AL-İ İMRAN 135 |
وَالَّذِينَ
إِذَا فَعَلُواْ
فَاحِشَةً
أَوْ
ظَلَمُواْ
أَنْفُسَهُمْ
ذَكَرُواْ
اللّهَ
فَاسْتَغْفَرُواْ لِذُنُوبِهِمْ
وَمَن
يَغْفِرُ
الذُّنُوبَ
إِلاَّ
اللّهُ وَلَمْ
يُصِرُّواْ
عَلَى مَا
فَعَلُواْ
وَهُمْ
يَعْلَمُونَ |
135. Ve onlar ki,
çirkin bir iş yaptıklarında yahut kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı anarlar
ve hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Zaten günahları Allah'tan başka kim
bağışlar ki? Ve onlar, yaptıklarında bile bile ısrar da etmezler.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:
1- Ayetin Nüzul Sebebi:
2- Günahları Bağışlayan Yalnız
Allah'tır:
3- Kuran üzerinde Tefekkürün Tevbe
Etmekteki ve Günahlardan Kaçınmaktaki Rolü:
4- Allah'ın Bağışlayıcılığı:
5- Çeşitli Günahlardan Tevbe Şekli:
6- Günahını Hatırlamayan ve Bilmeyen
Kimsenin Tevbe Etmesi:
7- Kişinin Kalbi Kararlarından
Sorumluluk Derecesi:
1- Ayetin Nüzul
Sebebi:
Yüce Allah: "Ve onlar
ki, çirkin bir iş yaptıklarında yahut kendilerine zulmettiklerinde ... "
buyruğuyla bir önceki ayette sözü eden kesimden daha aşağıda bir başka kesimi
sözkonusu etmekte ve rahmet ve lütfuyla bunları da onlara katmaktadır. Burada
sözü edilenler, tevbe eden kimselerdir.
İbn Abbas, Ata yoluyla
gelen rivayetinde şöyle demektedir: Bu ayet-i kerime -Ebü Mukbil künyeli-
hurmacı Nebhan hakkında nazil olmuştur. Ona, güzelce bir kadın gelmiş, o kadına
hurma satmıştı. Kadını alıp kucaklamış, öpmüştü. Fakat yaptığına pişman olup,
Peygamber (s.a.v.)'ın huzuruna gitmiş, dunimu ona anlatınca, bu ayet-i kerime
nazil olmuştu.
Ebü Davüd et-Tayalisı de
Müsned'inde, Ali b. Ebi Talib (r.a )'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Bana
Ebu Bekir anlattı. -Ki, Ebu Bekir doğru söylemiştir- Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurdu: "Bir kul, bir günah işledikten sonra, abdest alır, iki rekat
namaz kılar, sonra da Allah'tan mağfiret dileyecek olursa, mutlaka Allah ona
mağfiret buyurur. Daha sonra şu: "Ve onlar ki, çirkin bir iş yaptıklarında
veya kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı anarlar ve hemen günahlarının
bağışlanmasını dilerler" ayeti ile diğer ayeti yani "Kim bir kötülük
yapar yahut kendisine zulmeder de ... "(en-Nisa, 110) ayetini okudu. Bu
hadisi Tirmizi de rivayet etmiş ve: Hasen bir hadistir demiştir.
Bu, umumi bir buyruktur.
Ayet-i kerime, kimi zaman özel bir sebep dolayısıyla nazil olur, sonra da bu
işi yapanı, yahut ondan fazlasını yapanı da kapsayabilir.
Şöyle de denilmiştir: Bu
ayet-i kerime, bir gazaya gitmek üzere çıkan bir Sakifli'nin ensardan bir
arkadaşını aile halkına bakmak üzere görevlendirmesi üzerine nazil olmuştur.
Ensardan bıraktığı bu kişi, bu hususta Sakifliye hanımının üzerine hücum etmek
suretiyle ihanet etmişti. Kadın kendisini savunurken elini öpmüş ancak, bu
yaptığına da pişman olunca, pişmanlık duyup tevbe ederek insanlardan kaçıp
(dağlarda) dolaşmaya koyuldu. Sakifli kişi evine dönünce, hanımı ona
arkadaşının yaptığını bildirdi. O da arkadaşını aramaya çıktı. Nihayet adamı
alıp Ebu Bekir ve Ömer'in yanına onların nezdinde bir kurtuluş bulur ümidiyle
götürdü. Ebu Bekir'le Ömer, o kişiyi azarladılar. Daha sonra Peygamber
(s.a.v.)'ın yanına gidip ona arkadaşının yaptığını haber vermesi üzerine bu ayet-i
kerime nazil oldu. Ancak, naklettiğimiz hadis-i şerif dolayısıyla ayetin umumi
olması daha uygundur.
İbn Mes'ud'dan rivayet
edildiği ne göre, ashab-ı kiram: Ey Allah'ın Rasülü demişler, İsrailoğulları
Allah katında bizden daha üstün idiler. Çünkü onlardan günah işleyen bir
kimsenin bu günahı sabahleyin evinin kapısı üzerinde yazılı olduğu görülürdü.
Bir rivayette ise, o günahının keffareti evinin eşiği üzerinde yazılı
bulunurdu: Burnunu kes, kulağını kopar, şu işi yap gibi. Yüce Allah da bu
ayet-i kerimeyi İsrailoğullarına yapılan bu uygulamanın yerine bir bedel, bir
genişlik ve bir rahmet olmak üzere indirdi. Yine rivayet olunduğuna göre İblis,
bu ayet-i kerime nazil olunca ağlamış.
Çirkin iş (el-Fahişe),
her masiyet hakkında kullanılır. Bununla birlikte özel olarak zina hakkında
çokça kullanılmıştır. O kadar ki, Cabir b. Abdullah ve es-Süddi bu ayet-i
kerimedeki bu kelimeyi "zina" diye tefsir etmişlerdir.
"Yahut kendilerine
zulmettiklerinde" buyruğundaki "yahut" anlamını veren
"ev"in, "ve" anlamında olduğu söylenmiştir, maksat ise
kebairden aşağı olan küçük günahlardır.
"Allah'ı
anarlar." Yani, onun cezasından korkmayı ve O'ndan hayayı hatırlarlar.
ed-Dahhak: Allah'ın huzurunda o en büyük sunuluşu hatırlarlar diye
açıklamıştır.
Bunun, kendi kendilerine
Allah'ın bunu kendilerinden soracağını düşünürler, anlamına geldiği de
söylenmiştir ki, bu açıklamayı el-Kelbi ve Mukatil yapmıştır. Yine Mukatil'den
nakledildiğine göre: Onlar, günah işlediklerinde dilleriyle Allah'ı
hatırlarlar, demektir.
"Ve hemen
günahlarının bağışlanmasını dilerler." Günahları dolayısıyla bağışlanma
isterler. Bu anlamı, yahut bu lafzı ihtiva eden her bir dua istiğfardır.
Bu surenin baş
taraflarında (3/16- 17. ayetlerin tefsirinde) seyyidü'l-istiğfar (istiğfar'ın
başı, en üstünü) geçmiş ve onun vaktinin seher vakitleri olduğu belirtilmiştir.
İstiğfar büyük bir iştir. Sevabı da büyüktür. O kadar ki, Tirmizi, Peygamber
(s.a.v.)'dan şöyle buyurduğum! rivayet etmektedir: "Her kim: (...):
Kendisinden başka hiçbir ilah olmayan, Hay ve Kayyum olan Allah'tan mağfiret
dilerim ve O'na tevbe ederim, diyecek olursa, o, savaştan kaçmış olsa dahi
günahları bağışlanır. ''
Mekhul de Ebu
Hureyre'den şöyle dediğini rivayet eder: Ben Resulullah (s.a.v.)'dan daha çok
istiğfar ederek mağfiret dileyen bir kimse görmedim. Mekhul de der ki: Ben de
Ebu Hureyre'den daha çok istiğfar edip bağışlanma dileyen kimse görmedim.
Mekhul'ün kendisi de çokça istiğfar edip bağışlanma dileyen bir kimse idi.
İlim adamlarımız derler
ki: Asıl istenen istiğfar, günah üzere ısrarın düğümlerini çözen ve manası
kalpte yer eden istiğfardır. Yoksa dil ile söylenen bağışlanma dileği değildir.
Diliyle "estağfirullah" demekle birlikte, kalbiyle masiyeti üzere
ısrar edenin istiğfarı ise, ayrıca bir istiğfarı gerektirmektedir. Ve onun
işlediği küçük günahı da büyük günahlara katılır. Hasan-ı Basri'den şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Bizim istiğfarımızın da ayrıca istiğfara ihtiyacı
vardır.
Derim ki: O, bunu kendi
dönemi hakkında söylemektedir. Ya bizim bu zamanımız da alay edercesine, hafife
alırcasına günahından ötürü Allah'tan bağışlanma dilediği iddiasıyla tesbihini
elinde tuttuğu halde günahtan vazgeçmemek kararlılığında ve zulme abanmış
haliyle insanların görüldüğü şu bizim zamanımız hakkında ne denilir! Kur'an-ı
Kerim'de ise: ''Allah'ın ayetlerini alaya almayın" (el-Bakara, 231) diye
buyurulmaktadır ki, buna dair açıklamalar daha önceden (2/67 ile 231. ayetlerin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
2- Günahları
Bağışlayan Yalnız Allah'tır:
Yüce Allah'ın: "Zaten
günahları Allah'tan başka kim bağışlar ki?" buyruğu, masiyeti bağışlayıp,
onun cezasını ortadan kaldıran Allah'tan başka kimse yoktur demektir.
"Ve onlar,
yaptıklarında bile bile ısrar da etmezler." Yani, yaptıkları (hatalar)
üzere sebat etmez ve kararlı olmazlar. Mücahid der ki: Bunu devam ettirip
gitmezler, demektir. Ma'bed b. Subayh da der ki: Ali (r.a) yanında olduğu halde
Osman (r.a)'ın arkasında namaz kıldım. Bize dönüp şöyle dedi: Ben abdestsiz
namaz kıldım. Daha sonra gidip abdest aldı ve namaz kıldı.
"Ve onlar
yaptıklarında bile bile ısrar da etmezler" buyruğunda sözü geçen ısrar,
kalp ile bir işi yapmaya karar vermek ve onu işlemeyi terk etmemektir. (...):
Dinarların üzerini bağladı, ifadesi de buradan gelmektedir. el-Hutay'a da
atları vasfederek şöyle demektedir:
"Yavaşlamış atların
arkalarından kamçılarla gittiklerinde (koşmalarında) sebat gösteren o atların
tersleri kurur, Yapış ır birbirine ve siyaha çalan bir renk alır."
Katade der ki: Israr,
masiyetler üzerinde sebat göstermek demektir. Nitekim şair şöyle demektedir:
"Dar yollarının sakladıklarını geceleyin ısrarla işler Kalbiyle (günaha)
ısrar edip aldatan her kişinin vay haline!"
Sehl b. Abdullah der ki:
Cahil ölüdür. Unutkan ise uykudadır. Asi sarhoştur, günahı üzere ısrar eden
helak olmuştur. Israr etmek, sonraya ertelemektir. Sonraya ertelemek, yarın
tevbe ederim demektir. Bu da nefsin bir iddiasıdır. Hem yarına kendisi malik
değilken yarın nasıl tevbe edebilir?
Sehl'den başkaları da
şöyle demiştir: Israr, tevbe etmemeye niyet etmektir. Eğer samimi bir şekilde
tevbe etmeyi niyet edecek olursa, o ısrar eden bir kişi olmaktan çıkar.
Ancak, Sehl'in görüşü
daha güzeldir. Peygamber (s.a.v.)'dan da: "(Günaha) ısrar ile birlikte
tevbe olmaz" buyurduğu rivayet edilmiştir.
3- Kuran üzerinde
Tefekkürün Tevbe Etmekteki ve Günahlardan Kaçınmaktaki Rolü:
İlim adamlarımız der ki:
Kişiyi tevbeye ve günahlar üzerinde ısrardan vazgeçmeye iten, aziz ve gaffar
olan Allah'ın Kitab'ı, Şanı Yüce Rabbimizin sözünü ettiği cennetin niteliklerine
ve itaatkarlara vadettiklerine dair açıklamaları, cehennem azabı ile
isyankarlara yaptığı tehditleri üzerinde devamlı düşünmektir. Bir kişi, bu
şekilde tefekkürünü sürdürür ve Allah'tan korkması ve nimetlerini umması güç
kazanıncaya kadar devam ettirirse, Yüce Allah'a nimetini umarak, azabından
korkarak dua eder. Allah'ın nimetlerini umup, azabından korumak ise, korku ve
ümidin bir semeresidir. Kişi, bunun sayesinde Allah'ın cezasından korkar, O'nun
mükafatını umar. Doğruya ulaşmak başarısını ihsan eden ise şanı Yüce Allah'tır.
Şöyle de denilmiştir:
Kişiyi tevbeye ve günahlardan vazgeçmeye iten, günahların -öldürücü zehirler
olmalarından ötürü- çirkinliklerine ve zararlarına Allah'ın mutluluğa iletmek
istediği kimseye ilahı bir yolla dikkatini çekmesidir.
Derim ki: Bu, sadece
lafızda bir ayrılıktır. Anlam itibariyle (öncekinden) bir farklılık ihtiva
etmiyor. Çünkü insan, ancak Yüce Allah'ın insanın dikkatini çekip uyarması
sonucunda Allah'ın vaidleri ve tehditleri üzerinde tefekkür eder. Kul, Yüce Allah'ın
başarı ihsan etmesi sonucunda kendi nefsine bakıp işlemiş olduğu günahlarla ve
hatalarla dolup taştığını fark edip, bundan dolayı da kusurlarına pişmanlık
duyarak, şanı Yüce Allah'ın cezasından korkarak, geçmişte yaptıklarının
benzerini terke koyulacak olursa, ancak ona:
"Tevbe eden
kimse" demek mümkündür. Eğer bu şekilde olmayacak olursa, artık bu,
masiyet üzerinde ısrar eden ve helak oluşun sebeplerini terketmeyen bir kimse
olur. Sehl b. Abdullah der ki: Tevbe edenin alameti, işlemiş olduğu günahından
dolayı, -Tebuk Gazası'nda geriye kalan üç kişi gibi (Bk. et-Tevbe, 118)-
yiyecek ve içecekten kesilmesidir.
4- Allah'ın
Bağışlayıcılığı:
Yüce Allah'ın: "Ve
onlar, yaptıklarında bile bile ısrar da etmezler" buyruğu ile ilgili
çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bunun, yani onlar, günahlarını hatırlayıp
onlardan tevbe ederler anlamına geldiği söylenmiştir. en-Nehhas, bu güzel bir
görüştür demektedir.
"Onlar bile bile
... " buyruğunun, Benim günah işlemeyi cezalandıracağımı ısrarla bile bile
... anlamına geldiği de söylenmiştir.
Abdullah b. Ubeyd b.
Umeyr der ki: Onlar, eğer tevbe ettikleri takdirde, Allah'ın da tevbelerini
kabul edeceğini bilirler, demektir. Yine: Onlar, günahlarından dolayı mağfiret dileyecek
olursa, günahlarının bağışlanacağını bilirler anlamındadır, diye de
açıklanmıştır. Bir başka açıklamaya göre de, onlar, 'Benim kendilerine neleri
haram kıldığımı bile bile yapmazlar. Bu açıklamayı da İbn İshak yapmıştır. İbn
Abbas, el-Hasen, Mukatil ve el-Kelbı derler ki: Onlar, günah üzerinde ısrarın
zararlı, onu terk etmenin, o günahı sürdürmekten daha hayırlı olduğunu bilirler
(ve bundan dolayı da günahtan vazgeçerler). el-Hasen b. el-Fadl da der ki:
Onlar, günahları bağışlayan bir Rabblerinin bulunduğunu bilirler.
Derim ki: el-Hasen b.
el-Fadl bu açıklamayı, Ebu Hureyre (r.a)'ın rivayet ettiği şu hadisten
almıştır. Peygamber (s.a.v.) aziz ve celil olan Rabbinin şu buyruğunu bize
aktarmıştır: "Kul, bir günah işler ve: Allah'ım günahımı mağfiret buyur
derse, şanı Yüce ve mübarek olan (Allah) da şöyle buyurur: Kulum bir günah
işledi ve o, günahı bağışlayan ve günah dolayısıyla sorumlu tutan bir Rabbinin
bulunduğunu bildi. Sonra bir daha günah işleyip de tekrar: Rabbim, bana
günahımı bağışla, diyecek olursa -yine benzeri sözleri iki defa daha
tekrarlayıp- sonunda şöyle buyurur: İstediğini işle, Ben sana günahını
bağışladım." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.
Bu buyrukta, tekrar
günaha dönmek suretiyle tevbenin bozulmasından sonra yapılan tevbenin sahih
oluşuna bir delil vardır. Çünkü, birinci tevbe bir itaatti. Bu ise geçip gitmiş
ve sıhhatli bir şekilde gerçekleşmiştir. Kul, ikinci bir günahı işledikten
sonra bir daha yeni bir tevbeye muhtaçtır. Günaha dönmek, her ne kadar onu ilk
işlemekten daha çirkin ise de bu böyledir. Çünkü, günahı tekrarlamakla günaha
bir de tevbesini bozmayı ilave etmiş olur. O halde tekrar tevbeye dönmek ilk
tevbeden daha iyidir. Zira kul, böylelikle kerim olan ve kendisinden başka
günahları bağışlayacak kimsenin bulunmadığı O Yüce zatın kapısına ısrarla
gitmeyi ilave etmiş olur.
Hadis-i şerifin sonunda
yer alan: "Dilediğini yap" ifadesi, konuyla ilgili açıklayıcı
görüşlerin birisine göre, ikram ve lütufkarlık anlamında bir emirdir.
Dolayısıyla bu, Yüce Allah'ın: "Oraya esenlikle giriniz" (el-Hicr,
46) buyruğu kabilindendir. Hadisin sonundaki ifadeler, muhatabın geçmişte
işlemiş olduğu günahlarının bağışlanmış olduğunu ve şanı Yüce Allah'ın izniyle
de gelecekte yapacağı işlerinde de Allah tarafından korunmuş olacağını haber
vermektedir. -Bu ayet-i kerimeyle bu hadis-i şerif, günahı itiraf edip günahtan
dolayı Allah'tan bağışlanma dilenmenin çok büyük faydalar sağladığına delil
teşkil etmektedir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki kul,
günahını itiraf edip de sonra Yüce Allah'a tevbe edecek olursa, Allah da onun
tevbesini kabul buyurur." Bu hadisi Buhari ve Müslim Sahih'lerinde rivayet
etmişlerdir
Bir şair de şöyle
demektedir: "Yiğit affedilme hakkını kazanır itiraf ederse Yapıp işlediği
günahlarını."
Bir başka şair de şöyle
demektedir: "itiraf et günahını, sonra affedilmesini dile Çünkü günahı
inkar şeklindeki inkar, iki günahtır."
Müslim'in Sahih'inde de
Ebu Hureyre'in şöyle dediği rivayet edilmektedir.
Resulullah (s.a.v.)
buyurdu ki: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki, eğer günah işlemeyecek
olursanız, Allah sizi yok eder; (sizin yerinize) günah işleyip mağfiret
dileyecek ve (Allah'ın da) kendilerine mağfiret edeceği bir toplum getirir. ''
İşte
"el-Kitabu'l-Esna ii Şerh-i EsmaillahiZ-Hüsna" adlı eserimizde de
açıklamış olduğumuz gibi, şanı Yüce Allah'ın Gaffar ve Tevvab isimlerinin
anlamları budur,
5- Çeşitli Günahlardan
Tevbe Şekli:
Tevbesi yapılan
günahlar, ya küfür ve inkardır yahut başka günahlardır.
Kafirin tevbesi,
geçmişteki küfür ve inkarına pişmanlık duymakla birlikte iman etmesidir.
Yalnızca iman etmek, tevbenin kendisi değildir.
Küfrün dışındaki
günahlar ise ya Yüce Allah'ın bir hakkıdır, ya ondan başkalarının bir hakkıdır.
Yüce Allah'ın hakkından tevbe için günahı terketmek yeterlidir. Şu kadar var
ki, bir takım günahlardan tevbe hususunda yalnızca o günahı terk etmeyi şeriat
yeterli görmemiştir. Aksine, kimi günahlardan tevbeye -namaz ve oruçta olduğu
gibi- ancak kaza etmeyi, kimisinde de yemin, zihar ve benzeri keffaretlerde
olduğu gibi keffarette bulunmayı da ilave etmiştir.
İnsanların haklarıyla
ilgili günahlardan tevbeye gelince, bu hakların sahiplerine ulaştırılması
kaçınılmazdır. Eğer, bu hak sahipleri bulunamayacak olursa, onlar adına bu
hakları sadaka olarak verilir. Fakirliği dolayısıyla üzerindeki haktan
kurtulabilme imkanını bulamayan bir kimsenin de Allah tarafından affedilmesi
umulur; O'nun lütfu zaten çok yaygındır. Çünkü O, nice nice hak ve
mükellefiyetleri sahipleri adına kendisi yerine getirmiş ve nice nice günahları
hasenata dönüştürmüştür. İleride (el-Furkan, 70. ayetin tefsirinde) bu hususa
dair daha geniş açıklamalar gelecektir.
6- Günahını
Hatırlamayan ve Bilmeyen Kimsenin Tevbe Etmesi:
Kişi, günahını hatırlamıyor
ve bilmiyor ise, muayyen olarak o günahtan tevbe etme yükümlülüğü yoktur.
Bununla birlikte bir günah işlediğini hatırlayacak olursa, ondan dolayı tevbe
etmesi gerekir. Hocamız Ebu Muhammed Abdulmu'ti el-İskenderani'nin -Allah ondan
razı olsun- naklettiğine göre, pek çok kimse, imam el-Muhasibi'nin (bu
husustaki görüşlerini) yanlış yorumlamışlardır. Bunların yorumuna göre; İmam
el-Muhasibi, -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- tür olarak masiyetlerden tevbe
etmenin sahih olmayıp genel olarak bütün masiyetlerden pişmanlık duymanın
yeterli olmayacağı, bununla birlikte kişinin, azasıyla yapmış olduğu her bir
fiilden ve kalbi ile işlemiş olduğu her bir günahtan muayyen olarak tevbe
etmesi kaçınılmaz olduğu görüşündedir. Bunu yanlış anlayanlar, Muhasibi'nin
böyle dediğini kabul ederler.
Oysa onun maksadı böyle
değildir. Onun sözlerinden de bu anlaşılmaz.
Aksine mükellef, eğer
fiillerinin hükmünü bilecek olursa ve neyin masiyet olduğunu bilip masiyet
olmayandan ayırdedebilecek olursa, bu kişinin bütün bildiği günahlarından
tevbesi sahih olur. Eğer o, geçmişte yapmış olduğu fiilin bir masiyet olduğunu
bilmiyor ise, ne genel olarak, ne de özel olarak o günahından dolayı tevbe
etmesine imkan yoktur.
Mesela, bir kimse faiz
çeşitlerinden birisini işleyip durmakla birlikte, bunun bir faiz olduğunu
bilmiyor ise, şanı Yüce Allah'ın: "Ey iman edenler! Allah'tan korkun,
faizden arta kalanı da bırakın. Eğer müminler iseniz. Şayet böyle yapmazsanız
Allah ve Resulü tarafindan size karşı savaş açıldığını bilin'' (el-Bakara,
278-279) buyruğunu işitince bu tehdit kendisine ağır gelir ve kendisinin faiz
almaktan uzak olduğunu zanneder. Ancak şu anda faizin hakikatini öğrenip de
geçmiş günleri üzerinde düşünüp değerlendirme yaptığında, daha önceki
zamanlarda böyle birşeye çokça bulaştığını öğrenecek olursa, bu kimsenin şu
anda bütün bu yaptıklarından pişmanlık duyması sahihtir. Bu işleri yaptığı
vakitleri tayin etmek yükümlülüğü yoktur. İşte gıybet, nemime (laf taşıyıcılık)
ve buna benzer haram olduklarını bilmediği diğer bütün günahları işleyen
herkesin durumu böyledir.
Kulun, bilgi sahibi olup
geçmiş konuşmalarını tetkik edince, genel olarak bunların hepsinden tevbe
etmesi, şanı Yüce Allah'ın hakkına karşı kusurlu davranışından pişmanlık
duyması ve zulmettiği kimselerden helallık dileyip de o kimselerin de genel
olarak ondaki haklarını gönül hoşluğu ile helal edip haklarından vazgeçmeleri
caizdir. Çünkü, böyle bir şey, meçhul olan bir malı hibeye benzer.
Şimdi kulun cimriliğine,
hakkını istemeye, tutkunluğuna rağmen durumu (yani bilinmeyen bağışının kabulü)
sözkonusu olduğuna göre, ya itaatte bulunup sebeplerini takdiri lütfeden,
küçüğüyle büyüğüyle masiyetleri affeden kerimler keriminin günahları
bağışlaması hakkında ne denir! Yine Hocamız, -Yüce Allah'ın rahmeti üzerine
olsun- der ki: İşte İmam (el-Muhasibi)'nin maksadı budur. üzerinde dikkatle
düşünenlerin sözlerinin ifade ettiği anlamın bu olduğunu görürler. Herhangi bir
kimsenin yanlış olarak anlayıp zannettiği gibi, herbir fiil, hareket ve durak
için ayrı ayrı ve muayyen olarak pişmanlık duymaya gelince bu, aklen caiz
olmakla birlikte Şer'an vukuu sözkonusu olmayan teklif-i ma la yutak (güç
yetirilemeyen şeyleri yerine getirmekle mükellef tutmak) kabilindendir. Bu
yanlış anlamaya göre, tevbe edecek olanın, içki içerken kaç yudum aldığını,
zina ederken kaç defa hareket ettiğini, haram bir işi işlemek için kaç adım
attığını da bilmesi gerekir. Oysa hiçbir kimsenin buna gücü yetmez ve bu
şekilde tafsilatlı olarak hiçbir kimsenin günahından tevbe etmesi beklenemez.
İleride Nisa Süresi'nde ve başka yerlerde (en-Nisa, 17-18; Ta-Ha, 82. ayet ...
) tevbenin şartları ve tevbenin hükümlerine dair daha geniş açıklamalar, Yüce
Allah'ın izniylegelecektir.
7- Kişinin Kalbi
Kararlarından Sorumluluk Derecesi:
Yüce Allah'ın: "...
ısrar da etmezler" buyruğunda sünnetin kılıcı, ümmetin lisanı, Kadı Ebu
Bekr b. et-Tayyib'in söylemiş olduğu; insan kalbinde yapmak üzere kararlaştırıp
kendisini hazırladığı ve azmetmiş olduğu masiyetlerden sorumlu tutulur,
şeklindeki görüşünün lehine açık bir belge ve kat'i bir delil vardır.
Derim ki: Kur'an-ı
Kerim'de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim orada zulme meyletmeyi ve
ilhadı isterse Biz ona acıklı azapdan tattırırız" (el-Hac, 25) bir başka
yerde de: "Sonunda (o bahçeleri) kapkara kesiliverdi"(el-Kalem, 20)
buyruğu ile de bahçe sahiplerinin kararları sebebiyle fiilen onu uygulamaya
koymadan cezalandırıldıkları belirtilmektedir ki, ileride buna dair açıklamalar
da gelecektir. Buhari'deki hadise göre de Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"İki müslüman kılıçlarıyla karşı karşıya gelecek olurlarsa, katil de
maktul de cehennemdedir." Ashab: Ey Allah'ın Rasülü, katili anladık.
Maktul ne diye? diye sorunca, Hz. Peygamber şu cevabı verdi: "Çünkü o da
arkadaşını öldürmeyi arzu ediyordu''
Böylelikle Hz. Peygamber,
cehennem azabı tehdidini arkadaşını öldürmeyi arzulamasına bağlamaktadır. Bu da
bu konuda karar vermek demektir. Bizzat silahını çekmesini de hükümsüz
kılmaktadır.
Bundan daha açık bir
delil ise, Tirmizi'nin, Ebu Kebşe el-Enmari'den merfu' olarak rivayet edip,
sahih olduğunu belirttiği şu hadis-i şeriftir: "Dünya dört kişiyedir. Yüce
Allah, birisine bir mal ve bir ilim vermiş, o da bu hususta Rabbinden sakınır,
bu yolla akrabalık bağını gözetir; malında Allah'ın hakkının bulunduğunu da bilir.
Bu mevkilerin en üstünündedir. Birisine de Yüce Allah bir ilim vermiş fakat mal
vermemiştir. Bu kimse de samimi bir niyetle der ki: Eğer malım olsaydı filan
kişinin amel ettiği gibi ben de malımda amel ederdim. Bu da niyeti ile (ecir
alır) ve her ikisinin de ecri birbirine eşittir. Bir kimseye de Yüce Allah mal
vermekle birlikte ilim vermemiş olur. Bu da bilgisizce malını gelişi güzel
kullanır. Malı hususunda Rabbinden korkmaz, onunla akrabalık bağını gözetmez,
Allah'ın o malında bir hakkının bulunduğunu bilmez. Bu ise, mevkilerin en
kötüsündedir. Bir kişiye de Allah mal da vermemiş, ilim de vermemiş olur. Bu
kişi de: Eğer benim bir malım bulunmuş olsaydı, filan kişinin o malına yaptığı
uygulamanın bir benzerini yapardım der. İşte bu kişi de niyetinin karşılığını
alır. Bunun da, ötekinin de vebali eşittir. ''
İşte Kadı (Ebu Bekir b.
et-Tayyib)'in kabul etmiş olduğu bu görüş, genel olarak selefin ve fukaha,
muhaddis ve kelamcılardan ilim ehlinin benimsemiş olduğu görüştür. İnsanın
yapmayı tasarladığı bir şeyden dolayı - bu konuda karar verip kendisini buna
hazırlamış olsa dahi- bundan dolayı sorumlu tutulmayacaktır diye iddia eden
muhalif kanaatlere de itibar edilmez.
Bu muhalif kanaati
savunanların, Hz. Peygamber'in: "Her kim bir günah işlemek isteyip de onu
işlemeyecek olursa, o aleyhine yazılmaz. Eğer onu işleyecek olursa, onun için
tek bir günah olarak yazılır" buyruğunda da bu muhalif kanaatin lehine
delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü "onu yapmayacak olursa"
buyruğunun anlamı, zikrettiğimiz buyrukların delaleti ile onu işlemeyi
kararlaştırmasa anlamındadır. "Eğer onu işlerse" ifadesinin anlamı
ise, yaptığımız açıklamaların da ifade ettiği üzere onu fiilen açığa çıkartır
veya işlemeye azmederse anlamındadır. Başarımız Allah'tandır.
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN