EXTRALAR ANA SAYFASI

 

YAVUZ SULTAN SELİM :

 

Babası: Sultan II. Bâyezid Han

Annesi: Aişe Sultan

Doğum Tarihi: 1470

Vefat Tarihi: 1520

Saltanat Müd.: 1512-1520

Türbesi: İ İstanbul Fath Yuvuz Selim Camii Yanı.

 

 

Tahta Geçişi

Sultan 2. Bayezid Altmış iki yaşına girdiğinde; Yeniçerile­rin arzularının Şehzade Selim'i, Selim-i evvel yâni 1. Selim olarak Devleti Aliyye'nin tahtına davet buyurmaları, ve Şeh­zadenin babasına red edilemeyecek şerait içindeki ısrarı Hazreti Bayezid-i Velî'nin tahtı saltanatı terki ve bir ay gibi kı­sa bir müddet sonra ahirete intikal etmesi Osmanlı Devletin­de yepyeni bir dönemin açılmasına vesile olmuştu.

 

Osmanlı tarihine dikkat edersek şunu görürüz ki; hafif tertib duraklamalar ileride yapılacak büyük olayların, kazanıla­cak zaferlerin ve fetihlerin hazırlık safhaları olduğuna kanaat getiririz. Bu kanaatimizi belki fazla afaki bulanlar olacaktır ammd şu misalle gözler önüne sermek isteriz. Şu anlarda ya­şı enaz kırk olan insanlar iyi hatırlarlarki Mehter Takımını İs­tanbul'un Fethi'nin beşyüzüncü yıldönümü olan 1953 sene­sinde ilk defa müşahede etmek imkânı elde edilmişti. Tek parti devrinin otoriteleri maziden olan her mirası kilit altına alması gibi Mehter ve takımı da bu kategoriye dahil etmişti. İşte 1953 senesi 29 Mayıs günü mehter Takimi'nın yürüyüşü­nü biraz tuhaf bulanlar çok olmuştu. Şöyle idi ki, hâlâ öyledir çünkü esasta da öyleymiş; iki adım atılıyor sonra bir duruş fakat o duruş öyle azametli ve karşısındaki insana korku ve­ren, dosta ise ne yapacağını bilen böyle yürür dedirtip güven veren bir yürüyüş tarzıdır. Bu yürüyüşe biraz dikkat edilirse atılan adımların o duruşlar anında hesaplandığı açıkça görü­lür. İşte Devleti Osmaniyye de böyle bir müddet durakladı mı bu yeni bir dönemin hazırlığı şeklinde neticelenmiştir.

 

Bavezid-i Velî devri, kendi safhaî hayatını verirken zirketti-riimiz sebebler yüzünden biraz duraklamalar geçirmişti. Taht-, Osmaniyi dolduran yeni Padişah genç demiyoruz çünkü 42 vasında idi. Cesaret, şecaat, kuvvet, maharet celâdet en mü­himi âümSere olan muhabbeti ile büyük işler yapacağının emarelerini taşıyordu.

 

Yavuz Sultan Selim, Hicrî 876/Milâdî 1470 yılında doğ­muştu. Saltanatı sekiz sene gibi çok kısa bir müddet devam etmiş fakat bu kadar kısa müddet içinde «Bu dünya bana dar geliyor»» diyecek kadar işleri hakikat kılmıştı.

 

Yavuz Sultan Selim tahta cülus ettiği zaman ağabeyi Kor-kud Sultan da Dersaadet'te bulunuyordu. Yavuz Sultan Selim «Ebul Hayr» namsyle anılan bu âlim Şehzade ağabeysinin ca­nına kıymadı. Ona sancak verip selâmetle sancağına gön­derdi. Saruhan sancağı Korkut Sultan'ın eski sancağı idi. Yi­ne orası ona verilmişti. Amasya sancağında ise Ahmed Sul-tan'a vazifesine devamı emir olunmuştu. Yavuz Selim'in oğiu Şehzade Süleyman kefe sancağından dersaadet'e davet edil­mişti.

 

Bu arada Şehzade Ahmed Sultan kardeşinin tahta çıkışını kabul etmediğini gösteren bir harekete girişmişti. Oğiu Alâ-eddin Suitanı Bursa'ya göndermiş şehri zapteden Şehzade Alâeddin Sultan, halka ağır vergiler yüklemişti., Bu haberi alan Hazreti Padişah ilk iş olarak Anadolu sahillerine yirmi-beş karakoldan müteşekkil bir donanmayı göndejrip onları devriye gezmekle vazifelendirdi. Böyle yapmasından ikinci bir Cem Sultan olayına imkân bırakmamaktı. Çünkü o aslan pençesi ile isyancıları perişan edeceğine îmanı tamdı. Ele geçiremezse bunun da Cem Sultan gibi Avrupa'ya sığınması devletin yeniden elinin kolunun bağlanmasını intaç ederdi. Bu tedbiri alan Sultan, Orduyu Hümayun'un başına geçib Bursa'ya yürürken oğlu Şehzade Süleyman'ı Dersaadet'te kayrnakam-ı saltanat olarak bırakmıştı. Alâeddin Sultan am­casının geldiğini görünce soluğu ta Malatya'nın Darendesin-de aldı. Padişahın, oğlunu kovaladığını duyan Şehzade Ah-med Sultan derhal Amasya'dan firar edip iki mahdumunu Şah İsmail'in yanına göndermişti.

 

Hazreti Yavuz Selim Amasya sancağını Davut Paşazade Mustafa Paşa'nın idaresine verip, kendisi Bursa'ya döndü. Artık durum anlaşılmış tahtı saltanat Ahmet Sultan tarafın­dan redde oğulları dahi bu işte vazife almışlardı. Yavuz Se­lim, Ahmed Sultan'in isyanına katılan çocuklarının beşini ce­zalandırmış ve Bursa'da bulunan İkinci Murad'ın türbesine defnettirmişti bile.

 

Şunu söylemek gerekiyor ki, Mizancı Murad Bey tarihî umumisinde her padişahın devrini an'atmaya başladığında o güne kadar idam edilen ne kadar şehzade varsa onları tekrar tekrar anlatır. Şüphesiz ki, bu idamları alkışlamak icab et­mez, fakat görüyoruz ki, devamlı bir isyan ve ayaklanmalar bu hanedan mensuplarından geliyor. Murad Bey söz konusu tarihini bildiğiniz gibi cennetmekân Abdülhamid Han zama­nında mahkûm olarak bulunduğu Rodos kalesinde yazmıştır.

 

Osmanlı Sultanlarına bu noktada yâni idamlar noktasında bîtaraf olarak değil de birtaraf olarak bakmasının rolü var mıdır acaba? Kendisi ve bir de her şeyi bilen âlemlerin rabbi bilir. Murad Bey üzerinde duruşumuz bu zatın cidden münev­ver ve cennetmekâna (Abdülhamid) olan bağlılığından dola­yıdır. Yoksa batı taassubunun bağlıları olanlara sözümüz yoktur. Onların vazifeleri bu muhterem insanlara diş bileyip hezeyan savurmaktır.

 

 

 

Korküd Sultan Meselesinin Halli

 

 

Yavuz Selim'in, Şehzade Ahmed Sultan'ın çocuklarına vaptığı muameleyi duyan Korkud Sultan yanına asker topla­yıp tahtı ele geçirme hazırlıklarına başladığı sırada Hz. Padi­şah onbeşbin askerle Manisa önünde aniden belirdi.

 

Korkud sultan yanına aldığı muhasibi Piyale beyle birlikte teke sancağında bir mağaraya kendilerini zor attılar. Yirmi qün kadar orda saklandılar. Yiyecekleri bittiğinde Piyale Bey mağaradan çıkıp yiyecek temini ve Avrupa'ya kaçabilmek için çare ararken Teke sancağının adamları tarafından yaka­landılar ve Bursa'ya gönderildiler. Burada Piyale Bey'i Korkud Sultan'dan ayırdılar ve idamı emredilen Korkud Sultan cellâttan bir saat kadar müsaade isteyip bir mersiye yazıp Padişaha verilmesini istedi ve boynunu kirişe uzattı. Hazreti Padişah mersiyeyi okuduğunda çok üzüldü. Onları yakalatan onbeş kadar Türkmen ihsanı şahane beklerlerken Padişah Hazretleri bunların da idamını emretmişti.

 

 

 

Ahmed Sultan'ın İdamı

 

 

Ahmed Sultan yirmibin süvari askeriyle Amasya'dan Bur­sa'ya doğru yola çıktı. Keşiş dağı önlerinde Anadolu Beyler­beyinin kumandasındaki Padişah kuvvetleri ile karşılaştı ve kazandı. Eğer durmayıp hemen Padişahın üzerine y'ürüseydi belki de tarih bir başka tecelli edecekti. Fakat Şeyhül Ekber Muhiddin İbni Arabî Hz.leri dememiş miydi: »Sin, Sına girdi­ğinde bizim kabrimiz meydana çıkar.» İşte Ahmed Suİtan'ın isminde Sin harfi yoktu fakat Yavuz Sultan Selim ismiyle o Sin harfine mâlikti.

 

İkinci muharebe Yenişehir önlerinde vukubuldu. Bir çok rnüslümanın kanı aktı fakat zafer ve taht Yavuz Sultan Selim'de kaldı. Esir olarak yakalanan Şehzade Ahmed Sultan cellâd Sinan'ın elinden ecel şerbetini içti ve Murad'ı Sani'nin türbesine gömüldü. Bu sırada tarihler Hicri 919/Milâdî 1513 yılını gösteriyordu.

 

 

 

Çaldıran'a Doğru

 

 

Safevî türklerinden olup mezhebi Şia olan Şah İsmail Ya­vuz Selim'in tahta cülusunu tebrik için elçi göndermekle be­raber Osmanlı'nın doğu hududlarında Şîi mezhebinin propo-gandasını icra etmekten çekinmiyordu. Yazdığı şiirlerin Türk­çe olması hasebiyle bir çok insanın bu sapık mezhebe meyli­ne sebeb oluyordu. Şiîlik felsefî bir sapıtma neticesi olmakla beraber aslında siyasî bir harekettir. Bu siyasetin doruk nok­tasına yükseldiği bu sıralarda nümayan idi. Şah İsmail esasta Ahmed Sultan tarafını tutuyordu. Fakat ehli sünnet mensubu Ahmed Suîtan'ı tutuşu cidden Ahmed Sultan'ı sevmesinden değil Yavuz Sultan Selim'e alternatif olmasındandi. Bu arada Hazreti Padişahın Bursa'ya yürüyüşü sırasında kaçan Alâed-din Şah Mısır'da vebadan ölmüştü. Ahmed Suitan'ın diğer oğlu Şehzade Murad'ı yanına almış, ondört sene süren de­vamlı muharebe tecrübesiyle Yavuz Sultan Seiim Hazretleri­nin karşısına çıkmaya mağrur bir şekilde karar vermişti.

 

Hazreti Padişah yüzseksen bin kişilik ordusuyla Sivas'a geldi. Sivas önlerinde Orduyu Hümayun'a bir resmî geçit yaptırdı. Bu resmî geçit çok muhteşem bir resmî geçid oldu. Bilhassa cennetmekân Sultan Bayezid-i Velî Hazretlerinin ge­liştirmiş olduğu seyyar topçu birlikleri, seyredenlerin gözleri­nin faltaşı gibi açılmalarına sebeb oldu. Çünkü bu toplar is­tihkâmlara sabit olmayıp gayet hareketli arabalara yerleşti­rilmiş esnayı harpta arzu edilen cihete ateş edebilmek imkâ­nına sahip kılınmıştı. Burada bir hatırlatma yapalım. Bu sa­tırları okuyanlar bu buluşu bugünün şartlan içinde mütalâa ederlerse şüphesiz ki çok basit bulurlar. Fakat gününün şart­ları içinde düşünebilmek ancak bu buluşların ne azim bir teknik sahibi olan ecdadımızın varlığını hatırlar. Çünkü o sı­ralarda Avrupa'da daha tuvalet dahi bilinmiyor, şimdi hasta­lara ve küçük çocuklara kullanılan oturak gibi kaplara defî hacette bulunurlardı. Londra'da yaz günü herkes şemsiye ile gezerdi. Bu güneşten korunmak için değil ikinci ve veya üçüncü kat'tan üzerine atılacak pislikten korunmuş olmak içindi. Yine o sıralarda Avrupanın en gelişmiş insanları olan şövalyeler dahi en ufak medeniyet kurallarından habersizdir­ler. Anlatılır ki, bir yuvarlak masa şövalyesi toplantıda süm-kürdüğünde karşısındakinin omuzundan aşıp duvara yapış­mış ve muhatabının aman demesine mukabil «yaralanmadı­nız ya dostum» diyerek en yüksek mensuplarının dahi mede­niyeti insaniyeden ne kadar mahrum olduklarını anlatır sanırız.

 

Bugün hayranı olduğumuz batı medeniyetinin mazisi bu­dur. Maalesef milletimizin son altmış yıldır biz şöyle berbadız, böyle kötüyüz diyenleri bu altmış yıl için söylüyorlarsa belki mazurdurlar amma bu fikir ve görüşlerini o şanlı ecdadımıza da teşmil ediyorlarsa yaptıkları yedikleri kaba pislemekten ibarettir. Evet geleiim Çaldıran'a doğru...

 

Resmî geçidin bitişinden sonra zaferler başbuğu Yavuz Se-lîm ordusunun kırkbin kadar kuvvetini Kayserime Sivas ara­sına serpiştirdi. Bu bir bozgun halinde (Allah muhafaza) bo­zulacak asayişi temini nizâm dahiline sokmak için düşünül­müştü. Erzincan tarafına doğru yanında yüzkırkbin kişilik mücahidini havi olarak yürüyüşe geçen Padişah Hazretleri resmî geçidin raporlarının Şah İsmail'e çoktan vardığını tah­min ediyordu. Bu arada Hazreti Padişah ile Şah İsmail Safevî arasında nameler teati ediliyor, ince nemaket satırları arasın­daki hareketler her hangi biru sulh imkânını ortadan kaldırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Yalnız elçiler gitikleri yer­lerden dönebiliyorsa bizar da malûmatlar getirmiş oluyorlar­dı.

 

Cİçbin kilometreye yakın bir yolu kat etmiş olan Orduyu Hümayun sabırsızlanmaya başlamıştı. Hele İran hududuna girip de Şah İsmail ve askerinden eser görülmeyince artık dönüp gitme istekleri çoğalmaya başladı. Bunun üzerine bu işleri kışkırtan bir kaç kişi derhal idam olundu. Şah İsmail, Osmanlı Ordusunu İslâm'ın kılıcı mücahidleri, aç bırakmak için o taraftaki bütün ekin ve yiyecekleri yaktırmıştı. Fa-kat bu gelen ordu bir başıbozuk kafilesi değil cihanın en büyük kumandanlarından Yavuz Selim'in idaresinde bir ordu idi.

 

O ordu adaletle idare olunan, etrafındaki köylere sarkıntı­lık yapmayan, üzümcünün bağından kopardığı bir salkım için bir kese akçe bağlayan bir Orduyu Hümayun idi. Os­manlı Ordusunun ta İstanbul'dan kalkıp buralara gelmesi bü­yük bir iktisadî olaydır. İkiyüz bine yakın insan ve bu insanla­rı taşıyan atlar, arabaları ve yükleri çeken öküz, manda gibi hayvanlar her halde açlık ve susuzluklarını havadan nefes alarak temin etmiyordu.

 

Hele çarpışacak bir ordunun gıdasının daha mükemmel olması icab ederse bunu temini şüphesiz ki, büyük bir iktisa­dî olaydır. Zaferle neticelenen bu savaş bu lojistiğin mükem­mel bir şekilde icra edildiğinin kesin delilidir. Yılmaz Öztuna Bey Türkiye tarihi'nde bu uzun mesafelerde yapılan iki sefer misal gösterir. Bunun ilki Napolyon'un, ikincisi Hitler'in Rus­ya seferleridir ve neticenin ise seferi yapanların fecî mağlû-biyyetleri olmasını bir düşünürsek Çaldıran muffakiyetinin yalnız savaş meydanında değil oraya kadar gelişteki mü­kemmel organizasyonun tesiri olduğunu göz önüne almalı­yız.

 

Çaldıran Savaşının cereyanına geçmeden evvel son bir olayı anlatalım.

 

Şah İsmail ortada görünmüyor, her taraf didik, didik aranı­yor netice alınamıyor. Bunun üzerine yine Koca Sultan Yavuz bir kadın elbisesi diktirip bir nâme ile Şah İsmail'e gönderi­yor. Bu tahammül edilmez hakaret her halde Şah İsmail'in meydana çıkmasına yetiyor.

 

 

 

Çaldıran Meydan Muharebesi Ve Neticesi

 

 

Tarihler Hicrî 920/Milâdî 1514 yılını gösterirken Osmanlı Devleti Anadolu yakasında yaptığı muharebelerde Anadolu yakasında yaptığı muharebelerde Anadolu askerini sağ ce­naha Rumeli askerini sol cenaha alırdı. Eğer savaş Rumeü tarafında olursa bunun tersi yapılırdı. Sinan Paşa Anadolu Beylerbeyi olarak sağ cenahta, Rumeli Beylerbeyi Hasan Pa­şa sol cenahta, merkezde Zaferler Padişahı yer almaka bera­ber hemen önünde Hersek'li Ahmed Paşa ve Mustafa Paşalar yer almıştı.

 

Şah İsmail ise kendi ordusunun sağ cenahında yer almış böylece Rumeli askerînin karşısına düşmüştü. Diyarbakır hâ­kimi üstadı Mehmed Han'ı ve ileri gelen kumandanlarını kendi ordusunun sol cenahına merkeze ise kendisinin baş veziri olan Seyyid Abdülbaki efendi ve Meşhur Seyyîd Şerif-i Cürcani torunlarından Seyyid Şerif bulunuyordu.

 

Bayezid-i Velî Hazretlerinin geliştirmiş olduğu topçu birliği mükemmel bir şekilde tanzîm edilmiş ve Orduyu Hüma-yun'un önü alev ve ölüm püstürken sûnü bir duvarla örül­müştü sanki. İşte Şah İsmail iyi bir kumandan olmasına rağ­men kurbu nevafil sahibi Yavuz Sultan \Selim Hazretlerinin şüphesiz ki dünya işlerinde de ayarında değildi. Savaşı oniki saat sürmeden kaybetmesine vesile olacak hatayı işledi. Haddi zatında avantajlar Şah İsmail tarafında idi. Şöyle ki; Orduyu Hümayun 3000 km'lik bir yol kat etmiş, yorgun ve uzun müddet şia kuvvetlerini aramaktan bezgindi.

 

Şiî'ler üstelik kendi topraklarında bu savaşı yapıyorlardı. Şüphesiz ki bunlar büyük avantajlardı. Ayrıca moral bakı­mından da durumları iyi idi. Son yıllarda ki bu ondört senedir yaptıkları bütün savaşlarda galip gelmişlerdi. Büyük hata şu oldu. Şaha kumandanları dediler ki, bu toplar bize çok zarar verecek, bir tedbir almalıyız. Şah cevap verdi ki; o toplar-on­ların başına belâ olur.

 

Çünkü saldırıyı yandan yapacağız. Onlar o toplan binbir güçlükle çevirene kadar biz onların başlarını omuzlarından düşürürüz, dedi. Ve sağ cenahından Rumeli askerinin üzerine hücuma kalktı ve o zaman şaşırdı. Çünkü toplar o kadar kısa zamanda yön değiştirmişti ki ancak kendi dizginini çekmeye vakit bulabildi. Topçu kumandanı Aydın Paşa askerine ken­disi işaret vermedikçe ateş edilmiyecek diyerek tenbihte bu­lunmuştu.

 

Kızılbaş askeri topların tesir sahasına girince o yuvarlak ağızdan çıkan ateş gülleleri, Şah İsmail'in yalnız askerini ce­henneme göndermiyor kafasında düzdüğü hayallerin sonunu da ilân ediyordu. Şah İsmail'in askerleri ağır zırhlar içinde zor hareket ediyorlardı. Buna mukabil Osmanlı mücahidleri, Ehii Sünnet Ve'1-Cemaat İnançlıları, kendilerini Rabbine ısmarla­mış, pazulara kadar suvalı kolar, cepkenlerin göğüsleri açık pala savuruyorlar ve zırh ekleri arasındaki yerlere soktukları kılıçları düşmanının işini bitiriyordu. Hele bunlar yere bir düş­tü mü ayağa kalkmaları için yardım lâzımdı. Savaş meyda­nında o yardım kolay bulunur nesne değildir tabii...

 

Hava kararmadan bu savaş bitmiş, Şah İsmail mağlûp ve münhezîm olarak kaçabilmiş fakat harp meydanında taht ve tacının yanına hanımı Taçlı hatunu da bırakmıştı. Tebriz'e kaçan Şah İsmail zaferler padişahının orayı da alacağını bil­dirinden İran'ın iyice içlerine kaçmayı tercih ediyordu. Her iki taraftan kumandanlar seviyesinde çok kayıp vardı.

 

Sah İsmail'in Başveziri ölüler arasında idi. Osmanlı müca-hidlerinin şehidleri de az değildi. Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa bir okla vuruldu saffı harbin dışına çıkarıldığında ruhu teninden ayrılmış şehadet nasip olmuştu. Şah'ın karısının harp meydanında işi neydi denilebilir. Şöyle açıklamak iste­riz.

 

Şah İsmail ordusunun savaş alanından kaçmaması için herkesin hanımını savaşa getirirdi. Dolayısıyla kendi hanım­larından ikisini de bu savaşa getirmişti. Bu savaşta Osmar!ı askerinin eline esir olarak çok miktarda da kadın geçmesi Şah'ın kadınları savaşa getirmesinden dolayıdır.

 

Şimdi bu savaş sebebiyle maalesef günümüzde dahi şeref­li âl-i Osman hanedanının bu büyük Padişahı Yavuz Sultan Selim hakkında ileri sürülen, işte Iran elçisini haps etti, efen­dim Şah'ın hanımını başkasıyla evlendirdi, tüccarlarının ma­larına el koyuldu gibi meseleleri daha o zamanlar Kaanunî Sultan Süleyman merhum Padişahtan sonra tahtı Osmaniyeyi şerefendirdikten sonra bir sohbet sırasında bu meseleleri ortaya atar ve sanki bugüne ışık tutarcasına açıklanmasına vesile olur. Bu bahsi özetleyerek Tacüt-tevarih sahibi Hoca Saadeddin Efendinin satırlarından nakledelim:

 

Bildiğiniz gibi Hoca Saadeddin Efendi Hazretleri Eğri zafe­rinin manevî fâtihidir. Yeri gelince gösterdiği metanet ve zafe­re olan îmanını anlatmaya gayret edeceğiz. Hoca Saadedin Efendi aynı zamanda Yavuz Sultan Selim'in sır arkadaşı Meş­hur Hasan Çan'ın mahdumudur. Bundan dolayıdır ki Yavuz Sultan Selin, devrini en iyi anlatan tarih Hoca Saadeddin Efendinin Tacüt tevarihidir. Yukarıdaki bahsimize dönelim Hoca Saadeddin Efendi şöyle anlatıyor:

 

«Makbul İbrahim Paşa ve babam Hasan Can Kaanuni Sul­tan Süleyman'ın bir sohbetindeydik, Paşa Hazretleri bana dönüp Sultanımız; pederlerinin bazı işlerine itirazları vardır. Siz ki merhum padişahın sır arkadaşı idiniz herhalde, bunları da bilirsiniz açıklasanız da iyi olur çünkü sultanımız isterler.

 

Kaanuni: Bizim Padişah babamız hazretlerine itiraz haddi­miz değildir, fakat sebebleri bilirsek daha rahat ederiz.

 

Hasan Can: Nakledeyim; ancak siz sorun!

 

İbrahim Paşa: Meselâ elçiye zeval olmaz düsturu bütün hakanlarımızın üzerine durduğu nesne iken İran elçisi Mîr Abdülvahhab gibi âlim bir zatı nasıl haps eder uygun muy­du?

 

Diye ilk soruyu sorar.

 

Hasan Can: Şah'ın yaptıkları mutlak halledilmesi harbe kalmış işlerdendi, çünkü yaptığı propoganda milleti İslâmiy-yeyi ilhad çukuruna sürüklüyor, mutlaka önlemek lâzım. Elçi ise Şah'a söz vermiş, mutlaka sulh yapacağım, bizim bu hassasiyetimizi bilmez gibi.

 

İbrahim Paşa: Peki Şah'ın eşini başkasına nikahlamak na­sıl oluyor?

 

Hasan Can: O karar İslâm ulemâsına sorularak verilmiştir. Şer'î şerifin ruhsat verdiği işi yapmaya itiraz olur mu? Husu-sen Tâci zade Cafer Çelebi âlimlerin önde gelenlerindendi, Şeriata aykırı olsa alır mıydı? Hem bilirsiniz Şah büyük, kü­çük herkesin evine dalar mahremlere çirkince sataşırdı. Ço­ğu kadınları bu yolla sarayına doldurmuştur. Siyaseten de Şah'ın kalbinde üzüntülere yol açmaya vesile olarak bu tutu­mu seçmiş ola.

 

İbrahim Paşa: Tüccarların malların alınması? Hasan Can: Tüccarların marifetiyle o yaramazların ellerine savaş âletleri geçiyordu. Bunları öğrenen Padişah o yolu ka­pattı böyle yapanların mallarını toplatıp emanete aldırdı di­ner tüccarlara ibret olsun böyle yapmasınlar, kolay para ka­zanma alışkanlığından uzaklaşsınlar diye yaptı.

 

Yukarıdaki mealde cevab veren Hasan Can, Kaanuni Haz­retlerinden tasdik görmüştür.

 

 

 

Yavuz Sultan Selim'ın Tebriz'e Gelişi

 

 

Yavuz padişah zaferler ordusunun başında Tebriz'e girdi­ğinde Şah İsmail'den beri zorİa Şia mezhebine meyil ettirilen ahali sevinçlere gark oldu. Çünkü onlar sahabenin büyükleri­ne zorla di! uzatır hale getirilmişlerdi.

 

Bütün camilerde Kur'an'lar okunuyor, hutbelerde dört bü­yük halifenin ismi zikrediliyordu. Bütün bunları Allah'ın ver­diği nusret ve zaferle getiren Yavuz Sultan Selim ve onun mücahidler ordusu olmuştu.

 

Hazreti Padişah bin kadar âlim, şâir ve sanatkârı bir kafile olarak Dersaadet'e gitmek üzere yola koydu. Hasan Can da bu kafile ile Dersaadet'e gelmiştir.

 

Yavuz Selim dönüş yolu üzerinde olan Bayburt'u harben feth edince Kığı kalesi kendiliğinden teslim oluverdi. Dönüş sırasında yiyecek sıkıntısı hissediidi. Temini akça karşılığı olarak yapılmaya çalışıldı. Fakat asker sağı solu yağmala­maya başlayınca biraz da buna göz yuman Hersekoğlu Ah-med Paşa ve Dukakin oğlu Ahmed Paşa vazifelerinden alındı ve Padişahın hatırından silindiler. O senenin Ramazan bayra­mı namazını Niksar'da kılan Padişah bu arada Zulkadir oğlu Alâüddevle'nin üzerine yürüdü. Yapılan savaşta Alâüddevle hem devletini hem başını kaybetti, tarihler Hicri 921/MiIâdi 1515 yılını gösteriyordu.

 

Diyarbakır şehrini de aynı sene içinde feth eyleyen Padi­şah Hazretleri, Bıyıklı Mehmed Paşa'yı kumanda ettiği birlik­lerle Safevîlerin son mukavemetlerini kırmak üzere gönderiği Koçhisar'dan zafer haberini alarak memnun oldu. Bu arada büyük islâm kumananı Selâhaddin Eyyûbi Hazretlerinin ru-haniyetine olan derin rabıta ve sevgisi onun torunlarının dev. ojan Mardin ile Siirt arasındaki Eyyübi Melikliğine el vur- mâni olmuştu.

 

Hilafeti Getiren Seferi Hümayun

 

 

Bu büyük seferi anlatmadan evvel yine Tacüt Tevarih'ten bir mukaddime ile rüyayı sadıkaya dayanan bir tebşire ehemmiyeti münasebetiyle temas etmeyi uygun gördük.

 

Hoca Saadettin Efendi babası Hasan Çan'dan nakl edili­yor. «Yavuz Selim Hazretleri gecelerin çoğunda uyumaz nafile namazları kılar, teheccüd namazlarını ise hiç aksatmazdı. Çoğu gecelerde de kitap okur, bazen de Hasan Çan'a oku­turdu. Hasan Can bir gece yorgunluk ve rahatsızlık hasebiyle yatsıdan hemen sonra yatar ve sabaha kadar uyur.

 

Sabah namazına kalkıp eda ettikten sonra Hazreti Padişa­hın huzuruna gider. Padişah Hazretleri sorar: «Bu gece hiç görünmedin ne yapıyordun? Yorgunluktan uyuyunca sabah namazına kadar uyumuşum diye cevab verir Hasan Can. O zaman Padişah Hazretleri sorar «ne rüya gördün?-. Hatırlaya­cak bir rüya görmedim efendimiz diyen Hasan Can padişah­tan şu sözü iştir. «Bütün gece uyuyasın ve rüya görmeyesin, çekinme söyle». Hasan Can: Yemin ederek rüya görmedim Sultanım deyince Padişah Hazretleri: «Acayip iştir bir rüya vardır görülmüş ola». Hasan Can Padişahın yanından ayrılır. Düşüne düşüne kapu ağası dairesine gider, bakar ki Hazine-darbaşı Mehmed Ağa, Kilercibaşı, Saray Ağası ve Kapı Ağa­sı Hasan Ağa oturuyorlar. Fakat Hasan Ağa bir acayip gözle­ri yaşlı, başını önüne eğmiş düşünürdür ur.

 

Hasan Can sorar: Nedir bu hal Hasan Ağa?

 

Diğer misafirler cevap verir: Ağa bir rüys görmüş. Hasan o zaman sırrı anlar, tevekkeli Padişah durmadan bir rü-

 

yadan söz eder. Hasan Ağaya ısrar eder, rüyasını anlattırır. Şöyle ki; yatsıdan sonra Hasan Ağa uyur çünkü her gece te-heccüde kalkar fakat öyle bir rüya görür ki «Ağa kapısının kapısı vurulur kapıyı aralayan Hasan Ağa koridorda elbiseler içinde nur yüzlü bir çok asker bekleşir bir insanın giremeye­ceği aralıktan dört kişi içeri süzülür ve kapıyı çalan konuş­mayı alır ve der ki: «Bilir misin niye geldik? Ben de buyurun dedim. Dedi ki bizler Resulûllâh'in ashabıyız. Allah'ın selâmı üzerine olsun, bizi Resullûlah Hazretleri gönderdi. Selîm Han'a selâm söyledi ve buyurdu ki kalkıp gelsin Haremi Şe­rifin hizmeti ona nasib kılındı. Bizleri görürsün ki bu zat Sıd-dık-i Âzam, bu zat Ömer-ül Faruk, bu zat Osman Zîn-nu-reyn'dir. Bende seninle konuşurum Ali İbnü Ebî-Talib'im, var Selâm söyle deyip kayboldular», dedikten sonra ağlamaya devam eder.

 

Hasan Can, huzuru Padişahiye dönünce yine rüya soru­suyla karşılaşır ve şöyle hitap eder, Padişah «Hasan Can sa­baha kadar yatıp uyudun rüya görmemen acayip, söyle hay­van gibi yatıp uyudun mu?» der.

 

,   Hasan Can cevap verir.

 

— Sultanım o rüyayı bu Hasan kulunuz görmediyse başka Hasan kulunuz görmüş müsaade varsa anlatayım deyince Padişah anlat der. Dikkatle rüyayı dinleyen Padişah Hazretle­ri: «Hasan Can görürsün ki biz her zaman görevi almadan hareket etmeyiz. Babalarımız ve dedelerimiz evliyaullâhtan el almışlardır. Zahire çıkan kerametleri vardır. Bakma biz on­lara benzemedik» diyerek nefislerini bastırırlar.

 

Şimdi bu rüyayı anlatmamız şu dünya işlerinin başka yer­lerde kararlaştırılıp ötelerin ötesinden gelen habercilerle bil­dirilmesi ancak böyle îmanı sağlam ve keşfi açık zatlara bu-yurulduğunun binlerce milyonlarca misalinden biridir.

 

Ru rüya üzerine Hazreti Padişah Mısır seferine hazırlıklara slar. Çünkü iki Cihan Serverİ Efendimiz Hazretleri (S.A.V.) zife vermiştir. Bu vazifeyi hâiz olduğu mertebede kendisine haberdar eylediğini bildirdiğinden olsa gerek Padişah Hazret­leri illâ rüyayı sorar. İkinci erbabı Hasan Can zannıyla Hasan Çan'a ısrar eder. Fakat ol teveccüh Kapı Ağası Hasan Ağa'ya olmuştur.

 

Bu rüyanın naklinden sonra Mısır seferine avdet edelim. Yukarda naklettiğimiz kutlu rüyadan sonra Hazret-i padi­şah Veziriazam Sinan Paşayı kırkbin askerin müsellah (silâh­lı) olarak bulunduğu Kayseri'ye gönderdi. Bir ay sonra da yâni Hicrî 922/Milâdî 1516 yılının ilkbaharında hedefi Mısır olan seferi bilfiil başlatmış oluyordu. İstanbul'da kaymakam-ı saltanat olarak Pîrî Mehmed Paşa bırakılmış Şehzade - Veli­aht Süleyman Sultan Edirne'ye, Hersekzâde Ahmed Paşa Bursa'ya taht muhafızı olarak gönderilmişti. Yavuz Selim bu seferin İran'ın üzerine olduğunu göstermek ve Kölemenleri kandırmak istediyse de çok tecrübeli Kansu Guri'yi bu dola­ba koymak mümkün olmadı. Kansu Guri Suriye hududuna gelmiş muhtemel bir Osmanlı hücumunu burada karşılamayı uygun görmüştü.

 

Yavuz Selim önceden gönderdiği Sinan Paşayla Elbis­tan'da birleşmiş ve bu arada Bıyıklı Mehmed Paşa yanındaki kuvvetlerle Orduyu Hümayuna katılmıştı. Arkasından Rama­zan oğlu Mahmud Bey ve onu takiben Kölemenlerin bir valisi olan Yunus Bey de saf değiştirerek hak olan taraf Sultan'ın yanında yer almıştı. Bu arada Kansu Guri, İran'ın içlerinde ti­ril tiril titreyen Şah ismail'e ittihat teklif ettiyse de bu sarhoş buna cesaret edememişti.                      |

 

Çünkü Çaldıran'da beyni bâlâsında patlayan yumruk ya aklmı tamamen başından almıştı yahut da aklını tam olarak kullanabilmeye vesile olmuştu. Bildiğimiz odur ki Kansu Guri'nin yerinde teklifine evet diyememiştir. Tabii bu Osmanlı için iyi olmuştur. Çünkü unutmamak gerekirki düşmanı teke düşürmek siyaseti Ümiyyenin icabıdır.

 

Şimdi Mısır'a sefer yapmak bir yerde, o zaman hilâfetin payitahtı olan Kahire'ye yürümek demekti. Yâni üzerine yü­rünülen yalnız Kölemenler değil, Kansu Guri değil ya kimdi? Halife idi, Halife 3. Mütevekkil, sanki Kansu Guri'ye bağlı idi. Halife-i rûyi zemin vazifesini yapabimekten uzaktı. Zaten Ya­vuz'u bu sefere çıkmaya iten sadece siyâsi ahval değil İki Ci­han Serveri'nin dört büyük halifesi ile kapucubaşı Hasan Ağanın rüyayı sadıkasındaki tecelliyatı ve bu tecelliyatı, si­yasî ahvalde gösterdiğinden, halin mecburiyeti münasebeti ile Zenbilli Ali Efendi Hazretleri fetva vermişti. Nişancı Hoca-zâde Mehmed Celebi Hazretleri ise,-Harem-i Şerifin muhafız-lığı ve Hilâfetin Osmanlı Devletinin uhdesinde kalması iktiza ettiğini belirtmişti.                                       

 

Bu arada Kansu Guri, Padişaha elçi yollamıştı. Fakat ge­len elçiler alışılmışın dışında zırhların içine gömülmüş asker­lerdi. Yavuz Selim: «Kansu Guri'nin yaranda âlim, fâzıl, ulemâ yok mudur?» diye sordu. Ve bunların idamını emretti.

 

Yunus Bey ki, (Kölemenlerin bir valisi idi, Yavuz Selim ta­rafına geçmişti) hemen Padişahın ayağına düşüp bağışlan­malarını diledi. Padişah bunları af etti.

 

Orduyu Hümayun Halep üzerine doğru yürüyüşe geçti. Halep'in kuzeyinde Mercidabık adlı mahalde iki ordu karşı karşıya geldi. Yavuz Selim Hazretleri, zaferler ordusunun ce­nahlarının kumandanlarını şöyle taksim buyurmuşlardı. Sağ cenahta Anadolu Beylerbeyi Zeynel Paşa, Karaman Beyler­beyi Hüsrev Paşa, Şehsuvaroğlu Ali Bey ve Ramazanoğlu Mahmud Bey, sol cenahta ise Sivas Beylerbeyi Sadi Paşa ve Rumeli askeri yer almışlardı. Gazi Hazreti Padişah ise Yeniçe­ri ve Azeb askeri ile merkezde bermutad yerini almıştı. Toplar ise yine Çaldıran'da olduğu gibi bir duvar sistemi içinde dizilmişti- Muharebe çok şiddetli oluyordu. Bayezid-i Velî Hazretlerinin bizzat geliştirdiği toplar, mahdumunun zaferleri­nin istiradı sebebi oluyordu. Mısırlılar bu muharebeye ancak sekiz saat dayanabildiler. Topçuların muntazam atış salvola­rı Osmanlı kıskacı Kölemen ordusununu sarıp yok etmek üzereyken firar yoluna düşenler canlarını kurtarabildiler. Fi­rar yoluna Kansu Guri de başvurmuştu amma, yaşlılık, üzün­tü ve kurtulma heyecanı bu yaşlı müslümanı bitap düşürdü, atından inince bir su kenarında bir seccadeye uzandı ve ru­hunu teslim etti. Biz bir mü'min olarak Bayezid-i Veli Hz.leri nin intikalinde ona gaib namazı kılan bu zâta Allah'tan rah­met dilemeyi vazife addediyoruz. Kansu Guri seccadenin üzerinde öldüğü zaman ona kimse sahip çıkamadı. Çünkü öyle bir firar hareketi uygulanıyordu ki herkes kendini kur­tarma kaygusuna düşmüştü. Osmanlı'nın zaferlere alışmış sancağı galebenin verdiği güzellikle dalgalanıyor, Kölemenler mağlûp ve münhezim olarak savaş meydanını o günün de galibi en büyük İslâm devletinin kahraman mücahidlerine terk ediyordu. Kansu Guri, İstanbul'a kadar gideceğini he­sapladığından hazinenin tamamına yakınını yanma almıştı. Fakat Kahire'de yaptığı hesab Mercidabık'ta, beni yanlış he­sapladın dercesine feryat etmişti. Hazine Devleti Osmaniyye-nin etine geçti. Tarihler Hicrî 922 Recep ayının 23'ünü/ Milâ­di 1516 Ağustos'unun 24"ünü gösteriyordu.

 

 

 

Halebe Geliş

 

 

Zeferler ordusunun kumandanılXsalış kılıcın güçlü bileği mâveniyat ordusunun mübarek eri Hazreti Yavuz Selim, Cu ma namazını Haleb'de kıldı. Hutbeyi okuyan hatip «Sahibü Haremeyn» lâkabını ilâve edince Yavuz Selim Hazretleri sır tından hilâtını çıkartıp hatibe hediyye olarak gönderirken sözleri söylemesini emir etti. «Sahibül Haremeyn değil Hadi-mül Haremeyn». Hatib hutbeyi Padişahın istediği şekilde tas­hih edince bütün herkes o gün de bu gün de bu Velî Sultanın İslâmî dikkat ve hassasiyetine hayran kalmıştır.

 

Halep'ten ayrılmadan Çömlekçizâde Kemal Çelebi'yi kadı, Karaca Paşayı da muhafız tayin etti. Bıyıklı Mehmed Paşayı da Diyarbakır'ı boş bırakmamak için geriye gönderdikten sonra kendisi Şam'a hareket etti.

 

Hama da Güzelce Kasım Paşa'yı Humusda ise İhtiman oğ­lunu muhafız olarak bırakan Sultan Hazretleri camiler ve zi-yaretgâhlara giriyor, ulemâ ile sohbetlerde bulunuyorken, Kölemenler kendilerine bir sultan seçebimek için Mısır'ın iç­lerine kadar kaçmaya karar vermişler ve Şam kalesini mü­dafaa etsin diye bıraktıkları Emir şehrin kapısını Osmanlı'ya silâh çekmeden açmakla Şam şehrinin hem harap olmama­sına hem de kan akmamasına vesile oldu. Şam şehrine giren Yavuz Selim Hazretleri Muhiddin İbni Arabî (K.S.) Hazretleri­nin «Sin, Sına girince benim kabrim ziyaret olunur» tebşiri ile müjdelendiğİnden o zatı Şeyhi Ekberin zahiri mezarına ihti­ramla ziyarette bulunmuş ve kışı burada geçirmeye karar vermişti.

 

Emevî Halifelerinin payitahtı olan Şam şehrinin fethi, İs­tanbul'un fethi müstesna tutulursa Devleti Osmaniyyenİn en mühim bir fethidir. Çünkü Mekke ve Medine yolunun başıdır. Böylece Mekke ve Medine üzerinde söz sahibi Devleti Aliyye olmuştu.

 

Öte yandan memluklar kumandanlardan Tomanbay adlı zatı kendilerine sultan olarak seçtiler. Çünkü onlarda sultan seçimle seçilir idi. Seçimlerden sonra Can Berdu Gazali ku­mandasında bir ordu tertib edip Gazze üzerine sevkettilerse de Sadrazam Sinan Paşa karşısında yeniden mağiûbiyyet alarak ricat ettiler.

 

Gazze'ye teşrif eden Yavuz Sultan Selim Hazretleri veziri­azamını bu muvaffakiyyetinden dolayı tebrik edip kendisine çok kıymetli bir kılıç hediye etmekle beraber askere de bir çok mükâfatlar verdi.

 

 

 

Mısır Yolculuğu

 

 

Hazreti Padişah Mısır'a gitmek için çölden geçeceğini bil­diği gibi çöl yolculuğunun en önemli maddesi olan suyu taşı­mak İçin bol miktarda deve satın aldı. Bu sırada Hüseyin Pa­şa bu seferin çok zahmetli olacağını belirtecek bir konuşma yaptı. Büyük azim ve karar sahibi olan Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri bu mütalâaya karşı, Hüseyin Paşa'nın cadını başına geçirdiyse de gene de hırsını alamadı. Başını boynun­dan canını etinden azad edip idam eyledi. Gerek Halep'te gerekse Gazze'de mağlûbiyetler almış olan Mısırlıların yeni-bir savaşı göze alamayacakları hesaba katılarak hem de müslüman kanı dökülmesin mülahazasıyla Hazreti Padişah Kahire'ye bir elçilik heyeti göndermeye karar verdi. Bu he­yetin başına padişahın bendelerinden Çerkeş Murad Bey ta­yin edilmiş ve Hutbenin Yavuz Selim adına okunması yine paralara padişahın adı bulunmak kaydıyla ve padişaha arzı ubudiyyet etmek şartıyla idarenin yine onlara bırakılacağı bildirildi. Şunu ilâve etmek isteriz ki; Padişah Hazretleri Çer­keş olan bu Kölemenlere, Çerkeş Murad Bey başkanlığında bir heyet göndermekle ne kadar samîmi bir teklifte bulundu­ğunu elbette göstermiş oluyordu. Bilindiği gibi Sultan Abdül-hamid Han Hazretleri Paris Konferansına Osmanlı murahhas heyetinin başına kara Todori Paşa'yı getirmekle, meramını anlatmak istediklerine en iyi anlatabilecek dili ve vasıtayı seçmiş oluyordu.

 

Tomanbay gelen elçilik heyetini çok iyi bir muamele ile karşıladı ve padişahın/isteklerini Murad Bey'in ağzından dinledi ve bunu erkânı hükümet iie görüşmesi icab ettiğini bildi­rip onları çok güzel bir dairede istirahate sevk etti. Tornan-bay ileri gelen emir ve kumandanlarını toplayıp meseleleri görüşürken teklif sarayda duyulmuş her kafadan bir ses çı­karken Alanbay adlı bir komutan coştu bağırıp çağırmaya başladı bu sırada Murad Bey ile karşılaşan Alanbay: «Hutbe okutup sikke bastırmak istermişsînİz. Al bakalım» diye ba­ğırarak Murad Beyi ve elçilik heyetin hunharca oracıkta şe-hid ettiler Tomanbay bu duruma çok üzüldü ise de Alanbay'ı cezalandırmak cesareteni de gösteremedi.

 

Padişah Hazretleri bu vakaya muttali oiunca çok üzüldü ve bunun neticesi olarak orduyu hümayun derhal harekâta ge­çirildi, çölü büyük bir hızla geçen mücahidler, tedbirlerini fevkalâde güzel olmasından dolayı çöiün yıpratıcı yorgunlu­ğuna duçar olmadılar. Yalnız Bedevi'ler küçük gruplar halin­de saldırılarda bulunuyorlarsa da bu da mücahidler ordusuna bir idman vesilesi oluyordu. Bir defasında bedeviler çok ka­labalık bir gurup olarak Sadrazam Sinan Paşa'nın üzerine saldırdılar. Sadrazam bu saldırı kuvvetlerini Tomanbay'ın hü­cumu zan edip Padişaha haber gönderdi, bunun üzerine Pa­dişah otağının önüne at bağlandı. Daha sonra bunların bede­viler olduğu anlaşılınca biraz top biraz ta tüfenk atılıp kaçtık­ları sabit olduktan sonra Yavuz Selim, Sadrazam Sinan Pa-şa'ya çok kızdı adeta kellesini alacak idi.

 

 

 

Ridaniye Meydan Muharebesi

 

 

Orduyu Hümayun; çölü geçip Mısır'a dalınca Tornan-bay'dan eser bulamadı. Yapılan araştırmalar neticesinde To­manbay'ın ordusuyla beraber Kahire yakınlarında Ridaniye denilen mevkide büyük hazırlıklar yapmış olarak beklediği istihbar olundu. Ridaniye üzerine yürüyen zaferler ordusunun kılıcı kutlu padişahı, tarihin en büyük meydan savaşlarından birinin en büyük harp oyunlarından sayılan şu muazzam ta-biyeyyeyi uyguladı. Tomanbay ordusunu tam Kahire'nin önüne istihkâm etmiş, İskenderiye'den getirttiği toplarla san­ki top'tan müteşekkil bir duvar vücuda getirmiş idi. Kazdırdı­ğı hendeklere toplan yerleştirmişti. Tomanbay'ın bu hazırlık­ları Kahire'nin kuzey doğusunu emniyet altına kalmşıtı. Eğer orduyu hümayun doğruca Kahire üzerine yürüyecek olursa bu hazırlıklar karşısında tutunabilmesi mümkün olamazdı. Zaferlerin aşık olduğu padişah, Tomanbay'ın araziden de isti­fade ettiğini görmüştü. Şöyle ki: Tomanbay'ın istihkâmlarının bittiği yerde El-Maktum dağının etekleri başlıyordu Padişah Hazretleri El-Maktum dağının sağma alarak dağın arkasın­dan dolaştı. Ridaniye'ye güney doğudan dahil oluverdi. Böy­lece Tomanbay'ın ordusunu sağ cenahından taarruz etti. Böylece Tomanbay'ın ta İskenderiye'den getirttiği toplar, harp sahasının süsleri olarak kaldı. Padişah topların yeni du­ruma göre hazırlanmasına müsaade edemezdi ve nitekim et­medi de derhal taarruza geçti. Sadrazam Sinan Paşa, Anado­lu askeri ile sağ cenahta, Rumeli beyleri ve Yunus Paşa sol cenahta, Padişah Hazretleri ise her zamanki gibi orduyu hü­mayunun kalbgâhı olan merkezde yer almışlardı.

 

Muharebe çok şiddetle başladı ve anbean şiddetlenerek devam etti. Bilindiği gibi Çerkesler çok cesur olduğu kadar da maharetli savaşçılar olarak tanınmışlardır. Elhak bu sa­vaşta bu namı boşa almadıklarını göstermişlerse de Cenab-ı Hakk'ın zafer ve nusratı Veliyyüzzaman Hazretleri Padişah ve mücahidini tslâm olan Osmanlı askeri ile beraber idi. Bunun yanında taktikte dehâ, şecaatta yekta olan bu ordu zaferin sahibi kılıcın ehli olduğunu bir defa daha isbat etti. Bu muha­rebe daha çok sürebilirdi fakat Tomanbay, Alanbay Kurtbay aralarında fikir birliğine vararak kuşanmış oldukları zırhları kendilerine siper ederek padişahın üzerine varıp onu yok et­meyi kararlaştırırlar ve bir şimşek hızıyla dalış yaptılar fakat istihbarata dayanmayan her hareketin yanılış sonuç vermesi burda yine tecelli etti. Padişah Hazretlerinin hangi cenahta olduğunu anlamadan yaptıkları bu dalış yanlış hedefin üstü­ne gitmelerine sebeb oldu. Karşılarında Yavuz Selim Hazret­lerini bulacaklarını zan ederken Sadrazam Sinan Paşa, Ra-mazanoğlu Mahmud Bey, Hazinedarbaşı Ali Bey'i buldular ve onları şehid ettiler. Kendilerinden yalnız Alanbay yaralı ola­rak sahrayı harpte kaldı. Bu ekip işini bitirip kendi saflarına döndüğünde yirmibeşbin Kölemen askerin savaş alanında yere serilmiş olduğunu gördüler. Mağlûbiyet sillesi "bütün haşmetiyle suratlarında saklamıştı. Bunun üzerine Tomanbay içerileri kaçtı. Dağılan Kölemen kuvvetleri gayrı muntazam bir şekilde muhtelif yönlere doğru çekildiler. Bir kısmı Kahi-re'ye dönüp evlerine girip mücadeleye burda devam etmeye karar verdiler ve öyle de yaptılar .Hazreti Padişah bu vaziyet karşısında hemen Kahireye girmekten sarfı nazar eylediler. Otağı Hamayunlarını şehrin hemen önünde bulunan Sultani­ye Sayfiyesinde kurdurdular. Kahire'ye sığınmış olan köle­menlere teslim çağrısında bulunuldu. Bunların bazıları gelip teslim oldular. Bazıları ise direnmeyi tercih etiler. Teslim olan çok iyi bir muamele görmüş olmalarına rağmen maalesef Avrupalı tarihçiler burada da vazifelerinin iftira etmek oldu­ğunu bilmenin idrak ve şuuru içinde teslim olanların feci su­rette idam olundukarını ileri sürmek gâvurluğunu yapmaktan çekinmemişlerdir.

 

Tomanbay etrafına topladığı kuvvetlerle aniden bir baskın harakâtı tertip ederek Kahire'nin içine duhul etmiş ve bütün sokakları bir istihkâm haline getirerek mukavemete devam etti. Bu arada şehir içinde bulunan askerlerimizi şehid et­mekten çekinmedi Padişah buna çok üzüldü.

 

Müfrezeler gönderip bu mukavemeti kırmaya uğraşıldı. İş artık çok uzadığından bıkkınlık gelmeye başladı. Şehid olan Sadrazam Sinan Paşa'nın yerine geçen Yunus Paşa, Yeniçeri Ağası Yakup Paşa mülayim ve mutedil zatlardı. Fakat padi­şahın celâdetinden korktuklarından bir şey söyliyemiyorlardi. Bu seferin uzaması, sıca*kların basmış olması bunlara cesaret verdi. Padişaha Hutbe okunması ve sikke basılması teklifi baki kalmak şartıyla buranın idaresinin bunlara bırakılabile­ceğini teklif eden bir elçilik heyeti tertibi hususunda görüş sunup kabu ettirdiler. Elçilik heyetinin gönderilmesinden az evvel çok şiddetli Osmanlı hücumlarına dayanamayacağını anlayan Tomanbay Kahire'den çıkmış, Cize'ye çekilmişti. El­çilerin Cize'de bulunan Tomanbay'ın yanına varmalarıyla be­raber hayatlarını kaybetmeleri bir olmuştu. Tomanbay Kahi­re'nin işgal olunmasının intikamını beşyüz kişilik bir elçilik heyetini şehid etmekle alıyordu.

 

Bu olay Padişahın nekadar haklı olduğunu göstermişti. Son bir taarruz Tomanbay'ın yakalanmasını temin etti. Ken­disini bir esirden ziyade bir Sultan olarak karşılama nezaketi­ni gösteren Hazreti Padişah'a nazik olmayan tavırlarla muka­belede bulundu. Tarihçilerin büyük bir kısmı Tomanbay'ı devlet hizmetine almayı düşünen padişahın az bir müddet sonra kendisini idam etmesini etrafın kışkırtmasına ve ileride bu adamın isyanını göz önüne aldığı mütalâsında bulunurlar.

 

Ve bu sebepten idam ettirdiğini ileri sürerler. Biz de deriz ki; meseleye bakarken idam olunmuşun cephesinden bak­maktan kendimizi sıyırıp objektif bakmayı denesek son mer­haleye gelene kadar yapılanları bir kenara bırakıp şu beşyüz kişilik efçlik heyetini şehid eden bir adamı devlet hizmetine almak, hangi devlet anlayışıyla kabili teliftir. Hazreti Padişa­hın Tomanbay'ı hemen idam ettirmemesi nihai mülakattaki kaba hareketlerinin neticesinden sayılmaması içindir.

 

Çünkü hepimiz iyi biliriz ki Hazreti Ali (K.V.) bir muhare­bede düşmanını altına almış tam öldürmek üzereyken rakibi­nin yüzüne tükürmesi üzerine ayağa kalkmış onu bırakmıştır.

 

Şaşıran rakibi yâ Ali; Beni niçin öldürmüyorsun? deyince, Allah'ın Arslani şöyle buyurmuşlardır: Ben seni Allah için öl­dürecektim. Sen bana, tükürünce belki buna nefsimde karı­şır diye korktum ve seni serbest bırakıyorum. Bunun üzerine o zat hemen Kelime-i Şehâdet getirip müslüman olmuştur. İşte padişah cezası idam olan o zatı yani Tomanbay'ı hemen mahkûm etseydi belki de nefsinin karışacağı korkusunu duymuş olmasını bu sırda aramak icab eder deriz. Toman-bay idam olunduğunda Padişah'in onun tabutunu dahi taşıdı­ğı kuvvetli rivayetler arasındadır. Bütün bunlar Mısır'ın bir Osmanlı valiliği haline gelmesini ve yine Çerkeslerden olan Hayırbay'a tevdi olunduğunda tarihler Hicri 293/Milâdî 1517 yılını gösteriyordu.

 

 

 

Hilâfetin Osmanlı'ya Devri

 

 

Bağdad'da bulunan Abbasî Hilâfetinin yıkılışı üzerine Mısır Sultanları Abbasi Hanedanına kucaklarını açmışlar hem Hi­lâfet Makamını devam ettirmek hem de müsiümanlara karşı bir imtiyaz olarak değerlendirilmeleri için Halifeyi himaye ediyorlar idi. Yavuz Sultan Selim'in, Mısır Sultanlığını lağv et­mesinde Hilâfet makamında Abbasî Halifelerinin yirmincisi bulunan Mütevekkil Elallah vardı. Halifeyi ziyaret eden Yavuz Sultan Selim onun elini öptü, kendisini İstanbul'a beraberin­de götüreceğni söylerken hem Hilâfeti devir alıyor hem de mukaddes emanetlerin muhafızı olmak şerefini Âli Osman hanedanına getirmiş oluyordu. Şu olayda çok dikkat edile­cek bir husus vardır ki; Hilâfeti, saltanatı Osmaniyye'ye geti­ren zatı padişah matruş yani sakalsızdı. Hilâfetin saltanattan ayrıldığında, saltanatın kaldırıldığında bu iki makamı bir de son olarak kullanan zatı Hilâfeti Padişah Mehmed Vahideddin Han Hazretleri efe matruş yâni sakalsızdı.

 

 

 

Dönüş Yolu

 

 

Padişah Hazretleri İstanbul'a dönmek üzere yola çıkmıştı. Sadrazam Yunus Paşa ile yanyana at sürerken Padişah sor­du:

 

— Paşa, Mısır artık arkamızda kaldı ne dersin? Yunus Paşa:

 

  Evet. Efendimiz askerimizin yarısının telef olduğu, pek çok meşakkatler çektiğimiz ve çalışmamızın neticesini bir vatan hainine bıraktık, bilmem ki bundan ne kazandık.

 

Diye cevap verdi.

 

İşte görüldüğü gjibi koca bir veziriazam, İki Cihan Serveri Efendimiz,Hazretleri (S.A.V.)'in emirlerini bir rüya'y1 sadıka ile dört büyük Halife vasıtasıyla bildirmiş olmasını ya kaale almamakta hele hele hilâfetin ehemmiyetini idrak edeme­mekle ne büyük hata içine olduğunu göstermiştir. Hilâfetin Osmanlı Devletine geçmesi bütün müslümanlarm müessir bir otoriteye bağlanmalarını intaç edeceğini ya anlayamamış yahut da asırlar sonra sözde bazı mütefekkirlerin Halifeliğin bu necib millete bir yük olduğunu söyleyenlerle aynı derekâ-ta sahip olduğunu sergilemiştir.

 

Yavuz Sultan Selim Hazretleri, bu mütaalâ karşısında bu seferi hümayunda askerin bazı itaatsizliğine bu tip düşünce­lerin rolü olduğunu anlaması ve Sinan Paşa'nm şehadetinden sonra veziriazam olan bu adamın hayat defterinin dürmenin yerinde olacağını kararlaştırarak icabını emretti.

 

Yunus Paşa idam olunup kendi ismiyle anılan bir hanın köşesine defn edildi.

 

Hazreti Padişah kışı Şam şehrinde geçirmeye karar verdi. Hazreti Padişah İlk iş olarak Şeyhül Ekber Muhiddin ibni ara-bî (K.S.) hazretlerinin kabri şerifine yaptırdığı türbenin açılış merasiminde bizzat bulunmak oldu. Şam vilâyetinin işlerini tanzim ettikten sonra tebdil kıyafet ile bir derviş olarak Ku­düs'ü ziyaret etti. Orada Hz. İbrahim ve Hz. İsa makamlarını da ziyarette bulundular. Mısır yolunda kendisine taarruz eden bedeviler şimdi fevc fevc padişahın yanına geliyorlar arzı ita-atlarını bildiriyorlardı. Padişah bundan memnun kalıp kendi­lerini cömertçe mükafatlandırıyordu. Bunların kalblerini Dev­leti Osmaniyye'ye ve Hilâfeti İslâmiyye'ye karşı ısındırmak vazifesini icra ediyordu. Çünkü çok iyi biliriz ki yeni feth olunmuş yerlerin halkının ve askerinin kalbini kazanmak kâ­ğıt üzerindeki anlaşmalardan çok daha önemlidir. Zaten İs­lâm'ın fütuhatı bu siyasî muvaffakiyetle feth olunan yerlerde asırlarca devam etmiş daima müslüman sarığı, Papa'nın ser­puşuna tercih olunmuştur.

 

Halep şehrinde iki ay kadar ikamet eden zaferler padişahı hrin imarına ön ayak olacak çalışmalarda bulunduktan

 

onra oranın da kalbini feth ederek ayrıldı. İki ay süren yolculuktan sonra İstanbul'a geldi. Büyük merasimle karşılandı.

 

Hicrî tarih 923 yılının recep ayını, Milâdî tarih ise 1518 yılının temmuz ayını gösteriyordu.

 

Bu arada Anadolu'da Celâlî namıyla tanınan bir adam kâh Mehdi'nin memuru kâh Mehdi'nin kendisi olduğunu ileri sü­rerek meydana çıkmıştı. O sırada İstanbul'da meydana gelen büyük bir zelzele sırasında Çemberlitaş sütunu yıkılmış, bazı surlar ise çatlaklar göstermişti. Bu Celâlî bunlardan da istifa­de ederek etrafına yirmi bin kadar başıbozuk toplamışsa da Padişahın görevlendirdiği Ferhad Paşa, Şah İsmail'in-fikriya­tının kalıntısı bu herifi Elbistan ovasında perişan eylemiştir. Bundan böyle Anadolu'da meydana gelen bir çok isyanlara bu herifin adına izafeten Celâlî isyanları denmiştir.

 

 

 

Yavuz Sultan Selimin Son Faaliyetleri

 

 

Yunus Paşa'dan sonra sadrazamlığa tayin olunan Piri Paşa çok gayretli ve faziletli bir insan olarak çalışmalara başladı. Donanmanın imarına büyük ehemmiyet verildi. Birtakım se­fer hazırhkan yapılmaya başlandı. Seferin Rodos veya İran'a olduğun tahmin eden tarihçiler vardır. Fakat aynı tarihçiler, bir gün Padişah Hazretleri Piri Paşa'ya barut stokunun ne ka­dar olduğunu sormasını ve sadrazamaın ise dört aylık barut stokumuz bulunduğu yollu cevabını verdiği buna mukabil Padişahın ceddim Sultan Fatih Hazretleri gibi dönmek dü­şünmem; dediğini nakl ederek seferin Rodos'a olmadığını beyan ederler. Ve böylece seferin İran üzerine olduğu meyda­na çıkar.        

 

Sorarlarsa İran üzerine yapılan seferde yolun Edirne'den geçmesi mi icab eder sorusuna şu cevabı rahatça verebiliriz. Bu üzerine gidilecek düşmanın mümkün mertebe aldatılma­ya çalışmasına matuf bir örtü hareketidi, deriz.

 

 

 

Yavuz Sultan Selim'in Hanımları Ve Çocukları

 

 

Yavuz Sultan Selim'in Hafsa Sultan adlı hanımı, güzelliğiy-lede bilinen başkadınıdir. Kaanuni Sultan Süleyman'ın annesi olduğu gibi kızlarının da annesidir demektedir Çağatay Ulu-çay. Bu hususda Oztuna ise, Ayşe Hafsa Sultan olarak tanıtır ve Yavuz Selim'le izdivacını 1494'de Trabzonda yaptığını ifa­de eder. Hatice, Fatma ve Hafsa sultan hanımları doğurmuş olduğu gibi Kaanuni Sultan Süleyman'ın da validesi olduğu­nu, Vâlidesultan'lık da yaptığını ilâve eder. 1520'de başla­yan, vâlidesultanlik dönemi kendisinin 1534'deki vefatıyla sona erer ve kocası Yavuz Selim'in türbesinin yanına defno-lunur, oğlu Kaanunide annesine birtürbe yaptırır. Bu türbe; 1892 İstanbul'da şiddetle hissoiunan zelzelede yıkılmıştır. Clluçay, Hafsa Sultan'ın kocasına yazdığı mektuplardan Ya­vuz'un başka hanımları olduğunu ortaya koyuyor. Edirne'ye yakın, Hafsa kasabasını ihya etmiş olup adı verilmiştir. Ayrı­ca bir de külliye yaptırmıştır. Tarihçi Âli; Yavuz'un şehzadeli­ğinde câriyeleriyle vakit geçirdiğini bunların içinde adı bilin­meyen birinden, oğlu olduğunu ve meşhur üveys Paşanın, Yavuz Selim'in oğlu olduğunu bizzat Yavuzun açıkladığını kaydeder. Kaanuni, bunu bildiği içinde Üveys Paşaya, daima muhabbetli davranmıştır ve başkentten de uzak tutmuştur. Çünkü; Yavuz Selim'e o kadar benziyordu ki bunun sıkıntıya sebeb olabileceğini kestirmekteydi. Yavuz Selim'in diğer bir hanımı Tatar Hânı Mengli Giray'ın kızı olan Ayşe hanımdır.

 

Yavuz'un kızlarının, Beyhan ile Şahsultan adlı kızları bu hanımından doğdular.

 

Yavuz Selim'in kızlarına gelince Öztuna yedi kızı olduğu­nun tafsilatını verirken, buna üluçay sayı olarak altıyı verir ve Gevherhân sultanda ittifak edemezler ve Öztuna'nın yedi­si burdan doğmaktadır. Gevherhân Sultan 1494'de doğmuş­tur. 1509'da İsfendİyaroğuüarından Sultanzâde Mehmed Bey'le izdivaç yapmıştır.

 

Bu zât Çaldıran'da 1514'de şehid olmuştur. Hadice hanım sultan 1496'da doğdu. 1582'de İstanbul'da vefat etmiştir. 1505 yılında İskender Paşa ile evlenmiştir. Daha sonra da Makbul İbrahim Paşa ile 2. izdivacını yapmıştır. Vefatında Sultanselim camiinde şehzadeler türbesine defnolundu. Bey­han Sultan; Yavuz Selim'in, Tatar hân'ının kızı olan hanımın­dan Ayşe hatundan dünya'ya gelmiştir. Ferhad Paşa İle ev­liydi. 1559'dan önce ölmüştür. Fatma Sultan ilk eşini bizzat kendisi boşamıştır. 2. evliliğide Dukakinzâde Ahmed Paşa ile vukubulmuştur. 1555'de, Dukakinzâde idam olunduğundan 3. evliliğini Damad Hadim İbrahim Paşayla yaparak Duka-kinzâde'nin idamına çok üzüldüğünden bu evliliği hatır evlili­ğiydi. Hafsa Sultan; Saray üniversitesi denilen Enderundan yetişen İskender beyle İzdivaç yaptı. Kocası 1515'de idam olununca bu hanım bir daha evlenmedi ve 1538'de vefat et­miştir. Doğum tarihi ve başka bilgiler mevcud değildir.

 

Şah sultan, Devletşahî Sultan olarak da anılmaktadır. Lüt­fü Paşa ile evlenmiştir. Kaanuni; Lütfü Paşanın kardeşine yaptığı muameleye pek üzülüyordu. Sonunda boşandılar. Sadnazamlıktanda atılmış oldu Lütfü Paşa. Bu hanımsultan 980/1572'de vefat etdi. Yavuz Selimin türbesinin yanandaki türbeye defnolunmuştur.

 

Hanım hatun'unsa; sadece vezir Çoban Mustafa Paşa ile izdivaç yaptığına jdak bilgi mevcuddur. Yavuz Selim'in oğullarına gelince; üveys Paşayı da dâhil edecek olursak, Kanuni Sultan Süleyman, Şehzade Orhan, Şehzade Musa ve Şehzade Korkut'Ia birlikte beş oğlu dünyaya gelmiştir. Ya­vuz'un ölümünde yalnız Kaanuni hayattaydı ve diğerleri de küçük yaşlarda vefat etmişlerdi.

 

 

 

Yavuz Sultan Selim'in Sadrıazamları Ve Şey­hülislâmları

 

 

ise; şu zevaddır. Ancak buna geçmeden ev­vel diyelim ki, hilafetin Osmanlıya geçmesinden sonra şey­hülislâmlık makamı ihdas olundu, halbuki daha önceleri de Osmanlı devletinin idaresinde islâmın esas olduğunu hatırla­talım ve bu meseleleri idare eden ve çözen ehil kimseler var­dı ve sayılanda az değildi. Ancak; Şeyhülislâmlık makamı, hilafet makamının, ayrılamaz bir danışmanlığı olduğunu ha­tırlatarak söyleyelimki sadrıazamlarla beraber şeyhülislâmla­rın da görev târihlerini bu satırlarda vermeye çalışacağız.

 

Sadnazamlar bakımından zor bir padişahdır, Yavuz Sultan Selim hân! Taht'a câlis olduğunda Koca Mustafa Paşa maka­mı sadarette idi. 1512/12. ayında Hersekzâde Ahmed Paşa­ya mührü hümayun verildi. Bu zâtın 4. sadareti 1 sene, 10 ay sürdü ve 28/ekim/1514'de nihayete erdi. Onun yerine Dukakinoğlu Ahmed Paşa 8/eylül/1515'e kadar 8 ay, 11 gün sadaret sürdürdü ve idam olundu. Sadaret 5. defa Hersekzâ-de'ye verildi bu sadareti de 7 ay, 17 gün sürdü ve beş defa geldiği makamı sadarette yekûn olarak, 8 senel8 gün kaldı. Şehid Hadim Sinan Paşa 26/nisan/1516'da sadrıazam oldu ve 8 ay 11 gün sonra savaş alanında, şehadet şerbetini nûş ettiğinden sadaretle beraber hayatı da gitmiş oldu bu seferde vazife 22/ocak/1517'de Yûnus Paşaya verildi ve bu zâtda 7 ay, 22 gün, sonra yâni l3/eylül/1517'de sona ermek üzere sırasını savdı. Yavuz Selİm'in son sadrıazamı Piri Mehmed Paşa oluyordu ki, padişahın, yedi defa sadaret tebeddülatı yaptığı ve bunun iki defasının Hersekzâde ile olduğunu göz

 

önüne alırsak sekiz yılda altı ayrı sadrıazam istihdam etmiş lur Yavuz Selim hilafet-i seniyyeyi âl-î Osmâna getirdiğinde Hafta makamında, Zenbilli Ali Efendi 1503 yılının 2. ayından Keri oturmaktaydı. Hilafetin gelmesi, makam-ı meşihatin ih­dası ve de Zenbilli'nin 1525'in 10. ayına kadar görevde kal­mış olması, tabiatıyla ilk şeyhülislâmın o olmasını gerektirir Ki Yavuz'un l/ekim/1520'de vukubulan vefatı üzerine beş yıl daha meşihatı dolduran Zenbilli Yavuz'un ilk ve son şey­hülislâmıdır. Tabii; Kaanuni'ninde ilk şeyhülislâmı olması uh­desindedir.

 

 

 

Yavuz Sultan Selim'in Vefatı

 

 

Yavuz Selim'in vefatına sebeb olan rahatsızlığın Şir Pençe ismi verilen bir çıbanın acıya tahammül edilemeyip sıktırıl-masından meydana geldiği bir vakıadır. Biz şimdi üç sene evvele dönerek Tacüt Tevarih sahibi Hoca Saadeddin Efendi­yi dinleyelim:

 

Babam (Hasan Can) anlattı ki; Saray hocalarından Molla Şemseddin adlı bir zatı muhterem vardı ki teheccüd namazı kılar ve seyrü sülük deryasında kulaçlar atmakla tanınmış idi. Çok seri yazı yazar bir Mushaf-ı Şerifi on günde tamam­lar idi. Kendisine Padişah Hazretleri bir Tarih-i Vassaf sipariş buyurmuşlar ve kaç günde bitirebileceğini sorduklarında: Molla Şemseddin Efendi 25 günde tamamlayacağını bildir­miş ve dediği günde tamamlayabilmek için gayretle yazma­ya başlamıştı. Fakat çok sevilen ve sayılan bir zat olduğun­dan dolayı ziyaretçisi çok oluyor, vazifenin yetşitirilemesi için sebeb zuhur ediyordu. Bu sebebten odasının kapısını par­maklıkla kapatmış ve içerden kilitlemek suretiyle bu ziyaret­lerden dolayı işin gecikmesini önlemiş ve suratla yazı yazı­yordu.

 

İşte gene bir gün yazıya dalmışken başını kaldırır bakar ki Ricali Gayb'dan bir zatı muhterem yanında belirmiştir. Kapı kilitli olmasına rağmen zatın orda mevcudiyyeti sırra agâh olanlar için önemli değildir. Mola Şemsüddİn Efendi böyle sırlardan bîhaber olmadığından hiç şaşırmaz. Ve o mübarek ziyaretçiye adabı içinde sorar: «Arap diyarı bütünüyle Os­manlı ülkesine katılacak mı?»

 

Cevab şudur:

 

Selim Han bu vazifeye tayinlidir. Haremeyne hizmet ona ve onun soyuna vazife olarak verilmiştir. Şimdi cihandaki İs­lâm Padişahları arasında gözde olan Selim Han'dır. Ve o Se­lim, Ehlullâh halkasının dışında değildir.

 

Molla Şemsüddin ikinci bir sual sorar:

 

— Saltanat süresi uzun sürer mi? Cevap şöyle gelir:

 

— Şundan sonra üç yıl vakti vardır.

 

jşte bu keramet Şir pençe bir vesile olarak teceli eder. Ya­vuz Sultan Selim bu Şir Pençe ileti vesilesiyle Hakk'a yürür­ken Nedimi Hasan Çan'a sorar:

 

— Hasan bu ne haldir?                             '

 

 Hasan Can:

 

— Allahla beraber olmanın zamanıdır efendimiz.

 

Der

 

Cevab müthiştir:

 

— Hasan, sen bizi bu ana kadar kimle bilirdin?

 

Burada görüldüğü gibi vahdeti vücuda kail mertebesi ma­kamı mutmainneyi bulmuş bir Velî kulun verebileceği cevap bütün ihtişamıyla parlamaktadır.

 

Hasan Can, Padişah Hazretlerinin emri üzerine bir kerre tamamladığı Surei Yasin'den sonra ikinci defa okuduğu sıra­da «Selâmün kavlen min Rabbin Rahîm» âyeti kerimesine laiğinde Sultan Hazretleri aynı âyeti tekrarlıyarak sağ eli-İn şehadet parmağını kaldırarak intikal eder.

 

Bu intikal sırasında mekân bir çadır ve bu çadır Çorlu ci­varında kurulmuş otağı hümayundur. Tarih Hicri 926/miIâdl 1520 yılını gösteriyordu. Padişahın ölümünü gizlemek yine aündeme geldi. Hazreti Ebubekir'e varan soyuyla müsemma Sadrazam Pirî Paşa göz yaşlarını sildikten sonra Hasan Çan'a tedbiri ile ağlamayı kesip Hud sûresini okuyarak sabahı etti­ler. Bu vefat haberini sekizgün saklamak mecburiyetinde kaldılar. Sultan Süleyman tek vâris olmasına rağmen yine de haberin gizlenmesi icab etti.

 

Bütün tarihlerde müttefiklerdir ki, merhum Padişah gasl olunurken edep yerini iki defa eliyle setri avret eylemiştik Hekim Kazvini, Hekim Osman ve Hekim Isa bu setri a\ ret olayını görünce Alahu Ekber diyerek salâvatı şerîfe getirmiş­lerdir.

 

İşte kısa ömründe ve sekiz sene süren taht! satanatında at sırtından inmeyen bu gazi padişahın cenaze namazı Fatih Camii şerifinde kılındı. Cihad'dan vakit bulamayan zatı padi­şah bir camii şerif inşa ettirememişti. Bugün bulunduğu yere defnedilen merhum hayırlı evlâdı Devleti Osmaniyye'nin en uzun saltanatlı Halife ve padişahı Kaanuni Sultan Süleyman Hazretlerinin babasının adına izafeten yaptırılmış Yavuz Se­lim camiinin bahçesinde kalan türbesinde medfun, ruh-u pâ-ki ise asumanda pervaz olarak o canipten bugün diriliş için­de bir nesil yetiştirmeye mezun zat'lan temaşa eyliyor ve Müslümanların bu davetlere koşmasını memnun ve müte-bessim seyrediyor.

 

Ey; Bu cihan bana dar geliyor diyen Veliyyüz Zaman Haz­retleri Padişah Yavuz Sultan Selim semti senin ruhaniyyetine yakınlığı ve zahiri kabrine muhafız ve türbedar olmakla ne r öğünse azdır,.

 

Cenab-ı Mevla Hazreti Padişaha ve bütün Âli Osman hanedanının padişahlarına rahmet ve şefaatlerine biz kullarını da nail eylesin.