III. MEHMED :
Babası: Sultan III. Murad
Annesi: Safiye Sultan
Doğum Tarihi: 1566
Vefat Tarihi: 1603
Saltanat Müd.: 1595-1603
Türbesi: İstanbul'dadır.
Devleti Osmaniyyeyi yirmidört milyon kilometrekarelik bir mesaha
ile Manisa'da vali olarak devlet hizmetlerinde vukuf kesbetmek üzere gönderidği
Veliahd Şehzade Mehmet Sultana bırakan merhum padişah Üçüncü Murad Hân vefat
ettiğinde tarihler Hicri 1003, miladi 1595 yılını gösteriyordu.
3. Mehmed'in Doğumu
Hicri 937, miladi 1566'da Manisa'da doğan ve Venedikli Bafo
ailesine mensub ve sonradan müslüman olarak Safiye Sultan ismini alan 3. Murad
Hân Hazretlerinin sevgili karısından tevellüd etmişti. Hazreti Padişah çok
evlenip yüziki çocuk sahibi olmasına rağmen Safiye Sultanı daima en gözde eşi
bilmiş ve daima ona âşık kalmıştır.
ikinci Selim Hazretlerine doğum müjdesi verildiği zaman hazreti
padişah pek memnun olmuş ve şu sözlerle adını: «Ecdadı kiramımızda Murad oğlu
daima Mehmed olagelmiştir)» diyerek torununa Mehmed adını koyduğunu ilan etmiş
oluyordu. O sırada 2. Selim daha tahta geçmemiş ve Cihan Sultanı Kaanuni
Sultan Süleyman Hazretleri berhayattı. Üçüncü Mehmed ilk derslerini Manisalı
İbrahim Cafer Efendiden görmüş ve hocasının vefatı üzerine Haydar Efendi ve
Pîr Mehmed Azmi Efendiden feyz ve ilim aldı.
3. Mehmed'in Tahta Geçişi
Sultan Çelebi Mehmed Hazretleri zamanından beri devam eden an'aneye
uygun olarak 3. Murad'ın vefatı gizlendi ve Manisa'daki şehzade Mehmed'e haber
gönderildi. Anası Safiye Sultanın müdebbirliğinden emin olan Şehzade hiç acele
etmeden İstanbul'a geldi.
İstanbul halkı topların endaht ettirildiği duyunca 3. Murad devrinin
bittiğini ve 3. Mehmed devrinin başladığına muttali ouyordu.
Yeni padişahın geldiğini öğrenen ulema, vezirler ve komutanlar
derhal saraya koşup padişaha bağlılıklarını bildirip biat ettiler. Merhum
padişahın naşı mübarekleri Sultan Selim Camii yakınlarındaki Yavuz Selim
Hazretlerinin türberine ve onun yanına defnolundu.
Sultan 3. Murad merhum müddeti hayatında yüziki çocuk sahibi
olmuşsa da vefatlarında 27 sultan hanım, 20 şehzade hayattaydı. Bu şehzadelerin
en büyüğü şimdi padişah olan 3. Mehmed'di. Geri kalan 19 erkek kardeşi için
padişah ne yapabilirdi... Çünkü ilk iş «İz içtimaen halifetan faktelü
ehadü-hüma» fetvasına da uygun olarak teamüden 19 şehzadenin idamına... bu 19
şehzade arasında iki aylık bebek de vardı. Fakat onun bir imtiyazı vardı
Hanedanı Ali Osmandı... İki aylık bebek milleti için feda edilmişti. Aslında
millî kurtuluş savaşımızın cereyanı sırasında milleti için büyük bir
fedakârlığı göze alan, top mermisi ıslanmasın diye bebeğinin üzerindeki
battaniyeyi alıp top mermisine saran kadına ne kadar saygı gösteriyorsak; iki
aylık bebeği de milleti için feda eden padişah ağabeye o kadar hak tanımak
gerekir... İşte bu 19 idam infaz edildiği vakit meşhur şair Bâki'nin talebesi
olan şehzade Mustafa'nın halk tarfından çok sevilmesi idamını perçinleyen
brristirıat oluyordu. Bu şehzadenin infazını gerçekleştiren dilsizlerin
elinden arta kalan son derece dokunaklı bir tersiye idi. Merhum şehzadeler
babaları 3. Murad'ın ayak ucuna defn olunurlarken sultan hanımlar da eski
sarayın yolunu tutuyorlardı. Bu işleri müteakip 3. Mehmed unvanıyla taht-ı
Osmaniye cülus eden padişah, Asakir-i şahaneye bir
kesede otuzbin duka altın olmak üzere yüzotuz kese diğer bir
değişle 3.900.000 duka altını ihsan büyürdür.
3. Sultan Murad merhum, saltanatının son iki yılında Cuma
selamlıklarına çıkmıyordu. Tahta çıktıktan sekiz gün sonra yeni padişahın cuma
selamlığına çıktığı ve askerleri ile, halkla beraber bir olup namaz kıldığı
görüldü. Bundan hem asker hem de ahali memnun oldu.
Cuma namazından sonra devlet gemisinde bir takım değişiklikler
yapıldı. Sadrazam Sinan Paşa vazifeden alınıp yerine Ferhad Paşa tayin olundu.
Kaptan-ı Deryalığa Halil Paşa getirilmiş, bu makamda bulunan Çağalazade başka
hizmete getirilmek üzere istirahate çekilmişti. Devletin ileri, gelen memurlarına
kürkler hediye edilerek padişahın nazarlarının üzerilerinde olduğu ihsas
edilerek görevlerine devam denilmiş bulunuyordu. Bu arada dünyanın diğer
devletlerinin hükümdarlarına 3. Mehmed'in taht-ı Osmaniyye cülus ettiğini
bildiren fermanlar gönderiliyordu.
Tekaüde ayrılan Sinan Paşa, Malkara'da ikamete memur edilmişse de
bu ihtiyar vezir, kendince daha hizmet vermek kanaatini taşıdığından
Sadrazamlığı tekrar ele geçirmek için çalışmalar yapmaya karar vermiş ve bu
çalışmalarda her şeyi vasıta kılmağa kendini mazur görmek gibi yanlış bir
içti-had yapmıştı.
Ferhad Paşa İle Askerin Arasının Açılması
Vezareti uzma makamında bulunan Ferhad Paşa, küffar üzerine sefer
yapmak hususunda müzakere yapılan divan toplantısmdan konağına dönmek üzere
maiyetiyle birlikte at üstünde yoia çıkmış, bir müddet ilerledikten sonra
karşısında bin kadar, Kuloğlanı denilen ve türlü sebeplerden sipahi bölüklerine
yerleştirilmeleri gecikmiş olmalarından dolayı cülus hsisi alamadıklarından
şikâyet etmişlerdi. Ferhad Paşa ndisinden vazife isteyen bu askerlere
mülayemetle «Evlat-l rım hududa gidiniz ulufeleriniz orada
verilecektir» dediyse Ae cevab olarak itirazlar, gürültüler hatta hareketlerle
karşıla-ınca hiddetlenen paşa «sizden olan emire itaat etmeyen kâfir olur,
avratları boş düşer, sizler bunu bilmez misiniz?» diye ölçüyü kaçıran bir
hitabda bulunur. İsyancılar hemen soluğu Şeyhülislâmın yanında alırlar. Durumu
anlatırlar. Şeyhülislâm ise sadrazamın böyle söylemesi ile kâfir olunup,
avratların boş düşmeyeceğini söylediyse de ve onları teselli ettiyse de
asilerin istediği fetvayı da vermedi. Bunun üzerine dağılan asiler, sadrazamın
sözlerini sipahi bölüklerine de yaymaya başladılar. Ertesi gün bu sözlerin
büyük bir fitne çıkacağını tahmin eden divan bu adamların ulufelerini almak
üzere toplanmalarını bildirdi, ulufe almak üzere toplanmaları emr edilen
asker ulufe yerine başka bir istekle divan'ın karşısına çıktılar... Bu istek
Veziriazam Ferhad Paşa'nın kellesi idi. Sadrazam hitabesi esnasında bir sürçü
lisan yüzünden kellesi istenecek duruma getirmişti. Oldum bittim milletimiz
kâfirlikle ithama ve aile ocağına yapılan tarize karşı çok hassastır. Sadrazam
sinir ile söylenmiş bir sözün nelere mal olmakta olduğunu gördü. Asiler, ulufe
istemiyor sadrazamın kellesi diye ter ter tepiniyordu. Bu sözden anlamaz
topluluğu dağıtmak için Yeniçeri Ağasının emriyle bir bölük yeniçeri ve saray
bostancıları vazifelendirilmiş, topluluk dağıtılmış fakat Yeniçeri, Sipahi ve
Bostancılar ihtilafına başlangıç sayılacak fitne ortaya konmuş oluyordu. İki
cihan serveri Efendimiz Hazretleri bir hadisi şerifinde meâlen «Bir fitne
çıktığı zaman oturan, ayakta olandan, yatan oturandan daha hayırlıdır» diye
buyurmuşlardı. İşte tecelli,.. Bundan böyle her yeniçeri-si-Pahi ihtilafı bu
olaya kadar.ğelir dayanır. Her neyse... Dağıtılan sipahilerin dağıtılan bu
isyanlarında daha evvel sözünü ettiğimiz sabık veziriazam Sinan Paşa,
Çağalazade ve Siyavuş Paşaların dahli görüldüğünden bir hat-ı hümayunla
Anadoluya sürülmeleri tezekkür etmişti.
Sadrazam Ferhad Paşa, Eflâk üzerine doğru sefere çıkmış, damad
İbrahim Paşa sadaret kaymakamlığına tayin buyurumuştu. Sinan Paşa tarafını
ilzam eden Şeyhülislâm ve bazı vezirler, Hazreti Padişah nezdinde fırsat
düştükçe; Ferhad Paşanın asker tarafından sevilmediğini, mahut olayın buna
müncer olduğunu bu sebeple bir muvaffakiyet elde edilemeyeceğini söylemekte
idiler. Bu türlü sözler sonunda 3. Mehmed hazretleri, Eflâk ile Buğdan'ı eyalet
hükümlerine t.âbi tutarak Eflâk Beylerbeyliğine Cafer Paşayı tayin buyurmuşlardı.
Sadrazam Ferhad Paşa İstanbul'dan ayrıldıktan 7 hafta sonra Rusçuk önlerinde,
eskiden Eflâk Voyvodası olan Mihaii mağlup etmiş, dörtbin kelle ve beşyüz esir
ile orduya katılan Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa ile müşavere ederek Tuna nehri
üzerine bir köprü inşasına karar verdiler.
Bu kararlarını tatbike başladıkları esnada İstanbul'da devlete
ancak kendilerinin hizmet edebileceği kanaatında olan sadaret kaymakamı damad
İbrahim Paşa ve sürüldüğü Anadolu'ya her nasılsa gitmemiş olan Sinan Paşa
aralarında ittifak etmişler ve Ferhad Paşa hakkında ve aleyhinde Hazretİ
Padişahtan bir ferman sızdırabilmişlerdi. Acaba damad İbrahim Paşa, Safiye
Sultanın damadı olmak hasebiyle bu fermanı kayınvalidesine mi dayanarak
alabilmişti... Bunu bilemiyoruz. Fakat ileride görülecektir İbrahim Paşa,
valide sultan olan kaynanasından padişah katında çok şefaat görecektir. İdam
fermanını havi olan Mabeynci Ahmed Ağa, ira-dei seniyye ile ordugâha vasıl
olmuşsa da hakkında sadır olan hükmü adamları vasıtasiyle haber alan Ferhad
Paşa, mührü hümayunu Satırcı Mehmed Paşaya teslim ederek yanına aldığı üçbin
süvari ile İstanbul'a doğru yola çıkmıştı. Tarihler bu sırada Hicri 1003,
Miladi 1595 yılını gösteriyordu. Sinan Paşa 4. defa Veziriazamlığa tavin
edilmiş ve Ferhad Paşa aleyhinde çok şiddetli takibata geçmiş, yanında yeniçeri
askerleri olduğu halde Eflâk'a doğru yola çıkmıştı. Yan yolda Ferhad Paşa'ya
rastgelmiş «Kellesi benim, serveti sizin» diye bağırarak yanındaki askeri
Ferhad Paşa üzerine salmıştı. Ferhad Paşa malına acımamış onları müdafaaya
girmeyerek uzaklaşıp kelleyi kurtarabilmişti. Çünkü yeniçeriler malları
görünce Ferhad Paşanın kellesini unutuvermişler-di. Bu badireyi atlatan Ferhad
Paşa, Valide sultana intisab ederek onun yardımlarıyla kelleyi kurtarmış ve
çiftliğinde rahat oturmasına müsaade olunmuşsa da bu arada Salamon Eskinazi
adlı bir yahudinin saraya Ferhad Paşa lehine yaptığı tavassut ters patlayan bir
torpil olmuş, önce Yedikule zinanı-nı boylamış, yahudinin tavassutuna kalmış
bir vezirin akıbeti kelleyi kaybetmek olmalıydı ve öyle de oldu.
Şunu hiç unutmamak icab ederki; yahudi daima İslama ve müslümana
düşmandır. Kur'an-ı Kerim bu kavme daima işaret etmiştir. Onun yâni yahudinin
düşmanlığı nasıl bir ateşse dostluğu da öyle bir ateştir. Ateşin vazifesi
yakmaktır... Bir müslüman olarak daima hatırımızda bulundurmalıyız işte bu
vak'a bile burda müşahhas bir İbret olarak kendini sergiliyor.
Mihal İle Savaş
Sinan Paşa yanında bulunan dört bin askerle Bükreş üzerine
giderken etrafı orman ve bataklıklarla kaplı bir geçidde Eflâk ordusuyla
karşılaştı. Bu arada Tuna nehrini geçip oraya yetişmiş olan Satırcı Mehmed
Paşa, Haydar Paşa, Hüseyin ve Mustafa Paşalarla birleştiler ve Eflâk ordusuyla
savaşa tutuştular. Önceleri Voyvoda Mihalin ordusunu zor durumlara düşürdüler.
Hatta onların oniki topu da ellerine geçirdiler. Düşman bir ara kendini topladı
ve ani bir saldırıya geçti. Bu sırada yanlış bir manevra yapan Osmanlı ordusu
bataklık sahaya doğru ricat etme durumuna geldiler. İşte o zaman felâket
kendini göstermeye başladı. Satırcı Mehmed Paşanın dışında yukarıda isimlerini
saydığımız paşalar şehidlik mertebesini ihraz ettiler. Allah (c.c.) rahmet
eylesin.
Bu arada sadrazam Sinan Paşa da bataklığa düşmüş boğulmak
üzereyken çok kuvvetli kollara malik bir asker olan Hasan isimli bir nefer
tarafından çekilip çıkarılan Sinan Paşa kurtulmuş, Batakçı lakabı da Hasan'a
unvan olmuştu. Allah-tan bu sırada daha önce Cllahlılardan alınmış bir esir
Osmanlı ordusunun cephaneliğini Mihal'in ordusuna yardımı olur gayesiyle
ateşleyince «sizin kötü sandığınız sizin için hayırlıdır» fehvasının tecelisi
olarak, ordu cephanede gitti şimdi ne yapacağız diye kıvranmaya başladığı sırada
patlamanın meydana getirdiği hengame düşmana bir baskınamı uğruyo-ruz kaygusunu
vermiş ve tabanları yağlayıp kaçmalarına vesile olmuştu. Durumdan bihaber olan
ordu da iyice dağılmıştı. Mihal ta Bükreş'e kadar çekilmişti. İşte savaşlar
bazen böyle olur... Her iki taraf kendisinin kötü durumda olduğunu sanır ve
meydanı kendisinden daha kötü durumda olana terk eder ve bunun birine galip
diğerine mağlup denir. İşte bu vak'a da böyle oldu fakat her iki tarafta da ben
galibim diyecek dil yoktu... Sinan Paşa Mihalin gidişi haberini alınca orduyu
mümkün mertebe toparladı ve Bükreş'ten de uzaklaşmış Mihal'den emin olarak
rahatça Bükreş'e dahil oldu. Burada bazı kiliseleri camie tahvil eyledi,
istihkâmları tamir edip muhkem olmalarına gayret gösterdi. Tergoviç kasabasının
hâkim bir tepesine ahşap bir gözleme kulesi yaptırdı.
Tergoviç Faciası
Asi Voyvoda Mihal, Tergoviç kasabası önlerine geldiğinde, Sinan
Paşa oradan ayrılmıştı. Karşısında üçbin kişilik bir kuvvet bulan Mihal,
mücahidlerin direncini kırarak kaleyi zapt etti. Kaledeki islâm askerlerini
kılıçtan geçirirken, kumandan Ali Paşa ve Koçi Beyi şişe geçirip ateşte
kızartarak cehid etti. Bu zulmüyle haçlı zihniyyetinin ve hristiyanhk taassubunun
ve vahşiliğinin bir örneğini bir kere daha göstermiş oluyordu.
Cürcüra Köprüsü Faciası
Kâfirin Glurgevo bizlerin ise Curcura köprüsü adını verdiğimiz bu
köprü faciası dünyanın en ahmak insanının dahi yapmayacağı bir hatanın
neticesidir. Şöyleki; Savaş ganimetlerinin beşte biri devletin olması hasebiyle,
epeydir seferde olan orduda ganimetlerin mücahidlerin elinde biriktiğini gören
Sinan Paşa mezkûr köprü geçilirken beşte birleri alma hevesine düşmüştü.
Köprünün bir tarafına koyduğu tahsildar vasıtasıyla rüsumları toplamaya
başladığından köprüden geçiş son derece yavaş oluyordu. Defaatle uğradığı
baskınlardan ders almayan bu ahmak ve hain adam başına geleceklerden habersiz
tahsilatı zevkle seyrederken, arabaların bir bölümü köprünün öbür başına geçmiş
bir bölümü de köprü üstündeyken Mihal askeri ile gözükmüş ve durumu görmüştü.
Kurnaz kâfir hemen gerilerden bir top getirmeye seyirt-mişti.
Düşman ordusunun geldiğini gören askerler köprüye koşmuşlarsa da köprünün
arabalar tarafından tıkalı olması ricatı daha doğru bir deyişle kaçmayı
güçleştirmişti. Köprünün yaya ve arabalarla dolduğu sırada heyjıatki hâlâ
tahsilat devam ediyordu. Kurnaz Mihal, getirttiği topun namlusunu köprüye
çevirmiş ve ateşlemişti bile. Köprü büyük bir gürültü İle yıkılırken
üzerindeki askerler, atlar ve arabalar sulara gark oldular ve şehadet
şerbetlerini Tuna'nın soğuk sularında içtiler... Köprünün düşma/i tarafında
kalan kısmındaki Akıncılar çok üstün sayıdaki küffara karşı sadece kılıçla
yaptıkları ümitsiz mücadeleye başlamışlardı... Bu Akıncılar birer birer
canlarını kâfire pahalıya mal ederek dövüştüler, dövüştüler... Can verip
Cennet aldılar, Tuna kıyılarına damla damla kan akıtmışlar ve o kıyıları
kanlarıyla sulamışiardı... Akan kanların son damlası da toprağa düştüğünde
Akıncı taifesinin de sonu ilân edilmiş oluyordu... Onlar orada dövüşe dövüşe
can verirlerken; karşı kıyıda kalan askerler bir şey yapamamanın verdiği
perişanlık içinde kanlı göz yaşları akıtabiliyordu ancak. O şehidler vuruşa
vuruşa gittikleri bu âlemden sonraki ebedi hayatlarının mertebesini
bulurlarken rûzi mahşerde elleri Sinan Paşanın boynunda olmayacak mı? Bu
paşalarla, padişah 3. Mehmed ne yapsın? Bir sürü tarihçi bu padişahın
değersizliğinden dem vurur hem de uhdesinde Eğri Fatihliği ve Haçova meydan
savaşı zaferi oduğu halde... Bu acı olay bununla da bitmemiş, kâfirler Curcura
kasabasının muhafızlarını da şehid etmişlerdi. Tarihler ise Hicri 1004. milâdi
1596 yılını gösteriyordu.
Estergon Kalesinin Düşmesi
Günümüze kadar gelen serhat türkülerinin içerisinde en göz yaşartan
türkülerine isim olan Estergon Kalesi; Prens Mansfeld emrindeki Alman ve Macar
kuvvetleri tarafından muhasaraya alınmıştı. Estergon'u kurtarmak üzere gönderilen
Sadrazam Sinan Paşanın oğlu Mehmed Paşa yola çıkmıştı. Çok değersiz bir asker
olan bu paşa, babasıyla dahi mukayese edilemeyecek bir seviyesizlik göstermiş,
koskoca bir ordunun bu paşanın harp başlar başlamaz korkudan kaçması yüzünden
Prens Mansfeld idaresindeki kuvvetlerin önünde yok olmasına sebep olmaya kadar
varmıştır. Mehmed Paşadan yardım gelir ümüdiyle bütün zorluklara göğüs geren
Estergon Kalesinin kahraman kumandanı kara Ali Bey'in şehid düşmesi,
mukavemetin bittiğinin ilânı oldu. İşte dikkat edersek bu bu misalde de
görülecektir ki; bir adam koca bir orduyu hatalarıyla nasıl mahvediyorsa yine
bir adam gösterdiği azim ve şecaatle geçilmez bir geçit, yenilmez bir kaie oluyor...
Kara Ali Bey'in şehadeti üzerine teslim olan Estergon, prensle yaptıkları
antlaşmada kadın, çocuk ve ihtiyarların hayatına dokunulmayacak garantisini almışlardı!..
Heyhat ona bu kâfirler uyar mıydı? Ne zaman ahdine sadık kalmışlar idi bugün
kalsınlardı... Kahraman Estergon kalesi Mansfeld birlikliklerinin kasap,
müslümanlann ise kurbanlık olduğu bir salhaneye dönmüştü... Halbuki müslümanlar
Estergon'u feth ettikleri zaman öyle mi yapmışlardı?
. Bu seri mağlubiyeler
İbraİl, Varna, Kilia, İsmail, Silistre, Rusçuk, Bükreş Akkirman düşmanın eline
geçti. Sanki bir duvar yıkılmış gibi hat meydana gelmişti. Bu muvaffakiyet
sizlikler Sinan Paşanın vezaretiuzma makamından alınmasına sebep odu. Hazreti
padişah kendi Lalası Mehmed Paşayı sadarete tayin etti. Padişahın yakını olan
Lala Mehmed Paşa devleti alîyye hizmetine çavuş olarak girmişle oniki sene gibi
kısa bir zamada devletin en yüksek memuriyeti olan sadrazamlık mevkiine
erişmişti. Devleti Aliyye'nin kuruluş tarihinden bu vak'aya kadar ve bu kadar
kısa zamanda yüksele-bilen hiçbir devlet adamı olmamıştı. Bu kadar kısa zamanda
yükselen bu zat maalesef bu mevkiide üç gün kalabilmiş ve irtihali dar-i beka eylemiştir.
Sadaret beşinci defa yine Sinan Paşaya tevcih olunmuştu. Dünyanın en ahmak
insanı daha üç gün evvel azlettiği ve yukarıdaki saydığımız
muvaffaki-yetsizlikler sahibi Sinna Paşayı yeniden veziriazam yapmaz. Hazreti
padişah-ahmaklıktan müberra olduğuna göre ortada şu kalır M; oda devlet adamı
eksikliğidir. Halbuki Hacei Sultani unvanlı Saadeddin Efendi daha şeyhülislâm
dahi olmamıştı. Çağalazade ve Siyavuş paşa sürgündedir. Bir çok kıymetli
vezir savaşlarda şehid olmuşlardır. Mevcutların en tecrübelisi olmak hasebiyle
Sinan Paşa yeniden vezaretiuzma
makamına getirilmiştir. Yaşı sekseni geçen Sinan Paşa bir gün
divan toplantısında sadaret kaymakamı Damat İbrahim paşayı «Kaymakamlık
sıfatına dayanarak orduyu hümayuna ne kadar isyancı asker varsa ve kabiliyetsiz
kumandan varsa gönderdin. Bu felaketlerin sebebi sensin» diyerek üzerine yürümüş
ve damad paşayı kemerinden tuttuğu gibi salonun dışına çıkarıp «bu ihtiyarla
İstediğin şekilde dövüşebilirsin» diye meydan okuduğu meşhurdur. Artık bu
sorumluluk ortağı aramakmıdır tabiiki Allah bilir.
Sinan Paşa sadrazamlığı 5. defa ele geçirdiği zaman yeni bir sefer
teşvikine başladı. Ve padişaha «Ceddiniz Kaanunî Sultan Süleyman Hân hazretleri
gibi ordunun başında bulunmanız zaferlerin bize olan küskünlüğünü giderir.
Sancağımıza zaferler getürürsüz» diyerek sefere çıkma babında yerinde sayılacak
tavsiyelerde bulunmaya başladı. Fakat bir yandan Safiye Sultan diğer yandan
Damad İbrahim Paşa bu sefer telkinlerine karşı koyuyorlardı. Sinan Paşanın
Serdar-ı Ekrem sıfatıyla gitmesini münasib görüyorlardı.
Okmeydanı Sahrasına Kılınan Namaz
Bu sıralarda İstanbulda
bütün şiddetiyle hissetilen aralıklı ve tesirli zelzeleler Dersaadet halkının
kuvvei mâneviyesini altüst etmiş, bu mağlubiyetler ve zelzelelere İlahi bir
ted'ip nazarıyla bakan ve ne yapacağını şaşırmış ahaliye aynı zamanda Halife
de olan hazreti padişah Okmeydanı sahrasın-daki Namazgahta imamete bizzat
geçerek namaz kıldırmış ve namazın hitamında Cenab-ı Allah (c.c.)'e içten gelen
bir yalvarışla iltica etmiş, Huzuru İlahide af ve mağfiret, Resûlu Peygamber
(s.a.v.) den şefaat dilemişti. Namazdan kalkıldıkta yeniçeriler «Kaanunî
Sultan Süleyman Efendimiz hem yaşlı hemde nikriz hastalığından muzdaripken
başımızdan ayrılmazdı. Zaferler onun ayaklarının altına saçılırdı. Padişahımız
Efendimiz başımıza geçsin, nasıl zaferler kazanılır» yolu seslenişlerle
arzularını bizzat Hazreti padişaha duyurdular.
Hacei Sultan Hoca Saadeddin Efendi hazretleri padişahı bu hususta
teşvik ettikten sonra sefere karar verilmişti. İşte namazgah namazı devletin
başkanıyla, askeriyle ve ahalisiy-le bütünleşmesine bir vesile olmuştu ve
hayırlı kararların alınmasına müncer olmuştu.
Eğri Seferi Öncesi
Hazreti Padişah niçin tereddüt ediyordu? Bir çok tarihçiler bu tereddüdü
rahatına düşkünlüğü vermişler, bazıları (hâşâ) korkaklığına hamletrnişlerdir.
Bizde derizki; bir sürü mağlubiyyetle biten son iki yıl şüphesiz ki saadece
bizim zayıflığımızdan değil, akılca kabul etmek gerekirki, kâfirlerinde zamanını
değerlendirmesi, tekniklerini geliştirmeleri, ideal birliğine varmaları
muvaffakiyetler temin etmelerinde büyük rol oynuyordu.
Burada çok kısa bir misal vermek isteriz Selahaddin Ey-yübi
Hazretleri üzerine yapılan haçlı seferlerinde, kâfirler harp sahasında safa dizdikleri
askerlerini kalın zincirlerle birbirine bağlarlardı. Ayrıca ağır zırhlar giyer
bu askerler hareket kabiliyetlerini son derece kaybederlerdi, üstelik gayet
hafif elbiselerle savaşa giren islâm mücahidleri, bu safların arasına dahpta
her zincirli guruptan üç beş kişiyi cansız veya hareketsiz kalacak derecede
yaraladımı kâfir savaşma gücünü son derece kaybederdi. Çünkü zincirle bağlı
olduğu ölü veya ağıf yaralı arkadaşlannımı taşısın yoksa, şahin gibi İla'yı
Kelimetullah için cihad eden islâm mücahidleriylemi baş etsin. Tabii zinciri
koparamadığından ve cebanetinden perişan olur giderler çok az bir kuvvetle
saldıran islâm ordusu bu yukarıdan gök düşse mızraklarımızla onu tutarız diyen
ahmakları zirüzeber ederdi.
Gerek haçlı seferlerinin bunlara kazandırdığı görgü gerekse
Avrupa üzerine doğan bir medeniyyet güneşi olan Endülüs Emevi devletinden
öğrendikleri ile bu aptalca hatalardan bir de sadece hristiyanîık için geçerli
reform harekti ve buna bağlı rönesans akımı bu adamların terakkilerine müncer
olmuştu. Her neyse biz gene mevzuumuza avdet edelim.
Şimdi böyle bir kuvvetin karşısına çıkmak ne kadar büyük bir
risktir. Bilindiği gibi ta 1. Murad-ı Hüdavendigâr zamanından beri son koz
daima en iyi şartlar tahakkuk ettiği zaman kullanılır usûlünü hatırlamak
gerekir. Çünkü bir komutanın mağlubiyyeti başka bir ordu ile telâfi olunabilir.
Ama padişahın kumanda ettiği ordunun bir savaş kaybetmesi telafi edilemez
durumlar meydana getirir. İşte Hazreti Padişahın tereddüdü buradan geliyordu.
Yoksa korkaklık ve sefahata düşkünlük gibi ithamlar sadece dar ve suiniyyet
dolu görüşlülere aittir.
Hazreti padişah sefere çıkma kararı verdiği zaman hazırlıklar
başladı. Padişahın başkumandanlığında yapılan seferi hümayunlar Davud paşa
sahrasında kurulan otağı hümayunla başlamak adetinde idi. Fakat Zigetvar
seferinden bu yana geçen otuz sene zarfında hiç bir padişah sefere çıkmadığından,
otağı hümayunun ananevi yeri bulunamıyordu. Buda şunu gösteriyorki, Kaanunî
Sultan Süleyman devrinin komutanlarından ve ileri gelen askerlerinden kimse
kalmamıştı. Belki de tarihçiler bir nesilden bahs ederken ölçü olarak otuz
seneyi ele almayı bu olaydan sonra akıl etmiş olabilirer.
İşte tam bu sırada Sinan Paşa eceliyle ölmüş ve şimdi Be-yoğlunda
Parmakkapi denilen yerde defn edilmiştir. Beş sefer sadaret makamına gelen bu
haris adam çok büyük bir servet biriktirmişti. Servetinin ne kadar olduğunu
buraya yazmamızın sebebini biraz sonra bir islâm düşmanına vereceğimiz cevap
için uygun gördük. Bu Sinan Paşaya, Asya'dan Avrupadan hatta Afrika'dan dereler
gibi servet akmıştı. Ölümünden sonra sakladığı yer altından çıkarılan hazinesinden
şunlar çıkmıştı: Yirmi kasa külçe altın, iri incilerden meydana gelen onbeş
adet teşbih, otuz parça elmas, yirmi Kavanoz dolusu altın, ibrikler, onaltı at
eğeri, otuzdört üzengi, yakutlarla işlemeli otuziki zırh, yüzkırk miğfer,
kıymetli taşlarla bezenmiş pazubentler, gümüşten yemek takımları, altı-yüz
samur ve vaşak kürkü, tilki kürkükaplı otuz tane palto, ipek ve sim ile
dokunmuş ikiyüz parça kumaş, dokuzyüz rus sincabı kürkü, altıyüzbin duka altını
ve ikimilyon gümüş akçe ben ibaret bu listeyi veren L'amartin adlı sözde Türk
dostu kâfir utanmadan «görüyorsunuz Türkiyede mülkiyet hakkı üzerinde ne kadar
zayıf bir teminat vardır. Çünkü Sinan paşanın ölümünden sonra malı mülkü
müsaadere edilmiştir» diyor. Bu müsadereye kötülemektedir. Şimdi bu deyişte doğruca
islâmiyete hücum vardır. Çünkü islâmiyetin mülkiyete vermiş olduğu ehemmiyet
hiç bir beşer'i nizâmın tanzim edemeyeceği kadar güzel ve emsalsizdir. Din-i
islâm hep verin demektedir. Hele hele Kur'an-ı azimüşşanda Cenabı Hakk (c.c.)
meâlen «O altın biriktirenleriniz yokmu, hesap günü biriktirdikleriniz işte
bunlardır diyerek kendilerine gösterilecek ve etirilip boğazlarından akıtılıp,
göğüsleri ve sırtları onlarla dağlanacaktır» buyurmaktadır. Bu hitap her
müslüman gibi Sinan Paşaya da altın biriktiren ve onu saklayan her müslümana
hitap etmektedir. Dünyanın dört bucağından akan bu servet Sinan Paşanın şahsına
değil ihraz ettiği makamın kuvvet ve kudretinden geliyordu. Dolayısıyla o hak,
Sinan Paşa sağken saklamış olmasından dolayı da kendisine ait olmayan bir hak
olduğunun ispatı da sayılabilir. Osmanlı devletinde mülkiyet hakkının zayıf
olduğunu ileri sürmeye kalkan bu sefil, Avrupadaki derebeylerinin; halkının
gelinlerimin ilk gecelerinin dahi sahibi olma yetkisinde olduğunu hatırlasın
ve tarih huzurunda kızaran yüzünü insanlığa göstermemek için başını öne eğsin.
Hazreti Ömer'den sonra islâm adaletinin en büyük temsilcileri olan Osmanlı
Devletine dil uzatmasın.
Eğri Seferi Ve Haçova Meydan Muharebesi
Sinan Paşanın vefatından sonra Damad İbrahim Paşa ve-zaretiuzma
makamına getirilmiş ve Anadoluda sürgünde bulunan Çağalazade mezkur sefer
hasebiyle süvari kuvvetleri komutanlığına tayin olunarak orduyu hümayuna
katılmıştı. Hicri tarih 1004 Milâdi 1596 yılında hazreti padişah İstanbul-dan
yola çıktı. Sadrazam Damad İbrahim Paşa daha önce hareket etmişti. Çağalazade
Sinan Paşa ise düşman eline geçmiş Estergon kalesinin zaptının
gerçeklektirilmesinin yerinde olacağını söylemesi; koca bir padişahın küçük
bir kale fethiyle meşgul olmaması gerektiğine itikat edildiğinden bu teklif red
olundu. Cennetmekân Kanunî Sultan Süleyman'ın bir müddet sıkıştırıp sonra
bıraktığı Eğri üzerine gidilmesi kararlaştırıldı. Bu sefer Devlet siyaseti
mutlak surette büyük bir zafer kazanmak icab ettiğine karar vermişti. Bu doğru
bir görüştü. Çünkü ard arda gelen mağlubiyyetler evlâdı fatihandan olan
müslüman halkta bir huzursuzluk ve Anadoluya daha olmazsa merkeze yakın yerlere
göç etme duygusu meydana getirmişti. Köprü faciasında yok olan akıncı teşkilatının
eksikliği herkeste bu fikre eğilim meydana getirmişti. Müslüman olmayan yerli
halklar ise seri mağlubiyetler alan bu Osmanlı devletinin emrinde yaşamaktan
vaz geçerlerdi.
Adil olan müslümanlar bu halkı memnun ediyor ve harekete
geçmelerine mânı oluyordu. Çünkü onların voyvodaları, beyleri kendi halk ve
dindaşına zûlum icra ettiklerinden bu halk onlara taraftar olmuyorlardı. Bu
halk onların zûlmu yüzünden kendi serpuşlarının yerine rnüslümanın sarığına
razı eliyorlardı. Bu gibi mülahazaları çoğaltmak mümkünse de bu kadardı dahi
devleti Osmaniyyenin kati ve büyük bir zafer kazanmasını şart koşuyordu.
Devlet-i ebed müddet'in politikası da buydu.
Eğri Kalesinin Fethi
Orduyu hümayun Eğri kalesi üzerine yürüdü. Hazreti Padişah; kale
muhafızlarına «Kılıcımın üzerine yemin ederim mukavemet etmeden, her iki
taraftanda kan akmadan teslim olursanız, mücahidlerime Hatvan kalesinde
yapılanları size yapmayacağım. Teslim olmazsanız siz bilirsiniz» diye teslim
olma fırsatı verdi ve teminat olarak mutlaka yerine getireceği yemini ifade
etti. Hatırlıyacaksınız muhterem okuyucular: 1. Murad-ı Hüdavendigâr ülubad
köprüsünden bir daha ne kendisinin nede kendisinden sonraki paişahların
geçmiyeceğine dair küffara verdiği sözü elifi elifine yerine getirdiğini serimizin
birinci cildinde yazmıştık.
Hakikaten ondan sonra bu söz münasebetiyle Osmanlı padişahları
kendilerini bağlı görmüşler ve onlarda bu köprüyü geçmek için
kullanmamışlardır. Osmanlı padişahları daima verdiği sözü tutmuş yerine
getirmiş cihan tarihine hiç bir kâfirin erişemeyeceği yüksek bir ahde vefa
örneği göstermişlerdir. Bu seferde söz veren böyle sözünün eri bir padişahtı.
Fakat kâfir, aşinası olmadığı meziyetleri nerden anlayıp takdir edebilsin...
Bu teminata inanmıyarak teslim olmayan muhafızlar mukavemete başladılar.
Hatvarykaiesİ halkında burada çok kısa bir malumat vererek
mevzuumuza devam edelim. Hazreti padişah, Eğri üzerine yürüyüşe geçtiği sırada
düşman Hatvan kalesini muhasara altına almıştı. Kalenin yardımına Çağalazade
Sinan Paşa gönderilmişti. Fakat o sırada kale düşman eline geçmiş ve küffar
emsalsiz olan canavarlığını tarih önünde yeniden sergilemiş ve kale
muhafızlarını sadece kılıçtan geçirmekle kalmamış üstüne üstlük derilerini
yüzme vahşetini irtikâp etmişti. Hazretİ padişah bu haberi aldığında bir
babanın üzüntüsü içinde göz yaşlan döküyor kıpır kıpır oynuyan dudakları bu
şehidler için fatiha tilavet ediyor ve onları da şefaatlanna nail olma
temennilerini izhar ediyordu. Bütün bu feci haber ve ahval dahi, Hazreti
padişahın insanlığını unutturmamış ve Eğri kalesi muhafızlarına kan akmamak
için çağrıda bulunmasına mani olamamıştı. Ne çareki Eğri kalesi muhafızları
bunu anlayamadılar veya mağlubiyyeti akılları kesmedi bu alicenab teklifi red
ettiler, Ne varki; müdafaaları oniki gün sürebildi. Orduyu hümayun Eğri
kalesini feth etti. İslâm sancağı kale burçlarında yükseldiğinde mücahidler deri
yüzmediler amma muhafızları kılıçtan geçirmeyi de ihmal etmediler. Bizim
Hatvan'daki bunca şehidimize mukabil Eğri muhafızı 4500 kadardı.
Eğri kalesi feth olunmuş, Hazreti padişah 3. Mehmed, Eğri Fatihi
unvanına hak kazanmıştı. Şunu da unutmamak gere-kirki, Nasıl Ak Şemsedin (K.s.)
hazretleri, Fatih Sultan Mehmed ordusunun manevi kumandanıydı aynen Şanlı
Yavuz Sultan Selim hazretlerinin musahibi Hasan Çan'ın mahdumu Hace-i Sultani
(Sultanlar Hocası) Sadeddin Efendi bu ordunun manevî kumandanıydı.
Eğri kalesinin kumandanlığına Anadolu Beylerbeyi Lala Mehmed Paşa
bırakılıp, orduyu hümayun başlarında Eğri Fatihi unvanlı hazreti padişah 3.
Mehmed olduğu halde, Macarların Keresteş dedikleri bizlerin ise aynı manâya
geldiği için Haçova dediğimiz yere geldi.
Osmanlı ordusu 100.000 kişilik bir kuvvetle ovaya indiğine
karşısında Arşidük Maksimilyen kumandasındaki Alman, Avusturya, Macar, İspanya,
Papa'lık, Çekoslovak, Leh, Floransa, Erdel kuvvetleri yeni bir ehli saliple
karşılaştığını gÖr-dü. Bunların yekûnu 300.000'i mütecüvizdi.
Haçova meydan savaşını anlatmak için biz burda iki bölüme
ayırmayı ve bu bölümlerden birincisini ise beş kısma ayırmayı uygun gördük.
Birinci Bölüm Savaşın Cereyanı İkinci Bölüm Savaş Sonrası
Birinci Bolümün İlk Kısmı
Pekâlâ bilindiği gibi ve daha evvelki sahifelerde de ehemmiyetle
bahs ettiğimiz gibi savaş mutlaka istihbarata dayanmalıdır. Ve istihbaratta
isabet yânı zaferdir. Osmanlılar, Avrupa topraklan üzerinde yaptıkları
fetihlerde istihbarat faktöründen azami istifadeyi sağlamışlardır. Bu
İstihbaratın teminine klâsik metod şöyle idi. Küffar saflarına serdengeçtiler
gönderilir ve «dil» tabir edilen düşman askeri yakalanır ve sorguya çekilir.
Tabii bunun aynının'da düşman yapardı. Fakat onların netice alması çok zordu.
Çünkü, İslâm askeri ölümü cana minnet bilip, şehidler için Cenab-ı
Hakk'ın kitabı muhkemde «Söz Allah yolunda ölenlere ölüdür demeyiniz, onlar
hay'dırlar, diridirler fakat siz anlayamazsınız» hitabıyla muhatap
olduklarından can verir, düşmana sır vermezlerdi kâfir elde ettiği «dil»i
konuşturmak için eziyyet eder, eziyyet müslümana Rabbinİn bir nimeti geldiğinden
o eziyyete dayanıp, ecir ama gayretine yapışır. Halbuki müslümanlar aldıkları
«dil»lere gayet iyi muamele eder, bu iyi muamele onlara akli ve vicdanlı bir
tefekkür getirir. Ayrıca rnüslümanın sözünü tuttuğundan emin olduğundan canı
için aldığı vaat doğru konuşmasına yeter de artar bile. Her neyse... Kırım
Hânının atlıları çok hızlı ve atılgan olduklarından dil yakalamakta pek
ustaydılar. Sert görünüşleri, ilk anda kâfirin aklını başından alır can
kaygusuyla çoğu zaman sormadan söyleyiverirlerdi. Yine böyle bir dil alıp gelen
Fetih Giray'ın askerleri, düşmanın kalabalık olduğunu ve baskına
hazırlandıklarını öğrendiler. Bu istihbarat divana bildirildi. Hadim Cafer
Paşaya onbeşbin kişilik bir kuvvetle saldırıya geçmesi emrolundu. Cafer Paşa bu
verilen kuvvetin çok az olduğunu, düşmanın ise çok kalabalık olduğunu söyledi.
Dinletemeyince emrine verilen kuvvetin başına geçti.
Düşman elde edilen istihbarın gösterdiği kuvvetten çok daha
kalabalık ve kuvvetli idi. Bu büyük kuvvet karşısında Cafer Paşdnın onbeşbin
mücahidi, güneş karşısında kar'ın erimesi gibi eriyordu. Cafer Paşa harp
meydanında sabit kadem çarpışıyor büyük bir tevekkülle «Alnımın yazısı bu
imiş» diyerek sebat ediyordu. Fakat mücahidler bir bir düşüyor, şehadet
şerbetini içiyorlardı. Önündeki hizmet neferleri, arkasındaki tüfekçiler şehid
olduğu halde Cafer Paşa yerinden ayrılmıyor savaşa devam ediyordu. Tecrübeli
gaziler bu kahraman Paşayı ancak yaka paça harp sahasından
uzaklaştıra-bildiler. Paşanın hayatını ancak onun emirlerini dinlemeyerek
kurtarabildiler.
Paşanın hayatı kurtulmuşsa da toplar ve bütün ağırlıklar düşmanın
elinde kaldı. Rumeli Beylerbeyliğine Sokulluzade Hasan Paşa tayin olundu. Bu
safhadaki mağlubiyyetin sorumlusu damad İbrahim Paşa idi. Çünkü itiraz eden
Cafer Paşaya fazla asker vermediği gibi bir de üstelik korkaklıkla itham eden
oydu.
Birinci Bolüm İkinci Kısım
Birinci kısımda uğranılan bu darbe hem padişahta hem de
veziriazamda bir maneviyat sarsıntısına sebeb oldu. Bunun üzerine bir harp
divanı toplantısı yapıldı. Damat İbrahim Paşa, Safiye valdesultandan aldığı
talimat üzerine padişahı harplerden uzak tutmak gibi lüzumsuz bir gayrete
kapılmıştı, padişah susuyor ve müzakereleri sükûnet ve dikkatle takip H'vordu.
Veziriazam kumandayı bir vezire vermek ve padi-hı cıeri göndermek lâzım
geldiğini ileri sürüyordu. Toplantımı bulunan Hoca Saadeddin Efendi bu teklife
şiddetle karşı çıkarak avazı bülendle (yüksek sesle) «Bu iş büyük işdir. Şu
veya bu paşaya bırakılacak iş değildir, Hazreti padişahın baş olma zamanıdır»
sözleriyle meseleye ağırlık koydu. Sokulluzade Hasan Paşa da Hoca Efendiyi
destekleyince ortada mesele kalmadı. Padişahın ordunun başında kalması ve
düşman üzere ne tertip gidilmesi konusu gündeme getirildi. Bu sırada Fetih
Giray'ın adamları ele geçirdikleri 60 kadar dilden düşmanın çok kalabalık
olarak iki gün içinde oraya dahil olurlar istihbaratı istintak neticesi
belirlenince, orduyu hümayunun bulunduğu sarp yerden inip ovada saf tutup, kesin
bir imha savaşı yapması kararlaştırıldı.
Birinci Bölüm Üçüncü Üçüncü Kısım
Ordunun öncülüğünde Çağalazade Sinan Paşa, Diyarbakır Beylerbeyi Kuyucu
Murad Paşa (bu kuyuculuk lâkabı Celâli-leri tenkili sırasında aldığı lakaptır
ki 1. Ahmed,Hazretlerinin Veziriazamlığı sırasındadır.) ve Fethi Giray tayin
edildi. Tarihler 1005 Hicri 1596 miladi yılının sonbaharını gösterirken iki
ordu karşı karşıya geldiler. Eğri Fatihi Hazreti Padişah merkezde yer almış,
sol cenahta, savaş Rumeli topraklarında olduğu için Anadolu askeri sağ cenahta
ise Rumeli Beylerbeyliğine ait askerle Tamışvar Beylerbeyi askerleri
bulunuyordu.
Savaş başladığında düşmanın karan hemen anlaşılmıştı ve üstelik
şimdiye kadar hiç görmemiş olduğumuz bir tabya kullanıyorlardı. Bir koni
halinde diğer tabirle bir burgu gibi, direk olarak merkeze yükleniyorlardı.
Kati neticenin buranın sükut ettirilmesi halinde alınacağını hesaplamışlardı.
Bu de-ğişik stildeki hücumlar netice alıcı olmaya başlamıştı. Merkezi çember
içine altılar top gülleleri çadırların arasına kadar düşüyordu. Etrafına düşen
gülle ve şarapnel parçalarına ehemmiyet vermeye n 3. Mehmed yerinden bir santim
bile oynamıyor, cesaret ve heybetle savaşın safahatını takip ediyordu. Bu
durumun padişaha bir zarar vermesinden ürkenler, kendisini daha geride olan
Müteferrika çadırına Yunus Ağanın yanına çekmeye çalışıyorlardı. Gün ilerlemiş
karanlık çökmeye başlamıştı. Düşman akın yapmayı durdurmuş, savaş ertesi gün
devam etmek üzere talik olunmuştu.
Sabah olduğunda padişahı gene savaş alanından çok uzakta tutma
gayretlen görüldü. Hazretİ padişah «Bilirim dün çok endişe ederdiniz yağan
gülleler zarar eriştirir diye, bir neferime inen gülle sanki bana inmemiş
sanırsınız» dedikten sonra Hazinedarbaşından Hırkai Saadeti getirmesini istedi
o mübarek hırkayı o iki cihan serverinin hırkasını halifei ruyi zemin olarak
giydiler ve «Esselatü vesselam Efendimizin himmetleriyle bize artık bu sahrada
bir şey olmaz» diyerek endişe edenlerin kuvvei maneviyelerini yükseltti. Atına
binip Sancak'ı Şerifin yanındaki yerine doğru ilerledi. Vakit öğleyi geçtiği
halde düşman henüz saldırıya geçmemişti. Demek ki çok kuvvetli bir hücum
hazırlıyorlar ve mücahidleri asap bozucu bir bekleme devresine sokmak
istiyorlardı. İkindi vakti gelip çattığında bütün mevcutlarıyla hücuma kalkan
küffar, Sokulluzade Hasan Paşanın tuttuğu geçidi bir hamlede aşmış merkeze
yeniden yüklenmişti. Hasan Paşa bir sürü gibi giden küffarı durdurmak için
gayret sarfediyorsa da muvaffak olamıyordu. Merkezdeki kuvvetler bu çığ
karşısında tutunamı-yorlardı. Hasan Paşaya merkeze yardıma koşması emrolundu,
fakat yardım için kuvvetlerini yola çıkarmak istedi isede muvaffak olamadı üstelik
kendi birlikleri de dağılmış oldu.
Birinci Bölüm Dördüncü Kısım Sebat Anı
Düşman kuvvetleri bir çığ gibi ordunun içinden geçmişler, artık
otağı hümayunun önlerine gelmişlerdi. Birçok çadırların ipini kesip
deviriyorlar, ellerindeki filamaları hazine sandıklarının üzerine
dikiyorlardı. Padişahın yanında zafere inanmışların kendine mahsus hali içinde
soğukkanlılıkla durumu takip eden ikinci şahıs Hoca Saadeddin Efendi,
Halifenin atının dizginlerine yapışmış durmadan sabır ve sebat telkin edici ayetleri
gür bir sesle okuyordu. Birçok tarihçiler burada dizginlere yapışmayı Hazreti
padişahın kaçma arzusu göstermesi üzerine Hoca Efendinin bunu önleme gayreti
gibi göstermişlerdir.
Bu görüşe katılmak mümkün değildir. Şüphesiz ki Hoca Saadeddin
Efendi baş taraflarda söylediğimiz gibi bu savaşın manevi kumandanıdır. Bunu
hiç kimse aksi bir şekilde iddia edemez fakat illa Hoca Efendiye çıkarılacak
bir paye için padişahı düşmana sırtını gösterecek bir cebanet biçmeyede
kimsenin hakkı yoktur. O padişahki düşman safları arasından gece karanlığında
bembeyaz atıyla kumandanına ulaşan Hazreti Yıldırım Beyazıd'ın torunlarındandi.
Hazretİ padişah atının dizginlerini tutan hocasına okuduğu ayetler için «oku
hocarn amenna ve sadakna» diye cevaplar veriyordu. Şüphesiz ki Kur'an-ı
Kerimin her bir ayeti müslümanın kalbine nasıl inşirah veriyorsa hazreti
padişahında kalbine aynı ümit ve zafer şerrafelerini veriyordu. Ne varki bu
teşvik ve metanete rağmen firar umumileşiyordu. O zaman Hazreti padişah
Saadeddin Efendiye sordu: «Efendi hazretleri şimdiden sonra tedbir nedir.» Hoca
Efendi cevap verdi: «Efendimiz sabır ve
lâzımdır. Ecdadınızda savaşlarda böyle zor anlar yaşadılar sebat
ettiklerinden zaferler kazandılar. İnşaallahü Teâlâ Mucizatı Muhammed
Aleyhisselâm ile zafer ehli islâmındir.»
Bütün ümitier azalmış hatta sönmeye yüz tutmuştu. Artık padişahın
iç oğlanları bile firara başlamışlar idi. Bunların bile kaçtığını gören bazı
askerler padişah hazretlerini sorduklarında şu yalan cevabı alıyorlardı
«İkindi vakti bir arabaya binip kaçtı» bu cevap üzerine firarlar son haddi
bulmuştu.
Birinci Bölüm Beşinci Kısım
Artık hava kararıyor, kâfirler ise zafer sarhoşluğu içinde çok
zengin bir durum arzeden merkezde yağmaya başlamış ve çadırların arasında
gayrınizami bir halde dolaşıyor ve yağmalayacak mal, para araştırıyordu.
Bunları çadırlar arasında gören at seyisleri, ahçı yamağı, ahçilar, hamallar,
oduncular, kimi kepçe ile kimi balta ile kimi maşa ile önüne gelen kâfire
vuruyor ve vururkende düşman bozuldu diye avaz avaz bağınyorlardı. Ordunun
firarla sebat arasında henüz karar verememiş olanları bu sesleri duyduğunda
hamiy-yet ve şecaatleri avdet etti. Bir güzel toparlandılar ve düşmanı yok
etmeye başladılar. Pusuya yatmış olan Çağalazade Sinan Paşa da düşmanın
arkasından hücuma geçince ilk hamlede yirmibin kadar kâfiri bataklıklara sürdü
ve onları teief etti. iki ateş arasında kalan düşman pek korkunç bir
mağlu-biyyete uğradı O akşam karanlığına kadar ellibin kâfir yokluk deryasına
daldılar.
Haçova sahrası, başında padişah bulunan İslâm ordusuna bir zafer
alanı olma vazifesi ve şerefine nail olmuştu. Düşmanın 95 topunun elde
edildiği bu savaşta onbin duka altını da ganimet olarak ele geçmişti.
Muvaffakiyyetin kendi eseri olduğunu söyleyen Çağalazade vezareti uzma
makamını hak ettiğini iman yoluyla bu sözlerle ifade etmişse de Hazreti padişah
pek oralı olmamış, savaş alanının son kırıntılarını kolamakta olan sadrazam
Damad İbrahim Paşaya seni vazi-f den alıyorum demeyi kendisine yakıştıramamışsa
da Hoca Saadeddin Efendi ve Kapıağasının İsrarları Çağ-alazadenin adrazamlığına
vesile olmuştu. Şunu burada hatırlatalım ki: Topkapı sarayının içine girip
ikinci kapıda dev bir miğfer görenler bu miğferin mutbak personeline Haçovada
düşmanı kepçeyle vurmalarından dolayı almış oldukları mükâfattır.
İkinci Bölüm
Bu savaş Osmanlının uzun zamandır peşpeşe gelen mağlubiyetlerini
örten bir şal vazifesinden Öteye gitmemiştir. Çünkü zaferin tamamlanması yâni
oralara orduyu hümayunun kış geçene kadar bekletilmesi ve baharla birlikte
yeniden kâfir üzerine yürünüb onların toparlanmasına fırsat verilmemesi icab
ediyordu diye bir çok tarihçiler hatta Peçevi İbrahim Efendi dahi o savaşta
bulunmasına rağmen aynı minvalde kanaat serd eder. Halbuki savaşın ne
zorluklar ve anlaşılmaz bir esrar içinde kazanıldığı açıkça görülmektedir. Yerinden
bir parmak dahi oynamayan padişahı «bir arabaya binip ikindi vakti kaçtı»
diyerek bozgunu umumileştiren bir maiyet, düşmanın hücumuna dayanamayıp sırtını
savaş alanına döneri otuzbinden ziyade muharip, birde sadrazam değiştirme
işleminin harp sahasında yapılması, ordunun beraberliğini sarsmaya müncer
olacağını göz önüne alırsak hakikaten bu savaş ard arda gelen mağlubiyyetleri
örten bir şal vazifesi görmüştür. Fakat bunun daha ileri safhaya götürülmesini
düşünmek yukarıya yazdığımız sebebler yüzünden mümkün değildi. Amma illede
İsrar edersek o zamanda itham etmiş oluruz. Çağalazade bu savaşın
firarilerinden bir çok kişiyi idam etmiş, bazı Anadolu beylerinin vazifelerini,
tımarlarını ellerinden almış, bunların şekavete başlamalarına vesile olmuştu.
Velhasıl bu savaş orda bitmiş kâfirin yeniden islâm üzerine yürümesini
engellemişti. Ancak iç karışıklıklara vesile olacak icraat yaptığından
Çağalazadenin sadrazamlığı kırk gün sürebilmişti. Safiye valde sultandan gelen
bir mektup Damad İbrahim Paşanın yeniden sadarete, Çağala-zade ise sürgüne
gönderildi. Hatta Hoca Saadeddin Efendi dahi tehlikeli anlar yaşadı. Hele
Çağalazadenin Haçova savaşında büyük faydalan görülen Fetih Giray'ı Kırım'a
Hân tayin etmesi, ağabeyi Gazi Giray'ı azletmesi iki kardeşin arasını açmış ve
Fetih Giray bu tayinden içtinab ettiysede, sadrazam ısrar etmiş akibet Kırım
sülalesinin içinde değerlendirildiğinde Fetih Giray ve evlatları Cengiz yasası
icabı yay kirişi ile boğulmuşlardı. Böylece lüzumsuz mükâfatlandırma mükemmel
bir insanın ve evlatlarının ölümlerine mâl olduğu gibi artık Kırımlıların,
Osmanlıya bakışlarına başka bir zaviye getirmiştir. Padişah sefer dönüşü,
Belgrad'a Serdar olarak Sokulluzade Hasan Paşayı bırakmışsa da sadrazam Damad
İbrahim Paşa bu tayini iptal ederek yerine Satırcı Mehmed Paşayı getirmiştir.
Mehmed Paşa genç ve gayretli bir paşa olmasına rağmen Kırım Hânı'nın yardım
etmemesi sebebiyle Nemçe ve Erdel kuvvetlerini müttefikan tekrar ele geçirdikleri
Tata ve Vaç kalelerini istirdad edemedi.
Padişahın Karşılanışı
Hazreti padişah Valdesultan tarafından ta Edinde'de karşılanmıştı.
Eğri Fatihi olan oğlunu kucaklıyan Valde sultan onunla beraber büyük bir
debdebe ve şâşâa içinde İstanbul'a duhul etmişlerdi. Şah Abbas tarafından
gönderilen Safavi elçisinin, küffar üzerine yapılan seferden dönen padişahı
kıymetli hediyelerle karşılamaya gitmesi fevkalâde güzel bir jest ayrıca
Venedik ve Fransız elçileri de dindaşlarını perişan eden nrduyu ve onun şanlı
kumandanı padişah hazretlerini karşılamaya koşmuşlardı...
Sulh Müzakereleri
Hicri 1006 Miladi 1597 yılında Diyarbakır Beylerbeyi Mu-rad Paşa
(Kuyucu), Kadı Ali Paşa ve Budin Kadısı Habil Efendi, Vaç ovasında buluştukları
Nemçe murahhasları ile yaptıkları sulh müzakerelerinde bir ilerleme kayd
edemediler. Çünkü küffar bu savaşın neticesinden yılmamıştı. Evet büyük bir
kıyamdı, kâfir savaşı kaybetmişti fakat savaştan sonra orduyu hümayundaki
cezalandırma hareketinin farkındaydı ve bu yara mutlaka kanayacaktı. Osmanlı
artık iç gailelerle uğraşacaktı. Dolayısıyla bu taraflara kolay kolay bir daha
böyle büyük bir sefer tertipleyemezdi... Bu kanaat onları uz-laşılmaz adamlar
haline getirdiğinden bu müzakerelerden bii netice çıkmadı. Beri yandan
sancakları ellerinden alınan Karaman, Güney Anadolu ve Saruhan askeri sefer
dönüşü memleketlerine giderken yol boyunca yağmalama hareketlerine başladılar.
Yanık Kalenin Elden Gitmesi
Satıra Mehmed Paşanın, Damadı İbrahim Paşa tarafından serdar
yapılması ve bu paşanın gösterdiği azami gayrete rağmen Kırım Hâni'nın muavenet
göstermemesi hasebiyle rnuvaffakiyetsizlİğe uğradığını kısaca yazmıştık.
Satırcı Mehmed Paşanın raporu Dergahi padişahiye varınca; hem sadrazam hemde
satırcı azledilmişlerdi. Sadrazamlığa Mısır valisi Hadım Hasan Paşa tayin
edilmiş Şeyhülislâmlık ise üç nam-zetin içinde Hoca Saadeddin Efendi
Hazretlerine nasib ol-rnuş, meşhur şâir Baki ve Karaçelebizade naili emel olamamışlardı.
Tabiiki Hoca Efendinin padişahın hocası olması Şeyhülislâmlığa sebebken şâir
Bakî'nin katledilen şehzade Mustafa'nın hocası olması bu makamı ihraz etmesine
mani bir husus olarak düşünmek yanlış olmaz. Sadrazam Ali Paşa ise Hoca
Saadeddin Efendiyi istememiş şair Bakî ve Karaçe-lebizadeye meyyal olduğunu
belirttiğinden şüphesizki hâl ehli olan Hoca Saadettinin manevi tokadını yiyip
hem sadareti, bir kaç gün sonra da hayatını Yedikule zindanında kaybetmişti.
Bütün bunlar olurken Yanıkkale muhafızlarının gafleti yüzünden, yiyecek
getirdik diye mortolosların hilesiyle gece yarısı kalenin yan kapısı açılmış ve
düşman baskın yaparak bütün muhafızları kılıçtan geçirmişti. Böylece Kaanûni
Sultan Süleyman'ın bergüzarı bu önemli kale Avusturyalıların eline geçmişti.
Bu acı haberi İstanbul'a getiren yeniçeri, padişahın kayıkla Eyübe gittiğini
öğrenek oraya varıp kayıktan inip ata binmekte olan padişahı görünce
«Yanıkkaleyİ kâfir zapt eyledi, kande gidersiz» diyerek seslenince Hazreti padişah
atını durdurup, haberi yeniçeriden bizzat dinlemiş ve sonra büyük bir üzüntü
ile derhal saraya dönmüştür. Satırcı Mehmed Paşa bu haber üzerine idam olunmuş
veziriazamîık makamına üçüncü defa Damad ibrahim Paşa, serdarı Ek-remlik
unvanımda uhdesine alarak Önce Macaristan'a oradan da Belgrad'a geldi. Kırım
Hânı Gazi Giray'da Macaristanda kalıp kışı geçirdiler. Bu arada sulh için
düşman müracaat etti. Neticede uyuşmak mümkün olmadı. Kış ise iyice bastırdığından
harp mevsimi geçmişti. Kışlıkta artık tecrübeler kazanmış olan sadrazam orduyu
disipline etti. Bu arada Fransızlar, daha evvelden gelip yardımcı oldukları
Avusturyalılardan bir seneden beri maaşlarını atamıyorlardı.
Bu sebepten Osmanlı ordusuna gönderdikleri bir haberle bir senelik
birikmiş maaşlarımızı verirseniz Papa Kalesini size verelim teklifinde
bulundular. Sadrazam üçbin Fransız askerinin maaşını hesap etti. Altmışbin
altın gibi bir meblağ tutuyordu. Padişaha durumu bildiren sadrazam müsbet
cevap aldıysa da bu arada kaleye gelen Avusturyalılar Fransız paralı
askerlerin çoğunu öldürdüler. Bu arada Budin Beylerbeyi Sü-leman Paşa bir
teftiş sırasında esir düştüğünden Lala Mehmed Paşa'ya Budin muhafızlığı Rumeli
Beylerbeyliğine ek vazife oarak verilmişti.
Kanijenin Fethi
Veziriazam Damad İbrahim Paşa kıştan çıkan orduyu hümayun ile
yola çıkmış ve ileride devlete çok büyük hizmetler verecek olan Diyarbakır
Beylerbeyi Murad Paşa (Kuyucu)yı bir miktar kuvvetle Öncü olarak Bobofça kalesi
üzerine gönderdi. Veziriazamın hedefi Estergon gözüküyordu.
Bu arada Murad Paşa söz konusu kaleyi zapt etmişti bile. Önüne
çıkan bir düşman birliğinide imha eden Tiryaki Hasan Paşa ki; bu Tiryaki
lakabını daima düşmanı yenmesinden dolayı İhraz ettiği emareleri kuvvetli olan
bu serhad boylarının 87 yaşındaki kahramanı, Ösek civarında sadrazama iltihak
etti. Btırada yapılan müzakerede Estergonun istirdadından vaz geçilip
ehemmiyetli bir kale olan Kanije üzerine gidilmesi kararlaştırıldı. Bazı
tarihçiler bu kararın, Kanijenin Veziriazamın doğum yeri olması hasebiyle
alındığını yazarlarsa da buqa iltifat edecek emare bu kadar zayıf delillere
da-yandırılamaz. Ayrıca şunu da unutmamak icab ederki kalenin stratejik önemi
Osmanlının fethinden sonra düşmanın büyük bir kuvvetle muhasaraya kalkışmış
olması tercihin özel sayılacak bir sebebe dayandığını gösteren delil olarak
sayılması daha akli ve mantıkidir. Hoş sadrazam'ın doğum yeride olsa ne lâzım
gelir ama tarihçilerin burdaki maksatları çarpık olduğundan biz üzerinde bir
nebze olsun durmayı uygun gördük.
«Düştürül Mücahidin lî İzeddin» adlı eserin tevazu sahibi ve
böylece adı meçhul kalmış yazan muhtelif makalelerinden müteşekkil bu
kitabında Kanijeden bahs eden bölümünde söz konusu kalenin fethinin çok daha
evvelden tasarlandığını, son derece ileri görüşlü ve kurnaz bir asker olan Tiryaki
Hasan Paşa kendisinin yetiştirdiği serdengeçtilerden birini epey müddet evvel
Kanijeyi muhafaza eden düşmanların yanına göndermiş ve onlara esir olmasını
tenbihlemişti. Bu tedbirin yeri geldiğinde ne büyük bir hizmete müncer olduğu
anlatılacaktır.
Kale muhasaraya alınmış fakat muhafızları bütün güçleriyle
dayanıyorlardı, üstelik kaleden yaptıkları top atıştan Osmanlı ordusuna çok
zarar veriyordu. Kırk günü geçen muhasarada düşman azimle dayanıyor, her an
yardım gelecek ümidi dayanma gücünün istinadı oluyordu. Muhkem olan kale
direniyor, veziriazam, Tiryaki Hasan Paşa'ya soruyordu «Paşa karındaş bu nice
iştir? İhtiyar delikanlı gülümseyerek «Kaleyi içten fetih lâzımdır» diye cevap
veriyor ve kaledeki serdengeçtinin yapacağı icraatı bekliyordu. Kırk günden ziyade
süren muhasarada adamına olan itimadı bir an bile sarsılmayan paşa onun
mutlaka Allanın izniyle önemli bir görev yapacağına inanıyordu. Bu durum bir
kumandanın maiyyeti-ne olan itimadının en müşahhas ve emsalsiz örneklerinden
biri İdi... Kaledeki esir serdengeçti, kale muhafızlarından ziyade topların
islâm ordusuna zarar verdiğini gördüğünden, işin nerede hal edileceğine karar
vermiş, bütün dikkat ve çalışmasını kalenin cephaneliği üzerine teksif
etmişti. Ne yapıp yapıp cephaneliğe sokulması lâzımdı.
Küffar, cephaneliği çok sıkı şekilde kontrol ediyordu. Bizim
serdengeçti ile esirleri çalıştıran muhafızların gözlerinin içine bakıyor,
onların verdiği her vazifeyi çabucak yerine getiriyordu. Ayrıca bu vazifeyi
canu gönülden yaptığı intibaını vermek için azami gayret gösteriyordu. Yabancı
dil bilmesi ise ona büyük avantajlar temin ediyordu. Kısa zamanda kendisini
düşmana beğendiren bu fedakâr islâm mücahidi bir qün cephaneliğe sokulmaya
muvaffak oluyor, duvarda yanmakta olan meşaleyi indirerek barut dolu fıçılaran
birini ateşliyor ve cephanelikle birlikte havaya uçan bu yiğit müca-hid
düşmanın savunmasını sona erdirirken islâm Şâiri Meh-med Akif Bey'in söylediği
gibi «Sana ağuşunu açmış duruyor peygamber» mısraındaki mânâ içinde ruhu
mübareki ile şehidler zümresine katılmış, düşmana pes dedirtip müslü-manlara
bir fetih daha sağlamıştır.
Muhterem okuyucu, bu muhterem şehide bu cümlenin sonunda aynen
Burak Reis'e ve onun kıymetli arkadaşlarına yaptığımız gibi bir FATİHA
okuyalım.
Kale cephaneliğinin yok olması, düşmanın teslimini intaç etmişti.
Düşmanlara tavuk kümeslerine varıncaya kadar alıp gitmeleri müsaade olundu.
Kanije Beylerbeyliği ihdas edildi. Çünkü Sadrazamlar, seferde Serdarı Ekrem
sıfatıyla hazır bulunursa bu tip makam ve mevkiler meriyete koyabilme
selahiyetlerine de haizdiler. Kanije Beylerbeyliği Tiryaki Hasan Paşa'ya
verildi.
Sadrazam; Kanije kalesinin fetih olunduğu haberini hazreti
padişaha bildirdiğinde aldığı cevap onun en büyük manevi mükâfatı\)lmuştu.
Hazreti padişah şöyle diyordu: «Hayatın devam ettikçe makamında kalacaksın.»
Üçüncü defa elde ettiği sadaretinde tecrübesi artan Damad İbrahim Paşa bu son
sadaretinde cidden önemli işler gördüğü gibi orduyu da bir intizama koymuş,
güngörmüş Paşalar ve Bey'lerin fikirlerinden istifade etmeyi öğrenmişti. Bunun
neticesi olarak zaferler kazanmaya başlayan ordunun muvaffakiyetleri padişahtan
böyle son derece güzel bir taktirname almasına müncer olmuştu. Fakat ne yazık
ki; birdenbire hastalanan veziriazam kısa bir hastalığı müteakip vekâleti Lâlâ
Mehmed Paşaya verip vefat etti.. Paşa vefat ettiğinde tarihler Hicri 1010
milâdi 1601 yılını gösteriyordu. Veziriazamın cesedi tahnit ettirilerek
Dersaadete getirilip Şehzadebaşı Camii avlusundaki mezarlığa defn
olundu. Merhum sadrazamın vasiyeti üzerine vekâlet görevini yüklenen Lâlâ
Mehmed Paşa sadrazamlığa asaleten tayinini beklerken hem sadrazamlık hemde
serdar-ı ekrem-lik, sadaret kaymakkamlığı yapmakta olan Yemişçi Hasan Paşa'ya
tevcih olundu. Demekki saraya yakın yerde olan külahı kapmıştı. Yeni sadrazam,
hazreti padişahtan aldığı bir irade-i seniyye ile derhal ordunu başına geçmek
üzere yola koyuldu. Orduyu hemen harp nizamına sokan Yemişçi Hasan Paşa, o
sırada İstoni Belgradın düşman tarafından muhasara altına alındığı haberini
aldı. Düşman üzerine tereddütsüzce yürüyen sadrazam, İstoni Belgradın düşman
eline geçtiği haberini de aldı. Bu arada ise Arşidük Maksimilyen kırk bine
yaklaşan bir kuvvetle Osmanlıların eline henüz geçmiş sayılan Kanije kalesi
önlerine gelmişti. Tiryaki Hasan Paşa, sadrazama haber gönderip imdat istemişse
de, İstoni Belg-rad önünde iyi gitmeyen işler hem Hasan Paşanın vâki imdat
davetine yetişilmeye mani olmuş, hemde az kalsın koca Sadrazamın dahi esir
düşebileceği musibetlere uğramışlardı. Yeniçerilerin bir bölümü ise ordudan
kaçmıştı. Sadrazam için yapılacak bir şey kışı Belgrad'da geçirmek ve Tiryaki
Hasan Paşa için dua etmekti... O da zaten öyle yaptı.
Kanije Savunması
Dünyanın bilinen tarihi içinde bu yana harbler tarihinde İki Cihan
Serveri Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerini Gazvelerini hariç tutarsak, hiç bir
savunma savaşı bu kadar kuvvet farklılığı ile yapılmış ve «Harp Hiledir»
mealindeki hadisi şerifin tatbik sahasına bu kadar vukufla uygulandığı
rastlanmamış ve savunmacılar çok az bir kuvvetle bu kadar büyük ve kesin savaş
kazanmamışlardır. Ancak böyle bir muvaffakiyeti Kanije Kalesi rnüdafiileri ve
onların kumandanı, zaferler tiryakisi, bir kabı Alacaatlı, diğer lakabı Tiryaki
olan Hasan Paşa ki, bu q7 vasmdaki ihtiyar delikanlı dünya harp tarihine
silinmez harflerle adını yazdırtmıştır. Bu şanlı destanı, mümkün merbe
detaylarıyla anlatma arzunusu duyuşumuz sadece bir zafer olmasından değil
Allah'a inanç, Resulûllaha bağlılık, millete sevgi, vazife aşkının yüceliğinin
buram buram tütmesinden gelmektedir.
Arşidük Maksimilyen, kırk bin kadar asker ve dev gibi gülleler
atan kırkiki topla Kanije kalesini muhasara etti. Ve sabah, akşam kaleyi
toplarla ateş yağmuruna tuttu. Tiryaki Hasan Paşa, sadrazama bir haberci
gönderme lüzumunu duydu. Küçüklüğünden beri yanında yetiştirdiği bir kaç lisan
bilen Karapençe adlı serdengeçtisini yardım isteğiyle göndermeye karar verdi.
Karapençe, paşasının emrini yerine getirmek üzere derhal yola çıktı. Çok kısa
zamanda sadrazamı Belgrad'da bulup mektubu veriverdi. Veziriazam daha evvel
söylediğimiz ve esir düşme tehlikeleri geçirdiği sefere gitme hazırlıkları
içinde idi. Karapençenin getirdiği mektuba cevabı İstoni Belgrad üzerine
gittiği ve dönüşte imdada geleceği meyanında idi. Karapençe derhal paşasının
yanma dönüp
cevabi mektubu verdi.
SadrazaVıdan gelen mektubu okuyan Hasan Paşa bu mektubun
rnücahidler arasına iyi tesir yapmayacağını tahmin ederek, kendisi bir başka
mektup kaleme aldı. Düzenlediği mektupta sadrazam güya şöyle diyordu: «Gazilerimin
hepsinin fedakârca, kahramanca müdafaaya gayret göstereceklerini biliyorum.
Çok yakında bizde oraya gelir ve ol gaileyi hep beraber ortadan kaldırırız.»
Tiryaki Hasan Paşa, bütün mücahidleri toplatıp onların kuvvei maneviyelerini
yükseltecek bu mektubu okuttu. Metubun münderecatı mücahitlere bir sürür ve
sevinç onun yanında da gayret husule getirdi.
Bütün bunlar olmakta iken Arşidük Maksimilyan kuvvetleri Kanije
Kalesine girebilmek için Berk Suyu üzerinde bir köprü yaptırmıştı. Tiryaki
Hasan Paşa, ani bir huruçla köprüyü ateşe verdi. Bu sırada Serdarı Ekrem
Yemişçi Hasan Paşanın kuvvetlerinin bir bölümüne kumanda eden Kethüda Mehmed
Paşanın, Arşidük Matyas'a karşı yaptığı bir savaşta paşanın mağlup ve savaş
sırasında şehid olduğu haberini de alan Tiryaki Hasan Paşa bu olayın meydana
getirmesi muhtemel sıkıntıyı düşünmeye başlamıştı. Arşidük Maksimilyen ise
köprü inşaatı yapmaktan yılmamış ikinci bir köprü yapmaya başlamıştı. Bu
inşaatada bir baskın veren mücahidler köprüyü işe yaramaz hale getirdikleri
gibi çekilme sırasında iki esirde yanlarına almayı ihmal etmemişlerdi. Bu iki
Avusturyalı esiri sorguya bizzat çeken Tiryaki Hasan Paşa istintaktan sonra
Kara Ömer Ağa'ya "Al bunları öldür» diyerek verdi. Halbuki Paşa, Ömer Ağa
ile daha evvel kumpasını kurmuştu. Ömer Ağa esirleri alıp kalenin dibine
götürüp, kendisinin de onlardan olduğunu paşanın öldür demesine rağmen
kendilerini öldürmeyeceğini, hava kararır kararmaz serbest bırakacağını, bu
paşanın çok kurnaz olduğunu, Macarlar ile anlaşmak üzere bulunduğunu, kalede
cephane ve barutun bol olduğunu yeterli miktarda askerin bulunduğunu anlattı.
Esirlerin ellerine de durumun çok iyi olduğunu isbat etmek İçin
beyaz ekmek verdi ve karanlık olunca onları salıverdi. İki esir kurtuluşlarının
sevinci ile derhal Arşidük Maksimilye-nin yanına gidip durumu anlattılar.
Arşidük Macarlarla anlaşma yapmak üzere olan paşa bu işi yapabilecek
kabiliyette olduğunu bildiğinden büyük bir endişeye kapıldı. Arşidük Matyas o
sırada emrindeki Macar kuvvetleriyle Avusturyalıların yapmakta olduğu
muhasaraya katıldı. Yanıdna getirmiş oldukları Kethüda Mehmed Paşanın ve bazı
ileri gelen mücahidlerin kafalarını sopalara geçirip nehir üzerindeki sallardan
birine koyup kaledeki mücahidlere seslendiler: «Bu kafaları tanıyan beri gelsin
baksın zarar vermeyiz.» Bu kafalar söz konusu paşa ve bazı arkadaşlarına aitti.
Hasan Paşa bunların düzme olduğunu çünkü Karapençe'nin Sadrazamın yanında olan
Kethüda Mehmed Paşanın elini öptüğünü onamı inanacaklarını yoksa kâfirlere mi
İnanacaklarını sordu. Gaziler: Müslümana inanmak icab eder dediler. O zaman
paşa; bu kafalar sizin zihninizi meşgul eder diyerek kale toplarından birini
söz konusu sala çevirip bizzat nişanlayıp, ateşleyerek salı batırdı ve kafaları
göz önünden kaldırdı.
Avusturya ve Macar birlikleri, çok büyük bir hücuma kalktılar.
Kale burçlarını da dahi çıkmaya muvaffak oldularsa de, her yere yetişen Hasan
Paşa «Koman gazilerim, urun yiğite-rim» diye bağırıyor mücahidini İslâmı
gayrete getiriyordu. Göğüs göğüse yapılan bu mücadele düşman emeline nail
olamayarak geri çekildiğinde onsekizbin ölü bırakmıştı. Ağır yaralılar arasında
Papa 8. Kalomenin kardeşide vardı. Bu yaraların tesirinden daha sonra
ölmüştür. Küffar taarruzun başarısızlığını görünce, kaleyi kesif top ateşine tutmaya
başlamıştı. Kak artık tamir olunmaz bir hale geliyordu. Oda yetmezmiş gibi,
kale'de barut çok azalmıştı. Tabii bir yerden yardım gelmemesi de çabaydı. İşte
Cenab-ı Mevlâ bunada Clzun Ahmed adlı bir gazi vasıtasıyla çare nasib etmişti.
Uzun Ahmed Ağa,. Berk Suyu kıyısındaki söğüt ağaçlarından kömür yapmış, bunu
güherçile ve kükürd ile karıştırarak barut eksikliğini izale etmişti.
Hasan Paşa'nın İki Kölesinin Kaçışı
Tiryaki Hasan Paşa'nın iki kölesi fırsatını bularak kalenin 9'zli
kapısından kaçmışlar ve düşman ordugâhına gitmişlerdi- Paşanın ve kalenin bir
çok sırlarına vakıf olmaları büyü bir üzüntü meydana getirmişti. Tiryaki Hasan
Paşa bunun da çaresini dehşetengiz zekâsıyla buldu.
Derhal küçük bir birlik gönderip dört kişi yakalattı. Yakalananları
yanma getirip onlara sordu: «İki tane adamımı gönderdim kralınızla görüştü
mü.» diye sordu. Onlarda: »Evet bi-rininin adı Kenan diğerinin Handanmış,
yiyecek ve barutlarının olmadığını asker sayısının ise azaldığını bu sebeble
taarruz edilirse netice iyi olur» dediklerini söylediler. Hasan Paşa, Kara
Ömer Ağa'ya bunları da öldür diye emir verdi. Kara Ömer ağa esirleri alıp gitti
Onlara biraz bağırdı. Siz ne biçim adamsınız hep esir düşüyorsunuz? Ben,
sizleri kurtara kurta-ra bir gün kendim ele geçeceğim ama benim imdadıma kimse
yetişmeyecek... Şimdi beni dikkatle dinleyin:
«Sizden evvel gelen iki esiri bu paşa yine bana vermişti.
Öldürmemi emretmişti. Bende sizlerden olduğum için onları salmıştım. Bu paşa
çok kurnaz bir adam, o Handan ile Kenan paşanın has adamlandîr. Onları bizzat
paşa gönderdi. Kalede bütün işler yolundadır. Barutta var, zahirede var. asker
ise oda var. İşin daha ehemmiyetli tarafı Macarlarla anlaşma imkânı gün
geçtikçe daha çok mümkün hale geldi. Avusturya ordusundan bazı firarlar
Macarların canını sıkıyor-muş» dedi. Filvaki o sırada Avusturya ordusundan
dondurucu soğuklar yüzünden firarlar oluyor ve Arşidük Maksimüyen bunu
önleyemiyordu. Kara Ömer Ağa, bunların eline bir çuval beyaz ekmek vererek
salıverdi.
Tiryaki Hasan Paşa yine Karapençeyi yanına çağırmış, kendisine iki
mektup vermiş, bunun bir tanesini düşman ordugâhına yakın bir yerde
bırakmasını tenbih ediyordu. Düşmanın eline geçmesini istediği mektubu paşa şu
mealde kaleme almştı: «Kalenin pek iyi durumda olduğunu belirten ifadelerden
sonra «Küçüklükten beri yanımda büyüttüğüm Handan ile Kenanı düşman ordugâhına
gönderdim Bizdenmlş görüntüsü vermelerini istedim. Kale hakkında Ma-arlarla
anlaşmakta olduğumuz haricinde ne söylerseniz sövleyin dedim. Barutumuzun az
olduğunu, askerin son derece kifayetsiz miktarda olduğunu, yiyecek sıkıntısı
baş csösterdiğini söyleyebileceklerine ruhsat verdim. Şimdi sizde son derece
hazırlıklı olun ki; zamanında yetişesiniz.» Bu mektubu Karapençe güzel bir
şekiide paketledikten sonra Avusturya ordugâhı yakınlarına bıraktı. Ve ordan
yanındaki ikinci mektubu ve bildiği ahvali söylemek üzere Sadrazamın yanma
doğru yola devam etti.
Düşman ertesi gün mektubu bulmuş ve Arşidük Mak-similyen'e vermişti.
Arşidük, mektubu okumuş, Kara Ömer Ağanın bıraktığı esirleri dinlemiş ve Hasan
Paşanın firari kölelerini casus olarak kabul etmekten başka çaresi kalmamıştı.
Tabii casusların uğratılacağı ceza ölümdü... Handan ve Kenan'a ihanetlerinin
cezası ölüm olarak verildi... Avusturyalılar başlarını kestikleri Handan ile
Kenan'ın başlarını birer mızrağa takmış mücahidlere gösterirken şöyle
bağlıyorlardı: «Paşanızın casusları tutuldu görün akibetlerini.» Mücahidler
bunu görünce kahkahalar atmaktan kendilerini alamadılar. Ve kumandanları, Paşa
babalan Tiryaki Hasan Paşa'ya olan bağdık ve taktirleri bir kat daha artti.
Son Mektup
Arşidük Maksimüyen Ferdinand; Handan ve Kenan'ı idam ettirdikten
sonra Osmanlıların, Macarlarla acaba anlaşmaları mümkün mü? sorusu kendi
kendine sormaya başladığı sırada «Harb Hile'dir» Hadisi Şerifinin esrarına
vakıf olduğunu tatbikatla da gösteren kurnaz ihtiyar, yeniden bir mektup
ka-'eme almış Serdarı Ekrem Yemişçi Hasan Paşa'ya bu seferde Şöyle diyordu:
Daha evvelki malumatlar matlub bir şekilde anlatıldıktan sonra Arşidükü
şaşırtan, korkusunu başına sıçratan şu satırlar yer alıyordu; «Erzak ve
mühimmat göndermişsiniz bunlar ve Macarların elimize geçmesi için yaptıkları
yardım çok makbule geçti. Onlarla taarruz gününün kararlaştırıldığı, böylece
Avusturyalıların iki ateş arasında kalacağı...» Tabii bu mektupta sadrazama
filân gidecek değildi. Onun varacağı yer yine Avusturya ordugâhı ve
Ferdinand'ın eliydi, nitekimde öyle yapıldı. Bu sırada ise çamurlar havaların
son derece soğuması ve yağışların yerini kuru soğuğa bırakmasıyla Yemişçi
Hasan Paşanın Begrad'dan çıkıp Ziğet-var üstüne doğru hareketi başlamıştı.
Osmanlılar bu .haberi kasten çabucak Avusturyalılara duyurunca Ferdinand artık
iki ateş değil üç ateş arasında kalacağına inanmaya başladı. İşte panik hali
yavaş yavaş kumandanlardan, erata doğru inmeye başlamıştı. Hava şartları son
derece zorlaşınca Avstur-ya ordusunun firarilerinin adedi de çoğalıyordu.
Kanije Önündeki Berk Suyu da bu dondurucu soğuklardan donmuş, mü-cahidlere
artık mâni bir su yolu değil üzerinde rahatça hareket edebilecekleri buzdan
bir yol oluvermişti. Ebrehenin filler üstündeki askerlerini Ebabil kuşlarının
bombardıman etmesi gibi Allanın yardım ve siyanetini ihlasla istiyen Kanije
müda-filerine başka bir tecellisi yardımcı oluyor ve koca nehir buzdan bir
asfalt, düşman üstüne uçulacak bir alan oluyordu.
Kara Ömer Ağa, paşasının emriyle üçyüz kişilik bir kuvvetle
donmuş nehrin üzerinden uçarcasına bir süratle düşman üzerine şahinler gibi
atılırlarken, üzün Ahmed'in imalatı barutların çalıştırdığı toplar güllelerini
Ferdinand'ın otağına doğru fırlatırken düşmana ölüm sunuyor, islâm askerine ise
zafer parıltılarının görülmesine vesile oluyordu. Kalelerden atılan bu topların
ve «Allah Allah» sesleriyle zahirde üçyüz kişinin bâtında kimbilir kaç bin
kişilik melâikei Kiram ordusunun, şehid ve salihlerin yer aldığı bu hücum
hasebiyle düşmanın yok olan maneviyatı artık toplu bir halde firara başlamalarına
kadar varmıştı.
Dedişik kir yönden beşyüz kişilik bir mücahidler kafilesini-, düşman üzerine sevk eden paşa,
Avusturyalıların gayrı . mİ bir
vaziyette Ferdinand'ın çadırına doğru koştuklarını Ördü. Geride kalan kuvvetin
altıyüz kadarını kalede bıraktıktan sonra iki bin kişilik kuvvetle harp
sahasına bizzat başlarında olduğu halde indi. Düşman kırkbeş tane topu çalışır
vaziyette firara kalkmıştı. Hasan Paşa kendi toplarını ve bu kırkbeş topuda
düşman üzerine tevcih etmiş «Gün bizim gü-nümüzdür» diye asakiri islâmını teşci
ederken kılıç elde, kaçan sürülere yetişiyor ve omuz üzerinden baş
düşürüyordu. Doksan yaşına yaklaşmış, kahraman paşalarının azim ve
cevvaliyetini gören kahraman-gaaziîer, düşmanın üzerine atılıyor, onları bu
dünya hengamesinden azad ediyorlardı. Cehennemin esfeli safiline
gönderiyorlardı.
Nasılsa Ferdinand, askerlerini bir ara nizama sokar gibi oldu. Bu
birlikleri derhal Hasan Paşanın üzerine göndermekle kumar oynadığını ve bu
kumarı muhakkak kaybetmek zorunda kalacağını ancak sonradan anlayacaktı. Evet
Paşa müessir bir kuvvetle beraberse de, direk ona hücum etmek kati bir savaşa
girmek demekti. Halbuki düşman henüz kendisini toplanamamış bir haldeyken,
Osmanlının en kuvvetli tarafına hücurn etmekle intihar ediyordu. Çünkü Tiryaki
Hasan Paşa başta olmak üzere yanındaki İkibin askeri her biri yüz kişiye bedel
bir havaya girmişti.
Ferdinand'ın bu askerleri gerisin geriye kaçmaya başladıkları
zaman Hasan Paşanın ayaklarının dibinde otuzbin düşman askerinin başı
yatıyordu. Arşidük Ferdinand, yanına ahğı yüz kişi ile ricat değil, kaçmaktan
başka çare bulamadı. Tiryaki Hasan Paşa, muzaffer olarak Ferdinand'ın ordugâhına
girdiğinde gayet kıymetli bir taht ve tahtın önünde uzun bir masa göndü. Taht'a
yakınlığıyla değerleride değişen koltuklar bu masanın etrafına dizilmişti.
Hasan Paşa çadırda hemen iki rekât namaz kılarak Cenab-ı Hakk'm verdiği zafer
ve nûsrete hamd, Resûlullah'ın şefaatine sığınan bir dua'dan sonra keskin
kılıcını sıyırıp güçlü koluyla birleşince, kâfirin tahtı ikiye biçilmişti.
Nasılki, Selahaddin Eyyûbi Hazretleri ehli salip ordusunun kumandanı İngiliz
Aslan Yürekli Rişar'ın bir vuruşta demir kıran gücünü, «Bu sizin kolunuzun
kuvveti-bu ise, havaya attığı ipek bir tülü kılıcının keskin tarafıyla ikiye
biçip buda bizim kılıcımızın keskinliğini ve kolunun kuvvetini göstererek
Selahaddin Eyyûbi'lerin ahfadları olmaya lâyik olduklarını göstermiş oluyordu.
Tarihe, Kanije savunması diye geçen bu zafer hicri 1010 Milâdi
1601'de neticelenmişti. Cİç ay süren bu muhasaranın müdafii islâmın lehine
neticelenmesi için şu önemli faktörler rol oynamıştır. Kumandana itaat, onun
emirlerine ve tedbirlerine itimat, harp hilelerini fevkalâde kullanmak, sabır
ve tahammülün daima en üst seviyede tutulması, savaş alanında ise cesaret ve
ustalığın en iyi şekilde gösterilmesidir. Çünkü 4.000 kişilik bir müdafiin
yüzbine yakın düşmanı hileler ile parçalaması ve ellibinin üzerine savletle
kırkbinini yok etmek muvaffakiyeti yukarıda saydığımız sebeblerden meydana
geldiğini düşünmek mecburiyetindeyiz yoksa şüphesiz ki takdir-i ilâhi neyse o
olmuştur ve bu günde o olmaktadır bundan sonra da öyle olacaktır.
Bu zaferin haberi 3. Mehmed Hazretlerine ulaştığında, padişah
şükran secdesine varmış ve Cenab-ı Hakk'a şükürler edip asakiri islâmiyeye ve
Tiryaki Hasan Paşaya Hayır dualarda bulunduktan sonra kalkmış bir hattı
hümayun yazdırıp yaptığı bütün tedbirleri takdir ettiği gibi verdiği bütün
mansıp ve rütbeleri tasdik ettiğini bildirmiş ayrıca Sadrazam Yemişçi Hasan
Paşaya gönderdiği bir hat ile «Tiryaki kulum ile istişare edip beraber rey
üzre haber olasınız...» diye tavsiyede bulunmuştur. Bir çok tarihlerin
münderecatına aldığı bu hattihümayundan şu parçayı kitabımıza dercetmeyi uygun
gördük-
(( senki Kanije
Beylerbeyisi ihtiyar kulum ve müdebbir
vezirim Hasan Paşasın. Bu sâl-i ferhunde falde eylediğin hizmet
siiddei ulyâya arzolunup sây-i bî diriğin meşkûr ve nâmın nik nâman deften
silkinde mastur olmuştur. Berhudar olasın, sana vezaret verdim ve seninle
mahsur olan, muktezây-ı tertib-i saltanatiyle manen oğullarımdır. Yüzleri ak
ola. Melnuzdan ziyade çalışıp can ve başlarını din uğruna ve bizim yolumuzda
diring etmediler... Bundan böyle dahi senin sözüne ram olup her ne hizmet
teklif edersen edasına dikkat ve ihtimam üzere olalar, sana itaat ve inkıyat
üzere oldukları benim rızay-ı hümayunuma sebebtir. Bu pendmâ-me-i tammemi Gazi
kulanm mahzarında okuyup (Atiyu Al-lehû ve atiyu er-Resûl ve ulelemr minküm)
manâyı şerifini onlara bildiresin; seninle muhasarada olan kullarıma verdiğin
vergi cümle makbul-ı hümayunum olmuştur. Cümlenizi Hak Teâlâ Hazretlerine
ısmarladım." Bu tebrikatia yetinmi-yen Hazreti padişah; Damad İbrahim
Paşa'nm dul hanımı Ayşe Sultanı Tiryaki Hasan Paşaya zevce olarak nikahlamış ve
Hasan Paşayı Hanedan-ı Osmaniye damatlığıyla şereflen-dirmiştk Nice damad olmak
isteyenler çıkmıştır bu şanlı hanedana arzularına nail olamayınca da o
hanedanı yıkmak için, tasfiye etmek için uğraşmışlardır...
Bütün tarihler müttefiktirki, Tiryaki Hasan Paşa bu hattı hümayunu
aldığında ağlamış ve «Ey koca devleti Ali Osman, benim gibi aciz bir kula
vezaret ihsan eder» diye feryat etmiştir. Bu kadar büyük bir zaferin sahibi bir
adam. verilen vezaretin kendisine çok olduğunu söylerken ve büyük bir
te-vazuyla samimi göz yaşları akıtırken son yüzyı! tarihçilerinin büyük bir kısmı
«Âli Osman gider, Âli Midhat gelir» diyen sözde paşaların, medihleriyle
doludur. O ve onlar gibilerinin kin, hased ve düşmanlıklarını türlü tevilerle
örtmeye uğraşırlar...
Herneyse şimdi biz Yemişçi Hasan Paşanın İstoni Belgrad üzerine
gitmek üzere hazırlandığı sırada İstanbul'da sipahiler isyanını haber alıp
Serdarlığı Lala Mehmed Paşaya terk etmesinden sonraki safahata geçmeden şu
noktayı dikkat çekelim: Serhad boylarında zafer kazanan bir ordu varken aynı
zamanda da İstanbul'da isyan eden bir ordu bulunuyordu. Yarabbi; ne büyük bir
devletti bu bir bölümü kale devşirir, bir bölümü isyan...
Celâli İsyanlarının içinde en önemlisini Karayazıcı isyanı teşkil
eder. Bu gaile ancak Sokullazade Hasan Paşanın kumandasındaki devlet kuvvetleriyle
Karayazıcının kuvvetleri arasında Elbistan ovasında yapılan ve akşama kadar
süren savaşın galibi Sokulluzade, dolayısıyla devlet olmuştu. Ka-rayazıcı da bu
hengamede ölmüştü. Karayazıcı kuvvetleri bu savaşta otuz bin kişilik bir
kuvvetle devlete karşı koymuştu. Hazin tarafı şuydu ki; akan kan müslüman
kanıdır ki; vahki vah...
Sadrıazamın İstanbul'a Dönüşü
İçteki Celâli isyanları, dıştaki seferlerin kesin
muvaffakiy-yetler göstermemesi şeklindeki tefsirler yüzünden sipahiler isyan
etmişler, padişahı ayak divanına çağırmışlardı. Kötü gidişatın sebebini
Mabeynci Gazanfer Ağa, Sadaret Kaymakamı Saatçi Hasan Paşa ve 4. Vezir
tırnakçı Hasan Paşa iie Kızlarağası Osman Ağanın icraatlarından sayıp
kellelerini istemişlerdi. Padişah aktedilen bu divanda büyük dirayet
gös-terdiyse de Mabeynci Gazanfer Ağa ile Kızlarağasının kellerini
kurtaramadı. Gözleri önünde yapılan idamların verdiği teessürden hüngür hüngür
ağladı.
Bu sırada isyan haberini almış olan Yemişçi Hasan Paşa İstanbul
hududuna gelmiş fakat isyanın devam ettiği haberini aldığından gündüz gözü ile
şehre girmemişti. Gece olunca konağına giden sadrazam, padişaha haber gönderip
kendisini yapacağı hareketlerde desteklemesini istedi. Padişah Hazretleri
mutabakatını bildirdi. Son divan toplantısında sadaret kaymakamlığına
getirilmiş olan Mahmut Paşa ve Kazaskerler, sert tedbirler almaya kararlı
sadrazamı destekleyeceklerini söylediler. Bu sert tedbirler için
Şeyhülislâmdan fetva almak icab ediyordu. Fakat Şeyhülislâm ortalarda görünmemişti.
Sadrazam bu işte Mahmud Paşanın parmağını sezdiğinden, padişaha bir arıza
yollayarak Mahmut Paşanın fırıldak çevirdiğini, gözünün veziriazamlıkta
olduğunu bildirip, kendisinin ertesi günü yeniçerilere hitap edeceğini, padişahın
bir hattı hümayununun meseleyi hal edeceğine
inandığını bildirdi. Padişahın şu mealdeki mesajı hakikaten meseleyi
hâl etti. «Benim yiğit kularım; atalarımdan beri bana sadık kaldınız. Sizi her
zaman yanımda hissettim ve hissedeceğim. Sadrazamıma sadık kalınız ve
destekleyiniz, asileri cezalandırınız.» Padişahın bu mesajını Süleymaniye
Camii önünde yüksek bir yere çıkarak okuyan sadrazam yeniçerileri ikna\etmiş
oluyordu. Padişahın hattı şerifi yeniçerilerin gözlerini ya,şartmıştı. Kaptan-ı
Derya Çağalazade dışında beş vezir ve ulema toplantıya geldi. İlk önce
Şeyhülislâm azledildi. Onun yerine faziletli bir zat olan Mustafa Efendi getirildi. Mahmut Paşa azledilip Ferhat Ağa
yeniçeri ağası oldu. Ferhat Paşa ileri gelen sipahileri tutuklatıp, At
meydanında bekleşen sipahilerin üzerine çullandı. Onları dağıttı. Sipahilerin
ikamet yeri olan Kurşunlu Hanı bastı. Böylece sipahi isyanı bastırılmış
oluyordu.
Şehzade Mahmüd'ün Ölümü
Hazreti padişahın büyük oğlu veliaht şehzade Mahmud sultan, Celâli
isyanlarını bastırmak için durumadan kendisine bir ordu verilmesini taleb
ediyordu. Hakikaten akıllı ve cesur olan bu şehzade tedbirli olamamış,
ecdadında meydana gelen bu tür İsrarların taleb edenlerin hayatlarına mai olduğunu
hatırlayamamıştı. Eğri oturup, doğru konuşalım. Yavuz Selim Cennetmekân, babası
Hazreti Bayazıd'ı Velî'yi böyle yaparak tahttan yolcu etniemişmiydi? Şehzade
Mustafa sultan ve Şehzade Bayezid sultan, Kaanuni Sultan Süleyman Hazretlerine
aynı şeyleri yapmayı düşünmemişlermiydî? Ve âkibetleri ölüm olmamışmıydı?
Öyleyse Şehzade Mahmud sultana da akibet ölümdü fakat beraberinde bir Şeyh
efendi ve annesi de aynı ölümün kucağına sürüklenip gitmişlerdi. Devletin
gözyaşı yoktur ve olamazdı da... Fakat evlat acısı şüphesiz ki başka bir şeydi.
Sultan 3. Mehmed Hazretleri bu elim karardan sonra çöktü, çözüldü, artık hasta
bir hale dönüştü.
Valdesuîtanın isteği üzerine Hazreti padişah Yemişçi Hasan Paşayı
azletti. Bir kaç gün geçtikten sonra Bostancıbaşı, Hasan Paşanın Hasköy'deki
çiftliğine gelip onu hanımının yanından alıp ölüm fermanını tebliğ ediverdi.
Ve çiftliğin bir kuytu köşesinde hüküm boğulma suretiyle infaz olundu.
Vezaretıuzma makamına celadeti yüzünden Yavuz lakablı Malkoç oğlu
Ali Paşa, sadaret kaymakamlığına Kâzım Paşa getirilmişti. Mısırda bulunan yeni
sadrazama mührü hümayun gönderildi. Yavuz Ali Paşa ortalığı düzelterek geldi
ve doğruca Tuna üzerine gidip küffar üzerine cihadda olan ordunun dizginlerini
eline aldı. Hazreti padişah da, sadrazamından gelecek cephe haberlerini daha
çabuk alabilmek için Edirneye gitmişti. Orada kâfir cephesinde yapılan
savaşların nauvaffakiyyetin asakir-i islâmda kalması için dualar ediyor, her
gelen haberi bizzat karşılıyor ve talimatlar hazırlıyor ve bunları cepheye
gönderiyordu. Ne varki her zaman olduğu qibi küffar üzerine yüklenen islam
ordusu yine her zaman olduğu gibi doğu hududumuzdan İran Safevilerinin azgınca
tarizlerine hedef olmuştu. Bu da yetmiyormuş gibi Celâli hareketleri de yer
yer devam ediyordu. Bu sıkıntıların ağırlığı gün geçtikçe padişahın sıhhatini
menfi bir şekilde tesiri altına alıyordu.
3. Mehmed'in Vefatı
Yorgun ve düşünceli bir halde yaptığı gezintiden dönerken,
karşısına çıkan bir derviş tıpkı ceddi 2. Murad Hazretlerine olduğu gibi
seslendi: "Hazır olmalısın, büyük gün geliyor.» padişah bu ikazı dinledi,
gülümseyip hayrı istedi, Rabbine şükretti ve ellibeş gün sonra sekiz yıl
kaldığı Osmanlı tahtında Hicri 1012, Milâdi 1603 tarihinde vefat ettiğinde 38
yaşında idi, Hazreti padişah gayet iyi şiirler kaleme almıştı. Sinlerinde «Adni»
mahlasını kullanırdı. Ayasofya Camii civarında babası Cennetmekân 3. Murad
Hân'ın yanında ebedi uyku-sunu uyumaktadır. Abid ve Zahid bir kul olan hazreti
padişah devrindejdarecilerin zayıf olması arada bir kıymetli devlet adamlarının
çıktığında derhal muvaffakiyyet ibresinin yükseldiği görülür. Üç şehzadesi
dünyaya gelen padişahın, Şehzade Selim sultan ve Şehzade Mahmud sultan biri
hastalıktan diğeri siyaset hatasından vefat etmişler, Osmanlı tahtı onbeş
yaşındaki Şehzade Ahmed Sultana kalmıştı.
Cennetmekân padişah, Eğri Fatihi ve Haçova galibi olarak daima
Hoca Saddeddin Efendi Hazretleriyle beraber anılagel-mistir. Nasıl ki; Fatih
Sultan Mehmed denince Akşemseddin akla gelirse...
Cenab-ı Mevlâ rahmetiyle rahmetlendirsin Hazreti padişah ve onun mürşidi
Hoca Saadeddin Efendi Hazretlerini.
Sultan 3. Mehmed'in Hanımları Ve Çocukları
Türk tarih kurumu yayınlarından neşredilmiş bulunan Çağatay
üluçay'a aid "Padişah Kadınları ve Kızları" adlı çalışmada bu
padişahın mezkûr mevzu üzerindeki yedi satırdan ibarettir. Biz bunu sahifemize
aynen dercettikten sonra başka kaynaklara başvurmak suretiyle daha bir geniş
malumat ar-zetmeye çalışacağız Handan Sultan: 3. Mehmed'in başhase-kişidir.
1590'da şehzade Ahmed'i doğurduğuna göre ilk eşi olmalıdır. 1603'de eşinin
ölmesi üzerine oğlu 3. Ahmed (1. Ahmed olması lâzım. m. h)'İn validesultanı
oldu. 3. Mehmed'in ölümünden iki sene sonra Handan Sultanda öldü (1605),
Ayasofyada ki eşinin türbesine gömüldü. Handan Sultan Menemen ve Kilizman
haslarını, bazı yerlere vakfettiği biliniyorsa da, bunların nereleri olduğu
tesbit edilemiyor" Demekte.
Yılmaz Öztuna bey, değerli çalışması "Devletler ve Hanedanlar"
adlı çalışmasında 3. Mehmed'in hanımlarını şöyle tanıtıyor: Fülâne haseki
1566'da doğdu 1603'de öldü. Vefatında 37 yaşında olup, evliliği 1579'da oldu.
Veliahd şehzade Selim'in annesidir. Bu haseki taun hastalığından vefat etmiştir.
Fülâne Haseki 1571'de doğmuş 7/mayıs/1603'de ölmüştür. Şehzade Mahmud'un
annesidir. Oğlunun idamının peşinden denize atılmak suretiyle boğuldu. Handan
Valide Sultan 1574'de doğmuş vel605/26/kasımda 31 yaşında olduğu halde
ölmüştür. 3. Mehmed ilel589'da evlenmiş ve daha sonra 1. Ahmed, unvanı ile
padişah ve halife olan erkek çocuğunu dünyaya getirmiştir. Kocasının
türbesinde medfundur.
4. hanım olarak da yine adı bilinmeyip, Öztuna bey'in fülâne
hanım diye nitelediği, hemde naibe olduğu halde hem de bu vazifeyi iki defa
üstlendiği halde bilinmemesi umulur ki kendisinin arzusuna uygun bir haldir.
Abaza asıllı olan bu haseki, 1. Mustafa ile fülâne hanımsultanın annesidir.
1576'da doğup vefatı 1623'den sonradır.
3. Mehmed'in kızlarına gelince; bunlardan Hatice sultan-hanım,
Ayşe sultanhanımlann adları bilinmekte, haklarında bilgi verilen iki tane
fülâne hanımsulta,n olup, diğerleri hakkında malumat bulunmuyor. Hatice Sultan
1590'da Manisa'da doğmuş, Şehzadebaşı Camiinde Hatice sultan türbesinde
toprağa verilmiştir. Evliliğini; 1604'de Mirahur Mustafa Paşa ile yapmıştır.
Evlendiğinde 14 yaşında idi. Evlilik müddeti altı yıl sürdü.
Fülâne hanım 1590'da doğdu vefatı 1623'den sonra İstan-buldaoldu.
1604'ün 10. ayında Dâmad Hâin Dâvûd paşa ile izdivacı gerçekleşti, müddeti
evliliği onsekir sene sürdü. Kocası; Genç Osman diye anılan 2. Osman'ın
katilleri arasındadır.
Başka bir fülâne hanımsultan; 1597'de doğmuştur.
1612/10/şubatında, Cağaioğlu Sinan Paşa ile evlenmiştir, Ayşe Sultan 1598'de
İstanbul'da doğmuş ve Dâmad Hüsrev Paşa ile izdivacı 28/ağustos/1613'de
olmuştur.
Ayrıca; 3. Mehmed'in kızlarından yedi tanesinin adları bilinmemekle
beraber, damadlarında bilinmediğinden, Öztuna bey, fülâne sultan-fülan ağa
gibi, altı tane eşleştirme yapmıştır. Babaları 3. Mehmed'in vefatının on yıl
sonrasında yapılan bu evliliklerin, 1. Ahmed hân tarafından yaptırılmış
olduğunu söylersek hata etmiş olmayız.
3. Mehmed'in oğullarına gelince; Istanbulda 1580'de doğan Selim,
17 yaşında öldü ve 2. Selim türbesinde gömülüdür. İ581'de doğan şehzade
Cihangir'de 15 yaşında vefat etti. 3. Murad türbesine defnolundu. Manisada
1587'de doğan şehzade Mahmud, 1603'de boğdurulmak suretiyle kati edildi. 18
yaşına iki ayı kalmıştı. Şehzadebaşı camiindeki vâiide-sinin yanına defnolundu.
3. Mehrned'in, 4. oğlu Ahmed, 1, Ahmed unvanıyla tahta geçti, 5. oğlu
Mustafa'da, 1. Mustafa unvanıyla, padişah olmuştur. Manisada doğan 3. Mehmed'e
ait bebek şehzadeler, Manisa'daki şehzadeler türbesindedir-ler. 1615'lerde
Yahya adını takınarak, 3. Mehmed'in oğlu ve-de 1. Ahmed'in ağabeysi olduğunu
söyleyen Rum biri avru-pa saraylarında cevelân etmiştir.
3. Mehmed'in Sadrîazam Ve Şeyhülislâmları
3. Murad'ın son sadnazamlığını, 3. sadaretinde tamamlayan Koca
Sinan Paşa, görevinde bir müddet ibka olunduktan sonra 16/şubat/l 595'de
infisa! etdi. Yerine 43. sadrıazam Ferhad Paşa 2. sadaretine geldi. Ancak 4 ay,
19 gün süren vazife sonunda yerini tekrar, Koca Sinan Paşanın 4. sadaretine
terk eyledi ve bu zatda selefinden, üç gün eksik olarak mührü hümayunun sahibi
olabildi. Bunun infisalindede târihler 19/kasım/1595'in işaretini veriyordu.
Araya pek kısa sayılan 44. sadrıazam Lala Mehmed Paşanın dokuz günlük sadareti
girdi ve mührü hümayun bu defa da 4 ay, 5 gün kalmak üzere 5. defa Koca Sinan
Paşa ya geri döndü. Sinan Paşanın beş sadaretinin toplamı, 7 sene, 4 ay, 24
gün tutmaktadır.
45. sadrıazam olarak Dâmad İbahim Paşa ayrı zamanlarda üç defa
geldiği ve toplam olarak 3 sene, 11 ay; 27 günlük, bir hizmet vererek ülkenin
iki numaralı adamı olmuştu. Ca-ğaloğlu Yusuf Sinan Paşa, 46. sadrıazam olarak 1
ay, 19 gün, ve 47. sadrıazam Hadim Hasan Paşa 5 ay, 6 gün, 48. sadrıazam Cerrah
Mehmed Paşa 8 ay, 27 gün, 49. olan Yeişçi Hasan Paşaysa; 2 sene, 3 ay, 7 gün
makamda kalabil-jS 50. sadrıazam Malkoçoğlu Yavuz Ali Paşa, 3. Mehmed'in son
sadnazami olmuştur.
Görüldüğü gibi 3. Mehmed, sadaretin nice kişileri öğüttününü
görmüştür. Padişahın vefat târihi olan, 21/ara-hk/1603'e kadar sadaret
değişikliği 12 defa olmuştur. Bunların biri üç, diğeride iki defa geldiğinden,
aslında yedi kişi ile saltanat devrini doldurmuştur 3. Mehmed hân.
Şeyhülislâmlara gelince 3. Mehmed tahta çıktığında ma-kam-ı
meşihatde, Bostanzâde baba yadigârı olarak vazifedeydi. Bu zat vefatıyla
boşalttığı makamda 7 sene, 9 ay, 17 gün kalmış bunun 3 sene, 2 ay, 15 gününü 3.
Mehmed'le çalışarak geçirmişti, l/nisan/1598'de vefat eden, Bostanzâ-de'nin
yerine, iki padişaha hocalık yapan ve Cami'ür Riyase-teyn unvanı alan Hoca
Saadeddin Efendi 2/ekim/1599'a kadar ancak 1 sene, 6 ay, 1 gün vazifede
kalabildi.
25. şeyhülislâm, Mustafa Sunullah Efendi 1 sene, 10 ay, 1 gün
kaldığı makamın 25. si oluyordu. Hocazâde Mehmed Efendi 2/ağustos/1601'den,
4/ocak/1603'e kadar en genç şeyhülislam olarak, 1 sene, 5 ay, 3 gün, 26.
Şeyhülislâm olarak vazife yaptı. Onu takiben 1 ay, 5 gün'lüğüne Sunullah Efendi
2) defa geldi ve peşinden Ebü'l Meyamin Mustafa Efendi 8/şubat/1603'de geldiği
vazifede, 8/haziran/1604'e kadar kaldıysa da 30. şeyhülislâm olarak
21/aralık/1603'de padişah 3. Mehmed'in cenaze namazını kıldırmış idi. Böylece
yedi şeyhülislâm değiştiren 3. Mehmed, Sunullah Efendinin iki defa makam-ı
meşihate gelmesi esasda işin altı zât ile geçirildiğini ortaya koyar.