EXTRALAR ANA SAYFASI

 

I. AHMED :

 

Babası: Sultan III. Murad

Annesi: Safiye Sultan

Doğum Tarihi: 1566

Vefat Tarihi: 1603

Saltanat Müd.: 1595-1603

Türbesi: İstanbul'dadır.

 

 

Hicri 998, Milâdi 1590 yılında Manisa'da dünyaya gelen padişah 1. Ahmed, babası 3. Mehmed'in vefatında henüz on-dört yaşında idi. Hicri 1012, Milâdi 1603 yılında dar-ü beka alemine intikal eden merhum padişah, artık şehzadelerin vi­layetlerde valilik yapmalarını ortadan kaldıran kararın sahibi olarak ne kadar isabetli hareket ettiğini ölüme mahkûrn-et-mek zorunda kaldığı veliaht şehzade Mahmut sultan vesi­lesiyle dünya gözüyiede şahid olmuştu. Merhum Padişah 3. Mehmed, vefat ettiğinde bu elim vak'adan ne sadrazamın, ne diğer devlet adamlarının nede ahalinin haberi vardı. Babası­nın ölüm haberini öğrenen genç padişah kendi elleriyle yaz­dığı bir tezkereyi sadaret kaymakamı Kasım Paşaya gönder­di. Kasım Paşa kendisine getirilen bu hatt-ı şerifi bir türlü sö­kemedi. Kasım Paşa'mn bildiği tek bir şey varsa bu da padi­şah 3. Mehmed'in hattı olmadığıydı.

 

Yoksa padişah hazretleri Kasım Paşayı deniyor muydu? Bu deneme ihtimalini aklından geçiren Kasım Paşa; daha ev­velki şehzade Mahmud sultan ile şeyhini ve talihsiz şehzade­nin talihsiz annesini hatırladı. Bu tahattur, Kaymakam Paşayı devlet kâtibi Hasanzâdeyi yanına çağırtıp yazıyı beraber okuma tedbirine sevk etti. Hasırîzâdenin yardımıyla hatt-ı söktükleri zaman şu metin meydana çıkmıştı: «Kaymakam paşa; babam, Cenab-i Hakk'm verdiği nefes sayısını ta­mamladı. Dar-u Beka'ya intikal eyledi. Ben, senin efendin oldum. İntizamı sağla, en ufak bir olayda kellen gider, böyle bilesin.»

 

Kasım Paşa derhal saraya koştuğunda genç padişahı taht'ta oturur gördü, eteğini öptü ve ilk emri aldı: «Tiz baba-rnın defn hazırlıklarını gör.» Bu sırada ise divan azalarına

 

ce|e toplantı var diye haber salındığından saraya koşan Hevletin ileri gelenleri derhal taht odasına alındılar. Taht'ın 'nünde toplantının mevzuunda tahminler yapmakta vakit geçirirlerken ve 3. Mehmed hazretlerinin gelmesini bek-levenler birde baktılar ki, kararlı ve süratli adımlarla taht'a yürüyen ondört yaşında, genç bir yiğit idi. Bu genç yiğit veli-ahd şehzade Ahmed Sultandan başkası değildi. Genç padi­şah taht'a oturunca toplantıya gelenler; 1. Ahmed'in sarığın-daki siyah şeritten 3. Mehmed'in vefat ettiğini anlamış oldu­lar. Yeni padişaha taziyetlerini bildirdiler ve saltanatının din-i islâma hayırlı olmasını temenni ettiler.

 

Yine bir haberci ile Malkoçoğlu Yavuz Ali Paşanın sadra­zam ve serdar-i ekrem sıfatıyla bulunduğu Beigrad'a haber gönderildi. Yavuz Ali Paşa, padişahın vefatından sonraki se­kizinci gün deraadete gelmişti. Burada bir düşünelim ve ken­di kendimize soralım: O zamanki vasıtalar at ve arabadan ibaret olduğuna göre bu sür'at nasıl temin olunuyordu?

 

İşte her şeyin kolayının bulunması iyi bir organizasyona bağlıdır. Bu organizasyon daima terakkiye de dönük olmalı­dır. O zamanın şartlan içinde Osmanlı devleti bu haberleşme müessesesini bir takım menziller kurarak gerçekleştirmişti. Bu menziller ;az aralıklı olarak memaliki Osmaniyyenin bir ucundan diğerini örümcek ağı gibi kucaklamıştı. Bilindiği gi­bi beşbin ve onbin metrelik mesafelerde atların gösterdiği performans bu günün taksilerinin sür'atinden pek aşağı kal­mazdı. Dolayısıyla on, onbeş kilometrede bir yapılan at de­ğiştirmeleri uzun mesafeleri kısaltmış oluyordu bir bakıma. Haberciler ve haberi aldıktan sonra istenen yere gelecek olanlar bu menzil teşkilatlarının hazırladıkları atlara vakit ge-Çırmeden binerler ve devamlı yüksek sür'at ortaya koyarak Çok kısa zamanda hedeflerine varırlardı. Şimdi akla bu kadar SUr at yapmak için böyle büyük bir teşkilat ve atların çatlarcasına koşturulmalarının lüzumsuzluğunu ileri süren hayvan sevenler olacaktır bizde sorarız: Bu gün bu mesafeleri çabuk almak için uçak yolculukları, bazen de bu uçakların düsme-leri yüzünden kaybedilen hayatları göz önüne alırsak, bu menzil teşkilatlan hakkında yukarıdaki masraf ve hayvanla­rın akibetlerini soranlara bizde yukarıda yazdığımız uçak masraflarını ve kazalarda yitirilen insan hayatlarını ileri süre­riz.

 

Elhasıl teknolojinin terakkisi bizler insanlar içindir. İnsanla­rın en şereflileri müslümanlar olduğu için bütün terakkiler bi­zim içindir. Ecdadımız daima en mükemmeli kurmuş ve kul­lanmıştır. İşte Yavuz Ali Paşaya giden haberci bu menzil teş­kilatı vasıtasıyla çabucak ulaşmış ve sadrazam da sür'atle Dersaadete gelebilmiştir.

 

Yavuz Ali Paşa, huzuru hümayuna çıkmış ve Hazreti padi-şah'dan vazifesine devam etmesi hususunda sadır olan fer­manla biat merasimini hazırlamaya başladı. Bütün hazırlıklar tamamlandıktan sonra biat merasimi icra olunup, askerin cûlüs bahşişi dağıtıldı. Biat merasiminden bir ay sonra sonra Ayasofya Camii şerifinde bir Cuma selâmlığından sonra Haz-reti Padişahın o güne kadar yapılmamış olan sünnet düğünü icra olundu.

 

Sultan Ahmed Han ve validesi Handan sultan kalbleri merhametle dolu birer insan olduklarını şehzade Mustafa sul­tanı öldürmeyerek göstermekle kalmamış ileride görülebile­ceği gibi söz konusu kardeşini kendi oğluna tercih ederek saltanata veliahd bile seçmiş, onun padişahlık ve Halifeliği ihraz etmesini sağlamıştır. Bu olay o güne kadar Osmanlı ta­rihinde Cengiz yasasının ilk defa rafa kaldırılması oluyordu. Yanız şunu da ilave etmek gerekirki, Mustafa sultan bir gaile çıkaramayacak kadar hasta idi. Yıldırım Beyazıd hazretlerin­den beri devlet adamları bu işi devlet adına yaparlar kati kaınunu çalıştırırlardı. Fakat bu genç padişah, merhametli kararlılığı ile birleştirmiş onlara bu fırsatı tanımamıştı.

 

Bu sırada İran'ın doğu hududlanmıza yapmaya başladığı tazyik, Çağalazade Sinan Paşanın serdar unvanıyla mezkûr vere gönderilmesini intaç etmişti. Beri yandan Sadrazam Malkoçoğlu Yavuz Ali Paşa, Serdar-ı Ekrem unvanını da haiz olarak Macaristan üzerine gönderilmişti.

 

Doğu hududumuzda Erivan kalesini muhasara eden İran Sahi Abbas, altı ay bu muhasaraya inatla mukavemet eden Şerif Paşayla bir anlaşma yapmış, salimen muhafızların kale­den çıkıp gitmeleri hususunda anlaşmışlardı. Şah Abbas da­ha evvel ele geçirmiş olduğu ehlisünnet alimlerini hunharca idam etmişti. Tabii bu idamlar Şahın Şia mezhebinden olma­sından kaynaklanıyordu. Şah Abbas daha da ileri gitmiş v« Şirvan ve havalisini de zapt etmiş ve ahalisini katliama tabi tutmaktan çekinmemişti. Buradan elini Akçakaleye uzatmak isteyen Şah Abbas bu sefer karşısında cesur ve kurnaz bir müdafi buldu bu zat Karakaş Paşa idi. O sırada acem asker­leri havalide yaşayan Ermeni kadınlarının ırzlarını payimal etmekte olduklarından Karakaş Paşa ani bir saldırıyla bunları gafil avlanarak hak ettikleri şekilde kılıçtan geçirdi. Haziran ayında ordu ile beraber İstanbul'dan hareket eden Çağalaza-de ancak Kasım ayı sonlarına Tebriz önlerine gelmişse de, Şah Abbas geri çekildiğinden karşısında insan bulamadığı gibi kış'ta bastırmış olduğundan Van şehrine çekilip kaleye kapanmak mecburiyetinde kalmıştı. Şah Abbas, Çağalaza-de'nin Van kalesine çekildiğini istihbar edince kar, kış deme­yip yüklenmişti. Bunun üzerine kış ortasında serdar Çağala-zade, askeri Van gölü üzerinden Adilcevaz tarafına geçirmiş oradan da Erzurum'a nakletmişti. Bu işleri o kadar sessiz halletmiştİki Şah Abbas, Van Kalesi önünde kırk gün beyhu­de beklemişti.

 

 

 

Yavuz Ali Paşa'nın Vefatı

 

 

Sadrazam Yavuz Ali Paşa, Hazreti padişahtan aldığı tali­matları havi olarak geldiği yere yâni Macaristan ovalarındaki orduya iltihak etmek üzere yola çıkmıştı. Yolda hastalanan Sadrazam, Belgrad'a vardığında rahmet rahmana erişti. Haz­reti padişah, Sadrazamın vefat haberini aldığında hemen ge­reken istişareleri yaparak bilhassa hocası, Hoca Mustafa Efendinin tavsiyesine uygun olarak Lala Mehmed Paşa'yı sa­darete tayin eyledi. Lala Mehmed Paşa, hemen Budin ve Es-tergon üzerine gitmişse de harb mevsiminin geçmiş olması hasebiyle bir netice alamadı ve kışlamak üzere Belgrad'a dö­nüldü. Hicri 1013 Milâdi 1604.

 

Bu sırada Şeyhülislâmlık makamına İkinci defa olarak Sunuhi Efendi tayin buyruldu. Bâb-ı Alî; Fransa, İngiltere ve Ve­nedik ile diplomatik münasebetler teminini araştırıyordu.

 

Çünkü İran Şahı Abbas, devleti aliyye aleyhinde Papalık dahi! bütün Avrupa devletleri ile ittifak edici münasebetler kurmaya çalışıyor ve bunda bilhassa Papa ile ittifak temin etmeye muvaffak olmuştu. Fakat bu ittifak askeri sahada değil, politik alanda kurulabilmişti.

 

Bundan dolayıdır ki; Osmanlı Devletinin artık Avrupa sa­raylarında cevelan eden politikaları gayet yakından takip et­mesi icab ediyordu. Çünkü vazgeçilmez bir metod vardır ki o da yabancı devlet adamlarının politikasında kendi emel ve arzularına uygun müşterek hedeflere varacak dönemeçler te­min meselesidir. Bunlar onları kâh pohpohlamak kâh mali destek sağlamakla mümkündür; fakat bütün bunları yapabi-mek için evvelâ o ülke ile diplomatik münasebetlerin bilfiil başlaması ile mümkündür.

 

İşte bu sebeble Osmanlı Devleti yukarıda mezkûr devlet­lerle politik münasebetler araştırma cihetine gitmeye karar vermişti- Tabii bunda padişahın gösterdiği hedefler esas un­surdu. Hazreti padişahın tahta geçişi sırasında sadaret kay­makamı olan Kasım Paşa bir müddet sonra Anadolu Beyler­beyliğine tayin olunmuştu. Ne var ki bu paşanın yaptığı zu­lüm ve gün geçtikçe irtikap ettiği zulmün artması ardı arkası kesilmeyen şikâyetlerin ta padişahın kulağına kadar gelme­sine müncer oldu.

 

Hazreti padişah bu zalim adam için bir hatt-ı şerif yazdırıp idamını emretti. Bostancıbaşı bu emri icraya memur olundu. Hakkında hükmü padişah fermanını ve yerine getirmek üze­re bostancı başının Anadolu'ya geçtiği adamları vasıtasıyla haber alan Kasım Paşa hemen tedbirler aldı. Hakkındaki hükmün infazını önletti. Hazreti padişah bunun üzerine ikinci bir ferman göndererek Kasım Paşayı kethüdalığa, Anadolu Beylerbeyliğine de Derviş Paşayı tayin etti. Tabii bu Kethü-dalık tevcihi Kasım Paşayı Dersaadete bir fitne çıkarmadan getirtebilmek için ince bir tuzaktı. Bu tuzağa düşen Kasım Paşa Dersaadete geldi ve Kethüda olarak girdiği divan top­lantısında, çocuk zannedilen genç padişahın şu sualine mu­hatap olup hazan yaprağı gibi sararıp titremeye başladı. Sual şuydu:\«Biz seni iki defa yanımıza çağırdık niçin gelmesiz» titremesinin bu suale cevap olamayacağı aşikâr olduğundan Kasım Paganın işi bitmişti. Divanda bulunan Şeyhülislâmdan alınan fetva idam kararının dini müsaadesi oluyordu. Kasım Paşanın boynu vurulup hayat defteri dürülüvermişti. Kasım Paşa Kethüdahk mevkiinde ancak yirmidört saat kalabilmiş­ti. Kethüdalığa tayin edilen Sarıkçı Mustafa Paşaya, Hazreti Padişah; «Selefinin halini görürsün, ona göre hizmet eyle yoksa akıbet bu haldir.» diyerek ikaz etmek lüzumunu duy­muştu. Çok geçmeden padişahın ikazından korkan Sarıkçı Mustafa Paşa yerini muhafaza edebilmek için kulis faaliyetle­rine girişti. Her taraftan bu kulislerin ihbarını alan padişah işin sonunu beklemeye başladı. Şimdi kethüda, Şeyhülislâ­mın ayağının altına karpuz kabuğu koyma çalışmalarına başlamıştı. İşte bu Sarıkçı'nın sonu oldu. Vazifeye başlarken yapılan ikaz genç padişahın dudakları arasında bu sefer tek kelime olarak çıkmıştı; «Kaldırın.» Bu söz Sarıkçı Mustafa Paşanın selefi gibi boynunun vurulması emriydi. İcabı yerine getirildi. Geçen zaman padişahın onbeş yaşını doldurmasına ve ilk evladı Osman sultanın dünyaya gelmesine şahid oldu. Osman adlı bu şehzade ileride kendi safhai hayatı anlatılır­ken görüleceği gibi Osmanlı tarihinin en acı vak'aları-ndan birine uğratılacaktır. Şehzadenin doğumu yedi gün yedi gece şenliklerle te'sit olundu. Fakirler doyurulup ceplerine harçlık­lar konuldu.

 

 

 

Batı Cephesinde Sulh Çalışmaları

 

 

Bilindiği gibi ondört seneden beri batı hududlanmızda küf-fâr ile cenk ediliyordu. Bu cenklere, gerek Anadoluda Celâli hareketleri gerekse Iranın mütecaviz durumu sebebiyle son verilip mezkûr huzursuzlukların ve İran tecavüzatının yok edilmesi için bir heyeti murahhasa kurmuş ve Diyarbekir es­ki Beylerbeyi Murad (Kuyucu) Paşa idaresinde müzakerelere başlamıştı. Padişah, Sadrazam Lala Mehmed Paşa'yı Maca-ristandan geri çağırdı. Bu fermana uyan Lala Mehmed Paşa Istanbula geldi. Padişah-ı şahanenin huzuruna çıktı. Hazreti padişah doğu sınırlarımızda İran tecavüzatından dahilde ise Uzun Halil adlı eşkiyanın hareketlerinin bastırılması için Ma-caristandaki savaşın şerefli bir barışla bitirilmesi icab ettiğini bunun için mutlak surette Estergon Kalesinin fethi gerekir di­ye noktai nazarını bildirdi. Avusturyalılar ile sulh yapılırsa çok daha güzel olur buyruldu. Bu talimatı alan Lala Mehmet Paşa derhal orduyu hümayunun başına dönerek bir nefeste Estergon kalesini fetihten başka Vişegrard ve Plato kalelerini de mülükü şahaneye ilave eyledi. Hazreti padişah bu muvaf­fakiyetten pek memnun kaldı. Sunuda tebarüz ettirmek ge-rekirki bu muharebelerde Erdel Voyvodası Bokasi'nin yaptığı hizmetin, padişahı şahanede makbul sayılması münasebetiy-je £rdel Beyliğine ilaveten Macaristan Krallığı dahi kendisine verilmiş ve kendisinden sonraki evlatlarına kalması için mü­saade verilmişti. Bokasi, kendisini Macaristanın başşehri olan Budin'e davet eden sadrazamın nezdine giderek yüzüne karşı okunan fermanı dinledikten sonra İstanbulda yaptırılan tacı başına koyan eli sarılıp öptü. Bu el Devleti Osmanİyye-nin Sadrazamının eliydi.

 

Sadrazam süslü bir kılıcı Bokasi'nin beline taktı. Kaanuni Sultan Süleyman zamanında Avusturyalılardan alınan şehrin camie tahvil edilmiş kiliselerin haricindeki kiliseler Boka­si'nin emrine verilmiştir. Bu krallıktan on sene vergi alınma­ma okunan fermanda derpiş olunmuştu On seneden sonra yılda onbin duka altını vergi vermesi emrolunmuştu.

 

Görülüyorki; genel olarak duraklama devri olarak tanımla­nan zaman içinde Devleti aliyye hâlâ Avrupalılara kral tayin edebiliyordu. İşte kuvvetli, olmanın ne kadar önemli olduğu bir daha gözler önüne serilmiş oluyordu. Her neyse bu seferi hürnayuhda güzel bir neticeye bağlanmıştı.

 

 

 

İran Cephesinden Haberler

 

 

Serdar Çağalazade Sinan Paşanın oğlu Mahmut Paşa Di­yarbekir Beylerbeyliğine, Şirvan komutanhğınada Ahmed Paşa getirilmişti. Maiyetlerinde onaltı Beylerbeyi, yirmidört sancak bey'i olduğu halde Tebriz gölü sahiline orduyu götü­rerek mevkii tuttular. Karışlanndaki iran ordusuna hücuma geçtiler. İran askerleri ricat ettiler. Bu ricatı hakiki sanan Kö­se Sefer paşa ortalarına dalıp takibe başladı. Bir müddet ko­valadığı iranlıların esas kuvvetlerini bir tepenin arkasından çıktıklarını görünce durumun fecaatini anladı. Artık yapıla­cak iş, dişe diş, göze göz dövüşmekti. Sefer Paşa bulunduğu mevkiide öğleden akşama kadar kanlı bir direniş ortaya ko­yarak ordunun çekilmesine yardımcı oldu. Bu ateşmizac pa­şa hatasını orduya çekilme imkânı temin ederek telafi ede­bilmiş oldu. Hava karardığı zaman Sefer Paşa kuvvetleri eri-miş, buna mukabil orduyu hümayun geri çekilebilmişti. Fa­kat Köse Sefer Paşa da esir olarak Şah Abbas'ın eline düş­müştü. Şah Abbas, Sefer Paşanın kahramanca direnişine hayran olmuş ve mezhebi şia'yı seçerek kendi hizmetine gir­mesini tekilf etti. Sefer Paşa «Padişahım Efendimin ekmeği kursağımda durur, mezhebim ise dört hak mezhebten biri­dir. Senin sapık mezhebine ve hizmetine girmektense öiüm benim için bal, börektim cevabını vererek şehadet şerbetine adaylığını koymuş oluyordu. Şah Abbas bu Kahraman paşa­yı idam etmekten çekinmemişti. İşte şehidler kervanına bir şehid daha katılmıştı.

 

Bu sırada ise yanındaki maiyeti askerisiyle orduyu hüma­yuna katılmak üzere gelmekte olan Canbuladoğlu mağlubiy-yet haberini alınca büyük bir maharet göstererek askerini toplamış ve Van'a dönerek yanındaki askeri bir tehlikeden korumuş oluyordu. Fakat Çağalazade Sinan Paşayı karşıla­mak ve takdir alma ümidiyle yanına vardığında mağlubiyye-tin derin üzüntüsü içinde olan Sinan Paşadan bir sürü haka­ret işittikten sonra birde idam hükmü ile karşılaştı. Bu hü­küm infaz olunduğunda İran Savaşının mağlubiyyetinin ver­diği neticeden daha fena akıbetlere müncer olmuştur.

 

Bu idam hükmünün infazı otuzbin kendi askeri bulunan Canbuladoğlunun kardeşleri Ali ve Hızır beyler askerleri ile beraber ordudan ayrılıp Halep'e gittiler ve orada isyan bayra­ğını açtılar. Bütün bu neticelere son derece kederlenen Ça-ğalazade Sinan Paşa Diyarbekir'e dönerken vefat etti. Bu se­fere ürrniye bozgunu adı verilmiştir. Hicri "1014, Milâdi 1605.

 

 

 

Yine Batı Cephesi

 

 

Sadrazam Lâlâ Mehmed Paşa, Estergon kalesinden başka ufak tefek kaleleride ele geçirmeye devam ediyordu. Öte yandan bir çok esir elde edilmişti. Anadoluda bulunan eski asilerden affı şahaneye mazhar olmuş olan Deli Hüseyin Pa­şa Tamişvar Beylerbeyliğine getirilmişti. Fakat bu adamın eski huyu depreşmiş olacakki; bulunduğu Tamışvar'da bir çok zulümler ortaya koyuyordu. Bu zulümler bir gün ihanete de dönebilirdi. Zira Batı hududları Doğu hududlar gibi düşü­nülemezdi. Ayrıca İslâm devleti fetih ettiği bölgede değil zu­lüm yapmak hak ve adaletin koruyucusu olmakla vazifeliydi.

 

Bir çok hiristiyan, müslümanların bu tavırlarına hayran ka­larak islâmı tetkik etmişler ve ihtida ederek islâmı seçmişler ve insanlık şerefini ihraz etmişlerdir. Bir çok tarihçiler bilhas­sa ecnebi tarihçiler ve bizden de tam bir islamcı görüşle me­seleye bakmayan bazı müverrihler ve son zaman tarihçileri bir çok insana ki, bunların içinde nice yüksek makamlarla din-ü devlete hizmet vermiş olanlar vardır bunları dönme ta­biri ile anlatırlar. Halbuki islâmda karar kılana biz ihtida et­miş veya mühtedi deriz.

 

Dönme ise islâmı kabul etmiş görünen aslında kabul et­meyen diğer bir isimle «Sebateistler» denilen bir yahudi gu­ruptur ki, bu günde dünde bu grup islâm için hainane çalış­malar içindedir.. İşte bunlara ancak dönme demek lâzım ge-lirki, dönmeyen dönmelerdir. Yoksa bir çok hizmet erbabı ih­tida etmiş müslümanlar şüphesizki bunlardan çok çok fazla­dır. Her neyse; bu Deli Hüseyin Paşa zulüm yaparak islâmın razı olmadığı bir harekette bulunduğu için idam olunmuştur.

 

Tütünün ilk defa bu sırada devleti Osmaniyyede kullanıldı­ğı görülmüş ve çok kısa bir süre sonra şiddetle yasaklanması emr olunmuştu.

 

 

 

Celali Tenkiline Padişahı Davet

 

 

Anadoludaki isyanları bastırmak üzere memur olunan Na-suh ve Ali Paşalar, kuvvetlerini bir araya toplamışlar ve Uzun Halilin üzerine yürümüşlerdi. Devlet kuvvetleri ile Uzun Ha­lil'in kuvvetleri Konya ile Kütahya arasında karşı karşıya gel­mişler ve vukubulan savaşta devletin ordusu bozulmuştu. Nasuh Paşa bu bozgunun mesuliyetini Ali Paşanın üzerine yıkmış ve onu idam ederek derhal İstanbul'a gitmek üzere harekete geçmiş kısa zamanda Dersaadete vasıl olarak Hu­zuru şahaneye çıkmış ve hazreti padişahı eşkiya tenkiline çıkması hususunda iknaya çalışmıştır.

 

Gerek Şeyhülislâm gerekse padişahın hocası Mustafa Efendi bu fikre karşı idiler. Fakat Hazreti Padişah Bursa'ya geçerek durumu yerinde müşahede etmek istedi. Padişahın Bursa'da bulunduğu sırada İstanbul'da gerek sipahiler gerek­se yeniçeriler bir takım uygunsuzluklar yaptılar. Sultan Ah-med Hazretleri derhal İstanbul'a avdet ederek bu hareketlerin ileri gelenlerini cezalandırdı.

 

Bir müddet sonra yapılan Divan toplantısında Nasuh Pa-şa'nın 3. Vezir olarak İran seferi serdarlığına tayini, Vezir Mu-rad Paşa'nın Macaristan'daki orduyu hümayunu kumandan­lığına, Sadrazam Lala Mehmed Paşanın İstanbul'da kalarak her iki seferin sevkİyatına bakması kararlaştırıldı. Ne varki, Osmanlı tarihinde gözüken devlet adamlarının içinden en ha­ris ve hilekârlarından biri olan Derviş Paşa ki; daha çok ev­vel Bostancıbaşı iken Hazreti padişaha kendini sevdirmiş, Kaanuni Sultan Süleyman Hân'ın kız torunlarından biriyle evlenmiş ve Hanedan-ı Osmaniyyenin damadı olma şerefine nail olan meşhur Çağalazade Sinan Paşayı Kaptan-ı Derya­lıktan azlettirmiş ve o makama kendisini tayin ettirmişti.

 

Simdi ise Derviş Paşa gözü vezaret uzma makamına dikti­ğinden yeni bir desiseye başlamıştı.

 

Derviş Paşa; Hazreti padişaha «Sadrazam burda ne yapar, aitsin İran seferine, bizzat idare etsin. Batı serhadlerimizi nasıl huzura kavuşturduysa İran'ı da hizaya getirsin.» diye­rek sureti hakdan görünüp, başarıları kesin olan bu Sokullu-zade Lala Mehmed Paşayı beğeniyormuş kisvesine bürünüp, Hazreti Padişahdan Lala Mehmed Paşa'nın sadaretine İran seferi Serdar-ı Ekremliği sıfatını da ekliyen bir hatt-ı şerif is­tihsaline muvaffak olmuştu. Bu hatt-ı şerif Sokulluzade Lala Mehmed Paşa'ya vasıl olunca Paşa «Binbir emek ile sulh noktasına geldiğim Avusturyalılarla şu antlaşmayı bitirip gi­deyim» ricasını Sultan Ahmed Hazretlerine ulaştırdığında su cevabı almıştı: «Anadolu'ya gitmeye hazır ol.» Mehmed Paşa bu cevap üzerine çok üzüldü ve yapacak bir şey olmadığın­dan Üsküdar'a geçti. Orduya sefer hazırlıklarına başlaması emrini verdiğinde bir felç indi. Böylece mefluç olarak yatağa düştü. İşte Derviş Paşa o zaman oyunu oynamaya başladı. Padişaha: «Bu paşa neden sefere çıkmağa gecikir, duyarız hastalanmış, sapasağlam bir adamdı; acaba hastalığı baha­ne midjr? Belki siz kararınızdan vazgeçersiz.» padişahı sinsi sinsi şiddete teşvik ederdi. Padişah, sadrazamına yeni bir Hatt-ı şerif göndererek «Ettiğin temaruz yeter. Yürü.» buyur­muştu. Bu Hatt-ı şerifi alan ölüm halindeki sadrazam bir adamını göndererek «ölüm halindeyim, makbul bir adamınızı gönderip teftiş ettiriniz» mealinde bir haber irsal eyledi. Haz­reti padişah hakikaten kendisinin güvendiği ve sadrazamını da seven bîr adam göndermişti. Gelen teftişe memur şahıs sadrazamı bitkin bir halde görünce ağlamaya başlar ve elle­rine sarılır. Sadrazam artık nefeslerinin sayısının azaldığı, ev­lât ve iyalinin padişah hazretlerine emanet ettiğini bildirmesi­ni söyler. Hakikaten üç gün sonra vefat eden Sokulluzade Lala Mehmed Paşa, Eyüb'de medfun dedesi, Sokulu Meh-med Paşa'nın türbesine defn edilir. Hicri 1015, Milâdi 1606.

 

Şeyhülislâm Sunuhi Efendinin kaviince; Derviş Paşa veza-reti uzma makamına geçebilmek için Portekizli bir doktora Lala Mehmed Paşa'yı zehirletmiştir. Hakikatende merhum sadrazamın yerine bu hain ve dessas adam sadrazam olmuş­tur. Fakat ileride görülebileceği gibi pek fena bir akıbetle bu dünyadan el çekecektir.

 

 

 

Derviş Paşa'nın Sadareti

 

 

Çok sert ve asabi olan bu hain sadrazam, Lala Mehmed Paşa'nın vefatından sonra sadrazam olmuş ve divan çavuşu­na hemen şu sözleri söylemişti: «Divan Efendileri beni sair sadrazamlar gibi zannetmesinler, onlarla kıyas etmesinler. Ben bu günün işini yarına bırakanın boynunu vurdururum.» Hakikatende ilk divan toplantısında Beylerbeyliğinden mazui bir zat'in idamı ilk icraatı olmuştur.

 

Bir kaç gün sonra huzur hümayunda Hazreti padişah; kışın gelmek üzere olduğunu, ayrıca cephane temini durumlarının zaman alacağını bildirmesi ve bu sebeble İran üzerine yapıla­cak seferin bir daha ki seneye tehirini ileri sürdü. Kimseden ses çıkmayınca Şeyhülislâm Efendi ki; Ebu-s Suud Efendi­nin yeğeni olan Hacı Mustafa Sunullah Efendi, divanın hisle­rine tercüman olarak şunları söyledi: «Seferi ecnebiyyeye karşı çıkarılan tuğ'lan geri almak doğru değildir. Ecdadı iza­mınız zamanında olduğu gibi bari serdar Haleb'e kadar gidip orada kışlasınlar, levazımı harbiyyeyi orada ikmâl eylemeleri iyi olur.» Bu sözleri söyliyen Şeyhülislâm çok doğru söyle­mişti. Mademki merhum sadrazamın İran seferine gitmesi hususunda İsrar olunmuştu şimdi niye vaz geçiliyordu? Hem de bir ordu ananelerini dini hususlara aykırı düşmemek şar­tıyla devam ettirmelidir. Nitekim Şeyhülislâm Efendi, cümlesinin içinde kullandığı «Ecdadı azaminiz zamanında olduğu

 

rtibi...» sözleriyle bu ananeyi de hatırlatmış oluyordu. Burada u muazzam hadiseyi yazmak icab etti.

 

Bütün okuyucularımız bilirler ki; CJhud savaşma hazırlanan islâm ordusunun Şanlı ve Gaazi Kumandanı iki cihan güneşi peygamberimiz Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, sahabenin ileri nelenlerini toplamış ve bir harp meclisi akdetmişti. Bu mec­liste muhtelif fikirler ileri sürülmüş ve savaşın Medine'den çı­kılarak yapılmasını isteyenler daha çokluktular. Halbuki, iki cihan güneşi Efendimiz Hazretleri (s.a.v.) Medine'de kalıp müdafaa savaşı yapmak şeklini ileri sürmüştü. Neticede dı­şarı çıkalım diyenler çoğunlukta olduğu İçin karar savaşın dışarda kabul edilmesi şeklinde çıkmıştı. Bu karar üzerine Efendimiz hazretleri toplantı yerinden ayrılıp zırhını giymek ve kılıcını kuşanmak kısaca muharebe hazırlıklarını tamam­lamak üzere saadethanesine gitmişlerdi. Sahabe kiram kendi aralarında konuştular ve biz ne ettikte Resulullahın reyi isti­kametinde hareket etmedik deyip, kararlarını değiştirdikleri­ni, Resululahın buyurduğu gibi Medine'de kalmaya, savaşı müdafaa şekline yapmayı uygun gördüklerini bildirmek üze­re aralarından teşkil ettikleri bir heyeti iki cihan serverinin saadethârıesine gönderdiler. Giden heyet Resulullaha yeni kararlarını; anlattılar. İki cihan serveri Efendimiz Hazretleri buyurdular: «Bir peygamber zırhını kuşandıktan sonra sa­vaşmadan onu çıkarmaz.»

 

işte Sunullah Efendi Hazretleri; Peygamber ordusunun de­vamı olan bu orduyu hümayunun, Tuğ çıkardıktan sonra onu geri almak olmaz demesi ne kadar isabetli bir görüş ve Pey­gamberin sünnetine uygun olduğu anlaşılır. Bu getirdiğimiz rnısal için biz insanlara ders olarak tecelli ettiğini bildiğimiz­den aldık yoksa iki cihan serverinin ne müşavereye ne de zıı"ha ihtiyacı vardır. Bütün bunlar biz ümmetine bir ders olsun diye tecelli eylemiştir. Şu beyiti buraya koyarak meramı­mızı anlatabildik sanırız.

 

uHikmetidir gezdiren düşmenleri

 

Bir nefes dilese kırar onları»

 

Her neyse biz mevzuumuza avdet edelim.

 

Şeyhülislâmın bu sözlerinden sonra divan da bir takım tar­tışmalara yol açtığını gören Hazreti padişah hiddetlendi. Pa­dişahın bu hiddetinden faydalanan Derviş Paşa bu doğru sözlü Şeyhülislâmı Ötedenberi yerinden kaydırma düşüncesi­ni kuvveden fiile çıkarmaya muvaffak oldu. Şeyhülislâmlığa üçüncü defa Ebu-1 Meyamin Mustafa Efendiyi nasb ettirdi.

 

Sunullah Efendi hazretlerinin bu Derviş Paşa tarafından ayağının kaydırıldığını anlayan ulema efendiler zalimin sonu­nun gelmesini beklerken onun sakalına göre tarak vurmayı yeğ tuttular. Hatta bunlardan bir tanesi bu yolda o kadar ileri gitti ki bir sohbet sırasında savaşları İstanbul'dan idare et­mek bahsinden söz açılınca o zat «Kerimüşşan efendimiz siz afitab-ı cihansınız merkezde sabit olup zulumatı def ve ezhab için yalnız şuanızı salmalısınız» diyerek hakikaten ule­maya yakışmayan bir yaltaklanmada bulunmuştur.

 

 

 

Ferhad Paşa'nın Serdarlığı

 

 

Nihayet Deli Ferhad Paşa, İran seferi üzerine Serasker ta­yin olundu. Yaz mevsimi başlangıcında sefere çıkmak üzere Üsküdar'a geçildi. Serasker, ordugâhını kurmuş ve askerin maaşının gelip dağıtılmasından sonra yola çıkmayı düşünü­yordu. Fakat maaşlar bir türlü gelmiyor, asker ise homur­danmaya başlıyordu. Daha merkeze yakın yerlerde maaşlar aksarsa üçbin kilometre gittikten sonra maaş nasıl gelirdi? düşüncesine kapılmışlardı. Bu düşünce gittikçe dal budak sardı.

 

Bir gün yeniçeriler de sipahiler de isyan ettiler. Deli Ferhad paşanın çadırının iplerini kestiler. Kesmekle iktifa etmeyen isyancılar çadırı da taşlamaya başladılar. Çadırın kesilmesin­den az evel durumu anlayan Ferhad Paşa bir yolunu bularak çadırdan çıkmıştı ve böylece çadırın içinde kalıp taşlanmak­tan kurtulmuştu.

 

Emsali az bulunur bir akıllık göstererek yerden bulduğu taşlarla biraz evvel kendisinin de içinde olduğu çadırı isyan­cılarla beraber taşlamaya başladı. Bu durumu gören isyancı­lar şaşırdılar kimisi hayretle bakıyor, kimiside kahkahalarla gülüyordu. Ferhad Paşa ise durmadan taşlamaya devam ediyor hemde çok büyük bir tesir gösteren şu sözleri bağıra bağıra söylüyordu: «Sîz askersinizde, ben değilmiyim, siz maaş almadınızda ben aldımmı?» Bu ha! asakiri İslama çok tesir etmiş ve isyan derhal son bulup sefere çıkılmıştır. Bu seferde daha nice komiklikler olduğu rivayet olunur. Bunlar­dan bir tanesi de şudur. Konya civarında askere maaş dağıtı­mı başlamış ve yeniçerilere ancak yeten maaş bitince durum sipahiler tarafından iyi karşılanmamış, Ferhad Paşa'dan ma­aş talebinde bulundukları zaman Ferhad Paşa «Buyurun İs­tanbul yolu şurasıdır» diyerek isyan edenlere İstanbul yolunu göstermiştir.

 

Bunları göz önüne alırsak bu seferden iyi bir netice çıkma­yacağı aşikârdır. Nitekim öyle olmuş yalnız bir fayda husule gelmiş Hazreti padişah, Derviş Paşa'ya bu düzensizlikler yü­zünden gazap etmiş ve tufan'a dönüşmesini kollamaya baş­lamıştır. Tufan'ın ilk belirtisi eceli ile vefat eden Şeyhülislâm Ebu-1 Meyamin Mustafa Efendinin yerine bu makama eski Şeyhülislâm Hacı Mustafa Sunullah Efendi Hazretleri padişah tarafından yeniden tayin olunmuştu.

 

Kurnaz Derviş Paşa bunun bir meydan okuma olduğunu anlamış fakat ses çıkaracak gücü kendisinde bulamamıştı.

 

İşte padişah kudreti böyle idi, ipi istediği kadar gevşetir seni serbest bırakır sen istidadını gösterirsin müsbet olursa yıldızı­nın parlaması devam eder. Ama bir tökezlersen ipi çektiğin gibi her şeyi kaybedersin. Bu sebepten celâîli padşahın bu tayini Derviş Paşaya bir itiraz kapısı bırakmıyordu.

 

 

 

Derviş Paşa'nın İdamı

 

 

Derviş Paşa kendisi için bîr konak yaptırmaya karar ver­miş ve bunu bir yahudi mimara sipariş etmişti. Konak- bit­mek üzereyken Derviş Paşa inşaatı gezmeye gelmiş, dolaş­mış ve durumu beğenmişti. Yahudi mimara hesap defterini sordu. Yahudi mimar defteri taktim edince, defterdeki ra­kamları gören sadrazam hemen hiddetini izhar etti. Yahudi mimar hemen defteri kaptığı gibi yırttı ve Paşaya «Masraf fi­lan yok, kulunuzda malınızdır» dedi. Derviş paşa memnun olarak inşaattan ayrıldı. Fakat yahudi mimar, ırkının bütün desayis ve hilelerine vakıf bir kâfirdi. Natamam olan inşaatın hemen içinde bir kazı yaptırıp bu tünelin istikametini saraya doğru yaptırdı. Bir de gizli çıkış kapısı yaptıktan sonra duru­mu saraya jurnalladı. Bostancıbaşı gelip durumu gördü. Va­ziyeti padişah hazretlerine bildirdi. Bu tünelden gizlice saraya girecek olan Derviş Paşa padişaha suikast yapacağı suçuyla itham olundu. Bu tezgâh ve itham Derviş Paşanın işini bitir­mişti. Huzuru şahanede bulunan bir çadır ipiyle boğduruldu. Bir müddet geçip de öldü zannedilen paşanın bir ayağı oyna­yınca herkes korktu. Fakat cesur ve genç padişah soğuk­kanlılığını muhafaza ederek hançerini çekip Derviş Paşanın kellesini gövdesinden bizzat kendisi ayırdı.

 

Bu Derviş Paşa o zamana kadar hiç bir islâm devletinde ve Osmanlı devletinde görülmemiş ancak Avrupa'da tatbik olunan bir vergi koymuştu. Bu verginin adı «Pencere» vergi-

 

siydi. Onun ölümü üzerine bu küffâr taklidi vergide kalkmış­tı. Hicri 1015, Milhadi 1606.

 

 

 

Zitvatorok Antlaşması

 

 

Derviş Paşanın ölümünden iki ay kadar evvel, uzun müd­det süren bir rivayete göre murahhasların nehir üzerindeki kayıklara binerek sürdürdükleri müzakereler sona ermiş. An­laşmanın yapıldığı yerin adını alan bu antlaşmaya «Zitvato-rok Antlaşması» adı verilmiştir. Daha evvel Diyarbakır Bey­lerbeyliği makamında olan Murad Paşa devleti islârniyye ya­rarına bir çok fedakârlıklar ve kahramanlıklar ifa etmiş ve vezirlik rütbesine nail olmuş oluyordu.

 

Söz konusu müzakerelerde Osmanlı sulh heyetinin baş­kanlığını yapıyordu. Hem iyi bir asker hem de iyi bir diplo­mat olan paşa iç durumları çok iyi takip ediyor ve merhum Sokulluzade Lala Mehmed Paşanın izinden giderek iç zafiyeti düşmana duyurmadan güzel bir sulh akdetmeğe uğraşıyor­du. Eğer bir takım kabul edilmez taleblerde bulunmuş olsay­dı Anadolu'daki isyanlar, Avusturyalıları sulh masasından kaldırır. Şöylece devleti aliyyenin başında öyle bir yangın çı-kardıki sondürebilen kula aşkolsun.

 

Bu sebepten kuru unvanlar üzerinde durmayıp sulhu sağ­lamaya çalışmıştır. Bu sulh ana hatları ile şöyle idi. Onyedi maddeden ibaret olan antlaşma o güne kadar Avusturya İm­paratoruna Viyana Kralı diye hitap eden Osmanlı devleti, ar­tık imparator diyecekti. Karşılıklı olarak üç senede bir hedi­yeler gönderilecekti. Kaanuni zamanında Macaristan'ın mu­ahede icabı Avusturya'da kalan toprakları için alınan senelik 30 bin dukalık vergi lağv ediliyor bunun yerine Avusturya bir defada ikİyüzbin duka altını Osmanlı devletine Ödemeyi ka­bul ediyordu.

 

Osmanlının göndereceği elçiler artık eskisi gibi olmayıp yâni; çavuş, müteferrika, çaşnigir rütbelerinde olmayacak sancak beyi rütbesine haiz olanlar gönderilecekti. Birde o güne kadar devleti aliyye sekiz yıldan fazla süren sulh yap­mazken ve sulh şartlarını padişah hazretleri tenezzül edip dikte etmez, sadrazamın veya onun tayin edeceği birine bıra­kılırken artık müzakere yoluyla yapılması vardı. İşte şunu bir daha tekrar etmekte fayda vardır ki; «İstersen sulhu salah hazır ol cenge» ancak bu kaideye uyarsan arzu ettiğin bir sulh temin edersin yoksa beri yanda Papa ile İran saldırıları, diğer yanda Anadolu'daki eski Beylikerin kalıntılarının şu ve­ya bu sebebi ittihaz edip isyanı seçmeleri böyle sulh antlaş­maları yapmaya zorlamıştır devleti. Bu müzakereleri bîr sulh antlaşmasıyla bitiren doksanlık delikanlı Kuyucu Murad Paşa devlet kuvvetlerinin iyi kullanıldığı takdirde nelere kadir olu­nacağını da göstermiştir.

 

 

 

Kuyucu  Mürad Paşa'nın Sadareti Ve Celâli İsyanlarının Tenkili

 

 

Derviş Paşanın idamından sonra sadrazamlık vazifesi bu­nu çoktan beri hak etmiş olan Kuyucu Murad Paşaya veril­mişti. Murad Paşanın «Kuyucu» lakabı, ecnebi tarihçiler ve bilhassa L'amartin tarihinde kasten, eşkiyayı kuyular kazdı­rıp içine attığından verilmiştir diye bahs ederler. Oysa paşa daha Özdemiroğlu Osman Paşanın maiyetinde iken Safevilerle yapılan bir savaşta kuyuya düşmüş ve salimen çıkmıştı. Nasılki, Sinan Paşayı düştüğü bataklıktan güçlü kollarının sayesinde çekip çıkaran Hasan adlı gaazi'ye Batakçı Hasan denilmiştir öylece Murad Paşa bu Kuyucu lakabı kuyuya dü­şüp çıkmasından verilmiştir.

 

Sadrazamlık makamını hakikaten fevkalâde selahiyyetler-le teslim alan paşa o zaman doksan yaşını bulmuştu. Hicri 75 Milâdi 1567'de paşa olmuştu. Bizim milletimiz askeri cok sever ve kendisini daima asker sayan bir hüviyyet taşır. Zaten insan dünyaya müslüman olarak gelir ve bu şerefde musir kalınca zaten artık Allah (c.c.)'ün askeridir. Allah için emreden ve cihad eden ordunun tabii bir üyesidir. Fakat bu millet paşalık rütbesini ihraz edenleri çok sever. Askerliğini yapmış bir çok Mehmetçiğin elli yılı dahi geçse Paşa'sıns hele hele onunla bir dakika bile sohbet etmişse o anı daima hatı­ralarında yaşatır. İşte Murad Paşa otuzdokuz yıl beklemiş ve bir çok muvaffakiyyetleri teşbih tanesi gibi başarı ipine diz­miş ve nihayet devletin en yüksek makamına, sadrazamlığa hiç bir fırıldak çevirmeden erişmişti.

 

Vezaretî uzma makamına geçen Kuyucu Murad Paşa ilk iş olarak Celâlileri yakalayıp onların zulmüne son vermek oldu­ğunu biliyordu. Bu sebeble orduyu hümayunun başına geçip yola koyuldu. Bu temizleme hareketi üç yıl sürdü. Doksanlık ihtiyar, at sırtında yol alır uzun uzun mesafeler kat eder ab-dest ve namaz için at sırtından indiğinde yere uzanır ve bir müddet öyle kalır; bu tevakkuf o kadar uzun sürerdiki ma­iyeti erkânı acaba canı mı çıktı diye birbirlerinin yüzüne ba-karlardı\Paşa bir müddet sonra kalkar namazını huşu ile ia­de eder sonra yepyeni bir kuvvet ve şevkle atına biner ve yo­la revan olurdu. Nakşibendi tarikatının bir mensubu olan pa­şa daima zikir ve ayetler okuyarak yol alırdı. Savaş sıraların­da ise yüksek sesle cihad ile ilgili ayetler okur bunların mâ­nalarını savaş alanının her yerinde işitilen gür sesiyle asakiri mücahidinin kulaklarına eriştirir onların Allah'ın birer askeri olduğunu hatırlatırdı. Kuyucu Murad Paşa bu sefere asileri cezalandırmak ve bir daha devlete baş kaldırmasınlar diye Çıkmıştır. Yoksa Konya milletvekiliği yapmış bir tarih yazarı­nın tanımladığı gibi Anadolu Türk'ünü yok etmek için değil­di. Zaten böyle bir şey yapmak istese idi yine yapamazdı.

 

Çünkü samimiyetle emrinde olduğu Hazreti padişah, İslâmın Halifesi, devletin başı olarak rakipsizdi. Selefieri ve halefleri gibi oda şanlı Kayı boyunun müntesibi olan bir Türk idi.

 

Sadrazam bu asileri temizlediği zaman geçen müddetin üç yıl olduğunu yukarıda bildirmiştik. Bu asilerin ileri gelenleri­nin içinde Canbuladoğiu, Kalenderoğlu, Taviloğlu ve kardeşi Meymun'un kuvvetleri vardı. Bunların yekûnu yüzbini aşıyor­du. Dersaadete dönen sadrazamın yanında eşkiyadan alın­mış bayrakların sayısı dörtyüzü buluyordu. Sadrazamın aldı­ğı neticeden çok memnun kalan hazreti padişah bir çok ih­sanlarda bulundu. Şunu da ehemmiyetle belirtmek isteriz ki meşhur Kanije Kahramanı Tiryaki Hasan Paşa, Celâli tenki­linde bizzat Kuyucu Murad Paşanın yanında bulunmuş ve has müşavirliğini yapmıştır. Burada aklımıza şunu yazmak düşmüştür. Yazmadan geçemedik. İnşaallah kendi bölümü geldiği zaman daha detaylı olarak vereceğimiz bir meseleyi yeri geldiği için kısada olsa belirtmeyi uygun gördük. Kuyu­cu Murad Paşanın bu eşkiya tenkilinde devletin büyük hiz­metkârı ve islâmın aşık kulu Tiryaki Hasan Paşa, maksadı İslama muhalif bir işte şüphesizki Murad Paşaya muhalefetini gösterir idi. Böyle bir muhalefet söz konusu olmadığı gibi müşaviri haslık vazifesini ifa etmesi herhalde yukarıda mez­kûr tarihçinin kötü hükmünü ortadan kaldırır sağlam bir de­lildir. Yakın tarihi tetkik etmiş olanlar bilirlerki; büyük diye ta­nıtılmış olan Mithat Paşa, Cennetmekân Sultan Abdülhamid Hân tarafından sâdır olan bir hükümle kurulan mahkemece Merhum Sultan Abdülaziz Hân'ın ölümünden dolayı idama mahkûm edilmiş ve meşhur Plevne müdafii müşir Mareşal Gaazi Osman Paşa'nın reyiyle de bu hükme iştirak etmiş idi. Fakat otuzüç yıllık devrinde sadece sarayda işlenen bir cina­yetin failini idam ettiren kararı imzalamış olan Sultan Abdül­hamid Hân, damad-ı Şehriyari Gaazi Osman Paşa'nm bütün İsrarlarına rağmen ölüm kararını sürgüne tahvil etmişti. Şim­di okuyucu seçmek mecburiyetindedir. Sultan Abdülaziz'in ölümünden dolayı mahkûm olmuş olan Mithat Paşa mı? Yok­sa o idam hükmünün imzalanmasında rey'inden başka padi­şaha da İsrarda bulunan Şanlı Gaazi Müşir Osman Paşa mı? Bu vak'ayı göz önüne alırsak Kuyucu Murad Paşa'nın bu se­ferini haksız şekilde niteleyen yazara gereken cevabın veril­diği görülür.

 

 

 

Kuyucu  Mürad Paşa'nın İran Seferi Ve Vefatı

 

 

İstanbul'a gelen ve bir sene kadar süren hazırlıklar yapan Veziriazam İran üzerine sefere çıkmış ve gerek İranlıların ge­rekse şakiler yüzünden türlü zulümlere duçar olmuş doğu hududlanmızı düzenlemek gayesindeydi. Tebriz'e kadar gi­den paşa, kış .mevsiminin gelmesi üzerine Diyarbekir'e dön­dü. Ne varki burada bu büyük hizmet ehlinin sayılı nefesleri tükendi ve devlete yaptığı hizmetle Rabbi Zül Celâl'in huzu­runa alnı açık olarak kavuştu. Kuyucu Murad Paşa son dere­ce cesur bir adamdı. Bu cesaretinin istinad noktası yukarıda belirttiğimiz gibi Nakşibendi tarikatına mensub ve seyrü sü­lük deryasında kulaçlar atan bir zat olmasından geliyordu. Bir savaşa başlayacağı zaman atından iner uzun uzun dua eder ve yerden aldığı bir avuç toprağı yüzüne gözüne sürer ve topraktan halk olunduk, toprağa döneceğiz ayeti kerime­sine olan inancının kuvvetini izhar ederdi. Hiyerarşiye çok dikkat eder hiç bir astını, daha küçük bir astın yanında mu­aheze etmez fakat haksızlıklarını hususi bir şekilde yüzlerine vurur idi. Hatta şu hadise bir çok tarihlerde ehemmiyeti anla­tılmamakla beraber yer alır. Celâlilerle yaptığı bir cenk sıra­sında yardımcı kuvvetlerle gelmesi beklenen meşhur Nasuh Paşa yolu gayet aheste adımlarla almış yardım diye geldiği yerde işin bitmiş ve koca Vezirin gene cengi kazandığını gör­müştü.

 

Şimdi yardımı zamanında getirmemenin başının gitmesine sebeb olacağı korkusuyla tereddüt içinde basit çadırının önünde bir seccadeye oturmuş sadrazamın önünden geçip yanına gitmiş herkesin hayretle açılan gözleri önünde Kuyu­cu Murad Paşa, Nasuh Paşaya elini uzatmış ve sırtını sıvazla­dıktan sonra elinden tutup çadıra sokmuş ve orada haşlama­ya başlamıştı, üzün süren bir azarlamadan sonra bazı nasi-hatlarda bulunduktan sonra paşayı dışarı çıkarmış ve sela­metle gönderivermiştir.

 

Nasuh Paşanın arkasından bakarken maiyetindekilerin şu sözlerini duymuştu. «Kuyucu paşa bu mel'unu nasıl sağ ko­du?» Kuyucu Murad Paşa onlara bakarak «Af, zaferin sada-kasıdır» diyerek ne kadar da hİlm sahibi olduğunu göster­mişti. Sadrazamın vefat ettiğini büyük bir üzüntü içinde öğre­nen padişah bir irade-i hümayunla nâşının getirilip İstan­bul'da Çarşikapı'daki türbesine defnolunmasını istemiştir. Hicri 1020, Milâdi 1611.

 

 

 

Damad Nasuh Paşa'nın Sadareti Ve İdamı

 

 

Kuyucu Murad Paşanın öldürmeyip bağışladığı Nasuh Pa­şa, sadrazamın vefatı üzerine, İran seferine çıkmış ve kışla­makta olan orduyu hümayunun Serdar vekilliğini üzerine al­mıştı. Birkaç gün sonra Hazreti Padişah Nasuh Paşayı sadra­zamlığa tayin ettiğini bildirdiğinden vekâlet, asalete münka-lip olmuştu. Sadrazam Nasuh Paşa İstanbul'a hareket edince İran seferi durmuş oldu. Bilahare Nasuh Paşa muahedesi im­zalandı. Nasuh Paşa, padişah hazretlerinin kızlarından 13 ya­şındaki Ayşe Sultanla evlendi.

 

Sultan Ahmed Hazretleri Edirne'ye gittiğinde sadrazamı damad Nasuh Paşa'yı da yanına almıştı. Yol boyunca avcılık yapıldı. Hazreti padişah eihak ne yaman bir binici, ne kadar Kuvvetli kollara malik olduğunu çektiği yayın fırlattığı okların düştükleri menziler gösteriyordu. Hazreti padişah damad sadrazamla yaptığı bir cirit müsabakasında galip gelmişti. Edirne'den Gelibolu'ya kadar uzanan bir seyahat yapan Sul­tan Ahmed Hazretleri, bir çok Velî ve şehidlerin kabirlerini zi­yaret etmiş ve Rumeli Fatihi Süleyman Paşa merhumun Bo-layır'daki kabrini de bu ziyaret zincirinin dışında bırakmamış ve merhumun sandukasının üstündeki örtüyü altun yaldızlı bir örtü ile değiştirmiş ve bizzat Kur'an-ı Kerim tilavet ederek merhumun ruh-u mübareklerine hediye eylemiştir.

 

Bu seyahatini yanında bulunan maiyetinden sadece dert kişiyle yapması Sultan hazretlerini halkın gerçekten sevgisini kazanmasına yol açmıştı. İstanbul'lu olanlar bilirlerki bundan kırk yıl evvel Florya'da tenis oynayacak vükela çocukları yüzünden Bakırköy'den öteye tren seferleri durdurulurdu. Dünya'ya nizamat veren bir padişahın sadece dört kişiyle o günün şartları altında vilâyetler arası yolları arşınlaması ev­velâ iradei ilahiyyeye olan bağlılıktan sonra kendine olan iti­mattan ve müslüman millete olan güveninden gelmekteydi. Ayrıca kendisine sokulan büyüklerden halk çok hoşlanır hem onların cesaretlerine hayran olur hemde herhangi bir mevzuyu açıkça söyleme imkânı bulurdu.

 

Hazreti padişah Edirne'ye dönüp oradan da İstanbul'a av­det etmişti. Çok kısa bir müddet sonra yeniden büyük bir av partisi tertiplenmişti. Sırası gelmişken bu av partilerinin sa­dece eğlence için olmadığını yeri geldikçe daha evvelki cilt­lerde beyan etmiştik şimdi bu beyanları tekrar etmeyecek ayrıca şu hususu belirtmekle yetineceğiz. Bilindiği gibi yerle­şik bölgelerden sayılan İstanbul ile Edirne arası köy ve kasabaları İle bir tarım alanı olmuş ve insanların kalabalık şekilde bir arada yaşadıkları yerler haline gelmişti. Balkan ormanları tabir edilen bu ormanlarda topluluklara olduğu gibi ekin ve bostanlara zarar veren hayvanat ile dolu olduğu izahtan va­restedir.

 

Bunlar mevsimleri geldikçe bu zararlarını insanlara verirler ve bu hususta şikâyetler padişaha kadar arzolunur ve emri padişahı ile bu ormanlar üzerine av seferleri tertip olunur ve bir nevi ormanlar taranır zararlı hayvanlar itlaf edilir, halka emniyet telkin olunurdu. Bu sebepten devlet sık sık av sefer­leri tertib ederdi. Yoksa bazı tarihlerin bu avları bir sefahat gi­bi göstermeleri ve esas maksadı gizlemeleri gaflet değilse ihanete bağlanabilir. Yoksa bu günde bir çok avcı kulüpleri av partileri tertiplerler ve bazı köylere dadanmış islâm mileti-nin haram edilmesi yüzünden katiyyen görmek dahi isteme­diği domuz gibi zararlı mahluku itlaf ederler. Böylece hem bu köylere bir hizmet etmiş hemde temiz orman ve kır havası alarak vücudlarının idmanlı kalmasını temin etmiş olurlar. İş­te Sultan Ahmed Hazretlerinin terar tekrar tertip ettirdiği bu av partileri böyle halka nâfi bir şey olsa gerektir. Bu izahı yaptıktan sonra mevzuumuza dönelim.

 

Tertip edilen av partisi icabı avlana avlana Edirne'ye gidil­mişti. Fakat bu arada devletin bazı işleri aksi gitmiş sadra­zam ise bunları padişahtan saklamış hatta hilafı hakikat be­yanda bulunmaya başlamıştı.

 

Bu arada Mekkei Mükerremenin bazı tamiratlarına kalkışıl­mış ve bu tamiratlara nezaret için gönderilen Hüseyin Paşa Dersaadete avdet ederken beraberinde Kâbeyi muazzamanın sathındaki ağaçtan yapılmış bir asa'yı şerifi hazreti padişaha takdim etmiştir. Bu asa'yı şerif ve diğer emanetler Hırkai Sa­adet dairesine konulmuştur.

 

İbrahim Paşa, Kaptan-ı Derya Hali Paşa'mn emriyle si-nob'u yağmalayan korsanları takip etmemiş, onların ge­çeceği noktayı bulmuş, doğru oraya gidip, Tatarların yardı­mıyla Sinob'u yağmalayan Kazakları perişan edip elerinden yağmalarını almış ve Sinob'a geri göndermişti. Kazakları Don nehri ağızlarında yakalayan İbrahim Paşa bunlara iyi bir ders vermişti.

 

Gelgelelim bütün bunlar olurken Nasuh Paşa olanları padi­şaha haber vermiyor örtbas etmeye gayret gösteriyordu. Du­rum padişaha Şeyhülislâm Efendi tarafından duyurulmuştu. Bu durum padişahın çok sinirlenmesine vesile olmuşsa da artık İşin olgunlaşmasını beklemeye karar verimşti.

 

Nasuh Paşa, Gümülcineli bir hiristiyanın oğlu iken topla­nan devşirmeler içinde zekâsı ve akıllıca davranışları ile te­mayüz etmiş ve saraya baltacı olarak girmişti. Gösterdiği muvaffakiyet sayesinde kısa zamanda Çavuş rütbesiyle sa­raydan ve az sonra Kürdistan'ın ileri gelen zenginlerinden ve komutanlarından Mir Şerefin kızlarından biri ile evlenmişti. Zamanla mevkilerini yükseltmiş ve nihayet sadrazam olmuş aynı zamanda Sultan Ahmed'in onüç yaşındaki kızı Ayşe Sultanim nişanlanmıştı. Fakat şunu unutmuştu: Her yükseli­şin esas rpuvaffakiyyeti zirvede durabilmekle kabildir. «Ne oldum değil, ne olacağım» sözünü daima hatırda tutmak ge­rekir. Sadrazam olmak belki çok şeydir fakat her şey değil­dir. Padişahın kuvvetli yumruğu bir gün tepende patlar ken­dini sağ salim görürsen buna şükredersin çünkü hayatını bile kaybedersin. İşte Bu Nasuh Paşa da ikinci şık yâni ölümle neticelendi. Şöyleki; Sadrazam otoritesine mani olan üq kişi­nin idamını padişahtan istedi. Bunlar suitan'ın Hocası, Kızlar ağası ve Şeyhülisâm Efendi idi. Padişah bu talebi konuşma­ya değer bile bulmadı. Edirne'ye tekrar ava giden Sultan Ah­med Hazretleri, av sırasında Kırım Hânı'nin şehzadelerinden 220

 

Mehmed Giray'ı yanında tepeden tırnağa silahlı adamları ite gördü. Buna da canı çok sıkıldı. Mehmed Giray Sadrazamın davetlisi olarak geldiğini söylediysede padişah hazretleri Mehmed Giray'ın derhal tutuklanıp Yedikule zindanına kapa­tılmasını emir buyurdu ve Öyle yapıldı. Çünkü Hazreti padi­şah, Osmanlı devletinin Kırım Hânları ile yaptıkları antlaş­mada Hanedan-ı Ali Osman'da erkek kalmazsa Kırım Hanlı­ğı otomatikman devleti Osmaniyyenin başına geçecekti. Bu anlaşma Sultan Ahmed'in aklına düşünce bu durumun ken­disine bir suikasd tertibi olduğu şeklinde tefsir ederek tutuk­latma kararından vazgeçmediği gibi Dersaadete döndü.

 

Cuma selâmlığına gittiği bir camide, meczubun biri kendi­sine yanaşıp öyle bir feryatla şu şikâyette bulundu.

 

«Sadrazamın ağalarından biri zevcemi iğva etti (yâni baş­tan çıkardı) bunun hükmünün yerine getirilmesini isterim» dedi. Bu talebden ve talebin yapılışından ziyade olayın çir­kinliği padişahı çok üzdü. Nasuh Paşa ise bu olaydan biha-bermiş gibi eski İsteğinde yâni yukarıda arzettİğimiz zevatın idamını tekrar taleb edince Hazreti padişah gayet açık bir şe­kilde talebi red etti.

 

Nasuh Paşa «Hiçbir isteğim yerine getirilmiyor. Hiç bir sö­züm tutulmuyor. Böyle devam etmez, ya isteklerim kabul edilir yahutta mührü hümayunu alır bu üç bendenizden bîri­ne verirsiniz ben de kendimi zehirlerim» deyince Hazreti pa­dişah: «Vah hain demekki Lalam Murad Paşayı da sen zehir­ledin şimdi defol!» buyurdu. Nasuh Paşaya bir müddet sonra bir cuma günü selâmlığa beraber çıkalım diye haber gönde­ren padişah, paşanın gelmemesini bir hakaret telakki ederek Bostancının eline verdiği bir iradei hümayun ile idamını emr etti. Ve Nasuh Paşanın evinde hüküm infaz olundu. Hicri 1024, Milâdi 1615.

 

 

 

Damad Mehmed Paşanın Sadareti

 

 

Nasuh Paşa hakkında sâdır olan hüküm infaz edildikte serveti müsadere olundu. Öyle büyük bir servete malik oldu-qu ortaya çıktı ki çok uzun süren gerek batı yakasındaki ge­rekse doğu hududlarında İran ile olan savaşların meydana aetirdiği iktisadi buhranlar bu müsadereden sonra adeta or­tadan kalktı. Çok kısa bir liste yaparak bu hazinenin zengin­liği hakkında bir malumat vermiş olalım. «Bir milyon duka kıymetinde binlerce inci, bir milyon altun para, altun ve gü­müş kaplanmış çok kıymetli taşlarla bezenmiş binonsekiz kabzalı kılıçlar ki; bunlardan bazıları elmas kakmalı idi. Bu kılıçların bir adedine ellibin altun kıymet bilçimişti. Mağaza­lar dolusu Acem ve Mısır halıları, sırmalı ve atlas kadife ku­maşlar, binyüz adet at ve dörtyüz çift altun Özengi, onsekiz-bin deve, dörtbin inek ve öküz, beşyüzbin koyun.» Devletin sadrazamının hazinesi Osmanlılın zenginliğine ufak bir fikir vermektedir. Herneyse biz Damad Mehmed Paşanın sadareti devrine gelelim. Darnad Mehmed Paşanın lakabı Öküz Meh­med Paşa iken Sultan Ahmed hazretlerine damad olunca bu lakap öküzlükten, damadhğa münkalip olmuştu. Az bir müd­det sonra-.. Şeyhülislâm Mehmed Efendi vefat edince yerine kardeşi Esâd Efendi tayin buyuruldu. Şeyhülislâm Mehmed Efendi meşhur Hoca Saadeddİn Efendinin oğlu idi. Çok fazıl ve alim bir zad idi. Tacuttevarih adlı meşhur eseri bizlere ka­zandıran bu zatın gayreti olmuştur.

 

Bu sırada İstanbul'da bulunan İran'lı yeni elçisi Kadı Hân ile bir muahede imzalanmıştı.

 

Kadı hân, Osmanlı elçisi İncili Çavuşun refakatiyle İran'a dönmüş idi. Bu muahedeye göre İran devleti, Osmanlı devle­tine her sene ödemeyi vazife bildiği ipek vergisini ödeme­mekte idi. O yetmez gibi Şah Abbas; Gürcistan üzerine sefer açmış idi. Bu vaziyette devleti aliyye Iran ile savaşa karar vermişti. Sadrazam Damad Mehmed Paşa orduyu hümayu­nun başına geçmiş ve Halep üzerine yola koyulmuştu. Sada­ret Kaymakamlığını Ekmekçizade Ahmed Paşaya bırakmıştı. Şimdi bu yolculuk esnasında geçen bir vak'ayı zikrederek yüzünüze biraz tebessüm vermek ayrıca zeki ve nüktedan bir zat olan Damad Mehmed Paşa hakkında hazır cevaphlığın bir belgesi sayılan şu olayı nakledelim: Orduyu hümayunun ko­nakladığı yerlerden birinde Mehmed Paşa maiyetindeki ve­zirler ve komutanlarla sefer işlerini bir çadırda müzakere ederken, ordunun ağırlıklarını taşıyan arabaların öküzlerin­den biri aniden çadıra girmiş hiç kimseye bakmadan doğru­ca Mehmed Paşanın yanına gelmiş ve kafasını iki defa paşa hazretlerinin göğsüne sürmüştü. Paşa; öküzün yanaklarını okşamış, sevmiş ve Öküz yine geldiği gibi geri dönüp git­miş. Paşa'nın eskiden Öküz nalbandlığı yapan babasından kinaye Öküz Mehmed Paşa olan lakabı aklına gelen sözde nüktedan birisi «Devletlim, öküzle ne konuştunuz?» deyince Mehmed Paşa serinkanlılıkla taşı gediğine koyar: «Hadi sen bizdensin ama bu eşekleri nereden buldunda ders verirsin dedi» diyerek soru sahibini mahcup eder.

 

Her neyse, bu sırada İran'ın yeni elçisi Kasım Hân, İncili Çavuşla birlikte deniz yoluyla İstanbul'a dönmüşse de çok­tan savaş kararı almış olan Osmanlı Devleti Sadrazamı Ha­leb'i tutmuştu. Kasım Hân, ilanı harb dolayıyısyla Hazreti pa­dişah ile görüşememiş ve elçilik evinde göz hapsine alınmış­tı. Ne çare ki Mehmed Paşa bu sefer-i hümayunda gerek kı­şın erken gelmesi ve çok şiddetli geçmesi, gerekse zahirenin telef olması oda yetmez gibi sâri bir hastalığın bir çok müca­hidi bu âlemden terke mecbur kılması yüzünden, Rumeli Beylerbeyi Davud Paşa ve Van Beylerbeyi Tekeli Mehmed Paşa ile birleşerek İranlılarla Erivan kalesi önünde yapılan bir muharebede galip geiindiyse de kesin bir zafer elde edileme­miş hatta Erivan kalesi bile ele geçirilememişti. Tek muvaf-fakiyyet dört gün süren bir muhasaradan sonra istîrdad edi­len Nahcivan kalesinde görülmüştü.

 

Bu seferin kesin bir muvaffakiyyet göstermemesi Damad Mehmed Paşa'nın azlini intaç etti. Sadrazamlık Ekmekçizade Ahmed Paşa'ya verilercek zannedenlerin şaşkın bakışları atında Şeyhülislâm Esad Efendi ile istişare eden Hazreti pa-disah: «Şeyhülislâmım, seninle sadaret için meşveret eyle­rim, çünkü her ne kadar kıdem İtibariyle bu makam Ekmek-çizadeye verilirsede Lalam Murad Paşa hakkında çok yalan­lar atan bu adamı bu vazifede görmek istemem') buyurur. İs­tişare neticesi, yine bir Damad, sabık Kaptan-ı Derya Haiil Paşa, Vezaretiuzma makamına nasb olunur. Hicri 1025, Milâ­di 1616.

 

 

 

Damad Halil Paşa'nın Sadareti

 

 

Yeni Sadrazam bir yandan İran üzerine tedbir alırken öte yandan Kazaklarla anlaşan Buğdanlılar, Osmanlı devletinin tayini ile başlarında bulunan voyvodaları Etyen'i ekarte et­mişlerdi. Bu bir iç mesele olmaktan çıkmış devleti aliyye'ye de bir is^an sayılırdı. Çünkü oranın tayini Bab-ı Alice yapılı­yordu. Bunun dışında bir kuvvet otoriteyi sarsmaya matuf bir sebepti. Buna müsaade olanamazdı ve olunmadı da. İsken­der Paşa, Rumeli eyaleti askeriyle bunların içine öyle bir dal­dı ki bu ihtilalin ileri gelenlerini yakaladı. Ve Etyen'i tekrar voyvodalık makamına oturttu. Hünkâr, İskender Paşa'ya ma­reşallik rütbesini tevcih etti. Bu ihtilal çok önemli bir olaydır. Çünkü, Avrupa ve Papalık bu büyük devleti yâni Osmanlı Devletini sarsmak dönemine başlarken ilk önce bu ülkeye tabii gayri dini unsurlar üzerinde istiklâl ve milliyetçilik rüz­gârları estirmeye başlamıştır. Türk tarihinde Osmanlı Asırları adlı eserinde merhum Samiha Ayverdi Hanımefendi; İkinci cild 43. sayfaya koyduğu şu dip not bu metod yakın tarihte çok kuvvetli bir Almanya'ya tesirini mukayese ederek fevka­lade bir misal takdim etmiştir. Bu satırları buraya almadan edemedik. «20. asırda o kadar kuvvetli Nazi Almaya'sının, böyle bir dünya ablukasına ancak iki yıl dayanabildiği göz önünde tutulursa; osmanlı devletinin aynı ablukaya dört asır mukavemet edişindeki kudret böylece de meydana çı­kar.»

 

Yukarıdaki izahları okuduktan sonra Hükümdarı Şahane­nin, İskender Paşaya Mareşallik tevcihini basiretle verilmiş bir mükâfat saymak icab eder. Esir edilenlerin beşyüz kadarı zincire vurularak İstanbul'a gönderilmişti. Bunların çoğu Ka­zak idi. Bu Kazaklar yüzünden ertesi sene Lehistan ile savaş yapma durumu çıkmışsada yapılan muahede de Kazakların Buğdan ve Erdel'e karışmamaları temin edilmiş buna muka­bil Devleti Aliyye Kırım Hân'ının, Lehistan hududuna teca­vüzlerini durdurmaya çalışacağına söz vermiştir. Hicri 1026, Milâdi

 

 

 

Galata Kadı'sının Şapka Giyenden Vergi Alması Ve Cizvitler

 

 

Devleti Osmaniye, Batı serhadlerinde bu Kazaklar, Buğ­dan ve Eyaletler ile uğraşırken, kangren olmuş bir İran me­selesi varken; Galata'da bulunan Cizvitler, Patrik vekilini kendilerine bent edip, Napoli Kralı ve Papa'ya kendi namları­na mektuplar yazmışlardı. Bu durumu haber alan Devleti Aliyye derhal Cizvitleri toparlamış ve haps etmiş ayrıca onla­ra alet olan Patrik vekilini ipe çekmekte en ufak bir tereddüt bile geçirmemişti. Fransa elçisi, Patrik vekilini kurtaramamış ancak otuzbin duka altunu ödiyerek cizvitlerin hapisten çık­malarını temin edebilmiş idi. Öte yandan Galata Kadısı; Yahudi ve hristiyanlann serpuşlarını kulanmaları halinde isterse teba, isterse ecnebi sefir hatta sefir hanımlarının dahi cizye defterine kayd olunarak cizye vermeleri hususunda Defterdar Baki Paşa ile müştereken bir emir çıkarıp tatbik sahasına koymuşlardır. Bu vergiyi bizzat Elçiler bile bir müddet öde­miş, bilahare Bâb-ı Âlî'ye yapılan müracaat kabul edilmiş ve bu emir yürürlükten kaldırılmıştır.

 

Kaanuni sultan Süleyman Hân, Fransa kralına dansı sara­yından kaldırması ile ilgili mektupu yazarken kaygısı şu keli­melerde nümayan olur: «Benim memâliki şahaneme yayılır­sa.» Bu endişe belirten kelimeler kuru bir endişe değil, imani bir mesele olmasındandı. Çünkü iki Cihan serveri Efendimiz (s.a.v.) hazretleri bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurmuşlardı: «Men teşebbehe bi kavmin hüve minhüm» meali; Kimki kâfi­rin kıyafetini benimeseyerek, ve onlara benzemek için sami­mi bir şekilde hareket ederse o onlardandır. İşte Galata Ka­dısı muhitindeki yahudi ve hıristiyan çokluğunun böyle şap­kalar giymelerinden dolayı bir müslimin bunu kullanmaya kalkmasını ve beğenerek istimali kâfir olmasına sebeb olur düşüncesiyle ve o müslümanın imanını kurtarmak için şapka giyilmeyi bazı mâli esaslara bağlayarak giyme zorluğu ihdas etmiş ve Şöylece müslümanın bir taklit hastalığına düşmesi­ne mâni cjlabilme yolunu seçmiştir Ama nevarki dört asır sonra bir çok âlim ve müslüman şapka giymedikleri için ha­yatlarının son nefeslerini dâr ağaçlarında vermişlerdir. Ce-nab-i Mevlâ bu şehidlere rahmet eylesin. Bu öyle tersine dö­nen şemsiye idiki bir zamanlar zımmıye ancak cizye muka­bili serpuş giyme hakkı tanıyan müslümanlar bu serpuşları giymediler diye şehadet şerbetleri içtiler. Zaten Cenab-ı Hakk buyuruyor: «Bir milet kendi hakkındaki hükmünü değiştir­medikçe, biz o millet hakkındaki hükmümüzü değiştirme­yiz.» yine Muhiddin İbni Arabi (K.S.) Hazretleri «Şapka altında evliyalar olacaktır» tebşiriyle asırlar ötesinden bu şeha-detlerin haberini vermiştir. Ne çareki zahir uleması bu tebşi­ri şapka giyen evliyalar olacaktır diye anlamışlardı.

 

Zitvatorok antlaşmasında bir takım anlaşmazlıklar çıkmış bunun üzerine Osmanlı devleti, Viyana'ya imparator Mat-yas'a Ali Bey ve Ermeni azınlıktan Gaspar Efendi adlı bir el­cilik heyeti göndermişti. Talihin ve tarihin enteresan bir şekil­de tecelli ettiği şöyle görüldü. Osmanlı devletinin sulh müka-leme heyetini İstanbul'dan bir fırıncı oğlu olan Ekmekçizade Ahmed Paşa idare ederken, Avusturya heyetini de tedvir ve takip edende bir fırıncının oğlu olan Kardinal Kiaze idi. Bu adam Avusturya devlet idaresinin adeta ruhu idi. Neticede 20 madde ile meseleler bağlandı.

 

 

 

Sultan Ahmed Camii Ve Azız Mahmüd    Hüdai Hazretleri

 

 

Bizans imparatorlarından Jüstiyen'in yaptırdığı Ayasofya-nın karşısında İslâm mimarisinin mümtaz eserlerinden biri olan Sultan Ahmed Camii altı minaresi ile deniz tarafından bakıldığında İstanbul'un görünen devasa manzarası içinde zarif bir şekilde hemen kendini belli eder. Altı adet minare-sinn etrafını süsleyen ondört şerefe; Sultan Ahmed Hazretle­rini ondördüncü padişah olduğunun bir senedi olarak bazı ta­rihçilerin, Süleyman ve Musa Çelebileri padişah sayarak onaltıncı padişahtır demelerini yalanlarcasına... Bu büyük ve muazzam yapının mimarı Sedefkâr Mehmed Ağa, ustası Si­nan gibi, manevi âlemden aldığı irşadlarla bu eseri bir elinde teşbih, bir elinde arşın, kâh oraya koşarak kâh buraya koşa­rak meydana çıkmasına savlet eder aziz bir muhteremdi. Ca-miinin içindeki çiniler ve hatt san'atının nefis örnekleri hâla mükemmel görüntüsünü devam ettirmektedir. Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri ise zamanının kutbu olduğu kuvvetli rivayetlerle günümüze kadar gelen bir ehlullahtı. Sultan Ahmed Hazretleri bu zata intisab etmiş ve onun irşadları ile seyrü sü­lük dalgalarında kulaçlar atmıştır.

 

Hazreti padişah intisabının ilk zamanlarında gönül sultanı Aziz Mahmud Hüdai Hazretlerine abdest alması için ibrikle su dörkerken, Valde Sultan'da peşkir (havlu) tutarken; Hazreti padişahın içinden bir ses «Şeyhim bir keramet göstersede mest olsak» der. Hazreti Şeyh abdest duasını bitirip, müridi olan padişaha bakar ve «Bizim gibi bir fakire padişah su dö­ker, valide Sultan peşkir tutar, daha ne keramet istersiniz» di­ye padişahın kalbinden geçeni okuduğunu ihsas eder. Haibu-ki ehli tarik erbabı bilir ki, kalbini şeyhine teslim eden mürid şeyhinin elindedir. Ona o arzuyu şeyhi verdirir. Padişah bu­nun üzerine şeyhinin ellerine sarılır.

 

Aziz Mahmud Hüdai hazretleri Hicri 948, Milâdi 1541'de doğmuş ve doğum yeri Koçhisar'da tahsilini tamamladıktan sonra Bursa'ya gelmişti. Bursa'da kadılık ve medrese mü­derrislik (bu günkü lisanla profesörlük) yaparken tasavvuf deryasına dalar, şeyhinin emriyle İstanbul'a gelir. Burada nâmı yayılır. Sultan Ahmed hazretlerinin bir rüyasını tabir et­tikten sonra Hazreti padişahı bağlıları arasına alan Aziz Mah­mud Hüdai Hazretleri şüphesizki padişahı matluplardan say­dığı için tasarrufunu kullanıp padişaha o rüyayı' göstermiş ve tabirini yapınca da kendisine bağlamıştır. Bilindiği gibi seyrü sülük erbabınmın içinde matlubin tabir olunan bir zümre var­dır. Onlar zamanın mutasarrıfının kendi getirdikleridir. Onlar gelmek istemeseler bile Efendi Hazretleri onlara öyle oyunlar yaparlarki sonunda o saadet kapısını çalarlar ve biz teslim olduk derler. İşte Sultan Ahmed Hazretleri de öyle matlubin bir zat idiki, böyle yüksek bir gönül sultanının bir mıhladız gi­bi çektiği cevherdi. Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri, Sultan Ahmed'den sonra 1. Mustafa, 2. Osman ve 4. Murad devrni yaşamış hatta o kudretli sultan 4. Murad'a bizzat Eyyub suî-tan'da kılıç kuşatmıştır.

 

Aziz Mahmud HQdai Hazretleri'nin Celvetiyye Tarikatının kurucusu olduğu Muhterem Doktor Hasan Küçük Beyefendi­nin «Tarikatlar» adlı eserinin 187. sahifesinde beyan edilmiş­tir. Çok kıymetli olan bu eserden bu malumatı yazarken kay­nak olarak istifade ettiğimizi de belirtmeyi bir borç biliriz. Hicri 1038, Milâdi 1628'de intikal eden Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri Üsküdar üzerinden Beldei Tayyibe olan İstanbul'a elan rûh-u mübarekesi ile feyz ve nûr'unu saçma'ktadır. Onun müntesibi olan hiç bir denizcinin denizde boğulmadığı rivayeti pek yaygındır. Rahmetulahi aleyh.

 

 

 

Sultan Ahmed Hazretlerinin Vefatı

 

 

Başında taşıdığı sorguca Kademi Şerif resmini yâni; İki Ci­han Serverinin ayak izinin resmini hakkettirmiş olan bu sul­tan iyi bir şâir olarak cülusuna tarih sayılan «Bahtı» mahla-sıyla pek güzel şiirler söylemiştir. İşte bunlardan bir Örnek:

 

«Nola tacım gibi başımda gÖtürsem daim

 

Kadem-i resmi durur hazreti Şâh-i Resûl'ün

 

Gel gülzarı nübüvvet o kıdem sahibidir           

 

Bahtiya durma yüzün sür kademine o gülün»        ,:         ;

 

Ondört yaşında tahta geçen, ondört sene padişahlıkla mümtaz işler başaran Sultan Ahmed, şehzadelerin vilayetlere yollanmasına son vermiş, Hanım Sultanların sürgün edilme­lerini kaldırmış, Hanedanın daima en yaşlı erkek üyesine tahtı bırakacak kanunlar koymuş, bunun ilk tatbikini bizzat kendi taht-ı Osmaniyi 13 yaşındaki «Genç Osman» adlı şeh­zadesi yerine, aklen malûl olan kardeşi 1. Sultan Mustafa'ya bırakmakla göstermiştir .Din-i mertebelerini yukarıda sırası geldikçe verdiğimiz için burada yeniden vermeye lüzum gör-

 

medik. Özetle son derece abid ve zahid ve ehli tarik bir zat idi. 28 yaşında vefat etmesi Osmanlı devleti için büyük bir talihsizliktir. Sultanahmed Camii yakınına ki türbesine defne­dilen padişahın vefatı sebebi bir çok tarihlerde meskut geçil­miştir. Ancak İslâm Ansiklopedisinde kendisi ile ilgili bölüm­de elli gün süren bir mide rahatsızlığından vefat ettiği yazılı­dır.

 

 

 

Sultan 1. Ahmed'ın Hanımları Ve Çocukları

 

 

1. Ahmed'in adı bilinen iki hanımdan haber verir Çağatay Clluçay Padişahların Kadınları ve Kızları adlı TTK. dan ya­yımlanan eserinde. Sultan 1. Ahmed'e hanım olanların i'ki Mahfiruz Sultanvâlidedir. 2. hanım ise Mahpeyker Kösem Vâ-lidesultandır. Bunların ilkiyle yâni Hatice Mahfiruz sultanvâli-de ile izdivacı 1590 doğumlu padişah, 14 yaşındayken ve gelin Mahfiruz sultan da aynıyaştaydı. Vefatında 30 yaşında olup 26/ekim/1620'de Eyübsultanda defnolundu. Adı bilinen dört şehzadesinden 2. Osman (Genç) padişah olmuştur ve bu padişah oğulun, annesi olarak Hatice Mahfiruzsultan hanım, Osmanlı devletinin first laydy'si yâni, birnumaralı kadım olmuştur, piğer çocukları ise; Bayezid, Süleyman, Hüseyin şehzadelerdir. Târih bilgimizde önemli kaynaklardan biri olan Peçevi tarihi veliahd şehzade Mehmed'den bahsediyorsa da, bir katiyyet arzetmiyor. Bir Fatma Haseki Sultan adı veren Oztuna başkacada malumat verememekte.

 

Kösem Mahpeyker vâlidesultansa, Osmanlı devletinin abi­de sayılacak bir devlet anasıdır. Bu validenin, hayat çizgisin­deki kıvrımlar, bir anne yüreğinin tahammül edemeyeceği sıkletde olmasına rağmen, nahif vücudunun zayıf fakat mu­kavim onuzlarına aldığı devlet çarkının yükünü taşımaya muktedir olmasından doiayıda unutulmaz bir örnek olmayı başarabilmiş bayandır. 1589'da doğduğu ileri sürülmüştür. Şehid'en 1651'de vefat etti. Öztuna'ya göre, Morali bir rum rahibin Anastasiya adlı kızıdır, bu ad, daha ziyade ortodokslarca istimal olunduğundan, Rus olduğu da ileri sürülmüştür. Sultan 1. Ahmed'den bir yaş büyük olup o izdivaçda 1604'de yapıldı. İki oğlu 4. Murad ve İbrahim padişah oldu­lar. Bunlardan; 4. Murad'ın nâibeliği vazifesini üstüne aldı. Kocasıyla 13 yıl evli kaldı. Eşinin vefatında 28 yaşındaydı. Osmanlı sarayını avucunun içine almıştı. Çok zeki ve zarif, gönüller fetheden bir nezâkete sahipti. Devletin muammerliği gayesi idi. Kızları olarak da Ayşe, Fatma ve Atike sultanha-nımları dünyaya getirdi, bir de tahta geçemeyen, şehzade Kasım'ı doğurmuştur. Bu vâlidesultan bir baskınla öldürül­müştür. Bu baskına sebeb olan tertip de kendi elinin olması, saptığı mücadele caddesinde karşılaşacağı ihtimal durağıydı vede nitekim bahsekonu durakla karşılaştı ve hayatıyla öde­di yaptığı yanlışlığı.. Yaptırdığı binalar, insanlara bahşettiği hayırlanyla ve şehadetinin hemen peşinde, o dönem insanla­rının şehid valide diye kendisini yâd etmeleri, bizim için o devrin karmakarışık ahvali içinde tutum tesbitimiz hayli güç­tür. İnsanı islâm ölçüsü içinde değerlendirmek gerekirse, vâ­lidesultan bizden yana rahmetle anılacak kimselerin arasın­dadır. Kabri, 1. Ahmed'in türbesindedir ve bu türbe, Sulta-nahmed Câmii'nin hemen bitişiğinde Ayasofya Camiine ba­kan yüzdedir. Vâlidesultan'ın en hoş davranışlarından biri de, Ramazan ayında mahpushaneleri dolaşmak ve orada borç yüzünden, hapiste olanların borçlarını kendisi ödeyerek onla­rı hürriyetlerine kavuşturmasıdır.

 

Sultan 1. Ahmed'in kızlarına gelince; Bunların sayısı altıy­dı en küçükten büyüğe doğru Abide, Burnaz Atike, Hânzâde, Gevherhân ile Fatma ve Ayşe sultanhanımlardır. Ayşe sultan 1605'de doğup; 52'yaşında olduğu halde, 1657'de vefat etdi Babası 1. Ahmed'in türbesine defnolundu. Bu hammsul-tan, Ük izdivacını Gürnülcineli Nasuh Paşa ile yaptığında 7 yaşında idi. Ancak bunun, zifafsız izdivaç olduğunu söyleme­ye gerek yoktur. 2. izdivacı Hotin savaşında 1621'de şehid düşen Karakaş Mehmed Paşayla oldu ve 10 yaşındayken başlayan evliliği 16 yaşında iken nihayetlendiğinin akabinde; 1625'de Şehid Hafız Ahmed Paşa ile 3. evliliğini yaptığında 20 yaşında olup zifafın ilk defa bu evliliğinde gerçekleştiği malumatı bulunmaktadır. Filibeli bir müezzinin oğlu olan Ha­fız Ahmed Paşa'yı "Hafız Paşa tokadı denen ve diğer adı Os­manlı tokadı olanın mucidi olarak saymak kabildir."

 

Şehid oluşu; kazan kaldırmış yeniçerinin kendisini katlet­mek istemesinden ve bu çirkin linçi yapmasıyla gerçekleş­miştir. Genç padişah 4. Muradın; gözleri önünde gerçekleşen bu vak'a'yı, ömrü boyunca unutamadığı vah hafızım diye içi­ni yakan âteşi açığa vurmaktan içtinab etmediği bilinmekte­dir. Ayşe Sultanhanım bu izdivacından eviâd sahibi de ol­muştun 4. dâmad ise, Revân'da 1636'da şehid olan Murtaza Paşadır. Bununda arkasından 5. damadın Celep Ahmed Paşa olduğunu, 6. dâmad ise Girit'de 1649'da şehid olan Voynuk Ahme,d Paşadır. 7. dâmad İbşir Mustafa Paşanin 1655'de kellesi ğitdi. Ayşe Sultanhanımın 8. kocası Malatyalı Süley­man Paşa1; eşinden 5 yaş büyüktü. 1656'da yapılan izdivaç pek uzun sürmedi. Ayşe hanımsultan'in 5 ay sonra vukubu-lan vefatı evliliği bitirmiş oldu. Süleyman Paşa 1687'ye ka­dar muammer oldu. Fatma sultanhanim'da 1 yaş küçük ol­duğu ablasından pek fazla aşağı kalmamış, sırasıyla önce dâmad Kara.Mustafa Paşa, 2. dâmad Çatalcalı Hasan Paşa, 3. Canbuladzâde Mustafa Paşa, 4. evliliğini Koca Yusuf Paşa, 5. Dâmad Gaazi Melek Ahmed Paşa, 6. damad Kundakçızâ-de Mustafa Paşa, 7. ve sonuncu Dâmad Maksut Paşa olrnak üzere 7 evlilik yapmıştır.

 

3. kız evlâd Gevherhân Sultanhanım ise 1608'de doğmuş­tur. Vefatı 1660'da olmuştur. Babası 1. Ahmed'in türbesine defnolundu bu hanımsultan ilk izdivacını Öküz Mehmed Pasa ile yapmıştır. Sadrıazam Öküz Mehmed Paşa bu hanımı 4 yaşındayken alarak yedisene bekledikten sonra zifafı 1619'da gerçekleştirmiştir. Paşa hanımından 48 yaş büyük idi. 1620'de Öküz Mehmed Paşa öldüğünde 13 yaşında olan hanımsultan, 2. evliliğini; dâmad Hâin Topal Recep Paşa İle yaptı. Evlilikleri 8 yıl sürdü. 4. Murad bu topalı katlettirdiğin­de bu evlilik de sona ermiş oldu. Sultanhanım vefat ettikle­rinde 52 yaşındaydı.

 

Hanzâde Sultanhanım 1609'da doğdu. 41 yaşında pek genç öldü. Lâdikli Bayram Paşa ile evlendi. Sadrıazam Bay­ram Paşa görevindeyken vefat etdi. Hanımsultan; onun vefa­tından sonra izdivaç yapmadı. Bu Sultanhanım vefatında, Sultan İbrahim türbesine gömüldü.

 

 

Burnaz Atike Sultanhanım ise, Şehzade Kasım'ın ikiz kar­deşi olma ihtimali gaalibdir. 4. Mehmed'e mürebbiyelik yâni terbiye ve yetişmesinde yardımları olmuştur. Bu hanımsultan da 3 izdivaç yapmıştır. Bunlar; Musahib Cafer Paşa, Doğancı Yusuf Paşave Sofu Kenan Paşa ile olmuştur. İlk evliliği 17 se­ne sürmüştü ve 2. izdivacı Gürcü Sofu Kenan Paşa ile ol­muştur. Dört yıl süren ve paşanın vefatıyla noktalanan izdi­vacı, Doğancı Yusuf Paşayla olmuş 1670'de paşanın vefatıy­la sonuçlanmış ve Sultanhanım dört yıl dul kaldıktan sonra 1674'de vefat etmiştir. Sonuncu evliliğide 17 sene devam et­miştir. Bu hanımsultan da Sultan İbrahim türbesinde defno-lunmuştur.

 

Abide sultanhanım 1618 doğumlu olup, babasının vefatı peşinden dünya'ya gelmiştir. 1648'de de vefat etmiştir. Dâ­mad Küçük Musa Paşa ile evlenmiştir 24 yaşındayken. Evliliqi 5 y1*1 bulmuştur. Musa Paşanın vefatının peşinden bir yıl sonra, o da vefat etmiştir.

 

İzdivaçlarını vede kısaca haklarında bilgi verdiğimiz hanımsultanlar dışında dört tane ve pek küçük yaşda kızları ol­duğunu biliyoruz Sultan 1. Ahmed'in ki bunların adları; Zahi­de, Esma, Hatice ve Zeynep sultanhanımlardır. Sultan 1. Ah­med'in evlâdlannın erkek olanlarına gelince; onbir şehzadesi dünya'ya gelmiştir. Bunlardan Osman, Murad vede İbrahim Osmanlı tahtına çıkmışlardır. Diğer mahdumları ise şu şeh­zadelerdir. 2. Osman'ın boğdurduğu Mehmed, Cihangir, Se­lim, Hasan, Bayezid'se 22 yaşındayken 4. Murad tarafından boğduruldu. Fransızların ünlü piyes yazarı Rasin, bu şehza­denin hayatını, kendisinin tahayyülü içinde bir çok iftiralarla da dolu olarak kaleme aldığını hatırlatalım. Şehzade Orhan, pek küçük ölürken Hüseyin ise; dört yaşında vefat eder ve 1614'de doğup 1638'de ağabeyi 4. Murad tarafından boğdu­rulan, yaşı o sırada 24 yaşında olan Kasım ve 20 yaşında 4. Murad'ın emriyle boğdurulan, Süleyman şehzadelerdi. Tuhaf­tır ki; çok merhametli ve tasavvuf dünyasında hayli kulaç at­mış bir insan olan 1. Ahmed, Osmanlı tahtına veraset usûlü­nü eber yâni, hanedan'ın yaşayan en büyük erkek mensu­bunun padişah olmasını getirmesinin hemen arkasından, Genç Osman başta olmak üzere, 4. Murad dâhil bir kardeş katli kasırgası estirmişlerdir. Netice itibarıyla; Sultan 1. Ah­med hân'ın ceman on tane kızı ve bir düzine yâni 12'de oğlu olmuştur.

 

 

 

Sultan 1. Ahmed'in Sadrıazamları Ve Şeyhülislâmları

 

 

Sultan 1. Ahmed gelmiş olduğu padişahlık görevinde sad­rıazam olarak Malkoçoğlu Yavuz Ali Paşayı bulmuştu. Baba yadigârının göreve devamını tensib eden padişah 26/tem-muz/1604'de yeni sadrıazam olarak, Sokulluzâdelerden Lala Mehmed Paşa'yı sadarete getirdi. Lala Paşanın bu sadareti I sene, 10 ay, 26 gün sürdü. Yerine 21/haziran/1606'da Derviş Mehmed Paşa getirldiysede vazifeyi 5 ay, 18 gün sürdürebil-di. 9/12/1606'da; Kuyucu Murad Paşanın 4 yıl, 7 ay, 27 gün sürecek ve Anadoİudaki dehşet dolu isyanları aynı metodla bastırması dönemi başladı.

 

5/8/1611'de Gümülcineli Nasûh Paşa sadarete getirildi. Bunun sadareti de 3 sene 2 ay, 13 gün devam edebildi. 17/10/1614'de Dâmad Öküz Mehmed Paşanın sadareti baş­ladı ve 2 sene, 1 ay, 1 gün sürdü ve onunda yerine 17/11/1616'da Halil Paşa veziriazam oldu.

 

Ancak bu nasbinin, padişah 1. Ahmed'e hizmet şansı 1 yıl, 5 gün kabil oldu. Değişen veraset sistemine göre de mer­hum padişahın kardeşi şehzade Mustafa, 1. Mustafa unva­nıyla tahta çıktığında karşısında bulduğu sadrıazam Halil Pa­şa olmuştu. Böylece de diyebilirizki, 1. Ahmed 13 sene, 11 ay, 1 gün süren padişahlık döneminde, yedi defa mührü hü­mayun verdi. Böylecede yedi şahısla devrini kapadı.

 

1. Ahmed'in şeyhülislâmlarına gelince; Ebu'l Meyamin Mustafa Efendi makam-ı meşihatde idi genç padişah tahta çıktığında. Bu zâtın 8/6/1604'de İnfisali üzerine Sunullah Efendi 2 sene, 1 ay, 20 gün süren meşihatına tâyin olundu. Onun hemen peşinden Meyamin yine meşihate getirildi ve 23/11/1606'da vefat etdi. Böylece halef selef otundu.

 

Sunullah Efendi bu sefer 3. defa geldiği makamdaki vazi­fesini vefatıyla noktaladı. Yekûn meşihati 5 sene, 7 ay, 8 ün sürdü. Hocazâde Hacı Mehmed Efendi 5/8/1608'de şey­hülislâmlığa getirildi. 7 sene, 27 gün bu görevi yürüttü. Ma­kamında vefat ederken, 26. şeyhülislâm olarak geldiği ilk vazifesindeki müddet de eklendiğinde karşımıza 8 sene, 6 ay devam eden vazife arzettiği görülüyor.

 

2/7/1615'de ölen ağabeyinin yerine de yineHocazâde Mehmed Esad Efendi getirildi. Bu zât daha sonra padişah olan Genç Osman'ın kaimpederiydi. Bu zâtın şeyhülislâmlığı 1 Ahmed'in son şeyhülislâmı olmasıyla son buldu. 1. Ah­med'e, bu zâtın müşavirliği 2 sene, 4 ay, sürmüştü. Böylece de; 1.'Ahmed'in döneminde altı defa şeyhülislâm değiştirir­ken, bunun dörtdefasını iki kişi ile diğer iki kişiyide sayarsak 6 değişikliği, dört kişiyle geçiştirmiştir.