NUMARALI
HADİS-İ ŞERİF:
حَدَّثَنَا
إِبْرَاهِيمُ
بْنُ
الْمُسْتَمِرِّ
الْعُصْفُرِيُّ
حَدَّثَنَا
حَبَّانُ
بْنُ هِلَالٍ
حَدَّثَنَا
هَمَّامٌ
عَنْ قَتَادَةَ
عَنْ عَطَاءِ
بْنِ أَبِي
رَبَاحٍ عَنْ
صَفْوَانَ
بْنِ يَعْلَى
عَنْ أَبِيهِ
قَالَ قَالَ
لِي رَسُولُ
اللَّهِ
صَلَّى
اللَّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
إِذَا
أَتَتْكَ
رُسُلِي
فَأَعْطِهِمْ
ثَلَاثِينَ
دِرْعًا
وَثَلَاثِينَ
بَعِيرًا
قَالَ
فَقُلْتُ يَا
رَسُولَ
اللَّهِ أَعَوَرٌ
مَضْمُونَةٌ
أَوْ عَوَرٌ
مُؤَدَّاةٌ
قَالَ بَلْ
مُؤَدَّاةٌ
قَالَ أَبُو
دَاوُد
حَبَّانُ
خَالُ
هِلَالٍ
الرَّائِيِّ
Safvân b. Ya'lâ, babası
(Ya'lâ)'nın şöyle dediğini rivayet etti:
Rasûlullah (s.a.v.)
(bana): "Sana elçilerim geldiği zaman kendilerine otuz zırh ve otuz deve
ver" dedi.
Telef olursa kıymeti
ödenmek üzere ariyet olarak mı, yoksa telef olan ödenmeden elde kalanı geri
verilmek üzere ariyet olarak mı? dedim.
"Telef olanı
ödenmeden elde kalanı geri verilmek üzere" buyurdu.
Ebû Dâvûd: "Habbân,
Hilâl er-Re'yî'nin dayısıdır" dedi.
İzah:
Ahmed b. Hanbel, VI,
465.
Hadisleri izaha girişmeden
önce, ariyet hakkında kısaca malumat
vermiş ve hükmü konusunda alimlerin ihtilafı olduğuna işaret etmiştik. Bu
ihtilâflara girmeden önce hadislerde izaha muhtaç noktaları ele almak
istiyoruz.
3561. hadisin ariyetle
ilgili olduğu açık değildir. Hz. Nebi (s.a.v.), kişinin aldığı bir malı iade
edinceye kadar ondan sorumlu olduğunu ifade etmiştir. Bu mal, insanın elinde
ariyet olarak bulunabileceği gibi başka bir yolla da bulunabilir.
3562, 3563, 3564, 3566 nolu hadisler aynı hâdise
ile ilgili olsa gerek. Bu hadislerde ifade edildiğine göre Hz. Nebi (s.a.v.),
Huneyn savaşında kullanılmak üzere Safvân'dan zırh ve başka silahlar istedi.
Safvân o zaman, Ebû Davud'un belirttiğine göre henüz müslüman olmamıştı. Bazı
âlimlerin bildirdiklerine göre ise daha yeni müslüman olmuştu. Onun için
Rasülullah'ı pek tanımıyordu. Onun zırh ve silahlarını zorla alacağı endişesine
kapıldı ve bunu kendisine sordu. Ama Efendimiz; gasp olarak değil, ariyet
olarak aldığını söyledi. Bu ariyetin, mazmun (mal telef olursa kıymeti ödenmek
üzere alınan) mı, yoksa mal sağlam kalırsa geri verilmek, telef olursa hiçbir
şey vermemek üzere mi alındığı konusunda rivayetler farklıdır. Bazılarında ariyetin
mazmun olduğu, bazılarında ise olmadığı ifade edilmektedir. 3563 nolu rivayette:
Savaştan sonra zırhlar toplatılınca bir kısmının bulunamadığı ve Rasûlullah'm
Safvân'a: "Bunları sana ödeyecek miyiz?" diye sorduğu görülmektedir.
Ariyetin mazmun olmadığını söyleyenler, bu hadisi de delilleri arasında
sayarlar ve; "Şayet ariyet mazmun olsa idi, Hz. Nebi kaybolan zırhları
ödeyip ödemeyeceklerini Safvân'a sormaz, paralarını öderdi" derler.
3565. hadis ariyetten
başka konulan da içine almaktadır. Bunları sırayla sayalım:
1- Allah her hak
sahibinin hakkını vermiştir. Yani herkesin hakkını takdir etmiştir.Bu, mirasla
ilgili olsa gerektir. Allah herkesin hakkını ayırdığına göre, murisin vârisler
için vasıyyette bulunması caiz olmaz.
2- Kadın kocasının izni
olmadan evden kimseye bir şey veremez. Yemek ve gıda maddeleri de bunun içindedir.
Ama izin vermişse bunda bir mahzur yoktur. Dolayısıyla hanımların evlerine
gelen misafirlere ikramları -âdeten kocaları İzin verdiği için- caizdir. Ama
erkek karısını, gelene yapacağı ikramdan menetmişse o zaman ikram edemez.
Maamafih bu konularda aşın gitmemek gerekir.
3- Ariyet, sahibine
iade edilir. Bazı âlimler bunu "Ariyet elde mevcutsa kendisi, telef
olmuşsa kıymeti sahibine verilir" şeklinde izah ederler. Bazıları ise:
"Mal elde mevcutsa o mal sahibine verilir. Ama telef olmuşsa ve telefinde
müstaîrin kusuru yoksa bir şey gerekmez" diye anlarlar.
4- Minha: Bir kimsenin
bir arkadaşına; bir müddet ekip sonra geri vermek üzere verdiği tarla, bir
müddet sütünü sağıp sonra iade etmek üzere verdiği koyun veya bir müddet
meyvesini alıp sonra geri vermek üzere verdiği ağaçtır. Bu şekilde alınan bir
mal sahibine iade edilir. Verümemezlik edilemez.
5- Borç, alacaklıya
ödenir. Borçlu imkânı olduğu halde borcunu öde-memezlik edemez. Hz. Nebi
(s.a.v.) bir hadisinde; imkânı olanın borcunu ödemeyip savsaklamasını zulüm
olarak nitelemiştir. Borçlu darda ise, ödeme imkânı bulamıyorsa o zaman da
alacaklının mühlet vermesi farzdır.
6- Kefil borçludur. Bir
kimseye kefil olan kişinin zimmeti de o borçla meşguldür. Dolayısıyla alacaklı,
aiacağmı ister borçludan ister kefilden isteyebilir.
Yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi ariyetin mazmun olup olmadığı konusu âlimler arasında
ihtilaflıdır. -Ariyetin mazmun olması demek; ariyet alınan malda, müsteîrin
her halükârda sorumlu olması demektir. Yani ariyet olan malın helaki halinde,
-ister müsteîrin kusuru olsun ister olmasın- onun kıymetini ödemek zorunda
olmasıdır. Mal elde mevcutsa sahibine geri verilecektir. Bunda ihtilâf yoktur.
Fakat telef olması halinde ne yapılacaktır?
Bu konuda üç görüş
vardır:
I- Ariyet, müsteîrin
elinde mazmundur. Müsteîr malı teslim aldıktan sonra telef olsa -ister onun
kusuru olsun ister olmasın- kıymetini sahibine ödemek zorundadır. Bu görüş
Şafiî ve Hanbelîlere aittir. Ashabtan İbn Abbas ve Ebû Hureyre'nin görüşleri de
bu istikamettedir. Yalnız, Şafiî fakîhlerine göre müsteîr, ariyet olarak aldığı
malı, sahibinin izin verdiği şekilde kullanırken mal kendi kendine telef olsa
veya kıymetine bir noksanlık gelse, müsteîr zâmin olmaz.
II- Mâliklere göre
ariyetlerin bir kısmı mazmundur, bir kısmı mazmun değildir. Şöyle ki: Ariyet
olan mal; hayvan ve gayrimenkul gibi helaki gizli olmayan cinstense, müsteîre
daman gerekmez. Yalan olduğu ortaya çıkmadıkça; müsteîrin, malın telefine dair
verdiği haber kabul edilir ve kendisinden malın kıymeti talep edilmez. Ama
ariyet; elbise vs. gibi telefi gizlenen cinsten bir malsa, müsteîrin kusur ve
dahli olmadan bile telef olsa, müsteîr onun kıymetini ödemelidir.
III- Ariyet olan mal,
müsteîrin elinde emanettir, mazmun değildir. Dolayısıyla onun kusur ve dahli
olmadan telef olduğu takdirde kendisine bir sorumluluk yüklenmez. Kıymetinde
bir noksanlaşma olsa durum yine aynıdır. Ama malı bizzat müsteîr telef etse
veya onun talebinde kusuru olsa; meselâ, ariyet olan kıymetli bir malı
meydanda kendi haline bıraksa ve mal çalınsa müsteîr malın kıymetini ya da
-misliyyâttan ise- mislini ödemek mecburiyetindedir.
Ashabtan Hz. Ali ve İbn
Mes'ud, tâbiûndan Şüreyh, Hasenü'l-Basri, İbrahim en-Nehaî ve Süfyân-i Sevrî, daha
sonrakilerden de Hanefî ve Zahirî mezhepleri de bu görüştedirler.
Konu ile ilgili olarak
varid olan hadislerde, her iki tarafın da yapışabileceği noktalar vardır:
Ariyetlerin mazmun
olduğunu söyleyen âlimler şöyle derler: Ariyet olan malın menfaatına sadece
müsteîr mâlik oluyor. Başkasına ait olan bu malda onun daha önceden bir hakkı
da yoktur. Bu malı sırf ondan istifade etmek maksadıyla almıştır. Dolayısıyla
bu mal, vedîa (emanet) ya benzemez. Onun için malın telefi halinde tazmininin
mecbur olması gerekir.
Bu görüşte olanlar;
üzerinde durduğumuz babın, kendi görüşlerine uyan hadislerinin yanı sıra şu
hadislere de dayanırlar:
"Ariyet
mazmundur."
Hz. Nebi (s.a.v.) Benî
Necrân'a verdiği bir ahitnamede:
"Benim elçilerimin
ariyet olarak aldıkları onların elleri üzerinde telef olursa onların ödenmesi
elçilerime aittir"
buyurmuştur.
Ariyetin mazmun
olmayıp, emanet olduğunu söyleyenler de yukarıdaki
hadislerden, damanın
gerekli olmadığına işaret edenlerden başka, "Hıyanette bulunmayan müsteîre
daman yoktur.” hadisine dayanırlar.
Bu görüşte olanlar,
karşı görüş sahiplerine şu şekilde mukabelede bulunurlar:
Eğer ariyet veren kişi
bir iyilik, ihsan olmak üzere verdiği bir malın kendi kendine semavi bir âfetle
telefi halinde onu tazmin ettirmeye yetkili olsa, bu iyilik ve ihsan zayi olmuş
olur. Teberru olarak yapılan bir muamele bir mu-avaza haline gelir. Bu da
yardımlaşma prensibine aykırıdır.
Hanefî âlimlerinin;
karşı görüşte olanların delil gösterdikleri hadislere verdikleri cevaplar da
şöyledir:
"Ariyet
mazmundur" hadisindeki damân'dan maksat, damân-ı reddir. Yani, muîr
istediğinde müsteîr malı iade etmeye mecburdur. Muîr istediği zaman müsteîr
malı iade etmeyince gâsıp durumuna düşer ki işte o zaman mazmun olur.
"El, iade edinceye
kadar aldığından mes'uldur" hadisi de emanet alınan şeyin sahibine geri
verilmesinin gereğini işaret etmektedir. Bunda zaten ihtilâf yoktur. Müsteîr
de, istenilen veya muayyen müddeti dolan bir ariyeti sahibine geri vermekle
mükelleftir. Bir mazerete binaen vermez de mal telef olursa o zaman tazmini
gerekir.
Rasûlullah (s.a.v.)'ın
Benî Necrân'la yaptığı ahitnamede belirtilen helakten maksat ise istihlâktir.
Yani malın, müsteîr tarafından telef edilmesidir. Çünkü bir mal bir kimsenin
elinde, onun fiili ve kusuru olmadan telef olsa bu; "Heleke fî
yedihi" diye ifade edilir. Müsteîr tarafından telef edildiğinde ise
"heleke alâ yedihi" denilir. Hadiste de, "fe heleket alâ
eydihim" denilmiştir. O halde bundan maksat helak değil, istihlâkdir.
Safvân b. Ümeyye meselesine
gelince; bundaki demândan maksat da damân-ı reddir. Maamafih bir rivayete göre
Safvân'ın zırhlarını harp ihtiyacı saikasıyla kendi rızası olmaksızın aldığı
için onların mazmun oluşu kabul edilmişti. Yahut da Safvân, bu zırhları
Mekkelilerin yanına bırakmıştı. Hz. Nebi (s.a.v.) bunları sahibinden değil,
müsteîrinden almıştı. Onun için bunlar mazmun bulunmuştu.
Bir de bu zırhların,
mazmun olmaları şartı ile alınmış olmaları muhtemeldir. Safvân o zamanlar
henüz müslüman olmadığı için harbî bulunuyordu. Müslümanlar arasında caiz
olabilir.
Ayrıca bu ariyetlerin
mazmun kabul edilmeleri Safvân'ın gönlünü hoş tutmak için olabilir. Nitekim bu
babda geçen rivayetlerden birinde görüldüğü üzere; bu zırhlardan bir kısmı
savaşta telef olmuştu. Bunun üzerine Hz. Nebi (s.a.v.): "Sana borcumuz var
mı? Ödeyelim mi?" buyurmuş, Safvân da: "Hayır ya Rasûlallah, çünkü
bugün benim kalbimde o gün olma-
yan şeyler var"
diyerek tazmini kabul etmemişti. Eğer ariyetin tazmini şart olsa idi, Hz. Nebi
(s.a.v.) zırhların bedellerini öderdi.
Safvân'ın zırhları İle
ilgili rivayetlerden birisinde Safvân: "Zırhlarımı ariyet olarak mı, gasp
olarak mı istiyorsun?" deyince Rasûlullah, daman sözünü hiç konu etmeden
"ariyet olarak" buyurmuştur.
Aynı hâdise hakkındaki
hadislerin birbirleri ile tearuzu halinde, bunlarla ihticac edilemez. Bir şey
hakkında ihtimal sabit olunca o, delil olamaz.