ANA SAYFA             SURELER    KONULAR

 

BAKARA

282

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِذَا تَدَايَنتُم بِدَيْنٍ إِلَى أَجَلٍ مُّسَمًّى فَاكْتُبُوهُ وَلْيَكْتُب بَّيْنَكُمْ كَاتِبٌ بِالْعَدْلِ وَلاَ يَأْبَ كَاتِبٌ أَنْ يَكْتُبَ كَمَا عَلَّمَهُ اللّهُ فَلْيَكْتُبْ وَلْيُمْلِلِ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ وَلْيَتَّقِ اللّهَ رَبَّهُ وَلاَ يَبْخَسْ مِنْهُ شَيْئاً فَإن كَانَ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ سَفِيهاً أَوْ ضَعِيفاً أَوْ لاَ يَسْتَطِيعُ أَن يُمِلَّ هُوَ فَلْيُمْلِلْ وَلِيُّهُ بِالْعَدْلِ وَاسْتَشْهِدُواْ شَهِيدَيْنِ من رِّجَالِكُمْ فَإِن لَّمْ يَكُونَا رَجُلَيْنِ فَرَجُلٌ وَامْرَأَتَانِ مِمَّن تَرْضَوْنَ مِنَ الشُّهَدَاء أَن تَضِلَّ إْحْدَاهُمَا فَتُذَكِّرَ إِحْدَاهُمَا الأُخْرَى وَلاَ يَأْبَ الشُّهَدَاء إِذَا مَا دُعُواْ وَلاَ تَسْأَمُوْاْ أَن تَكْتُبُوْهُ صَغِيراً أَو كَبِيراً إِلَى أَجَلِهِ ذَلِكُمْ أَقْسَطُ عِندَ اللّهِ وَأَقْومُ لِلشَّهَادَةِ وَأَدْنَى أَلاَّ تَرْتَابُواْ إِلاَّ أَن تَكُونَ تِجَارَةً حَاضِرَةً تُدِيرُونَهَا بَيْنَكُمْ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَلاَّ تَكْتُبُوهَا وَأَشْهِدُوْاْ إِذَا تَبَايَعْتُمْ وَلاَ يُضَآرَّ كَاتِبٌ وَلاَ شَهِيدٌ وَإِن تَفْعَلُواْ فَإِنَّهُ فُسُوقٌ بِكُمْ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّهُ وَاللّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ

 

282. Ey iman edenler! Belirlenmiş bir vadeye borçlandığınız zaman onu yazın. Aranızda bir katip adaletle yazsın. Katip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın. üzerinde hak olan da yazdırsın. Rabbi olan Allah'tan korksun. Ondan hiçbir şeyi eksik bırakmasın. Eğer üzerinde hak olan beyinsiz veya zayıf olur yahut bizzat yazdırmaya gücü yetmezse, onun velisi adaletle yazdırsın. Erkeklerinizden de iki şahit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa o halde razı olacağınız şahitlerden bir erkekle iki kadın olsun. Biri unutursa biri diğerine hatırlatır diye. Şahitler de davet edildikleri zaman kaçınmasınlar. Küçük veya büyük olsun ne ise, onu vadesine kadar yazmaktan üşenmeyin. Bu, Allah indinde adalete daha uygun, şehadet için daha sağlam ve şüpheye düşmemenize de daha yakındır. Meğer ki bu, aranızda devredeceğiniz hazır bir ticaret olsun. O zaman bunu yazmamanızda sizin için bir beis yoktur. Alışveriş yaptığınız vakit de şahitlik edin. Yazana da şahide de asla zarar verilmesin. Eğer yaparsanız, bu size dokunacak bir fısk olur. Allah'tan korkun! Allah size öğretiyor. Allah herşeyi çok iyi bilendir.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı elli iki başlık halinde sunacağız:

 

1- Ayetin Nüzul Sebebi ve Kapsamı:

2- Deyn'in Anlamı:

3- Vadenin Belirlenmesi ve Selem 'de Vade:

4- Selemin Tarifi:

5- Selem Akdini ifade Etmek üzere Kullanılan Tabirler:

6- Selem Akdinin Şartları:

7- Selem ile ilgili ihtilaflı Bazı Şartlar:

8- Vade Geldiği Halde Satılan Mal Bulunmazsa:

9- Borçların Yazılması:

10- Borçları Yazmanın Hükmü:

11- Yazan Adaletle Yazmalıdır:

12- Adaletle Yazmak

13- Yazmak ile Görevlendirilenler:

14- Yazıyı Bilen Yazmaktan Yüzçevirmesin:

15- Allah Kendisine Yazmayı Öğrettiği Gibi O da Yazsın:

16- Borçlu Borcunu Yazdırsm:

17- Borçlu Kısıtlı Olursa:

18- Hacr Altına Alınabilenler (Kısıtlanabilenler):

19- ZayıfKimseler:

20- Velinin Adaletle Yazdırması:

21- Yazdıracak Olan Kişi Borçludur:

22- Velinin Velayeti Altında Bulunanın Aleyhine İkrarı:

23- Kısıtlının (Mahcurun), Velisinin izni Olmaksızın Tasarrufu:

24- Şahit Tutmak:

25- Hakların Şehadetle Sabit Oluşu:

26- Şahitler Öncelikle Müslüman Erkek Olmalıdır:

27- Şahitlik Edecek Erkek Bulunmadığı Hallerde Kadınların Şehadeti:

28- Çocukların Şahitliği:

29- Öngörülen Şekliyle Şahit Bulunamazsa ve Sünnetin Kur'an'ı Açıklayıcılığı:

30- Mali ve Bedeni Haklara Dair Hüküm Vermenin Dayanakları:

31- Şahitlerin Nitelikleri:

32- Şahitlerde Adalet:

33- Konum Olarak Şahitlik ve ictihadın Delili:

34- Adalet ve Ebu Hanifenin Şahidin Zahiriyle Yetinmesi:

35- Nikah Şahitliğinde Adalet Şart mı?

36- Şahitlikte Bir Erkek Yerine iki Kadının Öngörülmesindeki Hikmet:

37- Unutana Hatırlatma:

38- Şahitler Şahitlik Etmekten Çekinmesinler:

39- Şahit Şahitlik için Hakimin Huzuruna Gider:

40- Kölenin Şahitliği:

41- Hak Sahibi Şahitlik Edecek Kimseyi Tanımıyor ise ...

42- Şahittik Etmekten Kaçınmanın Hukuki Cezası:

43- İstenmeden Şahitlik Etmek:

44- Hakkın Belgelenmesinden üşenmemek Gerekir:

45- Yazmak, Adalete, Şehadetin Doğruluğuna Sebeptir:

46- Şahit Yazılı Olanı Hatırlayamazsa:

47- TicariAkidlerin Yazılması:

48- Peşin ve Veresıye Alışverişlerde Yazışma:

49- Alışverişlerde Şahit Tutmak:

50- Şahide de Katibe de Zarar Verilemez:

51- Zarar Vermek Fasıklığı Gerektirir:

52- Herşeyi Bilen Allah Size Öğretiyor, O Bakımdan Allah'tan Korkun:

 

1- Ayetin Nüzul Sebebi ve Kapsamı:

 

Yüce Allah'ın: "Ey iman edenler! Belirlenmiş bir vadeye borçlandığınız zaman onu yazın ... " ayetiyle ilgili olarak Said b. el-Müseyyeb şöyle demektedir: Bana ulaştığına göre Kur'an-ı Kerım'in Arşta en yeni (son nazil olan) ayeti borçlanma ayetidir. İbn Abbas da der ki: Bu ayet-i kerime özel olarak selem hakkında nazil olmuştur. Yani Medine halkının yaptığı selem alışverişi ayetin nazil olmasına sebep olmuştur. Diğer taraftan bu ayet-i kerimenin bütün borçlanmaları kapsadığı -icma ile- kabul edilmiştir.

 

İbn Huveyzimendad der ki: Bu ayet-i kerime otuz tane hüküm ihtiva etmektedir. Bazı ilim adamlarımız bu ayet-i kerimeyi -Malik'in de söylediği üzere- karzlardaki ertelemenin caiz olduğuna delil göstermişlerdir. Çünkü bu buyrukta mudayenelerde (borçlanma akidlerinde) karz ile sair akidler arasında bir ayrım gösterilmemiştir.

 

Şafiiler ise bu hususta muhalif kanaat belirtir ve şöyle derler: Ayet-i kerime sair borçların ertelenmesinin caiz olduğunu ifade eden bir hüküm ihtiva etmemektedir. Bu ayet-i kerimede eğer vadeli bir deyn (borç) değil ise, şahit tutma emri vardır o kadar. Diğer taraftan bir başka yoldan delalet ile, deynde ertelenmenin caiz olduğu veya olmadığı bilinir.

 

2- Deyn'in Anlamı:

 

Yüce Allah'ın: "Bir borç" buyruğu te'kiddir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Ve iki kanadıyla uçan bütün kuşlar ... "(el-En'am, 38); "Meleklerin tümü hep birlikte secde ettiler. "(el-Hicr, 30)

 

Deyn'in gerçek mahiyeti, iki bedelden birisinin peşin, diğerinin ise zimmette vadeli olduğu her türlü muameledir. Ayn Araplar tarafından hazır (peşin olan) şeydir. Deyn ise gaib olan (hazır bulunmayan) şeyin adıdır. Şair der ki: "İki dirhemimize karşılık olarak peşin ve deyn olmaksızın Bizlere kaynatılmış üzüm şırası ve kızarmış et vereceğini vadetti."

 

Bir diğer şair de şöyle demektedir: "Ölümler beni dilediği yere atıversin Beni iki çukurun arasına atmadığı sürece Odun ve ateş yaktıkları vakit işte nakden (peşin) Ve deyn olmayan ölüm budur."

 

Şanı Yüce Allah bu anlamı hak buyruğu olan: "Belirlenmiş bir vadeye ... " diye açıklamaktadır.

 

3- Vadenin Belirlenmesi ve Selem 'de Vade:

 

Şanı Yüce Allah'ın: "Belirlenmiş bir vadeye" buyruğu ile ilgili olarak İbnu'l-Münzir şöyle demektedir: "Yüce Allah'ın: "Belirlenmiş bir vadeye" buyruğu bilinmeyen bir süreye kadar yapılan selem akdinin caiz olmadığını göstermektedir. Resulullah (s.a.v.)'ın sünneti de Yüce Allah'ın Kitabındaki bu anlamın bir benzerini ortaya koymuştur.

 

Sabit olduğu üzere Resulullah (s.a.v.) Medine'ye vardığında Medine halkı iki ve üç yıllığına meyvelerde selem yapıyorlardı. Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Her kim herhangi bir hurma hakkında selef (selem) yaparsa, ölçeği belli ve tartısı belli miktarda ve bilinen bir vadeye kadar selef yapsın." Bu hadisi İbn Abbas nakletmektedir. Bunu Buhari, Müslim ve başkaları da rivayet etmiştir.

 

İbn Ömer der ki: Cahiliyye dönemi insanları, deve etlerini, hamile olan dişi deve yavrusunun, bir daha hamile kalacağı zamana kadar satarlardı. Hamilenin yavrusunun hamile kalması (habelu'l-habelet), dişi devenin yavrulaması sonra da yavruladığı bu yavrunun bir daha hamile kalması demektir. Resulullah (s.a.v.) onlara bu şekilde alış-veriş yapmalarını yasakladı.

 

İlim ehlinden olup kendisinden ilim bellenen herkes icma ile, caiz olan selem şeklinin, kişinin arkadaşıyla, miktarı belli, nitelikleri belirlenmiş ve benzerinde hata edilmeyecek şekilde genel olarak bir araziden gelecek mahsulde, belli bir ölçek ile belli bir vadeyle belli dinarlar yahut dirhemler mukabilinde yapılması ve alışverişi yaptıkları yerlerinden ayrılmadan önce selemin bedelini ödeyip yiyeceğin kabzedileceği yeri belirlemeleri şeklinde olacağını kabul etmişlerdir. Eğer bu işi yaparlar ve yaptıkları bu iş (satış) caiz ise sahih bir selem olur. İlim ehlinden herhangi bir kimsenin bunu iptal ettiğini bilmiyorum."

 

Derim ki: Bizim (mezhebimize) mensup ilim adamlarımız der ki: Hasat vaktine kadar, meyvelerin toplanma zamanına, nevruz ve mihrican günlerine kadar selem caizdir. Çünkü bütün bunların özel ve bilinen zamanları vardır.

 

4- Selemin Tarifi:

 

İlim adamlarımız (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) selemi tarif eder ve şöyle derler: "Zimmette olmak üzere nitelikleri tesbit edilmiş, malum olan bir şeyin peşin bir mala ya da onun hükmündeki bir şey karşılığında, bilinen bir vadeye satılmasıdır."

 

Bu alışverişin, "zimmette olmak üzere ... malum olan bir şeyin" diye belirlenmesi bilinmeyen bir şeyden ve muayyen olan aynIarda selem yapmaktan sakınmak (bunları tanımın dışında tutmak) içindir. Mesela, Peygamber (s.a.v.)'ın Medine'ye geldiği sırada Medinelilerin yaptıkları selem şekilleri buna örnektir. Onlar muayyen bir takım hurma ağaçlarının meyvelerini selem'e konu yapıyorlardı. Ancak böyle bir akiddeki ğarar (tehlike ve ihtimal) dolayısıyla bu şekilde akid yapmayı onlara yasakladı. Çünkü bu ağaçlar afete maruz kalıp hiçbir şekilde meyve vermeyebilir.

 

"Nitelikleri tesbit edilmiş" ifadeleri teferruatıyla belirtilmeksizin, genel özellikleriyle bilinen şeyleri tanım dışında bırakmak içindir. Mesela, türünü ve muayyen niteliklerini tesbit etmeksizin hurma, elbise veya balıklar üzerinde selem yapmak bu kabildendir. "Peşin bir mala" ifadesi ise veresiyenin veresiye karşılığında olmasını tanım dışında tutmak içindir.

 

"Ya da onun hükmündeki .. " ifadesi ile de selemin ra'sumalinin (selem bedelinin) iki ve üç gün gibi ertelenmesi caiz olan ertelemeyi anlatmak için zikredilmiştir. Bize göre şartlı olsun olmasın, süre yakın olduğundan dolayı bu kadarcık bir erteleme caizdir. Ancak, bunun şart koşulması caiz değildir. Şafii ile el-Kufi, selemin rasumalinin akidden ve ayrılmadan sonraya bırakılmasını caiz kabul etmez ve bunun tıpkı sarf akdi gibi olduğunu belirtirler.

Bizim delilimiz şudur: Bu iki akid özel nitelikleri itibariyle birbirlerinden farklıdırlar. Sarfın kapısı oldukça dardır. Selemden farklı olarak şartları pek çoktur. Çünkü sarf muameleleri ile ilgili şaibeler daha fazladır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

"Bilinen bir vadeye" ifadesi ise peşin selemi dışarıda tutmak içindir. Meşhur olan görüşe göre böyle bir selem caiz olmaz, ileride de gelecektir. Vadenin "bilinen" ile nitelendirilmesi, cahiliyye döneminde bilinmeyen vadelere yaptıkları selemi kapsam dışında tutmak içindir.

 

5- Selem Akdini ifade Etmek üzere Kullanılan Tabirler:

 

Selem ve selef, aynı anlamda iki tabirdir. Her ikisi de hadis-i şerifte kullanılmıştır. Şu kadar var ki, bu akdin özel adı "selem"dir. Çünkü selef, karz hakkında da kullanılır.

 

Selem, ittifakla caiz olduğu kabul edilen satışlardandır. Peygamber (s.a.v.)'ın "yanında olmayanı satma"yı yasaklamasından istisna edilmiştir. Hz. Peygamber, selem yapma ruhsatını vermiştir. Çünkü selem zimmette olmak üzere malum bir şeyin satılması olduğuna göre, akid taraflarından her birisinin içinde bulunduğu zorunluluk gereği, hazır olmayan birşeyin satışını gerektirmektedir.

 

Çünkü rasulmal sahibi (selemin bedelini ödeyen kimse) meyveyi satın alma ihtiyacındadır. Meyve sahibi ise, ona harcamak üzere vaktinden önce o meyvenin bedeline muhtaçtır. Böylelikle selem satışının ihtiyaç duyulan mesalihten olduğu ortaya çıkmaktadır. Fukaha buna "bey'u'l-mahavic (muhtaçların satışı)" adını vermişlerdir. Eğer, ancak peşin olarak caiz olsaydı, bu hikmet sözkonusu olmaz, böyle bir masIahat ortadan kalkar ve yanında olmayan birşeyin satılmasından istisna edilmesinin bir faydası da kalmazdı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

6- Selem Akdinin Şartları:

 

Selemin kimi üzerinde ittifak, kimi üzerinde ihtilaf edilen dokuz tane şartı vardır. Bu şartların altısı (seleme konu olan mal demek olan) muslemun fih'te, üçü de selemin (ücreti olan) ra'sumalindedir. Muslemun fih'te aranan altı şart: Zimmette olacak, nitelikleri tesbit edilecek, miktarı tayin edilecek, vadeli olacak, vade belli olacak, vadenin gelmesi esnasında mevcut olacak.

 

Selemin ra'sumalinde aranan üç şarta gelince: Cinsi, miktar olarak ve nakit olarak belli olacak.

 

Ra'sumalde aranan bu üç şart -az önce geçtiği gibi- nakit olması dışında, ittifakla kabul edilmiştir.

 

İbnu'l-Arabi: der ki: Birinci şart, zimmette oluştur. Bundan gözetilen maksadın zimmette olmak olduğunu anlamakta zorluk yoktur. Çünkü bu bir müdayene (borçlanma) akdidir. Şayet böyle olmasaydı deyn (borç) olarak meşru kılınmaz ve insanların da kar elde etmesi ve insanlara şefkat kastıyla meşru kılınmazdı. İnsanlar bu görüşü ittifakla kabul ederler. Şu kadar var ki Malik, selem muayyen olan birşeyde ancak iki şart ile caizdir, der. Bunlardan birisi köyün güvenlik altında olması, ikincisi ise onun alınmaya başlanmasıdır. Sütün koyundan, taze hurmanın hurma ağacından alınması gibi. Ondan başka böyle birşey söyleyen yoktur. Bu iki mes'ele delil itibariyle sıhhatlidir. Çünkü selemde tayinin kabul edilmeyişi, muzabene ve zarar korkusu iledir ki, vade geldiği vakit bunun gerçekleşme imkanı ortadan kalkmasın. Eğer selem yapılan yer güvenilir bir yer olup çoğunlukla müslemun fihin varlığı imkansız değil ise, bu caiz olur. Çünkü fıkıh mes'elelerinde sonuçların kat'iyetle teminat altına alınmasından hiçbir zaman emin olunamaz. Basit bir garar ihtimali kaçınılmazdır. Bu, fer'i: mes'elelerde pek çoktur. Bunların sayım ve dökümü mes'eleleri konu alan kitaplardadır.

 

Bunları almaya başlamakla birlikte süt ve taze hurmada selem yapmaya gelince; bu Medine'ye ait bir mes'eledir. Medine halkı bunu icma ile kabul ederler. Bu mes'elenin de esası masIahat kaidesidir. Çünkü kişi, günbegün süt ve taze hurma almaya gerek duyabilir. Her gün yeniden böyle satın alması onun için zor olabilir. Çünkü nakit bulmayabilir ve ayrıca fiyat da aleyhine olarak değişebilir. Hurma ve sütün sahibi ise, nakde gerek duyar. Çünkü onun yanında bulunan şey, bir ticaret malıdır. Tasarrufta bulunması için uygun düşmeyebilir. Karşılıklı ihtiyaç onlar için ortak bir özellik olduğundan dolayı, araya ve buna benzer ihtiyaç ve mesalih gibi asıl kaidelere kıyas edilerek, böyle bir muamelede bulunmaya taraflara ruhsat verilmiştir.

 

Nitelikleri tesbit edilmiş olması şeklindeki ikinci şart da ittifakla kabul edilmiştir, üçüncü şart da böyledir.

 

Miktarın tesbiti üç şekilde olur. Keyl (ölçek ile ölçmek), vezn (ağırlıkla ölçmek) ve sayı. Bu ise örfe bağlıdır. Örf ise ya insanların örfüdür veya şeriatin örfüdür.

 

Dördüncü şart olan vadeli olması hususunda görüş ayrılığı vardır. Şafii der ki: Peşin selem caizdir. İlim adamlarının çoğunluğu bunu kabul etmezler.

 

İbnu'l-Arabi der ki: Sürenin tesbiti hususunda Malikiler oldukça farklı görüşler ortaya atmışlardır ki bunun bir gün kadar olacağını dahi söylemişlerdir. Hatta kimi ilim adamlarımız peşin selem caizdir, demektedir. Sahih olan ise selemde vadenin kaçınılmaz olduğudur. Çünkü mebi' (satılan şey) iki türlüdür. Ya muaccel olur, bu ise ayndır; veya mueccel (deyn) olur. Şayet peşin olur da müslemun ileyhin yanında bulunmuyor ise; o vakit bu, yanında bulunmayan şeyi satmak kabilindendir. O bakımdan her bir akdin niteliklerine ve şartlarına uygun olarak gerçekleşebilmesi için vadenin tesbiti kaçınılmazdır. Çünkü Şer'i hükümler olması gereken şekilde yapılır ve ona göre değerlendirilirler. Bizim ilim adamlarımıza göre vadenin süresinin sınırlandırılması hususunda pazarlar arasında farklılık vardır. Yüce Allah'ın: "Belirlenmiş bir vadeye" buyruğu ile Hz. Peygamber'in: "Bilinen bir vadeye" diye buyurması, başka hiçbir kimsenin sözüne gerek bırakmayacak kadar açıktır.

 

Derim ki: İlim adamlarımızın caiz kabul ettikleri peşin selem türü, fiyatları birbirinden farklı beldelerdeki selemdir. Aralarında bir, iki yahut üç günlük mesafe bulunan yerlerde (peşin) selem caizdir. Aynı beldede ise böyle bir selem caiz olmaz. Çünkü o beldenin fiyatı birdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

Beşinci şarta gelince, bu da vadenin belli olmasıdır ki, ümmet arasında bu şart ile ilgili görüş ayrılığı yoktur. Çünkü Yüce Allah ve onun Peygamberi "vadeyi" bilinen ve belli olmakla nitelendirmişlerdir. İslam bölgelerinin fakihleri arasında yalnızca Malik, meyvelerin toplanması vaktine, ekinlerin hasadına kadar satışın caiz olduğunu kabul eder. Çünkü onun görüşüne göre bu, bilinen bir vadedir. Bu hususa dair bilgiler, Yüce Allah'ın: "Sana hilalleri soruyorlar ... "(el-Bakara, 189. ayet 9. başlıkta) buyruğunu açıklarken geçmiş bulunmaktadır.

 

Altıncı şart olan vade esnasında var olması şartı hakkında yine ümmet arasında görüş ayrılığı yoktur. Eğer vadenin geleceği vakit satılan şey, Yüce Allah tarafından bir takdir gereği bulunmayacak olursa, bütün ilim adamlarına göre akid fesholur.

 

7- Selem ile ilgili ihtilaflı Bazı Şartlar:

 

Müslemun ileyhin, müslemun fihe malik olması -seleften bazılarına hilafen- selemin şartlarından değildir. Çünkü Buhari, Muhammed b. el-Mucalid'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Abdullah b. Şeddad ile Ebu Bürde beni Abdullah b. Ebi Evfa'ya göndererek dediler ki: Ona sor. Peygamber (s.a.v.)'ın ashabı Peygamber (s.a.v.) döneminde buğdayda selef (selem) yapıyorlar mıydı? Abdullah dedi ki: Bizler Şam halkından olan Nabitlilere buğday, arpa ve zeytinyağında belli ölçeklerde ve belli bir vadeye kadar selef yapardık. Ben: Aslı kendisinde bulunan kimselerle mi? diye sordum, o: Bu konuda biz onlara soru sormazdık, dedi. Daha sonra beni Abdurrahman b. Ebza'ya gönderdiler. Ona sordum şöyle dedi: Peygamber (s.a.v.)'ın ashabı Peygamber (s.a.v.)'ın döneminde selef yapıyorlardı. Biz de onlara ekip biçtikleri tarlaları var mıdır, yok mudur diye sormazdık.

 

Ebu Hanife ise akid vaktinden vade zamanına kadar muslemun fihin var olmasını şart koşmuştur. Çünkü muslemun fihin aranıp bulunmaması, buna bağlı olarak da bu akdin garara dönüşmesi korkusuyla böyle söylemiştir. Sair fukaha ise, ona muhalefet eder ve şöyle derler: Göz önünde bulundurulması gereken, vade vaktinde onun var olmasıdır. Kufeliler ve es-Sevri taşınmayı gerektiren ve masrafı gerektiren şeyler ile ilgili olarak kabz yerinin de sözkonusu edilmesini şart koşar ve: Bu durumda kabz yeri sözkonusu edilmeyecek olursa, selem fasittir, derler. el-Evzai ise, bu mekruhtur, der.

 

Bize göre ise eğer bunu sözkonusu etmezlerse akid fasid olmaz ve kabz yeri taayyun eder. Ahmed, İshak, hadis ehlinden bir grup da böyle demiştir. Çünkü İbn Abbas yoluyla gelen hadiste, selem yapılan malın kabzedileceği yerden söz edilmemektedir. Şayet bu, akdin şartlarından olsaydı Peygamber (s.a.v.) tıpkı ölçeği, tartıyı ve vadeyi açıkladığı gibi bunu da açıklardı. İbn Ebi Evfa'nın (az önce nakledilen) hadisi de bunun gibidir.

 

8- Vade Geldiği Halde Satılan Mal Bulunmazsa:

 

Ebu Davud, Sa'd (yani et-Tai)dan, o Atiyye b. Sa'd'dan, o Ebu Said el-Hudri'den dedi ki: Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Her kim herhangi bir şeyde selef yaparsa onu başkasına değiştirmesin.''

 

Ebu Muhammed Abdulhak b. Atiyye dedi ki: O el-Avfi'dir (el-Avfi, Atiyye b. Sa'd'ın lakabıdır) dedi ki: Kimse onun hadisini delil diye göstermez. Oldukça değerli muhaddisler ondan rivayet etmiş olsa dahi.

 

Malik der ki: Belli bir fiyata, belli bir vadeye yiyecek birşeyde selef yapıp da vade geldiğinde satın alan, satın aldığı şeyi satıcının ödeyemeyeceğini görüp de onu ikale ederse; (akdi fesheden) kimsenin durumu bize göre şöyledir: Böyle bir kimse ondan ancak gümüşünü yahut altınını veya ona ödemiş olduğu bedeli aynen almalıdır. Bu bedel karşılığında selem dolayısıyla verdiği malı ondan geri kabzedinceye kadar, ondan başka birşey satın almaz. Çünkü ona ödediği değerden başkasını alsa yahut ondan satın almış olduğu yiyecekten başkası ile onu değiştirse; o vakit bu, ödeme gerçekleşmeden (yani selem akdi ile alması gerekeni almadan) önce yiyeceği satmak demektir. Malik dedi ki: Resulullah (s.a.v.) ise tamamiyle alınmadan önce yiyeceğin satılmasını yasaklamıştır.

 

9- Borçların Yazılması:

 

Yüce Allah'ın: "Onu yazın" buyruğundan kasıt, borcun ve vadenin yazılmasıdır.

Şöyle de denilmektedir: Yüce Allah burada yazmayı emretmiştir; fakat yazmaktan kasıt, şahit tutmaktır. Çünkü şahitsiz yazı delil olmaz. Bize unutmayalım diye yazma emri verilmiştir, diye de açıklanmıştır.

 

Ebu Davud et-Tayalisi, Müsned'inde Hammad b. Seleme'den o Ali b. Zeyd'den, o Yusuf b. Mihran'dan, o İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.v.) aziz ve celil olan Allah'ın: "Belirlenmiş bir vadeye borçlandığınız zaman onu yazın ... " ayeti hakkında dedi ki: "İlk kabul etmeyen kişi Adem (a.s)'dir. Allah ona zürriyetini gösterdi. Nuru yukarılara doğru yükselen parlak beyaz tenli bir adam gördü. Rabbim bu kimdir? dedi. Bu, senin oğlun Davud'dur dedi. Rabbim onun ömrü ne kadardır? diye sorunca; altmış yıl, diye buyurdu. Rabbim, ömrünü artır, deyince; hayır diye buyurdu. Ancak sen ona kendi ömründen verirsen (olur). Peki benim ömrüm ne kadardır? diye sorunca; bin yıl diye buyurdu. Hz. Adem: Ben ona kırk yıl bağışlıyorum, dedi. Yüce Allah ona dair bir yazı yazdı ve meleklerini ona şahit tuttu. Hz. Adem'in vefatı gelince melekler yanına geldi. o: Benim ömrü mden daha kırk yıl kalmıştır, deyince melekler: Sen bunu oğlun Davud'a bağışladın, dediler. Adem: Kimseye ben birşey bağışlamadım, deyince Yüce Allah o yazılı belgeyi çıkardı ve melekleri ona karşı da şahitlik etti. -Bir rivayette de şöyle denilmektedir: Yüce Allah Davud'un ömrünü yüzyıla tamamladı Adem'in ömrünü de bin yıla tamamladı. Bu hadisi Tirmizi de rivayet etmiştir.

 

Yüce Allah: "Onu yazın" buyruğunda borcu açıklayıcı bütün nitelikleriyle bütün özellikleriyle yazmaya açıkça işaret etmektedir. Bundan kasıt ise akid tarafları arasında vehmedilecek ihtilafların ortadan kaldırılması, her ikisinin de hakime gitmeleri halinde hakimin hükmedeceği esasların bildirilmesidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

10- Borçları Yazmanın Hükmü:

 

Bazıları borçların yazılmasının ilgililer hakkında vacip olduğu görüşündedir. Bu ister satış olsun, ister kabz olsun bu ayet-i kerime ile farz kılınmıştır. Böylelikle bu konuda inkar yahut unutkanlık önlenmiş olur. Taberi'nin tercih ettiği görüş budur. İbn Cüreyc ise şöyle demektedir: Borç alan kimse onu yazsın, satan da şahit tutsun. eş-Şa'bi de der ki: Öncekiler Yüce Allah'ın: ''Eğer biriniz diğerinize güvenirse ... "(el-Bakara, 283) buyruğunun yazma emrini neshettiği görüşünde idiler. Buna yakın bir görüşü İbn Cüreyc de nakletmiştir. İbn Zeyd de böyle demiştir. Ebu Said el-Hudri'den de bu görüş rivayet edilmiştir.

 

er-Rabi' ise bunun bu lafızIada vacip (farz) olduğu kanaatindedir. Daha sonra Yüce Allah bunu: ''Eğer biriniz diğerinize güvenirse ... " (el-Bakara, 283) buyruğu ile hafifletmiştir. Cumhur der ki: Yazma emri malların korunması ve şüphelerin izale edilmesi için bir teşviktir. Eğer borçlu takva sahibi bir kimse ise, yazmanın ona bir yararı olmaz. Böyle olmazsa yazmak borcu hususunda bir zeka mahsulü ve hak sahibinin de bir belgesi olur.

 

Kimisi de şöyle demiştir: Eğer şahit tutarsan bu bir azimettir, şayet güvenirsen sen helal edilmiş olan bir işi yapmış olursun.

 

İbn Atiyye der ki: İşte sahih olan görüş de budur. Bu görüşe göre de herhangi bir nesh sözkonusu olmaz. Çünkü Yüce Allah, kişinin bağışlamak ve terketme hakkının icma ile kabul edildiği bir hususu yazmaya teşvik etmektedir. O'nun bu teşviki insanlar lehine bir ihtiyat olsun diyedir.

 

11- Yazan Adaletle Yazmalıdır:

 

Yüce Allah'ın: "Aranızda bir katip adaletle yazsın" buyruğu hakkında Ata ve başkaları şöyle demişlerdir: Yazı yazabilenin yazması vaciptir. eş-Şa'bi de böyle demiştir. Eğer ondan başka yazacak kimse bulunmazsa onun yazması onun için vaciptir. es-Süddi der ki: İşi bitirmekle beraber vacib olur.

 

Birinci "yazsın" fiilinin başında emir "lam"ı hazfedildiği halde, ikincisinde "lam" getirilmiştir. Çünkü ikincisi gaib, birincisi muhatab içindir. Muhatab için de bu "lam"ın kullanıldığı olur. Nitekim Yüce Allah'ın: "Sevinsinler" (Yunus, 58) buyruğunun "te" ile "Sevininiz" kıraati de bu kabildendir. Gaib'de bu "elif"in hazfedildiği de olur. Şairin şu beyiti bu kabildendir: "Ey Muhammed! Feda olsun sana bütün canlar; Bir şeyin düşmanlığından korkarsan."

 

12- Adaletle Yazmak

 

Yüce Allah'ın: "Adaletle" buyruğu, hak ve doğrulukla, demektir. Yani hak sahibi olan kimseye söylediğinden fazla veya daha azını yazmayın.

 

"Aranızda" diye buyurup da "birinize" diye buyurmaması alacaklının yazma hususunda borçlu olanı itham edebilme ihtimalindendir. Aynı şekilde bunun aksi de böyledir. İşte bu bakımdan şanı Yüce Allah onların dışında bir katibin adaletle yazmasını teşri' buyurmuştur. Bu kimsenin de kaleminde de kalbinde de birisinin lehine, ötekinin aleyhine herhangi bir sevgi bulunmasın.

 

Şöyle de denilmiştir: İnsanlar, istisnasız olarak karşılıklı ilişkilerde bulunduklarından aralarında yazı yazmasını bilen ve bilmeyen olduğundan dolayı şanı Yüce Allah, taraflar arasında bir katibin adaletle yazmasını emir buyurmuştur.

 

13- Yazmak ile Görevlendirilenler:

 

Yüce Allah'ın: "Adaletle" buyruğundaki "be" harfi, Yüce Allah'ın "Yazsın" buyruğuna mutaallaktır; "katip" buyruğuna değiL. Eğer böyle olsaydı bizatihi adil olandan başkasının herhangi bir belgeyi yazmaması icabederdi. Halbuki kimi zaman çocuk ve köle, ayrıca hacr altında bulunan kimse iyice yazma kurallarını bildikleri takdirde, yazabilmektedir. Bunları yazmak üzere tayin edilen kimselere gelince; yöneticilerin bunları ancak adaletli ve razı olunan kimseler olarak görevde tutmaları icabeder.

 

Malik (yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun) der ki: İnsanlar arasındaki belgeleri ancak yazmayı bilen ve bizatihi adaletli ve güvenilir kimseler yazsın. Çünkü Yüce Allah: "Aranızda bir katip adaletle yazsın" diye buyurmaktadır.

 

Derim ki: Bu görüşe göre "be" harfi "katip" kelimesine mutaallaktır. Yani aranızda adaletle yazan bir yazıcı yazsın, demektir. Buna göre "adaletle" buyruğu sıfat mahallinde olur.

 

14- Yazıyı Bilen Yazmaktan Yüzçevirmesin:

 

"Katip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın" buyruğunda Yüce Allah, yazı yazmasını bilen kimsenin yazmaktan yüzçevirmesini yasaklamaktadır.

 

İnsanlar yazı yazmasını bilen kimsenin yazmasının, şahidin de şehadette bulunmasının vücubu hususunda farklı görüşlere sahiptir. Taberi ve er-Rabi': Yazı yazmasını bilen kimsenin yazması emrolunduğu takdirde yazması vaciptir, derler. el-Hasen der ki: Kendisinden başka yazı yazacak kimsenin bulunmadığı bir yerde yazmadığından dolayı alacaklı zarar görecekse yazması vaciptir. Çünkü durum böyle olduğu takdirde onu yazmak (onun için) bir farzdır. Şayet ondan başka yazabilecek kimse bulunabiliyor ise, başkası bu işi yaptığı takdirde, onun için bu konuda genişlik vardır.

 

es-Süddi der ki: İşi olmadığı takdirde onun için yazmak vaciptir. Bu görüş, daha önceden geçmiş bulunmaktadır. el-Mehdevi de er-Rabi' ve ed-Dahhak'tan Yüce Allah'ın: "Çekinmesin" buyruğunun daha sonra gelen Yüce Allah'ın: "Yazana da şahide de asla zarar verilmesin" buyruğu ile neshedilmiş olduğunu söylediklerini nakletmektedir.

 

Derim ki: Bu açıklama şu görüş sahiplerinin yahut şu kanaat sahiplerinin şu sözlerine uygundur: Önceleri alışveriş taraflarının seçtiği herkes için yazmak vacip idi ve bunu kabul etmemesi, o kimse için caiz olmazdı. Bu durum Yüce Allah'ın: "Yazana da şahide de asla zarar verilmesin" buyruğu ile neshedilinceye kadar böylece sürüp gitti. Ancak bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü kim olursa olsun, alışveriş taraflarının istedikleri herkese bunun vacip olduğu sabit değildir. Eğer yazmak vacip olsaydı, yazmak için ücretle tutmak sahih olmazdı. Çünkü farz olan fiiller için icare batıldır. İlim adamları ise belge yazma karşılığında ücret almanın caiz olduğunda ihtilaf etmemişlerdir. İbnu'l-Arabi der ki: Sahih olan, bu emrin bir irşad emri olduğudur. Yazıcı hakkını almadıkça yazmayabilir.

 

"Çekindi, çekinir'' anlamındaki fiilin: (...) şeklinde gelmesi istisnaidir. (...) fiillerinden başka buna benzer şekilde kullanılan fiil yoktur.

 

15- Allah Kendisine Yazmayı Öğrettiği Gibi O da Yazsın:

 

Yüce Allah'ın: "Allah'ın kendisine öğrettiği gibi ... yazsın" buyruğundaki (...): Gibi'deki "kaf" harfi Yüce Allah'ın ''yazmaktan" buyruğuna mutaallaktır. Yani Allah'ın ona öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin. Bunun Yüce Allah'ın: "Çekinmesin" buyruğunun anlamına mu ta allak olması ihtimali de vardır. Yani Allah ona yazma bilgisini ihsan ettiği için o da yazmaktan yüzçevirmesin; Allah ona lütuf ta bulunduğu gibi, o da başkasına iyilikte bulunsun. Böyle bir açıklamaya göre sözün Yüce Allah'ın: "yazmaktan" buyruğunda tamamlanıp bitmesi sonra da (...): ''Allah'ın kendisine öğrettiği gibi" buyruğunun da yeni bir cümlenin başlangıcı olma ihtimali vardır. O takdirde "kaf" harfi de Yüce Allah'ın: "Yazsın" buyruğuna taalluk eder.

 

16- Borçlu Borcunu Yazdırsm:

 

Yüce Allah'ın: "üzerinde hak olan da yazdırsın" buyruğunda sözü edilen "üzerinde hak olan kişi," kendisinden alacak istenen borçludur. O üzerindeki hakkın ne olduğunu bildirmek üzere bizzat kendi diliyle kendisi hakkında ikrarda bulunur. (Yazdırmak anlamına gelen: (...) iki ayrı kullanımdır. (...) şeklinde gelir. Birincisi Hicazlılarla Esedoğullarının şivesidir. Temimliler de ikincisini kullanırlar. Kur'an-ı Kerim'de her ikisi de kullanılmıştır. Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar sabah akşam ona okunur. "(el-Furkan, 5)

 

Bunun aslı ise (...) şeklindedir. Daha hafif olduğu için "lam" yerine "ye" harfi gelmiştir.

Şanı Yüce Allah, borçlunun yazdırmasını emretmiştir. Çünkü şahitlik ancak onun ikrarda bulunması üzerine gerçekleşir. Ayrıca Yüce Allah, yazdırdığı hususta kendisinden korkmasını emretmekte ve üzerindeki haktan herhangi bir şey eksiltmesini yasaklamaktadır.

 

"Ondan hiçbir şeyi eksik bırakmasın" buyruğundaki (...), eksiltmek, eksik bırakmak demektir. Yüce Allah'ın: "Allah'ın kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helal değildir" (el-Bakara, 228) buyruğunda da bu anlam dile getirilmiştir.

 

17- Borçlu Kısıtlı Olursa:

 

Yüce Allah'ın: "Eğer üzerinde hak olan beyinsiz veya zayıf olur ... " buyruğu ile ilgili olarak bazıları bundan kasıt, küçüktür, demişlerdir. Ancak bu yanlıştır. Çünkü beyinsiz (sefih), ileride de açıklanacağı üzere büyük de olabilir.

 

"Veya zayıf' yani aklı olmayan büyük demektir. "Yahut bizzat yazdırmaya gücü yetmezse" buyruğuna gelince; Yüce Allah üzerinde hak bulunan kişiyi (borçluyu) dört gruba ayırmaktadır: Birisi bizzat yazdırabilen bağımsız kimse, diğer üçü ise kendileri yazdıramayan ve her zaman benzerleri görülebilen kimselerdir. Hakkın onlar lehine bazı yönlerde ortaya çıkması paylaştırılması halinde, miras ve buna benzer muamelat dışındaki hallerdedir. Bu üç tür beyinsiz (sefih), zayıf ve bizzat yazdırmaya gücü yetmeyen kimsedir.

 

Sefih (beyinsiz) mal ile ilgili görüşü yerli yerinde olmayan, kendisi adına doğru dürüst alamayan ve o mallardan birşey veremeyen kimsedir. Tıpkı dokuması hafif ve ince olan (sefih) kumaşa benzetilmektedir. Ağzı bozuk kimseye de sefih denilir. Çünkü bu şekilde ağzı bozukluk, ancak cahil insanlarda ve hafif akıl sahibi kimselerde görülür. Araplar sefihliği kimi zaman zayıf akıllılık, kimi zaman da güçsüz beden hakkında kullanırlar. Şair der ki: "Akıllarımızın zayıflamasından korkarız Zaman akıllıya karşı da cahillik eder."

 

Zür'r-Rimme de şöyle demektedir: "Esen rüzgarların uçlarını zayıfbulup hareket ettirip Sarstığı mızraklar gibi; yürüdü gitti o kadınlar."

 

Şöyle de demişlerdir: "Dat" harfi ötreli olarak "du'f" beden zayıflığı hakkında, üstün olarak da görüş zayıflığı hakkında kullanılır. Bunun iki ayrı şive olduğu da söylenmiştir. Birincisi ise daha sahihtir. Çünkü Ebu Davud'un Enes b. Malik'ten rivayet ettiğine göre Peygamber (s.a.v.) döneminde bir adam aklında zayıflık (da'f) olduğu halde alışveriş yapardı. Onun akrabaları Allah'ın Peygamberine gelip: Ey Allah'ın Peygamberi, dediler, filanı hacr altına al. O aklında zayıflık olduğu halde alışveriş yapıyor. Peygamber (s.a.v.) onu çağırdı ve ona alışveriş yapmayı yasakladı. Ey Allah'ın Resulü, dedi ben bir an dahi alışveriş yapmaksızın duramam. Bunun üzerine Resulullah ona şöyle buyurdu: "Eğer alışverişi terketmiyor isen o vakit al ve ver ve: Aldatmaca yoktur, de."

 

Bu hadisi Ebu İsa Muhammed b. İsa, es-Sülemi et-Tirmizi de Enes'ten rivayet etmiş ve: Bu sahih bir hadistir dedikten sonra: "Aklında zaaf olan bir adam vardı..." dedi ve hadisin geri kalan kısmını kaydetmektedir.

 

Buhari de bu hadisi Sahihi'nde zikreder ve orada şöyle der: "Alışveriş yaptığın vakit aldatmaca yoktur, de ve sen satın aldığın her bir malda üç gün süreyle muhayyersin."

 

Burada sözü geçen kişi, Habban b. Münkiz b. Amr el-Ensari'dir. Habban, Yahya ve Vasi'in babasıdır. Onun Malik'in hocaları olan Yahya ve Vasi'in dedesi Münkiz olduğu, babasının da Habban olduğu da söylenmiştir. 130 yaşında vefat etmiştir. Peygamber (s.a.v.) ile birlikte yaptığı gazalardan birisinde beynine kadar ulaşan bir yara almıştı. Bundan dolayı aklı da nisbeten hafiflemiş, dili de ağırlaşmıştı.

 

Darakutni der ki: Habban b. Münkiz zayıf, gözleri görmez bir adam idi. Başına gelen bir darbe dolayısıyla kafası beynine kadar yarılmıştı. Resulullah (s.a.v.), ona satın aldığı şey hususunda üç gün muhayyerlik tanımıştı. Dilinde de bir ağırlık olmuştu. Resulullah (s.a.v.) ona: "Alıp sat ve: Aldatmaca yok de" diye buyurmuştu. Ben onun (-la helabet-) yerine (-la hezabet-) dediğini işitirdim. Bunu İbn Amr yoluyla rivayet etmektedir.(Darakutni, III, 55)

 

Hadiste geçen (...): Aldatmaca, aldatmak, kandırmak demektir. Arapların: (...): Eğer yenik düşüremezsen o takdirde hile yoluyla sat, şeklindeki deyimleri de burdan gelmektedir.

 

18- Hacr Altına Alınabilenler (Kısıtlanabilenler):

 

Bilgisinin azlığı ve aklının zayıflığı dolayısıyla alışverişte aldatılan kimsenin hacr altına alınıp alınmayacağı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır.

 

Ahmed ve İshak böylesinin hacr altına alınacağını söylerken, başkaları hacr altına alınmaz, derler. Bu iki görüş de (Maliki) mezhebinde vardır. Bu ayet-i kerime ile hadis-i şerifteki: "Ey Allah'ın Peygamberi, filanı hacr altına al" ifadesi dolayısıyla sahih olan birinci görüştür. Hz. Peygamber sözü geçen kişinin: "Ey Allah'ın Peygamberi, ben alışveriş yapmadan duramam demesi üzerine hacr altına almaktan vazgeçmiş ve ona alışverişi mübah kılıp bu müsadeyi ona has kılmıştır. Çünkü bir kimsenin alışverişte özellikle aklındaki bir kıtlık dolayısıyla aldatılması halinde, hacr altına alınması gerekir.

 

Bunun o kişiye özel bir izin olduğunu gösteren delillerden birisi de Muhammed İbn İshak'ın yaptığı şu rivayettir: İbn İshak dedi ki: Bana Muhammed b. Yahya b. Habban anlatarak dedi ki: Bu kişi benim dedem Munkiz b. Amr'dır. Başında beynine kadar ulaşan bir yara almış, bundan dolayı dilinde ağırlık olmuş, aklı da hafiflemişti. Ticaretten bir türlü vazgeçmiyor fakat devamlı da aldatılıyordu. Resulullah (s.a.v.)'ın yanına geldi, bu durumunu ona anlattı. Hz. Peygamber de şöyle buyurdu: "Alışveriş yaptığın zaman, aldatmaca yok, de. Sonra sen satın aldığın her bir malda üç gün süreyle muhayyersin. Beğenirsen onu yanında alıkoyarsın, beğenmezsen onu sahibine geri iade edersin. Uzunca bir ömür sürmüştü. Yüz otuz yıl yaşadı. Osman b. Affan (r.a) döneminde insanların etrafa yayılıp çoğaldığı bir dönemde çarşıda alışveriş yapar, birşeyler satın alır, satınaldığını akrabalarına götürür, ileri derecede aldatılmış olduğu görülürdü. Onlar bundan dolayı onu kınar ve: Hala satın mı alıyorsun? derlerdi. O da şu cevabı verirdi: Ben muhayyerim. Beğenirsem alırım, beğenmezsem geri veririm. Resulullah (s.a.v.) bana üç gün süreyle muhayyerlik hakkı vermiştir. Sonra aldığı o malı bir veya iki gün sonra sahibine geri verirdi. Adam: Allah'a yemin ederim ben bunu kabul etmem, derdi. Çünkü sen malımı almış, bana dirhemlerini vermiştin. O da şöyle derdi: Resulullah (s.a.v.) bana üç gün muhayyerlik vermişti. Resulullah (s.a.v.)'ın ashabından bir adam geçer, ticaret sahibine: Yazıklar olsun sana, o doğru söylüyor. Rasülullah (s.a.v.) ona üç gün süreyle muhayyerlik vermişti, derlerdi. Bunu Darakutni rivayet etmiştir.(Darakutni, III, 55-56)

 

Ayrıca Ebu Ömer (İbn Abdi'l-Berr) el-istiab'da bunu zikreder ve der ki:

Buhari bunu et-Tarih'inde Ayyaş b. el-Velid'den, o Abdu'l-Ala'dan, o İbn İshak senediyle rivayet etmiştir.

 

19- ZayıfKimseler:

 

Yüce Allah'ın: "Veya zayıf olur" buyruğunda geçen "zayıf," aklı pek yerinde olmayan, tabiatı itibariyle eksik ve yazdırmaktan aciz olan kimse demektir. Yazdırmaktan acizliği ya konuşamamasından ya dilsizliğinden ya da doğru dürüst ifade edememesinden dolayıdır. Böyle birisinin de velisi baba veya vasisi olur.

 

Yazdıramayan kimse ise küçüktür. Velisi ise onun vasisi ya da babasıdır.

 

Hastalık veya bundan başka bir özür sebebiyle şahit tutma mahallinde bulunmayan kimse de bizzat yazdırmaya gücü yetmeyen kimseler arasındadır. Bunun velisi ise vekilidir.

Dilsize gelince böyle bir kimse zayıflardan sayılabilir. Evla olan ise, gücü yetmeyen kimselerden sayılmasıdır. Bunlar birbirlerinden ayırdedilmesi gereken gruplardır. Yüce Allah'ın izniyle bunlara dair açıklamalar ve gerekli bilgiler Nisa Suresi'nde (5. ayette) gelecektir.

 

20- Velinin Adaletle Yazdırması:

 

Yüce Allah'ın: "Onun velisi adaletle yazdırsm" buyruğunda yer alan "onun velisi"ndeki zamirin Taberi, "hak ile" buyruğuna ait olduğu kanaatine sahiptir. Bu konuda er-Rabi' ve İbn Abbas'tan da senediyle bu rivayet nakledilmektedir. (Buna göre: Hak sahibi kimse adalet ile yazdırsın, anlamına gelir).

 

Bu zamirin "üzerinde hak olan"a ait olduğu da söylenmiştir ki, sahih olan da budur. İbn Abbas'tan gelen rivayet sahih değildir. Beyyine (olan yazılı belge), nasıl bir şeye şahitlik eder ve alacaklı olanın yazdırması ile sefihin zimmetinde bir mal olduğunu tesbit edebilir? Bu şeriatte olmayan birşeydir. Bu sözün sahibinin: Hastalık veya yaşlılık dolayısıyla dilindeki bir ağırlıktan ötürü veya dilsizliği sebebiyle yazdıramayan kimseyi kastetmiş olması hali müstesnadır. Eğer durum böyle olursa, hastanın da, dilsiz olduğu için yazdıramayan kimsenin de kimi ilim adamına göre velisi yazdırır .. Tıpkı sabi (küçük) ile onu hacr altında kabul eden sefih ile ilgili olarak sabit olan hükümde olduğu gibi.

Durum böyle olduğu takdirde hak sahibi adaletle yazdırır ve yazdırmaktan aciz olanı (borçlu) da işittirir. Bu şekilde yazdırma tamamlandığı takdirde de aciz olan kimse bunu ikrar eder. Bu ise ayet-i kerimenin ele almadığı bir husustur ve bu, ancak hastalık dolayısıyla ve onunla birlikte sözü geçen kimselerden olup yazdıramayan kimseler hakkında sahih olabilir.

 

21- Yazdıracak Olan Kişi Borçludur:

 

Yüce Allah'ın: "üzerinde hak olan yazdırsın" diye buyurması, yazdıracak olan kimsenin getirip götüreceği hususunda güvenilir olduğunun delilidir. Bu ise rahin (rehin bırakan kişi) ile mürtehin (rehin alan, alacaklı) borcun miktarında anlaşmazlığa düşüp rehnedilen (rehin bırakılan) şeyortada olduğu takdirde, yemini ile birlikte rahinin sözünün kabul edilmesini gerektirir. Bu anlaşmazlık halinde rahin: Ben elli (dirhem) karşılığında bunu rehin bıraktım, derken mürtehin de: Yüz (dirhem) karşılığında bu rehini aldığını iddia ederse bu konuda rehnedilen şey mevcut ise, rehin bırakanın sözü kabul edilir. Fukahanın çoğunluğunun görüşü budur. Süfyan es-Sevri, Şafii, Ahmed, İshak ve re'y ashabı bu görüştedir. İbnu'l-Münzir de bunu tercih eder ve der ki: Çünkü fazlalık iddiasında bulunan kişi mürtehin (rehin alan alacaklı)dır. Peygamber (s.a.v.) da: "Beyyine iddia sahibine (davacıya) yemin de müddea aleyhe (davalıya) aittir" diye buyurmuştur.

 

Malik der ki: Rehin bırakılan malın kıymeti ile iddia ettiği miktar çerçevesinde olması şartıyla mürtehinin sözü kabul edilir. Fakat bunun kıymetinden fazlasını iddia etmesi halinde sözü doğru kabul edilmez. İmam Malik bu görüşüyle adeta rehni ve onun yapacağı yemini mürtehin lehine bir şahit olarak değerlendiriyor gibidir.

 

Yüce Allah'ın: "üzerinde hak olan da yazdırsın" buyruğu ise onun görüşünü reddetmektedir. Çünkü üzerinde hak olan kişi rahin (rehin bırakan) kimsedir. Bu husus ayrı bir başlık halinde ele alınacaktır.

 

Birisi dese ki: Yüce Allah rehini şahitlik ve yazmaktan bedel kılmıştır. Şehadet lehine şahitlik yapılan kimsenin iddia edilen miktar ile rehin kıymeti arasında olmak üzere doğru söylediğine delalet eder. Rehnin kıymetine ulaştığı takdirde ondan fazlası için bir belgeye de gerek yoktur.

 

Şöyle cevap verilir: Rehnin verilmesi rehin kıymetinin borcun miktarı kadar olmasını gerektirmez. Çünkü herhangi bir şeyi az veya çok şey karşılığında rehin olarak bırakmış olabilir. Evet, çoğunlukla rehin bırakılan şeyin kıymeti, borcun miktarından az olmaz. Fakat rehnin borca eş bir değerde olması şart değildir.

 

Böyle bir itirazı ileri süren kişi şunu da söyler: Rehin alan kişi alacağının miktarı hususunda yemin ile birlikte rehin aldığı şeyin kıymetine ulaşıncaya kadar yeminiyle birlikte doğru söylüyor kabul edilir.

 

Fakat örf bu şekilde değildir. Çünkü borç -ki çoğunlukla görülen budur- rehnin kıymetinden daha azdır. O bakımdan bu itirazı yapanların bu konudaki sözleri bir neticeye götürmez.

 

22- Velinin Velayeti Altında Bulunanın Aleyhine İkrarı:

 

Bu buyruktan kastın, veli olduğu sabit olduğuna göre, velinin velayeti altındaki yetimin aleyhine yapacağı ikrarın caiz olduğuna delildir. Çünkü veli yazdırdığı takdirde; yazdırdığı şeyde velayeti altında bulunan kimse aleyhindeki sözleri geçerli kalacaktır.

 

23- Kısıtlının (Mahcurun), Velisinin izni Olmaksızın Tasarrufu:

 

Hacr altında bulunan sefihin velisinin izni olmaksızın yapacağı tasarruf, icma ile fasittir ve kat'iyyetle feshedilir, hiçbir hükmü gerektirmez ve hiçbir etkisi olmaz. Eğer hacr altında olmayan bir sefih tasarruf ta bulunursa, ileride Yüce Allah'ın izniyle Nisa Suresi'nde (6. ayet 8. başlıkta) açıklanacağı üzere, görüş ayrılığı vardır.

 

24- Şahit Tutmak:

 

Yüce Allah'ın: "Erkeklerinizden de iki şahit tutun" buyruğunda geçen (mealde: şahit tutmak anlamı verilen) istişhad, şahitlik yapma talebidir. Acaba şahitlik yapmak farz mıdır yoksa mendup mudur? Bu konuda görüş ayrılığı vardır. Sahih olan -ileride de Yüce Allah'ın izniyle açıklanacağı üzere- bunun mendub olduğudur.

 

25- Hakların Şehadetle Sabit Oluşu:

 

Yüce Allah'ın: "İki şahit" buyruğu ile ilgili olarak şunları belirtelim: Şanı Yüce Allah, hikmeti gereği mali ve bedeni haklarda ve hadlerde şahitliği öngörmüştür. Her birisi ile ilgili -zina müstesna- iki şahidi öngörmüştür. İleride buna dair açıklama da Nisa Suresi'nde (15. ayet 5 ve 6. başlıklarda) gelecektir.

 

"Şehid" mübalağa ifade eder. Bu ise şehadette bulunan ve bunu tekrar tekrar yapan kimsenin bu şahitliğinin, onun adaletine bir bakıma bir işaret olduğuna delalet etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

26- Şahitler Öncelikle Müslüman Erkek Olmalıdır:

 

Yüce Allah'ın: "Erkeklerinizden" buyruğu, kafirlerin, çocukların ve kadınların şahitliğinin reddedileceği hususunda açık bir nastır. Kölelere gelince, lafız onları da kapsamına almaktadır. Mücahid ise bu buyruktan kasıt hür kimselerdir, der. Kadı Ebu İshak da bu görüşü tercih etmiş ve bu konuda uzun uzun açıklamalarda bulunmuştur. Kölelerin şahitliği hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Şureyh, Osman el-Betti, Ahmed, İshak ve Ebu Sevr der ki: Kölenin şehadeti adil olduğu takdirde caizdir. Bunlar bunu söylerken ayetin lafzına ağırlık verirler.

 

Malik, Ebu Hanife, Şafii ve ilim adamlarının çoğunluğu ise kölenin şahitliği caiz değildir, derler ve bu konuda köleliğin "ehliyette" eksikliğine ağırlık verirler. eş-Şa'bi ve en-Nehai, önemsiz şeylerde şahitliğini kabul etmişlerdir. Sahih olan ise cumhurun görüşüdür. Çünkü Yüce Allah: "Ey iman edenler, belirlenmiş bir vadeye borçlandığınız zaman ... " diye buyurmakta ve bu hitabı: "Erkeklerinizden" buyruğuna kadar sürdürmektedir. Hitabın zahiri borçlanan kimseleri kapsamına alır. Köleler ise efendilerinin izni olmaksızın borçlanma hakkına sahip değildirler.

 

Karşı görüşü savunanlar: Ayetin baş tarafının hususiliği son bölümlerinin umum ifade eden buyruklarını esas kabul etmeye mani değildir, derlerse onlara şöyle cevap verilir: Bunu ileride de açıklanacağı üzere Yüce Allah'ın: "Şahitler de davet edildikleri zaman kaçınmasınlar" buyruğu tahsis etmektedir. "Erkeklerinizden" buyruğu ise ama olan kimsenin şahitlik yapmaya ehil kimselerden olduğunun delilidir. Fakat yakin bilgi sahibi olması da şarttır, Nitekim İbn Abbas'tan şöyle rivayet edilmektedir: Rasülullah (s.a.v.)'a şahitlik hakkında sorulunca şöyle buyurdular: "Şu güneşi görüyor musun? Ya onun gibi şeyler hakkında şahitlik et veya bırak.''

 

İşte bu, şahidin şahitlik ettiği şeyi gözüyle görmesinin şart olduğuna delildir. Hata etmesi mümkün olan istidlal yoluyla şahitlik edenin değiL. Evet, sesini tanıması halinde kendi hanımıyla ilişki kurması caizdir. Çünkü ilişki kurmaya kalkışmak galip zan ile caizdir. Ona bir hanım getirilip zifafa sokulsa ve: Bu senin hanımındır, denilse o da onu tanımıyor ise onunla ilişki kurması caizdir. Elçinin sözü ile kendisine gelen hediyeyi kabul etmesi helaldır. Bir kimse Zeyde dair bir ikrarı, bir satışı, bir zina iftirasını veya bir gasbı haber verecek olsa, o takdirde kendisine dair haber verilene bakarak şehadette bulunması caiz olmaz. Çünkü şahitlik yakin bilgiyi gerektirir. Başka hallerde ise zannı galibin (ağır basan kanaatin) kullanılması caizdir.

 

Bundan dolayıdır ki ŞafiI, İbn Ebi Leyla ve Ebu Yusuf şöyle demiştir: Kör olmadan önce bir işi kat'i olarak bilirse körlüğünden sonra ona dair şehadette bulunması caizdir. Bu durumda kendisiyle hakkında şehadette bulunduğu kimse arasında bir engel olan körlüğü, hakkında şehadet edeceği kimsenin gaib olması ve ölmesi gibidir. Bunların kabul ettiği görüş budur.

Gözünün gördüğü zamanda tanık olduğu bir şeye daha sonra ama olan kimsenin şehadet etmesini kabul etmeyenlerin görüşünün açıklanır bir tarafı yoktur. Körün yaygın habere istinaden sabit olan nesebe dair şahitliği sahihtir. Bu da Rasülullah (s.a.v.)'dan hükmü tevatüren nakledilen şeyi haber vermeye benzer. İlim adamlarından kimisi ses yoluyla bilinebilen şeyler hakkında amanın şahitlik etmesini kabul etmiştir. Çünkü bu ilim adamları böyle bir istidlalin yakin derecesine ulaşabileceği görüşündedirler. Seslerin benzemesinin de şekil ve renklerin benzemesi gibi olduğu görüşündedir. Ancak bu, zayıf bir görüştür. Böyle bir görüşü kabul etmek gören kimsenin sese dayanarak şehadette bulunmasını da caiz kabul etmeyi gerektirir.

 

Derim ki: Malik'in sese dayanarak amanın şahitliği ile ilgili görüşü, boşama ve buna benzer hallerde sesi tanıması şartına bağlı olarak caizdir, şeklindedir.

 

İbnu'l-Kasım der ki: Malik'e dedim ki; Bir kimse duvarının arkasından onu görmeksizin komşusunun sesini işitse ve bunun hanımını boşadığını kulağıyla duysa, sesi de tanımış ise onun hakkında şahitlik eder mi? Malik dedi ki: Onun şahitliği caizdir.

 

Ali b. Ebi Talib, el-Kasım b. Muhammed, Şureyh el-Kindi, eş-Şabi, Ata b. Ebi Rebah, Yahya b. Said, Rabia, İbrahim en-Nehai, Malik ve el-Leys de böyle demiştir.

 

27- Şahitlik Edecek Erkek Bulunmadığı Hallerde Kadınların Şehadeti:

 

Yüce Allah'ın: "Eğer iki erkek bulunmazsa o halde razı olacağınız şahitlerden bir erkekle iki kadın olsun" buyruğunun anlamı şudur: Şahit gösteren kimse iki erkek gösteremiyor ise bir erkek ve iki kadını şahit göstersin. cumhurun görüşü budur. "Bir erkek" buyruğu mübteda olmak hasebiyle merfudur. "İki kadın" buyruğu da ona atfedilmiştir. Haber ise hazfedilmiştir. Yani bir erkek, iki kadın, iki erkeğin yerini tutar, demektir. Kur'an-ı Kerim'in dışında (günlük konuşmada) nasb da caizdir. Yani sizler bir erkek ve iki kadını şahit getirin, demektir.

 

Bazıları da şöyle demiştir; Hayır, bunun anlamı şudur: Eğer iki erkek olmazsa yani bulunmazsa iki kadının şahit getirilmesi, ancak erkeklerin bulunmaması halinde caiz olabilir.

 

İbn Atiyye der ki: Bu, zayıf bir görüştür. Ayetin lafzından bu anlaşılmamaktadır. Aksine ayetin lafzından anlaşılan cumhurun görüşüdür. Yani eğer şahitlik etmesi istenen iki erkek bulunmuyor, ise yani hak sahibi bu konuya dikkat etmezse veya herhangi bir mazeret dolayısıyla kasten bunu yapamamış ise, bir erkek ve iki kadın şahit tutsun.

 

Şanı Yüce Allah, erkekle birlikte iki kadının şahitliğini -iki erkeğin varlığıyla birlikte- bu ayette caiz kılmakta ve başka bir yerde de bundan söz etmemektedir. O bakımdan cumhurun görüşüne göre kadının bu şahitliği yalnızca mali konularda caiz kabul edilmiştir. Bunun için de iki kadın ile birlikte bir erkeğin bulunması şartını koşmuşlardır.

 

Bunun yalnızca maIl konularda böyle olmasının sebebi ise şudur: Allah malların elde edilme yollarının çokluğu ve mali ilişkilerin umumi belva halini alıp tekrarlanıp durması dolayısıyla belgelendirilme sebeplerini de çoğaltmıştır. O bakımdan bu hususta belgelendirmeyi kimi zaman yazmakla, kimi zaman şahit tutmakla, kimi zaman rehin ile kimi zaman tazminat ile öngörmüş ve bütün bunlarda ise erkeklerle birlikte kadınların şehadette bulunmasını da sözkonusu etmiştir.

 

Akıl sahibi hiçbir kimse Yüce Allah'ın: "Borçlandığınız zaman" buyruğunun gerdeğe girmekle birlikte mehir borcunu ve kasten öldürmenin diyeti hakkında sulh yapmayı da kapsadığı vehmine kapılmaz. Çünkü böyle bir şehadet borca dair şehadet değildir. Aksine bu, nikaha dair şehadettir.

 

İlim adamları kadınlardan başkalarının muttali olmadığı hususlarda yalnızca kadınların şehadette bulunmasını -zaruret dolayısıyla- caiz görmüşlerdir. Yine kendi aralarındaki yaralamalarda çocukların şahitlik etmesi de bunun gibi -zaruret dolayısıyla- caiz kabul edilmiştir.

 

İlim adamları (bir sonraki başlıkta görüleceği gibi) yaralamalarda çocukların şahitliği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bu da bir sonraki başlığın konusudur.

 

28- Çocukların Şahitliği:

 

Aralarında anlaşmazlık olmadığı, farklı farklı şeyler söylemedikleri takdirde Malik çocukların şahitliğini caiz görmüştür. Küçüğün büyük lehine, küçüğün aleyhine ve büyük lehine küçüğün aleyhine iki çocuğun şahitliğinden daha aşağısı caiz olmaz.

 

Kendi aralarındaki yaralamalarda çocukların şehadetine göre hüküm verenlerden birisi de Abdullah b. ez-Zübeyr idi. Malik der ki: Bizce üzerinde icma olunan husus da budur. Şafii, Ebu Hanife ve Ebu Hanife'nin arkadaşları çocukların şahitliğini caiz kabul etmez. Çünkü Yüce Allah'ın: "Erkeklerinizden" ve "razı olacağınız şahitlerden" ile; "aranızdan adalet sahibi iki kişiyi de şahit tutun "(et-Talak, 2) buyrukları bunu gerektirmektedir. Bu buyruklarda sözü geçen nitelikler küçük çocukta bulunmaz.

 

29- Öngörülen Şekliyle Şahit Bulunamazsa ve Sünnetin Kur'an'ı Açıklayıcılığı:

 

Şanı Yüce Allah iki kadının şahitliğini bir erkeğin şahitliğine bedel kılması, ikisinin hükmünün, erkeğin hükmünün aynısı olmasını gerektirir. Bize göre (iddia sahibi), bir erkek şahit ile birlikte yemin etmek hakkına sahiptir. Şafii'de de böyledir.

 

O halde bu bedelin mutlak olarak zikredilmesi gereği, iki kadının şahitliği ile birlikte (iddia sahibinin) yemin etmesi(nin) kabulü icab eder.

 

Ancak bu konuda Ebu Hanife ve arkadaşları muhalefet eder ve şahit ile birlikte yemin yapılacağı görüşünü kabul etmeyip şöyle derler: Şanı Yüce Allah şahitliği kısımlara ayırmış ve bunları tek tek saymıştır. Şahit ve onunla birlikte yemini de sözkonusu etmemiştir. Dolayısıyla şahit ile birlikte yemin gereğince hüküm vermek caiz olmaz. Çünkü bu Yüce Allah'ın ayırdığı kısımlara fazladan bir kısım eklemektir. Bu ise nassa bir ziyade bir ilavedir Bu da bir neshtir.

 

Bu görüşü kabul edenler arasında es-Sevri, el-Evzai, el-Hakem b. Uteybe ve bir grup daha vardır.

 

Bazıları da şöyle demiştir: Şahit ile birlikte yemine göre hüküm vermek, Kur'an-ı Kerim ile neshedilmiştir. Ata ise bu şekilde hüküm veren ilk kişinin Abdulmelik b. Mervan olduğunu iddia eder. el-Hakem der ki: Yemin ve şahide göre hüküm vermek bid'attir. Bu şekilde hüküm veren ilk kişi de Muaviye'dir

 

Ancak bütün bunlar yanlıştır, zandır. Gerçekle bir ilgisi yoktur. Reddedip bilmeyen kimse, tesbit edip bilen kimse gibi değildir. Yüce Allah'ın: "Erkeklerinizden de iki şahit tutun" buyruğundan Resulullah (s.a.v.)'ın şahit ile beraber yemine dayanarak hüküm vermesini reddedecek bir ifade yoktur. Ayrıca bundan haklar, sadece bu ayet-i kerimede sözü geçen yollar ile hak edilir, başka bir yolla olmaz, diye bir sonuç da çıkartılamaz. Çünkü böyle bir iddia, yemin etmesi istenenin yemini kabul etmemesi, fakat isteyenin de yemin etmesi halinde ortaya çıkacak hükmü iptal etmeyi gerektirir. Halbuki, böyle bir durumda davacı, icma ile sözkonusu olan mala hak kazanır. Ve bu, Yüce Allah'ın Kitabı'nda yoktur. İşte bu, bu görüşü kabul etmeyenlerin kanaatlerini reddeden kat'i bir delildir.

 

Malik der ki: Bu görüşü ileri sürenlere karşı getirilecek delillerden birisi de onlara şöyle demektir: Bir adam bir başkası aleyhine bir mal iddiasında bulunsa, kendisinden bu mal istenen kişi üzerinde böyle bir hakkın olmayacağına dair yemin etmez mi? Yemin ettiği takdirde onun üzerinde olduğu iddia edilen bu hak ortadan kalkmaz mı? Şayet yemin etmeyecek olursa hak sahibi yemin edip hakkının hak olduğunu belirtirse ve bu şekilde karşı taraftaki adam aleyhine hakkı sabit olmaz mı? Ne dersin? Bu hususta hiçbir kimse ve hiçbir belde halkı ihtilaf etmiş değildirler. Peki bu hüküm nerden alınmıştır? Bu hükmü kabul edenler, bunu Allah'ın Kitabı'nın neresinde bulmuşlardır? Bunu kabul eden bir kimse şahit ile birlikte yemini de kabul etmelidir.

 

İlim adamlarımız der ki: Diğer taraftan hadislerin meşhur ve sahih olmasına rağmen, bu hadislerle amel edenlerin bid'at işlediğini ileri sürüp sonunda bunlar gereğince hüküm verenlerin hükmünü nakzetmeleri, onun kısır görüşlü olduğunu söylemeleri hayret edilecek bir şeydir Bununla birlikte, dört halife, Ubey b. Ka'b, Muaviye, Şureyh ve Ömer b. Abdulaziz -ki bu şekilde amel etmek üzere valilerine de mektup yazmıştır-, İyaz b. Muaviye, Ebu Seleme b. Abdurrahman, Ebu'z-Zinad ve Rabia da böylece amel etmişlerdir. Bundan dolayı Malik şöyle der: Bu husustaki sünnetin ne olduğuna dair geçmiş uygulama yeterlidir. Ne dersiniz, acaba bunların hükümleri nakzedilecek ve bid'at işlediklerine hüküm verilecek midir? Bu büyük bir gaflettir ve hiç de doğru olmayan bir görüştür.

 

Hadis imamları İbn Abbas'tan Peygamber (s.a.v.)'ın şahid ile birlikte yemin ile hükmettiğini rivayet etmektedirler. Amr b, Dinar dedi ki: Bu, malı konulara hastır. Bunu Seyf b. Süleyman, Kays b. Sa'dan, o Amr b. Dinar'dan o da İbn Abbas'tan rivayet etmiştir.

 

Ebu Ömer der ki: Bu, bu hadisin en sahih senedidir. İsnadında hiçbir kimsenin en ufak bir tenkidi bulunmayan bir hadistir. Hadis bilgisine sahip olan kimseler arasında ravilerinin sika (güvenilir) kimseler oldukları hususunda görüş ayrılığı yoktur. Yahya el-Kattan dedi ki: Seyf b. Süleyman sağlam bir ravidir. Ondan daha iyi belleyen kimseyi görmedim. en-Nesai der ki: Bu, ceyyid bir isnaddır. Seyf de sikadır, Kays da sikadır. Müslim, İbn Abbas'ın bu hadisini rivayet etmiştir. Ebu Bekir el-Bezzar der ki: Seyf b. Süleyman ve Kays b. Sad sika iki ravidir. Onlardan sonraki ravileri ise sika ve adalet hususundaki şöhretleri dolayısıyla sözkonusu edilmelerine ihtiyaçları yoktur. Ashab-ı kiramdan herhangi bir kimseden şahid ile birlikte yemine göre hüküm vermeyi reddettiğine dair bir rivayet gelmemiştir. Aksine bunu kabul ettiklerine dair rivayetler gelmiştir. Medine alimlerinin çoğunluğunun görüşü de budur. Şu kadar var ki, Urve b. ez-Zübeyr ve İbn Şihab'dan bu konuda farklı rivayetler gelmiştir. Ma'mer der ki: Ben ez-Zührı'ye şahid ile birlikte yemine göre hüküm vermeye dair soru sordum. Şöyle dedi: Bu, sonradan insanların ortaya çıkardıkları birşeydir. İki şahit mutlaka gereklidir. Yine ondan rivayet edildiği ne göre hakimlik görevine getirilir getirilmez ilk olarak bir şahit ve ilmine dayanarak hüküm vermiştir. Malik, arkadaşları, Şafii, ona uyanlar, Ahmed, İshak, Ebu Ubeyd, Ebu Sevr, Davüd b. Ali ve eser ehlinden bir topluluk bu görüştedir. Bence buna muhalefet etmek caiz değildir. Çünkü bu konuda Peygamber (s.a.v.)'dan gelen rivayetler tevatür derecesindedir, Medineliler de nesiller boyunca böylece amel edegelmiştir. Malik dedi ki: Her yerde şahit ile birlikte yemine göre hüküm verilir. Muvatta'ında bu mes'ele dışında başka herhangi bir şey için delil getirmiş değildir. Şahit ile birlikte yemine göre hüküm vermek hususunda ondan, Medine'deki arkadaşlarından olsun Mısır ve diğer bölgedeki arkadaşlarından olsun herhangi bir kimseden farklı rivayet gelmemiştir. Her beldede bulunan bütün Malikıler, -bizde Endülüs dışında- mezheplerine dair bundan başka bir görüş bilmezler. Çünkü Yahya b. Yahya, el-Leys'in buna göre fetva verdiğini görmediği gibi, bu görüşte olmadığını da ileri sürmüştür. Yahya hem sünnete hem hicret yurdundaki uygulamaya muhalefet etmekle birlikte bu hususta Malik'e de muhalefet etmiştir.

 

Diğer taraftan şahit ile birlikte yemin Resulullah (s.a.v.) tarafından ortaya konulmuş ek bir hükümdür. Tıpkı Hz. Peygamber'in kadının halası ve teyzesiyle birlikte nikahlanmasını, Yüce Allah'ın: ''Bunlardan başkası", size helal kılındı" (Nisa, 24) buyruğu ile birlikte yasaklamasına ve yine: ''De ki: .. , (yemesI) haram kılınmış başka bir şey bulmuyorum, "(el-En'am, 145) buyruğuna rağmen, ehil merkep etleriyle yırtıcı hayvanlardan azı dişleri olan bütün hayvanları yemeyi yasaklamasına, yine mestler üzerine meshi öngörmesine benzer. Halbuki Kur'an-ı Kerim'de yalnızca ayakların yıkanması veya meshedilmesi hükmü variddir. Bunun benzeri ise pek çoktur. Eğer: Kur'anı Kerim Resulullah (s.a.v.)'ın şahit ile birlikte yemine göre hüküm verme hükmünü neshetmiştir, demek caiz olursa, o takdirde Kur'an-ı Kerim Yüce Allah'ın: ''Allah alışverişi helal faizi haram kılmıştır. Meğer ki aranızda karşılıklı bir rızadan doğan bir ticaretten dolayı olsun. "(en-Nisa, 29) buyruğunu da müzabene, bey'ul-ğarar ve henüz halkedilmemiş şeylerin satılması ile satışlarda nehyettiği diğer hükümleri neshettiğini söylemek de mümkün olur. Hiç kimse böyle birşey söyleyemez; çünkü Sünnet, Kitabı beyan edicidir,

 

Eğer; Hadis-i şerifte varid olan, muayyen bir mesele hakkındadır. O halde bunun genelliği sözkonusu değildir, denilecek olursa, şöyle cevap veririz: Aksine bu, bu kaideyi kurallaştıran bir ifadedir. Hadisi rivayet eden İbn Abbas şöyle demiş gibidir: Resulullah (s.a.v.) şahit ile birlikte yemine göre hüküm vermeyi vacip kılmıştır. Böyle bir yorumun lehine tanıklık eden hususlardan birisi de Ebu Davud'un İbn Abbas'tan naklettiği hadisteki şu ifadelerdir: "Resulullah (s.a.v.) haklara dair bir şahit ve yemin ile hüküm vermiştir." 

 

Kıyas ve akli bakımdan konuya baktığımız takdirde; bizler yeminin iki kadının şahitliğinden daha güçlü olduğunu görürüz. Çünkü kadınların lianda herhangi bir müdahaleleri olmamakla birlikte lianda yeminin varlığı sözkonusudur. Diğer taraftan sünnet, sahih olarak geldi mi, onun gereğince hüküm vermek icabeder. Sünnetin ayrıca ona tabi olacak (ona uygun) başka şeylere ihtiyacı yoktur. Çünkü sünnete muhalefet eden, sünnetin gösterdiği delili kabul etmek zorundadır. Başarı Allah'tandır.

 

30- Mali ve Bedeni Haklara Dair Hüküm Vermenin Dayanakları:

 

Şahit ile birlikte yemin ile hüküm vermek, anlaşıldığına ve sabit olduğuna göre, Kadı Ebu Muhammed Abdulvehhab'ın şöyle dediğini hatırlatalım:

 

Bu, mallar ve onlara taalluk eden hususlara dairdir. Bedeni haklarda geçerli değildir. Çünkü şahid ile birlikte yemin ile hüküm verileceğini kabul eden herkes, bu konuda icma etmiştir. (Kadı Ebu Muhammed) der ki: Çünkü mallara dair haklar, bedene dair haklardan daha aşağı seviyededir. Buna delil ise bu haklar hakkında kadınların şahitliklerinin kabul edilmesidir.

 

Kasten yaralama hususunda şahit ve yemin ile kısas icabeder mi etmez mi hususunda Malik'in farklı görüşleri nakledilmiştir. Bu konuda iki rivayet vardır. Birincisine göre bu durumda kısas ve diyet arasında (hak sahibini) muhayyer bırakmak gerekir. Diğerine göre ise, bunlara dayanılarak birşeye hükmetmek gerekmez. Çünkü bu (kısas) bedeni haklardandır. (Kadı Ebu Muhammed) dedi ki: Sahih olan da budur.

 

Muvatta'da Malik dedi ki: Bu (bir şahit ve yemin ile birlikte hüküm verme) özel olarak mallarda olur. Amr b. Dinar da böyle demiştir. el-Mazeri der ki: Sırf mal hakkında, görüş ayrılığı sözkonusu olmaksızın (yemin ve şahide dayanılarak) hüküm kabul edilir. Fakat sırf, nikah ve talak hakkında kabul edilmeyeceğinde de görüş ayrılığı yoktur. Eğer şehadetin muhtevasında mal ile alakalı birşey yoksa, fakat sonuçta mala götürüyor ise; sübutundan, malın dışında amaçlanmayan ölümden sonra vasiyet ve nikaha dair şehadette bulunmak ve benzeri şehadetlere gelince; bu gibi şahitliğin kabulünde görüş ayrılığı vardır. Bu noktada malı göz önünde bulunduran, katıksız mal davası hakkında kabul ettiği gibi; burada da bunu kabul eder. Durumu göz önünde bulunduran kimse ise bunu kabul etmez.

 

el-Mehdevi dedi ki: Hadlere dair kadınların şahitliği fukahanın genelinin görüşüne göre caiz değildir. İlim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre nikah ve talakta da böyledir. Malik, Şafii ve başkalarının görüşü de budur. Bunlara göre kadınlar ancak mali konularda şahitlik ederler. Kadınların hakkında şahitlik edemediği bütün meselelerde, başkalarının şahitliği üzerinde de şehadette bulunamazlar. Beraberlerinde ister erkek bulunsun, ister bulunmasın.

 

Bir erkek ve bir kadından şehadet nakleden kadınlarla beraber bir erkek bulunmadıkça yine şehadeti nakledemezler. Doğum, doğan çocuğun ağlaması ve buna benzer ancak kadınların hazır bulunabileceği bütün hususlarda ise, iki kadının şehadetine göre hüküm verilir. Bütün bunlar Maliki mezhebinin görüşleridir. Bazılarında da görüş ayrılığı vardır.

 

31- Şahitlerin Nitelikleri:

 

Yüce Allah'ın: "O halde razı olacağınız şahitlerden ... " buyruğu bir erkek ve iki kadına sıfat olarak ref' mahallindedir.

 

İbn Bükeyr ve başkaları der ki: Bu buyruk ile hakimlere hitab edilmektedir. İbn Atiyye de der ki: Bu uygun bir açıklama değildir. Hitap bütün insanlaradır. Fakat bu mes'ele ile içli dışlı olanlar ancak hakimlerdir. Yüce Allah'ın Kitabında, bazı kimselerin içli dışlı olduğu hususlarda hitabın herkese yöneltildiği benzeri hususlar pek çoktur.

 

32- Şahitlerde Adalet:

 

Şanı Yüce Allah: "O halde razı olacağınız şahitlerden" buyruğu şahitler arasında razı olunmayacak durumda bulunanlar olduğuna delildir. Bundan şu sonuca ulaşılır: İnsanlar adalet sıfatını baştan beri taşımazlar ki, onlar lehine bu sıfat sabit olsun. Adalet İslam'dan ayrı ve ona ek bir manadır. Cumhurun görüşü budur.

 

Ebü Hanife ise şöyle demektedir: Açık bir fısktan uzak olmakla birlikte İslam'ı açıkça görülen her bir müslüman -hali bilinmese dahi- adaletli bir kimsedir. Şureyh, Osman el-Betti ve Ebu Sevr der ki: Burada kastedilenler -köle olsalar dahi- müslümanların adil olanlarıdır.

 

Derim ki: Bunlar hükmü genelleştirmişlerdir. Bu genelleştirmeden bedevi bir kimsenin, adil ve razı olunan bir kimse olduğu takdirde, yerleşik kimse hakkındaki şahitliğinin kabul edilmesini gerektirir. Şafii ve ona muvafakat edenler bu görüşü benimsemiştir. Çünkü böyle bir kimse bizim erkeklerimizden ve bizim dindaşlarımızdandır. Bedevi olması ise bir başka şehirden olması gibidir. Adaletli kimselerin şahitliğini kabule delalet eden Kur'an-ı Kerim'deki genel buyruklar, bedevi (göçebe) kimse ile yerleşik kimse arasında ayrım gözetmemektedir. Şanı Yüce Allah: "O halde razı olacağınız şahitlerden" ile: ''...aranızdan adalet sahibi iki kişiyi de şahit tutun"(et-Talak, 2) diye buyurmaktadır.

 

Burada "aranızdan" buyruğu müslümanlara yönelik bir hitaptır. Bu da kat'i olarak adaletin İslam'dan ayrı bir anlam olduğunu zorunlu olarak ifade etmektedir. Çünkü sıfat mevsufa (nitelenene) fazladan bir özellik kazandırır. Aynı şekilde: "Razı olacağınız şahitlerden" ifadesi de onun gibidir ve bu Ebu Hanife'nin söylediğine muhaliftir. Diğer taraftan bir kimsenin razı olunacak bir kimse olup olmadığı, durumu görülmedikçe bilinemez. O bakımdan İslam'ın zahiri ile yetinmemek gerekir. Ahmed b. Hanbel ve İbn Vehb'in naklettiği rivayete göre Malik, bedevinin yerleşik kimse hakkındaki şahitliğinin reddedilmesi, Ebu Hureyre (r.a)'in Peygamber (s.a.v.)'dan söylediğini naklettiği şu hadis dolayısıyladır: "Bedevinin kasaba da yaşayan kimse hakkındaki şahitliği caiz değildir."

 

Sahih olan ise ileride en-Nisa (135. ayet 3. başlıkta) ile et-Tevbe (97. ayet 2. başlıkta) sürelerinde Yüce Allah'ın izniyle geleceği üzere adaletli ve razı olunan bir kimse olması şartıyla şahitliğin caiz olacağıdır. Ebu Hureyre'nin hadisinde ise şehirde yaşayan kimsenin pazarda olması ile seferde olması arasında bir fark yoktur. Yolculukta olduğu zaman şehadetinin kabul edileceğinde görüş ayrılığı yoktur.

 

Bizim (mezhebimize mensup) ilim adamlarımız der ki: Adalet dini hallerde i'tidalli olmak demektir. Bu ise büyük günahlardan kaçınmak, mürüvvetini korumak, küçük günahları da terketmek, emaneti zahir olmak ve ahmak olmamak suretiyle tamam olur. Bir görüşe göre de adalet, adil olduğunu kabul eden kimsenin kanaatine göre; iç temizliği ve yaşayışın müstakim olması demektir. Mana birbirine yakındır.

 

33- Konum Olarak Şahitlik ve ictihadın Delili:

 

Şahitlik, büyük bir velayet ve şerefli bir mertebe olduğundan dolayı -ki bu da başkasının başkası hakkındaki sözünü kabul etmektir- şanı Yüce Allah şahitlikte razı olmayı ve adaleti şart koşmuştur. O bakımdan şahitlik edecek kimsenin kendine has birtakım özelliklerinin, kendisiyle bezeneceği birtakım faziletlerinin olması gerekir ki, başkasına göre bir meziyeti olsun. Bu meziyet de özel olarak sözünün kabul edilmesi rütbesini ona vermeyi gerekli kılsın ve kendisinden hak taleb edilenin zimmetinde, onun şehadetine dayanılarak alınacak bir hak olduğuna hüküm edilsin.

 

İşte bu, bizim ilim adamlarımıza göre açıkta olmayan birtakım husus ve hükümlere dair emareler ve alametlerle istidlal edip ictihad etmenin caiz olduğunun en açık delilidir. İleride Yüce Allah'ın izniyle buna dair diğer açıklamalar Yusuf Suresi'nde (26. ayet 1 ve 3. başlıklarda) gelecektir. Yine bunda işin hakimlerin ictihadına havale edilebileceğine dair delil de vardır. Çünkü şahitteki bir gafilliği yahut şüphe edilecek bir durumunun olduğunu ferasetiyle anlayabilir ve bundan dolayı onun şehadetini red edebilir.

 

34- Adalet ve Ebu Hanifenin Şahidin Zahiriyle Yetinmesi:

 

Ebu Hanife der ki: Hadlerde değil de mali konularda zahiren müslüman olmakla yetinilir. Ancak bu onun kendi görüşünü çürüten ve maksadını ortadan kaldıran bir çelişkidir. Çünkü bizler "haklardan herhangi bir hakka dair. .. " demekteyiz. O bakımdan hadlerde olduğu gibi bir kimse aleyhine hakka dair şahitlikte bulunmakta da zahiren dindarlığı ile yetinilmez.  Bunu da İbnu'l-Arabi söylemiştir.

 

35- Nikah Şahitliğinde Adalet Şart mı?

 

Yüce Allah, açıkladığımız gibi borçlanmalarda razılığı ve adaleti şart koştuğundan dolayı, bunun -nikah iki fasıkın şahitliği ile de akdolur diyen Ebu Hanife'ye hilafen- nikahta şart koşulması öncelikle sözkonusudur. Ebu Hanife bu sözüyle mali konularda emrolunan ihtiyatı nikah için öngörmemiştir. Halbuki helallik, haramlık, had ve neseb ile alakalı olduğundan dolayı nikahta ihtiyat öncelikle sözkonusudur.

      

Derim ki: Bu konuda Ebu Hanife'nin görüşü son derece zayıftır. Çünkü Yüce Allah razı olunmayı ve adaleti şart koşmuştur. Halbuki mücerred müslüman olmakla razı olunacak bir kimse olduğu bilinemez. Bu, ancak önceden de geçtiği üzere durumunun tetkik edilmesiyle bilinebilir. Ben müslümanım, şeklindeki sözün zahirine aldanmamak gerekir. Belki de içten içe şahitliğinin reddedilmesini gerektiren özellikleri vardır. Tıpkı Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: ''Öyle insanlar vardır ki dünya hayatı hakkındaki sözü senin hoşuna gider. Ve o kalbinde olana Allah'ı da şahit tutar ... Allah ise fesadı sevmez. "(el- Bakara, 204); ''Onları gördüğün zaman cüsseleri hoşuna gider ... "(el-Münafıkun, 4).

 

36- Şahitlikte Bir Erkek Yerine iki Kadının Öngörülmesindeki Hikmet:

 

Yüce Allah'ın: "Biri unutursa" buyruğu ile ilgili olarak Ebu Ubeyd der ki: (...) "unutursa" demektir. Şehadetten sapmak (daHil) onun bir bölümünü unutup diğer bir bölümünü hatırlamaktır. Kişi bu ikisi arasında şaşırır kalır. Şahitliği tümüyle unutan kimse hakkında ise bu tabir kullanılmaz.

 

Hamza (...) şart anlamında hemzeyi esreli olarak: "Hatırlatır" buyruğundaki "fe" harfini de cevabı anlamında okumuştur. (Buna göre anlamı şöyle olur: Şahit kadınlardan biri unutursa diğerine hatırlatsın).

 

Şart ve cevabı ise iki kadın ve erkeğin sıfatı olmak üzere ref mahallindedir. "Hatırlatır" kelimesinin merfu okunuşu ise, yeni bir cümle (isti'naf) olması dolayısıyladır. Nitekim Yüce Allah'ın: "Fakat kim bir daha dönerse Allah ondan intıkam alır. "(el-Maide, 95) buyruğunun merfu olarak gelmesi de böyledir. Sibeveyh'in görüşü budur.

 

Diğer taraftan (...) daki hemzeyi üstün olarak okuyan kimse bunu mefülun leh yapmış olur. Bundaki amil de mahzüf olur. (...) buyruğunun cemaatin okunuşuna göre üstün olması (...) ile nasb edilen fiile atfolması dolayısıyladır.

 

en-Nehhas der ki: (...) kelimesinin "te" ve "dat" harflerinin üstün olarak okunması caizdir. Bununla birlikte "te" harfi esreli, "dat" harfi de üstün olmak üzere (...) şeklinde de okunabilir. "Te" ve "dat" harflerini üstün okuyanlar bu fiili (...) şeklinde kullananlar gibi kullanmış olur. Buna bağlı olarak (...) şeklinde "te" harfi esreli okunarak mazi şeklinin (...) vezninde olduğuna delalet etmesi sağlanmış olur. el-Cehderi ve Isa b. Ömer de "başka bir sebeple unutursa" anlamına olmak üzere "te" harfini ötreli, "dat" harfini üstün olarak (...) diye okumuşlardır. Ebu Amr ed-Dani onlardan bunu böylece nakletmiştir. en-Nekkaş ise el-Cehderı'den "şahitlik unutulursa" anlamına "te" harfini ötreli, "dat" harfini de esreli olarak okumuştur. At ve deve telef olup da bulunmamak üzere gittikleri vakit kişi: (...) der.

 

37- Unutana Hatırlatma:

 

Yüce Allah'ın: "Hatırlatır" buyruğunda İbn Kesir ve Ebu Amr "zel" ve "kef" harflerini şeddesiz okumuştur. Bu okuyuş; öbürü diğer kadını şahitlikte erkek gibi yapar, anlamına gelir. Çünkü kadının şahitliği yarım şahitliktir. İki kadın birlikte şahitlik ettikleri takdirde, toplam olarak bir erkeğin şahitliği gibi olur. Bu açıklamayı Süfyan b. Uyeyne ve Ebu Amr b. el-Ala yapmıştır. Ancak böyle bir açıklamanın doğruluğu uzak bir ihtimaldir. Çünkü unutma anlamına gelen (ed-dalal)ın karşılığında ancak "hatırlama" sözkonusu olabilir. İşte bu çoğunluğun kıraati olan "Hatırlatır" şeklinde şeddeli okuyuşun anlamıdır. Yani biri yanılır ve unutursa, öteki onu uyarır.

 

Derim ki: Ebu Amr'ın kıraati de aslında bu anlama racidir. Yani onlardan birisi unutacak olursa, diğeri ona hatırlatsın. İşte -şeddeli olarak (...): O şeyi hatırladım, (...): O şeyi başkasına hatırlattım ve (...): Onu hatırlattım, denildiği zaman hep aynı anlama gelir. Bu açıklamayı (el-Cevheri) es-Sıhhah'ta yapmıştır.

 

38- Şahitler Şahitlik Etmekten Çekinmesinler:

 

Yüce Allah'ın: "Şahitler de davet edildikleri zaman kaçınmasınlar" buyruğu ile ilgili olarak el-Hasen şöyle demektedir: Bu ayet-i kerime iki hususu bir arada ifade etmektedir. Bunlar da bir şeye şahit olmak üzere çağrıldığın zaman yüzçevirmeyeceksin, şahit olduğun bir şey hakkında şahitlikte bulunmak üzere de çağrıldığında yine yüzçevirmeyeceksin. İbn Abbas da böyle demiştir. Katade, er-Rabi ve İbn Abbas da der ki: Yani şahit olmak ve bunu yazılı belgeye tesbit etmek üzere (çağrıldığında çekinmeden gideceksin) demektir.

 

Mücahid de der ki: Ayetin anlamı şudur: Sen bir şeye şahit olmuş isen şahitlikte bulunmaya çağrıldığın vakit (çekinmeyeceksin) demektir. en-Nekkaş, Peygamber (s.a.v.)'a kadar senedini kaydederek ayet-i kerimeyi bu şekilde tefsir ettiğini belirtmektedir.

Mücahid der ki: Öncelik ve ilk olarak şahit olmak üzere çağrıldığın takdirde arzu edersen git, etmezsen gitme. Ebu Miclez, Ata, İbrahim, İbn Cübeyr, es-Süddi, İbn Zeyd ve başkaları da böyle demiştir.

 

Buna göre şahitlerin akdi yapan taraflar yanında hazır olmaları vacip değildir. Ancak borçlanma taraflarının şahitlerin yanında hazır olmak yükümlülüğü vardır. Bu iki şahidin yanına gidip onlardan şahitliklerini yazılı belgede tesbit etmeyi istemeleri haline gelince; Yüce Allah'ın: "Şahitler de davet edildikleri zaman kaçınmasınlar" buyruğu ile kastedilmiş olması mümkün olan durum işte budur. Ve bu, şahitliği tesbit etmek içindir. Onların şahitlikleri bu şekilde tesbit edildikten sonra hakimin huzurunda şahitlikte bulunmak üzere çağrıldıkları vakit, işte bu çağırma (davet) hakimin huzurunda bulunmaları ile -ileride de geleceği üzere- gerçekleşir.

 

İbn Atiyye de der ki: Ayet-i kerime el-Hasen'in de dediği gibi mendup olmak üzere iki hususu bir arada ifade etmektedir. Müslümanlara kardeşlerine yardımcı olmak teşvik edilmiştir. Eğer şahitlerin rahatlıkla bulunabildiği genişlik halinde ve hakkın askıya alınmayacağından yana emin bulunuluyor ise, çağrılan kimsenin gitmesi mendubdur. Bununla birlikte en basit bir özür sebebiyle çağrıyı kabul etmeme hakkı da vardır. Eğer mazeretsiz olarak gitmeyecek olursa, yine günah da kazanmaz, sevap da alamaz. Şayet ortada bir zorunluluk var ve hakkın askıya alınacağından asgari seviyede olsa bile korkuluyor ise, mendubluk güç kazanır ve vacibe doğru yaklaşır. Eğer şahidin (akde) şahitlik etmekten geri kalması sebebiyle hakkın yok olup telef olacağını bilir ise, o takdirde bu şahitliği yapmak onun için vacip olur. Özellikle şahid olmuş ve şehadette bulunmak üzere çağrılmış ise, o vakit bu şartlarda şehadette bulunması daha pekiştirici bir hüküm kazanır. Çünkü artık bu boyuna geçirilmiş bir boyunduruk ve yerine getirilmesi gereken bir emanet haline gelmiştir.

 

Derim ki: Bu ayet-i kerimenin şuna delil görülmesi de mümkündür: İmamın insanlar için şahitlik etmek üzere görevliler tayin etmesi ve bunlara beytü'I-malden ihtiyaçlarına yetecek kadar bir maaş bağlaması caizdir. Bu gibi kimselerin insanların haklarını -o hakları korumak üzere- insanların haklarına şahit olarak, onlara dair bilgi sahibi olmaktan başka bir işleri olmaz. Eğer böyle birşeyolmazsa haklar zayi olur ve batıl olur. Buna göre buyruğun anlamı şöyle olur: Haklarını aldıkları takdirde şahitler, şahitlik etmek üzere çağrılmayı reddetmeye kalkışmasınlar. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

Eğer: Bu ücretle şahitliktir, denilecek olursa deriz ki: Bu, haklarını beytü'I-malden almış bir topluluk tarafından yapılan katıksız (halisane) bir şahitliktir. Onların aldıkları bu ücret, hakimlerin, valilerin ve bütün müslümanların menfaatleri için çalışan kamu görevlilerinin aldıkları erzaka (maaşlara) benzer. İşte onların aldıkları ücret de bu kabildendir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Diğer taraftan Yüce Allah da: "Onun için çalışmak üzere tayin edilenlere ...'' (et-Tevbe, 60) buyruğu ile bunlara da farz olarak bir hisse ayırmaktadır.

 

39- Şahit Şahitlik için Hakimin Huzuruna Gider:

 

Yüce Allah: "Şahitler de davet edildikleri zaman kaçınmasınlar" diye buyurması, hakimin huzuruna gidecek olanın şahit olduğunu göstermektedir. Bu, şeriatın üzerinde yükseldiği ve bütün çağlarda uygulanan, ümmetin tümünün anladığı bir hakikattir. Arapların mesellerinden birisinde şöyle denilmektedir: "Hakemin yanına, evine gidilir."

 

40- Kölenin Şahitliği:

 

Bu husus sabit olduğuna göre köle şahitlik edeceklerin kapsamı dışında kalır. Bu ise Yüce Allah'ın: "Erkeklerinizden" buyruğunun genel ifadesini tahsis etmektedir. Çünkü kölenin çağrıyı kabul etme imkanı yoktur. Bu çağrıyı kabul edip gitmesi de köle için sahih değildir. Çünkü köle bizatihi bağımsız değildir. O ancak başkasının izniyle tasarruf edebilir. O bakımdan velayet etme konumuna çıkamadığı gibi, şahitlik konumunda da değildir. Evet, Cum'a, cihad ve hac farzlarını da eda etmekle yükümlü değildir. Nitekim ileride -yüce Allah'ın izniyle- açıklanacaktır.

 

41- Hak Sahibi Şahitlik Edecek Kimseyi Tanımıyor ise ...

 

İlim adamlarımız (Maliki mezhebi alimleri) der ki: Sözü geçen bu hükümler şahitlik etmek üzere çağrılma haliyle ilgilidir.

 

Şayet bir kimse şahitlik edecek bilgiye sahip olup o şahitlikle yararlanacak hak sahibi bunu bilmiyor ise, bazıları böyle bir şahitliği yapmak mendubdur, demişlerdir. Çünkü Yüce Allah: "Şahitler de davet edildikleri zaman kaçınmasınlar" diye buyurmakta ve çağrılma esnasında şahitlik etmeyi farz kılmaktadır. O halde çağrılmadığı takdirde şahitlik etmesi mendub olur. Çünkü Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur: "Şahitlik edenlerin hayırlısı şahitlik etmesi istenmeden önce şehadette bulunan kimsedir." Bunu hadis imamları rivayet etmişlerdir.

 

Sahih olan görüşe göre; böyle bir şahitlikte bulunmaması halinde, eğer hakkın zayi olmasından veya yok olmasından korkuyor ise, şahitlik etmesi istenmese dahi, şahitlikte bulunması farz olur. Boşama yahut köle azad etme gibi, hanımından faydalanmak, köleyi de hizmetinde kullanmak tasarrufuna şahit tutmuş kimse ve buna benzer haller ile ilgili şahitlikte de hüküm aynıdır. Bütün bunlara dair herhangi bir şekilde şahit tutulmuş olan kimsenin, bu şahitliğini yerine getirmesi vaciptir. Onun bu şahitliği yapması, şahitlik etmesi istenmesine bağlı değildir. Çünkü yapmayacak olursa hak zayi olur. Şanı Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır: "Şahitliği Allah için dosdoğru yapın"(Talak, 2) ; "Bilerek hak ile şehadet edenler müstesna'' (ez-Zuhruf, 86).

 

Sahih hadiste de Peygamber (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Zalim olsun yahut mazlum olsun kardeşine yardımcı oL" Buna göre (karşı tarafın) inkarının öldürdüğü kardeşinin hakkını diriltmek üzere, kendisinin tanık olduğu olaya dair şahitlikte bulunmakla kardeşine yardımcı olması, artık onun için teayyün etmiş demektir.

 

42- Şahittik Etmekten Kaçınmanın Hukuki Cezası:

 

Sözünü ettiğimiz şekillerden herhangi birisine göre şahitlikte bulunması icabeden bir kimse, eğer bu şahitliği yapmayacak olur ise, hem şahidin kendisinde, hem de şahitlik edilecek hususta tenkidi gerektiren bir husus olduğunda şüphe yoktur.

 

Yüce Allah'ın hakları ile insanların hakları arasında bu bakımdan bir fark yoktur. İbnu'l-Kasım'ın ve başkalarının görüşü budur.

 

Kimisine göre de böyle bir şahitlik, eğer insanoğlu haklarından bir hak ile ilgili ise, bu özel olarak sadece o şahitliğin kendisinde tenkidi hak ettiren bir konudur. Artık bundan sonra o konuda şahitliği bir daha yapamaz.

 

Fakat sahih olan birincisidir. Çünkü şahitlikten kaçınanın tenkid edilmesini gerektiren şey, yapması vacip olan bir işi özürsüz olarak yerine getirmediğinden dolayı fasık olmasıdır. Fasık olmak ise, kayıtsız ve şartsız olarak şahitlik ehliyetini ortadan kaldırır. Bu da açık bir husustur.

 

43- İstenmeden Şahitlik Etmek:

 

Hz. Peygamber'in: "Şahitlik edenlerin hayırlısı şahitlik etmesi istenmeden önce şahitlikte bulunandır'' buyruğu ile İmran b. Husayn'dan rivayet edilen şu hadis-i şerif arasında bir tearuz yoktur: "Şüphesiz sizin en hayırlılarınız benimle çağdaş olanlardır. Sonra onların ardından gelenler, sonra onların ardından gelenler, daha sonra da onların ardından gelenler." -Sonra İmran (r.a) dedi ki: Resulullah (s.a.v.) kendi çağından sonra iki mi üç mü dedi bilemiyorum-. "Daha sonra onların ardından şahitlik etmeleri istenmeden şahitlik edecek, kendilerine güvenilmeyen ve hainlik edecek, adakta bulunup adaklarını yerine getirmeyecek bir topluluk gelecektir. Ve onlarda şişmanlık da başgösterecektir." Bu iki hadisi de Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.

 

Bu son hadis-i şerif üç ayrı şekilde yorumlanabilir:

 

1- Bununla yalancı şahitliği kastetmiş olabilir. Çünkü yalan şahitlik yapan kimse şahitlik etmesi istenmeyen bir şeye şahitlik etmiş olur. Yani ne tanık olduğu bir şeyi söyler, ne de tanık olması istenmiş bir şeyi. Ebu Bekr b. Ebi Şeybe'nin naklettiğine göre Ömer b. el-Hattab, el-Cabiye kapısında yaptığı konuşmasında şunları söyledi: Resulullah (s.a.v.) benim bu şekilde aranızda ayağa kalktığım gibi aramızda ayağa kalktı, sonra şöyle buyurdu: "Ey insanlar, ashabım hakkında Allahtan korkunuz, sonra onların ardından gelenler, sonra onların ardından gelenler (hakkında). Daha sonra yalan ve yalan şahitlik ya yılacaktır.''

 

2- İkinci yorum: Bu hadis-i şerif ile şahitlikte bulunmak üzere son derece iştahlı olan kimse kast edilmiş olabilir. Bu iştahı sebebiyle şahitlik etmesi istenmeden önce elini çabuk tutar. Böylesinin şahitliği reddedilir. Çünkü onun bu şekilde davranması şahidin belli bir heva ve hevesin etkisi altında olduğunu göstermektedir.

 

3- üçüncü yorum ise bu hadisin bazı yollarının ravisi olan İbrahim en-Nehai'nin söylediği şu şekil olabilir: Bizler daha küçük çocuk iken bizlere yeminden ve şahitliklerden uzak durmayı emrederlerdi.

 

44- Hakkın Belgelenmesinden üşenmemek Gerekir:

 

Yüce Allah'ın: "Küçük veya büyük olsun ne ise onu vadesine kadar yazmaktan üşenmeyin" buyruğunda yer alan "Uşenmeyin" usanmayın, demektir.

 

el-Ahfeş der ki: (...) denilir. Şair de şöyle demektedir: "Hayatın yükümlülüklerinden bıktım, usandım Her kim yetmiş yıl yaşarsa -babasız kalasıca- usanır."

 

''(...): Yazmakta" ibaresi ("üşenmeyin") fiili nasb mahallindedir. "Küçük veya büyük olsun" buyruğu ise "onu ... yazmaktan" buyruğundaki zamirden hal olan iki kelimedir. Ayet-i kerimede zamirin öne alınması ona gösterilen ihtimam dolayısıyladır.

 

Bu şekilde üşenmenin yasaklanması, borçlanmanın aralarında sık sık görülmesi dolayısıyladır. O bakımdan bunu yazmaktan üşenmelerinden ve aralarından herhangi birisinin: Bu az birşeydir. Bunu yazmaya gerek duymuyorum, demesinden korkulduğundan dolayı, şanı Yüce Allah, az olsun çok olsun yazmaya teşviki daha bir pekiştirmiştir.

İlim adamlarımız der ki: Bundan istisna bir kırat ve buna yakın meblağlardır. Çünkü bunlar ehemmiyetsiz, basit miktarlardır ve bunu kabul etmek veya reddetmek bakımından insan nefsinin herhangi bir isteği olmaz.

 

45- Yazmak, Adalete, Şehadetin Doğruluğuna Sebeptir:

 

Yüce Allah'ın: "Bu" yani azın da çoğun da yazılması ve buna şahit tutulması "Allah indinde adalete daha uygun, şehadet için daha sağlam" daha sıhhatli ve daha güçlü koruyucu "ve şüpheye düşmemeniz için de daha yakındır." Şüphe ihtimalini daha da uzaklaştırır.

 

46- Şahit Yazılı Olanı Hatırlayamazsa:

 

Yüce Allah'ın: "Şehadet için daha sağlam." buyruğu, şuna delildir: Şahit yazılı belgeyi görüp de şahitliği hatırlayamayacak olursa bu konuda tereddüde düştüğünden dolayı şahitlikte bulunmaz. Bildiğinden başka birşeyin şahitliğini yapmaz. Bunun yerine şöyle der: Bu benim yazımdır, fakat şu anda orada ne yazdığımı hatırlamıyorum.

 

İbnu'l-Münzir der ki: Kendisinden ilim bellenen ilim ehlinin çoğunluğu, eğer şahitlikte bulunduğunu hatırlamayacak olursa yazısına bakarak şehadet etmesini kabul etmezler. Malik ise bunun caiz oluşuna Yüce Allah'ın: "Biz bildiğimizden başkasına şehadet etmedik" (Yusuf, 81) buyruğunu delil göstermiştir.

 

Kimi ilim adamı da der ki: Şanı Yüce Allah yazmayı adalete nisbet ettiğinden dolayı, kişinin, kendi hattına dayanarak -hatırlamayacak olsa dahi- şahitlik etme imkanı vardır. İbnu'l-Mubarek, Ma'mer'den, o İbn Tavus'tan, o babasından birşeye şahitlik edip de sonradan bunu unutan adam hakkında şöyle dediğini zikretmektedir: Şayet sakde (yazılı borç belgesinde) kendi alametini yahut kendi el yazısını bulursa şahitlik etmesinde bir mahzur yoktur. İbnu'l-Mubarek dedi ki: Ben de bunu gerçekten güzel buldum.

Resulullah (s.a.v.)'dan gelen haberlerden de anlaşıldığına göre o, birden çok şey hakkında delaletler ve belgelere dayanarak hüküm vermiştir. Onun tarafından gönderilen elçilerin varlığı da bu görüşün sağlıklı olduğuna delalet etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İleride Yüce Allahın izniyle Ahkaf Suresi'nde (4. ayet, 4. başlıkta) buna dair daha başka açıklamalar gelecektir.

 

47- TicariAkidlerin Yazılması:

 

Yüce Allah'ın: "Meğer ki bu aranızda devredeceğiniz hazır bir ticaret olsun" buyruğunda yer alan (...) ilkinden olmayan ve istisna olmak üzere nasb mahallindedir. el-Ahfeş Ebu Said der ki: Yani, bir ticaret olması hali müstesna dır. O bakımdan bu istisna meydana gelmek ve gerçekleşmek anlamındadır. Başkası ise: "Devredeceğiniz" buyruğu haberdir, der.

 

Burada yalnızca Asım, (...) diye okumuştur. Bu ise bu kelimenin (...)'in haberi olarak böyle okunmuştur. İsmi ise içinde gizlidir.

 

"Hazır" ticaretin sıfatıdır. İfadenin takdiri şöyledir: Ancak ticaret hazır devredeceğiniz bir ticaret olursa. Veya; meğer ki alışveriş hazır bir ticaret olsun .. Mekkı ve Ebu Ali el-Farisı böyle takdir etmişlerdir. Bunun benzerleri ve buna dair istişhadlar önceden geçmiş bulunmaktadır.

 

Yüce Allah, onlar için yazmanın zor olduğunu bildiğinden dolayı nakit olarak yapılan bütün alışverişlerde bunu terkedebileceklerini açıkça belirtmiş ve bunu terketmekten dolayı vebali kaldırmıştır. Bu ise yiyecek ve buna benzer miktarı az olan, çoğunlukla yapılan şeyler hakkında böyledir. Yoksa mülkler ve benzeri miktarları çok olan şeyler hakkında böyle değildir. es-Süddi ve ed-Dahhak der ki: Bu (yazma yükümlülüğünün kaldırılması) elden ele alınıp teslim edilen şeyler ile ilgilidir.

 

48- Peşin ve Veresıye Alışverişlerde Yazışma:

 

Yüce Allah'ın: "Aranızda devredeceğiniz" buyruğu karşılıklı kabzetmeyi ve kabzedilen şeyi ayırmayı gerektirir. Fakat başkasının yüklenilen diyetleri, arazi ve birçok hayvan satışları halinde ayrılmaları ve saklanmaları kabil olmadığından dolayı bunların yazılması güzeldir. Bunlar da o bakımdan borçlu alım satımlara ilhak edilmiştir. Buna göre yazmak, ileride meydana gelebilecek durum değişikliklerini kalplerdeki değişiklikleri belgeye bağlamak içindir. Şayet akid muamelesinde birbirinden ayrılır ve taraflar kabzeder her biri karşı taraftan satın aldığını alıp ayrılabilir ise adeten -ancak bilinmesi oldukça zor sebepler müstesna- anlaşmazlığa düşme korkusu azalır. İşte şeriat vadeli ve peşin satma hallerinde saklanabilen ve saklanamayan şeyler ile ilgili olarak, yazmak, şahit tutmak ve rehin gibi maslahatlara dikkatimizi çekmektedir.

 

Şafii der ki: üç türlü satış vardır. Birisi yazılı ve şahitli satış, birisi rehinli satış, birisi emanet ile satış. Daha sonra bu ayet-ikerimeyi okur.

 

İbn Ömer de peşin sattığında şahit tutar, vadeli sattığında da yazardı.

 

49- Alışverişlerde Şahit Tutmak:

 

Yüce Allah'ın: "Alışveriş yaptığınız vakit de şahit tutun" buyruğu ile ilgili olarak Taberi şöyle der: Bu küçük olsun büyük olsun bütün satışlarınız için şahit tutunuz, anlamındadır. Bu hususta insanlar, (şahit tutmak) vacip midir mendub mudur farklı görüşlere sahiptirler.

Ebu Musa el-Eş'ari, İbn Ömer, ed-Dahhak, Said b. el-Müseyyeb, Cabir b. Zeyd, Mücahid, Davud b. Ali ve onun oğlu Ebu Bekir, burada emir vücup ifade eder, demektedir.

 

Bu konuda işi en sıkı tutanları ise Ata'dır. O şöyle demiştir: Bir dirheme, yarım dirheme, üçte bir dirheme ya da bundan daha az bir meblağa alsan da satsan da şahit tut. Çünkü Yüce Allah: "Alışveriş yaptığınız vakit de şahit tutun" diye buyurmaktadır.

 

İbrahim'den de şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bir demet bakla dahi olsa, sattığın zaman da satın aldığın zaman da şahit tut, Bu kanaatte olup da bunu tercih edenlerden birisi de Taberi idi. Taberi şöyle der: Sattığı ve satın aldığı zaman herhangi bir müslümanın şahit tutmaması helal değildir. Böyle yapmayacak olursa aziz ve celil olan Allah'ın Kitabına aykırı hareket etmiş olur. Aynı şekilde bu vadeli ise bunu yazması ve bir yazıcı bulması halinde de şahit tutması görevidir.

 

eş-Şa'bi ve el-Hasen'in kanaatine göre ise burada emir mendubluk ve irşad ifade etmektedir. Kat'i bir emir değildir. Bunun Malik'in, ŞafiI'nin ve re'y ashabının görüşü olduğu da nakledilmektedir. İbnu'l-Arabi bunun hepsinin görüşü olduğunu ileri sürer ve: Sahih olan da budur, der. Dahhak dışında bunun vacip olduğunu kimsenin söylediğini de nakletmez. O devamla der ki:

 

Peygamber (s.a.v.) satmış ve yazmıştır. Hz. Peygamber'in bu konudaki belgesinin sünneti de şöyledir: Rahman ve rahim Allah'ın adıyla. Bu, el-Adda b. Halid b. Hevze'nin Muhammed Resulullah (s.a.v.)'den satın aldığı(na dair bir belgedir). Ondan bir köle -yahut bir cariye- satın almıştır. Herhangi bir kusuru saklanmamıştır. Bir gailesi ve bir kötülüğü yoktur. Bir müslümanın bir müslümana sattığıdır.

 

Yine Hz. Peygamber satmış ve şahit tutmamıştır. Satın almıştır ve şahit tutmaksızın zırhını bir yahudinin yanında rehin bırakmıştır. Eğer şahit tutmak vacip olsaydı anlaşmazlık korkusuyla, rehin ile birlikte şahit tutmak icab edecekti.

 

Derim ki: ed-Dahhak'ın dışında kalıp bunun vacip olduğunu söyleyenleri de zikretmiş bulunuyoruz. el-Addan'ın bu hadisini Darakutni ve Ebu Davud da rivayet etmişlerdir.

 

İslam'a girmesi Mekke'nin fethinden ve Huneyn gazasından sonra olmuştur. Şu sözler de onundur: Huneyn günü Resulullah (s.a.v.) ile savaştık. Allah bize üstünlük vermedi, bizi muzaffer etmedi. Sonra da İslam'a girdi ve güzel bir şekilde İslam'a bağlandı. Bunu Ebu Ömer (İbn Abdi'l-Berr) zikretmiştir. Bu hadisini de zikrettikten sonra şunları söyler: "el-Esmai dedi ki: Ben Said b. Ebi Arube'ye burada geçen "gaile"nin ne olduğunu sordum, şöyle dedi: Kaçma, hırsızlık ve zina alışkanlığıdır. Yine burada geçen "hibse"nin ne demek olduğunu sordum. Bana müslümanlarla ahdi bulunan kimselerin satılması demektir, dedi."

 

İmam Ebu Muhammed b. Atiyye dedi ki: Bu konuda hükmün vücup ifade etmesi pek tutarlı değildir. Basit ve önemsiz hususlarda bu oldukça zordur, meşakkatlidir. Çok olan şeyler hakkında ise tacir kimi zaman şahit tutmayı terketmekle karşı tarafın kalbini ısındırmayı kastedebilir. Böyle birşeyi terketmek bazı beldelerde adet de olabilir. Kimi zaman alimden, saygı duyulan yaşlı bir adamdan utandığından dolayı ona şahit tutmayabilir. İşte bütün bunlar güven duymak kapsamına girer, geriye de şahit tutma emrinin mendubluk ifade etmesi kalır. Çünkü çoğunlukla bunda bir masIahat vardır.

 

Elverir ki belirttiğimiz gibi şahit tutmaya mani herhangi bir özrün varlığı olmasın. el-Mehdevi, en-Nehhas ve Mekki bir topluluktan: "Alışveriş yaptığınız vakit de şahit tutun" buyruğunu Yüce Allah'ın: "Eğer biriniz diğerine güvenirse" (el-Bakara, 283) buyruğu ile neshedildiğini söylemişlerdir. en-Nehhas bunu Ebu Said el-Hudri'den senedini kaydederek zikreder. Onun: "Ey iman edenler! Belirlenmiş bir vadeye borçlandığınız zaman onu yazınız" buyruğunu: "Eğer biriniz diğerine güvenirse kendisine güvenilen kişi emaneti eksiksiz ödesin" (el-Bakara, 283) buyruğuna kadar okudu ve: Bu ayet-i kerime kendisinden öncekini neshetmiştir, dedi.

 

en-Nehhas dedi ki: Aynı zamanda bu, el-Hasen'in, el-Hakem'in ve Abdurrahman b. Zeyd'in de görüşüdür.

 

et-Taberi ise şöyle der: Bunun bir anlamı yoktur. Çünkü bu hüküm (283. ayetteki hüküm) birinci hükümden (282. ayetteki hükümden) farklıdır. Bu, yazacak katib bulamayan kimsenin hükmünü ifade eder. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şayet bir yolculukta bulunup da katip bulamazsanız, o zaman alacağınız rehinler (de yeter) Eğer biriniz diğerine güvenirse" yani ondan rehin istemezse "kendisine güvenilen kişi emanetini eksiksiz ödesin." (Taberi der ki: Şayet bunun birinci ayetteki hükmü neshetmesi caiz olsaydı, Yüce Allah'ın: "Eğer hasta olur veya yolculukta bulunursanız yahut sizden herhangi bir kimse ayakyolundangelirse ... "(en-Nisa, 43) ayetinin Yüce Allah'ın: "Ey iman edenler.! Namaza kalkacağınız zaman ... "(el-Maide, 6) ayetini neshettiğini söylememiz, yine aynı şekilde Yüce Allah'ın: "Kim bulamazsa iki ay aralıksız oruç tutmalıdır" (en-Nisa, 92. ayetin sonları) buyruğunun, Yüce Allah'ın: "Mü 'min bir köleyi azad etmesi (gerekir)" (enNisa, 92. ayetin baş tarafları) buyruğunu neshettiğini söylememiz mümkün olurdu. Bazı ilim adamları da şöyle demiştir: Yüce Allah'ın: "Eğer biriniz diğerine güvenirse ... " buyruğunun şahit tutma emrini ihtiva eden ayet-i kerimenin baş tarafından sonra nazil olduğu açıkça ortada değildir. Aksine hep birlikte varid olmuşlardır. Nasih ile mensuhun bir arada ve aynı durumda varid olmaları ise caiz değildir.

 

(Taberi) dedi ki: İbn Abbas'tan kendisine: Deyn ayeti (Bakara, 282. ayet) neshedilmiştir, denilince şöyle dediği rivayet edilmiştir: Hayır, Allah'a yemin ederim deyn ayeti muhkemdir, onda nesh yoktur. (Devamla) dedi ki: Şahit tutmak ancak kalbi rahatlatmak öngörülmüştür. Çünkü şanı Yüce Allah, borcun belgelendirilmesi için birtakım yollar tesbit etmiştir. Bunlardan birisi yazmaktır, birisi rehin tutmaktır, diğeri de şahit tutmaktır. Bölge alimleri arasında rehnin vücup yoluyla değil de mendub olmak üzere meşru olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. İşte bundan şahit tutmanın da benzeri bir hüküm taşıdığı öğrenilmektedir. İnsanlar yolculuk halindeyken, mukim iken, karada, denizde, dağda, ovada şahit tutmaksızın alışveriş yapagelmişlerdir. İnsanlar da bunu bilmekle birlikte buna karşı herhangi bir tepki göstermemişlerdir. Şayet şahit tutmak vacip olsaydı bunu terkedene tepki göstermeyi ihmal etmezlerdi.

 

Derim ki: Bütün bunlar güzel istidlaldir. Bundan da daha güzeli şahit tutmanın terki hususunda varid olan sahih sünnettir. Bu da Darakutni'nin Tarık b. Abdullah el-Muharibi'den yaptığı şu rivayettir:

 

Tarık dedi ki: Rebeze'den ve Rebeze'nin güneyinden bir kafile ile birlikte geldik. Medine yakınlarında konakladık. Beraberimizde bir hanım da vardı. Biz oturuyor iken üzerinde beyaz iki elbise bulunan bir adam geldi, bize selam verdi, biz de onun selamını aldık. Bu kafile nereden gelmektedir? dedi. Biz de Rebeze'den ve Rebeze'nin güneyinden, dedik. Beraberimizde kırmızı bir devemiz de vardı. Bize: Şu devenizi bana satar mısınız? dedi. Biz de şu kadar sa' hurmaya, dedik. Bizden daha aşağı düşmemizi hiç istemedi. Bunu aldım, dedi. Daha sonra devenin başını (yularını) aldı. Sonra Medine'ye girdi ve biz onu göremez olduk. Sonra biz kendi aramızda birbirimizi kınayarak dedik ki: Devenizi tanımadığınız kimseye verdiniz. Beraberimizde bulunan hanım şöyle dedi: Birbirinizi kınamayınız. Ben adamın yüzünü gördüm. O size hainlik edecek birisi değildir. Onun yüzünden daha çok bir kimsenin yüzünü ondördündeki aya benzediğini görmüş değilim. Akşam olunca bir adam yanımıza gelip: Esselamu aleyküm, dedi. Ben Resulullah (s.a.v.)'ın size gönderdiği elçisiyim. O sizlere bundan doyuncaya kadar yemeyi ve hakkınızı tastamam alıncaya kadar ölçmeyi emretti. (Tarık) dedi ki: Doyuncaya kadar yedik ve hakkımızı tamamiyle alıncaya kadar ölçtük. (Darakutni, III, 45) Bu hadisi ez-Zühri, Umare b. Huzeyme'den zikretmektedir.

Amcası kendisine -ki o Peygamber (s.a.v.)'ın ashabındandır- anlattığına göre Peygamber (s.a.v.) bir bedevi araptan bir at satın aldı.... diye hadisi zikretmektedir. Bu hadiste şu ifadeler de yer almaktadır: A'rabi (bedevi) şöyle demeye koyuldu; Bu atı sana sattığıma dair şehadet edecek bir şahit getir. Huzeyme b. Sabit dedi ki: Ben şehadet ederim ki o atı sen ona satmış bulunuyorsun. Peygamber (s.a.v.) Huzeyme'ye dönüp dedi ki: "Neye dayanarak şahitlik ediyorsun?" Huzeyme şöyle dedi: Seni tasdik etmekle ey Allah'ın Rasulü. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) Huzeyme'nin şahitliğini iki kişinin şahitliğine bedel kıldı. Bu hadisi de Nesai ve başkaları rivayet etmiştir.

 

50- Şahide de Katibe de Zarar Verilemez:

 

Yüce Allah'ın: "Yazana da şahide de asla zarar verilmesin" buyruğu ile ilgili üç görüş vardır:

 

1- Katip, kendisine yazdırılmadıkça yazmaz. Şahit de şahitliğinde ne ona birşeyekler, ne ondan birşeyeksiltir. Bu açıklamayı el-Hasen, Katade, Tavus, İbn Zeyd ve başkaları yapmıştır.

 

2- İbn Abbas, Mücahid ve Ata'dan rivayet edildiğine göre bunun anlamı şudur: Yazan

yazmaktan, şahit de şahitlik etmekten imtina etmesin. Bu iki görüşe göre "zarar verilmesin" (diye meali verilen: (...) ın aslı "re" harfi esreli olarak (...) şeklindedir. Daha sonra idğam olmuş ve birincisinin sakin olması sebebiyle fetha da hafif olduğundan dolayı "ra" harfi fethalı gelmiştir. en-Nehhas der ki: Ben Ebu İshak'ın bu görüşe meylettiğini gördüm. Dedi ki: Çünkü bundan sonra: "Eğer yaparsanız bu size dokunacak bir fısk olur" buyruğu gelmektedir. O halde evla olan doğru olmayan bir şekilde şahitlik eden veya yazıda tahrif yapan kimseye "fasık" demektir. Birisinden şahitlik etmeyi isteyip de o meşgul olduğu için şehadet edemeyen kimseden çok, buna böyle demek daha uygundur. Ömer b. el-Hattab, İbn Abbas, İbn Ebi İshak, birinci "ra" harfini esreli olarak (...) diye okumuşlardır.

 

3- İbn Abbas'tan da rivayet edilen ve Mücahid, ed-Dahhak, Tavus ve Süddi'ye göre "yazana da şahide de asla zarar verilmesin" buyruğunun anlamı, meşgul oldukları halde şahit şahitlikte bulunmaya, yazan da yazmaya çağırılmasın. Eğer bunlar mazeretlerini ortaya koyacak olurlarsa (yine de bu işi onlara yaptırırsa) onları zora koşmuş ve onlara eziyet vermiş olur. Onlara: Siz (bu işi yapmamakla) Allah'ın emrine muhalefet ediyorsunuz ve buna benzer sözler söylerse onlara zarar vermiş olur.

 

Bu açıklamaya göre ise (...) kelimesinin aslı "ra" harfi üstün olarak (...) şeklindedir. İbn Mes'ud da birinci "re" harfini üstün olarak (...) şeklinde okumuştur. İşte Yüce Allah böyle bir zarar vermeyi yasaklamaktadır. Çünkü şayet Yüce Allah, bu emri mutlak vermiş olsaydı, şahitlik edecek ve yazıyı yazacak olanların bu işlerle uğraşması, dinı görevlerini yerine getirmelerine, maişetlerini kazanmalarına engel olabilirdi.

 

Diğer taraftan: "Karşılıklı zarar vermek" lafzında iki taraftan zarar sözkonusu olduğuna göre, bütün bu manaları gerektirir.

 

Katip ve şahit ilk iki görüşe göre (onlar zarar vermesinler anlamındaki) fiilleri dolayısıyla merfu olmuşlardır. üçüncü görüşe göre ise meçhul bir fiilin, naib-i faili olduklarından dolayı merfu olmuşlardır.

 

51- Zarar Vermek Fasıklığı Gerektirir:

 

"Eğer yaparsanız" yani zarar verirseniz "bu size dokunacak bir fısk" yani masiyet "olur" demektir.

 

Bunun masiyet anlamına geldiği, Süfyan-ı Sevrı'den nakledilmiştir. Katip de şahit de fazla veya eksik tesbit ile asi olurlar. Bu ise mal ve bedenlerde eziyete sebep olan yalan kabilindendir. Ayrıca bunda hakkın iptali de sözkonusudur. Aynı şekilde eğer başka bir meşguliyetleri var ise onlara eziyet vermek de (yazmak ve şahitlik etmek zorunda bırakmak da) bir masiyettir ve Allah'ın emrine muhalefet olması bakımından doğrunun dışına çıkmaktır. Yüce Allah'ın: "Size" buyruğu ise; size dokunacak bir fasıklıktır, takdirindedir.

 

52- Herşeyi Bilen Allah Size Öğretiyor, O Bakımdan Allah'tan Korkun:

 

Yüce Allah'ın: "Allah'tan korkun, Allah size öğretiyor, Allah herşeyi çok iyi bilendir" buyruğu, Yüce Allah tarafından kendisinden korkan takvalılara onlara öğreteceğine dair bir vaaddir. Yani takvalıların kalbine kendisi vasıtasıyla kalblerine bırakılanları kavrayıp anlayabilecekleri bir nur halkeder. Allah herşeyden önce takvalı olanın kalbinde bir furkan da halkedebilir. Yani hakkı batıldan kendisiyle ayırdedebileceği bir ölçü verebilir, Şanı Yüce Allah'ın: "Ey iman edenler, eğer Allah'tan korkarsanız O, size (iyiyi kötüden ayırdedecek) bir furkan verir .. , "(el-Enfal, 29) buyruğu da bu kabildendir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E TIKLAYIN

 

Bakara 283

 

 

 

ANA SAYFA             SURELER    KONULAR