KEHF 92 / 98 |
ثُمَّ
أَتْبَعَ سَبَباً
{92} حَتَّى
إِذَا
بَلَغَ
بَيْنَ السَّدَّيْنِ
وَجَدَ مِن
دُونِهِمَا
قَوْماً لَّا
يَكَادُونَ
يَفْقَهُونَ
قَوْلاً {93} قَالُوا
يَا ذَا
الْقَرْنَيْنِ
إِنَّ
يَأْجُوجَ
وَمَأْجُوجَ مُفْسِدُونَ
فِي
الْأَرْضِ
فَهَلْ
نَجْعَلُ
لَكَ
خَرْجاً
عَلَى أَن
تَجْعَلَ
بَيْنَنَا
وَبَيْنَهُمْ سَدّاً {94}
قَالَ مَا
مَكَّنِّي
فِيهِ
رَبِّي خَيْرٌ
فَأَعِينُونِي
بِقُوَّةٍ
أَجْعَلْ
بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ
رَدْماً {95}
آتُونِي
زُبَرَ الْحَدِيدِ
حَتَّى
إِذَا
سَاوَى
بَيْنَ
الصَّدَفَيْنِ قَالَ
انفُخُوا
حَتَّى
إِذَا
جَعَلَهُ
نَاراً
قَالَ
آتُونِي
أُفْرِغْ
عَلَيْهِ
قِطْراً {96}
فَمَا
اسْطَاعُوا
أَن
يَظْهَرُوهُ
وَمَا اسْتَطَاعُوا
لَهُ
نَقْباً {97} قَالَ
هَذَا
رَحْمَةٌ
مِّن
رَّبِّي
فَإِذَا
جَاء وَعْدُ
رَبِّي
جَعَلَهُ
دَكَّاء وَكَانَ
وَعْدُ رَبِّي حَقّاً
{98} |
92.
Sonra bir yol tuttu.
93.
Nihayet iki dağ arasına ulaştığı zaman önlerinde hemen hemen hiçbir söz
anlamayan bir kavim buldu.
94.
Dediler ki: "Ey Zülkarneyn! Gerçekten Ye'cuc ve Me'cuc bu yerde bozgunculuk
yapanlardır. Sana bir vergi versek de buna karşılık bizimle onların arasında
bir set yapıversen."
95. Dedi
ki: "Rabbimin bana verdiği imkanlar daha hayırlıdır. Siz bana (bedeni)
güçle yardım edin ki, sizinle onların arasına sağlam bir set yapayım.
96.
"Bana büyük demir parçaları getirin." Nihayet dağların iki yanını tam
denkleştirdiği vakit: "üfleyin" dedi. Nihayet onu bir ateş haline
getirince: "Getirin bana üzerine erimiş bakır dökeyim" dedi.
97.
Artık onu ne aşabildiler, ne de onu delmeye güç bulabildiler.
98.
"İşte bu, Rabbimden bir rahmettir. Rabbimin va'di gelince onu dümdüz eder.
Rabbimin va'di haktır" dedi.
"Sonra bir yol
tuttu."
"Nihayet iki dağ
arasına ulaştığı zaman ... " bunlar Ermenistan ve Azerbaycan taraflarında
iki dağdır. Ata el-Horasanı, İbn Abbas'tan: "İki dağ arasına"
buyruğundan kasıt, Ermenistan ve Azerbaycan'daki iki dağdır, dediğini rivayet
etmektedir.
"Önlerinde"
yani o dağların arka taraflarından "hemen hemen hiçbir söz anlamayan bir
kavim buldu." (Mealindeki buyrukta): "Anla(ma)yan" kelimesini
Hamza ve el-Kisai "ya" harfini ötreli "kaf" harfini esreli
olarak; (...) şeklinde; (...) fiilinden muzari diye okumuşlardır. Bu da
kendileri konuşmakla birlikte konuştuklarına başkalarını anlatamayanlar
anlamındadır. Diğerleri ise "ya" harfini de "kaf" harfini
de üstün okumuşlardır ki; bu da anlamayanların kendileri olduğu manasınadır.
Her iki kıraat te sahihtir. Bu; hem kendileri başkalarının sözlerini
anlamıyorlar, hem de kendileri başkalarına söylediklerini anlatamıyorlar,
demektir.
İnsanlardan salih bir
ümmet ona: "Dediler ki: Ey Zülkarneyn! Gerçekten Ye'cuc ve Me'cuc bu yerde
bozgunculuk çıkaranlardır."
el-Ahfeş dedi ki:
"Ye'cuc" kelimesini hemzeli okuyanlar "Me'cuc"
kelimesindeki hemzeleri asıldan kabul eder ve "Ye'cüc"un vezni
"yef'üI", "Me'cüc"un vezni de "mef'ul" olur. Bu
şekliyle; "Ateşin alevalması, alevlenmesi"nden türemiş gibidir.
Hemzesiz telaffuz edenler ve bunları fazladan "elif" olarak kabul
edenler ise "Ya'cüc" diye söylerler ki; bu; (...) den
"Ma'cüc" de: (...) den gelmiş olur. Bu iki özel isim de munsarıf
değildir. Ru'be (bu söyleyişe uygun olarak) der ki: "Şayet Yacuc ve Macuc
hep birlikte,
Ad kavmi de avdet edip,
Tubba'ı galeyana getirecek olurlarsa ... "
Bunu el-Cevheri
zikretmektedir:
Şöyle de açıklanmıştır:
Bunlar Arapça olmayan iki isim olduklarından dolayı munsarıf değildirler. Tıpkı
Talut ve Calut gibi. Ayrıca bunlar Arapça kökten de türemiş değildirler.
Munsarıf olmalarını önleyen ise Arapça olmayışIarı, marife ve müennes
oluşlarıdır.
Bir kesim de şöyle
demiştir: Bu iki kelime; (...) den gelmekte olup,
Arapçalaştırılmışlardır.
Munsarıf olmayışIarının illeti ise marife ve te'nis'dir.
Ebu Ali der ki: Bu iki
kelimenin Arapça olmaları da mümkündür. Çünkü "Ye'cuc" kelimesini
hemzeli okuyanlara göre bu kelime "Cerbua" kelimesinin fiili yef'lıl
veznindedir. Bu da; ateş aleviyle etrafı aydınlattı, demek olan; (...) dan
gelir. Alevalmak anlamındaki; (...) da; "Acı, tuzlu" ifadesi de
buradan gelmektedir.
Hemzesiz telaffuz
edenlerin ise bu kelimedeki hemzeyi hafifleterek "elif"e kalb etmiş
olması mümkündür. (Baş anlamındaki); (...) in hemzesiz okunuşu gibi.
"Me'cuc" kelimesi de; (...) den mef'ul veznindedir. Her iki kelime
iştikak bakımından aynı kökten gelirler. Bunu hemze'siz okuyanların da hemzeyi
hafifletmiş olmaları mümkün olduğu gibi; bu kelimenin (...) den
"faul" vezninde olması da mümkündür. Her iki kelimenin munsarıf
olmayış sebebi ise müenneslik ve marife oluşlarıdır. Çünkü kabile ismini
andırmaktadırlar.
Yeryüzünde fesad
çıkarmalarına gelince, bu hususta farklı görüşler vardır. Said b. Abdulaziz der
ki: Onların fesad çıkarmaları Ademoğullarını yemeleridir. Bir kesim de şöyle
demektedir: Onların fesad çıkarmaları beklenen bir şeydi. Yani fesad
çıkaracaklar. O bakımdan onlardan korunmak maksadıyla böyle bir istekte
bulundular.
Bir diğer kesim de şöyle
demektedir: Fesad çıkarmaları zulüm, baskı, öldürmek ve insanların yaptığı
bilinen diğer fesad şekilleridir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Onların nitelikleri, setlerinden
çıkışları ve Yafes'in çocukları olduklarına dair bir takım haberler de varid
olmuştur. Ebu Hureyre, Peygamber (s.a.v.)dan şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedir: "Nuh (a.s.)'ın, Sam, Ham ve Yafes adında oğulları oldu.
Araplar, Farslar ve RumIar, Sam'ın çocuklarıdırlar, hayır da bunlardadır.
Ye'cuc, Me'cuc, Türkler
ve İskitler de Yafes'in çocuklarıdır, bunlarda hayır yoktur. Kıptiler,
Berberiler ve Sudan (yani siyahiler) Ham'ın çocuklarıdırlar. ''
Ka'b el-Ahbar dedi ki:
Adem (a.s) ihtilam oldu ve suyu (menisi) toprağa karıştı. Bundan dolayı üzüldü,
o bakımdan (Ye'cuc ile Me'cuc) bu sudan yaratıldılar. Bundan dolayı onlar anne
tarafından değil de, baba tarafından bize ulaşırlar.
Ancak bu haber su
götürür bir haberdir. Çünkü peygamberler (Allah'ın salat ve selamı üzerlerine
olsun) ihtilam olmazlar. Onlar (Ye'cuc ile Me'cuc) Yafes'in çocuklarıdırlar.
Nitekim Mukatil ve başkaları da böyle demişlerdir.
Ebu Said el-Hudrı,
Peygamber (s.a.v.)dan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Onlardan
(yani Ye'cuc ile Me'cuc'den) herhangi bir kimsenin sulbünden bin adam
doğmadıkça birisi ölmez."
Ebu Said (el-Hudri) dedi
ki: Bunlar Ye'cuc ile Me'cuc'un soyundan gelen yirmibeş kabiledirler. Gerek
bunlardan, gerekse de Ye'cuc ile Me'cuc'den birisinin sulbünden bin kişi
doğmadıkça bir kişi ölmez. Bunu el-Kuşeyri nakletmektedir.
Abdullah b. Mes'ud dedi
ki: Peygamber (s.a.v.)a Ye'cuc ile Me'cuc hakkında soru sordum. O şöyle
buyurdu: "Ye'cuc ile Me'cuc iki ümmettirler. Bu ümmetin herbirisi
dörtyüzbin ümmettir. Bu ümmetin herbirisinin sayısını da Allah'tan başka hiç
kimse bilmez. Onlardan birisinin sülbünden hepsi de silah taşıyacak yaşa gelen
bin erkek çocuk doğmadıkça, kimse ölmez." Ey Allah'ın Resulü, bize onların
niteliklerinden söz et denilince, şöyle buyurdu: "Bunlar üç sınıftırlar.
Bir sınıf dağ selvisini -ki bu Şam topraklarında yetişen ve herbirisinin
yüksekliği yirmi zira'ı bulan bir ağaçtır- gibidir. Bir diğer kesimin eni boyu
yaklaşık bir zira' kadar aynıdır. Bir diğer kesim ise bir kulağını kendisine
yatak yapar, öbür kulağını da yorgan yapar. Bunların karşısına fil, yabani
hayvan, domuz ne çıkarsa mutlaka onu yerler. Aralarından öleni de yerler.
Onların öncü kuvvetleri Şam topraklarında, ardçıları da Horasan'da olacaktır.
Bunlar doğudaki nehirleri içecekler, Taberiye gölünü içecekler. Allah, Mekke,
Medine ve Beytulmakdis'e girmelerini de engelleyecektir. ''
Ali (ra) da şöyle
demiştir: Onlardan bir kesimin boyu bir karıştır. Bunların yırtıcı hayvanlar
gibi pençeleri ve parçalayıcı azı dişleri vardır. Güvercinler gibi birbirlerine
seslenirler. Hayvanlar gibi çiftleşirler, kurtlar gibi ulurlar. Sıcağa ve
soğuğa karşı kendilerini koruyacak tüyleri vardır. Kulakları çok büyüktür.
Bunlardan birisi kışı içinde geçirdikleri bir tüydür. Diğeri ise yazı içinde geçirdikleri
bir deridir. Bunlar seddi kazırlar, tam onu delip çıkacakları vakit Yüce Allah
onu eski haline geri çevirir. Yüce Allah'ın izniyle onu yarın deleriz,
diyecekler. İşte o vakit onu delecek ve çıkacaklardır. İnsanlar kalelere
sığınarak korunmaya çalışacaklar. Bunlar semaya doğru ok atacaklar, attıkları
ok kana bulanmış olarak kendilerine geri dönecektir. Sonra Yüce Allah onları
boyunlarında çıkacak (ve develerin, koyunların burunlarında meydana gelen
kurtçuklara benzer) kurtçuklarla helak edecektir. Bunu elGaznevi
zikretmektedir.
Ali (r.a) da, Peygamber
(s.a.v.)dan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Ye'cuc dörtyüz
tane kumandanIarı bulunan bir ümmettir. Me'cuc da böyle. Onlardan herhangi
birisi ata binmiş bin tane çocuğunu görmedikçe ölmez."
Derim ki: Ebu Hureyre
yoluyla gelen merfu bir hadisi İbn Mace, Sünen'inde rivayet etmiş
bulunmaktadır. Buna göre, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Ye'cuc
ile Me'cuc her gün (seddi delmek maksadıyla) kazıyıp dururlar. Tam güneşin
ışığını görmeye yaklaştıklarında başlarındaki (amir) şöyle der:
Haydi geri dönün, artık
bunu yarın kazırsınız. Ancak Yüce Allah öncekinden daha sağlam bir şekilde iade
eder. Nihayet onların (sedde kalacakları) süre dolacağında ve Yüce Allah onları
insanların üzerine göndermeyi murad edeceğinde, yine seddi kazıyacaklar ve
güneşin ışığını görmeye yakınlaştıkları bir noktada amirleri geri dönün, Yüce
Allah'ın izniyle yarın onu kazıyacaksınız (ve deleceksiniz) der. Böylelikle
(inşaallah diyerek) istisna yapmış olacaklar. (Ertesi gün) tekrar oraya
geleceklerinde onu bıraktıkları şekilde bulacaklar ve orayı da kazıyacaklar.
İnsanların üzerine yürüyecekler, suyu içip kurutacaklar. İnsanlar kalelerine
sığınarak onlara karşı korunmak isteyecekler. Oklarını yukarı doğru atacaklar,
okları üzerlerinde kan izleri olduğu halde geri dönecek. -Ravi der ki:
Hıfzettiğime göre böyle.- Bunun üzerine: Bizler yeryüzündeki insanları
kahrettik. Semadakilerin de üzerine çıktık. Bunun üzerine Yüce Allah, boyun
bölgelerinde bir takım kurtçukları üzerlerine salacak ve bunlarla onları
öldürecektir." Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Nefsim elinde olana
yemin ederim ki yeryüzü hayvanları onların etlerinden dolayı semirecek ve
memeleri süt ile dolacaktır. ''
Vehb b. Münebbih dedi
ki: Zülkarneyn bunları gördü. Onlardan birisinin boyu bizden orta boylu bir
adamın boyunun yarısı kadardır. Tırnakların olduğu yerde onların hayvan
pençelerini andıran tırnakları vardır. Yırtıcı hayvanlar gibi azı dişleri ve
parçalayıcı dişleri vardır. Çeneleri deve çenelerini andırır. Kılları serttir.
Bütün vücutlarını örtecek kadar kıllıdırlar. Herbirlerinin büyükçe iki kulağı
vardır. Bunlardan birisini yorgan olarak kullanır, öbürünü de yatak olarak.
Onların herbiri ecelinin ne zaman geleceğini de bilir. Eğer erkek ise sulbünden
bin tane erkek çıkmadıkça ölmez. Dişi ise bin dişi doğurmadıkça ölmez.
es-Süddi ile ed-Dahhak
derler ki: Türkler Ye'cuc ile Me'cuc'den küçük bir bölümdür. Bunlar ortaya
çıkıp değişiklikler yapmaya koyuldular. Zülkarneyn gelip seddi yaptı ve seddin
bu tarafında kaldılar.
es-Süddi der ki: Sed
yirmibir kabile üzerine yapıldı. Onlardan tek bir kabile seddin beri tarafında
kaldı, bunlar da Türklerdir. Bunu da Katade demiştir.
Derim ki: Eğer bu böyle ise
şunu bilelim ki Peygamber (s.a.v.) Ye'cuc ile Me'cuc'u nitelendirdiği gibi;
Türkleri de nitelendirmiştir. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Müslümanlar yüzleri kat kat kalkanı andıran, giydikleri, kıldan elbiseler
olan kıl içerisinde yürüyen" -bir başka rivayette de; kıldan yapılmış
ayakkabılar giyen -"bir kavim olan Türklerle savaşmadıkça kıyamet
kopmayacaktır." Bu hadisi Müslim, Ebu DavUd ve başkaları rivayet etmiştir.
Peygamber (s.a.v.)
sayılarını, çokluklarını ve ne kadar güçlü olduklarını bildiğinden dolayı:
"Türkler size ilişmedikçe siz de onlara ilişmeyiniz" diye
buyurmuştur.
Onlardan şu dönemde Yüce
Allah'tan başka hiçbir kimsenin sayılarını bilmediği ve Yüce Allah'tan başka
kimsenin müslümanlardan geriye püskürtemeyeceği pek çok ümmetler çıkmış
bulunmaktadır. Bunlar sanki Ye'cuc ve Me'cuc yahutta bunların mukaddimeleri
(öncü kuvvetleri)dirler.
Ebu DavUd'da, Ebu
Bekre'den gelen bir rivayete göre, Rasülullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"ümmetimden bir takım kimseler Dicle adı verilen bir nehrin yakınında
Basra diye adlandırılan düz bir yerde konaklayacaklar. Bu nehrin üzerinde bir
köprü olacaktır. Oranın ahalisi çoğalacak ve orası muhacirlerin -İbn Yahya dedi
ki: Ebu Ya'mer dedi ki: Müslümanların -şehirlerinden bir şehir olacaktır.- Ahir
zamanda ise yüzleri geniş, gözleri küçük, Kantüraoğulları gelecek ve bu nehrin
kıyısına konaklayacaklardır. O şehrin ahalisi üç gruba ayrılacak. Bir grup
ineklerin kuyruklarının arkasına takılıp çöle gidecekler, bunlar helak
olacaklar. Bir grup kendileri için (bunlardan teminat) alacak ve böylece kafir
olacaklar. Bir grup da çoluk-çocuklarını arkalarına alacak ve savaşa
koyulacaklar. İşte şehidler bunlardır. ''
"Basra"
gevşek, yumuşak taş demektir. Basra şehrine bu isim bundan dolayı verilmiştir.
"Kanturaoğulları" Türklerdir. Denildiğine göre; Kantura İbrahim
(sa)ın cariyelerinden birisinin adıdır. Bu cariyenin Hz. İbrahim'den çocukları
oldu. Türkler de bunların soyundan geldi. (Allah en iyisini bilir).
[ - ]
"Sana bir vergi
versek de buna karşılık bizimle onların arasında bir set yaptırıversen"
buyruğu ile ilgili açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
1- Zülkarneyne Sed Yapma Teklifi:
2- Fesad Ehli Olanları Hapsetmek için
Hapishane Yapımı:
1- Zülkarneyne Sed
Yapma Teklifi:
"Sana bir vergi versek
... " ifadesi güzel bir edebIe sorulmuş bir sorudur. "Vergi"
belli bir miktarda mal, anlamındadır. Bu kelime "ra" harfinden sonra
"elif" ile (harac şeklinde) diye de okunmuştur. "Elif"siz
söyleyiş, "elif"li söyleyişe göre daha özel bir anlam ifade eder. O
bakımdan; "Kendi baş vergini ve şehrinin haracını öde" denilir.
el-Ezherı der ki: Harac
kelimesi vergi, fey malı, cizye ve gelir anlamlarında kullanılır. Aynı şekilde
harac mallarda verilmesi gereken farz hisselerin de adıdır. "Elif"siz
"harc" ise mastardır.
"Buna karşılık
bizimle onların arasında bir sed yapıversen" buyruğundaki sed; "redm;
yığılarak yapılan engel" demektir. Redm birbiri ile bitişik ve kaynaşmış
şekilde üstüste yapılan yığma demektir. "Yamanmış elbise" demektir.
Bu açıklamayı el-Herevı yapmıştır.
Mesela: "Yarığı
(çatlağı, çukuru) kapattım" demektir. Redm aynı zamanda isim olup, sed
demektir. Redm'in sedden daha beliğ bir anlam ifade ettiği de söylenmiştir.
Çünkü sed kendisi ile bir boşluğun, açığın kapatıldığı herşeyanlamındadır. Redm
ise taş, toprak ve buna benzer şeyleri tam bir engel teşkil edecek şekilde
üstüste koyup yerleştirmek demektir. Nitekim elbisesini kalın ve üstüste
yamalarla yamayan bir kimsenin halini anlatmak üzere -bu kökten-: (...)
denilir. Antere'nin şu mısra'ı da burdan gelmektedir.
"Acaba şairler yama
yapılması gereken bir yeri, (yamamaksızın) terk ettiler mi?"
üstüste terkib edilecek,
söylenmesi gereken bir sözü söylemeksizin bırakmışlar mıdır, demektir.
"Sed" kelimesi
"sin" harfi üstün olarak; (...) diye okunmuştur. el-Halil, ile
Sibeveyh şöyle derler: "Sin" ötreli olursa isim olur, üstün olursa
mastardır. el-Kisai der ki: üstün ve ötreli okuyuş aynı anlamdaki iki ayrı
söyleyiştir. İkrime, Ebu Amr b. el-A'la ve Ebu Ubeyde de şöyle derler: Allah
tarafından yaratılmış olup da insanların herhangi bir katkıda bulunmadıkları
engeller için ötreli söyleyiş, insan tarafından yapılmış olanlar için de
üstünlü söyleyiş kullanılır. Ancak bu görüşü kabul eden kimselerin
"sin" harfini burada üstün ile okumaları, bundan önceki; "İki
dağ arasına" lafzını da ötreli okumaları gerekir.
Ebu Hatim ise İbn Abbas
ve İkrime'den, Ebu Ubeyde'nin söylediklerinin aksini nakletmektedir. İbn İshak
da şöyle demektedir: Gözlerinle gördüklerini "sin" harfi ötreli
olarak "süd" şeklinde, görmediklerini de üstün ile "sed"
şeklinde zikredersin.
2- Fesad Ehli Olanları
Hapsetmek için Hapishane Yapımı:
Bu ayet-i kerimede
hapishaneler yapıp, fesad ehli kimseleri burada hapsetmeye, onları diledikleri
şekilde tasarruf ta bulunmalarını engellemeye, fesadları üzere
bırakılmayacaklarına, aksine canlarını incitecek şekilde dövüleceklerine,
hapsedileceklerine yahutta kefalet altında bırakılacaklarına Ömer (ra)ın
yaptığı gibi- delil vardır.
[ - ]
"Rabbimin bana
verdiği imkanlar daha hayırlıdır ... " buyruğu ile ilgili açıklamalarımızı
da iki başlık halinde sunacağız:
1- Yüce Allah'ın Verdiği imkanları
Kullanmayı Tercih Etmek:
2- Yöneticinin Yönettiklerine Karşı
Görevleri ve islam Devleti'nde Mali Siyaset:
1- Yüce Allah'ın
Verdiği imkanları Kullanmayı Tercih Etmek:
"Rabbimin bana
verdiği imkanlar daha hayırlıdır" buyruğunun anlamı şudur: Zülkarneyn
onlara dedi ki: Yüce Allah'ın bana vermiş olduğu güç ve hükümdarlık imkanları
sizin vereceğiniz vergiden ve mallarınızdan daha hayırlıdır, ama beden gücüyle
bana yardım ediniz. Yani aranızdan beden ile çalışacak kimseler ve adamlar ile
seddi yapmakta kullanacağım araçlar veriniz.
Bu da Yüce Allah'ın
aralarında cereyan eden bu konuşmada Zülkarneyn'i bir te'yididir. Çünkü orada
bulunanlar eğer ona belli bir vergi vermek üzere aralarından mal toplayıp
vermiş olsalardı, kimse ona yardım etmezdi. O seddi bina etme işini ona
bırakırlardı. Bizzat ona yardımcı olmaları ise onun için daha güzeldi ve bu
işin daha çabuk bitmesini sağladı. Belki de bu şekilde çalışmaları onun
kendisine vereceklerinden söz ettikleri vergiden daha da fazla miktara tekabül
ediyordu.
Yalnız İbn Kesir
"bana verdiği imkanlar" (anlamındaki) lafzı; (...) şeklinde iki
"nun" ile, diğerleri ise tek "nun" ile; (...) diye
okumuşlardır.
2- Yöneticinin
Yönettiklerine Karşı Görevleri ve islam Devleti'nde Mali Siyaset:
Bu ayet-i kerimede
hükümdar kimsenin yönettiklerinin ülkelerini korumakla yükümlü olduğuna,
onların gediklerini kapatmak, serhadlerini düzeltip sağlamlaştırmak için
çalışmasının farz olduğuna, bunları da faydalarını görecek olan yönetilenlerin
mallarından ve kendi himayesi ve gözetimi altında hazinelerinde toplanan hak
ettiklerinden karşılayacağına delil vardır. İsterse bu hakları yerine getirmek isterken
bütün malları tükenmiş olsun ve bu yükümlülükler servetlerini tamamen bitirmiş
olsun. Yönetilenler bütün bu açıkları, gedikleri kendi mallarından kapatmakla
yükümlü oldukları gibi yöneticinin de onlara güzel bir şekilde bakması,
koruması görevidir. Bu da üç şartla olur:
1. Hiçbir hususta
kendisini onlara tercih etmeyecek.
2. Önce muhtaç olanların
ihtiyaçlarını görmekle işe başlayacak, onlara yardımcı olacak.
3. Vereceği atiyyelerde (devlet
hazinesinden yapacağı bağışlarda) konumlarına uygun olarak aralarında eşitlik
sağlayacak.
Bundan sonra bu hazine
tamamıyla bitip boşalacak olursa, karşılaşılan olaylar görülmesi gereken bir
işi ortaya çıkmasına sebeb olurlarsa, mallarından önce canlarını ortaya
koyarlar. Bunun faydası olmazsa o takdirde belli bir değerlendirmeye göre
mallarından alınır ve güzel bir tedbir ile bu mallar harcanır.
İşte, Zülkarneyn'e
çekindikleri Ye'cuc ile Me'cuc saldırısını kendilerinden önlemesi maksadı ile
ona mal vermelerini teklif ettiklerinde, o: Benim malınıza ihtiyacım yok, benim
size ihtiyacım var. O bakımdan "siz bana (bedeni) güçle yardım edin"
yani benimle birlikte bizzat hizmette bulunun, dedi. Çünkü benim yanımda mal
var, sizin yanınızda da adam var. Onların verecekleri malın kendilerine
ihtiyacı ortadan kaldırmayacağını, eğer bu malı bir ücret olarak alırsa bunun
ihtiyaç duyduğu asıl gücü azaltmış olacağını, o bakımdan tekrar onlara ücretle
çalıştırmak için müracaat edeceğini gördü. Dolayısıyla bedenen hizmette
bulunmalarının daha uygun olduğunu tesbit etti.
Bu konuda ilke şudur:
Hiçbir kimsenin malı karşı karşıya kalınacak bir zaruret olmadıkça helal olmaz.
Bu durumda da bu mal gizli değil açıkça alınır. Bir takım kimseleri tercih
ederek, kayırarak değil, adaletle harcanır. Kişisel baskı ve dayatma usulüyle
değil, cemaatin görüşüne göre harcanır. Doğruya muvaffak kılan Yüce Allah'tır.
* * *
"Bana büyük demir
parçaları getirin" yani bana büyük demir parçalarını verin, elime teslim
edin. Onlara araç taşımalarını emretmiş oldu. Bütün bunlar hibe anlamı
taşımaksızın vermeye davettir. Bu ona gerekli araçları elleriyle vermeye bir
çağrıdır. Çünkü o kendilerinden vergi almayacağını söylemişti. Geriye sadece
gerekli araçları verme ve bedenen çalışmaya çağırmaktan başka bir şey
kalmıyordu.
"Büyük demir
parçaları" demir kesitleri demektir. (...) kelimesinin aslı toplanıp, bir
araya gelmek demektir. Aslanın boynunun çevresinde toplanan tüylere;
"Arslan yelesi" denilmesi de buradan gelmektedir. "Kitabı yazdım
ve harflerini bir araya getirip topladım" demektir.
Ebu Bekr ve el-Mufaddal;
(...) şeklinde gelmek fiilindenmiş gibi okumuşlardır. Bu da; "Bana demir
kütleleri getirerek geliniz" anlamındadır. Cer harfi düşünce (kütle
anlamındaki "zübar" kelimesi) fiil ile nasbedilmiştir. Şairin şu
mısra'ında olduğu gibi: "Sana hayrı emrettİm ... "
Burada da cer edatı
hazfedildiğinden fiil nasb etmiştir.
Cumhur "züber"
kelimesinin "be" harfini üstün olarak okumuştur. el-Hasen ise bunu
ötreli okumuştur. Her iki şekilde de büyük parça demek olan
"zübre"nin çoğuludur.
"Nihayet dağların
iki yanını" yaptığı inşaat ile "tam denkleştirdiği vakit"
demektir. Asıl söz konusu olan inşaat olduğundan dolayı ayrıca zikredilmeyerek
hazfedilmiştir.
"Dağların iki
yanını" buyruğu ile ilgili olarak Ebu Ubeyde der ki: Kasıt dağın iki
yanıdır. Ona "sadefeyn" isminin veriliş sebebi iki yanın
biribirlerine tesadüf etmesi yani birbirlerinin karşılarında bulunması, biri
diğerine mülakı olmasıdır. Bu açıklamayı ez-Zühri ve İbn Abbas yapmıştır. Biri
diğerinden sanki yüz çeviriyormuşçasına "suduf"dan gelen bu isim
verilmiştir. Şair der ki: "Onun aydınlığı dağın her iki yanını da aşıp
geçiyor, Karanlıktaki kandil gibi alev saçıyor."
Yüksekçe binaya da dağın
kenarına (yar'ına) benzetilerek "sadef" denilir.
Hadis-i şerifte de şöyle
denilmektedir: "Meyletmek üzere olan bir sadefin yanından geçti mi hızlıca
yürürdü. " Ebu Ubeyd dedi ki: Sadef ve hedef yüksekçe ve büyük her yapıya
verilen isimdir.
İbn Atiyye der ki:
"İki sadef" karşılıklı iki dağa verilen isimdir. Yalnız birisine
"sadef" denilmez. Ama ikisine "sadefan" denilir. Çünkü biri
diğerine tesadüf etmektedir.
Nafi', Hamza ve
el-Kisai; (...) kelimesini "sad" harfi üstün ve şeddeli
"dal" harfi de üstün olarak okumuştur. Aynı zamanda bu Ömer b.
el-Hattab (ra)ın ve Ömer b. Abdulaziz'in de kıraatidir. Bu, Ebu Ubeyde'nin de
tercih ettiği kıraattir. Çünkü en meşhur olan lugat (söyleyiş) budur.
İbn Kesır, İbn Amir ve
Ebu Amr ise "sad" ve "dal" harflerini ötreli okumuşlardır.
Ebu Bekr yoluyla gelen
rivayetinde Asım ise "sad" harfini ötreli, "dal" harfini
sakin okumuştur. "Curf" ve "curuf" gibi. Bu da bir
tahfiftir.
İbnu'l-Macişun
"sad" harfini üstün, "dal" harfini ötreli okumuştur. Katade
ise "sad" harfini üstün "dal" harfini sakin okumuştur.
Bütün bu okuyuşların anlamı birdir ve karşılıklı iki dağ demektir.
"üfleyin,
dedi" buyruğundan itibaren ayetin sonuna kadar buyruğun anlamı şudur:
Körüklerle, demir kütleleri üzerine üfleyin. Çünkü o bir kat demir kütlesi ve
taş konulduktan sonra odun ve kömürü tutuşturup ateş bunları kızdırıncaya kadar
körüklemelerini emrederdi. Demirin üzerine ateş yakıldı mı o da tıpkı ateş gibi
olur. İşte Yüce Allah'ın: "Nihayet onu bir ateş haline getirince"
buyruğunun anlamı budur. Sonra da (ayet-i kerımede geçen): "el-Kıtr"
ile ilgili görüş ayrılıklarına göre: Eritilmiş bakır yahut kurşun veya demir
getirilir, bunu da hazırlanmış olan bu tabakanın üzerine boşaltırdı. Bu şekilde
birbirlerine kaynaşıp iyice birbirine geçip yapıştıktan sonra tekrar yeniden
aynı şekilde bir tabaka daha koyardı. Bu da iş tamamlanıncaya kadar ve bu
boşluk da son derece sağlam bir dağ haline gelinceye kadar devam etti.
Katade der ki: Bu dağ
çizgi li bir elbise gibidir. Bir yol siyah ve bir yol kırmızıdır.
Rivayet edildiğine göre
bir adam Resulullah (s.a.v.) gelmiş ve: Ey Allah'ın Resulu, ben Ye'cuc ile
Me'cuc seddini gördüm, demiş. Peygamber ona:
"Onu nasıl
gördün" deyince, şu cevabı vermiş: Ben onu çizgili bir elbise gibi gördüm,
bir yol sarı, bir yol kırmızı, bir yol siyahtı. Resulullah (s.a.v.): "Sen
onu gerçekten görmüşsün" diye buyurdu. "Nihayet onu bir ateş haline
getirince" buyruğu ateş gibi olunca demektir.
"Getirin bana
üzerine erimiş bakır dökeyim" buyruğu da şu demektir:
Bana bakır getirin, onun
üzerine dökeyim, anlamında takdim ve te'hir yapılmış bir ifadedir.
"Getirin bana"
buyruğunu; (...) şeklinde okuyanlara göre anlamı şu olur: Gelin onun üzerine
bakır boşaltayım ki, müfessirlerin çoğuna göre "kıtr" eritilmiş
bakır, demektir. Bunun da aslı; "Damlamak"tan gelmektedir. Çünkü
eritilmesi halinde suyun damlaması gibi o da damlar. Bir başka kesim de
"kıtr" eritilmiş demirdir derken, aralarında İbnu'l-Enbari'nin de yer
aldığı bir başka kesim, eritilmiş kurşun demektir, der. Bu kelime; "Damladı,
damlar, damlamak"tan türetilmiştir.
Yüce Allah'ın: "Biz
ona erimiş bakır pınarını sel gibi akıttık" (Sebe', 12) buyruğunda ki
"el-kıtr" kelimesi de buradan gelmektedir.
* * *
"Artık onu ne
aşabildiler" Ye'cuc ile Me'cuc üzerine çıkamadılar, ona tırmanamadılar.
Çünkü bu sed dağın seviyesine gelmiş dümdüz kaygan bir zemindi. Dağ da
aşılamayacak kadar yüksekti. Seddin yüksekliği ikiyüzelli zira' idi. Rivayete
göre iki dağ arası uzunluğu ikiyüz fersah, eni de elli fersah idi. Bunu da Vehb
b. Münebbih söylemiştir.
"Ne de onu delmeye
güç bulabildiler." Buna sebeb ise hem eninin fazla oluşu, hem de çok
sağlam bir yapı oluşudur. Sahih hadiste Ebu Hureyre yoluyla gelen rivayette
Peygamber (s.a.v.)ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Bugün Ye'cuc ile
Me'cuc seddinden bu kadar bir gedik açıldı" dedi ve Vehb b. Münebbih
parmaklarını doksan gibi birbirine getirdi. Bir rivayette de: Baş parmak ile
şehadet parmağını halka yaptı, diyerek hadisin geri kalan kısmını
zikretmektedir.
Yahya b. Sellam, Sa'd b.
Ebi Arube'den, o Katade'den, o Ebu Rafi'den, o Ebu Hureyre'den şöyle dediğini
nakletmektedir: Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki:
Ye'cuc ile Me'cuc her
gün seddi del(meye çalışı)rlar. Nihayet tam güneş ışığını gördüklerinde
başlarındaki: Geri dönün, onu yarın deleceksiniz, der. Ama Yüce Allah önceki
gibi en sağlam şekline iade eder. Nihayet onların süreleri dolunca Yüce Allah
da insanların üzerine onları göndermeyi murad edeceği vakit kazımaya koyulurlar
ve güneşin ışığını görecek noktaya yaklaştıklarında başlarında bulunan kişi:
Haydi geri dönün, inşaallah onu kazıyacaksınız (deleceksiniz) der. Tekrar oraya
geleceklerinde onu bıraktıkları şekilde bulacaklar, seddi delecekler ve
insanların üzerine çıkacaklar." Hadis az önce geçmiş bulunmaktadır.
"Ne de ... güç
bulabildiler" buyruğunu Cumhur "tı" harfini şeddesiz olarak
okumuştur. Bunun; (...) anlamında bir söyleyiş olduğu da söylenmiştir. Şöyle de
denilmiştir: Hatta aynen budur. Çünkü Araplarca bu fiil çokça kullanıldığından
dolayı kimileri "te" harfini tamamen hazfederek; (...) diye
kullanmışlardır. Bazıları da "tı" harfini hazfederek; (...) diye
kullanmışlardır. Bu da; (...) anlamındadır ve bu meşhur bir söyleyiştir.
Yalnız Hamza
"tı" harfini şeddeli okumuştur ki o da bu okuyuşuyla fiilin; (...)
şeklinde olduğuna işaret etmek istemiş gibidir. Sonra da "te" harfini
"tı" harfine idğam edip, "tı" harfini şeddeli okumuştur. Bu
da izah bakımından zayıf bir kıraattir. Ebu Ali ise caiz değildir, demiştir.
el-A'meş de (...):
"Artık onu ne aşabildiler, ne de onu delmeye güç bulabildiler"
buyruğunda her iki yerde de "te" harfi ile okumuştur.
"İşte bu, Rabbinden
bir rahmettir" sözlerini söyleyen Zülkarneyn'dir. "Bu" ile de
yaptığı sedde, buna güç yetirmeye, Ye'cuc ile Me'cuc'ten gelecek zararı önlemek
suretiyle ondan yararlanmaya işaret etmiştir. İbn Ebi Able; "Bu"
zamirini müennes (ve rahmete işaret) olarak; (...) diye okumuştur.
"Rabbimin
vaadi" yani kıyamet günü, bir diğer görüşe göre onların çıkacakları vakit
"gelince onu dümdüz eder" yerle bir olur, demektir.
"Dümdüz"
kelimesi ile Yüce Allah'ın: "Yer parça parça ve dümdüz edildiğinde"
(el-Fecr, 21) buyruğunda da aynı kökten gelen kelime kullanılmıştır. İbn Arafe
der ki: Yer, herhangi bir yüksekliği olmaksızın dümdüz edildiğinde, demektir. Yüce
Allah'ın: "Onu dümdüz eder" buyruğu da bu kökten gelmektedir.
el-Yezidi der ki: Bu da dümdüz etmesi demektir. Hörgücü gitmiş deveye de; (...)
denilir. el-Kutebi der ki: Onu yere yapışmış ve alçaltılmış kılar, demektir.
el-Kelbi ise kırık, dökük parçalar haline getirir anlamındadır, demiştir. Şair
der ki: "Sabah yola çıkandan başkası bir mağarayı parça parça edip de
yıkan var mıdır?"
el-Ezheri der ki: Bu
fiil dövüp, ufalamak anlamındadır.
(...) diye okuyan dağın
küçük bir tepe haline getirilmiş olması anlamını kasteder. Çünkü bu kelime dağ
seviyesine ulaşmayan küçük tepe hakkında kullanılır. Çoğulu da; (...) diye
gelir.
Hamza, Asım ve el-Kisai
ise hörgücü olmayan deve demek olan "ed-Dekka'' ya benzeterek med ile;
(...) diye okumuşlardır.
Buyruk şu takdirde olup,
ondan hazfedilmiş bir ifade vardır: Onu bir tepecik gibi kılar. Böyle bir
takdir kaçınılmazdır. Çünkü sed müzekkerdir ve sonu hemze ile biten bu kelime
ile sıfatlandırılamaz.
(...) Şeklinde
okuyanlara gelince; bu da yıkılıp, ufalanmayı ifade eden; (...) fiilinin
mastarıdır.
(...): Etti, kıldı
fiilinin yarattı anlamında olma ihtimali de vardır. O takdirde; (...) hal
olarak nasb edilir. Bunu med ile (yani sonu hemze ile) okuyanların kıraatinde
de nasb ile okunması da aynı şekilde iki şekilde açıklanabilir.
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN