AL-İ İMRAN 159 |
فَبِمَا
رَحْمَةٍ
مِّنَ اللّهِ
لِنتَ
لَهُمْ
وَلَوْ
كُنتَ
فَظّاً غَلِيظَ
الْقَلْبِ
لاَنفَضُّواْ
مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ
عَنْهُمْ
وَاسْتَغْفِرْ
لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ
فِي
الأَمْرِ
فَإِذَا
عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ
عَلَى
اللّهِ
إِنَّ اللّهَ
يُحِبُّ
الْمُتَوَكِّلِينَ |
159. Allah'tan bir
rahmet sayesinde sen onlara yumuşak davrandın.
Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz çevrenden dağılır
giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlara mağfiret dile, iş hususunda onlarla müşavere
et! Bir kere de azmettin mi, artık Allah'a tevekkül et. Çünkü Allah tevekkül
edenleri sever.
"Sayesinde"
buyruğundaki (...) edatı te'kid manası da ihtiva eden bir sıladır. Bir rahmet
sayesinde ... anlamındadır. Yüce Allah'ın: ''Az zamanda "(el-Mu'minun,
40); "onların o sözlerini bozmaları ... sebebiyle" (en-Nisa, 155);
"Buradayenilgıye uğratılmış ... bir ordudur" (Sad, 11) buyruklarında
olduğu gibi. Bu, kesinlikle zaid değildir. Sibeveyh'in bunun için zaid olduğu
anlamını vermesi, amelinin ortadan kalkışından dolayıdır. İbn Keysan der ki:
(...) edatı, "be" harfi ile cer mahallinde nekire bir isimdir.
"Bir rahmet" de ondan bedeldir.
Ayetin manasına gelince:
Peygamber (s.a.v.) Uhud günü kaçanlara yumuşak davranıp onları azarlamayınca, şanı
Yüce Rabbimiz, bu hususta Allah (cc)'ın kendisine bir başarı ihsan etmesi
sonucu bu davranışı gösterdiğini beyan etti.
(...)'nın soru edatı
olduğu da söylenmiştir. Buna göre mana şöyle olur:
Sen onlara Allah'tan ne
biçim bir rahmet sayesinde yumuşak davrandın! Bu anlam ise hayret bildirir.
Ancak bu anlama gelmesi uzak bir ihtimaldir. Zira, bu şekilde olsaydı (...)
şeklinde "elif"siz gelmesi gerekirdi.
"Yumuşak
davrandın"; (...)'den gelen bir fiildir.
(...), kaba ve katı
demektir. (...): Kaba davrandın, davranırsın.
(...) ise mastarıdır.
Muhataba kaba olduğunu anlatmak için de (...) denilir. Müennesi; (...)
şeklinde, çoğulu da; (...) şeklinde gelir. Peygamber (s.a.v.)'ın nitelikleri
nakledilirken şunlar zikredilir: "Kaba da değildi, haşin de değildi.
Çarşı pazarlarda da
yüksek sesle bağırıp çağıran bir kimse değildi." el-Mufaddal bu kelimenin
müzekker kullanılışı ile ilgili olarak şunları nakletmektedir:
"Yakınlarına ve akrabalarına karşı sert değildir. -Onun bağışlarını
kastederek gelirler-o Aksine yumuşaktır O. Buna karşı düşmanlarına karşı
serttir. Çekinirler ondan. Onun satveti öldürücüdür. Buna karşılık bağışı da
pek çoktur."
Bir başka şair de bu
kelimeyi müennes olarak şöylece kullanır: "Darlık içinde evimde ölürüm
Benden başkası ise tıka
basa karnını doldurmaktan ölür Bir dünya ki, cahillere karşı cömert davranır
Aklıbaşında kimselere karşı da kabadır."
Kalbin katılığı ise,
surat asıklığı, hoş ve güzel şeylerden az etkilenme, şefkat ve merhametin
azlığı demektir. Şairin şu mısraı bu kabildendir: "Bizim için ağlanır,
bizse ağlamayız kimseye Şüphesiz bizler develerden de daha katı ciğerli
(kalpli)yizdir."
"Dağılıp
giderlerdi" buyruğu, etrafından ayrılıp darmadağın olurlardı, demektir.
(...): Onları darmadağın ettim, onlar da ayrıldılar, demektir. Bir grup deveyi
nitelendiren, Ebu Necm'in şu beyiti de bu kabildendir: "Koşuşları hızlıdır
onların, hiç de gevşek değildir adımları Tepeler üzerinde (koştuklarında) küçük
çakıl taşları etraflarından dağılır."
Yani, ey Muhammed, eğer
senin yumuşak davranışın olmasaydı, o geri dö-
nüp kaçışlarından sonra
utançları ve senden çekinmeleri, onların sana yaklaşmalarına engel olurdu.
[ - ]
Buyruğun: "Öyleyse
onları bağışla, onlara mağfiret dile. İş hususunda onlarla müşavere et"
bölümüne dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız:
1- Hz. Peygambere Yöneltilen Emirler ve
istişarenin Anlamı:
2- İstişare Yapmayan Yönetici
Görevinden Alınır:
3- Hz. Peygamberin Istişaresi ve
ıstişare Konusu:
4- Kendileriyle Müşavere Edilecek Kimselerde
Aranan Nitelikler:
5- Dünya ile ilgili Meselelerde
Müsteşar'ın (Danışmanın) Nitelikleri:
6- Şuranın Esası ve istişare Edenin
Sonra Yapması Gerekenler:
7- Azmetmenin Mahiyeti:
8- Tevekkül:
1- Hz. Peygambere
Yöneltilen Emirler ve istişarenin Anlamı:
ilim adamları der ki:
Yüce Allah, Peygamberine son derece beliğ bir tedricilik ihtiva eden bu
emirleri vermektedir. Şöyle ki: Yüce Allah ona önce kendi özel şahsıyla ilgili
olarak onlardaki haklarını affetmesini emretti. Bu noktaya gelmeleri üzerine bu
sefer Yüce Allah'a karşı sorumlulukları hususunda onlar için Allah'tan mağfiret
dilemesini emretti. Bu seviyeye de gelmelerinden sonra, artık iş hususunda
kendileriyle müşavere edilmesine ehil oldular.
Dil bilginleri derler
ki: ıstişare kelimesi Arapların, atın yürümesi veya buna benzer diğer hallerini
öğrenebilmek için kullandıkları; (...) ifadesinden alınmıştır. Atın koştuğu
yere de "mişvar (etap)" denilir. Bununla birlikte bu kelimenin
arıların kovanından bal almayı ifade eden; (...); Bal aldım, sözünden alınmış
olması da mümkündür.
Bunun ism-i mefulü ise;
(...) şeklinde gelir. Adiy b. Zeyd der ki: "Şeyh (reis) in izin verdiği ve
(kovanından) alınan beyaz balı andıran Bir söz ve dinlenen ifadeler hususunda
... "
2- İstişare Yapmayan
Yönetici Görevinden Alınır:
İbn Atiyye der ki: Şura,
şeriatin kaidelerinden ve azimet yoluyla uyulması gereken hükümlerdendir. Her
kim, ilim ve din ehli ile istişare etmezse, onun da azledilmesi vaciptir. Bu
hususta hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Şanı Yüce Allah da mü'minleri: "Ve
onların işleri kendi aralarında istişare iledir"(eş-Şura, 38) buyruğu ile
övmüştür.
Bedevi arap der ki:
Benim kavmim kandırılmadığı sürece, ben de hiçbir şekilde kandırılabilmiş
değilim. Ona: Peki bu nasıl olur? denilince, şu cevabı vermiş: Ben onlarla
istişare etmeden hiçbir şey yapmam.
İbn Huveyzimendad der
ki: Bilmedikleri hususlarda ve içinden çıkamadıkları dini meselelerde
yöneticilerin, ilim adamlarıyla danışmaları, savaş ile ilgili konularda ordunun
ileri gelen kumandanlarıyla danışmaları, kamu menfaatleriyle ilgili hususlarda
insanların ileri gelenleriyle, ülkenin maslahatları ve imarı ile ilgili
hususlarda da katipler, vezirler ve valilerle danışmaları, yöneticilerin
görevleri arasındadır. Eskiden beri: "İstişare eden pişman olmaz. Kendi
görüşünü beğenen kimse sapar" denilegelmiştir.
3- Hz. Peygamberin
Istişaresi ve ıstişare Konusu:
Yüce Allah'ın: "İş
hususunda onlarla müşavere et" buyruğu, vahyin gelme imkanı ile birlikte
işler hakkında içtihad etmenin ve zannı galibe göre hareket etmenin caiz
oluşuna delildir. Çünkü şanı Yüce Allah bu hususta Resulüne izin vermiş
bulunmaktadır. Bununla birlikte te'vil alimleri, Yüce Allah'ın Peygamberine
ashabı ile kendisi hakkında müşavere etmesini emretmiş olduğu işlerin mahiyeti
hakkında farklı görüşler ileri sürmüşler.
Bir kesim der ki:
İstişare yapması istenen konu, savaş taktikleri ve düşmanla karşılaşmak halinde
ortaya çıkan durumlardır. Bu da onların gönüllerini hoş etmek için, kadir ve
kıymetlerini yükseltmek, dinlerine olan sıcak bağlılıklarını artırmak içindir.
Her ne kadar Yüce Allah indirdiği vahyi ile onların görüşlerine onu muhtaç
bırakmamış olsa dahi, bu maksatla ona bu emri vermiştir. Bu açıklama Katade,
er-Rabi', İbn İshak ve Şafii'den rivayet edilmiştir. Şafii der ki: Bu, Hz.
Peygamber'in: "Ve bakire kıza (kendisine talib olanla evlendirilmesi
hususunda) görüşü sorulur" buyruğunu andırmaktadır ki, burada görüşünün
sorulması, onun gönlünü hoş tutmak içindir. Vacib olduğu için değil.
Mukatil, Katade ve er-Rabi'
derler ki: Arapların ileri gelenleri, eğer iş hususunda kendileri ile müşavere
edilmeyecek olursa, ağırlarına giderdi. Bunun üzerine Yüce Allah Peygamberine
iş hususunda onlarla müşavere etmesini emretmiştir. Bu şekilde davranmak,
onların Hz. Peygambere karşı daha çok meyletmelerini, kalplerindeki kinlerin
uzaklaşmasını, daha gönüllerinin birleştirilmesini sağlıyordu. Onlarla müşavere
ettiği takdirde Hz. Peygamber'in kendilerine değer verdiğini bilmiş olurlardı.
Bir başka kesim de şöyle
demektedir: Müşavere, hakkında kendisine vahiy gelmeyen hususlarda
sözkonusudur. Bu açıklama da Hasan-ı Basri ve edDahhak'tan rivayet edilmiştir.
Onlar şöyle derler: Yüce Allah'ın Peygamberine müşaverede bulunmasını
emretmesi, onun görüşlerine muhtaç oluşundan dolayı değildir. Onlara yalnızca
müşaverenin faziletini öğretmeyi murad etmiş ve ondan sonra da ümmetinin uyması
için bu emri vermiştir.
İbn Abbas'ın kıraatinde
ise; (...): Bazı işler hususunda onlarla müşavere et, şeklindedir.
Şu beyitleri söyleyen ne
güzel söylemiş: "İçinden çıkılmaz, gizli, kapaklı hususlarda arkadaşınla
müşavere et. Ve lutfederek sana öğüt verenin nasihatini sen de kabul et.
Çünkü Yüce Allah
Peygamberine bunu tavsiye etmiştir: "Onlarla müşavere et" ve
"tevekkül et" buyruğunda."
4- Kendileriyle
Müşavere Edilecek Kimselerde Aranan Nitelikler:
Ebu Davud'un Musannef
(sünen)inde Ebu Hureyre'nin şöyle dediği nakledilmektedir: Resulullah (s.a.v.):
"Kendisiyle danışılan kişi güvenilen bir kimsedir. "
İlim adamları derler ki:
Kendisiyle danışılacak kişi (müsteşar)'ın niteliklerine gelince, eğer
danışılacak husus din hükümleriyle ilgili ise danışmanın alim ve dinine bağlı
bir kimse olması gerekir. Bu gibi özellikler ise, ancak akıllı bir kimsede
toplanır. el-Hasen der ki: Kişinin aklı kemale ermedikçe dini de kemale ermez.
İşte bu niteliğe sahip bir kimse ile istişare edilir de, o da doğru ve hayırlı
olanı bulmak hususunda gayretini ortaya koyup elinden geleni esirgemez, fakat
buna rağmen yanlış bir hususu salık verecek olursa, bundan dolayı da ona bir
tazminat düşmez. Bu görüşü Hattabi ve başkaları ifade etmiştir.
5- Dünya ile ilgili
Meselelerde Müsteşar'ın (Danışmanın) Nitelikleri:
Dünya ile ilgili
meselelerde kendisiyle danışılacak kişinin niteliklerine gelince, bu kişi aklı
başında, denenmiş ve kendisi ile danışana sevgi besleyen bir kimse olmalıdır.
Şair der ki:
"Gizli ve içinden
çıkılamaz hususlarda candan arkadaşına danış." Bu mısra ve ondan sonraki
mısralar az önce geçti. Bir başka şair de: "Eğer herhangi bir hususta
senin önünde kapanırsa kapılar; Akıllı ve kavrayışlı birisiyle müşavere et ve
ona karşı gelme!" diyerek bir takım beyitlerle istişarenin önemini
açıklamıştır.
Şura berekettir. Nitekim
Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "İstişare yapan pişman olmaz, istihare
yapan da ziyan etmez. ''
Sehl b. Saad es-Saidi de
Rasülullah (s.a.v.)'dan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Hiçbir kul,
meşveret dolayısıyla bedbaht olmamıştır. Ve hiçbir zaman da kendi görüşüyle
yetinerek mutlu olmamıştır. '' Kimisi de şöyle der:
Sen, aynı işleri denemiş
olanla istişare et. Çünkü o, pahalıya mal ettiği bir görüşünü sana verecek ve
sen bunu bedelsiz alacaksın.
Ümmetin karşı karşıya
kalabileceği en büyük meselelerden birisi olan hilafet meselesini çözme işini
Ömer b. el-Hattab (r.a) şuraya havale etmiştir.
Buhari der ki: Peygamber
(s.a.v.)'dan sonra gelen imamlar, (Raşid Halifeler) en kolayını yerine getirmek
maksadıyla mübah hususlarda ilim ehli arasından güvenilir olan kimselerle
istişare ederlerdi.
Süfyan es-Sevrı de şöyle
demektedir: Takva sahibi, güvenilir ve Yüce Allah'tan korkan kimseler senin
istişare ettiğin kimseler olsun. el-Hasen de der ki: Allah'a yemin ederim, bir
toplum kendi aralarında istişare edecek olursa, mutlaka hatırlarına gelenin en
faziletli olanına hidayet olunurlar.
Ali b. Ebi Talib
(r.a)'dan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasülullah (s.a.v.) buyurdu ki:
"Eğer bir topluluğun istişare edilecek bir hususu var da aralarında adı
Ahmed veya Muhammed olan birisi bulunup onu istişarelerine alırlarsa, mutlaka
onlar için hayırlı olan takdir olunur."
6- Şuranın Esası ve
istişare Edenin Sonra Yapması Gerekenler:
Şura, esasen farklı
görüşlere dayanır. İstişare eden kişi de bu farklı görüşler üzerinde düşünüp ve
kendisi için mümkün olursa bunların Kitap ve Sünnete daha yakın olanını tesbite
çalışır. Yüce Allah onu dilediği herhangi bir hususu tercihe irşad edecek
olursa, onu kararlaştırır ve Yüce Allah'a tevekkül ederek onu uygulamaya koyar.
Çünkü, istenen ictihadın (cehd ve gayretin) maksadı budur. Bu ayet-i kerimede
de Yüce Allah, Peygamberine bu hususta, bu şekilde davranmayı emretmektedir.
7- Azmetmenin
Mahiyeti:
Yüce Allah'ın: "Bir
kere de azmettin mi, artık Allah'a tevekkül et" buyruğu ile ilgili olarak
Katade şöyle demektedir: Yüce Allah, Peygamberine herhangi bir iş hakkında
karar vermesi halinde o işi uygulamaya koyarak onlarla istişare etmesine değil
de Yüce Allah'a tevekkül etmesini emretmektedir.
Azmetmek ise, üzerinde
durarak düşünülmüş, elekten geçirilmiş iş demektir. Yoksa düşünmeksizin önüne
gelen görüşü uygulamaya koymak azmetmek değildir. Böyle bir şey, ancak
sonuçlara aldırmaksızın canlarının istediklerini yerine getiren ve bu konuda ne
olursa olsun bir işi yapmak istiyen kimseler hakkında düşünülebilir. Nitekim
şair şöyle demiş: "O, bir şey kararlaştırdı mı, artık azmini gözünün önüne
(hedef olarak) koyar Ve sonuçlarının söz konusu edilmesini bir kenara atar.
Görüşü hususunda kendisinden başkasıyla da istişare etmez Ve kılıcının
kabzasından başka bir arkadaşa da razı olmaz."
en-Nakkaş der ki: Azm
ile hazm aynı anlamdadır. Burada "ha" harfi ayn'den bedeldir. İbn
Atiyye ise der ki: Bu yanlıştır. Çünkü hazm, bir mesele hakkında güzel bir
şekilde tesbitte bulunmak, onu iyice elekten süzmek ve o hususta yanılmaktan
çekinmek demektir. Azmetmek ise, bir işi yerine getirmeyi kastetmektir. Şanı
Yüce Allah da: "İş hususunda onlarla müşavere et. Bir kere de azmettin mi
... " diye buyurmaktadır. Buna göre istişare ve bu manadaki davranışlar
"hazm" diye adlandırılabilir.
Zaten Araplar da: (...):
Azmedecek olursam, hazm ederim. (Yani azmetmeden önce o'nu iyice ölçer biçer,
düşünürüm).
Cafer es-Sadık ile Cabir
b, Zeyd ise "Ben azmettim mi ... " şeklinde "te" harfini
ötreli olarak okumuşlardır. Bu okuyuşta azmetmek şanı Yüce Allah'a nisbet
edilmiştir. Zira azmetmek de O'nun hidayet ve tevfiki ile gerçekleşir. Nitekim
Yüce Allah bir başka yerde: "Attığın zaman sen atmadın fakatAllah
attı" (Enfal, 17) diye buyurmaktadır. Buna göre buyruğun anlamı şöyle
olur: Ben senin için azmedip sana başarı ihsan edip doğruya ilete cek olursam
"artık Allaha tevekkül et" şeklinde olur. Diğerleri ise,
"te" harfini (sen azmettin mi, anlamına) üstün olarak okumuşlardır.
el-Mühelleb der ki:
Peygamber (s.a.v.) de Yüce Rabbinin emrine riayet ederek şöyle buyurmuştur:
"Artık bir Peygamber zırhını giyindi mi, Allah hükmünü verinceye kadar onu
çıkarmaması gerekir.'' Yani, Peygamber azmetti mi, o azminden geri
dönmemelidir. Zira bu, şanı Yüce Allah'ın azmetmekle birlikte şart koşmuş
olduğu tevekkülü nakzeder.
Bedir'de hazır
bulunamayıp mü'minlerin salih kimseleri arasında bulunan ve Uhud günü Yüce
Allah'ın kendilerine şehadeti lütfettiği kimselerin: Ey Allah'ın Rasülü bizi
düşmanımıza karşı (Medine'nin dışına) çıkart! diyerek Medine dışına çıkma
görüşünü ortaya koymaları üzerine Hz. Peygamber'in zırhını giyinmiş olması,
onun bu husustaki azmine delil idi,
Hz. Peygamber ise,
Medine'de kalma görüşünde idi. Abdullah b. übeyy de bu görüşte idi ve şöyle
demişti: Ey Allah'ın Rasülü, Medine'de kal ve askerlerini yanına alarak onlara
(Kureşylilere) karşı çıkma. Eğer onlar yerlerinde kalmaya devam edecek
olurlarsa, en kötü bir şekilde kalmaya devam ederler. Şayet Medine'ye yanımıza
gelecek olurlarsa, biz de geniş alanlarda ve yol girişlerinde onlarla
savaşırız. Kadınlar ve çocuklar da yüksek binaların üzerinden onlara taş atar.
Allah'a yemin ederim, bu şehirde bizimle ne kadar düşman savaşmış ise mutlaka
onu yenmişizdir. Ve biz, bu şehrin dışına düşmanla karşılaşmak üzere ne kadar
çıktıysak mutlaka düşman bizi yenmiştir.
Ancak sözünü ettiğimiz
kimseler bu görüşü benimsemediler. İnsanların kahramanlık duygularını galeyena
getirerek savaş çağırısında bulundular. Bunun üzerine Rasülullah (s.a.v.) cuma
namazını kıldı, namazın akabinde evine girdi, silahını kuşandI. Bu sefer dışarı
çıkma görüşünü izhar edenler pişman olarak: Resulullah (s.a.v.)'ı istemediği
şeye zorladık, dediler. Silahını kuşanmış olarak yanlarına çıktığını görünce,
Ey Allah'ın Resulü, dediler. Arzu edersen kalalım. Bizler seni hoşuna gitmedik
bir işe zorlamak istemiyoruz. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Bir peygamber silahını kuşandı mı, çarpışmadıkça onu bırakması
yakışmaz."
8- Tevekkül:
Yüce Allah'ın: "
... Artık Allah'a tevekkül etI Çünkü Allah tevekkül edenleri sever" buyruğunda
sözü geçen tevekkül kişinin acizliğini açığa vurmakla birlikte Yüce Allah'a
güvenip dayanması demektir. İsmi: "Tüklan" diye gelir. İşimde ona
tevekkül ettim, anlamında: (...) ifadesi buradan gelmektedir. Bunun aslı ise:
(...) şeklinde olup makabii esreli olduğu için "vav" harfi
"ya"ya kalb edilmiş, daha sonra da "ya"dan "te"ye
ibdal edilerek "iftial" veznindeki "te"ye idğam olunmuştur.
Bir kimseyi bir işe vekil kılmaya "tevkil" denilir. Bunun ismi ise,
vikalet ve vekalet şeklinde gelir.
Tevekkül hususunda ilim
adamlarının farklı görüşleri vardır. Sufilerden bir kesim şöyle demiştir:
Kalbinden arslan yahut ondan başka Allah'ın dışındakilerin korkusu tamamen
gitmedikçe ve şanı Yüce Allah'ın teminatı altında olması dolayısıyla da rızık
talebi için çalışmayı terk etmedikçe, herhangi bir kimse "mütevekkil"
adını almaya hak kazanamaz.
Ancak, genel olarak
fukaha da daha önce Yüce Allah'ın: "Müminler ancakAllaha tevekkül
etmelidirler" (Al-i İmran, 122) buyruğunu açıklarken belirttiğimiz
görüşleri ortaya koymuşlardır ki, orada da açıkladığımız gibi doğru olan
tevekkül de odur.
Hz. Musa ile Hz. Harun,
Yüce Allah'ın: "Korkmayınız" (Ta-Ha, 46) buyruğunda da ifade ettiği
gibi korkmuşlardır. Yine bir başka yerde: ''Musa içindegizli bir korku
hissetti. Biz ona korkma .. dedık"(Ta-Ha, 67-68) diye buyurmuştur. Hz.
İbrahim hakkında da şu buyruğu ile korktuğunu haber vermektedir:
"Ellerinin buna uzanmadığını görünce, onların bu hallerinden hoşlanmadı ve
kalbine bir korku girdi. Korkma! dediler. "(Hud, 70) Şimdi Hz. İbrahim
el-Halil ile Allah'ın Kelimi Hz. Musa korktuklarına göre -ki örnek olarak onlar
bize yeter- başkalarının benzer hallerde korkuya kapılmaları öncelikle
sözkonusudur. Buna dair açıklamalar da ileride gelecektir.
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN