SULTAN 2. MAHMUD HAN :
Babası: Sultan I. Abdulhamid Han
Annesi: Nakşidil Sultan
Doğum Tarihi: 1785
Vefat Tarihi: 1839
Saltanat Müd.: 1808-1839
Türbesi: İstanbul Çemberlitaş'tadır.
Şehzade Mahmud, Osmanlı devletinin 32. padişahı olup, 22.
halifesidir. 1. Abdülhamid Hân'ın, Nakşidil adlı hanımsn-dan dünya'ya
gelmiştir. 22/ramazan/1200-20/temmuz/1785 doğum târihi olup, vefatı ise 16/r.
ahir/1255 -30/h"azi-ran/1839'cla olup, devr-i saltanatı 31 yıl sürmüştür.
Osmanlı tahtına çıktığında 23 yaşındaydı. Biz; tahta çıkış safahatını 4.
Mustafa dönemini ve şehadet-i 3. Selim Hân'ı anlatırken, sayfalarımızı
süslediğimizden burada tekrar bahsetmeyi zait addediyoruz.
Hemen şunu da itirafa mecburuz ve vicdan borcudur ki, Hz.
Mevlâmız, Mahmud-u Sâni'nin tahta çıkmasını murad eylemişki bunun esbabında
Sultan 4. Mustafa'nın tahttan indirilmeyi önlemek için gerek Sultan Selim'i
gerekse 2. Mah-mud'u itlaf ettirme emri olan, o me'şum emri vermesi, Sultan
Selim'in şehadeti vâki olurken, Mahmud'un da Osmanlı tahtına oturmasında
hisseyi, Alemdar Mustafa Paşanın emeklerini yâd etmek vazifei târihiyedir.
Sultan 2. Mahmud Osmanlı padişahları arasında pek büyük önem arzeden padişahlar
arasında da hayli önde gelir. Genç yaşına rağmen iktidarının güç dengesini pek
iyi idrak ile önüne konulan, Se-ned~i İttifak'ı imzalaması idarede gösterilen
esnekliğin mühim emsallerindendir. Kolay kolay imzalanamayacak olan böyle bir
varakaya imza koymak, iktidarını birileriyle paylaşmaktır ki, meşrutiyetçi
diye ileri sürülen meşhur Midhat Paşa dahi böyle bir paylaşıma imza atmaz, işi
redde götürüp, memleketin allak bullak olmasına sebeb oluridi. Bu akıllı
davranışı gösterebilmesinin sebeblerinin başında iyi bir tahsil görmüş olması
gibi, bilhassa 3. Selim'in tahttan indirilmesinden sonra şimşirlikde geçen
menkubiyet dönemi içinde sık sık bir araya geldiği yeğeni şehzade Mahmud'a
ihtisaslarını bir bir nakletmesi, hata ve isabetlerini şerh etmesi şehzadenin
pek istifade ettiği bilgilerdi ve bunları iyice hafızasına yerleştirmiş ve
adetâ şimşirlik de geçen günler Genç şehzadeye bir padişahlık kursu gibi
yaramıştır. Sultan 2. Mahmud biat merasiminden sonra ülkeyi sadrıazamına
bıraktı. 3. Selim'in katillerinin listesini bulup vereceğini vaad ettiği
sadrı-azama sözünü yerini getirdi. Eline tutuşturduğu listede üçyüz kişiyi aşan
isimler yer alıyordu. Bunlar arasına eski, fırıldakçı sadrıazam Köse Musa Paşa
ile Kızlarağası Mercan Ağa da girmişti. Tabii haklarında hüküm icra olunmuştu.
Böylece sükûnet temin edilmiş, Alemdar Mustafa Paşa ülkenin isla-hedilmesi
çalışmalarını başlatmıştı. Anadolu'da çeşitli şâ-kî'leri ezmiş, hükümet-i
Osmaniyenİn otoritesini hâkim kılmıştı. Bütün bunlar olurken, zaten biraz
kibirli olan Alemdar Paşa, yaptıklarından şımarmaya başlamış, hayli sert ve fütursuz
icraatlara devam ederken, düşmanlarının sayısını da arttırmaktaydı ayrıca,
Sekban-ı Cedİd askeri usulünün Sultan Mahmud ile beraberce kuvveden fule
çıkarılması, nizâm-ı cedidin ihyası şekli içinde mütalaa eden yeniçeriler ve
taraftarları, Alemdar Paşa'ya °'an mevcud düşmanlara, Paşanın eski bir
yeniçeri olması da gcjz ardı edilerek, yeniçerilere gizli gizli destek veren
kimilerinin münafıkane bir şekilde padişah ve sadnazama yaklaşımları sahte
olduğundan gizli düşmanlar, açık düşmandan daha tehlikeli olmuşlar ve sayıları
da hayli fazlalaşmıştı.
2. Büyük Fitne
Alemdar Mustafa Paşa; 1223/1808 ramazanının kadir gecesinde,
Şeyhülislâm Arabzâde Arif Efendinin konağına, davetli olduğu, iftira gitmek
üzere yola çıktığında, yol boyu yer : yer toplaşan kalabalıklar görmüş ve
bunların Divânyoiu isti- ' kametinde çoğalmış olduklarını gözlemişti. Hiç fütur
getirmeden üzerlerine atını sürdü. Bunun yanında muhafızlanda aynen kendisi
gibi atlarını bu kalabalıkların üstüne sürüp, el- : lerindeki değnekler ve
kamçılan kiminin kafasına, kiminin sırtına savururken bazılarının da
yaralanmasına sebeb oldular. Sanki bunlar da, intizar halindeymişçesine bütün
kahveleri ve bilhassada yeniçerilerin müdavimi olduğu yerlere gidip,
sadrıazamla adamlarının, kendilerini ne hâle koyduğunu dramatik bir tarzla,
habbeyi kubbe, pireyi deve yaparak anlatmaktan utanmadılar böylece de, fitne
kazanını kaynatmaya başladılar. Biz; bu olayı bütün tafsilatıyla anlatan
1913'lü yılların başında yayımlanmış ve Alemdar Vakasını, bütün se-lahiyet ve
tafsilatı ile nakleden bir kitabı, başdan sona os-manlıcadan sadeleştirmiş
olarak Sultan 2. Mahmud döneminin sonuna okuma parçası olarak koymuş
bulunuyoruz. Bizden daha selahiyetli merhumun eserini târih çalışmalarımıza
koymakla isabetli bir seçim yaptığımıza eminiz. Bu bakımdan bu elim ve
herkesin ibretle okuyayacağını sandığım vakayı buraya ayrıca, koymaya lüzum
görmüyorum.
Alemdar vakasından sonra yâni 1224/1809'dan 1227/1812'ye kadar,
dahilde ehemmiyetli bir vak'a zuhur etmeyip, yalnız Rusya ile yaptığımız
kapışma devam etmekteydi. 1227/1812'de yapılan Bükreş antlaşması ile son buldu.
Bükreş antlaşmasından Sırbiya'ya küçük bir imtiyaz verildi. 1226/181 l'de
Tepedelenii Ali Paşa isyancı sayılmış ve üzerine asker gönderilmiştir. Ne var
ki Halet Efendinin oyunlan, Ali Paşanın itlafına işi götürdüysede devlet-i
âliye bundan sonra Mora yarımadasını tutmaya gücünün azaldığını hissettiğinde
canını aldığı Tepedeienii'yi aramaya başladı ama heyhat! Çünkü vücuda gelen
Mora İhtilâli babıâlinin canını çok sıktı. 1182/1768'de, Mora'da bir isyan
bayrağı açan Yunanlılar arazinin dağlık olmasından istifadeyle yaptığı hareketi
biraz sürdürmeye muvaffak olmakla beraber, Mora Valiliğine tâyin olunan
Muhsinzâde Mehmed Paşa peşinden de Cezayirli Hasan Paşanın kılıçları sayesinde,
akılları başlarına getirilmişti. Daha sonraları ise, Tepedelenii Ali Paşa
bunlara fırsat vermezken, kolu kanadı kırılan Tepedelenli'nin Yan-ya'da
muhasara altına isyancıdır diye alınması Yunanlılara yararken Hurşid Paşanın
askerlerini alıp gitmesi, Mora müf-sitierinin intizar ettiği halden olup,
askerimize saldırdıkları görüldü. Ali Paşanın kendisini kurtarmak için güya
Yunanlıları, tahrik vede teşvik ettiği ileri sürülmüştür.
Bu arada; Mora'da Etniki Eterya isimli gizli bir tedhiş örgütü
kuran Yunanlılar, gerek Rusya'da, gerekse de memleketinde ikamet etmekte olan
Rum küberasmdan başka os-manlı topraklarında ikamet etmekte olan bazıları ve
bunlara ruhban olanlarda sayıldığından, Yunanlıların sabıkada ki şöhretleri,
İngiltere vede Fransa'da mektep aleminde yaşamış ve elsine-i ve edebiyat-ı
âtİkayıda tahsil etmiş olanyâni yabancı lisan ile eski edebiyatı tahsil etmiş
olan hayalperestler bu Eterya hareketi içinde yer aldılar.
Sonunda; Osmanlı devletine sadakatıyla nâm yapmış olan, Eflâk
Voyvodası Aleko Bey'i öldürten Eterya cemiyeti, Rum kan dökücülüğünün icraatını
başlatmış oluyordu. Böylece Eflâk'da bu bey'in öldürülmesi 1236/1821'de bu memlekette
de fesadın uyanmasına vesile oldu. Devlet bu fesadın çıkarmağa başladığı
olaylara müdehale etmeye koşarken, Mora'da isyan patladı. Müslüman ahali, meskûn oldukları kasaba ve köylerden kale ve
hisarlara ve de palangalara sığınarak, isyancıların hayatlarına kasteden
davranışlarını ancak bu şekilde tesirini azaltabildiler. Bir çok kale,
palangayı muhasara altına alan, Etniki Eterya cemiyeti idaresinde Rum ahali
üçbuçuk asırdır hür ve müreffeh olarak sürdürdüğü hayat tarzını bağımsızlık
yavelerine değişiyordu. Evet; yaptıkları nederece doğruydu? Veya ne derece
yanlıştı? Bu iki soruda cevabınne olduğu dünya'nın kuruluşundan bu yana zaman
zaman değişmiş bulunmaktadır. Bu neden olmuştur? İnsanoğlu; yaratıcısından
aldığı mesajda sonsuz bir hürriyetin sahibi olmadığı, doğumunun da ölümününde
kendi elinde olmadığının idrakinde olduğu tartışmadan varestedir. En münkir
insan dahi, doğum ve ölüm virajlarını kendi verdiği karar olarak nitelemiyor.
Rabbimiz; kullarına hiç ayrım yapmadan dünya imtihanını
kazanmalarını çeşitli tarzda, yâni seçtiği peygamberler ve onlarla gönderdiği
mesajlarla istediklerini bildirdi. Bunları kabul edip o yolda gayret
göstermeyi düstûr edinenler ile böyle bir teslimiyet olurmu diyenlerin
arasındaki ikna mücadelesi, hür ve müreffeh bir hayatmı? Bağımsızlık adını
taşıyan bir hayat tarzımı? Bu sorularda en mühim cevap, insan hakları- : nın
adalet içinde kullanılabilmesidir. Osmanlı devleti, Süley- " man Paşa ile
kırk arkadaşı, 757/1356 yılı içinde Rumeliye^ geçtiğinde, bu adalet
mekanizmasının en mükemmelini de 'bu kıt'a insanına hediye olarak
getirmekteydi. Ancak sosyal 1 siyaset, dini farklılık ve ırkî temayüller,
organize derneklerin siyasi ihtiras sahibi dehaların toplumu yönlendirmek gibi
, sosyal yaklaşımlar avrupa devletlerinin kavimler üzerine da- : yalı devlet
organize anlayışı milletlerin bağımsızlığını öngördüğünden, mülga hristiyan
anlayışın, hristiyan dünyasının islamların yaşayış tarzından ve dürüstlüğünden
etkilenip, müs-lümanlığa geçişlerini önlemek için dünya hayatında
propogandaların her tarzına riayet-ederek mevzuu değiştirip, ba ğımsizliklara
kavuşma mekanizmasını işletti ve bu en azından avrupa insanının balkanlar
bölümünde yaşayan hristiyan olsun, müslüman olsun sonunda insanların
kanlarının dökülmesinin şartlarını sağlayan me'şum bir anlayıştı. Nitekim;
hristiyan dünyası, 1967'de Papa Piu, avrupa devletlerinin ileri gelenlerini
toplayıp, siz neden ayrı altı devletsiniz? Sorusunu tevcih etmiş ve AB'liği
kapısını açmış bulunmaktadır. Asırlardır, Osmanlı yönetimindeki Rum prensliği,
avru-panm bir gayri meşru çocuğu olmak ve megalo ideal çizgisinde bağımsızlığa
koşmak için adalet içinde yaşamakta ol duklan hür ve müreffeh hayatı
değiştirdiler. Kaç seneden beri, nice matmazellerini bazen isteyerek, bazen de
istemiyerek gelin olarak verdikleri ailelere ölümler yağdırdılar, torunlarını
öldürüp veya öldürülmesini kendi icad ettikleri ideallere kurban etmekten
çekinmediler.
Nice kanlar aktı sonun da Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşanın
oğlu İbrahim Paşa Mora Valisi olunca, gerek deniz yolu ile gerekse, kara
istikametinden muntazam Mısır askeri ile Navarin ve Metun'a çıktı burdan
hareketle takvimler 1241/1825 senesini gösterirken Morayı tam bir itaat altına
almış olduk. Bunun ortaya koyduğu netice Osmanlı devleti, Mora olayının
başlangıcından, sonuna kadar geçen zaman diliminde, askerinin bu işi
nihayetlendiremediğinin inkâr-ı gayri kabil şekilde görme idraki içinde, buna
zamimetle İbrahim Paşanın Mısır askerinin muntazamlığı, pek kısa müddet
zarfında isyanı sonuçlandırınca, askeri bir inkılabın yapılışı kendini şart
kıldığı görülüp, kabul edildi.
Ahmed Cevdet Paşa Ne Diyor?
Yukarıda ileri sürdüğümüz hür ve müreffeh nizamın, geçen zaman
zarfında nasıl örselendiğini anlatmaya misa! için, Cevdet Paşa târihinde şu
mütalaayı görürüz: "..Devlet adamları, saltanatın diğer hizmetlilerinin
yaptığı gibi taşralardan, akça ve bohçaları getirtip İstanbul'da süs ve
ihtişama koyuldular. Bu durum ilmiye yolunda bulunanları da kapsadı. Arpalık
ve maişetler ile yakınları ve akrabaları üzerine tevcih ettirmiş oldukları kaza
mansıblannı (bey-i men yezid)"yolun-da siyah akça verenlere tövbe edip,
ettirir olduklarından ülkenin diğer bölgelerinde yazı okuyamayan naibler
ortaya çıkıp, devletin nâmışânı berbad olduğu gibi şeriat'de zedelendi.
İhkak-ı hukuk emri ehemmi, tabiatıyla ayan ve derebeyi güruhundan olan,
mütegaîlibe eline geçti. Ve o dönemde kapıcılık, vezirliğe ulaştıran bir
rütbe-i yükselme sayıldığından mühim işler için ülkenin iç taraflarında,
kapıcıbaşılığa memur oldukta herkes onu sayar vede sakınırken görüldüğü gibi
bilinen ayan ve derebeyleri İstanbulda bir dal bularak kimi kapıcıbaşılık
rütbesi kimi de büyük imrahor parası almış olduklarından İstanbul'dan özel bir
vazife ile taşralara gönderilen kapıcıbaşıların, kadri ve haysiyeti kalmayıp,
böyle mütegaîlibe güruhu her işi istedikleri gibi kesib, biçer oldular. Artık
ferman-ı âlilerinin hüküm ve tesiri kalmadı. Velhasıl İstanbul'un; taşradaki
işlere müdehalede bulunduğu ve suistimal etmesi hasebiyle devletin iki eli
mesabesinde olan vezir ve hakimlerin (kadıların) tesir ve nüfuzu kalmayıp,
taşralarda bir takım mütegaîlibe ortaya çıkmış oldu. Bu mütegallibenin,
biribirlerine üstünlük sağlamak için, bünyelerinde haydudlar istihdamına
giriştiler.
Dağlıoğlu eşkıyası adıyla şöhreti yakalayan bulunanlar gibi yer
yer bu haydud çeteleri etrafta görülmeye başlandı.
Mütegailibe daha sonra kendi elleriyle kurdukları bu eşkiya
çeteleri karşısında acziyete uğramalarından kendi kasaba ve köyleri daha
doğrusu adeta bütün rumelide perişan oldu. İşin sonunda devlet adamian bu
eşkiyanın kaldırılıp yok olmasını temin için harekete geçmeye mecbur kaldı.
Çare olarak da bunların üzerine sevk ettikleri sergerdeler, yok etmekle vazifelendirildikten
haydudlardan pek farkları bulunmadığı için, eşkiyayı yok ettikleri takdirde,
sıranın kendilerine geleceği kafalarına dank ettiğinden, vazifelerini yerine
getirmekten ziyade, eşkiyanın işini kolaylaştırıp, asayişin daha fazla bozulmasına
hizmet ettiler. Bu olayların büyüyüp artması, adetâ bir ihtilâl havasına
bürünmesi devletin maalesef büyük bir tereddüd içine düştüğünün görülmesidir.
Şöyleki: Mütegalli-beden birisi hemen bir söz üzerine, fermanlı ilân edilir ve
hemen üzerine asker sevk edilirirdi. Gönderilen asker buna mağlup olunca,
herif hemen af olunur böylece bu adam devletin emrine uyuyorum diyerek, kendi
aleyhinde bulunan kimselerden intikamını almaya başlardı. Bu vaziyet karşısında
ahalinin gerek mütegallibeye, gerekse eşkiyaya mecburen yardım etme yoluna
düşmüştü. Bu vaziyetin sürüp devam etmesi, nice namus ehli, dü.üst
kimselerinde söz konusu mütegailibe ve eşkiyaya iltihak zorunda kalmıştır ki,
büyük meseledir. Şurada göstermiş olduğumuz misallerin devletimizin
avrupadaki topraklarında h. 1201/1786'dan sonra düşmüş olduğu zafiyetin çok
acıklı bir numunesini ortaya koyar. Bu idare etmekten^yoksunluk, devletin
bizzat eşkiya yetiştirir duruma düşmesini intaç etmişti. Yalnız suda var ki,
memleketin yep yeni bir İslahat görmesine muhtaciyeti kendini pek şiddetle göstermekteydi.
Hâttâ ilk yapılacak iş olarak da, eşkiyanın ictiklâliyeti zap-tu
rapt altına alınıp tenkil edilmeleri hususuna her yandan istek gelmeye
başlamıştı. Mısır eyâleti, Fransız askerince tahliye edilir gibi, Fransa ve
İspanya ile yeniden sulh antlaşması yapılmış olması, Rusya ve Avusturya
antlaşmalarının devam etmiş olması Avrupa da umumi sulhun yakınlaşması için ayrıca
bir sulh hâli sayılıyordu. Zamanı bu noktada mazur gösterecek bir söz vardı
ki, oda Seyiz'in sözüdür. Milletde esasen irfan bırakilmamışki fikir
hakimiyetini anlayıp yerine getire-bilsin. Bu bakımdan devam etmekte olan bir
takım üzüntü verici hadiseler kötü değişikliklere iğrenç vakalara doğru gitmeye
başlamıştı. İşlerin teskin edilip ortadan kaldırılması hususunda devlet adamları
iki guruba bölünmüş, bir fırkası Gürcü Paşanın maiyetinde bulunan arnavutların
bir miktar para vermesiyle arazisini, kendisinin cürmü yâni isyan hâli
affedilerek talib olduğu Silistre valiliğinde bırakılmasını, diğer gurup ise,
mevcut kuvvetler ile üzerine gidilerek, müstehak oldukları cezanın verilmesini
tedbir olarak ileri sürdüler. İkinci görüş devletin şân ve nâmına uygun
düşersede, gerçekleştirmeye cesaret edilememişti. Tarihi Cevdet; bu hadiselerin
sonunu şöyle anlatıyor: "Eğerçi (sonunda) gaile (olay) sükunet buldu,
lâkin namus-u devlet (devletin namusu) iki paralık ve de bu hâl eşkıyaya kötü
bir örnek oldu.
. ,
Bazı Hususların İzahı
Bonapart-Mısır'daki beyannamenin, siyasi ehemmiyeti-Osmanlı
ülkesinde hukuk-u beşer kaidesinin kısmen neşri-Misır'dan sonra
Napolyon-Kodisivil-Batı ülkelerinde yeni tarz hükümet -Doğudaki Osmanlı
topraklarının üzerindeki karışıklıklar- Fransa, Rusya, İngiltere, Osmanlı
devleti-3. Selim hükümetini alıp götüren sel-Nizam-ı Cedid ve İslahat, fikri ne
tip beyinler tarafından tatbik ve icra edilmek üzere bahse konu olduğunu
gösterir birkaç sahife-mehtab aiemleri-devlet sırlarının ifşası-Enderuni'lerin
halleri-Sultan Selim'in iptilası-İstanbul halkı-İbrahim Kethüda'nın
atları-rnutfak masrafı- devlet idarecilerinin ahali hakkında iki kaidesi-taşra,
vekiller, sadrazamların hâli, padişahın zihninin meşgul edilmemesi tenbihi-
3. Selim cihangir, devletin hâli neye benzerdi, ruh hâli. Merkezin
(dinleri toptan kaldırma ve tahrib, memleket ve beldelerin ahalisinin mallarını,
gazabla bozup dağıtma işini düzenleyen ferdlerin insaniyet usulünden ibaret
olan lafzı murad-i serbestiyet sevenleriyle her şeyi mubah sayan, ahaliyi
yanıltma ve ihlâl ve nev'i insanı hoş menzilesine ulaştırma) yapacak diye
tefsir eyledikleri hukuk-u beşer kaide ve maddelerini Bonapart; 1213/1798'de
Mısır ahalisine bir beyanname ile kısmende olsa bildirmişti. 3. Selim'in
kabinesi içişlerindeki karışıklıkla ve çeşitli yerlerde, alıp giden şekavetler
tesiriyle tereddüt, rengten renge giren halde olduğundan, bu beyanname
mealince ilân kağıdında açık bir çatma ve tarizde bulunmuşsa da, bunun tesiri
ancak, zamanın boş veya dalkavuk kafalılarca hissedilmiştir. Hâlbuki
Bonapart'ın ki, Mısır'da özel bir fikir uyandıracak tesirlerin başlangıcını
getirmiştir. Bonapart'ın beyannamesi siyasi bazı düşünce değişikliklerini
taşımakla beraberinsan haklan hukuku kaidelerine, şiddetle temas etmiş
oluyordu. Bu bakımdam, Osmanlı eyaletlerinden birinde böyle bir beyanname
yayımlanması ilk defa olarak, o da bir ecnebi eliyle husule gelmiş oluyor. Ayrıca
Besmele-i şerife ile işe girişme yolunu seçiyorlar. Bahse konu beyanname aynen
şöyledir: "Bismillahirrahmanirra-hiym lâilahe illallah lâ velâlehü
lâşerike fi mülke. Hürriyet ve müsavat esasına mebni olan cumhur-u France
tarafından seraskeri kebir, emirülceyş elfranseviye Bonaparte, cem'i aha-li-i
misır'a beyan ederki, pek çok vakitlerden beri sancak beyleri mısır'da saltanat
sürerler, France milletine zülüm ve hakaretler yapıp tüccarların Fransız
olanlarına türlü gaddarlıklar ve zorluklar çıkarırlardı. Şimdi onların son
vakitleri gelmistir. Vah yazık ki bunca vakitlerden beri Abaza ve Gürcistan
topraklarından getirtilmiş olan iş bu kölemenler ahalisi, bütün dünyada emsali
görülmez şekilde Mısır'ı ifsad ede gelmişlerdir.
Her şeye gücü yeten âlemlerin rabbi onların mallarının enkazını
ve devletlerini bir başka zamana ertelemiştir. Ey Mısırlılar; benim bu
taraflara sizin dininizi yoketme kasdıyla geldiğime dair sözler duyuyorum. Bu
çok açık bir yalandır. Bu sözü asla tasdik etmeyiniz. İftiracılara deyinİzkİ
benim bu taraflara gelişim ancak sizin haklarınızı zalimlerin elinden alabilmek
içindir. Kölemenlerin çocuklarından çok Allahû Teâlaya ibadet ve peygamberi
hazreti Muhammed ile Kur'an-ı Ke-rim'e hürmet etmekte kusur etmem ve yine de
onlara deyi-nizki: "Cenab-ı Allah'ın indinde herkes müsavi olup, aralarında
fark aklın temyizi, fazilet ve ilim iken, Kölemen taifesinin akıl ve bilgi ile
faziletle alakalı ne gibi sermayeleri vardırki, onları diğerlerinden ayırıp en
âla ve güzel şeyleri onlara mahsus kıla. Nerede münbit bir arazi varsa onların,
güzel atlan vede pek güzel konaklar ile etrafı güzel yerler onlara ait. Mısır;
eğer onların mâlikânesiyse, Cenab-ı Hakk'ın böyie yazdığı yeri bize
göstersinler. Lâkin; Cenab-ı Rabbülalemin, kullarına adil ve raufdur. Bu günden
sonra Mısır'da yüksek makam ve rütbelere çıkmaya Mısır ahalisinden hiç kimse istisna
kılınrnayacaktır. Artık, akıl ile ulema arasında işlerde tedbir yer alacaktır.
Böylece ümmetin vaziyetini iyileştirmek mümkün olur.."
Görüldüğü gibi. Napoiyon Bonapart Mısır'da demokrasiyi okşamak
yolunu seçerek eşitlik ilânı yapmada başarılı olmuştur. Bu yolla da kalbleri
celp eyleme emelini taşımıştır. Bu emelin Mısırlılara duyurulması, aynı günden itibaren
bu bölge Osmanlıyı vehimlere sürüklemeye başlamıştır. Napoiyon Bonapart,
Mısır'dan uçarak. Fransız devletinin başına bir şahin gibi konmuş ve pençesi
altında tuttuğu avına tırnaklarını geçirmişti. Fransa tarihçilerinin de
aralarında ittifak ettikleri gibi, Napoiyon, Fransa'yı hükümetsiz kalmaktan
korumak, inkilablara son vermek bahanesiyle eline geçen her vasıtadan
istifade ederek hürriyeti sınırlamıştı. Fakat meclisi mebusanın toplanmasına
buranın büyük mevkiine hürmet göstererek Kodisivil, yâni fransa kanun-i
medenisini tamamlamayı çabuklaştırmıştır. Hakikaten artık avrupanın batısında
yeni bir tarz hükümetin kuruluş şekli sergileniyordu. Fransa vilayetinde
meydana gelen karışıklık, ihtilâller tamamen bitmiş ve merkeziyetçilik 1789
prensiplerinden yürüyerek Bonapart; yeni bir hükümetin sahibi edecek duruma
kavuşmuş, yâni Fransa'da kanuna bağlı, müstebitçe bir hükümdarın ortaya
çıktığı haber alınmıştı. Kodisivil, roma hukuku ile hukuk teammülerine veya
tariflerine, bir de inkilabın koymuş olduğu prensiplere riayetten meydana
gelmiştir. Napoiyon Bonapart; bu medeni kanun ile hem kendisini inkılabın
direği olarak gösteriyor, hem de hemde hükümeti kuvvetlendirmiş oluyordu. Bu
kanunun çıkarılmasıyla kanunlarda beraberlik temin olunmuş, hukuk ve intizam
içinde, idareyi temin hususu yan yana gelmiş, ayrıca kendisinin mutlakiyet
hareketinden hiç bir şey eksilmemişti. İhtilâl ve inkılabların meydana
getirdiği iz üzerinden yürümek imkânı doğmuş oluyordu.
Bunlara karşılık, Mısır, Arabistan, Cebeli lübnan, rumeli ve hattâ
anadolu alıp vermekteydi. Rumeli'de eşkiya üzerine eşkiyayı saldırtarak netids
alınıyordu. Meselâ: Tîrsinklioğlu, Molla İbrahim adındaki haydudu yakalayıp
idam ediyor, Veh-habiler Arabistan'ı alt-üst ettikleri sırada İngilizlerde Mısıra
tecavüzkâr ayaklarını uzatıyor, Ruslar ise Cezayir-i sebâ da bulunuyor ve
yerleşmeye çalışıyor, Anadoluda haydutluklar birbirini kovalıyor, paşalar
birbirleriyle tutuşup, ortadan kaldırılıyordu.
Avrupa'ya gelince; burada Fransa-İngiltere rekabeti alıp
yürümüştü. Napolyon Bonapart'ın şan ve şevk dolu devri başlamışidi. Napolyon
Bonapart'ın imparatorluk mevkiine yükselmesi esasen siyasi vaziyeti tartışmalı
olan bozukluk, bulduğu muvazene arayışında, vahim hallere sürüklenmeye yol
almaktan kurtulamiyordu. Çünkü gizli güçlerin işi böyle yönlendirdiği tahmin
olunuyordu. 1820 senesinde husule gelen savaşların neticesinde Viyana'nın
Fransızların eline düşmesi, Österlich mütarekesiyle, Paris'te yapılan sulh
antlaşmasında da, 3. Selim idaresindeki Osmanlı siyasası,'Fransa'ya yoldaşlık
etmekle birlikte, Rusya ve İngilizler ile hoş geçinmeyi hedeflemekteydi.
Napolyon'un yardımlarıyla ülkesinin şartlarında değişiklik, Cezayir'i sebâ
meselesini hâl ettirmek gibi uygun düşünceler bulunuyordu. Fakat; iç ve dış
hadiseler, Rusya'nın aniden Osmanlı hududuna hücum etmesini gerektiren vaka,
Vehhabilerin, Medine'yi istila etmeleri, İngilizlerin İskenderiye'yi zapt
ederek karaya çıkmaları gibi durumlara ilaveten, Sultan 3. Selim'in
saltanatını tehdit edecek derecede kuvvetli diğer bir gaileyi göya gözlerden
u-zak tutarmışçasma bir durumdaydı. Padişah Selim'in, beslemiş olduğu ve
beslemekte de musir bulunduğu ıslah fikriyatı yüksek makamda hazırlanmaktaydı.
Ne varki; Hakan, bu işlerden hangisini gerçekleştirmeye karar verip mevkii
tatbike koyduysa, herbirinden vazgeçiyordu. Ancak kendisini yine de
kurtaramiyordu. Biriken günahlar, kötülükler sel olmuş, zât-i şahaneyi ve
onunla beraber düşünceden bir türlü tatbike konmak ihtimali olmayan İslah
fikriyatı her nerede olursa olsun eksik tetkik ve mütalaa olunduğundan dolayı
beraber sürüyüp, götürüyordu. Kabakçı ile avanesi bu sel değildi. Bu sel halkı
cahil bırakmak, ahalinin cehaleti üzerinde hüküm sürme kötülüğünü sürdürmekti.
Hattâ devlet nizamına dair tezkereler meselesi hakkında tarih diyorki:
"Nizam-ı cedidin gerçekleşmesine teşebbüs olunacağı sırada devlet adamları
ve tanınmış kimselerin, layiha hatıralarını yazılı belirtmeleri
emrolunduğundan, her biri yazdıkları lâyihaları takdim etmişti. Halbuki bir
senede düzenlenmesi ortaya çıkacak olan askeri muallimlere dair bilgiyse sahih
olarak meydanda yoktu.
1222/1807 yılına doğru, saltanat civan ile İstanbul durumunun ne
çeşit olmuş olduğunu ortaya koyup, Cevdet Tarihinin 8. cildinin 143.
sahifesinden başlayan satırlar, ileri doğru Fransa ihtilâl vakasından ondokuz,
yirmi sene sonra bizde neler ortaya koymuş olduğunu anlatır. Bu yüzdende
meşrutiyet fikri aranıp dururken, gözümüze ilk çarpan bu tarih levhasını
okumadan, temaşa etmeden ileri doğru adım atmayı başaramayacağız. "Daha
sonraları ise, enderun-u hümayunda sırkâtibi Ahmed efendi gibi, dirayetli,
insan kalbini fethedecek kimseler yetişti. Ancak onlarda zamanın vükelâsı ile
birlikte çağırıp bir araya getirdiler. Bunun sonunda İstanbul'da görülmedik
tarz ve surette büyük ve süslü evler, sahil-haneler inşasıyla, çok fazla
sefahata ve ihtişama düştüler. Babıâli çalışanları gibi vaktin sonunda evlerine
gelip sabahleyin enderunu hümayuna gider ve babıâli'ye mahsus olan işleri,
kendi aralarında yapar oldular." "Geceleri, mukattaat mültezimleri ve
memleketeynin Kapikethüdalan gibi, rüşvetçi İnsanlar veyahud geçmişden bir
takım küse lisanı ile, hem bizim sohbethanelerinde hem de evlerinde gerekse de
kayıklarla mehtaba çıkıp, deniz üzerinde, bazen de hanende ve de sazendeler
ile birlikte seyirlere çıkıp, iyş-ü işrete dalarak, bu âlemin verdiği
sermestlikle saltanatın sırlarını başkalarına duyururlardı.
Sultan 3. Selim ise yakınlarına pek büyük itimat ve güven
beslediğinden onlardan herhangi birşey saklamaz idi. Devletin ruhu sayılan
sırları gizli tutulamayınca her taraftan işidilir
olurdu.1' "Hattâ bir keresinde Topkapı sarayında, gayet gizli
bir meclis-i has yapılmıştı ki, kaimmakam paşa bile dahil olamamıştı. Arası çok
geçmeden meclisteki müzakere sureti ve kararı aynen Paris'de basılan bir
Fransız gazetesinde yayımlanınca, devlet erkânı çok büyük hayretlere gark
olmuştu. İşbu enderunun büyüklerine bakarak diğer saray hizmetleri mensupları
laubalice dışarı çıkıp gezerler ve dışarı İle görüşürlerdi. Halk ise, adetlerin
esiri olduğundan böyle güzel olmayan davranışlar, genel bakışların karşısında
pek çirkin görünürdü. Hattâ genç olanlardan bazıları, kahvehane ve oyun
yerlerinde toplanan insanlarla görüldükçe, ahali bu gibi kayıtsızlık nedir? Bu
kadar hamiyetsizlik ne demektir? Diye söylenmekteydi." "Sultan Selim
hân; zaten gezmek ve eğlenceye eğilimli, insanlarla ülfet etmeye meraklı
olduğu için, yakınlarıda onu meşguletmek için daima ortalığı seyre ve zevk-i
safaya sevk ederlerdi. Ahali ise, bu çeşit eğlencelere meyyal olduğundan,
İstanbul'da seyr-i safa taraftarları çoğaldı. Boğaz içi seyirci kayıklarıyla
dolmuştu. Geceleri mehtab eğlenceleri Sultan 3. Ahmed devrinde yapılmış,
Çırağan sohbetlerine üstün geldi. Şiire ve musikiye pek vurgun olan ve rağbet
gösteren padişahın yanı zarifler ve şairlerle doldu. Müzik ilmine ise
istekliler pek de çoğaldı." Elhasıl, Rus elçisi gailesi bertaraf
olunduktan sonra zamanın şekli 2. Seiim devrinin bir misali gibiydi. İstanbul
ve Kâğıthane ve boğaziçi, Çamlıca mesireleri seyirciler ile dopdolu hale
gelmişti. Ehi-i zevk, üzüntüleri ve kederleri bir kenara atarak korkusuzca
gündüzün bu gibi cayi ferah fezalarda gezer ve yaz geceleri kayıklara binip,
hanende ve sazendelerde mehtabı görmeğe giderdi. Kış gecelerinde helva sohbetlerinde
tatlı tatlı muhabbet eder oldular.." "Atabekân-ı saltanat bu halde
dahi nizamı ve ıslahatı düzenleyip tamamlamaktan geri kalmadılar. Zorluklardan
ürkmeyip, korkuya düşmediler. Lâkin nizamı cedidisini kendine çekip mal
biriktirmeyi vesile edip, bir taraftan kendilerinin liva ekleri ve yakınlarını
çoğaltıp, servet ve zenginlik kazandılar. Ancak, büyük israflara ve gösterişe
düşdü-[er. Hattâ İbrahim Kethüdada bir gün birisine bir at verip: •'Tavlada
altmış atım kaldı. Bundan sonra babam mezardan çıksa ve bir at istese vermem
dediği ve ayda mutfağına elli-bin kuruş yetmediği ve sırkâtibi ile valide
kethüdasının serveti ise, her türlü tahminin dışındaydı. Tarihi Asımda da, yazılıdır
ki; "o vaktin 50bin kuruşu, bu dönemin hesabıyla 340 bin kuruş sağ akça
demektir. Bu kadar mutfak masrafı yapabilmek doğrusu büyük sefahattir. Ne çare
ki nizamı cedid taraftan olanların çoğu, saltanat sahibinin aleyhine döndü.
Paraların bozuk ayarı ve yeni vergilerin konmasından dola\ı, erzak ve eşya
fiatları çok yükseldi. Bir taraftan gösteriş ve sefahatin artışı, herkesin
masrafının artmasına sebebiyet verdi. Çünkü; birbirleriyle yarışır oldular, bu
yüzden de sıkıntıya duçar oldular. Ahalinin içine düşmüş olduğu sıkıntı vekillere
anlatıldıysa da, bunlar dinlediklerini pek ehemmiyeti hâiz görmediler. Kimisi
de: "Tamamı halkı işgalle bundan güzel vesile olmaz, iaşeleri gailesine
düşenler, devlet işlerine karışmasınlar." Diyorlar, kimi de: "Bu
belde zenginler belde-sidir. Buraya; fukara kısmı yakışmaz ve devlet malının
arkasında müflis güruhu sığışmaz." Şeklinde cevap verirlerdi. Taşralarda
yeni vergiler ve gümrük rüsumları konmuş olduğundan, ahali zaten ağırlık
altında iken bunlara tabiiki şikayetçi oldu. Ne varki; bu şikayetlerin bir
faydası görülmüyordu. Çünkü; Nizam-ı cedide bağlı şikayetler asla kaale alınmazdı.
Kaldıki, vükelâdan her biri, padişah yakınlarından birine merbut olup, hepsi
de birbirleriyle iltisaklı yâni bir şebeke gibiidiler. İçeriyi ve dışarıyı
kuşatıp istilâ etmiş olduklarından onların kulağına uğramadıkça ve haberleri
olmadıkça padişahın kendisine bir şey ulaştırmak asla kabil olamazdı.
Onların reyleri ve iştirakleri olmadıkça her hangi bir işin netice
vermesi asla beklenmemeliydi. Sadrazamlar bile bu iki gurup devleti sarmış
bulunan kimselerden dilgir olup, azil edilecek korkusunu duyar, sadaretin bir
kuru unvan olduğu inancıyla iktifa ederek, içinden de bu saltanatın sözde koruyucularından
aynen ahafi gibi kinlenerek nefret ederdi. Bunun yüzünden Sultan 3. Selim
hânda bu aleme dair başka yerlerden haber alamadığından gerçek malumat için
icab et-tikçede bu yakınlarından İstifade etmek isterdi. Onlarda, geçmiş zamana
atıf yaparak icab ettikçe ahalinin üzerinde bazı tekliflerini ileri sürüp,
yakın dönemde nizamı cedid maddesi tamamlanıp da, devlete kuvvet gelerek,
ahalide rahata erer şeklinde güzel sonlara gidileceğini beyan ederlerdi. Padişahın
mizacı; pek büyük nezaketi taşıdığından, az şey bile onu çok üzdüğünden, diğer
taraftanda valide sultan hazretleri işleri yapmaya padişahın iktidarı yeterli
olmasın diye zor hususlar ortaya çıktığında, bütün vekiller işe bir şekil
verilip-de, padişah tarafına izah edilerek, onun zihninin işgal edilmemesi,
gerek sadrazamlara, gerekse.diğerlerine tenbih ve tavsiye ederdi. İşler ise,
günden güne sarpa sarmaktaydı. Halk hakkında, ilk önce düşmanlıkları artmakta,
sonu endişe verecek olan tarafa dahi sonu kârlı bitsin derdik: Şah vakıf
gerekdir ahvale Vükelâya kalırsa vah hale Beyitini tekrar etmekteydik. Bu
levha 3. Selim'in hükümeti nehalde bırakmış olduğunu pek güzel anlatır.
Hakikaten 1. Abdülhamid gibi, harp içinde değildiyse de, ondan daha beter olan
anarşi her tarafa yayılmıştı. Öte taraftan bu devirde nasıl ciddi bir fikir
İslah edilebilirdik!, 3. Sultan Mustafa'nın Sultan 3. Selim'in rahm-i madere düştüğünü
hesab ederek yaptığı zayiçe üzerine hekimbaşının saatin milini çevirerek uygun
vakte getirdiği dakikada doğmasından dolayı, cihangir olacağı kulağına fısıldanmış
ve buna bağlı olarak, nizam-i cedid harekâtına dönem vermiş olduğu
tarihlerimizde yazılıdır. İstanbulda, Anadoluda meydana getirdiği topçu,
humbaracı, lağımcı, piyade ve süvari askeri için, Cevdet paşa merhum: "O
dönemlerde devletin hali, sifah kullanmadığı halde, güzel silahlarla odasını
süsleyen nâzik çelebilerin haline benzerdi." Diyorki, Osmanlı hükümetinin
avrupada olan inkilapdan, kendince elde ettiği, fayda veya tesir eden hislerin
sonucudur fakat İstanbul'da bu tarihte de, frenk taklitçiliği piyasa bulduğu,
yâni cennetmekân'ın avrupada ilmi ilerlemenin ve sanayiin, ilerlemekte olan
medeniyesine tam bir eğilim sahibi olduğu hakkında gıyabında isnad olunan özel
gayeden bambaşka rağbeti bulunduğu muhakkaktır. Hattâ Paşa merhum diyorki:
"ve bir de nİzamat-ı cedide münasebetiylede avrupadan öğretmen ve
mühendis getirtilmesi icab edip, böylece askerlerin avrupa usûlü tâlimedair
emir verildiği halde 3. Selİm'de zaten bu tarza alaka duymuş olduğundan,
İstanbul'da medeniyetin levazımından olan birçok avrupavâri hususlar, nice
alafrangaya bağlı işlerde ortayaçıktı. Adetlerin ve usullerin değişmesi zaten
insana güç gelip, saltanat koruyucuları ve iieri gelen memurlarda haddi aşarak
büsbütün alafrangalığa kapıldılar. Ve de; lüzumlu, lüzumsuz herhususta avrupa
usullerine uyan davranışlara daldılar. Bu aşırı davranışlardan ür-küpde böyle
yapanları tekfire başladılar. Böylece de ifrat, tefriti davet kaidesince
büsbütünde tefrit yâni eksi aşırılık yolunu tuttular. "El hikmete
zaletelmü'min ehazeha İnnema ve cedeha" mazmununu inkâr*edercesine ve bir
takım güzel davranışlardan dahi sırf alafrangadır diyerek taassub yolunun taa
ucuna kadar gittiler. İşte bu sırada İstanbul'da, küfre ve zındıklığa giden
düşünce neşvünema buldu. Şöyleki:
"Sultan 3. Selim hazretleri cihangirane sevdası taşıdığından
yakınlanda ona uyarak birinin yerine geçme manzumesinden ve kimi cifir
hesabını Şeyhi Ekber'den kimisi de, ehli keşif ve kerâmetie mânaiar nakil
ederek devletin toparlayıcısı olduğunu huzuru hümayunda söylerlerdi. Kabakçı
vakası ve Alemdar Paşa eliyle, Sultan 2. Mahmud'a intikal eden devlet işleri, böyle
bir ruh hali içinde idare edilmişti. Bu hu-susiarda en dikkat çekici vaziyetin
avrupa düşüncesi ve eserleri bu döneme kadar büyük Çin Şeddi ile kuşatılmış bir
heyet gibi durum gösteren payitahtın, bilhassa Fransız tesiri altına girmesinin
arzu edilircesine açık bırakılmış olmasıdır. Gayet tabiidirki, bir zamanlar
padişahın yanında pek makbul bir mevki sahibi oian Fransız sefiri
Sebastiyani'ninde, Napol-yon Bonapart ve 3. Selİm'in haberleşmelerinin
tesirleri de, unutulmamalıdır. Avrupayi sarsan komiteci fikirlerin kökten
uyanışını temine yarayan inkilab olayının, Osmanlı sosyal hayatında mevcud olan
korunma şeddini aşmağa çalışan büyük dalgalar sayıldığı, geçen zamandan daha
büyük bir tarihi şahid bulunamaz. İnsanın yaradılış bakımından adalet arayıcı bir
varlık olduğu nazara alındığında bağlanmış olduğu esaret zincirlerinin her bir
halkasını gerek uykuda gerekse müteyakkız olduğu halde zamanın kemirmek
istidadı taşıdığını başka sosyal bir hayatın hürriyeti istirdat ve eşitlik
mev-zuundada ortaya koydukları hadiseierdeki tarafı bu benzetme isbat
eder. .
Osmanlı Devletinin Vazıyetini Düzeltme Teşebbüsleri
(Osmanlı devletinde küçük devletlere bölünme- 3. Se-lim'İn tahtı
terki ve ahali-Osmanlı devletinin çöküşünün ev-veli-Aîerndar Paşanın Kuvveti ve
nazarı ile sened-i ittifak ve bunun menfî durumu-Fatih Camiinde Şûrâ-i Ümmet
veya Mec!is-i umumî toplantısı-Sultan Mahmud'un Millete müracaatı vede bu
husustaki hattıhümayunun bir bölümü-İç ihtilal ve karışılıkların çeşitlerine
İki amil:
îstibdad fikriyle sosyal
hayatımızdaki gayrimuntazam maneviyat. Tarihimizi derin bir tetkik süzgecinden
geçirdiğimiz takdirde, ortaya bütün ağırlığıyla çıkacak olan hususların basındaki
maddenin çöküş dönemine girmiş bulunan Osmanlı devletinde tahta çıkışlarda
olsun, meselelerin vahamet gösterdiği sıralarda olsun "devletin ahvalinde
İslahat" şeklinde sözlerin bizzat padişahın dudaklarından dökülmesi
adetten olmuştu. Moda olarak da nitelendirilebilecek olan bu ifade, devlet
idaresinin tersliği hususlarından pek şikayetçi ahalinin indinde büyük ümidler
belirmesine yol açardı. Ahali mezkûr ifadeyi, devletin düzeltilen idaresinin
kendi bozulan düzeninı-de iyiye götüreceği şeklinde telakki ederdi. Halbuki
milletin durumu iyileştirilmedİkçe, devletin düzeltilmesi nasıl mümkün
olabilirki? Devlet ve milletin varlığından meydana gelen muazzam heyet,
birbirlerini meydana getiren siyasi şekilden başka bir şey değildirki. 3.
Seiim; devlet nizamını daha evve! başlamış bulunan istikamette güzel tedbirler
yetersizliği sebebiyle yürütememiş, ülke onun tahttan ayrıiışıyla birlikte bir
anarşi girdabına varmişidi.
Sultan 2. Mahmud tahta çıktığı vakit karşısında olan kimselerin
bazıları şunlardı: Rumeli taraflarında; Sirozlu İsmail, Anadolu da, ayan ül
ayan lakabıyla iftihar eden Bozok mutasarrıfı Cebbarzâde Süleyman beylerle,
Saruhan mutasarrıfı Kara Osmanoğlu Ömer ağa'yı, Bilecik ve civarında Kalyoncu
Mustafa adlı şahıs ve bunlardan başka bir takım ayan ve sülalelerin adeta,
birer küçük beylik, hâttâ müstakil devletçikler halinde olduklarını
gözlemişti. Bu tablonun sebebide. devleti Osmaniye'nin adalet dağıtışında ve
idare tarzında içine düştüğü ve uzun zamanalan rehavet ve ataletinin
neticesindendi.
3. Selim; üzerine almış olduğu devlet idaresini Abdülha-rnid-i
evvelin kendisine yadigâr ettiği devirden daha karışik ve şımarık bir hâie
gelmiş ahaliyle birlikte dağınık bir manzarayı 4. Mustafa'ya bırakmış
oluyordu. Bu vaziyet ise, Osmanlı devletinin şeklen çökme dönemine girmiş
olması demekti. Bereket versin; Sultan 2. Mahmud, yukarıda adlarını saydığımız
müstakil devletçikler yolunda yürüyenlerle kendisine, padişahlık, şahsınada
vezaretiuzmayı alan Alemdar Mustafa Paşa tesirini, pek fazlasıyla
hesapladığından ağırlık Alemdar'dan yana gözüktü. Bu vaziyet karşısında her iki
tarafı da kısa zamanda ortadan kaldırma suretiyle, lâzım gelen mutlakiyet
idaresini temini mümküne, muvvaffak olacağını idrak etti. Tesbitini, bu işin
halline kadar, ülkenin üç farklı gücün idaresinde olacağı istikametinde yaptı.
Ne varki bu üçlünün yalnız başına bir fayda-imillet teşkil etmesi muhaldi.
Çünkü üçünün de halet~i ruhiyesi ve elde ettikleri zihniyet ve irfanın derecesi
hiç bir delile lüzum göstermeyecek kadar, malum ve bellidir. Bunların
birincisini teşkil eden Sultan 2. Mahmudjzamanın terakkisinden medeniye-i
ilmiyeden nasib sahibi idiyse de, hükümdarlığının vazifeleri ve selahiyetleri
hakkından bilgi ve tahsil sahibi olmadığı gibi, diğer ikisi ise, eşkiyalıktan
azıpta, türeyen paşa, bey ve ağadan ibaret kimselerdi. Dolaysıyla bunların
arasında her yönüyle fazileti, İdareye uygun olan İslahat fikri, boğazlanacak
zayıf bir kurbandan başka bir şey olamayacaktı.
Sened-i İttifak'ın yapılması ve mühürlenmesi, Osmanlıyı sarmakta olan
ellerin nerelere kadar uzandığını, mutlakiyet idaresini bir kere daha esasından
ne tarz da zayıflatmış oidu-ğunun hikayesini aşağıda tafsilatlı olarak sunalım:
"Maksad, hanedanve ayan denilen cabbarların itaat altına alınması idi.
Büyükçe bir kuvvetin sahibi olduğu herkes tarafından görülüp ve kabuîedilen
Alemdar Mustafa'nın İstanbul'da meşve-ret-i amme yapmak için kendi tarafından
Cebbarzâde'ye> Kara Osmanoğluna, Sirozlu İsmail bey'e, Çerman mutasarrıfına,
Kalyoncu Mustafa'ya hatta da Şile ayanı Ahmed gibi, diqer ayan ve ağa'lara
birer davet mektubu gönderdi. Sadrazamın gönderdiği bu davetname netice verdi.
Beğenmediğimiz Kalyoncu Mustafa, beşbin askerle gelerek Çırpıcı çayırına
indi. Cebbarzâde ile Kara Osmanzâde hemen hareket ettiler. Sirozi İsmail
bey'de onikibin askerle gelerek Davutpa-şa'da mevkii tuttu. Tarihlerin bize
naklettiğine göre; bu müte-aallibenîn davete uyarak gelmeleri, padişaha değil,
Alemdar Mustafa Paşa'nın sözü karşısında gösterdikleri itimat! sergiliyordu.
Devlet adamlarının; böyle bir meşveret-i amme meclisi gerçekleştirmeleri
maksadına gelince <avamil-İ devlet-1 âliyenin her tarafda bilâmâni ve
mezahim-i nafiz oiması>yâ-ni, hukuİ.-u mukaddese-i padişah-i'nin her tarafça
tanınması idi. Şu halde ayan ve mütegallibenin, kendi nüfuzlarında vazgeçmelerini
temin gerekmekteydi. Meşveret encümeninde Aiemdar paşa, yapağı konuşmada:
<Bizim aslımız ocaklıdır. Yeniçeri hakkında tutumumuz ortadadır. Şehid
padişahımız, (3. Selim/yeniçeri ocaklısına meramını aniatamayıp, onlardan
rağbetini kaldırdı. Tai'mii asker düzenlemesine himmet buyurdu. Bu davranışı
bizin-, menfurumuz (dikkat!) olduğundan padişah-ı şehidin arzulanna iştirak
hususunda kusurumuzun da pek açık olduğu m&iumdur. > Dedikten sonrada
vezarete yükseldikten ve seraskerlik vazifesini yüklenip, savaşlarda düşman
askerini talim ve disiplin içinde bulmasından dolayıda buna karşılık bize ait
askerin bozulduğuna şa-hidliğini buna bağlı olmak üzere şehid padişaha hak
verdiğini ifade etti. Şimdi devletin başında bulunan, padişah 2. Mahmud'un, bu
ilimlere vukufu olup, rüşdünü ispat etmiş, gayretli, cesur ve ülkeyi düşman
tasallutu karşısmda da, korumaya öncelik veren bir kimse olduğunu be/ana
ilaveten, memleketin korunmasının bütün devlet hizmetkârlarının ve bey, ağa
gibi zevatında birlik ve beraberliği sayesinde imkân dahiline girdiğini,
isabetle naklettikten sonra müzakere neticesinde: <Her hâl ve durumda
padişahın emri heryerde yerine getirilecek, ancak devlet adına asker
toplanacak, şayed buna muhalefete geçen olursa hizaya getirilmesi hususunda da.
bütün ayan ve hanedanlar davacı olmak, ancak onlardan birisini şartlardan biri
hakkında, aykırı şart ittifakı yapılmadıkça üstüne gidilmemesi>hususlarına
inhisar etti. Bu vaziyet karşısında "senedi ittifak" adı verilen bir
yazı kaleme alınıp, imzalanarak mühürlendi. Bu kararlarla yapılan müşavere
meclisi de sonaerdi. Sened-i ittifak, yedi maddeden ibaret idi. Başlangıç
maddesi, saltanatın kuvvetinin ve devlet tesirinin içde ve dış âlemde, esas
olarak alınması, padişahın nefsinin koruma altında bulundurulması ile beraber,
emir ve murad-ı padişahinin ittifak içinde muhafazasını, devlet askeri
yazılması ikinci maddesi olup, bu hususda aykırı davranan hâin sayılarak,
bütünlükle cezalandırılmasına gayret edileceğini, üçüncüsü ise, müslümanların
beytülmali ve gelirlerini devletin güzelce, biriktirip muhafazasını, dördüncüsü
olarak da, Osmanlı devletinin eskiden beri de riayet ettiği usu! ve nizam
gereğincede, padişahın emir ve yasakları dahilde ve hariçde bütün erkânı
devlete, vekâleti mutlaka makamından çıktığı makamı sadaretten gelen müracaatı
amir, kanunlara aykırı irtikâb ve rüşvete gerek taşraya, gerekse iç işlere dair
acil zararı olacak davranış ile mekruhlara karşı tamamının davacı olacağını
yazıyordu. Beşinci olarak, ittifak senedine dahil olan ayan ve hanedanı ve
devlet adamlarını birbirlerinin şahıslarına ve hanedanlarına kefil olmaları,
altıncısı ise, istanbul'daki ocaklardan vesairelerden bir fitne çıktığı takdirde,
soru sormadan bütün hanedanların İstanbul'a gelerek iş de rolü bulunanların ve
ocağında rolü varsa lağvı ve idamı ile birlikte başşehrin asayişini temin,
yedincisi de, fakir halk ve reaya'nın korunması olduğuna göre, hanedanların eli
ile idare olunmakta bulunan kazalarında asayişine, bunlara yapılacak tekellüflerde,
hududu itidale riayet gösterilerek, vükelâ Üe kendileri arasında alınacak
kararlar icabınca hareket, her hanedan birbirinden durumlarına nezaret etmeye,
şeriata mugayir, emirlere aykırı olarak zülüm taarruzlarında bulunanlar
olursa, hemen devleti âliye'ye haber verilerek hep beraber engellemeğe hazır
olunmasını yazmaktadır. Sened-i ittifak, Alemdar Mustafa Paşa, şeyhülislâm,
kaptan-ı derya, kadı efendiler, nâkibüleşraf, İstanbul kadı'sı, sadaret kethüdası,
yeniçeri ağası, defterdar, reisülküttab, saray kethüdası, deniz isleri
nezareti, divan başçavuşu, ruznamçe-i evvel ile Cebbarzâde Süleyman, Sirozi
İsmail, Kara Osmanzâde Ömer, muhasebe-İ evvel, sipahiler ağası, beylikçi ve
amedi divanı, Çerman livasımutasarrıfı taraflarınca yeminler edilerek imzalanmıştı.
Görülüyorki; hükümet işlerinin yapılması kayıt ve şartlar altına alınmış.
Devlet, kendi tebasından bazı türedi kimseler ileyönetim hususunda bir akit
yapmaya muvafakat etmiş. Böylece de bir zilleti seçmeye mecbur kalmış. Bu
çaresiz seçimlerin neticesinden olarak düşünülebilir ki; 2. Mahmud'un; Rusya
himayesine girmesine müncer kılan Mısır meselesi, sened-i ittifak olayından,
azıp gelmiş bir eğilim-i tabii olduğu hükmüne varılabilir. Yapılan sened-i
ittifakın sonu, Alemdar Mustafa paşa'nın öldürülmesi, ayanların istiklâli
meselelerinin de ele alınmasını getirdi. 1225/1810 tarihinde, Rus komutanı
general Kameneski'nin "ya Rusyanın talebleri-ne razı gelirsiniz, ya da
İstanbul civarına kadar gelir bu taleb-leri yerine getirtiririm" mânasına
gelebilen mektup üzerine, 2. Mahmud'un Fâtih Camiinde yaptırmış olduğu meşveret
mecliside. mutlakıyet idaresi sahibi padişahın millete ilticasından başka bir
ad verilemez.
Toplanması temin olunan meclise, 2. Mahmud tarafından ulaştırılan
hatt-ı hümayunda, Rusların Osmanlı topraklarını e!e geçirebilmek için
sergilediği azmi, büyük çabayı da hikaye ettikten sonra, milletin istişare
hakkına riayet ve alacağı karan başıüstüne koyma anlayışı içinde diyorki:
"..Hülasa-i kelâm, ümmeti merhume-i muvahhidin, cihad ile imdada ve
ululemre inkıyad ileme'mur olub, seİli seyf-i nebevi ile harekât-ı hümayunum
mutazammındır. Cilema-i islâm ve yed-i ocağım, rical-i devletim Fatih Sultan
Mehmed hân gazi hz. lerinin camii şerifinde akd-i meclis-İ meşveret ve nifak-ı
âmiz harekâtdan ari olarak, hasbetenlillah-i teâla, müzakereye <elmüşteşar-i
mute'men> medlülünca, cümlenizi iş bilüp müşavereye me'mur eyledim. Başbaşa
verilip her tarafı mülahaza olunsun ve mühümmat-ı seferiyeden olan hıyam ve
cebehane ve devvab cümlenin mevkuf-u aleyhi olan, akça ve zahairive askeri
hususları mütalaa olunup, iktizası huzur-u hilafet-i meabıma arz olunsun.
Herkes hatırına hutur eden umur-u hayriyeyi söylesin. Sonra şöyle lâzım idi
diyecek kalmasın. Hayır tarafını ketmeyenler zamanımda medhul kalmaz ve
tekdir olunmaz. Cümlenin tasvib eyledikleri nezd-i mülükânemizde dahi tasvib
olunur.."
Zamanı idarenin günahlarını büyüterek, harici ve dahili kavgaların
gittikçe çoğalmasını temin eden olayların meydana gelmesinden geri durmayacağı
cihetle Sultan 2. Mahmud biraz sonra senedi ittifakta imzası bulunmayan nice
derebeyleri, ayanın kıyamı karşısında kaldı. Arnavutlukta Tepedelen-li Ali
paşa, Suriye'de Genç Yusuf paşa, Mısır'da Kavaali Mehmed Ali paşa,
Babantaraflarında Abdurrahman paşa, üç kıta üzerindeki hakimiyetini dört
taraftan sarsıyorlardı. Sultan Mahmud'da yeniçerinin varlığından uğrayacağı
zararları kendine ait tecrübelerle anlama işinde bilhassa, 3. Selim'in nizamını
tatbik etmeye eğilimi görünmüşse de, sekban askeri teşkilatı gibi nakis ve
yeniçeriliği azdırıcı bir teşebbüsden ileri gidememişti. Osmanlı Tarihi adlı
eserimde 1225/1810 yıllarına ait bir
ifademizde demişdik ki: "İki âmil vardır ki, mensubu olduğumuz içtimai
çevreninde mevcut hâle gelmesinde kurunu vusta yâni, orta çağ düşüncesi, harp
arayışına göre; yükseltmiş, büyütmüş, küçültmüş, cahil, menkub ve-mağlub
bıraktığı görülmüştür. Bunların biri, istibdad fikridir. Padişah, bendegân,
mukarribin, nedima, nisvan, rical ve ulema, diğeri milletin maneviyatındaki
gayrı muntazamlık; cahillik, taassubat, her istibdada karşı duyulan zorbalık,
şaka-vet ve istiklâle ait his, derebeyliği saikleri idi. Bu iki eski can
düşmanı eski bir terbiyenin eski bir müessirin, padişah ve kul adlarına koyduğu
rabıta ile, yekdiğerini kaldırıp kendine çekiyor. Padişah, bütün ülkeye malı,
insanlara kulu gibi bakıyor, milletse, bütün ülkenin padişahın aidiyetine,
kendi ab-diyyetine kail olmak ile birlikte, en kaba insaniyetin bile kabaracağı,
tahakkümsü halinden usanarak, arada sırada kendisi de mütehakkim olmak
istiyor, kanun koyucu bu kaldırma veya cezbetme değişikliliğinde, bir
hazırlama mekanizması gibi duruyor, bir cünbüş içinde, idam, sürgün, müsadere,
azil, tehdid, af, lütuf, terfi yapıldığı gibi, günlerce,- aylarca, sabr-u
teenni, bila havf yâni korkusuzca ince entrikalar hazırlanması, fırsat aramak,
nifak çıkarmak, dincede mukaddes olan kaide ve şartlarından menfaat temini
aramak, dinin hükümlerinin salime ve selimesini, taarruza kıyam aleti seçmek,
Örf adet, teamül gibi o cemiyete mahsus yeniliklerin, aleyhine saldırmak,
karanlıkta alınan bir terbiye ile üç kıtaya yayılan çeşitli kavim ve
miraçlardan meydana gelen bir ne-yetide, kendi idrâkine göre ayırıp çevirmek
istemek, bilhassa harb tali'inin kendi tali'ini kutlu ve bahtsız bilerek
nefsini, bütün milletin üstünde bilmek, bütün bu şeylere tahammül ettirmeği
hakimiyet usulü ve padişahlık tanımak, tanıtacak vasıtalar kullanmak icad
etmek, velhasıl bütün bu yıldırımların te'siri, nüfuzu, kuvveti, yardımı ile
aşağılı, yukarılı değişikliklere maruz idare şeklini düzeltmeğe uğraşmak ve
bununla beraber dıştan gelecek ihtiras dalgalarına ve ecnebilerin istir-kabina
karşı, savunmada bulunma ümidinde olunuyordu. İşte bu bilemeyîş devam ettikçe,
Osmanlılık kuzey, doğu, güney ve batı hududiarından ağır ağır çekilen,
koyulaşan ve zaman geçtikçe merkeze doğru'toplanan bir mayi gibi her işten
elinide ayağını da çeken oluyordu. Siyasetin iki yüzlü oluşu, menfaat takibi
olduğundandır. Bütün avrupa bizi zayıf görüyor. Yine zayıf gördürmeye
çalışıyordu. MiIİet'te irfan ve ka-biliyet-i ilmiye kalmamıştı. Rusya ile ona
bağlı olanlar, Avusturya, İngiltere, Fransa, hattâ hem din vehemhal olduğu halde
iran, böyle büyük bir hükümeti kesin kes sarsan tertible-rin ve darbe-i
hükümetin seyircisi değil, oyuncusu oynatıcısı olmuşlardı. Ruslar; Sırbiye ile
Mora'da hileli, sihir değneklerine taktıkları istiklâl şeklini; perde de
gezdirmeğe hacet görmüyorlar, kavmiyet poltikası kendi politikalarına aykırı
olsa-dahi bizimsahalarda Bulgarlara, Ulahlara. Rum unsurlara gösteriyordu. Biz
bunlara isyan diyorduk. Hayır değil; başşehirden uzakça bir yerlerde kopub da,
daha sonrada cümle kapısından girecek emaret-i ihtilâl ve devlet içinde büyük
bir çöküş alametidir. Padişahda;yer yer, kıt'a kıt'a, kavim kavim hor
görülüyordu, tşte fransa ihtilâlinden vaka-i hayriye'ye kadar devam
edenotuzsekiz sene zarfında Osmanlı hükümeti daha da gerilemek ve kokuşmaya pek
çok yaklaşmaktan gayri bir hareket gösterememiştir ve Mora meselesi doiay-sıyla
da meydana gelen devletler müdehalesi karıştırıcı ve şaşırtıcıbir parmaktı! Bu
parmakda, henüz boğazımız üzerinde dolaşmaktadır. Yeniçeriliğin kaldırılışına
kadar geçenza-man içindeki kanunsuzluk ve anarşinin şekli-Rus talebleride yavaş
yavaş Osmanlı haritası üzerinde beliriyor.
Mapolyon: Moskova, Brezinadan sonra- Sultan 2.
Mah-mud'un çevresi-Padişah iki kutup arasında: Enderun ve Birun, Halet
efendi devri-Sened-i İttifak hazırlayıcılarından Ra-miz Paşanın idamı-Devlet;
İslahı, sürgün ve idam fiillerinde, tedhiş politikasında arıyor-Viyana kongresi,
milliyet politikası, mütegallibenin yok edilme siyaseti, Sultan 2. Mahmud
Halet efendi nin manevi tesirinde mağlup kalıyor, vükelâ-i devlet, ülke
coğrafyasını bilmiyorlar-Ata, arabaya izinsiz bi-nilemiyor-Yobaz ihtilâli,
şeyhülislâm olmak için bir kaç beyaz kılkâfi-Yangınlara karşı, efradın kanun
kesİlmesi-Devlet, cumhuriyet hayatını yaşayan cemiyetlerden
korkuyor-Erme-nilerin patırdısı-Devletteki zayıflamaya dair hal ve durum-Rum
patriği ve metropolidi'nin idamları-Benderli Ali paşa'nın idamı-Halk sadnazama
uyuyor, İstanbulda reaya katli, cerhi, takım takım yağmacıların çıkışı, Halet
efendinin;idam olunarak katli nazariyesi-Sübyan çocukların öğretimi hakkında
ferman. Sultan 2. Mahmud'un tahta geçişini gösteren 1223/1807 senesi sonrasında
yeniçerinin kaldırılması diğer bir ismi vaka-i hayrİye'ye kadar geçen 18 sene
zarfında, yâni 1241/1826 tarihine ulaşan zaman diliminde de, gerek istanbul'da
gerekse taşra'dahusule gelen karışıklık ve ihtilâller yanında birde, dikkat
çekici olması gereken bir çeşit vardı kî, bunların tamamı kanunsuzluklardan ve
anarşiden çıkmasıydı. Yine her biri ayrı tarz mutlakiyet düşüncesi ve
fikriyatına ait ruhiyatı, idareye yerleştirmeye bunların fesatlarına delalet
etmekteydi.
Alemdar Mustafa Paşanın Yok Edilmesinde Saray Entrikası
Zat-ı devlete emniyet caiz değildir. Şeklindeki eskiden beri devam
eden hükümün teyid ettiği gibi saltanatın üzerinde de, yer yer görülen
çözülmeler ortadaydı. Padişah, zalimler ve mütegallibe ile boşyere
uğraşmaktaydı. Kanun ve adaletin kurulamadığı yerlerde, zulümler ve
tagallübler, hükümdarca yapılır. Senelerden beri, Ruslarla devam eden harb,
içte kötülüklerin menbaı, ayrıca sermaye genişliyordu.
Ruslar; 1224/1809 yıllarında Anadolu'dan Çerkeş, Abaza, Gürcü
topraklarını, Rumeli'den de, Besarabya topraklanyla, Eflâk ve Buğdan'ı
istiyordu ve ayrıcada Sırpların bağımsızlığını taleb ediyordu. 1227/1812
senesinde ruslarla yaptığımız sulh antlaşmasından sonra, fransa imparatoru
Napolyon, Moskovada ateşler içinde tükenmiş, Berezena felâket-i meşhuruna
uğramıştı. Böylece avrupa siyaset anlayışıda yeni bir döneme girmek üzere
hazırlıklara başlamıştı. Halet efendi belâsı ise, başşehir ve taşrada uzanıp
gidiyordu. Bu esnada Sultan Mahmud'un çevresini; kimlerin teşkil ettiğini öğrenmek
için tarih sahifelerinden, aşağıya aldığımız bölümü okuyalım. "Sultan 2.
Mahmud şehzadeliği esnasında merhum 3. Selim hazretleri ile beraber kafes
arkasında yaşarlarken, aralarındaki sohbetlerde ve bunun neticesinde genç
şehzade, Selim'den almış olduğu dersleri pek güzel telakki etmişti. Kafesinden
çıktığında bir şahin gibi tahtı saltanata sahib olmuş, böylece mütegallibe ve
yeniçerinin kaldırılmasını tasar-lamakdaydı.
1227/1812 yılı içinde, kafasında taşıdığı tasarıyı, Halet efendiye
açtı. Bundan maksadı; Halet'den, halisane hizmet bekleyebileceğini ummasıydı.
Halet efendi, taşradaki müte-gallibeyle alakalı hususlarda pekâla hatta birazda
ifrata kaçarak şiddet gösterirken, münafıkane ve hiylekârane bir tarzda
yeniçeri hakkındaki terbiye etme düşüncesini, birer bahane bularak, özürler
serdederek, erteliyor böylece padişahı aldatıyordu. Halet efendi taşradaki
memurları soyup soğana çeviriyor, bunlardan elde ettiği servetin bir bölümünü
yeniçerinin ele gelir adamlarına üleştiriyordu. Zamanın ihtiyacına bakarsan devleti
âliyenin "eni usûl ile işe yarayacak asker tedariki, mutlaka şarttı.
Enderun adamlarının ileri gelenlerinden olan padişah siîahdarı Ali bey gibi
bazıları da eski usûl adetleri beğenmeyip, yeniçeri ocağının kaldırılması
hususunda rey sahibi padişaha hak verirlerken de, Başçukadar Seyid ömer ağa
ile Berberbaşı Ali ağa gibi bazıları da enderunu hümayunca tercih edilen usûl,
eskisi gibi değiştirilmeden götürülmesi, askeri sınıflarda yapılacak
değişikliklerin enderun-u hümayuna bulaşacağı kaygusuyla bundan kaçınıyorlar,
Halet efendinin düşünce tarzını desteklemekteydi. Bilhassa bunların içinde
bulunan Ömer ağa kaidelere pek düşkün olduğundan, bu davranışları padişahı pek
sıkardı ancak, çok sadık ve ihlas sahibi kimse olduğundan, padişah kendisine
büyük saygı ve riayet gösterdiği için her doğru bildiğini söyler vazifesini
yapardı.
Sultan 2. Mahmud; birûn yâni dışarıda yeniçerilerin tazyi-ğine
enderunda yâni sarayın içinde bir takım eski teşrifata ait resmi usûle ait
baskılar altında sıkılmıştı. Kendisi manevi bir kafesin mahkumu olduğu
düşüncesiyle, yeniçerilerin bu husustaki baskılarını kırarak, bentlerini
yıkarak onları ortadan kaldırmak, yeni usûlleri uygulayarak devletini düşmüş
olduğu perişan vaziyetten kurtarma çaresini aramaktaydı buna yardımcı olması
muhtemel kimselerin ağızlarını aramaktan, geri durmazdı. Ne çareki Halet
efendi, çalınacak her kapıyı bu bahisler için kapatmış olduğundan kimse gerçek
görüşünü ortaya seremiyordu. Halet efendi, perde arkasın-dan yürüttüğü engel
olma hareketi içinde, padişahın kulağına, kendisiyle aynı düşüncede olduğunu
söyleyecek zevatı, birer desise ile bir ucu ahirete, bir ucu da taşraya uzanan
yolculuklara çıkarırdı. Buna karşılık pek maharet gerektiren makamlara devamlı
olarak, ehil olmayan kimseleri geçiriyordu. Böylece ehil olmayan kimseler,
mühim işleri idareden aciz kalırlardı. Bu aciziyetleri de, kendilerinin Halet
Efendiye müracaat etmelerine mecbur kılardı. Bir aksiiik çıktığızaman
üstesinden gelemeyen Halet efendi ise, bazı hediyelerieyen i-çeri reislerini
memnun edip, bunlar vasıtasıyla müşkülâtı atlatıp, böylece de, varlığının bir
kimya gibi devlete faydalı olduğunu, herkesin derdine deva bulduğunu adeta imâ
ederdi. Yeniçerilerin ileri gelenleri, hep Halet efendinin adamları olmanın
icabatından dolayı, bir takım nümayişler yaptırtır, sal-tanat-ı seniyye'yide
tehdide tâbi tutarlar, bunu gerek dışarıda gerekse içeride de
gerçekleştirirlerdi. "Yukarıya aldığımız satırlar, pek açık olarak ortaya
seriyorki, Sultan 2. Mahmud, bir kafesden bir başka kafese girmek için uçmuş,
kanatlarını Halet efendi ile enderun ileri gelenlerininin İnsafına teslim etmişti.
Şu da unutulmamalı, bu yırtıcı kuş, kendinden başka bir başkasının baskısına
tahammül edemezdi. Buna bağlı olarak saltanatının çok büyük bir kısmı, vakaların
çoğu, mü-tegallibenin üzerine ceza düzenlenmesi ile geçmiştir. Hicaz bölgesinin
vehhabilerden temizlenmesinde, Gazi unvanını almış, Ruslarla yaptığı sulhden
sonra, Rumelideki meseleleri bertaraf etmedeki başarısı, yine o sıralarda
sened-i ittifakın-yazarı arasında olan geçmişte Rusya'ya firar etmiş bulunan
Ramiz paşayı, İstanbul'a dönme isteğine müsaade verip, Ra-miz'inde daha
Buğdan'a girer girmez kellesini alması, ceza düzenlemesi sözlerimize birer
örnektir.
Bu devirde, bu mutiakiyet anlayışında görülen ıslahatın aranması,
sürgün ve idam cezalan önderliğinde oiuyordu. Çünkü iş başında görünen Halet
efendi vardı Napolyon'un yıktığı hükümetlerle avrupa siyasası dengesini yeniden
kurabilmek için yapılması kararlaştırılan ve tatbike geçilen Viyana kongresine
Osmanlı devleti temsilcilerinin iştirak etmeyişlerini bizim tarihlerimiz şöyle
anlatır: "Osmanlı devletinin; bu kongreye murahhas heyeti göndermeye hakkı
bulunuyordu. Fakat pek fazla iç meselesi olması, bunların husule getirdigi
müşkülatlar, dış meseleleri de gereği kadar takiplerden mahrumdu. Ayrıca 3.
Selim vakasında telef olan devlet adamlarının, boş kalan yerleri
doldurulamamıştı. Hakikaten, devlet adamı denebilecek zevat
yetiştirilememişti." Yukarıya aldığımız tarihi izahat; bir nevi tevil olmakia
beraber, bizim avrupa devletleri arasına girmemize engel, hak kazandıracak
hükümet şeklini gerçekleştirememizdir. Bu husus aslolan se-bebdir. Ayrıca biz
bu tarihlerde, iç ihtilaller ve karışıklıklar içinde, her tarafından çıbanlar
fışkıran bir şahsınta kendisini andırıyorduk. Avrupa siyasi dalgalanmalarına
asla aldırmıyorduk. Tarihi Cevdet, bizim bu lakayt davranışımızı ileri sürdüğü
sırada, devlet memurlarının ileri gelenleri siyasete ait havadislere dair
meraklarını, ecnebi lisanlara vâkıf bulunan Fenerli Rum beylerden öğrenerek
giderirler vede malumat sahibi olurlardı. Diyor. Viyana kongresi Tarihi Cevdet
c. 12, sh. 198'de şunları yazıyor: Viyana kongresine iştirakimizi bildiren
Avusturya başvekili Prens Meternih'e, vermiş olduğumuz red cevabının izahı
şöyleydi: "Babıâli ilk önce bu davet hakkında gereği kadar tetkiklerde
bulunmamıştı. Murahhas gönderilmesini uygun görmemişti. Çünkü Osmanlı, avrupa
devletlerinden bazılarıiie rabıta kurup antlaşmalar yapma usûlünü bir zamanlar
ciddi bir görüş olarak kararlaştırmışken, avrupa siyasasının perişanlığını,
tecrübe etmiş böylece bu ittifak usûlünden vazgeçip, esas görüşü olan, tarafsız
anlayışa avdet etmiştik. Viyana kongresi; bu esnada hükümetler yıkıp
deviriyordu. Bundan çıkarılacak bir netice varsa da, Osmanlı devletinin avrupa
devletleri arasında yalnız kalmak gibi vahim bir duruma kendi kendini
düşürmesini tesbittir. Bu vaziyet karşısında avrupa devletiyken, avrupa hukuku
dairesi dışına düşmüştük. Bu bakımdan Viyana kongresi kararlarından olan,
kavmiyet politikasını men edişinin de, bizimle alâkası yoktu. Mora isyanı
esnasında, Rusya imparatoru 1. Aleksandr'ın teşebbüsleri ile, bizzat
kendisinin kavmiyet politikasına hasımken, bu isyancı kavmiyetçilere gösterdiği
yardımsever tavır hatırda tutulması gereken bir ihtardır. Mütegallibenin
cezalandırılması siyaseti, her geçen gün şiddetlendi. Taşra'da vezir ve
mirmiranlar, İstanbul'da yeniçeri ağası satır atmaktaydı. Biz de nice
zamanlardan beri usûl ve ceza hukukundan ayrı durmak hükümetçe kaide olarak da
seçilmişti. Tenkil vakalarında cezayı tertip memurların keyfine bırakılmıştı.
Zulümler çoğalıyor, İstanbul ile taşranın arasında hâl ve durumlar
değişiyordu. Yeniçeri ağası Seyid Meh-med ağa'nın Öldürülmesiyle kabul edilen
neticesiyle ihtilâl vakası buna bağlı hallerdendir. 1230/1 814'den 1232/1817
yıllarına kadar olan vakalar hep bu tarzda anlatıldıktan sonra derebeylerden
Karahisar Voyvodası İbrahimağanın idam edilmesini amir fermanın Konya valisine
yollanacağı yerde, Bursa valisine gönderildiğini yazıyor ve diyorki, "Şu
karışıklığa bakınız; babıâli bir adamın idamı için ferman yazıyor. Lâkin
nerede ve ne halde bulunduğu ve hangi sancağa bağlı olduğundan habersizdir.
ülkenin coğrafyasını bilmeyen vükelâda ancak böyle karanlıkta
hayalet taşlar. Nevar ki; hükümet yinede Halet efendinin kurmuş olduğu, ayan
ve vücuh politikasını kırmaya devam ediyordu. Sürgün ve idam kararlarının
fermanları yazılıyor. Sultan Mahmud; ülkenin İslahına büyük çaba sarfettiği
hal de, İstanbul'da Halet Efendinin, mânevi tesirine mağlup oluyordu. Hakikaten
bu senelerin olaylarında, ülkenin ihtilal tehdidi ile korkutulmamış hiç bir
yeri kalmamıştı. Ata, arabaya bile binmek eski kaideye bağlıydı. İzinli
olmadıkça ve gayri müslim teba'dan olana bir şeye binmiş olmak yasaklandığı
zamanda, devletin nasıl bir ıslahat anlayışı aradığının tahmini yapılamazdı.
Bir eşkiyanın karşısına, başkaca bir eşkıya çıkarmaktan ibaret olan iç siyaset
ise: "Bu gün ona ise, yarın bana" anlayışı içinde yapılan
cezalandırma, iki taraf arasındaki mutabakat sonun da belirlendiğinden,
devîetde küçük düşmekten başını alamıyordu.
İstanbul'da ise, devlet adamlarına aleyhte sözler sarfet-mek ve
bunun en hafif cezası da sürgün belasına uğramaktı. "Yobaz İhtilâli"
adıyla meşhur olmuş münferid bir vaka 1233/1818 senesinin istanbul sosyal
hayatının, bir bölümünü ortaya koyar. "Padişahın yakın çevresinden
bazılarına yakınlık hasıl eden ve makam-ı meşihata oturan Zeyneiabidin efendi,
İlim yolu mensuplarını, esaslı bir İslahata tâbi tutmak düşüncesiyle tanınmış
ulemadan kimini sürgüne, kimine azar ve tehditler yağdırırken, akrabalarını,
kendine ülfeti olanları çok kısa zamanda yükseltir. Böylece de genel bir nefret
dalgasını üzerine çeker. Bu sırada; ilim talebesi kıyafetinde dolaşan bir sürü
serseriden ibaret olan yobazlardan çoğunu hapis ve sürgün, bir kaçımda İdam
etmeye kalkışır. Buna karşılık; rûus imtihanında hatır gözeterek liyakat
sahibi olmayan kimselere de rûus verdirdiği görülür. Bu vaziyet ta-lebeİ ulûm
ile beraber Deli Emin efendi, Musannif efendi gibi büyük hocaların da tabiatına
ters gelir. Böylece şeyhülislamın azli temenni olunmaya başladı. Tam bu
esnada; Fâtih medresesi talebelerinden biri, Karamanlı bakkalın birinden iki
mum ister. Ancak mum sıkıntısı yaşanmakta olduğundan hükümetçe, herkesin bir
mum kullanması tenbihlenmiş, olduğundan bakkal bir mum verir. Çömez ise, iki
mum talebinde İsrarlı olur. Aralarında kavga çıkar. Talebe, bakkalı düğmeğe
başlar. Bu patırdıyı işiten kolluk, işe karışır. Birkaç yobaz daha iştirak
eder. Yeniçeriler bunların hepsini tutup, hem ağa kapısına götürürler, hem de
daha evvelce telakki ettikleri emirlere uyarak bir de adamakıllı döğerler.
Ertesi gün işi şeyhülislâmın takip ettiği, adamları idam ettirdiği
hususunda bir dedikodu yayılmış. Medrese talebeleri artık takım takım
toplanırlar. -Bu ne demek? Bir bakkala iki sille vuruldu diye ilim yolu
talebelerine bu şekilde darb ve tahkir olurmu?
"Darb-ı zeyd amı'en" makulesi bir fil'i mazi için tal-ebe-i
ulûmdan bir kaç kişiidam edilirmi? Bu şeyhülislamın bizler hakkındaki garaz ve
nefsaniyetidir, fetva kapısına gidelim, idam edilmişlerin hak'lannı dava
edelim. Diyerek, o geceyi atlatırlar. Ertesi gün camilerde derse çıkan hocaları
engelleyip, rahle ve minderleri kaldırırlar. "İlim yolu talebelerinin namusu
temizlenip ikmâl edilmedikçe talimül mütalliim risalesinin dahi okunması, caiz
olamaz." diyerek derse girenleri de kendilerine uydurdular. Büyük bir
cemiyet halinde fetva kapısına dayandılar. Şeyhülislâm divanhanesi yobazlarla
dolar. Zeynelabidin efendi dışarı çıkamayacak hale gelir. Kethüdası biraz
kendimi göstereyim der, ancak bir güzel dayak yediğinden kaçar. Şeyhülislâmın
müşavirleri ve yakınları birer köşeye saklanırlar. Şeyhülislâmla Fâtih
camiinde şer'i mahkeme isteriz, maktullerin kanını isteriz diye bağırışırlar.
Vakit öğleyi bulur. Musannif efendiyle Deli Emin Efendiyi çağırırlar. Onlarda;
binbir naz ile. atlarına binip gelirler. Şeyhülislâm ile görüşüp ağızlarına
geleni söylemekten çekinmezler. Sonunda sürgüne tâbi tutulanların serbest
bırakılmasına karar verilir. Kalabalık da dağılır.
Ancak şeyhülislam ifta makamından alınır. Mekkizâde Asım efendide
şeyhülislam olur Cevdet tarihinde bu yazıldıktan sonra bir deftere ilave olarak
yazıyorki, şeyhülislâmlığın Halet efendi elinde bir kaç beyaz kıl kadar
ehemmiyeti oldu-qunu doğruiar. Diyorki: "Sağlam olan bir kaynaktan
dinlemi-şizdirki, Halet efendi, daha önceden Mekkizâde'nin meşihat makamına
getirilmesini tasavvur etmişse de Mekkizâde pek genç olup, henüz sakalına daha
kır bile düşmediğinden Halet efendi gizlice gönderdiği haberde, Mekkizâde'nin
sakallarına bir kaç beyaz ki! düşürmesini istemiştir. Mekkizâde'de sakalına öd
ağacı yakarak, bir iki kılı ağartmaya muvaffak olmuş, böylece de makamı
meşihata oturabilmiştir." Şeyhülislâmlık makamının bu zamanlar da bile,
gördüğü itibarsızlik-dan anlaşılıyorki, temiz şeri'atımız da şunun bunun elinde
oyuncak vaziyetine gelmiş, zamanın iş görenlerinin umurunda değildi. 1233/1818
senesinde yedi ay içinde, yetmişüç adet yangın çıkmış ve İstanbul ahaliside
uykudan mahrum kalarak evlerinde nöbet beklemeğe mecbur kalmışlardı. Halk
arasında meydana gelen galeyanın bastırılması için Kanbur Süleyman isimli haşan
bir serseriyi idam, Halet efendi'nin hasımlarından olan, Mektubçu Atâ efendi
ile Beyiikçi Sâib efendi sürgüne gönderildiler. Fahişe yüzünden de bir
bostan-cınının bir hamalı, bir humbaracının bir kürdü öldürmesi adli kaidelerin
geçerli olmadığı bahanesi ile meydana gelen hamallarla, kürtlere selahiyeti
verilmiş ve bir defasında, hamallar, diğerinde kürtler, katillerin mensub
oldukları kişilere hücum etmişler, büyük kavgaca sebeb vermişlerdir. Böyle
ve-kayi husule geliyordu.
Yeniçeri ortalarından; 25. ve 71. arasında semer devirme, yâni bir
ortadan diğerine geçme davası büyüyerek, üçgün üçgece birbirleriyle savaştılar.
Ermenilerin ilk patırdısı bu sıralarda meydana gelmiştir. 1233/1818 senesinde
ortaya çıkan, ermeni katolikleri meselesinide hükümet ileri gelen bir kaç
kişiyi sürmek suretiyle bastırmaya muvaffak olmuştu. Fakat ermeni patriği
gizlice katolik olan ermeni rahiblerinin teşvikiyle, iki tarafı barıştırmak
vede tel'if etmek hevesine düşmüşsede, 1235 senesi zilkadesinin 11. pazar /1820
senesi ağustosunun, 20. günü "sen bizi katolik edeceksin" kızgınlıkla
söyledikleri sözlerle patrik'in üzerine hücum etmişler, patrik her ne kadar
kaçabilmişse de, çıkan arbedeye koşan, kolluk zabitanı ve erlerinden bazıları
yaralanmışlar ve Ermenilerin İleri gelenleri yakalandı ve de bunların dördü
idam olundu. Bu hadiseden sonra tarih demektedirki: "Bir zamanlar bu tarz
cumhuriyet yolunda giden, cemiyetler devlet idaresinin nazarı dikkatini pek
çok çekerdi. Telaş ve endişelere düşerdi. Tepedelenli Ali Paşa harekâtıyla.
Mora ve Sisam bi-lahire Girid ihtilâlleri için Rumlar arasında isyan eğilimi,
Rum Etniki Eterya cemiyetinin kurulması ve üstelik merkezini İstanbul'da
teşkil etmesi, Eflâk ve Buğdan'da bir sürü karışıklıkların kendini
göstermesinde yatan sebeblerde Osmanlı hü-kümet-i idaresi zafiyetide rol
oynamaktaydı. Osmanlı başkenti hiç bir vasıtaya mâlik değilmiş gibi, etrafı
ile haberleşme sağlayamıyordu ki, rum patriği Grigiryos'un Mora ihtilalcileri
ile haberleştiği, nasılsa haber alınıyor, hristiyanların paskalya bayramında
görevinden azledilip, patrikhane içinde asılmak suretiyle cezaya müstahak
ediliyor, cesed asıldığı yerde üç gün durdurulduktan sonra denize atılıyordu.
Hemen patrikle alakalı olduklarını da tesbit eden hükümet; Balıkpa-zarı,
Kaşıkçilarhanı ve Parmakkapı, gibi metropolidlerin, patriğin uğratıldığı
akibet, bunlara tatbik olundu. Bütün bu davranışlar Rumların isyanlarını
çoğalttı. İç siyasetimizde asla rastlanamayacak kötü tedbirlerindendi. Bu arada
Halet efendi ise, kendi hakkında lâf edenlerin de cezasını ya idam, yada
sürgün olarak veriyordu. Hatta bunların içinde sadaret mevkiine gelmiş tok
sözlü, Benderli Ali Paşa gibi, bir vezirin. Halet efendinin çalışması,
sadaretinin 10. gününde önce azil, Kıbrıs'a sürgün ve orda da hemen idam
edilmesine yetme başarısını göstermişti. Demekki, Halet efendinin kudreti öylece
bir dereceye varmıştıki, yalnız padişahı idama muktedir değildi. Benderli Ali
Paşadan sonra makamı sadarete gelen Çermanli Salih paşa adlı bir vezirin devri,
bu olay üzerine ayrıca kötülüklerin işlenmesini biriktirmişti. Cevdet paşa,
tarihinde diyorki; "Salih paşa, sadrıazam olduğu günün hemen ertesinde,
sah günü idi ve İstanbul'un çeşitli semtlerinde 12 Rum öldü. Bunların
içlerinden biri de, Arnavutköyü başpapa-sı idi. Hemen ertesi olan çarşamba günü
7 rum daha kati olundu. Devletin böyle bir siyaset içine girmesi,
müslüman-lardan bazılarınca görülüp cesaretleri de çoğalıp, Kalas'da rumların
müslümanlara yapmış olduğu mezalimin intikamını almak maksadıyla, mezalimde yer
aldıklarını sanıp ve gözüne kestirdikleri reayayı öldürür oldular. Mürahık,
yâni akılba-liğ ve akıl baliğ olmayan çocuk ve talebelerle, içlerinde 18-20
yaşına ermiş terbiyesiz ve edebsiz nadan oğlanlar, küçük büyük okul
çocuklarıyla toplanarak, Şaban ayının 2. cuma günü bir kaç gurup halinde
İstanbulun hristiyan mahallelerine saldırıp, bazılarımda yaralamaya cesaret
buldu. Diğer bir gurubu da, Eğrikapı klişesini basıp, avizelerini ve eşyalarını
yağma ettiler. Ertesi gün bir diğer gurub ise Beyoğlu yakınında Çukur
dedikleri ermeni semtini bastılarsa da bunlarda silah olduğundan, rivayete göre
8 kişi kadar büyük küçük yaralanmış bunlardan ikisi ise çok geçmeden ölmüş. Bu
ölümlerden sonra bu rezillerin Beyoğlundaki hristiyanlara ait dükkanları
taarruz altına alacakları hususunda istişare yaptıkları, duyulunca zabitan
bahse konu yerlere koruyucu koyma yoluna saptı. Bu günlerde çarşı ve sokaklarda
yahudiler-den başkası nadiren görünür oldular. "Halet efendinin; idam ve
katlettirme hakkındaki düşüncesini zamanın haleti ruhiye-sini ortaya koyma bakımından
bakışımızın gayet feci durumla çarpışacağını göreceğiz. Andera adası
voyvodalığını tamamladıktan sonra, İstanbul'daki evinde, uzlete çekilip yaşayan
ve Halet efendinin katlettirdiği, Darbhane nâzın Ab-durrahman bey'e bağlı,
Reşid isimli bir delikanlı hakkında, merhamet sahibi biri, Halet efendiye;
"Bu Reşid genç bir kimsedir. Bir başka şekilde cezalandırılsa"
dediğinde Halet efendi ise bilinen tavrıyla; "Genci öldürmek yazık,
ihtiyarın katli günah, her zaman öldürmek için ortayaşlı adamı nerede bulmalı?"
şeklinde cevap vermesi, hazin bir hâl değilmidir?
Yine; Cevdet tarihinde yazıldığına göre, "gerek İstanbul'da,
gerekse taşrada insanın bir kadri kıymeti yoktu. Adam öldürme piliç kesmek ile
aynı gibiydi. Hatta bir ara İstanbul'da reziller çoğalınca önleme tedbiri için
mec!is-i vükelâda da bir çare arandığında, Halet efendi, yeterli tedbir olarak
"Şimdi Okçular başındaki berberin başı kesilsin. Bunu gören ve duyan
rezillerin korkusu çoğalıp, bu işin arkası kesilir" Dediğinde, huzurda
bulunan biri: "Aman o benim berberimdir" şeklinde konuştuğunda Halet
efendi: "Ona mahsus değil, öte taraftaki berberin boynu vurulsun, maksad
hası! otur" demiş olduğu pek meşhurdur. İşte bu düşünce tarzı Halet
efendinin sürgün ve akabinde ölüme mahkum edilmesine tarih olan 1238/1823
tarihine kadar madde hükmünde geçerli olmuş ve 1241/1826 tarihine kadarda
ortada kalıp, kaldırmaya çalışan görülmemiştir. Gayet nâdir olarak, 1240/1825
yılında müslüman çocukların merahık yâni âkılbaliğ olacak yaşa kadar okullarda,
şeriat-ı islâmiye ve kavaid-i diniye talimi ve"ârenmekle ilgili
mecburiyeti belirten fermân-ı âli yayımlandi.
Yine aynı sene Benderli Selim paşanın sadrıazam olması, Vakai
Hayriyye yâni, yeniçeriliğin kaldırılması hususundaki başlangıcda hayırlı
addedilse yerindedir. Meşhur Engel-hard'ın ifadelerinin ışığında vede Ahmed
Rasim Bey'in tahlillerinden de istifade ederek, aşağıda seçtiğimiz ara
başlıklar altında Sultan 2. Mahmud dönemine bir atfunazar edelim.
Vaka-İ Hayriyye (Yeniçeriliğin Kaldırılışı)
1241/1826'da yeniçerilik, aynı tarihde yeniçeriliğin durumu,
heyet-i samsaniyeyi yâni keskin kılıç teşkilatının ilk kuruluşu, -849/1445'de
Bıçak Tepe vakası (Tac'üttevarihden bir parça), İlk isyan şekli (Mufassaldan)
ceza bölümü, dört asırlık isyanlar, 3. Selim devrinin yeniçeri ağası ve
zabitlerinin itirafı -Mısır'ın Cihadiye askeri Bender Selim paşama sadareti,
Eşkinci askerinin kurulması-Ocağın kaldırılışından sonra, kurulan divan heyeti
ve padişahın nutku, Muhalefetin müsaderesini kaldırış, Asakir-i Mansure-i
Muhammediye teşkilatı, İlk ordu -Rus Çar'i Aleksandr'ın ölümü, Nikola'nın tahta
oturması, Sultan Mahmud hükümetini başka te'sirlerin ortaya çıkmasıyla, durum
değiştirmeye mahkumiyeti fikr-i ce-did yâni yeni düşünce- Akkirman
antlaşmasının sebebleri...
Uzun zamanlar boyunca, padişahlarca veya devlet adamları
tarafından tasavvur olunan, bütün İslahat ve yeni nizam tatbikini engelemeye
çalışanları beyan eden tarihlerimizin hedef olarak gösterdikleri tek fail,
yeniçerilerdir. Yeniçeriler 1241/1826 senesine doğru, eskidenberi kuruma arız
olan, çöküşler yüzünden yıkılmaya yüz tutmuştu. Memleket içindeki, hem
ahalinin hem de İdarenin nefretini üzerine toplar hale gelmiş geçmişti bile!
Böylece üçüncü bir vaziyet meydana getirmişti. Artık teslim etmek
gerektirirdik), yeniçeriler devlet ile tebâ arasında kurulmuş bir heyet-i
isyaniye hâlini almıştı. Bunların ilk kuruluş tarihi 849/1445 senesine
rastlar. Bu isyan heyetinin İlk vakası Sultan 2. Murad'ın, oğlu Fatih Sultan
Mehmed lehine feragat ettiği tahtına yeniden dönüşü böylecede, Sultan
Meh-med'in tahttan hâl edilmesi, bu isyan heyeti yüzünden vuku-bulmuştur.
Hatta; muteber tarih kaynaklarından olan Tac'üt tevarih(l) adlı eserde bu vaka
şöyle nakledilir: .Ama bazı tarihlerde şöyle yazılmıştır ki, Varna savaşından
sonra, Edirne'de bir müddet dinlenen 2. Murad, eski üslubu üzre saltanatı
tekrar Mehmed hân'a devredip, havassı ile hizmetkârlarını alıp Manisa'ya
çekildiler. Sultan Mehmed'de kendi adına akça kestirip, üzerine adını koydu. O
sırada, Edirne'de çok geniş bir yangın çıktı. Bezastan denilen çarşı ile
Tahtakale ve daha nice yerler yandı. Bu çarşının kethüdası Hoca Kasım ve bir
çok çarşı mensubu çarşı ile birlikte yandılar. Yeniçeriler başkaldırıp Hadim
Şahabeddin paşayı yakalamak üzere baskın yaptılarsa da, paşa içkapıdan
kaçarak, Eskisaray'a sığınıp, saltanat sahibi sayesinde kurtuldu. Bucak
Tepesine çıkarak halka korku verdiler. Bir çoğu daileri giderek yeni sakinleşip,
gelecek vezir ve komutanlardan, Halil paşa ve İshak paşa ve de Beylerbeyi
Ağvaroğlu, neticede aralarında anlaşıp, Sultan 2. Murad'ı tahta geçmesi için
davetettiler. Bu va kıa vukubulduğunda 849/1445 senesi başlarıydı. Sultan 2.
Murad deniz yolu ile gelerek Edirne'de bulunan Bucak Te-pe'ye indi. Av adı ile
çıkıp yeniçerinin düşüncesini öğrenipde yeniden saltanata dönmeğe karar verdi
ve Sultan Mehmed'i Manisa'ya yolladı, Mufassal ise, bu vakayı daha da açık bir
şekilde anlatarak, diyorki: "tarihlerde pek netlik görülmüyor-sada,
yapılan ifadede anlaşılacak gibi olan husus, Sultan Mehmed hz. lerinin
veziriazamı Çandarlı Halil paşanın, Sultan 2. Murad'ı Varna savaşı
münasebetiyle tahta davet etmesine itiraz etmemekle beraber bittabi muğber
olduğundan ve Niğ-bolu zaferinden sonra, Sultan Murad'ın yine Manisaya çekilmesi
sonrasında genç padişahın bazı davranışlarından Halil Paşa pek emin olamamıştı.
Artık ne yapsalar Manisa'daki padişahı tahta geçirme teklifine olumlu
bakmayacağını anladıklarından, bir hileye başvurdular. Edirne şehri içinde pek
büyük bir yangın çıkararak bilhassa Bedestan civarında meydana getirildi.
Söndürülmesine koşan yeniçerileride yağma yapmaya teşvik ettiler. Bazı
yeniçeri komutanları, enge-lemeye gayret gösterdiklerinde, bazı müfsidierin
tahriki ile askerin bu kimselere de saldırdığı görüldü. Bazıları ise çok kötü
muamelelere maruz kaldılar. Nihayet, Sultan Mehmed hz. leride bu fesadın
meydana gelmesinden dolayı hayretlere düşmüş ve günde yarım akça nisbetinde
askerin, maaşına zam yaparak teskin etme yoluna gitmişse de Hali! Paşanın
fesadı yüzünden bununlada yolunu bulamadı. İşte böyle devam eden vaziyet,
eninde sonunda fena bir raddeye ulaşacağını, eğer tahta oturmazsa kendi
elleriyle devletlerini tehlikenin kucağına atacaklarını, Manisa'da Sultan 2.
Murad hz, le-rine arz ettiklerinden, padişah 849/1445 yılında avlanma bahanesiyle
Edirne'ye gelmiş vede yeniçerinin tamamını ava davet etmiş, orada yeniçeriler
Sultan Murad'a, tahta çıkmaz ise fesadın engellenemeyeceğine dair nümayişler
yaptıkça, askerin kendisine itaat edeceğini anlayan Sultan Murad, bu kanaatıyla
tahta çıkarak saltanat teklifini kabul buyurmuşlardır." Bu fıkralar
sayesinde anlaşılıyor ki, Sultan Fâtih Meh-med'in Karaman savaşından dönüşünde
yeniçerilerin bahşiş taleblerine ayak diremesi, Bıçaktepe vakasını müteakip, yarım
akça ilerletilen maaşın lezzetinden, damaklarda bırakmış olduğu tatlılıktandır.
Şu halde 849/1445 tarihinden, vaka-i hayriye'ye rastlıyan
1241/1826 tarihine kadar geçen 392'hicri/376 miladi sene ki yaklaşık dört aşıra
varan zaman dilimi içinde yeniçeri isyanları devr-i istilâ, devr-i ikbâl yâni
yükselme, devr-i inhitat yâni duraklama ve çöküş dönemlerinde de devame de gelmiştir.
3. Selim devrini başlangıç olarak kabul edersek, nizami asker kuruluşu
fikrinde, sadrazam Koca Yusuf Paşa'nın kanaati var olup, hâttâ 2. sadaretinde
yeniçeri ağası ve saire ocak zabitlerinin de bulunduğu bir istişare
toplantısında bunlar: "paşam; biz bu defa 20 binden fazla sayıda ocaklı
askeriyken, 8 bin moskofun askeri Tuna'yı geçti ve üzerimize yürüyüp gücünü
gösterdi. Düşmanın böyle nizamiye askerine qöre, bizim askerimizin ise yeni
savaş hilelerinden haberi olmayınca, biz bu hâl ile gidersek kıyamete kadar
zafer ve nusrat göremeyiz, şeklinde itirafda bulunmuşlardır. Alemdar Mustafa
Paşa'da; sened-i ittifakın yapıldığı toplantıda: ".Vak-ta ki; vezirlik
rütbesi ile başımız bağlandı, ünvan-ı seraskerlik ile kıymetimiz yükseltildi.
Gerek orduyu hümayunun maiyetinde ve gerek kendi başına düşman askeri ile
savaşma esnasında düşmanın galib geldiğinin görülmesindeki hakiki sebeb tetkiki
ve araştırması yaptığımda düşman askerinin galibiyeti öğretici ve muntazam
subaylarının, harp fennine vâkıf komutanların fikir birliği yapmış olmasından
kaynaklandığını öğrendiğimi itiraf edeyim" Demişti.
2. Mahmud; Alemdar'ın tesiri altında kalmaktan halas olduktan
sonra derebeyleri, Rus elçileri, isyanlar ve bir takım saltanat rakipleriyle
uğraştığı sırada devlet makamının bu tip haşaratile muhafaza edilemeyeceğini
anlamış vede yeniçerilerle ahali arasındaki anlaşmazlıklardan dolayı,
biribirlerine karşı hissedilen nefret duygularından epeyce istifade etmişti.
Bundan başka Mısır'da, Mora'ya nakledilen ve Cihadiye adı-nınkonmuş olduğu
talimli askerin, bu havalide gösterdiği yararlılıklarda nazarı dikkatini pek
çekmişti ki Mısır'dan gelen yeni fikirlerden biri de bu idi.
Mamafih Sultan 2. Mahmud küçük büyük reyleri toplamakla yâni bu
gibi ıslah edici kuruluşların irade ile meydana gelemeyeceğini anlamış
olduğundan milletle birlikte alınacak kararlarla yapılabileceğini idrak edip,
ilk iş olarak asa-kir-i muntazamayı kurma maddesini devlet adamları ve âlimler
arasında müzakere sahasına soktu. Bunun temini içinde Benderli Selim paşa
sadaret makamına getirildi. Yine o dönemin şakacılığı ile meşhur olmuş bulunan
Kadizâde Ta-hir efendiyi şeyhülislâm olarak tayine karar verip, gerçekleştirdi.
Bir yandan ulema gurubuna iltifatlar yağdırırken, topçu sınıfına mensup
askerlere ayrıca güler yüz göstermekteydi. Kendisinin Berberbaşısı Ali ağa ile
Halet efendi, arasında teati olunmuş teskerelerden de anlaşıiıyorki, padişah
eskiden-beri yeniçerilerin isyancılarını imha etme tarafını seçmekteydi ve
Halet efendinin tatbik ettiği erteleme siyaseti bu arzunun gecikmesini temin
etmişti. Halefin idamının arkasından Sultan 2. Mahmud bu işe hemen başlamıştır.
Vakai hayriyye denilen meselenin çıkmasına, Eşkinci adı verilen bir askeri
sınıfında kurulması teşebbüsü olmuştur. Eşkinci sınıfı, 3. Selim devrinde
kurulan.nizamı cedid, Alemdar Paşa sadareti esnasında teşekkül ettirilmeye
çalışılan sekban adı verilen bir askeri sınıf teşekkülünden sonra üçüncü
teşebbüsdü. bir ve iki numaralı teşebbüsler yeniçerilerin isyanlarının müsebbibi
olduğundan isyanları tatlıya bağlamak düşüncesiyle dağıtılmaları yönüne
gidilmişti. Yeniçeriliğin kaldırılması, ocağın yok edilmesi tafsilatı
tarihlerimizde önemli şekilde bah-solunan mevzuattandır. Biz de burada anlatım
maksadımızı yerine getirmek için bazı bölümleriyle nakletmeyi lüzumlu görme
durumunda olduğumuzun idraki İçindeyiz.
Çünkü; yeniçeriliğin kaldırılması esnasında teşebbüse geçilip
geçilmeme hususunda büyük bir tereddüt yaşanmıştı. Bu tereddüd mutlakiyete
dayalı fikirlerin, yaşatılma maddesinde ortaya ç;kan ve eskiden beri devam
eden durumdan başka bir şey değildiyâni makam-ı mutlakiyet zayıf düşerek
tehlikeye atması ile galebe çalıp, kuvvet kazanabilmesi ihtimalleri
birbirinden ayrılmaz şekilde kaynaşmıştı. İşe atılmak bir zar oyunu gibiydi.
Hatta işin başında da humbaracılarla, topçu ve lağımcı ile tersane ocaklarının
sadakati sağlandığı halde yeniçerilerden pek ayrısayılmaz olan ulemanın iştiraki
meselesi mevzuubahis olmuştu. Ulemanın iştiraki sağlandığı zaman, Tarih-i
Cevdet müellifine "tarâf-ı saltanat da kuvvet bedidâr" oldu
dedirtmiştir. Yâni padişahın gücünü artık apaçık görmek mümkün oldu, demektir.
Sancağı şerifin çıkarılması hususuda bir takım tereddüdleri
getirmiş ve bundaki tereddüd aynıdır. Aşağıdaki satırlarda zamanın lisanı hali
ile apaçık ortaya koyuyoruz: "İstişare nihayet buldu. Söz tamam oldu.
Mübdei muamelat-ı harbiye olmak üzre hemen livay-i şerifin ihracı kaldı. Bu ise
bir emr-i hatır idi. Zira sancak-ı şerif çıktığı gibi derun-u payitaht'ta bir
azim kıtale başlanacak. Harbin neticesi ise meçhuldür. Şayedki zorbalar gaalib
gelince bunca devlet sadıki kimseleri imha ederlerse, bunlar nasıl idare
olunur? Devletin hâli ne olur? Şeklindeki mütalaalar aklı tırmaladığından zâtı
şahanede, tereddüd ve teenni görüldü" Bütün maksadımız bu tereddüdü
göstermekti, Bu tereddüdü yok eden, Kürd Ab-durrahman efendi isimli bir zâtın
hiddet ve şiddeti ile ağzının köpürmesiydi. Abdurahman efendi: "Bu din-i
devletin de-vam-i bekası, murad-ı ilâhi ise, o habisleri ururuz, mahv ederiz.
Değil ise, biz de bu <^in ile batıp gideriz, daha ne olmak ihtimali
kaldı." Diyerek elindeki teşbihini hiddet içinde yere vurdu. Teşbih koptu,
dağıldı, mermerlerin üzerinde yuvarlanırken orada hazır bulunanların rikkati
üstün gelip gözlerinden tane tane yaşlar dökmeye başladılar. Sultan 2. Mahmud
hz. lerine de, bu rikkatli hâl sirayet etti. Hırka-i saadet dairesine giren
padişah, peygamber sancağını çıkarıp, sadrazama ve şeyhülislâma teslim etti.
Zamanın hatibi bir cümle söylemiş ve bu cümledeki belagatın te'siri güzel
netice vermiş oluyordu. Sultan Mahmud'a yaklaşan tereddüd, bu sefer nasılsa
diğerlerine sirayet etmemişti. Yahut Abdurrahman efendinin; heyecan dolu yüreği
ve sözleri bu sirayeti engellemişti. İnkilabların tarihlerinde bu tip ruhi
anların mevcut olması pek dikkat çekicidir. Bu vakadan sonra sancağı şerif
Sultanahmed camii şerifinden alınıp yeni saraya gönderilmiştir. Sultan Mahmud,
babüs'sade damı üzerinde tahtı hümayunun kurulduğu yerde sancak dikilince,
kubbealtına gitti. Orada devlet adamlarıyla büyük bir divan teşekkül ettirdi.
Vakadan sonraki cumartesi günü Sultan Zeynep camii mahfilinde sabahın erken saatlerinde
toplanan meclis, müzakerelerinde yine böyle bir tereddüd çıkmişsada o zaman
reisül-küttabhkda bulunan Şeyda efendide tereddüdü ortadan kaldırmaya himmet
eylemiştir. Ahmed Cevdet paşanın tarihinde belirttiğine göre: Meclisdeki işin
can alacak noktası mevzu, yeniçeri ocağı ıslahmı edilecek yoksa bütün bütün
kaldırıia-cakmı idi? Burasj karar altına girecekti. İlk görüşler ve reyler,
ocağın pek eski bir ocak olması yüzünden gönüller yok edilmesine razı
olamıyor, eğilim ıslahın tercihine kayıyordu, işte bu sırada, Şeyda efendi de:
"Bu zümre-i zamime, şimdiye kadar bîddefaat ika ettikleri fitne akabinde,
devlet-i âliyenin umur-u külliye ve cezaiyesine müdehale etmemek için ettikleri
tahaddüdatı ne vakit ifa ettiler? Sicillat ve defter dolusu yazılan senet vede
hüccetlerin mazmunlarıyla ne vakit ihtİ-cac olundu? Hele bu defa Eşkinci
tahriri maddesinde tahrir ettikleri hüccetin henüz mürekkebi kurumadan
bilâmucibi ilân-ı baği ve isyan eylediler. Şimdi ise içlerinden bu kadar
şerpişeler idam olundu. Lâşeteri meydanda sürüklendi. Onlar bunu unuturlarmı?
Bundan dolayı devlet-i âliye hakkında adavetleri müzdad oİmazmı? Bunların nâm-u
nişanları, sa-hife-î rûzigâriden hek ve imha edilmedikçe fesad ve fitneleri
bertaraf edilemez. Her vakit böyle fırsat ele giremez. Yeniçeri ocağını
külliyen ilga ve imhadan başka çare yoktur."
Demiş.
Bu söylenenler diğerlerince de tasdik olunmuştur. Daha sonra vezir
olmuş bulunan beylikçi Pertev bey'in kaleme aldığı meşhur ilga fermanını bu
tasdikten sonra okunmuştur. Sultan Mahmud, bu meclisin verdiği mazbatayı kabul
edip tasdik etmiş, ülkenin her yanına çoğaltılıp ulaştırılması emrini
vermiştir. Bundan da anlaşılan yeniçeriliğin kaldırılmasının, daha önce
tasavvur olunmadığı anlaşıyor. Engelhard'a göre: "Et meydanı kıtalininse
düşünülmüş bir tertib, planlı hareket olduğunu ileri sürmesi hatadır." Her
nekadar Engelhard, vak'aya cüretkâr bir düşünce ile bakıyorsa da bu da
hatadır. Divan şu şekilde kurulmuştu: Taht'ın sağında sadrazam Selim Mehmed
Paşa, solunda şeyhülislâm Tahir efendi, eski şeyhülislâmlardan Mekkizâde Asım
efendi, Yâsincizâde Abdülvahhab, Sıdkızâde eski kadılardan Arif bey, Yahya bey,
hekimbaşı Behçet efendi Ahmed Reşid efendi, Rahmi bey, Anadolu kazaskeri Tahir
bey, Murad mollazâde Arif efendi, Arabzâde Saduliah ve Hamdullah efendiler,
Hekimzâdenin torunu Rıza bey, Yusufzâde, Raşİdzâde Caferbey, Melekpaşa-zâde
Abdülkadir bey, Dürrüzâde Abid efendi, Çarşanbalı hoca Mehmed efendi,
İstanbul'kadısı Sadık efendi. Karşılarında bulunan zevat: Kethüda-i sadr-ıâli
Ahmed Hulusiefendi, defterdar Tahir efendi, reisülküttab Şeyda efendi, Tevki-i
Ataul-lah efendi, reis-i esbak Hamid bey, Çavuşbaşıvekili Alibey, darbhane
nâzın Es'ad efendi, eski defterdar Yusuf efendi, defter emini Numan efendi,
ruznamçe-i evvel Mustafa efendi, 1- muhasebeci Salim bey, şehremini Hayrullah
efendi, baruthane nâzın Necib efendi. Yukarıda adlarını saydığımız kimselerden
müteşekkil divamnmüzakereye geçmesinden evvel, Sultan 2. Mahmud aşağıdaki nutku
irad buyurmuştur:
"Cenab-ı Hakk'a çok şükürler olsunki, bu kulunu ecdadı
izamının nail olmadıkları fethi mübine mazhar kıldı ve sizle-ride bu hizmeti
celilede bulundurdu. Allah hepinizden razı olsun. Sây'iniz meşkûr olsun.
Şimdiye kadar bu yol kesiciler yüzünden meydana gelen nice mekruh işlere
mecburen müsamaha edilmişti. Elhamdülillah hepsi yıkıldı gitti. Bundan sonrada
hep beraber memleketin işlerini tanzim edip, Allahın kullarını memnun ve
hallerini İslah edelim. Eskiden zarar veren zümre yüzünden devletimizin içine
düşüp müb-tela olduğu masrafların eksikliği hususundada beytülmalin müslimiyn
ile asla münasebeti olmayan ve mansıba divani-ye'de istihdam olunmayan
kimselerin bıraktıkları miriden zapt olunmaktaydı, önce bu hususu kaldırdım.
Bundan böyle o gibi mallar alınmasın. Sair Önemli adli işler ve hayırlı
çalışmaları sizler mütalaa ve müzakere edip, inha ediniz. Ben de, tesviyesine
müsaade ederim. Her hususa gayret ve ihtimam gösterme zamanıdır, ülkenin Önemli
işlerini tanzime kadar, hepiniz burada kalınız. Kalıpça ve kalben birlikte olalım"
dedikten sonra, yüzünü eski şeyhülislamlara çevirerek iltifatla:
"mazuleyn meşihat (eski şeyhü)islamlar)hane ve sahilhanelerinde köşe-i
uzlete çekilip, akran ve emsaliyle gÖrüşememek, dilediği yere gidememek zor
katlanılır şey-sede, bu günden itibaren birbirinize gidip geliniz, ağız tadı
ile ülfet ediniz." Demiştir.
Vaka-İ Hayriyye'den Sonra
Mal müsaderesinin kaldırılışı, bu kaldırılışın tarih bakımından
bir-iki şekilde tersliği, Şeyda efendi vakaları-Cevdet tarihi, Lütfi tarihi ve
Engelhard'in görüşleri-Yeni kuruian Şurâ-i devlet taslağının şekli-öncelikli
İslah şekilleri-Engelhard'a göre şurâ-i mahsus, Arif bey'in sözü, Asakir-i
Mansure-i Mu-hammediye'nin kuruluşu, nizamatı vak'adan sonra yapılan İslahat:
Tarih-i Cevdet'göre-Engelhard ne diyor? Sultan Mah-mud, Büyük Petro'yu takîid
heve^inemi düşmüş? Sultan Mahmud dış görünüşe önem verir- Milli ananeye karşj
islamlar ile hristiyanların kıyafetleri-Şeyhülislama yazdırdığı kitab-dan bir
cümlesi-Sultan Mahmud hükümetinin karşılaştığı başka bir tesir-Yeni fikir-1.
Nikola'nın siyaseti-Akkirman meselesi ve devletin vaziyeti-Buğdan ve
Eflâk-Sırbistanın vaziyetleri-1. Nikola'nın vaziyeti-
Sultan Mahmud; yukarıdaki nutku ile sarayında bir devlet şurası
kurmuş olduğu gibi, memurlardan olmayanın mallarının zaptedilmemesini
emrederek, genel hukuka doğru bir adım atmış oluyordu. Diğer taraftan da bu
nutuk, mutlakiye-tin, tebânin ciğerine geçirmiş olduğu pençenin, yavaş yavaş
şiddetini azaltmakta olduğunu "kaliben ve kalben beraber olalım"
sözleriyle anlatmayı istiyordu. Fakat bu nefsin itidali mutlakıyetin kendisince
mahsus değildi. Reşat bey'in tercümesi olan; "Türkiye ve Tanzimat"
adlı eserin sahibi Engel-hard'ında dediği gibi: "padişah, silahlandırmalar
ve teçhizatların zamanın savaş usûlü icabatından, olmak üzere, verilmiş yeni
fetvalara uygun hareket etmeyen yeniçeri askerini tamamen değiştirerek, sözü
mutlaka dinlenmesi arzusuyla hükmetmek" emelindeydi. Bu cümledeki ifade
hususiyeti ile Sultan Mahmud'un iki taraflı düşünmesi uygunluk bakımınca çok
muvafıktı. Yâni; bu tarz bir askeri birliğin, hükümete layık olmadığını takdir
edebilmekle beraber, bizzat emr-İ mutlak kalmak karşısında yeniçeri gibi
istediği bir zamanda, isyan eden, mania teşkil eden, istememekteydi. Bu hale
düşmüş yeniçeriliğin kaldırılması da, bu mutlakiyetin nümayişi olup, bu
düstûr, yeniçeriliğe hükmedememek noktasına gelen ve hasım olma yoluna sapan
eski padişahlardan, daha sonraki padişahlara da miras olarak kalmıştır.
Muhallefat denen miras mallarını, devletin zapt etmesi anlayışından vazgeçmesi
meselesinde, kısa bir zaman sonra padişah'ın sergilediği tenakuz şayanı ibret
bir hadisedir. Aradan bir sene geçer geçmez, eski reisülküttaplardan Şeyda
Efendinin bütün servetini gasb ettiğini yazmamışlar. Daha doğrusu bundan haberdar
olamamışlar. Engelhard'ın bu fikri, Osmanlı vaka-nüvisleri hakkında doğru olsa
gerek. Vakanüvis Lütfi'ye Hatt-i hümayunla, Asakir-i Mansure masraflarının
yayımlanması lüzumu gösterilmişti. Bu hatt'a, meseleye atıf yapan kısım şöyle:
"...Müteveffa Şeyda efendinin, nakit ve mücevheratı ile eşyası şimdiye ne
mikdar paraya yükseldi. Şeyda merhumun eniştesi Ahmed efendi dedikleri herif,
garib mizaç, herkesin bildiğine de bakılırsa Şeyda demekti. Defterdar ile
mukataat nâzın bu hususa vazifelendirilmişlerdi. Artık yavaş yavaş bu gibi
şeylerden bana infial gelmeğe başlıyor. Sen? icabedenlere irade-i şahanemi
anlatasın. Gönderilecek miras akçasınıda bir an önce tahsil edip göndermeye
gayret edesin. Hasbinellahu Veniğmelvekil" (Tarihi Lütfi 1. c59. sh) O
sıralarda adalet ilân olunduğu esnada, dul ve yetimi olanların miraslarına e!
uzatılmaması iradesi çıkarılmıştı. Beyana göre, hatt-ı hümayunda reis-i sabık
Şeyda efendi çocuksuz olarak ölmüşsede, annesi ve kızkardeşi ile İki de hanımını
geride bırakmış olduğundan fetva kapısından şer'an sorulan suale, merhumun mal
ve eşyalarının mevcud olanları ticaretten dolayı husule gelmiş ise, öyle
malların münasib miktarı vârislerine verilmesi diğer kısmının devlet hazinesine
alınması defterdar'a emrolundu. Demekte. Bu vaziyet karşısında her memurun
mallarına el uzatılmasının meşru görülmesi aşikâr görülüyor. Sultan 2.
Mahmud'un yeni kurduğu, şurâ-İ devlet taslağı geceli gündüzlü sarayda
bulunuyordu. Sadrazam vede devlet adamları sarayda üçüncü yeri denilen
silahdarlara mahsus bir kaç odadan ibaret olan dairede, diğer memurların
Ortakapı ve Babı hümayun arasında kurulmuş çadırlarda, rumeli kazaskeri günlük
işlere bakmak üzere gündüzleri konağında, geceleri sarayda, İstanbul Kadı'sı
da, Ayasofya camiinde bulunan mütevelli odasında ikamete :ne-murdular. Bu
memurlar heyetinin, nutukta yer alan adli iş ve ıslahat-ı mülkiye hakkındaki
iyileştirmeye, ne gibi katkıları bulunduğunu öğrenmek mümkün olamamıştır.
Tarihterimiz-deyse, Bektaşi sürgünü, tertib-i ceza-i müfsidan başlıkları altında
yazı pek rastlanan hususattandır. Bektaşilerin sürgün edilmesi, müfsidlere ceza
tertibi ise, doğrudan doğruya yeniçeriliğin kaldırılması vakasına aittir.
Ancak; Engelhard'da kitabının 2. bölümünde bir şurâ'yı mahsus yâni
özel bir heyetten bahs ile demekteki: ".Dine, hükümete, orduya, adliye'ye,
ziraat'e, ticaret'e şâmil olmak üzere en büyük devlet adamlarından meydana
gelen bir özel heyet tarafından da tetkik ye karar altına alınan bir silsile-i
ıslahat teşebbüsübahse konu oluyordu. Bu program hakkında ortada dolaşan
şayiaların biasıl yâni asılsız olmadığını isbat eden bir şey varsa o da, bu
özel heyet reisliği vazifesi sahibi Arif bey'in, haberalmağa pek hevesli ecnebi
bir diplomata söylemiş olduğu şu deyişlerdi: < Biz programımızı tatbik
etmeğe başlayacağız. Lâkin sabretmeli. Her şeyi birden yapamayız. Ne kadar çok
batıl itikada, eski adetlere galib gelmeğe mecbur olduğumuzu bilseniz!
Milletimize yeni bir lisân öğretmek kadar zor bir vazife ile karşı
karşryayız."
Engelhardın;o zamanın Kadılarından olan Arif bey'in reisliğini
yapmakta olduğunu ileri sürdüğü, bu şurâ'yı mahsusa, yâni özel heyet hakkında
tarihferimizde bir kaydı elimize ge-çiremedikse de, Engelhard, ülkemizde orta
elçilik vazifesiyle bulunma ve Osmanlılar hakkında eser yazmış bir diplomat
olduduğundan, ancak görevi gereği olaylara bize nazaran daha yakın olması da
veya böyle bir evrakı diplomasi mesleğinin özelliği dahilinde görmüş oiması
hasebiyle yazmış olsa gerek. Fakat neticede inkılab tarihimiz, düşüncesi
bakımından, önemli sayılacak kıymetli bir haberdir. Demekte edip ve muharrir
tarihçi Ahmed Rasirn Bey.
2. Mahmud; malum nutkunda ırz ve can ile mal emniyeti hakkındaki
cemiyette önem taşıyan hükümler için yalnız maliye hususunda biraz müsaade eder
tarzda davranmakla birlikte, Asakir-i Mansure-İ Muhammediye adlı, hassa ordusu
teşkilatlanmasına ve bunun esaslarına adamakıllı e! atmıştı. Bu ordunun
askerleri onbeş yaşından, kırk yaşına kadar, subayları hariç olmak üzere yansı
İstanbul'da onikibin kişiden ve sekiz parçaya bölünmüş olup, subaylarıyla 1526
kişiden, her saf ise 100 askerden ibaret, ayrıca her saf'da 1 top ustası, 1
top halifesi, 8 topçu, 4 arabacı, 2 cebehaneci ile bir çok edevat, bir top bir
yüzbaşı, iki tane yüzbaşı namzeti, bir sancaktar ile bir çavuş, 10 onbaşı ve
her tertipte bir binbaşı, bir topçubaşı, birde topçu çavuşu, yine bir
arabacibaşı, bir arabacı çavuşu, bir cebehanecibaşı, bir cebehane çavuşu, bir
mehterbaşı, bir zurnazenbaşı, saray başhekimliğine bağlı doktor, bir cerrah
bulunup, yine her tertib, sağ ve sol adlarıyla iki fırka olup, birer mülazımh
ağa'yı yemin, yesârî ağa yâni sağ ve sol ağalar adı verilen iki subaya emanet
kılınarak bunlarda da, ikişer zurnacı, davulcu, nekkârezen, zilzen, tronpetçi,
saka askerlerininde bulunması vebunlardan başka, müsait bir yere mektep
yapılarak günde bir nöbet, Kur'an-ı Kerîm ve ilmihal öğrenmek için, İstanbul
Kadısı tarafından imtihana tâbi tutulmuş birer imamın nasb olunması, binbaşıların,
başbir.başı unvanıyla rütbesi kapıcıbaşılık rütbesi karşılığı ve ehliyeti,
liyakati tecrübe olunmuş bir subaya, rütbesi münasib divaniyeden
"masarif-i şehriyan" kâtiplerinden büyük, süvari mukabeleciliğinden
küçük, olmak şartıyla adı geçmekte olan Mansure-i Muhammediye asakirine bir
kâtip tayin olması, bir itham veya bir iş çıktığında, binbaşılarla ko-lağaları
da bir düzen içinde, onbaşılara kadar hepsinin, disiplin içinde istikrarlı
olması, adi işlerinde asakir nâzın ve cezalandırmanın serasker paşa
marifetiyle yapılması, bu teşkilatın esasını teşkil eden maddelerindendi.
Asakir-i Mansure nizamnamesinde terfi sıraya tâbiysede, ehliyet ve İstidada öncelik
tanınmış olup, maaşlar, giyecekler, yiyecekler, terhis ve tekaütlük, vazife ve
nizamı da ayrı ayrı vede zamana göre tanzim kılınmıştır. Çok uzun zamandır, yapılacak
ıslahat hareketlerine mâni olduğu ileri sürülen yeniçeri sınıfının kaldırılmasından
sonra ıslahat adına yapılan hususlara gelince, bunlarda Tarih~i Cevdet'te
aşağıdaki tarzda yer almıştır:
"a) Harbeci adıyla babıâlide tomruk İşlerinde ve diğer hizmetlerde
bulunan, Muhzırağfc namı ile bir amirin idaresinde bulunan erler, yeniçeriden
sayıldıklarından ilga olunmuş, ba-bıâlîde ve serasker maiyetinde
çalıştırılmalarına kavas ve muhzır ağalığı unvanının, tomruk ağalığı unvanıyla
değiştirilmesine karar verildi.
b) Kurban bayramında devlet adamlarının henüz sarayda bulunmaları
hasebiyle tebrik merasimi ve eski teşrifat usûlü kaldırıldı. Eski usûfdeyse
bayrama dört gün kala, sadrazamla vezirlerin alayı, şeyhülislâm konağına,
ertesi gün şeyhülislâm ile ondan sonrada vezirler babıâliye bunlardan sonra'da
kazaskerler babıâliye gelir oradanda şeyhülislâma, ertesi gün İstanbul
mazullarıyla, mollalar, subaylar önce şeyhülislâma sonra da babıâfi'ye
giderlerdi. Müderrisler, kapıcıbaşılar, rikab ve şikâr ağalan, padişah
kethüdaları, Mekke ve Medine yâni Haremeyn müfettişi, takımı, küttab vede tımar
sahibleri arife gününden bir gün evvel resmi tebriği yerine getirirlerdi. Bu
bayramda ise, kubbealtına kurulan tahtın önünde tebrik merasimi icra kılındı.
c) Yeniçerileri hatırlatan ne kadar eski resim, ve adetler varsa
yasaklanıp kaldırılırken kahvehanelerinde yıkılmasına girişildi.
d) İhtisab memuriyetini tesis etmişlerdir. Hemen burada ih-tisap hakkında
malumat sunmayı vazife addediyoruz. İhtisap Rusümu: damga ve ölçü ve de kile
vergileri, dükkan, pazar bacı, gibi adlar altında şehir ve kasabalarda, panayır
yerlerinde eskiden beri alınan bir vergiydi. Biz de, 1242/1826 tarihine kadar
da pek çeşitli şekillerde geçerli olmuş ve ilk defa da, asakir-i rrîansure
masraflarına karşılık olmak üzere o tarihde, kanunlar ve defterler kurulup,
miktar ve toplanma usûlü düzenlendi.
e) Askerlerin masrafını karşılamak üzere, ihtisab memuri-yetince
toplamak yoluyla bazı yeni gelirler tertib olunmuştur.
f) Hassa askerlerinden sayılan bostancıların da, asakir-i mansure
gibi, tâlim yapmaları kararlaştırılmış, bostancibaşi bundan böyle de hepsine
ağa ve rütbeside humbarahane ne-zaretiyle, mutbah-ı âmire arasında olmak üzere
devlet ricalinden bir nazır tayin edilmiştir.
g) Sipahi ve silahdar, ulufeciyan yemin ve yesâr, gurebai yemin ve
yesâr adlan ile var olan, süvari ocaklarıyla cebeha-neier de, kaldırılmıştır.
ğ) Dört solak ortasının başlan silahşorluk ile çıkartılıp, solak
ve peyklerin heyetleri değiştirilmişlerdir.
h) Çadırların dar anbar olduğu mehterhane tanzimi yapılarak,
haymeye adı altında bir çadırcı heyeti kurulmuş ve bu heyete humbarahane
nezaretiyle bostaniyan-ı hassa nezareti arasında olmaküzere, Haymiye Nazırlığı
unvanıyla bir nezaret kurulmuştur." Cevdet Tarihi bunları kayd ettikten
sonra, saydıklarına ilaveten anlaşılmaz ve pek esnek bir tarzda "..Bundan
sonra devletin her dairesi, yeniden bir taht-ı niza-mata alınmak üzere
peyderpey ve tekrar askeriyenin ve mülkiyenin tertiblenmesine teşebbüs
olunmuştur." kalem oynatmıştır. Engelhard ise, bu hususta daha fazla
malumat sahibi görünümüne sahip! Demekteki: "Padişah;İstanbul iie yakın
köylerin idari taksimatında, mahalli zabıta işlerinde bazı değişiklikler
yapmalarını emreyledi. Aynı zamanda gerek kendisinin gerek sultanların ikamet
etikieri saraylarda tatbik olunan maişet tarzını kısmende olsa
değiştirmelerini emri verdi. O sıralarda dilden dile dolaşan resmi laflara
bakılırsa, icraatta taşraya numune teşkil etmek için lâzım gelen İlk önce
İs-tanbulda tatbik olunmalıydı. Yine sadrazamın bu hususta di-ğer paşalara
güzel örnek olması pek iyi olurdu. Asya'da yâni anadolu tarafında
onsekiz'eyaletlerin diğer ismi ile paşalıkların sayısı dörde indirilerek
hizmetlerin daha fazla yaygınlaşmasını temin edecek, daha az sayıda merkeziyet
usûlüne teşebbüs edildi. Lâkin herşeyden önce mâli yetersizliğe çare bulmak
icab ettiğinden İltizam ve mukataat'ın toplanma şekli, hristiyan teba'dan
tahsil edilmekte bulunan cizyenin artmasını ve memurların irtikâblarını
menetme hakkında birkaç tüzük kaleme alındı. "Sultan Mahmud'un kendi nüfuz
ve hakimiyetine muhalif ve düşman olanlar ile giriştiği mübare-zede usta, bir
siyasetçi gibi hareket etmesi, kazanmış olduğu muzafferiyetin kendisine
yüklediği müceddidlik vazifesini, hakkıyla yerine getirmekten acizliğe
düşeceğine çok geçmeden kanaat uyandı. Milletine batı medeniyetini
alıştırabilmek için asya ahalisine mahsus adetleri yasakfıyan büyük Pet>
ro'yu taklid etme hevesine düşen Sultanın kendisini tamamen dış görünüşe
kaptırdığını görmek kabildi. Padişahın efal-i harekâtı, hergün dış görünüşe
önem veren kfmseye benzemekteydi." Engelhard, yukarıya aldıklarımızı ifade
ettikten sonra bizim tarihçilerimizin hiç birinin yazmadığı ve tesadüf
edemeyeceğimiz aşağıdaki kıymetli satırlarını okuyalım: "Sultan Mahmud'un
her yerden çok Türkiye'de hükümdarın haysiyet-i hakikisine esas sayılan, adet
ve tavır ve mütehakkimâneyi birdenbire bırakmak suretiyle eskiden beri tatbik
olunan merasim usûlü ve teşrifatiye'yi ve kendi davranışlarını, kıyafetini
değiştirdi. Bu hususda; Engelhard'ı güçlendirmek için Lütfi tarihindeki bir
bölümü alıntılayalım: "Yeniçerilerin mahvından sonra idari işlerin zaptı
önem gösterdiğinden idareyi disiplinle, ahalininde yükünü hafifletmeyi icab
ettirdiğinden Anadolu cihetindeki eyalet dörde indirilerek, mutasarrıf bulunan
paşaların, iktidar sahibi mütesellim-ler tarafından idaresine karar verildi. Bu
münasebetle, Karadeniz boğazının Anadolu tarafı muhafızlığı ile
<Sultanönü> ve<Karahisansahib> ve <Ankara> sancakları,
Anadolu valiliği unvanıyla Darendeli İzzet Mehmed Paşaya, Kocaeli, Bursa
(Hüdavendigâr), Karesi, Manisa sancakları ve İstanbui ile dokuz kale
muhafızlığı Serasker Hüseyin Paşaya ve Bolu, Vi-ranşehiı, Kastamonu, Çankırı
sancaklarımda eski sadrıazam-lardan A\ehmed Emin Rauf Paşa'ya, Has Sancağı ile
İzmir muhafızlığı, Aydın Saruhan, Teke, Sığla sancakları vezir Hüsnü Paşaya
ihâie edildi Bu arada da Vükela ile meclisde bulunan ulemanın huzurunda
oturmalarına müsaade verdi.
15/Hazirandan sonra sokağa Mısırlı kıyafeti giyerek çıkmağa
başladı. Sakalını kısalttı. Sakallarını eski usûi, uzunca bırakan devlet
adamlarını azarlamaya başladı. Hâttâ avrupa-da kullanılan eğerler şeklindeki
bir eğer'i kullanmaktan kaçınan sadrıazamı, belli bir vakit teveccüh edici
bakışlarından mahrum bırakmıştı. Bununla birlikte reaya (bu istisnaları şayanı
dikkattir) kendilerine mahsus olup, müslümanlardan ayrı görülmelerine, yaşama
durumunu sağlayan elbiselerini muhafazaya mecbur tutulmaktaydı. Yalnız
müslümanlann giyecekleri kumaşları giyen reayayı, cezai nakdiye veyahutta
hapis cezasına mahkum edilmekteydi. Ermenilerin kendi milli serpuşlarını terk
etmeleri kesinlikle yasaklanmıştı. Reaya hamamlarda ayaklarına nâlin
giyemezler ve müslüman-iarın, kullandıkları hamam takımlarının daha mavilerini
kullanmağa mecbur bulunuyorlardı. Sultan Mahmud'un padişahlara karşı
gösterilmesi lâzım gelen itaat hakkında şeyhülislâma yazdırdığı bir eser,
kendisi gibi müstebid düşüncesine tercüman olabilir. Bu eserde yirmi kadar
hadis-i şerif yer almaktadır. Birinde denilmekteki: <Emirülmü'mininiz sakat
bir Habeşi olsa bile, ona itaat etmek lâzımdır. Tebasına cebir ve cefa ederse
buna sabretmelidirler. Velâkin, din-i mübini tahrik tağyir ederse, onu öldürmek
icab eder.> Ne varki: Va-ka-i hayriyye'de, asakir-i mansurede, ıslahat
hareketleri de. ülkeyi senelerden beri düşmüş olduğu çöküş rotasından çekip
kurtarmak mümkün olmuyordu. Rus Çarı 1. Alek-sandr'da bu arada oluverdi. Bu adam
hayatının sonlarına doğru, <Benim artık avrupa devletlerinden taleb edecek
bir Şeyim kalmamıştır^ şeklinde ifade ettiği sözleriyle, Osmanlılada olacak işi
kendi başına göreceğini ihsas etmişti.
Aleksandr:1777 yılında doğmuş, 1801 senesinde tahta çıkmış,
1825'de ise ölmüştür. Napolyona bir kaç defa mağlup olmuştur. Tilsit
antlaşması sayesinde banşmışsa da 1812 yılında yine düşmanlık yapmaya başlamış,
1815'de Burbon-ların yeniden Fransa hükümdarlığına gelmelerine yardımcı
olmuştur. Osmanlılar ile Bükreş muahedesini imzalamıştır. Bu hükümdarı 1.
Nikola takip etti. 1. Pol'ün oğlu olup, 1796 senesinde Petersburg'da dünyaya
gelmiş. 1825'den 1855'e kadarda hükümdarlık yapmıştır, İran'dan, Erivan'ı
aldığı gibi Rumların başıboşluğunda Fransa ve İngiltereyle birlikte Yunan
istiklâliyet harekâtını da destekleyip, yardımcı olmuşlardır. Kırım Savaşında
bize ve müttefiklerimize yenilmiştir. 1848'de vukubulan Macar İhtilâlinde
Avusturya'ya yardımlarıyla bilinir. Ancak bu da, Osmanlı devleti ile
münasebetlerinde, ölen adamın yolundan giderek politika yapacağını bildirmesi
Kuzeyden yeni bir tehdit daha geliyorumun haberiydi. Rumların fetreti de
genişlemekteydi. Ne varki; Sultan Mahmud idaresindeki Osmanlı hükümeti başka
bir te'sir getirecek, vaziyete girme ile karşı karşıya bulunuyordu. Yeniçeriliğin
kaldırılmış olmasına rağmen bunların cemiyetinin dayandığı cehl ve taassub
kalkmamış, buna karşı da başka bir vaka-i hayriyye vücud bulması milletin
ruhundan beklenmekte idi. Ancak beklenen bu vakayı, mutlakıyet yerine getiremezdi.
Bizim bu gün anladığımız, genel ıslahatın kapsadığı mânayı mutlakiyeti idrak
etmekten aciz bulunduğu için, ikisindendaha çok tesirli ve ferahlatıcı bir
tenbih ediciye ihtiyaç bulunmaktaydı. Bu uykudan uyandırıcı bir gün ergeç gelecekti.
Yânİ hem mutlakiyeti hem de cehalet ve tassubu, zaman zaman ezerek
cemiyetimize sinmiş ruhu temizliyecek kudrete sahib ve deyeni nizam gibi, ikisi
arasına girecek, bir taraf-dan mutlakıyetin öte taraftanda taassub ve cehaletin
yakalarına yapışarak, birer tarafa savurmaya çalışacaktı. Bu mücadele
esnasında kanlı olayların çıkması, sosyal sarsıntıların olması, mutlakiyet ile
taassubun şiddetli ve karşı konamayacak derecede kuvvetli zannedileceği
hücumları, bölünmeler, karışıklıklar, hâttâ bir dereceye kadar da çöküntüler
meydana gelmesi, ithamlar ve iftiralar döneminin inkişafı pek tabiiydi. Bu
gibi önemli inkılablarda vaziyete göre uzun veya kısa süren bir intizamsızlık,
hürriyetsizlik, adetâ mutlakiyeti aratır-casına tahammülü aşan bir
hükümetsizlik eseri ortaya çıkar. İdari ve sosyal kötülükler siyasi
karışıklıklar milli ananeler, örf ve teamül, asırların biriktirdiği zaafın
çıkışı, bidat adıyla teşhir, sövme lisanı ile anlatılarak, mahiyeti asliyesini
karartmağa çok gayret ederler. Fakat yolcu da tuttuğu yoldan dönmez. Bunlar
ise, saldırgan vaziyeti alırlar. Yolcu yine yorulmaz. Bunlar ise yorulurlar.
Senelerin, bu yolcuya tazelik, kuvvet verdiği halde, bunları ihtiyarlatır.
Yeniçeriliğin kaldırılmış olması avrupada iki farklı fikiriortaya çıkarmıştı.
Birincisi; gerek askeri gerekse idari işlerini düzenlemeye başlayarak kendini
yenileyeceği, ikinci fikir sernilli askeri ocaklarının mahv olmasıyla, bütün
bütün gücünden düşeceği idi. Bundan çıkan şuyduki, her iki görüşde yenilikleri
yapacak mü-ceddidin, kifayet ve ehliyetine tâbi oluyorlardı. Fakat, Tarih-i
Cevdet'in:
"Erkân-ı saltanatı seniyye ise, vukufsuzluğu cihetinden yeniçerilere
galebe çalmayı artık her devlete galib geliriz düşüncesine
getirmişlerdi." .Cevdet paşanın tarihine yerleştirdiği bu cümleside
beklenen ehliyet ve yeterliliğin eldekilerde mevcut olmadığını gösterir. İlk
olarak da bu yetersizliği ilk defa tecrübe eden ruslar oldular. Hatta 1828
senesinde rusyanın Paris sefiri olan Pozzo di Borgo, 19/kasımda meşhur
telgrafnamesinde Rusya imparatorunun böyle bir tecrübede bulunduğunu
belirtmiştir. Fakat daha önceden Rusların İstanbul sefiri İstrogonof,
1236/1820 senesindeki Rum mezalimi bahanesiyle babıâli ile siyasi
münasebetleri keserek gitmişti. Ruslar, Buğdan ve Eflâk ile Sırbiya'da Bükreş
muahedesi hükümlerinin yerine getirilmesini taleb ediyordu. Yapıian taleblerin
bir kısmı İngiliz sefaretinin aracılığıyla yerine getirilmişse de, Sırbistan
imtiyazlarının şeklinin müzakeresi için, İstanbul'a gelen Sırp ileri
gelenlerinden beş-altı kenz, Rumların hareketleri sebebleriyle
alıkonulmuşlardı. Çar Nikola, Dersaadet maslahatgüzarı vasıtasıyla babıâli'ye
bir ültimatom vermişti.
Bunda: 1-Bükreş ahitnamesi hükümlerince Sırpların nail oldukları
imtiyazların yerine getirilmesi.
2-İstanbulda mevkuf bulunan sırp kenzlerinin tahliyeleri.
3-Eflâk, Buğdan'da bulunan beşlo askerinin tamamen kaldırılması.
4-Bükreş ahidnamesinin içindekilerin yerine getiriimesi hakkındaki
müzakereler önce Osmanlı devlet memurları ile elçi İstrogonof arasında
başlanılıp daha sonra kesilen müzakerelerin tam anlaşılması hususunda, iki
tarafda hududa murahhaslarını göndermeleri. Şeklinde maddeler yazılıydı.
Çar; Osmanlı devletini tartma yoluna sapmıştı. Hakikaten pek hafiftik.
Bereket versinki hafifliği duyabildik. Akkirman'a görüşmecileri yolladık. Çar
Nikola'nın bu ilk denemesi, Sultan Mahmud'u da bir tecrübe yapmaya sevk etti.
Murahhaslarımız, vaka-i hayriyye esnasında, Edirne'de bulunuyorlardı. Babıâli
lisanında ayak sürümeleri gizlice duyurulmuştu. Rusların şiddet dolu
davranışları yola düzülmeyi mecbur kıldı.
Tanzimata Dogru
Engelhard'a göre;Sultan Mahmud'un karakterine bazı
mü-talaa-Engelhard'ın tenakuzları-Sultan Mahmud'un şiddetli belalar da
aczi-1245/1829'da İstanbul: Kan alma modass-Yeniçerilerin ayaklanışı! Hüsrev
Paşa Orta cellâdı-İstanbul ile Bilâd-ı selase, ahalisi birbirine
kefil-Padişahda, halkda ananeye tâbi-Kıyafet meselesi, garib bir
kurnazlık-Vükela, ilk defa baloy& gidiyor-Çatal bıçak- ilk defa avrupa'ya
talebe gönderiimesi-Vakanüvis Es'ad efendi-Takvim-i vekayi'in çıkarılması:
Takvİm-i vekayiin başlangıcı bazı risalelerin basıl-ması-İşkodrn, Şam, Mısır
İsyanları-Sultan Mahmud'un siyasi mevkii, Hünkâr iskelesi Muahedesi Sultan
Mahmud'un meşhur Deli Petro'yu takliden memleketi avrupa medeniyetiyle temasta
bulundurmak emeline düştüğü hakkında Engel-hard'ın dediği: "..padişah,
ıslahat yapmak gereğini hissedip, avrupalıle.rın üstünlüğünü takdir ediyordu.
Lâkin bu hususa ait düşüncesi zaman zaman ve pek az devam edecek tarzda artış
gösteriyordu. İşi tam kuşatamıyordu. Eski adetleri ter-ketmek, Türklükten
çıkmak arzusunda bulunmakla beraber, Türk kalıyordu. Sağlam kaıarlar sahibi
olmayıp, belki ara sıra gelip geçen arzulara kapılmaktaydı. Nisbeten hududları
belli bir zekâve istidada sahip olanlar da her zaman olduğu gibi, kuruntulu
kimselerdi. Böyle olmakla beraber, kendi iltifatına erişen müzevirlerin
i*jfalatına kapılıyorlardı." Bu hâl, padişahın kararsız olmayıp, milliyet
fikrini muhafazasındaki asliyete bağlı kaldığına delâlet etmekle pek olumlu
sayılır. Engelhard, bu hususta hatalıdır. Tarihçi, sosyal hayatımızdaki
karışıklığı, devletin maruz kaldığı, rahatsız edici siyaseti dengeleyememiştir.
Fikrimce: yine tekrar ederiz ki, bu türlü mukayeseye dönük muhakematta daima
unutulan irfan seviyesi meselesinde sosyal vaziyettir. Hakikaten kıyafetin değişmesinin,
Türk adet ve emsâii gösterişler, hiçbir zaman ıslahat düşüncesini doğrulatmaz.
Bu durumlar vatanını seven her insan için o kadar güzel, o kadar yabancıdırki,
insan onun içine aldığı tekamül vede değişimlerin hepsini bir saniyede
atlayıp, ahali içinde istikrarın arzusuyla acele etmiş olduğunu anlatır. Hattâ
cehalet ve taassuba karşı fedai kesilmekte bu anlamı taşır. Bu aceleciliğin
icabatını hattâ bu dereceye kadar tabii olduğu, herhangi millette olursaolsun,
orada meydana gelmiş inkılabların başlangıcında tamamen karşılaşılmıştır.
Fransa ihtilâli-i inkilabisi bu hususta vesaik olup tarihi ve
sosyal bir hüccettir, senettir. Sultan Mahmud'da görülen mü-ceddidliğin
kifayetsizliği de bu tarz bir seviye icabatındandır. Hattâ; Fransa inkılabına
yetişmiş, bu inkılabı yönetmiş olan yenilikçilerin hepside hâl vede yer
itibariyle bu yetersizliği göstermemiş değillerdir. Fransagibi senelerce, milleti
irfan ve idrâk içine çekip, terbiye etmeye gayretten bir anbile geri kalmamış
olanlar, anayasalarında ki değişiklikler ve yeniliklerin gösterilmesi, kurulan
hükümet-i muvakkate yâni geçici hükümetin birbirini takip etmesi, cumhuriyet
fikrinin devamlı bir çekingenliğe sebeb olması, konsüllüğü, imparatorluğun,
krallığı, krallığı imparatorluğun, imparatorluğun yine kralığı denedikten
sonra, cumhuriyetin kurulabilip yaşaması gibi ahvalin, birbirini takip ederek
gerçekleşmesi delalet eder ki, inkılab çalkantıları, açık denizlerdeki
cankurataran sandalının, bir takım engebeli hududlar üzerinde yürümesine benzeyen
bir yo! takip eder. Bu sanda! bir kişinin, akıl ve idrâkine kalırsa tabiatıyla
onun nefsinden gelecek karışıklıklarda o nisbette çoğalır. Saçiı Şeyh adıyla
tanınan birinin, Sultan Mahmud'un dizginine yapışarak: "Gâvur padişah!.
Cenab-ı Hakk' senden ettiğin küfrün hesabını soracaktır. Sen, islâmiyet i
tahrip, peygamberin lanetini cümlemiz üzerine çekiyorsun!" Şeklindeki
bağırması, karışıklıklardan birisidir. Padişah, bu feryaddan korksaydi, hem
yeniçerilik avdet eder, hem de taassup ve cehalet pek büyük şiddetle kabarırdı.
Yine her inkılab ispat eylemiştirki, insanların yaşadığı toplumda
kanunsuzluğa aid bir eğilim mevcuddur. Bu eğilim, mak-buliyeti olan terbiye
erbabının bile, inkılab dönemlerinde idareyi ele geçirmek için, hatib
kesilmek, kanunlara ait ve kendi anlayışı içinde kanun yapmaya kalkışmak,
fertlerin artık hâl ve davranışlarında hür olduklarına dair şahsi yorumlarda bulunmak,
fakat eski hükümet ve kanunlarına göre kurulan, yeni hükümet, ve kanunlara
karşı birdenbire münfail, karşı, hastalık derecesine varan tarzda muhalif
görünmek şeklinde gösteriİen teşebbüsler ve faaliyetler günbe gün tecelli etmektedir.
İnkilablarda tesadüfün rolü yok değildir. Bu rol mahiyeti
itibariyle mühimdir. Bu mahiyetde, kolaylık telkini, sosyal ve birey hayatın
tarzı alay etmeye aykırı, alelade çoğunluğun itimadına da İiyakat gibi elde
edilmiş niteliklerin ve buna benzer, güzelce fırsatların birleşmesi vede
inkılabın başında bulunanlardan birinde veya bir kaçında toplanmış olmasından
ibarettir. İnsanlar kabile halinde hayatlarını sürdürdüklerini unutmuş
değillerdir. Belki genişlemiş, aydınlanmış, değişikliklere ve uygarlığa daha^
fazla yaklaşmış bunu tanzim ve teftişe uğraşmışlardır. Bu; bizce de sabit
olmuşturki, istibdad ve mutlakiyete darbe vuran ferdleri veya cemiyetleri hoş
karşılayanlarla, iyi kabul etmeyenler arasında çıkacağı vede önlenmesinin
mümkün olamayacağı belli olan mücadelenin, başlangıcından nihayetine kadar,
milletin ruhuna, irfanına, cehalet ve taassubuna, iyilik ve kötülüklerine,
medeniyete olan kabiliyet yeterliliğine kudret ve kuvvetvel hasıl siyasi, idari
ve içtimai kuşatmasına ait ne kadar çoközel alâmetler varsa, aynı cibilliyet,
aynı haslet hattâda, aynı kıyafetle görülür.
Fransa inkılabı tarihinde, bize bu hususlarda tükenmez numuneler
vardır. Bu söylediğimizi Engelhard'da apaçık olmamakla beraber tasdik ediyor
ve kendi sözünü defaetie nakz ediyor.
Sultan Mahmud'un, Deli Petro'nun sahip olduğu vasıtalara sahip
olamadığını, düşünce ve batıl itikatların arayada girmesi yüzünden dışarıdan
ihtisas sahibi kimseleri getirtemedi-ğini, Türkiye'de yalnız iyi niyet sahibi
ve hürmete şayan vatanperverler bulunmaktaysa da, cehaletin mahkumu bulunduklarını,
İstanbul'da ve vilayetlerde var olan isyana dair düşüncelerin, padişahı
millete bağlayan bağları çözmeye tesir etmekten, geri kalmadıklarını, 1830
senesinde avrupa'da, yıkımımıza adetâ hüküm verilerek Avusturya devletinin,
Petersburg şehrindeki müzakerelerde Osmanlı devletinin topraklarının
paylaşımını, teklif etmiş bulunduğunu da yazmış.
Hakikaten; Edirne antlaşmasından sonra Mehmed Ali hadisesini
yaşayan Osmanlı, bunun için seçmiş oiduğu Hünkâr iskelesi antlaşması tercihi
ile Sultan Mahmud'un acziyete düştüğünü gösterir. 1242/1826 senesindeki Mora
meselesi hakkındaki Rus elçisinin teklifine karşı: "Maazallahü Teâla
bunlar, devlet-i âliyemizin bilâ savaş, söz iîe bitirmek, kuvvet ve
sağlamlığını bütün bütün azaltmak için uğraşıyorlar. Şer'an ve aklen hiçbir
şekilde kabul olunur şeylerden olmayıp, sonucuna katlanarak, Cenab-ı Allahdan
yardım isteyip, davranmaktan başka çare yoktur." Diyebilen bu padişah-ı
cesur, Nizip vakası üzerine ebedi düşmanı bildiği Rusya'nın korumasına rıza
göstermişti.
Dış görünümde olsun, iç görünüşten olsun bu mel'un iltica
padişahın aczişiddet karşısında, kavgalar döneminde tatbik ettiği bir
meskenet-i ruhiyedir. Ancak bu durum, 3. Selim'de pek daha çok idi. 1245/1829
yılında Edirne sulhunun hemen başında, İstanbul'un içine düştüğü şekil ve
durum, hükümetin zihniyeti, ahalinin davranışındaki ruh hâli bir dereceye
kadar kendini gösteriyor: Sultan Mahmud; sadrazamın, mukavemet imkânı
bulunmaması hasebi ile lâzım gelecek işlerin yapılmasında muhtar bırakması
üzerine, Serasker Hüsrev Paşa ile Hekimbaşı Behçet efendiyi, müzakerelere
vazifeli kılarak ve müzakerelerin neticesi kendine arzoiundu-ğunda: "Benim
muradım, ancak şiar'ı diniye'yi yüceltmek-dir. Saltanatın gailesinden usandım.
Varın, fetvahanede meşveret edin." Diyerek, bir müşavere meclisi
yapılmasını emretmişti. Bu meclis, sulhun yapılmasını karar altına aldıktan
gayri, başkent ahalisinin silahlanmasın! da karara bağlamıştı. Lütfi, tarihini
payitaht ahalisi için alınmış bu son tedbirin sebeb olduğu döğüş kavga ve
karışıklık manzaralarını özetliyerek kaleme almaktan kendini alamamış.
"Meşveretten çıkan karar üzerine, müslüman ahalinin tamamının silahlanması
emrolunmuşsa da, böyle bütün İstanbul halkının silahlanmasında pek açık olan
mahzurlar olacağından, bir kaç gün geçtikten sonra, esnaf takımı, iş ve
güçleriyle meşgul olurken silah kuşanmasıda tenbih edilmişti. Daha sonra
esnafın istisna edilmesi hatalarından kızgınlığın üstün gelmesi, ahalinin
dedikodusunu getirmiştir. O sıralarda bazı kimselerin canına kıyılmıştı.
ŞÖyleki: yalan söyleyenlerden yirmi kadar insan bir kaçgün içinde İstanbul'un
kalabalık yerlerinde idam edildi. Halkı korkutmaya mecbur olunmuştur.
a) İstanbul ahalisinin de kefalete bağlanması, devlete ve askere
yüksek sesle karşı koyanların öldürülmesi için babı-âli'ye hatt-ı hümayun
gelmiştir.
b) Yeniçeri vakasında akan kanlar ekseriya ahalinin kanlarını
kurutmuş ve halkın gözüne çirkin görünen frenk davranışı olarak kabul olunan
ihtisab rüsumu gibi sonradan adet olmuşun taraftarı belkîde kurucusu olan
serasker Hüsrev paşa ahalinin gözünde menfur olmuş ve bilhassa islâm askerinin
mağlubiyetinden, bazı beldelerimizin istilâ edilmesi haberiyle beraber Rusyanın
İstanbul üzerine doğru gelmekte olduğu haberi: "Yeniçeriliği meydana
çıkarmak içindir, yirmibin yeniçeriyi beraber getiriyoruz." yazılarının
yayımları, ahalinin zihnini meşgul edip karıştırıyordu ve ahali arasında
dehşetli, türlü türlü düşünceler beliriyordu ve o sıralarda asılması lâzım
gelen bir yahudiyi cellâdın, herzaman olduğu gibi, etraftaki dükkânlardan
hammaliye adı altında parayı toplarken, diğer bir haydut Yahudi de bu
hammaliyeyi vermekten içti-nab eder. Bunun üzerine cellad buna bir tokat atar.
Haydut yahudi, bağıra çağıra Mahmud Paşa Çarşısından aşağı doğru koşmaya
başlar. Bu kaçışı görenler de acaba yeniçerileri tutanlar ayaklandımı
endişesine düşüp dükkânlarını kapatırlar bu endişeleri haber alan idare-i
devlet, emniyet tedbirlerinin alınmasını temin için serasker Hüsrev Paşa başda
olduğu halde tebdili kıyafet, şehrin bilhassa ticari merkezlerinde ve
esküsyanlarda kullanılan metodlar hasebiyle, meydanlar gözlem altına alınırken,
yeniçerilere eğilim taşıma şüphesini taşıdıkları kimseleri enterne etme yoluna
gittikleri gibi kimilerinin, hayatlarını nihayetlendirme yoluna gittiler.
Meselâ; Hamlacılıkyâni kürekçilik, sandal ve kayıklarda kürek çek-mekden
ayrılıp, Tuhafiyecilere Kethüda olan Elhac Ahmed Ağayı, Eminönü meydanı
ortasında, Yemişçiler Çarşısında da Kuruyemişçiler kethüdası Tavil.Mehmed
Ağay'j ki seksen Vaş civarındaydı, Divan Çavuş'u Abdi'yi CInkapanfnda ve
Balmumcular kethüdasını Zindankapfda, Kayıkçı Halil'i de, Üsküdar'da idam
ederken, çok geçmedende, Hamallar Kâhyası Şâkir'i, Kömürcüler kethüdası
Ali'yi, Taşçı Mehmed Usta ile bir arzuhalciyi ve de, hayırsızlık ithamıyla bir
kaç müs-lim ve gayri müslimin aynı akıbetlere duçar olması
yanında-Bahkpazarında bulunan Avurzavur adlı ermeninin kahveha-nesidefesat
merkezi olarak görülmüş ve yıktırılmıştır. Engelhard, bu ifadeleriyle Sultan
Mahmud'un kendi bildiği yoîu sürdürdürdüğünü, ahalininde tutumunda bir
değişiklik olmadığını ileri sürer. Fakat; bundan memnun olmadığını çıkarmak
mümkün, bir batılı, bir gayri müslim dâima cemiyetin meselelerinin çözüm
kaynağını akıldan ve daha evvel tatbik edilenlerden alıverir. Biz müslümanlar
ise, hesabını vereceğimiz kaide-i dini yenin bize yüklediği vazifelere çok
önem veririz.
Meselâ, sîzdenolan idareciye isyan etmeyiniz, tâbir-i diğerle,
alessultan huruç'a teşebbüs bizim fıkhımızda, sadece dünyevî bir ceza olmayıp
ahirete de iltisakı vardır. Padişah ise;yine dinimizin net olarak adaleti
emrederken, adaletli olmanın faziletini öyle ölçülerle medhü sena etmiştir ki,
misâl olarak bîr saat adaletle hükmetmenin yetmiş rekât nafile namazdan
efdaldir, yâni değerlidir demek suretiyle ve de Alla-hımıza daha fazla makbul
vedemergup olmak onun farz kıldığı ibadetlerin yanında, kurb-u nevafil yâni
nafile ibadetlerle kendisine, daha yakın olabileceğini Efendimiz (s.a.v) buyuruyor
ve namaz'ın ise gözümün nûr'udiye adını koyarken, ehlullah da, teheccüd
namazlarına Efendimizin "Gecenin Gelinleri" adını takdığını haber
veriyorlar.
Şimdi; adaletin bir saat rızay-ı İlâhice makbul olanının, yetmiş
rekâtlık namazdan efdaiiyeti bahse konu olunca kim adil olmaya çalışarak cennet-i
âlâyı kazanmaya kalkmaz, işte osmanlı padişahları da cihana hükmeden
tahtlarından adalet güneşinin her yerde pırıl pırıl olmasına önem vermeyi gaye
addettiklerinden dolayı dikkat ve itina ile hakkı göze-terdi ki, böyle düşünmek
dahi rızay-ı ilâhiye giden yolu aramak ve talibi olmak addedileceğinden ne
halkda isyan ne de devlette ve padişahda istikrar hattında fazla bir kayma beklenemezdi
kalmamıştı.
Sultan 2. Mahmud her ne kadar "saltanatın derdinden
usandım" demişse de, devlet idaresinide tabiiki elden bırak-mamış-tı. Halk
ise, ıslahatı kabul eder vaziyete gelmemişti. Nasıl gelebilsindi? Bir taraftan
ezeli düşman rusya ülkemizi istila etmekte ve bunu övünmeyi seven cahiller ile
şeyh taslaklarının, cehalet ve taassubu kabartırcasına, manâ verdikleri
<gâvur işlerine gösterilen eğilimden dolayı Cenab-ı Allah tarafından bize
azap için gönderilen ceza olduğuydu.
Cehalet ve taassup öyle bir illettirki, bir dediğini iki, dedirttirmez.
Bir zamanlar nasıl yeniçeriler talim'e gâvur işi deyip, silahları da uzun zaman
kullanmadılarsa, şimdi halkda, mut-lakiyet idaresinin hergün ensede boza
pişiriyorsada, yeniliklere ve yapılacak değişiklikere gâvur icadı diye
bakıyordu. Kim bilir 1244/1828 senesinde Hırka-i şerif veya bayrama-laşma
esnasında sadrazamı, başında kenarı sırma ile işlenmiş fesi yakası som
sırmalı, beyaz kumaşdan hirvani, kumaş elbise giymiş Polonya İşi klabdanlı at
eğeri örtüsü taşıyan beygire binmiş, seraskeri de sırma işleme fesli, yakası
sırmalı yeşil kumaştan bir elbise ve sadaret kaymakamına mahsus takımla
donanmış kazaskerler ise, açık yeşil kumaştan ferace ile örtülü takımlarını
terk edip, Banaluka eğeri örtüsü, eğeri ise saçaklı ve gümüş olmamak şartıyla,
hilâli göğüse yapışık atlara binmiş olduklarını görünce ne demişlerdi? Ne
dediklerini bir kaç satır sonra kaydedeceğiz. O sene yayımlanan elbise
nizamnamesinde: "Esasen müslümanlar giyimlerinde kullandığı elbiseleri
şer'i Ölçülere uygun giyip vücudlarını Örtecek kadarken, geçen zaman zarfında
tabi-atindaki zevk alış mevcudiyeti galebe ederek süs ve gösterişe
hevesedildi. Birbirlerine bakarak, esvaplarda ve resmi elbiselerde de hadd-i
şer'i aşılıp çeşitli israfa mübtela olundu." şeklinde kibir kabul ediliş
hakim olduğu kanaatine varılarak, elbise meselesindeki tekliflerinde şukka
(kumaş par-çası)'nın dahi kaldırılması hâlin icabındandır diye bildirilmiş
isede, bu değişiklik, dahi Sultan Mahmud'a, taassup sahiplerinin büyük buğuz
ve düşmanlıkları musallat oldu. Yine o senenin padişah alayının Rami
kışlasında olması vede ramazan bayramının tebrikleşmesinin, burada ifa edilmesi
sırasında Sultan 2. Mahmud, namaz vaktinden az önce beş parmak eninde taşlarla
süslü başlık, üzerinde sorguçlu fes ile mavi renkde kumaştan yapılmış potur,
yaka ve güneş sembolü kıymetli taşlarla bezeli hirvani (bir çeşit elbise)
giymiş olarak tahta oturmuştu. Padişahın kıyafetini tarif ettikten sonra yukarıda
ne demişlerdi deyip aşağıda yazacağımızı söylediğimiz malumatın, Tarihi
Lütfi'den: 2. c, sh. 269'dan alınan satırlar ile sayfamızısüslüyoruz:
".Asakir-i zabitanında meşhurlarından Kuruçeşmeli Hasan bey ile Avni bey,
açıkça ramazanda gündüz gözüyle yeme4kyedikleri gibi diğer günahları işlemiş
olduklarından, biri İzmit'e diğeri Bursa'ya sürgün edilmişlerdir. Duyduğumuza
göre, o sırada setre-pantolon giyilmeye başlanmışsa da, henüz genelleşmemiş
olduğundan, Hasan bey ile Avni beyi giydirmişler ramazan günü Çarşıya
salmışlar. Böylece ahalinin ne şekilde tepki vereceğini ölçmeye kalkışmışlar.
Bu kıyafet; halkın gözünde çirkinlikler diye kabul olunmakla beraber, kabahati
bunlara yüklemek için oruç yedikleri bahanesiyle sürgün edilmişlerdir.
(İstidrat: Belkide, ahali bu giyim, kuşama önem vermeyince dikkat çekebilmek
için o devirde kolay kolay, rastlanmayacak olan alenen oruç yeme eylemi
gerçekleştirilip, elbiselere ahalinin dikkati çekilme provokasyonu yapılmış olması
muhtemeldir. Çünkü; Sultan 2. Mahmud aynı zamanda pek şakacı bir zât-ı
muhteremdir. M. H) Bu husustaki ahalinin hoşnutsuzluğu ulema sınıfınca da,
bilhassa taassub sahiplerince şiddetlendirilmek isteniyordu. Müderrislerden
Boşnak Mustafa adlı biri ramazan'da EyübsultanCamiin de, bu yeni elbise
tarzını benimseyenleri tekfir etmiştir. "Ahalinin ibadetten uzaklaşmasının
sayısında görülen artışın yanında hal ve giyimde, davranışlarında frenkleri
takip birbirinden aşağı kalmıyordu. İngiliz b. elçisi Haliç tersanesindeki gemisinde
tertib ettiği baloya vükelayı davet etmişti. Bunlarda yatsı namazını kıldıktan
sonra, bindikleri kayıklarla gemiye gitmişler. Tarih-i Lütfi'nin kaydına göre:
"sabaha kadar çeşit çeşit eğlencelerle vakit geçirmişlerdir." Bu
davete katılmak elbette büyük bir dedikodu çıkmasına sebeb olmuştu. Yine;
Lütfi tarihine göre, c. 2, sh. 171'de: Hemen ertesi günü Kadı'lardan Yahya bey,
Serasker Hüsrev Paşaya ziyafetten sual ettikte: "Çok kısa zamanda bir çok
şey yapmayı bilmişler. Biz bunları bir ayda tanzim edemeyiz. Çare ne? Devletçe
bir şey oldu. Gidilmesede olmaz, kaşık, çatal gibi bazı mekruh şeylerde
vardı." Şeklinde cevap verip tavır almış isede Yahya bey'in: "süslü
çatal ve kaşığı padişaha arz eden ve böyle şeylere alıştıran kendisidir"
demiş olduğunu vaka-nüvis Esad efendi kayd etmiş bulunuyor. Aradan beş-on gün
geçmeden Fransa b. elçiside mükemmel bir balo tertiplemiştir. Bu baloya
davetli olan zevattan bazıları katılmadı. Şuraya pek dikkat çekici ve tarih
bakımından değeri büyükçe bir kayıt daha alalım: "Sultan Mahmud, ülkesi
o!an Avusturya'ya gitmekte olan elçilikten Husar isimli birisine, bir kaç kat
elbise sipariş etmiş. Husar, bu siparişi ülkesinde imparatora arzettiğinde,
imparator bundan pek memnun olmuş, onaltı sandık dolusu elbise göndermişti.
Ancak bu sandıklar meydana çıkarılmamış korumaya alınmıştı. "Hakikaten,
hükümet bir taraftan istibdadını elden bırakmıyor, öte taraftanda yeni
anlayışı harekete geçirecek hazırlıkların başlangıcını hazırlamaktaydı.
Yabancılar ile temasımız çoğalıp avrupa usûllerine eğilim bir hayli
fazlalaşmıştı. Çeşitli ilim ve fenlerin ve yeni muamelelerin elde edilmesi
için, yüzelliye varan müslü-man çocuğun avrupaya gönderilmesi tasarlanıyor,
tibhene-den, enderun ağalarından, seçilecekler ve gönderileceklerin listesi
meydana getirilmişti. Ne varki halk bu teşebbüsü pek-deçirkin bulmaktaydı.
Hattâ devletin tarihçisi; bu duruma va-kıfolması lâzım gelirken bu bölümün baş
tarafında adı geçen Esad efendi: İlk yollanan talebe harb okulu mühendishane
talebeleridir, diyor. Daha sonra gerek tıbhane gerekse enderun talebelerinin
gönderilmesinden vaz geçilmiştir. Biz bu sa-hifelerde, kendi prensiplerini muhafaza
etmek şartı ile ıslahata gitmek isteyen bir hükümdar ile çevresinin bunlara
karşı, milletin bireylerinin vaziyetlerini taayyün eylemek emelinde olduğumuz
için her iki tarafın bize garib görünmekte olan teşebbüslerini ve
anlayışlarını topluyoruz. Bu teşebbüslerin ve anlayışların kalanlarına
eriştiğimiz zaman, tarihin kaydettiği olaylar hususunda, sosyolojiye vermesi
gereken ehemmiyet bir kat daha açıklığa kavuşmuş olur. Yazılan olayda arızalı
yerlerde, derme çatma şeylerden yapılmış gayri muntazam durak yerlerini
andırır. Fakat çeşitli yerlerde duraklayıp, istirahat fikri de bir tehlikedir.
Sultan 2. Mahmud; sık sık adaletle ilgili emirler yayımlıyordu.
Bunlarda: "Usûl ve adetlerden alışılmış olanlar hariç, türlü ad ve
bahanelerle fakir ahaliden para alınmaması, vezirler ile mirmiran ve
memurlardan kim olursa olsun yollarda sudan başka yem ve yiyeceklerini kendi
paralarıyla temin edip, ahaliye zulüm yapılmaması" şeklinde, şiddet dolu
tenbihlerde bulunmaktaydı. Bu arada hristiyanlannda nakkaşlık yapmakta serbest
oldukları, Rusya ve Yunan meselelerinden dolayı bekaya da kalıp çoğugayri
müslimlere ait vergi borçları olan 30 bin kesenin af olunduğu İlân edildi.
1237/1821senesinde Takvİm-i Vekayi'nin çıkartılmasına dair,
yayımlanan hatt-ı hümayun, osmanlı ülkesinde matbuat adına kurulmuş heykel
mesabesinde bir müjde dense yendir. Lütfi Tarihi bundan bahsettiği sırada:
"Medeniyetin usûllerine ait hususları halka haber vermek için, zamana dair
vukubu-lan olaylardan bahs ve seneliği 120 kuruşa takvim-i vekayii adı ile
haftalık türkçe yayımlanan bir haber organının basımı başladı." demiş,
adının da Sultan 2. Mahmud tarafından verilmiş olduğunu açıklıyordu.
Takvim-i Vekayii bir çeşit resmi gazete olarak yayımlanmasından
başka birde, "Takvimhane" adı verilmiş bir matbuat dairesi meydana
getirilip, hizmete sokuldu. Bu daire önceki serasker kapışma yakın, eski
matbaa-i amirenin yanı başındaki köşede bulunan konak olup kapıcıbaşı Musa
ağadan 500 keseye alınma yoluna gidilmiş ve takvimhane nazırlığına Mekke
pâyelilerden, vakanüvis Esad efendi tayin olundu. Cllemadanda Karsizâde Cemâl
efendi musahhih, iç haber ve ilimlerini vermeye amedi hulefası mensubundan olan
Sârim efendi, askeri meselelere ait ilimle, haberlere Hüsrev pa-şa'nın divan
kâtibi Said bey tayin buyruimuşlardır. Bu gazete vükela yâni, bakanlar kurulu
üyelerine, komutanlara ve ileri gelen memurlara, anadolu ve rumeli bölgelerinde
bulunmakta olan muteber kimselere, ayanlara, ecnebi sefaretlere her-hafta
dağıtılırdı. Baskı sayısı beşbin tane civarındaydı. Takvim-i vekayii'n ilk
nüshasında yayımlanan, giriş yazısında durum ve olayların, hükümet üzerinde
hasıl ettiği tesirlerin çeşitliliği ile yine halk ile hükümet arasında, ortaya
çıkmakta olan ihtilafları yok etme ve hükümetin yapmış olduğu çalışmaların
doğrudan ahaliye haber vernek lâzım geldiği arzusunu itiraf saymak mümkündür.
Öte taraftanda yukarıda sözünü etmiş olduğumuz vekayi'deli mukaddeme yâni
giriş yazısı, basındaOsmanlı devletinin ilk defa kendisini gösteren hâli
olması münasebetiyle bu yazının tarihi siyasimiz bakımından da önem taşıdığı
inkâr kabul etmez. Bu mukaddeme'yide aşağıya, manâyı bozmayacak şekilde
sadeleştirme suretiyle alıyor ve sayfamızı süslemiş oluyoruz:
Takvim-İ Vekayii Mukaddemesi
Tarih denilen ilm-i fen, bu dünya hayatında vukubulan halleri
vakti ve zamanı içinde tesbit ve anlatmaya çalışmaktan ibaret ve de, geçmişten
ahaliye hisse çıkartacak bilgiler ulaştırma vazifesini üzerine almış yoldur. Bu
ilmin faydası o kadar da fazladırki, hattâ bazı âlimler, tarih ilmi, devletin
kanunlarını hafızada tutan, milletin ahvalini lâyık olduğu vacibi-yet
derecesine yakın bulduklarımda açıklamaya kadar gitmişlerdir. Meşhur
yazarlardan "Lâmiye" adlı eserin şârihi, Safdi'nİn söylediği gibi,
Abbasi devleti döneminde h. 422/1030 senesinde halifeliğe getirilmiş bulunan
Kaim Abbasi devrinde, Hayber yahudileri neslinden bazıları, güya dedeleri ve-
sonraki nesilleri, Hayber fethinin hemen ardından yazılmış ve haraçdan hariç
tutulduklarını belirten ve Hz. Al-i'yül Murtaza'ya ait olduğunu ileri
sürdükleri bir yazıyla, şahid olarak da Saad ibni Muaz ve Hz. Muaviye'yi
gösterirler. Bu yazı sayesinde de, divandan senette yazılanların yerine
getirilmesini talep ederler. Halife kendisine ulaşan bu talebe karşılık, derhal
icabet karan verir. Ancak bu talebin bir nüshasını gören o devrin
reisülküttabı makamında bulunan Ebul Kasım bin Mesleme adlı zâta, bir şüphe
gelip bu sırada tarihçi olarak nam yapan Hatibi Bağdadi'ye iddiaya senet olan
kâğıd gösterilir. Tarihçi Hatibi; bu senet sahih değildir, çünkü "Hayber
kalesinin fethi h. 7. senede, gerçekleşmiş, Hz. Mu-aviye'nin ashabdan sayılması
h. 9. yılında vukubulmuş Saad hz. leri ise, h. 5. yılında ahirete intikal
ettiğiiçinde bu tarihlerdeki uygunsuzluk, senedin sahih olmadığının delilini teşkil
eder." cevabını verir. O yahudiferde bu ispata karşı bir cevap
verememişler. Kâğıdın düzme olduğunu itiraf etmişlerdir. İşbu nakledilen
rivayetteki husus, tarih ilminin pek lüzumlu olduğuna şahadet eden kuvvetli
bir delildir.
Bu bakımdan eskiden islâm devletlerinde ve diğer devletlerde bu
ilime itinaya gayret gösterilip, müfessirlerden ve ha-disçilerden İbni Kesir,
İmam-ı Suyuti, İbni Cevzi, Kadı Beyza-vi ile İbni Haldun gibi büyük zevat ve
hükümlerde dirayet sahibi, tarihler kaleme almışlardır. Buna bağlı olarakda,
Osmanlı devletininde büyük dikkat, itina göstererek, önceleri şehnameci
adıyla, daha sonra da vakanüvis denmek şekliyle kurulan makamlara bağımsız bir
şekilde, tarihin yazılması görevi verilmiştir.
Bu yazılanlar üzerinden, otuz yıl kadar geçince bastırılıp, halkın
okuyup öğrenmesi eskiden beri yapıla gelmiştir. Na-ima, Raşid, Subhi ve İzzi,
Vasıfın tarihleri bu söylediklerimizin şahididir. Lâkin, kötü vakalarınmeydana
geldiği zamanda neşir ediş ve duyuruş, hakiki sebebin, gizli kalması gerektiğinde
insanın tabiyatında var olan, hakikata varmak, bilmediğine itiraz etmek üzere
cibilliyet taşıması yüzünden, ortaya çıkan bunca iç ve dış işlerede ait
değişikliklere ve diğer durumlara, devlet erkânının hayal ve hatırına gelmemiş
büyük muammalar gibi, çeşit çeşit manâlar verileceği malumdur. İşbu kıylü kaale
sebeb olacağından nâşi, halkı da birmiktar mazur tutmak mümkünse de, bu
vaziyeti cahilane dedikodu yapanlara hesap sorulmağa ve ithama sebeb
olacağından aslı esası olmayan hususlarda devletin, bütün tebasının huzurunu
bozacak, güçlü görüntüsünü giderecek bir şeydir. Beldelerde yaşamakta olan
ahali pek vahim vesvese ve kötü zan dağdağasından, kurtularak bu yüzden
asayiş-i umumi-yenin, seçme ve büyük padişahlardan olan Sultan 2. Mah-mudun merhametli,
şefkatli idaresi halkı malâyaniden kurtararak, iyi bir şekle koyması mümkün
olmuştur. Bu hususlar babıâlideki meclis-i meşverette, vezirler İledevlet
adamlarıyla konuşulduktan maada, şurâ'ya vazifeli âlim ve memurlarla da
müzakere edildi.
ülkenin dış ve iç meselelerine ait işlerde hiç bir gecikme
yapılmadan hakiki sebebleri ve icabat-ı zaruriyi bildirmek suretiyle halka
duyurmak böylece, ahali hakikatin tamamına dair bilgi sahibi olup, eskisi
gibide kimilerinin çıkardığı, asılsız esassız sözlerden çıkardığı manâlara
kulak vererek ızdıra-ba duçar olmayacakları pek açık olmak üzere görülecektir.
Ayrıca bütün fenlere ve ilimlere, erzak ile mallara velhasıl ticarete ait
maddelere de neşriyatta yerverilecektir. Padişahımız efendimiz, merhameti ilede
tebaasının her halini düşünen asilâne davranışıyla emir vermiştir. İstanbul'da
mevcud olan basımhaneden, başka bir basımevi daha yapılması kararlaştırılarak,
meydana gelen vakaları çeşitli lisanlarda basarak neşredip duyurma, padişahın
isteği oiarakdave yüksek müsaadeleri dairesinde, İstanbul'da tab olunarak
basılan daireyede, Takvim-i Vekayiname-i Amire adı verildi. Mekke payelilerden
vakanüvis şeyhzade Esseyid Es'ad efendi nazır, babıâli'den idari işlere ait
vukuat ve bab-ı seraskeri'den askerlik ile alakalı meseleler için, her gün
özet yapılarak habe-rinâzır tarafından verilmekde hizmetine esas vazifelerine
zarar vermemek şartıyla, amedi kaleminden elan küçük evkaf hocası Sârim
efendi, vazifesi dolaysıyla seraskerlik de bulunan hacegândan valide
kethüdasızâde Said bey tayin olunmuştur.
Tâbi olunacak emirler ikiye ayrılmış olup, bir kısmında
içişlerinde resmiyeti olan ve devlete ait meselelere aid olan vakaların
basımına, ikinci kısmı ise; resmiyete dayanmayan dışarıda bulunan kaynaklardan
alınan bazı haberleri, sanayi ve ticarete dair olan bilgileri kapsayanları
vaktin icab ettiği hal ve vakit dünya aynasında yüz gösteren işlerin
yazılmasi-nada, müsaade verilmiş bu bilgilerden istifade etmek iste-yenlerede
yıllığın 120 kuruştan almabilinmesine ruhsat verilmiştir. "İşte böylece
1247/1831 senesinde, Osmanlı matbuat hayatı başlamış, ahali ile devlet arasında
bir haberleşme kapısı açılmıştı. İşkodralı Mustafa paşa isyanını takip ve görünüşte,
ihtisap usûlünün tatbikinden çıkan Şam meselesi ile Mısır'da Kavalalı Mehmed
Ali paşa hadisesi yavaş yavaş İs-tanbulda görülmeye başlamış olan batı usûlüne
eğilimin teşebbüslerine şahid olunmaktaydı. Bilhassa Kavalalı hadisesi
büyüdükçe İstanbul daha çok sarsıntıya maruz kalıyordu. Kavalalı Mehmed Ali
paşa, ordu vedonanma kuruyor, Mısır'ı büyük bir ticaret merkezi haline
getirerek yüzmilyondan fazla gelire, sahip bir devlet şekline yükseltiyordu.
Osmanlı devleti gibi koca bir imparatorluğun içinden, o devletin dahi sahip
olamadığı, medeni şekilde yaşamakta olan bir bağımsız devlet çıkarmağa
uğraşıyor, başka bir deyimle de padişah, ken-
A\ kölesine, valisine mağlup oluyor, Mehmed Ali, avrupa ve
bilhassa Fransa ile İngiliz basını yardımıyla, maksadını temine gayret
sarfediyordu.
Bu vaziyet, bize avrupahalkının düşüncesini paylaşarak onları
kazanmaktaki kuvvet artışımızı ihsas etmiş oluyordu. Sultan Mahmud, Nizip'de
aldığı mağlubiyetin acısını bizatihi nefsinde hissetmişti. Rusya'nın uzatmış
olduğu himayeci elini Hünkâr iskelesi antlaşması adı altında yakalama
mecbu-riyetinedüşmüş oluyordu. Kendisinin bir valisinden, eski düşmanına
dehalete mecbur kalıyordu, ne yazık!
Tanzimat-I Hayriye'ye Açılım Mı?
Tanzimat-i Hayriye: Sultan 2. Mahmud, meşrutiyete doğrumu gidiyordu?
Padişahın her iradesinden tenbelliği görünmekteydi, biritirafname, adalet
fermanları, adi emirlerden sayılan, Sultan 2. Mahmud'u halk ve taassup
karşısında, iyi göstermeyen vakaların bazıları, bir kısım işlerinin ve teşebbüslerinin
faydalıları, Reşid paşanın memuriyetinin ilk dönemi: devleti âliyede yegânebir
devlet adamı ve siyasi yetişi-yor-Padişahın resmi meselesi ile resimi asma
alayı, bunun tesiri-Paris sefiri Reşid Bey'inesas vazifesi: Devleti âliye eski
tarzı terk ediyor, Maliye nazırlığı, divan-ı ahkâmı adliye ve dârüş şurâ-İ
babıâl-i meclislerinin tertibi ve kurulmasi-Engel-hardın dediği iki meclis. Bu
meclislerin tertibi, kuruluşu, hariciye vede dahiliye memurlarının
biribirlerinden ayrılması-Rütbelere dair, yeni teşrifat-Ziraat, sanat ve
ticaret meclislerinin kuruluşu-Memura maaş-Feragat ve intikale dair yeni
nizam- Rüşdiye okullarının kuruluşu Sultan 2. Mahmud'un vefatı. - Türkiye ve
Tanzimat adlı eserin yazarının: "Kendi te-basının lanet ve nefretine duçar
olan Sultan 2. Mahmud, bir ara şiddetini azaltarak, daha yumuşak davranmaya
başladı.
Devletin işlerini yainız başına idare etmekten bir anda vazgeçti.
O karan verene kadar, dışişlere ait evraklar saraya gelmekteyken yayımladığı
bir emirle bundan böyle babıâlİ-ye, reisülküttap efendiye yâni dışişleri
bakanına gönderilmesini bildirdi. Öte taraftan adetâ kendisininde
selahiyetlerinin ortağı mesabesine gelecekiki meclisin kurulmasına müsaade
etti. Bu tarz idareyi, hükümdarın mutlak hâkimiyetine karşı bir ademi
merkeziyet idiki yâni merkeziyet idaresinin terki sayılabilirdi.
Diğer bir tabirlede meşrutiyet görüşüne kapı açma şeklinin
başlangıcıydı." Sözlerindeki ifadeye bakarak bunları tarih sayfaları
içinde araşdiralım. Hakikaten Sultan 2. Mahmud'a harici ve dahili işlerin
çokluğundan nefret etmekten ziyade bir tenbellik gelmişti Tarih-i Lütfi'de yer
alan iradelerinde hemen hemen hepsindeki halet-i ruhiyesi bunu gösterir.
Mutia-kiyet, emru irade zamanlarında kendisini mesuliyetsiz saydığı zannına
kapılsada, yayımlanan emrü irade tatbikata girip kötü netice verdikçe
kendisinden daha mutlak ve müstebid kesilmiş olan bir başkasının, yâni hâkim
olmak istediği umumi düşüncenin karşısında, mesul sayıldığını bütün şiddetiyle
anlar. Onu bulunduğu vaziyetten ancak halk önünde mükafatlarla taltif ettiği
ve başına toplamış olduğu taraftar kitlesi kurtarır. Biz burada, sosyal
felsefeye girişmekten ziyade, tarih sahifeleriyle maksadı açıklamaya
çalışacağımızdan, 2. Mahmud'un 1246/1831tarihinde Diyarıbekir valisi Ebu La-bud
paşanın azli münasebetiyle babıâli'ye gönderdiği iradeyi buraya alarak, samimi
bir itirafname olan İfadesini nazarı dikkatle sunuyoruz:
İrade-İ Senıye Sureti
"Yalnız Ebu Labud paşanın defedilmesiyle anadoludan zülüm
kalkmaz. Anadolu ahalisinin hali pek yamandır. Fakirlerin vaziyeti böyle iken
devleti âliyemiz belâlardan kurtulamaz. İşte çekilen zorlukların ve meşakkatin
bütün sebebi fukaranın feryatve figanıdır. Sen ve memurların başbaşa verip, bu
mezalim ve taarruzun hafiflemesi ne şekilde mümkün olabilecekse tedbiri
çaresine gayret edesin. Fukaranın, refah ve asayiş durumu düzeltilmedikçe bütün
işlerin sarpa saracağı açıkça görünüyor. İştehakiki sebeb mezalimden çıkıyor."
Sultan 2. Mahmud bu iradesiyle, anadoluyu yakıp kavuran mezalimin karşısında
dikilmiş, sessizce bir heykeli seyreder gibi memleketin durmunun idraki içinde
olduğunu itiraf ediyor.
Halbuki <tarihindede pek güzel yazdığı gibi> o zamanlar
zulümlerin defedilebilmesi için ismi var, te'siri yok hükmünde olan ve depek
bilinen <adalet fermanlarından başka alınacak bir tedbir bulunamıyordu. Bu
fermanlar, artık bir adi emirler hükmüne girmişti. Mülki idarenin esaslı bir
metin üzerinde olması, zararları ispatlanmış İltizam-ı memalik usûlünün
devamı, bu neticeyi getirmişti. Bir de, bu fermanları götüren memurların yol
masraflarını ve sürdükleri hayvanların, ücretleri ve haber verme ücretleri
fukaranın sırtına yüklenmiş olduğundan, zulûmü'öef için alınan tedbirler başka
bir sıkıntıya sebeb oluyordu. Sultan 2. Mahmud'u mutaassıp halk karşısında
hatalı gösterennüfus sayımı, gayri müslimle-rin mabedierinin tamir yapımına
müsaade, Hocapaşa ile Ci-bali gibi pek büyük yangınların çıkması, fes'in
yayılması, gibi haller ile Mısır meselesinin aldığı vaziyet, ezeli ve ebedi
düşmanımız olan Rusya ile yapılan antlaşma, Sırbistana imtiyaz verme durumuna
düşme, Yunanistan'ın bağımsızlığının tasdiki gibi vaka aralarında birinci defa
olarak, İstanbul'dan İzmit'e kadar bir posta yolu yapılmış, padişah tarafından
bizzat açılışı yapıldı, İstanbul'dan Edirne'ye kadar başka bir yolun yapımına
başlanması, Anadolu, Rumeli taraflarında yedek asker teşkilatlarının
kurulması, geçiş nizamnamesinin tatbiki, mekteb-i harbiyenin tamamlanması,
ilmi, askeri ve erbab-i kalemin, rütbelerinin bir nizama bağlanması, iftihar
nişanlarının verilmeye başlanması, bunların vezir, vükelaya verildiği gibi
patrik ve hahambaşılarına verilmesi," Paris, Londra ve Viyana'ya kalıcı
sefirler gönderilmesi, babıâli'deki tercüme kalemi'nin kurulması gibi,
İcraatlar ve faydalı teşebbüslerde yapıla geliyordu. Fakat bu dönem içinde en
mühim olan Reşid bey gibi bir zât'ın ortaya çıkmasıdır. Bu zatsa, geleceğin
Büyük Mustafa Reşid Paşasıydı.
Batı Tarzında İşler
Sultan 2. Mahmud'u ahali gözünde hoş göstermeyen hâllerin başında
batı tarzında her şey kabul görüyor, anane ve yerleşmiş olan herşeyde bir
değişime koşuluyordu. Meselâ; askerî ve mülkî idareden bazılarına padişahın
resmi gönderiliyor bunun asılması isteniyordu, ki devrin tâbiri ise resmin
duvara talik olunmasiydı. Bu mevzuda Lütfi Târihinin, 5. sh. de şu tafsilat
hayli dikkat-ı câlibdir: "Yeni mülki ve askeri nizama itina
edildiğisırada alafrangaya dâir bazı hususların yerine getirilmesi düşünülme
ve faaliyeti ise görülmeğe başlanmıştı. Bu icraatın içinden sayılan padişahın
resmi, askerî ve-de mülkî dâirelerin duvarlarına asılması için gönderilmeye
başlandı. Resmin asılmasıiçin, görmeğe pek değer olan, büyük gösterişlerin
sergilendiği resmi geçidler yapıldı. Komutanlar ve subaylar nişanlarını
takmışlar sırmalı resmi elbiselerini giymişler, sabah erkenden de Hassa müşiri
Fevzi Paşa silahhanesinde toplanarak, yeni çıkansancaklı sandallarla gelen bir
tabur bahriye askeri, iki taburhassa askeri, üç'er kıta top ve mükemmel mızıka
ile Beylerbeyi sarayı arkasında ve bir taburu Nuh kuyusu caddesinde ve iki
taburu Mehmed paşa köşküne harbiye taburu içkışlaya ve altı kıta top ile bir
alay süvari Haydarpaşa sahrası, üstüne, bahriye taburu Bağ-larbaşında mükemmel
top ve mızıkalarıyla beraber iki sıralı saf halinde saygı selâmı ve saraydan
kışlaya kadar, kırkar adım fasılalı süvari ve piyade karakolları resmi bekler
oldukları haldekomutan ve subaylar ata binmiş ve altmış kadar nefer ve
çavuşlar yürüyerek, önde olarak resmi taşıyan pay-tonun binek
taşınayanaştırılmasıyla, konulacağı yere asmak üzere, hassa feriki Fethi paşa
ile Haremeyn mutasarrıfı Nuri paşa, gerek hassa ordusu, gerekse Mansure-i
Muhammedi ordusu müşirleri paytonun önünde, kurenadan İzzet bey ile serasker
Hüsrev paşa arkasında olduğu halde Selimiye kışlasına gitmişlerdir. Padişah
merasim kıtasını seyretmek için, deniz yolundan kışlaya teşrif eylemişti.
Yolculuk sırasında, tabur ve alayların hizasına gelindiğinde, mızıkalar
eşliğinde resmi selâm ve hürmet yapılarak, kışlaya yakınlaşıldığında vezirler
ve komutanlar atlarından inerek padişah resmini alarak, hazırlanan yere
konulduğunu ve kurbanlar kesildiğini, arkasından Aziz Mahmud Hüdayi tekkesi
şeyhinin ellerini kaldırıp dua ederek, Sünbüliye tarikatından meşhur
meşa-yihlerinden Yûnus efendi fatiha çektiği görüldü. Hemen 21pare top atılmış
ve ihtiram duruşunun nöbet atışı olarak, bir miktar tâlim yapıldıktan sonra da,
resmin önünden mevcut asker geçirilmiş ve o akşam Selimiye kışlasının içi,
dışı kandillerle donanarak, havayada fişekler atılmıştır. Bir kaç gün sonra
babıâliye gönderilen resim alayı da, görülecek şeydi Resmin asılması o devrin
mutaassıp kimseleri nezdin-de pek fena telakki edilmiş, her günden güne
itirazların tevi-lâti, hâttâ Arabistan bölgesinde kötü tefsire sebeb oldu. Sultan
Mahmud'unvefatmdan sonra bu resimler kaldırılmıştır.
Tarih-i Lütfi'ye göre Paris'e kalıcı sefir tayin edilmiş bulunan
amedi divanı hümayun Reşid bey'İn esas memuriyeti: 'Devlet-i âliye aleyhine
olarak, Yunanlılarla Mısır valisi Men-med Ali paşa'nın, avrupa gazetelerine
yazdırdıkları isnadatı cerh ettirerek avrupa efkâr-i umumiyesini lehine imale
etmek, onun için bir tarafdan sefirler ile münasebet ve sohbetlerde bulunarak
diğer taraftanda devlet-i âliyenin eski usûlü terk ederek, avrupaya tatbik
etmeğe başladığını, yayınlayıp duyurmak, bunlardan başka zamanın en mühim
meselelerinden olan Mısır meselesi hususunda, Mehmed Ali Paşanın kuvvetinin
kırılmasıyla, Cezayir'in geri alınmasına çalışmaktı.
Esasında Osmanlı devletinde eski usûlü terk etmek niyeti arasıra
tatbike konurdu. 1253/1837'de maliye nezaretinin kurulması ve mühim olup, yine
aynı senede ahkâm-ı adliye ve şurâ-i babıâlİ adlarıyla iki meclisin kurulduğunu
görüyoruz.
Engelhard'm "adetâ hükümdarın hukuk ve selahiyetine, iştirak
edecek surette iki meclis" dediği bu adı geçen meclislerdir. Bu bakımdan
elde mevcut malumata göre bu iki meclisi tahlile alalım: 1252/1836'da Sultan
Mahmud, askeri işlerin müzakeresinde kolaylık temini için babıseraskeride,
Dâr-ı Şurâ-i Askeriyye adı ile bir meclisin toplanmasını emredip, özel bir
daire yapıhpda içi de döşenmiştir. Bundan başkada, "Mesalih-i ibadm bizzat
rüyet ve tahkiki ve verilen arzuhaller iie, evrakı sairenin mütalaa ve tetkiki
meyamnda huzur-u sadrazamVde mutad olan dîvân tertibi usûlü bir zamandan beri
metruk kaldığı halde, mezkûr usûlün ihyası.," dahi tatbik mevkiine
konulmuştu. Bu pek defaydalı teşkilat, iki meciis halinde ve daha geniş hale
getirildi. Bu hususta aşağıya aldığımız Tarihi Lütfi'deki ibareler dikkatle
okunmalıdır: "müşavere hususundaki şartların daha önceki vakitte
ehemmiyyeti padişah tarafından takdir buyurulmuştur. Tehlike derecesi yükselme
istidadı gösteren, istibdad anlayışının birinci derecesi de, kendini
göstermekteydi. Devlet idaresinde yalnız başında nefsi ile başbaşa idare tarzı
sergilerken, hiddet ve şiddete bağlılığı müsaid gibi görülmüşkende, pek gönül
alıcı meziyetleri ile devleti, hami^etkârane davranışlarla ilk defa ve devamlı
olmak anlayışıyla Gülhane'de, Ahkâm-ı Adliye ve Babıâli'de, Dâr-ı şur'â-i
babıâli isimleriyle, iki tane müşavere meclisi ve bunlarca kullanılacak
nizamnameler icabınca devlet ve milletin işlerinin o meclislerde, müzakere
olunup çare olucu kararlar alınmadıkça tatbike geçilmemesi hususunda, irade buyrulmuştur." Pek açık olarak
görülmektedir ki; Sultan 2. Mahmud, mecburiyetten istibdad idaresinin kendine
vermiş olduğu, geniş selahiyeti daraltmıştır. Bu mecburiyetde, avrupada tatbik
görmekte olan siyasi ve idare ' işlerdeki değişikliği görmekten dolayı idi.
Ayrıca istibdad idaresinin bütün boyutu ile zarar verici neticelerinin Cezayir,
Mısır, Romanya, Sırbistanla A^ora gibi merkezlerde görülmekte olduğuydu. Çünkü
buralarda görülen ihtilâl emareleriydi. Alınan tedbirler bu emareleri değil
ortadan kaldırmak-tam tersi netice vermesi, başka hususlardan kaynaklanmıştır.
Bu kaynaklardan biri, iç yapıda idareye karşı bir nefret hissininortaya çıkmış
olmasıdır. Şurâ-i devlet taslağı, bir parça daha yontulup, yeni bir tarz-ı
makbule haline giriyordu. Ahkâm-ı adliye adı verilen meciis-i müşavere kurulana
ilkönce dahil olan zevatın isimlerini buraya dercedelim: Reis: Eski Serasker
Hüsrev paşa Aza :Eski kazaskerlerden Emin-beyzâde Abdülkadir bey ":Evkaf
Nâzın Ziver efendi.
Hüsrev paşa: Yan başlık olarak adını belirttiğimiz zat, 3. Selim,
2. Mahmud ve Abdüîmecid hân devirlerinin sadrı-azamlarından biridir. Abazadır.
Çok küçük yaşta enderunu hümayuna alınmış ve orada saray terbiyesi almıştır.
1206/1792 tarihinde kaptan-ı derya Küçük Hasan paşa ile saray-ı hümayundan
çıkıp, kaptanpaşayamühürdar daha sonra kethüda olmuştu. 1216/1802 yılındada
mirmiran rütbesinde olarak, Karahisar'a vali oldu. Aynı sene Fransızların
Mısır'dan kaçırılmaları üzerine eski sadrazam Hurşid Paşa maiyetinde iken,
Mısır'a gelmesiylede İskenderiye muhafızı olmuştu. Mısır kölemenlerinin çıkardıkları
karışıklıklarda ve Mehmed Ali'nin fitnelerini bastırmağa muvaffak olamıyarak,
valiliği bırakıp dönmüştü. Sonra; Resmo, Selanik, Bosna, Ib-rail, Bolulu
valiliklerinde, 1226/181 l'de kapdan-ı deryalık^ da, bir müddet şark
seraskerliğinde ve 1238/1822'de 2. defa kapdanı deryalığa 1252/1836'da
ihtiyarlığından tekaüd edil-
1837'de Ahkâm-ı adliye meclis reisliğine 1839'da, Sultan
Abdüîmecid tahta çıktı 184l'de rüşvetle suçlanmış sada-retden sürgüne
gitmiştir. 1854'de doksanbeş yaşında olduğu halde ölmüştür. Tâlim icadı bizde
bu zata izafe edilir. Fes giyilmesinin önderidir, azalar:
Sabık Defteremini Said Muhib efendi "İhtisab Nâzın Hüseyin
Faik efendi "Duhan gümrüğü emini Mustafa Kani bey 1. Kâtib; Çavuşzâde Atıf
bey 2." ":Kapı kethüdalarından Muhsin efendi Dâr-uş Şûra-i babıâli
meclisine dahil zevat: Reis :Bağ-dat eski valisi Davut paşa Azalar: Erzurum
eski Müşiri Es'ad paşa" :Kadıaskerlerlerden Çerkeşli Mehmed efendi
":Topha-ne eski Nâzın Arif bey " :Tenkihat (Bütçe) defteri memuru Ali
Raif efendi " :Eski ruznamçeci Salih efendi " :Harbiye eski Nâzın
Lebİb efendi 1. Kâtib:Eski mektupçulardan Nasır efendi 2. ". :Dahiliye
eski nâzın Akif efendi Yukarıdaki listelerde adları bulunan zevat, 1255/1840
zilhicce/27'de Cuma günü hırkai şerif dairesinde, şeyhülislâmla vazifeli
vezirler toplanmış yapılan duanın ardından şeyhülislâmca yemin törenleri
gerçekleştirilmiş, arkasından hep birlikte padişahın huzuruna gidilmiştir.
Sultan 2. Mahmud da İngilizler ile yaptığı ticaret antlaşmasında bulunan,
tekel idaresinin ve inhisar usulünün kaldırılmasına adeta serbesti'i
ticariye'yi ilân eylemiş daha sonra ki senede Rauf paşayıda başvekil ünvanıile
işbaşına getirerek, avrupa biçimi bir bakanlar kurulu teşkil etmeye
çalışmıştır. Bu hususta çıkardığı hattı hümayun'da, Akif paşanın
hastalığından'*dolayi, devlet işlerine layıkı ile bakamamakta olduğunu ileri
sürer. Başvekil unvanıyla sadarete getirilen Rauf Paşa hakkında Ahmed Rasim şu
biyografiyi önümüze koyarak diyorki: "bu paşa 2. Mahmud ve Abdüîmecid
hân devirlerinde, beş kere sadarete getirilmiştir. İstanbulludur. 1194/1780'de
doğmuştur. 1276/1859'da yaşı sekseni aştığı olduğu halde vefat etmiştir.
1222/1807'de sadaret mektupçusu, 1224/1809'da süvari mukabelecisi,
1226/1811'de, rikab-ı hümayun kaimmakami 1229/1814'de şıkk-ı evvel defterdarı,
1130/1815'de 1. sadareti, 1233/1818 senesinde azil olup, Sakız adasına sürgünü,
1237/1821'de şark seraskerliği vede Erzurum valiliği 1238/1822'de İran'la
yapılacak, sulh heyetine memuriyet, aynı yıl 2. sadaretine getirilmiş ve de ilk
defa başvekil unvanı ile bu göreve tâyin olunmuştur. Meclisi Ahkâmı adüye'ye
ilk defa reis olan bu zattır. 1256/1840'da 3. sadareti, 4. sü ise, 1258/1842'5.
si ve sonuncusu 1268/1852 senesinde diğer sadaret görevleri vukubuldu dürüst ve
dirayet sahibi bir kimseydi.
Diğer mühim bir zevatın arasında adı geçen Akif paşa: 1201/1786
senesinde Anadoluda Bozok kasabasında dün-ya'ya gelmiştir. 1263/1847'de; Hacdan
dönüşünde İskenderiye'de vefat etmiştir. 1241/1825'de amedi divanıhümayun,
1242/1826'da Beyfikçi, 1245/1830'da reisülküttab, 1251/1835'de, reislik iptali
üzerine vezirlik rütbesi ile Hârici yenâzırı, 1256/1840'da, Kocaeli valiliği
bir müddet sürgün edilmiş ve bu dönemi Edirne'de geçirmiştir: Meşhur Tabsıra
adlı değerli eserin müellifidir, "Tıfıl Nazeninim" adlı manzumesi
meşhurdur. Bu iki zâtın kısa biyografilerinden sonra 2. Mahmud'un yeni anlayış
ve yeni yaklaşımla İlgili icraatnı tahlil ve tenkide devam edelim.
Şöyleki: "Bulunduğumuz dönem içinde, yeni usûl kanun ve
bunları tatbike kolaylık bulmak üzere devletimizin bütün işleri, nazırlıkların
arasında taksim olunmuş böylece sadaret makammada iş kalmamışsada, yine bütün
nazırların reisi makamında bulunması icabatından olup, bundan böyle sadaret
adı başvekil makama da başvekâlet adı uygun görülmüştür. Ancak sununda
gözönüne alınması gerekirki; bir memuriyet müstakil olmayıp hizmet büyüklüğüne
göre tayin olunmuş vekilin vakit ve icabına göre her hangisine, seçilirse ona
ilave şeklinde ihale kılınmak, mührü hümayunumuz ise, eskiden sadrazamlarda
olduğu gibi başvekillerin ellerine, emanet olunarak yürütülecektir. Sen ki;çok
uzun zamandan beri, büyük işleri, saltanat-ı seniyemizde ve iki defa sadaret
makamına gelerek, sadakatini isbat, dirayetini göstermiş olduğundan bu defa
başvekâlet adlı yeni memuriyeti ve ayrıca buna ilave olarak da dahiliye
vekâleti tevcih edilmesi kararlaş...
Başvekâletin teşekkül ettirilmesi, devlet işlerinin nezaretlere
tevzii suretiyle Sultan Mahmud, genel işlerden kısaltmayı tercih ettiği
şeklinde görünüş vermektedir. İstibdad ve mutla-kiyet nâmına gösterilen bu
fedakarlık, padişahça ve devletinde üst görevlilerince yapılması gereken
ıslahatın elzem olduğunu gösteren büyük bir adım saymışlarsa da, esasta yinede
insanı emin bir adım hususunda iknaya yetişmiyor. Neden mi?
Hükümdar bir kayida bağlı olmayıp, sırf kendi fikrini veyahut
diğer ilhamla hareket ediyordu. Ancak zamanla bu adımlar geri alınsa bile
kalan izleri asla silinmezdi. Devletin yüksek memuriyetlerince husule
getirilen bu değişime, "Tevci-hat-ı mutade" adı ile eskiden beri
ramazan bayramında uygulanırken, daha sonralarıda şaban ayında yerine
getirilmeye başlanan, hiç bir memui* ve hademenin görevsiz kalmayıp münavebe
usulüyle istihdam edilmesinden ibaret olan, eski ve yanlış işlemin kaldırılması
takip etmiştir ki, bu yol takip edildiği takdirde, zaruri görülmedikçe hiç
kimse tebdil ve azi! olunmayacak demek idi. "Tevcihat-ı mutade"
denilen usûl, herhangi bir memuriyetin bir sene müddetle bir kimseye kira
usulüyle verilmesiydi.
O dönemde görevsiz yâni mazuliyet esnasında maaş alınmadığı için
böyle görev kiralamış olan kimseler, mazuliyet dönemini nasıl geçiririm
düşüncesine kiraladığı memuriyeti esnasında tutuluyordu. Yukarıda söylediğimiz
görev dağıtma sisteminin kaldırılması neticesinde gündeme gelen "terfi ve
vazifelendirme" usûlü oldu. Maaş tahsisi yâni maaş bağlanması hakkında
padişahın hattında men-i irtişa, yâni rüşvetin yasaklığından ceza
kanunnamesiyle irtibatlandırılarak memuriyet vazifesinin tayini hakkında bahse
önem verilmiştir. Bu hattı hümayunda deniliyorki: "Vekiller ve memurlar
saltanatı seniyemize bu şekille yeter derecede maaş tertibinden murad-i
şahanemiz gerek dinen gerekse aklen yasak ve zararlı olan kerih rüşvet
belasının tamamen imha vede kaldırılması devlet işlerimizin başında
gelmektedir. Kulların vede devletin işlerine garaz karıştırılmayarak,
düzenlenmesine bakılması ve böylece ülkemizin mamuriyetinide sağlama
yolu-nunfaydasından ibarettir.
Buraya hemen kaydedelim ki, 1253/1838'in mart ayına kadar
memurlar, kâtibler mâliye kasasında maaşlı değillerdi. Büyük memurlar, valiler
ile taşra memurlarının senedebir defa "boğça baha" namıyla
gönderdikleri şeylerle, teşrifatıkadi-me yâni eski usûl devlet nizamı İle
verilen atiyye ve bekletilen diğer memurların kalem kâtiblerinin hizmetleri,
iş sahihlerinden alınan kâğıd ve ilâm ücretleriyle divan-ı hümayun-kalemi,
bazı mahalli memurları zeamet hasılatıyla geçinmekteydiler.
1254/1838'de başvekil Rauf paşa tarafından vilayetlere yazılan
mektupta: "Taşralarda bulunan memurlar gurubu tarafından da senede bir
defa, vükelâ ve memurların taraflarına gönderilmekte olan Hediye baha,
maktuiyet şekline konularak, zikrolunan maaşlara karşılık, hazine-i âmireye
gelir olarak kayd olunduğundan dolaşıp gelir diyen babıâli, defterdarlık kapısı
ve bütünkalem kâtibleri memurların maaşları karşılığı olarak kararlaştırılmış
ve valilere gönderilen gönderilen mektubun son bölümündeki: "Hediye baha
karşılığı ta-raf-ı âlilerinden götürü olarak senede bir defa hazine-i âmireye
gönderilmek üzere, 1253/1837'senesi martı başlangıcından itibaren bendelerine
taahhüt ettirilerek elinden senet alınmış"kaydına nazaran ilk maaşlarbu
suretle temin olunarak devletin bütün gelirlerinin hazineimâliyesinde
toplandığı tarihe kadar durum böyle sürüp gitmeye devam etmiştir, bütün
memurların zimmetlerinde olan vazifelerini mecbur kılan talimnameler ile
beraber her memurdan çıkması muhtemel olabilecek cenaha ve uygun zamanda,
tenbellik derecesinin çokluğuna göre ceza kanunu düzenlenmesinide önceden irade
etmiştim. İşte bu rüşvet faciasından bahseden maddedeki, şiddetli
cezalandırmayı icab edecek, cezalar müzakere olunduktansonra işbu ceza kanununa
ilave olunsun.
Bu talimnameyi ve ceza kanunnamesini kararlaştırdıktan sonra,
artık hiç hatır ile gönüle bakılmayarak, her kim ve hangi rütbede olursa olsun.
Kararlaştırılan ceza, yerine getirileceği rüşveti alan ve veren cezaya
uğratılacağını bu hususta taraf-i şahanelerimizden gizîive açık tahkikat ve
araştırma yapmaktan uzak olunamayacağı bütün açıklığı ile bilinerek, Cenab-ı
Hakk' cümleyi kurtuluş yolu olan, selametten ayırmaya, amin." Bu tarihi
ifadeye göre nazırlıklar maiyetine müsteşarlar tayin olunmuş, hattâ başvekâlet
maiyetine de bir memur verilmiştir. Çok dikkat çekicidir ki; Tanzimat-ı
Hayriye'nin esası busırada konulanlarla başlamıştır. Yâni, ferman okunmadan bir
geçiş dönemi ve hazırlık safhası tatbikine başlandığı, anlaşılıyor. Meclis-i
ahkâmı adliye toplantıları, başladığı tarihten itibaren bir takım faydalı
teşekküllerin ihyasına el atmış vergi toplama meselesini sağlam bir kaideye
yerleştirme lüzumunu düşünmüştür. Meclisin düşünüsü bu vergiyi hak olarak
almak, ahaliye dağıtıp taksim etmek olmuştur.. Bunda muvaffak olabilmek için
ilk önce haber verilmiş hizmeti tahsilatını, angarya erzakla meyve için alınan
rüsumunu kaldırıyor. Vaka-i hayriyenin hemenpeşin-den zaptı muhallefat yâni
mirasların zaptı usûlününde ilgası hakkında, çıkarılmış olan iradeyi
kuvvetlendirme konusunda" fakir ve gani (zengin) hiç bir kimsenin devlet
tarafından miras kalmasına taarruz olunmamasına "ve emlâk ve arazi
ticareti kârlarına nisbetle, hali hazırda olmak şartıyla hisse sahiplerinin
paylarını, şer'i şerife göre tayin ve tevzi etmek ve Mart ayı başlangıcını sene
başı kabul ederek, sicil mahkemesince kayıt yapılıp, her şahsa bir senede iki
taksitte vereceği verginin miktarını açıklayan bir mühürlü senet" verilmesini
tatbike koyuyor.
Hattâ o sene numune olmak üzere Bursa eyaletiylen, Gelibolu
sancağından emlâkleri yazmaya başlıyor. O ana kadarda sadrazamın huzurunda
yapılan duruşmada meşihat, yâni şeyhülislâmlık kapısına naklolunarak deavj-i
nizamiyenin, deavi nazırının önünde haftada iki gün şeyhülislâmın yanında
olduğu halde bakılması, hacet sahihlerinin rikâb-ı şahaneye arzuhal vermeyerek
merciine vermeleri de ilân edildi. Karantina usûlünün konması, bu sıralarda
epeyice patırdı veitirazlara sebeb olmuştur. Babıâli'de toplanan dârüşşurâ'ya
vazifeli kılınan zamanın âlimleri karantina tatbikine fetva verdikleri halde
halkı, bu adetler frenklerden gelmiştir, gâvurlu kişidir, şeklinde cehalet
kaidelerince hareket ederek karışıklığa kıyam olunmuştur. Sultan Mahmud
çıkarmış olduğu bir iradeyle, sağlık konusunda edille-i şer'iye ve akliyeye uygunluğunu,
cevazın müsbet olduğunu, Takvim-i Vekayii'de 164. sayısında tafsilat dolu bir
bend neşir lüzumunu hissedip, icra etti. Viyanadan ecnebi memurlar getirterek
ilk önce mercii şer'iyesine eski kadılardan Es'ad efendi, işlerin tıbla ilgili
tarafınada Abdülhak molla'y*. askeri yönünede asakir-i mansure feriki Namık
paşayı tâyin ederek, ecnebilerle tıbbiye maddelerinin ve diğer hususların
müzakeresini yapmaya vazifeli kılmıştır. Şimdi de hemencik, yukarda adı
geçenler hakkında kısa bir malumatı çalışmamıza ilâve edelim:
(1) Muhammed Es'ad efendi, Sahaflar şeyhizâdeler diye tanınmıştır.
Sultan 2. Mahmud döneminde Halet efendiye mensubiyet peyda ederek 1241/1825'de
vakanüvis oldu. Daha sonra molla olup, 1244/1828'de ordu kadısı oldu, ancak o
sene azil olundu. 1247/1832'de Takvim-i Vekayi başmuharrirliğine nasb olundu.
Çok geçmeden de Takvimhane nazırı oldu. Bu münasebetle Osmanlı yazarlarınında
ağaba bası ve önderi oldu. 1248/1833'de
İstanbul payesine irtika etdi yâni yükseldi. Çok bir zaman geçmeden de İstanbul
Kadılığı görevini aldı. Arkasından Anadolu payesini ihraz etti. Bu paye ile
İran elçiliği vazifesi verildi. Bütün bunlar olurken Takvimhane nazırlığı da
uhdesindeydi. 1254/1838'de, Rumeli
kazaskerliği payesine nail oldu.
1255/1839'da meclisi vâla azalığına,
1260/1844'de bilfiil Rumeli kazaskerliğine, 1262/1845'de kurulan maarifi
umumiye nezaretine tâyin olundu. İlk maarif nâzın unvanını kullanan zatın Es'ad
efendi olduğunu beyan etmiş olalım. 1264/1847 başlarında bu nezaretin lağvıyla
az!onupmeclis-i maarif reisi oldu. <Bu sıra da nezaret unvanı, mektepler
müdiriyetine çevrilmiştir> Vefatı, 1264/rebiülahir-1848 senesinin mart
ayında vukubulmuştur. Muhammed Es'ad efendi âlim, şâir güzel yazı yazan, divan
şiirleri olan, üssüzafer adlı meşhur bir eseri ve birçok risalesi, vardır.
İstanbul'da Yerebatan semtinde yaptırmış olduğu kütüphanesinde medfundur.
(2) Abdülhak Molla; Hekimbaşı Hayrullah efendinin torunudur. 1216/1801'de talebe olmuş 1244/1828'de
Eskişehir Fenari, 1246/1830'da Mekke-i Mükerrerne kadılığına, 1249/1834'de İstanbul
Kadılığına 1252/1836 Anadolu, 1257/1841'de Rumeli kadılığına tayinedilmiştir.
1264/1848!de, meclisi maarif reisliğine geçmiştir. Tıb ilmine vukufiyeti vardı,
Sultan 2. Mahmud ve Abdülmecid hanların dönemlerinde üç defa baştabibliğe tayin
edilmiştir. Çokuzun müddet tıbbiye nazırlığında bulunmuştur. 1269/1853'de
alimlerin reisi olmuştur. 1270/1854'de ise vefat etmiştir. "Hayrullah
Tarihi" yazarının babasıdır. Bu arada da ulemadan Hekimbaşı Behçet
efendiyede bir risale yazdırıp, matba-i âmirede bastırtıp, ahaliye olsun,
askerlere olsun dağıtmaya çalışmışlardır. Padişah, her yeni kuruluşları İlk
önce ulemaya tasdike önem verir, bunda muvaffak oldukta da birmeşruiyet temin
etme zannını hâkim kılma yolunu tutması uygun bîr tavırdı. Taassuba karşı en uygun
yol buydu. Ziraat, sanayi ve ticaretin hamle yapması gerekliliğini müzakere
etmek üzere hariciye nâzın Mustafa Reşid Paşa'ya bir heyet kurdurup,
başkanlığını paşanın üstüne almasını istediği gibi, Galatasaray'da Tıb
mektebinin açılması ve avrupadan hocalara başvurulup getirtilmesi ve bilhassa,
rüşdiye mekteplerinin hayata geçirilmesi gibi olaylar, bu senenin göz
kamaştırıcı pırıltı-larındandır. Rüşdiye mektepleri, Mustafa Reşid paşanın riyaseti
altında teşekkül etmiş bulunan daha sonra da, ümur-u Nafia meclisi adını almış
olan ziraat, ticaret ve sınai encümeni tarafından birlikte alınmış
kararlarındandır. Bu karar tafsilatıyla layiha şekline getirilerek,
dar-üşşurâ-i babıâli'ye verilerek tetkik ve ülkenin maarif açısından
ehemmiyetli çabalara ihtiyacı bu şura'da kendini göstermişti.
Bu arada hemen yukarıda adı geçen ulemadan Mustafa Behçet
efendinin de biyorafisinden bahsetmeden geçmeyelim: Mustafa Behçet efendi: 3.
Selim ve Sultan 2. Mahmud devrinin âlimlerinin büyüklerindendir. 3.
Selimdevrinde bir, Sultan Mahmud döneminde ise iki defa hekimbaşıhğa getirilmiştir.
Mısır, İstanbul ve diğer bölgelerde bulunarak rurneli kadıaskerliğine kadar
yükselmiştir. Yeniçerilerin kaldırılması ve tıb mektebinin kuruluşunda,
hizmetleri büyük olmuştur. 1249/1833'de vefatı vukubulmuştur. Behçet efendinin,
meşhur Buffon'un tarih-i tıbbiyesinin bir kısmını, bir hikmeti tıba-iy'ye, bir
fizyoloji, arabçadan da, Napolyon adlı tarihi, tercüme eylemiştir. Maarifimize
büyük emek verip hizmetleri şöhretini duyurmuştur. Meclis-i ahkâmı adliye'de
de gözden geçirilip, tasdik edilmekle Mehmed Es'ad efendi adlı bir zat, adı
.geçen mekteplere nazır tayin kılınmıştır.
Sultan Mahmud; gösterdiği bu himmetle ıslahat yolunda büyücek bir
adım atmış oluyordu. Görülen vaziyette padişah, Engelhardın dediği gibi:
<Bir nevi meşrutiyet idaresinin başlangıç dönemini gerçekleştirmekten,
fazla mutedilane bir mutlakıyet hükümeti yapmak emelinde idi. >
Tanzimat devri üzerine: Sultan 2. Mahmud'un bırakdığı hükümetin
maruz kaldığı durum ve vaziyet-Hüsrev paşa sa-dareti-hükümetin sahnesinde iki
parti-Mutlakiyetin itibarının iadesi teşebbüsü-Kullanım politikası ve
eseri-Hüsrev paşa işe nasıl başlıyor? -Reşid paşanında mahvına kasd ediyor: bir
diriltme teşebbüsü-Mustafa Reşid paşa hali faaliyette-El-de bulunan tarihlerin
şahadetleri-Tanzimatın okunması ve metni-Meclis-i ahkâmı adliyenin teşkilatıyla
müzakere usûlünün birinci defa olarak kurulması, müzakere usûlünün on maddesi,
meclisi mezkûrun azasıylan ona memur olanların isimleri, ilk resmi nutku
hükümdari-İlk mazbata teskeresİ-Padişah her sene babıâli'ye geleceğini vaadini
yapması-Ent-rika başlıyor-İrticaa doğru-Sadrazam Hüsrev paşanın
mah-kumiyeti-Engelhard'ın kendine has görüşleri-eksik başlangıçtı bir meclis-i
mebusan taslağı: İmar meclisi teşkilatı
Sultan 2. Mahmud, vefat ettiğinde, Osmanlı devleti tahtına
çıktığından çok farklı ve bambaşka bir devlet tarzı devretmişti. Mısır
meselesi son derece ters bir yola girmiş, Osmanlı devietordusu Nizip'de. Mısır
valisi Mehmed Ali paşa'nın oğiu İbrahimpaşa ve kuvvetlerine yenilmiş, bir başka
deyimle devlet ordusu vilayetlerinden birinin silahlı gücü karşısında mağlup
düşmüşidi. Genç padişah Abdülmecid'in tecrübesizliğinden istifadeyle sadaret
mührünü, adeta zorla ele geçiren Hüsrev paşa ve bunun korkusunu içinden
atamayan derya kaptanı Ahmed paşa emrindeki gemilerle, Mısır valisi Mehmed Ali
paşaya sığınmış ve hâin firari Ahmed paşa diye anılırken, Ruslar ise devleti
âliye arası bir hünkâr iskelesi adı ile düzelir görünmüşse de bu bir himaye
durumuydu. Ordusu mağlup, donanmasının büyük bir kısmı komutanca, iç düşmana
teslim edilmiş, Osmanlı devletinin bu hali, Fransız, İngiliz, Avusturya,
Prusya devletlerinin siyasi bakışı karşısında adeta Rusların pençesine takılmış
bir güvercini andırmaktaydı. Şark meselesi denen siyaset tarzı, doğrudan
doğruya geldiği vaziyet itibarıyla münakaşa edilmesini gerektirmiş ve öyle bir
mesele o sırada mevzuatıda adeta bir kurtuluş hükmünü elde eden olmuştu. Bu
şekil son derece küçültücü, hakarete bulaşmış idi. Milletin düşüncesine
gelince hak dediği cehl ve taassuba vurulan darbelerden, son derecede fütur ve
zaaf içinde bulunuyor ve Osmanlının, tamam-ı hayatiyesi boyunca bu ana kadar
karşılaşmadığı felaketlerin en büyüğüne uğramıştı. Bunada boyun eğmişti. Artık
müthiş bir aki-bete uğramayı bekliyordu ve öte taraftan ıslahat adına başlamış
olan, bütün idari kuruluşlar, idari teşkilata, adliye düzenine ait müthiş
eksiklikle beraber henüz ölçüsüz kalmaktan uzaktı. Padişah onyedi-onsekiz
yaşında bir çocuk, veziriazam kindar ve haris adamdı. Hattâ Tarih-i Lütfi'de,
okunduğuna göre ahkâmı adliye nezaretinde bulunmakta olan Hüsrev paşa,
Köprülüler kütüphanesinde, mahzun ve mağmum beklemekte olan başvekil Rauf
paşa'dan mührühümayunu aldırıp, kendisine sadareti ve ikinci damad Said paşadan
ki bu Said Paşa; Sultan 2. Mahmud ve Abdülmecid hân dönemlerindeki
vezirlerdendir. 1253/1837Jde birbuçuk seneye yakın, 1263/1846'da onyedİ ay
seraskerlik yapmıştır. Seraskerliği alarak diğer damad Halil paşa'ya
verdirmiştir. Hattı hümayunda: "Seni karihai sabhai şahanemden umuru
dahiliye, hariciye ve mesalihi maliye ve askeriyye'ye, velhasıl kâffe-i
hususata nezareti şâmile ile sadaret-i uzma ve mutlaka-i kebir-i makam-ı
celiline bilâ istiklâl intihab ve tayin eyledim." Bölümünü yazdırtarak,
başvekâlet mevkiini sadarete tahvil ettirerek, o kargaşalıkta istiklâl-i
zâtiyeye el uzatmıştı. Fakat müstakil olan ne kendisi, ne devlet ne de, padişah
idi. Yalnız arada şayanı dikkat bir hadise var idiyse, oda, hükümet sahnesinde
iki partinin bulunmasıydı. Bu fırkalardan birini Hüsrev paşaya mensubiyeti
olup, hakan-ı merhum zamanında kuvvetli ayrılmasına dair vukubulan ufak- tefek
sadmelere, yan gözle bakan mutlakiyet tarafdarlarından, diğer tarafı ise derin
bir surette, aleyhimize dönmüş olan avru-pa düşüncesini, lehimize çevirmeye ve
esaslı ıslahatımıza eğilim gösteren ekalliyet idi.
Bu ekalliyet yâni, az sayıdaki insan o kadar ki, Reşid paşanın
nefsinde toplanmış bulunuyordu ve Reşid paşanın; kendi eline idamını isteyen
dilekçeyi, vererek, mabeyne göndermekten çekinmeyen Hüsrev paşa, bu inceliğe
vakıftı. Çünkü mutlakiyet, kendisine gelecek darbe ne kadar az, ne kadar aciz,
ne kadar ihmal olunursa olsun, onunla sarsılacağını saldıran, hissetmeden
evvel sezinler. Şurâ'yı ahkâm-ı adliye, şurâ'yı babıâli diye ikiye ayrılmış
gibi görünen şu son idare usûlü bile, ilk dakikada mâliye işlerine, bir
hükümdardan bir meclis-i maarif kurulmasını, ilk adımda medrese tedrisatı
usûlünden ayırmadan, rüştiye mektepleri kurulması suretiyle ozarnanlar ulema denilen
işi yürütenler, taassub pençesinden kurtulmaya gayret göstermesi, askeriyeye
ait işlerinde ayrıca birşurâ eliyle idare ettirilerek, başkentte batı düşüncesinin
dalga dalga girmesi sadaret hattı hümayununda örtülü olması: "ümur-u
dahiliye ve hariciye, mâliye ve askeriye velhasıl kâffe-i hususata nezaret-i
şâmile" kaydının konmasıyla, mutlakıyetin geri gelmesi fikrine teşebbüs
ettirmişti. İhtimalki, ekalliyet yâni sayıca az olanlar, attıkları adımlardan
mutlakiyet kadar haberdar olamamıştı. Sultan Abdülmecid, ilk günlerinde
iltizamlara zam yapılmasın şeklinde men etme kararı almıştı. Mutlakıyetin
karışıklıkla zedelendiğinde ahalinin ağzına da bir parmak bal çalarak kendini
beğendirme politikası çirkinliğinden, daha sonra tatbike konulan tevcihlerinde
ise, doğrudan doğruya ayırımcı fikre taarruz edilmiş idi.
Tevcihatı yâni taltifleri ilân eden resmi lisan bu hususta sağlam
bir senettir. "Biz; geçmiş dönemde bu türlü entrikaların ne çok
çeşitlilerini görmüş ve daha sonra esbabı mucibe-sini ve olacak vak'aların
neticesini keşfetmeğe alışmıştık ve eskiden beri siyasetimizde ve tarihte
kullandığımız lisanda buna istimal (kullanma) politikası denirdi. Kişiler
hakkında bile uygulanırdı. Mutlakiyet idaresi kadar, anane ve mazisine sâdık
hiç bir usûlü idare yoktur. Bahse konu tevcihat şöyle idi: Önce suhulet
mütalasıyla herbiri müstakil olan memurlar eliyle idare olunmakta olunan
mansıbların birleştirilmesi kararlaştırıldı. Bu idare dahi müşkülata ve özel
müsteşarlar ve müteaddid memur tâyine, ihtiyaç görünerek icraatı vakıada, pek
fayda görülmemiş olduğundan bundan sonra ayrı olması hakkında sâdır olan, yâni
çıkarılan hatt-ı hümayun icabinca, Hasib Paşa'nın yerine darbhane müşirliği,
Valide Kethüdası Ali Necip Paşaya ve oraya katılan, Mekke ve Medine evkaf
nezaretlerinin, darbhane müsteşarı Şevki efendiye ve Nafiz Paşanın
azliyle, mâliye nezareti ayrı olarak hazine-i amire defterdarlığının, eski
defterdarlardan Hacı Edhem efendiye, mukataat defterdarlığı, Bahriye müsteşarı
Musa Safveti efendiye ve Bahriye müsteşarlığı da, Tophane müdürü Mazlum
beyefendiye, boşalan Tophane müdürlüğünü nezarete çevirerek Bağdad eski
defterdarı Arif Zeki Efendiye tevcihi, maliye vede darbhane nazırları Nazif ve
Hasib Paşaların, vazifeden alınmaları vukubulmuştu. Bu zammın yapılmasını men
etmekten umulan, eski dönemin usulünce, bir nevi adalet icrası yapmaktır.
Tanzimatı hayriye tarihine kadar, bütün memleket idaresi iltizam kaidesine
bağlıydı. Her yerin bedeli hazinede kayıt altındaydı. Birisi, bir yere vali
veya mütesellim, voyvoda olacağı zaman sarraflar tarafından taahhüd olunacak
taksiti belli olarak o mahallin gelirinin müteahhidi olan sarraf tarafından
hazineye nakden veya havalesi yapılırdı. İltizamlarda mukataat dahil ise,
mukattaat yalnız aşar hasılatına mahsustu. (Tarih-i Lütfi)
Büyük Mustafa Reşıd Paşa-Kavalalı M. Ali Paşa-Damad Halil
Paşa'nın Biyografileri
Mustafa Reşid paşa: 1214/1799 senesinde İstanbul'da dünya'ya
gelmiştir. Babası Sultan 2. Bayezid hân vakfiyesinin ruznamçecisi Mustafa
efendi isimli bir zattır. İlim yolu başlangıcına pederinden girişmiş, yüksek
ilimleri ise Beyazid camii şerif müderrislerinden tahsil eylemiştir. "Bir
Türk Diplomatının Siyasi Evrakı" isimli eserde okunduğuna göre, 1230/1814
senesinde eniştesi İspartalı Seyid Ali paşa serasker unvanı ile Mora'ya
vazifeli olarak gönderildiğinde de Reşid bey beraber gitmiş, 1236/1820'de Ali
paşa Bursa, Kocaeli mutasarrıflıklarında vazifeliyken, gizlice İstanbula
getirtilmiş sadaret uhdesine verilmiştir. Tabii enişte paşa Reşid beyi sadaret
mühürdarı olarak istihdam etmiştir. O sıralarda mü-hürdarlık vazifesi resmi
surette tevcih olunan makamlardan bulunduğundan, henüz devlet kaleminde vazife
almamış olan birinin, mühürdarlık yapmasını çok görenler olmuştu.
Ancak; eniştesi, kendisinin bu işe dair liyakat ve iktidarını,
daha önceki deneyimlerden bildiğinden, çok görücülerin ifadelerine zerre kadar
önem vermedi ne varki; Reşid bey'in bu ikbâli çok sürmedi. Reşid bey,
1250/1834'de aivan-ı hümayun amedçisi iken, Fransa devleti nezdinde ilk defa
sabit elçi olarak tâyin edildi.
Sultan 2. Mahmüd'ün Halk Gözünden Düşüş Sebebi
Seyid Ali Paşa; devletine hayırlı ve koruyucu bir kimse idiyse de,
devletin mühim işlerini güzelce idare etmeye iktidarı bulunan kimselerden olmadığından
az bir vakit sonra azledilerek, Gelibolu'da ikamete mecbur kılınmıştı. Reşid
bey, eniştesinin bu azil işi üstüne, Davudpaşa'daki evine çekilmiş, servet
sahiblerinden olmadığından fakr-u zaruret içinde yaşamıştır. Ancak;
çok'geçmeden Mısır divanı efendisi olan İbrahim efendi isimli birinin kızıyla
evlenerek kaimpederinin, Kandilli üstünde bulunan evine, iç güveysi olarak girmiş
ve Ali Paşanın Filibe'den bir ay tedavi için Maltepe'ye gelerek, vefatının
vukuundan sonra hanımını boşayıp, merhumun müstefreşelerinden biriyle
evlenmiştir. <Pek garibdir ki Reşid bey, yeni hanımı ile beraber yaşamakla
birlikte, ba-bıâli kaleminden birine tâyin buyrulmasını istida eden dilekçesini
üç defa padişaha sunduysada netice alması mümkün olmadı.> Sonunda da, eniştesinin
sevdiklerinden, Beylikçİ Köse Akif efendiye müracaat ederek, delalet
buyurmasını istirham etmiş, bu sayede de, babıâli mektupçu kalemine tayini
çıkmış. Burada kısa zamandaki üstün başarısı kendisinin herkesçe takdir
edilmesine mucib olmuş, yazı ile okumada gizli evrakların kendisine verilmeye
başlamasını görüyoruz. Reşid Bey'in 1244/1828'de Rus savaşındaki sadrıazam
Ben-derli Selim Paşa'ya mühürefar olarak tayin edilip Şumnu'ya gittiğini bu
görevinede ek olarak, telhis muharrirliği tevcih olunmuştur. Reşid bey'in
Şumnu'dan yazdığı telhisler, Padişah Sultan 2. Mahmud'un, hayli dikkatini
çekmiştir. Padişah, sadnazamından gizlice, bu telhisleri kimin yazdığını sormuş
olduğu, pek yaygın rivayettir. 1245/1829'da Ruslarla yapılacak mütarekeye,
sadnazam ve serdar-ı ekrem Reşid Mehmed Paşa; Reşid bey ile ordu memurlarından
olup, daha sonra hariciye müsteşarlığında ve mükerrerende, Paris'le Londra
sefaretlerinde bulunmuş olan, Nuri bey'i yollamış, Edirne'de yapılan sulh
antlaşmasında Reşid bey, serkâtip sı-fatıylamurahhaslarımız maiyetinde
bulunarak, musalehanm sonunda Ruslar tarafından verilen resmi hediyeden, mücevherli
yüzük ve altun bir saat, bir de samur kürklü tulum almıştır. Sulhden sonra
sadrazam Reşid Mehmed paşanın teklifiyle amedçi odasına memuriyeti padişah
tarafından -tensip kılınmıştı.
Bu sırada reisülküttap Pertev efendinin gizlilik taşıyan işlerinde
büyük iltifatlarına nâiî olan Reşid bey, 1246/1830 yılındaki Mısır valisi
Mehmed Ali paşanın Girid adasına yardsmını sağlamak için gönderilen Pertev
efendiye refakat etmiştir. 1247/1831'de İşkodralı Mustafa paşa gailesi
genişledikçe amedi divanı reisi Akif efendi, Pirlepe'de bulunan sadrazam Reşid
Mehmed paşanın yanına gönderilmesine karşılık, Re-şîd bey amedçilik vekâletine
tayin edilmiştir. Bahse konu gailenin patlaması üzerine İstanbul'a avdet eden
Akif efendi, başka bir vazifeye tayin olunarak, amedi divanı hümayunu asaleten
Reşid bey uhdesine verilmiştir. 1248/1832'de Top-hane~i âmire müşiri damat
Halil paşa refakatiyle Mısır'a 1249/1833'de, Mısır valisi Mehmed Alizade
İbrahim paşa ile müzakereye selahiyetli olarak Kütahya'ya gitmiştir. Bu sırada
bazı bedbahtlar Reşid bey aleyhine isnatlarda bulunmuşlar ve padişahı dahi,
kızdırmışlardı. Padişahın yakınlarından bazı kimseler hamiyyet göstererek,
tahkikat yapılmasını tavsiye ederek, bu tavsiyenin yerine getirilmesi sonunda
neticede aklanması gerçekleşmiştir.
Reşid bey, 1250/1835 tarihinde ilk defa olarak Osmanlı devleti
tarafından, yukarıda da temas ettiğimiz gibi Fransa nezdinde kalıcı elçi tayin
olunmuştur. Maiyetindede Mösyö Kavur adlı bir tercüman vardı. O zamanlar;
şimdiki gibi nâkil vasıtaları olmadığından karadan talika denen arabalarla gitmeğe
ve Macaristan ile Avusturya'dan geçip, bu ülke siyasetçilerini ziyarete mecbur
olmuştu. Avusturya devletinin, o dönemdeki başvekili bulunan meşhur Meternih,
Reşid bey'i lâyık olduğu şekilde karşılayıp, görüştü.
Doğu meselesinin çıkış sebebi ve de elan devam etmekte olduğunu
söyledi. Prens Meternih Reşid bey'in şerefine bir zi-yafetde düzenleyerek
alakasının derecesini göstermişti. Prens Meternihin burada Reşid bey'in koluna
girerek, kendisine büyük bir saygı beslemekte olduğunu görüyoruz, Şark
meselesine dair ufak-tefek masallar söylüyordu.
Reşid bey, o andan itibaren Fransızcasını ileri seviyeye taşımasının
şart olduğu kararını veriyordu. Reşid bey'in biyografisinde şu kısım pek
mühimdir: Reşid bey Paris'teki vazifesini güzel bir şekilde sürdürürken
Fransızca lisanını ilerletmek hususunda, büyük çaba ve gayret gösterir. Öte
taraf-tanda avrupada rastladığı ve gördükleri kendisini intibaha getirip,
medeni teşekkülat, faydalı tesislerin kurulupda işletilmesinden tutunda,
devlet idare tarzına ve devletler hukukuna, muamelat ve malumatına dair
tetkiklerde bulunmaktan hali değildi. Reşid bey 1251/1836'da izinli olarak
İstanbula gelmiş ve padişahın huzuruna çıkarak, büyük elçilik unvanına vede
bir çok iltifata nail olmuştur. Paris'e dönmekteyken, amedçilik uhdesinde
bulunuyordu. 1252/1837'de sefaret görevi Londra elçiliğine tahvil edilmiştir.
Bu seferde hariciye nazırlığı müsteşarlığına terfii yapılmıştı. Pertev Paşa'da
padişah indinde beğenilen ve makbul bir kimseydi. O zaman büyük ve küçük
devlet adamları, iki partiye bölünme durumundaydı. Bir bölümü Pertev paşaya,
diğer bölümü Akif paşaya taraftardı. Reşid bey dahi o hengamede Pertev paşa
tarafına-dahildi. İngiltere kralı 4. Gilyom, Reşid bey'in devlet-i âliye-nîn
mevcudiyeti siyasiyesinin ve mülkiyetinin tamamiyetinin muhafazasının temini
halinde avrupanın bundan ne kadar fayda ve menfaat kazanacağını ileri sürüp,
güzelce ikna etmeğe muvaffak oluyor, Reşid beyin nezaket dolu davranışları ile
Fransa ve İngiltere de, Türk dostu olma arzusu hamleleri başlıyordu.
1253/1837'de hariciye nâzın olan Ahmed Hulusi paşa vefat edince,
Reşid bey'e paşalık verilmemekle beraber, vezirlik ve müşir-i nezarete tayin
edilmiş ve rütbesine mahsus-nişan, kılıç ve diğer eşya Londra'ya
gönderilmiştir. Bu arada da Pertev paşa talihsizliğe duçar olmuş, Edirne'ye
sürülmüştü. Reşid bey, hariciye nâzın sıfatıyla İstanbul'a gelmişse de Pertev
paşanın rakibi Akifpaşa, Sultan Mahmud'a: "devlet-i âJİ-yenin avrupa
devletleriyle vaki münasebetlerinde var olan önem hasebiyle Paris ve Londrada,
tanınmış ve oraları bilen sefirler bulunması lâzımdır" yollu telkinleri
üzerine Reşid bey'e paşalık verilmiş, buna ilave olarak da büyükelçilik unvanı tanınmıştı. Hemende
Paris'e gönderilmişti.
1254/1838'de, Akif paşa'da talihsizliğe uğrayarak çekilmek durumunda kalmış
Reşid paşa; İstanbul'a koşmuşsa da, az sonra yine sefaret görevi ile Londra'ya
gitmiştir. Sultan Ab~ dülmecid'in tahta çıkışında Reşid paşa Paris'de bulunmaktaydı.
Fakat saltanat değişikliğini Londradan'da Paris'e geldiğinde duymuştur. O
zaman Paris elçisi Fethi paşa adlı bir zattı. Reşid paşa, Paris'de kral Lui
Filİp'in huzurundayken vak'ayı haber almış. Kral Filip'in derhal verdiği emirle
bir gemi tahsis etme yolunu açmışsa da, Reşid paşa nezaketle red edip,
Marsilya yoiuyia İstanbul'a ulaşmıştır. Hüsrev Paşa o sıralarda makamı
sadarete geçmişti. "Gülhane hattı hümayununun okunmasından sonra;
1257/1841'de İstanbul'a getirilip, Edirne valiliğine tâyin edilmişse de,
hastalığı münasebetiyle gidemeyip, yine
Paris sefirliği ne
avdet etmişti. 1261/1845'de
2. defa olarak
hariciye nezâretine,
1262/1846'da sadarete geçmiş, ancak 1264/1848'de görevinden alınmış, 3 ay, 9
gün sonra yeniden sadarete getirilmiştir. 1268/1852'de infisal edip, meciis-i
vâlâ reisliğine geçerek, aradan geçen 41 gün sonra 3. defa sadrıazam olmuştur.
Beş ay sonra ayrılmak mecburiyetinde kaldığı sadaretten, 3- defa hariciye
nazırlığına getirildiğinde 1269/1853 tarihine gelinmişti. Ve 1271/1854'de, 4.
defa makamı sadarete ; gelip bu
sadaretide altı aydan az sürmüştür. Mısır valisi Said Paşansn daveti üzerine de,
Mısır seyahatine çıkmıştır. 1273/1856'da 5. defa sadrıazam oldu. 9 ay, 7 gün
sonra bir daha vazifeden alındı. Tanzimat meclisi başkanlığına geçti ve
1274/1857 senesinde 6. defa sadrıazamhğa geçmiş vede aynı sene, irtihali dâr-ı
beka eyleyip, Bayezid camii bitişiğinde Okçular başındaki, özel türbeye defne
olunmuştur. Meclisi Vâlâ, maarif nezareti, mekteb-i rüşdiye, encümen-i dâniş,
Takvim-i vekayi-i, heyet-i tedrisiye-i islâmiye salname-i resmî gibi önemli
müesseselerin kurulmasında memleket irfanına kalemiylede hizmet ederek,
özetlersek resmî lisanıda ıslah ederek sade.birşekle bağlayabilmiştir.
Edebiyat tarihimizde bir özel dönem sahibi olan Şinasi merhum, Mustafa Reşid
paşanın kadirbilirliği ile encümen-i dânişe aza olmuş ve lisanımız, bir
taraftan resmiyetteki gerilikten kurtulurken, öte ta-raftanda Şinasi merhumun
kalemi ile avrupa düşüncesi edebiyatına, açılmağa başlamıştır. Reşid paşa
vefatı esnasında altmış yaşındaydı. Altı defa geldiği vezareti uzma makamm-dada
toplam yedi sene, bir ay, onaltıgün, hariciye nezaretinde dört kere koltuğu
işgal etmiş, beş sene yedi ay, yirmi gün, çeşitli defa çeşitli ülkelerde ve
diğer hizmetlerde yirmi sene kadar bulunmuş Osmanlı devletinde yegâne bir
siyasetçi adam imtiyazını elde etmiştir. Tarih-i Lütfi'ye göre Paris'e kalıcı
sefir tayin edilmiş bulunan amedi divanı hümayun Reşid bey'in esas memuriyeti:
"Devlet-i âliye aleyhine olarak, Yunanlılarla Mısır vâiisi Mehmed Ali
paşa'nın, avrupa gazetelerine yazdırdıkları isnadatı cerh ettirerek avrupa
efkâr-ı umu-miyesini lehine imale etmek, onun İçin bir tarafdan sefirler ile
münasebet ve sohbetlerde bulunarak diğer taraftanda devlet-i âliyenin, eski
usûlü terk ederek, avrupaya tatbik etmeğe başladığını, yayınlayıp duyurmak,
bunlardan başka, zamanın en mühim meselelerinden olan Mısır meselesi hususunda
Mehmed Ali Paşanın kuvvetinin kırılmasıyla, Cezayir'in geri alınmasına
çalışmaktı.
Mehmed Ali Paşa'ya gelince; Mehmed Ali Paşa: Mısır idaresini yeni
şekil ve güzelliğe çevirmekle yapmış olduğu ıslahatçı yenilik ve siyasasında
yolun başlangıcını medeniyet hedefine açan zattır. 1183/1770 tarihin de
Arnavutluk'ta, Görüce civarında bulunan bir köyde dünya'ya gelip, kendisi
çocukken babası her nasılsa vatanını terk ile ailesini de yanına alarak,
Kavalaya hicret etmiş. Mehmed Ali burada büyüyüp, tütün ticaretiyle iştigal
etmeye başlamıştı. Mısır'ın; fran-sızlarca istila edilmesi sonrası içine
yuvarlandığı halden kurtulması için asker yazıldığı sırada Mehmed Ali de,
Arnavut askeri temin ederek o tarafa gitmişti. Orada Arnavut askerlerinin başı
olarak bulunan, Poyanlı Hasan Paşanın maiyetine girmişti. Ebu Kır savaşlarında
fevkalade büyüklükte cesaret sergilemiş, böylece büyük bir şöhrette kazanmıştı.
Böylece-de itibarı yükseldi. Mısır valisi bulunan Hüsrev paşa, Arnavut askeri
ve Mısır Memlükleri üçgeninde çıkan anlaşmazlıklar hasebiyle çok önemli bir
mevkie yükselme vaziyetine gelmişti. Ağır, ağır arnavut askerlerinin başı olma
yolunu tutmuştu. Artık bu kuvveti istediği gibi kullanabilmeyisağlama-ya
muvaffak olmuştu. Hüsrev paşa bu çekişmelerin üstesine ağırlığını koyamayınca
Mısır'ın idaresi müthiş bir karışıklık içine düştü. Mehmed Ali askeri zaptı
rapta alıp, Hüsrev paşaya işten el çektirdi. Memleket idaresini eline almış,
vaziyeti babıâli'ye bildirmiş, onlar ise, Mehmed Ali'yi vali yapmakta bir
mahzur görmemişlerdi. Böylece Mehmed Ali, 1215/1801 tarihinde rütbe-i vezarete
nail olarak resmen Mısır valisi olmuştu. Asayişin yeniden kurulabilmesi için,
Mısır yeniçerileri demenin makul sayılacağı kölemenlerin varlığını izale
etme-side başarıdır. Bütün islâm memleketleri içerisinde muntazam askerler
tertibini başarmıştır. Babıâli'nin kötü idaresi yüzünden Osmanlı devleti ile
onun valisi olan Mehmed Ali paşanın arası açılmıştı(!) Mehmed Ali paşanın
oğlu, İbrahim paşa Şam'ı, Adana'yi ele geçirdikten sonra Konya'da sadn-azam
Reşid paşayı esir almıştı. Kütahya'ya kadar sokulmuş ve Nizib adlı yerde Çerkeş
Hafız paşa komutasındaki Osmanlı ordusunu yenmeyi becermişti. Bu arada Osmanlı
tahtında meydana gelen değişiklikte 2. Mahmud'un vefatı yerine oğlu
Abdülmecid'in geçmesi ile meydana gelen yeni şartlar, ecnebi devletlerinde işe
karışması ile birlikte Mısır valiliğinin, Kavalalı Mehmed Ali paşa ve
evladlarına mirasyolu ile de, geçmesi şartıyla tevcih edilmiş idi. Kavalah Mehmed
Ali Paşa 1264/1848'de yakalandığı hastalığı esnasında, oğlu İbrahim paşa,
Mısır valiliğini iki sene babasına vekaleten yürüttü. Mehmed Ali Paşa, iki
senenin sonunda, İskenderiye'de 1266/1850 senesinde öldü. (Kamus-ül âiam'dan
hülasa) Halil Paşa; Eski sadrazamlardan Hüsrev paşanın kölelerin-dendir. Hüsrev
paşanın asakiri mansure ordusunun seraskerliğinde, mirmiran rütbesinde
bulunup, 1243/1828 Rusya seferinde vezaret rütbesiyle vede seraskerlik
kaimmakamlığı unvanıyla, serasker Ağa Hüseyin paşanın emrinde Şumnu'ya gitmiş
ve dönüşünde Edirne barış antlaşması tasdiknamesini götürmek üzere, büyük
elçilik vazifesi ile Rusya'ya gönderilmiş,
1245/1830'da kaptan-ı derya olup, bir sene sonrada, donanma ile Mısır'a
gitmiş, 1248/1832'de Tophane müşirliğine tayin edilmişti. Daha sonra padişah
damadiığına nail olmuş, Hüsrev paşadan sonrada boşalan seraskerlik makamına
getirilmiş, onaltıbuçuk ay bu makamda kalıp, daha sonra ticaret müşiri olmak
üzere seraskerlikten azledilmişti. Sultanlık Abdülmecid'e gelince, yeniden
seraskerlik makamına tayini yapılmıştır. Onbirbuçuk ay süren bu vazifeden
meclis-i ahkâmı adliye azalığı kısa bir zaman sonra da, bu meclis reisliğine
getirilmiştir. 1259/1843'de 2. defa, 1263/1847'de 3. defa, 1270/1853'de 4. defa
kaptan-ı deryalığa tayin edilmiştir. 1272/1858'de irtihali dâr-s beka
eylemiştir.
Yeniçeri Vak'ası
Sultan 2. Mahmud döneminin en önemli olaylarından birisinin,
yeniçeriliğin kaldırılışı ve bunun safahatı olduğu, malumdur. Osmanlı
devletine beş asır hizmet vermiş olan bu ocağın, acaba ilgası yerine
restorasyon yapılarak yeni bir or-ganizyona da başvurmakla devamı kâbilmiydi?
Sorusu herkes tarafından düşünülen bir muammadır. Ancak; görülen odur ki,
yeniçerinin ortaya getirdiği geçmiş vak'alar ortadan kaldırılmayı çoktan
hakkettikleri husustandır. Biz bu vak'ayı yabancı diplomatlardan, şâirlerin
içinde hayli yüksek bir nâmı olan ve aynı zamanda tarihçi olan Alfred Do
Lamartin'in; Tercüman 1001/temel yayınları arasında neşrolmuş, eserinin 7.
cildinin 1800. sahifesinden özetleyerek koymaktan dolayı isabetli bir iş
yaptığımı addediyorum. "Marmara kıyısındaki Yeniçeriağasının sarayı,
Bizanstan kalan surların içindeki eski istanbul sokakları, pazarları,
camileri, Eyüb semti, sa-ray'ın bütün civarı kısaca bütün İstanbul
yeniçerilerin ve taraftarlarının elinde bulunuyordu. Artık böylesine genel ve
dayanılmaz bir İhtilâli hiç bir şeyin çeviremeceği ve kaderi değiştireceği
düşünülemezdi.
Sultan Orhan'ın kurduğu yeniçeri ocağı, Hacı Bektaşî Velî müridi,
döneminin şeyhlerinden birinin duasıyla din-i islâm vede âl-i Osman sancağının
altında nice zaferlerin mümessili olmuş ve her kuruluş gibi zamanla tenakuzları
ile rahnedar olup, işi zora koşan, ihanete varan cebanetleri ile büyük ıslahat
teşebbüslerine engel tutumu ile zaman zaman kapansin-mı? Yoksa ıslahını
edilsin? İkilemleri ile ülkeyi ve devlet ricalini bir arada bir derede
dolaştırmıştı. Bu uğurda ilk gayreti gösteren padişah Genç Osman olmuş,
niyetini diline hâkim olamayıp, yerin kulağı darb-ı meselini unutmuş sırrını
söylemiş ve bu dikkatsizliğini hem tahtını hem de hayatını kaybetmiş,
yıllarca sipahiler ile yeniçeriler arasında sıcak çatışmalara, İstanbul'un
göbeğinde kanlı mücadeleler cereyan etmesine sebeb olmuştu. Nizamı Cedid'i
kuran 3. Selim/in ise, hâzin ve göz yaşartıcı akıbeti hatırlanacak olursa, her
isyanın altında ispat-ı vücud eden yeniçeri askerinin kaldırılmasını, eğer
sadaret konağında bunlarla yaptığı ve üç gün üç gece süren mücadeleden şehid
olmadan, Alemdar Mustafa Paşanın çıkmış olması kabil olsaydı, yeniçerinin
toptan yok edilişi, bu sadrıazam tarafından mutlak gerçekleştirilir böylece 17
senelik bir öncelik sağlanırdı. Eğer Alemdar Mustafa Paşa; hayatına ve
dolaysıyla sadaretine devama muvaffak olabilseydi, Sultan Mahmud ile el ele vererek
bu zor ve elzem operasyonu tamamlarlardı. Dünya târihinin
kaderindekideği-şiklik belki bu gün karşımızda pek başka panaroma gösteriyor
olurdu. Aşağıya aldığımız satırlar Fransa'nın ülkemiz nezdinde, büyükelçisi
olmuş Fransanın, büyük şâir ve edib-leri arasında anılan ve hristiyanlık
uygulamalarını, açıkça tenkitten içtinab etmeyen, bu uğurda başına gelenlere
de, katlanan Şarkâlemini, kendi ölçüleri içinde değişik, fakat zaman zaman
isabetle yorumlayabilen, tabii ki her şarkiyatçı gibi azim ve kasıtlı
yanlışlara da düşmüş bulunan, Alfred DöLamartin'den yeniçeri'nin tasfiyesini
anlatan satırlarını, sayfalarımıza alarak olayların yakın şahidinin
müşahedelerini vede yorumlarını nakledeceğiz. Bu yorumlarda, bizim hem nalına
hem de mıhına dediğimiz ifadelere rastlayacağız amma bunun böyle olması
normal! Çünkü netice itibarıyla La-martin, Osmanlı devleti üzerinde emelleri
olan bir büyük av-rupa devletinin menfaatlerini, ülkemizde temsile gelmiş bir
intelejenstır. Mütalaalarının büyük kısmını kendi ülkesinin ve politikasının
menfaatine, zarar vermeyecek şekilde dizayn etmesi de en tabii hakkı olduğu
gibi, biz de açılmış pazarda bize lâzım olanı alıp, kalanını pazarda
bırakmalıyız. Lamar-tin; "Türkiye Târihi" adıyla yazdığı bu eserini
Tercüman 1001 Temel serisinden neşredilmiş 7. cildden alıyoruz. Eseri M. R.
üzmen hazırlamış, aşağıdaki satırlar 800. sahifeden aynen alınarak, takdim
edilmektedir değerli okurlarımıza: "Marmara kıyısındaki yeniçeri ağasının
sarayı, Bizans'tan kalan surların içindeki eski İstanbul, bugün seraskerin
oturduğu Eski Saray, İstanbul sokakları, pazarları, camileri, Eyüb semti, sarayın
bütün civarı, kısaca bütün İstanbul, yeniçerilerin ve taraftarlarının elinde
bulunuyordu. Böylesine genel ve dayanılmaz bir ihtilâli hiç bir şeyin çeviremeyeceği
ve kaderi değiştireceği düşünülemezdi. Buna rağmen iki kişi böyle bir şeye
cesaret ederek, Alemdar'ın tehlikeli durumlar için, seçtiği iki desteğinin,
mizaçları ve sadakatleri hakkında, ne kadar doğru karar vermiş olduğunu ispat
ettiler. Bu iki kişi Kapdan-ı derya Ramiz Paşa ile Üsküdar'da karargâh kurmuş
olan yiğit, Kadı Abdurrahman Paşa idi. Topçu birliklerinin, kumandanı ile
Levend Çİftliğindeki sekbanların kumandanı da onlara katılmışlardı.
Soğukkanlılıklarını ve birliklerini muhafaza ' etmesini bilen bu dört adamın
başına, o sırada yangın içinde mahsur kalmış olan sadnazam geçseydi, Alemdar'ın
bir şaşkınlık anından sonra, isyanları ve alçaklıkları yüzünden,
imparatorluğun parçalanmasına sebeb olacak, yeniçerileri onaltı yıl önce, yer yüzünden
silebilirdi.
Ancak sarhoşluk, aşk ve uyku her şeyi kaybettirmişti. ''Lamartin
yukarıdaki ifadesinden sonra Kapdan-ı derya Ramiz Paşanın Haliç'de
Kasımpaşa'daki tersanede ikamet etmesinden bahseder ve yeniçeri askerinin,
yeniden ortalığı karıştırdığı İstanbul'u ikametgâhından bir müddet seyrettikten
sonra tersane askerini toplayıp onlara bir hitabede bulunur onlara padişaha ve
kumandanlara bağlı kalacaklarına dâir yemin teklif ettiğinde asker, kendilerine
duyulan bu emniyetten dolayı, büyük bir memnuniyetle ve samimiyetle teklif
olunan yemini yapar.
Ramiz Paşa bu levendlerden tanzim ettiği bir müfrezeyi, hemen
Kasımpaşa'nın sırtlarında bulunan Levend çiftliğine gönderir ve de burada
bulunan Sekban sınıfı askerin kışlalarını terk ile kendisine iltihakının
haberini yollar. Yine bir gu-rub daha levendi tanzim etmiş onları da, Tophanede
bulunan topçu sınıfına aynı taleple gönderen Ramiz Paşa, bu arada Kadıköy'de
yanındaki dörtbin asker ile karargâh kurmuş bulunan askerle gelişmeleri takip
etmekte olan Kadı Abdurrahman Paşaya da gönderdiği talimatla mutaassıb Üsküdar
ahalisini, askerinin ikibin kişi kadarıyla kontrol altında bulundurmasını geri
kalan ikibin kişiyigemilere irkâb yâni gemilere bindirerek padişahın sarayına
çıkıp Sultan Mahmud'u koruma altına almasını ister. Ramiz Paşa; bu acil
tedbirleri aldıktan sonra da, bir keşifbirlıgi teşkil eder bunları Kâğıdha-ne
vadi yolu üzerinden Edirne şosesi istikametinde sevk eder. Vazifeleri ise,
şehre ulaşmaya çalışan ve yeniçerilere muavenet edecek, her çeşit teşebbüsün
aman verilmeden önlenmesi, direnenlerin katledilmesidir. Ayrıca şehrin içine
saldığı tebdili kıyafet etmiş adamlarıyla, ahalinin arasına sadrı-azamın
kurtulduğunu birlikleri toplayarak şehre gireceği ve isyancıları cezalandıracağı,
haberini yayar. Bu tedbirlerin her biri, yeniçeri ve hempalarını da birbirinden
uzaklaştırmakla kalmadı, herkes bir başına kalmanın korkusunu yaşamaya başladı.
Öte yandan; bu haberlerin efkârı umumiye arasında şûy-u bulması, yeniçeriyi
destekleyen imamların, Alemdar aleyhine olarak destekledikleri bu isyanında,
sadnazami yok etmeye güç yetiremediğini işittiklerinde, vaaz verdikleri
kürsülerden çekilmeye başladıkları görüldü. Alemdar'ın kurtulduğunu ve
askerleriyle geri döneceğini işiden ahali ise, rstan-bul'un kapılarına koşarak
sadrıazamı içeri almamak için ahaliseferber olmuştu. Der. Ramiz Paşanın; sahil
boyunca aldığı tedbirler ve bu tedbirler dahilindeki gemilerden sahil kenarı
mahallelerine yapılan top atışlarının isyana eğilimli olanların sinmelerine
yo! açarken, saray'a saldıran bişuûrlar da, sarayın personeli ve Kadı Paşanın
askerleri tarafından, ya püskürtülüyorlar, ya da saray duvarlarına tırmanma
küstahlığını gösterenler hayatlarını kaybederek bunun bedelini ödüyorlardı.
Demekte olan Lamartin, bir nebze olsun saray'a, Sultan Mahmud'a göz atmak
lüzumunu hissettiğinde ise me-âlen şunları söylemekteydi:
Kendisini askerine sevdirmiş, sadece eski bir yeniçeri olmasına
rağmen yeniçeriye sevdirememİş, otoriter ve dediğim dedikçi muktedir bir
veziriazamın gölgesinde silik oiarak bulunmayı da benimseyemeyen, ancak adalete
eğilimi de hayli fazla olan genç padişah, Alemdar olmasa idi, şimdi toprak
altında olacağını, 4. Mustafa'nın adamlarından, halas olmasının müsebbibi olan
Alemdar'in hakkını yememesi, Adlî olan lakabının gereği olduğunuda hiç
unutmuyordu. Ote yandan da; yeniçeriler muvaffak olduğu takdirde 4. Mustafa'nın
tahta çıkmasının kendisinin öldürülmesi demeye geleceğinin idrakindeydi.
Sultan Mahmud'un kaderi, düşünceleri, ümidleri korku fırtınaları
içinde debelenip duruyordu. O sırada kötü danışmanların; yanlış tavsiyeleri,
hanımları, anneler gözdeler ve hadımlar hâttâ köleler, millete kötü anlar,
târihe hayırsız malumatlar, hükümdarların bizzat kendisine pişmanlığını duyacağı
işler yaptırtırlar. Amma; şu da vardı ki, bu isyanı tartışmasız bastırmak
padişahın yepyeni bir otoriteyle adetâ yeniden doğması ve muktedirleşmesinin
açık kapısı sayılma şansı taşıyordu. Muktedir ve irade sahibi bekleyen işlerin
faili, en sıkışık anda kendini inşa ediyordu. Lamartin üstün bir edib ve
mükemmel bir şâir olması hasebiyle tasvir sanatınında elbette üstadlarmdan
biriydi.
Yukarıda meâlen vermeye çalıştığımız ifadelerinde 1809'daki
Alemdar vakası ile 1826'daki yeniçeri ilgası harekâtını aradan geçen zamanı
yok farzederek, birbirinin mütemmimi yâni, tamamlayacısı gibi gören bakış, bir
târih âliminin tabii tercihi olup, bizim târih felsefesi anlayışımızda,
özellik taşıyan hususun ta kendisidirse de ancak hemen şunu da biz hatırlatmak
isterizki, padişahın huzurunda devlet-i âliyei Osmaniyanı içinde bulunduğu
vahim durumdan çıkarıp, dönemin her çeşit terakkisine açık bir devlet yapısına
ulaştırmak isteyenlerle, kendilerini isyanlarla bıktırtan ve köhneleşmiş tarzı
devam ettirmek isteyenlerin mücadelesinde, en zor durum yine Sultan Mahmud'un
üzerindeydi. Çünkü bir halife-i müslim olması sıfatıyla, her iki tarafında
pederi mânevileriydi. Birinin burnu'kanasa, adl-i ilahi ondan sorardı bunu. Ne
zordur, Rabbimizin suallerine cevap vermek.. Ramiz Paşa, Tersaneden ayrılıp
saraya geldiğinde olanlardan pişman yeniçeri subaylarıyla saray'ı dolayısıyla
padişah mü-dafiileri arasında sulh müzakereleri başlamış, karar açıklanmak
üzereydi. Sarayın mazgalları üzerinden ve minarelerden, bir kişi hariç bütün
yeniçeri ortaları ve ahali için, genel af ilân edilmesi teklifi vârid oldu.
Afdan mahrum kılman tek kişi ise, yeniçeriağa'sından başkası değildi. Çünkü o,
bu fitnenin bedeliydi. Yeniçeri askeri, onun cezalanmasıyla yenik sayılacak,
taraftarları böylece mağlup edilmiş addedilecekti. Teklif tasvib gördü, öte
yandan bu tarz, hem Osmanlı insanının kanının akmasını önlemiş oluyor, Sultan
Mahmud da, taht'dan inmekten kurtuluyor, hâttâ ağabeyi 4. Mustafa'nın akıbeti
hakkında, tercih yapmaktan kurtuluyordu. Şâir ve diplomat Lamartin'in şu
satırları çok dikkat çekici olduğundan, aynen aktarıyorum: "2. Sultan
Mahmud, sarayın" kulesinden askerlerinin kaçışını ve yangının başkentini,
mahve-dişini seyrediyordu. Hem bozgunun, hemde bunca kurban için duyduğu
merhametin etkisinde kalarak Kadı Abdurah-man Paşaya, mazgalların üzerinden,
yeniçerilerin ateşine karşılık vermemesini buyurdu. Surların üzerinden
yayınladığı bir bildiri ile yeniçeri ağasına, uğraşı durdurmasını ve yangını
söndürmesini buyuruyordu. Ağa, padişahın buyruğuna saygı göstermek bakımından
yangının ucundaki evleri yıktırdı ve alevleri bir çenber içine aldı. Ahali,
sönen yangından ve mazgallardan zayıflayan ateşten büsbütün cesaret alarak,
saraya çıkan bütün yolları doldurdu. Alemdar'a, Karamanoğluna, Ramiz Paşaya,
Kadı Abdurrahman'a bostancılara sekbanlara ve iç oğlanlarına ve padişahın,
şahsına yağdırılan lanetler göklere çıkıyordu. Tehditkâr çığlıklar <Çok yaşa
Sultan Mustafa diye yükseliyor. Sultan Mah-mud'a, 3. Selim'in sonu lâyık
görülüyordu. Kaçınılmaz yenilgisi veya imparatorluğun otoritesinin ve barışın
kurulması arasında, verilmesi gereken bir tek karar vardı. Sultan Mustafa'nın
derhal idam edilmesi. Sultan Mahmud'un hizmetkârları, danışmanları, hadımlar,
padişahın ayaklarına kapanarak bu kararın verilmesi için yalvarmaya
başladılar. 4. Mustafa bir tek hareketle Ölüme mahkûm edilince 3. Selim'i katletmesi için gönderdiği aynı
cellâdların elleriyle hayata gözlerini yumdu..." Diyen, Lamartin, kendi
Fransasinda krallık döneminde olsun cumhuriyet döneminde olsun, taht ve iktidar
kavgalarında cinayet kasırgaları, târihlerinin her anını doldururken 4.
Mustafa'nın öldürtülmesine temas ederken, şu cümleyi kullanmış olmasını da
duyurmuş olalım: ".Beşyüz yıldır kardeş katlinin yükselme taşı olduğu bu
imparatorlukta 4. Mustafa'nın katli son cinayettir. Devlet düzeni uğrunda
işlenen cinayetleri silen zamana ne mutlu!" demek suretiyle hümanist
yaklaşımı, Lamartin'in tahlilini ve satırlarını bu eseri hazırlayan M. R. üzmen
şu dip notla açıklamak lüzumunu görmüş ve pek de isabet etmiş yoksa mühim bir
mesuliyetin altında kalmış olurdu. Şimdi hazırlayanın bu dip notunu da
alıntılayarak okuyucunun dikkatini çekelim ve Alemdar Vak'ası ile ilgili okuma
parçası adı altında bahsin sonuna koyduğumuz târihi vesaikin ne büyükçe isabet
olduğunun bahtiyarlığını da duymuş olalım. Cild 7'sh 1811 de dip not:
"Dikkat edilirse Alemdar Vak'ası burada bildiğimizden çok değişik bir
tarzda anlatılmaktadır. Yazarın çağdaşı olduğu bir olayı, tamamen yanlış bir
şekilde, haber alması imkânsızdır. Lamartin eserine kaynak olarak İstanbul'daki
Fransız elçiliğinin mektuplarını ve İstanbul'u ziyaret ettiğinde, istifade
ettiği devlet arşivlerini almıştır. Bu konunun tarihçilerimiz tarafından
incelenmesi faydalı olur." demekte. Aziz okurlarımız; mütercim sayın
üzmen'in, bu bilgilerin bu-kadar yanlış olamayacağı gibi bir kanaate eğilimini
görmek kabil bu dip notta. Şâirlerin, kafiyeye mânayı feda etme adetlerini göz
önüne almayan mütercim beyin, Lamartin'in politik ve hayal dünyasını, kalemine
ecdadımızın hakikatini değil kendi politik hesaplarına uygun ve müslümanlann
arasındaki, ittihadı bozmak için kullandıklarının bir taktik olduğunu hesap
etmemesi, sadedillik olarak görülebilir. Yok, şuurla kabullenen husussa o zaman
biz de deriz ki, yabancının buyurduklarında keramet arayan, ancak târih
bilgisini hâiz olmayan birisi olarak veya târihimize, 1909'dan sonra musallat
ettirilen palavracı ve ısmarlama tarihçilerin gözlükleriyle bakanlar olarak,
görmek lâzımdır. Lamartinden, devam edelim: "Sadnazam'ın ordusu başında
geridöneceği umudunu besleyen saray savunucuları, Alemdar'm cesedini görünce
cesaretlerinin kırıldığını fark ettiler. Mazgalların yukarısından Kadı Paşanın
askerleriyle sekbanlar halka aldatıldıklarını yoksa din kardeşleri yeniçeriler
ile asla savaşa girmek istemediklerini açıkladılar. Ramiz Paşa ile Kadı
Abdurrah-man Paşa'nın kanlarında akıtılan Osmanlı kanının intikamını
alacaklarına söz verdiler. 4. Mustafa'nın katledilmesiyle galipleri için bile,
kutsal bir kişi haline gelen, Sultan Mah-mud kendisi için hiç endişelenmiyordu.
Yararsız bir uğraşı uzatmaktansa, düşmanları ile hesaplaşmayı başka bir sefere
bırakarak kaderine razı oldu. Sekbanlar ile Kadı Paşanın askerlerinin
yeniçerilerle barışmalarını hoş karşıladı. Barışma birinci avluda meydana
geldi. Durumdan memnun olan yeniçeriler, sadece birkaç kişinin kellesini
istiyorlardı; Padişah onları idamdan kurtardı. Ramiz Paşa, Kadı Abdurrah-man
Paşa, Behiç Efendi gibi Alemdar'm yakın dostları Sa-rayburnunda bekleyen gemiye
bindirildiler ve Marmara kıyısında, bir kasabaya çıkarıldılar. Oradan Rusçuk'a
kaçarak, hâla Alemdar'a sâdık olan taraftarların yanında gizlendiler.
Başkenti beş gün müddetle yakan vede kana boğan ihtilâl kaçmaları
ile yatıştı. Aynı gün yeniçeriler için kötü bir hatıra olan Levend
Çiftliğindeki Nizam-ı Cedid kışlasını tamamen yaktılar. Akşamüstü de padişaha
elçiler göndererek başkaldırmaları için özür dilediler ve sadakatlerini
tekrarladılar. Gizliden gizliye Alemdar'a düşman olan şeyhülislâm ulemanın
başında saraya gelerek, padişahın yenilgisini bir zafer gibi kutladı. İhtilalde
mutlakıyetin, dinîn ve eski yasaların zaferini görüyordu. Her şey eski düzene
göre yerli yerine geldi." Görüyorsunuz sevgili okurlar Lamartin'in
yazdıklarında; bence üç husus önem arzediyor. Birincisi, 4. Mustafa'nın
katledilmesi Sultan Mahmud'un, yaşayan tek erkek olarak kutsallık kazandı
ifadesi, diğeri Levend kışlasındaki Nizam-ı Cedid kışlasını yakıyorlar,
sadrıazami öldürüyorlar, bir başşehri beş gün kan ve revan içinde tutmaları
özürle geçiştirmeleri ve 3. olarak da dinin ve eski yasaların zaferi gibi
şeyhülislam efendinin gördüğünü beyanla dinin ve eskinin hâkimiyetinden
rahatsizhğını pek mestur şekilde sergiliyor.
Sultan Mustafa'nın katlini hoş karşılamak ne kadar doğruysa, daha
önceki katilleri de öyle bulmak lâzım. Bunun bir çâresi olmadığını târih bize
biraz tetkik ettiğimizde söylüyor nitekim, Şehzade Cem'in; Bayezid'î Velîye
Anadolu ve Rumeli diye taksimi teklif ettiğinde aldığı cevabı buraya bir defa
daha yazalımki iktidarın ne istediği bilinsin: "Bu devlet-i âliye öyle
başı örtülü bir gelindir ki, iki damada birden tâb olamaz, arûs-î saltanat
inkısam kabul etmez!" Demek suretiyle devletin idaresinin asla ortaklıkla
olamayacağını ortaya koyması bunun da iktidar mücadelesi getireceğini bunun çözümünün,
bir tarafın diğer tarafı, ekarte etmeye çalışmasıyla mümkün olacağı yeter ki bu
mücadelede hududullahın aşılmaması olması olduğunu, bu veli padişahın
beyanından çı-karmakkâbil olabiliyor. Yeniçeriliğin kaldırılmasına doğru giden
sür'at herhalde bu vak'aflan sonra daha da hızlanmıştır. Hoş aradan onbeş yılı
aşan bir zaman dilimi geçmişse de, bu kadar köklü bir ocağın devlet
tasfiyesinden zor olduğu akla getirilmelidir. Aslen Kırım'lı olan sabık
Kapdanıderya Ramiz Paşa, Rusların işgalindeki memleketine, sığınmak yolunu denerken,
Kadı Abdurrahman Paşa'da Karaman civarında dolaşmakta, yeniçerilere karşı bir
askeri kuvvet hazırlamaya girişmişti. Padişahın bıraktığı kavgayı sürdürmeye
kalkışması, tabiatıyla yanlış hâttâ maksadlı bulunsa yeridir. Nitekim, derviş
kılığında dolaşırken tanıdılar, yakaladılar, kafasını kesip, İstanbula
yolladılar. Lamartin'in İfadesine göre: "kahramanca savunduğu; saray'ın
kapısı üzerindeki mazgallarda bu kafa bir ay teşhir edildi."
Vaka-İ Hayriye
(15/haziran/1826)
:
Lamartin'in, edebi üslûbundan zaman zaman alıntılar yaparak,
Vaka-i Hayriyyemi? Vaka-i Şerriye mi? Sorusunu soranlara cevabı kendilerine
bırakmakla birlikte biz biraz malumatla bu hususa dâir bilgilerine katkıda
bulunalım. Yeniçerilerin, üç saltanat dönemi boyunca gösterdikleri, cebanet,
ihanet ve hunharlık devletin hayati savaşları kayb etmesine medar olduğu gibi,
Kırımı, Besarabyayi, Buğdanı, Eflâki kaybetmemiz, elimizden çıkması hatta,
Yunanistanın bağımsızlığını elde etmekdeki fırsatları devletin hazırlamasını
kabul edersek, bunun en büyük suçlusu yeniçeri olduğu şüphe götürmez. Bu husus
için, kendisi de bir yeniçeri olan ancak vicdan muhasebesinde adil olmayı
becerebilen, Koca Sekban-başı Risalesi yazarının İtirafları okunduğunda işi
daha iyi anlamak kabildir.
Bahse konu risaleden şu nâkil okura bir fikir verebilir zannıyla
şu nakli yapmadan geçemeyeceğim: "..savaş sırasında bir gün yeniçeri
askerlerinden üç kişi biraraya gelip Ruslardan bir esir almaya çıkarlar.
Tesadüf bu ya, kazaen akşamdan sonra, Rus sınırında, sahtekâr gâvurun birini
tutup, esir alıp getirirlerken kâfir, bizimkilere, Eflak Türkçesi ile
<Ağalar benim babam zengin adamdır, eğer beni bırakırsa nız sizlere çok
yardımım olur. Böylece, yoksulluktan kurtulursunuz.> Diyerek kandırır.
Bizimkiler de, kâfiri Rus sınırına götürürler, babam dediği adam bulunur ve
teslim edilir. O adamda bunlar gibi namussuz biri olduğundan, bizimkilere:
<benim oğlumu esir etmemiş ve öldürmemişsiniz. Sizlere beşyüzer Macar
altunu hediyeden başka ikram olarak, çok daha kıymetli birşey göstereceğim>
diyerek kıyafetlerini değiştirip, alır onları büyük bir çadırın kenarına
götürür. Bizim ahbablar çadırın önünde büyük bir kalabalık, içeride de büyük
bir terazi ile beyaz akçe ve altının tartılıp bunların varillere doldurulduğunu
görürler.. Çadırın içinde, çorbacı ka-lafatlı, puşah, kavuklu, baratalı, Tatar
kalpaklı bir çok adam vardır; akçelerle doldurdukları varilleri, yanlarındaki
bu müslümanlara, paylaştırıp durmaktadırlar. Alçak herif uzaktan bu manzarayı
gösterdikten sonra, bu üç ahbabı yine geriye evine getirir. Derki: İşte
yoldaşlar, sizlere bu manzarayı göstermemi de bir ikram kabul edin. Çadır
içinde tartılan akçe ve altunların bir kısmı devletinize, birazı vezirinize birazı
yeniçeri ağanıza bir kısmı da, Tatar Hânına ve daha başka yerlere gidecektir.
Bizler sizin vilâyetlerinizi parayla satın aldık. Hatta; şimdi tartılan pa.alar
İstanbul'un karşılığında verilecek olanlardır. İstanbuFuda satın aldık! Bizler
kısa bir süre sonra İstanbul'da olacağız. Bu gizli şeyisize söy-lemekdeki
maksadımız, bundan sonra ordu'da boşu boşuna durmamanız içindir. Doğruca
vilâyetlerinize dönmekte yine sizin için fayda vardır. Biz geldiğimizde sizi
İstanbul'da bulmayalım. Burada size söylediklerimizi ordunuzda söylemeye
kalkışmayın! Diye şeytanca bir hiyleyle, sözlerini bitirip bizimkileri Osmanlı
sınırına geri bırakıp giderler. > Şimdi sevgili okurlarımız; bu alıntının
devamını okuduğunuzda şaşkınlıktan küçük dilinizi yutacak gibi olacaksınız.
Sözü yine Kocasekbanbaşı'ya verelim: <.Gelelim bu üç ahbabın orduya
Çeldiklerinde, ortalığı karıştırmalarına. Köyünde çift sürmekten gelmiş,
düşmanın hilesinden falan haberi olmayan nefer kılıklı bu üç adam son derece
ahmaktı. Kâfirin söylediklerine hemen inanmışlar, akçe meselesi de akıllarına
yatınca, rastgeldikleri bütün dostlarına ve tanıdıklarına:Bre Himmet Dayı;
bizlerburaya niçin geldik?Osmanlı bizim vilâyetleri Moskof kâfirine satmış ve
şu anda parasını alıyor. Hatta biz İstanbul'un karşılığı alınırken,
gözlerimizle gördük! Diye Allaha ve peygamberine büyük yeminler etmeye
başladılar. Karşılarına her çıkan adama burada artık neden duralım. İşler hep
karışmış. Şam işi olmuşlDiye kendileri gibi yüzlerce ahmağı şüpheye
düşürmüşlerdi. Akıl ve mantıktan nasipsiz, beyni soğuk denebilecek bu sözde
asker, birbirleriyle her karşılaşmalarında:
<Bizim Hüseyin Dayı, Kabakçıoğlu Recep Beşe ve Kocabaş Hikmet Emmi
İstanbul'un parasını sayılırken gözleriyle görmüşler. Dokuz tala-ğa yemin edip
söylediler, doğrudur> Diye koca orduyu ka-rıştırıverdiler. Düşmandan yılmiş
diğer asker sürüsü de, geri dönmeye bir vesile anyordu. İşte böyle güzel bir
vesile çıkınca dağarcıklarını arkalarına, tüfeklerini omuzlarına vurup,
geride çadırlarıbekleyecek asıl ocaklı zabitlerinden beşer, onar kişi bırakıp,
zaten derme çatma toparlanan diğer ordu neferleri çil yavrusu gibi dağılıp
gittiler. Moskof domuzu ise eline geçirdiği bu güzel fırsatı değerlendirip,
önce ordunun bulunduğu bölgeye sonra da kışlak yerine çıkageldi.. Ruslar bu
olayı kendi aralarında birbirlerine gülerek anlatırlar." İşte aziz okur,
Sekbanbaşı'nın söyledikleri ve daha niceleri var da, biz kitabın kendisini
okumanızı tavsiye ile iktifa etmek zorundayız. Sultan Mahmud; 2. Selim'den beri
zaman zaman gâile-i kebireyi teşkil eden yeniçeri hakkındaki kararını çoktan
vermesine vermişti de, işin daha öncekilere dönmemesi için en kesin ve
bitirici darbeyi hazırlamaya başlamıştı. Ashab-ı Kiram Efendilerimizin
İstanbul'daki kabr-i şeriflerini tamir ettiriyor, ibadethanelerin
restorasyonuna önem veriyor, en mühimi ise tebdil-i kıyafet ederek şehrin büyük
bölümünü teftiş ediyor, her şeyi de kendi kulağı İle dinleyip anlamaya, büyük
ehemmiyet atfediyordu.
Bu arada da, Lamartin'in Türkiye Târihi cild 7'1871. sahi-fede şu
satırlara bir göz atalım: ".Sultan Mahmud harekete geçmeden önce, Kapıkulu
ocaklarının isyanını bekleyerek onları suçüstü yakalamak istedi. Bir inkılab
kurulu teşkil ederek, şeyhülislâmı, ulemayı, sadrazamı, kubbealtı vezirlerini,
Hüseyin Paşayı İzzet Paşayı, Hüsrev Paşayı toplantıya çağırdı. Onların Önünde
hastalığı açıklayarak, ilâcı teklif et-di. Bu yeniçeri teşkilâtını, Nizam-ı
cedid Örneğine göre yeniden teşkil edecek kırkaltı maddelik bir fermandı.
Sadnazam tarafından bu fermanın yayımlanması padişahın beklediği gibi
yeniçerilerin tepkisiyle karşılaştı. Önce sessiz, sonra gürültülü bir
ayaklanma 15/haziran/1826 gecesi
ortalığı kapladı. 15/haziran gecesi,
isyana katılacak olanlar birer ikişer, isyanın başlangıç noktası sayılacak
Etmeydanı'na doğru yürümeğe başladılar. Yeniçeriağasının olayın içinde
olmaması, toplanan isyancıların ilk iş olarak Ağanın konağına, onu
parçalayacak bir birlik gönderme karan alıp kararı icraata koydular.
Bir kulun yardımcısı Allah (c.c) oldumu, ona kim ne yapabilir ki?
İşte bunda da böyle oldu. Sabahın saatinde bir teftişten dönen Celaleddin Ağa,
uyumak üzere her dem tedbir olarak, gizli bir mahalde uykusuna çekildiğinden
gelen müfreze Ağanın konağını paraladılarsa da, kendisine bu işlemi yapmak
için yanına ulaşamadılar ve konakda yokmuş deyip, çekilip gitdiler. Konağı
yakmak için, bir kaç yerden tutuşdurdularsa da, hikmet-i hüdâ; o da
kendiliğinden sö-nüverdi. Şafak sökerken yeniçeriler kazganlarını (kazan)
Et-meydanına kaldırmışlardı ve böylece son defa kaldırılan kazan, bu seferinde
devrilecek ve ateşi söndürecek idi. Bunu yeniçeri, onları tutanlar hiç
düşünmezken, padişah ve taraftarları ve de ahali bu hususda müttefik idi.
Komitacılık; bir tecrübe ve elden ele devredilen, nâdir buluşlarla devam
ede-gelen bir ilim olduğundan yeniçeriler ocağı ise bu komitacılığın belki de
dünyada en mühim merkezlerinden olduğundan, oradaki birikim çok fazla idi.
Bunun bir örneğini isyancılar hemen tatbike koydular. Ahaliyi kendilerinecelb
veya en azından evlerine gönderipde olaylara karışmasını önlemek için,
Sadnazam Hüseyin Paşanın, Yeniçeri Ağası Cela-leddin Ağa'nin ve devletin ileri
gelenlerinin öldürüldüğü haberini yaydılar. Ahalinin ayak takımı da bu oyuna
hemen geldi kısazamanda; yeniçeriler, hammal, küfeci tellakları meydanda
görmenin sevincini yaşadılar. Bunlardan Manav Mustafa bir gurubu almış
sadriazamm sarayına doğru götürürken, Sarhoş Mustafa adlı bir başka biride,
Davud Efendi gibi, Hidiv'in elçisi Necip Efendi gibi, nokta hedeflere doğru
yola çıkmıştı. Sadnazam Beylerbeyi'ndeki köşkünde bulunuyordu. Alemdar Paşa
zamanında harab olan makam-ı sa-daretdeki lojman, henüz tamir edilmediği gibi,
her an beklenen, isyanlar emniyet açısından isyancıların daha zor ulaşabilecekleri,
yerde olmayı seçmeleri de, bir tedbir-i fayda diye telakki gerekir.
Efendim; müteveffa hariciye bakanlarımızdan İhsan Sabri
Çağlayangilin başkent'in asker'in olmadığı bir şehir haline konmasını teklif
etdiğinde, herhangi zamandaki isyan ve darbe teşebbüslerinden, başşehrin hemen
müteessir olmaması düşüncesi yatar ki buda pek isabetli bir teklifdir. Neyse,
biz isyancıların aksiyon hâlini anlatmaya devam edelim: Asiler sadriazamm
Beylerbeyindeki konağına ulaştıklarında aile efradını Konağın gizli bir
bölümüne saklanmış böylece sadece eşyaların yağmalanması, altıbin kese altunun
yağmacıların eline geçmesiyle kurtulundu. Can ve ırz payimal olmadan iş
atlatıldı. Sadnazam ise; konağa yaklaşılırken çoktan haberi almış doğruca
bindiği bir kayıkla saraya koşmuştu. Hüseyin ve de Mehmed Paşaların da saraya
gelmelerini ma-beyncisi vasıtasıyla bildirmişti. Yalı Köşkünde, bu günkü
Salkımsöğüt dediğimiz Gülhane parkının tam karşısındaki köşke vardı. Kıbrıslı
Mehmed Emin Efendiyi padişaha yollayarak, sancağı şerifin çıkarılmasını ve
padişahında kurulacak birliğin başında bizzat bulunmasının hatırlatıirnasını
istedi. Bu sırada ise, Hüseyin ve Mehmed Paşalarda geldiğinden ayrıca
şeyhülislâmda haberdâr edilip onunda aralarına katılması sağlanmıştı,
ulaşılabilen bütün zabit, humbaraci, topçu birlik kumandanları emri altında
bulunan askerle saraya gelmeleri emredildi. Saray'ın adına Raşid Efendi
Et-meydanına gönderildi. Asilerden istekleri soruldu: cevapları "Gâvur
tâlimi istemiyoruz; eski yeniçeri tâlimi çömleklere ateş etmekve keçe
kesmektir. Fermanı uygulayanların, kellelerini istiyoruz" dediler. Râşid
Efendi bu talebi de sadrı-azama getirdiğinde tabiiki red olundu çünkü bu
talimname cidden bir bir müzakere olunarak hazırlanmış, her bir maddesi
ulemaya sorulmuş ve dince bir mahzuru olmadığı hususunda, müsbet kanaatler
serdetmişlerdi. Sadnazam, buna istinaden eğer buna riayet olunmazsa
muterizlerin ezileceğini son söz olarak ifade etti. Tabii bu karşıya
iletildiğinde olacakların, artık sıcak şeyler olmasını ummak vacip oluyordu.
Beşiktaşda bulunan padişah saltanat kayığı ile hemen Topkapı sarayına gelmiş
ve sünnet odasında toplanılmış ve padişahın şu hitabı, işe başka bir veçhe
veriyordu. Sultan Mahmud şunları söyledi: "Hepiniz tahta çıktığım
gündenberi, dinin çıkarlarna hizmet ve mukadderat tarafından bana emanet
edilen halkın iyiliği için, nasıl itina ve gayret ile uğraştığımı bilirsiniz.
Yine bilirsiniz ki, tahtıma karşı yaptıkları saygısızca hereketleri en uysal
sabırları bile aşacak olan yeniçerileri kan dökülmesini önlemek İçin bağışladım;
hatta dahada, ileri giderek onları mükâfatlandırdım. Nihayet; iyilikten başka
bir şey görmeyen yeniçeriler son çıkarılan buyruğun, gereği gibi davranmayı da
kabul ettiler. Bugün sözlerini tutmayarak, imzaladıkları bütün sivil ve dini
otoriteler tarafından, kabul edilen anlaşmayı ihlal etmiş oldular; şu anda
gösterdikleri küstahça tavırlar, padişahlarına karşı açıkça ayaklandıklarını
göstermiyormu? Bu hâinleri ezmek, ayaklanmalarını boğmak için nasıl bir tedbir
alınmasını uygun buluyorsunuz? Silah kullanılması hakkında, ulemânın kanaati
nedir?" ulemâ hep birdencevap verdiler: "Şeriat asilere karşı
savaşılmasım ister.." Sultanahmed Meydanına doğru artık sadrıazamm,
şeyhülislâmın ve bütün devlet adamlarının yanında, sancağı şerif gölgesine
koşan ahali ve Hüseyin Paşa ve Mehmed Paşalar arkalarında topçular ve toplan
da olduğu halde yeniçeri kışlalarına doğru yürüyordular. Sancağ-ı Şerifin
çıkarıldığını kendi arkadaşlarının bazılarının bu mehabetli manzara karşısında
sancağın altına gitmelerine şâhid olanlar, doğruca kışlalarına gidip, kapıları
kapayıp savunma harekâtına gecem yolunu seçtiler. Topların namlusunu örtülü
kapıya çevirten Hüseyin Paşa, son bir sulh denemesi için kışladakilere
seslendi. Gelen cevapların içinde padişahı bile içine alan elfaz-ı galize
yâni, sövme sözleri vardı. Hüseyin Ağa önce bir ateş emri verdi ve peşinden de,
hayır ateş açmayın, beklediğimiz barutlar gelmedi diyerek onlara duyurucu bir
sayha ile seslendi. Ateş edemeyeceklerini, düşünen yeniçeriler küfre devam ettiklerinden
üzerlerine açılan salvo Ölümlerini intaç ettirdi. Artık yeniçeriler de ateş
açmışlardı Sultanahmed Meydanı müthiş bir savaşın müşahidi oluyordu. Kışlada
olanları da, çıkarmak için bir topçu neferi olan Mustafa yaptığı bir atışla
yangın çıkartmayı da becermiş yanmamak için çıkanlar top ve tüfenklerden, çıkan
mermi ve güllelerle hayatlarını kaybediyorlardı hem de islâmda pek mühim olan
Sancak-ı Şerif altında olanlara karşı ve ales sultan huruç, yâni mü'min emire
karşı çıkmakla, akıbeti zor bir Ölüme gidiyorlardı. Nihayet kâbus gibi Osmanlı
İslâm devletinin tepesine, nice çoraplar ören yeniçeriler hitama erdirilmiş,
ancak kurunun yanında yaş da yanıp gitmişti. Nice dilâver yiğit yeniçeride, mensubiyetinden
dolayı mağdur, mazlum hâttâ şehid olmuştur. Esnafdan, ahaliden ve mahalle
imamlarından beylerden, efendilerden, şeyhlerden nice kimseler sahip çıkma
gayreti gösterdikleri, bu temiz yeniçeri insanı hasebiyle mimlendiler ve
sıkıntılara giriftar edildiler. Bilhassa İstanbul'da o târihe kadar semtlerin
en hatırlı kişileri camii imamlarıyken, yaşı, kurudan ayırma hususunda
insaniyet göstermeleri, cezayı müstelzim olduğu gibi» nihayet imamlar olarak
da devlet indinde itibarları muhtardan sonraya kalması bu olaya bağlıdır.
Lamartin'in şu sözleriyle bu bahsi tamamlayalım: "Bir kaçgün sonra
İstanbul'u her zaman hurafeleri, dilencilikleri ve rezaletleri ile mahveden
yirmibin derviş Toros Dağlarına sürüldü. Bir kaç ay içinde kurulan düzgün bir
ordu Osmanlıların savaşa olan tabii dehâsını, cesareti ve disiplini ile, bir
kere daha ortaya koydu. 2. Mah-mud; yalnızca yıkmakla kalmamış yeniden
yaratmasını da bilmişti." Şimdi bu ifadeden sonra, çok geçmeden Kavalalı
Mehmed Ali Paşa ordularına, yâni bir devletin ordusunu, aynı devletin bir
valisinin, mağlup etmesi ne oluyor acaba diye sormak lâzım gelmezmi? Ömrü uzun
olsun emekli Albay Şe-rafeddin Üğurluteğİn nakletmişti bende sizlere
nakledeyim: Mizipsavaşı esnasında Prusyalı meşhur Moltke; bizim ordumuzda
müşavir olarak bulunur. Hafız Paşaya; savaş alanına düşmandan az biraz önce
geldiklerinden düşman gelir gelmez derhal saldıralım, bizde yorgunuz amma,
onlar bizden daha da, yorgun tavsiyesini yapar, Hafız Paşa hemen ordu
müneccimini çağırtır ve tavsiyeyi söylediğinde bir takım, havaya bakışlar
yapan müneccim, eşref saatin olmadığını saldırının doğru olmayacağını ifade
ettiğinden, Moltke'nin teklifi red edilir. Ordu istirahate çekilirken
Kavalalının ordusu da bundan istifade eder. Akşam'a yakın Moltke, gökyüzünü
şöyle bir tarassut ettiğinde, havanın bulutlandığını görür. Ka-rargahda dahil
askerin çukur ve toprak bir alana yayıldığını da bildiğinden, yine kumandan
Hafız Paşanın yanına gider ve eğer yağmur çok şiddetli olursa çukur arazi
yağmurungetir-diğİ sularla dolar hareket kabiliyetimiz güçleşir, bu bakımdan
biraz yüksek ve suyun birikmeyip akıp gideceği meyildeki araziye yerleşelim
teklifinde bulunur.
Kumandan Hafız Paşa; biraz düşündükten sonra, yine mahut müneccimi
çağırır Moltke'nin teklifini söyler. Müneccim, teklife bir şey diyemeyeceğini,
ancak yağmurun yağıp yağmayacağı meselesine gelince, eşeklerin ve katırların
kulaklarının dikilmediğini, keçilerinse kıçının büzüşmediğini, mandaların
kafalarını gökyüzüne kaldırıp da başlarını sallamadıklarını buna bağlı olarak
yağmurun yağma ihtimali bulunmadığını ileri sürer. Hafız Paşa da; Moltke'ye
duydunmu? Sorusunu yöneltir. Moltke; bütün bunlardan şaşkm evine yazdığı
mektupda bunu anlatır. Ancak; mektup bununla bitmez, ordu uykuya yattıktan
sonra yağmur öyle bir yağmaya başla-diki baziçadırlardan, askerin kimisinin
suda boğulduğu, haberi bile gelir. Toplarımız ıslanmış, bulundukları yerde
çamura batmış velhasıl Moltke'nin bütün korktuğu gerçekleşmiş o gün yapılan
savaş ise kaybedilmiştir. Bütün bunları mektubunda yazan Moltke, şunu ilâve
diyor: "Bir ordu ki, harekâtını, bakla ile bakılan eşref saate, yağmurun
yağmasını eşşe-ğin kulağını dikmesine, mandanın kafasını yukarı kaldırıp
sallamasına, keçinin kıçını büzmesinden çıkarıyorsa, kumandan bunları kabul ve
tatbik ediyorsa o ordunun galibiyeti inayet-i ilâhiyeden başka birşey
olamaz" diye anlatmıştı da biz haylice gülmüştük o ağlanacak hâlimize,
Şerafedin Albay, bize bunu anlattıklarında seksenyedi yaşından gün almıştı.
Her padişahın; haylice te'sirinde kaldığı kişiler olmuştur. Bunların arasında
Sultan 2. Mahmud'u tesiri altında kaldığı biri yoktur demek kabil değildir.
Alemdar'ın kendi üzerinde uyandırdığı minnet ve pek de dağlı davranışlarlarla,
canını sıktığı bir vakıa isede ona medyunluğunu hiç unutmamıştır. Alemdar'dan
sonra müşavirlerinden Halet Efendinin yörüngesine girdiği ileri sürülebilir ve
doğrudur da fakat Halet Efendiyi akıbeti bekleyen ölüm emri olduğu
hatırlanmalıdır. Sultan Mahmud- sâni Pertev Paşaya da pek gönlünde yer
vermişti. Bu zâtı Edirne'de katleden zihniyet Sultan Mah-mud'a bu işi
duyurmadan yapmıştı ve derin devlet anlayışının bu dönemde de, bulunduğunu
işaret etmesi bakımından mühimdir. Daha sonra padişah, bunu öğrendiğinde katıla
katıla ağladığı, târih sayfalarında yer bulmuştur. 2. Mahmud'un, üçüncü olarak
tesirinde kaldığı zat ise Hurşid Paşadır. Üç saltanat dönemi gören bu paşa
Osmanlı sarayına Çerkezis-tan'dan bir köle olarak hediye edilmiş sadnazamlık
dadahil devletin her kademesinde vazife almış, sadakat göstermiştir. Bir asrı
aşan ömrü ile birlikte kendine padişah da dahil, herkesin saygısı
ziyadeleşmmekteydi. Bilfiil olarak seksen yaş sonrasında köşesine çekilmiş
bilge insan olarak padişahda dahil olarak başvurulan görüşlerinden müstefid
olunan bir kimse idi. Sultan 2. Mahmud, tebdili kıyafet ederek ahalinin
durumunu daima öğrenme gayreti içinde olmuştur.
Ahaliyle iç içe olmaktan ancak tebdil-i kıyafet haliyle olmak
onun için bir zevk hâlinde idi. Sultan 2. Mahmud'un; Nizip Savaşını kayb etme
haberini alıpalmadığı hususunda çeşitli
rivayetler bulunmaktadır. 1 9/r.
ahir/ 1 255- 1 /tem -muz/1839'da hayatla ilgili dünya nefeslerini
tamamladı. Ortadan kaldırdığı yeniçeriler caddesi üzerindeki türbesine def-nolunduğunda,
bu dünya da aldığı Adlî ünavını taşıyan zâta dönük feryadlar ahalinin ağzından
şöyJe dökülmekteydi "Padişahım! Bizi bırakıp nereye gidiyorsun!"
Çünkü; 31 sene, 10 ay, 6 gün padişahlık
yapan Sultan Mahmud bu kadar beraber olduğu müminlerden böyle bir sevgi
ifadesi görmesi makul ve mergupdur.
Sultan 2. Mahmid'ün Şahsiyeti
Sultan 1. Abdülhamid'in Nakşidil Valide Sultandan
20/temmuz/1785'de dünyaya gelen şehzadesidir, 2. Mah-mud. Valide sultan
şehzadeyi dünyaya getirdiğinde kendisi henüz 17 yaşındaydı. Amcazadesi 3. Selim
tarafından çok iyi yetiştirilmeye çalışılmıştır. Hele, 3. Selim'in tahttan
indirildikten sonraki, geçen dönemini Şehzade Mahmud için tam bir padişahlık
stajı olarak geçmiştirdersek hiç de yanlış söylememiş oluruz. Kazandığı
rütbelerden en güzeli Vehhabîleri Mekke'den ihracı üzerine, almış bulunduğu
Gaazi unvanıdır.
Çünkü bir kısım softanın gâvur padişah adını verdiği zât,
23/1/1813'de ihracı neticelendirmiş ve Şeyhülislâm Dürrizâ-de Abdullah Efendi,
28/5/1813'de verdiği hutbede bu unvanın Sultan 2. Mahmud'a verilmesinin,
makam-ı meşihatde karar altına alındığını irad eyledi. Her Osmanlı şehzadesi
içinde ayrıca târih dersi almış olanların arasında apayrı bir yeri vardır.
Nitekim; yeniçerileri ortadan kaldırmaya karar vermesinin gecikmesinde bu târih
bilgilerinin çok rolü olmuştur. Osmanlı devleti, bir aşiret halinden cihan
devletine yürüyüşü yeniçeri ile başlamış ve bu yürüyüş her geçen an bir koşu
hâline dönüşmüş ve dünya devleti olan Osmanlı İslâm devletinin bu cihanşümul
muvaffakiyetteki emeğin büyüğünün, yeniçeri askerine, aid olduğunun idraki
içinde idi. "U Sultan Mahmud'un, son kararını bildiren ve yukarıda zikrettiğimiz
konuşmasında nümayandır. Bu Adlî Mahmud'un vefakârlığının bir ispatıdır. Büyük
bir siyaset insanı idi. Bu evlet siyasetinde böyle olduğu gibi cemiyet
hususunda da böyle bir dâhidir misâl olarak Beşiktaş'da kurulan ilim heyetini
hem teşvik ediyor, hem de deneyler hususunda kendilerine dikkat ediniz,
şeyhülislâm'ın eline, düşerseniz sizi ben bile kurtaramam dediği gibi, İbni
Haldun'un ünlü Mukaddimesini tercüme ettik okutalım diyenlere verdiği cevap,
"Aman çocuk ne yapıyorsun? Çocuğun eline ustura verilirmi?" demesi
siyasetin her yönünden behresi olduğunu gösterir. Şahsında, şakacılık, merhamet,
sertlik, musikişinas, bestekâr, Adil mahlasıyla, şâir olarak ve de hattatlığı
muhteşemdir.
Hem Nakşibendi hemde Mevlevi idi. Dikkat buyrulursa; her iki
cereyanda, İslâm âleminin kitlesel acıdan en büyük iki gurubuna mensubiyeti,
halifelik sıfatıyla, ne kadar büyük bir denge unsuru olduğunu gösteriyor.
Fransızca öğrenen İlk padişah olduğunu ifade eder Tarık Yılmaz Öztuna bey'ki bu
diğer padişahların lisan bilmediği mânasına gelmemekle beraber (çünkü Fâtih'in
birkaç lisan bildiği malumdur) Fransızca bilmenin önemi dünya politik
arenasının bu lisana vakıf olanlarca daha iyi takip edildiği dönemdir 19.
aşırın her bir yılı. Sultan Mahmud'un çileye tâlib bir insan oluşuna bir misâl
olarak yeniçeri sınıfını ilgadan sonra 1828'dekoskoca yazı Tarabya'daki
karargâhda geçirdikten sonra Sekbanaskeriyle tam iki sene Rami Kışlasında
yaşaması kabul edilebilir. 4. Mustafa'yı yâni baba bir ağabeyini
katlettirirken, devleti kendinin taşıması üzüntüsünü yaşadıktan sonra, tahta
vârisi edinmek için lâzım gelen teşebbüslere ağırlık vermesi haylice kadını
olmasına sebeb teşkil etmiştir. Politikada, musiki vede tanbur'da hocası, 3.
Selim idi. Ney çalardı ve bunda hocası, Kazasker Tosyalı Mustafa İzzet
Efendidir. Vefatı l/temmuz/1839'da 30 sene, 11 ay, 4 gün süren ümmete hizmet
sonrasında, gece yarısından sonra ablası Esma Sultan sarayında vukubuldu.
Cağaloğluna köşe olan Türbe Es-
Sultanın konağının bir tarafından alınarak merhuma tahsis olundu.
Daha sonra o araziye tanzimat ve ittihat ve terakkinin ileri gelenleri defnedildi.
Ayrıca Sultan Mahmud Türbesine, Şehid-i Aziz Abdülaziz ile Cennetmekân 2.
Abdülhamid Hân'da defn olundular sonradan. Sultan 2. Mahmud'u üm-met-i
Muhammed, 54 yaşına 18 gün kala elinden uçuruver-mişti.
2. Mahmgd'ün Hanımları Ve Çocukları
Çağatay üluçay'ın hazırladığı, TTK (Türk Târih Kurumumdan
neşrolunan "Padişahların Kadınları ve Kızları" adlı eserdeki bilgi
sekiz hanımı, dört ikbâli hakkında bilgi ve say; veriyor. Buna karşılık Tarık
Yılmaz öztuna bey ise; "Hanedan" adlı pek değerli eserinde onsekiz
hanım rakamı veriyor. Bu sayının beş adedinin ikbal olduğunu haber veriyor, bunlardan
Zernigâr'ın, 1826'da 4. ikballikden önce yedinci kadı-nefendiliğe sonra ikinci
kadmefendiliğe yükseldiği görülüyor. Ölümü 1809'da vukubulan Fatma başkadınefendi,
Çağatay Uluçay bu ismi vermemiş, 1809 sonrasında başkadınefendi olan Alicenâb
kadınefendi de, CJluçay'da kilistede yok. Per-tevniyal Piyale Nevfidan
başkadınefendi 1793'de doğmuş, 1855'de vefat etmiş. Sultan Mahmud Türbesine
defnoiundu Misl-i Nâyab 2. kadınefendi olmuş 1825'den önce vefat Nak-şidil
Türbesine defin, üluçay listesinde yok. Kamerî 2. Kadınefendi aynı Misl-i
Nâyab gibi ve Ebr-i Reftar 2. kadınefendi-de bunlarla aynı kaderi paylaşmış.
Bezm-i âlem vâlidesultan 1807'de doğmuş, 1853'de 46 yaşında vefat etmiş
Abdülme-cıd Hân'ın annesidir. Hayatı hayır yapmakla geçmiştir. Os~ rnanh da
yenileşme harekatında öncülük yapmıştır. Vakıf
hastanesi ençok bilinen yadigârıdır. Aşubcan 2. kadınefendi 1793'de doğmuş 1870'de vefatı
üzerine Sultan Mahmud türbesine defnolundu. Beşiktaşda sahilsaray, Küçük
Çamlıca da kuyu yaptırmış, Çamlıca'da kasr inşa ettirmiştir. Vuslat
kadınefendi'nin sadece 1 830Jda vefatından bilgimiz var. Nurtâb kadınefendi,
1810!da doğup, 1886'da vefatı-vu-kubuimuş. Kocasının türbesine defnolunmuş.
Hoşyarkadıne-fendi 1859'da Mmekke-i Mükerremede Hac ifasından sonra vefat
ederek o mübarek beldede defnolundu. Pervİzfelek kadınefendi 1863'de vefat
etti, kocasının türbesine defnolundu. Hüsnümelek kadın başikbal idi. 2.
Mahmud'un bir şarkısında "Hüsn-i melek bir peridir" mısraı bu
ikbaiinedir. Vefatı 1886'da olmuş, Sultan Mahmud'un tavşanca köçekçesini,
Abdüimecid döneminde saray dansözlerine meşk ettirdiği bilinir, makberi,
Sultan Mahmud Türbesindedir Zeynifelek kadınefendi ise 1842'de vefat etmiş
Nakşıdil Sultan türbesine defnolunmuştur. Lebriz Felek hanımefendi 1810'da
doğmuş ve 1865'de ölmüş, Sultan Mahmud türbesine gömülmüştür. Tiryal
hanımefendi, 1810'da doğmuş, 1883'de vefat etmiştir. Üsküdardaki; Ahmediye
Çeşmesi bu hanımefendi tarafından, yaptırılmıştır. Kabri Yenicami'de 5. Murad
türbesindedir.
Pertevniyal valide Sultan, padişah Abdülaziz'in annesidir. 1812'de
doğmuş, 1883'de Doimabahçe sarayında vefat etmiştir. Aksaray'daki Pertevniyal
Valide Sultan Camiini bu valide yaptırmıştır. Kabri de bu camidedir. Sultan 2.
Mahmud'un çocuklarına gelince, Tarık Yılmaz Öztuna listesinde onbeş tane
hanimsultan, onsekiz tane şehzadeden sözaçabi-liriz. Bunların hanımsultan
olanları:
iUL/lAM Z. MAtİM
adı
doğum
ölüm
makberi-türbesi
Fatma Sultan
1809
1809
Nuruosmaniye Tür.
Ayşe ""
1809
1810
Fatma " "
1810
1825
Nakşıdil Valide tür.
Murad şehzade
1811
1812
Hamidiye
Bayezid " "
1812
1812
Şah Sultan
1812
1814
Nuruosmaniye
Abdülhamid
1813
1825
Nakşıdil Valide
Osman
1813
1814
Nuruosmaniye
Ahmed
1814
1815
Mehmed
1814
1814
Şah Sultan
1814
1817
F.minc Suİlan
181?
i 8 16
Yahya Elendi Demâhı
Zcyneb "
1815
1816
Nuruosmaniye İ ürbı
Mehmed
1816
1816
Hamide Sultan
1818
1819
Süleyman
1817
1819
a. t»
Cemile Sultan
1818
1818
Hamide " "
1818
1819
it il
Ahmed
1819
1819
ii 44
Ahmed
1819 bir
kaçgiin sonra
öldü " "
Abdullah
1820
1820
Mehmed
1822
1822
'1 it
Ahmed
1822
1823
1. Abdüimecid
1823
1861
Yavuz Selim Cami
Ahmed
1823 (
1824
Münire Sultan
1824
1825
Nakşıdil Valide tür
Hadice Sultan
1825
1842
Sultan Mahmud
"Abdülhamid
1827
1829
Nakşıdil Valide
Fatma Sultan
1828
1830
Abdüiaziz han
1830
1876
Sultan Mahmud
Hayriye Sultan
1831
1833
Nakşıdil Valide
Nizameddin
1833
1838
SuStan 2. Mahmud'un yukarıdaki listede gösterilen 15'i kızı,
18'i, erkek olmak üzere 33 evlâdı olduğunu görüyoruz. Ancak 2. Mahmud'un, bu
liste dışında dört tane yetişmiş kızımda ilave edecek olursak, karşımıza 37
evlad babası bir padişah çıkacak karşımıza bunların, 32 adedinin toprağa verildiğini
görmüş bir baba, kolaymı bu kadar sayıda ciğerpareyi toprağa verip de ümmetin
işiyle meşgul olmak, insan bunu kendi kendine sormalı! Bu yetişkin altı kızı
şunlardı. 1811'de doğup, 1843'de 31 yaşındayken vefat eden Saliha Sultandır.
Halil Rıfat Paşayla mayıs/1834'de izdivaç yaptı. 8 sene, 8 ay, 12 gün süren
evlilikten sonra, vefat eyledi. Mihri-mah Sultanhanım ise; 10/6/1812'de doğmuş,
24 yaşında, 1836'da evlendiği Said Paşa ile ömür sürerken, vaz'ı hami (doğum
yaparken) esnasında şehid oldu, 1838/tem-muz/3'de. Atiyye Sultanhanım ise,
1824'de doğup, 1850'de vefat etmiş-tir izdivacını 1840'da Rodosizâde Ahmed
Fethi Paşa ile evlenerek yaptı. Bu hanımsuitan da vefatında, babasının
türbesine defnolunmuştur. Adile Sultan 23/5/1826'da dünyaya gelmiş ve
12/2/1899'da vefat etmiştir. Adile Sultanı babası evlendirememiş ağabeyi 1.
Abdülmecid Hân, Meh-med Ali Paşa ile 12/haziran/1845'de evlendirmiştir.
Sultan 2. Mahmud'un Sadrıazam Ve Şeyhülislâmları
4. Mustafa'nın sadnazamı iken Çelebi Mustafa Paşa, Alerndar'ı bir
sabah karşısında görüp, mührü ona teslim ettiğinde bu paşa tarafından enterne
edilmiş ve Alerndar'ın askerlerinin Çırpıcı Çayınndaki karagâhını mesken
tuttu. Elindeki mührü ne yapacağını bilemeyen Alemdar'a biri, çavuş-başına
vermesini işaret etdi. Paşa da, Çavuşbaşı'na mührü vermiş oradan da, Topkapı
Sarayına Sultan 3. Sel im'i, yeniden Osmanlı tahtına oturtmak için harekâta
geçti. Bilindiği gibi şehadet vak'ası
vukubuldu.
Şehzade Mahmud ise, hayatını katillerin elinden zor kurtardı.
Kurtulduğu andan itibaren padişahlığı kesinleşti çünkü Alemdar duruma hâkimdi ve
amucani yapamadım, bari seni tahta çıkarayımda gönlüm rahatlasın dediğinde,
yeni padişah da, Alemdar'ın sadarete getirilmesini irâde etdi. Böyİe-cede,
28/temmuz/1808'de, 3 ay, 10 gün sürecek sadaretine başladı. Şehiden, makamını
Çavuşbaşı Arnavud Memiş Paşaya bıraktığında, târih 15/kasım/1808 idi. Ancak
Memiş Paşanın sadareti, 1 ay, 9 gün sürebiimiştir. Yerine l/ocak/1809'da Yusuf
Ziyaeddin Paşa getirildi. Bu paşanın 2. sadareti olup, 2 sene, 3 ay, 9 gün
sürdüğünde takvimler, 10/nisan/1811 tarihini gösteriyordu. Bu paşanın iki
sadaretinin toplamı, 8 sene, 11 ay, 4 gün tutmuştur. 165. veziriazam olarak
Trabzonlu Nazır Ahmed Paşa; makam-ı sadarete getirildi, 5/eylül/1812'ye
kadarmakamda kaldığında, 1 sene, 4 ay, 25 gün geçmiş ve yerini Hurşid Ahmed
Paşaya bırakmıştır. l/nisan/1815'de, Mehmed Emin Rauf Paşa ilk sadaretine 167.
sadrıazam olarak getirildi. 2 sene, 9 ay, 4 gün süren sadaretinden infisal
ettiğinde 5/ocak/1818 târihi gelip çatmıştı. Yerine Derviş Mehmed Paşa gelmiş
ve 2 sene, 1 gün sadn-azamlık yapan paşa, 5/ocak/1820'de infisal etdi. Bunun yerine
de, ispartalı Seyid Ali Paşa; 1 sene, 2 ay, 24 gün. makamın hakkını vermeye
çalıştı, ayrıldığında târih 28/mart/1821 idi. 170. sadrıazam Bendeki Ali Paşa
ancak, 1 ay, 3 gün görevde kalabildi. İzmirli Hacı Salih Paşa
30/nisan/1821'den. 10/kasım/1822'ye kadar, 1 sene, 6 ay, 10 gün kalabildiği
görevden ayrıhrak yerini Abdullah Hamdullah (Deli) Paşaya bıraktı ve bu zât, 4
ayı anca görevde tamamlayabildi. Hemen Peşinden, Turnacızâde Silahdar Alî Paşa
13/aralık/1823'e kadar, 9 ay, 4 gün vazifede kaldı ve Mehmed Said Gaalib Paşa
selefinden iki gün eksik olarak vazifede kaldı ve târih, 14/eylül/1824 idi.
175. sadnazam Benderli Mehmed Selim Sırn Paşa oldu 24/ekim/1828'e kadar, 4
sene, 1 ay, 10 gün hizmet verdi. Darendeli Topla İzzet Mehmed Paşa
28/ocak/1829'a kadar 3 ay, 5 gün kalabildi ve ilk sadareti bu oldu. Reşid
Mehmed Paşa 28/ocak/1829'da sadnazam olduğunda, 4 sene, 21 gün, bu makamda
kaldı. 18/şu-bat/1833'de son buldu. Böylece Mehmed Emin Rauf Pa-şa'nın 6 sene,
4 ay, 12 gün, süren sadaretine yol açılmış ve infisal ettiğinde
2/temmuz/1839'da, nihayetlendiğinde Sultan 2. Mahmud vefat etmiş
bulunduğundan, son sadrıazamı bu paşa olmuştur. Onaltı defa mühür veren
padişah, onbeş kişi ile sadaret görevini yürütmüştür. Şeyhülislâmlar ise, aşağıya
çıkarılmıştır:
no :isim: T. Târih Ayrılış T. s a gl30. Arabzâde Mehmed Arif
21/07/1808 15/08/1808 0 0 25131. Salihzâde Esad Ef. 15/08/1808 22/11/1808 3 9
02132. Dürrizâde Abdullah Ef. 22/11/1808 22/09/1810 1 10 00133. Samânîzâde
Hulusi Ef. 22/09/1810 12/06/1812 1 08 20134. Dürrizâde Abdullah Ef. 22/03/1812
22/03/1815 2 09 10135. Çelebizâde Zeyni Ef. 22/03/1815 27/01/1818 2 10 06136.
Mekkîzâde a^sım Ef. 08/02/1818 03/09/1819 1 07 07137. Hacı Halil Ef. 03/09/1819
28/03/1821 1 06 25138. YâsincizâdeA. vehhab Ef. 06/05/1821 10/11/1822 1 07
13139. Sıdkızâde Ahmed Reşid 10/11/1822 25/09/1823 0 10 15140. Mekkizâde Kasım
Ef. 25/09/1823 26/11/1825 2 02 01141. Kadizâde Mehmed Tâhir. 26/11/1825
06/11/1828 2 05 10142. Yâsin-cizâde Abdullah Ef. 06/05/1828 08/02/1833 4 09
03143. Mekkîzâde Asım Ef. 08/02/1833 20/11/1846 13 09 10
14 defa şeyhülislâm tebeddülü olmuş, Mekkizâde üç, Yâ-sincizâde
iki, Dürrizâde iki defa meşihate gelmişler böylece SultanMahmud'un işi on
şeyhülislâmla tamamlamıştır.
Muasırları Kimlerdi?
İngilterede, Kral 3. Jorj, 4. Gilyom ve Kraliçe Viktorya.
Avusturya'da 1. Fransuva, İran'da Şah Mehmed Han, Papalık da ise, 7. Piu, 12.
Leon, 8. Piu, 16. Grigovar. Prusya'da; Kral 3. Frederik, 4. Frederik, Rusya'da
ise; imparator 1. Al-kesandr, 1. Nikola. Fransa da ise İmparator 1. Napofyon,
kral 18. Lui, 10. Şarl, 1. Lui Filip'dir. ülke içindeki meşhur zevat ise,
Alemdar Mustafa Paşa, Şeyhülislâm Arif Efendi, Kadı Abdurrahman Paşa, Behiç
Efendi, Muhib Efendi, Tepe-delenli Ali Paşa, Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali
Paşa, Ka-valali İbrahim Paşa, Hüsrev Paşa, Şâir İzzet Molla, Büyük Mustafa
Reşid Paşa, Said Efendi, Nişancı Halet Efendi, Seyid Ali Paşa, Reisülküttap
Galib Efendi (Paşa), Tahsin Efendi, Ağa Hüseyin Paşa, Darendeli İzzet Paşa,
Topçu yüzbaşısı Ka-racehennem İbrahim Ağa vesairedir.
Okuma Parçası: Alemdar Mustafa Paşa (Kahraman-I Hürriyet)
Okuma Parçası olarak koymuş bulunduğumuz Alemdar Mustafa Paşaya
yapılan hayatına kast edici saldırının, hiç bir târih kitabında bu kadar yer
ayrıldığı görülmemiştir. Halbuki Osmanlı târihinden pek iyi bilinmesi gereken
ve son yarım asırda, 1960'la başlayan seri ihtilâller sonucu ülkemizde iktidara
gelenlerin ordu/hükürrtet münasebetlerinde siyasetçinin seçilmişliğini ileri
sürerek siyasetçinin üstünlüğünü ileri sürenlerle, ordu güvenilirliğini,
hükümet otoritesinin üzerinde görmek isteyenler bu okuma parçasını okuduktan
sonra biraz daha düşünceleri üzerinde tashihata meylederler diye ummak
istiyorum.
Bu münasebetle kitabın yazarı Ali Şeydi Bey'in mukaddimesine dâir
kanaat-ı fikriyemi muhafazayla beraber buraya dere etmeyide uygunbuldum. M. H.
Mukaddime
Tarihin tekerrürden ibaret olduğunu iddia edenler hikmet-i
tarihiyenin bir faslına büyük isabetle vukuf sahibi olan kişilerdir. Esasında
bu uçsuz bucaksız kâinatı işgal eden yıldızların ve cisimlerin hiç
biri-mutlakiyet itibanyia-diğerinin aynı olmadığı halde, harekât, teşkilat,
tekamülat açısından birbirlerine benzemeleri pek çoktur. Hattâ şu zemin
üzerinde yaşa-makda olan ve birbuçuk milyar nüfusa varan insanoğlunun,
parçaları dahi, meselâ yüzü, eğilimleri, ahlâki yapısı o derece ihtilaf
doludurki, nerdeyse dünyada ne kadar insan varsa, o kadar çeşitçehre yâni
surat, o kadar bol çeşit ahlâk vardır denilebilir. Bu; insanın parçalarından,
yüksek cisimlere kadar bütün âlemleri idare eden idarecinin tabiyesinin, tesir
edici maddiyesi neticesi olarak biribirine benzer şekilde tekrarlandığı
görüldüğü gibi durum ve insanların sosyal safhaları arasında arada sırada aynı
tekrarlamalarında olduğunu kimse inkâr edemez. Yıldızlar semada dönüşlerini
tamamladıkları sırada, nasıl her seferinde devrini belli bir noktadan geçerek
yapıyorsa, insanlarında mahrek vukuatları ve tekemmüiatı üzerindeki seyir ve
hareketleri esnasında ara ara birbirine karşı ve uygun noktalardan geçtiklerini
tarih kendine has olan apaçık ve de dürüstçe bir lisanla bize hatırlatıyor.
Meselâ tarih, peygamberlerin bazılarından özetle <Hz. Muham-med, Hz. Musa
ve Hz. İbrahim> ortaya çıkışlarını, maceralarını vede yaymakta oldukları
din hakkındaki, cihadları ve mücadeleleri, çektikleri zahmet ve yapmaya mecbur
oldukları hicret, esnasında, büyük büyük münasebetler, benzerlikler olduğunu,
Roma hükümetinin kurulması ile, Osmanlı imparatorluğunun kurulması ve Osmanlı
ve İspanya ihtilâl ve inkıiâbları arasında dahi epeyice mühim problemler ve
ayrılıklar bulunduğunu izaha hacet görülemez. Tarihde bunlara dair o kadar
garib ve çok denecek misallere rast gelinir ki: insanın bunları tesadüfden
ziyade tarihin tekerrürden ibaret olduğunu bir hakikat şeklinde kabul edeceği,
adeta her vakanın bir benzeri, bir eşi olacağına İnanası gelir Biz bu hakikate
diğer milletlerin tarihinden şahid ve misalgetirmeyip, yalnız kendi tarihimizin
en önemli kısmına dair vebir asrı fasıla ile husule gelen iki vakanın, ilk ve
ikinci irtica ve birbirleri ile olan münasebeti ve benzerliğini, izaha ve
beyana başvurmakla iktifa edeceğiz. Emirgân: İKânun-u evvel ara-hk/1326/1910
rumi Ali Şeydi
Giriş
Devletimiz için; tarihi dönemeç sayılacak bir kaç tane hu-susen
belirtilmesi icab eden günler vardirki, onları asla unutmamalıyız. Evvelâ,
kuruluş ve istiklâliyet açısından h. 698/m, 1299 yâni; Osmanlı devletinin tarih
sahnesine çıkışı. Sosyal hayatımızın muntazam bir hükümet şeklini alması itibarıyla
727/1327 Rumeli yakasını elimize geçirmemizden dolayı 758/1357 ve Bizansınyâni
doğu Roma imparatorluğunu ortadan kaldırışımız hasebiyle 857/1453. İlk irtica
hareketi sayılan 1222/1807 Avrupa usûlüne benzer idari ve askeri tarzı
kabulümüze göre, 1241/1826 Osmanlıların hukuklarında, hür ve eşit olmalarının
kanun altına almak hususuy-la, 1255/1839 İlk kanun-i esasi, yâni birinci
anayasanın ilânı vesilesiyle 1293/1876. Hakiki meşrutiyetin kurulması hisleriyle
lö/temmuz/1324/1908 ve 10 ve 14 nisan/1325/1909 tarihleridir.
Hakikaten devlet-i Osmaniye 698/1299'da istiklâlini ilân eylemişse
de, tesiri olduğu sahanın küçüklüğü hükümet etmenin yeteri sayılmazdı. Ayrıca
hükümet edebilmek için lâzım gelen kanunlara ve nizamlara sahip olmaması,
maliye teşkilatının kurulmamış olmasıyla birlikte muntazam bir askerlik
disiplini vücuda getirememesi, hükümetten ziyade şekil olarak bir imareti
andırıyor, bu imarette bir istiklâliyete gidişe benzemekteydi.
726/1326 senesinin hemen başlarında, tesis olunan devlet binası,
Osman Gazi'nin cihad içinde geçirdiği ömrünü, can vermeye hazırlanmak için
başım dayadığı yastıkta, ikinci oğlu Sultan Orhan Gazi'de askeri kuvvetlen ile
Bursa şehri üzerinde kılıcına ram edeceği insanlarla savaşmaktaydı. Bu sırada
rahmet-i rahmana kavuşan pederi mükerreminin kabrini buraya taşımasını
gerçekleştirdiği gibi, devletinin başşehri olarak da yine Bursa olmasını
gerçekleştirmişti. Orhan Gazi'nin cenk ve cidale meyilli olması hasebi ile,
fetihler yapabilmek gayesiyle savaşlara giderken, vezirlikte hizmet vermeyi,
saltanatta olmaya tercih eden büyük ağabeyi olan, aynı zamanın da ulema-i
kiramından olan Alaaddin paşa'yida kanun ve nizam yapması hususunda seiahiyetli
kılmıştı. Bu memuriyet ve selahiyetin neticesi olarak: <İstiklâlin ilânı
sa-yılabilen tuğralı-Orhan Gazi namına para basılıp, komutanlara, memurlara,
askeri sınıfa ayrı ayrı elbiseler tayin vede tahsis olundu. Herşeyden çok
askeri düzenlemeler ve ıslaha büyük gayretler gösterildi. Muntazam adı altında
asker tertibine işaret olunduki: yeniçeriler bu askerden ibaret idi. İşte bu asker
idiki, bir buçuk asır içinde Bingöl dağlarındanSen Gotard akarsularına, Kafkas
dağlarının eteklerinden, Şattularab'a kadar olan geniş toprakları eline
geçirmiş, işte bu askerin piyadeleri İdiki, Tebriz sahralarında ışıklar saçan
yatağanlarıyla İran dünyasının gözünü kamaştırmış, işte bu askerin süvarisi
idiki; Macaristan] baştanbaşa ezipde geçerek zaferyabolmuş, işte bu askerin
topçusu idi ki, Viyana surlarını mermisine hedef seçmişti. Osmanlıların
istilasına muvaffak oldukları havza bir-iki asrın içinde sahibini bulmuştu.
Romalıların ancak oniki asırdaki çalışmanın semeresini almış oldukları bu topraklar,
Osmanlılar eline, bu kadar kısa sayılacak zaman diliminde ele geçmesi,
yeniçerilerin itaat ve intizamlarının sayesinde mümkün olmuştu. Öyle bir
intizam ki; tarihin red edilemez şahadeti olmasa mübalağaya hamledilebilecek.
Öyle bir sıkı nizam ki; insan o devrin alameti cezaiye ve vesikalarını tetkik
etmese bunları asla hakikat olarak kabul etmez.
Bizzat padişahlar, en şedit, en kaide tanımaz yaradılışlı,
padişahlar bile bu intizamı ihlâl edemiyorlardı. Evet; ocağa olan bağlılığın
derecesini anlamalı ki, padişahın bizzat kendisinin birinci bölük
yoldaşlarından olması hasebiyle ulufe çıktıkça, yeniçeri ağalarına mahsus
elbise ve işaretlen takınarak adı geçen bölüğün kışlasına gelerek ulufesinin
alımını yaptıktan sonra saraya dönerlerdi. Yine tarih zabıtlarında yeri
muhafaza altındadırki; Bin tarihine kadar yalnız iş gören kimseden hariç kimse
alınmazdı. Hâttâ Mısır seferine gidilir iken, hazine adına bir tüccardan para
borç olarak alınmışsa da, bu tüccarın Yavuz Sultan Selim'e, verdiği bir
arzuhalde oğlunun hizmet-i askeriyede istihdamını kabul ettiği takdirde vermiş
olduğu borç parayı katiyyen talebe başvurmayacağını beyan etmesi üzerine,
Yavuz Selim: -Para ile asker yazılmaz. Nizam-i kadim bozulmaz. Bu adamın
parasını iade edin, diye irade buyurmuştur.
Kaanuni Sultan Süleyman han Macaristanda bulunan Zi-getvar
seferine gittiğinde, binek hayvanının gemi kırıldığın-da-bir yeniçerinin
gizlice tamir ettiğini haber alınca-ocağa esnaf karışdığından müteessir
olarak-subayları azarlamış, askerin ise tekaüd edilmesini emre karar kılmıştır.
Ne faideki; sonraları bu itina ve ihtimam gittikçe azalmıştı bunun neticesi
de, ocağın intizamını muhafaza eyleyememiş, sonunda ikide birde yerden
kaldırılan kazanın devrilmesiyle ocağın büsbütün söndüğü görülmüştür.
Tarihçiler şu intizam ve kanunun çökmesine 990/1582 tarihini
başlangıç addederler. Şu olaya göredir ki; Sultan 3. Murad'ın bir kaç
şehzadesinin yapılan sünet merasiminde bulunan canbaz ve hokkabazlar ile
perendebaz gibi şahısların gösterileri padişahı pek memnun etmiş ve
kendilerine ne isterlerse yapılacağı istikametinde sözler söylenmiştir. İçlerinden
bazıları yeniçeri ocağına asker olma arzusunu ileri sürmüşler, bir çok olay
neticesinde istekleri maalesef yerine getirilmişti. Böylece de Kaanuni'nin ve
Yavuz'un isteklerine, aykırı hâl maku! hâle gelmiş oluyordu. Böylece bu
tarihden sonra, bu kötü misale imtisalen askerliğe, askerlik şan ve şerefiyle
münasebeti olmayanların ocağa alınmasına ve bu suretle yeniçerilerin ismet-i
ahlakiyesi ve kıymet-i askeriyelerine halel gelerek, sonunda ise bu hâller
ocağın bir eşkiya, bir zorba ocağı şeklini almasinasebeb olmuştu. Hele;l
150/1737 tarihinden sonra yapılan savaşlarda, bilhassa uzun süren muharebelerde
subayların emrini dinlemez, git denilen yere gitmez, dur denen yerde, durmaz,
gönlü istediğinde harpala-nını terk edip, İstanbul'a kadar gelir. Hem de
ordunun mühimmat ve levazımını bile yağma ederek yanında götürür bir hâle
gelmişler idi. Ocak zorbalarının bu sergilediği hâl karşısında devletin aklına
bu hazin gidişe bir çare arama geldiğinde tecrübe sahipleri birleşmiş gibi
aynı hususa lüzum gördüklerini beyan etme vaziyetindeydijer.
Hatta; Sultan 3. Ahmed zamanında bu meselenin konuşulması gündeme
getirildiysede, ocaklının şımarıklığı, ahalinin cehaleti, bu hakikati takdir
edenlerin azlığı, iç ve dış meselenin çokluğu bir takım kararlar alınmasına
engel olmuştu ve b'lhassa şan ve şeref-i askeriyemizi büsbütün gözden düşüren
neticesinde 1188/1774 Kaynarca barışını imzalamamızın sebebini gerektiren
büyük mağlubiyetin üzerine, oca-a\r\ varlığına son vermek hususunda kesin
tavsiyeler bir çok verden gelmeğe başlamışsada, 1. Abdülhamid'in mizacı ve
kalbinin yumuşakliğıyia bu arzuyu umuminin bir müddet daha gecikeceği ortaya
çıkıverdi.
1202/1787 seferinde devletin uğradığı büyük hezimet, artık-
avrupada olduğu gibi- talimli ve muntazam asker sistemine geçmedikçe düşmanı
yenmek şöyle dursun, varlığımızın siyasasınıda bekasını temin edebilmemiz
imkân haricinde kalacağını herkese anlatmış, hâttâ bu hakikat yeniçeriler tarafından
da görülmüştü. Rumeli'de bulunan orduyu hümayundan fayda sağlayıcı bir dilekçe
başşehre geldi. Şehzadeliğinden beri bu mesele ile zihniçareler arayan ve o
sıralarda tahta yeni geçmiş olan 3. Selim, avrupa usûlü üzere talimli asker
kurulmasına başlanmasını emretti. İşte bu teşebbüs idiki; bir müddet sonra
irticai ulâ, yâni 1222-1223/1807-1808 senesi fecii vakaları meydana gelmişti ki
şöyle:
İrtica Ve Sebebleri
Sultan 3.. Selim kurmaya çalıştığı yeni usûl nizamı cedîd askerini
tabiatıyla yeniçerilerin içinden gönüllü olanların arasından seçmişti. Ne
varki bunlar tâlime başladıklarının ilk dakikalarından itibaren sıkılmağa
başlamış, daha doğrusu bu talim zor gelmiş olduğundan firar yolunu seçmişlerdi.
Bütün bunlara rağmen 1205/1790 tarihinde Bostancı ocağına ek olarak Levend
çiftliğinde nizamı cedid adı altında bir askeri sınıf daha faaliyete sokuldu.
Bunlara tek tip ve aynı renk ta-Şiyan elbiseler giydirildi. Muntazam şekilde
tâlim ve terbiye altına alındılar ve yetiştirilmeye başlandılar. Yeni kurulan
bu asker sınıfının iaşe ve ibate edilmesiylede donatılması hususunda bütçede
para olmadığından, sıkıntılarla karşılaşılıyordu. Çare olarak da; "İrad-ı
Cedid" hazinesi adı verilen, bazı gelirlerin vergisinin tahsisi, timar ve
mukattaaların bir bölü-mününde bu hazineye alınması, pek kısa zamanda mühim
saylılacak miktarda gelir elde edilmiş oldu. Bu gelirlerin sağlanmasında, yeni
asker yâni nizamı cedid mensubu sayısında artış kaydedildi. Selimiye
Kışlasının yapımına geçildi. Kışlayı hizmete sokunca nizamı cedid askerinin
tâlim ve ter-biyesinede iyi bir ortamda İtina gösterebilme şansfelde edilmiş
oldu. Asakir-i Şahane adı ile tanınan ve piyade ile süvari sınıfını teşkil eden
bu iki gurup asker o kadar güzel bir düzen ve terbiye içindeydi ki görenlerin
kalblerine iftihar hisleri hâkim olmaktaydı. Sokaklarda gezindiklerinde hiç
kimseye fena muamelede bulunmayıp, boğazın iki sahili boyunca asayişi
muhafazaya dönük olarak devriye gezerler, hâl ve durumun bozulmasına meydan
vermezlerdi. Bunların sayesinde İstanbul'da asayiş tamamiyle emin bir hâl
almıştı. Bu arada yapmakta oldukları yürüyüş ve atış tâlimleri göze pek hoş
gelmekte olduğu gibi, aklibaşında olanlar da, bu yeni tarz askeri mesleğin
kurulmasından memnuniyet duyuyorlardı.
Lâkin bu yeni askere halkın eğilimini ve teveccühünü arttırması
yeniçerilerin yavaş yavaş kıskançlığa düşmelerine tahrik eylediği gibi,
bunların frenk usûlü tâlim yapmalarına, yâni trampet çalarak meş'i askeri yâni
resmi geçit yapmalarına ahalinin içinden bazı herzelerinde itirazlara
başvurduğu görülüyordu. Hâttâ nizamı cedid'e "şer'i cedid" yâni
şeriatın askeri diyenlerin sayısı daha çoktu. Esasında; dünyanın neresinde
olursa olsun, yeni bir adet, yenibir usûle garib ve çekingen bakmak, onunla
uzun zaman anlaşamamak, insanlığın tabiyatının iktizasındandır. Akıllı devlet
bunabenzer istirkablara yâni çekememezliklere, nede cahil ahalinin gösterdi-a\
alaycı tavra asla önem vermeyerek, yeni sisteminin, ıslah ve tekâmülü
sağlamasını teminden vazgeçmemelidir.
padişah 3. Selim, bu sistemin tutup yerleşmesi için büyük aayret
sarfederdi. Günde bir kaç defa nizamı cedid askeri ile alakalı bilgi almadan
durmadığı gibi, kumandan ve vezirleri bu yeni askeri sınıfı tutmaları hususunda
bıkmadan teşvik ederdi. Gerçi bu askerin mevcud miktarı, bir savaş çıktığında
hududların tamamını savunacak sayıya varmış değildi. Ancak devletin başı
sıkıştıkça bunlardan istifade ettiği olurdu, özetleyecek olursak; 1213/1798'de
apansız Mısır'ı istila ederek, oradan da Suriye üzerine yürüyen meşhur
Napolyon Bo-napart ve bunun ordusunu Akkâ kalesi önünde kati bir hezimete
düşürmede ve Napolyonu Mısır hududuna kadar ricata mecbur edenlerin arasında
işbu nizamı cedid askeri çok sayıda bulunmaktaydı. Böylece nizamı cedid,
varlığının gözle görülür faydasını milletin gözleri önüne apaçık sermişti. Buna
karşılık bazı kimselerin; "Bu asker sayısı lâzım gelen mik-darı aştığını
gördüğünüzde yeniçeri ocağının kapanacağını da bilin" tarzındaki sözleri
tabiatıyla yeniçerilerin kıskançlıkla beraber kin ve gayzlerinin artışını
sağlamaya hizmet etmekteydi. Hâttâ şöyle bir hikâye anlatılır ki; pek elimdir.
"Yeniçerilerden birine şakadan: nizamı cedid olurmusun? Diye sorulduğunda
cevabı: Hâşa, moskof olurum! Nizamı cedid olmam." dediğini Asım tarihi kaydediyor.
Cevded paşanın tarihinde anlatıldığı üzere: "itleri gelen kimseler ve
memurlar arasında yeniçeriyi tercih edenlerin sayısı az değilken, ahali
arasında ise rey iki guruba taksim olmuştu. Ancak bu hâl, her mevzuda zorluklar
çıkmasına sebeb oldu." Nizamı cedidin Önceleri ahalinin sevgi ye
saygısını kazanması hususu, zaman içinde git gide bu sınıf-ı askeriyenin her
geçen gün terakki kaydetmesi, kendi özel menfaatlerine uygun'düşmez kimselerin
yönlendirmesiyle bir kısım ahalinin nizamı cedid aleyhine geçmesiyle
meydana gelen durum, 1324/1908 Temmuz'undan o senenin Aralık
ayına kadar, halkın sevgisine nâiliyet kazanan ittihad ve terakki cemiyeti
hakkında, bazı kimselerce ortaya getirilen iftira, isnat ve hücumlarla tenkitlerin
eserine bağlı olarak irtica gününe kadar, İstanbul halkının düşüncesi, rey'i,
eğilim itibarıyla ikiye bölünmüş olmasıyla pek büyük benzerlik arzettiğini
izaha lüzum görmeyiz. Çünkü naçizane fikrime göre; "Tarih, tekerrürden
ibarettir." Ahalinin içine düşmüş olduğu ruh halinden habersiz olan devrin
devlet adamları ve memurları bazı hususlarda kaba-hatlıdırlar. Meselâ:
İstanbul'da nizamı cedid kurulmasıyla sosyal hayatta birdenbire alafranga usûl
ve tarzını benimsemeye gerek yoktu. Dünyada hiç bir vaziyet yokturki; tekamül
kanunlarının hüküm ve tesirlerinden hariç kalıp kurtula-bilsin. Başlanmış bir
işin derhal kemâlata ermesini istemek, o işin başarısız kalmasının talebidir.
İşte o dönemin ileri gelenlerinin ve bilhassa henüz kuruluşu tamamlanmış
nizamı cedidin varlığına istinat eden yenilik severler, o devrin müsaade
edeceği fazla sefahata eğilimi ve eski tarz düşünce sahiplerine karşı layık
düşmez hakaretlere başvurmaları nedeniyle, tabiatıyla birbirlerine muhalif
fi-kirler, arzulardan kaynaklanan bir kat daha çoğalmış gerginlik girmiş
oluyordu. Bu ihtilaf dolu bakışlar, bu yanlış hareketler çeşitli hatalarla
hastalanmış anlayışlar, daha sonra ortaya çıkacak oian fecii vakaların giriş
hareketlerini hazırlıyordu. Halbuki halkda, bilhassa doğu kavimlerinde gefenek
ve göreneklere büyük bir temayül ve istidad mevcud olup, büyüklerin yaptığına,
küçüklerin özenmeleri tabii olduğundan bütün varlığı ile sefahat alanında yer
aldığından İstanbul ahalisinin masarifinde günden güne artış oluyor, böylece
de, fakirlik o derece artıyordu. Yine tekrar edelimki; ahali bu fakirlik ve
ihtiyacın sebebini de, frenk usûlü ve adetinin ülkemizde tutunabilmesinin
uğursuz neticelerinden olmak üzere kabul ve telakki etmekteydi, Bu sebeble de,
hükümet idaresinden memnun kalmıyor, hatta gayrı memnun bir haldeydi. Bu gün
alafranga usûi içinde taklid ve tatbikine muhtaç olduğumuz bazı güzel
adet-lerede alakasız ve endişe içinde davranış göstermek hiç şüphe yokki,
cedlerimizden, büyük cedlerimizden demek olan o dönem adamlarının mirasından
bize "Atavizm" şekliyle intikal eden irsi hastalığın kendisinden
başka bir şey değildir. Özetlersek; İstanbul halkı bu hükümetin bu yöndeki
şekil ve düşüncesinden şikayetçi olduğu gibi, taşra ahalisi dahi, nizam-ı
cedidin idaresini temin için kurulmuş bulunan "İrad-ı Cedid"
hazinesi adına kendilerine konan verginin ağırlığından bahisle şikayetçi
olmaktan geri durmazlardı. Kaldı ki; vekil-lerdende her biri, ileri gelen
yakınlardan birine bağlı ve dayanan tamamı birbiriyle benzeş ve birleşmiş
olarak Enderuni ve Birunİ, yâni içi ve dışı istilâ eylemiş olduklarından
onların ilim ve haberi olmadıkça saltanat tarafına bir şeyin ihtarı ve anlatımı
kabil olamaz. Onların rey ve marifeti olmadıkça bir iş so-nuçlanamazdı. Ki; bu
vaziyetlerin 2. Abdülhamid devri saltanatıyla-zannedersem-benzerliği
meydandadır.
Esasen 3. Selim'in iyiniyet sahibi bir padişah olmasından,
yenileşme tarafdarı bulunmasına rağmen, mütereddit bir kimse olduğu da
ortadayken, bazı eğilimlerinin hesaba çekilir halleri bulunduğunu
gösteriyordu. Yakını olanlara ve hizmetinde bulunanlara pek fazla itimat,
emniyet duymaktaydı. Cezalanmayı hak etmişleri af yoluna gitmesi, her duyduğuna
inanması gibi temayüllerdi bu eğilimleri. Herneyse gayri memnunların sayısı
çoğaldıkça bazı büyük memur ve devlet adamlarının cahil halkı telkinleriyle
ifsatları yetişmiyormuş 9'di, başşehirde bulunan Rusya, Fransa ve İngiltere
elçileri de bu işlere karışmışlar, onlarda el altından çeşitli rollere
soyunmuşlardır. Çünkü; o dönemde ortaya fırlamış olan Napoi-yon Bonapart, bütün avrupayı çiğnemiş, açtığı savaşlarda avrupa devlet ve ahalisinin
nefretini kazanmıştı. Fransa bu sebebe bağlı olarak bütün avrupada yardımsız
kalmıştı. Öte yandan, Rusya'ya karşı Osmanlı devletini kullanmak niyetinin
sahibliğini unutmayarak, münasebetlerini geliştirmeye çalışırken, ingilizler ve
Ruslar, Fransızlardan önce davranarak Osmanlı padişahı ile dostça ilişkiler
temin yolunu arıyor-dular. Bunu nasıl yapacaklardı? Bu sorunun cevabı; Osmanlı
ülkesinde husul bulacak bir ihtilal sayesinde, padişahı kendilerinden
istimdadın talepçisİ olacak noktaya çekebilmeleriydi. Bu da gerek
fngilizgerekse Rus elçilerinin galeyan halindeki İstanbul ahalisini,
üfürdükleri dedikodularla heyecanlandırmaktı. Meselâ: Nizamı cedid askerinin
çoğalmasından sonra yeniçeriliğin kaldırılacağı veyahut bu tatbik olunmağa
başlanan usûlün gayrı şer'i olduğunu propoganda ediyorlardı. Bütün bunların
neticesindendir ki; 1222/1807 senesinde olaylar daha müthiş bir manzaraya
dönüşmüştü. Buna da sebeb Rusların bize karşı açmış olduğu savaş yüzünden,
İs-tanbulda bulunan yeniçerinin tamamı rumeli kıtasına sevk edilmişti. Kimi
erbabı fesat başşehri yeniçerilerden tahliye yoluyla kurtarıp, yerine nizam-ı
cedid askerinin yerleştirilmesi hususnda bir başlangıç olduğunu ahaliye duyurmaya
ve yaymaya başladılar. Bu söylentilere ilaveten bir kaç Cuma sonra padişahın
Cuma selamlığına da nizamı cedid elbiseleri giyerek çıkacağını yaymağa
başlayipda peşinden de nizamı cedid askerinin İstanbul'u aniden basıp,
muhalifleri katliama tâbi tutacaklarını tumturaklı ifadeler kullanarak etrafa
duyurdular.
Devlet yöneticileri ise; nizamı cedidin itaat ve intizamına, büyük
bir güven inanç içinde zevkü safaya dalmış, hazırlanmakta olan ihtilâlden
habersiz vakit geçirirlerken, böyle hazirlığın yapılmakta olduğunu
bildirenlerede maalesef önem vermemişlerdi. (1324/1909'da 31/mart/vakasında
mülga, yâni kaldırılan avcı taburlarının intizam ve sadakatine güvenerek, hiç
bir vukuata ihtimal vermeyenlerin kulakları çınlasın!) Bilhassa; 3. Selim'in,
etrafındakilere aşın bağlılığı neticesi olarak, Ataullahefendi gibi yeniliğe
kapalı olan bir adamı meşihat makamı, yani şeyhülislâm tayin etmesi, sadrazamın
ise, ordunun başında rumelide olmasından dolayı sadaret kaimmakamhğına Köse
Musa paşa gibi müfsid birini tayin etmiş olması, ihtilâlin kolaylıkla
yapılmasına en büyük yardım olmuştu. Köse Musa paşa denilen ve tarihde adı lanetle
anılan kimselerin arasında yer alan, bu rezil düşünce zebunu, genel eğilimi
iğfal ve tahrik ettikten başka, bitaraf kimseleri de kendi fikri anlayışına
sevk etmekteki mahareti, şeytana yakışır ustalıktaydı.
Eğer bu melunda zerre kadar hâmiyet-i milliye ve vataniye
bulunsaydı, öyle gaileli bir zamanda meydana gelecek irticaa engel olurdu.
Lâkin; ne fâideki, yaradılışında gizli bulunan alçaklığı hasebiyle, değil bu
oluşumu engellemek, daha çabuk ve gaddarlıkla beraber vücud bulmasını
hızlandırmıştır. Hâttâ bu habis'in ifadesinden olarak, güya padişah 3. Selim
bir gün bostancıbaşı'ya: "Bostancı efradına nizamı cedid elbisesi giydirebilirmisin?"
Şeklinde soru yönelttiğinde, bos-tancıbaşı'da: "emrediniz. Onlara şapka'da
giydireyim!" Cevabı verdiğine dair, mahalle kahvelerine kadar yayılan
böylece ahalinin bu konuşmalar sebebinden padişaha kin ve gay-zının
köpürtülmesi sağlanmıştı. Hakikaten sonunda Köse Musa paşa emeline nail oldu.
Şöyleki; bu habis, vükelâ toplantısından çıkardığı bir karara göre
Karadenizboğazında muhafız sıfatıyla bulunan yeniçeri yamaklarına nizamı cedid
elbisesi giydirmek, ellerine de avrupa yapısı harbilitüfenk vermeyi sağladı.
Alınan kararın icabının yerine getirilmesini vazifelilere bildirdi. Ancak,
yamaklara da: "padişahın emri ile sîzlere frenk elbisesi giydirilecektir.
eğer giyerseniz dinden çıkarsınız! Giymezseniz, nizamı eedid tarafından
askerliğinize son verilecek, ya da Öldürüleceksiniz." Şeklinde haberleri
ulaştırmıştı. Hakikaten 17/mayıs/1806 pazartesi günü boğaz nâzın İngiliz Mahmud
efendi, Rumeli kavağındaki yamakların maaşlarını vermeğeve yamaklara nizamı
cedid askeri elbisesi giydirme teşebbüsüne girmeye başladığı anda, ihtilâl
ışıkları parlamaya yüz tutmuştu. (Son irticaın yâni 31/mart/1909 ihtilâlinin
çıkış sebebleriden biri de, askere şapka giydirileceği ve bu şapkanın hassa
dairesinde var olduğunun duyurulması değilmi idi?) Şöyleki:
Yukarıdan beri söylediğimiz gibi, bu ahvalden haberdar ve ihtilâl
sebebleri hazırlanmış yamaklar, hemen kışla'nın etrafında ve koğuşda toplanıp:
-Biz yeniçeriyiz! Mizam elbisesi giymeyiz! Diyerek, silahlı isyana karar
vererek kaleden dışarı fırlamışlardı. Her ne kadar Macar tabya subayı Halil
haseki bunların karşısına çıkıp da, davranışlarının yanlış olduğunu, çünkü
nizamı cedid elbisesi giymek gibi ortada dolaştırılan rivayetlerin bir yalandan
ibaret olduğunu izah ettiysede, lâf dinlemeyenlere sözün faydası olmadığı gibi,
üstelik adamcağızı hemen orada paraladılar. Bu vaziyetten ürküp, kayıkla
Büyükdere'ye firar eden Mahmudefendiyi de, arkasından çala kürek giden bir
sandal yardımıyla ele geçirmişler ve parçalamışlardır. Bütün bu olup bitenler
babıâlide duyulunca. devlet yetkilileri toplanmış çoğunlukla katillerin
yakalanıp, büyük bir İbret olmak üzere idam olunmalarını beyan etmişlerdi.
Ancak sadaret kaimmakamı Köse Musa paşa ise; bir kazadır olmuş "Yamaklar
yola gelir. Bu işin arkasını bu kadar takip etmek iyi netice vermez."
diyerek ekseriyetin vardığı karan bozmuştu. Zaten vükela, Musa paşanın oynadığı
rolün farkında olmadığı gibi yaptıklarını kavrayacak ölçü ve akılın
sahihlerinden değildi. Böyle oluncada, işler sükut perdesine sarılmıştı.
Hamiyyet timsali padişah 3. Selim ise, sarayında dalkavukları ile sohbetle
meşguldü!. Musa paşa mel'unu ilerde kendisine bir zarar gelir diyerek, kendi
seçmiş olduğu kimselerden teşkil ettiği bir nasihat heyeti göndermişti.
Gönderilen bu heyet, yol kesici, can alıcı gurubun yanına varınca
onlara öyle bir nasihat ettiki, cesaretlerini, gayretlerini arttırmayı
sağlamıştı. İdare-i devletin yapılanları gaflet ile karşılaması vakasından,
nasihat için gidenlerin melunane nasihatlanndan ve yaptıkları telkinlerden
cesaret alan bu serseri kalabalığı, hemen ertesi salı günü Büyükdere çayırında
toplanarak, (31/mart vakasıda, sah günü başladı idi. )Ka-bakçı Mustafa çavuşu
kendilerine reis, Arnavud Ali, Bay-burdlu Süleyman ve Memiş'i de, reis muavini
tâyin ettiler. Gelecekteki her şeye birlikte karar vermeyi kararlaştırarak
sözlerini yerine getirme hususunda da, yeminler içtiler. "Gerek müslim,
gerekse gayri müslim, kim olursa olsun, hiç bir kimsenin can, mal ve ırzına
dokunulmayacak, dokunan olursa idam olunmasına karar aldılar. Şeyhülislâm
kapısından tasdik görmeyen işler taleb olunmayacaktır. Babıâliden yapılacak
taleblerine evet cevabı gelmedikçe dağılmamak üzere aralarında yeminlere
başvurdular. Bunlar cahil dini üzere en'am-ı şerif öpmek, kılıç atlamak gibi
davranışlardı. Bir gün sonra yâni çarşanba günü, dört-beşyüz neferden ibaret
topluluk, Büyükdere'den aşağı doğru yürümeğe başladılar. (Bu ilk irticada
olduğu gibi, 31/mart vakası esnasında da buna benzer kararlarla Sultanahmed (At
meydanında)de toplanıp harekâta geçmişlerdi.
Dunlarında; "şeriat verilmediği takdirde dağılmamak üzere
etikleri yemin, Kabakçının adamlarınınkinin aynı gibiydi.mart salı gününün
erken sa-atlerinde Taşkışla'dan harekete geçen 4. Avcı taburu askerleride bu
sayıdan fazla değildi. Hâttâ İstanbul'da bulunan bazı sefillerin bu isyancı
askere katılması mürteci sayısının yekünü çoğalması açısından pek fark
etmediği düşünülmelidir.) Deniz sahilinden yürüyenlere katılanlar oluyorsada,
hemen yukarıda parantez içinde verdiğimiz bilgilere göre, önemsenecek sayıyı
bulamadıkları görülür. Bu el-hâinü haif hükmü burada da tecelli ederek, bu
hızla Tarabya'dan harekete cesaret edemiyor ve nizamı cedid askerinin
saldırısından korkuyorlardı. Evet. O nizamı cedid askeri ki, Napolyon'un
muntazam ordularına Suriyede, Mısır'da galebe çalmış, Avusturyanın bütün kuvvetlerine
üstün olduklarını ispat etmişlerdi, bir yerden bir taraf dan emir alabilseler
ve bunların üzerlerine yürüyebilseler, çil yavrusu gibi asileri dağıtacağına
asla şüphe edilemezdi. Ne varki, böyle bir emri o askere verecek adam nerede
idi?
Saltanatın sahibi padişah, hariçle irtibatını yok denecek seviyeye
getirmiş, sadaret kaimmakamlığında bulunan Köse Musa ise nizamı cedide muhalif
olmakla, bunu açığa çıkarmamışlardandı. Köse Musa paşa, kaimmakam sıfatıyla
nizamı cedid askerine yazdığı bir tezkerede hiç bir yere kımılda-mamalerini
emretmişti. Velhasıl Çarşanba günü bir irade-i seniyye çıkaran ve isyancıların
dağıtılmasına amir olan hüküm güya yerine gelsin diyede kaimmakam Musa paşa;
25. ortanın mütevellisi Kapancı Mustafa adlı habis bir nasihatçi gönderdi. Bu
habis-i lâin yamaklara adeta nasihat yerine müjdeler verdi. Mizamı cedid aldığı
emir üzere yerinden kı-mıldamayacaktır. Haberini böylece vermiş oluyordu. Bu haber
artık asilerin cesaretini havalandırdı. Bu herifinen me'şum tarafı
"Yamaklar yaptıklarından nadimler. Ancak nizamı cedid askeri boğazlarda
kaldığı müddet, kendilerini emniyette hissetmeyeceklerini, bu bakımdan onların
yâni niza-m-ı cedidi boğazdan kaldırmanız istirhamlarıdır" şeklinde
babıâliye hitaben yazılmış bir tezkere getirmesi oldu. Kaimmakam Köse Musada
yazının kapsamını okuduğunda durumu padişaha arzederek, kendisinden boğazda
bulunan nizamı cedid askerînin Levend çiftliği ve Üsküdar'da bulunan Selimiye
kışlasına çekilmelerini emretmekte olan bir bir iradei seniye istihsal etti.
İradeyi derhal yürürlüğe koydular.
Bu vakaları zapt ve kaleme alan bazı tarihçilerin ima yoluyla
söylediklerine bakılırsa, bu isyancı güruhu, Sultan Mustafa'nın adamları
tarafından gizlice teşvik edilip coşturulduk-larıni, her olaydan ve
neticesinden adı geçen Sultanın haberdar olduğunu açıkça anlamak mümkündür.
Çünkü; tek arzu-1 lan nizam-ı cedidin boğazdan çekilip gitmeleri olmuş olsaydı,
padişahın verdiği ferman buna kadir olduğuna göre neden zaten korkmakta
oldukları hallere düşsünler, boğaza dönmeleri gerekirdi. Bunlarsatam tersine
her adımlarında çoğala çoğala, Rumelihisar'ına kadar gelmiş ve önlerinde . yürüyen münadilere: "Ya ibadullah (Allanın
kulları) emelimiz, nizamı cedid beliyesini (belasını) kaldırmaktır. Başka
niyetimiz yoktur. Müslüman olan bizimle beraberce gelsin! Bu iş umumun
ittifakıyladır. (Bu bağırışların; 31/mart/1325 salı günü divanyolunda,
Sultanahmed'de "maksadımız şeriatı almaktır. Başka arzumuz yoktur.
Allahını seven, müslüman olan Atmeydanına gelsin" şeklinde bağırıldığını
duyan çoktur.) Bütün bu misaller işin içinde kuvvetli bir teşkilat ve bunların
teşvikinin olduğunu göstermektedir. Bu hezele güruhu, durmadan yürüyerek gece
saat dört sularında Tophane'ye varabildiler. Durmadan çektikleri; Hay! Hay!
manileriy-le o civar ahalisinin huzurunu askıya aldılar. O devirde asker
sınıfları arasında pek intizamı bozulmamış olanlar arasında topçu sınıfı
belkide birinci gelmekteydi. Binlerce haşaratın ag*ra çağıra Tophane'ye
gelmeleri yüzünden müteessir olan °pçular, bunlara karşı silah kullanmak
arzusuna kapılmış ve emir merciinden müsaade talep etmişlerse de hiç bir yerden
hiç bir tarafdan böyle bir izin verilmemiştir. Tam tersine, ka-immakam Köse
Musa paşadan gelen emirki. işi umumun ittifakıyla yapıyoruz. Topçular
karışmasın şeklindeydi. (Yine 31/mart vakasında bağırtılar arasında Bayezid
meydanında toplanıp. Harbiye binasına zorla girmek isteyen irtica erbabına
haddini bildirmek için, orada bulunan askerede bir şevk-lesilah kullanma arzu
ve hevesi gelmiş olduğu halde, talep edilmiş vur! emrinin alınamaması sonucu
olarak askerin elleri böğründe kalmıştı. 31/mart vakasındaki halle, kabakçı askerleri
vetophane askerleri arasında geçen vakadaki benzerlik nekadardailgi çekici!.
öse Musa paşadan gelen emre uyan topçularda çaresiz boyun eğip,
kazanlarını kaldırıp, üstelik Kabakçının da adamlarına iltihaka mecbur oldular.
(Kabakçı Mustafa'yı pek bilinmekte olan Derviş Vahdeti'ye benzetecek olursak,
bu isyanda vazife almış Arnavud Ali ve Bayburdlu Süleyman Ça-vuşu'da, 2.
irtica vakasında yâni, 31/mart olayında büyük rolleri bulunan Hamdi ve Hazım
çavuşlara benzetebiliriz.) işlerin vardığı neticeleri gören Musa paşa, mühimce
toplantılar düzenleyerek müzakerelere sabahın seherinde başlanacağını bildirir
davetiyeleri ta geceden vükela ve ileri gelen memurlar İle ulemaya gönderir.
Perşembe sabahı babıâli'de toplanınca hemen müzakerelere giriştiler. Çeşit
çeşit fikirleri oylayarak vakit geçirdiler. Halbuki o sırada İstanbul'da 13
bin kadar nizamı cedid askeri bulunmaktaydı. Bunlar marifetiyle isyancıları
dağıtmak işten bile değildi. Böyle yapılmasını hatırlatacak bazı tekliflere
karşı "nizam-ı cedid, henüz intizam kazanmış olmadığından, bunlarda o
kadar itimat edileceklerden değildir-Ier. Şayed bunlarda gelip asilere iltihak
ederlerse iş daha ziyade vahamet kesbeder." şeklinde cevap vererek bu
husustaki görüş ve teklifleri geri çevirmiştir.
Devletin mes'ul vekillerinin böyle boş müzakerelerle vakit geçirerek
yaptıkları yanlış İstanbul'un her tarafından, balıkçılar, kayık-r\ hamal ve
serseri kafileleri peyder pey gelip isyancılara katılmaya çalışmaktaydılar.
Öte yandan küçük küçük guruplar, İstanbul tarafına geçerek,
Ayasofya ve Sultanahmed meydanlarına doğru yol alıyordu artık topluluk
büyümeye başlamıştı. Kabakçı Mustafa çavuşun düzenlemesiyle yamakların en
azılıları yeniçeri kışlalarına, kolluklarına oralarda bulunan ocaklılarında at
meydanına gelmelerini istemişlerdi. Vakit öğleyi aştığında, semtin sokakları
silahlı isyancılarla dolmuştu. Aha-linin artık geliş ve gidişi kesilmişti.
İşin bu noktaya geldiğini Musa paşa, 3. Selim'e arzedince (31/mart vakasında
salı sabahı Hamdi çavuşun düzenlemesiyle 4. avcı taburu mensuplarının kışlalara
karakollara yayılarak masum askerleri Ayasofya meydanına davet ettiklerini
hatırlayalım.) Padişah son derece şaşırmış, sarayın kapılarını ve
pencerelerini kapattırıp, nizam-ı cedid askerini kaldırdığını bildiren bir
fermanı babıâli-ye yollamıştır. Şeyhülislâm Ataullah efendi, bu ferman elinde
olduğu halde isyancıların toplandığı Atmeydanma gelerek, isyan edenlere hitaben
yaptığı konuşmada, elinde irade-i se-niye olduğunu, nizamı cedid askeri
usûlünün iptal olunup, bu kararın hemen uygulamaya konuşduğunu müjdeledi.
(31/mart/1325 salı günü sabah sekizde yol kesen isyancı askerler affa nail
oldukları ve bundan sonra şeriat dairesinde iş görüleceği hakkında tebliğ,
olunan irade-i seniyeler üzerine hepsininde havaya doğru silahlarını
ateşleyerek "padişahım çok yaşa" duasını tekrar ederek memnuniyet
gösterikleri hatırlanmalıdır.) Sekbanbaşı tarafından artık; isteklerinin
yerine
getirildiğini ifade etmesi münadiler tarafından yüksek sesle r
tarafta duyulması sağlanınca, serserilerin bîr çoğu sevinç yerlerine çekilmeğe
teşebbüs etmişlerse de, bazı müfsidlerin: -Arkadaşlar! Yoldaşlar, işler henüz
tamamiyle yoluna girmiş değil, dağılmayın. Sözleri yükseldi.
Bu bağırışmaların sonunda isyancılar yerlerinde kalakaldılar. Bu
yerinde durma, isyanda musir olma temin edildikten sonra, Köse Musa paşanın
gizlice düzenlediği ve yine gizlice Kabakçı Mustafa'ya gönderilen liste ortaya
çıktı. Listede adlan geçen onbir kişinin Ölü veya diri olarak kendilerine
teslim edilmesini taleb eder oldular. (2. irtica denilende de, bazı fesat
kimselerin cebinde İttihat ve terakki cemiyetine mensup olan zatların adlarıyla
ikametgah adreslerini gösteren defterlerin bulunduğu ve bunların öğretmesi ve
göstermesi hasebiyle de bazı serserilerin sokak sokak, mahalle mahalle dağılarak,
evlerin kapılarına istavroz şeklinde işaretler koydukları kesindir.) Şöyle veya
böyle teslimi istenen onbir kişinin isimleri şunlardı: Devlet müsteşarı
ibrahim Nesirni ef. , Bahriye nâzın Hacı İbrahim ef. , Rikab-ı hümayun
kethüdası Memiş ef. , Reisülküttap vekili Ahmed ef. , Varidatı Cedid defterdarı
Ahmed bey, Darphane amiri Ebu Bekir ef. , Valide kethüdası Yusuf ağa, Enderunu
hümayun ricalinden sır kâtibi Ahmed ef. , Mabeynci Ahmed bey, Bostancıbaşı
Şâkir bey. , müderrislerden Lutfullah ef. , lerdi. (Yine bu 31/mart/irticası
olayında; sadrazamı, meclis-i mebusan reisini, istemeyiz, şunu bunu istemeyiz.
Diye nasıl taleplerde bulunmaları, bazılarına da suikast düzenlemeleri, af
olunduktan sonra da, yine dağıl-mayarak, şunun bunun kanını, dökmiye cüret
etmeleriniKa-bakçı ve arkadaşlarının irticai harekâtına ne kadar çok benzemektedir.)
Yapılan talebin hemen gayri meşru bulunup yerine getirilmesinde görülen
tehirden azgınlaşan bu reziller topluluğu, Atmeydanından Atmeydamna geçerek,
çeşitli şekilde velvele ve şamataya başladılar. Padişah 3. Selim, yumuşak
kalbli affı seven, karışıklıklardan hiç hoşlanmayan, rahata düşkün biri
olduğundan, her birini evlâdı kadar sevdiqini bildiaimiz, yukarıda adlarını
yazdığımız istenenleri üzüntüler içinde verilmeye müsaade etti. Bunların
bazıları eşkiya-ya teslim edildiğinden sopa, kama, kılıç ile diğer bir bölümüme
saklanmış oldukları yerlerde tabanca, tüfenk daha başka silahlarla
öldürüldüler. Bir başka kısmıda firarda başarılı olduğundan peşlerine adam
koşturmuşlardı. Bu adamlara kaçanları yakaladıkları takdirde beşerbin kuruş
verileceği va-adolunmuştu.
Ne yazıkki 3. Selim; bu kadar metanetsiz olmayaydı, hatta bazı
adamlarını derhal nizam-ı cedid askerinin başına tayin etseydi görülecek şuydu
ki; bu hezele güruhu üzerine yürününce iki saat içinde netice alınacak,
serseriler helak edilmiş olunacaktı. Nizamı cedid'e, yeniçeri ve halk arasında
o kadar değişik bir anlayış vardıki, bunu anlamak için Ahmed Cevded paşanın
tarihindeki şu fıkraya bakmak yeterli sayılır: "Ne zaman nizamı cedidin
lağv edildiği haberi zuhur etti, Levend çiftliği ve Üsküdar Selimiye
kışlasındaki asker dağılmış, her biri bir tarafa gitmiş isede, isyancılar bu
nizamı cedidin yüreklerine düşürdüğü korkudan kurtulamamış olduklarından,
İbrahim kethüda, adı onbir kişilik listede yer alan İbrahim Nesimi efendi olup,
ite kaka Atmeydamna götürülürken, nizam-ı cedid askeri meydanı bastı diye
sözler ortalığa düşünce yeniçerilerde olsun, yamaklarda olsunbüyük bir korku ve
telâş eseri müşahede olundu. Hatta kimileri meydanın bir kenarına çekilmeyi
tercih edereken, yeniçeri askerinden bazıları da meydanın çıkış kapısından
geçip kışlalarına gitmeği yeğlemiştir.
Buna bağlı olarak da meydanda, kendi kendine meydana gelen bir karışıklık
çıkmıştı. Seyre gelenlerde de, bir. şeyler satarak geçimini sağlamaya
çalışanlarda da garib bir suskunluk kendini gösterdi. İşin aslının İbrahim
kethüdayıgetir-mekte o'anların çıkardığı gürültü ve patırdı olduğu
anlaşıldığında, ağalar sopa zoru ile dağılanları yeniden toplamaya muvaffak
oldular. 1 7/MAYIS/1222/1807 Velhasıl padişahın metin olamaması; sadaret
kaimmakamı ve şeyhülislâmın hâmiyyetsizliği, diğer ricalin tedbirsizliği
yüzünden bu merhaleye gelen irtica vaziyeti her dakika inkişaf ederek, sonunda
3. bir hatt-i hümayun İle nizamı cedidin kesin kaldırılması intaç etti.
Verilmesini taleb ettiklerinin bulundukları yeri bilenlerden teslimi kabul
edildikten sonra, artık dağılmak için ne beklendiği soruldu: Padişahın
gösterdiği zaafın gereğinden olmak üzere irtica erbabıda "İrad-ı cedid
hazine-sinin"de feshini taleb eylediler. Bu arzularıda yerine getiririldi.
Lâkin ihtilâl devam etmekteydi. Çünkü bu karışıklıkları çıkaranların maksadı ne
nizamı cedid'in nede irad-ı cedid hazi-nesinin kaldırılmasıydı. Ne de, beş-on
kişinin kellesini almakidi. Bunlar ancak alet olabilecek olanlara, cahilleri
kandırmaya matuf "nizam-ı cedid şer'e mugayirdir. Irad-ı cedid hazinesi,
şuna buna yedirmek için kurulmuştur" şeklinde ileri sürülmüş vesile ve
bahanelerdir.
Yoksa; esas maksadı Musa paşanın müntesibi olduğu Sui-tan
Mustafa'y1 karışıklıktan faydalanarak taht-i Osmaniye çıkarmaktı.
(31/mart/1325 üzücü vakasında da, olayları tertib edenlerin maksadlan, zaten
hüküm ferma olan şeriatı Mu-hammediyeyi istemek değil, 2. Abdülhamid'e, eski
tesir ve otoritesini iade etmek ve onun nefret eylediği ittihat ve terakki
cemiyetine bir darbe vurdurmak için olup, irticaa alet edilen biçare erler
ise, elden giden şeriatın! kurtarılması için isyan meydanına sevk edilmişlerdi.(Hemen
<burada parantez içindeki ifadeler, merhum yazarın 1911 yılında basılan eserinin
münderecatı içinde olduğu görülür. Bahse konu 31/mart vakası, 14/nisan/1909
yılında vukubulmuştur. O karışık devirde hareketin plânlama ithamı altında
bırakılan cennetmekân Abdülhamid hânı, bahusus ittihat ve terakki daha ileri
senelerde bu tertibde yer almamıştır ifadesı
tarih önünde
aklamışlardır. Yazar belki de başka bir ve
ile yukarıda parantez içindeki hüküm ifade eden kanaati-i değiştirmiştir
umulur. M. H.> İradı cedid hazinesinin lağvedilmesi hakkındaki arzularının
yerine getirilmesi sonunda artık dağılırlar düşüncesine varıldığında ikindiye
doğru 4. bir teklif ortaya çıkarıldı.
Buda; 1. Abdülhamid hân'ın iki şehzadesinin, hanedan-ı osmaniyanm
yegane varisi olan Sultan 4. Mustafa ve Sultan 2. Mahmud'un hayatlarının temini
muhafazası için, kendilerine teslim olunmasını istemeleriydi. (Zaten bu taleb
kaide-i umumiyedirki, cahil ahali, nerede ve ne zaman devletin zaafını
hissederse durmaksızın bazı taleblerde bulunur. Bu taleblerin yerine
getirildiğini görüncede şımararak, daha başka taleblerde bulunmaya başlarlar.
Meselâ: 31/mart olayında asiler ilk önce şeriat istediler.
Arkasından bazı vekilleri, büyük memurların azlini İstediler. He-men peşindende
mektebli subayları istememeğe başlamışlardı. Ertesi gün ise asker yazarlar;
gazetelerde yazılan bendlerde, müslüman kadınların sokağa çıkmamalarını,
kahvehanelerden resimlerin kaldırılmasını, hürriyet marşlarının çahnmamasını
istemişlerdi.) 3. Selim hz. leri bu tahammül edilmez teklife verdiği cevabda
kimi isterlerse şehzade muhafızı olarak saraya gönderilmesinemüsaade etti.
Halbuki; Sultan Selim gibi melek yaradılışlı, yüksek fıtrat sahibi
bir padişahın, ki kalbininde pek yumuşak olması ve azuundan başka hiç bir
kusuru olmayan bu zat, kendisine emanet edilmiş o iki şehzadeyi öldürtmesi asla
mevzubahs olamazdı. Hatta Sultan Mustafa'nın ei altından kendisinin yanınde
pusular kurdurmasına rağmen ve bundan
haberi halde, şehzade Mustafa'ya karşı davranış ve sevgisinde değişikliğe
gitmedi. Böyle olduğunu saray halkıda, beiki tertipleri yapmakta olanlar dahi
bilmekteydi. Lâkin ne faydaki; Köse Musa paşanın hâin tertibinin neticesi
olarak-miletin taiii ve şanı şerefinden başka düşüncesi olma-yan o yüce padişaha
karşı böyle tahammülü çok zor tekliflerin yapılması devam edip gidiyordu. Ancak
şu teklif, Sultan Selimin üzerinde soğuk duş te'siri yaptı. Buna üzüntüsünü
beyan ederek babıâliye yolladığı hattı hümayunun bir yerinde şöyle diyordu"
Benim zürriyetim olmadığından her iki şehzade evlâdım ve nûr-u aynim'dır. Allah
korusun onlara suikasd iie hane-dan-ı Osmaniyanın inkırazına sebeb olmayı hatır
ve hayalimden geçirmem. Cenab-ı Hakk kendilerine tam bir afiyet ve uzunca bir
ömür ihsan buyursun, "mealindeki sözlerle ul-viyyetinin derecesini ortaya
koymuştu. Ancak; ne bu sözleri ümmete duyurulmuş, ne de bunun rikkatli
davranışından ba-bıâli güzel bir netice çıkarabilmiştir.
îş bu derecelere geldikten sonra, saray halkı dahi edebsiz-liğin
son perdesine çıkarak, padişahın huzurunda yapmadıkları hayasızlık kalmamıştı.
Köse Musa paşa ise Rodos'a sürülmüş, daha sonrada bu lâin herif Alemdar
meselesini müteakip idam edildiğinden millet onun hâin suratını görmekten
kurtulmuştur. (Böyle vakalarda, hengamelerde isyancılara en çok cüret veren ve
gayret bahşedenlerin medrese talebeleri olduğu tarihin mazbut vesikalanndandır
ki; 31/mart/ha~ disesinde dahi ilmiye sınıfının himmet-i ve teşebbüsatı
fedâ-kâranesine rağmen, asker kaçağı bazı medrese talebesinin ve bunlara benzemek
emeliyle başına bir beyaz bez saran halktan birinin, askerleri cesaretlendirme
hususunda gayret güttükleri hâla hatırımızdadır.) Asiler o geceyi de bu şekilde
geçirdikten sonra ertesi gün olan, Cuma günü yine Atmey-danında yapılan
toplantıda ortaya 5. bir teklif daha çıktı. O da, devlet idaresinin,
frenkmeşrep ve sefil kimselerin elinde olduğunu, padişah ise, zevk ve sefahatin
dünyasına dalarak milleti unuttuğunu buna bağlı olarak taht'tan indirilip,
yerine Sultan 4. Mustafa'nın tahta çıkarılması talebi gelmişti. Zaten bu
dağdağanın, bu rezaletlerin maksadı, gayesi buraya gelmeye matuftu.
Bu teklifin ileri sürülmesinden sonra ileri gelenlerden meydana
gelen bir cemiyet ve teşkilat eşliğinde ikibin asker himayesinde şeyhülislâm
Ataullah efendi saraya gönderilip, tahttan indirme ve 4. Mustafa'nın tahta
çıkarılması kararı alındı. Ataullah efendi, babıâliye gelip, kaimmakam paşa vesaire
ile müzakere sonunda millet tarafından 3. Selim'in bu günden sonra tahttan
indirilmesine yerine Sultan 4. Mustafa'nın geçmesinin kararlaştırıldığı bir
tezkereye yazılarak, Bab'ussaade ağalığına gönderildi. Yazı, Soğukçeşme tarafındaki
kapıdan enderunu hümayuna ulaştırıldı. Yazıyı alan da-russaade ağası tezkereyi
sünnet odasında bulunan padişah 3. Selim'in yanına giderek takdim etti. Padişah
tezkereye göz atınca; yerinden kalkmış ve "Zâlike
takdirülazizülaliym" diyerek harem dairesine yürüyerek, tahtını tacını 4.
Mustafa'ya terk ederken tebrik etme nezaketini de göstererek feragatin köşesine
çekilmiştir.
Köse Musa paşa, işin bu yanından haberdar olmadığından Selim inad
edip, kapılan açtırmaz ise, lağımcılar vasıtasıy-la kapıların kırılmasını
emretmişti. Sarayın kapısı civarına toplanmış bulunan binlerce haşarat ise ne
istediklerinden habersiz Sultan Mustafa efendimizi isteriz! Diye feryad
ediyor-ardı. Halbuki işten haberdar olan kapıcılar, karşılarındaki ce-'yetı
teşkil edenlerin başında şeyhülislâm ve kaimmakamı görünce kapılan açtılar.
Gelenler bu kapıdan içeri girerek, Venı padişah 4. Mustafa'nın gelmesini beklemeye
başladılar. stata ise o dakikalarda
haremden çıkarak kendisini yenlerle bir araya geldiğinde resmi biat merasimi
yerine getirildi. Tabiiki bu işlem rütbeler arasındaki silsilei mera-tip
gözetilerek ifa olunmuştu. Biattan sonra herkes işinin ba-şınagitti.
17/may!s/1222-1807 cuma günü işler tamam oldu. Güya işlerin tamamı görülmüş,
talebier yerine getirilmişti. Halbuki biçare ahali bilmiyorduki daha hızlı
surette, daha iri adımlar ile varta-i izmihlale yâni çoküş'e yuvarlanıyordu.
Çünkü tahta çıkan yeni padİşahda milleti bu hali içinde idare edecek kiyasete
ve kabiliyete haiz olmadığı gibi vekiller heyetini de meydana getirenler ise
kendi menfaatlerinden başka bir şey düşünemez bir alay hamiyyetsizden, yâni
gayretsiz ve haysiyetsiz kimselerden ibaretti.
Bilhassa bu inkılabın meydana gelmesinde en büyük olarak ortaya
çıkan Kabakçı Mustafa en çok şımarandı. Her arzu ettiğini yaptırır. Vakitli
vakitsiz padişahın yanına giderek istediği iradeleri taleb eder ve alırdı.
Tabii bunlar yeni padişahın canını son derece sıkıyordu. Artık kendi duyacağı
sesle canının sıkıntısını belli ediyor, Kabakçı'nm yaptığı her ziyaret
esnasında kendisine olan iltifatlarını azaltmaya başlamıştı. Ancak göstereceği
daha fazla memnuniyetsizliği hesap etmesini bilen 4. Mustafa, gösterdiği
hizmetlerin karşılığı bir mükafat olarak, boğaz nazırlığı görevi ihsan ederek
İstanbul'un bir ucuna göndermişti. Bu Kabakçı Mustafa denen kaba ve cahil
herifden korkmayan kimse yoktu adeta.
Aşağıda tafsilatını vereceğimiz gibi, Allah'dan Alemdar Mustafa
paşanındahimmetleriyie vücudu ortadan kaldırılabil-miştir.
Alemdar Vakası Ve İrticaın Sonu!
İstanbul'da, yeniliğe karşı çıkma hadisesi de denebilen irtica
olayı husule gelirken, ordularımızda moskof hududunda bulunmakta, ara sıra parlayan
çarpışmalarla meşgul olmak-talardı. İşte böyle karışık bir dönemde, devletin
kaderi ile oynama mânasına gelen İstanbul'daki olaylar, yâni irticai hadiseler
ihtiras ve heveslerin şevkiyle yapmaya cesaret bulanlar tarih karşısında
ebediyyen lanetle alınacaklardır. Hududları-mızda bulunan ileri gelen kimseler
ve kumandanlar arasında hamiyyet sahibi bazı kimseler mütareke yapılmasının
şartlarından istifade ederek, İstanbuldaki olayların sorumlularını tesbit
ederek cezaya uğratmak hâttâ 3. Selim'i tekrar Osmanlı tahtına oturtmak
hususunda müzakerelere girişmişlerdi. Bu müzakerelerin sonunda herkesin
itimadını kazanmış, sağlam ve haysiyet sahibi vede cesur bir zâtın reisliği
altında bunu gerçekleştirmeyi kararlaştırmışlardı. Aranan bu hasletlere hâiz
olan zât, Rusçuk'da ikamet eden Tuna Seraskeri unvanlı Alemdar Mustafa paşa
olduğunda da İttifak sağlanmıştı.
Bu kararın alınmasında sadaret eski mektupçusu Tahsin efendi ile
Refik, Galib ve Behiç efendiler büyük rol oynamışlardı. Adlarını saydığımız zevatın
teşkil ettiği cemiyetin fer^l sayısı gün geçtikçe genişliyordu. Maksadı yerine
getirmeyi başaracak tedbirlerin kararı »alınıyordu. (Bilindiği gibi;
İtti-had-ıterakki cemiyeti de son defalarda yine böylece rumeii-nın ücra
yerlerinde kurularak, neticeye varmıştır.) Alemdar Mustafa paşa esasında câhil
bir zat olmasına rağmen fevka-a e zeki,
hamiyyetli, sağlam düşünceye sahip, rumeli askerinin üzerinde büyük bir nüfuzu
vardı. Bu zata müracaat ka-ran a!an heyetin isabet ettiği ortadadır.
Alemdar Mustafa Paşa'nın Biyografisi
Alemdar Mustafa paşa Rusçuk'da doğmuştur. Kamus'ülâ-lam'a göre
Arnavud ırkına mensupdur. Gençliğini av peşinde geçirmiştir ve Sultan 3.
Mustafa devrinde Ruslara karşı açılan seferde yanında bir miktar asker olduğu
halde katılmış ve elinde taşıdığı bir bayrak münasebetiyle "Bayrakdar veya
Alemdar" denerek anmak adet olmuştur. Bir ara meşhur Pasbanoğlu'nun
isyanında Rusçuk ayanı Tirsinklizâde'ye yardımcı olduğundan, Tirsinkli'ninde
tavsiyesi ile kapıcıbaşı-lik payesi verilerek Hezargrad âyanliğına daha sonrada
Rusçuk âyanlığına tayin olunmuştur. Alemdar'in çok geniş bir arazinin sahibi
durumunda olmasından kaynaklanan zenginliği ve buna bağlı olarakda az
rastlanacak tarzdaki cömertliği kendisine pek çok hayran ve minnet duyan kimseler
kazandırmıştı. Bektaşiliğe mensubiyeti münasebeti ile yeniçeri ocağına karşı
büyük muhabbeti vardı.
Hâttâ 3. Selim'in nizamı cedid askerinin kurulmasına ait
çalışmalara muttali olduğunda bir hayli üzüldüğü görülmüştü. Yalnız realistçe
bir anlayışa sahip olması hasebiyle Rus savaşında yeniçerinin gösterdiği
cebanet, korkaklık ve firarlar, Alemdar'daki bunlara karşı olan muhabbettini
yaraladığı gibi tam tersine yeniçerilere kızgınlık duymasını getirmişti.
Alemdar Mustafa paşa; Ruslarla yapılan savaşlarda Tuna ordusu kumandanı
sıfatıyla bulunmuş, gösterdiği başarılardan mütevellit her tarafta ün
kazanmıştı. 1221/1806'da kendisini vezirlik rütbesi ile beraber padişah
tarafından kendisine davul, hilât ve sancak mükafat olarak gönderilmişti.
Alemdar paşanın 3. Selim'e karşı pek büyük sevgisi vardı. 1222/1807 mayısının
17. günü padişahın tahtan indirildiğini duyduğunda, üzüntüsünün büyüklüğü, bu
olaya sebeb olanlardan intikam alma azmine dahi getirmişti. Yukarıda adını
verdiğimiz kişiler kurdukları cemiyetin başkanlığına böyle bir döneminde
Alemdar paşayı getirmişlerdi. Şimdi burada Alemdar Mustafa paşanın
biyografisini dondurup tarihi gelişime temas etmeye devam edelim:
Efendim; Alemdar'ı gizli cemiyetlerine reis seçen zevatın enbüyük
taktik başarısı, her biri ordunun çeşitli kademelerinde de kendilerine bir
vazife bulup, bu vazifelere tayine muvaffak olmalarıdır. Bu vazifelerde
bulunmaları asker ile daha kolayca teması temin edebilmeleridir. Böylece onlan
iknaa etmekte başarıyı yakalamalarını elde etmişti. (Eğer, ittihatçılara
bakarsanız, onlarında askeri güçleri ele geçirmeden icraata başlamadığını
görürsünüz.) Hakikaten ordu bünyesinde vazife almış bu zevat, ordunun
meselelerini tanzim bahanesiyle sık sık Rusçuk'a Alemdar Mustafa paşanın yanına
giderek, harekete geçmesi hususunda tahrike fırsat bulabiliyorlardı. Eninde
sonunda bu tahrikler gizli cemiyetin taşıdığı istikamete doğru yol almaya
başladı. Günün birinde Alemdar paşanın yanında bulunan onbin kadar seçme
askeriyle Edirne civarına gelmesi görenlere dehşet verdi. Bu halden şaşkın
olan herkes üstüne üstlük, Ruslar ile yapılan mütareke ve yiyecek sıkıntısının
ağır basmasından dolayı, Tuna boylarındaki askeri kuvvetde Edirne'de boy
gösterince şaşırmak, endişeye döndü.
Aynı zamanda serdanekrem unvanını hâmil olan sadrazam, Alemdar
Mustafa paşanın Edirne'ye gelişinden ürkerek, mütareke zamanının dolduğunu,
hudud boylarında asker ^almadığını bu sebebile Tuna havalisine gitmesini açıkça
söylediyse de, Alemdar'm metaneti ve aradaki kimselerin işleri ustalıkla idare
etmeleri, zaman içinde sadrazamında anlayışında değişim husule getirdi.
Aiemdar paşa, sadrazamın da itimadını celbetmişti. Böylecede sefer yapma
müzakeresi başlamış oluyordu. Hâttâ
Alemdar paşa'nin müşavir ve müsteşarı oları Refik ve Behiç efendiler, serdar-ı
ekrerni orduyu tanzim için İstanbul'a bile gitmeye ikna etmişlerdi. Fakat saltanat
merkezinden sorulacak olursa, ordunun başında bulunmasından istifade ile
padişahı istedikleri gibi kullanan vekillerin buna onay vermeyeceklerini
serdar-ı ekreme inandırmışlardı. Alemdar ise; "madem ordu İstanbul'a
gidiyor. Bende onlarla giderek padişahın gözlerini göreyim" şeklinde arzusunu
dile getirince, sadrazam bunu uygun buldu. Bu vaziyet karşısında ordunun
harekâtı gizlice kararlaştırılıp; beş günde İstanbul'a varılma üzerine plân
yapıldı, merhaleler tesbit olundu. Ordunun harekâtı tabiiki ahaiiden de
gizlendi. Yoksa harekete geçilir geçilmez, huzuru padişahiye ve sadaret
kaimmakamhğına gizlice malumat verildi. Bu haber verme işi de, haseki ağa
İstanbul'a gönderilerek yapılmıştı. Ordunun Edirne'de kalmasının, masraf
bakımından tahammül edilmez raddeye varacağı için Edirne'ye dönmesinin kabii
olmadığının gereğinden dolayı irade-i hümayun çıkarılması, vaziyetin ahaliye
duyurulmayıp onların heyecanlandırılma-ması için gizliliğe riayet lüzumuda
bildirilmişti. İstanbui hazine vekili Nezir ağa orduyu karşılamak vazifesiyle
padişahça gönderildi.
Cemaziyelevvelin 20. perşenbe günü devlet adamlarının ekserisinin
haberi olmadığı halde sabah erkenden Alemdar Mustafa paşa; serdarı ekrem ile
Çarhacı Ali ve Behram paşaları önüne katarak İstanbul'a ulaşmak üzere yola
çıkmıştı. Alemdar kendi askerinden küçük bir birliği yanına almıştı, istanbul'da
istediği havayı estirmeye muvaffak olan eşkiya reisi Kabakçı Mustafa, 3.
Selîm'i tahttan indirme vakasından butarafa nail olduğu Boğaz Nazırlığı
vazifesinde bulunmaktaydı. Kabakçı Mustafa mutlaka yok edilip, eşkiya başsız
kalmalıydı. Alemdar paşa bu vazifeyi Pınarhisar ayanı Hacı Ali aqa'ya vermişti. Ordunun Çorlu'ya
geldiği sırada hakikaten kendine verilmiş vazifenin şuurunda olan Ali ağa işi
aşa-qıda naklettiğimiz şekilde bitirmiştir. Kabakçı Mustafa; boğaz nazırlığı
makamı olan Rumelifeneri'nde ikamet etmekteydi. Ali ağa sabahın çok erken saatlerinde
buraya gelmiş ve çok Önemli bir emir tebliğ edeceğini bildirmiş idi.
Kabakçı'nın ikametgâhına girmiş ve oradan harem dairesine
geçerek, gürültü çıkarmadan Kabakçı'nın kafasını kesi-vermişti. Bu hal
İstanbul'dan işidildiğinde herkes hayret etti. Yapılan tahkikattanda bir sonuç
çıkmadı. Ancak iki gün sonra Edirneden gelmekte olan ordu, Çırpıcı çayırında
boy gösterince vaziyetin ortaya çıktığı görüldü. Ali ağa, Kabakçı'nın. kellesi
yanında olduğu halde orduya geri dönmüştü.
Ordunun harekâtının 3. günü vaziyet İstanbul'da iyice duyuldu.
Alemdar'in orduyla beraber gelmiş olması haberi herkesi telaşa düşürdü. Devlet
adamları ve hçyet-i vükelâ bir toplantıyı elzem buldu. Müzakereler ne için ve
ne maksat ile gelinmiş olduğunu tahmine matuf oldu. Neticede, bilfiil gelmiş
bulunan or-duyu karşılamaktan başka çare kalmadığına karar verdiler. Ertesi sah
günü başında şeyhülislâm olduğu halde bir çok devlet adamı ile birlikte ordunun
bulunduğu yere gidip hoş geldiniz. Dediler. Tekrar İstanbul'a döndüler. (Bilindiği
gibi seneler geçtikten sonra Hareket Ordusunu da aynı istikamete gidip
karşılayanlar olmuştu.) Hâttâ ertesi gun Sultan 4. Mustafa dahi sancağı şerifi
karşılama arzusuyla İncirli Çiftliği ile Davutpaşa arasındaki bölgeye kadar
giderek, ordu ile birlikte Davutpaşa kasrına gelmiş ve orada bir saat kadar
istirahat ettikten sonra, herkesle birlikte İstanbul'a dönmüştü.
Alemdar Mustafa paşanın askerleri müstakil olarak
Çırpı-cıÇayır;nda kalmışlardı ki, bu hâl ahalinin kalbinde müthiş bir korkuya
sebeb oldu. En azılı yamaklar bile kuzu gibi oldular. Çünkü;AIemdar'ın böyle
seçme askerle İstanbul'a gelmesinin mutlaka mühim bir sebeb taşıdığına bütün
vicdanlar inanıyordu. Alemdar'ın düzenlemesiyle hemen ertesi gün olan
cemaziyelevvel ayının 27. gününe rastlayan perşenbe günü, teşvikçilerin başı
şeyhülislâm Ataullah efendi azl edildiği gibi, irticada eli olan bir çok
kimsede muhtelif mahallere sürgün edildiler. Alemdar Mustafa paşanın sık sık
saraya girip çıkması ve İstanbul'un asayişine bağlı bazı tedbirler almaya
kalkışması, başka birdeyimle İstanbul'da bir çeşit örfi idare hüküm sürmesi,
Alemdar paşanın önemini günden güne arttırmaktaydı. Sadrazam Çelebi Mustafa
paşanın hiç bir tesiri ve hükmü kalmadığı gibi, Alemdar Mustafa paşa tarafından,
önemli işlere dair alınan tedbirlerden sadrazamın haberi bile olmuyordu.
Devletin önemli makamlarında bulunan ve irticai olaylar esnasında
husule gelen hareketlerde eli ve rolü bulunan kimselerin, Alemdar paşanın
tesiriyle birer ikişer sürgüne gönderilmeleri, azil olunmalar! devam ettikçe,
Sultan Mustafa'da vaziyetten ürkmeğe başlamıştı. Bunun çaresini bir kaç defa
aracıların vasıtasıyla paşa artık vazifesi başına gitsin şeklinde haberler
yollamakla denemişti. Ne varki;4. Mustafa'nın bu yola başlamış olması, Alemdar
paşanın yapacağı İşin öne alınması neticesini getirdi. Bu arada gelen bir
haberde, sadrazam Çelebi Mustafa paşa yamakları ve ocaklıları harekete geçirip
Alemdar paşa aleyhinde imale etmeye çalıştığı varit oldu. Bu plânlamanın
Alemdar paşa üzerindeki tesiri pek büyük oldu.
Hemen Çırpıcı çayırında bulunan birliklerinin başına giden paşa,
sabahın erken saatinde kalabalık sayılacak bir müfreze ile doğruca babıâli'ye
gelip de sadrazamın yanına girdi. Tam bir diktatör haşmetiyle: Bre herif mühr-ü
hümayunu ver! dedikten sonra pek dokunaklı sözler edip sonra aldığı mührü
Cavuşbaşı Tahsin Efendiye teslim edip, sadrazamı da bir ata bindirip, Çırpıcı
Çayırında bulunan kendisine ait askerin yanına göndererek enterne etti.
Ortaya çıkanı bir teemmül edersek, karşılaştığımız vaziyet şu
olur: Güçlü, muntazam bir orduya sahip olan kumandan, padişahı ürkütür,
sadrazamı kendince azleder, muhafaza altına alır devlet görevlilerini oraya
buraya sürer, buna ne ad verilir sorusu, devlet gemisinin rotasından çıkmış olduğunun
cevabıyla karşılaşır. Bu arada ise devlet adamlarından bazılarını da
babıâli'ye davet etmişti.
Babıâli'de vükelâyı toplayan Alemdar paşa, uzun bir izahatın
gereksiz olduğunu, yalnızca din ve devlete aid bir iş için kendisini takip etmelerini
istedi. Alemdar'ın maksadını anlayabilen şeyhülislâm Arabzade Arif molla, önce
bir tereddüt göstermişsede, Alemdarın gazab dolu bakışını üzerine teksif
etmesini gördüğünde, diğerleri gibi ayak uydurmaktan başka çaresi kalmamıştı.
Alemdar paşaya terslik şöyle dursun, bir şey söyley.emeyerek peşi sıra takip
etmeyi yeğlediler. Hep birlikte Topkapı sarayının Ortakapısına geldiler.
Alemdar paşa; Darüssade ağası bulunan Mercan ağa'y1 huzuruna getirterek
"Devletin bütün erkânı burada, ahalide, Sultan Selim'in yeniden tahta
çıkarılmasını istediğinden derhal kendisini dışarı çıkarın. Burada biat
merasimi yapacağız." Dedi. Şeyhülislâm efendiyi de, vaziyeti anlatması
için Sultan 4. Mustafa'nın yanına gönderdi. Aradan biraz vakit geçmiştiki
şeyhülislam telaş içinde geldi ve 4. Mustafa'nın büyük bir kızgınlıkla
kendisini yanından kovduğunu ve kapı-ann kapatılması emrini verdiğini bildirdi.
Bütün bunlar sa-ahtanberi sinirden köpürmüş bir halde bulu-nan Alemdar paşayı
gazabın son hududuna getirmişti. Artık ağzını her dökülen sözler, padişahlara
söylenmemesi gereken kelimeleri ihtiva etmekteydi. Bu arada da, yanında bulunanlara,
kapıyı kırmalarını emretmişti. Sultan Mustafa; vaziyetin aldığı rengi
keşfetmiş, kendisinin yaşamasını ve saltanatını devam ettirmeye matuf tek
tedbir olan ancak, çok habis bir çareye başvurdu. Şöyleki:
O sırada hanedanı Osmaniye'de kendisinden başka iki erkek vardı.
Bunlar da; eski padişah 3. Selim, bir de daha sonra padişah olacak olan
şehzade Mahmud idi. Bunları öldürttüğü takdirde, hanedanın yıkılmaması için
ona dokunulmayacaktı! Böylece hem hayatını hem de saltanatı emniyet altına
alınmış olacaktı. Bu vaziyet karşısında emrinde olanlara bu hanedamn bahsedilen
iki erkek üyesinin katledilmeleri emrini verdi. 3. Selim, bulunduğu kendi
dairesinde gayet feci bir şekilde, kılıca karşı, ney'iie karşı koymaya
çalışırken al-kanlar içinde bırakılarak, şehid edildi. Kanlar içinde bulunduğu
halde cesedi bir şilteye konmuş olarak arz odasının önüne bırakılmıştı.
Talihsiz ve mahlu padişahın beş gün önce vefat etmiş olduğu haberini de epeyi
mübalağalı bir tarzda ahaliye duyurdular. Aynı dakikalarda da, genç şehzade
Mah-mud'un öldürülmesine çalışılmaktaydı.
Bereket versin ki Sultan Mahmudun lalası Anber ağa ile Çevri Kalfa
adlı hamiyyet sahibi Gürcü ırkından bir câriye, melunane vazifelerini yapmak
isteyen saldırganlara karşı koymaktalardı Şehzadeyi dama çıkarıp saklamaya
çalışıyorlar bir yandan da, saldırıda bulunanlarla çarpışıyorlardı. Fırlatılan
hançer ucu, Sultan Mahmud'un kolunda bir yaraya, dama çıkarkende duvara
toslayıp alnında küçük bir yara meydana geldi. Sağ salim dama çıkabildi. Çevri
kalfa; son anda şehzadeyi yakalamak durumunda bulunanlara elinde bulunan
mangalın küllerini savurarak, gözlerini toza bulayıp zaman kazandırmayı
becerdi.
Rivayet olunurki; şehzadeye saldıranların arasında bizzat 4
Mustafa'da varmış! Bunun böyle olduğunu belirten Ali Sevdi bey şunu söylemekte:
"Kütüphanemde mevcud olup, vazarm adı ve eserin ismi olmayan kitab,
maalesef son babı-ali yangınında yanıpda gitti" demektedir. Alemdar
Mustafa Paşanın daha önce kırın emrini verdiği kapı kırılınca ilk görünen
manzara şehidin naşı olmuştu. İlk göreni de Alemdar paşa idi. Şaşkınlığını
gideremeyen, gördüklerine inanamayan bir halle merhum padişahın cesedine kapanarak
hıçkıra hıçkıra ağlayan koca adam: "Vah efendim! Ben seni tekrar taht'a
çıkarmak için bu kadar uzak mesafelerden gelmiş i-dİm, gözlerim, seni bu halde
gördüler ha! Şimdi şu enderun halkını baştan başa kılıçtan geçirerek senin
intikamını alayım" diye inlemekteydi. Kırksekiz yaşında şehid olan 3.
Se-lim'in cesedi Alemdar paşanın kucağında biruh olarak, al-kanlar içindeydi. O
sırada ise, inkılap hareketleri içinde pişmiş bir kimse olan ve üzüntü ile
infial halinde bir iş görülemeyeceğinin idrakinde bulunan Ramiz efendi;
Alemdar paşaya yaklaşıp: "Şimdi ağlamanın sırası değil, tahtın yegane
vârisi olan şehzade Mahmud bulunup tahta çıkarılmalı" dedi. İlave etti:
"Gecikirsek, korkmak lazım gelirki ona da bir hâl olur." derdemez,
Alemdar paşa aklını başına alır.
Derhal Sultan Mahmud'un bulunmasını oradakilere emreder. Saray
imamı Ahmed efendi, genç şehzadenin saray damına çıkmış bulunduğunu haber
aldığından, güç bela çık-uğı damdan sultan Mahmud'u indirdi. Alemdar'ın yanına
getirerek, "İşte efendim, Sultan Mahmud efendimiz ben biat ediyorum"
diye yüksek sesle hitab etmişti. Alemdar Mustafa PaŞa, bilâfütur:
"Padişahım! Ben buraya amucanızı taht'a Ç'karmak için geldim. Kör olası
gözlerim onu şu vaziyette u|dum. Seni
taht'a çıkarayımda müteselli olayım.
Lâkin
ultan Selim'i bu hale koyan enderun ahalisini kılıçdan geçjrmeme
müsaade buyur" Demişti. Henüz yirmiüç yaşında bulunan daha bir iki dakika
evvel belkide hayatının en zor ve tehlikeli anlarını yaşayan Sultan Mahmud'un
son derece yüksek olan metanetini anlamalıki; ne yerde yatan alkanlara bürünmüş
amucasının, cesedinin ürkütücü manzarasından ne de, kükremiş aslan gibi saraya
savlet eden, silahına sarılmış ve intikam arayan Alemdar paşa ve maiyetinin
hâl ve davranışları etrafı velveleye veren feryatlardan zerre kadar bir korku
duymayarak, gayet metin ve mekin bir arslan sesiyle: "Paşa; şimdi
silahlarını çıkar. Askerini dağıt. Seninle görülecek işlerim var. Hemen Hırka-i
saadet dairesine gel. Daha sonra hâinleri ben buldurup, sana teslime
bakarım." Demiştir. Genç padişahın, böyle bir tavır ve otoriter davranışla
Alemdar paşanın asabına hâkim olmasını telkin eden emirleri hemen tesirini
gösterdi. Alemdar Mustafa paşa sakinleşmişti. İlk önce silahlarını çıkardı.
Ardından askerin dağılmasını emretti. Yalnız sultan Mahmud'un babasının vakti
zamanında Alemdar paşaya maddi ve manevi değeri pek yüksek bir hançer hediye
etmiş olmasından mütevellit padi-şahdan bunu taşıma müsaadesi taleb etti.
Sultan Mahmud bu talebe müsbet cevap verdi. 4. Mustafa ise bu sırada Bağ-dad
köşküne çıkmış sofada "ben bu taht'tan inmiş değilim, Mahmud'u kim tahta
çıkardı!" şeklindeki sözleri herkes tarafından duyulduğu gibi, Hırka-i
saadet odası içinde bulunan Alemdar tarafından da işidildi. Bu sözler paşa-nın
yine çileden çıkıp pür gazab kesilmesine sebeb oldu. Hırka-i saadet odasından
fırladığı gibi, bağırarak.
"Söyletin şu adama beni kıyamete kadar lanetle andıracak bir
harekete sevketmesin, bucağına çekilsin!" şeklinde haykırdı. Saray imamı
Ahmed efendi işin vahametini anlayarak, hemen Sultan Mustafa'nın huzuruna
çıkarak: "Efendim saltanatta nasibinizin bu kadar olduğu görülüyor, artık
birazda istirahat buyrun" diyerek 4. Mustafa'yı harem dairesine
göndermiştir.
Bütün bu gaileler atladıldıktan sonra Hırka-i saadet önüne, Osmanlı
tahtı kondu ve resmen biat merasimi başladı. Vekiller, komutanlar, alimler,
ileri gelen devlet memurları biatlarını yerine getirdiler. İlk biati Alemdar
Mustafa paşa yapmıştı. Çünküilk karşılaşmadan sonra Sultan 2. Mahmud, Alemdar
Mustafa paşayı hırka-i saadet dairesindeki mükalemesinin akabinde sadaret ile
taltif eylemişti. Böylece de, Sultan 2. Mahmud'un ilk veziriazamı Alemdar
Mustafa paşa olmuştu. Tabiatıyla ilk biat edende ülkenin iki numaralı adamı
olacaktı. Ne varki; tarihimizde varlığıyla, fedakârhğıyla, metanetiy-le ve
fikri aydınlığıyla daima yad olunacak Alemdar Mustafa paşa hatayı burada,
vezareti uzma makamını kabullenmesinde yaptı. Çünkü Alemdar paşa yetişmiş,
cesur, fedakâr bir asker, mühimce bir kumandan olarak askeri meziyetlerini her
zeminde ispateylemiş bir kimseydi. Lâkin bir milletin, adeta yıkılması mukadder
devletin yıkılmasını önleyebilecek kadar mülki idaresine, siyasasına akıl
erdirebilecek tecrübe-nin sahibi değildi. Ayrıca kendisinde bir hırs ve tamah
olmadığı herkesçe bilinen hususlardandı. Sadareti kabul etmesi, ne servet-ü
saman sahibi olmak nede şan ve şöhret sahibi olmaya matufdu. Sadece milletini
ve memleketin ahvalini düzeltecek bir anlayışla üzerine aldığı düşünülmelidir.
Fakat, bu vazifeyi alacağına vazifeden uzak kalarak ancak eski tâbirle
nigahban yâni bir gözlemci olarak kalması pek daha isabetli olurdu. Aşağıda
yazacağımız ve kendisinin şehidliği-ne sebeb olacak feci vakaya, hep bu hâl
İçinden yâni hizmet edebilirim içtihadının yanlışlığını ortaya koymuş olacağız.
Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa
Biatin yapılmasından sonra karışıklığa ve irticaya sebeb olanların
bu günkü deyimle mürtecilerin önde gelenleri birer birer eie geçirilip kimi
idam edilmekte kimi ise ele geçirme esnasında karşı koyduğundan öldürülmekte
idi. Kimileri de; sürgün hapsi boylamak gibi cezalara uğratılıyordu. Bu tavizsiz
davranma anlayışı asayişinde kısa zamanda rayına oturmasını sağladı (Hareket
ordusu İstanbul'a girdikten sonra aynen böyle olmadımıydı?) Sultan 2. Mahmud,
yeniden nizamı cedid usulünü tatbike koyuldu. Üstelik yalnız İstanbulda değil
ülkenin her tarafında uygulamaya soktu. Mutlak surette askeri alanda büyük
hamlelerin yapılması icab ettiğini her fırsatta dile getirmeye başladı. Bu
arada bir çok askerin meslek ile ilişkilerini kesip, orduyuda tensikata tâbi
tuttu. Ne varki; askeri alanda bunlar yapılırken sivil idare ve bilhassa adliye
üzerinde hemen hemen hiçbir hususa el atılmadı. En iyimser deyimle yapmaya
vakit bulamadılar denebilirki, buda ileri sürdüğümüz hususlarda bir şey
yapılmamış olduğu manasına gelir. Bütün ölümlülere hâkim olabilecek hususlardan
sayılan gurur Alemdar Mustafa paşanın da içine işlemekte vakit kaybetmedi.
Sultan 4. Mustafa'yı tahttan indirip, Sultan 2. Mahmud'u Osmanlı
tahtına çıkaran, kendiside sadrazam olan, her dediğinin ikiletmeden yerine
getirilmesinden hasıl olan neticelerden devletin ve bilhassa İstanbul'un
huzura kavuşturulması başarısının her devirde bulunan dalkavukların yalana
dayalı takdirleri istikameti sağlam olanları dahi şaşırtır. Bozuk
isti-kametlileri de safına celbederdi. Alemdar paşa öyle bir anlayışa sahip
haîe gelmiştiki, artık kendisini, biri karşı çıkacak diye bir sıkıntı
duymamaktaydı. Alemdar'a göre; artık yeni- hiç bir değeri yok, ahali ise bir
fesada kapılacak ce- ve kabiliyete hâiz değildi. Halbuki paşa bu anlayışında
^tüğü gurur illeti yüzünden yanılıyordu. Çünkü; yeni usul-rnemnun kılığıyla
kendini yutturan ancak eski usulün amini isteyen ve bunu da temine lâzım
gelişmeleri tertip-vecek bol sayıdada gayrı memnunlar vards. Bu zümreye a hil
olanlar, her an tutuşacak bir ihtilâl ocağı hazırlamışlar sadece kibrit çakmayı
bekliyorlardı. Böyle niyet taşıyanların en çok kullandıkları silah ise, iftira,
ülkenin işlerinin kötüledi-ği hususunda yalanların çoğunluğu teşkil ettiği
şayialar yaymak, bazı kimseleri birbirine düşürücü beyanlar uçurmak olduğu
herkesçe bilinir. Böyle düşünce yapısına bölgelerin tanınmış kahramanları da
katıldımı, artık iş sadece ahaliyi tahrik etmeye kalırki, bunlarda yalan
haberleri yaymağa çalışmak ve sık sık toplantılar tertibiyle ihtilâlin sebeb
vede esasları hazırlanırdı. Artık bütün bunlar olmakta idi. Bazı güngör-müş ve
kendisine sevgi besleyen kimseler, memlekette kaynatılmaya hazırlanan kazan
hakkında bazı bilgi ve haberler verdiler. Ne varki; kör olası gurur denen
şeytan pisliğinin insanı aldatıcı tesiri burada da kendini gösterdi. Alemdar
paşaya ne söylense kaale almıyordu.
Artık itibar ve nüfuzunu artırmak için nizamı cedid askerine eski
dönemde yaptığından da fazla alâka ve iltifat göstermeye başlamıştı. Beri
yandan bazı ulemâya kaba davranması devlet hazinesinden bir sürü adamın hiç
bir haklan olmadığı halde senelerdir almakta olduğu maaşları kesmesi, konağına
cariyeleri doldurarak, akşamlan içki içip çalgı çaldırıyor dedikoduları
mübalağalı bir şekilde müslüman ahaliye duyuruluyordu. Hele birde kalenin
içinden ele geçirilişi vardıki, o a Şöyle olmuştu: her ne kadar paşanın
adamıymış gibi ge-Ç'nen, gizliden gizliye ihtilâl yapacak kimselere yardımı
esirgemeyen bazı müfsidler irticaın yüksek tabaka arasında yer alan
mensupları, harem dairesindeki cariyeleri bile elde ederek, Alemdarın şerefine
zarar verecek hallerin yapılmasını temin etmiştiler. Meselâ divanhaneye ve
camiye silahsız gitmeleri adet olmayan sadrazamların yerine, böyle yerlere silahsız
giden bir sadrazam çıkmıştı ortaya. Bu sadrazam Alemdar Mustafa paşaydı.
Paşanın bu tarz davranışı Rumeli askerinin bile infialine sebebolmuştu. Vaziyet
bütün açıklığı ile belirmişti. Ülke değil amma İstanbul'un insanlarının büyük
bir kısmı Alemdar paşa'nın hasmı kesilmişti.
Başvekilin Şehadeti
1223 senesi ramazanı'nin 26. gecesini 27. güne bağlayan, milâdi
tarih ile 1808 yılının 16/kasım çarşamba akşamı, Sultan 2. Mahmud'un sadrazamı
Alemdar Mustafa paşa, şeyhülislâm Arif ef. dinin iftarına davetlidir. Bu
davete icabet etmek üzere babıâlideki sadaret konağından atına binmiş olarak
yola çıkmıştır. Bir takım adamların divanyolu üzerinde toplandıklarını vede bir
takım dikkat çekici davranışlar sergilediklerini görür.
Cesaret bakımından pek az kimsede rastlanan hususiyete sahip bu
sadrazam, atını bu toplanmış güruhun arasına sürdü. Maiyeti erkânı da paşa'nın
bu fütursuz davranışından aldıkları cesaretle onlarda atlarını bu kalabalığın
üzerine sürerek, ellerinde bulunan değnek ve kırbaçlan gelişi güzel savurarak
bir kaç kişiyi muhtelif yerlerinden yaralamış oldular. Bu yaralıları o halleri
ile yeniçerilerin devam etmiş oldukları kahvehane bir takım toplanma
mahallerine götürerek güya, seyirciymiş rolüne bürünerek yaralıları göstererek
yapılanlardan şikayete başladılar, "efendim Alemdar gibi bir haydut paşa
kendi arzusuyla gelip bir padişahı tahtından indirir. Diğerini tahta
kondurur." Dedikten sonra yeni padişaha laubalilar gösterdiğinden
bahsederek, ahaliyi galeyana getir-calıstılar. Daha önceden hazırlatılmış bir
hezele gurubu kendilerinin saray mensubu olduğunu bu hâllerinin istik-I dönük herşeyden haberdar olmalarını
sağladığını hatır-k konuşmağa
başlamışlar ve bayramın hemen ertesin-a
yeniçeri sınıfının tamamen lağv olunacağını, bütün ümmet-i Muhammede
frenk elbisesigiydirıleceğini, karşı koyan olursa tecziye edileceklerini
yeminlerle takviye ederek beyan ediyorlardı. Bunların sonunda yeniçeriler
müthiş bir kızgınlık içinde kışlalarına giderek oradaki arkadaşlarını ve kan
dökücü silahlarını alarak hep beraber Babıâli'nin önünde toplandılar.
Harekâtın mensubu bazı kimselerde İstanbul'un her bir semtini dolaşarak
"yangın var" nidalarıyla ortalığı velveleye verdiler. Böyle yapmalarının
sebebi ise; yangın sözünü duyan sadrazamı babıâli'den dışarı çıkarıp, uzaktan
yapılacak tüfenk ateşiyle vurup öldürmeye dönüktü.
Alemdarın Tesbiti
Alemdar Mustafa paşa;daha işin başından beri yapılması muhtemel
vakaları yıllarını savaş alanlarında geçirmiş, nice komitacılarla beraber
olmanın verdiği tecrübeyle derhal anlamıştı bu sebebten de bütün şamataya
rağmen yerinden kı-mıldamayıp konağından çıkmadı. O zamanlarda sadarete
gelenler bütün aile efradı ile şimdiki İstanbul vilayet binasının bulunduğu
mahalde vezir evi denilen kagir bir binada oturur-lardı. Alemdar Musta-fa
paşa'da bu kaideye tâbi olarak bahse konu vezir evinde ikamet etmekteydi.
Şehrin bir çok ye vazife almış bulunan nizamı cedid askerinin yardıma °Şacağı
inancı içindeydi! öte taraftan ne Levend çiftliğinde ' Üsküdar'daki Selimiye
kışlasında bulunan, nizamı cc-askerine işin başındanberi hiç bir şekilde haber
verilme-
Başka bir feci hâl şöyle yaşanıyordu: Yeniçeriler hakaret telakki
ettikleri davranışlar karşısında kaldıklarını ve bunlara haddini bildirmek
üzere ayağa kalktıklarını ve ağaları bulunan yeniçeri Ağası Mustafa ağa'ya gel
başımıza geç haberini yollamışlarsa da, böyle bir cinayetin başında olamam diyebilecek
asaleti gösteren ağalarını pek fecii surette katletmişler idi. Bu vaziyet
karşısında İstanbul'un sarsılan asayişini yeniden rayına oturtabilecek bir
otorite kalmamıştı ortalıkta! İsyancılar işe bâbıâli'yi ateşe vermekle
girişmişler hemence sadrazam konağının pencere ve kapılarına atış yapmaya
başladılar. Bu atışların çıkardığı gürültüye rağmen, sadrazam konağına yardım
ulaşmaması pek büyük mâna taşımaktaydı. Konakta bulunan Alemdar Mustafa paşa
ve sadık arkadaşları, silahlan ile pencerelerden, mahzen mazgallarından
mukabil atışlara başladılar.
Kumanda Zafiyeti
Sayılan kırk-elli bin kişiyi bulan müfsidler kitlesinin açtığı
ateş salvoları, çıkarmış oldukları gürültüler nasıl olurda saraydan işitilmez
ve yardım gönderilmezdi. Babıâli ile padişahın ikamet etmekte olduğu Topkapı
sarayı arasındaki mesafe ve o dönem içindeki İstanbul'un asude hâli bu
seslerin padişahı cihanın kulağına ulaşmasına engel teşkil etmezdi? Ne işbu!
Konağın pencere ve kapılarına doğru yapılan silah atışlarıkarşısında, Alemdar
Mustafa paşa ve sadık arkadaşları silahlaratarak cevap vermeye başladılar
saldırganlara. Bir ara vaziyetten haberdar olan rumeli askeri ile bir miktar
nizamı cedid askeri olay yerine yardıma koşmuşsada bu kadar kalabalık ve
silahlı hayduda mukabele ve mukavemetin mümkün olamayacağını gördüklerinden dönüp,
gitmişlerdi. (Yazıklarolsun. M. H)
Bu arada da bazı devlet görevlileri ve nazırlarında buradaman
sayılabilecek evlerde ikamet etmeleri bu haydut gü-uhunun elinden hayatlarını
kurtaramayanlarda oldu. Bunia-arasında sadaret kethüdası olan yâni bu günkü İçişleri
bakanı yerine kâim olan meşhur Tahsin efendi fecii bir şekü-de katledildi.
Rusçuk yaranından Behiç ef. dinin yönettiği deniz kuvvetleri bu çirkin
harekâtın içinde yer almamak asaletini göstermişti. Bazı vükelâda zor belâ
kaçabilmiş, sığınacak melce bulabilmişlerdi. Asilerin konağı ele geçirmek için
çeşitli yollar deneyeceklerini anlamış olan Alemdar Mustafa paşa:
"İçinizden söz anlar iki kişi şu köşeye getirin, onlarla söyleşecek sözüm
vardır" diye seslendi, iki elebaşı geldi. Paşa: "Ben en son
çıkacağım, önce daire halkımı ocağın namusuna tevdi ediyorum. Buradan
çıkaracağım, buna muvafakat ediyormusunuz?" dediğinde asiler bu teklifi
kabul ettiler.
Göz Yaşartan Sadakat
Çıkanlar çıktı ve konakta paşa ile beraber dört kişi kalmış idi. Bunlar,
paşanın hayat arkadaşı başkadın, paşamın hareminin yöneticisi Hadım ağa ve
onsekiz yaşında bir güze! ca-nye. Paşasözü aldı: "Ben bu rezillere nefsimi
teslim etmek zilletini asla gösteremem. Maksadım şu hezeieye mukavemet
edebildiğimde etmek, ondan sonra mahzendeki cephaneyi ateşleyip, onları
ölümJebuluştururken, nefsime sehidli-91 arzu ederim." Dediğinde, başkadmı
ve hadım ağada fer-yad ile "Paşa! Paşa! bizi hadım ve kadın diye tahkir
etme. enın Azarında ehemmiyeti olmayan hayatın, bizim indi-m'zde de hiç bir kıymeti yoktur.
Sadakatin isbat günü gelip ıştır. Senden
asla ayrılmayacağız, Lâkin şu kızcağız
gençtir. Bizim, bu kararımıza şahid olsun ve bunu tarih-
sayfalarına nakledecek bir vazife üstlenmek için buradan çıksın.
Tatbikatımızı anlatsın." Dediler. Genç kızda dışarı çıkarıldı. Burada
konakta kalma sadakati gösterenler arasında bulunan onsekiz yaşındaki genç
cariyenin gösterdiği fedakâ-rane sadakate hayran olmamak kabil olmadığını
belirtmek icab eder.
Bu sadakat her ne suretle olursa olsun, hayatı istihkar eden bir
fedakârlık olduğundan, şâirlerin muhayyilesinde nice şiirlere ilham verebilir!
Alemdar paşa kendini teslim ihsas ettirdiği 42. bölük odabaşısını çağırdı.
Yeniçerilere sovmeğe başladı. Ağzı açık dinlemede olan odabaşının ağzına
soktuğu rovelverini ateşledi ve öldürdü. Hiç beklenmeyen bir hareket karşısında
kalan yeniçerilerin sadrazamı seri bir ateş altına aldılarsa da, isabet
ettiremediler. Çıldırma raddesine gelen asiler, evin her tarafını hedef haline
getirdiler. Evin arka tarafından delme ve dalma hareketine giriştikleri gibi,
dama çıkarak oradan açmayı başara-cakları delikten sadrazamı vurabilme şansı
aramaktalardı. İşlerin vardığı netice artık belli oluyordu. Hiç bir yardım
gelmiyor, padişahın kulağı dibinde patlayan mermi tarakkaları, Alemdar paşanın
gözden çıkarıldığını ortaya koyuyordu.
İzzet-i nefsine yapılacak hakaretlere maruz kalmaktansa, nefsini
savunan şehid olur anlayışına sarılarak, hayatı istihkar etmişti. Vakar'ın son
hududuna kadar sahip olan Alemdar Mustafa paşa yanında asırların en fedakâr
kadınları arasında sayılsa yeridir diyebileceğimiz ismi meçhul kalan hanımefendi
zevcesi ile bir sadakat timsali olan harem dairesinin hadımağası ile bod-rum
kata indiler. Cephaneliğin kapısını açan sadrazam, elindeki piştovunu
cephanelerin bulunduğu odaya tevcih ederek tetiğine bastı. İnfilak pek müthiş
olmuştu. Patlamanın sesinden konak civarında bulunan asilerin büyük bir
çoğunluğu yerlere serildiler. Sersem bir halde nefa bile gittiklerini bilemez
hâlegeldiler. Konağın kubbesi .. erjne çıkmış bulunan ve delik açıp paşayı
vurmayı plânla-nlar, infilakın tesirinden enaz iki yüzmetre öteye uçtular. da
tejef olanların miktarı ikiyüzelli kişiden fazlaydı. Halk Alemdar paşanın cephaneliği tutuşturup,
firar ettiği zan-nında olduğundan her tarafta aranmasına çıkılmıştı. Aradan çen
üçgün sonra yeniçerilerin bir kısmı irtica olayında vanmış bulunan babıâli
enkazı arasında erimiş gümüş ile al-tun bulurum ümidiyle yerleri kazarak
araştırma yaparlarken karşılarına demir bir kapı çıktı. Bu kapıyı kırıp içeri
girdiklerinde bir demir kapı ile daha karşılaşmışlar. Onu da kırmışlar ve
karşılarında büyük bir odanın ortasında üç tane cenazenin yattığı görülmüştü.
İşte bu cenazelerden biri hamaset kapısının Alemdarı Mustafa paşa, hanımefendi
eşi ve sadık haıe-mağasına aid olduğu ortaya çıktı. O zaman kaçtığını zan ettikleri
Mustafa paşanın bu yiğitliği gösterip, orada şehid olmayı bildiğini öğrenmiş
oldular.
İrticaın Vahşeti
Alemdar Mustafa paşanın cephaneyi ateşleyerek şehidliği seçmesi ve
bu yapılması çok zor işde kendisi ile birlikte fedayı cân eyleyenlerin
gerçekleştirdiği yüksek seviye, onların katilleri sayılanların ise, ne büyük
cani ve mürteci olduğunu gösterecektir aşağıya yazacaklarımız.
Alemdar Mustafa paşanın cephaneyi ateşliyerek çıkan yangından
sonra husule gelen dumandan boğuldukları görülmüştür. Cesedi tanıyan
mürteciler, Alemdar'ın boynuna bir ip takarak Sultanahmed meydanına götürüp,
orada ve bazı sokaklarda sürükleme vahşetini gösterdiler. Naşı üç gün meydanın
ortasında bırakıldı. Daha sonra hangi hayır sahibinin delaletiyle Yedikule
surları dışında açılan bir hendeğe atılmıştır! İşte tarihimizin mühim bir
siması sayılan bu muhterem enkazdır ki meşrutiyet sayesinde pek yakın zamanda
unutulmuş olduğu hendekten çıkarılıp, şehadetinin olduğu yere, mutena bir
mevkie veya o civarda başka, münasib bir yere nakledilip konursa, milletde
kadirbilirliğini ispat edecektir. Ümmetin, meziyet sahibi evlâdlarından olan
bu zâtı, milletin, ziyaretgâh-ı daimesi olarak görmesi lâzımdır. Bu besa-let
heykelinin yâni yiğitlik timsali olan bu zatın kabri üzerine dikilecek abidenin
ehemmiyeti ve kıymeti, Tarihi Osmani Encümeninin himmetinin ve gayretinin
ölçüsü olacaktır.
Son söz: Cephanenin infilak etmesinden sonra yeniçerilerinde
onlara yardım eden hempalarınında padişahın sarayına ne şekilde saldırıya
geçtiklerini, daha ne gibi kötülükler yapıldığını işlenen rezaletleri, Nizam-ı
cedid ocağının lağvına nasıl muvaffak olduklarını burada anlatmaya gerek
yoktur. Çünkü; maksadımızın Alemdar Mustafa paşaya ait hayatı anlatmaktan
ibaret olduğu sizlerce de malumdur. Alemdar Mustafa paşanın cenazesinin şimdiki
babıâli kütüphanesinin olduğu yerde bulunduğuna dair bir rivayet varsa da,
vakanü-vislerin vesikalara dayalı tahkikatına göre, cenaze daha önce söylendiği
gibi Tomruk dairesinin mahzeni müştemilatından birinde bulunmuştur.