İSRA 79 |
وَمِنَ
اللَّيْلِ
فَتَهَجَّدْ
بِهِ نَافِلَةً
لَّكَ عَسَى
أَن
يَبْعَثَكَ
رَبُّكَ
مَقَاماً
مَّحْمُوداً |
79. Gecenin bir
kısmında da sana has nafile olmak üzere onunla (Kur'an ile) gece namazı kıl.
Umulur ki Rabbin, seni övülmüş bir makama gönderir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:
1- Gecenin Bir Kısmında ve Teheccüd:
2- Hz. Peygamber ve ümmeti için
Teheccüd)ün) Hükmü:
3- Makam-ı Mahmud (Övülmüş Makam):
4- Hz. Peygamber'in Şefaatleri:
5- Yüce Allah'tan Peygamberin Şefaatini
istemek:
6- Teheccüd Namazı ve Makam-ı Mahmud:
1- Gecenin Bir
Kısmında ve Teheccüd:
Yüce Allah'ın:
"Gecenin bir kısmında" buyruğundaki: " ... da" teb'ız
(kısmilik) bildirmek içindir. "Gece mımazı kıl" buyruğundaki
"fe" ise, hazf edilmiş bir fiile atıf etmektedir. "Kalk ve gece
namaz kıl" demektir. "Onunla" buyruğu ile, Kur'an
kastedilmektedir.
Teheccüd; (gece namaz
kılmak) kelimesi "el-hucud"dan gelmekte ve zıt anlamlı
kelimelerdendir. Çünkü (...) fiili hem uyudu, hem de onun zıddı olmak üzere
geceleyin uyumayıp uyanık kaldı anlamına gelir. Şair de şöyle demektedir:
"Mina'da bulunanlar
uyanıkken ziyarette bulunsaydı ya Ve keşke onun hayali Mina'ya bir daha dönse
geriye."
Bir başka şair de şöyle
demektedir: "Yol arkadaşlarımız uyuyorken o, yanımıza geceleyin uğrasaydı
ya Ve sevgiliye bağışlarını hep biri diğeri ardınca yapıp sürdürüp gitseydi
geceyi."
(...) ile, (...) aynı
anlamdadır. "Onu uyuttum" demektir. Yine onu uyandırdım, anlamına da
gelir.
Teheccüd, bir süre
uyuduktan sonra uyanmak anlamınadır. Sonraları bu, belli bir namazın adı olarak
kullanılmaya başlandı. Çünkü kişi geceleyin bu namaz için uyanır. Buna göre
teheccüd, uykudan namaz için kalkmak demektir. el-Esved, Alkame, Abdurrahman b.
el-Esved ve başkaları da
bu anlamda açıklamalarda bulunmuşlardır.
Kadı İsmail b. İshak,
Peygamber (s.a.v.)'ın ashabından el-Haccac b. Ömer'den şöyle dediğini
nakletmektedir: Sizden herhangi bir kimse, gecenin tamamını namaz kılmakla
geçirecek olursa, teheccüdde bulunmuş olduğunu mu zanneder? Teheccüd, uyuduktan
sonra kalkıp namaz kılmaktır, sonra yine bir süre uyuduktan sonra kalkıp namaz
kılmaktır, sonra yine bir süre uyuduktan sonra kalkıp namaz kılmaktır. İşte
Resulullah (s.a.v.)'ın (teheccüd) namazı böyle idi.
Hücud'un uyku anlamında
olduğu da söylenmiştir. Kişi, gece uyuma yacak olursa; (...) ile; "Uykuyu
(kenara) bıraktı" denilir. Buha göre "hücud" uyku demektir.
Uykudan sonra namaza kalkan kimseye de "müteheccid (teheccüdde
bulunan)" denilir. Çünkü müteheccid, uyku demek olan hücudu üzerinden atan
kimse demektir.
Bu fiil, bu bakımdan
(...) fiillerine benzemektedir ki, bu fiillerin ifade ettikleri hasletleri,
kişinin üzerinden atması halinde kullanılır. Şanı Yüce Allah'ın: "Siz,
pişmanlık duyardınız. '' (Vakıa, 65) Yani, gönül rahatlığı ve sevinci demek
olan "el-fükahe"yi üzerinizden atardınız, buyruğu da (bu bakımdan)
bunu andırmaktadır. Mesela bir kimse çok neşeli ve gülen birisi ise; (...)
denilir.
Ayet-i kerimede gecenin
bir bölümünü namaz ve kıraat ile uyanık olarak geçir, demektir.
2- Hz. Peygamber ve
ümmeti için Teheccüd)ün) Hükmü:
Yüce Allah'ın:
"Sana has nafile olmak üzere" buyruğu, Mukatil'in açıklamasına göre;
senin şan ve şerefini yükseltmek üzere ... demektir. İlim adamları, Peygamber
(s.a.v.)'ın ümmeti sözkonusu edilmeyip özellikle anılmasının sebebi hususunda
farklı görüşlere sahiptirler. Bir görüşe göre gece namazı Peygamber (s.a.v.)'a,
Yüce Allah'ın: "Sana has nafile olmak üzere" buyruğu dolayısıyla bir
farz idi. Çünkü bu; ümmetin görevolarak yerine getirmesi gereken farzdan ayrı
bir fariza olarak anlamındadır.
Derim ki: Böyle bir
tevil, iki sebepten dolayı uzak bir ihtimaldir. Birincisi, farza nafile adının
verilmesi. Böyle bir adlandırma hakikat değil, mecazdır. İkincisi ise,
Peygamber (s.a.v.)'ın: "Beş vakit namaz vardır ki, Allah onları kullara
farz kılmıştır" buyruğu ile (hadis-i şerifte nakledilen) Yüce Allah'ın:
"Bunlar beş
vakittir ve elli vakit demektir, söz benim nezdimde asla değişikliğe
uğramaz" buyruğudur ki, bu da açık bir nasdır. Dolayısıyla Yüce Allah'ın,
Hz. Peygamber'e beş vakit namazdan ayrı olarak bir vakit namazı farz kıldığı
nasıl söylenir? Böyle bir şey doğru olamaz. Her ne kadar: "üç şey bana
farz, ümmetim için tatavvu (nafile) dir: Gece namazı, vitr ve misvak
kullanmak" dediği rivayet olunsa bile.
Şöyle de açıklanmıştır:
Gece namazı Hz. Peygamber'in nafile olarak kıldığı bir namazdır. İşin başında
herkese vacip idi. Daha sonra bu vücup nesh edildi ve gece namazı farz iken
sonraları tatavvu oldu. Nitekim ileride -yüce Allah'ın izniyle el-Müzzemmil
Suresi'nde- genişçe açıklanacağı gibi Hz. Aişe de böyle demiştir. Buna göre Hz.
peygamber'e nafile kılma emri mendupluk anlamındadır ve burada hitap Peygamber
(s.a.v.)'a yönelik demektir. Çünkü onun geçmiş ve gelecek her türlü günahı
mağfiret olunmuştur. O, kendisi için vacip olmayan bir şeyi nafile olarak
kılacak olursa, onun bu ameli derecelerini daha bir yükseltici olur. Onun
dışında ümmetten herhangi bir kimsenin kıldığı nafileler ise, günahlar için
keffaret ve farzlarda meydana gelen bir takım gedikleri telafi etmektir. Bu
anlamdaki bir açıklama, Mücahid ve başkaları tarafından yapılmıştır.
"Nafile"
kelimesinin, bağış ve ihsan anlamında olduğu da söylenmiştir.
Çünkü kulun, ibadete
muvaffak kılınmaktan daha faziletli, mutlu kılıcı bir bağışa nail olması mümkün
değildir.
3- Makam-ı Mahmud
(Övülmüş Makam):
Allah'ın: "Umulur
ki, Rabbin seni övülmüş bir makama gönderir" buyruğundaki "Makam-ı
Mahmud" ile ilgili dört farklı görüş ileri sürülmüştür.
Birinci Görüş: Bu
görüşlerin en sahihi budur. Bu da kıyamet gününde bütün insanlara şefaatte
bulunmaktır. Bu görüşü, Huzeyfe b. el-Yeman dile getirmiştir. Buhari'nin
Sahih'inde İbn Ömer'den şöyle dediği nakledilmektedir: İnsanlar, kıyamet
gününde topluluklar halinde bir arada bulunacaklar. Her bir ümmet peygamberine
tabi olacak ve: Ey filan şefaat et, diyecektir. Nihayet şefaat (talebi) Peygamber
(s.a.v.)'a ulaşacaktır. İşte, Yüce Allah'ın onu "makam-ı mahmud"a
ulaştıracağı gün o gündür.
Müslim'in Sahih'inde
Enes'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Bize, Muhammed (s.a.v.) anlatarak dedi
ki: "Kıyamet günü olacağında, insanlar dalgalar halinde birbirlerine
girecekler. Adem'in yanına varacaklar ona: Soyundan gelenlere şefaat et,
diyecekler. o: Ben bu şefaatin ehli değilim diyecektir. Ama ben size İbrahim
(a.s)'a gitmenizi tavsiye ederim. Çünkü o, Allah'ın Halilidir. Bunun üzerine
İbrahim'e gidecektir. O da: Ben bu işin ehli değilim diyecektir. Ama size
Musa'ya gitmenizi tavsiye ederim. Çünkü o kelimullah'tır. Bunun üzerine Musa'ya
gidilecek. O da: Ben bu işin ehli değilim, diyecek. Ama size İsa (a.s)'a
gitmenizi tavsiye ederim. Çünkü o, Allah'ın ruhu ve kelimesidir. Bunun üzerine
İsa'ya gidilecek, o da: Ben bu işin ehli değilim diyecek. Ama ben size Muhammed
(s.a.v.)'a gitmenizi tavsiye ederim. Bunun üzerine bana gelinir, ben de: Evet
bu iş benim işimdir, derim" diye hadisin geri kalan bölümünü zikretti.
Tirmizi de, Ebu
Hureyre'den şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.v.), Yüce Allah'ın:
"Umulur ki Rabbin seni övülmüş bir makama gönderir" buyruğu hakkında
ona soru soruldu, da o: "O, şefaattir" diye buyurdu. (Tirmizi) dedi
ki: Bu, hasen, sahih bir hadistir.
4- Hz. Peygamber'in
Şefaatleri:
Makam-ı Mahmud'un,
Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.)'a ulaşıncaya kadar peygamberlerin birinin
diğerine havale ettiği şefaat meselesi olduğu böylelikle sabit olmaktadır.
Bunun üzerine Peygamberimiz, hesaplarının çabuklaştırılması ve bulundukları
yerin (mevkuf)'in dehşetinden rahatlamaları için, orada bulunanlara bu şefaati
yapacaktır. Bu şefaat Hz. Peygamber'e hastır. Bundan dolayı da o:
"Övünmüyorum ama, ben Adem'in çocuklarının efendisiyim'' diye buyurmuştur.
en-Nakkaş der ki:
Resulullah (s.a.v.)'ın üç şefaati vardır: Umumi şefaati, cennetliklerin cennete
daha erken girmeleri için şefaati ve büyük günah işlemiş kimselere şefaati.
İbn Atiyye der ki:
Ancak, meşhur olan onun şefaatlerinin yalnızca iki tane olduğudur: Umumi şefaat
ile günahkarların ateşten çıkartılması için şefaati. Bu ikinci şefaati,
peygamberlerin biri diğerine havale etmezler, aksine onlar da bu şefaatte
bulunurlar, ilim adamları da böyle bir şefaatte bulunurlar.
Kadı Ebu'l-Fadl Iyad der
ki: Kıyamet gününde Peygamberimizin beş tane şefaati vardır: Birincisi umumi
şefaattir, ikincisi bir takım kimselerin hesapsız olarak cennete girdirilmeleri
için yapacağı şefaattir, üçüncüsü günahları sebebiyle ateşe girmeleri gereken,
ümmetinin muvahhidlerinden bir topluluk hakkında yapacağı şefaattir.
Peygamberimiz, bu gibi kimseler hakkında ve Yüce Allah'ın dilediği kimseler
hakkında şefaatte bulunacak ve bunlar cennete gireceklerdir. İşte bid'atçi
Haricilerle Mutezilelerin inkar ettikleri şefaat budur. Bunlar, kendi bozuk
asıl ilkelerine istinaden bu şefaatlerin sözkonusu olmayacağını söylemişlerdir.
Bu ilkeleri ise, tahsin ve takbih esaslarına mebni, aklı bakımdan herkesin
hakettiğini bulması ilkesidir. Dördüncü şefaat, cehennem ateşine girmiş bazı
günahkarlar hakkındaki şefaattir. Peygamberimizin ve onun dışındaki
peygamberlerin, meleklerin ve diğer mü'min kardeşlerinin şefaati ile bu
günahkarlar oradan çıkacaklardır. Beşincisi ise cennet ehlinin derecelerinin
daha bir artıp yükselmesi için yapılacak şefaattir. Böyle bir şefaati ise,
Mutezile de inkar etmemektedir ve mahşerdeki ilk şefaati de inkar
etmemektedirler.
5- Yüce Allah'tan
Peygamberin Şefaatini istemek:
Kadı İyad der ki:
Müstefiz nakil ile bildiğimize göre Selef-i Salih, Peygamber (s.a.v.)'ın
şefaatini (Allah'dan) talep etmiş ve bunu arzulamışlardır. Buna göre: "Bir
kimsenin, Allah'dan kendisine Peygamberin şefaatini nasib etmesini dilemesi
mekruhtur. Çünkü onun şefaati ancak günahkarlara olacaktır" diyenlerin
sözlerine iltifat edilmez. Çünkü Hz. Peygamberin şefaati, önceden de
açıkladığımız gibi, hesabın hafifletilmesi için de, derecelerin artması için de
olacaktır. Diğer taraftan aklı başında her kimse kusurlu olduğunu, Allah'ın
affına muhtaç olduğunu, kendi ameline bel bağlamadığını, helak edileceklerden
olmaktan korktuğunu itiraf etmektedir. Şefaatin istenmemesi gerektiğinden söz
edenlerin, dualarında mağfiret ve rahmet de istememeleri gerekir. Çünkü bunlar
da günahkarlar için sözkonusudur. Bütün bu iddialar, selef ve halefin yaptıkları
bilinen dualara muhaliftir. Buharı'nin, Cabir b. Abdullah'tan rivayetine göre
Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Her kim ezanı işittiğinde:
"Ey bu eksiksiz
çağrının ve kılınan namazın Rabbi olan Allah'ım! Sen, Muhammed (s.a.v.)'a
vesileyi, fazileti ihsan et. Ve onu kendisine va'dettiğin Makam-ı Mahmud'a
ulaştır" diyecek olursa, kıyamet gününde de benim şefaatim onun için helal
olur.
ikincigörüş: Makam-ı
Mahmud, kıyamet gününde Peygamber (s.a.v.)'a Livaü'l-Hamd diye bilinen sancağın
verilmesidir.
Derim ki: Bu görüş ile
birinci görüş arasında bir aykırılık yoktur. Çünkü, Hz. Peygamber, elinde
Livaü'l-Hamd bulunduğu halde şefaatte bulunacaktır. Tirmizı Ebu Said
el-Hudrı'den şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki:
"Kıyamet gününde ben Ademoğullarının efendisiyim. Ama övünmüyorum. Elimde
hamd sancağı bulunacaktır, ama övünmüyorum. O gün, Adem ve diğer bütün
peygamberlerden benim sancağım altında bulunmayacak hiç bir peygamber
olunmayacaktır ... "
Üçüncü görüş: Taberı'nin,
Mücahid'in de aralarında bulunduğu bir kesimden naklettiği görüştür. Bu görüş
sahipleri şöyle demişlerdir: Makam-ı Mahmud Yüce Allah'ın, Muhammed (s.a.v.)'ı
kendisiyle birlikte Kürsısine oturtmasıdır. Bu görüşün sahipleri bu hususta bir
de hadis rivayet etmişlerdir. Taberı, oldukça aşırı ve gereksiz açıklamalarla
bunu mümkün olabileceğini söyleyerek desteklemeye çalışmıştır. Ancak, böyle bir
şeyanlam itibariyle çok zor kabul edilebilir ve böyle bir şeyin olma ihtimali
de çok uzaktır. Bununla birlikte böyle bir görüşün rivayet edilmesinin
reddedilmesine de gerek yoktur. Ancak bir açıklamanın ilme uygun bir şekilde
tevil edilmesi gerekmektedir.
en-Nakkaş, Ebu Davüd
es-Sicistanı'den şöyle dediğini nakletmektedir: Bize göre bu hadisi inkar eden
kimse itham altındadır. Çünkü ilim ehli bu hadisi nakledip durmuşlardır. Böyle
bir şeyin caiz olmayacağını kabul edenlere, bunu yorumlamayı ben üzerime
alıyorum.
Ebu Ömer (b.
Abdi'l-Berr) ve Mücahid de derler ki: Önder ilim adamlarından herhangi bir
kimse, eğer Kur'an-ı Kerimi tevil edip yorumluyor ise, bunların ilim ehlince
kabul edilmemiş iki görüşleri (yorumları) vardır. Birincisi budur, ikincisi de
Yüce Allah'ın: "O günde yüzler var ki, apaydınlıktır, Rabblerine
bakıcıdırlar" (el-Kıyame, 22-23) buyruğunu; burada bakmak sözkonusu
değildir, sevabı beklemek sözkonusudur, şeklindeki tevildir.
Derim ki: İbn Şihab
bunu, "Tenzil hadis" diye bilinen hadiste sözkonusu etmektedir. Yine
Mücahid'in bu ayeti tefsir ederken: Allah onu (Muhammedi) arşın üzerine
oturtacaktır dediği rivayet edilmiştir. Bu, imkansız olan bir tevil değildir.
Çünkü Yüce Allah, bütün eşyayı da, arşı da yaratmadan önce bizatihi kaimdi,
vardı. Daha sonra eşyayı yarattı.
Ancak, eşyaya muhtaç
olduğundan değil, kudret ve hikmetini izhar etmek, varlığı bilinsin, sapasağlam
bütün fiillerini kemal derecesindeki ilim ve kudretiyle bildirsin diye. O,
kendi nefsi için bir arş yarattı ve bu arşın üzerine ona temas etmesi sözkonusu
olmaksızın ve dilediği keyfiyette istiva etti, yahut da arş onun için bir mekan
oldu.
Denildiğine göre şanı
Yüce Allah, mekanı ve zamanı yaratmadan önceki sıfatı ne ise, şimdi de o
sıfatlara sahiptir. Bu açıklamaya göre, Peygamber (s.a.v.)'ı arşın üzerinde
oturtması ile yerin üzerine oturtması arasında bir fark yoktur. Çünkü, Allah
arşın üzerine istiva etmesi, intikal, zail olmak ve ayakta durmak, oturmak gibi
hal değişikliği şeklinde sözkonusu değildir. Arşın üzerinde yer kaplayacak bir
halde istivası da düşünülemez. Aksine O, arşı üzerinde kendi nefsi hakkında
haber verdiği şekilde ve keyfiyetsiz olarak istiva etmiştir.
Muhammed (s.a.v.)'ı
Arşının üzerine oturtması, O'nun için Rububiyet sıfatını gerektirici veya
Ubudiyet sıfatından çıkmasını gerektirecek bir hususiyet arz etmez. Aksine O,
Hz. Peygamberin mevkiini yükseltmek ve diğer insanların üzerinde bir şeref
sahibi olduğuna dikkat çekmek içindir. Haber kipi olarak: "Kendisiyle
beraber" ifadesine gelince, bu da Yüce Allah'ın:
"Şüphe yok ki,
Rabbin nezdindekiler ... "(el-A'raf, 206); "Rabbim benim için
nezdinde cennette bir ev yap. "(et-Tahrim, 11); "Muhakkak ki Allah
ihsan edenlerle bera berdir " (el-Ankebut, 69) ayetleri ve benzerlerinin
dile getirdikleri şeyler ile aynı seviyededir. Bütün bunlar, rütbe, mevki,
mazhariyet ve üstün derece ile alakalıdır, mekan ile ilgileri yoktur.
Dördüncü görüş, Hz.
Peygamber'in şefaati ile ateşten çıkaracağı kimseleri çıkartmasıdır. Bu görüş,
Cabir b. Abdullah'ın görüşü olup, bunu Müslim de nakletmektedir. Biz de bunu
"et-Tezkire" adlı kitabımızda zikretmiş bulunuyoruz. Başarı Allah'tandır.
6- Teheccüd Namazı ve
Makam-ı Mahmud:
İlim adamları, gece
teheccüd namazı kılmanın, Makam-ı Mahmud'a ulaşmaya nasıl sebep teşkil ettiği
konusunda farklı iki görüşe sahiptirler. Birinci görüşe göre şanı Yüce Allah,
dilediği fiili bu konudaki hikmet yönünü bizim bilmemiz sözkonusu olsun ya da
olmasın, onun faziletine sebep kılabilir. İkinci görüşe göre gece namazında
insanlardan ayrı, yaratıcı ile başbaşa kalmak ve O'na seslenmek sözkonusudur.
Yüce Allah, gece kıldığı
namazda Rabbi ile başbaşa kalıp kendisine münacaatta bulunmayı ona ihsan
etmiştir ki, Makam-ı Mahmud da bu demektir. Bu makamda insanlar derecelerine
göre biri diğerinden üstündür. Bunda en üstün derecede bulunanları ise Muhammed
(s.a.v.) dır. Ona, kimseye verilmeyecek şeyler verilecek, hiçbir kimsenin
yapamayacağı şefaati o yapacaktır. Diğer taraftan "umulur ki"
ifadesi, Yüce Allah tarafından yerine getirilmesi gereken bir vaad
anlamındadır.
"Bir makaMa"
kelimesi, zarf olarak nasb edilmiştir. ". ''Bir makamda ... " yada;
"... bir makama ... " anlamındadır.
et-Taberi de Ebu
Hureyre'den, Resulullah (s.a.v.) ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir:
"Makam-ı Mahmud, kendisinde ümmetime şefaatte bulunacağım makamdır."
Buna göre makam, insanın üstün işleri görmek üzere duracağı yer demektir. Hükümdarın
huzurunda çeşitli makam ve mevkilerin (protokol yerlerinin) bulunması gibi.
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN