HUD 84 / 95 |
وَإِلَى
مَدْيَنَ
أَخَاهُمْ شُعَيْباً
قَالَ يَا
قَوْمِ
اعْبُدُواْ
اللّهَ مَا
لَكُم مِّنْ
إِلَـهٍ
غَيْرُهُ وَلاَ
تَنقُصُواْ
الْمِكْيَالَ
وَالْمِيزَانَ
إِنِّيَ
أَرَاكُم
بِخَيْرٍ وَإِنِّيَ
أَخَافُ
عَلَيْكُمْ
عَذَابَ يَوْمٍ
مُّحِيطٍ {84}
وَيَا
قَوْمِ أَوْفُواْ
الْمِكْيَالَ
وَالْمِيزَانَ
بِالْقِسْطِ
وَلاَ
تَبْخَسُواْ النَّاسَ
أَشْيَاءهُمْ
وَلاَ
تَعْثَوْاْ فِي
الأَرْضِ
مُفْسِدِينَ
{85} بَقِيَّةُ
اللّهِ
خَيْرٌ
لَّكُمْ إِن
كُنتُم
مُّؤْمِنِينَ
وَمَا
أَنَاْ
عَلَيْكُم بِحَفِيظٍ
{86} قَالُواْ
يَا
شُعَيْبُ
أَصَلاَتُكَ
تَأْمُرُكَ
أَن نَّتْرُكَ
مَا
يَعْبُدُ
آبَاؤُنَا
أَوْ أَن
نَّفْعَلَ
فِي
أَمْوَالِنَا
مَا نَشَاء إِنَّكَ
لَأَنتَ
الْحَلِيمُ
الرَّشِيدُ {87}
قَالَ يَا
قَوْمِ
أَرَأَيْتُمْ
إِن كُنتُ
عَلَىَ
بَيِّنَةٍ
مِّن
رَّبِّي
وَرَزَقَنِي
مِنْهُ رِزْقاً
حَسَناً
وَمَا
أُرِيدُ
أَنْ أُخَالِفَكُمْ
إِلَى مَا
أَنْهَاكُمْ
عَنْهُ إِنْ
أُرِيدُ
إِلاَّ
الإِصْلاَحَ مَا
اسْتَطَعْتُ
وَمَا
تَوْفِيقِي
إِلاَّ بِاللّهِ
عَلَيْهِ
تَوَكَّلْتُ
وَإِلَيْهِ
أُنِيبُ {88} وَيَا
قَوْمِ لاَ
يَجْرِمَنَّكُمْ
شِقَاقِي
أَن
يُصِيبَكُم
مِّثْلُ مَا
أَصَابَ قَوْمَ
نُوحٍ أَوْ
قَوْمَ
هُودٍ أَوْ
قَوْمَ
صَالِحٍ
وَمَا
قَوْمُ
لُوطٍ
مِّنكُم بِبَعِيدٍ
{89}
وَاسْتَغْفِرُواْ
رَبَّكُمْ ثُمَّ
تُوبُواْ
إِلَيْهِ
إِنَّ
رَبِّي رَحِيمٌ
وَدُودٌ {90}
قَالُواْ
يَا
شُعَيْبُ مَا
نَفْقَهُ
كَثِيراً
مِّمَّا
تَقُولُ وَإِنَّا
لَنَرَاكَ
فِينَا
ضَعِيفاً
وَلَوْلاَ
رَهْطُكَ
لَرَجَمْنَاكَ
وَمَا أَنتَ عَلَيْنَا
بِعَزِيزٍ {91}
قَالَ يَا
قَوْمِ أَرَهْطِي
أَعَزُّ
عَلَيْكُم
مِّنَ اللّهِ
وَاتَّخَذْتُمُوهُ
وَرَاءكُمْ
ظِهْرِيّاً
إِنَّ
رَبِّي
بِمَا
تَعْمَلُونَ مُحِيطٌ
{92} وَيَا
قَوْمِ
اعْمَلُواْ
عَلَى
مَكَانَتِكُمْ
إِنِّي
عَامِلٌ سَوْفَ
تَعْلَمُونَ
مَن
يَأْتِيهِ
عَذَابٌ
يُخْزِيهِ
وَمَنْ هُوَ كَاذِبٌ
وَارْتَقِبُواْ
إِنِّي
مَعَكُمْ رَقِيبٌ
{93} وَلَمَّا
جَاء أَمْرُنَا
نَجَّيْنَا
شُعَيْباً
وَالَّذِينَ
آمَنُواْ
مَعَهُ
بِرَحْمَةٍ
مَّنَّا
وَأَخَذَتِ الَّذِينَ
ظَلَمُواْ
الصَّيْحَةُ
فَأَصْبَحُواْ
فِي
دِيَارِهِمْ
جَاثِمِينَ {94} كَأَن
لَّمْ
يَغْنَوْاْ
فِيهَا
أَلاَ بُعْداً
لِّمَدْيَنَ
كَمَا
بَعِدَتْ
ثَمُودُ {95} |
84.
Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik). Dedi ki: "Ey kavmim! Allah'a
ibadet edin. O'ndan başka hiçbir İlahınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik
tutmayın. Ben sizi gerçekten bir hayır içinde görüyorum ve ben sizin için
çepeçevre kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum."
85.
"Ey kavmim! Ölçü ve tartıyı adaletle, tastamam yerine getirin. İnsanlara
eşyalarını eksik vermeyin. Yeryüzünde fesadçılar olarak kötülük yapmayın."
86.
"Eğer mü'min iseniz Allah'ın bıraktığı sizin için daha hayırlıdır. Yoksa
ben üzerinizde koruyucu değilim."
87.
Dediler ki: "Ey Şuayb! Bize babalarımızın tapındıklarından yahut kendi
mallarımızda dilediğimiz gibi tasarruf etmekten vazgeçmemizi sana namazın mı
emrediyor? Çünkü sen muhakkak yumuşak huylu ve aklı başında bir kimsesin."
88. Dedi
ki: "Ey kavmim! Şayet ben Rabbimden gelen apaçık bir belgeye sahipsem ve O
bana kendisinden güzel bir rızık ihsan etmiş ise ne dersiniz? Size yasakladığım
şeylere kendim uymayarak, size (emrettiklerime) aykırı davranmak istemiyorum.
Ben gücümün yettiği kadar ıslahtan başkasını istemem. Benim başarım ancak Allah
iledir, ben yalnız O'na güvenip dayandım ve yalnız O'na dönerim."
89.
"Ey kavmim! Bana muhalefetiniz sakın Nuh kavminin veya Hud kavminin yahut
Salih kavminin başlarına gelen musibetin bir benzerinin başınıza gelmesine
sebeb olmasın. Lut kavmi de sizden uzak değildir."
90.
"Rabbinizden mağfiret dileyin ve sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz Rabbim
rahmet edicidir, çok sevendir."
91.
Dediler ki: "Ey Şuayb! Biz senin söylediklerinden bir çoğunu anlamıyoruz.
Hem biz seni aramızda gerçekten güçsüz görüyoruz. Eğer senin aşiretin
olmasaydı, seni taşa tutardık. Zaten sen, bizim için değerli bir kimse
değilsin."
92. Dedi
ki: "Ey kavmim! Size göre benim aşiretim Allah'tan daha değerli midir ki
onu arkanıza atılmış, önemsenmeyen bir şey edindiniz. Şüphe yok ki Rabbim,
yaptıklarınızı çepeçevre kuşatıcıdır."
93.
"Ey kavmim! Elinizden geleni yapın. Muhakkak ben de yapacağım. Yakında
kendisini rüsvay edecek azabın kime geleceğini ve kimin yalancı olduğunu
bileceksiniz. Gözetleyin gerçekten ben de sizinle beraber gözetleyiciyim. "
94.
Emrimiz gelince, şuayb'ı ve beraberindeki mü'minleri nezdimizden bir rahmetle
kurtardık. Zulmedenleri ise o korkunç ses yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü
çöküp kaldılar.
95. Sanki
orada yaşamış değillerdi. Haberiniz olsun ki Semud kavmi, Allah'ın rahmetinden
nasıl uzaklaştıysa, Medyen kavmi de öylece uzaklaştı.
84. "Medyen'e de
kardeşleri Şuayb'ı" peygamber olarak gönderdik, Medyen, Hz. Şuayb'ın
kavmidir. Onlara bu ismin verilişi hususunda iki görüş vardır. Birincisine göre
Medyenliler İbrahim'in oğlu Medyen'in soyundan gelenlerdir. O bakımdan
Medyenoğulları kastıyla, Medyen denilmiştir. Mudaroğulları kastedilerek, Mudar
denilmesi gibi. İkinci görüşe göre Medyen şehirlerinin adıdır,; o şehre nisbet
edilerek anılmışlardır.
en-Nehhas der ki:
"Medyen" kelimesi munsarıf değildir. Çünkü bir şehir ismidir. Bu
anlamdaki açıklamalar daha geniş bir şekilde el-A'raf Suresi'nde (85-87.
ayetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Dedi ki: Ey
kavmim! Allah'a ibadet edin. O'ndan başka hiçbir ilahınız yoktur"
buyruğunun benzeri (Hud, 61'de) az önce geçti.
"Ölçüyü ve tartıyı
eksik tutmayın." Medyenliler kafir olmakla birlikte, ölçü ve tartıyı eksik
yapan kimselerdi. Yiyecek satmak üzere onlara gelen birisi oldu mu onu fazla
ölçekle alırlardı. Ona bir şey verecek olurlarsa, ellerinden geldiği kadar ona
fazla vermemeye çalışırlar, hatta zulüm dahi ederlerdi. Onlardan bir kimse
yiyecek (buğday) almak üzere geldi mi, ona eksik ölçekle satarlardı ve
ellerinden geldiği kadar da ona az vermeye çalışırlardı. Şirkten vazgeçerek,
iman etmeleri ve eksik ölçüp tartmak yasak edilerek tam ölçüp vermeleri
emrolundu.
"Ben sizi gerçekten
bir hayır" yani geniş bir rızık ve pek çok nimetler içerisinde -el-Hasen
der ki: Fiyatları oldukça ucuzdu, demiştir- "görüyorum ve ben sizin için
çepeçevre kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum." Burada günü kuşatıcı
olmakla nitelendirilmekle birlikte, o günün onları kuşatıcı olduğunu anlatmak
istemiştir. Çünkü azab günü onları kuşatacak olursa, azab onların etrafını
çevirmiş demek olur. Mesela sıcağı şiddetli kastıyla, şiddetli bir gün demek
gibi.
Onlara gelen bu azabın
ne olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Bir görüşe göre bu, ahiretteki ateş
azabıdır. Bir diğer görüşe göre dünyada topluca helak edilme azabıdır. Bunun
fiyatların pahalılaşması şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu anlamda bir
açıklama İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.
Hadis-i şerifte de Hz.
Peygamber'den şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Bir kavim ölçü ve
tartılarda açıkça eksiklik yapmaya başladı mı mutlaka Allah da onlara kıtlık ve
pahalılık belasını verir." Bu hadis daha önceden de geçmiş bulunmaktadır.
85. "Ey kavmim!
Ölçü ve tartıyı adaletle tastamam yerine getirin." Eksik ölçüp tartmayı yasakladıktan
sonra, tamam ölçüp tartmayı emretmesi te'kid içindir.
"Tamam yapmak,
eksiksiz yapmak" demektir, (...) ise adaletle, hak ile demektir. Maksad,
herkesin hakettiği payı gereği gibi almasıdır. Yoksa ölçülen ve tartılan şeyin
(ölçek ve tartıda) tamamlanmasını kastetmemektedir. Çünkü burada ölçü ile ve
tartı ile tam verin, dememiştir. Aksine bu buyrukla ölçüyü alışılmış ve bilinen
miktarından, hacminden daha eksik yapmayın, demektedir. Aynı şekilde kullanılan
tartı ve ağırlıklar da böyle olmalıdır.
"İnsanlara
eşyalarını eksik vermeyin." Hakettiklerinden daha az bir şey vermeyin,
haklarını eksiltmeyin."Yeryüzünde fesadçılar olarak kötülük yapmayın"
buyruğuyla Yüce Allah ölçü ve tartılarda hainlik etmenin yeryüzünde fesat
çıkarmakta aşırıya gitmek olduğunu beyan etmektedir ki, bu hususa dair
açıklamalar daha önceden el-A'raf Süresi'nde (85. ayetin tefsiri ve devamında)
daha da fazlası ile geçmiş bulunmaktadır. Cenab-ı Allah'a hamdolsun.
86. "Eğer mü'min
kimseler iseniz, Allah'ın bıraktığı sizin için daha hayırlıdır." Yani
hakları adaletle, tastamam verdikten sonra Allah'ın sizin için geriye bıraktığı
daha bir bereketlidir ve akıbeti daha bir övülecek şeydir. Bu yönüyle bunlar
sizin zorbalık yaparak, haksızlık ederek ölçü ve tartıları eksik yapıp kendiniz
için bir şeyler arttırmanızdan daha üstündür. Bu anlamdaki açıklamayı Taberi ve
başkaları yapmıştır. Mücahid de der ki: "Allah'ın bıraktığı sizin için
daha hayırlıdır" buyruğundan kasıt, Allah'a itaat etmenizdir. er-Rabi' der
ki: Allah'ın tavsiyesi (emri) sizin için daha hayırlıdır, demektir. el-Ferra
ise: Allah'ın gözetimi, İbn Zeyd Allah'ın rahmeti. .. diye açıklarken Katade ve
el-Hasen de; sizin Rabbinizden alacağınız pay (mü kafatınız) sizin için daha
hayırlıdır, diye açıklamışlardır. İbn Abbas da: Allah'ın rızkı sizin için daha
hayırlıdır, diye açıklamıştır.
"Eğer mü'min
kimseler iseniz" anlamındaki buyruk şarttır. Çünkü onlar bunun doğruluğunu
ancak mü'min olmaları şartıyla anlayabilirler, bilebilirler. Şöyle de
açıklanmıştır: Onların Allah'ın kendilerinin yaratıcısı olduğunu itiraf edenler
olmaları da muhtemeldir. Bundan dolayı onlara bu şekilde hitab etmiştir.
"Yoksa ben
üzerinizde koruyucu değilim." Yani ölçüp tarttığınız vakit sizi gözetlemek
imkanım yoktur. Yani ben yapmış olduğunuz herbir muameleye tanıklık etmek
imkanına sahip değilim ki herkesin hakkını eksiksiZ ve tam olarak verip
vermediğinizden dolayı sizleri sorgulayabileyim.
Şöyle de açıklanmıştır:
Masiyetleriniz sebebiyle üzerinizdeki Allah'ın nimetlerinin zeval bulmasına karşı,
benim sizi koruyabilme imkanım olamaz.
87. "Dediler ki: Ey
Şuayb! Bize babalarımızın tapındıklarından ... vazgeçmemizi sana namazın mı
emrediyor?" buyruğundaki "Namazın mı?" buyruğu, "Namazların
mı?" şeklinde çoğul olarak da okunmuştur.
"Terketmemizi"
ifadesindeki (...); (mastar anlamı veren edat) nasb mahallindedir. el-Kisai de
der ki: Bu hazfedilmiş "be" harf-i cerri ile cer mahallindedir.
Rivayet edildiğine göre
Şuayb (a.s) çokça namaz kılar, farzı ile, nafilesiyle ibadete çokça ve dikkatle
devam eder ve şöyle derdi: Şüphesiz ki namaz hayasızlıktan ve münkerden
alıkoyar. Onlara bu şekilde (iyilikleri) emredip (kötülüklerden) yasaklayınca
devamlı çokça namaz kıldığını gördüklerinden onu ayıplamaya, onunla alayetmeye
ve Yüce Allah'ın söylediklerini haber verdiği sözleri söylemeye koyuldular.
Bir açıklamaya göre
buradaki "namaz" okumak anlamındadır. Bunu da esSüfyan, el-A'meş'ten
nakletmiştir. Yani senin okudukların mı sana bunları emretmektedir? Böylelikle
bu görüşüyle onların kafir olduklarını kastetmektedir. el-Hasen de der ki:
Allah ne kadar peygamber gönderdiyse, mutlaka ona namazı ve zekatı farz
kılmıştır.
"Yahut kendi
mallarımızda dilediğimiz gibi tasarruf etmekten vazgeçmemizi ... "
el-Ferra'nın iddiasına göre ifadenin takdiri: Yahut sen bize mallarımızda
dilediğimiz gibi tasarruf etmemizi mi yasaklıyorsun? şeklindedir.
es-Sülemı ve ed-Dahhak
b. Kays da; "Yahut kendi mallarımızda senin dilediğin gibi tasarruf etmeni
(sana namazın mı emrediyor?)" şeklinde her iki fiili de "(muhatab) te"si
ile okumuşlardır. Bu da: Ey Şuayb! Senin dilediğini yapmanı ... takdirindedir.
en-Nehhas ise der ki: Bu
kıraate göre; "Yahut ... me ... " ifadesi birinci; " ... me ...
" ye atfedilmiştir.
Zeyd b. Eslem'in de
şöyle dediği rivayet edilmektedir: Hz. Şuayb'ın kav-. mine yasaklamış olduğu
şeyler arasında dirhemlerin kenarlarını kesmek de vardı. Yine denildiğine göre:
"Yahut kendi mallarımızda dilediğimiz gibi tasarruf etmekten vazgeçmemizi
... " buyruğunun anlamı şudur: Biz kendi aramızda eksik vermek konusunda
karşılıklı razı olursak, sen ne diye bize bunu yasaklıyorsun, bundan
vazgeçmemizi istiyorsun?
"Çünkü sen muhakkak
yumuşak huylu ve aklı başında bir kimsesin."
Bu sözleriyle; kendi
kanaatine göre sen kendinin böyle olduğunu zannediyorsun, demek istemişlerdi.
Ebu Cehil'in vasfı ile ilgili olarak Kur'an-ı Kerim'deki şu buyruk da bu
yönüyle buna benzemektedir: 'Tat bakalım, çünkü sen güçlü ve değerli
imişsin." (ed-Duhan, 49) yani kendi iddiana göre sen böylesin!
Bir diğer görüşe göre
onlar bu sözlerini Hz. Şuayb ile alayetmek, eğlenmek için söylemişlerdir. Bu
açıklamayı da Katade yapmıştır. Arapların Habeşli bir kimseye Ebu'l-Beyda
(beyazın babası) demeleri, beyaz olan bir kimseye de siyahın babası demeleri bu
kabildendir. İşte cehennem bekçilerinin Ebu Cehil'e: 'Tat bakalım, çünkü sen
güçlü ve değerli imişsin" (el-Duhan, 49) şeklindeki sözleri de böyledir.
Süfyan b. Uyeyne der ki:
Araplar uğur ve tefe'ül (iyi şeylerle karşılaşmak umudu) olsun diye herhangi
bir şeyi kendi zıddı ile nitelendirebilirler. Nitekim zehirli bir hayvan
tarafından sokulmuş bir kimseye "selim" denildiği gibi, geniş ve
düzlük araziye "mefaze (çabucak geçilebilecek yer)" demeleri de bu
kabildendir.
Bir diğer açıklamaya
göre; Hz. Şuayb'ın kavmi sövmek ve tahkir etmek kastıyla, tariz olsun diye bu
ifadeleri kullanmışlardır. Bu da bu konudaki açıklamaların en güzelidir. Ondan
önceki buyruklar da bu açıklamanın doğruluğuna delildir. Yani şüphesiz ki sen
gerçekten yumuşak huylu, aklı başında bir kimsesin. nasıl olur da atalarımızın
taptıklarını terketmemizi, onlara tapmaktan vazgeçmemizi emredebilirsin? Bu
açıklamaların doğruluğuna Yüce Allah'ın: "Bize babalarımızın
tapındıklarından ... vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor?" sözleri
delildir. Onlar Hz. Şuayb'ın çokça namaz kılıp ibadet ettiğini ve onun yumuşak
huylu ve aklı başında birisi olmakla birlikte, kendilerine atalarının
taptıklarını terk etmelerini emretmesini uygun göremediler. Bundan sonraki
buyruklar da buna delil teşkil etmektedir: "Dedi ki: Ey kavmim! Şayet ben
Rabbimden gelen apaçık bir belgeye sahipsem ve O bana kendisinden güzel bir
rızık ihsan etmiş ise (buna) ne dersiniz?" Yani bu durumda ben size
sapıklıktan vazgeçmenizi söylemeyecek miyim?
İşte bütün bunlar
onların bu sözleri hakikat anlamına söylediklerini ve onun hakkındaki
kanaatlerinin bu olduğunu göstermektedir. Kurayzaoğullarına mensub yahudilere,
Peygamber (s.a.v.)'in "Ey maymun'a dönüştürülmüş olanların
kardeşleri" dediğinde onların: Ey Muhammed! Biz senin cahillik eden bir
kimse olduğunu bilmiyorduk, demeleri de buna benzemektedir.
Paralarda Hile ve
Değerlerini Düşürecek işlemler Yapmak:
Tefsir alimleri derler
ki: Hz. Şuayb'in kavmine yasaklayıp vazgeçmelerini istediği ve kendilerinin de o
işi yaptıkları için azaba uğradıkları amellerden birisi de dinar ve dirhemlerin
kenarlarını kesmektir. Onlar o kesilen bölümler kendilerinde kalsın diye sağlam
dirhemlerin kenarlarını kesiyor, koparıyorlardı. Sağlam dirhem ve dinarları
sayarak işlem yapıyor, kenarları kesilmiş dirhemleri ise tartı ile işleme konu
ediyorlardı. Tartıda da ayrıca hile yapıyorlar, tartılarını az gösteriyorlardı.
İbn Vehb dedi ki: Malik dedi ki: Bunlar dinar ve dirhemleri kırıyorlardı. Said
b. el-Müseyyeb, Zeyd b. Eslem ve bunlara benzer mütekaddimin tefsir
alimlerinden bir grup da böyle açıklamışlardır. Bu şekilde paraları kırmak ise
büyük bir günahtır.
Ebu Davud'un kitabında
(Sünen'inde) Alkame b. Abdullah'tan, o babasından şöyle dediğini
nakletmektedir: Rasulullah (s.a.v.) müslümanların aralarında kullandıkları
geçerli sikkelerin gerektirici bir sebep olmadıkça kırılmalarını nehyetmiştir.
Çünkü eğer bu sikkeler
sağlam ise bunların maksatları tahakkuk eder ve faydaları da gerçekleşir. Bu
dirhemler kırılacak olursa, sıradan bir malolur ve sikke olarak
kullanılmalarından beklenen fayda ortadan kalkar. Bu da insanlara zararlı olur.
İşte bundan dolayı bu iş haram kılınmıştır.
Yüce Allah'ın: ''O
şehirde yeryüzünde bozgunculuk yapan fakat ıslah etmeyen dokuz kişi
vardı." (en-Neml, 48) buyruğun te'vili ile ilgili olarak bu kimselerin
dirhemleri kırdıkları şeklinde açıklanmıştır. Bu açıklamayı Zeyd b. Eslem
yapmıştır.
Ebu Ömer b. Abdi'l-Berr
der ki: İlim adamlarının söylediklerine göre Medine'de Muhammed b. Ka'b
el-Kurazi'den sonra Kur'an'ın te'vili (açıklaması, tefsiri) hususunda Zeyd b.
Eslem'den daha alim bir kimse yoktu.
Sikkeleri Kırmanın
Cezası:
Esbağ dedi ki:
Abdu'r-Rahman b. el-Kasım b. Halid b. Cünade -Zeyd b. el-Haris el-Rutaki'nin
azadlısı- dedi ki: Sikkeleri kıranın şehadeti kabul olunmaz. Bu konuda bilgisiz
olduğunu mazeret olarak ileri sürse dahi kabul edilmez. Çünkü bu, mazeretin
kabul olunacağı bir yer değildir.
İbnu'l-Arabi der ki:
Böyle birisinin şehadetinin kabul olunmaması, bunun büyük bir günah işlediğinden
ötürüdür. Büyük günahlar ise -küçük günahlardan farklı olarak- kişinin adalet
sıfatını kaldırır. Bu konuda bilgisizliğin mazeret olarak kabul edilmemesine
gelince, bu hiçbir kimseye gizli kalmayan apaçık bir husus olduğundan
dolayıdır. Çünkü mazeret ancak kişinin doğru söylediğinin açık olması yahut ta
doğru söyleyip söylemediğinin belli olmaması ve bu hususu Allah'ın kuldan daha
iyi bilmesine havale edilmesi halinde -Malik'in dediği gibi- kabul edilir.
Sikkeleri Kırarak,
Paranın Değerini Düşürerek Fesat Çıkartma ve Cezası:
Bu davranış masiyet ve
şehadetin kabul edilmemesine sebep teşkil eden bir fesat (bozgunculuk) olduğuna
göre; bu işi yapan kimseler cezalandırılır. İbn Müseyyeb kendisine sopa
vurulmuş bir adamın yanından geçer ve: Bu neden böyledir? diye sorar. Adamın
birisi: Bu adam, dinar ve dirhemleri keser deyince, İbnu'l-Müseyyeb, ona sopa
vurulmasına karşı çıkmayarak: Bu yeryüzünde fesat çıkarmak kabilindendir, der.
Buna benzer bir olay
Süfyan'dan da nakledilmektedir: Ebu Abdu'r-Rahman en-Necibi de der ki: Medine
valisi olduğu sıralarda Ömer b. Abdulaziz'in yanında oturuyor idim. Dirhemleri
kesen bir adam getirildi. Bu hususta ona karşı şahitlik de edilmişti. Ömer ona
sopa vurdu, saçlarını traş etti ve şehirde dolaştırılarak teşhir edilmesini emretti.
Bu işi yapacak kişiye de: İşte dirhemleri kesenin cezası budur, diye yüksek
sesle bağırmasını emretti. Daha sonra da bu adamın kendisine geri getirilmesini
söyledi ve dedi ki: Elini kesmekten beni alıkoyan tek şey bugünden önce benzer
bir durumla karşı karşıya kalmamış oluşumdur. Artık bu hususta sen böyle bir
işi yapmış oldun ve öne geçmiş oldun. Bundan sonra isteyen (bu tür işleri yapan
kimselerin) elini kessin.
Kadı Ebu Bekr b.
el-Arabi der ki: Böyle bir kimsenin kamçı vurularak tedib edilmesi hususunda
söylenecek bir söz yoktur. Saçının traş edilmesini de Ömer b. Abdulaziz
uygulamış bulunuyor. İnsanlar arasında hüküm verdiğim günlerde ben hem dövüyor,
hem de saçlarını traş ediyordum. Saçlarını traş etme cezasını da, saçını
masiyet işlemek konusunda kendisine yardımcı bir unsur ve fesadı işlerken
saçını güzelleşme yolu olarak gören kimselere uyguluyordum. İşte masiyete
götüren her yolda yapılması gereken uygulama da budur, eğer bedene etki etmiyor
ise o unsur kesilmelidir. Bu işi yapanın elinin kesilmesine gelince, Ömer bunu
hırsızlık ile ilgili hükümlerden çıkarmıştır. Çünkü dirhemlerin etrafını kesip
kırpmak onları kırmaktan farklı bir şeydir. Çünkü dirhemi kırmak onun
niteliğini değiştirmektir, kenarlarını kırpıp kesmek ise miktarını eksiltmektir.
O halde böyle bir iş, gizli bir şekilde başkasına ait bir malı almak demektir.
Eğer: Malın korunması, elin kesilmesi için asıldır, denilecek olursa, şu cevabı
veririz: Ömer'in bu sikkelerin insanlar arasında dinar veya dirhem olarak
ayırıcı bir konumda olmak üzere hazırlanmalarını, onların korunmaları olarak
değerlendirmiş olması ihtimali vardır. Herbir şeyin korunması ise kendi
durumuna göre değişir. Diğer taraftan İbn ez-Zübeyr bunu uygulamaya koymuş ve
dinar ve dirhemlerin etrafını kırptığı için bir adamın elini kesmiştir.
Maliki mezhebine mensub
ilim adamlarımız derler ki: Dinar ve dirhemler, üzerlerinde Allah'ın adının
bulunduğu, Allah'ın mühürleridir. Eğer tefsir alimlerinin görüşlerine göre
Allah'ın mührünü kıran kimsenin eli kesilir, denilecek olursa bu işi yapan
gerçekten buna layıktır. Yahut ta bir kimse üzerinde sultanın mührü bulunan bir
şeyi kırsa te'dib edilir. Allah'ın mührü sayesinde ise ihtiyaçlar karşılanır.
Dolayısıyla ceza bakımından bu iki mührü kırmak eşit olamaz.
İbnu'l-Arabi der ki:
Benim görüşüme göre dirhemlerin kırılması dolayısıyla değil de etraflarının
kesilmesi dolayısıyla el kesme cezası uygulanır ve ben bunu hakimlik yaptığım
günlerde uyguluyor idim. Şu kadar var ki etrafım cahillerle dolup taşıyordu,
ancak sapık kıskançların söyleyecekleri sözler dolayısıyla korkuya da
kapılmadım. Hak ehlinden bunu uygulama imkanını bulan herhangi bir kimse Allah
rızası için, ecrini Allah'tan bekleyerek bunu uygulamalıdır.
88. "Dedi ki: Ey
kavmim! Şayet ben Rabbimden gelen apaçık bir belgeye sahipsem" -buna dair
açıklamalar daha önceden geçmiş bulunuyor- "ve, O bana kendisinden
güzel" yani geniş ve helal "bir rızık ihsan etmiş ise ne
dersiniz?" İbn Abbas ve başkalarının dediklerine göre Şuayb (a.s)ın malı
pek çoktu.
Şöyle de açıklanmıştır:
Hz. Şuayb, bununla hidayet, ilahi tevfik, ilim ve marifeti kastetmiş idi ve
ifadede hazfedilmiş sözler vardır. Bu da bizim zikrettiğimiz husustur. Yani
buna rağmen ben sizi sapıklıklardan vazgeçirmeye çalışmayacak mıyım?
Anlamın şu olduğu da
söylenmiştir: "Şayet ben Rabbimden gelen apaçık bir belgeye sahipsem"
ben yine sapıklığa mı tabi olacağım?
Şu anlamda olduğu da
söylenmiştir. "Şayet ben Rabbimden gelen apaçık bir belgeye sahipsem"
siz yine bana insanların eşyalarını eksik vermek, hakettiklerinden daha az
vermek suretiyle isyankarlık etmemi mi emredeceksiniz? Allah beni buna muhtaç
bırakmamışken, bunu yapmamı mı istersiniz?
"Size yasakladığım.
şeylere kendim uymayarak size aykırı davranmak istemiyorum." Ben size
emrettiğim bir şeyi terketmediğim gibi, yasakladığım bir şeyi de kendim
işleyemem.
"Ben gücümün
yettiği kadar ıslahtan başkasını istemem." Ben ıslahtan başka bir iş
yapmak istemem. Yani adaletli davranarak dünyanızı ıslah etmenizi, ibadetlerle
ahiretinizi ıslah etmenizi istiyorum.
Hz. Şuayb'ın
"gücümün yettiği kadar" demesi; güç yetirmenin -iradeden ayrı olarak-
fiilin şartları arasında yer aldığından dolayıdır.
"Gücümün yettiği
kadar" ifadesindeki; (...) mastariyedir.
Yani ben ancak gayret ve
gücüm ile ıslahı istiyorum, ondan başka bir isteğim yoktur.
"Benim
başarım" yani doğruyu bulmam, -çünkü başarı (tevfik) doğruluk (rüşt)
demektir- "ancak Allah iledir. Ben yalnız O'na güvenip dayandım ve yalnız
O'na dönerim." Başıma gelen bütün musibetlerden dolayı yine O'na dönerim.
Ahirette dönüşüm O'na olacaktı", diye açıklandığı gibi; dönüş Cinabe) dua
etmek demektir, diye de açıklanmıştır ki; buna göre; ben yalnız O'na dua
ederim, demek olur.
89. "Ey kavmim! ...
ınıza ... sebeb olmasın" buyruğundaki; "... ınıza .....sebeb
olmasın" kelimesini Yahya b. Vessab; "Günah işlemenize...." diye
okumuştur .
"Bana
muhalefetiniz" ref' mahallindedir. "Başınıza gelmesi" ise nasb
mahallindedir. Buna göre; "ey kavmim! bana muhalefetiniz ... başınıza
gelmesine sebeb olmasın" buyruğu şu demektir: Bana düşmanlık etmeniz, sizi
imanı terketmeye götürmesin. O takdirde sizden önceki kafirlere gelen musibet
de gelir, sizi bulur. Bu açıklamayı el-Hasen ve Katade yapmıştır. Şöyle de
açıklanmıştır: Bana muhalefetiniz sizden öncekilere isabet ettiği gibi size de
azabın isabet etmesine sebeb olmasın. Bu açıklamayı da ez-Zeccac yapmıştır.
(...): Başına gelir,
sebeb olur, sizi ... götürür, iter'in anlamı Maide Suresi'nde (2. ayet, 12.
başlıkta); şikak (ayrılık, muhalefet)in anlamı da el-Bakara Suresi'nde (137.
ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Burada "şikak" düşmanlık
anlamındadır, bunu es-Süddı ifade etmiştir. el-Ahtal'ın şu beyitinde de bu
anlamdadır: "Benim bu mesajımı var mı bildirecek (onlara): Siz düşmanlığın
tadını nasıl buldunuz?"
Hasan-ı Basrı de burada
bu kelimeyi; "bana zarar vermek isteğiniz" diye açıklamıştır. Katade
ise, benden ayrılmanız diye açıklamıştır.
"Lut kavmi de
sizden uzak değildir." Çünkü Şuayb kavmi ile Lut kavminin helakı; arasında
az bir zaman geçmişti. Şöyle de açıklanmıştır: Lut kavminin yurdu sizden uzak
bir yerde değildir. İşte bundan dolayı "uzak" anlamındaki kelime
tekil gelmiştir. el-Kisai de der ki: Bu onların yurdu, sizin yurdunuz içindedir
demektir, diye açıklamıştır.
90. "Rabbinizden
mağfiret dileyin. Sonra O'na tevbe edin" buyruğu daha önceden geçmiş idi.
"Şüphesiz Rabbim
rahmet edicidir, çok sevendir." Bunlar Yüce Allah'ın isimlerinden iki
isimdir. Biz bunları ''el-Esna fi Şerhi'l-Esmai'l-Hüsna" adlı kitabımızda
açıklamış bulunuyoruz.
el-Cevheri der ki': Bir
kimseyi sevdiğimiz zaman; (...) deriz. "el-Vedud" ise seven kimse
demektir. "Ved, vid, vud ve meveddet" sevgi demektir. Peygamber
(s.a.v.)den rivayet edildiğine göre Hz. Şuayb söz konusu edildiği zaman:
"İşte o peygamberlerin hatibidir" demiştir.
91. "Dediler ki: Ey
Şuayb! Biz senin söylediklerinden bir çoğunu anlamıyoruz." Çünkü sen bizi
öldükten sonra diriliş, amellerden dolayı hesaba çekilmek gibi gayb olan bir
takım hususları kabul etmeye çağırıyorsun ve alışkın almadığımızşeylerle bize
öğüt veriyorsun.
Şöyle de denilmiştir:
Onlar bu sözleri onu dinlemekten yüz çevirmek, onun sözlerini de küçümsemek
kastıyla söylemişlerdi. Bir şeyin anlaşıldığı, kavranıldığı vakit;
"Anladı, anlar" denilir. el-Kisai'nin naklettiğine göre de bir kimse
fakıh olduğu vakit de; (...) denilir.
"Hem biz seni
aramızda gerçekten güçsüz görüyoruz." Hz. Şuayb'ın gözlerinin görmediği
söylenmiştir. Bunu Said b. Cübeyr ve Katade söylemiştir.
Bir diğer görüşe göre de
görmesi zayıf idi. Bunu da es-Sevri söylemiştir. en-Nehhas ondan, Said b.
Cübeyr ve Katade'nin kanaatinin bir benzerini de nakletmiştir. en-Nehhas der
ki: Dilcilerin naklettiğine göre Himyerliler gözü görmeyen kimseye
"zayıf" derler, yani gözleri görmediği için zayıf düşmüş demektir.
Nitekim gözleri görmeyen bir kimseye "darir" da denilir, gözlerinin
görmeyişi sebebiyle zarar görmüş kimse demektir. Aynı şekilde görmeyene
"mekfuf" da derler. Çünkü gözleri görmediği için görmesi kef edilmiş
(alıkonulmuş, önlenmiş) kimsedir.
el-Hasen ise; burada
"zayıf" değersiz anlamındadır. Bedenen zayıf diye de açıklanmıştır ki
bunu da Ali b. İsa nakletmiştir. es-Süddi: Tek başına, yardımcıları ve bize
muhalefet etmeye gücü yetecek kadar destekçileri olmayan kişi, anlamına
geldiğini söylemiştir.
Bir diğer açıklamaya
göre dünya maslahatlarını ve dünyadaki insanların idaresini az bilen kimse
demektir.
"Güçsüz"
anlamındaki kelime de hal olarak nasbedilmiştir.
"Eğer senin
aşiretin olmasaydı" anlamındaki; "Senin aşiretin" kelimesi
mübteda olarak refedilmiştir. Aşiret (raht) ise kişinin kendilerine dayandığı
ve kendileri dolayısıyla güç kazandığı yakınlarıdır. Cerboa'nın yuvasına
"rahita" denilmesi de buradan gelmektedir. Çünkü o bu yuva ile
kendisini güvenlik altına alır ve yavrularını orada saklar.
"Seni taşa tutardık."
Taşlayarak, öldürürdük, çünkü onun kavmi birisini öldürmek istediklerinde ona
taş atarlardı. Hz. Şuayb'in aşireti de ona bunu söyleyenlerin dinlerine bağlı
idi. Bir başka görüşe göre"seni taşa tutardık." Sana hakaret ederdik,
ağır söz söylerdik anlamına gelir. el-Ca'di'nin şu beyitinde de bu anlamdadır.
"Acı sözlerle
birbirimize hakaret edip durduk, o kadar ki Yarışta at başı giden iki at gibi
oluruz."
"Recm (taşa
tutmak)" aynı zamanda lanetlemek anlamındadır. eş-Şeytanu'r-Racim
(lanetlenmiş, kovulmuş) şeytan ifadesi de buradan gelmektedir.
"Zaten sen bizim
için değerli bir kimse değilsin." Yani sen bize karşı galip gelen, bizi
yenik düşürecek ve korunabilecek olan bir kimse değilsin.
92. "Dedi ki: Ey
kavmim! Size göre benim aşiretim Allah'tan daha değerli midir ki?"
anlamındaki buyrukta; "Benim aşiretim ... mi?" buyruğu mübteda olarak
merfudur. Yani sizin kalplerinizde benim aşiretim, sizin mutlak malik ve
sahibiniz olan Allah'tan daha büyük ve daha üstün müdür? ki "onu arkanıza
atılmış, önemsenmeyen bir şey edindiniz?" Size getirmiş olduğum Allah'ın
emirlerini arkanıza atıverdiniz ve kavmimden korkarak beni öldürmekten
vazgeçtiniz?
Bir kimse hakkında
işlenen kusur ve eksikliği ifade etmek için; "Onun işini arkaya
attım" anlamındaki tabir kullanılır ki buna dair açıklamalar daha önce
el-Bakara Suresi'nde (100. ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Şüphe yok ki
Rabbim yaptıklarınızı" küfür, inkar ve masiyetlerinizi "çepeçevre
kuşatıcıdır." Çok iyi bilendir, koruyucudur, yani hıfz ve tesbit edendir,
diye de açıklanmıştır.
93. "Ey kavmim!
Elinizdengeleni yapın. Muhakkak ben de yapacağım.
Yakında. ..
bileceksiniz." Bu ifadeler tehdittir. Buna dair açıklamalar da daha önce
el-En'am Suresi'nde (135. ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Kendisini rüsvay
edecek azabın kime geleceğini" bu azabın kimi helak edeceğini "ve
kimin yalancı olduğunu bileceksiniz." Bu buyruktaki birinci-
"Kim" kelimesi nasb mahallindedir. Yüce Allah'ın: "Kimin ıslah
ettiğini, kimin de fesat yaptığını bilir." (el-Bakara, 220) buyruğuna
benzemektedir. İkinci "kim" lafzı da O'na atfedilmiştir.
"Kimin yalancı
olduğunu" anlamındaki buyruğu, aramızdan kimin yalan söylediğini de
bileceksiniz, diye de açıklanmıştır.
Bunun (nasb değil de)
ref' mahallinde olduğu ve takdirinin şöyle olduğu da söylenmiştir: Ve O, yalan
söyleyeni rüsvay edecektir. Takdiri şöyledir de denilmiştir: Yalancı olan ise
yalan söylediğini bilecek ve yaptığı bu işin vebalini tadacaktır.
el-Ferra'nın iddia
ettiğine göre -Araplar; (...): Kim kalktı, kim kalkar, kalkmış olan
kimdir?" diye kullandıkları halde-; "Kimin yalancı olduğunu"
ifadesinde "O" zamirini fazladan getirmelerinin sebebi, bu cümlenin
fiil cümlesi yerini tutması içindir. en-Nehhas da der ki: Şairin şu sözü onun
bu dediğinin aksine delil teşkil etmektedir: "Ondan uzak kaldığıma -kitab
hakkı için- artık tahammülümün kalmadığını Süreyya'ya bildirmek üzere bana
elçilik yapacak kimdir?"
"Gözetleyin
gerçekten ben de sizinle beraber gözetleyiciyim." Siz azabı ve ilahi gazabı
bekleye durun, ben de ilahi yardım ve rahmeti beklemekteyim.
94. "Emrimiz
gelince ... " Denildiğine göre Hz. Cebrail öyle bir çığlık bastı ki,
derhal ruhları cesetlerinden çıkıverdi.
"Şuayb'ı ve
beraberindeki mü'minleri nezdimizden bir rahmetle kurtardık. Zulmedenleri ise o
korkunç ses" yani Cebrail'in çığlığı "yakalayıverdi. " Buradaki
"yakalayıverdi" anlamındaki; (...) fiilinin müennes gelmesi,
"sayha: korkunç ses, çığlık" lafzının müennes olmasından dolayıdır.
Hz. Salih kıssasında ise: "O zulmedenleri ise o korkunç ses yakaladı''
(Hud, 67) buyruğunda ise fiil; "Çığlık basmak, feryad etmek" anlamına
göre müzekker gelmiştir.
İbn Abbas der ki: Yüce
Allah, Hz. Salih ile Hz. Şuayb kavimleri dışında iki ayrı ümmeti aynı azab ile
helak etmiş değildir. Allah bu iki kavmi de çığlık ile helak etmiştir. Şu kadar
var ki Salih kavmini çığlık alt taraflarından, Şuayb kavmini ise çığlık üst
taraflarından yakalamıştır "de yurtlarında diz üstü çöküp, kaldılar."
95. "Sanki orada
yaşamış değillerdi. Haberiniz olsun ki Semud kavmi Allah'ın rahmetinden nasıl
uzaklaştıysa, Medyen kavmi de öylece uzaklaştı." Bu buyruğun anlamı az
önce geçti.
el-Kisai'nin
naklettiğine göre Ebu Abdu'r-Rahman es-Sülemi; "Uzaklaştı," fiilini
"ayn" harfi ötreli olarak okumuştur. en-Nehhas ise şöyle demektedir:
Dilde bilinen bu fiilin helak olmak anlamında: (...) şeklinde kullanılacağıdır.
el-Mehdevi der ki:
Burada "ayn" harfini ötreli okuyanların okuyuşu aslında hem hayır,
hem şer hakkında kullanılabilen bir şive olup bunun mastarı (...) dır.
Ancak "ayn"
harfinin esreli söylenişi sadece kötülüğü anlatmak için kullanılır ve (...)
denilir. Buna göre çoğunluğun kıraatine göre "uzak olmak" lanet
anlamındadır. Anlam itibariyle ikisinin de birbirlerine yakın olması
dolayısıyla her iki kullanışın anlamı da aynı olabilir. Böylelikle bu, manaları
yakın olması hasebiyle mastarı lafzından başka şekilde gelen kelimelerden
birisi olur.
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN