NİSA 44 / 53 |
أَلَمْ
تَرَ إِلَى
الَّذِينَ
أُوتُواْ
نَصِيباً
مِّنَ الْكِتَابِ
يَشْتَرُونَ
الضَّلاَلَةَ
وَيُرِيدُونَ
أَن
تَضِلُّواْ
السَّبِيلَ {44} وَاللّهُ
أَعْلَمُ
بِأَعْدَائِكُمْ
وَكَفَى
بِاللّهِ
وَلِيّاً
وَكَفَى
بِاللّهِ نَصِيراً
{45}
مِّنَ
الَّذِينَ
هَادُواْ
يُحَرِّفُونَ
الْكَلِمَ
عَن
مَّوَاضِعِهِ
وَيَقُولُونَ سَمِعْنَا
وَعَصَيْنَا
وَاسْمَعْ
غَيْرَ مُسْمَعٍ
وَرَاعِنَا
لَيّاً
بِأَلْسِنَتِهِمْ وَطَعْناً
فِي
الدِّينِ
وَلَوْ
أَنَّهُمْ قَالُواْ
سَمِعْنَا
وَأَطَعْنَا
وَاسْمَعْ
وَانظُرْنَا لَكَانَ
خَيْراً
لَّهُمْ
وَأَقْوَمَ
وَلَكِن
لَّعَنَهُمُ
اللّهُ
بِكُفْرِهِمْ
فَلاَ
يُؤْمِنُونَ إِلاَّ
قَلِيلاً {46}
يَا
أَيُّهَا
الَّذِينَ أُوتُواْ
الْكِتَابَ
آمِنُواْ
بِمَا
نَزَّلْنَا مُصَدِّقاً
لِّمَا
مَعَكُم
مِّن قَبْلِ
أَن
نَّطْمِسَ
وُجُوهاً
فَنَرُدَّهَا عَلَى
أَدْبَارِهَا
أَوْ
نَلْعَنَهُمْ
كَمَا
لَعَنَّا
أَصْحَابَ
السَّبْتِ
وَكَانَ
أَمْرُ اللّهِ
مَفْعُولاً {47}
إِنَّ
اللّهَ لاَ
يَغْفِرُ
أَن
يُشْرَكَ بِهِ
وَيَغْفِرُ
مَا دُونَ ذَلِكَ
لِمَن
يَشَاءُ
وَمَن
يُشْرِكْ
بِاللّهِ
فَقَدِ
افْتَرَى
إِثْماً
عَظِيماً {48}
أَلَمْ تَرَ
إِلَى
الَّذِينَ
يُزَكُّونَ أَنفُسَهُمْ
بَلِ اللّهُ
يُزَكِّي
مَن يَشَاءُ وَلاَ
يُظْلَمُونَ
فَتِيلاً {49}
انظُرْ
كَيفَ
يَفْتَرُونَ
عَلَى اللّهِ
الكَذِبَ وَكَفَى
بِهِ
إِثْماً
مُّبِيناً {50}
أَلَمْ تَرَ
إِلَى
الَّذِينَ
أُوتُواْ
نَصِيباً مِّنَ
الْكِتَابِ
يُؤْمِنُونَ
بِالْجِبْتِ
وَالطَّاغُوتِ
وَيَقُولُونَ لِلَّذِينَ
كَفَرُواْ
هَؤُلاء
أَهْدَى مِنَ
الَّذِينَ
آمَنُواْ
سَبِيلاً {51} أُوْلَـئِكَ
الَّذِينَ
لَعَنَهُمُ
اللّهُ
وَمَن
يَلْعَنِ
اللّهُ
فَلَن
تَجِدَ لَهُ
نَصِيراً {52} أَمْ
لَهُمْ
نَصِيبٌ
مِّنَ
الْمُلْكِ
فَإِذاً
لاَّ
يُؤْتُونَ
النَّاسَ
نَقِيراً {53} |
44.
Kendilerine kitaptan bir pay verilmiş olanlara bakmaz mısın? Onlar hem sapıklığı
satın alıyorlar, hem sizin de doğru yoldan sapmanızı istiyorlar.
45.
Allah, düşmanlarınızı daha iyi bilir. Gerçek bir dost (veli) olarak da Allah
yeter, yardımcı olarak da Allah yeter.
46.
Yahudilerden kelimeleri yerlerinden tahrif edenler vardır. Dillerini eğerek,
bükerek, dine de saldırarak: "işittik, isyan ettik. işit, işitmez olası ve
raina" derler. Eğer onlar: "Dinledik ve itaat ettik, işit ve bizi de
gözet" deselerdi elbette kendileri için daha iyi ve daha doğru olurdu.
Fakat Allah, küfürleri yüzünden kendilerini lanetlemiştir. Onlar, ancak pek az
iman ederler.
47. Ey
kendilerine kitap verilenler, Biz, birtakım yüzleri silip tanınmaz hale getirip
de arkalarına çevirmezden, yahut Cumartesi sahiplerini lanetlediğimiz gibi,
onları da lanetlemezden önce, (gelin) beraberinizdekini doğrulayıcı olarak
indirdiğimize iman edin. Allah'ın emri mutlaka yerine gelir.
48.
Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını da
dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse, şüphesiz büyük bir günah iftira
etmiş olur.
49. O
kendilerini temize çıkaranlara bakmaz mısın? Hayır, dilediğini temize çıkaran
Allah'tır. Onlara kıl kadar zulmedilmez.
50. Bir
bak, Allah'a karşı nasıl olmadık yalanlar uyduruyorlar? Apaçık bir günah olarak
bu (onlara) yeter.
51. Şu
kitaptan kendilerine biraz pay verilenlere bakmaz mısın?
Cibt'e ve Tağut'a
inanıyorlar. Ve diğer inkar edenlere de: "Bunlar mü'minlerden daha doğru
bir yoldadır" derler.
52. işte
onlar, Allah'ın lanet ettiği kimselerdir. Allah'ın lanet ettiğine sen, asla
hiçbir yardımcı bulamazsın.
53.
Yoksa onların, mülkten bir payı mı vardır? Böyle olsaydı, insanlara hurma
çekirdeğinin çukurcuğu kadar dahi bir şey vermezlerdi.
Şirk, Affolmaz Bir Günahtır:
"O kendilerini temize çıkaranlara
bakmaz mısın ... "
1- Kişinin Kendisini Tezkiye Etmesi:
2- Övme ve Tezkiyede Edep:
3- Başkasının Tezkiyesi ve Övmesi:
Allah Asla Zulmetmez:
Allah'a İftira:
Cibt'e ve Tağuta İman Edenler:
Buyrukların Nüzul
Sebebi:
Yüce Allah'ın: "Kendilerine
kitaptan bir pay verilmiş olanlara bakmaz mısın" buyruğundan itibaren:
"Onlardan bir kısmı ona iman etti, bir kısmı da ondan yüz çevirdi."
(en-Nisa, 55'nci ayet) buyruğuna kadar olan ayetler Medine ve Medine
çevresindeki yahudiler hakkında nazil olmuştur.
İbn İshak der ki: Rifaa
b. Yezid b. et-Tabut, yahudilerin büyüklerindendi.
Resulullah (s.a.v.) ile
konuştuğunda dilini eğer büker ve: Ya Muhammed, ne söylediğini anlıyalım diye
bizim de dinlememizi sağlayacak şekilde bizi gözet diyordu. Sonra da İslama dil
uzattı ve İslamı ayıplamaya koyuldu. Bunun üzerine aziz ve celil olan Allah:
"Kendilerine kitaptan bir pay verilmiş olanlara bakmaz mısın?"
buyruğundan itibaren: "Onlar ancak pek az iman ederler" (46. ayet)
buyruğuna kadar nazil oldu.
44. ayetteki:
"Satın alıyorlar" buyruğu anlamı değiştiriyorlar, anlamındadır ve bu
kelime, hal olmak üzere nasb mahallindedir. İfadede şu takdirde bir hazf
vardır: Onlar hidayeti vermek karşılığında sapıklığı satın alıyorlar. Nitekim
Yüce Allah bir başka yerde: "İşte onlar, hidayet karşılığında dalaleti
satın almışlardır" (el-Bakara, 16) diye buyurmaktadır. Bunun bu anlamda
olduğunu el-Kutebi ve başkaları söylemiştir.
"Hem sizin de doğru
yoldan sapmanızı istiyorlar" buyruğu da ona atfedilmiştir. Yani onlar, sizin
hak yoldan sapmanızı istiyorlar. el-Hasen ise, "dad" harfini üstün
olmak üzere (...): Yoldan saptırılmanızı istiyorlar, anlamında okumuştur.
Yüce Allah'ın:
"Allah düşmanlarınızı daha iyi bilir" buyruğu ile, O, sizden daha iyi
bilir, demek istiyor. O halde onlarla sohbet ve arkadaşlığınız olmasın. Çünkü
onlar, hakikatte sizin düşmanlarınızdır. Buradaki "daha iyi bilir:
(...)" buyruğunun (...): En iyi, çok iyi bilir, anlamında olması da
mümkündür. Yüce Allah'ın: "Ve o, kendisine daha kolaydır" (er- Rum,
27). Yani pek kolaydır, buyruğunda olduğu gibi.
"Dost (veli) olarak
da Allah yeter" buyruğundaki "be" harfi zaiddir. Bunun fazladan
getirilmesinin sebebi, ifade ettiği anlamın, siz de Allah'ı dost edinmekle
yetinin. O, düşmanlarınıza karşı size yeter anlamında olduğundan dolayıdır.
"Veli olarak"
buyruğu ile "Yardımcı olarak" buyrukları, beyan (temyiz) olmak üzere
nasb edilmiştir. Dileyen bunu hal olarak mansub kabul edebilir. (Mealde olduğu
gibi).
Yüce Allah'ın:
"Yahudilerden" anlamındaki buyruğunun, baştarafında gelen: (...)
edatı ile ilgili olarak ez-Zeccac şöyle demektedir: Eğer bu edat, kendisinden
önceki buyruklara müteallik (alakalı) kabul edilecek olursa, Yüce Allah'ın:
"Yardımcı olarak" buyruğu üzerinde vakıf yapılmaz. Şayet munkatı
(önceki buyrukla ilgisi olmayan yeni bir cümlenin başı) olarak kabul edilirse,
o takdirde bu kelime üzerinde vakıf caiz olur ve ifade: Yahudilerden sözleri
tahrif eden bir kavim vardır takdirinde olur. Daha sonra bu takdiri ifade hazf
edildiğinden zikredilmemiştir. Bu, Sibeveyh'in görüşüdür. Nahivciler şu beyiti
zikrederler: "Onun kavmi arasında ne şerefinden,
Ne de gülümsemesi (nin
görüldüğü ağzı)ndan daha güzeli yoktur; diyecek olsan günah işlemiş
olmazsın."
Nahivciler derler ki:
Bunun anlamı: Eğer, onun kavmi arasında ... ondan daha üstün kimse yoktur,
şeklindedir. Daha sonra bu, (kimse kelimesi) hazf edilmiştir. el-Ferra der ki:
Burada hazf edilen "kimse, kimseler" anlamında (...) kelimesi olup,
buyruğun anlamı şöyledir: "Yahudiler arasında sözleri değiştiren kimseler
vardır". Bu da (ifade tarzı itibariyle) Yüce Allah'ın: ''Aranızdan bilinen
bir makamı olmayan yoktur" (es-Saffat, 164) buyruğunu andırmaktadır. Yani
aramızda bilinen bir makamı olmayan kimse yoktur, demektir. Zu'r-Rimme de şöyle
demektedir: "Aralarından kiminin gözyaşı akıp gidiyordu, Kimisi de gözüne
dolan yaşları tutamıyordu."
Şair, burada aralarından
gözyaşını tutamayan kimseler vardı demek istemekte ve kimse anlamına gelen (...)
ism-i mevsulu hazf edilmiş bulunmaktadır. Ancak, el-Müberred ve ez-Zeccac bunu
kabul etmezler. Çünkü ism-i mevsulün hazf edilmesi, kelimenin bir bölümün
hazfedilmesi gibidir.
Ebu Abdurrahman
es-Sülemı ile İbrahim en-Nehai, "Kelimeleri" yerine, "Sözü"
diye okumuşlardır. en-Nehhas ise, burada birinci okunuşun daha uygun olduğunu
söylemiştir. Çünkü onlar, ancak ya Peygamber (s.a.v.)'ın sözlerini, yahut da
yanlarında Tevrat'ta bulunan birtakım sözleri değiştiriyorlardı. Sözlerin
tamamını değiştiriyor değillerdi.
Yüce Allah'ın:
"Tahrif edenler" buyruğu, yani olmadık şekilde, uygun olmayan bir
şekilde tevil edenler demektir. Yüce Allah, bunu kasten yaptıkları için, bu
davranışlarından dolayı onları yermiş bulunmaktadır.
"Yerlerinden"
ile maksadın, Peygamber (s.a.v.)'ın sıfatları olduğu da söylenmiştir.
"İşittik (fakat) isyan ettik. .. derler" yani biz, senin söylediğin
sözünü işittik, fakat emrine de isyan ettik.
"İşit işitmez
olası" buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbas şöyle demektedir: Onlar,
Peygamber (s.a.v.)'a: İşit, işitmez olası, diyorlardı. Onların maksatları
budur. -Allah'ın laneti üzerlerine olsun.- Fakat onlar, bu sözleriyle hoşuna
gitmeyecek ve seni rahatsız edecek şeyler işitmeyesin demek istedikleri
izlenimini veriyorlardı.
el-Hasen ve Mücahid de
der ki: Bunun anlamı; senden kimse dinlemez şeklindedir. Yani senin
söylediklerin kabul olunmaz ve isteğin, yerine getirilmez.
en-Nehhas der ki: Eğer
böyle olsaydı, o takdirde ifadenin (...) şeklinde olması gerekirdi:
"Raina" buyruğuna dair açıklamalar da daha önceden (el-Bakara, 104.
ayette) geçmiş bulunmaktadır.
Yüce Allah'ın:
"Dillerini eğerek bükerek" buyruğunun anlamına gelince:
Onlar, dillerini hakka
karşı eğip bükerek yani, hakkı dile getirmek isterken, dillerini kalplerinde
olana göre eğip büküyorlardı.
Eğip bükmek demek olan
(el-leyy), asıl anlamı itibariyle ip ve benzeri şeyleri üst üste bükmek
demektir. Bu kelime mastar olarak nasb edilmiştir. Mef'ulün leh de olabilir.
(Mastar olduğu takdirde, dillerini eğdikçe eğmek suretiyle gibi bir anlama,
mefulün leh olduğu takdirde de, dilleriyle eğip bükmek için, anlamında olur) Bu
kelimenin aslı da; (...) dır. "Vav" "ye" harfine idğam
edilmiştir.
"Dine de
saldırarak" buyruğu da ona atfedilmiştir. Yani onlar dine taan ederler,
dil uzatırlar. Bunun da anlamı şudur: Onlar arkadaşlarına, eğer bu bir
peygamber olsaydı, bizim ona sövdüğümüzü anlardı. Yüce Allah, Peygamberini buna
muttali kıldı, bu da onun peygamberliğinin alametlerinden birisi oldu ve bu
gibi sözleri söylemelerini de yasakladı.
"Daha doğru"
buyruğunun anlamı ise, görüş itibariyle daha doğru .. demektir.
"Onlar ancak pek az
iman ederler." Onlar, ancak çok az iman ederler ve bu çok az iman etmeleri
sebebiyle de mü'min adını alma hakkını kazanamazlar. Bunun anlamının: Onlardan,
ancak pek az kimse iman eder şeklinde olduğu da söylenmiş ise de bu, uzak bir
ihtimaldir. Çünkü Yüce Allah, onlar hakkında küfürleri sebebiyle kendilerini
lanetlediğini haber vermiştir.
47. Ayetin Nüzul Sebebi
ve Anlamı: "Ey kendilerine
kitap verilenler .. .İndirdiğimize iman edin" buyruğu hakkında İbn İshak
şöyle demektedir: Rasülullah (s.a.v.) aralarında bir gözü kör olan Abdullah b.
Süriya ve Ka'ab b. Esed'in de bulunduğu yahudi hahamlarının ileri gelenlerinden
bazılarıyla konuşarak kendilerine şöyle dedi: "Ey Yahudi topluluğu,
Allah'tan korkun ve İslama girin. Allah'a yemin ederim şüphesiz sizler, benim
size getirdiğimin hak olduğunu çok iyi biliyorsunuz." Bu sefer onlar: Ey
Muhammed, biz böyle bir şey bilmiyoruz, dediler ve bildikleri şeyi bile bile
inkar edip küfür üzere israr ettiler. Yüce Allah, onlar hakkında: "Ey
kendilerine kitap verilenler, bir takım yüzleri silip tanınmaz hale
getirmemizden önce, beraberinizdekini doğrulayıcı olarak indirdiğimize iman
edin" buyruğunu ayetin sonuna kadar indirdi.
Yüce Allah'ın:
"Beraberinizdekini doğrulayıcı olarak" buyruğu hal olmak üzere nasb
edilmişdir.
"Bir takım yüzleri
silip, tanınmaz hale ... getirmemizden önce" buyruğunda geçen: (...):
Silmek kelimesi, bir şeyin izini kökten imha etmektir.
Yüce Allah'ın:
"Yıldızlar büsbütün söndürüldüğü zaman" (el-Murselat, 8) buyruğu da
bu kabildendir.
"Dümdüz
etmemiz" kelimesi, "mim" harfi hem ötre ile, hem esre ile
okunur. (...) ile (...) kelimeleri aynı anlamda olmak üzere, silindi ve
mahvoldu, demektir. Her ikisi de kullanılır.
Yüce Allah'ın:
"Rabbimiz, sen onların mallarını yok et" (Yunus, 88) buyruğu, helak
et, mahvet demektir. Bu açıklama İbn Arafe'den nakledilmiştir.
Ben onu tams ettim, o da
tams oldu. (Yani, eserini sildim, mahvettim. O da mahvoldu) şeklinde lazım ve
müteaddi (geçişsiz ve geçişli) olarak kullanılır. Allah basarını tams etti.
Yani, gözün izini tamamen sildi, demektir. Böyle olan birisine de,
"matmusu'l-basar" denilir.
Yüce Allah'ın:
"Dileseydik onların gözlerini silme kör yapardık" (Yasin, 66) buyruğu
da bu türdendir.
İlim adamları, bu ayet-i
kerimede kastedilen anlamın ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
Acaba bundan kastedilen hakikat anlamı mıdır? Bu durumda, yüzleri de tıpkı
kafalarının arka kısmı gibi dümdüz edilir, burunları, ağızları, kaşları,
gözlerinin tamamıyla yok edilmesi mi kastedilmiştir, yoksa bu, kalplerindeki
sapıklığı ve onların imana muvaffakiyetten mahrum edilmelerini mi ifade
etmektedir? Bu konuda ilim adamlarının iki görüşü vardır. Ubey b. Ka'b'dan
onun: "Bir takım yüzleri silip tanınmaz hale getirmemizden önce"
buyruğu, yani sizleri arkasından hiçbir şekilde hidayet bulamayacağınız bir
sapıklıkla saptırmamızdan önce demektir, dediği rivayet olunmuştur. O, bu
açıklamasıyla bunun temsilı bir ifade olduğu ve eğer iman etmeyecek olurlarsa,
ceza olmak üzere kendilerine böyle bir uygulama yapılacağı kanaatindedir.
Katade ise der ki: Bunun
anlamı, yüzleri de kafalar haline döndürmemizden önce, şeklindedir. Yani burun,
dudaklar, gözler ve kaşları yok etmemizden önce demektir. Dilcilere göre bunun
anlamı budur.
İbn Abbas ile Atiyye
el-Avfi'den de şöyle dedikleri rivayet edilmiştir:
Tams etmek, özel olarak
gözlerin izale edilmesi ve bunların kafanın arka tarafına konulması demektir.
Böylelikle bu, geriye doğru bir çeviriş olur ve bu kişi geri geri yürür.
Malik (Allah'ın rahmeti
üzerine olsun) da şöyle demektedir: Ka'b el-Ahbar'ın İslama girişi şöyle
olmuştu: Geceleyin şu: "Ey kendilerine kitap verilenler ... iman
edin" ayet-i kerimesini okumakta olan bir adamın yanından geçer. Bunu
işitince hemen ellerini yüzüne kapatır, gerisin geri evine döner ve oracıkta
İslama girer ve şöyle der: Allah'a yemin ederim, evime varmadan önce yüzümün
tamamıyla silinip tanınmaz hale getirileceğinden korktum. Abdullah b. Selam da
bu ayet-i kerime nazil olup, bunu işitince böyle yapmıştı. O, bu ayeti işitir
işitmez evine varmadan önce Resulullah (s.a.v.)'ın yanına gitti, müslüman oldu
ve şöyle dedi: Ey Allah'ın Resulü, yüzüm arkaya döndürülmeden önce sana ulaşıp
ulaşamayacağımı bilemiyordum.
Şayet: "İman
etmedikleri takdirde yüzlerinin silinip tanınmaz hale getirilmesiyle onları
tehdit etmeleri nasıl uygun düşmüştür." Çünkü onlar, daha sonra iman
etmediler ve onlara da böyle bir şey yapılmadı" denilecek olursa, şöyle cevap
verilir: İşte bunlar ve bunlara tabi olanlar iman edince, diğerlerine yönelik
olan bu tehdit kaldırıldı. el-Müberred der ki: Bu tehdit bakidir ve
gerçekleştirilmesi beklenilmektedir. Yine şöyle demektedir: Kıyamet gününden
önce, yahudiler arasında bir takım yüzlerin silinip tanınmaz hale getirilmesi
ve mesh edilmeleri (başka yaratıklara dönüştürülmesi) mutlaka tahakkuk
edecektir.
Yüce Allah'ın:
"Yahut, cumartesi sahiplerini lanetlediğimiz gibi onları da lanetlemezden
önce" yani, cumartesi sahiplerini maymun ve domuzlara meshedip
dönüştürdüğümüz gibi, bu yüzlerin sahiplerini de bu hale getirmezden önce,
demektir. Bu açıklama el-Hasen ve Katade'den nakledilmiştir. Bunun: Muhataptan
gaibe doğru ifadenin değiştirilmesi (iltifat) olduğu da söylenilmiştir.
"Allahın emri
mutlaka yerine gelir" tahakkuk eder, gerçekleşir. Allah'ın emrinden kasıt,
emrolunan şey demektir. Buna göre burada "emr" kelimesi, (ism-i)
mef'ul mahallinde bir mastar olarak kullanılmıştır. Yani: Onu ne zaman dilerse,
var eder. Anlamının: O'nun var olacağını haber verdiği herbir iş, mutlaka O'nun
haber verdiği şekilde gerçekleşir olduğu da söylenmiştir.
Şirk, Affolmaz Bir
Günahtır:
Yüce Allah'ın:
"Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez" buyruğu ile
ilgili olarak, rivayete göre, Peygamber (s.a.v.): "Muhakkak Allah, bütün
günahları mağfiret eder" (ez-Zümer, 53) ayet-i kerimesini okudu. Bir adam
ona: Ey Allah'ın Resulü, peki ya şirk? diye sorunca, bunun üzerine: Yüce Allah:
"Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan
başkasını da dilediğine bağışlar" buyruğunu indirdi.
Hükmün böyle olduğu
ümmet arasında görüş ayrılığı sözkonusu olmaksızın ittifakla kabul olunmuş
muhkem hususlardandır.
"Ondan başkasını da
dilediğine bağışlar buyruğu ise, ilim adamlarının hakkında çeşitli şekilde söz
söylediği müteşabih buyruklar kapsamına girer. Muhammed b. Cerir et-Tab eri der
ki: Bu ayet-i kerime büyük günah işlemiş herkesin, Yüce Allah'ın meşietine
kaldığını açıkça ortaya koymaktadır. Dilerse Allah, onun günahını affeder,
dilerse onun işlediği bu büyük günahtan dolayı -bu günahı Allah'a şirk koşmak
olmadığı sürece- onu cezalandırır.
Kimi ilim adamı da şöyle
demiştir. Yüce Allah bunu: "Size yasaklanan büyük günahlardan
kaçınırsanız, (diğer) günahlarınızı mağfiret ederiz" (enNisa, 34) buyruğu
ile beyan etmektedir. Böylelikle Yüce Allah'ın, büyük günahlardan uzak duran
kimselerin, küçük günahlarını mağfiret etmeyi dileyeceğini, fakat büyük
günahları işlemiş olan kimselere bunları mağfiret etmeyeceğini bildirmektedir.
Kimi tevil (tefsir)
alimleri de, bu ayet-i kerimenin el-Furkan Süresi'nin sonundaki ayeti (68 vd.)
nesh ettiği görüşündedir. (Ayrıca bk. en-Nisa, 31. ayetin tefsiri) Zeyd b.
Sabit der ki: Nisa Süresi el-Furkan Süresi'nden altı ay sonra nazil olmuştur.
Ancak sahih olan, ortada neshin olmadığıdır. Çünkü nesih, haberlere dair
buyruklarda imkansız bir şeydir. İleride bu ayet-i kerimelerin birlikte nasıl
açıklanacağına dair açıklamalar Yüce Allah'ın izniyle el-Furkan Süresi'nde (az
önce işaret olunan ayetlerin tefsirinde) gelecektir.
Tirmizi'de Ali b. Ebi
Talib'den şöyle dediği nakledilmektedir: Kur'an-ı Kerimde şu: "Şüphesiz
Allah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını da dilediğine
bağışlar" ayeti en sevdiğim ayet-i kerimedir. Tirmizi der ki: Bu hasen,
garip bir hadistir.
[ - ]
Yüce Allah'ın: "O
kendilerini temize çıkaranlara bakmaz mısın ... " buyruğuna dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
1- Kişinin Kendisini
Tezkiye Etmesi:
Yüce Allah'ın: "O
kendilerini temize çıkaranlara bakmaz mısın?" buyruğundaki ifadeler,
zahiri itibariyle umumidir. Bununla birlikte tevil alimlerinden herhangi bir
kimse bununla kastedilenlerin yahudiler olduğu hususunda ihtilaf etmemiştir.
Şu kadar varki,
kendilerini ne ile tezkiye ettikleri hususunda farklı kanaatlere sahiptirler.
Katade ve el-Hasen der ki: Burada maksat: "Biz Allah'ın oğullarıyız ve
O'nun sevdikleriyiz" (el-Maide, 18) şeklindeki sözleriyle: "Cennet'e
ancak yahudi yada hıristiyan olandan başkası girmez" (el-Bakara, 111)
şeklindeki sözleridir. ed-Dahhak ve es-Süddi der ki: Maksat onların: Bizim
hiçbir günahımız yoktur. Gündüzün yaptığımız, geceleyin bize mağfiret olunur,
geceleyin yaptığımız da bize gündüzün mağfiret olunur. Diğer taraftan bizler,
günahsızlık bakımından çocuklara benzeriz, şeklindeki sözleridir. Mücahid, Ebu
Malik ve İkrime derler ki: Bundan kasıt, onların günahları sözkonusu
olmadığından dolayı, namaz kıldırmak üzere çocukları öne geçirmeleridir. Şu
kadar varki, ayet-i kerimede bunun kast edildiği uzak bir ihtimaldir.
İbn Abbas der ki: Bundan
kasıt onların, bizim ölmüş atalarımız bize şefaat edecekler ve onlar bizi
tezkiye edecekler şeklindeki sözleridir. Abdullah b. Mes'ud der ki: Burada sözü
edilen, onların birbirlerini övmeleridir. Bu da bu hususta yapılan
açıklamaların en güzelidir. Çünkü ayet-i kerimenin zahirinden anlaşılan budur.
Tezkiye (temize
çıkarmak) ise, günahlardan arınmış olmak ve uzak olmak iddiasında bulunmaktır.
2- Övme ve Tezkiyede
Edep:
Bu ayet-i kerime ile Yüce
Allah'ın: "O halde kendinizi temize çıkarmayın, övmeyin" (en-Necm,
32) ayeti, kişinin kendi diliyle kendisini temize Çıkarmaktan, övmekten uzak
durmasını asıl temiz ve temizlenmiş olanın fiileri güzel olup, Yüce Allah'ın
temize çıkardığı kimse olduğunu bildirmesini gerektirmektedir. O halde insanın
kendi kendisini temize çıkarıp tezkiye etmesine itibar olunmaz. Asıl muteber
olan, Yüce Allah'ın o kimseyi tezkiye etmiş olmasıdır.
Müslim'in Sahihi'nde Muhammed
b. Amr b. Ata'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ben kızıma Berre (iyilikte
bulunan) adını verdim. Ebu Seleme'nin kızı Zeynep bana dediki: Resulullah
(s.a.v.) bu ismi kullanmayı yasaklamıştı. Bana Berre adı verilmişti. Resulullah
(s.a.v.) da şöyle buyurmuştu: "Kendinizi temize çıkarmayın, övmeyin.
Allah, aranızdan kimin iyilik ehli olduğunu en iyi bilendir." Bu sefer
ona: Peki bu kıza ne ad verelim? diye sordular. O da: "Ona Zeynep adını
verinİz" diye buyurdu.
Böylelikle Kitap da,
Sünnet de, insanın kendi kendisini tezkiye etmesinin yasaklandığına delalet
etmektedir. Şu Mısır diyarında çoğalmış ve yaygınlık kazanmış bulunan ve
insanların, tezkiye anlamını veren niteliklerle kendilerini nitelendirmeleri de
bu türdendir. Mesela, Zekiyüddin, Muhyiddin ve buna benzer sıfatlar ve isimler
kullanmaları böyledir. Ancak, bu isimleri taşıyanların yaptıkları çirkinlikler
çoğalınca, bu niteliklerin asıl anlamları ile ilgileri kalmadı ve hiçbir şey
ifade etmez oldular.
3- Başkasının
Tezkiyesi ve Övmesi:
Başkasının bir diğerini
tezkiye edip övmesine gelince, Buhari'de Ebu Bekre'den şöyle bir hadis
nakledilmektedir: Peygamber (s.a.v.)'ın huzurunda bir adamdan sözedildi. Bir
kişi de ondan hayırla sözetti. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Yazık
sana, arkadaşının boynunu kestin -bunu defalarca tekrarladı-. Sizden herhangi
bir kimse eğer mutlaka (birisini) övecekse, o takdirde onun böyle olduğu
görüşünde ise, sanırım o şöyle şöyledir desin. Onu hesaba çekecek olan
Allah'tır. Ve Allah'a rağmen de kimseyi
tezkiyeye
kalkışmasın."
Böylelikle Hz.
Peygamber; kişide bulunmayan. niteliklerle başkasını övmeyi ve bunun sonucunda
o kişinin kendisini beğenmesine ve büyüklenmesine sebep teşkil etmeyi
yasaklamakta ve gerçekten de kendisinin bu konumda olduğunu zannedip, bu halin
o kişiyi ameli kaybedip daha da faziletli işlerde bulunmayı terketmeye itecek
noktaya getirmesini yasaklamıştır.
Bundan dolayı Peygamber
(s.a.v.): "Yazık sana, kardeşinin boynunu kestin" diye buyurmuştur.
Bir başka hadiste ise, birisini sahip olmadıkları vasıflarla nitelendirmeleri
üzerine: "Adamın belini kopardınız" diye buyurmuştur.
Hz. Peygamberin:
"Övenlerin yüzüne toprak saçınız" hadisini ilim adamları buna göre
tevil etmişler ve bununla başkalarını yüzlerine karşı hak olmayan surette ve
onlarda bulunmayan niteliklerle övenlerin kastedildiğini belirtmişlerdir. Onlar
böylece, bu övgülerini övdükleri kimseden birşey yemeye ve kendisiyle fitneye
düşürdükleri bir araç haline getirmiş olurlar.
Kişiyi gerçekten sahip
bulunduğu güzel fiilleri ve övülmeye değer özellikleri dolayısıyla bu ve benzer
işleri yapması için, insanları da benzer hususlarda ona uymaları için bir
teşvik olmak üzere övmeye gelince, bu şekilde öven kişi (yasaklanan övücü)
meddah durumunda değildir. O kişi hakkında söylediği güzel sözleriyle, onu
övmek durumunda olmamış olsa dahi bu böyledir. Bu da niyetlere bağlı bir
şeydir.
Yüce "Allah ise
kimin ifsad edici olduğunu, kimin ıslah edici olduğunu en iyi bilendir"
(el-Bakara, 220). Peygamber (s.a.v.) şiirde, hutbelerde, karşılıklı
konuşmalarda yüzüne karşı övülmüş olduğu halde, bu şekilde övenlerin yüzüne
toprak saçmış da değildir, bunu emretmiş de değildir. Ebu Talib'in (Hz.
Peygamber hakkında söylediği) bu beyitinde olduğu gibi: "Yüzüsuyu
hürmetine bulutun yağmuru istenen beyaz tenlidir o. Yetimleri görüp gözeten,
dulların sığınağıdır o."
Aynı şekilde,
el-Abbas'ın ve Hassan'ın şiirlerinde onu övmeleri de bu kabildendir. Yine Ka'b
b. Züheyr de onu övmüştür. Bizzat kendisi de ashabını övmüş ve şöyle
buyurmuştur: "Sizler tama edilecek şeyler oldu mu sayıca azsınız, fakat
başkalarını dehşete düşüren şeyler oldu mu da çoğalırsınız".
Hz. Peygamberin sahih
hadisteki: "Hıristiyanların Meryemoğlu İsa'yı olmadık şekilde övdükleri
gibi siz de beni övüp ta'zim etmeyiniz. Bunun yerine; Allah'ın kulu ve Resulü
deyiniz" hadisine gelince; bunun da anlamı şudur:
Hıristiyanların İsa'yı
sahip olmadığı niteliklerle nitelendirdikleri gibi, siz de beni övmek arzusuyla
bende bulunmayan niteliklerle nitelendirmeyiniz. Onlar, böyle yaparak Hz.
İsa'yı Allah'ın oğlu diye nisbet ettiler ve bundan dolayı kafir oldular ve
saptılar. İşte bu, şunu gerektirmektedir: Bir kimse, herhangi bir işi
sınırından yukarıya yükseltip, onda olmadık şekilde haddini, ölçüsünü aşacak
olursa, o haddi aşan günahkar bir kimsedir. Çünkü böyle bir şey, herhangi bir
kimse hakkında caiz olsaydı, elbetteki, bütün insanlar arasında herkesten çok
buna Resulullah (s.a.v.)'ın kendisi layık olurdu.
Allah Asla Zulmetmez:
"Onlara kıl kadar
zulmedilmez" buyruğundaki "onlara zulmedilmez" zamiri, daha önce
sözü geçen, kendisini temizeçıkaran ve Yüce Allah'ın da temize çıkarıp övdüğü
kimselere aittir. Bu iki kesimin dışında kalanlara, Yüce Allah'ın asla
zulmetmeyeceği ise, bu ayetten başka ayetlerden anlaşılmaktadır. Ayet-i
kerimedeki el-fetil (mealde: kıl) hurma çekirdeğinin yarığında bulunan
iplikçiktir. Bunu İbn Abbas, Ata ve Mücahid söylemiştir. Çekirdek ile hurmanın
et kısmı arasındaki ince zar olduğu da söylenmiştir. Yine İbn Abbas, Ebü Malik
ve es-Süddi de şöyle demektedir: Fetil, birbirine sürttüğün takdirde,
parmaklarından veya ellerinin arasından çıkan ince kirdir. Buna göre bu kelime
mef'ul anlamında fail vezninde bir kelimedir. Bütün bu açıklamalar ise,
birşeyin oldukça küçük ve önemsiz olduğunu kinaye yoluyla ifade etmek ve
Allah'ın kula hiçbir şekilde zulmetmeyeceği noktasında birleşmektedir.
Yüce Allah'ın:
"Hurma çekirdeğinin çukurcuğu kadar zulmedilmezler" (en-Nisa, 124)
buyruğu da küçük ve basitliğe misal olmak ba- . kımından buna benzemektedir. Bu
çukurcuk ise, hurma çekirdeğinin sırt tarafındaki küçük noktacıktır. Hurma
ağacı da oradan bitip yeşerir. İleride buna dair açıklamalar gelecektir.
Şair, krallardan
birisini yererken şöyle söylemektedir: "Binlerce askeri bulunan orduyu
toplar ve gazaya çıkarsın Sonra da düşmana kıl kadar (fetil) bir musibet de
(zarar da) vermezsin (vermeden geri dönersin)."
Allah'a İftira:
Daha sonra Yüce Allah,
Peygamber (s.a.v.)'in dikkatini "Bir bak Allah'a karşı nasıl olmadık yalan
uyduruyorlar" buyruğuyla hayreti gerektiren bu işlerine çekmektedir. Bu
ise, onların: Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz şeklindeki sözleridir.
Bunun: Kendilerini temize çıkarmaları olduğu da söylenmiştir. Bu İbn Cüreyc'den
nakledilmiştir.
Yine onların şöyle
dediği de rivayet edilmiştir: Bizim günahlarımız yoktur.
Günahlarımız olsa olsa
dünyaya geldikleri gün çocuklarımızınki gibidir.
İftira ise, uydurmak
demektir. Filan kişi filana iftirada bulundu, tabiri de buradan gelmektedir.
Yani onda bulunmayan bir özelliği, hususu ona isnad etti, iftira etti demektir.
İftira, koparmak anlamına da gelir
"Apaçık bir günah
olarak bu yeter" anlamındaki (...) buyruğu beyan (temyiz) olmak üzere nasb
edilmiştir. Anlamı ise, onların işledikleri bu günahın büyüklüğünü ifade etmek
ve bu günahlarından dolayı yermektir. Araplar benzeri anlatımları, övmek ve
yermek kastıyla da kullanırlar.
Cibt'e ve Tağuta İman
Edenler:
"Şu kitaptan
kendilerine biraz pay verilenlere bakmaz mısın" buyruğunda maksat
yahudilerdir. "Cibte ve Tağuta inanıyorlar." Te'vil ehli, cipt ve
tağut'un te'vili hakkında farklı görüşlere sahiptirler. İbn Abbas, İbn Cübeyr
ve Ebu'l-Aliye der ki: Cibt, Habeşçede sihirbaz, tağut da kahinin adıdır.
el-Faruk Ömer (r.a.) da şöyle demiştir: Cibt, büyü tağut da şeytandır. İbn
Mes'ud der ki: Burada cibt ve tağut ile kast edilen kimseler, Ka'ab b. el-Eşref
ile Huyey b. Ahtap'dır. İkrime der ki: Cibt, Huyey b. Ahtap, tağut da Ka'b b.
el-Eşref'tir. Bunun delili de Yüce Allah'ın: "Tağutun hükmüne başvurmak
istiyorlar" (en-Nisa, 60) buyruğudur.
Katade der ki: Cibt
şeytan, tağut ise kahindir. İbn Vehb de Malik b. Enes'den şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Tağut, Allah'tan gayri kendisine ibadet olunandır. Malik
dedi ki: Ben, cibt'in şeytan olduğunu söyliyenleri de dinledim. Bunu da
en-Nehhas nakletmiştir.
Burada ikisinin (cibt ve
tağut'un) Allah'tan başka kendilerine ibadet olunan veya Allah'a isyan
hususunda kendilerine itaat olunan her şeyolduğu da söylenmiştir. Bu da güzel
bir açıklamadır.
Cibt kdimesinin aslı
cibs dir. Bu da hayrı olmayan şey demektir. "Te" harfi
"sin"in yerine kullanılmıştır. Bu açıklamayı da Kutrub yapmıştır.
Cibt'in iblis, tağutun
da onun velileri (dostları) olduğu da söylenmiştir. Bu hususta Malik'in görüşü
güzeldir. Buna Yüce Allah'ın şu buyrukları da delildir: "Allah'a ibadet
edin ve tağuttan uzak durun diye ... " (en-Nahl, 36); "Ve onlar ki,
tağuta ibadet etmekten uzak durdular." (ez-Zümer, 17)
Katan b. el-Muharik de
babasından şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.v.) buyurduki: "Tark,
tiyare ve iyafe cibt'tendir." Tark ürkütmek, iyafe; çizgi çizmek demektir.
Bunu Ebü Davüd Sünen'inde rivayet etmiştir. Cibt'in Allah'ın haram kıldığı
herşey, tağüt ise insanı tuğyana götüren, azdıran her şey olduğu da
söylenmiştir.
Doğrusunu en iyi bilen
Allahtır.
51. Ayetin Nüzul Sebebi:
Yüce Allah'ın: "Ve diğer inkar
edenlere ... derler." buyruğu, yahudiler, Kureyş kafirlerine: Sizler,
Muhammed'e iman edenlerden daha doğru yoldasınız derler anlamındadır. Bu da
şöyle olmuştu: Ka'b b. el-Eşref, yahudilerden yetmiş süvari ile Uhud
vak'asından sonra Mekke'ye, Kureyşlilerle, Rasülullah (s.a.v.) ile savaşmak
üzere anlaşmak maksadıyla gitti. Ka'b, Ebü Süfyan'a misafir oldu. Ebü Süfyan
ona güzel bir şekilde misafir perverlik gösterdi. Diğer yahudiler de
Kureyşlilerden çeşitli kimselerin evlerinde kaldılar. Muhammed ile savaşmak
üzere mutlaka bir araya geleceklerine (birlikte savaşacaklarına) dair
aralarında akidleştiler, ahidleştiler. Ebü Süfyan şöyle dedi: Sen kitap okuyan
ve bilen bir kimsesin. Bizler ise ümmiyiz, bilgimiz yok. Bizim mi yolumuz daha
doğrudur ve hakka daha yakındır, Muhammed'in mi? Ka'b şöyle dedi: Allah'a and
olsun ki, sizin yolunuz Muhammed'in gittiği yoldan daha doğrudur.
Yüce Allah'ın:
"Yoksa onların mülkten bir payı mı vardır" buyruğunda asıl soru edatı
sadece hemzedir. Ondan sonra gelen "mim" ise "sıla" için
gelmiştir. "Mülkten bir payı mı vardır?" ifadesi inkar kastıyla
sorulmuştur. Yani onların mülk namına birşeyleri yoktur. Şayet mülk namına bir şeye
sahip olsalardı, cimrilikleri ve kıskançlıkları dolayısıyla ondan kimseye
birşey vermezlerdi.
Bunun anlamının: Yoksa
onların bir payları mı vardır? şeklinde olduğu da söylenmiştir. O takdirde
(...) edatı munkati' olur ve manası da bir önceki ifade ile ilişkisi olmaksızın
yeni bir ifade başlangıcı olur. Bunun hazfedilmiş bir ibareye atfedici edat
olduğu da söylenmiştir. Çünkü onlar, Muhammed (s.a.v.)'a tabi olmayı kabul
etmemişlerdi. İfadenin takdiri de şöyle olur. Peygamber olarak
gönderdiklerimden, peygamberliğe onlar mı daha layıktırlar? Yoksa onların,
mülkten bir payları mı vardır?
"Böyle olsaydı,
insanlara hurma çekirdeğinin çukurcuğu kadar dahi birşey vermezlerdi".
Yani haklara mani olur, engellerlerdi. Yüce Allah, onların bildiği durumlarına
dair haber vermektedir.
Nakir, hurma
çekirdeğinin sırtındaki nükte (çukurcuk) dır. Bu da İbn Abbas, Katade ve
diğerlerinden nakledilmiştir. Yine İbn Abbas'tan nakır'in, kişinin yerde çukur
yapması gibi parmağı ile çukur yapmasıdır. Ebu'ı-Aliye der ki: Ben İbn Abbas'a
nakır'in mahiyetine dair soru sordum o da, başparmağının ucunu, şahadet
parmağının iç tarafı üzerine koydu. Sonra ikisini de kaldırıp: İşte nakır
budur, dedi .
Nakir, aslında oyulan
bir kütük demektir. Bunda nebiz (şıra) yapılırdı. Hadiste bunları kullanmak
önceleri yasaklanmış, sonra bu yasak nesh olunmuştu. Filan kişinin nakıri
kerimdir; ibaresi aslı, soyu kerimdir, demektir.
(...) edatı burada,
başına "fe" atıf edatı geldiğinden dolayı amel etmemiştir. Eğer bu
edat nasb etmiş olsaydı yine caiz olurdu. Sibeveyh der ki: Bu edat, fiillerde
amel eden edatlar bakımından, isimlerde amel eden edatlar arasında (...)
mevkiindedir. Yani, eğer ifade ona dayalı değilse lağvolur (amel etmez). Şayet
sözün başına gelip te ondan sonraki ifade (...) müstakbel (müzari) ise, nasb
eder. Senin birisine (...) Seni ziyaret edeceğim deyip, onun da cevap olmak
üzere: (...) O takdirde ben de sana ikram ederim, demesi gibi. Abdullah b.
Aneme ed-Dabbı der ki: "Eşeğini geri çek, bahçemizde atlamasın. O takdirde
(tarafımızdan) sana onun yuları alabildiğine daraltılmış olarak geri
döndürülür."
Burada bu edatın nasb
etme sebebi, ondan önceki ifadelerin tamam bir cümle olup, bunun da bir söz
başlangıcına denk düşmüş oluşundan dolayıdır. Eğer: (...) O takdirde Zeyd seni
ziyaret eder, ifadesinde olduğu gibi, iki kelime arasında ortada yer alacak
olursa amel etmez. Şayet başına "fe" yahut da "ev" atıf
edatlarından birisi gelecek olursa, amel etmesi de etmemesi de caiz olur. Amel
etmesi, vav'dan sonra gelen ifadelerin, cümlenin cümeleye atf edilmesi suretinde
istinaf (yeni bir cümle başlangıcı) oluşundan dolayıdır. Ve bunu Kur'an-ı
Kerim'in dışında (nasb edilerek: ''O takdirde ... vermezler, şeklinde kullanmak
caizdir.
Yine Kur'an-ı Kerimde:
"O takdirde kendileri ... kalamayacaklardır" (el-İsra, 76) diye buyurulmaktadır.
(Burada bu edat amel etmemiştir). Ubeyy'in Mushafında ise, (bu edat amel etmek
suretiyle) bu buyruk: (...) şeklindedir.
Bunun amel etmemesine
gelince, bunun da sebebi vav'dan sonra gelen cümlenin ancak kendisine atf
yapılacak ifadeden sonra gelmesidir. Sibeveyh'e göre ise, fiili nasb eden bu
edat muzari (şimdiki ve geniş zaman) anlamı dolayısıyladır.
el-Halil'e göre ise,
(...) şeklindeki nasb edatı bundan sonra muzmar (gizli) oluşundan dolayıdır.
el-Ferra ise, bu edatın (...) elif ile ve tenvinli olarak yazılacağı
kanaatindedir. En-Nehhas der ki: Ben Ali b. Süleymanı, şöyle derken dinledim:
Ben Ebu'l-Abbas Muhammed b. Yezid'i şöyle derken dinledim: (...)'ı elif ile
yazan kimsenin elini dağlamak istiyorum.
Çünkü bu edat tıpkı
(...) edatları gibidir. Harflere hiçbir şekilde tenvin
dahil olmaz.
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN