SULTAN İBRAHİM HAN :
Babası: Sultan I. Ahmed Han
Annesi: Kösem Mahpeyker Sultan
Doğum Tarihi: 1615
Vefat Tarihi: 1648
Saltanat Müd.: 1640-1648
Türbesi: İstanbul'dadır.
Osmanlı devletinin sıkıntılara düşen yıllarına son veren padişah
4. Murad'ın vefatıyla, Osmanlı Tahtı kardeşi İbrahim'e kucak açmıştı. Bereket
versin Mahpeyker Kösem Valide Sultan kardeşini izâle etmesini taleb eden
merhum padişahın emrini akim bırakarak, devleti âliye'ye en büyük hizmetlerinden
birini yerine getirmişti. Tabiiki bu arada Valide Sultan'ın engellemesine
itiraz etmeyip yerine getiren Kemankeş Kara Mustafa Paşayı dahi takdirle yâd
etmek gerekir.
Sultan İbrahim'in tahta oturmadan evvel gösterdiği tered-düd bütün
tarih kitaplarında yer atmış bulunduğundan bizde naçizane çalışmamızda bu
hususu zikretmeden geçemezdik. 4. Murad gibi, dediğim dedik, çaldığım düdük
diyen bir padişah döneminde kafes arkasında hayatını sürdüren bir şehzadenin
tabiiki sinirleri, normal vatandaş gibi olmazdı. Kendinden evvel nice
kimselerin idamlarına şâhid olan^bir şahsın tabiiki sıra bana ne zaman gelecek
intizarı içinde ömür geçirmesi tahammülfersa bîr hayat değildir. 4. Murad'ın
vefat haberini, şehzade İbrahim'in kaldığı daireye giderek müjdelemek isteyen
Kızlarağası: Efendimiz; biraderiniz hakkında takdiri ilâhi tecelli etti.
Başınız sağolsun, lâkin boşalan tahta oturmanız için hazırlanmanız icab edecek
huzurunuza bundan geldim. Dediğinde, Şehzade İbrahim başını sallayarak
söylenenleri dinledikten sonra, hızla daire kapısının sürgüsünü sürdükten
sonra: Bana hile edersiniz. Biraderim berhayat-tır. Padişahımızdır.
Bana padişahlık gerekmez. Biraderimin ömrü uzun olsun, yolunda
beyanda bulunur ve içeri kaçar. Vaziyet devlet ileri gelenlerine anlatılır.
Herbiri sürgülü kapı önünde yeni padişaha diller döker. Ancak bir
türlü iknaya muvaffak olamayacaklarını anladıklarında, devletin mühim rüknü
sayılan Kösem Valide Sultana durumu bildirirler. Artık, şehzadenin daire kapısı
önünde Valide Sultan seslenmektedir: "Haydi arslanım çık. Biraderin Murad
hân cennetlik oldu. Cenabı Hakk' sana uzun ömürler versin. Padişahlığın seni
bekliyor" derken, oraya gelmeden önce verdiği emirle merhum padişahın,
nâşını getirtmiş ve oğlu İbrahim'e söylediklerine ilaveten, istersen bak kendi
gözünle gör demeyide İhmal etmez. Büyük bir korku ve endişe içinde sürgülü
kapının üzerindeki gözetleme deliğine gözünü uyduran şehzade İbrahim, bir
döşeğin içinde hareketsiz olarak yatanın hakikaten padişah birader olduğunu
görür. Tam inanacak iken, aniden: <peki! Bir karıştırın bakahm> Der.
Nâşın yanındakiler döşeğinde, birûh olarak yatmakta olan padişahın sakalını,
burnunu tutarlar böylece güven vermeyi başarırlar. Burada hemen şunu hatırlatmalıyız
ki; şehzade İbrahim'in, ağabeyi 4. Murad'ın vefatına kanaat getirdikten sonra
ellerini açıp, merhuma Cenabı Hakk'dan rahmetler dilemesi taksiratının affını
taleb etmesi arkasından kendisinin tahtta geçecek döneminin islâm milletine
hayırlar getirmesini, zararlara sebebiyet verecek tarzda icraattan korumasını
istiyen duasına bakarsak, vaziyetini biraderinin ölüp ölmediğine tahkikini
usuletle yaklaşması, karşımızda deli bir şehzade değil, ensesinde her gün
ölümün soğuk nefesini hissetmiş buna karşılık son derece tedbirli davranmaya
ahdi peyman etmiş biriyle, karşı karşıya olduğumuzu kabüllenmeiiyiz.
Sultan İbrahim Tahta Oturuyor
Osmanlı devletinin yirminci padişahı, Osmanlı hilafetinin-de
onuncusu olan Sultan İbrahim, 1. Ahmedle Kösem Mahpeyker Sultandan
1025/1616'da dünya'ya gelmiştir. Osmani devleti; 1. Ahmed'in vefatıyla, asayiş
bakımından çok karışık bir döneme girmişti. Bilindiği gibi bu dönemde merhum
Sultan Ahmed'in Osmanlı veraset usulünde yaptığı değişiklikle, ekber evlâd
yâni büyük evlâd değilde, hanedanın enyaşlı erkek üyesi riyasete dolaysıyla
tahta geçeceğinden zaman zaman tatbik olunmakta bulunan şehzade katil'leri
artık rafa kalkmış sayılabilirdi. Fakat bu seferde Validesul-tanlar arasındaki
çekişmeler, daha da şiddet kesbetti. Taht istemeyen Sultan 1. Mustafa, verilen
görevden kurtulmak için ne yaptıysa kâr etmedi. Zorla Osmanlı tahtına
oturtuldu. Çok kısa bir zaman dilimi içinde yaptıkları hatayı anlayanlar, bir
şûra kararı ile padişahı tahttan indirip, yerine 1. Ahmedin büyük oğlu Osman,
nâmı diğer Genç Osman getirildi. Bu zâtın başına gelen elem verici neticeyi
kitabımızın geçmiş bölümünde anlatmaya çalışmıştık. Sultan İbrahim; Osmanlı
tahtına geçtiğinde yirmidört yaşında olup tahta geçiş tarihi 1049/1639 idi.
Sadrazam Silahdar Çeşmesi
Tahta oturan Sultan İbrahim, sadnazarn Kemankeş Kara Mustafa
Paşanın vazifesinde sitkı sadakatle devam etmesini istedi. Vazifesinin en
önemli bölümünün paranın ayarını düzeltmek ve bunu devam ettirmek tenbihinide
ekledi. Bu talimatı alan sadnazam, paranın ayarında düzeni temin ettiği gibi,
yeni padişahın adına para da bastırmış oldu. 4. Murad'ın Silahdarı Mustafa
Paşa, sadrazam Kemankeş Kara Mustafa arasında evvelce şöyle bir olay
geçtiğinden şiddetli bir çekişme vardı. Vakayı anlatalım:
"Kemankeş Kara Mustafa Paşa bilindiği gibi harp alanında
sadrazam olmuştu. Devlet idaresiyle alakalı işlerde doğrudan padişahla
konuşurdu. Halbuki kendisinden evvelki bütün sadrazamlar hatta Bayram Paşa bile
4. Murad'Ia yazişmalarının bir suretini de Silahdar Mustafa Paşaya gönderirdi.
Sultan Murad; Silahdarını çok ama çok sevdiğinden böyle yapılmasından memnun
bile olurdu. Zaten hekimbaşisını bile Silah-dar'ın ihbanyla ölüme terk
etmemişmiydi? Ne varki veziriazam Kara Mustafa Paşa alışıla gelmiş bu teamüle
riayet etmeyip yazıları padişaha gönderiyor, Silahdar'a da nüsha filân
göndermeme yolunu tutmuştu. Çok geçmeden Silahdar Paşa, padişaha sadrazamı
muhaberattan haberdar etmemesi hasebiyle şikâyette bulundu.
Sultan 4. Murad; sadrıazarna: Sen; Silahdar Paşaya muhaberatımızdan
bir nüsha vermezmişsin" diye sert bir eda ile sorunca, Kara Mustafa Paşa:
Padişahım, Silahdar Paşa saltanatınızın ortağıysa bana haber
verin, hemen ona da bir nüsha gönderelim. Yok saltanat benimde bildiğim gibi, yalnız
sizinse o zaman, neden ona malumat vermeli? Zaten okumam yazmam olmadığı için
yazışmaları kâtiplerimle yapıyoruz. Devletin öyle sırları olurki, bu sırları
yalnız padişah ve sadrıazamı bilmelidir. Nevarki; okuma yazma bilmediğiden
kâtipler bu gizli sırlara agâh olurlarda, buna çok canım sıkılır. Diye cevap
verdiğinde Sultan 4. Murad bu cevaptan çok memnun kalır ve bildiği gibi
yapmasını söyler.
Ancak bunlar Silahdar Paşanın, veziriazama düşmanlığını bir kat
daha arttırır. Sultan İbrahim'in tahta geçmesi ile Silahdar Paşanın düşmanlığı
korkulmaz hâle gelir ama, ne çare bu seferde Silahdar Paşadan intikam alma
hastalığı, veziriazama geçmiştir. Mücadeleyi başlatır. Bu mücadelenin bir
safhasında Silahdar Paşa Kıbrısda vazifeliyken ellibin altınlık bir rüşvet
işine adı karıştığından veziriazamın eline düşer. İdam fermanı padişahdan
alınınca Silahdar Paşa hayatını kayb etmiş olur. Öte yandan eski sadnazamlardan
Nasuh Paşa'nın oğlu Hüseyin Paşa, babasının 1. Ahmed'in veziri- azâmi olması
hasebiyle kendinde bir asillik farzederek, yeniçeri ocağından gelme bir
Arnavut olan veziriazama Çorbacı diye hitap ederek, hakarete âmiz davranışlara
girer. Halbuki Çorbacı, yeniçeri askeri arasında günümüz rütbelerinden bulunan
Albay rütbesine denk gelir. Bu sırada eskilerden beri hudud boylarında vazife
yapan vezirlerin, tuğra çekme sela-hiyetlerini kaldıran bir ferman yayınlattı.
Şüphe yokki bu fermanın sahibi padişahdı. NasuhPaşazâde bu fermandan padişahın
haberinin olmadığını ileri sürerek dinlememezlik yaptı. NasuhPaşazâde Hüseyin
Paşaya bu ferman ulaştığında Paşa Erzurum Beylerbeyliği görevinde idi. Ancak
fermana itaatsizlik gösterince sadrazam tarafından vazifesi, Halep valiliğine
tahvil olundu. Sadrazam'ın bu tâyin emri itaatsizlik yapmış bir kimse için
adetâ mükâfat sayılırsa da, buradaki incelik, Hüseyin Paşayı Erzurum'dan
çıkarmaya dönüktü. Çünkü Erzurum'dan çıkmaz orada isyana kalkarsa
cezalandırılması pek güç olurdu. Hakikatte de, Hüseyin Paşa Halep valiliğini
kabul etmediğinden Erzurum'dan aynlmadı,j3u vaziyetin ortaya gelmesinden
haberdar olan Sultan İbrahim; "kendisine Sivas valiliğini verdim gitmediği
takdirde üzerine asker çıkarın" emrini verdi.
Nasuh Paşazade sadrazam ile boğuşurken karşısında padişahı
buluverdi. Sadrazam Sivas valisi Kör Hazinedar İbrahim Paşaya, bir mektup
gönderip, Hüseyin Paşaya Sivas valiliği verildi. Sen üzerine var ve işini
bitir yollu mektup gönderdi. Nasuh Paşazade Hüseyin Paşa üzerine gelen İbrahim
Paşayı mağlup ettiği gibi üstelik öldürdü de. Hüseyin Paşa düşmüş olduğu, isyan
dalgasını sürdürmek mecburiyetinde idi. Veya huzura gelip sadrazamla kozunu
paylaşmalıydı. Üsküdar'a kadar bu azim içinde geldiysede karşısında devletin
kuvvetlerini gördü ve kuvvei mâneviyesi öyle bir sarsildıki, herşeyi olduğu
gibi bırakarak gece yansı gizlice kaçtı. Hedefi, merhum babasının
dostluklarıyla övündüğü Kırım Hân'larına sığınıp bilahire onların delaletiyle
şefaate erişmeyi becermekti.
Ancak talihi yaver gitmedi kendisini takip eden Edirne
Bostancıbaşıst, Rusçuk'ta kırk kadar adamıyla birlikte yakaladı. İstanbul'a
gönderildiler. Ancak haber yolda geldi, Topkapı surları uzaktan görüldüğünde
hükümleri icra olundu. Bunlar iç olaylar olarak yaşanırken, Rusya'dan bir elçi
geldi.
4. Sultan Murad zamanında gönderilen elçinin öldürüldüğünü, Çar
bu hususta büyük üzüntü içinde olduğunu bildirerek Azak'ı iadeye hazır
olduğunu beyan ettiğini duyuruyordu.
İran'da Şah 2. Abbas, Şah Sâfi'yi öldürüp yerine geçmişti. Osmanlı
Devletinden, Kasrı Şirin antlaşması mucibince Milet kalesinin yıkılmasını taleb
eder. Bu kale Van şehri yakınlarında olup, bu talebi bize duyuran elçi, Maksud
Hân adlı bir İran ileri gelenidir. Maksud Hân; getirmiş olduğu hediyelerle padişahın
gönlünü almayı başarır, dönüşü esnasında Yusuf adını alıp 4. Murad'ça Paşa
rütbesi verilmiş bulunan ve Emirgan semtinin, kendisine hediye olunduğu
Mirgünoğlunu da beraberinde İrana götürmek içinizin talebinde bulunur.
Padişah yaptırttığı tahkikatla bu isteğin Mirgünoğlu'nun
teşvikiyle yapıldığını öğrenir. Çok üzülür ve bu kadir bilmezliğin, idamla
cezalandırılmasını emreder. Ferman uygulanır sahilhanesi sadrazam Kemankeş Kara
Mustafa Paşaya verilir.
Osmanlı Tahtına Vâris
4. Murad'ın idam ettirdiği şehzadeler münasebetiyle tahtının tek varisi
en küçük kardeşi İbrahim kaldığını yazmıştık. Hanedanı âli Osman'nın acele taht
vârisine ihtiyacı vardı. Al-lahuâlem bir felâket Osmanlı devletinin sonu
olurdu. Bunu göz önüne alan devlet adamları ve bilhassa Kösem Mahpey-kâr
valide, padişaha her taraftan kız bulup koynuna sokmaya çalışıyordu. Devletin
devamını temin için; hanedanı erkeksiz bırakmamak için yapılan bu gayretleri
asla garip karşılamamak gerekir. İnsanların üzerine düşen alabildiği tedbirleri
alabidiğince almasını bilahare tevekkül etmesinin gerektiğini hatırlatmak her
halde yanlış olmaz.
.
Turhan Sultan Şanslı İnsan
1627 senesinde Rusya'da doğan ve 12 yaşındayken Tatar
akıncılarının eline esir olarak düşen kız, güzellik ve gösterişli endamı ile
hemen temayüz etmiş, bu temayüz ediş Kör Süleyman Paşa tarafından fark edilmiş
Kösem Mahpeykâr Vâli-desultana hediye olunmuştur. Bilindiği gibi saraya giren
devşirmeler müslüman olurlar ve müslümanlığın bütün gereklerini öğrenerek
tatbik ederlerdi. Bu bakımdan bir kimsenin, şurada veya burada doğmasından
ziyade,., bir mü'mîn veya mü'mine olması yeterlidir. Kösem Sultan Kör Süleyman
Paşanın bu hediye kızını, haremde Çabucak yetiştirtip, zâtı şahanenin koynuna
soktu. Meydana gelen izdivaçdan Cenabı Hakk'ın izniyle, ileride Osmanlı tahtına
yedi yaşında geçeceğini ve kırkbir yıl kaldığı tahttan indirileceğini
okuyacağımız çocuk dünya'ya geldi. Çocuğun adını Mehmed koydular. Tahta
geçtiğinde 4. Mehmed veya Avcı Mehmed diye anıldı. Bu çocuğun babası Sultan
İbrahim; Osmanlı devletinin üçüncü kurucusu dense asla yanlış olmaz. Turhan
Valide Sul-tan'da bu hususta padişah kadar şeref ve hisse sahibidir. Artık
Osmanlı nesli yürümeye başlamıştır, merhum tarihçi Ahmet Refik (Altınay)
bey'in deyimiyle "Osmanlı horozu öt-müştür" ve horozun ötmesi
bereketli olarak devam etmiştir. Nasılmı? Sultan İbrahim'in diğer hanımlarından
Dilaşûb Valide Sultandan Süleyman adlı bir çocuk dünyaya gelir ve ileride 2.
Süleyman adıyla taht'a geçer. Süleyman'ın doğum tarihi 1642 dir. Aradan bir
yıl geçer ki 1643 yılına geldiğimizde Muazzez Valide Sultan; 2. Ahmed adı ile
taht'a çıkacak bir şehzade doğurur. Görülüyorki vâris sıkıntısıyla gelen Sultan
İbrahimin, Mehmed, Süleyman ve Ahmed adlı üç çocuğu da padişahı âlişan
olmuşlardır.
Sadrıazamın İdamı
Sadrazam Kemankeş Kara Mustafa Paşa, gerek eski silah-dar'ın
gerekse Hüseyin Paşanın ortadan kaldırılmasında başarılı oldu İsede o
nisbettede düşman kazanmaya başlamıştı. Bu düşman kazanılmada dürüst idaresinin
rolü varsada biraz da, ölçüyü kaçıran konuşmalarının rolü olduğunu duyurmak
lâzımdır. Merhum tarihçi İsmail Hakkı Üzunçarşılı muazzam nefasetteki
eserindede şunu bizlere duyuruyor, nakledelim: "Veziriazam bir gün divan'a
başkanlık ederken padişahdan gelen bir haber <Divanı boz ve gel> çaresiz
Paşa padişahın yanına gider, yer öpüp el bağlar. Padişah sorar: Kethüda Hatun'a
ferman ettiğim odun, bu vaktedek niçin verilmedi? Veziriazam: Padişahım; derhal
tenbih edelim verilsin! Dedikten sonra hiddetli bir sesle: Padişahım, ben
senin vezirinim. Böyle ufak bir iş için neden divan'ı bozdurursun? Siz bana
asayişten, hazineden, serhatlerden niçin sormazsınız? Diye ilave etmiştir.
Sadrazamın padişahın yüzüne karşı söylenenleri duyan Şeyhülislâm Yahya efendi:
"Bre zinhar sakınsın. Padişahlara böyle söz söylenmez" şeklinde
haber göndermiştir veziriazama. Böyle sorumsuz konuşmalar, aşağıda vereceğimiz
olayla birleşince haliyle akıbet sadrazamı buldu. Bunun izahı için birazda
gerilere gitmek icab edecektir. Daha evvel belirttiğimiz gibi, hayatının en
önemii yıllarını ölüm korkusu içinde geçiren padişarrkuvvetü bir eğitim görmediği
gibi sinirlerinin zayıflamasından dolayı da çok fevri hareket eder, acele
verilmiş kararların pek isabetli olmadığı bilinir. Bazen; makbul ve matlub
olmayan emirler verirdi. Bu arazı atlatmak için mânevi bir teselliye ihtiyaç
vardı. Bu teselliyi her şeyin dermanı olan Kur'anı Kerim'in âyetlerinin,
hayırlı ağızlardan okunması idi. Sultan İbrahim, Allah (c.c) ve Resulüne olan
sevgisiyle şifayı; hakikati Kur'aniyye'de arardı. Nitekim bir şeyh oğlu olan
Hüseyin Efendi; bu şifayı sunmakda bir vasıta oldu. Tarihlerimizse bu şahsı,
Cinci Hoca diye isimlendirirken aşağılayıcı bir tavır takınırlar. Cinci Hocayı
vede Sultan İbrahim'i beraber zikrederler. Halbuki tarih kaynaklarımızda
önemli biri olan "Evliya Çelebi Seyahatnamesi" ve müellifi Evliya
Çelebi merhum, bu Hüseyin Efendiden pek sitayişle bahseder. Öte yandan şunu da
belirtmeyi lüzumlu gördük: bir Allah Dostuna sormuşlar: "Ayetle, dua İle
hastalık şifa bulurmu? Cevap şahane: "Tabii bulur, Hz. Ömer'in (r.a) gibi
ağzı olanı bulununca" hakikatten Bizans imparatorunun başının ağrısını
yazdığı bir ^esmele iîe şifaya vasıta olan, Hz. Ömer'in nurlu elleri
değjimiydi? İşte Şeyhzâ-de Hüseyin efendi, okuduğu âyeti^kerimelerle, izniilâhi
ile padişahın arazlarını gidermiş, bundan dolayıda kendisini pek sevdirmişti.
Biran düşünelim; maruz kaldığımız bir hastalığımızın tesbit ve tedavisinde
başarılı olan doktorlara ne kadar minettar olarak, çeşitli yollarla
teşekkürlerimizi sunuyoruz. Ki bu doktor, mason bile olsa o tarafını pas
geçiyoruz, gazete ilanlarıyla da teşekkürlerimizi duyurup, hastasının çoğalmasına
yardımcı oluyoruz. Bu ölçü içinde baktığımızda, görere-ceğimiz odur ki, Sultanı
rahatlatması ve bu rahatlamaya vasıta olması münasebetiyle, padişahında bu
sevgisini göstermesine nasıl kayıt koyabiliriz. Belki hiç hakketmediği makam
ve mertebelere götürmesi, her husustaki tavsiyelerini alması hatalarından
sayılabilir. Sultan İbrahim; oğabeyimin silahdarı vardı. Benim niye olmasın>
diyerek asıl adı Jozef Markoviç olan, Dalmaçya doğumlu bilahire yeniçeri seçilerek
devşirilmiş, yüzünün temizliği ve zekâ fışkıran gözlerinden yüksek kabiliyeti
hemen de anlaşılmış saraya alınmış, çeşitli kademelerdeki vazife İçinde
pişirilmiş ve padişahın si-lahdarlığına tâyin edilince Paşa rütbesi verilmiş
böylece ortaya bir Yusuf Paşa çıkmıştı. Gerek Cinci Hoca, gerekse Siİah-dar
Yusuf Paşa padişahın makbullerinden olduğundan, aracılıkları pek iş
görmekteydi. Bunların delaletiyle gelen, tâiebler ve memuriyet istekleri yerini
bulurken, devlet gemisini yürütmeğe çalışan sadrazamın plân ve programlan alt
üst olmaktaydı, buna da bağlı olarak devlet mekanizması aksamaktaydı. Doğru
sözlü ve çalışkan sadrazam Kemankeş Kare Mustafa Paşanın bu vaziyetten
şikâyetçi olması tabii oiducu gibi her an patlaması beklenmekteydi.
Yanlış Hesabın Beklenen Sonu
Padişahın çok tuttuğu Yusuf Paşa ve Cinci hoca'nın nüfuzunu
kırmayı başaramayacağını anlayan sadrazam Kara Mustafa Paşayı sakim bir yola
sapmış görüyoruz. Bu yol; kontro! altında tutabileceğini hesapladığı bir
yeniçeri kıyamı ve tertib edeceği yazıyı yeniçerinin eline tutuşturup, Yusuf
Paşa ile Cinci hoca'nm izalelerini istemek olacaktı. Bu düşüncesini has
ahbablarından Kul Kethüdası Hüseyin ağa'ya açtı. Hüseyin Ağa'nın bu işe aklı
yattı. Belkide sadrazamdan ileride alması muhtemel makam ve mevkii düşünmüş
olabilir. Ancak bu iyi olmayan fikre iştirak, düşüncenin sahibi kadar suçlu
sayılmaya varmaz mı? Hüseyin Ağa, tasavvur ettikleri kıyamı bazı yeniçeri
zabitleri ile görüştü. Bunlardan bir evet çıkmadığı gibi, hayır sözüde sâdır
olmadı. Ancak ocak'ın emektarı Koca Musluhİddin Ağa: "Aman sakının. Merhum
padişah (4. Murad) in bu fitneyi söndürmek için binlerce insan Öldürdüğünü ve
ancak başarılı olabildiğini
söyleyebilirim. Bu bakımdan bastırılmış bu fitneyi yeniden
uyandırmayınız." Dedi, ama böyle yerinde oturmayip, doğruca sadrazamın
huzuruna gidip, tasavvuru ve neticesini izah ettiğinde, sadnazamdan aldığı
cevap koca ihtiyarı şaşırttı. Çünkü Kara Mustafa Paşa böyle bir şey yok
demekteydi. Fakat kendisinin söylediklerini de pek ciddiye almadığını görünce,
istermisin iş senin başına kalsın ihtiyar! Kimbilir nasıl yanarsın? Düşüncesine
saplandığından sadnazamın yanından çıkar çıkmaz padişahın huzuruna yollandı.
Durum böyle böyle deyip herşeyi anlattı. Padişah: Peki ihtiyar; şimdi ben bu
sadrıazamı öldürürsem, kul taifesi (yeniçeri) isyan -eder mi? Diye sordu.
Muslihiddin Ağa: Hayır. Memnun bile olurlar. Cevabını deyiverdi. Bu arada
padişahın huzuruna, Muslihid-din Ağa'nın çıktığının haberini alan sadrıazam
saraya koştu.
Elinde bir mushafla padişahın huzuruna dalmış yeminlerle sadakat
ve suçsuzluğunu ispata çalışıyordu. Padişah; bir işaretiyle Bostancıbaşi'ya
"al şunu" dediği görüldü. Ancak; Bostancıbaşı, Sultan İbrahim'in al
şunu emrinden maksadın mührü al mânası taşıdığını zannederek vezlriazâm'dan mührü
aldı. Belki hakikat belki bir minnetin gereği sadrıazama Bostancıbaşı kolaylık
sağlama yoluna gitmiş olabilir. Ancak şöyle veya böyle bu fırsattan istifade
eden Kemankeş Kara Mustafa Paşada bir ata atladığı gibi, şimdiki İstanbul
Valilik binasına bitişik Maili Mescid yakınlarında bulunan bir samanlığa
saklandı. Havanın kararmasını beklediği samanlıktan çıktığında, her yerde
aranmakta olduğundan hemen göze çarptı ve yakalandı. Hakkında verilmiş ferman
Cellât Kara Ali tarafından kemend ile boğularak icra olundu. Padişah'a cesedi
gösterildikten sonra Çarşıkapı'da kendi yaptırmış olduğu türbeye defnolundu.
Tarih bu sırada h. 1053/m. 1643 senesini gösteriyordu.
Sültanzâde Semin Mehmed Paşanın Sadareti
Kemankeş Kara Mustafa'nın idamından sonra mevkii sadaret, eski
sadrazamlardan Rüstem Paşanın sulbünden gelen ve anne tarikiylede Kaanuni
Sultan Süleyman torunu olması münasebetiylede Sultanzâde lakabıyla anılan Semin
Meh-med Paşaya verildi. Bu sadaret esnasında Sultan İbrahim çığrından çıkardı
bütün işleri. Böyle olmasına sebeb olarak da padişahın bir numaralı danışmanı
olamsı lâzım gelen yeni vezirazam, "Siz yeryüzünde Allah'ın gölgesisiniz.
Sizden hata siidûr etmez" diye diye padişahı murakabe edilmez bir
vaziyete getirmişti. Bu tehlikeli başıboşluğu devrin şeyhülislâmı meşhur şaîr
ve mutasavvıf Yahya efendinin dengeleyebildiği görülüyordu. Ancak
şeyhülislamın 1643 yılının sonlarına doğru gelip çatan vefatı, bu dayanağında
kaybedilmesini getirmişti. Bu elim kaybın farkında olan İstanbul ahalisi
şeyhülislâmın Fâtih Camiinde kılınan cenaze namazında öyle büyük bir
kalabalıkla bu minnetini ifade ettiki, Fâtih Camii ile Yavuz Sultan Selim
Camiindeki kabrine kadar bulunan mesafenin cemaatle dolduğu, cenazeyi yürüyerek
değil, tabutu ahalinin parmak uçlarıyla gideceği istikamette kaydırması,
yeterli gelmişti. Şeyhülislâm Yahya efendinin Hakk'a yürümesinden sonra
padişah; meşhur "Tâc üt Tevarih" adlı tarih eserinin müellifi Hacei
Sultani eski şeyhülislâmlardan Saadeddin Efendinin torunu, Sultan Genç Osman'ın
kaimpe-deri eski şeyhülislâmlardan Es'ad efendinin oğlu Ebu Sâid efendiyi
kendine şeyhülislâm nasbetti. Bu tâyin pek isabetli olmuştu çünkü bu ailenin bu
göreve tecrübesi adetâ herkesin fevkiinde idi
:
Daye'nin Çocuğu
Daye'lık Osmanlı sarayında önemli bir mevkiidir. Bu mev-kiide
bulunan bayanlar, nice şehzade ve sultanhanımlarin süt anneleri olduğu gibi
tahta çıkan padişahlara da, süt annelik etmişlerdi. Dinimiz; süt kardeşliğe pek
önem verdiğine göre, süt annelerininde ehemmiyet taşıdığı izahtan varestedir.
Do-laysıyla Daye denilen süt anneler Osmanlı hanedanınca pek makbul muameleler
gösterilmesi gerekenler olarak kabul edilmişlerdir. Aşağıya almaya çalışacağımız
olayın bu tarafını da düşünmeyi okurlarımız göz önüne almalıdırlar. Sultan
İbrahim bir gün sarayın harem bölümünde çocuklar ile oynamaktayken oğlu Mehmed
yerde kendi kendine oynayarak eğlenmektedir. Padişah ise; dizlerinde hoplattığı
şehzade Mehmed'in dâye'si (süt annesinin) çocuğuna gülücükler yapmaktadır. Bu
sırada salona giren Turhan Valide Sultan durumu görünce sinirlenerek, padişaha:
Efendimiz; kendi çocuğunuz yerlerde, Dâye'nin piçi kucağınızda hoplamakta, bu
revâmıdır? Diye söylenir. Sultan İbrahim bu serzenişe adamakıllı sinirlenerek,
Dâye'nin oğlunu yavaşça dizlerinden indirir. Kendi çocuğu şehzade Mehmed'i
kaptığı gibi, büyük salonun ortasında bulunan içi su dolu/havuza fırlativerir.
Şehzadenin kafası, havuzun kenarına çarpar ve ömrü boyunca izini taşıyacağı
bir yara meydana gelir. Sultan İbrahim çocuğunu fırlattıktan sonra arkasına
bakmadan salonu terk etmişti. Oradaki harem efradından biri havuza athyarak
boğulması muhakkak şehzadeyi kurtarır. Bu Dâye meselesindeki piç kelimesinin
dayandığı vaka şudur: "Kızlarağası Sünbül Ağa, Sultan İbrahim'in tahta
geçtiği günlerde dörtyüzelli al-tuna kendi hizmetine bakmasını temin için
bakire bir kız satın alır. Sünbül Ağanın kendisi hadım'dır. Fakat bir kaç ay
sonra bu cariye bir oğlan çocuk doğurur. Kesin olarak babası Sünbül Ağa
değildir, ancak Ağa bu çocuğu evlâd gibi kabul edip sarayda büyütmeğe başlar. O
sıradaysa Turhan Sultan, şehzade Mehmed'i doğurmuştur. Bahse konu câriye, şehzadenin
sütanneliğine yâni Dâye'liğine getirilir. İslâm düşmanı tarihçiler, bu çocuğu
Sultan İbrahimin süt anneden olmuş gayrimeşru oğlu diye tanımlarsada, aslı
yoktur ki, iftiradır. Bu müfteri tarihçiler, Avrupa devletlerinde o devirlerde
saltanat sahiplerinin klişe dini gereğince papalıktan müsaade gelmedikçe izdivaç
yapamadıkları için, aşağı yukarı her saltanat sahibinin hattâ derebeylerin
bile klişece tasvib edilmemiş bu yüzden gayrimeşru addedilmiş izdivaçları
bolca olduğundan, bizim şeriatımızın, böyle saçmalıklara müsaade etmediğini
bilememek veya hanedanın namusuna iftira için bu yolu seçmişlerdir. Eğer bu
müverrihlerin söyledikleri vâki olsa, hiçbir şeyden füturu olmayan Sultan
İbrahim, o çocuk kendisinin olsaydı, anneyi câriye hükmünden, yaptığı nikâhla
kendine hanım yapar, çocuğu da veliaht şehzade olarak ilân ederdi. Ona kim
engel olabilecekti? Çocuğa gösterilen şefkate gelince, kim çocuklara muhabbet
göstermez? Hele kendi çocuğuyla başka bir çocuk arasında muhabbet farkı
göstermemek her babayiğidin hakkı değildir. Padişah; herne kadar tarihlerimizde
delilikle anılmışsa da bu hususda akıllılara taş çıkartacak numune
sergilemiştir. Değilmi ki; Efendimiz (s.a.v) bir yetimin başını okşamak dahi
insanı cennet ehli eder mealinde bir hadis söylediği rivayattandır.
Talihsiz Seyahat
Havuza atılan şehzade meselesinin haremde bir tatsızlığı
doğuracağı mutlaktı. Bu vaziyeti teemmül eden Sünbül Ağa, Hac farizasını ifa
etmek üzere vazifeden affını tâleb eder. Bu müsaade verildiğinde süt anneyi ve
çocuğunu da yanına alarak, o sırada Mekke Kadılığına tâyin edilmiş bulunan
Bursalı Ahmed efendinin bindiği gemiye binerler. Bu gemiyi, İbra-ıim Reis adlı
işinin ehli ve kahraman bir zât idare etmekte-iir. Ne var ki Akdenizde altı
adet gemi karşılarına çıkar. Bu lemiler Malta korsanlarına aittir. Ellerine
düşürdükleri avı, )ir avcı gibi takibe başlarlar. Nihayet yakalayıp,
saldırırlar. Aeydana gelen çarpışmada çokluk azlığı yener. Sünbül Ağa 5İr hadım
olmasına rağmen elinde kılıcı olduğu halde dövüşe iövüşe şehid olur. İbrahim
Reis'de çok geçmeden bu şehid-er kafilesine katılır. Bursalı Kadı Mehmed
efendi'de ağır ya-alı olarak, süt anne ve çocuğuyla beraber esir düşmüştür. 3ir
müddet sonra, bir yolunu bulan Bursalı Kadı Mehmed efendi esaretten kurtulmayı
başarmış ve ileride şeyhülislâm-ık makamına yükselecek kadar güzel hizmetlerin
sahibi ol-nuştur. Sütanneye gelince çok geçmeden ölmüş, Sultan İbrahim'in bir
zamanlar hoplattığı çocuğu hristiyan yapmışlar. 3ütün Avrupa efkârı
umumiyesine; "Hristiyan Osmanlı Pren->i" diye lanse etme yoluna
gitmişlerdir. Görülüyorki; insan layatı ne gibi melcelerden geçmektedir.
Padişah dizinde "îoplayan çocuk, annelik vede kadınlık hislerinin verdiği
bir anki kıskançlıkla söylediği tariz edici ifade kaç kişinin hayalında ne
mühim değişikliklere duçar olmalarına,s4beb oldu. 3ir devlet ana olarak anılsa
seza olan Turhafı Valide Sultan, ıer insanın malul olduğu hatalanda
işleyebiliyormuş.
Şer'den Hayr'a
Yukarıya aldığımız gemi macerası; tabii ki devleti âliyenin
sulağına ulaştı. O tarihlerde Akdeniz umumiyetle bir Türk 3ölü addedilmekteydi.
Malta korsanlarının bu cüreti mutlaka cezayla ödetilmeliydİ. Çünkü; flaması
Osmanlı sancağı, içinde devletinde önemli memurlarından birinin bulunması
ye-:erli harp sebebiydi. Bu noktada gerek Cinci Hoca denilen ?eyhzâde Hüseyin
efendiyi ve Silahdar Yusuf Paşayı VenedikIilere harp ilân etmeyi tasarlayan
padişahı teşvik eder görüyoruz. Tasarlama bu teşviklerle kuvvet bulmuş,
hazırlıklara inkılap etmiştir. Tersaneler ve askerlerin faaliyetleri azami şekilde
arttırılmış, tarihler 1055/1645 senesini gösterirken üç-yüziki parçalık bir
donanma Giridadası üzerine yepyeni bir Kaptanı Derya komutasında
süzülmekteyken, az müddet önce de Venediklilere ilânı harb edilmişti. Bu
yepyeni Kaptanı Derya'nın adını söyleyerek, okurlarımızında merakını
gideri-lim. Bu Silahdar Paşalıkdan Kaptanı Deryalığa nasb olunmuş Yusuf Paşadan
başkası değildi.
Hanya Feth Ölünüyor
Girid Adasına varıldığında, Hanya Kalesi üzerine sevkedı-Ien
gemiler gerek denizden gerekse karadan ablukaya alınan kaleye iki defa saldırıya
geçtiler. Yusuf Paşa; padişahdan yardım istedi. Bir taraftan padişahdan imdad
isteyen Kaptanı derya Yusuf Paşa beri yandan da üçüncü hücumun hazırlıklarını
ikmâl etmek üzereydi. Çok geçmemişti ki Cezayir ve Tunus beylerinin gemileride
donanmayı hümayuna yardıma geldiler. Karşılarındaki üstün kuvvetin varlığını
anlamakta gecikmeyen Hanya savunmacılarını teslim olma teklifi yaparken
görüyoruz. Kale komutanı da bizzat Yusuf Paşanın otağına gelmiş ve mal ile
canlarına, dokunmadıkları takdirde teslim olmaya hazır olduklarını bildirirken
görmekteyiz. Yusuf Paşa ise; bu müracaatı pek makbul bulup, kendilerine,
kümeslerinizi tavuklarıyla bile beraber alarak gidebilirsiniz, yeter ki kan
dökülmesin sözleriyle taleplerini kabul ettiğini bildirmiş oldu. Küffar böylece
kale'den çıkıp gitti. Hanya kalesi, Girid Adası üzerinde Osmanlı devletinin
bir köprüsü olabilmişti. Çünkü yirmibeş yıl sürecek fetih çatışmasının ilk raundu
ve başarısıydı. Artık her iki tarafında yıpranacağı savaş yıllarına
başlanmıştı, nihayetinde zafer islâmın olacaktı. Bu cöprübaşının önemini takdir
eden Yusuf Paşa derhal kendilinin yıktığı bölümleri tahkim edip, kuvvetlendirme
yoluna gitti. Bu seferde Budin beylerbeyi unvanıyla hazır bulunan kuvvet
sembolümüz Deli Hüseyin Paşa, serhad boylarının Kendine kazandırdığı tecrübeye
binaen kale tamiri ile vazifelendirildi. Kuvvet sembolümüz ifadesine, bir
açıklık getirmek icab ettiği zannmdayım. Bu Deli Hüseyin Paşa; 4. Murad
devrinde sarayda, odun taşıyıcısı olarak vazifeliyken, İran'dan elçi olarak
gelmiş bulunan zâtın 4. Murad Hâna takdim ettiği bir yay vardı ki kimse o yay'ı
boşaltamamış. Boşaita-rnamış olmalarından dolayı da yeniden kurma şansını da elde
edememişlerdi. Sultan 4. Murad bütün pehlivanlarına denetmiş, ancak kimse
işlemi yapmaya muvaffak olamamıştı. Kendisi de denememişti. Eğer o da yapamazsa
bir burukluk içinde kalacaktı. Bu yay'ı kapıcılar kethüdasının odasına kaldırmışlardı
şimdilik. İşte sonradan lakabı; Deli Hüseyin Pa-şa'ya çıkacak nice
kahramanlıklara imza atacak, hattâ veziriazam olacak odun taşıyıcısı günlerden
bir gün odun getirdiği kethüdanın odasında sözkonusu yay'ı görmüş, kimsenin
odada bulunmamasından istifade ederek yay'ı indirmiş, bozmuş, yeniden kurmuş,
tekrar bozmuştuki, yeniden kurmaya davrandığında yaklaşan ayak sesleri duymuş
yakalanmamak için elindeki yay'ı oradaki sedirin üstüne t*ırakarak kaçmıştı.
Kethüda efendi; odaya girdiğinde, sedirin üzerinde bozulmuş olarak duran yay'ı
görünce şaşırmış ve derhal odaya gireni çıkanı buldurtmuş. Fakat kimse sahip
çıkmamıştı. Ancak Kethüda bu odunları buraya getiren aranızdamı? Diye
sorduğunda da karşısına hayır cevabı çıktı. Hemen Baltacı-başından odunları
kimin dağıtmakta olduğu soruldu. Genç delikanlı Hüseyin olduğu anlaşıldı.
Kethüda Hüseyin'i yanına getirtip; gayet tatlı bir dille, şu yay'ı nasıl
boşalttınsa bir kur bakalım, dedi. Hüseyin hemencecik büyük bir çabukluk ve
kolaylıkla kuruverdi. Kethüda; bir daha boz, dedi. Hüseyin hemen bozdu. Yeniden
kur, diyen kethüda, işlemin tamamlandığını görünce, etekleri zil çalarak
huzuru şahaneye koştu. Sultan Murad'a durumu anlattı. Pek sevinen padişah derhal
İran elçisini saray'a davet etti ve Elçi'nin gelmesiyle huzura alınan yay İle
Hüseyin yay'ı bozup kurdu. Bir daha bozdu ve yeniden kurarken koca yay bu müthiş
kuvvete dayanamadı ve ortasından kırılıverdi. Sultan Murad rahat bir nefes
alırken, İran elçisinin gözleride yuvalarından fırlamıştı adetâ. Sultan Murad;
bu acı kuvvet sahibi Hüseyin'i himayesine aldı ve istikbalin büyük bir serdarı
yetişmeye başlamıştı. Yusuf Paşa'nın kalenin tahkimine ve İstanbul'a giderken
yerine vekili olarak bıraktığı, Girid'de on yıl serdarlık yaparak, Ada'nın
tamamının Osmanlıya geçmesinin en büyük âmili olmuştu Deli Hüseyin Paşa.
İstanbul'da Yangın Ve Tufan
Bu sırada İstanbul'da meydana gelen bir yangın otuz saatte,
şehrin büyük bir bölümünü yaladı yuttu. Tabii o zaman itfaiye teşkilâtı yoktu.
Hattâ tulumbacılar teşkilâtı dahi kurulmuş değil idi. Yangın felâketi henüz
atlatılmıştı ki, muazzam bir tufan, bir kasırga meydana meydana geldiki, ahali
bundan son derece ürktü. Bu olanları kötü günlerin habercisi saymaya
başladılar. Kaptanı Derya Yusuf Paşa İstanbul'a döndüğünde, huzuru padişahiye
vardı. Seferinin hikâyesini anlattı. Padişah büyük memnuniyet duydu. Yusuf
Paşayı iki yaşındaki kızı ile nişanlandırdı, böylece damad unvanı ile Yusuf
Paşayı taltif etmişti. Sadrıazam Semin Mehmed Paşa bu iltifatları endişe İle
karşılamaktaydı. Çünkü karşısında Hanya Fâtihliği unvanına sahip bulunan bir
sadrazam adayı belirmekteydi. Böyle güçlü birini padişahın gözünün önünden
uzaklaştırmak menfaatine uygundu. Buna bağlı olarak Yusuf Paşayı Mısır
Vâli'liği ile güya mükâfatlandırmak iştahı sergiliyordu. Ancak bu tâyini
çıkaramadı. Bu yüzden metodunu değiştirdi ve çok sakim bir yola başvurdu.
Bunlar ispatı mümkün olmaz iftiralardı. Yusuf Paşa; Girid'in tamamını alacağına
neden Hanya kalesini ele geçirmekle İktifa etmişti? İftiraya göre sebeb
basitti. Hattâ Hanya kalesi muhafızlarının silah ve eşyalarıyla beraber serbest
bırakması neye bağlıydı? Tâbiiki rüşvet'e! Yusuf Paşayı sadrazam buradan
hırpalamaya koyuldu. Ayrıca padişaha Girid'den iki direk getirdiğini bununda
altından olanını kendine ayırdığını, mermerden ola-nını padişaha verdiğini
anlattı. Padişah; Yusuf Paşanın derhal hapsedilmesi emrini verdi. Gerek Kösem
Vâiide Sultan gerekse Cinci Hoca; böyle bir vezirin yerinin hapishane değil,
takdir edilmek olduğunu ileri sürdüler. Deli denen padişah, en güzel usûlü
buldu, bu huzurunda yüzleştirilecek Paşalar, birbirlerini itham edip
ispatlarını delille yapsınlar ve gerçek vaziyet ortaya çıksın, dedi. Yapılan
münazarada sadrazam Sultanzâde Semin Mehmed Paşa gaîib gelemeyeceğini anlayınca
edebe sığmaz sözler söyleyerek huzurdan çıktı ve evine gitti. Yaygın
rivayettendir ki; münazaranın en önemli bölümü, Sultanzâde'nin Kırkkilise
civarını işgal eden düşmanlarla ilgili haberi padişaha kırık bir klişenin
işgali olarak anlatmış olmasının, yalanıcılığını ortaya koyduğu an olduğudur.
Mührü hümayun Sultanzâde'den alınıp, Yusuf Paşaya tevcih olundu. Ancak nâdir
rastlanan bir olay gerçekleşti Osmanlı tarihinde. O da sadaret teklifini,
tecrübesizliğini öne sürerek geri çeviren bir adamla karşılaşıldı. Bu da Yusuf
Paşa idi. Bu itizar üzerine mührü hümayun Bosnalı Salih Paşa'ya verildi. Bosnalı
Salih Paşa; mâliyeden yetişme olup, defterdarlıktan sadaret makamına Yusuf
Paşanın itizarı sayesinde gelmişti. Çok gayretli bir kimseyse de, pek başarıii
olamadı. Sadaretinin ilk işide Semin Mehmed Paşa'nın Girid serdarlığına
tâyinini çıkarmak ve İstanbul'dan uzaklaştırmak oldu. Ancak eski sadrıazam
Girid'deki ellinci gününde dân bekaya intikal etti. Sultanzâde Semin Mehmed
Paşa vefat edince, padişah Yusuf Paşayı huzuruna çağırttı.
Yusuf Paşa'nın Katli
Sultan İbrahim; huzuruna celbettiği Yusuf Paşanın yüzüne hemen bir
gemiye atla, bana Girid'in tamamını al. Dedi. Yusuf Paşa İnşaallah padişahım
Girid elbet bizim olacaktır. Askerimiz anbean oraya hâkim olmaktadır. Tersane
ise yeni deniz mevsimiyle ilgili hazırlıklar içindedir. Şu zemheri ayı geçsin
elbette denize açılır, Girid'i memâliki mahrusanıza dâhil eyleriz. Şimdi
gitmenin vakti değildir. Şeklinde cevab verdi. Padişah: Ne yabane şeyler
söylersin? var git, Girid'i aı derim, bana bir kale aldım deyu kendini bir
hizmetmi yaptın sanırsın? Dedi. Yusuf Paşa korkusuzca fakat hatalı olarak,
"hayır şimdi gidilmez" diye cevap verdi. Padişah; Bostancı-başına
"Al şunu" diye sesleniverdi. Bostancıbaşı karar değişir diye sadece
huzurdan çıkarıp siyaset odasında göz altına aldı. Gerek sadrazam, gerek
defterdar Musa Paşa istirhamlarda bulundular. Hattâ Kâmil Paşanın "Tarihi
Siyasiyye" adlı muteber eserinin 2. cildinin 85. sahifesinde şöyle bir
malumat bulunmaktadır:
"Yusuf Paşa dahi çünkü sıhriyeti şahaneye mazhar olduğundan
bir ariza takdimiyle o gice sultan hanım hazretlerinden, bir çocuğu dünyaya
geldiği bilbeyan hayatının kerimei şehriyârileri Sultan hazretlerine vede
hâfidelerine bağışlanmasını niyaz eylemişse de işbu İstirhamatm bir günâ
tesiri olmayarak tek'İden sâdır olan, iradei seniyyenin hükmü celili icra
olundu" deniyorsa da, bunun doğru olmadığı meydandadır. Çünkü; padişahın
kızı Fatma Sultan o sırada dört yaşında bulunuyordu. Değil çocuk yapması,
zifafı dahi sözkonusu değildi. Diğer taraftan padişahın, Yusuf Paşayı bir hiddetli
anında öldürttüğü söylenirki, tek'iden verilen emirler Salih ve Musa Paşaların
itirazları bu işin bir anda bitmediğini göstermektedir. Güya pişman olan Sultan
İbrahim; cesedi yanma celbettirip "nasıl kıydım, kırmızı kırmızı yanakları
varmış" dediği rivayet olunur ki hiç doğruluğu gözükmemektedir. Zaten
Osmanlı tarihi içinde en çok iftiraya uğramış olan padişahların arasında
birinci gelir Sultan İbrahim. Diğer taraftan Venedik donanmasından bir gurubun
Akdeniz sahilinde bir baskın neticesinde, beşbin kadar esiri alıp, götürdüğü
haberi gelir. Padişah bu haber karşısında öyle gazaba" gelir ki, ülkedeki
bütün hristiyanların, öldürülmelerini ferman e-der. Gerek sadrıazam, gerekse
şeyhülislâm buna açıkça itirazı yapacaklarına, ne kadar kararlı olduğunu
bildikleri padişahlarını ikna etmek için önce, İstanbul'da ikiyüzbin gayri
müslim olduğunu bunların verdiği vergilerin yekünü ileri sürülmüş, ayrıca
islâm dininin, bunları vergilerini verdikçe, fitne ile uğraşmadıkları taktirde
hayat hakkı tanıdığını, ecdadı-nında bunlara böyle baktığı anlatılınca suîtan
İbrahim: '!Vergi mühim değil, amma dinim ve ecdadımın dediği yol doğru
ola" demiş ve iradei hümayun böyle geri alınabilmiştir. Öte yandan Rusya
Çarının. Kirman istihkâmlannjJeKrar imarı cihetine gittiği haberi alınınca,
Tatar Hân'ına haber gönderilip, Ruslar tenkil olunmuştur. Rus Çarı Tatarların
bu hareketini şikâyet için padişaha elçi gönderir. Gelen elçi Çar'ın dileğini
söyleyince gazaba gelen Sultan İbrahim: "Hem kaî'a yapar-suz hem de
emrimle size mâni olanı bana şikâyet edersüz" dedikten sonra boyunlarının
vurulmasını emretmiştir. Sadrazam Salih Paşa yalvara yalvara, bunu hapfs
cezasına çevirt-meye muvaffak olur. Sevgili okuyucular bu kadar hâmiyyet ve
hassasiyet gösteren bir zâta deli denebilirmi? Diyebilirsiniz ki; bu kitap bu
padişahın deli olmadığını isbat içinmi yazildi. Her bir anlatımdan sonra bu
suali tekrar ediyorsun. Hayır. Uzun yıllar bu milletin evlâdları bu zât'ın
deliliğinden başka bir şey öğrenemediler. Hattâ Girid'in fethine, onun devrinde
başladığını bile öğrenemediler. Geçenlerde bir gazetede Sultan İbrahim'in
avrupa devletlerine casus yolladığı, bu vazifelinin görevini yerine
getirebilmesi için dince haram olan bazı şeylerin yapılmasında cevaz varmıdir?
Diye makamı meşihate fetva sorduğu yazıldı da, bir çok kimse, bu deli padişahın
casus yollamasını hayretlerle karşıladılar. İşte tarihimizde öyle gizli kalmış
hazineler vardır ki, o hazineler sahipleri tarafından tevazuen kapah
geçilmiştir. Milletimiz târih yapan bir milletti, keşke yazanda olsa idi.
Girîd Ahvali
Sultanzâde Semin Mehmed Paşa Girid'de vefat edince, Deii Hüseyin
Paşa serdar tâyin edilmiş, kaptanı derya'lık vazifesi Musa Paşaya verilmişti.
Bu Musa Paşayı, Defterdar Musa Paşayla kanştırmamahdır. Serdar Hüseyin Paşa;
Resmo kalesini muhasaraya almış, 39 gün sonra fetih nâsib olmuştur. Burasının
en büyük klişesi camie tahvil edildi. Bu camiin adını Sultan İbrahim Camii
olarak andılar. Buraya yakın köylerden beş tanesinin geliri camiin vakfı
olarak tescil olunmuştu. Kapdanı Derya Musa Paşa; Apokurna, Kalodiso, Ki-samo
kalelerine kâfi miktar muhafız ve erzak koyduktan sonra Mora'ya dönerken yolda
bir Venedik filosu ile karşılaştı. Yapılan savaştada düşman mağlup edilip bir
gemi esir edildiyse de, Musa Paşa şehid oldu. Venedikli amiral ise, mürd oldu.
Serdar Deli Hüseyin Paşa; Girid'in ilk vergisi olan ellibin kuruşu Hz. Padişaha
gönderdi. Sultan İbrahim ise, mukabele edip Serdar Hüseyin Paşa'ya bir kürk,
gayet kıymetli kabzası altuni şlemeli bir kılıç gönderdi.
Cinci Hoca Gözden Düşüyor
Bir mevlid kandili gecesi, Sultanahmed Camiinde Hazreti
Hilâfetpenâhinin önünde ulema sıralanınca padişah görürki birinci sırada olması
gereken Bahai Efendinin yerindede Cinci Hoca bulunmakta, Cinci Hoca'nın durması
icab eden yerde, Bahai Efendi durmakta. O sıralarda da, padişahın kulağına
varan sözlerden Cinci Hoca büyük, küçük demeyip rüşvet almakta olduğuydu. Bu
dedikodulara kandil gecesi protokolünün ihlâlini yapan Cinci Hoca, bu
davranışıyla bardağ; taşırmıştı. Padişah protokoldeki ihlâli bizzat işaret
ederek esasına ulaştırmış, Bahai efendi ile Cinci Hoca kendilerine ait hakiki
yerlerine geçtiler.
^ _
Yıldızın söndüğü, padişahın daha önce Sultanahmed meydanında
bulunan ve Cinci Hocaya hediye etmiş olduğu konağı geri alıp kızı Gevher
Sultana hediye etmiş idi. Son elli yıl içinde Cinci Hoca'ya padişah İbrahim'in
bağlılığı yazılmıştır. Sultanın yukarıya aldığımız bu cezalarına Kâmil Paşa
târihi dışında rastlamak kabil olmadı. Buraya ehemmiyetine binaen özetiiyerek
aldık. Bu sırada tarihler 1057/î 647 senesini göstermekteydi. Tatarlar Rusya
içlerine bir dalış yaparlar, bir çok esir alarak esir pazarlarında satarlar. Bu
rakam üçbinden az değildir, bu vaziyetde Ruslar tarafından koz kabul edilir
Azak Kalesine saldırırlarsada karşılarına Defterdar Musa Azak kalesi müdafi
olarak dikilir. Bir dizi savaş yapılı*, vede Ruslar mağlubiyete uğratılır. 400
esir ile 800 düşman f padişahın ayaklarının dibine saçılır.
Sadrazam Salih Paşa'nîn Katli
Padişah gerek süvari olarak, gereksede tahtırevan denilen önve
arkasında at koşulacak mekanizması olan zamane vasıtasıyla genellikle kıyafet
değiştirerek, bâzende mâiyetiyle beraber devriyeye çıkardı. O zamanın
imkânlarıyla yapılmış dar yollar arabalar yüzünden tıkanır halkın buralardan
geçmesi zorlaşırdı. Padişah bu gün bile tatbik edilen bir usule göre
arabaların gündüzleri şehir içine girmelerini yasaklamıştı. Hakikatten bugünde
hâl, anbar gibi yerlerin şehir dışında yapılması, tırları şehir içinden
geçirmemesi bu seyrüsefer zorluğunu ortadan kaldırmak içinse o zaman da bu tedbir
yerindeydi. Bir gün Davud Paşa semtinde bir imâm efendiye okunmaya hemde
dolaşmaya çıkmış bulunan padişah, imam'ın evinin yakınlarında, yolu tıkamış bir
araba görür. Derhal sadrıazam Boşnak Salih Paşaya haber gönderir. Divan kurma
hazırlığında olan Salih Paşa gelir. Padişah: <ben arabalar gündüz şehre
girmesün emri vermedimmi? Ben padişah değilmiyim? Emrim niçün tutulmaz? Tiz
boğun> emrini verir. Hakikaten çok ağır olan bu hüküm tatbike konur. Hazır
ip bulunmadığından imamın evinin kuyusunun ipi alınıp talihsiz vezirin
hayatına son verilir.
Şimdi sevgili okurlarım; arabanın şehre girmesine elbette sadrazam
mâni olacak değil. Bunun Subaşj'sından tutunda, İhtisap Ağasına kadar bir çok
vazifelileri vardır. Bunca iş için sadrazam katlolunmaz deyip, biraz araştırdık
ve gördük ki, İsmail Hakkı üzunçarşılı'nın 3. c, , 2. ks. sh. 394'de, lno. iu
dipnotla Vecihi Tarihi sh. 55'den nâkille diyorki: "Vecihi Tarihinde
Salih Paşanın, Sultan İbrahim'i hâletmek, yâni tahttan indirme düşüncesi,
Şeyhülislâm Abdurrahim Efendi tarafından, Valide Sultana bildirilmiş
olmasından dolayı katledildiğini yazar" Görüldüğü gibi araba hikâyesi bir
fenomen, bir olaydır. Hakiki sebeb çizmeyi aşmaktır. Tahtın sahibini alaşağı
etmeyi düşünenin, başaramadığı takdirde çekeceği ceremedir. Bu bakımdan
padişahın caydırıcı bir usûl olan idam cezası tatbikatını kullanması çizmeyi
aşanı, itiaf ettirmesi bir nefsi müdafaa olsa gerektir. Bu arada yukarı
aldığımız Vecihi tarihine atıf yapan Clzunçarşüli tarihinin yine kitabın 393.
sh. de Boşnak Salih Paşa şöyle tanıtılmış: "Hersek sancağına tâbi
Nevesinli olup, ne bir asker ne de idareci idi. Niğde'li Mustafa Paşanın
hizmetinde bulunan daha sonra da, Ruznamçeci İbrahim efendinin yanında bir
maliyeci olarak yetişmişti. Aldığı emri ifa etmekte son derece başarılı bir
adam olan Salih Paşa her tarafa uygun politikasıyla, Yeniçeri Ağa'lığı bile
yapmıştı. Deftardarlik makammdayken Semin Mehmed Paşadan boşalan sadareti,
tecrübesiz ve genç olduğunu ileri sürerek kabul etmeyen, Hanya Fâtihi Yusuf
Paşanın feragati sebebiyle ele geçirmişti. Yusuf Paşanın bu feragati nekadar
sitayişle anılsa yeridir. Salih Paşa; vezâreti uzma'da 23 ay kalabilmiştir.
Kabri Üsküdar'dadır. 1057h. /1647m.
Hezarpare Ahmed Paşa Sadareti
Tarihimizde; Hezarpare yâni bin parça mânasına gelen lakabıyla
anıla gelen bu sadnazam esasında sadaret kaimaka-mı olarak tâyin edilmişti.
Çünkü veziriazamlık seferde bulunan Kapdanı derya Musa Paşaya veriimişsede,
yeni sadrazam İstanbula gelene kadar, kaimmakam Ahmed Paşa binbir dolap
çevirmiş, padişah iki yaşındaki kızı, Beyhan sultanı Ahmed Paşa ile nişanlamış
olduğundan sadaret kaimakamlı-ğı, sadrıazamlığa kalbedilmişti. İşine çabuk
gelemiyen Musa Paşa, sadrazam olma şerefinden mahrum kalırken belki de hayatını
kurtarmış oluyordu!. Musa Paşaya 2. vezirlik verilmişti. Ahmed Paşa çeşitli
hile ve dolaplarla ele geçirdiği sa-daretile Sultan İbrahim devrinin son
perdesini başlatmış oluyordu. Yeni sadrazam, rüşveti normal hâle getirmiş,
vermeyen anormaldi makam ve memuriyetler müzayede ile satılmaktaydı. Hayli
yıldır süregelen Girid savaşına hiç atfu nazar etmiyor, kahraman Gazi Deli
Hüseyin Paşa, düşman önünde mahrumiyetler içerisinde destanlar yazıyor, düşman
üstüne saldırırken askerinin en önünde, geri çekilirken askerinin en arkasında
kalarak emrindekilerin kendisine olan inanç ve sevgisini muhafazaya
çalışıyordu. Maalesef İstanbul'dan ne bir yardım gelmekte ne de, askerin maaşı
gönderiliyordu. Hüseyin Paşa; marifet gösteren nice kahramanlara bir zeamet
veya tımar'i mükafaat olarak, selâhiyetine dayanarak veriyorsada, bu yerler
hemen İstanbul'da sadrazam eliyle başkalarına satılıyordu. Padişah ise, almış
olduğu şehvet arttırıcı ilâçlar sayesinde varmış olduğu şehvet kudreti hasebiyle
durmadan gözde değiştirmekte, gözdeler çoğaldıkça masraflar çoğalmaktaydı. Bu
gözdeler arasından Voyvoda Kızı diye anılan masalcı, padişaha "Samur
Kürk" diye bir masal anlattığında, padişah bu masalın tesirinde kalarak
öyle bir samur merakına kapılmıştıki, samur fiatları bire sekiz
pahah-iaşıyordu. Rusya bu samur merakına tutulan Osmanlı devletine sattığı
samur kürkler sayesinde adam akıllı para kazanı-vermişti. Devlet adamları
padişahda husule gelen bu meraka, kitleler halinde hediye samur kürkler
sunarak katılıyorlar ve samur devri diye anılan bir dönem yaşanmış oluyordu.
Şiddetli ve Manidar Bir İtiraz
Sultan İbrahim; Salih Paşanın katlinden sonra çok şaşırtıcı, birbirini
tutmaz durumlar sergiliyordu. Sarayda olanlar duvarı aşıyor, bîrebin katılarak
halka aktarılıyordu. Çok önemli dedikodu olarak yayılmakta olan bir havadis
vardı ki; bu bütün Osmanlıya giran geliyordu. Padişahın gözdeleri yemek
yerken, padişahın kizkardeşleri hattâ 4. Murad'ın kızı
Kaya Sultan sofraya hizmet ediyorlar, sofra bitince gözdelerin
ellerine su döküp, peşkir tutuyorlardı. Kösem Validesultan oğlu ile konuşup bu
durumun ortadan kaldırılmasını istemiş-sede, padişah annesini derhal saraydan
Topkapı dışındaki İskender Paşa bahçesine sürdürmüş hattâ oradan da, Rodos
adasına sürecek dedikoduları yaygınlık kazanıyordu. Bu dedikodular yayıla
dursun biz şunu hatırlıyoruz ki; sadrazam o sırada kırkbin altuna mâl olacak
bir kayığı kızağa koymaktadır padişaha hediye etmek üzere, halbuki donanmamız
mefluç bir halde olup, Girid'e yardım için Çanakkale boğazından dışarı
çıkamamaktadır. Bu bakımdan asırlar sonra bile padişahın, annesini Rodos'a
süreceği tehdidini asılsız olarak değerlendirme kanaatine varıyoruz. Şimdi
kendimize ara başlık yaptığımız işe gelelim.
Kaynağımız Mizancı Murad bey'in Rodos'taki sürgün hayatı
esnasında kaleme aldığı, Ebul Faruk adlı târihinin saltanatı nisvan bölümü
sahife 35'den: "Şeyhülislâm Abdurrahîm efendinin oğlu Mehmed efendi Galata
Kadfsıdır ilmi ile âmil bir kimsedir. Defterdarlıktan gelen bir emir ile bütün
memurlardan olduğu gibi, Kadı efendiden de, iki samur kürk anber ve akça
isteniyordu. Mehmed efendi; bir bohça içine derviş abasını, mevlevi külahını
sararak koltuğunun altına alarak sadrazamın yanına vardı. Kendisini huzuru
padişahiye çıkarmasını istiyordu. Sadrazam Ahmed Paşa; kadı efendinin kolunun
altındaki bohçada kıymettar kürkler var sanarak, hediyeyi doğrudan sunmak
arzusunda olduğunu zannetdi. Mehmed efendi, sadnazamın yanlışını hemen anladı,
bohçayı açıp içindekileri gösterdi. İlâve etti;" bunlar benim içindir. Padişahımız
aynı zamanda halifemizdir. İstemiş oldukları, bu makamm ulviyetine gölge
düşürüp durmaktadır. Kendisine nasihat edip böyle giderse sonucun vahim
olacağını hatırlatacağım." Dedi.
Ahmak Sadrıazam
Aman Kadı efendi padişah daha hafif şeyler için bile idam emreder,
sizi sağ komaz, üstelik babanız şeyhülislâm efendi hz. leri böyle isteklere hep
boyun eğer diyerek, Kadı Mehmed efendiye gözdağı vermek istedi. Kadı efendi
ise: Babam mevkiini muhafaza etmek için bu rezalete katlanıyor. O, kendisinin
bileceği iş. Ben şu aba ve külah ile her yerde hürriyet içinde yaşarım. Hem siz
ne için bu kadar telâş ediyorsunuz? Eğer padişahla konuşma neticesinde onu ikna
edebilir isem padişahımız hayırlı dualar alır, ben de onun sevabından his-seyâb
olurum! İdam ettirirse, şehid olurum ki bu canıma minnetdir görevden azleder
ise serbest olurum. Yarın öbür-gün batacak hâle gelen bu şehirden, uzaklaşır ve
şimdiye kadar işlediğim günahlardan rabbime af için yalvarırım. İşte yukarıdaki
mükâlemenin neticesi bilinmiyor. Yalnız şurası muhakkak ki, bir kadı efendi
ilmi ile âmil olarak faziletle cesareti medeniyesini terkip ederek yaptığı
teşebbüsle adını tarihin silinmez hafızasına ve sayfalarına yazdırmış oluyor.
Bu sırada aynı mealde bir protesto da Ağa kapısında cereyan
etmekteydi. Girid'den henüz dönmüş olan ve orada büyük takdirlere lâyık
yararlıklar göstermiş bulunan, Yeniçeri generallerinden Kara Murad Ağa;
defterdar'dan gelen bir memurun kendisine okuduğu talebi dinledikten sonra memura:
Defterdar efendiye benden selâm söyle bende per-dahtlık barut ve yağlı kurşun
var. Anberdi, samurdu bunu el-xden işitiriz. Para der iseniz, ihtiyacımızı borç
alarak gideririz. Dedi. Memur ise: Efendimiz! ben bunları âmirime nasıl söylerim?
Sorusunu yöneltince Kara Murad Ağa: Adam olursan söylersin. Hem bilmezmisin
elçiye zeval olmaz, diye bir bağırdı ki, adam hazan yaprağı gibi sallanmıştı.
Saray'ın Vaziyeti
Padişah halk arasında asılsız söylenti olarak dolaşan hemşirelerinin,
gözdelerine hizmet ettiği yolundaki dedikodularını çürütebilmek için onlan
Edirne Sarayına gönderdi. Böylece, burada olmayanlar nasıl hizmet eder? Diye
bir anlayışa başvurdu ancak bu tedbirde bir işe yaramadı, çünkü dedikodu kolay
giderilen hususlardan değildir.
Varvar Ali Paşa İsyanı
Bu bahse geçmeden sevgili okuyucularıma şu iç hesaplaşmamın
neticesini vermek istiyorum. Sultan İbrahim'in, Sivas Valisi bulunan Varvar
Ali Paşadan, daha sonra sadrıazam olacak İbşir Paşanın karısını, kendisine
göndermesini istemesinde son derecede üzüldüm. İnanmanızı isterim ki; böyle
bir hususun, Osmanlı padişahlarından, asla sudur etmeyeceği inancı içinde,
yazmaktan büyük bahtiyarlık duyduğum eseri adetâ terk edip, bu iddianın gerçek
olmadığsni araştırmaya başladım. Ve elinizdeki bu çalışmaya bir tek harf bile
yazmadan tam dört sene kaybettim. Kendimi bu noktada ikna edemedikten sonra
sizlere okumanız için nasıl böyle bir çalışmaya devam ederdim? Bu maruzattan
sonra kaldığımız yerden devam edelim:
Yaklaşan bayram münasebetiyle sadrıazam bütün valilere ve sancak
beylerine yazdığı birer mektupda, İstanbul'a bayram harçlığı göndermelerini emretmişti.
Sivas valisi bulunan Varvar Ali Paşa'danda otuzbin kuruş talebde bulunmuştu.
Ali Paşa vilâyetin gelirini hesaplatmış fakat bu hesabı tutturamamıştı. Bunun
üzerinede yanına gelmiş mübaşirede "Sivas'ın geliri bu parayı Ödemeye
takat getiremez. Ben de, yol keserek halkın malını elindenmi alayım?"
Diyerek, tahsilata gelmiş mübaşiri geri yolladı. Bir de, rivayet olunurki,
İbşir Paşanın çok güzel bir karssı varmsş. Padişah; Varvar Ali Paşadan bu
kadını göndermesini istemiş güya! Tabii ki, bu ser'i şerife ve insanlığa
uymayan bir istekti. Fakat bu istek, bahse konu hanımın ne münasebetle ne
yapılmak üzere istenildiğini ortaya koyacak netlikte değildir. Buna karşılık;
Varvar Ali Paşanın, bu isteği "Bir müslümanm nikâhlısını nasıl başkasına
teslim edeyim" diyerek red etmesi ne kadar doğru sayılsa yeridir, ancak bu
sözün, çok öne çıkarılması hususundaki gayretler şüphe çekicidir. Sultan
İbrahim'in bu isteği (eğer hakikat ise) ilk önce şeriatı Muhammediye'ye
mugayirdir. Makuliyet içinde bakıldığında aynı zamanda halife olan padişahın
bu çeşit bir hareketi taleb etmesi yapacağı işlerden değildir. Öyleyse bu
durum nerden çikiyor derseniz? Söyleyelim: İleride göreceğimiz gibi
Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi şeyhülislâm olmasına rağmen, padişahın yâni Sultan
İbrahim'in boğdurulmasında bizzat kemendin Bir tarafını çekendir. Diğer ucunu
da yaşlı sadnazam Koca Mevlevi Mehmed Paşa bizzat çekmiştir. Çünkü; cellatlar
padişahı boğmaya kıyamamışlardı. İşte bu katil şeyhülislâm, 4. Mehmed devrinde
de bir müddet borusunu örttürmüştür. Daha sonra Bursa'ya sürgün olarak
gönderilmişti. İşte bu sürgünü esnasında "Rav-za tül Ebrar" adı
verdiği bir tarih kitabı yazmıştı bu eser aslında fena olmamakla beraber,
kendisini halk önünde temize çıkarabilmek için, Sultan İbrahim aleyhine
hakikatten uzak iftiralarla dolu olarak kaleme alınmıştır. Nedir ki; bu
iftiraların en çirkini, İbşir Paşanın hanımını, Sultan İbrahîmin istettiği
iddiasıdır. Hayrettir ki bu eserden bahse konu bölümü en muteber sayılan tarih
kitabları dahi almışlardır. Müverrihleri; yâni tarihçileri, İbni Haldun'un
üzerinde dururarak tekrar tekrar okunması gereken satırları ihmal etme
yanlışını gösterdiklerinden, insan mazur göremiyor.
İbni Haldun merhum <Mukaddime> adlı mühim eserinde diyorkî:
"klasik tarihçilerin nakle tam olarak riayet ettiklerini ve bu nâkile
bağlılıktan dolayı da, büyük hataların yapıla gelmiş olduğunu kayd ediyor"
ve ilâve ediyor: "sadece nakle bağlılık değiide, şartların, vakaların
gözönüne alınmasını, akıl süzgecisinden geçirilmesini, toplumun değerlendirmesinin
hesaplanmasını tavsiye ederek tarihi yazmalarını ifade eder. "İçimizi
rahatlatan satırları ise, merhum Ahmet Refik Altmaym, Ravza tül Ebrar yazan
hakkındaki satırlarında bulduğumdan ve İbni Haldun merhumun, metodunu göz
önüne alarak tercihimizi yaptık. Abdülaziz efendinin iddialarını redde ve
bunları hakikatmiş gibi nakle koyulanların da, bu reddin içinde olduklarını
söyleyerek hükmümüz odurki, iktidardan düşürülmesi gereken adama, kimse
taraftar çıkmasın diye, islâm toplumunun kabullenemeyeceği bir çirkef atılmıştır.
Şimdi Varvar Ali Paşa isyanını anlatıma geçelim. Varvar Ali Paşa kendisine
asker toplamaktayken diğer valilere de haber salıp taraftar toplamaya
uğraşmaktaydı. Bu çağrılarında şu izahatı yapıyordu. Padişah kendine mâlik
değildir. Veliaht ise daha altı yaşındadır. Bize düşen İstanbul'a gidip duruma
el koymalıyız. Meydana getirilecek bir heyete vazifelerin verilmesi gerekir.
Sultan İbrahim'i hiçbir işe karıştirmarnaiı-yız. Böylece alınıp satılan makam
ve mansıplar, gölgede kaldığı görülen adalet bir nizam ve intizama bağlanır.
Şehzade Mehmedi buluğa erdiğinde taht'a oturturuz. Ve bu çağrılan valiler
tarafından kabule şayan görülmedi, ancak bu çağrılar yağmacı taifesini, Varvar
Paşa'nın kuvvetlerine katılmağa yol açtı.
Eğer izahta muğlak görünen ifadeleri tefsire kalktığımızda,
vardığımız netice şudur: valiler yapılan çağrıyı gayri hukuki, gayri islâmi
bulduğundan "Alessultan huruç" yapmayı uygun bulmadığını gösterirki,
farzımuhal İstanbul'a gidildi, padişah enterne edildi, vesayet komitesi nasıl
teşekkül edecek, bunlar kimin açık veya gizli yönetimi altında üike idaresini
üstlenecekler 4. Murad zamanındaki tedbirlerle, hanedana sadakati yeniden
temin ettiğinden Varvar'm komutasındaki orduyu nasıl karşılayacak?
Bu çok önem taşıyan bir soruydu. Yeniçeriler, gelen bu kuvvetleri
hasım olarak telâkki ederse meydana gelecek olayların mesuliyeti yüklenilecek
hususattan değil idi. Varvar Ali Paşa külliyetli bir kalabalıkla Tokat üzerine
giderken, burada daha sonra devletin kurtarıcısı sayılacak, Mehmed Paşa
(meşhur Köprülü Mehmed Paşa) ile karşılaştı. Çıkan muharebede galibiyet Sivas
Valisi tarafında kaldı. Mehmed Paşa mağlup olduğu gibi Varvar'ın eline
düşmüştü. Çeşitli hakaretlerin muhatabı olarak Varvar'ın çadınna getirilip,
direğe bağlandı. Bu esnada Mehmed Paşa'nın başına gelen mağlubiyetin haberi,
İstanbul'a ulaştığında derhal İbşir Paşaya Varvar Ali Paşanın üstüne gitmesi
emri verildi. Aslında Varvar Ali Paşadan görmüş olduğu nice iyilikler yüzünden,
ona karşı minnet duymaktaydı. Nasihatler gönderdiysede, tavsiyelerle dolu bu
nasihatları Ali Paşa kaale almadı. Halbuki İbşir Paşa bu tavsiyeler ve
nasihatlarında pek samimi idi. İbşir Paşa vaziyetin kâr etmediğini görünce,
kendisine iştirak etme niyetiyle yaklaştığını göstermeye başladı. Bu anlayış
içinde Varvar kuvvetlerine sokuldu. Birleşmeye gelmiş takviye zan-nı, Varvar
Ali Paşada hâkim olduğundan tedbirsiz davrandık! bir saldırıda defteri dürüldü.
Varvar Ali Paşanın boynu vuruİ-du. Böylece bu isyan sona ermiş oldu. Köprülü
Mehmed Pa- bağlı olduğu çadırda bitkin bir vaziyette bulundu, önce hayatı
kurtarıldı, bilahire itibarı iade olundu. Artık ona düşen devleti bulunduğu
girdaptan kurtarmak için çalışacağı vakti beklemekti. Bu sırada tarihler, h.
1058/m. 1648 ken olayların geçtiği yer Çerkeş kasabasıydı.
İbrahim Paşa İsyanı
Şimdi de gelelim Bağdad valisi İbrahim Paşanın isyan hareketini
gözden geçirmeye: Osmanlı devletinde sadrazamlar iş başına geldiğinde, bu günkü
siyasi partilerin yaptığı gibi mümkünmertebe kendi kadroları ile çalışmak
isterlerdi. Sadrıazam Boşnak Salih Paşa'nın öldürülmesinden sonra onun
yetiştirdiği ve onun vazifelendirdiği bir çok vali görevden alınmıştı. İşte bu
görevden almanlar arasında Bağdad vâiisi İbrahim Paşada bulunuyordu.
Okuyucularımız hatırSayacaklardırki, Salih Paşa öldürülünce
sadaret Musa Paşaya verilmişti. Ancak sadaret kaİmma-kamı Ahmet Paşa, çevirdiği
dalavere ile sadaret makamını ele geçirmeyi becermişti. Sadrıazam bir tâyinle
bir kaç işi yapmak istiyordu. Bu tâyini 2. vezir durumuna düşürdüğü, eski
Kapdanı derya Musa Paşayı valilik görevi ile Bağdata tâyin ve Salih Paşanın
valisi İbrahim Paşayı vazifeden almak, ayrıca bu vâiiliğide kabul etmeyeceğini
söyleyen Musa Paşa'ya" paşa karındaş gitmeniz şart değii bir mütesellim
yollasanız diyerek, Musa Paşayı tâyini kabule mecbur kıldı. Musa Paşada bir
mütesellim gönderdi. Diğer taraftan İbrahim Paşa velinimeti Salih Paşa gibi
idam olunacağı endişesiyle Bağdad ahalisini kendine celb ederek isyan bayrağını
açdı. Bağdatda İki çeşit asker bulunuyordu. Bunlardan kapıkulu denilen
yeniçeriler, iç kalenin muhafazası ile vazifeliydiler. Diğer askerse, <Yerii
Kul> adıyla anılan gönüllü askerdi ki, Bağdad vilayeti ve hududunu muhafaza
etmekle görevliydi. İbrahim Paşa bu askerlerden ancak yerli kul olanını kendine
celbedebilrnişti. Yeniçeri ise devletine bağlı kalmış, bağlılığının misalini
de İbrahim Paşa askeri ile kılıç kılıca döğüşerek isbat etmişti. Bu olaylar
Bağdadda meydana gelirken, veziriazam Musa Paşayı Bağdad valiliğinden alıp,
onun yerine
Boşnak Salih Paşanın kardeşi Murtaza Paşayı tâyin etmişti. İbrahim
Paşa hakkındaki idam fermanımda Murtaza Paşanın eline tutuşturmuştu.
Aradan bir kaç gün geçmiştik! Musa Paşa saraya çağınhp, Murtaza
Paşanın valiliğinin bir muvazaa olduğu, asıl valinin kendisi olduğu, bu
münasebetle derhal Bağdad'a gidip, Murtaza Paşa tarafından İbrahim Paşanın
kesilmiş kellesinin yanma Murtaza Paşanın kellesini kesip koymak sana düşüyor
dendi. Musa Paşa bu iradeye itiraz edecek oldu. Fakat gök gürlemesini andıran
bir ses "Ya kelleler, ya kellen" diyen pa-dişahdan başkası değil idi.
Musa Paşa Bağdad'a gitti. Her iki kelleyide bala batırsp İstanbul'a gönderdi.
Az bir müddet sonrada iş başarmış tavırları ile istanbul'a döndü. Mükâfaatı
Ye-dikule'de bir kaç gün hapiste kaldıktan sonra kellesini kaybetmek oldu.
Darbei Hükümet
Ülke gerek asayiş bakımından, gerekse Girit ahvali yüzünden,
padişahın sadrazama bütün itimadı yüzünden pek sıkın-tih duruma getirilmişti.
Sadrıazam Ahmed Paşa, padişahın kızlarından birini oğlu için istemişti. Böylece
kendi damatlığı yanında oğlunuda hanedanı Osmaniyan'a intisab ettirmiş
olacaktı. Bu hayırlı işin talebi padişah katında kabul gördüğünden, düğün
hazırlıkları yapılmaya başlanmıştı. Yukarıda-da bahse konu elliğimiz memleketin
genel durumunun karışık bir halde olması, daha önce padişahın gözdelerine kardeşlerinin
hizmet ettiği, dedikodusu çıkan problemlerden Valide Kösem Mahpeyker Sultan,
oğluna muğber olmuştu. Ayrıca yeniçeriler vede bunların ileri gelen
komutanları osmanlı devlet idaresinin gösterdiği zaafdan çok ümidsiz, ümidsiz
olduğu kadar da, İşleri nasıl nizam ve intizama koyabileceklerini
planlamaktaydılar. İş bu plân, ilk Önce sadrıazamıda içine alan bir plândı.
Ancak sadnazam hiçbir perde kalmadan kendisine teklifedilen darbede şerik
olmayı merdane bir tarzda red eyledi.
Böylece Ahmed Paşa, padişaha ihanet etmemişti. Biz bu teklife
verdiği cevabında takdire şayan olduğunu idrakle bu hareketini bütün kusuruna
rağmen lehine bir puan olarak telâkki eyledik. Sadnazam bu cevabı vermekle
kalmayıp, ihtilâlcileri kazasız belâsız ortadan kaldırma kararma vararak
bunların ortadan kalkmasını teminen bir düğün ziyafeti tertipledi. Sadnazam
bütün ağaları ve ihtilalci takımının azalarını bu düğüne davet etti. Ancak; bu
davete icabet eden Yeniçeri Ağası ve diğerleri katılacaklarını açıkladıkları,
sadnazam davetine silahsız gelecek veya silahlı gelip de, kapıda biraka-cak
ahmaklardan değillerdi.
Nitekim silahlarını sofrada dahi üzerlerinde taşıdılar. Daha
enterasanı, yemeğin hiçde tahmin olunmayacak bir safhasında, otomatiğe
basılmış yay gibi aynı anda da sofradan kalktılar. Tabiiki hertüriü saldırıya
alesta bekliyen kılıç ehli üzerine saldırmak, a'klın alacağı husustan olmaması
bu tuzağın akim kalmasını intaç etti. Ziyafetten çıkanlar doğruca, orta camie
gittiler. Bu orta caminin bazı tarihlere göre Şeh-zadebaşı Câmü olduğu ileri
sürülüyor. Çünkü her ne hâile düğündeki ziyafet tuzağının başka şekilde
tekrarlanacağını, belkide gecenin ileri saatinde tek tek enterne edileceklerini
anlamış olmalıdırlar ki, başta şeyhülislâm olmak üzere, vaizleri, ulemâyı ve
diğer tabur, bölük Ağalarını câmi'e çağırdı-iar.
Konuştular, konuştular... Sabah olduğunda, silahsız yeniçeriler
camiin etrafını doldurmuş, bir aşağı bir yukarı dolaşmaktaydılar. Ahali ise;
yeniçerilerden biraz uzakta olmakla beraber câmi'ye yakın bir alanda
bekleşmekteydiler. Çıkacak kararı beklerlerken, diğer merak ettikleri husus
ûlema'nın alacağı tavır idi. Çünkü, ilmiye ile seyfiye diğer tâbirle âlimler
ile kılıç erbabı ittifak ettimi, zorlar kolaylaşır, hak ortaya çıkardı. Öte
yandan ortaya gelen yeni vaziyet, sarayın kulağına ulaşmıştı. Şeyhülislâmın
toplantıyla ilişkili olduğu da alınan malumattan olduğundan soruyu şeyhülislâma
tevcih ettiler bir haberci koşturup. Bu kanuna uygun olmaz toplantı nedir?
Şeyhülislâm cevab verdi:
Padişah sadnazamı bize teslim etsin. Aksi haide dağılmama kararı
çıktı. Dedi. 1058/recep ayının 15. günü akşamı, 1648/ağustosunun 5. günü
yapılan bu toplantıdan ahaliye verilen bilgileri şöyle tertiplemişlerdi.
Sadnazam müfsid bir kimsedir, ortalığı soyup soğana çevirmektedir. Valide
Sultan aleyhine oğlunu tahrik edip, devletin başına felâketler çekiyor. Bu bakımdan
sadrazamın ortadan kaldırılması, yerine münasip bir kimsenin oturması
sağlanmalıdır şeklindeki karar gelen haberciye şeyhülislam tarafından
nakledildi.
O gecenin sabahında, sabah namazını kılmak üzere ulema ve
kalabalık Fâtih Camiine geldiler. Şeyhülislâm Abdürrahim efendi, yanında Kara
Murad Ağa olduğu halde mezkûr camie gelip, namazı hep birlikte edâ ettiler.
Daha sonra toplantı yapıldı. Bu toplanan zevat arasında Yalı'da bulunan
Kazaskerler yâni, Bahai ve Mahmud efendiler görülmüyordu. Sipahilere haber
verilip verilmemesi hususu tartışmaya açıldı.
" Kara Murad Ağa bunlara ikrahi bir yaklaşım İçinde olduğunu
sergilemekten çekinmedi. Sipahilerin çağrılmasının gerekmediğini ileri sürdü.
Bu isteğe ûlema'ikirâmın taraftar olmadığı, askerin hep beraber davranması
icab ettiğini tercih ettiklerini söylediler. Bu tercihlerinde ısrar sahibi
olduklarını ileri sürerek, yeniçeri zorbalarını iknaya muvaffak oldular. Bunun
üzerine sipahilerin de gelmesiyle beraber ahalinin katılımı aynı zamana
rastladığından mahşeri kalabalık meydana gelmişti. Fâtih Câmii'ne gelmesi İçin
sadrazam Ahmed
Paşa'ya davet salındıysa da, gelen cevapta akşam evinden ayrılmış
olduğu, bilinmeyen bir yerde saklandığı ifade edilmekteydi.
Öte yandan; asker ve ulemanın müştereken meydanlarda içtima etmiş
olduğunu haber alan saray, Haseki Ağa ve Bos-tancıbaşının adamlarından bir
heyeti gönderdi. Heyet; Ab-dürrahim efendiden toplanma sebeblerini sorarken,
biraz sonra gelen Bostancıbaşı'nın memuru, "hemen dağılın" emrini
verdi. Çünkü bu padişahın iradesiydi. Bu iradeye karşı Müftü efendi Abdürrahim
efendi; verdiği cevapla; meşhur Mizancı Murad bey'e göre, Fransız ihtilâlinin
büyük hatibi Mira-bo'ya bir buçuk asır takaddüm ediyordu. Biz Murad beyin
kaleminden aynen buraya almayı uygun buluyoruz:
<Bu cemiyetin, şer'i şerif ile sözü vardır. Vazifesini ifâ etmeyince
dağıtamaz. Siz varın padişaha söyleyin ki sadrıaza-mı hemen bize versin.
Görüldüğü gibi, gerek orta câmi'de, gerekse Fâtih Camiinde yapılan toplantıda,
şeyhülislâm Ab-durrahim efendi işin başını götürdüğü gibi, daima hedef olarak
da sadnazamı ileri sürmekteydi. Mehmed Murad bey, yâni Mizancı Murad bey, şu
mütalaayı ileri sürüyor, şeyhülislâmın yukarı tırnak içine aldığımız ifadesini
tahlil ederken: <Eğer AAüftü efendi, gayreti vataniye ve fazilet aşkı ile bu
sözü söylemiş olsaydı, pek makbul ve mübeccel bir harekette bulunmuş olurdu.
Namı da, kemâli ihtiramla müebbeden yâd olunurdu. Ne çâre ki Abdurrahim efendi
Kösem Vâlide'nin bir davasını ücrete mukabil deruhde etmiş, âdi bir avukat
mertebesinde kalıyordu.> Evvet, Karaçelebizâde'nin bu sözleri ile kıyam
bilfiil başlamış olduğundan, Fâtih Camiinden, yine orta camie dönüldü ve aynı
dakikalarda sadrıazamın bulunduğu yerde katline fetva çıkarıldı. Ölüm fetvası
verilmiş sadrazam Ahmed Paşanın artık sadareti düşmüş olduğundan, yerine bir
sadnazam tâyini kıyamcılarca düşünüldü.
Eski defterdarlardan Derviş Paşa İle Sofu Mehmed Paşa arasında bir
tercih yaşadılar. Doksanlık Sofu Mehmed Paşa tercihe şayan bulundu. Herhalde
yaşının büyüklüğü ve kısa akıl sahibi tercih sebebi oldu. Bu Mevlevi Tarikatı
mensubu yaşlıyı yapılan teklifi red etmiş görüyoruz. Ancak, zorla ite kaka adam
Orta Câmİ'e getirildi. Burada el öpme töreni icra olundu. Bütün bunlar olurken,
padişahın musahiblerinden Tavukçu Mustafa Paşa topluluğun yanına geldi.
Padişahın; sadrazamın tâyinini kabul ettiğini, yeni sadrazam ve şeyhülislâm
efendinin saraya gelmesini irade ettiğini, ikinci tenbi-hininde topluluğun
hemen dağılması olduğunu bildirdi. Bu iradenin yalnız sadrazamı çağıran
tarafına riayet edildi ve ihtiyar sadnazam, ki sadrazamlığı kıyamcıların
eseriydi nede-rece makbuldü az sonra görülecekti. İhtiyar adam binbır özürle
padişahın huzuruna dahil oldu. Padişah kendisine mühür verdi. Böylece de bu
adamın sadareti meşruiyyet kazandı. Padişah: Ahmed Paşayı azlettim. Ancak
kendisi hanedanın ve dolaysıyla benim damadımdır. Canını bana bağışlayın.
Dedi. Bu talebe Mehmed Paşa tavassut edeceği sözünü verdi. Huzurdan ayrıldı.
Zorbaları kendisini bekler buldu. Padişaha tavassut hususunda verdiği sözü
söylediğinde, kıyamet koptu. Sadnazam şaşılacak bir vakayla karşı karşıyaydı,
ancak bunu idrak edemiyordu. Kendisine veziriazam diyorlar sonrada,
söylediklerini dinlemiyorlardı. Bu nasıl sadrazamlıktı? Kendisini istedikleri
gibi güdüyorlardı. Ayakları geri geri giden sadnazam, Sultan İbrahim'in
huzuruna yeniden girdi. Padişah: Ne ettin? Diye sorduğunda: Mevlevi Sofu Mehmed
Paşa: İradenizi kabul etmediler? Beni de pek azarladılar. Dediğinde, bütün
sinirleri tepesine çıkan padişah bir kartal gibi, sadarete lâyık olmayan
sadrazam müsvettesinin üzerine yürüdü. Bir hayli hırpaladı.
Eski tâbirle; bir güzel donattı. Padişahın huzurundan yan ölü gibi
çıkan Mehmed Paşa kendini konağına zor attı. Mührü hümayunu ise, padişaha değil,
kıyamcı güruhuna yolladı. Bektaş ve Muslihiddin Ağalar, Mehmed Paşanın konağına
koştular. Kendisini; bizim gibi yaşlıların dine hizmetten başka ne gibi gayesi
olabilir diyerek teselli ve iknaya muvaffak oldular. Hep beraber, kıyamın
merkezi seçilmiş bulunan orta camie yollandılar. Buraya geldiklerinde
zorbalarla yeniden konuşuldu ve esas maksat, bu sırada ortaya döküldü. Ah-med
Paşayı katil, Sultan İbrahim'i hâl, şehzade Mehmed Sultanı tahta iclâs kararı
tekarrür etti. Padişah huzurundaki halinden sonra şaşırmış halde mührü
hümayunu padişah yerine kıyamcılara göndermiş olması sonradan pek işlerine
yarramıştı.
Çünkü bu mühürle damgalamış olduğu iradeler derhal yerine
getirilmekteydi. Şehir kapılarının kapatılmasında, bazı inzibati tedbirler
alınması hususundaki talimatları yaptırmak mührü hümayun sayesinde
kolaylaşmıştı. Adeta ihtilâl demeğe insanın dili varmıyordu! Bu sırada Kösem
Mahpeyker Vâlidesultana, bir yazı gönderildi. Vaziyetin geldiği safhayı
bildirdiler. Şehzadelerin Sultan İbrahim'den gelebilecek bir kötülüğe karşı,
emniyete almalarını ihtar ettiler. Kıyamlar ve ihtilâller genellikle kan ile
bulaşırlar. Norma! bir haldir; çünkü, muvazenesini kaybetmiş herşey şaşırır,
sağa da sola da çarpar. Ya kendini kurban, ya da başkalarını kurban eder.
Vefa Ehli Zor Bulunur
Bu harekâtın ilk kurbanı bir sene zarfında Rumeli kadılığına
çıkarılan mülakkap lakablı pek makbul bir kimse olmayan Muslihiddin efendi
olmuştu. Halbuki bu adam, toplananlar arasına karışarak arzı mevcudiyet
göstermek istemişti. Yapılan çekil git ihtarına aldırmıyarak askerin içinde
kalmaya devam etti. Kendisini hırpaladılar, yüzünü gözünü kan •içinde
bıraktılar. Yakınında bulunan şeyhülislâmın atına doğru koşunca, ancak yüz
vermeyen şeyhülislâm özengisini kanlı surata hizalıyarak atını sürdü. Akıbet
yere yıkılan Mus-lihiddin'in üzerine üşüşenler hemen parça parça ettiler, bıçak
ve kılıç darbeleriyle. Ahmed Paşa her ne kadar saklanmışsa-da, cemiyetin
harekâtının gelişmelerinden haber almaktaydı. Mihayet kendisi hakkında alınan
bütün kararlardan haberdar olmuştu. Yaptığı yanına bol miktarda para alıp,
makbul zamanında makam ve mevkii verdiği kimselerin yanlarına gitmek oldu. Ne
var ki; her yerden boş dönüyor, her biri, birer bahane ile vaziyetine bigane
kalmaktaydı. Vefalı kimse bulmak kolay değildir, bulanda vefalı dostuylan ne
kadar övünse azdır. Ahmed Paşa; senelerce mevkii sadarette bulunduğu halde bir
tek vefa sahibi edinememiş demekki, bak şu işe! Kapı kapı dolaşan eski
sadrazam, nihayet Aksaray'da Hacı Behram'dan ummadığı alakayı gördü. Çok
sevindi. Ne çare-ki Behram'ın niyeti ihanet imiş. Bir yandan Ahmed Paşayı
konağına buyurederken, Sofu Mehmed Paşanın konağına haberi uçuruvermişti.
Mehmed Paşa adamlarını gönderip, Ahmed Paşayı konağına aldırıyor, kendisine
çeşitli vaadler yaparak ikramlarda bulunurken beri yandan da, kellesini koparmak
için cellat hazırlattırıyordu. İstirahat etmesi için odadan çıkıyor, ancak
adamlarından birini içeri yollayıp para istetiyordu. Bu pazarlık epeyi bir
zaman sürüyor ve Ahmed Paşanın artık kuruşu kalmamıştır.
Bu sırada iki kişi kendisini koltuklar, yâni kollarına girer ve
yardımcı oluyormuş gibi yürütmeye başlarlar. Eski sadrazam, bunlara baktığında
aniden sararır, çünkü birisi saray celladı Kara Ali, diğeri Hamal Ali'dir. Tabiîki
boğdular. Cesedin ertesi gün atıldığı yer Atmeydanı oldu, bu sırada herifin
biri bu Paşa semiz bir adamdı, bunun eti derde deva diye bir herze yumurtladı.
Bir çok kişi bu cesetten bir parça koparıp evine götürdü bu andan sonra
öldürülen sadrazamın lâkabı, bin parça mânasına gelen "Hezarpâre"
oldu. Her kötünün iyi tarafı, her iyinin kötülüğü olabileceği gibi Hezarpâre
Ahmed Paşa'nin fazilet sayılacak bir davranışını anlatarak bir hakkı
ketmetmiyelim.
Bu bölümü; Mizancı Murad beyin Rodos Adasındaki sürgünü
esnasında, yazmış olduğu ve adını oğlu Faruk bey'in adından mülhem, Ebu'l Faruk
adlı Osmanlı tarihinden alıyoruz: "..Kösem Valide Sultanın tesirinin
düşüş gösterdiği bir dönemde, Valide Sultan, sadrazam Ahmed Paşaya: Bu yâni
Sultan İbrahim beni de seni de sağ komaz. Âlem harab oluyor. Devlet de elden
gidiyor, bunun hakkından gelelim de şehzadeyi cülus ettirelim. Ahmed Paşa: Ben
edemem Sultanım. Varsın beni öldürsün. Ben veli'inimetim'e ihanet edemem,
suikasda ise asla cür'et edemem. Cevabını verir. Gö-rülüyorki; ihtilafda
devletin devamlılığını ve başarısının sağlanması için kelleler üzerinde
pazarlıklar yapılmakta. Valide Sultan'ın kendi oğlunu, bir hükmetme arzusu için
kurban etmesi belki imkânsız değil amma, Allahaşkına; biri söylesin milyonda
kaçtır böylesi? Ayrıca bir ananın evlâdını yok etme bahasına işbirliği
teklifini, Ahmed Paşanın ihtiyat ile karşılamak şeklindeki cevabı devrin oynak
anlayışının bir gereği sayılırsa da, yeniçeri ağalarının teklifini de red etmiş
olması, bu kötü işlere eğilimi olmamasınıda gösterir. Neticede doğru Cenabı
Hakk'ın indindedir.
Padişahın Direnmesi
Sadrıazam olan damadının katledilmesinden sonra, Sultan İbrahim
durmadan haber gönderiyordu, isyancılara. Artık dağılınız. Bir değişiklik
olmadığını tesbit edince, saray burçlarına topları yerleştirtmiş, bostancıları
silahlandırmiştı. İtaatsizlikleri devam ettiği takdirde hepsini kırıp
geçireceği haberinin yayılsın istiyordu. İsyancılar ise Kösem Valideye saldıkları
bir haberde, şehzade Mehmed Sultanı orta camie göndermesini taleb ettiler.
Valide Sultan bunun mümkün olamayacağını, böyle bir cülus adeti olmadığını,
padişahın patırdı-sına bakıfmamasını, kendisinin sarayda her ne kadar oniki-bin
silahlı bostancı neferi olmasına rağmen Ağaların kendisi tarafında olduğunu
bildirdi. Cemiyet saraya geldiğinde bostancıların kendilerine iltihak
edeceğini bildirdi. Bu bilgiyi ertesi günü gizlice kıyam erbabının yanıbaşina
gelen Bostanci-başı te'yid etti.
O gün Cuma idi ve bu hâl üzre salatı cuma elden gitmişti.
Atmeydanı'na doluşan kıyamcılar, ayak divanı istediler, orada da durmayıp
saray içine daldılar. Karşılarında Sultan İbrahim değil, Valide Sultanı
gördüler. Karşılıklı olarak konuştular, konuştular! Valide Sultan kıyam
edenlere her nekadar mukavemet etmeye çalıştıysa da, oğlu İbrahim'in tahtta kalmasını
sağlayamadı! Sonunda: Varayım arslanımın sarıkcığı-nı sardırayım ve çıkarayım.
Diyerek içeri girdiği görüldü. Az sonra küçük şehzade babaannesinin elinden
tuttuğu halde, masum ve güzel yüzü ile göründü. Osmanlı tahtına oturtuldu.
Birbir önünden biat ederek geçiyorlardı. Bu kalabalıktan ürken yeni padişah
ağlamağa başlayınca, daha fazla rahatsızlık vermeyi önlemek için biat yeterli
sayıldı. 1058/1 5/re-ceb6/8/1648 çarşamba günü başlayan ihtilâl, 17/receb cuma
günü nihayetlendiğinde, Osmanlı tahtında kırkbir yıl hüküm sürecek, 4. Mehmed
unvanlı Sultan İbrahim'in oğlu vardi.
Sultan İbrahim'in Sonu
Sultan 4. Mehmed'e biatlarını yerine getiren devlet adamları
cemmi gâfir halinde Saray'ın Harem dâiresine sellemü-sellem dalışa geçtiler. Bu
yakışıksız hâl; Genç Osman, 4. Murad devrindeyken bile olmamıştı. Bostancıbaşı
bu kafilenin önüne düşmüş, şeyhülislâm, sadrıazam ve ulema arkalarından
destursuz yürümekteydiler. Sultan İbrahim'in etrafını kadınlar almış ellerini
eteklerini tutuyorlar, bir tarafa kıpırdamasına fırsat vermiyorlar idi.
Şüphesiz ki bu davranışları padişaha yardımcı olmak, ona gelebilecek bir
saldırıya sed olmak niyetini taşıyordu. Hızla yürüyen kafile aniden karşısında
Sultan İbrahim'i buldu. Bostancıbaşı Padişahım! Ulema ve ayanın kararlan var.
Siz artık içeriye buyrunuz. Dediğinde: Sultan İbrahim Bre hâinler, pezevenkler,
Allah'dan korkmaz kâfirler! Bu ne işdir? Ben; herbirİnizi ihsanlarıma gark
etme-dimmi şimdi isteklerinize uymadığım içinmi bana ihanet ediyorsunuz. Ben
padişah değilmiyim? Kararınızı kabul etmiyorum, red ediyorum, defolup gidiniz,
irademe itaat etmeyen hâin ve kâfirdir. Bu salvolar karşısında; heyetin içinden
yine bir kişinin cevap veren sesi yükseldi. Bu sesde Karaçelebizâ-de Aziz
efendiye aitti. Tarihçi Nâima şöyle naklediyor:
"Aziz efendi o mecliste büyük cür'et gösterip, padişaha
yapılacak hürmete mugayir pekçok söz söyledi şöyleki" Hayır padişah
değilsin. Din ve şeriata mugayir pek çok iş yaptığından cihanı harabeye
çevirdin. Ne zamanki; gaflet ile vakit geçirip rüşveti açıkça yapılır hâle
getirdin, zulmü alime musallat ettin, beytülmâli israf içinde kullandın' Dedi.
Söylenen bu sözlere oradakiler hayran oldular. "Sultan İbrahim; taht'-tan
indirildiğine inanamıyordu. Kendisinin emirlerinin yerine getirileceğine dâir
inancı, hiç sarsılmamaktaydı. Bir yandan konuşuyor, bîr yandan kendisi için
seçilmiş bulunan dâireye doğru yürümekteydi. Nihayet yanında iki câriye olduğu
halde dâiresine soktular. Kapının kilidine sokulan anahtar iki defa çevrildi.
Arkasından anahtar deliğine kurşun akıtılarak, kilit de işlemez hâle
getirilince Sultan İbrahim yine kafese konduğunu idrâk etti. Bütün gücüyle,
bağırdı, kapılara vurdu, yıkniağa çalıştı, nihayet ağzına gelen küfürleri bazı
kimselere tahsis etmeğe başladı.
Ölüm Hücresi
Padişah artık savurduğu küfürleri validesi Kösem Sultana etmeye
başlamıştı. Demek ki; yanında bulunan iki cariyeden, hâl vakasında, Kösem
Mahpeyker Valide Sultan'in oynadığı rolü öğrenmişti. Artık bir dinlenmeye
çekilen eski padişah, güçleniyor ve beş defa bağırmaya koyuluyordu.
Mah-besinden taşan sesler dışarıya duyuluyor, bunları duyanların bir bölümünün
içi sızlamaya başlamıştı. Ertesi gün oda kapısının önü bir güzel örüldü.
Ahalinin tepkisini ölçmek için padişahın kapatıldığı yerden kurtulup firarı
başardığı istikametinde bir haber hassaten çıkarıldı. Görüldüki; esnaf derha!
dükkânlarını kapadı.
Demek ki, ahalinin nabzı sayılan esnaf bu karışık ahvalde yağmaya uğrayacağı
endişesiyle ve de, bu işe karışmamak için kenara çekilmeyi seçmişti. Beri
yandan kapısı örülü dâiresinden Sultan İbrahim'in gönüllere üzüntüler salan
feryadı saray duvarlarını aşmaktaydı. Yeniçeri'lerin bir bölümününde bu
feryatlardan kalbleri ihtizaza geliyor ve kendi kendilerine acaba bu hâl işini
ettiğimiz kötümü oldu? Şeklinde düşüncelere dalıyorlardı. Ahalinin ve bir
bölüm askerin sessizliği; idareyi korkuya ve sarayı da endişeye sevketmişti.
Kösem Valide Sultan tecrübesini konuşturarak, böyle hallerde ulemaya
başvurulmak gerektiğini hatırlattı. Başvurulan ulema takımı, derhal çareyi
söylemekte gecikmedi: <İz içtimaa haiifetan, faktelu ehadü minhüma>
yâniiki halifeden birini öldürünüz! Mizancı Murad bey diyorki: "âyet
değil. Hadis değil. İmamların içtihadı değil. Uydurulmuş arabça bir
cümle"den başka bir şey değil ulemanın söylediği çare.
Yine bahse konu çarenin gösterdiği iki halife ifadesi, gerek
mantık gerekse mâna itibariylede yanlıştır. Çünkü halife denilen ikiden biri
bulûğ çağına ermemiş bir masum çocuk. Diğeri ise bir mecnun. Dolaysıyla değili
ki halife bir tane bile mevcud değil, görüşünü ileri süren Mizancı Murad'a
iştirak etmiyorsak da söylediklerinin pekde yabana atılacak hususlardan
olmadığını düşünüyorum. Yine Murad bey diyorki; "..sümme tedarik fetvalar
yüzünden Osmanlı devletinin uğradığı felâketler, düşmanların taarruzlarından
meydana gelen felâketlerden büyük ve dehşetlidir." Sultan İbrahim'in
katline dâir fetvayı isteyenler, Bektaş, Murad Ağalar, Kara Çavuş ve Muslihiddin
idi. ulemanın bulduğu çâreyi fetva haline getirende şeyhülislâm Abdürrahim
efendiydi.
Fecâi'i İbrahim'iye
Çalışmamızın bu satırları, pek hissi hususlara mahsus gö-rünsede,
aslında hayatımızın his dünyasındaki zenginliği, bizlerin insanlık seviyesine
yaklaşımımızın bir ölçüsü dense, asla yanlış olmaz. Çünkü; insanoğlu aklıyla
hisleri arasında yaptığı muhakeme neticesinde, islâmla muttasıf bir kimse ise,
aklın mekrine kapılmayıp, hislerini öne alarak karar alsa menfi bir neticeye
doğru yelken açmaz. Aşağıdaki satırlar aklın canavar tarafını kendilerine
rehber edinenlerin sergilediği çirkinliği duyurmağa yöneliktir. Sultan
ibrahim'in hücreye kapatılmasının 11. günü alınan fetvayı yerine getirmek için
başlarında yaşlı sadrıazam Sofu Mevlevi Mehmed Paşa, şeyhülislâm Abdürrahim
efendi, fetvayı verenlerin bir bölümü, bir miktarda asker olduğu halde saraya
girdiler. Saray çalışanları sarayın tavanlarında onbir gündür yankılanan eski
padişahın feryatlarıyla dilhûn olmuşken, icraya gelenleri karşılarında
bulunca, artık gözyaşlarını tutamıyarak, bunlara arkalarını dönüp, ağlıyarak
her biri bir tarafa kaçtılar. Çünkü yapılacağı görülen cinayete, uzakdan dahi
olsa şahid olmaktan içtinab ettiler. Geride bir kaç acemi hizmetli kalmıştı
bunlar da, örülü kapının tuğlalarını yıkması emredildikte red cevabı verdiler.
Devletlûlar! bunları sille tokat dövmeğe başladılar. Ancak işe
yaramadı bu zorla yaptırım teşebbüsü. Çünkü sarayın acemioğlanından dahi:
"Öldürseniz o kötülüğü yapmayız" cevabı aldılar. Gelenlerse, bu
itirazlardan intibaha gelmeyip senelerce huzurunda diz çöktükleri padişahlarını
öldürmekten çekinmediler. Çünkü akılları gözlerine inmişti. Çaresiz kalan
heyet, işin başa düştüğünü gördüklerinden kazma kürekleri ellerine alıp,
örüleli on gün olmuş divan yıktılar. Kapıyı, parçaladılar ve birdenbire
karşıların da avazı bülend ile haykırmakta olan padişahla karşı karşıya
kaldılar!
O: Benim elimden nimet yiyenlerden bana merhamet edecek kimsede
kalmadım!? Göz göre göre bu zâlimler beni öldürecekler. Aman medet ya
Râsulellah! Diyerek istimdad ey-liyordu. Gelen kalabalıktan bazı kimseler,
hâlin fecaatine takat getiremeyecek olduklarını anlayınca yavaşça sıvışmayı
tercih eylediler. Oradan kaçmakla kalmayıp, gözyaşları içinde sarayı da
terkettiler. Kafile ile birlikte gelmesi vazifesi olan cellât Kara Ali, terk
yolunu seçenlerin arasındaydı. Sadrazamın emriyle yeniden getirilen Kara Ali,
titreye titreye sadrazamın ayakları dibine yığılarak, bu vazifeden
bağışlanmasını yalvarmaya başladı. Ancak ilk günlerde pısırık ve aciz bir ihtiyar
görünümü sergileyen Sofu Mehmed Paşa adetâ bir damat teravetine bürünmüştü.
Pehlivan yapılı cellât Kara Ali'nin bu ihtiyar sadrıazamin köteği yüzünden,
kapı önüne getirildiğine şâhid olundu.
Nihayet, doksanlık sadrazam, şeyhülislâm ile Kara Ali ve
yardımcısı Hammal Ali, yıkılmış kapıdan içeri girdiler. Cellâtlar perişan bir
halde iken, iki devletlû eski cellâtları andırır soğukkanlılıktaydılar. Sultan
ibrahim; elinde mushafı şerif olduğu halde şeyhülislâm'a hitab etti: Bak
Abdürrahim! Yusuf Paşa bana, senin için, dinsiz, imansız, fitnekâr bir
herifdir, sağ bırakma. Dedİydi. Seni öldürmedim. Çünkü; Allah'dan korktum. İşte
kitabullah, beni hangi âyetin hükmü ile öldüreceksiniz: Abdürrahim efendi bu
sözlere cevap yerine cellâta çabuk davranmasına işaret verdiği görüldü. İşi
derhal tamamladılar resmi cellatların istemeyerek yaptıkları işlemi tamamlamak
için, ipin bir tarafını şeyhülislâm diğer tarafını sadrazam çekerek padişahı
aynen Genç Osman vakasına benzer şekilde katlederleriken, cariyelerin engel
olma çalışmalarına önem vermediler. Normal insanların hayatta yapacakları
davranışlar bir fevkaladelik arzetsede, bunun tahammül sınırı vardır.
Yukarıdan beri bütün teferruatıyla nakletmeye çalıştığımız Sultan
İbrahim'in katli hadisesinde, devleti avucunun içinde tuttuğu her kesiminin kâr
kabul etmez tarzda malumu olan Kösem Valide Sultana ait me'suliyet gözden ırak
tutulamaz. Şüphesiz ki; bu cinayeti irtikâb edenler bu işi ona rağmen yâni, Valide
Sultan'a rağmen yapamazlardı. Demek ki; devletin bekası hususiyeti, bir
annenin ciğerparesi evlâdımda fedaya göz yumar hâle getirebilmeye varıyormuş.
Bu acıya dayanacak anne sayısı, istisnayı teşkil eder. Zaten bütün insanlık
âleminde, bazı insanların bazı insanlara göre farklılık ve efdaliyyetleri,
yüklendikleri kaderin, icabatindan ötürüdür. Osmanlı devleti hanedanına
mensubiyetle doğan her fert, soy'un kaderi olan farklılığı yaşarken bu
farklılığı bazen çok ağır bir fatura ile ödemek zorunda kalırki, henüz mütalaa
ettiğimiz facia, bunun çok açık bir ispatıdır. Bakınız; Valide Sultan iki
halifeden birini öldürünüz fetvası karşısında sus pus olup, adetâ hükmün
gerçekleşmesine yardımı bile olmakta nerdeyse! Taht'tan indirilmiş bulunan
Sultanın oğlu, oniki gündür babasının tahtına oturmuş bulunuyor ve aynı sarayın
başka bir odasında, hayatını elinden aldıkları babasına hayatını bağışlama
yoluylada olsa yardımcı olamıyor. Dahası ileride nekadar kıymetli bir Valide
Sultan olarak göreceğimiz Turhan Valide Sultan, oğlunun babasını ve kocasını
bir cinayet sayılsa seza olan saldırıdan kurtarmaya çalışmıyor da, iki tane
câriye, cellâtlara karşı koymaya çalışmakta ve bu cellatlar arasında gayri
resmi cellat olarak da şeyhülislâm ve sadrazamı gördükleri halde. Gelde
şaşırma!
Bu acılı gün 28/receb/105818/ağustos/1648 çarşamba idi. Padişah bu
sırada otuzüç yaşındaydı. Sultan İbrahim devrinin mukabilindeki muasırları,
Almanyanın başında im-parator 3. Ferdinand, İngilizlerde kral 1. Şarl, İranda
Şah Safi ve 2. Abbas, papalık makamında ise, 8. Urban ile 10. İnos-san, Rusyada
ise 3. Misel ve 1. Aleksi imparatordular. Fransa'da ise 13. ve!4. Lui'ler
biribirini takip ettiler.
Devrin Devlet Adamları
Sultan İbrahim; ağabeyi 4. Murad'dan bergüzar sadrazam Kemankeş
Kara Mustafa Paşayı görevinde ipka etmişti. Metin içindede anlattığımız
Mustafa Paşa aslen Arnavut olup, çok dürüst, ancak okuma yazma bilmez bir kimse
idi. Halbuki kardeşi olan İlbasanlı Mevlevi ve şâir Sineçâk Münzevi Osman
Dede, on cüzlük "Gülşeni İrfan" adlı eserini sadnazam ağabeyine
hediye etmiştir. Kendisini görmek isteyen sadrazama Osman Dede, bu müsaadeyi
vermemiştir. Mustafa Paşanın sadaretten azil ve kellesinin alınması arkasından
sadarete bir Sultanhanım oğlu olan Semin Mehmed Paşa getirildi. İşte Sultan
İbrahim'i baştan çıkaran sadrazam bu zâttır. Kırık klişe diye, Kırkkilise adlı
bölgenin elden çıkmasını saklayan Mehmed Paşa azledilip, Girid Adasına me'mur
edildi.
Sultan İbrahim'in 3. sadrazamı Boşnak Salih Paşa oldu. Yirmiüç ay
süren sadaret bir araba gezintisi yapan padişahın arabasının tıkanmış bir yola
rastlaması, Salih Paşanın hayatının sonu oldu. Yerine getirilen Ahmet Paşa
İstanbulludur. Ancak vazifesini gereği kadar iyi yapamaması, hem kendi sonunu,
hem de padişahın sonunu getirmiştir.
Bu vezir, Sultan İbrahim'in kendisinin kendi rızasıyla tâyin
ettiği son vezirdir. Her ne kadar istemeyerek de olsa zorbaların tâyin etmiş
olduğu sadrazam Sofu Mevlevi Mehmed Paşayı sözle veziriazam tâyin etmişse de,
kendi veziri saymak ne derece doğru olabilir? Ancak fiili katili dense tam
isabet olur.
Şeyhülislâmlara gelince: Sultan İbrahim 1049/1640'da tahta
çıktığında makamı meşihat altı yıldır Şeyhülislâm Yahya efendi tarafından
yürütülüyordu ve bu zâtın üçüncü şeyhülislâmlığı idi. Vefat tarihi
olanl053/zilhicce/1644 şubat ayına kadar da devam etti. Yahya efendi'yi
kaybettikten sonra padişah da, eski şeyhülislâmlardan Saadeddin efendinin
torunu, Es'ad efendinin oğlu Ebu Sâid Efendi'yi makama tâyin etti.
Said efendi'nin ilk meşihatı 1646 ocağında sona erdi. Bu zattan
boşalan makam Muid Ahmed efendiye tevcih edildi. Bu zât 1 sene 3 ay 10 gün
sonra vefat etti. Yerine ni-san/1647'de, Adanalı Hacı Abdürrahİm efendi geldi
ve bu makamda temmuz/1649'a kadar 2 sene 2 ay 23 gün kaldı.
Demekki; Sultan İbrahim devri, dört şeyhülislâm ile iktifa
etmiştir. Bunlar; Yahya efendi, Sâid Efendi, Muid Ahmed efendi ile Adanalı
Abdürrahİm efendilerdir, üzunçarşılı tarihinde, Muid Ahmed efendi, dürüst bir
kimse olarak anılırken, Adanalı Abdürrahİm efendi fetvaları isabetli esaslı bir
âlim olarak kabul olunmuştur. Sultan İbrahim ile hâl esnasındaki cevaplarıyla
meşhurdur! Sultan İbrahim devrinin ilim adamlarından biri olan Kâtip Çelebi,
namı diğer Hacı Halife 1609 şubat'ında İstanbul da dünya'ya gelmiş ve 1657
senesinde, yine bu şehirde, pek genç sayılacak yaşta vefat etmiştir. Yine Sarı
Abdullah efendi hem şer'i hem de tasavvufi meselelerde
büyük bir âlimdi. Melâmi şeyhi İdris Muhtefi'ye ondan sonra da
Aziz Mahmud Hüdai'ye intisabı olmuştur. 1660 senesinde vefat edip, Topkapi
mezarlığına defneolundu.
Bülbülzâde (Hibri) Ali efendi fıkıhta üstad bir kimse olarak
temayüz etmiştir. Hadikat'ül Fukaha adlı te'lif eseri vardır. Ölüm kapısını
1669'dan sonra çalmıştır. Minhacı Muhammedi' adlı eserde bu zâta aiddir.
Tenkihüt Tevarih adlı, umumi bir tarih kaleme almış olan Hezarfen Hüseyin
efendi'de devrin büyük ilim adamlarından olup, 4. Mehmed'in tarih hocalığı
görevinde bulunmuştur. Muhasinül Kelâm ile Şerhü'l Lemâ adlı, iki tane önemli
tasavvufi eseri bulunan zât 1691'de vefat etmiştir. Müneccimbaşı Ahmed Dede,
Selânik'e Konya'dan gelen evlâdı fatihandandır. 1631 !de Selanikde dünya'ya
gelmiş daha sonra İstanbulda Galata Mevlevihanesine girip, ilmini
yükseltmiştir. Astronomi ve Astroloji ilimlerini öğrenmiştir. 36 yaşındayken
Hoca'si Müneccimbaşı Mehmed efendi'nin vefatı üzerine müneccimbaşıhğa
getirilmiştir. 4. Mehmed'in taht'tan indirilmesi sırasında azledildiği
münec-cimbaşılıktan sonra, Mekke'ye giderek Mevlevi Tekkesine şeyh olmuştur.
Eski görevine dönmesi için yapılan davete nezaketle red cevabı vermiş ve
1701'de Mekkei Mükerre-me'de irtihal etmiştir. En meşhur eseri
"Müneccimbaşı Tarihidir.
Sultan ibrahim üzerinde çok önemli araştırmaların yapılması
şarttır. Ve gözümüze, uydurukçu tarih tarafından takılan gözlükle bakarsak,
delinin devri deyip geçmekten başka bir yere varamayız. Görülen odur ki;
Çanakkale boğazını kapamaya gayret etme yolunu seçen Venedikliler, sadece
Giride yapacağımız lojistik yardımı engellemeyi değil, milletimizi birbirine
düşürecek çâre olduğunu hesaplıyarak buna teşebbüs etmişlerdir, muvaffakda
oldular sayılır.
Bundan bir kaç sene önce; komedyenlerden, Zeki Alasya ile Metin
Akpınar ikilisi, bir Sultan İbrahim şahsiyetini mizahi şekilde yorumlarken,
hatırlattıkları hususlar, sergiledikleri mevzuular, seyirciyi Sultan İbrahim
hakkında basit ve menfi düşüncelere saplanmanın doğru olmadığı, noktasına
ulaştırdı. Diyebilirim. Komedi tarzda yapılan tahlil, son plânda niçin böyle
olmasını sorduruyor?.
Sultan İbrahim'in Hanım Ve Çocukları
Sultan İbrahim'in hanımları hakkında ve sayısında farklı beyanlar
bulunmaktadır. Meselâ; Çağatay Gluçay'a göre yedi hanımı hakkında malumat
verirken, çalışmasının dip notunda da, Evliya Çelebi'nin yedi, Ahmed Refik
(Altınay) in sekiz, Alderson ise, ondört hasekiden söz etmiştir. Evliya Çelebinin
ileri sürdüğüde kendisininkinin biribirini tuttuğunu ifade eder. Alderson;
sohbet yapmakla istihdam edilen bayanları, hanımlar listesine aldığından
tabiiki yanılmaktadır. Al-derson'un verdiği isimler şudur: Hubyar, Saçbağh,
Dilaşub, Şivekâr, Hatice Turhan, Handanzâde, Voyvoda kızı, Hatice Muazzez,
Sakızulz, Şekerpare, Telli Hümaşah, Zâfire. Üç tanesinin adını da yazmamıştır.
Bunların içinde adları geçen Hubyar, Saçbağı, Handanzâde, Voyvoda kızı, Meleki
kalfa, haremde vazifeli olup, padişahın hanımlığıyla ilgileri yoktur. Ancak
hemen belirtelim ki; Çağatay üluçay'da şu kanaati ileri sürmekle harem hayatına
yapılan iftira yağmurunada sermaye katkısında bulunuyor.
Güya; Sultan ibrahim; modern doktorların teşhisine göre, Psiko
Nevroz olup, bu hastalığa müptelâ olanlar kadınlara çok düşkün olurlarmış!
Hatta bu alanda işi ileri götürenler işi sapıklığa vardırırlarmış! Bir yabancı
yazarda Sultan İbrahim'in cinsi hayatı hakkında şunları söyler diye döşemiş satırları!.
(Güya) Sultan İbrahim cinsel arzularını yerine getirmek için yatak odasının
etrafına aynalar kor, bunlara bakarak cinsi hisleri tahrik olur ve büyük bir
zevk içinde, keyfini yerine getirir idi.
Her cuma günü annesi veya bir başkası tarafından kendisine bir
bakire sunulurdu. Bununla; kendisine anlatılan yeni bir münasebet şeklini
uygular, bunu şahsî zaferi sayardı. Onun en çok zevk aldığı eğlencelerden
birisi de bütün kadınlarını çırılçıplak soyup onları kısraklara benzetmekmiş.
Kendisi de bir aygır gibi onların arasına katılır, güçten kuvvetten
kesilinceye kadar aralarında dolaşırmış. Kaynak olarak da, "The
Harem" 189. diye ne yazar ne yayımevi, ne tarihi dâir bir beyan yok. Ya
bir müfterinin âleti olmuş, -ya da kendisi uydurup, başka adreside meşkûk
şekilde gösteriyor. Bütün seyyahlar olsun, sefir hanımları olsun, Harem'in
tarifinde kadınca buluşmalarında, Osmanlı hanımlarının, güzellik ve zarafetlerini
anlatmışlardır ve bu anlatıma Haremi Hümayun'un yâni padişah evinin öyle herkes
tarafından görülen yerlerden olmadığını da belirtmişlerdir. Hele modern
doktorlar vasıtasıyla merhum padişaha koydukları psiko nevroz teşhisi hayli
gülünç. Çünkü; hastasını senelerce muayene ede ede, adetâ bilmedik yeri
kalmamasına rağmen tam teşhis koyamayanlar varken, üçyüz şu kadar sene evvel
vefat etmiş zâta teşhis koyan hükema, böyİe edebsizliğin âleti olmaz. Maalesef,
İslam ve Osmanls düşmanı zerzevatın uyduracağı evsafta ifadelerdir bunlar.
Sultan İbrahim'in ilk hanımı, Hatice Turhan -Vâlidesultan olup 1627'de Rusya'da
doğmuştur. 4. Mehmed adı ile padişah olacak zâtın annesidir. Turhan Sultan
oniki yaşlarındayken, Tatariar'ın her sene Rusya üzerine yaptıkları seferlerden
birinde esir düşmesiyle Kör Süleyman Paşanın dikkatini çekmiştir, gerek güzelliği
gerekse farkedilir haliyle. Paşa; bu kızı Kösem Valideye hediye eyİedi. Saraya
alınıp, vâlidesultanin emriyle terbiye olunan genç kız, 4. Murad'ın vefatı
üzerine tahta çıkan Osmanli padişahı İbrahim'e Kösem Vâlidesultan tarafından
hediyeolunur. Padişah bu hesnâ güzellik karşısında hayran kalır vede büyük bir
sevgi İle dolar. Beri yandan Sultan 4. Murad'ın katlettirdiği şehzadelerin
sona kalanı İbrahim hân oiup, hanedan da bir tek 1. Ahmed'in
kardeşi deli mi velî'mi olduğu meşkuk 1. Mustafa vardı. Bu sevgiyi
kuvvetlendiren meyve 1642 yılında dünya'ya geldi. Ancak; hanedanda ki erkek
çocuk azlığı Sultan İbrahim'in gayret gösterek, bu sayıyı arttırması taht
açısından önem ar-zediyordu. Bu bakımdan vâlidesultan oğlunun koynuna cariyeleri
koymaktan geri durmuyordu.
Akıllı kadınlar, padişah olan kocalarını bu hususda engellemeye
kalkmamahlardı çünkü dinlenmeyeceklerini bilmeleri gerekiyordu. Turhan Sultan;
havuz hadisesinden sonra işinin, çocuğunu yetiştirmek ve onu tahta çıkarmak olduğunun
-şuuru içinde kocasını rahat bıraktı. Kaimvalidesi Kösem sul-tanvâlide ile
gizli bir nüfuz mücadelesi başlamıştı. Sultan İbrahim'in tahtdan
indirilmesinden sonra, bu gelin kaynana rekabeti vâlidesultan olma yansına yol
açar. Açılan mücadelede Kösemvâlide işi bir müddet önde götürmüşse de, torununu
zehirlemeye teşebbüsle suçlanmak, daha sonra Turhan sultandan daha yumuşak
başlı ve saf olan Dilaşup kadının oğlu 2. Süleyman'ı tahta çıkarma komplosunu
ağalarla anlaşarak tezgahlaması ve bunu farkeden sabi padişahın etrafında
toplanan, baş da annesi Hatice Turhan Sultan olduğu halde, üzün Süleyman Ağa
ve Meleki Kalfa aldıklar; tedbirle Kösem vâlidesultan'ın plânlarını akim
bıraktırdıkları gibi bu arada, Kuşçu Mehmed adlı biri Kösem Sultanı, perde
kordonu ile boğarak öldürmüştü. Artık Osmanlı vâüdesultanı ve padişah nâibesi
Hatice Turhan Valide idi. Mührürv'e; "Mazhâ-rı Lütfî Sâmed/Vâlidei Sultan
Mehmed" yazni3İ< a böylece devletin hizmetinde bir ve tek selahiyetli
olup, temiz yürekli, işlerin güzel gitmesi isteğini bütün tarihçiler
belirtmekden kendilerini alamazlar. Turhan Vâlidesultan, taaki Köprülü Mehmed
Paşayı makam! sadarete getirene kadar oğlunun müşaviri ve üzerinde etkisini
sürdürmeye devam etdi. Daha önceleri Kösem Vâiidesuitanın yaptırmak istediği
Çanakkale Boğazı kalelerini ahali, içine asker konursa tecavüze uğrarız diye
söz ettiklerinden yaptıramamıştı. Aynı itiraza kulak asmayan Turhan
vâlidesultan, kendi parasıyla hem de kalenin hemen yanına bir de cami
yaptırarak, kaleleri onarttı. Şâir Abdi Efendi şu beyiti söylemek suretiyle
takdiri hizmet eylemiştir. Kalenin tamiri 1072/1661'dir. "Budur bu
kal'anın her-birine ey tarihi abdi" Kilidi bahri İstanbul seddî pâki
Sultanî" Safiye Sultanvâlide tarafından, yeri satın alınmış, etrafı temizlenmiş,
temelleri hazırlanmış Eminönü'ndeki Yeni Câmİi 1663 târihinde, Hatice Turhan
vâlidesultan tarafından yaptırılmış, ancak camiin kapısı üzerindeki şu yazı ve
târih 8/şu-bat/1664'de yapıldığına İşaret etmektedir. Beyit şöyledir:
"Şali itmamına târihi Murat etmiştim Biri kalkıp dedi ki kâbei ehli takva
1074"
Ayrıca Turhan vâlidesultan; Mısır Çarşısını doksanbeş dükkân
hâlinde yaptırmış ve camiin vakfı olarak tesbit etmiştir. Yapılış târihi ise.
1071 /1660'dır. Hatice Turhan Vâlidesultan 1094/1683'de vefat etmiştir. Kendi
yaptırdığı türbesinde defnolundu vefatında eiliyedi yaşındaydı.
Muazzez Sultanhanım ise; Sultan ibrahim'in ikinci hanımıdır.
Sultan 2. Ahmed'i doğuran vâiidedir. Ancak vâlidesultan-lık vazifesini icra
edememiştir. Çünkü; kocası Sultan İbrahim'in tahtan indirilmesi sonrasında o
da, eski saraya gön-deriimiş ve 1098/1687'de eski saray civarında çıkan bîr
yangın inkişaf etti ve bahse konu safaya da sıçradı. Bunun üzerine
telaşlananlar kendilerini nasıl kurtaracaklarını bilemezken Muazzez valide bir
hayli korkuya duçar oiduki ertesi gün vefatı vukubuldu. Hakkındaki bilgi bu
kadardır.
Dilaşub Sultanhanımın, Sultan İbrahim'in üçüncü hanımı olduğu
ihtimali pek kuvvetlidir. Doğum târihi ve yeri hakkında bilgi yoktur. Sultân
ibrahim'in tahtdan indirilmesinden sonra Eski saray denen yere gönderildi ve
burada 39 yıl bekledi 4. Mehmed'in tahtdan indirilmesi üzerine ve de oğlu Süleyman'ın,
2. Süleyman unvanıyla padişah olması üzerine vâlidesultan oidu. İkisene bu
makamda kaldıktan sonra hakkında emri hak vâki olduğu esnada târihler 1689
senesini gösteriyordu- Kaanuni Sultan Süleyman'ın türbesine defno-lundu.
1056/1644'de Sultan İbrahim'in haremine dahil oian Ayşe Sultan
hakkında odasının döşenmesi hakkında 1054/zilkade ayının, birinci günü, yâni
30/12/1644 tarihli Darüüssade ağasına verilen ferman var. Bu hanım dördüncü
hanımdır. 1056/1646'da padişahın beşinci hanımı olan Mahenver Sultanı
tanıtacak başka bilgiye sahip değiliz. Şivaker Sultan ise, Ahmed Refik
(Altınay) 'in söylediği bunun yedinci olduğudur. (Jluçay; altıncı olduğunu
söylemek daha doğrudur, çünkü son hanımı Telli Hümaşah'tır demektedirki güya
padidi-şah Üsküdar'da dolaşırken, aklına kadın düşmüşde, yanındakilere,
İstanbul'un en şişman kadınının getirilmesini emretmiştir. Şehre dağılanlar
iri yarı bir ermeni kadını bulup getirmişler ve takdim etmişlermiş. Bu kadın
enine boyuna olup ağzıda iyice lâf yaptığından padişahı büyülemiş, Sultan İbrahim
onsuz yapamaz ofmuşmuş! Adını da Şivekâr koyan Sultan İbrahim olmuş. Padişahın
diğer hanımları gibi o da eski saraya gönderilenler arasında yer almıştır.
1104/1693 yılında orada öldü.
Tefli Haseki de denen Hümaşah Sultan, padişah ibrahim'in en
sevdiği ve yedinci eşidir diyor, Çağatay (Jluçay, Ahmed Refik bey'e gelince o
da sekizinci demektedir.
, Kösem Sultan ve padişah'sn kızkardeşlerinin Edirne'ye sürgün
olmalarına sebeb olan bu Telli Haseki'dir yâni Hümaşah sultandır. Yine;
Voyvoda kızının anlattığı masala bakarak , dâiresini samur kürkle döşendiği
söylenen hanımsultanda Hümaşah Hasekidir. Padişahın bu hanımından Orhan adı
verilen oğiu doğduğunda, padişah boğulmak suretiyle öldürüle-îi altı ay
olmuştu. Telli Haseki'de eski saraya gönderilenler arasındadır. Ancak
1082/1672'ye kadar sağ olduğuna dâir bir hazine makbuzu işaret etmektedir. Daha
sonraki hâli hakkında bilgi yok ve ölüm târihi ile makberesi bilinmemektedir.
Sultan İbrahim'in çocuklarının tamamıninda padişah olduktan sonra doğduğunu
kesin olarak biliyoruz.
Kız ve erkek çocuklarının sayısında ihtilaf vardır. H. 1052/M.
1642 yılında doğan Fatma sultan hanım, üç yaşındayken Kaptanı Derya ve
padişahın musahibi yâni sohbetçi-si Yusuf Paşaya nikâh edilmek suretiyle
verildi. Çok muhteşem törenlerle Fatma sultanhanım Topkapi sarayından, Yusuf
Paşa'ya tahsis edilen saraya götürüldü. Hanya Fâtihi olan bu Yusuf Paşa bir
sene sonra padişahın emriyle İdam edildiğinden, Fatma hanımsultanda dört
yaşındayken dul kalmış oldu. Tabiiki değerli okurlarım bu izdivaçların kâğıd
üzerindeki izdivaçlar olduğunu, elbette hatırlatmaya lüzum yoktur. 1646'da
musahib ve de kaptanı derya olan Fazluİlah Paşa'ya Fatma Sultanın nikâhı
yapıldı. Bu gelin alayı da, mutantan oldu. Fatma sultan Topkapi sarayından>
Fazluİlah Paşa'ntn Binbirdirekte'ki sarayına götürüldü. Gelin alayında elli
nahii vardı. Fazlı Paşa; Fatma sultanın buluğa girmesini bekledi. Ancak vuslata
eremeden, 1657 yılında vefat etdi. Onbeş yaşında dul kalan Fatma sultanın,
bundan sonra izdivaç yapıp yapmadığı hakkında bilgilere rastlamıyoruz. Hâttâ ne
zaman vefat ettiği ve nereye gömüldüğü meçhulümüz kalmıştır.
Muhterem okurlarım; elli tane nahii önlerinde vardı, dediğimiz
de, nahilin ne olduğunu tanıtmayı kendimize vazife saydık. Bu hususda târih
deyimleri ve terimleri sözlüğüne, Mehmed Zeki Pakalın merhumun değerli eserine
göz attığımızda şu cevabı görüyoruz: balmumundan yapılarak gelin veya sünnet
çocuğu alayının önünde, insan veya hayvan resimleri, çiçek ve kıymetli
taşlarla, sırma klabdan gibi parlak teller ile, yaldızlı kağıtlarla süslü
ağacın adıdır, halk dilinde kulanılan nâkil, nahil kelimesinin galatlaşmış
hâlidir. Benzetmek suretiyle, meyvası ve çiçeği çok ağaç ve fidanlar hakın-da
da söylenir. Arapça mânâsı olarak nahl, hurma ağacı demektir. Merhum İbrahim
Hakkı Konyalı nahil için arapçadan dilimize geçen ve ortasındaki noktalı hı,
bazen kaf yâni, K'ya çevrilerek naki haline getirilmiş kelimenin lügat mânası
hurma ağacıdır demektedir. Eski sadnazamlardan Ahmed Vefik Paşa da, bu nahil
kelimesinin fidan, hurma ağacı ve balmu-mundan yapma ağaç, meyva ve şükûfe gibi
mânalar ile tavsif ediyor. Fazlullah Paşa; Fatma sultanhanırnı buluğ çağına
kadar bekledi. Ne var ki kuvvetle muhtemel olan şudurki vuslat vukubulmadan
1657'de vefat etBi. Onbeş yaşında yine dul kalan Fatma sultanhanımın, bir daha
izdivaç yapıp yapmadığından hâttâ öldüğü tarih ve nereye gömüldüğü hakkında,
bilgi sahibi bulunmamaktayız.
Alderson; Sultan İbrahim'in kızlarını, dedeleri 1. Ahmed'in ve
amucaları 4. Murad'ın kızlarıyla karıştırmıştır. Bu sebeb-den gerek sayıda
gerekse isimlerde hatalar yapmıştır. Misal olarak Sultan İbrahim'in; Ayşe ve
Atike sultan adlı kızları olduğunu ileri sürmesi, padişahın dokuz kızının
olduğunu ancak iki tanesinin-adını tesbit edemediğini, ötekilerin adlarını
şöyle belirtir: Fatma, Ayşe, Atike, Beyhan, Gevherhan, Kaya ve ümmügülsüm
sultanhanımlar. ünlü tarihçimiz Ahmet Refik bey'de Sultan İbrahim'in; Atike,
Ayşe, Beyhan ve Gevher Sultan adında dört kızı olduğunu yazmaktadır. Bütün
bunlardan çıkartacağamız sonuç, Osmanlı harem hayatı kendine has bir
örtülülükle geçmiştir. Bu bakımdan harem hakkında, ileri geri beyanda
bulunanlar ve bu ifadeler fazla itibara alın-mamahdır diye düşünsek, yanlış bir
tesbit yapmamış oluruz.
Sultan İbrahim'in yine 1052/1642'de doğan kızının adi Gevherhan
Sultanhanımdır. Bu sultanhanimda; 23/ka-sim/1646'da dört yaşındayken padişah
musahibi Cafer Paşa ile nikâh olundu. Kendilerine; Hoca Paşa da Halil Paşa Sarayı
tahsis edildi. Tabii çeyiz, padişahın emri ile hazineden yapıldı. Cafer Paşa
ile Gevher Sultanhanumın evliliğinin müddeti bilinmemektedir. 1647'de bu
sultanhanım için Alderson, Çavuşzâde Mehmed Paşa ile izdivaç yaptı, demektedir.
O zaman; bir sene önce nikahlandığı Cafer Paşa ne olmuştur? Bu hususda,
malumat olmamakla beraber Mehmed Süreyya Bey; Sicilli Osmanî adlı pek değerli
eserinde, târih belirtme-mekle birlikte, Çavuşzâde Gevherhan Sultanhanımın
izdivacını zikretmektedir.
Musahip Cafer Paşadan sonra Çavuşzâde Mehmed Paşa ile evlenen
Gevher Sultanhanım; Halil Paşa sarayında yaşamağa devam etdi. Sultan
İbrahim'in katledilmesinden sonra, Gevher Sultanın kardeşi padişah 4. Mehmed,
bahse konu sarayı Gevher hanımsultan'a verdi. Damad Mehmed Paşa; 1681 yılında
iki defa kaptanı deryalık etmiş bir Paşa olarak vefat etdi. Gevher Sultan
21/eylül/1694rebiü!evvel/l 106'da, Edirne'de öldü. Naşı İstanbul'a getirildi
Şehzadebaşı camii Naziresinde defnedildi. Gevher Sultanhanımın bütün mallan
hazineye devredildi. Sultan İbrahim'in üçüncü kızı 1055/1645' yılında dünyaya
gelen Beyhan Sultanhanımdır. Bu da, iki yaşında olduğunda, veziriazam Hezarpâre
Ahmed Paşa ile evlendirildi. Bir sene sonrada Ahmet Paşa çıkan karışıklık da
parça parça edilcüğinden Beyhan Sultan üç yaşında dul kaldı.
Bundan sonra (Jzun ibrahim Paşayla onun vefatından yâni 1683
yılında ölmesi üzerine 1689, yılında Bıyıklı Mustafa Paşa ile evlendiğini
yazmaktadır Aiderson. Bıyıklı Mustafa Paşa ile evliliği; on sene süren Beyhan
Sultan hanım, kocasından bir sene sonra 1700 yıhnda vefat etdi. Kabri Kaanuni
Sultan Süleyman'ın türbesindedir. Hemen şunu dailâve edelim ki; Yılmaz Öztuna,
değerli eseri Devletler ve Hanedanlar adlî çalışmasında; ümmügülsüm, Ayşe
Sultan, Fatma Sultan, Gev-herhan Sultan, Kaya Sultan, Beyhan Sultan ve Atike
Sultan-hanımlar olmak üzere yedi, hâttâ Bican Sultanhanım adlı kızla beraber
sekiz tane kız çocuğu olduğunu belirtiyor.
Yılmaz Öztuna Bey; Sultan İbrahim'in kızlarından, Fatma Sultan ve
Gevherhan Sultan ve Beyhan Sultan adlarıyla mu-atabakatı dışında, Ümmügülsüm
Sultanhanım, 1642-1655 arasında yaşayıp onüç yaşında vefatettiğini Ayşe
Sultânın 1642 1675 arasında yaşadığını sonrasının bilinmediğini ifade eder.
Yine Yılmaz Öztuna Bey; Kaya Sultanın 1642'de doğduğunu ve ölümü hakkında
bilgi vermemekle beraber 1649'da izdivaç yaptığı damad Mehmed Paşa'nın
idâmıyla, duj kalmış oldu ancak bu evliliğinde kâğıt üzerinde kaldığını beyan
edelim. Atike Sultanhanim İse; 1646'da doğmuş 1686'da kırkyaşında vefat
etmiştir. İlk izdivacımda; Damat üzün Topal San Kenan Paşa ile bir yaşındayken
yapmış, 11 sene, 4 ay, 25 gün süren evliliğinde zifaf olmamıştır. Çünkü henüz
onüç yaşındaydı o sırada. İkinci evliliğini; Atike Sultan, Mostarlı Boşnak
İsmail Paşa ile 1659'da yaptı. Bu evliliği yedi sene sürdü ve kocasının
1666'daki vefatı üzerine dul kalmış oldu. Vefatına kadar böyle yaşadığı bir
izadivaç yaptığı görülmemiştir. Bican Sultan hanımın ise; 1675'den sonra
öldüğü tahmin edilmekte ve en az yirmiyedi yaşında olması lâzım geldiği ileri
sürülmektedir. Böylecede, Sultan İbrahim'in kızlarıyla ilgili bilgilen
nakletmiş olduk.
Sultan İbrahim'in, oniki tane oğlunun dünya'ya geldiğini ve
bunların hepsininde padişahlığının başlamasıyla birlikte olduğunu hemen
hatırlatalım.
Bunlar; sonradan 4. Mehmed unvanıyla padişah olan şehzade Mehrned
(Avcı) onun tahtdan indirilmesiyle yerine, 2. Süleyman unvanıyla padişah olacak
olan şehzade, onun da yerine, Osmanlı tahtına 2. Ahmed unvanıyla çıkacak olan
şehzade Ahmed'i söyledikten sonra, Selim, Murad, Osman, Bayezid, Cihangirve
babasının vefatından daha doğrusu kat-lettirilmesinden altıay sonra doğan,
şehzade Orhan vede şehzade Süleyman, şehzade Ahmed ve yine bir ikinci şehzade
Ahmed'den, bahsetmek kabildir. Böylece; 12 erkek ev-laddan, üç tanesinin
padişah olarak Osmanlı tahtına çıktığı görülmüş ve Sultan İbrahim'e, Osmanlı
devletinin 3. kurucusu da denmiştir ahali tarafından.
Sultan İbrahim Devrs Deniz
Sultan Murad zamanında; vakit vakit Ruslar Karadeniz üzerinden
İstanbul Boğazına gelip, Bebek civarına kadar, şa-yaklarıyla yâni altı düz
nehir kayıklarıyla saldırılarda bulunup, etrafa zarar verip, bilahirede
çekilip gittikleri, târihin kaydettiği hususattandır. Ancak bu durumda da çâre
bulunmaya çalışıldığını söylememiz gerekmektedir.
Hâttâ 20/temmuz/1624ide, Boğazdan içeri giren baskıncı Ruslar,
Sarıyer'le Yeniköy arasındaki bölgeyi, bir hayli talan etmişlerdi. Bunların
üzerine gönderilmeyi emir alan ve Ha-liç'de bulunan Osmanlı savaş gemilerinin
birkaçı Rusların üzerlerine doğru gittiğinde, baskıncılar yakalanacağız korkusuyla
firara başlamışlardı. Hatta yine bir rivayete göre kazaklar ertesi günü tekrar
boğaz bölgesine gelmişler ve dönüşü sırasında, Osmanlı donanmasının yolunu
şaşırtmak içinde Boğaz fenerlerini yıkmışlardı. Yine; çeşitli kaynakların verdikleri,
başka başka bilgilere göre, ülkemiz sularında faaliyet de bulunan Kazak
teknelerinin miktarı hepsi de altı düz ve kürekli tekne olmak üzere, yüz adet
civarındaydı. Tarihçilerden İsmail Hami Danişmend Halic'in ağzındaki; meşhur
savunma zincirinin Karadeniz boğazına nakledildiğini yazmaktan kendini
alamadığı görülmüştür.
Kadırgalardan meydana gelmiş olan Osmanlı donanması; Karaharman
Burnu dolaylarında üçyüz elli adet Ruslara ait şaykayla karşılaştı. Biraz
rüzgar olsaydı, kadırgalara oranla biraz daha az, denizci olan şaykalar,
Osmanlı teknelerine hücuma geçemeyeceklerdi. Deniz'in sakin olması şaykalara
Osmanlı kadırgalarına saldırı şansı verdi. Onyedi, onsekiz tane şaykayı
kadırgalara yaptıkları rampa ve savaş da başarı kazanmış görüyoruz. Allahdan
muharebe sırasında birdenbire kuvvetli bir fırtına çıkmasaydı, vaziyetimiz
daha da fena
olabilirdi. Kuvvetli rüzgardan yararlanan Osmanlı kadırgaları
yediğine alabildiği şaykalardan 30 tanesini İstanbula getirebildi. Batan
şaykalar sayısıda 172 adet idi.
Osmanlı donanması bu hareketleri gerçekleştirirken, Garb ocakları
filoları yâni Fas, Tunus, Cezayir'deki Osmanlı gemileri, Atlas Okyanusunda
Danimarka ve İzlanda sularına kadar yükselmişler, bu okyanusun deniz
yollarını, İngiliz ticaret gemilerine bile kapamaya muvaffak olmuşlardı. 1631
yılında da, İrlanda'daki Baltimor limanına saldırıp, burasını yağma etmişlerdi.
Muhterem okurlarım görüldüğü gibi yukarıdaki satırlar, 4. Murad dönemini ifade
eden satırlardır. Sultan İbrahim'in tahta geçtiğinde deniz hareketleri ve
bilhassa Okyanuslardaki Osmanlı donanması, hükmünü yürütebilecek kapasite
vede başarı sağlayacak halde olduğunu göstermektedir. Osmanlı devletinin, 4.
Murad'dan sonra tahta geçen Sultan İbrahim, ağabeyinin karada zaferlerle
yürüyen bir ordu, denizlerdeyse varlığını ispat eden bir donanma bırakmış olması
hasebiyle, şanslı bir padişah sayılmalıdır.
Selefi, böyle muntazam bir yapı bırakmasaydı dönemi çok zor
geçecekti. Osmanlı Rus ilişkilerine atfu nazar ettiğimizde, Rus Çarlarının
sıcak denizlere çıkabilmek hülyasıyla takip ettikleri politika, savaş hâlini
dâima ortaya koyuyordu. Eğitilmiş bir toplum olmaya çalışırlarken Azak denizi
istikametinde inkişaf ediyorlardı.
Portekiz'lilerin Hindistana giden yolu bulmalarına karşılık,
Ruslar da Hazar denizi üzerinden Hindistan'a ulaşmaya yeltenmişler ve de bunu
temin edecek şirketler kurma yoluna gitmişlerdi. Ancak; İngiliz denizcilerinin,
İspanyol donanmasını yok edip sağlam bir deniz egemenliği kurması,
İngiltere-nin artık Rusların Hindistan'a ulaşmak politikalarını gözlemeye
lüzum bırakmamıştı.
Böylelikle de Osmanlı/Rusya ilişkilerinde, İngiliz tesiride hayli
donuklaşıvermişti. Osmanh/Rus ilişkileri, Rusların sınır üzerindeki
müsİümanlara saldırı yoiunu seçmesi, Bayezidi Velî zamanındaki Rus elçisinin
kahkahalarla gülünecek kıyafetinin üzerindende geçen zaman dilimi, daha
yüzelli yılı bulmamış amma, hududu Osmanî'yi tacize başlamıştı. Çok geçmeden
ilk Osmanlı/Rus çatışması Azak Kalesi üzerine gerçekleşti. Bu kale; Azak
denizi vede Karadeniz arasında çok öneme hâiz stratejik bir yerdi. Azak
denizine akan nehirlerin, aynı zamanda gemi nakliye yolu ve bu gemilerin
ticaretin bel kemiğini teşkil etmesi vede Orta Rusya ticareti bu nehirler ile
hayat buluyordu. Ne varki; Azak kalesi bîr kontrol mekanizması gibi,
Osmanlı'nın elinde Rusya'y1 çıldırtacak gibi duruyordu. Bir ara bahse konu
kale Rusların eline geçmiş, bazı tarihçilerin Deli diye anmayı adet edindikleri
Sultan Ibra-him'se, bu kalenin ehemmiyetini idrâk içinde olması ile kaleyi
istirdat etmesi icâb ettiğine kanaat getirmişti. Bu iş içinde Kaptanı Derya
Siyavuş Paşa vazifelendirilmişti. Ancak; donanmanın bu işe kâfi miktarda
iktidarı olmadığı gibi kara askeri bakımından da kifayetsiz bir kuvvet ile bu
işe teşebbüs başarı vaad etmiyordu nitekimde öyle oldu. Bölgenin hava şartları
savaş sezonunun sona erdiğini ilân etmiş, Siyavuş Paşa askerini alıp,
İstanbul'a avdet etmişti. Azak Kalesini istirdadı kafasına koyan padişah,
3/şubat/1642'de Sultanzâde, nâmıdiğer Semin Mehmed Paşayı serdar tâyin etmiş,
İstanbul'dan Azak üzerine sevk etmişti. Bir sultanhammın çocuğu olan yeni
kumandanın kalabalık bir askerle geleceğini tahmin eden Ruslar, kaleyi savunma
yerine çekilmeyi tercih ettiler. Böylece kalenin savaşmadan Osmanlı'nın eline
geçtiğine târihler şâhid oldu. Bu başarı Sultanzâde Mehmed Paşanın, sadarete
getirilmesine zemin hazırladı dersek pek doğru bir tesbit yapmış oluruz. Bu
istirdat gerçekleştiğinde, 1642 ilkbaharıydı.
Girit Üzerine Bir Etüd
Sultan İbrahim'in şahsiyetiyle alakalı beyanımız esnasında, bu zat
hakkında tarihçilerin münsif yâni insafla bakmadıklarını yazmıştık. Halbuki bu
padişahın sekiz yıl süren dönemindeki en mühim deniz olaylarından biri, Girit
Adası üzerine yapılan günümüzde anfibik hareket diye adlandırılan fetih
savaşıdır. 1645'de başlıyan bu hareket 1669'da sona erdiğinde kanlı ve bîr çok
vakanın yaşandığı 24 sene geride bırakılmıştı.
Dalmaçyah Yusuf Paşanın kaptanı deryalığıyla açılan savaş 24 sene
sonra nihayetlendiğinde, Osmanlı kuvvetlerinin yöneticisi Köprüiüzâde Fâzıl Ahmed
Paşa aynı zamanda, veziriazam olarak devletin iki numaraiısıydı. Girit Savaşı
ile ilgili olarak; deniz savaşları târihimizin kaynağını, zafernameler,
hatıratlar ve gemilerin vukuat defterleri teşkil etmekle beraber, Girit
savaşıyla ilgili tek kaynak rahmetli deniz tarihçisi, Ali Haydar Emir
Alpagut'un olduğunu ifade eden merhum Amiral Afif Büyüktuğrul'un Ali Haydar
beyin 1916'da yayımladığı 'Târihi Bahri Sayfalan" adli eski Türkçe ile
yazılmış kitaptı demesinin ardından, değerli çalışmasının 2. cildinin 101.
sahifesinde Alman Tarihçilerden Ekkehart Eşkof adlı zâtın Türk Târih Kurumunun
tertiplediği Atatürk konferanslarında "Denizcilik Târihînde Kandiye
Muharebeleri" dizesiyle, Venedik bilgilerini bize duyurmuştu, demekte.
Tarihçi; bu konferanslarının ilkine şu sözle başlamış: "Biz;
22 yıl savaştık. . Hayır deniz savaşı 22 yılda bitti. Aynı zamanda 22 yıl
Kandiye Kalesini almak ve vermemek için, bu kale etrafında kara muharebeleri
ile geçti. Bundan ötürü muharebenin adını da İtalyanlar "Kandiya Muharebesi"
olarak tanımlıyorlar. Batılı tarihçiler için, bu kadar uzun zaman alan savaşın
önemi ikinci dereceyi almaktadır diyor Dr. Eşkof.
Osmanlı devletiyle, Venedik cumhuriyeti arasında cereyan eden kara
ve deniz savaşları hakkında değişik fakat ilgi çekici görüşler vardır
demektedir. Bu dönemde Girit ve Podol-va'nın alınması ve Ukrayna'nın Kazak
böigesi üzerinde Os-manlı egemenliğinin kurulmasını hatırlamak gerekir diyen
Dr. Eşkof, ağır bir buhran geçirmesi de bu dönemlerde yaşanırken, bu sıkıntıyı
atlattıran Köprülü Mehmed ve oğlu Köp-rülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa olduklarına
işaretle beyanına devam etmekte. Ara başlıkta kullandığımız manşete bağlı kalmak
suretiylede olsa sayfamızı, merhum Büyüktuğrul'un çaşmasınjn 2. cildinin, 102.
sahifesinden şu alıntıyla süslüyo-mz: ".Girit için asıl kara savaşına ait
safha hemen iki yılda bitmiştir. Kuzey'deki büyük kıyı şehri, Resmo ile yine kuzeyde
ki müstahkem Mirabeilo limanı ve güneydeki, Gira-petra fethedildikten sonra,
başşehir Kandiya ile Suda, Spi-nalonga ve Sittia'nın liman tabyaları
Venediklilerin elinde kalmıştı. Bundan sonra 22 yıl süren, savaş içinde
Kandi-ya'nin işgali, Dalmaçya'ya yapılan küçük çapta karşılıklı seferler ve
özelikle, büyük ve yaygın deniz seferleri yazılmaya değer olaylardır. İkinci derecede,
bir savaş alanı olan Dal-maçya'da bir deniz savası yürütülmektedir. Çünkü
Venedik Dalmaçya'si kapalı bir kara eyaleti deöildir. Daha çok ada-îar,
kaleler, tahkim edilmiş balıkçı köyleri, girişleri ve geçitleri setler ve
tabyalarla korunmuş, böylecede içerleri kapatılmış olan nehir vadileri ve
özellikle, çok iyi tahkim edilmiş, liman şehirlerinden ibaret bir savunma
sistemi halindeydi.
Venedik donanması, Osmanlı filolarının hücumlarına rağmen
Adriyatik denizinde, bu sistemin en Önemli noktalan arasında sürekli bağlantı
sağlayarak üslere askerî kuvvetler, topçular ve cephane taşımakta, işgal
edilmiş kıyı bölgelerine limanlara yeni kuvvetler çıkarmakta ve Osmanlıların
deniz üslerine yapılacak baskınlara katılmaktaydılar."
Venediklilerin savunmasının izah edilmesinden sonra şöyle devam
ediyor: "Girit Adası; Doğu Akdeniz kıyılarında önemli bir rol oynamıştır.
Orta Çag'da bu ada'ya sahip olmak için savaş ile Doğu Akdenizde üstünlük
sağlama mücadelesi adetâ aynı anlama geliyordu. Ege denizinin girişine egemen
bir durumda bulunan adanın, başkenti İstanbul olan imparatorluk için ve bu
imparatorluğa karşı, girişilecek olasılık bir saldın için çok büyük bir önem
taşıyacağı ortadadır. Böylece Bizansla, Şam ve Bağdat halifeleri arasında Akdeniz
güvenliği için yürüyen mücadele, gerçekte bu ada için yapılan mücadele idi.
Ancak; çok sonraları yeni çağda. İstanbul'a giden yol yerme
CibraSta'dan Süveyş'e giden yolun dünya denizcilik sisteminin mihveri
olmasından sonradır ki, Yunanistan gibi küçük bir devletin bu adayı almasına
ve bu ada üzerinde egemenliğine tahammül imkânı doğmuştur. Venedik, 1205
yı-hrtdâ Girit adasını almış ve böylelikle Ege ve Doğuakdenizin /hatırı sayılır
bir deniz egemenliği sağlamıştır. Osmanlı imparatoluâu Girit'i aldıktan sonra
Eqe denizide Karadeniz qibi adetâ bir Türk denizi biçimine girdi. Fâtih Sultan
Mehmed tarafından başlatılan Ege denizindeki takım adaları, imparatorlunun
hakimiyeti altına alma hareketi tamamlan-dıöı zaman, bu böV dekt Venedik
hakimiyetinin ve deniz si-yasetinin de soraeİmiş oldu," Diyen Dr. Eşkof;
"Osmanlı padişahının Mısır gitmekte olan bir gemi konvoyuna Maİ-tah
kadırgaların saldırısı gerçekleşince de devleti âliye, 1565'de Malta üzerine
büyük bir sefer yapmıştı ifadesiyle sözü, 30/nisan/1645'de padişahın sarayının
önünden bir resmi geçit haMnde Marmaraya yayılan donanmaya getirir. Venedikli
gözlemciler, Güney istikametine olan bu sefere nefeslerini keserek
bakıyorlardı.
Tinos ve Çuha adalarına Kaptanlar ve gemiciler nezaket
ziyaretlerini yaptıklarında, Kaptanı Derya Yusuf Paşa'ya ada idarecileri,
kahve, şeker ve erzak göndermek suretiyle hürmetlerini yinelemiş oldular. Bu
arada da Osmanlı donanması, Garb ocaklarından gelecek filolarını beklemeye
başlarken, Yusuf Paşa gemilerin reislerine vazifelerini bildiren zarfları
açmaları için emir verme zamanı geldiğinin, kararını vermişti.
25/haziran/1645'de Hanya kıyılarında Osmanlı gemileri göründüğünde
yetmiş yıldır durmuş olan, Osmanlı Venedik savaşı yine başlamış oldu. Bu haber;
Venedik senatosuna ulaştığında müzakereler başladı ve Papa'ya haber uçuruldu.
Avrupanm o dönem hatırı sayılır bütün ülkelerine Venedik Doçu mektuplar yazdı.
Osmanlı hücumunu, Doç'un yazdığı mektuplarda başda Papalıkla yakın
olan ispanya kralına, Fransa Kraliçesi Avusturyalı Anna'ya ve Kardinal
Mazarine anlatıldı. Otuz yıl savaşlarının sonunu yaşayan avrupa devletleri, bu
mektuplara pek önern vermemekle geçiştirdiyse de Malta şövalyeleri, Napoli,
Papalık, Floransa ve Cenova yardıma koştular Bu kuvvetler Girit'e güç verirken
Osmanlı donanması tersanelerinde yapılan gemileriyle, donanmasına devamlı
takviye alabildiğinden bu kadar geniş düşmanda uzun yıllar savaşmayı başarması
ve nihayetinde Ahrned Paşanın Ada'nın tamamını fethe muvaffak olma& Sultan
İbrahimle başlayan deniz hareketini aralıksız savaşla götürebilmesi, 4. Mehmed
devrinde tamamlanması devletin devamlılığının en bariz göstergesidir.
Ancak; biz Girit savaşının nihayetini 4. Mehmed'in devrinde deniz
hareketlerine atfu nazar ettiğimizde temasa gayre edeceğiz. Sultan İbrahim
dönemi meşhur insanlardan Nergis Mehmed Efendi, Karaçelebizâde Mahmud Efendi,
ıslahat layihası sahibi Koçi Bey, Kara Mustafa Paşa, Şeyhülislâm Yahya Efendi,
Kemankeş Mustafa Paşa, Piyale Paşa ve Siyavuş Paşalar gibi zevat zikre
şayandır. Sultan İbrahim'in Osmanlı devletini yönettiği dönemde, ülkelerini
idare eden bazı bir numaralar şunlardır: Almanya'da imparator 3. Ferdinand, İngiltere'de
1. Şar!, İran'da Şah Safi ve Şah 2. Abbas, Papa-lık'da 8. Urban, 10. İnnosan,
Rusya'da imparator unvanı altında 3. Misel, 1. Aleksi, Fransa'da 13. Lui, 14.
Luiler biribirini takip ettiler.