IV.MEHMED :
SULTAN 4. MEHMED (AVCI)
Babası: Sultan İbrahim Han
Annesi: Turhan Hatice Sultan
Doğum Tarihi: 1642
Vefat Tarihi: 1693
Saltanat Müd.: 1648-1687
Türbesi: İstanbul'dadır.
Sultan İbrahim'in ilk erkek evlâdı oldu dediğimiz zaman, Ahmet
Refik Altınay merhum'un ifadesi olan "Osmanlı horozu öttü" sözlerini
satırlarımızı süslemekde kullanmıştık. Şimdi de başka bir ilmin gereği olan ve
târih düşmede kullanılan ebced hesabına uygun söylenen bir beyiti kayda lüzum
gördük. H. 1051/m. 1642'de doğan şehzade Mehmed İçin, Şâni'nin inşa buyurduğu
beyit: "Nurdur geldi Mehemmed sulbi İbrahim'den" böylece yeni doğmuş
şehzadenin dünya'ya geliş tarihi belirlenmişti ayrıca adı da, Mehmed olmuştu.
Ancak şehzâde'nin adının Mehmed olmasından evvel bir isim macerası vardirki;
bu devrin en önemli kaynaklarından biri olan Evliya Çelebi Seyahatnamesi bu
hususta cilt 1, sh. 188'de aynen şöyle söylemekte: "Yıldız ve cifirilminde
<Ibrahim Hân oğlu Yusuf adında bir padişah dünya'ya gelecek. Yusuf Peygamber
gibi güzelliğe mâlik ve bahtı açık bir hükümdar olacak. Doğuya ve batı'ya korku
salacak... Venedik, Nemçe (Avusturya) Leh, Çek, Rus yâni Moskof diyarlarını
harab edip, Yusuf meziyetli çalışkan bir padişah olacak!> yolunda bütün
cifir bilginleri hüküm çıkarmışlardır. Allah'ın hikmeti-de, bu Mehmed hân henüz
annesinin karnında iken babası İbrahim Hân: "Eğer bir erkek evlâdım
olursa, müjde edenden başka ilk olarak kimi görürsem ve kime rast gelirsem
evlâdıma onun ismini korum" şeklinde söz demiş idi. Doğum sabahı sabah
namazında padişahın yanına gelen kızlar ağası şehzade Mehmed'in doğduğunu
müjdeleyince, padişahın karşısında Hünkâr İmamı Yusuf efendi oturmaktadır.
Bunun üzerine Sultan İbrahim Cenabı Hakk'a şükreder ve:
"Yarabbi ben sözümdeyim. Haberi aldığımda karşıma ilk çıkan zatın adını
oğluma vereceğim demiştim. Yüce Mevlâm benim karşıma mübarek bir insanı, bir
âlimi çıkarttı" dedikten sonra secdei şükrana kapanmıştır. Yeni doğmuş
şehzadenin kulağına Ezanı Muhammedi'yi Hünkâr İmamı Yusuf efendi okudu. Daha
sonra sarayın mensupları belki de, Osmanlı devletinin ikinci kurucusu
sayılmakta olan 1. Mehmed Çelebi'ye atıf için, hanedana yeniden doğuşu
sağlayan şehzadeyi Mehmed olarak isimlendirmek istemiş olabilirler. Yoksa;
kulağına ezan ile okunan ilk isim Yusuf olmuştur. Padişah etraftan gelen bu
istekleri ve yukarıda tahminimize muvafık hususa i'tiraz etmeyi uygun görmemiş
olabilir.
Bu şehzadenin doğduğu gece, bir zelzele vukubulduğu gibi, yeniçerilerin
kışlasında bulunan baruthane tutuşmuş idi. Müneccimler bu olayları kötü talih
olarak yorumlamişlarsada 51 yıllık ömrünün 39 yılını taht'ta geçirdi ve
hayatını da kaybetmeden taht'tan indirildi. Bu yönüyle bu kehanet yerine
oturmuş sayılmaz. Ülke içinse, zaman zaman parlayan Osmanlının kılıcı netice
olarak hesaplandığında, tevakkuf yâni tam bir duraklama manzarası gösterir.
Ancak; Girid Adasının kafi fethini budevrin padişahı gerçekleştirmiştir. Öte
taraftan yedi yaşındayken geçmiş olduğu Osmanlı tahtında kalma müddeti
bakımındanda Kanuni'den sonra ikinci gelmektedir, padişah 4. Mehmed (Avcı)
hazretleri. Vefat târihi İse, h. 1102/m. 1693'tür. Evliya Çelebi, padişahın
çocukluğunu şöyle tarif eder: "Tahta çıktığında, yedi yaşında gayet zayıf
ve ince yapılı bir çocuktu. Fakat son derece aklı başında, olgun ve zeki idi.
Çelebi; Sultan Mehmed'i yirmi yaşlan döneminde şöyle tarif ediyor: "Boyu
babası gibi uzundu ve belden aŞağı kısmıda uzundu, etli pazuları, elleri ise
aslan pençesine benzerdi. Kaşlarının arası açık, güzel görünen bir yüze sahipti-
Gözler elâ renkteydi, nurlu bir siması vardı. Çok iyi bir bibiydi. Ava
çıkmaktan pek hoşlanır ve bunu savaş tatbikatı sayardı. Sultan Mehmed biraz
büyüdükten sonra kendinden küçük kardeşleriyle birlikte padişahlık imamı Şâmi
Yusuf efendi önünde eğitime başlamıştır. Bu derslerin en önemli bölümünü din ve
diyanetinide öğrenmesi teşkil etmiştir.
Çok geçmeden vefat eden Yusuf efendi'den sonra, derslere yine
Şâmi Hüseyin efendi gelmeğe başlamıştır. Babası Sultan İbrahim'in 1058/1648
tarihinde tahttan indirilmesi üzerine, onun yerine geçmiştir. Her tahta çıkan
padişahın ödeme zorunda olduğu culüs bahşişini hazinenin ödemesi mümkün
görülmediğinden, sadrazam Sofu Mevlevi Mehmed Paşa, öldürdükleri padişahın,
verdiği nimetlerden-bir hayli faydalandığı bilinen Cinci Hoca diye tanınan
Hüseyin efendiden temin etme yoluna gitti. Cinci Hüseyin Hoca'dan ikiyüz kese
talebinde bulunan sadrazama, kaimpederi Karaçelebi-zâde Mahmud efendiye olan,
onun sayesinde baskıya maruz kalmam ham hayaline kapıldı. Ne varki; sadnazama
param yok demesi, sadece servetini değil, kellesininde gitmesine sebeb olmuştu.
Beri taraftan tahta geçmiş buiunan 4. Mehmed, yaşının küçüklüğü
göz önüne alındığında işleri tam manasıyla yürütmediği aşikârdır. Annesi
Turhan Valide Sultan hem tecrübesiz, hem de kaimvâlidesİ, Kösem Mahpeyker
Valide Sul-tan'ında önüne geçebilmeyi sağlayabilecek ne bilgi ve tecrübeye ne
de, lâzım gelecek teşkilâta sahipti. Dolaysıyla Kösem Valide Sultan, devletin
idaresini ellerine almıştı. Aslında başarılı sayılmalıydı bana göre tarihin
sayfalarına nazar ettiğimizde, vezirleriyle evlenerek yeni hanedanlar zuhuruna
yarayan sebebleri, ortaya seren vâlidesultan ve kraliçeler ile doludur dünya
tarihi.
Ancak bu yapı Osmanlı düşünce dünyasında asla yer almamıştır.
Evet Kösem Valide Sultan çeşitli siyasi oyunlarla devlet gemisini yürütmeyi
başarmıştır. Çok geçmeden Kö-em ile Turhan Valideler arasında zuhur eden
yönetme mekanizmasını ele-geçirme rekabeti çok kanlı neticelere varan İsyanlara,
saray içinde kötü ve şen'i tuzaklara teşebbüslerin, meydana gelmesine sebebiyet
vermiştir. İslâm anlayışı için-Je. devletin Atabeyi pozisyonuna geldiğini
zanneden doksanlık sadrıazam, Kösem Vâlide'nin padişah vâsisi olarak
dillendirdiği emirleri yerine getirmediği gibi, yaygın hastalıklardan olan
rüşveti ise hiç kaldıramamıştı. Eğer hayatlarına kast edilen padişahların
izalesinde vazife alan zevat arasında da kolay kolay yatağında Ölene pek
rastlanmaz. Her biri takip altında tutularak en ufak bir yanlışında padişahın
katli ile alakalandırılır, canını elden yitirirdi. Tarihin derinliklerinde
rastlanılan malumattandır ki; Sultan İbrahim'in katlinde faaliyet gösteren
yetmiş kişinin adının listeye alındığını, Nâima Tarihinde 4. cildinin 387.
sahifesinde görmek kabildir. Yeni Camii Ayaklanması Memleketin idaresinde görülen zafiyet, pek
net şekilde ortadaydı. Padişah küçük, sadrazam yaşlı ve devlet idaresini
çevirebilecek kıratta olmayıp, zaman zaman ülkenin en akıllı insanlarından biri
olduğunu göstermiş bulunan Kösem Valide Sultanın emirleri bu sofu sadrazama
zor geliyor ve yerine getirilmiyor idi.
Dolaysıyla icraat pek sesli ve değişik tarzda ahalinin kaderine
hükmetmekteydi. Yine bu sırada, idaresizliğin ve eski antlaşmazlıkların gündeme
gelmesinden dolayı yeniçeri ile sipahiler ve içoğlanları denilen iki askerî güç
arasında, adına Yeni Camii ayaklanması denilen kanlı mücadeleler çıktı. Yeniçerilerin
başında bulunan Koca Musluhiddin Ağa'nın idaresindeki yeniçeriler galib
gelmeyi başardılar. Bu arada sadrazam; Cinci Hüseyin Hoca'nın evine yaptırmış
olduğu baskında eline geçirdiği 150 bin kuruşluk çil altınlarla rahatça cülus
bahşişini ödemişti. Sipahiler nereden estiği bilinmeyen bir rüzgar sayesinde
orada burada "Sultan İbrahim'i hangi fetvayla katlettiniz?" şeklinde
hesap sormaya başlamıştı. Hemen arkasından katletme işinde görev alanların,
kellelerinin ismen istendiği sipahi askerinin ağzından çıkıvermişti. Tabii ki
bu listenin birinci ismi ihtiyar sadrazamdı. Adının kellesi istenenler arasında
birinciliği aldığını görünce, sağda solda toplananlar üzerine yeniçerileri
göndermekte beis görmedi. Ne varki; husule gelen çatışmalar şehrin sokaklarında
pek kanlı şekilde gerçekleşirken, günlerce sürmekteydi. Yukarıda da
söylediğimiz bu kıtalin sonunda yeniçeri başarı sağlamışsa da, bir canavar
icadına sebeb olunmuştu. Sadrazamı memnun etmenin verdiği şımarıklığın nerelere
varacağı çok geçmeden kendini gösterdi. Yeniçeri, bir zamanlar devletin en
Önemli savaş makinesi olan bu zümre, kahredici silahını kendi insanına
çevirmiş, fırın, han ve hamam basmakta insanlara ve servetlere büyük zararlar
vermekteydi.
Girid Savaşı
Girid'e gönderilen donanmamız Foça Önlerinde Venedik kuvvetleriyle
savaşa tutuştu. Ne çare ki bu savaştan yenik çıkan biz olduk. H. 1057/m. 1649
senesinde İstanbul'da ikamet eden Venedik elçisi Giovanni Soranzo, bu savaşta
mağlubiyetimize sebeb olacak haberleri, Venedik Düka'sına ulaştırdığı tesbit
edilmiş. Hemen tevkif edilerek Rumelihisar zindanına tıkıldı. Bu işin diğer
bir tarafı da sadrazama piyango çarptırdı. Ancak bu piyango yüz güldürecek
değil, yüzünü buruşturacak sonuca taşıdı sadrıazamı.
Azledilen Mehmed Paşanın yerine Girid kahramanları arasında
temayüz etmiş olan zevattan Kara Murad Ağa yeniçeri ağalığından vezaretiuzma
makamına nasbedildi. Devlet gemisi öyle çeşitli yaralar almıştıki, gelen
sadrazam şaşkınlıki r içinde görevinin sona erdiğini görüyordu. Kara Murad
âadan sonra Melek Ahmed Paşa onu takiben Siyavuş Paşa, onun arkasından Gürcü
Mehmed Paşa onun da arkasından Tarhoncu Mehmed Paşa mevkii sadarete getirildi.
Voynuk Ahmed Paşa bu sıralar da Çanakkale boğazını kapatmış bulunan Venedik
donanmasının karşısına 70 parça gemimizle çıkıverdi.
üzün müddet boğaz dışına donanmamız burnunun ucunu
çıkaramamaktaydı. Voynuk Paşanın bunların üzerine saldırısı hepsini şaşkına
çevirdi. Çareyi bu azimkar donanmanın önünden kaçmada buldular. Voynuk Ahmed
Paşanın rotası Foça üstüne idi. Yolda Giacopo dö Riva komutasında Venedik
filosu donanmamıza saldırdı. Gemide istihdam edilen yeniçeri askeri adetâ
seyirci kaldı. Deniz savaşlarına alışık olmamaları onları seyirciye yaptı.
Voynuk Paşa; düşmana saldırma metodunu seçerek çarpışa çarpışa Foça limanından
çıkabilmeyi başardı. Girid'in üstüne gelmekte olan Tunus ve Mısır gemileriyle
birlikte Girit'e uzandılar, üzün zamandır yardım bekleyen Girit'teki
kuvvetlerimize taze kuvvet ile cephanede yetiştirmiş oldular.
Sultan Mehmed Voynuk Paşanın çektiği sıkıntıyı eski sad-nazam
Mehmed Paşa'nın ihmaline yorarak idamını emretti. Böylece Sultan İbrahim'in
katillerinden biri öldürülmüş, listeden bir kişi eksilmiş oluyordu. Biz yine
Voynuk Ahmed Paşa ve arkadaşlarının, Girid'e vâsıl olup ordaki mücahidleri
nasıl güçlendirdiklerini anlatmaya çalışalım. Fakat bu vakaya geçmeden önce
yukarıda adı geçen, Ali Haydar Emir Alpa-gut'un: "Târihi Bahri
Sayfaları" adlı eserde Girid'deki Venedikli komutan bütün hristiyan
ülkelerine başvurarak şöyle bir manifesto yollamıştı "Girid Adası, hristiyanlann
Osmanlı denizlerini kontrol etmesine yarayan son adaşıdır. Osmanlı devleti, bu
ada'yı alacak olursa denizler kanalıyla daha çok beslenecek ve büyüyecektir,
korkunç bir hâle gelecektir. Deniz satveti, büyük olan bir devleti karada
yenmek güçtür. Aman bize yardım edin. Girid Adasını savunmak, yalnız Venediklilerin
değil, tekmil hristiyanlık âleminin, en önemli meselesidir.
"İşte bu manifesto bir çağrı görevi yapmış, Sultan İbrahim
dönemi içinde kaydettiğimiz Girid faslında yardımlardan bu yardımı da
yapanların gayretinden bahsetmiştik. Merhum amiral Büyüktuğrul, Osmanlı devlet
ricalinin Girit savaşına sadece askerî çerçeveden bakıyorlardı tesbitini
yaptıktan sonra bu kanaatleri Osmanlı devletinin târihi boyunca böyle devam
etti. Bu yüzden de devlet Önce denizlerde çöktü ve karada çöküşümüzü hazırladı
demekten kendini alamamıştır. Şunu da hemen ilâve edelim ki, serilik arzeden
olayların dâim olarak, bir evvelki harekâtların, hedefleriyle ve bu hedeflerin
maksada uygun olarak ele geçirilip geçirilmemesiyle büyük alakası vardır.
Girid muhasaramız da, bu ölçünün içine giren vakaların belki de
başda gelenidir. Şimdi biz Girid ile alakalı dokümantasyon yaparsak bu
tezimizi doğrulama şansı yakalayabiliriz.
Târihler; 7/nisan/1646'yı gösterdiğinde, Amiral Tomasso Morosini
emrindeki Venedik donanmasıyla Bozcaadayı mu-hasaya aldı. Kaptanı Derya Semin
Mehmed Paşa; dirayetli bir komutanı olan Küçük Hüseyin Paşayı Morosini'nin
üstüne Bozcaadaya sevk etdi o da pek kısa zamanda Bozcadaya çıkan işgalcileri
denize dökerek Çanakkaleye avdet etdi. Morosini, bu mağlubiyete rağmen
gemilerini Çanakkale boğazı önüne dikti. Girid'e yardım götüreceğini istihbar
ettiği gemilerin böylece yolunu kesmiş oluyordu ve nitekim, Çanakka-leden
çıkan gemilerimiz, Morosini kuvvetleri ile karşılaştı. Bir saat süren muharebe
sonunda Osmanlı gemileri Girid .. r:ne
suda kaymağa muvaffak olurlarken, Morosini'de bü-kuvvetleriyle Suda limanına
gelip demirledi. Bozcaada Canakkalede yok edilemeyen düşman donanması şimdi
Girid'de belâ olmaktaydı.
Tecrübeli kumandanlar ve bilhassa Cezayirli Cafer Ağa, Suda liman
ve kalesinin alınması burasını da bir askeri üs yapmak gerektiği konusunda
beyanda bulunupda Kapdanı Derya Semin Mehmed Paşayı ikna etmişlerdi. Fakat
11/12 ağustos gecesinde bu zâtın vukubulan vefatı, istekleri geri bıraktırdığı
gibi boşalan makama gelen Küçük Hüseyin Paşa, Suda hakkındaki tavsiyeleri ve
selefinin aldığı karan, tatbike muvafık bulmadı. Muhasarayı; Resmo kalesine
kaydırdı. Böylece Suda limanı üzerinden Girid müdafiileri devamlı yardım alma
şansı buldular. Aslında Küçük Hüseyin Paşa; azimkar, yiğit bir şahsiyet
olmasına rağmen Suda limanı işini değerlendirmede ki hatası, Girid Adası
gailesinin uzamasının en mühim sebebini teşkil etmiştir.
Merhum amiral Büyüktuğrul; kıymetli çalışmasında şu dersi
almalıyız diye bir mütalaa ileri sürmektedir ki, biz sahi-femizin bu ifadeyle
süslenmesini arzu ettik: "Toplum olarak millet ve özellikle devlet
yöneticileri deniz sorunlarını ve bu sorunların savaş üzerindeki etkilerini
bilmezlerse savaş başladıktan sonra denizcilerin, onları bir kaç savaş meclisinde
inandırmaları olağan olamamaktadır. Genel olarak konuşmak gerekirse Girid
Savaşı sırasında, Osmanlı devletinin yönetici makamlarında deniz sorunlarını
iyi bilen devlet adamları yer almış olsalardı; ya da deniz sorunlarını yada
deniz kuvvetlerini savaşa hazırlama ve savaşta yönetme sorumluluğu, denizci
derya kaptanlarına verilseydi, Girid Adasını almak için yapılan harekât bu
kadar uzun sürmeyecek;
savaş harcamalanda bu kadar büyük olmayacak; bu kadar kan
dökülmeyecekti.." Suda Limanı ve kalesinin, bir Osmanlı üssü haline
getirilmemesi hakkında önce şu malumatı da ilâve edelim sonra da Tarihçi İsmail
Hami Danişmend merhumla, Ali Haydar Emir Alpagut'un bu konuya dâir beyanlarını
okurlarımıza sunalım. Suda limanını işgalden vazgeçme kararı, en ağır sonucunu
hemen o yıl gösterdi. Çıkan büyük bir fırtına Kara Mustafa kumandasındaki
Osmanlı donanmasını önüne kattığı gibi, Eğriboz Adasına kadar sürükledi.
Fırtına gemilerimizi perişan edip hayli hasara uğratmasına sebebiyet verirken,
Kapdanı Derya Kara Mustafa Paşa, bir Venedik kalyonu ile tutuştuğu savaşda
şehid oldu. İsmail Hami Bey; "Küçük Hüseyin Paşanın Suda limanını şundan
dolayı muhasaradan vazgeçmiş. Daha doğrusu yapılan muhasarayı kaldırmıştı:
Deniz üzerindeki yalın bir kaya biçiminden ötürü Suda limanını kuşatmayı uygun
görememişti. Özellikle düşman da gece saatlerinde, ada'ya takviye kuvvetleri
ve cephane getirebilmekteydi." Demekte. Afi Haydar Emir Bey ise;
"Resmo Kalesi Suda'dan daha zayıf bir tahkimata sahip
değildi. Kalenin dış duvarlanda onbin evlik bir duvara sahipti. Hendek, kazık,
siper ve bataryalardan kurulu çok kuvvetli bir savunma örgütü vardı. Kale
içinde, 10 bin muntazam, 30 binde milis askeri vardı" Demekte. Ali Haydar
Beyin izahında bir anormal taraf yok.
Fakat Danişmend'in beyanında, ipe sapa gelir bir şey görülmüyor.
Kayalıkmışda almamışda, düşman geceleri takviye yapıyormuş, yahu sırf düşmanın
takviye yapmasını önlemek için evvelâ o hattı kesmek icâb eder, bu sebeble
oraya muhasarayı koymamak ihanet derecede bir iştir.
Danişmend her zamanki gibi gayri ciddi beyanları savurup esmiş.
1647 senesinde donanmamız, maalesef yetersiz kapdam deryaların emrine
veriliyor, İstanbul'da tersane gemi imâlinde haylice yavaşlarken, tamirlerde
pek güzel yapılamaz olmuştu. Düşmanın ise ilk işi memnun olmadıkları
Mo-rosini'yi vazifeden almaları gerçekleştirilmiş, yerine Marino Kapello diye
birini getirerek komuta heyetinde yenilik denemek isterlerken, bu Kapello
oluverdi.
Yerine Amiral Batista Grimani adlı birini getirdiler bu adam bütün
hesabını donanmalarını Çanakkale önüne yığıp, büyük gemilerin verdiği
avantajla, donanmamızın boğazdan çıkışta yolunu kesme üzerine yapmıştı.
Ayrıca Çeşme ve Eğriboz önlerine göndereceği seyyar filolarla
ablukayı daha geniş sahaya açma yolunu planlamıştı. Bu plân kendi hesaplarına
göre iyi bir plân olmakla beraber Grimani gemilerini toplayıp yola çıkıp,
hedefine gelene kadar hayli zaman israf etdi. Bu zamanı da değerlendiremeyen
Kapdanı Derya tâyin olunmuş, Defterdar Mustafa Paşa oldu. Zâten Defterdarın
kaptanı derya olduğu ülkenin denizciliği o kadar olur. Bakın haksızmıyız!
Mustafa Paşa; Girid Adasına ikmal götürmekte muvaffak olmak için
yapacağı, Çanakkale'den çıkıp, Girid'e doğru rotayı kırmakdı. Ama o bakın ne
yaptı: Eğriboza gelip burada bulunan gemi ve adamları alıp Girid'e gideceğine
Eğriboz'a uğramayı bırakıp, Sakız Adasına yollandı. Maksadı oradaki gemi ve
kara askerini alıpda gitmekti. Ancak karşısına bir Venedik filosunun çıktığını
uzaktan görünce tekrar Eğriboz üzerine dönerek yola düzüldü. Ne varki Eğriboz
yakınlarında da, karşısında beliren filo düşmanın başka bir filosuydu. Ne
Sakız, ne de Eğriboz önündeki filolarla çarpışmayan Defterdar, bari
İstanbul'da yüklediklerimi Ada'ya ulaştırayım düşüncesiyle, Girid'in üstüne
dümen kırdı.
CJfukta Osmanlı gemilerinin direklerini gören asakiri Osmaniye
ümid içinde, gemilerin gelmesine kucaklarını açtılar.
Gelenlerin takviye değil adetâ düşmandan kaça kaça gelebilmiş
çerezlerdi. Küçük Hüseyin Paşa, Defterdar Mustafa Paşayı öyle bir haşlamıştı
ki, bu muamele Defterdar'da Mora kıyılarını varıp, oradan Rumeli askerini alıp
geleyim düşüncesine götürmüştü.
Eğriboz'da toplanmış Rumeli askerinin, kara yoluyla Ana-poli'ye
götürülmesini kendisinin onları oradan alacağını bildirdi fakatya bu bilgiyi
haber alan Venedikliler veya tahmin etmek suretiyie olacak, gemilerini hızla
Anapoli sahiline göndermek yolunu seçtiler. Bu bakımdan Mustafa Paşa bu nakliyatı
gerçekleştirme fırsatı bulamazken, Venedikli bir grup gemi, Çeşme limanına
baskın yapmış ve bir hayli Osmanlı ticaret gemisini ihrak yâni yakmaya
muvaffak olmuşlardı.
Tabii bu haber çocuk padişahın kulağına vardığında, Defterdar
Mustafa Paşa artık kapdanı derya değil sayıldı Fazlul-iah Paşa bu vazifeye
getirilerek Anapoli'dekİ kuvvetleri ve ikmal malzemesini Girid'e taşıma İşi de
ona verilmişti. Defterdar Mustafa Paşa, doğruca yeni kapdanı deryanın emrine
amade olmak üzere yanına gitdi. Böylecede donanma kuvvetlenmişti. Sakız
Adasına gitdiler lazım geleni aldılar. 28/eylül/1647'de Girid'e gelip,
mücahidleri sevindirerek biraz rahatladılar. 1648 senesi; Girid savaşı
açısından düşman üzerinde Osmanlı baskısının azaldığı, çünkü ada'ya ikmâl ve
değiştirme birliği ulaştırma bakımından yavaş hareket edildiği kanaatini
düşündürüyordu. Kandiya kalesinde savunmacı hristiyanlar, çıkış harekâtı
yapıyorlar fakat her seferinde Serdar Küçük Hüseyin Paşada bunların dersini
bir güzel veriyordu. Küçük Hüseyin Paşa, bu çıkışları bir güzel savuşturmayı
başarırken, İstanbul'a gönderdiği haberlerde acil ve kuvvetli yardım talebi
yapıyordu.
Öte taraftan da, Kandiya kalesinin fethini temin etmek için ele
geçirerek nisbeten rahatlamış olduğu Resmo kalesinden silah yardımı ve bunun
yanında ordaki toplan, kara yoluyla nakil edip de Kandiya önüne getirme
çabasını başlatmıştı. rSâkil işini hayli zorluklarla mücadele ederek
gerçekleştiriyorlardı. Fakat başardıklarında ise Kandiya'nın fethi mukadderdi.
Venedikliler ise; İstanbul'dan gelecek yardıma geçit vermemeyi
temin için, bütün gemilerini Çanakkale önlerine ve kademeli olarak muhtemel
yayılma alanlarına doğru devriye gezdirmekteydiler. Bu sırada ise; Amâoğlu
Mehmed Paşa diye biri ortaya çıkarak, kapdanı derya olma kulisini başlatmış ve
buna da muvaffakiyetle ulaşmıştı. Donanmayı Hümayun, 1648 yılına yeni bir
kaptanı derya ile girmişti.
Venedik donanması Çanakkale önlerinde Osmanlı gemilerinin açık
denize çıkmalarını önlemek gayesi ile devriye gezerken çıkan bir fırtına Psara
ada'ları civarında bunları yakaladığında perişan etmiş ve yirmisekiz gemisini
deniz adetâ yuttuğu gibi kumandanları Batışta Grimani'de ölüm çukurunda
kalanlardan oldu. Bu Osmanlıların istifade edebileceği büyük bir fırsattı.
Kendini toparlamaya çalışan düşman donanması, Girid'e lâzım gelen yardımı ve
askeri yetiştirmek için gemilerimiz yanlarından bile geçse haydi uğurlar olsun
demekten başka bir şey yapamazdı. Ne çâreki; bizimkilerin bu fırtınadan
haberleri olup, olmadığı, şüphelidir! Çünkü; düşmanın başına gelen fırtına
hasarının haberini alsalardı, hızlı hareket eder onlar kendini bir düzene
sokana kadar üstlerine giderler, denizin darbesi üstüne leventlerin sil'esi de
eklenirdi. Fırtına da Ölen Grimani'nin yerine de başka Morisi-ni tâyin edilmiş
ve bu amiral, filosunu toparlayarak Venediklilerin diğer bir filosu vede
amirali Ciakomo Ramo ile birleşti, birlikte kuvvetli bir büyük filo teşkil
edip, yine Çanakkale Önlerine dikildiler. Amâoğlu (Kör oğlu mânasına gelir)
Mehmed ^aşa, Çanakkale boğazında bekleyen Venediklileri görünce
usulca tam tornistan eleyip, boğazdan içeriye kıvnlıverdi. Bu
davranışı duyan İstanbul ahalisi, çok kızdı. Bu kızgınlık ancak, Amâoğlu'nun
idamı ile giderildiğinde târihler, 1648/ha-ziranmın/18. gününü işaret ediyordu.
Tabii işaret edelimki bunların oluşu sırasında Sultan İbrahim henüz tahtında
otu-ruyor ve sıkıntılı günleri çoktan başlamıştı.
Kadırga Mı? Kalyon Mu?
Tersanelerimizde yukarıdaki ara başlıkta sorduğumuz sonun cevabı
bir türlü verilemiyordu. Akıllı biri çıkıpda koskoca Osmanlı devletisiniz.
İkisindende yapınız. Ne çabuk muttunuz? İnebahtıda yakılan donanmamız için
büyük vezir Sokullu Mehmed Paşa ne demişti? Ol devlet öyle bir devlet-tirki
halatlarım ibrişimden, yelkenlerini atlastan, lengerlerini aümüşten yapar!
Oturup, kalyonda yapın, kadırga da, hâttâ mavna'da neyiniz eksikki? Şeklinde
bir diskur çekseydi,. Kalyon imalini İsteyenlerin, kafalarını taktıkları husus,
Kalyonlar savaş esnasında rüzgârın tesirinden istifade ederek, kadırgaların
üzerine süzülüp, onları çiğnemekteler. Bundan dolayı bu avantajı biz de
kullanalım demekteydiler. Kadırga imâlini istiyenler ise, Hazreti Barboros'u
vede onun kadırgalarla nice düşman kalyonlarını perişan edip, denizlerin hâkimi
mutlakı olmasına misal olarak bakıyorlardı. Sanki denize tek lâzım olan gemi
üstünlüğüymüş gibi.. Hazreti Barboros'u düşündüğümüz zaman karşımıza çıkan
adetâ bîr insanüstü-lüktü. Preveze Savaşı esnasında, gösterdiği kerameti merhum
amiralin kendi hatıratı ifade ediyor. 1649/1656 yıllan arasında Girid savaşı,
donanmamızın ademi kifayeti yüzünden bir türlü zafere ulaşamamış, hâttâ Ada'da
vazife yapan Serdar Küçük Hüseyin Paşa, kara kuvvetleri bilgiler ve şecaati,
gözü karalığı olmasaydı değil Girid'i fethetmek, kötü bir mağlubiyete duçar
olabilirdik. Amiral Afif Büyüktuğrul, değerli eserinde Çanakkale'de Boğaz
Muhafızlığı komutanlığı ihdas edilmesini, denizcilik de geriye dönerek,
Yıldırım Baye-zıd devrine avdet etmiş olduk. Çünkü o sıralarda Boğaz muhafızlığı
makamı vardı. Demek suretiyle duraklama dönemine, denizcilikte ki gerileme ile
girdiğimizi işaret etmekte. İhdas olunan Çanakkale boğaz muhafızlığına Derviş
Mehmed Paşa getirildi ve bu zat da hemen Kirte Tepe'ye dört tane top
yerleştirmek sureti ile Venedik gemilerini topa tutup, Morto Koyunu ve Karanlık
limandan kovmayı başarmak, donanmanın boğazdan çıkışına yol bulmaktı maksadı.
Doğrusu bu tedbir işe yaladı. Donanma toplarınında, Kirte Tepeden yapılan
atışlar, Venedik gemilerini önce şaşkına sonrada kendilerini Beşike'ye çekmeye
mecbur kıldı. Bu arada da Venedik donanma komutanı mürd oldu. Voynuk Ahmed
Paşa; boğazdan çıkıp Girid'e muvassalat etmeğe girişti. Yolda karşısına
Venedik donanması çıktı, kesin netice alıcı bir savaşa girmekten imtina eden
Voynuk Paşa, işinin mutlaka Girid'e yardımı ulaştırmak olduğunun şuuru içindeydi.
Sakız Adasında Anadolu askeri Girid'e takviye kuvvet olarak gitmek üzere hayli
zamandır beklemekteydi..
Bu arada nasıl bir emir geldiyse! Veya hangi sebebe müstenit
olarak Voynuk Ahmed Paşa, Girİd yerine Foça üzerine dümen kırdı. Halbuki kalesi
Venediklilerin elindeydi. Eğer Foça'ya girilmek istenirse, giriş yolu
üzerindeki bu kaleden açılacak ateşe düşman donanması da karşıdan ateş açtığında
bizim gemiler iki ateş arasında kalacaktı. Voynuk Ahmed Paşa yanında bulunan
Cezayir ve Trablusgarb Beylerbeylerini ve filolarını Midilli'ye sevk etmişti.
Ondan sonra Foça limanına girmişti. Çok geçmediki Venedik donanması geldi,
yatmakta olan filomuzu bastı. Kale komutanı da toplarını üstümüze tevcih edip,
gülleleri savurmaya başladı. Kapdanı Derya Voynuk Paşa, hemen düşman gemisine
rampa ederek boğaz boğaza savaşa koyuldu. Diğer gemilerimiz ve içlerinde
bulunan yeniçeri askeri, kaptanların hamlelerine, bizim cenkle işimiz yoktur
demek suretiyle hem savaşa katılmadılar, hem de kaptanları yardıma
bırakmadılar. Bu olay üzerine İstanbul'da sadaret değişimi oluyor, Kara Murad
Ağa vezare-tiuzma makamına irtika ediyordu. Padişah olsun, ricali dev-I t
olsun, Kapdanı Derya makamına bir denizciyi getirmenin lüzumuna inandılar
nasılsa!
Bıyıklı Mustafa Paşa Girid adasındaki donanma ile İstan-bula
gelmek üzere yola çıkmışken Kapdanı Deryalığa atanan uaydarağaoğlu Mehmed Paşa,
iki kadırga ile İstanbul'dan, Girid ada'sına doğru yola çıkmıştı. Takvimler
15/mart/1650 senesini gösterirken, işi denizcilik ve deniz ticareti olan Venedik
yirmi kalyon, sekiz kadırga ile Çanakkale boğazını tekrar ablukaya almaya
başladı. Ancak gerek Abdurrahman Paşanın boğaz muhafızlığında Kepez ve
Soğanlıtepede mevzilen-dirdiği toplar, düşmanı boğaz civarından uzak durmaya
mecbur kıldığı gibi ablukayı hayli boğaza uzak sularda yapmaya zorluyordu.
Haydarağaoğlu Mehmed Paşa; Girid'e yardım götürmek için harekete
geçtiyse de, yeniçerilerin muhalefetiyle karşılaştı. Truva kıyılarına giderek
oradan bulabildiği yardım malzemesini alıp Girid üstüne uzandı.
18/şubat/1651'de buraya 157 yeniçeri neferi, bir miktar para ve eşya
getirebildi. Küçük Hüseyin Paşa; İstanbul'a yaptığı şikâyetin sonucu olarak,
kapdanı deryanın tebeddülünü sağladı ve Hüsameddin-beyoğlu Ali Paşa makama
getirilmişti.
Denizcilikten gelen bu zat, padişaha kalyon yapılması hususunda,
ısrarda bulunmaktaydı. Kış olmasına rağmen 18 kadırga ile Girid adasına dörtbin
asker taşımağa muvaffak °ldu. 13/haziran/1651'de de Girid'e o güne kadar
getirilmiş Yardımların en büyüğünü getirdiğinde 30 kalyon, 38 kadırga ve 6
mavnadan müteşekkil bir donanmaydı emrinde olan.
Ali Paşa; Çanakkale Boğazı dışındaki yaptığı keşif sayesinde
düşmanın Anadolu ve Rumeli sahilinde mevzilenmiş toplar yüzünden ablukalarını,
pek sıkı ve teşkilatlı şekilde kapamamış olduklarını tesbit etdi. Bu vaziyet
karşısında pek burnaz bir tuzak hazırlama cihetine gitdi. Filosunu aldığı gibi
hayli güney istikametinde uzaklaşacak, bu sırada Venedik filosu Çanakkaleyi
abluka için, sahile nisbeten yaklaşınca, gerek yerleştirilmiş toplar gerekse,
güney istikametinde uzaklaşmış filo, hızla bu gemilerin üstüne gelecek, akıbet
Venedik donanması iki ateşarasında kalacaktı. Bu sırada Kara Murad Paşa; Küçük
Hüseyin Paşanın yerine Serdar Tâyin edilmişti ki, donanmanın başında olduğu
halde, Çanakale'ye gelmişti. Ali Paşa, kaymış olduğu güney sularında Mısır'dan
dönmekte olan onbeş adetlik filoyla birleşmiş ve kuvvetin ehemmiyeti
artmıştı. Kara Murasd Paşa; başında olduğu donanmanın tanziminde de kalyonları
birinci hafta, mavnalar ikinci hat'tı teşkil ederken kadırgalar ise üçüncü
hatta dizildiler.
Kara Murad Paşa baştarde denilen gemiden, daha hızlı ve kolay
manevra yapabilen, gemilerin arasında kolaylıkla ge-zebilen bir kadırgaya
geçmiş böylece de emir ve komuta mevkiini bir mânada da gizlemiş oluyordu ve
de, düşmanı böylece adamakıllı şaşırtmayı başarmış oluyordu. Nihayet;
16/mayıs/1654 senesinde, altı saat süren bir savaş meydana geldi Venedik
donanmasıyla. Düşman donanmasında gemi sayısı büyük sınıftan olmak şartıyla 26
gemi idi. Başlarında Venedik donanmasının kıymete hâizlerinin arasında mümtaz
bir mevkii olan Amiral Giuseppe Delfino komuta ediyorken, yardımcı subayları
ise savşlarda pişmiş kişilerdi. Demir atmış olarak beklemekte olan Venedik
filosu, amiralin taktiğine göre donanmayı hümayun'un iyice yaklaşmasını temin
İçin hareketsiz duracak, yeterli mesafeye gelindiğinde, demir alma yerine demirleri
kesmek suretiyle hemen saldırıya geçerek, avlarını fena bir şekilde bozguna
uğratmayı kuruyordu, üstelik lodos rüzgârı bunları ümitlendirmekteydi. Bizim
gemilerin görüldüğünde tasavvur ettiği gibi bir müddet beklemede kalan Amiral
Delfino, vaktin geldiğini göz önüne alarak, 26 gemisine aynı anda demir
kestirip, ilk hattında Ami-
23 Fransesko Morissini ve
emrinde 8 kalyon olduğu halde 'den Murad Paşanın üzerine yürüdüler. İlk top
sesleri du-Iduöunda, savaşın kanlı geçeceğini hissetmemek kabil de-"'ldi Topların ağzından çıkan mermiler,
küpeştelerde pathaemilerin çeşitli yerlerinde de rahneler açıyordu. Bu ağır
hasar verici bir mücadele olarak görüldüğünden, İki tarafda gözüne kestirdiği
düşman gemisine rampa yapmak suretiyle savaşı sürdürme eğilimine girdiği,
saffı harbin sıralarında bir gayrimuntazamlık görünmeye başlamıştı. Meydan
muharebelerinde önce iki mübarizin yâni, dövüşçünün çıkması suretiyle ve
onların aldığı neticenin muhasımlar indinde meydana getirdiği moral tesirin,
zaman zaman savaşın neticesini gösteren âmil olduğu, harb menakiblerini anlatan
eserlerde rastlanan malumattandır. İşte bu misâlin üzere, Venedik kalyonu Akila
Doro İsimli gemi, bizin Emîr Reisin saldırısına mâruz kalarak, bizim rampa
etmemize mâni olamamıştı. Kılıç, kılıca, göğüs göğüse amansız bir cenk
Do-ro'da cereyan etdi. Emîr Kaptan plânlı ve programlı olarak, leventlerinin
bazılarını, düşman gemisini endaht ettirmekle, yâni patlatmak üzere
görevlendirdiğinden vaktin geldiği işaretini alınca büyük bir ustalıkla kalyonunu
Akillo Doro'dan, büyük bir maharet ve hızla ayırmaya muvaffak oldu. Düşman
gemisinde bir tek yiğidini de, bırakmamak suretiyle işi başarması birlikte
mücadele yıllarının verdiği tecrübeyi kuvveden fiile çıkarma olarak kabul
edilmelidir. Gemimizin düşman kalyonunun yanından ayrılmasının hemen peşinden
öylesine bir infilakla sarsıldıki, sulara gömülmesi dakikalar ile °lqülebilir
kısalıkta oldu. Amiral Morosini, sularda boğulma-niakla meşgulken
leventlerimiz; onu bu zor mücadeleden nalas edip, gemilerine çektiler. Yine bir
başka kalyon kapta-nın"iız İskenderiyeli Mehmed Reis'in gemisi, ürsula
Bona enture adlı Venedik kalyonuna rampa etmiş, Emîr Reis'in rampasında meydana
gelenler bu rampada da yaşanarak, Bona Venture'de Morosini'nin Akillo Doro'nun
akıbetine uğradı. Çok geçmediki Trablusgarb'dan gelen gemilerimiz bir Venedik
kalyonunu esir etmeyi başardılar. Bütün bunlar olurken; güney istikametinde
uzaklaşma taktiğinden hareketle, Ali Paşa yanında Mısırdan gelen filo ile
birlikte kıyametin adetâ koptuğunun resmi olan, muharebenin yapıldığı sulara
doğru hızla kaydı ve Venedik gemilerinin, diğer bordaları üzerine yüklenmeğe
başladı.
Plân tutmuş, düşman iki ateşarasında tutulmuştu. Venediklilerin
San Giorgi adlı kalyonu kumanda forsunu taşımakta olup, daha önce batmış
gemilerden kurtardıklanyla hayli kalabalıklaşmıştı. Bunların hesabı Osmanlı
Donanmasının amiral gemisini yakalamak ve donanmayı mağlubiyete duçar etmekti.
Halbuki Kapdanı Derya Kara Murad Paşa, denizci olmamakla beraber, önce cesur
bir insan idi. Peşinden tecrübeye büyük saygı duyan anlayışa sahipti. Reislerin
söylediklerini yabana atmıyor, icabında onların tavsiyelerini, bir cengâver
olarak daha da mükemmel eştiren ilâvelere aklı eriyordu.
Bu sebebden dolayı, kendisi amiral gemisinde olmayıp, daha
hareketli bir kadırgada bulunuyordu. Buna rağmen Murad Paşa gemilerin çoğunu,
amiral gemisine sataşanlara göndermişti. San Giorgio üstüne gelen gemileri
görünce yanındaki kadırgalardan ayrılıpda kurtulma yolunu aramaya başladı.
Ancak çıkan dalgalar hasar gören bu geminin direklerinin kırılmış olması,
dümen mekanizması ise komuta dinlemez bir arızaya girdiğinden, hem gemilere
komuta edemez hâle düşmüştü hem de, başının çâresine bakma vaziyetine gelmişti.
içindeki muharipler, Osmanlıya esir düşmektense, ölümü
seçmişlerdi. Bu bakımdan San Giorgio kaçamak dövüşüyordu iyi bir su yolu bulup,
firara bakıyordu. Kendisine takılan qemiler beş taneydi ve Güney cihetinden,
savaş sularına gel-rnİş bulunan Ali Paşa, bunların üzerine rota tutturdu. Bu
beş nemiden her biriyle savaştı. Onların birini sakatladı, birini zaptetti. Bir
diğerini batırdı, bir kalyon aldığı yaralar yüzünden kendikendine battı.
San Giorgio ise bu kadar gemi batıra batıra gelmeye çalışan Ali
Paşanın elinden kurtuldu. Kapdanı Derya Murad Paşa, düşmanın geri kalan bütün
gemilerini yok etmek gayesiyle takip altına aldı. Fakat çıkan pek büyük bir
fırtına donanmamıza bunları yakalama imkânı bırakmadığı gibi fırtına,
herkesin kendi başının çâresine bakması gerektiğini hatırlatır azametteydi.
Fırtına sonrasındada Kara Murad Paşa; Foça limanına uğradı.
Orada işe yarar ne bulduysa gemilere yükleyip, ver elini Girid
dedi. Girid'e vusulünde gazilerin sevinci görülecek manzaraydı. Kara Murad
Paşa; sadnazam olarak nasb edildiğinden kapdanı deryalık Zurnazen Mustafa
Paşaya tevcih olundu. Tabii bu zâtında denizci olmadığını söylemeye gerek yok
herhalde. Bu Paşa; Kara Murad Paşa gibi yapmak istediyse de, meşverete önem
verip deniz üstadlarına değer vermekle beraber cesareti medeniyesini Kara
Murad Paşa seviyesinde tutamadığından, bir çok işi yarım bırakıyordu. Düşmanla
çarpışıyor. Onları zor duruma düşürüyorsada, bitirici saldırıyı yapmaya
cesareti kâfi gelmiyordu. Girid Adasına yardım götürme yerine İstanbul'a avdet
etmeyi tercihi görevinin elinden gitmesine sebeb oldu.
29/mart/1656'da vazife Halep Valisi Mustafa Paşaya verildi. Bu
Paşa, daha tersaneyi gezerken işin kendine uygun olmadığını gördü ve en kısa
zamanda da 1656 mayıs ayının 4. günü Mısır'a vali olarak kendini tâyin ettirmenin
yolunu buldu. Amiral Büyüktuğrul merhum, bu adamı târih, Kaçak Mustafa Paşa
diye andığını, değerli eserinde zikretmekten kendini alamamış. Muhterem
okurlarım; Yılmaz Öztuna Bey; Osmanlı kapdanı deryalarının vazife alma
listesinde, 71. kapdanı derya olarak eski sadrıazamlardan Kara Murad Paşa'yi
zikreder ve 1 l/mayıs/1655'de yine sadarete yükselmesiyle son bulduğunu yazar.
Akabindeki kapdanı derya olarak Telli Mustafa Paşa olup, bu 72. olarak vazife
alan zât'ın, görev süresi ongun sürer ki; Büyüktuğrul âmiralim'in bahsettiği,
Kaçak Mustafa Paşa olarak anılan bu Paşa olmalıdır -73. Kapdanı derya olarak,
daha sonra sadnazamlığa da getirilecek olan Zurnazen Mustafa Paşa'nin geldiği
görülürki, bu zâtın 21/mayıs/1655'de aldığı görevide, 10 ay, 10 gün
son-ra30/mart/1656'da bırakmış görüyoruz.
74. kapdanı derya olarakda listede 30/mart/1656'da vazife alıp, 1
ay, 15 gün sonra, 4/mayıs/1656'da makamı, Topal Sarı Kenan Paşa'ya devreden Kara
Mustafa Paşa'ya rastlıyoruz. Görüldüğü gibi deniz devleti olması gereken
Osmanlı devletinin birbiri ardına ve umumiyyetle denizcilikden yetişmemiş
kişilerin idaresine verilmesi, acaibü'l garaibdendir desek yeridir.
Halbuki; Girid gibi bir mühim tabii üssün fethine teşebbüs etniş
gücün ihtiyacının deniz kuvvetleri olduğu aşikârdır pek teessüf olunmalıdır ki;
bu durum, asla ihmal götürmez bir ehemmiyetle ele alınmalıydı, ne varki öyle
olmadığı apaçık ortada! 75. Kapdanı derya olarak iş başı yapan, Topal Sarı
Kenan Paşa, Girid Adasına 30 kalyon, 10 mavna, 40 kadırga, 20 beylik gemisi,
ayrıca gemilere bindirilmiş hayli sayıda kara askeriyle yola çıktı. Güçlü bir
görüntü sergileyen donanmayı hümayun teçhizat bakımından hayli eksik halde
idi. Tam tersine Venedik gemileri, denizci milletin gerektirdiği güç ve
zindelikte idi. Lazzaro Mocenigo, Antonio Barbaro, Pi-
Contar, Guiseppe Morisini gibi amiraller görevleri başın-bilmem
kaçıncı defa leventlerimizin karşısına çıkıyorlardı. Bizim gibi zırt pırt kumandanı
değiştirme yoluna gitmiyor-ı rdı Venedik donanması dediğimize bakmayın bu deniz
kuvvetlerine bunlar buz gibi haçlı donanması olup, bu seferinde de Malta
şövalyelerini de aralarına almışlardı. 26/hazi-ran/1656'da Çanakkale önlerinde
iki donanma karşılaştığında düşmanımızın gemileri, Morto Koyundan, Karanlık
Limana kadar olan deniz sathında bir hilâl görüntüsü içinde saf tutmuştu.
Lazzaro Mocenigo ortada yer tutarken, Barbaro ve Contari'yi yanlarda görüyoruz.
Morisini arka safı, Malta Şö-valyeleriyle birlikte teşkil etmişleridi.
Bizimkilerin Hâli!
Eski savaşlarda yaptığımız gibi, kalyonlarımız ön safta mavnalar
ortada, kadırgalarımız ise, en arka safta dizilmişlerdi. Gemilerin idaresi
denizcilerde olmakla beraber, harekâtı askeriye yeniçeri ve kara askerlerine
bırakılmış olduğundan, emir ve komuta zinciri bir parçadan da öte karışıklık
içindeydi.
Nitekim; böyle olmanın mahzuru az sonra kendini göster-rneye
başladı. Savaşı göze alan iki donanmanın, hedeflerinin ne olduğuna bakacak
olursak, haçlılar donanmamızı Çanakkale boğazından Ege'ye çıkartmamak
dolaysıyla hem ticaret yollarını Osmanlı talan harekâtından muhafaza etmek hem
de Girid'deki hristiyan savunmasına güç katmak için, Osmanlı askerinin her
çeşit takviye almasını önlemekti.
Bizimkilerin ise; Girid'e gidip, yardım ulaştırarak fethin bir gun
önce tamamlanmasını temin etmekti. Savaş; uzak mesafeden yapılan top
atışlarıyla başladı. Rüzgâr düşman do-nanması üzerine yelken dolduracak şekilde
esmeye başladı.
Durum hava ve deniz avantajı bakımından rakibimize gülüyordu.
Önceki savaşlar esnasında, boğazın rumeli ve anado-lu sahiline yerleşmiş
topların, düşmanın ftöğazın içine kadar girmesine engel teşkil edemediği
görüldü. Bu kadar zaman geçmesine rağmen topların caydırıcı olamamasının cevabı
henüz bulunmadı üçyüzelli küsur yıldan beri..
Maalesef Kenan Paşanın komutasındaki donanmamız, Gi-rid'le ilgili
deniz savaşlarının hiçbirinde bu seferkinde olduğu kadar perişan olmamıştı. En
büyük düşman ise, gemilerimiz-deki yeniçeri oldu. Bunlar deniz alışkanlığı
olmadıklarından, gemilerin ya savaş alanından kaçmasına yahut baştan kara edip,
sahile çıkmaya zorladıklarından, mağlubiyete duçar olduk. Başarı gösterebilen
gemilerimiz, ya içinde kara askeri olmayan veya reise bıçağını çekmeyenlerin
bulunduğu gemiler oldu.
Bu savaşın kaybının en feci tarafı, Çanakkale önierine pek uzak
olmayan Midilli'yi Venediklilerin ele geçirmesi yanında Bozcaada'da aynı
akıbete uğramıştı. Allah'dan haçlılar, bu fırsatı değerlendirme hususunda kısır
kaldılar. İstanbul üstüne boğazdan süzülseler idi, İstanbul'un işi hayli
tehlikeye binerdi. Mektep kitaplarında denize bakan surların, düşmana heybetli
görünmesi için badana yapılması, alınacak ilk tedbir arasında sayılmıştı. Neyse
ki; Köprülüler devrinin başlamasına az kalmıştı. Girid'in devamını o safhada
okuyacağız.
Bulgurlu Savaşı
Bu eserin yazıldığı sırada yâni 1980'lerden sonra başlık
yaptığımız Bulgurlu, artık İstanbulumuzun meskûn mahalleri arasında yer
aldığından bundan böyle bu bölgede yerleşen İnsanların bulundukları arazinin
hiç değilse 1650'li yıllarda kjr meydan savaşına şâhid olduğunu bilmeleri için
ayrı bir Önem atfettik bu açıklamadan sonra gelelim vakayı anlatmaya:
"Daha önceki satırlarımızda sipahilerin ve içoğlanların, yeniçerilerle
yaptıkları mücadelede pek feci şekilde kırıldıklarını anlatmıştık Bu vakanın
adının Sultanahmed Vakası adı ol-duğunuda hatırlattıktan sonra bu olayın
üzerinden geçen dönem içinde sipahi askerine yapılan bu, katliam Anadolu'da
büyük bir üzüntü husule getirmişti. Gürcü Nebii ve Katırcıoğ-lu yanına
topladığı seksenbin nefer eşliğinde isyan etti.
Hedef olarak İstanbul'u seçti ve yürüyüşe geçti. Üsküdar'a gelene
kadar elli kadar büyük yerleşim merkezlerini yağmaladı. Ahalisine eziyetleri
tahammül edilmez derecelere vardı. Nihayet, İstanbul'un Anadolu yakasında
bulunan Bulgurlu ve Çamlıca yakınlarında, ordugâhlarını kurdular. Saraya gönderdikleri
dileklerinde yetmiş kişinin idamını ve Halep valiliğini isteyen Gürcü Nebii,
bu talebleri yerine getirilmediği takdirde savaşın kaçınılmaz olduğunu
bildirdi. Tabii ki hiçbir devlet böyle bir tehdid karşısında kaldığında ne
yapar bilemeyiz amma, İslâm ahlakıyla mücehhez bir devleti temsil eden
Osmanoğulları devleti, anlayacağı tek dil, kılıç teklifine karşı kılıcını
gösterecekti.
Onlar da öyle yaptılar. Devleti âliyye; Defterdarzâde Meh-med Paşa
komutasında hazırlanan birlikler teşkil edildi. Bu birliklerin sayısı hiçde
Gürcü Nebii'nin kuvvetlerinin sayısından az değildi. Çamlıca eteklerinde
karşılaşan iki ordu, birbirine kılıç sallamaya başladıklarında kardeş kavgasını
başlatmış oluyorlardı, böylece de, müslümanlar kardeştir nazmı ilâhisini yine
mü'min kimseler ihlâle tevessül etmişlerdi. Çarpışmalar pek kanlı şekilde
sürmekte iken Murad Paşa devlet askerine yardıma yetişti. Zaferin padişahın
askerinde kalmasına yetti bu yardım.
İsyancılar ümidleri kalmayınca her biri bir tarafa dağıldılar.
Dört saat süren savaşın nihayetinde meydan her iki müslü-man gurubun ölü ve
yaralıları ile dolmuştu. Pek enterasan-dırki; isyancılarla yapılacak savaşı, o
dönem İstanbul ahalisi, yapılacak bir müsabakayı temaşa edecekmiş gibi pikniğe
çıkarcasına arabalara doldurdukları aile efradları ve yiyecekleri, içecekleri
ile birlikte meydana gelecek çarpışmaların rahatça görülebileceği alanları
doldurduğu görüldü. Neyazık değilmi?
Müslümanlar birbirini kırarken böyle bigâne olmak ne kadar acı!
Dini mübin'in istikametinde bir devlet olan Devleti âliye'ye isyan edenler,
dinen doğru olmayan davranışa imza atmışlardır. Bunların cezalandırılması
elbette devlet olmanın gereğidir. Sükunet, isyancıları tesirsiz hâle getirmenin
peşinden gerçekleşeceğinden, önce bunları yenmek lâzımdır. Bu vakada görülen
odurki; isyancı güçler Anadolunun büyük bir kısmını ezerek gelip geçmişler,
devletin merkezinin kapısına dayanmışlardı. Artık burada devlete sahip çıkmayan
zihniyetin, asilere dur diyecek meziyet karşısında hiçbir ehemmiyeti olamaz.
Biz; asırlar sonrasında Çamlıca eteklerinde aynı milletin evlâdlarının,
birbirini boğazlamasını seyredenleri de asla tasvib etmiyoruz. Yalnız suda âyân
oluyorki, her devirde <ya-şasin! Kim? O daha belli değil zihniyeti
geçerliymiş.
Neyse; biz Bulgurluda isyancıların mağlup olup, dağılmalarının
ardından padişah ordusunun kışlalarına çekildiğini bildirerek bu vakaya
noktaya koyalım.
Devletin Siyaseti
Görüldüğü gibi Padişah küçük yaşta olduğu için Kösem Valide Sultan
bir nevi vâsi gibi ülke yönetiminde rol oynamakla beraber, dinimizin ve
işlerin muhtacı mecburiyyet kıldığı, istişareye baş vurduğu mutlaktır. Tabii
bu istişare ve icra heyetini teşkil edenlerin arasında sadrazamın yeri, her
halde bir numarayı gerektirir.
Kaptanı Derya, Yeniçeri Ağası, Reis'ül Küttab, yâni hariciye
nâzın ve Nişancı, Defterdar gibi kimseler bu istişare ve icra mekanizmasının
uzuvları idi. Bilindiği gibi Sultan 4. Meh-med devri çok inişli çıkışlı bir
dönem olduğu gibi ayrıca pek-de uzun bir zaman dilimini 44 yıl gibi bir bölümü
kapsar. Şimdi bu uzun dönemde padişahdan sonraki adam olan sad-nazamların ad ve
vazifede kalış müddetlerine birde akıbetlerine sırasıyla atfu nazar eyleyelim:
4. Mehmed'in Sadrıazam-ları Mevlevi Sofu Koca Mehmed Paşa; 4. Mehmed'in sadaret
makamında bulduğu sadrazamdır. Bunu görevinde ipka etmiştir. 1648 yılında
Sultan İbrahim'in son günlerinde isyancılar tarafından sadnazam tâyin
olunmuştur. Sultan İbrahim bir çıkış yolu olarak kabullenmiştir. Yukarıda
yazdığımız veçhile padişahın cellâtları arasında yer almış olan Sofu Mehmed
Paşa, makamı sadaretten 1649/mayısında azledilmiştir. Daha sonra
boğdurulmuştur. Boşalan makama 1650 senesinin 8. ayına kadar sürecek 1.
sadaretiyle Kara Murad Paşa getirilmiştir. Bu sadaret süresi 14 buçuk ay
sürmüş, yerine 4. Murad'ın damadı Kaya Sultanhanımın kocası olan Melek Ah-rned
Paşa gelmiş bunun dönemi de, bir seneyi bir kaç gün geçene kadar sürmüştür.
Yine damadlardan olan Sîyavuş Paşa 1651 senesi 8. ayında
sadrıazam oldu. Ancak bu süre 45 günü ya buldu ya bulmadı! Siyavuş Paşanın bu
kısa sadareti peşinden, nöbetin Gürcü Mehmed Paşaya geldiği görüldüki
Haziran/20/1652 Gürcü Paşanın sadaretinin bitiş tarihi oldu. Bunun dönemide
dokuz ayı aşmadı. Tarhuncu Ahmed Paşa da, 9 ay 1 günlük sadaretine iş
başıyaptı. Koltuğu boşalttığında tarihler, 21/mart/1653'ü göstermekteydi.
Derviş Mehmed Paşa; Sultan 4. Mehmed'in 7. sadrazamı oldu. Ancak sadaret müddeti,
1 sene, 7 ay, 1 hafta sürebildi. 8. sadrazamda bir damad idi ve adı tbşir
Mustafa Paşa idi. Sadareti 6 buçukay sonunda nihayet buldu. Mayıs/1 1/1655'de,
Kara Murad Paşa 3ay/9gün sürecek 2. sadaretine getirildi. Damad Süleyman Paşa;
Kara Murad Paşanın 2. sadaretinden sonra 19/ağus-tos/1655'de sadrazam yapıldı.
Bunun müddeti de, 6 ay, 10 günde tamamlandı. Efsane adamların arasında pek
önemli yeri bulunan Deli Hüseyin Paşanın, sadareti, tam 6 ay sürdü. Bitiş tarihi,
5/mart/1656 oldu.
Peşine yapılan tayinle Zurnazen Mehmed Paşa Osmanlı tarihinin en
az makamda kalan sadnazamı oldu. Bu sadaret, tam 4 buçuk saat sürmüştü. Aynı
gün yapılan diğer bir tâyinle; 1 ay 22 gün sürecek sadaretine 2. defa olmak
üzere damad Siyavuş Paşa getirildi. 26/nisan/1656 tarihi Boynu-eğri Mehmed
Paşanın sadarete tâyin gününü teşkil etti. Bu zâtın sadareti de, 4 ay 19 gün
devam ederek, 15/ey-lül/1656'dan, 30/ekim/1661'e kadar sürecek 5 sene, 1 ay, 15
günlük veziriazamlar arasında mümtaz bir mevkii olan Köprülü Mehmed Paşanın
sadareti, 4. Mehmed'in 15. sadrazamı olarak gerçekleşti. Yine uzun bir sadaret
dönemin; kapsayan Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşanın sadrazamlığı
3/ka-sım/1676'ya kadar 15 sene, 4 gün sürdüğünü görüyor ve Sultan 4. Mehmed'in
16. sadrazamını idrak etmişiz ve aynı zamanda ilmiyeden gelen, Fazıl Ahmed
Paşanın sadaretini; Osmanlılığın ömrüne bereket katan dönemlerden saysak yeridir.
ecr i zâtın vefatı üzerine, bu aileye damad olmuş ve bu
aile-etiştirilmiş bulunan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, kaim-""
derinin yerine sadaret makamına oturmuş ve 7 sene, 1 12 aünsüren ve
15/aralık/1683'de biten sadaret boğularak öldürülmesini de getirmişti. 2.
Viyana kuşatmasının aynı zamanda serdanydıve burda ademi muvaffakiyet, hayatının
onunu getirirken, Osmanlı devleti de, duraklama devrini belkide bu yıl
tamamlamış oluyordu bir bakıma!
Kara İbrahim Paşa'nın sadareti; idam edilmiş bir sadrazamın
peşinden gelmiş 15/arahk/1683'de başlayıpda, 2 sene 4 qün devam ettikten sonra,
18/arahk/1685'de sonuçlanmıştır. Bu zatın arkasından Boşnak Aynacı Sarı
Süleyman Paşa sadrıâli olmuş ve 1 sene, 9 ay, 6 gün sonra sadaretten infisal
ettiğinde tarih 23/eylül/1687'yi göstermekteydi. Abaza Siyavuş Paşa, Köprülü
Mehmed Paşanın diğer bir damadı olup, 5 ay, 9 gün süren sadaretinden
2/mart/1688'de 4. Mehmed'in 20. sadrazamı olarak ayrılmıştır.
4. Mehmed'e son sadrazamlığını bu zat yapmıştır. Böylece tahta
geçmiş olduğu 8/ağustos/1648'den, 8/kasım/1687 tarihine kadar tahtı Osmanide geçen
müddeti 39 sene, 3 ay, 1 gündü ve bu uzun sayılan saltanatında yukarıda
yazdığımız 20 sadrıazamla çalışmıştır.
Vakai Vakvakiye
Bu vaka; Osmanlı tarihinin en kanlı olaylarından birini teşkil
eder. 4. Mehmed'in 8. sadrazamı, Damad İbşir Mustafa Paşa döneminde
vukubulmuştur. 1654/arahk ayında sadarete getirilince hemen kendine has, sert
ve kan dökücü idaresi sadece ahali tarafından değil mesai arkadaşları sayılan
her bakamdaki devlet ricali tarafından endişe içinde takip olunmakta, hiç
kimse hayatından, malından ve işinden emin olmaz duruma gelmişti. Korkuyla
ömrün geçmeyeceğini idrak eden bazı fedakâr kimse, başlarında dolaşan bu zalim,
zâlim olduğu kadar adaletsiz idare yapmış olduğu zulmün zirvesine çıkınca,
zevali de başlamıştı. Sosyoloji ilmi, târih gerçekleri içinde hüküm olarak
bizim söylediğimizin dışına düşecek bir hüküm vermemiştir. Bu anlayışa ve
uygulamaya karşı çıkacak kimseler beklenmekteydi ve bekleme fazla gecikmedi.
Damad İbşir Mustafa Paşa, mührü alalı daha altı ayın doğmasına az bir zaman
kalmıştı ki, yeniçerilerin bir yerden etkilendikleri görüldü. Şimdi bu insanın
içini dışına çıkartan davranışların sergilendiği bu vakayı, Ali Sabri beyin
1910 yılında kaleme aldığı lise talebelerine mahsus "Osmanlı Tarihi"
adlı eserin 422. sahifesinden sadeleştİrerek sunmaya çalışalım: "Bizde
bir kötülük hissedildiğinde akla gelen birinci eylem hemencik, makamı sadarette
bulunan şahsın değiştirilmesi işlemine girişilir. 4. Mehmed devri bu tarz
sadaret değişiminde belki en çok rastlanılan devir dense pek yanlış olmaz.
Vakai Vakvakiyenin husule geldiği dönem olan 1655 senesi/nisan sonlan İbşir
Mustafa Paşa'nın sadrazamlığı dönemine rastlarki, bu zat 4. Mehmed'in yedi yıl
içinde çalıştığı 8. sadnazamiydı. Yapmakta olduğu pek sert hükümet sürmeye
ilaveten, paranın mâkul ayarında yapılan eksiltmeler, diğer bir deyimlede zuyuf
akçanın piyasaya sürülmesi, maaşların pek geç ödenmesi, Girid'de savaşmakta
olan askerimize yardım ulaştırılamadığından orada aç kalmalarına sebebiyet
vermek eklenince tabiiki hemen yukarıda söylediğimiz klâsik tedbir olan
sadrıazam ve kadrosunun tasfiyesi ameliyesine teşebbüs olundu.
Bu durumdan şikâyetçi olan asker, esnaf ve ahali gönderdikleri
bir dilekçe ile vaziyetin müsebbibi gördükleri, devletin ileri gelenlerinden
otuz kişinin adını verdiler. Bunların kelleleri düşürüldümü işlerin
düzeleceğini ileri sürdüler. Padişah bu |istedende npcenleri istemeye istemeye vermek
mecburıyerstede şunlar vardı: Darüssadeağası, Valide başağasi, ValideSultan nedimlerinden bir kaç kişi ile
bunnımları gibi kimselerdi. Bu insanlara uygulanan ınfaz-onr Sultanahmed
meydanında bulunan çınar ağaçlanıldılar. Efsaneye göre; insandan meyve veren
bir ağacın olan Vakvakiye ağacınında bu
vakaya ad olduğu görül-a" " Yukarıdan beri padişahın sık sık sadrazam
değiştirdiğini belirtiyor ancak bunun sebeblerine temas ederken ağaların
"dareye bir organizasyon dahilinde te'sir ettiğinden dem vurmadık. Bahse
konu ağaların başlıcalan arasında; Bektaş Ağa, Murad Ağa ile Muslihiddin Ağa ve
Kara Çavuş Mustafa Ağa, Kâhya bey, adıyla anılan Mustafa Çelebi'ki Kul Kâhyalık
mevkiinde bulunarak, neredeyse fiilen padişahlık yapacak kerteye gelmişti.
Bunlardan Bektaş Ağa, bir yeniçeri neferiyken, sistemin gereği terakki etmiş,
yeniçeri ağası olmuştu. Bu makam olduktan sonra büyük vilâyetlere, kubbealtı
vezirliklerine, kaptanı deryalığa terfi etmeği yakalamak mümkün hâle gelirdi.
İşte Bektaş'ı bu makamlardan hiç birine tâlib olmayan kimse olarak görüyor,
sadece eski bir yeniçeri, adetâ yeniçeri şeyhi olarak kalmayı, ancak maaşını
Paşa seviyesinden alma şartıyla tercih etmişti. Bektaş Ağa'nın; yukarıda
saydığımız makamlara eğilim göstermiyerek, mev-cud haliyle kalmasının esas
sebebi, Muslihiddin Ağa'nın yeniçeri ocağında elde ettiği tesiri ve kuvveti dengelemeye
dönüktü.
Muslihiddin Ağa Sultan 4. Murad'in iltifatlarına nail olmuş,
ıst'şare erbabı olarak kabul edilmiş bulunduğu içinde bütün
yeniçeri arasında görüşleri pek önem arz eden kimseydi. Ye-
'Çerilerin bir çoğu, terakki edip vilâyetlere kaptanı derya'lı-
ga gotiklerinden, başkent İstanbul'da kalmayı tercih etmekte
olan Muslihiddin Ağa burada en eskiliği pek güzel kullanarak,
makam ve mevkii dağıtmada bundan dolayı da para toplama başarısı gösteriyordu.
Bektaş Ağa bu avantajlı Muslihiddin Ağayı yalnız bırakmamak için, Yeniçeri
Ağalığını bırakmış yerine de evlâtlığı Kara Murad Ağayı seçtirmişti. Yalnız
bu iki ihtiyar arasında, Muslihiddin Ağa namına farklılıklar vardı. Meselâ:
Muslihiddin Ağa, Bektaş'a nazaran çokçok akıllı, vatanperver ve iyilik sever
bir kimseydi de.
Buna karşılık Bektaş Ağa; sadece para toplayıp, zevkü sefada
yemeği düşünen, her nev'i cinayete şerik olacak bir tabiat sahibiydi. Bektaş'm
evlâdlığı Kara Murad Ağa; bütün mevcudiyetiyle tam bir yeniçeri zorbası idi. Bu
vaziyeti sadrı-azam oluncaya kadar sürdü. Girid savaşına gittiğinde adetâ bir
Zaloğlu Rüstem kesilmişe benzedi. Demekki yaradılışında var olan iyiliğe
inhimaki yavaş yavaş kendisine hâkim olmaya başlar. Kösem Valide Sultan'ı
itaat içinde sayar, emrini yerine getirirdi. Bu mevkie Bektaş Ağa'nin
yardımıyla gelmişti. Çünkü devrin sözü geçen yegânesi, bu Bektaş Ağa idi. Bazı
dilbazlar, o devire "Bektaşiyân Devri" ismi koymuşlardır.
Birbirlerinin güç ve makbuliyetlerinin derecesini takdir etmiş bulunan Bektaş ve
Muslihiddin Ağa'lar müştereken hareketi uygun bulmuşlar, diğer saydığımız
ağalar ise, bu iki güç merkezine ilk zamanlar, itaat içinde kalmayı yeğlemişlerdi.
Siyasi hayatta; rakibinin yanlışlarını söylemek er kişi işidir. Kirli siyaset
ise, rakibin bütün yanlış ve kabih davranışlarını parlak sözlerle methetmek
gerektirir.
Bunları yapan kimse mutlaka bir gün, mâlik olduğu destek ve
güçlerden mahrum kalacaktır. Buna bağlı olarak Muslihiddin Ağa, Bektaş Ağanın
münasebetsizliklerini, öve öve bitiremiyor uçurumun kenarına yavaşça
iteliyordu. Öte yandan bahse konu ağalardan biri olan, Kara Çavuş, bir icra
aleti idi. Kes dersen keser, vur desen vurur biriydi. Kara Mura mevkii
sadarete getirildiğinde Kara Çavuşda lonca'yı ktı Adetâ yabancı oldu. Kâhya Bey'e gelince;
epeyi bir Hdet sonra gerek Bektaş gerekse Muslihiddin Ağaları göl-, bıraktı. Sadnazamların uşak gibi
kullanıldığı bir devir a bu Kâhyabey dönemidir desek yeridir. İstediği şekilde
h'kümete yön vermeyi bildi. Kösem Valide Sultana daha a râkib olma durumuna
gelen, 4. Mehmed'in validesi Turhan Sultan tarafında vaziyet alan Kâhyabey,
nâmıdiğer Mustafa Çelebi'nin, çocuk padişahın buluğa ereceği döneme kadar adeta
padişah vekilliği yaptı. Valide sultanların devletin önemli güç merkezlerini
ellerinde tutan bu adamlarla ister istemez işbirliği yapmaları gerekmekteydi.
Herhalde başka ülkeden idareciler getirilemeyeceğine göre, elde
bulunanlarla ülkenin idaresi çaresine bakılacaktı. Tabii ki; burada ortaya
koymamız gereken önemli bir hususun; iyi anlaşılması lâzım. Bilindiği gibi
Yıldırım Bayezid adına, devlet adamlarının, kahraman bir şehzade olan Yakup
Çelebi'yi izale etmeleriyle başlayan taht kavgası, Sultan Fâtih'in oğullan 2.
Bayezid ve şehzade Cem arasında hayli pahalıya mal olacak çekişmelerle devam
etmiştir. Cem'in Avrupa macerası, Osmanlı devletinden; yürekler paralayan
istimdad feryatlarıyla müslümanlann yardımına koşma isteklerini haykıran
Endülüslülere Cem'in papalığın oyuncağı olması yüzünden, uğradığımız şantajlar
münasebetiyle merhem ola-
Kanuni Sultan Süleymanoğullarının taht mücadeleleri, da-a sonraki
şehzadelerin tahta çıkma iddiasında bulunurlar •ye ülkenin çeşitli yerlerindeki
devlet görevlerinde istihdam
ilme geleneğinden vaz geçip, sarayda gözün önünde, karkasında ve kısıtlı
ortamda yaşamalarını sağlamayı ter-
' artık padişahların ehil olmasını mecburen ortadan kalaırrniştı.
Her ne kadar Sultan 1. Ahmed; hanedan büyüğünün tahta geçmesi
hukukunu kaim kılınca, bu tehlike geçti zannına kapılırken, validelerin benim
oğlum padişah olsunun mücadeleleri hemen başlamıştı. Delidolu, ülke idaresine
padişah olan Sultan 1. Mustafa'yı taht'tan indirip, Genç Osman padişah
yapılınca şehzade analarının mücadelesi yeniden gündeme gelmeye başlamıştı.
Bunların en önemli zirvesini bahsettiğimiz senelerteşkil eder.
Tâ ki, Köprülü Mehmed Paşa vezareti uzma makamına gelene kadar.
Diğer bir tesbitle de meşkûk bir olay sayılması gereken Kösen Vâlide'nin şehid
edilmesi, Turhan Validenin harem'in tek hâkimi olacağı döneme kadar devam ede gelmiştir,
bu netameli kadınlar ve ağalar saltanatı denilen dönem! Eğer Valideler; bu
zorbalara güleryüz göstermeyip, onların isteklerini yerine getirmeye çalışır
görünmeleri ve bunların da birbirerine düşmesini sağlayan, bilerek veyahut
kendiliğinden neydana gelen politika sayesinde, bu zorbaların, taht'a göz
dikmelerini akıllarına düşürmemeleri, takdire şayan bir idare şeklidir diye bir
tesbitte bir iddiada bulunuyorum.
Osmanlı devletinin 1596'daki gelir gideri arasındaki fark gelirin
fazlalığna uygun idi. Ağalar ve kadınlar saltanatı ismi verilmiş de/rede bu
vaziyet ters dönmüş, gider gelirden çok daha fazla hâle gelmişti. Devletin her
bölümünde olduğu gibi askerlere ,/apilan tahsisatta da bir çok suistimaller oluyordu.
Aylıklar deftere göre çıkıyor, meselâ defterde 800 bin kuruş yazılı, ismler ve
yövmiye mikdarı doğruysada, defter sahtedir. Adlaıın bir bölümü uydurmadır.
Hazineden çıkan 800 bin kuruşın anca 300 bini sahibini bulur, geri kalan 500
bin kuruş, ağclar arasında taksim olunurdu. Bu taksimden ağalar milyoner
olurlar, fakat doymak bilmezlerdi. Dönen her işe müdehale edip, para kazanmağa
çalışırlardı. Bir savaş zuhurunda defterde kayıdı bulunan 60-65 bin civarı olan
isim sayısı meydanı harbe ancak bu rakamın yansı bir sayı ile gitmek üzere
toplanırlar, bundan da asla sıkılmazlardı. Zengin kimseleri daima tehdid
altında bulundurup, muntazaman haraca bağlanırdı. İstekleri karşılamayan
olursa bir iftira yapılarak hanesi söndürülürdü. Tabii bu muamelât nüfuzlu
kimselere tatbik olunurdu. Diğer kimselere bunlar gereksiz olup, zorbalarına
haber gönderip, adresi bildirirler, zorbalar ve haydutlar haneyi önce basarak
yağma eder, bilahire tutuşturup yakarlardı. Çünkü bahaneleri pek çoktu. ! Vergi
tahsili hususunda bir misâl olarak, Mizancı Murad beye ait Ebul Faruk; adlı
tarih çalışmasının 6. cildinin 147. sahifesinden alıntı yapalım:
"Boyacı Hasan Ağa Rumeli'de vazifelendirilir. Erkeklerin
ortadan yok olduğu bir kasabada kadınlara işkence yaparak para toplama yoluna
sapar. Kadınların boyunlarına halkalar geçirir. Zincirleri halkalardan
geçirerek birbirlerine rapt eder. Yüzlerce kişilik bu kafileyi hem yürütür,
hemde değnekle dövdüre dövdüre, kırda bayırda dolaştırır. Bu işkenceye dayanamayan
bir kadın ölür. Değnekçi; Boyacı Hasan Ağa'ya müracaat ederek zincirin
anahtarını ister ki halkayı bağlı olduğu zincirden çıkarabilsin. Ne varki bu
isteğe Boyacı Ağa yanaşmaz ve Bırak kalsın sürüklesinler cenazeyi, az sonra
çürür ve kokusu tahammül edilmez hâl alır. Bundan kurtulmak içinde belki para
vermeye razı gelirler. Der. Müracaatının red edilmesine içerliyen değnekçi de,
zincirdeki halkanın bağlı olduğu merhumenin, boynunu vücudundan ayırarak sıradan
çıkarmanın yolunu bulur." Bu alıntıdan anlaşılan şudur ki; böyle zalimane
davranışları irtikâb edenlerin sonunun, selâmet olmayacağı ne kadar
âşikârisede, hanımları bırakıp giden erkeklerin durumları hiç bir çuvala
sığacak adetten olmadığını da kabul etmek lâzımdır. Hâzin bir numune olarak şu
vakayı da arzederek, devleti âliye'nin sürüklenmiş olduğu hâzin durumu nakle
son verelim: Yine Murad bey'in adı geçen eserinin 149. sh. de ".bir
aralık Venedik Donanmasının Çanakkale Boğazını geçip İstanbul üzerine
yürüyeceğine doğru havadisler yaygınlaşinca, devrin sadrazamı bu saldırıyı
önlemek için tedbir almayı düşünüyor ve neticede, çâre olarak bulduğu tedbirde
şehrin, denize bakan surlarının muntazam bir şekilde badana edilmesini
kararlaştırır" Bu tedbîri alma yolunu seçen sadrıazam Gürcü Mehmed Paşa
kitabın yazarı tarafından tenkit edilir ama, aslında alınan tedbir sadece bu
olmadığı takdirde, bu şeklin fazla gülünç bir husus olmadığının idrâkinde
olmak lâzım gibi geliyor bize, çünkü savaş bilhassa savunma savaşı kuvvei
mâneviyesi yüksek müda-afilerin kazanmasında pek önemli faktördür.
Saldırganın, savunmadaki tahkim olmuş müstahkemler karşısında
demoralize olacağı harp psikolojisinin tesbitİ içindedir. Bu bakımdan alınan
tedbirlerin sadece surları badanalamak olmadığı takdirde, yapılana müteveccih
tenkidler bizce pek haklı sayılamaz.
Kürekçi Temini
Eski dönemlerde donanmaİ şahane denize açılır, merdane dolaşır,
rastladığı düşman gemileriyle savaşa tutuşur ve bir güzel bunları yenerdi. Bol
miktarda elde ettiği esirlerden donanmaya kürekçi temin etmiş olurlardı. Tabii
bizdeki kürek-çiler asla kötü bir şekilde istihdam olunmazdı. Senelerini bizim
gemilerimizde forsa olarak geçirmiş kimseler derin şikâyetlerde bulunmamıştır.
Kırbaç sadece avrupalıların gemilerinin vazgeçilmez ihtiyacı idî.
Bizim gemilerimizde, kırbaç asla kullanılmazdı. Rahatsız olan bir
forsa derhal tedavi edilir tedavisi sırasında yerine nö-levendlerden kimseler
bakarlardı. Ancak yaz-k7 olduğumuz
dönemde ise, donanmamızın gücünün zâ-uğraması, dışarı denizlere çıkıpda düşman
gemisi av-madiğimiz için, donanmamızın kürekçi bulma sıkıntısı Kendini
göstermeğe başlamıştı.
Ancak buna şöyle çare bulabildiler: ".Anadolu'nun içinde
bulunduğu maddi sıkıntılar, ailelerin genç erkeklerinin, bir müddet İstanbul'a
gelerek, hizmet sektöründe, mesela odunculuk, hamallık, lağımcılık gibi
işlerde çalışarak, bir miktar para biriktirip memleketlerine döndükleri
görülmeye başlandı Bu genç adamlar potansiyelini gören Tersânei âmire
mensupları bazı memurlar tebdili kıyafet ederek Anadolu'dan gelmiş bu
yiğitlere sokulup arkadaşlık kurarlardı ve onlara aşçılarda yemekler ısmarlar,
kahvehanede çayla kahve ısmarlar sonra da belli merkezlerde kurulmuş toplanma
yerlerine kendi evine misafir götürüyormuş ..gibi içeriye sokup, teslim
ederlerdi. Buradaki silahlı askerler, getirilenleri tutuklar ve ayaklarına
pranga taktıkları bu millet evlâdlarını zorla küreğe mahkum etmiş olurlardı.
Beri yandan bir vilayette veya belde de, çıkan asayişsizliği
teftişe eski bir devlet adamı müfettiş olarak gönderilir buna bağlı olarak
teskin edilmesi gereken asayiş daha da bozulurdu. Buna da yine Murad bey'in
tarihinden bir misalle izah getirmeye çalışalım.
Basra'da Efrasyab oğulları miras yoluyla sancakbeyliği
görevindeydi. Bunlardan Ali Paşa vefat etmiş, oğlu Hüseyin aŞa yerine geçmişti.
Buna karşılık amcaları Ahmed ve Fethi eV'er şikâyette bulunmuşlardı. Ahalinin
bir kısmı Hüseyin ?ayı kabullenmişler. Diğer kısım ise, amcalarının
tarafdargini tercih etmekte olup, bu arada kan da dökülmüştü. Bu vakalarda
hadiseyi teftiş için yakın vilayetlerden birinin valisi gönderilirdi. Bağdad
Valisi Murtaza Paşa meydana gelen olaylardan haberdar olup, burayı teftiş için
izin istemişti. Bu izne muvafakat haberi gelince Murtaza Paşa, Kâhyasını
göndermişti. Fakat Murtaza Paşanın bu talebi yapmaktaki maksadı, Basrayi
düzeltmek değil, halkı teskin ise hiç değil. Maksadı para elde edebilmeğe
dönüktü. Buna karşılık da Hüseyin Paşa Basra'da yerleşmiş, ayanlarını da
kendine razı eder hâle getirmişti. Hal buyken, Bağdad valisinin kâhyası kâfi
miktar askerle geldiğini görünce Basralı'lan bir telâş aldı. Çünkü bir yanda
askeri beslemek öte yandan atlarını beslemek, yapacakları tecavüzlere
katlanmak, işlerini bitirip giderlerken de, diş kirası denilen bahşişler
vermek icab ettğin-den, bunları şehre sokmama karan aldılar. Vaziyet bu rengi
aldığında Bağdad valisi Murtaza Paşa İstanbul'a, Basra'da isyan var şeklinde
aksettirdi.
Bunların İran'a iltihaklarını önlemek için hemen işgal etmek
gerektiğini anlatarak, bu vazifenin kendisine verilmesini istemişti. İzin verilmiş
idi. Basra'hlar Murtaza Paşayı pek güzel şekilde karşıladılar. Murtaza Paşanın
kâhyasını şehre sokmayan Hüseyin Paşayı paklayacak iş oradan kaçmaktır ve oda
öyle yaptı.
Arabanların sinesine iltica etti. Ahmed bey adlı biri Basra bey'i
tâyin olarak, Hüseyin Paşanın sarayında bulduğu bütün nakit ve kıymettar
eşyaları Murtaza Paşaya takdim eder. Basra tüccar ve esnafının sunduğu bol ve
çeşitli hediyelerle Murataza Paşa devrin en zengin kimseleri arasına katılır.
Ancak doymaz nefsi tatmin pek müşkülmüşki, Murtaza Paşa bu verilenlerle iktifa
etmez, Basra'nın aşağı tarafında ve Şat'tü-larab kenarında bulunan Hankapanı
denen bu günün ortado-ğusunun deposu dense, seza olan bir mağazalar antreposunu
eline geçirmeyi kurmaktadır.
Günün birinde Ahmed bey'den, mezkûr depolardaki her çeşit emtianın
kendisine, yâni Murtaza Paşaya aid gemilere yüklenmesini hepsini görev yerinin
esasını teşkil eden Bağ-dad'a götüreceğini emreder ne varki, Ahmed bey Murtaza
Paşanın çizgiyi aştığını tesbit etmiştir. Çünkü bir çok, devlet, kavim ve
tüccara aid bu malların, bu tür müsadereye benzer nakli, Devleti Osmaniyanın
emanetlere ihanet ettiği ithamına maruz kalmasına sebeb olacağını söyleyerek
muhalefet eder. Bu makul itirazda Murtaza Paşanın bir kulağından girip, diğerinden
çıkar. Bu istek kuvveden fiile yâni depo malları gemilere yükleme ameliyesi
başladığında, Basra ahalisi "vaybe bizimde vali diye saydığımız herif,
serseri bir yağmacı, hırsızdan başka bir şey değilmiş" dedikten sonra
kıyam ederler.
Bu sırada; Arabanlara iltica etmiş bulunan Hüseyin Paşa yanlarında
kaldığı Arabanları bu çirkin muameleyi göstererek Basra ahalisine yardıma ikna
eder, Murtaza Paşa tahammül edemeyeceğini anladığı kıyamdan kurtulabilmek
için, yapılan yükleme ameliyesini, zavallı Ahmed beyle Fethi bey isimli zatlara
yükleyerek, derhal idamlarını emreder hüküm yerine getirilirse de, yutturulmaya
kalkılan dolma Hüseyin Paşanın inanacağı lokmalardan olmayıp, derhal Murtaza Paşa
tevkif edilir. Nesi var nesi yoksa elinden alınır. Bir güzel de üzerindekiler
dongömlek kalana kadar çıkartılır. Bindirildiği topal bir afla şehirden
uzaklaştırılır. Murtaza Paşa dongömlek çöl'e düşmüştür. Ahlâk bozukluğu ve
nefsinin azgınlığı kendisini ne hâle getirmiştir ki; kul bundan ibret alsa!
Bunlar husule gelirken tarihler h. 1065/m. 1655'i göstermektedir.
Yine bu karışık dönemin uygun olmayan işlerinden biri de, vali tâyinleridir.
Okurlarımız; bu tâyinlerin yapılışının nerelere düşürüldüğünü öğrenmiş olsun.
İbşir Mustafa Paşanın arkadaşlarından Şeydi Ahmed Paşa uhdesinde bulunan Boğaz
Muhafızlığı esnasında başarılara imza atar. Bu başarıların gereği Konya'ya
vali olarak nasbedilir. Ancak Konya'da zorba Kürt Mehmed bulunmaktaydı. Şeydi
Ahmed Paşa'ya ise şifa bulmaz düşmanlık taşırdı bunu da her zaman tazelemeğe
hazır idi. İşte Konya'ya vali olarak geleceğini öğrendiği Paşanın zalimliğinden
söz ederek Konyalıları direnişe sevk eder. Kendisinin de, bin kadar yardımcısı
ile yanlarında olacağını vaad eder. Gelmekte olan Şeydi Ahmed Paşayı kıyam
etmiş Konya'lılar şehrin dışında karşılar ve aralarında adamakıllı bir
çarpışma cereyan eder. Her iki taraf bu çarpışmada kayıp verir. Konya ahalisi
şehre kapanırken, Şeydi Ahmed Paşa derhal şehri ablukaya alır.
Vaziyet İstanbul'dan haber alındığında, Şeydi Ahmed Paşayı azli
düşündülerse de, buna cesaret edemediler. Çünkü böyle bir şey yaptıkları
takdirde Abaza Hasan Ağa ile birleşerek, İbşir Mustafa Paşa'nın intikamını
almayı plânlar korkusu hâkim oldu. Şeydi Ahmed Paşa'nında tâyinini Haleb
vâli'liğine tahvil ettiler. Haleb valiliğini duyan Kürd Mehmed soluğu Haleb'de
aldı ve Konya'da yaptığı İfsadı burada da tekrarladı.
Haleb'in valisi, ahali ve Kürd Mehmed birleşerek Şeydi Ahmed
Paşa'yı direnişle karşıladılar. Bir çok çatışma sonucunda babıâli devreye
girerek Haleb valiliği perişan olmuş Murtaza Paşaya verilirken, Şeydi Ahmed
Paşaya Sivas'ı verdiler. Bütün bu yanlış davranışlar valiliklerin liyakatin
gereği değilde rüşvetin fiyatına göre değerlenmesinden kaynaklanıyordu! Şeydi
Ahmed Paşanın Sivas valiliğine oturtulma vazifesi, Kıbns'dan mazul Kehleli
(bitli) Ahmed Paşa'ya verilmişti. Ancak Kehleli, verdiği rüşvetle Sivas
valiliğini kendine celbe muvvaffak oldu. Şeydi Ahmed Paşa ise ancak Karaman'a
vali olabildi. Bu arada Buğdanlılar ile Ulahlar arasında çatişmalar vukubularak,
Buğdan bey'i Radol ölünce, makamını oğluna vermediler de Ulah bey'i canibine
yarayacak tarzda ihanet sahibi bir yazıcıya beylik verilmişti.
Aslında ölen Radol'un oğlu rehin olarak istanbul'da okutulmak ve
babasının yerine ısıtılmaktaydı. Buğdan bey'i yapılmak istenen Yazıcı, Ulah
bey'i Ağatatay'a bu bakımdan pek yarıyordu. Böylece adetâ, Buğdan ve Ulah
topraklan adetâ bir elden idare olunacak hâle dönüşüyordu.
Ne varki; Osmanlı sadnazamlığı görevini iki defa uhdesine almış
olan, bu sırada da, Tuna yakasında valilik görevinde bulunan Damad Siyavuş Paşa
bir başka serseriyi bulmuş, ölü Radol'un oğlu ve de Buğdan beyliğinin namzedi
olarak ilân ederek, lâzım gelen hürmeti ve riayeti göstermekteydi. Derhal
Ağatatay faaliyete geçmeyi yeğlemiş, pek önemli bir parayla sözde Radol'un oğlu
imiş gibi gösterilen delikanlıyı satın almıştı. Maksad onu ortalıktan
kaldırmaktı. Ancak adamı öldürmeden durumun aslını öğrenen Ağatatay derhal
Murtaza Paşa'ya şikayet etmişse de, Paşa gayet pişkin, yanlışlık oldu, esas
oğul benim yanımda deyip, bunun da bir pazarlama sonunda Ağatatayca alındığı
görüldü. Bu böyle epeyi devam etti. Siyavuş Paşa bu alışverişten bir hayli
para kazandı. Yaşanan bu anarşik, rüşvet dolu dönem ve ahlaksızlık
avrupalıların bizler için; "asya barbarları" adı koyduğu ileri
sürülüyorsa da, Mizancı Murad bey, aşağıdaki isimleri sayarak; Bektaş Ağalar,
Kâhya beyler, Kara Çavuşlar, Sofu Mehmed Paşalar, Siyavuş Paşalar, Melek Ahmed
Paşalar ve Murtaza Paşalar avrupalıydı deme suretiyle bir mugalata yapıyor.
İyi ve kötü; her yerden ve de her kavimden çıkar, gerçeğine sırt dönüyor.
Hakikaten şimdi adları serdedilen zevatın, biyografilerine göz
atarak bir durum tesbiti gerçekleştirelim. Sofu Mehmed Paşa'nın doğumu hakkında
bir bilgiye rastlayamadık. Melek
Ahmed Paşa merhum, Abaza olup, Kafkasya kökenlidir. Siyavuş
Paşa'da Abaza olup, Kafkasya cihetindendir. Gürcü Mehmed Paşa'nın kavminin
Gürcü olduğu, adının başında yer almaktadır. Görüldüğü gibi gazeteci tarihleri,
biraz ilmi olmak bakımından geri kalmışsada, okuma ve okumayı kolaylaştıran
uslûb bakımından ayrı bir güzellik arzediyor, tasvirleri daha akılda kalıcı
olduğu gibi, kuru bir resmiyetten fariğ oluyor.
Deli Hüseyin Paşa Ve Girid Ahvali .
Merhum Sultan İbrahim devrinde, fethine başlanan Girid savaşı
devam ediyor, yukarıda bir nebze bahsettiğimiz, donanma gücünün yetersizliği,
Venedik donanmasının boğaza yaptığı tıkaç bizi ne Girid gazilerine yardıma
gidebilmeye fırsat bırakıyordu ne de, boğazdan çıkmamıza müsaade etmekteydi.
Yokluklar içinde, maaşları bile gÖnderilemeyen orduyu hümayun, başlarında
serasker Deli Hüseyin Paşa olduğu halde, nice kahramanlık destanları
yazıyorlardı. Hüseyin Paşa hücum esnasında en önde, geri çekilme sırasında ise
en geriden gelmekteydi. Böyle bir kumandan nasıl seviliyordu bir atfı nazar
edelim:
Bu devrin en müstekreh kimselerinden bulunan Zurnazen Mustafa Paşa
adlı birisini ip beklerken, o terfilere gark oldu. Rumeli Beylerbeyi sıfatıyla
Girid'de bulunan gazilere istim-dad etmek üzere gönderilmiş idi. Sipahilik ve
askerlik mesleğinde boşalan mansıblann dağılımını rumeli ve anadolu'da
beylerbeyleri yaparlardı. Ancak serdar seferlerde ordunun başında bulunduğunda,
bu hak serdar'ın tasarrufuna geçiyordu. Deli Hüseyin Paşa'da bu hakkı pek
güzel tarzda kullanmaktaydı. Aslında bu işi suistimale âlet eden büyük paralar
kazanabilirdi. Zurnazen Mehmed Paşa böyle bir eğilim taşıyan me'şum
kimselerdendi. Ne varki Hüseyin Paşanın var-
önünde pek mühim bir engeldi. Kendine bir ortak aradı onunda
Sekbanbaşı Mahmud Ağa'yı, kendine uydurdu ve Hüseyin Paşanın aleyhine askeri
kışkırtıp, isyan çıkmasını acıladılar. Bu isyan şöyle böyle değil, direk olarak
serdar'ın ansına saldıranların temin edildiği tarzda bir kalkışmaydı. İste bu
meyanda, Deli Hüseyin Paşa, üzerine hücum eden bir caniyi, kılıcının bir
darbesiyle İkiye bölerek, ölümden, kıl pa-y! kurtulabildi.
Öte taraftan kışkırtılan asker, Paşanın evine saldırıya geçti Bu
arada evi yağma ettikten sonra, yakma ameliyesine giriştikleri gibi,
hizmetkârlarını ve cariyelerini rehin alıp dağa kaçırdılar. Ancak bu son
davranış bütün namuslu insanları harekete geçmeğe sevk etti. Hepsi Hüseyin
Paşadan kendilerini bağışlamasını istirham eylediler. Paşa, bu istirhamları
müsbet tarzda kabullendi. Zurnazen ve Mahmud Ağa korkuya düştüler ve
barışıklığı temine mesai sarfına giriştiler.
Neticede şu şartların tahakkukuna riayete karar verdiler. Madde
bir olarak askerler, Hüseyin Paşa'dan özür dileyecekler ve siperlere girerek
Kasım ayına kadar Kandiye önünde duracaklar. Eğer o döneme kadar kabul edilecek
miktarda para, yardımcı kuvvetlerle, terhisler gelmeyecek olursa askerler
kendilerinden mevzilerden çıkıp İstanbul'a hareket edecekler idi.
Barış temin edilmiş, serdar'ın ele geçen malları mümkün mertebe
bulunup iade olundu. Cariyelerini ve hizmetçileri de Paşalarına iade edildiler.
Şurasını biraz düşünelim: böyle bir noktaya getirilmiş askerle Girid gibi
önemli bir üssün fethini becermek ne kadar mümkündür? Böyle soruya kolay cevap
her babayiğidin işi değildir. Diğer taraftan düşman donanma-sı- sadece
Çanakkale Boğazı kapısını tıkamakla iktifa etmi-V°r, sahil köy ve kasabalarına
yaptığı gerilla tipi baskınlarla Zararlar veriyor, yağmalar yapıyordu. Hâttâ
can bile aldıkları
oluyordu. Bu saldırı dalgalarını kırmak için Kaptan Paşanın
îstanbul'a yaptığı teklifle düşman saldırısına maruz kalan bölgelere, yeniçeri
askeri vazifelendirilmesi yoluna gidildi.
Ancak çok geçmedi ki; ilk feryadın duyulduğu ağız Kaptan Paşanın
ağzı oldu. Gelen savunma askerleri, düşmanı gözetleyeceği yerde, bilakis
kendisi köylere musallat oluyor, yağma ve haraçla beraber ırza tasaddi kendini
göstermeye başlamıştı. Hâttâ Gelibolu'da kadınlar hamamı bu adamlar tarafından
basılıyor ve namus ehli insanlar, büyük bir hakarete maruz bırakılıyordu.
Ereğli ise; Rusya canibinden gelen Kazakların taarruzuna uğruyor,
nice can ve ırz pâyimal ediliyordu. Burayı da koruma altına vermek için asker
getiriliyor. Bu seferde ahalinin feryadı ayyuka çıkıyor. Çünkü gelen asker yeniçeri
olup, bunların ortaya koydukları yağma ve ırza tasallutları, kazaklardan daha
da şedit olarak gerçekleşmekteydi. Şu da el-zemdiki, Boğazdan çıkışı engelleyen
düşman donanmasını bu işlevi yerine getirmek için alınması gereken,
tedbirlerden belki de başta geleni, bunlar üzerine saffı harp nizamında
ilerlemek, hâttâ göğüs göğüse denen çarpışmalar yapmaktı.
Yapılması lâzım gelen bu gemilere doğuşken asker doldurup,
saldırıya geçmek üzere gemilere dolduruldu. Artık yapılacak iş Tunus, Cezayir
beylerinin, Barbaros ve Turgut reislerin usulü düşmanı gemisi içinde bastırmak
için rampa yapılması idi. Bu yerine getirilmiş adetâ düşman gemisine rampa
yapılmasına pek az kala, yeniçeri müfrezeleri, gerni kaptanlarının gırtlağına
çökerek, bizi karaya çıkar, biz deniz savaşçısı değil , kara cengaveriyiz
hemen bizi karaya çıkar diye tehdit ederler. Mecburen düşmanların üzerine
süzülmekte olan gemilerimiz, bu tehdit karşısında birden cenah değiştirip,
karaya yönelip baştan kara eder. Yeniçeriler kendilerini sahile atarlar. Ne
hâzin, mazisi dünya harp tarihinin en parıak zaferleriyle dolu bir asker
sınıfının, ortaya koyduğu bu cebîn hâl, korkaklık ve mesuliyetsizlik Allah ve
Rasûlü'nün rızasına muhalif davranış olduğundan bu ocak zaman içinde inkıraza
yâni yıkılışa doğru yol almaya başlamıştı Ancak yeniçerileri karaya döken
kaptanı derya, eksik kuvvetle saldırdığı düşmana maalesef mağlup olmuştu.
Böylece gemilerden inen yeniçeriler sayesinde, rakip donanma baştan kara eden
gemilerimizi işgal ediyor. Bunlardan uygun gördüklerini kendilerine alıyor,
gözü tutmadıklarını ise tutuşturup yakıyorlardı ayrıca Boğaz önünde ablukayı
kıran donanma Girid'e doğru rota açarken geride cereyan eden bu olumsuz vakadan
etkilendi perişanlığı yaşadı.
Ben Senin Başını Keserim!
ülkede eğitim son derece zayıflarken, çocuk padişahın tahsiline
başlandı. Dini ve ilmi bilgiler, mütehassıs kimseler tarafından verilirken,
yazı hocalığı Hadım Beşir Ağa'ya tevcih edilerek eğitim başladı. Beşir Ağa
kısa müddet içinde temel öğretileri gerçekleştirdikten sonra padişah'a, ilk
meşki olan yazı örneğini verdi. Bu Örnekte yazılan bizim hemen yukarıda
arabaşhk olarak da verdiğimiz: "Ben senin başını keserim" hattı idi.
Biraz üzerinde teemmül etsek görürüz ki, bu tercihte hiç bir isabetsizlik
yoktur. Padişah kısmı bu sözlere ve bu hatlara çoğu zaman muafiyet
kesbetmiştir. Bir evvelki paragrafın sonunda nakle çalıştığımız yeniçeri
askerinin donanmada yaptıkları hâin davranışın cezası, bunların kellesini
koparmaktan başka nedir ki?
Devlet başkanı nev'i beşer olarak tabii ki bizden biridir. Ancak
vazifesi itibarıyla büyük farklılıkların muhatabıydı. İki ı arasından çıkan
sözün kanun olduğu şartların insanı ü ki, mezkûr ifadeyi anşart hazmetmesi
gerektiği gibi "se- affettim" demeyi de onunla eşdeğer zaman
diliminde okuma ve yazmalı hükmüne varabiliriz! Eğer bu hususa aid bir vecize
söylersek şunu yaldızlayarak bir yere aşmalı: "Mülkün tahribi, ferdin
fıtratının menfide yol almasında görülür"
İsraf Üzerine Bir Kaç Söz
Devletin merkezinde ve üst kademeyi teşkil edenlerin israfı ne
dinin şartlarına ne de nafilelerine uymaktaydı. Defter-darzâde Mehmed Paşanın,
yedi tane ahçıbaşının emrinde kırk tane ahçısı bulunuyordu. Bu kırk ahçının
emrinde hizmetçiler, çadırlar vardı. Bu çadırları ve takımları taşımak için
katırlar ile develeri vardı ve bunlar heran harekâta hazır tutuluyordu. Kiler
takımları, altun, gümüş, çini ve Saksonya takımları çok büyüklükte zenginlik
atıl olarak durmaktaydı. Yine büyük servetlere muadil hediyeler Paşa
tarafından bayram günlerinde, nevruz'da padişahlara, valide sultanlara,
sadrıazama, kızlarağasına, dönemin sözü geçenlerine büyük zenginlik getirecek
hediyeler vermekteidi.
Bu davranışı ile kendini garantiye alıyor, servetini muhafazaya
muvaffak oluyordu. Ancak bu servet terakümü kaynağı milletin mazlumane
feryatlarımıydı? Buna cevabı verirken klâsik sosyal anlayışın hududlarını
zorlamak gerekir. Rüşvet ve iltimas dini hükümlere dayanılarak yönetilen
toplumlarda merduttu ve bu merdutıyet geniş bir tefsiri hukuk anlayışı içinde
ihaneti vataniye'ye kadar götürülebileceğinden hayatı kaybetmek tehlikesini de
göstermekteydi.
Nitekim nice devlet adamları, bu çeşit doğru yalan suçlamalarla
hayatlarını kaybetmişlerdir. Korudukları zevattan ilk tekmeyi yiyenlerde onlar
olmuştur. Bunlara karşı çıkan kimseler olmuştur. Meselâ İbşir Mustafa Paşa;
çok muktesit bir kimse idiki, Saray adamlarına adetâ verilmesi şart haline
gelmiş olan hediyeleri, verdirmemekle itham edilerek, öldürülmesine sebeb olan
haller arasında geçmiştir. Şimdi; böyle
fharn olunmuş İbşir Mustafa Paşa'nın, Nevruz gününde sara-verdiği
hediyelere bir bakalım ve göreceğiz ki pek büyük-sayılan servetleri gölgede
bırakan hediyeler, yine de ada-rnm idamını önleyememiş.
Tarihçi Nâima'nın cümlelerine hiç dokunmadan yer verelim:
"bir semend (besili) ve iki gabrilon at ki, üçünün dün-va'da nâziri
bulunmaz. Serapa cevahir ile arasta zehebeh-maddan mamul, raht ve rikâbı ve
gaddare ve topuz vesâir zerdüz besat ile müzeyen idi. Şâir ecnas; tuhaf ve
taraifi gü-nagünden ve boğçalardan maada bir arbedeh, yüz keselik flori ve
kuruş gönderdi. Valide hazretlerine yirmi keselik peşkeş irsaledip, Darüssaade
Ağasına ve şâir uzmayı musahibine ve Silahdar Ağa'ya ve gedik sahiplerine, bir
habbe göndermedi. Bunlar vüzerai sâlifeden iydü nevruz ve şâir meva-siminde
müstevfi hediye vede kese kese atiyeler almağa alışmışlardı. Veziri cedideden,
bu vâz'ı şedidi müşahede ettiklerinde, akılları perişan ve bununla hâlimiz
nice olacakdır diye, tefekkürde kaldılar." Yukarıda metinde hediyeleri
kısıtladığını, miktarda indirim yapmakla beraber, alışılmış nice kimselere bu
seferinde hediye göndermeme yolunu tercih eden sadrazam İbşir Mustafa Paşa ile
alakalı daldıkları tefekkür dünyasından, çabuk çıktılar. Bu yeni sadrazam iki
ay geçmemiştiki, sarayın mahsusai idam odasında hayatı izale olundu. Sarayın
kapısına cesedi atıldı. Saray mensupları, İb-Şir Paşa gerek anadolu gerekse
rumeli taraflarında bir kaç belde kaybetseydi, birkaç yüzbin kişinin helakine
sebeb olsaydı bu kadar düşmanı olmazlardı.
Ancak uygulamaları direk kendilerinin menfaatine zarar irdiğinden
öylece galeyan gösterdiler ki, şaşılır!
Para Ve Vükela Toplantısı
Günümüzde yâni parlamenter demokrasi döneminde, ahali ve basının
hilafsız ittifak ettiği bir husus vardırki, bu husus meclisi oluşturan
mebusların, menfaatleri umumiyesine dâir işlerde gösterdikleri ittihad ve
aculiyeti sergilemiş, olmalarının tesbitidir. Üç beş dakikalık oturumlarla
getirilmiş teklifi kanunileştirmeleri hayranlık uyandırmıştır! İşte bunlara benzemelerini
tesbit ettiğimiz, tarihi bir toplantıyı anlatalım: "Melek Ahmed Paşanın
sadareti esnasında, para temini için aranması gereken yolların bulunması
müzakeresinin divânda yapılması kararlaştı. Yapılmaya başlanan müzakereler esnasında
vezirlere aid has'ların hâzineye alınması ileri sürülmüş. Vezirler hemen buna
itiraz etmiş. Kenan Paşa, Bektaş Ağa'ya özetleyerek, şunları söylemiş:
<Yeniçeri mevacibi (maaşı) üçyüzbin kuruşla kapanırken, sekizyüzbin kuruş
alırsınız. Üç-yüzbin'in üstü yanınızda kalıyor. Bunları alanlarsa askerin
ulufesine imdad etmelidirler. Yoksa vezirlerde, yirmişer, otuzar keselik
has'ından bir şey olmaz. Bu kadar içoğlanı ve et-baı ve ayali aç ve çıplakmı
bırakalım?" Dikkat buyurulursa Bektaş Ağa'ya karşı ağzını açan Kenan Paşa,
yeniçeri ulufesindeki yolsuzluğu Divan'da dile getirmesine rağmen bu işin
üzerine fazla gidilmediği görülüyor.
Türkiyenin 54. cumhuriyet hükümeti, Prof. Dr. Necmeddİn Erbakan'ın
başbakanlığında Refah partisi ile Doğru Yol partisi arasında teşekkül etmişti.
Ülkenin aklı başında her vatandaşının lanetlediği PKK ile mücadele
edilmekteydi. Memleketin önemli ekonomik kanamaya maruz kalmasında bu vakanın
tesiri pek açıktı. Silahlı kuvvetler tek çâre olarak görülen, silahlı mücadele
metoduyla ve sabırla bu yangını, fecii olayları ortadan kaldırmaya çalışıyordu.
Tabiiki, böyle bir mücadelenin ne kadar pahalıya mâl olduğu izahtan varestedir.
Memleketin son onbeş senesinde tanzim olunan bütçesine tfu nazar
ettiğinizde, sene be sene ayrılan tahsisatın yükselirini müşahede ederiz. İşte
bahse konu RefahYol kabinesi-ir. Mâlive Nâzın AbdüIIatif Şener, ciheti
askeriyenin tahsisat talebini, elinizdekini kullanın bitmeden biz takviye
edeceğiz mealinde bir cevap verdiğinden gerek, kendisi gerek hükümetin
başvekili Necmeddin Erbakan ile ordu üst kademesi arasında buzlu havalar esmeğe
başladı. Devrin genel kur-maybaşkanı orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, alt
kademede komutanların askeri hiyerarşiyi hiçe sayarak, başvekil ve kabine
üylerine tariz ve dokundurmalara, ya aciz kaldığından ya da parayla ilgili
tahsis meselesinden kırgın olarak, yapılanlara gözünü kapaması, 1660'lardaki
divan toplantısının ulufe kavgasının tekrarı gibi geldi bize. Kenan Paşa'nın
içoğ-lanları kasdı ile söylediği, aslında devleti âliyenin devlet adamı
yetiştirme mekanizmasında yer alan seçme gençlerdir. Bu iç oğlanlar müessesesi,
İskender Çelebi'yi Sokullulan yetiştirip devlet adamlarının büyüklerinden
kılmayı becermiş müessesedir. Tabiiki sosyoloji ilminin denenmiş sonuçlarından
bulunan bir kuruluşun, doğuşu, olgunlaşması, kanıksanarak kalitesinin düşmesi
değişmez kaidesinden kaynaklandığından bu müessesede kendini bu kaidenin
dışında tutamamıştır.
Dış Politikada Davranışlarımız
Kendi ülkemizde kendi yağımızla kavrulmaktayken hariciyenin
vaziyetine göz attığımızda orada da dünya devletleri tarzının uyguladığına
muvazi gitmediğimiz kendini belirtir. Meselâ devletler arası nezaket ve terbiye
kurallarına riayet birinci vazifeyken, nezdimizde bulunan elçilerin masuniyetlerini
sağlamamız gerekirken tam tersine, Venedik elçisine bağlı olduğu hükümetten
gelen resmi evrak müsadere edilir, devletinin kendi sefirine yaptığı emir ve
tavsiyeleri, elçinin ithamında sebeb sayarak Rumelihisarı içinde mahpus
tuttular. Sefaretin tercümanlarını bu ithamlarla boğup denize atma, işlemini
gerçekleştirdiler. Sefirin ülkesine dönmesine müsaade etmiyorlardı. Buna
mukabil sefir de, boş durmayıp çeşitli işleri bitirmekteydi.
Meselâ, donanmanın gecikmesini temin için heyeti vükelâda rüşveti
yedirecek birini bulabiliyordu. Demek ki; savaşmakta olduğumuz ülkelerin
elçilerini, tahtı tevkif altında bulundurmanın maksadı bu örnekte az çok
kendini gösteriyordu. Kadı ile Konsolos Bir İngiliz tüccar ile İngiliz
Konsolos arasında ihtilaf çıkarak tüccarın Kadı Efendiye müracaatı gerekmiş.
Kadı açılmış davanın muhatabı olarak, İngiliz konsolosunu celble mahkemeye
davet etmiş. Kadı konsolos'un önüne koyduğu ahitnameye bakmasına bakmış da,
orada ikiyüzbin akçayı geçerse dava ingiltere de görülür maddesine önem
vermiyerek, davaya rüyet etmek istediği için, kon-solos'a: "şeriata senin
itimadın yok mu? şeklinde hitab ile bu husustaki davranışı ile davaya bakmakta
ki ısrarını ortaya koymuş. Konsolos ise, meselenin öyle olmadığını, devletinin
talimat ve ahitnamenin tanzimine bakarım, başka şeye itimat etmem dediğinde
işin boyutları almış yürümüş. Kadı ise; bu kâfir şeriatı Muhammediye'yi tahkir
etti diyerek vaziyeti dallandırıp, budaklandırmış.
Vaka İstanbul'a aksetmiş. Bir çok isnatlar eklenerek vakanın
şeyhülislâmlık kapısında görülmesini taleb etmiş. Şeyhülislâm Bahai Efendi de,
sadnazama yazmış. Melek Ahmed Paşa işin çürüklüğünü görür görmez üzerine
almaktan imtina etmiş, tekrar şeyhülislâmın rüyetine sevketmiş. Sadrazamın bu
davranışında maksadı, müftü efendiyi bir pot kırışa mecbur bırakarak böylecede
azlini sağlamaktı. Ama bunun sonunda İngiltere gibi bir devletin düşmanlığını
celbeder, ülkeyi badirelere sokarız diye esas hususları hiç akıllarına getirmediler.
Şeyhülislâm Behaii efendi nezdine getirtir elçiyi ve şeriat hacında İzmir
Konsolosu'nun yaptığı hakaretten tarziye ermesini ve konsolosun memuriyetine
son verilmesini taleb eder. Ancak sefir, işin esasından haberdar olduğu için bu
talebe pekde önem vermez. Müftü efendiye: soğuk bir edayla; "konsolosu
kralım tâyin etmiştir. Onu bu vazifeden azle muktedir değilim" Cevabını
verir. Behaü efendi; büyük bir hiddetle: "Bre dinsiz mel'ûn! Siz neye
güvenirsiniz de devamlı din ve devlete hiyanet etmekten geri durmazsınız?
Venedik Kâfirine gemiler ve imdad vermeğe devam edersiniz? Bunu biz bilmiyormu
sanırsın? sözleriyle hitab eder. "İngiliz sefiri: "Biz ticareti
severiz. Kirayla bizden kim gemi istese veririz. Siz isteseniz size de veririz.
Bundan dolayı antlaşmamız bozulmuş olmaz." Dediğinde, Behaii efendi
"Götürün şu me-lûn'u Paşaya hapseylesin. terbiyesini versin" Der.
Sefir'in c > vabı: "Sen beni hapsetmeye kadir değilsin! Buna memur bile
olamazsın." olur. Behaii efendi sinirinin son hududuna geldiğinden, bağırır:
"Bre kaldırın şu melunu!" Hizmetkârlar, aldıkları emir icabı sille,
tokat sefir'i dışarı çıkarıp, ahıra hapsettiler. İşin vardığı kerte her yerden
duyulur. Devlet ricali telâşa kapılır. Derhal Kahya Bey'in hanesinde bir
toplantı tertip edilir. Sefir'i hemen serbest bırakması için, Sarı Kâtip
Çele-bi'yi müftü efendiye gönderirler. Müftü Behaii efendi bu seferde şefaatçi
olanlara kızar. Vazifeleri olmayan işlere karışmış olmalarının yanlış olduğunu
ileri sürer. Sari Kâtipde; aslında münafık tabiatlı Kahya Bey dalkavuklarından
biriydi. Müftü efendinin kendisine söylediklerini geri dönüp nakleder, bü
seferde, Ağalar kızarlar ve sadrıazama hiç başvurmadan, saray kapısına varıp
müracaatta bulunurlar. Behaü efendinin Gedilmesini, Karaçelebizâde'nin şeyhülislâm
nasbedilmesi-n> istidaya, cesaret ederler. Ancak bu istek saraya ulaştığında
Sultan 4. Mehmed'in Validesi Hatice Turhan Valide Sul-taı~ı, padişah oğlunun
hemen yanındaydı. Talebi öğrenen Turhan Sultan, padişaha dönerek:
Aziz efendi bizim katilimizdir! Devletimizin düşmanıdır, bu istek
kabul edilemez. Şeklinde mütalaa serdeder. Bu cevap Ağalara ulaşmış ancak fazla
önem atfetmeyen Ağa'ları, Mahpeyker Kösem Valide Sultan'in kapısını çalarlar.
Burada taleb yerine getirilir. Hemen şeyhülislâm yapılır. Eski şeyhülislâmın
hırpaladığı elçi bulunduğu ahırdan tahliye edilir. Mükte seven kimseler; bu
tâyin münasebetiyle şu tarihi düşürürler "balyos müftüsüdür
Abdülaziz" diyerek h. 1061 tarihini tesbit etmeyi başarırlar. Bunların
arasında münafık tipli Sarı Kâtip'de bulunmaktaydı. Kâhya Bey'in yardımına
erişdİ-ğinden babıâli'ye memur kılınmıştı. Divan toplantılarında kâtiplik
vazifesi görerek hayatını kazanmaktaydı. Bir gün divan toplantısından çikıpda
gelen Sarı Kâtibe teşrif nerden sorusu tevcih olunduğunda, cevabı pek
enterasandı: Esir pazarından! Bu târifden Dîvânı Hümayun olduğunu anlamayan
yoktu. Artık ülkede gelinen nokta; ne saraya, ne padişaha, nede ulemaya, hâttâ
dini Muhammedi'ye dâhi eski hürmet kalmamasıydı.
Bahse konu Sarı Kâtib, günün birinde Kâhya Bey'in odasında
Kazasker yanında olduğu halde demiştiki: "Geçengün şiddetli bir sıtmaya
tutuldum. Titremeden hâlim yaman oldu. Sonra yanmağa başladım. İlaç yaptırdım
bir hoca'ya okuttum. Kâr etmedi. Sonra hatırıma geldi. Sitmayıda geçirirse şeytana
Anadolu Kadıaskeri'nin günahlarını adayacağımı söyledim. O anda sıtma kesildi.
Bir daha da gelmedi. Hazır bulunanlardan birinin, niçin Anadolu Kazaskerinin
günahlarını adayıp, Rumeli kazaskerininkini adamadığını sordu. Rumeli
kazaskerinin günahlarını o kadar ehemmiyetsiz şeye feda edemem. Onları taun
gibi, gazabı padişahi gibi büyük belâlara saklıyorum. Yukarıya aldığımız gibi
son derece çirkin herzeler söylenir, işin kötüsü kadıasker efendiler bu nüktelere
benzer yavelerin tesiriyle kahkahalarla gülerlerdi.
Melek Ahmed Paşa'nın devrinde otuzbin kişiye kadar verilmekte
bulunan sadakalar kesildi. Kösem Valide Sultan bu sadakaların verilmesi
İptalinden korktu. Otuzbin insanın geçimini sağlamakta olan bu yardım, nice
problemler doğurur endişesi taşıyan hassas bir kimsenin tavrını sergiledi. Bu
fakirlerin bedduaları asumanı tutar ve milletin başına belâ olarak iner diye,
San Kâtib'e ikazda bulundu. Sarı Kâtip se: "Be canım Sultanım, bunca kale
ve toprak hangi mollanın, hangi şeyhin ve dervişin duasıyla fetholunmuştur? O
kaleleri fetheden, küffâra kılıç çalan hep Serhoş İbrahim, Tiryaki Hasan, Deli
Hüseyin gibi falan filan ağalar ve Paşalardır. Kendilerini bilmez sefillerin
dualarından bir şey çıkmaz" cevabını verdi. Belkide bu söze i'tirazı yeterli
tonda yapmayan Kösem Valide belkide hayatının hatasını işlemiş oluyordu. Sarı
Kâ-tip'den dinlediği bu herzeler değil müslümanlıkta diğer semavi dinler
nezdinde dahi ağır mesuliyet gerektiren ifadelerdi. Haksızlık karşısında
susmak Kösem Vâlide'nin yapacağı işlerden olmamakla beraber, nasılsa bu
ifadedeki küstahlık ve bidinlik şaşırtmış olabilir merhumeyi..
Padişahın Mukavemeti
Şayram günleri ve gecelerinde adet olmuştur ki padişahların Has
Oda takımının ortaya serdiği çeşitli oyunları seyretmesi. Hâttâ bu oyunları
pek beğendiklerinden, sabaha kadar aralarında kaldıkları olmuştur. Buluğ
çağının yaklaştığı senelerde 4. Mehmed bu eğlencelerde sabaha kadar kalmak arzusu
izhar etmişsede, mâni olmuşlar. Bu mâni oluş Hadım Reyhan Ağa'dan gelmişti ve
bu durumu Reyhan Ağa; meşhur müverrih Nâima'ya şöyle nakleder:
"Padişahımız henüz bir şahbaz çeşmi duhte ve gazanfer şikâr niyamuhtedir
(?) Bizim (yâni harem ağalarının) zabtımıza meluf olmağla henüz tarikai zevki
(zevk yolunu) ve inbisatı (genişleme) bilmez. Has odalılar vesair ağalar
beyninde (arasında) haseni eda ve melâhati (yüz güzelliği) likaya mâlik sabi ül
vecih a-ğalar vardırki, taatleri ayinei sânii rabbani şekli ve suretleri
numûneİ sırrı tenasübü ruhaniyyettir. Ol makulelerin zâtı pâ-kizelerine
incizabı müveddet ve ülfet ve sohbetlerine meyi! ve muhabbeti devai tabiyyeden
vesimü nüfus zekiyeden olduğunda niza yoktur. Padişahı masum bu gece dışarıda
kalıp, inşirah ve sürür ile onların dilfirabına hareket ve sekinet-lerine
ferifte olup bazı akıllısından gafletten ikaz edici sözler işitip, reşid ve
sedad erbabından birini mukarrebi has edicek olursa, tâyin olur.
Zira sohbet müessirdir ve tabiatı şarkadır" Deyimi üzerine
Kızlarağası Bayram Ağa, padişahı içeriye davet etti. Eğlen-mekde olan padişah,
bu daveti red etti. Turhan Valide tarafından Ağa davetini tekrarladı. Ancak bu
da, kâr etmedi. Sonunda Kösem Vâlidesultanın emri olduğu bildirilincede akar
sular durdu padişah itaate geçti. Devlet işlerinin ileri gelenleri bu günkü
deyimle müsteşar, bürokrat, valiler ila.. Padişaha, dürüst, namuslu cesur ve
işbilecek sadrıazam bulma fırsatı bırakmıyorlardı.
İşte yukarıda saydıklarımıza yakın kıratta bir sadrazam olan
Tarhuncu Ahmed Paşanın akıbeti hakkında, böyle sadrazamlar istemeyen gurubun
insanları, sadaretten düşmesi münasebetiyle yapılması gerekenleri kararlaştıran
bir toplantı yaptılar. Örnek olarak takdim etmekteyiz: "..Bu vezir bütün
işlerde padişaha yarayacak şekilde gayret gösterdi bizlerin menfaatlerini hep
askıda bıraktı, ülkenin gelir ve gideri, durumu malumdur. Bunun yerine geçecek
vezir hepimizin hatırına riayet ederse yine bir iş göremeyip Ahmed Paşanın sadakatle
hizmet ettiği ortaya çıkar. Şimdi bu sağ kurtulursa (yâni Tarhuncu Ahmed Paşa
öldürülmezse) yeniden dahada selahiyetle göreve getirilir, böylece o da bizden
adamakıllı intikam alır. Yapılacak iş bu adam hakkında idam karan ver-
direcek bir vukuatla padişahı ikna edelim, böylece de bunun tize
verdiği korku artık bitsin. Yakaladığımız bu fırsat bir daha ele geçmeyebilir.
Şimdi padişah buna muğberdir, bundan istifadeyle işi tamamlatalım, kaydını
gördürelim."
Tırnak içinde sadeleştirerek alıntıladığımız mezkûr yazı, Mizancı
Murad bey tarafından, Ebul Faruk adlı tarihine 6. c. sh. 178'e, Nâima tarihinin
5. cildinin 296. sh. inden alınmış. Bakınız; 1998 senesi aralık ayı sonlarında
bu satırları yazarken, ülkede konuşulan önemli hususa ne kadar benzer bir
alıntı yapacağım. Çünkü Türkiye; devletini kuşatmış resmi ve gayri resmi
çeteleri konuşmakta ve vakit geçirmekte. Yukarıda Osmanlı devlet ileri
gelenlerinin, mâzu! sadrazam hakkında takip edecekleri politikayı kararlaştırma
hususun daki toplantıyı almıştık. 1910!da basılan tarihinde Murad beyin
yorumunu, noktasını virgülünü değiştirmeden ahntılıya-hmda tarihin tekerrürden
ibaret olduğuna bir daha nazar edelim! "Devleti muazzamai Osmaniyanın
müteddid olan esbabı inkırazı içinde, iş bu çete hesapları dahi, büyücek bir
mevki tutmuştur! Fenası da şu haset ve meskeneti medeni-yenin henüz sahai
Osmaniyeden zail olamamasıdır." Hemen üstteki paragrafda geçen
"henüz" kelimesi, Mizancı Murad bey'in eserinin yayımlandığı zaman
dilimini işaret ettiğini de göz önüne alırsak, çete işlerinin en az üç asırlık
boyutunu yakalamış oluruz.
Ağaların Ortadan Kaldırılması
Ağaların tenkil olunması, şüphesizki devlet üzerinde yapılması
gereken ameliyenin büyük önem taşıyan vakalarından-dır. Yalnız bu tenkilin,
yâni ortadan kaldırılmalarını temin eden habere geçmeden, Kösem Valide
Sultan'ın, şehid ediliş olayına gelelim. Kösem Vâlidesultan vefatından sonra o
devri yaşayan ve daha sonraki dönemleri idrak eden mü'minler tarafından şehid
vâüde diye anıla gelmiştir. Bu inceliğe bakarak, vücudu yâni varlığı devletin
ihtiyacı olan bir hanımdır dersek, doğruyu tesbite varmış oluruz.
Dünya'nın en büyük devletleri arasında bulunan Osmanlı
padişahlarının devleti, tabiiki fırtına gibi geçen hadiselerle daima karşı
karşıya gelmiştir. Kösem Sultanın öldürülmesine sebeb olan mücadele, gerçekten
bir iktidar mücadelesidir ve Kösem Valide bu mücadele de iktidarı kaybetme
işini, ömrünü tamamlayarak karşılamıştır. Valide Kösem Sultan'ın ahaliyi
kendine bağlayan tarafını ortaya serelim ve ahalinin esasda neye önem verdiğini
ortaya koyalım. Kösem Sultan'ın, İstanbul'da, Mekke'de, Medine'de hayırlara
yol açacak vakıfları doluydu. Camilere, hânlara, Seyyidlerle, fukaralara
yardımı hiç eksiimemiştir. Ramazan ve üç ayları, bayramın hususiyetine büyük
önem atfettiği için, bu günlerini tebdili kıyafet her tarafa koşturarak
geçirirdi. Yardımları birbirini takip eden seller gibi olurdu. Borçları
yüzünden hapiste yatanların borçlarını Öder ve bulundukları hapishanelerden,
halas ederdi. Fakirlerin kızlarının çeyizlerini yapardı. Şehadeti sonunda
odası aranmış epeyi serveti ortaya çıkmışsa da, şimdiki İstanbul
Üniversitesinin, Bakırcılar tarafındaki kapısı önünden Sultanhamamına inen
yokuşun sonlarına doğru sol koldaki Büyük Valde Han'da bulunan hazinesinde
yirmi sandık dolusu altun çıkmıştı. Beş has'ı bulunan Valide Sultanın senelik
geliri ikiyüzbin altını aşar denmiştir. 2003 itibarıyla 26 trilyon eder. Kösem
Sultan ile Turhan Sultan arasında meydana gelen saltanat rekabeti diye
adlandırmaya kalktığımız mücadele aslın da, devletin bekasını temin
mücadelesi-nide hâizdir. Bir kere Sultan İbrahim'in çocuk sahibi olup, hanedana
erkek vâris kazandırmasını beklerken ne sıkıntılar çektiklerini,
hatırladıklarından şehzadelere dokunmamışlardı. Turhan Sultan ve Kösem
Mahpeyker sultan takımı diye ayn-san devlet adamlarıyla saray ahalisi, adetâ
ülkenin ikiye bölünmesini sağlamışlardı. Ne acı bir marifet! Kösem Valide
sultan ile Turhan Valide arasındaki gizli rekabet, İstanbul esnafının ayağa
kalkması ile su yüzüne çıktı.
Kıyam karşısında padişahın annesi Turhan Vâlidesultanı buldu. Ne
istediklerini sordu, kryamcılara: "Ne istiyorsunuz?" Verilen cevabı
tereddütsüz kabul etmesini padişah oğluna tavsiye etmiş. Buna karşılık; Kösem
Sultan, Kara Çavuş'u sadarete getirmek icab ettiğini ileri sürdüysede, Kara
Çavuş korkak bir davranışla istemedi. Sadrıazamın azline engel olamadığı gibi,
Siyavuş Paşanın sadaretinede mâni olamamasına rağmen kendini yenilmiş saymadı.
Bu arada da, kellesi istenen bazı ağaların kellelerini kurtarmayı başardı.
Halbuki padişah olsun, Turhan Valide olsun bu Ağaların izalesir.e müsaade etmişlerdi.
Bunun yapılmamasının neticesinin vahim olacağını söyleyerek, Siyavuş Paşanın
tarafına yanaşdı. Ancak bu yanaşma bir taktik idi. Çünkü Siyavuş Paşanın kafasındaki
tasan ağaların izalesine dönüktü. Halbuki; Kösem-valide Ağaların kurtulmasını
hedeflemişti. Kösem Valide bu hâllerden pek müteessirdi. Siyasi iktidarını
elinden uçurmak üzere olduğu hissine kapıldı. Böyle yapıldığında nankörlük
yapılmış olacağı kanaatine kaptırdı kendini. Mücadele etmeğe karar verdi ve
kullanacağı silahı seçti. Bu silahı kullanmaktaki meşruiyyeti, hiç kaale
almadı ve Borjiya ailesinin me'şurn silahı zehirdi seçtiği araç. Masum padişah,
çocuk padişah 4. Mehmed'i, bir babaanne olarak zehirleme kararı almasını
yorumlamak kabil değildir. Buna karşılık devletin âli menfaatleri bahanesiyle
aldığı karar, bize göre iyi bir nnü'minenin şeytan'ın oyuncağı olmasına pek
açık bir misaldir, diye düşünüyorum.
Sultan 4. Mehmed Valide Kösem Sultan'ın zehiriyle ecel Şerbetini
içince onun yerinede Saliha Dilaşub Sultanhanımdan doğan şehzade Süleyman tahta
geçecekti. Saf ve hırstan azade bir hanım olan Süleyman'ın annesinin yerine
Kösem Valide devlet üzerindeki gücünü devam ettireceğini tasarlıyordu. Bunun
gerçekleşmesi şartlan epeyice kolaydı. Çünkü aşağı yukarı saray hizmetlilerinin
çok çok büyük kısmı Kösem Valideye körü körüne bağlı kimselerden müteşekkildi.
Bostancıbaşı, Kilercibaşı, Silahdar, Hasodabaşı, İmam gibi zevat bunların
arasındaydı. Bunların saray'a giriş ve çıkışları haberleşmeyi temin açısından
pek mühim işlev taşımaktaydı.
Bunlardan Kilerci erkânından Helvacıbaşı Üveys Ağa, Kösem
Validenin talimatıyla iki kavanoz zehirli şerbet hazırladı. Bu şerbeti Sultan
4. Mehmed tarafından içilmesini temin işini üzerine almıştı. Bu hazırlıkların
müşavereleri, Kösem Sul-tan'ın dâiresinde yapılıyordu. Valide sultanın
başkapıoğlanı ve bir iki kalfa yapılacak işler hususunda bilgi
sahiblerinden-di. Valide Kösem Sultan'ın dâiresi mensuplarından Meleki Kalfa
böyle bir tasavvur üzerine insani hislerinin üstün gelmesi münasebetiyle,
Hatice Turhan Sultanın yanına koştu ve olanı biteni birbir anlattı. Kendisinin
ele verilmemesini de, rica eyledi. Bu ricası tabiiki kabul olundu. Turhan
Valide sultan, dâire halkından üzün Süleyman Ağa, Reyhan ve İbrahim ve İsmail
ağalarla meşveret eylediler. İşi büyütüp, ortaya çıkmadan gizli bir şayia
halinde yaydılar. Üveys Ağa bunu duyar duymaz, saraydan firarı yeğledi. Buda
göstermektey-diki, ihbar asılsız değil, kesin darbeyi vuracak kişi selâmeti
firarda bulmuştu. Kösem Valide Sultan yapılan karşı hamleyle oyunun sızdığını
anlar anlamaz, yapmaması lâzım gelen bir şeyi yaptı. Ağalara haber göndererek
mahv edileceklerinin vakti gelmek üzere olduğu bilgisini aktardı.
Yapılacak tek işin saraya baskın vererek, Süleyman, Reyhan
İbrahim ve İsmail ağaların öldürülmesi, padişahı taht'tan indirip, şehzade
Süleyman'ı boşalan tahta oturtmaktı. Saran bazı kapılarının o gece açık
bırakılacağını, geldikleri tak-Hirde Bostancıbaşı ve bazı ağaların bu
kapılardan gelenlerin önüne düşerek yapılacakları göstermeleri sağlanmıştı. Bu
haber üzerine ağalar toplandılar. Bektaş Ağa'nın israrıyla sa-rava
gönderdikleri bir pusulada Turhan Sultanın ağalarından bilinen dört kişinin
kellelerini taleb ettiler. Yaptıkları hesaplara göre şüphesizki kabul
edilmeyecek bu taleb, bunların akşam açık bırakılacak kapıdan, saraya
girmelerine bahane olacaktı. Ağaların bu isteği saraya geldiğinde, yapılacak fesadın,
ağa kapısı tarafından da benimsenmiş olduğu böylece anlaşıldı ve bu haberleşme
sadece Kösem Valide tarafından yapılabilecek işlerden olduğuda katiyyet
kesbetti. Kendisine kimlerin yardımcı olacağını tesbit için, CJzun Süleyman
Ağa, saray dışına istihbarat elemanı gönderdi. Kapıların hangilerinin açık
bırakılacağından, kimlerin içte ve dışta rol alacağını tamamen öğrendiği
görüldü gelen rapordan. CJzun Süleyman Ağa, cesur, gözü pek ve lakabı gibi bir
haylice uzun boylu bir zenci idi. Gereken bütün tedbirleri aldı. Kapıları
kapattırıp, arkalarına emin olduğu kimseleri koydu. Karşı tarafın başta
bostancıbaşı olduğu halde bütün adamlarını gözhapsine aldırdı. Şüphelendikleri
biri olduğunda öldürebilecekleri hususunda kati emirler verdi. Saraydaki eli
silah tutanları bölük bölük etrafına toplayarak, ekmeğini yedikleri padişahın
hayatına kasdedİldiğini bunu önlemekle hem vazifelerini yapmış, hem de
yediklerini hakketmiş olacaklardı. Ancak burada "harp hiledir"
peygamberi sözünün gereğindenmiş gibi, bir yalan uydurdu Süleyman Ağa. Bu
yalan; padişahın öldürülmesinden sonra Kösem Sultanın, Bektaş Ağa'ya
varacağı-nı ve tahtı Osmaniye Bektaş'ın geçeceğini söylediki bu çirkin Valan,
saray ehlinin böyle hususun gerçekleşmemesinde 9ayrete gelmelerine sağladığı
görüldü. Sarayda yatsı namazı sonrasında bağınşmalar başladı. Görüyormusunuz?
Kösem Valide padişahı öldüttürecek, kendisi Bektaş Ağa ile nikâhlanıp, âli
Sultana padişah olacakmış Bektaş, feryatlar halinde duyulur oldu. Bu
seslenmeleri duyan Hasodabaşı nasihat edecek olduysa da, Üzün Süleyman Ağa'nın
bir işaretiyle parça parça edildi. Ok yaydan çıkmıştı bu olayla. Artık kalabalık
Kösem Sultan'ın dairesine yollandı. Hadımağalar yanlarındaki yine hadım
hizmetçilerle karşı koymak istedilerse de, hasodabaşına yapılan onlarıda buldu,
parça parça edildiler. Bu gürültü Kösem Valideyi sevindirdi. Geldinizmi diye
kapıya yanaşıp sesledi, üzün Süleyman Ağa; beli, geldik, dediğinde Valide
Sultan bu sesin kime aid olduğunu hemen bildi ve derhal firar etti. sığındığı
yer bir dolap içiydi. Yorganların arasında saklanmayı yeğledi. Gelenler, büyük
valideyi isteriz diye bağırıyorlarken biraz yaşlıca bir kadın çıktı: Büyük
Valide benim. Ne istiyorsunuz? Diye seslendi. Süleyman Ağa bu bir fedakâr,
kendini feda ediyor, dediğinde kolundan tuttukları gibi bir kenara fırlattılar
kadını. Buna ne olursa olsun alkış tutmak gerekir sanıyorum. Dünya'da vefa ile
sadakat takdire değer haslettendir. Dairenin her tarafını arayanlar sonunda
Kösem valideyi buldular.
Perdenin kaytanını boğazına doladılar ve çekerek boğmayı
becerdiler. Kuvvetli bir kimse olan valide sultan her tarafından kanlar akarak
vefat etti. Bu kanlı vaka 1061/ramazanı olan 1651/ağustos ayında vukubulmuştu.
Bazı tarihler Kösem Valde'yi bulan ve öldürenin Kuşçu Mehmed adlı biri olduğunu
rivayet ederler. Tabii bu arada Validenin dâiresinin ve orada bulunan
servetinin yağma edildiğini beyana gerek yoktur. Ağalan senelerce oyalamayı
başaran ve bu başarısı ile bize göre devleti Osmaniye'ye hizmet etmiş bulunan
Valide Sultan'ın şehadetinden sonra devlet ve millet üzerinde her istedikleri
havayı estiren Ağalar saltanatının nasıl sona erdiri-lip, başında bulunanların
yok edilişini anlatmaya gayret edelim.
Kösem Sultan'ın katledildiği gece saray'da yaşanacak vaziyetlerden
habersiz olan sadrazam o gece konağına iftar vermek üzere davetli
misafirlerinin arasına, iki kazaskeri'de çağırmıştı. Oruçların dualarla
bozulduğu iftar esnasında, yeniçeri Ağalarından Samsoncu Ömer Ağa konağa
gelmiş gerek sadrıazam Siyavuş Paşa ile iki kazaskeri Ağakapısına davet
etmişti. Kazasker efendiler bu davete hemen koşarak icabet ettiler. Sadrıazam
Siyavuş Paşa ise, davet sebebini sorduğunda tatmin edici bir cevaba nail
olamadı. Bunun üzerine gitmekten istinkâf etti. Yeniçeriler bu sırada ulema
takımın] da, Ağa kapısına davet etmişler, bunlardan şeyhülislâm Abdüîaziz,
Nakibüleşraf Zeyrekzâde, diğer kazaskerler, sarayın davetine bir kaç gün önce
gitmedikleri halde, Ağa kapısından gelen çağrıya gittiler.
Çünkü iktidarın Ağalarda olduğunu biliyorlardı. İktidara destek
oluyorlardı, hakk'a tercüman olacaklarına! buna karşılık temkin seven Hocazâde
Ebu Sâid gibi bazı ulema ne saray davetine ne de Ağakapısı davetine icabet
etmeyip, birer mazeretle işi geçiştirmeyi bildiler. Bunun bir mânası vardır ki;
şeriatı kuvvet karşısında hâkim kılması gereken âlimler, ilimleriyle amil
olmadıklarının gereği, imtihanı kaybediyorlardı. Halbuki; İbni Kemâller,
Ebussudlar veya onları gerçekten ölçü alan ulema böyle yapmazlardı. Onlar da
böyle yapsalardı, şeriatı islâmiye ve hikmetlerine mugayir davranışa girmiş
olurlardı. Bu daveti ne için yaptığını Ömer Ağa'nın, sadrazama izah ettiğini ve
dediklerinin, Turhan Vâlide'nin Ağalarından dört kişinin kellesini, yeniçeri
ağalarının istemeleri ve bunun teminine lâzım gelen işlemi yapmak üzere olduğunu
rivayet ederler. Ancak bu rivayet doğru olmasa gerek.
Çünkü; Ağalar bu taleblerini gündüzden yapmışlar, buna *arşılık
Süleyman Ağa karşı tedbirleri almıştı. Siyavuş Paşa, Samsoncu Ömer Ağa'y1
yanına alarak saray'a gider ve burada vaziyeti tetkik eder. Kösem Valide
taraftarı Bostancıbaşı Ali Ağa başta olmak üzere, bu hizbin taraftarını öldürtür.
Sarayın her tarafını gözden geçirdi. Yanında bulunan Ömer Ağa bu durumları
gördü. Sadrazamın maksadı da, vaziyeti gören Ağa, arkadaşlarının yanına
gittiğinde her şeyi olduğu gibi nakletsin ve cesaretlerinin kırılmasına, zemin
hazırlasın taktiğine varmaktı. Sadrıazam bir çok tedbir aldığı gibi, ulemayı
saraya davet etmeyi elzem buldu. Epeyi bir vakit geçtikten sonra bu davete
gelen Kayseri eski Kadı'sı Numan efendi oldu. Daha sonra Hocazâde Mesud
efendi, Bâlizâde Mehmed efendiler geldi. Müftü Aziz yâni şeyhülislâm Abdülaziz
efendi tercihini Ağakapısına sığınmada kullandı. Çok geçmedi ki, bu tercihe
epeyi bir ulema mensubu da iştirak etmiş. Saraydaki toplantı neticesinde
alınan karan hayırla uygulamak üzere şöyle açıklamak mümkündü:Ağalar helak olunacak.
Bu doğru ve kahramanlık gerektiren kararın muharriki acaba kimdi? Kadı Numan
efendi ile Hocazâde Mesud efendi en açık tarzdaki fikirleriyle temayüz
etmişlerdir. Bunların özetle söylediği iş ancak Ağaların katledilmesiyle
halledilir. Bunun başka bir hâl şekli yoktur. Bu sözler fikir bakımından önem
taşımaktaysa da, esas olan bunu tatbik edebilmekti. Turhan Valide, Sadrazam
Siyavuş Paşa, Üzün Süleyman Ağa azimkar bir tutumla işe koyulmuştu ancak
unutulmaması gereken bir istinat vardı ki, buda ağaların saltanat ve
zülumlann-dan gına getirmiş İstanbul ahalisi idi.
Devlet ve millet işbirliği temin edilmiş bir vaziyet ihdasına
gelinmişıi. Bunu sağlayacak olan son hamle,'Hz" Peygamber (s. a. v) in
Sancağı Şerifini sarayın önüne dikip, ümmeti Mu-hammed'i altına toplamak ve
mütegallibeye haddini bildirmekti.
Seyfiye İlmiye'nin İhanetine Uğruyor
Ahalinin açılan sancak'ı şerif altına toplandığını müşahede eden
ulema, birer bahane uydurarak, yeniçeri ocağından uzaklaşma yolunu seçti. Saraya
kapağı atmanın yolunu aramaya başladılar. Hiç bir kurtuluş ümidi olmayan Müftü
Ab-dülaziz efendi ile iki kazasker Ağakapısından ayrılmayıp, onlarla ittifakta
ısrar ettiler. Ağalar tarafında kaldığı görülen, şeyhülislâm Abdülaziz efendi
yerine Ebu Said efendi tâyin olundu. Yalnız, burada karşılaşılan bir durumu
haber verelim: Saray davetine biraz geç gelen Ebu Said efendi'nin icabetinden
ümid kesildiğinde, şeyhülislamlığı Hanefi efendiye veı-mişler, Rumeli Kadı'lığı
ise, Hocazâde Mesud efendiye verilmişti. Sâid efendi geldiğinde, Hanefi
efendi, müftüiükden alınıp, Rumeli Kazaskerliğine, Hocazâde Anadöhu
Kazaskerliğine, Müftülük de, Sâid efendiye tevcih olundu. Her nekadar, âlimin
büyüğüne riayet icabederse de, toplantıya gelmede ağır davranan Said efendi bu
davranışının cezasını çekeceğine müftü yapılarak mükafatlandırılmış oldu.
Rütbei tenzile uğrayan Hanefi efendinin durumuna tahammül nefsi hususundan
kolay olmasa gerek! . Nitekim; Hanefi efendi, kendisini müftü yapan fermanı,
Hocazâde ise Rumeli Kazaskerliğine tayini belirten hattı geri vermekte biraz
nâz ve soğukluk göstermişlerdir. Bunu yapılan muamelenin neticesinden saymak
gerekir. Bâlizâde ise ilkönce yapılan tayinde Rumeli Kazaskeri yapılmıştı.
Sonraki düzeltme sırasında daha efdal durumda olan Rumeli Kazaskerliğini
Hocazâde'ye bırakıp, Anadolu Kazaskerliğine gösterdiği feragatin şahsi
kemâlatla alakası olduğu teslim olunmalıdır. Bâlizâde şu sözleri ile herkesin
ve asırlar sonrada bizleri bile hayran bırakan davranışı sergilemiştir: "Biz; bu meclise mansıb için gelmedik.
Tâifei bâgiye'nin cemiyetlerini defe ve zülumlannı men için geldik. Bana
Kazaskerlik makamı lâzım değil Bir başka duacıya verin" Demeyi bilmiştir.
Sancakı Şerif Açılıyor
Beri yandan kendi durumlarının sağlamlığından emin olarak
vaziyetin inkişafını takip ediyorlardı. Kösem Vâlide'nin şehidliği dâhi
yeniçerilerin hesabına yazılmıştı adetâ. Bu kendilerine olan güvenleri yeni bir
hata yapmalarına sebeb oldu. İşleri tahkik etmeden padişahlığa şehzade
Süleyman'ın getirildiğinin haberlerini bile yaydılar. Halbuki sarayın kalın
duvarları gerisinde cereyan edenler hiç de onların umduğu gibi netice
vermemişti. Tabii bunların bu kadar peşin hüküm taşımalarının sebeblerinden
biri, kazaskerler ile müftü Abdü-laziz efendi'ninde onların yanında bulunması
idi. Az sonra yeniçeri ağası Kara Çavuş başta, yanlarındada kazaskerler olduğu
halde diğer ileri gelen yeniçeriler, Etmeydanına doğru yola çıktılar.
Zaferlerinin ganimetini almaya giden galibiyet sahibi kimselere benzemekteydiler.
Meydana geldiklerinde Kara Çavuş: binek taşına çıkarak toplanmış yeniçeri ve
bir takım ahaliye doğru: Saraydaki musahib ve saray mensubla-rının yaptıkları
nedir? Valide Sultanı katletmişler. Bunlardan Valide Sultan'ın kanı
istenmelidir! Dediğinde; yeniçerilerin arasından bir ses: Valide Sultan'ın
vârisi sen mi oldun? Sorusu, bir yeniçeri tarafından seslendirildiğine göre,
ağalar hatta basit yeniçeride bile ittihad olmadığının delili idi bu manidar
soru.
Bu anda da bir değşiklik görülmeye başlandı. Yeniçeriler arasında
bulurari âlimler gurubundan bazıları alenen ve apaçık, sakin ve veıkûrane
açımlarla safların arasından çıkıp, saray cihetine yürümeğe başlamışlardı. Bu
ne demekti? Biz söyleyelim; büyük bir gururlan etrafa yıldırım bakışlar fırlatırlarken,
hafif geride kalanların kulaklarına sanki gizli bir delikten fısıldanan
"Sancak-ı şerif çıkarılmış" sözleri bu sembolün ümmet, hatta
yeniçeriler dahil toplum üzerinde birlik getirici, vahdeti sağlayıcı gücünü
bilenlerdi saray tarafına doğru yürümeğe meyledenler. Tabii bunların arasında,
Abdülaziz Efendi ile kazasker efendiler bulunmuyordu. Çünkü onlar
az-ledüdikleri haberini almışlar, yerlerine yapılan tâyinlerden haberdar
olmuşlardı. Bu gurubla artık beraber olmaları belki makamlarımızı tekrar elde
edebilirizin ümidiyle rabıtalıydı. Bir diğer tarafda, geriden kopan ulemanın
yaptığını bunlar da yapmasın diye, etraflarını sıkıca sardıran ağalardan fırsat
bulamamış olmalarıydı!
Ululemre İtaat Talebi
Öğle namazının edasına yakın vakitte saray, şehrin çeşitli
mahallerine münadiler çıkardı ve: Her kim jnüslüman ise Hazreti Rasûlullâhın
Sancağı altına gelsin! ülûlemr'e itaat etmiyenler, karşı tarafda olanlar, Orta
camideki (Şehzadebaşi Camii) bagiler ile bir olanlar din ve devlet düşmanlarıdırlar.
Öldürülmeleri için fetva çıkarılmıştır. Bilindiği gibi Kur'an
hü-kümlerindendirki, sizden olan emire itaatli olunuz diye fevkalade uyulması
gereken bir emir vardır. Bu emirin başa geçme veya geçmesini, görevini
sürdürmesini temin etmekte olan şartlar; hadis, kıyas ve icma anlayışı içinde
birbirini kuvvetlendirir şekilde tesbit olunmuştur.
Bu şartlara aid hususlarda eksiği olmayan veya bu durucunu
muhafaza ettirenlere itaat şarttır. Münadiler ilânı neticesinde vaziyeti duyan
ahali olsun, ağaların yanında bulunan bir çok yeniçeri, mezkûr "Ulûlemre
İtaat" emri karşısında, bir saniye bile tereddüt etmeden sancağı
Muhammedi'nin gölgesine koştu.
Sarayın bahçeleri koşan halk ve askere dar gelmeye başladı.
Şimdiki Gülhane parkının önünden daracık bir sokak yokuş olarak Topkapı Sarayı
istikametine çıkar, o sokağın ismi Soğukçeşme'dir. Kalabalık oradan, Ayasofya
Camii arkasını, deniz tarafında Ahırkapı ve Cankurtaran civarını doldururken,
Sultanahmed Meydanı ise lebaleb dolu bir haldeydi. Buna karşılık Ağalar ve
etbaları bir avuç kaldılar. Saraydan ağalara gelen bir davet, ayak divanına
gelmeleri şeklinde idi. Ancak Kara Çavuş: Bizden saraya gidecek yoktur.
Bulunduğumuz yerde kalacağız. Padişaha da, asi değiliz. Fakat üstümüze gelen
olursa vuruşmaktan çekinmeyiz. Dedikten sonra kışlalarına çekildiler.
Dışarıdan gelenleri içeri almakla beraber dışarı çıkmak isteyenlere müsaade
olunmadı.
Enteresan bir bilgi geldi koğuş ağalarından birinden, bu haber,
hiç merak edilmesin. Dışarıdan içeri gelmek isteyen kimse yok, buna karşılık
içeride kimse kalmadı ki bunların çıkmalarını engelliyelim. Hepsi saray'ın
davetine koştular.
Tercih Paraya Değil Sancağa
Kâhya Bey karşılaştığı bu tehlikeli durumu altun sesleri ile kendi
lehine çevirebileceğini düşünerek, bir gülümsedi. Arkasından, hemen keseler
dolusu altunu yanlarına getirtti ve toplanmış bulunanlara keseleri göstererek:
Altun isteyenler bize koşsun. İstemeyenler ise saraya gitsinler. Şeklinde bağırdı.
Kâhya Bey'in bu daveti boşa çıktı. Bir kişi dahi bu davete icabet etmedi.
Herkes, sancağı şerifin altında kalmayı tercih etti.
Günümüzde de, güneydoğu ve Kürtçülük hususunda dinin
bütünleştirici vasfına müracaat olunsaydı bu gaile asla büyü-mezdi. Hattâ bir
ara, uçaklarla bazı âyeti kerimeler yazılı matbu kâğıtların atılmasını, o
sırada ülkeyi yönetmekte olan Süleyman Demirel
başkanlığındaki DYP/DHP
koalisyonuJnun başbakan yardımcısı Erdal İnönü, yapılan çalışmaları lâikliğe
aykırı davranış olarak vasıflandırmış, mütereddit ortak Süleyman Demirel ve
partisi DYP, koalisyon bozulmasın djye yapılana engel olmayı kararlaştırmıştır.
Devletin bu karardan beri bu olayda bir daha bu yola baş vurma imkânı ele
edilemeyerek yara büyümüş, nice millet evlâdının şehid olmasına, nice aile
ocaklarının kararmasına, adetâ yeniden bir dul karı neslini görmeye zemin
hazırlanmıştır. Neyse biz Sancağın ortaya koyduğu işleve bakarak; şaşkınlığını
biraz Üzerinden atmayı beceren Kâhya bey'in akıbetin korkusunu akla
getirdiğinin ispatı olacak sözlerini buraya alalım: Tü yüzüne Allah belânı
versin tamahkâr arnavut! Bu işler hep senin tamaın yüzünden meydana geldi.
Bize; mal lâzım. Devlet yüzçevirirse biriktirdiğimiz akçalar, derdimize derman
olur hemen servet toplayalım der idin. Bizi kendi hâlimize koymadın. Hepimizi
ifsad eyledin. Bizi baştan çıkardın. Haydi bakalım bu miktar altun topladık.
Şimdi onlar ile yapacağını yap da görelim. Kâhya bey'in bu sözleri Bektaş
Ağa'nın üzerine yürüyerek söylediğini de ifâde edelim tabii.. Kâhya bey'in sözleri,
toparlayıcı sözlerden olmayıp, kendilerini getirmiş oldukları vehamet ve bunun
mesullerinin birbirlerine girmek üzere olduklarının, birbirlerini suçlamanın
kapısını açan ifadeler saymak gerekir nitekim Ağalar yanında yer alan ve
eskiden bunları methü senalarıyla şöhret bulan Ayasofya kürsü şeyhi Veli
efendiyi, Kâhyabey'in Bektaş Ağa'ya Çatan sözlerini duyduktan sonra bu güruh
yanında kalmanın yanlışını anladığından bulunduğu daireden üstünü silkeleye
silkeleye çıktı ve yürüdü. Bu vaziyeti de müşahede eden Bektaş Ağa: Kuzgun
suhte! Kürklerimizi giyip, kese kese ak-Çalarımızı alırken "Sizler devlete
lâzımsınız. Çünkü din ü dev-'et sizin ile kaimdir" derdin. Artık rüzgâr
döndüğü için senin yanında da yaramaz mı olduk? Diyerek, laf atmakdan kendi-ni
alamadı.
Saraya Dönenlerin Karşılanışı
Nâkip Zeyrekzâde Abdurrahman efendi saraya dahil oldu ve pek soğuk
ifadelerle dolu özür beyanlarında bulunuyor, böylece de, bulunduğu makama
yakışmayacak kertede biri olduğunu göstermekteydi. Ama olsun kelleyi kurtarma
savaşında normal insanlar bu yola başvurabilirler. Ancak az bulunan fakat
onur sahibi kimseler Zeyrekzâde'nin tabasbusunu göstermezler. Her ne kadar
yanhşdan ayrılıp, doğruya koşmak herkesin yapması gereken husussada tabasbus
ve dalkavukluğun gereği yoktur sanırım. İlmin Zeyrekzâde'nin şahsında düştüğü
derekeye şâhid olan, Kazasker Kudsizâde mühim sayılacak derecede zarafet
gösterdi, ilmi düşürülmeye çalışılan yerden kurtarmak için. Karşılaşmış
bulunduğu nezâketin sayesinde idrak eden Abdurrahman efendi, huzura gitmeye
yüzü olmadığını anlıyarak, konağına kapandı. Sabık şeyhülislâm Abdülaziz efendi
Yenikapı'ya indi ve orada bulunan bir kayığa binerek Topkapı Sarayı'nin Yalı
Köşkü cihetinden saraya girdi. Ayak Divanında bulunan padişah 4. Mehmed'e
Abdülaziz efendinin saraya geldiği haberi verildi. İrade "Bostancıbaşı'nın
yanında kalsun" şeklinde çıktı. Bu iradeyi duyan, Abdülaziz efendinin
ölümün korkunç sessizliğini sağken yaşadı desek hata etmiş olmayız.
Ağaların Şefaat Talebi
ulemanın yanlarından ayrıldıklarını gören Ağalar, Şehza-debaşı
Camiinde ümidsiz bir halde kalakaldılar. Kara Çavuş şeyhülislâm Ebu Said
efendiye bir tezkere yazarak, şefaat etmesi dileklerini bildirdi. Kara Çavuş
eskiden beri Ebu Said efendi'ye taşıdığı saygısını izhar etmiş bulunduğundan,
aralarında hukuk ve sevgi bağlan kurulmuştu. Kâhya bey'de aynı hukuk sahibi
olduğu (Jzun Süleyman Ağa'ya bu minval-
bir tezkere gönderdi.
Ayrıca son dönemlerde Kâhya bey iKi taraflı çalışmaktaydı. Görüntüde Bektaş Ağa
ile arası kav-aalı olmamakla beraber, üzün Süleyman Ağa vasıtasıyla, Hatice
Turhan Valide Sultana ubudiyetini sunabilme şansını kullanmıştı. Burada biraz
düşünecek olursak şu nazariye ortaya atılabilir: merhume Şehid Valide ağaların
bir bölümüyle, Hatice Turhan Sultan, ağaların diğer bir kısmı ile gerek kendi
iktidarlarını sağlamak için gerekse devlet idaresinde inançları noktasında
kimseleri destekleme görevini üzerlerine almışlar, böylece hanedanı, niçin biz
tahta geçmeyelim düşüncesini taşıyacakların tasallutundan korumuş
olmaktaydılar, düşüncesi makul bir izah görünüyor bize.
Kâhya bey bu müracaatıyla affa nail olamadı. Artık ortaya ahali
çıkmıştıı \e ahali zorbalardan intikam almanın zamanı geldi anlayışına
sürüklenmiştir artık.
Cezalandırmada İki Anlayış
Yapılan zülumlardan bıkan insanlar yapılacak işlemleri tartışmaya
başladıklarında intikam meselesi pek önemli bir husus oldu. üzün Süleyman Ağa
ve sadrazam derhal infazlar yapılmasının önemini ileri sürerken, şeyhülislâm
Ebu Sâid efendi, şu nazariye ile karşı çıkmaktaydı: "Yeniçerilerde, ulemâda
ve diğer kimseler, sancağı şerifi açtığımız ve buna olan bağlılıkları hasebiyle
o tarafı bıraktılar, bu tarafa iltihak ettiler. Şimdi biz infazlara başlarsak,
hayati tehlikeye maruz kaldıklarını düşünerek tekrar karşıya dönerler.
Hâttâ bu arada Yeniçeri Ağalığına Silahdar Ağa'yı nasbet-mişsiniz,
bunu hemen geri çekin. Ocaklıya kendinden ağa töredir. Buna riayet gerekir
yoksa bu yapılan nasbi hakaret olarak vasıflandırabilirler. Bu olayların
müsebbibleri zorbalara dahi şimdilik dokunmamak kararı alalım." Şeklinde
beyanda bulunur. Görüldüğü gibi, Şeyhülislâmın görüşü, Hz. Ali (k.v) nin, Hz. Osman (r.a) in şehid
edilmesinden sonraki vaziyete, düşünüp uygulamaya çalıştığı tedbirleri andırır,
üzün Süleyman Ağa ve sadrazam Hz. Muaviye' (r.a) in görüşü olan katilleri hemen
cezalamak hususudur. Ancak Hz. Ali (k.v) nin içtihadını andırır tarz olan
şeyhülislâm efendinin görüşü, karar altına alınır, o vecihle hareket edilir.
Kara Çavuş; Tamışvar Valiliği görevine yollanırken, Kâhya bey'i
Bosna Vilayeti bekliyordu Bursa muhafızlığı ise Bektaş Ağa'ya verilmişti. Hemen
vazifelerine gitme fermanı da ellerine tutuşturulmuştu. Kâhya bey, Kara Çavuş
derhal sur dışına çıkmayı gerçekleştirdiler. Kâhya bey'i yanına lâzım olur
diye, yüzyirmi bin altun almış olduğunu kaynaklar bahsediyor. Yüzyİrmibin
altunu, bu gün Reşad lira adıyla andığımız altun ile karşılaştırıp, servetinin
değil de yanında bulundurmayı düşündüğü para miktarını hesaplayarak durumu
idrak edelim! 120. 000 X 20. 000. 000=2. 400. 000. 000. 000 eder.
Yazıyla=ikitrilyondörtyüzmilyar ederki, bu hesap, 1998 sene sonu altun fiyatı
göz önüne alınarak yapılmıştır. Görülüyor ki, bu miktarda para toplamaya
muvaffak olmuş bir tek yeniçeri ileri geieni! Ne zenginlikmiş veya ne
yolsuzlukmuş. ülkemizde aşağı yukarı bir kaç fabrikası olan kişinin dahi böyle
bir net birikimi olabilsin. Bu izahların; ülke insanına, iktisatçıların
araştıracağı ve tamamen, objektif yaklaşımla izah etmesi gereken hususattandır,
diyorum.
Bu görevlere gönderme şüphesizki içeride coşması muhtemel
taraftarlardan ayırarak ve de işi soğutarak sona erdirme siyaseti yatmaktaydı.
Hattâ buna bir misâl olarak; şehir dışına çıkmayı tercih eden Kara Çavuş
çadırında beklerken, sadrazamdan gelen bir tezkere ile, Kaptanı deryalığa nasb
olunduğu bildirilir. Gelen müjdeciye ve sadrıazama teşekkür babında önemli
miktarda bahşişler ödemiştir.
Öte yandan; Bektaş Ağa Bursa'yeı gitmedi. İstanbul'da saklanmayı
tercih etti. CerrahPaşa semti yakınında bir ara-,-na sırasında ele geçti.
Sürükleye, sürükleye Topkapı sarayına getirildi orda boğularak öldürüldü. Kara
Çavuş'da pek qeçmedi sarayın davetine icabet etti. Burada bazı sorulan
cevapladıktan sonra infaz gerçekleşti. Kâhya bey firarı denedi. Ne varki
Edirne de tutuldu. Yakalandığı andan itibaren son derece sakin ve itaatkâr,
abdest için müsaade istedi. Verdiler. Sükunet içinde namaz kıldı. Bir eli ile
sakalını yukarı kaldırıp, diğer eli ile kemendi boynuna geçirdi. Sıktılar ve ruhunu
teslim etti. Bazı tarihçilerin, Kâhya bey için bu çirkefe tesadüfen karışmış
olduğuna dâir beyanları bulunmaktadır.
İstanbul ahalisinin Sancakı Şerif altında toplanarak
son-landırdığı, yeniçeri ağalan baskısı, gerek şehirde gerekse ülkede bir
hürriyet havası estirmişsede, bu iklimi devamlı kılacak işbilir idareci azlığı
fırsatın müsbet tarzda değerlendirilmesini engelledi. Bir bakıma, külden
kaçınırken, ateşe düşülmüştü. Yeniçeri ağaları gitmiş, yerlerine harem'in
hadıma-ğaları gelmişti. Tarihler bu sırada h. 28/ramazan/1061m. 15/eylül/1650
yılını göstermekteydi.
Anadolu Kıyamları
Memleket idaresi merkezde rastlanan ihtilaf ve çekişmelerden her
zaman için büyük zarara duçar olur ve olmuştur-da. Buna karşılık Osmanlı
devletinin bu döneminde, taht Şehrinde yukarıdaki bilgilerini verdiğimiz
olaylar esnasında, serhat komutanları, kâfirleri sıkıştırıyor, bir çok
başarılara ın~ıza atıyorlardıki, buna karşılık Anadolu'da özetleyerek vermeye
çalışacağımız baskılar ve bu baskılara karşı kıyamlar, lsyanlar zaman zaman
kendini gösteriyordu. Bunlar bazen isyanı neticelendirme kertesine
gelindiğinde ki geçmiş sayfa- özel bir şekilde verme lüzumunu hissettiğimiz
Üsküdar yakınlarında Çamlıca eteklerinde, Bulgurlu ve Dudullu semtlerinde
devlet kuvvetleriyle yapılmış olan savaş en tesirli olanıdır. Ancak işin
sonuna doğru da birbirlerine düştükleri, bundan dolayı da çözülüp,
dağıldıklarım görüyoruz. Şüphesiz ki, bu kıyamlar merkezi bozukluğun,
içtaraflara aksetmesinden olmakla birlikte bir çok sosyal sebeblere de
dayanmaktaydı.
Misal olarak: Şer'i şerifin en önemli hususiyeti, adil idarenin
temini ve bunun devamını sağlamak yolundaki ısrarıdır. Adalet olmadığında artık
devletin izmihlali yakın oiuf. Adaletsizliğe duçar olmuş kimselerin haklarını
aramaları meşruiyet dahilinde olmaz ise, bir tuğyan, bir isyan görüntüsüne
bürünürse de, devletin otoritesine riayeten yapılacak kapı aralama veya bu
kapıyı aralamayan devlete ve devlet adamına herhalde bir mesuliyet terettüp
eder. İşte Gürcü Abdül-nebi harekâtında divan'da müzakereler sonunda gelenlerin
te'bit olunması Abdülnebinin kafasının kesilmesi fetvası çıkarılmak istendi.
Müftü yâni şeyhülislam Abdürrahim efendi fetvayı imzaladı. Fakat
Karaçelebizâde Abdülaziz efendi bu fetvaya itiraz etmekle birlikte, İmzada
vermedi, ulemanın çoğu bu görüşe iştiraketti. Fetva tekemmül etmedi. Abdülaziz
efendi itirazını şu hususa istinat ediyordu. Bunlar ta nerelerden yola çıkmışlar,
kimsenin malına, canına ve ırzına zarar vermeden, kendi masraflarını kendileri
görüp, dersaadetin kapısına şer'i şerif davamız var, demekteler. Biz böyle şey
olmaz deyip, hayatlarına nasıl kıyabiliriz, davalarına rüyet etmeden görüşüyle
pek haklı bir ikazda bulunmuştur. İşin bu tarafıyla Saray'a aksettiğinde,
oradan böyle görüşe hak verir mütalaa geldiği görülmüş, hattâ sarayın da
ağaların kurduğu baskıdan kurtulabilmek için, Gürcü Nebi'ye mail oldukları
hakkında tâbirde bulunanlar olmuştur.
Tarihin bu döneminde tarikat ehli ile zahir uleması arasında
cereyan eden ihtilaf bir kavgaya kadar gitmiştir maalesef. Ülke insanımızın pek
çoğu, bu mücadeleden habersizdir. İnsan bazı bazı bu habersizlik daha mı iyi
yoksa diye düşünmek mecburiyetinde kalıyorsa da, menfur emeller besleyen, din
ve millet düşmanlarının yazıp söylediklerinden öğrenecekleri vakaları, kendi
milletinin kaynaklarından sağlam bir şekilde öğrenmek, dışarıdan gelecek
fitneye karşı iyi bir silah yerine geçer. Bundan dolayı Ebul Faruk tarihinden
bu bölümü özetlemeyi münasip bulduk: "Dahili sıkıntıların kavgaya kadar
uzandığı noktada üzücü coşkunluklara tesadüf olunur. İşte bu coşkun vakalardan
biri de zahir uleması ile sofiler, yâni ehli târik arasında eskiden beri devam
etmekte olan ihtilaflar, bunlara bağlı münakaşalar ne hikmetse önemli bir
gaile hâline geldi. Böyle olmasının sebebi Üstüvani Mehmed efendi adlı, Şam
şehrinden İstanbul'a geldiği ileri sürülen biriydi. Şam'da işlemiş olduğu bir
cinayet münasebetiyle İstanbul'a iltica ettiği ileri sürülmüşse de, meşkûk
kalmıştır. Bu zât, ilim sahibi bir kimse olup, konuşması da fevkalade beğenilen
biriymiş. Ayasofya Camiindeki Somaki sütün bu zâtın vaaz ettiğinde sırtını
dayadığı yermiş. Kendisine Üstüvani denmeside bu sütün münasebetiyle olduğu
rivayet olunmuştur. Saraya yakın olan Ayasofya Camii cemaati saray
men-sublarının, bostancıların, hasoda takımları denen kişilerin, harem
ağalarınında bulunduğu bir cemaatti. Üstüvani verdiği vaazlar, konuşmasındaki
akıcılıkla bu cemaati kendine bağlamaya muvaffak oldu. Saray takımı bir ara bu
müthiş vaizi saraya alıp, büyük salona bir kürsü kurdular. Üstüvani vaazlarının
bir bölümünü de burada verdiğinden, adı hünkâr Şeyhliğine çıkarıldı. Bu hâl
ise, Üstüvani'de bir yanlışa düş-niesini getirdi. Bu yanlış tasavvuf ve
mensuplarına dil uzatıp, tecavüzkâr ifadelerle sataşma yolunu tutması oldu. Bu
hususta da, Kur'an ve sünneti sağlam bir zemin olarak kullanıp saldırıları
kendisi aleyhine oldu. Valide Sultan, haremağaları ve bir çok saray ileri
gelenleri birer tarikatın mensubu olmalarından bu sözleri tutulmadı. Ayrıca
üstelik bahse konu Valide Sultan ve Ağalar, Kurâni Kerim hakikatlerinden
haberdar kimselerdi. Söylenenlerin getireceği olumsuzlukları da hesaba katan
idare, Üstüyani ve arkadaşlarını sürgüne yolladılar.
Buna rağmen mesele kapanmamış, sadece içten içe yanmağa bırakılmış
oluyordu. Hakikaten Köprülü Mehmed Paşa döneminde bazı şiddet tedbirlerinin
alınmasına kadar gitti.
Saçlı Şeyh
Sultan 4. Murad döneminde, padişahın emriyle öldürülen CJrmiye
Şeyhi'nin kardeşinin oğlu Şeyh Mahmud adlı kişi, Saçlı Şeyh lakabıyla bu
karışık devirde şan ve şöhrete ermişti. Vaazlarının dinleyicileri binlerce
kişiyi buluyordu. Bu ilginin sebebini de Saçlı Şeyhin vaazlarında dile
getirilen hususlar, Osmanlı devletinin içinde olduğu başta siyasi sıkıntılar
olmak üzere, güncel sayılacak bütün meselelere temas etmesiydi. İşte bu Saçlı
Şeyh Mahmud'un vaazlarından biri, İstanbul ahalisini adetâ galeyana getirdi.
Şeyh efendi şunları dillendiriyordu: "Devletin ve milletin başına gelen
felâketlerin arkası alınamıyor. Bunların böylece devamı bitmeyecek gibi
görünüyor çünkü tesir eden unsurlar izâle edilmedikçe, ortaya çıkan eser çok
edilemez."
Şeyhin bu vurgulaması, valide sultanların devlet işlerine
karışmamaları gerektiğine dönüktür. Tabii bu ifadede en önde gelen hedef Kösem
Mahpeyker Valide Sultan olmakla beraber, diğerlerini de kapsadığı kesindi.
Saçlı Şeyh'e göre; "..esasında ecnebi ve çarşı mah olan sarayın
mensuplarından bir hanım, kazaen bir şehzadeye valide olmasıyla işlerin başına
geçmeye fırsat bulmuş oluyor. Halbuki buna ne durumu ne de geçmişi uygunluk
arzetmiyor ve arzetmezde. Dev-let işlerine yetersizlikleri nasebiyle kifayetsiz
iktidarların sahibi oluyorlar. Muktedir olamayan iktidarları ülke ihtiyacını
Karşılayamaz bir idarenin müsebbibi oluyorlar. Diyor ve tedavi olarak çözümü
ise payitaht dışındaki vazife sahiplerinin ileri gelenleriyle evlendirilip,
elleri idareden çekilmeli
Bu tedavi şeklinin, çirkinliği, tatbiki gayri mümkünlüğü, padişah
ailesine, hele hele aynı zamanda halife sıfatı taşıyan padişahın Sultan
Hanımlarının böyle bir muameleye muhatap kılınmasını talep eden Saçlı Şeyh
önce hastaneye yatırıldı, bilahire de yakınları ile birlikte sürgüne
gönderilmesi gerçekleşti. Böylecede millet; padişah ailesinin kendilerine bir
emanet olduğunu ve onlara sahiplenmek gerektiğini idrak ne bu saçmalığa pirim
vermedi. Teklif sahibini vatanın başka bir köşesinde inzivaya etme inceliğini
gösterdi. 1924'Ier Türkiye'sinde gecenin yarısında bir kanunla 623 yıl
hizmetinde oldukları milleti ve toprakların birer ferdi olan hanedan üyelerinin
vatan cüda edilmelerini seyredenler, bu hanedanın yâd ellerde çektiklerinin
(çok minik bir kısmı hariç olmakla) bigânesi olarak yaşamaları, 1658'lerdeki
ced'lerinden insanlık açısından ne kadar geri düştüklerini gösteren bir misal
sayıyorum. Şeyh efendi'nin sürgünü, açılmış münakaşa kapılarının tamamının
kapanmasına kifayet etmedi. Tâ ki, büyük vezirazam Köprülü Mehmed Paşa'nın bu
münakaşaları bitiren müdehalesine kadar devam etti.
Köprülüler Devri
Osmanlı devletinin; 4. Murad'dan sonraki döneminin, 4. Mehmed'e
isabet eden bölümü, cidden dört mevsim gibidir. Kadınlar saltanatı yakıştırması
bu dönemin başlangıcına verile*; ilimdir. Çünkü sabi padişah henüz yedi
yaşındadır. Ülke; Kösem Mahpeyker valide Sultan tarafından niyabetle idare
olunmuştur. Bir sadrıazam resmi geçidi yaşandığı gibi, devlet idaresinde nice
kahtıricâl yaşandığından adam kıtlığı ile karşı karşıya kalınmıştı buna bağlı
olarak var olanlar, yerlerini doldurmayı öğreninceye kadar, sefinei devlet
hayli hırpalanıyordu. Yıllar geçtikçe valide sultanlar aralarında
giriş-dikleri nüfuz kavgasında hayli mesele çıkmasına sebeb oluyorlardı. 4.
Mehmed; çıkmış olduğu tahtın sadrıazamı olarak karşısında Mevlevi Derviş Mehmed
Paşayı bulmuştu. O dahil onbir veziriazamı çalıştırdıktan sonra, düzineyi yâni
onikiyi bulduğunda karşısında yaşı yetmişi aşmış bir ihtiyar delikanlı buldu.
Bunun gayret ve salabeti sayesinde, devrinin parladığını gördü.
Fakat bu tâyindeki isabeti evveliyetle Hatice Turhan Valide Sultan Hz. lerine
teslim olunması gerekir.. Dinç fakat yaşlı vezirin sadaretinin başlangıç
târihinin; 15/eylül/1656' olduğunu görüyoruz. Aziz ve büyük milletimiz, eski
devirlerde Fâtihler yetiştirirken, artık kurtarıcılar yetiştirmeye başlamıştı.
Köprülü Mehmed Paşa geldiği sadaret makamında, kapdanı derya müessesine göz
attığında, Şeydi Ahmed Paşayı vazifeden almıştı yerine de, Topal Mehmed Paşa
bu göreve atanmıştı.
Köprülü Mehmed Paşanın donanmanın başına getirdiği adaşı Topal
Mehmed Paşa, büyük ve ısrarlı çalışmalarla kalyon, kadırga ve mavnalardan
meydana gelen bir donanma inşaya muvaffak olduğu gibi bu gemileri denize salıp
derhal
Çanakkalede ki savunmaya güç katmak için yola çıkarmıştı, apdan
Paşa 36 kadırga ile 4 mavna'yı alarak Rodos Adasına gitdi. Maksadı hakikisi
Girid'e değiştirme birliği götürmekti. Yolda rastlamış olduğu Malta
korsanlarına aid üç kalyonu batırdı ve bir kaç yıldır denizde galibiyet
duraksamasına, bir haftaym ilân etdi. Sakız adasına yanaştığında mevcud
askeri, gemilere aldı böylece Girİd Adasına dümen kırılması emrini verdi.
Kendisi ise Sakız Adasında bulunmayı tercih etdi. Gönderdiği filo ise Girid'e
varamadan dönmek mecburiyetinde kaldı. Sadrıazam Köprülü Mehmed Paşa,
Çanakkale tahkimatını güçlendirme gayretine ek olarak da, Boğaz yakınlarındaki
adaların devleti âliyenin olması gerektiğini stratejisine dahil etmişti. Bütün
bunların istenmesinde de, Şemsi Paşa komutasında 19 kalyon, 10 mavna ve 3
kadırga ile 1 ü".O nakliye gemisinden kurulmuş bir filonun ilâve kuvvet
olarak gelmesi hayli rol oynamıştı.
Çanakkale önlerinde, abluka İşlemini gerçekleştirmeye çalışmakta
olan Venedik donanmasının en büyük sıkıntısı, su temininde uğradığı müşkülatdı.
Ancak bu arada da bol ami-ralli Venedik donanmasında, üç büyük amiral arasında
çeke-memezlik bulunuyordu. Bunda Venedikli denizcilerin kendilerini denizlerin
fâtihi görmelerinin payı hayliydi. Biraz da bu çekememezliğin kaynağı Papa'nın
ortak donanmaya, kend» inisyatifiyle Amiral Bechiy'i başkomutan atamış
olmasıydı. Lazzaro Moçenigo Venedikli amiral olarak, başına gelmiş bulunan
Bechiy'i ve forsunu selâmlamadığı gibi, ziyaretine gitmeyip bir zabit
göndermekle iktifa etmesi hasebiyle soğukluğun tırmanmasını temin ettiği
anlaşılıyordu.
Bechiy'i bu soğukluğu: "Venedik Cumhuriyetine nasıl hizmet
edebilirim?" sorusuyla ortadan kaldırmak istemişsede, Venedikli amiral
kendini müttefik donanmanın gerçek komu- olarak gördüğünden, bu centilmenlik
salvosunu pek takmadı. Gördüğünüz gibi sevgili okurlarım; insanlar her ta raf
da aynı davranışları sergiliyor. Bizim derya kaptanları biribirleri-nin
ayaklarını kaydırmak için çeşitli dolaplar çevirirlerken, gayri müslimlerin
dünyasında da, kin, adavet ve çekeme-mezlik hassalar mücadeleyi iç yapıda
sürdürtüyordu. Amiral Moçenigo; donanmanın büyük ihtiyacı olan su temini için,
bir kaç tane çektiri tâbir olunan küçük gemiyi ve bir miktar askerle birlikte
Soğanhdere sahiline göndermişti. Gemiye su alınırken, muhafız gurubu olarak bir
tedbir nöbeti aldırmıştı. Osmanlı fedaisi bir kaç yüz kişi bunların üstüne savlet
etmek suretiyle yürüdüğünde Venediklilere kaçmak yolu görünmüş, bu hâli
müzakere için müttefik donanmasının yetkilileri toplanarak bir karara varmayı
düşünüp, eyleme geçtiler. Bütün bunlar olurken; Venedik gemilerinde ve bu
gemilerin buiun-duğu cenahda müthiş bir susuzluk kuyusuna yuvarlanmışiar-dıki,
Osmanlı donanmasının birdenbire gözükmesi ve demir atması Moçenigo'nun yapacağı
artık bütün gemilerine, su bulmalarının temini için şimdiki adı Gökçeada olan
İmroz Adasına sevketmekti. O da Öyle yapmıştı.
Köprülü Mehmed Paşa; Çanakkale tahkimatına daha fazla önem
verdiğinden, Moçenigo ve gemilerinin İmroza gitmelerini fırsat sayarak
zayıflamış müttefik donanmasının da üstüne gitmeyerek, belki de kolay kazanacağı
bir zaferden feragat ediyordu. İmroz adasında ihtiyacını tamamlayan Moçenigo'nun
gemileri, eski cenahlarına avdete koyulduklarında, donanmayı hümayun, aldığı
rüzgârın yardımıyla, düşman donanması üzerine akmaya başladığı görüldü.
Battagüa adlı Venedik mavnası, 3 adet Osmanlı kadırgasının ricatını gerektirirken,
iki kadırgamızın kendisine rampa yapmasına engel olamadı. Kumandanları Hali!
ve Ömer reisler olan bu mavnalar Battaglia'yı teslim alırlarken, Battaglia'ya
yardıma gitmek isteyen mavnalara da Süleyman Reis'in idaresindeki mavnanın
engel olmayı başardığı görüldü.
fSihayet; müttefik donanması, Osmanlı gemilerinin yarmakta pek
zorlanmadığı hâle geldiği görüldü. Bunun sonucunda Şemsi Paşa komuta ettiği
gemilerle savaşı kazanmıştı. Bunun neticesi de Boğazın kontrolünün yeniden
inisiyatifimize geçmesi oldu.
Ali Haydar Emir Alpagut'un; "Târihi Bahri Sahifeleri"
adlı kitabında yazdıklarına göre, Çanakkale önünde yapılan savaşın fiilen
muharibi olmamasından dolayı, sadnazamın kendisini mahkum edeceği endişesiyle,
donanmasını aldığı gibi firarı düşünmüş olduğunu, bu düşünceyi istihbar eden
Köprülü Mehmed Paşa olaya suhuletle yanaşıp, ne kaçmaya fırsat bıraktı, nede
donanmanın kaçırılmasıyla milletin uğrayacağı zarara müsaade vermedi. Kendisine
gayet iyi davrancn Köprülü Mehmed Paşa, Topal Mehmed Paşanın kuvvei
mâ-neviyesini takviye ettiğinden başka Bozcaada'yı istirdat etmesini tâleb
etdi. Bozcaadanın karşısında bulunan Anadolu sahillerine asker yığan sadrazam,
Topal Mehmed Paşanın 86 adet hafif teknesi ile çok geçmeden adanın işgali
yerine getirildi. Takvimler bu anda 31/ağustos ile l/eylül/1657 senesini
göstermekteydi.
Topal Mehmed Paşa; 13/eylül/1657'de yolunu Limni Adasına çevirdi.
Bu ada da müdahil olarak karşısına çıkan, Françesko Morosini komutasındaki 15
gemiden müteşekkil Venedik filosu işin 65 gün uzamasına sebeb oldu.
15/ka-sım/1657'de ise, Limni Adası istirdat olunmuştu. Osmanlı ve Venedik
donanmalarının, Çanakkale önlerindeki son çarpışmalarını teşkil etti bu
muharebe. Çünkü büyük bir stratejist °lan Sadrıazam Köprülü Mehmed Paşa, sahil
boyunca ve ka-fa istikametinde yaptığı gözlemler sonucunda, Seddülbahir v^
Kumkale surlarını tesis için karar verdi. Bu kararı saraya bildirildiğinde,
Hatice Turhan Vâlidesultan kendi parasını bu lrnara tahsis etmekte hiç
gecikmedi. Derya kaptanı seleflerrinden Ali Paşanın bu inşaatı, çok kısa
zamanda bitirmesi, takdire mûcibdir. Bu hızla gitmesi donanmamızın Girid meselesini
de halledileceği intibaını uyandırdığını görmezden gelemeyiz. Ancak devletler
arası her türlü münasebetlerin sürprizler yapmasını tabii görmek icâb eder. Bu
hususdada merhum Büyüktuğrul amiral, değerli çalışmasının 2. cildinin 151.
sahifesinde şunları beyan eder: "Avusturya savaşı açılmamış olsaydı
Köprülü Mehrned Paşa belki de Girid Adasının geri alınmasını da kısa zamanda
sağlayacaktı. Lâkin Ve-nedikli'ere müttefik olarak karadan savaşa katılan
Avusturya, Osmanlı devlet adamlarının bütün dikkatlerini kendi üzerine çekmiş
ve bu halden de en çok Venedikliler hoşnut kalmışlardı. Böylelikle Girid
savaşı 1666 yılına kadar sürüncemede kalmıştı. Bu uzun süre içinde sırasıyla
derya kaptanlığı yapmış olan Çavuşoğlu Mehmed Paşa, Küçük (Deli) Hüseyin Paşa,
Köse Ali Paşa, Hüsameddinoğlu Ali Paşa, Hüsameddin Beyoğlu Abdülkadir Paşa,
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, hep tersanede kalmışlar ve Girid ikmâlini hep
kaçak nakliyatla yaptırmışlardı. Buna karşılık Venediklilerinde; denizlerde
eskisi gibi aktif bir hareketleri görülmemişti." Bu mütalaa üzerinde bir
miktar durursak şu dersi çıkarabiliriz.
Osmanlı donanması kuvvetli olduğu zamanda, zafiyete düştüğü
zamanda zuhur edecek haçlı seferlerini geciktirmeye, birlikteliklerini
önlemeye, gayret sarfetmesi gereken döneme girmişti. Teessüs etmiş müttefik
donanması ticaret yollarını Osmanlı tasallutundan kurtarmaya hasretmişti. Her
iki tarafda biribirini bitirecek savaşın mümessili olmamaktaydılar.
Halbuki; Karada vukubulan savaşlarda bu amacı görmek kabildir.
Fakat sunuda hatırlamak gerekmektedir ki, gerileme devrine girmeden duraklama
dönemini yaşamak nisbeten || mühim
seferler yapılmasına ve bunları zaferle bitirmek gibi basanlar görüldü. Osmanlı
ordusu; Köprülü Mehmed Paşanın ^arı bekâ'ya irtihalinden sonra merhumun oğlu,
Fâzıl Ahmed paşanın komutasında, milletimizi ümidvar kılan hareketlerin
devamında büyük bir rol üstlendi. 1661 ekiminde makamı sadarete gelen Fâzıl
Ahmed Paşa, tam beş yıl Avusturya devleti ile becelleşmekten Girid'e fazla
zaman ayıramadı. Vasvar'da; 30/ekim/1666'da, Osmanlı Avusturya barışı
akte-dilince sadrıazam, Girid üzerine her geçen gün dozajını arttırarak
düşmeğe başladı. Venedik; Girid'e eğilen sadnazamın durumunu istihbar
ettiğinden senatolarında aldığı karara müsteniden İstanbul'daki elçilerine
talimat vererek, sulhun teminine yarayacak çalışmalar yapmasını
hatırlatmışlardır.
Muhterem okurlarımız; bazı meselelerde devlet politikası
uygulamasına girişildimi, artık efkârı umumiye o meseleyi büyükler bilir demek
suretiyle, kendilerine verilen bilgi kadarıyla iktifa ederdi. Haberleşme
araçlarının günümüzle kabili kıyası mümkün olmayan durumu, milletin devlet
adamlarına olan itimadını sarsacak bir tesir gösteremiyordu. Nitekim; Fâzıl
Ahmed Paşa kapdanı deryalığa getirdiği, Kaplan Mustafa Paşaya, daha 1662'de
tersaneyi bir güzel faaliyete hazırlaması ve gemi yapımına hız vermesini
padişah 4. Meh-med'den aldığı talimat üzerine emretmişti.
Bunun üzerine sabırla ve sebatla gayret gösterilmeğe başlandı.
Yakın târihimizde rastladığımız Kıbrıs Adasına 1974'de yapılan anfibi hareketi
neticesinde, zaferimizi göz önüne alırsak Johnson mektubuna muhatab olan İsmet
İnönü'nün, çıkarma gemileri yapmak bu ihtiyacın giderilmesine işareti de,
1964'de vukubulmuştu. Deniz kuvvetleri de bu hususda tersanelerini harekete
geçirerek, işaret edildiği yılda, bir tane bile mevcud olmayan çıkarma
gemilerini 1974'deki indirme Çıkarma hareketinde, mebzul miktarda kullanma
imkânımız hâsıl oldu. Böylecede Fâzıl Ahmed Paşanın 1662'de aldığı tedbirlerle, 1964'ierde
başlatılan tedbirlerin biribirine yakın olması aradaki 302 sene sonra görülen
fark sadece teknolojik değişimlerdir.
Fâzıl Ahmed Paşa Girid'de
3/kasım/l666'da Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa Girid'e bizzat
gelerek, komutayı yed'ine aldı. Bu sırada Donanmayı hümayun ise karşısında hiç
bir maniaya maruz kalmadan, gemilere aldığı kara askerini, Girid'e getirmeye
muvaffak olmuştu. Üstelik; lojistik faaliyetlere üs olarak da, Eğriböz, Go-los
ve Selanik tahkim olunmuştu. Takvimler "16/ma-yıs/1667'yi gösterirken
Osmanlı gücü Kandiye önündeki hamlelerini şiddetlendirmiş ve muhasaranın da
sonunun görülmesi yakınlaşmıştı.
Ne var ki; Suda limanının Venedik tarafınca kullanılması da,
düşmanın takviye almasına açıkbir kapı olmuştu. Kandiye muhasarası bu takviye
alabilme sayesinde, 2 sene, 4 ay, 11 gün daha devam etmiş ve 27/eylül/l 669'a
kadar sürmüştür. Venedik tarafı 28/ağustos/1669'da sulh talebinde bulunmuştu
İslâmi anlayışın emri olan sulh tekliflerine acık olma hâlide devleti âlî'yenin
bidayetten beri şiarı olduğundan görüşmelere başlanmıştı. 5/eylül/1669'da
imzalanan sulh antlaşması, yukarıda beyan ettiğimiz gibi Sancakı Osma-nî'nin,
Kandiye burcuna çekilmesi 27/eylül/1669'da sağlanmıştı.
Varılan antlaşma maddelerini dört kalemde zikre çalışalım.
A) Kandiye Kalesi; içindeki
bütün cephane ve silahlarıyla Venediklilerce Osmanlı yetkililerine teslim
edilecektir.
B) 21 sene sonra Suda,
Spinalonga ve Karabusa Kaleleri, Osmanlılara verilmek üzere, Girid Adasının
bütün toprakları devleti âlî'ye ye hemen geçmiş olacak
C) Venedikliler: savaş sırasında
Dalmaçya kıyılarında işgal ettikleri Kilis Kalesini muhafaza edeceklerdi.
D) Venedik Senatosu,
savaşdan önce Osmanlı Devletine verdiği haracı ödemeğe devam edecekti.
Sahifelerimizde Girid fethinin teknik ve siyasal akışını verirken, deniz mevzu-unun
mütehassısı olan zevattan, merhum amiral Afif Büyük-tuğrul'un aşağıya
özetleyeceğimiz mütaalasınada temas etmeden geçemedik. "Girid savaşına
ilişkin söz söylerken, tartışmalar yapılırken, yazılar yazarken akla gelen ilk
soru, <sa-vaşm neden yirmi ikiyıl gibi çok uzun zaman sürmesi ve bu kadar
yıllar içinde, ne Osmanlı Devletinin ne de Venedik Cumhuriyeti'nin kesin bir
sonuca varamamasıdır! Alman tarihçi Ekkehard Eykof un dediği gibi, savaş sadece
Ada'nın merkezi Kandiye Kalesini alıp, vermemek mücadelesiyle, toprak üstü ve
altı mücadeleleriyle, sürdürülmüştür. Deniz de ise harekât stratejisi olarak
ileri bir üs elde etmek gibi, ilkel bir strateji kuralı bile düşünülmemiştir.
Her iki tarafın yaptığı, çok kısır bir abluka harekâtından bile ibaret kalmamıştır.
Her iki tarafın ablukası da çok başarısızdır. Her iki tarafda da ciddi ve iyi
düşünülmüş bir savaş plânı yoktur. Savaşın bütün hareketleri güncel olarak
düşünülmüş ufak ufak ikmâl hareketlerinden ibarettir." Diyen, merhum
amiral Büyüktuğrul yukarıya aldığımız görüşlerine şöyle devam etmektedir:
"Bu soruya gerçeklere en yakın olarak yanıt vermek Osmanlı Devletinin;
kuruluşuna kadar geriye gitmek, gerektir. Çünkü; Osmanlı Devleti denizlerdeki
mücadelenin ve deniz ticaretinin, korsan mücadelesi etkisinde yapıldığı bir
dönemde kurulmuştur. Tarihçilerimiz; sadece Osmanlı Bizans ilişkilerini esas
aldıkları için, kursan savaşlarının etkisini düşünememişlerdir bile. Halbuki
yabancı tarihçiler; korsan savaşlarının etkisine büyük önem vermişler ve bundan
ötürü, evvelce belirttiğimiz gibi Osmanlı Târihini, deniz olaylarını temel
alarak yazmışlardır. Akdenizdeki korsan mücadeleleri, daha Osmanlı Devletinin
kurulmasından çok önce, denizci İtalyan cumhuriyetleri tarafından Bati
Akdeniz'de başlamış; Venedik, Cenova ve Piza cumhuriyeti korsanları öteki
cumhuriyetleri denizcilerini ekarte ederek Doğu Akdeniz'e geçmişler; bura-dada
Venedik ve Cenova, Piza denizcilerini ekarte ederek, haçlı seferleri
çerçevesinde, biribirlerinin üstüne düşmüşler, mücadeleler vermişler ve
biribirlerine karşı savaşlar yapıp, bu savaşlar çerçevesinde yaptıkları ada
mücadelelerindede ilk önce Aydınoğlu umur Bey sonra da, Sultan Orhan'ın kara
kuvvetlerinden yardım almışlardır. Profesör Kamillo Manfro-ni'in belirttiği
gibi bu mücadelede Osmanlı Devletinin tek şansı, ne Venedik nede,
Cenevizlilerin <birgün gelip Osmanlı Devletinin korsan mücadelesine rakip
olarak karşılarına diki-lebileceğini tahmin edememeleridir. Ne Venedik ne de
Cenevizlilerde, büyük topraklar istila etmek hevesi yoktur. Onların
biribirlerine karşı mücadeleleri, küçük kara devletleriyle, deniz ticaretini
Ötekine kaptırmayıp kendisi almak için, ticari mukaveleleri yapmak, deniz
ticaret yollarına hükmedecek ada ve limanlara yerleşmekten ibarettir. Bizim
târih otoritelerimiz; bu döneme ilişkin deniz mücadelelerinde <Osmanlılar
Ege Denizine egemen oldu>, <Osmanhlar Akdenize egemen oldu> gibi
deyimler kullanacaklardır. Ama korsan dönemi deniz mücadelelerinde egemenlik
söz konusu olamamaktadır. Çünkü denizde zayıf olan taraf da, kuvvetlinin kıyı
ve denizyollarına akınlar tertipleyebilmektedirler. Korsan savaşlarının
Osmanlı Târihi üzerindeki en kuvvetli etkisi şöyle görünmektedir:
<Anadodolu kıyılarına vaki olan, hristiyan korsan saldırılarına hedef
olmamak için Osmanlı Devletinin Türk unsuru, dağlara yerleşirken, Rum unsuru,
kıyılarda ve adalarda kalmış, dolayısıyla Osmanlı Devletinin ziraat, ticaret
sanayii ve ticaret merkezlerini tutmuştur. Devletde bunları silah altına
almayıp kara savaşlarım, Türk unsuruyla yaptıkça ve zamanın kara savaşı gereği
olarak en atik ve cevval fürk unsurunu kullandıkça, birinci sınıf Türkleri,
Avrupa ve /Asya'nın en uzaklarına dağıtmış ve istilâ dönemi kapanınca da yâni
birinci sınıf Türkler orada kalmış ve ikinci, üçüncü derecedeki Türkler de,
Anayurt olan Anadolu'da kalmışlardı. Durum değişmesinin baş sorumlusu Derya
Kaptanlığı makamına göz diken saraylı vezirlerdir. Onların; deniz sorunlarının
devlet ekonomisi, silahlı kuvvet ve sosyal hayatı üzerindeki etkilerini ölçmeye
ve incelemeye lüzum görmemeleri kıyılarda olduğu gibi devlet ekonomi ve
donanmasını da değerli Türk unsurundan yoksun bırakmıştır. Ege Adalarında da Venedik
taraflısı Rum unsuru, Türk unsurundan çok fazladır. Yurt İçindede deniz
ticaretine Rum unsurun hükmetmiş olduğunu ileri süren merhum amiral
Büyüktuğrul, İsmail Hakkı üzunçarşılı'nin vefatından sonra, TTK (Türk Târih
Kurumunun) neşrettiği, Osmanlı Târihini devam ettirip, ikmâl eden Enver Ziya
Karal'inda ileriye sürdüğü şu tesbiti yapıyor: Napolyon'un Venedik Cumhuriyetini
târihden silmesinden sonra Osmanlı Devletindeki Rum asıllı armatörler, bütün
dünyada Venedik ticaret kolonilerini değiştirmişlerdir. Kuruluşu sırasında
Osmanlı Devleti nasıl italyan denizcilerden yararlanarak kuvvet bulmuş ise,
Yunan istiklâlindede donanmadaki Rum denizciler kaçtıkları için Osmanlı
Devleti birden denizlerde zayıflamıştır. Buna mukabil Osmanlı Devletinde; kara
kuvveti, donanma yerine deniz sorunlarını da harelendirir fikri doğmuştur. 1897
Osmanlı Yunan savaşından sonra, Osmanlı Devletinde, donanma yerine, demiryolu
yapmak fikrinin doğması gibi.. istikametinde açıklamalar yapmışlardır. Bu
nazariyeleri ileri sürenlerin ifadelerine katılıp katılmadığımız yerler
vardır. Bizim bu İfadeleri buraya al-rnamız, aykırı görüşlerinde mütalaa
edildiğin de, istifade edilmesi
imkânının kabil olduğunu ortaya koymaktır. Şüpheyi, araştırmacının enyakın
arkadaşı görmek icâb eder. Tâ ki; insaf ve adalet, şüpheyi denetleyen birer
murakabe sembolü olarak, dâima kendini hatırlattığı takdirde. Bu bahse dâir
görüşlerimize geçmeden merhum Amiral Büyüktuğ-rul'un bir hüküm mesabesinde olan
şu satırlarına yer verelim: "..Osmanlı Devletinin kazandığı zaferlerin
bile, Türk kanının fazla dökülmesine, Türkiyenin teknikte geri kalmasına ve
barışta da savaşta da fazla harcamalar yapmasına neden olmuştur. Girid savaşı
da, böylece hem uzamış, fazla harcamalara neden olmuş ve bundan sonra da
Osmanlı Devleti bu adayı kendisine katmanın yararını elde etmesini
bilememiştir." Demektedir.
Şimdi yukarıdan beri merhum amiral Afif Büyüktuğrul'un işin
mütehassısı olarak tenkid ve tahlillerine teknik olarak, savaş iimi görmüş,
muharip bir denizci olarak karşı çıkmak haddimiz değilse de, Osmanlı Devletinin
varoluş sebebi olan hususa aid söyleyeceklerimiz vardır. Merhum amiral; Osmanlı
Devletinin 17. asır ile birlikte deniz hâkimiyetinin yavaş yavaş elden gittiği
gibi, kara savaşlarında da, bir gerileme yaşandığını pek hesaba katmamakta.
Osmanlı Devleti; bir süngü ucu gibi, avrupanin orta kapısına kadar dayandığından
avrupa devletleri her ne kadar kendi aralarında da di-dişselerde, hristiyan
Papasının Öncülüğüyle müslümanlara karşı birleşiyorlar, kalabalık ve güçlü
ordularla, donanmalarla vede 5. kol denilen içten çökertme faaliyetlerine
başvuruyorlardı. Hududları içinde çeşitli prensliklerin, mümtaz eyaletlerin
yer aldığı ve hayli gayri müslim bulunduran devletin, 5. kol harekâtından
gördüğü zararı hiç kaale almıyor vede 20. asır araç ve gereçleriyle, eğitim
metodu, yakın ve uzak muharebe silahlan, haberleşme imkânları demir tekneler ve
bilhassa denizaltılar, güçlü dizel motorlu gemilerle yetişerek, yelken ve kürek
dönemini tenkit ne dereceye kadar ciddiyet arzeder. Büyüktuğrul amiral, gerek
Venediklileri gerekse de Osmanlı Devletini başarısızlıkla suçlamak suretiyle işe
zâten eski devire, bulunduğu dönemden bakmış olduğunu dikkatli bir okuyucunun
anlayacağını düşünmüştür elbette.
Akıl mektebinin müdavimi, diğer birtâbirle, hiç bir kayida tâbi
olmayan anlayışında sahibi olarak gayri müslim avrupa, qeçerli bütün silahlan
gayesine varmak için kullanırken, korsanları organize ederken ve el altından,
desteklerken, Kur'anı Kerim buyruklarına, ehadisi şerife hüküm ve açıklamalarına
bağlı Osmanlı Devleti de, şüphesiz ki dünyevî bir anlayışın zebunu olmayıp,
Rızai ilâhiyi tahsil, Mevlânın adını ve nizamını dünya'ya yayma ve duyurma
göreviyle mütehai-İi olduğundan, her şeyi ince derinlemesine hesaplama', ve
tatbike yükümlüydü. İstilâ etdiği ülke insanlarını katliam etseydi, belki
avrupa da hristiyan kalmazdı, amma Mevtamız zulme asla müsaade etmediğinden,
bizi altından kalkamayacağımız mağlubiyetlere duçar ederek, perişanlığa
düşürecek haller musallat ederdi.
Ayrıca devlet ricali, Osmanlı Devletinde her şeyin bile zaptı
tutulan devlet anlayışı taşıdığından hareketle, meydana gelmiş her harakâttan
haberdar olup, atacakları adimlarıda pek dikkatli atarlardı. Nitekim Girid'in;
çok uzun yıllar, sonunda ele geçirilmesi ne ihmaldir ne de kasta bağlıdır.
Çeşitli coğrafî alanlara yapılan saldırıları önlemek için Girid üzerindeki baskılı
muhasarayı zaman zaman gevşetmesi icâbı halden sayılmalıdır. Merhum amiralin
asla iştirak edilmeyecek görüşü kesinlikle Türklük unsurunu, bir ümmet devleti
olan Osmanlı Devletinde öne çıkarma bakışıdır. Güya avrupalılar bir izaha göre
müslümanlara Türk derler, onların Türk demeleri müslüman demek istemeleri
şeklinde telâkki edilmişse de, batılılar islâmda ırkçılığında şiddetle
yasaklanmış olduğunu, islâm ittihadının bundan dolayı pek güzel gerçekleştiğini
görmüş olmalarından dolayı, Osmanlı Padişahlarının, bir Türk boyu olan, Kayı
aşiretine mensubiyetini dikkate alarak, Türkler demek suretiyle, zamanla
ırkçılık empoze edebilmek için ısrarla bilhassa tarihçi vede şarkiyatçıları,
Türklük üzerinde durmuşlardır. 19. yüzyılın başlarında da, ırkçılığı Osmanlı
İslâm devletine, bulaştırmışlardır. Ondan sonra ise ırkçı anlayış başını alıp
gitmiştir. Venedik ve italyan denizcilerinin ardından Yunanlıların
istiklâliyeti sonrasında denizcilikte adı geçen devletlerin dahi önüne
geçtiğini ileri sürmesi, üzerinde kafa patlatılması gereken husustandır. 4.
Mehmed döneminin aslında savaş yapma açısından babası Sultan İbrahim
tarafından açılmış bulunan, Girid Fethi dolayısıyla başlamış olan ve
genellikle Venedik ile gerek karada gerek denizlerde tevali eden seri
savaşlara inzimamen, 1672'de uç veren Lehistan Savaşı, iki safhada
gerçekleşti. İlk safhası başladığında sebeb olarak Ukrayna'nın kazaklarının,
gerek Lehistan, gerekse Rus tecavüzlerine karşı, devleti âliyeden istimdatta
bulunmasından ve bu yardım isteğine, Osmanlı Devletinin icabet etmesi hasebiyle
devleti âliye tarafından açılmıştır. Ukrayna Kazakları riyasetini üzerinde
taşıyan Do-rozenko, kendilerini bir sancak beyliği statüsünde Osmanlı Devletine
bağlanmasını tâleb etmişlerdi.
Gerek Rusya gerekse Lehistan burnu dibindeki Ukrayna'yı, Osmanlı
Devletinin himayesi mânasına gelen talebi yüzünden cezalandırma mânasına işaret
eden tacizlerine başladılar. Ancak bir Osmanlı müdehalesinin karşısında bilhassa
Lehistan karşı koyabilecek ne güç ne de taktiğe sahipti. Buna bağlı olarak
padişahın adamlarını politik yaklaşımları kullanarak oyalama yoluna gittiler
ve hesaplarını da aniden Ukrayna üzerine çullanma hesabına raptettiler. Hatayı
da Osmanlı serhaddine yakın olan Komaniçe Kalesini tahki- kalkıştıkları esnada
yapılanlar padişahın kulağı ona eriştiğinden 4. Mehmed'i Lehistan'a savaş açmış
olarak görüver-clik. İstanbuldan Komaniçe Kalesi üzerine yürümek üzere yola
çıkarken, Kırım Han'ı ve Ukraynalıların Dorozenko'ya kaleyi adres gösterip,
orada buluşup Lehistan'ın cezasını verelim düşüncesini, kuvveden fiile
çıkarmak suretiyle ve niyetiyle, sadrıazam Fâzıl Ahmed Paşa ile Komaniçe önüne
gittiler. Takvimler, 27/ağustos/1672'yi gösteriyordu ki, Lehistan'ın etekleri
tutuştu. Çünkü Komaniçe Muhasarası fiilen başladı. Sekizinci gün ise kale
Osmanlıya ram oldu. Hareketin devamının Lehistan'ın işgali mânasına geldiğini
akleden Lehliler, savaş çubuğunu, barış çubuğuna tahvil için hemen müracaatda
bulundular. 18/eylül/1672'de Puçaş şehrinde müzakereler nihayetlenip, imzalar
atıldı. Lehistanin yâni Polonya'nın Podolya eyaleti de Osmanlıya verildi.
Ancak; Lehistan kralı kabul ettiği şartlan hâvi barış antlaşmasını Diyet
Meclisi tâbir edilen yetkili kuruldan geçİremeyince, vaziyet İstanbul'a dönmüş
bulunan sadrıazam Fâzıl Ahmed Paşaya bildirildi. Aynı zamanda düşman
kuvvetleri, Osmanlı hududuna dalmak suretiyle bir iki kaleyi de işgale
muvaffak oldular. Savaşın ikinci safhası böylece başlamış oldu. Hayret
uyandıran bir şey olarak Lehistan'ın bu cesareti üzerinde durmak icâb eder,
tetkikte karşımıza başta Papalık olmak üzere, bir çok ülke Lehistan'ı Doğu
Avrupa üstünde söz sahibi olmak isteyen Osmanlıya engel olmaya çalıştığını
görüyoruz. Bu karşı koyuş hareketine Eflak ve Boğdan'a iştirak etmesi
zorlanmaya başladı. Padişah bu tedbiri hissettiği için her iki Voyvoda'yı tâyin
hakkını kullanarak, kişileri değiştirdi, bunun sonucunda bu topraklarda
aleyhine hareketi önleme-Ve muvaffak oldu. Ukrayna'nın bu Osmanlıya iltihak
talebi Rusya'yı harekete geçirmiş ve ani bir saldın ila Kazak'ların üstüne
çullanmış ve bilfiil işgal başlatmıştı.
Sultan 4. Mehmed soğukkanlılığını hiç kaybetmemiş, bu Rus
taarruzuna karşı bizzat yanındaki birliklerle yürüyüşe geçmiş öte yandan da,
Rusları her sene bir defa olsun atlarının nallan altında çiğneyen Kırım
Hân'ına haber gönderip Rusların üstüne gitmesini emrederek Rusların üzerine
gidip, Dorozenko'yu muhasaraya almış Rusu, bahadır askerlerinin güçlü kolları
cesaretle çarpan yürekleri ve bir yardım talebine cevap vermenin Mevlânın
yardımını yanıbaşında bilen insanların rahatlığıyla düşmanı, çok kısa zamanda
paraladılar. Çok geçmeden Kırım Hân'ının gelmekte olduğunu da haber alan
Ruslar'ın yapacakları tek iş ülkelerine kaçmak idi ve onlarda öyle yaptılar.
Kış mevsiminin gelmesi, Lehistan cephesinin Halep Valisi İbrahim
Paşaya bırakılmasının kararı alınıp, 4. Mehmed'in İstanbul'a dönüşü
gerçekleşti. İbrahim Paşa da tempoyu biraz düşürmekle birlikte, Lehistan
toprakları üstüne yürümeye devam etmekteydi. Nitekim kirsekiz tane kale burcuna,
Osmanlı sancağı toka edildi. Tatarlar cepheyi terk edip gitmemiş olsalardı,
belki de bütün Lehistan toprağı hakimiyeti Osmaniye'ye girecekti. Ancak Kırım
Hânlarının bu davranışı, yine her zamanki alışkanlıkları diye geçiştirilirken
takriben onsene sonra Viyana'da sergilenecek İhanetin habercisiymiş de bundan
bir ders almayı düşünememişiz.
Lehistan ile sulhun sağlanışı taa 1676'da vefat eden Fâzıl Ahmed
Paşanın yerine getirilecek olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşaya kaldı ki, bu
sadrıazam Podolya ve Ukrayna'nın biz de kalması şartıyla barışı yapmağa mecbur
oldu. Yoksa Halep Valisi İbrahim Paşanın fütuhatına Kırım hânı yanında kalıp
yardımlarını yapsaydı, karşımızda ülkesi elinden alınmış toprağı olmayıp,
sadece adı olan bir devlet olacaktı ki, böyle bir idare ile barış antlaşması
yapılmaz ona statüsü belli edilmiş bazı görevler verilirdi. Ne varki, Tatar
böyle bir fırsatı ortadan kaldırıcı davranışı yaparken, başlarında Selim Giray
bulunmaktaydı.
Kırım Hanlığının dâima ihtilafa müsaid zeminde birbirlerini
çekemeyen han'larla, yürütüldüğünü söylerken umumiyetle hânlar karşılarında ya
eski bir hânile yahut da müstakbel bir han ile İç mücadele vermişlerdir.
Tabiiki bu barış antlaşmasının tasdikini, Diyet Meclisinden geçirmeye muvaffak
olamayan Lehistanlı barış taraftan kralları ve onu destekleyenler, Osmanlı ile
savaşın yeniden başlamasıyla karşılaşmışlardı.
2. Lehistan savaşında donanmamıza da iş düşmüştü. Çünkü bu
safhada Rusya'da savaşa müdahil olmuş donanmasının Karadeniz'de sıkıntılara
sebeb olacağı uzakça ihtimal değildi. Savaşa müdahil olan Rusların Karadeniz'e
sahili y.-maktan dolayı donanmasının önüne, Osmanlı Donanmasının çıkarılması
iktiza ettiğinden Mora Sancak Bey'i Köse Ali Paşa, uhdesine Cezayir
Beylerbeyliği verilmek suretiyle, Kap-dam Deryalıkla vazifelendirilmişti.
Vazifei asliyesi evvelâ Karadeniz üzerine gidecek oradaki Rus hücumuna açık
sahillerimizi bu tecavüzden men etmeye çalışmak, ayrıca cepheye her çeşit
savaş malzemesini ve takviye asker götürmekti. Köse Ali Paşa Baba Hasan Beyin
komutasında bir miktar gemiyi Azak denizi kıyılarını muhafazaya yollaması iyi
bir tedbirdi. Kendisi de üstüne düşeni yaptı.
Dönüşte ise; Karadeniz Ereğlisi civarında, bir fırtınaya yakalandılar
ki büyük kayıplar verdiler. Ali Paşa derlediği gemileriyle İstanbul'a döndü ve
evine kapandı. Az sonrada kederinden vefat etdi. Bu zâtın yerine 1675 yılında
Seydioğlu Mehmed Paşa Kapdanı Deryalık görevine getirildi. Bu zâtın da
donanması, Karadeniz'de görülen fırtınalardan birine yabalandı. Akıbeti Ali
Paşa gibi oldu büyük zayiat verdiğinden, bunun yerine de 13/kasım/ 1677'de Kara
İbrahim Paşa göreve getirildi. İbrahim Paşa, geçmişten ders alan akil bir adam
olarak, kendinden önceki iki kapdanı deryaninde başına gelenleri teemmül
ettiğinden, görevli olarak Abdülkadir Paşayı yerine vekil olarak donanmaya
gönderip, ayağı karada olarak padişahın yanında bulunmayı tercihe baktı.
Sevgili okurlarımız; 1075/1665'de imzalanan Sen Gotard savaş
neticesi olan antlaşmayı, Avusturya İmparatoru Le-opold'a imzalatan serdarı
ekrem Fâzıl Ahmed Paşa, bir tesadüf eseri yenilmiş sayanların da bulunduğu
savaşa rağmen öyle bir antlaşmaya imza atmıştı ki, sanki mağlup olan gâlib,
gâlib olan mağluptu Müdekkik tarihçi İsmail Hakkı Üzunçar-şılı, târihinin 3.
cildindeki dip notunda Askeri Müze_ Müdürü Ferik Ahmed Muhtar Paşaca kaleme
alınmış olan "Sen Go-tarda Osmanlı Ordusu" adlı eserdende istifade
edildiğini kaydetmiş. Biz de; bahse konu kitabı ilk defa lâtinize edip, bu
çalışmamızın 4. Mehmed bölümünün son tarafına okuma parçası olarak koymağa
böylece de savaşın arka plânını tam manasıyla öğrenilmesini temin bu tarzı
seçtiğimizden bu bölümde bahse konu etmeyip bu izahat ile yetinelim dedik.
Sadnazam Fâzıl Ahmed Paşa 1087 senesi şabanının 26. günü 1676/4/kasım
salı günü darı beka eyledi Çorlu ile Karıştıran isimli mevkıide bulunan
Karabiber Çiftliğinde ve ölümünde yaş henüz 42 idi. Arabaya koydular
İstanbul'a getirip, Çenberlitaş karşısında Köprülüler Camii yanındaki üstü açık
türbede pederi Köprülü Mehmed Paşanın yanına defnolundu. Yerine de senelerce
kendisine kaimmakamhk yapan, eniştesi Merzifonlu Kara Mustafa Paşa getirildi.
Ancak Köprülüler ailesinin içinde yetişmiş olmasına rağmen
kibirli, azametli inatçı ve asla mülayemet sahibi olmayan bu Merzifonlu idi.
Böylece de, âkil, mütevazi, güleryüzlü, yüksek karakter sahibi Fâzıl Ahmed
Paşaya alışanlar Merzifonlu ile yapamaz hâle geldiler. Merzifonlu Kara Mustafa
Paşanın sadareti iki gün sonra gerçekleşen tâyinle yâni 28/ka-sım/1676'da
başladı.
Sarıkamış Kazakları Hatmanı
Doroşenko bir bize, bir Rusya'ya yakınlaşıp, ortalık karıştıran
bir yapıyla nice kan dökülmesine sebeb oldu. Son dayanak olarak Ruslara taraf
olan Doroşenko Kazak Hatrnanlı-ğında bırakılamazdı bu bakımdan yerine Zaparog
Kazaklarının Hatmanı İken sonradan papas olup Yedikule'de mahpusa Konan
Himilenitski, kubbealtının emri ile Rum Patriği 4. Par-tiniyos ile Divanı
Hümayun tercümanı Mavrokordato tarafından hapisten çıkarılarak, Hatmanlığa
tâyin edildi ve Kazakların yanına gönderildi. Tuhaftır ki, Doroşenko'nun
yaptığını daha önce bu Hİmilenitsde yapmıştı. Çehrin'in Ruslardan alınıp
gönderilen Hatmana teslim edilmesi serdar, İbrahim Paşaya bildirildi.
1677 senesi idi. Cehrin üzerine gitmesi emredilen Şeytan İbrahim
Paşa, senenin 6. ayı olan haziranda Cehrin Kalesini kuşattı. Ancak kaleyi,
Rusya Kazaklar ve Alman askerleri savunduğu gibi kalenin üç tarafı bataklık
olduğundan, saldırı tek yerden yapılabiliyordu. Sayılanda dört bini
bulmaktaydı. Bu kalenin alınması hayli zaman ve zorlukların çıkmasına sebeb
olmuştu. 1677 haziranında başlayan muhasara, fetihle neticelendiğinde
12/ağustos/1678 olmuştu ve ondört aylık dişe diş bir mücadele verildi. Osmanlı
Ordusu bahse konu mücadelede hayli zor durumlara düştü. Bunlardan; Merzifon'u
Kara Mustafa Paşanın metaneti ve soğukkanlılıyla sıyırgayı başardı. Cehrin
Kalesinde otuzbin düşman askeri öldürüldü. 3/recep/1089/12/ağustos/1678'de
Tasmin suyunu aŞan Osmanlı Ordusu Silahdar Fındıklılı Mehmed Ağa tarihindeki
bilgiye göre Rus, Kazak ve aşağıda adları yazılı çeşit-11 Tatar kuvvetiyle
karşılaşıldı ki tamamı ikiyüzbinİ bulmak-taydı. Tatarlara gelince; Tura Tatarı,
Eşker Tatarı, Kazan Ta-tan, Beyluk Tatarı, Kalmuk gibi, kırkdört çeşit Tatardan
bahseder Fındıklık Silahdar Mehmed Ağa şu da vardı ki; Ruslar, 2. Bayezid
döneminin hayli geride kaldığını gösteren bir görüntü sergiliyordu.
Kırım Tatarları ve Osmanlı askeri, bunların üzerine yürüyüp Özi
nehrine kadar sürdüler, burada mukavemeti güçlendiren düşman mağlup sayılsada
yok edilemeyeceğide anlaşılmıştı. Ordunun zahiresinin azaldığıda görülünce
düşman kendi haline bırakıldı. Önce Osmanlı askeri daha sonra Kırım Hanı da
geri geldi. Veziriazam Mustafa Paşa İstanbul'a döndüğünde serdarı ekremlik
vazifesi Kara Mehmed Paşaya tevcih olundu. Kendisine Babadağında bulunması
talimatı verilmişti. Bosna Valisi vezir Defterdar Ahmed Paşa Özi Suyunun uygun
yerlerine iki kale yapmak emri aldı. 1090/1679'da tamamlanmış kabul edilen bu
kalelerede muhafız konduğundan nisbeten biraz daha güçlüce emniyet tedbiri
alınmıştı.
Öte yandan; Serasker Kara Mehmed Paşa ve Kırım Han'ından gelen
malumata göre, Rusların hummalı bir faaliyet içinde oldukları haber
veriliyordu. Şaban/1091/1680 eylülünde ricali devletde saraya davet olunarak,
enine boyuna müzakere olunmuş vebundan da, padişahın başda olması sefere güç
katacağı kanaatine medar olduğundan, o yolda birlik hâsıl oldu. Bunun üzerine
Edirne'ye doğru yola çıkılmıştır. Rusya; Osmanlı Devletinin kendi üzerine
gelmek üzere sefere çıktığını haber aldığında, şahsi dostu olan Kırım Han'ı
Murad Giray ile temasa geçmek suretiyle barış yolunu açma gayretine girdi.
Nitekim bu teşebbüsü Kur'an emri müsalaha isteyene bunu konuşma
şansı verin, tavsiyesine uygun hareket eden devletin, 22/muharrem/1091-13/şubat/1681'de,
oniki maddeden müteşekkil, yirmi sene müddet geçerli olacak sulha imzalar
atıldı. Bu sulh antlaşmasına göre bizim Özi dediğimiz
Dinyeper nehrinin sağındaki yerler biz de, Kiyef ve bir kaç
palanga ise Ruslarda kalıp Potkalı Kazaklarına, Karadeniz'de balık tutma
müsaadesi bunun içinde yer alırken, Kiyef Kalesi jle Potkali Kazakları sınırına
kadar olan sahada her iki devlet de kale İnşa etmeyecekti. Bu arada Kırım
Han'ının, Rusya üzerine akınlarına son verilipesir alınmış olanlar serbest bırakılacaktı.
Avusturya Seferine Girişin Hikâyesi
Fazıl Ahmed Paşanın darı bekaya intikalinden sonra Orta Macar
Beyi'nin oğlu Tökeli İmre nasıl bir yol bulduysa, çeşitli hediyeleri hâmil
olarak, gönderdiği rical ile sadrıazam Mustafa Paşaya başvurmuştu. Bu
başvuruyu değerlendiren sadrıazam, Tökeli İmre'ye Orta Macar Kralı unvanı
verecek, berat ve ahidnâmeyi padişah 4. Mehmed Han'dan istihsal eylemişti.
Girmiş olduğu, Osmanlı himayesinin verdiği lezzet ve hamilerine olan itimat,
bayrağına "Allah ve Vatan İçin" yazısını koydutturacak kadar sevince
dalmasına sebeb olmuştu. Pe-şindende, Avusturya İmparatorluğuna ait topraklara
tecavüze koyulduğu görüldü. TökeÜyi bu tecavüzlerde Osmanlı kuvvetlerini de
beraberinde götürdüğü ileri sürülmeye başlandı. Acaba bunun aslı hangi
merkezdeydi. Acaba bu işi Tökeli, kendinden mi yapıyordu? Yoksa sadnazama
sokulduğunda Avusturya seferi ihdas etmek için mezkûr devleti de rahatsız edip
bu tecavüzler hasebiyle Avusturya'nın kendisine saldırı veya devleti âliye
nezdinde şikâyet edip, bir Osmanlı Avusturya krizi çıkarmak veyahutda
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Kaanuni Sultan Süleyman Han Cennetmekâ-nın fetihe
muvaffakiyet bulamadığı Beç'i, yâni Viyana'yı Osmanlı kılıcına ram etmek ve
dönemini bu fethin fâtihi olarak şanlandırmak arzusunun getirdiği, uzun fakat
hayli tehlikeli bir plânamı dayanıyordu Tökeli'nin, Osmanlı bahadırlarının da
içinde bulunduğu taciz hareketleri yine çarpık bir mantık ile baktığımızda
Tökeli, askeri birliklerinden birini, Osmanlı askeri birliği kıyafetindemi bu
akınlarında bulunduruyor ve .düşmanı benim yanımda, Osmanlıda var diye
kandırıyordu?
Bununda nazarı itibara alındığını târih kitaplarımızda, tetkik
ettiğim kadarı ile görememiş bulunmaktayım. Şimdi hâl böyleyken; Avusturya İmparatorluk
başvekili devleti âliyeye müracaatla, Tökeli ile alakalı şikâyetler
söylenmişsede ve buna en üst seviyede muhatap olarak sadnazamın olması ve
"memleketlerini almak isteyen kimselere karışmayız" demiş olması
ortadayken, bunları padişaha hiç bahsetmemesi, devleti âliyenin sadnazamına
tanımış olduğu vâsi yâni geniş selahiyet içinde hareket sağlamış olmasının,
kendine kazandırdığı bir anlayış olarak kabul etmemiz kabilse de, padişahlarında
uçan kuştan haberdar olmaya matuf istihbarat sistemi, vezirini bu cevapları
vermiş bir kimse olarak bilmesi gerektiğini aklımıza getiriyor ve bu akıl bu
ihtimali gayri kabil görmüyor! Nevar ki; sadrıazam Paşa, belki de padişahın üzerinde
hâsıl ettiği yüksek itimat sayesinde, durumu siyaseten izah ve kabule muvaffak
olmuştur diye de düşünüp, kabullenmek olabilir!
Zâten târih okuru, bir papağandan ziyade artı eksi mütalaalar
yürütmek suretiyle iştigâli târih olursa iyi bir sentezci olma kabiliyeti kazanabilir.
Nitekim çok geçmeden; Tökeli İmre, sadnazama başvurup, Avusturya işgalindeki,
Fülek ve Honad, Kaşav veya Kassa'nın istirdatı için yardım istedi. Bilhassa
Kaşav, Orta Macar krallığınında merkezi idi. Bu başvuruyu sadrıazam, Vasvar
Antlaşmasının müddetinin dolmasına iki sene gibi önemli bir zaman dilimi
variken Tökeli'nin elçisini, elinden tuttuğu gibi, huzuru padİşahiye çıkardı.
Padişah ise burada yardım vaadini elçiye ifade etdi.
Sadrıazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa bu vaadin arkasından
Avusturya ile Orta Macar krallığı arasındaki ihtilafa, müdehale etti.
1092/şabanl681 ağustos ayı içinde Varat Beylerbeyi, Hasan Paşa, serasker tâyin
olunup Eğri ve Ta-nnışvar Beylerbeyleri, Erdel kralı ve birer miktar da Eflâk
ve Boğdan kuvvetleriile beraber, onbeşbin kişilik kuvveti olan Tökeli İmre'de
birlikte olduğu halde hareketi başlattılar. Avusturyanın elinden bazı beldeleri
alıp Tökeli'ye verdiler. Askerler ise, her biri üslerine döndüler. Avusturya
imparatoru Leopold, olanları haber alınca ve askerlerin üslerine dönmüş
olmasından da müstefid olarak, harekete geçti. Sonunda da hayli yeri
Tökeli'nin elinden geri alma başarısını sağladı. Bunun sonucunda da, Avusturya
Osmanlı savaşı kaçınılmaz hâle geldi. Nitekim;1 Macarların başlayan feryadı,
Osmanlı devletini padişah katında vaad ettiği yardımın gereğini yerine getirme
merkezine oturttu.
Bunun da neticesinden olduğunu gözleyebildiğimiz serasker tâyini
yapıldı. Bu sefer görev Budin Beylerbeyi İbrahim Paşa'ya tevcih edildiğine
şâhid olundu. Yeni serasker ilk iş olarak eşkiya yatağı hâline gelmiş bulunan
Honad Kalesini önce istila ondan sonra da berhava ettirerek hâk ile yeksan
eyledi. Oradan hareketlede Kaşav üzerine yürüdüğü görüldü, Imre bundan pekde
menun olarak onbin kişilik bir kuvvetle seraskerin yanında yer aldı. Böyle bir
güç karşısında Kaşav iki günde dayanma gücünü tüketti. Böylece teslim oldu. Yapılan
icraatın en mühimi, Kaşav'da Orta Macar Kralı unvanını burada başına tac
giyerek, Tökeli İmre'nin tatması oldu. Serasker Paşa, Osmanlı Devletinin olup,
Leopold'un askerlerince işgal edilmiş bulunan Füiek Kalesi üzerine gitdi ve
on-beş gün sonunda Osmanlı kılıcı eski kalesini istirdat etmeye muvaffak oldu.
Ancak serasker Paşa, burayı da yıkıp, düzle-mek yolunu seçti. 3/şubat/1682'de
Avusturya İmparatoru Leopold, Kont Aiber dö Kaprara'yı elçi olarak Osmanlı Padişahının
nezdine gönderdiği görüldü. Padişah; elçiyi hükümetle görüşün diye sadnazama
sevketdi. Bu sırada ise takvimler, 4/c. ahiri O/haziran/l 682'yi gösteriyordu.
Bu sırada ise; Yeniçeri Ağası Bekri Mustafa Paşa'nın dilinde yeniçeriler;
"Padişah bizi neye besler, oturmaktan bıktık, kötürüm olduk! Cenk
isteriz. Sen Gotarda kalan elbiselerimizi varıp düşmandan atalım"
dedikleri görülmeğe başlanmıştı. Yeniçerjlere söylettirdiği düşünülen bu sözler
padişahın kulağına erişdiğinde, 4. Mehmed sulhun terkine izin vermedi.
Sadn-azam, bu vaveylalara padişahın otuziki yaşına gelmiş olmasının ve çeyrek
asırdır tahtda, olmasının getirdiği tecrübe hasebiyle ehemmiyet vermemesi
üzunçarşılı İsmail Hakkı Bey'in TTK'ca yayımlanmış değerli târihinin 3. cilt 1.
kısmında sahife 427'de aynen şöyle bir ifade ile yorumlanmakta:
".veziriazam bu sefer hiyleye başvurdu. Serhad Beylerine ve Valilere
yazarak oralardan, Avusturyalıların taarruzlarına dâir, sahte feryatnâmeler
getirterek padişaha arz etdi. bununla beraber sulhu bozmamakta ısrar eden
padişah] harekete geçirmek için, kürsülerde vaizlere ve hâttâ, padişahın
hocası Vâni Efendiye vaazlar, yaptırdı ve böylece muharebeden çekinen 4.
Mehmed'i kandırıp, hazırlığa başladı." Muhterem okurlarım; merhum
Gzunçarşıh'nın bu hususda verdiği malumat hiçde yabana atılacak tiplerden bir
malumat olmadığı gibi insan tabiatına da mugayir bir hâlden değildir, umumiyetle
bir görevliyi yerine gelmek suretiyle takip eden yenilerin köklü değişiklik
adına hayli güzel ve nâfi yâni faydalıları da ortadan kaldırdığı geçmişte ve
gelecekde şahit olunan hakikatlerdendir. Bu hususda şanlı târihimizde nice
misâller vardır. Hele hele, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa; çocuk yaşından beri
bir evlâdı manevî olarak aralarında büyüdüğü Köprülüler ailesi içinde babası
yerine koyduğu Mehmed Paşa ve onun hayırlı oğlu Fâzıl Ahmed Paşanın başarılı
sadaretlerinde, Osmanlı Devletini izmihlal çukurundan, zirvelere yücelten
neticesinin ardından, bu Köprülüler ailesinin bir damadı makamına erişmişliği
ve Fâzıl Ahmed Paşanın uzun süren sadaretinde kendisine müşavirlik,
serdarlığında kaimma-kamhk yapmış ve vazifelerde gösterdiği muvaffakiyet neticesinde
kaimbiraberinin darı bekaya intikalinden sonra vezareti makamına irtika etmesi Merzifonlu Kara
Mustafa Paşada seleflerinin başarılarına başarı eklemek niyyet ve gayreti
olduğu gibi onları tanzir etmek, onları aşmak arzusu ile yanıp tutuşduğu ileri
sürülse pekde yalan sayılmaz.
Bunu temin içinde başvurduğunu yukarıda İsmail Hakkı merhumun
satırları arasında gördüğümüz hiyleye hak vermemekle birlikte yaptığını iyi
niyete vermekten başka bir şeye de hamledemeyiz. Amma neticede Beçi alamamış
olan Koca Kaanuni'ye sebkat etmesi, ona Viyana fethi ile üstün gelme arzusu
taşımış da olsa nihayet bu devlete bir hizmet düşüncesine dayanmaktadır. Diye
bir mütalaa ile burada beyanda bulunmaya cesaret ettikki belki düşünce
dünyamıza bir fayda sağlarız.
Evet! Şimdi veziriazamın arzu ettiği Avusturya savaşının temini
babında neler yaptığından da bazı çarpıcı vakalar nakile geçelim. Osmanlı
Devlet yönetiminde reisülküttaplığın bu günkü dışişleri bakanlığı mesabesinde
bulunduğunu hatırlatma lüzumunu görmüyoruz ancak sadnazamların bu vazifede
bulunanlara günümüzde olduğu gibi tesiratının da olduğunu hatırlatmadan
geçmeyelim dedik, çünkü veziriazam bu hususda Reisülküttabı İstanbula gelmiş
bulunan elçiyle görüşmek üzere, vazifelendirirken asıl maksadıysa, savaşmak
olduğundan işi yokuşa sürmek için, eski antlaşmayı teceddüt yâni yenilemek
içinde Yanıkkale'nin Osmanlıya terkini, sefer hazırlıklarının masrafının
tazminini istemesini teklif ettirdi. Avusturya elçisi, bunun ne maksada
geldiğini anlama-, yacak kadar aptal olmadığından, reis efendiye: "Benim
imparatorum, bana vakti dolmak üzere olan bir antlaşmanın yenilenmesi için
talimat verdi. Yoksa mal ve memleket ver diye göndermedi. Cevabı verdi. Yine:
Silahtar Fındıklı'lı Meh-med Ağanın târihinde, şöyle bir bilgi görüyoruz:
".İslâm şeriatı üzere boğazına bez bağlayıp aman diyene kılıç olurmu?
Üzerine sefer câizmidir? diye bir vasıta ile Şeyhülislâm Efendiden fetva istedi
ve bu suretle sefer caiz olmadığına dâir fetva aldı ve gösterdi ise de, Kara
Mustafa Paşa aldırış etmedi ve elçiyi göz hapsine aldırdı" der.
Yine 4. Mehmed ve maiyeti kışı geçirmek üzere Edirne'ye
gittiklerinde gerek Avusturya'nın dâimi elçisi gerekse de, özel elçisi
Edirne'de mülâki oldukları padişahın bulunduğu şehirdeki temaslardan bir şey
çıkaramadılar. 1093/aralık
1683'ü gösteriyordu.
Yalnız sunuda asla unutmamak lâzım gelirki dini mübini İslâm
indinde en makbul ibadetlerin başında cihad gelir ve devleti âliye bu hususda
bilhassa hristiyan dünyasına karşı gerek tebliğci olarak gerekse de onların,
islâm dini üzerine garaz ve kinlerine düşmanca saldırılarına, imân dolu göğsünü
siper etmiş nice evlâdını, güzide kahramanlarını feda etmek gibi şahikalar
meydana getirmeye muvaffak olmuştur.
Tabiiki bu tebliğ işi zaman zaman düşman üstüne gitmekle, vakit
vakit de, onların taarruzlarına karşı koymakla ola gelmiştir. İşte harp sanatı,
devlet yönetiminin tecrübe didele ri, mümkün mertebe herçeşit şartı göz önüne
almış olarak meselelere strateji ve taktiksel açıdan yaklaşırlar. Meseleye
yukarıdaki kritiğimiz içinde baktığımız takdirde, aslında Mer-zifonlu Nemçe'yi
yâni Avusturya'yı pek uygun zamanda yakalamıştı.
Çünkü Avusturyayı otuz sene savaşlarının akabinde yakalamış idi.
Belki de, sadrıazamın niyetini çoktan anlamasına rağmen yinede sulh içinde
devam etmeye arzu etmesi, pek sulh severlikten değil, tam tersine savaşmak için
hâli ve ortağı olmamasından kaynaklanıyordu. Sadnazam; tesbitinde isabet etmiş
olabilirdi fakat Avrupayı bu tarz tehditin zaman kaybına vakti yoktur. Çünkü
Viyana Avrupaya açılan mühim bir kapı sayıldığından savunmaya ortak temini
mutlaktı. Nitekim de; kendinden emin olarak yerinde politika üretmeye
uğraşan Osmanlı entelijansıyası farkında olmadan, Papa 11.
İnnosan'ın teşebbüsü ile batı hristiyan dünyasını birliğe doğru itmiş
olduğunun akıbetini hesaba katmaz bir anlayışı sergilediğini söylemekten
kendimizi alamıyoruz.
Daha önce vukubulan Osmanlı Lehistan savaşında, Jan Sobiyeski'nin
feryadına kulak tıkayan Avusturya'ya gücenik Prens Sobiyeski, birliğe katılınca
Papanın etekleri zil çalmaya başladı çünkü gücenik olan bir devletin ve
reisinin maziyi bırakıp ati'ye yâni gelececeğe bakması, İnnosan'ın çalışmalarına
şevk, davetlerine cevabı müsbet verenlerin çoğalmasını sağladığı görüldü.
Halbuki Merzifonlu yıldırım hızıyla Beç'in yâni Viyananın üstüne
düşmeli darbesini vurmalıydı ve böyle yapmayınca da, faturası hayli pahalıya
mâl oldu. 31/mart/1683'de Avusturya Lehistan arasında savunma antlaşması
imzalandı. Şartlar ise; Lehistan, savaşın sonuna kadar Avusturya ile beraber
hareket edecek, vereceği kırkbine yakın askerin komutası Leh kralında olması
şeklinde karara bağlanmıştı. Osmanlı Devleti mağlubiyete duçar edilirse, Bucaş
muahedesi gereği, Osmanlının eline geçmiş bulunan yerlere ilâveten Eflâk ve
Boğdan dahi Lehistana verilecekti.
Viyana Seferi Savaşa Kitlendi
Yeniçeri Ağası Bekri Mustafa Paşa; Edirne'de bulunan Avusturya
elçisini yanma celbederek, görüyorsunuz üzerinize gidiyor ve size son defa
söylüyoruz:Yamkkaleyi teslim edin sulh yenilensin! Dedi. Ancak Avusturya
elçisinin cevabı hayli cesurcaydı ve şunları söyleyerek Bekri Paşayı şaşırttı:
"Kaleyi kılıç ilealabilirsiniz. Buradaki sözle kale verilmez" dedi.
Böylece 22/muharrem/1094-21/ocak/1683'de padişah tuğları çekilerek seferle
vazifeli olanların, Hıdırellezde yâni 6/mayısda Belgrad'da toplaşmaları
hakkında her tarafa fermanı âliyigönderdiler. Bu arada padişahın da, Belgrad'da Kalmak suretiyle hareket
edilirken, sadrıazamın serdarı ek-rem sıfatını hâiz olmak suretiyle ileriye
gitmesi karar altına alındı. 1683'şubatının sonunda Edirne'den hareketle,
3/ma-yıs/1683'de Belgrad'a varıldı. Lehistan Avusturya antlaşması jse 31/martta
imzalanmıştı. Sadrıazamın komutasındaki ordu, o güne kadar tanzim edilen,
asker mevcudu olarak en kalabalığıydı. Kapıkulu Yayaları denilmiş olan yeniçeri,
cebeci ve topçuların yekünü altmışbini buluyordu. Onbeşbin, kapıkulu
süvarileri diye bilinen Atlı Bölük gurubunun sayışıydı. Kırım Hanı'nın kuvveti
ellibin ve Orta Macaristan Kralının yirmibin kişilik kuvveti hazırdı. Bunlara
ilâveten de, üçbin Mısır askeri, beşyüz kişide Şam askerinin yanında bulunuyor,
Erdel, Buğdan ve Eflâk voyvodalarının onarbinden, yekûn otuzbin askerini de
topladığında yüzyetmişsekizbinbeşyüzü (178. 500) buluyordu. Ordunun savaşan
gücünün miktarı üçyüzellibin olunca, bütün sayı beşyüzbini aşmaktaydı. Silahtar
Târihi seferde ellibin de araba bulunduğunu ifade eder. Sultan 4. Mehmed'in
sadrıazamına tenbihi Yanıkkaleyi almanız ondan sonra hâl ne gösterir bilinmez
fakat arkada düşman komayı hiçbir zaman önemsiz sanmayın şeklindeydi. Beri
yandan Reisülküttap Mustafa Efendi ise hakikaten muazzam orduyu müşahede
edince, sadrıazarna, bu kadar güçlü ve kalabalık bir ordu ile insan heryeri
ele geçirir diyerek Merzifonlu'daki enaniyeti haylice okşadığının belki
farkında bile değildi. Hedef olarak Beç yâni Viyana Şehrini almasını
göstermişti. Gerek reis efendinin gerekse Merzifonî'nin ta-savvuratı, aynı
karar noktasında tetabuk edince, Yanıkkale es geçildi. Bu arada da Yanıkkale
adının monografisini de anlatmak suretiyle bir de bu eserde mühim sayılan rolü
yanında macerası da bilinsin! Yanıkkale'nin asıl ismi Macarca da Gyoer,
Almanca'da ise Raab olup, Macarcadan bozma olarak da Gülvar'dır. Cihannümâ
târihinin andığı isim ise aynı olup bunda da Gülvar olarak yazılmıştır.
Kaanuni Viyana üstüne giderken buranın ahalisi hem itaat göstermiş
hem de saygı göstermişti. Dönüşde ise Viyana'yi alamayan padişahın geçişine bu
sefer bigâne kaldığı gibi adetâ, uzaktan geç mânasına gelecek tarzda alarga
topu denen atışa başvurulması Süleyman Kaanuni'yi kızdırmış ve yakın dediği
kale yakıldığından, adı da böylece Yanıkkale olarak kalmıştır.
Sefer Müşaveresi
Buna savaş müzakeresi de dendiği olur. Sadnazam; Kırım Hânı, hudud
boylarını yiğit ve tecrübeli savaşçıları bulunduğu gibi aksilik Budin
Beylerbeyi gelememişti. Sadnazam sözü şu ifadeyle açtı: "gerçi maksadımız
Yanıkkale ile Komaran Kalesidir. Allanın inayetiyle alınması kabildir. Ancak
aldığımız bir kaleyi almak olur. Bize yaraşan memleket almaktır ve bu yüzden
hedefi Beç olarak nişanladım. Ne dersiniz? Sorusunu sorduğunda daha önce
anlaşmış olduğu Sarı Hüseyin Paşaya bakarak ağzın bağlımı? Neye söz
söylemezsin?" Demesi üzerine, Hüseyin Paşa:
Siz emredersiniz! Biz yerine getiririz! Dediğinde, Kırım Hânını
konuşmak mecburiyeti sardı. Verilen kararın doğru sayılmayacağını beyan eden
Murad Giray şöyle konuştu: Bu yıl Yanık ve Komaran Kaleleri alınır. Etrafa
akınlar yapılır, hem arazi biraz daha tanınır, hem de korkutulan ahali bize
yardıma döner. Demek suretiyle düşüncesini söyledi amma, o günden itibaren
sadrıazamın adavetini üzerine çekti. Belki de bunun farkındaydı. Ancak söylenen
tedbir hem padişahın talimatına uygun hem de, savaşın icabatından idi. Serdar
Budin valisi üzün ibrahim Paşa ile müşavereyi en sona bırakmıştı.
Yüzyüze geldiklerinde Merzifonlu; "Paşa Baba: Beç'e gideceğiz
ne dersin?" Sorusunu sorduğunda yaşlı vezir "Zerini, [Sadasdı,
Battanioğulları gibi Avusturya imparatoruna bağlı kimselerin, Macar Beylerinin
toprakları alınıp Yanıkkale ve Komaran'ın zaptını sağlam kazığa bağladıktan
sonra varalım Beç'in üzerine yoksa saydıklarım yapılmadan Viyana gidişi doğru
değildir, şaştım duyunca" dediğinde serdar; Viyanayı alınca her iş kolay
olur herkes işe razı gelir, dedi. Karşılıklı fikir teatisi sonunda sadnazam
yapacağını yapıp, diyeceğini dedi! O da şu idi: "Sen bunamışsin! Bir
adamın yaşı seksenini geçince idraki kalmayacağına dâir rivayetler doğruymuş!
Akıncılar akın yapıp bir tarafı feryada boğarken, bizede kale almak düşer. Sen
memur olduğun işi yap. Yanık, Kamoran kaleleri bize helva gelmez. Alsak; askere
zeamet ve time; verilerek hazineye faydası olmaz! Fakat Beç'i alırsak bu kaleler
hemen teslim olur. Dedikten sonra Viyanaya gidişine kim mâni olmak isterse
öldüreceğini ilân etti. -
Zaten çok geçmedi ki, sadnazam, padişah'a durumu bildirecek bir
telhis yazdı ve İsmail Ağa ile birlikte olanı yazdı. Sadaret kaymakamı Kara
İbrahim Paşa, İsmail Ağayı huzuru şahaneye çıkardı. Arizayı verdikten sonra da
şifahen kendine tenbih edilenleri padişaha söyleyince, 4. Mehmed de, bizim
bildiğimiz Yanıkkaleydi Komaran Kalesiydi Beç Kalesini hiç söze getirmemiş
idik. Paşa acaib bir saygısızlık yapmak sureti ile bu sevdaya düşmüş. Hadi
Allah işini rast getire lâkin önceden bildereydi, rıza göstermezdim, dedikten
sonra biraz muzdarib emri vâkii istemeyerek kabul etmişti! Öte yandan Papa yine
ortaya çıkmış, bir haçlı ordusu tezekküre gayret ediyordu. Avusturya imparatoru
başşehiri terkedip kaçarken ikibuçuk günlük bir mesafede olan Lenz Kasabasına
sığınarak, Viyana savunmasını da Von Starhanberg'e bırakmıştı. Fransa Kralı
14. Lui'yi yardım etmeye apaçık davet eden Papa kralın ayak sürüdüğünü
görüyordu, fakat kendisine bir şeyde yapmaya cesareti yoktu.
Çünkü; daha evvel Fransa, Venedik ve Kandiye işlerinde Osmanlıya
karşı yardımı vermesi, bu ülkenin doğu topraklarında nice menfaatleri zarar
görmüştü. Onun için Fransa bu işe karışmak istemezken, Papa da, bir açık itiraz
kendisinin otoritesini sarsacağından dolayı nezaketi elden bırakmama yolunu
tercih ediyordu. 14/temmuz/1683'de Viyana önlerine gelebilen Osmanlı Ordusu,
karşısındaki bir kızıl elma gibi durmakta olan Viyana'yı görmüşlere bir şey
diyemeyeceğiz fakat düşünenlere yardımcı olmak üzere şu tarifi yapmaktan da
kendimizi alamıyoruz. Viyana şehri tamamen surlarla çevrili Kara Mustafa
Paşanın muhasarası zamanında, Tuna Nehrinin gövdesinden ayrılarak bir kanal
meydana gelen yerin kenarındaydı.
Tuna Nehriyle kanal arası çevresi dört saatte kat edilen bir ada
idi. Bu yer savaş başlamadan evvel her zaman olduğu gibi Kur'an emri olan teslim
olmayı teklif etmek suretiyle kitabı kelâmın arzusunu yerine getirmiş
oluyordu. Ama cevabı red de hemen geliverdi.
Osmanlı Ordusu Silahları
Viyana'nın muhasarasına girişildiği zaman, Osmanlı Ordusunda bulunan
topların üç okkadan, dokuz okkaya kadar gülle atan toplar vardıki bunlara
Kolonborna top ve bir miktar humbara havanı ve yüzyirmi adet kadar Zarbezen
bulunmaktaydı. Düşmanın ise otuz tane kadar dörder okka gülle atan, yüzotuz
adet balyemez ve bir miktarda kolonborna toplan vardı. Bu silah nakışlığını
savaşın uzamasına sebeb faktör saymak gerekir. Ancak etraftaki bütün palanga ve
kaleler alınıyor, fakat Viyana Kalesi dayanıp bir tarafı kanal olan Viyana
batı cihetinden sarılmış orta kolun arasında serdarı ekrem bulunmaktaydı,
Tunayla Kanal arasındaki ada kuşatmadan bir müddet sonra Tuna'dan yüzerek
geçilebil-mek suretiyle alınmış ve muhasara yalnız kaleye yönelik olmuştu.
Erdel kralı Apafi Mihal, sadnazamın yanına geldiğinde Merzifonlu
çok tatlı bir şekilde misafir etti. Hoşbeşten sonra sadrıazam Paşa, Erdel Kralı
Apafi Mihal'e şu soruyu tevcih etti: Sana izin, yaptığımız işi beğendinmi yok
beğenmedinse sebebini söylede anlayalım dediğinde, Apafi lâfı eğip bükmeden o
da bir soru ile mukabele etdi: Sofraya pilav konsa, ortadanmı yemeğe başlarsın
yoksa kenarındanmı? Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tabiiki kenarından. Cevabını
verince o zaman karşısındaki konuşmaya başladı: Cephane ve saysca kalabalığına
ve silahlarınıza diyecek bir şey yok bütün avru-pa birleşsede ne böyle birgüç
ne böyle intizam ortaya çıkaramaz. Fakat Beç Kalesi sarpça bir kaledir. Keşke
önce Ya-nıkkale'yi alıp, buralara oradan kışı hep durmadan tacizlerle
geçireydiniz ve topraklarının, bir bölümünü işgal etseydiniz belki imparator korkuya
düşer aman'a getirirdiniz! Kış gelince büyük sıkıntı çekersiniz buna bağlı
olarak Budin'e gidiniz ve kışı orada geçiriniz. Şeklinde İfadede bulununca
veziriazam da: Sen; Nemçe'den korkarsın! Yanıkkale altında zevkine bak
diyerek, Apafi Mihal'i Yanıkkale'ye yolladı.
Bütün bunlara zamimeten Veziriazam, Yanıkkale'den Viya-na üstüne
yürürken, Eğri Beylerbeyi Abaza Kör Hüseyin Paşa altı bin askerle Tökeli İmre
ile buluşup Macaristan'ın Kuzey bölümlerine saldırmalarını tenbih etmişlerdi.
Ancak bu beraberliği teşkil edenler etraftaki kale ve palangaları onbe-şonaltı
bin askerle sıkiştırmışlarsa da müdafiiler, Beç kimin olursa bizimde ondan
olmamız iktiza eder, demek suretiyle haylice de umulmaz bir mukavemete hazır
olduklarını ortaya koymuş oldular. Ayrıca biz size tâbi olsak ve siz Beç'i
ala-mazsanız imparatorun bizi kırarken sizin haberiniz bile olmaz cevabını
verdiler. Gerek TÖkeli gerekse Hüseyin Paşa, bu mütalaalara bir şey deyemediler
ve oradan geçip gittiler. Oradan Pojon üzerine inmeye koyuldular. Bu sırada
Tökeli-nin gönderdiği öncüler düşmanın otuzbin civarında bir kuvvetle, Pojon
altında mevzilendiklerini bildirdi. Tökeli İmre; bu gücün kendilerinin iki
misli olduğu idraki içinde olarak bunlara saldırmanın akıl işi olmadığını
beyan etdi. Kör Hüseyin Paşa olsun, gerekse itimat ettiği ünsahibi ihtiyar
silah arkadaşları: "Biz ne düşman kuvvetlerini, ne de kaleyi gördük.
Veziriazam bizim padişahımızın vekilidir. Siz kaleyi ve düşmanı görmeden nasıl
döndünüz derse ne cevap veririz." Dedikten sonra düşman üzerine doğru yol
aldılar.
Tökeli'nin sıkıntısı, karşısındaki düşmanla kendi askeri
umumiyyetle aynı din ve ırkı paylaşıyordu. Pojon önlerinde kendilerini bekleyen
sayısı da otuz binden hayli fazla adetâ kırk, aşmıştı. Tökeli düşman üzerine giden
ve yanında altıbin kişiyi bulunduran Hüseyin Paşaya haber yolladı. Ben bunların
üzerine gidersem askerim onlara iltihak eder, Bu kadar çok askerle savaşmaz
dönerdim kumandan ben olsaydım demekteydi. Hüseyin Paşa Magravoğlu Gürcü Mehmed
Paşayı ardçı yaparak geri döndü ve kenardan sıkıştırılmasına rağmen tecrübeli
bir komutan olan Kör Hüseyin Paşa çekilişi tamamlayabildi.
Sadrıazama yolladığı bir haberde onbin Tatar ve bir o kadar,
Osmanlı askeri göndermesini tâleb etdi. Eğer Hüseyin Paşa yenildiği takdirde
kendisinin bir kıymeti olmadığını ancak beni aştıktan sonra ordugâhınıza
yürüyüşe geçeceklerdir ve bilhassa, Bucaş Bozgununu bir türlü unutamayan Lehistan
Kralı Jan Sobiyeski'nin atlı ve yaya otuzbeşbin kişilik bir kuvvetle Viyana'ya
yardım niyetiyle yolada çıkmış olduğunu haber verdi. Sadrıazam bu ciddi
uyanlara fazla kulak asmayıp, üç, beş bin Lehliyi, beşonbin Avusturyalıyı gözde
büyütecek ne var! Viyana'ya kadar gel oradan Tunayı geç ve ordugâha gel
emrini göndermekle birlikte, Tatar han'ına da on-bin süvarisini Hüseyin Paşa
için yardıma göndermesini iste-eli. Ne varki; etrafdan aldıkları ganimetlerle
kendilerini taşıyamayacak hale gelmiş tatar süvarilerinin bu emrin yerine
getirilmesinde ancak üçyüz (300) kişisi yer aldı. Viyana önlerinde düşmanın
saldırısına maruz kalan Kör Abaza Hüseyin Paşa burada muharebeyi kabul etdi.
Yapılanın hesabada gelir tarafı yoktu. Avusturya askeri seksenbine yakın
mevcuduyla, üçyüz tatarında dahil olduğu yedi bin kişiyi bulmayan os-manlı
birlikleriyle çatışmaya girdi. Çok geçmedi ki Kırım'ın askeri zaten azdı ve
kaçtı. Hüseyin Paşa Moravya Suyuna çekilebildiyse de, çarpışma esnasında aldığı
yaralar hayli fazla olup, çok kan zayi etti. Köprü üzerinden geçerken suya
yuvarlandı ve yetişilene kadar suya gark oldu böylece vefat etdi.
Böylece veziriazam kıymetli bir komutanını kaybetmiş oluyordu. Öte
yandan Viyana önünde muhasara sürdüren Osmanlı askeri geçen iki ayın sonunda
durumdan sıkılmış, sadrıazamın şehri ve ka.çyi hücumdan ziyade teslim olma yolu
ile fethetme arzusunuaynı zamanda, yağma ve garete müsaade etmemek tarzında ele
aldıklarından haylice de kızgındılar, hele tatarlar burnundan solumaktaydılar.
Bir taraf-tanda erzak ve hayvanların yemi meselesi önemli bir hâle gelmeğede
başladı. Ayrıca Osmanlı Ordusu bulunduğu yerlerde, menzil teşkilatları
sayesinde iaşe ve ibate meselesini hallederken düşman topraklarında bu lojistik
husus istenildiği gibi ikmal edilemediğinden düşman topraklarında kalınması,
zaruri ihtiyaçları karşılamada hayli güç bir hâle geliyordu. Meselâ bu
kimindi1- deyip de her hangi bir ürüne el koymayıp, peşin para vermek düstûru
milletimizin vazgeçe-
meyeceği bir yaşayış tarzı olduğundan, civardaki satıcılarda
fiyatları yükseltmek suretiyle, ihtiyaçların karşılanmasında zorluklar çıkarma
işinde belki de, sinsi sinsi vazife alarak topraklarını bizim askerimizin eline
geçmesin diye korumaktaydı. Di! dedikleri; esir alma faaliyetleri içinde olan
çalışmalarda ele geçen bazıları, Lehistan askerinin otuzbeşbin kişilik bir
kuvvetle muhasara dış alanına yürürken yine Avusturya, Saksonya Bavyera ve
Frankonya beldeleri askeri ceman yüzyirmibin kişiiik mevcuduyla muhasara dış
hattında buluşup, Osmanlı muhasara kuvvetlerini kuşatarak, ani bir hücumla
imha muharebesi yapacaklarını dillendirmişlerdİ. Bu arada da hemen belirtelim
ki; bahse konu savaştada bilfiil bulunmuş olan, Defterdar Sarı Mehmed Paşa
değerli eseri Zübdet'ül Vekaayide; yaya ve süvari olarak yirmidörtbin Leh,
otuzbeşbin Alman ve kırkbin Avusturyalı ve bazı kavimlerden vede milletlerden
mürekkep düşman kuvvetinin, yüzbin kişiden ziyade olduğunu beyan ettiğinide
hemen ilâve ede-
Bu haberin alınmasını müteakip, sadnazam Budin Valisi üzün İbrahim
Paşanın yerine, Silistre Valisi Mustafa Paşayı bırakarak, acele orduya iltihak
etmesi hakkında emir gönderdi. Ramazanın onbeşinde, bu gelme işini tamamlayan
İbrahim Paşa, ordu yakınında karargâhını kurdu. Serdarı Ekrem Merzifonlu Kara
Mustafa Paşa; Kör Hüseyin Paşanın şe-hadet haberinden sonra, işin varacağı
zorluğu hissetmeğe başladı. Tabiiki hep Osmanlı ordusunun durumunu gözetlemek
yerine Viyana müdafiileri cephesinde neler olmakta, önada bir göz atmalıyız.
Bilhassa Osmanlı kuvvetleri 26/ağustos da, yaptığı kuvvetli bir
saldırıda haylice tabyaları çökekti ve haylide düşman askerini öldürmüşlerdi.
Bu arada da Viyana şehrinde er-zak'ın haceti gideremeyecek seviyeye düştüğü
haber verilirken hastalıklarında kendini yavaş yavaş göstermeye başladığı
öğrenilmekteydi. Kale savunmasının komutamda her mevzuda taleplerini
arttırmaktaydı ki bu hâl onun mukavemetinin tükenmekte olduğunu gösteriyordu.
İşte bu talepler sonunda neticeverdi. Biz; bunu anlatan satırları Defterdar Sarı
Mehmed Paşanın Zübde't ül Vekaiyat, yâni olayların özü diyebileceğimiz eserinin
sahifelerinden okuyalım: <..Sözün kısası, akıbeti kötü Avusturya kralı,
korkusundan sair hristi-yan devletlerinin krallarına, elçiler gönderip batıl
dinlerinin korunması içinde her tarafdan yardım istemiştir. Bu dünyada
sığınakları cehennem olan Roma Papalarının azdirmasiyla küfür bir tek millettir
sözünede mutabık olarak çeşitli milletlerin ittihadından teşekkül eden, küffar
ordusuna ilk koşan Leh kralı olmuştu ki, daha Önce zorla bin can ile İstanbul'a
müracaat ederek antlaşma imzalamıştı. Yani sureten dost olmuştu. Fakat
padişahın gayretiyle daha evvel elinden alman Kamaniçe Kalesi, Podolya ve
Ukrayna vifayetlerinin zaptı hususu, pislikle dolu olan yüreğinde, yerleşip ve
içine dert olup daima fırsat gözettiğinden Osmanlı Devleti ile olan barışı
bozmuştu.
Gücü yettiği kadar topladığı askerlerle Avusturya askerinin
imdadına koşmuş, öteki kâfirlerin dahi, kimi de mal ile kimi asker ile yardıma
geldiği haberi herkesin malumu olmuştur. Karşı konuşması için meşveret
yapılmış, bütün si-perlerdeki askerleri dışarı çıkarmak ve toplan çekmek ve
oraya yakın ve muharebe edilmeye uygun bir yerde toplamak ve küffar askeri
gelinceye kadarda bu şekilde mukabelede bulunmak üzere kara verilmiştir. Fakat
serasker, herkesin ittifak ettiği bu görüşü beğenmeyip, hiç kimsenin sözünü
dinlememiş ve hemen asker'in bir miktarını muhasara altında bulunan kaledeki
düşmanlar ile çarpışmak üzere balyemez toplarla siperlerde alıkoymuştur. Ancak
alay toplarıyla, öteki askerleri savaş tertibi üzere diğer askerleri karşılamak
için siperlerden dışarı çıkarmıştır, düşman ordusu Viyanadan, oniki saat uzakda
bulunan taşköprüye gelinceye, Avusturya kralı orada kalmış ve rütbesi
itibarıyla Leh Kralı bütün kefere üzerine başkumandan olmuştur. Atlı ve Piyade
yirmi-bin Leh askeri toplam, yüzbinden fazla alçak ve rezil ramazan ayının
yirminci, 12/eylül/pazar günkİ kale muhasarasının altmışıncı tepede piyadesini
görünce, atlısını ardına almış ve bir kaç yerden kısım kısım yürümüşlerdir. Her
iki tarafdan, bir iki saat kadar süren muharebeden sonra askerin çoğu savaştan
kaçmış ve böylece de, ordunun nizamı bozulup daha sonra serdar da çadırına
dönünce müşrikler kaleye girmeğe yol bulmuşlardır. İslâm askerleri de bu hâli
görünce toptan oradan kalkıp Yanıkkale önüne gelmişlerdir. "Defterdar
Mehmed Paşanın, bu özet fakat pek tatmin edici olmayan malumattan sonra bizde,
bir miktar daha dünya târihinde hayli tesiri olan bu savaşın tafsilatına biraz
daha sayfalarımızda yer verelim ki, mektep târihlerinin perde arkası olaylara
önem vermemesi hasebiyle, olayların esrarını muhafaza ettiği, milletçe
bilinmediği dolaysıyla da, târihden gerektiği kadar istifade etmesi böylece
muhal olmaktadır.
İşte buna bağlı olarak çalışmamız gibi diğer kitaplarında bu
hususları ihtiva etmesi nesillerimizin bu bilgilerle mücehhez olması büyük
milletimize hizmet etme şansı bakımından, bir çerağ olarak istikbali
aydınlatmaya fayda sağlayacaktır.
Düşman Taarruzu
Başkumandan Jan Sobiyeski komutasında, yüzbin kişiden İl fazla haçlı ordusu, bir koluda Dük dö
Loren komutasında Tuna Nehrini Şimalden yâni kuzeyden gelerek Kalenburg Dağındaki
mukavemetimizi kırarak işgale muvaffak oldular.
Serdarı Ekrem düşman kuvvetlerine karşı altıbin askerle,
pzirlerden Kara Mehmed Paşayı gönderirken üzün İbrahim Pasa yanınc*a bulunan yirmibinden
fazla askeriyle, Kanburg Geçidini tutması emrini vermişti. Kırım han'ı
tarafın-, düşman kuvvetlerinin Tuna Nehrini aştıktan sonra yapılma sı lâzım
gelen iş, ordunun arkasının çevrilerek, emniyetsizliğe duçar edilmesi idi.
Ancak; Kırım han'ı bu işlevini yerine getirmedi. İşte biz burada, kendi
mülahazamız yerine, muteber târih kitaplarından sayılan ve buna hak kazanmış
olan üzunçarşılı Târihinde; 3. cilt, 1. kısımda sahife 451'den bir dip not
yazısını aktaralım gerekirse bizde bunu tahlile çalışırız: "Veziriazamın,
Murad Giraya evvelce teveccühü vardı; fakat serdarı ekremin arzusu hilafına
Viyana muhasarasını muvafık bulmaması ve Yanıkkale ve Komaronun alınmalarını,
tavsiye etmesi üzerine gözden düştü ve veziriazama karşı ihtiyatlı hareket etmeğe
başladı. Murad Giray maiyyetini, Selim Giray gibi zaptu raptdan âcizdi,
kuvvetleri üzerinde otoritesi olmadığı görülüyordu. Düşmanın Tunayı geçmesine
mâni olmak için tâyin edildiği İskender Köprüsünü muhafaza edememiş ve
yüksekçe bir yerden elini böğrüne koymuş olduğu halde, at üzerinde düşmanın
geçişini seyrediyordu. Bu hâl üzerine kendi imamı yanına giderek: <Hân'ım;
şu bölük bölük geçen kâfirleri kırdırsanız gerisi kesilmezmiydi?> demesi
üzerine, hân: <Behey efendi sen bu Osmanlının bize ettiği çevri bilmezsin;
ancak bizi bir hâle kodular ki yanlarında trlak ve Buğdan keferesi kadar
rağbetimiz kalmadı, bu düşmanın hareket ve cemiyetini, kaç defadır yazıp
bildirdim, uŞman çok, mukavemet mümkün değil, askeri metristen vKaralım, iktiza
ederse saf cengi edelim ve illâ selamet yere elim dedim, inadından dönmeyip söz
geçiremedim, tekdir u cevapları ve gönderdiği mektuplarında, kokmuş beygir varıcaya kadar yazmış.
İr.'şallahüteâla bu düşmanın defi yanımda iş değildi ve bili-rimki
dinimize de düşmez bir ihanettir. Lâkin gayret beni ko-madi, anlarda görsün
kendilerin kaç akçelik adam imiş, Tatar kadrin bilsinler!> diyerek atını
depip kuvvetlerini alarak ordugâha geldi ve sadnazamın çadırına inip vaki hâli
söyledi vede düşmanın yürüyüşüne göre Pazar günü mukabil olacaklarını (yâni
karşılaşacaklarını) beyan etti. 17/rama-zan/1094-10/eylül/1683 Sevgili
okurlarım görüyorsunuz! İnsanoğlu ne çok yanlışların zebunu oluyor.. Meselâ
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, veziriazamı olduğu devletin tarihindeki, 1. Ahmed
döneminde eğer Osmanlı hanedanında erkek üye kalmadığında, Kırım Hân'larının
tahta kuud (oturacağını) edeceğini Yavuz Sultan Selim'in, bir antlaşma ile
Kırım hânı olan Kaimpederine vaad ettiği söylenmektedirki buna uygun olarak bir
av partisinde, Sultan Ahmed'in önünü kesmeye cüret eden, ancak emellerine
muvvaffak olunamaması™ bilmesi gerekir ve buna rağmen Kırım hânlanyla
padişahların iyi geçinmesinin hikmetini araştırması icâb eder ve Kırım hân'ını
öyle etüd etmeliydi ki onun şikâyetçi olacağı hususları ifade etmez, böyle bir
ihanete yol açan sözleri ne söyler nede yazardı! Kırım hânına; gelince onun
saldırmayı kısıtlı tuttuğu düşman ordusu, kendi lehlerine ve müslümanların
aleyhine bir başarıya imza attılar. Bu ihaneti itiraf eden Mu-rad Giray kendi diliylede
akıbetinin iyi olmayacağını, dini is-lamın vatan hainlerini sevmediğini bile
bile bu İşi irtikâbı az cehaletmidir? Ne var bu hân'ın selefleri zaman zaman bu
ihanetleri işleyerek sonunda Rusya Çariçesinin yerine getirmeyeceği
vaadlerinin meclubu olmak suretiyle umdukları bağımsız Kırım Hanlığı yerine
koskoca bir esaretin kuyusuna düştüler. Murad Giray; İslâmi müesseselerin
başında gelen müşavere hususunda, hocası kimse yanlışça bilgilendirmiş olmalı
ki, söylediklerini tutmayan veziriazamı hem de gizlice boykot ederek,
mağlubiyete duçar etmekte büyük hisse sahibidir ve mert Tatar Milletinin
efsanevi murabıtlığına kara bir leke sürmüştür. Aslında islâmi hayatta
insanların fikirleri sorulduğunda, tam bir istiklâliyet içinde düşüncelerini
beyan ederler fakat çıkan karar onların ileri sürdükleri fikrin tam tersi olsa
dahi, Hz. Kur'anın sizden olan emirlere uyunuz tav-siyei şahanesine muvazi
hareket edip, bu yolda şehadeti dahi göze almayı gerektirir.
Çarpışma Vükü Bülüyor
Osmanlı serdar'ının yanma bir atlı, çatlatırcasına sürdüğü atından
atlıyarak hemen huzura koştu. Bekletmeden veziriazamın çadırına alındı ve
biraz nefeslenmesini serdarın kendisini hemen kabul edeceğini söylediğinde o
yerinde durami-yordu. Getirdiği haber mühimdi, namaz gibi nasıl vakti giren
namazı insan hemen kılmaz ve o arada emri hak vâki olursa o namazın borcu ile
ahiret yolculuğu başlarsa, işte bu haberi vermeden ölürse orduyu islâmiyeyi
tehlikeye atmış olur endişesi içinde sabırsızlıkla geçen dakikaları beklemeğe
başladı! Haydi huzura gir! Dendiğinde, "üzün İbrahim Paşadan hayırlar ve
müddeti ömrünüz uzun olsun duaları ile birlikte düşmandan haber getirdim.
Çatala benzer ayrı iki yoldan düşman ordusu yaklaşmaktadır ve bizle aralarında
üç saatlik bir mesafe kalmıştır" dedikten sonra, el bağlayıp kenara
çekildi. Sadrıazam ve serdarı ekrem unvanı ile orduyu hümayun komutanlığı
etmekte olan, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Uzunca İbrahim Paşaya pek kızgın
olduğundan gelmiş bulunan haberci yiğide berhudar olasın dedikten sonra vaktin
geldiğini savaşın başlaması tedbirlerinin sonuncusunun talimatını vermeye
başladı.
Viyana şehrinde muhasaraya maruz kalmış bulunan Viya-nalılar,
Kalenburg burçlarında halâskârlarlan askeri birlikleri gelince öyle bir sevinç
gösterileri yapmaya başladılarki, bunu gören gerçekten kurtulduklarında ne
yapacaklardır diye merak etmekten kendini alamazdı. Düşman; bol cephane ve
hayli sayıda toplarıyla, yağmur gibi daneler göndermekteydi. Tüfenk kurşunları
ise son derece mebzuliyette olduğundan şakır şakır ateşleniyordu. İki ayı geçen
kuşatmanın yorduğu Osmanlı askeri, kumandan İle maiyeti arasında aşikâr olan
anlaşmazlıkların faturasını ödemeye başladıydı ve bu ödeme kan ve can pahasına
yapılmaktaydı.
Osmanlı ordusu sağ cenahında Budin Beylerbeyi üzün İbrahim Paşa,
saldırıya tahammülü kalmamış askerleriyle bozguna yüz tutarken, sol kolda
yeralmış bulunan Sarı Hüseyin Paşa uzun süre dayanmağa muvaffakiyet
gösterirken, elindeki kuvvetleri dağılmış olan Kırım hân'ı kuvvetlerinden muavenet
göremediğinden onun tarafı da dağılmaya yüz tuttu. Merkezin cenahlarla yâni sağ
ve sol tarafındaki mesafe açılınca bu boşluğu düşman kuvvetleri doldurmaya
başladı ki, bu savaşın en mühim bir anı idi!
Eğer dağılmış sağ ve de sol cenahlar dışarı doğru dağılacaklarına
içe yâni merkeze kayarak derli toplu bir hareket takip etselerdi, merkez pek
kuvvet kazanacak boşluklara girmiş düşman askeri, adeta bir çarkın dişlileri
arasında ezilip, öğütülmüş olacaklardı. Ne var ki; dağılma dışa doğru olduğundan
iç tarafda boşluk daha fazla büyüyor ve sadrıazamın ortada bulunduğu hedef
adeta düşman askeriyle, ancak mukayese kabul etmez bir sayı farkıyla düşman
lehine inkişaf etmekteydi.
Lehistan Kralı saldırıda bizzat bulunmaktaydı ve sadn-azam Paşa
burada cesaretini ve metanetini ortaya koyarken nice parmaklar ısırttı. Altı
saat burada yiğitleriyle omuz omuza kılıç salladı. Cenah diye bir şey kalmamış
ortada görünen, sadece bir merkez ve dere gibi bu merkeze akmakta olan insan
seliydi. Sadnazam vuruşa vuruşa çekildi ve ordugâhına geldi.
Metris de kuşatma faaliyeti devam edenlerin otuzbinini derhal
savaşa çekti. Düşman askeri hemen peşlerinden ordugâha dalmışlar, kılıç
şakırtıları, silah sesleri aynı Haço-va'da olduğu gibi burda da yaşanmaktaydı.
Sadnazam Paşa savaşın gidişatına dâir kestirdiği karar kendini düşman üzerine
atmak ve şehadet şerbeti içmekle, dünyevi hesabı kapatmaktı. Peşinden
vuruşmaya devama başladığında Sipahiler Ağası Osman Ağa; <Efendimiz! kerem
eyle iş işden geçti size şahadet yakışır da, ancak sizin varlığınız askerin
ruhudur! Eğer siz yok olursanız herkes kırılır, ne olur buyrun gidelim dedikten sonra Sancakı Şerifi alıpda, otağın
arka kapısından Yanikkale istikametine uzaklaştığı görüldü.
Serdarı Ekrem'in geride bıraktığı eşyayı zâtiyesi, ordu hazinesi,
ordugâhın onbeşbin çadırı üçyüz top ve nice malla birlikte, Köprülüler devriydi
de. . Şimdi savaşın sonunun Târihi Osmanî Encümeni'nin 3. sene sahife 1007'den
şu nakli özetleyerek alalım: "Müellifi bu harpte bulunmuş olan Mi-yar'üd
Düvel adlı yazma eser kabahati üzün İbrahim Paşaya yükleterek şöyle diyor:
<Budin Valisi İbrahim Paşa serdarın işi ileri götürdüğünü istemeyenlerin
başında idi. Önce, Yanık-kaleT altında köprülerin muhafazasına tâyin olunmuştu.
Orduyu hümayuna gelip, müşavere ettiklerinde ibrahim Paşa nice illet ve
özürler yâni sebeb ve mahzurlar söyleyip, kâfir çoktur uygun olan, Metristen
askeri ve topları çıkarıp dönmektir. Dedi.
Serdar ise; altmış gündür bu kaleyi muhasara etmekteyiz. Askerin
yaralısı ve şehidi vardır. Her bir ocağın şehidieriyie etraf kabristana döndü.
Bu kadar çok mal ve para harcandı. İş ele geçmek üzereyken dönersek padişaha ne
cevap veririz dediğini beyan eder ve serdarın sözlerini şöyle bitirdiğini
ifade eder: <Kara Mehmed Paşa vesair Paşalar da, tabur ile harpediyorlar
diye ibrahim Paşaya, padişah seni tabur üzerine serdar tâyin etdi dedi ve
Kırım hânı'nıda düşman taburlarını karşılamağa yolladı>.."
Aziz okurlarım yine bu Viyana savaşının arka plânına dâir o
savaşda yer almış bulunan Bursalı Hasan Esirî Mİyarüd Düvel adlı el yazması
eserinden şöyle bir ifadesiyle sahifemi-zi süsleyelim ve ondan sonra bu
ifadeler ışığı altında 319 sene sonra da olsa bir de biz tahlil etmeye
çalışalım: Esirî demekteki; "dahi akşam oldu ve akıbet yâni sonunda Amca
Hasan Ağa (Köprülü Mehmed Paşanın kardeşi) serdarı ekre-me buyur gidelim dedi.
Sancağı Şerifi ve asakiri islâmı, selamete çıkarmağa sây eyle yâni çalış,
şimdengeru iş işden geçti! îyazenbillah şimdiyse Sancağı Şerifi düşmana
aldırısında kıyamete kadar siperi lanet oluruz! Dediğin de; Veziriazam
ağlayarak oturduğu iskemle üzerine çıkıp, bir koltuğuna Amca Hasan Ağa ile bir
koltuğuna Cebecibaşı Siyavuş Ağa girip ve bile olan cümle topian ve de
cephaneyi bırakıp orduyu hümayuna avdet olundu" demektedir.
Bizim Tahlilimiz!
Viyana muhasarasının 2. si bildiğiniz gibi Osmanlı Devletine bir
gün dönümü yaşatmıştır. Yukarıdaki satırlarda Yanık-kale ve Komaron kalelerinin
alınmasını iradei padişahi çıktığını, Viyana'yı muhasara ve zapt teşebbüsü
Merzifoniu Kara Mustafa Paşaya reisülküttap Mustafa Efendi tarafından ilka
olunmuştur. Bu hususdaki muhavereyi geçmiş satırlarımızda okumuştunuz.
Tabii reîsülküttap efendi bu tavsiyeyi ve bu ilkaati yaparken
büyük bir işin başarılmasını samimiyetle arzu etmekten başka bir hususu dile
getirmemiştir. Sadrıazam ise bu ilka-ata, Kaanuni'nin yapmaya muvaffak
olamadığını, gerçek kılma arzusu ile kabullenip giriştiği de bir vakıadır.
Ancak büyük işlerinde haylicene etüd istediği, ilim ve irfan sahiplerince
malumdur. Sultan Fâtih'in İstanbul'u fetih çalışmaları sırasında, attığı
güllelerin Cibali Baba adlı bir meczub tarafından; "gavurcukfanma zarar
irişmesin" denilerek yine takdiri tecelli içinde tesirsiz hâle gelmesinde,
alınacak tedbir Mevlâmıza tazarrudan başka ne olabilirdi ki?
Nitekim Sultan Fâtih niyaza başlamış ve "bu bir emri makdurun
neticesidir. Ya giderim, ya gider" demek suretiyle Allahımıza yalvarır ve
sonuç, İstanbul'un fethi olduğuna göre meczuba fren, Sultan Mehmed hân'ada
fetih nâsib olmuştur. Merzifonlu da; bu misalde olduğu gibi iyi niyet ve zahiri
gerçeklerin her birine yapışırken kendini aşamamanın nice ser-had eskilerinin
tavsiyelerine kulak asmayarak, kimini gücendirerek, kimini de alaya alarak,
nefsine eziyet etmiş çünkü kendine güvende pek ileri gitmiştir. Sonunda da;
şimdi padişaha ne deriz sıkıntısına düşmüş, adetâ intihar edercesine düşman
üzerine çalakılıç gitmiş, elhak bu hususda Yıldırım Bayezid'in Timur önündeki,
şecaat ve bahadırlığını hatırlatır yürekliliği ve kılıç maharetini göstermeyi bilmiştir.
Bütün bunların yanında herkes kaderin üzerine yüklediği rolün
icabatını yerine getirmiştir. Şimdi; veziriazamın Sancağı Şerifi hâmil olarak,
meydanı harbden uzaklaşmasından sonraki hadisatı takip etmek üzere yorumumuzu
burada noktalayalım. Bütün bunların yanında hemen ilâve edelim ki; düşman
ordusu Osmanlı'nın çekilmesi sonrasında yine İki kola ayrıldı ve bir kolu
Viyana'ya girerken, diğer kol da, Osmanlı ordugâhını işgaletmeye koyuldu. Ne
kadar güçsüz, yaralı ve hasta varsa çekilen arkadaşlarıyla gidememenin acısını
çok geçmeden dindirdilerdi çünkü muzaffer olan haçlı ordusu, cibilliyetlerinin
gereği olarak bu mukabeleden aciz insanları, tek tek öldürmek suretiyle bedeni
acılarına son verirken onların kaatili olma unvanını da almış oldular.
Muhterem okurlarım bu sayının onbin olduğunu hatırlata-limki, bu
katliamın boyutu bütün varlığıyla hafızalarda Avrupa vahşetinin bir başka
versiyonu olarak yerini alsın. Çünkü; Mavi Tuna Vâlsinin bu zarif insanları bu
katliamı nasıl yapar diye aklınızdan geçirirseniz, bu satırları hatırlarsınız.
Efendim!
Mağlûbiyetin Şahıslara Tesiri
Osmanlı Devletinin savaş anlayışında gaalib kumandan mükâfaata hak
kazanır. Mağlub olan ise umumiyetle hayatını celladın ellerine teslim eder. 2.
Viyana kuşatması mağlubiyetten sonra da tesiri devam eden mühim bir olay
olarak, za-feryab olan bir kimse ortada görünmediğine göre mağlubiyetin
husulünde Paşa seviyesindekiler, en büyük cezaya elbette mâruz kalacaklardı. O
da, tabiiki kelleyi vermekti. Bu dökülme evvelâ veziriazam ve aynızamanda
serdarı ekrem Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın padişahın katından gelen
hediyelerle buluşması sonrasında başladı.
Padişah işi tam tahkik etmemiş sadrıazamı, büyük bir belâyı
savuşturmuş olmanın rahatlığı içinde tebrike şayan bulmuş böylece hilat ve
kılıç göndermişti. Merzifonlu; Yanıkka-le'ye geldiğinde takvimler
22/ramazan/1094-14/eylül/1683 târihini göstermekteydi, üzün İbrahim Paşa ise
mezkûr yere veziriazamdan birgün önce gelmişti. Fakat veziriazam Yanık-kale'ye
geldiğinde İbrahim Paşanın orda olduğunu öğrendiğinde, biraz sıkıldı ve yanına
çağırttı. Ancak karşılık bulamadı. Bu veziriazamın hiddetini kamçıladı.
Gönderdiği haber zehir zenberekti! Çünkü; hastaysa arabaya binip gelsin! Olmuştu.
Çarnâçar İbrahim Paşa geldi. Yaşı hayli alıp yürümüş Paşaya hiç bir riayet
göstermeyen Kara Mustafa Paşa: "Bre dinsiz koca melun! Seni bu kadar
zamandan beri padişahımızın vezirleri arasında hayli himmeti var diye itibara
lâyık görürdük! Bu sefer cümlesinden evvel kaçmak suretiyle askerin
bozulmasına sebeb oldun, bir de burada ordu öncüsü gibi gelmiş oturursun!"
Dedikten sonra tez boğun dedi. Hüküm yerine geldi ve merhum Paşanın makamı,
Budin beylerbeyliği Diyarıbekir valisi Kara Mehmed Paşaya verilirken, mal ve
mülkü hazineye mâl edildi. Serdar; Yanıkkale'de üç gün kaldıktan sonra Tata
Kasabasınada varıp oradan Bu-din'e geldi. Padişah ise gerçek durumu öğrendikten
sonra Belgrad'dan Edirne yolunu tuttu. Bunu hiç de hayra yormak kabil değildi!
Buna karşılık veziriazamın, gördüğü aksaklıkları düzeltmeye çalışır, savaş da
kusurlarını öğrendiklerini de bir bir cezalandırmaya başladığı görüldü. Zira
padişahın gönderdiği hediyeler, haylice üzüntüsünü teskine sebeb olmuştu.
Düşmanın arkadan geleceğini tahmin ettiğinden de bütün kale ve palangaların
muhafızlarını arttırıcı tedbirlere baş vurdu, ihtiyaçları hızla tesbit edip
takviyeye koyuldu. Bu savaşın neticesi Osmanlı Ordularının avrupanın
derinlerine bu kadar çok girişinin sonuncusunu teşkil etti. Artık duraklamaya
ve hazindir ki daha sonraları da gerilemeye başlayacaktık.
Ciğerdelenin Kaybı
Kara Mustafa Paşa daha Budin'den ayrılmamıştık!, düşmanların bir
iki adamı yakalandığında onlardan alınan haberlerle tahmini yapılan palanga ve
kalelerin üzerine düşmanın gelmekte olduğu tahakkuk etmiş oldu. Tahminlerin
doğruluğu, zaten oralarda tahkimat ve güçlendirme yapılmış olduğundan, ilâve
tedbir olarak Budin Beylerbeyi yapılan, Kara Mehmed Paşa kumandasına otuz bin
kişi civarında seyyar bir kuvvet sevkedilmişti. Bu kuvvet bölgede devriye gibi
gezecek muhtemel taarruz alanını tesbit ederek onlara saldıracaktı.
Nitekim; Lehistan Kralının askeri ile Tuna Nehrinin sol kanadında
hareket olduğunu haber almış bulunan Kara Meh-med Paşa hemen bu tarafa geçerek,
saldırdı ve düşmanı pek fecii bir mağlubiyete uğrattı. Ciğerdelen namlı kalemiz
bu zafer ile biraz daha rahat nefes almaya başladığındaydi ki, alt-mışbin
kişilik yeni bir düşman ordusu sökün etti. Kara Meh-med Paşaya tecrübeli
Paşalar hemen Ciğerdeieni boşaltmak suretiyle karşıya Estergon Kalesi tarafında
saf tutalımın teklifini götürdülerse de Kara Mehmed Paşa ferman böyledir demek
suretiyle bu teklifleri red etmiştir. Bir misli sayıca üstün düşman karşısında
askerimiz ve nice değerli Paşalarımızın ibraz ettiği kahramanlık
mağlubiyetimizi önlemeye, Ciğerde-îen'in düşmesine ve bu düşme teslim olma
yoluyla gerçekleşmesine rağmen katliamı meslek edinmiş gâvur buradada çocuk,
hasta, yaşlı demeden yırtıcı bir katiiam uyguladı ki, bunun perde arkasını
Safiye Erol merhumenin "Ciğerdelen" adlı belgesel romanından öğrenir
ve denizlere gider akıtacağınız gözyaşları.
Kırım Hân'ının Azledilmesi
Padişahın; Belgrad'dan Budin'e gelmesi gerekirken, Edirne'ye
dönmesinin yukarıda iyi haber olmadığını söylemiştik. Buna bağlı olarak Kırım
Hân'ı Murad hân'da bu hengâmede nasibini aldı ve hanlığını Kırım Giray'ın oğlu
2. Hacı Giray hân'a bırakmağa mecbur oldu. Esbabı mucibe şu idi:
<Murad Giray; veziriazam ile arası limoni olduğundan işi
ucundan tutmuş vede Sobiyeski'nin geçişine engel olmakta gayret göstermemişti.
Daha sonra Budine gelindiğinde de, Ciğerdelen civarında ol emrine de askerim
pekaz demek suretiyle gitmemeyi seçmeside, hanlığını kaybetmesine kâfi
gelmişti. Bu tâyin işi Osmanlı Padişahının iki dudağı arasından çıkacak
sözlere bağlıydı.
Belgrad Ve Ölüm!
Ciğerdelen'in yürekler kanatıcı kaybından sonra Osmanlı kuvvetleri
Estergon'a çekildi. Estergon savunması Kara Mehmed Paşa tarafından Deli Bekir
Paşa'ya verilmişti. Ekim ayının ortasında Sadrıazam Belgrad'a kışlamak üzere
geldiğinde, haçlı ordusu 29/ekim/1683'de Estergon önünde kurduğu tertibatla
bu kalenin kuşatmasını bilfiil başlatmıştı. Teklif edilen teslim ola, Deli
Bekir Paşa'nın ret cevabı verdiğini herhalde söylememize gerek yoktur. Ancak; askerlerin
Deli Bekir Paşa'ya ve Arslan Mehmed Paşa ile Zağarcı ve Sam-suncubaşı'nın,
üzerlerine hücumla çarpışmak istemediklerini bildirdiler, kendilerine yapılan
nasihatleri de kaale almadılar, üstelik teslim bayraklarını direğe çektiler.
Saldırıya uğrayıp da cankarını zor kurtaran idareci zümresi böyle bir asker isyanına
ne yapabilirlerdi ki?
Bu soru her zaman herkesin kendisine^sorması gereken bir soru
olduğunu hatırlatmadan geçemiyor insanoğlu fakat şunu .da hatıra getirmek icab
ederki, Ciğerdelen'in mukavemet sonrasındaki teslimi ve katliamcı haçlı
askerinin onbin-lere varan nüfusu canavarca bir raşe içinde katliama tâbi tutmasının
bu Estergon Kale müdafiilerinin moralini bozmuş olabileceği de nazarı itibara
alınmalıdır. Türkülerinin icrasında milletimizin ve bilhassa, Rumeli insanının
göz yaşlarını göz pınarlarında bir elmas tanesi gibi parıldadığını ve az sonca
da kucağına doğru yuvarlandığını gördüğümüz olmaktadır. Budin'e gelindiğinde
Estergon hesabı, saldırıya uğrayan üst komuta kademesi ve askerlerin ocak
Ağalarının itlaf edilmesiyle sonuçlandırıldı.
Sadrıazam'ın Katli
Osmanlı başvezaretliği, bu günkü partileri pek andıran
müessesedir. Bu makama gelen vezirler kendi ekipleriyle gelirlerdi başarıyı
hep birlikte aralarında nimet külfet anlayışı içinde paylaşırlarken,
başarısızlık ise veziriazamın iç kabinesi de denilen küçük nüvenin omuzlarına
yük olarak binerdi. Bazen veziriazam'ın hesabı görülür, yâni hayat çizgisi sona
erdirilir ondan sonra, iç kabinesi taşra görevlerinin mızılda-nacakları
düşünülen yerlerine yapılırdı. Bu vazifeye gidişleri esnasındaki davranışları
dikkatle takip edilir. Sessizce boyun eğip gittiği takdirde idaresi takibe
alınarak ilk hatasındada sensin falan denerek, başı vücudundan ayrılırdı!
Kimileri ise verilen tâyin emrine karşı temaruz eder, bir koruyucu araşti-rırsa
da, umumiyetle bu çabası boşa gider, kendisine itibar iade ettirecek bir
şefaatçi bulamazdı. Ancak bu arayışları da geçmiş hatalarına ilâve hatalar
sayılarak kaydı görülürdü. Ama bütün bunların takipçisi olan padişahdan Önce,
rakip ve gözü devirdiği veziriazamın makamına oturmak gayreti içinde olan
vezirler bu yolun takipçileridir. Bir fıkra da denir ki en cesur ve aptal
idareciler kimlerden çıkar? dediklerinde, cevap olarak Osmanlıda çıkar olmuştur.
Nasıl? Diye sorulduğunda da, seleflerinin gövdesinden ayrılmış başlan yerde dururken,
onlar mührü hümâyûnun kendilerine verilmesi için bekleşirler! Cevabı
verilmiştir. İşte; Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'da, selefi vede kaimpederi olan
Köprülü Mehmed Paşa ve kaimbiraderi Fâzıl Ahmed Paşa'nın yaptığı gibi padişahın
yanında kendi muhaliflerini bırakmamak yolunu kullansaydı, arkasından padişah
katında çevrilen fırıldaklara fırsat bırakmamış olacaktı.
Anca aşırı güven, kibirinin kendine yaptığı oyunun, muhalifleri
Kızla/ağası Yusuf Ağa, Mirahur, yâni padişah ahırlarının büyük Ağası Boşnak San
Süleyman Ağa hoşlanmadıkları /v\erzifonî'nin yerine gönüllerine yatan Kara
ibrahim Paşa'yı koymuşlar ve ona yaklaşımları İbrahim Paşayı bu sadaret
cezbesine çekmeye yetmişti. Kara İbrahim Paşaysa Merzî-fon'lunun, sadaret
kaimakamliğını yapıyor ve kendi seçtiği bir görevli idi. Üstelik sadrıazamlar
başkent dışına çıktıklarında, en kalitesiz, en beceriksizi yerlerine
bırakırlardı, arkasından bir dümen çevirmesin diye! Halbuki; böyle bırakılmışların
yâni kendinden zekavetleri yetersizliğinden beklenmeyenleri, akıllı, uslu ve
mert, vefakârların asla yapmayacağı entrikalara yakınlaşıyor ve emanete
ihaneten vezirazamın manevi fors denizine yelken açıyordu.
Bunun böyle olmasında takdiri tecellinin rolünü de unutmadan
ifade edelimki, Kara İbrahim Paşanın yukarıda geçen iki ağanın dolabına
yakalanması Mustafa Paşalıların başına inecek felaketin başlama noktası oldu.
Hiç şüphe yok ki; Veziriazamın sadık adamları da yok değildi üstelik o
damad'rla oisa büyük bir soy olan Köprülüzâde sayılabilirdi ve bunlara bağlı
kimselerin, bu veziriazama kol kanat gerebilecekleri cezayı hafif atlatabilmesi
için bir şefaat kanalı açabilirlerdi.
İşte bunlardan biri olan Kadıköylü Mehmed Ağa, kapı kethüdası
olarak yâni bugünkü tâbirle genel sekreter makamında bir kimse olarak,
veziriazama gönderdiği bir mektupda padişaha sunulacak hediyelerle kendisine
durumun anlatılması, telafinin mümkün olduğunun hatırlatılması tavsiyesi bizim
yukarıda dokunduğumuz padişah katında, şefaat kapısının tıklatılması olarak âa
mütalaa olunabilir.
Buna bağlı olarak, Mustafa Paşa, telhisçisini yâni bugünkü tâbirle
başbakanlık sözcüsünü İstanbul'a gönderdi. Kara ibrahim Paşa, telhisçinin
İstanbul kapısına vardığını öğrendiğinde Kızlar Ağası ve şerikinin kendine
vaad ettikleri sadaret koltuğuna oturmak için üzerine düşene kendini bezletti.
İlk işi yanına koştuğu Kızlarağasına haberi verdi. Gmulur ki; getirilen
hediyeler padişahın sadrıazama muhabbetinin yenilenmesine sebeb teşki! eder,
Merzifonlu badireyi atlatır korkusuna kaptırmıştı kendisini.. Kızlarağası
gelmiş bulunan hediyelerin padişaha takdimini geciktirmek yolunu bulduğundan
İsmail Ağa huzura çıktığında karşısında veziriazamın da aleyhinde
yönlendirilmiş bir padişah olduğunun farkına varamadı taa ki padişah konuşmağa
başlayana kadar..
Bazı tarihçilere göre İsmail Ağanın bu ziyareti başkent'te değil
de, serhad şehri eski başkent Edirne'de vukubulduğunu kaydederler. Ancak işin
bu noktada o kadar ehemmiyetli olmadığını düşünebiliriz. Padişah, veziriazamın
sözcüsüne sanırım kendinin haberdarı olduğu bazı vukuatı sorduğu peşinden de
gazabını ortaya seren hiddetli çıkışı, takriben şu sözler ile kendisini
gösterdi. "Paşan da sen de yalancı bir alay melunlarsınız! Devletim yıkıp,
ırzımı payima! edip askerimi kırdırıp, nice namlı Paşalarımın şehadetini,
topraklarımın, kalelerimin düşman eline geçmesine de sebeb oldunuz! Alın bu
adamı!" Emrini verdikten sonra; hışımla Harem'e çekildiği, târih
sayfalarında yer almaktadır.
Bir Devir Kapanıyor!
Hiç şüphe yok ki, şu ifade Kara Mustafa Paşanın idam edilmemesini
ortaya seren bir görüş olarak kıymet ifade eder. Bu ifade, Merzifonlu'nun
katlettirdiği Üzün İbrahim Paşa öldürüleceği sırada, üzunçarşılı tarihindeki
kayıda göre me-âlen şunları seslendirir: "Bu adam beni haksız yere öldürüyor.
Zayiatı, uğradığımız kayıpları telâfi edebilecek olan yine bu ademdir.
Padişahımıza söyleyin aman buna kıymasın!" bu ifadenin en kötü tefsiri
hayatını kurtarmak için Uzun İbrahim Paşanın böylece bir yol aradığını söylemek
kâbilsede, ancak bu Paşanın hayat çizgisi böyle tabasbusa müracaatına tenezzül
edecek bir kimse olmadığını gösteriyor ve de, ayrıca / erzifonlu'dan sonra
yerine tâyini yapılanlar o makamı doi-durmağa kâfi gelmemesi de gösterdi üzün
İbrahim Paşa en azından bu teşhisinde isabetliydi. Gazez Ahmed Ağa eline
verilmiş olan idam fermanına hâmil olduğu halde Belgrad'da bulunan veziriazamın
yanına geldi. O sırada
Kara Mustafa Paşa, imamı Mahmud Efendi ile henüz öğle namazına
durduğunda göz ucuyla cihannümadan, gelmekte olan Gazez Ahmed Ağa ile
beraberindekileri görüvermiş. İmama seslenmiş. "Namazı boz İmam Efendi
işin tadı kaçtı" der. Gelenleri de hemen yanlarına getirtirler. Veziriazam
hayli kalabalık heyette yeniçeriağasının dahi bulunduğunu gördüğünde Gazez
Ahmed Ağaya sorar: Ne haber Ağa? Cevap ise: Sancakı Şerif ve mührü hümayun
istenir! Cevabını venı. Sadrıazam Paşa yine sorar: "Bize ölüm
varmidır?" dediğinde Gazez; "olmak gerek! Allah imandan ayırmasın"
cevabını verir. Bunun üzerine, Rıza Allahındır! diyen Merzifonlu namaza durdu.
Korkuya kapılmadan edayı salat eyledi. Hizmetkârlarına; beni duadan unutmayın
deyip gönderdi.
Sarığını çözüp, kürkünü çıkardı. Cellatlar gelsin dedi. Sakalını
kaldırıpda ipi boynuna kendi geçirdi. İşte o sırada pek kıymetli kaliçeye yâni
küçük fakat değerli halıyı gördüğünde gelin bunu alın değerlidir. Millet
malıdır. Kirlenmesin; deyip kaldırttı. Ondan sonra infaz gerçekleşti. Viyana'yı
alma teşvi-katında bulunan reisülküttab Laz Mustafa Efendİ'de, Edirne'ye
getirtildi ve Üç şerefeli Camii önünde selb edilmek suretiyle idam olundu.
Şunu da unutmamak gerekir ki; devlet baki insanlar geçicidir.
Hatta devletler bile baki olmayıp, târih sahnesinden za-nıan zaman
çekilmiş devletlerin hikâyelerine de rastlarsınız. Hâttâ malik oldukları
toprakları, beldeleri hâttâ şehirleri para karşılığında satan devletlerin
bulunduğuna da, târih malumati içinde şahid olursunuz. Devrân ol devran diye
söylenen bir deyimin varlığıda bilinmektedir.
Hayattan kaydı silinen Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın yerine
veziriazam olarak tâyin olunan Kara İbrahim Paşa; Avusturya üzerine kendisinin
gitmeyip, kumandan olmak üzere Yeniçeri Ağası Bekri Mustafa Paşayı tâyin
etmişti ve Bekri Paşa Estergon'u istirdat gayesiyle harekete geçti. Avusturya
harekete geçmiş ve Estergon'u almıştı. Oradan da Tuna'nın sol tarafına inen
Brandenburg Dükü ve emrindeki kuvvetler, Kara Mehmed Paşa kumandasındaki
askerlerimizi mağlup edip, Vayçen Kafesini almış ve peşindende, Peşte
(Budapeşte) yi almıştı.
Burda da durmak bilmiyen düşman kuvvetleri, Budin'in şimal
taraflarına yâni kuzey yönüne geçip, Akklise civarında karşılaştığı Bekri
Mustafa Paşa birliklerini de bozmaya şans kazandı. Şimdi ise, hedeflen Budin
oldu. Budin muhasarasına engel olmayada, uğraşmayı plânlayan Bekri Mustafa Paşa;
Hamza Bey Palangasında hazır beklerken, Budin üzerine gitmekte olan Avusturya
birlikleri ani bir yönelişle serdar Bekri Paşa üzerine yürüdü ve üstün vede
baskın halindeki bu kuvvete, askerimiz pek fazla müdafaada bulunamayıp, bir
hayli sür'at ve uzakça mesafeye ricat ederken bilemiyoruz, bir çok yerleşim
alanını ve oralarda meskûn insanları, düşmanın insafına terkettiklerinin
farkındamıydılar?
Şurası muhakkak ki, Avusturyalı komutan Budin'i sıkıştırırken
hayli güvenlik içinde idi. Budin kalesi içinde hasta olarak yatmakta olan
Budin Valisi Kara Mehmed Paşada, yatağına isabet eden bir humbaranın, verdiği
ağır hasarla hayatını noktalama durumunda olan Kara Mehmed Paşa, maiyetinde bulunan
Divrikli Şeytan İbrahim Paşaya Budin müdafaasına devam etmesinin gerektiğini
vasiyet etti. Bütün bunlar olurken; padişahdan gelen bir fermandan çıkanların
insanın dudağını uçuklatacak kadar- tehditkâr olduğu görüldü. Budin giderse
kellen gider tehdidinin, şehid olan Budin Valisi Kara Mehmed Paşayamı? Yoksa
işi yeni devralan Şeytan İbrahim Paşayamı? Veyahut da sadnazamın serdar tâyin
ettiği Bekri Mustafa Paşayamı olduğu pek malum değildi. Ancak; işe yaradığını
kimse inkâr edemezdi. Hemen Bekri Mustafa Paşaya askeri yardım
hızlandırılmıştı. Bunun getirdiği gayret ve. kuv-vei mâneviyenin artması Bekri
Paşayı 26/ramazan/1096-6/eylül/1684'de harekete geçirdi. Esek'ten yola çıkan
Bekri Paşa kuvvetleri İstoni Belgrad'a geldiler. Oradan Dalderesi mevkiine indiler
ve bazı küçük çarpışmalarda stratejik başarılar elde ettiler. Padişahın isteği
olan Budinin içine asker koymağı gerçekleştirmek için iki kol halinde Abaza
Siyavuş Paşa ile Rumeli Beylerbeyi Kadıköylü Mehmed Paşa komutasındaki askeri
birlikler dağ vede ova yolundan düşrrvın üzerine ilerlediler. Hırvat güçlerini
yenerek, Budin'dekiiere yetiştiklerini belirten bir haber uçurmayı sağladılar.
Zaten bu vakanın iki gün öncesinde Serhoş Ahmed Paşa komutasındaki serhad
gaazileri kaleden yaptıkları huruç sonunda düşmanı tedirgin etmişlerken, bu
yardımın geldiğini görmeleri ümidlerini büsbütün arttırmıştı. Bu iki Paşanın
yanına Bekri Paşa da hayli yaklaşınca, genel bir taaruzla düşmanı yararak hem
zafer kazanmak hem de kaleye askeri mebzul miktarda yerleştirmek gerektiğinde
ittifak ettiler. Çünkü anlaşılan taarruzu artık kendine pelesenk edinen düşman
karşısında, hep hazır olmak lüzumu hâsıl olmuştu. Teşebbüs Viyana Bozgu-nuyla
maalesef küffar tarafına geçmişti.
Kahraman Paşalar
Yapılan plân düşman üzerine dört tarafdan saldırmak suretiyle ve
bunu beklenmeyen bir vakitte, süratle yapmak böylece de düşmanı adamakıllı
şaşırtmaktı. İşe girişildi Siyavuş Paşa ve Kütahyalı Osman Paşazade Serhoş
Ahmed Paşa, Estergon kalesi istikametinden kaleye yalın kılıç yürümeye
başladılar bu sırada hayli şiddetli yağmur yağıyor ve ortalık bir çamur
deryası halinde göz gözü görmez vaziyetteydi.
Diğer kumandanlar; plân mucibini havanın bu muhalefeti karşısında
yapamadılar, bu sebebden de Siyavuş ve Ahmed Paşalar, düşman ortasında
yalnızlaştilar. Fakat azimlerinden bir şey kaybetmedikleri de görüldü. Kaleyi
çepeçevre muhasara eden düşman kuvvetinin yekünü, yüzbin neferi aşıyordu.
Paşalar cephenin bir tarafından kaleye yaklaşmak üzere yürüyüşün
hızını arttırırken, kollan da omuz üstünde-baş ko-mamak üzere, artık danada
hızlı inip kalkıyordu. Sanki birer otomatik kafa koparma aleti hâline
dönüşmüşlerdi. Üst baş kan revan içinde olup, kendi aldıkları yaralarında
farkında bile olmadan, kuşatmayı bir yerinden söküp geçtiler, bu bahadırlığı
kale bedenlerinden gören yiğitlerde kale kapısını usulünce açıp dışarı
fırladılar ve o cenahdaki düşman, iki pres arasında kalmış bir cisim gibi adetâ
un ufak edildi. Sayısı bine varan asker kale içine gönderildi. Bu seçim önce
gönüllülük şeklinde sonra da lâzım gelen vasıfları üzerinde toplayan
bahadırların seçimi ile tamamlandı. Bu huruç vede Paşaların saldırısı düşman
askerinin; beş bininin hayatını kaybetmesiyle sonuçlandı.
Bu arada düşman lağımcılarından biri esir olarak alınmıştı verdiği
bilgiler sayesinde, konan lağımların yerlerini bulabilen mücahidler, kale
halkını ve kaleyi mutlak bir berhava kastedilmesinden kurtardıkları gibi bir
hayli de barut elde etmiş oldular. Avusturya İmparatoru'nun damadı, Maksimilyen
vire ile teslim olsunlar diye elçi yolladı. Bu elçinin; Fâzıl Ahmed Paşa
hizmetinde yetişmiş daha sonra meşhur Sen Gotar da düşmana iltica etmiş
biriydi. Elçi Şeytan İbrahim Paşayı mükellef bir sini içinde çeşitli yemeklerin
bulunduğu sofrada buldu. Maksimilyen ise; ekmekleri olmadığı haberini istihbar
ettiği, kalenin kumandanı İbrahim Paşaya ekmek göndermişti. Elçi mütelezziz
yemeklerin süslediği sofrayı gördüğünde "biz sizin ekmeğiniz bile yok
diye düşünmnüştük" demekten kendini alamadı. Paşa ise onu sofraya davetle
erzak çok! Beş sene yeter! Dün de bin kadar takviye askerimiz geldi. Daha ne
istiyelim diye beyanlarda bulunarak sordu. "Sen ne İçin geldin?"
cevap "vire ile teslim olunuz teklifini getirdim" oidu. Bu kale
Paşalara değil kalede oturanlara teslim edildi Sultan Kaanuni tarafından onun
için ağalara sor dedi. üzun-çarşılı târihinde yer alan satırlarda Ağalar şöyle
konuşu verdiler: "Padişahımız bizi bu kaleye tâyin ettiği zamanda kullarım
Allah'a emanet olsun, kale'mi, bir hoş muhafaza edin dedi; yoksa düşmana verin
demedi. Fütur getirmedik, şevkle harp ederiz,
Siyavuş Paşa içeri imdat gönderdi; zahiremiz vardır, bir neferimiz
kalıncaya kadar harp edeceğiz. Allanın inayetiyle bu asker sağ oldukça size
kale yok. Kumandanına öyie söyle "cevabı ile gelen elçiyi geri
gönderdiler. Budin muhasarasına dört ay kadar devam eden yahudi Herzog
Maksimilyen, kışın gelmesi, Kırımın idaresini yeniden tanzim eden, Murad Hân'ın
yerine getirdiği 2. Hacı Giray hân meşhur Tatar Süvarilerini Osmanlı ordusunda
istihdama devam ettiğinden ve Kırım tatarlannında geliyor haberi Yahudi Herzog
Maksimil-yen'in kuşatmayı kaldırıp geriye dönmesine yettide arttı bile..
Çekilmeye başlayan düşman askerini bazı komutanlarıyla ve Kırım Tatarlarıyla
takip ettiren, Serdar Bekri Mustafa Paşa bilhassa düşman artçılarının,
yirmibinini kırdırmaya muvaffak oldu. Avusturya ve müttefiklerinin bıraktığı
cephane Budin Kalesine taşındı ve takvimlerin ise:
24/zilka-de/1096-2/kasım/1684'ü göstermekteydi. Bu arada Şeytan lakablı İbrahim
Paşanın gösterdiği yararlıklar padişahın malumatı dahiline girdiğinde takdire
şayan olduğu hemen teslim olundu ve bunun ilk emaresi, lakabı olan Şeytan,
Me-lek'liğe tahvil olunsun iradei seniyyesi vukubuldu. Peşinden Bekri Paşanın
durumu yetersizlik olarak tesbit olunduğundan, serdarlık Melek İbrahim Paşaya
tevcih olundu yine Bekri Mustafa Paşanın ve bazı komutanların,
başarısızlıkları hasebiyle idamları hususunda karar çıktı. Sadrıazam Kara İbrahim
Paşa büyük bir çaba gösterip, idamları iptale komutanları daha düşük
derecedeki görevlere tâyine muvaffak oldu. Bekri Paşa Kanije Valisi olurken,
Budin Valiliğine Arnavud Abdurrahman Abdi Paşa getirildi. Bu arada da Tökeii
İm-re'nin üngvar ve bazı beldelerini de ŞuhStz adlı Avusturyalı komutan elinden
aldığı görüldü. Bu Şhultz'un yirmîbeşbin kişilik ordusu yanında Lord
Lotheringen ellibin kişilik askeriyle CIyvar üstüne harekete geçmişti.
Bu sırada yâni 1096/ramazan/ilk günül685/ağustos'unun ilk günü
olup o hayırlı günde Osmanlı birlikleri Estergon Kalesini istirdat etmek için
muhasaraya aldı. Dük Lotheringen kuvvetlerinin bir kısmını Estergon üzerine
gönderdi. Diğerleriyle üyvar önlerinde kaldı. CJyvar önleri bataklık olduğu
için her iki taraf biribirinin üstüne gidemediyse de, onbeşbin kişilik avusturya
süvarileri bir tatktik kurup Osmanlı ordusunun seksenbin askerini kendi üzerine
celbetmeğe muvaffak oldu bataklığı yandaş olarak kullanmayı beceren avusturya
galibiyeti e!de etti. Arkasındanda üyvar muhasarasını yeniden tesis etdi.
Sağlam bir kale olan Ciyvar ancak kırk gün dayanabildi. Düşman savaşa savaşa
kaleden içeri girdi kaledeki-İer teslim olmayıp ölümü seçti. Nice
palangalarımız da bunların eline geçti.
Melek İbrahim Paşanın başarılan asker arasında sadarete
geçebilmesinin konuşulduğu görüldü. Merzifonlu'nun yerine geçen Kara İbrahim
Paşa üyvar'ın düşmesi hasebiyle, suçu Melek İbrahim Paşaya tahmil edip, ayrıca
Avusturyalılara,padişah ve sadrıazama haber vermeden, Dük Lotheringen'e muahede
yapma hususu için elçi gönderdiği haberi de gelince, hakkında idam fermanı
almak zor olmadı, muhar-rem/5/1097-2/aralık/1685'de hüküm infazolundu. Şimdi
biz infaz sonrasında 4. Mehmed'in sadrıazama kinayesini buraya kayıtla işi bir
takip edelim.
Belgrad'da infazın yapılmasından sonra kafa derisi yüzülen baş,
bal'a batınlıpda Edirne'ye getirildi. Veziriazama teslim edildi. Veziriazamda
gümüş bir tepsiye koydurduğu başı padişahın huzuruna götürüp de sunduğunda, her
halde yaptırttığı tahkikat neticesinde işin fesat tarafını yakalamış olmalı
ki; veziriazamına: "yüzün kara ve canın rahat olsun! Vücuda getirdiğin
hüneri hoş gör" deyip başı sadrıazamına geri veriverdi. üzunçarşılı bu
komploya dâir önem taşıyan bir şerh koymuş, merhum Cumhuriyet Tarihçileri
arasında cidden haklı bir şöhrete nail olmuş ve CHP mebusluğu yapmasının
yanında eserinin TTK'ca yayımlanması da göz önüne alınır ise buna inzimamen,
Tanzimat Dönemini yazma zorluğunun idrakiyle bundan nasıl kurtulurum diye
kendi kendine söylendiği rivayetlerde yer alır. Her halde bu endişesinde samimiydi
ki, tanzimat dönemini yazmaya ömrü vefa etmedi. Onun bıraktığı yerdende Enver
Ziya Karal devam ettirmişti ve tanzimatı o kaleme almış idi. üzunçarşılı
hakkındaki bu bilgiyi verirken bu zâtın şerhinin mühim olduğunu çünkü kuvvetli
bir araştırmacı olduğunu duyurmaya matuf olduğu-nuda ifade edelim. Şimdi şerhe
geçelim: "Melek İbrahim Paşa hakkında, veziriazam ile Boşnak Sarı
Süleyman Paşa ittifak etmişlerdi; veziriazam kendisine rakib saydığı Meiek
İbrahim Paşayı bertaraf etmeyi düşünürken gizlice kendisine sadnazamhk vaad
edilen San Süleyman Paşa da; aynı rakipten kurtulmak istiyordu. Bunun için
padişahın huzuriyle hasta bulunan veziriazam hariç olarak Süleyman Paşa,
şeyhülislam ve iki kazasker, yeniçeri ağası ve Köprülü Mehmed Paşanın biraderi
Hasan Ağa ve kâtiplerden, Acemzâde Hüseyin Efendi, toplanarak görüştüler bu
içtimada, Enderun Ağalarından, Müverrih Fındıklılı Mehmed Halife'de hizmetkâr
olarak bulunmuş ve gördüğünü târihine kaydetmiştir.
Müverrih; Süleyman Paşanın, Melek İbrahim Paşa aleyhinde söyleyip
katlini istedi; veziriazam da gönderdiği arizasın-da, katlini istiyor ve
mizaçgir olan şeyhülislâm Ali Efendi'de onlara uyuyordu, bunlara karşı Anadolu
Kazaskeri Ebu Said-zâde Feyzullah Efendi öldürülmeyip bir tarafa sürülmesini
söyledi ise de ekaliyette kaldı ve katli için acele kapıcılar kethüdası
yollandı. (. . ) Hüküm tebliğ edildiğinde İbrahim Paşa; iki rekât namaz
kıldıktan sonra: "Yarab din ve devlete, kırk yıldır sadakat ile ettiğim
hizmeti bilirsin, ömrüm ahar oldu, hüsnü hatime müyesser kıl ve bana edenleri
hazretine havale eyledim" diyerek oruçlu olarak boğulmuştur.
4. Mehmed'in veziriazamları birbirlerinin kuyuların! kazıyorlardı.
Nitekim; Kara İbrahim Paşa, Merzifonlu Kara Mustafa Paşayı darı bekaya
yollattıktan sonra Boşnak Sarı Süleyman Paşayla karşı karşıya kaldı. Padişah
ise, bu sefer gizlice Süleyman Paşaya taraftar olmuş ve sadareti vereceğini
ihsas etmişti. Bu arada da cidden İbrahim Paşadan sıtki sıyrılmıştı.
Kara İbrahim Paşa Düşerken!
Yukarıda padişahın soğuma mânasına gelen sadnazam-dan sıtkı
sıyrılmıştı değişimizin sebebi, padişahın Boşnak Sarı Süleyman Paşayı sadarete
getirmesinin ardından, Kara İbrahim Paşa Üsküdar'da Bayram Paşa Yalısında
oturulmasıyla emrolundu. Çok geçmedi ki, hac'ca gitmek üzere padişah-dan
müsaade istedi. Bu sırada da kazan kaynamakta, biribi-rinden kurtulmak isteyen
veziriazam namzetleri padişahın kulağına eski sadrıazam hakkında parası çoktur.
Hac'ca giderim diye çıkacak bu paraylada Abaza Hasan gibi isyan bayrağını açar
şeklinde nazariyeler ileri sürülerek, padişahın vehmi ayaklandırıldı. Para
meselesi için padişah bir ferman yollayarak, beşyüz kese sefere yardım
yapmasını emrettiğinde, Paşanın cevabı benim o kadar param yok. Siz beni
soya-cakmısınız? Şeklinde gelenlere lâflar etti. Bunun padişahın isteği
olduğunu her halde fehmedemedi. Bu hâlde padişahı pekçe kızdırdı. Derhal malı
müsadere olunan; İbrahim Pa-şa'ya> uygulanan işkence sonunda kırk gün
geçmekle beraber, param yok diyenden padişahın beş yüz keselik isteğini param
yok diye çeviren mazul sadrıazam, üçbinbeşyüz kese parayı kırk günlük
soruşturma sonrasında ortaya çıkardı. Bu miktar paradan başkaca muazzam bir
eşya ile pek kıymetli mücevherler çıkıverdi. Bunun üzerine Kıbrıs'a sevk
edildi.
Orada ikamet ederken, elinin altındaki askeri, kendisinin
sadaretini istemeye sevk ettiği haberi İstanbul'a eriştiğinde gönderilen ferman
1098/zilhiccel687/ekiminde katledilmesine yettide arttı bile. Bu arada makamı
sadarete gelmiş bulunan, Boşnak Sarı Süleyman Paşa, cepheye gitmeye yanaşmamış
ve bir türlü Osmanlı ile didişmekten imtina etmeyen Avusturya cephesine de
Serhoş Ahmed Paşa'yı gönderdi. Kimileri ise bu seferler sadrıazam işi değil
padişah işidir der dururken, bir kısım kimseler de padişah avı bırakıp, ya sefere
ya başehre yâni İstanbul'a dönsün. Edirne; angarya ödemekten yoksul düştü diye
de mırıldanmaktaydı. Bu mırıldanmalar bir alarm idi. Bunu duymak ve
mırıldanmayı kesecek iş yapılmalıydı! Bunun ne olduğu şimdi söylense neye yarar
ki? Ancak, sunuda hemen ilâve etmek lâzım gelirki, padişah bir veziriazamına
Yarın kale'ye git diyor, o ise Viyana'yı sıkıştırıyor. Sadrıazam yaptığı
birisi sefere çıkmayıp serdar tâyin ediyor. Avusturya'ya feci mağlup olmuş
veziriazam, kendine gelen hediye kılıcı görünce işi atlattım zannedip,
güngörmüş Paşayı öldürtmekten çekinmiyor. Sadrıazamı infisal ettiriyor, git
otur surda diyor. Ben hac'ca gideceğim diyor. Beşyüz kese sefer yardımında
bulun diyen padişahın adammi kovalıyor. Sıkıştırıldığında ise beşyüz kese
yerine üçbinbeşyüz kese ve haylice mücevherlerini buluyorlar. Şimdi söyleyin
Allah aşkına, 4. Mehmed'in sefere gitmemesinden başka bir kabahati
görünüyormu? Sefere gidipde, Sobiyeski Merzifonlu yerine 4. Mehmed'i sürüp
geceydi. Ne olurdu Osmanlı devletinin hâli? Belli bir zaman diliminden sonra
padişahın seferden alıkonması padişah yenilirse devlet biter. Paşası yenilirse,
Paşa haylice bulunur! Bu anlayışı makul görmemek kâbilmi?
Sadrıazamla Beraber Değişim
Sadaret kaimakamı Süleyman Paşa, bu makama asaleten tâyininde
kethüdası İbrahin Ağa rütbei vezaretle Şam Eyaletine valiliğe atanmıştır. Bu
arada denizciliktede değişime gidilmiş Mısırlızâde İbrahim Paşa'nın bu
alandaki ustalığı ve kıdemi gözönüne alındığından, padişahın yanına Edirne'ye
davetle, kapdani deryalık ihsan olunmakla beraber ayrıca ve-zarette verilmek
suretiyle bu bâbda güzel bir iş yapılmıştır. Değişim rüzgarı esmeye devam etmiş
ve Yeniçeri Ağası ile Sakız Muhafızı da, bundan nasiplerini almışlardır.
Kul kethudalığında bulunan Çolak Hasan Ağa, Yeniçeri Ağalığına
getirilirken, eski yeniçeri Ağası Zülfikâr Paşa azil olunarak, Sakız
muhafızlığına tâyini yapılmıştır. Padişah ise, bu sırada istanbul'a dönmeye
karar vermişti. San Süleyman Paşayı Engürüs yâni Macaristan üzerine gidecek
orduyu hümayuna serdarı ekrem tâyin ettiğinden birinci mirahur Recep Ağa'da
sadaret kaimakamhğına getirildi. Meclisi, tâbiri diğer ile divânı yönetebilmek
tecrübesinden mahrum olan Recep Paşa bir kaç toplantıda Sadrıazamın idare
ettiği divân toplantılarına katılarak adetâ kurs görmüş bunun üzerine top-
lantıda bulunanlardan ilk defa böyle bir duruma rastlayanlar
vaziyeti endişe ile karşılamışlardır. Padişah'ın ise İstanbul dönüşünde Küçük
Halkalı denen yerde ki mutad merasimle karşılanmasından sonra gösterilen resmî
geçit seyredilmiş, nihayetlendiğinde herkes, arabalara binmek üzere gittiğinde,
veziriazam kaimakamının yanında bulunan, Rikâbı hümayun kaimakamı, Vezir
Mustafa Paşanın yanında kimse kalmamış, bunun üzerine padişahda atını onun
yanına sürmüş ve beraberce, yan yana at sürerek Eyüb Sultan Türbesine kadar
birlikte gitmişlerdir. Daha sonra da Vezir Mustafa Paşa Mora'da bulunan
Anadolu muhafaza kalesi adlı bölgeye muhafız olarak gönderilmiştir.
Süleyman Paşa Ve Budın'ın Düşmesi
Yukarıda sadnazam'ın serdanekrem olarak görevlendirilip-de
Macaristan üzerine gitmesinin emrediidiğini kaydetmiştik. Edirne ovasında son
hazırlıklarını da tamamlayan serdanekrem Belgrad üzerine doğru Tevekkel tü
Tealallah deyip yola koyulduğu görüldü. Avusturya Kralı da adetâ bir haçlı ordusu
teşkil edip her çeşit silahla mücehhez ordusunu Budin Kalesi önüne yığmıştı.
Takvimler bu sırada 1097/receb/25-1686/17/haziranı göstermekteydi. Bu târihin
kuşatma haberi olduğu Boşnak Sarı Süleyman Paşaya ulaştı. Yapılan müşavereler
sonucunda bulundukları yer olan Budin'e pek yakın Hamzabey mevkiinden hiç
bölünemeden yürüyüşe geçip kaleye yardım kararı tezekkür ettirildi. Lokumtepe
denilen yere gönderilen bir keşif müfrezesi düşman askerinden serbestçe
gezinenlerinden bir kaçını ölü, bir kaçını diri olarak elde etmiş ve sorguya
çekmiştir.
Düşman Osmanlınında bu kaleyi koiay vermeyeceklerini tahmin
ettiğinden ve onlarda bizim haber aldığımızı öğrenmiş olabilİrlerki,
tahkimlerini sade kale üstüne değil bilhassa hilal şeklinde, tertipledikleri
kuşatmanın, toplarını yerleştirirken kale istikametinde atış yapanların hemen
yanında, arkadan geleceklere atış yapabileceği yöne çevrilmiş ve atışa hazır
bir tarzda yerleştirmişlerdi.
Bu arada hemen şunu belirtelimki; Budin Kalesi yakınındaki menzil
olan Hamzabeye geliş, 1097/şevval/2-1686/ağustos/22'yi bulmuştuki geçen bu
zaman diliminde düşmanın, kaleyi hayli hırpaladığını görmek için bir bakış
yeterdi. Bu bakışın hemen farkedeceği bir husus vard' ki, o da, Kalenin hemen
karşısına düşen Kargabayırı idi. Düşmanında en büyük korkusu kaleye yardıma,
muhasaraya saldırıya hazırlanan Osmanlı birlikleri, bu Kargabayın'na hâkim
olursa muhasaranın parçalanmaya mahkûm olduğunu teşhis ettiklerinden, bahse
konu yeri bir güzel tahkim etmişler, tahrip ve menzili uzun bir topuda
yerleştirmişlerdi. Ayrıcada se-kizbin kişiden az olmayan bir kuvveti de mevzie
yatırmışlardı. İslâm askeri Kargabayırın işgalini hemen yapılan harp divanında
kabul edip buna girişmesi gerekirdi.
Ancak yapılan divan toplantısında da güngörmüşler denen bazi
tecrübeli gaaziler ilk iş olarak Kargabayır Tepesini elde etmek lâzım geldiğini
hatırlattılar ve bunun sonunda düşmanı siperlerden çıkartmaya muvaffak olarak
muhasarayı kırabiliriz dediler. Fakat serdar'mda bu tekliflere sıcak bakmadığı
yarın hep birlikte saldırıya geçeriz, sözü ortaya koymuştu. Bosna Valisi
Sivayuş Paşa'nın askeri üzerine, düşmanın saldırıya geçtiği görüldü. Buradaki
piyade askerininse, mukavemete takat yetiremediği görüldü ve düşman bunları
hırpalarken Sarı Paşa'nın askerleri içine düşen korku hasebiylede, gerisin
geriye Lokum Tepesine çekildiler, aslında buna çekilme değilde adetâ firar
desek duruma daha uygun düşer!
Bu firarı fırsat sayan düşmanlar bunların peşine takıldığında,
yandan gelen askerimizin bir bölümü tam bir metanetle, karşısına dikildiği
düşmanın boyunun ölçüsünü almaya başladı. Bunların arkasını sarayın manevrası
yapan haçlılar, yola çıktıklarının akabinde karşılarında Tatar ve Osmanlı
Bahadırları ile karşılaştılar. Ortada kan ve revan içinde büyük bir mücadele
yaşandı. Düşmandan hayli kişi cehennem çukuruna yuvarlanırken, bizim
yiğitlerimizinde bazıları cennet bağ-çelerine uruç eylediler. Bir gurub
Dalkılıç Budin Kalesine girip, mücahidlere güç ve metanet vermek istedilerse
de, bir bölümü bu gayretle şehid olurken, bir kısmı da girmeye muvaffak
oldularsa da, aldıkları yaraları pek ağır olduğundan bakıma muhtaç hâle
geldiklerinden, maddi plânda, pek bir şeye yaramadılar denebilir! "Hakimi
Mutlakın olmazsa bir İşde takdiri Müfît olmaz hezâr erbabı aklın re'yü tedbiri
Ha-zeri men'i kader, kılmaz ne denlü kûşiş eylersen, Kazayı mübremin mümkin
değil sa'y ile tağyiri" Mevlâmız, bir işin gerçekleşmesi için takdiri
tecelliye murad ederse onu değiş-terecek hiç bir tedbir fayda vermez. Bu
beyitteki mânai münif, buna delalet eden tasavvufi tarafida ağır basan bir
dizedir ki, mezkûr Budin Kalesi 17/haziran/l 686'dan 2/ey-lül/1686'ya kadar
süren düşman muhasarası ve onlarla, çarpışan islâm askeri, savunma yapan
kaledeki askerimiz yetmişaltigün kan döktü, can verdi şan aldı, baş aldı nam
saldı fakat Takdiri Hüdâ; Budin'i düşman aldı. Budin'in düşmesi; her kaybedilen
toprağın, her kaybedilen beldenin, insanımız-daki feryadlarını, asumana yayan
vak'ayı teşki! etti. Hariciye eski bakanlarından Ord. Prof. Dr. Fuad
Köprülü'nün oğlu Dr. Orhan Köprülü'nün hazırladığı, MEB yayınları arasında neşredilmiş
bulunan Köprülü'den Seçmeler adlı eserde Budin'in melûl bir beste ile okunan
şarkısının güftesini sahifemize almak suretiyle, okurlarımıza sunmanın
bahtiyarlığını yaşarken, sahifemizi de süslemiş olmanın, farkında olduğumuzu
bilmenizide hatırlatırım.
, .
Büdin Şarkısı
Ötme bülbül ötme yaz bahar oldu
Bülbülün figanı bağrımı deldi Gül alıp satmanın zamanı geçdi
Aldı Nemçe bizim nazlı Budin'i *Budin'in içinde uzun çarşısı
Orta yerde Sultan Mehmed Camisi Kabe suretine benzer yapısı
Aldı Nemçe bizim nazlı Budin'i
Çeşmelerde abdest alınmaz oldu
Camilerde namaz kılınmaz oldu
Mâmur olan yerler hep harâb oldu
Aldı Nemçe bizim nazlı Budini *Cephane tutuştu aklımız şaştı
Selâtin Câmiier yanıp tutuştu Hep sabi sübyan âteşe düştü Aldı
Nemçe bizim nazlı Budin'i *Serhadler içinde Budindir başı Kan ile yoğrulmuş
toprağı taşı Çerkeş Alemdar şehidler başı Aldı Nemçe bizim nazlı Budin'i Kıble
tarafndan üç top atıldı Perşembe günüydü güneş tutuldu Cuma günü idi Budin
alındı Aldı Nemçe bizim nazlı
Budin'in bu hazin nazmını, yarım kalmış üç mısralı bir ağıtla
târihimize kaydederek tamamlamış olalım. "Ben bir müftü kızıydım"
sözleriyle başlayan esir edilmiş bir müftü kızının hicranımızı arttıran
feryadı sonrasında: "Budin'in kalesi dörttür biri sahraya bakar Sokakları
sel sel olmuş su yerine kan akar Al beni küffâr elinden Padişahım der Budin...
Bu folklorik yakınmadan sonra askerimizin serencâmına avde-tedelim. Bunun
üzerine askerimiz bunca uğraşa rağmen, mezkûr bölgeden geri çekilirken yolları
üzerindeki İstol-ni/Belgrad kalesinin de bir savunmaya yakında İhtiyacı olabileceğinin
endişesi içinde, Şeyhzâde Ahmed Paşa'ya veza-ret verilmek suretiyle, bu kale'de
komutanlığa, tayini gerçekleştirildi. Bu yolculuk esnasında, bölgeye uzak
olmayan Ka-nije Kalesi Komutanı olan Tekfurdağlı Mustafa Paşa'nın yerine,
Fındık Mehmed Paşanın tâyini yapıldı. Oradan da orduyu hümayun Varadine geldi.
Segedin Kalesine erzak götürmeyi planlayan sadrıazam Sarı Süleyman Paşa,
ordunun kısmı azamini, Varadin'de bırakıp bizzat kendisi bu birliğe komuta
edip, yola çıkarak Sente denilen yere geldiğinde, karşılarında da pek
kalabalık düşman askeri olduğunu gördüler.
Düşmanla derhal dişe diş, göze göz bir savaş başladı. Az olan
sayımız, eldeki erzakı muhahafazaya kâfi gelmedi. Er-zakın mühim bir kısmı da,
düşmanın avucunun içine düştü. Yine de şükr gerekir ki; sadrıazamımız bu savaş
da ölümle buluşabilir veya düşmana esir düşebilirdi!
İmdadı Seferiyye
2. Viyana muhasarası sonrasında artık milletimizin başına öyle
işler açılıyordu ki; şimdiye kadar bilmediği tarz politikalar, duymadığı teklif
ve taleplerle karşılaşmaktaydı, tşte ara-başlık yaptığımız ifade,
eyaletlerimizin insanlarına ilk defa ulaşan bir teklifdi. Osmanlı yıldızının
parlaklığı Merzifon-fu'nun hatasından münbais olarak, gölgelerin arkasına, bulutların
arasına dalmaya başlamıştı.
Bütün bunların yanında da düşmanın üzerimize tazyiki, her geçen
gün artmaktaydı. Papa İnnosan'in açtığı ehli salip saldırısı günbe gün devam
ediyordu. Avrupa topraklarımızın, Macaristan ovalarından, üstümüze doğru gelen
düşman akınlarını önlemek için yapılan seferlerin masraflarından hazine hayli
daralmış, hudutlarımız içindeki zengin, tüccar ve yüksek memurlarından akçe
talebi yapıldı. Bu gün bile ekonomik sıkıntı içinde olan halkımız, ne hikmetse
milletvekillerini pek zengin saymakta her çeşit sıkıntıda bunların bir aylık
maaşlarını bağışladığı takdirde işin hâl olacağına dâir doğru görmediğim bir
çözümü vardır, ümanmki devletin zaman zaman yukarıda yazdığımız gibi tebaasına
baş vurup, savaş için yardım veya kampanyalar açma dönemlerinden kalan bir
sentezleme diye düşünüyorum.
4. Mehmed zamanında yapılan bu İmdadı Seferiyye'ye
Is-tanbulahalisinden binbeşyüz kese, Bursa ahalisinden ikiyüz kese, Mısıra
gelince üçyüzelli kese, Bağdad ve Basra ahalisinden ise yüzellişer kese,
ayrıca vali, vezir ve beylerbeylerinin her birinden yardım istenmiş ve
hepsinin yekûn olarak dört bin kese akçe topladığı görülmüştür. Hemen ilâve
ede-limki hammsultanlar, kendilerinin olan haslardan gelen akarlarından
yarısını imdadı seferiyye'ye vermekte tereddüt dahi etmemişlerdir. Çöl hâkimi
diye anılan Hüseyin Abbasa gönderilen fermanda kendisinden asker göndermesi
istenmiş bu zat da hemen dörtyüz askerini talebe uygun olarak tam teç-hizatlı
şekilde gönderdi. Ayrıca Belgrad'a gelen bu askerin ihtiyaçların] Rakka malından
gönderdiği biliniyor. İmdadı Se-feriyye talebinin arzu edilen seviyeyi
bulabilmesi, sanıyorum ki devletin ilk defa buna başvurmak mecburiyet duymasından
kaynaklanmaktadır. Zira zaman bir hayli geçtikten sonra halk folkloru denen
hikâyelerimizde, meşhur üç oğul düden dile dolaşmağa başladı. Kısaca
nakledelim:
Ülkei Osmanî'nin kenar bölgelerinden birinde yaşayan bir adamın üç
oğlu varmış. Bir gün tarlasının hududunda, başında fesli bir süvari görüyor,
buyur dediğinde, padişahın Mos-kofa savaş açtığını buna bağlı olarak büyük
oğlunu askere almaya geldiğini söyler vatan uğruna feda olsun diyen üç oğullu
baba, evlâdını uğurlar bir kaç sene sonra yine bir asker toplama vazifelisi
aynı tarlanın kenanna gelir ve diğer oğuîu ister çünkü, padişah yine Moskofa savaş
açmıştır. O oğlunu da gönderir. Hatırlatalımki büyük oğlunu gönderen adam bir
daha ondan haber alamamıştır. Böylece ikinci oğlunu gönderirken birinci de
olduğu gibi coşkusu olamamıştır. İkinci evlâdın gidişi, o gidiş olunca baba,
artık üçüncü oğlunu gelip isteyecekler kaygusuyia göz yaşı dökmektedir. Çok
geçmezki; üçüncü evlâdı askere almaya gelen sürücü tâbir edilen asker
toplayıcı, maksadını söylediğinde, acılı baba: Alın! Alın! Padişaha da selâm
söyleyin! Artık bana güvenipde moskofa veya herhangi birine savaş açacaksa,
kendi dölüne güvensin artık Osman Ağa'da ne döl kaldı, ne de bel! İflas etti
deyiniz! Şeklinde konuştuğu dilden dile nakledilir. Bu mevzuyu aşağı alacağımız
beyit ile noktalayalım: "Şah'dan gönlü hoş olmayan sipahi, Vilayet hududlarım
iyi gözetmez!" Bu İmdadı Seferiyye hâdisesi hakkında, Zübdei Vekaiyat'da
bir âlimin, ülkenin bu hâle getirilmesinde yapılan yanlışların
hatırlatılmasında, pek mühim dersler çıkarılabilecek, beyanda bulunmasını
buraya nakletmeden geçemiyorum.
"Sadaret Kaimmakamlığında yapılan bir toplantıda İmdadı
Seferiyye hakkında sözalan Recep Paşa vaziyeti izah edip, katılanlardan yardım
İstediğinde Rumeli Kazaskeri Deli Ha-mid Efendi; "Baka Paşa Hazretleri; bu
ne de demektir? Bu kadar devlet gelirleri ne oldu? Kiminiz sefer açıp hazineyi
telef ettiniz ve kiminizde hevanıza sarfettiniz. Şimdi de fukaradan yardım
istersiniz" Diye ifadei kelâmda bulununca, sadaret kaimmakamı Recep Paşa:
"Efendi, ne söylersin? Niçin haddini aşarsın?"diye azarladığında da,
Hâmid Efendi öfkelenip: "Sen dün, pabuç kesesi belinde ve çizme süngeri
elinde bir çuhadar olup, şimdi bu kadar samur kürklü oğlanların var iken,
devleti âliyyeye sen senken imad (direk) eylemeyip, bizim gibi devlet duacısı
olup yetmiş, seksen yılda bintürlü meşakkatle nail olduğu ev ve eşyasını
satmaktan başka akçe tedarikine kudreti olmayan fakirlerden, medet ummanın,
mânası nedir?
Şeklinde sözler irad etdi. Meclis huzursuz olurken, Hâmid
Efendi'nin bu söylemlerine, hazirundan olan diğer ulemadan ne lam, ne mim diyen
oldu. Deli Hâmid Efendi'nin bu ikazını padişaha taşıyan kaimmakam, Hâmid
Efendi'yİ Rodos'a sürdürmekle işi hâlmi ediyor zannetti! Serhadlerde yâni
hudud boylarındaki askerin maaşları için hazinei hümayunda yâni padişahın iç
hazinesinden, tâbiri diğerle, cebi hümayundan beşyüz kese akçe ihsan edildi.
Külah Kapma Mücadeleleri
İnsan hayatında kimse, kimsenin ekmeğiyle oynamamalı yanlışlar
görüldüğünde ikazlar yapılmalı devam ettiği müşahede olunduğunda da yeri
değiştirilmeli ve bu seferki ikaz, biraz daha açık ve sonucun vahim olacağı
şeklinde izah edilmeli der akil kimseler. Kaimmakam Recep Paşa, bazı kin ve.
garaz sahiplerinin, kendisine kıvırdıkları bazı yalanlarla Defterdar Ali
Efendiye muğber olmasını sağlamışlardı. Bu muğ-beriyet Paşa da hayli ileri
safhaya gitmiş, azilden başka kellesini de istetecek bir ispazmoza dönüşmüştü.
Sonunda Defterdar Ali Efendiyi azlettirmeye muvaffak oldu. Boşalan makama
Eğriboz muhafızlığında bulunmakta olan Seyyid Mustafa Paşanın tâyinini
çıkarmış kendisine Belgrad'a gidip orduya katılmasını bildirmişti. Emre uyan
yeni Defterdar Mustafa Paşa, derhal görev yerine gidip işine başlamıştır. Eski
Defterdar'a gelince sadrıazamın aslında memnun olduğu bu zâtın, kaldırılmasına
çalışan kairnmakamin, gönderdiği bilgilere pek kulak asmıyordu, yalan yanlış
bilgilerden bıkan sad-rıazam, Seddülbahr'e gönderilmek istenen Defterdar Ali
Efendinin tâyinine rızası olmadığını bildirmişti. Ne var ki, Recep Paşa kin ve
gayzını aşamamış, vekili olduğu sadrıazamın uyarısını hesaba almamış ve Ali
Efendiyi vazifesinden etmişti.
Beri tarafta da, Sadrıazamın Çavuşbaşısına sert ifadelerle cevap
veren meşhur Minkarîzâde'de sürgüne gönderilirken takvimler
15/cemaziyelahir/1098-28/nisan/1687'yi gösteriyordu. Budin'in düşmesinden, vali
Abdi Paşanın şehadetin-den sonra, elimizden bir çok kale ve palanga çıkmaya
başladı. Avusturyalı kuvvetlerin Macaristan üzerinde pek rahat dolaşmaya
başladığı görüldü. Segedin'in düşmesinin ardından, Şemontoma, Peçuy (Peçevi) ,
Kapoşvar ve Şikloş gidenler arasındaydı. Kış bastırdığı için ordumuz Essek
üzerinden Belgrad'a kışlağa çekildi. Erdel Kaleleri de bu arada Avus-turyanın
eline geçti. Esek'de Avusturya saldırısıyla sarsılırken, Belgrad'daki Sarı
Süleyman Paşada hemen gelecekleri beklemeden Esek'e yardıma koştu. Orada
düşmanı mağlubiyete uğratmak kabil oldu. Şikloş Avusturyanın tutunduğu bir
nokta oldu. Ancak; Osmanlı askerinin oraya doğru yol aldığını tahmin eden veya
haber alan Avusturya birlikleri burayı da boşaltıp ovaya yayıldı. Şikloş'dan fazla
uzaklaşılmadan Prens Şarl'ın kuvvetleri Sarı Süleyman Paşa ve askerinin önüne
dikilerek döğüşe başlandı. Önceleri ordumuz vaziyeti lehe doğru çevirmeye
muvaffak olmuştu. Ancak veziriazamın harp tecrübesinin fazla olmaması, yaptığı
hatalı taktikler büyük bir hezimeti haber vermeye başladı. Anadolu askerinin
bulunduğu taraf yorgunluk emareleri göstermeye başladı. Bu hâl ordunun
tamamına sirayet etdi. Mağlubiyet pek çabuk geİdi. Efendim; askerlik târihinin
ve de Osmanlı târihi askeriyesinin nâdir evsafta ki komutanlarından olan
Katırcı-oğlu Gaazi Müşir Ahmed Muhtar Paşa'yı kendi erkânı harbi Mehmed Arif
Bey merhum "Başımıza gelenler" adlı muhteşem eserinde anlatırken,
bizim askerin bozulmasının hiç bir askerin bozulmasına benzemediğini, adetâ
bozguna dönüştüğünü, tam bir kurmay anlayışıyla izah eder. Bu yüzdende bizim
bozulan askerimizi, firardan ancak onu vurmak suretiyle alıkoyabilirsiniz
demektedir. Nitekim; İstiklâl Harbimizin kahraman komutanlarından Dadaylı Deli
Halit Paşa (Nur içinde yatsın) çok firarın önünü bu tarif edilen yoila
engelleyebilmiştir.
Bu firar işinde rütbe tanımaz, cepheye arkasını vereni vurur
geçerdi. "Yetmişlik Bir Subay'ın Hatıraları" adlı kitapta Kemalettin
Apak albayın, kendisinin asla firarda gözü olmadığı halde, azkalsın
yanlışlıkla Paşanın mermisine hedef olmaktan, son anda kurtulduğunu kaydeder.
İşte askerimizin bozulması öyle bir bozguna döndü ki Eşek üzerine gelindiğinde
bir nefes alındı. Eşek Kalesine asker koyan veziriazam Boşnak Sarı Süleyman
Paşa orada da durmayıp, Petervaradin'e geldi. Ancak buraya da Eğri'den bir
feryad ulaştı. Yiyecek ihtiyaçları dayanılmaz safhaya erişmiş yardımın yapıl-
ması şart idi. Düşman yollan kesmiş ve mesafede bir hayli uzak
olmasına rağmen Cafer Paşa komutasında, erzak, cephane ve de silah bir
miktarda asker takviyesi için tertibat alındı. Askerin itiraz edeceği ve
itirazını isyana çevirmekten imtina etmeyeceği göz önüne alındığından
hazırlıkların ve gidilecek yerin gizli tutulması kararlaştırıldı. Ne var ki;
bu tedbire rağmen iş duyuldu.
Umulur ki; o tarafa gidecek komutan bu saklı bilgiyi sızdırdı ve
askerde muhalefet ettiğinden Eğri Kalesine erzak da, esliha ve cephanede
gönderilemedi. İşin rengi başkataştı! Tabii ki dini mübini İslâm anlayışında sizden
olan emire itaat şarttır. Bunun aksi cezayı müstelzimdir. Bu olay savaş esnasında
husule gelirse suçluların ölümü hakkedecekleri tabiidir. Bu durumu idrak eden;
Eğri'ye gönderilecek birliğin komut > nı olan Yeğen Osman Paşa her halete
sızdırma vakasından dolayı suçu sübût bulacak ve bahse konu cezaya,
çarptırıla-cakdı. Bunun önlemi vak'ayı başka bir mecraya döküp, şans denemesine
baş vurmaktı. Şerikleri olanlarla birleşip, Amasyalı Küçük Mehmed'i de yanına
alarak, askerin maaşı verilmedi bahanesiyle sadnazam aleyhine İsyan ettiler.
Yeniden Yeniçeri ağalığına getirilmiş bulunan Bekri Mustafa Paşa
ve Defterdar Seyyid Mustafa Paşa ile birlikte sadnazam, Sancakı Şerifi alarak
Belgrad'a, Tuna Nehri yoluyla kaçtılar. Bunlar canlarını kurtarmış oldular.
Geride ise; kaçmış sadrıazamın otağında bir toplantı düzenleyen Yeğen Osman
Paşada, Köprülü ailesi darnadiarından olan Siyavuş Paşaya gidip, "seni
sadnazam ettik" deyip, zorlayarak ata binmesini temin ettiler ve Süleyman
Paşanın otağına getirdiler. Siyavuş Paşanın sadaretini ilân ve birbirleri
aleyhine davra-nışda bulunmayacaklarına dâir sözleştiklerinden başka Padişah
4. Mehmed'in hâl'ini aralarında söz kestiler ve de cepheyi boşaltarak
İstanbul'a doğru yola koyuldular. Zilkade/1098-Eylül/1687 târihleri idi. Bu
vak'a gibisi Osmanlı Târihinde eşi emsali olmayan bir fenomendir. Müthiş bir
şeydir. Siyavuş Paşayı veziriazam eden güç gayri resmî, gayri kaanuni ve bir
isyan hukukudur. Bu hukukunda padişah katında kabulü, gerçekten bir siyasi
denemedir hem de, kendini feda edercesine, kaçanlar başlarını kurtarmak için
cepheyi boş bırakmışlar, isyancılar, bu hareketin padişah tarafınca cezasız
bırakılmayacağını bildiklerinden onu taht'dan İndirebilmek için İstanbul'a
yürüyorlar ve bunlar da zaten çiğnenmekte olan mahrusei islâmiyeyi engelsiz
bir arazi olarak, ahaliyi bir avuç muhafıza bırakarak, katliama açık bir kurban
sürüsü yerine koymuşlardı.
Önce kaçan tez gidermiş menziline hesabı; Süleyman Paşa geldiği
İstanbul'da, kaimakam Recep Paşa eliyle, mührü hümayunu padişaha gönderdi. İşte
padişahın siyaseti burada denemesinin takdire şayan olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.
Çünkü; bunlara hot zot demek evvelâ, yukarıda işaret ettiğimiz cephenin
boşaltılması, telafisi gayri kabil tehlikeler arzediyordu. Bunların yaptığını
kabullenmek, nefsini yenen biri olarak padişah için kolay olmasa gerek.
Evet; 4. Mehmed hân; mührü hümayunu Siyavuş'a gönderdi ve
Belgrad'dan bu tarafa geçmemelerini emretti. Cephenin bırakılmamasını da
hatırlattı. Fakat dinleyen olmadı. İstanbul'a doğru yola çıktılar. Onlar yürüye
dursun Avusturyalılar da gezintiye çıkmış gibi, bir zamanlar Kaanuni'nin
Karlos'un ülkesinde atını nasıl gezdirdiyse, bunlar da islâm topraklarını
keyiflerince çiğniyorlardı. Sırayla da, Eşek, Vara-din, Sirem ve civarı ile
Belgrad yakınlarındaki Zemlin düşmanın eline geçiyordu. Bu arada Lehistan
Kuvvetlerinin Ka-maniçe üzerine yürümesinden de bahsetmeden geçmeyelim.
1098/ramazanıl687/temmuzu Lehistan Kralı Jan Sobiyes-ki'nin, büyük oğlu, Yakob
Sobiyeski'nin kumandasındaki birliklerin, Kamaniçe üzerine geldiğini haber
aldığında Boşnak Hüseyin Paşa vaziyeti Bozoklu Mustafa Paşaya bildirdi. Serdar
etrafına kuvvet toplamaya çalışırken, düşman Kamani-çe'ye gelip bilahare
muhasarayı başlattı.
Yaş şehrini ise bu arada ele geçirmişlerdi. Lehliler bu hücum
hareketleri esnasında zahire bakımından hayli sıkıntıya düşmektelerdi. Lojistik
bakımdan yetersiz kalışlarının telafisini Bucak'taki Tatarların buğday
anbarlarını garet ve yağmada gerçekleştirmeyi denediler. Fakat; Tatarlar her
tarafı ateşe verdiğinden Lehliler boşuna Prut Nehrini geçmiş oldular. Geriye
dönüşlerinde ise biraz da telefat vermişlerdi. Üstüne üstlük, Kırım hân'ınin
gönderdiği onbin süvari, Lehistan kuvvetlerinin Kamaniçe muhasarasını
kaldırmasına mühim bir se-beb teşkil etdi. 24/şevval/1098-2/eylül/1687'yi
gösteriyordu.
4. Mehmed Devri Deniz Hareketleri
Osmanlı deniz filosunu, hareketlerini bu bölümde daha ziyade
1683'de vukubulan Viyana Muhasarası bozgununun er-tesindeki vakaları merkez
ittihaz ederek incelemeye çalışacağız.
Tuna Nehrini, Macaristan topraklan üzerindeki çekilişimiz, bu
nehir üstünde hissedilen baskımızı hayli ortadan kaldırttığı gibi, paylaşımda
da bir kısıtlanmaya maruz kaldığımız aşikârdır. Çünkü bu bozgun sonunda avrupa
Osmanlı'ya bir teşhis koymuştur. Bunu devri istilâsı bitti! Devri müdafaası
başladı! Şu halde rahat bırakmamalı ve durmadan saldırma-lı. Saldırıya uğrayan
bir ülke kendini toplamaya derman bulamaz anlayışına varmışlardı. Venedik
Cumhuriyeti bu anlayışa bağlılık içinde Dalmaçya, Arnavutluk kıyıları ve Girid
Adasına saldırırken, Rus'un ise Azak Kalesi, Lehistan'ın bir bölümü ve
Basarabya'nında bir kısmı göz diktiği yerler olmuştu. Avusturya ise Üsküb'e
inerken, Ukrayna ve Podolya Kazaklarını da, harekete geçiriyordu.
Bu dönemde donanmamıza komuta eden kapdanı deryalar arasında, iki
isim ehemmiyet arzetmektedir. Bunun birini, rumca yanölü demek olan Mezamorta
Hüseyin Paşa ile Mı-sırlıoğlu İbrahim Paşalar olduğunu söyleyiverelim.
Misırhoğlu ibrahim Paşa karaaskerlerinin başına götürülmüşken, Hüseyin Paşa da
Rodos Bey'i yapılmıştı. Yukarıda bahsettiğimiz muavenet akçası yâni İmdadı
seferiyye ada halklarından da tâleb edilmişti. Buna inzimamende Kıyı Vergisi
isimli bir vergi de Ada'lar ahalisine tahmile koyulmuşlardı. Amiral
Bü-yüktuğrul merhum, yapılan bu işlemlerin devleti âliyenin artık deniz
nimetlerinden faydalanmayı sarfı nazar ettiğinin bir göstergesi olarak
nitelerken, kara ve de deniz imparâtorjuğu-nu terk edip, ilkel bir kara devleti
biçimine avdet ettiğini, ifade eder ve Sultan Fâtih ile gerçekleştirilip
Kaanuni Süleyman döneminde, zirveye yükseltilen denizci devlet anlayışı bu
tedbirlerle sona erdirilmiş oluyordu.
2. Viyana kuşatması ve peşinden gelen bozgun üzerimizdeki küffar
baskısının ziyadeleşmesini sağlarken, denizci devletlerin de bu hususda geri
kalmadığını görüyor ve artık donanmamızı savunma tedbirlerine göre
yerleştirdiğini hissetmememiz kabil değil. Bunlara misal olarakda şu tedbirlere
göz atmak kâfidir. Dördüncü vezir Şahin Paşa Çanakkale Boğazı muhafızlığına
tayin edilmesi ve emrine haylice yeniçeri askeri verilmiş oluşu.) Daha önce
emekliye ayrılmış bulunan Halil Paşa'nın yeniden; hizmete alınması ve Sakız
Adası muhafızlığına getirildiği görüyoruz. Şaban Ağa, Mora Mu-hafızhğıyla
vazifelendiriimişti. Bozcaada, Limni, Midilli, Sakız, İstanköy ve Rodos
Adasında, müdafaa ağırlıklı tedbirler alındığı görülüyordu ki, bu vaziyeti
tesbit, Büyüktuğrul amiralin ileri sürdüğüne delalet etmekteydi. Venedik ise;
bu tedbirlerin alınışıylada, kendisine hücum fırsatı verdiğine hükmetti ve
Dalmaçya, Arnavutluk kıyılarıyla Koran ve Modon Kalelerini almak, Ege denizine
girmek zevkıyle yanıp tutuşuyordu.
Bu yanıp tutuşmaya yardımcı olacak tedbirler arasında, Venedik,
Papa'lık, Toskana Prensliği, Malta Şövalyelerinin filolarını yanlarına
çekmekte geliyordu. Bunlardan Malta Şövalyelerini yedi gali, Papa'lık beş gali
ve Toskana da, dört gaii ile kumpanyaya katılacaktı. Bu kumpanya Ege Denizinde
merkez olarakda kullanacakları bir ada üzerinde müzakere açtılar. Netice de de
Limni Adası üzerinde ittifak sağladılar. Peşinden de harekâta geçtiler, bin
kişi kadar askeri ada'ya çıkardılar.
Ancak Küçük Hüseyin Paşa'nın bir saldırısı, çıkanlarında dahil
olduğu üzere denize dökülmelerine yetti. Herhalde yanlış kapı çaldıklarını
anlamış olacaklar ki, Venedik donanmasının ada'dan çekildiği görüldü. Ne varki
Yunan denizinde işlerimiz pek iyi gitmedi Amiral Morosini bir haçlı filosu
Preveze ve kalesi üzerine yürüdü.
Bu sırada Şahin Paşa Aziz Mauro adasını Venedikliler'den istirdat
için yola çıkmıştı ki; Preveze üzerine düşman gemilerinin dümen kırdığı haberi
gelmişti. Saint Mauro adasını almaktan sarfı nazar eden Şahin Paşa, Preveze'ye
yetişmek için yelken bastı, kürek çaldı. Düşman ise bu gelişten haberdar
olduğundan, onlarda Preveze önünden çekilip, Osmanlı filosu üstüne yelken
bastılar. İki tarafda deniz saffı harbine giriştiler karşılaştıklarında ancak
mücadeleyi kazanan düşmanlarımız oldu. 28/eylül/1684'de, Preveze de kaybedilen
bu savaştan olumsuz etkilendi. Kapdanı derya Mustafa Paşa, 15/nisan/1685'günü
Çanakkaleden çıkış yaptı. Maksadı denizlere korku salan korsanları etkisiz
kılmak idi. Rodos Adası civarında Malta korsanlarının Osmanlı ticaret
gemilerini kovaladığını haber aldı. Gemilerimiz; Göve limanı içine sığınmış,
Malta gemileri ise çıkışın ağzında volta atıp avı bekliyorlardı.
Rodos'tan Göve'ye, doğru yelken açılıp, kürek çekilmeye başlandı.
Nihayet Göve ağzına geldiğini gördükleri Osmanlı gemilerinden, korsan gemilerinin
bir, çoğu kaçtı. Biraz savaşan bir tek korsan gemisi teslimden başka çâre
bulamadı. Bu arada da Osmanlı kalyonları su yapmaya başlamış ve neticede bir
tanesi de batmaktan kurtulamamıştı. Mustafa Paşa bu gemilerle sıkıntı
yaşayacağını anladığından Rodos adasına geldiler. Burada bir baskına uğrama
endişesi yaşadı-larsa da düşmanın harekette kuşkuya düşmesi, Osmanlı filosunun
kalabalığı düşmanın korkmasına sebeb olmuştu. Selameti, Rodos'tan uzaklaşmakta
bulmuştu. Mustafa, Paşa ise Rodos'da gemilerini tamire girişirken, Garpocaklan
fiTösunu korsan takibi için İskenderiye istikametine yolladı. İstanbul'dan
gelen bir emirde, Venedik filolarından birisi Koron Kalesine saldırdı. Donanma
gidip Kale muhafızına yardım etsin. Yazmaktaydı.
Müttefik donanması adaların herbiri hakkında işgal kararı alırken,
Mora Yarımadasınada bir çok misyoner çıkartmışlar ve bölgedeki Osmanlı
Devletine tâbi olan gayri müslimleri isyana teşvike çalışıyorlardı. Francesko
Morosini adlı amiral, birleşik donanmaya komuta etmekteydi. İlk önce bizim
İne-bahtı, onlarında Lepanto dedikleri körfeze saldırı plânlan vardı. Kıyıya
sokulduğunda işi yanlış aldığını anladı, kıyıdan açılan ateş salvosu, kaptan
köşkünden kafasını bile çıkarmaya fırsat vermedi. O da, tası tarağı toplayıp,
yelkenleri şi-şirip, nasibini başka yerde aramaya koyuldu. Venedik, Pa-pa'lık,
Ceneviz, Floransa, Malta ve İspanya filolarından müteşekkil bu donanma, Korona
gelerek onbin askeri karaya çıkardı. Şehrin dış mahallerini işgale muvaffak
oldu. Koron artık, kuvvetli bir muhasaraya düşmüştü. Bu- siradada Mustafa
Paşa'nın kapdanı deryalığı son buldu ve yerine 25/ara-lık/1685'de çekirdekten
denizci İbrahim Paşa getirildi. Bu arada Koron, yukarıda söylediğimiz güçlü
muhasaraya on-beşgün dayanabildi. Karadan gönderilen; Mahmud Paşa komutasındaki
kuvvetlerimiz, sadre şifa olamadı.
Eylül'de Koron ve Modon Kaleleri elden çıktı. Artık; Osmanlı
donanması Akdeniz'i göl olmaktan unutup, Ege'yi muhafaza etmeye çalışıyordu
ki, bu da savunmayla olur sandılar! Halbuki gereken hücumda olmaktır deniz
dünyasına hâkim olmanın yolu.. İbrahim Paşa; Osmanlı Ticaret filolarına nefes
aldırmamaya çalışan korsan gemileri ve onların gizli işbirlikçisi haçlı
donanmasıyla esasında, hayli muvaffakiyetli savaşlar yaptı. Devrinin değerli iki
denizcisi Baba Hasan Paşa ve Benefşeli Ali Paşa, birer deniz kurdu
olduklarından uzun zaman ticaret gemilerimizi himayeye muvaffak olmuşlar,
düşmanı ise, herzaman korku içinde tutmayı bilmişlerdir. Venediklileri, en çok
alakadar eden husus, Mora Yarımadasını almak oradan da, Atina'yı ele
geçirmekti. Bunu yapabilir-lerse, Eğriboz ikinci hedefleriydi. Eğriboz'a
çekilen İbrahim Paşa, adetâ Morosiniyi üstüne celbetti. Morosini, Eğriboz
üzerine saldırı plânı yaparken ibrahim Paşa, Taşoz üzerinden donanmasını
İstanbul'a çoktan getirmişti.
Mora Yarımadasını Osmanlılar boşalttılar 11/ağus-tost/1687'de
Mora, 25/eylüI/1687'de, Atina Venediklilerin eline geçti. Mora Yarımadasının
Venedik eline geçmesi stratejik bakımdan bizi geriletirken, Venedik'i kudrete
eriştiriyordu.
4. Mehmedin Düşüşü Başlıyor!
Batı dünyasında küffar ile boğuşan devleti âliye; 2. Viyana
sonrasında savunmaya başlamıştı. Şimdi bir de Anadolu cihetine veya
istanbul'un şark tarafına bir bakalım oradaki ah-valü âlem ne haldedir? Osmanlı
târihinin batı'daki muharebelerinin netameli neticeleri gerçekleştiğinde
mutlaka asker arasında çıkan nifak ve şikakın bir isyan veya kargaşaya yoi
açması, bunun tesbiti ve ted'ibi fazla zaman geçmeden Asya Osmanisinde
asayişsizlik, isyan, bunları teskin içinde askeri hareket gerektiğini hemen
farketmek kabildir. 1622'de Hotin dönüşü, Hotin Seferi sırasındaki 2. Osman
(Genç) ıin asker sayımı yapması, nişan tâliminde de mükafat vermesinde askeri
memnun edememesi gerek ülkede gerekse kendisinin nelerle uğraşmasına sebeb
olmuştu. Celâlilik alıp, yürümüştür. Bunlar zaman zaman temadi etmiştir.
Viyana bozgunu sonrasında da bu tesbiti yapmak kabildir. Anadolu'da Akkaş, Kara
Mahmudoğlu, Yâdigâroğlu ve Bölükbaşı Yeğen Osman adlarında ki, elebaşılar ve
sekban ile levendler, Sivas'tan Bo-lu'ya kadar olan yerlerde, asayişi ihlal ve
köy ve kasabaları basmaya koyulmuşlardı. Teftişçi herhalde müfettiş mânasına
gelen bu lakablı Ali Paşa ondan sonra da, Ömer Paşa bu ihlâlleri teskine,
asayiş iadesine görevienmişse de bunda başarılı olamamışlardır.
Canik mutasarrıfı olan Vezir Cafer P.aşayı eşkiya üzerine onları
tenkil ile vazifelendirdiler. Bu işe hazırlıklarını ikmal edip gidecek olan
Paşaya, padişahdan pek ağır bir hattı hümayun geldi. "Memur olduğun
türedi eşkiyası üzerine niye varmayıp avrat gibi gezer durursun. Ya vurup
haklarından gel veya başını huzuruma gönder. "Cafer Paşa bu ikaz üzerine
Anadoluya bir fırtına gibi girdi. Yukarıda adı geçenleri bir bir yakalayıp
kafaları tek tek huzuru padişahiye göndermeye başlamıştı. Eşkiya takımının
birer birer yakalandığını ve kafalarının padişaha, vücudlarının başsız
gömüldüğünü görüp işiten Yeğen Osman, eşkiyalıkda sebat etmeyip, devlete dehalet
etdi. Af olundu. Afyon Mutasarrıflığını bir müddet ifa eyledi peşinden maiyetine
dörtbin kişi verilerek, Rumeli tarafına sevk olundu ve serçeşmelik unvanı
tevcih olundu. Serçeşme unvanı bir çeşit yedek subaylık gibi düşünülebilirse de
Osmanlı zamanında savaş zamanında toplanılan askerlerin komutanına verilen
isimde olmuş, tşte burada adı geçen Serçeşme Yeğen Osman, Boşnak Sarı Süleyman
Paşaya kafa kaldıran ve meşhur Eğri kalesine gönderilmek istenen erzak
meselesini tehlikeli görüp, bundan kurtulmak için askeri isyan için kışkırtan
adamdır ki, ol şakiye itimat bazen de böyle gösterir kendini!
İmamlar Sesini Yükseltiyor!
Padişah; bazı cedleri gibi, meselâ 2. Selim gibi, bir müddet 3.
Murad gibi, Sokullu Mehmed Paşa gibi bir veziriazamı bulunca da İşe karışmamak
yolunu nasıl tuttularsa, Sultan Mehmed'de Köprülü Mehmed ve Fâzıl Ahmed Paşalar
gibi kiymetdar, veziriazamları bulunca yetkilerine karışmaması, yanlış değildir
diye düşünüyorum.
Tabiiki Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, padişahın arzusu hilafına
Viyana üzerine yürüdüğünde müdehale etmemesi, veziriazamın selefi Köprülüler
gibi olabileceğine ihtimal vermesinden kaynaklandığı ortadadır. Halbuki; daha
çocukluk döneminde Turhan Valide Sultan'ın işe yarar vezir bulmak için ne
kadar çok sadrıazam değişmesine müsaid davrandığını birazda düşünmek lâzım.
Belki de sık sık sadrıazam değiştirmesi, devlet de hanedan değişimine göz
diken olu yüzden fazla görevde tutmadığını teemmül gerekir. Amma Köprülüler
gibi sadık, ahlâk sahibi becerikli insanları bulunca da iki adamla yirmi seneyi
aşan bir görev beraberliğinde padişahında hayli hissesi vardır. Merzifonlu'nun
infazı, kahtı ricali getirdi sanki. Vezirleri başarılı görmek kabil olmuyor,
biribir-leriyle çekişmekten memlekete faydalı olamıyorlardı. Düş-manlarsa
mukaddes bir ittifakla birleşmişler, devamlı saldırıyorlar. Günlerden bir gün;
Hacı Evhaddin Tekkesi Şeyhi Hacı Hüseyin Efendİ'yi avlanmak üzere bulunduğu
Davud Paşa'da iken bahse konu semtin camiine vaaz vermesi için davet eder.
Fakat: "Hüseyin Efendi; Vaaz dinlemek isteyen İstanbul'a gelir herkes giBi
camie girip dinler." Dedikten sonra: "benim söyleyeceğim av'dan
elçek, gel tahtında otur. İbadet ve ta~ atle meşgul ol, ülke harabeye döndü,
ibadullahı gör ve onları gözet" Diye haber gönderdi. Padişah gönderdiği
dâvetçı-den, yukarıdaki cevaplan aldığında hayli kırıldı. Bu sefeı de başka bir
zâtı davete karar vererek dâvetçi gönderdi. Bu zât da Bayramiye'ye mensup
şeyhlerden Himmetzâde Abdullah Efendi idi. Padişah davetini red etmeyi uygun
görmeyen Himmetzâde DavudPaşa Camiine gitdi. Verdiği vaaz dinleyenleri hüngür
hüngür ağlatacak meşrebde idi. Söyledikle-riyse, özetle: "Ümmeti Muhammed,
devlet sahipsiz kaldı, şehir ve kaleler düşman eline düşüp cami ve mescitler
kilise oldu. Fiillerinizi değiştirin, günahınıza tövbe edin; şimdiden bize
lâzım olan, gözümüzün yaşından çimen bitinceye kadar başımızı yerden
kaldırmamaktır." Dedikten sonra padişaha tarizle: "Nedir bu inip
binme? Bu hay huy ve nefsi emmarenize uymalar? Nice bir gaflet uykusunda
yatıyorsunuz? Gerçi padişahlar av'a gidip gelmişler amma ancak şimdi zamanı
değil! Her zamanında bir icâbı var dedi." Padişah ise sözün döküldüğü
alanı intikal ettiğinde kızdı ve atına binip, kürsüyü ve şeyhi vaazda bırakarak
ava çıkmayı tercih eyledi. Bundan böyle kendisinin avda olduğu zaman bölgedeki
camilerde vaazı yasakladı. Bu yasaklama kararı sonrasında, cuma namazlarını ve
dualara iştiraki terk eden padişahı ikaz için ulemâ birleşip, şeyhülislamın
kapısına dayandılar. Sordular: "Padişah Hazretleri niçin Cuma namazına
gelmez? Yedekçilikten bozma, bir serhoşu sefihi kaymakam edip devleti sipariş
etmiş! Kendi hevâyı nefsine tâbi avında ve kuşunda, vilayatın harab olduğuna
bakmayıp umun müs-limiyni görmez oldu ve işte din ve devlet bu hallere girdi
eğer padişah ise şikârdan el çekip tahtında otursun ve ibadullahın hizmetini
görsün. Şikâra gittiğine duaya gelmediğine rızamız yoktur" Diyerek
şikâyetlerini ortaya koydular. Şeyhülislâmı bu şikâyetleri, Recep Paşa
kanalıyla padişaha arz ettiğinde padişahda o pazartesi Eminönün'deki Yenicâ-mie
gelip, orduların muzafferiyeti duasına iştirak etdİ. Fakat bu ifadelerin
padişaha ait otoritenin sarsılması demektir. Vasıtalı olarak söylenmesi daha
zor yenir, yutulur bir işdi! Bunlar olurken Budin Kalesinin elden gittiği
haberi erişdi. Padişah bu bilgi üzerine şeyhülislâmı istişare için yanına
çağırdığında Efendi: "Bizim yanınıza gelmemize ulemânın müsaadesi
yoktur! Emirîeri ne ise bildirsinler" şeklinde haber gönderdi. Bu cevap da
işin vahametini ortaya koyuyordu. Fakat; padişah dâvetine icabet etmeyenin azli
gerçekleşti ve Ankaravî Mehmed Efendide makamı meşihate nasbedildi. Yeni
şeyhülislâm padişaha güzel bir nasihat çekmek suretiyle bir ay kadar av
yapmamasını sağladı. Ancak bu zevkin tiryakisi olan padişah oturamadığını
ileri sürüp izin istediyse de, uzaklara gitmemek kaydıyla müsaade verildi.
Siyavüş Paşanın Sadareti
Bilindiği gibi; Siyavuş Paşanın İstanbul'a gelip, Recep Paşa
vasıtasıyla mührü hümayunu ve Sancakı Şerifi padişaha göndermiş olduğunu ve
buna mukabil padişahında, bu Emrivaki karşısında, nefsine mağlup olmayıp, mührü,
Sancakı Şerifi ve bir de hattı hümayunla bu tarafa gelmemelerini emrettiğini
kaydetmiştik ve bunlar yeni sadrıazamın eline geçtiğinde Siyavuş Paşa,
maiyetindekiler! toplayıp onlara yüzbe yüz olarak padişahdan gelmiş fermanı
okuttu.
Ancak ocaklar halkı, yâni çeşitli askeri sınıfın efrads şu ifadeyi
ileri sürdü: "Bu hattı hümayunu gönderen adamın mutlak padişahlığını
istemeyiz. Burada kışlamayıp da şer'ile dâvamızı görmeye İstanbul'a varmayınca
hiçbir mahalde dizginimizi çekmeyiz" Demek suretiyle ne padişahın dediği
Belg-rad'da kalın sözünü takmadılar ne de her hangi bir yerde duralım
teklifine de kapı kapadılar. 16/zİlkade/1098-22/ey-lül/1687'de bu hâl tevali
edince Siyavuş Paşa madem gideceğiz, memâlikimizi bir düzen üzere bırakalım
dedikten sonra, bazı vazifelere tâyinlerde bulundu. Yeniçeri askerinin ısrarı
üzerine Ağa'lıktan azledilmiş bulunan Bekri Mustafa Paşaya yeni hizmet yeri
olarak Boğazhisar (Çanakkale) muhafızlığını gösterdi.
Kul kethüdası, yâni yeniçeri erkânı harb sekreterini yeniçeri
Ağa'Iığına yükseltti. Bunun adı da, Cadı Yusuf Ağa idi. Bu icraattan sonra
istikameti İstanbul eylediler. Ancak; Vara-din'de bulunurken Sadrıazam Siyavuş
Paşa; kendi ağzından değilde isyancıların hislerini aktaran şikâyetnameyi de
Şeyhülislâm Ankaravİ Mehmed Efendi'ye gönderdi. Din ve imanla namus ve ırz
gidip, düşmanlar arasında kötü anılanlardan olduk padişah tahtında durmaktadır
fakat askerde gönül birliği olmayıp, bunlarla bir şey yapılmaz.
Büyük çoğunluğun seçimi hepimizde öncülüğünüze ihtiyaç duyup,
gidelim ve şer'le dâvamızı halledelim 4. Meh-med'i tahtdan indirip, kardeşi
şehzade Süleyman'ı padişah edelim, dediklerini bildirdi. Bunun üzerine Ankaravî
Mehmed Efendi; ulemanın reisi olmasından doîayıda gizlice bir toplantı tertip
etdi. Kendisine gelen sadrıazamın mektubunu gelenlere okudu. Onlarda, cevap
olarak "Bu noktada bizde askerle aynı düşünüyoruz. Padişahın nezdimizdeki
itimadı şayanı kabul olmayacak derekededir. Nasihat kabul etmiyor, ne kadar
işe yaramaz adam varsa onları başa koydu ve ülke bu hâle geldi. Ancak bu
isyancı reziller de yarın İstanbul'da neler eder bilemeyiz çünkü bunlar söz
anlamaz takımından-sa sıkıntı daha da büyür. Sadrıazam bunlardan, ulemayı
dinleyeceklerine dâir söz alabilirse, biz de yardımcı olalım ve daha güç
şartlar zuhur etmesin şeklinde cevap verdiler. Sadrıazam Siyavuş Paşa
İstanbul'a müteveccihen yoldayken, padişah Sarı Süleyman Paşa ile Recep Paşayı
yanına çağırttı, Boşnak San Süleyman Paşa hemen geldiği saray'da boğularak
kellesi yoldaki askere gönderildi. Recep Paşa ise, kendisini almaya gelen
Bostancıbaşı'ya "içeride pek önemli evrak var. Birazda üzerime nakit
alayım az bekleyin" demek suretiyle içeri girdi. Tebdili kıyafet edip,
firara muvaffak oldu. Çıkışını gizli kapıdan yapmıştı. Bu firar, padişaha
bildirildiğinde hayli kızdı ve ongüne kadar yakalanmazsa, Bostancı-başı'nın
öldürülmesini de emretti. Recep Paşa ise tebdili kıyafet bindiği beygirle
Edirnekapı istikametinde uzaklaşırken, esnafın çarşılarından geçerken de şehre
haydutlar bastı, dükkanlarınızı kapatın kaçın demek suretiyle bir karışıklık çıkarmaya
da gayret sarfettiğini Zübdei Vekaiyat bildiriyor. Padişah; eski sadrıazamın
kellesini gönderirken yolladığı yazıda kimlerin kellesini istiyorsanız defter
ediniz, ciğerparem Mustafa'yı bile isteseniz sizden esirgemem diye yazmıştı.
Bunları tutar tutar, kellerini gönderirim. Siz Edirne'de kışlayın tenbi-hini de
unutmamıştı. Şüphesizki padişahın bu mektuplara yazdıklarını, harffiyen yerine
getireceği sanılmamalidır. Bunlar zaman kazanmış olmak için yapılan ajitasyon
hareketleridir. O zamanki tâbir, asileri birbirine düşürmek için serpilen
nifak ve şikak teşebbüsleriydi. Eğer altun ile de takviye edilirse, en azından
kitleyi, ikiliğe düşürmek uzak ihtimal değildi-
Padişahın; tahtını muhafaza edebilmek için bazı yollara baş
vurmasını makul karşılamak gerekir diye düşünüyorum. İktidarın, buyrun sizin
olsun diyenine deli lakabı verildiğini, 1. Mustafa'nın, yeğeni Genç Osman'ı
"Nerdesin? Osman; bu bâr bana pek ağır geliyor" diye sedir altlarını
arayan olduğunu hatırlarsak, dünya saltanatına önem vermeyene deli mi denir?
Yoksa akıllımı? Bunu iyice temmül etmek gerek.. Yukarıda düşüncemizi
belirttiğimiz minvalde; 4. Mehmed'de aynı yola başvurmuş Serçeşme Yeğen
Osman'ada gönderdiği haberde kendisine bin altun gönderdiğini, bu işi
atlattıktan sonra kızı Hatice Sultanla evlendireceğini vaad etmekten de
çekinmemişidi. Ancak padişahın son hattı hümayunu, yine Siyavuş Paşa tarafından
kaderdaşlara okutuldu. Onlar ise, İstanbula varınca padişahımız bellidir."
Dediler. Bu arada ise; boşalan sadaret kaimmakamhğına Köprülüzâde Fâzıl Mustafa
Paşa tâyin edildi. Siyavuş Paşa, Fâzıl Mustafa Paşanın eniştesi olduğundan
belki kendine faydalı bir yol bulunuru düşünmüş olabilir.
Fâzıl Mustafa Paşayı; Alay köşkünde kabul ederek padişah şunları
söyledi "sana yapageldiğim cevirlere rağmen bana sadakatte dâim oldun.
Paşa baban ve biraderin zamanındaki hizmetleri senden de beklerim dedi.
Padişah bu sözleri söylemeğe kendini vicdanen mecbur hissederek söylemişti. Çünkü,
Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın infazı sonrasında bu Köprülüler ailesi hayli
istiskale maruz kalmıştı ve bu vicdanları sızlatacak bir haldi. Bu sırada da
Recep Paşa Çatalca'da ele geçirildi ve boğduruldu. Edirne'de kışlamağa razı
gelmeyen asker, padişahın hallinde ısrarlı olduğundan, bu hâl padişaha
bildirildiğinde, 4. Mehmed; Siyavuş Paşa'ya meâlen son olarak şunları yazdı:
"Sizin maksadınız malum olmuştur. Ben size yaramadığımı anlıyorum. Beni
tahttan indirmeniz murad ise, oğlum Mustafa'yı size Allah'ın emaneti olarak
veriyorum. Yerime geçirin ve beni kendi hâlime koyun. Allahımızın bir esması
da Kahhar'dır. Dilerim Allahdan
ki; cümleniz kahrolasınız!" Diye yazdı. Bu son cümle padişahın
nefs ve izettini korumasının bir örneğidir ki, kellesini ortaya koymuş olması
bakımından takdire şayan bir şecaatdir. 1099/Muharrem başında, 7/kasım/1687'de
4. Mehmed'in menkubiyeti, mahlû padişahın kardeşi şehzade Süleyman, 2. Süleyman
unvanı ile Osmanlıya padişah oldu.
4. Mehmed'in Hanımları Ve Çocukları
19. Osmanlı padişahı olan 4. Mehmed'in hanım sayısının sekizinin
adından başka bir malumat olmayıp, iki hanımı hakkında geniş sayılmasada bir
miktar malumat bulunmuştur.
Bunların ilki Mehpâre Emetullah Gülnûş valide sultandır ve 1647'de
doğdu padişahdan beş yaş küçüktür. 68 yaşındayken, Edirne sarayında irtihal
eylemiştir. Deli Hüseyin Paşanın Resmo'da Verzizzi sülâlesinden esir alınıp,
Turhan valideye hediye edilmişti. Padişah bu izdivaçla 1661 'de Gülnûş
sultanla başlayan hayat çizgisi 26 sene sürmüştür. Bu ha-nimsultandan olan
oğulları 2. Mustafa vede 3. Ahmed ün-vanlarıyla tahta çıktıklarından, iki defa
valide sultanlık etme şansı elde etmiştir. Ayrıca Haticesultan adlı kızı bu
hanımından doğmuştur 4. Mehmed hân'ın. Üsküdar'da Vâiide Camiinde yaptırdığı
türbeye defn olunmuştur.
4. Mehmed hânın 2. hanımı ise, şâire Afife Haseki olup es-ki
sarayda 1688'den sonra vefat etmiştir. Diğerlerinin yukarıda ki ifademize
uygun olarak sekiz hanımın isimleri şöyledir: Râbia Haseki ile Kâniye, Siyavuş,
Gülbeyaz, Rukiyye, Cihgn-şûh, Dürriye ve Nevruz hanımlardır. Padişahın
kızlarına gelinçe; 1662 doğumlu Hatice sultanhanım 81 yaşında vefat etmiştir.
Kabri Yenicâmii türbesindedir. Çokça eskimiş olan Ayvansaray'daki Yavedûd
Camiini ihya etdi. Bu sultanhanım 81 sene muammer olmuş ve bu uzun ömürde iki
izdivacı olmuştur. Bunun ilki Musahip Mustafa Paşa ile olmuş 1675'de izdivaç
gerçekleşmiştir. Bu dâmad'ın 1686'da vukubulan vefatını müteakip dul kalan
Hatice sultanhanım, Morali Enişte Hasan Paşaya verilmiştir. Bu evlilik 23 sene
temadi etmiştir. Hasan Paşa Î713'de vefat etmiştir sultanhanım ömrünün son otuz
senesini evlenmeden tamamlamıştır.
4. Mehmed'in 2. kızı Emetullah sultanhanımın 1670'de doğup
30yaşında olduğu halde 1700 vefat edip, Yenicâmi türbesinde toprağa verildiğini
biliyoruz. Bu sultanhanimda iki defa evlenmiştir. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa
ile ilk izdivacını yaptığında daha doğrusu nikâhı aktedildiğinde beş yaşında
olan hanımı 2. Viyana bozgunu sonrasında nikâhlısının idam edilmesi hasebi ile
13 yaşında dul kaldıysa da, zifaf vu-kubulmamış olduğundan, bu izdivacın
hukuken yapıldığını fakat fiili bir izdivaç olmadığını kaydedelim. 2. dâmad ise
Si-lahdar Çerkeş Küçük Osman Paşa oldu. Evlilik Edirne'de 1694'de gerçekleşti.
Bu sırada sultanhanımın yaşı 24 idi ve altı sene süren evliliği sonunda vefat
etdi.
1681'de dünyaya gelen Fatma sultanhanım'sa 4. Mehmed'in üçüncü
kızıdır. Bu hanımsultanda ilk evliliğini Tırnakçı Çerkeş İbrahim Paşa ile 1696'da
15 yaşında olduğu halde yapmıştır. 1697'de öldürülen daha doğrusu idam edilen
Paşanın dul Hanımı, henüz 16 yaşındaydı. 2, Dâmad ise Topal Yusuf Paşa ile
1697'de üç sene sürebilen bir izdivaç yaptılar, bu evlilik sultanhanımın vefat
etmesiyle noktalandı.
4. Mehmed'in altı tane adları bilinen oğlu doğmuş olup, bunların
ikisi, biri Sultan 2. Mustafa, diğeri 3. Ahmed unvan: ile Osmanlı tahtına
çıkmışlardır. Dört şehzade ise bebeklik
dönemlerinde vefat etmişlerdir. Bunların adları şöyledir: İbrahim, Bayezid,
Süleyman şehzadeler ve ümmi Sultandır.
4. Mehmed'in Sadrazamları
4. Mehmed'in ilk sadrazamı Mevlevi Sofu Mehmed Paşadır. Sultan
İbrahim'in son sadrazamı olmasıyla, otomatikman görevinde ipka olunduğundan
çocuk padişahın ilk veziriazamı olması kesinlik kazandı. Merhum padişahın
katliyle alakalı fiil ve rolü ifademizde yer almıştı. Mehmed Paşa, 1060/1650
tarihli vakfiyesindeki bilgilere göre Süleyman adlı bir zâtın oğludur.
1051/1641senesinde Kemankeş Kara Mustafa Paşa sadaretinde, başdefterdar
görevinde bulunup, faydalı çalışmaları görülmüştür. Yenikapi Mevlevihanesinde
Hüseyin Dede dervişlerindendi. 1059/cemaziyeIevvelin 7. /1649 mayısının 19.
perşembe günü azledildi. Kabri öldürüldüğü yer olan Malkara'dadır.
Kara Murad Paşa: Aşağı yukarı her Osmanlı ileri geleninde olduğu
gibi, Kara Murad Paşa da doğum tarihi bilinmemektedir. Arnavut ırkındandir.
Yeniçeri Ocağının Samsuncu Ortasında (bölüğünden) yetişmiştir. Girit'i fethe
gönderilen ordunun komutanı Yusuf Paşa'nın yanında yeniçerilere komuta eden
Ağa olarak vazife yapmıştır. Hanya'nın zaptedilmesin-den sonra Sekbanbaşı
makamına yükseltilmiştir. Sultan İbrahim'in son döneminde Girit'te
sekbanbaşılıktan infisal ettiğinden payitahta dönmüştür. 4. Mehmed'in tahta
iclasında Yeniçeri Ağası nasbediimiştir. Sofu Paşanın azlinden sonra makamı
sadaret Yeniçeri Ağası Kara Murad Paşa'ya düşmüş, Yeniçeri Ağalığı da, Kara
Çavuş Mustafa'ya tevdi olunmuştu. Sadrazam ve Yeniçeri Ağası aralarındaki
rekabeti, can düşmanlığı hâline getirmişlerdi. Kara Çavuş Mustafa Ağa, Kur çük
Valide Turhan Sultan hizbine müntesib olduğundan, hayatını tehlikede gören
Kara Murad Paşa, sadaretten istifayı uygun görmüş ve Budin Valiliği görevine
tâlib olurken, padişaha da, ocaktan hiç kimseyi veziriazam yapmamalarını, Melek
Ahmed Paşa'nın sadaretini tavsiye eylemiştir. Bir gün önce Bağdad valisi
nasbolunan Melek Ahmed Paşa bu görevden alınmış ve sadareti uzma makamına
yükseltilmiştir. Kara Murad Paşa üçyıl süren Budin Valiliğinden sonra İstanbul'a
gelmiş ve Kaptanı Derya makamına tâyin olunmuştur. Kaptanı Deryalığı esnasında
Girit'e asker ve yardım götürme işlemini yapmak üzere donanmayla, Çanakkale
Boğazından çıkmıştı. Üzerine saldıran Venedik donanmasını, mağlup etmeyi
başararak, Girid'in ihtiyacı olan yardımları taşımaya muvaffak olmuştur. Daha
sonra veziriazam İbşir Mustafa Paşa aleyhine tertiplediği isyan sonunda, İbşir
görevinden atılıp, idam olunduğunda boşalan sadaret tekrar Kara Murad Paşa'ya
verilmiştir. Ancak bu sadareti üç ay sürebilmiştir. Yine kendi İstifasıyla ve
talebine uygun olarak Şam'a vali olarak gönderilmiştir. Yolda tutulmuş olduğu
Humma Hastalığı, Hama şehrinde ölümle sonuçlanmıştır. Oraya defnedilen Murad
Paşa altmış yaşlarındaydı deniyor. Paşanın iki sadaretinin yekünü birbuçuk
sene civarındadır.
Melek Ahmed Paşa: Can Mirza Paşanın Abaza diyarından çalıp satışa
arzettiği çocuklardan olduğu rivayeti varsa da, Zılhoğlu Mehmed Efendi
nâmıdiğer Evliya Çelebi Merhum, ünlü eseri Seyahatnâme'de annesi tarafından
akrabası olan Melek Ahmed Paşayı anlatırken, babasına ait Tophane semtindeki
konaklarında doğduğunu, az sonra yine babası tarafından alınıp, Abaza diyarına
götürülüp, kendi yaşıtları arasında yetişip, terbiyesine itina etmek üzere
yetiştirilmesi sağlanmıştır. Daha sonra yine babası, İstanbul'a getirip,
Sultan 1. Ahmed Hazretlerine takdim etmişti ve Melek lâkabı bizzat padişah
tarafından verilmiştir, demektedir. 1048/şabanl638 aralık ayında Diyarbekir
Valisi olarak saraydan çıkmıştır. Altı yıl sonra, 4. Murad Hân'ın kızı Kaya
Sultanhanım ile izdivaç yapmıştır. Çeşitli vilayetlerde valilikle istihdam
olunduktan sonra, Kara Murad Paşanın tavsiyesi üzerine boşalttığı makama tâyin
olundu. Bu sadarette Kösem Valideyle hanımı Kaya Sultanın iltimasları yok
sayılmamalıdır. Melek Paşanın memleketin mâli sıkıntısının hafiflemesini temin
hususunda, bütün devlet adamlarının sipahilerin, timar ve zeamet
sahiplerinin-de, fedakârlık yapmalarını taleb eden tedbirleri yüzünden sevilmeyen
bir kimse olmuştur. Makamı sadarette pekde fazla kalamamıştır. 7/ağustos/1648ile21/mayıs/1649
tarihlerinde bir sene onyedi gün sürmüştür. Bu zat'da altmış yaşlan civarında
vefat etmiştir. Eyüb Sultan'da Kaya Sultan Yalısı civarında üstadı Geçi Mehmed
Efendi kabrinin hemen yanına defnedildiği Hasibi üsküdâri'nin "Vefayat
Mecmuası" adlı eserinde yer almıştır.
Siyavuş Paşa: Bu sadrazamda Damad olmak şerefine nail olmuştu ve
bu da, selefi gibi Abaza kavmindendir. 4. Murad devrinin meşhur Abaza Paşasının
mâiyetindendir. Abaza Pa-şa'nın öldürülmesi sonrasında padişah tarafından
sarayda ahkonmuştur. Pek güzelce bir zat olan Paşa iki defa sadaret makamına
oturmuşsa da, bunu birincisinde, bir ay yedi gün muhafaza edebilmiş, ikincisi
Vakai Vakvakiye meselesi esnasında Zurnazen Paşanın yerine geçmesiyle olmuşsa
da, humma'ya yakalanmış, pek bir şey yapamadan vefatı vuku-bulmuştur. İlk
sadaretinden önce çeşitli yerlerde valiliklerde bulunmuştur. İkinci sadareti de
bir ay yirmiiki gün sürmüş iki sadaretin toplamı 2 ay, 29 gün tutmaktadır. Bu
zâtı da bir defasında idam olunmaktan Kösem Mahpeyker Valide Sultanca
kurtarılmıştır.
Gürcü Mehmed Paşa: Bu zat, sadarete geldiğinde ası sekseni aşmış
bulunuyordu. Sadareti 8 ay, 23 gün sürmüşA, tür. Divân'da Hocazâde Mesud
efendinin sözleri karsısında"evladım ben bu saçı sakalı devlet işlerinde
ağrıttım" cevabını verdiğinde Turhan Valide Sultanın azarlaması pek
anılan rivayettendir. Sadaretinden sonra bir çok sürgüne muhatap olmuş, 1660
senesinde son valiliği olan Budin vilayetinde vefat eylemiştir. Vefatında 90
yaşında olduğu söylense de, Vecihİ tarihinde 113 yaşında olduğunu belirten
rivayetide buraya alalım.
Tarhoncu Ahmed Paşa: Arnavutluk'un Mat kasabasından-dır.
Enderundan yetişenlerdendir. 1633
yılında Mısır'a Vali tâyin olunan Bosnalı Musa Ağanın maiyetinde saraydan Mısır'a
gitmiştir. Sultan İbrahim'in sadrazamı Hezarpare Ahmed Paşa maiyetinde de
bulunmuştu. Sadrazamın parçalandığı vakada hayatını kaybetmek üzereyken,
şeyhülislâm Abdür-rahim efendi himayesi altına alarak mutlak bir ölümden Kurtarmıştır.
Önce Diyanbekir valiliğine tâyin olunan Tarhoncu Ahmed Paşa daha sonra Mısır
Valiliğine nasb olunmuştur. Bu sırada
tarihin h. 1 059/m. 1 649
olduğunu görüyoruz. H.1061safer/m.
1651ocak ayına kadar Mısır Valiliğini yürütmüştür. Azledilmiş ve yerine Hadım
Abdurrahman Paşa getirilmiştir.
4. Mehmed'in Şeyhülislâmları
4. Mehmed tahta çıktığında henüz yedi yaşının içindeydi tabii
Kösem valide sultanın niyabetinde hüküm sürmüştü. Bu sırada makamı meşihatde
Adanalı Hacı Abdurrahim Efendi bulunuyordu. Şeyhülislâm Osmanlı devletinin 41.
şeyhülislâmı idi ve Sultan İbrahim tarafından, 25/nisan/1647'de göreve
getirilmişti. 4. Mehmed bu şeyhülislâmla 11 ay, 10 gün çalışmıştır ve yerine
aslına bakarsak devletin atabeyi durumunda olan Kösem valide, Hocazâde Mehmed
Bahai Efen-di'yi 18/temmuz/1649'da göreve getirdi. Bu zâtın meşihati i sene, 9
ay, 15 gün sürdüğü görüldü. Yerini 43.
şeyhülislâm olarak, Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi tâyin edildiğinde târih
2/mayıs/1651 idi. Bunun 4 ay, 2 gün süren vazifesini Ebu Said Efendiye 2.
meşihatini sürdürmek üzere devretmiş oldu bu zât da, bir seneyi tamamlamaya
18'gün kala infisal etdi. Bahaî Efendi ikinci defa vazifeye getirildi. Bu
seferki meşiha-ti 1 sene, 4 ay, 17 gün sürmekle beraber, hayattaki nefes sayısı
da göreviyle birlikte bitti.
Bu sefer halef selef oldu, yâni biribirlerini takip ederek, Ebu
Said tekrar ve 3. defa şeyhülislâm oldu 2/ocak/1654'den 1 l/mayis/1655'e kadar
1 sene, 4 ay, 10 gün, sürerek üç meşihatinin toplamı 4 sene, 2 ay, 10 gün olmuştur.
47. şeyhülislâm olarak Tulumcuzâde Abdurrahman Efendiyi 9 ay, 25
günsonra makamdan istifaen ayrılmış görüyoruz.
Memikzâde Mustafa Efendi 13 saat süren meşihatiyle görevde enkısa
zaman kalan oldu.
49. şeyhülislâm Mesud
Efendiydi ki, bu çok genç adamın meşihati 4 ay;
13 gün sürmüş, azlinden 15 gün sonrada idam ettirilmiştir.
50. şeyhülislâm ise
Nahcıvan doğumlu Hanefi Mehmed Efendide vazifede, 4 ay, 5 gün kalabildi.
Balızâde Mustafa Efendi, 6 ay, 2 gün kaldığı makamdan ayrıldığında takvimler
23/mayıs/1657'yi gösteriyordu. Bolulu Mustafa Efendi 1 sene, 9 ay, 28 gün
sürecek hizmetine başladığı târihin son hizmet günü 20/mart/1659 oldu ondan
boşalan yere, Bıçakçı-zâde Esirî Mehmed Efendiyi getirdiler. 2 sene, 10 ay, 14
gün sürmüştü.
54. şeyhülislâm Sunîzâde Mehmed Efendi, 3/şu-bat/1662'de göreve
başlamıştı. Minkârizâde makamı meşi-x hate geldiğinden 11 sene, 3 ay sonra
giderken târih 21/şu-bat/1674idi.
İstikrar avdet etmiş olmalıki Çatalcalı Ali Efendi, 12 sene, 7 ay,
4 gün süren meşihat dönemi tamamlandığında, târihler 27/eylül/1686'idi. 57.
şeyhülislâm Ankaravî Mehmed Efen-didel sene, 1 ay, 5 gün sürdü ve makamı
vefatıyla boşaldı.
Debbağzâde Mehmed Efendi; 2/kasım/1687'de vazifeye tâyin edildi. 3
ay, 12 gün makamda kaldı ve de yerini, 59. şeyhülislâm Erzurumlu Hacı Feyzullah
Efendiye bıraktı. Fakat bu zâtın ilk meşihati 17 gün sürebildi. Şeyhülislâmın
altıncı günü dolarken, 4. Mehmed'in tahttan indirilmesi gerçekleşti. Böylece
4. Mehmed; 19 defa şeyhülislâm tâyini yapmışsa da, iki zâtda ikişer defa
meşihate geldiğinden on-yedi ayrı kişi ile çalışmıştır.
Dördüncü Mehmed döneminin, uzunluğu ve çok dönemli bir devri
ihtiva etmektedir. Biz, burada yukarıda tamamlayıcı malumat olarak aşağıdaki
çalışmayı ayrıca eserin bu sahife-lerine dercini uygun gördük. Köprülü Mehmed
Paşanın vefatından sonra, vasiyeti üzerine sadarete oğlür Köprülü Fazıl Ahmed
Paşa getirilmişti ve yaşı henüz 27 idi.
1072/1661tarihi yeni bir dönem başlatmıştı. Baba vezir, ülkenin iç
nizâmını temin ettikten sonra yavaş yavaş serhad boylarında, kıpırdanan düşmanlara
haddini bildirmek üzere harekete geçmişti ki, ecel onu yakaladı. Bahse konu
hazırlıkları oğul sadrıazam Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşa devraldı. Avusturya
son zamanlarda Erdel işlerine pek karışır olmuştu. Hatta söz konusu belde
üzerine asker bile sevketmişti. Bu mesele hakkında Avusturya ile yapılan
müzakereler bir seneden çok sürdü. Sonunda müzakereciler geri çekildi.
1073/1663de mecburen Nemçeliler üzerine sefer açıldı.
Genç sadrıazam seferin baş kumandanlığını uhdesine aldı. Osmanlı
ordularının geçmişde defaatle sopasını yemiş bulunan Avusturyalılar, kısa
zamanda bu ordunun öncülerini karşısında bulduklarında şaşkınlığa düştüler ve
hemen, sadrı azamın yanına gönderdikleri elçi ile aldıkları bütün kaleleri geri
vermeye, Erdel üzerine sevk ettikleri birlikleri geri çekmeye amade
olduklarını bildirdiler.
Fazıl Ahmed Paşa, son zamanda Avrupa siyasi mahfillerinde
Osmanlı'nın zafiyeti hakkında alıp giden dedikoduları, boşa çıkarmak niyetiyle,
Osmanlı Devletinin Kaanuni zamanındaki yapılan antlaşmaya eş bir antlaşma
yapmak ve böylece Avrupada yayılan düşünceyi çürütmenin yolu olarak senede 30
bin altun vermelerini veya bir seferde, 200 bin altun ödedikleri takdirde,
sulha razı olacağını serdetti.
Arkasındanda yürüyüşüne devam ederek; Ösek, Budin, Estergon yolu
ile Ciyvar kalesi önüne geldi. Vakit geçirmeden mezkur yeride kuşatmaya aldı.
Hemen o sırada Kırım Ha-nı'nın oğlu Ahmed Giray 100 bin Tatar süvarisi yanında
olduğu halde gelip, orduya katıldı. Bu kuvvetin iltihakı, düşman üzerinde
kuvvei mâneviyeyi sarsmağa yetti de arttı biie. Bir aya kalmadan Uyvar kalesi
Osmanlı eline geçti. Tunanın karşı yakasına geçen Osmanlı ordusu burada
Avrupanın ünlü komutanlarından Monte Kukuli birlikleriylen tutuştu. Monte
Kukuli burada mağlup oldu. Tatar süvarileri de, Silezya ve Moravya'yı çiğneyip
yağmaladılar. Avrupalılar bu Osmanlı başarısı karşısında birleşmeyi ve
Avusturya'ya yardımı karar altına aldılar. Çalışmalara başladılar ancak kış
bastırdığından onların ameliyesi yarım kalırken, Fazıl Ahmed Paşa da, kışlamak
ve ordunun eksiğini gediğini tamamlamak üzere Belg-rad'da kışlağa çekildi.
Bizim tarihlerimizdeki adı Demirkazık, olan meşhur Avusturyalı generallerden
Zirinyi, Kanije kalesini kuşatma altına almışsa da, Fazıl Ahmed Paşa'nın
gönderdiği kuvvetler karşısında mağlup olmuştu. Bu vaziyet Avus-^ turya
imparatorunu 25 sene temadi edecek bir sulh yapma mecburiyetine taşımıştı.
1075/1664'de Avusturya Erdel'i ve civar kalelerini boşaltacağı
gibi, defaten 200 bin duka altunu verecekti. Nevarki sadrazam bu teklifi az
bularak elçileri geriye gönderme yoluna gitti. Askerleriyle San Gotar üzerine
yürüdü. Raab Nehri üzerine köprü kurdurarak öteki sahile geçti. Mevsim gereği
Raab suyunun taşması, karşı yakaya geçmiş onbin kadar Osmanlı askerinin,
kendisinden bir kaç kat fazla Avrupalı müttefik askerleriyle tutuşması, askerin
geri kalan bölümünün öbür tarafta kalması ve karşıya geçiş yolu olmak üzere
yapılan köprüyü kabaran suların götürmüş bulunması, karşıda mahsur kalan
kendinden bir kaç misli kalabalıktaki düşmanla boğuşa boğuşa şehadet şerbeti
içen islâm askerini, bulunduğu yakada çaresizlik içinde seyretmek mücahidlerin,
canevinden vurulmalarını intaç etmişti.
Düşman müttefik ordusunun bu savaştaki kumandanı daha önce, Fazıl
Ahmed Paşanın yendiği meşhur Monte Kukuli idi. San Gotar Meydan muharebesi diye
tarihe geçen savaşı, fevkalâde güzel bir şekilde tahlil etmiş bulunan. Gazi
Ahmed Paşanın bir araştırmasını, ehemmiyetine binaen bölüm sonu sayfalarımıza
almayı lüzumlu bulduk.
Girid Meselesinin Halli
Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşa, Avusturya seferinden döner dönmez,
1055/1645'de açılmış olan Girid seferi bunca zaman devam etmekte ve nice
memleket evlâdının şehadet şerbetini içmesine sebeb olan savaşa son noktayı
koyma hazırlığına girişmişti. Bu yirmi sene zarfında Girid'in bir çok bölgesi
devletin eline geçmişti amma pek muhkem ve metanetle savunulan Kandiye ele
geçirilememişti. Burası mücahidlerin yed'ine geçmeden, Ada'nında fethi
gerçekleşmiş sayılamazdı. Bu büyük gaileyi ortadan çıkarmak için gerek deniz
kuvveti, gerekse kara birlikleri
hazırlıklarına girişti.
1076/1665 senesi ortalarında Edirne'den yola çıktı. 1077/1666'da
Hanya'ya geldi. Kandiye'yi muhasaraya aldı. Ancak bu muhasara iki sene, sürdüğü
halde başarıya ulaşılamadı. Sebebse, donanmanın pek kuvvetli olmamasından ve
yeterli muaveneti gösterememesinden kaynaklanmıştı. Ancak düşman bu kuşatmaya 2
sene mukavemet edebildiler. Çünkü şehirde yiyecek azalmış, çarpışanların sabrı
tükenmişti. Şehrin muhafızı sadrazamın son hücumundan sonra bir murahhas
yollayarak, Venediklilere üç iskele bırakılmasını taleb eder. Bu iskeleler
Suda, Ispiralunga, Garabi-ye'dir. Osmanlılara gelecek her hangi bir zarardan
Venedik sorumlu tutulacak, bu hususta Galata'da bulunan Venedik Balyozuna
müracaat mahalli sayılacaktır. Bu şartlar altında Kandiye kalesini teslim
edebileceklerini söylediler. Malum olduğu üzere Girid fethi başlangıcından,
nihayetine kadar verilen şehid sayısı yüzbini aşmıştı. Yalnız Fazıl Ahmed
Paşa'nın saldırıları otuzbin kişinin telefatına sebeb olmuştu.
27/ey-lül/1669'da Kandiye teslim alındı. Bu teslim alış Osmanlıların enson
büyük zaferidir. ;
Fâzıl Ahmed Paşanın Şahsiyeti
Döneminin en büyük devlet adamı dense doğru bir tesbit yapmayı
başarmış oluruz. İlim sahibi ve faziletli bir kimseydi. Çok konuşmaz, maksadını
kestirmeden yerine getirmeye çalışırdı. Aklı tedbirlere pek ererdi. Mütevazi,
eli açık bir kimseyken, çokça hiddetlendiği Fransa kralı 14. Lui'nin elçisini
kendi elleriyle hırpalamış, hapse attırmış, böylece de, bu devletle aramızda
büyük bir soğukluk yaşanmıştır. 23 yaşında vali olan bu bu zat, sadarete 27
yaşında geldi. Bu kadar genç bir sadrıazam işleri yürütmekte hiç zorluk
çekmediğini göstererek dostları sevindirip düşmanları çatlatmayı sağladı.
16 sene fasılasız yüklendiği sadareti memleketin her tarafına
sükunet, asayiş ve adalet içinde yaşayış temin etti. Eğer Paşanın ömrü biraz
daha uzun olsaydı, Viyana seferinin muvaffakiyetle neticelenmesi mutlaktı. Bu
fetih ise nice pürüzlerin çıkmadan yok olması demekti.
Cehreyn Seferi
1089/1678 senesinde Ukrayna eyaletinin başşehri olan Cehreyn
kalesi Rusların eline geçmişti. Gerek bu hududa yakın askerlerimizle, Kırım
Hân'ı Selim Giray buranın hâlaskar-lığına memur edildiyselerde yapılan
çarpışmalar askerimizin başarısızlığını dolaysıyla mağlubiyeti getirivermişti.
Padişş'h 4. Mehmed vaziyete müdehale gereğini duyarak, birliklerin hazırlanması
çalışmalarına bizzat katıldı. Seferi başlattığında Tuna Yalısına kadar askerle
birlikte yürüdü. Burada orduyu, sadrıazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'ya
teslim etti. Bu sadrazam düşman üstüne yürürken Cehreyn'L almayı plânlamış,
fakat elinde tutabilme imkânını görememişti. Hakikaten kaleyi kurtarmayı başararak
düşmandan aldı ve yıkmayı tercih etti. Ardından padişahın yanma avdet etti. Bu
sırada İse, Rusların Çarı sulh talebini yapmaya mecbur kalmıştı bile. Teklif
kaale alındı, sulh yapıldı vede İstanbul'a avdet edildi.
(İç Asrın Tahlili
Tarihi Encümeni Osmani azasından Ali Sabri bey'in; kuruluşundan
Merzifonlu Mustafa Paşa dönemine kadar geçen vak'a, varılmış bulunan hedefleri
tahlil eden ifadesiyle sayfamızı süslüyoruz: "Üç asır içinde irili ufaklı
ondört adet devleti ele geçiren, Avrupanın adeta tamamını yumruğunun altında
boyun eğdirebilen, arazisinin yüzölçümü bakımından Roma imparatorluğunuda aşmış
bulunan Osmanlı devleti, muntazam kanunlarıyla adilâne ve medeniyete beşiklik
edecek mahiyette idare tarzı göstererek parmak ısırtırken, 1000/1592'den sonra
yukarıdaki başarıları sergileyememek^ teyse de, yinede Viyana kapılarına
dayanmakta, San Go-tar'larda düşmanı sıkıştırmakta pek geri kalmamışda eski
şaşaa ve parlaklığı gösterdiği ileri sürülemez.
Esasında: 4. Sultan Murad gibi sağlam kimseler, Genç Osman gibi
genç veya yaşlı fakat genç fikirli padişahlar, Köprülüler gibi devlet hayatına
yeniden kan ve can veren kimseler, bu devrede de yetişmiş olsalar da, ne
eskiler gibi icraat ve faaliyeti nede ötekilerin rezanet yâni ağır başlılık ve
kifayeti yetersiz, çürümekte olan uzuvlarıyla, Osmanlı tamamıyla devasız
olmamıştır.
Diğer bir anlatımla; her birinin kendi tesir ve faaliyeti, yine
kendi zamanına bağlı kalmıştır. Çünkü, bu uzuvları çöküşe mahkûm eden sebebler
ve alametler çeşitli idi. Bunlardan bazılarını hemen aşağıda belirtelim:
Birinci sebeb padişahların vaziyeti idi. Kuruluş ve müteakip
dönemde padişahlarımız ordularının başında bulunur hatta savaşların en kanlı
bölgelerinden kılıcından kan damlayarak çıkarlardı. Genç Osman'ı Lehistan
seferi, 4. Murad'ı Bağdad ve İran seferleriyle, 4. Mehmed'in Köprülü vezirin ısrarlarıyla
katıldığı Lehistan seferi, 2. Mustafa'nın katıldığı bir kaç sefer sayılmaz ise
padişahların, 1000/1592'den sonra seferlere katılmadığı çok net gözlemleniyor.
Esasta padişahların askerin yanında ve başında bulunmasının önemini tarih pek
net bir şekilde ortaya koymaktadır. Ancak tarihin ortaya koyduğu bu faydalar
pek iyi değerlendirilemedi. Sultanlara söz geçirilemedi.
İstıdrad:
Efendim alıntı yaptığımız
Ali Şeydi bey merhumun, bu ifadesine genellikle katılmak mümkünsede,
buvka-naatini 1329/191 l'de beyan buyurduğunu görüyoruz. Bu devirde Osmanlı
devletinin izmihlaline 11 yıl kalmış bir dönemdir. Ülkenin içine düşürülmüş
bulunduğu ahval, yazarın düşüncesinde bir küşayiş husule getirmiş demekki,
üstelik bu 1329 tarihi rumi dediğimiz hesabın icrasını gerektiriyorsa, bu da
1913 tarihine denk gelirki, Balkan mağlubiyetini tattığımız yıllara denk
gelir, bu hâl ise yazarımızı daha fazla üzmüş olacağından, mütalaasında hata
etmekte olduğunu bilememesine sebeb olur diye düşünüyorum. Asla unutmamak
gerekirki; padişahlar ülkenin bir çok meselesi hakkında bilgilenmekten mahrum
kalmış veya edilmiş olabilirde ancak, onların gafil olmadığı bir kurum vardır.
Bu kurum orduyu hümayundur. Padişah komutasındaki bir ordunun düşman karşısında
hem de o devirde yapılan savaşlar kafi neticeli meydan muharebeleridir ki;
böyle bir savaşın tarafı olan ordumuz başlarında padişahları olduğu halde
mağlubiyete duçar oldu-mu, devleti ayakta tutmak mümkün olabilir mi? Böyle olmadığını
Yıldırım merhumun, Timur karşısında aldığı acı mağlubiyet buna misal oimazmı?
O mağlubiyetin devri fetreti getirdiğini hatırlatmakla işin inceliğini ortaya
koymuş oluyorum sanıyorum. Genç Osman'ı Hotin seferinde biran düşünseniz,
padişahların bitmez tükenmez Paşalarını savaş alanlarına sevk ederek, devletin
bekasını temine çalıştığını anlamakda mümkün. Evet, Ali Sabri beyin mütalasına
bu kadar bir itirazla yetinerek devam etmeye koyulalım:
"Halbuki bu milleti Osmaniye padişahlarına madden ve mânevi
bakımdan merbuttur. Padişah hangi yol ve anlayışı seçerse ahalide onun
tercihine iştirak eder. Saray israfa ve sefahata ne kadar eğilim gösterirse
halkda onların bu haline iştirak eder. Misal olarak, 2. Bayezid'i tarikata
yönlendiren anlayışı, devletin memurundan ahalisine kadar herkesi zühd vede
takva yoluna i'sal eder. Adeta taassub derecesine varan bir dindarlık hissi
uyanır.
4. Murad; harb ve darb adamı olduğundan, ahalinin ağzında
celadet, şecaat, cesaret, döğüş kelimeleri daha fazla dolaşır. 4. Mehmed'in
avcılığı, ahaliyi de av meraklısı yapmaktadır. Görülmekte olan şudurki;
Osmanlı padişahlarının millet üzerinde kurduğu nakıs otorite ve
tesiri sonucunda, üçüncü devre adı verilen dönemde ordumuz korkutuculuğu
koflaşmış, devlet işleri idaresi intizamını kaybetmiş haldedir. Sultan 3.
Murad sonrasındaki taht sahiplerinin çoğunluğunu yedi, onbir ve ondört
yaşlarında çocuklar teşkilettiği müşahede olunur. Bu hâlin müncer olacağı
vaziyet tâlim ve terbiyelerinin tamamlanmasına imkân kalmadan me'suliyeti
yüklenmeye mecbur kalmalarıdır, bu vaziyette de, talim ve terbiye yoluyla
yetişme yerine vakaların içinde yoğrulma ve boğuşmaya duçar olunmaktadır. Son
vaziyeti yakalayana kadarsa, devlet işleri menfaatperest kişilerin
çoğunluğunun husule getirdiği vükelâya veyahut da sarayda nüfuzunu devam
ettirmeye çalışan tâifei nisâ'nın ellerine kalmaktadır. Padişahların eski tarz
yetiştirilmesi sonucu elde ettikleri, muhariplik, kılıç kullanma, ata pek
mükemmel binme, çeşitli harp aletlerini layıkıyla kullanabilme şansı, artık bu
devir hakanlarının işi olmaktan çıkmış bulunduğundan, bunların orduyla beraber
savaşlara gitmesi bir mâna ifade etmezdi, denmekle beraber, değerlendirmeyi
yapan Ali Sabri bey'in biraz ifrata kaçtığını ifade, boynumuza borç olmuştur.
Çünki; Yavuz Selim'den sonra gelen padişahların Hakanlıkları dışında bir de,
halife sıfatları bulunmaktaydı ki; bu mânevi rütbe, askerimizin riayeti
diniyede kaldığı müddetçe padişahın kılıcındanda, atındanda önem taşıyan
husu-sattan olduğu, ne hikmetse gözardı edilerek yoruma gidilmiş.
3. Mehmed'in gerek Eğri Zaferinde, gerekse Haçova meydan
muharebesinde gösterdiği manevi kahramanlıklarla, zaferin amili olmayı
sergilemesi, Ali Sabri bey'in aklından çıkmış oİacak! Yine 3. Murad'dan sonra
gerek yeniçeri askeri-
4. MEHMET) (AVCI)' nin, gerekse orduyu teşkil eden diğer
sınıflarda bozulmalar her geçen gün çoğalarak, Genç Osman'ın tahta geçtiği sırada
en şımarık dönem yaşanılmağa başlamıştır.
İstanbul'da silah taşıma yasağı olmayan enaz ellibin sivil erkek
varken, çeşitli askeri sınıflar mevcudiyetini sürdürürken ve bunlarda bilhassa
sipahiler de padişaha sempatileri mevcutken, bir kaç yüz kişiyi aşmayacak
organize yeniçeri asi taifesi, bu genç padişahı islâm âlemine ve Osmanlı milletine
hakaret edercesine katlederken görülen nemelâzımcılık askeri ve sivil
cemiyetteki çürümeyi göstermesi bakımından Önemli bir numunedir. Dolaysıyla iyi
bir kumandan bile, düzensiz ve disiplinsizliğe duçar olmuş bir ordu ile hangi
başarıyı elde edebilir? Doğrusu üzerinde çok durulması icab eden hallerdendir.
Diğer bir hususda; batı dünyasında husule gelen terakki-yat bize
nazaran bir hayli hızlı ve müsbet olarak gerçekleşmiştir. O milletler bizim
ordumuz karşısında aciz kalırlarken, vaziyetin aleyhimize döndüğü, yaptığımız
her cedelde yavaş yavaş kendini göstermeye başlamasıyla anlaşılmıştır. Bizim
İstanbul'u fethetmemizden sonra Bizans'dan Avrupaya geçen hristiyan âlimleri,
batı dünyasına islârn dünyasının yanında yaşamanın verdiği, avantajla ve islâm
dünyasından aparttik-ları ilim ve fenleri nakletmeyi ödev bildiler.
Martin Luter tarafından açılan protestan mücadele, yâni klişe dini
olan hristiyanlık karşısında lâzım olan reform gerçekleştiğinden, avrupa milletleri
kendilerini cidden geri bırakan papasların dini ve onların ellerinden halas
olmayı becerdiler. Bunun sayesinde bir çok ilimlerin ihyasına, keşiflerin
yapılmasına muvaffak olmalarıyla beraber, hurafelerden kurtulmayı da başarmış
oldular. Avrupa cemiyetinde görülen düzelmeler, tabiatıyla bunların askeri
düzenlerine de yenilikler getirdi. Alman, Avusturya ve Leh ordusu kuru bir
şövalye birliği olmaktan çıkmış, silah üstünlüğü, bizim aleyhimize olarak
onlara geçmişti. Bizim tarafda ise intizamını kaybeden yalnız ordumuz değildi
buna zamimeten, gerek ulema gerekse devlet kâtipleri aynı manzarayı
veriyorlardı. Adetâ topye-kün bozulmaya yüz tutmuştuk. Misal olarak ilim
dünyasında kendini ispat edebilmek için, gereken tahsili yapmak çok uzun
senelere bağlıyken, 1050/1640'ların sonrasında bu tahsile riayet edilmeyip,
bir âlimin daha mahalle mektebinde okumakta olan oğluna makam, lakab ve gelir
getirici arpalıklar verilmeye başlanmıştır.
Diğer bir deyimle batı dünyası dirildİkçe dikleşiyor, bizler ise
bozuldukça yamuluyorduk. Yine bir tesbit gerekiyorki, bozulmamızı hızlandıran
unsurların hemen önemli bir tarafı-da, zor kullanmak ve zâlimleşmekdi. Halbuki
Allah (c. c) Kitabı kelhamında, "zâlimlerin zulmünün cezasının mutlaka verileceğini
ve de asla cezalanın hafifletilmeyeceğinin apaçık buyurmaktaydı. Yeniçeriler ve
halk bu hakikati bilmelerine rağmen, madden ve manen bozulmuşlar bu tehdidi
umursamaz hâle gelmişlerdi sanki. Ahlaken bozulmuş ferdlerin ayakta tuttuğu
bir ülke tek yolun takipçisi olurki, bu yolda yıkılmağa ve tarih sahnesinden
çekileceği ana koşmak yoludur. Yine önemli bir tesbittir ki; kadınların devlet
İdaresine olsun, tahtı Osmaniye doğurdukları şehzadeyi oturtmak için yapmaya
başladıkları entrikalar, 3. Murad döneminde kendine göstermeye başlar.
Hürrem Sultan, hâttâ ondan evvelki dönemlerde valideler
çocuklarını çok şerefli bir görev olan padişahlığa çıkarabilmek için gayretler
sergilemişlerdir. Ancak otoriter, yerine geçecek karakteri kendine göre tesbit
etmiş padişahlara sözünü ettiğimiz çalışmaların pek tesiri-olmadığı
görülmüştür.
2. Viyana Muhasarası
Tarih sayfalarında; Otuz Sene Savaşları diye nam almış bulunmakta
olan hengamenin bitiminden sonra Avusturya (Nemçe) imparatoru 1. Leopold,
Macaristan üzerinde pek zalimane davranışların tatbikçisi olmuş, gerek ahali
gerekse Macar asilzadelerinin çoğunluğunu hapis, sürgün ve idamlarla perişan
etmişti. Bu dayanmak zor eziyetlerin sona ermesi niyetiyle, bazı Macar
asilzadeleri, halkın galeyana gelmiş his-lerinede tercüman olarak, Erdel
Kralını kendilerine ricacı edinerek, Osmanlı devletine başvurmak için aracı
olmasını istediler, isteklerini padişahın dergâhına duyurmaya muvaffak
oldukları talebleri, Osmanlı'nın Avusturya'nın yaptıklarına dur demesini ve
bunun kuvveden fiiliyata erişmesi için mü~ dehale etmesini istemekten ibaretti.
Bu istek diğer bir deyimle, aynı dinin mensuplarının
biri-birlerine yaptıkları zulümleri durdurmak için müslümanların merhametine
başvurmaları demekti. Hristiyan âlemi için son derece aşağılık bir halken,
adaleti taleb edilen müslümanların insaniyetininde ne yüksek mertebelerde
bulunduğunu göstermesi bakımından, üzerinde önemli durulması gereken hususattan
olduğu, bütün mükemmelliyetiyle ortaya çıkar. Dünya devleti olmanın gereği
olarak Osmanlı bu istimdadla-nn bigânesi olmadı. Hemen feryadlara cevap olacak
hareketleri sergilemeye başladı. Sefer hazırlıklarını ikmâl ettikten sonra,
savaş ilânını Avusturya devletine 1093/1682'de yapı verdi.
Aslında yapması gereken tatbik edilmekte olan mezalimi kınayan,
vazgeçilmesini taleb eden yazışmalarla, bütün insaf sahibi kimselere duyurma
yoluna gitmesi gerekirdi. Çünkü içişlerde epeyice düzenlemelere ihtiyacı vardı.
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa işi bu noktada önemli bulmadıki, savaş ilânını
gerçekleştirdi. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Köprülü Mehmed Paşanın
damadlarındandı. Aileye çocukken girmişti. Bir nevi evlâdı mânevi idi ve
damadlıkla bu yakınlık bir kat daha perçinleşmişti. Merzifonlu Paşa, Fâzıl
Ahmed Paşaya uzun yıllar sadaret kaimakamiığıyla yardımcı olduğundan Fâzıl
Paşanın vefatından sonra, sadarete getirilmesinde bu yakınlıklar ve işlerde
kazandığı tecrübe nazarı itibara alınmıştı. Yanında İkiyüzbİn asker olduğu
halde İstanbul'dan çıkan sadrazam, Tuna Nehrini aştı. Viyana üzerinde sefere
devam ederken önüne çıkan kale ve kasabaları da zapt etmekteydi. Viyana
üzerine gelen sadrazamın ordusunun haşmeti, İmparator Leopold'un telâşına ve
saray halkını yanına aldığı gibi şehirden uzaklaşmayı tercih etmesine düşürdü.
Osmanlı ordusu Viyana önüne geldiğinde, karşısında hiç bir kuvvet görülmüyordu.
Bunun üzerine şehrin kuşatma işlemine girişildi.
1094/receb'inin/19. 1683/temmuzunun/15. /çarşamba günü, başlamış
bulunan muhasara, onsekİz saldırı yapıldığında eylül ayının 15. gününü bulmuş,
altmış günlük bir kuşatmada geride kalmıştı. Fakat fethi mümkün olmadı
Viya-na'nın. En önemli müverrihler ittifakları ile şu hususu belirtmektedirler.
Harp ilmi üzerinde fazlaca bilgisi bulunmayan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, bu
eksiğini idrak etmediği gibi, kendisine bir takım tavsiyede bulunanlara,
yapılması gerekenleri hatırlatanlara önem vermeyen hatta meramlarını anlatmaya
fırsat vermeyen, davranış sahibi olarak tanımlıyorlar. Böyle davranışının
sebebini, askerce zayiat vermemek için muhasarayı uzatarak, şehirdekileri
teslim mecburiyetinde bırakmayı tercihi teşkil ediyordu. Halbuki bu tarzı
tercih etmesi kendi açısından şu mahzurları taşıyordu:
Askerin zafere inancı azalıyordu. İaşesi zorlaşıyor ve her geçen
gün düşmanın kendisine karşı koymak için, Avrupa devletlerinin kurtarıcı bir
ordu tanzim etmelerine fırsat tanımış oluyordu. Hakikaten ülkesinin başşehrini
terk etmiş bulunan imparator, avrupayı adım adım dolaşarak, hristiyan anlayışı harekete geçirerek,
müslümanların istilasını önleme hususunda ittifak arama çabaları sarf ediyordu.
Bu dolaşmalar, tahrikler ve teşviklerin semeresi görülmeğe başlandı. Başta
Almanlar olduğu halde, Lehistan'dan ve bazı prensliklerden, misâl olarak,
Kohlenberg savaşı diye anılan savaştaki prenslikler şunlardı: Bade
Margrafları, Sadoa prensi, Bav-yera ve Saks prensleri, Eyzenah, Lanborgh,
Holşteyn, Vor-temborg, Brunsvik Luneburg düka'lıklarıyla Avusturyalıların altı
tane mareşali karşımıza dikildiler. Sadrazamın muhasara tedbiri, bir sabah
yukarıda saydığımız gücün ani ve şiddetli saldırısına uğramamızı önleyemedi.
Yiyecek noksanlığı ve hareketsizlik, yeniçerinin kuvvei mâneviyesinin
kırılmasında en önemli tesiri icra etmişti. Böyle ani ve güçlü bir saldırıya
karşı koyma yerine savaş alanını terk etmeyi seçince mağlubiyet mukadder oldu.
Her ne kadar askerin tamamı firara başvurmamışsa da, çarpışan gurup azınlığı
teşkil ettiler. Şereflerini muhafazaya muvaffak oldularsa da, hayatlarını düşman
elinden kurtaramadılar. Meydan 10 brn şehid, 300 top, 15 bin çadır ve bol
miktarda harb levazımını kaybeden Osmanlı ordusunu taa YıldırırnTimurlenk
savaşı olan 1402'deki Ankara savaşından beri böyle bir bozgunla karşılaşmadığı
tarihi hakikatlerdendi bozgunu ancak Yanıkkale'ye çekilerek durdurabilirdi. Ne
varki; daha derlenip toparlanmadan Lehistan ordusu, yâni Polonyalılar
üzerimize öyle ani ve kuvvetle saldırdılar ki, verdiğimiz zayiat iyice
fazlalaştı. Serdar ancak, Belgrad'a çekilmeyi akıl etti.
4. Mehmed; Viyana bozgunu haberini aldığında bir hayli üzüldü.
Ancak bu işde, sadrıazamın kötü idare ve tedbirlerinden haberdar olmadığından,
kendisi teselli babında pek süslü bir kılıç hediye etme nezâketini gösterdi.
Daha sonra hakikati hâle vakıf olunca tereddütsüzce idam emrini verdi. Bu
mağlubiyet bu kadarla kalmadı. Macaristan üzerinde yapılan mezalime son
verdirmek üzere harekâta geçen İslâm müca-hidleri seferi başarısızlıkla
bitirince, dişleri dökülmüş, tirnak-landa sökülmüş orta yaşlı bir arslana
benzemeye başlamıştık. Topraklarımızın genişliği, fert halinde sergilediğimiz
kahramanlıkları görenler arslanhğımiza inanıyor, topluca sefere çıktığımızda
umulan elde edilmiyordu. Bu mağlubiyetin hemen ardından bazı kalelerimiz elden
çıktı, umulmaz bozgun düşmana cesaret verdi. Papa'nın teşvikiyle meşhur
"İttifakı Mukaddes!" kuruldu. Lehistan, Venedik ve Rusya bazı devletler
birleşip birleşip üstümüze yürümeye başlamışlardı. Ruslar bilhassa Kırım
hân'lığının üzerine bütün güçleriyle eğilmişlerdi. Bu mutlaka savaş şeklinde
olmayıp, çeşitli va-adler ileri sürerek, gösterdikleri menfaatlere râm ederek,
Osmanlıdan ayırma metodlarını denemeye başlamaları gözden kaçmıyordu.
Kırım bu sebebden ikiye münkasımdı yâni ikiye bölünmüştü.
' '
4. Mehmed'in Aleyhinde Kıyam
Viyana önünde sadrıazamm hatasından olsun, kendilerinin
beceriksizliklerinden olsun, münhezim olarak Edirne'ye dönen asker başta
yeniçeriler olmak üzere, biz feci bir mağlubiyete uğrayarak ülkeye dönerken,
padişah hâla Edirne'de av peşinde koşmakta, bize böyle padişah lâzım değil
sözleri birden bire ortada dolaşmaya başladı. Bu arada İstanbul'a varan asker
bu talebini sadrıazama, devlet adamlarına ve ulemaya dayatmaktan çekinmediler.
Hemen peşinden Ayasofya Camiinde bir toplantı akdedildi. Buradaki toplantıdan
çıkan karar Sultan 4. Mehmed'in hâl edilmesi, yerine 2. Süleyman'ı tahta geçirme kararı uygulandı.
Tarih bu sırada 1099/1687yi göstermekteydi. Sultan 4. Mehmed taht'tan indirildikten
beş yıl sonra irtihal eylemiştir.
Sultan 4. Mehmed'in Şahsiyeti
4. Mehmed esasasında iyi kalbli bir kimseydi. Yumuşak, şefkatli
cömert olarak ömrünü geçirmiştir. Çok renkli bir saltanat geçirerek, nice
badireler atlatmış ve uzun bir dönem padişahlık etmiştir. Üç devre
ayırabileceğimiz padişahlığının birinci dönemi müthiş sıkıntılarla ve
kadınların söz sahibi olduğu çeşit, çeşit entrikaların, isyanların,
sürgünlerin kauTle-rîn yaşandığı bir dönem olmakla beraber, Köprülü Mehmed Paşa
ile başlayan devire adetâ devletin yükselme devrinin en şaşaalı günlerinin hatırlandığı
ve mukayeseye medar olacaK başarılar görülmüştü. Viyana bozgunundan sonra ve
Kara Mustafa Paşa'nm bu bozgunun müsebbibi olarak idamı, düzelme imkânının yok
edilmesi sonucunu vermişti. Taht'tan hâl'i, son devresinin son olayı olmuştur.
Bu görüşümüzü te'yit eden bir tarihçi şunları söylemektedir: "Şehriyan
müşa-rileyhin 41 sene süren ahdi
saltanatları, üç devire taksim olunabilir. Birinci devre, bidayeti
cüluslarından, Köprülü Mehmed
Paşa'nm sadaretine yâni
1058/1648den 1066/1656'ya kadar mümted olarak padişah hazretlerinin
sinni sabavetlerine müsadif ve ahdi sabıkın seyyiatine, mu-karin olduğu cihetle
idarei devletin en müteştet zamanların-dandır. İkinci devir, Köprülü Mehmed ve
Ahmed Paşaların hengâmı sadaretleri olan 21 yıllık 1067/1657-1087/1677
zamanıdırki; Bu devrede saltanatı Osmaniye, devri Süleyma-nı Hâni'de vâsıl
olduğu mertebei refi'ai şevketü mekinete avdet etmiştir. Üçüncü devre dahi
evahiri saltanat Mehmed Hân olan oniki senelik zaman olup Köprülülerin ras'ı
umurdan te-baidi cihetiylede o devrede devleti mütecavere ile ağır bir harbi
umumiye tutuşmuş ve zayiatı mütenabeaya uğramıştır.
"Sultan 4. Mehmed'in en isabetli davranışlarından biride
ceddi 2. Selim'in devlet idaresini Sokollu Mehmed Paşanın dirayetine ve mahir
idaresine bırakması gibi, kendisi de, devlet gemisinin idaresini Köprülülere
bırakmayı tercih etmesidir. Baba Köprülü irtihal ettiğinde, yerine oğul
Köprülü'yü getirirken, menfi olarak yapılan telkinlerin hiç birine kapıl-maması
ayrıca takdire sezadır. Şunu da belirtmeden geçmeyelim ki; Sultan Mehmed'e
Avcı lakabı verilmiştir. Biz bu eserde bu lakabı pek kullanmamışsakda, yok da
sayamazdık. Sultan Mehmed, ülkenin karanlık günler yaşadığı dönemlerde bile
av peşinde koşmakla itham olunmaktadır biz bu hususa tarihlerin söylediğinden
başka bir şey ilâve etme durumunda değiliz. Ancak; bu av merakının her
padişahda bulunan meraklardan olduğunu beyana cesaret edelim. Ayrıca Osmanlı
devletinde av partileri, bir çok maksada matuf olarak tertiplenerek, başta
savaş ekserzisi sayılacak hızlı at sürme, nişancılık, iz sürme gibi tatbikat
safhasına girdiğini de belirtelim. Bu arada; devlet işlerinin kendi
omuzlarından tamamen alındığı Köprülü Mehmed ve Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşalar
devrinin kendisine sağladığı rahatlık, avcılığa fazla zaman ayırmasına fırsat
verdi dersek yanlış bir şey söylemiş olmayız.
Sultan 4. Mehmed'in; Osmanlı devletinde, Kaanuni Sultan
Süleyman'dan sonra, en uzun müddet taht'ta kalan, padişah olduğunu göz önüne
alarak devrinde, dünyanın diğer ülkelerinin başındakilerin kısa bir listesini
vermeye çalışalım. Almanya'da 3. Ferdinand ve 1. Leopold, Britanya yâni
İngiliz-lerde 1. Şad, Olİvya Kromvel, Rişar Kromvel, 2. Şarl ve 2. Jak
muasırlarıdır. Papalıkda 10. Inosan, 7. ve 9. Koleman, 10. Koleman 11. İnosan
ile Rusya'da İmparator 1. Aleksi, 3. Feodor, 5. İvan, 1. Petro, İmparatoriçe
Sofi ve Fransa'da ise,
14. Lui dünyada aynı dönemde yaşadıkları yöneticileri teşkil
etmiştir. Yeni Camiin banisi olan Turhan Valide Sultan'm dini bütünlüğünü
ortaya koyan şu davranışını, sayfamızı süslemek için belirtelim:
4. Mehmed'in önce Mustafa, arkasından Ahmed adı verilen çocukları
dünyaya geldikten sonra, kardeşi Süleyman ve Ahmed'i boğdurtmak düşüncesini
haber alan Hatice Turhan Valide bu iki şehzadeyi hemen himayesine almış, gerek
Top-kapı gerekse Edirne sarayında, bîr siyanet meleği gibi koruyucu
kanatlarında muhafazya muvaffak olmuştur. Sabetay Sevi meselesi bu padişahın
döneminde vukubulmuştur. 4. Mehmed bir müslüman kadın ile yahudi gencin zina
ithamıy-la yargılanıp, recm cezasına mahkum edilmelerinden dolayı, yapılan
infazı seyrettiği tarih sayfalarında yer almaktadır. Yazısı pek güzel
olmadığından bunun eksikliğini çocuklarına hat dersi aldırmakla telafiye
çalışmıştır. Musiki meşgul olduğu bir zevkiydi. Segah tekbirin bestekârı
Mustafa İtri Dede olsun, Hafız Post olsun padişahın daima iltifatına ve hediyelerine
nail olmuş büyük sanatkârlardır. "Abdi Paşa Vekayina-mesi" bu devri
en güzel anlatan bir kaynak olmakla beraber, medihnâme gibi kaleme alındığı bilinmektedir.
Padişah 4. Mehmed: "Gönül ne Göksuya mail ne sân yâre gider
Sipahi gamdan emin olmağa hisar'e gider" Beytini söyleyen kimsedir.
Hanımlarının arasında, bir şâire olan Afife hanım en sevdiği eşidir. Afife
hanımı şu beyitle tasvir etmiş, gönderdiği şiirinde: "Beyazlar geydiğince
bir dürri yektaya benzersin. Siyahlar geydiğince sen hemen Leylaya benzersin.
Yeşiller geydiğince tûti güyaya benzersin. Benim hoşbu Âfifem sen güli rânaya
benzersin." Bu şiiri alan Afife hanım aşağıdaki beyitle padişah kocasına
mukabelede bulunmuştur: "Beyazlar geydiğince padişahım Ay'a benzersin.
Siyahlar geydiğince Kâbei ulya'ya benzersin. Kızıllar geydiğince
cevheri hamzaya benzersin.
Benim heybetli hünkârım hemen deryaya benzersin."
4. Mehmed'in Hanımları Ve Çocukları
4. Mehmed'in ilk hanımı, Rabia Emetullah Gülnuş Sultandır.
Şehzadeler bu hammındandır. Giritli Verzizzi ailesinden olan Gülnüş Sultan
kadının, Girit Serdarı Deli Hüseyin Paşa tarafından Resmo fethi esnasında esir
alındığı ve hanedanı âli Osmana hediye olunduğu kaynaklarda yazılıdır.
1052/1642 yılında Girit'de dünya'ya gelmiştir. Sarayda padişahın gönlünü
çalarak başkadmefendi olmuştur. 1664'de şehzade Mustafa'yı, 1673'de Ahmed'i
dünya'ya getirmiştir. 1715 senesinde vefat etmiştir. Cesedi Edirne'den
İstanbul'a getirilmiştir. Üsküdar'da adını taşıyan camiin haziresine
def-nedilmiştir.
Sultan 4. Mehmed'in 2. hanımı Gülnar kadın diye meşhur tarihçi
Ahmed Refik (Altınay) iddia etmektedir. Ancak bu hanım hakkında bilgiye rastlanmamıştır.
Afife Kadın hakkında şiirlerden başka bilgi yoktur. Şu şiiri pek manidardır.
Çünkü 4. Mehmed'in tahttan indirilmesinden sonra yazılmıştır: "Söyleyin
Gülnûş'a karalar bağlasın Ah ettikçe ciğerini dağlasın Sultan Mehmed
Şimşirlikte ağlasın Bana hayf değil mi der Sultan Mehmed" 4. Mehmed'in;
altı kızı olduğunu beyan eden Alderson, ancak üç isim verebilmektedir, bunlar
da Hatice, Fatma ve Ümmügülsüm Sultanlardır. Sultan 4. Mehmed 1099/1688'de
tahttan indirildikten sonra 5 sene daha ömür sürmüş, 1693'de darı beka
eylemiştir ve annesi Hatice Turhan Valide Sultan'ın türbesine defnolunmuştur.
Bu türbe Mısır çarşısının Sultanhamam çıkışına yakın köşesindedir.
Okuma Parçası:
Esfarı Osmaniye Hatıraları 1073/16621075/1664 Seferinin Vakai Esasiyesi
San Gotard'da Osmanlı Ordusu
Muharriri: Mühendishanei Bern Hümayun Nazırı Erkânı Harb Ferik'i
Ahmed Muhtar **** Tâb ve Naşiri Tüccarzâde İbrahim Hilmi (Çığıraçan) Kütübhanei
islâmi ve askeri Tüccarzâde İbrahim Hilmi Çığıraçan 1326/1908
Sultan 4. Mehmed'in saltanat döneminde, sadrazam ve serdarı ekrem
Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşa kumandasındaki Osmanlı'larla Feld Mareşal Monte
Kukuli'nin kumandasındaki Avusturya ve müttefiklerinden kurulu, müttefikler ordusu
arasında 1075/1664 senesinin muharreminin, 8. ağustos ayının 1. günü olan Cuma
gününde meydana gelen "San Gotard Meydan Muharebesi" ile bahse konu
meydan savaşından önce ve sonra yapılan askeri harekât hakkında verilen
önemli ve esaslı bilgileri kapsamaktadır. Bu eserin meydana getirilmesinde
başvurulan kaynaklar Osmanlı yazarlarının eserlerinden:
1- "Sahaifil
Ahbar" adlı Müneccimbaşı tarihi
2- Abdurrahman Şeref
beyefendinin "Tarihi Devleti Osmaniyesi
3- Defteri hakanı eski
nazın Mustafa Paşa merhumun" Ne-tayicül Vukuat" adlı mühim eseri.
4- Bu sefer sebebi ile
Viyana'ya elçi olarak gönderilen Evliya Çelebi merhumun, seyahatnamesi.
5- Tarihi Raşid
6- Çenberlitaşda bulunan
Köprülü kütüphanesinde mevcut "Tarihisülâlei Köprülüzâde" adı taşıyan
Tarihi Hususi.
7- Gülşeni Maarif isimli
osmanlı tarihi.
8- Fudeladan Ahmed Rıfat
efendi merhumun "Lügati tarihiye ve Coğrafya" adlı meşhur eseriyle,
Kamus ül âlâm.
9- Osmanlı askeri
yazarlarından miralay Tahir bey merhumun "Müellifatı Askeriyye
Tetkikatı" adlı eseri.
10- Tarihi Cevdet, Fezlekei
Tarihi Osmani, Sicilli Osmani, ile daha bir çok tarih eserleri. ....
Ecnebi Yazarların,eserlerinden: ,
,
1 Vortenburg erkânı
harbiyei umumiyesi miralaylarından, İsveç askeri üniversitesi azasından meşhur,
Kauzler'in 1847 senesindebasılan ve Ezminei kadime yâni geçmiş zamanlardaki,
kurunu vusta ve ezminei cedid, yâni orta çağ ve yakın dönemdeki savaşların
bahsini eden büyük atlaslı meşhur eseri.
2 Avusturya ve müttefikleri
ordusunun başkumandanı Monte Kukuli'nin 1760 yılında, Amsterdam şehrinde
basılan "Memovar dö Montekukuli" adlı meşhur eseri.
3 1683 senesinde
"Viyana Önünde Osmanlılar" adıyla, 1883 senesinde Prah ve Layipzih
şehirlerinde yayımlanan ve "Kari Lovazel" tarafından yazılmış mühim
eser.
4 Almanyalı Wilhe!m Totebum
adlı bir zatın 1887'de Ber-linde yayımlanan "Monte Kukuli ve Sen Gotard
Masalı" eser.
5 Hammer ve Joannen adlı
zatların Osmanlı tarihleri, vesaire. Montekukuli, Avusturya devletinin fransa
ile yaptığı harpte, bilhassa 1675 senesinde fransızların meşhur mareşali,
Toren'e karşı yapmış olduğu savaşlarda, Avusturya ordusuna tam bir ustalıkla
komuta etmiştir. Son seferden sonra Lins şehrine çekilerek ömrünün geri kalan
kısmını askerlik hatıralarını yazmakla geçirmiştir. Esere ve yazdıklarına dair
geniş malumat almayı arzu edenlere, meşhur askeri yazarlarımızdan merhum
Mehmed Tahir beyefendinin "Müellifatı Askeriye Tedkikatı" adlı
askeri eserler arasında, nefâsetiyle temayüz eden kitaba müracaat edebilirler.
Montekukuli'nin San Gotar savaşına ait bilgileri ihtiva eden
"Memovar"ında Montekukuli'nin bir resmi bulunup, alt yazısında
Meclisi Harp reisi, Tophane müşiri, Raab Valisi ve asakiri imparatoriye
başkumandanı olarak unvanları yer almaktadır. Tovassun Şövalyeliği, unvanları
arasındadır, ne eriştiler. Ne kadar uzun olsa, bin sene bile yaşanılmış
bulunulsa, yine bir sonu olan ömür uzunluğunu, şehadet rütbesine, namus ve
sadakat kaidesine feda etmediler. Askerlik dünyası; şu San Gotard fedakârlarını
ilelebed, şanla şereflerle yâd edecektir. Bütün islâm âlemi ve Osmanlılar
ruhupâkilerine bundan sonraki her gün kıyamete kadar, saygılar sunarak
rahmetler dileyeceklerdir.
(Rahmetullahi aleyhim ecmain) Almanların erkânı harplerinden meşhur
Kauzler'in; yapılan savaşın meydana gelmesinden evvelki vaziyetler hakkındaki
beyanları içinde yer alan, aşağıya alacağımız bölümü pek dikkat çekicidir. İşte:
"Nehrin geçid noktası yakınlarında vaziyet almış Osmanlı bataryaları
alafranga saatle, sabahın dokuzunda ateşe başladılar. Bunlar ateş ettikleri
sırada, Bosnalı İsmail Paşayı emrinde bulunan, üçbin sipahi ve yine üçbin
yeniçeri ile Raab nehrini geçit mahallinden karşıya geçmiş görüyoruz. İmparatorluk askerlerinin ileri karakolları Osmanlılar
tarafından mahv ve perişan edildi. Avusturyalı Naseslo ve Kiyel Manes-kiğe adlı
komutanlar idaresindeki piyade alayları ile Şemiyet komutasındaki zırhlı süvari
alayı, yazdığımız ileri karakolların imdadına koşmuşlarsa da, bunlarda
Osmanlıların perişan ettikleri arasına katıldılar. Yeniçeriler; Mükeksedorf
köyünü işgal ederek o bölgede siperler kazarak usulen bu metrislere girdiler.
Sipahiler dahi imparatorluk askerinin ordugâhına kadar girip, tesirlerini
göstererek, orada bulunan imparatorluk askerlerinin çeşitli yönlere firarına
sebeb olmuşlardı. Bosnalı İsmail Paşanın düşman ordugâhına yaptığı tam başarı
sayılan hareketi gerçekleştirdiği sırada, Osmanlı ordusunun tamamı nehrin sağ
tarafındaki tepeler üzerinde bulunan kendi ordugâhlarından çıkarak nehrin
sahili boyunca doğru inişe geçti. İşte bu sırada sadrazam büyük bir hata işledi
ki, bu hatası şu idi: düşman ordusunun bölünmüş cenahlarını <yâni sağ ve
sol yanlarını> hiç bir şekilde işgal etmemek ve Raab nehrinide geçmiş
bulunan askeri birliğe, yeterli sürat ve acele ile yapılmasını gerektiren yardımı
sevketmemiş olmaktır.
"Montekukuli'nin geçmişteki beyanından, hakikati aynen ortaya
koymadığı <yâni geçit hareketinin-bir adam tarafından yapılan hatalardan
dolayı değil, belki Osmanlıların fenni askeri kaidelerine uygun olarak ve gayet
ustaca, cesurane hareketi sayesinde muvaffakiyet elde edilmiş bulunduğu, bu
hareketten sonra Avusturya ve müttefikleri kuvvetlerinin müthiş bir baskına
maruz kaldığı>
Kauzler'in yazılı beyanından iyice ortaya çıkıyor Avusturyalılar
ve müttefiklerinin, baskına uğradığını Montekukuli de, tasdik edip, itiraf
eylemektedir. Bu baskının verdiği neticeyle; Avusturya ve ortağı devletler
ordusunun içine düşmüş bulunduğu perişanlık, Montekukuli'ninde itirafları
arasındadır. Önceden olsun, sonradan olsun anlatılardan anlaşılacağı üzere bu
baskın, bütün müttefikler ordusunun, kafi bir hezimete uğradığı şeklinde
telakki ettirmiştir. Herkes, adetâ başının çaresini aramağa başlamış, şu bir
avuç Osmanlı bahadırlarının, yüzbin kişiyi aşan Avusturya ve müttefikleri
birliklerinin içine dalıvererek rast geldiklerini kılıç ve mızrak darbeleri
ile yere sererek, düşman ordugâhımda çiğneyerek herkesin kalbine korku ve
endişe saçtıkları, Montekukuli'nin itirafıyla doğrulandığı gibi, yedi saat
süren bu müthiş an Osmanlının zaferi kazanmasına ramak kaldığını gösterir.
Eğer; kesin zafer elde edilmiş olunsaydı, pek şanlı olan ilk muzafferiyetin
arkası getirilebilmiş olsaydı, düşman ordusu tamamen esir veya artık herhangi
bir harekete mecali kalmayacak şekilde hareketsizliğinden yok edileceklerdi.
Böylece de, padişahın ordusu önünde hiç bir engel kalmadiğından, doğruca Viyana
şehrini muhasara altına alacaktı. Böylece daha sonra 1093/1682'de sadrazam
Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın komutasındaki kuvvetin Viyana'ya şevkinin, 2.
Viyana kuşatması adıyla anılması ondokuz sene evvel başlamış olacaktı. Daha
ileri safhalarda verilecek, tafsilattan anlaşılacaktaki; Montekukuli'nin
dediği gibi sonunda kesin zafer, düşman (Osmanlı) tarafında kalmamış ve şu
kadar ki, Raab nehrinin tasmasıyla nehrin karşı sahilindeki Osmanlı askerine
yardıma koşulamadığından yalnız oradaki askerimiz mecburen perişan olmuştur.
Avusturya ve müttefikleri ordusunun tamamının mahv olup çökmesinden Raab
kalesinin zaptına dair esas maksat gerçekleşememişti. Böylece nehri başka bir
tarafdan geçerek, düşman üzerine hücum için sadrazamın ordusu bu vakadan sonra
nehrin akışı istikametinde sağ sahil boyunca yeniden askere çıkış harekâtına
başlamış ise de, işin sonunda devleti âliye lehine olarak yapılan sulh antlaşması
harbin nihayet bulduğunu ilân etmiştir. Şu halde Montekukuli'nin, güya büyük
bir meydan savaşı kazanmış gibi yazmış olduğu eserine hodbince satılmış yazılar
karalaması garib sayılacak şeylerden değilmidîr? Gelecek sayfa ve satırlarda
bu hususata ait bir çok hakikati efkârı umumi-yenin tetkik nazarlarına
sunacağız. Montekukuli; bahse konu muharebenin tafsilatı hakkında bilgiverirken
demekteki; "..Bu esnada sadrazam Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa, nehrin
bizim bulunduğumuz tarafına asker geçirmekten bir an geri kalmıyordu. Buna
bağlı olarak Osmanlının bütün kuvvetlerinin bu mahalde toplanmakta olduğunu
gördüğümde ve bizi o kuvvetlerle eşitlik bakımından mukayese edersek
vaziyetinde aleyhimize olduğunu müşahede ettiğimden yanımda bulunan Markidö
Maşlo'yu, sol cenahda bulunan Fransızların kumandanı Markidö Kolonyi'ye çabucak
gitmesini verdiğimiz karar mucibince bize yardıma davranmalarının, zamanının
gelmiş olduğunu söylemesini ve bu yardımını ise pek acil şekilde yapmasını rica
ettiğimi bildirmesini ten-bihledim. Kolonyi; bazı müşkülatlar ileri sürdüysede,
tahminen bin kişi kuvvetinde, iki tabur ve tamamı altıyüz atlı süvari olan
dört bölüğü gönderdi.
Gelen piyade taburları, Foyyad'ın süvari bölükleri ise Bu-veze'nin
komutasında idiler. Bu kumandanlar ise emir ve komutamıza girmek ve
ilettiğimiz, emirleri almış olduklarını, yüksek sesle emir tekrarı yaparak
bildirmek ve büyük cesaretle yerine getirmeye pek büyük gayret
göstermişlerdir.
(*) Bizim kuvvetlerimiz; işte ancak Fransızların ve diğer
müttefiklerin, Şiplık ve Piyo komutasındaki piyade ve Ra-paksi komutasındaki,
süvari alaylarından meydana gelmiş kuvvetlerin yardımıyla meydanı harbde
sayımız çoğalmış bulunduğundan, işlerin azar, azar lehimize sayılacak güzelliklere
dönüştüğü görüldü. Ne var ki Osmanlılar da, bulundukları yerde kurmaya
başladıkları mevki müstahkemler sayesinde kendilerini sağlama almağa
koyulmuşlardı. Öte yandan Osmanlının büyük bir süvari kolu, yarım fersah
yukarıda nehri geçti. Öbüryandan da bir takım Osmanlıya ait asker daha aşağıda
Sen Gotard köyü yakınlarında nehri geçmek teşebbüsüne başlıyordu. Eğer
Osmanlıların bahse konu hareketleri başarıyla sonuçlansaydı ordumuz tamamen
bir kuşatmaya maruz kalmış olacak böylecede zafer Osmanlılar tarafında
kalacak idi.
(*) Sen Gotard savaşına iştirak
eden ve çoğunluğunu, süvari şövalyelerin teşkil ettiği fransız askerînin bıyık
ve sakalları traş edilmiş ve eski usulleri gereği, saçları kadın gibi uzatılarak
enselerinden aşağı salıverdiklerinden dolayı sadrazamın bunları kadın
zannetmesinden ve böyle savaş girmiş olmalarını ve davranışlarını gördüğünde
hayrette kalırken, bu fransız şövalyelerinin üzerlerine atılan osmanlı askerini
birbirlerine, "öldür öldür" feryatlarıyla coştururken, buna ilavetende
savaşı başarılı bir tarzda sürdürmelerini gördüğünde, bu hayreti şaşkınlığa
kadar varmış idi. Çünkü bunların kadın olduğunu sanmaktaydı. Avrupalı bazı
yazarlar sadrıazamın bu şaşkınlığını eserlerine almış bulunmaktadırlar.
Monteku-kuli yukarıda saydığımız tehlikeli hareketi ifadeden sonra, bu hareketi
zafere çevirmek için aşağıdakileri yapmamın gerektiğini anladım demekte. Bütün
ihtiyat askerinin geride bulunanı ve Şiparuk alayları, nehrin üst tarafına ait
bölümü müdafaaya koştular. Müttefik ve fransız askerleri nehrin akışına doğru
atılıp, düşmanı (Osmanlıları) durdurup, nehri geçmekten menetmeye muvaffak
oldular.
Anlatılanlara dayalıdırki; savaş nizamının merkezi, harbi hâl ve
fasl eyleyecek duruma cilvegâh olmuş ve o an, büyük bir önem kazanmıştı. Burada
bir an bile zaman kaybı olmamalıydı. Çünkü; böyle bir yerde ve vaziyette
tereddüd içinde kalınırsa, Osmanlılar buradaki mevkilerinde kendilerini kuvvetlendirme,
sağlamlaştırmaya vakit bulacaklardı. Harb mevkiinin yerini ve faydalı
taraflarını, düşman askerinin (osmanlı askerinin) düzenini bizzat kendim
yeniden tahkikle keşfe giriştim. Bunu tamamladıktan sonra diğer arkadaşlarında,
istikşafatta bulundurduktan sonra diğer generaller ile birlikte saldırıya
geçmek üzere tertibat yapma karan aldım. Bu arada bazı zevatın çekilmek
fikrinde olduklarını, başka bir takımınında daha evvelce ordugâhı terk etmiş
olduklarını vede birtakımının da yine ricat fikriyle dolu olduğunu gördüğümden
vücudumuzu kurtarmak için, cesaretimizi kolumuzun kuvvetini kullanmaktan başka
çare kalmadığım, bu bakımdan bütün gücümüzle düşmana saldırmamız ve mağlup
etmek için, en son gayretimizin dahi gösterilmesinin gerektiğini söyledim.
Galibiyeti elde edemediğimiz takdirde metanetle ölümü seçmemiz icab ettiğini,
yahud zafer veyahudda canımızdan vazgeçmemiz icab ettiğini bunu yapabilmek
içinde cesur olmanın kâfi geleceğini beyan ettim. Yukarıda ifade ettiklerimi
tamamladıktan sonra bir anda her cihetden düşmanın üzerine atıldık. Aynı yerde
bulunan düşmanın dehşet verici tarzda attıkları, nâra ve sayhalarından ve
onlara karşı kullandığımız ateşli silahlar ve çeşitli topların husuie getirdiği
seslerin meydana gelmesinden, gökleri sarsıcak büyüklükteki şamata içinde
savaşmağa başladık. İmparatorluk askeri alaylarından Şepik; Piyo, Tasso, Loren,
Şinadav, Rap-pak alayları sağda ve imparatorluk askeri ve bilhassa Şuab dairesi
askeri ortada, fransız askeri solda bulunuyorlardı. Bahse konu askerin hepsi
bir kavis şeklinde yürüyerek düşman kuvvetlerinin kuşatılmasını cepheden ve
yan taraflardan hızla yürüyerek gerçekleştirdiler. (Meydan savaşının Viyana'da
basılmış bir eserden alınan resmin gösterdiğine dikkat edilmesi) İki hasım
arasında meydana gelen müthiş kapışma neticesinde istihkâmlar inşa ederek
yerleşmiş oldukları araziyi terk etmeğe, bunla da iktifa edilmeyip, gayri muntazam
şekilde geri çekilme hatta kendilerini nehre atmağa mecbur oldular. Bu vaziyet
öyle bir karmaşa, korku ve dehşet halinde vukua geldi ki oskerin pek dar bir
geçid içinde sıkışarak birbiriyle çarpışmağa, birbirlerini itip kakmağa
mecburiyetlerinden dolayı> göğüs göğüse savaştan canını kurtarabilen ne
çare nehir içinde boğuldu. General Şiparuk ise, düşman <osmanlı>
süvarisine meydan okuyarak, büyük bir savaşın kanlı sahnesini yaşadı, üst
tarafda ise, düşman süvari askerleri ise, Hırvatlar ile imparatorluk
askerlerinden Dragon süvarileri tarafından mağlub edilmiştir. Nehrin karşı
yakasında mevki tutmuş bulunan düşman topçusu; tüfenkli askerimiz tarafından,
arkası kesilmiyen bir atışa mâruz bırakılarak toplarının başından ayrılma
fiilini işleme vaziyetine düşürüldüler. Bizim askerin bazıları sahilin
karşısına yüzerek geçtiler. Buradaki topların bazılarını çivilediler, bir
kısmını da nehre yuvarladılar. Daha sonra da, nehire dökülen toplarda
çıkartılıp ordugâha getirildi. "Yukarıya almış olduğumuz Montekuku-li'ye
ait ifadeden sadrıazamın karşı sahile asker şevkinden bir an bile geri
durmadığını bununla birlikte Osmanlı kuvvetlerinin tamamının burada
buluştuğunu, buna bağlı olarak da kuvvetler arasında eşitlik kalmadığını, sol
cenahdaki fransız -ların kumandanı olan Kolliniden yardım taleb etmeye mecbur
kaldığını, itiraf ettiğini anlamış oluyoruz. Bir takım adi davranışları,
Montekukuli gibi büyük bir asker ve komutanın ağzından işitmek, doğrusu insanı
hayretlere garkediyor. Bakınız koskoca mareşal, bilinen eserinin başka bir
bölümünde, kendi söylediklerini yine kendi ifadeleriyle nasıl yaralıyor.
"Suların azgınlığından Raab nehri o kadar kabarmıştı ki savaşın ertesi
günü nehrin kenarında bulunan karakollarımızı, geri çekmeğe mecbur olduk.
Bundan başka Osmanlıların savaşa seyirci gibi bakmış'otuz bin
atlısının*tamamen dinç olarak savaşa hazır bulunması... Takibin yapılamamasına
asli sebeb gibiymiş şeklinde gösterilebiliyor." Şu ifadesiyle Montekukuli;
otuzbin Osmanlının harbe hiç girmemiş olduğunu itiraf ederse, neticesinde
kazandığı galebenin, zaferin temini İçin Osmanlının bütün kuvvetinin bir araya
gelmiş olması nasıl mümkün oluyor. Bütün anlatılanlardan anlaşıldığına göre,
çoğu gerek ecnebi, gerekse yerli tarihlerde gösterildiği üzere Montekukuli'ninde
nehrin ortasında, kendileriyle harbe giriştiği askerin, Osmanlı askerinin
tamamı olmayıp, bu ordununun mahdut bir kısmıdır. Yâni; Avusturya ordusunu
ansızın basan ilk Osmanlı taarruz birliği ile onları kuvvetlendirmek için
sadrazamın fezeyan yâni; suların kabarmasından önceki ana kadar, karşıya
geçirebildiği sayısı belli bir miktar asker, tahminen orduyu hümayunun
sekizde/birini teşkil etmektedir. Tarihçilerin çok büyük bir bölümünün kanaati
bu muharebede Avusturya ordusu ve müttefik devletlerin gücünün tamamı yüzbin
kişiyi aşmaktaydı, buna karşılık-da Osmanlı kuvvetlerinin tamamı seksenbin
civarında idi. Nehri taşıran su feyezanına kadar bu kuvvetin ancak onbin
kişilik kuvveti karşı sahile çıkarılabilmişti. Böylece nehrin suları kabarınca
imdadına koşulması gereken Osmanlı kuvveti, onbin kişiydi. Bu askerin imdadına
gidemeyen Osmanlı kuvvetleri katliamın ancak seyrine bakma durumunda kalırken,
mareşal Montekukuli bu kuvvetin onbin kişi olduğunu görmezden gelerek,
beyanında kuvvetlerin eşitsizliği münasebetiyle, fransızlardan yardım isteme
mecburiyetinde kaldım demesi, gülünecek hâldir!
Nehrin öte tarafında, avusturya kuvvetlen ve de müttefikleri ile
başbaşa kalmış onbin kişi civarındaki Osmanlı birliği, aradaki aleyhlerine olan
korkunç güç ve sayı farkına rağmen cesaretle, soğukkanlılıkla çarpışıyorlardı.
Kifayetsiz kuvvet ve sayıca az olmalarına rağmen, osmanh birliği muzafferiye-te
nail olmak şansına erecekti nerdeyse. Ancak; geriden gelmesi gereken takviye,
nehrin sularının kabarması yüzünden mümkün olmayınca bulundukları mevkii
düşmana vermemek için, olanca güçleri ile savaşmaya koyuldular. Bu duruma
bağh olarak, Montekukuli bu fırsattan istifade ederek, ce-' nahlardaki bütün
kuvvetleri merkeze topladı ve kendi kuvvetlerinin binde birini teşkil etmeyen
Osmanlı üstüne saldırdı ve hududu belli bir muvaffakiyet kazandı. Yukarıda
söylediğîmiz gibi, onbin osmanh askeri nehrin öbürtarafında, çok büyük
kuvvetler karşısında katliama tâbi tutulmaktayken geri kalan ve kuvvetin büyük
kısmını teşkil edenler seyretme durumunda kalmıştı. Buradaki kuvvet otuzbin
kişi olmayıp, adetâ Osmanlı kuvvetlerinin çok büyükçe kısmını teşkil etmekteydi.
Osmanh birlikleri nehrin sularının kabarmasından pek az önce düşmanın sağ ve
sol cenahlarına saldırıya geçmişse de, daha erken yapılması ve merkezle
birlikte yapılması gerekirken, yapılan tehir, nehrin kabarması sonucuna denk
gelince başarı elde etmek kabil olmamıştır. Buna bağh olarak, düşmanın sağ vede
sol cenahları serbest kaldığından Montekukuli bu serbestlikte merkeze, yeterli
kuvvet çekebilme şansını bulmuş ve kullanmıştır. Geçde olsa avusturya
kuvvetlerinin sağ ve sol saflarına karşı hücumla vazifelenen osmanh yan kollan,
Montekukuli'nin dediği gibi, Osmanlılar kendilerine karşı koyan gücün kuvvetlice
mukavemetinden değil, taşmış bulunan nehrin karşı yakasına geçemediklerinden
bir şey yapmağa muvaffak olamamışlardır. Yine Montekukuli'nin dediği gibi; bu
cenahlardan birinde Osmanlı güçleri başarılı olsaydı, avusturya ordusunun
kalabalık bir süvari kuvveti ile arkası alınmış olacak, bu süvari gücü
hasebiyle avusturya ve müttefiklerinin tamamı arkalarını feyezan halindeki
Raab nehrine vermeye mecbur kalarak, Osmanlı merkez hücum kolu ile cenah
kuvvetlerinin arasında kalarak ya tamamen mahvolacak ya da, terki silah etmeğe
mecbur kalacaktı. Ne çareki; takdiri İlâhi böyle tecelli etmiş, Raab
neh-rininde suları kabarmış, Osmanh askerlerinin istihsal edeceği bir zafer
tahakkuk etmemiş oldu. Montekukuli'nin uzun uzun anlatmaya çalıştığı, aldığını
söylediği harb tertibatına bakarsak, bu ifadelerinde takdiri hakkettiği
söylenebilir. Ancak; kendi kendine meydana gelen su kabarmasının husule getirdiği
fırsattan istifade ederek, tabiyatiyle yapması gerekeni tatbik etmeyi
anlatırken gösterdiği mübalağa inkâr ediimez şekilde kendini sergiliyor.
Karşısında pek zayıf bir güçle direnen düşmana karşı, çok üstün bir kuvvetle
elde edilen galibiyette hele talihin az görülür derecedeki büyük yardımı sayesinde
gösterilen muvaffakiyete bir büyük kumandanın bu kadar sevinmesi ve büyük bir
şeref duymaması icab eder.
Montekukuli'nin bu savaştaki başarısını mübalağalı yersizce
övünmesi, savaş erbabının ciddiyetiyle tanınmış kimseleri arasında takdire
mazhar oİamaz. Mareşal Montekukuli savaşın nihayetinde, kendisinin
askerlerinden bazılarının nehri yüzerek geçtiğini ve Osmanlıların bırakmış
olduğu topların bir kısmını çivilediklerini, bir kısmını da nehire yuvarladıklarını,
bilahire sudan çıkarılıp karargâhlarına getirdiklerini söylüyor. Şimdi
kendisiyle savaşmakta olanlar mağlup edilmişler, yazılan toplan da bırakıp
gitmişler İdi. Geçit yerinin ellerine geçmesi ve Osmanlıların burada kurduğu
muhakkak olan vede mareşalin ifadesinin tamamına bakarak hâlâ mevcud bulunması
icab eden köprüden galib olarak geçerek bahse konu toplan ele geçirerek
ordugâhlarına nakletmelerini gerektirirdi. Askerlerin bazılarının nehri
yüzerek geçip, topların bazılarını çivilemesi ve bazılarımda nehre
yuvarlamasına hiç lüzum yoktu. Montekukuli'nin bu ifadesiylede ortaya çıkmaktaki,
Raab nehri askerin geçişine müsaade etmeyecek tarzda taşmış, üstündeki
köprüyüde alıp götürmüş, buna bağlı olarak da, suyun öbür tarafına geçmiş
bulunan Osmanlı askeri lâzım gelecek yardımı alamamış, kendisinden on
mislinden fazla sayıdaki düşman kuvvetine mağlup olmuştur. Mareşal
Montekukuli; savaşın safahatı ve neticesine sözü getirerek diyorki: "Bahse
konu savaş pek kanlı ve inatla sonu belirleyecek açıklıktan uzak tarzda
cereyan ediyordu. Avrupa saati İle sabahın dokuzundan önce başlayıp, akşam üstü
onaltıya kadar devam etmiştir. Her iki taraftan bir hayli insan ölmüşsede ve
bir çokda yaralı varsada, osmanlı tarafının kaybı dahada ziyade idi. Osmanlılar
meydana gelen bu sa-vaşda yardımcı askerlerini değil, belki en savaşçı, en
cesur, kahramanlığı ile temayüz etmiş seçme askerlerini, dünyaca meşhur
yeniçeri ile arnavut askerleriyle, sipahilerini yâni Osmanlı devletinin
kılıçla kalkanı sayılan, İstanbul'un en birinci bahadır yiğitlerini zayi
ettiler. Tarih sayfalarında misaline pek ender rastlanır ki böyle, büyük bir
kavga ve cenk ile kuvvetlerinin hepsinide biryere toplamış büyük bir ordunun
sahrada, yukarıdan beri anlattığımız şekilde perişan edilmesine rastlanmış
değildir. Yapılan bu savaşda düşmandan (Osmanlıdan) bir çok sancak vede
bayraklar ele geçirildi. Ayrıca çeşit çeşit altun ve gümüşden, beygir
takınılanda ele geçti. Nice sanat eseri kılıçlarla, para ve pek kıymetli
taşlar, velhasıl külliyetli miktarda ganimetin sahibi olduk. Savaştan sonra bir
hayli zaman geçmesine rağmen, mezkûr nehrin dibinden nice kıymetlere hâiz
ganimet çıkarılmaya devam olunmaktaydı. Suyun üstünde yüzen cesetlerde,
çengelle kenara çekilenlerde de bu kıymetli ganimetlerden bulunuyordu. Bu savaşda
tecrübe bakımından yetersiz olan yeni askeri merkeze koymak, kendilerine daha
fazla emniyet ve itimat edilmekte bulunulan kıdemli askerin yan bölgelere konma
suretiyle tabiye olunması bu üzücü neticeyi davete sebeb olmuştur.
Bilhassa düşman yalnız merkeze hücum etmeyip, cenahlara da hücum
etmiş, Raab nehrini merkeze karşı bir yerde geçmiş bulunduğundan askerlerimizin
burada bulunan az bir bölümü, eğer etraf ve yanlardan gelen yardımlarla
takviyesi sağlanmasaydi, ordunun tamamı Osmanlıların, biraz büyükçe kuvveti
tarafınca ricata mecbur bırakılsaydı büsbütün ku-şatılacaktı. Yanı vede arkası
alınarak feci bir mağlubiyete duçar edilecekti. Böyle durumlarda askerin azlık
olmalarından doğan eksiklikleri, cesaretle ikmal ile bertaraf etmeleri mutlakı
lâzım edendir. Arzu edilen bu çeşit hassa tecrübesiz askerde değil, belki değeri
ve kıymeti denenmiş tecrübeli ve muntazam askerde bulunacağı aşikârdır. Bundan
başka bizim yaptığımız gibi merkezi kendisinin yakın ve bitişiğinde bulunan
cenahların yardımıyla takviye edip himayeye almak kolay ise de, aradaki mesafe
büyüdükçe bir uçdaki asker ile taa diğer uçdaki askerin koruma altında
bulundurulamaya-cağı herkesçe kabul edilir. Anlattıklarımızla görülürki; meydan
savaşı yinede kaybedilme tehlikesine maruz idi. Sükunetle incelersek
görülecektirki, müttefik askerler meydana gelen çeşitli karışıklık ve
perişanlık yüzünden, bozulduktan sonra dahi ölmeyi yaşamaya tercih eden, asla
minnet ve âmâna düşmeyen yeniçerilerle, arnavutlann cesaret ve kahramanlıklarının
ve metanetlerinin yüksekliği, denizlerde görülen med ve cezir olayı gibi zaman
zaman askerimizin gerilemesini, vakit vakitte kendilerinin geriye çekilmesi
bundan dolayı savaşın uzun bir zamanının meşkûk kalması, barutun bitmeğe yüz
tutması gibi hususlar savaşın kaybedilmesine dair ikna edici delillerin
başhcalanndandır. " Avusturya ve müttefikleri ordusunun başkumandanı olan
Montekukuli'nin anlattıklarına göre: sabahın dokuzundan akşam üstüonaltı'ya
kadar yedi saat sürmüştür. Alman erkânı harp miralaylarından meşhur Kauzler;
yedi saat süren bu savaşta müttefiklere ait kuvvetlerin bir hayli ölü (60
subay, 2000 asker) verdiğini, karşı ordununda 6 bin ölü, 8 binde Raab nehrinin
sularında boğulduğunu ifade ediyor isede, Osmanlı tarihçilerine göre bizim
zayiatımız ordunun tamamına nisbetle pek az olup, avusturya, müttefik ordusunun
zayiatı ise, Osmanlılardan bir kaç misli ziyadedir. Savaş alanı ve bilhassa
harb nizamının merkezi sayılan Mükeksedorf köyü yakınları müttefikler or-\ duşu
mensubu askerlerin (eşleriyle dolmuştur. Montekuku- \ li'nin, Sen Gotard savaşı
hakkında yukarıda kaydettiğimiz^ sözlerinden olan Osmanlıların en seçme
askerlerini telef e -tiklerine dair ifadeleri, pek mübalağa sayılsa yeridir.
Montekukuli'nin bu ifadesi kendisini büyüklük kompleksine kaptırdığını ortaya
koymaktadır. Çünkü; ordusunun tamamının 80binkişi olduğu ve bu kuvvetin lObin
kişisi nehri geçmiş ve Montekukuli kuvvetleriyle çarpışmıştır. Yetmiş bin
kişinin bil-fiilsavaşa girmediği noktada, seçme askerin kaybedilmesi olayı
nasıl mümkün olabilir? Montekukuli, hakikati söyleme yolunu tercihi şu ifadeyle
gerçekleşebilirdi: "Bu savaşda Osmanlılar seçkin askerlerinden olan
yeniçeri ve sipahilerin az bir kısmını kaybetti" Mareşal Montekukuli'nin
Osmanlıları tamamen bozduğuna ve büyük bir zafer kazandığına dair ifadelerde
bulunması, şaşılacak şey olmayıp, ancak gülünecek bir haldir. Bu kumandanın
anlatmaya çalıştığımız hududu belli başarısını, tarihlerde ve bilhassa
Avusturya tarih kitaplarında, hassaten de kendisinin kaleme almış olduğu
"Me-movar"ında tarif edilmez büyüklükte gösterdiğini müşahede eden hakikat
sever zevattan, almanyah Wilhelm Notebom adlı zat: "Montekukuli ve Sen
Gotard Masalı" adını verdiği bir eser kaleme almıştır. Bahse konu eserde
Montekukuli'nin tesir ve rolünün tarihçiler tarafından büyütülmüş olduğunu ikna
edici delillerle ortaya koyduğu rahatça görülür. Bu eser 1887 senesinde
Berlin'de tâb olunmuştur. Bay Wilhelm bu çalışmasını yaparken bahse konu savaş
hakkında yayımlanan bütün kaynaklara bakmış, risale haline getirilmemiş nice
hatırat ve layihalarıda taramıştır. Hâttâ h. 1153/m. 1740 senelerinde
ülkemizdeki basılmış tarih kitaplarından olan "Râ-şid Tarihi"ne de
müracaat etmiştir. Bütün bu tetkiklerden sonra bu alman muharrir, yapmış olduğu
eserde, iki asırdır avrupayı ve avrupalıları pek büyük bir zaferin sahibiymiş
gibi adeta aldatmış olan Montekukuli'yi bütün çıplaklığı ile gözler önüne
sermiştir. Herhalde bu Montekukuli'nin, kazanıldığından bahsettiği parlak
zaferin çeşitli ganimet mallarının kıymetinin de mübalağa edilmiş olduğunu
kabul gerekir. Montekukuli, tecrübesi yetersiz askeri yalnız merkeze koymakla
yaptığı hatayı itiraf ediyor. Yaptığı bu hata ile birlikte, yapılmasına, pek
geç başlanan ve suyun taşması sebebiyle başa-çıkılamayan hücumlarından birinde
başarılı olunduğu takdirde, kendi ordusunun başına geleceği gayet tabii olan
felâketi pekgüzel görüp tetkik ediyor. Ayrıca cenahlar ile merkez arasındaki
büyük açıklığı, kendisinin yaptığı gibi cenahlarda-ki askerle merkezi korumak
her dem mümkün olmayacağını düşünebiliyor. Meydan savaşının neredeyse kaybetme
tehlikesi bulunduğunu göstererek, hududu belli başarısının bile kendisine pek
pahallıya oturacağını dolaysıyla gösteriyor. Hele Osmanlı askerinin kahramanca
ve usanmaz bir iman ve inançla yaptığı savletleri, din ve devlet uğruna ölmeği,
yaşamağa tercih ettiklerini tasdik ve ifade ederek, her zaman iftihar
ettiğimiz ecdadımızdan bize hatıra sunmuş oluyor. Mon-tekukuli; düşmanın takibi
üzerine sözü getirip diyorki: Bozulmuş ve korkuya dalmış ve dehşete düşmüş
olan düşmanın takibiyle zaferden büsbütün istifade etmek akla gelmemiş değildi.
Hatta Kartaz (Kartaca) ordusunun başkumandanı Anibal'e bu hususda isnad edilen
ayıp ve kusur bile bu sırada, iyice düşüncemizi sarmıştı. Fakat gelecekteki
korku engel teşkil etmiştir. Düşmanı takip etmek için geçilmesi gereken
nehrin suları savaşın sona ermesiyle başlayan fezeyan-dan dolayı o kadar
yükselmiştiki, nehrin kenarında bulunan karakollarımızı dahi ertesi günü
çekmeğe mecbur olduk. Bir de; düşmanın savaşa seyirci gibi bakma durumunda
kalmış olan otuzbin atlısının son derece dinç ve savaşa hazır durumda olması,
son hücumda ise ekmek ve cephanenin tamamen tükenmiş olması, askerin önemli
miktarda azalması, yorulmuş bulunması hatta konması şart olan karakolların
bile asker azlığından dolayı konulamaz hale gelmesi, bu takibin yapılamamasının
esas sebebi olarak gösteriliyor. Bundan da başka düşman; kendi ordugâhını
kaldırmayıp, ağustosun beşinci ve altıncı gününe kadar yalnız sıkıştırmak,
takviye yapmak ile yetini vermişti" Montekukuli büyük bir meydan muharebesini
kazanmış olduğuna herkesi inandırmış bulunduğuna kanaat getirdikten sonra,
alelusul yapılması icab eden bîr takibden bahsederek, Aniballerden filânlardan,
misal getirdikten sonra takibi yapamamasının sebebi hususunda beyanda
bulunmaya çalışıyor. Bir büyük meydan muharebesi kazanılmışım ki takip mümkün
olsun?. Osmanlı kuvvetleri bütün kuvvetinin ancak sekizde birini kaybetmekle
birlikte faal durumunda, mükemmel nizamında kalarak, dehşet ve iktidarını
sergilemekte ve düşmanı tepelemek için, hâla fırsat gözleyerek savaşıp darbe
vurmaktan asla aciz değildi. Bulunduğu yerde bütün korku salan heybetiyle beş
gün kalmış, harekete başlamamış idi. Bu vaziyette galib olarak geçinmekte olan
Montekukuli mağluplardan çok, çöküşe ve perişanlığa düşmüş olduğunu beyan ettiğinden
dağınık ordusuyla Osmanlıları takip işini nasıl yapacaktı? Montekukuli, savaşı
anlatırken kendisinin zaferini iyice parlak göstermek için, düzmece bir plân
icad etmiştirki, o dahi Raab nehri sularının güya savaşı bekleyip de takibe
mâni olmağa savaş biter bitmez suların kabarmasının başlamış olmasıdır!
Fesübhanal-lah!
Koca Montekukuli, herkesin gördüğü, osmanlı tarihçilerinin
tamamının meydana koyduğu koca bir hakikati <yâni savaşın cereyanı
sırasında, nehrin birdenbire taşarak karşı sahildeki osmanlı askerine artık
imdada gidilememiş olduğundan mecburen o askerler yenilmiştir. Şimdi böyle
açık bir hakikati nasıl saklamaya cesaret edebiliyor? Ancak romanlarda
rastlanan, garib tesadüfler Sen Gotarda da kendini gösterdi! Ecnebi tarihçi ve
yazarlar ile osmanlı müverrihleride acaba savaş yapılma esnasında meydana gelen
şu suların kabarmasını, karınlarındanmı uydurmuşlardı? Deniiebilirmi ki; bu
hususda ecnebi yazarlarda yalanı seçmeyi tercih ettiler? Kesin olarak tesbit
olunmuştur ki; feyezan yâni suların kabarması öğleden biriki saat geçince
birdenbire başlamış, nehrin üzerine kurulu hafif köprüyü alıp götürmüş, nehrin
iki yakasını birleştiren vasıta ortadan kalkmış oluyordu böylece. Bu vaziyet
karşısında az bir sayıyla kalmış osmanli askerini, bütün kuvvetleriyle kuşatıp,
kuşatmada kalan askeri bozmak için, büyük müşkülâtlarla karşılaşarak ancak
muvaffak olabilen Montekukuli'nin, nehri kendi ordusu ile geçebilmesine, farzı
muhal geçse bile <karşı sırtlarda avusturya ve müttefikleri ordusuna hâla dehşet
saçan faaliyet ile mükemmel vaziyette olduğu kendisi tarafındanda tasdik
olunan> osmanlı ordusu, kısmı azaminin aç vede perişan halde olan ordusunun
durumunu kendi itiraf eden kimse böyle bir orduyla takibe kalkışabilirini?
Savaştan sonra meydana gelen durum iyice tetkik olunur, bilhassa savaş
ağustosun birinci günü meydana geldiği halde, Montekukuli'nin itirafına göre
osmanlı ordusunun ağustos'un altısına kadar, bulunduğu mevkii terk etmeyerek
vaziyetin telafisini fırsatı olduğu düşünülürse, ileride anlatılacağı gibi bu
savaştan sonra yapılan sulh antlaşmasının Osmanlılar lehinde cereyan ettiği
düşünülürse, Montekukuli'nin takiplerden, filanlardan bahs ettiğine kendisi
her zaman osmanlı ordusunun tehdidi altında kaldığı halde, galip olarak geçindiğine
cidden hayret edilse elverir. Montekukuli; Sen Gotard savaşından dolayı
avusturya'da meydana gelen büyük memnuniyete dikkat çekerek şöyle demekte:
<Zaferin haberi, avusturya imparatoru ve bütün halkın gözünde fevkalade
neşeyle karşılanmış, bu haber üzerine Viyana mabedinde de pek büyük ayinler
yapılmış, neş'e içinde toplarının şehre velveîesâz olmuş bulunduğunu, imparator
tarafında^ yazılıp orduya gönderilen mektuplarla kendisine ye emrindeki
generallerle zabitana arzı teşekkür ve takdirlerde bulunulduğunu, kendi eliyle
italyanca yazarak, adına göndermiş olduğu iki mektupda dahi hakkında fevkalâde
iltifatlar yapıl-- masına vede bu mektupların gelecek nesiller için kıymet
bi-çilemeyecek derecede, pek pahalı bir hazineyi teşkil ettiğini bundan başka, hizmetinin mükâfaatı olarak imparatordan
uhdesine kendi ordularının leytonan generalliği <feriklik> rütbesi
verildiğini*bir de, imparator tarafından mükafat olarak, bütün askere birer
maaş ihsan olunup, bununda memnuniyeti umûmiyeye sebeb olduğunu nakil ve
rivayet ediyor. Bu rivayettende anlaşılıyor, ki Montekukuli ötedenberi her
zaman muzaffer olan osmanlı ordusunun, nehri geçen bir müfrezesine, suların
kabarması yardımıyla elde ettiği zaferi, pekçok parlaklıkta göstererek
bildirmiş ve bu başarı pekde büyük görülmüş ki kendisine, büyük teşekkürat
yapılıp, mükafatlara nail edilmiştir. Montekukuli; Sen Gotard meydan
savaşından sonra avusturya'da husule gelen büyük memnuniyete sözü getirerek
"Muzafferiyet haberinin avusturya im-paratorununun ve bütün halkın gözünde
fevkalade neş'e ve sürura sebeb olduğu görüldü. Alınan zafer haberi gereğince
Viyana büyük mabedinde azim bir ayin yapıldı. Tesit için atılmakta olan
topların sesiyle neş'e bulunduğunu, imparatorun kendi eliyle yazarak orduya
gönderdiği mektuplarla, Monte-kukuli'ye ve maiyetindeki komutanlara,
generallere ve zabitlere teşekkürlerin arz olunduğunu, çeşitli takdirata
mazharol-duktan sonra, imparatorun kendi el yazısı ile italyanca olarak yazmış
bulunduğu iki mektubdan memnuniyetini belirtmiş ve gelecek nesline, bu iki
mektubun paha biçilmez kıymet taşıyan hatıra olarak kalacağının zevkini
tatmıştır. Ayrıca imparator, kendi ordularının başına kumandan yaparken
"liyotonan generalliği" "<bizdeki feriklik> rütbesini
verdiğini ayrıca askerlerin her birine bir maaş ikramiye ihsan ettiğini1' beyan
ediyor, bu anlatılandan ortaya çıkıyorki; Montekukuli eskidenberi devamlı galip
gelen osmanlı ordusunun nehri geçen bir müfrezesine karşı suyun kabarması
sayesinde elde etmiş olduğu galibiyeti pek fazla büyütüp, parlatarak
bildir-liştir. Hakikaten bu anlatım vakayı büyük göstermeğe yara-ıışki,
teşekkür ve mükafatın büyük tutulduğu görülmüştür.
San Gotar Savaşında Galib Gelememenin Esas Sebebi
Kauzler, bazı ecnebi ve osmanlı tarihçileri nezdinde Os-nanh
askerinin muvaffak olamamasına aşağıdaki sebebler medar olmuştur. Montekukuli;
feld mareşallik rütbesiyle diğer rütbelerini daha sonraları avusturyanın diğer
savaşlarında elde etmiştir. Genellikle, sulh zamanında gösterdiği büyük
yararlıklar kendisine mükafat olarak bu rütbeleri getirmiştir.
<Montekukuli'nin tercümei haline müracaat
1) Raab nehrini önce geçen ve avusturya imparatorluk askerini
kendi ordugâhları ortasında tarn bir emniyet içinde iken basan ve şecaatin son
raddelerine kadar sebat etmiş bulunan Bosnalı İsmail Paşa komutasındaki osmanlı
birliğinin himayesinde ihmal bulunularak, lâzım gelen zamanda ona yardımın
gönderilmemesi ve düşmana vurulması gereken kuvvetli darbe fırsatınında
kaçırılmış bulunması;
2) Raab nehrinin henüz suları kabarmadan önce avusturya,
müttefikler ordusuna ait iki cenahada daha önce hiç do-kunulmaması, bu
cenahların bulundukları iyi halde serbest bırakılması, Montekukuli'ye merkezin
yardımına gelebilmek için bu cenahlardan istifade etme şansının sağlanması;
3) Cenahlara hücuma geç
başlanıldığı gibi gevşek davra-nılmasida, bu hücumların tam fayda vereceği
esnada suların kabarma vakasının cereyan etmesi hareketi adetâ akim bırakması;
4) Büyük bir hızla yağan
yağmurun tesiriyle, öğleden sonra Raab nehrinin taşması ve bu su üzerindeki
hafif köprüyü götürmesi böylece de iki sahili birbirine bağlayan vasıtadan
mahrumiyet;
5) Ordunun yanında her
vaziyete uygun tarzda kullanılabilecek tam tekmil köprü takımlarının, nehrin
karşı sahiline atış yapabilecek uzun menzilli topların ve bundan başka, düşman
ordusuna nisbetle yeterli sayıda adi topların dahi bulunmaması;
6) Bu savaş esnasında, eski
savaş nizamımızın bozulmağa başlamasına ait zamanda olması buna karşılık ise,
avrupalı-ların savaş usullerinde, bir hayli terakki etmiş olduğu döneme
rastlaması;
7) Müttefik askerlerinin,
başkumandanı olan general Mon-tekukuli'nin fevkalade ustalık ve sebatkârlikla
savaşı idare edebilmesi, yazmış olduğu mezkûr savaşı anlatan eserde durumu her
ne kadar abartmışsa da, bunların ze_ki, başarılarını değerli bulmak gerektiği,
rivayete göre general Montekuku-li'nin emrinde bulunan generallerin telaş ve
korkulan başkumandana erişememişti defalarca yapılan osmanlı hücumları
karşısında harp ilmine vukufiyeti sayesinde dayanması, başarısında büyük rol
oynadığını kabul lâzımdır.
San Gotar Savaşı Hakkında Bazı Osmanlı Tarihçilerinin Verdikleri
Malumat
Tarihi Devleti Osmaniye diyorki: "Osmanlı ordusu Raab
Çayı'nın sol yakasına geçmeğe savuşup, bir münasib geçid bulmak üzere, sağ yakasını
ve avusturya başkumandanı general Montekukuli de geçişe engel olabilmek için,
sol sahili takibe başladılar. San Gotar köyüne gelindiğindeyse dar bir geçit
yeri bulundu. Sadrıazam hemen burda bir köprü kurulsun emri verdi. Asker
kurulan köprüden karşı yakaya geçmeğe başladı. 8/Muharrem/10751/ağustos/1664'de
Yeniçeriler; düşmanın gözleri önünde suya atılarak selamet sahiline
çıktıklarında da savaşlarının kaidesine göre derhal toplanıp şiddetle harbe
koyuldular, ne çareki, bir taraftan suların tuğyanı diğer taraftada, o zamanın
en önemli savaş bilgini olan Montekukuli'nin manevraları Osmanlı
kahramanlarının gösterdiği cesaret ve sebat yüz güldürücü netice vermedi. Ayrıca
avusturya ordusunda Kpntdö Kolini komutasında altıbin fransız askeri de bulunuyordu.
"Netayİcül Vukuatın özetlenmiş beyanatı aşağıya alınmıştır:
"Sadnazam, Raab nehrini geçip diğer ismi Yanıkkale olan Raab kalesini
muhasara etmek kararını verdi. Geçid yeri bulmak içinde nehrin bir tarafından
giderken, general Montekukuli de nehrin öbür tarafından yürümekte olup,
herhangi bir geçiş hareketinin önünü kesmeği plânlıyordu. Bu sırada dört
süvarinin yanyana geçebileceği büyüklükte bir geçid yerine rast gelindi. Hafif
piyade birliğinin geçişini sağlayacak mertebede küçük bir köprünün inşa
edilmesiyle, karşı kıyıya onbin kişi kadar geçirilebilindi.
Bu asker, karşılaştığı Avusturya askeri ile yaptığı çarpışmada
onları ricata mecbur eyledi. Tam bu esnada sular kabardı. Bunun sonucu meydana
gelen selin, hafif olan köprünün yıkılmasını sağladığı görüldü. Bu olay
sonunda; Avusturya askeri moral bulup, az bir kuvvetle ve yardımsız kalması
mukadder Osmanlı birliklerinin vaziyetine karşı, üstün bir duruma geldi.
Osmanlı askeri ölümün veya esaretin hesabını yaptığında, tarihden gelen alışkanlığıyla
çarpışarak şehid olmayı tercih etti ve şanına lâyık bir hamiyyet ve
kahramanlık gösterdiler ve şehadet şerbetini içtiler. Her nekadar uğranılan
zayiat pek fazla sayılmazsada, gerekse nehrin taşkın hâli, gerekse
Avusturyalıların bu durumdan istifade ederek savunmada avantajlı duruma geçmiş
olmalarından dolayı Ziget- karar verildi."
Osmanlı tarihleri arasında yer alan ve pek de makbullerinden
sayılan "Raşid Tarihi" bu seferle ilgili olarak özetlemeye
çalışacağımız aşağıdaki ifadeyi serdetmiş: "h. 1075/muhar-rem/3 m.
1663/temmuz/27 pazar günüdürki serdarıekrem hazretleri, islâm askeri ile Raab
nehri kenarında bulunmakta olan, Karmend ve Çakan adlı palangalar karşısında
çadırlar kurup, karşıyakadaki plangalar karşısında olduğundan o tarafa asker geçirmek
için köprü yapmaya karar verildi. Köprünün oralarda bulunan düşman birlikleri
islâm askerinin karşıya geçebilmesini önlemeye çalışıyordu. Eskiden Morava suyu
denilen Mor nehri üzerindede Osmanlının geçişini güçleştirirken şimdi de bu
Raab nehri üzerinde de Nemçeiiler, yâni Avusturyalılar engel olmağa
çalışmaktaydılar. Bu sırada da bunlarla sulh müzakereleri de devam etmekteydi.
Maddelerin kendi içlerinde, müzakerelerinin yapılması müsaadesini
kullanmaktaydılar.
Red cevabı gelmesi endişesiyle savaş alanını terk etmeyen,
Osmanlı askeri reisleri arasında yapılan toplantıda Raab suyunun geçilmesi,
oradaki askerin üstüne gidilmesi kararlaştırıldı. Büyük gayretlerle ve çalışma
ile Sankoncar yâni Sen Gotarda bulunan palanganın üst yanında bir saat mesafede
olan mahalde dört atlının yanyana geçebileceği genişlikte olan suyu özengiden
yukarı seviyede olan geçit yeri bulundu. Yüksek ferman gereğince ocak halkı,
İsmail Paşa, Bosnalı Mehmet Paşa, Kaplan Paşa aynı ayın sekizinci günü bahse
konu yere geldiklerinde acileten bir köprünün yapılmasını nehrin karşı
yakasını da zaptetmek ve burayı muhafaza etmek için deve'ler ile bir miktar,
yeniçeri geçirip, vardıkları yerde siper almayı kararlaştırdılar. Düşman
askeri, vaziyetten haberdar oluncada hemen yeniçerilerin üzerine saldırdı.
Geçid başında bulunan, dilaver gazilerin bir çoğu kendilerini suya atarak,
yeniçeriye yardıma koştular böylece düşman askerinden, ikibin kişiden fazlası
cehennemlik oidu. Bir tarafdan düşmanın uğradığı hezimeti gören asker, kimisi
atlar kimi develerle, karşı tarafa geçmeğe hazırlanmağa başladılar. Orada
bulunan İsmail Paşa, yeniçeriağası, Kaplan Paşa ve serdarıekremin yanında
bulunanlar, düşman tarafında görülen bozulma alametlerini tesbit ettiklerinden,
o tarafa geçmeye başladılar. Düşman askeri; Osmanlı ve Tatar askerinin tamamen
nehri geçerek karşısına çıkacağı korkusuna düşmüş olduğundan kaçmağa
koyulmuşlardı. Osmanlı askerinin çok çok büyük kısmının karşıda, kendileriyle
savadan askerin ise ancak onbin civarında olduğu şeklinde bilgilendirildiğinden
ve ayrıca bunlara yardıma koşacak kimse görmediklerinden ricattan vazgeçip,
mevcud asker üzerine hücum ettiler.
İki taraf birbirine girdi. Sabahdan ikindiye kadar devam eden
kanlı savaşın en talihsizleri, çaresizlik içinde karşıyaka-da can verip şan
alan arkadaşlarını seyretmek mecburiyetinde olan ordunun çok büyük bir kısmını
teşkil edenlerdi. Çünkü suların kabarmasında meydana gelen sel, hafif köprünün
yıkılmasına dolaysıyla da kendilerinden mukayese edilemeyecek derecede
kalabalık, bir düşman karşısında kalan os-manlılann adetâ yok edilmesine vesile
oldu. Bu nadir rastlanan faciayı seyretmek mecburiyetinde kalan serdarıekrem,
emrinde bulunan asker bu vakanın intikamını almak için, karşı kıyıya
geçebilmenin bir çok yollarını aradıysa da, böyle bir arzu gerçeğe ulaşamadı.
Artık görülen o tarafa bu hengamede geçilemeyeceği idi. Bu bakımdan oralarda
dolaşıp durmak ayrıca bir hata sayılır. Artık yapılacak iş, Avusturya
kapıkethüdası ile sulh meselesini bir şekle bağlayıp geri dönülmeğe karar
verilmesiydi zaten onlarda öyle yaptılar." Bir Hatırlatma Efendim
görüldüğü üzere nehrin karşı yakasında avusturya ve müttefiklerinin eline
düşmüş bulunan askerimizin, kanlı bîr muharebeden sonra terki hayata, şehadet
inancı ile baktıklarından, onlar hakkında söyleyeceğimiz tek husus ruhları
şâd, mekânları cennet olmasıdır. Şefaatlerinin bizlere de ulaşmasıdır. Ancak;
bu feci hâlin mecburi seyircileri askerlerin tabiiki, bu iş bitti gidelim,
diyemeyeceği açıktır.
Hâttâ bu askeri oradan alıp götürmek de her babayiğit kumandanın
işi değildir. Nihayet işin şahidleri, katliama uğrayanların enaz beş altı
mislini teşkil etmektedir. O kadar büyük bir kuvvetin çekilme işlemine
peyderpey razı gelebileceğini düşünebilmek, o savaştaki komutanların, insan
psikolojisine vukufiyetlerinin saklı delilini teşkil eder. Nehrin civarında
karşıya geçebilecek başkaca bir geçid arama arzu ve temayülünü gösterenlere
hayır dememek hâttâ onların önüne düşerek bu geçidi aramak, sükunet ve
askerlikte pek mühim olan solidalite yâni, ayrılmaz beraberliği temin yönünden
çok isabetli olmuştur diye düşünüyorum. (Metin Hasırcı)" Yine seferin
meydana geldiği devrin meşhur yazarlarından ve os-manlı muharrirlerinden biri
"Sen Gotar meydan muharebesi" hakkında ve neticesi babında şunları
dile getiriyor: "Erdel topraklarında savaşla vazifelenen orduyu hümayun
Sebin Kalesi altında bulunduğu esnada Köprülü Mehmed Paşanın vefatından sonra
yerine geçen oğlu henüz yirmiyedi yaşında idi adı İse Fazıl Ahmed Paşa idi. Bu
zâtın babasının yerine tâyin olunduğu zaman tarihler
8/rebiülevvel/1078-28/ağus-tos/1667 Pazarını gösteriyordu. Aradan çok az bir
zaman geçtikten sonra, Foğraş isimli yerde aynı ismi taşıyan bir kale önünde
önemli çarpışmalar husule gelmişti. Bir ay kadar süren bu savaşlar neticesinde
düşmanların elinden pek kıymetli ganimetler elde edilmişti. Ellibin kişiden
fazla esir, binlerce araba elde edilmişti.
1073/1663 yılında serdarıekrem Fâzıl Ahmed Paşanın, Macaristana
gelişinde üyvar (Nevah-zol), Letre, Liveh, Novigrad, Secan, Kermab, Derekli,
Holok, Buyak kaleleriyle birlikte, bir çok yer serdarıekremin gayretleri ve
öncülüğünde feth olundu. Bir çok esirin elimize geçtiği :cephane ve mal
yönünden, kıymetli ganimetler elde olundu. Bu kadar fetihlerden sonra orduyu
hümayun dinlenmeye çekildi.
Bunu fırsat bilen Avusturyalılar bazı kalelerimizi muhasara altına
almışlarsada, durumu haber alan serdar, umulmaz bir süratle bunların üzerine
harekete geçti. Sadrazamı yanında büyük bir kuvvetle üzerlerine geldiğini istihbar
eden düşman derhal ellerindeki savaş aletlerini olduğu yere bırakarak Osmanlıların
Yenikale, onların ise, Keçkopuvar dedikleri kaleye ve Zerinyivar dedikleri
hisara sığındılar. Sadrazam serdarıek-rem Fâzıl Ahmed Paşa bunları fena bir
şekilde mağlup etmeyi başardı. Bulundukları yerde tutunamayan düşman kaçmaya
başladı. Nehirlerden geçmek için kullandıkları köprülerin üzerinde takip
edilmekte oldukları Osmanlı kuvvetlerince topa tutuldular. Osmanlı ordusu
buraya kadar gelmişken Hırvatistan toprağını da bir kolaçan etmekten kendini
alamadı. Zaferlerle taçlanan askerimizin ırki gururu galeyana geldiği için
durmak kolay değildi. Sadnazam Raab suyu tarafına geçti. Bu nehrin kenarında
bir savaş meydana geldi. Yapılan bu son muharebeye kadar bir aksilikle karşı
karşıya gelmi-yen Osmanlıların bu sefer karşısına bir aksilik çıktı. San Go-tar
yakınlarında nehri geçen ve oradan düşman ordugâhına kadar sokulan yeniçeriye
"Geriye dönüp metrislerinize giriniz" şeklinde emir geliverince
hepsi itaat ettiler. Nevar ki sipahilerin bu emirin gelişinden haberi olmadı.
Bu sırada adeta düşmanla göğüs göğüse gelmiş bulunuyorlardı. Yeniçeri askerinin
peşlerinde olmadığını fark ettiklerinde, yeniçerinin firar etmiş olduğu
düşüncesi birdenbire akıllarına düştü.
Paniğe kapılıp beygirlerinin gemini çektiler istikametlerini Raab
suyuna çevirdiler. Maksatları firar ettiklerini sandıkları yenicen askerinin
önünü çevirmeyi başarmaktı. Yeniçeriler ise sipahilerin karşı tarafa
geçtiklerini görünce, bunlar da sipahilerin firara kalkmış olduklarını
zanneylediklerinden bunlara katılmak için hızlandılar. Böylece köprü üzerinde
biriken gayrımuntazam ve ağır yük, bu köprünün kırılmasına sebeb oldu. Köprünün
çökmesiyle birlikte suya düşen külliyetli insan kalabalığı, maalesef büyük
çoğunlukla gark oldular. Yâni; Allaualem boğularak şehid oldular. Köprüyü
geçemeyenler ise karşı tarafta, vuruşa vuruşa şehidlik makamını ihraz ettiler.
Sadnazam bu feci vakaya metanetle dayandı ve savaş gayretini elinden
bırakmadı. Savaşa savaşa İstolni Belg-rad kalesinin altına kadar geldi. Burada
ortaya atılmış olan sulh konuşmalarına rağbet gösterdi. Avusturya imparatoru
tarafından elçiler geldiği gibi; Rumeli pâyeli, Kara Mehmed Paşa ile bu
makaleyi yazan fakir (Evliya Çelebi) elçi tâyin o-lundu ve Avusturya imparatoru
nezdine gidip, sulh antlaşmasını imzaladılar. Yalnız bu makalede görünen bir
husus varki oda suların kabarmasından bahis edilmemiştir. Bunun bahse konu
olmamış olması, suların kabarması yok diye, neticeye tesir edici anlayışa
kapılmamalıdır. Yoksa burada bahse konu makaledeki bölümde suyun kabarması
durumu yer almamıştır. Evliya Çelebinin eserinde bu sefer hakkında pek geniş
malumata rastlayabilir tetkik eden okuyucular.
Sen Gotar Savaşi Hakkındaki Kararlar
Almanya devleti fahimesinin zabitlerinden olduğunu, daha öncede
ifade ettiğimiz mösyö "Wilhelm Notebom" adlı zat, birkaç sene evvel
epeyi miktarda esere, bunların arasında da Osmanlı târih kitaplarından
bazılarına müracaat ederek yaptığı tetkikat sonunda bulmuş olduğu deliller ile
hatta Osmanlı eserlerinden sarfı nazar edilse bile, diğer muteber tarih eserleri
sayesinde, Avusturya yazarlarının, mübalağalarla dolu eserleri ve
/Aontekukuli'nin abartılı ifadelerini iptale yeter, hükümler çıkarabilmiştir.
Bunları aşağıya dercediyoruz: Evvelâ: Bu ifadelerden anlaşıldığı
kadarı ile Osmanlı devleti Avusturya ve müttefikleri arasında yapılmakta savaş
1073/1663'den beri yâni iki senedir devam etmekteydi. Sulh müzakereleride bu
arada yapılmaktaydı. San Gotar savaşı husule geldiğinde, Osmanlı devletinin
harp hareketleri içinde olması tedbir alma niteliğinden kaynaklandı
denilebilir. Saniyen: Sen Gotar savaşına katılan asker sayısı ancak beşonbin
kişi mesabesinde olup, buna dense dense bir müfreze denilebilir. Ordunun tamamının
katılmış olduğu bir savaş olmayıp, buna bağlı olarakda orduyu hümayun büyük bir
hezimete uğratıldı denemez.
Sâlisen: Raab nehrini geçmeye müsaid geçit karşı tarafa geçenlerin
mağlub olup ricatından sonra avusturya askeri tarafınca savunmaya alınmıştır. Bu
arada da suların kabarma olayı temadi ettiğine bakarak, bilahirede ötedenberi
devam etmekte bulunan, sulh müzakeratı imza aşamasına geldiğine göre orduyu
hümayunu mezkûr geçidi yeniden geçmeye ne sevkedecektirki?
Rabian: Daha sonra imzalanan sulh antlaşmasının maddeleri
gereğince Osmanlının eski hududunun Viyana şehrine yirmi mil daha yakın hale
gelmesi, orduyu hümayunun rivayetlere göre büyük hezimete düştüğü mânasındaki
ifadelerin yaîan olduğu bu hükümde ayan beyan görülmektedir.
Sen Gotar Savaşından Sonra Ördü Harekâtı Ve Sulh
Montekukuli, bahse konu eseri "Memovar"ında San Gotar
savaşından sonraki vaziyeti ve şevki idaresini şöyle nakle girişiyor
"Osmanlı ordusu ağustos ayının 6. gününe kadar, San Gotar sırtları
üzerindeki ordugâhında kaldıktan sonra, yukarıda zikredilen günde yürüyüşe
geçti ve nehrin sağ sahili üzerinde bulunmakta olan Kirman'a doğru
yönlendirdi. Biz ise, nehrin karşı sahilinde Osmanlılarla aynı hizada yürüyor
idik. Fakat bu hareketimiz büyük zorluklar içinde yapılabiliyordu. Çünkü
Lanfiniç (San Gotar'da Raab nehrine karışan bir nehir ismidir) ve Pinka (o da
bir nehirdir) nehirlerinin sulan o kadar çok kabarmıştıki, suyun kabarmasından
dolayı, bu nehirler üzerinde bütün köprüler yıkılmaktan kurtulamadı. Aynı
istikamette karşı yakalarda Osmanlıya muvazi olarak yürümekteydik. Ağustosun
9. günü Kirman civarına geldik. Yapılan harp meclisi toplantısında, ben Raab
nehrinin geçilmesini teklif ettim. Ağustos'un 11. günü osmanlı ordusuna bir
daha hücum etmeye durumun, her zaman böyle müsait olacağını sanmadığımı,
düşmanın seçme askerle mağlup edilerek takip altına alınması gerektiğini beyan
ettim. Harp meclisinde yer alan Avusturya ve müttefikleri komutanları, yaptığım
teklife itirazda bulundular. Bunların hepsi "Osmanlıya saldırmadan evvel
ordumuza bir istirahat imkânı vermezsek, bunlar yorgunluktan dolayı asla
savaşamaz, yapılacak hareketin merkezi sayılacak olan insanların ekmeği ve
hayvanların yeminin bulunmadığını, eğer nehir geçilip de düşman üzerine
gidilirse, bataklıklarda onlarla savaşmak icab edeceğinden çekilmek, ricat,
gibi hususlar akıldan çıkarılmalı ancak yorgun aç ve hastalanmış insanlarla,
böyle bir savaşa giremeyeceklerini beyan ettiler.
Bu bakımdan istirahatin şart olduğu ve bunu Edimburg civarında
gerçekleştirmek gerektiğini, istirahat esnasında da, yiyeceklerin teminine,
yardımcı askerin bulunduğu yerlerden katiyyen ayrılmamalarının temini ve
tecrübeli askerin de bir araya getirilerek harekete hazırlanmak kararlaşmak
diyorlardı. Buna bakarak düşmanı takip etmek ve onu göz altında tutmak üzere o
aralık yalnız Kont Nadasti'nin, maiyeti olan Macarlar ile Hırvatları Dragonlar
ile altı kıta sahra topu, beraberlerinde olduğu halde düşman üzerine
gönderilmesi yeterli görüldü. Bu sırada ise; Osmanlı ordusu Alpiroyal denen
İstoİni Belgrad adıyla yâd ettiğimiz bölgeye yürüyordu. Bizim or-du'da Pinka ve
Gunz nehirleri boyunca aheste aheste Edim-burga doğru ilerlemedeydi. Avusturya
ordusu menziline vardıktan sonra bir kaç günü istirahatla geçirdi. Bu
istirahat ta-biiki iadei kuvvete sebeb oldu. Prens CJlrick dö Vittenberg komutası
altında bulunan vede imparatorun tophanelerinden henüz çıkmış gayet nefis
toplarla imparator tarafından gönderilmiş yeni askerden meydana gelmiş bir
imdad kuvveti almıştır. Edimburg'da Avusturya ordusuna istirahat ettirildiği
sırada Osmanlı ordusu Alpiroyal yâni jstoni Belgrad civarında ordugâh
kurmuştu. Burada bulundukları zaman içinde Osmanlılara 12 ilâ 15 bin asya
askerinden ibaret bir imdad kuvveti gelmiştir. " Osmanlı ordusu Raab nehrinin
sağ sahili boyunca akıntı tarafı istikametinde giderken avusturya ve
müttefikleri ordusunun nehrin sol sahili boyunca, osmanlı kuvvetlerinin
hizasında yürüyüşe devam etmesi, bu kuvvetleri takip etmek için değil, belki
adı geçen kuvvetlerin başka bir yerden, yeniden bir geçidin yardımıyla kendi
üzerine düşmemesi için gözaltında tutmaya çalışmasıdır. Bunun böyle olduğu da,
şu ana kadar vermiş bulunduğumuz bilgilerden rahatça çıkarılabilir.
Montekukuli'nin Lanfinç ve Pinka nehirlerinin de, Raab nehrigibi
olağanüstü şekilde kabararak, köprüleri alıp götürmüş olması ve bununla
beraber askeri harekâtın gayet açık yapılması gerektiğini apaçık söylemesi
Osmanlının başarısızlığının suların taşmasından kaynaklandığının İtiraf
edildiğini, ortaya koyan mühim maddelerdendir. Montekukuli'nin ara sıra orduyu
hümayunun takip olunmasının gereğinden bahs ettiğini, ancak muhalif reyler
yüzünden takibi yapamadığını ileri sürmesi, Osmanlı ordusunu mükemmel bir
tarzda bozmuş olduğunu söylediği yalanı beslemek, kuvvetlendirmeyi temin için
olduğuna, şüphe etmemek lâzımdır. Ordunun başkumandanı ve tam selahiyetle
sevkı idareye sahip olmasına rağmen. Takip İşi için şuna buna engel oldular diye,
suçlamalarda bulunması büyük bir insafsızlıktır. Baştan ve sonradan elde olunan
malumattan da anlaşılırki; Osmanlı ordusu San Gotar savaşından sonra, mağlup
bir ordu gibi geri dönmemiş olup, Avusturya ve de müttefikleri ordusunu nasıl
bir hezimete uğratmalıyım düşüncesine kafa yorarak, intikamını planlamıştır.
Hakikaten aynı ordu en kısa zamanda Avusturya içlerine dalacak hücumları
gerçekle yüzyüze getirmiş, bu toprakların altını üstene getirmeyi becererek,
kendi menfaat ve arzularına uygun bir sulh imzalamaya da muvaffak olmuştur.
Böylece bu sefer sulhun menfaat-i Os-maniyana yaramasından dolayı zafer,
devleti âliyede kaldı denmelidir. Montekukuli; zaferinin! devamı için takipten
dem vururken birtaraftanda kendi ordusunda, cidden acınacak ve merhamet
edilecek durumlarını açık etmesi, kendilerini korkudan tir tir titreten Osmanlı
ordusunun karşısına, kalelerden tecrübeli askerleri getirtmeyi, uzun uzun
anlatması gülünecek hale gelmesine yeterde artar bile. Kont Nadesti'nİn Osmanlıları
takip için değil, belkide Osmanlıların tekrar nehri geçmeğe teşebbüsleri
halinde yapılacak geçiş harekâtına engel olmaya çalışmak içinde bir hazır kıta
bulundurması şeklinde telakkisi, okuyucunun dahi aklına gelmiş sayılır.
Sulh Antlaşması
Tarihi Devleti Osmaniye adlı eserde San Gotar savaşı sonrasındaki
durum ve yapılan antlaşmayı şöyle nakletmekte:
"San Gotar muharebesinden sonra, sadrıazam orduyu hümayunu
Vasvar kasabasına getirdi. Burada Avusturya elçisi tasdiklenmiş antlaşmayı
Fâzıl Ahmed Paşaya takdim eyledi. Tâbiiki bu tasdik Avusturya murahhaslarına
aid tasdik İdi. Avusturya imparatoru bunda, bu günden sonra Erdel (Traıv
silvanya) işlerine müdehalede bulunmamaya, Apafi Mihal'i yeni Erdel kralı
tanımayı, yıkılmış bulunan Zerinovar kalesini tamir etmemek, sulhun bedeli
olarak da ikiyüzbin kuruş vermeyi, tiyvar ve Novigrad hisarları Osmanlıda
kalmak, eski ahidlerin yâni yapılmış eski antlaşmaların, diğer hükümleri iki
tarafçada geçerli şartlardan sayılmasını kabuiehazır olduğuna amirdi.
1075/1664 Görülüyorki; San Gotar hezimeti Vasvar antlaşmasına asla bir tesirde
bulunmamıştır. Ayrıca tamamen Osmanlı menfaatlerine uygun tarzda neticelenmiştir.
Ancak sadrıazam, Montekukulİ'yi bozmuş olsaydı, sulh-nameyi Viyanada bizzat
imparatorun elinden alması ihitma! dahilinde idi. Ancak hu fark etmiştir. İki
sene süren bu büyük sefer içinde serhad kumandanları ve seferde bulunan bütün
asker pek güzel tarzda vazifelerini yapmışlar, Osmanlı sancağı aynen
cennetmekân Kanuuni Sultan Süleyman hân hazretlerinin devrindeki sânı
hatırlatarak, serhadlerde dolaş-tınlmıştır. Köprülü ailesinin bu hizmette büyük
hissesi vardır.
İki Taraf Ordularının Başkumandanlarının Biyografileri
Osmanlı ordusunun başkumandanı bulunan ve bu seferde
sadrıazamlıkla birleşen serdarıekrem, unvanlı Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşanın tercümei
hâlini vererek bu bölüme başlayalım. Bu eserden daha geniş malumatı, Kamusül
âlâm ve Tarihi Râşid'den elde edebilirsiniz. Fâzıl Ahmed Paşa, Osmanlı devleti
vükelâsından meşhur Köprülü Mehmed Paşanın büyük oğludur, h. 1072/ml661
senesinde Köprülü Mehmed Paşanın husule gelen vefatı ve yine merhum
sadrıaza-mın vasiyeti üzerine fazileti ve irfanı göz önüne alınarak veziriazam
olarak nasbedildi. Osmanlı devletinin hayatiyetini ihyada büyük hizmeti geçen
merhum sadrıazam Köprülü Mehmed Paşa oğlu Fâzıl Ahmed Paşa sadarete tâyin
oluşundan bir sene sonra 1073/1662'de
Avusturya seferine çıkmıştır. 1075/1664 Morava civarında bir kaç tane mühim
kaleyi zap-tetmiştir. Daha sonra
San Gotar savaşını yapmıştır.
1077/1666dan 1080/1669 tarihine kadar yâni üç sene içinde, yapmış olduğu
çalışmalar ile savaş ilminde büyük başarılara imza atan. bir ordu yetiştirerek
bütün dünyanın bildiği ve bazı avrupa askeri mekteplerinde öğretilmekte olan
ders mahiyeti taşıyan Kandiye Kalesini.muhasarası, daha sonrada bu kaleyi
cesur ve kahraman askerleriyle kılıcına râm eylemiş yirmiüç sene süren
kuşatmayı zaferle taçlandırmıştır.
Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa bu kalenin fethinden döndükten sonra
1083/1672'de ise Lehistan seferine gitmiştir. Lehlilerin hayrete düşmelerine
sebeb olacak hâli ihdas etmiştir. Lehistan bir defaya mahsus seksenbin ve her
sene içinde yirmişerbin altun vergi vermek şartıyla sulha bağlamıştır.
(İstidrad: Lehli'ler sadrazamın bu davranışından büyük üzüntüye düştüler. Ne
var ki aradan on sene geçtikten sonra Fâzıl Ahmed Paşa ailesinin damadlanndan
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Viyana'yı muhasaraya aldığında bu Lehlilerin,
meşhur krallarından Jan Sobiyeski'nİn komutasındaki birliklerle, daha on sene
önce aynı aileden biriyle imzaladıkları sulh antlaşması hükümlerinden yüz
çevirerek Avusturya ile anlaşarak Osmanlı muhasara kuvvetlerine taarruza geçerek,
Osmanlı yenilgisini getirebilecek darbeyi vurmuşlardır.
Gaazi olarak anılsa seza olan Fâzıl Ahmed Paşa nice nice
vazifelerde büyük liyakat gösteren, padişahının ve devleti âlî'yenin şanına şân
katan, vezir oğlu vezir, devlet işlerinde vücudunu helak edercesine verdiği
hizmetler esnasında 1087/1676'da diğer bir tâbirle, San Gotar muharebesinden,
oniki sene sonra fâni dünyadan, hakiki dünya'ya göç etmişlerdir. (Allanın
geniş bulunan rahmeti üzerine otsun)
Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşanın vefatından sonra, Köprülü Mehmed
Paşanın evlâdı mâneviyesi, daha sonra da damadı olan Merzifonlu Kara Mustafa
Paşa kendisine halef olmuştur. Kara Mustafa Paşa, Fâzıl Ahmed Paşa ile
birlikte büyümüş ve devlet hizmetinde daima onunla birlikte bulunmuştur.
Özellikle Kandiye muhasarasında hemen maiyetinde bulunurken, San Gotar savaşı
esnasında kaimakamlıkda istihdam olunmuştur. Kara Mustafa Paşa, Fâzıl Ahmed
Paşanın verdiği ve halleri kolay olmayacak işleri büyük bir liyakat ve vukufla
becermiş, cesur bir kimse olarak da Kandiye kalesi önlerinde kemâle getirilen
muhâs,ara usulünü, kendisi sadaret makamına yükseldikten daha sonralanda
yaptığı Viyana kuşatmasında tatbike koymuştur. Fâzıl Ahmed Paşanın vefatından
altı sene sonra yâni 1093/1682 tarihinde Viyaca üzerine yürürken, kaleyi ele
geçirmeye ramak kalmışken rivayete göre son derece kibirli olması teşebbüsler
bakımından nakıs kalmasına ve bazı işlerde başarısızlığa uğramasına sebeb
olmuştur. Eğer Fâzıl Ahmed Paşa bir müddet daha yaşayıp, Kara Mustafa Paşanın
hattı harekâtını tatbik etseydi, Osmanlı hududuna pekde yaklaşmış olan Viyana
kalesi hiç şüphe olmasın bu zâtıâlikadir tarafından zapt edilecekti. Şayanı
dikkatdir ki; Kara Mustafa Paşa'dan sonra da, mevkii iktidara geçen Köprülü
hanedanına mensup olan zevat, din ü devlete, padişahına büyük bir sadakatle
hizmetler vermişlerdir. Buna bağlı olarak da çok büyük şöhret ve nâm kazanmışlardır.
Bunlar her bir işinde Fâzıl Ahmed Paşanın takip eylediği hizmeti ve usûlü
kendilerine düstûr eylemişlerdir. Böylece Osmanlı tarihinde pırıltılı yerlerini
almışlardır. Alla-hın rahmeti üzerlerine olsun.
Raymond Kont Montekukuli; 1608 yılında doğmuştur. 1681'de Sangotar
savaşından onyedi sene sonra ölmüştür. Kont Montekukuli'yi Avusturya devletinin
en meşhur, en usta -kumandanlarının arasında görüyoruz. Yazmış bulunduğu askeri
eserinde, bizim harb fennimizle alakalı hususlardaki ma-kaleleriyle, özel bir
yeri vardır. Dondömalfi unvanını almış olan Montekukuliyi evvelâ topçu
sınıfında vazife almış görüyoruz. Miralay rütbesiyle otuz sene savaşlarının
ikinci kısmında hazır bulunmuş 1657 yılında mirlivalık rütbesine yükseltilmiştir.
İsveçlilerle yaptığı savaşlarda pek büyük başarılar göstermiştir.
1661 yılından sonra Osmanlılar ile savaşmakta olan orduya
kumandan tâyin edilmiştir. Avusturya'ya çok büyük hizmetlerde bulunmuş
Osmanlılarla yapılan sulh antlaşmasından sonra imparator sarayında toplanan,
harp meclislerine başkanlık etme görevine getirilmiştir.
Montekukuli, Avusturya devletinin Fransa ile yaptığı harpte,
bilhassa 1675 senesinde Fransızların
meşhur mareşali, Toren'e karşı yapmış olduğu savaşlarda, Avusturya ordusuna
tam bir ustalıkla komuta etmiştir. Son seferden sonra Lins şehrine çekilerek
ömrünün geri kalan kısmını askerlik hatıralarını yazmakla geçirmiştir. Esere
ve yazdıklarına dair geniş malumat almayı arzu edenlere, meşhur askeri
yazarlarımızdan merhum Mehmed Tahir beyefendinin "Müellifatı Askeriye Tedkikatı"
adlı askeri eserler arasında, nefâsetiyle temayüz eden kitaba müracaat
edebilirler. Montekukuli'nin San Gotar savaşına ait bilgileri ihtiva eden
"Memovar"ında Montekukuli'nin bir resmi bulunup, alt yazısında
Meclisi Harp reisi, Tophane müşiri, Raab Valisi ve asakiri imparatoriye başkumandanı
olarak unvanları yer almaktadır. Tovassun Şövalyeliği, unvanları arasındadır.