SULTAN 2. ABDÜLHAMİD HAN : -
Osmanlı Padişahlarının; 34.sü, hilâfet-i Osmaniyanın 25.
halifesidir. 22/EyIül/1842'de Eski Çırağan Sarayında, sabaha karşı, Abdülmecid
Hânın Tiri Müjgân adlı kadınefendi-sinden dünya'ya gelmiştir. 75 sene, 4 ay, 9
gün süren ömrünü, İslâm düşmanları karşısında siper vazifesi görebilmek için
bütün varlığıyla vakfetmiş ve nihayet bu hayat çizgisinin 10/Şubat/1918 saat
15.oo sıralarında Beylerbeyi Sarayında noktalandığını görüyoruz.
Sultan Abdülhamid dönemi Osmanlı devletinin en kritik ve 19. asrın
son çeyreği ile 20. asrın ilk çeyreğine yepyeni, mükemmel bir münevverler
zümresi hediye eden dönem olmak üzere mühürlemeye kalksak, asla mührü yanlış
yere basmış olmayız. Vücuda getirmeye çalıştığımız bu târih eserinde bir döneme
girişde belkide ilk defa kurduğu müesselerin listesini takdim etme yolunu
seçtik. Çünkü; aşağıda okuyacağınız vak'alann bazı yorumlan size tuhaf
gelebilecektir fakat bu zâtın kurduğu ve kurulması mecburî ve mu kadder olan müesseselerin
banisi olması, bu gün üzerinde hür olarak, şanlı bayrağımızın altında,
hudutlarımız içinde bir millet-İ islâmiye olarak yaşamamız önce lûtf-u İlâhî
bilahire Sultan Hamid'in vücuda gelmesine bezl-i mesai sarfının ehemmiyetini
idrâk, nankör olmayan her evlâd-i vatanın vazife-i vicdaniyesidir. Hem >de
biz bu müesseseleri yine ilk defa olarak bir ilmihalden alıyoruz ve bu
ilmihalin merhum hazırlayıcısı, Türk Silahlı Kuvvetlerine, çeşitli makamlarda
ve rütbelerde hizmet vermiş bulunan ve mesleklerin en muhterem olanlarından bir
meslek olan öğretmenlikle, askeri mekteplerde nice subaylara ders vermiş
bulunan Emekli Eczacı Kimyager Albay Hü-
şeyin Hilmi Işık Efendi'yi de bu vesileyle rahmet ve minnetle yâd
etmeyi vazife addediyorum. Bakın Hüseyin Hilmi Işık Efendi, şunları kaydediyor,
değerli ilmihalinde 1971 senesi baskısında 916.sahifede: ".32 sene 7 ay,
27 gün süren hükümdarlık zamanı içinde bir avuç toprak vermedi. Her vila-yetde
mektebier, hastaneler, yollar, çeşmeler, Viyana'dan başka bir yerde bulunmayan
modern bir tıp fakültesi yaptı r-dı.1293/1877, Mekteb-i Mülki-ye'yi
1296/1878'de bir müze yaptı. 1297/1879'da Hukuk Mektebi ue Divândı Muha sebatı
(Sayıştay) kurdu ve Beyoğlu Kadın Hastanesini yaptırdı. 1299/'1880'de Güzel
sanatlar akademisi, 1300/1882'de Yüksek Ticaret Mektebi, 1301 /1884'de Yüksek
mü hendis ve yatılı kız lisesi açtı. 1303/1885'de Terkos suyunu İstanbul'a
getirtti ve Mülkiye lisesini açtı. 1305/1888'de Alman İmparatoru İstanbul'a
gelip. Sultanahmed Meydanında Alman Çeşmesi yapıldı. 1307/1889'da Bursa'da
İpekçilik Mektebi yaptırdı. 1308/1890'da Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi ue
Kâ-ğıdhanede bir poligon kurdurdu. 1309/1891 'de Bursa Demiryolunu ve Aşiret
Mektebini yaptırdı.
1310/1892'de Hamidiye Kâğıd fabrikası, Kadıköy havagazı fabrikası
ve Beyrut Umanı rıhtımını yaptırdı. 1311/1893'de Osmanlı sigorta şirketi ve
Küçüksu Barajı ve Manastır-Selâ-nik demiryolu yapıldı. Yine 1312/1894'de
Şam-Horan demiryolu ve Eskişehİr-Kütahya demiryolu yapıldı. Yine 1312/1895'de
Hamidiye Yüksek Ticaret mektebi ve Gatata-Tophane Rıhtımı, Dolmapahçe Saat
Kulesi yap ildi. 1313/1896'da Beyrut-Şama demiryolu, Dâr'üiaceze binası, mum
fabrikası, Afyon Konya Demiryolu ,Sakız limanı rıhtımı, şimdiki İstanbul
lisesi binası, İstanbui-Selanik demiryolu yolu yapıldı. Ereğli kömür ocakları
çalıştırıldı. 1314/1897'de Tuna Nehrinde Demirkapı Kanalını, Kapalıçar-şı
tamirini yaptırdı. 1313/1897'de Yunan zaferini kazandı.
Akıl Hastanesi yaptırdı. 1315/1898'de Selanik Rıhtımını, Şam-Halep
Demiryolunu ue Şifa Hastanesini yaptırdı. 1316/1899'da Şişii'de Hamidiye Etfât
(çocuk) hastanesini yaptırdı. 1318/1900'de Medine-i Müneouereye kadar, telgraf
hattı yaptırdı. 1320/ 19O2'de Hamidiye Hicaz Demiryolu, Zar-ka'ya kadar işledi.
Kâğıdhane'deki Hami diye suyu yapıldı. Yeni Balıkhane, Haydar Paşa Rıhtımı,
Ma'den Arama Mektebi, Şam'da Tıbbıye-i Mülkiye yapıldı. Haydarpaşa askerî
mekteb-i şahanesi 24/teşrin evvel/1321/4/Kasım/1905'de açıldı. 1322/1904'de
dilsiz ve sağırlar mektebi açıldı. 1322/1904'de Bingazi'ye telgraf hatt-ı
yapıldı. 1323/1905'de İstanbul-Köstence kablosu döşendi. Haydarpaşa İstasyonu
binası yapıldı. Beşiktaş tepesindeki Yıldız sarayını ve önündeki camii
yaptırdı. Velhasıl Avrupa'da yapılan yeniliklerin hepsini ve en modern şekilde
yurdumuzda yaptırdı. /Ve yazıkla 1326/1909'da tahtdan indirilince bütün bu
ilerlemeler durdu.." Demektedir. Muhterem okurlarımız işte bu yapılanların
dünyanın üzerimize bütün şiddetiyle hücum etmeye hazırlandığı dönemde yukarıda
taadat olunan müesseseler, ülkede sağladığı kolaylıklar, maarifde yetiştirdiği
askerî ve mülkî erkân, 1.cihan harbinin sonunda içine düştüğümüz fe-cii hâli
milletimizin yok oluşa giden uçurumun kenarından çekip kurtarmayı bilediler.
Şimdi bir gazeteci-yazar olan ve kendi ifadesiyle Tepede-lenli Ali
Paşa ahfadından olduğunu beyan eden Nizameddin Nazif Tepedelenlioğlu,193Ö'Iu
yılların başında çalıştığı bir gazetede Sultan Abdülhamid Hân hakkında bir
tefrika neşretti-riyormuş. Devrin Reis-i cumhuru Mustafa Kemâl Paşa'da bu
tefrikayı merakla takip ediyormuş. Bir gün koruma polislerinden iki kişiyi,
Nizam Bey'in tefrikasının yayımlandığı gazeteye gönderip, saraya davetini
tebliğle vazifelendirmiş. Dâ-vetçiler,
ellerindeki davetiyeyi gazetede buldukları Nizam Bey'e vermişler. Davet saatinde binbir
endişe ve de merak içinde Dolmabahçe Sarayına gelen Nizam Bey, Paşa'nın yanına
alındığında iltifatlara nail olmuş, akabinde de, Reisicumhur Atatürk "Bak
çocuk! gazetede yazdığın tefrikayı merak ve dik katle takip ediyorum. Şu ana
kadar yayımlananları beğendiğimi de söyleyebilirim, hürriyet içinde yaz. Kimseden
korkma ancak, padişaha asla hakaret etme çünkü hakaret hem iyi bir şey değil
hemde Abdüîhamid kurduğu mektep ve müesseselerle hayırlı hizmetler
yapmıştır." Demek suretiyle Atatürk'de kendisinin doğumunun 1881 olduğunu
gözönüne alsak, tahsilini ve yetişmesini bu müesseselere borçlu olduğunun
idrâki içinde, babıâlîde adı Deii'ye çıkmış olan Nizameddin Nazif'e bu ikazı
yapması, bilmiyoruz yazarın bu tarafının olduğunu bilmesindenmi kaynaklanıyor.
ancak kendilerininde yaptığı tahsil müessesesinin takdirkârı olmasından ileri
gelmiştir diye düşünmek mümkündür.
Nitekim de, M.Kemâl Paşa bir gün hilafetin lağvından önce-yakın
arkadaşı ve başvekil yaptığı Hüseyin Rauf Orbay'a, hilafetle ilgili bir soru
tevcih ettiğinde, Hamidiye Kahramımn-dan, "ben o halifelere
mutekitim!" cevabını verdiği, gerçek târih olan hatıratların pek çoğunda
çeşitli versiyonlar hâlinde rastlanmıştır. Târih kitaplarında bir padişah
devrini yazışa girişin pek rastlanmayan bu satırlarından sonra, biraderi ve selefi
5. Murad'ın doksanüç gün süren saltanatı sonunda hâl edilmesiyle ilgili ve bu
arada devletin müsteşarı mesabesinde kendini görmekte olan vükelâ ve bunların
arasında da, bilhassa daha önceleri kısa bir zamanda olsa, amucası Sultan
Abdülaziz'e sadnazamlıkla hizmet vermiş bulunan Midhat Paşa ve kendisini
Kâğıdhane'deki çiftliğinde ziyaret edip,görüşmelerden bîr nebzede olsa
bahsetmeden geçmeyelim.
Midhat Paşa, Mütercim Rüşdü Paşanın şuuru muhtel hâle gelmiş bir
padişaha sahib olmanın avantajı ile ülke idaresinde tek başına hareket şansına
mâlikdi. Her ne kadar müşaverelerde bulunuyorsada, sonunda kendi bildiğini
heyet-i vü-kelasıyla birlikte okuyor idi. Hüseyin Avni Paşanın akıbetinden
sonra, Mütercim Paşa meşrutiyeti ağzına almaz
olmuştu. Bütün bunlar; Midhat Paşanın, Kâğıdhane'deki çiftliğinde
kendisine, talihin ve konjüktürün ulaştırmasını beklediği saltanat teklifini
alacağı dakikaları gözlemeye başlamış bulunan Tir-ı' Müjgân adlı Çerkeslerin
Siphir kabilesinin mensubu bir hanım ile
Cihan Padişahı Abdülmecid Hân hazretlerinin izdivacından dünya'ya
gelmiş olan şimdi 34 yaşında olgun bir şehzadenin yanına gitmesini
gerektiriyordu. Zâten; sadrıaza-mın dikkatini çeken Midhat Paşa, tahtda oturan
bu mecnun ile işin yürümeyeceğini, aklı başında birinin padişah yapılmasını
İleri sürerken de teşkilât-ı esasiye yapıp, meşrutiyetin ilânını bir daha
hatırlatmıştı.
Daha sonra önce kendisi yalnız başına üst satırda ifade ettiğimiz
gibi Kâğıdhane'ye yollanmış ve olgun yaştaki şehzadenin karşısına oturmuş ve
ahval-i siyasadan söz açtığında, Abdülhamid Efendi, daha önceleri
hürriyetperverân ile karşısında oturan Paşa'nın münasebetlerini bildiğinden ve
bunların meşrutiyete meclubiyetlerinin varlığından haberdar olduğundan ve
Midhat Paşann Kanun-u esasî hakkındaki uzuzn serdettiği mütalaaların sonucundan
çıkarttığı netice bunların meşrutiyet anlayışlarına muvazi hareket etmek, yapılacak
doğru işlerin başında gelendir noktasına da yandığından, azimkar bir ifade
ile: "Paşa babacığım, meşrutiyet prensiplerine ve parla-mento sistemine
dayanmayacak bir idareyi kabul etmem" dediğini, Abdülhamid'in pek sevdiği
nice bakanlık görevlerinde istihdam ettiği, Çorluluzâde Mah-mud Celaleddin
Paşa, o devrin en önemli mehazı olan "Mi-rat-i Hakikat" yâni
hakikatlerin aynası mânasına gelen ve
târihimizi ve bilhassa Sultan Abdülhamid hakkında, bir mit-raiyöz gibi aleyhde
yayınların 1909'dan sonra ortalığı kaplaması ve meydana getirdiği sunî ve
iftiralarla dolu satılık kalemlerin yazdığı kitaplara karşı, edebiyatın yalçın
bir kal'ası olarak tek başına onların ileri sürdüklerini çürüten bir eser
olarak büyük vazife görmüş eserde yer aldığını söyleyelim yukarıdaki tırnak
içindeki Cennetmekân Abdülhamid Hân'ın ifadesinin ve bu mehazın bu çalışmamızın
bu devri anlatan satırlarının kısm-i azamini, bu değerli eserin ifadelerinden
pek müstefid olarak meydana getireceğimizi de burada ifade ederek, bu eseri
latinize edip, neşir hayatımıza sokmuş bulunan merhum Profesör Dr.İsmet
Miroğlu'nu da rahmetle anıyorum bu vesileyle.
Midhat Paşa, Kâğıdhane'deki bu zeki ve hürmetkar şehzadeden pek
memnun kalmıştı. Şehzadenin; Paşaya hediye ettiği, kendi gömleğinden çıkarıp
takdim ettiği pırlantadan mamul kol düğmeleri Midhat Paşa'yı bu memnunluğa
taşımaktaki rolünü bilemeyiz fakat çok seneler sonra avrupa'da bir kuyumcuya
satılan kol düğmelerinin dörtbin Osmanlı altunu ve 2002 yılı rayicine göre
kabataslak bir hesapla 44 milyar Türk lirası yaptığını gözönüne alırsak
koldüğmelerinin hayli kıymetdar olduğunu kabul etmemiz gerekir.
Midhat Paşa; Kâğıdhane'ye 2.gidişinde yanına sadnazam Mütercim
Mehmed Rüşdü Paşa'yıda koluna takıp götürdüğü bütün hatırat ve târih
kitaplarında yer almaktadır. Bu müla-katda pek tatminkâr geçmiş ancak,devleti
mevcud haliyle idare etmekte olan sadrıazamin elinden oyuncağının alınmasını
geciktirmek isteyen bir çocuk gibi işine devamı kendini gösteriyordu. İşte;
Çorluluzâde Mahmud Celaladdin Paşa, "Mirat-ı Hakikat" adlı eserinin
161.sahifesinde şunları naklediyor: "..Bunun üzerine artık saltanat
değişikliği kararlaştınhp, hâttâ bir gün Damad Mahmud (Damad Mahmud.
Celâ-leddin Paşa daha sonra meşhur olan Prens Sabahaddln'in babası) Paşa, Redif
Paşa ile birlikte sadarete aid oda'da gizlice sohbet ederlerken beni de
çağırdılar (Çorluluzâdeyi) ue sözlerine beni sırdaş ettiler. Konuştukları ve
düşündükleri tahta geçme işini çabuklaştırmaya çâre aramaktan ibaretti. Redif
Paşa: <Eğer sadrıazam bu tahta geçme işini biraz daha te'hir ederse biz
çâresine bakanz> demekle Abdülaziz Hân'ın silah zoruyla tahtdan indirilmesi
gibi bunu da ordunun üzerine alabileceğini üstü kapalı olarak anlatmak
istedi" Demektedir.
Böylece cihet-i askeriyenin her zaman için, devlet içinde padişah
değişikliğine kadar varan bir müdehale selahiyetini her zaman kendilerinde
bulmuşlardır. Bu defaki olayda da Redif Paşanın ağzından ve onun, orduyu temsil
pozisyonunun getirdiği vaziyet muvacehesinde sadrıazamin üzerine, 5.Murad'ı
görevden uzaklaştırmasına dâir işlemi çabuklaştırması hususunda bir ikazı
olarak görmüş oluyoruz.
Midhat Paşa, Sultan 5.Murad'ın taht'dan indirilmesini sağlamak
münasebetiyle aslında kendisi için sadnazamlık makamına gelme şansını arttırması
işlemi de otomatiğe bağlanıyordu. Kâğıdhane'de veliahd şehzade Hamid Efendi
ile konuşmasından ve meşrutiyet isteyen kadronun içinde devlet ricali olarak
meşrutiyetin müncî'i görünen Midhat Paşa, bu konuşmadan sadaret işareti almış
olmalı ki faaliyetini hızlandırmıştı. 5.Murad dönemini anlatırken
kaydettiğimiz gibi bu padişah hakkında alınan karar fetvaya kalb edildi ve hâl
işi neticelendi. Osmanlı tahtına çıkan 2.Abdülhamid bu arada kendisine nâib
olarak tahta çıkması teklifini çok kafi bir şekilde ret etti. Bazı işgüzarlar
tahta çıkarılan pa dişahın biat alma sırasında alışılmışın dışına çıkılıp, güya
5.Murad taraftartarının suikastına hedef olurmuş bahanesiyle Saray'ın içinde
olan Arz odasında bahse konu biatin yapılması ileri sürüldüysede, Mütercim
Mehmed Rüştü Paşada geleneklere sahib çıkarak tahtın Osmanlı adeti kadim-i
üzere gereken yere koyulmasını sağladı. Böylece 1 1 /Şaban/ 1 293-31
/Ağustos/1876 Perşenbe günü taht'a oturdu kadîm Osmanlı nizamı üzere önce
Nâkib'ül-Eşraf ve Rei's ül Ulema Mustafa İzzet Efendi sonra bütün vükelâ,
ulema, askerî ve mülkî erkân ve diğer hazır bulunanlar biat merasimini yerine
getirdiler. Biat merasimi sonrasında 5.Murad'ın tahttan indirildiğini, Çırağan
Sarayına nakillerini bildirmek üzere, Namık ve Rıza Paşalar bunlara zamimetende
İstanbul Kadı'sı Hâlid Efendi'den teşkil olunan heyet, bu vazifeyi büyük bir
nezaketle yerine getirmiştir. Hatta; Seraskerlerden Namık Pa^a şunları rivayet
ediyor: <sadrıazam Mehmed Rüşdü Paşa Saraya çağrılıp; Sultan Murad'ın ve
annesinin sırf umûmî asayişin korunması için varlık sarayından yokluk
kâşanesine gönderilmesi Dâmad Mahmud Paşa vasıtasıyla Padişah tarafından
gizlice ne düşündüğü sorulur. Namık Paşa bu husus bizden sorulacak şey
değildir, şer'i işlerdendir. Şerî'ata uygun olup olmadığını araştırmak
lâzımdır> cevabini verdiği Mirat-ı Hakikat'de 163.sahifedeki satırlarda
görülür. Yâni; güya Sultan Hamid ağabeyi 5.Murad ve annesini ifna etmek için
nabız yoklamış gibi mâna çıkıyor, bu rivayetten, 31/Mart'da, bunları geldikleri
yere kadar kovalayayım demek suretiyle Tüfekçi Tâhir Paşanın bu talebine, asla
izin vermeyip, ben halifeyim, bir damla müslüman kanı akmasına nede
müslü-manların birbirine hamle etmesine rızamız olamaz demek suretiyle kan
dökücü bir kimse olmadığını sergilemiş olduğunu biraz düşünürsek, baba bir,
valide ayrı biraderini ve onun an-nesini katli aklından geçirmesi dahi vâki
değildir. Ancak hemen ilâve edelimki, bu rivayeti yapan Namık Paşa çok zarif
ve muttakî bir zat'tır. Bu soruyu padişah adına gizlice sordurduğu ileri
sürülen Damad Mahmud Paşaki Celalleddin'ide bulunmaktadır, daha sonra ülkeden
firar eden birisidir ve meşhur Prens Sabahaddin'in babasıdır.
Prens Sabahaddin, adem-i merkeziyet düşüncesi ve özel teşebbüs
doktrininin! ileri süren kişidir ve Sultan Abdülhamid ise merkeziyet taraftan
bir zât olduğunu gözönüne alınması teemmül edilmelidir. Kendi adına sormayı
düşündüğü suali yeni padişahın üzerinden sorma yoluna sapmış olabilirki, pek
uzak ihtimal değildir.
Öte yandan sadnazam Mehmed Rüşdü Paşa, yeni padişahın kendisini
bu makamda çok tutmayacağını anlamış olma-lıdırki, kılıç kuşanma merasimine
hastalık mazeretini ileri sürerek katılmaması hem padişaha burûdetini
göstermesine vesile olmuş, hemde padişahın niyetini anlamak kabilinden bir test
olarak istimal ettiğine hükmedilebilinir. Yine cülusla alakalı hatt-ı hümayunun
ısdar,yâni çıkarılmasında, bu hatt'in son kısmına ilâve edilmesi hususunda
musir olan Midhat Paşa'nın hazırladığı bir taslak, Abdülaziz hân'ın hâl
meselesinde de fikri alınmış bulunan Maarif Nâzın müsteşarı Ziya Bey, eline
verilmiş olan Midhat Paşa elinden çıkmış taslağı öyle bir ilâvelere tâbi
tutttuki, haddi aşan fikirlerini bir bir bu taslağın içine bir güzel döşediki
bir misâl olarak az ede-limki, sarayların cariyelerinin serbest bırakıldığı
bile yer aldı bu gözden geçirme ameliyesinde. Söz konusu taslağı Midhat Paşa,
Sultan Hamid'e takdim ettiğinde, padişah, bunların bir çok kısmının kendisine
uygun gelmediğini gördü ancak işin tamamını açıklamadan hattı hümayunda sadece
meşrutiyet sistemine geçileceği yer aldı böylece meşrutiyet taraftarları hiç
değilse padişah sözü elde etmişlerdi, bunun başarı olduğunu söylememek
haksızlık olacağı ortadadır. Mabeynbaş- kâtibi olan Said bey (daha sonra 9 defa
sadnazam olacak) vasıtasıyla hatt-ı hümayun babıâlî'ye geldi ve Çorluluzâde
Mahmud Celaleddin Paşa tarafından avaz-ı bülend ile kıraat olundu, yâni yüksek
sesle okunmuş oldu.
Taht üzerinde dolaşan kara bulutlar, Sultan 2.Abdülhamid Hân'ın
padişah olması ile yavaş yavaş yerini bir devr-i hayrın küşâdına yol açması
beklenirken, içde tek meselemizin meşrutiyet olduğu gözlenirken, Balkanlar da
hayli askerî harekâta sebeb olan Karadağ ve Bulgaristan vede Sırbistan kıymalarının
bastırılışındakİ davranış, propogandanında yardımıyla bilhassa İngiltere'de
başta olmak üzere bir çok ilkede menfi bir telâkkiye sebeb oldu. Gayri müslim
devletler, bu kıyamla rı sanki bir hakmış gibi görüyorlar tâbi oldukları
devletin bu kıyamları bastırmasını pek sert bulduklarını ifade edip, babı-âlî'
yi sigaya çekmeye cesaret eder hâle gelmişlerdi. Senmİ-sin kuvvetten düşen,
yenilki gör! Gibi misâller artık bizim milletimizin dilinden düşmez sözler
hâline gelmeye başlamış idi. Şimdi biz burada balkanlar başta olmak üzere
memâlik-i mahrusada, yâni Osmanlı ülkesinin topraklarının bir çok tarafında
çeşitli ihtilafları ve meseleleri kaşıyarak bir karışıklık çıkarmaya dâir
çalışmalarının gelişi güzel olduğunu kimse sanmasın.
Bu hususda "Fransa İhtifâl-i Kebiri" yazarı meşhur
Albert Sorel, <Şark sorunu,Türklerin Avrupaya ayak basmasıyla başlar>
demek suretiyle avrupanın bu meseleye çâre aramaya başlamış olduğunu ifâde
ettiği mânasını çıkarabiliriz. Nitekim; bu ifâdeye Lord Salisböri'nin şu
sözlerini de aklımıza getirirsek mesele daha da vazıh hâle gelir: <HilâI,
haçtan ne aldıysa geri vermeli, aksi olmamalı demektedir.> Yunanlı Kiçon
adlı ebleh'de: <Kâ be'nin yıkılmasını, Peygamberimizin mezarının Luvr
Müzesine taşınmasım> istemesi bu düşüncenin birbirini takip eden tekliflerle
devamlılık arzettiğini gösterir. Şimdi elimizde bulunan: <Türkiye'yi
Parçalamak İçin Yüz Plân" adlı kitabın yazarı Djuvara'nın Romen devlet
adamı ve diplomatlarından olduğunu biliyoruz. İşte diplomat yazar adı geçen
eseri hazırladığında 1907'de uluslararası Hukuk dalında Nobel Barış ödülünün
sahibi Dijon ve Paris Üniversitelerinde Roma Hukuku ve Ticari Hukuk öğretim görevlisi
olarak ders vermiş bulunan, 1843 doğumlu ve 1918'de Profesör Louıs Renauld'dan
bu eserine bir önsöz ister ve hoca-talebe ilişkisinin en zevkli tarafı olan bu
hâli Prof. Renauld arzu edilen önsözü yazar ve Osmanlı Meclis-i Mebu-san
âzasından Kavran mebusu Emir Sekip Arslan (d. 1869-v. 1946) tarafından tercüme
edilen kitaptan alıntılarla İslâm ve Türkler üzerindeki birliği parçalama ile
alakalı yüz plânın birincisi, 23/Ağus-tos/1291 târihini taşır ve Sicilya Kralı
2.Şarl'a ait plândır. Bu piânın en dikkatçekici tarafı: <Müslümanlarla
kılıçla savaşmaktan çok, ticaret yolu ile iktisadî yönden savaşılması>
öngörülmesidir.
Biz 76. plân olan ve Tanzimatın ilânından tam ondört sene sonra
Rus Çar'ı Nikola tarafından 9/Ocak/1853'de yapilmiş olanına temas ederek özet
hâlinde aktarmaya başlamak yoluna gitmeyi elzem gördük. <Çar; Nikola
9/Ocak/1853'de İngiliz b.elçisi Sir Hamilton'a teklifinde şöyle dedi:
düşününüz bir kere önümüzde gerçekten hasta bir adam uar. Bunun kontrolünü
elimizden kaçırırsak çok yazık olur! 20/Şu-bat/1853'de bu iki kişi yine bir
araya geldi elçi, Çar Niko-la'ya; Haşmetmeab; hastanın ölümünün yakın olduğunu
zannettirecek en ufak bir sebebin mevcud olmadığını söylememe müsaade buyurun!
Çar, bu ifadeye çok kızar ue hiddetle bu ifadeye itirazını serdeder bunun
üzerine İngiliz elçisi, hükümetine içinde şu sözler de bulunan raporu yazar:
Çar'ın; komşusu olan bir devletin ölümü üzerinde bu kadar kafi
konuşmalarından sonra iyice anlaşılmıştır ki, onun maksadı iddia ettiği gibi
Osmanlı deuletinin ölümünü beklemek değil bilâkis bu ölümü
çabuklaştırmaktır.-> 76.plânın Rusya'nın Osmanlı topraklarında elinden gelen
fitne fesadı körüklediğinin bir ispatı saymak kabildir. 77. plân 1853'tâ-rihli
başka biri olup, DandoSo adlı birine aittir. 78.si ise, D'al Bonnea'ya ait olup
târih olarak 1860'dır. Aynı târihi taşıyan Pitzipios'a ait plân 79. plândır.
Rattos adlı kişininkiysede 1860 târihine ait, peşinden 81.plân Stephanoviç
adıyla ancak târihi meçhul bir plândır. 82. olansa Kommandeor Nigra adlı bir
İtalyan'ın tasarısı olup, târih 1866'dır. 83. Plân ise meşhur Garibaldi'ye ait
olup, 1873 yılının tasarısıdır. Greppî adlı kişinin plânı da 1873'ü
göstermekedir. 85. plânın müellifi bilinmiyor târihi ise 1870'i taşımak tadır.
86.cıyı ise bir Alman tertiplemiş ve târih atmamıştır. 87.plânı 1876, 88.de 1876 olmak üzere târihiendirilmiş
ilkini Rollin adlı biri tertiplemiş, diğeri Testa Hanedanınca tanzim edilmiş
bir plândır.
Matyas Ban adlı kişinin tasarısı 1885 târihini taşıyor 89. planı
teşkil ediyor. 90. planda 1896 tarihli olup, anonim bir plân olduğu görülüyor.
91. plânı Von Sydakof isimli bir gazeteci olup aslen Alman'dır. Târihi, 1898'i
taşırken 92. ise Romanyalı bir nazır olup adı gizli tutulmuş târihi İse 1904!ü
taşımaktadır. Bu plânların en müşterek yanı, balkan ülkeleri üzerinde temerküz
ettirilmiş jpeşinci kol faaliyetleri vede kıyamlar olmuştur.
Bizde, Sultan Abdülhamid döneminin başlangıcıyla birlikte kucağında
hazır bulduğu Karadağ, Sırp ve Bulgaristan gâiie-leri, bu plânlar muvacehesinde
daha ağır netice verecek bir savaşa doğru yol almaktaydı. Sultan Hamid bu
yaklaşan savaşı erteleyebilecekmiydi? Bu sorunun cevabı belki evet olabilirdi!
Fakat, meşrutiyetin ilânının peşinden teşekkül ettirilen meclis-i mebusan'm
gerek seçimle gelenleri gerekse ayan yâni tâyinle gelen senatör mukabili
tecrübeliler, heyet-i umûmide teenni hususunda denge kurulamadı. Rusya'nın
saygısızca tehditleri, bu meclisin gerek gayrimüslüm, gerekse gayri Türk
mebusların hissi beyanlarıyla dönülmez bir vadiye doğru yol almaya başladığı
görüldü.
Böylecede, Osmanlı devlet politikası böyle bir meclise nasıl
bırakılabilir noktası kendini göstermeye başlıyordu. 1941 yılında Ordinaryüs Profesör Ömer Lütfi
Barkan yazmış olduğu ve tarihçilerin, siyasi görüşlerin te'sirinde kalınarak
târihin ele alınamayacağını, târihi objektif bir bakışla mütalaa edip, öyle
yazmak geldiğine dâir beyanını hâvi bu yazısının bir bölümünde şunları
kaydetmekten geçemiyor: T.Yilmaz Öztuna Bey'in Büyük Türkiye Târihi adlı
çalışmasının 7. cildinin 132. sahifesinden şu alıntıyı takdim ederek bu
husustaki maruzatımızı daha sonra belirtelim: "2.Abdülhamid düştükten
sonra gelen bütün rejimler birbirinden inkılapçı oldukları için, tabiatıyla bu
hükümdarın muhafazakârlığını beğenmemek durumunda kalmışlardır. Ancak; târih
siyaset değildir. Tarihçi siyasî cereyanları tarafsız şekilde incelemeye
alışmış adam demektir. Bu alışkanlığı edinemeyen günün modasına göre söz söyleyen
yazar, tarihçi değildir. Çünkü siyasî rejimler ve fikir modaları daima
değişir. Bu değişiklikler içinde ve istikbalde tarihçi, tarafsız kalmasını
bilmiş olmalıdır." Dedikten sonra merhum Barkan'ın şu satırlarına yer
vermiş: "Tanzimat tetkiklerinin karşılaştığı müşkillerden biri, bertaraf
edilmesi daha kolay bir anlayış tarzına taaluk etmektedir. Filhakika
memleketimizde olduğu gibi, büyük inkılaplara sahne ohnuş bir memlekette yakın
mazinin târihi tetkik edilirken, husûsi bir vaziyet takınmak ue halkta bu mazi
hakkında, mümkün olduğu kadar fena intibaalar hasıl etmeye çalışmak uzun müddet
için zarurî addedilebilir.
Halbuki bir takım siyasî mülahazaların ve pratik zaruretlere
dayanan bu hissi görüş tarzı, haki-katen ilmî olmak kara-keterini hâiz tetkiklerin
yapılmasına mânidir. Çünki; bu vaziyette muayyen siyasî maksatların hizmetinde
çalıştırılan tarih tetkikleri, kendilerini hakikaten verimli kılan zihnî bitaraflıktan
mahrum kalarak, eski devrin çarklarının nasıl işlediğini tetkikten ziyade, sâdece
fena işlediğini tesbit için çalışır.
Bu anlayış tarzında, bu günkü şartlardan uzak,ayrı bir devir ve
nizâmın zaruretleri, bu günkü te lakkilerimizle çarpıştırılır ve mahkûm
edilir. Fakat unutmamak lâzım gelirki, herhangi bir devri ilmî bir şekilde tetkik
edebilmek için, kendisinden bu derecede nefret etmemek, hâttâ o devri iyi kavrayıp
izah edebilmek için o devrin husûsiyetteriyle sempati-ze olmak, yâni devrin
içine girmek, anlamak ve mazur görmek lâzımdır.
Diğer taraftan, bâzı sathî görüşlü kimseler bu günkü oluşları
küçültür, gölgede bırakır diye eski devirlerdeki islahaı hareket ue
hamlelerinin bâzı târihi anlarda aldığı kahraman ue azametli vaziyetleri ve bu
gibi târihi dönüm noktalarında milletin mukadde ratını idare edenlerin oynadığı
rolü küçültmeye taraftar gözükürler. Fakat fikrimizce,bizim memleketimizde
efkâr-ı umûmiyenin olgunluğu ve inkılap prensiplerimizin husûsi mahiyeti icâbı
bu prensiplerin bu neviden bir mâzikin ue nefreti içinde uzun müddet muhafaza
edilmeye ue beslenmeye ihtiyaçları yoktur Etimizin altında, onların hakikî
kuvvetini yapan daha müsbet kıymetler mevcud olduğu için,onların hesabına,
târihî realiteden korkmamız manasızdır." Şeklindeki satırlara T.Yılmaz
Öztuna şu satırlarla bir tavzih, bir
açıklama getirmeye çalışıyor. Biz bunuda buraya alıyoruz:
".Son yıllarda bu modaya tepki olarak yeni bir moda daha
çıkmıştır. Bu modada, 2. Abdülhamid'İn sauunulması mümkin olmayan şahsî kusur
ve siyâsî hatâlarını bile birer keramet derecesinde göstermek modasıdır İhtisas
tarihçiliğinden gelmiyen bazı yazarlar, bu konuda bir çok kitap yayınlayarak,
tam bir dünya adamı, karakteristik bir siyâsî şahsiyet olan 2.Abdüthamid'i
kutsallaştırmış, evliya mertebesine yüceltmiştir. Bir bakıma bu hükümdar
hakkındaki eski ifratların böyle tefritle neticelenmesi, içtimai aksütamel
kanunlarına uygundur. Anca gene son zamanlarda, bazı yazarların Tanzimat'ı ve
büyük tanzimatçıları da inkâr etmek istedikleri görülmektedir
Bunlarjürkiye ve dünya târihi üzerinde hiçbir ciddi bilgi edinilmeden
yazılmış ucuz fikirlerdir Bu manzara, son devir Türkiye târihinin nasıl
karagaşalık içinde mütalâa edildiğini gösterir Biz bu bahsimizde 2. Abdülhamid
devrini incelerken bu hükümdarın siyâsî dehası yannda büyük kusur ve zararlı
hareketlerini de göstemiye çatışacağız." Demek suretiyle, kendi felsefî
anlayışı içinde merhum Barkan'ın beyanlarına bir açıklama getirmeye
çalışmışlar.
Bizde bu hususda mülahazamızı kısaca izaha teşebbüs edelim: Ömer
Lütfi Barkan; yaşadığı dönem itibarıyla tabiiki Osmanlı devletinin ancak Kanunî
bölümüne kadar olanının yâd edilip, minnetle anıldığı zamanın insanı olup, o
dönemin sarhoş padişahlar vatanı sattılar diye anıldığı zamanlar olduğunu
hatırlayalım. Daha öncelerini yâni İttihad ü Terâkkinin 1909'dan sonra idarey-i
Osmaniyeye e! koymasindan sonra bilhassa, Abdülhamid dönemine istibdad devri
adı verilmesinin peşinden meşhur Şâir Eşref Bey'in şu beyti akla geliyor:
"Devr-i istibdat da söyletmezlerdi insanı; Meşrutiyette önce
söyletir sonra satarlar anasını! Hesabı Abdülhamid hakkında objektif fikir
beyanı bile sıkıntı ve belâya düşmeye hazır olmak demekti. Medh-ü sena
edebilmek zâten kâbil-i imkân değildi. Nitekim; buna cesaret eden hakperver
kimseler nice hakaretlere giriftar olmuştur. Bunlardan Tüfekçibaşı Tâhir Paşa,
müşir üniforması üzerinde olduğu halde Bayezid'de bulunan Seraskerlik makamında
bulunan harp divânında yargılanmak üzerinde Sirkeci'den babıâlî yokuşunu içinde
bulunduğu, elleri bağlı olarak ve ayakta müşir üniformasını lâbis olarak açık
faytonla yol alırken, bir takım tertipçilerin başlattığı yumurta, sütlaç,
tükrük, mangır ve çeşitli atılabilinecek şeylerle hakaretlere mâruz bırakılmıştı.
Mahkemede ki, suçlanmasını ise mertçe karşılayan bu zâtın cevabı heyet-i
hâkimeyi kızdırmış ve idam etmeyi düşün müşlersede, divan-ı harp reisi yaşlı
bir paşa, onun vazifesi padişahı korumaktı. Vazifesini ifa için her şeye
başvurması, onun bu aldığı göreve canla başla bağlı olduğunu gösterir.
Bu bakımdan biz vazifesini yapan bir insanı idam etmiş oluruzki bu
vijdanları muaz zep eder, sürgünle iktifa edelim demek suretiyle heyet-i
hâkimeyi kızgınlığın davet etti ği adi! olmayan hüküm düşüncesinden tevakki
yâni uzaklaştırmaya muvaffak oldu. Yine; târihin gerçeği, arka plândır. Arka
plân ise olayların kahramanları ve yakın şâhidlerince bilinir. Bun-lar
açıklandıkça olaylar yerli yerine oturmağa başlar. Bu bakımdan gerek merhum
Barkan, gereksede Öztuna Bey aslında tarif ettikleri tarihçi değil,
vakanüvis'tir tarihçi ise arka plânı ortaya çıkarabilen, ancak hatıra, itiraf
ve de vesaike ulaşıp işi bütün açıklığıyla ortaya koymaya çalışandır ve
devletin âlî menfaati dediğimiz hususatada ön em verendir diye düşünüyorum.
Nitekim; M.Kemâl Paşanın 1938/10/Kasım'ında vukubu-lan vefatı
sonrasında bazı zevat-i Osmani evlâd ve torunları aracılığıyla "Hiç bir
şey nihân kalmasın bu âlemde" anlayışıyla yazdığı hatıratlar veya
makaleler vede kimi olay lann gerçek yüzünü röportajlara vermek suretiyle
hürriyetsizlik şalı'nı kaldırmaya başlamışlar peyderpey sisler dağılmaya doğru
yol alma başlamıştır.
Tahta Çıkış Ve İcraat
31/Ağustos/1876'da Osmanlı taht'ına kuud eden Abdül-hamid Hân,
7/.Eylül/1876'da kılıç kuşanma merasimi için deniz yoluyla gitmiş olduğu Eyüb
Sultan'dan dönüşü beygir üstünde olmuş ve yolda rastladığı İngiliz b.elçisine
eliyle selâm verdiği gibi yanına gönderdiği bir kurenasiyia, hatır istifsar
ederek gözlerinden hiç bir şeyin kaçmadığını elçiye ihsas etmiş oldu. Dönüş
yolunda yer alan bütün padişah türbelerini ziyaretle dualar ettik ten sonra
şimdiki İstanbul Üniversitesinde bulunan Seraskerlik makamına gelip burada
subaylarla birlikte karavana yedi. Yemeğin ardından bir nutuk irad eyledi.
Serasker vekili Redif Paşa da mukabil bir konuşma yaptı. Sultan Hamid; deniz
kuvvetlerini, şeyhülislâmlık dâiresini, Asker hastanelerini ziyaret ederek,
kendisini sevdirmeye gayret gösterdi.
Bu arada da Harem Ağalarının devlet merasimlerinde görünmelerine
dâir usûlü ilga eyledi. Taht'a çıkışından 108 gün sonra sadrıazam Mütercim
Mehmed Rüşdü Paşa istifaya mecbur oldu. Bu arada da Sultan Hamid, mabeyn
başkâtipliğinden Sadullah Bey'i al mış yerine Küçük Said Bey (Şapur Çelebi de
denir daha sonra 9 defa sadrıazam olacak Said Pa-şa)i getirmişti. Mabeyn
müşirliğini de İngiltere'de gemi makineleri mühendisliği ve bahriye ilmi
tahsil eden Eğinli Said
(Büyük Said Paşa) yaptı.
İstifası kabul edilen Mütercim Mehmed Rüşdü Paşanın yerine Şura-yı Devlet
Reisi Midhat Paşa 2.sadaretine tâyin edildi (21/Aralık/1876).
Bu arada da Sultan Hamid o güne kadar hiç bir padişahın yapmadığı
bir işi yaptı. Yaptığı konuşmalarda, milletin refah ve hürriyeti için gece
gündüz milletin yararına işlerle meşgul olacağını, kendisine ulaşmak
isteyenlere yazı yolunu açtığını, şikâyetlerini kendisine bildirmelerini
mutlaka değerlendireceğini beyan etmişti. Böylecede ahali ile arasında direk
bir bağlantı kuruyor ve kötümserlerin jurnalcilik,padişah içinse, durumu
bildirmek anlayışına vabeste olan dönemi başlatmış oluyordu.
Öte yandan Rus generali Çernayef, Sırp ve Karadağ isyanının
elemanlarını yÖnetiyorsada, 29/Ekim/1876'da Aleksi-naç'da Osman Paşa karşısında
fecii bir mağlubiyete duçar olmuştu. Bu harbin neticesinde birliklerimiz,
Belgrad üzerine çullanıverdi ve tam Belgrad'a girecekken Rusların bir ültimatomu
babıâlî'ye ulaştı. Devlet-i âliye kendine tâbi olanlara iki ay aylık bir
mütareke zamanı vermenin ızdirabını tattı. Çünkü; akıl Rusya'yla savaşmamayı
gerektiriyordu. 23/Ara-lık/1876'da İstanbul'da şimdiki Kuzey Deniz Komutanlığı
binasında, Tersane Konferansı adı verilen uluslararası siyasi kongre içtiması
tertiplendi. Hâriciye Nazırımız Safvet riyasetinde başlayan bu konferansa
İngiltere, Almanya, Rusya, Fransa, Avusturya-Macaristan ve İtalya
katılmaktaydı. Bu ülkelerin Dersadet'deki b.elçilerinin dışında birer
başmurahhas ile katılmaları derpiş olun muştu. Bizim 2.murahhasımız, daha
sonra makam-ı sadarete getirilecek olan Berlin b.elçimiz İbrahim Ethem Paşa
idi. Bu toplantılar 29 gün devam etti. Ancak bu zaman zarfında 9 adet toplantı
akd olundu. 20/Ocak/1877'de neticelendi. Ruslara haylice düşmanlığı olan Lord
Salisböri muhtemel gördüğü Osmanlı-Rus savaşını önlemeyi çok istiyordu çünkü
Rusya'nın Osmanlı devletinin dâhili işlerine durmadan karışmasından son derece
rahatsız oluyordu İngiliz hükümeti. Lord Salisböri ise, Rusların artık nerede
duracağını veya durdurulabileceği hususunun düşüncelerine gark oluyordu. Hâttâ
nerede durduramayacağını hesaplamakta çaresiz kaldığından, Osmanlı devletinin
Rusların önünde, bir set olduğunun farkında olarak Sultan Abdül-hamid'e özel
bir mektup yolladı ve bunda mutalaka savaşa girmekten uzak kalmasını tavsiye
ediyordu. İngiltere'nin böyle bir savaşta Osmanlıya kesinlikle yardımcı
olamayacağını anlattığı bu mektubunda gerekirse padişaha biraz fedakârlıklar
yapılması hususunda tavsiyede de bulunmuştu.
Rusya'ya gelince: Çar Aleksandr, Osmanlılar ile savaşı İstekli
olmamakla beraber, ne çâre ahaliyi harp istemediği insanlar üzerine Öyle bir
tahrik etmiştiki, kendisi bile bu tahriki durduramazdı belki Osmanlı hududları
içinde hayat süren Slav tebâya karşı babıâlî, mühim tâvizler verirse bir
ihtimal savaşın çıkması önlenebilirdi. Demekki, Lord Salisböri'nin, Sultan
Hamid'e biraz fedakârlıklar yapın demesi buna dayanıyordu.
Lord Salisböri; 20/Aralık/1876'da huzur-u hümayuna alındı ve
padişahla mülakatı oldu. İngiliz lâkablı Eğinli Said Pa-şa'nın tercümanlığında
gerçekleşen konuşmada Salisböri, padişaha yukarıda ifadelendirdiklerimizi bir
bir anlattı. Hâttâ daha yukarıda söylediğimiz mektup olayının aslında bu mülakat
sonunda padişaha bizzat bırakılan yazı olduğu rivayeti-de bahse konudur.
Nitekim, Abdülhamid Hân, bu mektubu Midhat Paşa'ya tevdi edip, tetkikini
tavsiye etmiştir. Mülakat neticesinde Salisböri, Sultan'ında harp
taraftarlığının bulunmadığını tesbit ettiği gibi ayrıca padişahın savaş arzulayan
bir gurup paşanın baskısı altında olduğunu da hissetmişti. İngiltere'nin en
selahiyetli insanı padişaha savaşı istememeşini tavsiye ederken, İngilizlerle
çalışan Midhat Paşa, bu ülkenin yardımıyla Rusları mağlup edip büyük zafer
kazanacaklarına inanıyordu. Böyle bir zaferi kazanan dönemin sad-rıazamı
olarak, Büyük Mustafa Reşid Paşayı aşacağının hülyalarını yaşıyordu.
Seraskerlik vekili Redif Paşa ile Damad Mahmud Celâleddin Paşa Mabeyn müşiri
olarak Midhat Paşayı destekliyorlardı.
Konferans Ve Meşrûtiyet İlânı
23/Ara!ık/1876 târihi iki olaya tanıklık etmiştir. İlki Tersane
konferansının küşâdı, diğeri de meşrutiyetin ilânının bu toplantıya rast
getirilmesiyle sanki bir tiryak bulunmuş tesiri getirilmek isteniyordu.
Toplantı başladıktan sonra gürle^en top seslerini işiten murahhaslar:
-Ne oluyor? Diye sorduklarında. Safvet Paşa:
-Meşrutiyet'in ilânı te'sit olunuyor. Cevabını verdiğinde bunların
bazıları:
-Çocuk oyuncağı! Demek suretiyle mırıldandılar.
Konferans'ın akşamında, Midhat Paşa Safvet Paşaya sordu:
-Meşrutiyet için ne dediler? Ne dediler? Diye sorduğunda Safvet
Paşa:
-Ne diyecekler çocuk oyuncağı deyip geçtiler! Cevabını verince
Midhat Paşa hayli sarsıldı. Çünkü, Midhat Paşa bu meşrutiyet ilânına çok
güvenmiş, bu ilânın katılımcılar hususunda bir takdir dolaysıylada lehde
davranışlarla karşılaşacağını düşünmüştü. Fakat Hariciye Nâzın Safvet Paşa
verdiği cevapla hülyalarına son vermekle kalmamış adetâ kendisini alaya
almıştı.
Meşrûtiyet İlân Merasimi
Mirat-ı Hakikat adlı eserde, Çorluluzâde Mahmud Celaled-din Paşa
merasimi şöyle anlatıyor: "Midhat
paşa sadnazam olunca Kaanunu esasiyi ilân ettirmekten başka bir işe önem
vermeyip gece gündüz buna gayret etti. Ayrıca yukarıda bahsedilen 113. Maddenin
tasarıdan çıkarılmasına hayli ça-tıştıysada buna imkân bulamadı ue çaresiz
kanunun o şekilde ilân edilmesine muvafakat gösterdi Bunun üzerine konferansın
açılış gününe rastlayan 7/Zilhicce/1293-23-/Aralık/l 876 Cumartesi günü Kanunu
Esast'nin padişah tarafından resmen bâbıâlVye gönderilmesi
kararlaştırıldığından dâ-irei hümayun önündeki meydana bir kürsü konulup, bayraklarla
donatıldı. O gün hava gayet kapalı olmasına rağmen yine binlerce insan
toplanmış ve niza miye askeri taburları ve bandoları meydanın uygun yerlerinde
selâma durmuşlardı. Bütün vekiller, ulema, ümera devlet ricali, azınlıkların
ileri gelenleri, resmi elbiseleriyle hazır olup, hatt-ı hü-mayu'nun gelmesini
beklemişlerdi. Bu suretle toplanan heyet, Mabeyn başkâtibi vasıtasıyla Kanunî
Esasinin ilânına dair hatt-ı hümayunun gelişi sırasında körsünün etrafında
toplandılar. Sadnazam Midhat Paşa hatt-ı hümayunu karşılayıp aldı ve memuriyet
icâbı mühim vazife bana düşmekle okumak üzere bana verince,k ürsüye çıkıp
okudum, Hatt-ı hümayunun okunmasından sonra, Midhat Paşa münasip bir konuşma
yaptı ve eski Edirne Müftüsü olan Efendi de güzel bir dua etti. Bu arada
donanmadan ve diğer askerî mevkilerden yüzbir pare top atılarak,sevinç gösterilerinde bulunuldu.."
Meşrutiyetin ilân günü meşrutiyet taraftarları ile Beyoğlu ve
Galata gibi gayrimüslimlerin bulunduğu yerlerden gelen avazelerin içinde en
dikkat çekeni bu gayrimüslim topluluğu ile meşrutiyet taraftarlarının coşkun
tezahüratları idi ve bunlardan bir gurup ise Midhat Paşanın konağının önüne toplanıp
<Yaşasın Sultan Abdülhamid, Yaşasın Midhat Paşa!> avâ-zeleriyle
yaptıkları tezahüratla sevinçlerini dile getirirken Midhat Paşa' nın
bahtsızlığına yol açan bir çığır oldu...
113. madde meselesinin üstteki metin içinde geçmiş olması, bizim
bu maddenin hikâyesini es geçemeyeceğimizden Mirat~ı Hakikatin 203.
sahifesinden hemen nakle geçelim: "..Kanûn-ı Esâsı tasarısı özel komisyon
tarafından hazırlanıp padişaha takdim edil diğinde, Abdülhamid Hân bu tasarıyı
Nâmık Paşa gibi muhalif olan zevata gösterdi. Hatta Sadnazam Mehmed Rüşdü Paşa
zâten mesuliyet taraftarı olmayıp, banada ifade ettiği gibi <eğer dış
teklifler sırasında böyle bir jest yapılmak mecburiyeti olmasaydı, Kanûn-ı esasiye
muvafakat etmeme imkân yoktu> şeklinde sözler söylemiş olduğundan padişah
bilhassa onunda fikrini anlamak için tasarının bir suretini kendisine
göndermişti. Nâmık Paşa itirazlarında ısrar etti. Rüşdü Paşa ise kendi nefsince
açıktan muhalefet etmeyi doğru bulmayıp maksadın sırf padişahın hukukunu
korumaktan İbaret olduğunu dalkavukça sözlerle ifâde etti. Meselâ:
<tasarının başlangıcında, hükümdarın vazifelerini belirten maddeler,
padişahımızın kudret ve sânını halkın gözünde düşürür, padişahın nüfuz ve
yetkisi sınırlan-dırılamaz> diyerek o maddelerin tamamen çıkarılmasını istedi
Ayrıca tasarının sadnazamlığın kaldırılıp başvekilliğin ihdas edilmesi ve
diğer vekillerin başvekil tavafından seçilmesi ile ilgili hükümlerine itiraz
ederek sadnazamlığın devamını ue vekillerin eskiden olduğu gibi padişah
tarafından seçilip tâyin edilmesi lüzumuna işaret etti.O sırada mabeyn ricalinden
Midhat Paşa'ya karşı olan nüfuzlu kimseler bundan istifade ederek, <
vükelâyı seçmek yetkisinin başvekile verilmek istenmesi, idarenin dizginlerini
başvekil olanlara verdirmek maksadından ileri gelmektedir. Midhat Paşa ikbâl
düşkünü olduğundan, bu suretle başvekil makamına gelip istediği gibi hareket
etmek istiyor> diye çeşitli telkinlerle padişahın zihnini bulnadırdılar.
Ancak mabeyn ricalinin bu hareketleri, padişahı koruma veyahut istiklâlini
teminat altına almak gibi bir niyete dayalı olmayıp belki meşrutiyet sisteminin
her deuletde geçerli prensiplere düzenlenmesiyle ve vükelânın sorumluluk esasının
belirlenmesi sonucu üzerine, vazifeli olamayan ricalin, bilhassa mabeynin
nüfuzlu kimselerinin devlet işlerine karışmaları İmkânının ortadan kalkacağını
ve bununda şahsi nüfuz ue menfaatlerine dokunacağını anlamalarından gelmişti.
Bununla beraber sadrıazamın <hükümdarın vazifeleri ile İlgili maddelerin
tasarıya konulmaması> yolunda arz ettiği şahsî görüşleri, kabul edilmeyip
bunlar padişahın hukuku başlığı altında ayrıca belirtildi. Ancak sadnazamltğın
bırakılarak vükelâ seçiminin eskiden olduğu gibi padişah tarafından yapılması
kabul edildi. Bunun üzerine, tasarının vekiller tarafından tetkik ve
müzakeresine başlanıldı.O sırada yine mabeyn ricali <meşrutiyet hükümeti
içinde istibdad> tâbiri ile tarif edilebilecek riyakâr fikirlerinden olmak
üzere padişahın kime emniyeti kalmazsa, onu sürgün etmeye yetkili bulunmasına
dâir kanuna bir madde konmasını içlerinde saklı olan şahsî kinlerinin
gerçekleşmesine kolaylık addederek, dürüstlükten uzak bu fikirlerini başka bir
kalıp altında padişaha kabul ettirdiler.
Mabeyn başkâtibi Said Bey, sözünü ettiğimiz maksadı ihtiva eden
ve sözde umûmi asayişi bozacak şekilde hareketde bulundukları zabıta tarafından
tesbit edilen kimselerin Osmanlı toprakları dışına çıkarılmasına padişahın,
yetkili olduğunu belirten bir madde kaleme alcı. Damad Mahmud Paşa, bunu
mutlaka tasarıya ilâve ettirmek maksadıyla vükelâya tebliğ ettiğinde, işin
sonunu önceden görenler, bu maddenin hürriyet ve vükelânın sorumluluk
esaslarını ihtiva eden bir kanuna ilâve edilmesinin pek zararlı olacağı yolunda
fikir beyan ettiler. Bu cümleden olarak, Midhat Paşa muhalefette direttikçe,
Mahmud Paşann nazarında meselenin önemi artıp, sanki padişahın atameıve
kudreti ancak bu kanunla teminat altına alınabilirmiş gibi bir inanca
saplanmakla bu hükmün kanuna ilâvesi padişah tarafından mutlaka lüzumlu
görülmüştür diye icbar etti ve nihayet 113.maddenin son fıkrası olmak üzere,
bunu tasarıya yazdırdı. Ne yazıkki, gerek Mahmud Paşa ve gerek kendisiyle aynı
fikirde olan Mâ beyn ricali bu maddenin kanunda yer almasının, ileride çeşitli
suistimallere sebeb olacağını ve belki kısa bir müddet sonra kendi aleyhlerine
kullanılacağını ve Kanûn< Esâsî'ye konmasının, yabancılar nazarında, bizim
açımızdan uyandı-rılabile ceği müsbet tesiri tamamen silip süpüreceğini anlamadılar
"
Hemen burada ilâve edelimki ahali arasında, devreden ve-kayüere
göre Midhat Paşa, Sultan Hamid'in huzuruna gelmiş ve güya 112 maddeden ibaret
taslağı okumuş. Bu kıraat esnasında güya Suİtan Hamid, pek güzel! Eline
sağlık! Sağ olasın babacığım! Gibi sözlerle kendisini taltif ve takdir
etmiş-mişde, sonunda da bende bir madde ilâve etmek istiyorum. Münasip
bulurmusunuz diye sormuşmuşda, Midhat Paşada, demindenberi aldığı takdir ve
taltiflerin sonucunda meşhur 113. maddeyi yazması için taslağı padişaha vermiş
o da, buraya ilâve etmiş, Böylecede mezkûr madde yeri geldiğinde Midhat
Paşa'ya sürgün yolu açılmış babında nakiller dolaştırılır, bir veçhe
kazandırmak üzerede devrin Osmanlı düşmanı ingiliz b.elçisi Elyot'ada, bu ince
hileyi tespit ettirme hususunda rol verirler ve Midhat Paşaya bu madde
yüzünden epeyi takaza ettiği söylenir durur. Bunları anlatanlar daha ziyade
nasıl siyasî mahfillere sızdırılmış böyle bir senaryonun maksad-ı hakikisi
neyse bunun yaygın bir kanaat hâline gelmesi de ifadeyi tertipleyenlerin
maksadlanna erdiğini gösterir, işin aslını yazmış bulunan Çorluluzâde Mahmud
Celaled-dih Paşa dahi, çalışmasının 204. $ahifesinde, <.gerçi tahtdan
indirme işindeki (Abdülaziz'in indirilmesi kastediliyor) rolü sebebiyle, Midhat
Paşanında devlet idaresinden uzaklaştırılması sarayca (bu padişah ve yakınları
demektir) gerekli görülüyordu. Fakat halk arasındaki şöhreti sebebiyle-cülusu
müteakip böyle bir yola gitmek uygun görülmedi-ğinden bir defa onun da
sadnazamiığa getirilmesi ve daha sonra ikbâlin zirvesinde düşürülmesi şekli
tercih edilmişti..> şeklinde yazmak suretiyle Midhat Paşa için mutlaka bir
özel operasyon düzenleneceğini düşüncesinin dışında tutmamakla beraber bizim
yukarıda ileri sürdüğümüz 113.madde ile alakalı, padişahın, Midhat Paşaya oyun
kurması hikâyesini kuvvetlendirir şekilde anlamak kâbilsede, işin bu kadar,
yâni 113.maddenin olayı bizim doğru bulmadığımız hikâyenin anlatımı bir
dedikodudan öteye gitmez düşüncesinde yine ısrarlıyız. Hemen ilâve edelim;
Tersane konferansı münasebetiyle İstanbul'da bulunan İngilizlerin
konferansdaki birinci murahhası Lord Salisbörİ, 113. madde hususunda
babıâlî'ye gelmiş malum maddeyi ifadeyle: <bu madde varken, yaptığınız
kanunun hükmü olamaz> dediğini Çorluluzâde, kitabının 212. sahifesinde de
yazmış bulunmaktadır.
Hemen bundan da istinbat etmemiz gereken hususat, ecnebilerin
padişahla başka, devlet ricâliyle başka konuştuklarını ve koydukları metodla
padişahla, rical arasında sürtüşme temine çalışacak fitne yollarına saptığını
bu olayda gözlemek kabil. Abdülhamid ile konuşurken pek makbul bir konuşma,
hayırlı tavsiyeler yapmayı tercih eden Salisbörİ, Midhat Paşaya bu padişahı
meşrutiyette bu kadar neden selahi-yetli kıldınız diye paylamaya kadar cesaret
ve nezaketsizlik gösteriyor. Şimdi biz; Tersane Konferansı neticesinde Osmanlı
devletinden çıkacak bir savaşı önleme tavsiyesi için, konferans kararı
taleplerinin yerine getirilmesi tavsiyesine hâvi Lord Salisböri'nin
konferanstan sonra giderken Sultan Abdülhamid'e sunduğu raporun bir özetini
Çorluluzâde Mahmud Celâleddin Paşanın Mirat-ı Hakikat adlı eserinin 214.
sahifesinden alıntilıyarak okurların dikkatine sunalım: "Osmanlı devleti
bu gün çok tehlikeli bir vaziyet içinde bulunu-yor. Zira Rusya' nın 250 bin
kişilik bir ordusu Eflak ve Buğdan hududunda ve 150 binkişilik diğer bir
ordusu da Anadolu hududu üzerinede toplandı. Eğer Rusya, Tuna nenrini geçerse,
Avusturya Bosna'ya asker sokmaya mecbur olur. İtalya'da Bulgaristan hadisesi
sebebiyle Osmanlı topraklarına saldırmayı tasarladığından, Avusturyalılar bir
harekette bulunacak olurlarsa İtalya'yı tutmak mümkün olamayacaktır Yunanistan
ise harisâne emellerini ortaya atacak, İran'da doğu sınırlarında topraklarını
genişletmek iddiasına kalkışacaktır. İşte Osmanlı devleti bu kadar düşman
arasında kalarak, bunlarla savaşmak zorunda kalır Gerçi askeriniz.çoktur, ama
ne dirayetli kumandanınız ne gerektiği kadar mühimmatınız ve nede hazinenizde
bunlara yetecek kadar paranız vardır. Ayrıca; birsn:.>aş çıkacak olursa
dışarıdan siz yardım eden de bulunmaz. Zira; Fransa pek çok zarara uğramış olduğundan
uzak bir yerde savaşacak güce sahip değildir İn-giltere'ninde yardımda
bulunması mümkün değildir Çünkü Bulgaristan hadiseleri esnasında cereyan eden
vahşice hareketlerden, İngilizler gayet müteessir olmuşlardı. Bu hoşnutsuzluk
devam ettiği müddetçe, İngiliz milleti hiç bir kabinenin, Osmanlı devletine
yardım etmesine müsaade etmez. F~;vr şimdiki kabine öyle bir temayülde bulunsa,
derhal azledilip, devletinizi Avrupa kıtasında tamamen çökertmek istiyen
Gladeston iş başına geçer. Bu sebeble Osmanlı devletinin son derece ihtiyatlı
hareket etmesi ve vatanı kurtarmak için esâsa taalluk etmiyen her fedakârlığa
katlanması lâzımdır." Raporunun son kısmında Salisböri şu ifadelere yer
veriyor: "İdâri muhtariyete karşı
çıkmaktan dolayı İngiltere, Amerika'da bulunan bir büyük eyaletini, Danimarka,
Sceh-leuig ve Holstein eyaletlerini ue Avusturya ise İtalya'da bulunan bâzı
eyaletlerini terk etmek mecburiyetinde kaldı. Avusturya bu tecrübeden ders
alarak, Macaristan'ın idâri muhtariyetini kabul etti ve böylece orayı elden
çıkarmamaya imkân buldu. Eğer Osmanlı devleti, konferansın teklif etti ğİ
idare tarzına razı olmazsa mutlaka bir savaş çıkar. Böylece Osmanlı devleti
Rusya ve belkide daha başka düşmanlarla tek başına savaşmak zorunda kalacak ve
bunun neticesinde saltanatı ve ülkeyi tehlikeye sokmuş olacaktır."
Şeklinde bir ifadeyle noktalayan Lord Saiisböri, tersane konferansının neticelerini
tatbik bu kötü vaziyetten kurtarır demek suretiyle yol göstermiş ve padişahda
bu kanaati daha evvelden taşıdığı için raporu pek mühim bulmuş ve delicesine
savaş taraftarı Midhat Paşaya bari meclis safhasında savaş kararı konuşulurken,
bu muhtırayı göz önüne alması için hem o istika mette idâre-i kelâm etmiş hem
de raporu eline tutuşturmuştu. Fakat İngiliz menfaatleri, mahkemede doğruyu
söylerken, karakolda şaşıyor İdiki, İngiliz te'sirindeki Midhat Paşa harp
taraftan oluyor çünkü İngiliz gizli karakolu böyle istiyor, bu karakol
komiseride, herhalde İngiliz gizli istihbaratıyla müttefik hareket eden b.elçi
Elyot idiki, mahkemeyi de Lord Salisböri temsil ediyor ve doğrulan tavsiye
ediyordu. Meşrutiyet hükümetleri genellikle karakolların dediğini yerine
getirir. Böylece bu sonucu dünya târihine bile büyük tesirleri olan 1293/1877
Osmnalı-Rus Savaşı meşrutiyet meclisinin hamasî nutuklarıyla ifade edilen
kanaatlann sonunda savaş dedi ve böylece karakol'un istediği yerine geldi.
Mahkemenin, yâni Salisböri'nin tavsiyevî raporu, padişahın elinden Midhat 'in
çekmecesine yol alırken, tarihçilerinde birbirlerinin alıntılaması için bir
siyaset vesikası olarak târihdeki rolünü oynamağa başladı ve elan devam
etmekte..
Meclis Müzakerelerinde Savaş
Tersane konferansı tavsiyeleri teşkil olunan meclisi-i me-busana
getirildiğinde Midhat Paşa uzun bir konuşma ile alınan kararları ifade
ettikten sonra yapılacak müzakerelere ışık tutmak için red kararının getiri ve
götürüşünü,kabul kâ rarının da fayda ve zararları hususunda bir bir saymak suretiyle
hâzirunu iyice tenvir etti.
Daha sonra söz alan sabık sadrıazam Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa;
"Hayat ruh ile kâimdir. Devletlerin ruhu istiklâldir Yapılan teklifler
develtimizin ruhunu ortadan kaldırarak bizi ruhsuz bir beden hâline döndürür.
İstiklâli kalmıyan bir devlet için hayat hakkı tanınsa dahi namussuz yaşamak caiz
değildir. Bunu red ederek hukuku korumak uğrunda her türlü fedakârlığı göze
almak namus ve hamiyet borcu olduğundan, reyimiz kesinlikle tekliflerin reddi
yönündedir" şeklinde konuştu ve peşinden Katolik Ermeni papazlarından
Enfiyeciyan efendi, söz alıp, şu sözler ile Rüşdü Paşa yi takviye etmiş oldu:
"Beşyüz senedenberi ecdadımızın kemikleri müştereken aynı vatanda yatıyor
Onlardan bize miras kalan vatanın muhafazası birinci vazifemizdir. Ölüm
tabiidir Târihler gösteriyor ki bundan önce pek çok büyük devletler gelip
geçmişlerdir Cenab-ı Hakk eğer devletimizin ömrünü şu zamana kadar tâyin ve
takdir etmişse,ona ne denilebilir? Fakat, şerefsizce ölmekle şerefli ölmenin
arasında büyük fark vardır. Mutlaka kurşun yiyerek öleceksek, göğüsten yenecek
kurşunu, arkadan gelecek kurşuna tercih etmeliyiz. O takdirde hiç olmazsa,
geçmiştekileıin ahvalini bildiren târihler nazarında büyük şeref kazanmış
oluruz. Biz zâten tek uü-cud idik. Bunu gerçekleştirmek üzere bir Kanûn-ı Esasi
ilân edildi ue ilk defa birlik ve beraberliğimize bir başlangıç olmak üzere,
bu meclise davet edilmemizlede bu birlik sağlanmış ve isbât edilmiş oldu.
Bundan dolayı Padişaha ve bütün vükelâ heyetine teşekkür ederiz. Bundan sonrada
birlik hususunu layık olduğu dereceye ulaştır malıyız. Mezhep ayrılığ vijdani
bir meseledir. Müslüman camie, hristiyan klişeye gitsin. Ancak siyasi bakımdan
tekvücud halindeyiz; karda ve zararda ortağız. Şimdi, sefirler gidince bunun
sebebi hristi-yanları korumak niyetinde olmalarıdır gibi sözlerle bazı bozguncular
şurada burada bu meseleleri bilmeyen bir takım adamları aldatıp, on- ların da
bizimde çektiğimiz hep bu hris-tiyanların yüzündendir diyerek bir takım kim
setere kötülük yapmaları muhtemeldir. Bunun önünü almak iki tarafın ulemasına
borçtur.
Bundan dolayı şeyhülislâm efendi ile bütün ulema efendilerden bu
hususda gayret ve himmet göstermelerini rica ediyoruz. Bunca senelik koca bir
Osmanlı devletinin bekasını korumaya mecburuz. Böyle büyük bir devlet
mahvolunca müstüman ve hristiyan bütün halk bu muazzam saltanat binasının
enkazı altında katarak canımızı vermeliyiz. Vaktiyle İstanbul alındığında, ne
kadar kanlar döküldüyse şimdide ondan bin kat fazlasını dökmedikçe burasını
teslim edemeyiz. Biz; bu yolda birlik ve beraberlik İçinde çalıştığımız
müddetçe, Avrupa umûmî efkânda tabiatıyla bizim lehimize döner Bu hallet]
vaktiyle birliğin sağlanmasına layıkıyla çalışmayarak, yanlış yol tutuşumuzdan
ileri gelmiştir. Bu teklifler ıslah etmek için değil, fesat çıkarmak içindir
Biz o hatanın lekesini vatanı korumak uğrunda kamımızla yok etmeliyiz. Evet
yapılan teklifler sırf topraklarımıza müdehale etmek ve ülkede fesat
çıkartmaktır. Bunun basit bir delilide Çerkes-lerin Anadolu'ya naklidir. Onlar
Rumeli de zararlı iseler Ana-doludaki hrisüyanlara da zararlı değilmidir?
Kısacası yabancıların gayelerini desteklemek için yapılan bu kabil tekliflerin
reddi hususunda hepimiz birlik olarak canlarımızı feda etmeliyiz. Bundan dolayı
bu teklifleri red ederiz. Bu savaşa din ve mezhep kavgası adı vermeyip, vatan'ı
korumak mücadelesi demeli ve hepimiz biribirimize sarılmalıyız." Diyen;
Enfiyeciyan Efendiden sonra Galatasaray Lisesi (Mekteb-i Sultanî) müdürü Sava
Paşa (bir rum olup islâm hukuku üzerine nefis bir eseri vardır.)
Enfiyeciyan'ın ifadelerine katılan ve kuvvetlendiren beyanlarda bulunup,
teklifin reddini ile;-sürdü. Rıfatpaşazâde Rauf Bey adlı bir zât ise, 'Abayı
giymeli, kırmızı dipli mum yakmatı her şeyi feda etmeli bu teklifleri kabul
etmemeli diyerek sözünü bitirdiğinde, Borsa komiseri Arnavut ileri gelenlerinden
Abidin Beyde: vaktiyle bu memleketleri feth eden ecdadımızın ruhları şu
meclisde hazırdır. Konuşmalarımızı dinliyorlar. Onların mukaddes kantarı
hürmetine hakla rımızın korunmasına çalışmalıyız." Deyip, noktai nazarını
anlattı ve söz ilmiye ricaline geldi: "Teklifi red ettiğimiz takdirde
çıkan savaşta düşmanın saldırısına karşı koyacak gücümüz varmıdır?" sorusu
geldi. Serasker Redif Paşa beş-altıyüz tabur asker çıkarabiliriz silah ve mühimmatımızda
vardır" şeklind^ cevap verdi. Bu müzakereler sonucunda konferans
tekliflerinin reddi cevabı kabul gördü. Bakın şimdi şu Redif Paşanın cevabına:
beş-altıyüz tabur asker çıkarırız demek suretiyle ortada yüz taburluk bir
mevhu-miyet bırakıyor. Ahali arasında; taburun efradının sayısı bin kişi olarak
bilinir ki, mevhum olan yüz taburu, bin ile çarptığınızda karşınızda yüzbin
rakamı gibi müthiş bir rakam görürsünüz. Bu pek büyük bir sayı olup bunun
eksikliği veya ziyadeliği savaşın ne ticesinde pek mühim rol oynar. Bu cevap
gösteriyorki,ihtilalcilik oyunlarına dalmış zevatın kuvvetinin yekününden
haberdar olmadığını gösterirki, tasarmz bundan sonra başlar. Meclisin,konferans
kararlarını red etmekten yana olduğunun ifadesi padişah tarafından da tasdik
edilince, sıra bunu konferansın burada kalmış bekleyicilerine ulaştırılmasına
geldi.
Bütün bunlara rağmen savaşın akıbetinden emin olmayanlar ile
umumiyetle savaşın İyi bir şey olmadığına mutekit olan zihniyet, bu savaşın
vukubulmaması için çeşitli yollan denemeye koyuldu. Padişah tarafsız
görüntüsüne rağmen savaşa asla taraftar değildir. Sır bistan ve Karadağ
Prensliklerini sulh yoluna davet eylediler. Midhat Paşa bu işe Ermeni asıllı
Pertev Efendiyi vazifelendirip, Belgrad'a gönderdi. Fakat tebliğ tarzı adetâ
bir yarı tehdit manzarası veriyordu. Sırbistan'ında, münasebetlerin başlaması
için Osmanlı devletinin kapısını çalması isteniyordu. Midhat Paşada Pertev
Efendinin yollandığına asla önem vermeden çektiği telgrafla Sırbistan ve
Karadağ Prenslerine sulh müzakereleri için murahhas istediyse de, Sırplar,gönderecek
diplomatı olmadığını, Viyana elçisi Aleko Paşa ile görüşebileceklerini bildiren
cevap geldi. Aleko Paşa bu işe mezun edildi. Karadağ'dan ise barış şartlarının
hangi esas üzerinde olacağına dâir müphem bir cevap geldi. Midhat Paşa bu
cevapları adetâ bir zafer sayıp ne müzakeresi demediklerine pek sevindi!
İkbâl Eteğinin İdbâr Tuzağına Kapılışı
Tersane konferansı kararlarını red etmek suretiyle Karadağ ve
Sırbistan ile meseleyi hususi görüşmek ve bir çıkış yolu bulmayı beraber temin etmekti.
Ancak unutuyorduk! bize bağımlı bu iki prenslik kendi akıllarıyla değil,
Rusya'nın tesiriyle bu işlere girişiyordu. Bu bakımdan İsteselerde
iste-meseierde Rusya'nın çizdiği rotaya uymak zorundalar idi ve Midhat Paşa
bunları nasıl düşünemez ve hesaba katmaz! Şaşırmamak kabil değil- dir. Hârici
siyasetde vaziyet bu durumdayken, Midhat Paşa Kanun-ı Esâsı koymakla şöhreti
artmıştı. Bu durum onun sadarete getirilmesine de imkân sağlamıştı. Şimdi de
bütün gücüyle mebus seçimi işiyle unsaşı-yordu. Midhat Paşa akşam olduğunda da
Yeniosmanlılar denilen gençleri konağına topluyor sabahlara kadar süren içki
âlemleriyle her çeşit meseleye parmak basıyorlar, bu eğilimin gençlerinin ipe
sapa gelmiyen cüretkâr ifadelerine ses çıkarmıyor idi ve bu arada da sohbet
esnasında kendiside devletin sır olması gelen mevzuiarıda anlattığı oluyordu.
Bu kişiler ise Nâmık Kemal, Ziya Bey (Paşa), Avlonyalı İsmail Bey olup zamanın
icâbına pek bakmadan konuşuyor ve veli-inimetlerinin parlamakta olan yıldızına
gölgeler düşmesini hızlandırıyorlardı. Padişah'da dâhil olmak üzere işlerin
savaşsız geçiştirilmesini isteyenlerin sayısının az olmadığını gören bu gurup
bütün taraftarlarıyla savaş propogandası yapıp, Mi-rât-ı Hakikat'in 237.sh.de:*
".umumî efkârı kendi taraflarına çekmek için mânevi bir destek sağlamaya
da başladılar. Hatta Ziya Bey (Paşa) ve Kemâl (Namık Kemâl) Beyler Suttan
Bâyezid Meydanındaki askerî misafirhanede bir cemiyet kurarak, mevki sahibi
kimselerin oğullarından ve diğer gençlerden millet askeri yazmaya koyuldular.
Bu cemiyetin başkanlığımda Midhat Paşa'ya verdiler. Aradan bir kaç gün
geçtikten sonra, millet askeri kaydedilenlerin gurup gurup Midhat Paşanın
konağına gidip alkış tuttukları haber alınınca Midhat Paşanın hasımları türlü
türlü telkinlerle cemiyetin kapatıldığım, gönüllü asker yazılmak isteyen
hamiyet sahiplerinin, Seraskerlik Dairesi'ne başvurmalarını bildirmeye memur
edildi. Fakat, cemiyet üyelerinin deftere kaydettikleri gençler, Seraskerlik
kapısında askerliği kabul etmeyiz, biz millet askeri olacağız naralarıyla buna
karşı çıktılar. Midhat Paşanın konağına gidip şikâyette butundular." bu
ifadeler yer almaktadır.
Öte yandan; bütün bunlar olurken, Şâir-i meşhur Nâmık Kemâl Bey,
tahttan indirip bindirme hususundan kinaye olarak; <Eşşeyu lâ yusenna illa
ve kad yuselles-mânası: iki defa yapılan şeyin üçlenmesi icâb eder> mısraını
okuyarak Ziya bey île entrikalar çeviriyorlar ve saltanat sistemi üzerine
aleyhde lâkırdıların başını çekmeye başlamışlardı. Bu ifadeler Saray'a
aksettiğinde Midhat Paşa bir güzel hizaya getirilmiş ve Namık Kemâl ile Ziya
Paşanın istanbul dışı görevlere gönderilmeleri emri verildi. Midhat Paşa Ziya
Paşaya vezirlik verdirip, Suriye Valisi olarak tâyin etme yoluna gitti. Namık
Kemal Bey, verilen vazifeyi kabul etmeyip, İstanbul'dan çıkmadı. Üstelik
cüretini dahada arttırdı.
Zâten; Sultan 5.Murad takımından addedildiğinden, Ab-dülhamid Hân
tarafından üzerinde titizlikle durulmaktaydı. Bu arada da Harb Okulu talebelerinden
adı Ali Nazmi olan bir gencin, Kemâl bey'e olan mensubiyeti ve dolabında, hilâfetin
âl-î Osman'dan alınıp eski sahihlerine Mekke Emiri Şerif Abdülmuttalib
Efendiye verilmesi icâb ettiğine dâir bir yazı bulunması yavaş yavaş bunların
suyunun ısınmasını tevlid etmekteydi. Saray bundan telâşa düşmüş bu olayla
alakalı geniş bir sorguya lüzum görülmüştü. Ancak biz sorgunun akıbetine dâir
malumat sahibi değilsek de, umuyoruzki Midhat Paşa bu sorgu içinde anılan
zevatın başında gelmiştir. Çünkü yukarıda yazdığımız gibi, her çeşit söz ve
ifade bulunduğu meclisde yuvarlanır giderdi ama büyük bir devletin sadnazamıda
buna ne kadar müsaade etmeliydi?
Galip Paşa Hadisesi
Heyet-i vükelâda yâni bu günkü tâbirle bakanlar kurulunda Mâliye
nezaretine uhdesine almış olan Galip Paşa'nın görevinde şaşkınlık ve acziyet
gösterdiğini ileri sürerek azlini ister ve şunları söyler: "Galip Paşa
terbiyeli ve namustu bir zat olduğundan vükelâ heyeti kendisinden çok
memnundur. Ancak; mâli işlerden ankyacak kapasitede olmaması hasebiyle
azledilmesi gerekir" dedikten sonra yerine Yusuf Paşanın getirilmesini
tavsiye etmiştir. Galip Paşa, Damad Mahmud Paşanın yakın arkadaşı olması
hasebiyle Ayan azalığına getirilmesi şartıyla Yusuf Paşanın mâliye'ye
getirilmesine irade çıktı. Bu seferde, Midhat Paşa Galip Paşa hakkında ithama
giden bir metodla ayan üyeliğine alınamaz şeklinde mütalaada bulunurken
esbab-ı mûcibesi şuydu: "Kâğıd para işleri çok karışık bir vaziyette
yürüyor. Galip Paşa vükelâ meclisinde 95 binlirayı, 2 milyon 100 bin kuruşluk
kâğıt paraya satın aldığını söyledi. Bu yüzden devlet hazinesini 30-40 bin-tira
kadar zarara sokmuştur. Bu hesap öylece kalırsa mebu-san meclisinde de, bahis
konusu edilmek ihtimâli vardır. Onun için zimmetini temize çıkarmadıkça Ayan
meclisine alınması uygun olmaz" idi. Önce Galip Paşayı namus ve dürüstlüğüyle
medh edip sonra zimmetle suçlaması bir tezat olmakla beraber, meclisi mebusanı
ve mebusları iradeye karşı kullanabileceği vehmini de getirdi. Çünkü; iradei
seniye Galip Paşanın ayân'a tâyinine dâir sözle sâdır oluyor fakat sad-riazam
yerine getirmiyordu. Çorluluzâde Mahmud Celâleddin Paşa, kıymetli eserinin 238.
sahifesinde şunları yazmaktadır:
"O sırada Midhat Paşanın konağına gittiğimde ben istifa edecek
değilim. Padişah beni azledecekse etsin. Fakat bu defaki ayrılışım diğerleriyle
kıyaslanamaz. Halk gelip beni euimden alarak sadrı azamlık koltuğuna oturtmak
isteyecek, sonra iş zorlaşacak. Böyle bir durumla karşılaşmamak için işte şu
çantada param var. bir de vapur kiralayacağım. Azledildiği-mi haber alır almaz,
vapura binerek Midilli Adasına gidip oturacağım."tarzında saçma sapan
beyanlarda bulunduğunu kayd ediyor. Biz bunu bir baş kaldın şeklinde telâkki
ediyoruz. Çünkü; 2.Abdülhamid Hân gibi çok dikkatli ve herkesin değil bir
sonraki adımını, bilmem kaçıncı hamlesini hesap eden bir şahsiyet sadrıazamın
bu davranışından öyle senaryolar üretirdiki, insana yaratandan ötürü sevgisi
olmasa idi, bu davranış sahibini açık veya gizli olarak tahtalı köye yollardı.
Merhameti yüce bir şahsiyet olması Midhat Paşanın şansı olmuştur. Nitekim;
Midhat Paşada bir kaç gün sonra makam-i sadarete gelmiş ve devlet işleriyle
meşguliyete devam ederken Damad Mahmud Celaleddin ve Redif Paşalar,
Çorluluzâde Mahmud Celaleddin Paşayı bir odaya çekip, Midhat Paşanın suyunun.
ısınmayı aşıp, kaynadığını, padi-şahsa bir kaç iradesine rağmen Nâmık Kemâl
Bey'i def etmemesine çok kızıp, üzerinden itimadını kaldırdı. Bunun çâresine
bakmazsa, kendisi için iyi olmayacağını bildir, diye bana tenbihatta bulundular
diyor Mirat-ı Hakikat yazarı. Yine şu sözlerle devam ediyor Çorluluzâde: "bu sözleri işittiğimde Midhat Paşa
için kötü niyet peyda olduğunu hissetimden meclise girip durumu kendisine
anlattım. <Ne yapalım? Kemâl Bey kendi rızasıyla dışarıda bir görev kabul
etmiyor Ben zorla gönderemem. Artık bu işi bizden sonra gelecek olana
gördürsünler> cevabını verdi. Bunun üzerine Damad Mahmud Paşa, Midhat
Paşadan sert sözler işiterek geri döndü. Müteakiben vükelâdan meseleye vakıf
olanlar bir araya gelip ve Serasker, Redif Paşa münasip bir lisanla: <eğer
bir kere padişah ile görüşüp meramınızı anlatsaniz şu karışıklık-lar tamamen
ortadan kalkar> diyerek Midhat Paşayı Saray'a gitmeğe ikna etti. Bunun
ardında Damad Mah- mud Paşaya tezkire gönderip bir dâvetçi gelirse Midhat
Paşa'nın saray'a gideceğini bildirdi."
Midhat Paşanın Azli
Midhat Paşa konağına gece yarısına doğru gittiğinden az sonra
Saray'dan bir yaver gelmiş saraya davet edildiğini haber vermiş ve refaketinde
saraya gelmişler, Midhat Paşa, Paşa dâiresinin yanındaki kapıdan saraya
girdiğinde Mabey, Feriki Eğinli Said Paşa bir manga süngülü askerle kendisini
karşılayıp, buraya buyrunuz demek suretiyle Paşa dâiresini .gösterdi. Alt katta
bîr odaya alındı ve kapıya da bir nöbetçi dikildi. Sadnazamlıktan azledildiniz
diyen odaya yalnı başına giren Said Paşa idi. Mühr-i hümayunu veriniz. İşte
vapur hazırdır! Derhal Osmanlı ülkesini terk etmeniz emredilmiştir. Demek
suretiyle sözünü tamamladı.
Midhat Paşa; ben padişahın sadık bir bendesiyim, beni mahkemeye
versinler suçum ortaya çıksın ne ise! Böyle yapmak çok fena te'sir uyandırır
şeklinde saçma sapan sözler sarfına başladı. Vapurla kendi parasını
kullanmadan Midilli'ye gitmek yerine Napoli'ye sürülürken, o yazık millete,
devlete yazık! "İnnâ lillâh ve innâ ileyhİ râciun" âyetini söylü-yor
ve göz yaşlarını tutamıyordu. Bir kaç gün sonra Yeni-osmanlılar efradının
bazıları da sorgularını müteakip başta Nâmık Kemâl Bey olduğu hal de Midilli
Ada'sına sürüldüler. Makam-ı sadaret Şûra-yı Devlet Reisi Edhem Paşaya, dahiliye
nazırlığı Ahmed Cevdet, Adliye Edirne valisi Asım, sadaret müsteşarlığı Halep
valisi Hurşit, Şehremanâti Galip, Mec-lis-i mebusan riyaseti Ahmed Vefik
Paşalara verilirken, ticaret nâzırlığıda Ohannes Efendiye verilirken diğer
vükelâ yerinde ibka edildi.
Edhem Paşa, Sakızlı ve Rum asıllı olup, eski sadrazamlardan
Hüsrev Paşanın kapdan-ı deryalığı döneminde Sakız isyanının bastırıldığı
sırada esir edilmiş ve Hüsrev Paşa kendisinde zekâ pırıltılarını sezmiş ve
Avrupaya tahsile göndermiştir. Meşhur Sağır Memduh Paşa'nın Esvat-ı Sudur adlı
hatırat eserinde paşayı anlatan satırlar şöyle" Sultan Abdülme-cid
devrinde mabeyn-i hümayun feriki (korgeneral) İdi. Saraydan ülkeye dafıada
yararlı olmak için çıktı. Vezir oldu. Hâriciye vekilliğine de tâyin oldu.
Abdülaziz Hân zamanında kendisine verilen nazırlıkları gayet güzel tedbirlerle
ve nâ-muskâra ne bir anlayışla idare etti. Mahtû 2. Abdülhamid Hân'ın 3.
sadrıazamıdır. (Memdufı Paşa bu hatıratını 1920'lerden sonra yazmıştır) Midhat
Paşa azledilip, sürgüne gönderilince yerine tâyin olunmuştu. Bir defa sadrıazam
oldu. Bu görevden alındığında Viyana sefarethanesine gönderildi. Daha sonra
İstanbul'a çağırılıp, dâhiliye vekilliği uhdesine verildi. Edhem Paşa, ilim ve
fen kollarında cidden bilgi sahibi bir zattı. Avrupa siyasetinin inceldiklerine
vâkıf bir kimseydi İleri görüşlülük dediğimiz fera seti bütün mükem-melliğiyle
ortadaydı. Sâhilhaneleri pek yakınımızda olduğundan dolayı özel
toplantılarından dinleyici olarak İstifade ederdim." Biz de kaydedelim ki,
kardeşi Fener Patrikhanesinde yüksek rütbeli bir ruhban olup, kisve-i
katranisi üzerinde olduğu halde, Ağabeyini zaman zaman ziyarete gelirmiş ve
sadrıazam mahcubiyetinden biraz üzülürmüş, günün birinde kardeşine daha seyrek
gel demek mecburiyetini hissetmiş .
Meclisi Mebcısan'ın Kuşâdı
Mİdhat Paşanın sürgün edilmesi sonrasında dışta ve içte Midhat
Paşa olamadan da, meclis-i mebusan açılır ve teşki-lât-ı esasiye'ye göre
parlamenter sistemi yürüteceğimizi göstermek gereği göz önüne alınarak
meclisin küşadmmın hzı-landırılması yolu tercihi edildi. Midhat Paşa
gönderilmeden evvel seçimle intihab olunmuş mebuslar İstanbul'da toplanmağa
başladığı esnada ayan meclisi de teşekkül ettirildi. Bakanlar kuruluda,
padişahın açış nutku olarak irad buyurucağı mevzuları müzakere ederek müsvedde
olarak tesbit ettiler.
Dolmabahçe Sarayında, muayede salonu yâni bayramlaşma salonu
denilen platformda 2/R.evvel/1294-7/Mart/1877 Pazartesi günü ecnebi misyon,
devletin kurumlarının ileri gelenleri bu toplantıda isbat-ı vücud ettiler.
Ayan üyeleri (senatörlerde mebuslar hemen taht-ı hümayunun karşısında yer
aldılar. Davetliler ise bu topluluğun sağı ve soiunu doldurdular Padişahın
teşrifini beklediler. Az sonra padişahın yanında veliahd Mehmed Reşad Efendi,
Şehzade Kemâleddin Efendi ile birlikte salona girip tahtın önünde durdu.
Sadrıazam Edhem Paşa,Sultan Hamid'in elinden yazılı metin hâlindeki nutku
alıp, Mabeyn başkâtibi Said (Paşa) Efendi'ye verdi bu zatda nutku okudu
.Akabinde toplar meşrutiyetin meclisinin açıldığını ilân etmiş oldu. Bilhassa
ecnebi misyon bizim meclis sisteminde zorluklar yaşayacağımızı, acemilikler
olabileceğini sandılarsada Ahmed Vefik Paşa bu beklentiyi boşa çıkardı.
Dikkatli bir idare ve nâzik tutum başarıyı sağladı.
Osmanlı-Rus Savaşı( 1293-1877)
24/Nisan/î877'de Rusya'nın vazife başndaki maslahatgüzarı
Nelidof, Hariciye nazırımız Safvet Paşaya Çar imzasını taşıyan ilân-ı harp notasını
verdi. Aynı günde Ahmed Tevfik Bey, Osmanlı devletinin Petersburgdaki elçisi
olarak pasaportunu aldı. Bu suretlede, 1293 yâni 93 Harbi denen Os-manlı-Rus
savaşı başlamış oluyordu.
Bu savaşın Anadolu cephesi ve Rumeli cephesi diye ikiye taksim olunması
pek büyük bir alanda cereyan etmesinden-dir. Rumeli tarafındaki diğer tâbirle
avrupa tarafında ve Tuna Nehri havalisinde baş kumandan Çirpanlı Abdülkerim
Nâdir Paşa idi. umumi Karargâhı Şumnu şehrindeydi. Saraybos-na'da Veli Paşa,
İşkodra'da Ali Sâib Paşa Yenipazar'da ise Mehmed Ali Paşaların birlikleri
doğrudan doğruya Başkumandan Abdülkerim Nâdir Paşa emrinde değildi. Abdi Paşanın
emrinde garb ordusuda denilen Osman Paşa (daha sonra Gazi Osman Paşa)
komutasındaki ordu Başkumandana bağlıydı. Batı cephesindeki Şark Ordusu adı
verilen birliklerin kumandanhğıda Müşir Ahmed Eyyüb Paşadaydı. Yine Tuna
kıyısında Rusçuk merkezi durumundaydı bu Şark Ordusunun. 3.Ordu ile Şark
Ordusu arasında yer alan bir ordu daha vardıki, bu da garp cephesindeki Cenup, yâni
Güney ordusu idiki bununda komutasına Askerî mektepler nazırlığında tuğgeneralken
müşirliğe yükselmiş bulunan Sultan Abdülaziz'in hafinde büyük dahli bulunan
Süleyman Hüsnü Paşa'ya verilmek üzere çağrılmıştı.
Abdülkerim Nâdir Paşanın emrine verilmiş bulunan bu orduların
gene! mevcudu ikiyüzbin sayısının eteğindeydi. Ruslar ise ilk anda Tuna
üzerine 250 bin kişilik bir kuvvet yığmıştı. Bu birliklerin en kalabalığını
Ahmed Eyyüb Paşann ordusu idi ve yüzbin kişiyi buluyordu. Rus ordusunun
yukarıda ilk andaTuna'ya yığdığı 250 bin kişilik asker bizim sayımızdan
haylice fazla olduğu gibi bunlara gizli veya açık, Romanya, Sırp ve Karadağ
takviyesini ilâve ederseniz dengenin adamakıllı aleyhimize olduğu müşahede
olunur. Çünkü Sırp birliklerine bir Rus generali kumanda ediyordu.
22/Haziran/1877'de takriben savaş ilânından sonra Ruslar, Tuna
Nehrini geçmeye başladılar. General Zimmerman Alman asıllı bir Rus generali
olup, kırkbin mevcudlu birliklerini Macin denilen noktadan geçerek Dobruca'nin
kuzeybatısında görünmeye başladılar. Dört gün içinde Tuna'nın ortasından
geçmiş oluyorlardı. Buda Ziştovi ile Niğbolu'nun ve de Plevne'nin uzak olmadığı
bölge idi, Niğbolu ile Plevne'yi biribirinden ayıran Osma Nehri oluyordu.
Grandük Nikola başkomutan olarak birlikleri ni yönetiyordu tabii ilâve
ede-limki, bu kişi Çar'in kardeşi idi. Tuna'nın geçilmiş olması Osmanlı
askerinin yenilmiş olması mânasına alan kıyamet gibi askeri otorite görüşleri
mevcuddur. Bu geçişe adetâ seyirci kalan Abdülkerim Nâdir Paşanın Viyana'da
yetişmiş olmasına rağmen ve haylide bilgili olması Rusiarı Tuna'yı aşması
sırasında bastırmaması izahı olmayan bir hatadır. Zâten padişah daha sonra bu
paşasını divân-ı harbe sevketmiştir.
Öte yandan; General Gurko, önce Tırnova'yı ele geçirdi. 16/Temmuz/1877'de
Niğbolu Rusların eline geçince Edirne'ye inişi sağlayacak tek şey düşmanın
balkanlarda durdurulması idi. Şıpka Rusların eiine geçtiğinden Osmanlı kuvvetlerini
bir araya getirebilmek Şıpka'nın Ruslardan kurtarılmasını icâb ettiriyordu.17/Temmuz/1877'de
Çirpanlı Abdülkerim Nâdir Paşa azledilerek Müşir Mehmed Ali Paşa yerine
başkumandan olarak tâyin olundu. Ne varki böyie pek mühim ve büyük savaşı
kazanmayı becerecek tecrübe ve çapda olmayan bir askerdi. Üstelik emrindeki
komutanların bilhassa müşir olanlarının çoğu Mehmed Ali Paşa başaracağına, savaş kaybedilsin diyecek
şahsiyetlerdi. Nitekim T.Yılmaz Öztuna Bey, Türkiye Târihinde 7. cild, 147.
sahifede şu satırları yazmaktan kendini alamaz: "Son yıllara kadar gizil kalan bazı çok
mühim vesikaların TTK (Türk Târih Kurumu) uayınianması ile, hu müşirler
arasındaki çirkin ve aşağılık rekabet ve düşmanlıklar ortaya çıkmıştır.İnhitat
(çöküş) devri Türklyesinde mânevi yapının ve vatan sevgisinin ne derekede
olduğunu anlamak için, bu vesikaları okumak kâfidir. Gene bu vesikalar, savaşı
Abdülhamid Hân'ın Yüdız'dan idare ettirdiği için kaybettiğini savunan eski ve
gülünç tezi,tamamen çürütmüştür. Yıldız'dakl seraskerlik kurmayları bu '
müşirlerin zararlı davranışlarını kısmen olsun önleyebilmek için, hazan
müdehale etmişler ve tabii padişah nâmına emir vermişlerdir. Aşağıda görüleceği
gibi, Gâzİ Osman Paşa'rrn Plevne'yi sonunda bırakmasıda, Türk kumandanlarının
bu kaleye kâfi yardımı yapmamış olmaları dolay siy ladır." Demektedir.
Gazi Osman Paşa ifadesini alıp dersini verdiği Sırplar karşısındaki
başarısı hasebiyle 45 yaşında olduğu halde Müşirlik rütbesine yükseltilmesi
yapılmış ve Vidin'den Plevne'ye gitmesi emredilmişti o da bu emri yerine
getirmiş geldiği Plev-ne'de elinden geldiği kadar bir palangadan bile kötü durumda
olan mevziyi hayli tahkime muvaffak oldu. .
Beri yandan da yine genç müşirlerden biri sayılan Süleyman Hüsnü Paşa,
emrindeki kolorduyla Hersek'ten yola çıkacak ve Tuna cephesine gicjecek idi ki
bu çok uzun bir yolculuk olduğundan deniz yolu denemek şekli tercih edildi. Bu
kadar büyük bir askeri birliğin, Osmanlı devleti târihinde ilk defa donanma ile
nakledildiği görüldü. Süleyman Hüsnü Paşa 25 bin askerle İtalya'da bulunan
Bari limanına geldi burda bindiği gemilerimiz İle bir zamanlar Gedik Ahmed
Paşanın pür velvele çıktığı Otranto'yu geçip Yunan denizi, Mora ile Girit Adası
vede Ege denizinden geçip Batı Trakya'da Dede-ağaç umanına Meriç nehrinin az
batısındaki noktaya çıkardı. Dedeağaç'dan trenlere binen koskoca kolordu
mevcudu Kızanlık yakınlarında trenden indirilerek, Rus Generali Gur-ku'nun
elindeki Şıpka geçidine gelip, geçidin güney yönündeki eteklerine yayıldılar.
Hüsnü Paşa bunları yaparken, Gazi Osman Paşa'da 20/Temmuz/1877'de
Plevne'de Şilder Şuldaner adlı Rus generalinin saldırısına mâruz kaidıysada,
üçbine yakın telefat veren Ruslar, ağırlıklarımda bırakarak bozgun hâlinde
firar yoluna düştüler. Ancak çok geçmeden Kurdener adlı generalin takviye
ettiği bu birlikler onuncu gün sonunda bir daha Osman Paşa ve Plevne üzerine
yürüdüler. Takvimler, 30/Temmuz/1877 târihini gösterirken, moskof ellibin
asker, 184 adet topla saldırıyı başlattılar. Bizim kuvvetlerimizin mevcudu 23
bin kişi olup, 58 adetde topumuz bulunuyordu. Bu defaki saldırı da birincisinden
pek farklı olmadı Alman asıllı general Kurdener'de 7500'e yakın telefatla
Plevne'nin önünden çekildiğinde dünya, Gazi Osman Paşanın cihan harb târihine
getirmiş olduğu değişik müdafaa sistemlerini kaydediyor böylece bu ünü ve kendi
büyük kumandanı tanımış oluyor idi. İki devletin reisi bizim Abdülhamid
Hân'ımız ile moskof'un ki Çar nefeslerini adetâ tutmuşlar Plevne üzerindeki
mücadelenin sonucunu bekliyorlardı..
Öte yandan, büyük bir askeri nakliye harekâtını başarmış bulunan
Süleyman Hüsnü Paşa, Şıpka Geçidini aşmak için bir ölüm taarruzları adı
verilecek hücumlar tertipliyor, 1915'lerde Çanakkale savaş larında yaşanacak
bir fenomene kırk küsur sene evvel öncülük ediyordu. Bu geçide yedi gün yedi
gece taarruz ediyor 20/Ağustos'da başladığı taarruz, 26/Ağustos'da Kızanlık'a
çekilmekle nihayet bulduğunda Rusların Şıpka geçidi üzerindeki hâkimiyeti
devam ediyordu. Bunun önemli sebeblerinden biri olarak Rusya'nın Tu-na'yı
geçmesi esnasında, harekâtın tam ortasındayken, Cır-panh Abdülkerim Nâdir
Paşanın bunların üzerine saldırmaması,güçlerinin bir bölümü karşı sahildeyken
bu tarafa geçmeye muvaffak olanları temizlemeye başlasaydı, bizim merhum
Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa'nın Sen Gotar'da yaşadığı unutulmaz acıyı
Moskof'a tattirabiiirdi ve bunu yapmaması Nâdir Paşanın suçlu olduğunu
göstermekle beraber daha sonraları divân-ı harbe verilen Paşa buradaki savunmasında, heyet üyelerini ikna etmiş olmahki, beraat
etmiştir.
Süleyman Hüsnü Paşa; Şıpka üzerinde bir deneme daha yapmış
17/Eylül'de düşmana ve geçide saldırıya geçmiş fakat bu ademi muvaffakiyetle
neticelenmişti. Rusların jna plânında hedef kısa zamanda Edirne üstüne inmek ve
oradan ver elini Çatal ca burayı da astımı İstanbul'a varacak yolu tıkayan
şimdiki Gazi Osman Paşa, o zamanlar Yıldız Tabya olarak isimlendirilen, bizzat
Sultan Abdülhamid Hân ile Elena kahramanı Çerkeş Deli Fuad Paşanın birlikte
tesbit ve tahkim ettikleri mevki müstahkem kalıyordu. 195O'!erde büyümeye
başlayan İstanbul'a bu günkü Gazi Osmanpaşa iskâna açılırken,devrin İstanbul
Valisi Ord.Prof. Fahreddin Kerim Gökayı, o sıralarda Eyüp Sultan kazamıza bağlı
olan bölgeye Yıldız Tabya adı verilmesi için devrin Eyüp ilçesi Demokrat Parti
İlçe Başkanı Şükrü Tayşm Beyefendinin ikna etmeye ve bunda başarıya ulaştığını
Valinin, bu teklifi kuvveden fiiie çıkarmadaki; kabul sesini bu satırların
sahibi olan fakir-i pür taksir olan bendenizde duymuştum.
Abdülkerim Paşanın azli üzerine başkumandanlığa getirilen Müşir
Mehmed Ali Paşa, Süleyman Hüsnü Paşanın Şıp-ka'yı aşamaması üzerine Grandük
Nikola kuvvetlerine hücu-ma geçmek üzere plânlarını yaptı ve Ağustos ayı sonu
itibarla da plânını tatbike koydu. Mehmed Ali 'Paşa üç ayrı târihte dört tane
meydan muharebesi yaptı ve bunların herbi-rinden zaferle çıktı. Bu meydan
muharebeleri 22/Ağustos'da Ayazlar meydan muharebesi, 30/Ağustos'ta Kahraman
meydan muharebesi, 5/Eylül'de de Kaçılova ve Ablova meydan muharebeleri
oimuşturki bu sonuncu bir günde iki muharebe olarak vukubulmuştur. Mehmed Ali
Paşa bu savaşları, Plevne'ye yardıma gitmek için yapıyordu. Ne var ki takviye
yolu kesilememiş Rus birlikleri durmadan cepheye takviye ediliyorlar, bizim bu
tarafta söndürdüğümüz her hayatın yerine bir misli yeni canlıyı karşımıza
çıkarıyorlardı. Plevne'ye gitmek bu sebebden kabil olamıyor. Buna karşılık Gazi
Osman Paşa Pievne'de harikalar sergiliyor, yardımı dört gözle bekliyor, yardım
geldiği takdirde bu Rus kuvvetleri üzerine topluca hücum etmekle dağı- tılması
şüphesizdi. T.Yıl-maz Öztuna bu zaferlerinden sonra Müşir Mehmed Ali Paşanın
yavaş hareket ettiğini, bunun düşmana zaman kazandırdığını ifade ederek,
şunları ilâve eder: "Bir kaç meydan muharebesi kaybetmiş bulunan Grandük
Piikola'nın durumu Eylül'ün ilk üç haftasında son derece kritikti. Ağabeyi Çar
Alkesandr bile cepheye ue Pieune önlerine gelmiş, askerini leşçi ediyor idi.
Petersburg'da anarşistler, Rusya'nın şerefinin mahDolduğundan bahsedip hükümete
karşı ha rekete geçmişlerdi. Ancak yukarıda belirttiğimiz gibi Mehmed Ali
Paşa, bu müsait ortamdan zaferi çekip çıkaracak adam değildi. Osman Paşanın
askerlik dehasından mahrumdu, üstün düşman kuvvetlerine karşı başarı kazanması
kazansa bile bundan netice isithsat etmesi mümkün olmadı.'1 Demektedir. Gönül
isterdi ki bu değerli eserler sahibi tarihçi T.Yılmaz Öztuna hemen buraya Süleyman
Paşaya bana katıl emrini yerine getirmemesinide buraya ilâve ederek bu kanaati
serdet-şeydi yoksa Mehmed Ali Paşanın ard arda kazandığı dört meydan savaşını
hiç mesabesinde gören bu yaklaşımın izahı yoktur. Mehmed Ali Paşa yardıma
çağırdığı Süleyman Paşanın ihanet sayılacak gelme meyiştyle 21/Eylül'de
Çakırköy Meydan muharebesinde Ruslar karşısında mağlub olmaktan kurtulamadı.
Müşir Mehmed Ali Paşanın bu mağlubiyeti başkumandanlığının sonu oldu ve
hasretle beklediği bu göreve Süleyman Hüsnü Paşa 28/Eylül/1877'de getirildi.
Yine sayın Öztuna Bey'in, iki kumandanı değerlendiren şu kısa ifadesini
alıntılayalım: "..Mehmed Ati Paşanın kumandanlığı 2 ay, 12 gün deuam etmişti. Süleyman Paşanın Mehmed
Ati Paşa da olmıyan cesaret,daha doğrusu atılganlık cür'et ve enerjisi
beğeniliyordu.."
Bu arada da,l l/Eylül/1877'de Gazi Osman Paşa 3.Plevne zaferini
kazanıyordu. Bu seferinde Ruslar şaşkın, bütün ihtiyat kuvvetlerini buraya
yığarak işe kalkışırken, başşehirlerinden Çar'ın koruma birliklerinide
getirmişler mevcuda ilâveten altı adet Rus tümeni Plevne önüne konmuş ellibin
kişilik Romanya ordusuna ihtiyaçlarını Çar, Prens Karol'a Türkler bizi
mahvediyor! Yetiş yoksa hristiyanlık dâvasını kaybediyor şeklinde telgrafla
bildirmiş oluyordu. Asırlardır, Osmanlı tabi-yetine bağlı olarak hayat süren
Romanya ve bunun temsilcisi Prens, 3 piyade ve de 1 süvari tümenleriyle
istenilen İmdada geldi. Çar, ordusunun idaresini ve Plevne savaşının kumandanlığını
Karol'a bıraktı. Çeyrek asır önce Osmanlı-Rus savaşının başka bir adı olan
Kırım Muharebesinde Sivastopol'ün meşhur tahkimatını yapan general Totleben bu
ordunun kurmaybaşkanlığını üsttendi. Romanya bu yardımı canla başla yapmaya
neden ihtiyaç duyuyordu derseniz? Herhalde Rus vaadi'nin bunları bağımsız, bir
krallık dev leti kılma olduğunu hemen çıkarmak kabildir. Demekki bizim
siyasilerimize düşen o sırada bir murâ hhas göndererek, bağımsızlığınızı
vereceğiz, Ruslara karşı oeraber olalım demek olmalıydı. Hemen ifade edeyimki,
Abdülhamid Hân'ın ve devrinin anlatiminin bitimine, okuma parçası olarak
koyacağımız, yazıldı-ğı 1910'dan sonra ilk defa Osmanlıcadan sadeleştirilmiş
lâti-nize edilmiş Niçin Mağlup Olduk? adlı eserden bazı seçmeler koyarak bu
hususda siz okurlarımızı tenvir etmeye çalışacağız.
'
Plevne Nasıl Düştü?
10/Aralık/1877'de her savunma savaşının başına gelen gibi
Plevne'de akıbetini yaşama hususunda kaderini gördü. Takviye alamayan muhasara
altında kalan bir müdafii sonunda kaybetmeğe mahkûmdur, üstelik muhasaracılar
habî-re takviye alıyor ise, misâl olmak üzere; İstanbul fethini yapan ordumuz,
donanmamız hem Karadeniz üstünden hem de Marmara üzerinden ve Edirne
istikametinden vede Bursa, Yalova, Karamürsel ve Koca eli istikametinden
Üsküdar'a kadar uzanan arazide mevcudiyeti kesin olduğundan asla bir takviyeye
mâlik olmayan Bizans sonunda teslim olmaya-cakda, şehirle beraber buharlaşıp
gayb illerine mi firar edecekti. Siz; bakmayın târihimizde bir binek taşı
kadar büyüklükte pırlanta parlaklığında zafer kazanan Kanije Müdafaasına ve
onun seksenyedi yaşındaki kumandanı Tiryaki Hasan Paşaya.. Bu muvaffakiyeti
üzerine vezirliğe yüksel tildiğinde ağlamaya başlamış ve niçin ağlarsın Paşa
Baba dediklerinde, evlâdlar ben ağlamayayım da kim ağlasın koskoca dev-let-i
âliyye bizim gibi çoluk çocuğu vezir yapmaya başladı diyecek kadar mütevazı bir
insandı. Zafer insanı mağrur yapar, ama adamlık o zaferin oyuna gelmemektedir
ve asıl zafer kendine yanaşmakta olan 'gururu kovabilmeyi becermektir.
Tiryaki Hasan Paşa böyle biriydi ve doksanlık Kuyucu Murad Paşanın emrinde
olarak Anadoludaki isyan hareketlerini tenkile bu zafer sonrasında gitmekten
imtina etmemiştir.
Gazi Osman Paşa yardımların gelemeyeceğini, vazifeyi üstün bir
başarı ile gerçekleştirmenin verdiği kuvve-i mâneviye ile bir huruç, yâni
savunma alanından çıkarak etrafını saran çenberi kırıp geçme böylece bir çıkış
yolu aramaktı, o kadar büyük taktisyen bir kumandanın yardım gelmediği takdirde
savunma savaşının zafere inkılabının olamaya cağını bilmesi kadar tabii bir
şey olamazdı. Nitekim; bu huruç harekâtında Paşanın üzerinde bulunduğu ata
kurşun isabet etmiş at yıkıldığı gibi muhtemelen aynı mermi Gazi Osman Paşanın
sol dizinden yaralanmasına sebeb olmuştu.
Bu vaziyet karşısında Gazi Osman Paşa istişarelerini yaptı ve
erkân-ı harb reisi Mirliva Tevfik
Paşaya, Ruslar ile teslim şartlarını konuşması emrini verdi. Rus general
Sturukof Tevfik Paşa ile beraber Gazi Osman Paşanın yanına geldiğinde Paşanın
yaralı ayağının pansumanı yapılıyordu. Gazi Paşa; Sturukof 'a yer gösterdi
oturması için general kendinden yüksek rütbeli Gazi Osman Paşa karşısında
ayakta durmayı bir hürmet ifadesi olarak tercih etti. Fransızca olarak
müka-leme yapmakta olduğu zaman general Sturukof, esas duruşa geçerek
konuşmasını yapma nezaketini göstermekteydi. Az sonra bu yere gelen korgeneral
Ganetski, Osman Paşanın kılıcını teslim aldı. Bu olayı duyan Çarın kardeşi
Grandük Ni-kola hemen geldi ve askerlik ve esaret ilkelerine uymayan bir
davranışla Gazi Paşanın kılıcını kendisine iade edip, müdafaadaki başarısını
tebrik etti. Böylece Osman Paşa dünya durdukça anılacak olan Plevn^e
Müdafaasını 4 ay, 23 gün sürdürmüş ve Plevne düştükten sonrada, 93 bozgunu
denen dönem bizm için için başlamış oluyordu.
Beş aya yakın Plevne önlerinde bir avuç Osmanlı askeri ile kaleye
benzer hiç bir yeri kalmayan bu arazi parçasına mıhlanıp kalan 150 bin kişilik
Rus ordusu, bir felâket rüzgârı hâhnde topraklarımız üzerinde uçuşuyorlardı.
Sırplar Ve Karadağlılar
Osmanlı ordusu Ruslar ile böyle bir uğraş verirken 14/AraIıkta
taarruza geçen Sırplar, 26 gün sonra Ocak/10'da 1878'de Niş'e girerlerken,
Karadağlılar ise deniz tarafı üzerin den gelmek suretiyle Bar'ı alıp,
Adriyatikte Dul-cigno limanını ele geçirdiler Arnavutluğun İşkodra etrafında
dolanmaya başladılar. 24/Şubat/1878'de Romanya da Vi-din'e el koymuştu. Buradan
Kuzeybatı Bulgaristan işgalini tamamlayıp, bütün müslüman unsurları muhacerata
tâbi tuttular. Yunan ise, savaş açıyorum haberini bile vermeden Te-selya
ovasına dalıverdi. Serasker kaimakamı Müşir Rauf Paşa ile Süleyman Hüsnü Paşa
arasındaki düşmanlığın ileri safhada olması, Balkanlardaki dağlarda
yapılabilecek savunma şansımızıda ortadan kaldırdı. Ocak/9'da General Radetski,
bizim Veysel Paşanın kolordusunu mağlup etti. İşin fecaati Veyseİ Paşa 280
kişilik subay kadrosuyla ve 12 bin askeriyle düşmana teslim olmuş idi. Veysel
Paşanın kolordusunun kalan kısmı başıbozuk bir halde dağılıp gitti. Süleyman
Paşa ve kuvvetleri Tatarpazarcığı'nda bulunmaktaydı. Buralarda bir savaş
vermeden çekilmeye deavm eden Süleyman Paşa Gü-mülcine'ye ka dar çekildi. Çorap
söküğü gibi gelen işgaller bir musibet yağmuru hâlini almıştı.
General Radetski Meriç nehrini hiç bir müdehaleye mâruz kalmadan
geçerken, 3/Ocak/1877'de Sofya, 8/Ocak'da Kızanlık, 9/Ocak'da Samakov,
14/Ocak'da Eski Zağra'nın güneybatısında Çırpan, Yeni Zağra, 2 gün sonra
Tırnova, 17/Ocak'da Filibe, iki gün sonra Cisr-i Mustafa paşa (Mustafa Paşa
Köprüsü), 20/Ocak Edirne'nin Rusların eline düştüğü bir kara gün oldu. Tuna
üzerinde savunmasını devam ettiren Rusçuk kalmıştı. Müşir Ahmed Eyyüb Paşa,
şehir ha-rab olmasın diye savunma yapmamış Kırklareli'ne çekilrnesiyle birlikte
bu şehirdeki cephaneleri ateşlemiş bu târihi şehrimizin nice güzellikteki anıtları
ve hatıraları mahv olurken, kalanları da, barbar moskof yok edercesine tahrib
eyledi 6/Şubat/1878'de Rus Grandükü Mikola ordugâhını Ayas-tefanos (Yeşilköy)
çayırına kurdurdu. Rumeli cihetindeki bu savaşdan müteveîlid milletimizin
çektiği ızdıraplarm anlaşılması için, Eski Zağra Müftüsü Râci Efendinin,
M.Ertuğrul Düzdağ tarafından lâtin harflerine çevirmiş olduğu ve harikulade
üslubuyla sadeleştirdiği eserden okunması Rus, Bulgar, Yunan, Sırp ve Romanya
velhasıl hristiyanların, müslümanla-ra yaptıkları işkence, soykırımı tüyleriniz
ürpererek vijdanınız sizlıyarak, gözleriniz durmadan yaş akıtarak okursunuz böylece
dedelerimizin, ninelerimizin yetişmişse babalarımıza çektiklerini derhatır
eyleyip, milletimizin bir daha böyle vahim hallere düşmemesi için okumuş ve
insana saygılı, vatanperver, Allah'dan korkar, Peygamberden utanır ve onun
öğütlerini her şeyin üstünde tüten bir toplum inşaasına bakmalıyız ve
istiyorsak su!h-u salah, hazır ol cenge darb-ı meseli bizim kulağımıza küpe
olmalıdır.
Anadolu Cephesi
Meşhur 1293/1877 Osmanlı/Rus muharebesinin Anadolu cephesine dâir
anlatacaklarımıza geçerken "Başımıza Gelenler" Mehmed Arif
Beyefendi'nin yazdığı kıymetli eser M.Ertuğrul Düzdağ Beyefendi tarafından
nefis bir sadeleştirmeyle lâtin harfli neşriyatımıza kazandırılması çeyrek asrı
aştı ve zaman, zaman Osmanlı Târihinin pek elîm ve te'siri büyük bu savaşının
hatıralarını, adı çjeçen eserden okurum. Târihde büyük değişikliklere sebeb
olmuş nice savaşlar vardır, ancak bu savaş Osmanlı İslâm devletinin dünya
yüzündeki hatır-ı sayılır hâlini hayli rahnedar etmiş, büyükçe toprak
kaybı-nada sebeb olduğu gibi', dört asırdır yaşanmamış kesafetde ve sıkıntılı
bir muhacerat yaşanmasına sebebiyet vermiştir hem devamı esnasında hemde
neticesi itibarıyla. Balkanların haritası hiç böyle mühim değişikliğe maruz
kalmamıştı. Bu facia ne kadar çok anlatılırsa anlatılsın yinede bütün kemâla-tı
ile anlatmak nakâbildir, Allah'dan Mehmed Arif Bey merhumun eserinin
1.cildinin 62.sahifesindeki "Mâ iâ yüdrekü küllehu lâyütrüke külluh"
<tamami yapılamayan şey, o se-beb ile terk olunmaz. Elden ne geliyorsa,
kadarı yapıhr> mânasına gelen ifadededen aldığımız cesaretle, mevzubahis
muharebenin Anadolu cephesini nakle geçelim cesaretinide elde ettik.
Gazı Ahmed Muhtar Paşa'nın Ikazı
Yukarıda adı geçen Başımıza Gelenler adlı eserin yazarı Mehmed
Arif Bey merhum diyorlarki: "Gazi Ahmed Muhtar Paşa ile bir gün bu harbin
sebeb olduğu idarî malt ve askeri zararlarımızdan söz ederken Paşa:
<Dersaadet'teki konferans toplandığı sırada ben Hersek taraflarında
Karadağlılarla muharebe etmekteydim. Konferansın tekliflerini deuletin kabul
etmediğini ue konferansın dağılacağını işittim. Devletin politikasına müdehâle
etmek vazifem haricin [eyken, fakat devletin hayrını isteyen bir bendesi
olduğurn için herşeyi göze atarak, o sırada serasker olan Redif Paşa'ya gayet
mühim bir telgraf yazdım. Devletin, Rusya ile muharebeye girmekten çekinmesini
bildirdim. Bu telgrafım hususî meclisde okununca Muhtar Paşa seferberlikten
ürkmüş ve korkmuş olmalı diyerek beni Girid Valiliğine, Süleyman Paşayı da
müşirlikle benim yerime Karadağ kumandanlığına tâyin ettiler. Arası yirmi gün
geçmeksizin Anadolu Harp Ordusu kuman-danlığı vazifesiyle Erzurum'ma
gönderildim.> Demişti" Diyor. Biz burda Gazi Ahmed Muhtar Paşanın
savaşa girilmemesi esbab-ı mûcibesini ifadeye lüzum görmüyoruz. Ancak buda
öncelikle hatırlatmak zorunda olduğumuzu biliyoruz, ,. savasa girmeyin diyen
zât sonunda haklı çıkmakla bera-h karşı olduğu savaşın en kahraman kumandanları
arasında tanınmış, ona göre azim ile vazifeyi de ifa etmiştir.
Simdi; biz Mehmed Arif Bey merhumun adı geçen eserinin 1 cildinin 96. sh.den Muharebeye gidiş sebebim
başlıklı ya-zısından bir alıntı yapalım: "..Fakir; Erzurum vilâyeti
Divân-t Temyiz Mahkemesi başkâtibi olarak bulunuyordum. Bazı dostlarım ve
bilhassa mahkeme reisi bulunan merhum Nafiz Paşa'nın teşvikiyle yerli halktan
iki tabur gönüllü asker teşkil eyledik. Taburların birisi <MMîye> ve
diğeri medreselerdeki tâlebei ulûmdan müteşekkil olduğundan
<İlmiye><di." diyen Mehmed Arif Bey, bu iki taburu ahaliden
topladıkları yardımlar sayesinde tek tip elbiseyle giydirip, muntazam tâlimlerin
sonunda bir kaç ay zarfında her türlü vazifeyi yerine getirebilecek iki taburu
meydana çıkarma şansı bulduklannı kaydeden Mehmed Arif Bey kendisininde Millîye
taburu sağ-kolağası rütbesini hâmil olduğunu beyan ediyor. Bu arada da, Rumeli
cihetinde Osmanlı ordularında savaş hazırlıkları sürerken,bilhassa Tuna Nehri
civarında sıcak savaş inkişaf kaydederken,Erzuru m'un ve Kars'ın zahiresini
külliyetli miktarda satın alan Rusların ticari hayata hareketlilik getirirken
onlarla savaş halinde olduğumuz vali olan Samih Pa-sann aklına hiç düşmemişti.Daha
sonraları ilâç gibi arayacağımız zahirenin Ruslara satıldığını haber alan
Dersaadet,yolladığı emir ile bilhassa Rusya'ya zahire satışını yasaklamış
idi.Tabii bu hususda teemmül etmeyen ve haylice zahirenin Ruslara satılmış
olması,Samih Paşa'nın Erzurum Valiliğinin sonunu getirdiği görülüyor.Daha sonra
Samih Paşa Girid'e vali olarak gönderilmiştir.Şeklinde bizleri bilgilendiren
Mehmed Arif Bey,merhumun güzel kaleminden Gazi Ahmed Muhtar Paşa hazretlerinin
Erzurum'a gelmesini şöyle naklediyor:
"Muhtar Paşa l/Nisan günü Erzurum'a geldi.Karşıtamak için hep
beraber şehrin dışına çıkıldı ğında bizim Millîye taburunu da
götürmüştük.Askerce karşılama merasimi ue selâm ifâ olunduk dan sonra şehre
dönüldü. (.)fakir de taburumuzun zabitlerini huzuruna götürmüş idim.Memnun
oldu.Öğüt verici bir konuşma yaparak zabitlere askerlik vazifesinin ne
olduğunu anlattı.Bütün zabitlerle birlikte odadan çıkarken beni arkamdan
çağırttı. Çünkü iki sene evvel vali ue yine or- du müşiri olarak Erzurum'da
bulunduğu sırada fakiri tanımış tardı. Buy urdular ki:<Pekâla!Bu
askerliğinize diyecek yok.Ama şu kılcı bıraksanız ve yine kalemi elinize
alsa-nızda birlikte sahici bir harbin icraasında bulunsak, fiilen bir askerî
vazife ifa eylesek daha iyi olmazmı? Teşkil ettiğiniz asker oyuncak gibi süslü
ve sevimli şeylerdir, ama aslında bir gösterişten ibarettir. Harp sırasında
bunlar hiç bir işe yaramaz. Allah muvazzaf ve muntazam askerlermizin
eksikliğini göstermesin. Siz yine arkadaşlarınıza bir şey söylemeyiniz, onlar
işlerine devam ededursunlaı: Siz hemen kıyafetinizi değiştiriniz, buraya
geliniz. Zira yazılacak pek çok şeyimiz var.> Diyen Mehmed Arif Bey, bu
istek üzerine taburu 4.ordu jurnal kalem başkâtibi adaşına bırakır ve ayrıca
vali durumu içinde olan Kurt İsmail Paşaya vaziyeti bildirdikten sonra Ah-med
Muhtar Paşa'nın yanına katılır. Mesai başlar ve Paşa, Ik iş olarak hudut
arazisini de içine alan en büyük haritayı tetkik etmek istediğinden yanma
ister. Erkân-ı harplerin cevabı ise; meşhur Alman Kibert'in coğrafyasından
kopya edilerek büyütülmüş bir kaç tane olup maksadı temin edermi bilemeyiz
olur. Evet senelerdir imârına gayretle çalışılan bölgenin doğru dürüst bir
haritası olmaması ne büyük eksikliktir diye hayıflanan Mehmed Arif Bey, çok
mühim ve bilinmesi gere-bir bilgiyi adı geçen eserinin 100. sahifesinde şu
ifadeyle . uiaştırıyor: ".Erzurum, Kars, Ardahan istihkamları yapılırken
yâni muharebeden beş-on sene evvel bile oralarda birçok erkân-ı harp ümera ve
zabıtanı bulunuyordu. Bunla-nn içinden Kütahyalı Akif Bey gibi bazı gayretli
zatlar <boş kaldığımız vakitlerde Rus hududunu gezelim ue mufassal bir
haritasını çıkaralım> teklifini o zaman istihkâm komisyonu reisi bulunan
Fosfor Mustafa Paşa'ya arzetüler ue izin istediler. Lâkin Fosfor hazretleri
<arnan aman Allah aşkına böyle şeyleri karıştırmayınız. Nenize lâzım sız
işinize bakınız> ceua-bıyla bu adamların teklifini redetti."
Şeklinde vaziyeti bizlere aktardıktan sonrada, şu mütalaayı
yapıyor ki bir örnektir, aynı bu günde olu yor, böyle giderse yarın da devam
edecektir: "İşte efendim; çok derin düşünenlerimiz böyledir. Pek derinine
gitmeyenlerde yukarıda zahire meselesinde hâli gösterilen Sâmih Paşa gibidir.
İkisi ortasını bulmak pek güç uesselâm."
Durum Tesbiti
Harita meselesinden sonra Paşa'nın görev dağılımını tetkike
aldığı görülür ve bunların Kars, Ardahan ve Doğu Bayezid merkezli kumandanların
isim listesini emrettiği görüiür. Bu arada da her komutan emrinde kaç tabur
asker, taburların adları, mevcudun redifi (yedek), ne kadarı nizamiye askeridir.
Top sayısı, topların cinsleri, seyyar top sayısı, mühimmat ve erzak ile lâzım
gelen diğer ihtiyaç nereden nasıl temin olunacağı, top çeken katırlar, süvari
alayları ve bunların hayvanları hakkında bütün bilgilerin rapor haline
getirilmesi ve ulaştırılması yapıldı Ardahan istihkâmı haricinde Ferik Kasap
Hüseyin Paşa komutasında, on tabur piyade ve iki batarya seyyar top; Kars'da
Ferik Hüseyin Hami Paşa kumandasında otuzdokuz tabur piyade ve altı batarya
seyyar top; Karakli-se'de Tatlıoğlu Mehmed Paşa komutasında oniki tabur piyade
ve iki batarya top, ayrıca iki tabur Bayezid'de, dört tabur da Van cihetinde
olduğu, Mirliva Şahin Paşa kumandasındaki altı taburun, Erzurum ile Kars
arasında bulunan Pasinler ilçesinin Horasan ve Karaurgan köylerinde oldukları
görülmüştür. Görülen kuvveti şöyle yeküne tutmak kabil: 65 tabur piyade,
altmış kıta tam teçhizat seyyar top ve sayıları 600'er neferden mü-rekkep üç
alayı meydana getiren nizamiye süvarisi olup aslında 4 alay süvari
bulunmaktaydı fakat savaşın ilanının hemen ertesinde hudut boylarında olan
2.süvari alayının tamamı esir olmuştu. Bütün bu çalışmaların neticesinde
Ahmed Muhtar Paşa kadrosunu tesbit etmiş hususiyetlerini gözönüne almak
suretiyle de talimatlarını göndermeye başlamıştı. Şüphesizki bu arada da
İstanbul'a verilen bir ta-lebnâme de levazimat ve bilhassa toplar için hayvan
takviyesi gerektiği bildirildi.
Seraskerin Telgrafı
Bunlar olup, biterken makaım-ı seraskerî'den Müşir Muhtar Paşa'ya
gelen telde,meâlen şunlar yazılı idi: "Londra protokolünün reddi cihetine
gidileceğinden Rusya'nın sınırı her an geçmesi mümkündür. Gafil olunmaması
dikkat ve teyakkuzda olunuz."tavsiyesi bulunuyordu.
Bütün bunların peşinden Öztuna Bey'in "Büyük Türkiye
Târihi" adlı eserinin 7. cildinin 155. sahifesi şu satırlarla anlatmaya
başlar 93 Harbinin Anadolu cephesini: "Tuna (Rumeli) cephesinde savaşın
seyri bu şekli takip ederken, ikinci fakat daha az ehemmiyetli Kafkas (Anadolu)
cephesinde mühim hareketler oldu. Sauaş patladığı zaman 90 bin Türk askeri ve
97 sahra topu vardı (kale topları hâriç) Başkuman-
, Müşir Katırcıoğtu Ahmed Muhtar Paşa idi. Genç çok ka-biliuetli
bir askerdi. Müşir Derviş Paşa, bir kolordu ile Ba~ tum'da idi. Erzurum Kalesi,
Erzurum valisi Müşir Kur d İsmail Paşanın emrine verilmişti. Doğu cephesindeki
bu üç müşir arasındaki geçimsizlik de şiddetliydi." Kuvvetlerimizin karşısında
bu cephede ermeni asıllı Melikof adlı generalin emrinde 125 bin asker ile 189
top bulunduğunuda ifade eden Öztuna Bey, gerek Rumeli cihetindeki, gereksede
Şark ordu-muzdaki paşalar geçimsizliğine işaret etmekle büyük bir cesaret
göstermiştir. Hakikaten bu hakikat Osmanlı silahlı kuvvetleri içinde tesbit
ettiğime göre, Murad-ı Hüdavendigâr zamanında Lala Şahin Paşa'nın, Hacı
İlbeyi, meşhur Sırp sındığında, Meriç kenarında onbin kişilik kuvvetle yüzbin
kişilik haçlı ordusunu iki saatte tarumar etmesini çekememezliği ile
başlamıştır. Rivayet oldur ki Lala Şahin Paşa, Hacı İlbey'in yanına yerleştirdiği
bir hizmetçinin eliyle zehirletmiştir. Bel-kide, bu reka bet ebediyete kadar
devam edecektir. Doğrusu Öztuna Bey'in, dikkat çektiği husus mühimdir ve zâten
bu husus da Rumeli cephesinde Süleyman Hüsnü Paşa'nın, Mehmed Ali Paşa'nın
yardımına gitmemiş olmasıda pek bariz ispattandır.
Ferik Fâzıl Paşa bir filomuzla naklettiği bir tümen askerle
Sohum'a çıkarma yaptı Gürcistan'ın Şimal-igarbına yapılan bu hareket Rus
askerini bu tümenin karşısında durmaya mecbur kıldı. 25/Ağustos/ 1677'de
Katırcıoğlu Ahmed Muhtar Paşa Ruslar karşısında Gedikler meydan muharebesini
muvaffakiyetle bitirdi. Bu zaferin ehemmiyetini idrak eden oultan 2.Abdülhamid
han ve Yıldız özel karargâhı mensupları, zaferin ehemmiyetinin ve teşvik
babında olmak üzere Ka~ tırcıoğlu Paşa'ya Gâzi'lik unvanı tevcihinde hem fikir
oldu ve Paşaya vaziyet bildirildi.
Bu Gazilik tevdii, Gazi Osman Paşa'nınkine çok az bir zaman
dilimiyle evveldir ki, bu da ibraz edilen kahramanlıkların taltifi karan
alınmış olduğunu da gösterir. Takvimler 4/Ekim/1877'y' gösterirken Muhtar Paşa,
Rusları bir de Yah-niler'de muhteşem bir zaferle mağlup edince, garb'da Gazi
Osman Paşa, Şark'da da Gazi Ahmed Muhtar Paşa gibi iki büyük kumandan, askerlik
harp târihinin iki büyük rüknü olarak adlarını askeri literatüre geçirmiş
oluyorlardı. Bu savaşta Ruslar 75 bin mevcuda sahipken, Orduy-u hümayun ise
yarı nisbette olmak üzere 34 bin mevcuda sahipti. Rusların kaybı onbin kişiyi
bulurken, azdan az gider, çoktan çok hesabı burda da kendini gösterdi ve bizim
kaybımız 2400 civarında oldu.
Talih Dönüyor!
15/Ekim/1877'de Alacadağ meydan muharebesi Rusların lehine inkişaf
eden bir savaş oldu. Mücadele esnasında Ferik Ömer ve Hacı Raşid Paşalar 6 bin
askeriyle birlikte esir düştüklerinden, düşman elindeki bu rehinelerin hayatını
tehlikeye sokmamak için çekilme yolunu tercih eden Gazi Ahmed Muhtar Paşa
mağlup bir ordu değil adetâ çekilme nasıl olur? Nasıl muntazam bir şekilde tek
bir mermiyi bile düşmana kaptırmadan, eratın burnunu kanatmadan ricat edilir
örneğini gösterdi ve avrupah erkân-ı harpler bu çekilişin taktik ve
varyasyonlarını senelerce askerî mekteplerindeki derslerde ya- sanan misâller
bahsinde tetkik ve münakaşa ettiler. Yirmi gün süren muntazam çekiliş sona
erdiğinde 4/Kasım günü Erzurum'a gelindi. 14 gün sonra da Kars şehrimiz Rusların
eline düştü. Talih dönmüş, şark illerimiz çorap söküğü gibi elden çıkıyordu.
Rusları Kars ile Erzurum arasında durdurma çabaları başlamıştıki,
İstanbul'dan" Sultan Hamid'in çağrısı geldi. İstanbul savunması için
teşrif ediniz.
Ahmak, gafil ve hâinler bir araya gelerek devlet-i âliyye'yi r
tarafı ateş alan bir yangın yerine çevir mislerdi. Artık göklerdi, pneclis-i
mebusan da atılan nutuklar zafer kazan-ava yetmiyordu. Bu arada sunuda
hatırlatalımki, doğu bollerinde o devrin nâdir insanlarından Şeyh übeydullah
Efendi adlı bir Nakşi Şeyhi, savaşın çıkmasından az önce Sultan Hamid'e
gönderdiği bir mektupda savaş çıktığı takdirde cephede kendisine onbin
müridiyle birlikte gelip savaşacağı bir mevzi ayrılmasını bildirmişdi, ki
nitekim savaş çıktığında padişah bu talebi Katırcıoğlu Ahmed Muhtar Paşa'ya
bildirmiş on bin kişilik muavenetin önemini idrâk eden kumandan paşa böyle bir
mevzii tahsis edersede, Allah'dan hemen cepheye intikal eden Şeyhefendi, ne
varki yanında vaad ettiği mikdann onda biri kadar sayıyla isbat-ı vücûd eder.
Müşir Paşa, onbin kişilik yer tahsis etmiştik diye sitemli söz dokundurunca da
aldığı cevap, tasavvuf târihine geçecek kadar mühim ve o nisbette dâima hatırda
tutulması gerektiren evsaftadır. <Müridlerimiu onda dokuzu, beni tekke'de
seviyorlarmış> demek suretiyle 2.Murad dönemindeki Hacı Bayram Veli
Hazretlerinin, <benim birbuçuk müridim vardır. Diğerlerinden vergi alına>
şeklinde gönderdiği habere benzer bir cevap olarak kabul edilmelidir ki şâyan-ı
ibrettir.
Edirne Mütarekesi
2.Abdülhamid hân cennetmekân, devletin başında dolaşan me'şum
havanın artık doğrudan kendi mü dehalesine ihityacı olduğunu eş ve dostun vede
düşmanın gördüğünü sergiledikten sonra bataklıkları kurutma ameliyesine başlamak
için önce bir mütareke, daha sonra da sulh müzakerelerine girişip İstanbul'u
kurtarmak bir sükûnet denizi temin etmek, hızla terakki eden dünyanın sanayii,
ticari ve İç timai ayatına uydurabilmek için gereken atılımları yapmak, icâb
eden mektep ve müesseseleri kurarak devletin âtî'sinî yâni geleceğini
hazırlamak mesuliyetini boynuna borç olarak kabullendiğinden, nefsini,
tasavvuf tâbiri olan <ar ve namus şişesini kırarak> İngiltere Kraliçesi
majesteleri Wiktorya'ya mütareke ve sulh içinde yaşamak, bunu teminde müzaheretlerini
istemek mahviyetini gösterdi. Majesteleri bu müracaatı şüphesizki insanî bir
değer olarak değil, İngilterenin ne menfaati olabilir zaviyesinden mutlaka
görüştüğü müşavir ve kabine ile birlikte İttihaz edip, Rus Çar'ina mektup
yazmış olduğunu söyleyebiliriz. Rusların da, bu bir çocuğun doğabileceği zaman
dilimi kadar imtidat eden yâni 9 ay, 7 gün süren savaştan sonra şiddetle
mütarekeye ihtiyacı vardı. Ancak gâlib durumda olmalarını göz önüne alıp,
mağlubun yakında müracaat edeceğini müthiş bir iştiyakla bekliyorlardı.
Krafi-çe'nin kaleme aldığı tavassut, onların takla atacağı bir müjdeydi. Biz
tükenmiş, onlar ise bitmişti. Aslında bu savaşında gerçek galibi silah sanayii
patronu yahudi sermayesi olduğu
0 günün değil amma bu günün pek isabetli bir tesbitidir.
Mütarekeyi 19/Ocak/1878'de İstediğimizde, Server Paşa
'hariciye nazırlığında 2.dönemini yaşıyor Müşir Nâmık Paşa ise
asker murahhas olarak Kızanlık'da bulunan Grandük Ni-kola'ya gittiler ve mü
tareke 31/Ocak/1878'de ancak imzalanabildi. Savaş kabinesi sadrıazamı İbrahim
Ethem Paşa
1 l/Ocak/1878'de azledilirken, Melek Ahmed Paşazadelerden Ahmed
Hamdı Paşa sadarete getirildi ve
haylice lisan bilen ibrahim Ethem Paşa Viyana b.elçiliği ile görevlendirildi.
Rivayet oldur ki eski sadrıazamın yerine gelen yeni sadrı-azam 24 gün sadarette
kalabildi ve 4/Şubat'da azledildildi. Birse
ferde başvekil unvanıyla sadareti Ahmed Vefik Paşa aldı. yedi lisân
bilen Vefik Paşa meclis-i mebusan riyasetini sürdürüiken başvekil yapılması bir
şeye gebe idi. Nitekim çok geçmedi mal meydana çıkıverdi! 13/Şubat/1878 târihi rlrıazam başvekillik
ismini ısındıramadan padişah meclis-i ebu sanı yayımladığı bir irade-i
seniyyeyi heyeti vükelâda kat>ul ettirerek meclisi çok uzun bir tatile havale
etti. Fiilen kapanan meclis, kâğıt üzerinde tatilde olup, her sene salnamelerde
ayan üyelerinin adları ilk sayfada yer alıyordu. Sadece mebuslar görevlerini
kaybetmişlerdi. Meclis-İ Mebusan 1 yıl, 1 ay. 21 gün açık kalmıştı, üstelik
Anayasa'da fesh edilmemişti.
Büyük Tatil Hakkında Mütalaa
Abdülhamid Han cennetmekân hatıratında şu mealde bir beyanda
bulunur. Bir takım kimseler meclisi açmış olmamızdan dolayı beni Mikado
yapacağından söz ediyor. Halbuki !>u sağlıklı bir söz değildir. Çünkü; Mikado
Japon imparatorunun lakabı olup, onlar tek bir ulustur. Halbuki bizcle bir çok
kavimin bulunduğu gibi, başka başka dinlerden olanlar, hâttâ ic işleirnde
müstakil, hârici meselelerde bize merbut prenslikler vardır. Böyle bir
toplulukta teklik kabil değildi der.
Nitekim Alman birliğini kuran ve Alman devlet adamlarının en
büyüklerinden olan Prens Bismark, Müşir Ali Nizamî Paşaya şunları söylemiştir:
"Bir devlet millet-l uâhideden mürekkep olmadıkça parlamentosunun
faidesinden çok zarar verdiği görülür." Bu ifadeye hak vermek için başka
söze hacet yoktur ki birinci delil, Bismark'ın ifade etmesi, diğeri de
meclis-i mebusanda gayrimüslim ve gayri Türklerin konuşmalarının savaşı
arzular tarzı mağlubiyet hâlinde bağımsızlık koridorunun açılacağını hesap
etmeleridir. Osmanlı döneminde azınlıklar tahsil bakmından kendilerini hiç
ihmâl etmemekte olup, dünya'yı takibe yeterli insan sayısı hayli fazla
o|duğundan, klişenin müslümanlann elinden kurtulma hususundaki te! kinlerinin
asırlarca bıkmadan sürdürmesi, devlet-ı alıyenin zayıflamaya yüz tuttuğu asırda
kendini göstermeye başlamış, milliyetçi ve hristiyan dindarların
entellektüelleri bağımsızlığa giden yola ışık düşürmeye başlamışlardır. Akla
hemen bir sual gelmektedirki o da şudur: Sultan Hamid, pek kötü şartlarda bir
sulh imzalayacağını o yüksek zekâsıyla ve derin târih bilgisiyle tahmin
etmekteydi ne-den sulhu İmzaladıktan sonra bu suçu meclise yükleyerek
kapatmadı?
Biz de deriz ki; o meclisin yıkılışı arzu eden azınlıkların
mebusları yine yapacağı hamasî hitabelerle bizim mebusların bazılarını
kendilerine celb edip, sulhu ret ederler yeniden savaşa girişilir ve bu sefer
karşılarında duracak vaziyetimizde kalmazdı. Padişah; bu bakımdan meclisin
kendi hareket alanını daraltacağımda bildiğinden kendi önündeki bu engeli önce
kaldırıp meseleleri ihanet erbabının eline ve mütalaasına bırakmayayım diye
düşünmüş olması tabiidir. Hoş Öztuna Bey; Ruslar, İstanbul'a giremezlerdi diyor
amma, bunların yâni Rusların Yeşilköy'e yaptıkları baktıkça Osmanlının kahrolduğu
anıtı yıkmak için otuz küsur seneden ziyade beklemek mecburiyetinde kaldığını
tahattur edersek, çekingenliğimizin derecesini pekâla anlayabiliriz. Hâttâ o
anıtı yıkmak o kadar mühim bir onur meselesi yapılmışki, yıkılış Fuad Clzkı-nay
adlı bir subayımız tarafından filme alınmış ve ilk Türk filmi olarakda kabul
edilmiştir.
Sultan Hamid Safvet Paşa ile Sadullah Paşa'ya Ayastefa-nos yâni
Yeşilköy'de ne yapın yapın bir sul hu imzalayın diye talimat üstüne talimat
yollamaktaydı. Osmanlı murahhasları sonunda o güne kadar asla imzalamadığı
fecaatdeki bu belgeyi imzalarken göz yaşlarını tutamamışlar ve bu hâl bir fotoğraf
ile tesbit edilmişti. Daha sonraları bu fotoğrafa Abanoz ağacından ince
marangozluk sanatının ustalığı ile bir resim çerçevesi yapıp fotoğrafı içine
yerleştirmiş, çalışma masasının üstüne koymuş sık sık gözleri nemlenerek bu
resme bakmaktan kendini alamamıştır.
Rusya adına antlaşmayı imzalayanlarıda yazmak suretiyle bin
görevini yerine getirmeye çalışalım. General İgnatief b'r Panslavist olup, bu
cereyanın en ileri gelenlerinden biriy-H' Helidof ise o da başka bir belâ idi.
Bu antlaşma 29 maddeden ibaret olup, büyük bir oyalama politikasını sağlayan
Sultan Hamid sayesinde uygulanmamış dört buçuk ay sonra Berlin'de yapılan ve bu
şehrin adını alan antlaşma ile Ayas-tefanos bertaraf edilmişti. Bu antlaşmaya
göre Bulgaristan, Makedonya, Batı Trakya ve Kırklareli'nin yeni sahibi olacak,
Romanya ise Dobruca'yı alacak, Niş ise Sırbistan'a bırakılacak, Karadağ'da
irileşecekti. Bu üç prensliğin artık bağımsız-lığı gerçekleşecekti. Batum,
Kars, Ardahan ve Doğubeyazıd Ruslara bırakılacaktı. Berlin de bu mesele
hafifletilmiş idi. Rusya tazminat bedelinin bir bölümünü donanmamızın en yeni
altı gemisinin kendilerine terkiyle tahsil etmek istediler-sede, yaşadığı
müddetçe böyle bir maddenin bulunduğu hiç bir antlaşmayı imzalamyacağını
Grandük Nikola'ya bildirdiğinde bu katiyyet karşısında Ruslar vazgeçme
cihetine gittiler. 3/Mart/1878'de imzalanan Ayastefanos, 13/Tem-muz/1878'de
hükümsüzleşiyordu.
Ali Süâvi Olayı
Sarıklı ihtilalci diye de anılan Ali Suavi Bey, çok cerbezeli, bir
kaç lisan bilen ve izdivacını bir İngiliz bayanla yapmış ve bu bayanın
intelejans servisin ajanı olduğu pek kuvvetli rivayettendir. Mektebi Sultanîde
denilen Galatasaray Lisesi müdürlüğünü ifa etmiş bir kimsedir. Kavgacı mizacı
kimseyle geçinememesine sebeb teşkil eden bir şahıs olduğu herkes tarafından
teslim olunur. Bu adamın, şuuru düzeldiği bildirilen 5.Murad'ı yeniden tahta
çıkarmak için 20/Mayıs/1878'de gün ortasında kıyam etmiş ve bir saltanat
darbesine teşebbüs etmiştir. Tahta çıkarmaya çalıştığı eski padişah bile o günler de, Yeşilköy'de bulunan
Moskof'un, milletin başına bir belâ olduğunun idrâki içinde keder dîdeyken bu
nereden programlandığı bilinmeyen siyasî meczup bitmesi imzalanacak sulha
bağlı olan savaşın gerçek mağdurlarını teşkil eden Rumeli muhacirlerinden bir
kaç yüz kişiyi etrafında toplamış uğursuz teşebbüsüne atılmıştır. Atılmasına
atılmıştırda, Yedi/Sekiz Hacı Hasan Paşa'nın ünlü sopası kafasına İndiğinde
hayatla ilişiği daha 39 yaşındayken kesilmiş oldu. Amma bir takım insanların
yaptıklarını hiç hesaplamadan bir takım kimselerin başını derde sokmaya
haksızca sebebiyet verdiği gibi Ali Suâvi'de bu teşebbüsüyle, Sultan Hamid'de
var olan vehim hasletini öyle bir harekete geçirdi ki, Osmanlı milleti değil
amma Osmanlı münevverleri, devlet ricali ve asil ailelere mensup, paşazade,
şeyh zadeler gibi kimseler dâima diken üzerinde bir otuz yıl geçirmek
mecburiyetinde kalmışlardır. Sultan Abdülaziz'in cinayetle biten hâl şeklini
yaşamış, biraderi 5.Murad'm sağlık nedeniylede olsa hâttâ yerine kendi bile
geçirilmesine rağmen bu durumu sevememiş, dâima tahttan indirilme korkusunu, bu
Ali Suavi olayı Abdülha-mid'e yaşatmıştır.
Teşebbüsün bastırılmasından sonra Abdülhamid Han,derhal bir
tasfiyeye girişmiş ve en yakınından başladığı tasfiyede mabeyn müşiri Said
Paşa ile sadrıazam Sadık Paşa'yı değiştirmiş,yerlerine mabeyine Gazi Osman
Paşa'yı, makam-ı sadaretede Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa'yı 5. sadnazamlı-ğına
getirdi. İkisi de birbirine itimat etmemekteyseierde, padişah varsa bir
organizasyonu bozmanın değişiklikten geçtiğinin şuuru içinde kanı ısınmasada,
Mütercim Paşa'yı mühre kavuşturdu. Ne varki doğrusuda budur ki bu kadar
isteksiz bir iş ancak bir hafta sürdü, Rüşdü Paşa 7. günü mührü elden kaçırdı.
1882'de Manisa'da vefat eden Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa'nın 5 sadaretinin
toplamı 2 sene, 23 gün sürmüştür. Vefatında 71 yaşının içindeydi. Sultan Hamid
sadrıazamının yerine, Mehmed Es ad Safvet Paşa'yı hâriciye nazırlığı da
uhdesinde olmak üzere makam-ı sadarete getirdi. Böylece mütercim paşanın
sadarete getirilmesi yukarıda dediğimiz gibi varsa bir organizasyonun
bozulmasını te mine çalışan bir tedbir olduğunu hatırlatmaktadır.
Kıbrıs'ın İngiltere'ye İkramı
Muhterem okurlarımız yukarıda Sultan Hamid'in İngiltere Kraliçesi
majesteleri MViktorya'ya sulh te mininde yardımlarını temenni ettiğini
bildirdiğinde biz, majestelerinin bu ricaya müşavir ve kabineyle temas edip,
ingiltere'nin menfaati hakkında şüphesiz bilgi almış olduğunu ve teşebbüsünü
ondan sonra başlatmış olacağını ifade etmiştik. Tâbiiki Kıbrıs'ın gündeme gelen
ikramı meselesi bizim o nazariyemizi doğrular mahiyette kabul edilirse hata
edilmiş olmaz.
Mağlup olduğumuz ve binbir müşkülatla yapmaya muvaffak olduğumuz
sulh sonunda karşımıza çıkmış bulunan tablonun fecaatine avrupa devletleri
bile rıza göstermediler ve bu durumu sezen Abdülhamid han, bu hususda gayri memnun
devletler ile gizli temaslara geçerek, Rusya ile yaptığı antlaşmayı yürürlüğe
sokmamaya, en azından yavaş hareket etmeye koyuldu. Bu arada da süren savaş
boyunca mağlup olmasınada mağlup olduk amma Moskof'uda, hayli mecalsiz,
kıpırdayacak hâli kalma yacak kadar hırpalamıştık. Antlaşma hükümlerinin
uygulamadığımız maddeleri, için fiili savaşa cesaret edecek durumda olmadığıda
aşikârdı. Bizim bu tepeden bakışımıza İngiltere'nin yanımızda göründüğü intibaı
Rusya'da bir frene sebeb olduğu gibi bizden de acaba İngiltere ne gibi bir
mükâfat alacak efkârı padişahı basmıştı. Çünkü ngıltere pek gelişmiş,
denizaşırı müstemlekelerine bir de
Hindistan İmparatoriçesi titri Kraliçe Wiktorya'nın unvanları
arasında yer almıştı. İşte bu milletin politikası Akdeniz'de biraz daha güçlü
olarak bulunmasını temin edecek Kıbrıs Adasını tutmadığı orucun diş kirası
olarak istediğinde, Rus muahedesi esnasında yardımlarını gördüğü İngilizlerin
bu talebini Safvet Paşa İstanbul muahedesiyle şartlı ve geçici olarak
İngiltere'ye bıraktığını belirten bir madde imzalamıştı. Karşılığında alınan
en büyük tâviz Berlin toplantısında Osmanlı yanında Ayastefanos'u asgariye
indirme hususunda yanımızda olacakları vaadini almak olmuştu. Ayrıca; Ruslar
doğuda topraklarımıza işgal hareketi teşebbüsünde bulunursa İngilizler askeri
yardımda bulunacakalarıni vaad ediyorlardı. Öztu-na Bey; Kıbrıs İngilizlerin
idaresinde kaldıkça, İngilizlerin, ülke topraklarımıza tasallut edecek
Rusya'ya karşı yardımcı olacakları maddesi yürürlükte olacak, Ruslar Kars,
Ardahan ve Doğu Bayezid'i bize iade ederlerse, İngilterede Kıbrıs'ı bize iade
edecekti. Bu antlaşmanın tasdiki esnasında Koca Sultan Abdülhamid Hân elindeki
kurşun kalemle, bir hamiş yazmış ve Kıbrıs için, hukuk-u zât-ı şahanemize aid
olarak altmış yıllığına ingiltere Devletine kiraya verilmiştir demek
suretiylede Kıbrıs işinde de, bir tutamak elde etmeye muvaffak olduğunu
belirtmemiz icâb eder.
Berlin Konferansı
Biz ve Rusya'dan başka bu konferansa, İngiltere, Almanya, Fransa,
Avusturya-Macaristan ve İtalya katılmıştı. Daha önce yapılmış avrupa
antlaşmalarının üç tanesi ki, bunlar 1815'de Viyana, 1856 Paris ve 1871 Versay
antlaşmaları-dırki bunlar cidden siyasi bakımdan büyük değişiklikler yaşanmasına
vesile olmuşlardır. Avrupanın,Osmanlı'ya en yakın bölgesi olan Balkanlar'daki
yerlerde devlet-i âlî' yenin tederece tenzil eden Ayastefanos antlaşmasının
hükümlerini ortadan kaldırması hasebiyle yukarıda saydığımız "him
antlaşmalara dördüncü olarak katılması gereken bir tlasma çı karmıştır .Berlin
Konferansı. Almanya'nın Berlin ehrindeki bu konferansın yıldızları, Alman
başvekili Prens Bismark ve Abdülhamid Hân'ın İngilizleri, Ruslar üzerine havli
kışkırtmayı başaran beyanları İngiliz murahhasını Rusları sindiren bir güç
hâline getirmeye yetmişti. 1870'den sonra Almanya, İngiltere'nin hemen
ensesinde olan durumuyla cihanın 2.devleti hâline gelmişti. Bu muahedenin elle
tutulur tarafı, Rusya karşısında menfaat karşılığı olsa da avrupa devletlerinin
ileri gelenleri Osmanlıyı vikayeyi yâni korumayı bırakmamış olmasıydı.
Bu kadar Rus tahriki ve bu tahrike kapılış ve aksiyon sonunda
Osmanlının gölgesinden kurtulamayan prenslikler bir müddet daha hârici
meselelerde zât-ı şahanenin idaresinde kalıyorlardı. Rusya bu antlaşma sonunda
sanki savaşı kay-bedenmiş gibiydi ve şaşkındı. Sultan Hamid politikası Rusya'ya
adetâ avuç yalatıyordu. Çar 2
.Aleksandr'sa büyük prestij kaybediyordu. 13/Haziran/1878'de başlayan oturumlar
20 celse hâlinde cereyan etti 31 gün sürerek 13/Tem-muz/1878'de nihayet bulmuş
idi. 64 maddeden oluşan bu antlaşmayı Osmanlı heye t-i murahhasası başda
Hâriciye nâzın Aleksandr Karatodori Paşa, Müşir Mehmed Ali Paşa ve Sadullah
Paşa takip ve Osrn.anlı adına imzaya yetkili olarak katılmışlardı. Ermenilerin
çok olduğu bölgelerde ve Makedonya'da ıslahatlar yapılması maddesi pek önem
arzediyor-du. Ruslara Ayastefanos antlaşması hasebiyle 245 milyon Osmanlı
altunu harp tazminatı istenmesineki bu günkü paramızla üçkatrilyon, 185
trilyon yapar ki bu meblağıda, Berlin °nferansı bir haylice indirmekte çok
faydalı olmuştur. Berlin sulhuna göre Karadağ, Sırbistan ve Romanya devlet-i
âliye'clen tefrik olunmuş yâni ayrılmıştı ve böylece elli yılda balkanlarda
Yunan dâhil dört bağımsız devletin doğumu gerçekleşmişti. Bunlar din olarak
hristiyan ve mezhep olarak da ortodoks idiler
1293/1878 Harbi Kayıpları
Bizim Osmanlı târihine bakan ve bunun hakkında kanaat izhar eden
zevatın mübalağalarla dolu zem etmelerinin,yanında yine mübalağadan fariğ
olamayan medihçilerin tarzı, târih sevenler ve okurlarını haylice te'siri altına
almaktadır. Bana kalırsa; bundan da bir rekabet doğuyor ve işin ortasını
bulalım'ın düşüncesini takip edenler ortaya çıkıyor böyle-cede, nice meşkûk
meseleler gün ışığına değilse fikri plânda yeni ve daha mutmain edici izaha
kavuşabiliyor.
Bu minvalde 1293/1877 Osmanlı-Rus savaşı neticesi Ayastefanos
Antlaşmasıyla bir statü kazanmış, bilahire Berlin konferansı bu statüyü
değişik bir hâle ve bizim lehimize şevke yardımı herkesin kabul ettiği hâldir.
Bu meyanda biz bu savaş sonucunda zayiatımızı T.Yılmaz Öztuna Beyefendinin;
"Büyük Türkiye Târihi" adlı çalışmasının 7. Cildinin 167.
sahifesinden yapacağımız alıntıyla sayfamızı tezyin edelim efendim. Bu
çalışmanın ciddiyeti, belirttiği hususlar, mübalağacıların yolunu tıkamakta,
müdellel yâni delilli tarihçilik anlayışının bir mahsûlü bulunduğundan
rakamlar ve izahat güvenilirdir.
".Sırbistan,Türkiye'ye vergi vermekten ve tâbi olmaktan
kurtulmakla kalmıyor, Niş sancağımda alıyordu. Bu suretle Doğu Morava boylarına
yerleşen Sırbistan bu çevredeki Türkler'inde Güneye doğru göçlerine sebeb oldu.
Karadağ'da istiklâli tanındıktan başka bir kaç kaza terk ediliyordu. Karadağ,
Bar (İtalyanca Antivari) iskelesini alarak,
nize Adriyatik'e çıkıyordu. Ancak Play nahiyesinde Müs-n
Arnavutlar, silahla Karadağlıları kovdukları için mu-hedenin hükümlerine rağmen
burası Türkiye'de kaldı. Kadaâ(kl bir Sırp Prensliği idi) toprak ve nüfusça bir
mis I.İ büuüyor, 9500 kilometre kareye yaklaşıyordu. Romanya'ya aetince;
Türkiye'den Dobruca sancağım alıyor, fakat Rusya'ya Türkiye'nin 1856 Paris
muahedesiyle Rusya'dan geri aldığı Güney Moldavya'yı (Türkçe:Bucak) iade
ediyordu. Bu bakımdan Berlin muahedesi, Romanya'da son derece kötü karşılanacak
ve bu ülkede Rus düşmanlığının artmasına sebeb olacaktır. Latin aslından olan
Romenler,savaşı kazanması için, bütün güçleriyle Rusya'yı desteklemişler,
Plevne, ancak Romen kuvvetlen geldikten sonra düşürülebilmişti.
1878'de istiklâllerini kazanan Romanya 1881'de Sırbistan, 1882'de
Karadağ ise ancak 1913'de prenslikten krallık derecesine yükselmişlerdir Bu
suretle târihde ilk defa olarak tam bağımsız bir Romen devleti kurulmuş
oluyordu. Ayastefanos muahedesi, Bosna-Hersek'i Türkiye'ye bırakıyordu. Berlin
muahedesi ise, bu ülkeyi Avusturya-Macaristan'ın idaresine veriyordu, ülke gene
hukuken, Türkiye imparatorluğunun bir parçasını teşkil ediyor, fakat
Avusturya-Macaristan tarafından yönetiliyordu. Vilâyetin Türk Valisini
Avusturyalı'lar yıllarca yerinde bırakmaya mecbur oldular. Zira müslüman
Boşnaklar kadar Ortodoks Sırplarda, yıllarca Avusturya'ya karşı silahla karşı
koydular. ^Sırplar, Sırbistan'a katılmak, Boşnaklar Türk idaresinde kalmak
istiyorlardı. Karadağ ile Sırbistan'ın arasına giren Yenipazar Sancağı üzerinde
de Aüusturya-Macaristan'a bazı haklar tanıyordu.
Bosna-Hersek'in Avusturya idaresine verilmesi, Rusya'nın
zlkanlardaki Panslavist siyasetinin iflasını gösteriyordu.
Cermenlik, Balkanlarda da Slavlığa büyük darbe indirmiş uyordu. Bu
târihden sonra Avusturya-Rusya münasebetleri birinci cihan harbine kadar
düzelmedi. (1 .Cihan savaşında düzelme olmadığı gibi, 19'17'ye kadar da rakip
cephelerde karşılıklı sauaştılar m. h)
Tuna ile Balkan dağlan arasında -Romanya'ya bırakılan Dobruca
dışında- merkezi Sofya olmak üzere bir Ortodoks Slav Prensliği, Bulgaristan
devletçiği kuruluyordu. İç işlerinde bağımsız (muhtar) olan bu prenslik,
Türkiye'ye tâbi olacak ve vergi verecekti Balkan dağlarının güneyinde ise, Doğu
Rumeli eyâleti teşekkül ediyordu. Merkezi Filibe olan bu eyâlettede Bulgarlara
geniş haklar tanınıyordu. Türkiye, Sofya'da bir yüksek komiser, Filibe de ise,
Babıâli'nin hristiyan devlet adamları arasından seçtiği bir vali İle temsil
ediliyordu. Bu suretle 1909'da tam bağımsızlık alacak Bulgaristan kuruluyordu.
Doğu Rumelinin sınırlan bu günkü Bulgaristan'ın güney sınırlarından dardı.
Mestanlı, Kırcaali bütün Bulgar Makedonyası, henüz doğrudan doğruya Türk
ida-resindeydi. Karadeniz kıyılarında da bu vilâyetin sınırlan, Burgaz'ın az
güneyinden başlıyordu.
Varna, Bulgaristan'ın ve Burgaz ise Doğu Rumeli vilâyetinin
limanları oluyordu. Bulgar-Sırp sınırı, bu günküne nazaran Bulgarların biraz
lehineydi.
Bu balkan devletçikleri arasında dengeyi sağlayabilmek için,
Yunanistan'ada Teselya sancağı bırakılıyordu, 2.Abdül-hamid, bu maddeyi de
tatbik etmemek için elinden geleni yapmış, fakat bir kaçyıl sonra Tesalya'yı
Yunanistan'a bıra-kıya mecbur olmuştur
Kuzeydoğu Anadolu'da Kars, Artvin ve Ardahan Sancakları ve bu
sırada Batum Kazası Rusya' ya veriliyordu. Ayas-tefanosun Rusya'ya verdiği
Doğubayezid (Bu günkü Ağrı ili) Türkiye'de katıyordu. Bu suretle bu günkü
vilâyetlerimizden Kars ile Artvin, Rusya'ya bırakılıyordu. Ruslar, Batum'u
etneyecek asker bulunduramayacak serbest liman yapacakalardı.kac şaşkın ve
gafil devlet adamının Karadağ'a bir kaza
kmamk İçin göze aldıkları savaşın sonunda yapılan bu "lük
Türk yağmasından tabiatıyla Fransa'nında nasibini
alması lâzımdı O da, Tunus'a göz dikmişti, üç yıl sonra bu Türk
vilâyetini işgal eden Fransa,bu işgalin ortamını, Berlin konferansının
kulisinde sağlamıştı. (Sayın Öztuna İran'ın bu madan yararlandığını yazmayı
zuhulen geçmiş olmalı, biz de bunu hatırlatmış olalım.m.h)
Türkiye'nin kayıpları, bu kayıplar doğrudan doğruya veya
dolaysıyla olsun, şu şekilde özetlenebilir: devlet doğrudan doğruya idaresinde
bulunan Niş Sancağını Sırbistan Vv, Teselya Sancağını Yunanistan'a, bir kaç
kazayı Karadağ'a Kars, Artvin ve Ardahan sancaklarını Rusya'ya, Dobruca
sancağını Romanya'ya bırakıyor bu suretle birkaç kaza ile birlikte 6 sancak,
imparatorluktan ayrılıyordu. -Kendisine tâbi olan Romanya, Sırbistan, Karadağ
Prensliklerinin imparatorluktan ayrılmasına razı oluyordu. Bunların arasında
Tu-nus prensliğini de saymak mümkündür. Bu arada Romanya, Güney Moldavya'yı
Rusya'ya bırakıyordu- Türkiye, çok imtiyazlı bir Bulgaristan prensliği ile az
İmtiyazlı bir Doğu Rumeli vilâyetinin kurulmasına rıza gösterdiği gibi,
Bosna-Hersek vilâyeti (eyâlet,umumî valilik) ile kısmen Yenipazar sancağının
idaresini Avusturya-Macaristan'a Kıbrıs sancağının idaresini
Avusturya-Macaristan'a, Kıbrıs sancağının idaresini de ingiltere'ye
bırakıyordu. Yağmadan İran bile nasibini alıyor, bu devlete de o zamandan beri
İran'da kalan Kolur kazâsı veriliyordu
Osmanlı devletinin hukuken birer parçası olmakta devam eden
Bulgaristan, Doğu Rumeli, Bosna-Hersek,
Yenipazar, daha sonra, fakat 93 harbinin bir neticesi olarak
kaybedilen Tunus hariç tutulursa, Türkiye'nin kesin şekilde
kaybettiği ülkeleri, şu şekilde rakamların belâgati içinde ifade etmek
mümkündür.
Romanya prensliği (Dobruca sancağı ile) 135.156 km.kare,
5.300.000 nüfus (bu nüfus 1875/1878 yıllarındaki durumu göstermektedir, şimdi
aynı topraklarda 16 milyondan fazla insan yaşıyor)
Sırbistan Prensliği (Niş sancağı ile): 45.427km.kare, 1.564.000
nüfus (şimdiki nüfus 6 milyondan fazla)
Karadağ Prensliği(yeni aldığı kazalarla): 9.427km.kare, 180.000
nüfus(bu gün 400.000 kadar)
Teselya:13.488km.kare,340.000 nüfus(bugün 800.000'den fazla)
Rusya'ya Güney Moldavya (Bucak):33.800km.kare, 800.000 nüfus (bu
gün 3 milyondan fazla)
Avrupadaki kesin kayıpların toplamı: 237.298km.kare. 8.184.000
nüfus, (bu gün 26.5 milyon kadar). Buna Asya'da kaybedilen bu günkü Kars ve
Artvin vilâyetlerini eklemek icâb eder. Eğer Bosna-Hersek, Bulgaristan, Tunus,
Kıbrıs gibi dolayısıyla imparatorluğun doğrudan doğruya ida resinden çıkan
yedende katarsak, bütün bu topraklarda bugün yaşayan nüfusun ,bugünkü
Türkiye'nin nüfusunu çok aştığı, 48 milyona yaklaştığı görülür. İşte Midhat,
Mahmud Celâleddİn, Redif İbrahim Edhem Paşalar gibi târihi büyüklükte gafillerin,
kazanacakları zannıyla, imparatorluğu ortasına attıkları meşhur 93 harbinin
neticesi, rakamların belâgati ile budur. Eğer 2.Abdülhamid'in şahsî diplomasisi
olmasaydı, bu kayıplar çok daha büyüyecek ve Ayastefanos şartlan aynen
uygulanacaktı." Diyen değerli tarihçinin bu kesin ve nüfus ile metrekare
olarak tesbitierinin yekününüde biz toplayarak kaydedelim. Toprak kaybımız;
237.298 kmkareyi bulmuş, nüfus ise 8.164.184 kişi ile tesbit edilmiştir.
Küçük Mehmed Saıd Paşa
Her ne kadar Halil Rıfat Paşanın hastalığı döneminde Kadı
Abdurrahman Paşa aynı zamanda kabinede adliye nâzın ola-ak yer aldığından,
sadaretede vekâleten bakıyordu. 2. Ab-dülhamid (1897 harbinin sonunda vermiş
olduğu kaydı ha-vat şartıyla sadrazamım olarak kalacaksınız sözünde ısrarla
durmaktaydı. Halil Rıfat Paşa; padişahı verdiği sözün ağırlığından kurtarmak
niyyetiyle bir kaç defa is'tifasını gönder-mişsede Abdülhamid hân nazik bir
lisanla ret etmiştir. Bu zâtın vefatından sonra sadrıazamlığa vekâlet etmekte
bulunan Kadı Abdurrahman Paşanın sadareti beklenmekteydi. Nitekim Padişah
kendisine sadarete asaleten tâyini hususunda bilgi gönderdiysede, Kadı
Abdurrahman Paşa, vekâleti esnasında yaşamış olduğu hâlin kendisine ilka
ettiği bazı hususlar içinde kalmış olabileceğinden vede büyük bir hukukçu olduğundan
olacakki, bazı şartlar ileri sürerek kabul edebileceğini, aksi takdirde görevi
alamayacağını belirten bir cevap gönderdi.
Padişah gelen cevâbı biraz mütalaa etmek üzere tetkikine aldığı
esnada da, kurenadan birisini, Küçük Mehmed Said Paşaya, sadarete tayine davet
hususunda saraya davet etmek üzere gönderdi. Arada da Kadı Abdurrahman Paşaya
yolladığı bir hatta sadaret teklifini yineledi. Kadı Paşa bu teklifi de
değerlendirmeye almakla vakit kaybederken, Küçük Said Paşa Saray-ı hümayuna
gelmiş, teklifi kabul eylemişti 29/recep/1319- 09/kasım/1901 tarihi Said
Paşanın 20. asrın •kinci sadrazamlığına geliş tarihi olmuş, kendisinin ise
beşinci sadaretinin başlamasına yol açmıştı.
^"han devleti unvanı Avrupa siyasi mahfillerinde hasta arn
olarak tanınmış olsada bütün yollar Romaya çıkar darbi meseli gibi bütün siyasi
hesaplarda Osmanlı devleti şöyle veya böyle kaale alınıyor, dirayetli padişah
2. Abdülhamid hân Bosfor'daki yâni Boğazdaki adam diye anılmakta, yapacağı
siyasi ve ticari manevraları, batı dünyasının krallarından,
hariciyecilerinden, Etual meydanındaki politikacıyı meraktan çıldırtıyordu.
Beşinci defa getiriîdiği sadarette 2. Ab-düihamid'in tecrübeli kafadan olmuştu
Küçük Mehmed Said Paşa.
Biz şimdi bu zâtın biyografisini sayfamıza alarak okurlarımıza ve
gelecek nesillere tanıtmayı amaçlıyoruz: Mehmed Said Paşa 1256/1840 yılında
Erzurum'da dünya'ya geldi. Bu geliş, ikiz bir doğumdu. Takdir-i İlâhi Said adı
verilenin yaşaması, Reşid adı verilenin ise küçük yaşda vefatı şeklinde tecelli
etmiş. Said Paşanın pederleri olan zât iran nezdinde Maslahatgüzarımız olan,
Ankara'nın Sebâzade adıyla maruf ailesindendi. Bu aile umumiyyetle ulema
yetitirmekle nâm yapan bir sülâle olarak bilinmektedir. İşte Said Paşanın babası
Sebâzade Ali Namık Efendi İran'da üstlendiği vazifeyi muvaffakîyyetle
tamamlamış, İstanbul'a gelmiş olduğu sırada emr-i Hakk' vâki olmuştur. Târih o
sırada 1270/1855 yılını göstermektedir. Aile bu vaziyet karşısında geçimini
te'minde Mehmed Said'in eline bakar duruma düşmüşdü. Onaltı yaşındaki bu
durumunu Mehmed Said Paşa şu sözlerle anlatıyor: ". .Pederim Ali Namık
Efendinin irtihaii üzerine Erzurum'da kalabalık bir ailenin iaşesi üzerime
terettüb ettiğinden Erzurum tahrirat kalemine memur olarak girdim.
Demek ki Said Paşa'nın hizmet-i devlete girişi 1855 senesidir.
Böylece hayatının sonuna kadar hizmette kaldığını göz önüne alırsak ki bu 1914
yılına kadar gelir ki, ellidokuz yıl gibi uzun bir dönemi teşkil eder. Said
Efendi; ilk tahsilini Erzurum'da bulunan İbrahim Paşa Medresesinde yapar. İstanbula eldiğinde Ayasofya Camiinde tahsile
devam eder. Bu da da Fransızca öğrenmeye çalışmaya bakmaktadır. Ek I rakda; Târih, Coğrafya ve Fransız hukuk ve
ekonomisi araştığı alanlardır. Konuşmalarını yazıya dökmek gibi bir metod
geliştirmiş, böylecede hem hitabetde hem de kalemde terakki etme yolunu
yakalamıştır. İbnü'l Emin Mahmud Kemâl İnal merhum, Ahmed Tevfik (Okday)
Paşa'dan bizzat dinle- diği, Mehmed Said Paşa'nın Ayasofya Camii dersane sinde
başından geçen bir olayı şöyle naklediyor: "Said Paşa önceleri hırka ve
entari olduğu halde Ayasofya Camiine ders dinlemeye gidermiş. Bir gün
Fransızcaya çalıştığı kitabını da uanına almış. Ders esnasında koynun-da duran
fransızca kitap kaymış ve ortaya saçılmış. Küçük Said'in arkadaşı, kitaba
şöyle bir bakmış ue fransızca olduğunu görmüş ve Saui e aman sakla, eğer bir
görürlerse, seni camiin ortasında yumruklayarak helak ederler demiş. Said,
korkudan kitabı koynuna soktuğu gibi firar etmiş. " Babasının vefatından
sonra Erzurum tahrirat kaleminde çalışırken, muvazzaf olarak, Anadolu harp
ordusunun yazı işleri kaleminde de çalışmaya başlamış. 1283/ 1866 da 7500 krş.
maaşla Selanik Mektupçuluğuna tâyin olunmuş. Said Efendi ancak bu göreve gitmemiş.
İstifa etme yolunu seçmiş. Mehmed Es'ad Safvet Paşa Maarif Nazırlığına tâyin
olunduğunda, Said Efendi; üçbin kuruş maaşla Matba-İ Âmire Müdürü olmuştur.
Akabinde maaşı beşbin kuruşa yükseltilmiş mevcud görevine zamime-ten Takvim-i
Vekayi'i (bu günkü resmî gazete) müdürlüğüne yükseltilmiştir. Bir arada, 7.
Daire denilen Adalar Belediye başkanlığı görevinide uhdesinde bulundurarak Dr.
Büyük Mehmed Fuad Paşanın ilk sadareti esnasında bu hizmeti görülmüştür. '
Bir İhtilafın Neşeti!
Tanzimat Meclisi Reisi Yusuf Kâmil Paşa bir gün Mehmed Said
efendiyi yanına çağırtır. Paşanın yanında Mahmud Celâ-leddin Bey'de
bulunmaktadır. Yusuf Kâmil Paşa; bize iki müellif lâzım oldu. Müellif-i evvel
Mahmud Bey, müellif-i sânî'de sensin. Der. Vilâyetler yasasını yazınız diye
sözleri ne devam eder. Bu sırada Mahmud Bey; müsaade buyurunuz kulunuz yazarım.
Dedi. Bunun üzerine Kâmil Paşa: "Said Bey müellif-i sânî'dir"
cevabını vermesine rağmen Mahmud Bey ısrar edince, Said Bey: "Beyefendi
kulunuz, yazsın" dedim, diyor. Bunun üzerine Yusuf Kâmil Paşa, yüzüme mâna
dolu bir tavırla baktı. Adetâ; bu bakışta o yazabilir mi? Sorusu görülüyordu.
Said Bey: Nizâmnâmeyi yazdım ve Yusuf Kâmil Pa-şa'ya takdim. Tetkik etti.
Mahmud Bey'le beni Sadrıazam ÂH Paşa'ya gönderdi. Gitdik verdik. Bir kaç gün
nezdinde kaldı. İki noktası tashih olunmuş, bir madde de kendi Ieri ilâve etmişti.
Bana 4. rütbeden Mecid-i Nişanı verdi. Mahmud Bey; o vakitden beri bana husumet
ve rekabet gösterirdi. Demekte Mehmed Said Paşa. Hemen biz buraya sıkıştıralım
ki, "Son Sadrıazamlar" adlı önemli bir eser yazmış olan M. Zeki
Pakalin, İbnül Emin Bey'in yukarıdaki hadisede Mahmud Ce-laleddin Bey'i (daha
sonra paşa) küçümseme niyeti yoksa hatıra, hafızasında yanlış kalmış demektir.
Said Bey'in o tâ-rihde Mahmud Bey'e bir fâikiyeti olamayacağı gibi Yusuf Kâmil
Paşanın Mahmud Celâleddin Bey'e böyle bir davranış göstermeyeceğini beyan
ediyor. Okurlarımız bu bahse bir mim koyarlarsa çalışmamızın ileri safhalarında
Pakalın'ın itirazını destekleyecek anekdotlara rastlayacaklardır.
1291/1874 tarihinde Ticaret ve Nâfia nazırlığının mektupçuluğuna
getirilen Mehmed Said Bey, çok geçmeden onbin maaşla sadaret mektubçuluğuna
ülâ- evveli rütbesiyle "vin oldu. Bu inha Hüseyin Avni Paşa sadaretinde
gerçek-mistir. Devrin gazetelerinden bazıları bu tâyini ümidlerie karşılamış,
Bordiyano'nun sahibi olduğu gazete ise, selef Zihni Efendi'nin gidişine esef
etmektedir. Mahmud Nedim Paşa; makam-ı sadarete geldiğindeki bu görev aynı
zamanda şimdiki içişleri bakanlığını yerine getiren vazife olduğundan M.
Nedim Paşa; Dahiliye nazırlıklarında bulunmuş Sağır Memduh Paşayı, bahse konu
tecrübesi münasebetiyle tercih etmiş, Said Efendiyi Maarif Nazırlığı
mektupçuluğuna göndermeyi arzu etmiş ve tâyinler böyle gerçekleşmiştir. Fakat
bu durumu kabullenmeyen Mehmed Said Bey, derhal Maarif Nâzın Ahmed Cevded
Paşaya istifasını takdim etmiştir.
Bundan sonra olaylar hızla hızla gelişir. Abdülaziz Hân'ın hal ve
şehid olmasından sonra taht-ı Osmaniye'ye 5. Murad geçmişsede, geçirdiği rahatsızlık
doksan gün sonra onun da hâili meselesi ortaya çıkmış ve Veliahd- Şehzade 2.
Abdül-hamid hân Osmanlı tahtına oturmuştur. Mehmed Said Bey'in istikbali bu
taht'a çıkışta öyle önemli bir kavşağa varmıştır ki, buna işaret etmemiz
gerekmektedir.
Sultan 2. Abdülhamid'in başkâtibliğinden irtika ederek yâni
yükselmeye başlayarak makam-ı sadarete dokuz defa gelmiş bulunan, Şapur Çelebi
lakabh Küçük Mehmed Said Paşa'nın talihi bahse konu halife döneminde parlamaya
başlamıştı. Taht sahibinin değişmesiyle tabiiki bir takım mevkii ve
mansıplarda tebeddül vücuda gelirken, saray' in kadrosu-da bundan nasibini
almaktaydı. Nitekim; 1 l/şaban/1293-ı/eylü!/1876'da sa-rayın başkitabetine 30
bin kuruş maaşla Mehmed Said Paşa tâyin olundu. İki sonra da bâlâ rütbesine
zamımeten 1. mecidî ve 2. Osmanî nişanlarıyla.taltif edildiğini görüyoruz.
Mahmud Ceİâleddin Paşa; mabeyn müşiri olmuştur. (Bu Mahmud
Ceİâleddin Paşa, Prens adıyla olarak anılan ve aslında Osmanlı'da olmayan bir
unvan olan prens yerine Sul-tanzâde denmesi doğru sayılacak Sultanzâde
Sabahaddin Bey'in babası olandır. Yoksa Mirat-ı Hakikat adlı değerli eserin
sahibi ve çeşitli nazırlıklarda bulunmuş olan eski sadrı-azamlardan Çorlu'lu
Ali Paşa ahfadından olanla bir alakası yoktur. M. H) Mabeyn ferikliğine bahriye
mirlivalarından Said Paşa getirilmiştir. Bu görev askeri bir görev olup, amiral
Said Paşa, Mabeyn müşiri Mahmud Ceİâleddin Paşa'nın'eniştesi idi.
Padişahın Mehmed Said Paşa'yı Tanıması
Bu vak'ayı 2. Abdülhamid Hân'ın uzun zaman başkâtipliğini yapan
Tahsin Paşa'nın hatıratından takip edelim: "Padişah, ilk başkâtibi olan
Said Paşa'y1 da önce Cemile Sultan'ın sarayında pek sık rastladığından tanıma
imkânı bulmuştur. Halbuki padişaha başkâtip olarak Mithad Paşa ve arkadaşları
Sadullah Paşa'yı hazırlamışlardı. Ancak padişahın hazırlana-nanı değil Damad
Mahmud Ceİâleddin Paşa'nın tanıştırmış olduğu Said Efendiyi tercih etmişti.
Günümüzde İstanbul'da yolcu taşıyan şehir hatları vapurları
arasında ismi Hüseyin Hâki olan bir vapur vardır. Bu isim umuyorum ki 1870'li
yıllarda Şirket-i Hayriye meclis-i idaresi reislerinden olan Hüseyin Hâki
Efendi'yi yâd etmek için verilmiş olabilir. Tabii ki böyle kadir bilen müessese
ve idarecilerini takdir vazifemizdir. Şimdi bu izahdan sonra, yazımız ile alakalı
bahse aid bölüme avdet edelim.
Efendim; Said Efendi ticaret nazırlığı mektupçuluğunda bulunduğu
zaman Nazır Suphi Paşa'nın başkanlığında toplanan şirket-i hayriye hissedarları
toplantısında, yukarıda bahsi qeçen Hüseyin Hâki Efendi'nin bazı hissedarları
kömür işinden dolayı meydana gelen münakaşalar,müzakere niamını bir hayli
ihlâl etmiş olmasına rağmen, mektupçu Said bey'in üç saat süren müzakereleri
hâvi tanzim ettiği mazbataya herkesin görüş ve rey'ini ayrı ayrı yazabilmiş
olması hazır bulunanları hay ete düşürmüştü. Bahse konu meclis de hissedar
sıfatıyla hazır bulunan Damad Mahmud Celâieddin Paşa, 2. Abdülhamid hân'a,
taht'a geçmesine yakın günlerde bunları anlatmıştı. Taht işi gerçekleştiğinde
M. Ceİâleddin Paşa, Said Bey'i hatırladı ve padişaha da hatırlattı. Padişah
anlatılanlar1. derhatır edince Said Efendiyi kendisine başkâtip olarak tâvin
eyledi. Bizim kaynaklarımızdan olan ve mevcudu hayI: zamandır bulunamayan
Mehmed Zeki Pakalın'ın "Son Sadn-azamlar" adlı nefis eserinde Küçük
Mehmed Said Paşa'ya tam 890 sahife ayırmıştır. İbnül Emin Mahmud Kemal İnal
beyefendi merhumda bir hayli kalem oynatmış. Bunlar ve benzeri eserler mütalaa
olunarak müthiş bir hacim İle karşılaşıyoruz Takdir edersiniz ki bol
kaynaklardan süzme yapmak çeşitli vecihleri ortaya çıkarmak dikkat gereken bir
çalışmaya bağlıdır.
Bu bakımdan Abdülhamid- i Sâni döneminin cidden çok mühim rüknü
olan Said Paşa'nın biyografisini diğer iki numaralara nazaran daha geniş
olması, şahsiyetin hadiselere adetâ beşiklik, önderlik vqya muhalefet etme gibi
hususlarla birlikte, nefsini Osmanlı devletine teslim etmiş kimselerin
bağlılığını göstermeyi ihmal etmediklerini guruba dahil olmasından
kaynaklanmaktadır. Bizim; Said Paşa'nın mabeyn başkitabettne getirilmesindeki
esrarı inceleyip sık dokuma yoluna gidişimizin sebebini, 2. Abdülhamid'in
etrafını sarmak isteyen kadrolara teşhis koyabilme içindir. Nitekim bizim
anlayabildiğimiz kadarıyla Küçük Mehmed Said Paşa; hiç kimsenin adamı olmayıp
kendi kandilini yakmaya, üstüne düşen vazifeyi hakkıyla yapmaya düşkün bir
devlet adamı, herkesle iyi geçinmeyi prensip edinmiş bir insan olarak
yorumlayabiliriz!
İbnül Emin Bey merhumun; Said Paşa'yı kastederek, "Kendinden
işitildiğine göre" kaydıyla şu yazısını özetleyelim: "Çemberlitaş'da
Matbai Osmaniye'nin yanındaki merdivenli evde kaim validesiyle birlikte ikamet
ettikleri esnada bir gece küçük kardeşi Ferid Bey, biraz sarhoş olarak gelir ve
orada kalacağı anlaşılır! Kaimvâlide hanım savulması için ısrar ve şiddet
gösterir. Halbuki; Ferid Bey'in evi deniz aşırı olduğundan gece yarısı
gidemeyeceği söylenirsede, kaimva-lideyi ikna mümkün olmaz. Sonunda Said bey'in
kardeşi Ferid Bey, aşağı kata indirilip aşçının ve uşakların odasında yatırılır.
Damad bey yâni Said Paşa bu hâl ve işittiği sözlerden son derece müteessir
olduğundan sabaha kadar ağlar. Gözüne uyku girmez!"
Sabaha karşı; gecenin karanlığı devam ederken, evin kapısı
çalınır. Kapıyı açan uşağa gelen iki adam: "Said Bey'in evi burasımıdir?
Kendisini göreceğiz!" derler, uşak durumu haber verince evin bey'i ürker,
görünmemek isterse de, kapıdakiler ısrar ettiklerinden yanlarına gitmeye
mecbur olur. Adamlar: "Sizi Saray'dan istiyorlar! Götürmeye geldik dediğinde
ürkme korkuya dönüşür. Hızla giyinip gelen adamlarla birlikte, getirilen
arabaya binerler ve saraya varırlar. O gün tahta çıkması kararlaştırılan Sultan
2. Abdülhamid'in huzuruna götürürken padişah başkitabete tâyin ettiğini
söyler. Birlikte Topkapı Sarayına giderler ve tahta çıkma merasimi yerine
getirilir. "
Said Paşa'nın başkâtipliğe geçirilmesinde bir hayli rivayetler
bulunrnaktaysada,en doğru olanı M. Celâleddin Paşa'nın şirketi hayriye
hikâyesini padişaha nakletmiş olması ve Sultan Hamid'in insanları verimli
olarak kullanmasının bir ifadesi olan Said Paşa'nın başkâtipliğe tâyini
olayıdır. Mehmed Said Paşa; başkâtipliğe getirildikten sonra devlet adamlarının
müşterek kanaatleri, Said Bey bu görevinde padişah'a babı-âliyi kendine bağlama
hususunda son derece yardımcı olmuş, neticesinde devlet İdaresi babıâli
memurlarının elinden, padişahın mutlak yönetimine geçmiştir. 3 Zilkade/1294-1
O/kasım /I 877'de Said Bey'e başkatiplik vazifesine zami-meten Hazine i Hassa
nezareti de tevcih buyruldu. Esvat-ı Sudur adlı eserin yazarı, dahiliye eski
nazırlarından Sağır Memduh Paşa 71. sh. de Said Bey için 2. meşrutiyetin ilânından
sonra şunları yazıyor: "Başkitabetde, mizâc-ı şahaneye göre hizmeti ve
hususat-i mühimmenin ta'dil ve tesviye-since meziyyeti ve bütün icraatı
babıâliden Saray'a çekmeğe masru mahareti, fart-ı fetanetine delil
addedilmesiyle yüksek mertebelere is'ada (çıkmaya) mukaddime olmak üzere uhdesine
hazine-i hassa-i şahane nezareti tevcih buyruldu.
Memduh Paşa; Said Paşa ile olan aralarındaki burudet ve
münaferattan dolayı bahse konu Esvat-ı Sudûr'dan yaptığı iğnelemeleri,
yukarıdaki satırları dikkatle okursak fark ederiz! Hâttâ Memduh Paşa'nın, Said
Paşa'yı iğnelemek uğruna 2. Abdülhamid hân'ı da çıkarılan mânaya bakarsak ateş
hattına almış oluyor! 7/muharrem/1295-12/ocak/1878'de 40 bin kuruş maaşla
dahiliye rtâzırlığma tâyin edilen Said Paşa, Hamdi Paşa'nın kabinesinde yer
almıştı. Bu tâyini yorumlayan İbnül Emin Mahmud Kemal İnal Bey şunları
kaydediyor: "Harndi Paşa'nın kabine teşkil olunurken Said Paşa'yı da
hili-ye nezaretine tâyin ettirmekten maksadının, padişahdan uzaklaştırmak
olduğunu bazı kimselere söylemişti." Demekte.
Mirat-ı Hakikat yazan Çorluluzâde Mahmud Celâleddin Paşa diyor
ki; Ahmed Hamdi Paşanın kabinesine dahiliye nâzın olarak aldığı Küçük Said
Paşa'nın işleminde yatan esas Said Paşa'yi Saray'dan uzaklaştırmak niyetine
müteaalik olduğu, bazı kimselere Hamdi Paşa tarafından söylendiği pek yaygın
rivayettendir. Bir kısım devlet adamlarının görüşüne göre Said Paşa Babıâlîyi
Saray'a taşıyan devletin tamamen sa-ray'dan İdare edildiğinin baş mekanizması
idi. Vükelâ heyetinden olması tabiatıyla, baş kitabetten ayrılmasını intaç edecekti.
Hakikaten A. Hamdi Paşa kabinesinde dahiliye nazırlığını uhdesine
alan Mehmed Said Paşa, 11/ ocak/1878'de işbaşı yapan hükümetde 24 gün sonra A. Hamdi
Paşa'nın kabinesinin son bulmasıyla infisal ettiler. Bu kabinenin ömrü
4/şu-bat/1878'de bitmiş oldu. Yeni kabinenin Ahmed Vefik Pa-şa'ya teklif
olunduğu görüldü. Ancak Paşa bir takım talepler sıraladı. İlki sadrıazamlık
değil başvekil ün vanıyla kabine kurmak olduğu gibi, vekillerinde
me'suliyetinin ihdası gibi yine Mahmud Celâleddin Paşa'nın Tophane
Müşirliğinden, Said Paşa'ninda dahiliye nazırlığından alınmasını, çünkü bu
neza-retide uhdesine alacağını bildirdiği şartlarda bunlar. Bu talepleri kabul
eden 2. Abdülhamid han; 2 ay, 9 gün sürecek Ah-med Vefik Paşa hükümetini
4/şubat/1878'den geçerli oimak üzere tasdik eyledi.
Dahiliye nezaretinden adeta atılmasını sağlayan Ahmed Vefik
Paşa'ya nefsince haklı olarak kırıldı. Bu yüzden de Ahmed Vefik Paşa aleyhinde
olanlar ile aynı mesleği seçmiştir. Çerkeş Deli Nusret Paşa, padişahın
başdoktoru Mavroyani efendilerin padişah nezdinde başvekil hakkındaki atıp
tutmalara iltihak etdi. Bunların padişah üzerinde değişiklik yaptığı
düşünülebilir. Bu arada saray'a gelen bir jurnalde başvekil'in bineyi teşkil
eden vükela ile fikir birliği yaptığı, hâi edilmesi sağlayacaklar mealindeki
jurnal, Ahmed Vefik Paşa'nın azlini temine kâfi geldi. Ahmed Vefik Paşa bir
hayli düşman kazanmıştı. Bu sıralarda Said Paşa'ya Ankara Valiliğine tâyin emri
geldi. 25 bin krş. aylıkla 5/cemaziyelahir/1295-7/hazi-ran/1878 tarihli
tâyindi. 18/nisan/1878'den itibaren sadaret Mehmed Sadık Paşa'ya tevcih olundu.
Fakat 1 ay, 10 gün sonra onun da infisalini
görüyoruz, istanbul'da sadaretler kısa sürede el değiştirmede, Said Paşa ise;
Ankara Valiliği vazifelerinden, hem şartlarını ileri sürerek rahat
sızlandığını yerinin değiştirilmesini isteyen feryadnâmeler yazıp durmaktadır.
Mehmed Sadık Paşa' dan sonra Mehmed Esat Savfet Paşa, Tunuslu Hayreddin Paşa,
ondan da Ahmed Arifi Paşa'ya tevcih olunan makam-ı sadaret, 18/ekim/1879'da Ankara Valiliğinden, hazine-i
hassa nazırlığına, Tunuslu Hayreddin Paşa kabinesinde Adliye nazırlığı
görevlerinden sonra, Küçük Mehmed Said Paşa'ya tevcih olunur ki bu sadaret
bahse konu zâtın ilk sadareti olur. 7 ay, 27 gün süren bu sadaret 9/haziran/
1880'de nihayet bulur.
Hatt-I Hümayun
Vezirim Said Paşa: Arifi Paşa'nın bu kerre başvekâletten infisali
lüzumuna binaen memuriyet-i mezküre uhdenize tevcih kılınmış, dahiliye
nezareti sadr-ı esbak Mahmud Nedim Paşa' ya ve bilcümle dâirelerin teftişi
ahvaliyle tahkikat-ı ha-sile ve tedabir-İ ıslahiyyeyi doğrudan doğruya ve
bizzat huzurumuza arz etmek üzere devair müfettişliği namıyla teşkili nezdimiz
de tensib olunan memuriyet-i mühimrne Safvet Pa-Şaya ve Şura-yı Devlet riyaseti
Arifi Paşa' ya ve hariciye nezareti Sava Paşa'ya ve evkaf nezareti Suphi
Paşaya ve Mâliye nezareti İbra him Edip Efendiye ihale olunmuştur.
Nuh'be-i efkârım devletimizin husul-i saadet ve selamet ve İtilayı
kudreti kaziyyesi olduğundan tevhikat-ı ilâhiyyeye istinaden cümle heyet-i
vükelamız tarafından bu yolda sarfı mesai ve gayret olunması matlubumuzdur.
Cenab-ı Hakk maz-han tevfik buyursun.
3/zilkade/1296 -20/ekim/1880
Bu iradei seniyye ile başlayan Küçük Mehmed Said Paşanın sadaret
maratonu tam dokuz defa zirve ye çıkış dolaysıy-la da dokuz defade zirveden
iniş dönemine başlangıç olmuştur.
İlk sadaretinden azline sebeb olan husus, Abdülhamid hân'ın talimatıyla
eski sadrıazamlardan Mehmed Esad Safvet Paşa'nın Avrupa siyasası ile alakalı
hazırlamış olduğu raporların bir heyetçe gözden geçirilmesi hususunda
sadrıazam Said Paşa riyasetinde bu çalışma yapılırken saraya gelen bir jurnalde
heyetin istenen çalışma yerine 2. Abdülhamid'i nasıl tahtdan indiririzi
konuştuklarını bildirdiği görülür. Padişah; kurenasından Ragıb Bey'i gönderip
Said Paşadan mührü istetir. Bu rivayetle; Said Paşa'nın saraya davet edilip,
bir miktar azarlandıktan sonra mührün İstendiğidir. Görülüyor ki aslı faslı
olmayan ihbarat dahi bir hükümetin düşmesine sadrı-azamın azarlanıp, vazifeden
azline sebeb olabiliyor, hemde askı ya alınmış bir meşrutiyet döneminde, şimdi
devr-i demokraside nice skandallar bir numaralarında fütursuzca
dev-letlûluklanna engel olmuyor. Said Paşa'dan boşalan makam-ı sadaret
Cevânizâde Meh-med Kadri Paşa'ya veriliyor. Clç ay, üç gün sonra Kadri Paşa
12/eylül/1880'de infisal ediyor. Said Paşa yine sadrıazam yapılıyor ve bu
seferki çalışma süresi 2/mayıs/1882'de sona erdiğinde karşımıza bir sene, yedi
ay, 20 günlük hizmet arzetmiş olması önümüze çıkıyor. Böylece sadaretin yeni
sahibi olarak Germiyanoğlu Kadı Ab-durrahman Nureddin Paşa'ya verildiğini
görüyoruz. 12/tem-49 /1882'de elinden
mühür alınan Kadı Paşa bu görevde iki onbir gün kalabilmiştir. Said Paşa; 3.
sadaretine geldiğinde'Abdurrahman Paşa'ya halef olmuştu. Bu sadareti de 4 ay,
20 qün sonra yâni l/aralık/1882'de nihayetlenmiştir. Bu sadaretlerin sık sık
değişmesinde avrupa siyasi mahfillerinin ucurduğu ile malum Şark Meselesi'ni
neticelendirmede gizli ittifak hâlindeki, başda Rusya olmak üzere İngilizlerin,
Fransızların, Avusturya'nın ve daha menfaat peşindeki devletçiklerin
çevirdikleri fırıldaklara karşı, Cennetmekân'ın hususi maksadlara dayalı, yap
ve şaşırt ve biribirine düşürt politikasının icabatı yatmaktadır.
Said Paşa'nın 3. Düşüşü
Ancak; Said Paşa'nın 3. düşüşüne geçmeden önce 3. sadaretine
gelişindeki vakıaya temas edelim. Yukarıda yazdığımız gibi Said Paşa bu
sadarete gelişinde Kadı Abdurrahman Nureddin Paşa'ya halef olmuştu. Fakat
istifasına rağmen tekrar sadaret teklifi alan Abdurrahman Paşa, cevab-ı red
vermiş idi. Bunun üzerine padişahın Said Paşa'ya gönderdiği başmabeynci Osman
Bey, sadaret teklifi yaptığında Said Paşa, Osman Bey'e:
- Beyefendi! Efendimiz ne
için benîm üzerimde ısrar eder? Hususi bir maksada mütevakkıfmı? Lütfen
aramızda kalsın dediğinde, Osman Bey:
Paşa hz. leri ben size söyleyeyim. Abdurrahman Paşa öküzleri
dikti! Cevabını verir. Said Paşa ömründe ilk defa işittiği bu tâbir karşısında
şaşkın fakat dayanamayarak:
Osman Bey! Bu tâbirin mânasını fehmedemedim! Dediğinde:
- Anadolu halkınca ısrar
etmede, inat etmek demektir. Bu da kullanılır.
Said Paşa; görevi kabul ettiğini hatıratında beyan ediyor. Yine bu
sadaretinden düşmesine badi oian vakaları paşanın hatıratından özetlemeye
girişelim: "Padişah; ülkede kendisi hakkında kötü niyet beslendiğini,
İstanbul'da bir ihtilâl havasının husul bulmakta olduğunu, bütün bunlar için
Mah-mud Nedim Paşa ile oturup, şiddet tedbirleri almamız hususunda kat'i bir
lisanla emir leri oldu. Mahmud Nedim Pa-şa'nın bu hususlarda çalışmaları bir
kaç seneyi bulmuş hazırlıklardı. Fakat ben makam-ı sadaretin ortak kabul etmeyeceğini,
benim memleket menfaatlerine dâir görüşlerim ile Mahmud Paşanınkiler arasında
derin muhaliflik bulunduğundan istifa yoluna gitdim. Fakat istifam kabul
görmedi. Aradan 57 gün geçmişti ki bir gece saraya çağrıldım. Gittiğimde
huzur-u hümayuna dahil olduğumda, pek sert bir muamele ve bir çok azar ile karşılandım."
diyen Said Paşa hatıratında şöyle devam etmekte: Zât-ı şahane oturmama müsaade
etmedi. Kendileri de ayakta dolaşarak bir çeyrek saat kadar gönül kırıcı,
izzet-i nefis yaralayacı ifadelerde bulundular. Azarlarının sonuna doğru bir
gün evvel saray'da göz altına alınan Müşir Deli Fuad Paşa'ya isnat edilen bir
cürüm hakkında Mahmud Nedim Paşa ve Ahmed Cevdet Paşa'nında bulunduğu huzurda
ve Cevdet Paşanın kalemiyle tutulmuş bir istintakname elime padişah tarafından
verildi. Ben bunu okumaya başlayınca zât-ı şahane seri adamlarla bana
yaklaşarak aramızda bir adımlık mesafe kalmıştı ki bakışları azar dolu ve çok
çabuk cevap vermemi emrediyordu.
Varakada yazılanlar ise; padişahın taht'dan indirilmesi için
Dağıstanlılardan meydana gelen cemiyet kurulduğunu ileri süren ihbarlara aid
bir tahkikat idi. Cemiyetin bu işdeki ahdi, zâtı şahanelerinin kendi
muhafazasına tahsis etdiği ve bir nev'i hususi askeri imtiyazı verdiği
dağıstanli'lardan
a na aelen asker gurubu olup, bu askerin başı sarayın meyûde Dağıstanlı
Mehmed Paşa imiş. Fuad Paşa ve sair ba-
lÇ1kimseler cemiyette, bende güya cemiyet reisiymişim!
Seri bir bakışla yaptığım okuma bana bu kadar bilgi ver-,. 7gt.i
şahane devama imkân bırakmayıp istintakiyeyi Umden çekip aldı ve: 'Bana ne
diyeceksin? Sualini tevcih ettiler. Cevap verme imkânı kısıtlı idi.
Konuşturmuyordu. Ancak aslı faslı olmayan şeylerdir mânasına gelecek beyanlarla
meramımı arzedebildim. Fakat; azar dolu sözler devam etmekteyken, zât-ı şahane
mührümü ver dedi. İşte o zaman müşkil mevkiide kaldım. Çünkü mührü hümayun
üzerimde değildi. Hâtem-i âliyi çantamda taşırdım mabeyne çağrıldığımda huzura
girereken çantayı adamımda bırakmıştır. Efendimizden mabeyne gidip çantayı alma
müsaade etmesini istedim. Çok daha kızdılar ve pantolonun cebinden meşin bir
muhafaza içindeki küçük rovelveri çıkarıp başıma tuttular. Emanet-i
hümayununuzu veririm. Bende olan ema-net-i ilahiyeyide ondan sonra alırsınız
dedim.
Bunun rovelveri başımdan çekip büyük salonun kapısından çıkarak
'Çantasını getirsinler!' emrini verdiler. Yanıma geldi ve rovelveri başıma
tutarak, mührüm çıkmazsa buradan ölün çıkar' diye azar dolu sözlere devam
etdiler. Çanta geldi, açıldı mühür teslim edildi. Artık kızgınlık başka taraflara
yöneldi. Kendisinin hâl veya imhası hakkındaki sözde karan ciddi ve sahici
addediyor. Akabinde Sultan Murat güya tahta çıkmaya hazır, hâttâ sarayında
ihtiyaten bir takım Kürtler saklanmış itikadında bukunuyordu. Eğer bu hal tahakkuk
ederse evvel bev vel beni parçalatıcağını sözlerini ekledikten sonra önüme
düşüp, harem ile kendi dairesi ara-s|nda bir odaya beni götürdü. Haps edip,
kapıyı kilitleyip 9'tdi. Diyor, hatıratında Mehmed Said Paşa.
Kıymetli biyografi üstadı İbn'ül Emin Mahmud Kemal İnal merhum
bize şöyle sesleniyor: "Paşa'mın (Said Paşa) 7. de-faki sadaretinde
kitabet hizmetiyle yanında bulunduğumdan gece ve gündüz, hatta yatakta iken
mühr-ü hümayunun altın zincirle boynunda asılı olduğunu gördüm. Mührü yanında
bulundurmamasından dolayı daha önce azara uğrayışı içine oturmuş ki, o günden
sonra koynunda taşımak vazgeçilmez adeti olmuş.
Said Paşa'nın Hapisten Kurtuluşu
Sultan 2. Abdülhamid Han, Said Paşa'dan aldığı mühr-ü hümayunu
Ahmed Vefik Paşa'ya başvekil unvanıyla birlikte vermişti. Bu sırada eski
sadnazam Said Paşa kendi elleriyle hapsettiği odada mahpusluğu yaşamaya devam
etmekteydi. Bu müddet 18 saati bulmuş ve Said Paşa bu müddet sonunda evine
dönme imkânı bulabilmişse de bunu İngiliz Elçisine medyundur. Said Paşa
evdekilere bir gün mabeyn'de tevkif olunacak olursa, İngiltere sefiri Lord
Pofrin'e haber verilmesini tenbih et-miştir. Saray'da hapsolunduğu haberi
hanesine ulaştığında hemen büyükelçi, durumundan haberdar olunmuştur. Bu husus
da Said Paşa hatıratında şunları söylemektedir: "Nâmı ve mesair-i insaniy
yeti madam-ül hayat hatıraj ihtiramımda caygir olan Lord, nezdi saltanatda
teşebbüsat ve ihtarât-ı lâzirneyi baliyan mübalağa icra eylemesiyle mü-dehale-i
vakıa-i muhikka, mededres oldu. "
Görülüyor ki, sadaret makamına yükselen bir zat, hayatını koruma
altına almak için siyaseten belki olmayabilir ama, esas da İslâm Milletinin ve
onun temsilcisi olan Osmanlı devletinin ve halifesinin, gerçek ve baş düşmanı
İngiltere'den istianede, yâni yardım talebinde bulunuyor. Hemde bu talep peşin
peşin yapılıyor. HeyhatIYalnız Said Paşa bu hususda birîr değil Abdülaziz
devrinde Midhat Paşa bu işe öncülük anlardandır. Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa'da
buna tenez-... etrnişlerdendir. Ne çaresizliktir ki bu ademler bu ahvalle- den sonra yine sadaret koltuğunda istihdam
olunmuşlar-, jste bunu ifade ettikten sonra Abdülhamid
hân'ın bu iki numaraları göreve getirmesini akıl biraz zor tartıyor acaba isin
açıklanmamış bir başka tarafı varmı sorusu insanın zihnini kurcalıyor! Tabi
iki devletin sırlarının bâzıları bilenler tarafından mezara götürülür.
Sübhiye Hanım Vakası
Said Paşa'nın sadaretlerinin birinde çok calibi dikkat bir olay
zuhur eder. Hikâyesi şöyledir: Efendim Said Paşa'nın sekiz yaşlarında bir kızı olup
adı Subhiye'dir. Bir gün saçlarını taramaktayken her halde saçları uzun
olacak, takılı firketelerden biri gözüne batar ve gözde bir hayli hasara
se-beb verir. Osmanlı devletinin iki numarasının kız evlâdı gözünden önemli
bir yara almıştır. Mevcud doktorlar hadiseye el koyarlar ve izni ilahi ile, göz
kör olmaktan kurtarılır. Ancak pek şiddetli ağrılar küçük Subhiye'ye nefes
aldırmaz! Uykusuzluk ve gıdasızlık yavrucağı bir deri bir kemik bırakmış,
sadnazam babanın şefkati, kendisini yiyip bitirmesine doğru yol almaktadır.
Padişah ile devlet işlerini görüşürken sadnazamm mükedder ve bitkin görüntüsü
işe de aksetmektedir. Bir akşam Sultan Hamid, Saray'dan bir arabayı Said
Paşa'nın konağına gönderip kızı Subhiye hanımı getirmesini irade eder. Küçük
Subhiye ve dadısı hemen arabaya bindirilirler. Saray'a gelindiğindede küçük
yavruyu huzuruna kabul eden 2. Abdülhamidhân, dudakları kıpır kıpır şifâ dualarını
okur. Ondan sonra hadi kızım artık gözün ağrımayacak deyip konağa gönderir.
Hakikaten Subhiye hanım bu dayanılmaz ağrıdan kurtulmuştur artık."
Muhterem okurlarım; Abdülhamid Hân ile sadnazam Said Paşa arasında
geçen ve yukarı aldığımız iki vak'a yazımızda tesadüfen veya tevafuken alt alta
gelmiş değildir. İki ayrı zaman diliminde vuku bulan olayın biribirine zıt
davranışı anlatması, nâtık olması devlet işlerindeki ciddiyetle, doğrudan
insaniyete müteallik meselelerin o seviyede ki zevatda da ayırıma tâbi
tutulduğunu, birinci de ahbab çavuşluğun yer almadığını, ikincide ise insana
verilen önemi hatırlatmak düşünülmüştür. Bizim sadrıazamların bazılarının
yukarıdaki Mit-had ve Said Paşa misalinde olduğu gibi yabancı ülkeler elçilerinden
istianede bulunmalarına, üstelik Said Paşa'ya bu günkü dille sekreterlik yapmış
bulunan İbn'ül Emin Mahmud Kemal İnal merhumun mütalaasından şu satırları
özetlemeden geçemedik: "İnsan şu satırların ifade ettiği hadiseyi göz
önüne alınca adetâ tiyatroda garib bir dram, acaib bir trajedi temaşa
ettiğine, padişahın da şayan-i hayret bir trajedi-yen olduğuna hükmeder. Vehim
ve vesvese buhranına uğradığı zaman akl-ı selime ve saltanatın sânına muhalif
hareketlerde bulunan üç defa makam ve vekâlete getirdiği bir adam hakkında
reva gördüğü şu gayr-i layık muameleyi, buhran geçtikten sonra teemmül etse
yâni düşünse müte-ezzi olur (..) Bütün bunların yaşanmasından bir buçuk gün
sonra aynı sadnazamın o makama dönmesi ise, dramın en mühim kısmıdır!"
Diyen İbn'ül Emin Bey şunları da demekten kendini alamıyor: "Hele Osmanlı
devletinin başvekili olan zâtın, İngiltere devleti tebasmdan imişçesine
bilvasıta elçiye müracaat etmesi, elçinin de İngiltere tebaasından birini
muhafaza edercesine, müdehale edip,
kurtarılma işlemini
gerçekleştirmesi, dramın fecaatini çoğaltan üzücü hadiselerden dir." Said
Paşa'ya halef olan Ahmed Vefik Paşa getirildiği sadaret görevinde derhal
kadrolaşma yolunu tutdu. Padişahın arzusu istikametindeki Şeyhülislâm
Cıryanizâde verine Bursa Valiliğini yürüttüğü sırada bendelerinden olan Rıza
Efendi adlı birini, Şeyhülislâm olarak tensib etdi. Bu gün anladığımız
kadarıyla Ahmed Vefik Paşa, babıâlî'yi Saray'dan bağımsız, satfnazam ve
vükelânın emrine açık bir hâle getirmeyi umuyordu. Ancak bunları kurup ve de,
icraya geçtiğinde, padişahın mizacına uygun olmayan davranışlar sonunda derhal
tepkiyi gördü ve Ahmed Vefik Paşanın bu seferki başvekilliği, ancak birbuçuk
gün sürebilmiş ve mühr-ü hümayun kendisinden istenmişti. Sultan 2. Abdülhamid,
Said Paşa'yı saray'a çağırtmış, daha evvel yanına getirttiği Mahmud Nedim Paşa
ile Şeyhülislâm Üryanizâde olan Es'ad efendiyle konuşmuş, sadareti Mahmud Nedim
Paşa'ya teklif ettirmişti. Ancak temaruz eden Mahmud Nedim Paşa sebeb
olara1-.da yaşlılığını ileri sürmüşdü. Davet edilmiş bulunan Said Pa-şa'da
gelmiş toplantıya katılmıştı. Bunun üzerine padişah sadareti bir buçuk gün
evvel hiç bir şey olmamış gibi Küçük Mehmed Said Paşa'ya teklif etdi. Said
Paşa; Mahmud Nedim Paşa'nın sadareti bunun meyaninda kendisinin dahiliye nazın
olarak yardımcı olabileceğini beyan eyledi. Padişah hz. leri üçüne birden hitab
ederek; "Ben, namazı kılacağım. Efendi hz. lerî siz de, iki paşadan birini
sadareti üzerine almaya ikna ediniz!" diyerek salondan çıktı. Mahmud
Nedim Paşa ise: "Burası devletin en hürmete şayan yeridir" dedikten
sonra yere oturdu. Esad Efendi bu ifade üzerine oturduğu sedirden, yavaş yavaş
kayarak yere oturdu. Sadareti Mahmud Paşa'nın alması için beyanda bulunmuş
olan Said Paşa'nın kulağına eğiliyor ve: "sadareti buna bırakma! Hepimize
olmadık işler yapar" diye tenbihde bulunmuş! Nihayet Mahmud Nedim Paşa:
"her sadrıazamın bir kâhyası olurmuş. Bizim de kâhyamız sadr-ı esbak Said
Paşa olmak varmış" şeklinde zor yutulur bir söz söyler. Said Paşa bu söze
çok içerler, ancak bir şey demez. Fakat Mahmud Nedim Paşa böylece sadareti
kabul etdiğini söylemeğe çalışırken, Said Paşa da Ciryanizâde'nin eğer sadaret
teklifini kabul etmezsen bundan hepimizin çekeceği var sözlerini kulağına
fısıldamakta olduğunu hatırında tutdu. Padişah salona geri döndüğünde olan-iar
anlatılır. Sadareti Mahmud Nedim Paşa'ya, şeyhülislamlık Es'ad Efendi'ye,
dâhiliye nazırlığı da Said Paşa'ya verildi. Huzurdan çıktıklarında enönde yeni
sadnazam Mahmud Nedim Paşa bir kibir abidesi gibi yürümekte şeyhülislâm ve Said
Paşa arkasından yürürlerken Kurenadan biri gelip yürümekte olanları durdurup
yeniden huzuru hümayuna götürür. Padişah; içinin, bu tâyine ısınmadığını
söyleyerek, Mahmud Nedim Paşa'dan mührü hümayunu geri ister. Aldığında hemen
orada Said Paşa'ya vazifeyi teklif eder. Gördüğü kibir, nezaketsizlik ve
kâhyalıkla tavsifine pek gönül koymuş bulunan Said Paşa birbuçuk önce infisal
ettiği görev için evet cevabını vererek mühr-ü hümayunu alır. Padişah dahiliye
nazırlığına Mahmud Nedim Paşa'yı tâyin ederken ayrıca mabeyn müşirliğimde
uhdesine verir. Said Paşa kabinesinde Harbiye nazırlığı görevinden kabine
istifası münasebetiyle infisal eden Gazi Osman Paşa serasker unvanıyla harbiye
nazırlığına tekrar getirilir. Huzura giren Gazi Osman Paşa padişahın ayaklarına
kapanıp, mabeyn müşirliğinden alınmış olmanın kendini mahzun kıldığını ifade
edince, bu görevde diğer görevler üzerine inzimam olunarak Gazi Osman Paşa'ya
tevcih olunur. Az önce sadnazam olmayı elinden kaçıran Mahmud Nedim Paşa'nin,
mabeyn müşirliğini Gazi Osman Paşa'ya kaptırması yanında Şura-yı devlet
reisliğini de bir kaç dakika sonra kendinden kıdemli olan Reşid Akif Paşa'ya
kaptırdığında elinde sadece dahiliye nazırlığı kalmıştı. Osmanlı devletinin son
vakanüvisi olan Abdurrahman Şeref Efendi merhumda "Tarih
Musahabeleri" adlı kıymetli eserinde aşağı yukarı aynı bilgilere nakleder.
Said Paşa'nın 4. sadareti olan bu evet de nakkında devrin şâirlerinden Nüzhet
Bey şu beyiti inşa
eder
"Hülle-i Sadr-ı Said-ül vüzeraya şaşdık"
Said Paşa bu seferki sadaretine 1 O/zilhicce/1 300-l3/ekim/1883
cuma günü gelmiştir. İnfisali İse; 15/zilhic-ce/1302-26/eylül/1885 cumartesi
günü vukubulmuştur. Müddeti ise; 1 sene, 11 ay, 13 gün olmuştur. Vazifeyi bırakmasına
sebeb olarakda, Şarkî Rumeli meselesinde padişahla düştüğü hareket tarzı
hakkındaki farklı düşünceler olmuştur. Bu farklı görüşleri Said Paşa'nın
hatıratından yaptığı beyanla Özetlemeye çalışalım:
Filibe Vak'ası!
Tarihler; 1302/1885'i gösterirken dış tahrikler yardımıyla
Filibe'ye getirilen bir kaçyüz Bulgar, buradaki hükümet konağını basmış ve
valiyi hapsetmişlerdi. Ertesi gün Cuma Namazından sonra vekiller heyeti mabeyn
(saray)de toplandı. Bu arada Bulgaristan Prensi Batemberg, gönderdiği beyanatında,
Şarkî Rumeli'nin artık Osmanlı yönetiminde olmayacağını, kendisinin idaresinde
bulunacağını bildiriyordu. Bunun üzerine yapılan top- lantıda derhal asker
gönderilerek buna mâni olunmasını, bu meselede anlaşmalı devletlere bilgi
verilmesini reyimle birlikte belirttim ve heyeti vükelâ bu teklifi kabul etti.
Ancak bu şekli, padişah efendimiz kabul etmedi. Ziîhiccenin/14. günü olan 25/eylül/1885
Cuma günü babıâlî'ye giderken, KarakÖy civarında bana yetişen yaver tarafından
mabeyne götürüldüm. Hemen huzura çıkarıldım, oır saat kadar süren konuşma ve
azardan sonra dışarı çıkma müsaadesi verildi. Daha sonrada beklemem emredildi.
Ak-Şam saatine kadar orada bekledim. Serasker Gazi Osman aŞa bulunduğum odaya
gelip, ye mek için odasına davet eyledi. O sırada da dâvet-i padişah vukubuldu.
Gittim, iki saat bekledikten sonra yalnız olarak huzura alındım. Önce mühür
istendi verdim. Mahbusiyetim vukua geldi. Bir odaya konuldum. Her an
çağrılırım diye üç saat bekledim. Sonunda azariamala- rın üzücü te'siri uyumama
sebeb teşkil etdi. Dalmışım. Benim; Filibe'ye asker gönderme teklifim güya
zât-ı şahaneyi tahtdan indirmeye dönükmüş! Ertesi gün saraydan çıkmama müsaade
olunduğunda eve geidim. Kâmil Paşa'nın sadarete, bazı vükelanın da
değiştirildiği görüldü. Ben bir oldu bittiye karşı çıkarken, başıma saray'da
azarlanmakdan tutunda hapsedilmelere kadar neler gelmiyordu" demekte Said
Paşa.
Hakikaten Berlin antlaşması hükümlerine göre bir vilâyetimiz olan
Şarkî Rumeli yâni Doğu Rumeli'nin Bulgarlarca ilhak edilmesi, karşı çıkalım
diyen sadrıazami götürdüğü doğru da! Bir de padişahın gözü ve sözü ile
hatıratında olanlardan gözleyeüm:
Hatırât-ı Sultan Abdülhamid-i Sâni isimli eserde koca sultan
şöyle diyor: "Şarkî Rumeli meselesinde benim (Sultan Hamid) zaaf
gösterdiğimi pek iddia etdiler. Zaaf göstermek mevcud kuvvetden istifade
etmemek demektir. Hangi kuvvet mevcud idi ki, Doğu Rumeli'de hakkımızı koruma
hususunda kullanılmadı? Bunu düşünen ve söyleyen bir insaf sahibini bu güne
kadar işitmedim.
Bulgar Prensi Batenburg, Filibe'ye müstevli olduktan sonra
durumdan hükümetimiz haberdar olabildi. O da Rus sefirine gelen bir
telgrafnameden, telgraf nâzın İzzet Efen-di'nin beni haberdar etmesiyle mümkün
olabilmişdi. Said Paşa sad nazam idi. Tahtdan indikten sonra okuduğum bazı
beyanat ve yazılarında Said Paşa'nın; vakaları kendi lehine tahrif etmiş
olduğunu hayret ve teessüfle gördüm. Said Pa-
. Bulgarların tecavüz edeceklerini daha evvel haber alamamıştı.
Olay İstanbul'a aksettikten sonra bir hayli tered-dütün akabinde Şura-yı devlet
reisi Akif Paşa'nın beyanatı onu ikna etmişti. O dönemde Filibeye asker
şevkinde hem müskilât hemde tehlike vardı. 93 savaşında tarumar olan ordu henüz
toparlanamamiştı. Hazine tamtakırdı. Bazı vilâ-yetlerdeki jandarmalar
yirmi-otuz aydır maaş alamıyorlardı. Böyle bir haldeyken sırf namdan ibaret
olan hakk'ı hâkimiyetin adına neticesi meçhul ve karanlık bir harbe girişmeyi
tehlikeli gördüm." Diyen hz. padişahın hatıratından şu paragrafı alarak
okurlarımın bilgilerine arz edeyim: "Gavriyel Paşa diye bir Bulgar'ın
Rumelî Şarkî valiliğinden kovulmuş olmasından do layı gözüm kızararak işe
girişseydim, 1328/1910'daki felâketi, o zaman yâni ordusuz, parasız, pulsuz,
hazırlıksız bulunduğumuz bir devirde kendi elimle hazırlamış ve davet etmiş
olurdum. Hazım gösterip ihtiyatlı davranıp,
1328/1910 da yaşanacakları,
1301/1885 eylülünde yaşardık!" Demekte.
Said Paşa aynı zamanda Şapur Çelebi lakabıyla ve biraz da
küçümsenerek anılmaktaydı halbuki böyle küçültücü bir lakabın bir Osmanlı
sadrıazamına verilmesi bizce doğru olmayan hususattandır. Said Paşa; infisal
ettiği bu yukarıda bazı anekdotlar verdiğimiz 4. sadaretinden 1895 yılında infisal
ettikten sonra bu makama yeniden avdet ettiğinde tam tamına 5 sene, 1 lay, 9
gün»gibi bir zaman dilimi geçmiştir.
Bununda çalışmamızın son taraflarında söz konusu edeceğimiz 1897 Osmanlı-Yunan
harbinin muzaffer kabinesinin re-isi Halil Rıfat Paşa'ya, Sultan 2. Abdülhamid
hânın "yaşadığınız müddetçe sadrıazamımsınız" sözünü vermesinden ve
bu ahdini yerine getirmesinden kaynaklanmıştır. Mehmed said Paşa; 09/11/1901
tarihinde geldiği makam-ı sadaretden 1 yıl, 1 ay, 26 gün sonra 14/01/1903'de
infisal ettiğinde 6. sadaretini yaşamıştı. Aşağıdaki satırlar padişahın yâni
Sultan 2. Abdühamid Hân'ın şah siyetinin içinde mütalaa edilmesi gereken
beyanlarıdır. Bu beyanlardan bazılarını adı geçen eserden alıntılayıp, buraya
koydukki, padişahın görüşlerine o zâtın dönemini okurken malumatınızı takviye
etmeyi amaçladık.
Kapitilasyon İlgaasına Teşebbüs
"Kıbrıs'da
kapitülasyonları kaldırmak istediğimiz İçin, Avrupa matbuatı da Atina gazetelerine
uyarak kıyameti koparıyor. Sanki biz başkalarının hakkını yiyi-yormuşuz gibi
bir hal yaratıyorlar. Halbuki bitaraf bir kimse, ecnebilere verilen bu
kapitülasyonlarla, bizim hakkımızın çiğnendiğini ve adaletsizliğin bize karşı
yapıldığını gayet iyi görebilir. Rumların elde etmiş oldukları imtiyazları
muhafaza edebilmek için, yeri göğü birbirine katmaları tabiîdir. Çünkü Rum
kapi-tülas yonları yıkıldığında Pan-Helenik propogandası yapamayacakları
açıktır. İnşaallah, bu imtiyazları yıkmak hak ve kuvvetini Allah bize kısmet
eder. "
Hayatımı Muhafaza Tedbiri
"Hayatımı, bana sadık olanların uyanıklığına borçluyum.
Başımdan geçenler, asabı en kuvvetli insanı dahi sarsmaya kâfidir. Bütün bu
tecrübelerden sonra ihtiyat lı olmama, şaşmamak lâzım. Bir çok insanların bu
sinirli hâlimden faydalanmağa çalıştıklarını, hafiyelerin, jurnalcilerin alçak
namussuz insanlar olduklarını, dini mizinde, müzevirleri tel'in ettiğini
gayetiyi biliyorum. Fakat geniş bir haber alma teşkilâtı kurmamış olsaydım,
etrafımı saran tehlikelere karşı kendimi korumam kabil olamazdı.
Hilâl İle Haç Arasındaki Mücadele
"..Avrupa halkını aleyhimize düşünmeğe sevk eden sofu
papazlardır. Haçlı seferleri zamanında hristiyan güruhun memleketimizde
yaptıkları mezalimi unuttur- mak, Örtbas edebilmek için, her türlü iftirayı
mubah görmüşlerdir. M.Kudüs'deki mukaddes topraklar için her iki tarafında kan
dökmesinin önüne geçilebilirdi. Nitekim hristiyan hacıların Kudüsü'ü ziyaret
etmelerine her zaman müsaade et-medikmi?. (.) Etrafı müslümanlarla çevrili olan
bu şehri neden hristiyanlara terk edelim? (.) İsteyen istediğini söylesin,
fakat mukaddes toprakların sahibi olmak hakkı her zaman bizim olmuştur ve öyle
kalacaktır.
Mektep Ve İlahiyat
Ben tahta çıktığımdanberi, ilk mekteplerin sayısı on misline
çıkmıştır (20bİn mektep). Bu adet maalesef hâla azdır ve halka kâfi
gelmemektedir. Liselerimizin seviyesi gayet yüksektir. Mükemmel oldukları
herkes tarafından kabul edilir. Ancak daha fazla lise kurmamak bunların yerine
mühendis, mimar gibi fen adamları yetiştiren müesseselere talebe hazırlıyacak
rüştiyeler açmak daha yerinde olur.
Memleketimizde kâfi derecede asker ve memur vardır. Ulemamızın
ifrat derecede muhafazakâr olmasından dolayı-da, yüksek mekteplerimizi modern hâle
getirmek çok güçtür. Kahire'deki El Ezher ilahiyat fakültesinin,
talebelerimizi Çekmesinin yegâne sebebide zamanın icablarına uymanın elzem
olduğunu anlamış ol- malanndandır. İstanbul Dârül-funun'unu Kahire'dekinin
dûnunda(alçağında) kalmıya mahkûmdur.
Edebiyat-San'at Ve Kültür
Biz Osmanlılar eski ve büyük bir medeniyetin sahibi olduğumuzu
unutmamalıyız ve Avrupa medeniyeti ile gözümüz kamaşmamalıdır. Mimari
eserlerimiz, iki binden fazla şâir yetiştirmiş olmamız da bunu ispat eder.
Bunlardan Fazlı, Lâmiî, Baki gibi şâirlerimizin eserlerinde fevkalade bir güzellik
ve tam mükemmeliyet vardır. Daha sonra Galib, Pertev, Kemâl, Abdülhak Hâmid
gibi şâirlerimizi sayabiliriz. (.) Hereke'deki hah fabrikamızda ve diğer
endüstri sanatlarımızda yabancıları taklit etmekten kaçınmalıyız. Sa'nat ve
edebiyatımızı kendi toprağımıza ait mevzular, kendi milletimize has esaslar
üzerinde inşa etmeliyiz. (.) Gençlerimizde memur, asker veya ulemadan olmayı
tasarlıyorlar; neden hiç bir Osmanlı, büyük bir tüccar, mahir bir zenaatkâr
veya bir fen adamı olmayj düşünmüyor? Ben de marangozluk san'atı ile meşgul
olduğumdan halka iyi bir numune sayılırım. (.) Bir gün; şerefime bestelemiş
oldukları üç marşı aldım. Bu bir gün için epey fazladır. Muhtelif milletlerden
olan ve şahsıma eserlerini ithaf eden bestekârların sayısı, şimdiye kadar
ikibini bulmuştur. Bu insanları nasıl mükafatlandır-malı? İstanbul'a gelip
huzuruma çıkabilmeyi temin eden sanatkârların her birine neden hediye vermeye
mecbur olayım? Üstelik ağırbaşlı musikîlerini sevmiyorum. Çaldıkları
parçaların çok güç olduğuna şüphe yok; fakat ben zihnimi yoran musikîyi değil,
dinlendirici musikîyi tercih ediyorum. Klâsik musikîyi tercih edecek kadar
musikişinas değilim. Musikîye büyük istidadı olanlardan biri, oğlum Burha-
ned-din'dir." (agk: sh. 190/193/202/209/210 Hatırat-ı Abdülha-mid-i Sânı)
Düyün-I Ümümî'yenin Te'sisi
1881 yılmının önemli hadiselerinden birini Sultan Abdüİa-iz'in
katil hadisesini tahkik ve son karan vermek için yapılan ve adına Yıldız
Mahkemesi denilen hukukî bir olay teşkil ederken, aynı yılın yâni 1881
senesinin diğer bir mühim hadisesini de dış borçların ödenmesi için kurulan ve
adına Dü-vûn-ı umûmiye denilen kuruluşun teşkil edilmesidir. Düyun kelimesinin
karşılığı lugatde borç mânasına gelir. Umûmî kelimesini peşine koydunuzmu,
bütün borçlar şeklini alır. 1878 harbi sonrasında masraflar daha önceki, yâni
Sultan Abdül-mecidle Sultan Abdülaziz döneminin borçlanmalarına inzimam edince
bahse konu 1881 senesinde, borçların faiz, faizin faizi ile birlikte 252
milyon Osmanlı altunu seviyesini çıktığı görülmüştür. T. Yılmaz Oztuna Bey,
1978'de basımını yapmış olduğu değerli eserin 7. cildinde 173. sahifede bahse
miktarı o günlerin rayiç Tl. sına tahvil etmiş ve takriben, 31 5 milyar'a tekabül
ettiğini işaret etmiştir. Bizde, 2002 yılının Eylül ayı itibariyle, yaptığımız
hesapda bu kadar altunun Tl. sıyla 32 katrilyon, 760 trilyon tutmakta olduğunu
tesbit ettik. Mâliyemiz uzun zaman içinde olsada, bu borcu tasfiye edecek
duruma sahip değilken, karşımızda alacaklı olarak, İngiltere, Fransa ve de
Rusya ise harp tazminatı alacaklısı olarak durmaktaydı. İtibarlı devletin
borçsuz devlet olması olduğu gibi en itibarlısı borcunu zahnanında ödeyebilen
olduğu herdesin ittifak ettiği hususdur. Osmanlı devleti bir memorandu-rr^a
gidip itibarını sıfırlayacağına, Sultan Hamid'in yayımladığı ^O/Aralık/1881'de
yayımladığı Muharrem Kararnamesi ile OrÇİann tediye edilebilmesi için bir
formül buldu. Devletin ^kardığı bir kararnameyle; tütün, damga pulu, tuz, ipek,
balık sigara tekelleri ve imtiyaz sahibi olan bâzı eyâletlerin fiks
olan vergilerini Düyunu umûmiye'ye bırakılıyordu. Bu suretle
İngiltere ve Fransa başta olmak üzere alacaklılar, verdikleri borçları,
muntazam bir şekilde tahsil edebileceklerdi. Bunun karşılığında 252 milyon
altun borcun, 146 milyon altununu yarısından hayli çoğu Türkiyemiz lehine
siliniyordu. Böylece ödeyeceğimiz miktar 106 milyon Osmanlı altununa inmiş
oluyordu.
Bu tarz çözümü Sultan Hamid'in bulması ve tatbik etmesi herhalde
onun mâli meselelerde ki vukufiyetini gösterir sanırız. Günümüzde yâni 2002'de
Türkiye Cumhuriyetinin içine düşmüş olduğu faiz sarmalı, ana parayı değil,
faizlerin toplanan tüm vergilerle karşılanmadığı bir vaziyete getirilmiş ülke
siyasî tâvizlere açık bir duruma getirilmiş olup, bu siyasî tâvizlerin, Kıbrıs
ile Ortadoğu üzerinde emperyalizmin hareketlerine ses çıkarmayıp, müslümanlara
sahip çıkma misyonumuzu işletmememizin teminine dönük, ticari hayatımıza sekte
vermek gibi hususlar olduğunu görmek kabildir. Bu müessese yâni düyûn-ı
umûmiye devletin târih sahnesinden çekildiği âna kadar sürmüştür. Şimdide
1881'in diğer mühim hadisesi olan Yıldız Mahkemeleri vak'asına atf-u nazar
edelim.
Yıldız Mahkemesi
27/Haziran/1881'de Sultan Abdülaziz'in önce hâl edilmesinden,
bilahare intiharını? Cinayetmi? Meçhulünü bir hail ü fasl eylemeye kalkan 2.
Abdülhamid Hân, Şeyhülislâmlardan Minkârizâdelerîn torunlarından bulunan
Surûri Efendi daha sonrada hem paşa hemde vezirliğe tâyin olunan zât, Yıldız Mah
kemesi riyasetine getirilmiş, heyet teşkil olunmuştur. Sanıklar eski padişah
5. Murad, validesi Şevkefza Kadı-nefendi, Arz-ı Niyaz Kalfa, eski
sadrıazamlardan Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa, Midhat Paşa, 2. Abdülhamid' in
kızkarleri ile eV'' dâmadlardan Müşir Mahmud Celâleddin ve Müşir Nuri
Paşalarla, sabık şeyhülislâm Hayrullah Efendi, Sultan Abdülaziz'in 2.
mabeyncisi Fahri Bey ile mabeynciler-Aen Müşir Nâmık Paşa'nm oğullan Seyid ve
Ali Beyler, merhum Abdülaziz hân'ın tahttan indirilmesinden sonra muhafız-hâına
tâyin edilen Albay İzzet ile Binbaşı Necip Beyler ile Pehlivan Cezayirli
Mustafa, Pehlivan Mustafa Ağa, Boyabadîı Mehmed Pehlivan tesbit edilmişler ve
mahkeme önüne çıkarılması temin olunmaya çalışılırken, sabık Askeri Mektepler
Nâzın olan ve 93 harbinde başkumandanlık makamınada getirilen Süleyman Hüsnü
Paşa, hâl işinde mühim bir rol üst ienmekle birlikte, bahsekonu savaşda hatalı
ve sorumsuzca davranışları hasebiyle divan-ı harbe verilmiş suçu sabit görüldüğünden
Bağdat'a sürgün gönderilmiş ve bir dahada İstanbul'a dönememiş ancak o cezası
kifayet eder kabul edil-mişki, Yıldız mahkemesine celbine lüzum görülmedi.
Paris sefirimiz Sadullah Paşa'da mahkemeye getirtilmedi. Padi-şah-ı sabık 5.
Murad'la, validesi Şevkefza kadmefendi hanedan üyesi olması ve bunların Arz-ı
niyaz adlı kalfaları da, Çı-rağan Sarayında adetâ hapis hâlinde olduklarından
mahkemeye çıkarılmaktan istinkâf edildi. Manisa'da ölüm hastalığına yatmış
bulunan Mütercim Rüşdü Paşanın ifadesi alındıy-sada pek makul ve yerinde addedilmediği
gibi, hâîi mahkemeye çıkarılmasına engel görüldüğünden üzerinde ısrarcı
olunmadı. Midhat Paşanın mahkeme edilmesine dâir Said Paşa'nın hatıratında
yazdıklarına, Kıbrıslı Mehmed Kâmil Pa-Şa; Said Paşa'ya karşı yazdığı cevabi
eserde Said Paşa'nın iddialarına karşı beyan da bulunurken aşağı aldığımız
satırlarda, Abdülhamid'İn bu dâvanın açılmasına teşebbü sünde, blr kalfa'nın
ifadesinin kendi şüphelerine güç kattığını göre-ceksiniz. Hâla yakın târih
meraklılarının dikkat nazarlarını celbeden; Sultan Aziz vaka-i elîmesi ve bu
olayın tertipçileri arasında yer alan Midhat Paşa mahkemesine dâir bazı malumata
medar olacak beyanlarda bulunur. Bizde; bu beyanlarla sayfamızı süslemeyi uygun
bulduk. Kâmil Paşa diyor ki: ".Said Paşa hz. leri hatıratının 55. sn. deki
girişle 72. sh, nin bitimine kadar olan bölümü Midhat Paşa merhumun
muhakemesine dâir meclis-i vükelâ ve meclis-i fevkalâde de, cereyan eden
müzakereler vede ka,rarlara tahsis etmiş ve bunda takip edilen maksad, bir
takım tafsilat içinde hafi olsada ifadenin siyak ve sibakından yine kendisini
her zamanki gibi, tebrie ettirmek başkalarına ise ka-bahat yüklemek için kaleme
aldığı rahatça anlaşılıyor."satırlarını kaleme almış bulunan Kıbrıslı
Mehmed Kâmil Paşa şöyle devam etmekte: ".Hatıratın 58. sh. de anlattığı
gibi avru-pada yayımlanmakta olan bazı gazeteler; Mithad Paşa mahkemesi hususu
ile Said Paşa arasında irtibat kurup, suçlama yoluna gitmişler. Bundan dolayı
Said Paşa müdafaasını yapma lüzumu duymuştur. Bu bakımdanda kendisine bir şey
denilemez. Ancak; Said Paşa hz. leri, ha-tıratı'nın neşrini beklemeyip, önce
Tanın gazetesinde bazı makaleler hatta meclis-i mezkürede bulunanlara aid rey
ve imzalarını bile bile fotoğrafa aldırmış, suretlerimde neşrettirmiştir. O rey
ve imza sahihlerinden biri ben olduğum için mecburen bu hususda da hakikata
müste nid bir açıklama yapmakda mecburiyet görüyorum. Bu gazetelerdeki
makalelerde Cennetmekân Sultan Abdülaziz hân'ın kaatilleri hakkındaki; temyiz
mahkemesi ilâmına, dâir meclis-i vükelâ mazbatasının suret-i dere olunduktan
sonra bunun <mahkemei temyiz-i ceza dahi hükm-ü nizamiyenin tabakai
intihaiyesi için oracja, tasdiki yapılan hü-, kümleri nakzedecek kanunen diğer
bir merci olmamasına ve mücaazaatı kanunîyenin icrası yahud affı ve tahfifi,
hukuk-u seniyyei hazreti padişahiden olmasına nazaran ıması gereken irade-i
seniyye-i hazreti lâcida-ri oldu-" tezekkür olunmuşdur.> Cümlesini
tefsir ederek: <mah-i temyizden verilen hükmü nakzedecek bir mercii kanun
olmaması kaydı vakı-i hükmün lüzumu nakzına fikdan-ı merciiyet ona mâni
olduğuna delalet etmez-mi? O cümledeki af kelimesinin mühim bir delili açıkladığı
nörülmüyormu denilmiş. Bu açık cümle; cezanın kanunî bakımdan katiyyet
kazandığını, af veya hafifletmenin yapılmaması ise, hükmün icrasını lâzım geleceğini
bildirdiği halde, bu netliği bir muamma şeklinde gösterme, umumun rey'ine
havale edilmiştiki Said Paşa'nın öyle fikri incelikler ve tefsiri, rikkatle
şahsını işin içinden çıkarmaya uğraşıb, kendi imzasından başka imza sahipleri
hakkında nefret celbetmeye gayret göstermesi usta bir aklın
garibliklerindendir." şeklindeki sözleriyle Said Paşa'nın bu davranışı ve
tutumunu beğenmediğini sergileyen Kâmil Paşa şöyle devam ediyor: ".Ancak
zât-ı müddeaya bakalım! Sultan Abdülaziz merhumun vefatı intiharenmi yoksa
maktulenmi vâki olmuştur? Said Paşa hz. leri burasını açılarlarsa meselenin
hallini kolaylaştırmış olurlar. Eğer maktulen ise; yazdığı gibi meclis-i vükela
mazbatasını yukarıdaki gibi mübhem suretinde tefsirine hacet ol-mayıb, eğer
kendi vukufu itikadlarına göre intihar etmek suretiyle olmuşsa, o halde
açılmasına teşebbüs olunan cinayet mahkemesi padişahın tahtdan indirilmesini
vukua getirenlerin vücudlannı ortadan kaldırmak maksadıyla sarat/ tarafından
düzenlenmiş bir dâva olaca-ğından Said p bu dâvanın sağlıklı olup olmadığına
adem-i sıhhat vahametini hünkâra
bildirip iknâya çalışması, olamadı takdirde düzeni kuranlardan çekineceği yer
de, me-muriyetten çekilmesi lâzım gelmezmiydi? Doğrusu insaf i bir sadnazam
makamını değil, dâr-ı diyarını da terk ederde bir takım masumların idamı
hükmünün gerçekleşmesine müsaade eylemezdi!" Demekte
Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa; cinayet mahkemesi hakkında Said
Paşa'nın yazmış bulunduklarına cevap olarak şunları beyan etmekte: "Ben o zaman taşra'dan geleli çok olmamıştı.
Hadiseyle alakalı bilgilerim, gazetelerin verdiği bilgiyi hâviydi. Yalnız;
cinayet fevkalâde mahkemesinin başlangıç döneminde Mahmud Paşa'nın önce saray-ı
hümayuna takdim eylediği cariyenin vak'adan sonra saraydan çıkıp Mahmud
Paşa'nın hanesine avdetinde, Sultan Aziz'in öldürüldüğüne dâir malumat
vermesiyle, Mahmud Paşa'nın bu malumatı huzur-u hümayuna arz eylemesi üzerine
cinayet iddiasının takibata alınıp tahkikata girişilmesi emrolunduğundan
gerekenin yapıldığını işitmiş-tim. Ancak şunu da ilâve etmeliyimki mahkemenin
sonuçlanmasından sonra bir akşam Said Paşa; Mahmud Nedim ve hariciye nazırı
Asım Paşaları ve bir de ben acizi, saraya davet eylemişti.
Padişah İle Görüşme
Saray'da yemiş olduğumuz yemekden sonra bahçenin bir köşesinde
bulunan küçük bir köşke götürüldük. Sultan Abdülhamid hân hz. leri de
oradaydı. Emir ve işaretleri üzerine oturduk. Padişah; Sultan Aziz
hadisesinden bahis açarak hemen yanında bulunan ağzı mühürlü bir bohçayı açıp
içerisinden çıkarılan kanlı elbiseleri bize gösterdi. Daha sonra
çıkardıklarını aynı torbaya doldurup ağzını da kendi mührüyle bana
mühürlettirrnişdi. Kaatiller hakkında hep birlikte lanetler yağdırdıktan sonra
elem ve kederle dolu olarak vak'aya dâir biraz daha konuşmamızdan sonra zât-ı
şahanenin müsadei seniyyeleri üzerine sadan ayrıldık. Daha sonra anlaşıldıki
Said ve Mahmud dim paşalar bu kanlı çamaşırlar ve saray' in içindeki ri
"süncelerden olsun, dışarıdaki efkârdan olsun haberdar-mis/ar. Esas olan
kanlı elbiseyi göstermekle gerek Asım Paşa7yi gerekse beni cinayetin sıhhatine
kanaat getirme hususunda güçlendirmekmiş." Yine; Ressam Naciye Ney-Val
hanımın: "Mutlakiyet Meşrutiyet ve Cumhuriyet Anılarım" adlı hatıratını
Fatma Rezan Hürmen hanımefendinin nefis bir İstanbu! Türkçesiyle hazırladığı
eserden Sultan Aziz 'in akıbetiyle ilgili satırları alıntılayalım:
"Sultan Aziz'in kalfalarından Sermed Kalfa Valide Sultan hanımında
hizmetine koşan biridir. Diyorki; '.Efendimiz (Sultan Aziz) daima vâli-desiyle
birlikte kalmakta olduğundan, biz lazım olduğumuz zaman içeriye giriyorduk.
Buda abdest filân aldırmak içindi. O gün abdest alıp odasına girdi.
Seccadesini yayarak çekildim. Valide Sultan efendimizde abdest almak için abdest
mahalline geçmişdi. Ben on-oniki yaşlarındaki yanımızda bulunan kıza sen
havluyu al, kapının Önünde bekle. Valide Sultan efendimiz çıkınca eline verirsin.
Ben şimdi gelirim, azıcık işim var dedim. Abdestha-nede cennetmekân efendimizin
(Sultan Aziz) odasının tam karşısında, yâni divanhanenin öbür uçundaydı. Birinde
çıt çıksa, öbüründe işitmemek kabil değil sarayda velinimetlere böyle havlu
tutmak adet olduğundan kızı orada bırakıp, koşarak yuk&rı çıkacak ve hemen
inip Va-
Ldesultanın seccadesini yayacaktım. Benim yukarıya çık-mamın
üzerinden iki dakika geçmemişti ki küçük kız, elerı ayaklan buz kesilmiş, tir
tir titremekte olduğu halde raıven basamaklarını ikişer ikişer çıkarak yanıma
gel-dı «e eteklerime sarılarak:
~Aman, aman, kalfam! Aman üç-dört fena kıyafetli Efendimizin
odasına girdiler. Ben bağıracaktım.
Sus! Dediler. Korktum bayılacağım buraya dar geldim. Diyerek
ağlamaya başladı.
-Nereden geldiler?
-Amanın kalfam amanın hasırların arkasından çıktılar!
-Sus! Hınzır kâfir! Sus! Kaç saatdir orada dolaşıyoruz. Hasırların
arkasında kimse bir şey görmedide sen mi gördün? Hayalet görünmüş sana.. Sus
sakın bunu kimsenin yanında ağzına alma başımıza belâ getirirsin! Diyerek aşağı
indim" Demekte Sermed Kalfa! Bu da; Sultan Aziz'in akıbeti hakkında işin
ne yolda gerçekleştiğine dâir bir done sayılabilir!
Dış Müdehale Varmı?
Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa; Sultan Aziz davası mahkemesi hakkında
Said Paşa'nın ortaya saçtıklarına şöyle cevap vermekte: "..Mahkemenin
bitiminden sonra temyiz ceza dâiresinin, adliye nezaretinden tezkere ile
babıâtî'ye gönderdiği ilâm evrakının, meclis-i vükelâya havalesi ve işin gayet
ehemmiyetli olması hasebiyle iyice tetkik olunup, bakılması riyasetten ifade
olundu. Yapılacak icraatın üzerinde nafıa nâzın Hasan Fehmi Efendi, görüşünü
beyan esnasında gazetelerde bazı şeyler görülmekte olup, bu meselede
düşünülecek cihet var ise, avrupa tarafında kötü bir te'sir meydana getirip
getirmeyeceği bilinmesi icâb ettiği bunu da hariciye nezaretinin belirtmesine
bağlı ol-duğunu zikretti. Hariciye nâzın Asım Paşada, sefirteri-miz tarafından
bu hususda herhangi bir iş'ar oukubulmadığt, yalnız ingiliz Parlamentosunda
mevzubahs edildiğini, Londra b. elçimiz Muzurus Paşa tarafından bil
dirİlnıiştir. Dediğinde; Said Paşa böyle siyasi olaylarda şimdiden keşif
yapılamayacağını söylemekle mukabele etmişti. Muzu-
Paşanın telgrafı her nedense meclis de ortaya çıkan-lıp
okunmamıştır."
.* l^pped Kâmil Paşa
yukarıdan beri yazdığımız mevzuuda nları ifade etmektedir: "Bu toplantıdan dokuz-on gün onra
iradei seniyye ile sadrıazam mazulları, heyet-i vükelâ müşirler (ordu kumandanları)r deületin ileri
gelen memurları arasında bir içtima yapıldı. Said Paşa; hangi hikmete mebni ise
şüphesizki padişahın muvafakatına uugun olan, kendince de bir tedbiri mahsus
olmak üzere akdolan meclise riyasetten istinkâfla eski sadrıazamlar-dan Safoet
Paşaya riyaseti havale etmiştiler. Said Paşa hz. lerinin hatıratın da: <blr
taraftan orada bulunanların bir çoğu reylerini bizzat takrir ue bazıları tarif
ederek yazdırdıktan sonra sıra İle zaptı imza etmekteydiler. İmza sırası
adliye nâzın Ahmed Cevdet Paşaya geldiğinde, sadrıazam ve şeyhülislâm
mazulları huzura istenildik. Padişah toplanmış olduğumuz husus için bazı
tenbihlerde ve alelhusus hanedan-ı saltanat-ı seniyye azasından bazılarının bir
suikasd ile Nus-retiye Kasrına davetlerine dair izahat da bulundular. Önemli
mesele sebebiyle sarayda toplanmış cemiyet-l ilmiyede, yeniden müzakerelere
girlşildiği iradei seniyyeden anlaşıldığından heyet-i vükelâya, askerî
komutanlardan meydana gelmiş fevkalade toplantının kararı ertesi güne
bırakıldığı ve geri katan azalar, yâni Cevdet Paşa ile ondan sonra isimlen
ya-zılan onbir kişi tarafından mazbataya imza konulmamıştı. Denildiği halde; öte tarafdanda böyle natamam
mazbata-n<n kesb-i katiyyet eylemiş tarzda ilânı sanki sonu başına uygun
olmayan ilânı yapmaya benzedi. Bununla beraber oradakilere matuf ve başka başka
ibarelerle yazılı reylerin ezici çoğunluğu ile neticesi mahkemece verilen hükmün
lcrası merkezinde ve çünkü bir padişahın katilleri hakkın-a başka bir şey
demlemeyeceği mertebe-i bedahetde
olup şu mey anda Said Paşa. hz. [erinin rey'i daima olduğu gibi
tereddütden hâli olmasada yine şöyleymiş: <Mahke-me-i temyizden tasdik
olunmuş hüküm muta1 dır. Bununla beraber mahkemenin kararının icrasında veya
tâdilinde hukuk-ı seniyye derkârdır.> Bu beyanda, muta kelimesi oâcib el
ita oe lâzım ül ifa demek olacağı gibi <cezai hükmün icrasında ve tâdilinde
hukuk-ı se niyye derkâr-dır> ibaresi, gerçi malumu ilân kabilinden bir tâbir
olsa da, bununla icra ciheti te'yid edilmek istendiği derkârdu: Reylerin
verilmesi sırasında külfet altına girerek,fotoğraf-ladığı oe neşreylediği rey-i
âcizanemde ise: <hükmü kanunun icrası rey'indeyim. Fakat bunun tamame-i
icrası veya tahfifi (hafifletilmesi) hakkında ilham-ı rabbani, kalbi şahanede
herne vecihle vârid olursa isabet ondadu:> demiştim. Amenna! Fakat bakalım
rey-i basit-i acizânem-le, Said Paşa'nın tereddüd dolu rey'i arasında hükmen
bir fark varmıdır? Nihayet o fevkalade heyet'in ikinci defaki oe ertesi günkü
mabeyni hümayunda toplanarak, bir gün evvelki tamamlanamamış zabtın ikmaline
gideleceğine daha sonra anlaşılacağı üzere bi rinci maksad <mahkû-miyn (yâni
mahkumlar) hakkında, temyiz mahkemesince tasdik olunan mücazaatın
(cezalandırmanın) tamamen icra edilmesi> diğeri temyiz mahkemesi ilâmında
yazılı bulunan kanuni cezanın tahfifi (hafifletilmesi) suretinde iki rey
pusulası yazılmış idi. Aradan geçen bir gün zarfında Muzurus Paşa' nın telgrafnamesi
mealine ve bu telgrafda Mithad Paşa lehine hareket etmek üzere Mösyö Gtodeston
tarafından ingiltere'nin İstanbul sefirine verildiği hikâye edilen talimatın
şekline göre muttali olanlar, cezanın hafifletilmesi rey'ine yazılıp, hakiki durumdan haberdar edilmeyenler ise,
cezanın tamamen uygulanması pusulasına imza koymuşlardı. Said Paşa hz. teri
cezanın hafiflefilmesi rey'ine kaydolup, birinci toplantıda rey açıklamada
acziyet gösterenlere bile başka üçüncü bir tercih şıkkı olmadığından cezanın
hafifletilmesi rey'ine katılmayı tercih etmişlerdir.
Bu minval üzere cezaların hafifletilmesi yolunda rey kullananlar
azınlıkda, Said Paşa hz. leride o meyanda olarak pusulaların kaldırılmasıyla
takdim olunamaz bata üzerine hakan-ı sabık (2. Abdülhamid hân) dahi güya
merhameten azınlığın rey'ini tercih etmiştir. Tertib-i vakıa ettirilen, dâvayı
mahudenin, sania (uydurma)'dan ibaret bulunduğuna, adliye nezaretindeyken
Tanzimat ve İsla-hat-ı lâzımeyi kamilen tatbik sahasına koydukları hatırat-ı
âliyyelerinde gösterilen Said Paşa hz. terinin gözü önünde cereyan eden
mahkemenin sûrî (samimi olmayan) olduğuna o vakit kesb-i vukuf edilmiş
olsaydı, müzakerelerde hazır bulunan vicdan sahipleri, o hükmü kabul edecek
kimseler arasında asla olamazdı."
Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa; günümüzün meselesi gibi sayılmakta
olan Midhat Paşa ve arkadaşları cinayet mahkemesi davası ve sonuçları, elan
bir kesin hükme kavuşturulabil-miş değildir. Bu bakımdan Said Paşa'nın
hatıratında kendisine yapılan dokundurmalara cevap verme yoluna gittiği gibi
bunda çok hassas davranmayı da ihmal etmemiştir.
Midhat Paşa'nın Mahkemesi
Midhat Paşa yukarıda izah ettiğimiz gibi, gece yarısı saraya
çağrılıp, Izzeddin vapuruna bindirilip, avrupaya menfaya gönderildiğinde 20 ay
kadar gurbet-i vatan çekti. Ancak hiç başına gelenden mütenebbih olmamış, dilin
kemiği olmadığından ileri-geri konuşuyor vede ne konuştuysa ilaveleriyle
birlikte Sultan Hamid'e duyuruluyordu. Kontrolsuz bir şekilde ecnebi diyarlarda
hangi hataları icra edeceği meçhul bir Mid-hat Paşa yerine, affa nail olmuş ve
valilik görevinde bir yerde istihdamının daha iyi olacağını düşünen padişah
tarafından geri dönüş alt yapısı hazırlandı ve 4/Ağustos/1880 târihinde ülkenin
önemi büyük bir vilâyeti olan Aydtn'a tâyin ediliyordu. Bu vilâyet o zaman
İzmİrde dâhil Ege Bölgesinin tamamını içinde bulunduruyordu. Midhat Paşa;
buradaki valiliğinin 9. Ayının 12. günü, yâni 16/Mayıs/Î881'de tevkif emriyle
karşılaştı. Sultan Abdülaziz'in şehadeti üzerine açılan tahkikatta ifadesi
alınmak gerekçesiyle. Bu tevkif emri için Midhat Paşa'nın yaptığı uzakta olan
İngiliz elçiliğine gidemyece-ğini anladığından hemen yakınındaki Fransa
konsolosluğuna kapağı atmak oldu. Bu sığınma talebi idi ki, sadaret de bulunmuş
bir kimse için yapılacak işlerden değildi. Ama dikkat buyurursak, sadrıazam
Said Paşa'da bir keresinde ingiliz b. elçiliğine sığınmıştır ve de daha sonra
2. Abdülhamid han, bu paşayı yine sadarete getirmiştir. Pek tuhaf hallerdendir.
Demekki sadrıazamlık yapan zevat biie hayatlarını tehlikede gördükleri an dost
düşman demeyipde, ecnebi misyona iltica etmekten içtinap etmiyorlar. Öztuna
Bey; Midhat Paşanın bu yaptığına aynen:
"Eski bir sadnazamın ve hâlen devletin en büyük eyaletinin başında
bulunan bir umûmî valinin bu hareketi, son devir Türkiye târihinin en çirkin
olaylarından biridir ve Midhat Paşa İçin gerçek bir lekedir. Bunun şahsı için
bir leke olduğunu Paşa'da, hatıralarında <yalnız bana değil, evlâdıma da
kalacak târiM ömrümün lekesidir> şeklinde itiraf etmekte ancak can kaygusuna
düştüğünü ileri sürerek, şahsını savunmaya çalışmaktadır." Demektedir. Biz
de hemen ilâve edelim ki, bu fahiş hatayı 2. Abdülhamid dönemi
sadnazamlarından iki kişide daha ecnebi sefaretlere iltica yoluna başvurduğunu
görüyoruz. Bunlardan birisi hatıratlarından alıntı yaptığımız, Erzurumlu,
Şâpur Çelebi İakablı ve
Abdülhamid Hân tarafından dokuz defa sadarete getirilmiş bulunan
Küçük Mehmed Said Paşa'dırki İngilizlere iltica etmiştir. Diğeride yine
hatıratından alıntılar aldığımız Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa'dır ki bu zatda,
İngiliz konsolosluğuna iltica etme yanlışını sergilemiştir. Bu hatırlatmayı
yapmaktan maksad Midhat Paşa'nın böyle bir davranışda tek olmadığını amma yine
de ilk olduğuna okurlarımızın dikkatini çekelim
istedik.
Midhat Paşa'nın bu ilticası üzerine Sultan Hamid, Fransa'nın
İstanbul b. elçisini çağırttı ve derhal sığınmacının konsolosluk dışına
çıkarılmasını tehdit yollu talep etti. Fransızların elçisi Tissoti'yi
tehdidiyle bunaltan padi şah büyük elçinin İzmir konsoloslarına talimat
göndermesini temin etmişti. B. elçi Tissoti, İzmir'deki konsolos Pelissirey'e
çektiği telgrafla Midhat Paşa'yı ihraç etmesini İstedi, çünkü az bir zaman önce
Fransa, Tunus'u işgal etmiş, Osmanlı devletinin heran kendilerine savaş
açacaklar korkusunu taşıdığından, Midhat Paşa olayı buna kapı açmasın diye
dikkatli olmayı tercih etmişler ve kendilerin iltica edeni dışarı koymak
suretiyle sahibi oldukları hürriyetçilerin abidesi Fransa lakabının gölgelenmesine
katlandılar.
Mahkeme Kararları
Yıldız Mahkemesi kararları şöyle tecelli etti: Rüşdü, Midhat,
Nuri, Mahmud Paşa'larteı, Şeyhülislâm Hayrullah Efendi, kazanmış oldukları
bütün rütbe ve nişanların alınması, dâ-f^ad olan paşaların sultan hanımlardan
ayrılıp, damad sıfatlarının kaldırılması, bunların idamına bahçevanlıkla görevlendirilen
üç pehlivan ile iki mabeynci ve binbaşı Necip ey'inde idama, Seyyid Bey ile
Miralay İzzet Bey'in on yıl hapse mahkûm edilmeleri istikametinde hüküm
verildi.
Yılmaz Öztuna Bey'in adı geçen eserinde 176. sn. de, şunları
kaydetmektedir: ".Temyiz ve fetvahane bu kararlan ayrı ayrı tasdik
ettikten sonra, son tasdik hükümdarın iradesine sunuldu.
2. Abdülhamid, 20/Temmuz/1881 günü Yıldız sarayında 25 kişilik fevkalâde
bir meclis topladı. Bütün muteber devlet adamlarının katıldığı bu toplantıda
mahkeme kararları, iştirak edenlerin tsüşârî reyine arz edildi. Herkes rey'ini
yazılı olarak hükümdara bildirdi. 15 kişi hükümlerin aynen tatbiki, on kişi
ise idam cezalarının müebbed hapse tahvili rey'inde bulundu. İdam hükümlerinin
aynen tatbikini mucîb se-bebler göstererek isteyenlerin arasında Gazi Osman
Paşa ile asnnn en büyük Türk Hukukçusu olan Adliye nâzın tarihçi Cevdet Paşada
bulunuyordu. Bilhassa bu İki zâtın kanaatleri mühimdir Çünkü şahsiyetleri
bakımından, herhangi bir art düşünce ite hareket etmelerine az da olsa ihtimal
verilemez. Cevdet Paşa tarihçi sıfatıyla, Sultan Aziz faciasının devlete neler
kaybettirdiğini, ne felâketlere sebeb olduğunu çok iyi biliyordu. Gazi Osman
Paşa ise, yazılı esbâb-ı mucîbesinde, bu kararların, bir daha böyle feciî ue
sorumsuz işlere teşebbüs edilmemesi için ibret olacak şekilde uygulanması icâb
ettiğini belirtiyor, hâttâ bu kararları değiştirmeye padişah'ın bile hakkı olmadığını
imâ ediyordu. 2. Abdülhamid, buna rağmen idam cezalarını müebbet hapse tahvil
etti. Bunda İngiltere'nin te'siri olduğu inkâr edilemez. Zira liberal avrupa,
bilhassa İngiliz basını, Midhat Paşayı şiddette savunuyordu. İngiltere, Midhat
Paşa'yı kendi adamı gibi telakki ediyordu ve mahkûmiyetten sonra da bu
telâkkisinden vazgeçmediği ni az aşağıda göreceğiz demektedir "
Tâif'de Akıbetleri
28/Temmuz/l881 'de İzzeddin Vapuruna bindirilen mahkumlar Tâİfe
yola çıkarıldılar. Orada bulunmakta olan kale de hapsolundular. Burada 2 sene,
9 'ay sonra; Midhat Paşa olsun, Mahmud Celâleddin Paşa olsun askerler
tarafından boğmak suretiyle öldürüldüler kaydını görüyoruz. Bu emrin kimin
tarafından verildiği karanlıkta kalmıştır diyen Öztuna Bey, bu güne kadarda
işin sırrı çözülememiştir demektedir. Abdülhamid düşmanları padişahın bu emri
gizlice verdiğini ileri sürerek, büyük bir iftiraya başvurmuşlardır. Sultan Ha
mid cidden merhameti münasebetiylede pek yüksek bir şahsiyettir. Kendi sine
bunlar hakkında mahkeme ve temyiz kararını tatbik et diyenlerin tavsiyesini
yerine getirir böylece de, otoritesinin kuvvetlenmesini temin ederdi. Oztutfa
Bey; Hicaz Valisi Osman Nuri Paşa'nın bu hususda bir emri olabilir çünkü bu
paşa, Mekke Şerifini tevkif edip, yerine başkasını tâyin edecek cürete sahip
bir paşaydı demektedir. Midhat Paşa meşhur hatıratını bu cezayı Tâif'de
yatarken yazdığı bilinen gerçeklerdendir.
ingilizlerin; Midhat Paşayı halas etmek gayesiyle Taife bir baskın
düşündüğü ve bunun içinde Kızildeniz'de bir savaş gemisini hazır tuttuğu
istihbaratça doğrulanmış hususattan-dır. Midhat Paşa hayatını kaybettiğinde 62
yaşında olup, Hayrullah Efendi ve Nuri Paşa Tâif'de ölmüşlerdi. Rüşdü Pa-Şa
Manisa'da ölürken hakkında verilen karar ölümü beklendiğinden uygulanma
cihetine başvurulmamıştır.
İngiltere Mısır'ı İşgal Ediyor!
Mısır'da Hİdiv unvanıyla yönetimi götüren İsmail Paşa hayli
israflar yapmış, merhum Abdülaziz Hân'dan elde ettiği borçlanabilme
müsaadesinden sonra, İngiliz ve Fransa'ya yaptığı borçlanmalar faiz sarmalına
düşmesini intaç etmiş on sene içinde 100 milyon İngiliz altununu aşmıştı.
Görülen oydu kî, Mısır bir eyalet-i mümtâze olarak öyle borçlanmış ki, koskoca
devletin borcunu aşmak üzereydi. Bu bakımdan ademî merkeziyetin mahzurlu olduğu
buradaki neticeden de istihsal olunabilinir. Abdülhamid Hân'ın merkeziyetçi
idâresinin isabeti ortaya çıktığı gibi, çok sonraları, bir hanedan üyesi olan
mecnûn sayılsa seza olan Prens Sabahhaddin Bey, adem-î merkeziyet taraftan
olarak Mısır' ı da örnek olarak göremedi insan şaşıyor.. Hidiv İsmail Paşa,
Süveş Kanalının elindeki tahvillerini satarak borçları düşürmeye çalışırken,
Fransa bunlara talip idi. İngilizlerin Yahudi asıllı başbakanı D'izraeli, mâli
tüyo'ya çabuk ulaşan teşkilatı vasıtasıyla durumu hızla değerlendirdi ve
hisselleri İngiliz idaresine mâl etmeyi bildi. Bu donanmasına güvenen bir
devletin cesaret edebileceği bir işti. D'izraeli bu silahını akılıca
kullanarak, Fransa'yı dizletti. Süveş Kanalı kullanımıyla İngiltere-Hindis-tan
hattı pek değişebilen bir lezzet verdi Britanya ticaret ve sömürgeciliğine.
Fransa bu işe müdehale edecek durumda değildi Dölesepsİs bir Fransız olarak
açtığı kanalın İngilizlere yâr olduğunu, görüp görmediğini düşünüyor insan!
Tahvillerin satışı İsmail Paşa'yı borçsuz hâle getirmeye yeterli olmadı.
Mısır Hidiv'inden alacaklı olan Fransa ve İngiltere, yüzlerini babıâlî'ye
dönüp, kapısını çalmağa başladılar, ismail Paşa, Mısır hükümetinin mâliye
bakanlığını bir ingilize, nâfıa yâni bayındırlık bakanlığımda bir Fransız'a
vermek zorunda kaldı.
Kırım gerekse 93 Savaşında Osmanlı ordusunda, gük vafetleri,
talimli durumları, disiplinli hareketleriyle göz
Muran Mısır askeri. Sultan Aziz'den aldığı bir fermanla 30iv mevcuda çıkarılmıştı. Mısır kabinesinin
biri İngiliz diğeri
F ansız olan iki bakanı hemen şartlarını koydular, bu ordu
küçültülecek; 30 binden, 18 bine
düşürülecek dayatması vaptılar ve bu arada da 2500 subayı emekliye şevkettiler.
Emekliye ayrılmış bulunan subayların çoğunluğunu Türk ve Çerkeş
kökenli olanlar teşkil ediyor böylece aralarında az miktarda Arab ırkından
subay bulunuyordu. İşte Osmanlı devlet hududları içinde ilk ırkî hareket
başladı, muharrikleri. Türk ve Çerkeş olmakla beraber, bunların hareket lideri
olarak başlarına geçirdikleri Albay rütbeli Arabî Bey bu hareketin lideri
oldu. Sultan Hamid, İsmail Paşayı hidivlikten azletti yerine Tevfik Paşa isimli
İsmail Paşanın oğlunu hidiv nasbet-ti. Bu Tevfik Paşa, 1. Abdülhamid'in
sadrıâzamlarından olan Halil Hamid Paşa'nın oğlu Mehmed Arif Bey'in kızı olan
Zehra hanımdan dünya gelen bir çocuktur ve Kemâl Derviş ile akrabalığı
muhtemeldir. Bu Tevfik Paşa'nın oğluda Ahmed Fuad Beydir ve Mısır'ın ilk
kralıdır. İtalya'da sürgünde ölen Kral Faruk'un babasıdır. Bu Krallık zâten iki
kral gördükten sonra bir askeri ihtilâlle yok olmuştur. Önceleri harbiye nazırlığını
ele geçiren Albay Arâbî'yi Sultan Hamid, mirliva yâni general rütbesiyle taltif
etti. Ancak, Mısır'da kavmi necip an-layışı yayılmaya, memlekefde yaşayan diğer
unsurlar rahat edemezlerken herkes tabiisi olduğu devletlere şikâyetlerini
duyuruyordu. Bunların içinde İngilizler, avrupa olup Mısır'da yaşamakta
olanların haklarını bundan böyle kendisinin arayacağını bunun içinde Mısır'a
asker çıkaracağını fakat bura-akı Osmanlı devletinin hak ve hukukuna
dokunmayacağını eyledi.
İş bu vaziyete gelmişken, Mısır'da Arabi Paşa, başbakanlık
makamına irtika eyledi yâni başabakan oldu. Akabinde İskenderiye'de çıkarı bir
kıyamda, ahali İngilizlerin olsun avru-palılann olsun mallarını yağmaya giriştiler.
Bir hayli ölü yanında bazı elçilik görevlileri yaralanırken, dört
konsoloslunda yaralandığı görüldü. İngiliz Amiral Seymour İskenderiye'yi
saatlerce ve ara vermeden bombardımana tâbi tuttu. 12/Temmuz/1882'de Arabî Paşa
birlikleri Sir Gamet: Wolse-ley kuvvetleri tarafından Teylül Kebîr meydan
muharebesinde bir çeyrek saat geçti geçmedi mağlup oldu, ingilizler Kahire'ye
girerken, maceraperest Arabî Paşa da sürüldüğü Seylân'a doğru yola çıkarıldığı
haberiyle ortalık çalka lanıyordu.
İngiltere; Mısır'a girince Sudan'ı da işgal dışında bırakmadı.
Ancak ifadesinde durumun geçici olduğunu söylemesi, meselâ Osmanlı devletinin
Mısır'dan aldığı vergiye engel olmaması sanki bu sözün samimiliğini
andırıyordu. Yapılan müzakereler neticesinde de bir iki defa çekilmeyi kabul
eden merhalelere getirdi vaziyeti sonra kendine âid olaylar icâd ederek
erteledi velhasıl herkesi oyaladı durdu. Fakat, fiili işgal mevcut hukukî
statü ise Osmanlının koyduğu idi. Bu hâlin 1. dünya savaşına kadar sürdüğü görülmüştür.
Osmanlı sadrıazamlanndan Kıbrıslı Mehmed Kâmil Pa-şa'nın gerek
Mısır ile gerekse İngiltere kraliyet ailesi ve politik arenasında hürmete
şayan bir münasebet bulunuyordu bu bakımdan Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa'nın,
İbnül Emin Bey'in "Son Sadrıazamlar" adlı değerli eserinde yer alan
satırlardan bu bağlantıya bir atfu nazar edelim: Paşa'nın Mısır ile olan
bağlantısını göz önüne aldığımızda, Osmanlı-Mısır münasebetlerindeki davranışı,
Osmanlılık açısından nasıl bir fikir hasıl eder"? "..1298/1881 senesi
Şevval başlarında çıktığı bahs olunan mezkûr mesele benim hatıratımda beyan
kıtınrlıâı yibi Tevfik Paşanin hidivliğe nasbından önce pederi İsmail Paşanın
vazifesi esnasında kötü idaresi ve israfları neticesi olarak, İngiltere ve
Fransa devletlerinin Mısırın mâli işlerine müdahaleye tasaddileri kendini
göstermeye başladı. Osmanlı dev letinin bağlısı olan ve ekseriya vak'aların
icâbatı-na göre karar alması yerine muhalif tedbirlere gitmesi, bunda devam ve
ısrar eden Hidiv, git gide, durumun vahametini arttırmaya başlamıştı. Said Paşa
hz. lerinin; türlü şekillere tahvil ederek kayıt ve tezkâr ederek hikaye ettiği
MısırVye'yi müzakere için İngiltere devleti tarafından fevkalede sefaretle
İstanbul'a gönderilen, Dermond Volf'un hâmil bulunduğu nâme ile nutkunun
tercümeleri sırasında <evkaf nâzın Kâmil paşa mülakat için yanıma geldi
Mütercim Davud efendi ev rakı bana verirken gördüydü. Mütercimin ifadesin den,
neye dâir olduğu malum olduğundan mütalaasını arzu etti. Vükelâdan gizli bir
şey olmadığından kendisine verildi. Kâğıdlar akşam arza verildi. Fıkrasını koymakla ne demek istediklerini
anlamak zorsa da, memur olduğum nezaretin, işlerinden dolayı müzakereler için,
Said Paşa'nın yanına gitmiş olmamın şüpheden uzak olmam gereken bir sırada,
mütercim tarafından takdimin de içindekilerden bahse mahal olmayan evrakın
okunmasını arzu etmek gibi bir teklifsizlik göster-mekleğime hâl ve terbiyemin
müsaid olmayacağı beni az çok tanıyanlarca takdir ve teslim olunur iti
kadındayım.
Sdid Paşa; Londra'da sefaret-i fevkaladesi için memuriyet-i
acizanem arz ve istizan eylediğini hatıratının bir köşesine yazmakla beraber,
bir kaç sahife sonra Sir Der-mond Volf ile 'Müzakere için murahhas seçimi
bahsinde o vakit hariciye nazırı rahmetli Asım Paşa lisanından <Kâmil
Paşanın diplomasi malumatında vukufu behri-yesi sebk etmedi Onun tâ-takdirinde
işçe gı'ıçlük gÖrülür.> cümlesini sarfettirmişterdir ki, mânası oldukça net
bir teveccüh olduğu görülür, diyerek geçelim sözüyle noktalıyor."
KâmİI Paşa'nin görüldüğü gibi; Said Paşa'nın ünlü hatıra-tın'da
kendisine dokundurma hissettiği hususda bir beyanda bulunduğunu ve Kâmil
Paşa'nın verdiği cevapla, Said Paşayı ve onun tarzını ortaya koymaya
çalışırken, İsmail Paşa'yıda tarz-ı İdaresinden ve israfından dolayı kabahatli
bulduğunu çıkarmak ifadesini dikkatle okuyunca anlamak kâbi! dolay-sıyla Mısır
ile olan garabeti, Osmanlı anlayışından ayrılmasını temine vesile olmadığı
ortada.
Ermeniler Ve Meselesi
eni meselesi dendiğinde; akla ilk gelen, asırlardır a lu
topraklarında birlik ve beraberlik içinde nesiller yetiren birbirlerinin inanç
ve geleneklerine saygı duyan în-ıarın varlığıdır. Ancak şu 1293/1877
Osmanlı/Rus savaşı havetinde imzalanan Ayatefanos antlaşması oluncaya
karar Mezkûr savaşın antlaşmasında bir
Ermeni meselesi ih-las olunmuştur ve bunun mucidi Ruslar olup, vatansız Ermeni
ahalisine şüphesiz ki Osmanlı devletiyle aralarında var olan medenî insaniyet
bağlarını kopartıp, birbirleri hakkında kötü emeller besleyip, var olan huzuru
yok etmek ve bunların safdillerini kendi gaye ve hedefi istikametinde istihdam
etmek, böylece çıkacak düşmanlığın bir din savaşı şeklinde tefsir edip, Şark'a
doğru bir mânada İslâm ve topraklan ürerine Doğu avrupanın verimsiz
alanlarından kalkıp yer allı ve yer üstü madenlerine ve nimetlerine egemen
olmada maşa olarak kullanmaktı. Buna start veren madde şöyleydi ve göreceksiniz
ki, bir kere bile Ermeni kelimesi geçmemektedir maddede fakat bu maddedirki
satır aralarında nihan olan mânalarla doğurmuştur Ermeni meselesini:
Madde: "Osmanlı devleti Girid Adası halkı tarafından
der-miyan olunan istekleri önemle göz önünde tutmakla beraber 1868 yılı dâhili
tüzüğünün uygulanmasını taah- hat eder Şu mukauelenâmede kendileri için özel
bir idare şekli tâyin 0 anmayan Arnavutluk ve Tırhala ile Rumeli'nin sair
yerleri mahalli ihtiyaçları karşıla-
yacak muvafık bir tü-acaktır. Üyeleri yerli ahaliden olmak üzere teşkil acak
özel komisyonlar her vilayette yeni tüzüğün tefer-nı müzakere ederek so-nucunu
babıall'ye arzedeeekler-manlı devleti dahi bu tüzüğü uygulamaya o az etme-
lçınden Rusya devleti ile bir kere istişare edecektir." İşte
bu madde Ayastefanos antlaşmasında bu haldeyken, Berlin konferansında ki her ne
kadar bu konferans bizim için hayli-çene işe yaramış ve Ayastefanos'un derin
yaralarını sarmiş-sada, bu madde orada 61. madde adıyla genelleştirilmiş ve
Rusya'nın elde ettiği imtiyaz bütün düvel-i muazzamayada tanınmıştır. Böylece
batı âlemi, şark dünyasına top yekûn saldırıya geçecekken bu kurnazca
muahedenin tertibiyle şarkın iç bünyesindeki dindarlarının, kendilerine 5. kol
olarak veya gizli tabii müttefik kılmış oluyorlardı. Osmanlı devletini
yıkabilmeyi sağlamak için Ortadoğu'da söz sahibi olmak için bunlar vazgeçilmesi
imkânsız çâreydi. Her ne kadar geçtiğimiz 1293/1877 Osmanlı-Rus savaşında
bizim kaybımız Rusya karşısında zayfı kalmamızdan değil, genç paşaların birbirini
çekememesinin getirdiği yönetim aksaklığını pek kimse itiraf etmez ama
düşmanlarımız bunu anlamakta gecikmemiş sevk-ı idarede tenakuzları
görebilmiştir.
Bizde de bu savaşın ilk tahlilini yapan kişi mümtaz yüzbaşı Mehmed
Hulusi Efendi 1909'da Harbiye'de "Harp Târihi Dersleri" muallimi
olarak ders verdiğinde bu savaş hakkında bilgilendirmeyi yapabilmek için birçok
kitap okumuş, askeri raporları tetkik etmiş "Niçin Mağlup Olduk" adlı
bir eser kaleme al mıştır. Biz, bu eseri Osmanlıcadan sadeleştirerek Akit
Gazetemizde tefrika hâlinde neşrettik. Henüz kitaplaştıra-madık esas söylemek
istediğimiz bizde, 93 harbinin tahlilinin, savaştan 29 sene sonra yapılmasıdır
halbuki bütün dünya ülkeleri bu savaş üzerinde o kadar çok neşriyat yapmıştır
ki buna sayısız demek kabildir.
Ülkemizde; Ermeniler, 1860 yılında, dernekler kurmaya girişmişler
ve yirmi yıl içinde bu sayıyı önce kültür dernekleri olarak lanse edip rahatça çoğalttılar.
Daha sonra da tedricen silahlandırmaya başladılar. Böylece kan dökücü
komitelerini peydana getirdiler.
Meselâ bunlardan 1860'da Kilikya'yı yüceltmek amacıyla Haynsever
Cemiyeti, peşinden de Fedakârlar cemiyeti faaliyete geçirildi. 1882 senesine
kadar, Van ve civarında Ararat-h, merkezleri Muş'da bulunan Mektepseverler,
Şarklı, Kilikya cemiyetleri kurdular ve de 1872'de yine Van'da "İttihat ve
Halas Cemiyeti" yâni birleşme ve kurtulma cemiyeti 1880 yılına
gelindiğinde Erzurum'da Silahlılar cemiyeti, Milliyetperver Kadınlar cemiyeti,
Ermenistan'a Doğru Cemiyeti ve Kafkasya'da Genç Ermenistan cemiyeti
kurulmuştur. Van'da da Kara Haç cemiyeti teşkil edildi. İstanbul'a gelince,
burada "Erme ni Vatanperver İttihadı" isminde bir cemiyet kuruldu
Bu son kurulan cemiyet, Ermenileri hukukuna sahip kılmak, gereken
yerlerde isyanların çıkmasını temin etmek, gençleri silahlandırmak hususunda
görev almıştı. İstanbul'da da adına Ermeni Vatanperver İttihadı isminde bir
cemiyet teşkil olundu.
Yine; 1881'de Erzurum'da kurulmuş olan Şurâ-yı Âlî Cemiyeti, çok
geçmeden Müdafiî Vatandaşlar Cemiyeti olmuştur. 1890'da da İstanbul'da Şant
ile daha sonra da Kurban adlı ihitlâlçi çeteler teşkil edilmiştir. Hınçak ve
Taşnak komitelerini daha ziyade, Kafkasya Ermenileri kurmuşlardır. Bu
komitelerin kurucuları, Osmanlı hududları haricindeki Erme-nilerdi. Bu hususda
İngilizlerin Trabzon konsolosu 1895 târihinde İngiltere'nin Osmanlı nezdinde
ki b. elçisi Sir Filip Ku-n ye gönderdiği raporun bir bölümünde şunları kaydeder: liderleri hareketi türkiye dışından idare
ediyorlardı. suretle kendileri tamamiyle
emniyet İçinde oldukları halde, Türkiye'deki ırkdaşlarına hayatı tahammül
edilmez hale 9etiriyorlardı. Maksatları, İslâmları hristiyanlara karşı tahrik
etmek, katliamlar çıkartarak memleketi dehşet içinde bırakmaktı: Bütün dünyaca
bilinmelidirki bu teşkilât anarşik bir karakter taşımaktadır. Şiddet yoluyla
karışıklıklar çıkartma k ue Ermenistan'ın yalnız ıslahatını değil, istiklâlimde
temine çalışmaktadırlar "
Bu raporu doğrulayan şu misâl mühimdir: 1887 senesinde Kafkasya
Rus Ermenilerinden Avedis Nazarbeg ile sonradan izdivaç yaptığı Maro adlı
kadınla ve Kafkasyalı Ermeni talebelerin birlikte İsviçre'de Kari Marks'ın
prensiplerinin esas tutulduğu Hinçak (Çan Sesi) komitesinden üç yıl sonra
1890'da, Kafkas Ermeni'lerince de Tasnak veya Taşnaksut-yun ihtilâl komitesi
teşkil edildi. Bunların da amaçlan Türkiye Ermenistamnı tesis için siyasi ve
iktisadi hürriyet elde etmek riskine girmekti. Bu komitenin pek vahşice
verilmiş bir talimatı vardı. O da; <Türk'ü, Kürd'ü her yerde her çeşit şerait
altında vur. Mürtecileri yâni eski hâlin devamını isteyenleri, sözünden ve
yemini yapıp da bundan dönenleri, Ermeni aleyhtarı hafiyeleri ve Ermenistan
dâvasına hayinlik yapanları öldür ve böylece intikam al!>
Bu talimatı alan Ermeniler, Anadolu topraklarında 1894'de pek
büyük bir isyan ateşi yaktılar ve bunun adı Sason İsyan'! oldu. Muş ile Bitlis
arasında bir ilçe olan Sason bünyesinde 12 bin Ermeni barındırıyordu. Burada
yaşamakta olan 15 bin kişi kadar müslümanların çoğunluğunu Kürtler teşkil
ediyorlardı ki burası yo! yetersizliği hasebiyle askeri yardıma biraz geç
kavuşur arazi idi. Sason Dağlarının sarp kayalıkları kolay kolay geçit
vermiyordu. Burada ateşi yakılan isyan, öyle profesyonelce tezgâhlanmıştaki,
yerli Ermenilerin böyle bir şeyi ne akıl edebilmeleri nede tatbikleri kabildi.
Hele Türk kılığına girmek suretiyle kendi dindaş ve soydaşlarını katletmeleri
ne yerli Ermenilerin cüretine nede tanınacakları endişesiyle yapmayacakları
işlerdendi. Amma cidden Türk kılığına giren Ermeniler, bu işi yaptılar fakat
bunlar bölnin insanı olmayıp dışarıdan getirilmiş adam katlinde ofeSyonelleşmiş
ihtilalci güruh olduğu ilk akla gelendir. Burada çıkan arbede de, yüzlerce
müslüman şehadet şerbetinin içicisi olurken, 5 bin ermeni de fikren iğfal
olmalarının acısını ölümleriyle tattılar. Günü müzün Abdullah Öcaian adlı
bölücübaşı'nın gün gelipde TBMM'ye gireceğini ileri süren safdillerin bulunduğu
dönemimizde, bunu ileri sürenlere saf dil demesine diyoruzda, bakın bu Sason
olayının baş tertip-çişi olarak görülen Hamparsum Boyacıyan adlı Ermeni buradaki
tahkikat ve icraattan yakasını sıyırdı. Bu Hampar-sum'un 1908 meşrutiyet
meclisinde Harput milletvekili olarak İttihad ü Terâkki Parti mebusluğunda
bulunması tıpatıp Öcalan'ınkine benzemiyorsa da, yine de Allah korusun, saf
diller dediklerimizin bu teşhisleriyle naklettiğimiz olayia, yâni Hamparsum
Boyacıyan ile ilişki kurmaları da ümid olunabilir!
Ermeniler; Sason olayının peşinde bir ay geçti geçmedi
Dıyarıbekir'de de ayaklanmaya teşebbüs ettiler. Ancak burada da 2 bine yakın
insanlarını kaybettiler. Bütün bu hareketlerin Osmanlı devletinin elinden
kurtulmak meselesi olmadığı pek barizdir. Yapılmak istenen dış devletler
buralarda meydana gelen vak'alardan mütevellid, Osmanlı hükümeti ne baskı
yapmak suretiyle iç işlerine müdehale yoluyla dev-let-i âliyenin çöküşünü temi
ne gayret edip, yabancı devletlerin, ajan çapındaki adamlarından aldıkları
sözlere görede Büyük Ermenistan kurmak hayılini diri tutmaktı. Bu husus-da,
Ermeni Diasporası denilerek nâm salmış başka ülkelerde yaşamakta olan
Ermenilerin kurdukları bu organizasyon merkezi bilhassa ecnebi baskıları
teminde ve bu isyanları destekleyecek maddi imkânın toplama ve dağıtım
vazifesin! yapıyorlardı.
O sıralarda da İstanbul'da bilhassa Kurtuluş semtinde o zamanki
adı Tatavla'da oturan Ermeni azınlık toplanmış bir takım protestolar ile
asayişi ihlâle çalışıyorlardı. Sahilhane-sinden çıkmış bulunan Sadrıazam Ahmed
Vefik Paşa'nın faytonuna ulaşan haberle vaziyetten haberdar olduğunda, hemen
arabanın babıâfî istikametinden yolunu değiştirmiş bu günkü Pangaltı kavşağına
gelen Vefik Paşa, tecemmu etmiş Ermeni kopillerini görünce hemen faytonunun
kapısını açmış, o gün romatizmalarının rutubetli hava münasebetiyle ağrılara
sebeb olmasından, bastonuyla yola çıktığından topluluğun ki sayısı
alti-yediyüz kişiden az değil üzerlerine yürümüş o güruhu tek başına
dağıtmıştır. Devrin gazeteleri Ahmed Vefik Paşanın sağa sola doğru koşarak
yaptığı salveti tatlı bir uslûb ile haber yapmışlardır.
30/Eylül/1895'de Patrik İzmirliyan'in sinsi sinsi hazırladığı
sayıları bir kaç yüzü bulan Ermeni kopili ellerinde ve bellerinde silahlarıyla
babıâlî'ye çıkıp sadaret binası önünde protesto hareketi yapacaklarken,
Sadrıazam Said Paşa bunların üzerine asker sevk ettiği için vahim bir hâl zuhur
etmiş oldu. Yıldız'da sadrıaZamın icraatına vukufiyet kesbeden Sultan 2.
Abdülhamid Hân derhal askeri birliği geri çektirdi.
Bunların çoğuna sivil elbise giydirip, Tahtakale ve Yemiş İskelesi
hamalları kürtleri de hamalbaşılar vasıtasıyla bu silahlı Ermeni kopillerinin
üzerine sevk ettiği bir kaç tane müs-lüman'ın şehadeti karşısında bin kişiye
yakın Ermeni eşşek cennetini boyladı. Kadırga da üçgün mukavemet eden Ermeniler
sonunda pes etmeye mecbur oldular. Onbir ay sonra Ermeniler bir daha
hareketlendiler ve 26/Ağustos/1896'da Osmanlı Bankası merkezini bastılar.
Ancak, Abdülhamid Hân'ın meşhur Teşkilât-ı Mahsusası vaziyetten haberdar olduğundan
banka civarında tertibat almış ve saldırıyı bir kaç bomba patlatarak başlayan
Ermenileri kısa zamanda etkisiz
H"le qetirmeye muvaffak olmuşlardı. Bu hareketide hazırnın
patrik İzmirliyan olması calibi dikkattir. Demek ki onbir evvel Kadırga semti
olayını tezgâhlayan İzmirliyan'a devlet herhangi bir yaptırım tatbik etmemiş!
Acaba, İzmirliyan hem olayları tertipliyor hem de devlete haber veren bir
ajan-mıydı? Sultan 2. Mahmud'un, Rum Patriği Grigoryası astığını qoz önüne
alırsak, İzmirliyan'a bir şey yapılmamış olması yoruma tâbidir.
Hoş Sultan Hamid cana kıymayı sevmediğinden belki asmamak
normalse de hiç bir şekilde cezaya muhatap etmemesini yorumlamak kolay
değildir. Ha yukarıdaki Kadırga semti olayında, kıyamcilar üzerine askeri
birlik gönderen Said Paşa' nın görevinden azledildiğjni de hatırlatalım.
Çünkü; asker ile bastırılan vak'anın avrupada estireceği rüzgâr pek değişik
olacağından padişah bu işi ahaliye havale ederek İki gurup halk arasında çıkan
arbede neticesi müessif olayları meydana getirmiştir bahanesini ileri sürmek
imkânını meydana getirmiştir. Çok zaman geçmemiştiki bir Ermeni, sadrıazam
Halil Rıfat Paşa'ya tabanca ile bir suikast teşebbüsünde bulunmuş, menfur
emenline nail olamamış ve Paşa isabet almamıştır. Bütün bu tedbirler ve milis
tarzı mukabele Erme-nieri ve onların idareci takımını ürküttü.
21/Tem-muz/1905'deki Yıldız Camiinde patlattıkları bomba hadisesi-ne kadar
ortalıktan toz olmayı tercih ettiler.
Bir Gaazı'nın Beyanatı
Bizim târih kitaplarımızda genellikle savaşlar oluş sebebi,
kimlerin bu savaşda bulunduğu, neticesi ve mütareke ile sulh
masasından bahsedilir. Biz bu çalışmamızda savaşların perde arkasını ve
safahatını nakleden ve bilhassa bahse konu savaşda döğüşmüş savaşda sahib-i
selahiyet olarak bulunanların varsa hatırat ve husule getirdikleri risaleleri
lâtinize ederek burada sahifemizi süslemeye ve yeni nesle ulaştırmaya kendimi
vazifeli addetmiş bulunmaktayım.
Bu seferki risalemiz 1313/İ897'de Osmanlı-Yunan savaşını en
selahiyetli kalemden çıkan yazının başındaki İsimle neşrolunmuş yâni "BİR
GAAZİ'NİN BEYANATI1' adıyla Os-manhca ve matbu olarak basıldığında hayli
beğenilmiş olan risaleden naklediyorum. Bu risalede bahse konu savaşı arılatan
zât; Gaazi Alasonya Ordusu kumandanı Müşiran dan Ga-azi İbrahim Edhem Paşa
Hazretleridir.
Bilindiği gibi Sultan 2. Abdülhamid; önce amucası Sultan
Abdülaziz'in tahtdan alaşağı edilip, akabinde şehid edilmesi ve taht-ı Osmaniye
5. Mehmed Murad'ın çıkarılması ve de bu padişahın da, doksan gün sonra şuuru
muhtel oldu yâni dimağında meydana gelen bozukluk hilafet ve padişahlık yükünü
omuzlayacak takati taşıyamayacağı anlaşıldığından onu da devrin devlet recülu
tahtdan fetva ile iskat edip, Türklerin padişahlığını, İslamların halifeliğini
1842 doğumlu ve hayli olgunlaşmış bir Abdülmecid evlâdı olan 2. Abdülha-mid'e
biat etmek suretiyle vermiş oldular. Midhatlar, Rüş-dü'ler, Hüseyin Avniler,
Kayserili Ahmed Paşalar, Süleyman Hüsnü Paşalar hatta Mahmud Nedimler devletin
atabeyleri gibi işleri yönetmeğe kalktılar. Bu yönetişteki hataları ve
meşrutiyet hususundaki kararsızlıkları kendi aralarında ihti-düşmelerini getirdi. Bu sırada Rusların
sıcak denizlere e hülyası, Osmanlı iç yapısındaki hızla bozulma hasebiy-! e de
Avrupa devletlerinin adını "Şark Meselesi" olarak kovdukları sömürülesi
gereken toprakların muhafızı cihan H leti Osmanlıyı târih sahnesinden izale
etmek maksadıyla dört başı mâmur bir plânla yürüttükleri saldirgan siyasetleri
havli yıpranmamıza sebeb veren meşhur rûmî 1293 / milâd 1877 Osmanlı-Rus
Harbinin zuhuru vukubuldu.
Haçlı dünyasının ve hilâl âleminin bu savaş sonrasında artık hiç
bir şey eskisi gibi değildi! Koskoca Osmanlı Devleti, başşehrinin yazlık bir
mahallesi olan Yeşilköy'e kadar gelmiş bulunan ezeli ve ebedi düşmanı moskofun elinden
bir sulh-nâme almaya çalışmaktaydı. Bu Ayastefanos Antlaşmasını yapan hâriciye
nâzın Mehmed Esad Safvet Paşa ve müntehir Sadullah Paşanın gözyaşlarını
akıtarak çekilmiş olan resimlerini, zenaatkâr padişah kendi elleriyle yaptığı
abanoz ağa-cmdan bir çerçeveye koymuş ve daima çalışma masasında o hazinliği
sergileyen fotoğrafiye atfu nazar etmeden hiç bir gününü geçirmemiştir.
Bu konferansın pek ağır şartları hâvi olarak imza olunmasından
sonra yeni padişah, babıâlî'de toplanmış selahiyeti, kendine başkâtip olarak
intihab etdiği Küçük Said Mehmed Paşanın yardımlarıyla, sefine-i devleti kaptan
köşkünden tam bir selahiyyetle, vukufla, itidalle idare etmeğe koyuldu.
İşte bu ahval içinde ŞaYk ve Garb cephelerinde gösterdikten büyük
yararlıklara rağmen mahvu perişan olan ordumuzun, yepyeni bir anlayış içinde
yeniden neşvünema bulması 'Çin büyük mesâi, para ve gayrete önem verdi. Meselâ;
harbiye talebelerinin son sınıf öğrencilerinin o hafta başarıda bi-r|nci olan
talebeyle yemek yeme usûlünü ihdas etmek sure-> padişahlığa ve huzuru
hümayuna çıkmağa önem veren talebeye, hem bu şansı veriyor hem de kendisine
bağlanmasına fırsat tanırken öte yandanda bu istisnayı elde etmek arzusu
duyanlar arasında tatlı bir rekabet meydana getirip, derslerinde daha da muvaffakiyet
kazanmalarını teşvik etmiş oluyordu.
Ördü Kıvamını Buluyor!
1877'den sonra ülke her bakımdan bir kalkınmaya doğru yelken
açarken, gerçekten pek çoğu yelkenliden müteşekkil Sultan Abdülaziz merhumun
tezyin ve teçhiz eylediği dünyanın ikinci büyüklükteki donanması sayılan
Osmanlı Donanması, buharlı gemiler dönemine girmiş bulunan denizcilik âleminde
artık bir matah sayil-madiğından kendi âlemine bırakılmıştı. Yâni sadece
gemiler ve denizcilik faaliyetlerimiz hayii kısırlaşmıştı. Geri kalan her
hususda terakki etmekteydik.
Bu terakkileri yapabilmek için lâzım gelen sulh dönemini Sultan 2.
Abdülhaid'in takip ettiği büyük devletlerle denge politkası sürdürme, avrupanın
iri devletlerini vermiş olduğu ihaleler sayesinde, birbirine karşı müteyak kız
duruma getiriyor, hatta perde arkasında çatışmalarını sağlayacak tezgahlar
kuruyordu. Nitekim 1877 ile 1897 seneleri arasında geçen yirmi yıl dikkatli
işleyen bir devlet idaresinde azımsan-mıyacak bir süre olduğu ortaya çıkan
eserlerle kendini göstermeye başlamıştı. Bütün teknolojik ve tıbbî ihtiyaçlar
askeri mektepler nazırlığı disiplinasyonu içinde kabiliyetli zabitler
yetiştirmeye muvaffak olduğu gibi, dünyanın ister istemez içine gireceği
ulusçuluk anlayışında bizim insanımızında yer alması, fikri hareketlerde batı
dünyası ile kurulan diyalogun, İslâmi anlayışda da, kelâm-i kadimi asrın
idrâkine uygun okuma ve anlama sürecini başlattı denebilir.
Hülasa edecek olursak; Abdülhamid Hân'ın idaresindeki . konu yirmi yıl sonunda her hususda kalkınma
gözle ken yinede en fazla kalkınan
orduyu hümayun olmuştur. a nn icabı avrupa zabitleri tâlim tarzları,
münevverleşme aayretleri, okul disiplini içinde ve ecnebi bir kaç dille okuyup
yazacak kadar teçhizatlı olmak, haberleşme vasıtalarını hayli neliştirmek bu
yirmi yılın içine sığdırıldı. 1877 savaşında ordunun bir cenahından diğer
cenahına yollanan bîr emrin hemen arkasından meydana gelen küçük bir tahavvül
yâni değişikliği bildirmek için hemen ikinci bir vazifeli göndermek icab
ediyordu idi ki, bazen bu ikinci gönderilen bir kaç saat-den tutunda, bir kaç
güne kadar gecikme ile emri ulaştıracağı yere varmaktaydıki, yapılması istenen
ikinci emirken, tatbike konan birinci emir devam etmekte böylece başarısızlığın
kapısı kendi ellerimizle açılmış, başarı kapısı ise kapatılmış oluyordu. Şunu
ilâve etmek gerektirir ki, Sultan Abdül-hamid'in, risalemizin kahramanı Gaazi
Ethem Paşa Hazretlerinin kumandasında yapılan "1897 Osmanlı-Yunan Muharebesi"
adlı savaşda filim çekecek ekibi dahi vazifelendirdiği bilgilerinize sunulur.
Biz; 1989 senesinde müstear adımız Hasırcızâde imzasıyla kaleme
aldığımız "2. ABDÜLHAMİD HÂN ve OSMANLİ - YUNAN MUHAREBESİ" adlı
çalışmayı belgesel bir roman hâlinde şimdi maziye karışmış bulunan Beyazsaray
Kitapçılar Çarşısında 26 nomeroda kâin FERŞAT Yayınlarından neşrettiğimizde bu
zaferin 92. Yıl dönümünü idrak etmiştik. Biz bu kitabın hemen ilk sahifesine şu
kanaatimizi dere etmiştik: 1897 harbi AbdÜl hamid Hân'ın kendi iradesi ile
açtığı ve kazandığı tek muharebedir" İşte bütün bu malumatdan son-Konuşan
Gaazi Kumandan müşirandan İbrahim Ethem Şa Hazretlerinin şu kısa
biyografisinden sonra sözü bu Gaazi'ye
bırakalım: İbrahim Etham Paşa; 1844 senesinde İstanbul'da dünya'ya geldi. 1293/1877
Osmanlı Rus savaşında Plevne'ye ulaştırdığı, mühimmat ve erzak desteği
sayesinde savunmanın uzamasını temin etmesi büyük takdirlere mazhar olmuştur.
Yine bu savaşlar serisinde yer alan Dubnik muharebesinde ağır yaralar almakla
beraber hayatta kalması nasip oldu. Gaazi unvanı buradan intişar etmektedir.
Savaşın nihayetinde paşalığa irtika eden yâni paşalığa yükseltilen İbrahim
Ethem Paşa, 1895'de müşir yâni mareşal rütbesine terfii ettirildi. Çok
terbiyeli ve nâzik bir zat olmakla beraber meslek-i celilei askeriyyede büyük
malumatlı kumandanlar arasında kabullenilmiştir. Yâveran-ı ekremdendir yâni
padişahın fahri yaverlik rütbesi tevcih ettiği herkesçe malumdur.
Bütün dünya 1897 Osmanlı-Yunan muharebesinin aynı zamanda
"Dömeke Meydan Muharebesi" olarak yâd eder. Meydan muharebesi kazanmış
kumandanlara Gaazi rütbesi vermek bizim eski bir geleneğimizdir. Ethem Paşa 2.
meşrutiyet sonrasında hâttâ Sultan Hamid'in tahtdan, indirilmesinden sonra
Gaazi Ahmed Muhtar Paşa kabinesi, ki bu kabine için de ayrıca üç tane eski
sadrıazam bulunması hasebiyle Büyük Kabine adını almıştır ki, Müşirandan
İbrahim Ethem Paşa bu kabineye Harbiye Mazın sıfatıyla alınmıştır. Kabinenin
düşmesinden sonra paşa, siyasetin dışında kalmayı tercih etmiştir.
Rahatsızlanan İbrahim Ethem Paşa Mısır'a gitmiş ve orada son nefesini
vermiştir. Cenazesi o dönemde dahi istanbul'a getirilerek Eyüb Sultan'da ebedi
makberesine tevdi olunmuştur. Vefatında Ethem Paşa h. tarih olarak 67 yaşında
olup, m. târih olarak 65 yaşında idi. Mevlâ rahmet eylesin. Amin..
Gaazi Ethem Paşa Anlatıyor
Bir Gaazi'nin ifadesi: umûm hudud-u yunaniyye kuman-A m müşirân-ı
izamdan Devletlû ibrahim Edhem Paşa Haz-ptlerinin ifadey-i beyanı aşağıya
alınmıştır. Son muharebenin çıkış sebebi ve safahatı yâni Osmaniı-Yunan
savaşının vukubulmasının sebebi ve bölümleri:
r. 1313/m. 1897 Osmanlı-Yunan savaşının çıkışının bir
müddetten beri müslüman ve hiristiyan ahali arasında Girit adasında çıkan
karışıklıkların sebeb olduğunu herkes bilmektedir. Ancak asıl sebeb ise mezkûr
ada'ya, Yunanistan'dan bir plân ve program dahilinde göç eden Rumlar: i
yerleştikten sonra, geliş sebebleri olan huzuru bozma hareketlerine
giriştikleri ve Yunan krallığının bu girişimleri gizlice desteklediğinin pek
net bir şekilde kendini göstermeye başlamış olmasıdır. Geçtiğimiz; 1312/1896
senesi başlangıcına kadar devam eden karışıklıkların teskin edilip sona erdirilmesi
için hükümet-i seniyyei Osmaniyye çeşitli tedbirler aldı. Bu tedbirler içinde
avrupanın büyük devletlerinin tavassut ve ricası da göz önüne alınarak Girid
adasına bir hiristiyan vali tâyini dahi devlet-i âliyye tarafından uygun
görülüp, lâzım gelen tâyin yerine getirilmiştir.
Vali tâyini sonrasında yine tavsiyelere uygun olarak vede Yatkın davranan
babıâlî bir takım idari ve hususi işlerde İslahat yapma gayretine de
girişmiştir. Ancak bu niyeti taşımayan hiristiyan mahfiller ve bu
asayişsizliği sağlamak niyetiyle irid adasına yerleşen anarşist göçmenler,
Osmanlı devletimin bu hayra dönük çalışmalarından hiçde memnun kalmamışlar,
üstelik ıslahat çalışmalarını kendi karanlık emellerine ^ani olacak bir harekât
olarak vasıflandırmışlardır. Bu bakından Ada'nın asayişinin bozulmasının temini
için var güç-er'yle çalışmalarını hızlandırmaya başladılar.
Nihayet; Yunan hükümeti bu karışıklığı güya durdurmak için Ada'ya
asker göndermeğe başladı. Bu hareketin sebebi hakikisi Girid Adasına el uzatmak
ve bu işi sabır ve sebatla sürdürüp, Ada'yı megalo ideal konsepti içinde
Yunanistanın olmasını temin etmek ten başka bir şey değildi..
Yunan'lıların Faaliyetleri
Girid Adasını Megalo Idea telakkisi içinde Yunan sancağı altına
alma işini becermek için dışı başka içi daha da başka maksatlar taşıyan
faaliyetlere koyuldular. İlk iş olarakda; Avrupa devletlerinin bilhassa büyük
addedilenlerine yılmak üzere Yunan Donanmasının, Akdeniz'de bir manevra icra
edeceğini bildirdiler. Bununda maksad-ı hakikisi bahse konu denizde manevra
yapıldığı ve bu manevra yapan donanmanın kuyruğuna gizlice takacakları Girid'e
müteveccih onüç savaş gemisi ile general Vaso komutasında 2300 asker çıkarmayı
planlamışlardı. Bu manevra, yapılacak tebliği Girid üzerinde operasyonu bir
nev'i maskelemekti. Nitekim bu menhus plân yürülüğe kondu ve çıkarma yi
başardılar. Çıkarmanın akabinde de Girid Adasında asayişse hiç vakit geçmeden
ihlâl olmaya başladı. Girid Adasında bu faaliyetleri sürdüren Yunan emelleri
başka bir bölge de yâni Preveze liman şehrinden Sarakurya'ya kadar olan hattın
karşısına 13 harp gemisi marifetiyle 27 bin piyade askeri, üçyüz süvari yanında
40 top ihraç etdi. Mücve'den Selanik körfezindeki Hatıpkapısına kadar başta,
Kalabaka, Tırhala, Tırnova, Nezeros, Rap şani istikametlerinde de 56 bin piyade
askeri 700 süvari ile 84 top göndermekle beraber teşkil ettirdiği alaylar
sayesinde kollar hâlinde hudud boyuna yayıldılar.
Yunan kraliyet hükümetinin beynelmilel ve milletler arası hukuk
anlayışına mugayir olan bu harekât-ı askeriyyesi, Av-rupanın ileri gelen
devletlerinin telaşlanmasına sebeb olduy-kısa zamanda bu telaş gösterenlerin
genişlemesi muhtar savaşı önlemek maksadına dönük olmakla beraber tem rafını tercihe dönük bir tedbiri
almaktan imina da Yunan tardım"
.... ,
d'ler Her avrupa devleti birer ikişer gemi göndermek ve 6 yi 'le civarını abluka almak istikametinde
hareket etdiler. var ki bundan artan Yunan tehdidi kendini iyice gösterge
başladı. Zulümler bir kaç misli artış gösterdi. Ada ve Osmanlı-Yunan hudud
boyunda görülmeye başlayan vahşice Yunan saldırıları, Osmanlı hükümetini
olayları dikkatle takipten, tedbir alma kararına getirdi.
Bilhassa bu taktikde Avrupa büyük devletlerinin eğilimi mercek
altına alındığından Yunan ordusunun daha tehditkâr ve Osmanlıya hak verdirici
çıkışlar yaptığının anlatılması istikametinde kararlar alınırken, hudud bo-
yunu takviye için askerin sayısı yükseltilirken, ayrıca Yanya ile Alasonya kolordusu
ihlâl olunan hudud boylarına kaydırıldı. 25 bin piyade, 300 süvari ve 50 top
sevkı yapılırken, Alansonya istikametinde de 88 bin piyade, 27 bin süvari
yanında 252 adet topun gönderildiği gözlendi.
Yunan'ın Etniki Eterya denmekle tanınmış fesad cemiyetinin baş
serserilerinden Govsiyos adlı bir Yunâninin yaptığı ac.sk çağrı üzerine
Kalabaka'da içlerinde Yunanın emekli olmuş subayları da dâhil olduğu halde
sayıları 3500 kişiyi bu-'an gönüllü toplanmış'oldu. Govsiyos toplanmış bulunan
bu gönüllü birliklerini toplamış papaslarında bulunduğu usûlüne uygun âyin ve
dualarlc. birlikte yemin ettirmişti. Bahse konu gönüllüler üç guruba taksim
olunmuş böylece üçlü çete teşekkül ettirilmişti. 27/mart/1313-1897'de saat
dokuz sırala-nnda askeri kıyafetlerinden sıyrılmış olarak yâni başıbozüls
e|biseleri üzerlerinde olduğu halde 1500 kişi ve beraberlerin-adetde top olmak
üzere Köprüboz ile Miçova arasındaki nVa taraflarından hududumuzu aşmışlardı.
Hemen 2 gün sonra 29/mart/1313-1897'de cuma günü yine askeri
kıyafetlerini taşımamak suretiyle sanki başıbozuk harekâtıymış gibi
gösterebilmek için tercih olunduğu pekâla anlaşılıyordu ki beşbin kişi Dışkat
mevkiine hücum etmiş ve yine o gün 2 alay ve beş tabur Rapşani taraflarından
gelip Kuzuköy civarına, yine piyade ve süvari müştereken yekûnu 9 bin kişiyi
bulan diğer bir kuvvet de, Narda köprüsüyle, Ga-ramince cihetlerine üç ayrı kola
taksim olmak suretiyle pek şedid saldın başlattılar. Osmanlı askeri bu şiddetli
taarruza karşı önce savunmaya geçti. Peşinden, savunmayı hücuma geçme kertesine
taşıdıktan sonra ve uyguladığı bu taarruz esnasında 2170 Yunanlı harp sahasında
cansız yatarlarken 34 kişide Osmanlı askerinin eline beraberle-rinde 5 adet topla
esir düştüler. Ayrıca 22 adet at'ın binicisi, artık Osmanlı askeri olacaktı.
Çünkü bu atlarda, harp ganimeti olarak or-du-yu şahanenin eline geçmişti.
Yine 29/mart gecesi saat 21 yâni 9 sularında içinde 700 asker
bulunan orta büyüklükte 2 gemi Preveze limanı Önlerine geldi. Hâmil olduğu
askerleri tam karaya çıkartmak üzereyken, istihkâmlardan açılan ateş ve
gösterilen mukavemet üzerine iki gemiden biri içindekilerle beraber sulara gömülürken
olanı biteni gören diğer geminin kumandanı selameti firar yoluna düşmekde
buldu.
Yunanlılar bu tarz izaç hareketlerini daha sık yapmaya başlarken,
bizim tarafta da bıçağın kemiğe dayandığını görenler bu hâlin daha da devam
edeceğine kanaat getirdiklerinden, 5/nisanda başlatılan Yunan harekâtı 5
cihetten üzerimize gelmeğe başladığında Osmanlı kabinesi de Yunanlılara ilân-i
harbe karar aldı.
Alasonya Ve Civar Muharebeleri
Alasonya Ordu-yu hümayununun 1. fırka kumandanı sa-adetlû Hayri Paşa
Hz. lerinin toplanma ve tanzim yeri Dominik mevkii olup, Raveni geçidiyle,
Beydeğirmeninden Varda-kosa'ya kadar olan hudud civarından saldırıya çalışan Yunanlılar
ile yapılan çok kanlı bir savaş sonunda düşman tarafında üç yüksek rütbeli
subay, kalanı nefer olmak hasebiyle bir hayli kişinin savaş alanında biruh
kalması gerçekleştirilmiştir. Ayrıca düşmanın 2 topu da ele geçirilmiştir. Bu
münasebetle havalide bulunan düşman ya öldürülmüş ya da terk etmeye mecbur
bırakılmıştır.
2. fırka komutanı saadetlû Neşet Paşa Hz. lerinin merkezi İskombe
mevkii olup, Semertepe'den Lisvaki tepesine kadar olan kısmın hududunun
muhafazası adı geçen paşamızın muhafızlığına emanet olunmuştu. Bu fırkaya bağlı
Ceİâi Pasa livası 1313/1897 nisan ayının 5. gecesinde Pırnar istihkâmlarına
Papalivadya tepesi ile buraya ait istihkâmları zapt etdi.
Abdülezel Paşa Hz. leri livası da Semertepe ve Gavan Ovası ile
Tırnova'ya hâkim, Ayaheyl ve Lisvaki ciheti istikametinde bulunan düşmanların
karşısında pek şedit savaşlar yapmak suretiyle bunların harekât hattını al- lak
bullak etmişti. 7/nisan/1313-1897 târihinde Abdülezel Paşa şehadet şerbetini
nûş etmiştir. Şehid-i mübeşşir Abdülezel Paşa daha önce sol kolundan
yaralandığı için, ısrarlara rağmen atından inmemiş, ikinci defa isabet almış
bu seferde sağ kolundan yaralanmıştır. Buna rağmen, atının üstünde savaşa
de-varn etmekte ısrarlı davranmış üçüncü isabet bu sefer göğsüne olduğundan
şehadete vesile olmuştur. Askerlere olan vasiyeti; Lisvaki tepesini zaptetmeğe
çalışmak ve zaptettik-ten sonra orada kazılacak bir mezara gömülmesiydi.
Lisvaki TePesi 1 l/nisan/1313-1897'de zapt olunabildi.
Efendim biz burada sadeleştirmeye çalıştığımız risaledeki
Abdülezel Paşanın şehadetiyle alâkalı bilgiye itiraz babında olmamakla beraber,
bir açıklama getirmek ve de daha geniş ve sonucu kesin olarak verilmiş
defnedil- me olayı da dâhil olan bir başka kaynağın aktardıklarını hemen bu
satırların içine koymayı vazife addettik.
Bu kaynak bahse 1313/1897 Osmanli-Yunan muharebesinin cephesinde bizzat
üsteğmen rütbesiyle çarpışmış bulunan ve mükemmel bir kalem erbabı olan
eserlerinin bir çoğu Muallim Gücüyener yayımları arasında neşrolunmuş bulunan
Ziya Şâkir merhumun bildirmiş olduğu Abdülezel Paşanın şehadeti bölümünü
"Abdüihamid Han ve Osmanlı-Yunan Muharebesi" adıyla 1989'da Ferşat
Yayınları arasında müste-ar adımız Hasırcızâde ismiyle neşretmiş bulunduğumuz
kitabımızdan alıntılamak suretiyle okurlarımıza daha doğru olduğunu
sandığımız bilgiyi ve şehid-i mübeccel Abdülezel Paşanın merkadinin ve
şahadetinin bütün safahatıyla bilinmesine aracı olmaktan başkaca hiç bir
kaygımız yoktur. Şu halde bahsettiğimiz çalışmanın 54. sahifesinde yer alan
"Abdülezel Paşa'nın şehadeti" başlıklı bölümü aktaralım efendim:
"Milo-na geçidi zapt edilmişti. Fakat Yunan ordusu bu geçidi istirdat
(kurtarma) için hareketlere başlamıştı. İlk Önce Menekşe Tepe üzerine saldırıp
orayı kurtarması gerekiyordu. Çünkü Menekşe Tepe 18. alayımızın elindeydi. Bu
alay canını dişine takarak tepeyi ele geçirmiş, şimdi harikalar göstererek
savunma yapıyordu. Menekşe Tepenin yanında hâkim bir tepe olan Pirnar Tepe
yunanlıların elinde idi. Yunanlılar bu tepenin tanıdığı avantajlardan çok
istifade ediyorlardı.
Edhem Paşa erkânı harplerini toplamış, durumu müzakere etmiş,
Pırnar Tepenin behemahal ele geçirilmesini karar altına almıştı. Pırnar Tepeye
hücum edecek tabur seçilmişti. Bu tabur İnebolu Taburu adiyla anılan bir
taburdu. Bartın Taburu da takviye olarak bu tabura yapıştırılmıştı.
Çok kanlı bir mücadele sonunda şanlı sancağımız Pırnar Tepeye
mübarek bir el tarafından dikilmişti. Bu mübarek elin sahibi; 74 yaşında
olmasına rağmen liva kumandanlığı görevini deruhde eden Hafız Abdülezel Paşa
idi. Tepenin ele geçirilişinde bir manga kumandanı gibi uzun kılıcıyla düşmanla
göğüs göğüse çarpışmış, göbeğine kadar uzanan sütbeyaz sakalı düşman kanlarıyla
ıslanmıştı. Pırnar Tepeden tard edilen düşman; top ateşini kaybettikleri
tepenin üzerine teksif etmişler ve cehennemi bir ateş yağmuruna tutuyorlardı.
Abdülezel Paşa kahraman askerlerini bu ateş cehenneminden korumak için kendi
elleriyle biraz evvel ele geçirdiği ve mükemmel sayılacak siperlere
yerleştirmişti. İnebolu ve Bartın taburları kumandanlarını da siperlere sokmuştu.
Kendisi ise siperlerin üzerine çıkmış, boynundaki dürbünü gözlerine götürüp,
her bir ciheti tarassuta başlamıştı. Uzun boylu narin yapılı ihtiyar
delikanlı, fütursuz olarak tarassutuna devam ediyordu. Rüzgâr esmekte, paşanın
sakalı uzunluğu yüzünden Hz. Ali (K. V)nin Zülfikâr adlı kılıcı gibi ikiye
ayrılmış mübarek çenesinin iki tarafında uçuşuyordu. Öte yandan düşman
ateşinin kesafeti artmıştı. Yerden taş, toprak kaldırıyor ve başka yerlere
savuruyordu. Tepenin üzeri adeta bir kevgire dönmüştü. Siperden bazı zabitler
fırlamışlar ve "paşatbaba çok ihtiyatsızlık ediyorsunuz. Allah (c.c) sizi
başımızdan eksik etmesin hiç değilse s'pere inseniz" diye adetâ
yalvarıyorlardı. Abdülezel Paşa "evlatlarım ben ilk katıldığım savaştan bu
güne kadar hiçbir zaman sipere girmedim. Ben takdiri İlahiye inanmış bir insanım.
İnsan Ölümden ne kadar kaçarsa kaçsın bir gün °lür. Ben yetmiş dört yaşındayım,
askerliğin en yüksek rütbesi olan şehidlik, benim kavuşacağım en büyük mükafat
olacaktır" Diyordu. Düşman ateşi son haddini bulmuş artık
siperdekiler başlarını kaldıramaz hâle gelmişlerdi.
Paşa; heybetle dimdik ayakta, dürbün gözlerinde taraş-sütuna devam
ediyor adetâ siperdekileri koruyordu. Birdenbire sarsıldı, elindeki dürbün bir
kaç metre öteye fırladı. Paşanın her iki eli iftitah tekbiri ahrcasma
kulaklarının hizasına gitti. Evet; paşa nihayet vurulmuştu. Bir kaç nefer onu
almak için siperden fırlamak istedilerse de paşa yine onları korurcasına
siperin içine mehmedçiklerinin kucağına düşüverdi. Bir gru kurşunu alttan
gelmiş, çenesinin altından girerek damağına saplanmıştı. Akan kanlar, yılların
Gaazisini şehidler zümresine katarken, sütbeyaz sakalı kendi kanıyla al
sancağın rengine boyanıyordu. Bu fecî, fecîi olduğu kadar muhteşem manzaraya
şâhid olanlar ağlamaya başlamışlardı. Durumu uzaktan takip etmekte olan tabur
komutanlarından biri, soğuk kanlılığını kaybetmemiş "askerler sîz
şe-hidlere ağlanmayacağını bilmezmisiniz? Sizin artık yapacağınız, bu muhterem
ve muhteşem komu tanımızın intikamını almaktır. Süngü tak.. İleri!"
komutasını vermişti. Yerden gelen mermilere, üstten düşen bombalara aldırmayan
şanlı askerimiz, süngülerini takıp bir sel gibi düşmanın üzerine adeta uçtular,
onları bulundukları yerde kesin bir mağlubiyete duçar ettiler. Böylece Papa
Livadya mevkiide, şehid Abdülezel Paşanın askerinin zaferi ile elimize geçmiş
oldu.. Abdülezel Paşa bu savaşın ilk şehid paşası oluyordu.. Abdülezel Paşanın
naşı düştüğü siperden alınmış eller üzerinde taşınarak Alasonya'ya getirilmiş
üzerindeki elbisesiyle, boynunda asılı rovelveriyle Çarşı Câmiinin avlusunda
hazırlanan kabre defne dilmiştir..."
İşte Abdülezel Paşanın şehadeti hakkındaki izahımız burada tamam
olmuş oldu. İstedikki dünyada bir şey kalmasın nihân.
Milona Muharebesi
Bu muharebeler 5/nisan/1897'de cuma akşamı başladı. Bu savaşın
Memduh Paşanın 3. Fırkasından 6. ve 4. Haydar paşa fırkalarından 5 tabur asker,
düşmanla süngü süngüye aelmiş ve Yunanlılara 2400 kişilik telefat verdirmiştir.
Bu telefatın artmasından korkan Yunanlılar selâmeti bozgun halinde de olsa
firarda bulmuşlardır. Böylece Menekşe Tepeleri ve Milona Geçidinin büyük bir
kısmı askerimizin eline geçmiştir. 8/nisan/1897'de Kırçova Köyü zapt edilip,
onbir kişi esir alınıp bir haylice savaş malzemesi elde edilmiştir.
Mirliva saadetlû Nâim Paşanın taht-ı kumandasında olan 8 tabur
piyade ve 6 tabur seyyar batarya, Milona Derbendinden Teselya toprakları
sayılan Karadere kaynağına kadar ilerleyip, Karacaviran Köyünü ele geçirmiştir.
Merkezi Dışkat mevkii oian Hakkı Paşanın 5, fırkası Gre-bene ve
Dışkat'a bağlı Miçveh taraflarında Mila'dan Vardako-şe'ye kadar hudud üzerinde
bulunan merkezleri muhafaza ederek o bölgede düşmanı büyük zayiat ve telefat
vermeye duçar eylediği gibi 9/nisan/1897'de Nâim Paşa idaresi altındaki süvari
kolordusuyla, Yunanlıların 3 süvari bataryası ve 12 tabur piyade erinin kaçış
yolunu kesmek suretiyle, Kuzu-köy fırkası arasında sıkıştırıp, tazyik İçin
Milona'dan Dere!i Merası istikametine inip merkezi Kuzuköy olan Hamdi Paşanın
6. fırkası ile beraber bulundukları yerlerden savunma yaparak Bayraktar
taraflarında Kodoman ve Kâlfeti Tepelerinden püskürttüler.
Haldun Paşa fırkası; Yenişehir ovasına doğru ilerledi. Ham-di Paşa
fırkası Neziros ve Piatmona cihetlerinden vukubulan Şiddetli hücumları def
ettiği gibi düşmanı hududdan ricate rnecbur kılıp, 1 1/nisanl 897'de Neziros. Rapşani ve
havalisiyle, Bababoğazı'nı zapt etdikten sonra, Yenişehir Ovasında Memduh ve
Hakkı Paşaların askeriyle birleşti.
Yanya Civarındaki
Muharebeler
Rûmî nisan'în altıncı, miladî nisanın ise 19. günü Yunanlılar
savaş hattının her boyutunda yapmış oldukları şiddetli hücumlar sonucunda,
Loros ve civarında bulunan Osmanlı 2. fırkası tarafından yapılan mukavemet
sonunda Narda Köprüsü istikametinde bir zabit vede bir hayli asker kaybeden
safdırgan Yunan kuvvetleri ricata mecbur kalmışlardı. Bu savaşların neticesinde
Yunanlıların elinde bulunan istihkâmlar tamamen kurtarılmıştır. Yedi tanesi
Aya-Mavro yönünden, geri kalanı da Narda Körfezinden gelip, Preveze üzerine bombardıman
atışları yapan 13 tane Yunan zırhlısına, Hami-diye ve Yenikale istihkâmlarından
atılan 15 cm.lik topların dâneleri, Makedonya isimli vapu a isabet etrniş
20/nisan 1897'de batmaktan kurtulamamıştır. Nisan ayının r. 14. m. 27. gününe
rastyan pazartesi'ye kadar ara sıra olmak üzere Preveze üstüne ateş edildiysede
izn-i İlâhiyle Preveze ve civarına bir zarar vermeye muvaffak olamamışlardır.
Beşpınar ve havalisinde de şiddetli savaşların olduğuı görülüyordu. Vakit
ilerledikçe bu savaş daha da çetinfeşti. Yunanlılar bu kapışmada da 300 kişiden
fazla telefat verdiler. 219 yaralıları vardı. 62 kişiyi esir bırakmak suretiyle
içinde bulundukları kaleyi terkle kaçmayı tercih etdiler.
30/nisan'da Kervansaray civarında toplanan 2 alaydan meydan
getirilmiş piyadeler ve bir efzun taburu yâni eteklikli geleneksel Yunan askeri
Osmanlı askeri ile tutuştukları mücadeleye dayanamayarak toplarından biri-ni
derenin içine atarak Gomcadis istikametinde perişan bir halde firara koyuldular.
Yine aynı gün Loros'un yeni caddesinde bulunan paşahanı'nın arkasında
karşılaşılan Yunanlıların bir taburuyla ve ellerindeki üç parça toplarıyla
ricata mecbur edildikleri görüldü.
r.21/nisan/m. 4/mayıs 1897'de askerlerimiz Loros kasabasını işgal
ve Narda karşısındaki Faik Paşa sırtlarına hâkim Gülperi Tepesini ele
geçirmişlerdir. Üç gün sonra da Kamari-na ile Zalanikor Manastırında saklanan
eşkiyalar tarumar edilip içlerinden dört kişi esir alınmıştır.
1897/14 mayısında Garaminca Köyünün üst tarafındaki boğaz ve
sırtlardan ve Faik Paşa Tepesinin Garaminca cihetinden ve Kokunarya
eteklerinden düşman Gariboh Tepesiyle Kokanaryo üzerine şiddetli top ve tüfek
ateşi teksif etmiş-sede Osmanlı askeri yaptığı mukabele sonunda Garamince
çayırlarında düşmanı 33'ü zabit olmak kaydıyla binden fazla ölü vermeye icbar
etmiş ve Papas Köprüsüne gelen düşmanda, firara mecbur edilmiştir. Eski
Preveze, Nikolopulos cihetlerine saldıran düşman, Osmanlı askerinin ateşi
karşısında mukavemete takat getiremeyerek binecekleri vapura sürüklemek
suretiyle götürdükleri yaralılarından başka 200 kişiyi aşkın ölüleri savaş
alanında yatmaktaydı. Preveze karşısında Yunda Tepesinde düşmanın yerleştirmiş
olduğu olduğu büyük bir top ile Hazarkale, Saraytepe ve Kışla tarafları topa
tutulmışsa da, yapılan şiddetli mukabele sonunda düşman burada da perişan
edilmiştir. İşte Yanya civarında cereyan eden muharebeler bunlardan ibaret
olup, Yunanlılar karşılaştıkları her birliğimiz karşısında makhur ve mağlup
olarak harp meydanını askeri mize bırakarak kaçmaktan başka çâre bulamamıştır.
Teselya Topraklarının Fethi
1313'de Tırnova ve Yenişehir'in zabtı 12/nisan Tırnova, 13/nisan'da Yenişehir'in
ele geçirilmesi gerçekleşti.
Ne varki buraları terkeden düşman kaçmadan önce hapishanelerdeki
mahkumları serbest bırakmışlar ve bunlar bir çok yağma yaptıkları gibi
askerimize ateş açmaktanda imtina etmemişlerdir. Fakat bu atışlara önem
verilmemiş kasabaya girilme işi geri bırakılmamıştır. Böylece Yenişehir'in ele
geçirilmesiyle 6 adet kale topu, 4 adet cebel topu ile 11 adet onbuçuk cm.lik
top ele geçirilmiş ayrıcada bir hayli cephane ve erzak elde edilmiştir. 1.
Fırka kumandanı Hayri Paşa hz.leri Tırhala üzerine yürüyüp Kotreh Tepesi
altındaki Büyük Zarak Köyünü zaptetmiş ertesi günü de saat 9 civarında
Yenişehir'den gelen Memduh Paşa ve onun 3. firkasıyİa beraber Tırhala'yı feth
ve Osmanlı sancağını Tırhala Kalesine diktiler. Bu merasimin akabinde Padişah
ve Halife Sultan 2. Abdülhamid hân'in ömrünün uzun olmasına ve hükümdarlığının
hayırlı ve uzun zaman devam etmesi istikametinde dualar etdiler. Arkasından
da, avrupa usûlü 21 pare top atışıyla hâl ve durum ilân edilmiş oldu.
Bu sırada gelen istihbari bilgiler Tırhala kasabası ve civar
köylerine 20 bin adetten fazla silah ve cephane dağıtılmış olduğunu
hatırlattı. Bunun üzerine ahaliden 24 saat içinde bunların teslimini yapması
istendi. Devleti- mizin hududların-dan tard edilen yâni uzaklaştırılan ve
tenkil edilen dışında Yunanlılardan Prens Kostantin'in komutasında olarak 30
bin kişi 6 adet topla birlikte Çatalca'ya ve Miralay Smolenski kumandasında
olarak 18 bin kişiyle ve 24 top, Velestin'e çekilmek suretiyle 2. hattı orada
tesis edip, savunmaya hazırlanıyordu.
Çatalca Muharebeleri Ve Zaptı
Yenişehirden Neşet Paşanın 2. ve Hamdi Paşanın 6. fırkaları batı yönünden
Çatalca'ya doğru ilerleyerek, su vari fırkası ile Tırhala'dan gelen Hayri ve
Memduh Paşa fırkaları Ça-talca'ya doğru yürüyüşe devamla 5 bin piyade 1 alay
süvari ve de 2 batarya topçudan ibaret Osmanlı birlikleri sabahleyin istikşafa
yâni keşfe çıkıp is-tihbarat edecekken büyük bir Yunan kuvvetiyle karşılaşır.
Artık müsademe kaçınılmaz olur. Çarpışma iki saat kadar devam eder ve
nihayetinde Yunanlılar ricatten başka bir çâre bulamazlar. Bu arada Tırhala
başka bir sa hasında küçük bir Osmanlı birliği ile Yunan asken arasında
meydana gelen çatışma yine askerimizin zafere var masıyla nihayetlenmiştir.
Nisan ayının 23. günü Karademirci köyü civarındaki tepelere yerleşen ve
toplarımda buraya konuşlandıran Yunanlılar, Osmanlı askerinin kahramanca ve gözünü
budaktan sakınmaz bir davra- nışla saldırması karşısında öyle bir tarumar
oldular ki harp târihinin ender kaydettiği manzaradandı.. Demirci Köyü böylece
elimize geçerken nisan ayının 24. günü Çatalca'nın kuzey taraflarına bakan ve
ovaya hâkim Tekke Tepeleri ele geçirildi. Yunan prensi Kos-tantin o gün
birliklerinin Driskoli civarında üstümüze saldır-ma-sını emretmiş ve mukabil
Osmanlı saldırısı Yunan mukavemetinin yetersizliğini ortaya koyuyordu. Çünkü
yi-ne firar yoluna düşmüşler ve bundan dolayı da Driskoli, Tatar Köyü, Vasili
köyleri tekrar Osmanlıya avdet etmiş oluyorlardı.
Yunanlılar; Çatalca kalesine yâni Akropoli'ye güvenip yakınlarda
bulunan yüksek noktalara yerleşmiş ve şiddetle müdafaa ile mukavemete geçerek
ecnebi gönüllülierin meydana getirdiği bir alay, ayrıca 400 efzun askeri
(geleneksel eteklik-Ii Yunan askeri)nden mürekkep birlik epeyi saldırıda
bulunmuşlar ve bunda hayli ısrara çalışmışlarsa da, 200 kadar telefat
vermelerinden ayrıca 15 bin kişilik Osmanlı kuvveti karşısında ümidlerini
kaybeden bu askerler yerine Prens Kostantin oldu ve gündüz harp alanını
karanlığa terk ederken, insanın ayıbını gece örter anlayışı içinde ricat
emrini gürültüsüzce verdi ve karanlıla beraber Dömeke yolunda kaçışmaya
başladılar. Bu ricat münhezim bir halde vukubuldu. Çünkü ne duyurmuşlar ne
göstermekteydiler! Bu hâl onların yüzünün kara çıkışının bir foğrafıydı.
Osmanlı askeri Çatalca civarında 80 kadar köyü Osmanlının hür ve
âdil idaresine geçirmiş olmanın bahtiyarlığı içinde kaçan düşmanın arkasından,
süvarisini kovalamaya göndermişti. Bu arada padişahın tebriki bu gaalip askere
ulaşmış ve onları memnun kılmıştı.
" Üçler imdadiyla yazdım bilbedahe feth olundu / Avnî Hak'
ile feth olundu Çatalca "
1313 Hafız Hocazâde Mücteba
Velestin –Golos
1313/r.nisan'ın 15. m.nisan'ın 28. salı günü Velestin havalisinde
keşfe çıkmış olan Osmanlı Süvari alayından ikisi, bir seyyar batarya,
Yunanlıların bir tabur ve bir bataryadan ibaret olan kuvvetlerine rast
gelmişti. Aralarında çıkan çatışma Çatalca taraflarından Osmanlı birliklerinden
gelen takviye sayesinde avantajlı duruma geçmemize sebeb olmuştu ki
Yunanlılarda Golos'dan gelen bir yardımcı kuvvetle kendilerini takviye
etmişlersede, Ayvalı ovasında cereyan eden büyük kapışma neticesinde vede pek
kanlı geçen çarpışma sonunda, Yunan tarafı pek fazla ölü ve yaralı bırakırken,
meclis üyesi Mösyö İskopliçi yaralananlar arasında olduğu halde firara
koyuldular. Bu arada Hakkı Paşa fırkası 10 tabur piyade, 2 tabur batarya dağ
toplarıyla, Yenişehir'den hareketle Velestin üzerine yürüyerek 30/nisan günü
saat 22.30'da Ve-îestin'e bir saat mesafede düşman ile savaşa tutuşmuş, güneşin
batmasından sonra harbe son verilmiş ertesi günü sabahın erken saatlerinde
yine savaşa girişilmiş pek şiddetli kanlı bir mücadele devam ederken 2 bin
mevcudlu Hasan Paşa müfrezesininde oraya gelmesi üzerine takviye almış bulunan
Osmanlı birlikleri, 8bin kişilik miralay Ismokenç fırkasını, 3 istihkâm vede 4
adet avcı siperi ele eçirirken Yunanlılar bir daha perişan olmuşken bu arada
Rizomilo Kalesini ele geçirme işlemi tamamlanmış oldu.
Yunanlılar Çatalcaya, Golos tren hattına hâkim iki geçidin
girişindeki Velestin Kasabasını müdafaa edebilmeyi sağlamak için büyük
ormanla, 800 ayak yüksek uçurumla bir tepeden ve civarında bulunan, dağların
tepelerinin ardında bulunan çukurlarda sipere girmiş olup güzel bir hatt-ı
müdafaa teşkil ederken, Nâim Paşayı da; iyice zorluğa duçar etmişlerse de,
r.l8/m.lmayıs'da cuma günü Osmanlı askeri tarafından atılan toplar Veles-tin
Kasabasıyla, etrafındaki istihkâmları tahrip ve büyük ormanda bulunan
Yunanlıları kaçmaaya mecbur etdi ler.. Hakikaten Yunanlılar tarafından
yağdırılan gülleler dehşet vericiysede, adeta dolu danesi gibi yağdırılan
binlerce tüfenk kurşunlan altında yağdırılan gülleler gölgesinde hayret verici
bir sü'rat ile yürüyüşe geçen Os manh kahramanları, bahse konu uçurumlu tepeye
ve sarp dağlara tırmana tırmana çıkıp düşmanı perişan ettikten sonra Yunan elinde bulunan bütün istihkâmları ve mühim
mevkıileri geçirmeyi başardılar. Oralar
dan firara mecbur edilen Yu-nan askeri, yardımcı kuvvetlerle takviye olunarak
gücü artmış olduğundan bir daha saat dört raddelerinde Osmanlı askerinin
üzerine şiddetli hücumlar yapmaya başlamıştı.
Onlar Osmanlı ricat hattını kesmeye uğraşırlarken ve bu uğraşdan
bir başarı elde edemezken, Nâim Paşa küvetleri bunların üzerine öyle bir savlet
ettiki ricat yolu Yunanlılara lâzım geldi. Osmanlı süvarileri bunların peşine
düşerken, topçumuzda bunların peşinden yaptığı atışlarla hayli telefat verdirmekteydi..Nisan
ayının 24.günü olan perşembe günü Yunanlılar Osmanlı askeriyle bir daha
kapıştı. Cesaret ve atiklik unsuru şiddetli mukavemetin başını çektiğinden ve
Osmanlı askerinin böyle olmasından dolayı düşman hücumlar karşısında bunaldı
ve nihayet meydân-i harbi zaferin gü-lümsediği Osmanlı askerine terkten başka
çâre bulamadı. Bu kuvvet disiplinsiz ve başıboş bir halde kendiliğinden ikiye
bölünmüş olarak bir kısmı Golos istikametinde savuşurken diğer gurubun ise
Ermiye istikametinde canlarını kurtarmak gayesiyle firar yoluna düştütüğünü
görüyoruz ki gördüğümüz bir şey daha varki o da, can kaygısına düşmüş
Yunanlının silah ve cephanesini yerlere bırakarak gitmesi idi ki, bu askerliğin
yüz karası sayılan bir davranıştır.. Tabii bu arada Ce-nâb-ı Mülükânenin
ikramıyla Velestin'i zapt etmek Osmanlı askerine nasip oldu. Beyit:
"Güher sözle Nuri târihin yaz /Velestin zapt oldu Barekâl-
lah" ve yine bir beyit:
"Mücevher gelin ile vakanüvisan târihin yazsun Velestin de alındı
dest-i düşmandan mübarek bâd"
1314 Dâvavekili Selanikli Nuri
Golos'ün Fethi
Velestin'den muzmahil bir halde Golos'a firar eden Yunanlılar,
Golos'da asla savunma yapamayacaklarını bü yük bir kalp açıklığıyla idrak
ederek Osmanlı askeri oralara erişmeden, uğurlu ayaklarını bunların bulunduğu
yere basmadan firar etme işini kararlaştırdıkları gibi üstelik hapishanelerde
bulunan haşeratı yâni mahkûmları halas etmişlerdi. Hapishaneden çıkan bu
kaatil, kutela herifler ev ve dükkânları yağmaya başlamışlardı. Bu vaziyeti
gören rnevcud konsoloslar burada yaptıkları bir toplantıda ki bunda Fransa,
İngiltere konsoloslanda bulunuyordu aldıkları karar serserilerin yaymasından
şehri korumak için bir temsilci heyet kurdular. Bu heyet 26/Nisan'da saat sabahın
onbuçuğunda Müşir Edhem Paşayı ziyaretle şehri bir an evvel işgal etmeleri
üzerine ricada bulundular. Emekli erkânı harp albay Enver Bey ile on taburu
bulan Osmanlı askeri Golos üzerine hareket ettirilmiş bulunduğundan
konsoloslara münasib bir lisanla cevaplar verilmiş ve geri gönderilmişlerdi.
Yukarıda belirttiğimiz gibi Golos'tan ümid kesmiş Yunanlılar, mevcud toplarını
ve sakladıkları erzaklarıda tren vagonlarına doldurarak bir gün evvelden
kaçmış olduklarından dolayı o gün saat üç sıralarında Osmanlı askeri hiç bir
vukuat olmadan Golos'u işgal ve zapta muvaffak oldu. Kasabaya yalnız bir tabur
Osmanlı askeri girip geri kalanları da surlaftn haricinde bulunan Maçora tepelerine
yerleşmiştir.. Eeyit:
"Alınca müjdei teshiri yazdım güherin târihi Golos şehri
dilârası mübarek bâd İslama"
Hafız Bahâ 1314
Dömeke Zaferi
Çatalca muharebesirde kaçmayı namusuna yediren vede böylece esir
düşmekten kurtulan Prens Kostantin; Otris adıyla meşhur Cebe!-! Şahika'ya can
atarak Dömeke'ye erişen imdad kuvvetleriyle beraber 25 bini aşan sayıda askerle
Dö-meke ve civarı bulunan tepelere yerleşip geçidleri tutmuş ve bu suretle
müdafaaya fevkalâde müsaid üçüncü bir hattı kurmaya muvaffak olmuşlardı.
Ne varki Çatalca'dan beri dövüşe dövüşe Dömeke önlerine gelen
Osmanlı askeri, mayıs ayının 1. günü Yu-nanhların iki cenahına birden aynı anda
hücuma geçtiler. Daha sonra Prens Kostantin'in başında bulunduğu ordu idare
merkezi üstüne şiddetli hücumlar yapıldığını görünce Osmanlı kuvvetlerinin
üzerine yağmur gibi top güllesi ve mermi yağdırtmıştı. Bu sayede mukavemeti
bir^z uzamışsada, bu ateş gücünden yılmayan Osman'a askeri bomba demeyip, mermi
demeyip hedefinin üstüne büyük bir kararlılıkla gitmeye azimkar olduğunu
sergileyince Yunan tarafında tereddütler yine görülmeye başladı. Neşet Paş?:
fırkası artık Yunan ordu merkezi üstüne bitirici hücuma kalktığında târih
5/Mayıs pazartesi'yi gösteriyordu. İşte çok geçmedi ki şanlı sancağımız Dömeke
kalesi üzerinde naz!) nazlı dalgalanmaktayken, Yunanlılar 1600 ölü 2 top,
10,5'luk ve 7,5'luk 3 kıta balyemez topu ve bu toplara ait mühimmatı, sayısız
tüfenk ile 3 bin sandık cephaneyi ve de kaledeki bütün erzak depolarını
içindekilerle beraber yakarak perişan bir halde yine firar yoluna düşmüşlerdi.
Beyit:
"Ol demde ki aksey'ei avâzei Allah u Ekber eflâke Allah
Allah! Zabt olundu yed-i yunan'dan Dömeke"
1314 mülazimsâni Hüsnü
Ermiye'nin Fethi
Birbirini takip eden fetih ve istilaların çeşitli yerlerden gayri
muntazam şekilde Ermiye'ye iltica eden Yunan'in firari askerleri ve Smolöski
livası, oralarda müstahkem mevkıilerde toplanmışlar ve Dömeke ile bağlantı
kurmaya çalışmışlarsa-da, Hakkı Paşanın 5. fırkası Yunanlıların bu emellerine
nihayet verecek tedbirleri mâhirâne bir tedbirler dizisiyle, Dömeke ve Ermiye
gibi pek mühim mevkıilerin orta yerinden mevcut kuvvetleri ile hareket ederek
fevkalade bir şiddetle Ermiye'ye ve hattı harekâtı üzerinde mevkii
müstahkemlere; yâni yürüyüş yolu üzerindeki siperlere hücumlar yapmak suretiyle
Yunan askerinin bu kesif ve cesurâne hücumlar karşısında yine kaçmağa
başlayacağından emin olarak neticeyi beklemeğe başladığı görüldü. Nitekim çok
geçmeden Yunanlılar Ermiye'yide Osmanlı askerine bırakarak firar yoluna
düştüler.. Kara yoluyla firara teşebbüs edenlerin cesur Osmanlı askerinin
takibinden ve pençei kahrından yâni bitirici sillesinden nasiplerini aldılar.
Yunan 7. alayının bütün mevcudundan ancak 120 kişi sağ kalmıştır. Bundan böyle
gayri muntazam şekilde kaçma yolunu tercih etmiş, kimi denize atılıp, kimisi
sandallara can atarak Yunan gemilerine çıkmış ve bir kısmı dahi nereye
kaçacağını şaşırıp, Zeytun (Lâmiya) kasabasının Termopil Geçidine doğru firar
etmişlerdir. Ermiye 5/mayıs/1314-1897'de*Dömeke zaferi sonrasında, Osmanlı
askerleri tarafından ele geçirildi.Beyit:
"hamd olsun her harpde yüzümüz ak / Bu günde Ermiye oldu bak!"
1314 Hıfzı
Mütareke İlânı
Âvns inayet-i hazeratı bârî ile cümle muvaffakiyyat-ı se-niyyeden
olarak asakiri muzafferei şahanenin kazan-mış oldukları fetihlerin üzerine
binlerce ölü ve yaralı, esir ve sâîre vererek mukavemetden aciz kalan Yunan
kralının büyük devletlere iltica etmesini gerektiren ve vukubulan iltimas ve
ricalardan nâşi şartların tâyini için, sulh için geçici mütareke imzalanması
icâb etmiş ancak sulhun, Osmanlı menafiine ve hukuka bağlı olarak ve hâlen ve
istikbalen yâni o günlerde ve de gelecek günlerde asayişin temini ve sulhun
devamının sağlanacağı şekilde şartlara bağlanması, iki tarafın orduları
arasında aynı anda düşmanlığı terk etmeye ihtimam olunması şartlarıyla,
Osmanlı ordularının harb harekâtını geçici olarak durdurulması, halifei ruy-i
zemin ve padişahî devlet-i Osmaniye Sultan 2. Abdülhamid hân hazretleri
tarafından 1313/r.mayisının 6. günü mütareke imzası kararı alındı. Beyit:
"Söyledim bir şevkle târihi oldu bu yıi Fâtih-i buldan rumi
kamran Abdülhamid"
Hocazâde Hafız Micteba 1314
Muhterem okurlarım! İşte bir Gaazi'nin Beyanı adlı çalışmamızı
harf devriminden bu tarafa ilk defa lâtinize ederek eski yazı okuyamayanlara bu
beyanları duyurma şansını, bu târih çalışmamızla bulduk. Böylece kütüphane
raflarında unutulup gidecek bir risale daha okunabilme imkânına kavuştu ve
târih kitabımızda yer almış oldu. Esefle ifade etmek isterim ki; bu risale elime
geçtiğinde yaprakları hiç açılmamıştı yâni hiç kimse benim elime geçen nüshayı
okumamıştı. Ne yazık değilmi? Kitabın basımından bu yana doksan yıl geçmiş ve
büyük bir zaferin kumandanı beyan ediyor ve bu kitabı edinenler bana gelene
kadar okumuyorlar aziz okurlarım. Bu ilim ve irfan alemindeki bulunduğumuz
yeri gösteren bir karinedir efendim..
Bir Şehidin Târihçe-İ Hayatı
Aziz ve muhterem okurlarım; bu defa karşınıza yine kütüphanelerin
izbe köşelerinde kalmış, ebad-ı münasebetiyle kimsenin pek bakmadığı bir risale
ile sahifelerimizi süslüyo-ruz. Çocuklarımızın; daltonlar, üç silahşörler,
himenler, Robin hudlar gibi gayri islâmi insanların hayatını nakleden serilerden
hoşlanarak seyrettikleri, okudukları ve etkilendikleri bir vakıadır. İşte
bunların vereceği zararlardan çocuklarımızı önlememe gibi bir yanlışa
düşmeyelim fakat bunların yerine çocuklara târihimizin iftiharla dolu kah
ramanlıkl.annı, insaniyetini söz ve filmler olarak milletimizin mazisi iie
bağdaşan, hayalden ziyade hakikat kılınmışlarla onlara yaklaşırsak, umarım ki
onlarda zaman içinde tercihlerinin içine, geçmişimizin kahranmanlarınıda
alacak ve bir-ayağı gayri müslim dünyası üzerinde gezinirken kendi ecdadından
haberdar bir insan olarak yetişebilmesi İçin bizierin târihimizin bizi bekleyen
bakir kahramanlar hazinesine dalmalıyız düşüncesindeyim. Ve bu anlayış içinde
Feyzullah Paşazade Mustafa Fâzıl Bey ki, Yeniköy postane ve Telgraf müdürüdür
ve onun kaleminden yayımlanmış şehid bir paşamız olan Feyzullah Paşanın hayat
hikâyesidir. Cumhuriyetin ilânından evvel Osman'ca basılmış bir risaledir ve
ilk defa tarafımızdan lâtinize edilmiş oluyor. Mustafa Fazıl Bey; bu hatırata
bir mukaddime yâni giriş ile başlamış: şöyle ki:
Mukaddime
Oniki yaşında Kırım muharebesinde (1854) pederinin refakatinde
bulunarak Gazilik ürvanını ve diğer mübareze meydanlarında bir çok yararlıklar
gösterek Rusya mes'ele-sinde vatanın muhafazası için rütbe-i şehadeti ihraz
eden, Mirliva peder-i azizim Feyzullah Paşanın nâmının yâdına, hatırlanmasına
vesile olur halisane düşüncesiyle bu nâçiz hatıratı, büyük ve şanlı ordumuzun
fedakâr ve mücahid-i hürriyet (hürriyet mücahidi) kahra-man kumandanı ve
zabitlerine, fedai bir asker kardeşlerinin yadigârı olarak acizane ithafa
cesaret ediyorum.
mahdumu(oğlu)
Boğaziçi Yeniköy Posta ve Telgraf Müdürü
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM İnnallah eştera minel'mü'minîyne
enfüsehüm ve emvale-hüm bienn'e lehümülcen ete yükalilûne fiy sebiylHlahi
feyak-tülûne ve yuktelûne "ağden ğaleybi hakkan fiyttevrati vel'in-ciylî
velkur'ani vemen evfa biğahdihİ minallâhi festebşirû bi-beyğı kümülleziy
bayağtüm bini ve zâlike hüvelfevzül ğazıy-mü (Tevbe suresi 111)
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Ve lâ tekûlû limen yukteîü fiy sebilillahi emvatün bel ah-yaün ve
lâkin iâteşurune (Surei Bakara 154)
Dini Vatanı Ve Milleti Uğrunda İfnayı Vucüd Eden Gayet Şecî Bir
Şehidin Mühtasar-I Târihçe-Hayatıdır
1270/1853 senesinde Kırım savaşında İspartanın eşrafından Hacı
Ateş adıyla nâm Salmış dilâver, sipahi askerine serdar yâni kumandan tâyin
olunarak, Giridli Mehmed Paşanın kafilesini muharebeye sevk etdiği sırada 12
yaşında bulunan mahdumu (oğlu) Feyzullah, babasının yanından bir dakika bile
uzaklaşdırılamamış, Sivas topol'da, Silistre'ye bir' saat mesafede Aydemir
Köyü'nün üst tarafında meydana gelen bir muharebede sipahilerin serdarı
bulunan pederi, Hacı Ateş'in rütb^i şehadeti ihraz eylemesini müteakip Rus Kazaklarının
kancalı mızraklarından Avn-i Hakla kurtularak ordu karargâhına ilticaya
muvaffak olmuştu. Bosna'daki bir bahadırın
her zaman için vatan uğrunda canını vermekten çekinmeyeceğini defaatle
gözleriyle görmüş bulunan Serasker merhum Rıza Paşa; vatanperver Feyzullah'ı
cephe safında parlayan nûr-u zadegan istidad-ı fıtriyyesinin parlaklığını
keşfederek o günden sonra Bursa'ya tahsile göndermiş Bursa rüşdiye ve
idadisini bitirip, 1276/1859'da mektebi
harbi-yei şahaneye girmiştir. Feyzullah girmiş olduğu bu mekteb-de, şehidzâde
ve Gazi namı
ile şöhret bulmuştur. 1280/1863'de göz ağrıları
münasebetiyle buradan müazim rütbesiyle çıkmıştır. Eğer göz ağrıları olmasaydı
erkân-ı harb yâni kurmay subay olarak mezun olması muhakkak idi.
Piyade teğmenliğiyle orduya katılmış ve lityakat-ı askeriy-yesi ve
besaleti sayesinde çok kısa zaman içinde mirlivalığa yükselmiştir. Bu başarıyı
Osmanlı ordusunda daha bir çok kişide gösterbilme fırsatı bulmuştur. Çünkü
Osmanlı ordusunda liyakat her şeyden önce gözönüne alman bir ölçüydü. Feyzullah
Paşa Mirat-i Mekteb-i Harbiye adlı eserin 344. sa-hifesinde adı çok takdir
edici bir lisanla yâd edilen İspartah Gazi Feyzullah Efendi mektebden
subaylıkla çıktığı zaman, merhum Nafiz Paşa maiyetinde bulunarak Kanun
Zabitliğini ihdas etmiş ve 12/haziran/1283/1866 senesinde terfi etmek suretiyle
Girid'e gitmiştir ki ( Kandiye'de Feyzi İlâhiyye adıyla inşa eylediği kaleler
hâlâ mevcud ve ortadadır) isyancıları takibe bu işe tahsis olunmuş taburlarla
vazifelendiği sırada eşkiya başını ele geçirme muvaffakiyetine erişince
hükümet-den hem terfii hemde hediye ile taltif edilmişti.
Çetebaşının derdest edilmesiyle Girid karışıklıklarına şimdilik
nihayet verilmiş olmasının arkasından 1286/1869 nisanında Vali Halid Paşa ve dört
tabur Osmanlı askeri ile Trab-lusgarb'e azimet ederek, orada da devam eden pek
ateşli karışıklıkların teskini işinde görülen fevkalâde hizmetleri tekrar
İstanbul'un takdirlerine ve bir rütbe daha mükafaten terfi-ine
12/aralık/1286/1870'e rastlayan ramazan-ı şerif bayramı gecesi İstanbul'dan
hareket eden birkaç taburla birlikte Yemen'e varmak üzere yola çıkmış ve orada
da bir çok ve pek kanlı savaşlara iştirak etmiştir. Muhtelif mevkiilerde ve
harp esnasında cephane ve suyun azlığı hasebiylede bir kaç defa mahv olmak
tehlikelerinden kurtarılarak (Yemen Târihine Bir Nazar) Müşir Gazi Ahmed Muhtar
Paşa hazretlerinin maiyetlerinde Yemen'in bütün zorluklarına göğüs gererek
10/ni-san/1287/1870'de Rüyde adlı kaleyi fethettiği gibi bu kabilenin müfsid
reisinin kuyudunu silmeğe muvaffak olmuş bir arslan idi.
1289/1872'de takdire şayan olarak beşinci orduya bağlı 3. nizamiye
alayına kaymakam (yarbay) nasbedildiğinden, Yemen'den dönmüş bahse konu beşinci
ordunun dahilinde bulunan Trablusşam mevkii kumandanı bulunduğu sırada Lazkiye
civarında Dürzilerle, ahalinin meydana getirdiği kavga ve çarpışmayı başarılı
tedbirle ortadan kaldırmayı başarmıştır. Kaymakam Feyzullah Efendi evinde hiç
bir vakit rahat oturup yatmağa alışamamıştır. Bir cengâver davranışı içinde
olduğundan, Bosna-Hersek ve Rus vak'alanmn çıkmasıyla beraber derhal bu savaşa
alınmasını defaatie istirham etmiştir. Orduda zâten üstün hizmet vasıflan ile
sık sık mükâfata nail olduğunu bildiğinden 2/haziran/1292/1875 senesinde bu
cepheye bakan ordunun 1. nizamiye alayına miralay tayin olunarak
14/temmuz/1292/l 875'de Sırbistan'a gönderilmiştir. 9/ağustos/1292/l 875'de
Aieksinaç'a hareket etmiştir. Burada ağustos ayı içinde vukubulan savaşlar
esnasında sağ koluna gülle parçası isabet ettiğinden Kumandan müşir Ahmed
Eyyüb Paşa merhum, tedavisi için Dersaadet'e dönmesini tavsiye etmesine rağmen
(beni millet ancak bu gün için besledi ve benden bu gün için hizmet bekliyor)
yolunda son derece mert ve vatanperverce cevaplarla oradan ayrılmağa yanaşmadı.
Ayaküstü tedavi ve kolu boynunda asılı olarak savaşlara iştirak etmiştir. 17/teşrin-i evvel/1292 yâni; 17/ekim/1875'de pazar günü Kızıltepe'nin
fethini görmesi müyesser olmuştur.
Albay Feyzullah - Paşa Ölüyor
20/kasım/1292/1875'4e, Aleksinaç'dan hareketle Niş (Sofya) ve
Rusçuk istikametinde Şumnu'ya gelebilmiş ve savaşlarda gösterdiği yüksek
cesaret, delicesine hizmetlerine mükafat olarak Müşir Ahmed Eyyüb Raşa,
tarafından gaye! takdir edici bir telgrafla padişah Sultan Hamid'e yapılan arz
üzerine ve bu hususda istirhamı değerlendiren Sultan Hamid 26/ocak/1292/1876'da
Feyzullah Albay'ın uhdesine mirlivalik verilmiş ve Tuna cihetine
vazifelendirilerek Ferik Aziz Paşa refakatine tâyin olunmuştur. O sırada
Hezargrad yönünde düşman askerinin görüldüğü haber alınınca lâzım gelen keşif
yapılmak üzere pek az miktarda piyade ve bir.bölükde süvari ve de yarım batarya
top ve topçuyu yanına alarak bahse konu yöne doğru yürüyüşe geçilmiştir. Ama
hemen kuvvetli bir düşman ordusunun ilerlediği görülmüştür.
Şehadet Ve İhanet
Bu kuvvetli düşman karşısında hemen muharebeye girmektense,
askeri bir ifâde olan kademe nizamında
ricat etmeli ve siper sayılacak bir arazide mevzilenerek, oradan umumî
karargâha durumu bildiren haberci gönderelim. Oradan gelecek imdad kuvvetiyle
birleştikten sonra savaşa tutu-şulmasmı bunun uygun bir tedbir olacağını Aziz
Paşaya ifade eden Mirliva Feyzullah Paşa, bu kumandanın hiddetlenip kendisine
şöyle cevap vermesine muhatap oldu: "...Sen korkuyor isen geri
dönebilirsin!" Bu cevâbı hakketmediğini bilmenin takdiri içinde olan Gazi
Feyzullah Paşa'da cevaben: "Değil benim gibi oniki yaşında gözü muharebe
meydanlarında açılmış; mektebden çıkar çıkmaz bir saat bile rahat oturub sıcak
çorba içmeyerek her an ömrünü muharebelerde geçirmiş; bir şehid evlâdı, hatta
nâz ve nimetle büyümüş bir asker bile
hiç bir zaman muharebeden geri dönmek arını irtikâb etmez" dedikten sonra
ancak bir çok eksikler olduğu halde böyle bir keşif İçin çıkarılan kısıtlı bir
kuvvetin, kalabalık hayli teçhizatli ve mükemmel talimli bir düşmanla savaşa
tutuşması, savaş kaidelerine pek muhalif olduğu gibi herhalde felâket dolu bir
neticeye varacağını ifade ederek savaşılmcmasını kabullendirmeğe çalışmışsa öö,
bir türlü ik-nâya muvaffak olamamıştır.
Sonunda verilen marş ileri! Kumandasiyla saldırıya geçil-mişse de
daha ilk ateş salvosunda Ferik (korgeneral) Aziz paşa isabet alarak şehid oldu.
Pederim Feyzullah Paşa (bu dünlerde süvari korgenerali olan Hakkı Paşa
hazretleri) ki o zamanlar binbaşı rütbesindeydi ve bir kaç zabit yaralanmış,
diğer subaylar ve erler tamamı denilecek kadarı şehadet şerbetini nûş etdiler.
Aziz Paşanın ikazları dinlemeyen ve üstelik ikazı yapanları cebanetle yâni
korkaklıkla ithamı sonunda verdiği hücum emri hem kendini, hemde emrindeki
askerimizi, zabitimizi ölümün kucağına atmaya sebeb olmuştu.
İkinci ateş salvosundan sonra düşmanın hücuma geçtiği görüldü,,
Çok süratli adetâ bir şimşek hızıyla topların yanına gelen Feyzullah Paşa,
kolundan ve bacağından yaralanmış ve yere düşmüştü. Düştüğü yerde kılınanı
eline almış nefsini müdafaya başarı ile uğraştığı sırada birde karnından yara
almıştı. Eskiden beri kendisini askere sevdirmeyi, Hakka sevdirmek gibi sayan
Feyzullah Paşa bu sevgi hâlesi uyandırmış olmanın karşılığını görmeye başlamıştı.
Bir kaç fedai asker arkadaşları Feyzullah Paşayı sırtladıkları gibi Cenab-ı
Hakk'm hıfz-ı emânı ile savaş alanından uzaklaştırmakla kalmamışlar, fırkanın
karargâhına da ulaştırmışlardı. (O sıralarda Varna cihetlerinde Mısır Askerine
kumanda eden zât Mısırlı Reşid Paşa idi zannediyorum) pederimin duçar olduğu
vaziyete pek çok üzülmüş ve bu hâle düşüren Aziz Paşanın tedbirsizliğine de
teessüf ederek Feyzullah Paşaya büyük bir lütufkârlık göstererek, ihtimam
içinde, sarsmadan Varna' ya kadar götürülmesini orada gemiye konarak
gönderilmesi hakkındaki gösterdiği kolaylıkları sağlaması ailemizin her an
duyacağı şükrana sebeb olmuştur.
Feyzullah Paşa ile o hengâmede binbaşı olan şimdinin süvari
korgenerali olan Gazi Hakkı Paşa ve iki binbaşı daha yarali olarak böylece
İstanbul'a avdetlerinde, pederim padişah Sultan Abdülhamid Hân'ın iradei
seniyyesiyle Haydarpaşa Hastanesinde tedavi altına alınmıştır. Bu hastanenin
doktorlarından Dr. Volkoviç tedavisine memur edilmişti. Bu doktor Volkoviç
1289/1872'de kaymakam (yarbay) olup, Beyrut hastanesi baştabibliğinde
bulunmuştu. Rusya savaşı esnasında Haydarpaşa hastanesinde operatör sıfatıyla
bulunuyordu. Pederim her nekadar üç yerinden yaralı idiysede Silistre muharebesinde şehid düşen babasının
intikamını henüz alamamış olmanın verdiği teessürle: "..Doktor rica
ederim şu benim yaralarımın bir an evvel çaresine bak ki savaş bitmezden evvel
oraya gidip şunlara biraz daha sopa atayım!" Diyordu. Bu söz asla doktorun
hoşuna gitmemiş olmalı ki, bir hafta sonra koluda kesilmek üzere, ayağının
kesilmesine karar verdi. Ameliyat neticesinde vefat ederse mesuliyeti kendisine
aid olmak üzere (Feyzullah Paşaya) bu hususda bir de senet vererek, Saray-ı
hümayunu da te'min ederek, ameliyatı yaptı. Ne kadar teessüf edilse azdır ki
böyle ağır bir ameliyatı yapan doktorun yâni doktor Volkoviç'in o geceyi
hastanede geçirmesi iktiza ederken o Beyoğlundaki evinde istirahate çekilirken
hastanede başka şeyler oluyordu.
Doktor Vulkoviç ayağı kestiği yeri kasden güzelce bağlamadığından
kan kaybı haddinden fazla olmuş ve ameliyatın bu noksanlığı, Feyzullah Paşanın
sıhhî durumunu takibe vazifeli heyet tarafından da itiraf olunmuştu. Böyle
mühim ve mesuliyeti üzerine alınmış bir ameliyat gecesi doktorun hastanede
bulunmayarak evinde olması, diğer vazifeli sağlıkçıların kanı dindirememeleri
yüzünden hayli kan zâyiine yâni bir çok kanın akıp gitmesine engel olunamaması
şehid-i mağfurun, pek çok zayıf düşdüğü o zamanda: "Ağlamayınız! Ben zâten
aziz vatanım ve sevgili milletim uğrunda vücudu iki dirhem kurşundan
esirgememesine gece-gündüz Ce-nab-ı Hakk'a dua etdiğim ailemizin her bir
ferdinin bildiği ve malumu olduğu hususattandır. Sizi mukaddes vatanımın aquş-u
şefkatine (yâni müşfik kucağına) mület-i necibe-i Osmâniyemizin sonsuz şefkatine
ve asker kardeşlerimin muavenet-i merdanelerine (yâni merdçe yapacakları yardımlara)
terk ederek asla gözüm arkada kalmayacağı gibi, Girid, Yemen ve Şark (Doğu)
târihlerinde de nâmım yazılacağı gibi vatan fedaisi olan bir asker içinde
bundan büyük bir şeref ve iftihar olamaz." Dediğine Cenâb-i Hakk' şahid-i
âdildir. Bu bakımdan delicesine, büyük bir cesaretle din ve devlet, vatan ve
millet uğrunda vücudunun yok olmasına gönüllü koşmakla kahramanca vasıfları
üzerinde toplayan Gazi Feyzullah Paşa bu dağdağai hayatı terk eyledi. Gencecik
varlığından daha çok istifade edilebilecek bir zamanda r.!294/m.l878 senesinde
otuzyedi yaşında olduğu halde ruh-u azizi cennet bağçelerine uçdu.
Dedem Hacı Ateş ve Pederim Gazi Feyzullah Paşa mağfuru Cenâb-ı
Râbbi Mennânın gufranı içinde garik-i rahmetle yattıkça bilcümle asker
kardeşleriyle bu millet-i necibey-i Osmaniyeye ömrü tavil (uzun ömür) ve her
bir işinde tevfik-ı ihsan buyursun. Amin. "Gazi Feyzullah Paşanın kabri
Haydarpaşa'da büyük kabristanda Viran Sebil civarındadır.
Hüvelbakı
İkinci ordunun fedaisi vatan kurbanı hazret paşa ki
Şemşiri kazayı mübrem idi farkı adaya
Aduvu tire rûz olsa acibmi rusiye
Cümle ki çok yüzler ağartmıştı girüb meydân-ı gavgaya
Olup mecruh-u harb içre nihayet kestiler pâyin
Ayakdan düşdü emasir idin çok kat'a etdi paye Nasıl Hakk' destgir
etmez âna Şah-ı Şehidâm
Hatime
Doktor Volkoviç'de ihanetinin meydana çmacağını anlayınca hemen
terk-i hizmet ederek Bulgaristana firar eyledi. Vulkoviç'in başında limon
büyüklüğünde bir ur vardı. Fes giydiğinde pek belli olmuyordu. Her ne suretle
elde ettiyse Dersaadet kapikethüdalığı ile geldiği vakit başına şapkanın
güzelce yerleşmesi için bahse konu uru çıkarttırmış artık kasket giymiş olarak,
diplomasi yoluyla yapmadığı hezeyanlar, çevirmediği fırıldaklar kalmamış; önce
nimetiyle perver-de olduğu ve sayesinde miralay rütbesine kadar irtika (yâni
yükselme) ettiği bu miflet-i necibe-i Osmaniyemizin başına bir belâyı muazzam
kesilmiş idi.
Bundan takriben on sene önce bir gün klübe giderken Be"-yoğlu
caddesinde gündüzün mintarafillah (Allahın emriyle) bir Bulgar tarafından
karnına saplanan bıçağı kendi eli ile çıkartmağa çalışırken öldüğü gazetelerde
okunmuş idi. Böylece bu müfsidin varlığından Cenâb-ı Mevlâmız bu aziz vatanı
ve muazzez devlet-i Osmaniyemizi kurtarırken, Şehid ve Gazi pederim Feyzullah
Paşanın intikamını aldı ve de böylece adalet-i ilâhi yerini buldu. Kan
kaybından gitmek nasılmış o da görmüş oldu. Cenâb-ı Zülcelâl Hazretleri dâima
AZİZ ZCI İNTİKAMDIR.
Balkanlar'da Bir Bomba! Makedonya!
Yılmaz öztuna Bey,değerli eserinde Makedonya bir milliyetler
mozaiki idi, der. Yan nüfusu müslümanlar teşkil ederken diğer yan sayıyıda gayrimüslimlerden
müteşekkil topluluk meydana getirmekteydi. Makedonya, yüzbin kilometre kareye
varan verimli arazide yaşayanların umumi nüfusu dört milyon kişiyi bulmakla
beraber, bunların bir milyonunu teşkil eden Bulgarlar ve Makedonlan, Yunanlılar
onları" da Sırplar takip ederken bir miktarda ülah'da denilen Romenler bu
topraklarda İslâm koruması, Osmanlı idaresi altında fehir fahur bir hayat
sürdürmekteydiler.
Tâaki 21/Eylül/1902'de başlayan Makedonya Bulgaria-rınn ihtilâli
zorda olsa askeri birliklerimiz tarafından bastırılırken, hareketin de kolay
geçmediğini hatırlatalım. Huzurun bozulmaması için kıyama katılma- yan
Bulgarları da zorlamakta gerekirse fecii suretde öldürüyorlardı. Genç bir mülazım
olarak Makedonya dağlarında askerliğini yapmış bulunan Gönen'in değerli evlâdı
Ömer Seyfettin buralarda müşahede ettiği tedhiş hareketlerinden esinlenerek
meşhur Bomba adlı hikâyesini kaleme almıştır.
Sultan Abdülhamid Hân; Hristiyan âleminin Osmanlı devleti ve onun
geleceği hakkındaki samimi plânlarını bildiğinden yüzlerine mültefit
davransada hiç bir zaman itimat et-rnez, her şeyin tedbirini almaya çalışırdı.
Nitekim; Makedonya meselesi kendini gösterirken, padişahda, tedbirlerini almaya
başlamış derhal <Vilâyat-ı Selâse umûm Müfettiş!iği> nâmıyla üç vilayetin
genel müfettişi mânasına gelen bir ma-kam ihdas etmişti. Bu makamı da ileride
sadrıazamda olacak olan Hüseyin. Hilmi Paşa'yı getirmişti. Selanik, Manastır
ve Kosova.Valileri, bu zâtın vereceği talimatlarla idareyi sürdüreceklerdi.
Hüseyin Hilmi Paşanın hakkında günümüze kadar yazılmış müstakil
bir kitap olmadığını tesbit etmiş bulunuyorum. Bunun ne mânası olabilir?
Sorusu akla gelirse ilkönce ne demek lazımsa onu söyleyelim; can dostu
olmamış. Kültür cemiyetlerinde, matbuat âleminde kendine arkadaşlar edinmemiş,
klasik bir devlet memuru etrafına fazla açılmamış devlet adamı olduğundan
medhini yapacak bir vâris bırakamadığı mânaları istinbat edilebilir. Abdülhamid
Hân'ın Müfettiş-i Umûmi yaptığı H.Hilmi Paşa hakkında bakınız; İttihad ü Terakki
cemiyetinin muhaliflerinden olup, Mısır'a kaçan sadaret şifre kalemi
hulefasindan Selahaddin bey; "Bildiklerim" . adıyla 1918 yılında
Kahire'de tab et tîrdiği kitabında ne demektedir: "Kâmil Paşa kabinesinde
dahiliye nazırı olarak bulunan Hüseyin Hilmi Paşa ise, ne sebebten.se bu hâin
serserileri (ittihatçıları) serfürû (baştacı etmek) ve ınkıyaddan (onlara
uymakdan) kendini bir türlü alamamış ue mevkii sadeı-rete ibadı uâdi'ne inzimam
eden hırs-ı câh ile gözlerine âmâ tarl olup, halû istikbâl-i devlet ue milleti
feramuş (unutmak) ederek bu hazele ile mean kabinenin sükûtuna var kuvvet-i
bazu ya verüb çalıştığından vatan ve milletimizin bu hâli felâket ve inkısâme
maruz kalmasına,müşarünileyhin (Hüseyin Hilmi Paşa) bu vech hareketi sebebi
yegânedir." Demektedir. Selahaddin Bey koskoca Yıldız sarayının kitabetinde
şifre kalemi memurininden olduğundan ve asrın en kıymetli hükümdarını
bilgilendiren, imlâsıyla günümüz insanının melül melül bakacağı yukarıdaki
satırları karalamıştır.
Biz; tırnak içindeki ifadesinde Salahaddin bey'in ne demek
istediğini okurlarımıza sadeleştirerek vermeye gayret edelim. "Kâmil
Paşanın kurmuş olduğu hükümette içişleri bakanı olarak vazife almış bulunan
Hüseyin Hilmi Paşa ne sebebten-se ittihatçıları başına taç yapmış, onların her
söylediğine uymak gereğini hissetmiş, kendisini sadaret makamına yâni başbakan
yapmaya dâir yapılan gizli vaad, hırsını arttırmış ve gözü başka şey görmez
olmuştur. Kabinenin yıkılmasını temin edecek gayretlere giriştiğini tabiatı ile
bunun sonucunda ne milletin hâlini, ne geleceğini düşünmemiş ve sonunda
uğradığı mız felâket ve bölünmenin müsebbibi Hüseyin Hilmi Paşanın, bu tarzdaki
davranışları tek sebebdir." demek istemiş oluyor
Hüseyin Hilmi Paşa'nın, Midilli Mutasarrıflığı ile sürgünde
bulunan Nâmık Kemâl Bey'in yanında pek genç yaşda bulunduğu edebiyat ve
görüşlerinden çok istifade ettiği ayıca Nâmık Kemâl Bey'e büyük muhabbeti
bilinmektedir.
Hüseyin Hilmi müfettişlik görevine atandığından kırkdört gün
sonrada makam-ı sadarete de Avlonyalı Mehmed Ferid Paşa getirilmişti. Ferid
Paşa babıâlî'de teşkil edilen Rumeli Vilayetleri İslahat komisyonu riyasetinde
bulunmaktaydı bu sebeble Rumeli'de olan bitene hayli vukufiyeti vardı.
Make-donya'daki kıyam bir müddet sonra alınan tedbirlerle sona erir gibi oldu.
2/Ağustos/1903'de Bulgarlar, yeniden ihtilâl kıvılcımını üfle diler ve
özellikle Manastır civarında te'siri ve kan deryasına çevirdikleri sokaklarda
kendi dindaş ve soydaşlarını öldürmekten çekinmiyorlar bu da bizim genç subaylarımıza
yeni düşünce ufukları açıyor, düşünce dünyasını başka bir pencereden mütalaa
eden bu genç zabitler, itikadi-yatlannın süzgecinden bu fikir ve davranışları
geçirmediklerinden, savaştıkları, öldürüp, yaralamak veya tevkif etmek zorunda
kaldığı düşmanlarının fikriyatına hayran oimak gibi bir açmaza düşüp, bizim
buralarda ne işimiz var diye yanlış, yanlış olduğu kadar da zararlı bir
düşüncenin zebunu olup, ırkçılık tuzağına düşmeye başladılar. Bulgarların,
bağımsızlık elde etme mücadelelerini, kendi ellerinden çıkmak demek olduğunu,
orada Bulgarların miktarından çok daha fazla müslüman ve diğer ırklara mensup
insanlar olduğunu hesaba katmıyarak Makedonya'dan olumsuz etkilendiler,
Hiç düşünmediler ki, Makedonya Rus, İngiliz, Fransız, Almanya
daha doğrusu haçlı dünyasının kendilerine oyuncak ettikleri bir topluluktur. O
hengamede Almanya bizim tarafımıza yakın davranıyordu. Hâlbuki o donem
zabitlerinden biri olan Binbaşı Mehmed Şefik Bey ise, kafa patlatıyor Osmanlı
devleti üzerinde hristiyan dünyasının plân ve programlan karşısında bizim ne
yapmamız gerektiğini bulmaya çalışıyordu. Bu hususda da devlet-i âliyenin
devamının nasıl kabil olabileceğine dâir çözümler üretmeye koyulurken, bizim Makedonya
topraklarındaki genç zabitlerimiz fikri bir asimilasyona uğruyor idi. Bu o
kadar mühim bir hadise olarak Sultan Hamid mekteplerinin mezunu subaylarının
fikri çeliniyordu, çünkü tahsil esnasında verilen örnekler daha ziyade avrupa
târihine ait oluyor, nezaket, nezafet, feragat, şecaat ile ilgili hususlar,
bilhassa ecnebi muallim ler ve ırkçı düşüncelere sahip hoca'lar tarafından
zabitlerimiz, asakir-i islâm ifade ve anlayışından uzak yetişiyorlardı. Bir
bakıma Fravun, hasmı Musa (A.S)'ı nasıl sarayında yeti ştiriyorken, Abdülhamid
Hân'da kendisini alaaşağı edecekleri kuş sütüyle besliyordu, icabında Hatay'da
35 ay maaş gönderemediği jandarma birliğini idare-i maslahat ediniz beyanıyla
oyalayarak. Şimdi bu çalışmamıza yukarıda bahsettiğimiz gibi bir risaleyi
Os-manlıcadan latinize edip, tetkikinize sunuyor ve diyorumki, Makedonları
haklı görenmi yoksa binbaşı Mehmed Şefik Bey'mi daha isabetli bakıyor, buna
emin olmak için Beka-i Osmaniye adlı risaleyi buraya alıyorum:
Beka-İ Osmaniyye Mütalaası
Binbaşı Mehmed Şefik Efendinin risalesinde Anadolu kıtasının (topraklarının)
Bahr-i Siyah (Karadeniz) cihetinden, Rusya'nın Bahr-i Siyah donanması
tefevvukunu (üstünlüğünü) muhafaza etdikçe vaziyet-i elîmesi aşikârdır.
Şimal-i şark (kuzey doğu) istikamet-i berriyesinden (karayolu) dahi Rusya'nın
pây-i taarruzuna (saldırgan adımlarına) karşı müstesna bir haileye (engele)
hâiz değildir. Anadolu ve Suriye kıtalarının bahr-i sefid (Akdeniz) sahili
dahi hasmın fâik-i kuv-vay-ı bahriyyesi ianesiyle (düşmanın kuvvetli deniz
kuvveti yardımıyla) harekât-ı taarruziyyesine (saldırı hamlesine) mü-said bir
haldedir. Velhasıl vaziyet-i coğrafiyei Osmaniyye, müstesna bir vaziyet-İ
müfide-i sevku'lceyşiyyeyi hâiz (Osmanlı devletinin buradaki durumu pek ayrı
ve faydası çok bir idareye sahip) olmadığından, Osmanlı devletinin bu noktai
nazardan tabii bir istinatgahı yâni dayanağı dahi yok demektir.
Hele dimağ-ı devlet ve memleket olan payitaht (İstanbul) gerçi
Avrupa-yi Osmani ve Asya-i Osmaniye' nin ve iki büyük denizin mahalli
telafiyesinde (arasında) bulunmak münasebetiyle ehemmiyet-i siyasiyye ve
askeriyyesi ve fevaid-i lâtahsası (faydalı olmayan toprağı) gayri münkirsede
(inkâr edilemezsede) berr'en ve bahren (kara ve deniz) kavi (kuvvetli) bir
hasmın taarruz-u cıddiyesine mukavemet etse bile rnevkıen ha!-i muhasarada
kalmağa salih (uygun bir zemin ve zamandadır. Öyle bir harp zamanında dimağ-ı
devlet demek olan payitaht, vatanın akasam-ı sâiresine icra-yı hükm ve nüfuz
edemeyecek, beden-i vatan sektei dimağa uğramış bir malûl vücuda benzeyecekdir.
Hele esliha (silahlar) ve cephane fabrika ve depolarının şu şekl-i vaziyete
mâlik olan
istanbul'da bulunuşu öyle bir zaman için ne derece bâis-i felâket
olacağı müstağnı-i beyandır. Bir hükümet (devlet) dâima ahval-i fevkalâdeyi
nazar-ı dikkate almalıdır. Mürur (gecen) zaman ile ahval-i akvam (kavimlerin
durumu) ve me-malik-i tebeddulat-ı siyasiyye (ülkedeki siyasi değişiklik) ve
iktisadiyye'ye uğradıkça, düvel-i mütemeddinenin (medeni devletlerin) tedabir-i
siyasiyye ve harbiyesi dahi tahavvüle (değişime) uğramak mecburiyetindedir.
Hiç olmazsa Karadeniz ciheti taht-ı emniyet-i bahriyyede
bulunmadıkça netice olarak maalesef denilir ki; muhtasaran beyan olunduğu
üzere, hü- kümet-i Osmaniye yâni Osmanlı devleti ne millet ve ne de vaziyet-:
coğrafiye itibarıyla emin bir istinadgâha mâlik değildir. -....
Osmanlı Devleti Avrupa Devletleri Arasında Denge Kurarak Siyasi
Varlığını Sağlayabilirini?
Memâlik-i Osrnaniyye son asırda avrupa büyük devletlerinin
rekabet sahası ve tecavüz hedefi olmuştur.
Bu yüzden Osmanlı devleti adı büyük devlet diye geçenler arasında
bir denge kurmak suretiyle hukukunu ve varlığını sürdürebilmesi zor ve hâlen
uzak sayılır. Avrupanın büyük devletlerinin zamanımızda antlaşma ve ittifaklara
bağlılığı, denilebilirki şarkda ki niyeti siyasi ve iktisadi menfaat rekabetine
dayalı vede matuftur. Şu yaşanan hâl ile nasıi mümkün olur ki şark'da rekabet
ve hırslarla dolu ecnebi siyasete henüz bağlı olmaktan kurtulamamış bizim gibi
bir devlet, bir memleket-i heyet-i müttefika ve mutelife-i düveliyeden yâni
bunlardan birisine dayanarak ve iltihak etmek istidadını yapabilecek olsun.
İngilizlerin; Mısır'da ve Arab Yarımadasında şark, garp ve cenup
yâni doğusunda, batısında ve güneyinde takip etdiği istilacı siyaseti,
Fransızların Cezayir, Tunus hâttâ Trablusgarb ve Suriye'deki mevkıilere dâir
siyasi niyetleri, İtalyanların ise; Osmanlı'nın Afrika sahillerinde olan gözü
Trablusgarb ile garbdaki Arnavutluk civarındaki istilaya dönük siyasi faaliyetleri
buna inzimamen Rusya'nın, Osmanlı devleti hakkındaki değişmez ve kadîm
düşüncesi olan imha planlarıyla olan hülyaları, saydığımız avrupanın dört iri
ülkesinin, Osmanlı vatanını bölüşmeğe dönük ihtirasları yakın zamanda bunlara
yaklaşmak değil hasım olarak saymak durumuna getirmiştir. ' ¦
Almanya Ve Avusturya Devletlerine Gelince
Bu iki devletin yaptığı beyanlar avrupanın büyük devletlerine
karşı olan vaziyet-i siyasiyye ve iktisadiyyeleri bu iki devleti Osmanlı
Devletine yakınlaşmaya itmiştir. Ezcümle; bu iki devlet Almanya ve
Avusturya gerek şlimdi gerekse İstikbalde
karşısındaki devletler olarak gördüklerini, Osmanlı devletide aynen karşısında
gördüğünden bunların yakınlaşmaları uygun olup, siyasi sahada kuvvet
kudretlerini isbat-ı vücud etmeleri, Avusturya ve Almanya'nında siyasi menfaatlerine
uygun geleceği tabiidir.. Ancak bunlarla yapılması tasavvur olunan antlaşma
tabii görülüyorsa da, Osmanlı devletinin muhtaç olduğu kuvvet ve kudret-i
askeriyyesini ve ida-rei dahiliyei intizamiyesini düzeltememesi ve avrupanın
dört büyük devletinin bunu önlemesi, öte tarafdan ecnebi devletlerin siyasi
arzularının ihtiraslısına maruz kalması, Almanya ve Avusturya devletlerine
ittifak teklifi yapılmasına hükümetin müsaid bir zemin zaman içinde olmadığını
getiriyor. Eğer
Özetlersek deniliyor ki; Osmanlı Devletinin bu gibi ittifaka
tâ-lib olması demek, Almanya ve Avusturya'nın himayesini istemek mânasına
gelir. Bunun böyle anlaşılacağı tabii ve muhakkak bulunduğundan, şu hâl
ihtiraslarıyla düşmanımız olan devletlerin hakkımızda şiddetlerini çoğaltmaktan
başka bir işe yaramaz. Bu bakımdan hükümet böyle bir işe teşebbüs etmeyeceği
gibi Almanya ve Avusturya'nın dahi velev büyük bir menfaat mukabilinde olsun
büyük devletlerin üstünlüğüne karşı açıkça hâmilik yâni koruyucu şekline-varacağı
bu gibi ittifakı kabul etmez. Zira bizim için, kendilerini tehlikeye sokmaktan
başka bir netice veremez. Görülen vaziyete göre osmanlı devleti devletlerin
ittifakına dahil olmak suretiyle de hukuk ve hayat-ı siyasiyesini muhafazaya
İmkân göremiyor.
Osmanlı; Hayat Ve İstiklâliyetini Nasıl Teminat Altına Almalı?
Aşağıdaki beyanlarımızda sebeblerini arzettiğimiz ve tevessül
etmemiz gereken tedbirleri söyleyelim:
1) Cezire't ül Arabin
yâni Arabyarımadasının Osmanlı Devletine dolayısıyla müslüman kavimlerin
selâmeti ne dayanak olacak sağlam bir şekle taşınması.
2) Hanedan-ı Âlî Osman'ın
erkeklerinin şerefli ve saadâ-tın muteber hanımlarıyla evlenerek sülâlei Cenabı
Nebevl'ye akrabalık tesisi yapılması.
3) İstanbul Osmanlı
başşehri olarak kalmakla beraber, hilafet payitahtı nâmıyla savaşın idaresi ve
islâmî siyasetin noktai nazarından lâzım gelen vasıfları hâiz bir mevkiin
ikinci bir başkent olarak seçilmesi. Bu maddelerin izahını aşağıya alalım:
Esbâb-I Mücibeler
1) Arapyarım Adası Osmanlı
devleti için istinadgâh olarak seçilebilecek bir unsur olmakla beraber coğrafi
vaziyeti dahi müstesna bir vaziyeti pek makbul bir idareye hâizdir. Yanmada on
ilâ onbeş milyon aynı ırkdan müslüman insana sahibdir. Bu millet zekî, cengâver
ve cevval ve de müstaid bir milletdir. Bu nüfus askerlik menbaı olarak kuvvetli
bir as-keriyye teşkil eder. Kötülük getirmesi muhtemel başka bir kavim ile
karışık değildirler. Yarımada insanını fâidesiz ve belki Osmanlı devletine ve
milleti islâmiye'ye bugün muzır bir unsur hâlinde tutan sebeb evvelâ idrâk
seviyeleri ikinci olarak sosyal durumlarıdır. Bu taraflarının ıslahı hâlinde o
necib millet hakikaten islâm âleminin medar-ı istinadı olacak bir hâl-i
heybet-i kıymete vasıl olur.
Arap Yarımadasının coğrafi mevkii târihi bakımdan da müsbet olup
kara yolu, taarruz hareketi yapılmasına
uygun olmayan bir çöl ile çevrili olduğu gibi cihet-i sâireside denize ve
sahillere uzaklığı, su ve havası ecnebilerin tasallutuna müsaid değildir. Târih
bize isbat ederki, Yarımadayı hiçbir cihangir devlet istilâ edememiştir ve
ayak atanlar ise Ceziret ül Arab'da bannamamışlardır. Yine târih isbat eder ki
Arablar şerefi islâmla irşad olunduktan sonra Arab Yarımadasının Roma ve İran
gibi iki muazzam cihangir devleti perişan ederek, Çin hududundan, Fransa*
hududuna kadar cihangir bir devlet kurmuşlardır. Her zaman için bu yaradılışdan
beri taşıdıkları istidatı ispat etmişlerdir. Bilenlerce takdir edileceği üzere
müstesna bir harb vasfına sahip olduğu gibi kırk sene-denberi pek mühim bir
vaziyet hâkimiyeyi de kazanmıştır. Arab yarımadası Süveyş Kanalının açılışından
beri avrupanın müstemleke ve iktisadi yolu olduğu aşikâr bulunan Süveyş,
Kızıl Deniz, Babulmendep deniz yoluna uzaklığına hâkim bir
vaziyet-i mühimme-i mümtâzade bulunmaktadır. İşte bu yarımadanın Osmanlı
devletine istinadgâh olarak seçilmesine uygun ve matlub hâle getirilmesi
yolundaki arzunun ve temininin hikmeti budur. Böyle görünüşte kuvvetli bir
kuruluş sağlanırsa yalnız deviet-i Osmaniye'nin değil bütün islâm dünyasının
hayat ve selâmet-i müstakbelesi teminat altına alınabilir.
Mücadelesi
Bilindiği gibi Sultan Abdülhamid-i sâni hazretleri Sultan
Abdülaziz hân'ın hâl'ini ki mahlu padişah amcası oluyordu ve de meşkûk ölümüne
şâhid olmuş ve bundan üç ay sonrada ağabeyi 5. Murad'ın rahatsızlığı
münasebetiyle tahttan in-fisâlini yaşamıştı. Ağabeyinin yerine getirildiği
Osmanlı tahtına kuûd ettiğinde uyması gereken şartlardan biri kanun-i esasiyi
tesis, meşrutiyet sistemine geçişe olanca yardımıyla şitab etmekti. Ancak
meşrutiyetin ilânı ve onun arkasından meclisin gayri milli ve gayri müslim
mebusların dolduruşu yüzünden hasm-ı biamanımız Ruslarla çok kanlı geçen ve
müthiş bir insan ve toprak kaybına sebeb olacak savaşdan mağlup çıktık.
Bu fecii bozgunun yaralarını sarmak dirayetli bir el, ülkenin her
tarafında olan bitenden haberdar olabilen merkezi bir idarenin yapacağı işdir
kanaatına varan Sultan Hamid, milletine yayımladığı bir beyanatla ne
işitirseniz, ne duyarsanız, devlete yâni bana bildirirseniz halledemeyeceğimiz
hiç bir konu kalmaz mealinde ki bu açılımla millet ve padişah arasındaki ihdas
olunan suni köprüleri kaldırmış, müslümanlar
li felerine her kötülük tasavvuratanı haber vermektelerdi. Gayri
müslimler ise uğradıkları haksızlıkları bu açık davet karşısında korumasında
oldukları padişaha bildirmekten ve tedbirlerin alınmasından, uygulamaların
yapılmasından epeymemnundutar. Ne var ki zaman içinde bir takım jurnallere
verilen bahşişler emelleri karanlık kişilerin bu müesseseyi istismar etme
yoluna gitmeye başladılar. Gelen jurnaller çığ gibi büyümüş, padişahın bunları
değerlendirmesi vaktinin çok büyük bir kısmını almaya başlamıştı.
Bu gün siyasi partiler nasılki iktidara geldiklerinde bir hayli
yüksek derecede memur ve hizmetliyi sağa sola savurup, yerlerine kendine yakın
olanları görevlendiriyorsa, bu kadar vâsi olmamak şartıyla o dönemlerde de
başvurulan bir yoldu. Buna inzimamen o devirde partilerin yerine misâl olarak
söylenenler şöyle idi:
Said Paşalıîar, Mehmed Kâmil Paşahlar, yok Ferid Paşahlar diye
guruplaşmaiar olduğu gibi, saray içinde padişaha yakın görev sahipleri
dışarıdaki bu paşalardan kime sempati duyuyorlarsa, veya bunların her hangi
bir işini yerine getirir ise, ona yakınlık besler, adetâ onun adamı olarak
padişah nez-dinde yapılacak bir hizmette gönül veya menfaat bağı olan ricali
devlete yardımcı olurdu. Bunun tabii mefhumu muhalifi diğer bir ricalin
işlerini engelemek, süründürmek, bir takım hafi bilgileri bağlı olduğu guruba
yetiş tirmek olmaktaydı.
Zaman içinde Mithat Paşa ve onun izinde giden cöntürkle-r'n, Nâmık
Kemâl'in, Ziya Paşaların, Şinasi'lerin çömezlerini tutan meşrutiyet
taraftarlanda saraydan bağlı oldukları misyona ne kadar menfaat temin
ederlerse inandıkları dâvaları-na kendilerini hizmet etmiş addederlerdi.
Veliahd-şehzade her zaman padişahların alternatifi olarak telâkki olunduğundan
o seviyede de, Sultan Murad'cı, Veliahd Reşad efendici,
OSMANLI TARİHİ
Abdülhamidci'likler alıp yürümüşdü. İşte bu kadar karışık bir ülke
idaresinde en önemli unsurun kim ne yapıyor? Sorusunu bütünüyle olmasa bile
bir haylisini çözebilen jurnal müessesesini aşabilen bir müessese mevcudmu?
Günümüzde istihbarat için ayrılan zaman, mekân ve para boşunamı ki yinede
kırsal alanda çoban'ın vereceği malumata geniş çapta ihtiyaç var. Pişmanlık
kanunlarıyla örgütlerin içinden haber alma metodlarını kullanmamak olabilirimi?
İşte günümüzde hissetiğimiz bütün ihtiyaçlar 2. Abdülhamid döneminde kendisini
daha da hissetirmekteydi. Yine yukarıda beyan ettiğimiz gibi, her güzel
hareket bir çıkmaz sokağa taşıyanı bulabilmiştir. Bu çıkmaz sokağa gidişi
dönemi yaşamış bir merhum yazarın, Ziya Şâkir bey'in "Elli Yıl Önce Bizi
İdare Edenler" adlı eserinden alıntılarla ve özetlemelerle sayfalarımızı
süslemeyi düşündük.
Deli Fuad Paşa
Bu zât; Mısır'da 1835'de dünya'ya gelmiştir. Vefatı 1931 senesinde
İstanbul'da vukubul muştur. Babası müşir Hasan Paşadır. Fuad Paşa ilk tahsilini
Mısır'da, orta tahsilini İstanbul'da tamamladıktan sonra Kahirede bulunan
Osmanlı harb okuluna yazıldı. Burayı bitirdikten sonra Mısır Ordusunda vazife
aldı ve burada albay rütbesine kadar irtika etti. Bilahire İstanbul'a gelip
Şûra-i Askeriyye'ye tâyin edildi. 1869'da yâni 34 yaşındayken, mirliva oldu.
1872 senesinde Arnavutlukta vede Kerkükte çıkan isyanların bastırılmasında
büyük emeği geçtiğini görüyoruz. Balkanlarda Sırp ve Karadağ başkaldırmalarına
savaş açılınca Karadağ üzerine yürüyenlerin başındaydı. 1876/1877-1293
harbinde Tuna ordusunda korgeneral rütbesiyle istihdam olundu. 2.Tümen
kumandanı olarak Tırnova/İslimye arasında, Elena adı verilmiş mevkıide Rusrı
başlarında ünlü kumandanları Şuvalof olduğu halde, büyük bir bozguna uğrattı. Bu zaferde gösterdiği
yüksek cesaretin karşılığı olan Deli'lik lâkabı, adına eklenirkende, tâbiiki
kadibine kadar hakkettiği Elena meydan muharebesi kahra-manlığıda birlikte
anılırken Sultan Hamid'in gönderdiği müşirlik rütbesi de ilâve olununca
kartviziti meydana getiren isim ve sıfatlar birleştiğinde şunlar okunmaktaydı:
"Elena Kahramanı Çerkeş Müşir Deli Fuad Paşa" Bütün bunlara bir de
yâver-i ekremlik inzimam olununca, boy ve bos bakımından iki metre ve muntazam
bir vücud, heybetli bir baş ve genç yaşta kırlaşmış sakalı ile nûrani bir yüz,
herkese vekar-la fakat mütebessimane bakan gözleri, dostların içini ısıtır,
düşmanlarının kanını iliğini dondurucu tesir yapardı. Bu koca Çerkeş, hem çok
zengin, hem de eli pek açık sehavet denen hususun kendisinde bir başka yakışığı
oluyordu. Paşa; Çatalca* cja hatları düşman aştığı takdirde şehri yâni
İstanbul'u savunma noktasında neler yapılabileceğini istişare eden ve bu
istişarelerin gereği >e leri tahkime bizzat nezaret eden padişahın zarif
bünyesi yanında ondan yedi yaş büyük Fuad Paşa dev yapısı İle manzaraya bir
mehabet Kazandırıyordu. Ahali padişah ve Fuad Paşa'ya maşaallah çekmekteydi.
Fuad Paşa' nin diğer bazı vasıflan yeri geldikçe anlatılacağından onu
Istanbulun savunma hazırlık- larını yaptıkları kavşak noktalarında padişahla
birlikte bırakalım. Zâten alınan tedbirlerin kullanılmasına lüzum kalmadı,
moskof Çatalca'yı aşmayıp, bir küçük gurupla Ayastefanos, yâni şimdiki
Yeşilköye geldi. Orada sulh müzakereleri cereyan etti. Bu sulhun neticesinde
perişanlığımız tescil edildi.
Gelelim Menfaatçi Guruba
Padişahın etrafında yer alan menfaatçiler güruhu, padişahın değer
verdiği cidden değerli insanların gözden düşmesini sadece duayla istemek değil,
çeşitli tezgâhlar kurarak gerçekleştirmeye gayret gösterirdi. Padişah
bunlarında kendisine lâzım olduğu inancı içinde, yâni günümüzdeki derin devlet
malzemeleri gibi addettiğinden onlanda kıymetli değerli elemanlar olarak
nitelemekle beraber bu işlerin çirkin işle: olduğunu tabüki; takdirden acizdi.
Fakat âiet her zaman lazım gelir deyip, bunları da memnun etme yolunu açık
tutardı. Deli Fuad Paşa ise bu tip adamların hiç birini sevmez, onlardan
çekinmez mütalaalarına değer vermeyen bir zâtdı. Kalb kalbe karşıdır derler ya,
o hesab! Bu güruh da, Deli Mü-şir'den hiç hoşlanmazlar, ne yapıp yaparlar bir
takım jurnaller tertipleyip, Müşir Paşanın aleyhinde padişaha ulaştırırlar,
bunlara inanmayan padişah "Dokunmayın benim Deli Müşi-rim'e"dedikten
sonra jurnal sahibine harçlık verirdi. Sonra da bu jurnali alır da Fuad Paşa'ya
gösterirdi. Bu tip adamlar hiç eksilmez, 1877'ile 1901'e kadar Fuad Paşa
hakkında bir çok jurnalin tertiplenmesine rağmen: "yel kayadan ne alır
misâli, melunlar, padişahla müşiri arasında münaferete muvaffak olamadılar.
Bir ara menfaatçiler güruhu çoğalmış, vehham padişahın bu zaafını
arttıracak jurnallerla ortalıkta dolaşıp'beğenmedikleri kimseleri perişan
etmeye başlamışlardı. Bunlardan Reşid Paşa, İzzet Holo (Arab), Fehim Paşa, Ali
Şâmil Pasa idiler ki, aralarında anlaştıkları bir tezgâhla sadr-ı esbak Mehmed
Said Paşa ile Deli Müşir Fuad Paşa güya antİaşmış-lar padişahı tahttan
indireceklermiş babında bir jurnal ihzar ederler. Bunların arasında; başhafiye
olan Fehim Pasa cok
Karaktersiz, insafsız, ahlâksız, cani ruhlu bir kimseydi. Nice ocaklar söndürmüş, ne hânumanların
yerinde yeller estirmiş bir zâlimdi. Ayrıca haddini bilmez saygısız bir
kimseydi. Bir ele en tehlikeli ve kendisini her işden sıyıran şu şekilde tarif
ettiği bir tesbiti vardı: "Efendimizin hayatını korumak benim vazifem.
Duyduğum, gördüğüm her şeyi zâtı şahanelerine ulaştırmak vazifelerimin başında
gelir. Ne varki bütün bunları ispata mecbur değilim. Benim duyduğumu
açıkladığımda ya evet ben böyle yapacağım diyen olabüirmi? Şu halde inkâr
edenlere ben karışmam" şeklinde bir izah getirmekteydi.
Veliahd (Sultan) Reşad efendinin oğullarından Ziyaeddin ve Ömer
Hilmi efendiler, binmiş oldukları fayton arabayla gezmeğe çıkmışlar, bir hayli
dolaşmışlar ve dönüş yolu olarak da Nişantaşı üzerinden konaklarına avdet
etmek üze.e Fehirn Paşanın evinin önün den geçerlerken, Fehimde hangi mülevves
işi yapmaya gidecekse konağından çıkmak üze-reymiş, gelenleri gördüğünde
bunların veliahd Reşad efendinin çocukları olduğunu hiç kaale almadan hatta
tam aksine onlara üstünlük taslayacak tarzda önlerine çıkmış ve burası bana aid
buradan geçemezsiniz ikazında bulunur. Efendiler bu saygısızlığa gücenseler de,
arabacıya dön emrini verirler. Görüldüğü gibi veliahd'ın yetişmiş gençlerine
bunu yapan biri, devlet memurlarına, ahaliye, meşayihe kimbilir neler yapar?
Acaba; bu hâlin yâni cihet-İ askeriyyeden olan paşalar ile sivil görevlerden
paşa rütbesine gelenlerin arasındaki bu elerin anlaşmazlık, sivil güruhun
merdâne davranmamasın-danmı? Yoksa askerlerin disiplinlerinin farklı
olmasındanmı-dır? Bunun cevabını apayrı bir soruşturmada bulmak kâbidir. Meselâ
Arab İzzet Paşa (Holo), bu hususda bir hayli sıkıntılar ya şamış, bol keseden
verilmiş sivil paşalardandır. Fuad Pa-şa'dan, 93 savaşının diğer bir efsane
ismi Gazi Osman Paşa'dan bir hayli azar ve hakaret görmesine rağmen ve de askeri
şahıslara irade-i seniyye ancak asker-İ erkân-ı harpler tarafından tebliğ
edilir denmesine rağmen îzzet Paşa, böyle bir tebliği yapmaktan pek zevk
alıyordu anlaşılan. Hâttâ Gazi Osman Paşa; Osmanh-Yunan 1897 savaşında Çit kasrında toplanan askeri
istişare heyetine yine bir irade-i seniyye teb-. liğ etmeye kalkışan İzzet Paşa'nın kafasına
iskemleyi atıver-miştİ. Canı bir hayli yanan Holo, padişaha işi götürmeme
akıllılığını göstermişti.
Şimdi Fuad paşaya diş bileyenlerden biri olan Reşid Paşa pek
çapkın biri idi. Ancak yakışıklı ve çok zengin, dünyada en iyi kılıç kullanan
silahşörlerden biri olan Fuad Paşa' nın karşısında hep yenik düşüyordu. Reşid
Paşanın göz diktiği bayanlar, son anda tercih lerini Fuad Paşa'da yapmalarının
meydana getirdiği bir kıskanmamı idiî
Ali Şâmil Paşaya gelince bu adam gösterişe pek düşkün olmasına
rağmen Deli Müşir' in katılmış olduğu toplantılarda bin mumluk ampulün yanında
bir mum ışığı gibi kalıyordu ve onun yanında caka satamıyordu. Çerkeş Mehmed
Pa-şa'ya gelince aynı kavimden olmalarına rağmen ona kızmasının sebebi,
kıskanması, ondan yılmış olmaktan kaynaklanıyordu. Fehim Paşa ise; Deli Müşir
Fuad Paşa'nın Feneryo-lu'ndaki muhteşem konağının parıldıyan ışıkları, her gece
bitmez tükenmez davetliler, en mükemmel hanende ve sazendelerin katıldığı
muazzam musiki âlemlerinin bu tertibçisi Fuad Paşa padişah'dan daha müreffeh ve
şaşaalı bir hayat yaşıyordu vede bunun suyuda şahsi servetinden geliyordu.
Mısır'daki çiftliklerinin gelirleri paşaya hakikaten maddî bakımdan krallar
gibi hayat sürme imkânı bahşediyordu. Şimdi Fehim böyle bir kimseyi nasıl
kıskanmasın di? Kendinde kudretin temsilciliği vehmeden birinin böyle bir farka
tahammülü kolaymıydı?
Bütün bunlara karşılık halkın her iki tarafdan adı geçenlere
yaklaşımına bir atfu nazar edelim: Ahali bu düşman kardeşleri gördüğünde ya
bir tarafa saklanıyor, ya da onların bulunduğu tarafa bakmamayı tercih
etmekteydi. Buna karşılık Deli Müşir Fuad Paşa herhangi bir yerden geçtimi,
tanıyanlar koşar ve selâm vermeye bakarlar, tanımayanlar ise görmek için
koşarlardı. O ise, bir baba tavrıyla selâmlar dağıtarak, güler yüz vede gülen
gözleriyle insanların yüreklerine sevgi salarak varlığını hatırlatırdı. Fehim
Paşa'yı bir gün Cuma Selamlığında kenara çeken Müşir Fuad Paşa, yaptıkların
yeter, artık hakkımda hergün urnal veriyorsun fena yaparım diye tehdit etti.
Bu tehdit, Fehim'de tesirini gösterdi. Bir müddet geri çekildi.
Fuad Paşanın karşısında aleyhde olup, tuzak kurmaya çalışan iki kişi meydanda
kalmıştı. Bunların biri askeri savcı Reşid Paşa ile Üsküdar muhafızı Ali Şâmil
Paşa idi. Ali Şâmil Paşa kurnazca davranıp, Üsküdar civarında ki çıkacak her
hangi vakaya muntazırdı. Savcı Reşid Paşa ise yanına aldığı bazı sivil me
murlar ile Fuad Paşa'nın köşkü civarına yanaşıyor Müşir'in sabrını taşıracak
davranışlar gösteriyordu. Reşid Paşa'nın korkak ve ödlek bir kişi olduğunu
bilen Fuad Paşada nasıl oluyor, kime güveniyorda benim konağın üzeri-ne bu
kadar düşebiliyor diye kafa patlatmaya başlamıştı ki, bir akşamüstü sıcağında
Reşid Paşa bir paytona binmiş olduğu halde ve arkasındaki faytonda da üç sivil
memur geçerlerken, her zamanki gibi Fuad Paşa konağın kapisındadır. Ve de
geçmekte olan faytonun içinde, bir köşeye çekilmiş Reşid Paşa, ceketinin bütün
düğmeleri açık şekilde ve Fuad Paşayı görmemezlikten gelmesi disiplin düşkünü
müşirin tepeşini attırmaya yetti. Paytonu durdurup Paşayı köşke çağırttı.
Reşid Paşayı köşkte Koca müşir bir güzel dövdü. Arkasından sordu: Artık
doğrusunu söylersen sana başka bir şey yapmayacağım, serbest bırakacağım. Seni,
beni takip etmek için kim vazifelendirdi? Cevab şöyleydi:
Zât-ı devletlinize çok büyük hürmetim vardır. Arab İzzet Paşa bunu
istedi. Ali Şâmil Paşa ve Fehim Paşanın sizi takibe aldığını işittim. Bunları
söylerken; daha sonralar! babiâli baskınında öldürülen Harbiye Nâzın Nâzım
Paşada hayretle Fuad Paşanın yanında geçen olaylara şâhid oluyordu.
Peki Arap İzzet ne talimatı verdi? Sorusuna cevap olarak, Fuad
Paşa; siz kadıköy ve Üsküdar'da gizli bir cemiyyet ku-ruyormuşsunuz.
Mensubiyetinizle şerefyâb olan bir çok zabiti Selimiye Kışlasına
yerleştiriyormuşsunuz! Birliklerin başına size bağlı subayları yerleştirdikten
sonra çıkaracağınız ihtilâl neticesinde de saltanatda değişikliğe
gidecekmişsiniz. Oğullarınız beyefendiler ise, avrupa'da yaşayan cön Türklerle
haberleşme içinde olduğu gibi konağınızda musiki toplantıları altında
yaptığınız tertibat, doğrudan gizli müzakerelermiş!
Reşid Paşa, sözlerini tamamladığında gerek Nâzım Paşa gerekse
Müşir Fuad Paşa bu iftiraların ağırlığı ve atılan çirkeften utanmaktan
kendilerini alamadılar. Çık dışarı demek zorunda kaldıkları Reşid Paşa ceketini
eline alıp, binbir temenna çakarak kendini dışarı atmak üzereyken, Fuad Paşa
haykırdı:
-Nereye böyle ceketini giysene. uşakların önüne bu kılıkla
utanmadan nasıl çıkacaksın?
Nâzım Paşa; Reşid Paşanın
çıkmasından sonra bir hayli telâşla:
"Aman Paşam. İşler fenalaşıyor. Acaba kim tarafından bir ifşaat vukubuldu?
Sorusunu sordu. Fuad Paşa da bilmiyordu, ancak bütün düşmanlarının ittihat
ettiğini hissediyor ve karşı tedbirler alması icâb ettiğinide düşünmeğe başladı.
Burada Nâzım Paşanın kullandığı ifşaat kelimesinin Kaynağımızın yazarı Ziya Şâkir
merhumun kalemini rastgeie sallamasından ise, bir mâ-na ifade etmez fakat,
Paşanın ağzından çıkmışsa, bazı hususatın aslı varmış mânasını aramak,
beyhude bir gayret sayılmaz. Doğrusunu Allah (c.c) bilir.
Fuad Paşa'nın Feneryolunda'ki devlethanesinden kendisini zor
kurtaran müddeiumumi Reşid Paşanın yediği sopa kendisine bir rütbe daha
kazandırmış, mirlivalıkdan ferikliğe irtika ettirildiği gibi cebine de beşyüz
lira ihsân-ı şahane konması bir taltif olarak düşünülse yanlış olmaz. Reşid
Paşa bu ihsana nasıl nail olmuştu ki, bunun üzerinde durmak icâb eder. Reşid
Paşa Feneryolundan çıktıktan sonra doğru mâ-beyn-i hümâyûna yâni saraya koşmuş,
perişan hâlini İzzet Holo Paşaya arzetmişti. Bu cüreti işleyen Fuad Paşa' dan
bir hayli ürken Arab İzzet Holo; hemen huzur-u padişahiye çıktığı gibi, bire
bin katarak, olmamışı varsayarak, bir senaryo arzetmiş ve padişahın lütfûnu,
Reşid Paşa lehine olacak şekilde celbedeb'ılmişti.
Bunları ertesi günü haber alan Deli müşir; fesinin bastırdığı
gibi (fes bastırmak başa takıp çıkmak) saraya gidip, Sultan Hamid'in huzuruna
çıkıp*, sadece attığı dayağı değil her şeyi sayıp döktü. Arkasından ilâve etti:
"Şevketmeâb askerlikte rütbeler, nişanlar ya kanunen hak kazananlara
veyahut da vatana fevkalâde hizmetler yapanlara verilir. Siz ise; benden dayak
yiyen bir şahsı ferik yapıyorsunuz... Sizin arzunuza müdehale kimsenin hakkı
ve haddi değildir. Rütbei askeriye böyle verilirse benim müşirliğimin bir
kıymeti kalmamıştır. Askerlikten istifa ediyorum, sâdece bir bendeniz olarak
kalmak istiyorum.. Bana itimadınız yoksa Mısır'a gideyim. Oradaki İşlerim karma
karışık bir durumda, bari onları bir nizâma sokayım. Acizane hizmetime ne
zaman ihtiyacınız olursa fermanınıza koşarak gelirim!..
Sultan Hamid; Fuad Paşanın söylediklerini sonuna kadar hiç
kesmeden ve sükunetle dinledikten sonra, mütebessimâ-ne "Sen, bir
bilirsin.. Ben bin bilirim paşa... Hikmeti hükümet denen bir şey vardır. Ben şu
köşede oturuyorum amma, iğnenin deliğinden de Hin distan'ı seyrediyorum.
Deliliği bırak. Bizi birbirimizden ancak ölüm ayırır. Ben seni dün, bu gün
tanımıyorum istedikleri kadar jurnal versinler, bak ben ehemmiyet veriyormu-
yum? Hadi git köşküne Rahat rahat otur. Şuna buna da uyma.."
Fuad Paşa padişahın huzurundan çıktıktan sonra soluğunu İzzet
Paşa'nın odasında aldı. Oda da hafiyelerden Çerkez Mehmed Paşa, Celâleddin Paşa
vardı. Odaya bir kasırga gibi giren Fuad Paşa'yı gören İzzet Paşa sandalyesinde
donup kaldı. Çerkez Mehmed Paşa sessiz sadâsız odadan dışarı çıktı. Müşir
Paşa; Holo'ya: "Mel'un herif nedir senin bu yaptıkların?" Masanın
üzerinde duran divit takımını kaptığı gibi, Arab İzzet'in kafasına fırlattı,
can yakması bir yana tepeden ayağa mürekkebe bulanmakda cabası oldu ve:
"dövdüğüm herifi bana inat ferik yaptırıyorsun ha! Demek ki dayağım uğurlu
geliyor. Dur seni de tepeleyeyim belki sen de sadnazam olursun!" Diye
bağırırken İzzet Paşanın üstüne yürümeye devam ediyordu. Ahmed Celâleddin
Paşa; Fuad Paşa'nın sevdiği kimselerden olduğundan teskin için araya girdi.
İzzet Paşa bu arada odadan kaçıp, yandaki küçük kapıdan hemen padişahın
huzuruna çıktı. Ve: "Bakınız efendimiz; Fuad Paşa,
Kulunuz beni ne hâle koydu!" Dedikten sonra huzurda ağlamaya
başladı...
Anlatılanları dinleyen padişah, İzzet Paşaya: "Sen huzura
böyle çıkmaya utanmıyormusun? Oh olsun yaptığınız işi yüzünüze gözünüze
bulaştırmayınız bir daha.." Dedikten sonra: -çık dışarı" emrini
verir. İzzet Paşanın odasında bir koltuğa oturan Deli Fuad Paşa gür ve beyaz
sakalı dört köşe olarak kesilmiş olmasıyla hayli mehabetli gösterişe sahibken,
şimdi diken diken olan sakalının haliyle yüzüne bakanı korkudan titretir
durumdaydı. Yaktığı sigaradan bir tanede Ahmed Celâleddin Paşaya ikramdan
sonra; "Paşa bu herif şimdi huzura çıkmış ve ağzına geleni uydurmuştur.
Bak bakalım padişahın bana bir iradeleri varmı?" ricasında bulundu. Celâleddin
Paşa onbeş dakika sonra geldiği huzurdan Fuad Paşaya şunları söylemekteydi:
"Efendimiz selâm buyuruyorlar. Deli'me söyle, İzzet'i huzurdan kovdum.
Müsterih olsun. Artık evine gitsin, rahat etsin" diye ferman buyurdular.
Ertesi gün Cuma selâmlığında Fuad Paşa mutad yerini aldı bütün
heybetiyle selâmlığa gelen padişahı hürmetle selâmladı. Sultan Hamid'de
Deli'sini hafif bir gülümseme ile selâmladı. Acaba bu hâl Fuad Paşanın düşmanlarının
kendisi hakkındaki menfi düşüncelerini ortadan kaldırmaya yeterli-miydi?
Bakacağız!
Kaynağımız olan merhum Ziya Şâkir bey, fevkalâde Ab-dülhamid sever
bir zât olmadığı halde, O'nun yaşadığı hayatın zorluğunu çok iyi idrak etmiş
bir kimsenin objektif bakışından hiç uzaklaşmamış, bence güzel bir vasıf olan,
bir hu-susda memnuniyetsizliği ifâde ederken, failin temayüz eden hususatını
ifâde etme adalet severliği, Ziya Şâkir Bey'de de Mevcud ki, şu beyanatı
yapmaktan kendini alamamakta: Çünkü Yıldız Sarayının siyaseti şunu iktiza
ederdi. Bu sarayda padişahın ne gayzine nede iltifatına hiçbir güven olmadığını
bilirdi. Sultan Hamid'in zaaf derecesinde bir merhameti vardı. Bazı hadiseler
ve şahıslar müstesna olmak üzere bu adam kimseye karşı büyük bir kin
taşıyamazdı. Aynı zamanda mebzulen (bol) iltifatlarına garkettiği bir adama
karşı da tam manasıyla muhabbet ve teveccüh beslediği iddia olunamazdı."
İşte bu tahlilde isabet Deli Müşir içinde geçerli idi. Çünkü;
Sultan Hamid, dâima hüsn-ü zân fakat âdem-i itimad meselesine önem vermiş bir
hanedanın evlâdıydı. Kim olursa olsun bu kaideden hâriç kalamazdı. Malumu
veçhile padişah; Şeyh ve aynı zamanda kendi Şeyhi olan Zafir Efendi'yi dahi
takip ettirmekte, bir muafiyet tanımamıştır. Zafir Efendi hakkında gelen
jurnâlleride okurdu. Deli Fuad Paşa gibi, kudretli bir şahsiyetin şansı da
ençok şeyh efendi kadar olabilirdi! Nitekim de öyle olmuştur. Çünkü menfaat
gurubu, bu zâtın dostluğunun Abdülhamid hân nezdinde derin olduğunu bildiğinden,
kopartmayı menfaatlerine uygun gördüklerinde fitne dokumaya devama azami gayret
sarfına giriştiler.
Padişah'ın; huzurundan def ettiği İzzet Paşa, yüzsüzlüğünün ve
intikamcıhğın sevkı ile padişahın yanına çıkacak çâreleri bir yandan
araştırırken, öte taraftanda Fehim Paşa'yı odasına davet etmiş, Fuad Paşa'ya
kurulacak tuzakları ve tezgâhları kararlaştırma konuşmalarına girişmişlerdi.
CJzun bir mükâleme sonunda dört maddelik bir plân tesbit ettiler
a) Maksad-ı asli padişaha
hizmetten başka bir şey değildir.
b) Fuad Paşa,Fehim Paşa
tarafından şiddetle takip edilecek. Jurnaller padişaha verilecek ve bunların muhteviyatı hakkında, İzzet Paşa
da haberdar edilecek.
c) İzzet Paşa da; Fehim
Paşa'ya bazı jurnal mevzuları verecek. Fehim Paşa'da bunları aynen hünkâra
takdim edecek.
d) İzzet Paşa bu işe
iştiraki münasebetiyle Fehim Paşa'ya peşinen bin lira verdiği gibi, her ay
beşyüz lira ödemeyi üzerine aldığını kabul ediyordu, (bin lira bugünün
parasıyla; 130 milyar TL. eder)
İşte padişahın en yakınları ve çalışma arkadaşları olan kimselerin
husule getirdikleri bu antlaşma evvelâ padişahın aleyhindedir çünkü kadim,
güçlü ve samimi bir dosttan ayrılmasını temine matuf çirkin ve müslümanlığa
yakışmaz bir husustu. İzzet Paşa antlaşmanın son maddesindeki bin liralık peşin
ödemeyi yapmak için yazıhanesinin gözünü açtı. Bir zarf çıkardı. Banknotlar
zarfın içinde olmakla beraber bir de jurnal taslağı ilişikti.
Huzura Davet
Sultan Hamid'in hususiyetlerinden biride kendisine lâzım olan
adamlarla bir haftadan fazla dargın duramaması idi. İşte Arab İzzet'ide hemen
haftasında yanına celbetmişti. O içeri girerken bir hizmetli de, padişaha bir
jurnal getirmişti. Padişah çabucak jurnali okudu ve telâşla; "Bak neler
oluyorda senin haberin yok galiba Fuad Paşa ile barıştın. Artık ondan hiç
bahsetmiyorsun." Dedi. Fuad Paşanın adı anılınca tüyleri ürpermiş gibi ya
parak, Allah göstermesin Efendimiz. Hayatımı feda ederim de Öyle bir hâin ile
yüz yüze gelmem. Sanki kulunuz; onun nelerle meşgul olduğunu bilmiyormuyum. Ancak
Fuad Paşa hakkında huzurunuzda bir tek kelime söyiiye-mem. Aramızda gecen
mesele yüzünden ifadelerim mutlaka garezkârlığıma verilecektir. Bu adam
yüzünden sizden azar işitmişsem de, yinede sizin selâmetiniz bakımından Fuad
Paşa ile meşgul olmaktan vazgeçmedim. İrâde buyrulursa şu son günlerde onun
yaptıklarına dâir malumatımı arzedeyim dedikten sonra padişahın elinde ki
jurnale benzer beyanları birbir sıraladı. Padişah 2. kâtibinin söylediklerini
dikkatle dinledikten sonra elindeki jurnali Arab İzzet'e uzatarak; "Al bak
bu adam da senin söylediklerine yakın beyanlarda bulunuyor. Demek ki adamın
dediği doğru. Şimdi bu adamı buldur ve bir güzel sorguya çek. Ancak bu
sorguyu, ben de işitmek isterim" dedi.
İkinci kâtib. İzzet Paşayı hiç bir şey bu kadar sevindiremez-dİ.
Çünkü eldeki jurnali Üsküdarlı Halİd Efendi adında birine bizzat kendisi dikte
ettirmişti. Huzurda bulunduğu esnada da verdirerek anlattığı ile verilen jurnal
arasındaki benzerlik padişahın vehmini ziyadesiyle arttırmış bulunuyordu.
Derhal nezdine çağırttığı Halid Efendiyede kendisini sorguya çekeceğini ancak
bu sorguyu padişahında dinleyeceğini söyleyeceklerine dik-kat et. Benimle
önceden tanışık olduğuna dâir tek kelime ağzından çıkmasın. Bu sorgudan
başarılı çikarsan artık senin başına devlet kuşu kondu demektir tenbihlerini
yaptı.
. . .
Sorgu Başlıyor
izzet Paşa; Halid Efendiyi Küçük mabeyne getirip, padişahın
irade-i şahanesini beklemeye başlıyorlar. Az sonra tertibat tamamlanır ve
sorgu başlar:
-Siz Halid Efendi mahrem bazı maruzatta bulunmuşsunuz. Efendimiz;
bu malumata ne suretle eriştiğinizi öğrenmek istiyorlar. Halid Efendi:
-Efendim; bendeniz, Üsküdar'da ikamet eden Baytar Miralay Ressam Halil
Bey vasıtası İle bir çok defalar Fuad Paşa'nin köşküne gittim. Her gidişimde orada birçok zevata rastladım.
Bunların kim olduğunu sormamakla beraber, konuşulanlardan çıkan netice, Fuad
Paşa'nın İstanbul'da bir ih-tiial yapıp, Efendimizi saltanattan ıskat etmektir.
İzzet Paşa: -Oraya ne maksadla gittinizdi? Halid Efendi: -Fuad Paşa'ya bir
dâire müdürü lazımmış, ben bu işe girmek istemiştim ancak Efendimiz
aleyhindeki cereyan beni bundan sarf-ı nazar etmeğe sevk etti. İzzet Paşa:
-Halil Bey'e bunlardan bahsettinizmi?
-Hayır. Sadece Fuad Paşa çok sinirli bir adam onun maiyetinde
çalışamam dedim.
-Bu jurnali veriş maksadınız nedir? -Sadece Efendimize hizmet
içindir.
-Peki bu vazifeye girip bir hayli şey öğrenerek haber verseydiniz
daha iyi hizmet etmiş olmazmıydınız?
-Bunu düşünemedim. Fakat emir buyurulursa efendimizin uğruna her
fedakârlığı yapmaya hazırım.
Sanki son cevap mükalemenin bittiğinin işareti olmuştu. İzzet Paşa
birdenbire ellerini göğsünün üstünde kavuşturdu ve bir ihtiram duruşu aldı.
Halid Efendide hemen yerlere kapanıp titremeye başladı. Çünkü padişah
paravananın arkasından çıkmış yanlarına gelmişti:
-Söylediklerini duydum. Memnun oldum. Sadakat mükâ-fatsız kalmaz.
Bu günden sonra Fehim Paşanın emrinde çalışacaksın. Talimatı ondan alacaksın.
Şunu da al, araba parası yaparsın.
Halid efendi padişahdan aldığı yüz liranın büyük sevincini
yaşarken, İzzet paşanın etekleri zevkten zil çalıyordu... İşte melun tezgâh
kurulmuş tıkır tıkır işlemeye başlamıştı. Fuad Paşanın maiyetine yerleştirilen
Halid Efendi yağmur gibi haber yağdırıyordu zannı verilecek şekilde İzzet ve
Fehim Pa-şa'lar habire jurnaller düzenliyorlardı. İzzet Paşa padişahın
huzurunda bir başka mesele hakkında izahat verirken Fuad Paşa meselesine kayan
mevzuun, padişahı tedirgin etmiş olduğunu hisseden İzzet Paşa, büyük bir
cüretle:
-Efendimiz; görüyorum ki bu mesele sizi çok rahatsız ediyor.
Ferman buyurun. Ben onun vücudunu kolayca ortadan kaldırabilirim.
Sultan Hamid böyle bir teklif karşısında titremekten kendini alamadı.
Çünkü o, mahkemeler tarafından verilmiş idam hükümlerini infazdan imtina eden
merhameti bol bir insandı. Fuad Paşa'ya böyle bir iş yapılmasına müsaade
edermiydi? Nitekim:
-Sakın ha! Zinhar böyle bir teşebbüsde bulunulmasın.. Hemen benim
tarafımdan yaptırıldığına hükmederler. Olmaz. Bir daha böyle bir lakırdı
olmasın. O, Deli'nin kulağına gider de başımıza iş çıkarır. Kalkar avrupaya
savuşur veya ecnebi sefaretlere müracaat eder. Bizi müşkül mevkide bırakır. Şeklindeki
beyanlarıyla mümanaat eder.
Korkunç Plân
Padişahın ademi muvafakatına rağmen İzzet Paşa, Fuad Paşanın
bertaraf edilmesinden eninde sonunda memnunluk duyacağına hükmettiğinden,
fikrini ortağı Fehim Paşaya da açdı. Fehim Paşa gözünü bürüyen hırsdan
kopamadığından bu zor ve cüret istiyen işe evet dedi ve menhus plânlarını
kuvveden fiile çıkarmanın hesaplarını tamamladılar.
Plân iki merhaleden ibaretti. Lodosun kuvvetli olduğu bir havanın
akşamında Kalamış koyundaki iskeleye bir istimbot gönderilecek aynı zamanda da Fuad
Paşaya acele saraya gelmesi hususunda bir telgraf çekilecekti. Paşa istimbota
binecek gelirken güya dalgalar istimbotu Kızkulesİne sürükleyecek, kayalar
parçalayacak Paşa da orada boğulacaktı. Şayet bu kabil olmazsa, o zaman bir
fedai bulunacak Fuad Paşa arabasında vurdurulacak.
1317/1901 senesinin sonbaharında günlerden birinde şiddetli bir
lodos kendini göstermişti. Moda, Kadıköy ve Üsküdar sahillerindeki yalılar
boyunca dalgalar yükseliyor, köpüklü sular bahçelere doluyordu. Tersâne-i
âmirenin küçük bir istimbotu da dalgaların uğultusundan başka bir ses
du-yulmuyan gecenin zifiri karanlığında, bata çıka Kalamış koyuna doğru yol
almaya çalışırken, Fuad Paşa'da henüz gelmiş bir telgrafı Feneryolun'daki
köşkünde okumaktaydı:
"Feneryolunda mukim, yâver-i ekrem îrazreti şehriyariden
müşirân-i izamdan, devletlû:
' Fuad Paşa Hazretlerine
Kalamış iskelesinde emri devletlilerine amade bulunacak olan
istimbotla derhal sarayı hümayuna teşrifle mühim bir meselenin müzâkeresine
iştirak buyurmanız şerefsüdûr buyrulan irade-i seniyye iktizasından olduğunu
arz ederim efendim.
Kâtib-i sânii hazreti şehrîyâri kurenadan izzet
Fuad Paşanın bu telgrafdan şüphelenmesine gerek yokdu. Çünkü
Mısır'da olsun, Bulgaristan ahvalinde olsun meydana gelen zuhurat her an
beklenen hususattandı. Derhal kıyafet-i askeriyyesini giyerek Kalamış
iskelesine geldi, istombot gelmiş kendisini muntazır idi. Bir
hissikablelvukuu, Müşire:
"ben, Üsküdar'a faytonla gideceğim, gelin beni oradan
alın" emrini verdirdi. Kaptan bahriye yüzbaşı Nuri Efendi istemiye
istemiye üzeri-ne aldığı tehlikeli ve menhus işden kurtulmuş' olmanın
rahatlığını yaşadı. Hemen istimbotu çalıştırıp, bata çıka Beşiktaş'a geldi.
Oradan bindiği bir araba sayesinde ça-bucak Yıldız Sarayına kapağı atar, durumu
Fuad Paşa aleyhtarı kafadarlara nakletti. Bunların etekleri tutuştu. Fakat çareden
uzak kalmadılar. Yüzbaşı'ya; hemen Üsküdar İskelesine gidiniz Fuad Paşa'yı
bekleyiniz ve işini de daha sonra dönüş yolunda bitirirsiniz, emrini verdiler.
İstimbot Üsküdar iskelesine yanaştığında Fuad Paşa'nında iskeleye doğru geldiği
görüldü. İstimbot'a binen Paşa'nın Beşiktaş'a geçmesi güç olmadı. Oradan da
mabeyne geldi. Müşir Deli Fuad Paşa sarayda bekleme odasına alındı. Bir kaç
dakika geçmişti, ki binbir temennah ile İzzet Holo, hiç bir şey olmamış gibi
Fuad Paşa'nın yanına girdi ve:
-Hoş geldiniz Paşa hazretleri. Rahatsız oldunuz ne çâre! Bu akşam
Hicaz demiryolları hakkında önemli bir toplantı akte-dilecekti fakat zât-ı
şahane şiddetli bir baş ağrısından dolayı harem-i hümayuna geçtiler. Yola
çıkmamanız hususunda telgraf çekilmişti amma size ulaştıramadılar demekki. Vah!
Vah! nafile yere yoruldunuz.
Şeklindeki sözlerle Fuad Paşa'ya izahatta bulundu. Sözlerin
bitimini müteakip, Fuad Paşa: "Böyle havada gelmek-git-mek kolaymı? Önce
toplantı yapılır sonra padişaha arz edilirdi" şeklinde sözler etti. İzzet
Paşa ise: "malum-u âlileriniz-dir, Efendimiz müzakerelerin dâima huzurunda
yapılmasını ister." Beyanı ile karşılık verdi.
Fuad Paşa bindiği arabayla Beşiktaş İskelesine indi. İstim-bot'a
binai İskeleden ayrılan İstimbot, Üsküdar istikametine yol almaya başladığında
Paşa, alt kamaraya inmiş, fesini başından çıkarmış ve sedire uzanmıştı. Bu
halden Nuri efendi uykuya yatan Paşadan dolayı rahatlamıştı. Artık; me'şûm vazifeyi
yerine getirecek kolaylık, yakalanmıştı. Fakat bahriye zabiti pek fena
aldanıyordu.
Çünkü; Fuad Paşa son bir kaç saat de olan anormal likier hakkında
o müthiş zekâsını çalıştırmaya başlamıştı. İstimbot, lodos'un pek tesir ya
pamadiğı alanda seyr etmekteyken kaptan yavaşça dümeni Şemsi Paşa Camii
istikametine doğrultmuş az sonra da, lodosun iri dalgalan tekneyi tesiri
altına almaya başladığı için sarsıntılar, geçen zamanın uzaması, Paşanın
dikkatini çekti. Sessizce kamaradan çıktı, parmaklıklara tutuna tutuna köşkün
yanına gelmiş ve çektiği rovd-verini yüzbaşının böğrüne dayamış ve "ben
sana Üsküdar'a gitmek için emir vermiştim ne tarafa gidiyorsun?" dediğinde
böğründeki silahın delecekmiş gibi şiddetli dokunuşu yüzbaşı da, müthiş bir
korku husule getirmişti ve güçlükle:
-İstimbot dümeni kabullenmiyor. Onun için sular bu tarafa
indiriyor! Dediğinde, Paşa:
-Şimdi Üsküdar'a dön yoksa beynini patlatırım. Tehdidiyle
Üsküdar'a yanaşılmasını temin etti. İskeleye çıkınca, Nuri Kaptan'a:
"İstimbot burada kalsın. Yarın erkenden mabeyne gideceğim. Sen de benimle
geliyorsun." dedi.
Nuri Kaptan; başını kaldırıp yüzüne baktığı müşir'in yüzü
kıpkırmızı, dâima dört köse kestirdiği geniş sakalı rüzgârdan uçuşuyor, bu
yüzdeki mehabet ve saldığı korku rüzgârı, yüzbaşının denize düşmüş gibi ter
akıtmasına vesile oluyordu. Paşaları bile ayağının altına alıp pataklayan bu
yaman silahşora "ben gelemem" diyebilirmiydi?
Nihayet Fuad Paşa önde kılıcını sürüye sürüye yürürken, yüzbaşı korku
içinde müşirin arkasında yürümekteydi. Bir kira arabasına yöneldiler ve ona
binmek üzere hazırlanırlarken, iskelenin köşesinde karanlıkların içerisinde
eli tabancalı bir adam iki kişilik kafilenin arabaya\binmesini gözetliyordu ki
Fuad Paşa ve Nuri Kaptan arabaya biner binmez meçhul adam da, Çerkeş eyerli
atına sıçradı. Bu arada fayton Üsküdar'ın eğri büğrü yollarında sarsıla
sarsıla gidiyor, Paşa yolu tarassutuna almış dikkatli, Nuri Yüzbaşı içinde
olduğu durumu derin derin düşünüyordu. Atına atlayıp arabayı tâkipde olan
meçhul adam ise, Kadıköy tulumbacılar reisi Çerkez Agâh Bey'di, Kurbağalı
Dereye geldikleri sırada Fuad -Paşa faytonun arka ve küçük penceresinden geriye
baktığında Agâh'ın kendilerini takip ettiğini gördü. Derhal tabancasını çıkartıp,
faytonun sağ taraf penceresini yavaş yavaş indirdi. Agâh ise yavaşça bu tarafa
yaklaşmakda idi. Paşa, vücudunu biraz geri çekerek saldırganın yanaşmasına
fırsat tanıdı. Aniden tabancasını yanaşan Agâh Bey'e doğrultup: "Dur. Kımıldama!
Gebertirim.." diye yüksek sesle bağırdı. Agâh Bey boş bulunmuş, bir şey
yapamamış ancak ateş etmesi muhtemel Paşa'dan kurtulmak için atının boynuna
yatabildi ve atını mahmuzladığı gibi yel gibi uçdu gitti. Bu hengâmede faytonun
atları ürküp şaha kalktılar beş on metre gittikten sonra da şarampola yatıverdi
fayton..
Fuad Paşa ve Yüzbaşı Nuri efendi ile faytonun sürücüsü ve onun
yanında oturmakta olan Paşanın ağalarından Çerkez Şâkir ağa hafifçe
yaralandılar. Şâkir ağa, kaçan süvariyi takip etmek maksadıyla, bir müddet peşinden
koştuysa da, tozuna bile erişemedi. Hemen kazazedelerin yanına döndü. Paşanın
kolu incinmiş, Yüzbaşı ise dizlerinden şikâyetçi idi. Ciçü bir olup arabayı
kaldırmaya çalışırlarken teşebbüsünü tamamlamak üzere kaçan süvari geri
dönmekteydi. Bir hayli yaklaşmış dikkatle Paşanın gölgesini araştırmaktaydı.
Faytonun atlarından biri kokuyu almış olacak ki bir kişnedi ve böylece attan
pek iyi anlayan Deli Müşir ve Şâkir ağa hemen teyakkuza geçtiler. Derhal bir
tectib yaptılar. Agâh Bey, Paşaya yaklaşmayı başarmış tam tetiği çekecekken
Şâkir ağa kollarının arkasından kaz kanadını vurarak tesirsiz hâle getirdi.
Arabacının yardımıyla elleri arkasına bağlandı. Silahını da aldılar.
Fuad Paşa; Agâh bey'ide, yüzbaşı Nuri efendiyi de Kadıköy'deki
askeri karakola getirip teslim etti ve ertesi günü doğruca saraya giderek
başından geçenleri yazılı olarak Sultan Abdülhamid'e bildirdi. Padişahın
cevabı çabuk yetişti. Pek müteessirdi. Pek dolgun bir mükafat ihsanında da
bulunmuştu. Öte yandan yazılı müracaatında Fuad Paşa kendisine yapılan
teşebbüsatın gazeteler yoluyla efkâr-ı âmmeye duyurulmasını da, taleb
eylemişti. Padişah bu hususda hayır dememekle birlikte sadece 3. gün, yüzbaşı
Nuri Efendinin Sivas'a, Çerkez Agâh'ın Kastamonu'ya sürgün haberinin ya-ymlanmasıyla
iktifa olunmuştu. Esbab-ı mucibe ise; "Hilaf-1 nza-"i âl'î harekâta
cesaret etmiş olmalarıydı" Bu hâli protesto için ilk Cuma selâmlığına
gitmedi. Padişah Deli Müşir'i her za manki yerinde görmeyince derhal evhama
kapıldı ve kendisine hemen ertesi cumaertesi günü şu telgraf çekildi:
Feneryolunda mukim Yaveri Ekremi Hazreti Şehriyâri Mü-şirânı
İzamdan Fuad Paşa Hazretlerine
"Bu akşam saray-ı hümayuna teşrifleri iradei seniyyei hazreti
Padişahı iktizasından olduğunu arzeylerim efendim.
Serkâtibi Hazreti Şehiryâri
Tahsin
Deli Müşir Fuad Paşa bu davete icabet etmediği gibi bir de cevab
olara şu arızayı yolladı:
"Zâtı Akdes Hazret-i Padişahiye
Şevketmeâbim; dört gün evvel, Ahmed Celâleddin Paşa kulların ile
takdim ettiğim arızamın meali tam anlaşılmamış olacak ki başkitabeti celileden
aldığım tez kerenin adresi, yine eskisi gibi Yaveri ekrem Müşir Fuad Paşa diye
yazılmıştır.
Gazetelerde Arap İzzet melunu ile Fehim habîs'inin cezalandırıldıklarını
göreceğimi zannederken kendilerinin alet ittihaz ettikleri ve şüphesiz
beceriksizliklerin den dolayt tecziye etmek istedikleri istimbot kaptanı, Nuri
Efendi İle Çerkez Agâh'in nefyolundukîanni okudum ki bu havadis de tahkikatımda
aldanmadığımı is-pata kâfidir. Başkâtip Süreyya Paşa merhumun, saraydan konağına
avdetinden sonra zehirlenmiş olarak vefat etmiş olduğunu bildiğim halde, iradenize
itaaten yine gelirdim. Fakat rahatsızlığım buna mâni teşkil etmektedir. Bu
sebebdende kusurumun affını niyaz eylerim, Şevketmeâb Efendimiz.
Fuad
Suitan 2. Abdülhamid hân; Fuad Paşanın bu özür dileyen telgrafını
yeterli görüp, sükunetle karşıladı ve bağlan tama-men koparmayı, gerginliğin
vardığı safha yüzünden doğru bulmuyordu.
Fuad Paşanın İstanbul Cihetine Geçişi
Fuad Paşa; hakkında yapılan çeşitli jurnal ve tezvirlerin diğer
bir kaynağının o dönemler de bir hayli tenha yerlerden oian Feneryolu semtinin
umumun gözünden uzak olmasının dolayısıyla hakkında söylenebileceklere müsaid
olduğu istikametinde bir kanaat hasıl etti kendisinde. Maiyeti ile ev
ahalisinin kalabalıklığı da mutlak surette büyük bir köşk veya konakların
tercihinde bulunmuş ve aranacak ikametgâhın vasıflarını belirleyip tarif
etmişti. Çok geçmeden de Şehzâde-bası İnzibat Karakolu yanında isteğe matlub
bir konak bulunmuştu. Hemen bu konak kiralandı. Ne varki bu konak sabıkalıydı
daha önce avrupaya firar eden Damad Mahmud Celâleddin Paşaya aiddi. Fuad Paşa
böyle bir konağı tutmanın getireceği mahzuru hiç amma hiç aklına bile
getirmedi.
İhtilâl Jurnali
Fuad Paşa'nın hanesi eşyalarının, süratle yeni kiralanan konağa
nakli ile beraber, Sultan Abdülhamid han'ın eline de, bilinen tertibçilerin
tanzim ettikleri jurnal verilmişti. İçin-de meâlen şunlar yazılıydı: ".Bir
hayli zamandan beri saltanatı seniyyeleri aleyhinde tertibat ve teşkilâtta
bulunan Müşir Fuad Paşa kullan, ahiren bütün ihzaratını ikmâl ederek, fiiliyat
sahasına geçmek için İstanbul canibine naklihâne etmeye başlamıştır.
Müşarinileyhin (Fuad Paşanın) Avrupa'da bulunan erbab-ı fesat ile iştiraki
olduğu, firari Damad Mah-mud Paşanın konağında oturması ile de sabittir.
Hazırlanan ihtilâlin, takarrüb etmekte (yaklaşmakta) olan Ramazan-ı Şerif de
Hırkay-ı Saaded alayı günü icra edileceği mevsu-kan istihbar kılınmıştır.
Eşyaların naklinde gösterilen sürat-de bu cihet-i teyid etmektedir. Berayı
malumat maruzdur ferman.."
Sultan Abdülhamid hân'a sadece bu jurnalin verilmesiyle iktifa
olunmamış bir hayli de şifahi olarak dil dökmüşlerdir. Bu beyin yıkama
ameliyesinden sonrada padişah; Ahmed Celâleddin Paşa'yı nezdine çağırtıp:
"Fuad Paşa seni sever, hatırını kırmaz. Git şunu ikna et. Benim hakkımda
yanlış fikir besliyor. Ben hiç bir zaman onun fenalığını istemem.
Kendisini cidden sever ve takdir ederim. O, İzzet Paşa ile
Fehim'den şüpheleniyor. Halbuki benim kendisine olan teveccühüme binaen bunlar
da, Paşa'ya karşı bir harekette bulunmaya cesaret edemezler. Ben, meseleyi
bizzat tahkik ettim. İstimbot kaptanı İle tulumbacı Agâh'm uydurmasından
ibaret olduğunu anladım. Onun için ikisini de sürgüne yolladım. Sonra Süreyya
Paşanın sarayda zehirlendiğini yazıyor. Doğrusu bunu kendisinden ummazdim.
Benim evim de böyle bir şey yapmaya kimse cesaret edemez: Süreyya Paşa, eceli
mevûduyla vefat etmiştir. Şunun bunun sözüne inanarak bana darılmak, sonra da
benim bir düşmanımın konağını kiralayarak orada oturmak ona yakışırmı? Ben sağ
oldukça onu kira köşelerinde oturtmam.. Bir iki gün sabretsin. Köşkten
inmesin. Bende münasip bir konak bulur, ona ihsan ederim.. Göreyim seni Ahmed.
Bunları güzelce kendisine anlat.." Diyerek Ahmed Celâleddin Paşa'yı Deli
Mü-şir'ine gönderdi.
Padişah Füad Paşa'ya Konak
Hediye Ediyor
Ahmed Celâleddin Paşa; Padişahın söylediklerini bir bir Fuad
Paşaya deyiverdi. Ancak Deli Müşir; senin ne namuslu ve mert adam olduğunu
bilirim. Zâten yazdıklarımı senin eiinle vermiş olmam sana olan itimadımın
icâbatıdir. Padişaha söyle hiçbir fikre kapılmasın bir müddet İstanbul'da oturacağım.
Hürriyetime mâlik bir adamım çocuk da değilim, bu fikrimden de döneceğimi hiç
ümid etmesin mealinde sözlerle cevapladı.
Serhafiye Celâleddin Paşa padişaha söylenenleri anlattı.
Padişahdan ise biraz azar işitti. Sonunda; padişahın emriyle şu tezkereyi, Deli Müşir Fuad Paşa'ya, bir adamı ile elden
gönderdi:
Yaver-i Ekrem Hazreti Şehriyâri Müşirânı İzamdan
Fuad Paşa Hazretlerine
Devletlû Efendim Hazretleri; vatana büyük hizmetler etmiş olan ve
kesir-ü ayal bulunan zât-ı devletlileri gibi emektar bir müşirin İstanbul cihetinde
kira evlerin de ikamet etmesini şevketmeab efendimiz katiyyen muvafık
görmediklerinden, bu sebeble Yıldız'da kâin mabeynci Faik bey'in pederi Lûtfi
Ağa'nın cesim konağını hazine-i hassa hesabına satın alarak zât-ı devletlerine
ihsan buyurduklarını ve bugünden itibaren mezkûr konağa maaile nâkil
buyrulmasmı, bairadei seniye tebliğe memur olduğumu arzeylerim olbap-ta..
Ahmed Celâleddin
Ancak; Fuad Paşa bu yazıyı getiren yaveri bekletti, teklifleri
kabul etmediğine dâir bir cevabi yazıyı eline tutuşturup,Celâleddin Paşa'ya
gönderdi. Sultan Hamid bu cevabi yazıdan haberdar olduktan sonra Deli
Müşir'inden de ümidini kesti. Artık ondan gelmesi muhtemel zararlara tertibat
alma lüzumunu dahi hissetti. Bunların ilki Zaptiye Nâzın Süleyman Şefik Paşa ve
Merkez Kumandanı Sadeddin Paşayı saraya getirtip, herhangi bir ihtilâl
teşebbüsünü önleme babında her an hazır olmalarını istedi. Hafiyelerin plânı
ise bambaşka bir şekil almış, Beyoğlu sefahat yerlerinin kabadayıları sandalyelerini
Şeh zâdebaşı Camüi avlusuna atmışlar, o bölgeye yakın olan Fuad Paşa'nın
konağını gözler olmuşlardı. Öte yandan mahut Halit Efendi kapağı atmış olduğu
Fuad Paşa hanesinden bilgiler yağdırıyor, usta tezvirciler bu haberleri müessir
birer jurnal hâline getiriyorlardı. O sıralarda da Fuad Paşanın on gün kadar
ortalıkta arzı endam etmediği görüldü. Bu gaybubetin herkesi heyecana
sürüklediği görüldü. Ortalıkta dolaşan beyanatlar Paşa'nın hasta olmasıydı.
Acaba.. Gerçekten Fuad Paşa hastaydı ancak korkulacak bir ciddiyet taşımamaktaydı.
Buna karşılık Fuad Paşa'nın ilâçlarını aldırdığı eczane sahibi Hamdi bey,
konağın kapısını çalmış ve Paşanın ilaçlarını getirdiğini ancak bazı
tariflerde bulunacağından, Paşa ile görüşmesi gerektiğini ifade etti. Bunun
üzerine Paşanın yanına götürülen eczacı Hamdi bey, ilâçları verdikten sonra:
"Paşam bunları bizzat getirişimin sebebi mahrem bir bilgiyi size
ulaştırmak içindir. Dün akşamüstü kapalı bir araba ile üç efendi gelip,
ilaçlarınızın bizim eczanede yapılıp yapılmadığını sordu. Zât-i devletlilerinin
doktorunun kim olduğu soruldu. Bunu ne hakla sorduklarını istifsar ettiğimde
cevap alamadım. Şüphelendim. Plâkayı tesbit ettim. Beşiktaş dâiresine bağlı
201 nomerolu arabaydı.
Bildirmeyi bir vâzifei mühimme addettim Paşam." diyerek
sözlerini tamamladı.
Füad Paşa Harekâta Geçiyor
Rahatsızlığını bir hayli gizli tutan paşa, sarayın bundan haberdar
olmasını olağan karşılarken, acaba içeriden bir kaçak varmı diye de düşünmeye
başladı. Harem tarafı sıkı bir disiplinde, selamlıkta çalışan yirmi kişi kadar
insan vardı fakat bunlarda sadık kimselerdi. Paşa;sadik adamlarından Avnul-lah
Bey'i Beşiktaş'a gönderip bahse konu arabayı bulup, içine binip kendisine
getirmekle vazifelendirdi. Öç saat sonra Avnullah bey bindiği arabayla konağa
geldi. Rumeli göçmeni arabacı İbrahim Ağa korkuyla girdiği kapıdan beş lira
bahşişin verdiği sürurla sevinçle çıkmaktaydı. Amma Paşa'ya verdiği bilgi
arabasına binenlerin Beşiktaş Karakolundan olduğunu dönüşte birinin karakolda
kaldığını, ikisini Yıldız sarayına çıkardığını söyleyivermişti.
Fuad Paşa; Avnullah beyi karşısına oturtup Sultan Abdül-hamid'e
yenip yutulması pek zor mektup dikte etti. Mektup padişaha gönderildi. Sultan
Abdülhamid okuduktan sonra ateş püskürmeye başladı. Derhal İzzet ve Fehim
Paşaları yanına celbederek, meşhur eczahane tahkikatını kimin yaptığını
sordu. Korkularından sessiz duran paşalara "böyle budalaca işlerle beni
rezil ediyorsunuz, defolun" diyerek huzurundan kovaladı.
Kitaplar Bomba Oluyor
Fuad Paşa 1317/rumi/1901'miladi yılında ocak ayının 27. günü
Babıâli'de mücellît Nasrullah Efendi'den ciltlenmiş kitaplarını aldırmak için
Osman ile Torna adlı hizmetlilerini göndermişti. Kitapları paketlettirip, yola
çıkanlar kestirme olur diye Şehzâdebaşı Camii avlusundan geçip konağa gitmeği
tercih ettiler. Ancak; Fehim Paşa'nın adamlarına ne olursa olsun, Fuad Paşa'nın
adamlarıyla patırdı çıkarın emrini verdiğini bilemedikle rinden adetâ belânın
üstüne gitmiş oldular. Dört sivil hafiye kitapları taşıyan Osman ve Toma'yı
çevirip aramaya kalkıştılar. Kitapları almak istiyorlar. Osman ve Toma
direniyorlardı. Hafiye sayısı kısa zamanda 14 kişiyi bulmuştu. Kitapları
taşıyanlar bu kadar ki siyle nasıl baş etsinlerdi? Ellerinden kitapların
alındığını gören Osman, karakola koşturan adamın peşinden yetişti ve kitapları
istirdat etmek istedi. Sıcak kavga da böylece başlamış oldu.. Fuad Paşa'nın
konağındaki hademe, Ali Osman'ı kurtarmak için koştu hafiyelerin her birine
vurduğu yumruk saf dışı olmalarına sebeb oluyordu. Neticede hafiyeler
tabancalarını, Fuad Paşahlar bıçaklarını çekerek birbirlerine girdiler ve
ortalıkda kan gölüne donuverdi. Gün ramazan günü, caddeler kalabalık, ortalık
karışmış ahali kaçın diye bağırmaktaydı. Dükkânlar kapanıyor. Şehrin bir çok
semtinde ihtilâl çıkmış diye bir vaveyladır gidiyordu.
Padişaha Tekmil!
Fehim Paşa derhal padişahın huzuruna koşmuş bir ihtilâl
teşebbüsünü önlediğini övünerek anlatmaya başlamıştı. Güya paket edilmiş bombalan
taşıyorlarmış. Tevkif etmeye kalkanları Fuad Paşa camdan görmüş ve
hademelerine haber vererek memurin-i zabıtanın üzerine hücum ettirmiş. Üç memur
ağır surette yaralanmış ve ahali ile ihtilalcilerin arasında çekilen sed İle
birleşmeleri önlenmiştir. Dediğinde, Sultan Hamid sorusunu patlattı:
- Pekâla buna cüret
edenlerin hepsi yakalandımı? Bu soru Fehim'in sözlerinin insicamını bozdu,
artık teklemeye başlamıştı ki, İzzet Paşa huzura girdi ve Fehim Paşayı
göstererek:
- Şu koca aslan olmasaydı
kimbilir neler olacaktı! dedikten sonra elindeki kâğıdı masanın üstüne
bıraktı..
Sultan Abdülhamid; ihtilâl ithamına inanamıyordu. İzzet Paşa'nın
bıraktığı kâğıdı açıp okudu. Fuad Paşanın çektiği telgraftı. Okuduktan sonra
paşalara dönüp, Fuad Paşa sizin gibi söylemiyor amma deyip, ilâve etti:
"Anlaşıldı bu işi bizzat ben tetkik edeceğim diyerek huzurdan
çıkmalarına müsaade verdi.
Padişah; Fuad Paşanın telgrafında yer alan şu ifadeye bir hayli
zihin yormaya başladı: "Fehim mel'unu sizden yüz bul-masa bunlara cesaret
edemez" satırlarını, telgrafhanede çeken, Yıldız telgrafhanesinde bunu
alan ve oradaki memurlar bu ifadeye muttali olduklarına göre bunların ahaliye
okuduklarını ifşası nasıl önlenecekti? Sakallı Mehmed Paşayı yanına getirtti.
Sakallı Çerkez Mehmed Paşa'ya: "Şehzadebaşında kıyametler
kopmuş! Haberiniz yokmu? Bana hiç bir haber ulaştırmadınız?" Dediğinde,
Çerkez Mehmed Paşa her ne kadar Fehim ve İzzet kumpanyasında yer almaktaysa,
da, yinede fendine bir ayrıcalık, onlarada üstün gelme gayretini bir kenara
bırakmış olamayacağından daha dikkatli davranmaktaydı ve o yüzden padişaha
cevabı: "bilmezmiyim efendimiz. Ancak iyice tahkikat edip, öyle malumat
arzetmeyi düşündüm" dedi.
Padişah bu sözler altında; Çerkez Mehmed'in, İzzet ve Fehim Paşaların
söylediklerine iştirak etmediği mânasının saklandığını hemen anladı ve
talimatını verdi: Şimdi doğru Şehzadebaşına git, pek kimseye görünmeden Fuad
Paşa'yı çor benim üzüntülerimi kendisine bildir. Ne yap yap buraya gelip bana
meseleyi anlatmasını temin et. Ayrıca bu olay hakkında ahalinin de neler
düşündüğünü,dönmekte olan dedikoduları anlada, ahaliye göre hangi taraf haklı
bunu da tesbit et. Tenbihlerinde bulundu.
Evvelâ ahalinin nabzını tutan Çerkez Mehmed Paşa bu hu-susda
hazırladığı raporu saraya yolladıktan sonra akşamüstü Şehzadebaşında bulunan
Fuad Paşa konağına padişahın emriyle istifsarı hatır, yâni halhatır sormaya
geldiğini belirterek girdi ve selâmlığa alındı. O sırada Heyet-i Tahkikiye
Reisi.-Acem Mehmed Ali bey, olayın tahkikatı ile meşguldü. Fuad Paşa; bu
tahkikata üzerinde röbdöşambrı olduğu halde nezaret etmekteydi. Hakikatin
tamamen ortaya çıkması için Fehim Paşanın adamlarının elinden alınan
silahları, yaralı adamı Osman'dan ameliyatla çıkartılan mermiyi Mehmed Ali
bey'e vermişti. Fuad Paşa Çerkez Mehmed Paşaya sevgi beslememekle beraber,
padişah adına geldiğinden fazla bekletmiyerek selamlıkta beklediği salona
girdi. Misafir hemen Paşa nın elini öptü ve geçmiş olsun dileklerini sundu.
Bu arada da vukubulan olaya temasa muvaffak oldu. Fuad Paşa bütün
hususiyetiyle vakayı nakletti. Bunun üzerine Sakallı Mehmed Paşa; vah vah ne
yalanlar uydurdular efendimize, yok uşakların elinde sekiz bomba yakalanmış,
bir çok asker yaralanmış, ve de bir ihtilâl başlangıcı imiş de Fehim Paşa'nın
müdehalesiyle bastırılabilmiş şeklinde anlatılmış. Paşa hazretleri siz, saraya
gelip, Efendimize bizzat anlatsaniz hem pek memnun olacaklardır hem de, bu işe
cesaret edenleri bir hayli hırpalayacakdır. Arkasındanda; Fuad Paşa'yı bir
şüpheye düşürmemek için tabii ne zaman isterseniz hem de sıhhatiniz afiyet
kesbettiğinde gerçekleştirirsiniz sözlerini ilâve etmeyi ihmal etmedi. Böylece
de Deli Fuad Paşa'da uyanması muhtemel endişeyi bertaraf eyledi.
Bu sözler üzerine Fuad Paşa son darbeyi Mehmed Paşanın şu
sözlerinde yedi: "..Efendimiz zâten zâtı devletlinizin rahatsızlığına
vakıflar ve buna pek çok üzülüyor-lar" dediğinde Fuad Paşa şu halde
bekleyiniz ben giyineyim ve beraberce gidelim dediğinde, kurnaz Çerkez Mehmed
Paşa: "Aman Paşam nasıl olur? Düşmanlarınız bu duruma ne mâna verirler?
Siz zât-ı şahaneye malumat vermek istiyorsanız, ben gideyim siz sonra teşrif
buyurursunuz. Şeklinde mukabele görünce itimadı bir hayli ziyadeleşti.
Heyet-İ Tahkikiye Kuruluyor
Çerkez Mehmed Paşa saraya döner dönmez padişahın huzuruna çıktı
ve ahali hakkındaki raporunun açıklamasını yaptı. Fuad Paşa aleyhinde kimseden
bir ses çıkmamaktaydı. Bunun; mâna-i münifi, öbür tarafın vâki tutumu, ahali
nazarında menfurdu. Padişah iki arada bir derede kalmıştı. Nihayet bir heyet
teşkil ettirip, vaziyeti tetkik ettirmeyi uygun buldu.
Heyeti; Hassa müdürü Rauf, Beşiktaş muhafızı Hasan (ye-di-sekiz
Hasan Paşa), merkez kumandanı Sadeddin, Zaptiye nâzın Şefik, 2.fırka kumandanı Şevket,
levazım reisi Ahmed Afif, Zülüflü İsmail, mabeynci Ragıp Paşaların şahıslarında
teşkil eyledi. Saraya gelip, Fuad Paşanın gözüne çarpmayacak bir yerde emrini
beklemelerini söyledi.
Hakikaten Deli Müşir saraya geldiğinde pek iyi karşılandı. Ancak;
İzzet Holo'nun odasına alınınca canı pek sıkıldı itiraza meylettiyse de, şimdi
yeni bir mesele çıkarmanın doğru olmadığını düşünerek sarf-ı nazar ettiyse de
çok geçmedi, İzzet Paşa odaya girdi ve Fuad Paşaya biraz kendinden emin bir
tavır içinde "Siz, padişaha yazmış olduğunuz telgrafı usulüne uygun
kapalı şifre ile değilde açık olarak keşide ettiğiniz için sorguya
maruzsunuz" şeklinde konuşunca, Fuad Paşanın iradesi elinden gidiverdi ve
açtı ağzını: "Efendimiz beni sorgulama için senden başka adam bulamadımı?
Ben onun huzuruna çıkıp hakikati anlatmaya geldim. Benim karşıma sen
çıkıyorsun, kendisine böylece arzet diye İzzet Paşa'yı kendi odasından dehledi!
İzzet Paşa; padişaha durumu arzettiğinde Sultan Hamid; hem ona
kızdı hem içinde bulunduğu hâle esef etti ve arkasından "paşalar
toplansın, başlarında Rauf Paşa olduğu ha! de Fuad Paşa isticvab olunsun"
emrini verdi. Paşalar toplandılar. Fuad Paşaya sorulacak sorulan tesbit
ettiler. Sonra da topluca kalkıp, İzzet Paşanın odasında oturan Deli Fuad Paşanın
yanına gittiler. Paşalar kafilesinin odaya girdiklerini gören Fuad Paşa biraz
sıkıl dıysada, aralarında Rauf Paşanın var olduğunu gelince biraz rahatladı.
Üstelik heyetin reisliği Rauf Paşa nezdinde idi.
Rauf Paşa; "bazı müessif hadiseler olmuş. Zâtı şahane pek
üzgün bunun hakikatim ortaya çıkarmakla görevlendirdi. Eğer mahzuru yoksa bir
iki soru sormamıza müsaade etseniz,dediğinde Fuad Paşa zâten bende bu maksadla
hurdayım ve hakikat tezahür etsin. Cevabı ile mukabele etti.
Rauf Paşa ilk sorusunu irad eyledi: Kimsiniz?
-Sultan Hamid'e, Gazi unvanını kazandıran ve târihde Ele-na
kahramanı unvanıyla yâd edilen Fuad.. Bu cevap karşısında heyet üyeleri kısa
kısa öksürüyorlar ve Fuad Paşanın sözlerini boğmaya çalışıyorlardı. Rauf Paşa
2. suali biraz sıkılarak sordu:
-Şahsı hümayuna karşı isyan ettiğiniz ve saltanatı seniyeyi
haleldar edecek bir takım ef'ale içtisar eylediğiniz haber veri-Jiyor. Bu
bâb'da izahat itası mâtlubi âlî'dir. Ne buyruluyor efendim? Fuad Paşanın
cevabı:
- Onu söyleyenler halt
etmişler!. Bunların hepsi hezeyandır. Bana bu sualleri soracağınıza vaktile
yazıp da efendimize takdim ettiğim arizeleri, bir de en son çektiğim telgrafı
okuyunuz. Acaba efendimiz bunları unuttumu? Teessüf ederim ki benim gibi sadık
bir askerini bir takım ite köpeğe feda ediyor.
Dedikten sonra; Fehim ve İzzet Paşalar hakkında, söylemediğini
bırakmadı. Rauf Paşa sabırsızlıkla sorgunun bitmesini bekliyordu. Aldığı
padişah talimatı böyleydi. Rauf Paşa yine de Fuad Paşaya teselli verme lüzumunu
kendine dostluğun görevi olarak kabul ediyordu.
- Fuad Paşa hiç merak
buyurmayınız zâtı şahanenin her hususta adaleti terviç buyurduk lan malumu
devletinizdir. Etrafındaki paşalara da bakıp öyle değilmi efendim! Diyerek
kalktılar. Heyet Çit köşküne geldiğinde İzzet Paşa tarafından karşılandı. Sorgu
neticelerini yazan evrakı alıp bir göz attı. Memnun olarak padişaha giderek
evrakları takdim etti.
Şam'a Sürgün
Sultan Abdülhamid kötü adamlarının tedbir ve hillelerine
yenilmişti. Demekki şahsı: için korkutucu bulduğu Fuad Pa-şa'yı harcamayı uygun
görmüştü. Halbuki bu kararı ile yedi sene sonra başına gelecek meşrutiyeti ilân
mecburiyeti ve 3l/mart vakasında da Deli Müşir yanında olsaydı acaba sonu
böyle olurmuydu? Diye tarihi bir yokuş çıkmaya başlasak, târihin seyrini
değiştiremesek de yeni ufuklar bulmak kabildi. Heyhat; ki fenalar iyilere galib
gelmişler. Mertler, kalleş ve yalancılara mağlup olmuşlardır. Fuad Paşa da;
devlet içindeki entrikalar yüzünden yedi sene sürecek olan sürgününü
yaşamaya başlıyordu.
Ve Geridekiler
Mesele; Deli Müşir Fuad Paşa'nın İstanbuldan ihracı ile bitmemiş,
daha sonra aşağıdaki zevattan teşkil olunan jurnal listeleri düzenlendi. Bunlar
birbir göz altına alınıyor, sorgu sual yapılıyor, bunların miktarı sivil ve asker
olarak dörtyüz kişiyi bulmuştu. İçlerinden bazıları buldukları çârelerle
kurtuluyor fakat yakın dostları, konağına devam edenler, Fuad Paşa adamları
arasına giren Üsküdarlı Halit Efendinin verdiği listeler pek mühim iş görüyor,
o listede bulunanlar kendilerini kurtaramıyordu. Casus; vazifesini yerine
getiriyor idi. Bu işte üzerinde en çok durulanlar Fuad Paşa'nın kâtibi Avnullah
bey, konağın uşakları, sofracılar, kilerci, aşçı, arabacı, seyis, ayvaz, hatta
oğullarının küçükken lala'lı ğmı yapmış ihtiyar bir Rum olan Dimitri Efendi de
tevkif edilmişti. Ve cinayet Mahkemesine verilmek üzere Zaptiye nâzırlığındaki
tevkifhaneye tıkılmışlardı. Bu mevkuflar arasında konağın kadrosu dışında Reji
müfettişlerinden Adil, Fuad ve Cemi! beyler ile Erenköylü Mehmed Pehlivan da
bulunuyordu. Adil ve Cemil Beyler, harikulade güzel seslere mâlik olduklarından
Pa-şa'nın tertib ettiği musiki âlemlerinin kıymetli hanendeleri olduğu gibi
bunu ahali de bilirdi. Fuad bey ise ud icrasında bir üstaz idi. Fuad Paşa ile
alakalan bu meziyetlerine binaendi. Ancak; Mehmed Pehlivan'ın Paşa'ya yakınlığı
asla olmayıp, çapkınlık deryasında kayıkları birbirine çarptığından hasım
oldukları söylense yeriydi fakat jurnalcilerin bileceği hallerdendir, bu
adamın da, Fuad Paşa'lı diye taht-ı tevkife alınması. Büyük ve küçük rütbede
subaylar Tan Gazetesinin yazdığı "Fuad Paşa onikibin kişiyi silahlandırmak
suretiyle yapmak istediği ihtilâl meydana çıkarıldı" haber yüzünden gece
gündüz isticvab ediliyor ve de uzak orduların birliklerine atanıyorlardı. Beri
yandan Serasker Rıza Paşa'ya Fuad Paşa'y1 gıyaben mahkeme etmek için bir
divân-i harb kurması istenmişti. Rıza Paşa bu işe pek üzülüyor, işin aslını
bildiğinden ordunun en kıymetli müşirinin böyle hâince bir ihanetle kurban
olmasını hazmedemiyordu. Zira doğrusu ne padişah ne de hafiyelerin diş
geçiremediği tek adam vardı ki o da Deli Fuad Paşa idi. O da, gittikten sonra
ortalık gemi azıya alanların cirit atma meydanı olacaktı!
Serasker Rıza Paşa sağlam kişilerden oluşan adil davranacak ve
Fuad Paşa aleyhtarlığı yapmayacak kişilerden bir di-vân-i harp üyeleri listesi
hazırladı. Ne çare ki Fehim ve İzzet Paşalar bu listedeki zevatın adlarını
öğrendiklerinden onlar için uçurdukları jurnallerle bu heyet-i akim bıraktılar
ve aşağıdaki kişilerden mürekkep bir divan-ı harp tertib olundu:
Reis: Hassa Müşiri Rauf Paşa
Azâ: Müşür Ethem
" : "
" Ömer Rüşdü
- " :
" " Şâkir .
" : Ferik Ahmed Afif
" : " Ahmed
Müddeiumumi (savcı): Ferik Reşit (Fuad Paşanın dövdüğü kişi)
Bu heyet-i hakime Fuad Paşaya ve adamlarına kıydılar bütün
bildikleri hile ve desiselere yol verdiler ancak Tophane sanayi alayları
kumandanı, top ve tüfek fabrikaları umum müdürü Cezayirli Ahmed Paşa'nın şu
sözleri indi ilâhide ve uzayda hâla yankılanmaktadır benzer haksızlıkların
yapıldığı davalarda da! Paşanın sözleri şunlardı: "..Bu silahlar istimal
edilmiştir (kullanılmıştır) Fakat bu mesele, namuslularla namussuzların mücade
leşidir. Namuslu adamların arkasına hafiyeler konursa, işte böyle müessif
hadiseler olur"
Karar; Fuad Paşa'nın müebbeden kürek cezası ile mahkumiyetine
taşıdığı bütün nişanlarının sökülmesine rütbesinin de kaldırılmasına şeklinde
çıktı.
Bu karar alındığında, Fuad Paşa'nın üç küçük çocuğu ve refikası
Şam'a gönderilmiş bir harem ağası ve Dimitri adlı bir başka uşak da yanına
gönderilmişti. Bu tertibde Paşa'yı kalmakta ısrar ettiği askeri kışladan
çıkarmak için yapılmıştı. Kışlanın tam karşısında yapılmış iki katlı köşk bahçe
içinde olup, üstü Paşaya alt katı da, Paşa'nın muhafızlarına tahsis olunmuştu.
Bu sırada Rusların Şam konsolosu Fuad Paşa'yı İstanbul
b.elçiliğinden aldığı emir üzerine ziyarete gelmişti. Taleb'e cevap olarak:
"Bu nezâkete teşekkür ederim. Fakat kendilerini kabul etmekte mazurum.
Çünkü; beni haksız yere mağdur eden Sultan Hamid ile* alakamı kestim ve her
nekadar kendimi onun tâbiyetinden iskat ettimsede, hilâfet makamına olan
manevi rabıtam bakidir. O sıfatla, kendilerini gücendirmek istemem."
Diyerek din ve devletin usanmaz bir hadimi olduğunu, moskofa kemâli nezaketle
göstermiştir.
Netice: Bir idarenin kendi hükmünü sürdürmesi için seçeceği yollar
pek çoktur. Bunun devletin gücü ile alakası vardır. Amma hangi hâl olursa
olsun, adaletten ayrılmayı gerektirmez. Bunu hiç değilse günaha giriyorum
kaygısı içinde gerçekleştirenler belki Cenabı Hakk'ın; "Rahmetim gazabımı
aşdı" nazm-ı celili ile muamele görürler ümidini taşımak ta haklı
olabilirler! Fakat başka çâre yoktu bahanesi, herkes için, zâlimlerin akıbeti
kötü olacaktır ve onların hiç bir hafifletme tâlebide olamaz" hitabı bir
hakikat abidesi olarak durmaktadır. Büyük bir devletin büyük büyük
memurlarının biri-birinin ayağını kaydırma çalışmakannın birebir yaşanmışını
yukarıdaki satırlarda okuyanlar, yalan ve iftiraya başvura-nla-rın baş tacı
edildiği sistemlerin başlarına gelecek felâketi beklemeğe başlaması isteselerde
istemeselerde yapması gereken tek işdir.
Avlonyalı Mehmed Ferid Paşa
Sultan 2. Abdülhamid döneminde Ferid Paşa'nın uzun süren sadareti
pek mühimdir ve her istikrar döneminin müthiş bir anarşiye gebe olduğunu
dikkatli tetkik sahipleri tesbite muvaffak olurlar. Nitekim ahali arasında,
fırtınadan evvelki sükûnet darbı meselini hatırlamamız yeterlidir bu iddiamızı
doğrulamaya. Miladi 20. asırda Osmanlı devletinin iki numaraları diğer bir
deyişle 20. asırdaki.sadrıazamlarınin birincisi olan Halil Rıfat
Paşayı,ikincisi olan Küçük Mehrned Said Pa-şa'dan sonra, sırayı üçüncü iki
numara olan Avlonyalı Meh-med Paşa'nın biyografisine temas edelim diyoruz.
Merhum sadnazamdan evvelâ ansiklopedilerden derlediğimiz kadarı
ile sevgili okurlarımıza biyografik bilgileri verdikten sonra altı seneye
varan sadaretinden kesitler ve tesbitler yapalım. Bu zât hakkında ki,
mahdumları Celaleddin (Velo-ra) Paşa'nın anlatımından, usta edip ve hatırat
yazarı Samih Nafiz Tansu'nun kaleminden çıkmış eserden süzdüklerimizi duyurmayı
vazife addettik. Nişantaşında merhum sadnazam
Ferid Paşa'nın torunlarıyla birlikte yetişen sevgili büyüğüm,
İstanbul Beyefendisi, Galib Yazaroğiu Ağabeyimin de kapısını çalmayı ihmal
etmedim.
Mehmed Zeki Pakalın Beyefendinin "Son Sadnazamlar" adlı
kıymetli çalışmasında, Said Paşa ile alakalı bölümde şöyle bir anekdot yer
almakta: "Avlonyalı Ferid Paşa Konya Valisiyken, İstanbul'a celbedilir.
Said Paşa makam-ı sadarettedir. Babıâli'de bir oda gösterilen Ferid Paşa,
günümüzün merkez valileri gibi günlerini bu oda da geçirmekte akşam olduğunda
konağına dönmektedir. Önüne en küçük bir İş gönderilmediği gibi herhangi bir
mütalaası da sorulmamaktadır. Bu menkubiyete benzeyen hayat tarzı Paşa'yı
üzmekle adetâ ağlatmaktadır Konya Vilâyetindeki buranın meselelerini çözmekte
gösterebildiği faal günleri aramaktadır. Günlerden bir gün Ferid Paşa,
Kıbrıslı Kamil Paşa ile sohbet ederken durumundan acı acı şikâyette
bulunmuştur. Kâmil Pa-şa'ya göre ağlamakdan da kendini alamamışta: Kâmil Paşa
İse o sırada Şura-yı Devlet (bu günkü danıştay ue yargıtayı içinde bulunduran
dev let müessesesi) reisliği görevini sürdürmektedir. Kâmil Paşa bu yürek
sızlatan şikayetden pek etkilenmiş ve derhal padişah nezdinde şefaate teşebbüse
karar vermiştir. Mutad vaktin dışında bir gün Kamil Paşa mabeyne gelip,
kartvizitini mabeynciye vermiştir. Kartvizit padişah katına götürülmüş ve
başkâtip Tahsin Paşa, Kamil Paşa'ya: 'efendimiz, ne için ziyaret vâki oldu
dediğinde ne ar-zedeyim diye sorduğunda ne arzedeyim' istizahında (soru-sunda)
bulunur.
Kamil Paşa'da; Ferid Paşa'nın anlattığı yukarıda naklettiğimiz
ahvali dile getirip efendimize durumu anlatıp bir vazife verilmesinde tavassut
edeceğini arzetmesini beyan ettiğin-de,Tahsin Paşa: 'Aman Paşa hz.leri ne
yapıyorsunuz? Hem mutad vaktin dışında ziyaretine geldiğiniz gibi bu talebiniz
efendimizce yanlış anlaşılabilir. Aynca Ferid Paşa'yı himaye ve vikaye
ediyorsunuz mânasına, alınırsa sıkıntılarınız olabilir!' Hatırlatmasında
bulunur. Kâmil Paşa; bu ikazdan sonra biraz düşündüğünde yaptığının aslında
yanlış olmadığını ancak padişahın olmadık incelikleri de göz önüne aldığını
bildiğinden ziyaretden uaz geçmek ister! Fakat; kartuizii padişaha
sunulduğundan uazgeçmekde kabil olamayacağından bulduğu bir bahaneye sardır.
Bahane; İngiliz elçisinin kendisini ziyarete geldiğini bu hususda padişahı
bilgilendirmeye dönük olduğunu beyan eder. Tahsin Paşa da böyle ar-zeder.
Kâmil Paşa bu ikazdan memnundur. Çünkü hayli vehimli olan padişah bu
kayırmadan binbir mâna çıkarabilirdi! Öte yandan böyle bir iltimasın doğru
olmadığını söyleyen başkâtip Tahsin Paşa'nın söz ve davranışı Ferid Paşa'ca
duyulduğunda, başkâtip hakkın da bir iğbirara vesile olduğunu ileri sürenler
olabilir. Çünkü saray'ca muteber olan zevatın padişahı koruma adına, babıâlî
mensuplarına, ricâl-i deulete karşı bazen haşin ve kırıcı davrandıkları, bazı
zevata yakın durup, kimilerine de burudet sergiledik lerini hatıratlardan
öğrenmek mümkün. İşte Ferid Paşa'nın, Tahsin Paşa' ya 'Kara Tahsin' diye
gıyabındaki hitabı, umulur ki Kâmil Paşa'nın iltimasını önlemiş
olmasındandır!"
* .,
Mehmed Ferid Paşa'nın Biyografisi
Avlonyali Mehmed Ferid Paşa 1852 yılında Yanya'da dün-ya'ya
gelmiştir. Pek olgun dönemi olan ve altmışiki yaşlarında San-Remo'da hayata
veda etmiştir. Babası Mustafa Nuri Paşa Avlonya mutasarrıfıdır. Bilindiği gibi
mutasarrıflık, Kay-makamiıkdan büyük, vâlilikden dûn bir makamdır. Ferid Paşa'nın
validesi Yanya'lı meşhur Tepedelenli Ali Paşa sülâlesine mensupdur.
Ferid Paşa; tahsil hayatına Yanya'da başlamış olup, orta öğretimde
diyebileceğimiz liseyi Rumların yönettiği bir mektepte okumuştur. Ayrıca özel
dersler almak suretiyle bilgi ve becerisini arttırmıştır. Devlet-i âliye
okur-yazar insana pek değer vermektedir. Bunun net bir misâlinin Ferid Paşa'nın
daha 15 yaşında iken intisab ettiği Girid Adasının Resmo Belediye meclisinde
kâtip olarak vazife almasında belli olmaktadır. Târih 1870'i gösterdiğinde 18
yaşındaki Mehmed Fe-rid'i yine Girid'in Kandiye sancağı kitabet kaleminde
görevde görmekteyiz. Girid Valisi Rauf Paşa kabiliyetini gördüğü genç Ferİd'i
maiyetine almış bulunmaktadır. Bu arada Mustafa Nuri Paşa Mostar'a tâyin edil
diğinden mahdumu Mehmed Ferid'i de yeni vazifesinin bulnduğu Mostar'a
beraberinde
götürür.
Genç Mehmed Ferid, Gaçka Sancağı yazıişleri müdürü oldu. Târihler
1875 olup, yaşı 23 olmuştur. 1877 de
kaymakam olmuştur. Yaş 25 dir. Görev yeri ise Tiber'dir. 1293 rûmi tarihin
karşılığı olan 1877de çıkan meşhur Osmanh-Rus savaşı,ülkemizin Rumeli
topraklarını yakıp kavururken askerî ve sivil ortak görevlere daima Ferid Paşa
getirilir olmuştur. Bosna ve Hersek Tümenlerinin başkâtipliği de ona emanet
olunuyordu. Özel statülü Bulgaristan Prensliğini bir nevi gözetleme vazifesi
olan komiser muavinliği Ferid Paşa'nın uhdesinde olduğu halde karşımızda
görülüyor. Oradan Diyarıbekir Adliye müfettişiliği peşinden de Konya
Valiliğinin Mehmed Ferid Paşa'nın dirayetli idaresine tevdi olunduğunu görmekteyiz.
Târihler 1893'ü gösterdiğinde ise; Rumeli İslah Komisyon Reisliği uhdesine
tevcih olunuyor.
1903 yılında makam-ı sadaretden infisa! eden Küçük Mehmed Said
Paşa'nın yerine ma kamı sadarete nail olduğu görüldü. 2.meşrutiyetin ilânı
olan, 23/temmuz/1908 öncesinde istifa ettiğinde yaptığı hizmet-i sadaret,
aralıksız ve 6 yıla yakın bir zaman sürmüştü. Bu Abdüihamid döneminin aralıksız
en uzun süren sadaretidir dense yeridir.
Ferid Paşa; sadaretinden sonrada, Tevfik Paşa kabinesinde
dahiliye nazırlığı görevinde bulundu. 1912 senesinde ise ayan reisi oldu. Bir
ara Mısır'a gitdi. İstanbul'a dönmesi ittihatçıların işine gelmedi. Dolaysıyla
İstanbul'da kalmasına adetâ izin vermediler. Avrupa'ya geçen Ferid Paşa, 1914
senesinde San-Remo'da-vefat etdi. Şurada hemen istidraten belirtiyim ki;
bilindiği gibi Rumeli fütuhatımız daima Anadolu'dan islâmî hayata pek önem
veren aileleri ve hanedanları, "Evlâd-ı Fatihan" olarak muhaceretle
vazifelendirme hayli rol oynamıştır. Bu evlâdı fatihan mânai münifi
münasebetiyle vakayı ve sistemi pek güzel aksettiren bir ifadedirki, bu mânayla
yapılan ecdadımızın o güzel işlerine bu güzel terkibi bulup yakıştırma şerefi,
merhum şâif Yahya Kemâl Beyatlı' ya aiddir. Böylece şâir bu güzel isim babalığı
ile Osmanlı devletinin medeniyyet ve edebiy yat ve sanayii alanındaki 3. Ahmed
ve Nevşehirli Damad İbrahim Paşa döneminin o güzel atılımlarını görmezden
gelip de Lâle Devri diye adlandır-masmdaki haksızlığı yukarıdaki "Evlâd-ı
Fatihan" tâbiri ile az çok, tamire muvaffak olmuştur. İşte bu evlâdı
fatihan taifesinin Rumeli topraklarında ki, islâmi temsildeki güzellik oram,
gayri müslimlerin fevç fevç yâni dalgalar halinde islâmla müşerref olmalarıyla
orantılıdır. ,
Biyografisini sunmaya çalıştığımızi206. Osmanlı sadnaza-mı
Avlonyalı Mehmed Ferid Paşa merhumun sülâlesi de, Konya civarından nakle
çalıştığımız vazife ile Balkanlara göçmüş misyon sahibi ailelerden biridir.
Dört asrı aşan bir zaman diliminde bölgede hayat sürmek, izdivaçların çeşitli
akvama mensuplarla yapılması, anlayışlara ve tarza çevrenin etkisi, nice
te'sirler husule getirdiyse de Islâmiyetin yüceliği ve yegâneliği dini
rabıtayı kopmadan sürebilmeyi sağlamasını şükranla karşılamak lâzımdır.
Mehmed Ferid Biyoğrafisi!
Şimdi Mehmed Ferid Paşa'nın Sultan 2. Abdülhamid hân'ın huzuruna
ilk çıkışını anlatmış olduğu oğlu Mahmud Celaleddîn Paşa'nın kaleminden nakle
geçmeden kısa bir bilgi verelim. Sene 1903'dür. Ferid Paşa Konya valiliğinden
ba-bıâliye celbediimiştir. Yukarıda naklettiğimiz gibi babıâli'de bir oda da
boş boş oturtulmaktadır. Nihayet huzura davet vu-kubulur: "Padişah
oturduğu koltukda, bana şöyle hitap etmişti. Buyurun Ferid Bey oğlum!
Konya'daki çalışmalarınızı memnuniyetle öğrendim. Daha evvel onaltı sene
Şura-yı Devlet de çalışmışsınız. Bu zor dönemde size vezaret veriyorum. Çok
geçmeyecek sadareti teklif edeceğim. Ne dersiniz?"
Karşımda; orta boylu, siyah sakallı fakat gözleri pırıl pınl
parlayan zekî bakışlı padişah oturuyordu. Adımlarımı atarak yaklaştım.
Kendilerini etekledim. Ellerini uzattılar. Heyecan için de öptüm. Karşılarında
yer gösterdiler. Otur diye buyurdular. Oturdum. Padişah düşünceliydi. Ben:
-Şevketmeâb efendimiz, hakkımda izhar buyurduğunuz teveccühe
kalbden teşekkür ederim. En sadık bir bendeniz bulunduğuma şüphe etmeyiniz.
Hangi vazife-de çalışmamı isterseniz ve emrederseniz orada bendenizi
göreceğiniz muhakkaktır. Padişah:
-Allah razı olsun, sizin için çok iyi şeyler duydum Ferid Bey!
Fakat bundan sonra sizfe Ferid Paşa diyecekler. Avlon-yah olmanız, Arnavut
bulunmanız hakkınızda duyduğum iyi şeyleri izale edemez. Saltanatımız ve
devletimiz, Arnavut tebaasından çok iyilikler görmüştür.
Diyen Ferid Paşa daha sonrasını şöyle özetliyor oğlu Mah-nnud
Celaleddin Paşa'ya: "İlk konuşmamız kısa oldu. Konya'ya avdet etdim. Beş
ay sonra beni paşa unvanı ile Rumeli ıslahat komisyonu başkanlığına tâyin
buyurdular. Orada 40 gün çalıştım. Daha sonra Said Paşa'nın sadaretden
infisali üzerine makam-ı sadarete tâyin olundum."
Mehmed Ferid Paşa kendilerinden on yaş büyük olan padişaha bu
başbaşa konuşmada hayran olmaktan kendini alamamıştır. Avlonyali M. Ferid Paşa;
2. Abdülhamid'in 20.asır daki 3. sadnazamı olmuştur. Devletin bu iki numaralı
adamı eslâfı gibi, padişah ile tezat teşkil etmeyen bir metoda eğilim gösteren
mizaçtaydı. 51 yaşında olup, 15 yaşından beri devlet idaresinde kâtiplik ile
başalayan çalışma 'hayatı bir çok kademede hizmet vere vere kendisini pişirmiş
ve uyum İçinde çalışmanın mesâi arkadaşının asla düşmanı olmamak hâttâ
biribirilerini sevineninde başarıda çıtayı yükseltici mahiyet aldığının
şuurundaydı.
Sultan 2. Abdülhamid ise; tâyin eylediği bu sadnazamı hakkında
bilhassa yaşlı Akif Paşa'dan aldığı bilgiler sayesinde ümidvar olmaktaydı.
Bunda da yanılmadı. Çünkü; 6 sene ye yaklaşan bu müşterek çalışmada, sadnazamın
padişahı bizatihi sevmesinin bundan dolayı da alınacak tedbir ve kararlara
peşin hükümle bakmayıp aklıselim dahilinde, müzakere metodunu seçmenin rolü
bir hayliydi. Sadnazam; devletin her kademesinde dirsek çürüttüğü için idareye
hâkim, köşe başlarını tutmuş zevatı bilip tanıyan biri olarak ve devletin yüksek
görevlerinde bulunmada olgunluk yaşına giriş sayılan 50 yaşını hemen hemen
geçmiş olması, yakışıklı ve hareketli yapıya sahip olması sadarete geçme
töreninin yapıldığı babıâlî'ye bir heyet ile gitme adeti icra olunurken he
yetin içinde mevzun vücudu, gür ve siyah sakalı, vakur duruşu, ahali-i
müsliminin nazar-ı dikkatini çekmiş ve kendi aralarında, ne kadar yakışıklı
sadrıazam sözlerinin dolaşması vu kubulmuştu.
Ferid Paşa'nın sadarete gelmesinin en büyük amillerinden biri de;
balkanlarda ki yabancı parmağının husule getirdiği karışıklıkların yavaş yavaş
bir kurtuluş savaşı mahiyetine dönüşü,azınlıkların bitmez tükenmez taleplerinin
karşılanmasında devletin hükümrânisini zedelemeden, sükûnete taşımak için
faydası mümkün faktörler arasında balkan insanı olmasının ve Arnavut
ırkçılarının tutuşdurduğu kavmiyyet âteşini aynı zamanda iyi bir müslüman olan
Ferid Paşa'nın, bu yönünden de istifade etmek düşünceside doğurmuştu.
Ferid Paşa; Padişahı Anlamaya Çalıştı
Eğer sevgili okurlarım hafızalarını Sultan 2. Abdülhamid hânı
taht-ı Osmaniye çıkaran dönem üzerinde ve beraber çalıştığı dönemin devlet
idaresindeki ricalin genellikle yaşlı ve farklı anlayışları, padişah üzerinde
te'sir kurma dalavereleriy-ie uğraşmalarına dâir değerlendirmelerde
bulunurlarsa isabet ederler.
Meşhur serasker Müşir Namık Paşa merhumun, ki pek vatansever,
dindar ve de cesur bir zat bilinir. Bu zat dahi; cülus günü fikrini soran
devlet adamlarından birine: "bakmayınız bu mahcup haline! Pek yakında
aslan kesilir ve çoğumuzu paralar!" dediği pek meşhurdur.
Padişahın; çalıştığı sadrıazamlar arasında kendinden yaşça hem de
on yaş kadar küçük olan sadrıazam Ferid Paşa birincisini teşkil eder. Bu yaş
meselesi sadnazamın padişah üzerinde, bir tesir-i nüfuz vücuda getirme istemine
yol açmayan hususatdan olmuştur. Sadnazam Paşa evvelâ padişahın, düvel-i
muazzama ülkelerine bakışını ve gütdüğü siyasi ve özel anlayışını öğrenme
yolunu seçmeştir. Çünkü takip etdiği kadarıyla Sultan Hamid'in 1293/1877 savaşı
da dahil her mütalaası doğru görüşü aksettiriyordu. Sadnazamı bu tesbit,
padişahı sadece devletin başı değil, her şeyi pek mükemmel takip ve takdir
etmekde başarılı bulduğu için tam manasıyla bilmeğe ve öğrenmeye adetâ mecbur
kılmıştı. Ferid Paşa'yıgöre; Abdülhamid hân'ın vasf-ı mümeyyizi yâani en seçkin
tarafı ki bunu Ferid Paşa ifade ediyor "Efendimiz zekî, bakışları çok te'
sirli, muhatabına yer gösterir ve nezaket ile muamele ederdi. Söylenenleri
dikkat ile dinlerdi. Odasındaki şezlonga uzanır, yemeğini l.kadinefendisi
pişirirdi. Ancak onun eliyle pişirilmiş yemekleri yerdi. Ziyafetlerde, çok vehimli
olduğu için ağzına aldığı lokmayı çiğner ve yer gibi yapar fakat çok az
alırdı. Etrafındakilere dişlerinden çok ızdı-rap çektiğini söyler fakat bir diş
doktoruna da tedavi için emniyet edemezdi. İnsan tanımakda ve hadiseleri
Önceden görmekte büyük isabeti vardı."
Şerif Hüseyin Hakkındaki Tesbiti
Sadrıazam M.Ferid Paşa; Şura-yı Devletde aza olan Haşi-mi
sülâlesinden Şerif Hüseyin'in, padişahın hiç iltifatına nail olmadığı müşahede
eder. Zâten; bu hususda sıkıntı sini Şerif Hüseyin, sadrıazama hissettirmiştir.
Ferid Paşa diyor ki: "Efendimiz; Şerif Hüseyin iltifat-i şahanenize mazhar
olamamaktan çok müteessirdir. Onu sevindirmeniz mümkün olamazmı?"
dediğinde padişah kaşlarını çatar ve "O, bana ve hanedana karşı haindir!
Bizleri sevmez. Bu gün sakindir fakat yarın ne yapacağı bilinmez! Ancak Allah
bilir" diye hâla kulaklarımdan gitmeyen sesini hiç unutmam demektedir
Ferid Paşa...
Sevgili okurlarım; Sultan Abdülhamid CennetmekârTm 1905'lerde
söylediği bu sözlerin 1917'de bütün çirkinliğiyle kendini gösterdiği, târihin
birazcık meraklısının dahi bildiği ahvaldendir. Şerif Hüseyin hiç bir sebebin
haklı kılamayacağı bir ihanetin faili olmuştu yukarıda ifade ettiğimiz
târihte..
Ferid Paşa'nın şark dünyasından gösterdiği bu misalden sonra,
dünya siyasasının büyük ustası ve tanzimcisi, İngiltere hakkında, padişahın düşüncelerini alıp siyasetini
tanzimde nazar-ı itibara alması icab ettiğinin şuuru içinde olduğundan elde
ettiği malumatı, târihe şu sözlerle hediye ediyor: "Padişah söze
İngilizler, bütün müslümanlann hâmisi rolünü takındıkları ve ellerindeki
topraklarda bir çok müslüman bulunduğu için, Osmanlı hanedanını ve halifeleri
sevmezler. Bize karşı, takındıkları tavırlarında kendi menfaatlerinden başka
bir şeyi düşünmezler. Medeni insan dost ve düşmanı ayrı tutmamalı, İkisine de
aynı muameleyi yapmalı. Zira düşmanlarına açıkça husumet göstermek akıl kârı
değildir. Dostlara da, fazla güvenmek ahmaklıktan ileri gitmez. Biz daima
İngiltere'nin dostu görüneceğiz fakat onun hislerini vede siyasetini
bileceğiz!.." Dedikten sonra Almanlar hak-kındada "Bunlar asker
millet. Bunlardan bize fayda gelir" dermiş. Padişah, sadrıazam Ferid Paşaya!
Ferid Paşa padişahın bu görüşlerinde samimi olduğunu bildiriyor. Almanları;
İngilizler Rus menfaatlerini Osmanlı üzerinden devşirmelerini kısıtlama
manivelası olarak gördüğünü ifade ediyor. Ferid Paşa; Rusya ile münasebetleri
sual ettiğinde padişahın ağzından şu malumatı alıyordu: "Rusya büyük bir
komşumuzdur! Onunla pek büyükçe geniş hududlanmız vardır. Topraklarımızın
kuzey yönünde olanlarının emniyet içinde olabilmesi Rusya devleti ile aramızda
düşmanlık edip etmemekle alakalıdır. Rusları tahrik edip aleyhimize kararlar
almaya mecbur eylemeye ne lüzum vardır? Beni sokmayan yılan bin yaşasın sözü
padişahın çok söylediği tekerlemelerden olup, betahsis Rusya'ya dâir
konuşmalarda beyan ederlerdi." Dedikten sonra, sadrıazam paşa şu
enterasan bilgiyi de naklediyor: "Çar'lar Karadeniz sahilinde sayfiye
şehri olan Livadya'ya yaz aylarında geldiğinde, Sultan Hamid derhal bir hey'et
gönderir ve hududlarımıza hoş geldiniz anlamında telakki olunacak hediyeler
yollardı. Çar'da bu nâzik davranış karşısında mukabeleten kürkler, ayakabılar
ve atlar hediye ederdi. Bütün bunları yaparken padişah; Avusturya ve Almanya'dan
getirt diği büyük çaplı topları Rus hududumuz-daki mühim mevkilere
yerleştirilmesini emrederdi. Yüzüne bakan devlet adamlarına da İstersen sulh-u
salah, hazır ol cenge! Derdi.."
Padişah; Avusturya-Macarİstan imparatorluğu için sadrı-azamına
şunları söyler, Fransa ile alakalı görüşü beyandan sonra, Fransa ile çok uzun
zamana dayanan bir dostluğun kültürümüz de büyük tesiri olduğunun idraki
içinde, kültür âlemimizin Fransız kültür edebiyat ve san'atının hemen
yanı-başında olması gerekir. Avusturya-Macaristan'a gelince bunların emelleri
bilhassa balkanlarda Rusya'nın tam zıddınadır. Ziya Paşa'nın şu be yiti bu iki
ortağı pek güzel ifade eder.
"Mestanelerin biribirine arzı hulûsu / Çingânelerin şüpheli
imânına benzer" Fakat bunlar görünüşte birlikte hareket etmek
zorundaysalar da istikbalde biribirileriy- ie karşı karşıya harb edeceklerdir.
Beyanında bulunan padişahın bu sözlerinin, sadrıazam gerçekleştiğini göremeden
vefat etdi amma sözlerin sahibi hz.Abdülhamid hân, kendi söylediklerinin yerine
geldiğini görmüş idi.
Bomba Vak'ası
_ Sultan Abdülhaniid Hân'a Yıldız Camiinde Cuma Selamlığı
merasimine çıktığında, ermenilerin ve siyonist yahudile-rin ortak organizasyonuyla,
bir arabanın içine yerleştirilen patlayıcılar infilak ettiğinde yetmiş-seksen
kişi kadar şehid oldu. Padişahı; Şeyhülislâm Mehmed Cemâleddin Efendİ'nin her
zamankinden bir iki dakika daha fazla lafa tutması, patlamanın te'sir sahası
dışında kalmasını sağladı. Bu bir lutfû ilahiydi. Padişah kendini hemen
toparladı. Lâzım gelen emirleri verip, ortalığı sükûnete kavuşturdu. Sonra da
landonuna binip dizginleri eline alıp, deh diyerek arabasıyla bir başına
Yıldız Sarayının yolunu tuttuğunda bü tün ecnebi sefirler bu soğukkanlılık, bu
celadet karşısında kendilerini tutamayıp "Hurra Sultan" Diye
bağırmaktan nefislerini mene-demediler. Bizim hâin şâirde, "Bir lahza-i
teahhur attın ey şanlı avcı yazık ki vuramadın.." dizesini husule ge
tirmişti.. Sultan Hamid merhum, faili buldurttu. Adı Jorİs olan suçluyu
sorguya çekti bilahire mahkemeye verdi sanık Joris arkadaşlarıyla birlikte
yargılandı ida ma mahkum oldu. Sultan; onu affedip, eline de para verip,
avrupaya gönderdi ve Osmanlı devleti lehine casusluk yaptırdı! 21/Temmuz/
1905'de vukubulan bu olay da, Ermeniler'in 1894 olayları sonrasında onbir sene
sonra yeniden tedhiş faaliyetlerine giriştikleri ilânı olarak kabul edilse
yeridir. Ermenilerin Doğu Anadolu'da büyük ermenistan hayallerini engelleyen
kişi olarak görülen Sultan Hamid, bunların devirmesi gereken bir padişah olarak
yaşarken, siyasi mahfiller ve haçlı dünyası bu devrilmeyi duysalar Sultan
Fâtih'in vefatın-da çaldıkları sevinç çanlarını yine çalmaktan içtinab
etmezlerdi. Ayrıca Sultan Hamid, pek tedbirkâr olması hususunda bu olay-îa
herkesin haklıymış ifadesini kazandı.
Sir Henry Wood; bomba olayını şu şekilde naklediyor: <Ben
padişahtan pek uzak değildim. Tam bu sırada ancak bir namludan çıkabilecek bir gürültü
duyuldu. Bastığım zemin beni adetâ havaya kaldırmak gibi titredi. Padişahın soğukkanlılığına
hayran kaldım. Birden Yıldız Câmiinin içinden elleri yüzleri kan içinde koşuşup
dışarı çıkanları gördüm. Padişaha el bombası atıldığını sanmıştım. Ancak,
padişahın gözlerini diktiği yeri takip edip cami avlusuna baktığım zaman
hayretten irkildim. Avlu top top ateşiyle silinip süpürülmüş bir muharebe
meydanına benziyordu; ölü atla, her tarafa sıçramış tahtalar, paramparça olmuş
arabalar, can sız yatan zavallı sürücüler. Bîr iki metre ön sol tarafımda
yüksek rütbeli bir Türk subayının emir çavuşu şarapnel isa-betiyle hayâtını
kaybeden subayının üzerini örtmeye çalışıyordu. Patlama sesi duyulur duyulmaz
bir suvâri takımı, yalın kılıç, patlamanın olduğu yere at sürmeye başladı.
Ancak Abdülhamid'in eliyle geri çekilmelerini emrettiğini gören takım subayı
birliğini geri çekti. Az sonra padişahın ayakta ve sağlam olduğunu herkes
farkettı\> şeklinde Bay Öztuna'nın Büyük Târihi adlı eserinin 7. cildinin
191. sahifesinden aynen aldık. Sir Wood bilindiği gibi, bir İngiliz deniz
subayı olup, Sultan Aziz zamanında padişaha denizcilik hususunda müşavir olmuş
Abdülhamid döneminde de bu görevi devam etmiş kırk yıla yakın Osmanlı nezdinde
kalmıştır. Bu su-ikast'ta orda olması işin içinde İngiliz parmağı olmadığı intibaını
vermektedir. Yoksa böyle kırk yıla yakın İngiltere'ye bizim içimizde bulunarak
hizmet veren bir amirali İngiliz istihbaratının feda edeceği akla gelmiyor,
tâaki onun da ipi çekil-memişse..
5.Murad'ın Vefatı
Çırağan Sarayına nakledildikten sonra, bir daha hiç dışarı
çıkmayan mahû padişah, 5. Mehmed Murad, yirmisekiz sene suren menkubiyetini
29/Ağustos/1904'de sona erdir di hayatını noktalamış son nefesini vermişti.
Yenicâmi Türbesinde defnolunmuştur. Bü tün padişahlara yapılan muamelenin,
teçhiz ve merasimlerinin aynısı yerine getirildi. Eski padişahın tek oğlu
Selahaddin Efendi ve çocukları Sultan Hamid'e müracaatle Çıra- ğandan ayrılıp
başka bir yerde imrar-, hayat talebinde bulundular. Sultan Hamid'de bunu mâku!
karşıladı.
Ferid Paşa'nın Sisam İsyanını Bastırması
1905 senesinde Sisam Adası ekseriyet bakımından Rumlar ile
meskundu. Buradaki mutasarrıfın Rum olduğunu herhalde söylemeğe lüzum yoktur.
Devlet sızıltıya meydan ver memekle işleri götürme politikası
güttüğünden,unsurun idarecilerini kullanmayı tercih eder halde idi. Cebeli
Lübnan'da da böyle hareket edilmişti. Bu mutasarrıf halkın ayaklanmasının
destekçisi idi. Birlikte megalo ideaları aynen bu günkü gibi ENOSİS idi. Yunanistan'a
katılmak sevdası ada halkını adamakıllı sarmıştı.Bir sabah devlet dâireleri
Yunan bayrağı ile süslenmiş ahali eğlenmeye koyulmuştu. Vaziyetin Babıâli'ye
akset mesi üzerine, sadnazam Avlonyalı Mehmed Fe-rid Paşa saray'a giderek
bilgileri padişaha dosdoğru, hiç bir şeyi saklamadan arzetdi. Padişah:
- Tedbirleriniz Paşa? diye sorduğunda sadrıazamdan aldığı cevab şu
olmuştu:
-Efendimiz; şu sırada Çanakkale'de bulunan donanmay-ı hümayununuza
emir buyuracaksınız, hepsi kalkıp Sisam Adasına gidecekler ve tehdidatda
bulunacaklar. Asiler yola, gelmezse ada bombardımana tâbi tutulacaktır.
Dediğinde, padişah tereddütle karşılar:
-Ruslar bu işe karışırsa işler sarpa sarar! Bizi durdurup haksız
çıkarırsa vaziyetimiz zorlaşır sadnazam paşa! Bu işde yalnız hareket
zararlıdır! Ferîd Paşa da:
-Devletl padişahım! Size şerefim ve namusum üzerine söz veririm
ki; gelişecek her çeşit me'suliyeti hayatım bahasına olsa üzerime alıyorum. Bu
hususda yemin etmeyi de vazifem içinde görüyorum. İrade buyurunuzda şu baldırı
çıplaklara hadlerini bildirelim!
Bu sözler Abdülhamid hân'ın yüreğine su serpti. Karşısında
kararlı ve ne yaptığını bilen ve de paniğe kapılmayan biri vardı. Sordu:
-Düşüncenizi nasıl kuvveden fiile çıkaracaksınız? Sadrıazam:
-Donanmamız şimdi pek kuvvetlenmiştir. Yeni gelen, Mecidiye,
Mesudiye ve Hamidiye zırhlıları ve torpidolarımız bu tehdid ve gereğini yerine
getirmeye muktedir bulunmaktadır. Müsaadenizle donanmay-i şahane, Sisam'da
göründüğü an, ada isyancılarının yüreğine korku dolar. Durulmazlarsa adaya
karşı harekete geçmeleri emri kendilerine verilecektir. Sadrıazam Mehmed Ferid
Paşa kendinden emin tavırlarla padişaha verdiği temi natın akabinde plânımda
nakledince Abdülhamid hân: "İnşaallah düşündüğün gibi olur!" dedikten
sonra, istenen iradeyi verdi. Amiral Halil Paşa'nın kumandasında Hamidiye
gemimizin ünlü süvarisi, İttihat ve Terakki cemiyetinin daha sonranın bahriye
nâzın, Cumhuriyet döneminin başvekillerinden, Hüseyin Rauf (Orbay) Bey'in de
katıldığı donanma denize açılmış ve Sisam önlerine gelmiş, bütün mehabetiyle
adayı abluka altına almıştı. Funda demir emri verilmişti. Azgın ve küstah
palikarya, büyük devletlerin hima yesine güvenmiş olacak ki cürümlerine
bakmadan ateş açma küstahlığını da göstermişlerdi.
Azim Ve Zafer
Ada Rumlarının yaptığı tahminlerin ötesinde bir davranış değildi.
Sadrıazam için bu hâl sürpriz olmayıp, plânını sonuna kadar götürmeye de âmil
olmuştu. Rumların ateşini Osmanlı'ların nasıl karşılayacağını merak eden
siyasi mahafil-ler, ada müdafiilerinin top salvolarına karşı Osmanlı donanması
Amirali Halil Paşa'mn, sadaret makamına sorupda aldığı cevap üzerine, açtığı
ateş siyasi mahafillerin kanını dondurdu! Boğazdaki adamın sadrıazamı, dehşet
dolu bir emir göndermişti. Hedef ada'nın her tarafıdır. Gemilerinizin topları,
teslim bayrağı görünceye kadar mermilerini yağdırsınlar, demekteydi. Halil
Paşa gemideki topların namlularından ateş ettirmiyor adetâ ölüm saçıyordu. Bir
kaç saat içinde Sisam Adası adetâ bir cehenneme dönmüştü. Neye uğradığını şaşıran
elikanlı haydutlar ve onların hempaları sivil ahalide, birbirine karışmış
halde, dağlara, vadilere, mağaralara,mahzen-lere sığınmaya koşuyorlar, ancak
çok kişi telef oluyordu. Limanda ki kayıklara binerek kaçmaya çalışan isyancılar,
bir yandan ne yapacağını şaşıran ahali, en akıllıca olanı yaptılar. Teslim
bayrağını çektiler. Ada'nın Rumlara aid her evinde yatak çarşafları teslim
bayrağı olarak kullanılır olmuştu. Yapılması gereken işlem bu operasyonun
dünya devletlerine memleketin iç işi olduğunun anlatılmasıydı. Tabii ki; kabui
ettirilmesi de önemliydi! Sadrıazam ve hükümetin bütün mensupları bu hususda
aynı noktada müşterek olduğundan büyük devletlerin ses çıkarmamasını temine
muvaffak oldular.
Avlonyalı Ferid Paşa pek aktif davranarak, bilhassa
balkanlardaki devletimizin valilerine gönderdiği emirlerle Yunan
konsoloslarının her hareketinin ciddiyetle takip edilmesi ve en başda Selanik
Valisi Rauf Paşa olduğu halde bütün valilere devlet-i âli yye aleyhinde
konuşan konsolos da dahil olmak üzere bütün hariciyecilerini hudud hâricine
çıkarma yetkisini vermişti. Hakikaten, bu talimat geldiği esnada Serez
vilâyetimizde bulunan Yunan konsolosu, Osmanlı devleti aleyhine konuşurken
cürm-ü meşhud hâlinde yakalanmış ve apar topar hudud dışına çıkarılmıştı.
Alınan bu kesin ve yerinde tedbirler her tarafta te'sirini göstermişti. Her
yerde bir sessizlik hâkim olmuştu. Sisam Adası olayı gelecek nesillere de bir
örnekti. Avlonyalı Ferid Paşa ve hükümeti, padişah ile işbirliği, kaderdaşlık
yapmak suretiyle haşaratı sindirip, başarıyı yakaladılar.
Akabe Olayı
Tarih 1322/1906 senesini gösterirken Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa
ile meşhur Gazi Ahmed Muhtar Paşa'nın oğlu Gazi Mahmud Muhtar Paşa elele
vermişler İngilizle ri tedirgin edecek mesele çıkarmayı kararlaştırmışlar,
bunun içinde aslı astarı olmayan bir problem ortaya çıkarmışlardı. Güya Mısır
ile Osmanlı Devleti arasında bir hudud ihtilafı meselesi varmış! Akabe'den,
elAriş'e kadar uzanan ve Sina yarımadasını iki ye bölen bir hat'dan
bahsederler. Aslında böyle bir hat hiç bir zaman çizilmiş değildi. Eğer böyle
bir hat hakikat olup itibar edilen bir şey olsaydı, Osmanlı devleti bu hat'da
dayanarak Süveyş Kanalına kadar sokulma yetkisi taşıyabilirdi. Şüphesizki
îngilizlerde buna rıza göstermezlerdi.
1881'de Arabi Paşa'nın milliyetçilik adı altında ırkçılık güderek
gerçekleştirdiği isyan sonrasında, Mısır resmen İngiltere'nin himayesine
girmişti. Arabi Paşa dindaşının dizinin dibinden, düşmanının ayağının altına
uzanma hainliğini irtikâb etmekten fütur getirmemişti. Süveyş Kanalı Mısırın
can damarını teşkil etmekteydi. Bu hattın devamı Hindistan'a kadar
uzandığından, önemi pek çok artmış oluyordu! O nisbette de Osmanlı-İngiltere
münasebetlerinin gerilmesine sebeb teşkil etmekteydi. Sadrıazam Ferid Paşa bu
işi tahkiki vazife addetdi. Bahriyye ve Harbiye nezaretlerinde bu meseleye dâir
bütün evrakları babıâii'ye getirterek bizzat meşgul oldu. Malumat sahibi
olmaları muhtemel zevatı yanlarına celbedip, müşavir olarak istihdam etdi.
Netice de, böyle bir hattın, mevcud olmadığı gibi kimsenin de böyle bir iddiada
bulunmadığı belirlenmişti. Ferid Paşa ise, bu iddiayı dikkatle incelemekteyken,
Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa ve Mahmud Muhtar Paşalar da, İngilizler aleyhinde
padişah'i iknaa etmeye çalışmaktalardi İngilizlere haklı olarak daima menfi düşünceler
taşıyan Sultan Hamid, sadrıazamının tutumuna bu safhada kızmaya başladı. Ne var
ki; İngilizler fitili ateşlemişler, amirallerinden Lord Fişer komutasındaki
gemilerini Midilli Adası önlerinde son emri almak üzere demir attırmıştı. Avrupa
devletlerinin geneli böyle davranırlar. Nerede ihtilaf vu-kubulmuşsa oraya
donanmalarını yollarlar. Müzakere hususunda baskı unsuru olarak kullanırlar!
tcab edersede bombardıman ederler! Cezayir; Fransızların bu tarz müdehalesine
maruz kalmıştır. Daha sonraları da, Trablusgarb'de İtalyanlar da aynı taktiğe
baş vurmuşlardır.
Hemen ilâve edelimki donanmay-ı hümayun, İngiliz ve
Fransızlannkine faik şekilde olsa idi, bu mühim bir baskı unsuru sayılan
gemileri startejik bölgelere yanaştırıp,ülkemiz üzerindeki istihbarî ve
dezonmormayyonları, destabilizas-yonları deneyen devletlere bu adetlerinden vaz
geçmeleri ihtar olunurdu. Ne yazık ki etrafı denzilerle çevrili bir ülke olmamıza
rağmen, süngümüzler boğazlara kilit vurmuş bir milletken donanmasını 16.asır
hâriç kullanamamızın sebebini insanımızın genellikle evinin erkeği olmasındaki
isteğe bağ-lamakda pek hatalı olmaz.
Ferid Paşa'nın Böldüğü Çâre!
İngiliz donanmasının Midilli önlerinde demir atmış olması hassas
padişahı hayli tedirgin etmişti. Alman hayranı. Hıdiv ve Mahmud Muhtar Paşalar,
sonunda İngilizlerle, Devlet-i âliyyenin başını derde sokmuştu. Ferid Paşa bir
günde üç defa istifasını sunmuştu, Cennetmekân'da her seferinde ret cevabı
vermişti. Salim bir kafanın, istifaret çekişmesinden çıkaracağı sonuç, bana
kalırsa padişah'in, Ferid Paşa'ya işi sen halletmelisin tâli-matını imâ yoluyla
belirttiği hükmünü çıkarmak mümkündür. Ferid Paşa verdiği üç istifanın da birbiri
peşine ret şeklinde sonuç vermesi bizim acizane yukarıda serdettiğimiz imâ'nin
anlaşılmış olması ile olacak derhal İngiltere'nin İstanbul'daki b.elçisi Sir
Nikolas O'conor'a bir arabulucu gönderip randevu talep etmek oldu. Aslında hiç
yoktan koca sadnazam, b.elçiden randevu almak mecburiyetinde bırakılmıştı.
Yoksa esas olan görüşmek için babi-âlî'ye davet teamüllere uygundu.
Yapılan görüşmede b.elçi ve sadrıazam böyle bir olay olmamış gibi
telakki olunmasını kararlaştırdılar. Her iki taraf bu tedbire muvafık davranışa
dâir centilmenlik sözü verdiler. Beri yandan İngiliz entelijans servisi işi çok
iyi anladı! Hıdiv Abbas Hilmi Paşa ve Mahmud Muhtar Paşalar kendilerine çıkar
sağlamak ve İngiltereden Mısır için genişçe yetki ve maddi menfaatler teminine
çalışıyorlar, hiç düşünmedende Osmanlı devletinin tehlikeye düşmesine zemin
hazırlamış oluyorlardı. Entelejans servisin anladığını sanki Abdülhamid hân
anlamamişmıydı? Öyle olmasaydı Ferid Paşa değil üç istifaname gön dermek,
saray'a çağırılır mühr-ü hümayun elinden alınır idi.
Avlonyalı Ferid Paşanın sadaret dönemi; İttihad-ı Terakki cemiyeti
hafi'yesinin vâni ittihad ü terâkki gizli cemiyetinin çalışmalarının gerek
askeri gerekse mülkî alan da inkişaf kaydetmesi önlenemez bir devir olmuştur.
Padişahı kendi fikirlerine imale etmek istiyen guruplar biribirilerine olmadık
yalana müstenid atıf ve de jurnallere baş vuruyorlardı. İttihad ü terakki
cemiyeti, masonların kucağına oturmuş onların localarından gelen taktik ve
talimatlarla hedeflere kilitlenmişti. Bu hedeflerin ilkini meşrutiyeti
meri'yete koymak teşkil ediyor idi. 30 yılı aşkındır dar bir kadro ile ülkeyi
idare eden Padişahın, elini kolunu meşrutiyetle bağlamak daha sonra da
kendilerine daha uyumlu gördükleri veliahd Reşad efendi'yi taht'a çıkararak
uğursız emellerine ulaşmayı kuruyor lardi.
Şartların Yardımı
1871'de Mısır'da husule gelen Arabî Paşa isyanı adlı ırkçı
harekât, yavaş yavaş balkanlarda da, Sırplar, Bulgarlar, Karadağlılar,
Arnavutlar gibi unsurlarda da görülmeye başladı. Osmanlı devleti kavim ve
milliyetçilik üzerine te'sis olunmadığından bahse konu günlere kadar bu
hususda benzer sıkın-Ulara uğramamıştı. İttihatçılarda hâkim olan Türkçü
politik anlayış ve Turan avazeleri istenileni getirmedi amma moza-ikde ırkçı ve
milliyetçi cereyanların bütün şiddetiyle vücud bulmasına kötü örnek teşkil
etdi. Bütün bu oluşumları, Avrupa ve Rus menfaatleri finanse ederken
Yahudilerin Filistinde devlet kurması na zemin hazırlandığı zihinden uzak
tutulmamalıdır. 1812'lerde bağımsızlık imkânı elde etmiş Yunanistan, daha
1897'de yediği sopayı unutmuş, tevessü etme, yâni Osmanlı toprakları
istikametine yönelik genişleme hareketini çeşitli hile ve yollarla temine
çalışmaktaydı. Bu hallere zami-meten Abdülhamid hân'ın açmış bulunduğu
mekteblerden mezun olan genç subaylar, bilhassa Makedonya çeteleri ve
çetecileriyle, Bulgar istiklâliyet çeteleriyle dağlarda ve ormanlarda
çarpışırken çektik leri eziyete bakmayıp, müslü-man milletimiz üzerindeki
menhus gayelerine hiç kafa patlatmadan, hâttâ katlolunan ahaliyi ve de şehid
düşen silah arkadaşlarını unutarak bunların lehine haklılık payı aramaya,
onlara saygı ve sevgi besleme ahmaklık ve hainliğine düş-müşerdi. Bunları
böyle, avlayan neydi? Cevap verelim: poziti-vist anlayışın determinizme
dönüşmesi! Başladığı an resuller devreden çıkarılır. Islâmın temel direği
sünnet-i seniyye ihmal hâttâ yok sayılabilir ki, artık ölçüsüzlük hâkim oluyor
demektir ki,bunun da mânası, belân hazırlanıyor ve sen bunu kapmak için hızla
koşuyorsun hakikatidir. Bu gün bile insanlar ve müslümanların bir bölümü
"Hubbui vatan minel imân" hadisi'nin üzerinde, sahihmi? Değilmi?
münakaşasını yapmıyorlarmi? İşte o gün eksik olan ecnebi ve bilhassa Alman
ekolünün zabit hocalarının dayadığı mektep müfredatı daha ilk mezunlarında
tehlike çanlarını duyurmuşsa da, duyacak kulak bulunamamıştır!
Evet! Hürriyet, Müsavat, uhuvvet sahte sloganları, oltanın ucuna
takılan solucan olmuştu. Yine askerî mekteplerde dâhil olmak üzere İttihadçı,
mason gibi muzır cemiyet mensuplarının bu okullardaki muallimleri anlayışlarını
zerk etmiş oldukları millet evlâdını fikren iğfal etme ihanetini sergilemişlerdi.
Asayişi teminle vazifeli Osmanlı birlikleri anlayışın yukarıda
izaha çalıştığımız istikametde gelişmiş olması münasebe-tiyie üzerine aldıkları
işi başaramadılar hâttâ daha sonra da, bizatihi İttihatçıların askerî kanadını
teşkil eden nice genç zâ-bitde kendileri asayişi bozanlar olarak görülmeye
başlandı. [Nitekim; Yüzbaşı Resneli Niyazi Bey İle Enver, Eyüb Sabri gibilerinin
hem de yanında askerlerinin bir kısmıda olduğu halde dağa çıkıp oradan,
Osmanlı Saray telgrafanesine itaat yerine, tehdit ültimatomları
göndermedilermi? Bu organize hareket masonların arzu ve hedefi istikametinde
inkişaf ederken, artık devreye ecnebi devletler sefirlerinin ülkelerinden
Osmanlı meşrutiyeti yeniden uygulamaya başlasın babında-ki talimatlar yağmaya
başladı.
Avlonyalı Ferid Paşa'nın Arnavut olması, padişahında bu
mensubiyeti göz önüne alması ve kendisine altı yıla yakın makamı sadaretde
hizmet vermesini Arnavut ileri gelenleri nin takdir etmeleri ile devlete
bağlılık hisleriyle meşbû olurlarken, İttihatçılarla birlik olanları ise kralı
ve bayrağı ayrı olan bir Arnavutluk gayesi gütmekteydi.
İttihatçıların Tabancaları
Balkanların mühim şehirlerinden; Selanik, Manastır, Serez, Filibe
ve Yanya gibi yerlerde asayiş maalesef maslub olmuştu. 8/temmuz/1908'de
Arnavut Şemsi Paşa; genç bir teğmen olan Atıf (Kamçıl-İamir suikasdı davasında
idam olundu) efendi tarafından postaneden çıkarken atılan beş el atışla
öldürüldü. Bu suikastında faili yakalanmadığı gibi korunma ve gizlenme imkânı
da bulabilmişti. İşin bir başka yönü ise; Şemsi Paşa'nın öldü rülmesinden iki
gün önce yâni 6/temmuz/1908 günü alaylı bir zabit olan Resneli Niyazi Bey
emrindeki bölük ile Resne'yi basmış, doğruca gitdiği posta-neden:
"kırksekiz sa at içinde meşrutiyet ilân olunmaz ise padişah kendini
tehlikede bilsin!" şeklinde telgraf çekmişti. Az sonra Niyazi Beyin bu
harekâtına katılan başka bir subay daha çıktı. Bu zat bilahire hanedana damad
olacak olan ve Abdülhamid'in vasiyeti olan, beni Sultan Fatih'in türbesinin bir
kenarına defnedin, arzusunun yerine getirilmesini engelleyen kişi Enver
Bey'dir.
Olayın Bamteli
2.Abdülhamid hân hz.lerine pek bağlı olan ve mertliği ile tanınmış
Arnavut Şemsi Paşanın son hizmeti; Rumeli ordusunda bulunan, genç subayların,
İttihad ü Terakki Gizli cemiyetine âzalıklarını, efendisine telgrafla bildirdiği
şu sözler olmuştu: "Zât-ı şahanelerine şimdi hareketimi arz ediyorum.
Asileri hayyen(diri) veya meyyiten (ölü) olarak huzurunuza gönderileceğini
temin ederim!" Ne çâre ki padişahına hizmeti düstûr edinmiş koskoca bir
Paşa, ecel şerbetini evlâdım diye belki kaç defa hitab ettiği genç mülazımın
attığı kurşunlarla içmişdi. "Takdi r'ül azıziyl aliym!"
Yakub Kenan Mecefzâde 1967'de yayımladığı hatıratında, Bu Şemsî
Paşa'nın yakın akrabası İsmail Mahir Paşa'nın bir geceyansı hile ile evden
çıkarılmış ve Divanyolu caddesinde öldürüldüğünü yazar. İhtimâlki, Şemsi
Paşa'nın katillerine ulaşmasını önlemek maksadı na nihayet vermek için bu cinayet
gerçekleştirilmiştir.
Gerek padişahı gerekse sadnazamı bir ortak noktaya götüren yorum
şu olmuştu. Mademaki Şemsi Paşa güpe gündüz işlek bir caddede ve yaverlerinin
ve muhafızlarının ortasında ve gözleri önünde şehid ediliyor. Failde bu işi
yaptıktan sonra sağ ve salim olarak buradan nasıl sırra kadem basıyor? Bu
sorunun cevabını her ikiside mütalaa ettiklerinde aynı sonuca varacak kadar
zekâya mâliktiler! Nitekim sadrı-azam olsun, padişah olsun işin artık
kontrolden çıktığının şuuruna varmışlardı. Disiplin maslub olmuş yâni or tadan
kalkmıştı. Ve de en mühimi yapılan icraat himaye görmekteydi!. Çok geçmeden
padişah ve halifesine bağlı kimselerden olan bazı bölgenin sakinleri,
gönderdikleri bilgiler de, suçlunun ciddi bir aramaya tâbi tutulmadığını,
takibatın ise asla ciddiye alınmadığını bildirmişlerdi.
Ferid Paşa'nın şark dünyasından gösterdiği bu misalden sonra,
dünya siyasasının büyük ustası ve düzenleyicisi İngiltere hakkında, padişahın
düşüncelerini alıp siyasetini tanzimde nazarı itibara alması icab ettiğinin
şuuru içinde oldj-ğundan elde ettiği malumatı, târihe şu sözlerle hediye
ediyor: "Padişah söze ingilizler, bütün müslümanların hâmisi rolünü
takındıkları ve ellerindeki topraklarda bir çok müslüman bulunduğu için,
Osmanlı hanedanını ve halifeleri sevmezler. Bize karşı takındıkları
tavırlarında kendi menfaatlerinden başka bir şeyi düşünmezler. Medeni insan
dost ve düşmanı ayrı tutmamalı, ikisine de aynı muameleyi yapmalı. Zira
düşmanlarına açıkça husumet göstermek akıl kân değildir. Dostlara da, fazla
güvenmek ahmaklıktan ileri gitmez. Biz daima İngiltere'nin dostu görüneceğiz
fakat onun hislerini ve de siyasetini bileceğiz!.." Dedikten sonra
Almanlar hakkında da: "Bunlar asker mijlet. Bunlardan bize fayda
gelir" dermiş. Padişah, sadrıazam Ferid Paşa ya! Ferid Paşa padişahın bu
görüşlerinde samimi olduğunu bildiriyor. Almanları; İngilizler Rus menfaatlerini
Osmanlı üzerinden devşirmelerini kısıtlama manivelası olarak gördüğünü ifade
ediyor. Ferid Paşa; Rusya ile münasebetleri sual ettiğinde padişahın ağzından
şu malumatı alıyordu:
"Rusya büyük bir komşumuzdur! Onunla pek büyükçe geniş
hududlanmız vardır. Topraklarımızın kuzey yönünde olanlarının emniyet içinde
olabilmesi Rusya devleti ile aramızda düşmanlık edip, etmemekle alakalıdır.
Rusları, tahrik edip aleyhimize kararlar almaya mecbur eylemeye ne lüzum
vardır? Beni sokmayan yılan bin yaşasın sözü padişahın çok söylediği
tekerlemelerden olup, betahsis Rusya'ya dâir konuşmalarda beyan
ederlerdi." Dedikten sonra sadrıazam paşa şu enterasan bilgiyi de
naklediyor: "Çar'Iar Karadeniz sahilinde sayfiye şehri olan Livadya'ya yaz
aylarında geldiğinde, Sultan Hamid'de derhal bir heyet gönderir ve
hudud-lanmıza hoş geldiniz anlamında telakki olunacak hediyeler yollardı.
Çar'da bu nâzik davranış karşısında mukabeleten kürkler, ayakabılar ve atlar
hediye ederdi. Bütün bunları yaparken padişah; Avusturya ve Almanya'dan
getirtdiği büyük çaplı topları Rus hududumuzdaki mühim mevkilere yerleştirilmesini
emrederdi. Yüzüne bakan devlet adamlarına da İstersen sulh-u salah, hazır ol
cenge! Derdi.."
Padişah; Avusturya-Macaristan imparatorluğu için sadrı-azamına
şunları söyler, Fransa ile alakalı görüşü beyandan sonra, Fransa ile çok uzun
zamana dayanan bir dost uğun kültürümüzde büyük tesiri olduğunun idraki içinde,
kültür âlemimizin Fransız kültür edebiyat ve san'atının hemen yanı-başinda
olması gerekir. Avusturya Macaristan'a gelince bunların emelleri bilhassa
balkanlarda Rusya'nın tam zıddınadır. Ziya Paşa'nın şu beyitİ bu iki ortağı pek
güzel ifade eder:
"Mestanelerin biribirine arz-ı hulûsu/Çingânelerin şüpheli
imânına benzer" Fakat bunlar görünüşte birlikte hareket etmek
zorundaysalar da istikbalde biribirileriyle karşı karşıya harb edeceklerdir.
Beyanında bulunan padişahın bu sözlerinin, sadrıazam gerçekleştiğini göremeden
vefat etdi amma
sözlerin sahibi hz.Abdülhamid hân, kendi söylediklerinin yerine
geldiğini görmüş idi.
Potemkin Zırhlısı Va'kası
Tarihler 1903'ü gösterirken Karadeniz de bulunan Rus Donanmasının
Amiral gemisi olan Potemkin zırhlısında sosyalist eğilim taşıyanlar bir isyan
başlatmıştı. Kızı! bayraklar çekerek, bulunduğu limandan ayrılmış ve Karadeniz
de kendi basma dolaşmaktaydı. Padişah bu olaya da hemen muttali olmuş,
sadnazamını saraya celbettirmişti. Huzura gelen Av-lonyalı Ferid Paşa'ya:
"Paşa hemen Kavaklara gidiniz. Karadeniz (İstanbul) Boğazının tahkimatını
bizzat kontrolden geçiriniz. Olabilir ki bu asi gemi bizim limanlarımıza
sığınmak ister. Rusya ile aramızı açacak bir hadiseye meydan verebilir. Ben;
Çar'lığa karşı bu harekâtı iyi görmüyorum. Bu bir başlangiçdır. Bu Çarlığın
sonunu bu harekâtın devamı getirecektir. Emrini vermişti.
Ben (sadrıazam) artık hergün Kavaklara gider gelir olduğumdan,
Rusya elçisi bir görüşmemizde: "Sadrıazam Paşa, sizin telâşınızı
anlayamıyorum! İsyan eden gemi bizim zırhlımız, isyancı asker bizim
askerimiz,size ne oluyor?" Sorusu nu yönelttiğinde de, ben: asker de sizin
gemide sizin amma padişahımız bu harekâtı yalnız sizin için değil, dünya içinde
beğenmiyor cevabını vermiştim. Demekte..
Avlonyah M.Ferid Paşa'nın sadaretde bulunduğu yıllar bu makamda
yapılan değişikliğin 2. defa en uzun zamana yayıldığı dönemdir. Devlet
idâresinin çeşitli kademelerinde sakal ağırtıp, dirsek çürütmüş bulunan Ferid
Paşa, baş taraflarda belirttiğimiz gibi padişahının mizacını kendince anlamış
ve devletin zirvesinde karşılıklı anlayışa dayanan, bilhassa ileriyi daima
hesaba katan tedbirlere dayalı siyaset tarzına önem vermiş, padişahla
münasebetlerini ideal seviyede sürdürmüştür.
Bu hakikati aşağıya alacağımız satırlarda pek net olarak görmek
mümkün.31/mart vak'asından sonra ve Selanik'teki Alatini köşkündeki sürgün
günlerinin arkasından Dersaadet'e avdet edip, Beylerbeyi sarayında
menkubiyetinin geri kalan zamanını geçiren 2.Abdülhamid hân, "Ah! Ferid
Paşa hakkın varmış! Bana her hususu hatırlattın. Bense hiç birini dinlemedim.
Ferid Paşa benim sadık adamımdır" dediği yakınları tarafından âa çok defa
dile getirilmiştir. Ferid Paşa; padişahın hemen yakınında bulunanların
kendisini bir çember içine aldıklarını tesbit ettiğinden, Abdülhamid hân'a hatırlatmalar
yapmayı vazife bilmiştir. Padişahın hemen yukarıda Ah! ile başlayan beyanları
bundan neşet etmektedir. Sultan Hamid kendine Saray'da akıllı, zekî ve işibilir
adam istihdam etmek istemekle beraber bu saydığımız vasıfların üzerinde bir
vasfa ihtiyaç duyar ve bunu tercih ederdi ki bu vasfı mümeyyiz sadakat idi.
Sadakat kadar önemli vasıf dünyada çok rastlanır hususattan değildir.
Abdülhamid hân; bu vasfı kendine 6 yıla yakın 2. adam olarak hizmet veren Ferid
Paşa'ya izafe etmiş oluyordu, sadık adamım demekle!
İttihad (İ Terâkkimin İnkişâfı
Ittihad ü Terakki Partisinin ilk kuruluşu aynı zamanda ülkemizde
siyasi parti olarak ilk kurulan parti olması hasebiyle 1890'da Harbiye ve
Tıbbıye-i askeriye talebeleri tarafından kurulmuştur. Bu cemiyetin varlığı bir
haber sonunda 1897'de, teşkilât-ı mahsusaya ulaştığından, yapılan operasyonla
teşkilâtın bazı mensupları ele geçerken, kimileri de Pâ ris'e kapağı attılar.
Burada cemiyet faaliyetlerini devam ettirdi. Sultan Abdülhamid hân'in
serhafiyesi Ahmed Celâleddin Paşa, çıkmış olduğu avrupa yolculuğunda, yine
padişah talimatıyla buralarda anti Abdüihamid'çi tutumlarıyla faaliyette
bulunanları temin ettiği dertleşme ve bulundukları hâle teşhis koyma
seanslarıyla bir çoğunu iknâya muvaffak olduğu görüldü. Bunlara padişahın
tekeffül ettiği görevlerin vaadi ikna hususunda çok işe yaradı. Tabiiki bu vaad
ve tekliflere kapalı kalanlarda oldu. Bunların başında Ahmed Rıza Bey geldi. Bu
zâta bağlı kalan bir kaç kişi de Pâris'de başlattıkları rejim muhalefetiyle
İttihad ü Terakki cemiyetinin ortadan kalkmasını önledikleri gibi adetâ
yeniden bir doğuşu sağladılar dense yeridir. Bu Ahmed Rıza Bey'in babası da,
1876 meşrutiyet meclisinin ayanından, yâni senatörlerinden idi.
Bunlar olup biterken Asaf rumuzlu şiirleriyle tanınmış güzel
gazeller yazan Mahmud Celâleddin Paşa, 2. Mahmud dönemi kapdan-ı deryalarından
Dâmad Müşir Halil Rıfat Paşanın mahdumuydu. Hanedan üyeliği münasebetiyle çok
genç yaşda vezir olmuş ve nazırlık dahi yapmıştı. Ki bu paşa 1890'da hanımı
Seniye Sultanhanımdan bile habersiz olarak oğulları Selahaddin ve Lütfullah
Bey'leri de yanma alarak, Belçika'nın Brüksel şehrine firar etti. Burada
JÖnTürk anlayışını devam ettirdi. Kendisi öldükten sonra ademî merkeziyet ve
şahsî teşebbüs nazariyesi sahibi olarak bu misyonu, geleceğin meşhur Prens Sabahaddin
Bey'i olarak tanınacak olan oğlu devam ettirdi. %
2. Abdülhamid Hân'ın Yıldız Sarayında şifre kâtipliğinde bulunan
Mehmec! Selahaddin Bey'in, "Bildiklerim" adlı eserinden,
İttihatçıların adişaha muhalefet edeceğiz diye naşı! beynelmilel bir teşkilâtın
mihverine girdiklerini ortaya koyduğu malumata bir atf-u nazar eyleyelim:
Siyonist Toplantısından Esinlenme
Harb-i umûmiden bir iki sene önce İsviçre'nin "Bal?" şehrinde
Mösyö Volkon'un başkanlığında teşekkül edip, toplanan siyonist kongresinde
ittihatçılarla alakalı olmak hasebiyle çok önemli olan açılış nutkunda yer
alan bazı maddelerini tercüme ederek sayfamızı süslüyoruz ki, bizim batı klüp
maceramız daha 1890'larda bir rota çizip yürürken, hangi niyet ve düşüncelerin
peşine takıldığımızı aşağıdaki ifadeler gözlerimize ve izanımıza gör işte,
beynelmilelcilik ve küreselleşmeyi hangi zihniyetin uzun zaman önce tezgâhın
kurulduğunu öğrenelim dedirtecek ifşaat.
Siyonistlerin Kongresinden Açiliş Konuşmasından Pasajlar
Rusya'da ki museviler hakkında reva görülen mezalim ve haksız
zülumlar günden güne daha tahammül edilmez raddeye gelmektedir. Romanya
hükümeti ülkesindeki musevi-lerin ıslah ve ahvali hakkında bazı ankâm-ı
muahedata rağmen kendi arazisindeki musevileri bütün hukuk-u siyasiye ve
medeniyelerinden mahrum bırakır. Başka ülkelerin bazıların da musevilere
karşı, doğru sayılmaz batıl fikirler gösteriliyor. Gün geliyor, en
ehemmiyetsiz bir hadise münasebetiyle musevilere karşı hakiki bir nefret
gösterildiği gözleniyor. Yegâne ümidimiz Türkiye'dedir.(î) Bir gün olup da ahvalimizde
bir iyileşme eseri görülürse bunun Türkiye saye-_ sinde(!) olacağına şüphe
yoktur. Senelerin inkilâbat-ı siyasesiyesi üzerine diğer ülkelerdeki gibi din
kardeşlerimiz öteki ,. Kavimlerin hâiz oldukları hukük-u menafiin aynına mazhar
olmuşlardır. Musevilere Türkiye de verilmiş hukuk eşitliğinin ciddiyetinden
emin olmak lâzım gelir. Zâten ötedenberi museviler hakkın da iyi niyetli
davranmışlardır. Her yerde bize nazar-ı istihkar ile bakıldığı ve hak kımızda
çeşitli ve haksız zülumlar reva görüldüğü halde, geçmişde Türkiye İspan ya'-dan
tard olunan museviler için sığınacak bir yer olmuştu. Museviler; o zaman
Türkiye'nin misafirperverliğine nasıl gü-venmişlerse şimdi de öyle güveniyorlar.
Vakıa Türkiye de si-yonizm aleyhinde bir cereyan-ı efkâr peyda olmuştur. Tek
tük kişilerden bazılarının cahil bedhahlığı neticesinden olan bu hareket ve
cereyan uzun müddet süremez. Zira bu cereyan bir takım muhakemâtı bâtıla,
doğru olmayan istihbarattan doğmuştur. Bizim en çok teessüf ve teessürümüze
mucib olan şey; bizim gibi musevi olan bazı kişilerin, efkâr-ı umûmiyeyi bizim
aleyhimize çevirmeye yardım etmeleridir. Bu gibiler bu hareketleriyle bütün
musevilerin refah ve saadetini duçar-ı tehlike ettiklerini hiç düşünmüyorlar.
Mamafih bir gün gelecek ki hakikat meydana çıkacak ve o zaman
"siyonizm" hareketinin gerek museviler ve gerek Osmanlı devleti için
büyük bir ni'met(!) olduğu anlaşılacakdir. Osmanlı memleketleri iktisat
nokta-i nazarından asırlarca ihmal edilmiştir. Türkiye bu gün her zamandan
fazla dışarıdan gelecek ve faydalı bir unsur(!) teşkil edecek muhacirlere
muhtaçdır. Türkiye için, melcesiz museviler kadar sadık(!) fai deli muhacirler
bulunamaz. Türkiye'nin anayasası bizim emniyet-i şahsiyemiz(î) için bir zaman-ı
kefalettir.
Osmanlı devletinin topraklarının tamamlayıcı bölümünden olan
Filistin topraklarında sığınacak bir yer tedâriki-ne(!) hedeflenmiş düşünce
gereği kendi mukad deratımızı Türkiye'ninkine rapt etmiş bulunuyoruz. Göya
(Filistin toprağını) devlet-i Osmaniye'nin cisminden koparmağa ve müstakil bir
musevi devleti kurmaya çalıştığımızı iddia edenler bunu ya kara bir cehalet(!)
veya büyük bir hİ-yanet(!) sâikasıyla söylüyorlar. Güya bütün mesâi ve
teşeb-büsatimız(!) müstakil bir musevi hükümetinin teşkiline dönük ve
masruf(!) bulunduğu hakkındaki masallara halkı inandırmak için doktor Herçil
(gazeteci Dr.Teodor Herzl) tarafından kaleme alınan "Hükümet-i
Museviye" nâmındaki eser öne sürülüyor. Bahse konu eserde bast-ı temhid
edilen nazariyat ve mütalaat bizim hatt-ı hareketimize esas olmak üzere
gösteriliyor. Halbuki bu muhakeme-i akliye(!) yukarıdaki iddiaların bâtıl
olduğunun en sarih delilidir.
Herçel; "Hükümet-i Museviye" unvanlı eserini yazdığı zaman
siyonizmin henüz ne olduğunu bilmiyordu.(!) Dr. Herçel, meselesini dünyanın
lalettayin bir köşesinde bir hükümet-i museviye vücuda getirmek suretiyle, hâl
etmek fikrindeydi. Mamaafih; Herçel, Siyonistler ile münasebete giriş-dikten
ve hareketimizin mahiyetini(î) lâyıkıyla anladıktan sonra müstakil bir hükümet
(sevgili okurlarım burada biz metne bağlı kalma gayreti içinde hükümet
yazıyoruz. Aslında sizlerin bunu devlet olarak mü-talaa etmesini hatırlatmaya
cü'ret ediyorum.M.H)-i museviye teşkili meselesini bir daha ağıza almadı.(!)
Programımızda emellerimizi, ümidleri-mizi, maksadımızı kısa ca izah eyledik.
Siyonizm, arz-ı Filistinde museviler için hukuk-u umumi-yenin
taht-ı temininde olacak bir melceyi tedarikine matuf bir hareketdir. Dikkat edilsin,
bir hükümet-i museviyeden değil, ancak ecdadımızın vatanında bir melce
teşekkülünden^) bahs ediyoruz. Öyle bir melce ki, orada musevi sıfatıyla
yaşayabileceğimiz hiçbir mu amele-i itisafkâraneye maruz kalmaksızın evsaf ve
hasail-i milliyemizi muhafaza edebileceğiz.
Biz, yeni ve hür Türkiyede(!) emniyet-i şahsiye ve milliye-mizin
meşrutasında(î) görüyoruz. Mamaafih; bizim, hükümet-i Osmaniye'den taleb
etmeye mecbur olduğumuz bir şeyi varsa o da musevilerin bilâ kayd ü şart
tâbiyyet-i Os-rnani'yeYe dâ hil olmalarına imkân bırakılması ve kendilerinin,
bilâ mânia(!) musevi milletinin adâb ve âdetine göre yaşayabilmeleridir. Bizim
gaye-i âmalimiz(!) mâmur ve kudretli bir devlet-i Osmaniye içinde müreffeh bir
millet-i museviye hâlinde demgü-zar olmaktır.
Siyonist kongresi reisi mösyö Volkon'un bu nutku çok dikkatle
mütalaa olunursa, Siyonistlerin kimler olduğu ve siyo-nistlik ne demek ve ne
maksad için te'sis ve teşekül ettiği tezahür eder. Mösyö Volkon'un nutkunda:
<yegâne ümidimiz Türkiye sayesinde olacağına şüphe yokdur.> demekte.
Şu cümlelerle demek istiyor ki; Türkiye hükümeti bizim olmamızdır.
Plânımız mucibin ce onu alt-üst ettikmi bizde bir iyileşme eseri görülüyor,
yâni arzu ettiğiniz yahudi hükümeti olur, bu da ancak Türkiye sayesinde olacaktır
demek İttihad ü Terakki cemiyeti hükümeti sayesinde demektir. Mösyö Vol-kon
diyorki: <Türkiye'de musevilere tanınan hakkı hukukun, ciddiyetinden emin
olmak lâzım gelir> Bu tabiidir. Memleketimiz zâten kendi ellerinde
olduğundan, istedikleri gibi hukuklarını tanzim ve temin ettiler.
Yine mösyö Volkon diyorlar ki; oiyonizm hareketinin gerek
museviler gerekse devlet-i Osmaniye için büyük bir niğ-met olduğu
anlaşılacakdır> İşte bu cümle en ziyade nazar-ı dikkati çekmesi gerekendir.
Zira mösyö Volkon, biz yahudiler yâni Siyonistler Almanya' yi elde ettik.
Türkiye'yi ele onunla ittifak ettirdik ve Almanya'yı harb-ı umûmî için
hazırlamaktayız. Bir harb-i umûmî zuhurunda Türkiye'ye vaad ettiğimiz ve
onunla ahalisi-ni iğfal ettirdiğiniz (Turan) yapılırsa, Türkler için bir nimet
olur bize de vaad edilen Arz-ı Filistin verilir. Yahudilerde bu niğmetten
müstefid olur. İtikadında olduğundan bu cümleyi dermiyan ediyoruz. Bununlada
dediğimiz gibi Almanya hükümeti ile ittihad ü terakki cemiyeti siyonistie-rin
emellerine ve emirlerine amade birer âlet olduğu anlaşılıyor.
Bir de kongre reisi mösyö Volkon'un: <yeni ve hür Türki-yede,
emniyet~i şahsiyyemizin ve milliyemizin kefil ve kefaletini Türkiyenin
müessesat-i meşrutisinde görüyoruz> demekte. Zira on senedir Türkiye
hükümeti demek Siyonistler demektir. Buna hiçde şüphe miz yok. Meşruti
müessese tâbiriylede ittihad ü terakki cemiyetini imâ eden mösyö Volkon'a biz
de sual edelim ki; yeni ve hür dediği on senelik cemiyet-i ittihadiyeyi ve
Siyonist hükümeti olmadan evvel, acaba eski Türkiye, yahudiler hakkında mezalim
ittisafatında bulundu mu?
Yoksa inkılabdan beri kendilerinin terbiye ettiklerinden olan
reisler mütegallibesinin cemiyeti ittihad ü terakkinin, yaptığı cinayetler ve
zülumlardan yüzbinde birini yaptitni? Eski Türkiye; ittihad ü terakkinin,
hristiyanlar hakkında reva gördüğü davranışlardan birini yapmak veya mâbed ve
mez-heb-i diniyeleriyle musevilerinkine tariz ve müdehale ettim i? Yalnız; eski
Türkiyenin kabahati, Siyonistlere bende olmadığı ve "Arz-ı Filistinli
onlara vermeği vaad eylemediği değilmi-dir?
Bu meseleye uzun uzadıya temas ve tetkıyke şu eser mü-said
olmadığından sözü uzatmadan, vakit israfına lüzum görmüyorum. Sayfalarımıza
aldığımız nutkun bazı bölümlerinin tercümesini ve bu hususdaki beyan olunan
görüşü İstanbul'da yayımlanan "Beyan-ül Hak" ceridesinin,
Trabzon'daki "İkbâl" gazetesinden nakille yazdığı makale ve beyan-ı
mütalaası, okuyucularımızın düşünce dünyasında aydınlanmağa kifayet eder.
Sureti
"Trabzonda yayımlanmakta olan İkbal Gazetesinden İktibastır"
Evet. Bu yeni düşman bundan yirmi asır evvel, Osmanlı
imparatorluğunun Arz-ı Filistin Nâmiyla yâd olunan bir kıtai kıymetdârandan
(topraklarından) hicrete mecbur olmuş İbranilerin ahfadı olan bu günkü
musevilerin müfrit düşünce sahiplerinden, Siyonistler adını taşıyan kitledir.
Fikirlerini yaymaları siyonizm adı ile yapılmaktadır. Bu yeni yahudilerde,
ecdadının Ben-i İsrail topraklarında ganude-i türab-ı âdemi olan hatırat-i
mâziyesini ihya etmek ve araziy-i mukaddese de, yeni bir devlet-i
mütemeddine-i İsrailîyeyi teşkil ve te'sis etmek ve nihayet bütün bütün
dünyadaki musevi-leri, arz-ı mev'udun kızgın çöllerinde, münbit vâdile rinde
"Hz.Musa"nın mabud-u âzami ile olan mülakatı ve "Evamir-i Aşere"nin
alındığı mahal olan füyuzatlı semânın kubbei şaşaadan altında, diğer kavimlerin
kahredici pençesinden, kurtararak berhayat-ı istiklâl ile vâyedar bir ömür,
huzur ve sükûn ile yaşatmak ve bu amâl-i azîmle bu gün yaşıyorlar. Dünyanın
dört bir yanına saçılmış, mevcudiyet-i siyasiyye-sini kaybetmiş bir millet-i
kadime için bu emel tabii haldendir. Fakat; vatanın her köşesini ne şekilde
olursa olsun, istilâcı kuvvetlere karşı müdafaa etmek de tabiatıyla mâkul ve
meşrudur.
Binaenaleyh; Siyonistlerin bütün bu emel uğrundaki te-şebbüsatını,
adım adım tâkib etmek ve ona göre memleke-temizde engel olucu tedbirler alalım.
Hükümetimizin, daha doğrusu milletimizin en mühim vâzifei vatanperverânesidir.
Bu günkü düşmanın memleketimizi fethetmek hususundaki amal ve hareketini imâni
bir nazarla tetkıyk edersek hiç şüphe yokki garib bir fikr-i istilânın
karşısında bulunuruz. ..Sahai arzda neşvünema bulan insan neslinin vakit vakit
aileler ve kabileler, devletler kurma hususundaki geçirdiği şekil ne maziye
nede günümüze asla benzerliği olmadığını görürüz. Çoğunlukla harp ve darp ile
gasb, yağma ve tagallüple kurulmuş olan devletlerin, velhasıl mahsul-ü tahakküm
ve zülüm olan devletlerin tekâmül menkıbeleri münasebetleri olamayacağını
görürüz. İşte bu gün kü devleti melhuzenin gelecekdeki varlığı da 20. asrın,
bedî-i harikuladesi gibi yeni bir bedia-i medeniyet, yeni bir numûnei galibiyet
olarak, bu asr'ın ve belki de gelecek asırların bir vaka-i Önemsizi telakki
edilecek bir tarzda hayat bulmak istiyor. Devlet ve milletimizin kudret-i
ictimaiyyesi ve siyasiyyesin-den temenni edelim ki vatanımızın bu kıymetli uzvu
şimdi ve gelecekte, üzerinde böyle bir hâ dise-i harikulade ile imtiyaz
alamasm. Arz-i Filistin ile civarında, Suriye topraklarında, BeriyetüşŞam'dâ
ve nihayet Irak-ı Arab'da, bütün o havali-i kadime-i İsrailiye de geniş arazi
satılması, musevİ muhacirleri iskân etmek ve bu yolla mübarek yerde, gelecekte
istiklâlini elde edecek, İbraniler kavi bir mevcudiyeti canlandırıp, zaman
zaman ihtilâl teşebbüsleri ve de isyanlar ile muhtariyete veya mümtaziyete nail
olarak velhasıl dev-let-i Osmaniyeyi maddi ve mânevi yönden zayıf düşürerek,
onun enkazı üzerinde yeni bir uzviyet-i siyasiye kurmak suretiyle vârisi
ebedisi olmak siyaseti Siyonistlerin esas ül esas, hareketleridir. Bununla
beraber maksada varmak için takip olunan diğer yollar vardır; ki onları da
Siyonist lerce "Musevi Prensi" yâd edilen, Rusyalı Oşiken adlı
yahudinin"Program" unvanıyla yayımladığı eserinden öğreniyoruz.
Oşiken, bunları dört noktada topluyor:
1) Arz-ı Filistin de servet
ve marifet cihetiyle galip gelmek.
2) Yahudilerin bütün
kuvvetini ve sermayesini tanzim edip yükseltmek
3) Musevilerde milliyet hissini çoğaltıp,yaymak.
4) Maksadı temin için
diplomasî yoluyla mesâi sarfetmek.
Birinci yoldaki başarı arazi satın almakdan ibarettir. 1839
senesine rastlayan 1255 hicri senesinde ilân edilen tanzimat "Hatt-ı
Hümayunu" ile memleketimiz de hukuk-u medeniye ve sîyasiyye esasları
konarak; müsavat ve hürriyet ikilisi, rüşeym (cenin) hâlinde meydana çıkınca
bundan cesaret bulan yahudiler, iki bin sene evvel terk ettikleri Ku-düs-ü
Şerif Sancağı havalisine hicrete başlamışlar ve bu ana kadar yüzbin nüfusa
baliğ olmuşlardır. Bunların ancak onbini Osmanlı tâbiyetinde olanlardır. Roçild
gibi ünlü yahu-di zenginin yardımları sayesinde, yüz bin dönüm kadar arazi
satın almışlardır. Osmanlı imparatorluğu gibi geniş arazisin de, yüzmilyon
nüfusu bile besleyebilen fakir ve medeniyete ihtiyacı olan bir devletin muhacir
kabulü, memleketin imân nokta-i nazarından caiz hâttâ şâyan-ı makbulse de,
vatanın bir parçasına yerleşip de, servet biriktirip kudret sahibi olduktan
sonra imtiyaz sahibi olma siyasetini güdüp, ica-bındada kıyam edecek her hangi
bir ferdi, kitle hâlindeki muhacirleri hudud-u hâkimiyetten bir adım ileri
geçirme-mekde daha çok elzem ve önemli bir vazifedir. Bu gün Rusya gibi
Siyonizm tehlikesine mâruz kalan bir devlet, yahudi-'erin esasen pek câhil ve
gafil olan moskof köylülerine karşı sahip oldukları üstün sosyal hayatlarını
kendi milletinin saadeti için bir felâket sayarak, onları cidden
uzaklaştırdığını düşünürsek, bizim Siyonistlerin öncüsü olarak telakki edilen
musevi muhacirlerin kabulü ile kendilerinin arazi almalarına razı gelmememiz
icâb ederken aksini yapmamız büyük hatalardan sayılır.
Rusya'dan musevilerin uzaklaştırılması yeni bir hadise olmadığı
gibi bizde istimalin siyasetide yeni işletilmiş değildir. Komşumuzdaki bu
teyakkuz ve şiddete mukabil bizde kötülüğü affedici merhamet ve gaflet ne
kadar üzücüdür. Mâma-afih geçmişte bu merhamet ve gaflet son zamanlarda
"âmal-i şahsiye" endişesine münkalip olduğuna ve bunun daha ziyade
felâkete sebeb olacağına şüphe yoktur. Hâttâ gizli ellerin bu temayülat-i
milliyetperveranelerine inzimam eden ihtirasları devam ederse kısa zamanda
Osmanlıların başına bir Siyonizm gailesi çıkacağından bihakkın endişe
edilmelidir.
Beyan Öl Hakk Ceridesinin Mütalaası Suretidir
Siyonistlik hakkındaki şu ifadeler evvel ve âhir Beyan ü! Hakk'ın
takıyb etdiği esasları iyice andırıyor. Allah korusun siyonistliğin Filistin
topraklarını girmesi İttihatçı siyasi cemiyetin yardımcısı olan farmasonlukla
girdiğini bir çok delil açıklıyor ki memleketimizde Siyonizm tehlikesi bizi
nasıl düşündürüyorsa, farmasonluk da o tehlikenin aşağısında değildir. Hâttâ
doğru olduğuna göre Filistin topraklarında toplanan Siyonistlerin farmasonluk
usûlüne uygun bir mahkemenin bulunduğu ve bu mahkemenin hükümlerine
cümlesi-ninde boyun eğdiği söyleniyor ki, bu da bütün hukuk kâidelerinin
üzerinde bir harekettir. Siyonistlik ile Farmasonluğu inkâr edenlerin kulağı
çınlasın.
(Beyan ül Hakk-26/k.evveI/1327)
Masonluk Ve Farmasonluk Cemiyeti
İslamcı bir yayın politikası olan Beyan ül Hakk gazetesinin
yukarıdaki görüşleri hakikati pek güzel ortaya sermektedir. Siyonizm İle
farmasonluğun ayrı ayrı hususlar olmayıp birbirinin mütemmimi olduğundan bu
hususda uzun uzun münakaşa kapısı açmayıb bir kaç sözle iktifa edeceğim. Farmasonluk
ile siyonistlik ve bunlar gibi cemiyetlerin kurulması birer gizli maksadlarının
gerçekleşmesi içindir. En eski ve insanları aldatıcı cemiyetlerin başında
farmasonluk geiir. Farmasonluk (mason) duvar yapıcısı mânasına gelir.
İşte farmason kardeşlerin, kurup teşekkül ettirdikleri farmason
localarının maksadları güya biribirilerine yardım etmek ve insanlığa hizmet
vermek içinmiş. Mukaddes kitapların dördünden hiç biri birbibirinize yardım
etmeyeceksiniz, demiyor. İnsanlar kardeş değildir demiyor. Demek oluyor ki
İlâhi emir ve irâde kâinatta mevcudinsanların kardeş ve biri-birlerine yardımla
mükellefdirler diyerek ayrıca vazifelendirmiş oluyor.
Bu bakımdan dört kitabdan birine bağlanmış olan insanoğlunun bu
mason localarıma girmesine lüzum yoktur. Madem ki Cenâb-ı Hakk hz.lerİ: bizlere
biribirİmize yardımı emr ettiğine göre insanlara yardımcı olmak Allanın emrine
uymak vâzifemizdir. Ne var ki insanoğlu Cenab-ı Allah'ın bu emrine uymak
yerine, şunun bunun yazmış olduğu programa uygun olarak hareket ediyor. Bu
teşhisi dikkatle yorumlamak gerekir. Bu cemiyetin insanlara yardım için
kurulmuş olmayıp, gizli ve özel bir maksada dayanarak kurulduğu görülür. Bu
yüzden de insanlar bir şeyin ne olduğunu iyice öğrenmeden dış görüntüsüne
aldanmamak için tetkiklerini güzelce yapmalı, böyle yapmadan ne bir cemiyete
nede bir fırkaya katılmamalıdır.
Hakikat bizim için meçhul İse de, Öğrendiğimiz kadarı ile
farmasonluğu icad edenlerde dünyayı kandırıp, bütün dinleri ortadan kaldırarak
dünya'yı ele geçirmek varmak istedik leri maksada ulaşmak, menfaat temin etmek
istiyenlerdir ki daha sonra ortaya çıkan cemiyetlerde onlardan hayat bulmuş ve
dünyayı bu günkü hâle getirmişlerdir. Masonluk; elde ettiğimiz bilgilere göre
her ülkedeki terbiye ve seviyei sosyalite-sine göre belirlenir. Bizimkilerin bir
istibdad zemini üzerinde faaliyet gösterdiklerine bakarsak, meşrutiyeti elde
ettikleri güne kadar yapmış oldukları faaliyetlerin içinde yer alan cinayetler
de maksada ulaşmak için vak'i olduğundan, makbul ve memduh kabul edilse bile
inkılabın peşinden medeni bir şekil almağa onları mecbur ederdi. Halbuki
bildiğimiz bu reislerin, her fazilete bir sürü günahlar işleyerek mukabeleyi
adet edindiklerinden, farmasonluğun kabul ettiği esaslara dahi aynı
lâubalilikle İhanet etmekden kendilerini alamamışlardır.
Şu ileri sürdüğüm görüşlerin esasa pek uygun ve mutabık olduğu
fikrini muhafaza ediyorum. Bu görüşümdeki ısrarın takdirini müsbet ve menfi
olarak telakkiyi okurlarıma bırakıyorum.
Masonluk ve
siyonistlikden dolayı ittihad ü terakki cemİ-j
yetinin kısa zaman zarfında yaptığı kötülükler ve cinayetler dahi, bu
ısrarla ileri sürdüğüm görüşlerin isabetine yeterli delil teşkil eder.
Siyonistlere bende olanT bizde ki ittihatçı kardeşler, güya insaniyete
muavenet ve yardım edecek olan bu cemiyetlerle, koruyucuları olan Almanya
imparatorundan aldıkları emirler üzerine ülkemizde yapmadıkları kötülük ve cinayet
kalmamış ve doğrusu kendilerinden olanlara, mensub oldukları mason cemiyeti
programı üzere muavenet ve yardım etmişlerdir."
Görülüyorki; İttahad ü Terakki gizli cemiyetinin inkişâfı,
gizlilik kaidesine, yeminle işe sarılmaya, beynelmilel ihanet kuruluşu mason ve
siyonist talimatlara uygun olarak kurulması ve yine bu talimatlar
muvacehesinde hareketlerle başarı(!) gösterdiğini İleri süren Mehmed Selahaddin
Bey, bize söyleyecek bir şey bırakmayacak tarzda meseleyi sergilemiş
bulunuyor. İttihad ü Terakki cemiyetinin içindeki çekiş meler ayrıca kadîmden
beri birbirlerine rızay-ı ilâhiyeye önem vererek tartışan insanlar, hased ve
kıskançlık girdabı içine düşerek, birbirlerinin kuyusunu kazmaktan, karalamaktan
içtinab etmemişlerdir.
Nitekim; Mehmed Selahaddin Bey bizlere şunları ulaştırıyor:
"Ahmet Rıza Bey; onseneden beri kendine rakip gördüğü yüksek şahsiyet
sahiplerini, çeşitli müfterîyatia (iftira) karalamakmakdan geri durmamış olduğu
gibi kendiside ülkeye hiç bir fayda sağlamaya muvaffak olamamıştı. Ahmed Rıza
Bey'in uğruna feda edilen hamiyyet sahibi vatansever insanların içinde pek
kıymetli zevatın başında gelen Mizancı Murad Beyefendinin, kadr ve kıymeti
takdir olunup, cemiyetin başkanlığında tutulsa idi ,plke ve devlet büyük
istifadeler te'min eder ve cemiyet de de, kişiler aklına gelen fenalıkları icra
edemezdi. Ne çâreki; merhum Murad beyefendi gibi ilim ve irfan sahibi olan
hürriyyet seven:
"Bilinmez arifin asrında asla kadr-i asan
Muhikkİ hâkle sencidedir nakd hüner dâim"
Mazmununca hâlî hayatlarında takdir olunamayip ebediy-yen
kaybından sonra aramla gelmiş olduğundan ötedenberi yetersiz ellerde kalan
kulların işleri lâyıkiyle yürütüle memiş memleket felâketden felâkete düşerek
bu günkü hâle gelmiştir." Demek suretiyle ittihatçılar hakkında onara
yakın kimselerle bir arada bulunmuş bilgilere nail olarak târihe açıklama
borcunu ödemiş bir zat oluyor böylece Abdülhamid hân'ın şifre kâtibi Mehmed
Selahaddın Bey merhum. Bahse konu ettiği Mizancı Murad Bey'in bahse konu gizli
cemiyetin, gizli reisi olarak veya açığa çıktıktan sonra legal başkanı olarak
yüksek meziyetlere sahibliğini ileri sürerek bu cemiyetin böyle milletimizi can
ve mal kaygısına düşürecek oyunlara, milletimizin târih sahnesinden yok
olmasına sebeb olacak ahvale müsaade eylemezdi demek suretiyle bu zat hakkında
aşağıdaki satırlarda şu bilgileri naklediyor: "Murad beyefendi zamanımızda
eşi ve benzeri az görülmüş, yazar ve ediplerden biriydi. Mizancı Murad Bey;
senelerce umumî târih öğretmenliğinde bulunduğu mekteb-i mülkiye de
yetiştirdiği talebenin doğrulayacağı gibi gayet hamiyyetli, vatansever nâdir
bulunan kimselerdendir. Siyasetde; "üstaz-ı Millet" lâkabına hakkıyla
vâsıî olmuştu. Bu zat son derece ahlâklı, nâzik ve merhametli bir şahsiyetti.
Vasıflarım saymak; Murad Bey'in ne kadar muhterem olduğunu ortaya koymak
bakımından isabetlidir. Mizancı Mehmed Murad Bey'in kıymetli eserlerinin
bazıları şunlardır: <Taharri-i İstikbâl (Geleceği Aramak), Muhtasar ve
Mufassal Târih-i Umûmî, Nesl-i Cedid, Mücahe-de-i Milliye, Târih-i Ebu'i Faruk,
Hürriyet Vadisinde Bir Pen-çei Istibdad> vesairedir. Heiede <Tatlı
Emeller ve Acı Hakikatlere eseri cidden nâmını methettirecek eserdendir."
Murad Bey hakkında öz bir biigi sunan Mehmed Selahad-din Bey,
Ahmed Rıza Bey hakkında da bir miktar malumat aktarmakla bizlere ikisi arasında
bir mukayese imkânı sunuyor: "Merhum Murad Beyefendi gibi muktedir
zevatın ve va-tanperveranın hayatlarını ifna eden ve şehid edilmelerine se-beb
olan Ahmet Rıza Beyefendi .hakkındada bir miktar malumat vermeği münasip
sayarım.Ahmet Rıza Bey, Osmanlı yazarlarından ve cemi yetinde ilk azalarından
Dr. Şerafeddin Mağmumi Beyefendinin "Hakikat-ı Hâl" adlı eserinde
yazılı olduğu gibi, İngiliz Ali Bey denmekle tanınmış bir zatın oğludur. Ahmet
Rıza Bey'in tahsil derecesine gelince annesi Nemçe (Avusturya)li bir kadın
olup, onun terbiyesi altında büyümüş ve annesinden terbiye-i Osmaniye alamadığı
gibi, vatanına vede milletine karşı bir muhabbet bağlılığı hisset meye
yarayacak dersler alamamıştır. Avrupa mekteplerinde de yedi-sekiz sene kadar
bulunmuştur. Pâris'de ziraat ilimleri tahsil eden Ahmet Rıza bey, bir müddet
Bursa idadisi ve ziraat mektebi öğretmenliği ve müdürlüğü görevinde bulunmuştu.
Meşrutiyet ve hürriyet sever kimselerden olan A.Rıza Bey Bursa'da kaldığı
dönemde orada yayımlanmakta olan edebî dergilerden "Fevaid" ve
"Nilüfer" adlı olanlara gerek nesir gerekse nazım olmak üzere makale
ve manzumeler yazıp neş rine teşebbüse geçerdi. Resmî ve dini bayramlarda Sultan
2. Abdülhamid hân'ın medhini yapan manzumeler yazardı. Ancak yazdığı bu
manzumelerden menfaat temin edemeyen A.Rıza Bey, Paris'e geçip oralardan
buraya yazı yazma hususuna karar verir. Çok kısa zaman sonunda Bursa'yı
ter-Gederek, Paris'e savuşur. Tabii Paris'e gidişini ilmini ve tahsilini
arttırmak bahanesini ileri sürermiş. Halbuki "Hakikat-i Hâl"
risalesinden aynen naklini uygun gördüğümüz aşağıdaki beyanatta: <Pâris'de
yaşadığı müddetçe, ne tahsili yaptı-9" herkesçe meçhul ve ilmî ziraat
öğrenmiş bulunduğu kenelerinin söyledi ği bir şeydir. Kendisi hiç bir ilmin
hiç bir şubesinin ve fünununun vâkıfı değildir. Ayrıca malumatfuruşluk
derecesinde genel malumatdan da mahrumdur. Riyaziye ve ulûm-u tabiyyenin de
kayikine değil, başlangıcına dâir bir sohbet açılsa, çok büyük bir cehalet
sergiler. Osmanlı topraklarının tarihi ve coğrafi durumu hakkın da, işlerin
yapılması hususu hiç aklından geçmemiştir. Türkçeyi herkes kadar yazar ve okur.
Almancayı biraz anlar. Pederlerinin lakabının lisanı olan ingilizceden bir tek
kelime bile bilmez. Fransızcasi da, ikameti kadar çok değildir. Yazılarını
başkasının tashihinden geçirmeden baskıya vermez. Pâris'de A.Rıza bey'in
üzerinde kalan, pozitivizm felsefesidir. Ömrünü atalet ve tenbellik içinde
geçirenler gibi zavallı Ahmet Rıza Bey'de bilemedi ki anlamadığı pozitivist
salonlarında sakal uzatmış beyhude Ömür geçirmiştir. Bilemediği, anlamadığı
diyorum; çünkü felsefe, zübdei ulûm (ilmin Özeti) ve hülasai fünûn (fenni özet)
demek olup, ilimde ve fenlerde bilgi sahibi olanların meşgul ve istifade
edeceği hikmet dersleridir. Yoksa başlangıcını bilemeyecek kadar ilmî sermayesi
olmayan züğürtlükle, felsefe anlaşılmaz. Bir muarn-ma, karışık bir düstur,
içinden çıkılmaz bir bataktır. Rıza Beyefendi tahsil derecelerini ve iktidarını
göstermiş olduğundan daha fazla bir şey söylemeğe lüzum yoktur. İttihat ve
terakki cemiyetinin medeni ulemasından olan Ahmet Rıza Efendi bu derece cahil
olduğunu meclis-i mebusan başkanlığı ve azalığı esnasında da isbat etti. Ahmet
Rıza Bey'de var olan bir meziyet, kibir ve gurur ile kin vede garazdır.
Yukarıda izah edildiği gibi İstanbul'da hürriyet taraftarları tarafından
kurulan ittihat ve terakki cemiyeti başlan-gıçda zulümlere son vermek, Osmanlı
kavmi necibinin muhtaç ve müstahak olduğu hürriyet ve adaleti taleb ve devlet
ile ahali arasında kesintilere maruz kalan muhabbet ve rabıtayı yenilemek vede
kuvvetlendirmeye çalışmaktı. Vatanperverane, hamiyyetkârane olmak üzere millet
işlerini birleşerek ve gayretle yerine getirmeye davet idi. O zaman bu
niyetlerle kurulan cemiyete, namuslu kimselerin ve iktidar sahiplerinin bir
çoğu katıldığı gibi şahsından ve nefsinden başka bir düşüncesi olmayan, devlet
ve milletine karşı muhabbet hisleri beslemeyen bazı habis hâinler, vatanseverlik
ve maskesi altında bu cemiyete tabiatıyla girmişlerdi. İşte erbab-ı vicdan ve
haysiyyetliler yanına kendilerini katarak ve böylece muvaffak olan bu hâin
habisler âleme kendilerini vatanperver göstermeye başlamışlardır. İşte bu Ahmet
Rıza Beyde kendini bu kisvede gösterenler arasında ittihat ve terakki
cemiyetine girenlerden biridir. Genç münte-sipler, bu gurur abidesi Ahmet Rıza
Beyi yükseK makamlara çıkardılar. Ancak bir müddet sonra da ne mal olduğunu
anladılar. Fakat bu seferde düşmanlarını sevindirmemek için uzun müddet Rıza
Bey'in kötü davranışlarını Örtmek gayretinden geri durmadılar. Ahmet Rıza
Beyefendi hare-ket-i akliye ve cahiliyesiyle, her geçen gün kötülüklerini
zi-yadeleştirmiş, şiddetlendirmiş, avrupadaki cemiyetin bağlısı ferdlere reva
gördüğü hakaretler ve çevirdiği dolaplar ve mefsedet kalmamıştı. Cemiyetin
üyelerinin tamamını gü-cendirmişti. Merhum Murad Bey, bu adamın
değiştirilmesini sağlamak üzere vazifeli kılınmıştı. Ancak; bütün çalışmalar
vede gayretler boşa giderek* A.Rıza Beyde bir salâh görülmemişti. Bunun
üzerine cemiyet Ahmet Rıza Beyin son yaptığı kabahat ve cinayeti ortaya koymuş
ve cemiyetle alakasını kesebilmişdi. Cemiyetten uzaklaştırılıp, ihraç edilin Ahmet
Rıza Bey, süt dökmüş kediye dönerek cemiyetin kararını ne protesto edebilmek
nede masumluğunu ispat etmek için dava açmaya cesaret bulabildi. Çünkü kendisi
de kabahatinin farkında idi. Bunlar; bu noktaya geldikten sonra artık ne Ahmet
Rıza Bey ne de arkadaşları üfke üzerinde oynayacak başka oyunları
kalmadığından ses etmekten mahrum kalmayı seçip, bundan sonra olsun, felâkete
sürükledikleri memleketin üstünden ellerini çekmeleri icâb eder. İttihat ve
terakki cemiyetinin kuruluşu esnasında, Ahmet Rıza gibi kimseler ile on
seneden beri bu cemiyete katılan haydut çetesi azalarını andırır kimseler bu
cemiyette barınmaya imkân bulamasalardı belki bugün bahsekonu cemiyetten hiç
kimsenin şikâyeti olmazdı. İşin garib tarafı şu-rasidır, ki Ahmet Rıza Beyde, bu
kadar cahil ve ahmak olmasına rağmen on seneden bu tarafa iktidarın içinde,
hayatiyetini devam ettirmiştir. Buna akıl sır erdirmek güçse de doğrusu bu
şahsın talihi demek kabildir.> 1890'da İttihad ü Terakkiye vücud veren
Şerafeddin Mağmumi böyle bir mukayese ile kanaatini târihe aksettiriyor.
Avlonyalı Ferid Paşa Sadareti Ve Meşrûtiyet
Yukarıda Avlonyalı Mehmed Ferid Paşanın sadarete getirilmesinin
ardından uzun süre bilme şansı yakalandı istikrar hususunda. Ülke bir çok
atılımlara, bir çok tesislerin yapılmasını temine muvaffak oldu. Demiryolları
ise haylice mesafe almış oldu.
Ne varki; beynelmilel yahudi plân merkezi, 1897'deki Ba-zel
şehrinde yaptığı meşhur siyoniztler kongresinden sonra kürre-i arz'da bir
destabilizasyon gidişatı başlattı. Her şeyi birbirine karıştırtıyor, büyük
devletler arasında meseleler ihdas ediyor, petrol yataklarını ve boğazlan
elinde tutan Osmanlı devleti, muhtemel bir genel savaşda yıkılması gerececek
hedefler arasında yer alıyordu. Bu arada 1897 Bazel Siyon kongresini toplamış
olan ve burada kararlaştırdıkları 24 maddelik protokolleriyle yüz yıllık bir
plân tezekkür ettirip, bunu tatbike koyarken, kapısını çalmaları gereken ilk
ülke devleti âliye olduğunun şuurunda olarak Emanuel Kara-so adlı İtalyan ve
Osmanlı tebaalı, Selanikli meclisi mebusa-nımızın üyelerinden bu yahudi, Teodor
Herz'ii Sultan Ha-mid'in huzuruna çıkartarak, görüştürdü. Osmanlı devletinin
borçlarını tekeffül eden Herzl, Sultan'dan Filistin'de iskân edilmeleri için
yahudîlere toprak satılması ve yer tahsis edilmesini istedi. Sultan Hamid
bunun kabil olmayacağını ifade etti. Böylecede, beynelmilel yahudi hareketi
des~ tabilizas-yon, yâni mevcud yapıya ve nizama anarşi, isyan, soygun,
yürüyüş, miting, velhasıl insanları çeşitli kamplara bölecek ne varsa ve
biribirlerine düşman edecek hangi vasıtalar varsa harekete geçirmek suretiyle
ülkeye ve idareye zaaf getirmek böylece de yıkılış veya yaşamak arasında
muhayyer bırakma plânı başlatıldı.
Makedonya meselesiyle ilgili bölümde, genç zabitlerimizin buradaki
yerli hristiyan ahalinin mücadelesine haklılık payı bulmaya koyulmuş olduğunu
belirtmiştik, tşte balkanların yine kaynamağa başladığı görüldü.
padişah-vçjJahd ve vefa
Ferid Paşa'nın sadareti esnasında husule gelen istikrar sayesinde
ve padişahın dikkatli ve ferasetli bir şekilde olanı biteni gözlemesi,
milletler arası meselelerde dengeye çok dikkat etmesi devam ederken, yahudi
hareketinin yön değiştirdiğini görüyor, fikri/fiayat açmış olduğu mekteplerde,
ecne-''erden gelmiş öğretmenlerle bir nev'i batı kültürünün münevverlerimizi
sardığını görüyordu. Fakat; bu arada Yahudi Filozof Durkhaymin ırk- çı
görüşleri de, ancak müslümanlar kardeştir, diyen dinimiz insanları arasında
revaç bulmaya başladı. Bu da yahudilerin yeni bir manevrasından ne'şet etmişti.
Osmanlı devleti, içinde otuza yakın ırk'ın bulunduğu bir halitaydı. Kimisi buna
mozaik diyor, kimileri de, ebru diyorsa da, adil Osmanlı idaresi asırlardır bu
ırkları ve diğer din mensuplarını inşa niyetin muhtaç olduğu şefkatiyle bir
arada yaşatmaya muvaffak olmuşken, ırkçı nazariyenin etrafı sarmaya başlaması,
balkanlarda, Kafkas'ya'da Ceziret'ül Arab'da bu görüşe meyyaliyet tehlike
çanlarını çalmağa başlamıştı. Günlerden bir gün Melingin idaresinde Yıldız
Sarayının bahçe düzenlemesini yaparken, bir bahçıvan yamağı da tarhları tanzim
etmektedir. Acele içinde olacak genç bir zabit, az önce bahçıvan yamağının
tanzim ettiği tarha basarak geçer. Şivesinden Arnavut olduğu anlaşılan yamak,
az önce düzelttiği tarhı geçen zabitin arkasından söylenir: <Bre aptal
Türk> şeklinde. O sırada köşkün balkonundan bu sözü işiten Sultan Hamid
yamağa şöyle seslenir: <işini yaptığın şahisda bir Türk'tür. Utan söylediğin
söz günahtir> mealinde ikazda bulunur. Onun için hiç kimse ırkçılığa
tevessül etmemesi lâzım geldiği gibi başkalarına da başka ırklarada
hakareteamiz beyanda bulunmamalı. Bunu temin edecek husus din-i islâ-mın emir
ve Peygamber! Zişân'ın tavsiyelerini yerine getirmekle olur bir de hangi
ırkdan olursak olalım, Türk milletini İslama bin yıldır kılıç ve kalkan
olduğunu göz önüne alarak bu milletede vefa gösterilmeli diye düşünüyorum.
Sultan Ha-mid'in pek önem vermiş bulunduğu sadakat ve vefa meziy-yetine sahip
Osman isimli bir mabeyncisi vardı. Şişli ilçesinin Osmanbey semtinin adı bu
zattan gelmektedir yine bu semtin â!a ve rânalığı her İstanbullunun malumudur.
İşte bu adın bu semte nasıl verilmişnin hikâyesini nakledelim: "Sultan
Hamid'in bir başmabeyncisi vardır ki iri yarı, doğru sözlü ve biraz da kaba
sabadır. Avrupa saraylarında bu işleri yapacak kişileri narin, nâzik ve güzel
söyleyenlerden seçerler. Hakan hz.leri de, evvelâ sadakati tercih eder. Diğer
durumlara fazla önem vermezlerdi. Sultan Hamid, her hafta daha sonra, halife
ve padişah olacak veliahdı olan kardeşi Mehmed Reşad Efendi ile yemek yerlerdi.
Başbaşa yemek yenip, kahveler içildikten sonra nazik padişah sarayın
iç-merdivenlerine kadar Reşad Efendiyi saray'm uğurlama nezaketini gösterirdi.
İşte bunlardan bir tanesinde veliahdı uğurlayan padişah, biraderinin gidişini
dalgın nazarlarla seyretmekteyken yukarıda bahsettiğimiz başmabeynci aşağıdan
yukarı merdivenleri çıkmaktadır. Mabeynci; veliahdın aşağı inmekde olduğunu
görünce hemen merdivenin sağına doğru çekilir. Ellerini göbeğinin önünde
kavuşturup büyük bir edeble veli ahdi selâmlar. Reşad Efendi hatır sorduğunda,
mabeynci: 'gece gündüz sağlığınıza dua etmekle meşgulüz' cevabını verir. Ne
çâre ki bu sözleri merdiven başında duran padişah duymuş ve çok kızıp geriye dâireyi
mahsusa-sina çekilirler. Başmabeynci merdivenleri çıkıp padişahın odasına girip
arz'da bulunacağı sırada padişahın asık suratıyla karşılaştığı gibi ateş saçan
gözlerle yüzüne bakarak şunları söylemesine maruz kalır: 'Ben sarayda düşmanım
olduğunu biliyordum. Fakat seni bunların arasında saymazdım. Yazık git gözüm
seni germesin' Der.
Başmabeynci şaşkın ve tek kelime dahi söyleyemez. Bir hıçkırık ve
durmadan akmaya başlayan gözyaşları! Saray'dan çıktığı gibi evine gider ve
odasına kapanır. Kimseyle görüşmeyip ağlamaya devam eder. Bir ay sonra durumu
öğrenen Sultan Hamid haber gönderip vazifeye devam etmesini emreder.
Başmabeynci veri- len emre derhal uyar ve işe başlar. Çok geçmemiştir ki, Reşad
Efendi yine mutad yemeğe gelmiştir ve yemek sonrası hanesine dönmek üzere mahut
merdivenleri inmeğe başlamıştır. Padişah ise; her zaman olduğu gibi merdivenin
başına kadar gelmiş ve baş-mabeyncinin yine merdivenleri tırmanmakta olduğunu
görmüş, hafifçe kendini geri çeken padişah olacakları seyre hazırlanır.
Başmabeynci merdivenin ortasında akıbet veli-ahd ile karşılaşır. Fakat; bu
sefer alelade biri yanından geçiyormuş gibi ne selâm ne sabah yanından yürüyüp
geçer. Veliahd; bu kabalığa şaşar kalır.
Padişahın yanına gelen mabeynciye Sultan Hamid; aferin bak şimdi
oldu. Bir kişiye bir efendi yeter diyerek memnuniyetini belirtir. Böylece
sadakatin ve vefanın, kendince önemini ortaya koyar. Bir müddet sonra Pangalti
ile Şişli arasında bulunan geniş bir araziyi mabeynciye hediye eder. Geniş
arazinin bir köşesine ko nağını yaptıran başmabeynci daha sonraları buralardan
arazi parçaları satar. Yerleşim merkezi hâline gelen semte Osmanbey adı verilir
ki bu Os-manbey, Abdülhamid hân'm mabeyncisi olan Osman Bey'-den başkası
değildir."
İstanbul'umuzun pek önemli iş merkezlerinin bulunduğu mutena bir
yer olan Osmanbey; Cennetmekân Abdülhamid hân'ın sadakatini mükafatlandırdığı
Osman Bey'in adını taşımaktadır. Sultan Abdülmecid'in, Teşvikiye semtini
meskûn mahal kılmak için yaptığı teşvikata, oğlu Abdülhamid'de bu mükafatlandırma
vasıtasıyla iştirak etmiştir. Bizim bu vefa meselesine temasımız asırlarca
devlet-i âliyenin koruyuculuğu altında imran ömreyleyen gayri müslimler ve
farklı ırklara mensup müslümanlar Rus, İngiliz, Fransız velhasıl dış düşman
etkisinde kalarak ayrılıkçı düşünceye düşerek nice <gajleler açarak
insanımızı mahv eden olaylara sebeb olmaya engel sadakatla, vefa ilaçdır
demektir.
Zekiye Sultan Hanımın İfşaatı
Bu çalışmalarımızda istifade ettiğimiz kaynaklardan olan
"Madalyon'un Tersi" adlı eserin, 43. sh.de Sadnazam Meh-med Ferid
Paşa'nın oğlu Celâleddin Paşa, Paris'de Sultan Hamid'in kızı Zekiye
Sultanhammdan bizzat dinlediğini şöyle naklediyor:
"Manastır'da patlayan tabancanın ortaya koyduğu feci-atın
gecesinde babam, babanız Ferid Paşa'yı saray'a davet edip, halvet var diyerek
olanı biteni anlatmasını istemiştir. Biz kafes arkasından konuşulanları
dinliyorduk. Babamın (Sultan Hamid'in), Ferid Paşa'ya ne varsa söyle, saklama
dinlemeye hazırım demesinden sonra, Ferid Paşa 1903 yılını takiben Rumeli'de
çetelerin kurulmuş olduğunu Bulgaristan ve Makedonya üzerinde çalışmalar
yaptıklarını, çeşitli adlar altında kurulmuş gizli cemiyetlerin azalarının
dörtte üçünü küçük rütbeli subayların teşkil ettiğini, vaziyetin vahim
olduğunu nakilden sonra gözlerinden akan yaşları silen pe deriniz (sadnazam
Ferid Paşa), Padişahım! maiyetinizde askerin sevmediği kimseler vardır. Onları
feda ediniz! Nice büyük kimseler etrafındakiler yüzünden felakete maruz kalmışlardır.
Bu ülkenin târihimde son sözü daima asker söylemiştir." Diye nakleden
Zekiye Sultan muhavereyi nakle şöyle devam ediyor: "Padişah sert bir
sesle; Paşa doğru söylüyorsun! Amma hiç isim vermiyorsun! Askerin istemediği
kimlerdir? Sadnazam ise: Efendimiz! Rüşvet, irtikâb, iltimas o kadar çoğalmıştır
ki size hangi ismi vereyim? Asker deyince bir kaç paşa, bir kaç miralayla ifade
olunamaz. Ordunun hepsi mühimdir. Küçükleri dikkate alınız. Onların isimleri
yoktur! Fakat cisimleri vardır. Onlar sessiz ihtilâldirler."
(/temmuz/1908 gecesi konuşulanlar bundan ibaret değildi herhalde!
Biz mevzuumuza dahil olanı alıp sunduk. 9/tem-muz/1908 sabahı Mehmed Ferİd Paşa
istifasını sunmuştu. Padişah da nâzik bir teşekkür mektubuyla istifayı kabul
ettiğini bildiriyordu. Böylece 14/ocak/l 903'de başlayan, 22/temmuz/1908'de
son bulan ve 5 yıl, 6 ay, 8 gün süren ve kısa sayılmaz bîr zaman dilimini
kapsayan sadaret dönemi son bulmuş oluyordu. Yukarıda Ferid Paşa'nın istifası
ile verdiğimiz tarih elbette doğrudur. Anca o dönemde de, bugün olduğu gibi
başvekillerin istifasını sunduktan sonra kabulün bildirilmesiyle birlikte yeni
kabine teşkil olunana kadar vazifeye devam ricası bildirildiğinden, Ferid
Paşa'nın son sadaret günü Küçük Mehmed Said Paşa'nın 7. sadaretinin ilk gününe
denk gelir.
Meşrutıyet-I Sanı (2.Meşrûtiyet)
Meşrutiyetin kaldırılmasından ziyâde tatile sokulmasının ne büyük
isabet olduğu, İttihatçıların ülkede estirdiği anarşi rüzgârı sadece sivil
kesimde değil, askerlerde de hem de mektepli ve alaylı diye ikiye münkasım
olmak şartıyla vücud bulmuştu. Az yukarıda yazdığımız gibi, Arnavut Şemsi
Pa-şa'yı gündüz ortasında postane çıkışında şehid edenin Atıf adlı bir mülazım
olduğunu hatırlatalîm. Resneli Niyazi'nin dağa çıkmasını müteakip, Enver ve
Eyüp Sabri Beyler de aynı metodu takip ederlerken bu arada ittihatçı subaylar
ile olmayanlar arasında mücadele o kadar gelişmiştiki, çok daha sonra babıâlî
baskınında vurulacak olan Mustafa Necip, Enver Bey'in (daha sonra Paşa)
eniştesi binbaşı Nâzım Beyi katletmekle vazifelendirilir ve başına gelecekleri
ummakta olan Nâzım Bey değil sokağa çıkmak taburuna bile gitmemektedir. Bu
vaziyet karşısında da Enver Bey'e eniştesini vurulabileceği alana getirmek
vazifesi verilir. Enver Bey'de yeğenlerini, kızkardeşini hiç düşünmeden bu
görevi kabullenir. Evinde kaldığı eniştesini bir evrak imzalatma bahanesiyle
Mustafa Necib'in rovelverini çekip vurabileceği bir cam kenarına getirir.
Ancak atılan mermi durumu fark eden Nâzım Beyin kendini bir kenara atmak
suretiyle ayaklarından yaralanmakla ucuz kurtulduğunu görüyoruz. Bunlar
olurken Şehid Şemsi Paşanın yerine Manastır'a gönderilen Osman Fevzi Paşa bu
göreve geldiğinde iki bin kişilik asker sivil karışık bir ittihatçı çete
tarafından esir edilip, dağa kaldırıldı. Posta -hanelere ardarda telgraflar
veriliyor, bunlarda meşrutiyetin ilânı isteniyordu. Küçük subaylar
hareketlenmiş ve gerçek bir ihtilâl baş göstermişti. Yukarıda yer alan Zekiye
Sultanha-nımın Avlonyalı Celâleddin Paşa' ya anlattığı, Sultan Ha-mid'in
dikkatle dinlediği sadrıazamın dedikleri çıkmaktaydı.
Müfettişin İhmâli Varmı?
Hüseyin Hilmi Paşa; Rumeli genel müfettişliği uhdesindey-ken
vazifesinde bir kusur görülmemekle beraber İttihad ü Terâkki cemiyetinin,
masonların ağuşunda neşvünema bulmasında, engelleyici rol oynadığına dâir bir çaba
gösterdiği ileri sürülemez. Orhan Koloğlu Bey; Abdülhamid'in başşehirde
masonların tepesine öyle siyasi tarzda bindiğini beyan eder-ki, cidden
fevkalâde bir tesbittir ve de Abdülhamid'çe alınabilecek tedbi rin böyle
olabileceği herkesin takdir edeceği hususattandır.
Cennetmekân masonların içinde ve dışında aldığı tedbirler
sayesinde nefes alışlarını Yıldız Sarayında duymaktaydı. On-'ann yapacağı
çalışmaları devamlı iane yapmaya dönük işlere yönlendiriyordu. Siyasete dönük
işlere kalkıştıklarında başlarına açacağı gaileyi çeşitli sebeb ve yollarla aba
altından soba göstererek hatırlatıyordu. Bir çok zevat vede bunlardan mason
olmalarına ne lüzum nede inanç bakımından gerek duyacak kimselerin masonluğa
girdiğini görüyoruz. Bunların başında da Sultan Hamid'in dünürü olan, Plevne
kahramanı Müşir Gazi Osman Paşa, dini bütün bir mü'min olmasına rağmen girdiği
mason derneği sandalyesinde, padişahın eli-kulağı olarak bulunma ile
görevliydi. Kıymetli araştırıcı ve Osmanlıdan yana olduğunu hiç bir zaman söyle-meyen
Prof. Orhan Koloğlu, tarafsız görüntüdeki hüviyetiyle doğru bir tesbit olarak
ileri sürmüştür. Orhan Koloğlu hoca bu tesbitinin hemen arkasından da ilâve
eder: İstanbul'da padişah hazretleri, masonları bir hayır derneği mesabesinde
tutmayı başarırken taşrada vede bil hassa baikan vilâyetlerinde haylicede,
elviye-i selâsede masonlar cirit atıyor, jön-türk anlayışına yatak ve dayanak
olmak suretiyle me'şum plânlarını adım adım tatbik zımnında yol almaya başlamışlardı.
Hüküm olarak söylemek gerekirki, bir hukukşinas olan Hüseyin Hilmi Paşa,
Selanik, Manastır, Yanya velhasıl bütün Rumeli yakasında ittİhad cemiyeti
hafi'yesinin yaptığı teşkilatlanma, sabotaj, suikastlarına engel olabilecek
vasıf tan noksan olduğunu söylemek yanlış olmaz.
İşin diğer bir fecaati ise; Bulgar komitecileriyle, Makedonya
meselesi münasebeti ile Yunan palikaryaları ile yaptıkları çatışmaların sonunda
şehid düşen savunmacı silah arkadaşlarını fazla düşünmez, kendilerini
uğraştıran hasımların, kendi ellerinden koparmaya çalıştıkları toprakları,
dörtyüz şu kadar senedir bizimdi, diye düşünmeyip, benim burada ne işim
var"? Psikozuna girmiş olmaları, İslâm fetih anlayışındaki, insan ve
adalet, medeniyet ile inanç hürriyeti getirme emellerini, artık kendi şuurunda
bile taşımayan köksüz ve ruhu desteksiz kalmış bir muharip haline gelmelerinden
kaynaklanmış ti. Bu ampirikçi, pozitivist anlayış, 1880 sonrası maarif
sistemimizin ve askeri mekteplerimizin, Prusya disiplini adı altında,
masonların kucağına düşmüş ve de bir hayli yerli ve yabancı öğretim üyelerinin
tedris ettiği derslerin dayandığı farklı anlayışın ürünü olarak görmek o
dönemin ye-tişdirdiklerine iftira sayılmaz. Çok kültürlü, şâir ruhiu, dış görünüşe
Önem veren, mevki ve makama haris, dini ibadetlere soğuk entellektüeller,
kendilerini şarkın münevverleri değil, garbın şark'a memur ettiği medeniyet
elçileri gibi görmeye başlamışlardı.
Bilindiği gibi Hüseyin Hilmi Paşanın genel müfettiş unvanıyla
balkanlardaki vazifesi meşrutiyetin ilanıyla son bulmak iktiza ederdi. Ne varki
o hay huy içinde üç ay daha devam etti. Daha sonra 1908'de 36 bin krş maaşla
dahiliye nâzında oldu. Ülkenin karıştığı bölgenin umum müfettişi, sonunda isteklerinde
muvaffak olan bölgeye hâkim bulunan ittihatçı asker ve sivili, şüphesizki altı
yıla yakın sürdürdüğü müfettişlik unvanı ile asayiş dahil, her şeyi tam yetki
ile teftişe selahiyeti ve ayrıca da buna muktedir tecrübe ve askeri güce sahib
olduğu halde, paşaların postane kapılarında vurulup öldürüldüğü, katil genç
mülazımın elini kolunu saliıyarak kaçıp gitmesi ve ismi bilindiği halde ele
geçirilememesi, muhalif gücün dereceİ ahvalini belirttiği gibi en selahiyetii
sivilin kılına halel gelmemesi üstüne üstlük, bahse konu cemiyetin üzerinde
gölgesi olduğu kabinede, dahiliye vekâletine getirilmesi, esnay-ı görevde
zâtın, ne şiş yansın ne kebâb kabilin den görev yaptığına işaret ederde, ne var
ki sonunda milletimiz bu bâziçede yandı gitti küi oldu. Dünya müslümanlarının
boynu bükülü kaldı.
Reval Mülakatı adıyla bilinen bir toplantı yapılmış ve bu
toplantıya Rus Çar'i 2.Nikola İle İngiltere kralı 7.Edward, Reval deniz
kasabasında buluşmuşlardı. Konuştukları husus İn-giliz-Rus birlikteliği ve
Almanya karşıtlığı idi. Ancak Almanya'yı ürkütmemek içinde konuşulanların
Makedonya meselesi olduğu, gerek Rusya gerekse İngiltere mesulleri tarafından
efkârı umûmiyeye lanse edildi. İttihatçılar lanse edilen Makedonya meselesini
görüşüyoruz yalan haberine mal bulmuş mağribî gibi sarıldılar ve Osmanlı
paylaşılmakta bunu meşrutiyet kurtarır velveleleriyle ortalıkta haylice gürültü
koparttılar. T.Yıl maz Öztuna Bey, kıymetli eseri Büyük Türkiye Tarihinin 7.
cildinin 216. sahifesinde aynen şunları söyleyerek, İttihatçıların
yaygaralarının iç yüzünü ortaya seriyor: "..İttiahtçılar İngiltere ile
Rusya'nın Türkiye'yi paylaşmaya karar verdiklerini,rejimin devrilmesinden başka
hiç bir şeyin bu paylaşmayı önleyemeyeceğini yaymıya başladılar.
Böyle bir şey bir defa mantıkân imkânsızdı. Başta Almanya olmak
üzere diğer büyük devletlerin kesin muvafakati alınmaksızınİngiltere ve Rusya,
Türkiye'ye karşı hiçbir paylaşma teşebbüsüne geçemezlerdi, ikiye ayrılan
Avrupada da büyük devletlerin ittifak edebilmeleri tamamen imkânsızdı. Ancak
Türkiye'de ortam, bu basit siyasi meseleleri bile kav-uyabilmekten uzak olduğu
için, Reual'de Türkiye'nin paylaşılma kararı alındığı hâlâ bâzı yeni
yayınlarda geçmektedir. Halbuki, Reval mülakatının zabıtları artık
yayınlanmıştır ve bu zabıtlarda,Türkiye'nin paylaşılması üzerinde bir tek kelime
yoktur."
Görülüyorki; değerli okuyucularımız İttihatçılar bir asılsız
İstihbaratın, Özellikle şüyuu sağlanan bilgileriyle hareket etmişler ve
Reval'i kendi ihtilâllerine basamak yapmışlardır. Aynı kadro daha sonra babıâlî
baskınını yaparlarken, sadrazam Kâmil Paşa'yı Edirne'yi düşmana veriyor, o
karan imzalamaktan men için hareketi yaptık diyorlar. Fakat ne he-yet-i vükelâ
böyle bir şeyi konuşmuş, nede Kâmil Paşa böyle bir kâğıd imzalama dığı sonradan
ortaya çıkmış, ancak işin başka bir tasavvuru oiduğu vâki ise de, bunu bahsi
geldiğinde açıklarız. Ancak, Öztuna Bey'in Reval'de Türkiye paylaşılması
yoktu demesi de pek fazla iyimserlik, çünkü her belge, bir başka hakikatin
setr edicisidir diye bakılması târih ilminin bilhassa diplomatik vak'alarda
daha da fazla gerekmektedir diye düşünüyorum. İttihatçıların, Osmanlıyı
bitiren önlenemez yükselişi, masonların ağuşûnda gerçekleştiğinden, üst
seviyedeki mason olup aynı zamanda İttihatçıların ileri gelenlerinden bir
kaçının meselâ Emanuel Karaso, Talat Bey (Paşa), Manyasîzâde Refik Bey gibilerin
işin hakayıkmadan haberleri vardır belki de böyle bir açıklamayı bu vesile ile
yaptırmak ayaklanmaya sebeb teşkil ettirmek, Talat Bey gibi cidden serdengeçti
ve komitacı bir şahsın akledip yaptırmakta tereddüt etmeyeceği işlerdendir.
Cebinde bomba taşıyıp, daha sonra başvekil olmuş bir politikacı yoktur tâaki
askerler hâriç.
Bütün bunların sonunda Sultan 2.Abdülhamid, Avlonyalı Ferid
Paşanın halvetde anlattıklarından sonra tatile soktuğu meclis-i mebusanı,
milletin meşruti idareye alışabilecek kıvama geldiği bahanesini kullanarak,
yeniden mer'îyete koy-mağa karar verdiğini açıkladı böylecede,
mason-siyonist-itti-hatçı üçgeninin plânladığı kanlı bir ihtilâlle padişahı
devirme zevkini kursaklarında bırakmayı başardı. İstifa eden Avlon-yalı Ferid
Paşa da yeri ni Küçük Said Paşa'ya teslim etti. Ay-nı zamanda 1897 savaşından
beri Seraskerlik makamında bulunan Mehmed Rıza Paşa vazifeden alındı yerine
Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Reisi Müşir Ömer Rüşdü Paşa getirildi.
Rumi/10/Temmuz/1324-miIâdî 23/Temmuz/1908'de meşrutiyet İlân
edilmiştir.
Sultan Hamid'de bu İlânı yapmakla karşısındakilerin bütün
kozlarını elinden şimdilik almaya muvaffak olmuş, millet ve Orduy-u Hümayun
mensuplarının bir avuç bölümü hâriç, padişahım çok yaşa diye bağırmaktaydılar.
Yıldız Sarayı önlerine gelip tezahürat yapıp ömrünün uzun olmasına dua ediyorlardı.
Bu arada otuz yılı aşkın süren dönemin haklı-haksız sürgüne gidenleri,
hapislerde olanları bir aff-ı umûmiye nail ediliyorlar bu sebeble de, bu gibi
insanların evlâd ü iyâlleri de padişahın bu lütfûna teşekkür ediyordular.
Dikkat edilmesi gereken bir husus ise gazetelerde yer alan yazılar umumiyetle,
gizli teşkilat ittihatçıların bu oluşun banisi, Enver ve Niyazi Beylerin bu
işin müncî'i olduğu kafalara çakılmağa gayret ediliyordu. Tabiiki karakter
bakımından maluliyeti olanlar duruş ve davranışlarında değişiklik meydana
getiriyorlar, kimisi devr-i istibdadın menhus kimseleri olmalarına rağmen saf
değiştiriyorlar yalanlarla efkâr-1 umumiyeyi bulandın yorlardı. İlân-ı
meşrutiyetten bir müddet evvel Bur-sa'ya sürülmüş olan Fehim Paşa'aha li
tarafından linç edilmişti. Adlan hafiye'ye çıkanlar büyük sıkıntılara
uğruyorlar-dı. Şimdi biz, meşrutiyetin ilânından sonra "Babıâli'nin İçyüzü"
adıyla kaleme alınmış bir risaleyi ilk defa Osmanlıca'dan latinize edip, bir
miktarda sadeleştirerek sahifemizi süsle-yelim diyoruz. O günlerin sıcaklığı
içinde yazılanları öğrenmiş olalım.
Babıâli'nin İç Yüzü!
"Kalmasın dünyada hiç bir şey rifhan" diyen şâir bence meçhul
olmakla beraber, söylediği beyitten yola çıktığımızda bunun târih ilmi
açısından pek doğru bir tesbit olduğunu kaydetmekle bu çalışmayı bilgisayarımda
tuşlamaya başlamayı tercih etdim. İstanbul 'un fethinden sonra dünya devletlerinin
gerek büyükleri, gerekse ikinci ligdekileri vede bunların birlikte
üzerlerine.;zülüm ile gidilen bilhassa ada devletçiklerinin yalvaran bakışları
bu şehirde dünya nizamını sağlamayı kendine inandığı din ve kitabın yüklemiş
olduğunun İdraki içindeki Osmanlı Devleti yönetimi günü geldiğindebnb!-âlî'den
ida re olunmağa başlamıştır.
Bu satırlarda karşınıza geçtiğimiz çalışmaya bağlı olmayan ve
devrin kendine has hâli hasebiyle, kendi zaviyelerinden görüşlerini r.
1324/m.l908 tarihinde başlıktaki adla Artin Asaduryan matbaasında tâb olunmuş
yazarı meçhul mütercimi T. ÎS rümuzlarıyla verilmiş bir kitabı sadeleştirmek
ve buradaki yazanları sizlere aktardıktan sonra bu hususda kendi kanaatlerimi
çalışmayı tamamladıktan sonra aynı eserin tenkıyd ve tahlilî adıy la sizlere
okutmaya çalışacağım. Bunu da dikkatle tetkik ederseniz bilhassa Sultan
cennetmekân Abdülhamid-i Sânî dönemi hakkında bir mülahazaya daha sahip olmuş
olursunuz..
Sevgili okurlarım; biz eskilerin, cennetmekân demek suretiyle
safımızı belirttiğimiz Sultan Abdülhamid hân devrini ve idaresini mümkün
mertebe his cephesinden nakle çalişmı-Şizdır. Böyle yaptığımız esnada da
insanımızın kimi kısmı bu devir hakkında ağzını açar açmaz "devr-i
istibdad"da diye söze başlaması zaman zaman dikkatimi çekerdi. Bunların
arasında nice edip, devlet adamı ve askerî rütbelerin evci bâlası olan
müşirliğe gelmiş ve yüksek karakter sahibi ve destansı bir ömür sürmüş Çerkeş
Deli Fuad Paşa'nında olduğunu derhâtir ettiğimde, hemen aklıma 1878 savaşının
Şıpka Kahramanı adını almış bulunan, Sultan Aziz zamanında askerî mektepler
nazırıyken bu padişahın tahtdan indirilmesinde rol oynamış Süleyman Hüsnü Paşa
düşüverdi.
O Süleyman Hüsnü Paşa ki Osmanlı batı cephesi kumandanlığına
tayin edilmiş genç Mehmed Ali Paşa'yı dinlemiş olup çağrısına uymuş olaydı,
dünya târihi daha o gün bambaşka bir yola girebilirdi.. Bu itaatsizliği onu
kerameti kendinden menkul Şıpka Kahramanlığına taşıdı amma savaş sonrasında
muhakeme ve bir daha İstanbul'u görememe cezasına çarptırıldı. Fetihten sonra
Çandarlı Hâli! Paşayı cellâta veren Sultan Fâtih hz. lerini düşünürseniz,
Abdülhamid hân'ın Süleyman Hüsnü Paşayı katlettirmemesinde yatan merhamet
duygusu ve ölüm emri verecek güçlülüğü taşımamaktan kaynaklandığı
düşünülebilir.
Görüyoruz ki; istibdadın sıkıştırdığı iki müşir ki bu emri
dinlememezlik vukubulduktan sonra Süleyman Hüsnü Paşanın, Mehmed Ali Paşanın
yerine başkumandan tâyin edilmiş . olduğunu hemen buraya sıkıştıralım. Buna
karşılık Çerkeş Deli Fuad Paşada aynı savaşın gerçek bir kahramanı olup Elena
meydan muharebesinin besalet sahibi ulvî bir kahramanıdır. Devr-i istibdad
denilen dönem bu ayrı taraf insanını aynı cezaya müstahak görmüştür.
Bütün bunları geçenlerde sevgili dostum Mustafa Özdamar
beyefendiyle görüşür iken, onun pek güzel bir tâbiri oldu aynen
benimsediğimden sizlere de duyurayım: "Bazen tarihçiler ve tarihle meşgul
olanlar meylettikleri taraf lehine, bok örtücülüğü yapıyorlar" demek
suretiyle işin bam teline bastı.
İşte biz bu kitapçığı sizlere sunduktan sonra hemen üst satırdaki
tesbite uygun tarzda, tenkıyd ve tahlile geçeceğiz.
Babıâli'nin İç Yüzü
İstanbul'un en güzel tepelerinden birinde padişah sarayından iki
adım mesafede bulunan geniş ve hantal bina'ya yenilikçi padişah addolunan 2.
Mahmud döneminden beri babıâlî denile gelmiştir. Bu harabzâde kervansaray, hem
İstanbul Boğazına, hem Halic'e hem de Marmara ve adalara bakar. Vezaret de
denilen, vükelâlık yâni bakanlar kurulu devlet işlerini görüşmek ve
kararlaştırmak için eskiden toplandıkları yere Dîvan tâbir olunurdu. Buradaki
İşlerin en mühimmini meselâ bulûğ çağına gelen şehzadelerin saçlarının traş
edilmeğe başlanılması veya başlanılmaması, başlanacaksa ilkbaharda mı yoksa
sonbaharda mı başalanılmasının daha uygun olacağı gibi şeyler Dîvan'ın ruznamesini
teşkil ederdi! Aslında bu gibi meselelelerde son söz herhalde Müneccim-başı'na
düşüyordu!
üç çeyrek asırdanberi yâni 75 senedir babıâlî terkibi Dîvan
kelimesinin yerine kullanılır oldu. Bu çelimsiz, ibtidai ve uygun durmayan
görünüşlü binada şimdi sadnazamlık, iç işleri bakanlığı, Şurayı Devlet yâni
şimdiki Danıştay vede Dışişleri bakanlığı bulunmaktadır. Daha eskiden Harbiye
ve Bahriye bakanlıkları hâriç olmak üzere, bütün dâirelerin üst mercileri
burada toplanmıştı. Ayrıca sadnazamlann kışlık ikametgâhlanda bu bina dahilinde
idi. Yeniçerilerin muhtemel saldırılarına karşı savunmaya yardımcı olacak bir
de iç kalesi vardı. Alemdar Mustafa Paşa; 3. Selim'e hizmet ve onu indirilmiş
olduğu tahta yeniden oturtmak için İstanbul'a 9e'ebilmek için çıktığı yoldan
varış biraz geç olduğunda 3. selim şehid edilmişti. Alemdar'a düşende genç
şehzade
Mahmud'u padişah yapmaya gayret göstermesi oldu. Padişah 4.
Mustafa'yı bağıra bağıra kafesine gönderir- ken padişah olan Sultan Mahmud'dan
sadaret mührünü de almış oluyordu.
Alemdar Mustafa Paşa, bahsettiğimiz bu binaya aile efradıyla
birlikte yerleşmişti. Ancak üç ay sonra Koca Alemdar Paşa, bu büyük vatansever
yeniçeriler tarafından bir ramazan akşamı ikametgâhında muhasaraya alınmıştı.
Bin kişiyi aşan muhasaracilara üç gün kahramanca karşı koyan sadrı-azam, yardım
yetişmediğini gördüğünde gözden çıkarıldığını anladı ve hiç esef etmeden
ailesini ve servetini iç kalede muhafaza altına al-dıktan sonra yeniçerileri
püskürtmek için baryt mahzenlerini ateşe vererek binbeşyüz kişiye varan yeniçeri
ve yağmacıları havaya uçururken, kendine hanımına ve hareminin hadım ağasına
kıymayı göze aldı. Bu patlama bu facia ile babıâlî'yi bir enkaz yığınına
döndürdü.
Bu günkü bina nİsbeten yenidir. Babıâli'nin kapısı; padişahın
sarayına bir kaç metre mesafedeki bâb-ı hümayunun bir benzeridir yâni her iki
kapı birbirine benzemektedir. (Gülha-ne Parkına bakan Salkımsöğüt tarafındaki
kapı kastediliyor olmalı M.H) Bâb-ı Hümayun; Jüstinyen Sarayının yerine yapılmıştır.
Şimdi; geçmiş padişahların ailelerine ve hizmetinde bulunmuşlara bir melce, bir
yaşama yeri olarak tahsis edilmiştir. (Tabii bahse konu yerin şimdi müze
olarak kullandığımız Topkapı Sarayı olduğunu söylemek zait olur değilmi
efendim? M.H)
Babıâlîye gelince burası bütün müfsitliklerin yapıldığı menzilei
mefsedet yâni entrika merkezini sıkıntı meydanını andıran bir yerdir. Sultan
'.Mehmed'in; İstanbul'u feth etdiğı gün âsar-ı beşeriyyeye yâni insanlığın
eserine gösterdiği hissiyat meşhurdur. Merhum ve mağfur sultan şimdi yattığı
yerden başını kaldırıp fethine mazhar olup pek sevdiği bu şehrin geldiği hâli
görse: "âsar-ı beşeriyye nasıl fenayab olur ise, devletlerde öylece
karin-i fena olurmuş!" hakikatini çaresiz söylemeğe mecbur kalırdı.
Bâbıâlî! Ne Sihirbaz Terkib!
Mehmed Emin Alî Paşanın vefatına kadar hükümet,bu büyüleyici
füsûnkâr babıâlî'de idi. Daha önceleri padişahlar uzun müddet icrayı hükümet
etmişlerdir. Hâttâ bunlardan bazıları zaman zaman bir musahibinin veya
haremağasımn telkinleriyle istibdad ve baskı hissiyatına mağlup olur bunların
telkinleriyle sadrıazamı astırır veyahud vezirlerden birini kestirirdi. Ancak
bu hırsları birini bulduğunda sükûnet bulur yine zevk-ü sefalarına
çekilirlerdi. Böyle olduğunda da babı-âlî yeniden nüfuz ve kuvvetini, gücünü
istimale yâni kullanmaya başlardı. Böylece de ülkenin ruhu ve kuvveti olması
tekrar kendini gösterirdi. Bunun sonu 1870 senesinde gelmiştir.
O döneme kadar padişahlar dolaysıyla saray, işlere ve muamelâta
pek nâdir müdehalede bulunurdu. Asla hükümet şekline temas etmez, ancak
kişilerin değişmesine dâirdi bu müdehaleler. Mülkî idare, silahlı kuvvetler,
ecnebi devletlerle müzakere ve siyasetin idaresi babıâlî'nin işlerindendi.
Bütün daîrelerin reisleri, doğrudan doğruya sadrıazamın emrine tâbi idî.
Velhasıl sadrıazam demek her şey demek idi. İlân-ı harb edildiğinde sadrıazam;
kumandan olarak, ordunun başında sefere çıkar, hemen hemen bütün bakanları
savaş alanına götürürdü. Dersaadet'de bir kaimmakam bırakılırdı. Bu ka-ırnmakamın
en az akıllı, en te'sirsiz kişiler arasından seçil-meside ayrı bir bahisdir.
Ancak bunlar arasında o zamana kadar kendini saklamış, açık gizli
her şeye boyun eğmiş kişilerde olduğu görülmüştür. Bunlar kaimmakamlık gibi
bir yere kendilerini sakla ya-bilmeleri yüzünden getirildiklerinde maskelerini
sıyırmış, hem vekili olduğu sadnazamı hâttâ padişahı dahi tahtından etmeyi
bilmişlerdir. Buna hemen bir misâl vermek gerekirse akla ilk gelen Köse Musa
Paşa olur. Bilindiği gibi 3. Selim'in hâl'ine ve katline sebeb olmuş ve yapılan
nice askerî yeniliklerin önüne geçen kimsedir.
Babıâli'nin Saray'a Teslimi!
Yukarıdan beri saydıklarımızdan hareketle biz burada Na-polyon
Bonapart'm Şark Meselesi'ni hercümerç yâni allak bulak eden fecayiiden
bahsedecek de değiliz. Bundanda maksad-ı hakikimiz sadrıazamlarin eskiden umu
miyyetle gerek sulh döneminde gerek se savaş zamanındaki işleri tamamen
istiklâliyet içinde yürütmekte olduğunu ifade etmektir.
Bir zamanlar sadnazamlann bir lakabı da Lala olması idi ki, bu
ismi, bunların padişah nezdinde bir nasihatçi, bir müşavir hatta bir mürşid
payesinde kabullenildiklerini gösterir. Babıâli'nin nüfuz yâni te'siri ve
iktidarı bakımından hiçbir sekte verilmemesi, Sultan Abdülaziz Hân'ın devrinin
sona ermesine kadar kabil olmuştur.
AİT Paşa'nın irtihalinden sonra ikbal mevkii, hayırlı kabiliyetlerden
mahrum olarak doğmuş bulunan Mahmud Nedim Paşa'ya intikal etdi. Bu Paşa da, bu
ulvi mazhariyet için lâzım gelen ne tecrübe, ne zekâ bilhassada maharet ve münevver
hâl bulunmamaktaydı. Sadrıazamlık makamında, Mahmua Nedim Paşa, bu makama lâzım
gelen hasletlerden voksunluğu ile belki en zengin misâl olarak gösterilebilir.
Mahmud Nedim Paşa'nın en mühim cinayeti, önce devleti iflasa sürüklemesi,
ondan sonra ki cinayeti de, Abdülaziz Hân'ı sanki Âlî Paşanın oyuncağı olmuş
hâline sevketmiş olmasıdır. Bu zehrini de umu miyyetle siz hükümdarsınız nasıl
isterseniz öyle olur kabilinden sözler söylemek suretiyle, aklınca hükümdar
gibi davranmasını temin edecekti. Böylece bu padişahı, babıâlî' nin bir serseri
yatağı olduğuna, bütün vükelâ, vüzera, ve müşirân'ın kendisinin kulu kölesi
memlû-ku olduğuna inanması istikametinde yönlendirmiştir ki bu da apayrı bir
cinayeti teşkil eder dense yeridir.
Mahmud Nedim Paşa yine padişaha devletin gelirinin kendisine aid
olduğunu telkin etme hususunda bir yola koyulmuş, müslim, gayri müslim bütün
tebâ'nın yaratılış sebebi, padişahın hislerine ve arzularına hizmet etmekle ve
kendisine kulluk yapmakla mükellef olduklarını sık sık ileri sürerek habaset
çenberini daraltıp durmuştur. Bu müfsid davranışını olaylarla takviye
edebilmek için, devletin bütün mekanizmasını ve devlet adamlarını iradei
seniyyenin esiri hâline getirmek onları oyuncak gibi sağa sola atamak suretiyle
ülkenin felâketine zemin hazırlamıştır. Onbeş ay süren sadareti esnasında
kabine arkadaşlarını yedi defa azlettirmiştir. Hele; o dönemde hiç bir vali
gitdiği yerde, bir ayı tamamlayamamıştır. Yanya Vilâyetine onbeş günde beş
tane ayrı zâtı vali olarak tâyin etmiştir. Henüz^hayatda bulunan (1324/1908)
Rauf Paşa; bir hafta zarfında Biga Valiliğine, Selanik Valiliğine oradan Yanya
Valiliğine ve de oradan Bahriye Nazırlığına tayin olunup, peşinden azledilerek
sonunda Manastır'a 3. Or-du ya tâyin edilmiştir. Rauf Paşa daha bir yere
indiğinde ba-vulları açmayıp, başka bir yere tâyin olduğu haberini alırdı. fğer
valiler, müşirler yâni ordu kumandanlarıda aynı talihin zebunu olmuşlardır.
Ayrıca Mahmud Nedim Paşa, küçük memurlara da sataşmaktan kendini menedemezdi
Bunun sebebi, otuz milyonu bulmuş Osmanlı nüfusunun her birinin padişahın
kuklası olduğunu ispat etmeye kalkışmış olmasında aramak lâzımdır. Bu şeytanî
ve çocuk oyuncağına benzer davranışı Sultan Aziz farkettiğinde çok gecikmiş,
tacını, tahtını hâttâ haya tını kaybetmesine ramak kalmıştı. Bu farkına varış
padişahın acı sonunu önlemeye yeterli olamadı..
Mahmud Nedim Paşanın haddinden fazla kabiliyetsizliği;
30/mayıs/1876 buhranını getirmiş ve böylece bü-tün vatan için, millet için ve
de düşünen bütün insanlar için müstebid bir idarenin kurulmasına sebeb teşkil
etmiştir. O sıralarda; Midhat Paşa, babıâlî'nin güçlendirilmesi için mesai
sarfet-mekteydi ne var ki bu hayırlı teşebbüs karşısında ortaya çıkan engeller
pes dedirtmesini bilmiştir. Böylece müteşebbis de inkisar-ı hayale uğ-ramaktan
nasibine düşeni almıştır.
İstibdad Ve Tagallüp
Malum olduğu üzere; istibdad ve tagallüp politikası evvelemirde
hükümete düşmandır Bütün kuvvetleri ve meşruiy-yetin yâni kanuniliğin gücünü düşürmek
ister. Böyle yaptığı takdirde ferman ferma yâni dediğim dedik, çaldığım düdük
diyebilir! Şevket-İ güçlendirmek, kudreti muhafaza edebilmek için istibdad'a,
elastiki vicdanlı, en kan dökücü işleri yapmaya hazır vasıtalar, aç ve haris
her türlü cinayetleri yapmaya hazır gönüllüler lâzımdır
Babıâli'yi büsbütün ortadan kaldirmakda ne caiz ne de kabil idi..
Tam tersine görüntüde yaşayan bir müessese hüviyeti vermek, avrupanın nazar-ı
dikkatini, kuvvei kanuniyye ve idari kuvveti babıâlî'de göstermek lüzu muna
hükm olunmuştu. Öyle bir babıâlî'nin varlığına hükmolunuyordu ki, pa-ravanlık
etsin, ortaya çıkacak kusurlar ona yüklensin! Eblehçe olduğu kadar da câniyane
olan bu hattı harekâtı takip etmek için istibdadın bu son zulmünü,
kuruluşundan beri evvelemirde tanıdığı bilhassa tanımadığı kimseleride mihenge
vurmuş, namuslu kabul edilen her ferdi, kalburdan geçirdikten sonra hâlâ yola
gelmek istidadını gösteremiyenlerden icab edenleri sürgün ederek yurd dışına
kovmak, icâb edenleri mahv ve ifna yâni perişan edip yok etmek gerçekleştirilmiş,
işlenen suçlarda ortaklıkları esasında muhakkak olan kimseler üst makamlara
geçirilmişlerdir.
Ancak insanlığın tabiatı ne kadar derin bir zillet çukuruna
düşerse düşsün, zaman zaman faziletli davranışlara dönmeye eğilim gösterir.
İnsanın; fenalığa karşı isyan emareleri göstermesi şânındandır! Nitekim
seçimleri ne kadar ustaca ve iyice tetkik edildikten sonra yapılsa
bile,mütegallibe idaresi seçicileri, kendilerinden mutlak olarak beklediği
mutlak itaate sokamamış, seçiciler de zulüm ve istibdada karşı mukavemet ve
çatmak değilse de, defalarca tereddüt ve çekingenlik gösterdiklerine şahid
olunmuştur.
Hülasa ederek beyan edelim ki; Said Paşa 3. defa sadaret mevkiinde
bulunduktan sonraya girdiği yolun vahametinin sıkıntı ve tehlikesini gözönüne
alarak, veya uzun müddet tazyik altında kalmaktan dolayı boğulan vicdanının
son bir teyakkuz ve intibahı neticesi olarak bir aralık terk-i vazife ile
ingiltere sefaretine ilticaya lüzum hissetmişti.
Daha evvel Berlin konferansı andlaşmasının yapılmasından sekiz
sene sonra, 1301/18- 85 senesi 6/eylülünde Ru-rnelişarkî meselesinin zuhurunda,
Yıldız sarayında bir Özel meclis toplanmış ve otuzaltı saat müzakereden sonra,
Said haşada ortaya oy birliğiyle kararlaştırılmış bir mazbata koymağa muvaffak
olmuştu. Bu mahut mazbata bir zarfa konup, zarf mühürlenirken, mektep
sıralarını yeni terk etmiş nevzuhur kâtip Reşid Bey, arz-ı endam etmiş ve
seraskere bir pusula uzattıktan sonra mazbatayı alıp, süratle bir göz attıktan
sonra pek büyükçe hayret içinde kalmış ve yazının beşde dördünü sildik-ten
sonra yerine dört-beş satır yazı yazmış ve sadrıazama dönüp: "Paşa! Efkârı
şahane şu merkezdedir! Zâten serasker paşaninda. aynı fikirde olduğuna şüphe
yok! Bu mealde bir mazbata kaleme alınsın." demek suretiyle bir heyulây-ı
mezalim, fecî bir kâbus gibi odadan çıkıp gitmiştir.
Hazirun bu muammalı elemin hâl çâresini bulmak üzere serasker'e
dönmüşler; o kızarmış, sol eliyle sakalını tutmuş, sağ eliyle burnunu kaşımış,
sonunda sahte bir sesle: "Ordunun sefere girmek üzere hazır bulunmadığını
meselenin savaşmadan düzeltilmesine çârelerin aranması" gereğini bildirmiş
ve Said Paşa ancak: "Fakat bu balkanların suret-i katiyyede kaybı
demektir. Hem daha şimdi bizimle birlikte aynı rey beyanı dahilinde bulundunuz!
Bir kaç dakika içinde böyle bir değişikliği meydana getiren kuvvet nasıl bir
şeydir? Diyebilmiş ve merak ettirici sahne neticesinde kabine düşmüş ve Said
Paşa sıkı bir tarassuda yâni gözetlenmeye alınmıştır.
Said Paşa; eskidenberi her şekil ve renge girmiş ve de
elastikiyeti ile tanınmıştır. Hâttâ Midhat Paşanın mahkemesi münasebetiyle
adından sık sık bahsedilen kimselerdendir. Fakat sonunda Said Paşa kimbilir
servet sahibi olduğundan mı, yoksa muvakkat bir vicdan sızlamasıyla mı nedir?
Midhat Paşa meselesinde biraz hassas davranmışsa da, büahire yoluna devam
etmekte bir beis görmemiştir.
Son otuzüç sene zarfında Said Paşa'dan başka on kadar sadrıazam
gelmiş ve bunlardan bir kısmı hayatlarını fecii surette tamamlamışlardır. Said
Paşadan sonra sadaret Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşaya verilmiştir. Paşa bu
sadaretini beş sene devam ettirmiştir. Kâmil Paşa bu vazifede beş sene kalırken,
gizli hafiye teşkilatına hayli kolaylıklar göstermiştir. Başhafiyelik görevini
ise gayriresrm olarak kendisi uhdesine almıştır. Kâmil Paşa her tür işini
bİlmekde de darbı misal ol-muştur(!) Hal böyleyken Kâmil Paşa da dünyalığını,
evlâd ve ahfadının yâni çocuklarının, onların çocuklarının da azığını
hazırladıktan sonra ahali fırkasına katılmıştır veya Ahrar adı ile anılan
partiden addolunmuştur. Bu halkçılığı, Sultan 2. Abdülhamid'e bir ıslahat
lâyihası sunmasına kadar varmıştır. Bu layihanın belkemiğini saray adamlarının
devlet işlerine müdehale etmemelerini öngörmesi teşkil ediyordu.
Hakikaten mabeynciler yâni sarayın memurları sivil olsun asker
olsunlar hükümet ve devlet adamlarıyla rekabete girişmiş omuz omuza yol
alıyorlardı. Müessesei milliye, babıâlî erkanından birine bir münasebetle sekiz
yüzbin frank (takriben bu günkü paramızla 160 milyar.M.H) hediye verdiğine
göre mabeyn erkanının aynı münasebetle neler neler aldığı duyulmuş idi. Fakat;
"eglonuvar" nişanını taşıdığı Almanya'nın bilhassa İngiltere'nin
müdehale ve himayeleri olmasaydı ıslahat hakkındaki layihası yüzünden şimdiye
kadar Kâmil Paşanın da bir sürgün* yerinde hayatını tamamlayacağı kesindi.
Babıâli'nin Sadr'ları
Sevgili okurlarım yazımızın başlığında yer alan "sadr'ları
kelimesi sadrıazam efendileri sembolize ediyor. Siz değerli okurlarımıza
ulaştırmaya çalıştığımız "Babıâli'nin İç Yüzü" adlı sözde tercüme
risaleden sadeleştirmeye devam ediyoruz ve günümüzde yaşadığımız cumhuriyet
döneminin devlet adamlarının ve hükümet börokrat ve teknokratlarının zaman
zaman basın kanalıyla efkârı umumiyyeye akseden hâl ve davranışları gibi, Osmanlı
içtimaî hayatı da, bu minval vakalara şâhid olmuştur. Hemen şunu İlâve edelim
ki dün de, bu gün de cemiyet hayatında çeşitli görüş ve anlayışlar kendine
yakın olana destek, uzak hatta düşman olana ise adamakıllı tenkıyd oklarını
fırlattığını hiç ama hiç aklımızdan çıkarmamalıyız. X görüş için pek makbul ve
mergub olan birisi Y' görüşü İçin son derece tatsız, ahlaksız, karaktersiz
olarak vasıflandırılır. Üzerinde çalıştığımız risale yazarı bizce meçhul kişi,
umumiyyetle bu genelleşmiş kaideden ayrı olarak yazmış değil risalesini...
Diyor ki:
Almanya imparatoru Kayzer Wilhelm tarafından Mehmed Kâmil Paşa
defalarce himaye olunmuştur. Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa'dan sonra sadaret genç bir
zabit olan Cevat Paşaya tevcih edilmiştir. Vatan sevgisiyle dolu bir şahıs
olan Cevat Paşa 43 yaşında hayata veda ederken o güne kadar hiç bir hastalık
çekmediği hatırlanmalıdır.
Bu zâtın peşinden hemen aklımıza Halil Rıfat Paşa gelmektedir. Bu
zat; elli şu kadar yıl bir çok vilâyetlerde bulunmuş olduğundan vücudça ve
fikren bitmiş bir kimseydi. Adetâ bir enkazı andırıyordu. Kendisinden bir fikri
terakki ve asla ıslahata dönük bir teşebbüs beklenemezdi. Nitekim o da
b"vle bir şey göstermedi. O kadar aşağılanmıştı ki, oğlunun
âlum olan sebebden dolayı öldürülmesinden sonra da sad-rıazamlığı iki sene daha
sürdü.
Hele son otuzüç. sene içinde babıâlî'nin önemini, sadrı-azamların
şeref ve itibarını kesinlikle düşüren bir zaman dilimi olarak kendini göstermiştir.
Yıldız Ormanlarında kurulma fırsatı bulan bir çete, vekillere ve hükümete aid
bütün imti-vaz ve selahiyetleri kendi ellerine almak suretiyle adetâ gasb
etmişlerdir. Babıâli; varlığına sahte bir görüntü verilmiş bir müessese
sıfatına düşürülmüştür. Bu unutturulmuş müessesede işitilen kavgaları biraz
anlatmaya çalışalım. Eğer resim yapma usûlümde diğer bir tâbirle tasvir
san'atımı gösterirken bir kusurum olursa, paletimi fırçamı kırıp istifaya
razıyım!
Avlonyalı Ferid Paşa boyu ortadan uzunca, vücud azaları bir birine
uygun halde olup, yaşı elliyi az biraz aş mış ve Ar-navud.. Zamanında 2.
Mahmud'u hayli üzüp başına gaileler açmış bulunan meşhur Fransız diplomat ve
şâir Lâmartin ile görüşen bir kişiymiş Yanyalı Ali Paşa ailesindendir. Ferid Paşa
uzun zaman pek küçük hizmetlerde kalmış, sonunda İstinaf mahkemesi azalığına
daha sonrada Şurayı Devlete getirilmiş. Oradan da güzel idare etdiği söylenen
Konya Valiliğine getirilmiş idi. Rumca ve Fransızca bilir bir kimsedir.
Son mazhariyeti yâni makamı sadarete getirilmeden önce bir
elçilikle taltif edilmeyi temjn için hayli kapıyı aşındırmiş-tir. Beyoğlu'nun
hatır sahibi kimselerinin kapılarını çalar, bütün sefarethanelerin özel
günlerini bilir ve sefirelerin isim günlerini teşbih çeker gibi bir nefesde
okur ve onları tebrik etmek ve sevgilerini kazanmaya vesile olacak hiç bir
işin,hiç bir fırsatın kaçmasına imkân bırakmazdı. Fransız sefarethanesinde
Frankfurt muahedesini tenkıyd, Alman elçisiyle Fransa politikasının
entrikalarından şikâyet eder, İngilizlerin yanında Rusları çekiştirir, Ruslarla
bir olup İngilizleri gülünç ve deli olarak tavsif ederdi.
Avlonyali Ferid Paşanın hariciye siyasetini göstermek üzere
yazılanlar küçük fakat doğru bir ölçüdür. Bu Paşa'nın dahili siyasetine
gelince; uzun zamandan beri kendini me'sud addetmektedir. Kabiliyeti, rikkati
ve yardımlarıyla ve her şeye uygun davranışı sonunda bir sadrıazam olarak
uyanması kabil oldu. Büyük iştahına Nişantaşın'da bir konak aylık maaş olarak,
40 bin frank (günümüz parası olarak hesaplarsak sekiz mil yar, yüzyirmi milyonu
bulmaktadır.M.H) Para meselesinde Ferid Paşa'nın dürüstlüğünü muhafaza edip
edemediğini söylemek mühim bir meseledir. Ferid ve İzzet Paşalar bu zâtların
her ikisi de en yüksek iktidar mevkiine gelinceye kadar birbirini ısırmaya,
paralamaya hazırken, iki dev düşman gibiyken birden bire, bu hâli bırakarak,
birlik için de olma lüzumunu hissettiler. Bu sadece ve birbirlerine karşı değil,dışarıdan
gelecek tehlikelere de birlikte göğüs germek şeklinde yapılan bir antlaşma
olduğu söylenmiştir. Netice de bu gün her ikisi de, birkaç milyonluk servetin
sahibidirler. Sık sık da, bu servetin menbâının padişahın ihsanı olduğunu
söylemekten geride durmazlar. Ferid Paşanın vasf-ı mümeyyizi ve en önde gelen
tarafı, Tan Gazetesini alenen okuma-sidir. Paşa; Ruvo gazetesinin son sayısını
dâima yanında bulundurur. Önceden kararlı olmadığı takdirde, Bank-ı Osrnânî
ile iş yapmakdan nefret eder. Hasbihalleri esnasında söylediklerine bakılırsa
kendisinin sosyalist olduğundan Amele cemiyetine dahil olmak üzere Fransız
doğmadığına pek teessüf eder. Kıymet mahrumu olmayan bu adam; bir çok vasfıyla
büyük bir adam olabilirdi!...
Mevcud İdare bu zâtın elinde yoğrulmuş ve Paşa'nın dile-didi şekle
girmişti. İstibdad idarelerinde görüşler net olup, Osmanlı istibdad idaresinin
net görüşü şudur: "Ya tezellül ve istihkar ile kolay servet veyahud şeref
ve i'tibar ile fakr u zaruret!" Osmanlı devlet adamları emri seçmekte
hemen hemen tereddüt etmemişlerdir
Sıralama Devam Ediyor
Ferid Paşa'dan sonra Hariciye nâzın Ahmed Tevfik Paşa'dan
bahsedebiliriz. Tevfik Paşa, şahsen çok temiz ve saf olması hasebiyle tam bir
Türk nümunesidir. Yüzündeki beyazlık, bakışlarındaki berraklık ve netlik, yüz
hatlarının pek düzgün olması salına salına yürüyüşünde mevcud o.-an ahenk ve
duruşu ile muvazenesi me'sud günlere, sakin gecelerden başka bir şeye
ehemmiyet vermez olduğunu göste-
rir.
Osmanlı-Rus Savaşının başladığında Petersburg'da maslahatgüzarken
oradan Atina'ya, Atina'dan Berlin elçiliğine nakl etmiş, tam bir işe yarar kişi
olduğu keşfedilerek, mümtaz bir mevkii olan hariciye'ye nasbedilmişti. Bu
makama gelişinde Berlin hatıralarının rolü olduğu asla unutulamaz. Tevfik Paşa
vazifesini parlak surette ifa etmiyorsa da diğerlerinden de aşağı kalmıyordu.
Tevfik Paşa; bir terazinin kefelerinden birini teşkil eden
müsteşar Naum Paşa ile Divân-ı hümayun baştercümanı Da-vud efendinin teşkil
etmiş olduğu diğer kefeye, ok vazifesi gören bir teraziyi tamamlar. Naum Paşa;
Katolik olup, Suriye lidir. Bu zatın meziyetide Osmanlı devletinin yapmış olduğu
bütün antlaşmaları başda 1. Fransuva ile akdedilmiş olan ahidnameden tutun da,
daha geçen sene neticeye bağlanmış olan gümrük vergisi antlaşmasına kadar
yapılmış bütün antlaşmaları tamamen ve harfi harfine ezbere bilmiş olmasıdır.
Tevfik Paşanın Sıkışması
Eğer Tevfik Paşa bir meselede sıkıştığı takdirde, hemen düğmeye
basar. Karşısında hemencik Naum Paşa peyda olur. Naum Paşa hiç bir şey sormadan,
herhangi bir şey dinlemeden bahismevzuu olanın ne olduğunu Öğrenmeğe lüzum
görmeden, farz ve tahayyül etdiğİ mesele hakkında on çeşitli yerde Öne geçmiş,
on çeşit târihi misâl sayar ve bunları antlaşmalara tatbik etmeğe başlar. Çok
defasında halledilecek meselenin, ne sayılan misâllerle nede dayanılan
mu-ahedenamelerle hiç bir suretde alakası olmadığı görülür. Fakat Naum Paşanın
işi antlaşmalara dayanarak bahsi yürütmektir. Bu sebeble netice ne çıkarsa
çıksın Naum Paşayı en-terese etmez. Yanlış ve kabili tatbik olmayan tarzda
yürüttüğü bahisleri fark eden olsada oimasada, sonunda işin müsveddesinin
kendi elinden geçeceğini düşünür ve bununla teselli olmağa muvaffak olur.
Davud Efendiye gelince, bu zat hakikaten iyi bir adamdır. Yahud
fena adam değildir. Ciddi, mülahazalı yâni düşünceli, fevkalade sır
saklayabilen, pek namuslu yorulmak bilmez çok gayretli bir kişiliğe sahiptir.
Her yönüyle müstakim yâni dosdoğru bir kişidir Kendisini ziyaret ettiğinizde
odasının en güzel koltuğunu size ikram etmeye hazır bulursunuz! Sel gibi akıp
giden tebessümleri insanı rahatlatır. Fakat kendisinden bir lutûf beklemekten
çekininiz. Hâttâ ve hatta sigaranızı yakmak için bir kibritlik lutfû dahi
ummaktan uzak olunuz. Hiç bir husus da önünüze gelecek gayet mukni yâni, ikna
edici ve bir çok meşru sebebe dayanan engel ifade etmekten, makul mazeretler
yığmakdan, (b+h = L) tarzında kat'iyveti riyaziye ile talebinizi yerine
getirmesinin elinde olmadığı-, isbat etmekten asla ve asla aciz kalmamıştır ve
kalmaz. Babıâli'nin siyasî târihini herkesden iyi bilir, Davud Efendi ile [Saum
Paşa bir hususda, aynı reyde buluştukları takdirde, Tevfik Paşaya düşen yalnız
tasdik etmek ve imzayı basmaktır.
Jön Türkler
Jön-Türkler yaklaşık kırk sene evvel varlıklarını sergilemiştir.
Yâni 1868Mİ yıllar ki; Sultan Abdülaziz devridir ve bu padişahın Avrupa
seyahati öncesinde Jön-Türkler olayı pek hafi yâni gizlilik içinde neşvünema
bulmağa başlamıştır. Bunların ilkleri Paris'de bir merkez teşkil etmişler ve bu
eğilimin yâni Jön-Türkler anlayışının yüksek nesli bunlar addedilmişlerdir.
Bu insanlar eskidenberi İstanbul'da Aksaray semtinde küçük bir evde toplanarak
müşavere ederlerdi. Evin adını Dâr'ülmüsamere adıyla telaffuz ederlerdi. Bu topluluğun
edebi sanatlarla ilgisi hayli olup başlarında da hem edebi hem de siyasî olan
bu cemiyeti edîb-i âzam Namık Kemal Bey etrafına toplamıştı.
Jöntürklerin Dokuzları
Namık Kemal ve arkadaşlarının toplandığı evin müdavimlerinin
isimleri şunlardan ibaretti: Namık Kemal Bey'le Ziya (Paşa) Bey başda olmak
üzere, Harabeler mütercimi Ayetul-lah Bey, Meyşo'nun Ehl-i Salip Târihinin
mütercimi Pertev Efendi, Arif Bey, meşhur gazeteci matbua-i müceddidinden yâni
matbaacılık ve gazeteciliğe büyük yenilikler ve terakki-ler taşımış bir insan,
Ebuz Ziya Tevfik Bey, meşhur Ahmed d Efendi, Ekrem Bey ve de Memduh
Beyefendilerden ibaretti. Sonunda istibdad idaresi bu değerli kişilerin bir çoğunu
sürgünlerde perişan eyledi.
Yalnız Ekrem Bey ile Ahmed Midhat Efendi dolgun maaşla İstanbul'da
kalmanın yolunu bulabildiler. Memduh Beyefendiye gelince; bu gün Dahiliye
Nezareti gibi en mutena ve mühim memuriyetde oturmaktadır. Sağır Memduh Paşa lakabıyla
da anılan, bu zat da çok kültürlü biri olup, Paris'de Sen nehrinin lâtif bir
sahilinde ortalığa cevher saçan biri olsaydı mutlaka eski zadegandan birinin
düşkünlüğünü, kendi dizleri üstünde terbiye olduğuna hükmettirecek şekilde,
usûl-ü telbisi yâni ayıplan kapatıcı, muaşerete ve İlm-Î musahe-beye, kendisine
en lakayd olanları bile hüsn-ü kabul fennine uygun vukufiyetle karşılar. Bizde
buraya mühimler listesi adıyla bir liste tanzim eden meşhur şâir Yahya Kemâl
(Be-yatlı) merhumun beyanını koyarak sahifemizi süsleyelim:
1- Murad Bey (Mizancı)
2- Ahmed Rıza Bey
3- Prens Sabahaddin Bey
4- Mahmud Celaleddin Paşa
5- Hoca Kadri
6- Sâmipaşazâde Sezayi
7- Hüseyin Siyret
8- Kemâl Midhat,
9- Hüseyin Tosun, . \ ,
10- Ali Haydar Midhat
11- Salih Cemâl (Kaanun-ı Esasiyi çıkaran)
12 -Bekir Fahri
13- Ali Kemâl
14- Süleyman Nazif
15- Rahmi
16- Çürüksuiu Ahmed
17- Midhat Şükrü (Bleda)
18- Halil Muvaffak
19- Nâzım Verdâni
20- İsmail Kemâl (Fraşeri)
21- Fazlı
22- Halil Ganem
23- Ahmed Saib
24- Mehmed Ali Paşa
25- Kaptan Rıza (Hak gazetesinin sahibi)
26- Nihad Reşad (Dr.Belger)
27- Ahmed Celaleddin Paşa
28- Şerafeddin Mağmumî
29- Bahaeddin Şâkir
30- Hüsrev Sami
31 -Ke'nan
32- Ömer Naci
33-Ressam Gâlib
34-Mühtedi Yaşar
35-Yürekler acısı Sabri
36-Dr.Rıfat
37-Refik Nevzad
38-Halil
39-Kardeşi Murad
40-Halil Menteşe
41- Konsolos Şefik
42- Çerkes Kemâl
43-Abdülhalim Hikmet
44- GâlibÂta
45- Doktor Re'fet beylerdir.
Yahya Kemâl bey'İn bu listesi bizim gördüğümüz kadarıyla siyasette
aksiyon ve fikir sahiplerini tesbit ve bunların tahliline hazırlık olmalıdır.
Nitekim listede yer alan zevatın adını duymadıklarımızda buna adetâ şâhidlik
ediyor.
Memduh Paşa; orta boylu, karnı az çıkık yâni hafif göbekli, vücudu
sağlam ve gösterişlidir. Yaşı altmişsekizi bulmasına rağmen elan gözlerinden
deha kıvılcımları saçılıyor. Fakat bu deha, bir dâhî-i hayr mıdır? Şer-mî'dir?
Bu pek ayrı bir meseledir! Hiç bir Osmanlının, Memduh Paşa ile ne kalemle nede
sözle çarpışabilmesi kabil değildir! Zerafeti pek seven, nüktedan olup,
anlatımı son derece fasih olan en basit sohbetinde bile hezelliyat yâni ciddi
olmayan ifadeler kullanmaz. Pek çok hikâyeleri vardır. Süfera yâni sefirler
dünyasının hanımları hakkında yazdıkları ancak avrupada emsaline rastlanacak
güzelliktedir. Zaman zaman şiir söyler, evdeşinin hayretlerini,
meftuniyetlerini, hasımlarının hürmetlerini fâtihane bir şekilde kabul ederler.
Sivas Valisi olarak görev yaptığı zaman; pek menfaatına düşkün
işler yaptığı anlatılır. Haklarında buraca da bu yolda bir şayia bulunmaktadır.
Esas görevi hâlihazır olarak, sadrı-azamlan kontrol altında bulundurmaktır. Ne
var ki; bu mevkii doldurmaya kâfi gelememişlerdir. Yirmi seneye yakın bir
zamandan beri meyveli yolu takip ediyorlar. Memduh Paşa her şeyi bilir, her
şeyi tanır ve duyar. Geçen bir gölge, uçan bir sinek, dönen bir tekerlek, susan
bir seda, onun fezadan dahi haberdar olmasındaki esrarı gösterir!
Bakışları parlak, te'sir edicidir. Her şeyi bilmesi ve tefsir etmesi
ve de tasnifiyle akşamlan Yıldiz'ı uçurur! Fakat hislerine mağlup olduğunda bu
keşiflerden, akiı giderici karıştırıcılardan gerek görüş olarak gerekse
meşrebi olarak tamamen buna karşıdır. Bulunduğu mevkıiye falan ve filân vazife
ile mükellef olarak oturtulmuş, bunları yerine getiriyor. Memduh Paşa için 1.
rütbe 1. dereceden Lejyon Dönor nişanı yazıldığı söyleniyor.
Ormanlar ve Maadin nâzın Selim Melhame bu türün 2. rütbesini
taşıdıktan sonra, Memduh Paşa için 1. rütbesi de azdır. Vazifesinin bir kısmı
gizli olmakla beraber Memduh Paşa, bunu yerine getirmekle bozuk ahlâk sahibi
kimse ile arasındaki farkı azaltıyor ve böylece Memduh Paşayı biraz
gagaladıktan sonra bir başka recüle geçelim..
Babıâli'nin ihmâli asla caiz olmayan mühim çehrelerinden birisi
de, Şura-yı Devlet Reisi Büyük Said Paşa, 80 yaşında olmasına rağmen bir
delikanlı görünüşündeydi. Mütebessim, saf ve tamamen ak-pak olmuş sakallarıyla,
biraz neşeli olduğunda hayli sevimlilik kazanırdı. Vatan'ın çöküp, yıkılıp gitmesine
bir tedavi çâresi üretebilmekten âciz idi. Ayyuka çıkan rezaletler önünde
sessiz kalmış bir şâhid sıfatıyla hiç olmazsa iyi yaşamaya eğilimli
evlâdlarını, yetiştirmeğe azmetmişti. Bu evlatlarından büyüğü 26 yaşında
ferik, yâni korgeneral rütbesini hâiz olmuş bulunanı Stokholm'da elçidir.
Kı-Şin Kahire'de yazın Paris'de ve Trovil'de vaktini geçirir. Küçük evlâd ise
22 yaşında olup liva rütbesindedir yâni tuğgeneraldir ve ayrıca yaverdir...
Istibdad idaresi; Âlî Paşa'nin hayatının yegâne eseri bulunan
Şura-yı Devlet bu adam tarafından, yâni Said Paşa tararından aşağılık bir
mücadele alanına çevirilmiştir. Halbuki Âlî ^aşa. Said Paşa'nın hazakatine
tamamen itimat etmişti. Said Paşanın yemesi içmesi, yatması, kalkması ve
uyanması iie aksırması, sümkürmesi bu müstebid idaresinden önceden alınmış
müsaadeye bağlı bulunuyordu. Said Paşa; Berlin Elçiliğinden hâriciye
ne-zaretine geçmiş olup, hikâye meraklısı olduğundan, elçilikteki tercümanlar,
Figaro'dan, Şaryorden ne bulurlarsa toplayıp getirir ve hediye ederlerdi. Said
Paşa vefat etdiğinde de Şura-yı Devlet Hasan Fehmi Paşa' ya tevcih olunmuştur.
Tepinen Nazır
Şimdi kalem elimde, fakat kulaklarım müthiş ve sağır edici
uğultuların saldırgan olduğu müthiş tarakkalar ile adetâ patlamak üzere.. Orman
ve Maadin (Orman ve Maden) ziraat dâireleri ve porselen fabrikası nâzın,
sanayii sergileri kurucusu, mâliye müsteşar-ı husûsisi vede Osmanlı Siyasî
İşleri Müdürü Selim Melhame Paşa ağzını açmış, gözünü yummuş tepinmekte,
bağırıyor ve telâş içinde: "Ne? Diyor bütün arkadaşlarımı tasvir edi
yorsunuz da bir benrni unutuluyorum? Benim onlardan farkım ne? Hakkımı
isterim! İsterim!" Esasında Paşanın hakkı var.
Paşayı unutmak, kurmak istediğimiz şu kolleksiyon yapısını eksik
bırakmak yerine geçer. Fakaat! Müsaade Paşam!.. Bir kere hatıraları hafızama
toplayayim. Bir de ricam; netice-i tetkikim aleyhinize çıkarsa, bana bir kusur
isnad etmeyiniz. Bir kere boyunuz bir metro yüzseksen santimetrodur. Teninizin
rengi safrani olup, hüzünlü bîr hindi'yi andırır. Vechiniz yâni yüzünüz
geceleri beyzi(oval) olup, bir gün evvel verilen jurnallerden bir şey
çıkaramamışsanız sabah olduğunda yüzünüz uzunlaşır! Alnınız basık, burnunuz
çıkık, gözleriniz pırıltılarla ışıldıyor!
Sesiniz kısık, kollarınız sarkık, bacaklarınız içe doğru bükük
doğrusu ise paytak halde! Konuşmanız daima fikrinizin aksinden ibaret ve
dudaklarınız sahte bir tebessümle aralık, mutlaka yalan olan sözleriniz zaman
ve mekân ile uygun hikâyelerle süslüdür. Şu aralık bir hayli fazia olan
servetiniz, Hâmidî' dir.
İşte Paşa; varlığınızın tasviri bundan ibaret olup, bir noksanım
varsa kusuru yine size aiddir. Herhangi bir fark ancak sizin son
mülakatımızdan beri değişmiş olmanızdan Ötürüdür. Saray'ın bir çok mensubunun
olduğu gibi zât-ı mübarekeni-zide. Suriye Güneşi, yetiştirmiş olmakdan
elemlidir. Avrupa-nın; Osmanlı ülkesindeki hiristiyanlannda devlet hizmetinde
bulundurulmalarını gözlemesi ile temiz vücudunuz sayesinde saf saf rastla
nılmaya başlanmıştır. Tıfıllığınız yâni küçüklüğünüz Beyrut Cizvit mektebi
sıraları üstü veya altında geçdi. İstanbul'a gelip Mekteb-i Sultaniye yâni
Galatasaray Lisesine mubas sırlık yâni talebe gözetleyicisi olarak
yerleşdiğiniz zaman henüz 22 yaşındaydınız!
Bir aralık da, Rumelîşarkî hududu tahdit heyetine refakat etdiniz.
Orada vazifeniz ne idi? Meçhul! Bence malum bir şey! Avdetinizde o aralık yeni
açılmış bulunan Duyûn-u Umumiyye merkezi idaresine tercüman sıfatiyle
yerleştirilecek şansı İsbat-ı hüner ile yakalamış oldunuz, işte bu memuriyette
serpilip açıldığınız kudret eli; size bir sahayı göstere-fek çeşitli
meziyetleri gözleyip, hararetle aldığınız feyzlerle başarınızı genişlettiniz.
Yıldız Sarayına her akşam maruzatınızı zarf zarf değil, etek, etek, kucak
kucak sundunuz. Du-yun-u Umumiyye Meclis-i İdaresi, vazifelerine dahil olan, olmayan,
olacak olan olmayacak olan her şeyin dakikası dakikasına, hatta daha evvel
sarayca malum olduğunu görüp, nihayet zâtıâliyyenizî keşfedip, kuyruğunuzdan
tutturup kapı dışarı attılar buraya kadar olan hayat safhanızda geleceğe yani
atî'ye intikal edecek pek mühim ve parlak hususlar yoktur. Hududsuz sayıdaki
arkadaşlarınızın hayat tarzlarından başka bir şey değildir. Fakat bir kaç
senedir siz büyüdünüz! Adetâ vükelâ payesine yükseldiniz, ülkenin ticaretine,
siyasetine, mâliyesine hâttâ her şeyine burnunuzu sokar oldunuz. Vekiller
meclisinin kararlarından hiç biri önce sizin reyiniz alınmadan yerine
getirilmez oldu. Şu durumunuz avru-palıyla alakadar bulunduğundan hakiki
durumunuz, hafifliğiniz avrupalıiarca da bilinmek gerekir.
Orman ve Maadin Nezaretine tâyin tarihinizden beri zât-ı şahaneye
her sene güzel idareniz sayesinde gelir arttırıcı bir lâyihanın takdimini
itiyad ettiniz. Ortaya maden hakkın da, ülkenin en zengin madenlerini sizin
payınıza çok düşmesini sağlayacak bir kanun atdınız. Hırsını tatmin için
denizlere yakın bütün maden menbalannı da, elinizle sattınız.
Dünyanın en zengin ocaklarını, işinize gelen en bayağı
serserilere, İştirakiniz olarak mâl eylediniz. İmtiyazlar en aşağı bedellerlede
diğer serserilere intikal etdi. Borasit, kurşun, Manganez, kömür, antimon gibi
bütün silsilei maden, sizin o bin marifetli ellerinizde değişik şekiller alıp,
Mısır tahvilatına, Almanya ve ingiltere eshamına, Süveyş Kanalı hisse senetlerine
vesairlere tebeddül ediyor! Bu ne sihir!
Sömürülüş
Transval madenlerinin hâl-i galeyanına karşı devlet-i âliye Maden
Nâzın olmak sıfatıyla lakayd kalamazdınız, kalmadınız! Bank-ı Osmaniyi
hesabınıza paket paket kâğıd almaya mecbur ederek bir çok tasfiyelerde piyasa
farkların] muhafaza etdiniz. Vakta ki bu kâğıdlar düştü.. O zaman bankaya
dilinizi çıkarıp göstermekle iktifa etdiniz. Banka hayatta oldu-âunu ve size
karşı çıkmak durumuna geçtiğinde Borsa işlerine bakmaktan mahke-me meneder
iradesi çıkarttınız. Sizin bu hâle razı olmamanız ecnebi sefirlerden çokça
saygı görmenize engel teşkil etmemiş. Sefirlerin sizi paylaşamamala-nna fasıla
verdirmemiş, sizi her akşam, her gece ziyafetlerine, müsamerelerine,
Balolarına diğerlerini boş vererek, davet etmekten alıkoymamiştır
İfşaatta Kor İtham!
Süferânın yâni elçilerin her biri sizi kendine mâl etmiş sanır.
Her biride ayrı ayrı aldanır ve nice gösterdiğiniz müsavi-likten yaralanır ve
mutazam olurlar, ingiltere, sizin entrikalarınızla baş edebilmek için bir filo
sevk etmek mecburiyetinde kaldı. Fransa ise; gümrük tarifeleri hakkındaki
tezviratınızla baş etmek için fevkalade mesai sarfetmeğe mecbur kaldı. Mevcud
sadnazamın tırnaklarınızı bir derece kestiğini rivayet ediyorlar. Fakat rivayet
başka, inandırmak yine başka! Nice Suriye Arabları, Yanya Arnavutlarına galebe
ederler. Önünüzün belirlenemeyecek kadar sisli olduğu görülüyor. Son zamanlarda
anlaşılmaz bir takım tehlikelerin kokusunu almış olacaksınız ki büyük çapta bir
sefirlik yakalamak için gayret gösterip, mesai sarfettiğinizi duyuyoruz ancak
hemen haber vereyim ki, ne Paris nede Londra sefaretlerine kabul edilmeyeceğinizi
öğreniniz. Peyda etmiş bulunduğunuz yakınlıklar sayesinde Roma'ya hâttâ
Berlin'e gidebilirsiniz! Yalnız Fransa ve İngiltere'yi unutunuz. Aslında
unutmamış olmanız gerekir ki Fransa kardeşinizi sefaret müsteşarlığına kabul
etmedi. İn-gütereye gelince; Sir Vansen Kayar cenahları sizin Manş Denizinden
geçmenize müsaade etmeyecek buda malumunuz dahilindedir!
Daha önce 3. Viktor Emanuel'e hanedan-ı âlî Osman nişanını
götürmek üzere Roma'ya gitdiniz. Bu vesileyle gösterdiğiniz ahval ve etvar
yâni durum ve davranışınız size o kadar istekli olduğunuz mevkii Roma'da
hazırlıyor. İlk adımı atmış bulunuyorsunuz. Gerisini Kardinal Merari de Loval
temin eder. Bu sayede bir derece kudsiyyet, muazzeziyet yâni az bulunur
şeyler elde edersiniz! Düşünün bir kere: Paşa; saltanat-ı seniyyenin Ro-ma
Sefiri, sen Melhame Paşa! Aman Yarabbi! Ne güzel bir kartdövizit olur!
Tarafsız Kalem!
Bizim kalemimiz son derece bitarafdır. Kimsenin ne lehinde ne de
aleyhinde değildir. Bazı sahneleri tasvir ediyor, neticede alakası olanlar
kusurlu yıkıyorlarsa, fotoğrafın kabahati ne? Vükelâ-yı Osmaniye haftada iki
defa, pazar ve çarşanba günleri meclis toplantısı yapar. Hizmeti süfliyelerine
yâni mühim olmayan işlerine dilsizler bakar. Salon asker muhafızların
koruması altındadır. Vükelânın endişe duymadan, mesuliyetinden çekinmeden
nelerden bahsedebildikleri ve müzakeresi ile neye karar vermeye selahiyetli
oldukları ötedenberi birçok kimseleri düşündürmek, birçok zihinlere durgunluk
vermek istidadında bulunmuştur.
Filvakıa Almanya elçisi; hükümetin göz yummasından hâttâ câniyane
teşvikinden bezerek, İstanbul'u bir Fehim Paşanın tahammül edilmez ve kokuşmuş
varlığından, hempalarının yaptığı haydutluklardan temize kavuşturmak için
sa-ray'a müracaat ediyor, Bağdad Demiryolu'nun uzaması müzakeresini saray ile
yürütüyor. Mühimmat-ı Harbiye alış veriş hususunu Yıldız'la kararlaştırıyor.
Fransa elçisi; hükü- metin Fransız teba'ya mevcud veya mevcudu farz olan dinin
eda edilmesini mabeyne (saraya) yazıyor. Odasından Fransız gazeteciler için
istediği nişanları Saray'a inha ediyor.. İngiltere elcisi; hükümetin Makedonya
ve gümrük vergisi hakkındaki aörüşlerini Cuma selâmlığından sonra en üst
mevkıide beyan ederken, Amerika sefiri protestan mektebi hakkında yazdığı
ültimatomu hükümete, babıâlî'ye değil yukarıya yâni Saray'a yolluyor.
Büyük olsun küçük olsun bütün devletlerin elçilikleri bu yolu
tutturmuşlar. Hükümetin mihveri, babıâlî'den Yıldız'a yâni 2. Abdülhamid'in
sarayına nakletmiş olması alakadar olan ecnebi devletler için pek elverişli bir
yol! Çünkü Yıldız; tehir eder, tereddüt eder, kırmak, çıkarmak teşebbüsünde
bulunur, fakat sonunda azamî hadd-i hasarla! Teslimiyet gösterir. Vükelâ-yı
askeriyye hakkında hiç bir kelime kullanmamak, bunların (asker lerİn) vekar ve
azametlerine yâni ağırbaşlılıklarına ve büyüklüklerine söz etmek hata demek
olur. Bu bakımdan projöktörü şöyle veya böyle, bunlarında yâni askerlerin de
üzerine tutmamız lâzımdır.
Vükelâ-yı askeriye seraskeri yâni kumandanı Rıza, Tophane müşiri
Zeki, Bahriye nâzın Rami Paşalardır üzerlerine prö-jöktör tutacağımız.. Rıza Paşa;
vücuden güzel,i ri yarı şişman bir zattır. Yüzü müdevver yâni yuvarlak, gözleri
siyah, kirpikleri çanik, rengi esmer, sakal ve bıyık sık ve krantadır. Kabil
olsa da dünya'da bir seyahat etmesi lâzım gelse pasaportuna şerh konması icâb
eder. Ahlaken emsalsiz derecede latif-dir. Altmışbeş yaşında olduğu
söylenmektedir. Nâzik, iltifat eden, sahih gayri sahih yâni yanlış veya doğru
ifrat derecede zühd ve takva sever kimsedir. Bir Türk için kabil olduğu derecede
tertip ve intizamı sever. İktidar mevkiine gelmeden önce Yıldız Sarayı
civarında ahşab bir konakta yaşamaktaydı- O zamandan beri iktisad edebildiği
paralarla bir çok mülk satın aldı. Asma bahçeleri vesaire perilere yaraşır,
esatiri görüntüde öyle bir saray yaptırdı ki; mef ruşatı Paris'den getirilmiştir.
Daimi masrafı için Bahçekapı'daki yirmi bin lira kıy-metindeki mağazalarla
birlikte, doğumhane olarak bağışlanan kasr-ı muazzam budur.. Dikkat li bir
bakış bu saray'in içinde her ne kadar initaf etse yâni saklasa her köşesinde
iki misli olan zarafetden, nezahetden, altundan, billurdan, nurdan, ışıkdan
başka bir şey göremez. Çünkü her noktasından bir gösteriş fışkırıyor, her
köşede bir nûr dünyası büyük bir haş- metie müşahede olunur.
Sarayca mütevatır olduğuna göre bu kasrı müdebdeb yâni gösterişli
konak ve içindeki mobilyalar ile ikimilyon frank (bugünkü paramızla 400 milyar
m.h) tutar. Bu para ne kadar mânâsız şeydir ki Paşa, bir kaç ay önce hastalanıp
yataktan çıkamazken, hâttâ Paris borsası bir tarafın tahvilatla basılmak
korkusundan öyle şiddetli bir kokuyla sarsılmıştı ki, senetler hızla düşüşe
başlamıştı.
Hava değişimi için Trablusgarb'e Jül Vern'in denizaltındaki
seyahatini ve deniz hakkındaki nazariyatını kontrol etmek için yola çıkarılmak
lâzım gelenlerin tâyin emrini Rıza Paşanın irfanının takdirine bağlı olduğu
bildiriliyor. Dilini güzel bilir, Fransizcaya da, Almancaya da vukufu olup,
yalnız başına öğrenmiştir. Servetinin derecesini tahkik edemem.
Tophane Müşiri Zeki Paşa
Bu paşa; Tophane Müşiridir yâni kumandanıdır. Zeki kelimesi
zekâ'dan gelirki. Saf, hâlis, salih hâl sahibi demektir. Zeki Paşa daha 1875'de
henüz otuz yaşlarındayken, devlet-i âliye hizmetinde bulunan bir ecnebi zabit,
Zeki Paşa'dan
bahsederken, devlet-iâliyyenin istidad ve intibah-ı tealisi varsa.
Zeki'nin eliyle muvaffakiyyet-i nâsibedar olabilir!" Demiştir.
O zamandan beri memleket daha ziyade kötü duruma düşmüş, zulümler
çoğalmış, feryatlar her tarafdan duyulur olmuştur. Zeki Paşa da, daha çok
bankaları istila etmek yo-İuvla bir yenilik ve değişikliğe yol açmak
istemiştir. Tophane müşirlik dâiresi Beşiktaş'a giden başlıca yol üzerindedir.
Zeki paşa'nın en önemli vazifesi bu şiryan-ı kebirden yâni kan damarı gibi
yoldan kimlerin geçtiğini gözetlemek ve gördüklerini padişaha ulaştır-maktır.
Askerî Mektepler nazırlığı da bu zâtın üzerindedir. Dolayısıyla müstebid
hükümete, sadakat üzere olan bu zat, programlar üzerinde oynanmasına lüzum
görülen oyunlarda bu paşanın elinin yüksekliği ve yüceliği görülür.
Hasan Rami Paşa
Hasan Rami Paşa Osmanlı siyaset âleminde henüz yeni yeni görünen
bir kişidir. Osmanlı ufkunda dolaşan fikri yapısı içinde, Rami Paşa en büyük
denizcilerden biri olup, İngiliz donanmasına bile komuta edecek iktidara
sahiptir. Bir hayli zamandır ülkenin en önde gelen bahriye zabitlerinden biri
olmasına rağmen yakın zamana kadar komuta mevkiine getirilmemesi, paşanın
kendisi için bir şeref meselesi olarak yorumlaması yeridir. Devlet-i
âliyye-Yunan Savaşında (1897 Osmanlı-Yunan Savaşı nâmı diğeri Dömeke Meydan
muharebesi ve zafer, dünyaya parmak ısırtacak bir Osmanlı zaferi olduğunu
fakirin bu hususda basılmış bir kitabı olduğunu iftiharla hatırladım. M.H)
büyük zorluklar içinde Haliç'den çika-nlan harp gemilerine kumandanlık Rami
Paşaya tevcih edilmiştir. Paşa gemileri hemen Marmara denizinin açıklarına
Çekmiştir. Kimsenin kimseden vede hiçbir şeyden doğru bir haber ahnamıyan
memleketde, Rami Paşanın o devrin bahriye nazırına hiç bir itimadı
bulunmadığından, gemilere ufak bir tâlim yaptırmak istemiş ve 2. sınıf
krovözörlerden Mecidiye ise atış yaptığı topu ile fena halde olmak üzere, yine
kendisini yaralamıştır
Bunun üzerine Rami Paşa donanmayı alıp Gelibolu önlerine çekmiş
ve hiç kimse Hasan Rami Paşa'ya bir şey sora-mamıştır. Rami Paşa'nın oradan
sökülüp çıkarılmasına da teşebbüs edilememiştir. Bu da, Osmanlı târihini bir
zillet-i şaibeden kurtarmak, hizmeti olmuştur. Hasan Rami Paşadan evvel
Bahriye nezareti adliye memurlarından gelen birine ve-rifmişsede, amele ve
askerler bu zâtı kaçırmışlar Rami Paşa, bu göreve kerhen ve kaydı ihtiyatla
getirilmiştir. (Bahse konu savaşda Hasan Hüsnü Paşa 3/aralık/1882'de geldiği
Bahriye nazırlığında onbeşinci senesini aralıksız sürdürdüğü gibi, yedi yıl
daha bu savaştan sonra bahriye nazırlığında muammer olmuştur. Bozcaadalı Hasan
Hüsnü Paşanın ilk bahriye nezaretinin sonuçlandığı l/aralık/1882 târihinde
Bahriye nazırlığına getirilen Mehmed Ratıb Paşa da, bu makamda en kısa müddet
kalan Bahriye nâzındır ki, yukarıda yazarın bahsettiği adliyeci, bu olsa
gerekdir. Ancak bu dönemin bahsettiği Yunan harbiyle arasında yine onbeş sene
vardır. Anlaşılan odur ki yazar bütün olumsuzlukları bir araya getirip, devirleri
uymasa da bir olumsuzluk sansasyonu meydana getirerek devrin insanını
aldatmağa çalışıyor hükmünü çıkarmamız yanlış olmaz. Bizim bu tip risaleleri
neşre gayretimiz bu küçük görülen neşriyatlarla, münevverlerimizin iğfal
edildiği ve elan günümüzde de, buna müracaat eden zihniyete'kananlar az
değildir olmasındandır.M.H) Halbuki ülkenin çok büyük çoğunluğunun gaflet
uykusunda olduğu şu sırada bir iki kişinin ne yapabileceği sual edilse yeridir.
Fransızca risalenin yazılışı 17/ocak/1908-Tercüme târihi
29/kasım/1908 Böylece bu risaleyi iâtinize etmiş bulunuyoz. Şimdi bu risale
üzerine mütalaaımızi takdimle okurumu-n efkârında meydana gelmiş tereddütleri
varsa gidermeye gayret göstereceğim, efendim.
Babıâli'nin İç Yüzü Risalesini Tenkidimiz
Bizden önceki kuşak rahmetli filozof Cemâl (Hatipoğlu); merhum
Hilmi Oflaz, Kaymakamlıktan emekli Melih Yuluğ beyefendi merhum, 2. meşrutiyetin
2.Abdülhamid tarafından meri'yete sokulmasından sonra, devlet-i âliyye ve
hanedan taraftan devlet ricali aleyhinde yazılmış satırlarla dolu kitaplara
fazla önem vermeyin! Bunlar; bir bölüm yazarın kendini kaptırdığı batı düşünce
ve yaşayış tarzına imrenmesinin getirdiği hezeyanlar, bir başka bölüm
yazarında veya anekdot sahibinin, yeni anlayış ve İttihad ü Terakki cemiyetinin
savurması muhtemel devlet imkânlarından yağlı bir kuyruk yakalamak iste
yenlerin yazdıklarıdır.
Buna da, 1877/1878 Osmanh-Rus savaşı fecayiinden sonra, Sultan
Hamid'in te'sis etmiş olduğu ülkeyi tek elden idare etmek, devlet adamlarını
nezaret eden, yâni yapılanların neticesini kendisine bildirme tarzına dayalı
idaresinde meşru veya gayri meşru, doğru veya yalan, essah veya iftira
münasebetiyle başına gelen bir felâketin getirdiği, elem ve ızdırabın tevlid
etdiği ve bu çektiklerini, bir maddi refah temini hususunda kendine sermaye
edinmek istiyenlerin, târihi ve cemiyeti ifsad eden yazılarıdır. Derlerdi.
Her şeyden evvel bahse konu risalenin tercüme eser olduğu
kapağında yazılı olmasına rağmen, fâil-i yazarın,yâni yazanın adı
bulunmamaktadır. Mütercimi ise iki baş harfle belirtilmiş: T.N! Gel çık işin
içinden! Adetâ imzasız ihbai mektubu! Hem de meşrutiyetin yeniden mer'iyete
konmasının ardından yayımlanmış. Sansür kalktı diye de bayramı elan devam eden
günden sonra yayımlanmış, fakat bu sefer de fâsik zihniyet sahipleri kendileri
sansür uygulamışlar. Hâlbuki, eskimez yazı okumasını bilenler kitapların
kapağında maarif vekâletinin müsaadeleriyle tab olunmuştur ifadesinin yer
aldığını hatırlayacaklardır. Böylece kitabın yayımlanmasının maksadı, bazı
zevatı meşrutiyet nigâhbanlığma yâni, yeni usûlü desteklemek için gözlemcilik
vazifesini kendilerinden menkul bir anlayışla, görev addedenlere bazı 'eski dönem
insanını, hedef göstermek gayretinden ileri geldiğini ifade edebiliriz.
Babıâli'nin İç Yüzü adlı risalede adı geçen eski sadnazam-lardan
Mahmud Nedim Paşa, Said Paşa, Cevat Paşa ve Meh-med Kâmil Paşaların ve de
eserde, daha ziyade hariciye nazırlığı unvanıyla ele alınmış bulunan son
sadnazam Ahmed Tevfik Paşa hakkında bile tahlile girişmeği lüzumlu bulmadık.
Bu zatların defaatle gelmiş oldukları bu yüksek makamı adı sanı belirsiz,
niyeti hâlisanesi tesbit olunamayan ve tam buhran dönemlerinin yol şaşırtan kör
kandili vazifesini ifa için, kaleme alınmış böyle varakpâreler her zaman
olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Ancak meşrutiyet İlânının 2.sinden sonra
dahi ülkemiz, dünya büyük devletlerinin danışıp, görüşlerini kaale aldığı bir
ülkeydi.
En ekâbir siyasetçi dahi, "Boğazdaki Adam; bu husus da acaba
ne düşünüyor" diye tahminlerde bulunmakta ve dikkatle Sultan Hamid'in,
söz ve davranışını takibe, kendini mecbur hissederdi.
ülkeyi batı dünyasının fırtınalarından devamlı menfi şekilde
sallanan bir sefine olmaktan çıkarmayı kendisine gaye edinmiş bulunan
halife/hakan takip etdiği çok yönlü ve hipeaktif siyasetle meşgul bir siyaset
dahisi olduğundan dünya-aörüşlerine itibar etdiği bir siyaset üstâdıydı. Osmanlı
Devleti târih sahnesindeki yüksek mevkiini 1683'den, i922'ye kadar müdafaaya
gayret göstermiş, bunu yapar-kende her bir karış toprağı uğruna can vermiş, baş
almış, yi-a\t].:" Kaybetmiş nâm almıştır.
Dünya askerî liderleri arasındada mühim ve parlak bir sima olarak
kabul edilen ünlü Napolyon Bonapart; "Türkler öl-dürülebilir fakat asla
mağlup edilemezler!" dediğinde de takvim yapraklan 1800'den sonrayı
göstermekteydi. İşte bahse konu risalede yukarıda bir bölümünün adının geçtiği
sadnazam efendilerin babaları milletimizin bir neslini teşkil etmekteydi ve
Napolyon bu ku sağın kahramanca direnişini bizzat müşahede etdiğinden, Cezzar
Ahmet Paşa'nın önünde aldığı Âkkâ'daki kötekten; avrupaya, Paris'e kendini dar
atmış ve oradan da, İlk sürgün yeri olan Elbe adasını boyla-mıştı. Böyle
değerli bir neslin çocukları olan yukarıda adlan geçen sadnazamlar hususunda
mezkûr risalede, ileri sürülen iddiaların üzerinde kalem yürütmeyi abes
görüyorum. Her şeyden Önce, bu zevat-i kiram siyasi hayatlarından menkub olduktan
sonra, yazdıkları hatıratlarla sübjektif suçlamalara dâir cevap vermiş
bulunanlarda vardır. Biz bunların artık maziye ve oradan da rûzî mahşerlik
işlerden olduğu kanaatında-yız. Ancak şunu da itiraf gerekir ki; bir cihan
devleti dün-ya'ya ferman verdiği 1453'den 1622'ye kadar bütün dünyanın
arzularına muhalefetsiz rıza gösterdiği bir devletti. Ancak o kadar adil ve
ahali denen kuruma pek büyük saygı beslemekteydi ki bu bakımdan yüzaltmış yılı
mütecaviz tek başına hükümran olma, dünya târihinin bir daha kolay kolay yaşayamayacağı
zaman dilimidir!
Bakınız; 1990'Iarda inhilâl eden Sovyetler Birliği Komonist
idaresi bir kutup, ABD' bir başka kutup görüntüsü verdikleri yıllarda birlikte
ancak 1946 ile 1990 arasında başpehlivanlık yapabildiler. Bunun mecmu kırkdört
sene yapar ki kimse işin tadını veya tuzunu anlayamadı.
Günümüzde yâni 1990 ile aradan geçen onbir yıl diğer bir deyimle
2001 seneleri arasın da ABD'de sevilmek şöyle dursun, ahalisinin kökeni olan
devletlerin bile, hasımlığını üstüne çekmeğe başladı. Günümüzde ise henüz
bütün ecramıyla ortaya çıkmamış asrın insanca en ağır hasan sayılan, Hiroşima
ve Nagazaki'yi hatırlatacağı ileri sürülen bir kıyıma çıkmış böylece de
müttefikleri dahi içlerinden bu dengesiz çıkışlı patronun karşılaşacağı
zorluklan tesbite çalışmağa başlamışlar ve kendisini bu sona getirecek,
arkalama yi yapmaktan da geri durmamaktadırlar.
Ezcümle söylediğimiz; günümüzün her alanda vardığı teknolojik
terakki dönemimizin olayları ile mâzidekileri mukayeseye kalkışma imkânı
bırakmamışsa da, son kertede dâima esas olan insan ve insaniyyet olunca,
devirlerin mukayesesi fazla İddialı olmamak şartıyla denenmelidir. Münsif bir
liderin, yâni insaf sahibi ve insanlık düşmanı olmayan bir diktatörün,
demokrat ruhlu olduklarını söyleyip de milletlerini temsil eden yöneticilerinin
kısm-ı âzaminin siyonizmin aldatıcı hümanist idaresinden çok daha iyi olduğunu
söylemeden geçemeyeceğim.
Tabiiki netice itibarıyla ortada 622 sene temadi edip nihayetinde
târih sahnesinde yerini Türkiye Cumhuriyetine bırakmış veya bırakmak zorunda
kalmış Osmanlı devletinin izmihlalinde suçun büyüğü devletin en üst mevkiini
temsil edenlere çıkarılması kadar isabetli bir başka görüş İleri sürülemez!
Amma şunu âa unutmamak icâb ederki; büyük ve Küçük hatalar bir araya geldiğinde
bilançonun zarar hanesinde karşılaşılan netice târihin derinliklerine doğru
yol almaya başlandığını göstermiştir. Bunu görenler çeşit çeşit tedavi usulleri
uygulamışlar ve geçici başarılarda bulabilmişlerdir.
Nevşehirli Damad İbrahim Paşa ile Damad Mehmed Ragıp Pasa savaşı
aramayan bir Osmanlı devleti ve savaşsız geçen yıllan, değerlendirecek bir
organizasyona gitmek istikametinde, yol alırlarken, Damadlann, İbrahim olanı
Patrona Halil isyanının mazlum ve mağduru olarak hem de hayatını kaybetti.
Ragıp olanı ise her adımına bir altın koyarım, Rusya'ya savaş açalım diyen
padişahı dizginlemeyi bilmekle beraber, bu rind ve tedbirli vezir ecei-i
mevuduyla dünya hayatından çekilirken, iki sulh dönemi haylice ıslahata vesile
olmuşsa da, Rusya'nın Ortodoks ve hristiyan hâmisi olarak balkanlarda ve
Osmanlı ülkesi dahilinde yaşamakta olanlar bahane edilerek sık sık teklif ve
saldırılarla rahatsız edilmeye başlamış ve haylice sıkıntılı dönemlere düşen
Osmanlı devleti, Mahmud Nedim Paşanın komşu ile iyi geçinme yâni dostu yakında
arama mantığına eğilimi, hristiyan ve ırkçı slav ruhu taşıyan moskof, Mahmud
Nedim Paşaya bu deneyimi yap-tırtmâmış veya sadrıazama durmadan ihanet
ederek,ahalinin bu zâta "Nedimof" lakabını vermesinin se bebini
teşkil etmiştir.
Risalede yer alan sadnazamlar arasında Mahmud Nedim Paşanın
hakkında yapılan suçlamalar, bizim savunma mecburiyetinde olduğumuz hususdan
değildir. Çünkü; Paşa bu dostluğu kurmak isterken geçmiş yılları, bu milletin can
düşmanı moskof mezalimini aklına getirmediği gibi, balkanlardaki ırkdaşfarını
ve Ortodoksların ancak Rusya tarafından dfije edileceğinide hesaba almamıştır.
Böyle bir hesabdan haberi olduğunu söyleme durumunda da değiliz. Çünkü; Sultan
Abdülaziz döneminin bu sadnazamı, efendisine bağlı bir kişi olmakla beraber,
iktidar anlayışı, padişah karşısında zaaf halindeki tu tumu zâten mutlakıyetin,
şeyhülislâm önünde bir parça frenlenebildiği ortamda, padişahın yetkilerinin
la-yüselliği mânasına gelecek ifade, tahrirat ve de yaklaşımlarla,
avrupalılaşmanın makulleşmesini sağlamaya çalışan Sultan Aziz'i hakikaten
risalede yazılı olduğu gibi bir afitab-ı cihan mertebesine teşvik etmiştir.
Bunun sonunda padişah hayatını kaybederken Mahmud Nedim Paşa ise sadaretden
olalı bir hayli olmuştu. Bu bakımdan risalede adı geçen Mahmud Nedim Paşa,
Âlî Paşayı harem kıyafeti ile karşılayamayan ve bir defasında deneyipde,
durumu gören Âlî Paşanın hizmetlilere, kızım sana söylüyorum! Gelinim sen anla
misali: "Efendimiz istirahat halindeyken niçin rahatsız edip, beni huzura
alırsınız diye çıkışmış ve girdiği huzurdan geri geri çekilip, sarayın
bahçesindeki güllüğü gezmeğe başlaması padişahın redingotlarını giyip huzura
çağırmasını intaç etmiştir ki, bu bir üstlük ve astlık değil sadece ciddiyet
diye anılmalıdır.
Târihi Bir Tesbit
Yukarıda ileri sürdüğümüz mülahazaları tasdik makamına değilse de,
işaret etmek babında, yine dahiliye eski nazırlarından Ahmed Reşid Bey (Rey)
Canlı Tarihler adlı eserinde: "İzzet Abid Holo Paşanın
müntesiblerindenken, İttihad ü Terâkki cemiyetine de hulul eden Hüseyin Hilmi
Paşa, bu yeni intisabının sayesinde Kâmil Paşanın riyasetinde ki kabinede
dahiliye nezâretine sokuldu.." demektedir. Hemen ilâve edelim ki; İzzet
Holo Paşa mabeynde 2. kâtib olup, Sultan Abdülhamid'in devrilmesine sebeb olan
kötü idarenin en ileri gelen malum şahıslarından bir tanesidir. Ancak devlet
idaresinin padişahın ellerinde olduğu çok uzun dönem etrafındaki kişiler
hizmetlerini hasbetenlillah ve millet ve devlet-i din için ifâ etmiyorlar,
mevki ve makam, para, servet kazanma vesilesi olarak telâkki etmekteydiler.
Arab İzzet'de denen, bu sivil paşa, bu vasıfda adamların başında geldiği gibi,
devletin valisi, kaymakamı, mutasarrıfı padişaha arzlarını sarayın ki tabeti
aracılığıyla yaptıklarından, ya birinci kâtip Tahsin Paşaya yahut da 2. kâtip
İzzet Paşa ya hulûs çekmekle karşı karşıya kalıyorlardı. Hüseyin Hilmi Paşa'yı
bu münasebetle Ahmed Reşid bey'İn suçladığı tarzda suçlamak, ne derece
isabetli olur onuda biraz dü şünmek gerekir diye noktalamak istiyorum.
Meşrütıyetten-31 Mart Harekâtına
Sultan Abdülhamid Hân'ın meşrutiyeti yeniden mer'iyete sokması
kendisini devirmek İsteyen gayri milli güçlerin, onların şeriki olan
ittihatçıların hesaplarını allak bullak etmişti. Millet; hanedan-ı âlî Osman'a
bağlılığının bir nişanesi olarak her yerde padişah lehine alkışlar ve padişahım
çok yaşa avazeleriyle kendini göstermesi, meclisin teşekkül çalışmaları Sultan
Hamid'in iktidardan uzaklaşmasının teminini 8 ay, 20 gün sonraya tehire sebeb
olmaktaydı.
Ancak hemen ilâve edelimki; İttihatçılarda dâhil olmak üzere,
hilafetin ve saltanatın devamından muazzep olan bir tek siyasetçiyi bu|mak
kabil değildi. Ne varki ilk meşrutiyetin keyfini Osmanlı milleti 1293/1877
savaşı yüzünden süremezken, 2.meşrutiyetin keyfini de, 2 ay, 13 gün sonra Avusturya'nın,
Bulgaristan'ın ve Girid Adası meclisinin yâni 5/Ekim/1908 târihinde Bulgaristan
Prensliği Osmanlı camiasından ayrıldığını, Avustur ya, Bosna-Hersek'i ilhak
ederken, Girid Adası meclisi de, 6/Ekim/1908'de Yunanistan'a iltihak edeceğini
kararlaştırması bu seferki meşrutiyetinde keyfinin çıkarılmasını önleyici bir
sebeb teşkil etti. Bulgaristan bizden ayrılık manifestosunu yayımlamakla
beraber ve bunu fiiliyata koymasına rağmen, bize nüfus olarak 4 milyon, 338
bin kişilik bir eksilme getirdi bu ayrılık. Arazi bakımından ise yüzbin
kilometre kareye yakın bir araziyi de elden çıkarmış oluyorduk.
Bosna-Hersek'le ilgili kayıplarımız, insan sayısı olarakda,
1.935.000 (lmilyondokuzyüzotuzbeşbin) arazice, 51bin kilometre kare idi.
Girid'e gelince, 8379 kilometre kare arazi 344.000 nüfusu kaybediyorken önemli
bir deniz üssü elimizden gitmiş oluyordu. Burayı hukuken kaybetmemizde 1913
senesine kadar sürdü.
Bilhassa milletimizin Bosna-Hersek'i ilhak etme meselesinden
dolayı Avusturya için epeyi protestolar, yürüyüşler tertiplediği görüldü.
Avusturya mensucat fabrikalarında yapılan ve ülkeye ithal olunan fes için bir
boykotaj düzenlendi. Bu boykotaj sayesinde de, Eyüb'de bir Fes'hane açılmış
oldu. Beyoğlu cihetinde bulunan Avusturya B.elçiliğinin önüne giderek
protestolarını duyurmak isteyen ahalinin önüne çıkan ve meşrutiyet dol-
ayısıyla Beyoğlu Komiseri tâyin edilmiş o!an Filozof Rıza Tevfik (Bölükbaşı)
Bey, heybetli vücuduyla buradan geçmek için benim vücudumu çiğnemeniz lâzım
şeklinde ava-z-ı bülend ile seslenmiş, yumruklarını bir boksörün gardım alması
şekline getirmesi şaka gibi görünmüş, daha sonra Filizof'un ciddi duruşu da
ahaliyi bir hürmete doğru istikametlendirmiş, ahali dağılmayı tercih etmiştir.
Bütün bunlar olurken, 17/Aralık/1908'de Meclis-i mebu-san'in
küşâdi yapıldı. Bu meclis için yapılan seçimler ilk seçimler olup, hayli
acemilikler ve hilelerle yapıldı. Askeri ve mülkî idarenin kısm-ı azaminin İttihad
ü Terakki zihniyetine meyletmesi, tabiatıyla bu çetenin zorbalığımda benimsemelerine
yol açmış bulunduğundan, ahali üzerinde müessir oluyorlardı. Böylece iki
dereceli yapılan seçimlerin tercih meselesinde bilhassa azınlıklar ve de
Rumlar üzerinde Atinadakİ Yunan hükümeti, Fener Patrikhanesi Rum mebus
namzetlerine yardımcı'oluyor, siyasetlerini yönlendiriyordu.
İttihatçılar karşısındada Prens Sabahaddin Bey'in başlarında
olduğu Ahrar Fırkası vardı. Gazetecilerin her seçime müessir olduğu öteden beri
bilinen hususattan olduğu bu seçim de de kendini gösteriverdi. İstanbul'da
münteşir aznlık gazeteleri ülke içinde nüfuslarını katbekat yüksek iian
etmkte, böylece fazla sayıda mebus çıkarmayı elde etmeye çalışıyorlardı.
ülke içinde İttihatçıların meşrutiyeti teminden sonra unsurların
birleşmesi, yâni İttihadı Anasır politikasını medhü senaya ve tatbike
başlamadan evvel zihinlerde bu anlayışı müntesibi oldukları beynelmilel mason
teşkilâtlarının kucaklarında yaşatmanın verdiği diyeti taleb ederek bunları
ikna-aya muvaffak olduğu bu me'şum fikriyat, Osmanlı devletinin ana yapısını
teşkil eden müslümanlığın vijdan hürriyeti içinde teemmülüne, ittihad-ı anasır
politikasını tartışmaya başlayan münevverler, islâm anlayışı yerine ırki
anlayışını öne geçirdiklerinde memleket de*şapa oturmuş oldu. Bundan da en Çok
azınlıklar ve devletleşmeyi, müstakil olmayı hedefleyen ırkların mensupları
istifade etmiş oldu. ileride göreceğimiz gibi bu unsurların birleştirilmesi
politikası, müslüman olup bağımsızlık peşinde olan ırkî toplulukların ayrıcıhğa
başlamasını getirirken,gayrimüslimler arasında mevcud olan ihtilafların
ortadan kalkmasına yol açtığından balkanlardada Sırp, Karadağ, Bulgaristan ve
Yunanistan ile Romanya ittifakının doğduğunu göreceğiz.
Meclis-i mebusan seçimden sonra 275 mebus ile teşekkül etmiş oldu.
Bunların 140 tanesi Türk, 60 tanesi Arab, 25'i Arnavut, Kürtler ise 2 mebus
çıkarmışlardı. Arab mebusların içinde bir tek hristiyan mebus varken,
Arnavutların içinde bir kaç kişi de hristiyan idi. Hristiyanlar içinde
cemaatlere göre dağılımları şöyle idi: 23 Rum, 12 Ermeni, 5 Yahudi, 4 Bulgar, 3
Sırp, 1 Ulah olup, tamamı 48 kişiyi bulmuştu. Okurlarımızın birazcık
tebessümlerini temin için, şunu da anlatalım. Arnavutlukta İpek adlı şehrin
mebuslarından birisi kürsüde günlerden bir gün şöyle konuşma yapar:
<Efendiler, gidiyoruz geliyoruz, Meşrutiyet Efendi'den konuşuyoruz. Fakat
kendilerini bir türlü göremiyoruz. Artık lütfedip ortaya çıksin-da cemâlini
görelim. CJzun boylumu, yoksa kısa, şişmanmi veya zayıfmı, esmermi, yoksa
sarışınını? Şeklindeki konuşması belki bir espri olabilirmi? Fakat şahısların
meşrutiyet hakkında malumatları olarak değerlendirilirse ne acip bir şeyle
karşı karşıya olduğumuz rahatça anlaşılır.. Tebessümden ziyâde, düşüncelere
gark ettik galiba..
Meclis-i mebusanın açılış günü olan 17/Arahk/1908 günü
padişah,yanında oğlu Burhaneddin Efendi olduğu halde ve refakatinde de sadnazam
Kâmil Paşa olduğu halde Ayasofya meydanındaki mebusan binasına geldi. Altun saltanat
arabasıyla gelen hünkârı ahali büyük bir sevgi gösterileriyle karşılamaktaydı.
Padişah, hazırlattığı konuşmasını hâvi yazıyı Ma-\ beyn Başkâtibi Cevdet Bey'e verdi. Cevdet
Bey nutk-ı hümayunu okuduğunda Sultan Hamid'in işaret ettiği husus pek
mühimdi. Çeşitli milliyetlerden gelen mebusların ayrılıkçı bir tutum
güdeceklerini İfade ettiği görülüyordu satırlar arasında. Padişa-hın, işaret
ettiği diğer ve önemli bir husus, 31 sene evvel devletin idarecileriyle
yapılan müzakere sonunda meclisin seddedilmesi hususu karara bağlanmış ve ona
riayet edilmiştir, dedikten sonra da, şimdiki açılışa da, devlet adamlarının
karşı çıktığını fakat kendisinin meclisi açmakta kararlı olduğuna işaret etmesi
mühimdi.
31/Mart Hadisesi
23/Temmuz/1908>den aylar geçmesine rağmen İttihatçılar,
ülkenin kaderini tam olarak ellerine geçirmeye muvaffak olamamışlar. Kabinelere
daha kendilerinden tam manasıyla olan birini henüz sadnazam yapamamışlardı. İlk
meşrutî kabineye, adliye nâzın olarak hayli yüksek dereceli bir mason olan
Manyasizâde Refik Bey'i sokmaya muvaffak olmuşlarsa da, bu nâzır'da ölüm
hastalığına yakalanmış olması hasebiyle koltuğuna oturma şansı bulamamıştı.
Posta müdürlüğünden gelen ve gözü pek, kabadayı ve mert birisi
olan Talat Bey dahiliye nazırlığına gelebilmişse de, ahali bu ittihatçıların
beyni bâlâsı olan bu adamı pek se-vememişti. Eski rical,ittihatçılara farklı
yaklaşımlardaydı. Abdülhamid'in gedikli sadnazamı Küçük Mehmed Said Paşa,
bunlara sıcak bakarken, Hüseyin Hilmi Paşa biraz daha net; yaklaşımı
sergiliyordu bunlara, fakat Kâmil Paşa düşmanlıkla tavsif edilebilecek bir
hâ!et-i ruhiye içindeydi. Buna mukabil,Ittihatçlann çoğu, meşrutiyeti biz elde
ettik, fakat hâla Sultan Hamid'in vezirleri memleketi idare ediyorlar, Biz bize
ait programlan nasıl ve ne zaman tatbike başlayacağız şeklinde parti içinde,
evlerde, kurulan her sohbet platformlarında bunları konuşmaya başladılar.
Bu arada matbuat sansür idaresinden kurtulmuş, herkes insafı bir
kenara bırakarak içindeki biriktirdikleri cifeleri kimin için olursa olsun
ortalığa saçmaya başladılar. Tabii bunlar siyasetin yenileri olan ahalimizde
çeşitli hislerin meydana gelmesine vesile olduğu gibi ittihatçıların askeri
kanadının siyasetten anndınlamaması olayların sözle bir sonuca bağlanması
gerekirken, beden gücü ve mermilere bırakılmasına se-beb olmaya başladığı
görüldü.
Günümüz insanlarının 1977 ile 1980 yıllan arasında şahid olduğu
anarşiyi gözünün önüne getirebilirse, bu dönemde yâni ittihatçıların, başda
İsmail Mahir Paşa olmak üzere, Hasan Fehmi ve Ahmed Samim Bey adlı
gazetecileri öldürmekten çekinmediler. Çok yıllar sonra bu suikastların,
İttihatçıların silahşörlerinden biri olan Yakup Cemil Bey tarafından
kurşunlandığı tesbit olunduğu yazılıp çizildi. Bu Yakup Cemil Bey, çok mert
birisi olup,a yni zamanda pek nişancı bir İnsandı. Ermeni Tehcir hareketi
esnasında Ermenilere karşı sert tutumlar gösterenleri, sarkıntılık yapan
muhafızları ceza-landırrnasmdaki şiddeti, bir ibret olması hasebiyle hayli caydırıcıydı.
Hemen bu arada yukarılarda da hatıratından bir alıntı yaptığımız,
Yakub Kenan Necefzâde 1967'de yayımladığı: "Sultan 2. Abdülhamid ve
İttihad ü Terakki" adlı kitabında 50. sahifede, <NasıI Geldiler?>
arabaşlığında şunları söyler: <Ni-ya>zi ile Enver ve meşhur Bulgar çete
reisi Sandanski ' 31/Mart da Taşkışta<da pek çok Türk subay ve askerlerini
öldürüp ve cesetlerini kefensiz ve namazsız şimdiki Hilton oteli civarındaki
Surp Agop Ermeni mezarlığına üst üste gömdüler ve ittihatçılar bu hakiki
şehidlerle birlikte nahak yere astıkları insanların kanlı ve boğulmuş, donmuş
cesetleri üzerine tahtlarını kurdular> demektedir. Daha sonra Şemsi Paşa ve
Enver Bey'in eniştesi Selanik merkez kumandanı Nâzım Bey'in yaralanmasındaki
ittihatçıları anlattıktan sonra şöyle
devam ediyor: <Öçüncü Ölüm ve kurşun Manastır polis müfettişi
Sami Bey'e, dördüncü cinayete kurban gitme piyangosu Topçu Alayı İmamı Mustafa
Efendi'ye isabet ediyor> dedikten sonrada, İttihatçıların reisleri
İstanbul'a geldikten sonra nice insanları Bayezid ve Sultanahmed meydanlarında
İpe çekiyorlar demektedir. Yakub Kenan Necezâde'nin nakli olan hassas şâir Ali
Hadi Okan Bey'in çı karmakta olduğu Yeni Cephe adlı haftalık gazetesinin
23/7/1951 tarihlisinde neşrettiği şiirinden şu mısra ile Sultan Hamid'in dokuz
defa sad-rıazam yaptığı Said Paşa hakkındaki beyti sayfamıza alarak
ziynetlendirelim:
"Padişah lûtfiyle konmuşken mürüvvet, devlete Münki'i inam
olup kıydın veliyi nimete" demek suretiyle Şapur Çelebi (Said Paşa)
hakkında târihi hükmünü şâir yüreğiyle veriyor.
Meşrutiyetin ilânı peşinden gerek heyet-i askeriyede gerekse,
mülkiyede yapılan tensik çalışmaları, hayli mağdur ve mâzul meydana getirmiş,
hâttâ sadaret binası karşısında bulunan bir kıraathaneye, Mazûlin Kıraathanesi
adı verilmişti. Burada görevlerinden alınmış bulunan mutasarrıf, kaymakam,
kâtibler, kadı'ları bulmak kabildi. Burada yeni bir göreve atanabilmek için
toplaşıyorlardı.
Ote yandan da Kıbrıs kökenli biri olan Derviş Vahdeti isimli zat,
bu gün bile hakkında yazılmış makale ve araştırmalara bakılırsa tam bir hüküm
verilemeyenler arasında bulunmaktadır.
Ancak; yazdıklarını Volkan adlı gazetesiyle okuyan dindar
insanlar, memnun kalıyor ve yanlışlıklardan haberdar olurken, dine mübalaatı
zaif olanlar ise, yazılanları milletin mukaddesatını istismar ediyorlar demek
suretiyle, bu gün yaşadıklarımızın tıpkısını yaşıyorlardı. Yalnız Vahdeti,
İttihad-ı Muhammedî adlı bir cemiyet kurupda manevî başkanlığına İki Cihan
Serveri (s.a.v) Efendimizi seçtiriyordu. İşte bu haber pa- dişah Sultan
Harnid'e ulaştığında, padişahın <Bir bu ek-siktî> dediği kuvvetli
rivayettendir.
Bakınız Öztuna Bey, Büyük Türkiye Târihi adlı değerli eserinde
nasıl bir yorumla 31/Mart Vak'asına, Derviş Vahdeti'nin Volkan gazetesi olmak
üzere Sultan Hamid devrinde mevcud bulunmayan tam mürteci bir kısım basın,
halkın mukaddes hislerini tahrik etmiştir, dedikten sonra şu satırları döşüyor:
"Buna rağmen Rumi takvimle 31/ Mart/V aka'ası'denen 13/fİisan/1909 irtica
hareketi, milletten oe halkdan gelmemiştir. Türk milleti, târihin hiç bir
devresinde irticadan yana olmamıştır. Hâttâ Mart ihtilâlinin başına az ve çok
ehemmiyetli bir tek kişi bile geçmemiştir. Hareketin en büyük lideri Hamdi
Çavuştur. Asiler kendilerine subaylar ve devlet adamları arasından bir lider
bulamamışlardır.
31/Mart olayı, tam manasıyla aydınlığa çıkmaktan uzak kalmıştır.
Başta Şeyhülislâm Cemaleddin Efendi olmak üzere, devrin bir kısım ricali, bu
olayı Suttan Hamid'i devirmek ve iktidarı tam manasıyla ele geçirmek için İttihat
ve Terakkinin hazırladığını ileri sürmüşlerdir.
Dayandıktan delil isyanı çıkaran Avcı Taburlarının bir kaç hafta
önce Selanik'ten İstanbul'a getirilmiş olmasıdır. Gerçekten padişahın şahsına
çok bağlı 1.Orduya güvenemeyen bu ordunun subaylarına nüfuz edemiyen ve merkezi
Selanik'de bulunan 3.Orduya dayanan İttihatçılar, irtica olaylarını çıkartan
taburları<nlgâhban-ı hürriyet>, <muhafız-ı meşrutiy-yet gibi şaşaalı
ve demagoji kokan isimlerle İstanbul'a sev-ketmlşlerdi. 1.Ordunun başına
getirdikleri genç Müşir Mah-mud Muhtar Paşa, İttihatçıları tutuyordu. Sonradan
İttihad ve Terakkinin en azılı muhaliflerinden olan bu zat, Gaazi Ahmed Muhtar
Paşanın oğludur.." diyen Öztuna bu eserini tab ettirdiğinde târihler 1978
yılını bulmuş, nice hatıratlar, nice hatıralar, araştırmalar yayımlanmış
tertibin hedefinin yarım kalan Sultan Hamid'in tahtdan indirilmesini ikmâl
etmek olduğu büyükten küçüğe herkes tarafından kabul edilmiştir. Öztuna Bey'de
bu maksad-ı hakikiyi şüphesiz bilir ne varki bu cümlelerle geçirmeyi lüzumlu
bulmuştur. Hele hele, İtti hatçıların vurucu bir silahşoru olan Mustafa
Turan'ın itirafları yayınlandığında bu hususun artık gizli tarafı kalmamıştı.
İrtica kelimesini burada islâmla özdeşleştiren masonlar ve onların
bu hesaplarına dikkat etmeyenler bu ihtilâli irtica diye vasıflandırmakla
mason plânlarına yardımcı olmuş c!u-yorlar. Meselâ padişahı çok seven Avcı
Taburlarına yapılanlar, onların abdest almalarını bile önlemeye suları kesmek
suretiyle tahrike dönük hareketler, meşhur Ömer Naci'nin din adamı kılığına
girerek Taşkışla'da yaptığı konuşmalar, askeri fötr şapka giymeye mecbur
edecekleri hakkında yaptığı konuşma ir tica olmuyor, fötr şapka
giydirilecekleri söylenenlerin buna itirazları irtica oluyor. Bu bakımdan
dönemin en iyi tarihçileri arasında yer alan Öztuna Bey, burada her ne kadar
Sultan Hamid Hân'ı vikaye ediyorsa da, sessizce irtica adını İsiâmi bir
itirazın üzerine kötüleme şalı olarak atmaktan imtina etmiyor.
Şimdi Meşrutiyetin 2.defa meriyete girmesinden sonraki safahatın
bazı mühim bölümlerini Sadaret telgrafhanesi Şifre kâtibi Mehmed Selahaddin Bey
merhumun Bildiklerim adlı eserinden takibe alalım:
Meşrûtiyetin Birinci Kabinesi-İlk Sadrazamı Ve Şeyhülislâmı
Yukarıda kısaca ifade ettiğimiz gibi sadrazam Said Pa-şa'nın
istifası üzerine anayasanın ilgili maddesince tarafı es-raf-ı cenâb-ı
padişahîden meşrutiyetin ilk hükümetini kurmak üzere vazifelendirdiği gerek
sadaret, gerekse hariciye gerekse de dahiliye işlerindeki büyük birikimi ve
dehası münasebetiyle Kâmil Paşanın getirilmiş olmasına inzimamende
şeyhülislamlık, onsekiz yıl aralıksız bu vazifede şerefle hizmet etmiş bulunan
Muhammed Cemaleddin Efendiye veril-mişdi. Yine evvelce olduğu gibi alay-j vâla
ile babıâlî' ye gelinmiş dualar okunmuş, böylece de meşrutiyetin ilk kabinesi
meşrutî hükümlere uygun olarak kurulmuş oluyordu.
Kâmil Paşa gibi dış dünyada olsun, içişlerimizde olsun ehliyeti
herkesçe kabul gören bu ihtiyar zâtın te'siri kabinede müsbet mânada işlerin
yürümesine yol açdı. Ayrıca meşrutiyetin getirmiş olduğu ecnebi devletler
mütebessim, ilişkiler kurabilme şansını denemeye kalktıklarında müşfik ve açık
görüşlü bir idareyle muhatab oldular. Osmanlı devleti, mülkünde bayındırlık
işlerinde bir hayli yapılacak iş olduğunu görmüş bulunmalarından dolayı ve bu
işleri yapmak İhalelerini alabilmek için avrupa para kasalarının idarecileri
İstanbul'u cemm-i gafir halinde ve sık sık ziyaretlere başladılar.
Bütün bu olumlulukları gören İttihad ve Terakki cemiyetinin
reisleri, menfaatperest kişilerin servet ve sermayenin kasalarını açıp devlete
her türlü yardımı davet eden hâlin, hükümetin hâiz-i itimad ve emniyet
olmasından doğmayıp, meşrutiyetin ilânının temin eylediği bir hâl olduğu ve
kendileri dahi hükümet-i idareyi ele alsalar, hem şahıslarının hem
rnernjeketin istifade edeceği zannı bâtılı, kötü düşüncelerini bulandırmış
olmalı ki inkılabın başlangıç döneminde, cemiyete dâhil olan bir takım kötü
niyetli kişiler, meşhur eşkiyala-rı baslarına toplayarak kabinenin
disiplinperverânesine taban tabana zıd, dini âdaba ve islâmiyyeye ve de kanuni
mevzuata tamamen muhalif olan gasp, yağma gibi hallere cesaretle eski
vekiller ve devlet memurları ile milletin zenginlerinin hanelerine hücum etmek,
bazılarını çeşitli zulüm ve işkence ile sokaklarda sürüklemek ve de mevcud
nakit paralarını zorla alma ve gasp eyleyerek memleketi anarşi ortamına
oturttular.
Türlü türlü bahanelerle de yardım almağa ve bunları toplayıp
kendi keselerini dol durmaya başladılar. Böylece de hükümeti müşkül bir duruma
sokmuşlardır. Kâmil Paşa Hz.leri sadaret makamında bir hayli yorulmuştu. Çünkü
bir tarafdan saydıklarımızın irtikâb ettiği günahların önünü almak, bir tarafdan
da devlet memuriyetine dahil olmayacaklarını beyan eden, cemiyet-i ittihadiye
reisleri ve âzalarının, müsteşarlık ve valilik gibi vazifelere yerleştirilmesi
için hükümete baskıya ve bunların kanunî vasıflara hâiz olmayan câhil ve
değersiz bazı kişilerini de ayan meclisine sokmak gibi biçimsiz müracaatlarına
son vermek ve asayiş ve de disiplini memleket mihverinde devam ettirmek
çâresini temine pek gayret göstermiştir.
İttihatçıların çeşitli suçlarına ve memuriyet talebi ile
babı-âlî'yi sıkıştırma teşebbüslerini iyice tedkıyk edersek, Kâmil Paşa
Hz.lerinin sadaret makamında bulunması, birliği gerektiren gizli cemiyetlerin
hastalığına uygun gelmediğinden, KâtiliPaşa hakkında da, var olan iç ve dış
âlemdeki itimadı izâle ettirerek Kâmil Paşanın infial ve iğbirarını celbedip makamını
terke mecbur kılma çâresinin aranmasıydı. Bahse konu cemiyet bu hususda emir
vermiş olup, hâl bundan başka bir şey değildi.
Selâmet-i vatan ve milletin saadetinden başka bir düşünce
taşımayan ve hiçbir kimseye karşı kin ve düşmanlık taşımayan siyaset
tedbirlerinin bu pîr'i, Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa ilk önceleri, ittihadçılarında
aynı his ve fikri taşıdıklarını zannederek, meşrutiyetin gözcüsü ve koruyucusu
demek olan meşrutiyet-i nigehbân zannetmesi, bu vasıflardanda pek uzaklaşmış
olan cemiyet azalan yüzünden, ülkenin göreceği zararı ve tehlikeleri kovalamak
için gereken nasihatleri yaparak, düzelmelerinin çâresini aramaya teşebbüs
etmişse de, bahse konu haşaratın, reva olmayan muamele ve müstebid tarzdaki
hareketlerinden vazgeçilemeyeceğini, şahsi ve nefsi düşüncelerinden başka
dünyada bir düşünceleri olmayan, memleket ve millete karşı en ufak bir hürmet
hissi ve muhabbeti taşımayan ve her türlü faziletden mahrum ve çeşitli
cinayetler ile fenalıkları yapmaya hazjr ve eğilim taşıyan sadece vatan ve
millete değil, insaniyet âlemi için varlıkları bir belâ ve tehlike olan ve de
vatanperverlik örtüsü altında ve kisvesi tahtında şahsi menfaatlerini elde
etmeye çalışan bu rezil ve hâinlerin vatan ve millet ile katiyyen bir alâkaları
olmadığını anlamış bulunuyorlardı.
Muazzez vatanımızı bu gibi haydutların eline terk etmek asırlardan
beri bu hâli keşmekeşde yuvarlanan devletin ve ülkenin süratlenen bölünme ve
izmihlalinin sebebi olacağını düşünerek bunların başka bir güzellikle ayıklanıp
İslahları çâresini denemiş buyurduklarından, haberdar olan İttihadçı-ların Reis
takımı bu haberden fevkalâde ürkmüşlerdi.
İstanbul'da bulunan Osmanlı askeri ile lâzım gelen tehdid-leri
yapıp bunları yerine getiremeyeceklerini anladıkları için ellerinde silahlı bir
kuvvet bulundurmayı düşünerek, bir bahane ile Rumeli de bulunan
"Nigehbân-ı Hürriyet" dedikleri Avcı Taburlarını Selânik'den
getirtip, bu tavırlarla sarayı ve babıâlî 'yi tazyik ve tehdid küstahlığına da
cü'ret edip, Kâmil paşa kabinesinin düşürülmesi çâresini aramakdan geri durmadılar.
İçlerinde en tanınmış olanı ve cemiyet-i ittihadi'yeyi kuran
reislerden ve kabinede adliye nazırlığı görevinde olan ve cemiyetin takip
ettiği tarzı tasvip etmeyen Manyasizâde Refik Beyefendiyi bile tehdide
kalkıştılar. Refik Bey'in önce kalbini yordular az sonra da adamın ölümüne
sebeb oldulardı! Kâmil Paşa kabinesinde, dahiliye nâzırlığıyla görevli Hüseyin
Hilmi Paşa, bu hain serserilere boyun eğiyor ve onlara uymakdan kendisini bir
türlü almamaktaydı. Bunların; kendisini (H.Hilmi Paşayı m.h) makamı sadarete
getireceklerini vaad edenlere, makama kavuşmak hırsı ile gözleri adetâ kör
olmuştu.
Geleceği, milleti ve devleti feramuş (unutmuş) ederek, bu hezele
ile birleşerek kabinenin düşmesi için bütün kuvvetini, bazuya verip
çalıştığından vatan ve milletimizin bu hâl-i felâketi ve bölünmeye maruz
kalmasına H.Hilmi Paşanın böyle davranışı sebeb olmuştur. Bu sebeb, yegânedir
desek yeridir.
Böyle taarruz, tazyik ve tehdid ile müdehaleye uğramadan bir anı
geçmeyen Kami! Paşa kabinesi, tabiatıyla ümmid olunan icraatı yapamadı.
İslahatı ise; tamamiyle tatbike koymaya meydan bulamamışsa da, anarşi hâlinde
olan ülke asayişi temine ve seçimleri yaptırmakla mebuslar meclisinin açılmasına
korkmadan çalışmış idi. H.23/zilkade/l 326-R. 4/arahkl324-M.17/aralık/1908 de
mebusan meclisinin açılmasına muvaffak olmuştur.
İngiltere devlet-i muazzaması, dersaadet büyük elçiliğine tâyin
buyurulup meşrutiyetin başlarında şehrimize gelen Sir Levatr cenahları hakkında
İstanbul ahalisinin, ittihad ve
terakkinin bir kaç âzası müstesna olduğu halde, bahse konu cemiyet diğer
azalarıyla beraber gösterdikleri eserler hüsn-ü kabul, hürmet ve fevkalâde
muhabbetden ve İngiltere deviet-i muazzamasıyla, devlet-i âliye' nin eski
dostluk ve muhabbetleri olan bazı avru-pa düvel-i muazzamasınin, kabine
hakkında perverde eyledikleri eser-i muhallesat yâni biribi-riyie iyi
geçinmeleri dostlukları şark'daki siyasî menfaatlerine menfi tesirler
etmesinden telâşa düşmüşlerdi.
İttihad ve Terakki cemiyetinin yegâne koruyucusu; Almanya
imparatoru 2.Wilhelm ile İttihatçılar arasında, önemli ro! oynayan gizli
cemiyetin, özellikle memurlar göndererek hükümetin behemahal sükût etmesini
sağlanmasına bakılması, bunu temin için hiçbir fedakârlıktan kaçınılmaması
için talimat verilmiş ve bu emrin tatbikatınada göz kulak olmak için ayrıca
kontrol memurları tâyin edilmişdi. İstanbul'daki Doyçe bankın ve Ana-dolu
şimendifer idâresinin kasalarını İttihad ve Terakki cemiyetine açarak,
Türklerin ha kiki dostu ve eskiden beri böyle olan İngiltere devleti fâhİmesi-ninde,
te'sir ve politikası nın Osmanlı ülkesinde tutunmama-sına gayret edilmesine
rağmen Anadolu şimendiferleri direktörü Mösyö Heknin vazifelendirildikten
sonra, İstanbul'daki Alman sefaretinede Berlin'den verilen emirde, sefaretin cemiyetle
dâima temasda bulunarak menafi-i siyasiye ve ikti-sadiyelerine külliyen münafi
olan böyle bir halde cemiyetin kurucuları ve reislerinin men edilmesi için
takyidat-ı basiret-' kâranede bulunulması emir ve işaret edilmişdir.
Gerek Almanya devleti gerek bahse konu cemiyetler bu uğurda
yüzbinlerce liralar sarf etmekden çekinmeyerek; İttihad ve terakki'nin, o
dinsiz ve imansız üç-beş kişiden ibaret olan reis ve kurucularının mühim
olanlarını daha önceden hazır etmiş bulundukları plân mucibince hareket
ettirmeye muvaffak olmuşlardı. Malum ve mâhud bu ileri gelen şahıslar;
meclis-i mebusan azalarına verdikleri talimatlar istikametinde Kâmil Paşa kabi
nesine, kanun-î hakkını: <Kanun-u Esâsîi ahkâm-ı münifesini ayaklar altında
bırakarak> yâni; anayasanın güzel hükümlerinin ezilmesine aldırmayarak, bu
kanunlara uygun harekâtı önlediler. Kâmil Paşa'nın; üç gün sonra vereceği
izahatı da beklemeden, Paşa'nında meclis de bulunmadığı gün, hükümet hakkında
itimad oylaması yaptırdılar ve böylece Kâmil Paşanın istifasını sağladılar.
Padişaha da, başda olmak üzere, herkesin tazyikler yapmağa başladığı görüldü.
Israrlar sonucunda Kâmil Paşa kabinesi düşürüldü, fakat Kanuni Esâsı yi
getirenler(î) onu ilk önce kendileri yaraladılar. İttihad cemiyetinin
reislerinin affı kabil olmaz hareketleri yüzünden devlet ve ülkemiz bölünme
felâketine doğru ilk adımı atmak zorunda bırakıldı.
Kâmil Paşa'ya Suikast Düzenlenmesi
Kâmil Paşa kabinesine güven oyu verilmeyen gün sadrazam Hz.leri
meclis'e gelmiş olsalardı, meclisin kapılarında ve koridorlarında hâttâ
Ayasofya Meydanfnın çeşitli yerlerine yerleştirilmiş ittihad ve terakki
cemiyetinin eşkıya ve fedaileri tarafından katledilecekdi. Bu cinayet plânının
baş tertipçi-leri Almanların İstanbul büyük elçisi Baron Mareşal Dö Biyberştayn
ve Almanyalı Müşir Golç Paşa'nın gizli tertibatına uyan ittihatçılar idi. *
Hüseyin Hilmi Paşanın İlk Sadareti
Kâmil Paşa Hz.lerinin; meclisde anayasaya aykırı bir tarzda,
kabinesiyle beraber sükût etmesinin arkasından makamı sadaret, daha Önceleri
ittihatçılar tarafından vaad etmiş bulundukları Hüseyin Hilmi Paşa Hz.lerine
verilmesini temin etmişlerdi. H.Hilmi Paşa bu vaadin yerine getirilmesinin
karşılığını, ittihadçılann ileri gelenlerini kabineye vekil (bakan) alarak
ödedi. Böylece ittihad ve terakki devletin kalbi olan babı-âlî de de, bir
merkez daha kurmuş oldular. Mülabei Sıbyan; yâni çocuk eğlencesi de denen bu
kabinenin oynadıkları feci oyunların iki tanesini, okurlarımıza nakletsek,
anlatmak istediklerimiz derhal anlaşılır.
1 Bunların birincisini 31/mart hadisesinin hazırlanması ve tatbike
konulması teşkil eder, İkincisini ise, Sultan 2. Abdül-hamid hân'ın gayri meşru
ve gayri kanunî şekilde tahttan indirilmesidir. Bu iki mühim olay hakkında;
bilgilen olmayanları, ikaz ve dikkatlerini çekmek için bir miktar izahda bulunalım.
İki Olayın Hikâyesi!
Kötü bir âlet olarak, her hususda istihdam edilip kullanılmak
üzere Selânik'den getirildiği beyan edilen Avcı taburlarının 31/mart hadisesinin
meydana getirdiği vede Sultan Ab-dülhamid hân hz.lerinin, tahtan indirilmesi
için oynadığı rol; fesad cemiyeti ittihatçılarının minettar oldukları
hâldendir. İlk anlatacağım olan bahsi bu teşkil edecektir.
Çünkü; bu taburların kumandanları; Selânik'li dönmelerden
(Avdeti), Remzi Bey gibi muhtexem(!) kardeşlerin reislerinden ve subayları da
o kardeşlerin, Rumeli ve İstanbul 'un sokak aralarında ve ana caddelerinde
öldürülüp şehid edilen hakiki vatanseverlerimizin katilleri oian ittihad ve
terakki cemiyetinin ün yapmış fedaileriydi. Böyle kumandan ve subaylardan
meydana gelen bir heyeti muhteremenin(!) sevk-ı idaresinde, bulunan taburların,
erleri de aynı his ve fikre tâbi olduğu, gibi askerin tamamının pek büyük bir
kısmı da, Rumeli ahalisinden Rum ve Bulgar eşkiya çeteleri mensubları
olduğundan, cinayet ve eşkıyalıkta da pek ustaydılar.
Ne derece itimada lâyık ve emniyetine inanılırlığı belirsiz bu
taburların yapacakları hizmet, diğer taburların subay ve erlerinin
yapamayacakları işlerden olduğu, ittihadçılarca malumdu. 31/mart hadisesini,
orduyu hümayun içinde vazifeyi bunlara yüklemek, İstanbul da bulunan diğer
askerlerin düşüncelerini tahrike ve kafalarını karıştırmağa başladıar. İttihatçılar
bu ve başka yollarla ahalinin saf takımını teşvik ve iğfale muvaffak
olduğundan, 31/Mart isyanını çıkartmağa muvaffak oldular. Avcı taburlarının
subayları, 31/ Mart günü er elbiseleriyle sokakları dolaşarak isyan ve kıyam
eden asa-kir-i şahane ile ahaliyi tahrik edip daha sonra vak'anın inkişâfı üzerine
bir hayli rol oynadılar. Zâten tertib içinde olduğundan Selânik'den yola çıkan
Hareket Ordusuna katılmak üzere Çatalca ve Hadımköy istikametlerine firara
başlamışlardı. Birinci ve ikinci firka-i hümayunların da bulunan taburlar,
mektebli ve ittihadçı subaylar bile mukaddes vazifelerini terk edip firar yolu
ile Hareket^Ordusunu karşılamağa Çatal-ca'ya gittiler. Başlarında kumandan ve
subay kalmayan taburların askerleri, tabiatıyla arkadaşlarına iltihak
eylediklerinden olay bir hayli büyüdü. Böylece de olması icâb etmeyen
vak'aların, meydana geldiği görüldü.
Bu fetrete ve isyana yâni emir ve kumandasiz kalma durucuna yedi
sekiz ay süren cemiyetin akıl ve hikmete uygun düşmeyecek faaliyetini gören,
bundan meydana gelecek vahameti anlamaya başlayan bazı kişiler iltihak etmiş
kadro hâricine çıkarılan eski subaylar dahi kendilerine kumanda etmek için
isyan etmiş askerler tarafından evlerinden zorla getirildiğinden, işler
ittihatçıların aleyhine dönmeğe başlamıştı.
Hüseyin Hilmi Paşa kabinesi oynamış olduğu bu oyunun kendi
aleyhlerine dönmüş olmaları yüzünden korkuya düşüp herbiri birer tarafa
kaçışmaya başlamışlardı. Nefislerini kurtarabilmek için Sadnazam H.Hilmi Paşa
ve kabinesi istifalarını verir vermez, adetâ sır oldular. Bu sebebdende memleket
hükümetsiz kaldığı gibi isyan içinde kalmakda ya şandı. Sultan Abdülhamid
derhal Ahmed Tevfik Paşayı makamı sadarete getirdi.
Ahmed Tevfik Paşanın Sadareti
Sadaret makamına 2.Abdülhamid hân hz.Ieri tarafından getirilen
A.Tevfik Paşa, kabineyi ülkenin tanınmış kişilerinden meydana getirdi.
Karışıklığın; uyandırılan ümidfer sayesinde giderilebileceğini düşündüğünden
olacak, hemen tedbirleri almaya başladı. Kabinede Harbiye Nezaretini üzerine
almış bulunan büyük Müşirlerden Gazi Edhem Paşa hz.leri-nin gayret ve
himmetiyle isyan hâlinde bulunan askerlerle, ahaliyi ikna eyledi. Arkasından
genel af ilânının getirdiği ümidleri arttıran hususlar, isyanın önünün
alınmasını sağladı.
Fakat bütün bunlar olurken; Hareket Ordusu adi altında,
Selânİk'den yola çıkan ittihatçıların ordusu, İstanbul'a duhul edivermişdi.
Şehre hiç bir mukavemete maruz kalmadan giren bu, isyancılar taifesi hâline
gelmiş ordu, büyük bir eşkıya çetesinin yapabileceği terörü ifa edeceklerden
farksızdı...
Rumeli de; meşrutiyet ilânından sonra teslim olmuş, ne kadar
Bulgar ile Rum ve Arnavud çeteleri varsa, bunların tamamı bu hareket ordusunda
mevcutdu. Selânik'in Dönme Yahudileri ve buna benzer haşaratda, bu orduya
katılmış olduğundan, bu gibi haydutlar ile teşekkül etmiş olan ittihatçılar
çetesi İstanbul'a girdiklerinde karşılarına çıkan müslüman kıyafetinde olan
herkese saldırıp katletmeğe başladılar. Her tarafı yağmalamağa koyuldular.
Kışlalarına çekilerek vazifelerini ifâya çalışan askerlerimizin kışlalarını
abluka altına alarak, düşman ordusunu top salvosuna tutar gibi bombardımana
geçdiler. Bu hengâmede otuz bin askerimizi toprağa düşürüp büyük bir cinayetin
mürtekibi oldular.
Ceza Alacaklarına Ceza Veren Oldular!
Bu yapılan şüphesiz ki bir "alessultan-ı huruç îdi" buna
cüret eden Mahmud Şevket ve Ferik Hüseyin Hüsnü Paşaların kumandasındaki
eşkıyalar güruhu, komutanlarından en küçük neferine kadar askeri ceza
kanunlarının uygun maddelerine binaen, idama götürülmeleri icâb ederdi ve bu
kokuşmuş cemiyete ubudiyet ve hulûs çakmak için bahse konu canileri
alkışlıyan elleri de icab eden cezalara çarptırmak gerekirken şaşılır ki; bu
haydutların yol açısıyla halife-î rûyi zemin ve padişah-ı islâmiyan olan Sultan
2. Abdülhamid han hz.lerini tahtdan indirmeleri ümmetin büyükleri ve milletin
vekilleri ve hükümet ile ayan (senatörler) için, İlelebed çatıl-nıak da haklı
olunacak durumlardandır.
istanbul'a girdikten sonra yaptıklarını bir miktar yukarıda-da
anlatmağa çalıştığımız bu şekavet topluluğu üstelik is-yancılıkdan çıkıp hem
itham eden, hem de cezalandıran yargıç makamına geçtiler. Çünkü kurmuş
oldukları örfî idare ve buna bağlı
1 ve 2 numaralı divan-ı harb-i
örfî adlı askerî mahkemeler, eski vükelâ-yı ve askerleri, devlet memurlarını ve
sarayın erkânını, ittihatçıların menfaatlenmelerini önlemeyi, hizmet-i millet
ka-bul edenleri ve bunların (İttihatçı çetenin) hareketine karşı hareket
yapmayı tasavvur ed enleri, bir çok muharrir ve iktidar sahibi kimseleri,
Sultan Mahmud'u sâni'nin sonunu getirdiği yeniçerilerin, "tut-kap"
usûlüne uygun olarak, rastladıkları yerlerde yakalayarak Harbiye Nezâ-reti'nin
bahçesinin Süleymaniye Câmü kapısına yakın yerindeki Bekirağa Bölüğüne
hapsetmekteydiler. (Tabii bu günkü İstanbul Üniversitesinin olduğu yeri tarif
ettiğimizi biliyorsunuz. M.H) Yakalanıp da, hapse konan kişilerin gün begün sayıları
çoğaldığından hapishanenin üst katındaki itfaiye teşkilâtı dâhil, bir kaç
asker koğuşu boşaltılarak çâre arandiysada neticede zulme uğrayan kimselerin
sayısı durmadan arttığından daha sonraları Dâire-i Askeriyye-Î ümur-u
Nezâret-i binası karşısındaki, Çifte Saraylar bile hapishane olarak kullanılmağa
başlandı. Yapılan bütün bu işlerin mağduru olan kişiler büyük eziyyetler ve
açlıkla mücadele edip dayanmağa çalıştılar. Ancak .yapılanlar akla hayale
gelmez cinstendi ve milletimizin insanına reva görüldü.
İttihatçıların cemiyetinin o rezil kurucu ve reisleri ve de
meşrutiyetin kurucusu ve kahramanı addedilen Enver ve Niyazi'ler ile onların
cânilikde, bir hayli ileri olan fedaileri, tarafından tutukluların ve hükümlü
mazlumların bazıları, gündüz veya gece ve belli olmaz zaman diliminde bu
ahlaksız canilerin bulundukları harbiye nazırlığı binasının odalarına
getirtilir 'çeşitli hakaretlere maruz bırakılarak bu esere almaya utandığımız
sözlerle izzet-i nefisleri rencide değil, adetâ ayaklar altına alınmaktaydı.
Şeref-İ Adalet Ve İki Şahsiyat
Bu sakim anlayışın, kendi düşünce ve yollarındaki engel, sağ
duyuyu ortadan kaldırmak için, her gizli ve açık darbelerin taşıdığını, bir
daha ortaya koyduğunu görüyoruz. Bunu yapacakları vasıtaların başında da
adaleti ileri sürerler, fakat adalet yerine talimat almaya amade hâkimleri
tercih ederler. Ve de; bu aradıklarını bulduklarını târih dâima önümüze koymaktadır.
Buradan hareketle bu rezil ittihadçıların kurmuş oldukları
yukarıda adı geçen divânı harblerin birincisini teşkil eden heyette yaşlı
başlı, namuslu ve erkânı askeriyyeden hakkıyla haberdar, vicdan sahibi
kimseler, zamanlı zamansız sorguya alınanların durumlarından haberdar olduklarında
ve adalet ilkesi anlayışına aykırı bulduklarından böyle gayrihukukî davranışlara
cesaret edenlere, yaptıkları hâinane davranış yüzünden öyle ağır azarlamalarda
bulundular ki ve tekrarında da, pek ağır şekilde kanunu tatbik edeceklerini
bildirerek, yönlendirilmelerine kalkışacaklara cesaret vermediler.
Bir de; Topçu Hasan Rıza Paşa divan-ı harbî de denilen 2.divan-ı
harbî heyeti hâkimesi vardıki, ittİhad ve terakki heyetinin yirmiüç-yirmibeş
yaşındaki azalarından olan genç subaylardan meydana gelmişti. İşte bu heyet-i
hâkime, diğer heyet gibi yapmak şurada dursun, kendilerini cemiyetlerine
beğendirmek gayesiyle her türlü haksızlığa geçid vermekten başka,
gayrikanuniliğe saparak bir iki sene hapis cezası verilebilecekken veya hiç de
ceza almaması gereken mazlumlara idam cezası vermekten, yüzlerce insanı
Ayasofya ve Ba-yezid meydanlarında, asılarak hayatlarına son vermek kara-rını
almaktan çekinmediler. Böylece kendi vicdanlarını yakıp ahiretlerini berbat
ederlerken cemiyetlerine yaranmak onlara tatmin verdi mi? Cemiyete karşı böyle
gayrimeşru yolla hizmet veren 2. harb-i örfî divan reisi ve heyeti yaptıkları
gayri kanunilik yüzünden Osmanlı hukuk tarihini de kirlettiler
31 Mart Yağması
31/Mart/1325-14/Nisan/1909'da, meydana gelen meşhur vak'a, Osmanlı
devletine bir miktar saygı ve sevgi duyan, maziye cesaretle sahiplenen
insanların yüreklerinde izdıra bi hissettiği günlerden bir günü yâd ettirir.
Târihin en siyasî padişahını tahtdan indirenlerin milletimizin kol ve kanadını
kırmaktan başka hem islâm âlemini hernde bütün cihanı pusulası bozulmumuş bir
geminin dalgalı denizlerde seyr-i sefain etmesine benzettiler.
Bütün bunlar 1909 senesinden beri yazılıp çizildi. Lehde ve
aleyhtekiler kalemlerini oynattılar. Biz 93 sene sonra târih çalışmamızın
sayfalarına taşıyarak, hatıratlardan ve makalelerden gelen bilgiyi belki de
ilk defa Osmanlı târihi içine sokmuş oluyoruz. Böylece eğer talebe
evladlarımız ders kitaplarından ayrıca yardımcı kitap okuma alışkanlığı
kazandığı takdirde olanlara daha çok vâkıf olabilecek insan sayısı
ziya-deleşecektir.
Şimdi; 1 7/Nisan/1919 senesinde bir mânada menfur 3l/Mart olayının
lO.senei devriyesinde İKDAM Gazetesinde aşağıya alıntıladığımız yazı
neşredilmiştir: "Hareket ordusu; Sultan Abdülhamid'i, tahtdan indirdikten
sonra yaptığı Yıldız Yağmasında, 5'erlik 500 bin Osmanlı banknotu, 25 bin adet
beşibiryerde Osmanlı altunu almıştır. Yağma hakkında resmi rapor, 17/Nisan/1919
tarihli İkdam Gazetesinde neşre dilmiştir. Buna göre Mahmut Şevket Paşa,
çeşitli pan-tantif taç yüzük, bir altun manfal, Hüsnü Paşa, murassa tütün
tabakası, bir gerdanlık, Hareket ordusu erkânn-ı harp reisi Mirliva Ali Paşa
müteaddit küpe ve yüzükler, Hasan İzzet Paşa, halılar, seccadeler, kravat
iğneleri, murassa taç, Enver ve Cemâl Beyler (sonra paşa) damad İsmail Hakkı
(Okday), en kıymetdar eşyalar, mobilya, vazolar, muhtelif pırlantalar ve çok
miktarda zümrüt ve külliyat. Ahmet Rıza Bey (Ayan Reisi) kıymettar yemek
takımları, murassa saat, zikıymet çeşitli eşyalar. İsmail Hakkı Bey (Bursa
Valiliğin-deyken vefat eden) 2 bin altunlira kıymetinde bir zümrüt yüzük.
Emniyet eski müdürü Hicaz eski valisi Galip Paşa muhtelif cins kadın murassa
süs malzemeleri. İsmail Hakkı Bey'in biraderi Cafer Tayyar (Eğilmez paşa) ve
Mehdi Beyler inci küpeler, pırlanta yüzük, kıymetli rovelverler (tabancalar)
Elmaslı ve incili gerdanlık. Yakup Cemil mühim miktarda tahvilat. Karasi
mebusu Hüseyin Kadri Bey zümrüt kol-yeli murassa bir hançer. Çerkeş Kemâl Bey
müteaadit ve kıymetli külliyat (kadın eşyası) Hüseyin Cahid Bey murassa hokka
takımı, iki adet murassa saat. Cavit Bey ve Karaso Efendi mühim ve muhtelif
miktarda kıymetli elmas. Bolu eski mebusu Habib Bey; muhtelih cins tahvil.
Vehib Paşa çok miktarda hisse senetleri kıymetli ve murassa kravat iğneleri.
Hareket ordusunun fedaileri de pek çok kıymetli eşyayı yağma eylemişlerdir.
Bir rivayete göre Abdülhamid Hân'ın Selanik'e gönderilirken çantası elinden
alınmıştır. Bu çantadaki mücevherleri^ kıymeti 900 bin altundur. (1919'daki
kıymetle 125 milyon lira etmektedir) Bu çantayı o târihlerde Hürriyet Ordusu
kumandanı Hüseyin Hüsnü Paşa ile oğlu eski Taşlıca kumandanı Ali Rıza Paşanın,
Abdülhamid Hân'ın elinden zorla aldıkları kaydedilmektedir. 16/nİsan/1919
tarihli İkdam Gazetesinde bu çanta mevzuunda dikkate değer bir yazı vardır.
(Sonradan bu çanta eski şehremini Tevfik bey ile İstanbul reji müdürü Hasan
İzzet beyler ile Ayan reisi Ahmet Rıza bey, Cemâl ve Hafız Hakkı Paşalardan
müteşekkil Yıldız tahliye heyeti tarafından Hareket Ordusuna teslim edildiği
söylenmektedir. Bu mücevher ve nakit paranın Hareket ordusu erkânı arasında
taksim edildiğinin tevatüren söylendiği bir gerçektir. Not: Bildbilan elmas
kolleksiyonları Midhat Şükrü'nün hanımı vasıtasıyla Paris'de bir Ermeni
kuyumcuya satılmıştır.
2. Abdülhamid'in Hal'î
Mazlum milletimizin insanlarını çeşitli sıkıntılar, açmazlar
içinde hapishanelerde ve darağaç'lannda zulme maruz bırakarak masonların
talimatlarını yerine getirmeye çalışan İttihatçılar çetesi; bir tarafdan da
İslamların halifesi ülkenin padişahı Sultan 2. Abdülhamid'i tahtdan indirip
yerine geçirecekleri yaşlı ve hasta Sultan Mehmed Reşad'ın elinden devlet
yönetimini, kendi arzularına kullanma plânına son rütuşları yapıyorlardı.
Hareket Ordusunun Ayastefenos'da yâni Yeşilköy'deki sahrada kurmuş
oldukları karar gâhlarına yakın olan, Yat klübünde eski sadrıazamlardan ve ayan
reisi, Mehmed Said Paşa riyasetinde topladıkları iki meclisin üyelerinden
alınan karar muvacehesinde Hareket ordusunun İstanbul'a girme müsaadesi
verildi. Böylece bu orduya bağlı birliklerin, şehre girmesine müsaade eden
Meclis-i mebusan, tam tersine: "bu birlikler emir ve ko-muta dahilinde
teşekkül etmiş birlikier değildir. Âsiler güruhudur" diye bir karar alsa
idi o zaman târihin akışında kim bilir ne değişiklikler olurdu amma, târih ilmi
böyle bir soru sormaya pek birşey demiyor amma verdiğiniz cevaplan ise kabul
etmiyor.
Çünkü olan olmuştur. Olanı değiştirmek kabil değildir anlayışı,
realistçe anlayış kabul edilmiştir. Tâ ki yeni tevali edecek vak'alarda bu
tecrübeler göz önüne alınıp hareket edilirse ki târih ilminin maksad-ı
esasında bu madde olup pek önemlidir, o zaman ne âlâ'dır.
Bu düşünceler ışığında mebusan; kendilerine ahaliyi temsil etme
hakkı veren padişahı, Yat Klübünde Osmanlıyı oniki sene içinde batıracaklara,
teslim etmiş oldular. Ve başlarında da, defalarca Padişah Abdülhamid hân'a,
defaatle sadrazamlık yapan Mehmed Said Paşa olduğu halde bu mânevi cinayeti
işlediler. Yıldız Sarayı'nın sadık bekçileri Arabla, Arnavut ve Anadolu taburları
birer bahane ile değiştirildi. Yerlerine konanların Hareket Ordusunun taburları
olduğunu ifade edelim. Bu işde halledildiğinde; artık Sultan Abdülhamid'den
korkacak bir şey kalmamıştı.
Mebusların Meclisde İknası!
Netice itibarıyla Yat Klübde alınan karar gayri resmî surette
alınmış idi. İşin resmî olanı Meclİs-i Mebusanda gündemli toplantı ile
yapılandı. Bunu sağlamak için İttihadçüarın hazir-layıp, Mahmud Şevket Paşanın
çekdiği, Yıldız Sarayının her çeşit haberleşmeden mahrum edildiğine dâir
telgrafı üzerine ayan ve mebusları meclisde topladılar. Meclise davet olunan
Fetva Emîni semahatlû Nuri Efendi hz.lerinin, Antalya mebusu Elmairiı Hamdi
(Yazır)*Efendi'nin karalamış olduğu fetva müsveddesindeki ifadeleri şer'i
şerife aykırı düştüğünden tasdik olunmadı.
Bu vaziyet karşısında; Hüseyin Hilmi Paşanın sadareti münasebetiyle
şeyhülislâmhkdan istifa etmiş bulunan Cemaied-din Efendinin yerine meşihata
getirilmiş bulunan Rumeli Kazaskeri Ziyaeddin Efendi gördüğü tazyik karşısında,
kerhen yukarıda bahse konu ettiğimiz müsveddeyi bir fetva hâline getirip,
İmzayı basdı. Böylece de şer'an fetva tamamlanmış oluyordu. Hâl edilmeye lâzım
gelen evrak tamamlanıyordu. Sultan Abdülhamid hz.leri 7/rebiüIahir/1327sene-i
hicriyye-14/nisan 1325 senei rumi-27/nisan/l909'da salı günü taht-dan
indirilirken aynı günde veliahd Mehmed Reşad Efendi saltanat-ı padişah ve
makamı hilâfete geçmiş oluyordu. Mahlû hakan ailesinden bazı ferdlerle Selanik
şehrine, mecburi ikamete sevk olunuyordu.
Fetva'ya İhanet Eden İttihatçılar
Bir görüşe göre gayrimeşru olan fetva ile Sultan Hamid'in hâli
kararını aldıran cemiyet, her hâl-û kârda diyanet-i islâ-miyyeyi bir âlet
makamında kullandığı halde, padişah Sultan Hamid hakkında verilen bu kararın
"şeriat-ı garra-yi Mu-hammediyye" diye uygulatırken, öte yandan
eldeki anayasanın 11.maddesinde "devlet-i Osmaniyye'nin dinî
islimdir." Şeklinde yazılıyken dine uygun şeriata bağlı bir kararın tebliğini
yaparken, o dinin sâliklerinden olmayan şahsı, bu tebliğde istihdam etmek
tabii ki gayri kanuni hallerdendir.
Çünkü Yıldız Sarayına tebligatı yapmaya gönderilenler arasında
bulunan siyonist cemiyetinin, Osmanlının yıkılmasını teminle görevlendirilen
ve Selânik'de bir müddet kalmış, herkesin ne mal olduğunu bildiği Selanik
mebusu ve İttihatçıların akıl hocası Emanuel Karaso'nun heyetle vazifelendirilmesi
fetvaya ihanettir.
ittihatçılar; kendilerinin hazırlayıp gerçekleştirdikleri 31/mart
vakasını 2. Abdülhamid ve onun yakın adamlarına isnad ettiler. Halbuki bizzat 2.
Abdülhamid'in sadarete getirdiği A.Tevfik (Okday) Paşa'nın gayretleri
vatanseverliği ve işbilirliği sayesinde kontrol altına alınıp,teskin olunmuştu.
Eder Abdülhamid ve yakınları bu elîm vak'anın tertipçileri olsalardı, herhalde
bu vak'a bittiği gibi değil, başka şekilde neticelenir, padişahı da taht' dan
indirecek bir meclis-i me-busan dahi ortada kalmayabilirdi! Sultan Hamid'in
Seiânik'e gönderilmesinin peşinden hareket ordusunun ittihatçıları, tam bir kör
sadakatle bağlılığı neticesinde saklandıkları deliklerden fırlayan me'şum
cemiyetin azaları ve sabık kabinenin üyeleri yeniden hükümeti kurmak sevdasına
düştüler. Meşrutiyetin ilk padişah ve halifesi ilân ettikleri Sultan Reşad'ı
derhal meşrutiyet anlayışının aksi istikametinde yönlendirmeye gayrete
girdiler.
Tevfik Paşanın, Sultan Reşad'ın huzuruna çıkıp, kabine üyeleriyle
birlikte istifasını sunması ve yeni padişahın Tevfik Paşa'yı görevinde ipka
etmesi ittihadçıları bir hayli kızdıran olaylardan biridir. Nihayet dayanamayan
Sultan Reşad"ın; "Ben meşrutiyet kanunlarına uygun hareket ediyorum.
Sizler buna uymayacaktinizda o zaman bizim bilâderin ne günâhı vardıda mahlû
eylediniz" demiş olduğu pek yaygındır.
Ne varki, komitacılar güruhu padişaha tebelleş oldular fazla bir
zaman geçmeden Hüseyin Hilmi Paşayı yeniden sadarete getirecek olan kararın
birinci merhalesi olan Ahmed Tevfik Paşanın ve kabinesinin azlini emreden
irade-i seniyye-yi elde ettiler. Böylece 2. merhalede H.Hilmi Paşa kabinesi
kurulduğunda, Mülabei Sıbyan yâni çoluk çocuk kabinesi denebilecek hükümet
kuruldu.
Caniler Kabinesi!
Hüseyin Hilmi paşanın bu ikinci sadareti yukarıda konulan ara
başlıkla yâd olunsa yeridir. Çünkü; bu kabineye mümkün mertebe ittihadçıların,
dolduruldukları göz önüne alınır ve tatbikata bakıldığında görülecek olan
manzara böyle isimlendirilmesinde isabetlidir. Bu kabine evvelâ Yıldız Sarayı
yağmasını gerçekleştirenleri temize çıkardı. Daha da sonra yine Yıldız Sarayı
baskını sırasında meydana gelen olayların nihayetinde mazlumların hakkını
ortada bıraktı. Yine bir çok kişinin nahak yere katline ve idamına seyirci
kaldı. Sultan Abdülhamid'i, bankalardaki nakit para ve senetlerini bağışlamaya
icbar eden muameleye en azından göz yumması, bir gasp hükümeti olduğunuda
ortaya koyar. Nihayet sokaklarda hertürlü cinayetin, ittihatçılar tarafından
işlenmişlerine müsaadekâr tutumları, verilen nâmı almaya hak kazandırmıştır.
Caniler Kabinesi adını verdiğimiz İttihad ve Terakki cemiyetinin;
babıâlî şube-i merkeziyesi, Şeref Efendi sokağındaki ittihatçıların genel
merkezi heyeti idare reisleri ilede birleşerek, Yıldız Sarayı hümayunun dan
aldıkları mücevherat ve diğer kıymete haiz mallan, târihin yazmaktan yüzünün
kızaracağı bir suretde, sarayı hümayunda bulunan hizmetkâr ve kalfalardan,
cebren ve işkence yaparak gasp ettikleri elmas gibi pek değerli eşyayı güya
pederlerinden mirasmış gibi aralarında paylaştıktan sonra, ahalinin gözünü
boyamak kasdıyla bir kaç parça mücevheri Avrupaya gönderip bunların değeri
olan üçyüzküsûr bin lirayı bulan küçük bir miktarı, Donanma Cemiyetine yardıma
verdiklerini ve bir mikdar mücevher ve de parayı hazineyi hümayuna ve
müzehaneye verdiklerini utanmadan ilân etme yoluna gittiler.
Şeklinde izahat veren Salahaddin Bey yine şunları söylemektedir:
"..Bir âleti şer makamında ve her bir hususda istihdam olunmak üzere
Selânik'den getirilen ve her cihetten şayanı itimat olan Avcı Taburlarının ifâ
edecekleri hizmeti diğer taburlar, zabıtan ve efradının icra edemeyecekleri
cemiyetçe malum olduğundan, 31/mart hadisesinin ihdası vazifesini bunlara
tahmil İle İstanbul'daki askerlerin efkârın! tahrik ve tahdişe başladığı ve
vesaiti şâire ile de sebükmağzanı ehaliyi teşvik ve iğfal ve ordu ile beraber
ihitlâl çıkanlmas; temin edilmiştir. Vaka-i faciayı ihzar eden Avcı Taburları
zabıtanı, yevm-i hadisede (olay günü) nefer elbisesiyle, sokakları dolaşarak
isyan eden, asker İle ehaliyi tahrikden ve va-ka'nın tevessü (genişlemesi)
etmesi yolunda bir çok rol oynadıktan sonra zaten müretteb olduğu vech ile
Selânik'den hareket eden ordusuna iltihak üzere Çatalca ve Hadımköy cihetlerine
firar etmişlerdir. Cemiyet ve kabine oynadığı bu oyununun kendi aleyhine
dönmesinden havf ederek her biri bir tarafa firara başladıklarından tahlis-i
nefs sevdasına düşen Hüseyin Hilmi Paşa ve kabinesi dahi istifasını verip
firar etmiş olduğundan, memleket hükümetsiz ve hâli isyanda kalmıştır.
"Selahaddin Bey'den sonra ise bakın onsekiz sene şeyhülislâmlık görevi
yapan Cemaleddin Efendi'de hatırat'ın-da:
"31/mart/hadisesinde önayak olan Avcı Taburları, ilân-i
meşrutiyet-i müteakip Selânik'den Istanbula getirilmiş ve Kâmil Paşa tarafından
geldikleri yere iadeleri teşebbü sünde bulunulmuşsa da, cemiyet kabul
etmemişti. Meşrutiyetin muhafazası için getirilmiş taburlar, yaptıkları umulmaz
davranışla ittihatçıların var olan tesirlerine dahada güç katmış oldukları
dikkat çekicidir." Demektedir.
Mevlanzâde Rıfat Bey'in İfşaatı
Pınar yayınları arasında neşrolunmuş ve Berire Ülgenci
hanımefendinin hazırlamış olduğu Mevlânzadenin 31/Mart/Bir İhtilâlin Hikâyesi
adlı eserinde ebedi muhalif, Mevlânzâde Rıfat Bey; Hüseyin Hilmi Paşanın olayın
kopması ile birlikte, ipi ucundan kaçırdığını hatırlatırcasına istifasını ve
ardından ihtifa eylediğini bu günkü tâbirle saklanmak mecburiyetinde kaldığını
ifade etmektedir. Bizde bu mütalaadan istifade etmeyi uygun gördük. Önce
Mevlanzâde'nin son değerlendirmesinden bahseden kitabın satırlarına aynen yer
verelim:
"..Olayların gidişatı, halkın tedirginliğini ve orataya çıkmakta
olan anar siyi ve durumun kötüye gitmekte olduğunu Başbakan Hüseyin Hilmi
Paşa'dan önce gören değerli ilim adamları, acilen ileri gelenlerden Haydar
Efendi başda olduğu halde özel bir toplantı yaparak, elle tutulmak derecesine
varan tehlikenin ortadan kaldırılmasına veya hafifletilmesine ilişkin görüş ve
tartışmalarda bulunsunlar; toplantının neticelerini ve kararları da; Muallim
Fatin Efendi ve bir kaç değerli kişiyle beraber hükümetin başında ve fakat
büyük bir gaflet içerisinde bulunan Hüseyin Hilmi Paşa'ya bildirerek alınması
gereken tedbirleri bütün ayrıntılarıyla sunup, uyarılarını dile getirsinler de
böylece meşrutiyetin büyük Başbakanı da ilmiye heyeti mensuplanna-istibdadın
ileri gelenlerinin şan'ların-dan olan-büyük bir kibirle, asker arasında
kötülüklerin, kışkırtmaların asla yerleşemeyeceğini, bu konuda Harbiye Nâzın
Rıza Paşanın kendisine teminat verdiğini söylesin.
Hüseyin Hilmi Paşa o sıra Başbakanlıktan başka Dışişleri
bakanlığımda yürütüyordu. (Mevlanzâde zühule düşmüş olacak H.Hilmi Paşa sadarete
inzimamen dahiliye vekâletdı.M.H) Ülkede yalnız kendini işten anlar
zannediyordu. Nihayet ne oldu? İhtilâl başlar başlamaz makamına gelmedi ve hiç
bir önlem almadı. Meşrutiyetçilere ve hürriyet severlere de gidemedi. Doğrudan
doğruya istibdada, Abdülhamid'e koştu, sığındı. Saray- da,hayatı derdine düşdü.
Orada istifa edip,saklandığı yere geçti."
Şimdi târihin; bu gün içinde yaşadığımız, zaviyesinden bakarsak,
günümüzde yaşanan darbeler ve muhtıralar döneminin başka bir versiyonunun o
dönemde de yaşandığı noktasına varmak kabil olur. Ancak; Mevlanzâde'nin
değerlendirmesinin öncesindeki, bölümlerinden olan ittihatçıların İstanbul
merkezinin mensuplarının gizlenmesi hakkında ki beyanlarına da bir atfu nazar
edelim: "..Mahmud Muhtar Paşa'nın görevini terk edip gizlenmesi, yalnız
isyancı askerlerin şımarmasına hizmet etmedi. Hükümeti idare eden heyet-i
vükelâyı da şaşkınlıklar içinde bıraktı. Evet hükümetin tek dayanağı olan
Harbiye Nezaretindeki askeri kuvvetinde isyana katılması haberi şaşkınlığa yol
açmıştı. Mahmud Muhtar Paşa'nın kaçış haberi akıllarını zıvanadan çıkarmıştı.
İsyancı askerler-se zafer kazanmışcasına tavırlar alıp ve silahlarının
kurşunla-rıyla isteklerde bulunmaya kalkışır oldular." Dedikten sonra
şöyle devam etmekte: "Vatana karşı hamiyet ve şefkat besleyen akıl sahibi
kişiler derin endişelere kapıldılar. Vatan düşmanlarının yok edilmesi için
Osmanlıların hayatı bahasına sahip olunan mavzerleri vatana çevrilmiş görünce
yavaş yavaş ümitsizliğe kapılmaya başladılar."
Muhterem okurlarım; Gazi Mahmud Muhtar Paşa pek meşhur
Katırcıoğlu Gazi Ahmed Muhtar Paşa'nın oğludur. Çok cesur ve tarikat-ı
nakşibendiye'ye müntesib Erenköy'deki Kelâmi Dergâhı Şeyhi Esad efendiye
müntesib bir zat olduğu gibi savaş alanlarının eli kılıçlı yaman bir
suvarisidir vede,1897 Osmanlı-Yunan harbinde bir huruç harekâtı sayesinde daha
yüzbaşı iken Gazilik unvanına erişebilmiş nâdir rastlanır bir askerdi.
O dahi hem de kendi milletinin evlâdı olan askerinin şiddetinden
havf edip kaçıyorsa, isyan edenlerin hedefi hâline gelmiş kişilerin başında yer
alması muhtemel sadrıazamın saklanmayı tercihini anormal karşılayarnıyorum.
Zâten bu hususda Mevlanzâde Rıfat bey yine de kitabının 48. sahifesinde, Hassa
kumandanı Mahmud Muhtar Paşa, Harbiye
Nâzın Rıza Paşa'dan aldığı ve bu hususda Hüseyin Hilmi Paşa ile mutabık
kaldığı tedbir kararlarını ifa için isyana katılmamış askerle, isyancıların
birleşmesini önleyecek tedbirlere teşebbüs hususunda, "Osmanlı askerinin
dini duygularını ve şu andaki ruh hâlini dü şünmeden, kararını yalnız vazife denilen
zayıf bağlar üzerine bina etti.
Derhal Harbiye Nezâretinin (şimdiki İstanbul Üniversitesi bahçesi)
kapılarını kapattırdı. Askerleri toplayıp kendine has ceiâdetli bir ifadeyle,
görev başına davet etti. Vazifenin kutsallığı hakkındaki sözlerinin askerleri
gerçekten etkilediğini kanaat getirip, Harbiye Nezâreti meydanına topladı ve
mitralyözler yerleştirerek asilerin hücumunu beklemiye başladı. Mahmud Muhtar
Paşanın bu kanaati memleketin ruhuna uymayan bir saflıktı." Demiş
bulunmakla tedbiri doğru bulmadığını hatırlatıyordu.
Nitekim Ayasofya önlerinden yola çıkan isyancılar yolda işsiz
güçsüz ve mürettep bazı kafilelerle karşılaşıp, birbirleriyle kaynaştılar ve
Harbiye Nezareti binası olan, şimdiki İstanbul Üniversitesi istikametinde yola
revan oldular. Yürüdüler. Bayezid'e geldiler. Gelenler, nazırlığın bağçesinde
kendilerini alesta bekleyen askere meşru hükümete karşı bir ayaklanma
olmadığı, bîr kaç dinsizin terbiye edilmesi olduğunu söylediler ve asilerden
bir kaç hoca kılığına girmiş zevat bahçenin parmaklıklarından geçerek bahçede
bekleyenlerin arasına daldılar. Birbirleriyle ağız ağıza kulak kulağa verip
konuştular, halleş- tiler. Bilahire bahçedeki askerin firara başladıkları
görüldü.
Bu arada Mevlanzâde adı geçen eserinde sahife 58.de şu beyanlar
ile önümüze bir manzara seriyor: "İsyancı askerler o kadar coşkuya
kapılmışlardı ki en acizleri bile, idam etmek için ittihat ve terâkki üyesi
arıyorlardı.(..) Ortada dolaşan söylentilere göre, Hüseyin Cahid (Yalçın) Bey
elçiliklerden birine, Cavit Bey (Dönme) Şişli'de bir Fransız'ın evine, diğerleri
de Prens Aziz'in yatına bazılarıda memleket dışına sıvış-mışlardı. Ahmed Rıza
Bey ise babıâl'i'de sıkışmış kalmıştı. Asi askerler onu kuşatmış, dışarı
çıkmasını bekliyorlardı." Şeklinde bir dil kullanan yazar Mevlanzâde,
şöyle bir hüküm ileri sürmekten kendini alamıyordu. Hükümet demek İttihat ve
Terakki merkeziydi, onlar savuşup kaçtıktan sonra kendini başvekil zanneden
Hüseyin Hilmi Paşa inisiyatif sahibi olmadığını anlamış ve saklanacak melce
olarak Sultan Abdül-hamid'in evini bulmuştur. Demek suretiyle Sadrıazam
Pa-şa'yı, müzmin bir ittihatçı muhalifi olarak yerin dibine sokmaktan geri
kalmamıştır.
31/Mart İle Alâkalı Mühim Bir İfşaat!
Son Sadrazamlar adlı kıymetli eseriyle büyük bir hizmetin sahibi
olan İbnül Emin Mahmud Kemâl İnal bey merhum, adı geçen eserinin 1709.
sahifesinde: "Tevfik Paşa'nın bana nakl ettiği pek mühim bir maddeyi
burada zikretmek, târihe mühim bir hizmettir. Padişah; ordu'nun gelmiş olması
ile durumunun vahamet kesbettiğini anladığında Tevfik Paşa'ya madem beni
istemiyorlar, saltanatı biraderime ferağ ederim.
Devleti o idâre et-sin. Fakat; bir komisyon mu? Meclis mi? Ne
derseniz deyiniz kurulup, bu vak'a (31/mart vakası)'da dahlim olup olmadığı
meydana çıkarılmalıdır. Dediğinde, Tevfik Paşa, doğruca ayan reisi Said Paşa'ya
gidip, padişahın dediklerini anlatır. Said Paşa: bir meclis kurulur mahkeme
edilir, dahli tesbit olunduğunda- kanuun-i esaside-padi-şah mukaddes vede gayri
mes'uldür. Nasıl cezaya tâbi tutulur? Eğer suçsuz olduğu takdirde! Bizim hâl
ve mevkıimiz ne olur? Bu cevap üzerine Tevfik Paşa; ben, size padişahın dediklerini
aktardım. Ne yapacaksa ayan ve mebusan meclisi yapacaktır cevabını
vermiştir."
Yukarıda yapılan ifşaat yakın târihin ilk defa duyduğu ifşaattan
olmamakla beraber, yeni nesiller yetiştirmekte olan milletimiz geçmişimizde
olanları gerek yâd etmek gerekse, de yeni neslin tahlil edebilmeleri için önem
taşıyan bu tip İfşaatları günün konusu hâline getirme vazifesini mazide yaşananlardan
ders alınmasını hatırlatanlara adetâ bir vazife olarak addetme anlayışı
hâkimdir ve bu anlayış nesiller boyu devam etmelidir. Bahse konu ifşaatın son
satırı ne kadar sır dolu! Bu kadar mes'uliyetten kaçan bir devlet adamının, dokuz
defa sadarete getirilmesi ne büyük gaflettir. O, bizim hâl ve mevkıimiz ne olur
diyen ağız, acaba hangi hakikatleri saklayan kötü bir mahzenin kapısı oldu?
Sultan 2.Abdülhamid Hâl Ediliyor
Abdülhamid Cennetmekân'ın hâl edilmesine girmeden evvel, bu zâtın
karşılaştığı muhalefete bir nebze olsun dokunmadan, geçersek çalışmamızda
belki nice eksikler bulurken bu hususu atlarsak telafi edilmez bir eksiği biz
göz göre göre yapmış oluruz. Bu münasebetle; 2/Mayıs/1992 senesinde İlim Kültür
ve Sanat Vakfı Târih Enstitüsü tarafından tertiblenmiş 2. Abdülhamid ve Dönemi
adlı, Sempozyum Bildirileri'ni kitaplaştırmış bulunan Seha Neşriyat'ın bu
değerli kitabının her biri değerli tebliğleri sunan muhterem ilim ve bilim
adamlarının aralarında yer alan, bahsimize uygun tebliği ile Sayın Erol
Özbilgen Beyefendinin, beyanlarından alıntılarla sahifemizi süsleyelim.
"Osmanlı Padişahları. Fâtih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan
Selim, Kaanuni Sultan Süleyman, Avcı Sultan Mehmed, Sultan Mahmud-ı Adlî gibi,
çeşitli unvan ve lakablanyla tanınırlar. Genç Osman, Deli İbrahim, Sarhoş
Selim gibi bazılarının hâlleri, bir kısmının belirgin özellikleri de tevatür
biçiminde halk arasında yayılmış unutulmamıştır. Dördüncü Murad kuvvetlidir,
kahhardır, üçüncü Selim duyguludur, hassastır, Sultan Abdülaziz güçlüdür,
pehlivandır, babayanidir. Beşinci Murad mecnundur, masondur." Şeklinde
beyanda bulunduktan sonra Özbilgen şunları ifade etmektedir 2.Abdülhamid Hân
hakkında: "Bu bağlamda Sultan 2. Abdülhamid'in resmi unvanı
<elGazi>dir. <Zeki ve hassas, tez anlayışlı, mu-tad muamelesi çok
nazik, tehdidini hakkıyle yerine getirmeğe kadir, lüzumunda şiddet göstermeyi
veya hiddetini teskin etmeyi biiir> Özellikle muhalifleri tarafından
üretilen lakabla-rı ve şöhreti ise, Osmanlı hanedanı içinde en geniş spektru-mu
hâizdir; İslamcı, kızıl sultan, evhamlı, cani, kadın düşkünü, ırz ve namus
düşmanı, hasis <pinti> Ama en önemli özelliği herhalde Sultan
Abdülhamid'in Osmanlı padişahları içinde <hatta kalıntıları günümüze kadar
devam eden> en güçlü muhalefetin muhatabı, hedefi ve simgesi olmasıdır.
Muhalefete sözlüklerle verilen anlamlar şöyle guruplanabilir: I-soyut anlam:
Uygunsuzluk, aykırılık, zıtlaşma, karşıtlık. 2-Somut anlam: Çirkin ve fena bir
şeye karşı tepkime.
3-Mecâzi anlam: Sevişmezlik, düşmanlık, nefret etme. " Diye
üç başlık altında toplayıp bunların incelenmesine geçen sayın konuşmacı,
Düşünce ortamı adıyla açtığı bir bahsin hemen ilk cümlesinde mühim bir tesbite
parmak basar; ''Tanzimat ilke olarak Osmanlı devletinin klasik dönem diyebileceğimiz
19. yüzyıl öncesindeki yönetimiyle, hukuk yapısıyla, bilimiyle, diliyle,
edebiyatıyla, mimarisiyle, giyimiyle kuşamıyla eğitimiyle, zeokleriyle kısaca
kültürüyle zıttaşır, ona tepki gösterir, sevişmez. Yâni; <Tanzimat
Deuleti> kendi aslı ile muhalefet halindedir. Her nekadar tanzimat-döneminin
ıslahat fermanı ile kapandığı kabul edilirse de, genç gönüllere, genç
zihinlere yerleştirdiği batı'ya doğru tek yönde açılan bu ictihad kapısı hiç mi
hiç kapanmamıştır"
Dedikten sonra Tanzimata gönül veren ilk aydınlar adjyla da
nitelenen bu nesil, eski ile yeni arasında bir köprü, bir öğretmen olarak
vazife almak durumunda kalmışlar ve bilgi bakımından ve görgü münasebetiyle
hayli kısıtlı olduklarından bir sentezde yapmaya muvaffak olamamışlar, sadece
gözleriyle gördüklerini tarif etmişlerdir. Bu saydığımız kişilerin
yetişdirdikleri Avrupa aleminin bize göre sehhar hâlini daha uzun süre ve daha
da pratik alanda kullanabilecek hususlara dikkat etmişler hatta Pâris'de bir
Osmanlı okulu açılmasını sağlamışlardır.
Asetilen gazından elde olunan ışıkla Cahmp Elize'nin geceleri
gündüz gibi aydınlanmış olmasını görmüşler, Avrupa şehirlerindeki devlet
törenleri, faşingler, toplu eğlenceler, tiyatro ve çeşitli sanat gösterilerini
benimseyen bu kuşak ülkeye taşıdığı müşahedeleriyle toplumun yabancılaşmasını
sağlarken, bir mücadeleyi de başlatmış oluyordu. Konuşmacı, bunları batı
dünyasından seçtiklerini süzgeçden geçirerek Münif Paşa, Ahmed Midhat Efendi
ile Ahmed Rasim ve Hüşeyin Rahmi Beyler gibilerinin edebiyat sosyolojisi olarak
nakletmelerini ifade eder. Ben, bu yapılan edebiyat sosyolojisi aktarımını
kaçınılmaz bulduğumdan, bu zevatın çalışmalarında okuma hususunda
coğrafyamızda ne kadar zayıf olduğumuzu hatırlarsak, okumaya teşvik bakımından
da faydalı olduğunu ileri sürüyorum.1850 ile 1877 seneleri arasındaki Osmanlı
devletinin Rusya, Karadağ, Romanya, Sırbistan ve Bulgaristan'a karşı yaptığı
savaşlar, Mehmed Ali Paşanın Mısır meseleleri, Cebe I-i Lübnan velhasıl
savaşsız gün geçmemesi ekonominin çökmesini sağlamış, buna bağlı olarak da bu
birikim Abdülha-mid dönemi için her nevi sıkıntının kaynağını teşkil etmiştir.
Bütün bunların baskısının kalkmasını islâm dayanışmasında bulan Sultan Hamid
panislamizmi devreye soktu. Balkanlarda alıp yürüyen ırkçı ve milliyetçi
düşünce tarzı her bölgede isyan bayrağı açarken padişahın, müslümanlann
birliğine ve hamiyyetine sarılmasını pek tabii görmek lâzım. Çünkü insana
öldüğünde sorulacak olan kimin kulu, kimin ümmeti olduğu şeklinde tezahür
edeceğinden toplanacak noktai merkezin panislâmist anlayış olduğu gün gibi
aşikârdır. Bunu sağlayan müessese hilafet de üçyüz şu kadar senedir eldeyken
bu tercihin muhalefet edilecek tarafı yoktur. Bizim Sultan Hamid dönemini
yazmaya başladığımızdaki bu padişahın kurduğu ilim ve bilim yuvalarını kül
türel ortam başlığı altında takdim eden konuşmacının beyanlarından,
muhaliflerin isimlerine geçerek bu bahsi tamamlayalım. "Şinasi, Namık
Kemâl, Midhat Paşa, Süleyman Hüsnü Paşa, Ahmed Rıza, Mahmud Celâleddin Paşa,
Prens Sabahaddin, Mizancı Mu-i'ad, yerli masonlar, ermeni çeteciler oe Teufik
Fikret, Ali Su-3-Oi, Jön Türkler, Bülent Ecevit'i de, şu hâince satırları hasebiyle
bu padişahın muhalifleri arasında görmek kabil. Ecevit'in şu ifadesini
konuşmacının tebliğinden almadan geçemiyoruz:
".Devleti çağdaşlaştırarak yaşatabilecek ve halkı ezilmekten
kurtarabilecek tek devlet adamı olan Midhat Paşa' yi yargılamak üzere
Fransızların elinden atabilmek uğruna Tunus'u Fransızlara armağan eden de..,
Türk ekonomisini ve mâliyesini yabancı denetime testim eden de, büyük bir
donanmayı Haliç'de çürütüp, bağımsızlığı tehlikeye düşüren de.." Sultan
Abdülhamid'dir" Demektedir, Bay Ecevit,13/ Ekim/ 1985'de Nokta dergisinin
40. sayısına 20. sahifede yazmış olduğu "Gericilik Osmanlıcılıktan
Kaynaklanıyor" başlıklı yazısının muhtevasında. Bir de konuşmacı Erol
Bey'i bizlerin, Mehmed Akif Ersoy, Bediiüzzaman, İskilipli Atıf Hoca,
Abdünnafi Efendiler gibi zevatın muhalefetini söz konusu etmiyor, bu tarafı da
pek enteresan.
31/Mart Vak'asının tenkilinden sonra, Mahmud Şevket Paşa Meclisin
toplantı yaptığı Yeşilköy'e gelerek mebusan ileri gelenleriyle Abdülhamid'i
taht'dan indirmemelerini tavsiye ettiğini bildiriyor merhum Reşat Ekrem Koçu,
buna karşılık meclis bilhassa ayanın azalan teskin olmuyor İllâ hâl edilecek
diyenler ekseriyeti teşkil ediyordu. 27/Nisan /1909'da Ayasofya meydanındaki
mebusan binasında toplanan müşterek meclisin üyesi olan Âyan'dan Gazi Ahmed
Muhtar Paşa bir konuşma yaptı ve şunları beyan etti: "6u gün Cenab-ı
Hakk' meclls-i milliye bir mühim vazife tevdi etmiştir. Millet telâş için-de bu
vazifenin ifâsını bekiiyor,heplmiz kalbimizde kararını vermişizdir. Sözü
uzatmağa hacet yok, sizlere yalnız iki şey teklif edeceğim. Ve kabulünü rica
edeceğim. Devletimizde bazen itlaf dahi vukubulmuştur. Kan lekesi milletin şân
ve necâbetine yakışmtyacağtndan bu hususdan çekinil-mesini şiddetle iltizam
ediyorum. İkincisi bu gibi ahvalde fetvaya müracaat olunmak adet olmuştur Bu
günde bir fetva alınmasını tavsiye ve teklif ederim. Dedi ve alkışlarla kabul
olundu." Şeklinde Abdurrahman Şeref Efendi'den nakleden Merhum Koçu,
kendiliğinden şu sözleri ilâve ediyor:
"Gazi Ahmed Muhtar Paşanın Abdülhamid'in adını ağzına alamayışı
şayanı dikattir, büyük adamın devrilirken dahi heybeti vardır, koca mareşal
onun tahtdan indirilmesini konuşurken adını söylemeye edebi insaniyet ve
şerefi askeriyesine uygun görmemiştir. Kan dökülmemesinden bahsetmiştir,
demek mebuslar arasında 2.Sul- tan Abdülhamid'in 76 yaşına rağmen idamını
düşünebilecek adamlar vardır ve onların o heyecanlı günde duruma hâkim
olmasından korkutmuştur." Diyen Reşad Ekrem Koçu Abdurrahman Şeref Bey'in
anlattıklarına geçiyor: ".Fetva emini Hacı Nuri Efendi meclise çağırıldı.
Celse tatil edildi. Fakat kimse dışarı çıkmadı. Ayan ve mebusan reisleri ile
kabine erkânı (Tevfik Paşa kabinesi) ve mebuslardan fıkıh İlminde bilgi sahibi
bir kaç kişi mebusan reisi Ahmed Rıza Bey'in odasında küçük fakat mühim bir
encümen hâlinde toplandı, mebusların hazırladığı fetva müsveddesini Hacı Nuri
Efendi beğendi: <Tahtdan indirmede meymenet yoktur, teklif edin nefsini
azletsin!> Dedi. Kâtip, müsveddenin sonunu <hâl olunmak veya istifa
teklif edilmek şıklarından erbab-ı hail ü akid hangisini tercih ederse icrast
şeklinde tashih etti. Fetva tebyiz edilip Şeyhülislâm Ziyaeddin Efendi
tarafından imza edildi. İmzada kullanılan kalemi hâtıra olarak Afymed Rıza Bey
aldı. Meclise girdik. Ben de İstifa taraftarı idim, târihimizde tahttan
indirme-ler daima uğursuz olmuştu, meclisde ayandan ve mebusan-dan bir kaç
kişiye fikrimi açdım, kabul ettiler, fakat ekseriyet <Hal! Hât!> diye
bağırmaya başladı. Mebuslar tahtdan inde şeklini kabul etmekle hâkimiyet-i
milliyenin kuvvetini göstermek istemişlerdi. Reis Said Paşa fetvanın kabulünü
meclisin reyine arzederken ayağa kalktı, fetva ittifakla ayakta kabul
edildi" şeklinde bana nakletti diyor Abdurrahman Şeref Bey için, merhum
Reşad Ekrem Koçu. Bizde hemen ilâve edelim ki, reylerin verilmesi ayağa
kalkılmak suretiyle izhar edildiğinden arada bir boşluk gören Sultan Hamid'in
dokuz defa sadarete getirdiği Said Paşa, rey vermekle ayağa kalkanları
kendisinin hemen yanında durmakta olan ve hı-şimlı bakışlarıyla topluluğu süzen
İttihatçılar çetesinin reisi Talat Bey'e dönerek: <Talat Bey ,şu boşluğada
bir atf-u nazar eylesenizde karan ittifak ile alalım> demek suretiyle, bu
yaman komitecinin yıldırımlar saçan bakışları o tarafa çevrildiğinde biz de
yavaş yavaş ayağa kalktık diyor Abdurrahman Şeref Bey. Bilindiği gibi
Abdurrahman Şeref Bey, devr-i Osmanî'de çeşitli nazırlıklarda bulunduğu gibi
Osmanlı devletinin son Vakanüvis'idir, yâni son resmî tarihçisidir, Büyük
millet meclisinde vefatına kadar da İstanbul Mebusu olarak görev yapabilen
nâdir kimselerdendir. Bu meclisin hemen peşinden yaptığı iş, Sultan Hamid'e
hal'ini tebliğ edecek heyeti seçmek olmuştur. Böylece seçilen heyete koymuş
olduğu, Selanik mebusu sıfatıyla Emanuel Karaso'yu, Teodor Herzl yüzünden
padişahdan işittiği azarın intikamını, onu tahttan uzaklaştırmakla alakalı
kararı tebliğ heyetine koymakla alma fırsatını vermiş olmasıdır. Ermeni
Aram'da, habis ur olup heyet'de bulunması bir hakaret idi Padişaha. Hele Draç
mebusu Arnavut Esat Toptanî'nin kabalığı: millet seni azletti şeklindeki
ifadesiyle ne kadar büyük terbiyesizlik yaptı. Halbuki o zat, Toptani'yi bir
jandarma neferliğinden paşalığa irtika ettirmiş, Arnavut kavmine olan
muhabbetiyle, sarayının duvarlarını bu kavimden meydana getirilmiş tüfekçilere
emanet etmişti. Toptanî; bu hayasız ifadesiyle, Arnavutların yüz karası
olmuştur, padişahın bu kavime gösterdiği
. iltifat karşısında.
Böylece de, Osmanlı Devletinin otuzüçyıl'dır yakalamaya çalışıp, sonunda
muvaffak olduğu güç-ıenme, yavaş yavaş dünya'da söz sahibi olma huşu sundaki
son hamlesi dış düşmanın, İçteki Dönme, Mason, Irkçı ve Hristiyan amaline
hizmet taraftarlarıyla birleştiler, hâinler ile kaynaştılar İsi âmin kılıcı
olan devlet-i âliye'yi de uçuruma ittiler. Mahmud Şevket Paşa'nın hâl
esnasında, padişaha, hayatınız ordunun şeref ve namusunun teminatı altındadır
ifadesinin söylenmesinde, şüphesizki padişahın hayatını emniyet altına
almakdan kaynaklandığı bilinen husustandır. Seiâ-nik'e gönderilmiş olması da,
bazı macereperestlerin, Sultan-ı Mahlû Abdülhamid hân'ın hayatına kasdlarını
önlemeye matuf olduğu ileri sürülmesine, pek bir şey demek kabil değildir.
Çünkü; Mahmud Şevket Paşa İngiltere'de bulunmuş ve seramik üzerine incelemeler
yaptığı bunun neticesindede Yıl-dız'daki seramik fabrikasına müdür olarak tâyin
olunmuş ve rütbesi de, tümgenerallikteydi. Hareket Ordusu, Selânik'den yola
çıktığında da başlarında Hüseyin Hüsnü Paşa idi. Tabiatıyla Hüsnü Paşa,
rütbece Mahmud Şevket Paşadan bir de rece altta olup, padişahça 3.Ordu
kumandanlığına da atanan Mahmud Şevket Paşa, işine koyuldu. Ordu kumandanı sıfatıyla
hareket ordusunun yanına gidip, kendisine bağlı olan Hüseyin Hüsnü Paşayı
komutası altına aldı. Bu hareketi du-rudrmak için yaptığı yoklamalar bir netice
vermeyince, yapılacak işin artık, Sultan Hamid'in hayatının izâlesini önlemek
olduğuna dâir çalışmaları yapmaktı. Hâttâ; Ahmed Rıza Bey'in yayımlanmış hatı-
ratında, M.Şevket Paşa'nın, Yeşilköy'e geldikten sonra Yat klüp yanındaki
tesislerde de Ah-fned Rıza Bey ile Ayan reisi Said Paşayı ziyaretle, mealen
şunları söylediği yazılıdır. Efendim;
biz bu askeri padişahın hayatı tehlike altındadır. Sizi onu korumak için
götürüyoruz
diye diye yola koyduk. Sakın ola ki, benden şifreli bir şekilde
haber almadan öyle, hâl'di falan gibi kararlar almayınız. Bu asker böyle bir
şeyi duyduğunda, baş edilmez hâle gelir. Diye tenbihde bulunduğunu, daha sonra
da, Yıldız Sarayının enternesinin ikmalini tamamladığında söylediği gibi
şifreli haberi göndermiştir. Demektedir. Sultan Abdülhamid Hân, kendisinin
biraderi 5.Mehmed Murad Efendi'ye nasıl senelerce Çırağan'da bakmışsa
kendisinin'de orada muhafaza edilmesini istemesi sistemin yeni sahiplerince,
uygun görülmemiştir.
Selânik'e Aiaatini köşküne gönderiimiştir. 23/Ekim/1912'de
Selânik'in düşmesinden bir hafta önce İstanbul'a dönene kadar bu köşkte kalmış
ve muhafızı Ali Fethi (Okyar-eski başvekil ve meclis reislerinden) Bey'e bu
köşkün kendisine satın alınmasını istemişti. Kendisine İstanbul'a dönüleceği
söylendiğinde Balkan Savaşından söz edilmiş ve o da habersiz olduğu bu savaşın
nasıl husule geldiğini sorunca vaziyeti anlatmışlar ve meşhur olan şu tedbiri
söylemiştir. <NasıI olur balkan hükümetlerini birbirleriyle ittifak eder
hale getirdiniz. Birini bulup Bulgar klişesini, başka birini bulupda Yunanlıların
klişesini yaktirsaydınız, onlar dünya da ittifak edemezdi> demek suretiyle
dersini vermişti. İstanbul'a dönmeye itiraz eden Sultan Hamid, bana bir
rovelver verin burada kalıp savunma yapalım demek suretiylede celâdet ve
hamiyetini göstermişti.
Sultan Hamid ve Aiaatini köşkü sakinleri Beylerbeyi sarayına
yerleştiklerinin haftasında Osmanlı devletinin batı'ya açılan penceresi sayılan
Selanik, Yunan işgaline mâruz kalıyordu. Mahlû Hakan, Selânik'de toplam olarak
3 sene, 6 ay, 3 gün süren bir dönemi geçirmişti. Beylerbeyi Sarayına pek rızası
yoktu. Yaşı ilerlemiş bu saray'ın deniz kenarında ve rutubetli olması
romatizmalarının ağırlaşmasına sebeb olacağını düşünmüştü.
Gün geldi, kendisini devirenler 1.cihan harbi esnasında ziyaret
ettiler, akı! sordular. Fakat, yapılacak bir şey kalmamıştı. Yalnız bir
defasında Sultan Reşad'a İstanbul elden çıkabilir bu yüzden başşehri Anadolu'ya
taşıyalım veya geçici olarak nakledelim dedikleri bilinmektedir. Bu husus
Ab-dülhamid'e de, ifade edilmiş, Sultan Hamid'de: asla böyle bir şey yapılamaz.
Biradere söyleyin yerinden kımıldamasın, eğer öyle bir şey yaparsa hanedan-ı
âli Osman'a Konya ovasında koyun çobanlığı kalır dediği pek meşhurdur ve
Sultan Reşad'da bu hususda eski padişahdan gelen ifadeye sarılmış, teklifleri
red etmiştir. Hâttâ, Sultan Vahideddin Hân'ın dahi İstanbul'u terk etmeyip,
Anadolu'da işin başına geçmektense o işi yapabilecek birine devredip, burada
iki taraflı çalışmak suretiyle de, yeri muhafaza düşüncesi, Sultan Hamid'in bu
içtihadından geliyor denmesi, yanlış bir şey olmaz. Sultan Hamid'in Aiaatini
köşkünden İstanbul için refakatine gelenlerin nazırlardan Germiyanoğlu Dâmad
Arif Hikmet ve yine Vezir Dâmad Çavdaroğlu Mehmed Şerif Paşa olduğunu ifade
eden Öztuna Bey; "Büyük Türkiye Târihi" adlı değerli çalışmasında, 7.
cild, sahife 268'de aynen şöyle diyor: "Sultan Hamid'in, muhafızlarının
yanında, ikiside bilgin ve değerli eserler sahibi dâmadlarıyla konuşması
meşhurdur. Gazete okuması yasak olduğu için kulaktan kulağa aldığı bilgi
dışında siyasî durumu etraflı şekilde bilmeyen Sabık Hakan dört balkan
devletinin ittifakına ve bu ittifakın haber alınmamasına hayret etmiştir.
Makedonya'da klişeler meselesinin ortadan kaldırıldığını öğrenince, balkan
ittifakını bununla ızah etmiş fakat ittifakın öğrenilmemesi karşısında
elçilerin, ateşelerin ne iş yaptıklarını sormuştur. Allah bu hâllere sebeb
olanları Kahhâr ismiyle kahretsin, devleti hatırdılar! Dedikten sonra teessür
içinde gemiye binmiştir" Şeklinde konuştuğunu naklediyor.
Abdülhamid Hân'ın Şahsiyeti
1842 senesinde dünya'ya gelen Sultan 2.Abdülhamid hân,
10/şubat/1918'de vefat etmiştir. Yetmişaltı yıllık bir ömrün otuzüç yılı
Osmanlı İslâm Devletini (OİD) yönetmekle geçirdi. 1909'da ittihatçıların taht'dan
indirdiği Abdülhamid hân Beylerbeyi Sarayında gözlerini dünya'ya kaparken, D
yüce devlet de güneşin batış hızıyla yarışırcasına ittihatçıçete tarafından,
batırılmanın son kertesine getirilmişti.
Sultan Abdülmecid Hân'ın Tirî Müjgân kadınefendi'den gelmiş
oğludur. Bu kadınefendi, Çerkeslerin Şipşah kabilesinden olup, oğlu Hamid
Efendi'yi pek küçük yaşda öksüz bırakrak, dâr-u bekâ'ya intikal eyledi.
Harem'de büyümeye çalışan hassas çocuk bir gün padişah babası Abdülmecidin
yanına geldiğinde, kıvrık kirpiklerinde tomurcuk gibi göz yaşları inci dizisi
gibi sıralanmış olduğunu gören Sultan Abdülmecid, yavrusunu hemen kaftanına
dolayıp, doğruca ha-rem'e geçmiş, kendisine bir çocuk verememiş bulunan Perestû
Kadınefendi'nin yanına varmıştı. Prestû Kadınefendide bir Çerkeş hanımefendisi
olup, merhume Tirîmüjgân Ka-dınefendinin mensup olduğu kabile olan
Şipsahlardandı. Sultan Mecid, büyük bir nezâketle vede pek edibâne bir
hitâbla: "Hanımefendi Hazretleri, bildiğiniz gibi şu gözleri domur domur
yaşla dolu yavru, benim merhum hanımım ue sîzin de akrabanızdan Tirîmüjgân
hanımefendinin yadigarıdır. Kendisinin yetişmesini ve terbiyesini, sizin ehil
ellerinize tevdi etmekten bahtiyarlık duyacağım lütfen ona müşfik bir valide
olmanız ve benim de, kocalık hakkım için bu fedakârlığı beklediğimi itiraftan
kendimi alamıyorum" Demek suretiyle iknaya muvaffak olmuş zevcine bir
yavru veremeyen Perestû Valide Abdülhamid Hân'ın mesuliyetini seve seve deruhde
etmiştir. Çok sonraları bir sohbet esnasında üvey validelerden söz
açıldığında, Padişah; benim Perestûvâlide, üvey annemdir, fakat kendi öz annem
sağ olsaydı o da ancak onun kadar bana bakardı. Demek suretiylede hem bu
valideye olan minnetini, ifadeye fırsat bulmuş, hem de hatırşinas bir insan
olduğunu sergilemiştir. Târih İlminin devlet idaresinde ehemmiyetine müdrik
olarak küçük yaştan beri pek önem vermiş ve daha önceki bahislerde de temas
ettiğimiz gibi, Osmanlı sarayı, târihin sadece vakanüvislik şeklinde değil her
olayın, davranışın arka plânının bilinip, lâzım gelenlere öğretildiği bir ilim
dalıydı.
Bu hakikatin idrâkinde olan genç şehzade bu ilme apayrı bir alaka
gösterdiğinden, öğrendikleri hasebiyle olayların alacağı istikameti
kestirebiime hassasına sahip olmuştu. Meselâ amucası olan Sultan Abdülaziz'e kızan
kardeşlerinin, hiç birisine uymaz, amucasını korumak ve ona yapılan çeşitli tariz
ve niyetleri bildirmekle, aynı zamanda hilafeti ve devleti korumuş oluyordu.
Sultan Hamid'le ilgili çalışmamızın hemen başına koyduğumuz kurduğu
müesseseler ülkenin yücelip gelişmesini temine matuf olduğu izahdan varestedir,
bu sebeble gelişmeleri pek iyi takip ettiği de böylece kabul edilmelidir.
Dünya'da imâl edilen 2.otomobil'in kendisine hediye edildiği pek bilinen ve de
şaşırtıcı bir vak'adır.
Ancak, bu otomobili çalıştırtıp önünden geçirtmiş ve sonra da, bu
her tarafı müteharrik bir âlet, bunlar çalıştıkça haylice aşınır. O parçaların
tamiri bizim ülkemizde yapılamazsa dışarıya çok paramız gider. Bizim ne kadar
çok vali, kaymakam, paşalar, kumandanlarımız var, bunların her birine birer
otomobil versek devlet büyük sıkıntıya düşer. Onun için bu arabanın
parçalarının yapımı, tamirlerini yapabilecek zenaat-kâr yetişinceye kadar koyun
garajda dursun demek suretiyle lüks ve şatafata yolu tıkarken, milletin altunlarını
dışarı peşkeş çekmemenin çâresini bulmuştur. Bu onun tutumluğunu, sömürüye
kapalı bir zihniyetin sahibi olduğunu gösterir.
Sultan Abdülhamid Hân, babası Sultan Mecid'in davranışı gibi nâzik
ve herkesi ayakta karşılar hâlini bir miras olarak kendine düstûr edinmiştir.
Namaz meselesinde çok hassas olup, bu işte temaruz eden bazı şehzadelerini
sizinle konuşmam, benim namaz kılmayan evlâdım olamaz demek suretiyle,
babalık otoritesini pek nâzik fakat kafi bir ifadeyle hatırlatmıştır.
Musikî hususunda babası kadar değilse de hayli bilgi sahibi olup,
Hacı Arif Bey merhumu bir müddet hapsettirmiştir. Yaptığı bir beste ile
kendisini affettirmeyi bilen Hacı Arif Bey'e babası kadar pek mültefit
davranmamıştır. Hacı Arif Bey'de Sultan Mecid'e gösterdiği saygıyı göstermemiş,
hâttâ padişahı çocukken kucağında çok taşıdığını bir defasında da kucağındayken
küçük suyunu kaçırdığını uluorta anlatması, edebe mugayir görülmüştür. Tiyatro
üzerine çok önem vermiş, Yıldız Sarayına yaptırdığı tiyatroda saray mensupları
ve hanedan üyelerine tiyatro zevki aşıladığı görülmüştü. Ancak, batı musikîsi
için daha hoşuna gittiği söylenir. Dedektif romanlarını okur, bilhassa, Şerlok
Holms'un yazarı Cbnan Doyle'e tenkitler ve tavsiyelerde bulunmuş, öte yandan
dünyanın mühim bir araştırıcısı olan ve Kuduz Mikrobunu bulan Lui Pastör'e
araştırmalarına katkı için ceb-i hümayunundan yâni kendi parasından bir kaç
defa külliyetli miktarda para yardımı yaptığı gibi bunu pek nezaketli
mektuplarla olağan-laştırmaya çalışmıştır.
Sultan Hamid şehzadeleğinde, namaz ile olan ünsiyeti kendisini
dâima murakabede tutma şansını sağlamıştın Zahir ilimlerle beraber, sosyal
ilimlere olan eğilimi, zenaatkârların önemini kavrayan bir insan olduğundan,
Avrupa seyahatine Sultan Abdülaziz'in refakatinde gittiğinde, diğerleri kabukla
meşgul olurken, Hamid Efendi, cemiyetin ihtiyacı olan meselelere dâir pek
dikkat kesilmiştir.
Sultan Hamid çok merhametli bir insan olması hasebiyle, otuz şu
kadar yıl sonunda tasdik ettiği idam kararı sayısı beşi aşmamaktadır. Padişah
için evhamlı olmamak kabil değildi. Bütün dünya'nin gözü üzerinde olup, kimi
ömrüne bereket dilerken, kimileride .bir an önce ölüp gitse diye dua ederdi.
2.Abdülhamid Hân, Şazeli Tarikatına mensup olup, Şeyhi Muhammed
Zafir Efendinin irtihali üzerine, şeyhliğin kendisine geçtiğini, Zafir
Efendi'nin oğluna yazmış olduğu mektuptan istinbat etmek kabildir. Deli Müşir
Fuad Paşa mahdumu Bnb.Asaf Tugay'ın "İbret" adlı Abdülhamid'e verilen
jurnaller adlı kitapda padişahın, şeyhini dahi takip ettirdiği geçer, padişaha
takibi yapan hafiyelerin raporuyla sabittir.
Yavuz Sultan Selim Türbedarı, geçim sıkıntısından yana biraz
dertli bir hâle duçar olmuş ve bir gün bu hâlinden şikâyet babında Türbede
padişahın sandukasına bir şaplak vurarak, sende de bir şey yok der. Ertesi gün
öğleden sonra Saray'dan gelen bir yaverin, türbedara ihsan-ı şahane getirir.
Bu arada da yaver türbedara bir daha merhumun sandukasına şaplak vurma
diye,tenbihini yapar. Çünkü Yavuz Selim, Sultan Hamid'in gece rüyasına girer ve
türbedarın yaptığını şikâyet eder. Bunun üzerine Abdülhamid hân, hem adamın
sıkıntısını gidermek hem de şikâyetin gereğini yerine getirmiş olması mühimdi
Birde meczuplar ile alakalı bir vak'ayı anlatalım: Kuşçuba-şı Sami
Bey.isimli bir zat, padişahın yanına girer ve Bayezid civarında meczupların
sebeb olduğu bazı vak'aları anlatır. Bunun üzerine; bu mecazibin, bunları
yapmamasını nasıl temin ederiz diye düşünüyorlar sonunda bunların üzerinde
hayli söz sahibi bir zat olan Fâtih Türbedarı Amiş Efendiye gitmeye karar
verirler dolayısıyla, faytona binerler, Amiş Efendinin yanına gelirler Sultan
hilafet alâmetlerinden bazı şeyleri Amiş Efendinin önüne fırlatır ve buyrun siz
idare ediniz diyerek, söze giriştiğinde, Amiş Efendi, ağlar ve Efendimiz
benim yapacağım bir şey yok. Beni dinlemiyorlar, diyerek özür diler ve gene de
kendilerinin emrin de olduğunu beyan eder. Elimden geleni yapmaya çalışacağım
demek suretiyle takdiri ilâhiyi işmam ettiği görülür. Bu büyük padişahın yüce
şahsiyetine dâir aşağıda bazı kanaatler ve bizzat kendilerinin anlattığı,
hatıratlarda yer alan pek târih kitaplarına açıklığıyla girmemiş malumatları
vermeyi uygun bulduk.
Şarkın Gerçeği Ve Abdülhamid Hân
Sistem Yayıncılığın neşretmiş olduğu "2. Abdülhamid'in
Yöneticilik Sırları" adlı eserde sayın yazar Adnan Nur Baykal Beyefendi;
önsöz bölümünde iki mühim cümleyi dercetmeyi ihmal etmemiş. İlk cümle adı resmî
senariste çıkmış sayın Turgut Özakman'a aid. Demekteki: "2. Abdülhamid ya
hiç kusuru yokmuş gibi övülüp göklere çıkarılmakda, ya da hiç olumlu hizmeti
olma mış gibi bütünüyle yerilip batırılmaktadır.." Diğer cümle ise; bir
Macar Yahudisi olan Türkolog Vambery'den: "Benim Şarklıların düşüncelerini
okumaktaki tecrübem, 2. Abdülhamid gerçeğini, tahlil etmeye yeterli değildir."
Bu; iki cümlenin her biri yalnız başına toplu bir mâna aksettirmiyorsa da,
birlikteliğinde büyük bir ifadeye ve tesbite götürmesi kaçınılmazdır. O da;
başvurulacak olan yol, bahse konu padişahın kendini anlatması esas alınmalı! Bu
da kaynaklara bağlıdır ve kaynaklar ne derece inanılır sağlamlıktadır? Bu
sorunun cevabı, konumuz için kolay verilmez cinstendir...
Sayın İsmet Bozdağ Beyefendinin hazırladığı ve Kervan yayınlarınca
hayli baskısı yapılan Hatırat'ın, İstanbul'un 23 merkezindeki Serda Dağıtım Teşkilatı
olarak, merhum Salih Doğan Pala, merhum İbrahim uysal, Nazif Keskin ve ben
Metin Hasırcı, organize ettiğimiz seyyar kitap satış tezgâhlarımızda
tarafımızca dahi satılanı binleri aştı idi. Aka.binde Dergâh Yayınları;
"Sultan Abdülhamit Siyasi Hatıratım" adı ile Ali Vehbi Bey adlı bir
zat tarafından Fransızca yazılmış çalışma, tercüme edilmiş. Ancak bu kitaba
sunuş yazan yayın evi mütercimin adını belirtmediğinden, ortalıkda dolaşan rivayetler
muhteliftir. Biz yine de Ali Vehbi Bey'in olduğu söylenen eserden istifade
ederek bazı hususlar da, Abdülhamid hân'ı tanımaya çalışalım. Diyorki Koca
Padişah:
Said Paşa; görevi kabul ettiğini hatıratında beyan ediyor. Yine bu
sadaretinden düşmesine badi olan vakaları paşanın hatıratından özetlemeye
girişelim: "Padişah; ülkede kendisi hakkında kötü niyet beslendiğini,
İstanbul'da bir ihtilâf havasının husul bulmakta olduğunu, bütün bunlar için
Mah-mud Nedim Paşa ile oturup, şiddet tedbirleri almamız hususunda kat'i bir
lisanla emirleri oldu. Mahmud Nedim Pa-şa'nın bu hususlarda çalışmaları bir kaç
seneyi bulmuş hazırlıklardı. Fakat ben makam-ı sadaretin ortak kabul etmeyeceğini,
benim memleket menfaatlerine dâir görüşlerim ile Mahmud Paşanınkiler arasında
derin muhaliflik bulunduğundan istifa yoluna gjtdim. Fakat istifam kabul
görmedi. Aradan 57 gün geçmişti ki bir gece saraya çağrıldım. Gittiğimde huzuru
hümayuna dahil olduğumda, pek sert bir muamele ve bir çok azar ile
karşılandım." diyen Sa-id Paşa hatıratında şöyle devam etmekte: Zât-ı
şahane oturmama müsaade etmedi. Kendileri de ayakta dolaşarak bir çeyrek saat
kadar gönül kırıcı, izzet-i nefis yaralayaci ifadelerde bulundular. Azarlarının
sonuna doğru bir gün evvel-Saray'da göz altına alınan Müşir Deli Fuad Paşa'ya
isnat edilen bir cürüm hakkında Man mud Nedim Paşa ve Ahmed Cevdet Paşa'nında
bulunduğu huzurda ve Cevdet Paşa'nın kalemiyle tutulmuş bir istintakname elime
padişah tarafından verildi. Ben bunu okumaya başlayınca zât-ı şahane seri adamlarla
bana yaklaşarak aramızda bir adımlık mesafe kalmıştı ki bakışları, azar dolu ve
çok çabuk cevap vermemi emrediyordu.
Varakada yazılanlar ise; padişahın taht'dan indirilmesi için,
Dağıstanlılardan meydana gelen cemiyet kurulduğunu ileri süren ihbarlara aid
bir tahkikat idi. Cemiyetin bu işdeki aidi, zâtı şahanelerinin kendi
muhafazasına tahsis etdiği ve bir nev'i hususi askeri imtiyazı verdiği
dağistanh'iardan meydana gelen asker gurubu olup, bu askerin başı sarayın
İçinde Dağıstanlı Mehmed Paşa imiş. Fuad Paşa ve sair bazı kimseler cemiyette,
ben de güya cemiyet reisi irnişim! Seri bir bakışla yaptığım okuma bana bu
kadar bilgi verdi. Zât-ı şahane devama imkân bırakmayıp istintakiyeyi elimden
çekip aldı ve: 'Bana ne diyeceksin? Sualini tevcih ettiler. Cevap verme imkânı
kısıtlı idi. Konuşturmuyordu. Ancak; aslı faslı olmayan şeylerdir mânasına
gelecek beyanlarla meramımı arzedebildim. Fakat; O azar dolu sözler devam
etmekteyken, zât-ı şahane mührümü ver dedi. İşte o zaman müşkil mevkiide
kaldım. Çünkü mührü hümayun üzerimde değildi. Hatemi âliyi çantamda taşırdım
mabeyne çağrıldığımda huzura girereken çantayı adamımda bırakmıştır.
Efendimizden mabeyne gidip çantayı alma müsaade etmesini istediler. Çok daha
kızdılar ve pantolonun cebinden meşin bir muhafaza için- deki küçük rovelveri
çıkarıp başıma tuttular. Emanet-i hümayununuzu veririm. Ben de olan emanet-i
ilahiyeyi de ondan sonra alırsınız dedim.
Bunun üzerine rovelveri başımdan çekip büyük salonun kapısından
çıkarak Çantasını getirsinler! Emrini verdiler. Yanıma geldi ve rovelveri
başıma tutarak, müh rüm çıkmazsa buradan ölün çıkar' diye azar dolu sözlere
devam etdiler. Çanta geldi, açıldı mühim teslim edildi. Artık kızgınlık başka
taraflara yöneldi. Kendisinin hâl veya imhası hakkındaki sözde karan ciddi ve
sahici addediyor. Akabinde Sultan Murat güya tahta çıkmaya hazır, hâttâ
sarayında ihtiyaten bir takım kürtler saklanmış itikadında bulunuyordu. Eğer bu
hal tahakkuk ederse evvelbevvel beni parçalatacağını sözlerini ekledikten
sonra önüme düşüp, harem ile kendi dairesi arasında bir odaya beni götürdü.
Hapsedip, kapıyı kilitleyip gitdi. Diyor hatıratında Mehmed Said paşa.
Kıymetli biyografi üstadı İbn'ül Emin Mahmud Kemal İnal merhum
bize şöyle sesleniyor; "Paşamın (Said Paşa) 7.defaki sadaretinde kitabet
hizmetiyle yanında bulunduğumdan gece ve gündüz, hatta yatakta iken, mühr-ü
hümayunun al-tun zincirle boynunda asılı olduğunu gördüm. Mührü yanında
bulundurmamasından dolayı daha önce azara uğrayışı içine oturmuş ki, o günden
sonra koynunda taşımak vazgeçilmez adeti olmuş.
Filibe Vak'ası!
Tarihler; 1302/1885'i
gösterirken dış tahrikler yardımıyla Filibe'ye getirilen bir kaçyüz Bulgar,
buradaki hükümet konağını basmış ve valiyi hapsetmişlerdi. Ertesi gün Cuma Namazından
sonra vekiller heyeti mabeyn (saray)'de toplandı. Bu arada Bulgaristan Prensi
Batemberg, gönderdiği beyanatında, Şarkî Rumeli'nin artık Osmanlı yönetiminde
olmayacağını, kendisinin idaresinde bulunacağını bildiriyordu. Bunun üzerine
yapılan toplantıda derhal asker gönderilerek buna mâni olunmasını, bu meselede
anlaşmalı devletlere bilgi verilmesini reyimle birlikte belirttim ve heyeti
vükelâ bu teklifi kabul etti. Ancak bu şekli, padişah efendimiz kabul etmedi.
Zilhiccenin/14.günü olan 25/eylül/1885 Cuma günü babıâlî'ye giderken, Karaköy
civarında bana yetişen yaver tarafından mabeyne götürüldüm. Hemen huzura
çıkarıldım. Bir saat kadar süren konuşma ve azardan sonra dışarı çıkma
müsaadesi verildi. Daha sonra da beklemem emredildi. Akşam saatine kadar orada
bekledim. Serasker Gazi Osman Paşa bulunduğum odaya gelip, yemek için odasına
davet eyledi. O sırada da dâveti padişah vukubuldu. Gittim, iki saat
bekledikten sonra yalnız olarak huzura alındım. Önce mühür istendi verdim.
Mahbusiyetim vukua geldi. Bir odaya konuldum. Her an çağrılırım diye üç saat
bekledim. Sorunda azarlamaların üzücü te'siri uyumama sebeb teşkil etdi. Dalmışım.
Benim; Filibe'ye asker gönderme teklifim güya zât-ı şahaneyi tahtdan indirmeye
donükmüş! Ertesi gün saraydan çıkmama müsaade olunduğunda eve geldim. Kâmil
Paşa'nın sadarete, bazı vükelanın da değiştirildiği görüldü. Ben bir oldu
bîttiye karşı çıkarken, başıma saray'da azarlanmakdan tutunda hapsedilmelere
kadar neler gelmiyordu" demekte
Said Paşa. Hakikaten Berlin antlaşması hükümlerine göre bir
vilâyetimiz olan Şarkî Rumeli yâni Doğu Rumeli'nin Bulgarlarca ilhak
edilmesi, karşı çıkalım diyen sadrıazamı götürdüğü doğruda! Bîr de padişahın
gözü ve sözü ve hatıratından olanları gözleyelim:
Hatirât-ı Sultan Abdülhamid-i Sâni isimli eserde koca sultan
şöyle diyor: "Şarkî Rumeli meselesinde benim (Sultan Hamid) zaaf
gösterdiğimi pek iddia etdiler. Zaaf göstermek mevcud kuvvetden istifade
etmemek demektir. Hangi kuvvet mevcud idi ki, Doğu Rumeli'de hakkımızı koruma
hususunda kullanılmadı? Bunu düşünen ve söyleyen bir insaf sahibini bu güne
kadar işitmedim.
Bulgar Prensi Batenburg, Filibe'ye müstevli olduktan sonra
durumdan hükümetimiz haberdar olabildi. O da Rus sefirine gelen bir
telgrafnameden, telgraf nâzın İzzet Efen-di'nin beni haberdar etmesiyle mümkün
olabilmişdi. Said Paşa sadrıazam idi. Tahtdan indikten sonra okuduğum bazı
beyanat ve yazılarında Said Paşa'nın; vakaları kendi lehine tahrif etmiş
olduğunu hayret ve teessüfle gördüm. Said Paşa; Bulgarların tecavüz
edeceklerini daha evvel haber alamamıştı. Olay İstanbul'a aksettikten sonra
bir hayli tered-dütün akabinde Şura-yı devlet reisi Akif Paşa'nın beyanatı onu
ikna etmişti. O dönemde Filibeye asker şevkinde hem müşkilât hem de tehlike
vardı. 93 savaşında tarumar olan ordu henüz toparlanamamıştı. Hazine
tamtakırdı. Bazı vilâ-yetlerdeki jandarmalar yirmi-otuz aydır maaş
alamıyorlardı. Böyle bir haldeyken sırf namdan ibaret olan hakk'ı hâkimiyetin
adına neticesi meçhul ve karanlık bir harbe girişmeyi tehlikeli gördüm."
Diyen hz.padişahın hatıratından şu paragrafı alarak okurlarımın bilgilerine
arz edeyim: "Gavriyel Paşa diye bir Bulgar'ın Rumelî Şarkî valiliğinden
kovulmuş olmasından dolayı gözüm kizararak işe girişseydim, 1328/1910'daki
felâketi, o zaman yâni ordusuz, parasız, pulsuz, hazırlıksız bulunduğumuz bir
devirde kendi elimle hazırlamış ve davet etmiş olurdum. Hazım gösterip
ihtiyatlı davranıp, 1328/1910'da yaşanacakları, 1301/1885 eylülünde
yaşardık!" Demekte.
Said Paşa aynı zamanda Şapur Çelebi lakabıyla ve biraz da
küçümsenerek anılmaktaydı halbuki böyle küçültücü bir lakabın bir Osmanlı
sadnazamına verilmesi bizce doğru olmayan hususattandır. Said Paşa; infisal
ettiği bu yukarıda bazı anekdotlar verdiğimiz 4. sadaretinden 1895 yılında infisal
ettikten sonra bu makama yeniden avdet ettiğinde tam tamına 5 sene, 11 ay, 9
gün gibi bir zaman dilimi geçmiştir.
Bununda çalışmamızın baş taraflarında söz konusu ettiğimiz 1897
Osmanlı-Yunan harbinin muzaffer kabinesinin reisi Halil Rıfat Paşa'ya, Sultan
2. Abdülhamid hânın "yaşadığınız müddetçe sadnazamımsınız" sözünü
vermesinden ve bu ahdini yerine getirmesinden kaynaklanmıştır. Mehmed Said Paşa;
09/11/1901 tarihinde geldiği makam-ı sadaretden 1 yıl, 1 ay, 26 gün sonra
14/01/1903'de infisal ettiğinde 6. sadaretini yaşamıştı. Aşağıdaki satırlar
padişahın yâni Sultan 2.Abdühamid Hân'ın şahsiyetinin içinde mütalaa edilmesi
gereken beyanlarıdır.
Kapütülasyon İlgasına Teşebbüs
"Kıbns'da
kapitülasyonları kaldırmak istediğimiz için, Avrupa matbuatı da Atina gazetelerine
uyarak kıyameti koparıyor. Sanki biz başkalarının hakkını yiyiyorrnuşuz gibi
bir hal yaratıyorlar. Halbuki bitaraf bir kimse, ecnebilere verilen bu
kapitülasyonlarla, bizim hakkımızın çiğnendiğini ve adaletsizliğin bize karşı
yapıldığını gayet iyi görebilir. Rumların elde etmiş oldukları imtiyazları
muhafaza edebilmek için, yeri göğü birbirine katmaları tabiîdir. Çünkü Rum kapitülasyonları
yıkıldığında PanHelenik propogandası yapamayacakları açıktır. İnşaallah, bu
imtiyazları yıkmak hak ve kuvvetini Allah bize kısmet eder."
Hayatımı Muhafaza Tedbiri
"Hayatımı, bana sadık olanların uyanıklığına borçluyum.
Başımdan geçenler, asabı en kuvvetli insanı dahi sarsmaya kâfidir. Bütün bu
tecrübelerden sonra ihtiyat lı olmama, şaşmamak lâzım. Bir çok insanların bu
sinirli hâlimden faydalanmağa çalıştıklarını, hafiyelerin, jurnalcilerin alçak
namussuz insanlar olduklarını, dini mizinde, müzevirleri tel'in ettiğini gayet
iyi biliyorum. Fakat geniş bir haber alma teşkilâtı kurmamış olsaydım, etrafımı
saran tehlikelere karşı kendimi korumam kabil olamazdı.
Hilâl İle Haç Arasındaki Mücadele
"..Avrupa halkını aleyhimize düşünmeğe sevk eden sofu
papazlardır. Haçlı seferleri zamanında hristiyan güruhun memleketimizde
yaptıkları mezalimi unuttur- mak, ört-bas edebilmek için, her türlü iftirayı
mubah görmüşlerdir.
(.).Kudüs'de ki mukaddes
topraklar için her iki tarafında kan dökmesinin önüne geçilebilirdi. Nitekim
hristiyan hacıların Kudüs'ü ziyaret etmelerine her zaman müsaade
etme-dikmi?.(.) Etrafı müslümanlarla çevrili olan bu şehri neden hristiyanlara
terk edelim?(.) İsteyen istediğini söylesin, fakat mukaddes toprakların sahibi
olmak hakkı her zaman bizim olmuştur ve Öyle kalacaktır.
Mektep Ve İlahiyat
Ben tahta çıktığımdanberi, ilk mekteplerin sayısı on misline
çıkmıştır (20bin mektep). Bu adet maalesef hâla azdır ve haİka kâfi
gelmemektedir. Liselerimizin seviyesi gayet yüksektir. Mükemmel oldukları
herkes tarafından kabul edilir. Ancak daha fazla lise kurmamak bunların yerine
mühendis, mimar gibi fen adamları yetiştiren müesseselere talebe hazırlıyacak
rüştiyeler açmak daha yerinde olur.
Memleketimizde kâfi derecede asker ve memur vardır, ulemamızın
ifrat derecede muhafazakâr olmasından dolayi-da, yüksek mekteplerimizi modern
hâle getirmek çok güçtür. Kahire'deki El Ezher ilahiyat fakültesinin,
talebelerimizi çekmesinin yegâne sebebide zamanın icablarına uymanın elzem
olduğunu anlamış ol- malarındandır. İstanbul Dârül-funûn'unu Kahire'dekinin
dûnunda (alçağında) kalmıya mahkûmdur.
Edebiyat-San'at Ve Kültür
Biz Osmanlılar eski ve büyük bir medeniyetin sahibi olduğumuzu
unutmamalıyız ve Avrupa medeniyeti ile gözümüz kamaşmamalıdir. Mimari
eserlerimiz, iki binden fazla şâir yetiştirmiş olmamız da bunu ispat eder.
Bunlardan Fazlı,Lâmiî, Baki gibi şâirlerimizin eserlerinde fevkalade bir güzellik
ve tam mükemmeliyet vardır. Daha sonra Galib, Pertev, Kemâl, Abdülhak Hâmid
gibi şâirlerimizi sayabiliriz.(.) Hereke'deki halı fabrikamızda ve diğer
endüstri sanatlarımızda yabancıları taklit etmekten 'kaçınmalıyız. Sa'nat ve
edebiyatımızı kendi toprağımıza ait mevzular, kendi milletimize has esaslar
üzerinde inşa etmeliyiz.(.) Gençlerimizde memur, asker veya ulemadan olmayı
tasarlıyorlar; neden hiç bir Osmanlı, büyük bir tüccar, mahir bir zenaatkâr
veya bir fen adamı olmayı düşünmüyor? Ben de marangozluk san'atı ile meşgul
olduğumdan halka iyi bir numune sayılırım.(.) Bir gün; şerefime bestelemiş
oldukları üç marşı aldım. Bu bir gün için epey fazladır. Muhtelif milletlerden
olan ve şahsıma eserlerini ithaf eden bestekârların sayısı, şimdiye kadar
ikibini bulmuştur. Bu insanları nasıl mükafatlandır-malı? İstanbul'a gelip
huzuruma çıkabilmeyi temin eden sanatkârların her birine neden hediye vermeye
mecbur olayım? üstelik ağırbaşlı musikîlerini sevmiyorum. Çaldıkları
parçaların çok güç olduğuna şüphe yok; fakat ben zihnimi yoran musikîyi değil,
dinlendirici musikîyi tercih ediyorum. Klâsik musikîyi tercih edecek kadar
musikişinas değilim. Musikîye büyük istidadı olanlardan biri, oğlum Burha-
ned-din'dir." (agk:sh. 190/193/202/209/210 Hatırat-ı Abdülhamidi Sânî)
Sultan 2. Abdülhâmid 21/Eylül/1842'de doğmuş, vefatı ise
10/Şubat/1918'de Beylerbeyi Sarayında kalb rahatsızlığı ve ciğerin ihtikandan
mütevellid vukubulmuştur. İstanbul'un işgaline görmek bahtsızlğına
uğramamıştır. Dedesi Sultan 2. Mahmud'un Türbesinde amucası Sultan Abdülaziz
Hân'ın yanına defnedilmiştir. Tahta geçtiği târihden indirildiği târihe kadar
otuz üç seneyi ikmâle çok az bir zaman kalmıştı. Aşağıya hanımları vede
çocuklarını kaydederek peşindende sad-rıazam ve şeyhülislâmlarını belirtecek
listeyi kaydedelim.
2.Abdülhamid Hân'ın Hanımları Ve Çocukları
İlk izdivacını Nâzikeda hanımefendi ile yapan Sultan Hamid
kendisinden 8 yaş küçük bu hanımla evlendiğinde 2. ve-liahd idi. 1850 doğumlu
Nâzikeda hanım, esmer, siyah saçlı siyah gözlü uzunca boylu bir hanım olup,
ulviye sultanhanı-mı dünyaya getirdi. Bu târihin 1868 senesi olduğu görülüyor.
1895 senesinde Yıldız sarayında vefatı bulan Nâzike da hanımefendi Yenicami'de
5. Murad Türbesine defnolunmuştur. Fevkalade güzel pi-yano çaldığı kaydını
koymadan edemiyoruz.
İkinci hanim olarak Sâfi-Nâz Nur efzûn ismi taşıyan zevcesi
1851'de dünya'ya gelmiş ve izdivacından çocuk olmamıştır. Clzun boylu narin
yapılı sansın olan bu hanım, 1915'de ölmüş ve bu hanımını kendi isteği üzerine
Abdülhamid hân boşamış ve ömür boyu elli altun maaş tahsis etmiştir. Bu hanım
daha sonra Safvet Bey adlı Sultan Hamid'in esvabçıba-şısı olan zat ile izdivaç
yapmıştır. Padişah hanımlarının boşandıktan sonra ba zılarının evlendiğini
buna engel olunmadığını hatırlatmak için bilhassa bu maddeyi kaleme aldık.
3. Hanımefendi ise, Bedr-i Felek hanımefendi olup, 1851'de doğmuş
6/2/1930'da vefat etmiştir. Sultan Hamid bu izdivacını 15/11/1868'de Dolmabahçe
sarayında evlenmiş bu sırada 2. veliahd idi. Bu izdivacdan ilk oğlu dünya'ya
gelen padişahın, Selim Efendi ve Zekiye Sultanın bu hanımından doğduğunu
kaydetmiş olalım. Bu hanımefendi, hanedan üyelerinin yurd dışına gönderildiği
dönemde yaşlı olması hasebiyle tercih kendisine bırakılmış o da gitmemeyi
tercih etmiştir.
Sultan Hamid'in 4. kadınefendisi Bidâr Kadınefendi olup, 1858'de
doğmuş ve eşinden 41gün önce 1/1/1918'de dar-ı beka eylemiştir. Yahya Efendi
dergâhında şehzade Kemaled-din Efendi Türbesine defnolunmuştur. Vefatı
Erenköy'de vukubulmuştur. Üzün boylu, yeşil gözlü güzel bir hanım olup,
Abdülkadir Efendi ile Nâime sultanhanımı dünyaya getirmiştir.
Padişah'ın 5. zevcesi Tiflis doğumlu Dilpesend kadinefendidin Bu
hanımefendi 36 yaşı içinde 1901'de vefat etmiş ve Naile Sultanhanımın
annesidir. Üzün boylu ve kumral olduğu bindirilmektedir.
6. Zevce ise; Mezîde Mestan
hanım olup, 1869 doğumludur. Burhaneddin Efendiyi dünya'ya getiren bu
hanımefendi uzun boylu kara gözlü, siyah saçlı bir hanımefendi imiş.
Apandisitinin patlamasından meydana gelen peritonitten vefatı 21/1/1909'da
vukubulmuştur. Yahya Efendi dergâhına defnolunmuştur.
7. zevce ise, Emsal-i Nur
ise 1866 doğumlu olup, uzun bir ömür sürüp, 84 yaşında 1950'de Nişantaşında
vefat etmiştir. Şâdiye Sultan'ın annesidir. Yahya Efendi dergâhında defnolunmuştur.
8. izdivaç Ayşe Dest-i Zer
Müşfika "Kayıhân" hanımefendi ile olmuş Hopa 1867 doğumlu
16/7/1961'de 94 yaşın içindeyken irtihal-i dâr-ı beka eylemiştir. Ayşe Sultanhanımın
annesidir. Müşfika kadın, 2. Abdülhamid hân'ı hiç bırakmamış adetâ tek eşiymiş
gibi oldu hâl vak'asından sonra. Padişahın diğer hanımları çocuklarıyla oturma
şıkkını seçmişler idi. Diğer bir ismi Ayşe Pertevniyal olup diğer adını padişah
taktığından târihe Müşfika olarak geçmiştir. Bu hanımefendi,
Ruslarla yaptığımız 1877'deki savaşda şehid düşen Abaza bey'i Gazi Şehid Ağır
Mahmud Bey'in Emine hanımdan doğma kızıdır demektedir. T.Yılmaz Öztuna Bey,
Hanedanlar adlı kitabının 309. sahifesinde. Vefatında Yahya Efendi dergâhına
defnoiunmuştur.
9. Evliliğini Sâz-Kâr
Kadınefendi ile yapan 2. Abdülhamid Hân, bu hanımından Refia Sultanhanımın
dünya'ya gelmesiyle bir kız evlad sahibi daha olmuş oldu. 1873'de İstinye'de
doğan Sâzkâr hanımefendi, padişahla evlendiğinde târihler 1890 yılını
göstermekteydi. 1945 yılında vefatında Beyrut'da olduğundan, Şam'da Osmanlı
hanedanına ayrılmış bulunan Sultan Selim Câmiinin haziresinde defnolundu.
10. İzdivacını yapan
padişah Peyveste hanımefendiyle bu izdivacından doğan Abdurrahim Efendinin
babası olmak na-sib olmuştu. Peyveste kadınefendi, 1944'de 2. dünya harbi esnasında Pâris'de
vefat ettiğinde yaşı 71 olmuştu. Bobigni islâm mezarlığına defnolundu. Doğumu
1873 senesinde olmuştu.
11. İzdivacını ise Fatma
Pesend hanımefendi ile yapan Sultan 2. Abdülhamid'in Hadice sultanhanım adlı
kızı bu evlilikten olmuştur. 1876 doğumlu bu hanımefendi, evlendiğinde
takvimler 1896'yı gösteriyordu. Vefatı 1925'de vukubuldu ve Karacaahmed
Kabristanında kendi türbesine defnolundu.
12. İzdivaç; Abaza
kavminden Behice Maan hanımefendiyle yapılmıştır. 1882'de doğan bu hanımefendi
ikiz olarak Nureddin Bedreddin adlan verilen iki evlâdı dünyaya getirmiştir.
1969'da vefatı vukubuldu. Makberi hakkında bir bilgi elde edilemedi. Yaşayan
torunlarının olduğu bizce malumdur.
13. İzdivaç ise; 1887
Bartın doğumlu, Saliha Naciye hanımefendi ile vukubulmuş bu hanım Abid Efendi
ile Sâmiye Sultanhanımı dünyaya getirmiştir. Naciye Kadın Efedi de padişahla
birlikte Selânik'e giden kadınefendisidir.
1923'de Erenköy'de vefatı vukuubulmuştur, 2. Mahmud türbesine yâni
zevci'nin yattığı türbeye defnoiunmuştur.
14. Evliliğini Dürdane
Hanımefendi ile yapan padişah 2. Abdülhamid hân, 1867 doğumlu bu hanımından
ayrılmış ve esvabcıbaşısı İsmet Bey'in oğlu Târik Beyle evlendirdi. 1955'de 88
yaşında olduğu halde vefat etmiştir. Kabri hakkında kayıt bulamadık.
15. İzdivaç ise İstanbul
1890 tevellüttü Câlibos hanımefendi ile yapılmış olandır. Bu hanımını boşayan
padişah Sultan Hamid, Emin Paşa ile evlendirmiştir. 1955'de sağ olan bu hanım
hakkında başka bilgi bulunmamaktadır.
16. ve son izdivaç Nazliyâr
Hanımefendi isimli hakkında bilinen boşadığı ve evlendirildiğidir. Yeni
izdivacında bir kızı olmuştur. 1876'da Sultan Hamid'in gözdesi olduğunu, Öztuna
Bey kaydediyor.
Sultan 2. Abdülhamid Hân'ın kızlarına gelince; bunların, sayısının
onüç tane olduğunu söyleyebiliriz. Bu onüç kızdan altı tanesi padişah
hazretlerinden önce vefat ettiler. Böylece, altı tane kız evlâdını ve bir de,
erkek çocuğunu toprağa vermiş bir baba olarak görüyoruz Sultan Hamid'i,
herhalde bu vefatlar insanı hayli elemnak ve muzdarib eyler sanırım. Bu
bakımdan tahtını kaybetmek mânasına da gelse Saray'ı ku-Şatan kuvvetlere,
Hareket ordusunu daha Selanik'ten yola çıkar çıkmaz onları Hassa Ordusu
vasıtasıyla durmayı teklif edenlere evet demeyip, ben müslümanları biribirine
kırdırmam demek suretiyle merhamet hususundaki yüceliğini seriliyor.
Tüfekçibaşı Tâhir Paşa'nın yalvarmaları karşılığında verdiği emir şöyledir: Ben
mü'minlerin birbiriyle dövüşmesine rıza gösteremem, şimdi git, Saray'ın
Orhaniye tarafındaki kapısını açtır ve ne kadar muhafız ve de silahşor varsa
gönder demek suretiyle düşüncesini tatbike koyar. Harekâttan sonrada Tahir
Paşa, mahkemede verdiği cevaplarla ünlü mert bir insan olduğunu göstermiş
Heyet-i hâkimeye bırak-saydı, sizleri Selânik'e kadar kovalardım demiştir.
Neyse biz şimdi Sultanhanimlann kısa kimliklerini vermeye gayret edelim:
1-CIlviye Sultahanım; Dolmabahçe sarayında 1868'de doğdu ve 5/10/1875'de
kibritle oynarken nedimesi çocuk bir câriye ile birlikte yanarak vefat ettiler.
Yenicâmi türbesine defnolundu.
2-Zekiye Sultanhanım; 21/1/1872 Dolmabahçe sarayında doğup,
1950'de Fransa'da 78 yaşında vefat etti. İlk izdivacını Gazi Osman Paşa'nın
oğlu Ali Nureddin Paşa ile Yıldız Sarayında 20/4/1889'da evlendi. Zekiye
Sultan sarayında toplam 200 kişilik bir hizmet kadrosuyla yaşarken, Fransa'nın
Pau kasabasında küçük bir otelin tek odasına sığındılar yurd dışına
çıkarıldıklarında. Otel sahibi bir Ermeni olup, Gazi Osman Paşa'nın oğlu olduğu
için, Ali Nureddin Paşa'dan vefatlarına kadar ücret almadı. Zekiye Sultanhanım
vefatında yaşadığı Pau'da defneolundu.
3-Fatma Nâime Sultanhanım 5/8/1876'da babasının l.ve-liahdlığı
esnasında dünya'ya geldi. Tirana'da 1945'de 69 yaşında olduğu halde vefat
etti. Oraya defnolundu. Bizim çocukluğumuzda yüzdüğümüz Ortaköydeki Lido
Havuzunun bulunduğu yer Nâime Sul tannanımın sarayı imiş. 1938'de Arnavutluk'da
Tirana'ya yerleşmiştir. Mısır Hidiv'i Abbas Hilmi Paşa Nâime Sultanhanımla
izdivaç etmek istediysede, Sultan Hamid, talibin dedesi İsmail Paşa'dan nefret
ettiğinden teklifi red etti. Hâttâ kendi cariyelerinden birini Hıdivle
evlendirdi ve ona bir Hânedan-ı ÂI-i Osman nişanı verdi, Mısır tarafından
yönetilen Taşoz Adasını alıp Selanik vilâyetine bağladı. Bu Sultanhanım, Dâmad
Mehmed Kemaieddin Paşa oldu ki bu Paşa Gazi Osman Paşanın 2.oğlu idi. 6 sene
süren izdivaçları noktalandı. Dâmad Paşa rütbe ve nişanları alınmak suretiyle
Bursaya sürgüne gönde rildi, Nâime Sultan 2. Evliliğini İşkodralızâde Mahmud
Celâleddin Paşa ile yaptı.
4-Nâile Sultanhanım 1884'ün birinci gününde doğdu. 25/10/1957'de
Erenköy'de vefat etti. İzdivacını Germiya-noğlu Arif Hikmet Paşa ile Kuruçeşme Sarayında
27/2/1905'de yaptı. Bu dâmad Paşa, hayatını 1942'de Bey-rut'da tamamladığında
69 yaşının içindeydi.
5-Seniyye Sultan (1884'de doğup, aynı sene vefat etdi. 6-Seniha
Sultanda 1885'de doğup, aynı sene vefat eyledi. 7-Şâdiye Sultanhanım ise,
1886!da Yıldız Sarayında doğmuş vede en yaşlı padişah kızı olarak 91 yaşın
içinde olduğu halde yaşadığı Cihangir'de 20/11/1977'de vefat etmiştir.
Amerika'da dâhil, bir çok ülkeyi dolaşmıştır. Kendisiyle evlenmek istiyen,
Said Paşa'nın mahdumunu, hâl vak'asında, babasına nice kalleşlikler yapmış olan
müstakbel kaimpeder yüzünden bu teklifi red etti. Enver Paşanın talebine ise,
babasını tahttan indirenlerin arasında ve mühim biri olduğundan onu da red
etti. Enver Bey'de, Sultan Reşad'a yaptığı baskıyla Naciye Sultanhanımla
izdivaç talebini iletti. Bu hanım Şehzade Abdürrahim Efendi ile nişanlıydı ve
bu şehzade Sultan Hamid'in oğluydu. Bu nişan bozularak, izdivacı gerçekleştirdiler.
Şâdiye Sultanhanım; İlk izdivacını Fahir Beyefendi ile 1910'da yaparak, 12 seneye yakın birliktelik sürdürmüşlerdir.
Fahir Bey, 1922'de Nişantaşı sarayında vefat ettiğinde evlilik son bulmuş
oluyordu. Şâdiye Sultan 2. evliliğini de,
1885'de doğmuş Reşad Hâlis Bey ile yapmıştır. Bu evlilik 1931'de
gerçekleşmiştir. Reşad Hâlis Bey'in 1944'de-ki vefatıyla son bulmuştur. Şadiye
Sultanhanım vefatında 2.Mahmud türbesine defnolunmuş böylece de babası Abdülhamİd'in
yakınında son uykusunu uyuma şansını bulmuştur. 8~Hamide Ayşe Sultanhanım 1887'de; Yıldız Sarayında dünya'ya gelmiştir.
Vefatı ise Ağustos/l960'da Beşiktaş Se-rencebey'de Gazi Osman Paşa konağında
vukuubulmuştur. 73 yaşını sürdürmekteydi vefatı esnasında. Kabri Yahya Efendi
dergâhındadır. Hanedan ile birlikte seyahat mecburiyeti başlıyan bu
Sultanhanım'ın târihe büyük hizmetini unutmayalım ve "Babam Sultan
Abdülhamid" adlı eseri bunu sağlamıştır. Mehmed Şevket Eygi bu eseri
basmıştır. Ayşe Sultan 2 defa evlenmiş ilkini
1873 Beyrut doğumlu Ahmed Nâmi Bey'le 1911 'de Sultan Reşad'in huzurunda
Dolmabah-çe sarayında kıyılan nikâhla gerçekleşmiştir. 1921'de talak vukuubulrnuş, 1926-1928
arasında kendisini Abdülhamİd'in damadı ve torunlarının babası olarak seçim
propogandasında takdim etmiş padişaha olan sevgi bu zatı Suriye devlet
başkanlığı seçimlerini kazanmaya taşımıştır.
Ayşe sultanhanım 2. izdivacını 1877'doğumlu İstanbullu Mehmed Ali
Beyefendiyle, 3/ 4/1921'de Yıldız Sarayında yapmıştır. Bu zat son üç padişahın
yâveriiğini yapmıştır. Bu padişahlar, geriden öne doğru, Sultan Vahideddin,
Sultan Reşad ve 2.Abdülhamîd'dir. Ayşe sultanhanımın her iki evliliğinden de
çocukları olmuştur.
9-Refia Sultanhanım ise; Yıldız sarayında 1891'de doğmuştur. 47
yaşında olduğu halde 1938'de Beyrut'da vefat etmiştir. Piyano çalar, resim
yapar bir sultanhanım olup, kabri Suriye'de Şam'da Sultan Selim Câmiindedir.
İzdivacını, 1885 doğumlu Ali Fuad Beyefendi ile 1911'de Şeyhülislâm Musa Kâzım
Efendi tarafından kıyılan nikâh sonrasında yapmıştır. Damad Beyin babası meşhur
Ahmed Eyyüb Paşa'dır.
10-Hadice Sultanhanım, bu dünyadan 7 ay kâm aldı. 1897'nin 7.
ayında doğup, 1898'in 2. Ayında irtihal eyledi. Yahya Efendi dergâhına
defnedilen Sultanhanımın Kuşpala-zından vefatı vukubulmuştur. Sultan Abdülhamid
Hân-ı Sâni Şişli Etfal Hastanesini bu kızının ruhu için yaptırdı.
11-Aliyye Sultanhanım; 1900 yılına doğru bir kaç günlükken vefat
eyledi.
12-Cemile Sultan da aynen oldu.
13-Sâmiye Sultanhanimda, 1 sene, 9 gün berhayat oldu ve zatürrie
alıp götürdü.
Sultan 2.Abdülhamİd'in Oğullarna gelince bunların sayısı sekizdir.
Bunların ilkini Mehmed Selim Efendi 11/1/1870'de Dolmabahçe sarayında dünyaya
gelmesiyle teşkil eder. 5/ 5/1937'de Cünye Sarayında Beyrut'ta ömür defterini
tüketir. Kabri Şam'da bulunan Sul tan Selim Câmiindedir. Babasının amucası
Sultan Aziz 1200 tonluk muhribe bu şehzadenin adını verdi. TBMM'de yapılan
halife seçiminde bir rey de Selim Efendiye çıktı. İngilizler; petrol yatağı
olan Musul'u vermemek için çıkarttığı isyanı, Fransızların pek kanlı bir şekilde
bastırdığını görüyoruz. Şeyh Said'in 1925'deki isyanı üzerine okutulan hutbede
Selim Efendinin adına okutulurken, bu zatın olanlarla hiç bir alaRası yoktu.
Selim Efendi 4 izdivaç yapmış, bunlar Deryâl, Nilüfer, Pervîn Dürri Yekta ve
Gülnâz hanımefendilerdir. Bu hanımlarından Emine Nemika sultanhanım adlı bir
kızı, üç yaşında vefat eden adı Mehmed olarak verilenden sonra, Mehmed
Abdülkerim ve Harun Efendiler dünya'ya gelmiştir.
2. Oğul Mehmed Abdülkâdir Efendi, 16/1/1878'de Dol-mabahçe
sarayında doğmuş ve 1944'ün 1. ayın da Sofya'da vefat etmiştir. Batı Musikî
ilminde mühim bir kimse olan Aranda Paşa, şehzadeye bu ilminden hayli bilgi
aktarmıştır. Bu şehzade, kemân'ın bir başka versiyonu olan Viola, Keman,
Piyano da pek usta bir icra gücüne sahipti. Hanedan yurt dışı edildiğinde önce
Macaristan'a giden Abdülkâdir Efendi sonunda Sofya'da ikamete karar vermiştir.
2.Harb esnasında Sofya'da bulu nan Balı Efendi'nin türbesini
yeniden inşa ettirdi. O sırada Bulgaristan'ı havadan bombardımana tâbi
tutanların hava hücumundan korunmak için, girdiği bir sığınaktan geçirdiği,
kalb krizi sonunda, hayatı terk etmiş olarak çıkarıldı. Abdülkadîr Efendi'nin
altı izdivaç yaptığını,bunların ilkinin, Misli Melek, ki boşamıştır. 2.sini
Sühandan Hanım teşkil etmişsede bunu da boşamıştır. 3.Mihriban hanim olup,
4.Hadice Mâcide, 5.si, Fatma Meziyet hanımdır. 6.izdivacının bir Macar olup,
bu izdivacı Halife Abdülmecid tanımadı.
3.Oğul ise Ahmed Nuri Efendi olup, 1878'de Yıldız sarayında
doğmuştur. Miralaylık rütbesine yükselerek askerliğe heves ettiği bilinir.
Ayrıca ressamdır. Fransa'da Nice şehrinde 1944'de vefat etti Şam'da bulunan
Sultan Selim Camiine defnedildi. Çocuksuzdu.
Sultan Abdülhamid'in 4.erkek çocuğu Mehmed Burhaned-din Efendi,
1885'de Yıldız Sarayında doğdu ve 15/6/1949'da New-York'da vefat eyledi. Cenaze
İstanbul'a getirildi ve devlet görevlileri kabul etmeyince Suriye'ye Şam'daki
Sultanse-lim Camiine defnedildi. Burhaneddin Efendi, 1913'de Osmanlıdan
ayrılmış olan Arnavud devleti krallığına geçmesi teklifine iet cevabı verdi.
Daha sonra da, yâni 1936'da frak'da söz sahibi olan Osmanlı dönemi paşalarından
Cafer Askerî Paşa- Burhaneddin Efendiyi Irak Tahtına davet etti. İngilizler,
prestiji hiç sarsılmamış bulunan 2.Abdülhamid'in bu sevgili oğlunun krallığına
engel oldular, aynı senenin sonuna doğru Cafer Askerî Paşa'da bir suikastle
katledildi.
5.erkek evlâd olan Abdürrahim Efendi 1894'de Yıldız'da doğdu.
1/1/1952'de Pâris'de vefat etti. Pâris'de müslüman mezarlığında defnolundu.
2.WiIhelm'in Hassa alayında topçu üsteğmen olarak bulunarak, askerliğe olan
yakınlığını isbat ederken, 1.cihan harbinde topçu alay komutanlarımızdan biri
olarak vazife aldı. Bu sırada Albay rütbesinde idi. Enver Paşa, tümen
komutanlığı teklif ettiyse de, erken bularak kabul etmedi. Osmanlı devletinin
bir çok konferanslarda tem silciliklerini başarıyla yaptı. Abdürrahim
Efendi'nin türr.M komutanlık teklifini kabul etmemesinde, Enver Paşa'nın şehzadenin
nişanlısı Naciye Sultan'dan, Sultan Reşad kanalıyla nişanı bozdurup bu
sultanhanımi tezviç etmesinden kaynaklanması tabiidir. Öztuna Bey, değerli
eseri Hanedanlar'da Abdürrahim Efendi'yi, M.Kemâl Paşa, Enver Paşayı sevmediği
için pek tutardı, demektedir.
6.oğul olarak Mevlâmız; Sultan 2.Abdülhamid Hân'a, Ahmed Nureddin
Efendiyi lûtfeyledi. 1901'de doğan bu şehzade, 1944'de Pâris'de dâr-u beka
eyledi. Bu şehirde müslüman mezarlığına defnolundu vefatına zatülcenb
rahatsızlığı vesile oldu. Çocuksuzdu.
7.oğulu padişahın iki yaşı civarında olan Mehmed Bedred-din Efendi
idi. Menenjit hastalığı vefata vesile oldu. Yahya Efendi türbesine defnolundu ve
târih 1903 senesinin, ekim ayının 13.günü idi.
Sultan Abdülhamid Hân'ın son ve 8. Çocuğuysa Mehmed A'bid Efendi,
1905'de Yıldız Sarayında doğmuştu. 8/Ara-lık/1973'de Beyrut'da hayat
mücadelesini ikmâl eyledi. Çok mükemmel bir tahsilin sahibiydi. Galatasaray
lisesi, Harbiye mezunu, Şorbon'dan hukuk fakültesinden 1936'da mezun oldu.
Yine Ekol Nasyonalden, Fars dili ve Edebiyat mezunu,eri son ölen
padişah oğlu bu zattır. Japonlar; A'bid Efendi'yj Türkistan imparatoru namzeti
olarak davet ettiler. Japonlar Sultan Hamid'le iyi münasebetlerinin neticesi
olarak yaptıkları teklife Efendi'den red cevabı aldılar. Daha sonra da,
Ar-navutluk'da bulunduğu sırada Musollini ve Hâriciye nâzın Kont Ciano,
Efendiyle görüştüklerinde Roma'ya davet ettiler ancak Türkiye üzerinde bir
hesapları olabileceğini hisseden A'bid Efendi daveti red etti. Arnavutluk Kralı
Ahmed Zo-go'nun yeğeni 1908 doğumlu Prenses Seniyye hanımefendi ile Aralık
1936'da Mat şehrinde evlendiler. Â'bid Efendi çocuksuz olarak hayatını ikmâl
etmiştir
2.Abdülhamid Hân'ın Sadrıazam Ve Şeyhülislâmları
Sultan 2.Abdülhamid Hân taht-i Osmaniye kuud ettiğinde, makam-ı
sadaret de, Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa bulunmaktaydı. Tâbiiki bir, komitacılar
çetesi de, bu idareye ortak idiler. Tahta oturan yeni padişah sadnazamı
görevinde ibka eylediyse de,
19/Aralık/1876'da azledip, yerine Midhat Pa-şa'yi getirdi. Böylece de,
çetenin içinden seçtiği halef ile selefin arasında bir soğukluk temine
muvaffak oldu, Midhat Paşa. 1 ay 17 gün kaldığı makamdan eve gitmeğe vakit
bulamadan îzzeddin Vapuruyla yola çıktığında takvim yaprağı, 5/Şubat/1877'yi
gösteriyordu. İbrahim Paşa'ya mührü veren padişah bu kişiyle 11 ay, 4 gün çalışıp, 1 1/Ocak/l 878'de onu da gönderip, yerine
Ahmed Hamdi Paşa'yı getirdi ve 24 ün sonra yâni 4/Şubat/l878'de Ahmed Vefik
Paşayı sadarete aetirdi ve 2 ay, 9 gün sonra onu da değiştirmeye kendini
mecbur hissetti. Mehmed Sadık Paşa, 1 ay, 10 gün süren sadaretini 28/Mayıs
/1878'de tamamlamış oldu. Bu sefer tahta Ciktığındaki sadrıazama döndü ve Mütercim
Mehmed Rüşdü paşanın eline mührü verdiğinde 3. ve son sadaretine getirmiş
oluyordu. Mütercim Paşa bu işi, 7 gün yapabildi ve yekûn olarak 2 sene, 23 gün
süren sadrıazamlık hayatını noktalamış oldu. Sadareti bu defa
4/Haziran/l878'de Mehmed Es-'ad Safvet Paşaya verdi. Bu zat'da tam 6 ay sonra
mührü teslim ettiğinde târih, 4/Arahk/1878'i gösteriyordu. Tunuslu Hayreddin
Paşa makam-ı sadarete getirildi vede, 7 ay. 26 gün sonra Ahmed Arifi Paşa
29/Temmuz/1879'da İç başı yaptı. Dayanma gücü 2 ay, 20 günün sonunda
tamamlandı. 18/Ekim/1879'da maratoncu bir sadrıazam ilk geliş olarak vazifeye
başladı. Bu zat, dokuzda defa bu makama gelip gitmiştir. Bu da Erzurumlu Küçük
Mehmed Said Paşa olup, lâkabı da Şâpur Çelebi'dir. Bu zâtın ilk sadaretinin 7
ay, 20 gün sürdüğünü görüyoruz. Cenânîzâde Mehmed Kadri Paşa, 9/Haziran/1880'de
başladığı görevi 3 ay, 3 gün sonra 12/Eylül/1880'de bıraktı. Sadaret yine Said
Paşa'ya tevcih olundu. Bu sefer 1 sene, 7 ay, 20 gün sürdü Said Paşa
2/Ma-yıs/1882'de is tirahate çekilirken, Germiyânoğlu Abdurrah-man Nureddin
Paşaya tevcih olundu.. 2 ay; 11 gün süren sadareti sonunda halef yine Mehmed
Said Paşa oldu. Bu seferde 4 ay, 20 gün sonra iki gün sürecek sadarete Ahmed
Vefik Paşa getirildi. 3/Aralık/1882'de Said Paşa mühre yine sahip oldu. Bu
seferde sadareti kısa olmadı 25/Eylül/1885'e kadar sürdü ve 2 sene, 1 ay,
23 gün sürmüş oldu. Bu seferinde Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa 5 sene, 11 ay, 19
gün sürecek ve 4/Eylül/1891'de nihayetlenecek şada- retine başladı. Bunun
yerine Kabaağaçlızâde Ahmed Cevad Paşa, bu sadareti teslim alıp, 3 sene, 9 ay,
4 gün sürdürmeye muvaffak oldu. Efendim, bu Cevat Paşa daha harbiye
talebesiyken, İstanbul'da Aksaray'da devam ettiği Tekke'nin Şeyhinin yanına
yine bir gün gittiğinde bir esmer vatandaşın şeyh'e bir rüya anlatmakta
olduğunu görür. Edeben biraz uzaklaşır, beyan edilenleri duymasın düşüncesiyle.
Az sonra Şeyh Efendi, Cevat Paşa'ya döner iki mecidiyen varmı diye sorar. Var
cevabını alınca ver bana der ve sonra esmer vatandaşa döner, bu rüyanı bu
zabit mektebi talebesine satarmısın diye sorduğunda tabii diyen çingene Şeyhin
verdiği iki mecidiye'yi aldığı gibi eyvailahı çeker. Şeyh Efendi yine Cevat
Paşaya teveccüh eder derki, koskoca sadaret makamını bu adama bırakamazdık!
Der. Böylece Cevat Paşa bu sadaretini daha talebeyken iki mecidiyeye satın
aldığımda hatırlar bu arada vede şeyhinin kerametine bir defa daha meftun olur.
Bu zâtı da, sürgüne gönderir Sultan Abdülhamid Hân. Halikarnas Balıkçısı diye
anılan Cevat Şâkir Kabaağaçli, bu zâtın yeğeni olup kendi babasını
öldürdüğünden mahkum olmuştur. Cevat Paşanın sadaretinden sonra sadaret mührü
yine Said Paşa'y3 3 ay, 24 gün kalmak üzere avdet eder. 2/Ekim/1895'de Kâmil
Paşa 2. sadaretine getirilirse de, bu sefer vazi reyi 1 ay, 6 gün sürdürebilir, 7/Kasım/1895'de Halil
Rıfat Paşa'ya verir. Bu zatın dönemi, 1313/1897'deki Osmanlı/Yunan Savaşında
muazzam bir zafer kazanan ordumuzun sayesinde taçlanır. Bundan çok sevinen
padişah, sadnazamına ve seraskerine ölünceye kadar görevlerinizde kalacaksınız
demek suretiyle memnuniyetini belirtmiş ve Halil Rıfat Paşayı vazifesinde
ölünceye kadar muhafaza etmiştir. Serasker Mehmed Rıza Paşaya gelince onu da
görevinde ipka etmekle beraber meşrutiyetin yeniden meriyete konması üzerine
Serasker Paşa
çekilmek mecburiyetinde kalmıştır. Vefatı üzerine boşalan makama
9/Kasım/1901'de Said Paşa, 6. sadaretine oturuyordu. 1 sene, 1 ay, 26 gün
süren görevi 14/Ocak/1903'de Avlonyalı Mehmed Ferİd Paşa'ya devretti. Bu zat
da, 5 sene, 6 ay, 8 gün süren sadaretinden sonra 22/Temmuz/1908'de 14 gün
sürecek bir sadaret için mührü Mehmed Said Paşa'ya devretmek mecburiyetinde
kaldı. Said Paşanın bu 7. sadaretiydi ve 5/Ağustos/1908'de mührü alan ve göreve gelen Kıbrıslı Kâmil Paşa oldu. 14/Şubat/1909'da 6 ay, 10 gün sonra vazifeden ayrıldı. Yerine 3.Ordu
havalisi umûm müfettişliği yapmış bulunan Hüseyin Hilmi Paşa getirildi ve
14/Ni-san/1909'da ise 31/Mart Vakaları çıkınca bu sadrıazam padişaha
sığınmaktan başka bir şey yapamadı. Sadareti 1 ay, 28 gün sürmüş oluyordu. Bu
sefer vazife hariciye eski nazırlarından Ahmed Tevfik (Okday) Paşaya verildi.
Böylece padişah son sadrıazam tâyinini Tevfik Paşanın bu sadaretiyle
tamamlamış oluyordu.
Sultan 2. Abdülhamid, otuzüç seneyi, 18 ayrı şahsiyetle, 7 defa
bir kişiyi, 3 defa bir kişiyi, 2 defa 3 kişiyi, 1 defada 11 kişiyi getirmek
suretiyle tamamlamıştır. Diğer bir deyimle, mührü hümayun, 27 defa gidip
gelmiştir.
Şeyhülislâmlara gelince: Suttan Abdüharnid Hân Cennet-mekân
makam-ı sadarete geldiğinde 155. Osmanlı Şeyhülislâmı Hacı Kara Halil Efendiyi
makam-ı meşihatde bulmuştu. 18/Nisan/1878'e kadar bmzatı görevinde ipka eyledi.
Aslında Amucası Sultan Aziz aleyhine, sağda solda: "ben bunun hâl'ine
çarşaf kadar fetva veririm" dediğini unutması imkânsızdı. Yerine
getirdiği Ahmed Muhtar Efendi 1 sene, 9 ay, 5 gün süren toplam iki meşihatinin,
7 ay, 16 gün olanını bu seferinde tamamladı. Önceki meşihati Sultan Aziz'e
idi. 4/Aral'k/1878'de makama üryanizâde Ahmed Es'ad Efendi getirildi ve 10
sene, 1 ay, 14 gün süren dönemi tamamladı ve ömrüde böylece ikmâl oldu. Yerine
17/Ocak/1889'da Bodrumlu Hacı Ömer Lütfü Efendi 2 sene 7 ay, 18 gün süren ve
4/Eylü]/1891'de biten vazifeye gelmiş oldu. Osmanlı Şeyhü-lislâmalnhın 159.su
olan Mehmed Cemâleddin Efendi bu zâtın yerine geldi ve 14/Şubat/1909'a kadar,
17 sene, 5 ay, 10 gün süren şeyhülislamlık görevinde bulundu. Abdülhamİd Hân'ın
son Şeyhülislâmı 14/Şubat/1909'da münasip görülen Dağıstanlı Mehmed Ziyaeddin
Efendi'dir, hâl fetvasını bu zâta verdirmişlerdir ittihatçılar. Böylece de, Sultan
Hamid Cennet-mekân, otuzüç yılda altı şahsiyetle makam-ı meşihati yürütmüştür.
Netice
Dünyanın üzerine gözünü dikmiş olduğu Osmanlı devleti, Dr.Büyük
Mehmed Fuad Paşa'nin dillendirdiği gibi, iki asırdır, düşmanlar dışarıdan, biz
içenden yıkamadığımız devlet tabii ki dünyanın en kuvvetli devletidir
ifadesine, Sultan Abdülha-mid'de hak vermiş bir an evvel ülkenin muasır
medeniyet seviyesinin üstüne çıkmasına pek ehemmiyet vermiştir. Mektepleri
kurmuş, sayılarını çoğaltmış, denge politikasıyla uzun yıllar savaşsız bir
dönem sağlamış, diplomasi dünyasında Osmanlı devletini hesaba alınır bir onura
taşımıştır. Biz bu eserde, vefatını târih safahatı içinde Sultan Reşad döneminde
vukuubulmasi hasebiyle o bölümde yazacağız.