IV. MURAD :
SULTAN 4. MÜRAD
Babası: Sultan I. Ahmed Han
Annesi: Kösem Mahpeyker Sultan
Doğum Tarihi: 1612
Vefat Tarihi: 1640
Saltanat Müd.: 1623-1640
Türbesi: İstanbul'dadır.
Sultan 1. Mustafa Hân'ı ikinci defa odasına gönderen ve taht ile
alâkasına kestiren ve elinden tuttuğu Sultan Ahmed cennetmekân merhumun üçüncü
şehzadesi Murad'ı Sadrazam Kemankeş Ali paşa, Şeyhülislâm Yahya Efendinin yardımları
ile devleti aliyyenin tahtına oturtmuş ve böylece dünyanın o zamanki 1
numaralı devleti olan osmanlı devleti ve dünya için yepyeni bir devir başlamış
oluyordu.
Boğaziçinde 1612 miladi yılında doğan Sultan Murad Hân, taht'a
geçtiğinde Hicri 1032, Miladi 1623 yılıyla birlikte henüz oniki yaşını ikmal
etmemişti. Taht'a geçtiğinin ertesi günü sünnet-i hitan merasimi yapılmış ve
sünnet olmasından beş gün sonra da kılıç kuşanma merasimi icra olundu.
Şüphesizki bu kadar küçük bir çocuğa bir naib lâzımdı. İşte o
nâib henüz 28 yaşında olan ve Osmanlı tarihinin en önemli Sultan hanımlarından
olan Kösem Mahpeyker Valide sultandı.
İslâm tarihinin en uzun ömürlü devletini sürdüren bu hanedan,
oniki yaşında bir padişah ve yirmisekiz yaşında genç bir anneye kalmıştı. Şunu
hiç unutmamamız gerekirki; günümüzde alelade bir aile dahi evin reisini
kaybettiğinde genç bir anne ve çocuk geride kalsa, hayatın maddi ve manevi
zorluklarıyla ne kadar büyük bir boğuşma sergilemektedirler. Böyle bir aileye
yardım eden, yol gösteren olmazsa, nasılki netice pek vahimdir, işte devleti
aliyye'de çocuk yaşta bir padişah ve genç bir kadına kalmıştı. .İşte o günlerin
devlet adamları bu devlet gemisinin devamı için gayret göstermişler, kimileri
ise ihanet erbabı olduklarını hatta zirveye göz diktiklerini dahi göstermişlerdir.
Kemankeş Ali Paşa, zaten taht'ta gözü olmayan Sultan Mustafa'yı
yerinden almanın ve Sultan Murad'ı taht'a geçirmenin vasıtası olmasını
hazmedememiş, iyice şımarmıştı.
İlk Döneklik
Yeniçeriler, üst üste aldıkları cülus bahşişi münasebetiyle Sultan
4. Murad'ın taht-i saltanata iclasında bahşiş istemeyeceklerine dair söz
verdikleri halde, az bir müddet sonra «cülus isterük» diye tutturdular.
İkimilyon osmanlı altını bulan meblağ saraydaki altın tabakalar ve tepsiler
eritilerek karşılandı.
Sadrazam Kemankeş Ali paşa, Şeyhülislâm Yahya Efendi'yi görevinden
azlettirdi. Allah'dan yeni gelen zât merhum şehid Genç Osman'ın kaimpederi,
Şeyhülislâmoğlu Şeyhülislâm Esad Efendi idi.. Neyse, çok değerli bir zât iie
ondan belkide daha değerli bir zât nöbet değiştirmiş oluyordu.
Iran Gailesine Doğru
Eski vazifesi Bağdat subaşılığı olan ve Bekir Subaşı olarak anılan
cesur, kurnaz bir adam vazifesi sırasında temin etmiş olduğu servetin verdiği
imkânlarla, eyalet Beylerbeyi Yusuf paşa'nın askerine kumandan olmuş ve bir
subayını Simav kazasına vergKtoplamak için göndermişti. Ne varki; Dîvan bunu
haber alır almaz dörtbin yeniçeri ve bin Azap askerini Bekir Subaşı'nın
takibine gönderdi. Bekir Subaşı'nın amansız düşmanı Azap Ağası Mehmed Ağa,
Bekir Subaşı'nın yokluğundan istifade ederek Bağdat Beylerbeyliğinin asli
görevlisi Yusuf paşa ile anlaşarak ani bir taarruzla şehre girmek ister. Fakat
Bekir Subaşı'nın oğlu Mehmed durumu haber alır almaz şehrin kapılarını
kapadığı gibi toplanda Azap Ağası ile Yusuf paşa'nın askerinin üzerine tevcih
eder. Diğer taraftan Simav kasabasında kendisini yakalamağa gelen kuvvetleri
kesin bir mağlubiyete uğratan Bekir Subaşı şehrin önünde Yusuf paşa ve Azap
Ağası Mehmed'i görünce onlara hücum eder. iki ateş arasında kalan Yusuf paşa ve
Azap ağası İki gün dayanabilirler ve neticede savaş Bekir Subaşı'nın kesin
galibiyeti ile hitam bulur. Bu ana baba gününde Yusuf paşa başından aldığı bir
yaranın neticesinde şehid olur. Azap Ağası Mehmed Ağa ise İki oğluyla birlikte
Bekir Subaşı'ya teslim olmuştur. Fakat bu teslim oluş ölümlerden ölüm beğenmekten
farksızdır... Bekir Subaşı, bir sandalın içinde Azap Ağası ve iki oğlunu
zincirlerle bağlatır, kükürd ve katranla içini de bir güzel doldurup ateşletir
ve Dicle nehrine salar. Sandaldan gelen yürek paralayıcı feryadlan, tüyü
kıpırdamadan işitilmez oluncaya kadar dinleme ve seyretme gaddarlığını gösterir.
Bu elîm hadiseden sonra hiç sıkılmadan Dîvana bir istida göndererek Bağdat
Valiliğinin kendisine tevcihini hamil ferman-ı padişahî'nin gönderilmesini
talep eder. Dîvan bu talebi red ve Bağdad Vali'liğine Süleyman paşa'yı nasb
etmiş-sede bu paşa red ettiğinden, Diyarbakır Beylerbeyi Filibeli Hafız Ahmed
paşa Bağdad üzerine serdar tayin edilmiş kâfi miktar asker verilerek Bağdad'ı
zaptu rapta alması emrolun-muştu.
Hafız paşa, İlk hamlede muvaffak olamadıysa da ikinci defasında
rakibini perişan etmiştir. Ne varki muhasaradan kurtulan Bekir Subaşı, İran
Şahına başvurarak, Karcığla Hân'la bir takım anlaşmalar yapmış mezhebi şiâ'ya
hizmet edeceğini ve bunun nişanesi olarak da Bağdad'ı kendilerine teslim
edeceğini vaad etmişti. İran Şahı bu durum karşısında Bekir Subaşı'ya yardımcı
ve muhafız olarak üçyüz kişilik bir askeri birlik göndermişti.
Bu sırada Dîvan'dan gelen bir emir insanı çıldırtacak gibi idi.
Bağdad Beylerbeyliği Bekir Subaşı'ya verilmiştir. Kendisine tebliğ oluna...
Hafız Paşaya düşen emri yerine getirmekti. O da öyle yaptı. Bekir Subaşı bu
haberi alınca; Karcığla Hân'a kendisinin emeline nail olduğunu, bu husustaki
yardımlarını unutamayacağını bildirdi ve bunun nişanesi olarak Şah'a verilmek
üzere bir takım hediyeler takdim ederken Karcığla Hân'a da hediyeler sunmayı
ihmal etmedi.
Aynı zamanda da Hafız Paşa'ya Bağdad'dan çekilip gitmesini, çünkü
halkın bu ordudan çekindiğini söyledi. Hafız Paşa, ordusuyla Mardin
taraflarına çekilmek üzere yola koyuldu Bekir Paşa; ki, dîvan kararıyla
paşa'lığa terfi etmişti. Bunu da halka tellallarla duyurdu.
Karcığla Han, Bekir paşa'ya yaptığının doğru olmadığını gönderdiği
bir elçi ile hatırlattı. Bekir paşa; bu hatırlatmaya cevap olarak kalenin
toplarını İran'lılann üzerine doğru ateş-liyerek verdi.
Öte yandan Şah Abbas yavaş yavaş Bağdad önlerine gelmişti. Şah
Abbas'ın Bağdad önlerine gitmekte olduğunu istihbar eden Hafız paşa, Kürdistan
Beylerbeyi Kör Hüseyin paşayı Bağdad'a yardım etmek üzere yollamıştı. Çünkü kendisi
o sırada Abaza Paşa gailesi ile meşgul idi.
Kör Hüseyin paşa Bağdad'a yardım etmek üzere giderken önüne
Karcığla Han komutasındaki iran askerleri çıkmıştı. Yapılan savaşta Hüseyin
paşa Kırmızı Hana çekildi. Bu çekiliş şüphesizki bir mağlubiyete uğrama
korkusundan ileri gelmişti. İranlılar Hüseyin paşa'ya bir anlaşma teklif
ederek kendisini bu badireden kurtulma ümidine sevk ettiler. Bu ümid ilk önce
bir gafillik meydana getirdi. Bu gafletin netice-,/si bir baskınla başta paşa
olmak üzere bütün askerin kellelerinin Şahın ayak ucuna atılmasına sebeb oldu.
Tarihler o sırada Hicri 1032, Milâdi 1623 yılını gösteriyordu.
Sadrazam Kemankeş Ali paşa; paşa yaptığı Bekir paşa'ya erzak ve
mühimmat göndermemiş, İranlıların tahtı muhasarasına giren Bağdad beşinci ayı
doldurğunda açlık had safhaya gelmişti. Artık geceleri halk Bağdad şehrinden
gizlice kaçıyor, iranlıların içine karışıveriyordu. Bekir paşa'nın oğlu Mehmed
ise İran Şahı ile gizlice anlaşmış kendisi Bağdad valisi olduğu takdirde gece
yansı kalenin kapılarını açıp şahın askerlerini içeriye almayı vaad etmişti.
İran şahı da bu vaade Bağdad valiliğini Mehmed'e vereceğini ifade etmişti.
Nitekim gece yansı olunca hain oğul, kapıyı açmış ve Bağdad'ı aceme peşkeş
çekmişti. Açlık ve ümitsizliğin verdiği yorgunlukla derin uykuda olan Bağdad
halkı sabah ezaniarıyla uyandığında, şehrin artık Şahın olduğunu görüyorlardı.
Halk şaşırmış ne olacağını dahi düşünemezken propagandanın en tesirlisini
kurnaz Şah hemen ortaya atıvermişti. Bu bir affı umumi idi. Şah kendisine
mukavemet eden bütün herkesi affediyor, askerine ise kimsenin mal, can ve
ırzına halel gelmemesi için tellallarla ilan etme alicenaplığını!
gösteriyordu.
Bekir Paşa, Şahın huzuruna zincirlerle bağlı olarak götürüldüğünde
yol boyunca acaba oğlum öldümu? Hiç bir haber alamadım diye düşünüyordu.
Karşısına çıktığı Şahın yanında duran kendi oğlu Mehmed'den başkası değildi...
Hatta Şah hiç ağzını açmadığı halde oğlu babasını azarlıyor, Şaha verdiği
sözden dönmenin akibetini gör, diyor ve hayatını kurtarmak istiyorsan
hazinenin yerini söyle diye tehdit etmekten çekinmiyordu.
Bekir Paşa bu durumu görünce, tasavvuf! bir tabirle söyleyelim
«Dili lal oldu aklı mat» adeta taşlaştı, ne duyuyor, ne görüyor ne de cevap
veriyordu. Kendisine hapishane mesken oldu. Hem de zincirlere bağlı olarak...
.
Bir İmha Hareketi
Bağdad şehri Şahın idaresinin eline geçtikten bir kaç gün sonra
sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş ve şehir bir bir evlere girilerek hem nüfus
sayımı yapılmış, hem de silah namına ne varsa nizam icabı denerek alınmıştı.
Sayımdan çok kısa bir zaman geçince şehrin zenginlerinden sünnl olanlar, bir
hafta süren amansız işkencelere tabi tutularak servetleri söy-lettirilmiştir.
Bu arada Hz. Hüseyin (R.A.) Efendimizin türbe-darı; Şah Abbas'a bir defter
vermiş ve bu defterde ismi yazılı olup Sünnîlikten mezhebi şiâ'ya geçenler
hayatlarını kurtarmışlar gerisi kamilen şehid edilmişlerdi. Bunların içinde
iki zât ki; biri Bağdad kadısı Nuri Efendi diğeri Camii kebir İma mı Ömer Efendi İdikİ, şu şartla kurtulmaları
teklif edilmişti: Hz. Ömer (R.A.) ve Hz. Osman (R.A.) Efendilerimize sövmeleriydi.
Bu iki zât böyle şen'i söz söylemektense şehadet şerbetine razı geldiler ve
oracıkta birer iple hurma ağacına ası larak şehid edildiler. (Bu yazdığımız
bölüm inanılmaz bir iddia gibi addedilir diye bir iki kaynak vermeyi lüzumlu
gördük: Tarihi Ebul Faruk yazan Mehmed Murad cild 5, yine İsmail Hakkı
üzunçarşılı TTKY3. c. 1. Kısım ve yine Tarihi Si-yasiyye cild 2 Sadrazam Kâmil
paşa) Ayrıca İmam-i Azam Ebu Hanife ile Gavsulazâm Abdülkadir Geylânl Hz.
ierinin kabirleri tahrib olundu.
Bir müddet sonrada Bekir paşa'yı bulunduğu hapisten çı-karı'p,
aynen Azap Ağası Mehmed ağaya yaptığı gibi, onuda kükürt ve katran dolu bir
kayığa bağladılar Diclenin akıntısı-' na bıraktılar. İşte yaptığı aynen başına
geldi Bekir paşanın... Bütün bunları kılı kıpırdamadan seyreden, Bekir paşa
oğlu Mehmed'e bir bakış fırlatan Şah Abbas; babasına böyle iha-ned eden bana ne
yapmaz düşüncesine vardı. Az sonra onu sürgüne yollattı. Yolda kaçmayı denemeye
kalkan hayırsız evlât acem kılıcıyla hayatını kaybediverdi.
Şah Abbas, sünnilere gösterdiği nefret verici halden sonra, o
muhterem zatlar yâni İmam-ı Azam ve Gavsul Azam'ın kabri zahirlerin telvis ve
tahrib etmenin cezasını manevi to-kadlarının maddi sillesini atacak olan 4.
Murad'ın bilenmesine ve daha çabuk iktidar sahibi olmasına yardım ettiğini
acaba farkındamı idi?
Bağdad'dan ypla çıkan Şah Abbas, Musul'a oradan Nusaybin ve
Mardin'e gelerek büyük zulümler irtikab etti. Babı-aliden gelen emir Hafız
paşayı oralara koşturduysa da Hafız paşa her gittiği yerde bir kan gölü ve
yıkılmış, yakılmış ha-nümanlar buluyor, İranlılar ise sıvışmış oluyorlardı.
Bağdad'in İranlıların eline geçtiğini gerek valde sultandan
gerekse padişah hazretlerinden saklayan Kemankeş Ali paşa küçük çocuk yerine
koyduğu padişahın «Bostancibaşı» diye seslenmesini gülümseyen nazarlarla
dinleyip seyrederken «çocuk, padişahçılık oynuyor» diye içinden geçirirken
kollarını kavuşturmuş emri padişahiyi bekleyen bostancıbaşiya «Al kellesini»
diyen ses ayaklarını suya erdirdi amma ne çare iş işten geçmiş kelle inmişti.
Şeyhülislâm Esad Efendi'de fetvayı vermişti bile.
Kemankeş Ali paşadan sonra 1. Mustafa zamanında tanıdığımız Mere
Hüseyin Paşa sadaret kaymakamlığına talib olmuş ve «vazife istenmez, verilim
düsturunu çiğnediğinden o da canından olmuştu. Yeni Sadrazam Çerkeş Mehmed Paşa
aynı zamanda serdâr-ı Ekrem sıfatıylada mücehhez kılınmış Abaza isyanını
tenkile gönderilmişti.
Haçlı Zihniyetinin Dış Kapıya Yüklenmesi
Sağlam bir bünyeye saldırmak hiç bir zaman akıllı bir davranış
olmaz. İşte bunu daha o zamandan keşfeden haçlı zih-niyyeti merkezi idareden
uzak Tunus, Cezayir ve Trabiusgarb eyaletlerini hasta uzuvlar olarak seçmiş
onlarla bir takım antlaşmalar ve ikili münasebetler kuruyordu. Bu devletler
gerek İngiltere gerekse Fransa'dan başkası değildi. Gayet ta-biidirki bu iki
devlet kaypak ve hedefü politika bakımından bu gün bile güçlü devletlerden
sayılır.
İngiltere ve Fransa yukarıda verdiğimiz kıyılarda gemilerinin
soyulduğunu iddia ediyor ve Osmanlı devletine bunlar madem sana bağlılar
bunları durdur, diyor sonra yine onlara kendilerini soyduruyordu. Bunun bir iki
defa meydana gelmesinden sonra oralardaki mahalli idarelerle öze! anlaşmalar
yapıyordu. Bu durum o bölgelerin Osmanlı nüfuzundan çıkıp, kendini bir şey
zannetmesi ve batı emperyalizminin yemi olması demekti. Devleti aliyye Sultan
Abdül Aziz Han zamanında ki; çöküşten bir evvelki duraklamadır, Mısır'ın Avrupa
devletleri ile flört etmesine bile müsaade etmiyordu. Sultan Murad gibi çelik
iradeli, bitirici pençeli bir padişahın devrinde ise bu dış yaklaşmalar
önlenemiyordu. Muktedir olan iktidar olur görüşünün çok bariz bir tezahürüdür
bu vaziyet. Bunun sebebi doğu hududlarında İran, içte ise Sultan Gen^ Osman'ın
intikamını alacağım diye tutturan Abaza pa-şayisyanı idi. Abaza paşa ölçüyü o
kadar kaçırmıştıki; Sivas'ta topçu ve cebecilerin beşikteki çocuklarına
varıncaya kadar kati eylemişti. Abaza paşa kuvvet toplaya toplaya İstanbul'a
intikam almak üzere yola çıkmıştı. Sadrazam Çerkeş Mehmed paşa ise Tokat'a
gelmişti.
Kayseri önlerinde iki ordu karşılaşmış, sonunda Abaza paşa
Erzurum'a kaçmıştı. Sadrazam paşa ise yeniden Tokad'a dönmüştü. Bu arada ise
büyük âlim Şeyhülislâm Esad Efendi Hakk'a yürümüş yerine ise büyük mutasavvıf
ve şâir Yahya Efendi yeniden Şeyhülislâm olmuştur. Bu arada Çerkeş Mehmed
paşa'da tutulduğu hastalıktan kurtulamayarak vefat etmiş mesnedi sadaret
Filibeli Müezzinzade Hafız Ahmed pa-şa'ya tevdi olunmuştu.
Cennetmekân Sultan 1. Ahmed Hân'ın Edirne ormanlarında avlanması
sırasında etrafındaki silahlı adamları ile kar-şısı-na çıkan Kırım Hanları
varislerinden Mehmed Giray hapiste bulunduğu Yedikule zindanından meçhul bir
şekilde Sultan 1. Mustafa zamanında firar etmişti. Bu firardan sonra ise
siya-seten Mehmed Giray'ın Kırım Hân'liğına tayini kararlaştırılmıştı. Bir
müddetten beri Şah Abbas nezdinde mülteci olarak bulunan Şahin Giray ise
Kırım'a dönmüş ve ona'da Kaîgaylık verilmişti. Bilindiği gibi Kaîgaylık,
Kırım'da Hân'ın yardımcılığını aksettiren bir vazifedir. Müneccimlerden biri
ismi kuş isimlerinden oluşmuş birisinin dünyaya hakim olacağını ifade eden bir
kehanet ortaya atmıştı. Şahin Giray bu kehanetin kendisini kast ettiği batıl
düşüncesine kapılmış ve küfür olan bu iddiaya yapışmış olmadık zulümleri ifa
etmişti. Şurada kısa bir istidrad ile bazı önemli hususatı belirtmeyi lüzumlu
gördük. Gaibden haber vermek malumdurki, insanların harcı değildir. Kâinatın
yüzü suyu hürmetine yaratıldığı ayetlede belli olan Efendimiz sevgili
Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: «Rabbim bana neyi haber verirse
ben onu bildiririm» yoksa yıldızların duruşuna, yok kuşların bacağına, efendim
aynaların yüzüne bakarak geleceği söylemek kâhinliktir. Kâhinlik ise Allah
indinde tek din olan islâm dininde merduttur, yasaktır. Bu mevzuda İbni Haldun
Hz. leri ünlü mukaddimesinde uzun uzun malûmatlar vermiş ne varki; o büyük âlim
dahi kâhinleri peygamberlerin haberi sadık halleri ile mukayese etmiş, hoş
hükmünü verirken bunların doğru olmadığını hatta geçim vasıtası olarak
kullandıklarını ifade etmekten çekinmemiştir. Yalnız şunu ilâve etmekte mutaka
isabet vardır. Oda bazı keşfü zevk erbabı evliyaullah vardırki; iki cihan
serverinin manevi mirasçıları olarak Cenab-ı Hakk (C.C.) o zâtlara aklın idrak
edemeyeceği bazı keşfiyyatı nasi-beder ve ifşasına müsaade buyurursa elhak
haber doğrudur. Bu bile şeriat âlimleri indinde keşfiyyatı temaşa eyleyen zâtı
bağlar hükmündedir.
Yukarıda verdiğimiz kısa İzahattan anlaşılacağı gibi, men edilmiş bir
hale göre hareket eden feâketlere uğrayacağından, Şahin Giray'ın başına
gelenler, kendisini kaptırdığı bu kehanetin mahvına sebeb olduğu
anlaşılmalıdır.
Şahin Giray bir ordu hazırlamış ve İstanbul üzerine yürümek üzere
yola çıkmıştı. Miyetinde ilk durağı Edirne şehri idi. Yeni padişahı tebrik
etmek üzere Rusya tarafından gönderilen iki elçi Kırım'da Şahin Giray
tarfından önce tutuklanmış bilahare öldürülmüşler ve Genç Padişaha götürmekte
oldukları hediyeleride kendilerine mal etmişlerdi. Dîvan bu işe çok kızmış
Şahin Giray ve Mehmed Giray'ı azlederek yerine Ca-nik Giray tayin olunmuştu.
Kefe'ye sürgün edilen Mehmet Giray'ın mezkûr yere götürülmesine İbrahim ve
Hasan paşalar vazifelendirilmişti. Ayrıca Donanmayı Hümayun Kapdan-ı Derya
Halil paşa'nın kumandasında Kefe'ye gönderilmişti.
Mehmed Giray, isyan bulutuna kendini kaptırmış, etrafına topladığı
yüzbin nogay ve sekizyüz kazak süvarisi ile kendisini almaya gelen Hasan ve
İbrahim paşaların karşısına dikilmişti, iki ay süren oyalayıcı ve son derece
kanlı muharebelerden sonra Mehmed Giray ordusu galib gelmiş, devleti aliy-Ye
iki güzide paşası Hasan ve İbrahim paşaları meydanı harbde kaybetmişlerdi.
Görüyoruzki, doğu sınırında İranlılar, içte Abaza ve Celâli-ler,
öte yanda Kırım Hanlığı çıkardığı gailelerle, üstüne üstlük, hristiyan
dünyasının yahudi ile olan ittifakı; islâmın tarihler içinde en büyük
temsilcisi olan Osmanlı devletini ne zorluklara sokuyordu. Bu kadar düşman
karşısında ayakta kalmak ne kadar zordur, bunu bir düşünsek, ecdadımızın büyüklüğünü
bir kere daha anlamış oluruz.
Mehmed Giray'ın bu galibiyeti bin kişi kadar Osmanlı askerinin
esir olması, onyedi kıta topun Kırımlıların eline geçmesi, devleti mecburen
yeni bir düşünce tarzına itti. İstanbul'dan gönderilen bir memur, Mehmed
Giray'i yeniden Hanlığa, Şahin Giray'i ise kalgaylığa oturttu. Yapılan
müzakereler neticesinde esirler ve toplar geriye alındı, orduyu hümayun
İstanbul'a, Mehmed Giray ise payitahtına döndü. Ne varki kâhinin söylediklerini
bir türlü kafasından atamayan Şahin Giray, yeniden Tuna kıyısındaki Osmanlı
himayesindeki kasabaları talan etmeye başladı. Plânlarını çok önemli ve stratejik
bir yer olan Baba Dağı'nı ele geçirmek için hazırladıysa da Silistre Beylerbeyi
Kantemir paşa, otuz bin süvari ile yıldırım gibi yetişip, bütün askerî deha ve
cesaretini ortaya koyarak Şahin Giray kuvvetlerini perişan etti. Şahin Giray
son anda bir sal'a atlıyarak karşı sahile geçti ve canını kurtarabildi.
Bosna üzerinden yola çıkan yüzelli kıt'alık silahlı kazak askeri
ta boğaziçine dalış yapıp bu günkü Büyükdere, Yeniköy, İstinye civarına kadar
geldiler. Her tarafı yakıp yıktılar, bunların üzerine devlet 500 kayık içinde
denizden birlikler, kara-danda onbin asker göndererek Kazakları ancak ricata
mecbur edebildi. Rivayet olunurki, bu olaydan sonra Bizans'ın Sultan Fatih
donanmasına karşı gerdiği zincir, Karadeniz boğazında bu Kazak belasından
korunmak için gerdirilmiştir.
İran hududunda ise Bağdad için yapılan mücadelenin finiş hali
gelişmekte idi. Hafız Ahmed paşa ve Çerkeş Hasan paşa komutasındaki Osmanlı
kuvvetleri Kerkük'ü alırken, onbin neferden kurulu bir İran kuvvetine galebe
çalmıştı. İran ordularının baş komutanı olan Karcığla Han, Gürcüler aleyhinde
bir fırıldak çevirince Gürcülerin bunu sezmeleri neticesinde onları da
karşısına almış oldu. Bir boğazda otuzbin kişilik ordusunu yakalayıp bastıran
Gürcüler, Beyleri Mağrav Han komutasında kesin bir imha savaşına başladılar.
Neticede Karcığla Han, şimdi İstanbul'da boğazın incisi ve çayı ile meşhur
Emirgân semtine adı veren «Emirgüneoğlunun» babası «Emirgün» ve diğer ileri
gelen komutanlar yirmibin askeri ile perişan oldular. Diğer yandan onbin İran
askeri tabanları yağlayarak hayatlarını kutarabildiler. Gürcüler yedibin İran
askerinin kellesini mızraklarına takarak Osmanlı devletine bağlılıklarını ispat
için Sadrazam Hafız paşanın ayakları dibine döküverdi.
Tarihler Hicri 1035, Milâdi 1626'yı gösterirken Kaptan-] Deryalık
makamına getirilmiş olan Topal Recep Paşa Donanmayı Hümayunu Karadeniz'e
çıkarmış, yukarılarda verdiğimiz boğaziçi baskınını irtikap eden Kazakları
tedip etmek ve dünyaya Karadeniz'in hâla bir Türk Gölü olduğunu ispat için koca
deryayı damla damla tarayarak Kazakların kayıka-nnı buldu. Bunların yetmiş kıta
kayığını Karadeniz'in dibine gönderdi. Yüzyetmişiki kıta küçük gemisini zapt
edip, sekiz-yüz tane esir alıp İstanbul'a gönderen Recep paşa büyük bir gurur
ve kibir ayrıca yukarı mevkilere tırmanma hırsı ile döndü. Bütün ahali yaşasın
paşamız diye sevinç gösterilerinde bulunuyordu. İşte Recep Paşa'ya bir mim
koyun sevgili okuyucular.
Biz yine İran ile mücadeleye dönelim: İranlı askerlerin büyük bir
bölümünün Hz. Ali (K.V.) Efendimiz kabrini ziyaret etmek için ordudan
ayrıldıklarını haber alan Sadrazam Hafız paşa, Bağdad'ı muhasara edip almayı
plânladı. Ne varki, ordudaki top sayısı çok azdı. İstanbui ve Basra'dan top
getirmek faaliyete geçti. Askeri ise Bağdad kalesinin dibinde lâğım açmakla
vazifelendirdi. İki ay içinde asker elli iki lağım açıyor. Sevgili kuyucu bu
lağımlar daha evvel Bekir Subaşı-nin açtırıp İranlılar tarafından kapatılan
lağımlar olduğu bir çok tarihlerde yazılıdır.
Bu sebebden biz bu lağım açma işini eski lağımları temizleme
çalışması olarak isimlendiriyoruz. Bilindiği gibi lağım açma tabiri surların
altından düşmana görünmeden hatta sesini dahi duyurmadan yumuşak toprak bulup
orayı kazmak ve kazılan yeri patlayıcı maddelerle doldurup ateşleyip patlatmak
ve oralarda yıkıntı veya gedikler açıp fetihi gerçekleştirmek için yapılır.
Bazen kale müdafileri bu lağım açma işine vakıf olurlar, o lağımı onlar
patlatır ve bir çok kişinin telef olmasına yol açar, dünyanın üç kıtasında
Resûlullâh'in sancağını şan ve şerefle gezdirmiş Osmanlı Devletinin nice güzide
evlatları bu lağımlarda düşmanın taarruzlarına uğrayıp şehadet şerbeti içerek
cenneti âlâya uçurmuşlardır.
Lağımlar bir yandan temizlenirken diğer yandan eldeki toplar
güllelerini Bağdad kalesine havale ediyor. Bir gedik açılmaya muvaffak
olunuyorsada yapılan hücum neticeyi getirmiyor.
Tam bu sırada bir istihbarat alan sadrazam, ordunun ileri gelen
komutan ve güngörmüş ihtiyar dilaverlerini topluyor ve onlara Şah Abbas'ın
büyük bir ordu ile gelmekte olduğunu söyleyip meşveret eyliyor. Müzakere iki
ana esas üzerinde cereyan ediyor. Ya muhsaraya devam yahut da muhasarayı
kaldırıp dönmek. Meşveretin neticesi dönme şeklinde netice veriyor.
Gel de Anlat:
Yukarı koyduğumuz başlık; başın başa, başında padişaha bağlı
olduğu zamanda kullanılmayan buna mukabil her baş-dan bir ses çıktığı zaman
çaresizliği belirten bir deyim olarak ortaya çıktığı bu vakadan da pek iyi
anlaşılır. Yeniçeriler meşveretten çıkan kararı, çok çileler ve meşakkatlere
katlandıklarını bu sebebden Bağdad'ı almadan bir yere gitmeyeceklerini
haykıran Yeniçeri baştan gelen sesi değilde, sorumsuz kafalardan çıkan kararı
tatbik edeceklerini söylediler. Bu suretle meşveretin neticesi alınmış olan
muhasarayı kaldırma kararı iptal edilip, muhasaraya devam olundu.
Oyalama
Muhasaraya yeniçerinin direnmesi üzerine yeniden başlanması esnasında
Şah Abbas ordusuyla yakınlara kadar gelmiş bulunuyordu. Sadrazam Hafız paşa,
Şah'in ordusunun uzak yoldan geldiğini, yorgun olduğunu istihbar ettiğinden
dolayı vakit geçirmeden, en ufak bir nefeslenme imkânı vermeden üzerlerine
yürümeyi uygun gördü. Derhal saldın plânını yapıp harekâta geçti. Öncü
birlikler birbirleri ile karşılaş-tıkan yerlerde mübarezeye başladılar; artık
savaş hafiften hafiften başlamışken Sadrazamın otağı önünde Şah'in elçileri
gÖrülüverdi. Şah'ın gönderdiği elçinin getirdiği nâme son derece gülünç ve
hakikaten zaman kazanma ve oyalamaya nfratuftu.
pzetle şöyle yazıyordu: «Biz, Bağdad'ı zorla alma emelin-deı
değiliz. Oğlumuza hediye etmek için Padişah Hazretlerinden istiyoruz...» Bakın
sayın okuyucular bu elçi ve hamili olduğu nâme bir sulh teklifi olarak
düşünülebilirimi? Tarih boyunca dünyanın neresinde görülmüştürki, böyle bir
teklifle şehirler alınsın... Hem de tarih boyunca birbirine karşı savaşmış iki
devlet arasında... Tabiiki hafız Paşa bu teklifi münka-şa etmeye dahi lâyık
görmedi. Çünkü istihbarat teşkilâtı ayrıca çalışıyor, Şah ordusunun
yorgunluğunun had safhada olduğunu, merkezi yerlerden gelecek kuvvetlerin
yanına ulaşması için Şah'ın gözlerini dört açmış, yardım beklediğini, daha
Önemlisi Osmanlı askeri içine bakın Şah sulh ister, sizin Sadrazam harb ister.
Şüphesizki yorgun olan asker, yalnız Şah'ın askeri değil Osmanlı askeriydi de
bu yorgunlar sulh teklifine neden olumlu davranılmaz diye mesele çıkarabilirlerdi.
Bunlar Hafız paşaya tek tek ulaşıyordu. Hafız paşa encamımız hayrola diyerek
müzakereye bile girişmedi. Böylece Şah oyalama taktiğinden netice alamamış
oluyordu, acaba...!
İki Ateş Arasında
Şimdi durum çok tuhaf, tuhaf olduğu kadar da vahim bir durum
arzediyordu. Şöyleki; Bir takım İranlı kuvvetler elinde Bağdad kalesi, kaleyi
muhasara eden Osmanlı ordusu, bu orduya yavaş yavaş muhasaraya almaya
hazırlanan Şahın komutanlığındaki ordusu. Sadrazamın işi epeyi zor bir vaziyetti.
Ayrıca lojistik durumda endişe verici idi. Altıncı ayını bulmuş olan muhasara
Basra ve İstanbul'dan gelen toplar ve cephane vasıtası ile kuvvet bakımından
güçlenmeyi temin etmişse de yiyecek olarak dururjı hiç de iyi değildi. Orduda
yiyecek bir şey kalmamış, hurma ağaçlarında hurmalar tükenmiş, sıra dallarını,
otlarını yemeğe gelmişti. Tam bu sırada Şah, binbeşyüz kişilik bir kizılbaş
gurubunu adeta ipnotize etmiş, çok şiddetli bir hücum sürüsü halinde orduyu
hümayuna dalkılıç saldırtmıştı. Elhak kabulü gerekirki bu az fakat dünya ile
yaşama bağlantısını koparmış olan kuvvet kendisinin canlarını Osmanlı askerine
pek pahalıya mal etti. Azdan az, çoktan çok gider misali bu huruçta kendini bir
daha gösterdi. Tükendikleri zaman Osmanlı askerinin verdiği şehid sayısı
onların çok çok üzerinde idi. Fakat bu küçük fakat kanlı savaşta mağlup olmuş
sayılırdı. Şah Abbas yeniden bir sulh temini için elçi gönderdi. Sadrazam
müsait karşıladı ve otağında müzakerelerin yapılmasına müsaade etti. Yapılan
müzakereler kati netice vermediyse de bir takım ana meselelerde yakınlık sağlandı.
Hatta, Şah Bağdad'ı Osmanlı ordusuna verecek, buna mukabil Hz. Ali (K.V.)
kabrinden hudut olmak üzere nehrin sol yakasının İranlı'lara terki gibi bir durum
ortaya çıkmıştı. Son söz Sadrazama kalınca o yalnız Bağdad'ın kendisine
teslimini bundan başka şart konuşmayacağını bildirdi ve elçisini Şah'ın yanına
cevabı öğrenmek üzere gönderdi.
Bilinmeyen bir güç işe koyulmuş sabah olmuş askere yiyecek ve
cephane verilmemişti. Asker derhal isyana kalktı, Sadrazamın çadırının iplerini
kestiler çadırını başına yıktılar ve kendisini bağlayarak hapsedip geri dönmeye
icbar etmiş-ierdi. Bütün tarihlerde bunu yapanlar yeniçerilerdir diye anlatılır
ise de mücerret bir iddiadan öteye geçmez, ama ne yapalım ki mesuliyeti böyle
dağıttınmı ortada mesul kalmaz ve böylece vur abalıya gitsin olur. Neyse biz
Sadrazamın fer-yadlarına dönelim: yapmayın, etmeyin bre evlatlar, bir kaç gün
daha sabredin Acem şahı sıkıştı, dediğimizi bu sefer yapacak çaresi yok,
diyorsa da kime anlatacaktı. Halbuki Şah, elçiye Bağdad'ı Hafız paşaya
verdiğini belgeleyen fermanı imzalamış ve elçinin eline tutuşturmuştu. Atına
binen elçi or-du/ğâhdan ayrılmıştıki, yıldırım gibi gelen bir haberci, Osmanlı
otağında meydana gelenleri bir çırpıda anlatmış ve Şahın elçiyi yakalayın
buyruğunu temin eylemişti.
Elçi sevinçle giderken yetişen atlılar tarafından çevrildi ve
yeniden Şah'ın huzuruna getirildi. Şah şu güzel sözle biraz evvel verdiği
fermanı elçiden aldı ve tarihe bir vesika olarak kalmasını önlemek için
parçaladı sözleri ise şuydu: «Ricat kararı vermiş ve bu kararı komuta ve
otorite makamında olana rağmen verilmiş bir kararsa, böyle nizam ve intizamdan
yoksun bir orduya dünyaya değer bir Bağdad'ı vermek nerede görülmüştür»
demiştir. Elhak da doğrusu budur. Böyle bir ordu hangi zaferi kazanmaya layık
olabilir. Muktedir olmayan iktidar da olamaz. Sadrazamın çadırını başına
yıkan, onu mücrim gibi bağlayıp tecrit eden meçhul kuvvet, bekleyiniz size
dersinizi verecek olan, sizi mum gibi yumuşatıp) nizamı âlemi yeniden ihya
edecek çelik pençeli Murad tahtında olgunlaşsındı.
Başsız Osmanlı ordusu binbir zahmetle ve paraya mal olmuş toplan
ceset gömer gibi kuma gömmeyle meşgul oluyordu. Osmanlı ordusu Bağdad önünden
çekîlmiştiki Şah Bağdad önüne gelerek gömülen toplan çıkarttırıp İsfahan'a zafer
hatırası olarak göndermişti. Bir kaç birliği de, çekilmekte olan Osmanlı
kuvvetlerinin takibine göndermişse de Osmanlılar bu kuvvetleri mağlub
etmişlerdir. Yine hâlâ karanlıklarda kalan bir halle bağlanmış ve hapsedilmiş
Hafız paşa serbest bırakılır ve yine sadrazamdır, yine serdardır. Hemencecik
bir tahkikat yapar ve neticede bu bozgun ve ricatın tahrikçisi olraka
Diyarbakır Beylerbeyi Murad paşa olduğunu tesbit ettiğinde bu dünyadaki
cezasını boğdurarak verir. Hafız paşa yanındaki askerin büyük bir bölümüne izin
vererek yükü hafifletmiş olarak Diyarbakır'a vardı. Kösem Val-de Sutan ise
Hazreti padişaha eniştesi olan Hafız Paşa'ya bir hilat ve tebrik göndermesini
söylediğinde padişah bunu istemeyerek kabul etti. Çünkü ondan sadrazamlık
mührünü almayı kararlaştırmış ve zarif, zarif olduğu kadar da azli ifade eden
cümleyi kafasında kurmuş idi. O cümle «Ne içün Şah mat edilmedi? At sürecek
meydanmı yok idi?» şeklindeydi.
Hafız paşa bu nâme ile mührün istendiğine agâh oldu ve icabını
yerine getirdi. Tarihler bu sırada Hicri 1036, Miladî 1626 yılını gösteriyordu.
Sadarete Halil paşa ikinci defa geliyor ve Hafız paşa ise İstanbul'a dönüyor,
1. Ahmed'in kızı Ayşe Sultanla evlenerek damad Hafız Ahmed Paşa oluyordu. Aynı
zamanda Kubbealtı denen vezirlerin toplantı yerinde ikinci vezirlik makamını
ihraz etmiş oluyordu.
Tam bu sıralarda Bağdad önlerinde sadrazamın otağını yıkan,
kendisini esir edip, verilmiş Bağdad'ı almadan dönen, ordunun toplarını
kullanmadan kumlara gömerek düşmanın bilahare eline geçmesine sebeb olan asker,
Sadaret Kaymakamı Gürcü Mehmed Paşa'nın kellesini yok akçe ayarını bozmuş yok
efendim kendileri Bağdad önlerindeyken layiki veçhile yardım alamadıklarından
bahisle ömrünü bu devlete adamış şanlı ihtiyarı doksan yaşında ak sakalını kana
boyamışlardı. Bütün tarihler müttefiktirlerki bu değerli zat Sultan Osman
katillerini 1. Mustafa'nın ikinci saltanatında tepele-miştir. Esas sebeb bu
olsa gerekir.
4. Murad, paşanın katline bir türlü razı olmamışsa da iktidar
hakiki manasıyla elinde olmadığından dolayı mâni olamamıştır. Bu haksızlığı
haykırmaktan çekinmeyen bir yeniçeri ortaya çıkmış bu işe sebeb olanın
seksenbaşı San Mehmed Ağa ve arkadaşlarının olduğunu ileri sürmüş ve neticede
Sarı Mehmed Ağa ile onaltı arkadaşı ölümün soğuk nefesini önce enselerinde
duymuşlar ve sonda da Öldürülmüşlerdir.
Bu İhtilallerin haberi sayılan olaylar sayısı çoğaldıkça tahtından
ümitsizliğe düşen 4. Murad; amcası Sultan Mustafa'nın katline fetva istedi. Ne
varki, şeyhülislâm Yahya Efendi «şuuru muhtel olanın katli caiz değildir»
hükmüne havi bir fetva vererek padişahın sakim isteğine sed çekme cesaret ve
faziletini göstererek ilmi ile âmil alîm'in nasıl davranması icab ettiğine
nefis bir örnek göstermiştir.
Şeyhülislâm'dan alamadığı fetva sultan 4. Murad'ı yepyeni bir
çalışmaya bir taktiğe sevk etti. İlk önce zamana ihtiyacı olduğunu düşündü,
yapacaklarını anlayacak kadronun kurulması bu zamanın içinde olacaktı. Şair
Nefî bu kadronun ilk elemanı idi. Nefî ile konuşmalarını sarayın bahçesinde
ba-zende odalarında şırıl şırıl musluklar akan saray odalarında yapıyordu.
Sular akan odaların tercih edilmesi konuşmayan duvarların sağır olmadıklarını
bilmelerindendi. Çünkü su sesi konuşmaların tam manası ile başkası tarafından
duyulmasına mâni teşkil eder.
Damad Halil Paşa'nın İkinci Sadareti
Hafız Paşa'nın sadaretten azli ve onun yerine Halil Pa-şa'nın
mezkûr göreve, Çavuşbaşı Ali Ağa ise Yeniçeri Ağalığına tayin olunduğunda
tarihler Hicri 1036, Miladî 1627 yılını gösteriyordu.
Halil paşa sadrazamlığı omuzlarına aldığında seyri sulukta
Efendisi olan Aziz Mahmud Hüdai (K.S.)'ün Üsküdar'daki dergâhına gidip hayır
duasını istirhama gitti. Şeyh Efendi görevin hayırlı olsun fakat uzun
sürmeyecek diye kendisini ikaz etti. Efendisinin ikazını daima kulağında küpe
yaparak 14 günde Haleb'e vardı. Orada üç ay süren bir hazırlık yaptı. Bu
hazırlıkları tamamlamışken İran'ın Ahıska'yı tehdid ettiği haberini aldı.
Hemen ilk tedbir olarak Dişlenk Hasan paşa'yı beşbin kişilik kuvvetle o tarafa
gönderdi. Bu arada Abaza Paşa'ya da bir mektup gönderen sadrazam, Dişlenk Hasan
paşa'ya yarımci ol ve böylece senin hakkında belirmeye başlayan hatta son
noktasına gelmiş olan asi unvanı bu yardımınla belki kökleşmeden zail olur
mealinde tavsiye etti.
Çünkü Abaza Paşa'yı Kuyucu Murad paşa'nın celâlî tenkili sırasında
elinden alarak ölmesine mani olan Halil paşa onu daima himayesinde tutmuş hatta
Abaza paşa'nın son davranışları Halil paşanın kendisine dahi dil uzatılmasına
sebeb oluyordu.
Ne varki Abaza paşa bu mektubu almasına rağmen inanmamış
kendisine hile yapılıyor, Dişlenk Hasan paşa'nın seferinin kendi üzerine
olduğunu sandı. Hasan paşanın üzerine yürüyerek onunla savaşmayı hedefledi.
Hasan paşa ile karşılaşana kadar nerede bir yeniçeri askeri bulursa öldürdü.
Hasan paşa İle Erzurum ile Ilıca arasındaki ova'da karşı karşıya geldiğinde
kısa bir savaştan sonra orduyu kamilen kati etti ve alelacele Erzurum'a dönüp
ordaki yeniçerileri de öldürttü.
Halil paşa bu haberi aldığında son derece üzüldü. Bu işe artık
ihanet gözüyle bakılabilirdi. Derhal Erzurum üzerine yürüyen Halil paşa yetmiş
gün süren bir muhasaraya rağmen kışın çabuk ve şiddetle bastırması Erzurum'a
girilmeyi müm kinsiz bir hale getirdi. Muhasaraya son verdi ve Tokat'a büyük
zorluklar İçinde çekilebildi ve orada gösterilenin muvaffakiyet olmadığına
göre azli beklemeğe başladı çok geçmeden azl haberi geldi. Vezareti üzma
makamı Yeniçeri eski Ağalarından Hüsrev Paşa'ya tevcih olundu.
Hüsrev Paşa'nın Sadareti
iyi bir asker olan Hüsrev paşa sert mizaç hatta birazda kan dökücü
olduğundan, asker icraatını korkuyla beklemeğe başladı. Hakikaten de Hüsrev
paşa icraata başlayınca bütün faz)a kelleler omuzlardan düşmeğe başladı. Bu hal
derhal bir intizama sebeb oldu. Bu sırada İran Şahı bir elçi göndermiş Bağdad
şehri kendi oğluna verildiği takdirde Kaanunî Sultan Süleyman devrindeki
hududlar esas olmak üzere çekilmeyi kabul ettiğin bildirdi.
Hüsrev paşa bir çok tedbir aldıktan sonra nihayet Tokat'a hareket
etti. Oradan da Erzurum'a geçti. İstanbul'dan yüklettiği topları Samsun limanı
vasıtasıyla Erzurum önlerine getirtip, şehrin muhasarasına başladı. Muhasara
bütün şiddetiyle ûndört gün sürdü. Haîil paşa'nin yetmiş günde düşüremediği
Erzurum disiplinli ve sert bir kumandanın idaresinde derhal teslime karar
kıldı. Abaza Paşa, Hüsrev paşa'nın dehaletine sığındı.
Sevgili okuyucular görüyoruzki binlerce yeniçeri askerini öldüren,
kendisine İran ordusuyla savaşmağa giden bir-birliğe yardım et diye haber
gönderildiğinde o habere uyacağına mezkûr birliğe hücum etmeği tercih eden ve o
birliği komutanları ile birlikte yok eden Abaza paşa'nın dehaletini kabul eden
Sadrazam'da eski bir yeniçeri hatta o kuvvetin ağalığına kadar yükselmiş biri
idi. İşte Erzurum'da meydana gelen muhasaranın devamı her iki taraftan ölen ve
yaralanan kısacası akacak kanın önlenmesine müslüman kanının akmasına mani
olmak için kabul edilmiştir. Tabii teslim olmayı teklif eden Abaza paşa bir
takım garantiler istemiş ve Sadrazam da yukarıda saydığımız sebeblerle söz
vermiş oluyordu. Şimdi denebilirki, bu kadar melanetler işlemiş bir adama
verilen teminatın ne. önemi varki, işte devlet-i aliyye böyle dönekliklerden
uzak bir devlettir. Padişahdan sonra devletin en sela-hiyetli makamı verdiği
sözden dönerse o devlete ne devlet denir nede güven kalır. Abaza Paşa'ya
kellesi iade olunduktan sonra bir de Bosna Beylerbeyliği verilmiş olması o
sırada orduya yardımcı kuvvet olarak iştirak etmiş olan'Mağrav Han bu söze
bağlılık ve mükâfatı görünce derhal islâmla şereflenmiş ve Mehmed Bey adını
almış bu ihtidayı müteakip Gürcüler kitle halinde müslüman olmağa
başlamışlardır.
İran Şahı, Erzurum'daki son gelişmelerden habersiz olduğundan Şemsi
Han ismindeki bir komutanın emrine bir miktar asker vermiş Abaza Paşa'ya
yardıma göndermişti. Kars Beylerbeyi bu kuvvete karşı çıkıp küçük bir savaş
neticesinde esir aldığı Şemsi hanı, sadrazam Hüsrev Paşa'ya göndermişti.
Hüsrev paşa muzaffer olarak İstanbul'a döndü.
Yemen Meselesi
Abaza paşa'nın meydana getirdiği gaile sona erince Osmanlı
topraklarına huzur ve rahat gözle görülür bir hale ge]-diysede Yemen'de
Zeydi'lerin İmamı kendisine «Emir ül Mü'min» unvanı ile para bastırmış,
Beylerbeyi Haydar paşayı Sâna şehrinde muhasaraya almıştı. Haydar paşa bu
içinde bulunduğu durumu bir haberci ile bilmiş, Mısırlı Komutanlardan Kapsu
Bey İstanbul'dan gönderilen onbin askerle Ye-men'e gitmiş ve Yemen Beylerbeyi
Aydınlı paşayı Haydar Paşaya yardım etmemekte suçlu görmüş paşayı idam ettirmiş,
üç ay kadar Yemen'de oturduktan sonra Sânâ'yı yine Zeydîlerin imamına terk edip
Mısır'a dönmüştür.
Kırım Gailesi
Daha yukarılarda gördüğümüz gibi Canik Giray Kırım'ı idare
ediyordu. Kazaklara iltica eden Mehmed Giray ile Şahin Giray yirmibin mevcudlu
bir birlik ile gelip Kırım'da iktidar talebinde bulundular. Canik Giray'ın
bağlıları ile iktidara talip olanların arasında şiddetli bir muharebe
vukubuldu. Mehmed Giray başına isabet eden bir mermi ile can verdi. Şahin Giray
yenileceğini anlayınca Lehistan'a sığındı.
Avusturya ile yapılmış Zitvatorok antlaşması yine uzatılıp mUtad
karşılıklı hediyeler teati olundu.
Aziz Mahmüd Hüdaı Hz.Lerinin Vefatı
Sultan 1. Ahmed'in de Şeyhi olan Aziz Mahmud Hüdaî Hz.leri aslen
Kadı (Hakim) ve medrese müderrislik yaparken bir gün âlemi mânada
meslekdaşlannin büyük bir bölümünü cehennem ateşinde gördüğünden mensub olduğu
mesleği bırakıp Şeyh üftade Hz.lerine intisab edip orda pişmiş ve tasavvuf
makamlarında süratle mesafe kat ederek zamanın kutbu olmuştu. Bursa'dan kalkıp
İstanbul'a gelmiş ve Üsküdar sırtlarında yaptırdığı tekkede kendisine mesele
soranlara rehber olmuş ve devleti aliyyenin tabii bir danışmanı haline
gelmiştir. İhtilal zamanlarında tekkesi felâkete duçar olan şahıslara bilhassa
devlet adamlarına bir sığınak yeri olmuştur. Sadrazam Kâmil Paşa «Tarihi
siyasiyye» adlı eserinde «elan benim ziyaret etmeği vazife bildiğim tekkedir»
diye yazmıştı. Şeyh Hz.lerinin manevi havasında hâlâ istifade edildiği sırrına
işaret eder. İşte Şeyh Efendi Hz.leri vefat ettiğinde Hazreti padişah çok
üzülmüş ağladığı çok sağlam zatlar tarafından rivayet edilmiştir. Bu elim kayıp
vuku bulduğunda tarihler Hicri 1038, Miladî 1629 yılını gösteriyordu.
Hüsrev Paşanın İran Üzerine Seferi
Sadrazam Hüsrev paşa İran'a yapılacak bir sefer hazırlığına
başlamışken bir isyan hareketi zuhura gelmişti. Bunun sebebi akça yerine kuruş
talebinde bulunmaları idi. Hüsrev paşa enerjik davranmış ve bu işin liderliğini
yapan Dağlardelisi Mehmed Ağa ile Müteselim Mehmed Ağanın kellelerini
omuzlarından düşürtüvermişti. Hüsrev paşa sert tedbirlerle herkesi sindirmişti
ama halkta bu sertlikten şikâyetçi idi.
Bu sırada ise İran'da kırk yıl Şahlık yapan Şah Abbas ölmüş
yerine Şah Safî 2. Abbas unvanıyla İran tahtına otur-muştu. Yeni İran Şahı son
derece kan dökücü bir adamdı.
Hüsrev paşa Üsküdar'dan hareket etmiş, yolda halkı ezen
vazifesinde başarısızlık veya suiniyet gösterenleri en sert şekilde
cezalandırarak Diyarbakır'a geldi. Burada bir harp divanı toplayan sadrazam,
hedefin Bağdad olduğunu ancak nehrin durumunun geçişe müsait olmadığını, bu
sebeble Bağdad'ın muhasara edilemiyeceğini İstanbul'a bildirdiler.
İstanbul'dan gelen cevap ise Şehrizor'da bir müddet ikamet
edilerek bütün hazırlıkların elden geçirilmesi sonra da Mihriban karasının
fethinin yapılması oldu. Onbin asker Mih-riban kal'asına sevk olundu ve mezkûr
kale feth olundu. Kaleyi feth eden mücahidler yüryüşlerine devam ederek
ilerlerken karşılarına Zeynel Han komutasında kırkbin kişilik bir İran ordusu
çıktı.
Meydana gelen savaş nihayet bulduğunda meydan-ı harb-de üçbin
İranlı cansız olarak kaldı. İkibin İran askeri ise Osmanlıya esir oldu. Geri
kalan otuzbeşbin kişi ise kaçmayı tercih ettiler. Zeynel Han, yeni İran Şahının
yanına vardığında ölümü kucaklamış oldu. Şah Safî; bu kadar büyük bir kuvvetle
küçük bir orduya yenilen kumandanı öldürmesinde ne yapsındı? Şah Safî, kendi
hesabı içinde haksız da değildi.
Hakikaten bu işler böyledir sevgili okuyucular, kumandan ister
verirsin, amma ne kadar isterse verirsin. Mükâfatıda, mücazatıda söylersin
kabul eder savaşa gider, artık «ya kuzgun leşe ya devlet başadır» galip
gelirse alırda alır, mağlup olursa kelle gider. Bu ancak böyle olur başka türlü
olmaz.
Hüsrev paşa tekrar Diyarbekir'e geçti ve orada epeyidir devam eden
Diyarbekir Beylerbeyi ile Kürt beylerinden Mehmed Bey'in birbirleri ile
dalaşmalarını her ikisini de idam ederek sona erdirdi. Bu işi bitiren sadrazam
artık Bağdadi kurtarmak üzere yola koyuldu. Bu arada Luristan Han'ın se-kizbin
süvari ve dörtbin piyade ile Osmanlı ordusunun yolunu beklediğini haber alan
Hüsrev paşa üzerlerine bir miktar kuvvet göndererek gerek Dertnik, gerekse
Şimahi sahralarında onlan kesin bir mağlubiyete uğrattı. İranlılar bir daha
yenilmiş, Osmanlı ise bir defa daha zafer almıştı.
Bağdad önüne gelinmiş, muhasara altına alınması başlamıştı. Ne
varki Bağdad'ı İranlılar çok güzel bir şekilde savunuyorlardı. Sadrazam naili
emel olamadı. Bir harp meclisi toplayıp uzun müzakerelerden sonra geri çekilme
kararı alındı. Bu Bağdad şehri sadrazam yeme makinesi haline gelmişti. Adeta
bir mihenk taşı olmuştu. Buranın alınması demekki bir padişahın kumandasına
bağlıydı. Ama o da olacaktı çünkü taht'taki çelik pençeli kahraman yürekli
aslan büyüyordu. Hüsrev paşa kışlamak üzere Mardin'e çekildiğinde tarihler 1040
Hicri, 1631 Miladî yılını gösteriyordu.
Mardin'de kış geçirilmişti ki, yeniden Bağdad üstüne gitmeye
hazırlanan Hüsrev paşa İstanbul'dan gelen iradei se-niyye ile Kırım Han'ının
kuvvetleri ile gelip kendisine katılmasını beklemesine amirdi. Bu kuvvetleri
beklerken yine mevsim geçirilmiş Sadrazam Haleb'e, Kırım Han'ı Erzurum Hasan
Kale'ye kışlamaya çekildi.
Hüsrev Paşa'nın Azli
Devleti aliyyenin ikinci adamlığının sadrazamlık olduğu cümlenin
malumudur. Ülkenin her tarafında onun emri geçer yalnız padişahın sarayının
kapısından içeri adım attığında idam emri veremez. Bunun ne kadar büyük
selahiyet olduğunu bir an bile düşünmek insana dehşet verir. Yalnız şunu da
unutmamak gerekirki, idam taşına en yakın kelle yine sadrazamların kellesidir.
Yine de bu makamı elde etmek İçin uğraşanların sayısı daima birden fazla
olmuştur. Bu minval üzere Hüsrev paşanın rakibi olarak selefi yâni kendinden önceki
sadrazam Filibeli Damad Hafız paşa milleti islâmiyeye hizmet için bu makamı
yeniden ele geçirmeye gayret sarf ediyordu. Ayrıca Topal Recep paşa'da o yüce
makama göz dikmişti. Şunu da gözden uzak tutmamalıki, Recep paşa da bu makama
erişmek için çevirmeyeceği fırıldak, başvurmayacağı yol yoktu.
Sipahiler Hüsrev paşa'nın muvaffakiyetsizliğini göz önüne alarak
ordunun başına Hafız paşa ve Defterdar Mustafa paşanın gönderilmesini
istediler. Hafız paşa ve Mustafa paşa bu talebin Hüsrev ve Topal Recep
paşaların işbirliği şeklinde telakki ettiklerinden dolayı mukabil tertibat
olmak üzere harekete geçtiler. İlk iş olarak Şeyhülislâm Yahya EfendPve Hz.
Padişahın yakınlarından Hasan paşa ile temas kurdular. Bu temas neticesine bir
iktidar değişikliği meydana geldi. Hüsrev paşa'nın azil haberi ordugâha
geldiğinde asker feryada başladı. Hüsrev paşa çok sert bir adam olmakla berabeı
askeriyle haşır neşir olurdu. Asker kendisiyle beraber olan kumandanı çok
sever. Hele üstelik bu zat bir paşa hem de koca bir sadrazam olursa daha çok
sevilir. Hatta Padişah 4. Murad askeriyle aynı şartlar içinde seferde
bulunduğundan her asker kendisine sonsuz bir sevgi ile bağlanmıştır. Aynı
karavanadan yemek yemiş, onlar gibi toprak üzerinde uyumuş ve en tehlikeli
yerlere onlarla beraber atılmıştı.
Asker bu tip kumandanı şüphesizki çok sever. Hüsrev paşa da bu
hasletlerle donanmış olduğundan asker samimi olarak feryad-ı figan etmişti.
Azil haberini getiren haberciyi Öldürmek isteyen askerin elinden Hüsrev paşa
şu sözlerle alabilmişti. «Haberci, Efendimiz padişahımızın emirlerini getirmiştir.
Onun kılına halel gelirse bu padişahımıza karşı bir hareket sayılır, buna ben
müsaade etmediğim gibi canımı ortaya koyar onu müdafaa ederim» mealindeki bir
hitapta bulundu. Asker ise; öyleyse bizde padişahımıza arzuhal yazar bu
kararın düzeltilmesini isteriz, dediler. Hüsrev paşa maiyeti erkânı ile
ordunun başından ayrılmış ve Malatya'ya koşmuş ve saraydan mührü hümayunu almak
içir gönderilen kapıcılar kethüdasına padişahın emanetini iade etmişti. Etmişti
ama o andan itibaren Anadolu üzerinde esmeye başlayan ihtilal rüzgârı ese ese
bir top olmuş Dersaadete ulaşmış ve orada da patlayan bir bomba olmuştu.
Şöyleki; Anadolu'daki sipahilerin bir bölümü İstanbul yolunu tutmuşlardı.
Yoldakiler gele dursun, İstanbul'daki sipahiler Sultan Ahmed meydanını
doldurmuşlar ve Şeyhülislâm Yahya Efendi, Sadrazam Damad Hafız Paşa, Yeniçeri
Ağası Hasan Halife,;Defterdar Mustafa paşa ve padişah musahibi Musa Çelebi'nin
kellelerini istemeye başlamışlardı. İstanbul'da dükkânlar kapanmış manzara
yine Şehid-i Genç Osman vakasındaki anarşi tırmanışına benziyor, korku ve
telâş birbirine karışıyordu.
Bir grup isyancı, sarayın birinci kapısının önüne dolmuş; adalet
yerine gelmedikçe dağılmayacaklannı beyana ve nümayişe başlamışlardı.
İstedikleri adalet neydi? Halife-i Rûyi zemin, icra cihazında değişiklik
yapmıştı. Bu onun hakkı de-ğilmi idi? BU istek bir alessultan huruç değilmi
idi? Elbette haksızdırlar, adalet istiyoruz derken haksızlık ediyorlar, halifenin
icraatına müdahale ediyorlardı. Evet, şartlar tam olunca İhtilal meşru olur
nazariyesi ancak beşeri sistemler için geçerlidir. Seri bir devlet olan
Osmanlıda bunun geçerliliği yoktur. Bunu bu sistem içinde geçerli kılmaya
kalkanlar kahrı ilahiye nizamı âlem avdet ettikçe duçar olurlar.
O gün sarayda divan toplanacaktı. Bu sırada Hafız Ahmed paşaya bir
dostundan gelen haberci sarayın önü isyancılarla dolu olduğunu bu gün divana
gitmemesini bildiriyordu. Bu haberi gönderen yeniçeri ileri gelenlerinden ve 4.
Murad'ın çok sevdiği Bayram paşa olduğu rivayeti çok kuvvetlidir. Gelen
haberciye şefkat dolu bir hitapla Bayram paşa'ya selâmlarımızı bildir, biz
başımıza gelecekleri dün gece düşümüzde gördük, takdir neyse o olur, diyerek
yanından hiç ayırmadığı üç muhafızının refakatinde sarayın yolunu tuttu.
Sarayın kapısına geldiklerinde sipahiler taşlar atarak hücuma geçerler, Hafız
paşaya isabet eden bir taş paşayı kulağının yanından yaralar ve atından
düşmesine sebeb olur. Fakat yanındaki koç yiğitler hemen paşalarını etten ve
kemikten yapılmış bir duvarın içine alır gibi etrafını çevirip, paşalarını
açılmış olan sarayın küçük kapısından içeri kaçırırlar. Bunu yapabilmeleri için
paşanın üç muhafızının biri sipahilerin karşısına tek başına çıkıp kılıcını
çekip onlarla bir meydan kavgasına tutuşarak paşasına ve iki arkadaşına zemin
ve zaman kazandırır.
Paşa ve iki muhafızın saraya dahil olduğunu görenler önlerinde
bir kale gibi dikilen kahraman muhafızı şehid edene kadar saldırırlar. O aziz
şehid paşa'sına ve arkadaşlarına do-layısiyle din ü devlete vazifesinin yerine
getirmiş insanların huzuru içinde şehadet şerbetini içer. Burda brlhasa
belirtmek isterizki; Selçuk Kuleli adlı bir yazar kardeşimiz Tür-Dav yayınları
arasında neşrettiği «Zorba» adlı tarihi romanda yukarıda kısaca verdiğimiz bu
olayı o kadar nefis surette romanlaş-tırmıştır ki; herkesin okuması ehemmiyetle
tavsiye olunur. Ayrıca romanlaştırılmış bir 4. Murad devri bu romanda zevkle
takip edilebilir. Evet biz yine Hafız Ahmed paşa'mizın sarayın kapısından
içeri girdikten sonra meydana gelen ahvale dönelim.
Paşa başından yaralı ve bembeyaz kavuğu al kanlara boyanmış, bir
din kardeşinin attığı taşla yaralanmış sadrazamını gören padişah o kadar
üzülmüştüki, başındaki kanlan temizlemeden mührü hümayunu uzatan ellere bakıp
«Git lala, Allah (c.c.) muin'in olsun» diyerek üzüntü içine Hafız paşa'ya
saklanması için müsaade vermişti. Sadrazam bir kayıkla Üsküdar tarafına geçmek
üzere padişahın yanında ayrılmıştık!,isyancılar arz odasına kadar gelip dayanıp
ayak divanı istediler.
Genç padişah çok cesur bir insan olduğu için fütur getirmeden
ayak divanına çıktı. «Ne istersüz» diye sorduğunda kimisi onyedi kelle isteriz,
kimisi Hafız paşayı ver onu pareleriz diye bağırıyor her kafadan bir ses
çıkıyordu. Gayet uyanık bir insan olan Hz. Padişah karşısındakilerin hem
konuşup hemde etrafını sarmaya çalıştıklarını his ettiğinde «Siz
konuşacaktınızda beni niçün çağırısüz» deyip çevik bir hareketle dönüp yürüdü
gitti. İşte bu sırada hareket yapmak isteyenleri etten ve kemikten bir dıvar
meydana getirerek Önleyenler Enderun talebeleri olmuştu.
Asiler avlarını kaçırmış gibi homurdandılar ve şu sözleri dile
getirmeye başladılar. «Ya Hafız paşayı verirsin yahut seni de istemeyiz.» Bu
tehdit çok ağır ve Genç Osman merhum vakasını ister istemez hatırlatıyordu.
Zaten ihtilaller birbirlerinden az farklıdır, daima biri öbürünü hatırlatır.
Tecrübeli Hafız paşa arz odasının kapısına gelenleri görünce Üsküdara gitmekten
vaz geçmiş bir perde arkasında vaziyetin göstereceği inkişafı takip ediyordu.
Zaten neticeyi akşam gördüğü rüyadan bilmiyormuydu? Tam ortaya çıkmak üzereydi
ki, ihanet kumkuması Topal Recep paşanın şu sözlerin duydu: «Padişahım bu
kulunuda isteseler ver, bin canım olsa binide uğruna feda olsun.» iki yüzlü,
haris Topal'a bu asil sözler hiç yakışmıyor, o ağızdan çıktığı için bu fazilet
ve yüksek ruhları anlatan bu yüksek kelimeler, asaletini kayb ediyordu. Hafız
paşa meydana çıktığında neleri kurturacağını hesapladı. Birincisi şehidlik
mertebesine erişerek ahiretini, sevgili padişahını dolayısıyla rayından çıkmış
devlet trenini asli yerine oturtacak adama zemin hazırlama ve nihayet az önce
Recep paşanın ağzından çıkmakla kirlenen o güzel kelimelerin ihata ettiği
yüksek mânayı... Bu hesabı yaptıktan sonra Hafız paşa
perdenin arkasından fırlayarak, padişahın ayaklarının dibine
kapanarak «Padişahım, devlet ü din ve senin uğruna bin hafız kulun feda olsun.
Ricam odur ki, beni siz katletmeyesüz, onların arasına salın yumruklarımla
dövüşerek şehid olayım. Yetimlerimi merhametli nazarınıza ısmarlıyorum. Onları
gözeteceğinizden hiç şüphem yoktur» dedikten sonra vakur bir yürüyüşle kapıya
yaklaştı, bir işaretle kapıyı açtırdı, «Lahavle velâ kuvvete illâ billâ hil
aliyyüaziym» ayeti kerimesini okuyarak isyancıların ortasına doğru yürüdü...
Dudakları kıpır kıpır ediyor, sert adımlarla ağır ağır ilerliyor ve isyancılar
gayri ihtiyari bu yaşlı delikanlının önünden çekiliyor adeta yo! açıyorlardı...
Hz. Padişah parmaklıklı pencereden veziri eniştesinin gidişini seyrediyor...
Kalbindeki heyecan son haddi buluyor, çünkü Hafız paşa nerdeyse isyancıların
arasından çıkmak üzere. O sırada uğursuz bir ses nurun ne durursunuz?»
Hz. Padişah o sesin sahibini o anda eline geçirse kuvvet simgesi
yumruğu ile un ufak ederdi... Evet o uğursuz ses cevap almıştı: bir hain
elini, devletin emektarı Hafız paşayı vurmak kasdıyla kaldırdığı an sonradan
Osmanlı Tokadı adı ile meşhur olacak olan Hafız paşa tokadı, hainin suratına
patladığı an herifin hayat defteri durulmuş oldu. Ne varki hain bit-miyorduki,
bir başkası elindeki hançerle Hafız paşayı kulağının arkasından yaraladı. Paşa
bu ağır darbeye rağmen yıkılmadı, kendini yumrukları ile müdafaa ediyordu.
Fakat sayısız hançer sayısız defa inip kalkıyor bu kıymettar vücutta oluk gibi
kanlar akan yaralar açıyordu. Bu yelkenlinin yavaş yavaş sulara gömülmesi gibi
Hafız paşa'da bu isyancı insan denizinin ortasında kaybolmaya başlamıştı.
Padişah Hazretleri, dişlerini sıkıyor, bir yumruğunu öbürüne vuruyor, «Hafızım,
Hafızım» diye inler gibi ses çıkarıyorduk!, bu insanın esas konuşan yeri olan
kalb'den geliyordu. Nasilki, zikre başlayan hâl ehli az sonra sadece kalbinin
«Allah, Allah» diyen sesini duyar ve duyurursa, Sultan Murad'da kalbinden
gelen sesle Hafızım Hafızım diyordu. Ne güzel tecellidirki Cenabı Mevlâ'nın
esmasindandır Hafiz kelimesi...
Biz 4. Murad'ın ruhunda kopan fırtınayı bırakıp meydanda cereyan
eden facianın son demine gelelim:
Hafız paşa son olarak gırtlağından yediği bir hançer darbesiyle yere
düşmüştü. Hainlerden ismini bilmemekle tarih sayfalarının kendini bahtiyar
sayacağı, adamlıktan bibehre bir adam, bu güzide vezirin başını gövdesinden
ayırdı. Devleti aliyede cereyan eden nice faciaların en unutulmayanlarından
birinin sonunu ilan etti. Hafız paşa şehid olmuştu. Ner-den, kimin tarafından
konulduğu anlaşılmayan yeşil bir örtü, aziz şehid'in üzerine örtülmüş, dünyada
kalanlara şu mealdeki ayeti adeta haykırıyordu. «Allah yolunda ölenlere, şehid
olanlara siz ölü demeyiniz. Onlar Allah katında hay'dırlar (diridirler}.»
Hafız paşa Üsküdar'a defnedilir. Hazreti Padişah; bu durumu da
gördükten sonra kararını vermiştir: devlet gemisi bir sarsıntı daha
geçirecektir. Bu sarsıntıyı da atlatınca artık kaptan köprüsüne kendi geçecek,
gerek ecdadının gerekse tarihin omuzlarına yüklediği bu mukaddes vazifeyi emel
ve arzularına göre idare edecekti. Siyasi rüştüne erdiğinde önemli bir
gösterisi sayılacak olan şu hareketi yaptı. Bu güne kadar şöyle veya böyle
devleti idare eden Kösem Mah-peyker Valide sultanı emekli etmesi oldu. Çünkü
Hafız paşanın elim akibetinden sonra Valide sultan'ın tavsiyesiyle istemeyerek
sadrazam yaptığı Recep paşa'yı hiç görmek dahi istemiyordu.
Burada kısa bir izah gerekti. Kanaatımızca bütün tetkik ettiğimiz
tarihlerin ekserisinde Kösem Valide sultanın saltanat sürmek için devlet
adamlarıyla bilhassa vezirlerle birlik olduğunu ileri sürerler ve böylece
kendisini kötülemeği yeğ tutarlar. Çocuk yaştaki bir padişahın devlet idaresini
temin etmek için kuvvetli bir vâsiye ihtiyacı olduğunu hiç bir akıl sahibi red
edemez. Zaten Osmanlı devletinde vezirlere Lala diye hitap edilmesindeki sırda
bunda mi" ıdemiçtir. Sadrazam bir yerde padişahın yetkilerini padişah
adına kullanır ama ya o makama göz dikerse... Bu bakımdan bu devlet adamlarını
daima kontrol altında tutmak için böyle sunî taraftarlıklara siyaseten ihtiyaç
vardır. Fevkalade bir haber alma teşkilâtı kuran Validesultan Recep paşanın
entrikalarından elbette habersiz değil idi. Hatta kendisini tasvip eder görünerek
yardımcı olduğunu his etmek mümkündür. Fakat Padişah'ın kızmasına rağmen Recep
paşayı tavsiyesi «a!, kullan sonra da katlet» demekten başka mânaya gelmez.
Böyle düşünmek için Validesultanın muhtedi olmasını bir kusur olarak görmemek
yeter. Fakat bazı tarihçiler; sakim düşüncelerinin esiri olarak, yok efendim
Rus asıllı, yok Rum gibi ithamlarla asla sorumlu olmadığı nesebiyle
yargılanmış ve tarih içinde en hırpalanan bir Osmanlı annesidir. Torunu 4.
Mehmed'in saltanatı sırasında bir askerin elleri ile boğup öldürmesinden sonra
Şehitvalide diye onu ananlar hainmidir-ler? Yoksa zahir halleri ile en az bizim
kadar müslüman olan o zamanki Osrnanlılarmidır? Neyse biz yine mevzuumuza
dönelim.
Anadoluda başlayıp, İstanbul'da sadrazam Hafız paşayı götüren
ihtilalin diğer bir teşvikçisi olarak sabık sadrazam Hüsrev paşa olduğunu
padişah tesbit etmişti. Şimdi son raunt başlıyordu. Hazreti padişah bu rauntu
mutlaka kazanmalıydı. Murtaza paşayı Diyarbakır Beylerbeyliğine tayin ederken,
Hüsrev paşanın idam fermanını da adı geçen paşanın eline tutuşturmuştu. Hüsrev
paşa bu idam fermanına biraz direttiyse de akibet başı vücudundan ayrılarak
İstanbula gönderildi. Talihsiz Hüsrev paşanın başı dersadete geldiğinde ikinci
ve daha da şiddetli bir ihtilâl vuka geldi.
Bu vukuatı anlatmadan evvel Hüsrev paşaya talihsiz dememizin
sebebini kısaca anlatalım. Geçmiş sayfalarda da anlattığımız gibi paşa çok sert
kan dökücü olmasına rağmen askeriyle aynı meşakkat ve mahrumiyetlere katlanan,
İranlılara karşı merhum Hafız paşadan daha fazla muvaffak olmuş, Abaza paşa
meselesini hal etmiş, devlete bir çok yararlıklar göstermesi buna mukabil
azline sebeb olan vakada Kırım Hân'ının gösterdiği yavaşlıktan dolayı
vazifesini yapamamış olması düşünülürse hizmetinin fena olmadığı, sadece
makamını yeniden ele geçirmek için Topal Recep paşa ile aynı safta olması
talihsizliktir. Yoksa asla Recep paşa gibi mel'un değil idi.
Son İhtilal
Evet şimdi gelelim son ihtilale... Hayattayken sipahilerin
hakikaten çok sevdikleri, yeniçerilerin ise aşağı yukarı hiç itiraz etmediği
Hüsrev paşa'nın idamı ve başının İstanbul'a getirildiği haberi duyulunca
isyancıların yeniden harekete geçmelerine sebeb oldu. Bilindiği gibi bu
isyancılar Hafız paşanın şehidliği ile son bulan isyanda yeniçeri ağası Hasan
Halife, Defterdar paşa ve padişahın musahibi Musa Çele-bi'ninde kellesini almak
istemişlersede Hafız paşa ile iktifa etmişlerdi.
Bu sefer Hüsrev paşa için başlatılan isyan Recep paşa tarafından
asilere öğretildiği veçhile bu kadroyu yok etmeyide hedefleri içine almışlardı.
Asîler sanki mikrofondan kulaklarına gelen bu listenin hoperloru oldular. Daha
da İleri giderek padişaha güvenmediklerini, saraydaki şehzadelerin hayatlarından
endişeli olduklarını belirterek onların kendilerine gösterilmesini istediler.
Padişah Hazretlerini de dîvan'a çağırdılar. Genç padişah tam Dîvan'a çıkmak
üzere iken Sadrazam Topal Recep paşa «Padişahım abdest alsanız» diye uludu. Hz.
Padişah «Paşa sen bizi abdestsiz gezenlerden mi sanur-suz» diye gürleyip
bitirici nazarlarını Recep paşa'nın yüzünde dolaştırdı. Dîvana çıkmak üzere
yürüdü. Kurulan taht'a oturup, «Kullarım yine ne isterüz.» diye celâdetle
sordu. Asilerin sözcüsü durumunda olan biri ilerleyip kelleleri istenenlerin
listesini verdi. Padişah en sert nazarlarla isyancıları süzüyor, adeta onlanın
resimlerini hafızasına nakş ediyordu. Daha sonraları bunları şurada, burada
tanıyacak ve kahredici yumruğu ile unufak edecekti. Bu sırada haremden şehzadeler
getirilmiş ki bunlar; şehzade Bayazıd, Süleyman, Ka-asım ve İbrahim
sultanlardı.
Bu manzarayı anlatmaktan ziyade şu tarihi kaynak göstermeyi uygun
gördük. Sadrazam Kâmil paşa tarihi siyasi'sinin ikinci cild sahife 61. «...
Teşrifat odasının kapısından görünüp, Cenabı Hakk'ın hıfzı samedaniyyesinde
olduklarını beyan etmişler isede yine erbabı ihtilal şehzadelerin
masuniy-yetlerine dair kefil istediklerinden Şeyhülislâm ve Sadrazam kefalet-i
zâtiyyeleri ile usatı temin etmişler idi.»
Recep paşa güya diğer üç zâtı korumak için Musa Çele-bi'nin kendi
konağına getirmesine müsade olunmasını padi-şah'dan istirham etmişti. İşte
Recep paşa bu anda okkanın altına gitmişti. Çünkü o zannediyorduki; padişah
Musa Çelebiyi vermez ve böylece yapacağı bir şey kalmaz. Hz. Padişah
birdenbire cevap verdi: «Baaka paşa; Musa sana emanettir. Seni kefil tutarım,
bir tüyüne halel gelirse hesabın senden /sorarum» buyurdu. Recep paşa hesabında
yanılmanın verdiği hayretle yavaşça «başüstüne» diyebildi.
Musa Çelebi'yi yanına alan Recep paşa konağına gitti. Ertesi
sabah Recep paşa'nın konağı asiler tarafından sarılmış Musa Çelebinin kellesini
sadrazamdan istemeye başladılar.
Sadrazam güya mukavemet ediyor, ben ona kefilim vermem diye
bağırıyordu. Öte taraftan Musa Çelebi'ye: «Padişahımız efendimize sen ve ben
gibi binlerce kul feda olsun» diyerek onu sokağa çıkmaya ikna etti. Merdiven
başına geldiğinde paşanın adamlarından biri talihsiz musahibi aşağı itiverdi.
İs-yancular bir anda Musa Çelebi'yi hançerleyip öldürdüler. Recep paşa,
yakasını parçalıyor, bağrını yumrukluyor «Ne ettiniz ben ona kefildim» diye
avaz ediyordu. Tam tabiri ile hem sandalı sallıyor hem de fırtına var diyen
kayıkçıyı andırıyordu. İsyancılar bu melun işi bitirdikten sonra eski yeniçeri
ağası Hasan Halifeyi buluyorlar parçalıyorlar oradan da Defterdar Mustafa paşayı
gizlendiği yerde şehid ediveriyorlardı.
İstanbul yine karmakarışık olmuş, hasretle kendine nizam verecek
adamı bekliyordu. Diğer tarafdan Sipahiler, Sultan Murad'ın tahttan
indirilmesini açıkça müzakere etmeye başlamışlardı. Ne varki; Yeniçeri Ağasının
muavini Köse Meh-med Ağa ile Sipahi Ağa'sı Rûm Mehmed Ağanın mukavemetleri
olmasaydı, Hz. Padişah bu raundu kaybeder dolayısı ile Osmanlı Devleti büyük
bir zarara duçar olurdu. Ağalan kendi yanına celbetmeye muvaffak olan padişah,
bu isyandan kârlı ve galip olarak çıktı. Ama bu celbetme işini nasıl başardı.
İşte buna biraz değinsek iyi olur.
İktidar sürdürmek için kuvvet merkezlerini elde tutmak ve kendine
bend ile mümkün olduğu inkâr edilmez bir gerçektir. Padişah, Hafız paşa'ın
katlinden sonra Defterdar Mustafa paşanın yerine Hüseyin Efendi, Yeniçeri
Ağa'sı olmasına rağmen kellesi istenen Hasan Halife'nin yerine Köse Mehmed Ağa
tayin olunmuştu. Şeyhülislâmlık ise Ahizade Hüseyin Efendiye, Sadrazamlık ise
Topal Recep Paşa'ya verilmişti. Sipahi Ağalığına Rûm Mehmed Ağa'nın tayinleri
yapılmıştı.
Rûm Mehmed ve Köse Mehmed Ağa'ları eskiden beri tanıyan padişah
onları birer birer saraya davet etmiş ve meydana gelen bütün isyanların altında
Recep paşa'nın kesin eli olduğunu öğrenmişti. Bu Recep paşa'nın hesabını
görmek için padişaha bir vesile lâzımdı. O da Hüsrev paşa'nın idamı işi
olmuştu. Hüsrev paşa'nın idamını yukarıda bir netice olarak vermişsekde perde
arkası sayılabilecek bir safahatı vardırki; Mizancı Murad bey tarihinde bu
olayı çok Önemli bulmasından epeyi tafsilat veriyor. Biz sadeleştirerek
vermeye lüzumlu gördük.
Diyarbakır Beylerbeyliğine tayin etmiş bulunduğu Murtaza paşayı
yanına celbederek eline Hüsrev paşa'nın idam fermanını tutuşturup «Baka paşa
senin sadakatinden bu fermanın gereğini yapmanı beklerim.» Bakınız dürüst bir
adam olan Murtaza Paşa ne cevap verir: «Padişahım bu işi bana vermeyiniz.»
Padişah sıkılır bunun üzerine Murtaza paşa izah eder: «Padişahım; Hüsrev paşa
çok gaddar ve zalimdir. Yıllardır bu sıfatlarla devletin en yüksek
kademelerinde vazife ifa etmiştir. Bu vasıflarından dolayı büyük bir servet
sahibidir. Ben onu katlettikten sonra servetinin en ufak habbesini dahi
hazineye koysam yinede bazı şahıslar Murtaza paşa Hüsrev paşa'nın hazinesinden
epey mal aldı derler.» Ve ilâve etti: «Bu sözler gün olur padişahımın nezdinde
makbul karşılanır» dedi. Hazreti padişah «Bunu söylediğin çok iyi oldu. Dağ
taş gammaz kesilmiş haklısın ne varki bana Hüsrev'in kellesi lâzım onun
servetini kuruşuna varıncaya kadar sana hibe ettim» cevabını verdi."
Yukarıda naklettiğimiz olayın en önemli tarafı karşısındaki
'insana itimat telkin ederek, arzu ettiğini yaptırmanın önemini belirtmek
içindi.
İşte Rûm Mehmed ve Köse Mehmed Ağalar padişahın ne kadar iyi niyetli
ve ayrıca devlet gemisini rayına oturtmakta son derece kararlı olduğunu
gördüklerinden kendisini desteklemişlerdi.
Recep Paşa'nın Katli
Sadrazam Topal Recep paşa daima zorbalardan bir kaç kişiyi yanına
alarak Dîvan'a gelirdi. Son ihtilalden iki ay kadar sonra bir gün Dîvan'a
mutadı veçhile yanındaki zorbalarla gelen sadrazam onları dış kapıda bırakıp
padişahın huzuruna varıp etek öpmeğe durduğunda 4. Murad birdenbire parladı:
«Gel bre Toplazorbabaşı.» Recep paşa şaşırdı, ve aman padişahım biz sadece
sizin kulunuzuz, bütün gayretimiz hizmetinizde olmaktır diye dil dökmeye
başlayınca «Bre abdest al» hitabı Recep paşanın dilinin tutulmasına,
ayaklarının tutmamasına yerlerde sürünmesine sebeb oldu. Padişah «Tiz kafasını
kesin» dediğinde cellat orda hazır olmadığı için bostancılar hemen kement
atarak Damad Topal Recep paşanın hayat defterini dürüverdiler ve cesedini kapı
önünde paşalarını bekleyen zorbaların önüne attılar. Zorbalar paşalarının cesedini
önlerine görünce derhal savuştular. Çünkü artık devletin sahibi ayağa kalmış,
bütün gücünü göstermeye başlamıştı.
Tabanı Yassı Mehmed paşa sadrazam yapılmış ve padişaha çok bağlı
bir zat olan paşa Mısır valiliğinden emekliye ayrılmıştı. Çok dürüst bir zat
olan paşa Hicri 1041, Milâdi 1631 yılında geldiği bu makamı beş yıla yakın bir
zaman muhafaza etmiş ve padişahın en büyük yardımcısı olmuştur.
Sinan Paşa Köşkü Önünde Yapılan Yemin
4. Murad yirmiiki yaşına basmış artık iktidarı tek başına
sürdürüyor, kuvvetli iradesi memleketin her yerinde kendini hissettiriyordu.
Zorbaların bozmuş olduğu bazı şeyler eski şekline oturtulurken sipahilerden
bazılarının divan hizmetlerindeki vazifelerine son verilmişti. Bu vazife
Kanuni Sultan Süleyman zamanında üçyüz kişi ile yapılırken son demlerde onbin
kişilik bir kalabalığı bulmuştu. Bunun sebebi yükselmek isteyen bazı vüzera
kendilerine kuvvet temin etmek için böyle mevkileri bol keseden dağıtıyorlardı.
Bu defteri inceleyip normal rakamına düşüren padişaha karşı bir daha ayakta
kalmayı denediler. Haberi alan padişah; hemen Sultan Ah-med meydanında toplanan
sipahilere haber gönderip «Saray burnunda Sinanpaşa köşkü önüne gelmelerini
orada divan kurulacağını» bildirdi. Taht oraya koyuldu, sipahiler, yeniçeriler
meydana geldiler. Padişah, bu divanda hitabet san'atının en ince ve en nefis
örneklerini gösterdi. Halifelik sıfatının kudretini fevkalâde bir üslûpla dile
getirdi. Tarihin geçmiş sayfalarından nefis örnekler, islâm tarihinden o kadar
manidar iktibaslar yaptıki duyan ulema bile bu yirmiiki yaşındaki civanın bu
dersleri nereden aldığını hazmettiğini düşünmeye başladılar, hele hele «Sizden
olan Emire riayet ediniz» mealindeki ayeti kerimeyi tefsir edince meydanda
herkes padişahın yanında olduğunu, bunu yeminle de teyit edeceklerini ifade
ettiler. Bunun üzerine orada hazır olan mushaf'a el basılarak yeminler edildi.
Sultan Murad burada ulema ve kadılara ceddi Sultan Bayezidi Velî Hz. nin
azarlamasına yakın ikazlarda bulundu Bilindiği gibi Bayezidi Veli'yi İncelerken
meydana gelen tabii afetlerin merhum padişah tarafından sebeb olarak ulema ve
kadılar gösterilmiş, bir ülkenin kadıları adaletten, uleması ilimden
uzaklaşırsa Cenab-ı Hakk (C.C.) Hz. leri o ülkeyi belalara duçar eder demişti.
4. Murad da bu büyük ceddinin söylediklerine yakın şeyler söyleyerek, , hem Yeniçerilerden, hem Sipahiden, hem de
ulemadan bir nevi biat almış oluyordu.
Temizleme Hareketi
Yukarıda özetlediğimiz toplantının o ikna edici havasının bir kaç
gün sonra geçtiği görüldü. Çünkü sipahilerin zorbaları orda verilen sözlere
uymamışlar mesele çıkarmak istiyorlardı. İşte 4. Murad artık istihbaratını
kurmuş bu gibi hareketleri kimler hazırlıyorsa hemen haber alıyor ve icabını
görüyor, hayatlarına son verdiriyordu. Bu zorbaların bazıları şunlardı. Saka
Mehmed, Cadı Osman, Gürcü Rıdvan gibileri ölmüş olarak denize atıldılar. Buna
mukabil Konya civarını bilhassa Beyşehri, Seydişehir gibi yerleri kasıp
kavuran Deli İlahi, padişahın kendisini öldürteceğini bile bile İstanbul'a
geldi ve öldürüldü. İlk hedef hem bu zorbaları öldürmek hem de Hafız paşanın
şehid edildiği sırada verdiği sözü yerine getirmekti.
Bir Yangın Ve Tütün Yasağı
İstanbul'un Cibali semtinde çıkan bir yangın günlerce devam etmiş
Hz. Padişah bu yangında bir itfaiye eri gibi koşuşup durmuş ve hatta muhtelif
yerlerinden bile yaralanmıştı. Yangın söndüğünde yirmibin evin kül olduğu
görüldü. Hele bunun sebebi bir kahvehaneden bilinince bütün kahvehaneler
kapatıldı.
Küçük Kadızade Mehmed Efendi 990 Hicri, 1582 Milâdi yılında
doğmuş, Balıkesir'de doğması münasebetiyle Birgivi Mehmed Efendi Hz.Ierinin
talebelerinden ders okumuş İstanbul'a geldikten sonra Tercüman Yunus Tekkesi
Şeyhi Ömer Efendiye intisap etmişsede meşrebi uyuşmadığı için sofiyye mesleğini
terk edip bir zahir uleması olarak camii kürsilerin-de vaaz etmeye başlamış ve
padişahın politikasına uygun vaazlar verdiği için Ayasofya vaizliğine
yükseltilmiş padişahin tütünü yasak etmesinden tütünü haram olduğundan ileri
sürmesi ile bir de tarikatlara cephe almakla meşhur olmuştur. Fakat tütün
yasağını desteklemesi padişahın siyasetine uygun düşmüşsede devleti kuran
tarikatlara cephe almasına razı gelmemiş kadızade tarikatler yüklendikçe Hz.
padişah tarikat şeyhlerine daima saygılı olmuş ve riayet göstermiştir. Buna
sadece iki müstesna saymak mümkündür aşağıda yeri gelince temas edilecektir.
Kahvelerin kapatılması, tütün yasağı insanların bir araya gelip,
fesat çevirmelerine mâni olmuşsada itiraf etmek gere-kirki bir çok kurunun yanında
bir kaç yaşında yandığnı görmek üzücü olmuştur. Ne varki bu yasakların
getirdiği padişahın bizzat devriye gezerek şakileri temizlemesi olayı, bir kaç
suçsuzun idamı ile gölgelenmiştir. Tarihçilerde zorba temizlemesi
anlatacaklannada bütün gayretlerini bu istisna teşkil edecek bir iki olaya
dökmüşlerdir. Nizamı alem böyledir işte kolay sağlanacak iş değildir...
,
Şeyhülislâm Katli
Bir kısım İran kuvvetlerini Osmanlı toprağına girerek Van şehrini
muhasara ettikleri haberi dergâhı padişahiye ulaşınca hemen veziriazam
Tabanıyassi Mehmed paşaya bir irade verip İran'a sefere çıkmasını bildirdi.
Kendiside arkalarından geleceğini eklemeyi ihmal etmedi. O sırada tarihler
hicri 1034, milâdi 1633 yılını gösteriyordu. Sadrazam orduyu hazırlamış ve
padişahın teftişine sunmuştu ki, Anadolu tarafına geçen padişah bizzat yaptığı
teftişte aksaklıkları tesbit etti. Bu aksaklıkların meydana gelmesinde rolü
olan dört vezir cezaya uğratıldılar. Bu ceza mallarının müsaderesi ve sürgün
olmuş oldu. Cezaya çarptırılan dört vezir şunlardı: Çağalaza-de Mahmud paşa,
Nişancı Yusuf paşa, Mostarli Mustafa paşa, Civan Kapıcıbaşı Semiz Mehmed
paşaydılar.
Bütün bunlar olurken İranlıların Van önünden çekilip gittikleri
haberi geldi. Fakat Hz. Padişah hazırlıkların devamını istedi, çünkü İran
üzerine sefer yapmaya bir kere kararını vermişti. Ordu hazırlıklarına devam
ededursun, 4. Murad Bursa üzerine bir gezi tertib etmiş bu gezide hem av yapılacak
hem de halkın şikâyetleri yerinde incelenecek ve neticelendirilecekti.
İzmit'i aşan ve İznİk'e gelen padişah İznik Kadısı Gümüş-zade
Mehmed Efendi hakkında aldığı şikâyetlerle bir karara varmıştı: Kadı, İznik
kalesinin kapısına asılsın. Bu emir yerine getirildiğinde, İstanbul'da kızılca
kıyamet ulema arasında kopuverdi. Nasıl olurda bir Kadı, alelade bir suçlu gibi
asılırdı?
Hemen Şeyhülislâm Ahizade Hüseyin Efendi diğer alimlerle bir
toplantı yapmış, kadı hakkında bir soruşturma yapılmadan idam edilmesindeki
haksızlık, devletin kuruluşundan bu yana ulemaya gösterilen saygı ve sevginin
haleldar edildiğine varılmış ve Valdesultan'a «Padişahımıza bedua etmekten
sakınırız, faydalı olur ki, siz kendisine nasihatta bu-lunasanız» mealinde bir
mektup yollamıştı. Padişah ise İznik'ten Bursa'ya geçmiş ve Bursa'daki
cedlerinin kabirlerini ziyaret etmiş ve onların mübarek makamlarından istianede
bulunmaktaydı. Şeyhülislâmın mektubu Validesultana gelmekle beraber, bu
toplantıda Şeyhülisiâm'ın ağzından «padişahı hal ederiz» yollu bir cümle
çıktığında Valdesultana ayrıca bildirilmişti.
Valdesultan her iki haberi de oğluna göndermişti. «Benim arslanım
acele üzere gelesiz, cülus tedbiri için sözler dolaşmaktadır.
Padişah bu haberi aldığında bir dakika kaybetmeden yola çıkmış
maiyetini dahi beklemeden ancak kendisine yetişen bîr kaç kişi ile durmadan yol
almış, uyku filan demeyip Ka-
tırlı mevkii denilen yere gelip İstanbul'dan gemi gemesini
beklemeden orada bulduğu bir kayıkla Gebze'ye geçmiş or-dan atladığı gibi
Üsküdar'ı tutmuş ve yanındakilerden birini çok güzel olan hat yazısı ile
şeyhülislâm ve oğlunun Kıbrıs'a sürgünlerini havi bir fermanla kendinden evvel
karşıya yolladı. Şeyhülislâm ve oğlu ki, o da İstanbul Kadısı idi. Birer gemi
ile sürgün seferine başladilarsada Hz. Padişah aniden karar değiştirip
Bostancıbaşına gemiler Çanakkale Boğazından çıkmamışsa var yetiş kendilerini
karaya çıkartıp hayat defterlerini dür dedi, çıkmışlarsa dokunma yollu bir
emir verdi.
Bostancıbaşı yanındaki maiyetiyle karadan at koşturur deryada
gemileri gözlerdi. Bakırköy önlerine geldiğinde bir geminin sahile çok yakın
bir yerde ve yaklaşmakta olduğunu gördü. Bu gemi sabık Şeyhülislâm Ahizade
Hüseyin Efendinin içinde olduğu gemiydi. Deniz sertleşmiş gemi bir kazaya
uğramasın diye sahile yanaşmayı yeğ tutmuştu. Yeğ tutmuş amma Şeyhülislâm
Efendinin Çanakkale Boğazını aşamamasından dolayı hayatının son bulmasına
s-ebeb olmuştu.
Bostancıbaşı karaya çıkarttığı eski Şeyhülislamı orda boğdurmuş
ve kumsala hemen defnetmişlerdir. Bu kumsal Yeşilköy kıyılarında Kalibriya
köyü olduğu bütün tariflerde müşterektir. Cenaze namazı, yıkanma gibi dini
islâmın emirlerinin yerine getirilmediğine dair İddialar mesnetsizdir. Ancak
suda unutulmamalıdaki, diğer ulema kendi aralarında yaptıkları bir toplantıda
Ahizade efendiyi şehid ilan etmişlerdir. Şeyhü-İisâmin oğlu ise Çanakkaleyi
geçtiğinden kurtulmuştu.
Dördüncü Murad'ın Bostancıbaşıyı yanında Abaza Mehmed paşa olduğu
halde Yedikule surları dışına kadar çıkıp, gemiyi gösterip «Tiz katleyle» dediğini
İsmail Hakkı üzunçar-şılı merhum Osmanlı Tarihi adlı eserinde kaydetmektedir.
Ve değerli araştırıcı, Şeyhülislâmın, Topal Recep paşa ile beraber
Şehzadelerin hayatına kefil olduğu gün bu akibetinin belli olduğunu hele hele
İznik kadısı olayında hal gibi laflar etmesi, padişahın fikir değiştirip
katletmeye karar vermesine önemli sebebtir der ve bu görüşe biz de katılırız.
Bu idam Osmanlı devletinde bir şeyhülislâmın ilk defa başına
geliyordu. Zaten üç şeyhülislâm böyle bir akibete uğramıştır tarihimizde.
Meşihat makamı yani şeyhülislâmlık seksen yaşını aşmış Yahya Efendi'ye
İstanbul Kadılığı ise Kara-çelebizade Abdülaziz Efendiye verilmişti.
Revan Seferi Ve Memleketin Tanzimi
Bu seferi iki kısma ayırmak sanki farz oluyor. Çünkü birinci bölümü
devleti aliyenin Üsküdardan ta İran hududuna kadar yapılan bir teftişle bu
teftişler neticesinde yapılan infazlar bazı tarihçilerimizde insafsızlık,
haksızlık ve zalimlik diye vasıflandınlırken bazı izan sahibi insanlarda böyle
bir icraat yapılması şarttı diye Kuyucu Murad paşa'.dan beri Anadolu üzerinde
yüksek düzeyde bir teftiş yapılmamış, başkentte meydana gelen gaileler
Anadoluda bir nizam bırakmamıştı. Otoritenin tesisi uzun bir zaman almıştı.
İşte dördüncü Murad adalet eli uzun yıllar değmemiş Anadolu'ya bu
Revan seferi münasebetiyle uzatabiliyordu. İdamlar daha Kartal'a gelmeden
başlamıştı. Padişah çıkardığı bir emirle İstanbul'da han odalarında surda burda
bir tek sipahi ve yeniçeriyi kendisinden habersiz bırakmamalarını ferman
etmişti. Galatah Çelebinin bir asker bıraktığını öğrenince hemen önünde diz
çöktürüp boynunu vurdurdu. Her yerleşik bölgeden geçtikçe şikâyet edilenler
dikkatle gözden geçiriliyor ve cezalar tertib olunuyordu. Bu arada kendisine
yardımcı olan Rûm Mehmed ve Köse Mehmed Ağa'lar bile ecel şerbetini içtiler.
Hatta bunlardan Köse Mehmed Ağa idam olunurken padişahı nankörlükle itham
etti. Fakat ne derece haklı idi? Eğer padişaha devletin kurtulması için yardım
etmisse ki herhalde öyledir, bu zaten ordunun en yüksek makamını işgal etmekte
olan bir şahsın en tabii vazifesi değilmi idi sanki...
Tabanı Yassı Mehmed paşa seferin Bağdad üzerine olacağını sanıyor
ve bütün plânlarını ona göre hazırlıyordu. Kışı Haleb'de geçiren sadrazam, Şam
valisi Küçük Ahmed pa-şa'ya büyük yardımlar yapmış oldu. Küçük Ahmed paşa,
sadrazamın yanındaki sipahilerden istifade ederek Dürzî emiri Maanoğlu
Fahreddin'in mağlub ve esir ederek kurduğu devlete de son vermişti. Bu
Fahreddin Avrupa tarihlerinde bile kendinden bahsettiren bir serseriydi.
Emir Fahreddin esir edildiğinde padişahın yanına oğullan olduğu
halde gönderildi. Sultan Murad kendisine ve çocuklarına iltifat ettiyse de bir
müddet sonra küçük oğlunu Enderun denilen saray okuluna vermiş Emir Fahreddini
ve diğer oğlu Mesud'u katlettirmiş idi. Hicri 1044, Milâdi 1634.
İstanbul üzerine ilkbaharın o yeniden ortalığı zümrüt yeşili yapan
mülayim havası kendini gösterince Sultan Murad'ın muhteşem çadırı Üsküdar'daki
mutad yerine kurulunca yukarıdaki satırlarda bahsettiğimiz gibi Revan'a sefer
Anadolu'ya ise nizam gitmeye başladı. Burada idam edilenlerin adlarını tek
tek yazsak sayfalar tutar ancak bir iki tane idam vardırki bunlara çok kısa da
olsa temas etmek "gerekir. Hüs-rev paşayı idam eden Murtaza paşa,
Demirkazık adiyle tanıdığımız Halil paşa'nın serdarlığını ketmetmiş hanedan
dama-xdı olması hasebiyle bu imkânı elde etmiş padişahdan aldığı fermanı Tabanı
Yassı Mehmed paşaya göndermiş oda böyle /işbilir ve tecrübeli bir kahraman olan
Halil paşa'nın affı için şefaat edeceği yerde hemen ferman mucibince hareket etmiş
ve paşayı idam ettirmiş.
Yine Gürcü Mehmed paşa merhum ile Nogay Murtaza paşanın oğullan
için idam fermanı çıkardıysada yakınları bu fermanı iptal ettirme imkânı
buldular. Sultan Murad ordu efradı içinde o kadar beğenildiki çünkü onlarla
beraber yürüyor, onlarla beraber yemek yiyor hatta bazen çadırında değil
üzerine örttüğü bir harmaniye ile toprak üzerinde uyuyordu. Bir ara arabada
seyahat ederken yollarının önüne çıkan bir baykuş uğursuzluk alameti
sayıldığından bir durgunluk oldu, yürüyüş aksadı. Padişah arabadan derhal
atlayıp atına bindiği gibi baykuşu kovalamaya başlamış ve elindeki değnek ile
kuşu yere serip görenlerin alkışlarına sahip oldu. Bir ara birlikler arasında
dolaşırken silahlı bir muhafızı kemerinden tuttuğu gibi havaya kaldırarak bir
müddet dolaştırmış herkes bu kuvvete hayran olmuştu. Yine yolda bir askere
tüfek kurşunu attırıp, o merminin menziline okla atış yapmış ve o mesafeye
okunu düşürdüğü rivayet edilir. O kadar cesur bir insandaki o kadar yeniçeri
ve sipahi zorbasını öldürtmesine rağmen hiç çekinmeden gerek tebdil kıyafet
gerekse olduğu gibi aralarında dolaşır, tanıdığı bir zorba olduğunda hemen
hükmünü icra ederdi.
Erzurum önlerinde sadrazamı ile buluştuğunda elindeki
sancağişerifi hamil olarak teslime gelen sadrazamın yanına doğru bir kaç adım
atarak sancağına olan saygısını göstermiş ve onu eline aldığında sadrazamın
elini sıkmış ve belki de tekmillerde komutanların tekmil aldıklarının elini
sıkmaları o günden bize güzel bir miras olarak kalmış olması kuvvetle
muhtemeldir.
Revanda müteveccihen yola çıkıldığında Kars, Üçkilise, Gökkünbet
yolu ile Revan önüne varıldı. Sultan Murad yanında bir klavuzla en önüne
varıldı. Sultan Murad yanında bir klavuzla en önde gidiyordu. Kalenin önüne
gelinip top menziline girildiğinde klavuz durdu artık tehlike var gidemem dedi.
Sultan Murad ise büyük bir hırsla bağırdı. «Korkak, ecel gelmeyince insana
zarar gelebilirimi?» diyerek atını ileri sürdü. Kaleden toplar atıldı. Gülleler
çok yakınına düştü bir kaç tanesi de başının üzerinden aştı. Sultan hiç fütur
getirmeden yavaş yavaş Otağını kurmak üzere seçtiği tepeye çekildi. Mirgün
Han'ın idaresindeki savunmada on gün kadar dayan-dilarsada çelik iradeli
padişaha teslim olmaktan başka çareleri kalmamıştı. Böylece Revan padişaha
Revan Fatihliği unvanını getirmiş oldu.
Mirgün oğluna Yusuf paşa adını vererek padişah vezirliğine kabul
ettiğini bildirdi. İranlı askerlere ise silahlarını alarak kaleden çıkıp
gitmelerine İzin verildi. Bu işlerde tecrübeli komutanlar, askerin
öldürülmesini hiç değilse silahlarının verilmemesini tavsiye ettilerse de
Padişah ben verdiğim sözden dönmem diye red etti. Fakat bu askerler kaleden
çıkarken geride kalan halka eziyet ve hayvanlarını sürmeğe başladılar. Padişah
derhal Küçük Ahmed paşa'yı bunları takib ve tedip etmeye gönderdi. Ne varki
oniki bin kişilik bu kuvvet Ahmed paşayı ricata mecbur etti. Revan kalesinin en
büyük camiine Cuma namazı kılındı. Camiden çıkan padişah Kapıcılar kâhyası
Salih ağa ile Musahib Beşir Ağayı İstanbul'a zafer haberini ve şenlikler
yapılmasını bildirmek için gönderirken Baya-zıd ve Süleyman Sultanların idamını
da irade etmişti.
İstanbul halkı zaferin şenliklerini yaparken Bayazıd ve Süleyman
sultanlar, anne ve baba bir ağabeylerinin ta Re-van'dan gönderdiği hatt-ı
hümayun ile şehidlik makamına çıkıyorlardı. Sultan 1. Ahmed'in kardeşi sultan
Mustafa'yı öl-dürtmeyip hatta taht'a vâris bırakması gibi mükemmel bir
jvasiyetinden sonra bu şehzade idamına son verilmesi gerekirdi. Sultan Genç
Osman, Amcası Sultan Mustafa'yı öldürt-seydi belki de şehid edilmek şöyle
dursun tahttan bile indirilmezdi. Bu satırların yazarı şu ana kadar şehzade
idamlarına karşı bir keresinde bile muhalif tavır takınmamıştır. Bu vatanda
ise Sultan Ahmed merhumun vasiyeti bir teamül haline getirilebilirdi. Yine de
doğrusunu Allah (c.c.) bilir. Yalnuz şunu bir çok tarihçiler ve bilhasa Mizancı
Murad Bey Sultan Bayezid'in öİdürülmeyip, sağ birakılsaydı genç yaşta vefat
eden 4. Murad yerine tahta geçip, ağabeysinin yarım bıraktığı İslahatı
tamamlayacağını söylerken delil olarak da yeniçeri ve Sipahi isyanında
haremden getirtip şehzadeleri gösterildiğinde Bayazid Sultan asilere hitabede
bulunmuş ve Padişahımızın sayesinde huzur içinde yaşıyoruz bizi niçin taciz
edersiniz diyerek padişahın kendilerine iyi baktığını söylemekle ona yardım
etme civanmertliğini delil almaktadır. Ne derece bu görüşte isabet vardır,
meşkûktür.
Orduyu hümayun Revan'dan hereketle Tebriz önlerine gelip orayıda feth
etti. Tebriz'e gelirken Dördüncü Murad'ın nehre düşen bir askeri sulara
kendisini atarak kurtardığı bütün tarihlerde yazılıdır. Tebriz'e gelmeden
evvel Curs kalesi denilen yer mukavemet ediyordu. Kale kapısı çok sert bir
ağaçtan yapılmış, balta ve gürzlere metelik vermiyordu. Hz. Padişah bir tomruk
getirtip, üç kişinin zor taşıdığı tomruğu tek başına kaldırıp, koçbaşı vurur
gibi kale kapısına havale ettiğinde, kapı kırıldı ve asker kaleye girebildi.
Orduyu Hümayun Tebriz'e girdiğinde tarihler hicri 1045, miladi
1635 yılını gösteriyordu.
Hz. Padişah 1045 hicri, 1635 miladi yılı sonlarında İstanbul'a
avdet etti.
Bağdad Seferi Öncesi
Hz. Padişah İstanbul'a dönmüşsede, sadrazam Tabanı Yassı Mehmed
paşa ve ordunun bir bölümü şark hududunda kalmış ve yolların, köprülerin
onarımı bazı kervan sarayların yapılması gibi işlerle uğraşılmıştır. Sadrazam
hakikaten bu işleri gayet güzel yapmış bunun faydaları bilahare görülecektir.
Revan Muhafızı Murtaza Paşa askerinin büyük bir bölümü ile kışı
Erzurum civarında geçirmeyi plânlamış ve kalede büyük bir kuvvet bırakmamıştı.
Bu da şundan icab ediyorduki bu kaleye Şahın taarruzu beklenilmeyen bir şey
değildi, hepsi muhasaraya gireceğine büyük bir bölümü kaleden uzakta olursa
muhasara esnasında gelir ve İran ordusunu iki ateş arasında bırakabilirdi.
Mehmed paşa bu işe izin vermedi.
Kış ortasında yardım gönderme gayretlen hem padişah-dan hem de
sadrazamdan sudur etmesine rağmen bir neticeye varamadı. Şah Safî Revan'ı
tekrar ele geçirdi. Fakat nasılsa bu sefer Revan'daki Osmanlı askerine
silahlan ile birlikte çıkıp gitmelerine izin verdi.
Eyyubi sülalesinden olan Ahmed Han, eski sadrazam Hüs-rev paşanın
hatası yüzünden Osmanlıdan yüz çevirmiş ve İran'ın hizmetine girmişti. Daha
sonraki değişiklikler ve bilhassa Küçük Ahmed Paşanın doğu hududlarımızda
gösterdiği mertlik ve kahramanlıklar Ahmed Han'ın yine Osmanlıya teveccühünü
temin etmeye kâfi gelmişti. Küçük Ahmed Paşanın lakabı boyunun kısalığından
geliyordu. Fakat bu Küçük lakablı kısa boylu aslen Arnavut olan paşa, zekâsını
daha evvel Dürzî emiri Fahrettin'in yakalanmasında göstermişti. Fahrettin,
Küçük Ahmed Paşanın önünden kaçmış Lübnan'daki dağların içerisinde zor çıkılır
mağaralara saklanmıştı. Ahmed Paşa büyük büyük ateşlerle bu dağları ısıtıp
kızdırmış bol miktarda kızgın kayalar üzerine sirke döktürerek yumuşatmış, bu
kayalara kazılar yapıp hain Dürzîyi ininde yakalamış ve Hz. Padişaha
göndermişti.
Ahmed Han, Küçük Ahmed Paşa ile anlaşmış ve devleti aliyye
hizmetine dönmüştü. Ne varki Şah Safî bu işe çok kızıp, büyük bir kuvvetle
Ahmed Han üzerine gidilme emrini vermişti. Küçük Ahmed Paşa gerek padişaha
gerekse Sadrazama müracaat ederek yardıma gidebilmesi için kuvvet ve müsaade
istemişsede müsaade gelmiş fakat emrine verilen kuvvet lâzım olanın onda biri
bile değildi. Buna rağmen Osmanlı yardımını ulaştırmak için gözünü karartıp
İran ordusunun üzerine çullandı. Epeyi muvaffakiyetlerde gösterdi. Ne varki
İranlı komutanlardan Rüstem Hân'ın çemberine düştü ve perişan oldu. Hicir 1046,
Miladî 1636 yılı, Küçük Ahmed Paşanın askerine izin verip başınızı kurtarın
diyerek bir eline sancağı diğer eline kılıcını alıp ricatı şanına sığdıramadığı
için düşmana saldırıp, dövüşe dövüşe şehid olmasına şahid oluyordu.
Bu olaya padişah o kadar üzüldüki Tabanı Yassı Mehmed Paşayı beş
seneye yaklaşan sadrazamlığından azil edip yerine Bayram paşa veziriazam oldu.
Mehmed Paşayı üç ay kadar göz altında tutan padişah, huzuruna getirtip
kendisini teselli etti ve Özü kalesi vali ve serdarlığına tayin etti.
Dîvan padişahın başkanlığında toplanmış ve Bağdad için sefer karan
almıştı ki, İran elçisi çok kıymetli hediyelere hamil olarak Dersaadete geldi.
Gayet güzel karşılandı. Ne varki Şahın teklifleri makbul görülmeyip, tadil
edilmesi söylendi. Bayram Paşa ise sefere çıkmayı derhatır etmeyi düşünmedi
bile. O önde gidecek Bağdad fatihine yol açacak idi.
Sefir, Haleb valisinin askerinin arasına iki casus yerleştirmiş
ve Şah'a ulaştırmak üzere mektuplar vermişti. Bunlar meydana çıktı. Casuslar
idam olundu. Bayram Paşa yollarını düzelttiriyor selefi Tabanı Yassfmn eksik
bıraktıklarını tamamlayordu.
Bu sırada İstanbul'da Şehzade Kaasım'ın hayatına son veriliyor
artık geriye Sultan Ahmed oğullarından bir zamanın padişahı birde Sultan İbrahim
kalıyordu. Sultan İbrahim'in rahatsız görüntüsü ona bir hayat, tahta bir
padişah, Osmanlıya ise yeni bir kuruluş bağışlıyordu. Kaasım sultan şehid
edilirken, Kâğıthane'de bulunan büyük baruthane berhava oldu. Mal ve can kaybı
az değildi.
Sultan 4. Murad devletin ileri gelenleri tarafından İzmit'e kadar
teşyi olundu. Müftü ve Kazaskerler kendisi ile beraber sefere gidiyorlardı.
Hicri 1047, Miladî 1637.
Silahdar Mustafa Paşa, Anadolu Kazaskerini padişaha şikâyet
ederek azlettirdi. Padişah Kadı hakkında Yahya Efendiden sorduğunda Silahdar
paşanın düşmanlığını üzerine çekmek istemeyen Şeyhülislâm Kadı'yı himaye
edecek bir çift söz dahi söylemedi. Kadı Muid Efendi Belgrad'a sürgün edildi.
Padişah Bağdad seferine devam ederken bir müjdeci geldi. Padişaha
bir evlâdı olduğunu söyledi. Padişah kızmı? er-kekmi? diye sordu Müjdeci biraz
tereddüdten sonra erkek dedi. Padişah derhal tahkik için ulak gönderdi. Gelen
haber kız olduğuydu. Bunun üzerine müjdeci öldürüldü.
Sultan 4. Murad Sakarya Şeyhi diye anılan ve müridlerin-ce tüfek
kurşunu ve ok işlemediği ileri sürülen bu zatı kendisine getirmelerini
emretmişti. Padişah Ilgın'da iken huzura çıkardılar. Müridlerinin; efendilerine
payeler verip, olduğundan yüksek görmeleri, mübareğin başını yedi. Cellât bu
zatın kemiklerini kırdı. Bir çok kitaplarda yazdığı gibi Hasan Küçük Bey'in
«Tarikatler» adlı eserinde de aynen yer alırki merhum Şeyh Efendi kemikleri
kırılırken hiç telaş ve teessür, acıdan ise hiç şikâyet etmiyordu.Hatta Cellada
«acele etme evladım» diyordu.
Burada şunu hatırlatmayı önemli gördük. Bilindiği gibi
Peygamberimiz Efendimiz (s.a.v.) bir hadisi şeflerinde me-âlen «Benim ümmetimin
alimleri, ben-i İsrailin Nebî'leri gibidir» buyurmuşlardır. Şüphesizki
bunların içinde evliyaulahın büyükleri kastedilmektedir. Bu seçkin zevat
Cenab-ı Mevlâ'ya kurbiyetlerinden dolayı bir takım üstünlüklere sahiptir.
Bu yakınlıkların kurbu Feraiz ve kurbu Nevafil boyu ile olduğunu
bütün mutasavvıflar eserlerinde bildirmişlerdir. Ne var-ki müridler bağlı bulundukları
Efendilerini zamanın kutbu gibi gördüklerinden o zat-ı muhteremlerin hiç bir
zaman iddia etmedikleri makamları kendilerine yakıştırıp, her tarafta yayalar
ve otorite ile karşı karşıya getirip böyle üzücü durumlara sebeb olurlar. İşte
4. Murad, Sakarya Şeyhi denilen zâtı böyle bir muameleye tabi tutmuştur.
Müridleri her halde bundan sorumludur.
Konya'ya geldiğinde, Padişahın adaletli eli, Bolu Sancak Beyi Abdi
Paşa ve Yenişehir Sancak Beyi Şemsi Paşazade Ahmed Paşayı sancaklarında zulüm
ettiklerinden tepelerine indi ve hayatlarının kaydı silindi.
Revan seferi sırasında Konya'dan geçerken Konya Çelebisi Bekir
Efendi ile sohbet etmiş ve pek memnun kalmıştı. Kendisine bir takım özel
hediyeler dahi vermişlerdi. Bağdad seferi sırasına ise yani bu seferde gazabı
padişahiye uğradı. Makamından azil ve sürgün etti.. Sadrazam Bayram Paşa
sürgüne gönderilen Bekir Çelebiyi İstanbul'da kendi sarayında ölünceye kadar
misafir etti. Bekir Çelebinin yerine Kara-hisar Çelebisi Arif Efendi tayin
olundu.
Adana'ya geldiğinde bir kaç kişinin kendilerin kale dıva-rından
nehre attığı görüldü. Sebebi sorulduğunda. Vali Cafer Paşa'nın zalimce idaresi
dediler. Padişahın yanındaki Cafer Paşa tarafdarlan koruyuculuk yaparak işi
sadece azille kurtarabildiler.
Hazreti Padişah Antakya'ya geldiğinde köprü üzerinde kalabalık
bir topluluk gördü. Nümayiş yapacakları zannı ile nehrin suyunun derinliğine
bakmadan atını suya doğru sürdü, atıyla beraber yüzerek karşıya geçti. Akşam
olunca yol» lan açmaya memur olan Kapıcıbaşı falakaya yatırıldı.
Hekimbaşının Ölümü
Bilindiği gibi padişahın tütün yasağı, afyon içenleri de kapsamına
alıyordu. Padişahın Hekimbaşısı Emir Çelebi ise afyon yutmaya müptela İdi.
Silahdar paşa bu iptilayı öğrendiğinden kendisini padişaha ihbar etti.
Padişah; nezdine getirttiği Emir Çelebinin kendisi ile satranç oynamasını
istedi. Henüz oyuna başlanmıştı, padişah «Baka hekimbaşı, sen afyon
yutarmışsın» deyince Emir Çelebi: «hâşâ, hâşâ padişahım» diye cevap verdi.
İhbar o kadar mükemmel yapılmıştıki zarif kutunun bile yerini bilen padişah;
hapların kutusunu çıkarttırdı. Bunlar nedür?» diye sordu. Hekimbaşı suyu alınmış
afyon olduğunu ancak zararı olmadığını bir avuç bile yu-tulsa birşey
olmayacağını söyledi. Padişah «O halde hepsini yut bakalım» diyerek hepsini
yutturdu. Arkasından hiç birşey olmamış gibi taşını oynayıp hamle sırasını Emir
Çelebiye verdi. Oyun uzun süre devam edip afyon tesirini göstermeye başladı.
Padişah git, dinlen dediği zaman iş işten geçmişti. Ne varkİ bu iş işten geçme,
padişah içinde varitti. Son bir hamle İle odasına giden Hekimbaşı, padişahın o
zaman ismi konmamış rahatsızlığının ilacı olan ve ta Himalaya dağlarının
altıbin metre yüksekliğindeki kayaların arasından getirdiği nadir bulunan ve
kimseye söylemediği otları yok etti. Bu sırada talebeleri hocalanne iyileşmesi
için ilaçlar hazırlamışlar ve içmesini teklif ettilerse de Emir Çelebi:
«Silahdar paşa gibi düşmanı olana hiç bir ilaç kâr etmez» diyerek aksine afyonların
tesirini hızlandıracak olan soğuk ve tatlı bir şerbet içti ve uyanmamak üzere
yatağa uzandı. Böylece Padişahın da uzanacağı günlerin ilki başlamıştı.
Tarihler Hicri 1047, Miladi 1637 yılını gösterirken Sadrazam
Bayram Paşa vefat etti. Hz. Padişah çok kederlendi. Bayram Paşayı o kadar severdiki
çok sevdiği şâir Nefî'yi Bayram Paşayı hicv ettiği için boğdurmuştu. Halbuki
inkâr etmemek gerekirki, Sultan 4.
Murad'ın yetişmesinde hâttâ pek güzel beyitler inşa etmesinde şair Nefî'nin
müsbet tesirleri vardır. Padişah şair Nefî'yi o kadar severdiki onun siha-mını
okurken yanına yakın bir yere yıldırım düşmüş idi. Bu eserde bir çok hicviyeler
olduğundan padişah, bu yıldırımı müstehcen hicivleri okumasına karşılık bir ikaz saymıştı. Eseri
parça parça etmiş ve şâiri çağırtıp hicviye yazmaya tövbe etmesini istemiş oda
buna uymuştu. Ne var ki; Bayram Paşa'yı hicvetmek suretiyle bu tövbeyi bozmuş
ve boğdurulup denize atılmıştır. Hoş çok zayıf rivayetlerdede bilhassa
Bektaşllerden gelen rivayette bizzat padişahı hicvettiği söylendiki bunun mesnedi
yoktur. Olsa olsa şarapçısı bol olan bektaşilerin iftirası ve uydurmasıdır. Bu
mevzuya şu sözlerini nakl ettiğimiz padişahın deyişiyle bitiriyoruz. «Senin
gibi bir veziri ben nerede bulayım!»
Tayyar Mehmet Paşa'nın Sadareti
Kapdan-ı Derya Kara Mustafa Paşa Sadrazamlığı kendine uygun
görüyordu, tayyar Mehmed Paşanın veziriazamlığa tayinini Ruznameci Hacı
İbrahim Efendinin tavsiyesine bağlayan Mustafa Paşa bu zata kinlendi. Az
müddet sonra Hacı İb-, rahim efendide vefat etti.
Münhal bir zeamet için iki sipahi kavga ettiler. Onları ayıranlar
sadrazamın yanına getirdiler. Meseleyi hal etmek için gayret sarfeden sadrazam
padişahın yanlarına geldiğini görünce durdu. Sultan 4. Murad durumu sordu.
Sadrazam meseleyi anlattı. Padişah düşündü. Yer bir, namzet iki. Birini-oraya
koysan öbürü onu rahat bırakmaz. Sadrazama döndü «iidsinin de başını kesin,
ikiside rahat etsin» diyerek kavgayı neticelendirdi.
Dördüncü Murad'ın en önemli işlerinden birisi de Devşirme usulünü
kaldırmasıdır. Bir bakıma doğru bir karardır. Çünkü bozulmuş bir mekanizma bu
toplama ile düzeltilemezdi. Sultan Murad Yeniçeriyi bambaşka bir şekle çevirecekti.
Fakat ömrü vefa etmedi. Bu vazife ta İkinci Mahmud'a kaldı.
Musul'a gelindiğinde Hindistan Şahının elçisi geldi. Kıymetli
hediyeler sundu. Fil derisinden yapılmış, iddiaya göre hiç bir silahın zarar
veremeyeceği bir kalkan da vardı.
Hazreti Padişah huzuruna getirilen kalkana şöyle bir bakıp Osmanlı
saltanatının en nefis örneklerinden biri olan ve günümüz çelik sertleştirme
imkânlarından aşağı kalmayan bir teknikle sertleştirilmiş ve en güzel şekilde
bilenmiş baltasıyla üzerinde büyük iddialar ileri sürülen kalkanı, baltasının
keskinliğini, kolunun kuvvetiyle birleştiren padişah bir vuruşta yardı, attı.
Büyük bir nezaketle sefire dönen padişah, kalkan sizi de, bizide
mahcup etmedi. Sizin şahsınıza yadigârım olsun diyerek içine bol miktarda
ihsan-ı şahane koyarak hediye etti. Hind şahının yardım tekliflerinin makbule
geçtiğini ve bir ça-vuşbaşını Hind Şahının yanına elçi olarak göndereceğini ifade
ederek, Hind kıtasıyla iyi münasebetlerin kuvvetlenmesine ehemmiyet verdiğini
ihsas etti.
Bagdad Önünde
Hz. Padişah, Üsküdar'dan çıkışının yüzdoksanyedinci günü Bağdad
önüne gelmiş oldu. Bağdad kalesi ikiyüzon tane burcu olan çok büyük bir kale
idi. Hz. Padişah kalenin muhasara plânlarının yapılmasında en çok çalışan bir
teknisyen olmuştu.
Bağdad'ın kuzey kısmında İmam Azam kapısının karşısında kendi
takımıyla yer almıştı.
Doğu kısmında ak kapı denilen yerde sadrazam Tayyar Memed Paşa,
Rumeli askeri ve biraz da Yeniçeri askeri mevki aldı. Güneyde ise Karanlık
kapı denilen yerde kapdan paşa ve Anadolu askeri mevki tuttular.
Muhasara kırk gün sürdü. Nice yiğitler meydanda kaldılar. Sadrazam
Mehmed Tayyar Paşa ordunun en önünde savaşırken şehidlik mertebesini ihraz
etti. Sultan Murad ise kendi sarayında gezer gibi savaş alanının her yerine
koşuyor, askeri teşci ediyor, bir yaralı gördümü ona yardım ediyordu. Savaşın
en önemli günü olan hücum gününe Mehmed Tayyar Paşa şehîd olmuş meydan-ı harbde
sadrazamlığa Kara Mustafa Paşa getirilmişti. O da elhak selefi gibi kahramanca
çarpışarak fetih tamamlanana kadar birliklerinin yanından ayrılmadı. Gerek
yanındakilerde gerekse kendisinde meydana gelmiş yaralardan kanlar akıyordu.
Varsın aksındı ama Bağ-dad'da fetih olunuyordu. Hicri 18 Şaban 1048 Milâdi
1638.
Bağdad feth oluyordu dedik çünkü kalenin sükut etmesi Bağdad
kalesinin fethi demekti. Bağdad şehri ise bir antlaşma ile alınmak isteniyordu.
Çünkü bu şehir son derece terakki etmişti. Böyle bir yere savaşarak girilince
takdir edilirki talan ve yıkıntı meydana gelmesin. Bağdad muhafızı Bektaş Han,
Hz. Padişah nezdine elçi gönderdi. Bilahire kendiside huzuru hümayuna vardı.
Sultan Murad İranlı komutanların ve askerlerinin serbestçe çıkıp gitmelerine
razı oldu. Yalnız o gün öğlene kadar bütün cephelerde çarpışma durulmuş olmalıydı.
Bütün mevkiler teslim edilmeliydi. Bu anlaşma sağlanmışken İranlı bazı
komutanlar bilhassa Fettah Han kabul etmediler. Böylece antlaşma gerçekleşmemiş
oldu.
Dördüncü Murad, birisinin iki İranlı askeri sürüklerken gördü.
Son derece kızdı ve bunu yapanın kelesinin vurulmasını istedi. Çünkü «Ben aman
verdim, hasıl olur sözümden dönerim» diyordu. Vaziyet kendisine anlatıldı.
İnanamıyordu. Yaptırdığı tahkikat sırasında amanın kabul edilmediğini öğrenince
askeri serbest bıraktı. Hiç bir şeye karışmadı.
Otuzbin kişiye varan İran kuvvetlerinin onda biri dahi Şah'ın
yanına bile varamadı. Şah ise o sırada Dicle nehri kıyısına kadar gelmişti,
sultan Murad nümayiş için bir müfrezeyi üzerine gönderince Şah ricat etme
yolunu seçti.
Sultan Murad, Hanefî mezhebinin İmamı Ebu Hanife (R.A.)ın kabri
şerefi ve türbelerini tamir ve tezyin ettirdi. Ab-dülkadir Geylanî (K.S.) nün
de türbesini onarttı. Şeyhülislâm Yahla Efendi bu tamirlerin yapılmasına büyük
gayretler sarf etti. Hatta cebinden paralar bile harcadı.
Bağdad'dan Dönüş
Hz. Padişah, yanında mahbus bulunan İran elçisi Maksud Hanı,
yazmış olduğu bir mektubla Şah'a gönderdi. Mektubunda sulh yapılması arzusunu
dile getiriyor ve Şah Safî'yi asla tahkir etmeyip tam diplomatça yazılıp, sulha
evet dedirtecek bir üslup kullanmaya itina göstermişti.
Ordunun büyük bir kısmını ve Sadrazam Kara Mustafa Paşayı
Bağdad'a bırakmış ve İstanbula dönmüştü. Dönüş yolunu Diyarbakır üzerinden
yapmıştı.
Hz. Padişah Diyarbakır'da biraz dinlenmek istedi. Revan seferine
giderken burada ta Haieb'de istikbal eden Rûmiye Şeyhi diğer bir ismide Şeyh
Mahmud Efendi olarak bilinen bir Nakşibendi şeyhinin kendisine tavsiye ettiği
kızı hatırladı. Bu kız Maan oğlu Fahrettin'in kızlarından biri olmakla çok
hafif meşrep bir kızdı. Bu kız Küçük Ahmed Paşa merhumun Dürzî Lideri
Fahrettin'i yakaladığı zaman kaçmış ve Rûmiye Şeyhi denilen bu zâtı muhtereme
sığınmıştı. Şeyh Efendi Haieb'de karşıladığı padişaha bu kızı tavsiye etmiş
ilmi sim-ya'da mahir olduğunu altın yaptığı söylemişti. Padişah, Şeyh Efendinin
tavsiyesine uygun olarak kızın başına bir memur koyduğu gibi bir haylide para
bıraktı. Şimdi bu işin neticesini öğrenmek istediğinde, kızın başına bırakılan
paralan sefih alemlerde tükettiği öğrenilir. Kadını öldürtüp nehre attırır.
Rûmiye Şeyhini de yanına çağırıp böyle sahtekârlara nasıl inanır ve sana inanan
beni de aldatmaya vesile olursun diye çıkışır ve asılmasını emreder.
Padişah bu İcraattan sonra İstanbul'a dönmüş ve büyük şenliklerle
karşılanmıştır. Sadrazam Kara Mustafa Paşa ise İranlı murahhaslarla çekişe
çekişe pazarlık yapmış ve halen çok az farkla devam eden Osmanlı - İran
hududları tayin edilmiş ve antlaşma önce Şah Safî tarafından imzalanmış, Sultan
Murad Hazretleri tarafından tasdik edilmiştir. Hicri 1049, Miladî 1639.
Mahlu Sultan Mustafa; yeni 4. Murad Bağdad seferinden dönerken 48
yaşında olduğu halde ahirete göçtü. Devleti Os-maniyede tahtın yegâne varisi
olarak Şehzade İbrahim kalmıştı.
Sultan 4. Mürad'ın Vefatı
Tarih Hicril050, Miladî 1640 yılını gösterirken, Hekimbaşı-nın
padişahına iyi gelen ilacı ölmeden evvel yok etmesi, padişahın ölümünün başlangıcı
idi. Bağdad Fatihi, dönüşünü müteakip rahatsızlıkları arttı. Bunlar krizler
haline dönüştü. Bu krizlerden birinde Şehzade İbrahim'in de öldürülmesini
is-temesi Bağdad'dan Kasr-ı Şirin muahedesini yapıp gelen Sadrazam Mustafa
Paşa'yı şaşırttı. Efendisini çok seven onun bir dediği ikiletmeyen paşa, bu
isteğide yerine getirebilirdi. Fakat Osmanlı Hanedanı münkariz olur, Devleti
Aliyye-nin tahtına otomatikman Kırım Hânı otururdu. İşte devlet anne Kösem
Mahpeyker Valide Sultan yetişti ve «Paşa, paşa devleti düşün» diyerek
sadrazamın önüne geçti. Vücutça bitmiş olan Sultan 4. Murad bu hükmünü
yürütemedi. Eğer girdiği komadan kurtulmuş olsaydı, iradesini dinlemedi diye
veziriazamının başını kestirirdi. Çünkü o iktidar ortak kabul etmez
zihniyetiyle hüküm ferma olmuştur. Batmakta olan devlet gemisini bu inanışla
selâmet sahiline yanaştırmıştı. Oniki yaşında çıktığı taht-ı Osmaniyi onaltı
yıl hakkıyla doldurduktan sonra yirmisekiz yaşında vefat eden Hz. Padişahın
Evliya Çelebi'nin bildirdiğine göre otuz iki çocuğu olmuş ve bunlardan yalnız
Kaya Sultan babasından sonraya kalmış ve Melek Ahmed Paşa ile 13 yaşında iken
evlenmiştir.
Sultan Murad, İran'la mutlak sulh yapma isteğini, hristiyan -
yahudi ittifakının gerçekleştiğini hissetmesinden, öte yandan İngilterenin
Rusya'yı büyütmeye matuf gayretlerini, bütün bunların üzerinde Salih'in Hilâle
saldıracağını istihbar ettiğinden, Şark hududunu sağlama aldıktan sonra derhal
batı üzerine yürüyüp onların tam birleşmelerini önleyip tek tek haletme yolunu
seçmesine bağlıyordu.
Hazreti Padişah vefat ettiğinde, babası 1. Ahmed Hânın türbesine
defnedilmek üzere götürülürken kıymetli üç atı eğerleri ters bağlanmış olarak
merhumun süvarilerinin önünde yürümeleri bütün İstanbul'u ağlatıyordu.
Kâfirler bu emir pençeli, çelik iradeli adamdan kurtulduklarına
seviniyorlar, Mü'minler ise devleti kurtaran yeniden rayına oturtan
padişahlarının arkasından ağlıyordu.
Şiirlerinde «Muradî» mahlasını kullanan Hz. Padişah fevkalâde ata
biner, şimdiki üniversitenin merkez binasının bulunduğu yerden attığı ciriti
Bayazıd Camii minaresinin dibine düşürecek kadar kuvvetli kollara malikti. 200
okkalık gürzleri kadırıyordu.
Cihan tarihi, böyle kuvetli ve kıymetli bir şahsiyetin kolay
yetişmediğini her satırında bizlere gösterir. Yeterki biz bunu anlayalım.
Dördüncü Murad'ı anlatıp bitirirken onun içkiye müptela olduğuna
dair rivayetlere ne evet diyoruz ne de hayır diyoruz Gönül isterki içerdi
diyenle mahcup olsun.
Allah'ın rahmeti Peygamber'in şefaati Hz. Murad Râbîi'nin üzerine
ve bütün müslümanlara olsun.
Sultan 4. Murad'ın Hanımları Ve Çocukları
4. Murad'ın; hanım olarak birden fazlasına sahip olduğu enazından
doğan çocukların sayısından anlamak kabildir. Adı bilinmekte olan yegâne hanımı
Ayşe hasekisultanhanım-dır. 32 evlâdı dünya'ya gelen 4. Murad'ın bu hanımının,
bu kadar çocuğu doğurması maddeten kabil değildir. 28 yaşında terk-i dünya
eden bir insanın, tek hanımdan, 32 doğum elde etmesi olacak işden olmadığı
barizdir. Bu 32 evlâdın önce kız olanlarını zikrede!im:İsmihan Kayasultan,
Hafsa Sultan, Râbia ve Fatma Sultan ile Safiye Sultan, Rukİye Sultan olmak
üzere altı sultanhanım adı ile karşılaşiyorve bunların ancak beşi hakkındada
kâfi olmayan bir bilgiye sahibiz. Sul-tanhanımların ilki Gevherhan Sultanhanım
olup, ~l630'da doğduğunu biliyoruz, bu hanımsultanin, Sultan İbrahim hân'in
kızı Gevherhan Sultanhanım ile aynı ad'da olması, hayli karışıklığa sebeb
olmuştur. Ortada Haseki Mehmed Paşa gibi bir dâmad olduğunu görüyoruz ve iki
Gevherhan'dan hangisiyle izdivaç ettiğini net olarak tesbit edemiyoruz. Bu
dâmad 1661'de Haleb'de idam olunmuştur. Hanzâde Sultan kesin olmayan bir
bilgiye göre 1631'de dünya'ya gelmiş, 1675 sonrasında vefatı vukubulduğu
tahmini var. Amucasına yâni, Sultan İbrahim'e aid türbede toprağa verilmiştir.
Nakkaş Mustafa Paşa ile evlilik yapan Hanzâde Sultanhanım,
kocaskndan 27 yaş küçük olup, izdivaç târihinde 14 yaşından büyük değildir.
Kaya İsmihan Sultan, 1633'de doğmuş ve 26 yaşında olduğu hâlde 1659'da vefat
etmiştir. Kaya Sultanda 4. Murad'ın vefatından sonra, bir çok nişanlılık
geçirdiysede, sonunda Gaazi Melek Ahmed Paşa ile 11 yaşında olduğu halde
evlenmiş ve 15 yaşına gelindiğinde zifaf gerçekleşti. Kocasından 33 yaş
küçüktü. Kızını doğurduğunda vefat etdi. Mekke-i Mükerremede Hz. Fatımat'üz
Zehra'nın kabrini, muhteşem bir şekilde yaptırmıştır. Safiye Sul-tan'da ablası
gibi bebeğini doğururken şehiden vefat etdi. Dedesi 1. Ahmed'in türbesinde
toprağa verildi. Hemence ilâve edelim ki bu türbede 4. Murad'da medfun olmakla
beraber, türbe yapılırken 1. Ahmed'in adı verildiğinden, bu isimle
anılmaktadır. 1659'da Abaza Siyavuş Paşa ile evlenmiştir. Rukİye Sultanhanım
ise; 1640'da doğmuş olup babasının bu dünyaya gelişi görüp görmediği meçhuldür.
Vefatı 1690 yılının başlarında 50. yaşındayken vukubulmuştur. İzdivacını
1663'de 23 yaşındayken önce Şeytan diye anılan, sonra da Melek denilen Divrikli
İbrahim Paşa ile yapmıştır. Paşa hanımından 35 yaş büyüktü. Bu zâtın adına
Boğaz'daki Deftar-darburnu diye bilinen yere adı verilmiştir. Sultanhanımin
kabrinin Şehzadebaşi Camii naziresinde olduğunu söyleyelim.
4. Murad'ın şehzadelerine gelince; bunlarda sırasıyla Şehzade
Ahmed doğ. 1627, Süleyman doğ. 1632, Mehmed doğ. 1633, Alâaddin doğ. 1635 ve
Abdülhamid adlı şehzadeleridir vede bunlar pek küçükken vefat etmişlerdir.
Şehzade Selim, Orhan, Nûmân, Mahmud ve Hasan ile şehzade Osman Efendiler
hakkında, hiç bir malumat yoktur. Böylece adı bilinen onbir erkek evlâdı
dünyaya gelmiş buna adı bilinen beş kızi-da eklersek, yekûn otuziki çocuğunun yan
sayısı kadar malumatımız bulunmakda.
4. Murad'ın Sadrıazam Ve Şeyhülislâmları
Sultan 1. Mustafa'nın sadrıazam tâyin etdiği; Ispartalı Kemankeş
Kara Ali Paşa 4. Murad tahta çıktığında görevinde ipka olundu. 3/4/1624'de Ali Paşanın
sadareti sona erdi yerine 65. veziriazam olarak Çerkeş Mehmed Paşa atandı. Bunun
devri de 9 ay, 25 gün sürdü. 66. sadrıazam olarak, Dama d Filibeli Müezzinzâde
Şehid Hafız Ahmed Paşa 28/1/1625'de vazifeye tâyin olundu. Bu sadaretinde 1
sene, 4 ay kalan dâmad, yerini 1/12/1626'da başkabir dâmad'a Halil Paşa'ya
bırakmak mecburiyetinde kaldı. Halil Paşanın bu 2. sadareti 6/4/1628'e kadar 1
sene, 4 ay, 5 gün sürerken iki sadaretinin toplamı 3 sene, 7 ay, 7 günü bulmuş
oluyordu. Bu dâmad da yerini Dâmad Hüsrev Paşaya terketti ve bu sadrıazam 67.
Osmanlı devleti sadrıazamı olarak 25/10/1631'e kadar süren 3 sene, 6 ay, 19 gün
mührü hümayunu taşıdı.
Peşindende Dâmad Topal Recep Paşa; 3 ay, 7 gün süren sadaretinden
sonra, 18/mayıs/1632'de idâmina^hazıflanrnak üzere abdest atmak mecburiyetinde
kalıverdi. Tabanıyassı Mehmed Paşa'nin sadareti 4 sene, 8 ay, 15 gün devam etti
ve takvimlerin 2/2/1637'yi işaret etdiğini biliyoruz.
Osmanlı devletinin 70. ve 71. sadrızamları Dâmad Lâdikli Bayram
Paşa 1 sene, 6 ay, 22 gün, Şehid Tayyar Mehmed Paşa 3 ay 28 gün hizmet verdiler
ve ikincinin şehadeti, 23/12/1638'de vukubuluyordu.
72. sadrıazam Kemankeş Kara Mustafa Paşa geldiği görevde 4.
Murad'a 1 sene, 1 ay, 13 gün hizmet edebildi. Çünkü padişahında ömür defterinin
dürülmesi gerçekleşmişti. Böyiecede 4. Murad'ınson sadrıazamı oldu Kemankeş
Kara Mustafa Paşa.Böylece 14 senelik dönemini 4. Murad hân 10 sadnazam-la
tamama erdirdi. Şimdi de bu dönemin şeyhülislâmlarına bakalım:
4. Murad'ın 14 senelik saltanat döneminde makamı meşi-hatde
görevde bulduğu Yahya Efendi'yi 25 günlüğüne vazifesinde ipka etdi.
4/10/1623'de baba bir ağabeyi Genç Osman'ın kaimpederi Hocazâde Mehmed Es'ad
Efendiyi göreve getirdi. Es'ad Efendi vefatına kadar, bu seferki meşihatin-de
1 sene, 7 ay, 19 gün kalabildi, yekûn meşihatı 8 sene, 6 ay, 9 gün
etmektedirki, Bayramzâde Yahya Efendi ise; 2. defa olarak 4. Murad tarafından
şeyhülislâm atandı. Takvim yapraklan; 22/5/1625'i gösterirken 6 sene, 8 ay, 19
gün sürebildi. Yerini Ahizâde Hüseyin Efendi'ye devretdi. Bu zât, 7/1/1634'de
azledildi ve arkasından oğullarıyla birlikte idam olundu. İşi 1 sene, 10 ay, 26
gün getirebilmişti. Yahya Efendi 3. defa şeyhülislâm tâyin olundu ancak 4.
Murad'a dini işlerdeki müşavirliği 6 sene, 1 ay, 1 gün sürebildi. Çünkü 4.
Mu-rad'da 8/2/1640'da merhum oldu. Böyiecede 4. Murad'ın çalıştığı
şeyhülislâmların sayısı üç şahısla çalışmak olmuştur. üçü Yahya Efendi, biri
Es'ad Efendi, diğeri de idâm ettirdiği Ahizâde Hüseyin Efendilerdi.