BAKARA 35 |
وَقُلْنَا
يَا آدَمُ
اسْكُنْ
أَنتَ
وَزَوْجُكَ
الْجَنَّةَ
وَكُلاَ
مِنْهَا
رَغَداً حَيْثُ
شِئْتُمَا
وَلاَ
تَقْرَبَا
هَـذِهِ الشَّجَرَةَ
فَتَكُونَا
مِنَ
الْظَّالِمِينَ |
35. Ve dedik ki:
"Ey Adem, sen zevcenle birlikte cennette yerleş ve ondan istediğiniz gibi
bol bol, afiyetle yeyiniz. yalnız bu ağaca yaklaşmayınız, yoksa ikiniz de
zulmedenlerden olursunuz."
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı onüç başlık halinde yapacağız:
1- Cennette Yerleşmek:
2- Hz. Adem'e "Yer/eş'' Denilmesi
ve Sükna, Umra ve Benzeri Akidler:
3. "Sen" Zamiri:
4- Hz. Adem'in Eşi Hz. Havva:
5- Cennet:
6- istediğiniz Gibi Yeyiniz:
7- Yasak Ağaç:
8- Bu Ağaç:
9- Hz. Adem'e Yasak Kılınan Ağaç
Hangisi idi?
10- Yasak ve Tehdide Rağmen Hz. Adem
Ağaçtan Nasıl Yedi.?
11- Emre Aykırı Hareketleri Nasıl
Gerçekleşti?
12- Peygamberler Küçük Günah İşler mi?
13- Zulüm:
1- Cennette Yerleşmek:
"Dedik ki: Ey Adem,
sen zevcenle birlikte cennette yerleş." Kafir olması ile birlikte Yüce
Allah'ın İblis'i cennetten çıkartıp uzaklaştırdığında görüş ayrılığı yoktur.
Onun çıkartılmasından sonra da Yüce Allah, Hz. Adem'e: "yerleş"
emrini vermiştir. Yani orada ikamet et ve orayı mesken tut. Mesken sükun bulma
yeridir. Ateşe de "seken" denilir. Şair der ki: "O (mızrak)
seken (ateş) ile ve yağlarla düzeltilmiştir"
Yine seken, kendisiyle
huzur bulunan herşeydir. Bıçağa da "(aynı kökten gelmek üzere)
sikkin" denilir. Bıçağa bu adın veriliş sebebi onun vasıtasıyla kesilen
hayvanın hareketinin durdurulması (teskin edilmesi)dir. Tasarrufunun ve
hareketinin azlığı dolayısıyla da yoksula (aynı kökten gelmek üzere)
"miskin" denilir. Geminin dümenine de "sükkan" denilir.
Çünkü geminin çalkalanmasını önler ve ona bir sükunet kazandırır.
2- Hz. Adem'e
"Yer/eş'' Denilmesi ve Sükna, Umra ve Benzeri Akidler:
Yüce Allah'ın
"yerleş (uskun)" diye buyurması, oradan zamanla çıkacağına dikkat
çekmektedir. Çünkü sakin olmak, mülk edinmek değildir. Bundan dolayı, arifin
birisi şöyle demiştir: Sükna (mesken edinip yerleşmek) belli bir süreye
kadardır, sonra sona erer. Adem ile Havva'nın cennete girişleri işte böyle bir
giriş idi. Yoksa orada ikamet etmek için değil idi.
Derim ki: Durum böyle
olduğuna göre, bu ilim adamlarının çoğunluğunun şu sözlerine de delalet
etmektedir: Bir kimse birisini kendisine ait olan bir meskende iskan ettirse,
iskan edilen kişi orayı süknasıyla mülk edinmiş olmaz. Bu iskan süresi sona
erdi mi; o mesken sahibi iskan ettiği kişiyi çıkartabilir. eş-Şa'bi şöyle
dermiş: Bir adam: Sen ölene kadar bu evimin süknası senin olsun, diyecek olsa,
hayatı boyunca ve ölümü halinde de o ev onundur. Şayet: Sen ölene kadar bu
evimde iskan ol diyecek olur ise, ölmesi halinde o evasıl sahibine döner.
"Umra'' da süknaya
benzemektedir. Şu kadar var ki umra hakkındaki görüş ayrılıkları sükna
hakkındaki görüş ayrılıklarından daha güçlüdür. "Umra"ya dair
açıklamalar Yüce Allah'ın izniyle Hud suresinde gelecektir.
el-Harbi der ki:
İbnu'l-A'rabi'yi şöyle derken dinledim: Bu gibi şeylerin, asıl sahiplerinin
elinde mülk kaldığı, menfaatlerinin ise kendisine umra ve rukba, ifkar, ihbal,
minha, ariyye, sükna ve itrak kime verilirse onlara ait olacağı hususunda
Araplar arasında görüş ayrılıkları yoktur. Bu, İmam Malik'in ve onun mezhebini
kabul edenlerin bu türden yapılan bağışların sadece menfaatlerine malik
olunacağı, kendilerine (rakabelerine) malik olunamayacağı şeklindeki
görüşlerine bir delildir. Bu, aynı zamanda Leys b. Sa'd'ın, Kasım b.
Muhammed'in ve Yezid b. Kusayt'ın da görüşüdür.
"Umra'' Senin bir
kimseyi sana ait olan bir evde senin yahut onun ömrü boyunca iskan ettirmektir.
Rukba da böyledir. Bu da bir kimsenin bir diğerine: Bu ev sen benden önce
ölürsen bana dönecek, ben senden önce ölürsem, senin olacaktır. Bu kelime
"(gözetlemek anlamına gelen) murakabe"den gelmektedir, demesidir.
Murakabe ise, onlardan her birisinin ötekinin ölümünü gözetlemesi demektir.
Bundan dolayı bunun caiz olup olmadığı hususunda fukahanın farklı göruşleri
vardır. Ebu Yusuf ve Şafii bunu caiz kabul etmişlerdir. Onlara göre bu, bir
vasiyet gibidir. İmam Malik ve diğer Kufe alimleri ise bunu caiz kabul
etmemektedir. Çünkü onların her birisi kendisi lehine gerçekleşip
gerçekleşmeyeceğini bilmediği bir ivazı maksat olarak gözetmekte ve her
birileri arkadaşının ölümünü adeta temenni etmektedir. Bu konuda, hem caiz
gören hem de men eden iki hadis-i şerif vardır ki bu ikisini de İbn Mace
Sünen'inde kaydetmektedir. Birincisini Cabir b. Abdullah rivayet etmiştir. Buna
göre Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Umra, kendisine verilen kimse
için caizdir, rukba da kendisine verilen kimse için caizdir." Bu hadis-i şerifte umra ile rukba arasında
hüküm bakımından bir eşitlik sözkonusudur.
İkinci hadis ise, İbn
Ömer'den gelmektedir. Buna göre Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Rukba diye birşey yoktur. Her kime herhangi bir şey rukba diye verilecek
olursa, hayatı boyunca da ölümünden sonra da o şey onundur." İbn Ömer der
ki: Rukba kişinin ötekine: "İkimizden hangisi daha önce ölürse ötekinin
olsun" demesidir.
Hadis-i şerifte
"rukba yoktur" ifadesi böyle bir şeyin yasaklığını ifade eden bir
nehiydir. "Her kime rukba olarak birşey verilirse o onundur" buyruğu
ise bunun caiz olduğuna delalet etmektedir. Bu iki hadisi aynı zamanda Nesai de
rivayet etmiştir. İbn Abbas'ın şöyle dediğini de nakletmektedir: Umra ve rukba
aynı şeylerdir.
İbn Münzir der ki:
Resulullah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğu sabit olmuştur: "Umra kime
verilirse caizdir, rukba da kime verilirse caizdir." Buna göre İbn Münzir
bu hadis-i şerifi sahih kabul etmektedir. Ayrıca bu, umra ve rukba aynı
şeylerdir diyen kimseler lehine bir delildir. Hz. Ali'den de bu kanaat rivayet
edilmiştir. es-Sevri ve İmam Ahmed'in de görüşü budur. Ayrıca ilk veren kişiye
bir daha dönmeyeceğini de belirtmişlerdir. İshak da bu görüştedir. Tavus der
ki: Her kim rukba olarak birşey verirse o aynen miras gibidir.
İfkar ise, (omurga
anlamına gelen) fekaru'z-zahr'dan gelmektedir. Bir kimse birisine: Ben bu devemi
sana ifkar ediyorum diyecek olursa, sırtına binrnek üzere sana ariyeten
veriyorum, demektir. Av hayvanı avcı tarafından sırtından vurularak avlanılmak
üzere fırsat verdiği takdirde de bu tabir kullanılır.
ihbat (noktalı hı ile)
da ifkar gibidir. Bir kimseye, binmek üzere bir dişi deve, yahut üzerinde
savaşmak üzere bir at, ariyeten verildiği takdirde bu tabir kullanılır. Züheyr
der ki: "İşte oracıkta onlardan malı ihbal etmeleri istenirse ederler
Onlardan istenirse
verirler, zenginlikleri artarsa da (vermekte) aşırı giderler."
Minha: Bağış demektir.
Bu ise, sütün bağışlanması anlamındadır. Meniha ise, bir kişinin bir başkasına
sütünü sağıp sonradan geri vermek üzere dişi deveyi ya da koyunu vermesi
demektir. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Ariyet alınan şey geri
ödenir, minha geri verilir. Borç ödenir, kefil (asıl borçlu ödemediği takdirde)
öder" Bu hadis, Ebu Umame tarafından rivayet edilmiştir, Tirmizi,
Darakutni ve başkaları tarafından da kitaplarında tahric edilmiştir. Sahih bir
hadistir.
İtrak ise, erkek deveyi
ariyet olarak vermektir. Bir kimse, birisinin erkek devesini kendi develeri
arasında yayılsın diye, istemesine denilir. Erkek devenin dişi deve ile ilişki
kurması anlamındadır. "Tarukatu'l-fahl" ise dişi deve anlamındadır.
Erkek deve tarafından kendisi ile ilişki kurulacak seviyeye gelen dişi deveye
"nakatun tarukatu'l-fahl" denilir.
3. "Sen"
Zamiri:
"Sen zevcenle
birlikte ... " buyruğundaki "sen" zamirinin ayrıca kullanılması,
(yerleş) fiilindeki zamiri tekid içindir. "Sen ve Rabbinle birlikte
git" (elMaide, 24) buyruğu da bunun gibidir. "Sen" zamiri
kullanılmaksızın "eşinle birlikte yerleş" demek uygun olmadığı gibi,
"Rabbinle birlikte git" demek de uygun değildir. Böyle bir söyleyiş
(yani sen zamirini kullanmadan) ancak şiirdeki vezin zarureti dolayısıyla olur.
Şairin şu sözlerinde olduğu gibi: "Parlak beyaz ile o çölde kumlar
üzerinde yürüyen Yaban öküzleri gibi seke seke gelince (ona) dedim ki..."
Burada "parlak
beyaz" kelimesi "gelince" fiilindeki zamire atfedilmiş ve bu
zamiri ayrıca tekid etmemiştir. Bu şekilde (zamir kullanılmaksızın) ifadelerde
bulunmak Kur'an dışında güzel olmamakla birlikte, mümkündür. Zeyd ile birlikte
kalk, demek gibi.
4- Hz. Adem'in Eşi Hz.
Havva:
"Sen zevcenle
birlikte" buyruğundaki "zevce" kelimesi, Kur'an-ı Kerim'de
"zevc" şeklinde kullanılır. Buna dair açıklamalar daha önceden
geçmişti. Müslim'in Sahih'inde yer alan bir hadiste ise "zevce"
şeklinde geçmektedir. Bize Abdullah b. Mesleme b. Ka'neb anlattı, dedi ki: Bize
Hammad b. Seleme, Sabit el-Bünani'den, o Enes'ten rivayetle dedi ki: Peygamber
(s.a.v.) hanımlarından birisi ile birlikte iken yanından bir adam geçti. Hz.
Peygamber, o adamı çağırdı. Yanına gelince şöyle buyurdu: "Ey filan, bu
yanımdaki benim filan zevcemdir." Adam şöyle dedi: Ey Allah'ın Resulü, ben
belki başkası hakkında birşeyler zannedebilirdim ama senin hakkında asla. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Şüphesiz şeytan insanın
içinden kanın aktığı gibi akar."
Adem (a.s)'ın zevcesi
Havva (aleyhesselam)dır. Ona bu ismi ilk veren yine Hz. Adem'dir. Hz. Havva,
Hz. Adem'in kaburga kemiğinden farkına varmaksızın yaratılmıştır. Eğer bundan
dolayı bir acı çekmiş olsaydı, hiçbir erkek hanımına şefkat göstermezdi.
Uyandığında: Bu kimdir diye sorulmuş, Hz. Adem de: Bu bir kadındır, cevabını
vermiş. Ona: Adı nedir, diye sorulunca o da: Havva demiş. Niye bir kadındır
Cimde) dedin diye sorulunca o: Çünkü (kişi anlamına gelen) mer'den alınmadır.
Bu sefer: Neden peki Havva adını verdin, diye sorulunca Hayy (diri)den yaratılmıştır.
Cevabını vermiş.
Rivayet edildiğine göre
ona bu soruları bilgisinin sınırını ölçmek amacıyla melekler sormuşlardır. Yine
rivayete göre melekler ona: Ey Adem, sen bunu seviyor musun deyince o: Evet
demiş. Bu sefer melekler Havva'ya: Ey Havva, ya sen bunu seviyor musun diye
sorunca Havva ise, Adem'in kalbindeki sevginin katlarca fazlasını kalbinde
taşımakla birlikte: Hayır cevabını vermiş. Derler ki: Eğer bir kadın kocasına
olan sevgisini samimi olarak dile getirseydi, şüphesiz ki Havva bunu dile
getirirdi. İbn Mes'ud ve İbn Abbas der ki: Hz. Adem, cennete yerleştirilince,
yalnızlıktan sıkıntılı bir halde yürüyüp durdu. Uykuya dalınca Havva, sol
tarafından kısa kaburga kemiğinden yaratıldı ki, onunla sükun bulsun ve onunla
yalnızlıktan kurtulsun diye. Hz. Adem uyanıp da onu görünce sen kimsin, diye
sormuş, o da: Ben bir kadınım, benimle sükun bulasın diye, senin kaburga
kemiklerinden yaratıldım, cevabını vermiş. İşte Yüce Allah'ın şu buyruğunun
anlamı da budur: "Sizi tek bir candan yaratandır O. Bu candan da onunla
sükun bulsun diye eşini yaratmıştır. "(el-A'raf, 189)
İlim adamları derler ki:
İşte bundan dolayı kadında bir eğrilik vardır. Zira kadın eğri olan kaburga
kemiğinden yaratılmıştır. Müslim'in Sahih'inde Ebu Hureyre'nin şöyle dediği
rivayet edilmektedir: Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Kadın, kaburga
kemiğinden yaratılmıştır. -Bir rivayette şu da vardır: Kaburga kemiğinin en
eğri bölgesi ise, en üst tarafıdır.- O bakımdan kadın sana karşı hiçbir zaman
aynı şekilde dosdoğru olamaz. Sen ondan istifade edecek olur isen eğriliği ile
birlikte ondan istifade edersin. Onu doğruItmaya kalkışırsan onu kırarsın. Onu
kırmak ise onu boşamaktır." Şair de buna işaretle şöyle demektedir:
"O, eğri olan
kaburga kemiğidir, sen onu düzeltemezsin Şunu bil ki kaburga kemiklerini
düzeltmek onların kırılması demektir. (Kadın) nasıl olur da yiğide karşı hem
zayıf hem de iktidar sahibidir? Aynı anda hem güçlü hem güçsüz olması şaşılacak
birşey değil midir?"
İşte ilim adamları
buradan hareket ederek sakal, meme ve küçük abdestini bozmak bakımından eşit
şekilde erkek ve kadın alametlerini kendisinde taşıyan hünsa-i müşkil'in
mirasına kaburga kemiklerinin eksikliğini delil gösterirler. Eğer onun kaburga
kemiklerinin sayısı kadının kaburga kemiklerinden eksik olursa, ona erkek payı
verilir. -Bu aynı zamanda Hz. Ali'den rivayet edilmiştir.- Çünkü Hz. Havva, Hz.
Adem'in kaburga kemiklerinden yaratılmıştır. Mirasa dair açıklamalarda bu
hususta etraflı bilgiler -inşa allah- gelecektir.
5- Cennet:
''.... cennette yerleş
... " buyruğunda geçen cennet bahçe demektir. Buna dair açıklamalar daha
önceden de geçmişti. (3) Mu'tezile ve Kaderiye'nin, Hz. Adem ebedIlik
cennetinde değil, Aden topraklarındaki bir cennette (bahçede) idi, şeklindeki
kanaatlerinin önemsenecek bir tarafı yoktur. Mu'tezile veya Kaderiye, bid'at
kabilinden bu görüşlerine şunu delil gösterirler: Eğer yerleştirildikleri
ebedilik cenneti olsaydı, İblis'in Hz. Adem'e ulaşmaması gerekirdi. Çünkü
Allah, şöyle buyurmaktadır. "Orada ne bir boş söz, ne de günah gerektiren
bir iş vardır. "(et-Tur, 23); "Orada ne boş bir söz işitirler, ne de
bir yalan "(en-Nebe', 35); "Orada ne boş birsöz, ne de günahı
gerektiren bir söz işitirler. Orada işittikleri ancak "selam selam"
sözüdür. "(el-Vakıa, 25-26) Diğer taraftan Yüce Allah'ın şu buyruğu
dolayısıyla da cennetlikler cennetten çıkmazlar: "Onlar oradan çıkarılacak
da değillerdir. " (el-Hicr, 48) Ayrıca ebedIlik cenneti, kutsallık
yurdudur. Orası günahlardan ve masiyetlerden uzak tutularak takdis edilmiş ve
bu gibi şeylerden temizlenmiştir. İblis ise orada boş söz söylemiş, yalan
söylemiştir. Adem ve Havva da masiyetleri sebebiyle cennetten
çıkartılmışlardır.
Bu şekilde görüşlerini
delillendirmeye çalışan Mu'tezile ve Kaderiye devamla derler ki: Hz. Adem'in
Allah katındaki makamının yüceliğine ve aklının mükemmelliğine rağmen, ebedilik
yurdunda ve sonu gelmeyecek bir mülk arasında bulunmakla birlikte, ebedilik
ağacını araması nasıl mümkün olabilir?
Cevap şudur: Şanı Yüce
Allah, ayet-i kerimede geçen "cennet" kelimesini elif lam'lı ile
belirtili (marife) yapmıştır. Ben Allah'tan cenneti dilerim, diyen kimsenin
sözünden bütün insanların örfünde anlaşılan sadece onun ebedilik cennetini
istediğidir. Başka birşeyanlaşılmaz. İblis'in Hz. Adem'i aldatmak üzere cennete
girmesi ise, aklen imkansız değildir. Diğer taraftan Hz. Musa, Hz. Adem ile
karşılaşmış ve Hz. Musa ona: "Sen kendi soyundan gelenlerin bedbaht
olmasına sebep oldun, onları (lam-ı tarifli olarak) cennetten çıkarttın."
demiştir. Burada (cennet kelimesinin başına) elif lam'ın geliş sebebi onun
bilinen ebedilik cenneti olduğuna delil olsun diyedir. Hz. Adem, Hz. Musa'nın
bu sözlerine İtiraz etmemiştir. Eğer bu başka bir cennet olsaydı, Hz. Musa'ya
cevap verirdi. Hz. Adem, HZ. Musa'nın söylediklerine cevap vermeyip sustuğuna
göre Yüce Allah'ın onları çıkarttığı cennetin, cennetten çıktıktan sonra
götürüldükleri yerden farklı olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır.
Bunların delil olarak
gösterdikleri ayetlere gelince; bu gibi hususlar şanı Yüce Allah tarafından
Kıyamet gününde cennet ehlinin oraya girmesinden sonra gerçekleşecek şeylerdir.
Yüce Allah'ın orada ebedi kılmak istediği kimseler için, oranın ebedilik yurdu
olması ile birlikte, ölümüne hükmettiği kimseleri de oradan çıkartması arasında
bir çelişki yoktur ve bu imkansız birşey değlidir. Tefsir alimleri, meleklerin
cennet ehlinin yanına girip yine oradan çıkacaklarını ittifakla kabul
etmişlerdir. Diğer taraftan cennetin anahtarları İblisin elinde bulunuyordu.
İsyan ettikten sonra bu anahtarlar ondan alındı. Peygamber (s.a.v.) da İsra
gecesi cennete girmiş, çıkmış, orada bulunanları haber vermiş ve bunun
gerçekten ebedilik yurdu olan cennet olduğunu söylemiştir.
Mu'tezile ve
Kaderiye'nin; cennet kutsal bir yurttur, Yüce Allah orayı günahlardan arındırmıştır,
şeklindeki sözleri ise, bir bilgisizliğin ifadesidir. Çünkü Yüce Allah İsrail
oğullarına Arz-ı Mukaddese girmelerini emretmiştir. Burası ise, bildiğimiz Şam
topraklarıdır. Şeriat sahibi milletler Yüce Allah'ın orayı kutsallaştırdığını
ittifakla kabul etmişlerdir. Halbuki o bölgede türlü masiyetlere, küfür ve
yalana tanık olunmuştur. Oranın kutsal olması, orada birtakım masiyetlerin
işlenmesine mani değildir. İşte kutsallık yurdu olan cennetin durumu da
böyledir.
Ebu'l-Hasen b. Battal
der ki: Bazı hocaların naklettiklerine göre, ehl-i sünnet ebedilik yurdu olan
cennetin Adem (a.s)'ın çıkartıldığı cennet olduğu üzerinde icma etmişlerdir.
Dolayısıyla onlara muhalif kanaat belirtenlerin görüşlerinin bir anlamı yoktur.
Aksi görüş savunanların:
Aklının mükemmelliğine rağmen ebedilik yurdunda olduğu halde ebedilik ağacına
talib olmak, Adem için nasıl mümkün olabilir, şeklindeki sözlerine gelince; bu
soru tersinden onlara şöyle sorulabilir: Peki aklının mükemmelliğine rağmen
yokluk yurdunda ebedilik ağacına talip olması Adem için nasıl düşünülebilir?
Asgari aklı bulunan bir kimse için böyle birşey elbete ki düşünülemez. Peki
-Ebu Umame'nin ileride gelecek sözüne göre- insanların en üstün akıllısı olan
Hz. Adem hakkında böyle birşeyi nasıl düşünebilirsiniz?
6- istediğiniz Gibi
Yeyiniz:
"Ondan bol bol,
afiyetle, istediğiniz gibi yeyiniz" buyruğunda yer alan
"Afiyetle" kelimesi "ğayn" harfinin fethası ile (üstünlü)
okunmuştur. Nehai, İbn Vessab ise sükunlu okumuştur.
"Reğed" elde
edilmesinde zorluk çekilmeyen rahat, hoş ve bol geçim demektir. Şair der ki:
"Kişiyi nimet içinde görürsün, Afiyetle dolu bir yaşayış ile ve türlü
musibetlerden emin olarak."
Bir topluluğun eğer
verimi bol, geçim ve yaşayışı rahat ise durumlarını anlatmak üzere bu kökten gelen
kelimeler kullanılır. ''Afiyette'' anlamındaki kelimenin nasb ile kullanılması,
hazf edilmiş bir mastara sıfat olmasıyladır.
7- Yasak Ağaç:
"Yalnız bu ağaca
yaklaşmayınız." Yani, yemek suretiyle ona yaklaşmayınız. Çünkü başka
ağaçlardan yemek mübah kılınmıştı. İbnu'l-Arabi der ki: eş-Şaşi'yi, en-Nadr b.
Şumeyl'in meclisinde şöyle derken, dinledim: Eğer (ra harfi üstün okunarak):
(...): Yaklaşma denilecek olursa, bunun anlamı o fiili işleme demektir. Şayet
aynı harf ötreli okunacak olursa, ona yakın olma, demek olur. es-Sihah'da
belirtildiğine göre, (ra harfinin ötreli okunuşu ile) bir şeye yaklaşmak
anlamına gelmektedir. Geceleyin suya doğru yol alıp kişi ile su arasında bir
günlük mesafe kaldığını ifade etmek için ise, bu kökün (...) şekilleri kullanılır.
Bu şekilde, suya yaklaşmaya da (...) denilir'. el-Esmai der ki; Bedevi bir
araba: Karab (suya yakın olmak) ne demektir, diye sordum, Bana: Ertesi günü su
almak üzere geceleyin yol almak demektir, dedi.
İbn Atiyye der ki: Söz inceliğine
vakıf bazı kimseler şöyle demiştir: Şanı Yüce Allah, ağacın meyvesinden
yenilmesini yasaklamayı murad edince, hem onu yemeyi hem de ona yakın olmak
gibi yemeye iten bir işi yasaklamayı gerektiren bir lafız kullanmıştır ki o da
(yaklaşmak" lafzıdır. Yine İbn Atiyye der ki: İşte bu seddüzzerai'e dair
apaçık bir misaldir.
Kimi meani alimi de
şöyle demiştir: Yüce Allah'ın "yaklaşmayınız" diye buyurması, onların
bu günahı işleyeceklerini ve cennetten çıkacaklarını, Adem'in cennette
yerleşmesinin sürekli olmayacağını ifade eder. Çünkü ebedi olarak bir yerde
bırakılan bir kimseye, herhangi bir şey yasaklanmaz, ona emir verilmez, yasak
konulmaz. Buna delil de aynı zamanda Yüce Allah'ın: ''Muhakkak Ben yeryüzünde
bir halife yaratacağım" (el-Bakara 30) diye buyurmasıdır.İşte bu da onun
cennetten çıkarılacağının delilidir.
8- Bu Ağaç:
"Bu ağaca
yaklaşmayınız." tabiri Arapçada müphem (belirtisiz) olan bir isim yalnızca
elif lam'lı kelimeler ile nitelendirilir. İbn Muhaysın (...) şeklinde
okumuştur. Asıl olan da bu şekildir. Çünkü bu kelimenin sonundaki "h"
harfi ya harfinden bir bedeldir. Ondan önceki harfin esreli olması da bundan
dolayıdır. Kendisinden önceki harfin esreli geldiği ve müenneslik
"he"si bulunan başka bir kelime yoktur. Bunun sebebi ise bu
kelimenin, aslının ya oluşudur.
Şecere "ağaç":
Yeryüzü bitkilerinden sapı olanlara denilir. Bu kökten olarak
"meşcere" ağaçlık yer demektir.
9- Hz. Adem'e Yasak
Kılınan Ağaç Hangisi idi?
Tefsir alimleri, Hz.
Adem'e yemesi yasaklandığı halde yediği ağacın hangisi olduğu hususunda farklı
görüşler belirtmişlerdir. İbn Mes'ud, İbn Abbas, Said b. Cübeyr ve Cafer b.
Hubeyre'nin görüşüne göre bu, üzüm ağacıdır. Bize şarabın haram kılınış sebebi
de işte budur.
Yine İbn Abbas, Ebu
Malik ve Katade'ye göre bu, sünbüldür. Onun bir tanesi, sığırın böbreği gibi
idi, baldan tatlı ve yağdan yumuşaktı. Bu görüş Vehb b. Münebbih'e aittir.
Yüce, Allah Hz. Adem'in tevbesini kabul edince sünbülü (başağı) soyundan
gelenlere gıda kıldı.
İbn Cüreyc'in bazı
sahabilerden rivayet ettiğine göre o, incir ağacı idi. Said de Katade'den bu
şekilde rivayet etmiştir. Bu bakımdan rüyasında incir yediğini gören bir
kimsenin bu tutumu pişmanlık duyması şeklinde yorumlanır. Çünkü Hz. Adem onu
yediği için pişmanlık duymuştur. Bu görüşü de esSüheyli zikretmektedir.
İbn Atiyye der ki:
Ağacın hangisi olduğunu belirten bu rivayetler arasında Hz. Peygamber'den gelen
bir haber ile desteklenen bir rivayet yoktur. Bu konuda takınılacak en doğru
tutum, şanı Yüce Allah'ın Hz. Adem'e bir ağaçtan yemeyi yasakladığı ve Hz.
Adem'in bu emre uymayıp oradan yediği, ondan yemek suretiyle de asi olduğudur.
Ebu Nasr el-Kuşeyri de
der ki: İmam olan babam -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- şöyle derdi: Genel
olarak şunu biliyoruz ki, bu ağaç, Adem'in sınanması için yasak kılınmış bir
ağaçtı.
10- Yasak ve Tehdide
Rağmen Hz. Adem Ağaçtan Nasıl Yedi.?
Yine tefsir alimleri,
yasak ile birlikte yer alan "zulmedenlerden olursunuz" tehdidine
rağmen Hz. Adem'in o ağaçtan nasıl yediği hususnda farklı görüşlere sahiptirler.
Bazıları şöyle demektedir: Kendisine işaret edilen ağacın dışında başka bir
ağaçtan yediler. Onlar konu ile ilgili bu nehyin o türden olan bütün ağaçları
kapsadığı şeklinde bir yorum yapamamışlardı. Sanki İblis, bu konuda emrin
zahirini esas alıp hareket etmek şeklinde Hz. Adem'i aldatmış gibidir. İbn
Arabi der ki: Bu görüşe göre bu ağaçtan yemek Yüce Allah'a karşı ilk isyandır.
(İbnü'l- Arabi devamla)
der ki: Bunda "bu ekmekten" yememek üzere yemin edip de onun
cinsinden ekmek yiyen kimsenin yeminini bozmuş olacağına dair bir delil vardır.
Konu ile ilgili mezheplerin tahkiki sonucu şudur:
İlim adamlarının
çoğunluğu o takdirde yeminini bozmuş olmaz, demişlerdir. İmam Malik ve
mezhebine mensup olanlar ise, şöyle demektedirler: Eğer yemin esnasında yapılan
işaret ile kendisine işaret edilen ekmeğin tayini sözkonusu ise, o takdirde o
ekmeğin cinsinden yemekle yeminini bozmuş olmaz. Şayet yeminin yapılması, yahut
sebebi veya niyeti eğer cinsin tayinini gerektirmiş ise, yemin o ekmeğin
cinsine hamledilir ve o ekmekten başkasını yemek suretiyle yeminini bozmuş
olur. İşte Adem (a.s.) kıssası da buna göre yorumlanmıştır. Çünkü Hz. Adem'e
tayin edilen bir ağaçtan yemesi yasak kılınmakla birlikte ağacın cinsi
kastedilmiştir. O ise sözü, anlamına (yani cinsin anlatılmak istendiğine) değil
de lafza göre yorumlamıştır.
Bizim mezhebimize mensup
ilim adamları, buna dair şer'i bir mesele hakkında farklı görüşlere sahip
olmuşlardır. Şöyle ki, bir kimse bu buğdaydan yememek üzere yemin etse, ondan
yapılmış ekmek yese, konu ile ilgili iki görüş vardır. "el-Kitab"da
denildiğine göre, buğday bu şekilde yenildiğinden dolayı, o buğdaydan yapılmış
olan ekmeği yiyen yeminini bozmuş olur. İbnu'l-Mevvaz ise der ki: Bu konuda
herhangi bir sorumluluğu yoktur. Çünkü o buğday yemiş değildir. Sadece ekmek
yemiştir. Böylelikle (İbnu'l-Mevvaz) hem ismi hem sıfatı göz önünde bulundurmuş
olur. Yemin eden kişi: Ben bu buğdaydan yemeyeceğim dese, o buğdaydan yapılmış
olan ekmeği yediği takdirde yeminini bozmuş olur.
O buğdayın bedeli ile
yiyecek birşeyalıp yese, yahut o buğdayın tohum olarak kullanılıp ondan
bitenlerden yemesi hakkında ise görüş ayrılığı vardır.
Başkaları da şöyle
demiştir: Adem ile Havva burada kendilerine yapılan yasağı mendupluk ifade
edecek şekilde yorumlamışlardır. İbnu'l-Arabi der ki: Bu her ne kadar usul-u
fıkh mes'elelerinden birisi ise, de bu husus burada sözkonusu edilmiştir. Çünkü
Yüce Allah burada: "Yoksa ikiniz de zalimlerden olursunuz" diye
buyurmuş ve nehiy ile tehdidi bir arada zikretmiştir. Yüce Allah'ın şu
buyruğunda da aynı şey sözkonusudur: "Sakın sizi cennetten çıkarmasın,
sonra sıkıntıya uğrarsın." (Ta-ha, 117)
İbnu'l-Müseyyeb der ki:
Adem o ağaçtan Havva kendisine şarap içirip de sarhoş olduktan ve aklı başından
gittikten sonra yemiştir. Yezid b. Kusayt da böyle demiştir. Her ikisi de,
Allah adına yemin ederek, Hz. Adem'in aklı başında olduğu halde o ağaçtan
yemediğini söylemişlerdir. Ancak İbnu'l-Arabi der ki: Ancak böyle bir iddia hem
akli bakımdan tutarsızdır, hem de nakli bakımdan. Nakli bakımdan tutarsız
olması herhangi bir şekilde buna dair sahih bir rivayetin gelmemesinden
dolayıdır. Diğer taraftan Yüce Allah, cennetteki şarabın niteliklerini
belirtirken: ''Onda herhangi bir zarar yoktur" (esSaffat, 47) diye
buyurmaktadır. Akli açıdan bunun tutarsız olmasına gelince, peygamberler
peygamber olduktan sonra farzları yerine getirmelerine imkan vermeyecek ve
günahları işleme cesaretini kazandıracak şeylerden korunmuşlardır.
Hz. Adem'in
Peygamberliği:
Derim ki: Bazı ilim
adamları, Hz. Adem'in cennette yerleştirilmesinden önce peygamber olduğu
hükmünü Yüce Allah'ın: ''O da onlara isimlerini haber verince ..
"(el-Bakara 33) buyruğundan çıkarmışlardır. Şanı Yüce Allah, ona
meleklerin sahib olmadığı, Yüce Allah'ın ilminden birtakım bilgileri haber
vermesini emretmiştir.
Hz. Adem'in unutarak
yasak ağaçtan yediği de söylenmiştir. Onların yemeleri halinde karşı karşıya
kalacakları tehdidi unutmuş olmaları mümkündür.
Derim ki: Doğrusu da
budur. Çünkü Yüce Allah, Kitab-ı Kerim'inde bunu çok kesin ve açık bir ifadeyle
dile getirerek şöyle buyurmuştur: ''Andolsun ki bundan önce biz Adem'e
vahyettik, o da unuttu, biz onun (günaha) kastettiğinigörmedik. " (Ta-ha,
115) Fakat peygamberlerin marifetlerinin çokluğu, makamlarının yüksekliği dolayısıyla
başkaları için gerekmeyen fakat kendileri için gereken bir dikkat ve uyanıklığa
sahip olmaları gerekir. O bakımdan Hz. Adem'in bu şekilde kendisine yapılan
yasağı hatırlamasını engelleyecek başka şeylerle uğraşması, emri zayi etmektir
ve bundan dolayı o asi yani emre aykırı hareket eden bir kişi konumuna
düşmüştür. Ebü Umame der ki: Eğer şanı Yüce Allah'ın insanları yarattığı günden
Kıyamet gününe kadar bütün Ademoğullarının kendilerini dizginlemeleri bir
kefeye, Adem'in de kendisini dizginlemesi öteki kefeye konulacak olursa,
Adem'in kendisini dizginlemesi onlardan daha ağır basar. Nitekim Yüce Allah:
"Biz onda (günaha karşı) bir kasıt görmedik." (Ta-ha, 115) diye
buyurmaktadır.
Derim ki: Ebü Umame'nin
bu sözü bütün Ademoğulları hakkında genel bir ifadedir. Aralarından
peygamberimiz Muhammed (s.a.v.)'i bunun dışında bir istisna kabul etmesi
ihtimali vardır. Çünkü Peygamber Efendimiz, kendisini dizginlemesi ve aklı
itibariyle insanların en ileri derecede olanıdır. Onun bu sözünün aynı şekilde
peygamberler dışında kalan Ademoğullarının kendilerini dizginlemesi şeklinde
bir anlam ifade etmesi de muhtemeldir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Derim ki: Konu ile
ilgili birinci görüş de aynı şekilde güzeldir. Buna göre, onlar yasak kılınan
ağaçtan sadece tayin edilen ağaç olduğunu sanmışlar, halbuki kasıt o ağacın
türünden olan bütün ağaçları da kapsamakta idi. Peygamber Efendimizin, bir
parça altın ve bir parça ipek kumaş alıp: "Bu ikisi ümmetimin erkeklerine
haramdır" bir başka rivayete göre de: "Bu ikisi ümmetimi helak
edecektir" demesi gibi. Hz. Peygamber bu ifadeleriyle muayyen olarak o iki
parçayı değil, onların cinsini kastetmiştir.
11- Emre Aykırı
Hareketleri Nasıl Gerçekleşti?
Denilir ki: Yasak
ağaçtan ilk yiyen -ileride de açıklanacağı şekilde- İblisin aldatması ile Havva
olmuştur. Ve ilk olarak İblis, Havva ile konuşmuştur. Çünkü Havva yastığın
vesvesecisidir. (Erkeğe vesvese kadınlardan gelir, anlamındadır). Kadınlar
aracılığıyla erkeklerin karşı karşıya kaldıkları ilk fitne de budur. İblis, Havva'ya
şöyle dedi: Sizin bu ağacı yemekten alıkonulmanızın tek sebebi bunun ebedilik
ağacı olmasıdır. Çünkü İblis, her ikisinin de ebedi kalmayı sevdiklerini
öğrenmişti. O bakımdan onların hoşuna gidecek sevdikleri bir şeyi öne sürdü.
"Zaten kişinin birşeyi sevmesi, onu sağır ve kör eder." Havva, Hz.
Adem'e yeme teklifini yapınca o, bu teklifini reddetti ve Allah'ın kendilerine
verdiği emri hatırlattı. İblis, Havva'ya ısrar etti, o da Adem'e ısrar etti.
Nihayet Havva şöyle dedi: O ağaçtan senden önce ben yiyeyim. Bundan dolayı bana
bir zarar gelirse sen kurtulmuş olursun. Havva ağaçtan yediği halde bir
zararını görmedi. Hz. Adem'e gelip: Ye, ben yedim ve bana bir zararı olmadı,
deyince Hz. Adem de yedi ve bu sefer onların ayıp yerleri görünmeye başladı;
her ikisi bu şekilde günahı işlemenin hükmüne maruz kaldılar. Çünkü Yüce Allah,
her ikisine hitaben: "yalnız bu ağaca yaklaşmayınız" diye emir vermiş
ve yasağı ikisine yöneltmişti. O bakımdan her ikisi de yasağı işlemediği sürece
sadece Havva o ağaçtan yediğinden dolayı, günahın işlenmesi mukabilinde
sözkonusu olan ceza sadece Havva'ya verilmedi. Hz. Adem ise bu inceliği
farkedememişti.
İşte bundan dolayı kimi
ilim adamı şöyle demiştir: İki hanımına veya iki cariyesine birisi: İkiniz bu
eve girdiğiniz takdirde ikiniz de boşsunuz, yahut hürsünüz diyecek olur ise,
boşama ve hürriyete kavuşma onlardan bir tanesinin o eve girmesiyle
gerçekleşmez. Bizim mezhebimize mensup ilim adamları, bu hususta üç ayrı görüş
ortaya atmışlardır. İbnu'l-Kasım der ki: Her ikisi de girmedikleri sürece
hanımları boş olmaz, cariyeleri de azad olmaz. Bu görüşü ile konu ile ilgili bu
asıl kaideyi benimsemiş ve lafzın mutlak ifadesinin bunu gerektirdiği esasından
hareket etmiştir. Sühnun da bu görüştedir.
İbnu'l-Kasım bir başka
seferinde de şöyle demiştir: Onlardan herhangi birisinin eve girmesiyle
birlikte her iki hanımı da boş olur, yahut her iki cariyesi de azat olur. Çünkü
yeminin kısmen bozulması da tamamen bozulması demektir. Nitekim şu iki ekmeği
yememek üzere yemin etse, bunlardan birisini yemekle yeminini bozmuş olur.
Hatta ikisinden bir lokma yese dahi yeminini bozmuş olur.
Eşheb de der ki: Tek
başına giren hanım boş olur ve cariye ise azad olur. Çünkü onlardan her birisinin
girmesi, boşanmasının yahut azad edilmesinin bir şartıdır. İbnu'l-Arabi der ki:
Bu ise uzak bir ihtimaldır. Çünkü şartın bir kısmı, icma ile şartın tümü
değildir.
Derim ki: Doğrusu
birinci görüştür. Yapılan yasak eğer iki ayrı fiile talik edilmiş (bağlanmış)
ise ancak ikisi tarafından işlenmesiyle bu yasağa muhalefet gerçekleşmiş olur.
Çünkü herhangi bir kimse: İkiniz şu eve girmeyiniz diyecek olsa, onlardan
birisi girse her ikisi birlikte o yasağa aykırı hareket etmiş olmazlar. Çünkü
Yüce Allah'ın: "Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız" buyruğu Adem ile
Havva'ya yapılan bir yasağı, "yoksa ikiniz de zulmedenlerden
olursunuz" buyruğu ise, bu yasağın çiğnenmesi halinde karşı karşıya
kalınacak cezayı ifade eden cevaptır. Bundan dolayı her ikisi de bu yasağı
işlemedikleri sürece zalimlerden olmamışlardı. O bakımdan Havva, tek başına
yasak ağacın meyvesini yeyince herhangi bir cezaya çarptırılmadı. Çünkü yasak
kılınan şey, tam ve eksiksiZ olarak işlenmemişti. Hz. Adem ise bu inceliği
farkedememiş, o bakımdan o da umuda kapılmış ve bu hükmü unutmuş idi. Yüce
Allah'ın: ''Andolsun ki bundan önce biz Adem -e vahyettik. O ise unuttu"
(Ta-ha, 115) buyruğunun anlamı budur.
Denildiğine göre, Hz.
Adem'in unuttuğu ise şu buyruğunda dile getirilen gerçekler ve tehditlerdir:
''Şüphesiz ki bu sana ve zevcene düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın,
sonra sıkıntıya uğrarsınız" (Ta-ha, 117) Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
12- Peygamberler Küçük
Günah İşler mi?
Bu hususta ilim
adamlarının farklı görüşleri vardır. Acaba peygamberlerin -Allah'ın selamı
hepsine olsun- kendileri sebebiyle sorgulanacakları ve siteme maruz kaldıkları
küçük günahları işledikleri olmuş mudur, olmamış mıdır? Bununla birlikte bütün
ilim adamları peygamberlerin büyük günahları işlemekten, aynı şekilde
ayıplanmayı, eksikliği ve düşüklüğü gerektiren her türlü alçaltıcı işten de
masum olduklarını ittifakla kabul etmişlerdir. Kadı Ebu Bekr (el-Bakıllanl)'ye
göre bu, icma ile böyledir. üstad Ebu İshak el-İsrefainı'ye göre ise, bunun
böyle olması mucize delilinin bir gereğidir. Mu'tezile'ye göre ise, bu durum
-kendi delillendirme usullerine göre- aklın konu ile ilgili delilinin bir
gereğidir.
Taberi ve bazı fakihler,
kelamcılar ve hadis bilginleri der ki: Peygamberlerden küçük günahlar sadır
olur. Bu konuda: Peygamberler bütün bunlardan korunmuşlardır (masumdurlar).
Rafızılere muhalefet ederler. Delil olarak ise, Kur'an-ı Kerim'de konu ile
ilgili delilleri ve bunu ifade eden anlamları çıkardıkları hadis-i şerifleri
gösterirler. Bu husus açıktır ve bunun anlaşılmayacak bir tarafı yoktur. Malik,
Ebu Hanife ve Şafii mezhebine mensup fukahanın cumhuru ise şöyle demektedirler:
Peygamberler, tüm büyük günahlardan nasıl korunmuş iseler, bütün küçük
günahlardan da öylece korunmuşlardır. Çünkü bizler fiillerinde, uygulamalarında
ve yaşayışlarında herhangi bir karineyi göz önünde bulundurmaksızın mutlak
olarak onlara uymakla emrolunmuşuzdur. Onların küçük günahı işleyebileceklerini
caiz kabul edersek onlara uymak mümkün olmaz. Çünkü onların işledikleri
herhangi bir fiilin maksadı, ya Allah'a yakınlaştırıcıdır ve mübahtır yahut da
yasak veya masiyettir. Fakat bir kişiye masiyet olma ihtimali olan bir işi
yerine getirmesini emretmek doğru değildir. Özellikle usul alimleri arasında,
çatışma olması halinde uygulamayı sözden öncelikli kabul edenlerin görüşüne
göre bu, böyledir.
üstad Ebu İshak
el-İsferainı der ki: İlim adamları küçük günahlar hususunda farklı görüşlere
sahiptirler. Çoğunluğun kabul ettiği görüşe göre peygamberlerin küçük günah
işlemeleri caiz değildir. Kimisi de caiz kabul etmiştir. Ancak bu meselede
dayanak teşkil edecek asli bir delil yoktur. Birinci görüşü kabul eden sonraki
alimlerden kimisi şöyle demiştir: Söylenmesi gereken şudur: Şanı Yüce Allah,
onların bir kısmının birtakım günahları işlediklerini haber vermiş, bu
günahları kendilerine nisbet etmiş, bundan dolayı da onlara sitem etmiştir.
Yine onlar, kendilerinin bu tür hataları işlediklerini haber vermiş, ancak
onlardan sıyrılmış, ondan kopmuş ve tevbe etmişlerdir. Bütün bu hususlar -bir
iki tanesini te'vil etmek mümkün olsa bile- tamamını te'vil etmek mümkün
olmayacak şekilde birçok yerde varid olmuştur. Ancak bunların hepsi de
peygamberlerin makamlarını küçültecek özellikte değildir. Onların işledikleri
bu küçük hatalar, nadiren sadır olmuştur ve hata yoluyla veya unutarak
olmuştur. Ya da böyle bir işi işlemelerine götürecek bir te'vil sonucu meydana
gelmiştir. Ve onların bu hataları başkalarınınkine nisbetle hasenattır. Onların
mevkilerine, kıymet ve kadirlerinin yüksekliğine nisbetle ise onlar hakkında
bir günahtır. Çünkü seyisin mükafat görebileceği bir işi yaptığından dolayı
vezir sorumlu tutulabilir. O bakımdan peygamberler güvenlik içinde olduklarını,
esenlik içinde olduklarını, bilmekle birlikte Kıyamet gününde bunlardan dolayı
sorguya çekileceklerinden çekinmişlerdir. Ebü İshak der ki: İşte doğrusu da
budur.
Cüneyd'in şu sözleri
güzeldir: İyiler için hasenat olan şeyler mukarrebler için seyyiat olabilir. O
bakımdan naslar, peygamberlerin -Allah'ın salat ve selamları üzerine olsun-
birtakım günahları işlediklerine delil teşkil etseler bile bu, onların makam ve
mevkilerini sarsmaz, rütbelerini düşürmez. Aksine Yüce Allah, onların bu
hallerini telafi etmiş, seçmiş, hidayete iletmiş, övmüş, arındırmış, üstün
tutmuştur. Allah'ın salat ve salamları üzerlerine olsun.
13- Zulüm:
"Yoksa ikiniz de
zulmedenlerden olursunuz." Zulüm, asıl anlamı itibariyle bir şeyi olması
gereken yerden başka bir yere koymaktır. Hiçbir şekilde kazılmamış, fakat
sonradan kazılan yere de "mazlum yer" denilir. en-Nabiga der ki:
"Akşam vakitleri durup orada ona sorarak; Cevap veren olmadı, orada kimse
de yoktu zaten; Sadece hayvanların bağlandığı seçemediğim kazıklar vardı,
Bir de hiç kazılmamış
toprağa kazılmış çukurlar gibi etrafını çeviren eşikler." Kazıdan çıkarılan
toprağa da "ez-zalim" denilir. Şair der ki: "Korkudan sonra bir çukurda (kabirde)
buldu kendini O çukura (önceden alınmış) toprakları (zalim) geri konarak."
Herhangi bir hastalığı
olmaksızın deve kesildiği takdirde "zulmedilmiş" olur, denilir. Şairin:
"Develere zulmedicidirler" ifadesi de bu türdendir.
Erken sağılan süte de
"zalime" denilir. İçinde yağ ve sütün konulduğu tulumdan tereyağını
çıkarmadan önce başkasına süt içirdiği vakit de "zulmetti" tabiri
kullanılır. O süt için de "mazlum ve zalim" denilir. Şairin şu
sözleri de bu türdendir: "Ve bir kadın ki şöyle der: Ben kırbama zulmettim
Damak hiç bu yağı alınmamış sütün farkına varmaz olur mu?"
Çok zulmeden kimseye
"zalim" denilir, aynı zamanda zulüm: Şirk anlamındadır. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmuştur: ''Şüphesiz şirk büyük bir zulümdür." (Lukman, 13)
" ... ve ondan bol
bol, afiyetle istediğiniz gibi yeyiniz." Ordan hesapsız olarak yeyiniz
demektir. Herhangi bir şekilde sıkıntıya maruz kalmaksızın bol bol yeyiniz.
Genişlik, bolluk ve bol verim sözkonusu olan topluluk hakkında -ayet-i
kerimedeki kökten gelen (...) denilir. Bunun anlamına dair açıklamalar daha
önceden de (altıncı başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN