...) şeklinde okuyan kimse, bunun küçültme ismi olarak (Ç) şeklini
kullanır Burada "elif" (yani şeddeli nün'dan sonra gelen ve harf-i
med gibi okunan ye harfi) cezm dolayısıyla hazfedilmiş olup "he"
harfi üzerinde vakıf yaparak (...) diye okur. O takdirde de "he"
harfi harekenin beyanı için olur.
el-Mehdevı der ki: Bunun
aslının, ardı arkasına birkaç sene onunla muamele (müzaraa) akdi yaptım,
anlamında (...) dan veya "he" harfiyle (...) dan gelmesi de
mümkündür. Şayet bu, birincisinden geliyor ise, o takdirde ayet-i kerımedeki
kelimenin asıl şekli (...) olur. Elif (elifi maksüre olan "ya" harfi)
cezm dolayısıyla sakıt olmuş olur. Bunun aslı ise "vav"dır. Buna
delil ise (çoğul yapmak üzere; ".... ); Yıllar" demeleridir.
Kelimenin sonundaki "he" harfi ise (susarak harekeyi belli etmek)
içindir. Şayet (...) dan geliyor ise o takdirde "he" harfi lamu'l
fiil (yani üçlü kökünün son harfi) olur. Buna göre (...) yıl, kelimesinin aslı
(...) dır. Birinci görüşe göre ise; (...) dir.
Bunun suyun değişip
bozulmasını ifade etmek üzere (...) den geldiği de söylenmiştir. Ancak buna
göre bunun (...) şeklinde olması gerekirdi. Ebu Amr eş-Şeybanı de der ki: Bu
buyruk "Kokuşmuş bir çamurdan" (el-Hicr, 26) gelir. Yani (bu
buyrukta) değişmemiş, anlamına gelir. ez-Zeccac ise, böyle değildir, der. Çünkü
Yüce Allah'ın (...) ın buyruğu değişikliğe uğramış anlamında değildir. Bunun
anlamı, yeryüzündeki kanuna (sünnete) göre kalıba dökülmüş şekildedir.
el-Mehdevı de şöyle der: eş-Şeybani'nin görüşüne göre bunun aslı (...) şeklinde
olmalıdır. İki nun'dan birisi, taz'if (aynı harfin tekrarı)den hoşlanılmadığı
için "ya "ya dönüştürülerek sonunda (...) ya dönüşmüş, daha sonra
cezm dolayısıyla "elif" (sondaki ye) düşmüş ve sekt için sonradan he
harfi getirilmiştir.
Mücahid der ki: (...);
Kokuşmamış anlamındadır.
en-Nehhas der ki: Bu hususta
söylenen en sahih görüş, bunun (...) dan geldiğidir. Yani yıllar onu
değişikliğe uğratmamıştır, demek olur. Bu kelimenin kuraklık anlamına gelen
(...) dan gelme ihtimali de vardır. Nitekim Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu
türdendir; "Muhak kak Biz Firavun hanedanını .. yıllarca kuraklıkla ..
tutup sıktık." (el-A'raf, 130) Hz. Peygamber'in şu buyruğu da bu
kabildendir:
"Allah'ım, Sen bu
yılları onlar hakkında Yusuf'un kıtlık yılları kı!." Işte buradan
kuraklıkla karşı karşıya kaldılar, anlamında (...) denilir.
Buna göre buyruğun
anlamı şöyle olur: Kıtlıklar ve kuraklıklar senin yemeğini değişikliğe
uğratmamıştır. Yahut yıllar, onu değişikliğe uğratmamıştır. Yani o tazeliği ve
güzelliği üzere kalmaya devam etmiştir.
"Bir de merkebine
bak" buyruğuyla ilgili olarak; Vehb b. Münebbih ve başkaları der ki:
Kemiklerini birbirlerine gelip bitişmesine ve onun parça parça diriltilmesine
bak, demektir. Rivayet edildiğine göre Allah onu bu şekilde bir birleriyle
uygun şekilde bitişmiş kemikler haline gelinceye kadar diriltti, sonra tam bir
merkeb oluncaya kadar kemiklerine et giydirdi. Daha sonra bir melek geldi, ona
ruh üfledi ve merkeb ayağa kalkıp anırmaya başladı. Müfessirlerin çoğunun
açıkladığına göre bu, böyle olmuştur.
ed-Dahhak ile yine Vehb
b. Münebbih'ten şöyle dedikleri rivayet edilmektedir: Ona şöyle denilmişti: Sen
eşeğini bağladığın yerde dimdik haliyle ayakta duruşuna bir bak! Onun baktığı
ise -yüce Allah'ın cesedinin sair kısımları ölü olduğu halde, gözlerine ve
başına hayat vermesinden sonra- bizzat kendi kemikleri idi. ed-Dahhak ile Vehb
dediler ki: Bütün bu süre boyunca Allah İrmiya'yı ve eşeğini kimsenin görmesine
fırsat vermedi.
"Biz seni insanlara
bir alamet kılmak için böyle yaptık." el-Ferra der ki:
Yüce Allah'ın: "Biz
seni... kılmak için" buyruğunda "vav" harfinin gelmesi
kendisinden sonraki bir fiile şart olduğuna delalet etmek içindir. Bu ise: Seni
insanlara bir alamet kılalım diye böyle yaptık, anlamındadır. Bu da: "Seni
insanlara bir alamet kılmak için böyle yaptık" ve ölümden sonra dirilişe
bir delalet olmak üzere bunu yaptık, anlamındadır. Bu "vav" harfi
zaid olarak da gelmiş kabul edilebilir.
el-A'meş der ki: Onun
"bir alamet" oluşu şöyledir: O tekrar öldüğü günkü haliyle genç
olarak diriltildi. (dönemindeki) oğulların ve torunların yaşlanmış olduğunu
gördü.
İkrime ise der ki: Vefat
ettiği gün kırk yaşında idi. Hz. Ali'den rivayet edildiğine göre de Hz. Uzeyr,
hanımının yanından çıkıp ayrıldığında hamile idi. Yaşı da elli idi. Allah
yüzyıl süreyle onu öldürdü. Daha sonra onu diriltip yine ailesinin yanına elli
yaşında olduğu halde geri döndü. Oğlunun yüz yaşında olduğunu gördü. Böylelikle
oğlunu kendisinden elli yıl daha yaşlı buldu.
İbn Abbas'tan da şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Allah Uzeyr'i diriltince eşeğine bindi, eski
mahallesine geldi, o insanları tanımadığı gibi onlar da onu tanımadı. Evinde
ama bir yaşlı kadın gördü. Bu onların bir cariyesi idi. Uzeyr yanlarından
ayrıldığında bu cariye yirmi yaşında idi. O cariyeye: Bu Uzeyr'in evi midir
diye sorunca, evet dedi ve sonra ağladı. Dedi ki: Uzeyr şu kadar yıldan beri
bizden ayrıldı. O: Uzeyr benim deyince cariye biz Uzeyr'i şu kadar yıldan beri
kaybetmiş bulunuyoruz, dedi. Şu cevabı verdi: Allah yüzyıl süreyle beni
öldürdü, sonra diriltti. Cariye, Uzeyr hastalar için bela ve musibet sahibi
kimseler için yaptığı duaları kabul edilen bir kimse idi. Bunlar için yaptığı
dualarla musibet sahipleri iyileşirdi. Haydi Allah'a dua et de tekrar göreyim,
dedi. Uzeyr Allah'a dua etti ve eliyle gözlerine sürdü. Olduğu yerde bağlandığı
bir ipten, düğümden kurtuluyormuş gibi sıhhatine kavuştu. Şahitlik ederim ki
sen Uzeyr'sin dedi. Daha sonra aralarında yüzyirmisekiz yaşında ihtiyar oğlunun
da bulunduğu İsrailoğullarından bir topululuğun yanına gitti. O sırada torunları
dahi yaşlanmış, ihtiyarlamıştı. Ey kavmim dedi. İşte Allah'a yemin ederim bu
Uzeyr'dir. Herkesle birlikte oğlu ona döndü. Oğlu şöyle dedi: Benim babamın iki
omuzu arasında hilal gibi siyah bir beni vardı. Oraya baktığında onun Uzeyr
olduğunu anladı.
Yine denildiğine göre
geri döndüğünde tanıdığı herkesin ölmüş olduğunu gördü. Kavminden hayatta
kalmış olan kimselere bir alamet oldu. Çünkü onlar öncekilerden işittiklerinden
dolayı durumuna kesin olarak inanıyorlardı.
İbn Atiyye der ki: Bu
süre boyunca onun öldürülmesi, daha sonra da diriltilmesi en büyük bir ayet,
bir alamettir. Onun bu hali zaman boyunca bir alamet olarak kalacaktır. Bunun
bir zaman dilimine tahsis edilmesine ihtiyacı yoktur.
"Kemiklere de bak.
Onları nasıl birleştirip yerli yerine koyuyoruz" buyruğundaki "onları
.. birleştirip yerine koyuyoruz" buyruğunu Kufeliler ve İbn Amr
"ze" harfiyle diğerleri ise "ra" harfiyle okumuşlardır.
Eban, Asım'dan "nun" harfini üstün "şin" ve "ra"
harfini ötreli olmak üzere (...) şeklinde okuduğunu rivayet etmektedir. İbn
Abbas, el-Hasen ve Ebu Hayve de böyle okumuştur. Bu okuyuşun birinci
"nun"un ötreli, "şin"in esreli okuyuşunun diriltmeyi ifade
etmek üzere iki ayrı söyleyiş olduğu da söylenmişir. Nitekim Arapça'da benzeri
kullanımlar görülmektedir. Şu kadar var ki dilde tanınıp bilinen söyleyiş şekli
(...) şeklindeki söyleyiştir. Yani Allah onları diriltti, onlar da dirildiler.
Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Sonra dilediği zaman onu
tekrar diriltecek." (Abese, 22) Bunların diriltilmesi (neşri) elbisenin
yayılması (neşredilmesi) gibi olacaktır. Ölü için neşr, ölümden sonra yaşamak
hakkında kullanılır. el-A'şa der ki:
"Hatta insanlar
gördüklerinden dolayı şöyle derler: Ölüp de sonradan yaşayan ölüden dolayı
hayretler doğrusu!"
Sanki ölüm kemik ve
organların katlanıp dürülmesi, diriltmek ve organların yanyana getirilip
toplanması ise neşr (yayılması) gibidir.
"Ze" harfiyle
(...) şeklindeki okuyuşun anlam); "onları kaldırdığımıza bak"
şeklindedir. Neşr, yerin yüksekçe olan bölgeSine denilir.
Şair der ki: "Orada
bir yaşındaki tilkinin, Bir yükseğe çıktığı vakit, adeta semer vurulmuş bir at
gibi olduğunu görürsün."
Mekki der ki: Bu
buyruğun anlamı şudur: Diriltmek üzere onları bir araya getirişimizde,
kemikleri üstüste nasıl oturttuğumuza bir bak! Çünkü "neşz"
yükselmek, yükseğe çıkmak demektir. Kocasına muvafakat etmeyip üste çıkan
kadına da "neşuz kadın" denilir. Allah'ın: Kalkın denildiğinde kalkıverin"
(el-Mücadele, 11) buyruğunun anlamı, kalkıp biraraya gelip sıkışın,
anlamındadır.
Aynı şekilde bu
kelimenin "ra" harfiyle okunması diriltmek anlamındadır.
Kemikler ise biraraya
gelmedikçe tek başına diriltilemezler. "Ze" harfi ile bu anlamı
vermesi daha uygundur. Çünkü bu, diriltme olmaksızın bir araya gelmek
anlamındadır. Diriltmekle nitelenen ise tek başına kemikler değil, adamın
kendisidir. Bu canlı bir kemiktir, denilmez. O bakımdan bunun anlamı şöyle
olur: Sen o kemiklere, onları yerdeki yerlerinden nasıl kaldırıp diriltmek
üzere sahibinin bedenine getirdiğimize bir bak demek olur.
en-Nehai ise,
"nun" harfini üstün, "şin" ve "ze" harflerini
ötreli olarak (...) şeklinde okumuştur. Böyle bir okuyuş İbn Abbas ve
Katade'den de rivayet edilmiştir. Ubey b. Ka'b ise ("ze" harfi yerine
"ye" ile) (...) şeklinde okumuştur.
Giydirmek (kisvet) ise
alttakini örten elbise demektir. Burada et bu elbiseye benzetilmiştir. Lebid
bunu İslam hakkında istiare yoluyla kullanarak şöyle demiştir: "Ve nihayet
ben İslam'dan bir elbise giyindim."
Surenin baş taraflarında
(Bakara Suresi'nin girişinde) bu beyit daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
"Kendisine durum
apaçık belli olunca: ''Biliyorum ki Allah şüphesiz herşeye kadirdir"
demişti." Rivayet edildiğine göre şanı Yüce Allah, önce onun bir kısmını
diriltmiş ve daha sonra da cesedinin geri kalan kısmını nasıl dirilttiğini ona
göstermiştir. Katade der ki: Kemiklerinin, birinin diğerine nasıl eklendiğine
bakmaya koyuldu. Çünkü Allah ilk olarak onun kafasını yarattı ve ona: Bak!
denildi. İşte bu vakit: "Biliyorum ki" diye -elif kat' hemzesi
olarak- diye cevap verdi. Yani ben bunu biliyorum, anlamındadır.
Taberi der ki: Yüce
Allah'ın: "Kendisine durum apaçık belliolunca" buyruğunun anlamı
şudur: Daha önce bizzat görmeden önce Allah'ın kudreti ile ilgili olarak
kendisince uzak görülen durumu gözüyle görüp açıklık kazanınca: "Biliyorum
ki ... " dedi.
İbn Atiyye ise der ki:
Bu bir hatadır. Çünkü böyle bir açıklama lafzın gerektirmediği bir manayı
ihtiva etmektedir. O, şaz görüşe ve zayıf ihtimale göre bu tefsiri yapmıştır.
Bana göre bu, Taberi'nin ileri sürdüğü gibi önceden inkar edip uzak bir ihtimal
kabul ettiğini ikrar etmesi anlamında değildir. Aksine bu, ibret almanın
etkisiyle söylenmiş bir sözdür. Nitekim mü'min bir kimse Yüce Allah'ın
kudretinden garibine giden bir durum gördüğü vakit "la ilahe
illellah" ve buna benzer bir söz söyler. Ebu Ali der ki: Bunun anlamı
şudur: Daha önce bilmediğim bu bilgi türünü bilmiş oldum, demektir.
Derim ki: Böyle bir
manayı daha önceden Katade'den zikretmiş bulunuyoruz. Mekki (Allah'ın rahmeti
üzerine olsun) de böyle demiştir. Mekki der ki: Yüce Allah'ın ölüleri diriltme
hususundaki kudretinden bir kısmını gözüyle görünce kendi durumunu haber verdi
ve böylelikle müşahede ile buna yakinen inandı. Ayrıca Allah'ın herşeye kadir
olup gücünün yettiğini bildiğini de ikrar etti. Yani ben daha önce gözlerimle
görerek bilmediğim bu bilgi türünü zaten önceden de biliyordum. Bu açıklama
(...) daki hemzeyi kat' hemzesi olarak okuyan kıraat alimlerinin çoğunluğunun
okuyuşuna göredir. Hamza ve el-Kisai ise hemzeyi vasfederek okumuşlardır ki,
bunun da iki anlama gelme ihtimali vardır: Birincisine göre melek ona (...):
Bil ki .. demiştir. Diğerine göre ise o kendisini kendisinden ayrı ve yabancı
bir muhatab konumuna getirerek, böyle demiştir. Buna göre; durum kendisine
apaçık olunca, kendi kendisine şöyle demiştir: Ey nefs, daha önce görerek
bilmediğin bu ilmi yakinen bilmiş ol! Ebu Ali bu kabilden olmak üzere şöyle
der: "Ey Hureyre, veda et, çünkü kafile yola koyulmak üzeredir."
"(Gözlerin
rahatsızlıktan dolayı uyuyamadığı gece olan) Ermed Gecesi gözlerin kapanmadı
mı?"
İbn Atiyye dedi ki: Ebu
Ali, şairin şu sözü ile bu anlama ışık tutmaktadır: "Onun nereden
olduğunu, nereden içtiğini hatırla! Pekçok deveyi iyice güden kimsenin iki
nefsiyle (kendisiyle) konuşması gibi."
Mekki dedi ki: Bunun
Yüce Allah tarafından kendisine bilmeyi emretmek üzere söylenmiş olması uzak
bir ihtimaldir. Çünkü Yüce Allah ona kendi kudretini izhar etmiş ve doğruluğunu
kesin olarak bildiği işi ona göstermiş, o da kudretini ikrar etmiştir. O
bakımdan Yüce Allah'ın bunu bilmesini emretmesinin bir anlamı yoktur. Aksine o,
bu işi bizzat kendi nefsine emretmektedir ki, bu mümkündür ve güzel bir
açıklamadır.
Abdullah (b. Mes'ud)ın
okuyuşunda bunun Yüce Allah tarafından kendisine bilmek üzere verilmiş bir emir
olduğuna delalet eden şekil vardır. Bunun da anlamı şöyle olur: Sen gözlerinle
görüp kesin olarak inandığın için bu bilgiyi bil, asla bundan uzak durma! Çünkü
onun okuyuşunda: "Bil denildi" şeklindedir. Yine bu daha önce Yüce
Allah'ın: "İşte yiyeceğine ... bak merkebine bak ve kemiklere de bak"
buyruklarına uygundur. O bakımdan burada: "Ve bil ki, Allah şüphesiz
herşeye kadirdir" buyruğu da bu kabilden olur. İbn Abbas bunu: "Ona
bil denildi" anlamında (...) şeklinde okurdu. Ve ayrıca o mu daha hayırlı
İbrahim mi diye eklerdi. Çünkü İbrahim'e bir sonraki ayette: "Bil ki Allah
Azizdir, Hakimdir" denilmiştir. İşte bu da Allah'ın diriltmesini
gözleriyle görmesi üzerine Şanı Yüce Allah'ın kendisine söylediği bir söz olduğunu
açıkça ortaya koymaktadır.
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN