EXTRALAR ANA SAYFASI

 

SULTAN 6. MEHMED VAHDEDDİN :

 

Babası: Sultan Abdübnecid Han

Annesi: Gülistû Hanım

Doğum Tarihi: 1861

Vefat Tarihi: 1936

Saltanat Müd.: 1918-1922

Türbesi: Şam'da, Yavuz Sultan Selim Camii Avlusundadır.

 

 

2/Şubat/1861'de İstanbul'da Dolmabahçe Sarayında, Sul­tan Abdülmecid Hân'ın Gülüsti Kadınefendiyle yaptığı izdi-vaçdan dünya'ya gelen Mehmed Vahideddin Efendi, Abdül­mecid Hân'ın en küçük oğluydu. Ağabeylerinden Mehmed Murad, Abdülhamid ve Mehmed Reşâd Han'ların peşinden 4. oğul olarak Osmanlı devleti tahtına oturduğunda 36. padişah ve müslümanların 100. halifesi olmak şerefini ihraz ediyordu. Tahta çıktığında pek açık olarak kendisinin bu mevkie hazır­lanmadığını, kendisine sıranın geleceğini ummadığını ifade etmiştir. Bu pek cesur ve samimi bir açıklama olarak kabul edilmeli-dir. Tahta çıktığı târih olan, 4/Temmuz/1918'de 57 yaşını, 5 ay, 2 gün geçmişti.

 

Saltanat'ın kaldırılış târihi olan l/Kasım/1922'den, sevdiği vatanından örtülü baskılar hasebiyle ayrılışı arasında geçen 18 gün yalnız halife sıfatıyla olmuştur. Vefatı ise, İtalya'da San-Remo'da kalb rahatsızlığından vukuu bulmuştur. Büyük bir yoksulluk içinde hayatını tamamlamıştı. Naşı alacaklılar­dan kaçırılmıştı. Suriye Devlet Reisi buna sahip çıktı 16/ Ma-yıs/1926'da vefat eden 6. Mehmed Vahideddin Hân, Şam'da bulunan Sultan Selim Camiindeki makbereye defnolundu. Sandukası üzerine konulan prinç levhada: "Türklerin Hâka-anı ve İslamların halifesi Cennetmekân Sultân Mehmed Va-hideddîn-i Sâdis b.Sultan Mecîd Hân, Hazretleri. 1926" iba­resi yer almaktadır. Son selâmlık merasimine 3/Ka-sım/1922'de çıkmıştır. Emekli kaymakamlardan Melih Yuluğ Beyefendiden dinlediğimiz gibi, Bayezid'de Sahaflar çarşisında ömrünü sahaflık yaparak geçirmiş bulunan Nizam am-ca'nin yaşadığı ve mahdumu Şevki Bey tarafından nakledi­len bir hatıra, İstanbul eski valilerinden Ali Haydar Yuluğ Bey'in mahdumu kaymakamlıktan emekli Melih Yuluğ Bey'in birbirlerini doğrulayan bilgilendirmeleri şöyledir: Bu-nuda eski başbakanlardan Mehmed Şemseddin Günaltay Merhum, zaman zaman Bayezİd Camiine Cuma namazına aeldiğinde namazdan sonra koltuğunun altında bir munta­zam pakette eski ve kıymetli bir eser olduğu halde, Nizam Amca'nın sahaf dükkânına gelir biraz istirahat eder ve yanın­daki kitabı ortaya kor üzerinde bir miktar konuştuktan sonra makul bir fiyata Nizam Amca'ya kitabı verir imiş. Yine böyle gelişlerinden birinde, söz nasıl olduysa Sultan Vahided-din'den açılmış ve merhum başbakan şunları anlatmış: ".Sultan Vahideddin Sultanahmed Camiinde selâmlığa çık­mış ve burada ilk sünnet eda olun dugunda camide bulunan cemaatin içinde muhtelif saflar arasında yer almış bulunan­lar bu gün hutbeyi Sultan okuyup, namazı kıldırsın şeklinde nidalar yükseltmişler. Padişah; bu durumu sessizce karşıla­mış ancak talebleri yerine getirmemiş.Her zamanki gibi selamlık töreni icra olunmuş. Namazdan çıkıldığında da Va­hideddin Hân, arabasını doğru Topkapı Sarayına çektirmiş ve oradaki bütün her şeyi listeletmiş ve bu listeyide üç nüsha hâlinde tanzim ettirmiş birini kendinde alıkoymuş. Birini Topkapı sarayı me'sulüne vermiş diğerini de şehrema-netine göndermiş. Böylece Saray'daki malları adetâ bir lis­teyle tesbit ve teslim etmek suretiyle hakkında ileri sürül­mesi muhtemel iftiraların önünü kesecek tedbiri ittihaz et­miş.

 

İşte bu Cuma namazının son Cuma selâmlığı olduğu iieri sürülmüştürki galib ihtimalde budur. Sultan Vahideddin, Hilâfet-i Seniyyenin Osmanlı emanetine geçişinden o mahut Cu­ma namazına kadar hiç bir yerde cemaat padişahdan ima­met ve hutbe talebinde, hemde Cami içinde hotbehot isteme yoluna gitmemiştir. Bu durumda padişah bir tertibin içinde olduğunun ve durumun vahamet kesbettiğinin şuur ve anla­yışıyla çok sevdiği vatanından ayrılmanın plânlarını ve bu hususda da kendisine gizli veya aşikâre terk-i vatan tavsiye­sinde bulunanları biraz daha fazla kaale aldığı nokta-i nazarı­na gelmiştir.

 

Nitekim, TBMM'side l/Kasım/1922'de padişahın kaldırıl­masını kararlaştırmış olduğundan, 3/Kasım'da yapılan Cu­ma selamlığı meclisin bu kararını padişahın kabul etmemesi şeklinde mütalaa etmekde kabildir. Bu durumun, kararın tebliği nin yetiştirilememesinden kaynaklandığı da düşünüle­bilir. Öztuna Bey'e göre Sultan Vahideddin Hân, son Cuma namazına 10/Kasım/1922'de sadece halife sıfatıyla katıldı mânasına gelen bir bilgi veriyor ki, meclis kararına göre tabi-iki öyle, fakat Vahideddin Hân'a göre öylemi? Bu istihfamdır! Cevabı rûz-î mahşere kalmıştır.

 

Bu anekdotlardan ve nakillerden sonra 16/Kasım'ı 17'ye bağlayan perşenbe gecesi Vahideddin Hân Yıldız Sarayında küçük sarayda kaldı. O gece yarısından sonra Dolmabahçe Sarayının rıhtımına geldi, binmiş olduğu bir istimbotla İngiliz­lere ait Malaya Zırhlısına geçti. O Cuma günü selamlık mera­simi yapmak kabil olmadı.

 

Malaya zırhlısıyla Malta Adasına giden padişah burada bir kaç gün kaldıktan sonra Hicaz'dan aldığı davet üzerine Şerif Hüseyin'in nezdine gitti. Aklında hac yapmakda bulunuyor­du. Tâif'de Şerif Hüseyin ile yaptığı sohbetlerde çok zeki biri­si olan Sultan Vahideddin bu eski tanıdığının, Şeriflerden ol­ması hasebiyiede, kendisinden hilâfeti almak düşüncesini taşıdığmı hissetti ve en kısa zamanda buradan ayrılmayı karar altına aldı.

 

Düşündüğü hac farizasını da aklından çıkarıp, bir emri va-kîye maruz kalmamak için hızla hareket edip, İtalya'ya son Üç gününü geçirdiği İskenderiye'den atlayıverdi. Genova'yla, San-Remo'da hükümdar muamelesi ile karşılandı. İtalya hü-kümetide resmî törenle Sultan Vahideddin'i istikbal etmiş idi. Bay Öztuna; Hanedanlar adı ile bilinen ve çok de ğerli ese­rinde 340. sahifede şu ibareyle milletimizin %95'nin malu­matı olmayan bir bil giyi sunmaktadır. Biz de buradan alıntı­layalım: "Türk gazetelerinde neşri yasaklanan San Remo deklarasyonunda, saltanat hukukunun mahfuz olduğunu, saltanatın ilga edilemeyeceğini, TBAOT'nin anayasa tâdilini anayasaya göre padişah tasdikine sunmakla miikelelf oldu­ğunu belirtir. Saltanat'la hilafetin ayrılmasını reddeder." Di­yen Öztuna Bey, kaynak olarak da, şu ifadeyle bizleri bilgi­lendirmekte: "Metni RMM, Oriento Moderno gibi dergilerde ve zamanın Avrupa gazetelerinde vardır.

 

(krş.Jean-Louis-Bacque-Grammont, Sur le Pelerinage et Quelques Proclamationsde Mehmed 6 enExil,Turcia, 14,Paris 1982,226-47)

 

Bu mütalaalardan sonra merhum Sultan Reşad'ın yerine geçen bu padişahın dönemini anlatmaya geçelim. Ancak; Doç.Dr.Mehmed Törenek tarafından hazırlanmış ve "KİTA-BEVİ" neşriyat tarafından basılıp, fikir dünyamızın istifadesi­ne sunulmuş olan "Türk Romanında İşgal İstanbuiu" adlı eserin kapağının hemen arkasında yer alan şu ifadeyi buraya almadan geçemeyeceğim: "Mütareke dönemi Türk târihinin en karanlık safhalarından biridir. Dört yıla yakın bir süreci varlik-yokluk mücadelesi içinde geçirmenin sıkıntısı ve bu­nalımları yanında, kabul edilmesi çok güç bir yenilginin faturasını Türk insanına Ödettirme gayreti, vatansever her Türk'e işkencelerin en büyüğünü tattırmıştır. İnsanımızın o günlerde çektiği sıkıntıları, gösterdiği kahramanlıkları, işbir­likçilerin yaptığı ihanetleri, en ayrıntılı bir şekilde ele alan metinler, romanlardır. Bu çalışma romanların dünyasından mütareke dönemine ışık tutmayı hedeflemekte, bu günün okuyucusuna yaşananlar hakkında yeni değerlendirmeler yapma imkânı sunmaktadır." Şeklindeki ifade ile bu ilim adamı Doçentimizin ifadesine iştirak etmekde ilmin gereği olup, tasvirin olayları hafızada bulundurma etkisini anlayan bir nesle kavuştuğumuzun ve bu neslin kendisini öğretim alanında gösterdiğinin bir ifa desidir bu satırlar.

 

Merhum Muzaffer Gökman Hoca'yine merhum Ahmet Re­fik Altınay Hoca'nın Târihi Sevdiren Adam adıyla yazdığı eserde bunu haber vermesini takip eden bir ifade olarak bu­luyorum Doç.Dr. Mehmed Törenek Bey'in ifadesini. Şimdi bu eserin vücud bulmasındaki saik, bir ülkenin payitahtının iş­gali ve orada yaşayan payitaht insanının ve müesseselerinin beşyüz küsur yıl süren hür, müreffeh ve dünya'ya hâkim ya­pısı karşılaştığı bu sosyolojik vak'a sonunda nasıl geçti, nasıl tahammül olundu ve nice alt edilip, bağımsızlığa, hürriyete avdet edildi? Bunun cevabını İstanbul işgali üzerine yazılmış 28 roman üzerinde yapılan incelemeler yoluyla perde arkası olaylar, isimsiz kahramanlar, nice hâin bilinenlerin fedakâra-ne rollerine devamları bu romanlarda arka plân denen hu­suslar hatırlatılmış, duyurulmuş ve bir akıcılık içinde yetişen nesillere öğrenme imkânı sunuluyor.

 

Böylece de, Milli Mücadelemiz milletçe yapılan bir kavga­nın en teferruatlı fakat her biri bir değer olan anlatımda bü­yük işler gören dinleyeni bu milletin fedakârlarına minneti ol­duğunu hatırlatan bir hazinedir bu romanlar. Yeni nesiller bunları okuduklarında umulurki, hiç bir ideoloji onları saptır­mayacak, din-i islâm itikat ve ibadeti içinde, vatan sevgisi­nin, ümmet-i millet anlayışıyla, adalet ve insafa bağlılığı ha­sebiyle dünyamızın hasretle beklediği tiryakı, yâni kurtarıcı ilâcı mahlûkat-ı beşeriye'ye sunabilmenin bahtiyarlığını izn-i ilâhi ile yaşayacaktır.

 

 

 

Cihan Savaşının Sonu Ve Mütareke

 

 

Sekiz cephede düşmanla boğuşan şanlı askerimiz, hiç bir yerde kafi ve kesin bir mağlubu olmadığı halde 1914'de başlayıp, 1918'de nihayetlenen bu melhame-i kübrada or­taklarının pes etmesi üzerine yalnız kaldığından münferid sulha razı oldu. Bu savaşa sokan İttihat ve Terakki cemiyeti­nin ihanete eş hatası dört milyona yakın askerimizi bu badi­reye sokarken, bunların altıyüzbine yakını şehidler zümresine iltihak ederken, bir milyon askerimizde çeşitli sakatlıklarla harp mâlülü oldular.

 

Böyle bir zayiatın böyle bir sakat ve hasta sayısının cemi­yet plânında husule getireceği en mühim vak'a, hayat müca­delesinde yardımın mutlaka erişmesi gereken büyük bir kitle ile karşı karşıya gelinmesidir. Bu kadar çok şehidin yansının evli olduğu ve bunların bir kaç çocuğunun bulunduğunu na­zarı itibare alırsak, karşımıza iki milyona yaklaşan eş ve ço­cuk sayısı çıkarki, bunların ihmali bir cemiyetin, bir milletin mahvolmasına yeterde artar bile.

 

8/Ekim/1918'de istifa ecten Talat Paşa dolaysıyla İttihatçı­lar kabinesi çekilmiş, yeni padişah Ahmed Tev-fİk Paşa'yı makam-ı sadarete getirdiysede, bu sadnazam kabinesine it­tihatçı almama kararındaydı. Bunu da uygulamaya kararlıy­dı. Buna karşılık da İttihat ve Terakki politikasının amansız muhalifleri kabinede yer almaktan tevakki etmişlerdi bu yüz­den Tevfik Paşa kabine teşkile muvaffak olamadı. Ayandan Müşir Ahmed İzzet Paşa'ya makam-ı sadaret teslim edildi. Paşa,içinde bol bol ittihatçının bulunduğu bir kabine teşkile muvaffak olur. Dahiliye nazırlığına Ali Fethi (Okyar) ve Bah­riye nazırlığına da Mondros imzacısı Hüseyin Rauf (Orbay) Bey'ler getirilir.

 

 

 

Ahmed İzzet Paşanın Sadareti

 

 

Makam-ı sadarete gelen A. İzzet Paşa hz.leri kabinesini çok kısa zamanda ve içlerinde eski rollerini oynamağa hazır­lanan cemiyetin bazı kişilerininde yer aldığı surette teşkil ey­ledi. Bu durum da, bu haydutlar cemiyetinin sağda solda saklanmış bulunmayı becerenlerin te'sir ve telkininden kur-tulunmadiğını göstermektedir. Bunun da hikmeti şurasıydı ki; bu kabinenin kurulması esnasında Talat, Enver, Cemâl ve diğerleri henüz ülkeden kaçmamışlar saklandıkları mahaller­den kendilerinin kaçmasını kolaylaştıracak kabine teşkiline vasıtalı.olarak te'sir etmişlerdi.

 

Tatet Paşa ve kabinesinin istifası; Bulgaristan'ın mütareke yapmak istemesinden, Avusturya-Macaristan'ında iç karışık­lıklara duçar olması, Almanya ile İstanbul arasındaki tren ulaşımının durdurulması hasebiyle, Osmanlı devleti de müta­reke talebinde bulunmaktan başka çare kalmamasından doğmuştu. Zira Talat Paşa ve kabinesi erkânı hayatlarını ve ümidlerini vede cemiyetlerinin bekasını temin edebilmeyi beslemiş olsaydılar mütarekeyi çoktan imzalamaya hazır olurlardı. Bu ümidi taşımamalarının eskiden beri ya biz mah­voluruz veya mütareke ve sulh yapmayız doğrultusundaki propogandalarıdır.

 

Bu propogandaya zıt hem de taban tabana zıt olan müta­rekeyi imza etmek hareket-i merdanelerine(l) pek de uygun düşmeyeceğinden bu günde hükümeti ellerinde tutmayı mü­nasip gördüklerinden istifa yolunu seçerek, işin içinden çık­mayı tatbik etmişlerdir. Halbuki İzzet Paşa kabinesi ittihatçı­larında yer aldığı bir kabine olduğundan böyle göz boyaiayı-cılığma lüzum yoktu. Eğer bunlar merdlik olsun diye yapılı­yorsa karagöz gibi perde arkasında oynamağa ne lüzum var­dı. Ya mütarekeyi kabul etmezler veyahud Cavit bey, Rauf bey ve İzzet Paşa vesaire kabine erkânı gibi cemiyetin ileri gelenlerinden mürekkeb bir kabineye de bu işi yaptıramaz­lardı. Kendi sözlerinin erleri olduklarını isbat için muharebe­ye devam ederlerdi. Acaba neden böyle yapmadılar da, hempalarına mütareke imza ettirdiler?

 

Bu sualimin cevabını tabii devletler tarafından yayımlana­cak beyaz, san, kırmızı, mavi kitaplar gösterir ve belirtir. İşte bu suretle perde altında oyun oynayan bu haydutlar Ahmed İzzet Paşa kabinesine müttefik devletler tarafından teklif olu­nan şeraiti kabul ettiklerinden, dört sene devam eden bu bü­yük savaşdan ülkemizi müthiş bir zarar ve manen tükenecek derecede hurdaya çıkardılar.

 

Doğrusunu söylemek lâzım gelirse on seneden beri padi­şahlık oyunu oynayan bu arsız ve yaramaz çocuklardan da daha fazla ne beklenebilirdi? İzzet Paşa kabinesi gönderdiği murahhaslarla müttefik devletleri tarafından mütarekenin imzalanmasına vazifelendirilen İngiltere donanması kuman­danı Amiral Galtrop cenaplarının yazıp düzenlediği mütareke ahkâmını hemen aynı denilecek şekilde kabul ve 31/ekim/1918 tarihine rastlayan Perşembe günü imza ettir­di.

 

Mütareke şartlarında Çanakkale ve Karadeniz (İstanbul) boğazındaki mayın vetorpillerden temizlenmesi, kalelere as­ker çıkarılması yazılı olduğundan; bunun gereği müttefik devletler karaya asker çıkarıp, kaleleri işgale ve torpillerin toplattırılmasına girişerek, Çanakkale boğazını giriş çıkışa uygun bir hâle koymağa başlar başlamaz yukarıda söylendi­ği gibi İstanbulda bazı mahallede Goben zırhlısında misafire-ten bulunan Talat Paşa, hempaları ile birlikte İstinye koyunda bulunan adı geçen Goben zırhlısında toplanıp İngiliz filosu­nun İstanbul limanına girmesinden önce bir Alman gemisiyle Karadeniz yoluyla Rusya ve Almanya'ya firara ayak atmıştır. Mehmed Selâhaddin Bey, Bildiklerim adlı kıymetli ifşaatlarla dolu eserinde Talat Paşa İçin bu firar üzerine şunları ifade ediyor: "İstanbul'dan firara muvaffak olan eski sadrazam Talat Paşayı pek eski tanıyanlardan biri olarak hakkında bir kaç hususa temas etmek isterim. Talat; bundan yirmi-yir-mibeş sene Önce kendisini tanıyanlarca kabul edildiği gibi, muhabbet beslenecek bir şahıs, hoş sohbet ve çok nükte-dan, misafirsever bilhassa hukuk tanır, arkadaşlığa layik ki­şilerin başında gelirdi. Kuvvetli bir tahsil görmüş olmaması­na rağmen çok zeki bir gençdî.

 

Sultan Abdülhamid'in, hâl felâketi günlerinde fransızca öğrenmeğe çalışmış ve bu lisanı pek güzel konuşur olmuş idi. Cesaret sahibi ve müteşebbis olduğundan idarî işlerdeki başarısı vardı. Talat; kibir ve azametden uzak, arkadaşları hakkındaki muamelesi çokça ahbab ve dost kazanmasına vesile olmuştu. Meşrutiyetin ilânından önce çok nâzik dav­ranışlar gösterirdi. Ne varki cemiyete girdikten sonra pek fazla değişti. Eğer, eski halini bu cemiyetlerde sahibi selahi-yet olduğunda devam ettirebileydi bütün akranlarından ha­kikaten temiz ve ilerlemeye lâyik bir genç olurdu.

 

Ne çâreki girmiş olduğu cemiyet herkesin ahlâk ve dü­şüncesini zehirlediği gibi Talat'ın da ahlak ve davranışlarını bozmuş adetâ kendisini bir cani hâline getir mistir. Gözleri­ni şöhret hırsı bürüdügünden o sevdiğimiz ve beğendiğimiz Talat, bambaşka bir hâle gelmiştir. Pek yazıkdır ki; bu ce­miyetlere katılan kimseler başka türlü hâllere dalıp, insani­yet ve hukuku hatırlayamayıp, insanlıktan uzaklaşıyorlardı. İşte Talat gibi ne yaptığını bilmez hâle geliyordu.

 

İttihad cemiyetinin diğer reislerinin kaçma utancını uygu­lamalarını normal saymayı kabullensek bile Talat'ın firarı akla hiç gelmezdi. Biz; Talat'ı sözünde du-rur zannederdik çünkü Talat'ın devleti ya cemiyet kurtaracak veya memle­ket cemiyetin elinde mahv olacak dediğini bilenlerden oldu­ğumdan, on senedenberi felâketten felâkete sürükledikleri devleti böyle çökertip yuvarladıkları batakdan kurtarmak veya büsbütün batırmak şıklarından birini seçerek, hiç bir tarafa savuşmadan bu güzel iddiasını âleme göstermeliydi. İttiha ve Terakki cemiyetiyle diğer cemiyetlerin Osmanlı ül­kesinin reis-i ekberi ve eazımından olan Talat böy le firar ediverince doğrusu bizleri de hayret ve şaşkınlık içinde bıra­kıyor. Biz; Talat'da medeni cesaret görüyorduk. Böyle dav­ranış gösterenlerin firara kalkışacağını hiç aklımıza getire­mezdik. Talat'ın bu umulmadık kaçışı, hem kendisini nem­de elde tuttuğu ve tutturduğu cemiyetleri öldürmüş ve Os­manlı ülkesinde bundan sonra bunlar için bir sosyal hayat bırakmamıştır. Talat ve hempalarının kaçışları millet ve memleket için teşekküre değer olsa gerektir. Eğer bunların ve dayandıkları kuvvetlerin ülkemizde nâm ve nişanlan kal­sa idi hiç şüphe edilemez ki şimidiye kadar işledikleri gü­nahların binkat fazlasını irtikâb ederler. Millet-i mazlumeyi akıl ve fikre gelmiyen felâkete sevk eylerlerdi. Talat şahsı itibariyle sevebildiğim bir kişiyse de, devlet ve millete yaptı­ğı kötülükler yönünden şayân-ı nefretim olmuştur. Gerek bu kaçaklardan gerek bu günde ülkede yaşamaya devam eden cemiyet üyeleri ve ileri gelenleri eski rollerini yapmağa de­vam etmek istemeleri yakın da cezalarını bulacağını gör­mek millete nasib olacakdir.

 

"Mar-ı sırma dide'ye mevlâ güneş göstermesin"

 

Meşhur darbı meselince haydutlar cemiyeti reisleri ve üyeleri gibisini Cenâb-ı Mevlâ bir daha memleketimizde ic­raat yapmaya ve te'sirlerini göstermeye fırsat vermesin. Bu mazlum milletede olanlardan ders almayı nâsib buyursun. Bunların kendilerini bir daha aldatıp, kullanmalarına asla müsaade etmemek üzere kararlı olmalıdırlar." demektedir.

 

Cihan savaşının son devrelerinde galeyana başlayan efkâ­rı umûmiye Taiat ve arkadaşlarının bu şekilde firarlarının vu-kubulması üzerine nefretleri artmış ve gazetelerin rivayetine bakarsak Zât-ı Hazreti Hilâfetpenahi'de İzzet Paşa'ya kabine­de ittihatçı görmek istemiyoruz beyan buyurduklarını, İstan­bul'daki ittihatçı artıkları ne yapacaklarını şaşırmış ve tered­düt içinde büyük bir telâş içinde debelenir hâle düşmüşlerdir.

 

Bu vaziyet karşısında devlet işleri sekteye uğramaya baş­ladı. İzzet Paşa kabinesi ahalideki düşüncenin galeyane gel­mesiyle birden bire hedef hâlini aldı. Bir kıyam ve isyan ile yıkilmaktansa is'tifa yolu ile bu işin içinden çıkmayı nefis ve menfaatlerine uygun olur diye karar alıp çekilmeyi tercih ey­lemişlerdir. Ahmed İzzet Paşa çok değerli bir devlet adamı, fenne çok eğilimli fevkalâde bir asker olup, iktidar sahibi kimseler arasında mümtaz bir mevkıide bulunmaktaydı. Bu zattan milletin daha çok başarılar beklediği herkesin teslim ettiği hakikattendir. Sadareti ise 14/Ekim/1918'de başlamış ve sade ce 28 gün sürmüştür. Burdan da anlaşılan olabilir ki,

 

İttihatçıların kapağı dışarı atabilmeleri için teşkil ettirilmiş bir kabinedir. Hemen ilâve edelimki, Sultan Vahideddin İzzet Pa­şaya sadareti teklif ettiğinde Paşa, 24 saat izin istemiştir. Se­bebi ise, devrin meşhur tüccarlarından olan eniştesine aldığı teklifi bildirmek, eğer işlerini tasfiye ederse sadareti kabul edeceğini, işlerini tasfiyeyi kabullenmediği takdirde de göre­vi red ettiğini bildirmek kararı aldığını söylediğinde, enişte bey, böyle dürüst bir kaimbiradere sahip olmanın bahtiyarlığı içinde üç gün içinde tasfiyeyi gerçekleştireceğini vaad etme­si üzerine Ahmed İzzet Paşa görevi kabul ettiğini padişaha ertesi gün bildirmiştir. Bu vak'ayada bakarsak, pek de geçici bir kabine kurmak üzere iş başı yaptığına inanmak güçleşi­yor.

 

Devlet ve memlekete faydalı hizmetlerle devlet gözündeki nâmını târih sayfalarında kayda muvaffak olması her zaman takdire şayandır. Ancak İzzet Paşa nasıl oluyorda bu eşkıya ve haydut çetesi reisleriyle bir araya gelip nasıl .olup da, bir zaman ittihatçı hükümetin bahriye nazırı olduğunu harp es­nasında da, Rus hududu kumandanlığında bulunmuş ve Anadolu vilayetlerinde ittihat ve terakki cemiyeti tarafından yapılan zülüm ve cinayetlere müsamaha ile bakmıştır. Ma­alesef Ahmed İzzet Paşa bu adamların her türlü emirlerine uymuş düşünce ve gayelerine hizmet etmiştir. 3u canilerle bilittihad hareket etmek hele şu son savaşda bunların arzusu üzere hizmet vermek adetâ ittihadçıların büyük cinayetlerine iştirak demekti. Ahmed İzzet Paşa bu ittihatçılara boyun eğ­mekle ve dediklerini yapmakla hareket tarzı hiç bir mânaya yoramadığırnız hâllerdendir. Paşa'nın bunlarla hiçbir ilişki sürdürmeyip ülkeyi bunların haydutluklarından kurtaracağın: ümîd ediyorduk. Halbuki ortaya koyduğu icraat ve bu da sırf ittihatçıların korunmasına imkân sağlamak için kabine kurmuş olduğu zannı uyandı. Tabii bu apayrı bir acaiblikdi. Ni­hayetinde Ahmed İzzet Paşa kabinesi istifaen inhilal edince, makam-ı sadarete de Londra sefirimiz Ahmed Tevfik Pasa (Okday) hz.leri tâyin buyrulmuştur ki,takvimler o gün ll/Kasım/1918'i göstermekte olup, 13/Ocak/1919'a kadar, 2'ay,2'gün süren bir sadaret dönemi gerçekleşmiştir. Yeni bir kabine ile Tevfik Paşa 13/Ocak'dan 4/Mart/1919'da Damad Mehmed Ferid Paşa'ya bırakmak üzere 1 ay, 22 gün daha makam-ı sadaretde kalmıştır.

 

 

 

Ahmed Tevfik Paşanın Sadareti

 

 

Ahmed İzzet Paşa hz.lerinin istifası vukubulduğunda, sada-zamlık fahametlü, devletlü, Ahmed Tevfik Paşa hz.lerine tev­cih buyurulmuş ve Paşa yeni kabineyi tesbit edip, tâyinleri padişahın tasdikine arz olunmuştur. Hemen de vazifeye baş­lanmıştır.

 

İttihatçıların başı ne zaman sikışsa hemen sadarete Tevfik Paşanın tâyinleri artık alışılır hâllerden oldu. Bu bakımdan İt­tihatçılar da, Paşanın bu sadaretinden dolayı memnun olduk­larını saklamaz oldular. Zaten bunlarda yalnız sadrazam hz.ierinden değilde, kabinede mateessüf çoğunluğu teşkil eden ittihatçı vekillerden yardım bekleyip müstefid olmak is­terlerdi.

 

Mamafih bu defa ümidlerinin pek boşuna gideceğini yar­dım beklemeleri şöyle dursun görevdeki ittihatçıların mevkii memuriyetlerini muhafazaya şansları olmadığını, çekilme mecburiyetinde kalacaklarını umduk. Zira bundan böyle Zât-ı şevketmeab Cenâb-ı padişah! ile teba-i sadıka-i şahaneleri olan millet-i masume, ülkede ittihat ve terakki namı altında bir cemiyet görmek istemedikleri gibi o cemiyete mensup olanlarıda devlet hizmetinde bulundurmak istemiyorlardı. Buna açık bir deli! olmak üzerede derizki; cemiyetin ve reis­lerinin zülumlarına nihayet verilmesi için Osmanlı toprak­larında bulunan tebâ-i sadıka-i şahane ile bu zülumlarına ta­hammül edemiyerek, terk-i diyar eden ve ülke içinde bulu­nan vatanperveran-ı millet, hz. padişahiye müracaattan hâli kalmıyorlar. Buna bağlı olarak da Mısır'da bulunan hakiki vatanperverler tarafından bir çok imza ile de 8/ara-hk/1918'de aşağıdaki sureti yazılı arıza-i telgrafiye Fransiz-caya tercüme edilip takdim kılınmıştır.

 

Telgrafnâme Suretidir

 

Cenâb-ı Hakk' ömür ve şevket-i şahanelerini müzdad bu­yursun.

 

On senedenberi ittihad ve terakki cemiyetinin dahiîi ve harici takib etdiği siyaset-i sakime, memleketi bu günkü hâl-i felâkete vardırmış ve bu müddet zarfında hakiki vatan-perveran tarafından ıslah-ı idare nâmına ibzal olunan mesâi maalesef muvaffakiyet-i bahş olamamıştır.

 

Taht-i âlî baht-ı Osmaniye cûlus-u hümâyûnları memle­ketimiz için fathaisaadet olduğunda şüphemiz olmadığından ittihad cemiyetinin hatimei ömrü makamında, telâkki olun­muş ve bianenaleyh mevaddı atiyenin hâkipayî şahanelerine arzına cü'ret edilmiştir.

 

Evvelâ: İntihabı muvafik-ı meşrutiyet olmayan meclis-i mebusanın feshi ve memalik-i mütemeddine de olduğu ve-cihle kanun dâiresinde serbest intihabat icrası.

 

Saniyen: Heyet-i âyan'a evsâf-ı kanuniye'yi hâiz olmaya­rak cemiyet tarafından taayyin ettirilen azaların ihracı.

 

Sâlisen: Yeni teşekkül eden Tevfik Paşa kabinesinde, itti­hada mensup rical bulundurulmaması.

 

Râbian: İttihat ve terekki cemiyeti tarfaından on sene-denberi ceraim-i siyasiye ile mahkum edilenlerin bilâ istisna ve bilâkayd ü şart afvi.

 

Hâmisen: Cemiyet- i ittihadiyenin; ceraim-i siyasiyyeye tatbik edememesinden nâşî ağrazen ceraim-i adiye ile mah­kûm ettiği eşhasın iâde-i mahkemeleri.

 

Sâdisen: Milleti bilâlüzum harb-i umûmîye sevk eden ka­bine ile on seneden beri gelen ve birçok ceraim irtikab eden ve cemiyetin ef al-i cinaiyesine müsaade ve iştirak eyleyen ittihad kabinelerinin ve her hususda icrayı nüfuz ile kabine­leri ellerinde bulunduran rüesayı ittihadiyenin hemen hepİ-siyle taht-i muhakemeye alınmaları.

 

Sâbia: Memâlik-i şehanelefinde mevcud ittihat kulübleri-nin sed-ü bendleri ve şimdiye kadar asayişi ihlâlden baş bir işe yaramayan bu cemiyetin mesleğinde ki anarşi fikri ve ruhunun imhası neye mütevafık ise onun icrasiyla memle­ket ve millete rahat yüz gösterilmesi.

 

Saadet-i millet ve selâmet-i memleket nâmına mevadd-ı mâruzamn biran evvel, mevkii tatbike vaz'i hususuna müsa-ade-i seniyyelerinin şayan buyrulması, bâ-bmda ve katı'bei ahvalde emir ve ferman padişahımız efendimizindir.

 

"Yukarıdaki telgrafın içinde bulunan beyanlardan anlaşıla­cağı gibi milletin hissiyatı büsbütün değişmiş, memleketi anarşi, istibdad, haydutluk ve asayişin bozukluğunun ta vana vurmasının müsebbib ve teşvikçisi olan ittihatçıları ve onla­rın reislerini bu zülumlann bir daha yaşanmaması için bir da­kika bile görmeğe tahammülleri olmadığını ve olmayacağını ortaya koymaktadır.

 

Farmasonluk, siyonistlik gibi halkı aldatıcı ve uyutucu ce­miyetlerden doğup hayat bulan ittihad ve terakki cemiyeti on seneden beri gösterdiği şahsî ihtiraslar ve adî cinayetler ile devlet ve milleti bu günkü hâle getirmiş olduğundan, bunu anlamayan hiç bir millet evlâdı kalmamıştır. Bundan böyle milletimiz, bu cemiyet ve benzeri cemiyetler gibi olanların­dan nefret edecek ve kendi milleti terbiyesinin gereği ve ica-batından olacak davranış ve yaşayışı nazara dikkate alacak hiç bir anarşi ve zülüm işleyecek cemiyet ve de organizas­yonlara fırsat tanımıyarak, cihanda parlak mazisinden aldığı güzelliği, gelecekte de yaşamaya ve yaşatmaya elbette de­vam edecektir.

 

Bütün bu söylediklerimiz, kuruluşundan henüz beş - on gün geçmiş bulunan Tevfik Paşa kabinesinin icraatının neti­cesi olarak ortaya serip, isbat etmektedir. Eğer Tevfik Paşa, kabine mensupları içinde yer almış bir kaç tane ittihatçıyı nâzirlıkdan uzaklaştırırsa, icraatı dahada güzel yürüyecektir. Çünkü; bir mânada hükümette olmak ayakta kalmaya hiz­met etmekde, bu çete cemiyetinin reisleri, bu desteği elleri­nin altında bulamadıkların da, siyasete veda edecekler böy­lece de, ne izleri nede nişanlan kalacaktır.

 

Bundan böyle, bu mazlum ve masum ahaliyi ayakları altı­na alıp, onu tabanca ve çeşitli silahlar ile sindirecek, devleti onun bunun keyfine bilhassa Almanya İmparatoru Wilhe!m'e bir cemile olsun diye onun arzuyu heveslerine hayat bahşet­mek için milleti savaşa şevke cesaret edecek güç bulamaya­caklardır. Şimdiye kadar bu Almanlardan millet adına aldık­ları borçlan, yine Almanlardan aldıkları silahlara ödemişler ve bu alış verişden kendilerine milyonlarca liralık contalar çı­karıp, milleti aç, susuz ve çıplak bırakan ne bir zihniyet nede cemiyet kurulması asla mümkün olmayacaktır.

 

Sadrıazam Ahmed Tevfik Paşa hz.leri taşımış olduğu bü­tün mükemmel sıfatlan ile yukarıda saydıklarımızı ortadan kaldıracak icraatı yapabilecek evsafda olduğu gibi bir daha, böyle teşkilât ve cemiyetlerin Önünü kapayacak kanunları bulabilecekdir. Buna bağlı olarak, Tevfik Paşa gerek sefir olarak gerekse bundan önceki sadaretlerinde gösterdikleri çalışma disiplini ve adalete önem veren tarzı, beklenenleri yerine getireceği intîbamızi hayli güçlendirmektedir. Velhasıl Tevfik Paşa'dan pek çok muvaffakiyet gösterecek ümmidini taşıyoruz. Yapacağı ilk İşin ise ittihatçıların .melanetinden ül­keyi kurtarması, asayiş-i milletin}vekarına uygun hâle getir­mesi hususudur." Diyen 2.Abdülhamid'in şifre kâtibi Meh-med Selâhaddin Efendi, Bildiklerim adlı eserindeki bu satır­larla o günün efkâr-1 umûmiyesinin beklentisini ne kadar gü­zel ve akıcı bir ifadeyle ulaştırıyor, değilmi muhterem okuyu­cularım.

 

Sultan 5.Mehmed Reşad hân hz.lerinin; dâr-ü bekaya inti­kali üzerine Osmanlı tahtına oturup, aynı zamanda hilafet-i islâmiyyeyi temsile hak kazanan, 6. Mehmed Vahideddin han-ı adlî hazretleri, sadrıazam Tevfik Paşa hz.lerinin başar­masını istediğimiz hususları işaret ederek, kendisine yardım­cı olacağını beyan edip yüksek selahiyetini takviye edeceğini söyleyerek isabet dolu ifade de bulunmuştur. Diyen Mehmed Selâhaddin Efendiye katılmamamız mümkünmü?

 

Çünkü Sultan Vahideddin; millet ve memleketimizin duçar olmuş bulunduğu esef verici durumdan kurtaracak tedbirleri bulmaya gayret sarfedip, başarabilecek kimse olarak görül­mektedir. Varlığı; milletimizin yükselmesini temin için, refah ve saadetini sağlamada gayret göstereceği şüphesiz olduğu gibi bu yolda gayret için bir hediye-i ilâhi olduğu gözlenmektedir. Çünkü padişahımız efendimiz hz.lerini gören gözler, kendisinde harikulade zekâ pırıltılarını müşahede etmektedir. Ayrıca da, pek cesur bir kimse olup, fevkalâde silah kullan­ma maharetinede sahiptir. Derin düşüncelere dalan, bunları tahlil edip, pek güzel ifade edecek yüksek kabiliyete sahiptir. Ve de; keşke milletin talihi olaydı da, taht-ı âlî Osmaniye'ye, çok daha önce oturmuş olsaydı. Böylece memleket ve millet bu gün içinde bulunduğu durumu çok büyük ihtimalle yaşa­maya bilirdi,

 

Sözün kısası halife-i müslümiyn ve padişah olan Sultan Vahideddin hân, şu sıkıntı ve kahredici buhranlar dönemin­de, bir takım yenilikler ihdas ederek, çareler aramaya koyulduğu görülmektedir. Ki; Cenâb-ı Mevlâ yâr ve yardım­cısı olsun. Diyen Mehmed Selâhaddin Efendi,o devrin yaşa­yan insanı olarak şu temennisini de şu sözlerle satırlarına dökmüş:

 

Yukarıda; evsaf-ı celilelerini serde çalıştığımız Sultan Vahi-deddin'in yapısı ve olaylara bakışında rol oynayacak haleti ruhiyesi, cennetmekân biraderi Sultan Reşad gibi İttihatçıla­rın oyuncağı olmayacak görüntü ve kanaati pek net ortaya koymaktadır. Bu yüzdende bu haydutlar çetesinin, artık do-lablarını memleket sathında kolay kolay döndüremeyecekle-ri pek tabiidir. Bütün bu açıklığa karşı zâten hükümet çarkını ellerinde bulundur ma şansını elde edemeyecek olan ittihat­çılar, dünya defterinden silinip gideceklerdir ve böylecede farmason ve siyonizmin menfaatlerine hizmet etmek için ku­rulmuş olan bu cemiyetin; kendi şahsî menfaatlerine el uza-tamayacakları gibi, hizmetine girdiklerinin ihtiyacatı oları ül­keyi; zaif düşürme plânalarını da tatbike koyamayacaklardır. Memleketi harebeye çevirmiş bu adamlara milletin hiçmi hiç ihtiyacı yoktur. Millet-i necibenin artık bu gibi güzel sözlerle kandırılmasına imkân yoktur, çünkü millet butür boş sözlere kulak vermemek kararını verip, uygulamaktadır. Hürriyet vede, meşrutiyeti muhafaza, padişahın emanetindedir o da, bu koruma görevini titizlikle yerine getirmeye kararlıdır. Bu­nun böyle olacağına; Japonların Mikado'suna benzer şekilde meşrutiyeti seven bir kişi olarak, hepimizi ümidlendirmekte-dir. Çünkü bizim razı geleceğimiz hususda öyle farmason ve Siyonistlerin arkasına sığınıp da, meşrutiyet görüntüsü altın­da, zulüm ve istibdad görmemektir." Demek suretiyle meş-rutiyet'in meşveret olması ve istişarenin genişliğini hatırlatıp, milletin benimsediğini ifade etmesi, Abdülhamid Hân'ın cid­den sevenle ri arasında bu hükmü deklare eden pek kimseye rastlamadığımızı belirtirken, bu ifadeyi mühimsemek duru­munda olduğumuzu hatırlatmak isterim.

 

4/Mart/1919'da Ahmed Tevfik Paşa'nin yerine Osmanlı devletinin 215.sadrıazamı olarak, Mediha Sultanhanimın 2. zevci, Sultan Vahideddin'in eniştesi olan Dâmad Mehmed Ferid Bey getirildi ve Paşalık ünvanıda birlikte verildi. Bu zâ­tın sadaretinin tamamı beş defa olmuştur. İlk üçü biribirinin peşisıra olmak üzere 2/Ekim/1919'a kadar temadi ettiği gö­rülmüştür. Bu târihde M. Kemâl Paşa'nında tavsiyesine uy­gun olarak Ali Rıza Paşa 216. sadrıazam olarak mührü hü­mayuna sahip olmuş ve 5 ay, 7 gün sonra infisal etmiştir. Buda 8/Mart/1920 târihini bulmuştur. Bu zatdan sonra da, Salih Hulusi (Kezrak) Paşa makam-ı sadarete gelmiş bu zât'da aynen Ahmed İzzet Paşa gibi 28 gün vazifede kalabil­miştir. Sâüh Paşa infisal ettiğinde târihler 5/Nisan/1920'yi gösteriyor Dâmad-ı Şehriyâri Mehmed Ferid Paşa sadareti­nin 2. merhalesine ayak basıyordu. Bu sefer ise birbiri peşi-sıra iki kabine kurdu. Bu kabinelerinin ömrü tükendiğinde takvimler, 21/Ekim/1920 târihini göstermekteydi. Ferid Paşa'nın beş sadaretinin müddet-i ömrü, 1 sene, ]  ay, 15 gün olmuştu.

 

Sultan Vahideddin'in tahta geçişinden sonra geçen günler, ülkemizin târihte Timur'un Anadolu'yu istilâsında ve Hazreti Yıldınm'in Ankara Çubuk Ovasında 1402'de uğradığı mağlu­biyetten sonra yaşadıklarını târihimizde yalnız bırakmamıştır. Sulh kapısını aralamak, Mondros mütarekesini imzalamak, Düşman kuvvetlerinin işgalleri mütareke ahkâmına riayet et­meden sürdürmek, meclis-i mebusanı basmak, ülkemizde yayaşayan dini ayrı azınlıkların milletin asıl sahiplerine haka­ret ve hayatlarına kast etmeye yardım eylemek gibi taham­mülü zor zaman dilimi olarak geçmiştir. Şimdi aşağıya ala­cağımız Damad Paşa'nın serüvenini, önemli bir arka plân kaynağı olan Sultan 2. Abdülhamid'in şifre kâtibi olan Meh­med Selahaddin Bey'in Bildiklerim adlı kitabından Osmanlı-cadan  sadeleştirerek naklediyoruz:

 

 

 

Damad Mehmed Ferid Paşa

 

 

Osmanlı sadnazamları arasında her önüne gelenin hâin dediği biri var ki, mukadderatın üzerine yüklemiş olduğu pek ağır yük, her kulun taşıyacağı siklette değildir. Osmanlı İslâm devletini izmihlal noktasına kendi elleriyle çekip geti­ren İttihat ve Terakki.cemiyetinin, TaPât Paşada dahil, hiç bi­risine bir vasf-i mümeyyiz olarak, "HAİN" damgası vurulma­mıştır. Hâttâ Osmanlı donanmasını tutup da kendisi başların­da olduğu halde Mısır'ın asî valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa­ya teslim eden Amiral Hâin Ahmed Paşa bile milletimizce hatırlanmamaktadır. Damad Mehmed Ferid Paşa ise akla geldiğinde derhal hâin vasfı, isminden ayrılmaz bir parça olarak peşine eklenmektedir. Tabii ki işgale uğramış bir dev­letin ve milletinin idarecileri cidden çok zor görev ifa edebilirler. Müstevli düşmanın çeşit çeşit talepleri, me'suliyet sahibi idareciler tarafından yerine getirilmesi veya red edilmesi ko­lay işlerden olmayıp, örsle çekiç arasında yaşamak gibidir.

 

Hele bu işgal; müslüman bir milletin düşmanı, gayri müslim olan milletlerin ittifak etmeleri hâlin de gerçekleştiyse, savaşın getirdiği fevkalade şartlara bir de dini hasımlığın ge­tirdiği adavet göz önüne alınırsa, cidden karşımıza çıkan va'kalar tahammül fersa, mukavemeti gayri kabil şartlar ser­giler ki, bu işi yaşadığımız şu yıllarda ya dedelerini dinlemiş olanlar, yahud işgallere dâir hatırat ve resmî raporların doğru yazılmışlarını okumuş olanlar bilebilir.

 

Bir de 1974 senesinde Ordumuzun yaptığı indirme ve çı­karma hareketi olan "Kıbrıs Barış Harekâtı" öncesi Kıbrıs Adasında yaşayan soydaşlarımız ve Yunanistan ve Bulgaris­tan devletleri azınlığı olarak o ülkenin şimdiki toprakları olan ve dedeleri'nin zamanında Osmanlı Devleti olan toprakların­da yaşayanlar bilebilirler.

 

İstanbul'un işgalini müteakip geçen zaman dilimi, tahta çıkmış zatta da, o zâtın sadare te tâyin etmiş bulunduğu sad-rıazamlarda da her an zehir içen kişi haleti ruhiyesi meydana getirmiştir. Son padişah ve sadnazamlar arasında yer alan, Mehmed Ferid Paşa hakkında menfi propoganda hâla de­vam etmekte ve misâl olarak, Necip Fazıl merhum' un kale­me aldığı "Vatan Dostu Sultan Vahideddin" adlı eser yüzün­den hayatının son günlerinde üstelik şeker hastalığından mü-tevellid gözlerinin ışığıninda ufûl etmesi sonrasında hapise girecekdi ki, merhum Ayhan Songar Hoca'nın gayret ve nü­fuzlu dostları, Necip Fazıl merhumun ilerlemiş yaşı ve malu­liyeti vede Allah'ın böyle bir zulme rıza göstermemesi tecelli­si, merhuma son döneminde bir hapisane macerası daha ya­şamaması neticesini getirdi.

 

Damad Ferid Paşa için, henüz durun bakalım bu söyledi­ğiniz adam hâin değildir! Diyebilecek tek kişi bile tasavvur edemiyordum. Bunun sebebide her şeyden evvel yazar ve hatırat sahipleri arasında, işe insaf ve hoşgörü içinde bakabi­lecek, Sadnazam Paşa'nin antipatik davranışları, kişiliğinde büyük tahavvülat gösteren mukallitliği, Anadolu'ya gönderil­mesine müzahir olduğu Mustafa Kemâl başda olmak üzere bütün milli mücadele İnsanlarına, ceberut bir anlayış içinde muamele gösterdiğine dâir, gerek vesikalar gerekse devrinin devlet adamlarının şehadetleri kendisi hakkında hüsni şaha­det edebilecek kimsede cesaret ve takat bırakmamıştır.

 

Bütün bunların tahliline vede Osmanlı devletinin bu 215. sadrıazamına dâir biyografiye geçmeden önce hem son Pa­dişah Hz.Vahideddin'in hem de padişahı burda bırakıp kendi­sinden önce yurddışına çıkan, Damad Ferid Paşa aleyhinde olmayan ve üstelik lehine sayılsa seza olan bir hatırayı, sev­gili dostum, değerli insan, tasavvuf deryasından devşirdiği güzel eserlerle de gönül mimarlarını, Dersaadet dergâhlarını kitaplaştiran ve tasavvuf deryasında kendisi de kulaçlar atan sevgili Mustafa Özdamar kardeşimin: "GÖNÜL CERRAHI NÜREDDİN CERRAHÎ VE CERRAHÎLER" adlı eserinin 232. Sahifesinden alıntılamayı, târihin üzerime yüklediği bir görev saydığım satırlarla yazımı süslemenin bahtiyarlığı içindeyim. Buyrun okuyun sevgili okurlarım vede bu erkek sesinse bir Osmanlı aile mensubu olduğunu da görelim efendim: "..Os­manlı hanedanı ve Özelliklede, Sultan Vahideddin ile ilgili resmî ve gayri resmî yalanların kendilerimde çok derinden yaraladağmı ifade eden Ömer Fethi Sami Bey; Sultan Vahi-deddin'in kesinlikle vatan hâini olmadığını, İstanbul'dan kaçmadığını kesinlikle canını kurtarma çabasına girmediği­ni İstanbul'dan ayrılışının, önceden belirlenen vatanı işgalden temizleme operasyonu senaryosunun bir parçası oldu­ğunu, bu son derece mahrem senaryonun, çok az kişi tara­fından bilindiğini, özelliklede M. Kemâl' in bildiğini ve zaten bu senaryonun ona tatbik ettirildiğini ve Sultan Vahded-din'in son ana kadar, ömrünün sonuna değin, görev verdiği bu kişilerin bu mahrem gerçeğe sadâkate dÖnebilmelerini beklediğini söyledikten sonra şunları anlattı:

 

-Sultan Vahdeddin, Ömrünün sonuna kadar yardım etdi Anadolu'da kendi iradesiyle başlatdığı harekâta!.. Hâttâ öyleki ölümünden iki ay öncesine kadar bile bütün olup bitenlere rağmen hâlâ ümitvardı. M.Kemâl'in gerçeği yan­sıtan bir açıklama yapmasını bekliyordu. 1940 yılında babamla birlikde, Londra'da H.Park Otelinin lobisinde çay içiyoruz. Türkiye'nin Londra b.elçisi Tevfik Rüşdü Araş girdi içeriye. O girer girmez babam ayağa kalkarak, beye-fendi!.. Siz!.. M.Kemâl Paşada, İsmet Paşada, hepiniz bilir­siniz ki Sultan Vahideddin vatan hâini değildir! İs­tanbul'dan da kaçmamıştır! Vatanı kurtarmak için iki tür­lü oyun oynamak mecburiyetinde kaldığını bildiğiniz hal­de, ne diye adama vatan hâini diyorsunuz? Babam böyle parlayınca, Tevfik Rüşdü Araş: Hâşa efendim, sümme hâ­şa! Dedi: Ne Sultan Vahdeddin, ne Ferid Paşa vatan hâini değillerdir! Biz onu biliyoruz efendim! Ama bunu millete söylersek, biz gidelim siz gelin durumu doğar!..." dedi Şeklinde konuşan Ömer Fethi Sami Bey anlatmaya şöyle devam ediyor:

 

"..Bu günkü Baltalimam Hastanesi, Damad Ferid Pa-şa'nın sarayıydı. Baltalimam Sarayının Boyacıköy tara­fında bir selamlık köşkü vardı. Benim büyük annem kırk-beşbin altına yaptırmıştı orayı. Şimdi üniversite almış orayı. Onun yan tarafında tahtadan bir köprü vardı. Oraya Lâz takaları gelir, bizim Baltalimam Sarayının bahçe­sinde bahçıvan kulübeleri vardı. Silahlarımız işgal kuv­vetleri tarafından toplanmıştı o zamanlar. Maslak'daki İn­giliz karargâhında duruyordu bu silahlar. Gözü kara Mü-cahid Müslümanlar, o silahlan oradan ya para pul bir şey­ler vererek alırlar ya çalarlar getirirler, Ferid Paşa'nın Bal­talimam Sarayının bahçesindeki o bahçıvan kulübelerine saklarlar, sonra da geceleri Lâz takalanyla karşıya taşıya­rak Anadolu'ya gönderirlerdi. Ferid Paşa'nın sadrıazamlı-ğı sırasında oluyordu bunlar. Adamın adını hâine çıka­ranlara gönderiliyordu bu silahlar.

 

Ferid Paşa vatan hâini değildi. Sonuna kadar elinden geleni yaptı. Çift yönlü bir oyun oynamak mecburiyetin­de kalıyorlardı o günlerde, zira, işgalciler, sürekli olarak, M.Kemâl'in Anadolu'daki gizli görevini bildiklerini, onun oralarda İstanbul hükümetinden koparak, başına buyruk hareket ediyormuş gibi gözükmesinin İstanbul tarafından organize edildiğini, onun yakalanıp istanbul'a getirileme-yişininde yine istanbul hükümetinin bir taktiği olduğunu ifade ederek baskı yapıyorlardı. O çift yönlü oyunda ço-ook zorlandılar Sultan Vahdeddin de, Ferid Paşa da. M. Kemâl' i Anadoluya gönderdikten sonra, onu geri çağır­maları, yakalanıp getirilmesi için emir ferman çıkarmala­rı gibi şeylerin hepsi bu çift yönlü oyunun bir parçasıydı. "

 

Neticeye gelince yine sevgili dostum Özdamar'ın şu satır­larında bulmak mümkün: "Sonra , her şey yan yattı, çamu­ra battı ama... Hakikat öyle bir cevahir ki, hangi çamura düşerse düşsün, bir gün bir elde yıkanınca, tekrar parıl parıl parıldamağa başlar!."

 

 

Peki iyi bu hakikati Cerrahi dergâhında gelip anlatan Os­manlı beyefendisi kimdir, dense, cevabımız Sultan 2. Abdülhamid'in torunlarından olan Ömer Fethi Sami Bey efendi idi demek olur.

 

 

 

Damad Mehmed Ferid Paşa'nın Kısa Biyografisi

 

 

Damad Mehmed Ferid Paşa; Şura-yı Devlet azasından Seyyid Hasan Efendinin oğlu olup, 1270/1853 yılında İstan­bul'da dünyaya gelmiştir. Anca hemen belirtelim ki pe derle­rinin adının başında yer alan seyyid kelimesinin, bizim anla­dığımız mânada Peygamberimiz Efendimizin (s.a.v) ahfadı olan seyyidlerle bir alakası olmadığını merhum İbnül Emin Bey değerli eserinin 2029. sh.de bize şu malumatı lütfetmiş; "Taymis gazetesinde vefatından bahs edilirken mensubu ol­duğu ailenin esas itibarıyla İsluven ve Karadağ köylerinden Poşasi Karyesinden olduğu ve bu ailenin m. 17. asırda bir dereceye kadar hâizi ehemmiyet olduğu ve o sırada islâmi-yeti kabul eylediği beyan edilmektedir. Karadağ köylülerin­den bir hristiyan ailenin müslim olması mümkün ise de:

 

"Karadağ köylüsü nesranidir/Müslim olsa yine olmaz seyyid" beyitiyle aslı hristiyan olan ailenin evlâd ve ahfadı­nın seyyid olmasına bittabi imkân yoktur." Demek suretiyle bir hakikatin ortaya çıkmasına vesile oluyor merhum yazar Hasan İzzet Efendi; Kapdan-ı deryalardan Mahmud Paşa'nın kethüdası şimdiki tâbir ile sekreteri Hacı Ahmed Efendinin oğludur ve umulur ki seyyidlik lakabı bu hacılık münasebe­tiyle olmalıdır. Hasan İzzet Efendi'nin Şuray-ı Devlet reisi ve eski sadrıazamlardan olan Arifî Paşa tarafından siciline yazı­lan mütalaasında müsbet beyanlar yazdırmıştır. Bu Hasan İz­zet Efendi, SâdF nin Gülistan'ını Türkçeye tercüme etmiştir.

 

Ferid Bey; gençlik yılarında hariciye mesleğine intisab et­miştir. Paris, Berlin,Petersburg   ve Londra sefaretlerinde.kâtib-i sâni unvanıyla bulundu. Daha sonrada, Londra elçilik başkâtibliğinden, Bombay başşehbenderliğine gönderilmek istenmişsede kabul etmediğinden yollamak kabil olmadı.

 

Sultan Abdülrnecid'in kızlarından Mediha Sultan'ın eşinin vefatı üzerine Sultan Abdülhamid gönderdiği haber ile, ken­disine bir zevç beğenmesini, evlenmesi lâzım geldiğini hatır-latdı. Bu hatırlatmaya Mediha Sultan acısının elan devam et-diğini, bir müddet geçmesi ricasında bulunduğunda, padişah bu cevaba saygılı davrandı. Bir müddet daha geçtiğinde ihta­rını tekrarlatan padişah bu seferinde kendilerinin beğendiği biri varsa işaret etmesini bu arzularının yerine getirileceği-ninde teminatını vermiş oluyordu nede olsa anneler ayrıysa da babalan aynı zât olan iki kardeşdi Mediha Sultan ve 2. Abdülhamid hân. Fakat bir başka husus vardı ki o da, daha sonraları Osmanlı tahtına oturacak olan Şehzade Mehmed Vahideddin ile Mediha Sultan, anneleri ve babaları bir kar­deştiler.

 

Rivayet olunur ki, Necip Paşa'nın arkadaşlarından olan Mehmed Ferid Bey'i, Necip Paşanın cenazesinde gördüğün­de beğenen Mediha Sultan, bu beyle evlenmeğe müsaid ba­kacağını bildiren haberi, padişaha ulaştırmış. Padişah da o sırada makam-ı sadaretde bulunan Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa'ya verdiği emirde işi ayarlamasını emretmiş. Kâmil Pa­şa uzun araştırmalardan sonra iki namzet bulduğunu, bunla­rın birinin Süreyya Paşanın oğlu Şekib Bey, diğeriyse Hasan İzzet Efendinin mahdumu Londra elçiliği başkâtibliğinden mazul Mehmed Ferid Bey olduğunu, İstanbul'a getirtildiğinde hem yakışıklılığına şahid olunduğu hem de terbiyesini pek güzel bulduğunu bildirmişti. Şekib Bey'i ise, biraz terbiye ba­kımından nakıs bulduğu ifadesini de, yazısına koymaktan çekinmemişti. Halbuki; ABD'de elçiliği sırasında Şekib Bey'e başda reisicumhur Rouzvel.t olduğu halde bütün siyasi mah­filler hayran kalmışlardı. Eğer Kâmil Paşa bu işi böyle yap­tıysa bunun sebebi Mediha Sultan'ın tercihinin Mehmed Fe­rid Bey'de olduğunu bilmesinden doğabilir. Kâmil Paşa padi­şaha yazmış bulunduğu tezkirede rütbei saniye mâlik Ferid Bey'in bir rütbe yükseltilmesini ve Şura-yı Devlet azahğina tâyininide tavsiye etmekteydi.Târih olarak 1 7/r.ahir/1303-24/ocak/1886 gösterilmişti. Gelsin bir beyit bakalım Damad'ın yakışıklılığına ithafen;

 

"Hiisnî tab'ı kâmile hayran olur ehl-i hayâl Çeşrnî âlem görmemişdir böyle bir sahîb cemal"

 

Ferid Bey'in otuz yaşından büyük kırk yaşından küçük ol­ması hususuda Mediha Sultanın yaşınında göz önüne alındı­ğını gösterir.1861 doğumlu Sultan Vahdeddin'den büyük olan Mediha Sultanhanım ile arada üç -beş yaş farkı normal addetmek gerekir.

 

Sultan Hamid; sadrazamının tavsiyelerini yerine getirdi ve izdivaç gerçekleşti. Mehmed Ferid Bey, 24/r.evvel/I306-29/kasım/1888 de vezaret ile taltif olundu. Bu terfi Balta-Iimanında Mediha Sultan'ın yalısında, hayatını ferah fahur yaşamakta olan Mehmed Ferid Paşa da bir acaib te'sir husu­le getirdi. Birdenbire kendilerinde müthiş bir siyasi iktidar hissinin uyandığı görüldü ve Abdülhamid gibi bir padişaha, karısını gönderen Damad Paşa, Londra B.elçiliği görevini is­temesi için ricada bulundurdu.

 

Tahmin edeceğimiz gibi padişahın cevabı, Mediha Sultan'ı şaşkın, Damad Paşa'yı ise bedbin etdiî Padişahın cevabı şöy­leydi: "Hemşire! Orası mektep değildir! Pek mühim bir se-faretdir. ümûr-u siyasiyyeye vukufu olanlar tâyin olunur." demek suretiyle müracaatı ve hemşiresinin şefaatini retederken, enişte bey ise bu cevabı ret münasebetiyle hayli gücendi bir daha padişaha bayramlaşmaya gitmedi. Damad Ferid Paşa'nın bu boykotu, taa meşrutiyetin yeniden ilânı oian 1908'e kadar sürdü. Bir çok yılını münzevi olarak ya­lısında geçirdi. Meşrutiyetin ilânı, onu ayan azalığına getiren bir fayda sağladı desek doğruyu söylemiş oluruz.

 

Damad Mehmed Ferid Paşa; ülkede hüküm ferma olanın İttihad ve Terakki Cemiyeti olduğunu görmesi, bu cemiyetin reislerine yaranabilmek gayesiyle ve bunların muavenetiyle büyük bir makam yakalama arzusu bu çetenin metdhine ça­lışmaya başlamasını getirdi.

 

Bu hususda Lütfİ Simavî Bey; meşrutiyet bayramının ilk sene-i devriyesinde, 10/temmuz/1325-1909'da İttihatçı Ce­miyetinin adına tertiplenmiş yemekli toplantıda Ferid Paşa­dan şöyle bahsediyor: "Damad Ferid Paşa bu ziyafetde geç­miş dönem siyasetine ve meşrutiyeti yeni den kurmak hu­susunda İttihat ve Terakki fırkasının yaptığı fevkalâde hiz­metine dâir, uzun bir nutuk kıraat etdiği gibi meşrutiyetin ilânından sonra, yâni 2. Abdülhamid taht-ı saltanatda iken Pera Palas otelinde bah-se konu cemiyet ileri gelenlerinin şerefine verdiği bir ziyafetde daha evvel hazırlamış olduğu nutku okuyarak, ittihat ve terakkiyi göklere çıkarmıştı."

 

Lâkin yaptığı bu medihleri benimsemeyen, bunlara iltifat etmeyen İttihatçılar daha sonra paşanın kötülemelerine ve düşmanlıklarına mâruz kaldılar fakat bu arada da paşanın kumaşı ortaya çıkmış oluyordu. Damad Ferid Paşa; Balkan harbinden sonra Bulgar, Yunan, Sırp ve Karadağ'ın murah-haslarınında katılacağı ve Londra'da toplanması karar altına alınmış konferansa, 3. murahhas olarak seçilmekle beraber hemen ertesi günü Bah riye Nazır vekili Salih Paşa bu mu­rahhaslık ile görevlendirildi. Kâmil Paşa'ya, Ali Fuad (Türk-geldi) mabeyn başkâtibi olarak meydana gelen değişikliği sorduğunda,Kâmil Paşa'dan şu cevabı almış: "Ferid Paşa kanun-i esasî hükmüne göre hiç bir sebeb ve bahane ile memâliki şahaneden yer terki caiz olamayacağından ben gi­dersem arazi terkine hiç bir şekilde evet diyemem! Demiş olmasından bu şartında kabil-i icra olamayacağına binaen, onun vazifelendirilmesinden sarf-i nazar olundu."

 

Tabiiki diplomasi mesleğinden böyle bir anlayışın yeri ol­madığı açıktır. Diplomat geçinen böyle vezir derecesinde bir zâtın değil ilk mektep talebesinin bile ileri süremeyeceği bir saçmalık olduğundan, bu zâtın sadece siyasi anlayış nok­sanlığından değil, aklının olup olmadığı söz konusu olur. Bu ahvâle benzer hâlini Ahmed İzzet Paşa dönemin de de oku­duğumuzu hatırlarsak muhterem okurlarım Mehmed Ferid Paşanın davranış bozukluğu içinde olduğunu daha iyi anla-nzlLütfi Simâvî Bey: ".Sultan Reşad'm Sarayında Gördükle­rim" adlı eserinde şu ifadeyi koymaktan kendini men ede­memiş!

 

"Devletin mülkiyyet-i tammesi üzerine mütarekeyi imza­latmaya muvaffak olamazsam, hemen bir harp gemisine bi­nip doğruca Londra'ya gidip İngiltere Kralı ile mülakat yapıp ve ben senin babanın kadim dostu idim. Arzularımın kabu­lünü senden beklerim demek suretiyle teklifimizi kabul etti­ririm." düşüncesini ileri sürmesi şaşırtıcıdır. Çünkü; İngiltere de Kral, bir nevi tasdik memurudur. İktidar tam me'suliyetle hükümetdedir. Mevcud kralın babasının, dostu olduğunu söylemek suretiyle mütareke imzalatacağını akıldan geçir­mek o beynin, akıl ile arasında bir küşayiş (açıklık) olduğu­nu akla getirir.

 

Ahmed İzzet Paşa'da kendisine, Damad Ferid Paşa'ya deli demesinin doğru olmadığını söyleyenlere verdiği cevap da; seneler evvel, Kâmil Paşa'nın bu zâta deli dediğini hatırladım da, ondan söyledim! Demiş olduğu anlatılır. Eski sadrıazam-İardan, Mareşal Ahmed İzzet Paşa anlatmış olduğu şu anek-dotlada, Damad Paşa'nın bir çizgiden diğer çizgiye gelişinin izahını yapacak anlatımı,ortaya koyar.

 

Mareşal diyor ki: "Mehmed Ferid Paşa ayan meclisinde ar­kadaşımız idi. Efendimiz kabine teşkilini bana tevcih ettiğin­de heyet-i vükelâyı tamamlayabilmek için çeşitli temaslar yapmaktaydım. Bu arada Ferid Paşa' ya da efendim, bir ne-zaretide siz alsanız diye nezaket içinde beyanda bulundum. Cevabı; "Aman efendim! Ben iş'de bulunmadım, bir koca nezareti nasıl idare ederim" demek suretiyle temaruz etdi. Bunun üzerine Şuray-ı Devlet riyasetini alınız orası nezaretler gibi değildir dediğini söyleyen İzzet Paşaya, Damad Paşa şu cevabı verir: "Şuray-ı Dev leti hiç idare edemem çünkü ora­da riyaset edecek zat, devletin kavanin ve nizamatma vâksf olmalıdır, ben vâkıf değilim, reca ederim ısrar buyurmayınız" cevabı üzerine İzzet Paşa, ben ısrar etmiyorum, arzu edersi­niz diye teklif etdim demek suretiyle anekdotu tamamlar.

 

Ahmed Tevfikpaşazâde İsmail Hakkı Okday Bey'in "Sul­tan Vahideddin Mütareke Gayyasında" adlı eserde 48. Sa~ rıifede, meknuz kalmış bir bombalama vakasını bizlere nak­lediyor: "İzzet Paşa kabinesinin 4. günü 18/ekim/1918'de Cuma günü saat 11.30'da yedi uçaklı bir Ingliz filosu ta­rafından İstanbul'un hayat ve hürriyetini tehdid eden ha­va akını yapılmış, aynı gün öğleden sonra bu akın bir da­ha gerçekleştirilmiştir. Bu saldırılarda elli kişi yaralanmış ve nice evler ve dükkânlar harab olurken dördü bayan ol­mak üzere beş kişi şehid olmuştur. Çünkü bu tayyareler uçuş yapmakla kalmamış şehrin meskûn semtlerinden olan Mahmud Paşa civarına bombardıman yapmışlardır.

 

Bu bombardımanları ise İstanbul'da yaşamakta olan İngi­liz ve Amerikan kolonisi Dede Robert Kolej müdürü İngiliz donanma kumandanını şu ifade ile takbih etmişlerdir: 'İs­tanbul üzerine yapılan ve hiçbir askerî oe insani sebebe dayanmayan hava akınlarına hemen son veriniz'. Bütün ömrü yirmibeş günü geçmiyen İzzet Paşa kabinesi, bu kı­sacık iktidar devrinde, şakağa dayanmış bir tabanca namlusu altında gibi kabul ettirilen Mondros mütarekesi­nin olanca mesuliyetini omuzlarına yüklenmiş ve ittihatçı paşaların kaçışı fiili de talihsiz sadrıazamın günah defteri­ne yazılmıştı." Demekte. Böylece bizim biyografların bahset­mediği vakayı bir başka hatırat ile öğrenmek ue nakle mu­vaffak olduk. Ahmed İzzet Paşanın bu oak'ada yapacağı ne olabilirdiki?

 

Öte yandan Mareşal Franşe Despere'in bir cihangir azame-tiyle İstanbul'a girişde beyaz atıyla bir Fâtih edası takınması­nı kılıçtan keskin kalemiyle gurur ciğerinin enkanlı damarı­na batırdığı kendine gel müsekkini ile milletimizin ulvi hisle­rine tercüman olan Süleyman Nazif Bey siyah çerçeve içine alınarak neşrolunmuş "Kara Gün" adlı dehşetengiz makale-siyle en şarklı insan olarak bu küstah garplıyı terbiyeye da­vet edişindeki cesaret ve inanç kuvveti devrin sadrıazamıntn önleyeceği bir müsademe olamazdı.

 

O bakımdan son sözümüzün satırları arasında okurumuza daha ne hadiseler olduğuna, istanbul'un mütareke hayatı­nın tam olarak kaleme alınmadığını ve asil insanlar uğradık­ları zulümün acısını ve haysiyet kırıcılığını sineye çekerek rûzi mahşerde hesaplaşmak üzere ketum olmayı ve tası tara­ğı toplayıp ahirete göçü tercih ettiler. Despere'ye yazılan ma­kaleyi çeşitli menfi ifadeler ekleyerek tercüme eden içimizde yüzyıllardır barınmış tatlısu frenklerı o azamet budalasını öyle hâle getirdiler ki, herif 'yok edin bunu!' diye bağırmak­tan kendini alamadı. Nişantaşı'ndaki fakiranesinde aranarak yakalanmasına çalışılan eski üâli, büyük edip, müdhiş şâir Süleyman Nazif Bey, kuyruğu titrek olarak saklanma yerine kibre karşı kibir sadakadır hadis-i nebevisine uygun hâl ile giyinip kuşanıp, Fransız askerinin önüne gidip de buyrun aradığınız adam benim! Deme şecaati devrin sadnazamınm biyografisiyle alakalı olmamakla beraber, böyle bir yiğit ile hemâsır olmak başka bir güzelliktir ve bizde bu güzellik bi­tinsin istedik.

 

 

İsmail Hakkı Okday merhum; Ahmed Tevfik Paşanın oğlu olup, Sultan Vahideddin'in kızı Ulviye Sultan hanımefendi ile izdivaç yapmış damadı idi. Daha sonra milli mücadeleye katılmak üzere Anadolu'ya geçen İsmail Hakkı Bey bu te­şebbüsünü hanımına haber vermeden gerçekleştirmiş olma­nın cezasını Ulviye Sultanı ebediyyen kaybetmekte ödedi. Çünkü Sultan Hanım Anadolu'ya geçeceğini bana söyleye­cek kadar itimat etmeyen bir kişi ile hayatımı sürdüremem düşüncesini kafasında tezekkür ettirmiş ve nikâhlanırken al­mış oldukları boşama hakkını kullanmış ve Ulviye Suttan Hanımefendi, İsmail Hakkı Beyi boşamıştır. Daha sonraları İsmail Hakkı Bey; Bülend Ecevit'in validesi Nazlı hanım'ın teyzesi Ferhunde hanım ile izdivaç yapmıştır. Ferhunde ha­nım daha sonraları görüştüğü Ulviye Sultan'ı pek sevmiştir. Pek kısa olarak özetlemeye çalıştığımız İsmail Hakkı (Ok­day) Bey'in pederinin de son sadrıazam Ahmed Tevfik Paşa olduğunu bir daha hatırlattıktan sonra gazetecilik tarafı da olan bu Osmanlı yarbayının yine Damad Ferid Paşa'nın ya­verliği görevinde bulunduğunu da ifade ettikten sonra bize yukarıda bahsi geçen eserden şu ifadeyi özetlemeye çalışa­yım:

 

"Babıâli; milli mücadeleyi sürdüren Ankara ve dolaysıyla başlarında bulunan M.Kemal Paşa ile Saray'ın yâni Sultan Vahideddin arasında aşılamaz bir sansür koymuş ve padi­şaha gelen her çeşit habere el koyduğundan Padişah ue Pa~ şa arasında bir yakınlaşma vede haberleşme kabil olmuyor­du .

 

Sultan Abdülhamid'in 1903'de Şam'a sürüp de bütün rüt­belerini ue nişanlarını aldıran divanı harb kararına pek önem uermiyerek müşirliğini sürdürmesini engellememek yolunu seçtiği Deli Müşir Çerkeş Fuad Paşa bu Saray ile An­kara arasında kurulmuş barikatı parçalayacak Suttan Vahi­deddin ile M. Kemâl Paşanın haberleşmesini sağlayacak vazifeyi talep eden Ankara'ya hayır dememişti. Hemen de sara­ya gelerek Sultan Vahided din ile görüşme talebinde bulun­muş ue hemen huzura kabul edilmişti. Yüz yaşını aşmakta olan Fuad Paşa o müdhiş heybeti göğsünün tamamını kap­layan aslan yelesi gibi yaydı bembeyaz sakalı ile bir meha­bet heykeli gibi fakat son derece hürmetkar tavır ue sesle: 'Efendimiz, velinimetim üç şehid babasıyım. Diğer iki oğlu­mun son harpte aldıkları yaralar daha kapanmadı. İcab ederse onlarda ben de feda olayım. Anadoluda mücadeleye girişmiş kumandanları tanımam ancak s;;,e sunmak istedik­leri emaneti ulaştırmayı bir ibadet ue sadakat olarak telakki ettim' dedikten sonra koynundan çıkardığı Heyet-i Temsiliye adına M. Kemal imzalı mektubu takdim etmişti. Bu mektup da Damad Ferid'in infisal ettirilmesi taleb ediliyordu. Padi­şah bu ue diğer isteklere sıcak baktı. Damad Ferid Paşa 3. sadaretinden böyle çekilmek mecburiyetinde kaldı. Deli Fu­ad Paşa bu mektubu vererek kurulmuş sansür dıuarını yık-vermişti. Sultan Vahideddin'in Deli Fuad Paşaya söylediği sözle sayfamızı süsleyip sona erdirelim: "Benim menfaatim,milletimin menafiine merbuttur. Mîlletsiz padişah olmaz. Milletimin saadeti ve refahını isterim. Kanuni esasi ve meşrutiyete riayet edeceğime yemin etdim. Etmemiş ol­saydım bile, meşrutiyete muhalefet etmemek için verdi­ğim söz kafidir. Meclis-i Milli intihabını (seçimini) çok ar­zu ediyorum. Milli ordunun hulûsu tammı olduğuna kani­im."

 

Sevgili okurlar bakanlık olsun,Şuray-i Devlet riyasetini üzerine almaktan imtina eden mütevazi(!) şahsiyetden sada­reti daha sonra hemde beş defa üstlenmesi çizgi kırıklığımı? Yoksa mütareke teminini sağlayan Ahmed İzzet Paşanın sa­dareti sonrasında daha zor dönem aslında daha kolay bir dö-nemmiydi ki Mehmed Ferİd Paşa bu sadarete hemde, beş defa iştahla koştu? Yoksa; cidden işgale uğramış bir devletin yönetiminde hem milli kalkışmayı destekleyecek hemde iş­galci devletleri suhuletle idare edebilecek bir Kardinal Rişöl-vö kabiliyeti vehmetdiğinden daha da zor olan sadnazamliğı tereddütsüz kabul etdi? Aslında bütün bu sorular, cevabini artık rûz-î mahşer de bulacaktır.

 

İstanbul'da Harbiye semtinde bilindiği, gibi Cemal Reşid Rey'in adı verilmiş tiyatro binası bulunmaktadır. Bu sanatçı zâtın pederi, dahiliye eski nazırlarından Ahmed Reşid (Rey)Beyefendi şu beyanla: ",.6. Mehmed kendisine şayan-ı emniyet ancak iki kişi bulabilmiş, bunların birincisi eniştesi Ferid Paşa (ikincisi dünürü A.Tevfik Paşa) bu zat.." demek suretiyle dönemi,sıhriyyeti yâni yakın akrabalarının yardı­mıyla aşmayı plânladığını fakat isabet edemediğini ifadan kaçınmayarak bildirmiş olmaktadır.

 

 

 

Hürriyet Ve İtilaf Cemiyeti İktidarımı?

 

 

Hattı Hümayun Sureti

 

Veziri meali semirim Ferid Paşa; Tevfik Paşanın vukuu is­tifasına ve sizin derkâr olan ehliyyet ve dirayetinize binaen mesnedi sadaret uhdei kifayetinize ve meşihatı islamiyye dahi darül-hikmetil islamiyye âzasından Mustafa Sabri Efendi uhdesine tevcih kılınmıştır. Kanuni Esasinin 27. maddesi mucibince teşkil edeceğiniz heyet-i cedidei vükelâ nm tasdikimize arzını irade eylerim.Ahvalin ehemmiyeti fev­kalâdesi devletimizin temin-i selâmeti için o nisbetde gayret ve faaliyetin ibramı icâb ettirmekte olduğundan rüfekanızla bilittihad bu uğurda bezli meşhud etmeniz matlubi-i kat-i şahanemdir. Minellahu'ttevfik.

 

l/c.ahir/1337-4/mart/1919 Mehmed Vahideddin Arz olunan kabine:

 

"Hariciye Nazırlığı: Sadnazam Mehmed Ferid Paşa uhde­sinde

 

Harbiye        "        "     : Tâyini kararlaşmış zatın gelmesine kadar vekâleten Auni Paşa

 

Bahriye       "      "   : Müşir Şâkir Paşa Şuray-ı Devlet R.    : Seyyid Abdülkadir Efendi Dahiliye Nazırlığı : Konya Valisi Cemal Bey Adliye     "         " : Aydın eski mebusa Sıdkı Bey Maliye    "         ": Divan-t Muhasebat reisi Tevfik Bey Nafıa      "        ": Auni Paşa Tic.-Zir   "         li:EdhemBey Maarif   "       ": Ali Kemâl Bey Evkaf     "       " : Vasfı Efendi PTT       "      " : Mehmed Ali Bey padişah tarafından tasdik olunup Mehmed Ferid Paşanın ilk kabinesi işbaşı yapmış oldu .

 

Yukarıda da bahse konu ettiğimiz Ahmed Reşid(Rey) Bey, Mehmed Ferid Paşa'nın sadarete gelmesi hususunda şunları söylediğini, İbnül Emin Bey değerli eserine dercetmiş bizde geri kalmayalım ve bir mâna ifade eden beyanı sahifemize koyalım:

 

"Nazarı şahanede eniştesinin, mevkii iktidara gelmesi bir tarafdan İngilterenin yardımını temin (Ahmed Reşid Bey bu hususda, Ferid Paşa sadarete geçtiğinde İngilizlerin kendisi­ne her yönden müzahir olunacağı vaad olunmuş imiş de­mekte.) ve öte tarafdan da padişahı hâla ürküten ittihat ve terakki cemiyetinin melhuz olan mazarratını izale ve nihayet veliahdın teşebbüslerini de akim bırakacak bir emr-i hayrdı. Ne çâre ki Damad Paşa, bir donkişot, hem de hüsniniyyet-den, gayr-i endişane hissiyatdan da külliyen mahrum bir donkişot."

 

Bu sadaretin kabinesinde Hürriyet ve İtilaf Partisinin hayli içinde azasının bulunduğu kabine olduğunu söylemek zaid olarsa da, bu kabinenin ve dayandığı bu siyasi parti mutlaka İttihatçılara bir musibet yağdırmaya çalışacağı pek beklenen bir şeydi. Bu cemiyetden ve ittihatçı kabinede yer almış, sa­vaşa girişde me'sutiyetdar kişilerin bir haylisi tevkif olundu. İttihatçıların düşmanlığında zirveye tırmanan gazeteler ve yazarlar öyle yazılar döktürdüler ki hükümet bu huşusda tev­kiflere devam etdi. Aslında Tevfik Paşanın sadareti esnasın-dada bir kaç kişi içeri alınmıştı. Bunların adliye nazırlığı bina­sında teşkil olunan divan-ı harbi örfî'de duruşmaları başladı.

 

 

 

İzmir'in İşgali Bildiriliyor!

 

 

l/şaban/1337- 2/mayıs/1919 da Ferid Paşanın Nişanta-şı'ndaki konağında daha doğrusu Hariciye nezareti köşkün­de; Amiral Veb tarafından ulaştırılan nota da, Paris konferan­sı kararına atfen İzmir'in işgal edileceği bildirildi. Öte yandan da Amiral Gaİdrop Aydın valiliğine tebliğ ettiği nota da Paris konferansının kararlarına bağlı olarak mütarekenin yâni Mondros'da yapılanın 7. maddesine dayanarak İzmir istih­kâmlarının işgali bildirilmişti. Öğleden sonra gelen bilgi ise işgali Yunan askeri tarafından yapılma sının itilaf devletlerin­ce kararlaştırıldığını ifade ediyordu.

 

Bu notalara ve tebliğlere karşı sadnazam Damad Mehmed Ferid Paşa, Osmanlı devletinin İzmir üzerindeki hukukunu bildiren cevabi bir muhtırayı itilaf devletleri mü messillerine verdikten sonra kabinenin istifasını padişaha sundu. Padişah kabinenin İsti fasını kabul etmekle beraber sadareti yeniden Damad Ferid Paşa'ya tevcih etdi. Şimdi istifasını tetkik etti­ğimizde Ferid Paşa beş yıllık kötü bir İdarenin neticesi olarak tavsif ettiği ve tamamen haklı olduğu iddiasında işgal ile ilgili notayı aldıktan sonra yapacağı bu işin hukuki tarafını ileri sürerek yapılan haksızlığı protesto etmekten ibarettir. Paşa o işi de ya parak sadaret mührünü de sahibine iade etmiştir. Yoksa dağıtılmış ordularını toplayıp da İzmir'in yardımına ko­şacak hâli her halde yoktu.

 

Cumhuriyetin ilânından beri; yetiştirilmeye çalışan nesille­re hâin padişah, vatanı sattı, hâin sadrıazam Damad Ferid, resmî beyanlarıyla yetişen bilmem kaç kuşak insan, o dö­nem de kendilerine verilmiş notalara sadrıazamın layik oldu­ğu cevabı verip vermediğini nasıl bilsin?! Bunları; o dönemin insanı yazamayacağı gibi imâli şekilde nakle dahi cesaret edemezdi. O dönemin siyaset âlemi, günümüzün takip vası­talarının sadece gazetelerine sahiptiki bunun tirajı ve tesiri sadece münevverler arasında görülür ki onlar da öyle bir sü­kûnet denizine dalmışlardı ki ağızlarını açsalar nefesleri kesi­lirdi!

 

Ferid Paşa yeniden yâni 2.defa makamı sadarete geldiğin­de kabinesini şu zevatla tazeledi: Ferid Paşanın ilk kabinesi­nin 4/3/1919 da baştayan ömrü, 16/5/1919'da 2 ay, 12 gün sürdükten sonra tamamlanmıştı .

 

Hariciye Nezareti Harbiyye Meclisi vükelaya Bahriyye Nezareti Şurayı Devlet reis. Dahiliye Nezareti

 

Maliye

 

Nafia

 

Tic. ve Ziraat   "

 

Maarif

 

Evkafı hümayun

 

Damad Ferid Paşanın uhdesinde

 

Nafıa eski nâzın Şevket Turgut Paşa

 

Harbiyye eski nâzın Şâkir Paşa

 

İbkaen Avni Paşa

 

Vekâleten Edhem Bey

 

Maarif eski nazırı Ali Kemal Bey

 

Evkaf     "      "        Vasfi Efendi

 

İbkaen Tevfik Bey

 

Vekâleten Turgut Şevket Paşa

 

îbkaen Edhem Bey

 

eski nazır Said Bey

 

Darülhikmetül İslâmiye eski reisi

 

Hamdi Efendi 18/şaban/1337- 19/mayıs/1919 sadnazam Damad Ferid

 

Görüldüğü gibi damad Ferid Hükümetinin 2.ni teşkil eden heyet M.Kemâl Paşa'nın Samsun'a çıktığı gün, padişahdan listeye mucibince icrası tasdiki gelmesiyle aynı günde vazife başlamıştı kabine içinde. Zâten hep biliyoruz ki, 9. Ordu bir­likleri umum müfettişliği vazifesi M. Kemâl Paşaya  1. Feri Paşa kabinesi tarafından tezekkür edilip verilmişti. Fakat yi­ne biliyoruz ki; Sultan Vahideddin hân bu işin emir sahibi olanıdır.

 

İzmir'in; Yunanlılar tarafından işgali, İstanbul'un başşehir olarak büyük bir müşavere meclisi toplaması gerektiğini id­rak etmesi padişahın davetiyle 25/şaban/1337-26/mayıs/1919'da Yıldız Sarayında mevcud ve mâzul bütün eski vükelâ, sefirler, ayan üyeleri, siyasi ve ilmi cemiyetlerin temsilcileri bu davet de ispat-ı vücud eylediler. Padişah yanlarında veliahd hz.leri ile diğer şehzadeler olduğu halde, salona geldi. Kısa süren bir açış konuşması yaptı ve riyaseti sadrıazama bırakarak gitdi. Çeşitli kimseler başa gelen fe­lâketi çeşitli ifadelerle belirttiler.

 

Ferid Paşa kabinesinin enzor vazifesi mağlup devletin tak­siratını gâlib devletler nezdin de savunabilmesi idi. Buna ne kadar muvaffak olunabilirdi? Bu sorunun cevabı çokturda beğeneni ne kadar olur bilinmez! Meselâ; Paris'de toplanmış bulunan sulh konferansına Osmanlı hükümetinin murahhası­nın; kabul edilmeyeceği şayi olmuşsa da ve bu haylice can sıkmışsada 2/ramazan/1337-2/haziran/1919'da İstanbul'da­ki Fransız mümessili ilk defa olarak Babıâli'ye gelerek Ferid Paşa ile görüşüp Osmanlı devletinin murahhaslarını gönde­rebilmesi için Fransız zırhlılarından birini tahsis edeceğini ifa­de etmişti.

 

Nitekim iki gün sonra eski sadnazamlardan Ahmed Tevfik Paşa murahhas olarak tâyin olundu, Şura-yı devlet reisi Rıza Tevfik (Bölükbaşı) ve maliye nâzın Tevfik Beyler murahhas danışmanı sıfatıyla heyete dahil edildiler. Kendilerine; kâtip­lerde tahsis olundu ve hakikaten Fransızların tahsis ettiği De­mokrasi adlı zırhlı ile Tevfik Paşa hariç diğer leri Tulon lima­nına müteveccihen yola çıktılar. Ahmed Tevfik Paşa ise Ingilizierin Sayres adlı bir zırhlısıyla maiyetinde, hariciye nazırlığı idare müdürü Şevki ve kendi oğlu binbaşı Ali Nuri Beyler bu­lunduğu halde yola çıktığında ramazan'ın 15. günü idi. Hah şunu da ilâve ederek Fransızların zırhlısında Damad Ferid Paşa'nında gitdiğini belirtmiş olalım.

 

Ferid Paşa ile Tevfik Paşanın aynı konferansda bulunması zamanın siyasilerine tuhaf gelmiş olacak, ki bunlardan Lütfi Simavi Bey, sormadan edememiş durumu Tevfik Paşaya ve­rilen cevabı buraya alalım efendim: "Mevkii sallanan; Ferid Paşa'ya bir dirsek lâzımdı. Zât-ı şahane çok ısrar edip için­de yaşadığımız fevkalâde hâl münasebetiyle Fransa kabine­sine de dışarıdan Jül Feri'nin memur edildiğini ilâve etdi. Hünkâra Jül Feri'den bahs eden Ferid Paşa, bu recüli hükü­metin yâni devlet adamının bir çok sene evvel Öldüğünü ta­bii bilmiyor. Konferansa gitmek meselesine gelince, Ferid Paşanın göze çarpacak derecede uymağa çalıştığı Fransız poli tikasma karşı bir sıklet bulmak icâb eyledi. Siyatikden rahatsız olduğum için sadrıazamla gidemedim. Doğrusunu sizden saklayacak değilim,gitmekde istemedim. Konferans meselesi için Ferid Paşa, iki gün ara ile evime geldi. Israr­larda, ibramlarda bulundu. Murahhas heyetinin teşkiline bir itirazım varsa yeni başdan seçi-lebileceğini, gazetelerde adı geçenlerin de gayri resmi olduğunu esas listenin yüksek tasdike iktiran etmediğini ifade etdi. Durumu mabeyn baş­kâtipliğinden vaziyeti tahkik ettirdiğimde gazetelerin yazdığı zevatın sadrıazam tarafından 24 saat önce iktirana sunul­duğunu öğrendim. Bunun üzerine Şevkİ'yi Ferid Paşaya gön-derip durumu sordurdum. Her ne kadar irade çıkmış ise de, daha görmediğini cevaben bildirdi. Halbuki arz eden kendisiydi! Murahhas heyetinin halihazır şekli ilk çıkan ira­denin şiddetli itirazlar üzerine keenlemyekün hükmünde tu­tulması yâni yok sayılması şeklindedir. İşte bu adam; açıktan açığa yaptığını yalanlar, padişahı kandırmış, güya Fran­sa'da ve İngiltere de bir çok diplomat ve devlet adamı tanırmış! Hepsi yalan. Göreceksiniz Ferid Paşa Paris'de apışa­cak ve İstanbul'a avdete mecbur olacaktır. Sadaret de de kalacağını da sanmıyorum. İşin bu tarafını zât-ı şahaneye arz ile ihtiyaten bir kabineyi şimdiden hazırlamasını tavsiye etdim. Bunun neden istidlal ettiğimi sual buyuran padişaha, meclis-i vükelâdaki müşehadatımdan cevabı verdim" Tecrü­beli sadrıazam Tevfik Paşa'nın dediklerinin doğruluğunu ha­diselerde ispatlamış oluyor. Şöyle ki Ferid Paşa; Tevfik Paşa­nın dediği gibi konferansda bir varlık gösteremediği gibi, Klemanso'dan da aldığı ters bir cevab iyice can sıktı. İstan­bul'a avdet etdi. Evine kapandı kendine yapılan hücumlara maruz kaldığında istifa yolunu seçti. Fakat bütün başarısizlık sebebi, kabinesi imiş gibi yeni kabine hazırlamaya çalışmasıydı,                                                          -

 

Tuhaftır padişah Damad Paşaya sadareti 3. defa tevcih et­tiğinde yeni kabine kurma çalışması da tamamlanmak üze­reydi. Bu vaziyeti belki padişah enişte paşa ile birlikte tanzim ediyordu. Çünkü devlet gemisinin dümeni meşruti idare için­de tek elde toplanamazdı. Bu bakımdan iktidarı bir ve iki nu­maraların anlaşmış olarak götürmeye çalışmaları bir takım kolaylık getirdiği gibi bazı tahminleri de yanıltabilir. Burada da böyle olduğunu ne iddia nede ret mümkündür.

 

Bakınız; Mustafa Kemâl Paşa'yı bulduran Sultan Vahided-dindir. İki defa en az sarayda dizdize görüşmüşlerdir. Bu gö­rüşmeden çıkan ifadeler bir bilgisayar sahifesini tutmaz am­ma bundan koskoca bir milli mücadele çıkabilmiştir. Sul-tan'ın temasından sonra mı evvelmi? Mühim değil Damad Ferid Paşa, M.Kemâi Paşa'yla görüşüp yemek yediği de bili­nen husustandır.

 

Eski padişahlar tepeleyecekleri ayan veya paşaları İstan­bul'a davet ederlerken yeni makamlar hâttâ sadarete dahi davet ettiklerini bir hat ile bildirirlerdi. Geldiğinde de kimini itlaf ettirir kimini de aksi istikametteki serhat boylarında va-zifelendirirlerdİ. Damad Ferid Hükümeti ise Sarı Paşayı önce idama mahkum etdiğini bildirip payitahta dönmesini istemek suretiyle, biz çağırıyoruz amma sakın sen gelme işaretini vermiş olmuyor mu? Bir düşünelim efendim. Evet enişte pa­şa'nın bu kabinesi de, 1 ay, 11 gün süren ömrüyle 30/6/1919 da hitama ermişti.

 

Neyse biz enişte paşanın 3.kabinesinin isim listesini yaza­lım:

 

Hariciye Nazırlığına : Taraf-1 acizanemden demlide olunmuştur Şuray-ı Devlet riyaset vekâletine:    Şeyhülislâm            Mustafa Sabri

 

Meclis-i Vükelâ memuriyeti:          eski sadrıazam         Ahmcd Tevfik Paşa

 

"           "           "    :                       "        "                  İzzet   Paşa

 

"           "           "    :                       İbkaen                    Ali Rıza Paşa

 

Divarı-i harbi örfî reisi

 

Nâzım Paşa Ayandan Salih Paşa vekâleten

 

Ali Rıza Paşa Abuk Ahmed Paşa Defteri Hakanı Emmi Adil Bey Şuray-ı Devlet azasından

 

Mustafa Efendi

 

İbkaen                   Tevfik Bey

 

Said      " Hamdi Efendi Bir zatın tayinine kadar

 

Abuk Ahmed Paşa vekaleten

 

Harbiye Nazırlığına

 

Bahriyye

 

Nafıa

 

 

Dahiliye

 a

 

Adliye

 

 

Maliye

 i.

 

Maarif

 t-

 

Evkaf

 

 

Tic. ve Ziraat

 

 

Bu zâtın ilk kabinesinin kurulmasından, 2. ve 3. istifasının toplam müddeti 6 ay, 29 gün sürmüştür. Ahmed Tevfik Pa-şa'nin Meclis-i vükelâ memuriyetine getirilmeyi kabul etmesi Sultan Vahideddin'in ısrarlarından kaynaklanmıştır. Bilahire istifası vaki olmuşsa da bu seferde aynı zamanda dünürü olan padişah eski sadnazamın bu istifasını ret eylemekten kaçınmamıştır. Çünkü bu kabinenin içinde Damad Ferid ile anlaşabilen iki kişi vardı. Birisi Şeyhülislâm Tokatlı Mustafa Sabri Efendi ki, Mevlânzade'ye göre gözü sadaretde olup, hem sadnazam hem de şeyhülislâmlığı deruhde etmek böy­lece İslâm dünyasının da bir Kardinal Rişöive çıkaracağını iş­ba ti hayallemektedir! Diğer iyi geçinebilen kişi de Dahiliye nazırı Adil Bey'dir. Hele bir ara Dahiliye Nâzın Adil Bey ile Harbiye Nâzın Nâzım Paşa arasında hak ve selahiyet mese­lesinden dolayı çıkan çirkin kavga, kabinenin yürümeyeceği kanaatini herkese ihsas ettirmişti.

 

Bu vaziyet karşısında sadnazam çıkmış bulunan çekişme­lerden bıktığını, ya pek fevkalâde selahiyet verilmesini yahut da istifasının kabulünü ileri süren bir tâleb sundu. Bu arada İttihatçılara karşı böylece galebe çalacağını belirtmekten geri kalmadı. Ancak aradan geçen 15 gün kadar süren zaman di­liminde Saray'dan haber çıkmayınca istifasını sundu. Bu sa­daretde başlangıç târihi olan 2/temmuz/ 1 9 1 9 dan, 2/10/1919'a kadar sadece 3 ay devam edebilmişti.

 

Damad Ferid Paşa; bu ittihatçıları mağlubiyete uğratmayı plânlarken, hiç aklından geçirdi mi acaba, bunlar bir kaç vi­lâyetin idare heyetlerini teşkil eden ve de payitaht'da bakan-!ık yapmış bir kaç kişi ile merkezi umumî teşkilatından mü­teşekkil zevatdan ibarettir diye! Sanmıyorum!

 

Çünkü ülkenin düşman eline düştüğü, ecnebi kuvvetlerin Osmanlı münevverlerinin bir bölümünü teşkil eden meclis-i mebusan üylerini, eski sadnazam ve vükelayı ve de bir çok kumandanı, Valileri ve yüksek memurları ölü tavuk taşır gibi Malta'ya sürgüne götürüp adetâ bir rehin alımına giden çete­ler gibi hareket eden düvel-i muazzamanın bu işlemlerine ahali müthiş bir şekilde diş bilerken, sadrıazam paşanın has­ta aklına uymayan padişah, Ferid Paşa'nm 3. sadaretinin so­nunda istifasını kabul etmek suretiyle pek akkılıca davranır­ken 2/10/1919 ile 8/3/1920 târihleri arasında geçen 5 ay, 7 günlük Ali Rıza Paşa'nın sadrıazamlığı ile 216. sadrıazamı iş başına getirmek suretiyle Damad Paşa'nın, ülke içinde nere­ye varacağı belli olmayan olayların çıkmasına sebeb olabile­cek icraatlarına dur deme basiretini gösterebilmişti. Yoksa günümüz de, yâni 2001 de dahi, ittihatçıları en büyük vatan­perver bilen insan sayısı bir haylidir! Ya o zaman kimbilir ne kadar çoğunluktaydı. Yine Mevlânzade'ye göre Sultan Va-hideddin ve Damad Ferid Paşa'nın elinden fevkalade selahi­yet kâğıdı almış bulunan M. Kemâl Paşa,başlatmış olduğu hâlaskaran harekâtında ittihatçıların hiç bir şekilde katkıları yoktur şeklindeki te'minatı, ittihatçıların halk tarafından iste­yip İstenmediği mânasından ziyâde, Paşa'nın ittihatçılara olan düşmanlığına ters davranma zamanı olmadığını idrak etmesinden kaynaklanmış olabilir!

 

 

 

Anadolu Kaynıyor!

 

 

Hükümetin iki bakanının çirkin bir şekilde biribirine girişle­ri kabinenin hızla sükutuna doğru giderken, Ermenilerin; bü­yük ermenistan hülyalarının tahakkukunu, Yunan'ın İzmir'i işgal etmesini hücum borusu sanması ve bu hususda faaliye­te geçeceğinin hissedilip, daha doğrusu istihbar edilmesi da­ha 1. dünya savaşının ilk yıllarında düşünüldüğünü Zaman Gazetesinin kurucusu olan; İzmit mebusu eski maarif nazırlanndan, Şükrü Bey ki bu zat müretteb İzmir suikasdi davası hasebiyle idam olunmuştur. İnfaz esnasında ipi kopmuş ve yeni bir ip getirip infaz gerçekleştirilmişti ve bu zat meâlen şöyle anlatmak tadır: "Biz; ittihat merkezi umumiyyesi ola­rak bir toplantıda daha savaşa yeni girdiğimiz bir dönemde harbin kaybedilmesi hâlinde vatanın parçalanacağını düşün­müş, Yunan megalo ideasının ve ermeni hülyalarının ger­çekleştirilme zamanı geldi düşüncesi hâkim olur da vatanı­mıza müstevli olurlarsa, geride kalanların bu hâle müsaade etmemek ve o fecii hâle düşmeyi, önleme tedbirlerini alma­yı üstümüze vazife bilmiştik. Bunun üzerine iki şekilde terti­bat aldık. Bunun birincisi gizli depolara cephane, silah ve diğer harp levazımları toplayıp yerleştirdik. İttihatçıların üçüncü takımı sayılan subaylara bunlarla İlgili, harita ve bilgileri verdik. Nitekim hangi depoda ne olduğu iyice bilin­diği için milli mücadele esnasında bu depolara yapılan bas­kınların başarı ile sonuçlanması bu çok evvelden yapılmış hazırlıkların ve teşkilatlanma neticesindendir" Demektedir, ikinci tedbirleri ise yapılması muhtemel olan milli mücadele­ye, elbirliği yapacak asker-sivil işbirliği temini için tanışma imkânlarına sağlayacak kilit adamları te min idi bunu da yaptık demeleridir.

 

Hakikaten; milli mücadelenin başlarında Anadolu Müdafai Hukuk ve Rumeli Müdafai Hukuk cemiyetleri, kuvay-ı milli-yenin ve TBMM'nin teşkilini sağlayabilen ana unsurdur. Sad-rıazam Ahmed Tevfik Paşa bu teşkilatın kurulmasına yar­dımcı olupda teşvik etmekden imtina etmezken maddi yar­dım olarak pek cüzi sayılan bir para yardımında bulunmuş bilahire Damad Ferid Paşa sadnazam olduğun da, derhal bahse konu cemiyete fevkalade yeterli maddi yardımda bu­lunmakla,Tevfik Paşa'yı tanzir etmiş onu sollayıp geçmiştir.

 

Her ne kadar İzmir'in işgali Damad Paşanın sadaretine denk geldiyse de, M.Kemâl Paşanın gönderilebilmesi debu zâtın sadaret döneminde vukubulmuştur. Damad Ferid Paşa­nın müttefiklerin sıkıştırmasına binaen aldıkları tedbirler tabi-iki milletin ve bilhassa Sivas Kongresini toplama durumunda olan M. Kemal Paşa ve arkadaşlarını hayli tedirgin ediyordu. Misal olarak; Erzurum'da Kâzım Karabekir Paşa İstanbul'dan gelen sadaret emri üzere M. Kemâl Paşa'yı tutuklatarak derdest İstanbul'a gönderseydi, kim ne yapabilir idi? Karabe-kir'in emrinizdeyim! Paşam demesi tipik bir itaati gösterir­ken, M.Kemâl Paşanın, padişaha sadrıazammı şikâyet et­mesini hâvi telgraflar göndermesi, bu telgrafların padişahın katına ulaşmaması Dahiliye nâzın Adil Bey'in marifeti olup, daha sonra da bir Çerkeş asili olan Bekir Sami Bey'in, harekât-ı milliye mensubu ve eski valilerden olarak, yine Çerkeş olan Müşir Deli Fuad Paşa ki 1877 Osmanlı-Rus Savaşının unutulmaz kumandanlarından meşhur Elena Savaşı kahra­manıdır, bu zâta gönderilen mektup bu ayan azası vasıtasıyla Sultan Vahideddin'e ulaştırılmıştı. Bu mektubun arkasından padişah enişte paşanın istifasını kabul etmişdi.

 

Zâten aşağıya alacağımız ve İbnül Emin Bey'in değerli eserinde yer alan Lütfi Simavî Bey'e aid ifade bizim yukarı­daki ifademizi te'yid etmektedir. "Kuvay-ı milliyeden gördü­ğü tazyik üzerine padişah, Ferid Paşayı fedaya mecbur ol­du. AH Rıza Paşa sadnazam ilân edildi. Garibeden olarak Ferid Paşa, yeni kabinede hariciyye nâzın olarak kalmaya çalışmış ve zevcesi Mediha Sultan da bu hususda padişah nezdînde ısrar ve istirham da bulunmuştur. Görünen sebebi ülkeye hizmetse de hakikatde ha riciye nazırlarına mahsus olan Nişantaşı'ndaki konağın paşanın ve hanımının hoşuna gitmiş olduğundan ayrılmak istememesinden kaynaklanmış. Ancak istek kabul edilmeyerek, Ferid Paşanın isti­fası hakikiyete kavuşmuş bunun üzerine millet bu uzaklaş­tırma münasebetiyle rahat bir nefes almış, M. Kemâl Paşa ise bir tebrik telgrafı çekmiştir padişaha.."

 

 

 

Damad Paşa'nın Sadarete Avdeti

 

 

Sevgili okurlarımız; Enişte Paşanın tamamı beş defa olan sadaretinin ilk üçüncüsü birinci dönemini teşkil eder. İkinci dönemi ise iki defa sadarete getirilmekle heyet-i mecmuu 5'e baliğ olur Damad Mehmed Ferid Paşa sadaretlerinin. İşte bu ilk dönemi diyeceğimiz sadaretinin 3.de vukubulan sada­retinin bitmesinden sonra Sultan Vahideddin, siyasi nabzı iyi tutmuş gerek Anadolu gerekse İstanbul'un Osmanlı siyaset recülünün tavsiyelerini göz önüne alarak eniştesine mührü vermeyip, Ali Rıza Paşayı makamı sadarete getirmişti. Bildi­ğiniz gibi elinizdeki bu çalışma sadaretden ziyade bu maka­mı hasbel kader ve hasbel zaman doldurmuş bulunan zeva­tın biyografik anlatımını kapsamaktadır. Bu bakımdan; Ferid Paşanın biyografisini tamamladıktan sonra çahş-mamızin Ali Rıza Paşa bölümünde bu zat ve dönemini nakle çalışacağız.

 

Efendim; Damad Ferid Paşa'nm, Salih Paşanın istifa sathı mailine girdiği esnada adı yeniden siyaset mahfillerinde çal­kalanmaya başlamıştı. Bu hususda İbnül Emin Bey'in değerli eserinin 2051 sh.de yer alan ve Bursalı Şeyh Zâik merhu­mun inşad ettiği beyitde görüleceği gibi merhaba dendi yeni­den Damad Ferid Paşa'ya..

 

"Merhaba ey semti irfanın bâidi ebteri

 

Hırsı cah erbabının şahsı feridi bed teri" Ancak bu beyit­teki mâna hiç de makbul olmayıb, İbnül Emin Bey ; şöyle der: "..hitabına müstahak olan böyle bir âdemden, devlet ve millete hizmet bekleyenler de -her kim olursa olsun- irfan ve izanda onunla hemhal olduklarını ispat ederler." Demek suretiyle padişahı da suçlamaktan kendini alamaz, amma iieri satırlarda göreceğiniz gibi işin değişik yönlerini ifade eden vakaları da asla ketmetmeyen bir yaklaşımı sergiler merhum.. Şimdi biz; enişte paşayı 4. sadaretine getiren hattı hümayunla sahifemizi süsleyelim:

 

"Veziri meali semirim Ferid Paşa

 

Selefiniz Salih Paşanın vukuu istifası cihetiyle mesnedi sadaret, derkâr olan ehliyyet ve reviyyetinize binaen uhdeni­ze tevcih kılınmış ve meşihat-i islâmiyye dahi Dürrîzâde Ab­dullah Bey uhdesine ihale edilmiştir.Kanun-u esasinin 27. Maddesi mucibince teşkil eylediğiniz heyeti cedideİ vükelâ tasdikimize iktiran etmişdir.

 

Mütarekenin akdinden beri yavaş yavaş noktai salaha te-karrüb eden vazi yeti siyasiyyemizi milliyet nâmı altında ika edilen iğtişaşat vahim bir hâle getirmiş ve buna karşı şim­diye kadar alınmasına çalışılan tedabiri muslihane fâidesiz kalmıştır. Ahiren tebarüz eden vekaiye göre bu hâli isyanın devamı meazallahute âla, daha vahim ahvale masdar olabi­leceğinden iğtişaşaatı vakıanın malûm olan mürettib ve mü­şevvikleri haklarında ahkâmı kanuniyyenin icrası ve fakat muğfel olarak (aldanarak) bu kıyama iltihak ve iştirak et­miş olanlar hakkında afv-ı umûmî ilânı ve bütün memâliki şahanemizde asayiş ve intizamın iade ve teyidi tedabirinin kemâli sürat ve katiyyetle ittihaz ve ikmali ve bilumum te-bai sadıkamızın bu suretle de makamı hilafet ve saltanata muhakkak olan merbutiyyeti tegayyür-ü nâpezirİnin teşyidi ve bu cümle ile beraber düveli muazzama-i mutelife ile gayet samimi revabıtı itminankârane tesisine ve menaffi devlet ve milletin hak ve adalet esasına istinaden müdafaasına ihtimam olunarak şeraiti sulhiyyenin kesbi itidal et­mesine ve sulhun bir an evvel akdine sarf-ı makdiret edil­mesi ve o zamana kadar her türlü tedabiri maliyye ve ikti-sadiyye ye tevessül edilerek müzayaka-i âmmenin mehma imkân tehvini katiyyen matlubumuzdur. Cenab-ı Hakk tev-fikat-ı İlâhiyyesine mazhar buyursun.

 

15/recepl 338-15/nisan/1920 Mehmed Vahideddin Damad Mehmed Ferid Paşa'nın 4. kabinesi:

 

Hariciye nezareti          Tarafı bendegânemden deruhde olunmuşdur.

 

Harbiye Nezareti             Vekâleten Mehmed Said Paşa 5. kolordu eski komutanı

 

Bahriye Nezareti            Asaleten

 

Dahiliye   "    "                  "         dahiliye eski nâzın Reşid Bey

 

Şuray-ı Devlet               Vekâleten     "

 

Adliyye Nezareti           Ali Rüşdi Efendi temyiz dilekçe dairesi reisi

 

Maarif     "     "              hariciye müsteşarı Fahreddin bey

 

Nafia      "      "              Dr. CemiI(Topuzlu)Paşa

 

Tİc. ve Ziraat "             Hüseyin Remzi Paşa

 

Mâliye "         "               Bahriyye muhasebecisi Reşad Bey önce vekâleten

 

sonra asaleten

 

Evkaf   "        "              Osman Rıfat Paşa

 

Harbiye nazırlığını da sadnazam paşanın üzerine alması hususu 30/receb/1338 - 20/nisan/1920?de padişah iradesi çıktı .

 

 

 

Hüseyin Kâzım Bey Ve Padişah

 

 

Salih Paşanın istifası şayiası çıktığı zaman, enişte paşanın sık sık saraya daveti Ferid Paşa'nın sadarete avdeti şeklinde yorumlar hızlandığında meşhur Hüseyin Kâzım Bey, mabeyn başkâtipliği odasına geldiğini ve Ali Fuad(Türkgeldi) Bey'e: "Eğer Ferid Paşa, İngilizlerden kavi bir söz almışsa zat-ı şa­hane, kendisini sadarete getirsin, biz de elbirliğiyle çalışırız. Fakat böyle bir söz almamış ise, kendisinin sadareti mem­leketçe pek fena tesir hâsıl edeceğinden bunu yapmasın" ifadesinde bulunduğunu padişaha arz eden başkâtib Ali Fuad Bey, padişahdan söz almış bulunduğunu işaret eder mânada "evet" dediğini nakleder.

 

"Aslı yokdur evet'in almadı zira bir söz/ Aldatıp padişahı geldi makama damad Cehdlü udvan ile cjitdi o gidiş husrâ-ne/Kendini, padişehi, devleti etdi berbad" beyiti; Damad Pa­şa'nın bir yalanla, padişahı kandırıp her şeyi mahvettiğini bil­dirirken aşağıdaki anekdot da da padişahın sinirlerinin nasıl bozulduğunu ortaya seren bir olayı nakledelim: "Hüseyin Kâ­zım Bey; padişahın huzuruna çıkipda Ferid Paşanın sadarete getirilmesi memleketin ve saltanatın felâkete düşeceğinin habercisidir mealindeki beyanı Vahideddin hânı pek hiddet­lendirir ve: "Ben istersem rum patriğini de ermeni patriğini de hahambaşıyi da sadarete getiririm" demesi üzerine Hü­seyin Kâzım Bey'de: "Getirirsiniz amma faydası ol-maz" ce-vabıyla münakaşaya girecek gibi olmuşsa da, Sultan Vahi­deddin: "Ben öyle karar verdim" demek suretiyle de yüzünü asarak istiskalde bulunmuştur.

 

Padişahın gösterdiği bu mizaç sertliği müttefik kuvvetlerin inkişaf etmekte olan Kuvay-ı Milliye harekâtının karşısında İstanbul hükümetini milleti bölecek tedbirler alması hususunda adetâ icbar etmesi durumunun, buna dâir talepieri karşı­lama hususunda istemeyerek de olsa harekete geçmiş ol­mak sinirlerini bozuyordu insanın. Padişah da, sadrıazam da nihayet bir insan olduğu gibi ona asia vatan hâini olmayıp, kaderin üzerlerine yüklediği vazifeyi yerine getiriyorlardı. 21/recep/1338 - 21/4/1920 de uzun zamandan beri dediko­dusu yapılan bir fetva çıkarılacağı konuşuluyordu ki işte mezkûr fetva çıktı hem de iki tane harekât-ı milliye ve ona vücud verenler hedef alınmıştı. Bu hususda nâçiz kanaatimizi izhar etmeden kabine üyesi olan Reşid Bey'le, Lütfi Simavî Bey'in yazdfkiarıyla sayfamızı süsleyelim,gerekirse bizimde bu husustaki mütalaamızı serdetmeye cesaret ederiz. Reşid Bey şöyle demekte meâlen: "Umumi harbde cihat fetvası alındığında vede, bundan bir şey çıkmadığından ders alın­mamış olmalı ki vaktiyle kendisinin umumi müfettişliğe, eli­ne verilen geniş seîahiyeti hâiz fermanla, Anadolu'ya gön­derdiği Mustafa Kemâl Paşayı fetva ile zaptetmeği kurarak açıkça milli harekât aleyhinde sipariş etmiş olduğu fetvayı Şeyhülislâm meclis de Ferid Paşa'ya tevdi etdî. Ötedenberi anlatılışa göre verildiği darbı mesel hükmüne gelmiş olan fetvanın bilhassa harbi umumî esnasındaki tantanalı ifla­sından sonra silah gibi kullanılması, kullananın akli muha­kemesini göstermekten başka bir şeye dayanamazsa da Anadolu tarafından kötü yorumlanarak aramız da olmasını istediğimiz dostluğu menfi olarak şekillendirir endişesiyle kullanmasına itiraz etdik. Damad Ferid bu mesele üzerinde İngilizlerin ısrarlı olduklarını ve bu ısrar karşısında fetva ilâ­nını hariciye nâzın sıfatıyla kabul ve taahhüd ettiğini, bina­enaleyh meclis tarafından reddi, düveli mütelifenin kabineye gösterdiği emniyeti zedeleyeceğini ileri sürdü. Fetvanın ec­nebi ısrarı değil, garaz ve hamakat eseri olduğu malum olmakla beraber bunun devletlerce duyulmaması, hâttâ du­yulmamış olması mümkün değil idi. Binaenaleyh vekiler he­yetince reddedilmesi gizli bir maksadı imâ ederek müttefik­lerin kabine hakkındaki emniyetini halel dâr edebilirdi. Bu emniyetin askıya alınması ise aradığımız vatan hizmetinin ifasına engel teşkil edeceğinden daha ileriye gidemedik."

 

Şimdi de Lütfi Simavî Bey'e bakalım, bu zâtın da Hürriyet Gazetesi kurucusu Sedat Simavî'nin amucası olduğunu da, hafızanızın bir kenarında muhafazayı unutmayınız! Şöyle: ".Ferid Paşa Anadolu'daki harekât-ı vatanperveraneyi düve­li mütelifeye karşı bir silah gibi istimal edeceğine, kuvayı milliye ittihatçılar tarafından silah landınlmiş eşkiya şeklin­de göstermeğe gayret ve ted'ib olunmaları için, fetvalar çı­kartarak fırkalar hâttâ çeteler kurdu. Zeki zannettiğimiz Va-hideddin de mateessüf eniştesinin elinde bir kötülük âleti oldu. Ferid Paşa; kendisine başeğmeyenleri ittihatçılıkla İt­ham ve her tarafda ittihad ocağı keşf etmek hastalığına uğ­radığından lâyuad (sayısız) hatalarda bulundu" demektedir.

 

Görüyorsunuz Reşid Bey kabinenin bir üyesi olmasına rağmen ve Sultan Reşad'a harcattırılan hilafet otoritesinin sebebi bu halife padişahın, Enver'in istemiş olduğu mu­kaddes cihad fetvasını ısdarı olmuştu.

 

Çünkü bahse konu fetva öyle bir zaman diliminde ortaya saçılmıştıki 1870'de Arabi Paşa milliyetçilik harekâtıyla orta­ya çıkmış, arabçılık anlayışı Mısır hıdivliği ile Osmanlı müna­sebetlerine bilhassa İngilizlerin daha çok karışması sonucunu doğurmuş ve 1.cihan harbi öncesi ve içinde çeşitli entelleji-yans çalışmalar, Arablann içine bağımsızlık ulus devlet anla­yışını düşürmüş, Hicaz taraflarında ise Şerif Hüseyin Hicaz krallığı hülyasıyla yatıp kalkmaktayken, Osmanlı halifesinin, ben Almanlarla, Avusturyalılarla ve Bulgarlarla ortağım, İngiliz, Fransız ve bir sürü devletle savaş ediyorum, bu savaşa bütün müslümanlar katılmalısınız çağrısı üst satırda bahs et-diğimiz hülyalarla tutuşan insanların kaale alacakları bir çağ­rımıdır? Böyle bir cihad fetvasını veren şeyhülislâm da mü­esseseyi harcıyanlar haricinde sayılmamalıdır!

 

Yalnız şunu şeyhülislâm için söylemeden geçmeyelim. Efendim; Müfti yâni şeyhülislâmın şeriata dâir soruya cevab vermesi vazifesidir. Bunu neye soruyorsun demek ve bu hu-susda tenkide mecburiyeti yoktur. İslam hukuk kaidesine uy­gun olarak cevab vermeye mükellef olduğu için sorulandan ziyade sorana mesuliyet düştüğünü de anlatmış olalım.

 

Bu arada Ferid Paşa "Kuvay-ı İnzibatiye" ismiyle bir askeri birlik teşekkül ettirdi. Ahali arasında bu askerin kuvay-ı mil-liye'ye karşı kullanılacağı şayiası da dolaşıyordu. Jandarma­ya benzerliği münasebetiyle Kuvve-i İnzibatiye namı altında ihdas etdiğimiz askeri, sadrıazamın kuruluş nedeninden çı­kararak bir takım aykırı maksadlara alet etmek istediği anla­şılmış ve artık bu askerin dahilde ve hariçde kurulmasının bir faydası kalmamış olduğundan tamamen fesh edilmesi irade­si alınarak fesih işi gerçekleştirildi.

 

Hakikaten bazı zevat, geçmiş dönemin bu hususu pek aç­manın tarafdarı olmadığını bilebildiklerinden küçük ifşaatlar­la geçirme yoluna gitmişlerdir. Meselâ; Kuvay-ı İnzibatiye kumandanlığına tâyin olunan Süleyman Şefik Paşa'nm İzmit limanında bir geminin içinde, komutanlığını sürdürmek sure­tiyle hiç bir sefer ve takibe çıkmadığı anlatılmıştır. Beri yan­dan güzelce teçhiz olunan bu askerlerin çok büyük bir kısmı milli mücadeleye katılmak üzere esvabıyla ve silahıyla geçti­ğini bunu bir çok hatırat da okumak mümkün ve bazı eski zabitler bu kuruluşun maksadıda Ankara'ya asker ve silah yardımı yapabilmenin olduğunu zannettiklerini İfade edenlerle konuşmuşuzdur. Bu arada muvazaadan haberdar olma-yamlarda kuvay-ı milSiyeye düşmanca davranmış olabilir!

 

İbnül Emin Bey merhum şöyle zarif bir olay naklediyor Kuvay-i İnzibatiye hakkında:

 

"Halk asker nâmı taşıyan bu ademlere halife ordusu adını takmıştı. O hengâme de bir gün tarikat-ı Hâlidiye meşayihi kirammdan, Küçük Hüseyin Efendi merhumun nezdinde bu­lunurken orada bulunanlardan biri müteessifane bir tavırla: 'bu asker, kuvay-ı milliye ile muharebe edecek mi? Sualini sorması üzerine Efendi, öyle şeymi olur? Müslim müslim İle muharebe etmez" cevab-ı savabini vermişdi." Demekte.

 

Yine bu kabinenin isabetsiz işlerinden biri gibi görünende seçimlerde dürüst davranıl maması ve gayri müslim unsurla­rın iştirak etmemesi meclis üzerinde meşruluk tartışması çı­karabilirdi. 21/recep/1338-21/nisan/1920'de Miralay Musta­fa FSatik Paşa İstanbul muhafızı sıfatıyla, yanında polis genel müdürü olduğu halde meclis-i mebusana giderek mebusları dağıtmış ve kapıları kapatmıştır.

 

 

 

Hüseyin Kazım Bey'ın Anlamadığı!

 

 

Efendim meclis-i mebusan'ın zâtı şahane tarafından ve hükümet eliyle kapatılması olayına bir bütün olarak bakma­ya gayret edersek, bu nazariyemizden hayli değişik var­yasyonlar çikaraiiriz. 23/nisan/1920 de TBMM nin küşadın-dan evvel, M.Kemâl Paşa ile Rauf Orbay'ın konuşmalarını hatırlarsak yolumuzu çizmemiz kolaylaşır! M. Kemâl Paşa; Rauf Bey'e, (meâlen) şunu demektedir: "..Kardeşim Rauf bu söylediğin pek tehlikeli iştir. Sana çok ihtiyacımız var! Buna razı olamam!" Rauf Bey:-Paşam! Mebusan meclisinin seddedilmesini temin et­mek şarttır. Yoksa mebusları Ankara'ya getirtmek hayli güçleşir. Ankara'nın yegâne mercii meclis olduğu böyle ka­bul ettirilir. Ben, bütün tahrikatı yapacağım gerektiğinde hayatımı istihkar edeceğim. Meclis-i mebusan'ın kapanma­sı, vatansever bu insanların Ankara'ya koşmaları tabii ola­caktır! M. Kemâl Paşa:

 

-Allah muî'inin olsun!

 

Evet! Ankara'yı burada terk edelim ve Rauf Bey'in İstan­bul'a gelip, söylediği gibi meclis-i mebusan da, yukarıda ak­settirdiğimiz gibi çeşitli ataklanyla müessir konuşmalarıyla her çeşit vatan sever düşünceleri dile getirmek suretiyle âteşmizaç meclisi harekete hazır hâle getirirken, gerek işgal kuvvetlerini, meclisi kapattırma talebini ileri sürme çizgisine çekerken, hükümeti, ecnebi baskıya maruz kalmaya da it­miş oluyordu. Fakat bu uğ-ur da, Rauf Bey kendini Malta Sürgünleri arasında buluyordu. Çünkü işgal kuvvetleride Ra­uf Bey'i meclisi mebusandan arkadaşı, Kara Vâsıf Bey iie birlikte tutuklamak suretiyle meclisten alıp giderlerken, mec­lis-i mebusamn çatısı altında artık bir mebusu bile vikaye hakkı kalmadığı görüldüğünden meclisi mebusan'ın kısm-ı âzami Ankara yolunun tutulması fikriyatına demir atmaya başlıyordu. Bu sırada aşağıya alacağımız iradei seniyye su­retinde görüleceği gibi mebusan'ın şeddi Rauf Bey'in düşün­cesinin isabetini ortaya koyarken, İradei seniyyenin mütala­asından sonra Hüseyin Kâzım Bey' in işi neden anlamadığını ifadeye gayret edeceğiz.

 

 

 

Irade-I Seısıyye Mehmed Vahideddin

 

 

Esbab-ı zaruriyei siyasiyyeden nâşi meclis-i mebusan'ın feshi iktiza etmesine ve kanun-i esasimizin 7. maddesinin fıkrai mahsusası mucininceledeliktiza hey'et-i mebusan'ın feshi, hukuk-ı şahanemiz cümlesinden bulunmasına bina­en,meclis-i mezkûrun ber mucibi kanun, 4 ay zarfında yeni­den bilintihab içtima et-mek üzere bu günden itibaren ber mucibi kanun feshini irade eyledim.

 

21/receb/1338 - 1 l/nisan/] 920

 

Şimdi sevgili okurlarım görüldüğü gibi padişah bu iradei seniyye ile mebusandan mebusların eski eşya kapılır gibi alı­nıp götürülmesini yayımladığı iradei seniyyede, esbabı zaru-riyye-i siyasiyye olarak vasıflandırmak suretiyle milletin bil­diğini, devletin zaafını mestur tutmaya gayret etmekle bera­ber- mebusan'ın kapatılmasını öngörmesi Rauf Bey'in mantı­kî tahminlerine uygun olmaya varacak neticeyi hazırlamıştır. Pek kuvvetle muh temeldir ki, son derece gizli tutulmuş bu­lunan muhaberat yâni İstanbuî-Ankara haberleşmesi padi­şahı bu tedbire şevke Ve mebusanı Ankara'ya azimete ikna edecek yol şek linde* telakki edilmiş olabilir. Eğer, çok dolaş­tırdın muvazaa yapmışlar mı demek istiyorsun derseniz, po­zitif hukuk icabatından olarak ben böyle bir şey söylemedim, siz söylüyorsunuz cevabını vermekle iktifa ederim.

 

Şimdi de Ali Fuad (Türkgeldi bu zat cumhuriyet devri hari­ciyecilerimizden Mehmed Cevat Açıkalın'ın pederidir.) Bey şunları ifade ederek bize yorum fırsatı vermiş bulunuyor: ".Ferid Paşa kabinesinin teşekkülünü müteakip bir gün yine Kâzım Bey odama gelerek meclis-i mebusan'ın feshi rivayetleri devam etmekte olduğu, halbuki meclis kendi kendi­sini tatil eylemesiyle hâlen o yüzden hiçbir fenalık gelmesi melhuz olmadığını şayet meclisin feshi cihetine gidilecek olursa mebuslar, birer birer Anadolu'ya geçerek orada akdi içtima eyleyeceklerini ve bunun neticesi vahim olacağını be­yan ile bu bâb'da zâtı şahanenin ikaz edilmesini söyledi. Ben de keyfiyyeti, olduğu gibi arzettimse de fâidesi olmadı ve meclis~i mebusanda Ferid Paşa'nın himmeti ile bir iki gün sonra fesh edildi. Bilahire Kâzım Bey, Tevfik Paşanın son sadaretinde kabineye alınması ve mebusların da Ana­dolu'da yaptığı içtima ve TBMM'ni teşkil eylemeleri üzerine Hüseyin Kâzım Bey, huzurda' vaktiyle bunu Ali Fuad Bey kulunuz vasıtasıyla arz etmiştim. Efendimize söylemedimi?' demesiyle hünkâr: 'evet söyledi' Cevabı vermiştir."

 

Hüseyin Kâzım Bey (tam adı Hüseyin Kâzım Kadri Bey olup, Şeyh Muhsinî Fânî müstear adıdır 1870 ile 1934 ara­sında yaşamıştır. Kıymetli devlet adamlarındandir. Pederleri ünlü Trabzon Valisi Kadri Beyefendidir.) Padişahın maksâd-ı hakikisinin mebuslarının Ankara'ya izamını te'min olduğunu anlamaması bana kalırsa burada sonuçlanmalı.

 

Çünkü; Ali Fuad Bey'in arzını kabullendiğine ve bu tedbire riayet etmemesi esas maksadı aşikâr eder ancak umulur ki, Ahmed İzzet Paşa ve arkadaşları ile yaptıkları Ankara-İstan-bul buiuşmasındaki Ankara murahhaslarının tavrı kendilerini pek üzmüş olmalı ki bu, apaçık olan padişahın yardımını, aklına getirememiş!

 

 

 

Bir Suikast Teşebbüsü

 

 

Ferid Paşa'ya, dahiliye eski nâzın Ali Kemâl Bey'e adliye müsteşarı Said Molla'ya gizli bîr teşkilât tarafından suikast teşebbüsünde bulundukları buna bağlı olarak 1. Örfi İdare mahkemesince yargılananlardan Dramalı Rıza Bey, sabık bahriyye yüzbaşılardan Halil ibrahim Efendi ile Üsküdar Be­lediye dâiresi Doğancılar mevkii memuru Mehmed Ali Bey ve maliye nezareti muhassasatı 1. mümeyyizi Tevfik Sükûtî Bey bahse konu mahkeme karan ile idama mahkûm oldular ve irade-i seniyye çıkmış bulunduğundan 24/Rama-zan/1338-12/haziran/1920'de Bayezid Meydanında asılarak idam olunmuşlardır.

 

 

 

Sürre-İ Hümayun Mes'elesi

 

 

San-Remo konferansında alınan kara gereğince Osmanlı murahhaslarının 10/mayıs/19- 20'târihinde, Paris'de bulun­maları babıâlî'ye bildirilmiş olduğundan, müzakerelere İştirak etmek üzere ayan1 reisi eski sadrıazamlardan Ahmed Tevfik Paşa, dahiliye nâzın ve nâfia nâzın Reşid Bey'le Fahreddin Bey'e inzimamen, Opr. Dr. Cemil (Topuzlu) Paşa tâyin edil­mişlerdi. Bu hey'et 30/nisan/1920'de trenle yola çıktı. An­cak lÛ/haziran/1920 târihinde padişah imzalı bir karaname ile giden heyete ilâveten sadrıazam Damad Ferid Paşa Tulon limanına gidecek olan "Gül Cemâl" vapuru ile oradan da Pa­ris'e gitmesi ilân ediliyordu. Bu arada da Cemil Paşa ile İs­tanbul'a dönüp sonra yine Paris'e giden dâhiliye nâzın Reşid Bey, karşısında sadnazamı gördüğünde ve teşrif sebebini isti­zah ettiğinde,aralarında cereyan eden konuşmayı şöyle nak­leder:

 

-Sulhnâmeye konmasının pek elzem ve gayetde mühim olan vede gizliliği bulunan bir maddenin verilecek cevaba id-hali için geldim! Cevabına karşı Reşid Bey:

 

-Şifre telgraf ile emretseydiniz. Dediğinde, Sadnazam Pa­şa:

 

-Aman efendim, öyle mühim ve mahrem bir şey, telgrafla yazılırmı hiç?

 

-Bir kurye ile gönderilseydi ya!

 

-Ona da emniyyet edemedim. Kendim gelmeyi tercih etdim .

 

Reşid Bey; bu önemli sırrın ne olduğunu tetkike çalışmış ve surre-i hümâyûn gönderme hakkının muhafazasını temine matufmuş! Demek suretiyle bu isteği küçümser bir tavır ser­gilediği gibi İbnül Emin Bey merhum da nasıl olmuşsa o da surre-i hümâyûn meselesinin haiife'nin veçhesi münasebe­tiyle mühim olduğunu pek tahattur etmemiştir. Evet böyle bir madde müzakeresinin ileri sürülmesi isabetli görülüp gö­rülmeyeceği münakaşası tabiidir, hâttâ sadnazam paşanın bu kadar masraf, ki Reşid Bey bunun 70 bin lira olduğunu söylerki bir lira o dönemde bir reşad altınıdır ki, varın siz he­sap ediniz. (2002'de câri paramızla 9 trilyon yaptığı görülür.) nasıl bir masrafa olmuş bu teşebbüs! Ancak devletin hüküm-ranisinin ölçüsünü belli edecek bir kıstas olarak görülmesi de düşünülmeliydi Suree-i hümayun meselesinin ve de hilafetin fonksinyonu İslâm âlemine elbetteki Osmanlı'nın bu hâline bigâne kaldığı takdirde, mükellefiyet ve müeyyideyi getire­ceği gözetilmesi elzemdir.

 

 

 

Şürây-I Saltanat Toplantısı

 

 

İtilaf devletleri tarafından tebliğ olunan muahede, yıkılışı­mızı hızlandıran ve bir hayli tahkiri satırlarında taşıyan ifade­lerdir. Bunun kabulü veya reddi hususunda yukarıdaki başlı­ğı hâvi olan; bir toplantı tertip etdi padişah. 22/temmuz/1920'de Yıldız Sarayında yapılan bu içtimaya, Abdüiaziz hân'ın oğlu veliahd Abdülmecid Efendide iştirak etdi. Tâ­rihi bir toplantı sayılan bu toplantıya katılanların adlarını ya­zarak, bir hizmeti yerine getirmiş olalım!

 

 

 

Toplantıya Katılan Zevat-I Kiram

 

 

Tabii Hz. Padişah Sultan Vahideddin olmak üzere veliahd Abdülmecid Efendi, ayan reisi Ahmed Tevfik Paşa, eski sad-rıazamlardan Ahmed İzzet, Ali Rıza ve Salih Hulusi Paşa'lar, Mustafa Sabri Efendi, Müşir Deli Fuad, Ömer Rüşdü ve Os­man Paşa'larla, Abdurrahman Şeref Efendi, Rıfat Bey, Topçu Ferik'i Rıza Paşa, Aristidi Efendi, 1.Ferik Süleyman, Hadi, İz­zet Fuad Paşa'lar, Seyyid Abdülkadir Efendi (Kara Vasıf Bey'in pederi), Tevfik, Rıza Tevfik, Adil, Mavroyâni, Abdüî-hakhamid Bey'ler İle Mustafa, Vasfi, Hamdi, Mustafa Asım, Zeynelabidin, Azaryan, Buhur, Aram ve Dilber Efendiler ile Müşir Zeki, Kâzım, Nuri Paşa'lar, Fetva emini Ali Rıza, Ka­zasker Mehmed Nuri, Şer'iyye tetkik reisi Tevfik Efendiler ile Erkânı Harbiyye Reisi Ferik Hamdi, Mustafa Nuri, 1 .Ferik Zeki, mütekaid Feriklerden Muhsin, Ali Refik, Galib, Fuad vede Topkapı Sarayı muhafızları Rıza ve Şâkir Paşalar katıl­mışlardı. Toplantı sonunda durum rey'e konuldu. Bütün hazi-run, Topçu Feriki Rıza Paşa hâriç antlaşmanın imzasını, hep­si ayağa kalkmak suretiyle kabullenmiş oldular. Rıza Paşa; padişahın bir de kendisine hitabına rağmen tavrını değiştirmedi. Bunlar olurken; Yunanlıların Edirne ve civarını, Cafer Tayyar (Eğilmez) Bey'in birliklerini, mağlup etmek suretiyle Edirne gibi Bursa'dan sonra devleti âliyye'ye başşehir olmuş bu güzide şehirin düşman eline düşmesi apayrı bir hüzüne sebeb oldu.

 

Bu sırada da, Damad Paşa'nın kabinesi bir defa daha infi-sal etdi. Bunun sebebini kabineyi teşkil eden rical arasında görüş birliği bulunmaması olduğu gibi, dahiliye nâzın Reşid (Rey) Bey'in, aynı zamanda murahhas sıfatıyla Paris'de bu­lunduğu sırada kabinenin almış bulunduğu murahhasın sela-hiyetlerini kısıtlama tedbirlerine başvurmaları hasebiyle ihti­laf inkişaf etdi. Ferid Paşa da bu kabineyi revizyona tâbi tut­mak gayesiyle istifaya karar verdi ve derhal bu kararını kuv­veden fiile çıkardı. Yapılan istifa müracaatı padişahça makul karşılandığından,sadaret 5. defa yine enişte paşa'ya tevcih olundu. 14/zilkade/1338-31/temmuz/1920 tarihli hatt-ı hü­mayun icabı olarak, Damad Ferid Paşa, şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendinin ibka edilmeleriyle teşekkül eden kabineyi tasdik eyledi. Kabinede yer alan vekiller şu zâtlardı:

 

Hariciye ve Harbiye    Nazırlığı

 

Bahriy

 

Şurayı devlet reisliğine

 

Rauf Pasa

 

Dahiliye

 

Ad Uy ye

 

Nafi a

 

Tic. ve Ziraat

 

Maarif

 

Evkafı hümâyûn

 

Nazırlıai

 

sadnazam paşanın uhdesinde

 

Hamdi Paşa

 

Rıza Tevfik bey gelene kadar

 

Reşid Mümtaz Paşa gelene kadar ziraat nazın Cemal Bey eski nazır Rüşdü Efendi Müsteşar vekalet edecektir sadaret müsteşarı Cemal Bey Hadi Paşa Ferik Hilmi Paşa

 

On gün sonra 24/ziIkade/1338-10/ağustos/1920 tarihinde devletin idam karan hükmünde sayılsa seza olan antlaşma, Paris'de Sevr adlı sanayii müeesesesi binasında Osmanlı murahhasları Ferik Hadi Paşa, Rıza Tevfik ve Reşad Halis Bey'ler tarafından imza edildi. Durumu haber veren Hadi Pa­şanın çektiği telgraf meâlen şöyle idi: "italya ile hâsı! olan itilafdan dolayı evvelce imzadan imtina eden Yunanistan, bu kerre imza koymaya muvafakat etmiş olduğundan sulh ant­laşması bu gün saat dörd'de imza edildi.

 

10/ağustos/1920"

 

 

 

5. Kabinenin Anadolu Harekatına Tavrı

 

 

Sultan Vahideddin ve Damad Paşanın Anadolu'ya sevk et-dikleri kumandanlar ve başda M.Kemal Paşa olduğu halde, mücadeleyi ilân etmiş ortalığı derleyip toplamaya başladıiar-dı. Bu durumu işgal kuvvetleri her gün hükümet nezdinde protesto ediyor ve beyanlarında durduracaksariız durdurun yoksa bir bütün Anadoluyu işgal edeceğiz diye tehdide tâbi tutuyorlardı. Hükümet ise milli mücadele hazırlıklarının ta­mama ermediğini bildiği için, düşmanı oyalamada idari yol­ları denemeye koymak suretiyle meşgul ediyordu. Kâğıt üze­rinde kalmasını arzu etdiği tehditleride, Ankara'ya yönelt­mek, suretiyle bir Makyevelizm sergiliyordu.

 

Hükümetin vekillik görevi almışların çoğu, Ankara'nın na­sihat yoluyla ikna edilmesi teklifini ileri sürerken Ticaret [Nâ­zın Cemâl Bey ile Şeyhülislâm M. Sabri Efendi, Ankara'nın şiddetle cezalandırılmalarını isterken, padişah ve sadnaza-mın şahsen var olduğuna inandığımız Milli mücadeleye mu­avenet düşüncelerine ve gayretlerine adetâ kuvvet kazandırı­yordu. İbnül Emin Bey; o engin beyit hazinesinden gerek

 

Mustafa Sabri EfendFye gerekse Cemâl Bey'e pek uygun dü­şen bir dörtlüğü dip notuna iliştirivermiş.

 

"Hangi kuvvetle edersin te'dib

 

Sabri'ya uyma hayale bir an

 

Ey Cemal , sen de düşün bir kerre

 

Lâfla te'dibe olur mu imkân" arifane ifadeyle ne güzel bir uyan yapmış! Zâten kabine üyelerinin kısmı âzami nasihat yolunu tercih ettiğinden bu ikili hayli dûn kaimış ve istifayı seçmek durumunda kalmışlardır. Tabii ki talepleri kabul olunmuş ve makam-ı meşihata başmünnecim Osman Kâmil Efendinin oğlu Mehmed Nuri Medeni Efendi getirilirken bu zât da ülkenin içinde bulunduğu hazin durumu aksettiren bir kıyafeti tercih etdi ki, bütün meşihat sahipleri ferve-i beyza yerine siyah biniş giymek suretiyle babıâlî'ye geldi. Padişa­hın hatt-ı hümayununu getiren başkâtip, Rıfat Bey sadn-azamla arz odasına girdiler. Ferid Paşa hatt-ı okumak üzere amedçi'ye verdi o zat da,mektupçuya alışılmışın dışında ver­di. Târih ise; 12/muharrem/1339-26/Eylül/l 9 20'yi göster­mekteydi. Aradan 23 gün geçtiğinde yâni 4/safer/1339-19/ekim/1920 târihinde Damad Ferid Paşa 5. sadaretinden istifa ettiği haberi geldi.

 

 

 

Pek Mühim

 

 

Daha sonra duyuldu ki; işgal devletleri, baş temsilcileri veya nâm-ı diğer komiserleri huzuru hümayun da padişah-dan milli harekâtı yapanlarla anlaşmalarını istemişler. An­cak; bu antlaşmanın engeli olarak, Damad Ferid Paşa'yi gördüklerini beyan eden ecnebiler böylece üstü kapalı olarak görevden uzaklaştırılmasını istemiş oldular. Ancak; iş Damad Ferid Paşa'nın sağlığını bahane etmek suretiyle istifasını sunma yoluna gidilerek bağlanmıştır. Böylece de padişah ve makam-ı sadaretin Anadolu harekâtını korumuş oldukları ortaya çıkmıştır. Çünkü uzun zamandanberi M. Kemâl ve arkadaşlarının idamlarını taleb eden işgalci dev­letler, hükümet-i seniyyenin kâğıd üzerinde verdiği şiddet dolu emirlerin fiiliyata döküldüğünde aynı şiddetde uygulan­madığını görüyorlardı. Bu vaziyet karşısında hükümetin ve sadrıazamm pasif görüntü altında milli mücadeleyi yapan­larla değil mücadele etmek çeşitli yardımlar sağladığı istin-bat olunabilir ki nitekim; Ferîd Paşa'nın isitfasmdan 4 gün sonra sadarete getirilen Ahmed Tevfik Paşa 23/ekim/1920'den, kafi zafer günü olan 9/ Eylül/1922'ye kadar Ankara ile itilaf devletleri Yunanlıları öne sürmek su­retiyle, kendileri yeni kurulacak Türk devletinin Yunanı yen­mesini bekleme yoluna gittiler. Bir kaç gün sonrada Damad Ferid Paşa, Avrupa'ya Karlsbaad'a gitmiş ve orada hayli ikamet etmiştir.

 

 

 

Damad Ferid Ve Arkadaşlarının Akıbeti

 

 

İstanbul'dan vâki davet üzerine Avrupadan avdet eden Fe­rid Paşa'nın geldiği gün M.Kemal ve arkadaşlarının, Yunanı İzmir'den, denize döktüğünün ertesine rastlamıştı. Yeşilköy sahillerinden binmiş olduğu bir ingiliz çatanasıyia Mediha Sultan'ın Baltalimanı'ndaki yalısına geldi. Fakat burada ika­met etmeyi herhalde intelejans servisin uyarısıylada olacak hayatı bakımından tehlikeli bulduğundan 29/muhar-rem/1341-22/eylül/1922 târihinde Avrupa'ya gidip Nis şeh­rine yerleşti. Enişte Paşa'nın kabinesinde yer alanlardan da­hiliye eski nâzın Adii Bey v.s ecnebi ülkelere yollandılar. İdam fetvalarıyla tanınan Dürrîzâde Abdullah Efendi de Ro­dos'a gitmeyi tercih etdi. Ferid Paşa 24/safer/l 342-6/

 

Ekim/1923'de Nis'de vefat etdi. Hanımı, Mediha Sultan ise, 16/Receb/1346~9/ocak/1923'de vefat etdi. Damad Ferid Paşa ile alakalı bu çalışmamızın sonuna geldik. Biz bir mü­talaa ile intiha yâni son demek isterken, Şark vilâyetleri hak­kındaki Ermeni emellerini karşı propoganda ile teşhir etmek ve burada müdafaayı teşkilatlandıracak kabiliyetde bir kuru­luş tasavvur olunup, bunun da Vilâyat-ı Şarkiye Müdafay-ı Hukuk Cemiyeti adıyla tesisi için çalışmalara geçilmişti. Sadrıazam Ahmed Tevfik Paşada bu cemiyetin teşekkül ve yaygınlaşmasına yardımı vazife addederken ellibin lira civa­rında bir ianede de bulundu.

 

3/Mart/1919'da istifa etdiğinden yerine Damad Ferid Paşa gelmişti. İşte bu zât hariciye nazırlığını da uhdesine aldığın­dan cemiyet üyeleri aralarından bir heyet teşkil ettiler. Yeni sadnazamı ziyaret ettiler ve Tevfik Paşanın maddi ve manevî yardımlarını dile getirdiler. Ferid Paşa; buna çok sevindiğini ifadeden sonra kendilerine yardımda bulunduğu gibi vaziyeti padişaha anlatmayı da vaad etdi. Mütalaamız kısa ve nettir. Ülkemiz henüz sır kutularının rahatça açılacağı bir iklime ka­vuşmuş değildir. Resmî târihin, hâin bildirdiği kişiyi anca o damgayı vuranlar silebilir. Bizim gibilere kenarından, köşe­sinden münsif yaklaşımlarla, hakkı işaret etmekten öteye gitmemiz, "viran olasıca hanede evlâdü iyâl var" dedirtecek ahvâle mâruz kalmaya sebeb olur!

 

 

 

Ali Rıza Paşa

 

 

Devlet-i âliyyenin 216. sadrıazamı olan Ali Rıza Paşa,niza­miyeden mütekaid jandarma binbaşı Tâhir Efendi'nin oğlu­dur. Binbaşı Tâhir Bey'in pederide İbrail muhacirlerindendir. Tüccar Ahmed Ağa diye nâm yapmıştır. Ali Rıza Paşa; İstan­bul'da Sultan Selim semtindeki evlerinde dünyaya gelmiştir. Bu sırada târihler 1276/1860 senesini göstermektedir. İlk tahsil sonrasında, girmiş olduğu askerî liseyi bitirip, Harbi-ye'ye duhul ettiğindede 1880 yılına gelinmişti. 1886'da sınıf birincisi olarak erkânı harp yüzbaşı olarak kurmay okulun­dan mezun olmuş ve Harbiye'de yâni çok kısa zaman önce mezun olduğu okula öğretmen olarak devam etme güzelliği­ni yaşamıştır. O devrin okul mezunlarının başarı grafiği de­vamlı yükselen hâl arzettiğinde hemen mesuliyetli makamla­ra konuldukları görülmüştür.

 

Umulur ki bu padişah 2. Abdülhamid hân'ın lüzum gördü­ğü bir yapılanmadır. Çünkü padişah verdiği bütün talimatla­rın yerine getirilmesini sağlayacak otoritenin sahibiydi. Kendi açdığı mekteplerin mezunlarının hemen işbilir olanlarının mühim yerlerde istihdamları demek ki, ona ayrı bir zevk ver­mekteydi. Nitekim hangi öğretmen yetişdirdiği talebeyle ifti­har etmez?

 

Az bir müddet sonra yâni 21/mayıs/1887'de bilgi ve bece­rileri terakki ettirmek gayesiyle Almanya'ya gönderildiğini görüyoruz. 12/temmuz/1888'de de, Kolağalığına terfi ettiki 1889/Ocak ayında da binbaşılığa irtika etti. Aynı yılın aralık ayında da kaymakam yâni yarbay oldu. Şubat/1891 'de şim­di genel kurmay dediğimiz tâbirin o dönem karşılığı olan er-kân-ı harbiyye karargâhına 4. şube müdürü olarak atandı. Bu arada da Afemdağ'ında yapılacak karakolhane'nin yer ve şeklini tâyin etmekle görevlendirilir. 12/eylül/1895'de mira­lay oldu. Bu rütbenin ardından harbiyye'de yaptığı öğret­menlik vazifesinden ayrıldı ve Havran'da meydana gelen İs­yanı bastırmak üzere Haziran/1896'da oraya giderken okur­larımız bahse konu Havran'ın, Balıkesir Havran olmayıp, Ce­beli Drüz denilen Suriye'de olduğunu herhalde tahmin eder­ler.

 

Ali Rıza Paşa 1313/1897 Osmanlı-Yunan muharebesinde ordu umumi karargâhı erkânı harbiye askeri harekât şube müdürü olarak vazife almıştı. 10/eylüI/1897'de büyük dev­letlerin murahhaslarının katıldığı sulh öncesi temasları yürüt­tüğü gibi hudut tashihinde hayli emek sarf etdi bu kazanılan savaşın sonuna kadar karargâh merkezindeki hizmeti devam etdi. 1898 senesi Ali Rıza Paşa'nm mirlivalığa yâni tuğgene­ralliği beraberinde getirmişti. Aynı zamanda da erkânı har­biyye dâiresi 1. şube müdürlüğü uhdesine tevcih olunmuştu.

 

Askeri tarih uzmanlarından Halil Sedes Paşa, bu zât yâni Ali Rıza Paşa hakkında, İbnül Emin Bey'in malumat talebi karşısında şunları beyan eder: "Mektepten mezun olarak Ali Rıza Paşanın maiyetine verildiğimden kendisini yâkinen ta­nıdım. Mektebe muallim olduğu sırada gösterdiği ciddiyet ve intizamı üzerine verilen 1. şube mü düdüğü vazifesinde de aynen gösterir zamanın her anını çalışmakla geçirirdi. Hamidiye alaylarının disiplin ve talimlerin dâir şube tarafın­dan yapılan bir nizamnamenin kabulü ve tatbik edilmesine dâir teklifi ve bu hususdaki müracaatı Dömeke Kahramanı Müşir Edhem Paşa tarafından Erkân-ı Harbiyye umumî reis vekili sıfatıyla şiddetle ret edildi. Bu ret Rıza Paşanın çalış­ma temposunu, artık işleri oluruna bırakma metoduna sü-iuk etmesine sebeb teşkil etdi."

 

Bu arada biz, bu Hamidiye alayları hakkında bir iki sözü beyan etmek suretiyle, cidden kıymetli bir asker olan Gazi Edhem Paşa hz.Ieri, muzaffer bir kumandan olmanın verdiği gurur ile değil, Ali Rıza Paşa'nın teklif etdiği tâlim ve disiplin tanzimi teklifini bu kurt alaylarının tesis maksadını ve onlara tatbik edilecek hususatı bizzat padişahın yürüttüğünü idrâ­kinden gelmektedir. Abdülhamid hân; yaptığı istihbaratlar neticesinde kürd böl gesinde İngilizlerin ve Rusların, Ermeni meselesi ihdas etmek ve bu husustaki teşvikat ve de takvi­yelerini akim bırakabilmek için halife sıfatıylada üzerlerinde manevî otori tesi bulunduğu kürd kardeşlerimizin, aşiret ha­finde süren hayatiyetlerinin getirdiği bir avantajı din ve devlet menfaatine olarak, onlara Ermenilerin yapacağı ve de çete­ler olarak sergilemeğe başladıkları tedhiş faaliyetlerini, bu aşiretler ve dini bütün, ırkî mülaha zalarla hareket etmeyen zevata çeşitli rütbeler ihsan ederek önleme çâresine bağla­mıştı. Verilen bu rütbe ve teşekkül ettirilen alaylar haylide iş gördüler. Bunları alıştıkları hal-den çıkaran yeni bir metod içine sokmanın askerî bakımdan nekadar doğru olursa ol­sun, içtimai ve psikolojik bakımdan zaman ve zemin asla müsaid değildi. Edhem Paşada bu hususu göz ardı etmedi­ğinden reelpolitik olarak bize kalırsa doğru olanı yapmıştır! Hele hele, mezkur târihde aylarca jandarma maaşlarını teda­hülde bırakmakta olan devletin yâni maaşları ödeyemeyen ülkenin, bu teklifin aksülameli hasebiyle bazı sıkıntılara gi­riftar olması hiç de iyi netice vermezdi. Evet biz ret vakasın­dan bir asır sonra da olsa, bu hususda bir mütalaa vermenin bahtiyarlığı içinde 216. s'adrıazamımızin hayat hikâyesini okurlarımıza ve târihin sayfalarına emanete devam edelim.

 

19/eylül/1901'de Ferik yâni Korgeneral olan Ali Rıza Pa­şa; 5. nizamiye Cİsküp fırkası (tlsküp Tümeni de denebilir) kumandanlığına peşinden, Manastır Valiliği 15/ni-san/1903'de bu görevlere zâmimeten Manastır kumandanlığıda verildi. İşte bu sıralarda mezkûr yerde bulunan Rus konsolosu aşağıdaki izahda nakledeceğimiz gibi öldürülünce Ali Rıza Paşaya İstanbul'a hiç uğratılmadan Trablusgarp mecburi ikamet mahalli oluverdi idi. Bahse konu Rus kon­solosun öldürülmesini yukarıda adı geçen Halil Sedes Paşa, yine İbnül Emin Beyefendiye şöyle naklediyor ve bizde alıntı­lıyoruz: "1903'de Manastır'da bulunan Rus konsolosu her-gün şehrin içinde ve dışında binmiş olduğu atının üzerinde gezintiler yapıyordu. Bu gezintiler gurur ve kibir içinde geçer ve adetâ bir sergüzeşt arayan insan görüntüsü verirdi. Ni­hayet korkulan, günün birinde gerçekleşti. Tabii bu davranı­şında siyasî bir fenomen aradığıda ileri sürülse yeridir. Buna muvaffak oldu olmasına da, ne çare ki hayatına mâl oldu­ğundan meyvesini tadamadı. Konsolos atının üzerinde oldu­ğu halde askerî karakollardan birinin önünden geçerken nö­betçi kendisini selamlamamış, konsolos bu riayetsizliğe pek kızmış hayli söylendikten sonra hızını alamamış olacak ki kırbacı ile de bir tane nöbet mahallindeki onbaşı Halim'e bir tane vurmuş. Halim onbaşı bu darbe üzerine silahını doğrultmuş ve tetiğe asılmış. Herif yerde ve bu dünya ile ra­bıtası kesilmiş. Tabii konsolos nöbet mahallindeki nöbetçi­ye taarruz etmek suretiyle kendisine sıkılan kurşunu çoktan hakkedip, akıbeti bulur amma siyaset'de bu arada devreye girer."

 

Hadise Rusya'nın o zamanki başşehri Petersburg'da du­yulduğunda, Çar'ın hasta addettiği Osmanlı Devleti politik merkezi babıâlî üzerine baskılar başlamış. Çeşitli tarziyeler verilmesine binaen Rusların baskı yapmak için bu bahaneye son vermek istemediği görülmüş. Ve nöbet mahallinde uğradığı saldırıya tabiatıyla mukavemet etme cesaret ve vazife icabatını gösteren Halim onbaşı ve yanına bir şey sormak üzere gelmiş bulunan bir er arkadaşı olayın görgü şahidi ol­masına rağmen mahkeme edilmiş ve idam kararına maruz bırakılmıştır. Hangi palavracının bilhassa biz islamcılara yut­turmuş olduğu, Sultan Abdülhamid, bir tek idam kararını onaylamıştır, haremde vazifeli olan bir hadım'ın diğer bir ha­dımı öldürmesinin neticesinde verilen idam hükmünü tasdik etmesidir ileri sürdükleri pekâla bilinmektedir. O zaman bu Halim onbaşı ile görgü şahidi hakkında verilen idam hükmü tatbik edildiğinde Osmanlı tahtında. Sultan cennetmekân Ab­dülhamid oturmuyormuydu? Demek ki kimsenin idam edil­mediği savı bir fantazinin hiç kurcalanmadan kabulüdür ki bu tarihçilerin ayıbı sayılır. Neticeten, siyasete uygun düşsün diye bu iki askerimizin şehid olarak kabul edilmesi gerekir diye düşünüyorum. Zaten merhum ve kıymetli biografi üsta­dı İbnül Emin Bey'de o kiymetdar eserinde şu mütalaa ile bi­ze ileri sürdüğümüz hususiyetde yol göstermiş oluyorlar ba­kın ne diyor merhum üstâd! ".mezkûr konsolos her tarafı envai mehalik ve mesaib ile muhat olan -bir devleti zâifenin değil- eski tâbirle- bir devleti kaviyyüş şekimenin vazifei as­keriyesini ifa eden bir onbaşıyı darb ve tahkir etseydi onba­şının ve zavallı arkadaşının değil, konsolosun başı ezilir, ca­nı cehenneme gönderilirdi..."

 

Bu hadiseyi Ali Rıza Paşa tertib etdi iddiası ecnebi memur­larında katıldığu uzun bir tahkikat neticesinde doğrulanma­yınca iftira sübut bulmadıysa da, Ali Rıza Paşa iki seneye ya­kın olarak Trablusgarb'da ikamet mecburiyetinde kaldı. Ta­bii ki bu arada bir hayli zabit, zaptiye memura sürgünler tat­bik edildi.

 

1905 senesinde Yemen'e asilerin isyanlarını bastırmak üzere kumandan olarak nasb olundu. Burada 1. feriklik yâni orgenerallik rütbesi verilirken Ali Rıza Paşa Ahmed İzzet Paşa iie beraber burada meydana gelen olayları bastırmağa ko­yulmakla beraber askerin tâliminin eksik ustalığının yetersiz olduğunu tesbit etmiş olması bir eğitim gerektirdiği kanaatina vardırdı. Ne varki İstanbul'dan gelen emirler asilerin üzeri­ne gitmesi şeklinde olduğundan Akebe yolu üzerinden Hudeyde'ye gitdiler ve Menahe kalesine girdiler. Bu arada paşaya müşirliğe yükseltildiği haberi ulaştı. Târih bu sırada 3/mart/1905'i göstermekteydi. Ali Rıza Paşa işi yapacak olan verilen rütbenin değil eğitimli asker olduğunu bir defa daha hatırlatma vazifesini yerine, getirmesini bir civanmertlik olarak kabullenmek gerekir. Nitekim; San'a şehrine girilip muhasaranın kaldırılmasına mu-vaf olunduysa da gerek as­kerî yardım gerekse yeterli erzak ikmâli başarılamadığından San'a yine isyancıların eline bırakılarak terk edildi. Daha sonra gerek kuvvet-i imdadiye gerekse erzak takviyesi hazır hâle getirildiğinde yine San'a üzerine gelindi ve istirdad olun­du yâni asilerin elinden geri alındı. 1 l/haziran/1905'de Ha-midiye tren hattı denen demiryolunun yapımını işletme neza­reti uhdesine verildiğinden Hayfa'ya geldi ve burada vazife görmekteyken meşrutiyetin yeniden meriyete konması üzeri­ne 31/temmuz/1908'de 2. ordu müşirliğine diğer bir tâbirle kumandanlığına getirilmiş oldu. Ali Rıza Paşa İstanbul'a gel­diği sırada İstanbul'a gelip Harbiyye nâzın nasb olunan Arna­vut Recep Paşa görevinin 2.gününde vefat etdi. 14/ağus-tos/1908'de Harbiyye nazırlığı Ali Rıza Paşaya tevcih olun­du. Aynı senenin kasım ayının 29. günü padişah yaveri oldu­ğu gibi ayan azahğına da irtika ettirildi. Ancak Kıbrıslı Men-med Kâmil Paşa sadareti dönemin de görevinden azledilirken yapılan muamele bizde meşrutiyet böyle olur çelebi de­dirten tarz uygulandı. Bu mesele daha sonra Kâmil Paşanın sadaretden çekilmesine kadar vardı.

 

İbnül Emin Bey bu hususda şunları ifade etmek suretiyle gerek Sultan Abdülhamid'in gerekse Kâmil Paşa'nın, Ali Rıza Paşa üzerindeki noktai nazarlarını gözler Önüne sermek mü­nasebetiyle pek hayırlı ifadelerde bulunmuş oldu. Diyorki merhum müellif: ".Kâmil Paşa; harbiyye ve bahriyye nazırla­rı Ali Rıza ve Arif Hikmet Paşaların tebdili hakkında arzda bulunması üzerine padişah, 'Arif Hikmet Paşanın istifa etti­ğini, bu bakımdan istifasının kabulüne bir şey demlemeye­ceği, Ali Rıza Paşa ise, memuriyete başlangıcından şimdiye kadar her hususda asarı ehliyyet ve sadakat ibraz eylemiş ve uhdesine tefviz olunan her vazife-i askeriyyeyi icrada hiç­bir kusuru görülmemiş olduğu halde, şimdi bu şekilde azli hakka uygun ve adalete uymaz hâlden olduğunu' başkâtip Ali Cevad Bey vasıtasıyla sadrıazama tebliğ ettirmişse de, Kâmil Paşa, ısrar etmesi üzerine 1 l/şubat/1909'da azil için irade-i seniyye çıktı." Bu hâl mutlakiyete uygun meşru­tiyete muhalif bir yoldur.

 

Ancak Ali Rıza Paşanın azli hususundaki isteği izahname-sinde Kâmil Paşa şu sözlerle ifade etmekte ki bu gün yâni; 2001 yılında dahi sadrıazamm işaret ettiği hususlar varit olup, üst komuta konseyi de zaman zaman bu hususda çare­siz kaldığını itiraf etmesede gözler olanlardan durumu tesbite muvaffak olabiliyor. Şimdi Kâmil Paşa'nın İzahnâme sine sa-deleştirerek bir göz atalım: ".Subayların siyaset ile uğraş­mamaları ve bu hususdan feragat etmeleri kanunla ve ülke için faydası açısından elzemken, Ali Rıza Paşa, hâlim selim bir zât olmakla beraber bu hususdaki emri ve tenbihleri yerine getirilmemektedir. İttihat cemiyetine mensup subayların konserlerde, mitinglerde siyasi nutuklar atarak, kon­serlerde ve tiyatrolarda resmi geçid halinde ve silahlı olarak görülmeleri, emre muhalefeti göstermekti ve bunu tatbike uygun bulduğumuzdan Nâzım Paşa Hz.Ierinin tâyini isten-mİşdi. Selâmet-i vatan ve millet için tek çâre bu olduğu hal­de ülke üzerinde te'sirini devama çalışan ittihatçılar, vekil arkadaşlarımı istifaya mecbur etmekle beraber meclis-i me-busani dahi emri altına alarak susmamı hazırlamaktadır­lar..."

 

Her iki ifadeyede bakıldığında padişah; Ali Rıza Paşa'dan memnuniyetini ifade ederken Kâmil Paşa, harbiye nâzırının-da, subayları disiplin içinde tutamadığını beyan buyuruyor. Sevgili okurumuz bize kalırsa burada dikkat edilecek husus padişahın olsun, sadrıazam'ın olsun politik anlayış farklılığı rol oynamaktadır. Harbiye nâzın şüphesizki emri verdi mi o emrin tutulduğunu görmek ister! Verdiği emir, sadnazamın söylediği gibi fazla cid diye alınmıyorsa emrin muhalifi gu­ruplar veya mühim kişiler bulunduğunu düşünmek lâzımdır. Bu gurub veya kişileri tesbit için tahkikat ve istihbarat gere-kirki, zâten cemiyete mensub zabitan sözünü sarf eden sad-rıazam böylece emrin dinlenmemesi bâbındaki merkezi tes­bit etmiş oluyor.

 

Göreve getireceği Nâzım Paşa'nın bu disiplini sağlarkende işi nereye vardıracağını iyice anlamak istersek, bahse konu paşanın şehadetiyie sonuçla nan Babıâli Baskınını bekleme­miz gerekecek. Halbuki Abdülhamid; Ali Rıza Paşaya ait sicil dosyasına vâkıf bulunduğundan, onun gibi sadık bir kimse­nin harbiye nazırlığını sürdürmesi maksada daha muvaffık idi. Bu yüzden bizim hükmü kafimiz Ali Rıza Paşa azledil­mek suretiyle adetâ ittihatçıların safına itilmiştir. Bu hata, sadnazamın padişahın görüşüne aykırı tutum takınarak icraata baş vurmasından kaynaklanmıştır. Nitekim Kâmil Paşa kabinesi sonrasında kurulacak olan Hüseyin Hilmi Paşa hü­kümeti, 14/şubat/1909'da kurulan hükümetde de Ali Rıza Paşa yine Harbiyye nazırlığında istihdam olundu. Hüseyin Hilmi Paşanın ittihatçılardan uzak olmadığını söylemek hiçde haksızlık olmaz. Ayrıca Halil Sedes Paşa; Ali Rıza Paşanın meşrutiyyet ilânı sonrasında büyük gayretler gösterek disip­lini ikame etmeğe çalıştığını gözlerimle görmüşümdür de­mekle birlikte o sırada vukubulan isyanın elebaşıları ordu mensubu olduğundan dolayı Ali Rıza Paşa kabine arkadaşla­rına nazaran me'suliyet bakımından daha fazla sorumludur demek suretiyle ortaya vaziyetin hâkimi olamamış bulundu­ğunu da koymuş oluyor. Zâten Ali Rıza Paşa, 31 /mart hadi­seleri üzerine istifaen makamı bırakmıştı.

 

12/kasım/1918'de Tevfik Paşa kabinesinde Bahriyye ne­zaretine getirildi. Bu kabine istifa etti ve yeni kurulanında da Bahriyye nazırlığını muhafaza etdi. 20/mayıs/1919'da Ferid Paşa tarafından kurulan hükümette, meclis-i vükelâya me­mur oldu. Bu vazifenin kabine toplantılarına katılan mânası­na geldiğini veya başka bir tâbirle sandalyasız nazır denebi-lirmi? Bilemiyorum.

 

Ferid Paşa; ilk sadnazamlık bölümü olan üçüncü kabine­siyle; infisal ettiğinde sadaret Ahmed Tevfik Paşaya teklif olunmuşsada bu zat ben sona kalmalıyım diye pek muğlak bir söz ifade etmiş buna bağlı olarak, Sultan Vahideddin mührü Ali Rıza Paşaya vermiştir. Sadaret alayı tertibine lü­zum görülmeyerek, babıâliye otomobille gelindi. Ali Fuad Bey padişahın başkâtibi üniformasını giyinmiş olarak hatt-ı hümayunu getirdi. Sadnazam ve şeyhülislâm resmi elbise ile büyük sofada karşılandılar. Arz odasına gidildi ve orada hatt-ı hümayunu sadaret müsteşarı Rıfat Bey okudu ve resmî teb­rik töreni ifa olundu.

 

 

 

Hatt-I Hümayun Sureti Veziri Meali Semirim Ali Rıza Paşa

 

 

Ferid Paşa kabinesinin vukui istifasına ve sizin derkâr olan ehliyyet ve kifayeti nize binaen mesnedi sadaret rütbe-i samiyei vezaret ve müşîri ile uhdenize tev- cih ve meşihatı islamiyye dahi Hayderizâde ibrahim Efendi uhdesine tefviz olunmuş ve kanun-i esasinin 27.maddesi ahkâmına tevfi­kan teşkil eylediğiniz heyet-i cedide-i vükelâ, tarafımızdan tasdik kılınmıştır. Bir müddetden beri efkârı ahali de hasıl olup suitefehhüm sebebiyle tezayüd etmekte bulunan asarı tefrika ve şi-kakin izalesiyle beynel ehalî ahengi vifak ve vahdetin temini ve dahili memalikde sükûn ve intizamın takririle şeraiti kanuniyye dâiresinde intihabatın bir an evvel icra ve heyet-i mebusanın içtimaa davet olunması matlubî kati'mizdir. Hemance Cenabı kadiri mutlak, selâmeti mülk ve millete hadim olacak teşebbüsatı hayri yyenizde muvaf­fak buyursun amin bihurmeti seyyidilmürselin.

 

6/muharrem/1338 - 2/ekim/1919 Mehmed Vahideddin Bakanlar kurulu şu zevatdan teşekkül etmişti:

 

Hariciye  Nezareti

 

Harbiyye

 

Bahriyye

 

Şurayı Devlet riyasetine

 

Dahiliye Nezaretine

 

Adliyye

 

Maliyye

 

Nafia

 

Reşid Paşa

 

2.Ordu eski müfettişi ferik Cemal Paşa

 

Ayandan ferik Salih Paşa Abdurrahman Şeref Efendi Mehmed Şerif Paşa Ayandan Mustafa Bey

 

" Tevfik Bey 1 .ferik Abuk Ahmed Paşa

 

     187 Tic ve Ziraat            "                    1 .ferik Hadi Paşa

 

Mearif                      "                   Sadi Bey

 

Evkafı hümayun       "                  vekaleten Said Bey

 

Bu kabine herşeyden evvel Kuvayı Milliye ile anlaşabilme-yi önemle benimsedi. Bu nu temin içinde temas arandı ve te­min edilen temas sonunda Bahriyye nâzın Ferik Salih Paşa Amasya'ya giderek belli hususlarda anlaşma yolunu aradı. Bu arada ise, vilayetler mesabesinde yapılan seçimlerin ga-libleri mebuslarda İstanbul'a geldiler.

 

Mabeyn başkâtibi Ali Fuad (Türkgeldi) Bey şunları nakle­diyor: "padişah meclisin açılmasını ve mebusların çeşitli partilere mensup ve de muteber kimselerden olmasını arzu ederken İstanbul'da yapılan seçimlerde İttihat ve Terakki partisinin kalıntıları seçimi önde bitirdiler. Padişah; İttihatçı­lar işi yine ele alıp iktidaramı ge-lecek zehabına kapılmadı değil. Hâttâ açılışı gecikterecek eğilimler sergilemeye baş­ladı. Fakat sadnazam Ali Rıza Paşa, saraya gelip padişah-dan meclisin açılması babında gün tâyin edilmesini istedi. Bir kaç gün sonra hâlâ cevap alamayan sadnazam bu me­selede tehirli davranış sebebi Damad Ferid Paşa'nın sada­rete getirilmesi ise bu hususda fikr-i hümayun ifade olundu­ğu takdirde derhal çekile ceğini bulduğu bir münasebetle ifade etdi. Padişah bu sözü, önünde durduğu masanın üstü­ne eliyle hayali bir doğru çizgi çizerek'benim böyle bir niye­tim olsaydı dosdoğru üstüne yürürüm ve kimseden de çe­kinmem' demek suretiyle ertesi gün yanına gelmesi tenbihi ile sadnazam Ali Rıza Paşa'yı gönderdi.

 

Sabahleyin Ali Rıza Paşa geldi. Fakat padişah da başta­bibini göndererek birisiyle görüşeceğini bu bakımdan ikindi vakti kabul edebileceğini beyan ettirdi. Ali Rıza Paşa, öyle sinirlendiki adetâ yerinden fırladı. Hemen koluna yapıştım ve gitmeyeceksiniz, diye çeke çeke az Önce kalktığı sandal­yeye oturttum. Eğer siz giderseniz istifa edeceksiniz. Yerini­ze, Ferid Paşa gelecek, sâkinleşen bir çok husus yeniden dalgalanmaya başlayacak diyerek baştabib bey'e gidiniz pa­dişahı görüşmeye ikna ediniz dedim. Az sonra haber geldi ve padişah sadnazam paşa yemeğini yesin kendileriyle görüşeceğim demek suretiyle, huzura gelmesini bildirdi. Sadrıazama mebusanin açılması için gereken talimatı verdi fakat bu arada da dört-beş gün hastalık bahanesi ile saray­dan çıkmadığı gibi meclise de gitmedi."

 

Böylece de 19/rebiülahir/1338-12/ocak/1920'de mebu-san 4.devrenin ilk içtimaını yapmış oldu. Padişah'ın meclisi açış konuşmasını Ali Rıza Paşa, Dâhiliye nâzın Şerif Paşa'ya okutdu ve bu arada meclisde bulunan mebus sayısının 72 ki­şiden ibaret olduğunu da bildirmiş olalım. Bu arada da biz Ali Fuad (Türkgeldi) merhumun Ali Rıza Paşa'nın koluna ya­pışmasını ve istifa niyetini sezip, önleme gayretini bir işgü­zarlık değil, hizmet-i vataniye olarak görmeliyiz demek iste­diğimi hemen burada belirtmeden geçemem.

 

 

 

 

Felâh-I Vatan Gurubu

 

 

Bu esnada mebusan da teşekkül etmiş bulunan Felâh-ı Vatan gurubu hükümet de, değişikliği öngören bir teklif ver­diler. Bu teklif; mebusan reisi Reşat Hikmet Bey tarafından sadrıazama duyurulurken, bu sırada Fransız'ların muhafaza etmekle görevli olduğu Akbaş cephaneliğini Kuvay-ı Milliye'ye bağlı bir gurup, baskın yapmak suretiyle bir güzel ka­çırıp Anadoluya göndermeye muvaffak oldukları ve bunda, Harbiyye Nâzın Mersinli Cemâl Paşanın, Erkânı harbiye-i umumiye reisi Cevad (Çobanlı) Paşa'nın yardımcı olduklarını ileri süren üç devletin komiserleri, adı geçenlerin azledilme-

 

lerini istediler. Buna inzimamen, yukarıda Felâh-ı Vatan gu­rubunun talebi iktizasınca, Hariciye nâzın Reşid Paşa, Adliy-ye nâzın ayandan Mustafa Bey istifa etdiklerinden kabineye Kâzım, Hazım ve Safa Beyler dahil olurken harbiyye nazırlı­ğına da Mustafa Fevzi (Çakmak) Paşa getirilmiş oldu ertesi günü okunan hükümet programı iki muhalif, bir müstenkif oya karşı 104 reyle tasvip gördü. Bu arada henüz bir kaç gün geçmişti ki galip devletler, yerine getirilmesinin kabil ol­mayacak istekler ileri sürdüğünden vede Ankara ile hükümet arasında gerginlik husule geldiğinden 1/Cemaziyela-hir/1338-21/şubat/1920 tarihinde sadnazam Ali Rıza Paşa, kabinenin istifasını sundu. Tabiiki yeni kabinenin kurulacağı 8/mart/1920'ye kadar görevi sürdürdüler. Sadaret 5 ay, 7 gün devam etmiş oldu. Ali Rıza Paşa 27/şevval/1340-24/ha-ziran/1922'de tedavi maksadıyla Avrupada Almanya toprak­larındaki kaplıcalara gitdi. Ali Rıza Paşa 13/R.evvel/l341 -5/kasım/1922'de TBMM'de hilafet ve saltanat hakkında ka­rarlaştırılmış keyfiyete riayeten yıkılmış bulunan son Osman­lı hükümeti olarak babıâlide yaptıkları toplantı sonrasında is­tifa eden hükümet âzası içinde yer alan Paşa, l/receb/1351-31/ekim/1932'de, Erenköy'de bulunan evinde vefat etdi. Kabri, Içerenköy mezarlığındadır.

 

Ferid Paşanın sadareti umulurken ve padişahında maksadı buyken, ortada cevelan eden soğukluk, mührü hümayunu Ahmed Tevfik Paşaya teklife yol açtı. Fakat Tevfik Paşa ka­bul etmediğinden istifa eden hükümetin, Bahriyye nâzın Fe­rik Hulusi Salih (Kezrak) Paşa'ya teklif olundu. Bu zat da teklifi kabul ettiğinden; kabinesini kurma çalışmalarına koyuldu.

 

Ali Rıza Paşa'nın ve Cemâl Paşa'nın Ankara, dolayısıyla M. Kemâl Paşa ile münasebetlerine dâir bazı vesikalar sunan ve tarafımızca Osmanlıcadan sadeleştiriien, Pınar Yayınlannca neşredilmiş bulunan ve yazarının meşhur muhaliflerden Mevlânzâde Rıfat Bey'in eserine atıf yapmadan geçmeyi, bu çalışmayı belki nakıs kabul etmek gereksede bu atıf yapıl­mazsa haylice nakıs sayılacağından dolayı alıntıyı yapmayı vazife addettik.

 

Yukarıda adı geçen Akbaş cephaneliğinin baskınla ele ge­çirilip milletimizin istifadesine aktarılması olayını Mevlânzâde Rıfat Bey, "Türk İnkılabının İçyüzü" adlı eserinin 347 .sh.de şöyle değerlendiriyor: "Cemal Paşa; Çanakkale Akbaş mev­kiinde bulunan ve Mondros mütarekesi icabatmdan olarak itilaf devletlerinin ve bilhassa İngiliz ve Fransızların kontrolü ve muhafazası altın alınan silah deposunda mevcud bütün silah ve mühimmatın sayısı şöyle idi: 8 bin Rus tüfeği, 40 Rus mitralyözü, 20 bin sandık cephane. Ordu kadrosuna dahil subay ve erlerin depoya hücumu hakkında Cemal Pa­şa gizli emir vermişti. Bu gizli emirler işgal kuvvetlerince öğrenilmişti. Bu hadisede bir miktar ingiliz ve Fransız aske­ri öldürülmüş bulunduğundan İstanbul'da bulunan işgal kuvvetleri temsilcileri babıâli'ye ortak bir nota vermişlerdir. Bu ortak nota'da Harbiye nâzın Cemâl Paşa ve erkân-ı harbiyye reisi Cevad (Çobanlı) Paşanın azilleri istenmişti. Sebeb olarak da aşağıdaki hususlar gösterilmişti:

 

1- Özel surette seçilmiş subayların Kuvay-ı Milliye erkân-i harbiyyesine gönderilmesi

 

2- 14. kolordudan ayrılan erlerin Kuvay-ı Milliyeye gönde­rilmesi

 

3-  Top kamaları ve çeşitli alet ve silahların kaçırılması

 

4- Zonguldak'tan İstanbul'a gelen taburun iadesinin gecik­tirilmesi

 

5- Afyonkarahisar'dan Alaşehire Alay nakledilmesi olup 48 saat içinde görevden alınmaları talep olunuyordu. Cemal Pa­şa aslında mebusanda Burdur mebusu olarak da yer aldığı için hemen talebe uymak suretiyle Ali Rıza Paşa kabinesini müşkülden kurtarmıştı.

 

Yine aynı esere göre, M.Kemal Paşa vermiş olduğu bir emirle İzmit körfezi civarında işgaller yapmış bulunan İngiliz askerleri üzerine, Adapazarında bulunan çetelere saldırma emri yollamıştı. Fevkalade ustalıkla icra olunan gece taarru­zu başarıyla neticelenerek, İngilizler hayli zayiata maruz kal­mışlardı. Mondros mütarekesi sonrasında galip devletler as­kerlerine yapılan ilk taarruz bu İzmit taarruzu olmuştur.

 

 

 

Alı Rıza Paşa'nın Ahvali

 

 

üzün askerlik hayatında bir çok yararlıklar gösteren Ali Rı­za Paşa, üzerine aldığı her vazifede büyük ciddiyet ve feda-kârane gayret sergilemeyi bir ahlâki hâl olarak benimsemiş­tir. Hatırla kimsenin işini yapmamış, işi yapılması gerekenin sevmediği kimse olması o işin değil yapılmamasına en ufak bir gecikmeye uğramasına dahi müsaade etmemiştir. Rus­ya'nın 2.rütbeden Prusya tacı, Avusturyanın demirtacı, İran'ın Hurşid yeşil hamailli 1. rütbe nişanı, Siyam'ın kron 1. rütbe nişanı ecnebi devlet nişanlarına sahibken, kendi devle­tinin Murassa iftihar, 1. rütbe Osmanî, Mecidî altun ve gümüş imtiyaz, altun liyakat, altun Hicaz madalyaları, mâlik olduğu nişan ve madalyalardı.

 

Ali Rıza Paşa mekteb-i askeriyye'yi birincilikle bitirdiği gibi ömrü boyunca fenni harb ve ilm-i askeriyye gelişmelerinden hiç gafil olmamıştır. Mümkün mertebe kumandası altında bulundurduğu birlikleri bu fenlerden istifadeye gayret göstermistir. Ali Rıza Paşa; Harbiyye nâzın iken 31/mart hadisesi vukubulmuştu ve bazı uğursuz vakaları kendi talihsizliği yeri­ne, şeametine yâni uğursuz geldiğine yoranlara adetâ iştirak eder bir anlayışa kapılmıştı. Bu yüzden mümkün mertebe meydan muharebelerinde bulunmak istemezdi diyor, Halil Sedes Paşa..

 

Tevfik Paşa; Sultan Vahİdeddin'in şöyle dediğini nakleder: "..Ben bu devlet de iki adem gördüm biri Tevfik Paşa diğeri Ali Rıza Paşa dediği halde onu (Ali Rıza Paşayı) sadarete getireceği sırada bu hülleci bir kabine olacak. Tevfik Paşa son fişeğimizdir.." İbnül Emin Bey merhum, burada hülleci tâbirini bize kalırsa menfi yönüyle tahlile tâbi tutmuş. Yoksa hülle esasında sadık kimselere yaptırılması gereken ve hül­leyi yaptıranlara bir takım çirkinlikler yükleten hâl olduğunu kaale almamış görülüyor. Nitekim Ali Rıza Paşa uğradığı taz-yikat karşısında çekilmeyi bilmek suretiyle aynı zamanda bir vasfı mümeyyizi olduğunu da göstermiştir.

 

Ali Rıza Paşa ile ilgili satirlamızı İbnü! Emin Mahmud Ke­mâl İnal merhum'un şu değerli mütalaasıyla tamamlayalım: ".Ali Rıza Paşa merhum, dürüst, afif, halim selim, namuslu ve terbiyeli bir zât idi. Makam-ı sadaretde daha sonra sada­ret vekâletinde bulunduğu günlerde vazifemiz icabı teması­mız olurdu. Babıâlî usûl ve adabına ve nezaketine muhalif bir hareketini görmedim. Sadaret vekili iken bir gün hakkı­mın verilmesine himmet etmesini rica etdiğimde içinde bu­lunan hâl üzere, mümkün olmadığını biraz sert dille söyle­mesine, canım sıkılıp daha sert bir hâl ve sözle müdafaa yolunu seçtim. Başkalarından işitmediği sözler söyledim. Cevabı: Kemal Bey evlâdım hakkın var. Birkaç gün sabret et. İcabına bakarım, merak  etme" Dedi.

 

 

 

Salih Hulusi (Kezrak) Paşa

 

 

Osmanlı sadrıazamlarının 217. şahsiyeti olmakla beraber, son sadnazamı olmayan Salih Hulusi Paşa, bahriye korami­rallerinden İstanbul limanı reisi Dilâver Paşanın oğludur. Ru­mî 1280/1864 yılında İstanbul'un Tophane semtinde dün-ya'ya geldi. Aslen Kafkasya'nın Şapsih kabilesinin Kezrak neslinden gelmektedir. Dilaver Paşa Tunus Valisi Ahmed Pa­şa tarafından terbiye ve tahsil ettirildi. Arabça ve Türkçeyi Tunus'da öğrenen küçük Dilâver İtalya'ya bahriyye ilmini öğrenmeye gönderildi. Orada tahsilini tamamlayan Dilaver Bey Tunus'a avdet edip denizcilik mesleğine elde ettiği ilim­lerle emek ver meye başladı. 1854 Osmanh-Rusya arasında ve İngiliz ile Fransa'nın bize müttefik olduğu Kırım Savaşında Tunus Donanmasıyla, İstanbul'a gelen Dilaver Bey savaşta büyük başarılar sergiledi. Kaptan-i Derya Damad Mehmed Ali Paşa kendisine Osmanlı donanması emrine girmesinin teklifinde bulununca intisab gerçekleşti. Dilaver Paşa h.13 15/m.l909 yılında vefat etdiği târihe kadar devlete güzel hiz­metlerde bulundu vede iki numaraya yükselecek bir evlât olarak Salih Hulusi Paşa'yı bırakmış oldu.

 

Dilaver Paşa Rodos mutasarrıfı iken, meşhur edib ve gaze­teci Ahmed Midhat efendi sürgün olarak bahse konu yerde bulunuyordu. Salih Hulusi bu zatdan ders alırken devam etti­ği Rüşdiye mektebinden diploma almayı becerdi. 1294/1878 senesinde Kulelinin ilk bölümüne girdi ve dört yıl süren tah­silden sonra 1298/1882'de Harbiye mektebine girdi. 1301/1885 senesinin 8/ temmuz'unda sınıfının birincisi ve teğmen rütbesi ile kurmay sınıfına ayrıldı. 1302/1886/10 ha­ziranında üsteğmenliğe terfi etdi. 1304/1888'in/10 Haziranın da yine sınıfının birincisi olarak kurmay yüzbaşı olarak mezun oldu. Aynı sene kolağalığı rütbesine terfi ederken, genel kurmayın 3. şubesine alınarak çeşitli görev lerde istihdam olundu. 1307/189l'de askeri İlimlerin yeni buluşlarını öğren­mek ve mesleğini ilerletmek gayesiyle Almanya'ya gönderil­di. Burada yaptığı tahsil vede tetkiklerin üçbuçuk yıl olduğu­nu da söylemeden geçmeyelim. 27/eylü!/1310/1894 târihi Hulusi Paşanın binbaşılığa terfi yılı oldu. Bu sırada Goiç Pa­şanın önerisi ile bir erkânı harb heyetine reis seçilerek Bulga­ristan ve Sırbistan hudud tetkiki için mezkûr bölgeye gönde­rildi ve yine Golç Paşa'nında teklifiyle kurmay okulunda meşhur savaşların tenkid ve tahlili derslerinin muallimliğine tâyin olundu.

 

1313/1897 Osmanh-Yunan savaşında Yanya cephesinde yer alan kurmay heyetinin içinde yer aldı. Durumu sarsılan askere kumanda etmekten kaçınmadı. Savaş sonrasın da, Narda'da toplanan mütareke müzakerelerine askeri murah­has olarak katıldı. Yunanlıların eski hududlanna çekilmesin­de hayli etkili oldu. Daha önce hudud tashihleri hususundaki komisyonlarda bulunması tecrübi bakımdan, hayli maharet kazandırdığından burada Yunanlıların çevirmek istedikleri dolaba fırsat bırakmadığı görüldü. Savaştan sonra yarbay karşılığı olan Kaymakamlık rütbesine yükseltildi. Bu sıralar­da pederi Diiaver Paşa İrtihal ettiğinden, Kaymakam Hulusi Bey vazifeden istifa etti ve pederinin işlerini de tanzime çalış­maya başladı. Çok geçmeden askerlik vazifesine avdetle al­baylığa yükseldiği görüldü ve de Çerkeş Müşir Deli Fuad Pa-şa'nın kızı ile izdivaç etdi. Elenâ kahramanı Fuad Paşa'ya damad olmak elbetde bir mümtaziyyet olmakla beraber, bu mert ve Deli müşir'in devlete ve padişaha oian muhabbetini çekemeyen Fehim, İzzet ve Ali Şâmil Paşa gibi zevatın düş­manlıklarına hedef olmak mânasına geldiğini de hemen burada hatırlatalım. Nihayet 1318/1903'de, Deli Fuad Paşa Şam'a sürgüne gönderilirken ve bütün rütbe ve nişanların­dan mahrum edilmiş olarak uzaklaştırılıp, damadı da es ge­çilmedi Salih Hulusi Paşa'da Diyarıbekir yolunu tutdu. Bura­da da malum şahıslar tarafından tertip edilen jurnallerle üç defa padişahın hatırına düşürülen Salih Paşa, 3.jurnalin dallı budaklı olması yüzünden Sıvas'da taht-ı mahkeme altına çe­kilmek üzere tevkiflî olarak yola çıkarıldı. Çeşitli zorluklar içinde mevkuf veya serbest olduğunu pek anlayamadığımız tarzda iki sene Sivas'da tutuldu. 2. Meşrutiyetin ilânı üzerine dava sükût ettiğinden olacak Salih Hulusi Paşa'yı İstanbul'da görüyoruz.. Derhal genel kurmay 2. başkanlığı uhdesine tev­cih edildi. Tabii bu aralarda rakipleri hakkında çeşitli düzme­ce jurnaller hazırlıyarak onların çeşitli zulûmata maruz kal­malarına sebeb olanlar yâni İzzet Holo ve Fehim, Kabasakal Mehmed Paşalar, Ali Şâmil gibilerinin defteri dürüldüğünden mazlumlar Dersaadet'e ve görevlerine dönebilmişlerdi.

 

 

 

Bir Hatıra

 

 

Nâzım Paşanın görevden çekilmesi münasebetiyle korge­neralliğe nasb olunan Salih Hulusi Paşa 2.Ordu kumandanlı­ğına tâyin edildi. 3l/mart hadisesi çıktığında 3.Ordu kuman­danı; Mahmud Şevket Paşa ile haberleşmek suretiyle çeşitli sınıflardan teşkil olunan askeri birlikleri Şevket Turgut Paşa­nın komutasında İstanbul'a gönderdiler. Mahmud Şevket Pa­şa ile Lüleburgaz istasyonunda bindiği trende buluşan Hulusi Paşa Ayastefenos(Yeşilköy)a kadar konuşa konuşa geldi ve aynı trenle Edirne'ye dönerken M.Şevket Paşa herhalde yat kiübde yapılacak Hakan'ı tahtdan indirmenin gayriresmî top­lantısına katılmak üzere burada trenden indi. Salih Paşa'nın Edirne dönüşü, gerek Adana'da husule gelen karışıklıkları teskin için gönderilecek askeri birliğin gönderilmesi ve Edir­ne'nin içinde bulunduğu olağanüstü ahval münasebetiyle 17 bin askerin ücretleri verilerek memleketlerine gönderilmesi esnasında görev başında olması gerekiyordu bahanesini ileri sürerler. 15/nisan/1909'da Müşir Edhem Paşanın boşaltmış olduğu Harbiyye nazırlığına, Salih Hulusi Paşa tâyin oldu. Daha sonra kurulan H.Hilmi Paşa kabinesinde de görevinde ibka olundu.

 

O sıralarda orduda rütbe ve makamlar için yapılan yeni tanzimde korgenerallik rütbesini bulunduğu makama bakıl­madan tuğgeneralliğe tenzil edildi. 31/mayıs/1910'da Hakkı Paşa kabinesinde Bahriye nazırlığına getirildi. Aynı yılın lî/ekim'inde kendi isteğiyle bahriye nezaretinden çekildi. Daha sonra da Gazi Ahmed Muhtar Paşanın meşhur Büyük Kabinesinde ve Paşanın ısrarı üzerine 6/ağustos/1912'de na­fıa nazırlığını üstlendi. Ancak bu nezareti kabinenin 16/ekim/1912'de düşmesi münasebetiyle bitmiş oldu. Gazi A. Muhtar Paşa kabinesinin arkasından teşekkül eden Kıbrıs­lı Mehmed Kâmil Paşa kabinesinde bahriyye nazırlığı vekâle­tine getirildi. Bu sırada Balkan savaşı barış müzakereleri mü­nasebetiyle ziraat ve ticaret nâzın Reşid Paşa başkanlığında Berlin b.elçimiz Osman Nizami Paşa ile birlikde Salih Hulusi Paşa askeri murahhas olarak Londra' ya gönderildiler. Paşa bu müzakerelerde Balkanlıların Midye-Enez hattında İsrarı biz de Edirne'nin terkine asla rızamızın olmadığı hususu iki ay bunda musir olunduğundan antlaşma kabil olmadı şeklin­de anlatmıştır bu murahhaslık gününü.. Bütün bunlar Lon­dra'da olurken, istanbul'da babıâlî'nin Kâmil Paşa ve hükü­metini Edirne'yi düşmana veriyorlar ithamıyla yaptığı kanlı baskın mevcud hükümeti münkariz eyledi.

 

Mahmud Şevket Paşa sadaretinde kurulan hükümet Lond­ra konferansının heyetini sadece reis Reşid Paşa konferans mahallinde kalmak şartıyla, geriye çağırdığından Salih Paşa İstanbul'a avdet etdi. Paşa 1. harbin nihayet bulmasına ka­dar sadece ayan meclisinde bulunan üyeliğinin gerektirdiği işlerle meşgul oldu. Bu sırada harbin son ayında Fuad Paşa­nın kerimesi eşleri hanım efendiyi duçar olduğu hastalığın tedavisi maksadıyla İsviçre'nin Davos şehrindeki sanator­yumlara götürdüğünü görüyoruz. Fakat bu gayretler ilâhi takdire ne yapabilirdi ki Paşa'nın hanımı terk-i hayat eyledi. Bu sırada İstanbul'da kurulan Tevfik Paşa hükümetinde Salih Hulusi Paşaya nafıa nezareti tahsis olunduysa da, galip dev­letlerin, mağlup olmuş ülkeler insanlarının, hiç bir yerde kı­mıldamalarına fırsat vermeyecek bir tarzı ortaya koydukla­rından Paşanın ülkeye dönmesi kabil olamryarak işbaşı yap­ması mümkün olmadı. Bu hususda İbnül Emin Bey; Paşanın tercemei hâlinde şu satırları yazdığını naklediyor: "Bu me'şum mütarekeden sonra mağlup hükümet mensuplarına galip hükümetler tarafından hiç bir hak tanınmamış, haric-de kalanların memleketlerine avdetlerine müsaade şöyle dursun telgraf veya mektup ile haberleşmelerine bile müsa­ade edilmemiştir. Vatan da neler olduğuna dâir sekiz ay ka­dar haber alamamişımdır."

 

 

 

Damad Ferid Kabinesine Girişi

 

 

Paris'e sulh müzakereleri için pek kalabalık bir heyet ile gelmiş bulunan sadnazam ve aynı zamanda hariciye nazırlı­ğını uhdesinde bulunduran, Damad Ferid Paşa bir ingiliz ve Fransız yarbayının refakatiyle Lozan'a ve İsviçre'de bulunan şehzade ve sultanları alıp İstanbul'a götüreceğini ifade eden ve bir gazetede yayınlanan demecini okuyan Salih Paşa he-

 

men Lozan'a koşup sadnazamla görüşdü. Pek riayetkar dav­ranan sadnazam paşa İstanbul'a dönüşümde kabinede bazı değişiklikler yapmak istiyorum. Size de bir nezaret vermek istiyorum. Böylece siz de burayı suhuletle terkedebilirsiniz dediğinde Paşa, bu teklifi kabul etdi. Daha sonraki yirmi gün Paşa'yı İsviçreden kurtaran zaman dilimi olmuştur. Böylece de 21/temmuz/1919'da bahriye nâzın olarak İsviçreden ken­dini kurtaran sandalyeye erişmiş oldu. Bu durumu ben şah­sen Damad Ferid Paşanın hasenatına yormak istiyorum. Fe­riklikten yâni korgenerallikten, tuğgeneralliğe tenzil edilen rütbesi o günlerde yine korgenerallik rütbesine irtika olundu. Bu müddet 20 sene kadar sürmüştü. Ali Riza Paşa kabinesi esnasında Salih Hulusi Paşa aynı nazırlığı muhafaza etmişti.

 

Salih Hulusi Paşa demekte ki: "..kabinenin teşekkülünden sonra toplanan meclis-i vükelâda, Ferid Paşa'nın zamanın­da Anadoludaki kuvay-i milliye ile İstanbul'un büsbütün ke­silen münasebetleri, ülke menfaatine uygun olarak düzeltil­meli idi. Bu düzeltme işlemi için karar alınmış, kuruldan bi­rilerinin M.Kemâl Paşanın yanına görüşmek üzere hemen Ali Rıza Paşa'nın gitmesi tensib olundu. Randevu Amas­ya'da buluşmak idi. Bunu temin için Samsun yoluyla ora­dan Amasya'ya geçdi. Buluştular ve üç gece süren müzake­reler oldu. Rauf Bey ile Bekir Sami Bey ve M.Kemâl Paşa ve de Ali Rıza Paşa, her noktada anlaştıklarını belirten bir protokol imzaladılar. Bu protokol iki nüsha hâlinde tanzim edildi. M.Kemâl Paşanın nutkunda bu ibareler mevcuddur. Yine Samsun yoluyla İstanbula avdet olun  du."

 

Ancak bu arada da, Ali Rıza Paşanın devri sadareti miadı­nı doldurdu ki istifası Padişah Vahideddin'in önüne kondu. İs­tifa kabul oiunup hemen teklif Ahmed Tevfik Paşaya yapıldı. Fakat ihtiyar devlet adamı red etti. Bunun üzerine Başkâtip

 

Ali Fuad Bey vâki tavsiyesi sorusuna ya istifayı red edin ve­ya Ahmed Tevfik Paşaya ısrar edip sadareti kabul ettirin o da olmazsa Salih Hulusi Paşa'ya mührü hümayun tevcih olun­sun, şeklinde cevap verdiğinde ve bu cevaplarda Padişah, Damad Ferid Paşa'nın adının telaffuz edilmediğini gördüğün­de şimdi mesele ortaya çıktı herkes gibi sizde Ferid Paşa'yı istemiyor- sunuz Başkâtip Bey, sözü ile eniştenin sadaretinin gönlünde yattığını açığa çıkarmış oluyordu. Bunun hikâyesi­ni Ali Fuad (Türkgeldi) Bey şöyle anlatıyor:

 

"..Salih Paşa sadaret için çağırıldığını anlayınca ağlama­ğa başlayarak asla kabul etmeyeceğini ifade etdi. Ben de; vaziyetin pek vahim olduğunu eğer kabul etmedikleri takdir­de vazifenin Damad Ferid Paşa'ya verileceğini o zamanda çıkacak kötülükleri ortaya serdim. Huzura çıktı, orada da bir hayli tereddüt etmişse de Tevfik Paşa'da huzurda oldu­ğundan her halde emniyet gelmiş olacak ki kabul ettiğinde Padişah beni çağırttı ve hattı hümayunu hazırlatma emrini verdi. 8/mart/1920'de mührü hümayun elinde olduğu halde babıâlî'ye gelerek kendisi ve şeyhülislâm Hayderizâde İbra­him Efendi ile birlikte hattı hümayunu getirmemi beklediler. Arz odasında Rıfat Bey tarafından okunan hatt-ı hümayun­dan sonra tebrik merasimine geçildi."

 

Kabine aşağıdaki listede buluna zevatdan teşekkül etmişti: Bahriyye     Nezareti          Sadnazam uhdesinde

 

Hariciy         "           "         Safa Bey

 

Dahiliye      "           "         Hazım bey

 

Harbiye       "           "         M.Fevzi (Çakmak)Paşa

 

Maarif         "          "         Şuray-ı devlet reis vekilliği zamime-

 

ten Abdurrahman Şeref Bey Adliyye        "           "        Celâl Bey

 

Evkaf         "          "        eski şeyhülislamlardan Hulusi

 

Efendi

 

Nafia          "          "       ; Maliye nezareti vekilliği inzimamiyle

 

Tevfik Bey

 

Tic ve Zi      "          "         Defteri Hakanı Eminî Ziya Bey

 

Bu kabineye üç gün sonra; şuray-ı devlet reisliğine adliye eski nazırlarından Cemil Molla mâliye nezaretine bakanlık müsteşarı Faik Nüzhet Bey, kabine atanmasının altıncı gü­nünde Bahriyye nezaretine askeri mektepler eski müfettişi Ferik Es'ad Paşa getirildi ve Sadrıazam uhdesine almış bu­lunduğu nezareti bırakma feragati gösterdi. İşte; İstanbul'un 16/mart/1920'de kanlı bir baskınla işgali, bu sadaret sırasın­da vukubuldu İşgalin yapılacağı hakkında bilgilendirme, Fransa sefareti baştercümanınca saraya, İngilizlerin aynı va­zifedeki adamı ise babıâlî'ye tebliğde bulundu.

 

Salih Hulusi Paşa kabinesi 28 gün süren bir rüya değilse de, bir kâbus gibi geçirilen günle sadaretini tamamladı ve is­tifasını sundu. Bu kabine müttefiklerin isteği olan Kuvay-ı Milliye'yi takbih etmek teklifini ve diktesini, kabul etmemek suretiyle vicdanen kendini, târih huzurunda beraat ettirmeye muvaffak olmuştur. Tabii ki, bu kabinenin istifası müttefik iş­galcilerin isteklerinden vaz geçecekleri mânasına gelmeye­ceğinden Damad Ferid Paşa kabinesinin üzerine kaldı. Ana­dolu'daki kuvay-ı milliyeyi kötülemek, önlerine kuvvet çıkar­ma teşebbüslerini yapar görünmek hatta Nemrud Mustafa Divân-i Harbi adlı bir mahkeme kurduran Damad Ferid Paşa eğer kabinesi düşmeseydi Salih Paşayı bu divânda yargılatacaktı,

 

Salfh Hulusi Paşa daha sonra 21/ekim/1920'de kurulan Tevfik Paşa kabinesinde Bahriye nazırlığına getirildi. 2/aralık/1920'de dahiliye nâzın Ahmed İzzet Paşanın riyasetinde kurulan ve vekiller heyeti meclisince alınan karar icabınca harekât-ı milliye ileri gelenleriyle temaslarda bulunmak üze­re giden heyetde yer almaktaydı. Bu antlaşma teşebbüsü üç ay kadar zaman almakla beraber önemli bir netice getirme­di. Hâttâ İstanbul'dan giden heyet, Ahmed İzzet Paşa bölü­münde anlattığımız gibi heyet mensuplarının ağrına giden muamelata da maruz kalmalarına, bir daha görev almamala­rı babında istekler yapılıp bunların sözünün verildiğini ispat eder senetler hazırlanması heyetin izzet-i nefsini zedelemiş idi.

 

Büyük Millet Meclisinde saltanat ve hilafet hakkında alınan karar mucibince, 4/kasım/1920'de bütün vekillerle birlikte istifa edenlerin arasındaydı Salih Hulusi Kezrak Paşa .. Salih Hulusi Paşa 17/ramazan/1358 - 20/ekim/1939'da vefat ey­ledi. Kabri olan Eyyüb Sultana nakli, müşir olması münase-betiylede ve eski bir sadrıazam olarak ciheti askeriyye tara­fından Gümüşsüyü mezarlığına Mehmetçiğin elleri üzerinde gitdi. Kabir taşında, lâtin harfleriyle: "Amiral Dilaver oğiu Sadnazam Mareşal Salih Hulusi Kezrak medfeni. Elfatiha 25/10/1939-

 

 

 

Salih Paşa. Hakkında Mülahaza

 

 

Salih Paşa; gerek ülke içinde gerek avrupada pek kuvvetli tahsil görmüş hayli münevver bir insandı. Pek yüksek bir ah­lâka sahib olup ciddi, mert ve metanet sahibi bir kim şeydi. Uzun boylu, kalın sesli, esmer biraz ağır davranan kimse olup bu ağırlığını kibrine yorsalarda asla öyle değildi. Edeb bakımından nâdir kimselerden idi. Meşhur mahkeme mese­lesi, fazilet sahibi olduğuna ve adalete taraftar olduğunu pek bariz şekilde or taya koyar. Bu mahkeme meselesini de izah

 

edelim: Sultan Abdülhamid'in 31/MART/ vak'asi münasebe­tiyle medhaldar olduğunu ifade etmekte olan ve Örfi idare mahkemesinde yargılanmasını isteyen Hareket Ordusu ku­mandanlığı teskeresi ile divan-ı harbî örfî nin mazbatası meclisde okununca ne yapılacağı hususunda kimse ağzını açamamış devrin sadnazamı Hüseyin Hilmi Paşa; harbiyye nâzın Salih Hulusi Paşaya dönüp de; ne buyurursunuz? Dedi­ğinde, o mert adam: büyük bir metanetle ve yüksek bir sâda ile asla caiz olmaz cevabını vererek fazilet erbabı olduğunu bir defa daha isbat etdi. Böylece bütün he'yet-i mahkeme­nin, muhakeme edelim kararını ret etdi. Halbuki Hulusi Paşa en evvel kaimpederleri Deli Müşir Fuad Paşaya mensubiye­tinden ve hakkında verilen jurnaller yüzünden merhum Ha­kan'ın döneminde hayli sıkıntılar ve eziyetlere maruz kalmış-tı. Bütün o çektiklerini hatırlayıp da oyunu kötü yolda istimal etmedi.

 

Zâten Sultan Abdülhamid; Tevfik Paşaya bir muhakeme kurulmasını ve 3l/mart vak' ası ile alakalı olmadığının tesbiL edilmesinin gerektiğini söylediğinde, Paşa bu işi Said Pa-şa'ya nakletmek suretiyle haberdar etmişse de, Şapur Çelebi lakablı Said Paşa, mahkeme edilip de medhali ortaya çıkar­sa gayri mesul olduğundan cezalandırılması gayri kabildir. Amma suçsuzluğu ispat olunursa bizim halimiz nice olur de­mekten kendini alamamış. Sultan Hamid'in eli olmadığinı İt­tihat ve Terakkinin ruhu olan Talat Paşa dahi defalarca dile getirmiştir.

 

İbnül Emin Bey merhum şöyle söylemekte: "Göztepe'deki evine bazen giderdim. Ziyaretimden pek memnun olurdu. Hakkettiğimin pek üzerinde hürmet göste-rirdi. Çektiği çile­leri, sürgün olduğu günleri uzun uzadıya anlatırdı. Son za­manlarında bir hizmetçi kadın ile adetâ fakirane bir hayat yaşadığına şahid oldum, pek   üzüldüm. Ziyaretlerimden birînde sokak kapısını kendi açtı. Bir şeyler içirmek şart, içirmemek ayib olduğundan ve hizmetçisi bir yere gitmiş oldu­ğundan bir şişe maden suyu getirip içmemi rica etdi bu hai-den büyük üzüntüye kapıldım."

 

Bir gün şunu ifade etdi: "Ben mahrumiyetden kederlen­mem. Herhâli hoş görürüm eskiden şöyleydi şimdi böyle demem, bin lira ilede geçinirim yüz lira ilede geçinirim."

 

Paşa eski kanuna göre mütekaid olduğundan maaşı ancak üsteğmen maaşına denk geliyordu. Bu yüzden üsteğmen ka­dar maaş aldığını ahbablarma anlatmak için beni tebrik edin mülazım-ı evvel oldum dermiş. "Salih Hulusi Paşa, askerlik­çe yetişmemişti. Sivil malumatı, kudret-i askeriyyesinden hayli fazlaydı. Şark'da bir manevra esnasında kumandan, manevraya dâir zabitlere uzun tenkidde bulunurken, Salih Paşa sükût etmiş. Bir zabit ise, kumandanın tenkidlerinden daha ziyade Salih Paşa'nın sükûtundan istifade etdik de­miş." Bu anekdotu da Ali Fuad Paşa'nın ifadesinden naklet­tik.

 

Dâmad Mehmed Ferid Paşa'nın sadaretinin 2. bölümünde­ki ilk, diğer bir deyimle 4. sadaretinin ilk gününde Meclis-i Mebusan ingilizlerce basıldığında aşağıda adlarını okuyaca­ğınız asker ve sivil eşhas önce Bekir Ağa bölüğüne daha sonra da, Malta Adasına sürgün edilirler. Bunların bir kısmı Ermeni tehciri ve Ermeni kalkışmalarında onların isyanını bastırmaya çalışan mülkî ve askerî erkânda mahkeme edil­mek üzere bu sürgünlerin arasında mütalaa edilerek mahut Barklays kışlasına nakledildiler. Târihimizin ancak hatıratlar vasıtasıyla haberder olabildiği bu müthiş günleri ve vak'ayı aşağıya almayı çalışmamızın vazgeçilmez bir fenomeni ola­rak gördük ve sahifelerîmîzi süsledik.

 

 

 

Malta Sürgünleri

 

 

Malta Adası 1.Cihan muharebesinin .apayrı bir cephesidir. İnglİzler'in bu adayı bir sürgün yeri, bir ceza evi gibi kullan­ması yeni bir buluş değildir. Fransızların ünlü Napolyon Bo-napart'i iki sürgün yaşam^ bunların ikisinde de adalar mes­keni olmuştu. Birinci sürgününde Elbe Adasından firarı başa­rıp da, iktidara yeniden geçmeyi bilen Napolyon, Rusya boz­gunundan sonra gönderildiği Saint Helen adasındaki ihtilât-tan men edildiği 2. sürgününde kısa zamanda hayata veda etti. Bu da göstermektedir ki adaların sürgün yeri olarak se­çimi olağandır.

 

İngilizlerin; harp sahasının orta alanındaki bir ada'yı yâni Malta Adasını tercihleri, her halde burdaki menfaların hayat­larını bir nevi rehin olarak kullanma taktiği olduğu nazarı dikkatten kaçmamalıdır. Değerli okurlarımız; "Cihan harbinin galibdir bu yolda mağlub" sözünü tam manasıyla hakketmiş bulunan Osmanlı ordusu bu savaşa, müttefiklerinin, kazan­ma hususunda hiç bir ümid taşımadıkları esnada, dâhil ol­muştur. Kıyametin kendi başlarında kopacağının habersizliği veya umursamazlığı içinde dalınan bu hengâ menin Malta sürgünlerimiz kafilesinde bir nomerolu şahsiyet Ali İhsan Sa-bis Paşa olmuştur. Adını verdiğimiz paşanın neden bir nome-ro olduğunun sebebini arz edelim: Ali İhsan Sabis Paşa; İngi­lizlerin en önemli kumandanlarından ve bu günkü İsrail dev­letinin teşkilinde en mühim rol sahibi olan kişilerin başında gelen, general Allenbi'yi en fazla uğraştıran kumandan olma-si, yahudi muavenetçisi ingilizin kininin hedefine girme sine yetmişti... Kudüs zor da olsa müttefiklerin eline geçmiş ve bizim ortaklarımız olan Alman ve Avusturyalılar dahi bir hristiyan olarak sevince gark olmuşlardı. Mağlup ordumuzun kumandanı meyus ve bitap olarak, Haydarpaşa tren istasyo­nunda, kompartımandan indiğinde karşısında işgal kuvvetle­rinin intellejans servisi elemanları destekli bir mangayı bul­du.. Yanı-nda yaverleri ve hizmet erleri olmasına rağmen, on­lara herhangi bir zarar gelmesin diye teslim oldu. Çünkü hasm-ı biâmanı Allenbi; işgal kuvvetleri İstanbul karargâhına gönderdiği bir mesajla, mezkûr paşanın apayrı bir muamele­ye tâbi tutulmasını rica etmişti...

 

Hakikaten daha sonra şahid olunmuştur ki gerek tevkifi sı­rasında gerekse kapatıldığı yerde kendisine olsun, vefakâr emirberine olsun hiç kimseye yapılmamış insanlık dışı dav­ranışlar sergilendi. Ancak Sabis Paşa; dâima yapılanları pro­testo etti. İlk andan son kaçtığı güne kadar boyun eğmedi. Onların yaptıklarını dâima yazılı ve sözlü beyanlarıyla en şe-did şekilde cevapladı. Kendilerine yapılan muameleyi olağan bulan bazı zevatta, memnuniyetlerini belirtir mahiyette be­yanlarda bulunurken, Ali İhsan Paşa'ya ise pretostocu laka­bını takmak fezahatinde bulundular. Umulur ki, paşaya reva görülen özel muameleden bihaberdiler!

 

Malta Sürgünleri adlı eserin sahibi hariciyecilerimizden Bi­lâl Niyazi Şimşir bey'in kitabının 343. sahifesindeki şu satır­lara yer vererek Ali İhsan Sabis Paşa'ya dâir naklettiklerimi­ze son verelim: ".Protestoları hiç bir sonuç vermedi. Londra Konferansından sonra bir kısım sürgünler serbest bırakılırken o (Sabis paşa) yine Malta'da bırakıldı. Yargılanacakların ba­şında yer alacaktı. Pençelerine düşmüşü. Irak cephesinde İn­gilizleri çok uğ-raştırmıştı, ne var ki İngilizlerin mahkeme et­me hesapları suya düşmüştü. Çünkü; Paşa onbeş arkadaşı ile sürgünler adası Malta'dan kaçmayı başarmıştı.

 

 

 

Malta Adasından Firar

 

 

Bilâl N.Şimşir bey bir tesbit olarak şu ifadeyi kaleme al­maktan kendini menedememiştir: "..İttihat ve Terâkki guru­bunun bütün dağınıklığına rağmen kaçış organizasyonunda gösterdiği başarının büyüklüğü gün gibi aşikardır." Hakika­ten Ali İhsan Paşa da, hatıratında kaçmak için kafa patlatır­ken ittihatçı eski nazırlardan Kara Kemâl'in komiteci ruhu ve kafası imdadımıza yetişti" cümlesiyle yer almıştır. Malta Adasının sürgün adası olması insanların bu ada da başıboş dolaşmaları anlamına gelmemelidir. Burada; Vardala Barklas kışlası adı verilen 15. yüzyıl mimarisi, iki katlı, iki blok hâlin­de uzunluğu altmış metre, eni yirmibeş metreyi bulan hapis­hane olarak kullanılan bir bina vardı. Her ne kadar hapisha­ne olmakla beraber, kışla denmesi daha bir tercih edilmişti. İngilizlerce muteber kimseler, bu yapının içinde yer alan, müstakil odalarda göz altında bulunduruyorlardı. Son dö­nemlerinde renkli ve tutarsız davranışlarıyla beyanlarına ar­tık pek önem verilmeyen Cemâl Kutay'm, Malta sürgünleri arasında bulunan teşkilât-ı mahsusanın kuru cusu Kuşçubaşi Eşref Bey (Sencer) hakkındaki, bilgilendirmesinden bizim inandığımız bir bölümü satırlarımıza meâlen derci vazife bil­dik:

 

"Kuşçubaşı Eşref Bey yanındaki kırk arkadaşıyla olduğu halde Suud kuvvetlerinin yirmibeşbin (25.000) kişilik gurubu ile karşılaşır. Amansız bir savaşa tutuşurlar. Muhterem okur­lar yanlış okumuyorsunuz, Eşref Bey'le arkadaşları, Şerif Hü­seyin'in oğlu Suud'un askerleriyle ölüm kalım savaşına girer ve Eşref Bey çok ağır yaralanır peşinden de esir düşer. Kas-r'un Nil kışlasında tedavi edilir.

 

Hayati tehlikeyi atlattıktan sonra İngilizler tarafından Maltc sürgünleri arasına ithal edilmek için İsmailiye vapuruna bin­dirilip, İngiliz savaş gemilerinin koruması altında, Vardale Barklas kışlasına götürülüp bir odaya konur. 1. Cihan harbi­nin ünlü Alman denizaltisı olan Emden'in süvarisi, Von Mül-ler'de oradadır. Zâten; burada sadece siyasi ve askeri şahsi­yetler bulunmayıp, tanınmış ihtilâlciler, fikir sahibi ve milli li­derler gibi nice kimseler bulunmaktaydı. İstanbul'da topla­nan, Mecfis-i Mebusanı kapattırmak emeliyîe, Ankara'dan gelen arzusunda başarıyı yakalayıp, meclisin basılmasını te­min eden Rauf bey (Orbay) ve meşhur Kara Vasıf bey'de Malta'ya getirilmişler arasındaydı. Rauf bey'in bu provakas-yonu TBMM'nin teşekkül etmesinde en büyük âmil olmuş bulunmaktadır. Çünkü; işgal kuvvetlerinin bulunduğu bir şe­hirde meclisin fonksiyonunun ne kadar hür olabileceğini tar­tan akıl sahibi vatanseverler çeşitli yollarla Ankara'ya ulaşa­rak hizmete koştular.

 

Osmanlı tebası olarak Malta sürgünleri adını alan ilk zeva­ta geçmeden şu tesbiti okurlarıma duyurmayı vazife addedi­yorum. Aziz milletimizin dünya yüzünde hasbetenlillah dostu yoktur. Dostu ancak inançları, piyadeyse tüfeği, topçuysa to­pu, muhabereciyse cihazı ve ilânihaye kullanacağı araçlar, gereçler ve silahlandır.

 

Bakınız daha 1. cihan savaşma katılmamışız. İtalyanlar bir gemide yaptıkları arama esnasında 2. Meşrutiyetin ilânına sebeb olan dağa çıkma hadisesinin failleri Enver ve Niyazi bey ikilisine katılan üçüncüsü olan meşhur Ohrili Eyüb Sabri bey'i, Eczacı Kâzım bey'i, tüccardan Hacı Tevfik bey'i yaka­layıp İngilizlere teslim ederler. Savaşa katılmadan savaş esir­lerimiz Vardala Barkias kışlasına konurlar. Yeri gelmişken de Malta sürgününü yaşamış bulunan zevatın bilebildiğimiz kadarıyla adlarını sahifelerimize kaydederek tarih sayfalarında­ki yerlerini elinizdeki eserde de almış olsunlar: Ali İhsan Paşa (Sabis), Hâli) Menteşe (meclis-i mebusan 2.reisi), Rahmi bey (İzmir valisi), Ali Fethi (Okyar eski başvekillerden), Zeki ve Memduh beyler (eski valiler), dahiliye eski nazırlarından Ha­cı Adil bey, maarif eski nazırlarından Şükrü bey, İttihatçılara şeyhülislâmlık yapmış olan Ürgüblü Hayri Efendi efendi, yine dahiliye eski nazırlarından İsmail Canbulat, iaşe nâzın Kara Kemâl, yine eski valilerden Muammer bey ve Reşid Paşa ile Mustafa Abdülhalik (Renda-TBMM reisliğini en fazla sürdü­ren zat), Enver Paşa'nın babası sürre alayı reisi Ahmed paşa^ Mümtaz bey, Lâzistan mebusu Sûdi, Hammal Ferid, Hüseyin Cahid (Yalçın), Ziya Gökalp, Süleyman Nazif ve de 1.cihan harbine giren kabinenin sadrazamı Sâid Halim Paşa da Malta sürgünleri arasındaydı.

 

Toplu firarın hikâyesine gelirıce kaynağımız yine Ali İhsan Sabis paşa oluyor. Paşa diyor ki;

 

."..Kaçışı Basri bey planlamıştır. Rıfki bey adlı bir zatta yar­dımcı olmuştur. Ankara hükümetinin Roma mümessili Cami (Baykut) bey ile Cenevre'de bulunan maliyeci Câvid bey du­rumdan haberdar idi. Bu işe beşbinikiyüz ingiliz lirası (bu günkü paramızla 1 7/mayıs/2000 tarihi itibarıyla: dörtmilyar-sekizyüzellialtımiiyonikiyüzellibinlira-4.856.250.000) har­canmıştır. İtalyanlarında bu kaçışa yardımcı oldukları beyan edilmektedir. Bu kaçış harekâtında; Rauf ve Vasıf beylerin yer almaması dünya târihinde büyük bir önem arzeder. Bu zevat "KAÇMAYACAĞIZ" diye İngilizlere söz verdiklerinden, sözlerini yerine getirmenin şerefini taşımışlardır.

 

Fakat bu seferde, ingilizler bu ikiliye sıkıntı verme yolunu denemeye başlamışlardır. Ancak bunların bırakılacağı kesin­di çünkü İngilizler kendilerini bağlayıcı beyanlar yapmışlardı.

 

İngilizler; Malta'dan kuş uçmaz derken, önce iki kişinin dan; sonra yâni 6/eylül/1921 günü aşağıda isimlerini koyacağı mız onaltı kişi ki; Ali İhsan Sabis Paşa, Sabit bey, Nevzat bey Bedreddin bey, Mâcit, Muammer, Gani,Ahmet, Memduh, Fa­ik, Şükrü ve Fevzi beylerle Mahmud Kâmil Paşa, Kara Kemâ bey, Tahsin bey vede Necmi beylerdi. Tunus'dan yüklediğ sığırları, Malta'nın merkezi noktasından biraz uzağındaki li­mana boşaltmak üzere gelen Trickleti adlı gemiye o gün kamptan izinli çıkan zevat bahse konu gemiye kıyafet değiş­tirme suretiyle beşer kişilik gurublar hâlinde girerler ve ken­dilerine özel yapılmış saklanma mahallerine girerler ve bu iş­lem altı saat içinde tamamlanır.

 

Gemi Kara Kemâl bey'inde gelmesiyle birlikte hareket ed­er. Ertesi günü İtalya'nın Mesina limanı yakınlarında bir yere yanaşır ve firariler gemiden sahile çıkarlar. Roma'ya gelinir ve burada Cami Baykut bey'in hazırladıkları pasaportlarla İtalya'dan çıkarlar çoğu Almanya'ya giderlerken Ali İhsan Sabis Paşa, milli mücadeleye katılmak arzu-u iştiyakıyla isti­kameti Ankara üzerine rotalandırır. Biz burada bir hususu be­lirtmek isterizki, Malta Sürgünleri arasında yer alan Mustafa Abdülhalik (Renda) Beyefendi de masonların arasında 33 derece unvanla yer aldığı listelerde görülür. Ancak masonla­rın bu dereceye gelmiş olanları "kâinatın ulu mimarı insan­dır" felsefe-i sapikesine tutulmuş kimselerdir. Böyle bir felse­fenin meclûbu olan kişi elbette inkâr-ı uluhiyete dalmış oldu­ğundan namaz ve niyaz ile aralan olmaz. Buna karşılık Vali­dem tarafından akraba-i taallukatdan bulunan merhum Ab­dülhalik Bey'in 1947'de namazını kıldığını bizzat görmüşümdür.

 

İşte bu zat da Malta'dan firar edecek kişiler arasındayken, son gece rüyasında İki Cihan Serverî Efendimizi görmekle şereflenir ve o sevgililer sevgilisinin emirleri mucibince Malta Adasında kalıp duruşmalara çıkıp, Ermeni katliamından be­raat etmek için mahkemede isbat-i vücud etme istikametine yönelir. Böyle 33 dereceli bir mason'un bu fevkaledikleri ya­şaması gayr-ı kabil olması icâb ettiğinden bu zat hakkındaki masonluk iddiasının, masonların meşhur ve müessir kimse­leri aralarında göstermek taktiğine karşılık, buna mukabil de, bu menhus zihniyet ve teşkilâtın hedefinden sıyrılmayı tercih edenlerin pasif kalması sebebiyle bir açıklama yapmamış ol­ması dikkate değerdir.

 

Meselâ; eski şeyhülislâmlardan Tortumlu Musa Kâzım Efendi mason locaları içinde konferans verdiğini ifade et­mekle beraber, masonluğun bir felsefe olduğunu bu felsefeyi benimseyenlerin müsiümanhkla ilgisi bulunamayacağını ifa­de edip, hâl böyleyken, benim gibi bu hâli idrâk eden bir kimsenin mason olması kabilmidir sorusunu sorduktan son­ra, mason olmadığını beyan etmiş olduğunu hatıriıyahm ve Abdülhalik Bey gibilerin haklarında atfedilen masonluk iddi­asını eski şeyhülislâm gibi bir beyanname ile red ve hakla­rında dâva ikame edebilirdi. Bu bir ihmal veya tenezzülsüz-iük de olabilin Doğrusunu da Allah (c.c) bilir deyip, bu notu târih sahifesine düşmüş oluyoruz.

 

Dünyanın bilhassa o dönemde en iyi haber alma teşkilâtı olan entilejans servis kayıtlarında bu firar nasıl yer almakta­dır. İngiliz belgeleri üzerinde yapılacak bir araştırmanın geti­receği netice bizim bildiğimiz hususata ne renkli bilgiler ilâve edecektir ki bunu bir Allah bilir, birde erbabı bilir.

 

Mustafa Kemâl Paşanın çok geniş bir selahiyetîe Anadolu nizamatını tesis görevi adı altında ül keyi düşman boyundu­ruğundan kurtarmak için padişahça gönderildiği artık herke­sin kabul ettiği hakikattendir. Bu minval üzere M. Kemâl Paşanın daha Samsun'un Havza kasabasındayken haklı olarak İzmir işgalini protesto eden beyanları ve davranışı, İstanbul ile 9. ordu kıtaatı müfettişi arasında ortaya çıkmasını gerek­tiren vesileydi. Sultan Vahideddin'in; İttihatçılara olan tutumu herkesin malumudur. Mustafa Kemâl Paşa konuştuğu her yerde ve herkese bu çalışma içinde ittihatçıların bulunmadı­ğını temine çalışması kendisinin padişahla aynı zaviyeden baktığını gösterme hususunda hayli İşe yarıyordu. Mustafa Kemâl Paşaya verilen selâhiyetnâme şimdiye kadar kimseye verilmemiş derecede geniş ve tesire sahibdi. İntelejans servis Malta'ya gönderdiği osmanlı münnevver ve bâzı devlet ricali­nin kısm-i âzaminin ittihadçı olmasından elde edeceği kendi­ne mahsus kân, ingiliz arşivlerindeki olması muhtemel haki­kate vukuf kesbetmeden kestirebilmemiz kabil görülmemek­tedir.

 

Ancak Malta sürgünleri arasında yer alan Ahmed Agayef veya Ağaoğlu Ahmed bey diye bilinen zat, tabiiki ittihadçıia-rın" içinde yer almıştı. İstanbul'da savaş suçlusu damgası ile işgal kuvvetlerince tevkif olunmuş, bir müddet sonra önce Mondros'a daha sonrada Malta kışlasına tıkılmıştır.

 

Bu fikirlerini savunmada mahir adam şu dilekçesiyle ingi­liz işgal kuvvetlerine daha doğrusu Amiral Galtroba müraca­atla şunları ifade eder: "Ekselans! Haftalardan beri çile dol­duran ve bu çilenin sonunu göremeyen bir tutuklunun bu di­lekçesini sonuna kadar okumanızı adalet ve insanlık adına rica ederim" Ağaoğlu Ahmet beyin bu müracaatıyla İngilizler ile lütuf değil hak arayan bir ferdin çatışması ortaya çıkar. İngilizlerin ikiyüzlülüğünü ortaya sermeye çalışan Ağaoğ-lu'na bunlar cevap verme yerine hakkında dosya tanzimine giderler ve cemaziyelevvelini ortaya çıkarmağa başlarlar. Malta sürgünleri içinde dosyası en kalın adam olmuştur. Bir çok Azerbaycanlıya parmak ısırtan milliyetçiliği Türk ordu­sunun çekilmesinden sonra ülkesine İngiliz desteğini sağla­maya çalışanların enbaşında gelen kişi olduğu görülür. Yâni ingiliz himayesini Azerbaycan üzerine çekme gayreti içinde olan Ağaoğlu Ahmet İngilizlerin Ruslarla münasebetini balta­ladığını anlamamış olmalıki, taraftan olduğu gurubun yüksek komiserliğini, kendisini tevkif ettirmesini anlayamıyor. İngi­lizlerin kendisini Almanlara satılmış olmakla suçlamasını, Er­meni olaylarında yer aldığının iddialarını çürütmeye uğraşır fakat Malta'yi boylamasını engelleyemez. İngiliz entelejiyan-sı; kendilerinin ikiyüzlü olduğunu ispata çalışan Ağaoğlu için şu raporu tanzim ettiler: "Musevi kökenli bir tatardır. Genç yaşında Ohrana örgütünde kışkırtıcı ajandı. 1904 Ermeni olaylarına karıştı.

 

Panislamist propogandacılığı yüzünden Rus hükümetince suçlandı, Türkiye'ye gitti. İslâmlığa hizmetleri dolaysıyla ihti-iâlde-meşrutiyette osmanlı vatandaşı oldu. Alman yanlısı ve" Siyonist "Jön Türk"de gazetecilik yaptı. İttihad ve terakkinin önemli üyeleri arasına girdi. Savaş içinde Almanlarca bes­lendi ve müttefikler aleyhine sert makaleler yazdı. Kafkas­ya'da bolşevik çalışmaları için. Aleyhinde kesin suç yaptı. 29/mart/1919!da iki Türk Kafkasya'dan 25 milyon ruble ge­tirdi. Yarısı onun içindi, yarısı da bolşevik çalışmaları için. Aleyhinde kesin suç delili yok. Ama pek kötü bir tiptir." Böy­le bir raporun ne kadarı doğru ne kadarı iftiradır bunu da dü­şünmek gerekir. Fakat ebedi muhalif Mevlânzade Rıfat bey "Türk İnkılabının İçyüzü" adlı çalışmasında bu raporu kendi­sine istinad edinerek Ağaoğlu'na hayli yüklenmiştir. Netice-ten İngilizler kendilerine engel olacak güç olarak yine de itti­hatçıları görmüşler demek pek yanlış sayılmaz. Bu yüzden onları temizlemiş Malta adasına tıkmış fakat bunların bu ta­kımıyla baş edememiştir.

 

 

 

Bir  Şeyhülislam

 

 

Malta sürgünleri arasında ittihatçıların kabinesinde Şeyhü­lislâm olarak bulunmuş kıymetli fakihlerden ürgüblü Hayri efendi'de savaş kabinesinin şeyhülislâmı olmasından ve bil­hassa "Cihad Fetvasını" vermiş bulunduğu için sürgünler arasında en acı muameleye tâbi tutulanların arasında yer al­maktadır. Evet; verdiği fetva her ne kadar savaş sırasında Osmanlı devletine bir fayda getirmemişse de, gerek avrupa topraklarında yaşayan müslümanlarda, gerekse de dünyanın diğer bölgelerinde ve de en fazla İngiliz sömürgelerinde sa­vaştan sonra meydana gelen isyan, kalkışma, bağımsızlık taleplerinin kökünde bu fetvanın bulunacağını İngilizler anla­mışlar ve imza sahibine eziyetlere duçar edilmesi, bir intikam ameliyesi olarak düşünülebilir. Çünkü tabiblerin Hayri efendi ağır hastadır. İngiltere'ye naklini rapor etmelerine rağmen gizli"servisler ve İngiliz hâriciyesi raporları geçersiz kılacak bürokrasi hareketleriyle Cihad ateşleyicisini ölüme doğru itti. Tutundukları en sağlam dal İse; Hayri efendi'nin Malta'da hapsedilmesi hususunun Türk hükümetinin istemi ve devam etmesi taraftarı olduğuna tutunmaları idi. Buna karşılık Malta valiliğinden Londra'ya yazılan bir teskerede, "her an ölebilir. Kanımca, Malta da tutsak ölmesi hiç arzu edüir şey değildir. İstanbul'a geri gönderilmesi yada avrupaya yollanması için yetki rica ediyorum. Yazı arkadan gönderilecektir. Malta vali­si Plumer cidden efen-dinin hastalığına endişeyle yaklaşıyor­du. Buna karşılık İngiliz dışişleri acımasızlığını sürdürmekle beraber, Osmanlı topraklan üzerinde işgal bambaşka bir va­ziyet ile karşıkarşıya gelmekteydi. Damad Ferid Paşa hükü­meti iktidara bir daha dönemeyecek şekilde düşerek siyasi

 

hayattan menkup olmuş, buna karşılık Anadolu'da ve Trak­ya bölgesindeki direnme gücü, TBMM'nin organizesiyle istik-lâliyetini tahsile kararlı bir tutum sergiliyordu. Milletler arası savaşlarda olsun, iç savaşlarda olsun her iki tarafın elinde bulundurduğu esir ve rehine gurupları birer tehdit vasıtası sayılır. Malta mahpusları bir rehineden başka bir şey değildi­ler. Halbuki başlayan direnişin inkişafı rehine silahını adetâ hiç mesabesine indirdi. İngilizlerin Londra cenahı tam ayila-mamakla beraber işgal topraklarında vazifeli olanlar işlerin çetinleştiğini, üç-beşyüz rehine tehdidinin, çığ gibi gelişen irade birliğini durdurmaya yetmeyeceğine idrak ettiler. 1920 senesi kasımında Amiral dö Robeck, şeyhülislâmın hastalı­ğından dem vurarak, Lord Kurzon'a sizce İstanbul'a gönde­rilmesinde bir mahzur yoksa müsaade edilmesi yeğ tutulur mealindeki mesajıyla Hayri Efendiye iyilik yapmış oldu. Kur-zon'un bu mesaja cani sıkılmışsa da, Robeck'e verdiği cevap ".sizce mahzuru yoksa bizimde bir itirazımız olmaz" meâlin-deydi. Böylece Kurzon siyaset adamı olarak, amirale hayır dememeyi uygun görmüştü. İngilizler valizini hazırlamasını söylediklerinde eski şeyhülislâmın önüne bir senet uzattılar. Senet basitti, artık siyasetle uğraşmayacağına dâir bir taah­hütname idi. Fakat beklenmedik bir mümanaatla karşılaştı­lar. Çünkü bu hasta ve yaşlı adam, hürriyetin hukukuna mâ-likiyet olduğunu bilmenin şuuru içinde yapılan teklifi red edip, "Ben; ancak hürriyetimin zorla elimden alındığını im­zamla onaylarım" diye şahsiyetinin gücünü sergiledi. Ülkeye döndükten sonra da, imzalamadığı taahhüdü ise kendi arzu­suyla uyguladı. Politikaya karışmadı. Bir yıl sonra da vefat etti.

 

Eski Hariciye Nazırının Maita'dan; "Ermeni Meselesine" teması Malta sürgünleri hakkında bir değerlendirme yaptığimızda Halil Menteşe'nin bu gün bile kıymeti hâiz olduğu mü­şahede olunur. 16/ mart/1920 günü tarihli mektubunda Menteş şöyle sesleniyordu: ".Ermeniler Balkan uluslarını tak­lit ettiler, ama coğrafyalarının farklılığını gözönünde tutmadı­lar. Tanrı, 30 milyondan fazla Türk'ün ve Kürdün arasına 2-3 milyon Ermeni yerleştirmişti. Ancak Kafkasya'nın bir köşe­sinde çoğunluktaydı- lar. Şu halde, tabiata karşı bir savaşa girişmişlerdi. Yıkıcı yöntemlerle azınlığın çoğunluğa hükmet­mesine kalkıştılar. Ve beceriksizliklerinin acısını çektiler. Sonra, Balkan halklarının Ruslarla yakınlığı vardı; Ermenile­re karşı ise, Rusya amansız bir düşmandı. Rusya, Doğu Ana-doluyu topraklarına katmak istiyordu. Bunu 1915'de mütte­fiklerine de kabul ettirmişti. Ermeniler bunu da kavrayama-dılar. Bugün Ermeniler, çoğunlukta oldukları Kafkasya köşe-siyle yetinmezler ve büyük devletlerde onların büyüklük has­talıklarını teşvik ederlerse ilk yanılgılar daha da kötüleşecek ve Ermenilerin geleceği de tehlikeye girecektir. Büyük dev­letler, isterler ise bölgenin çeşitli halklarını bağdaştîrabilecek, yarım yüzyıldır süregelen boğuşmaları yatıştırabilecek çö-_ züm yolu bulabilirler. Coğrafi duruma dayanan ilkelere göre Ermeni sorunu böyle çözülebilir."

 

Hali! Menteş'in bu mektubu Sevr hazırlıklarının yapılmakta olduğu döneme rastgeldiğinden belki de Ermenileri kullana­bilme hususunda İngilizlerin işine yaramış olabilir, fakat haki­katen yaşadığımız şu ikibin tarihinde Ermenilerin, sabık hari­ciyecinin dediği gibi Karabağ'da kaç senedir esaret hayatı sürdürdüklerini göz önüne alırsak tahminlerinin yaklaşık ola­rak tutmuş olduğunu görürüz.

 

 

 

İttihatçı Çizgisimi? Ankara Görevimi?

 

 

Bilâl N.Şimşir beyefendi "Malta Sürgünleri" adlı kıymetli eserinde ara başlıktaki bu soruyu ortaya atıyor sonra da ay­nen şöyle cevaplıyor: "..Acaba M.Kemâl Paşa kendisine gizli bir görev mi vermişti? Bunun içinmi durmadan İngiliz devlet adamlarını mektup yağmuruna tutuyor ve sanki görev başın­da bir nâzırmış gibi hareket ediyordu? Bu konularda herhan­gi bir belgeye rastlayamadık. Görülen şudur ki; eski hâriciye nâzın, büyük bir ciddiyetle görev yapmaya çalışıyor, İngilte-renin Türkiye politikasını yumuşatmak için gerçekten çaba harcıyordu. Bu işi inanarak içtenlikle yapıyordu.

 

Unutmamak gerekir ki, son mektuplarını yazdığı günler, Türkiye'nin en karanlık bir dönemine rastlıyordu. Başkent İstanbul işgal edilmişti. Türkiye'ye karşı âdeta yeni bir savaş açılmıştı. Anadolu'daki yeni Türk hükümeti henüz kuruluş günlerindeydi. Türkiye Büyük Millet Meclisi yeni açılacak­tı."(..) Böylece Lord Kurzon'u yanlış politikasından caydır­maya şu sözlerle: "..Ekselans, yıkıcı politikanızla, bu yiğit ve sadık Türkü ebediyyen kaybedeceksiniz... İnancım odur ki bir modus vivendi yapılabilire çalışıyordu! Sürgünden sonra ve cumhuriyet ilânından sonra ta 4. devreye kadar politikaya karışmayan Halil Menteş İzmir mebusu oldu ve öldüğü 72 yaşına kadar mebus olarak yaşadı. Tabüki Malta sürgün ve hapisliği insanların karakter ve seciyelerindeki oynaklığı ser­gileyen bir mihnek taşı vazifesi görmüş olması mümkündür zira insanlar gerek bedenen gerekse ruhen gerekse de moral olarak farklı yaradılışlardadır. Bu bakımdan Malta sürgünleri adlı eserde yapılan tahlilleri Önemsiyoruz ve sayfalarımıza al­makta hiçbir aykırılık görmüyoruz

 

 

 

Görevde Riayet Fatura Ediliyor

 

 

İzmir valisi Rahmi bey bahse konu vazifesi esnasında ya­bancılara ve bilhassa İngilizlere ve de Fransız tebâhlara pek mültefit davranmış hatta savaş esnasında İngiltere bu valimi­zi teşekkür ile anıp bir beyanname göndermekten kendini alamamıştı. Öte yandanda İstanbul Merkez kumandanı Al­bay Ahmed Cevat bey'e gelince onun da, ecnebilere iyi davranmasıyla birlikte Kutulâmare'de esir alınan general Tow-sehnd İstanbul'a getirildiği zaman Ahmed Cevad lâyık olan riayeti göstermiş ve bundanda bahse konu İngiliz generali pek memnun kalmış ve hakikaten Malta sürgünleri arasında yer alan Albay Ahmed Cevad bey, merkez komutanıyken gösterdiği yakınlığın faturasını yardım istiyen bir mektupla general Towsehnde bildirmiş ve centilmen general bu ricaya bigâne" kalmayıp, yazdığı mektupla resmi makamlar nezdin-de. Ahmed Cevad bey'e maiyetindeki binbaşı Morland'ı da şâhid göstererek kefaletlerini bildirmişlerdi. Ne varki dış işleri bu hatırlatmalara, "yardımlarının maksatlı olduğu beyanıyla" cevap verdiği görülmüştür. Neticeten Malta sürgünlüğü bir çok insanın muzdarib olmasına, aile efradının perişanlığa düşmesine sebeb olan elim bir dönemdir.

 

Değerli hariciyecimiz ve güzel kalem sahibi Bilâl Niyazi Şimşir kitabının 357. sahifesinde Mal Çan'ın Yongası ara başlığı altında şunları yazmış: "Malta sürgünleri arasında, Eczacı Mehmed bey adında zengin bir iş adamı vardı. Doğu illerinde büyük çapta müteahhitlik ile ticaret işlerinde para yapmıştı. Mütarake döneminin o karışık günlerinde de İstan­bul ile Kafkasya arasında ticaret yapıyordu. En son; 2 nisan 1919 günü İstanbul'daki İngiliz makamlarından aldığı izin kâğıtlarıyla Amerika adlı Rus bandralı bir gemiye binip Batum'a gitmişti. Oraya varınca İngilizlerce yakalanmış, bir sü­re Batum'da tutulduktan sonra İstanbul'a getirilmişti. Bir kaç ay Çanakkale'de tutuklu kaldıktan sonra, 1920 yılında Mal-ta'ya sürülmüştü. Tutuklanması Ermenilerin jurnalleri yüzün­den olmuştu. Kendisini 1915 yılında Erzincan Ermenilerinin sürülmesinden sorumlu göstermişlerdi. Bu zengin işada­mı 17/nisan/1920 günü Malta'dan İngiliz Yüksek Komiserli­ğine bir dilekçe yolladı. Kısaca şunları sordu: "16.000 İngiliz lirası tutarında kömürüm vardı. Ne oldu? Tutuklandığım sıra­da İngilizlerce elimden alınan çantamda 500.000 ruble ile-, 300 Türk lirası vardı. Bu param ne oldu? O zaman bu Rus parasının değeri 20.000 ingiliz lirası tutuyordu. Şimdi değeri 300 İngiliz lirasına düşmüştür. Kaybettiğim sermaye ne ola­cak?"

 

Mehmed bey'in maddiyattan bahseden mektubu, numû-ne-i imtisaldi. Bu dilekçe uğradığı maddi zararı dile getiren tek dilekçe oldu. Diğer dilekçeler, hastalık, esaretin zorluğu, Ölüm, hürriyet gibi hususata dayanıyordu. Fakat bu öyle de­ğil sağlam hesaplar neticesinde uğradığı zararın bilançosunu ortaya koyuyor ve bunun netayicinin ne olacağını soruyordu. İngilizleri hiçbir dilekçe bu kadar şaşırtmamış, korkuya dü­şürmemişti. Çünkü; her bir sürgün böyle bir hesap ileri sürüp tazminat talebinde bulunsalar ve bu talep de, sürgünlerin le­hine neticelendiğinde İngiltere ekonomisi ne hâle gelirdi? Amiral De Robek, dilekçe sahibinin savaş esiri olduğunu öne sürüp tazminat isteyemeyeceğine etrafı inandırmaya çalışır­ken kaygılanmıyor da değildi.

 

 

 

Kara Gün Yazısının Sahıb-I Kalemi

 

 

Fransız mareşalinin beyaz bir at üstünde bir fâtih edasıyla İstanbul'da dolaşması, Bağdad'ın son Osmanlı valisi ve şâir-edib Süleyman Nazif bey'in gayret-i diniyye ve vataniyesini satırlara döküp, işgal altındaki İstanbul matbuatında yayım­latması, efrad-ı milletin kalbine galeyan, düşmana tepeden bakma gücü aşılamaya vasıta olmuştu. Daha sonra sakla­nıp, hemen verilmiş idam emrinin uygulunabiimesini atlata­bilmişti. Daha sonra Nazif bey'de Malta'ya sürülenler arasın­da olmaktan kendini kurtaramadı.

 

29/ocak/1921'de Malta valisi lord Plumer'e pek uzun ve edebi tarafı olan verdiği dilekçede görev yaptığı yerlerde hiç bir İngiliz vatandaşına zorluk göstermek şöyle dursun, kolay­lıklar temin ettiğini anlatıyor. Bağdad Valiliği görevini Harun Reşid'in başşehrinin valisi olduğunu söyleyerek, Osmanlı va­lisi olduğunu gizler bir mâna çıkarmak düşüncesinde olanla­ra, hemen söyleyelim ki, Süleyman Nazif bey şaaşaalı ve tumturaklı cümleler kaleme alma merakını adetâ şifâ bulmaz hasta gibi sürdürmekte olmasından başka mânâlara çekmek bu yiğit edib ve şâire büyük haksızlık olur. Dilekçesinin son paragrafını, Bilâl Niyazi Şimşir'in Malta Sürgünleri adlı kitabı­nın, 359. Sahifesinden alıntılayalım: "..Burada öyle bir du­rumdayım ki ölüm benim için bir kurtuluş olur. Burada öl­mek mutluluğuna erersem, bu olay sizin hayatınızda gereksiz yere bir leke olarak kalacaktır. Bir gün gelecek İngiliz milleti, kendisi adına yapılan bu kabalıktan, keyfilikten vicdan azabı çekecektir.." Sözleriyle ortaya koyduğu tarz, yalvarma hudu­duna girmeme gayretini sergilemektedir.

 

 

 

Londra Konferansı

 

 

Londra'da toplanması mukarrer konferansa gerek İstan­bul, gerekse Ankara temsilcileri davet olunmuşlardı. Tecrü­beli siyasetçiler Osmanlı topraklarında bu iki tarafın birbirine düşeceğini tahmin etmekteydiler. Yalnız unuttukları husus şu idi. İstanbul hükümetini temsil eden heyet, şu zevattan müte­şekkil ve TBMM ordularının, elde ettiği başarıya şükranla du­alar eden kimselerden oluşmuştu. Nitekim; Ankara murah­haslarının reisi durumunda olan Bekir Sami (Kunduh) hare­kete geçmiş İstanbul murahhas heyeti ile görüş metalebinde bulunmuştu. İstanbul murahhas heyet-i reisi sadrazam Ah-med Tevfik Paşa, İngilizler nezdinde Reşid Paşa, italya'da se­fir olarak görev yapan Osman Nizami Paşa yardımcı murah­haslardı. Makam-ı sadarete kaimakam olarak İstanbul'da Ali Rıza Paşa nâfia nazırlığı uhdesinde kalmak üzere getirilmişti.

 

İstanbul ve Ankara murahhaslar heyeti anlaşmıştı.Ahmed Tevfik Paşa, salona önde girecek.Ankara temsilcileri arkala­rından gireceklerdi. İlk konuşmayı yapacak olan Loyd Cor-c'un, ilk sözü Tevfik Paşa'ya vereceği kesindi. Ancak; Tevfik Paşa, kendilerinin sözü TBMM'ne bırakmak gerektiğine karar verdiklerini söyleyecekdi. Nitekim öylede oldu sayılır ancak şu farklaki: Oturumun bir-iki gün öncesinde rahatsızlanan ih­tiyar sadrazam solmuş bitmişti. Değil yürümek ağzını açacak halde değildi. Konferansın toplandığında, iki kişi tarafından koltuklanarak getirildi oturacağı mahalle yerleştirildi. Ayak­larını beline kadar battaniyelerle sardılar. Yerinde tir tir titre­mekte ve terlemekde idi. Loyd Corc kısa bir açılış konuşma­sından sonra umulduğu gibi sözü sadrazama verdi. Bütün gücünü toplayan Ahmed Tevfik Paşa; bizim diyeceğimiz Ankara'nın diyecek olduklarıdır deyip, susdu ve yerine oturdu.

 

Ankara murahhasları; reis Bekir Sami(Kunduh) bey, Hüs-rev, Yunus Nâdi, Hami ve Zeki beyler murahhas, Dr. Nihad Reşad Belger ile hukuk müşavirlerinden Münir bey katıldı. Tevfik Paşanın feragati üzerine söz hakkı, Anadolu adına Ni­had Reşad beye düştü. Nihad Reşad bey, meseleyi enine bo­yuna yarım saat içinde o kadar mükemmel bir Fransızca ile tafsil ettiki, Fransızca bilmeyen Loyd Corc hitabenin güzelli­ğinden olacak gözlerini faltaşı gibi açıyordu. Sözlerini bitirdi­ğinde Fransız başmurahhası, mösyö Aristidi Biryan, Nihad Reşad beye: "Bu gün memleketinize büyük ve tarihi bir hiz­mette bulundunuz. Sizi dinlerken heyetinize, memleketimiz­den bir Fransız mütehassıs aldığınızı zannettim. Verdiğiniz malumata teşekkür ederim" Dedi.Loyd Corc'da aynı istika­mette sözler sarfettİ. Hayrettirki; Dr. Rıza Nur; Nihad Reşad Belger'i, meşhur hatıratında karalar durur!

 

Tevfik Paşa'nın Loyd Corc ile başbaşa yaptığı mülakatta, İngilizin Ankara tarafına ikidebirde sergerdeler, çeteciler de­mesi üzerine pek gücenen Ahmed Tevfik Paşa: "Ekselansla­rı benim vatanperver milletimin vatansever evfâdlanna bu tarzda hitap etmenize asfa rızam yoktur. Konuşacak bir şe­yimiz yoktur." salondan çıkmış olduğunu, Loyd Corc'un bahçe kapısına kada arkalarından adetâ koştuğunu oğlu İs­mail Hakkı (Okday) bey, Prof.Afet İnan'ın kızı Arı İnan'a ver­diği röportajda anlatıyor.

 

 

 

Londra Konferansında Malta Sürgünleri Müzakeresi

 

 

Malta sürgünleri hakkında Türk ve İngiliz delegeleri ilk de­fa bir masa etrafında toplandılar. Ancak; masa başında İs­tanbul adına Mustafa Reşid paşa, BMM hükümeti adına da Sekir Sami (Kunduk) bey oturuyordu. Lindsay, Ozborn ve Edmonds adlı ingiliz hâriciyesi yetkili memurları karşılıklı oturuyordular. İngilizlerin; Anadolu'da esir olarak yaşamakta olan 21 ingiliz karşılığında Malta'daki Türk sürgünlerden bir' kısmının bırakılması müzakeresi açıldı. Bekir Sami bey; Anadolu'daki 21 İngiliz karşılığında Malta'daki 120 Türkün takasını ileri sürdükten sonra başkaca bir selahiyetim yoktur demesi, bir müzakere tecrübesizliğiydi. Nitekim; Bu oturum­da bir neticeye varmak kabil olmadı.

 

Daha sonra Ankara Bekir Sami bey'e gönderdiği talimatta sürgünleri kurtarma çalışmalarını barışın sonrasına bırakma­yı öngördüğünü bildirmişti. Yazık ki İngilizler nasıl olduysa bu talimatı öğrenmişler vede kendilerine göre değerlendirmeye tâbi tutmuşlardı. Muhterem Bekir Sami bey ve heyet Anka­ra'dan gelen talimata rağmen yeni bir müzakere şansı yaka­lama için sürgünlerin hiç olmazsa bir kısmına hürriyet sağla­mak için imkânı aramaya başlamışlardı.

 

İngilizler bunu da hemen haber alıp, bu ikilikten istifade etme yolunu denemeye karar kıldılar. Dört gün sonra yâni ll/mart/1921 günü taraflar toplandı. Bekir Sami bey aşağı­daki isimlerin derhal serbest bırakılmasını talep etti: ".Cemâl Paşa-Cevat Paşa-Şevket bey- Yakup Şevki Paşa- Ali İhsan Paşa- İsmail Canbolat bey-Zekeriya Zihni bey- Ahmed Mu­ammer bey- Süleyman Numan Paşa- Memduh bey- İbrahim Pirzâde -Ahmed Nesimi bey- Fahreddin Paşa-Abbas Hâlim Paşa- Said Hâlim Paşa-Mithad Şükrü bey-Mahmud Kâmil Paşa-Halil bey-Ali Münİf bey-Ahmet Şükrü bey-Ahmet Ağa-oğlu-Tahsin bey-Mustafa Abdülhalik bey-Ali Cenâni bey- Sü­leyman Faik Paşa-Süleyman Necmi bey-Ahmed Adil bey" Bu zevatın siyasi sürgün olduklarını, herhangi bir suçlan ol­madığını ifade eden Bekir Sami (Kunduk) bey'e Mösyö Rumbold tarafından Ahmed Muammer bey, Tahsin bey ve Mustafa Abdülhalik (Renda)'nın muhakeme edilmesinin şart olduğunu ileri sürüp, ayrıca ciheti askeriyeden dört kişi Mal-ta'dan çıkacak fakat ülkeye dönmemek şartı getirildi. Bu zevat, halas olur olmaz Anadolu'ya geçip M.Kemâl Paşa'ya iltihak edecekleri kafi olan kişiler olup isimleri şöyleydi: Ce­mâl Paşa, Cevat Paşa, Albay Galatah Şevket bey ve Yakup Şevki Paşa idi. Bunun antlaşması Bekir Sami bey ile İngiliz hariciye yetkililerinden Robert Wansittar arasında imza altı­na alındı.

 

General Harıngton'ün Dönekliği

 

 

Malta sürgünleri ile alakalı olarak Ankara temsilcisi Bekir Sami bey ve Vansittar arasında varılan anlaşmanın imzasın­dan sonra 23/mart/1921'de Yunan askeri birliklerinin Bursa ve Clşak hattında bir hayli kalabalık vede cesametli bir saldırı harekâtı başlamıştı. Kalleş İngilizler bu saldırıdan başta işgal kuvvetleri komutanı general Harrington olduğu halde pek büyük ümidlere kapıldılar. Harington telgrafhaneye emir ver­di: Londra'ya maruzdur. Hiçbir Türk sürgünü serbest bırakıl­masın! Aslında general İngiliz esirlerinin kurtarılmasını bu serbest birakışda görmekte olduğundan sürgünlerin serbest bırakılmasının taraftarıydı. Ne var ki, alayişli Yunan huruç harekâtı bu tecrübeli askeri de ümide sevk etmiş, Sevr'i, Yunan zaferi ve tutsakların elde olması sayesinde kabul et­tirmek daha da mümkün hâle getirir fikriyatı yukardaki telg­rafı çekmeye taşımıştı. Bu telgrafda Mustafa Kemâl Paşanın imzalanan anlaşmayı kabul etmeyeceğine dâir olan tahmini­ni de belirtmişti. Bir bakıma imzalanan antlaşma Ankara'nın talimatını aşan bir hariciyecinin tasarrufu idi. Ama Öte yan­dan da imzalanan antlaşmaya göre İngilizler Osmanlı esirle­rini bırakacak ve ardından Anadolu'daki İngiliz esirleri bırakı­lacaktı. İki haf ta evvel önce imzalanan antlaşmada oyunbo­zanlık yapan İngilizlere kalleş denmezde ne denebilirdi? İkİn-. ci İnönü zaferi gerçekleştiğinde general Harington ve Sir Rumbold telâşa kapılıp Londra'ya 40 sürgünün hemen ser­best bırakılmasını âmir telgrafı çekmişlerdi. Mart'ın son haf­tasında sürgünler için başiıyan yazışmalar, 30/mayis/1921de bitirilecek şekilde devam ettirilmişti. Yâni; mayısın sonuncu günü tahliyeleri tamamlamak kararlaştırılmıştı.

 

29/nisan/1921 de Malta'dan sadece dört kişinin çıkarıl­masına sıra geldi. Bunlar masraflarını kendilerinin çekeceği kimselerdi. İbrahim Saib bey, Said Halim ve Abbas Hilmi Pa­şalarla, Hüseyin Cahid Yalçın bey'in yanında olan iki çocuğu hanımı ve teyzesi olduğu halde İtalya'ya yola çıktılar. Zâten bunların içinde kurtuluş harekâtına İştirak edeceklerine dâir bir emarede görülmemekteydi. Başlarda verdiğimiz tafsilata uygun olarak 16 kişinin Ada'dan kaçışı gerçekleşti. Bunun üzerine geride kalan sürgünlerin sert muamelelere maruz kaldığı bir çok hatıratta yer almaktadır. Vardala Barklas kale­sinden, Polverista kışlasına götürülmeleri epeyice itiş-kakışa yol açtı. Ancak geride kalan zevatın üst rütbe ve makamların sahibi olmaları kuvvet kullanımına gidilmesine müsaade et­medi. Ahmed Emin Yalman hatıratında son vak'a için için şu sonlamayı yazmış: "Tahkikattan sonra Alay komutanı herkeşten ayrı ayrı Özür diledi, kamp kumandamda bu harekete katıldı. Fakat arkadaşlar bununla yetinmediler. Kabahatlıla-nn cezalandırılmasını istediler. Mesele böylece kapandı." Ah­med Emin bey; Malta'da olan biteni, Ankara'ya duyura­bilmek gayesiyle Pâris'de Dr. Nİhad Reşad Belger'e, Roma'da bulunan İsmail Canbolat bey'e birer mektup postala­mış! Malta Sürgünleri listemiz tam bir grosa insanı yâni 144 kişi, diğer bir deyimle oniki düzine insan mağdur ve mazlum olarak Akdeniz'in bu adasında vatan hasreti, yakınlarının on­ları merak etmesi ile dolu günler geçirmişlerdir. Bu üzücü olayları bir gülümseme ile bitirebilmek için, Kanal harekâtın­da Arabistan'da çarpışan askerlerimiz arasında bulunan da­ha sonrada Ürfa mebusu olan, Şeyh Saffet Efendi'nin bir vak'asını anlatayım: "Savaşın bir yerinde birliğimizle teslim olmak mecburiyetinde kalmıştık. Bizi bir kasabaya götürdü­ler. Kerpiçten yapılmış küçük küçük kulübelere soktular. İn­gilizlere esirdik amma muhafızlarımız onlara arka çıkan bir kısım araplardı. Bizi havalandırmaya çıkardıkları günlerin bi­rinde az ötemde millet-i arabdan fakat bizim ordumuzda biz­den yana çarpışmış ve bizimle birlikte esir düşmüş asker muzdarib, arabça feryâd ediyor, Cenâb-ı Hakk'dan istimdad ediyordu. Dayanamadım. Arabça seslendim: Yavaş bağır du­yacak imdadımıza koşacak, bu namussuz İngilizler O'nu da yakalayacaklar, kurtarıcısız kalırız. Yüzüme baktı ve sustu! Kimbilir benim için ne düşündü?"

 

Ahmed Tevfik Paşa, Darr.ad Ferid Paşanın infisalinden sonra Sultan 6,Mehmed Vahi deddin Hân'dan gelen hattı hü­mayun ile son sadaretine başladı. Bu sadaretini 2 sene 14 gün sürdürebildi. Çünkü Osmanlı Devletinin saltanat döne-•mine TBMM aldığı bir kararla son vermişti.

 

Sultan Vahideddin Hân'ın gönderdiği Ahmed Tevfik Pa-şa'ya gönderdiği hatt-ı hümayunu, İbnül Emin bey'in değerli eseri Son Sadrazamlardan alıntılayarak sayfamızı süsleyelim:

 

 

 

Vezir-İ Meâü Semirim Tevfik Paşa;

 

 

Selefiniz Ferid Paşa'nin ahvali sıhhiyesinden dolayı vuku-bulan istifası kabul olunarak mesned-i sadaret, uhdei isti-halinize tefviz ve meşihat-ı islâmiyye dahi Nuri Efendi uhde­sinde ibka edilmiş ve kanun-u esasinin 27.maddesi hükmü­ne tatbikan teşkil eylediğiniz heyet-i cedide-yi vükelânın, me'muriyetleri tasdikimize iktiran etmiştir. Cenab-ı Kâdir-i mutlak, mesai-i masrufeniz de tevfikat-ı celilei sübhaniyye-sini rehber ve mu'in buyursun. Amin. Bihürmet'üf seyyidül mürseliyn.

 

8/Safer/1339- 2l/ekim/cuma/l337-1931

 

Mehmed Vahideddin

 

 

 

Anadoluya Nasihat Heyetî

 

 

Daha önceleri Anadolu'daki istiklâliyet mücadelesini ya­panlarla temas temin babında gönderilmiş bulunan Yüzbaşı Neşet bey avdet etmiş ve Ankara ile temasın, mümkün oldu­ğunu beyan etmesi üzerine meclisi vükelâ şimdiki tâbirle Ba­kanlar Kurulu, tezekkur ettiği bir kararla dahiliye nâzın İzzet Paşa başkanlığında, harbiyenâzın Salih Paşa, ziraat ve ticaret nâzın Hüseyin Kâzım bey, Kandilli rasathane müdürü Fatin (Gökmen) Hoca, Bern elçimiz Cevad bey ve Babıâli hukuk müşaviri Münir beyler, 20/rebiül evvel 1339/3/Ara-hk/1920'de Ankara'ya gönderildi. Ancak antlaşmayı temin mümkün ol-madı. İzzet ve Salih Paşalar kabineden müstafi oldular. Ancak birbuçuk ay sonra heyet-i vükelâya yine dahil oldular.

 

 

 

Yıkılış

 

 

7/teşrinisâni/1338-7/kasım/1922 sadrazamlık dâiresi (bu günkü İstanbul Valilik binası) Refet Paşa'nın umumi karargâ­hı haline getiriliyor. Sadrazam dairesiz kaldı. Ayrıca Takim-i Vekayii yayımlanması sona erdirildi. Böylece Devlet-i Osma-ni'ye ve Babıâli münhedim (yıkılmış) ve yerine TBMM hükü­meti kaim oldu.

 

Sultan Vahidedin Hân'ın vatan-i terk etme mecburiyetin­den sonra TBMM'si saltanatı lağvettinden, padişah diye bir unsur mevcud olmadığından sadrazamların hatimesi olan Ahmed Tevfik Paşa mühr-ü hümayunu yed'inde bir hatıra, nesillerine yadigâr olarak bırakma durumunda kalmıştır.

 

1344/recebinin 21. gecesi- 8/ekim/1936'da senei hicriye hesabiyle Ahmed Tevfik Paşa 94 yaşında olduğu halde vefat etti. Cenaze namazı Teşvikiye Camiinde eda olunup Yahya Efendi dergâhındaki nazireye defnolundu. Daha sonra da ço­cukları Topkapıdaki aile mezarlıklarına naklettiler diye^bir ri­vayet vardır. Paşa; "Kurun-u Vusta" yâni ortaçağ adlı tarihin mütercimidir. Eser basılmıştır. Anlatılır ki: "M. Kemâl Paşa; Tevfik Paşayı Dolmabahçe sarayına davet etmiş. Tevfik Pa­şa: pek nazikâne gönderdiği cevabda: Sultan Vahideddin Han'dan sonra artık o saraya gitmemeğe karar aldığını, ka­rarlarına uymayı kendine prensip olarak seçtiğini bildirir. M.Kemâl Paşa da bu vefayı anlamış olmalı ki İsrar etmez. Ahmed Tevfik (Okday) Paşa, 208. Osmanlı sadrazamıydı.

 

 

 

İstiklâl Savaşımız

 

 

Büyük milletimiz, bin yıldanberi, islâmiyetin ve insaniyetin hizmetinde, adalet, ahlâk ve nâmus-u din ve vatan için, ken­dini bu güzel hasletleri yıkmak, parçalamak isteyen emper­yalistler karşısında maddi ve manevî bir mania olarak, varlı­ğını dost ve düşmana kabul ettirmeğe muvaffak olmuş, yüce bir millettir. Bu satırları kaleme aldığımız ve içinde bulundu­ğumuz, 2002 yılı Ağustos ayı,milletimizi ve ülkemizi yutmak, dünya haritasından kazımak isteyen, haçlı zihniyetinin ve materyalist dünya anlayışına sahip hükümetlerin elbirliği ederek üzerimize çullananları millet ve idarecilerinin vücud birliği ederek, dalgalar hâlinde üzerimize gelen vahşet sürü­sünün bu vahşi saldırısını çok daha önceden tahmin ederek, Osmanlı erkân-ı harplerinin tâyin ve tensip ettiği bir starete-jik plân dâhilinde mutasavver mukabil harekâta dâir vazife taksimini, iddihar yâni, silah, cep hane ve melbusatı muha­faza edecek mekânlar, bunların Anadolu üzerindeki dağılımı yu karıda söz konusu ettiğimiz Osmanlı erkân-ı harpleri tara­fından tanzim olunmuş ve bir felâket hâlinde bunların devre­ye sokulması hususunda maharetlerinden istifade olunacak askerî ve mülkî ve de sivil eşhas tespit olunmuş ve yine bü­yük bir gizlilik dâhilin-de bu zatlara ulaşılmış, talimatlar veril­miş, programlar ise kendilerine ulaştırılmıştır. Hemen yukarı­daki global izahımız içinden, erkân-ı harplerimizin dâima ile­riye dönük, gelecek ahvale göre plân yapıp, bunları sık sık gözden geçirmesi, mensubu olduğumuz mu azzez islâm din'inin ehl-i sünnet velcemaat anlayışının dört mezhebinden biri olan Hanefi'yenİn metoduna uygunluğunu da burada zik­retmezsek, ilmî bir tesbiti atlamış oluruz. İttihad ü Terakkinin büyük milletimizi sokmuş olduğu 1. dünya savaşının daha ilk yılı yaşanırken yukarıda bahse konu ettiğimiz Osmanlı er­kân-ı harpleri ki bunun içine sivil devlet ricali ve enteiejansi-ya hareketlerini takip ve tesbitle görevli teşkilât-! mahsusa mensupları, yukarıda ifadeye çalıştığımız bir felâket hâlinde baş vurulacak tedbirleri, tâyin ve tesbit etme işlemini ger­çekleştirirken aralarında bulunan, Cumhuriyetin ilânının aka­binde, müretteb İzmir Suikasd'i teşebbüsü sanıklarından ve idama mahkum olunup, hakkındaki bu karar, 1925'de infaz olunan Maarif Vekili Kocaeli mebusu Şükrü Bey ki, aynı za­man da ZAMAN Gazetesinin müessisi, yâni Zaman adını ilk olarak kullanan gazetenin kurucusudur. İşte bu zat, bahse konu erkân-ı harp planlarını yaptırtan ittihad ü Terakki kabi­nesi âzası olarak Pınar Yayınlannca neşredilmiş ve ilk baskısı tarafımızdan hazırlanmış daha sonra da 2. baskısı yapılmış fakat hangi sâikle olduğu bilmediğimiz, ismimizin konmadığı çalışmadaki, eserin yazarı Mevlanzâde Rıfat Bey, bu hususa işaret ederek, İttihad ü Terakkiye amansız muhalifliğine rağ­men, onların bu hususda ki tedbirli davranışlarını, Maarif nâ­zın Şükrü Bey'in konuyla alakalı açıklamalarını zikretmesi, yine Damat Ferid Paşa'ya taşıdığı bütün menfi hislere rağ­men, âti'de savunmayı yönetecek müdafaa-i hukuk cemi­yetlerinin teşekkülüne ve yaygın tarzda ülkemizin her tara­fında faaliyete geçebilmesini sağlamak gayretine matuf ola­rak, maddi yardımları sadece hazine-i hümayundan değil, bizzat kendi portföyünden çıkarıp, azimsanrnayacak miktar­da para yardımında bulunduğunu da ketmetmeyip yazmış olması, şâyan-ı takdir olduğunu buradan belirtmeden geç­meği büyük bir noksanlık addederim.

 

Yukandanberi söylemeye çalıştığımız, devlet tecrübemizin kendini gösterdiği, büyük savaşın sonrasına kendisini hazır­lamış olmamız olduğudur. Bunun böyle olduğunu pek kısa olarak belirtmeğe çalıştık, şimdi elimde, günümüzden 11 se­ne önce basılmış, "Türk Kurtuluş Savaşı nın Kuvay-ı Milliye Dönemi 30/Ekim 1918-23/Nisanl920 Olaylar ve Öncüler" adıyla ve pek uzun isimle gerçekleştirilmiş bir çalışma var. Bu kitap Sakarya vilâyeti Özel İdaresi tarafından tab ettiril­miş. Bir mânada devlet yayını saymakda kabildir. Bu çalış­mayı yapan ve bunu kitap hâline getirenlere ne kadar teşek­kür etsek azdır. Çünkü bu kitapçıklar, târihin sahifelerine göz atacak araştırmacı ve millet evlâdına gemilere; doğru isti­kamette gittiklerini gösteren bir pusulanın üstlendiği görev gibi târih okyanusunda yol gösteren bir klavuz vazifesini de-ruhde eder. İşte biz, bu öz fakat vefa dolu çalışmadan bazı pasajlar aktarmak suretiyle sahifemizi süslemeye çalışaca­ğız: "30/Ekim/1914'de, 1. cihan savaşına katılmak zorunda bırakıldık. 30/Ekim/1918!de Mondros Mütarekesini imzala­dık. Galipler cihan da haşmet ve kudretini hak ve adaletle kucaklaştırmış altıyüzondukuz yılla en uzun hayat süresine sahib Türk-tslâm devletini târih sahnesinden silmek kararın­da idiler." Görüldüğü gibi bizim mevzuya girişteki ihtisasları­mızı anlatan ifadelerimiz, Sakarya Vilayeti Özel idaresinin bastırdığı eserde sh. 4'de, Târih Aynasında başlıklı yazıdan alıntıladığımız üstteki satırların birbiriyle tetabuk etmesi, yeni tâbirle örtüşmesi, şuur hususunda aynı pencereden baktığı­mızın bir örneğini gösterir. Bahse konu çalışmadan alıntıya devam edelim: "Aslında: 1. cihan savaşı hasta adam teşhisi­ni koydukları Osmanlının, zengin mirasının.taksim kavgası idi. Türk milletinin, gerçek anlamı ile müstakil devlet devri kapanıyordu. Ve akılmantık-askeıiik ilmi-mevcud şartlar, bu Kara Kaderi mühüıiüyordu. Mizam ordusu silahlarını bırak­mıştı ve meşru sayılan hükümet; padişah ve halifesi ile bir karşı koymanın imkansızlığında birleşiyordu." Burada bizim dikkat çekmek istediğimiz husus, bu çalışmayı yapanların işin bu tarafında târih ve hatıratların bize duyurduğu ve Dolmabahçe sarayında yapılan, içlerinde Konyalı müfessir Meh-med Vehbi Efendi'ninde aralarında olduğu bir top- lantıda, talihsiz Padişah 6. Mehmed Vahideddin Hân'ın, toplarının namlularını sarayın üstüne tevcih etmiş düşman donanması­nın insan kanını dondurucu tarzda ürperten bu manzarayı, eliyle işaret ederek söze giren padişah, ülkemiz işgal edilmiş­tir. Bu durumdan halas olmak gerekir. Ahali sürüdür. Bu sü­rüye bir çoban lâzımdır. O çoban benim. Herkes benim işare­time ve yapacaklarıma dikkat ve riayet etsin dediğin de, yu­karıda adı geçen Hülasat'ül Beyan müfessiri Konyalı Meh­med Vehbi Efendi, cesaret olmasına cesaret, ancak bir de-mogoji eseri olan şu cevabıyla kendine ün kazandırırken, as­lında bir doğruyu gölgelendirmek fezahatini işledi. Çünkü padişahın sözünde yatan gerçek milletin idare olunması ge­rektiğine işarettir. Yoksa eşref-i mahlukat olan insanı mecaz dışında hangi akıl, hayvanların teşkil ettiği sürü, insan toplu­luklarına sürü diye nitelemeyi göze alır. Bu ifadeye bağlı ka­lan son padişahın, başkenti işgal edilmiş bir devletin başkanı olarak, etrafı muhat yâni çevrilmiş bulunan bir devlet reisi­nin, bulduğu, bulabileceği'men fezlerden bir kurtuluş ışığım, yakalamak yoluna düşeceğini anlamak kabildir, bu beya­nından. Böylece; Sultan Vahideddin hükümet ricali ile, İşgal­cilerle yâni galib devletlerle, nasıl ve kimleri vazifelendirerek mücadelenin yapılabileceğinin yollarını ve vazifelendireceği kimlikleri tesbit için istişarelere başladı. Bu husus için de ha­fızasın) bir yandan yoklamaya gayret gösterirken, öte yan­dan da politik yaklaşım yanında, Anadolu topraklan üstünde gerçekleştirilmesi plânlanan Büyük Ermeni projesini gerçek­leştirecek çalışmalara, yazının girişinde tesbit edilen plân istikametinde, muhayyer ve mutasavver plân meydana geti­renlere teşekkürlerini kendine vird-i zeban edinmişti.

 

 

 

Cumhuriyet Yapacaklar!

 

 

Mustafa Kemâl Paşa müddet-i ömründe uçağa binmemiş­tir. Halbuki; "İstikbâl Göklerdedir" vecizesi, kendilerine aittir. Bu büyük keşfin mamulatina binmemesinin hikâyesinide an­latmaya çalışalım., "Efendim; Mustafa Kemâl Paşa, eski sadrıazamlardan Ali Rıza Paşa ile birlikte 1. Dünya savaşı esnasında Almanya'dadırlar ve bir manevraya davetlidirler. Bu manevrada dönemin uçakları da vazife almışlar, plânla­nan vazifelerini manevra esnasında gerçekleştirirler. Tabiiki başta davetli ecnebi ve yerli askeri zevat olduğu halde hazır bulunanlar tarafından alkışlarla taltifata nail olurlar. Bu gös­terilerden sonra meydandaki hoperlorlardan arzu eden za­bitlerin havada tenezzüh (gezmek) için az sonra havalana­cak tayyarelere binebilecekleri hakkında anons duyulur. Ce­sur ve deneyci M.Kemâl Paşa hemen bu davete icabet et­mek üzere, Ali Rıza Paşadan nezaket icabı izin isteyip, bin­mek üzere uçaklara doğru hareketlendiğinde, Ali Rıza Paşa da genç paşanın koluna yapışır ve <bilmediğin ilaç başını, bilmediğin aş, karnını ağntır> darb-ı meselini sÖyleyiverir. Bu ikaz üzerine M.Kemâl Paşa uçağa binmekten sarfı nazar eder. Çok geçmez ki, M.Kemâl Paşanın binmek için gözüne kestirdiği uçak takla ata, ata irtifa kaybetmeğe başlar. Ve meydanın biraz uzağında ki ormandan az sonra bir alev ve yığın halinde duman yükselmeye başlar. Az sonra bildirilir ki, uçak arıza hasebiyle düşmüş ve içinden hiç kimse sağ çıkamamıştır.

 

İşte M.Kemâl Paşanın bir tayyare kazasında hayatının noktalanmasını eski sadrıazamlardan Ali Rıza Paşa takdir-

 

ilâhi ile engellemiş oluyor. Muteriz M.Kemâl Paşa da, takdirin gereği olarak, Ali Rıza Paşa'dan gelen ikaza büyük bir hür­metle, ittika etmesi de, asla şüphe edilmemelidir ki, takdir-i tecelliyedendir. İşte bu Ali Rıza Paşa, yine İttihad ü Terakki Partisinin son kabinesini teşkil eden Talat Paşa kabinesi istifa etmiş ve başvekil Talat, Enver vede Cemal Paşalar firar etti­ğinde, sadnazam atanmış bulunan Mareşal Ahmed İzzet (Furgaç) Paşa'yı ziyaret ettiğinde, M.Kemâl Paşa hakkında konuşurlarken, Bulvar Gazetesinin hazırlattığı ve başlarında değerli büyüğüm Osman Akkuşak ağabeyimizin bulunduğu kıymetli yazı kadrosunun hazırladığı ''Kurtuluş Savaşı Ansik­lopedisinin 1985'de yayımlanan 1. cildinin 205. sahifesinde şu ifade yer alır: ".Ali Rıza Paşa bir gün Ahmed İzzet Paşayı ziyarete gider. Sohbet esnasında Mustafa Kemal Paşa aleyhinde dedikodu yapar. Daha sonra ekler: <cumhuriyet yapacaklar,cumhuriyet!> diye bağırır. Ali Rıza Paşa Make­donya'da Osmanlı imparatorluğunun Batı Orduları başku­mandanlığını yapmıştı. Koskoca Türk ordularını mahvettir-miş, kıymetli Makedonya topraklarını düşmanlara terk et­miştir. Şimdi de devletin en müşkül anında, padişahın gözü­ne girmeyi başarmış ve en yüksek mertebeye ulaşmıştı. An­cak, cumhuriyetin yapılacağını söylemesi takdir olunacak bir harekettir." Şeklinde bir ibare koymuşlardır. Bu ibare üze­rinde ve cumhuriyet kelimesi üzerinde bir miktar durmak ge-reki yor. Şimdi; evvelâ merhum Ali Rıza Paşayı Osmanlı or­dularını mahvettiren adam olarak nitelemek pek doğru bir ifade sayılmaz. Ancak Makedonya cephesinde bir başarısız­lık vardır ve bunun idraki içinde olan vede çok kıymetli bir erkânıharp yâni müthiş bir kurmay subay olan Edirne istir­dadının da plânlarını yapan ancak fiili komutaya kendinde atfettiği uğursuzluk hasebiyle yanaşmayan bu doğrultuda gelen teklifleri geri çevirdiği gibi yaptığı mükemmel savaş plânlarının tatbik alanına konacağı gün cepheye gidipde bir aksiliğe meydan verir vücudiyetim diye, neticeyi çadırında binbir heyecan içinde beklemek yolunu seçmiş muhterem bir Osmanlı Paşasıdır.

 

Cumhuriyet kelimesi üzerine gelince, Tanzimat fermanın­dan önceleri de Osmanlı ülkesinde münevverler arasında doğrudan doğruya olmasa bile cumhuriyet üzerinde müta-lalar serdedildiği muhakkaktır. Hâttâ; 1789 Fransa ihtilâl ha­reketlerinin taht ve taç sahiplerini mahvetmek, idareyi ahali­nin iradesine ve seçeceklerine bırakmak anlayışını hâkim kı­labilmek diye niteleyen ve 3.Selim'e verilmiş lâyihaları hatır­lamak yeterlidir.

 

Bunun yannda 2.Mahmud'un inkılap hareketleri, cumhuri­yet fideleğini hazırlamak sayılsa yendir. Daha fazla gerilerde kalmaya lüzum yoktur ki, Monarşi idaresi bir nevi cumhuri­yet kapısını tıklayan harekettir. 1. Meşrutiyet'in ilânı, cumhu­riyetin kapısına gelme vaktinin hayli yaklaştığını gösterir. Ni­tekim, Şam ordusu kumandanı Arnavut Recep Paşa'nın, aniden İstanbul'a gelmesi ve padişah 2. Abdülhamid tarafın­dan derhal Harbiye Nazırlığına irtika ettirilmesi sırasında, ki­mi hatıratlardan öğreniyoruz ki, Sultan Hamid, Recep Paşa acaba cumhuriyeti mi ilân edecek kayguları çekmiştir. Ne varki hikmet-i hüdâ Recep Paşa ertesi gün vefat etmiş böy­lece de Sultan Hamid bu kaygulardan bir müddet olsun azade kalabilmiştir.

 

Ali Rıza Paşanın,Ahmed İzzet Paşaya <curnhuriyet yapa­caklar, cumhuriyet dîye sızlanması, cumhuriyeti isteme­mekten değil, nan-û nimetiyle perverde oldukları devlet-i âli-yenin kurmuş olduğu mekteplerde okumuş yetişmiş, bir çok başarılara imza atmış, mazisinin herkesi hayranlıkla gıbta ettirdiği bu devletin sonu olarak görmesinden kaynaklandığını tesbit etmek zor olmaz. Bu insanlar, vefalı insanlar oldukları kadar cidden bir kahve nin kırk yıl hatırı vardır sözünün ger­çek mânasını taşıdığı devirlerin insanları olmasıdır vede Şark toplumunun bilhassa müslümanlann müessesesi hilafet-t ak-desiyenin Cumhuriyet çerçevesinde nerede yer alacağını tes­bit ve tâyinin yapılmasındaki çözümsüzlüğü evvelce görmüş olmalarından kaynaklanmaktadır.

 

Nitekim cumhuriyetin ilânının sonrasında hilafetin ilgası karan alınır ve hilafetin şahıs lara verilemeyeceği, hilafetin selahiyetlerinin TBMM'nin, selahiyetleri içinde mündemiç olacağının ilânı ile bir gece de, hanedan üyelerinin ve başla­rında halife Abdülmecid Efendi olduğu halde ülke dışına çı­karılmaları, Ali Rıza Paşa gibi nicelerinin tahminlerini gerçek­leştiren işlem icra edilmiştir.

 

Günlerden bir gün, Sultan Vahdeddin Harbiye Nâzın Gürcü Şâkir Paşa'yı yanına çağırarak, bana paşaların listesini getir ve bu listedeki isimlerin başarıları ve başarısızlıkları da kay­dedilmiş olsun, çünkü onların içinden seçeceğim paşa ile pek mühim işler yapacağız der. Bu emri telakki eden Şâkir Paşa nezarete avdet eder ve istenilen listeyi, sür'atle ikmale çalışırken mülahazat hanesine de gereken notları düşmekten de geri durmaz.

 

Şâkir Paşa; Sultan Vahdeddin tarafından kabul edilir ve hazırlamış olduğu listeyi hâvi dosyayı kendilerine takdim ed­er. Padişah derhal dosyayı tetkike başlar. Ne varki; padişah tetkikten ziyade, sanki bir şey aramaktadır. Hayli yüklü ma­lumat ile doldurulmuş mülahazat haneleri sanki kaale alın­madan geçilmektedir. Bir müddet sonra da padişah başını kaldırır ve: "İsimlen okudum. Bunların içinde benim Alman­ya seyahatimde yaver o/a rak refakatimde bulunan Sarı. Paşanın adını bulamadım" Dediğinde, Harbiye Nâzın Paşa, kastedilen ismi derhatir eder ve tatlı bir tebessümle, "Efendi­miz; Siz, Mustafa Kemâl Paşa Hz.lerini kastediyorsunuz sanı­rım! Fakat bu paşanın koltuğunun altından Fransa Ihtitâl-i Kebirinin husulünü anlatan kitap hiç düşmez. Mustafa Ke­mal Paşa bu kitabı çok okur. Mutasavver işi ona verdiğinizde belki memleketin kurtulması kabil olabilir, fakat sizin de, taht ve tacınız kalırmı bilemem" Cevabını verdiğinde, Sul­tanın ağzından şu sözler dökülür:  "Paşa Paşa! Memleketin akıbeti pek ama pek mühimdir. Bizim tahtımızın, tacımızın millet encamı karşısında ne önemi olabilir?" Dediğini çok ki­şiden duymuşuzdur. 27/nisan/1919 günü Harbiye Nâzın Şâ-kir Paşa'nın, Mustafa Kemâl Paşayı Nezarete davet île Türk­lerin, Rumlara yaptığı baskıyı yerinde incelemek ve önlemek üzere Karadeniz bölgesine müfettiş olarak gönderilmesinin kararlaştırıldığını bildirdiği görülür. İşte, bu son paragraftaki malumat, Prof.Utkan Kocatürk tarafınca hazırlanmış ve TTK (Türk Târih Kurumu)'nca tab edilmiş kitabın 33. sahifesin-den alınmıştır. Aynı sahifede de, hemen ertesi güne yâni, 30/nisan/1919 tarihinde, Mustafa Kemâl Paşanın, 9.Ordu Kı­taatı müfettişliğine tâyininin Sultan Vahdeddin tarafından tas­dik edildiğini satırlara döken Kocatürk, aynı sahifede şu ifa­deye yer vermiş: "Harbiye Neza retinin, sadarete yazısı: Mus­tafa Kemal Paşa tarafından yapılacak tebligatı emri altında bulunacak olan vilayat mülkî memurlarının icra etmelerinin tamim edilmesi" pek açık olarak geniş selahiyet ile Anado­lu'ya gönderilmiş olduğunu ortaya koyar. Takvim yapraklan; 30/nİsan/1919'u gösteripde, M.Kemâl Paşanın tâyininin ol­duğu gün; serhad şehrimiz Kars ise, İngilizler tarafından sağ­dan soldan toplanarak bir araya getirilmiş Ermeni kopilleri­nin idaresine veriliyordu. Evet,kasap'a, kuzu teslim ediliyor idi. Demek ki İttihad ü Terakki cemiyetinin daha cihan sava­şının başında görüp çâre aradığı durum gelip çatmıştı. Zâten; Padişah Vahideddin hân'da yukarıda yazdığımız tayinle işin önemine işaret etmiş oluyordu. Bu arada da heyet-i nasiha denen çeşitli vilâyetlere gidip, gerek sükûnet gerekse, yapı­lacakları ehline anlatan Şehzade Abdürrahim Efendi riyase­tindeki 16/nisan/1919'da başlayan nasihatler hiç şüphe yok ki bir teşkilatlandırma harekâtıdır. Ve bu seyahat aynen Os­manlı devletinin kuruluşunun akabinde Sultan Veled'in Ana­dolu Beyliklerini bir bir dolaşıp, Osmanlı iradesine râm olma­larını hatırlatma olayını andırdığını söylersek yanlış bir istin-bat yapmış olmayız. 20/nisan/1919'da Bursa'da isbat-ı vü-cud edilmiş, oradan Balıkesir'e geçilmiş ve 25/nisan da, Ma­nisa'ya gelinmiştir. Hemen ertesi günü Heyet-i Nâsiha İzmir'e duhûl eylemiş, Aydın ise, İzmir'den gelinen vilayetimiz ol­muştur, târih 29/nisan/1919'u göstermektedir. Heyet-i Nâsi­ha Aydın'dan Muğla'ya geçerek vazifesini sürdürmüştür ki 30/nisan günü olmuştur buraya gelinmesi. Nihayet 18/ma-yıs/1919'da heyet-i nasiha ve şehzade Abdürrahim Efendi­nin dönüş târihidir ve hemen ertesi günü Mustafa Kemâl Pa­şa Samsun'a çıkacaktır.

 

 

 

Redd-I İlhak Heyet-İ Milliyesinin Beyannamesi

 

 

14/mayıs/1919'da, milletimize İzmir'de dağıtılan ve duyu­rulan beyannameyi sa hifemize alarak, yazımızı süslemiş oluyoruz: "Ey bedbaht Türk! V/ilson Prensipleri unvan-ı insa­niyet kâranesi altında senin Hakkın gasp ve namusun yırtı­lıyor. Buralarda Rum'un çok olduğu ve Türklerin, Yunan il­hakını memnuniyetle kabul edecekleri söylendi. Bunun neticesi olarak güzel memleketin Yunan'a uerildi. Şimdi sana so­ruyoruz: Rum senden daha mı çok? Yunan hakimiyetini ka­bule taraftar mısın? Artık kendini göster, Tekmil kardeşlerin Maşatlık'tadır. Oraya yüzbinleıie toplan ue kahir ekseriyetini orada bütün dünya'ya göster. Burada; zengin, fakir, âlim,ca-hil yok. Fakat Yunan hakimiyetini istemeyen büyük bir kitle olduğunu ilân ue isbat et. Bu, sana düşen en büyük vazife­dir. Geri kalma. Hüsran ue nikbet fayda vermez. Binlerle, yüzbinleıie Maşath'ğa koş ve heyet-i milliyenin emrine itaat et. "Derken; İstiklâl harbi kahramanlarından ve TBMM. Baş­kanlarından M.Kâzım Özalp Paşa hatıratında o geceyi şöyle tasvir etmektedir: ".Evimizin kapısına geien, memleket genç­leri heyecanlı sesleriyle hay kırıyorlardı. <uatanını seven Ya­hudi maşatlığına (mezarlığı) gelsin> Evde bulunan bütün kardeşlerimle beraber maşatlığa gitmek üzere ayrılırken, annemiz bizleri gitmeye teşvik ediyordu. Kadın, erkek, bü­yük, küçük bütün izmir halkı bir nehir gibi sokaklardan akı­yor, ağlayarak, haykırarak gece karanlığın da maşatlığa ko­şuyordu. İstila görecek bir şehrin matemi ile karışan kor kunç bir karanlık, ortalığa büsbütün dehşet veriyordu" İz­mir'deki Yahudi mezarlığında yapılan müthiş büyüklükteki protesto mitingini yâd ediyor. Nitekim 15/mayis/1919'da İz­mir'imiz, Yunan'in kirli pençelerinin çirkin emellerine maruz kalma bahtsızlığını, en mümkün zamanda kırmaya azimli ol­duğunu haykırdığı gecenin sabahında işgalle karşılaşmıştır. Bu sırada yâni 15/mayıs/191'9'da Red d-İ İlhak Heyeti mem­leketin her tarafına çektiği telgraf da, şöyie sesleniyordu:

 

"-.İşgal başladı. İzmir ve ona bağlı yerler ayakta ve heye­candadır. Vatan ordusuna katılmaya, hazırlanınız" İşgalin başlamasından dört saat yirmi dakika sonra, Denizli Müftüsü Ahmed Hulusi Efendi, cihadı ilân ederek, bir mânada da Denizii'yi cihad'ın merkezi saydığı görülüyordu. 15/mayıs Cu­ma günüde bunlar olurken, Sultan Vahdeddin, M.Kemâl Pa­şayı kabul ediyor ve başbaşa, dizdize yakınlıkta bir mülakat yapıyorlar ve umumca duyulan sözîerse, Paşa! Paşa, bu kita­ba yaptığınız bütün işler yazılmıştır. Bundan sonra daha bü­yük işler yapıp millete hizmetlerde bulunabilirsiniz, mealin­deki sözler olduğu, bir çok hatırat'ta yer aldığı gibi, M.Kemâl Paşa'nın beyanatlarında da rastlanan, ifadelerdendir.

 

Bu suretle 16/mayıs/1919 târihi; dünya gözüyle Halife ve Padişah Sultan Vahdeddin ile seçilmiş olan Mustafa Kemâl Paşa'nın son bir araya gelişleri olur o günkü mülakat günün son mülakatı İdi aynı zamanda, çünkü M.Kemâl Paşa sabah­leyin, Osmanlı Genelkurmay binası olan şimdiki İstanbul üniversitesinde Mareşal Mustafa Fevzi Çakmak ile Arapgir'in asil evlâdı Cevad Çobanlı Paşaları ziyaret edip vedalaşmış oradan babıâlî'ye gelerek, hükümet üyelerinin bazılarını ve bu görevin verilmesinde müessir olduğu ifade olunan dahili­ye nâzın Mehmed Ali Bey'i ziyaret ettiği görülmüş, son müla­kat    Hz. Padişahla    olmuştur.    Yine    aynı    gün    yâni 16/mayıs/1919'da Osmanlı orduları Genelkurmay Reisi Ce­vad Paşa (Çobanlı)'nın Harbiye nâzın makamını da uhdesin­de bulunduran sadnazam Damat Ferid Paşanın adına orduya şöyle bir tebliği keşide olunur:  "Kıt'atarımızın mevkıilerini terk etmeyerek yerlerinde kalmaları ve bir olup bitti halinde silahlarından tecrit gibi bir muameleye maruz kalmamaları için, her kıt'anın toplu, silah başında ve disiplinli bir halde bulundurulması." gibi hususları ihtiva eden emir milletçe ve onun bağrından çıkan silahlı kuvvetlerimizin, vatanın istirda­dında bir bütün halinde, hep birlikte, halifesinden, dağdaki çobanına, M.Kemâl Paşasından en basit bir er'e kadar her­kes aynı neticeye ulaşmanın sevdalısıydı.

 

Fakat rolleri, kimine tatlı kimine ekşi, kiminede pek acı gelmesi bir takdirin tecellisiydi. Mustafa Kemâl Paşa'nın ka­rargâh mensuplarının adını târihe not düşmek üzere buraya kaydediyor ve hizmetleri olan bu zevatı yâd etmeyi vicdani bir borç sayıyoruz.

 

 

Bu husustaki kaynağımızı da, "On Yıllık Harbin Kadrosu" adlı eseri hazırlayan,Tank Kurmay Alb. İsmet Görgülü Beye­fendi olup, Harp Akademilerinde harp târihi öğretmenliği yapmış, pek ihtiyaç bulunan bu kaynak eseri bu mütevazi satırlarda takdirle anmayı vazife sayıyorum. TTK'nun neşret­tiği eserin 201.sahife sinden alıntılıyoruz:

 

Mustafa Kemâl Paşa ile Samsun'a Çıkan Heyet Makam/Birlik ______    Rütbe          Adı ve Soyadı  ________

 

3.Kolordu Komutanı   Albay         Refet(Tümg.Bele)

 

9.Ordu Müfettişliği Kur.Bşk.    "    "         Kâzım(Tümg.Dirik)

 

2.""                Yarbay       Mehmed Arif(Ayıcı)Albay

 

l.şb.Md.         Binbaşı      Hiisrev Gerede

 

"            Top.K.             "        "      Kemal(Korg.Doğan)

 

"     "             "            Shh.Bşk.         Albay         İbrahim Tali(Öngören)

 

c'   " "    yrd. Dr.binbaşı    Refik (Saydam)daha sonra başvekil

 

"              "             Seryaveri         Yüzbaşı     Cevat Abbas(Gürer)

 

"   ' "              "'           Mülhakı           "         "     Mümtaz (Tüm ay)

 

Kur.Mülhakı     "         "     îsmail(Edc)

 

Emir Subayı      "          "     Ali Şevket(Öndersev)

 

"     "               "              Kh.K.                "         "    Mustafa Vasfı (Süsoy)

 

Kur.Bşk.            Üsteğ.      Hayati

 

İaşe Sb.yaveri      "     "      Abdullah

 

         Şifre Kâtibi

 

"   " Mülhakı

 

Mustafa Kemâl Paşanın Yaveri Albay Refet'in Yaveri

 

Fâik(Aybars) Memduh (Atasev) Teğmen   Muzaffer (Kılıç) Üsteğ.     HikmelfHak.Tümg. Gerçekçi) Değerli yazar Kur.Albay İsmet Görgülü Beyefendi, koymuş olduğu bir açıklamayla şu bilgiyi aktarıyor: "Sabık Bahriye nâ­zın Hüseyin Rauf (Orbay) ile ibrahim Süreyya, Yzb.Osman Nu­ri, Yedeksubay Recep Zühdü ve Afganlı subay Abdurrahman bu heyete, Amasya'da katıldılar." Demektedir

 

Bandırma gemisiyle Samsun'a 19/mayıs/1919'da çıkan bu heyetin içinde yer alan, Ayıcı Arif Bey, Recep Zühdü meşhur İz­mir suikasdı mürettebi içinde görüldüklerinden İstiklâl mahke­mesi kararlarıyla İdam edildiler.

 

Mustafa Kemal Paşa bu müfettişlik göreviyle vazifelendirilirken, öyle yüksek selahiyet le teçhiz edildi ki, Mevlânzâde Rıfat Bey, "Türk İnkılabının İçyüzü" adlı eserinde bu selahiyetnâme için meâlen şunları söyler: "çok geniş selahiyeti hâiz olan M.Ke­mâl Paşa sadece askerî değil, sivil idare üzerinde de yüksek se-lahiyete hâizdi." dedikten şunları ifâde eder: "M.Kemâl Paşanın Anadolu'ya vazifeli olarak gönderildiğinde, gizli olarak kendile­rine verilen bu Hatt-ı Hümayun o zamanlar duyulmuşsa da, ge­rek sa ray çevresinde, gerekse M.Kemâl Paşa ue arkadaşlarınca bu mevzuda çok sıkı bir ketumiyet takip edilmiş bu şayianın doğru veya yalanı aksettirdiği bu güne kadar anlaşılmamış ve hâttâ. M.Kemâl Paşanın Cumhuriyet Halk Partisinde okuduğu ue kitap hâline getirilen uzun nutkunda bile bu hatt-ı hüma­yundan bahsedilmemiştir." Demektedir.

 

 

 

9.Ordu Müfettiş Selahiyetnâmesı

 

 

14/Mayıs/1919'da tasdik-i şahaneden çıkan ve 9.Ordu Kıta­atı Müfettişi M.Kemâl Paşa'ya verilen hatt-i hümayun şöyledir ki bir adı da selahiyetnâme olarak telaffuz olunmaktadır. "Türk İnkılabının İçyüzü" adlı Pınar yayınlan arasında çıkan ve Mev-lânzâde Rıfat Bey'in kaleme aldığı ve tarafımızdan sadeleştirilen bu eserden alıntılıyoruz:

 

<Hatt-ı Hümâyûn Sureti

 

Yâveran-ı Şehriyârimden Erkân-ı Harbiye Mirlivası (Tuğgene­ral) Mustafa Kemâl Paşaya: Harb~i umûminin müttefiklerin he­sabına ziyaı (kaybı) üzerine tahassül (meydana) eden vaziyeti siyasiye (siyasi vaziyet) ecdâd-ı izamın mülkünü ue makam-ı hilafet ue saltanatı müşkül ve tehlikeli bir sahaya sürüklediğin­den hükümet-i seniyemin (yüksek hükümetimin) kararı veç­hiyle tayin olunduğunuz mıntıkada asayişi temin ve arzuy-u şahaneme mugayir ahvalin hüdusunu (meydana gelmesini) men ile cümleten def-i Sal ile (defetmeye çalışmak) bezl~ü cehd ve gayret eder milletin masuniyeti ni te'yid (kuvvetlendirme) ve mülkümün ayade-i mütearizinden tahlisi (bu işi yapanlar­dan kurtarılması) için yekvücud olarak hareket edilmesini se­lâmı şahanemle asakir, memurin ve ahaliye tebliğini irade et­tim^ Demektedir.

 

Bu belgeyi kitabında neşreden Mevlânzâde, bu hatt-ı hüma­yun suretinin eline geçişinide şöyle naklediyor ki sahife 215: <..Merhum Sultan Vahdeddin Hân Hazretleri bu hatt-ı hümâyû­nun bir suretiyle bazı vesikaları vefatından bir kaç evvel, Ha­lep'te ikamet eden Kadıköy Belediye Dairesi sabık müdürü muhterem arkadaşım Azmi Bey'e San-Remo şehrinde, yayım­lanmak üzere gönderilmiş olduğunu bildiğimden istedim ve yukarıya aynen naklederek târihe bir hizmet hediye etmiş ol­dum^ şek- Ünde kayd etmiştir. Bunu ifade eden Mevlânzâde Rıfat Bey şu mütalaayı ileri sürerek şöyle bir mütalaada bulu­nuyor: <..M.Kemâl Paşanın Anadolu'ya vazifeli olarak gönderil­diğinde gizli olarak kendilerine uerilen bu Hatt-ı Hümayun o za­manlar duyulmuşsa da, gerek saray çevresinde, gerekse M.Ke­mâl Paşa ve arkadaşlarınca bu meuzuuda çok sıkı bir ketumi­yet takip edilmiş bu şayianın doğru ve yalanı aksettirdiği bu güne kadar anlaşılmamış ve hatta M.Kemâl Paşanın Cumhuri­yet Halk Partisinde okuduğu ue kitap hâline getirilen uzun nut­kunda bile bu hatt-ı hümayundan bahsedilmemiştir.. > Demek­tedir. Tabii Mevlânzâde'nin bu mütalaası Paşa'nın, padişahça kendisine verilen selahiyeti saklamış olmasını, ortaya koymağı istifdaftır. Şimdi biz; 19/Mayis/19I9'da Samsun'a çıkan 9. Or­du Kıtatı müfettişi M.Kemâl Paşa 'nın ifadesi olan şu sözü ara başlık yapalım ve vatanımızın nasıl bir hâl içinde olduğunu özetlemeye gayret edelim.

 

 

 

Durum Ve Manzara!

 

 

Osmanlı harbiye nezaretine 9. Ordu Komutanlığının 21/Ocak/1919'târih ve 2214 sayılı yazının özeti şöyledir: <Ermeniler Arpaçayı doğusunda, Gümrü bölgesinde köyleri basarak İslamların hayvan, erzak ve mallarını zorla almışlar ue halkın ileri gelenlerinden hemen her gün 20-30 kişiyi Gümrü 'ye götürüp öldürmüşlerdir. >

 

Mustafa Kemâl Paşa'nın Samsun'a çıkışının beş gün son­rasında ise, yâni 24/Mayıs/ 1919'da buradan, Osmanlı Ge­nel Kurmay Başkanlığına gönderdiği mesaj ise şu şekildedir:

 

<..silahlı üçyüz ermeninin üç makineli tüfek ue bir çok bom­ba ile Kars'dan, Erzurum'un kuzeydoğu sınırı üzerindeki Ko~ sor mevkiine geldikleri haber alındı. Erme nilerin siyasi amaçlarını fiilen elde etmek için güvenliği bozulmuş göster­mek sureti ile Doğu vilayetleri içine çeteler geçireceklerini ve mütareke târihinden beri ilk defa olarak mevsimin bu icraat­larını kolaylaştıracağını pek muhtemel görüyorum. Bu ihti­male karşı 15. Kolorduca gerekti tedbirler alınmıştır. Koordu-nun şimdiki mevcudu ingilizlerce azaltılmak İstenmektedir. Bu mevcudun muhafazası,tabii olarak mecburi olduktan başka, belki de duruma göre arttırılmasının da, gerekeceği arz olunur> Denmekte ve Osmanlı Genel Kurmayının yayın­lamayı mecbur saydığı resmî belgede ise, özetle şu bilgiler yer almaktadır: "Son zamanlarda Ermenilere karşı yeni zulümler yapıldığı ve Kafkas Ermenilerinin, koruyucusuz bı­rakılırsa yok olacağı Kaf- kasya'daki katliamların kaynağı­nın Osmanlı sınırları içindeki gibi olduğu yabancı matbuatta görülmektedir. Osmanlı devleti içinde Türkler tarafından di­ğer azınlıkla ra hiçbir zaman ayrıcalık yapılmadığı resmî bil­gilerle tesbit edilmiştir. Sınırlarımız dışındaki hareketlere de Osmanlı devleti asla karışmamıştır. Ancak; sınır yakınımız olan Kafkasya'da tam aksine müslümanların ırk ayırımı ya­pılmadan Ermeniler tarafından katliama tabi tutuldukları her gün duyulan havadistendir. Bir örnek ola-rak Tem-muz/1919'da, Kafkas Ermenilerinin Kars şehri ve civarındaki müslümanlara saldırıları vardır." Hakikaten örneği özetleme­ğe ihtiyaç vardır. Osmanlı Harbiye nezareti, 9/Hazi-ran/1919'târih ve 405/343307 sayılı yazı özeti şöyledir.

 

A- Ermenilerin sınırımız Kafkasya'da kuvvet yığdığı

 

B- Doğu vilayetlerine yerleştirilen müslüman muhacirleri geri atacakları

 

C- Ermenilerin, Sarıkamış'ta onbin kişi tutan askeri birlik bulundurduğu

 

D- Antranik'in 30.000 askerle Van civarına hareket ettikleri E-İki İngiliz subayının Mako komutanı yanına gelerek Van'a geçirecekleri Ermeniler için yol istedikleri, bu istekleri­nin kabul edilmemesi hâlinde İngiliz subaylar komutasındaki Ermeni kuvvetlerinin Nahcivan ve civarı köylerini ele geçir­dikleri tesbit edilmiştir.

 

Yine 12/Haziran/I919'târihli ve 2314 sayılı Osmanlı har­biye nezaretine gönderdiği mesajda, M.Kemâl Paşa şunları arzedİyor: <Bir Ermeni tercümanla İğdır'dan Beyazıt'a gelen bir İngiliz subayı, Beyazıt Mutasarrıfına bu bölgede bir Erme­ni devletinin kurulacağını, bir aya kadar 15 bin Ermeni göç­meninin Ermeni askeri birliklerinin koruyuculuğu altında ge­leceğini söylemiştir. Mutasarrıf böyle bir emir almadığını söy­lemiştir. Bu bölge hakkında yaptırdığım resmî ve özel tahki­kata göre Doğu Anadolu vilayetlerinden bir karış toprağın bi­le Ermenilere verilmesinin imkânsız olduğu, bir tek Ermeni askeri-nin sının geçerse ateşle karşı konacağı, ancak ulusla­rarası bir kararla hiçbir yerde çoğunluk olmamak şartıyla Er­meni göçmenlerinden isteyenlerin memleket içinde barınabi­lecek kanaatinde olduğumu arz ederim.> Şeklinde devleti bilgilendirdiği görülür.

 

Mustafa Kemal Paşa, 21/Haziran/1919'da yine harbiye nazırlığına şu mesajı göndermekte: <5/haziranda ingiliz su­bayı kılığında Beyazıt'a gelen şahsın Ermeni olduğu, Erzu­rum ingiliz temsilciliğince yapılan araştırmada ortaya çık­mıştır^ demekte ve 4106 sayılı mesajıyla: <Karaurgan'da bulunan Ermeni müfrezesi, Sarıkamış'tan gelen yüz hane is­lâm muhacirlerinin, 90 inek, 6 at, 200 kilo yiyeceklerini ve mevcud paralarını almış ve bunları bir ahıra doldurmuşlardır. Kadınları da aramışlar üzerlerinde buldukları kıymetli eşyaları almışlar ve bunların gözleri önünde paylaşmışlardır. Yine Ermeniler Sarıkamış'ta muhacirlerin bulunduğu yere attıkları bir bombanın endahtı sonunda bir kadın ve erkeğin kollarının kopmasına sebebiyet vermişlerdir.

 

Öte tarafdan, Ermeniler, Kars ile Oltu arasındaki müsiü-man köylerine baskın ve hususen Akçakale Çukurundaki köylerin mallarını yağma edip, zulümler icra ettikleri öğrenil­miş ve Erzurum'daki İngiliz temsilciliğine malumat aktarıl­mıştır^ şeklinde raporları harbiye nazırlığına yağdıran M.Ke­mal Paşa, başka bir Ermeni baskınını şu ifadelerle beyan ediyor ilgili nezarete: <haziran 1919 ayı sonunda Karakurt Kaymakamı Moses'in, Karapınar'da Türklere söyledikle­rinden ve onun yanındaki Rum jandarma erinin sözlerinden, Kazıkkaya, Armutlu, Şehithalit ile Hamamlı, Beşyol köyleri ahalisine Ermenilerce baskın yapılacağı anlaşılmıştır. > Malu­matını arz eden Müfettiş Paşa,7/Temmuz/1919'daki bu me­sajında şunları aktarmakta: <Kars bölgesindeki Ermenilerin müslümanlara zulmü, Sarıkamış civarında gençlerin yine bunlarca toplatılıp, yok edildikleri, tekalif-i harbiye yâni sa­vaş mükellefiyeti ile ahalinin herşeyini aldıklarını, ahalinin Allahuekber dağlarına iltica etmek zorunda kaldığını ve Zen-gezor ile Nahcıvan ahalisine hakaretler yağdırildığı ve 6 bin kişilik Ermeni birliğinin, ingiliz subaylar komutasında 24/Ma-yıs/1919!da Nahcivan bölgesinin işgalini gerçekleştirdiklerini de raporlarında belirtmiştir.

 

 

 

Raporlar Yağmur Gibi

 

 

Vazifesine başlamış bulunan M.Kemâl Paşa, her tarafta tahkikat yaptırıyor vede vardığı netice Ermenilerin büyük bir hırs ve kin içinde emperyalistlerin yalana dayanan vaadleri-ne aldanmışlar, müslümanlara olmadık eziyetler yapıyorlar ve bununla bu topraklarda yaşayabileceklerinin hâm hayalini kuruyorlardı.

 

Nitekim Osmanlı Harbiye nezaretine raporları yollarken müslümanlann bu badireden silahı ele almak ve hakkı olan fiili savun maya başlamanın zamanının geldiğini düşünmek­teydi. Raporuna şunları yazmaktaydı: <Son günlerde Tiflis ve çevresinde fevkalâde olaylar vukubuluyor, Ermeniler, İran yolunu açmaya gayret gösteriyorlar. Bizimle sıcak temastaki birlikler bu faaliyeti örtme vazifesi yüklenmişler ciddi bize karşı harektlerine tedbirler almış olarak beklemekteyiz.> De­dikten sonra Paşa, raporuna şunları iiâve ediyordu: <1 l/Temmuz/1919'da Sulucam bucağının Karaçomak cihe­tinden yirmi kişilik bir Ermeni müfrezesi, sınırımızı geçerek birbuçuk saat süren bir saldırı gerçekleştirmiş ve iki gün son­ra da, önce 60 kişilik, daha sonra da 15 kişilik bir gurupla sı­nır geçme çalışması yapmışlardır.

 

Temmuz ayının son günlerinde civardaki gençlerimizi top­lamışlar bir bölümünü şehid ederlerken, bir kısmını da hapse atmışlardır. Ayrıca savaş yükümlülüğü altında, at, araba ve hayvanlarını toplamak suretiyle bütün işlerinin durmasına sebebiyet vermişlerdir. Kars ve Sarıkamış bölge halkı Allahu­ekber Dağlarına çekilmişlerdir.> Şeklinde Osmanlı Harbiye nazırlığını rapor yağmuruna boğan M.Kemâl Paşa, bazı de­ğerli eşhasa yâni bölgenin tanınmış kimselerine yapılan ve hayatlarına kıymakla sona erdirdikleri suikastlardan da bahsetmeden geçememiştir. İşte bir misâl olarak aşağıdaki satır­ları dikkatinize sunalım sevgili okuyuculanm:<Kağızman'da 5/Temmuz/1919 günü kasabanın ileri gelenlerinden Kadı oğlu Mustafa, Efendizâde Arslan Bey ve eşi, Kars geçici hü­kümetinde dâhiliye temsilcisiyken, 13/Nisan/1919'da İngiliz­lerin Kars Parlamentosunu basarak Batum'a götürdükleri amucası Ali Rıza (Ataman) Bey'i aramaya giden Ahmed Efendi, Kağızman ile Kars arasında pusu kuran Ermeni kara­kol erleri tarafından Koyunyurdu (Berne) köyü yakınında pek korkunç bir şekilde öldürülmüşlerdir. Bunların cenazeleri sonradan Kağızman'a getirilerek ahaliye gösterilmiştir. Bu fe­ci hâl meskûn müslümanlan dağlara kaçmak mecburiyetin­de bırakmıştır.

 

 

 

Katliamlar Devam Ediyor

 

 

Erivan, Kars ve Kağızman bölgeleri insanlarının Türk un­suru buralarda işlenen cinayetler üzerine sınırlarımız içine il­tica etmişlerdir. Bu Ermeni saldırılarının muhatabı köylülerimizin imdat feryadı ile dolu mektupları gördükleri zülmun derecesini göstermektedir.  12/Temmuz/1919'da, Kağız­man'dan Kars'a giden iki Türk ailesi Büyükdere ve Aga de­veler arasında Ermeniler tarafından öldürülmüştür. Ölülerin göğüs ve ceplerine açmış bulundukları ceplere, el, kulak ve burun doldurmuşlardır. Yine; Ermeniler Nahcivan ile Şerür arasındaki 45 köye askerî birliklerle saldırmış ve demiryolu­na yakın köyleri, zırhlı vagonlardan ateş altına almış ve insa­nımızı Araş İrmağına dökmek suretiyle yok etme emri ver­dikleri aralarındaki yazışmalardan anlaşılmıştır.>

 

Erzurum'daki İngiliz temsilcisi Ravlinson, Ermenilerin muntazam bir askeri yoktur, var olanlar da, çapulculardan ibarettir. Kars bölgesinde 40 bin kadar müslümanı toplamışlar, bunlara bir fenalık yapmamaları için Kars'taki İngiliz su­baylarına kaygılarımı söyledim ki ahali İngiliz askerinin çe­kilmesinden mükedderdir. İtalyanlar buraya ancak üç ay son ra gelebilirler, şeklinde konuştuğu görülmüştür. Bu vaziyette bölgenin insanının güvenliğini ya bölgenin Türk ve müslü-nian ahalisi üzerine alacak yahut asakir-i şahane gelmek du­rumuyla sağlayabileceği pek açıktı. Fakat bu hâlde İngilizle­rin Kafkasya'yı yeniden işgal etmelerine sebeb teşkil ederdi.

 

15. Kolordu komutanlığının Osmanlı Harbiye nezaretine yolladığı 26/Temmuz/1919 günlü ve 1141 sayılı mesajda ise şunlar yazıyordu: "Ermenilerin sınırımızın dışındaki müslü-manlara karşı her türlü zalimane ve acıklı hareketlerde bu­lundukları ve bu hareketlerini sınırımızın yakınlarına kadar genişlettikleri, islâm köylerini yakıp yıkma ve ahalisini yok etmek için top kullandıkları, top mermilerinin askerlerimizin içine kadar düştüğü ve Ermeni keşif kollarının sınırlarımıza tecavüz ettiği, sınır dışındaki müslümanlan hudud boylarımı­za kadar getirip ya öldürmeye, yahutda bizim tarafa geçme­ye zorlayıp, mal ve mülklerine el koyma cihetine gittikleri tesbit edilmiştir. Ermeniler ayrıca Sivas'a kadar uzanan böl­genin kendilerine verildiğini söylemek suretiyle kafalarını ka­rıştırmak istemektedirler.

 

Bütün bunların sonucunda merkezi Erzurum'da bulunan 15.Kolordu Kumandanı Kâzım Karabekir Paşa, 30/Tem-muz/1919'gün ve 3277 sayılı mesajı ile Osmanlı Harbiye ne­zaretine şu bilgilendirmeyi yapıyordu: <Ermenilerin Kafkas-ya'daki müslüman ahali ye her türlü zülüm ve faciaları yaptı­ğı, direnme gördüğü yerlere ççeşitli sınıflardan müteşekkil kuvvetler gönderdiği, bu amaçla Nahcivan ve Şirvan mıntı­kalarına, Kağızman ve Oltu bölgesine kuvvetler getiridiği öğ­renilmiştir. İslâmları imha politikası uygulanıyor. Ermenilerin bu günlerde Sarıkamış'a 500 kadar piyade ve süvariyle dört top getirdikleri, Sarıkamış bölgesinden tekâlüfü harbiye ile araba vesaire topladığı ve hazırlıklarını arttırdığı yakında bir harekâta geçireleceği ihtimâli anlaşılmaktadır. Ermeniler'in Sivas'a gidecekleri söylentisi vardir.>

 

Yukandanberi, İstiklâl savaşımızın şark yâni doğu cephe­sinde emperyalist devletlerin Kafkasya üzerinden Ermeni ha­rekâtını tezgahlamalarını anlatıyoruz ve bu arada da Arda­han'da, 35 bin Rum'un korunma isteğine dâir Selanik'ten Tan Gazetesine yazılan telgrafda ilgi çekicidir. Evvelce, size Kafkasya'da bir çok Rum köyleri halkının Samsun, Trabzon ve İzmir bölgesine göçmek üzere hareket ettikleri arz edil­mişti. Bu iki haber birbiriyle ilgilidir. Amaç, Ermeni ve Rum­lar arasında, kararlaştırıldığı sanılan anlaşmaya göre Kaf-kasya'daki Rumların, Yunanlıların amacı olan Osmanlı böl­gelerine göçlerini sağlamak ve Kafkasya bölgesini Ermenile­re bırakmak olduğu, hususunu da dikkat edilmesi gereken bir olay olarak hatırlatalım dedik. Yâni; Ermeni-Rum rekabe­ti, Osmanlı islam devleti karşısında askıya alınmış, yaralı arslanı birlikte dişlemek ortaklığını târihe yazıyorlardı.

 

 

 

Taşnak Çetesi-Gürcü Yağması

 

 

Van'daki 11.Tümen kumandanı Yarbay Câvit (sonradan tüm.gnl.Erdelhûn) Bey23/Aralık/1919'da 15.Kolordu Ku­mandanı Kâzım Karabekir Paşa'ya gönderdiği rapor şöyledir:

 

<..Van'dan güney istikametinde çekilen Ermeniler ile Nasturilerin, İngilizler tarafından silahlandırılmak suretiyle tabur hâlinde tanzim olundukları ve ülkemize taarruzlarının beklen­diği bilgilendirmesi yapılmıştır. Nitekim, bu bilgilendirme doğru çıkmış vede, buraları Osmanlı ordusunun bu bölgeleri tekrar ele geçirene kadar kesintisiz ve acımasız biçimde de­vam etmiştir. Bu mevzua başlarken ortaya koyduğumuz Mü-dafa-yı Hukuk Cemiyetleri, Erzurum ve Trabzon'da da, vardı bu cemiyetin kongrelerinde seslendirilen ortak ifade şu idi: <Bir Ermeni saldırısı hâlinde son kişinin ölümüne kadar sa­vaşmak ve Türk topluluğundan ayrılmamak için her fedakâr­lığa katlanmak..> idi.

 

Öte yandan da Taşnaksutyun tedhiş cemiyetinin mensubu olan sözde general Antranik emrinde ve Nazarbekof komuta­sındaki Ermeni birlikleri Erivan, Çıldır, Gümrü, Kars, Göle, Ardahan, İğdır Kağızman ve Sarıkamış bölgesine yedi ilâ se-kizbin kişi olarak yerleşmişler, kısa zamanda yirmibin kişilik bir kuvvete erişeceklerini ümid ederlerken, Ordumuz, 1914'deki hududumuza çekilince, Kars ve Ardahan bölge­sindeki Türkler kendi aralarında ittifak etmişler muntazam bir milis gücü olarak Ermenilere karşı koymaya başladıkla­rından, yerleşik ahali ile Ermeniler arasında her gün çarpış­malar cereyan ediyordu.

 

 

 

Güney Cephemize Bir Bakış

 

 

Doğu cephesini ve buradaki işgal hareketlerini yukarıdaki ifadelerde belirtmiştik. M.Kemâl Paşanın 9.Ordu kıtaatı mü­fettişliği vazifesiyle, 19/Mayıs/1919'da Samsun'a çıkması sonrasında o bölge dahilindeki askerî ve ermeni çetelerinin işgalci kuvvetlerin işbirli ğiyle yaptıklarını, uyguladıkları kat­liamları buna karşılık fevkalâde durum tesbiti yapan raporla­rın İstanbul'a Osmanlı Erkânı Harbiyesine gönderilmesini be­lirtmiştik. Şimdi de cennet vatanımızın bir başka güzel köşe­si olan Güney bölgesindeki işgalci ve onlara bu vatanın top­raklarını çiğnetmemeye çalışan Güney'deki insanımızın kah­ramanca, hayatını istihkar edercesine verdiği mücadeleyi,

 

sözde medenî avrupa devletlerinin en eski yakınlığımız olan­ların başında gelen Fransız düşmanının hareketlerini hatırla­maya ve hafızamızda bir köşede dâima yaşatabilmemiz için genç kuşaklara bir bilgi buketi olarak kronolojik ve özetlen­miş bir hâlle sayfamızı süsleyelim.

 

 

 

Dörtyol Baskını

 

 

1918 senesinin İl/Aralık günü dörtyüz kişilik ermeniler-den meydana gelmiş bayrağı Fransız taburu portakal bahçe­leriyle ünlü Dörtyol kasabasında daha önceden işaretlenen müslüman evlerine bir toplu baskın uyguladı. Ahali bu baskı­na karşı koymayı bildi ve elleri bağlı teslim olmamak gerek­tiğini adetâ haykırmış oludu. Bu karşı koyuş sonrasında böl­ge halkı mukavemet teşkilâtlarını tesise başladılar böylece Güney bölgemizde ilk mukavemet harekâtı 19/Ara-lık/1918'de Dörtyol'da başlamıştır diye not düşmüştür tarih­çiler. Çoğunluğunu ermenilerin teşkil ettiği 1500 Fransız as­keri Mersin'e çıkıp, Aralık 17'de Tarsus'a ve Adana'ya teca­vüzle işgali gerçekleştirdiler. 27/Aralık Pozantı'nın işgale uğ­radığı gün oldu.

 

Fransızların bir başka ermeni kopilleriyle doldurulmuş bir­likleri, 20/Aralık/1918'de işgal etmiş idi. Pozanti'daki devlet anbarlanndan 50 tonu yiyecek, 150 tonu arpa ve diğer hu­bubat olmak üzere çalarlarken, Yüzbaşı Mustafa adlı bir zabi­timizi de kendilerine engel olma vazifesini yerine getirirken şehid ettiler. Zâten 9/Ocak'da da Albay Romyö isimli bir Fransız Adana bölgesine genel vali unvanıyla hükümet ko­nağına yerleştirildi. Hemen ilâve edelim ki; bu bölgedeki iş­gal hareketleri M.Kemâl Paşanın malum olan büyük vazifesi­ne gönderilmesinden evvel cereyan etmekte ve efrad-ı mil­let, kendi inanç ve tecrübesi içinde; kaymakam, müftü, askerlik şubesi mensupları ve bölgenin ağa ve beylerinin, nahi­ye müdürlerinin, muhtarların ve imamların vaaz u teşvikiyle teşkilatlanmaya başlamış bulunuyorlardı. Bütün bunlar olur­ken, daha önce Suriye'ye göç etmiş bulunan ermenüer, Fransız birliklerinin içinde yer alan hayli ermeninin yanında olduğu halde bölgeye avdet ettiler. Amanos dağının doğu ci­heti idaresi, İngilizlerin Fransızlara devretmesiyle başka bir şekil aldı. Herhalde, bu şeklin Fransız/Ermeni işbirliği olaca­ğını izaha gerek yoktur. 1919 yılının ilk ayının içinde İngiliz­ler, CJrfa ile Maraş'ı ele geçirirken buradaki ermenilerde he­men kendi güçlerini tahkim için hareke te geçmekten geri durmadılar. İngilizlerin 7/Mart/1919'da Kozan'a geldikleri görüldü.

 

Adana bölgesinin Fransızların işgalinde olması hasebiyle İngilizler, 1919'un Ekim ayı sonu, Kasım ayı başı itibarıyla kendi idareleri altında bulunan Kilis, Antep, Maraş ve ürfa'yıda Fransız idaresine devretti. Bu arada da M.Kemâl Paşa Hâlaskâran vazifesi olan 9.ordu birlikleri müfettişliği va­zifesini Sultan Vahdeddin'in müzaheretiyle almış bölgeyi ya­kından bilmesi ve gelen haberlerin ise umduğu gibi çıkması Müfettiş Paşa'nın bölgeyi kontrolü, artık o makamın verdiği selahiyetle değil 4/EylüI/1919'da Sivas'daki büyük kongre­den sonra seçildiği Heyet-i Temsiliye riyaseti selahiyetiyle gerçekleşmiş oluyordu.

 

Fransız işgal kuvvetleri, ermenileri av köpeği gibi kullanı­yorlar ve asırlarca beraber oturup birlikte yaşadığı insanlara şimdi ölüm yağdırıyorlardı. Bahse konu işgal bölgesinde Fransız birlikleri içinde onbin ermeninin asker olarak yer al­mış bulunduğunu göz önüne alırsak karşımıza çıkan manza­ra ne büyük bir ihanetin karşısında olduğumuzu ortaya ko­yar sanırım. Ayrıca bölgede kalmaya devam eden ermeniferinde istisnaları hâriç, silahlandığı görülmüştü. Saimbeyli, Doğanbeyli ve Şar bölgesinde temerküz ettiler. Dörtyol'daki müslüman ahalinin mukavemeti,suya atılan bir taş gibi nasıl ki taşın düştüğü yerin etrafa dâireler hâlinde bir su akımı meydana getirdiği görülürse, işte bu mukavemet taşı aynı te'siri göstermiş 1919 yılı sonunda İstanbul'da Kilikyalılar Cemiyetinin kurulduğu haberini aldı bölge ahalisi. Bilindiği gibi Kilikya, eşittir Adana mânasına gelir. Kilis'de ise Müda-faa-yı Hukuk Cemiyeti teşkil olunurken, hukuk fakültesi tale­besi olan Saim bey adlı bir genç de Kozan'da mücadele-İ mifliyeyi sağlayacak cemiyeti te'sis eyledi. Ne var ki daha sonra Fransızlar ile meydana gelen sıcak çatışmalarda şeha-det şerbetini içti genç Saim Bey.

 

 

 

Mukavemetçilere Zabit

 

 

Milletimizin; İstiklâline olan düşkünlüğü her haliyle kendini böyle ortaya koymuşken, Amasya tamimi, Erzurum ve Si­vas kongrelerinin açtığı çığır ve heyet-i temsiliye İstanbul'u dünya siyaset mahfilleriyle başbaşa bırakıp, onların düşman­ları oyalamasını temine bırakırken, vatanseverlerin bu otori­tenin idaresi altında düşmanın taarruzlarını boşa çıkaracak daha sonra da onları memleketin hârim-i ismetinden tard edecek tedbirleri almakla uğraştığını bütün dünya duymağa hâttâ görmeğe başlamıştı. İşte bu Heyet-i Temsiliyenin riya­setini temsil eden M.Kemâl Paşa bölgedeki hâlin alacağı du­rumu göz önüne alarak teşkil olunan başıbozuk kuvvetlerin başına nizami subayların gönderilmesinde pek mühim fay­dalar mülahaza ettiğinden, o zamanlar topçu binbaşı olarak ordumuzun güzide bir zabiti Kemâl Bey(daha sonra Tüm.ge­neral Kemal Doğan)i, Kilikya Kuvva-yı Milliye kumandanı olarak gönderirken, Yüzbaşı Osman Nuri(general Osman Tufan)yi,Ceyhan Nehrinin şark cihetine, Yüzbaşı Ali Ratıb'ı (Si­nan Tekelioğlu) Ceyhan Nehrinin garb cihetine, Yüzbaşı Sa­lim (Kurtoğlu Yörük) ile Üsteğmen Asaf'ı (Kılıç Ali) beyleri Maraş bölgesine memur etti.

 

 

 

Trakya Ve İstanbul'un Durumu

 

 

Târİh 30/Ekim/1918'i gösteriyordu ki, Mondros mütareke­si imza olunmuş, gerek gemi lerimizdeki gerekse müstah­kem mevkıilerdeki Alman zabitleri yerlerini subaylarımıza bı­rakmak suretiyle çekilmişlerdi. Çanakkale'yi muhafaza eden mayınlar toplandı.6/Ka-sım/1918'de Çanakkale'ye İngilizler­den teşkil olunmuş bir heyet geldi. Tabyalar, yüzde 10'unu bizim askerin teşkil ettiği birliğe bırakıldı. İngiliz inzibat su­bayları bir kaç gün sonra İstanbul'a geldiler. Kasım ayının ilk on gününde Boğazı 61 adet savaş gemisi geçti. İstanbul Bo­ğazı üzerinde demirlediler ve bir çoğu toplarının namlularını Saraylarımızın üzerine tevcih etmiş olduğu üzüntü ile müşa­hede olunuyordu. İşgalciler 6/Kasım'da Trakya sınırımızdan içeri girmek suretiyle bazı yerleri de işgale tâbi tutarak ilerle­diler.

 

Dörtbin kişiden .meydana gelen bir Fransız kuvveti de Ba­kırköy istasyon önlerine 18/Kasım'da geldiler. Beş gün önce denizdeki filo'dan çıkan İngiliz-Fransız karma birliği Beyoğlu yakasına yerleştiferdi. 23/Kasım'da İstanbul'da yaşayan azınlıkların çılgın tezahürat ve avazeleri arasında Fransız ge­nerali Desprrey, Beyaz bir at üzerinde Fâtih Sultan Mehmed Hân'dan intikam alırcasına şehire giriş yaptı. İngiliz kuman­dan general Milne, İngiliz ordusu komutanı olarak, yine Trak­ya ve Boğazlar komutanı olarak da Wilson adlı general ka­rargâhlarını İstanbul'da kurdular general Desprrey'İn komutanlığının Selanik havalisini kapsadığını ileri sürerek İstanbul içinde emirlerini tatbike fırsat vermediler. Ancak; İstanbul'da bir çok Rum'un bulup buluşturup veya İngilizlerden temine muvaffak oldukları İngiliz üniformalarını giymişler taşkınlık­lar yapıp gözüne kestirdiklerine karşı lisanen ve müessir fiil­lerde bulunmuşlardır. Donanmamızın boynu bükük şekilde İzmit'de düşmanın göz altında olması, ayrıca haysiyetimize vurulmuş bir dar beydi ki veyl mağlubun hâline.. Bu sözü­müzün hemen peşinden şu vak'ayı buraya nakil ile bu haf­taki yazımızı tamamlamış olalım. "Meclis-i mebusan'da Divâ­niye mebusu Fuad Bey, düşmanın mütareke ahkâmına uy­gun davranmadığını ileri sürüp bazı tatbikatten şikâyetçi ol­duğunda Hâriciye nâzın zat, verdiği cevapda, <hüküm gali­bindik sözünü kullandığında, Trabzon mebusu Hafız Meh-med Bey şunları söylemeden edemedi: <Mütarekenin tatbi­kinde bu kadar müsamaha gösteren bir hükümet, yarın sulh masasında haklarımızı ne dereceye kadar müdafaa edebltr? Bir millet kendini müdafaa ederken bile namusu ile şerefi ile ölür!> Dedi Bu sözlerin önemi zamanla  anlaşılmıştır.

 

 

 

Zafer'e Doğru Koşuluyor

 

 

Kilikya hududu,İskenderun'un işgali,halkın ağlayışları ve feryadı, İngiliz baskısı, Erme niler'in Adana marifetleri, halk silahlanıyor, savunma teşkilâtlan kuruluyor, Güney'deki Er­meni kuvvetleri, Maraş'ın İngilizler tarafından işgali, Ermeni askerlerinin vahşeti, İşgalde nöbet değişimi, Maraş, Grfa ve Antep şehirlerinin işgalini Fransuzlara ciro, Kıyam-i Millînin; Sütçü îmam'ın silahından çıkan mermi ile bölgede aksiyona geçmesini, Türk Bayrağının indirilmesi şartıyla dans yapaca­ğını bildiren şıllık'ı tatmin için bayrağımızın kale'deki burç-dan indirildiğini gören hemen kale'nin yanındaki evde ikamet eden Mehmed Ali Bey'in yüreğinden damlayan kan, beyninden süzülen düşünceler vede kâğıda dökülen ifadeler, Alsancak başlıklı mektup CJlucâmi'nin bir kaç yerine bir kaç kopya hâlinde bırakıldı, yazarı tarafından ve meali şöyle idi yazılanın: "Ey asil Türk Milleti, milli varlığın ve dinin Ölüyor. Dedelerinin kanı mukabilinde fethetti ğin kale'nin burcunda­ki al sancak, Fransızlar tarafından indirilmiştir. Acaba sen de bunun yerine koyacak bir kaç Türk kanı yokmudur? So­ğukkanlılıkla korkmadan alsancağımızı tekrar yerine koya­lım ve gururla yerlerimize dönelim. Korkma seni buradaki bir kaç Fransız kuvveti kıramaz. Buna emin ol!" 5/Ka-sım/1918' de, başlayan bir çizgiden mücadele-i istiklâl'e ko­şuldu Kilikya hududu ifadesiyle belirtip diğer başlıklarla işleri özetleyip, sancak indirilmesine tahammül edemiyen bir evlâ d-ı vatanın ümmete feryadını cami merkezli duyurusunu be­lirtip, meâlen ifadeyi de okurumuza naklettik.

 

 

 

İstiklal İçin Çalışan Cemiyetler

 

 

Trakya ve Paşaeli Müdafaa-i Hukuk-ı Osmaniye Cemiyeti; l/Arahk/1918'de Edirne'de hayat buldu. Esas işi, Trakya topraklarında yaşıyan azınlıkların tehlikeli faaliyetlerini önle­mekti. İşler, Osmanlının kötü bir akıbete duçar olması hâlin­de hiç olmazsa Trakya topraklarında küçük ve bağımsız bir devlet kurmak idi. üç gün sonra da, yâni 4/Arahk/ 1918'de, merkezi İstanbul, şubeleri Erzurum ile Elaziz olmak üzere ku­rulmasında Said Paşazade tanınmış şâir ve edib valilerimiz­den Süleyman Nazif Bey'in destek ve teşebbüsüyle tesis edilmişti. 10/Mart/1919'da da Erzurum şubesi Cevad Dursu-noğlu tarafından açılmıştı. Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milli­ye Cemiyeti 12/Şubat/1919'da kurulmasıyla Pontusçülere bir korku salan teşkilât olmuştur.  1918 senesinin 14/Aralığında tesis olunmuş olan İzmir Müdafaa-i Hukuk-ı Osmaniye Cemiyeti Vali Nureddin Paşa'nın yardımıyla büyük hizmet vermiştir. İzmir Reddi İlhak Cemiyetinin ilk adı Müdafaai Va­tan Heyeti iken işgalden önce 14/Mayıs/1915'de bu adı al­mıştır. Sivil ve askerî idare çilerle işbirliği yaparak Kuva-yı Milliye'yi destekledi. Bu cemiyetin bir parçası olarak kurulan Hareket-i Milliye Cemiyetinin kurucuları da, Celâl Bayar(Gâ-lip Hoca),Vasıf Çınar, Mustafa Necati ve Hacim Muhiddin (Çarıklı) adlı kendileri herkesçe bilinen vatanperverlerdir. Millî Kongre teşkilâtı Göz Hekimi Esad (Işık) Paşa tarafından İstanbul'da kurulmuştur. Bu kongre, Vahdet-i Millîye, Millî Ahrâr, Sulh ve Selâmet gibi partilerle fakülteleri, dernekleri, ocakları, hayır kurumlarını içine alan altmış kurumdan mey­dana gelmiş olup, ilk defa Kuva-yı Millîye tâbiri bu ortak ha­reketle kullanılmıştır.

 

 

 

Azınlıklarda Gelince!

 

 

Mavrimira Cemiyeti, Pontus Cemiyeti, Kürt Teali Cemiyeti, Teâli-i İslâm Cemiyeti, İngiliz Muhipleri Cemiyeti, Wilson Prensipleri Cemiyete, Trabzon ve Havalisi Adem-i Merkeziyet Cemiyeti hakkında da biraz bilgi verelim ve ondan sonra mütareke sonrasında ki ordunun durumuna eğilelim.

 

Mavrimira cemiyeti, 1814'de kurulmuş bulunan Yunan emellerine hizmet ve bunların mücadelesini yürüten Etnik-i Eterya cemiyetinin yarım bıraktığı işleri tamamlamak vazife­sini yüklenmiş ve Megalo idea denen Yunan hedefi, Bizans Devleti ihyasına faaliyet gayreti içinde olan eli kanlı bir fesat cemiyetidir. Rumlarla ilgili hayır kurumlarının, her birinin te­pesine birer Yunan subayı yerleştirilmişti. İstanbul'da kırkbin Rum silahlandırılmıştı. Bu silahlı adamlar Tatavla da denilen Kurtuluş'da, Galata'da ve Fener civarında bulunmaktaydılar. Bu cemiyet üyeleri Ayasofya'ya altın çan takmak, kimileride Hrisantos adlı kan dökücü haydutu hapisten çıkarıp, bilhassa polis katilliğine soyunmuş birini takviye eden bir cemiyet olup, Muharrem Bey isimli bir başkomiser bu şeriri izale et­meyi başarmıştır. Bu cemiyet ayrıca Bizans'ın çift başlı kar­tal taşıyan bayrağını ülkemizin semalarında dalgalandırmak hisleriyle yanıp tutuşmaktaydılar.

 

Pontus cemiyetine gelince bu cemiyetin 1904'deki kuruluş versiyonunu ileri sürenlerin cemiyetlerinin Miladdan önce 3.yüzyılda kurulmuş bulunan Pontus krallığının torunları ol­duğunu ileri süren Trabzon Rumları tarafından kurulmuştur. Bunlar; 1.Cihan savaşı esnasında yâni 1914-1918 arasında ve mütarekeden sonra müslüman ahaliye çeşitli baskınlarla hayatlarına fecii bir zulümle son vermekteydi ve bunlar Av­rupa ve Yunanistan'dan büyük yardımlar almaya başlamış­lardı,. Hayallerinde yaşattıkları Trabzon veya Samsun'dan bi­rini devletlerine merkez yapabilmekti. Faaliyete geçtiklerinde bunları durdurma yoluna resmî birlikler ile gitmek, Mond­ros'un ihlâli sayılacağından, böyle bir i'jhama mâruz kalma­mak için ahali harekâtı, milis harekâtı sivil subayların orga­nizasyonuna teslim edilmiş ve bunların tesirlerinin 1922'ye kadar sürdüğü, Sakallı Nureddin Paşa, Yarbay Mustafa (or­general Muğlalı) Bey vede Giresunlu Topal Osman Ağa, Trabzon'da da Yahya Kâhya bunların izâlesinde büyük hiz­met vermişlerdir.

 

Kürd Teali Cemiyeti ki Kürd Yükselme Cemiyeti diye sa-deleştirilebilir olan bu isimli cemiyet 1919/Mayısında tesis edilmiştir. Elaziz, Bitlis gibi vilâyetlerin de içinde bulunduğu bir Kürd devleti kurma hedefi taşıyordu. Ziya Gökalp olsun, Süleyman Nazif Beyler onların bu gayesine itiraz ve doğruyu göstermeye çalışmaları bu cemiyetin yayın organlarında haylice ağır yazılar ile saldırmışlardır.

 

İslâm Teâlii cemiyeti 1919 şubatında teşkil olunmuş din-i bir devlet kurmak düşüncesi ni gaye edinmişken, hürriyet ve itilaf partisini de desteklemişlerdi. Ancak etkileri olmamıştır.

 

İngiliz Muhipleri cemiyeti de, 1919 Ağustosunda İstan­bul'da kuruldu. Saltanat ve hilafet taraftarı olanlarla burada olmakta menfaat görenler, kimi kumandanlar, Said Molla gibi dinle rabıtası olan kimseler cemiyetin üyeleri arasında bulundular. Cemiyetin hedefinde Rahip Fru gibi adamlar va­sıtasıyla hilafet ve saltanatın aracılığıyla İngilizlere İltisaka götürmekti. Paraların İngilizlerce verildiği de ileri sürülmekte­dir. Osmanlı dâhiliye nâzın Ali Kemâl Bey, Mehmed Ali Bey ve Said Molla cemiyetin önemli kişilerindendi ve padişah ile sadnazam Dâmad Ferid Paşanın bu cemiyetin üyesi olduğu rivayeti vesikalandırılamamıştır.

 

Wilson Prensip cemiyetine gelince; 4/Ocak/1919'da tesisi kabil olmuştur. Amerikan manda'lığıni isteyenlerce kuruldu­ğu görülür, Amerika medeni bir ülkedir ve bunlara bağlandı­ğımızda kısa zamanda güçleneceğimizi düşünenler arasında gazeteci Ahmed Emin Yalman ve İsmail Hami Danişmend'de bulunmaktadırlar. Mustafa Kemâl Paşada buna karşı çıkmış ve vatanseverleri iknaaya muvaffak olmuştu.

 

İstanbul'da 1919 Aralık ayında kurulmuş olup, adı Trab­zon ve Adem-i merkeziyet cemiyeti Trabzonlu Rumlar, bu şehrin Ermenilere verileceği rivayetini duyduğunda bu cemi­yete taraftar olmuşlardır. Bunlardan Metropolid Lavrendius, bu Adem-i Merkeziyet'e yakınlaşmış Pontusçuların vazifeden çekil sözünü redetmiş ben buraya padişahın emriyle geldim demek suretiyle vaziyetini açıklamak meziyetini göstermiştir.

 

 

 

Mütareke Sonrasında Ordumuz

 

 

İşgal devletleri İstanbul'a gelmeden evvel Osmanlı genel kurmayını sıkıştırmak suretiy İe ordumuzun pek büyük bir kısmını terhise tâbi tutturmaya muvaffak olmuştur. Elimiz de silah altunda dokuz adet kolordu ile yirmi adet tümenden müteşekkil bir efrad bulunuyordu. Bunun teşkilâtlanması ya­zışmaları yapılırken, İngilizler bu işte kontrole önem veriyor bu sebeble de kuruluş hayli aksıyordu. Ankara hükümeti bu arada teşkilâtını tamamlayıp varlığını hatırlatınca, bu yazış­malar hükümsüz hâle dönüşmüştür.

 

 

 

Mütareke Hükümleri Gereği Teslimat

 

 

Yapılan silah bırakışması antlaşması gereğince Osmanlı genel kurmay Başkanı Kavaklı Mustafa Fevzi Paşa (mareşal Çakmak) ile İngiliz Generali Milne Osmanlı ordusunun 50 bin kişilik istihdamla kurulmasını anlaşırken, 48 bin tüfek, 200 bin süngükolu, 295 tane top kaması teslim etmek zorunda kalırken, ellin kişiyi aşan eratın terhisi yapılıyor, böylece de, ordunun tamamında 408778 tüfek, 240 makineli tüfek, 256 adet topa mâlik olunacak tarzında bir sınır konulmuştu. Tâ­rih 1919/Mart ayını işaret ederken 337.615 er'in terhisini yapmışız trenlerimizin yetersizliği, terhis edilen askerin mem­leketlerine kafileler hâlinde yaya olarak sevk edilmişti ki, bu nasıl bir eziyet, ne acıklı bir haldi. Bu askerin içinde, topal, çolak, yaraları yeni iyileşmiş nice gaziler olduğu gibi zayıf düşmüş Mehmedçiklerde bulunuyordu.

 

 

 

Yeni Tanzim

 

 

Elde bulundurulmasına müsaade edilen ve tanzim olunan kuvvetlerimizin tanzimi aşağıdaki şekilde tanzim olundu.

 

1.Kolordu;            Merkezi:        Edirne;           41. Ve 61 .Tümenler

 

25."        "    ;          "         "         İstanbul          1. Ve 10.    "

 

14."        "    ;          "        "         Tekirdağ         44. Ve 61.   "

 

17."        "    ;          "         "         İzmir              56. Ve 57.   "

 

20."        "    ;          "         "         Ankara           23. Ve 24.  "

 

12."        "    ;          "        "         Konya            11. Ve 41.   "

 

3."         "    ;          "         "          Sivas             5.Kafkas Tümeni

 

ve 15.Tümen

 

13."        "    ;          "         "         Diyanbekir     2.   Ve 5. Tümenler

 

15."        "    ;          "        "         Erzurum         2. 9. 11. Ve 12.

 

Tümenler

 

Kadrodaki yirmi tümeni meydana getiren sayıdan,bir tü­meni İzmir'de Yunanlılar dağıtmış, dört tümenimizde İstanbul ve Trakya'da kaldığınından böylece yirmi tümen olan yekûn gücümücün dörtte birinden istifade edememekle karşı karşı­ya idik.

 

 

 

Karakol Cemiyeti

 

 

Mütareke ile beraber, evlâd-ı vatan harekâta geçmiş ve çeşitli tulumbacı kulüpleri, futbol takımları, şehir kabadayıla­rı, devlet görevlerinde genç kâtipler, esnaf loncaları, nice de­ğerli hoca efendiler düşmandan halas olmak için gerek ce­maatlerini gerekse muhitlerindeki kıraathaneleri dolaşarak gönüllü temine gayret ederlerken, bunlardan İstanbuPuIumu-zun bizimde vaz u nasihatlerinden müstefid olduğumuz Alasonyah Hacı Cemâl Efendi (Öğüt) merhum Beşiktaş semtin­deki kahveleri dolaşır, ahbablık kurduğu kişilerin kanaatlerini ölçüp biçer,aklı yatanları evine götürür orada bir kaç tanesi­ne tahlif yâni yemin ettirmek suretiyle Milli Mücadele sanca­ğı altına toplar ve kâh silah kaçırmada, kâh bazı zevatı düş­man elinden kaçırmak gibi mühim baskınlarda istihdam etti­ğini bu satırlar yazılırken hayatta olan Hikmet Öğüt hanıme­fendi hazretlerinden, yapılan tahlifin yâni and içme esnasın­da, yemin edecekleri, Kur'an-ı Kerim ve tabanca üzerine el koydurmak ve bunu yaptırırken de, gözlerin bağlı olduğunu dinlemişizdir.

 

Beri yandan; Felah (yâni kurtuluş mânasına) gurubunun silah kaçırmak için büyük depolan baskınla veya müslüman sömürge askerlerinin göz yumması münasebetiyle soyması bunları Anadolu'ya sevk etmesi unutulmayacağı gibi meşhur Kara Vâsıf Bey'in ünlü Karakol Cemiyetinin büyük hizmetleri olmuştur. Hele Felah gurubu reisi o sıralarda binbaşı olan ve ordudan Korgeneral olarak emekli olan Ekrem (Baydar) Bey, ki bu zâtında dönme olduğu rivayeti vardır ve bunların hizmetleri hep takdirle yâd olunur. M.M Gurubunun başkanı Topkapih Mehmed Bey ki fâkir-i pür taksir bu zâtı da Mah-mudpaşa'da ki İrfaniye Çarşısında Manastır handa yarım asır evvel görmüş elini öpmüştük. Yine bu zâtın arkadaşlarından Bican Bağcıoğlu, Muhasebeci İhsan Bey ile Topçu Üsteğmen Burhan, deniz Yüzbaşı Hakkı, İnzibat bölük komutanı Seiâmi Tolunay Beyefendiler de hizmetleriyle temayüz etmişlerdir.

 

 

 

Amasya Tamimi

 

 

İstiklâl mücadelemizin önemli bir merhalesini teşkil eder Amasya Tamimi. Samsun'a mutasarrıf sıfatıyla bıraktığı Re-fet (Bele) Bey'i Amasya'ya gelişinde az sonra yanına davet eder. Refet Bey gelmediği gibi, cevab da vermez. Bu arada mutasarrıf olduğu Samsun civarını teftişe çıkan Albay Refet Bele, Amasya'ya gelmiştir. Daha önceden müsveddesi hazır­lanmış bazı tahriratın yeni gelen arkadaşlarca imzalanmasını taleb eden M. Kemâl Paşa,odasında oturan Rauf (Orbay) Bey ile Refet (Bele) Beylere bu kâğıtları imzalamalarını söy­lediğinde Rauf önce imtina eder, bilahire bunun târihi bir ha­tıra olduğunu hatırlatan M.Kemâl'in ricasını tekrarlaması üzerine imzalar. Refet Bey, imza atmayı kabule yanaşmaz Bunun üzerine M.Kemâl Paşa; yan oda da oturmakta olan Ali Fuad (Cebesoy) Paşayı yanına çağırtır ona beyanda bu­lunur ve bunun üzerine Ali Fuad Paşa da kâğıdı imzalar. Bu­nun üzerine Refet Bey müsveddeyi eline alır ve kendinin an­layacağı bir işaret koyar. Bu işareti müsvedde de bulmak pek müşküldür. Bu müsveddenin en bariz tarafı şu satırlardır: "Artık; İstanbul, Anadolu'ya hâkim değil, tâbi olma mecbur-tiyetindedir." Bu tamimin yayınlanışında, 22/hazi-ran/1919'da Kâzım Karabekir Paşayla Mersinli Cemâl Paşa da telgraf mâkinası tasdik etmişlerdi. Şimdi bu tamimden sonrayı bir kronoloji hâlinde sahifelerimize alacağız ve İstik­lâl harbimizin komuta kadrosunun mensuplarını ve vazife ic­ra ettikleri birlikleri ve o dönemdeki rütbeleriyle kaydederek, dizimizi tamamlama yoluna gideceğiz.

 

24/Haziran/1919; Padişah Vahdeddin Hân'a M.Kemâl Pa-şa'dan telgraf, "..böyle bir zihniyetin hiç bir yerde kabul ue tatbik noktası bulmadığını şükranla arzeylerim"

 

27/Haziran/1919: Mustafa Kemâl Paşa'nın Tokat'tan Si­vas'a gelişi ve Vali Reşid Paşa tarafından karşılanışı, bu Vali paşa meşhur tarihçi ve devlet adamı Ahmed Cevdet Paşa'nın damadıdır. Aynı gün ve târihde, Ali Fuad (Cebesoy) Paşa'nın Ankara'da erkân-ı devletin askeri ve sivillerine yayımladığı beyannameden: "İcabında mevkı-i memuriyetimden ayrıla­rak bir ferd-i millet olarak mübarek vatan ue mukaddes mil­letim uğrunda çalışmağa devam edeceğimi alenen taahhüt ediyorum.."

 

3/Temmuz/1919: Mustafa Kemâl Paşa'nın Rauf bey ile be­raber Erzurum'a gelişi halk ve asker tarafından sevgi gösteri­leriyle karşılanışı ve istanbul'da dahiliye nazırı Ali Ke mâl bey'in; valilere: "Ordu müfettişleri ve ordu kumandanları İtti­hat ve Terâkkinin bakiyesidir. Seferberlik emri verilirse ahali bunu icra etmesin", Tarzındaki tamimine 15.Kolordu komu­tanı Kâzım Karabekir'in karşı tamimi: "Doğu'nun müdafa­asından ben me'sulüm. Kanun bana bir tehlike anında sefer­berlik emri vermek selâhiyetini vermiştir. Her kim olursa ol­sun, seferberlik emrine uymazsa derhal divân-ı. harbe veri­rim " olmuştur.

 

23/Temmuz/1919: Erzurum Kongresi açılıyor ve M.Kemâl Paşa Reis intihab ediliyor.

 

27/Temmuz/1919: Kâzım Karabekir Paşa ile Albay Raw-linson'un Erzurum'daki mülakatı ve Amiral Galdroph'dan Lord Kurzon'a: "Şu ihtimâli göz önünde bulundurmalısınız. Hadiseler öyle bir şekil alabilir ki, küçük Asya'da bağımsız, muhtemelen gayet fanatik ve avrupa aleyhtarı bir hükümet kurulabilir. Böyle bir hükümet İstanbul'un yetkisini ve padi­şahın egemenliğini ret edebilir" Demektedir.

 

4/Eylül/1919: Sivas Kongresinin açılışı, M.Kemâl Paşa'nın açış konuşması ve kongre reisi seçilmesi.

 

 

 

Sivas Kongresi'ne Bakış

 

 

Sivas kongresi 4/EyIüi/1919'Perşenbe günü saat: 15'de M.Kemâl Paşa'nın başkanlığın da çalışmaya başladı. Kong­reye iştirak eden delege adeti kırk kişidir. Çalışmalar sekiz gün sürmüştür. 11 /Eylül/1919 günü saat 11.30'da son bul­muştur. Kongreye katılan ve adlan bilinen delegeler şunlar­dan ibarettir:

 

1-Mustafa Kemâl Paşa/2-İsmail Fâzıl Paşa <Ali Fuad Ce-besoy'un babasi/3-Hüseyin Rauf Orbay/4-İsmail Hami Da~ nişmend <İstanbul delegesi> /5-Albay Kara Vâsıf Bey is­tanbul delegesi>/6-Dr.Hikmet Bey (Orhan Boran'ın babası) /7-Mehmed Şükrü Bey <Afyonkarahisar delegesi> /8-Salih Sıtkı Bey <Afyonkarahisar delegesi> /9-Bekir Sami Bey <To-kat delegesi> /10-Albay Refet Bey <Samsun delegesi> /ll-Boşnakzâde Süleyman Bey <Samsun delegesi> /12-Başa-ağazâdeYusuf Bey <Denizü delegesi> /13-Küçükağazâde Necip Ali Bey <Denizli delegesi> /14-Dalhanlızâde Mehmed Şükrü Bey <Denizli de legesi> /15-Hakkı Behiç Bey <Denizli delegesi> /16-Hoca Râif Efendi <Erzurum delegesi>  17-Şeyh Fevzi Efendi <Erzincan delegesi> /18-Ahmed Nuri Efendi <Bursa delegesi> /19-Osman Nuri Bey <Bursa dele-gesi> /20-Siyahizâde Halil İbrahim Efendi <Eskişehir delege-si> /2Î-Bayraktarzâde Hüseyin Bey <Eskişehir delege-si>/22-Hüsrev Sami Bey <Eskişehir delegesi> /23-Mâcit Bey <Alaşehir delegesi> /24-Zeki Bey <Kastamonu delegesi> /25-Mehmed Tevfik Bey <Kastamonu delegesi> /26-Abdur-rabman Dursun Bey <Çorum delegesi> /27-Dellâlzâde Hacı Osman Efendi <Nevşehir delegesi> 28-Halit Bey <Bor dele-gesi> /29-Mustafa Efendi <Niğde delegesi> /30-Mazhar Müfit Bey <Hakkâri delegesi> /31-İbrahim Süreyya Bey <Saruhan deiegesi>dir.

 

Bu delegelerin çok büyük bir kısmı Sivas'a gelmişler ve aralarında bir çok meselede ortak noktalar oluşturmuşlar ve Mustafa Kemâl Paşanın gelmesinden önce 25 delegenin Mandater idaresi hakkında bir muhtıra hazırlamış olduğu va­rittir. Bu hususda M.Kemal Paşa şunları söylemektedir: "Öç gün ittihatçı olmadığımızı teyid için yemin etmek lüzumu ile yemin formülü hazırlamakla, padişaha arıza yazmakla ue kongreyi tebrik için gönderilen telgraflara cevap yazmakla ve bilhassa kongre siyasetle uğraşacakmı? üğraşmayacak-mı? Münakaşası ile geçti İçinde bulunan mücadele ue faali­yet siyasetten başka bir şey değil. Bunu münakaşa etmek şâyan-ı hayret değilmidir? Delegelerin mühim bir kısmı itti­hatçı idi. Buna rağmen her biri ittihatçılık yapmayacağına yemin etti." M.Kemâl Paşa daha sonra şunları ifade eder: "Erzurum Kongresinde alınan müdafaa kararı, Ermenilere ue Rumlara karşı alınmış iken, Sivas kongresinde her türlü iş­gal ue müdehaieye karşı müdafaa ve mukavemet etmek ka­rarı verilmiştir..." Daha sonra mandaterlik hakkında İstanbul delegesi İsmail Hami (Danişmend) Bey tarafından hazırlanıp 25 delege tarafından imzalanıp manda muhtırası ise müza­kereye getirildi. İstanbul delegeleri oradaki telkinlerin tesiri altında idiler. İstanbul'dan gelirken Braun adında bir Ameri­kan gazetecisini de beraberlerinde getirmişlerdi. Bu gazeteci Türkiye'ye 50 bin kişilik bir işçi ordusu getirip Türkiye'yi imâr ettireceğini söylemiş bulunuyordu. Manda teklifini mü­dafaa edenler arasında Rauf, Refet, Bekir Sami ve Kara Vâsıf Beyler ile İsmail Fâzıl Paşa da vardı. Bu görüşe eğilim sebebi olarak da; 500 milyon (günümüz parasıyla 500 katrilyon) Osmanlı lirası borcu olan ve yıllık geliri oniki milyon civarında geliri olan, verimli bir toprağı bulunmayan bir ülke yaban­cı desteği olmadan yaşayamaz, ikinci olarak parasız, ordu-suz ne yapabiliriz? Modern milletler hava da uçuyorlar. Biz daha kağnı ile ekin taşıyoruz. Onlar zırhlı yapıyor, biz yel­kenli bile yapamıyoruz. İzmir, Yunanistan'da kalsa düşmanı­mız vapurla asker getireceği halde biz hangi şimendifer yâni trenle nakliyatı gerçekleştireceğiz? Diye ileri sürmek suretiy­le ülkenin manda olmasına taraftar olduklarını beyan ediyor­lardı. M.Kemâl Paşa, mandacılara Braun adlı Amerikalı ga­zeteci ile görüştüğünü bu adamın manda'lık teriminin ne olduğunu dahi bilmediğini, ayrıca da Amerika'nın da rnanda-terlikten yana olmayacağını ifade ettiğini naklettikten sonra

 

M.Kemâl Paşa, manda taraftarlarını susturan yine manda­cılığı savunan Rauf Bey'in olduğunu çünkü, Amerikan kong­resinden memleketimizi tetkik edecek ve hakikati ortaya se­recek bir kurul davet olunmasını teklif olarak ileri sürdü ve bu teklif ittifakla kabul edildi. Şeklinde bilgi vermektedir. AB~ D'ye çekilen tel- grafın ülkenin o günkü durumunuda ortaya sermesi açısından ehemmiyeti münasebetiy le buraya nakli uygun bulduk: "Amerika Birleşik Devletleri Ayan meclisi reis­liğine, Rumeli ve Anadolu'nun bütün müsiüman halkını temsil eden ve Osmanlı imparatorluğunun Anadolu ve Ru­meli'deki bütün vilâyetlerinin temsilcilerinden mürekkep olan Sivas Milli kongresi, 4/Eylül/1919'da bir araya gelmiş­tir Gayeleri şunlardır:

 

Memleket halkının ekseriyetinin arzularını yerine getir­mek, bütün azınlıkları himaye altında bulundurmak, bütün vatandaşların can ve adalet yolundaki haklarını teminâta bağlamak. Sivas Milli kongresi Osmanlı imparatorluğu halkı içindeki ekseriye tinin arzularını ifade eden bir karar suretini 9/Eylül/1919 günü kabul etmiştir. Bu kararın içinde bulundurduğu prensipleri, Sivas Milli Kongresi, Birleşik Amerika Devletleri Ayan meclisine şu ricada bulunmayı bu gün yine ittifakla kararlaştırmıştır.

 

üyelerinizden kurulu bir komiteyi Osmanlı devletinin her köşesine göndermenizi diliyoruz. Bu komite hususi menfaat ile alâkalan olmayanlara ve millete has olan ber rak görüşte, Osmanlı imparatorluğunda fiili surette hüküm süren hal ve şartlan gözden geçirmelidir. Böyle bir tetkik; Osmanlı İmpa­ratorluğuna ait nüfusun ve arazinin mukadderatı hakkında bir sulh antlaşması gereğince keyfi kararlar verilmesine mey­dan bırakılmazdan evvel yapılmalıdır."

 

İmzaların sahibi aşağıdaki zevattır. Sivas kongresi adına: Reis: Mustafa Kemâl Paşa-Reis Vekili: Hüseyin Rauf Bey-2.Reisvekili: İsmail Fâzıl Paşa-Kâtipler: İsmail Hami ve Mehmed Şükrü

 

 

 

Meclisin Açılması

 

 

16/Mart/1920'de İstanbul kanlı bir işgalin altına girerken, Meclis-i Mebusan'da dağıtıldığından Osmanlı devlet başken­tinin artık millet mukadderatına vaz u elyed koyamayacağı tabii olduğundan Ankara'da bir millet meclisi teşekkül ettiril­mesi karargir oldu. Aslında Hüseyin Rauf Bey'in, meclis-İ mebusanın kapanmasını temin için tevkif olunmayı da göze alarak, İstanbul'a avdet edip, mebusan'da yaptığı tahrik edi­ci konuşmalarıylada bunu temine muvaffak olduğu böylece de, mebusların Ankara'ya gitmesinde müsbet ve mühim ro-lünüde burada hatırlamadan geçmeyelim. Mustafa Kemâl Paşa, Rauf Bey' in bu plânını pek tehlikeli bulmuş, İstanbul'a avdetine engel olmaya çalışmış başına gelmesine muhtemel hâller arasında hayatını bile kaybedeceğini ifade etmiştir. Nitekim de Rauf Bey, Meclis-i Mebusandan Kara Vasıf Beyle birlikte işgal kuvvetlerince alınmış Malta'ya sürgüne gönde­rilmiştir. Bu olayların akabinde; İstanbul'da mücadelenin ya­pılamayacağını anlayan mebusların ve Anadolu'nun livala­rında yapılan seçimlerle de, boş sandalyeler temsilcilerine kavuşturmuşlardır. Bundan sonra da, Millet meclisi İstiklâl savaşımızın merkez üssü olmuştur. 23/Nisan/1920'de Cuma günü ve Cuma Namazından sonra küşadı yapılan BMM'si başkanını seçmiş ve bu meclisin hükümeti de kurulmuştur. Bu hükümet Milli Mücadeleyi süratle muntazam askeri birlik­ler teşekkül etmek çalışmalarına girişmiştir. Bu meclisin baş­kanlığına M.Kemâl Paşa, 110 rey alarak seçilirken Hacıbek­taş Çelebisi Cemaleddin Efendi 2.başkanvekilliğine, Haydar Refik, Muhiddin Baha, Cevdet Atıf, Rasim ve Eyyaz Beyler kâtipliklere Emir Paşa ile Süreyya Bey'c'e idare memurlukla­rına seçildiler. Ancak ilk hükümet teşki! olunana kadar bir yürütme kurulu seçildi ki bu zevat, Albay İsmet (İnönü), Feyzi (Çakmak) Paşa, Hamdullah Suphi, Hakkı Behiç, Ad­nan Beyler ve Şeyh Servet Efendi'den meydana gelen altı ki­şi aşağıda ki adları yazılı hükümet kurulana kadar yürütme kurulu adıyla görev yaptılar: Başbakan: Mustafa Kemal Pa-şa-Şeriyye vekâletine: Mustafa Fehmi Efendi-İçişleri vekilli­sine: Cerni! Bey-Bayındtrlık vekâletine: İsmail Fâzıl Paşa-Hâ-riciye vekaletine: Bekir Sami (Kunduh) Bey-Sıhhıye Vekale­tine: Dr.Adnan Adıvar-İktisat vekâletine: Yusuf Kemâl Ten-girşenk Bey-Genel Kurmay başkanlığına: Albay İsmet Bey(İnönü)-MilIi Müdafaa vekaletine: Fevzi(Çakmak)Paşa-Mâliye Vekaletine: Hakkı Behiç Bey-Mâarif vekâleti: Rıza Nur Beylerden müteşekkil hükümet kuruldu.

 

 

 

İstiklâl Savaşı Komutanları Ve Subayları

 

Mustafa Kemâl Paşa'nın Samsun Çıkış Dö­neminde Birlikler Ve Komutanları

 

 

BİRLİK VE MAKAM: 1.Kol.Ordu K.Edirne 49.Tüm.K. Kırklareli 6O.Tüm.K.  Keşan 14.Kolordu Tekirdağ 55.Tüm.K. Tekirdağ 61.Tüm.K. Bandırma 61.Tüm.K. Bandırma 17.Kolordu K. İzmir 17.Kolordu K.Bursa 56.Tüm.K.İzmir 57.Tüm. K. Aydın 25.Kolordu K.İstanbul 25.Kolordu K.İstanbul l.Tüm.K. İzmit l.Tüm.K. İzmit 10.Kafkas Tüm K.İst. 2.Ordu Müfettişi 2.Ordu Müfettişi 12.Kolordu K. Konya 12.Kolordu K. Konya

 

RÜTBE ADI VE SOYADI

 

Alb.Cafer Tayyar(Tümg.Eğilmez)

 

Alb.Şükrü Nâili(Korg.Gökberk)

 

Alb.Muhittin(Tümg.Kurtiş)

 

Tuğg.Yusuf İzzet Paşa(Met)

 

Yarbay Alaaddin(Tümg.Koval)

 

Alb.Muhittin(Tümg.Kurtiş)

 

Alb.M.Kâzım (Org.Özalp)

 

Tuğg.Aii Nâdir Paşa

 

Alb.Bekir Sami(Alb.Günsav)

 

Alb.Hürrem

 

Alb.Şefik(Alb.Aker)

 

Alb.Şevket

 

Tuğg.Aii Saİt(Org.Akbaytugan)

 

Yb.Mustafa Asım

 

Alb.Rüştü(Gnl)

 

Alb.Kemaiettin Sami(Korg.)

 

Tümg.Cemâl Paşa(Mersinli)

 

Korg.Esat Paşa (Bülkat)

 

Alb.M.Selahaddin(Kip)

 

Alb.Fahrettin(Org.Altay)

 

1 l.Tüm.K Pozantı

 

11.Tüm.K. Niğde

 

41.Tüm.K. Karaman

 

4l.Tüm.K. Karaman

 

20.Kolordu K.Ankara

 

23.Tüm.K.Afyon

 

24.Tüm.K. Ankara

 

24.Tüm.K.Ereğli

 

9. (3.)Ordu Müfettişi

 

3.Kolordu K.Sivas

 

3.Kolordu K.Sivas

 

5.Kafkas Tüm.K.Amasya

 

15.Tüm.K.

 

15. Tüm. K.Samsun

 

15.Kolordu K.Erzurum

 

3.Kafkas Tüm.K.Tortum

 

9.Kafkas Tüm.K.Erzurum

 

11.Kafkas Tüm.K.Van

 

12.Tüm. K.Horasan

 

13.Kolordu K. Diyarıbekir

 

2.Tüm.K.Silvan

 

2.Tüm. K.Silvan

 

5.Tüm.K. Mardin

 

Yb.Mümtaz(Alb.

 

Yb. Mehmed Arif(Ayıcı)

 

Yb.Mehmed Hayri

 

Yb.Nuri(Conker)

 

Tuğg.Ali Fuad(Korg.Cebesoy)

 

Yb.Ömer Lütfi(Argeşo)

 

Yb.Mahmud Nedim(Hendek)

 

Yb.Atif Ateşdağlı

 

Tuğg.Mustafa Kemâl(Atatürk)

 

Alb.Refet(Tümg.Bele

 

Alb.Çolak H.Selahattin(Köseoğlu)

 

Yb.Cemil Cahit(Org.Toydemir)

 

Yb.İsmail Hakkı

 

Yb.Şefik Avni(Özüdoğru)

 

Tuğg.Kâzım Karabekir(Korg)

 

Alb. Rüştü(Tümg)

 

Yb.Hafit(Tümg.Karsıalan)

 

Yb Câvit(Tümg.Erdelhün)

 

Yb. Osman Nuri(Tümg.Koptagel)

 

Alb.Ahmed Cevdet

 

Yb.Aşir(Tümg.Ath)

 

Yb.Akif(Tümg.Erdemgil)

 

Yb.Kenan(Korg.Dalbaşar

 

 

 

Doğu Trakya Harekâtı Komutanları

 

 

1-TRAKYA MİLLİ KOMUTANI ALBAY CAFER TAY-YAR(Tümg.EGİLMEZ)/2-l.Kolordu K.Albay Muhittin (Tümg.KOrRTİŞ)/3-l.Kor.Kur.Bşk.Yb.Abdurrahman Nâ-fiz(Org.GÜRMAN)/4-l.KolorduHrk.Şb.Md.Bnb.Kadri (Alb. ALKOÇ)/5-1 .Kor. Kurma     yi     Bnb.İsmail     Hakkı/6-49.Tüm.K.Edirne Yb.Şükrü Nâili(Korg. GÖKBERK)/7-49. Tüm.      Kh.     Sb.ütgm.      Fehmi (Korg.TÜRESEL)/8~ 153.P.Aİ.K.Bnb.Çallı   Etem   (Alb.KA  RABCIDAK)/9-154.P.ALK.Yb.Ahmed Hamdi(Alb)/10-155.P:Al.K.Yb.Yüm-ni/11-60. Tüm.K.Uzunköprü Yb.Cemil (UYBADIN)/12-6O.Tüm.Krm.Bşk.V. Yzb.AIi Rıza/13-185.P.AI.K.Bnb.Ali Fâ-ik(Yb)/14-l 86.P:Al.K.Yb.Süreyya/15-187.P.Al.K.Yb.Saffet/ 16 -60.Top.Al.K.Bnb.Ahmet Zeki/l7-55.Tüm.K.Tekirdağ Yb.Alaaddin(Tümg.KOVAL) /18-55.Tüm.K.V.Yb.Yüm-nü(EĞİLMEZ)/l9-55.Tüm.Kur.Bşk.Yzb.Yusuf Ziya(Tümg. YAZGAN)/20-55.Tüm.KurmayıYzb.Necmettin(SELEM)/21 -168.P.Al.K.Yb.Kuşat (Gnl.Yazıcıoğlu)/22-l70.P.Al.K.Yb.Fâ-ik/23-170.P.Al.K.Yrd.Bnb.Muhittin(Yb.)/24-171 . P.Al.K.Yb.Şâkir(ERZÜRÜMLÜ)/25-55.Top. Al.K.Bnb.Şük­rü/26-55.Top.Al.K.Yzb.Sâ mi(Korg.TOPÇÜ)/27-K)rklareli HudutTb.K.Bnb. Fuat/28-516.Hudut Tb.K.Yzb.Hasan  Tahsin Edirne Uzunköprü ve İpsala'da Kurulan Gönüllü Müfrezele-ri:Ahırköprülü Ahmed Bey Müfrezesi/Teğmen İbrahim Hakkı Çırpanlı komutasında İbrahim Hakkı Müfrezesi/Hüseyin Bey Bölüğü/Yolageİdi İbrahim Müfrezesi/Binbaşı Nidadi Komu­tasında üzunköprülü Müfrezesi/Arnavut Ali komutasında CJzunköprülü Ali Bey Müfrezesi/Hafız Recep Efendi komuta­sında Babaeski Milli Müfrezesi/Behçet Hilmi komu tasında Kuvve-i Seyyare

 

 

 

Batı Trakya'da Küvayı Milliye Kurucuları

 

 

BatiTrakya Kuvayı Milliye K.Bnb. Filibeli Rüş-tü(Korg.AKIN)/Batı Trakya Kuvayı Mil üye K.Yrd.Yzb.Fu-ad(BALKAN)Dr.Bnb.İsmail Hakkı-Ecz.Yzb.Nuri-P.Yzb.Salih Zeki-RYzb.Şevket-RYzb.Sedat-P.atğm.Hüsnü-P.ütğm.Ab-dülgani-P.Tğm.Fahri(Özdi-lek)-P.Tğm.Midhat Cemal(Kü-TAY)-P.Tğm.Hayri-P.Tğm.Sabri

 

 

 

Batı Trakya Hükümeti Kurucuları

 

 

Hükümet Başkanı/                  Peştreli Tevfik Bey/

 

" 2."       7                   Bekir Sıtkı Bey

 

Adalet Bakanı                         "     "    "     " " "

 

Dış İşleri Bakanı                      Mahmud Nedim Bey

 

İçişleri Bakanı                         Hasan Tahsin Bey(ARGCİN)

 

Mâliye "      "                            Sabri Bey(TÜTEN)

 

Evkaf   "      "                           Av.Mustafa Bey(DOĞRÜL)

 

Gnkur.Bşk.P.Yzb.                    Fuad(BALKAN)

 

" 2." "P.Tğm.                   Fahri(ÖZDİLEK)

 

Bati Trakya Türk hükümeti ile alâkalı olarak,yukarıdaki listeye aid bir miktar bilgi vererek, bu haftaki yazımızı ta­mamlayalım. Bu İstiklâl Harbi komutan ve subaylar listesini seçimlerden sonraki yazılarımızda inşaaîlah tamamlarız.

 

15/Ekim/1919'da adı geçen Türk hükümeti, bölgede bu­lunan azınlıklardan Rumlar ve Bulgarlardan hükümete birer temsilci ile katıldılar. Bu hükümeti, Yunan ve Bulgar hü­kümetlerinin tanıdığını bildirmiş olalım. Fransızların bu hükü­met kuruluşuna yardımcı olma gayretlerinin maksad-i hâkikisi ileri de burayı Fransa'nın mandateri olarak nüfuzu na aî-mak gayretine matuf olduğunu ifade edelim. Fransa ile Yu­nanistan hükümetleri burada kıyasıya bir mücadeleye girdi­ler. Mayıs 1920'de referandum yapıldı. Yunanlılarında 75 bin Osmanlı altunu harcama yaparak, satın aldığı bazı Türk ileri gelenlerinin marifetiyle Batı Trakya,Yunanistan'a katılmasıy­la netice verdi. Böylece bu yönetimde 23/ Mayıs/1920'de tâ­rih sahnesinden çekilince bu referandumu ve oyunlara karşı çıkan Batı Trakya Türkleri,Batı Trakya Milli Hükümetini kur­dular bu târih 25/Mayıs/1920 olup bu hükümetleri Lozan'ın İmzasından sonra 24/Temmuz/1923'de faaliyetine son verdi. Milli Mücadele esnasında buradaki direnme ve faaliyetler, Yunanlıların altı tane tümenini burada meşgul ettiğinden, Anadolu cihetindeki mücadelemize dolaylı yardım etmiş de oldular.

 

 

 

Son Sadrazam Ahmed Tevfik Paşa Ve Son Sadareti

 

 

Ahmed Tevfik Paşa Osmanlı devleti sadrazamlarının 208. değişikliğini yaşamıştır ilk sadaretinde. Paşa ilk sadaretine H.Hilmi Paşa'dan boşalan makama Sultan 2. Abdülhamid ta­rafından nasbedilmiştir. Ancak bu makamda sadece, 21 gün kalabilmiştir. Bu sadaretinden sonra üç defa daha bu maka­ma gelebilmiş ve tamamı dört kere olmak üzere mevkii sa­darette bulunmuştur. Ayrıca bir hususiyeti vardır ki, pek iyi olmayan bir sıfat tır. O da; Osmanlı devletinin son sadrazamı olması şanssızlığıdır. Târihe şân veren bu yüce milletin son padişahı olmak nasıl hâzin ise tabiatıyla, son sadrıazarnı ol-nnakda ondan aşağı bir hazinlik göstermez. Ahmed Tevfik Paşa biografisi pek alaka çekici hususlara mâlikdir. Sahib-i dikkat olanlar bunları hemen fark edeceklerdir.

 

Ahmed Tevfik Paşa 12/safer/1261-18/şubat/1845'de Üs­küdar Tpptaşı semtinde dünyaya gelmiştir. Kırım hanları sü­lâlesinden olup, Tuna havalisi Osmanlı süvarileri generali İs­mail Hakkı Paşa babasıdır. Diyarıbekir'li Hacı Şaban efendi­nin kızı Ayşe Gülşinas Bânu'nun, son sadrazamın validesi ol­duğu Paşa'nın tercümei hâlinde yer almaktadır.

 

Topkapı sübyan mektebinde bir müddet okuduktan sonra babasının Vidin'deki vazifesi münasebetiyle Vidin Rüşdiye-sinde okudu. Yaşı ondörde geldiğinde Davudpaşa' da bulu­nan 2.süvari alayına kayıd oldu. Onsekiz yaşına geldiğinde Harbiye Mektebinden genç bir süvari mülazım-ı sâni i olarak çıktı.

 

İbnü'l Emin Mahmud Kemâl İnal beyefendi "Son Sadra­zamlar" adlı pek kıymetli eserin de 1705. sahifede: ".resmi tercemei hâlinde arızâi vücudiyesinden dolayı silk-i aske-riyyeden isti'fa etmiştir" yazıyor diyor. İstifasının hakiki sebe­bi hakkındaki sualime oğlu Ali Nuri bey, gönderdiği cevab-nâmede süvari kumandanı Ömer Şevki ile Nasuhi Paşa'ların emir zabitliği vazifesinde bulunduğu esnada amcasının oğul­lan latife tarzında Safveti Paşa'ya bayram tebriğine giderken terfi etdin demelerine kızarak 1282/1865'de askerlikten is­ti'fa etmiştir." şeklinde malumat veriyor. Hemen aynı sene ücretsiz olarak babıâli tercüme odasına çalışmaya girdi. 1289/1872 cemaziyelahirde onbeş lira maaşla Roma sefareti kâtipliğine 1292/zilkade-1875'de otuzüç lira maaşla (2002 târihi itibarıyla 4.milyar 290milyon yapar) Atina sefareti baş­kâtipliğine, 1293/şaban-1876/ağustosunda aynı maaşla Pe-tersburg sefareti başkitabetine, 1294/1877 tarihine kadar se­fir Kabûli Paşanın vekâletine maslahatgüzar tâyin olundu.

 

Şaban/1300-1882/haziranında yüz lira maaşla Atina'ya orta elçi unvanıyla gönderildi.  1 2/recep/1 302-28/ni-san/1885'de Paris'de kurulan Süveyş Kanalı komisyonuna memur oldu. Berlin sefirliği ve rütbe-i vezâret 1/rebiülev-vel/1307-26/ekim/1889'da verilirken bir çok madalya ve ni­şanlar da kendisine takdim olunuyordu. 1 8/cernaziyeiev-veI/1313-7/kasım/1895'de 40 bin krş maaşla hâriciye nâzın oldu. Tevfik Paşa'nın bu makama getirilişinin hikâyesi şöyle: Ahmed Tevfik Paşa; bir müddet için İstanbul'a izinli gelebil­mek için yazdığı bir dilekçede mezuniyet istirhamında bulun­muştu. Ne var ki bu müracaata cevab alamamıştı. Daha sonra mabeynden çekilen bir telgrafla acilen gelmesi bildiril­mişti ayrıcada doğrudan saray'a uğraması işaret olunmuştu. Gece yarısına yakın İstanbul'a gelen Tevfik Paşa işar üzerine hiçbir yere uğramadan doğruca saraya gidip, Mabeyn Müşiri Gazi Osman Paşanın odasına duhul ederek, saraya çağırılış sebebini sual ettiğinde aldığı cevap: "Zannımca efendimiz; sizi bu sefer bırakmayacaklar!" Şeklinde olmuştu. O sırada hükümet toplantı halindeydi ve sadrazamın konağına gittiği­ni de bu arada duymuştu. Tevfik Paşa'ya o sırada saray'da bir odaya yatak serildi. Yorgun Paşa henüz uzanmıştı ki, ka­pısı tıklatıldı ve kalkması istendi. Kalkıp da hazırlandığında, heyet-i vükelâ toplantı salonuna gitmesi işaret olundu. İçeri girdiğinde hâriciye nazırlığına getirildiğini anladı. 9/şev-val/1314-14/mart/1897'de yapılan tensikatta maaşı 36 bin kuruşa indirildi.

 

Bilhassa ikibin yılını idrak ettiğimiz şu günlerde aşağıdaki satırlara yeniden hayatiyet verme arzuy-u emelİyle Yunan muharebesinde müşahede olunan mesâil-i makbule-i sada-katkârane ve ikdamat-ı ber güzide-i şinasanesine binaen Yu­nan Muharebe Madalyası 30/şevval/1315-23/mart/1898de murassa imtiyaz ve 21/rebiülahir/1317-30/ağustos/1899 da "Hidemat-ı sadıkane ve mesâil-i memduhai reviyyetkâranesine binaen mu-rassa iftihar nişanı ve altun kılıç verildi. re~ ceb/131 7-kasım/l 899'da hâriciye nazırlığına zâmimeten üzerinde bulunan sıhhiye nezâretinden dolayı ayrıca 10 bin krş maaş tahsisine iradei seniyye çıktı.

 

Zaferle çıktığımız Yunan Savaşı akabinde Tophane Kas-rın'da yapılan Yunanlılar ile ba nş müzâkerelerine üç ay reis­lik edip, sonunda kat'i sulhu sağlamaya muvaffak oldu ve bundan dolayı altun .liyakat madalyası alırken, Hicaz Demir­yolları madalyasına da hâmil oldu. Meşrutiyet ilânında, de­ğiştirilen bakanlar arasında, yerini muhafaza edebilen Ahmed Tevfik Paşa olmuştur. Hariciye nazırlığında devam et­mesi hoş görülmüştür. Yine yapılan tensikatta bu sefer maaşı 25bin kuruşa indirildi. 20/zilkade/1326-15/aralik/1908'de ayan meclisine seçildi. 1 2/muharrem/1 327-27/şu-bat/1909'da Kâmil Paşa hükümetinin sükûtu hâriciye nazırlı­ğından Ahmet Tevfik Paşanın da sükûtunu getirdi. Ancak kurulan Hüseyin Hilmi Paşa'nın kabinesinde hariciye nazırlı­ğına getirilen Rıfat Paşa, Londra sefirliğini devr ve İstanbul'a kadar geçmesi geçen zaman diliminde nezareti vekâleten yürütmesi istenen A.Tevfik Paşa yıllarca o nezâreti güzelce idare etti.

 

15/rebiülevvel/1327-8/nisan/1909 târihinde Londra sefir­liğine tâyini yapılan ^Khmed Tevfik Paşa daha yola çıkma­mıştı ki; 31/mart olayı vukubuldu. Bu olayın zuhuru ile sada­reti terk edip, Sultan 2.Abdülhamid'in sinesine sığınan Hüse­yin Hilmi Paşa'dan boşalan makama, 22/rebiülevvel/1327-14/nisan/1909 sah günü 30 bin krş.maaşla getirilmişti.

 

Bu hususda aşağıdaki hatt-ı hümayûn'un suretini nakle cesaret edelim:

 

"Vezir-i meali semirim Tevfik Paşa; Heyet-i vükelânın müt-tefikan isti'fasına mebni mesnedi sadaret derkâr olan ehliyet ve sadakatinize binâen uhdenize tevcih ve şeyhülislâm Ziya-üddin Efendi mesnedi meşihatda ibka kılınmış olmakla diğer vükelânın bilintihab memuriyetleri icra kılınmak üzere arz ve ahkâm-ı celile-i şer'i şerife bir kat daha dikkat olunması ve kaanun-i esasinin muhafazasaı ile asayişin idâmesi ve devlet-i âüyye ve memâlik-i şahanemizin imran ü terakkıyat~ı ve kâffe-i tebâmızın refah ve saadeti esbabının istikmâli dezdi-mizde begayet mültezem olduğundan ona göre sarf-ı mesâi ve gayret edilmesi matlûb-i kat'i şahanemizdir.

 

Cenabı Hakk' tevfikat-ı sübhaniyyesine mazhar buyursun.

 

Abdülhamid"

 

Halid Ziya (CJşaklıgİl) "Saray ve Ötesinde" yeni sadrazam için şu satırları kaleme almıştı: "..Hüseyin Hilmi Paşa çekilin­ce, Abdülhamid sadarete Tevfik Paşa'yı getirmişti. Tevfik Pa­şa; iffetiyle, namusuyla herkesin indinde pek muhterem sa­yılırdı. O, ne Hüseyin Hilmi Paşa gibi İttihad ve Terâkki cemi-yetiyle irtibat sahibi, nede Kâmil Paşa gibi cemiyyetin sarih bir muhalifi idi. O zaman için, en münasib sadnazam ancak Tevfik Paşa olabilirdi."

 

Saray'da çok uzun müddet ve önemli görevler ifa etmiş bulunan Mâi ve Siyah romanının yazarı üşaklıgil; Abdülha­mid Hân'ın bu tâyinini, isabetli hükmüyle tasrih etmiş oluyor.

 

Değerli okuyucu; Küçük Mehmed Said Paşa'nın ilkaıyla olarak 2. Abdülhamid, şeyhülislâm intihabına ilâveten harbi­ye ve bahriye nazırlarını tâyin etme hakkını yed-i kabzasına almak hususunda bir müddet ısrarlı olduysa da bir çok mu­halif sâdayı celbetti.

 

Başkâtib Ali Cevad bey tarafından tebliğ edilen ve yazıl­ması gereken hususat hakkında, bunları hâvi yazılmış bir hattın getirdiği, sadaret teklifini kabul etmeyeceğini bildiren

 

OSMANLİ TARİHİ Ahmed Tevfik Paşa, padişahın bu istekten sarfı nazar etme­sini sağlamış, idi. Padişah zâten kendisine aid bir tercih ol­mayan mezkûr tâleb için tâyine uygun gördüğü sadrıazamiyla niçin tartişsındı?

 

 

 

Mühim Bîr İfşaat!

 

 

Son Sadrazamlar adlı kıymetli eseriyle büyük bir hizmetin sahibi olan İbn-ül Emin Mahmud Kemâl İnal bey merhum, adı geçen eserinin 17O9.sahifesinde: "Tevfik Paşa'nm bana nakl ettiği pek mühim bir maddeyi burada zikretmek, târihe mühim bir hizmettir. Padişah; Ordu'nun gelmiş olması ile du­rumunun vahamet kesbettiğini anladığında Tevfik Paşa'ya madem beni istemiyorlar, saltanatı biraderime ferağ ederim. Devleti o idare etsin. Fakat; bir komisyon mu? Meclis mi? Ne derseniz deyiniz kurulup, bu vak'a (3l/mart vakası)'da dahiim olup olmadığı meydana çıkarılmalıdır. Dediğinde Tevfik Paşa, doğruca ayan reisi Saİd Paşaya gidip, padişahın dediklerini anlatır. Said Paşa: bir meclis kurulur mahkeme edilir dahli tesbit olunduğunda- kanuun-i esaside-padişah mukad des ve gayri mes'uldür. Nasıl cezaya tâbi tutulur? Eğer suçsuz olduğu takdirde! Bizim hâl ve mevkiimiz ne olur? Bu cevap üzerine Tevfik Paşa; ben, size padişahın de­diklerini aktardım. Ne yapacaksa ayan ve mebusan meclisi yapacaktır cevabını vermiştir.

 

Yukarıda yapılan ifşaat yakın târihin ilk defa duyduğu ifşa­attan olmamakla beraber, yeni nesiller yetiştirmekte olan milletimiz, geçmişimizde olanları gerek yâd etmek, gerekse yeni neslin tahlil edebilmeleri için önem taşıyan bu tip ifşaat­ları günüıi konusu hâline getirme vazifesini mazide yaşanan­lardan ders alınmasını hatırlatanlara adetâ bir vazife olarak addetme anlayışı hâkimdir ve bu anlayış nesiller boyu de­vam etmelidir.

 

Bahse konu ifşaatın son satın ne kadar sır dolu! Bu kadar mes'uüyetten kaçan bir devlet adamının, dokuz defa sadare­te getirilmesi ne büyük gaflettir. O, bizim hâl ve mevkiimiz ne olur diyen ağız, acaba hangi hakikatleri saklayan kötü bir mahzenin kapısı oldu?

 

İsmail Hakkı Okday, Ahmed Tevfik Paşa'nın oğludur ve "Yanya'dan Ankara'ya" adlı kıymetli eserinde Prens Bis-mark'a atıf yapar ve Berlin büyükelçimiz olarakda pederi Ahmed Tevfik Paşa'dan şöyle bahseder: "..Prens Bismark Al­man birliğini kuran, başvekil olarak bütün Almanların gön­lünde ayrı bir yeri bulunan kişidir. Bu zâtın 80. yaş günü, bü­tün ahali ve talebelerin coşkusu ile kutlanma mertebesine geliverdiğinde imparator 2.Wilhe!m'le sabık başvekil'in arası açıktı. Bu burudet, Berlin'de bulunan elçiliklerde de göz önü­ne alınmış ve Bismark'ın yaş günü tebriğini programlarına dahi almamışlardı. Buna karşıiık Ahmed Tevfik Paşa, vefa sahibi bir kişi olarak Berlin Konferansında, Osmanlı devleti lehindeki müsbet teşebbüsleri gözönüne alındığında bu yaş günü ihmal edilmemeliydi! B.elçi Tevfik Paşa Sultan Abdül-hamid hâna tasavvurunu ulaştırdığında, taleb müsbet karşı­lanmış, hem bir tebrikat hemde pirlantalı imtiyaz nişanını Bismark'a ulaştırmak vazifesini vermişti.

 

Ahmed Tevfik Paşa; sabık başvekil ve imparator arasında­ki küskünlüğü bildiği için, evvelâ Wİlhelm'in sarayına gidip teşrifatçı Kont Olenburga padişahın üstüne tahmil ettiği vazi­feyi haber verdi ve imparatorun bu hususda bir diyeceği olup olmayacağını iskandil eyledi. İmparator: büyükelçi kendi pa­dişahının verdiği vazifeyi ifa edecektir ve bu hakkıdır, demiştir. Tevfik Paşa bu cevapdan sonra Bismark'ın sarayına gitti ve padişahın emanetlerini takdim edip, tebrikâtı bildirdi. Bis­mark'ın o günkü sofrasında yalnız Osmanlı büyükelçisi bu­lunmaktaydı. Yine de kalabalık sofrada irad eylediği nutukda Prens Bismark şunları söyledi: <doğum günümde hiç bir hü­kümdar beni hatırlamadı. Ancak ve ancak necib, asil efendi Türk milletinin Padişahı 2.Abdülhamid hân b.elçisi Ahmed Tevfik Paşa ile gönderdikleri yüksek imtiyaz nişanı ile beni hatırlayıp taltif ettiler. Kadehimi bu büyük Türk hükümdarı­nın sıhhatlerine ve cesur, asil Türk Milletinin saadetine kaldı­rıyorum!;-" dediğini naklettikten sonra şöyle devam eder: "..Alman imparator Wilhelm, Sultan Hamid'in bu nâzik dav­ranışından ibret almış ve ülkesinin bu kıymetli ve yaşlı siya­set pîri ile barışmayı vazife addetmiştir. Kısa süre sonra da barışmışlardır." diyerek günümüz hariciyecilerine önemli bir dersi hatırlatmıştır.

 

İsmail Hakkı bey,adı geçen eserinde; Tevfik Paşanın bi­yografisini yazanların hepsi siyasi kabiliyet ve iktidarını sa­yarken dürüst ve iffetini de belirtmekte söz birliği etmişlerdir. Zaten Abdülhamid hân da, bu meziyetleri taşıyan Ahmed Tevfik Paşaya itminan içinde görevler vermiştir.

 

 

 

Tevfik Paşanın Karakteri

 

 

Dünya malına düşkün olmadığı müşahede olunan Tevfik Paşanın 1911de Londra b.elçisiyken hariciye nezaretinin ki­ralamış olduğu konağın kırk odası ve içinde bir hayli eşyanın yanıp kül olması devlete karşı hiç bir talepte bulunmaması

 

ile ortaya çıkar. Hariciye Nâzın Asım bey, yangın esnasında bu konakta ikamet etmekteydi. Yakın zamana kadar Taksim'den Dolmabahçe'ye inen yolun sağında uzun yıllar Park Otel adı altında icraayi faaliyet göstermişti. Merhum Adnan Menderes başvekil olduğu on yıl boyunca İstanbul'a geldi­ğinde bu oteli tercih ederdi.

 

Ahmed Tevfik Paşa'nin ilk sadareti sadece 21 gün sür­müştü. Çünkü İttihatçılar baskılarını göstermek için H.Hilmi Paşayı sadarete getirmek için her türlü dolaba başvurmuş­lardı. Sultan Reşad'ın dönemindeki sadaretinin 2 ay; 2 gün sürmesi İttihatçı kadroyla uyuşamadığıni ortaya serer. Son iki sadaretinin ilki 1 ay 22 gün sürerken ikinciside Osmanlı devletinin son sadnazamı olmasına sebeb olan sadareti 2 se-nGj 14 gün sürmüştür. Bu sadaretleri ise son padişah Sultan Vahideddin ile yaşanmıştır. Ahmed Tevfik Paşanın; son sa­dareti esnasında ülkenin en karanlık günlerini yaşadığında padişaha dâima şunları ilkaa ettiği herkesçe bilinen hakiykattir: "..Efendimizce yapılacak en doğru hareket milli mü­cadeleyi baltalamak değil, bizzat Anadolu'ya geçip milletin bu mukaddes mücadelesine katılmaktır."

 

Bilindiği gibi Ahmed Tevfik Paşa; Sultan Vahideddin'in kızı Ulviye Sultanı, oğlu süvari zabiti İsmail Hakkı (Okday) beye padişah nezdinde tâleb etmiş ve bundan dolayı dünür olmuş­lardı. İsmail Hakkı bey; Anadolu'ya geçişini ulviye hanım-sultandan dahi gizlemiş idi. Ulviye Sultan bu gidişi kendisine ifade etmiyen zevcine kırılmış ve kendisini boşamıştır. Tevfik Paşa, benim Ankara'ya gideceğimi öğrenmişki bana bu hu-susda bir tek kelime söyleme lüzumunu dahi duymamıştı. Ertesi gün, yola çıktım ve gazeteler kaçışımı yazmışlardı. Babam sadrıazam Ahmed Tevfik Paşa sabahleyin saraya git­tiğinde Sultan Vahideddin, <babama, paşa oğlunuz nerede?> Şeklinde soru yöneltince, babam kendisinin sarayda bulun­duğunu sanıyorum. Cevabını vermiş. Padişah: bakın Anadolu'ya kaçmış dediğinde, ihtiyar sadnazam da: öyle ise vazife­sini yapmağa gitmiş." Cevabını vermiş.

 

Cihan devleti Osmanlı, İslamların hâmiliğini yapabilme güçlüğünün en zor bölümünü 1. cihan savaşını takip eden günlerde yaşamıştır. Müttefik düşman gemilerinin büyük çaplı toplarını Devlet-i âliyyenin kalbgâhı olan Dolmabahçe Sarayında oturan halife ve padişaha tevcih etmişken mü'minlere karşı ve de asırlardır sadık kalmış reayaya bu elemli günleri daha az ızdırabla geçirtmenin çârelerini ara­maya çalışanın başda sadrazam Paşa olmak üzere bütün ri­calin olduğunu kaydedelim.

 

 

 

Ahmed Tevfik Paşanın Gayretleri

 

 

Sadrazam A.Tevfik Paşa devletin itibarına pek çok önem verir, ancak itibar zedeleyecek davranışlardan kaçınılmasını bir tedbir olarak kabul ederdi. Avusturya ve Rusya başda ol­mak üzere Makedonya meselesi ve ıslahatına Avrupadaki devletlerin her birinden bir ses çıkmaktaydı. Ancak Ruslar ve Avusturyalılar adetâ bir müdahil oiarak meseleye karışmak nezaketsizliği gösteriyordu.

 

Son sadrazam A. Tevfik Paşa bu sıkıntılar yaşanırken he-yet-i vükelâda hâriciye nâzın koltuğunu hakkıyla doldur­maktaydı. İstanbul'daki Rus ve Avusturya elçileri diğer sefir­leri drije etmiş bir araya gelmişler, müştereken padişahın hu­zuruna çıkıp kendisiyle mülakat tâleb etmeye karar kılmış­lardı.

 

Bu kararı alan sefirler, bir heyet teşkil ederek hâriciye na­zırının kapısını çaldılar. A. Tevfik Paşa kendilerini sükunet içinde kabul etti. Arzularını dinledikten sonra, yerinden bir milim kımıldamadan, herhangi bir düşünme payı istemeden ve derhal müteazzım bir tavır ve sâda ile "..Bu talebiniz asla İs'af olunamaz! Şu kadar yüzyıllık devletimizin hiç bir anında ne böyle bir taleb vukubulabilmiş, ne de böyle şey görül­müştür. Asla kabul edilemez bu isteğinizi benim gibi avrupa siyasası hakkında hepinize kaide ve teamülleri hatırlatabile­cek bilgilere sahib bir pîri fâniye yaptırtmanız imkânsızdır. Ben böyle bir yolun açılmasına vesile olamam." Diyerek işi kestirip atmıştır.

 

Heyet-i süfera; hâriciye nazırının bu kesin ve sert tavrını hiç bir müşavereye istinad etmeden sergilemesinden hem yanlış kapı çaldıklarını hemde yanlış iş yaptıklarını anlamış olmalıdırlar ki, arzuy-u bâtılalarını kuvveden fiile çıkarmak için başka teşebbüslere başvurmadılar.

 

Başkâtib Ali Cevad bey'in nakline göre: 31/mart vak'ası sırasında sadaretten çekilmiş bulunan H.Hilmi Paşanın yeri­ne Abdülhamid tarafından sadarete getirilen Tevfik Paşanın yanına koşan meşhur Mizan Gazetesi sahibi Murad bey, böy­le muhataralı günde kendilerine hizmet sunmaya hazır ol­duklarını belirtmişti. Volkan Gazetesinin bile yelkenleri indir­diği böyle bir vakitde, Murad bey'in aklı selime hizmeti tak­dire şayandı. Tevfik Paşa bundan memnunluğunu pek açığa vurmadan, "teşekkür ederim" diyerek geçiştirmesi, Paşanın olgunluğunun başka bir şekilde tezahürüdür.

 

Ziya Nur Aksun'un Osmanlı Tarihî adlı kıymetli eserinin 5. cildinde gördüğümüz ve sayfamızı süslemeyi uygun buldu­ğumuz tesbitde paşanın siyasi cesaretini sergilemesi bakı­mından pek kayda değerdir. Meâlen; 31/mart günü cereyan eden olaylar, bir çok kişiyi tedirgin ederken Meclisi mebusan reisi Ahmet Rıza'yı bilhassa pek fazla korkutmuştu. Sığındığı yerden meclise gelmeye cesaret bulamıyordu. Adetâ kendi kendini meclis riyasetinden ıskat etmiş halde idi. Bunun da başlıca sebebi fikir ve düşünce hürriyeti altında insanlığın övüneceği tek din İslâm ve onun çeşitli kaideleri ve tatbikat­ları için sarf ettiği hâinane sözlerin hesabının böyle günde avam tarafından sorulabileceği kaygısı korkularının birinci sebebini teşkil ediyordu. Kim olursa olsun, milletin inançları hakkında aşağılayıcı beyanlarda bulunmamalıydı böyle bir sapıklığın sahibi olsaydı dahi. Günün birinde millet böylelerini sıkıştırır, turşusunu çıkarırdı.

 

Ahmed Rıza bey densizliğinden bu duruma düşmüştü. Meclis-i mebusan, reis yokluğunu hissetmesin düşüncesiyle Berat mebusu İsmail Kemâl (Fraşeri) bey, riyaset görevini deruhde etmeye başlamıştı. Müteşebbis ve cesaret dolu bir ruhun sahibi olduğunu gördüğü İsmail Kemâl bey'e Tevfik Paşa; bahse konu şahıs hakkındaki şaibelere hiç aldırmayıp, dahiliye nazırlığını teklif etmiş olması büyük bir cüret olarak tavsif olunmuştur. Denmektedir.

 

Ahmed Tevfik Paşa; Sultan Abdülhamid Hân'ın tahtdan in­dirilmesinden sonra yerine geçen Sultan Reşad'ın huzuruna kabine efradıyla çıktığında, görevde ipka olunmuştur.

 

Ali Fuad (Türkgeldi) beyefendi, Sadrazam yaverlerinden olan Ragıb bey'in yazdıklarına ve şifahen dinlediklerine isti­naden Ahmed Tevfik Paşa'dan şöyle bir nâkilde bulunmakta­dır:

 

Ragıp bey; makalelerinde hatıralarını da kaydetmektedir. Bunların arasında; Tevfik Paşaya dâir bazı hatıralar da yer al­maktadır. Tevfik Paşaya bir gün yer, mekân, ve zaman bildi­rilerek ittihatçılar tarafından suikast yapılacağı haberi veril­miş.

 

Sadrazam yolu üzerinde olan mevkiye cesaretle giderek biraz beklemiş ve husul bulmayınca da: "Bu adamlar bana tabanca çekmeye utanmazlar mı? Şu koskoca ülkeyi peri­şan bir halefe yere seren benmiyim? Hayır oğlum! Onlar tat­lı canlarını hükümet konaklarının yardımıyla yüzde yüz si­gorta ettirmeden kestane fişeği bile atamazlar. Hâni nerede Öyle bir idealist vatan fedaisi" demiş. Biraz sustuktan sonra­da "Nazım Paşanın saflığı" sözlerini irad buyurmuşlardır. Va­tanın parçalanmasının devam ettiği mütareke senelerinde ise, derin üzüntüler içinde çırpınmış, bir gün Fransız sefare­tinde hakaarete maruz kalmış. Çıkarken perişan bir halde merdivenlere çöküvermiş ve yolda ben bütün bu felâketlerin başımıza geleceğini daha önce tahmin etmiştim. Londra'dan avdet ettiğimde, sadrazamlarına (ittihatçıların) "aman ne ya­pıyorsunuz?" Dedim. Ne yapacağız paşam yarın veya öbür-gün ordularımız Kahire'de Cuma Namazı kılacaklar cevabını verdiler. Paşa bu gibi üzüntüler içinde "talihim olsaydı Yahya Efendi dergâhına daha evvel giderdim." cümlesini söyleye­rek ölümünü dahi istemiştir.

 

Ahmed Tevfik Paşa; son sadaretinde dünya siyasi mahafil-lerinde, adı pek duyulan ve Yunan emperyalizminin, enosis mugalatasının müthiş bir hatibi, Venizelist siyaset ekolü sahi­bi olmuş bulunan, Elefterios Venizelos'u, kendilerinin Ati­na'da Osmanlı büyükelçisi sıfatıyla bulunduğu dönemlerde, mahut palikaryayı avucuna sıkıştırdığı bir kaç Osmanlı lirası­na tav ederek, devleti âliye lehine istihbarat işlerinde kullan­dığını ga zetelerde resmini gördüğü an hatırlayıvermişti. Ge­çen uzun zamana rağmen bu ihtiyarın hafızasının gücünün cesametini göstermesi bakımından pek bariz misâl sayılması icâb ettiğini hatırlatmak istedik.

 

Sayfamızı okurlarımızın gülümsemesine yaraması muhte­mel hakiykaten vukubulmuş şu hadiseyi de naklederek süsleyelim: Ragıb Beyefendi diyorlarki: "Son sadrıazama acılı mütareke günlerinde maiyetinde hizmet vermekteydim. Memlekette durumun vahametinden herkes kan ağlamakta, sadrıazam paşa ise başını kaşıyacak vakit bulamaz iken zi­yaretçilerin biri gidiyor biri gelmekteydi. İşte böyle günler­den birinde makam-ı sadaretin kapısına elli yaşlarında gös­teren bir kadıncağız geldi. Kucağında ikibuçuk-üç yaşların­da gösteren bir çocuk olduğu halde, bana hitabla: Toru-numdur bu yavru. Babası Midilli Kravözöründe şehid düşdü. Vakti geldi yavrucuğun dili çözülmedi. Sevabdir oğlum! Devletlim şuna bir nefes ediversin. O, padişah vekilidir. Ne­lere kadir değil ki!'

 

Bunun üzerine Ragıb bey şaşkın olmakla beraber, bir şe­hidin yavrusuna yardımcı olmak sâıkiyle hemen bir deniz binbaşısı olan, başyavere gider ve şehid validesinin isteğini anlatır. Bu hizmet kapısında nice haller görmüş bulunan ya­ver binbaşı: 'Kadın doğru olanı yapmış. Eskiden beri devam eden adettendir. Çocukların konuşması geciktiğinde sadrı-azamlara gelirler. Mücerrebdir. Sadrazam da mühr-ü hüma­yunu yavrunun ağzına besmeleyle üçdefa dokundurur. Ço­cuk yıllanmış saka kuşu gibi şakır şakır konuşmaya başlar. Bu tür müracaatleri geri çevirmeyin. Vaziyetin müsaid oldu­ğu bir anda ço cuğu getir sadrıazama çıkaralım, O, ne ya­pacağını bilir!' Cevabını verir. Ragıb bey diyor ki: "Uygun olan anı yakaladığımda Ahmed Tevfik Paşa'ya; efendim bir çocuk getirmişler dediğimde, hemen getiriniz emrini verdiler.

 

Başyaver önde, çocuğun babaannesi arkada odaya girdik. Rahmetli Paşa, kibarlıkta bir nûmune-i imtisal idi. Nur gibi yüzü, konuştuğunda mahcubiyetten kızarırdı. Fakat bu işe alışkın olmahki, hemen yelek cebinden mührü çıkardı. Bes-mele-i şerif çekerek, yavrunun ağzına üç defa dokundurdu. Maşaallah diyerek çocuğun yanaklarını okşadı. Bana da pek yavaş bir sesle vede kadının duymamasına itina göstererek: 'Sadaka Kâtibinden beş altun alıp, kadıncağıza verin' Dedi. Kadın dualar ederek gitti." Diye anlatan Ragıb beyefendi; o dönemde modalaşmış materyalist anlayışın sahibi kimselere ikaz olmak üzere mezkûr olayın arkasından şöyle sesleniyor:

 

"Bazı kimseler böyle şey olurmu? Diye itirazlanırlar. Bü­yük devlet inanışı, istikbalimizi dahi emniyete alabilecek ye­gâne ümidimizdir. Bir sürü heragil (hergeleler) ve esafil-i (se­filler) nâsdan mürekkep züppeler, şu inanışa dudak büküp, yerebilirler. Onlar için Ferid bey gibi:

 

"Ol kadar eşşekdİr ki, bâlasındaki teşdidinin

 

Âlet-i timara benzer lâyu'ad dendânı var" demekten ve hi­dayete gelmelerini dilemekten başka çâre yoktur." demekte­dir.

 

 

 

Vatanperverlik Dersi

 

 

Ahmed Tevfik Paşanın büyük oğlu, padişah damadı, süva­ri miralayı ve gazeteci İsmail Hakkı (Okday) bey, Arı înân (Prof. Afet İnan'ın kızidır)'a hayatının son demlerinde verdiği bir röportajda şöyle bir hakikati ifşa etmiştir. Efendim; İsmail Hakkı bey, sadrazamlık yapmış, 1.cihan harbinde hariciye nezaretinin dâima müşavereyi uygun gördüğü bir zâtın oğlu olduğundan bazı dost ve arkadaşlarının, "Babanız bize bîr il­timas buyursa da, falanca ülkede sefarette bir kâtiplik vazife­si alsam" şeklindeki istekleriyle karşılaşırmış. Bunların ara­sında cumhuriyet döneminde, Mustafa Kemâl Paşanın göz­deleri arasında yer alanlardan biri olan Ruşen Eşref(CJnay-dın), İsmail Hakkı bey'e rastladığı her toplantıda bahsettiği­miz iltimas ricasını bıkmadan usanmadan tekrarlarmış. Bu sıkıcı durumdan bıkarak, talebi paşa babasına aksettiren İsmail Hakkı bey, babasından şu cevabı almış: "gençler ne bi­çim düşüncelere sahipler! Kaç cephede emsalleri canlarını sebil ederlerken, okumuşların bu muhataralı günlerde asude bir ecnebi ülkeye gidip orada rahat rahat vakit geçirmeyi dü­şüneceklerine burnumuzun dibinde onyedi yaşındaki Sultani talebesinin dahi koştuğu Çanakkale cephesi var. Neden ora­ya gidip, bu mukaddes müdafaaya iştirak etmeyi akletmez ler" diye söylediklerini aynen Ruşen Eşrefe nakletmiş.

 

Aradan seneler geçmiş Ruşen Eşref; Çankaya köşkünde kâtib-i umumilik vazi fesindeyken karşılaşmış olduğu İsmail Hakkı bey'e hem sitem, hem böbürlenme içinde: "pederiniz bize bir elçiliğin 2. veya 3. kâtipliğini emanet edemedi fakat biz devr-i Cum-huriyette değil kâtiplik, büyük elçilikler yap­tık şimdide buradayız" mealinde konuştuğun da sadrıazam-zâde, Ruşen Eşrefe: "Beyefendi! Yaptığınız büyükelçiliklerde ve geldiğiniz makamlarda paşa babamın hissesi büyükdür. Çünkü; sizin iltimas arzunuzu kendilerine naklettiğimde, ne cevap verdi ise aynen gelip size arzetmiştim. Siz de bu nafiz sözler hasebiylede olacak, pederimin tavsiyesini dinleyip Ça­nakkale savaşlarına iştirak edip, Mustafa Kemâl Paşa'ya mü-lâki olduğunuz herkesçe müsellemdir. Bu tavrınızı pederimin tavsiyeleri istikametinde hareket etmiş olmağa borçlu oldu­ğunuzu hatırlamalısınız. Belki sizi bir kâtipliğe kayırsaydı, sa­vaşın akıbetinden sonra belki vatana bile dönmeyebilirdiniz şeklinde pek güzel bir cevap verir.

 

Görülen odurki; Ahmed Tevfik Paşa vatanperverliğin sözle olmadığını icabında canını fedaya koşarak bunu ispat gerek diye düşünen zevattan olduğu yukarıdan beri verdiğimiz mi­sâllerle ayan olmaktadır.

 

Ahmed Tevfik Paşa, Damad Ferid Paşanın infisalinden sonra Sultan 6. Mehmed Vahideddin Hân'dan gelen hattı hümayun ile son sadaretine başladı. Bu sadaretini 2 sene 14 gün sürdürebildi. Çünkü Osmanlı Devletinin saltanat döne­mine TBMM aldığı bir kararla son vermişti.

 

Sultan Vahideddin Hân'ın gönderdiği hatt-ı hümayunu İbnül Emin bey'in değerli eseri Son Sadrazarnlar'dan alıntıla­yarak sayfamızı süsleyelim:

 

Vezir-î Meali Semirim Tevfik Paşa;

 

Selefiniz Ferid Paşa'nın ahvali sıhhiyesinden dolayı vuku-bulan istifası kabul olunarak mesned-i sadaret uhdei istihali-nize tefviz ve meşihat-ı islâmiyye dahi Nuri Efendi uhdesinde ibka edilmiş ve kanun-u esasinin 27. maddesi hükmüne tat-bikan teşkil eylediğiniz heyet-i cedide-yi vükelânın me'muri-yetleri tasdikimize iktiran etmiştir.

 

Cenab-ı Kâdir-i mutlak mesai-i masrufenizde tevfikat-ı ce-lilei sübhaniyyesini rehber ve mu'in buyursun. Amin. Bihür-met'ül seyyidül mürseliyn.

 

8/Safer/1339- 21/ekim/cuma/1337-1921

 

Mehmed Vahideddin

 

 

 

Şeyh Ata Efendi Ve Özbek Tekkesi

 

 

Yakın Tarihin Görmezden Gelinen Gerçeği: İstiklal Har-bi'nin Mücahid Dervişleri İstiklâl Harbi'nin kazanılmasında büyük pay sahiplerinden biri de Tekkeler'dir. Tekkeler, mille­timizin en felâketli günlerinde zorlu badireleri aşmada, eşsiz hizmetleriyle paratoner görevi yapmıştır. Anadolu'nun İslâm­laşması, Osmanlı Devleti'nin kurulması ve fetret dönemleri­nin atlatılmasında îfâ ettiği misyonu, İstiklâl Harbinde de yerine getirmiş; bağımsızlığın kazanılması ve yeni devletin tesi­sinde muazzam bir rol üstlenmiştir.

 

Anadolu Müslümanlarının, yaralanan manevî bünyesini iyileştirmek için iltica ettiği birinci sığınak yine Tekkeler ol­muş; daha da mühimi, kitlelerin ortak amaç etrafında kenet­lenmesi ve tekrar şahlanmasında zarurî olan dinî heyecanı ateşleyici bir fonksiyon görmüştür. Millet nezdindeki itibarını, ulvî gayeye tevcih etmek için kullanmıştır.

 

Millî kıyamın cephe gerisindeki emsalsiz misyonundan ötürü, bu maneviyat ordusunun kahramanlıkları tarihî önemi hâizdir. Yeni devlet ve rejimin temsil ettiği zihniyete aykırı dü­şerek lağvedilmesi, Tekkelerin zaferdeki eşsiz katkılarının maalesef görmezden gelinmesine yol açmıştır. Mezkûr mev­zu, Millî Mücâdelenin gerektiği ölçüde dikkat çekilmeyen farklı bir cihetini oluşturmaktadır. Bilhassa da işgal dönemi İstanbul'undaki, Özbek, Mevlevî, Hâtunİye ve diğer tekkele­rin faaliyetleri mühim bir mevkîye sahiptir.

 

 

 

Özbekler Tekkesi Ve Şeyh Atâ

 

 

Özbekler Tekkesi denilince; bütün himmetini Kurtuluş Sa­vaşı uğrunda sarfetmiş meçhul mücâhid Şeyh Atâ Efendi olanca haşmetiyle boy göstermektedir. O dönemde, işgal kuvvetlerinin İstanbul'u sıkı kontrol altında tuttukları hesaba katılırsa; Üsküdar sırtlarındaki tekkesinde Şeyh Atâ'nın ne denli bir kahramanlık ve fedâkârlık sergilediği daha iyi takdir edilecektir. Halide Edip Adıvar'ın da belirttiği gibi; Kuvâyı Milliye'ye yardım edenlerin ölüme mahkûm edileceğinin İn­gilizce ve Türkçe büyük klişelerle İstanbul sokaklarında afişe edildiği düşünülürse, kelleyi koltuğa alırcasına edâ edilen destanî feragatin boyutu daha mükemmel anlaşılacaktır.

 

Çetin şartların hüküm ferma olduğu bir zamanda Şeyh Atâ'nın ifâ ettiği vazifeyi, o günleri aktif olarak yaşayan Rıza Yalkın, şu çarpıcı tespitle vurguluyor: "Temsil ettiği dinî ve manevî kıymetleri, vatanın selâmet ve istiklâline vakfetmiş olan kendisi gibi ulemâ ile elele vererek, en ateşli gençlerin gösteremediği cesareti izhar etmiş, kapı kapı dolaşmış, bir­çoklarının ağızlarının açılmadığı o günlerde ruhlara ümit tel­kin etmiş, başında sarındığı yeşil destan, üzerindeki siyah cübbesiyle bizlere istinad olmuştur." Atâ Efendi, Anadolu Hareketi'ni desteklemek amaçlı kurulan Karakol Cemiyeti ve Mim Mim Grubu gibi birçok gizli teşkilatla teşrik-i mesâi ya­parak; özellikle de Ankara'ya silâh sevkıyatının sağlanması ve yüksek mevkideki önder kadronun kaçırılmasına büyük gizlilik içinde ön ayak olmuştur.

 

Karakol Cemiyeti ile giriştiği işbirliği hakkında, bir dönem milletvekilliği yapmış olan Hasene İlgaz şu enteresan bilgiyi vermekte: "Karakol Cemiyeti, Tekkelerden çok faydalan­mıştır. Merdiven köyündeki Bektaşî Tekkesi, Sultan Tepe-si'ndeki Özbek Tekkesi bunlardan ikisidir. Bu Tekkeler, Anadolu'ya giden ve gelenlere menzil vazîfesi görür; merke­zin parolasıyla buraya giden herkes îcap eden mahalle gön­derilirdi.

 

 

 

Anadolu'ya Silâh Ve İnsan Sevkıyatı

 

 

Anadolu'nun cephane ihtiyacı önemli ölçüde Tekkeler ka­nalıyla; düşman karakollarından nakledilen silâh ve diğer as­kerî malzemelerle karşılanmıştır. Millî Mücâdele komutanla­rından Miralay Mehmet Arif Bey'in hatıratında geçen şu ra­kamlar muazzam bir başarıya imza atıldığının ispatidir: "İngi­lizlerin kontrolleri altında bulunan ambar ve depolardan ge­celeyin aşırılmak suretiyle muhtelif tarihlerde İstanbul'dan

 

56.000 mekanizma, 320 makineli tüfek, 1500 tüfek, 1 ba­tarya top, 2000 sandık cephane, 10.000 takım elbise, 100.000 gem, nal ve mıh, 15.000 matara, 1.000 tona ya­kın malzeme ve muhtelif askerî eşya Anadolu'ya geçirilmiş­tir." Bundan dolayı, işgal kuvvetlerinin dikkatini çekip kuşku uyandırmadığı için, başta Özbek Tekkesi olmak üzere çoğu tekke adetâ bir silâh deposu hâline getirilmişti. Şeyh Atâ, kendisine gönderilen silâh ve cephanenin Tekkeye büyük bir sükûnetle ve Üsküdar meydanında bulunan Nakkâşi Karako-lu'ndaki İtalyan Jandarmayı şüphelendirmeden taşınmasını temin ediyordu. Mim Mim Grubunda çalışan R.Yalkın bu ko­nuda şu mühim malumatı aktarıyor: "Gündüz çevresine ümit telkinleri yapan bu insanlar, gece silâhlanırlar, Nakkaş Karakolu'ndan Tekkeye kadar yolları tutarlar, silâh ve cep­haneler Tekkeye taşınır oradan Karakol Cemiyeti'nin feda­ileri eliyle Büyük Çamlıca'nın arkasından dolandırılarak Li-badiye'deki göz doktoru Esat Paşa'nın çiftliğine aktarılmak üzere Kısıklı İmamı Nuri Hoca'nın Libadiye'deki evinin ya­nındaki mezarlığın içinde saklanır, münâsip zamanlarda tom­ruk taşıyan arabaların alt bölümüne yerleştirilerek Alem Da-ğı'nda gizli karargâh kuran millî kuvvetlere iletilirdi." üzün bir müddet, İngilizlerin akıllarına bile getiremedikleri bu usta­ca yolla Anadolu'ya silâh ve cephane sevkiyâtı devam ede­cektir.

 

 

 

Sultan Vahideddin'in Şahsiyeti Sultan Vahideddin'in Hanımları Ve Çocukları

 

 

Sultan G.Mehmed Vahideddin hazretleri,evlilik hayatında beş izdivaç yapmıştır. Bunlardan 5. Ve sonuncu olanı 1/Ey­lül/1921'de padişahken gerçekleşmiştir. Ondan evvelkiler aşağıda sıraladığımız gibi gerçekleştiği görülür.

 

ilk hanımı Emine Nâzikeda kadınefendiyıe gerçekleşmiştir. 9/Ekim/1866'da Sohum'da doğan bu hanımefendi, izdivac-da Münire, ulviye ve Sabiha Sultanhanımları dünyaya getir­miştir. Evliliğin yapıldığı târih 8/Haziran/1885 yılı olup Orta-köy Sarayında yapılırken, Vahdeddin Hân 5. sırada veliahd idi. Bu hanımefendi, Padişahın vefatından sonra 25 seneye yakın muammer oldu. 1944'de Kahire'de Maadi'de vefac et­tiğinde Nâzikeda Kadınefendi 78 yaşı içindeydi. Kahire'de Abbasiye kabrisatnında defnolundu. Bu hanımın Abaza kav­minden olduğu hakkında Öztuna Bey bilgi vermektedir.

 

Sultan Vahideddin'in 2.hanımefendisi ise,10/Tem-muz/1887'de Batum'da doğan İnşirah kadınefendi hayat çiz­gisini tamamladığında mekân Kahire olup, târih ise, 10/Ha-ziran/1930 idi ve bu ömür 42 yılı 11 ay 1 gün aşarak sür­müştü. İzdivaçdan çocuğu olmadı. 8/Temmuz/1905'de Çen­gelköy'deki sarayda yapılan evlilik, 17/Kasık/1909'da talak yâni boşanma ile noktalandığında bu evlilik 4 sene, 4 ay, 10 gün sürerken bu hanımefendinin Kahire'de terk-i hayat etmiş olmasının hanedanın yurt dışına çıkarılmasıyla alakalı olma­dığı akla geliyor. Haklarında başka bir bilgi bulunmuyor. Bu hanım ise Gürcü'dür.

 

Padişahın 3.Kadınefendisi Şâdiye Meveddet hanımefendi ise,12/Ekim/1893'de Adapazarı'nda doğmuş olup, 58 yaştn-da olduğu halde 1951'de Çengelköy'deki Sarayda hayat çiz­gisi nihayet bulmuştur. 25/Nisan/1911'de yapılan bu evlilik esnasında padişah henüz 2.veliahd idi. Sultan Vahdeddin'in oğlu Ertuğrul Efendi bu izdivacın mahsulüdür. Hemen İlâve edelim ki, Sultan Vahideddin'in doğan bu evlâdının doğum haberi ve konulan isim idâri birimlere ulaştırıldığında vatanın bir ilçesinde kaymakam olarak vazifede bulunan meşhur Heccav Şâir Eşref Bey, doğum ve ismi bildiren şifreyi öğren­diğinde Ertuğrul adını şu ifadeyle karşılar: <Eyvah en baştan başlıyoruz yine!> demek suretiyle Osmanlı devletinin yeni­den kuruluşa geçmek durumuna geldiğine işaret ettiği du­daklarda bir tebessüm meydana getiren bir hiciv olarak anıla gelmiştirki Çerkeş kavminden olan Müveddet Kadınefendi, vefatında Çengelköy Kabristanında toprağa tevdi edilmiştir.

 

Nevâre Kadınefendi'de, Adapazarı'ında 4/Mayıs/1901'de doğmuş olup, vefat târihinin bilinmediği ancak 1955'de ha­yatta olduğuna dâir Öztuna Bey, malumat vermektedir. Bu hanımında Çerkeş kavminden olduğu bilinmekte eşine bir çocuk verme şansını verme imkânı eline geçmemiştir. 20/Haziran/1918'de Dolmabahçe Sarayında izdivaç etmiş­lerdir. Bir müddet İzmit'de ikamet eden Nevâre hanımefendi İnşirah hanımefendinin teyzesinin kızı olup hayatının son yıl­larında Kalamış'da tacir bir zatla evlendiği bilinmektedir. Bu­nunda medfeni hakkında bir malumat sahibi değiliz. Ancak yaptığı evlilik sonrasında Bey'i ile birlikte Ankara'ya yerleşti­ğini haber verir, Öztuna Bey.

 

Nimet Nevzâd hanımefendi; İstanbul'da, 2/Mart/ 1902!de doğmuş l/EylüI/1921'de Sultan Vahideddin taht-ı Osma-ni'de dev gibi büyük gailelerle boğuşurken, bu izdivacı yapmıştı. Padişah'ın vatandan ayrılma mecburiyetinden az-sonra kocasının yanına SanRemo'ya gelmiş vefatı sonrasın­da İstanbul'a avdet etti. Beşiktaş'da ikamete başladı. 1950'de Kahire'ye gittiği görüldü. Burada dört defa hac ettiği bildiriliyor. Takvimler 1974'ü gösterirken Nimet Nevzad ha­nımefendi Anadoluhisar'ındaki yalısında muammer idi. 26 yaşındayken, Kapdan Zeki Bey adlı bir zatla izdivaç yaptı. Bu evliliğinden bir oğul ve bir kızı dünya'ya geldi. 1885'de hayatta olup, hakkında başka bilgi bulunmuyor. Diğer bir malumat da bu beş hanımdan Nevzad hanımefendiye, Nevâ­re hanımefendiye Kadınefendi unvanı verilmeyip, ikbal ola­rak kaldıklarıdır.

 

Sultan 6.Mehmed Vahideddin Hân'ın çocuklarına gelince bunlar üç kız ve bir erkek olmuştur. Bu kızlardan İlkine Müni-re adı verilmiş ancak doğduğu yıl daha kundakdan çıkma­dan vefatı vukubulmuş anne ve babayı kederdide etmiştir.

 

Vahideddin Hân'ın 3.çocuğu ve 3.kızı olan Rukiye Sabiha Sultan Ortaköy Sarayında l/Nisan/1894'de doğmuş ve 26/Ağustos/l97l'de 77 yaşının içinde vefat etmiştir. Rume-lihisar'ı kabristanında defnolunmuştur. Bu Sultanhanım Emi­ne Nâzikeda başkadın efendinin dünya'ya getirdiği kızıdır.

 

Fatma ulviye Sultalhanım da 1.kadınefendi Emine Nâzi-kedâ hanımın dünyaya getirdiği 2.evlâdı ve kızıdır. Doğum târihi 12/Eylül/I892'olup, Ortaköy Sarayında dünya'ya gel­miş, adını ise merhum padişah 2.Abdülhamid Hân vermiş merhum olan küçük kızının adını takmıştı. Vefatı ise, 25/Ocak/1967'de 74 yaşını 4 ay geçtiği halde İzmir'de vu­kuu bulmuştur. Defin işi ise, İstanbul'a Çengelköy'e getirile­rek burada gerçekleştirilmiştir.

 

Sultan Vahideddin'in 4. Ve tek erkek çocuğu Mehmed Er­tuğrul Efendi, 2/Kasım/1912'de Çengelköy Sarayında doğmuştur.2/Temmuz/1944'de menenjit rahatsızlığından 31 ya­şını 8 ay geçtiği halde Kahire'de vefatı vukuubulmuştur. Ab-basiye Kabristanı kendisine medfen olmuştur. Hayatını izdi­vaç yapmadan tamamlamıştır.

 

 

 

Sultan Vahideddin'in Sadrıazamları Ve Şeyhülislâmları

 

 

Sultan Vahideddin Hân Osmanlı tahtına ağabeyi Sultan Reşad'ın vefatı üzerine oturduğunda makam-i sadaretde, Mehmed Talat Paşa bulunmaktaydı. Talat Paşayla 3 ay, 10 gün çalışan padişah ilk değişikliği Müşir Ahmed İzzet (Fur~ gaç) Paşa'ya 14/10/1918'de mührü vermek suretiyle ger­çekleştirdi. 214.sadrıazam İzzet Paşa bu görevde 28 gün kal­dı ve İttihatçıîar'ın ileri gelenleri bu dönme içinde ülkeden fi­rara muvaffak oldular. Bir mânada İzzet Paşa hükümeti ve bu hükümetin Dahiliye nâzın Ali Fethi (Okyar) Bey'in bu işleri kolaylaştırdığı beyanları ortalığı kaplamıştır. 11/11/1918'de 2 ay, 2 gün sürecek olan Ahmed Tevfik Paşa sadareti tensib olundu. 13/1/1919'da istifa ettiyse de yeni bir kabinenin sadnazamı olarak 13/1/1919 itibarıyla yine mühür paşa da kaldı ve bu sefer de 1 ay, 22 gün süren bir sadaret dönemi daha yaşandı. Böylece de, 4/3/1919'a gelindi. İşte bu târih-de 5 defa sadarete getirilecek Damad Mehmed Ferid Paşa sadaretlerinin ilki devreye girmiş oldu. Bu târihden itibaren, 2/Ekim/1919'a kadar yekûn üç adet kabineyi üye değişik­likleri ile kuran dâmad paşa, 2/Ekİm/1919'da yerini Ali Rıza Paşa sadaretine terke mecbur oldu. 8/Mart/1920'de Ali Rıza Paşa sadareti hitama erdiğinde bu hizmet, 5 ay, 7 gün sür­müştü. Bunun sadaretini de, Hulusi Salih (Kezrak) Paşa dev­ralmış an- cak bu zat da mührü hümayunu 28 gün taşıyabil-mişti. Mührü hümayun bu kısa sadaretden sonra tekrar 215. sırada sadnazam olan Dâmad Mehmed Ferid Paşa'ya avdet etti ki bu seferde paşa, ik-i kabine kurdu. Bunun 5/Ni-san/1920'de başladığını ve 21/Ekim/1920'de tamamlandı­ğında 6 ay, 16 gün sürmüş oldu. Böylece de, yerini Ahmed Tevfik Paşa'ya terkederken, beş defa elinde bulundurduğu mührü hümayun yekûn olarak 1 sene, 1 ay, 15 gün tutmuş­tu. Ahmed Tevfik Paşa da 2 sene, 14 gün sürecek dünyanın en zor görevine başlamış ve 4/Kasım/1922'de Osmanlı Dev­letinin inhilâliyle, mührü hümayunu ebediyyen saklamak üzere elinde kalmıştı ve dünyanın en şerefli milletinin en mü­kemmel devleti târih sahnesinden çekilirken, deviet-i ebed müddet çizgisi içinde Cumhuriyet Türkİyesİ Osmanlı külleri üzerinden hayat buluyordu.

 

Sultan Vahideddin dönemini, beş kişiye on defa mührü hü­mayun teslim etmiş ve bu sadaret değişiklikleriyle dönemini ikmâl etmiş fakat kendisi vatancüda olmak mecburiyetine maruz kalmıştır. Sultan Vahideddin Hân'ın şeyhülislâmlarına gelince, Padişah tahta çıktığında makam-ı meşihatde Musa Kâzım Efendi bulunmaktaydı. 14/Ekim/1918'de infisal eden Talat Paşa kabinesiyle birlikte, görevini tamamlamış oldu. Böylece padişahın kendisinin tâyin etmediği şeyhülislâm olarak ilk şeyhülislâmı sayabiliriz.

 

Dağıstanlı Ömer Hulusi Efendi meşihata geldi bu geliş Ah­med İzzet Paşa kabinesinye oldu ve bu kabinenin istifası ni­hayetinde o da makamından infisal etti. Böylece Osmanlı devletinin 169.şeyhülislâmı olmuştur. Bu sefer 11/Ka-sım/1918'de meşihatın Hayderizâde İbrahim Efendiye tevcih olunduğunu görüyoruz. Bu zâtın meşihati iki defa sayılmakta daha sonra da 3. ve 4. meşihatine gelmiştir. Bu seferki 3 ay, 23 gün sürmüştür. 4/Mart/1919'da sona ermiştir. Yerine 171. şeyhülislâm    olarak   Tokadı    Mustafa    Sabri    Efendi

 

2/Ekim/1919 tarihine kadar üç meşihat sayılan tebeddülat görmüştür. Şeyhülislâmlar içinde yurt dışına çıkan sadnaza-ma vekâleti münasebetiyle Hoca-Paşa lakabı almış bu zat için Mevlan zade Rıfat Bey, Fransızların meşhur Kardinal Ri-şölve'si benzetmesi yapmaktadır ki, bunu bilmem amma, çok zeki olduğu bir vakıadır. Birgün meclis-i mebusanda İtti-had ü Terakki'yi tenkid ederken, sadnazam Talat Paşa, sen bu ithamları iktidar olmak için yapıyorsun diye laf attığında, Sabrı Efendi; şu enfes cevabı hemen yapıştırmıştır: <TaIat Paşa iktidar olmanın suç olduğunu söylerseniz, önce kendi­nize bakınız ve cürm-ü meşhud halinde olduğunuzu görünüz çünkü iktidardasınız!> ifadesi hazırcevap olmanın bir başa­rısıdır.

 

Mustafa Sabri Efendi'nin yerine meşihate getirilen Hayderizâde İbrahim Efendi, 3. ve 4. meşihatini tamamladığında târih, 5/Nisan/1920 idi. Ve müddeti 6 ay, 4 gün sürüp dört meşihatinin müddeti 9 ay, 27 gün sürmüştür. Bu zâtın yerine aynı aileden Hayderizâde Abdullah Efendi 31/Tem-muz/1920'ye kadar meşihati 3 ay, 26 gün sürmek üzere ge­tirilmiştir. Bunun peşinden makam-i meşihate yeniden Mus­tafa Sabri Efendi gelmiş, bu seferinde 1 ay, 26 gün ifta ma­kamında kalabilmiştir. Tüm meşihati 8 ay, 25 gün sürebil-miştir. Osmanlı devletinin son sadrıazamı nasıl Ahmed Tevfik Paşa ise, şeyhülislâmı da, Medenî Mehmed Nuri Efendi ol­muş 2 sene, 1 ay, 8 gün sürmüştür. Ancak bu da iki meşihat olmuştur, kabine tebeddülatı bu durumları sağlamıştır. Meşi-hatin son günü yine sadrıazamin da son günü olan, 4/Kasım/1922 târihi olmuştur.

 

 

 

Bir Fıkıh Alimi Gözüyle

 

 

Taht-ı Osmaniye cülus ettiğinde Sultan ö.Mehmed Vahideddin hân,sadnazam Talat Paşa ile nezaketen hükümetin istifasını verdiği ve bunun üzerine kendisini yine vazifede ib-ka edip yeni hükümet hususunda yaptığı konuşma esnasın­da sözü, ülkede neşvünema bulan hilafet ve saltanat anlayışı üzerine getirir ve Talat Paşa'ya şunları beyan eder ki bu ilmî mâna ihtiva eden beyanı buraya almak suretiyle mühim ve târihi bir vazifeyi yerine getiriyoruz. Böylece de, hatıratlardan yola çıkılarak hazırlanan târih çalışmalarının hususiyetinin üstünlüğünü de ortaya koymuş oluyoruz zannındayim. Padi­şah, Talat Paşa'ya şunları söylüyor: <.Hilafet ile saltanatı muhtelif suret ve şekillerde tasavvur ve tasvir edenlere tesa­düf olunuyor. Benim şehzadeliğimden beri şark ilimleri ve is­lâm felsefesi ile meşguliyetim vardır. Mutasavvifin-i kiram­dan ve mütebahhirinden bir çok zevat ile ilmî meclislerde bulunmuşluğum vardır. Size de tahassüslerimi nakledeyim. Hilafet aslında saltanat demektir. Hilafet; İcra kuvveti ve teş-riyye-i riyaset demektir. Hilafet ifadesinde saltanat da mün­demiç bulunmaktadır. Fakat, saltanatda hilafet olmayabilir. Nitekim her sultan hatife değildir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) nübüvvet yâni peygamberlikle, saltanatı mübarek şahsiyetlerinde toplamıştı. Müvekkili zişânım yâni vekâletini hâiz olduğum, zât kuvve-i icraiyye riyasetini ve başku­mandanlığı üzerinde taşımaktaydı. Resûlüllaha halef olan Hulefay-ı Râşidiyn ise,ancak vekil mânasına gelen halife adı altında işleri yürütürler ve saltanat ederlerdi. Her biri birer sultan'dı. Risaletpenah Efendimiz son nebi olduğundan, risa-let-i nebeviye hitâma erdiğinden ki bu cihet Kur'an-ı Keriym-de mesturdur sıfat-ı nübüvveti ukbâya götürmüşler ve yalnız saltanat-ı Muhammediye'ye halifelerine terk buyurmuş­lardın Dâima musahabei nübüvvet ile müşerref olan sahabi-lerin hilafetleri umur-u diniyye ve siyasiyye üzerineydi. Neş­rine memur değillerdi.Ceddim Yavuz, Mısır'a fâtihane girdiği zaman Abbasilerin son halifesi, hilât-ı fâhirei hilâfeti güç ve kuvvet sahibi olan Sultan Selim'e terk ve tevdi eyledi. On­dan sonra da hilafet ve saltanat şart hâline geldi. Bu şekil asırlardan beri devam ediyordu. Âl-ı Osman'a devredilmiş olan hilâfet, saltanat-ı Islâm-ı Osmânî ite adeta et ile deh gibi imtizaç ederek ikisi bir birine âlem olmuştur. İşte bunun için­dir ki bir anane-i kadime ve diniyye olarak Türk'ün ha-kan'ınını âtem-i İslam halife tanımış ve hemen beyat ve tâkib edegelmiştir> dedikten sonra Sultan Vahideddin, Talat Pa-şa'ya söyledikleriyle saltanatın hilafete tetabukunu ortaya koyuyor ve böylece de, bir fıkıh bilgini olarak, bu meselenin tavazzuf ettiğini ortaya koydu.

 

Yukarıda sayfalarımıza aldığımız; Sultan Vahideddin'in hi­lafet ve saltanat hususundaki Talat Paşa'ya düşüncelerini nakleden ifadeleri koymuş bulunuyoruz. Hemen ilâve edelim ki, TBMM'de Burdur mebusu sıfatıyla bulunan ve aynı za­manda Cumhuriyet Türkiyesinin İstiklâl Marşının güftesinin sahibi olarak tanınan Mehmed Akif (Ersoy) merhum, H.28/c.evvel/1339-R.8/şubat/1337-M.21/şubat/1921'de Salı günü, gizli oturumda, Hasan Fehmi Efendi'nin başkanlı­ğında yapıldığı esnada irad ettiği konuşmasında ileri sürdüğü husus Sultan Vahideddin'in işaret ettiği meselelere tetabuku münasebetiyle, Meclisin gizli oturum zabıtlarından alıntıla­mayı uygun ve isabetli bir seçim olarak gördük.

 

".Mehmed Akif Bey (Burdur)-Efendiler, İstanbul'la aramız­daki suitefehhümün kalkması bu ikiliğin bertaraf edilmesi için mectis-i âliniz karar verdi. İstanbul'a bir telgraf yazılaçaktı ve bu da Meclis tarafından yazılacaktı ve son cevap olacaktı.

 

Hamdullah Suphi Bey (Antalya)-Beyefendi yazmışlar,gel­diler burada okudular.

 

Mehmed Akif Bey (Burdur)-Sadi; Şarkın en hâkim Şâiri Sadi derki; <insan daima doğruyu söylemelidir. Her söyledi­ği doğru olmalıdır. Fakat her doğruyu her vakit söylememe-lidiı:> Bendeniz o telgraf müsveddesinde bu gün söylenilme­si muvafık olmayacak bir çok hakikatler gördüm. İcab eden yerlerde gayet şedit bir lisanla ifade edilmiş. Eğer maksad. iti­lafın temini ise bu lisan tahfif (hafifletmek) edilmelidir. Daha itilafcuyâne yazılmalıdır. Biz metalibimizi bir lisânı mutedil ile bir üslûbu leyyin ile ifade edersek ve onlar kabul etmez­lerse iş bitmiş olur. Bendeniz bir şey karaladım. Müsaade bu­yurursanız okuyayım. (Ankara ile İstanbul arasında cereyan eden muhaberattan İstanbul'un henüz gerek kendi vaziyeti­ni, gerek Anadolu'nun vaziye tini layikiyle ihata edemediği kanaati hâsıl oluyor Milletin berat-ı idamından başka bir şey olmayan Sevr muahedenamesini İstanbul'a kabul ettiren es­babın burada mevzubahs edilmesini münasip görmüyoruz. Ancak milletin istiklali o muah.edena-m.enin bir kaç madde­sinin tâdil ve tebdiliyle temin olunamayıp, büsbütün orta­dan kalkmasına mütevakkıf bulunmasına nazaran vaktiyle o muahedenameyi kabul edenlerin bugün konferansta lazım gelen vak-ü tesisi haiz olamayacakları pek tabiidir Mütare­keden beri devam eden ve inayet-i Hakk' la hayat ve istiklâ­limizin hâlâsına kadar devamı muhakkak olan mücahedei milliye sayesinde bugün lehimize olarak bir vaziyet inkişaf etti. Bu müsait vaziyetten istifadeye koşmak bütün kuvvayı devlet için bir uecibei hayatiyye iken, İstanbul'un hakayik-i ahvale göz yumarak ruhtan ziyade şekil ile meşgul olduğu nazarı teessüfle görülüyor. Zaman geçmiş uakayii tahlil ile meşgul olduğu nazarı teessüfle görülüyor. Zaman, geçmiş uakayii tahlil ile uğraşacak zaman değildir. Ecnebiler devleti­mizin bütün varlığını payimal etmişler, en   tabii hukukunu çiğnemekten sıkılmamışlardır. Bu tecavüzlere diğer taraflar­dan evvel maruz kalan ve el'an ecnebi tahakkümü altında bile başkaldıramayan istanbul'un bu ahvali göz önünde tu­tarak ona göre bir vaziyet ittihaz etmesi zaruri iken makûs bir İstikamet alması cidden mucibi teessüftür. İstanbul naza­rında henüz resmen asi telakki edilen Anadolu bugün istik­lâli için, Makam-ı Hilafet ve Saltanatın tahlisi için canla başla uğraşıyor, düşmanların muhacematına göğüs geriyor, bu yolda kanını döküyor. Dolaysıyla bugün söz sahibi ancak kendisi olmak icab edeceğini İtiraf ve kabul etmek ve arada­ki suitefehhümü bertaraf ederek BMM'ne tefvizi umur eyle­mek kendisinin ve bütün memleketin selâmeti nâmına İstan­bul için en mütekaddim ve en mütehattim bir vazifedir Bu­gün İnâyet-i Hakk'la millet vahdetini temin etmiş meşru meclis ve Hükümetini teşkil ile ordularını tanzim eylemiş her türlü müdehalatı ecnebiyyeden azade olarak tenfiz-i ahkâm ve kazada bulunmuş iken bütün bu şeraitten tamamıyla mahram bulunan İstanbul'un hâlâ eşkal ve merasim ile uğ­raşması menafıi millet ve maslahatı ümmetle kâbit-i telif de­ğildir. Bugün İstanbul'un uhdei hakimiyetine düşen en mü­him vazife derhal BMM:nin meşruuiyetini tasdik ve konfe­ransa münhasıran bu meclise aid olduğunu ilân etmektir. Bunun hilafında hareket milletin hâlâsına set çekmek, tefri­ka ve inkısama badi olmak, makam-ı hilafet ve saltanatı (pa­palık) gibi kuvvayı maddiyeden mahrum ve gayrimeşru bir şekle sokarak ecnebilerin amaline bâziçe derekesine indir­mek demektir. Buna ise Şeriat-ı Garrayı İslâmiyyenin müsaadesi yoktur. Kaldı ki müslümanlık nazarında pek büyük bir mevkii dinisi olan Makamı Muallayı Hilafeti vaz'ı meşruun-dan çıkarmaya hiç bir ferdin, hâttâ o makamı işgal eden zât-ı şahanenin bile selahiyeti olamaz. İradei Şahane maslahatı ümmet üzerine ibtina ederse muteber ve muta olur. Evet Zâtı Şahanenin arzuyu zâti ve emri hususileri başkadır. Ümmetin emini olmak haysiye tiyle deruhde buyurdukları emaneti hi­lâfetten mütehassıl şahsiyeti mâneviyenin iradesi başkadır. Binaenaleyh bugün zâtı şahane bütün âmâli hususiyelerin­den tecerrüt etmek ve o deruhte buyurdukları kübradan mütehassıl şahsiyeti mâneviye namına maslahatı ümmet muktezası veçhile Iradatı âliye de bulunmak mecburiyeti şeriyesindedirler. Maslahatı ümmetin muktezası ise (icmal üm­met) mahiyetinde olan ve bir kuvvei maddiyeye istinad eden B.M.Meclisi, evet ancak bu meclis izhar etmek mevki­inde bulunuyor. Malumdur ki din-i İslâmın kıyam ve bekası için zaruri olan teçhizi cüyuş, şeddi sugur, tenfizi ahkâm ve kaza şeraiti esasiyesîni bilkülliye iptal ile makam-ı mânayı hilafeti mühmel bir hâle koyan (sevr) muahedenamesini ka­bule, cevaz-ı seri yoktur. Şayet İstanbulu böyle gayrimeşru bir vaziyete sokan sebeb cebrüik rah ise bu gün o sebebin zail olduğu iddia olunamaz. Binaenaleyh ecnebilerin cebrü ikrahiyle bütün şeraiti esasiye-i sedyesinden tecrit edilen Makamı Hilafet ve Saltanat için o şeraiti temin eden B.M.M.ni derhal Makam-ı Celili Hilafetin kuvvei müeyyidesi olarak tasdik ve bu meclisin icmai ümmet mahiyetinde oları mu-karreratını kabul ile kendi vaz'ı meşruunu iktisap etmek bir vazifei şeriyye olduktan başka beynel müslimin büyük bir mevkii ihtiramı bulunan Hanedan-ı âlî Osman'ın iletebed bu mevkii mümtazı muhafaza edebilmesi İçinde elzemdir Gerek Zâtı Şahanenin gerek bütün Cihan-ı islâmın malumu olmalıdır ki B.M.Meclisince bugün makam-ı hilâfet ve saltanatın hâlâsını ve milletimizin istiklâli tammını temin etmekten baş­ka hiçbir gaye mutasavver değildir ve bunun böyle olduğu­nu her milletvekili ferden ferda ye- min ile te'yit etmiştir. Onun İçin bugün İstanbul'un mânâsız vesveselerle nazarı ecanipde milletin vahdetini kesrederek gayrimeşru bir tavır takınmasına B.M.Meclisi son derece mütessiftir. Artık bu gayri meşru vaziyete bir an evvel hatime vermek bu zavallı bu fedakâr milletin mukadderatını idare etmekte bulunan B:M:Meclisiyle tevhidi mesai etmek aynı gayenin husulüne elbirliğiyle çalışmak dini ve vatanî milli vazaifin akdemidir. Binaenaleyh gayemizin husulünden sonra aramızda halli pek kolay olan mesaili dahiliyeye ait bir takım noktai nazar ihtilaflarının bugün katiyyen mevzubahs edilmemesini ve yalnız din ü milletin menafii aliyesi düşünülerek derhal B.M.Meclisinin meşruiyetinin kabul ve intihâb ettiği murah­hasların tasdik edilmesini, bu suretle aradaki ikiliğin kaldı­rılarak Kur'anm ve Sünneti Resül'ün emri veçhile Devlet ve milletimizin ecanibe karşı yekpare bir bünyanı marsus hâlin­de tecelli ettirilmesini selâmet-i din ü devlet nâmına son defa olarak temenni ederiz. İşbu kararımız Tevfik Paşa'ya aynen tebliğ olunmak üzere Heyet-i Vekileye tevdi olundu." şeklin­de kaleme aldığı yazıyı okuyan Hz.Akif, hilafet ve saltanatın önemi ve BMAVnin merbutiyetini ifâde ederken BMAVnin hi­lafetin arkasında bir kuvvet olduğunu belirtir ve bunu tasdik eder. Ancak 1924'de hilafetin kaldırılması istek ve zan hak-ksnda şâir'in yanıldığını gösterir.

 

Ama biz burada, Sultan Vahideddin'in; Talat Paşayla yap­tığı konuşmada buna temas etmesi ve lafızlarında mündemiç olan, hilafeti ve Saltanat hakkındaki menfi düşünce sahiple­rinin beyanlarına atıf yaparak konuşmasıyla, Akif Bey'in İstanbul'a meclisçe yazılmış ve meclisde okunduğu belirtilen müsveddenin hilafet ilgasının ergeç yapılacağı dedikoduları­nın kulağına erişmesinden olduğu gözden uzak tutulmalıdır. Böylece hilafet hususunda aynı düşünen iki mühim adamın biri cebre dayanamayarak vatancüda olmuş, diğeri ise, endi­şe taşıdığından dolayı vatancüda olup, vatana avdeti ancak ölebilmek için olmuştur. Biz bu konuşmayı, sayfalarımıza al­makla dinin ve vatanın büyük şâiri Mehmed Akif (Ersoy) merhumun, TBMM'de hiç konuşmamış oturmuş diyenlere sözlerini geri almaları gerektiğini ihtara lüzum görmüyoruz.

 

 

 

Halife Abdülmecid

 

 

Osmanlı devletinin saltanat dönemi Sultan G.Mehmed Vahideddin Hân'ın vatancüdâ olması hasebiyle son bulmuştu. Hilafetin ibkası ise devam etmekteydi. Bu makam Hanedan-ı Âİ-t Osman'ın ekber veliahdı ve ülkedeki en büyük erkeği olarak Veliahd Abdülmecid EfendPye TBMM kararıyla yapı­lan bir seçim sonunda tevcih olundu. Abdüfmecid   Efendi Dedesi, Sultan Abdülmecid Hân'ın adını taşımakta ve mer­hum şehid Sultan Abdülaziz Hân'ın, Hayranıdil Kadın Efen-di'den dünya'ya gelen oğludur. Doğumu, Dofmabahçe Sara­yında 29/Mayıs/1868'de İstanbul'un fetih yıldönümünün 415.sine tesadüf etmiştir. Padişahın ortanca oğludur. Bilindi­ği gibi, Sultan Aziz'in üç erkek evlâdından ekberi Yusuf İz-zeddin Efendi olup, en küçüğü ise Seyfeddin Efendidir. Sul­tan Abdülaziz şehid edildiğinde Abdülmecid Efendi henüz 7 yaşındaydı. Bu demektirki, 1842 doğumlu olan Sultan 2. Abdülhamid hân, 26 yaş büyük olduğu Abdülmecid Efen-di'den doîaysı ile amcazadesine babalık görevi yüklenmiştir. "Son Halife Abdülmecid" adlı değerli biyografik eserin sahibi O.Gazi Aşiroğlu, Burak Yayınevince neşrolunan eserinde 14.sahifedeki şu ifadesi, bizim beyanımızı desteklemektedir. "..Saltan Abdülhamid,Abdülmecid Efendiyi çok setlerdi. O'-nun öteki kardeşlerinden daha serbestçe davranmasına izin verirdi. Şehzadenin, Abdülhamid Hân'ın nezdinde ayrı bir yeri vardı. Türklerin Hakanı ve İslamların Halifesi, bayralar-da kendi şehzadelerine hediye olarak ne alınırsa Abdülme­cid Efendi'yede aynıları verilirdi. Abdülmecid Efendi, devrin gereğine uyup, Abdülhamid Han'ın şehzadeleriyle Fransızca öğrendi. Öğretmeni; Fransız Sefaretinden Mösyö Guyut'tu. Mösyö Guyut; Bağlarbaşındaki köşkte yatıp kalkan Pazar günleri izinli sayılırdı. Şehzâde'nin Farsça hocası: Nervet Ha­nımdı. Safiye Ünüvar hatıralarında Nervet Usta hakkında şu bilgileri veriyor: Sultan Reşad, şâir ve dindar idi (Lütfi Simavi Bey'i bu cümle yalanlıyor. Safiye hanım Saray'ı pek iyi bi­len bir insan olarak, Lütfi Simâvi Bey'e nazaran daha inanılır bir kaynaktır bence bu bakımdan Çanakkale için yazdığı şiiri onun yazmadığı noktasında beyanda bulunan Başmabeyn-ci'nin maksadını bilemezsek de, Safiye Ünüvar merhumeyi bu nokta da tercih ediyorum.m.h) Bir vakit namazını bıraktı­ğı görülmemiştir. Halifey-i Rûy-i Zemin sıfatını taşıyan bir in­sana yakışacak şekilde dinine bağlılığı vardı. Maiyetinde ça­lışanların hepsinin namaz kılmalarını emrederdi(..) Saray'da Saltan Aziz zamanından kalma tiervet Usta vardı. Bilgili ve Farsça diline aşina yaşlı bir kadındı. Onu sık sık huzuruna çağırır ve kendisiyle konuşmaktan pek hoşlanırdı. Bu kadı-nefendi, aynı zamanda, Şehzade Mecid Efendinin de ders ho­calığını yapmıştı" Demektedir. Böylece 2.Abdülhamid Hân'­dan sonra Abdülmecid Efendi'yi Sultan Reşad'ında vikaye ettiğini görüyoruz. Sanatkâr ruhlu bir zât olup, edib, ressam, müzisyenlere çok değer verir ve bu kişilerin sanat alanındaki başarılarından hiç de aşağı olmayan, kimi dallarda onlara fa­ik olan becerileri vardı. Fakat takdir etmesi hanedanın bir miras gibi biribirlerine devrettikleri hâl Mecid Efendi'de de pek gani olarak mevcuddu.

 

Bu gün Aşiyan müzesinde bulunan Tevfik Fikret'in meşhur Sis Şiirinden aldığı ilhamla yaptığı tabloyu şâire hediye et­miştir. Abdülhakhamid'e Finten adlı oyununun şehir tiyatro­larında sahne alması münasebetiyle köşkünde yaptığı bir dâ-vetdeyse Şâiri azama ve davetlilere üzerinde Finten yazan som altından birer kravat iğnesi hediye etmiştir. Yukarıda adı geçen eserin sahibi Aşiroğlu Bey, kitabın kapağının arka tarafında şu ibare ile Abdülmecİd Efendi'nin beyanını koymak suretiyle bir çok insanımızın bazı hakikatlere muttali olmasını temin hususunda hayli makbul bir işlem yaptığını belirtirken, biz sahifemizi oradan aldığımız alıntıyla süslemek istiyoruz:

 

".Düşününüz, giderken bir zarf içinde ikibin sterlin lütfet­mişler. Bununla koskoca bir saray halkı hangi bir otele yerle­şir, hangi masrafı karşılayabilir Biz de, başka hükümdarlar gibi giderken oe gitmeden önce hazineden pek kıymetli mü­cevherleri kaldırabilirdik, amma memlekete mal olmuş şeyle­re el sürmeyi vicdansızlık addederim. Sonra arkamızdan ne­ler işitmedik? Yok biz hâinmişiz, biz Milli Mücadeleyle ilgilen­memişiz,' biz düşmanla işbirliği etmişiz, bütün bunların aslı esası yok! Vahdeddin de maalesef etrafındakilere uydu. O'na bazı şeyler söylenebilir Bana gelince, Allah da bilir, Peygam­berde yarın şefaat edecektir. Oğlum Ömer Faruk'u Anado­lu'ya gönderdim. Maksadım: İstanbul'dan kaçıp Anadolu'ya gelmek, İslâm mücahidlerinin başına geçmek ve bütün âlem-i İsiâmı ayağa kaldırmaktı. Ama ne yapayım ki, oğlu­mu İnebolu'dan çevirdiler Teklifimi red ettiler O zaman bize İstanbul'da işin sonuna kadar oturmak düştü. Milli zafere bir çocuk gibi sevindik. Mustafa Kemâl'i kucaklamak, hâttâ kı­zımı O'na vermek bile istedim, fakat kimse bunu anlamak is­temedi. Mustafa Kemâl Paşa'nın Rafet Paşa'ya: Ben Enver Paşa olmak istemem dediğini söylediler,amma biz kendisini Enver Paşa yapmak istememiştik!"

 

Hemen bahse konu kitabında Aşiroğlu Beyefendi 165.sahifedeki şu paragrafla Abdülmecİd Hân'ın yüksek karakterini ortaya koyduğunu görüyoruz, şöyleki: "Sabık halifenin kızı Dürrüşşehvar Sultan'ın, dünya'nın en zengin ailelerinden, bi­risi olan Hind Mihracelerinden Haydarabad Nizâm'inin oğlu ile evlenmesi de, kendisine Hindistana yerleşmek ve hilafet makamını Cava ve Sumatra yâni bugünkü Endonezya'da yaşayan yüzmilyon mu.slo.man ilâve olarak, Pakistan ve Hindistan'ın muhtelif yerlerindekilerle beraber, ikiyüz milyo­nu aşan müslüman kitlesinin yaşadığı bölgede ihya ve de­vam ettirmesi teklifinin tabii neticesi olarak karşılanmıştı. Fa­kat Abdülmecİd Efendi, Hindistan'a yerleşmek, daha sonra da sonrada hilafeti orada tesis etmek yolundaki teklifleri red etti. Ne İngiltere'den ne Fransa'dan doğrudan doğruya veya vasıtalı olarak gelen, daha sonra Mısır Kralı Birinci Fuad'ın cazip tekliflerine müsbet cevap vermeyerek, vaziyetini mu­hafaza etti." Yâni maddi zorluklar içinde yaşamayı göze aîıp, makam-ı muallayı satılığa çıkarmadı. Sultan Vahideddin'de aynı davranış içinde olduğundan bu vasf-ı mümeyyiz hane-dan-ı Osmâniyanın ne kadar iftihar etse yeri olan bir davra­nış biçimidir.

 

Abdülmecİd Efendi'nin milli mücadeleye ne kadar destek verdiği, daha sonraları general Yümni (Üresin) Paşa o yıllar­da yaverlerden olduğundan bu işlerin şahidinden olup, hatır­larında aleyhte söz etmemektedir. DP'döneminde mebus da olan Paşa, bakanlık görevinde bulunduğunu da hatırlıyor gi­biyim. Sultan 6. Mehmed Vahideddin'in ülkeden ayrılmasının akabinde 18/Kasım/1922'de, TBMM'nin yaptığı içtimada 148 milletvekili reylerini Abdülmecİd Efendi'de topladı. Böy­lece Efendi saltanatsız olarak hilafeti omuzlarına almış oldu. Bu hâli daha evvel tahmin eden sabık padişah Havideddin hân ve hanedan'ın üyelerinin bir çoğu bu tarz bir hilafeti uh­desine almamasını hatırlattılar.

 

Fakat Efendi Hazretleri, görev alınmazsa kendi gelecekle­rinin daha çabuk sıkıntılar getireceğini tahmin ettiğinden bu me'suliyetin altına girmeyi vazifenin kûtsîliği ve hanedan'ın akıbeti bakımından kabul etmeyi tercih etti. Meclis, halifenin seçildiği içtimada Mehmed Selim Efendi'ye üç rey, Abdürra-him Efendi'yede iki rey çıkmış böylece halife ır-sen değil, namzetler şeklinde seçilmiştirki, bu halifelik için yapılan ilk tür seçimdir hilafetin ihdasından sonra. Mesela Takiyüddin Taktaki adlı bir zat'a da rey verilebeleceğini ihsas etmek iste­mişlerdir. Abdülmecid Efendi'nin hilafet müddeti, 1 sene, 3 ay, 15 gün sürmüş ve 3/Mart/1924'de son bulmuştur. Abdüi-mecid Efendi'nin son Cuma selamlığı 29/Şubat/1924'de ya­pılmıştır. 6/Ekim/1923'de İstanbul'a duhûl eden Kuvayı Mil-liye-miz, hilafetinde kaldırılabileceğinin işaretlerini vermeye başlamıştı. Çünkü, halife'ye gösterişli merasimlerden kaçınıl­masını ifade eden mütalaalar duyuruluyordu. Refet Paşa'nın Abdülmecid Efendi'ye Beyaz bir at hediye etmesi Ankara'yı kızdırmıştı. Nihayet Lozan muahedesinin imzalanmasının ar­dından meclis 341 sayılı kanunu çıkarmış ve bu kanunun 1.maddesi halife hâl edilmiştir. Hilafet, hükümet ve cumhuri­yet mâna ve mefhûmlarında esasen mündemiç olduğundan, makam-ı hilafet mülgaadır. 2.madde ise, Hânedan-i Âlî Os­man'ın Türkiye'den ihracını âmirdi.

 

İstanbul Valisi Ali Haydar (Yuluğ) Bey ve İstanbul Poîis Müdürü Sadeddin Bey ve lâzım gelen elemanlarla birlikte Dolmabahçe Sarayına gitmişler ve Ali Haydar Bey merhum pek mükedder ve refiki Sadeddin Bey'de üzgün bir hâl içinde olduklari halde durumu özel bir oda da halifeye aktarmışlar­dı. Gayrıresmî olarak daha önce duruma muttali olan halife önce bir mukavemet ifadeleri beyan etmiş ve yine Haydar Bey'in ricası üzerine daha bir başka oda da görüşmeleri üze­rine Abdülmecid Efendi durumu kabullenmiştir. Bu satırların yazan, Alî Haydar Beyzade emekli kaymakamlardan Melih Yuluğ Bcvefendi ile gerek naşir ve yazar münasebeti gerekse de peder-evlad münasebetleri Melih Beyefendinin irtihali dârı beka eylemesine kadar devam etmiştir. Bu mevzuyu biz sormaktan haya ederdik, o ise sorulmadan hiç bir şey anlat­mayan tarzı sürdürürdü ki, bir gün mevzuyu okurken yanıma gelmiş ve şu ifadeyi beyan eylemişti. Babamın en üzüldüğü iki vak'a vardı. İlki, Bolu valisiyken, bir takım âsilerin eline geçmiş ve onların hakaret dolu sözlerine ve bir tokatına mu­hatap olması, diğeri de Halife Abdülmecid'e, terk-i vatan et­me hususunda tebliğ ettiği görevdi, demiştir. Pek enteresan­dır ve hikmeti ilâhidir ki, ülkede herkesten çok kalma hakkı olan bir hanedan yurt dışı olunurken, nice Dönmeler baştacı ediliyor, ahali ise bir takım iç çekişlerle sessiz muhalefetini yapıyordu. İşte. Cuma Namazını, Salı günü kılmayı kabul eden topluluk vak'asıni hatırlamak gerekir.

 

 

 

Halife Sürgünde

 

 

4/Mart/1924 sabahı saat 5.30'u gösterdiğinde iki çocuğu ile doktoru, hanımları ve kâtibinin yanında bir uşağı ile oto­mobille getirildikleri Çatalca'da Simplon ekspresine konmuş­lar bindikleri özel vagon İsviçre'ye vardığında halife burada bir deklarasyon yayımlayarak vaziyeti müslüman dünyasına duyurdu, TC hükümetinin bu kararına itirazlarını haykırdı. Hindistan müslümanları en çok heyecan gösterenlerdi. Milli Mücadeleye Hind müslümanlannın gösterdiği muavenet şüp-hesizki müslümanlar kardeştir mealindeki ayet-i kerime icâ­bıydı.

 

Halife mü'minlerin emiri olduğu için Hind müslümanları düşman karşısında bizi desteklemişlerdi. İngilizler, Hindistan sömürgesi olduğundan bunlarla mesele çıkmasın diye İngiiiz askeri yerine işi Yunan ordusuna ihale ettiler. Hind müs­lümanlannın kurduğu Hindistan Hilafet Komitesi, Halife Ab-düfmecid'e yaşadığı müddetçe dolgun bir tahsisat bağladılar.

 

Haydarabad Nizamı bu tahsisat'ın büyük bir bölümünü öde­mekteydi. Daha sonra da, Halife Abdülmecid ile Nizam dü­nür oldular, halife'nin kızı Dürrüşşehvar Sultanhanım, Hayda-rabat Nizamının oğluyla izdivaç ettiler. Halife Abdülmecid ve­fatına kadar Avrupa'da Paris'de yaşamak mecburiyetinde kaldı. Vasiyeti vefatı vukubulduğunda, Dedesi Sultan Mah-mud Türbesine, babası Abdülaziz Hân'ın yanına konmaktı. 23/Ağustos/1944'de emr-i hakk vâki olduğunda saat akşa­mın  9'unu yâni 21 'i göstermekteydi.

 

Dürrüşşehvar Sultanhanım, Nizam Prensinin hanımı olma­sı hasebiyle İngiliz pasaportuna hâmildi. Halifenin vasiyetini ifaya gayret eden başda kızı Dürrüşşehvar Sultanhanım ol­duğu halde hanedan üyeleri ellerinden geleni geri komadılar. Gelmiş olduğu Türkiye'de Dürrüşehvâr Sultanhanım, Çanka­ya'da İsmet Paşa ve Mevhibe hanımla yemek yemekle bera­ber gösterilen nâzik kabule rağmen defin işine mezuniyet alamadı. Paris Camiinde Abdülmecid Efendinin naşı taş bir odada beklemek mecburiyetinde kaldı. 1950 sonrasında ikti­dar olan DP'nin tek başvekili Adnan Menderes defnetme işi­ne sıcak bakmıştı. Mevzuata uygun olarak TBMM dilekçe ko­misyonuna bir dilek çe yazmasını ve bir ay içinde bir itiraz zuhur etmediği takdirde, defin işinin gerçekleşebileceği bildi­rilen Dürrüşehvâr Sultanhanımda, böyle bir dilekçe yazmış ve komisyona vermiştir. Hiç kimse böyle bir talebe birinin çı­kıp da itiraz edebileceğini ummaları akla ziyandı. Fakat sapı sizden dercesine, DP listesinden Kırşehir mebusu olmuş bu­lunan E. Amiral Rif'at Öndeş bu itirazı yapınca defin işi im­kansızlaştı. Dürrüşehvâr Sultanhanımın kuvvei mâneviyyesi kırıldığından naşı alıp Medine'ye götürüp orada Resulüllaha komşu kıldılar.

 

Fevkalâde güzel bir ressam olan merhum halife, daha on-oniki yaşlarındayken kızı Dürrüşehvâr Sultanhanımın, pek güzel bir folklorik kıyafetiyle resmini yapmış ve Dolmabahce Sarayında salonların birinde asılı olarak kalmış. Kimse de or-dan kaldırmamış ve saray'ın ziyarete açılmasından sonra zi­yaretçilerin bu resimin güzelliği dikkat çekmekte olup, re-simdekinin kim olduğu sorulduğunda zamanla cevap olarak atmasyon bir isimin söylendiği görülmüş ve hayli zaman da bu böyle devam edip, gitmiş. Nice yıllar sonra bir İngiliz tu­rist kafilesinin mezkûr sarayı ziyaretinde kafileden biri, resim hakkında rehberden bilgi istediğinde rehber alışılmış hikâye­yi okumaya başlamış ki, içlerinden bir bayan, biraz dinledik­ten sonra dayanamamış, pek asilâne ve nefis bir Türkçe ile bu beyanı nasıl yaparsınız? Evet! Doğrudur, Son Halife Hz.le-rinin yaptığı bir tablodur. Küçük kerimeleri Dürrüşehvâr Su!-tanhanımdır o resimdeki mealinde sözlere karşılık, rehber kendi beyanında İsrar etmek temayülü gösterince, hanıme­fendi daha otoriter bir ses ile,evet efendim o resimdeki kız Dürrüşehvâr Sultanhanımdır der demez, rehber'de ne biliyor­sunuz? Cevabı verince turist bayan da, biliyorum! Çünkü o resimdeki Dürrüşehvar benim dediğinde herkes donmuş kal­mış.

 

Bu müthiş darbenin şaşkınlığını atlatan rehber doğruca sarayın müdürünün yanına koşmuş vak'ayı haber vermiş müdür bey'de hemen kafilenin yanına gelmiş Dürrüşehvâr Sultanhanıma mülâki olup kendilerine yer gösterip ikramlar­da bulunduktan sonra: Efendim niçin böyle habersiz, bir tu­rist gibi geliyorsunuz? Haber versenizde sizin eviniz olan bu­rada sizleri sânınıza lâyık şekilde ağırlayalım demek suretiyle pek nâzik bir davranış sergilediğini ve bu ifadenin Sultanha­nımın gözlerini buğulandırdığını bana hanedana hizmet veren kıymetli bir dostum nakletmişti. Şimdi son halife Abdülme-cid Efendinin, eş ve çocuklarıyla ilgili bölümü yazmaya ge­çelim.

 

 

 

Halife Abdülmecid'in Hanım Ve Çocukları

 

 

Halife Abdülmecid Efendi dört izdivaç yapmıştır. Bunlar­dan ilkini Şehsüvar Başkadınefendi ile 22/Aralik/1896'da Ortaköy sarayında 7.veliahd iken yapmıştır. Halife'den bir sene sonra 1945'de, 64 yaşında olduğu halde Paris'de vefatı vukubulmuş buradaki Bobigny müslüman kabristanında def-nolundu. İstanbullu olan Şehsüvar Hanımefendi, 2/ Ma­yıs/188 l'de doğmuştur. Halife Abdülmecid Efendinin biricik oğlu Ömer Faruk Efendi bu hanımından tevellüd etmiştir. Evlilikleri Halife hz.îerinin vefatıyla münakid olmuş ve 47 se­ne, 7 ay, 28 gün sürmüştür. Hanımefendi, Türkiye'den çıka­rıldıklarında 43 yaşının içindeydi.

 

Abdülmecid Efendi'nin 2.kadınefendileri 2/Mart/1876'da Bandirma'da dünyaya gelmiş bulunan Hayrünnisa Hanıme­fendiyle yapmışlardır. Kocasına bir evlad verememiştir. Vefa­tı, Abdülmecid Efendi hayatta iken 3/Eylül/1936'da Fran­sa'da Nice vukubulmuştur. İzdivaçları 18/Haziran/1902'de Ortaköy sarayında gerçekleşmiştir. 34 sene, 2 ay, 15 gün süren evlilik hanimefendİ'nin dâr-ı bekaya irtihali münasebe­tiyle son bul- muştur.

 

Halife Abdülmecid Efendi'nin 3.İzdivacı Atiyye Mehisti İsimli Adapazarı'nda tevellüd etmiş bulunan ki 27/Ocak/1892'de doğmuş olan bu hanımefendi ile olmuştur. Bu Atiyye Kadınefendi Dürrişehvâr Sultanhanımın vâlidesi-dir. Vefatı 1964'de Londra'a vukubulmuştur. Vefatında 72 yaşındaydı. Haydarabad Nizamı'nın gelini olan kızıyle Ömrünün büyük bir kısmını geçirmiştir.

 

4.Kadınefendi ise Bihruz hanım olup, İzmit'te 24/Mayis/1903'de dünya'ya gelmiştir. 1955'de İstanbul'da vefat et­miştir. 21/Mart/1921'de Çamlıca Veliahd Sarayında başla­yan evlilik hayatları, 23 sene, 4 ay, 29 gün sürmüş hafife hazretlerinin dâr-ı bekaya irtihalleri münasebetiyle nihayete ermiştir.

 

Halife Abdülmecid Efendinin çocuklarına gelince bunlar iki tane olup, Hatice Hayriye Ayşe Dürr-i Şehvâr Sultanha-nım Üsküdar İcadiye Tepesindeki Kasr'da 24/Şubat/1914'de doğmuştur. Hanedan'ın padişah ve halifelerinden dünya'ya gelen çocukların sonuncusudur. Haydarabad Nizamının oğ­luyla yaptığı izdivaç hanedan üyelerinin geçimlerine bir ko­laylık sağladığı görülür.

 

Halife Abdülmecid Efendi'nin bir oğlu bulunmakta ve adı da Ömer Faruk Efendi'dir.

 

Ortaköy Sarayı, 29/Şubat/1898'de bu şehzadenin doğdu­ğu yerdi. Osmanlı şehzadesi olarak milli mücadelemiz için pek mühim sayılacak harekâtı gerçekleştirmiştir bu da, Anadolu'ya çok zor şartlarda vapur yolculuğuyla İnebolu'ya gelmesi ve Ankara'nın bu zâtı geri çevirmesi, ilerleyen yıllar­da yazılı târihler üzerinde pek mühim değişiklikler getiren hatırat, mütalaa ve kabullenişlere sebeb teşkil edecektir. Kendi adıma yakınlarım ve arkadaşlarım arasında takriben iki yüz kişi üzerinde bir soru anketi yaptım ve bu şehzadenin ne zorluklarla yaptığı vapur seyahatinden haberleri yok, iki üç kişi bir şeyler duymuştum amma demekten Öteye geçe­mediler. İnebolu'dan geri çevrildiğini söylediğimde şaşkınlık büyüdü, inanılmaz bulanlar kahir ekseriyeti teşkil etti. Bazı gizlilikler ve bazı yasaklar meriyetten kalktığında bu hususdaki mütalaalar hürriyete kavuşacaktır. O zaman da, haklan yenmiş bir takım kahramanlar târih önünde itibariarına ka­vuşacaklar, uğradıkları mağduriyetin manevî bakımdan gide­rilmenin memnuniyetini yaşayacaklardır.

 

Ervah âlemî bunu duymaz zannetmeyelim. Neyse; Ömer Faruk Efendi 26 yaşının 5. ayını sürdürürken vatancüdâ olundu. Vefat ettiği 28/Mart/1969'a kadar vatan dışında ya­şamak mecburiyetinde kaldı. 1907'de kurulmuş bulunan Fe­nerbahçe Spor Klübünün dört dönem reisliğini yüklenen Ömer Faruk Efendi'ye 1925'de Arnavutluk Kralı olma şansı doğduğunda o sırada başbakan durumunda olan ve sonrada bu ülkeye Kral olan Ahmed Zogo, İngiliz'lerin isteğini bir ba­kıma yerine getirmişti. Amma; bu Arnavutlar davranışdan dolayı nice çile ve meşakkatli yıllar yaşadılar ki, bu Ömer Faruk seçimini yapmamanın bedeli olarak düşünülmelidir. Bunun yerine; Ahmed Tevfik Paşa'nın casus olarak kullandı­ğı Ahmed Zogo'yu, böyle asil ve devlet tecrübesi olan biri varken kral olarak tercih etmeleri yanlışları oldu.

 

Evvelâ 30/Mart/1969'da Kahire'de defnedildi. Daha sonra 1977 nisan'ının nakli kabir münasebetiyle Sultan Mahmud Türbesinde defnolundu. Şehzade Ömer Faruk Efendi, İngiliz­ce, Fransızca, Almanca ve Arabça bilmekteydi. Kültürlü bir insandı. Vefatında 71 yaşını 28 gün aşmıştı.

 

 

 

Osmanlı Hanımlarının Ev İçi Ve Dış Giyimi

 

 

Sevgili Özer Şenler büyüğümün kerimeleri hanımefendi bir telefon görüşmemizde dediki, aman metin Amca, çalışma­nızdan haberdarım, istirhamım bizim Osmanlı klâsik târihle­rinde kadın giysilerinden pek bahsedilmez. Lütfen bu kafile­ye siz de, iştirak etmeyiniz. Demek suretiyle pek yerinde ol­duğunu hissettiğim bir ikazda bulundular. Fakat, çalışmayı editörüme vermeyi vaad ettiğim gün de gelip çatmıştı. Bu bakımdan dağarcığım da bulunan bilgilerden bir demetle ik­tifa etsemde alışılmışın dışına çıkmayı bu hanımefendi kızı­mın ikazı ile yapmış olmanın teşekkürünü etmeden geçeme­yeceğim.

 

Osmanlı hanımları tabiiki giyim ve kuşam anlayışında, kendileri bizzat Kur'an-ı Kerim' den okumasalar bile ulemâ­nın ve imam efendilerin kendilerine ulaştırdıkları bilgilerle te­settür âyetlerine uygun giyim şartlarını oluşturmaya çalış­mışlardır. Bu espri içinde husule gelen biçimlerde zaman içinde, bilgiden ve gerektiği ahkâmdan bihaber olarak gele nekselleşme vücuda geldiği görülür. Meselâ; annem böyle giyiniyor, demek ki olması ge reken bu! Deyip, onlar gibi gi­yim problemini halletme yoluna gitmişlerdir. Giyim hususu dâima başkalarından beğenmek suretiyle edinüdiğinden bu kaidenin islâm kadınlarında da aynen cereyan ettiğini söyle­meden geçemeyiz.

 

Devlet-i ebed müddet anlayışı içinde Osmanlı hanımefen­dileri ve en basit kadın giyimleri islâm çizgisinde hayat sü­ren Devlet-i Selçukî'ye hanımefendilerinin çizgisini sürdürmekden hiç de imtina etmeyip, tatbik etmişlerdir. Yine de, harp ve sulhların getirdiği göze hoş ve şer'! şerife mugayir ol­mayan dış kıyafetler tercih olunmuş, iç kıyafetlerdeyse şarkın kendine has gizliliği olan ev ve yatak hayatı genel olarak meknuz ve hafi tercihi üzerinde yoğunlaşıldiğından, bu hu-susda târih perspektifinde verilen bilgilerin çoğu, siradişi ha­yatı olanların olup, dışlandıkları toplumu kendi süfli yaşayış­larının aynını yaşamakta olduğu intibaına, sonraki nesilleri inandırma gayretine matuf olup, bilerek veya bilmeyerek is­lâm düşmanlarının da ekmeğine yağ sürmüşlerdir.

 

Kültür bakanlığının bu mevzuda l/Eylül/2002'de yayımla­dığı bir araştırmada şu ifadeleri bulmak kabildir. Biz bu de­ğerli makaleden bir takım aynen aktarmalar zaman zaman da özetlemek suretiyle sahifemizi süsleyelim: "Türk kadın giysinin en önemli özelliği, yüzyıllar boyunca aynı gelenek­sel çizgiyi koruması ve sokakta giysinin kumaşı dışında kişi­lerin maddi gücünü yansıtan veriler taşımamasıdıı: Kadınla­rın 12. Ve 14. Yy'lardaki giysileriyle başlıkları konusunda bilgiler, çini, taş eserler ve minyatürlerdeki betimlemelerden (görüntülerden) alınabilir, Selçuklu kadınlarının ev giysileri gömlek, şalvar ve entariden oluşur. Şalvarlar bol paçalı, enta­riler uzun bol kollu yakasız üe genellikle önden açıktır. Çoğu kez etek uçları, öndeki yırtmaç veya açık olan ön kısım ge­niş biyelerle çevrilmiş, kolların üst bölümüne Arap giyim kültürünün bir öğesi olan tiraz denilen bantlar konulmuştur. Selçuklu kadınları bol enta rilerine,bellerine taktıkları kuşak yada kemerlerle, dizkapağı ile topuk arasında bir uzunluk vermişlerdir; giyimlerini çeşitli süslerle zenginleştirirler. Bun­lar diademler, küpeler, inciler, bilezikler, ve ayak bileklerinde­ki ha inallardır

 

Büyük Selçuklu devri kadın giysileri konusunda bilgi ve­ren kaynaklardan biri, İran'ın önde gelen seramik merkezi olan Rey'de bulunan, 12. ve 13.Yy.Harda perdah tek niğinde yapılmış tabaktır. Bugün metropolitan Muesum of artta sergilenen bu tabak taki kadın'ın uzun saçları örgülüdür Başın­da inci sırası oe alnın ortasına rastlayan yerinde yuvarlak taşta dizisi süslenmiş bir diadem vardır. Kulağında birbiri al­tından sarkan üç halka ile zenginleştirilmiş küpe, üzerinde önden açık bir entari bulunur Kadın figürün entarisi bou-nundan aşağıya doğru v biçiminde açıktır; kollarının üst kıs­mında şerit vardır.

 

13.Yy.başlarında Konya'da hazırlanmış Varka ve Gülşah adlı aşk romanındaki minyatürler, Anadolu Selçukluları devrindeki giysiler açısından önemli bir kaynaktır.

 

Kadın ve erkek giysileri arasındaki ilk göze çarpan ayrım, kadınlarda görülen inci kolyeler ile incili veya alnın üstünde tek taşla taçlandırılmış diademlerdir. Sevgililerin ikisi de, ay­nı boyda entariler giymişlerdir. Gülşah'ta paçaları geniş şal­var ve küçük yüzlü ayakabıtar vardır; entarisinin yakası V kesimlidir ve yakasından inci dizilen görülür. Başında alnın üst bölümünde yaprağa benzer bir taş dikkati çeker

 

Güişah gerektiğinde erkek gibi giyinip savaşa gider. Ka­dın figürlerin gayet açık giysilerle betimlendiği ve eğlenceler­de kadınlı erkekli gurupların bir arada bulunduğu halkın bazı kervansaraylarda kadın okuyucuları dinledikleri, sey­rettikleri düşünülürse, Selçuk'tu kadınlarının son derece öz­gür oldukları anlaşılır. (Bu figürlerin gösterdiği motifler ve beraberlikler bütün toplumu değil, o dönem ressam ve sanat­çılarının şahsi görüşlerini ve tasvirlerini toplumun hayat tar­zı olarak kabullenmek ne derece doğru bir harekettir, umu­miyetle sanatkârlar toplumdan farklı bir düşünce tarzı içinde olduğu hatta bu düşüncesinin tatbikatı toplumla arasında bir farklılık meydana getirmiştir, bu gün bile bu hâl rastla­nan hallerden olduğunu hatırlatmadan geçemiyorum. Hele o çağlarda resim hakkındaki ihtilaf, minyatür sanatının gelişmesln de rol oynamıştır. Bu bakımdan minyatüre yönelenler aslında resim yasağından buna gelmişlerdir. Toplumun adet ve geleneklerini değiştirmek bu ressamların fikri anlayışında bir anarşi meucud olduğunu göz ardı etmemek lâzımdır,M,H) 13.Yy'ltn ortalarında Musul'da resimlendirilmiş "Kitab el Tiryak"ın saray sahnesinde dönemin kadın, erkek figürleri bîr arada bulunur. Aynı yapıtın U99'da yapılmış, Paris Bib-liotheque Mationel'deki başka bir kopyasının sunuş sayfa­sında da kadın figürlerine rastlanır. Kompozisyonun ortasın­daki başı taçlı kadının saçları örgülüdür ve iki örgünün uçla­rı geriye atılarak düğümlenmiştir. Kotları şeritle süslü entarisi önden bele kadar açıktır ue geniş parçalar şalvar giymiştir. Kulaklarında inci halka küpeler, boynunda iki sıra altın kol­ye dikkati çeker. Sahnenin dört köşesinde uçuşan melekle­rin giyimi de aynıdır; başlarında taç yerine önü taşlı diadem-ler vardır." Denen çalışmada Sultan Fâtih Mehmed Hân dö­nemi için saray sanatı olan minyatürlerdeki tasvirleri şöyie nakietmekteler: ".13. Yy.dan itibaren Anadolu topraklarında egemen olan Osmanlılarda kadın, özellikle saray sanatı olan minyatürlerde izlenir. Fâtih Sultan Mehmed (1451-1481) dö­nemi minyatürlerinde kadınlar,eski Anadolu ve Orta Asya geleneklerini sürdürecek şekilde açık giyimlidir. TSMK'R.989'da kayıtlı, 1460 civarında Edirne'de minyatürle-nen Külliyat-ı Katibi, 15. Yy.Osmanlı saray kesiminin yaşam biçimini ve dönemin giysilerini sunması açısından önemli bir belge nitetiğindendir. Yapıtta yer alan Sultanın meclisinde müzisyen kızların betimlendiği minyatürlerde Suttan'm çev­resinde içki ve yiyecek sunan hizmetliler, resmî görevli- ter, kadınlı erkekli müzisyenler yer alır. Resmin giysi yönünden en ilgi çekici tarafı kuşkusuz başlıklarıdır Başka çevrelerde rastlanılmayan bu başlık, erken Osmanlı kadın başörtme biçimi hakkında olduğu kadar, yapıtın târihlenmesi konusun­da ip ucu verir. Müzisyen kadınlardan biri cenk, diğeri diğeri tef çalar; kenarda oturansa ellerini çırparak tempo tutmakta-dır.Çenk çalan kadın;arkaya doğru sarkan baş örtüsünün üzerine külahvâri başlık giymiş, alnının üstüne dilimli bir kaşbastı bağlamıştır. Tempo tutan hanımda da aynı tür baş­tık vardır. Tef çalan müzisyenin başlığı yoktur; uçları omuz­larına değen beyaz örtüsünün üzerine ortası dilimli koyu renk kaş-bastı bağlamıştır. Entarileri küçük yakalı, önden açık ve bele kadar düğmelidir. Fâtih Sultan Mehmed döne­minde, Edirne nakkaş ha nesinde kopya edilmiş 1455/1456'ya târihlenen "Dilsuz-nâme" minyatürle/indeki kadınlarda da aynı tür başlıklara rastlanır. Fakat Yy.tın so­nunda Sultan 2.Bayezid (1481-1512) döneminde hazırlanan minyatürlerde bu tür kadın başlıklarına rastlanmaz."

 

İstanbul'un feth olunması; yerleşik düzene geçiş, impara­torluğun sınırlarının genişlemesi ve iktisadî şartların hâli, kadın-erkek dünyasının ayrılmasına ve kadınların sokakda giyecekleri kıyafete kurallar getirildiği görülmüştür. 16.Yy.da yazılı ve resimli gerek yerli gerekse yabancı kaynaklara ba­kıldığında sokakda giymek üzere; ferace, yaşmak, ve her za­man olmamak şartıyla peçe kullanıldığı görülür. Ferace; ön­den açık bedeni ve kolları bol, eteği yere kadar uzun, yaka kesimi zaman zaman değişen biçimde olup,16. Ve 17.asırlar­da ise genellikle V yaka veyahutda boyunda oturmuş yuvar­laklıkta olup, ön açıklığının iki tarafında yer alan dikey yırt­maç cepli olup sokak kıyafetidir. Yaşmak bayanların, sokak­ta feraceyle kullandığı genellikle bir parçası baş'dan çene'ye, diğer parçası da çene'den baş'a doğru bağlanan iki bölüm­den oluşan, feracenin üstünden sarkıtıldığı gibi, yaka'nin içinde de olabilen, zenginlerin ve saraylıların kolalamak su­retiyle kullandığı beyaz bir örtüdür.

 

Bayanlar ile ilgili yabancı yazılı kaynaklardan 16. asrın ilk çeyreğine ait bilgileri genç yaşta esir alınıp 1501'de Osmanlı Sarayına satılan Cenevizli Givaantonyo Menavino'nun kita­bından almaktayız. Bayezid-i Velî, Yavuz Sultan Selim dev­rinde Saray'da iç oğlanı olarak bulunduğunda ve Çaldıran savaşı (1514) sonrasında firar etmeye muvaffak olan ve ül­kesine dönebilen Menavino'nun onbeş yılı kapsayan bilgileri arasında hanımların ince bezden barami adı verilen bir giysi ile şehre giderken de yüzlerine at kılından yapılmış bir peçe taktıklarını ifade edip, fakir ve köle kadınların da gözleri gö­züksün diye peçe takmadıklarını, diğer kadınların bu konuda cimri olduğunu yazar.

 

Bir çok ecnebi elçi ve ressamlar 1533'de İstanbul'a gelip dolaşırlar ve bunlardan Flaman yâni Hollandalı bir ressam altı tane gravürle İstanbul ve Balkan memleketlerini görüntü­lemiştir. Halayıkların bohçaları taşırken verilen görüntülerin­de yüzlerinin açık olmasına karşılık onların önünde yürü­mekte olan hür hanımların yüzlerinde, peçe mevcuddur. Bu ressamın gravürlerindeki şekiller, yukarıda adı geçen Mena-vio'nun yazdıklarıyla hem ahenktir.

 

Şimdi de Sultan Fâtih dönemi diyebileceğimiz, 1451 iie 1481 seneleri arasındaki zaman diliminde yapılmış minya­türlerde rastlanılan tasvirlerde kadınlarımızın kıyafetleri eski Anadolu ile Orta Asya geleneklerini sergİlediğiyle karşılaşılır. Manuel Serrano Sanz'ın 1905'de Madrid'de yayımladığı ilk baskıda ve daha sonraki baskılarda Andreas Laguna adında bir doktor tarafından kaleme alındığı anlaşılan "Viaje de Tru-quia" adlı seyahatnâmeyse üç kişi tarafından gerçekleştirilen bir sohbetten meydana gelmiştir.

 

 

Bunlardan biri olan Pedro, 1552 yılının İstanbuldaki kadın giyim tarzı için sohbet arka daşian Juan ve Mata'ya şunları aktarır: "kadınların büründükleri çarşafların renkleri ve ku­maşları değişebilir; kimi bu renk, kimi şu renk, kimi ipekli çuhadan, ama o kadar. Kadınların başörtüleri bir yana, er­kekleri kadınları hep bir çeşit giyinirler. Bizde olduğu gibi bo­yuna giysi değiştirmezler. Kadın veya koca, hangisi erken kalkarsa biribirlerinin el- biselerini giyerbilirler. Terziye elbise sipariş ettiklerinde model meselesi diye bir özenti ortaya çık­maz. Bunlar elbiseleri asla süslemezler. Yalnız en üste giydik­lerine pek ince olan bir astar geçirirler.

 

Terzi ölçü almaz elbisenin dikileceği kişiyi gören terzi buna bir elbise gösterir. Terziler hem usta hem de ucuzcudur. Elbi­se de dikiş çok oldukça elbisenin kıymetinin yüksek kabul edildiği bir vak'adır" Yine: 1554 ile 1562 yılları arasında Avusturya elçisi olarak İstanbul'da üç defa b.elçilik görevi ile bulunmuş olan Flaman asıllı Busbek'in, memleketindeki bir dostuna yazdığı mektupda: "kadınların sokağa çıktıklarında-ki gördüğüm kapalılıkları benim onları birer hayalet sanma­ma sebeb oldu demektedir.

 

Yine, Busbek ile birlikte aynı dönemi yaşıyan Ressam Melchior Lorics, Kanuni Sultan Süleyman devrinin Osmanlı hayat tarzıyla ilgili çizimleri bulunmaktadır. Bu çizimlerde bulunan dört Türk kızındaki figürlerin giysileri, uzun feracele­ri, fes biçimi hotozları ve uçları püsküllü ya da püskülsü. uzun, desenli yaşmaklarıyla devrin hususiyetlerini taşır. Ve de yine:

 

1596-1597 senelerinin şahidi olan Fynes Morysın seya­hatnamesinde bayan giyiminden şöyle söz eder. "Kadınl ince bezden elbiseler giyerler, bilekleri, etekleri, pek iğne işiyle işlidir. Bunun üstüne giydikleri, yine iğne işi süslü, uzun, kolları ve göğüsler dar mantoları, boyunlarını çıplak bı­rakacak biçimdedir. Çorap ve ayakabılan, çoğunlukla açık renk, deriden, altın ve gümüşle, eğer daha zengin ve önemli bir kişinin hanımları iseler, mü cevherlerle süslüdür. Saçlarını alışılmamış bir biçimde örüp, inci, altın çiçekler, mücevherler ve ipek iğne oyalan ile süslerler." Diyen bütün yabancılar gi­bi, Moryson da, Osmanlılarda kadınların elbiseleri ile erkek­lerinin elbiselerinin birbirine çok benzediğini ifade ettiği gibi, nereye giderse gitsin, hiç bir Türk kadınının evinin dışında başını açmadığını yazmaktan kendini alamamıştır.

 

Sultan 3. Murad'ın oğlu 3. Mehmed'in târihde pek ün yap­mış meşhur elliiki gün elliiki gece süren 1582 senesinde Sultanahmed Meydanında icra edilen sünnet düğününü nakleden "Surnâme-i Hümayun'un" minyatürlerini yapan nakkaşların başında olan Nakkaş Osman bu eserde 427 adet minyatür yapmışlardır. Bu minyatürlerde, İbrahim Paşa sarayından düğünü temaşa eden padişah ve şehzadesinin sol sayfada, saray ve elçilik görev- lileri ile halkın sağ sayfalarda gösterildiği yazmada, çeşitli gösteriler yaparak geçen esnafı ve düğünü temaşa eden halkı temsil eden figür gurubu için­de, tellaklar ve berberlerin geçişinde görüldüğü gibi kadınlar da yer alır. Genellikle ön sırada yer alan kadınların, her renk­ten ferace giydikleri ve bazılarının yüzlerine peçe Örttükleri görülür. Daha önce minyatürlerde siyah peçeli kadınlara pek rastlanmadığı hatırlanırsa bu modanın Araplardan geldiği ve yaygınlaştığı düşünülebilir.

 

 

 

Osmanlı Ülkesinde Gayrimüslim Hanımların Giyimi

 

 

Devlet-i âliye'nin pek geniş sınırları içinde ömür süren ahalinin din ve inançlarında hür bırakıldığı malumdur. Os­manlı devlet yapısında hâkim olan merkezî anlayış üretilen­lerin üretenleri zarardide etmeden son alıcı kesimini koruma­ya ehemmiyet vermiştir.

 

Böylece, fiyat ve kalitede normlar ihdas etmiştir. Normali-zasyon diğer deyimîe standartizasyon Sultan 2. Bayezid Velî tarafından tatbik olunduğunu da hatırlatmadan geçemeyiz. Bu ölçüler içinde hazır giyim olarak satışa arzedilen kaftan ve benzeri giyimleri satın alınacak fiyatlara bir ölçü getirir­ken, bu ürünlerde eksik malzeme kullanmayı cezay-ı nrıüstel-zim olduğu ilânını yapmaktan içtinap etmemiştir. Meselâ kaf-tan'ın kolu standartlaştınlmış ölçüden kısa olursa, astan ek­sik konursa etek uçları, kol pervazları dikilerek imâl edile­cek, yapıştırılma yapılmayacaktır. Devlet idâresinin sahib-i selâhiyeti olan padişah ve dîvân, gerek müslüman gerekse reayanın giyimini tanzime önem vermiştir.

 

Bu yaklaşımda gözetilen husus bu gün moda denen illetin insanlar ve bilhassa tâife-i nisa üzerinde tevlid ettiği haksız ve kıskançlığa kadar uzanan rekabetin toplumun faydası ol­mayan harcamalarla, zaruriye-i esasisi olan ihtiyaçlarının te­mini hususunda maddi bakımdan yetersizliğe yuvarlanması­na sebeb olduğu havada kazanıp, tavada yiyenlerin dışında herkesin kabullendiği bir hakikattir. Bu hakikati gören münsif yönetim, bu hâle idare ettiği insanların düşmemesini temin edebilmek çâresini ısdar ettiği ferman ve hükümlerle yönlen­dirmeye çalışmışlardır. Bu hükümler aşağıya alacağımız bazı misallerle daha iyi anlaşılabilir.

 

Kültür bakanlığının; Gayrimüslim Kadın Giysi'si adlı inter­net sitesinde yer alan araştırma mahsûlü makalede, şöyle bir misâl verilmekte: "21/Sefer 976-1568/'16/'Ağustos târihînde Saray'dan İstanbul Kadısına gönderilen bir hükümle, gayri­müslim kadınların ipek peruazlı ala çuha kaftan, atlas ve kutnu kumaşından kaftan, ala şalvar, ala tülbend ve müslü-manların giydiği içedlk ve başmak cinsi ayakabtlardan giy­meleri fiat arttırdığından yasaklanmıştır?'/Sefer/976-1568/1 /Ağustosda da İstanbul Kadı sına gönderilen başka bir hükümde gayrimüslimlerin giysilerinin cinsleri belirtilmiştir. Gayrimüslim kadınların ferace giymemeleri, eski ka­nunlarda belirtildiği gibi Bursa kutnusundan fistan giymele­ri, şalvarlarının sadece açık mavi olması, ayaklarına da, baş­mak yerine kundura ve şirvani giymeleri, müsliman kadın­lar gibi seraser yaka ve arakıyye (başlık) giymemeleri, giyer­lerse de bunların atlas ve kutnu'dan olması, Ermenilerin de Yahudiler gibi giyinmeleri fakat başlarına alaca kuşak sa­rınmaları, Ermeni kadınlarının da ferace yerine fahir fistan ve terlik giymeleri, İçlerine siyah ve koyu gri Bursa konusu, mâui şalvar ve meşin İçedik ve şiruanl başlık giymeleri isten­miştir. 1577 târihinde saraydan İstanbul Kadısına gönderilen hükümdeyse, gayrimüslimlerin giysilerle ilgili kurallara uy­madıklarının görüldüğü; tekrar uyarılmaları ve müslümanta-ra özgü giysilerle gezmemelerinin hatırlatılması istenmiştir

 

Nikolay adlı bir seyyah, Pera yâni Beyoğlu semtinin Rum kadınlar! son derece alayişli ve gösterişli kıyafetlerle kendile­rini topluma göstermekten geri kalmadıklarını ileri sürerken, yalnız güze! olmak ve güzel giyinmekle iktifa etmez, gerek klişeye gerekse hamama giderken süslenirler ve takılarını, servetlerini üstlerinde taşırlardı. Şehirli ve tüccarların ma­damlarının fes rengi kadife, saten ve de şam kumaşından

 

kenarları dantel bantlarla çevrili altun veya gümüş damask-ları yine kenarları dantel ile çevrili altın, gümüş düğmeli; da­ha az zenginler tafta ve desenli Bursa ipeğinden elbiseler gi­yerler.

 

Genç kızlar ve yeni izdivaç yapmış olanlar başlarına çev­resine beş santim kadar kalınlıkta inci ve değerli taşlarla işli ipek ve sırmalı bantlarla sarılmış, fes rengi saten veya sırma­lı desenli kumaştan yuvarlak şapkalar giyerler. Feraceleri müslüman kadınlarınki gibi selvi yeşili taftadandır. Yaşlı ka­dınlarda aynı şeyleri daha az süslü olarak tatbik ederler. Giy­sileri arka baldırlara kadar inen beyaz ketendendir. Dul ka­dınların ise feracelerini safran sarısı renkde yaptırdıkları gö­rülür. Yazar Mikolay, bu kumaşların Bedesten'de satıldığı kaydını koymayı ihmal etmemiştir. Ayrıca şunu da ilâve ed­er, zaman zaman çı- karılmış giyim tahditlerine karşı oiarak-da gayrimüslimlerin Türk kadınları gibi giyindikleri saray dı­şında da bu kumaşların alıcı bulduğunu ilâve etmeden geçe­memiş.

 

Yine Nikolay'ın ayrıca ressam olması hasebiyle de yaptığı bir gravürde, Beyoğiu(Pera)lu Rum kızının elbisesi çizgili bürüncekten yuvarlak yakalı bir gömlek ile derin kesimli dik­dörtgen yakalı desenli bir üstlükten oluşur. Fes biçimli başlık kadife kumaştandır.

 

Gerdanlık, kolye, bilezikler ve başlığın çevresindeki şerit, uyumlu bir bütünlük oluşturur Hanımların üstten bağciklı ayakabılan vardır; entarisi Önden açık olmadığından, içinde şaîvar olup olmadığı hakkında bir fikir vermez. Peralı Rum kadının sokak giysisi tek düğmeli, kısa yenli belden aşağısı bol kesimli, cepli ferace, feracenin kollarından ve ön açıklı­ğından görünen entari, tek parça halinde başı ve boynu örte­rek belden aşağıya ka- dar uzanan oldukça büyük baş örtüsünden oluşur. Bu büyük sarı renkli örtünün altında hanımın başını ve boynunu saran beyaz bir örtü dikkati çeker. Sey­yahlarında belirttiği gibi peçesi yoktur.

 

Yine ecnebi seyyahlardan Gerlah; Türk kadınları gibi Er­meni matmazel ve madamaîannm bol pantalon üzerine etek giydiklerini, ama yüzlerine siyah bezden peçe yerine beyaz ve güzel desenli tül taktıklarını belirtir. Dersvanham ise var­lıklı yahudi kadınlarının has ipek Şam kumaşından mamul elbiseler giydiğini ve kiymetdar aitun takılar taktığını ileri sü­rer. Rum kadınlarının bütün servetlerini ipekli, sırmalı ve itina ile işlenmiş kumaşlar için harcadıkları, giysilerinin diğer gay­rimüslim kadınlardan daha gösterişli olduğu bütün yabancı seyyahların dikkatini çekmektedir.

 

Fresne Caneye; Rum kadınlarının sokakda peçe takma­dıklarını ve kendilerindeki güzellikleri sergilerken bakışlardan pek memnun kaldıklarını gösterdiklerini beyan eder. Bu Rum kadınları çok parlak far kullandıkları gibi, Türk kadınları da tabii olan sürme'den başka bir şey kullanmazlardı demekte. Rumların genç kızları pek sokağa çıkmamakla beraber, pen­cereden de ayrılmadıklarını ve seyredildiklerinin farkına var­dıklarında yabani bir biçimde odalarına kaçtıklarını yazar. Yi­ne bu seyyah Rum, Yahudi, Macar, Venedik'Ii yâni bütün do­ğulu kadınların bacaklarına kadar inen elbise giymeleri çek­miştir. Böylece de; çalışmamızın bir nebze de olsa, muazzam insanlık ailesi âleminin muhterem üyeleri hanmefendilerin kıyafetlerinden, giyim tarzından ve devletin zaman zaman gerek ekonomik sebebler, gerekse cemiyetin ahlâk yapısını muhafazaya kadir olması hasebiyle yayımladığı hükümler­den bahsetmek suretiyle sayfalarımızı süslemiş bulunuyoruz. Makbul olması temennimin dahilindedir.

 

 

 

Aşiretten Devlete Giden Çizginin Padişah Ve Halifeleri

 

 

Künyesi:  Doğ.yeri ve Tr.        Saltanat Dönemi miktar vi".                              yaşı

 

Süleyman oğlu Ertuğrul Bey      1191 Ahlat       UçBcyi:1231-128l-50  1281       90

 

Osman Gazi                             1258 Söğüt

 

1.Orhan Gazi                           1281 Söğüt

 

] .Sullan Murad(Hüdavendigar)   1326 Söğüt

 

Sultan 1 .Bâyezid( Yıldırım)         1360 Bursa

 

Sullan l.MehmccKÇelebi Sullan 2.Murad Sullan 2.Mehmcd(Fâtih) Sultan 2.Bâyezid(Vciî) Sultan 1. Seli m( Yavuz) Sultan 2.Süleyman(Kanuni) Sultan 2.Selim Sultan 3,Murad Sullan 3.Mehmcd Sullan l.Ahmcd

 

Bey:      1281-1324=43   1324 66 Padişah: 1324-1362-38  1362 81 ":  1362-1389-13 1389 63 "      ": 1389-1402=13 1402       43 1382 Bursa            "      ": 1413-1421-07 1421      39

 

1404 Amasya " ": 1421-1451-29 1451 46 1432Edirnc            "      ":  1451-1481=30 1481     49

 

I450Dimetoka " ": 1481-1512-31 1481 6! 1470 Amasya " ": 1512-1520-08 1520 50 1495 Trabzon          "     ": 1520-1566-46 1566    71

 

1524 İstanbul          "      ": 1566-1574=08 1574    50

 

1546 Manisa          "     ": 1574-1595-20 1595     48

 

1566 Manisa          "     ": 1595-1603-08   1603   37

 

1590 Manisa           "     ": 1603-1617=14   1617 27

 

Sullan l.Mustafa/1592Manisa/l617'dc3ay,4gün-1622/1623'dc   I'scnc3'ayl639   47

 

Sultan 2.0sman(Gcnç) Sultan 4.Murâd Sultan 1.İbrahim Sultan 4.Mehmcd Sultan 3.Süleyman Sullan 2-Ahmed Sultan 2.Mustafa Sultan 3.Ahmed

 

1604 İstanbul 1604 İstanbul 1615 İstanbul 3 642 İstanbul

 

1642 İstanbul

 

1643  İstanbul 1664 Edime 1673Hacıoğlupazarı

 

1618-1622-04 1622 17 : 1623-1640^16 1640 28 : 1640-1648-08   1648   32

 

1648-1687-39   1693   51

 

1687-1691-03 1691 49 : 1691-1695=03 1695   52

 

1695-1703=08 1703 39 : 1703-1730=27  17       36

 

Sullan l.Mahmud Sultan 3.Osman Sultan 3.Mustafa Suitan İ.Abdülhamid Sultan 3.Seiİm(Şehid) Sullan 4.Mustafa Sullan 2.Mahmud Sullan Abdülmecid Sultan l.Abdülaziz Sultan 5.Murâd Sultan 2.Abdülhamid Sultan 5.MehmcdRcşad Sultan ö.Meh.Vahidcddin Sadece Haille .sıfatıyla: Abdülmecid Efendi

 

1696 Edirne 1699 Edime 1717 Edime 1725 İstanbul 1761 İstanbul 1779 İstanbul 1785 İstanbul 1823 İstanbul 1830 İstanbul 1840 İstanbul 1842 İstanbul 1844 İstanbul 1861 İstanbul

 

: 1730-1754-24 1754    58

 

1754- 1757=02  1757    58

 

1757-1774=17 1774   57

 

1774-1789-15   1789    64

 

1789-1807=18   1807     18

 

1807-1808=01   1808    29

 

1808-1839=31   1839   53

 

: 1839-1861=22   1861   38

 

1861-1876=15    1876   46

 

1876-1876=3'ay 1904   64

 

1876-1909=33    1918    75

 

: 1909-1918=09    1918   73

 

: 1918-1922=04    1926   65

 

1922-1924=0l.3'ay.l5*gün

 

1868 İstanbul

 

Padişahlarımızın sayısı otuzaltı olup,fetret devri dediğimiz 1402 ile 1413 yılları arasındaki şehzadelerin birbirleriyle mü­cadelesi sonucunda meydana gelen karışıklıklarda başa ge­çenler olmuş fakat bunlar sifat-ı padişahiye nail ve sahip ola­bilecek otoriteyi tesis edememişlerdir. Bu bakımdan kimi ta­rihçiler bunları padişah saymak yoluna gittiği gibi kimileri de böyle görmemişlerdir. Biz de ikinci kategoride yerimizi af-makla beraber, Bu şehzadelerin de, hükümran olur gibi gö­ründükleri dönemi hiç değilse târih ve sırasına göre esas cedvel dışında göstermeyi doğru bir davranış addettik.

 

Sultan l.Süleyman(Emir)   1375 Bursa         "     ": 1402-1410-08

 

1410   35

 

Sultan l.Mûsâ Çelebi         1388 Kütahya      "     ":  1410-1413-03

 

1413   25

 

Taht'dan indirilenler ve menkubiyetde sürdükleri ömür;

 

Yıldırım Bâyezid: 00'sene,07'ay,06'gün    / 2.Bâyezid(Ve!î): 00'se-

 

ne,01'ay,02'gün

 

2.Osman(Genç)   : 00'    "    ,00, " ,01'   "     / 1 .Mustafa       :   15'"

 

,04' " ,10'   " 1.İbrahim            : 00'   "   ,00, ", 10   "    / 4.Mehmed      :  04' "

 

,01' " ,28'   " 2.Mustafa           : 00'    "    ,04, % 08    "    / 3.Ahmed        :    05'(i

 

,09' " , 01' " 3.Selim               : 01'  "    , 02, ", 00   "    / 4.Mustafa       :  00' "

 

,03, " , 19' " AbdülazizHân   : 00'  "    , 00,  ",05    "    / 5.Murâd          :27'"    ,

 

11, " , 29' " 2.Abdülhamid    : 08'  "    ,09,  ",13     "    / Vahdeddin      :  03'"    ,

 

05, " , 28' "

 

Abdülmecid Efendi de hilâfetin lağvı ve yurt dışı edilmiş ve yurdışına çıkışından sonra 20 sene, 5 ay, 21 gün muam­mer olmuştur.

 

 

 

 

 

Padişah Validelerinin İsimleri

 

 

Osman Gazi anneshHayme Hatun-Orhan Gazi annesi: Mâl Hatun-Murad-ı Evvel annesi: Nilüfer Hatun-Yıldınm Bayezid annesi: Gülçiçek Hatun-Çelebi Mehmed annesi: Devlet Ha-tun-Murâd-ı Sâni annesi: Emine Hatun-2.Mehmed(Fâtih)an-nesi: Huma Hatun-Bayezid-i Velî annesi: Mükrime Hatun-l.Selim(Yavuz)annesi: Gülbahar-l.Süleyman(Kanuni)annesi: Hafsa Hatun-2.Selim annesi: Hürrem SuItan-3.Murâd annesi: Nurbânu Sultan-3.Mehmed annesi: Safiye Sultan-l.Ahmed annesi: Handan Sultan-1.Mustafa annesi: Handan Sultan-

 

2.Osman (Genç) annesi: Mahfiruz Haseki Sultan-4.Murâd annesi: Kösem Valide Sultan-1 .İbrahim annesi: Kösem Vali­de Sultan-4.Mehmed annesi: Hatice Turhan Sultan-2.Süley­man annesi: Saliha Dilaşup Sultan-2.Ahmed annesi: Hatice Muazzez SuItan-2.Mustafa annesi: Rabia Emetullah Gülnüş Sultan-3.Ahmed annesi: Emetullah Rabia Gülnüş Sultan-l.Mahmud annesi: Saliha Valide Sultan-3.Osman annesi: Şehsuvar Valide Sultan-3.Mustafa annesi: Mihrimah Valide-sultan-l.Abdülhamid annesi: Râbia Şermi Vâlidesultan-3.Se­lim (Şehid) annesi: Mihrişah Vâlidesultan-4.Mustafa annesi: Ayşe Saniyeperver VâlidesuItan-2.Mahmud annesi: Nakşidî! Vâlidesultan- Abdülmecid annesi: Bezmiâlem Vâlidesultan-Abdülaziz annesi: Pertevniyal Vâlidesultan-5.Murâd annesi: Şevkefza Vâlidesultan-2.AbdüIhamid annesi: Tirimüjgân Ka-dınef- endi-5.Mehmed Reşad annesi: Gülcemâl Vâlidesultan-ö.Mehmed Vahideddin annesi : Gülüstî Vâlidesultanlardır.

 

 

 

2. Abdülhamid Sonrasında Donanmayı Hümayun

 

 

l/Eylül/1910'da Barbaros Hayreddin ve Turgut Reis isim­lerini almış bulunan iki savaş gemisinin Osmanlı donanması­na teslim edildiğini görüyoruz. Bu gemileri donanma cemi­yeti satın almış 25 milyon mark tutan ödemenin nasıl yapıla­cağı gündeme gelmiştiki, bu paranın ödenmesi donanma ce­miyetinin ahaliden toplayacağı paralara bağlıydı. Fakat İs­tanbul'da, bu iki geminin fiatının haylice fazla olduğunu ileri süren, mukabil bir gurup protestolarda bulundu. Bu gemiie-rin 1891'de inşa edilmişti. 1902 ile 1904 târihinde kazanları modernize edilmiş, Ne varki kondensatör arızası, hızında kayıblara sebeb olmuştu. Bu bakımdan donanmamızda randı­man vermesi hayli aksamıştı.

 

1911'de İngilizlerle iki gemi için pazarlığa girişildi ki bu gemilerin adları Minas Gerais ile Rio de Janerio idi. Bu pa-zarhk ilk gemi için tamamlandı. İkincisi yâni Rio de Janerio gemisi Elswick'de inşa olunmaktaydı. Fakat ödeme aksa­ması hasebiyle Armsotrong ile yapılan görüşmeler kesilmesi gerekti. Vikers firması daha başarılı olup, Sir Douglas Gamb­le iki ağır kravozör için plânlar hazırlarken, Cemâl Paşa ara­ya girip, 5.Mehmed Reşad gemisi için l,5(birbuçuk)miiyon altun lira maliyetle Vikerse sipariş verildi. 1912'de zuhur eden Balkan muharebesi hasebiyle faaliyet tatil olunmuştu. 1913'e gelindiğindeyse, adına 5. Mehmed Reşad denilen ge­mi İngilizlerce bize teslim olunmayarak, kraliyet donanması­na HMS Erin adıyla hizmet vermeye başladı.

 

Osmanlı devleti; güçlü bir donanmaya sahip olamadığı takdirde, Yunanlıların eline geçmiş bulunan adaların istirdadına kabil olmadığına aklı kesmişti. Bu bakımdan çeşitli sa­vaş gemilerinin ısmarlanmasına önem atfediyordu. Evvelâ 5.500 tonluk iki hafif kravozör, 1000'er tonluk dört destro­yer, iki tahtelbahr yâni denizaltı, bir de mayın döşeyeci gerektiği rapor hâlinde ortaya kondu. Almanlar donanması­nın bazı gemilerinin satılık oldu ğunu imâ edince iki cereyan belirdi bir kısmı bunların alınmasını ileri sürerken, bir kısmı da, yeni gemi almak gerektiğini müdafaa ediyorlardı. 1/Ara-lık/1913'de İzmit antlaşması gündeme gelirken; Armstronga GÖlcük'de bir tersane kurması bunada yaptırtılacak bütün gemilerin burada inşa ettirileceği garantisi verildi. Armstrong adlı İngiliz şirketi Tersane-i âmireden de hisse almak suretiy­le bir güven sağladı. Böylece de,Tersane-i âmire ile Gölcükte mutasavver yeni tersane <Doklar-Tersaneler ve İnşaat-ı Bahriye Şirketi> adını aldı. Bütün bu olanlar cihan savaşı çık­madan Önce tasarlanmıştı. Rio de Janerio adlı gemiye, <Sultan Osman-Î evvel> adı verilip, tashavvülata başlandı. Teslim târihi 3/Ağustos/1914 olarak plânlanmıştı. Ancak 2/Ağustos târihi, parası ödenmiş bu gemimizi kraliyet donanmasında HMS Agincourt ismini vermek suretiyle gasp etmiş oldu.

 

 

 

Balkan Savaşlarında Donanmay-I Hümayunumuz

 

 

17/Aralık/1912 günü Londra sulh müzakereleri başladı­ğında devfet-i âliye Edirne, Ege Adaları ve Girid'i vermeyi red etti. Otuzaltı gün sonra murahhaslarımız, yâni 22/Ocak/1913'de Edirne'yi gözden çıkartmaya razı geldi. Ertesi günde meşhur babıâlî baskını gerçekleşmişti. 5/Mart/1913 günü elviyei selâseden yâni Rumeli'de üç mü­him vilayetten biri olan Yanya, Yunan işgaline boyun eğmişti.

 

 

 

Ege Denizi Operasyonları

 

 

Buharlı gemimiz Florida,Kuşadasmdaki donanma komu­tanlığı Sisam Adasına oradaki askeri Personele almak üzere yola çıkarıldı. Bu operasyon neticesinde birliklerimizin tama­mı Ege'yi boşaltarak meydan Yunana bırakılmıştı. Bu sırada da, ellibeş adet Yunan ticaret gemisi Marmara denizinde bir nevi tutsak idi ki, iyiniyeti sergilemek için bunların serbest bırakılması gerçekleştirildi. Günlerde donanmamız savaşa katılabilmek için lâzım gelen teçhizat, cephane ve kömürden mahrum bulunuyordu. Öte yandan da kuvvei mâneviye çök-memiş ümidvar olarak kendini hissettirmekteydi. Boşalttığı­mız Ege havzasındaki bir çok yer Yunanlıların ellerine geçi­yordu. İmroz ve Bozcaada da Yunanlıların eline geçmişti. Halbuki Balkan savaşının bidayetinde Ege denizinin avrupa kıyılarında Selanik ile Preveze'de Osmanlı donanma üsleri bulunuyordu.

 

Bununla birlikte Karadağ sınırı olan İşkodra denizinde de bir deniz müfremiz bulunmaktaydı. Selânik'deki donanma garnizonu kumandanlığı aynı zamanda Feth-i Bülend'inde komutanı olan Binbaşı Aziz Mahmud Beydi!. Bu geminin top­ları sökülmüş Selanik kalesine takviye olarak yerleştirdiler. Fethi Bülend adlı gemi ise, bir barınak olarak kullanılma du­rumuna getirilmişti. Bu kumandanın emrinde Sürat, Tes- hi-lat, Katerin ve Selanik isimli römorkörlerde bulunmaktaydı. Selanik ise, mayın döşemeci donatılmıştı. Bütün bu römor­körler ise 37mm.lik çaplı toplarla toplarla silahlandırmıştı.

 

Takvim yaprakları 31/Ekim/1912 târihini gösterirken 2 nomerolu Yunan torbidobctu, '-eftehois'den Selânik'e t ket etmiştir. Gecenin on'unda Vardar İle Karaburun jöktörleri ve mayın tarlalarını sıyırarak geçer. Gecenin onbir-buçuğunda Fethi Bülende üç tane torpido atılır. Biri uzaktan geçerek kömür İskelesine isabet eder ve hayli zarar verir. Di­ğer İki torpi! ise pruva direği ile baca arasına isabet kayde­dince gemi alabora olur ve batar. Bu gark oluşta yedi kişi şe-hid olur. 2 nomerolu Yunan gemisi kaçmaya muvaffak olur. Aynı gün ve târihde Yunan'a sınırı olan Preveze'dekİ donan­ma üssü düşmanın pek güçlü olması hasebiyle teslimden başka çâre bulamamıştı.

 

Antalya adlı torpidobotumuz ve yanmış bulunan Tokad ile 9 ve 10 numaralı motorlu gambotlar teslim olunmadan ön­ce, garnizon komutanın binbaşı Hüsameddin'in emriyle batı-rılırsa da, Yunanlılar iki torpidobotun batmmasmı engelledi. İşkodra'da bulunan kuvvetlerimiz buharlı olan Güre, eski bir boğaz feribotu olan, göl buharlısı İşkodra ve Kiyonc-ya,1912'de aldığımız motorbot olan Filiyo ve Kisnya, Mesu­diye ve Asarı Tevfik'in buharlı fiiikalarıyla çok sayıda yelken-ii tekne ve satımız vardır. Üç adet buharlı gemi ve iki adet buharlı işkampavya'dan ibaret küçük bir filomuz vardır.

 

9/Kasım/1912'ye baktığımızda iki adet Yunan gemisi kör­feze girerek oradaki komplekslerimize ateş açarlar. Bu arada baskına tedbir olarak, Sürat, Selanik ve Teşkilât adlı gemile­rimizi silahlardan tecrit ederek, Fransa siciline tebdil edilmiş görüyoruz ve böylece Fransa gemisine yapılmış bu tecavüz tabiatıyla Fransız donanma komutanlığınca şiddetli bir şekil­de Yunanlılar nezdinde protesto olunur. Aynı gün ve târihde Ayvalık'dan Midilli Adasına gitmekte olan Trabzon adlı ah­şap bir yük gemimiz Yunan, torpidobotları tarafından batırıiır. Kaptan ve makinist hayatlarını kaybederler. Üç gün sonra da yine Yunanlılar Selânik'de bulunan Kızıl Haç emrindeki hastane gemisi olarak vazife almış bulunan Fuad adlı yatı tanı­mayı red eden Yunanlılar bu gemiyi zorla ele geçirdiler.

 

27/Kasım/1912'de Selanik, Sürat ve Teşkilat isimli Fran­sızlara tescillenen gemilerimiz bu ülke bayrağı altında liman­dan çıktı. Yunanlılar Limni açıklarında gemileri durdurmaya teşebbüs ettilerse de, buna muvaffak olamadan gemilerimiz Çanakkale Boğazına ulaşmayı başardılar. Burada üç geminin de bayrakları Osmanlı bayrağına tahvil olundu. Anadolu do­nanma üssü İzmir, Yunan genel kurmayı için fazla ilgi çeken bir yer değildi. Gemilerini dâima izmir körfezinden uzak tut­tular. Savaşsız bir dönem yaşandı. Zâten bizim gemilerden Muin-i Zafer hareketsiz, kazanları hasarlı olan Yunus destroyeri, İzzeddin yatı, Timsah, buharlı Arşipel ve kiralık 8'nome-ralı Golden Horn feribotunun savaşa cak hâlide yoktu.

 

Karadeniz operasyonları vakalarına baktığımızda, Afrika kıtasını bize kısıtlayan İtalya ile savaşımız donanmamızın ka­rasularımızda bulundurulması neticesini getirmişti. Beri yan-dan da Balkan ülkeleri ile çatışma olacağı intizarı hasebiyle donanma ile nazırlık arasında gidip gelen yazışmaların ardı arkası kesilmemiş ancak arızalı gemilerin tamir işine de şitap olunamamıştı. 1912 yaz mevsiminde bazı gemilerimiz bil­hassa Barbaros Hayreddin, Turgut Reis savaş gemilerimiz, yine Hamidabad ve Demirhisar muhripleri yabancı donan­malarının evsafında olmamasına rağmen hizmete hazır oldu­ğu mü talaa ediliyordu.

 

Savaş gemilerimizde bir çok eksiklikler vardı. Pompa bo­ruları çürümüş, telefonlar iş görmüyordu. Su geçirmez kapo-talar kapanmıyordu. 2/Ekim/1912'de Nevşehir adlı gemimizi Trabzon'da hazır ederken, Zuhaf adlı olan da İstanbul boğazı dışında volta vuruyordu. İsmini zikredeceğimiz, şu gemiler demirli olarak beklemekteydiler: Turgut Reis, Barbaros Hayreddin, Hamidiye, Mecidiye ile Schichau ve Samsun sınıfı destroyerlerden müteşekkil filo, yine Mesudiye, Hamidabad, Kütahya gemilerimizde Tarabya önlerinde demirde idiler. 17/Ekim/1912'de Donanma kumandanı Miralay Tâhir Bey; Barbaros Hayreddin, Turgut Reis, Muavenet-i Milliye ve Ta-şoz gemileriyle İğne Ada'ya git- mek üzere denize açıldılar.

 

29/Ekim/1912'de Mecidiye ve Yarhisar, 2472 grostonluk 1872 yapımı nakliye gemisi olan Marmara'nın, Trabon'dan son kalan osmanlı birliklerini getirdiği Midye açıklarında de­mirlemiş görüyoruz. 30/Ekim/1912'de Mecidiye ve Yarhisar gemilerimiz Varna'ya yola çıkar. Barbaros Hayreddin ve Numûne-i Hamiyet gemileri onlardan boşalan bölgeyi muha­fazaya koşarlar. l/Kasım/1912'de 4084 gros tonluk, 1872 yapımı nakliye Bezm-i âlem, 2500 asker ile 5062 gros ton­luk 1890 yapımı Akdeniz adlı gemimiz içinde ikibin piyade askeri ve ve dörtyüz adet yük hayvanı ile Varna'ya gelir. Ne varki, Bulgarlar, Midye'yi 2/Kasım/1912'de işgal etmiş ve 1901 yapımı 4458 gros tonluk Reşid Paşa beş taburu indirir. Barbaros Hayreddin ve humune-i Hamiyet Midye civarındaki karambolda kendi askerlerimizi vurnnayalım diye savaşa işti­rak etmez. Bu arada 3/Kasım ile ayın 10.günü arasında ge­çen zaman diliminde birbiri peşinde vürûd eden Osmanlı sa­vaş gemileri Bulgar birliklerini topa tutmak için Midye'de is-bat-ı vücud ederler. Pek eski gemilerimizden olan İclâliye ve Necm-i Şevket korvetleri gayretlerini arttırıp, bu hizmete so­kulurlar.

 

19/Kasım/1912'de Berk-i Satvet, Hamidiye, Berkefşan, Yarhisar, ve Mecidiye Varna açıklarında rasat vazifesi yap­mak üzere suları katetmeye başladılar. Bu vazifenin ifası es­nasında dört adet Bulgar torpidobotu bizim Hamidiye ve Berkefşan'a saldırdılar. Halbuki bu gemilerimiz, bölgede dolaşmakta bulunan Fransız ve Ruslara ait gemileri takiple va­zifeliydiler. Hamidiye bu saldırıda aldığı isabetle su kesiminin bir metre altında vücuda gelen delik yüzünden 12 metre uzunluğunda bir yırtıkla karşılaşır sancak tarafında yatmaya sebeb olan suların tahliyesi ve delik ve yırtığın kapanmasına üstün bir gayretle çalışan bahriyelilerin gece yarısına kadar süren onarım ve su tahliye işlemi sonunda Hamidiye'yi atış menzili dışına çıkartıp, dengesinde yüzdürmeğe muvaffak ol­maları denizcilerimizin talihi ile gayretlerinin semeresi olduğu dost ve düşmanın takdirine mazhar olmuştur. Öte taraftan Berkefşan ile Yarhisar Bulgar gemilerinin avlanmasını sağlar­lar. Hamidiye gemisi ise, Haliç'de tamir görmek üzre, İstan­bul istikametine yola koyulur.

 

7/Şubat ile ertesi gün olan 8/Şubat/1913'de Podima üze­rine bir ihraç harekâtı planlayan genel kurmayın, evvelâ Asar-ı Tevfik adlı gemimizi harekete geçirdiğini görüyoruz. Basra ve Taşoz adlı destroyerlerimiz hizmete hazırken, İstan­bul'a silah ve cephane yüklü olarak seyirde olan Kızılırmak ve ona re fakat eden Bezm-i âlem'Ie birlikte bu ihraç harekâ­tına iştirak etmek üzere rotalarını Podima üzerine çevirirler. Fakat bombardıman için Podima'da ses vermek isteyen Asar-ı Tevfik, haritada gösterilmeyen bir kumsalda karaya oturur. Makinelerini kullanarak halasa çalışması daha fazla kuma oturmasına sebeb olur. O dönemde haberleşmede kul­lanılabilecek radyo sistemi olmadığından bir kaç kişiyi kara­ya çıkarıp, İstanbul ile temas kurmayla vazifelendirirler.

 

Neticede haberleşme temin edilir bölgeye gelen Yunanlı­lardan ganimet olarak aldığımız Nikolas kuma oturmuş ge-mimizdeki silah ve cephaneyi alır, Giresun, kömür ve yorgun mürettebatı alır İstanbul'a doğru yola çıkarlar. Kumsalda boş gövdesi ile kalan Asar-ı Tevfik, Bulgar topçularının hedefi

 

olarak terk edilmiş olur. 1913'ün Nisan ve Mayıs aylarında tek ticaret gemimiz Kızılırmak, Berkefşan ile Taşöz'un refa­katinde Romanya üzerine ticarî seferlerine devam eder.

 

Çanakkale Boğazı Operasyonları

 

 

İttihad ü Terakki gizli cemiyetinin yavaş yavaş kendini le-galize etmesi hasebiyle ve bu harekâtın dahilinde askeri ka­nadın da dâhil olduğu bilinmekte bunların muhalifleri olan subaylarda bulunmakia birlikte neticeye müessir olabilecek sayı zabitler arasında İttihatçılar tarafındaydı. Bu eğilimden bahriye zabitlerinin de bulunduğunu elbet kabul gerekir. İtti­hatçılar savaş cihetini gütmekteydiler.

 

Bu bakımdan Tahir Bey, savaş taraftan Ramiz Muman Bey'in yerine başkomutan olarak atandı. Çeşitli operasyon plânları yapıldı .Yunanlıların Averof adlı gemisi menzil dışın­da olduğu her an, Yunan gemilerine baskın karar altına alın­dı. Ne varki gemilerin donanımındaki yetersizlik ve tamir güçlükleri planların kâğıt üzerinde kalmasına badi oldu. Me­selâ; Çanakkale açıklarında devriye görevi yapmakda bulu­nan Basra ve Taşoz gemilerimize ve oradaki sularda demirde bekleme görevinde olan Yadigâr-ı Millet ile Muavenet-i Milli-ye'ye Yunan gemilerine av olma vazifesi verilmişti. Yüzbaşı Rauf (Orbay) kumandasındaki bu operasyonlar güzel bir plânlama olmakla beraber teknik imkânlarla çatıştığı iç- in iptalden başka çâre kalmadı.

 

14/Aralık/1912'de Averof gemisinin İmroz önlerinde ka-ra'ya oturduğu haberi alındı. Bu tabiiki iyi bir haberdi ve bu­nun üzerine Sultanhisar Bozcaada'ya harekete geçirildi. Bas­ra gemimizin Kumkale ve Çanakkale boğazının Anadolu kı­yılarını devriye görevi ile emniyet içinde seyri kararlaştırıldı.

 

Bu devriye esnasında bahse konu gemimiz, Supendom ile Lonchi adlı gemilerinin ateş salvosuna düştü. Çanakkale ön­lerine sığınmağa doğruldu. Mecidiye gemimiz bu takibi gör­düğünde rotasını takipçi Yunan gemilerinin üzerine doğrulttu. Supendom ile Lonchi'ye iki Yunan gemisi daha iştirak etmişti bunlar Tilla ve Nafkratosa olup, buna rağmen Mecidiye bun­lara ateş açmaktan içtinap etmedi. Bütün bunlar olup biter­ken Yunanlıların, Doksa,Nagena ve Venos adlı gemileri de bu deniz çatışmasına iştirak ettiler. Durumu uzaktan müşahede eden Numûne-i Hamiyet adlı gemimiz telsizle vaziyeti Nara-burnu'na rapor etti. Çünkü; şecaat gemisi olan Mecidiye'nin telsizi çalışmamaktaydı.

 

Velhasıl Çanakkale operasyonları esnasında çeşitli deniz müsademeleri vukubuldu. Averof, İmroz'da oturmuş olduğu yerden halas olunca yine korkulu rüyamız oldu. Nitekim bir çok gemimizin Çanakka le'ye sığınma yolunu seçmesine se-beb oldu.

 

19/Aralık/I912'de Nilüfer adlı gemimiz, İstanbul'dan, Ça­nakkale Maydos'a üst rütbelerde zabitler ile Bahriye Nâzın Ferik Hurşid Paşa'yı getirmiş burada, pek mühim bir istişare yapıldı. Düşman eline geçen bazı adaları istirdat etmek için beraberlik İçinde harekâtı tavsiye ederler. Donanma böyle bir harekâta lojistik destek veremeyeceğini ifade ederken, düş­manı tedirgin edecek her harekâta taraftar olduğunu beyan eder. Bu arada da bahse konu toplantı da, donanmanın yeni­den tanzimi kararlaştırıldı. Mecidiye, Berk-i Satvet 1, donan­ma kolunu teşkil ederek, Çanakkale'den İmroz(Gökçeada)a hareket etti.

 

2. Donanma kolu ise boğazlan muhafaza durumunu üst­lendi ve enerjik komutan Yüzbaşı Hüseyin Rauf (Orbay) Bey, düşmanın Çanakkale üzerine saldırılarına karşı, düşmanlara mukavemet göreviyle tâyini yapıldı. İki kol hâline getiriien donanmanın bu tanzimini Rauf Bey, Anadolu kıyılarına menfi tesir veren Yunan destroyerlerini sıkıştırmaya bakacaktı. 22/Aralık/1912'de Yunan denizaltısı (Tahteibahr) Mecidiye gemimize bir torpil atar ancak torpilin gemimizi ıskaladığı görülürki bu dünya târihinde ilk defa yapılan denizaltı torpili saldırışıdır.

 

 

 

İmroz (Gökçeada) Bombardımanı

 

 

10/Ocak/1913'de Albay Ramiz Bey, başkomutan sıfatıyla İmroz adasında üslenen düşman gemilerinin burdan ayrılma­larını temin babında, ada'nın gemilerimizin hepsinin iştirak edeceği bir bombardıman taarruzu yapmalarını emretti. Plân şöyleydi: Nümûne-i Hayat adlı gemimizin haricinde bütün gemiler denize açılacaklar, savaş gemileri İmroz'a saldıracak ve Asar-i Tevfik, İntibah ve dört torbido-bot Çanakkale boğ­azı açıklarındaki sularda devriye vazifesi yapacaklardı. Has­tane gemisi Reşid Paşa Çanakkalede kalacak Tir-i Müjgân (Sultan 2.Abdülhamid'in validesinin adı) gemimizse, Kum-kale yakınlarında saf tutacaktı. Sancak gemimiz Barbaros Hayreddin liderliğinde Turgut Reis, Mesudiye ve Asar-i Tev­fik; Hellas burnunu aştığında önlerinde Mecidiye ve Hamidi-ye'nin gittiğini gördüler. Ana filo 12,5 mil süratle öndeki ge­mileri takip etmekteydi. Krovozörler saat 8.33'de iki düşman destroye ri görürler takibe başlarlarsa da mesafe ikibin met­reye düştüğünde Yunan gemileri dönüp kaçarlar.

 

Gemilerimiz bunun üzerine hızlarını kesip ana filonun gel­mesine intizar eder. Bu arada da Tir-i Müjgân gemimiz, Asar-ı Tevfik Hen bölgesinde bir düşman gemisi olduğu haberini alır. Ramiz Bey, derhal filoya geri dönmesini emreder. Krovözörler olsun, eskort destroyerleri toplanır ve Çanakkale'ye doğru rota düzeltilir. Kefalo burnuna doğru paralel bir rota da giden filomuz, Asar-ı Tevfik'den doğu istikametinden üç tane düşman gemisinin gelmekte olduğu haberini alır. Gemileri­miz bu gemileri görünce ateş açarlar, onlarda firar yoluna düşerler. Bu denizdeki operasyonlar Nisan/1913'ün sonları­na kadar devam etti.

 

 

 

Marmara Deniz Operasyonları

 

 

7/Kasım/l912'de Tekirdağ, Bulgar işgaline mâruz kaldı. Asar-ı Tevfik adlı gemimiz kumsalı bombaladıysa da, düş­mana bir zarar veremedi. Turgut Reis ve Basra gemilerimiz­de gelip bir kaç gün bombardıman yapıp geri çekildiler. Cep­hane sıkıntısı kendini göstermeye başladığından bombardı­man müddeti kısıtlı tutuluyor böylece istenen netice elde edi­lemiyordu. Bu da ülkenin kendi savaş ihtiyaçlarını kendisinin bol bol karşılamasının gerektiğini ortaya koyan husus olma­lıdır herhalde. İthal silahla yapılacak bir savaşın akıbeti her zaman bir meçhuliyet arzeder. Şimdi Hamidiye kruvözörün-den bahsederek donanma ile ilgili bölümü de tamamlayalım.

 

Osmanlı Donanmasının belkide dünyaca bilinen girişimle­rinden biri Hamidiye Krövözörü ve eski başbakanlarımızdan bu kravÖzörün kumandanı Yüzbaşı Hüseyin Rauf (Or-bay'1881 -1964) Bey'in gerçekleştirdiği peşpeşe üç adımdan oluşan ünlü vur-kaç harekâtıdır.

 

Hüseyin Rauf Bey, İttihat ve Terakki harekâtına genç bir deniz yüzbaşısı olarak katıldı. 1908'den, 191 l'e kadar ko­muta ettiği Peyk-i Şevket'in kaptanı iken, Sultan Abdülha-mid'in tahtdan çekilme krizinde faal bir rol aldı. İtalya sava­şının patlak vermesiyle Peyk-i Şevket, Süveyş'de enterne edilince Hüseyin Rauf Bey, Hamidiye'nin komutanlığını al­mak üzere İstanbul'a dönmek mecburiyetinde kaldı.

 

Kendisini hep siyasete karışmış bir subay olarak gördükle­rinden Balkan savaşları nihayetlendiğinde Bahriye Nazırlığı­na getirilmesi pek tabii idi. Bir çok siyasi görevleri subay olarak yüklendi. Hele 30/Ekim/1918'de Mondros'ta imzala­dığı mütarekede baş murahhas olması üzerine takılı kalan bir târihi olaydır.

 

Yunanlıların Averof zırhlısının varlığı Osmanlı donanması için mühim bir dert olmuştu. O varken bizim gemilere Yu­nanlıların ancak küçük gemilerini batırmak şansı kalıyordu. Rauf Bey Hamidiye ile bu işi istenilen duruma getirmek için denize açılıyordu. 15/Ocak/1913'de İngilizlerin ticaret gemi­lerinden olan Alexsandra'yı korumakta olan Makedonya ge­misini gözüne kestiren Rauf Bey, bu gemiyi batırmaya mu­vaffak olur. Artık hedefi Averof zırhlısı olmuştur. Kaptan Londoriotis. Rauf Bey'in eline düşmemek için kendini tuzak­lardan korumakdan başka bir şey yapamaz hâle gelir.

 

16/Ocak/1913'de Girit üzerine rota kıran Rauf Bey, 18/Ocak'da Beyrut önlerinde demir atar. Burdan aldığı kumanya ve kömürle birlikte Mısır üzerine rota çevirir. Ertesi gün Port-Said'e gelir. Mısır laf itibarıyla bizde ise de, İngilizle­rin menfi tesiri burada kendini gösterir ve 150 ton kömür alabilir ve ancak küçük kazanlarının tamirini yaptırabilir. 21/Ocak/1913'de tarafsız sularda bir müddet kalan Hamidi­ye gemimiz Port-Said'den ayrılarak, Süveyş Kanalından ge­çer ve Kizıldeniz'e açılır. Burada bulunan bütün Osmanlı li­manlarına uğrar ve kendilerine ulaşacak emirleri beklemekte ve bu arada da yakıt olarak kullanacakları kömürleri de alır­lardı. 21/Ocak/1913'de Port-Said'den başlayan ve 7/Ey-lüi/1913'e kadar süren seferin 7 ay, 17 gün sürdüğünü ve

 

Dolmabahçe önlerinde demirlediğinde nice deniz baskınlarını gerçekleştirmiştir.

 

 

 

1.Dünya Savaşı Ve Donanmamız

 

 

Eğer biri kalkıp, 1.cihan harbine girişimizin sebebi donan­madır dese bunu yalanlayacak gücümüzün olmadığı görülür. Çünkü bir plânmı yoksa hasbel kadermi henüz kesinlik ka­zanmamış ve bundan sonra da, kesinleşmesi pek kabil ol­mayan Goben ve Breslav adlı gemilerin Çanakkale Boğazına iltica etmeleri ve daha sonra da Almanlardan satın alındı muamelesi yapılarak bayrağımızın çekildiği bu iki geminin, mürettebat ve süvarisinin sadece Osmanlı üniforması giye­rek aynı gemilerde vazife görmelerine bakarsak bu iltica ve satın alınmanın pek tesadüfe bağlı olmadığını göz önüne al­ma hususunda hayli güçlü iddialar mevcuddur.

 

Devlet memurlarının maaşını vermekten aciz hâle gelmiş bulunan Osmanlı mâliyesinin, gemi alacak bir durumu olma­dığı pek açıktır. Nitekim, Osmanlı donanmasının Karade­niz'de yaptığı bir tatbikat esnasında Rus limanlarını bu iki geminin bombardıman etmesi savaş sebebi sayılmıştı. Os­manlı başkumandan vekili Enver Paşa'nin katıksız bir Aiman hayranlığı, bu ülke kurmaylarının görüşlerine meclup olma­sına da yol açmıştı. 1/Ağustos'u 2/Ağustos'a bağ- layan ge­ce Sadrıazam Said Halim Paşa'nın Yeşilköy'deki ikametgâ­hında Rusya; Almanya,Avusturya ve Macaristan'a bir saldırı yaparsa Osmanlı devletide bu devletler yanında Ruslara kar­şı savaşa girecekti. Akabinde de, Almanya gerek gemileri­mizin tamiri, gerekse Boğaz tahkimatındaki topların gözden geçirilmesi dahil bir teknisyenler gurubu gönderdi. Bunların mühendis ve teknisyen ile uzman sayısı altıyüz kişiyi bul­makta kumandanları da Amiral Von Cisedom idi. Bunlar ilk iş

 

OSMANLI TARİHİ olarak, Barbaros Hayreddin, Mecidiye ve Peyk-i Şevket bir de Mesudiye zırhlımız İstanbul'a gelmiş olduklarından derhal incelemeye alındı ve eksikleri tesbit olunup giderildi birde güzelce gemiler boyandı. Cephane, kömür ve erzak ile yük­lenerek seyire hazır hâle getirildi. Fakat; savaşın daha ilk dö­neminde yakıt yâni mazot ihtiyacı için Rusya ve Romanya'ya muhtaç haldeydik. Kömür istihsalimizde ihtiyacımızı karşıla-makda zorluk çekmekteydi. Böylece de donanmamız fevka­lâde bir durumda olmayıp da, büyük gayretlere bağlı olarak deniz hareketlerini yerine getirmeğe çalışmaktaydı.

 

 

 

Türkiye Cumhuriyeti Başbakanları

 

 

ADI     SOYADI   D           V            NASBİ -   İSTİFASI      MÜDDET "

 

1-  Mustafa Kemâl          Atatürk    1881    10/11/1938   23/4/1920- 24/01/1921    0.09.01

 

2-   Mustafa Fevzi            Çakmak  1876    10/4/1950   24/I/192I- 12/07/1922     1.05.29

 

3-  Hüscyin Rauf              Orbay      1881            1964  12/71922-  14/08/1923    1.01.03

 

4- Ali Felhi                     Okyar     1880          1943   14/8/1923- 29/10/1923       0.02,16

 

S- Muslafa İsmet              İnönü    1884        1973   29/10/1923-22/1 f/1924       1.00.24

 

6- Ali Fethi (2.dcfa)          Okyar     1880         1943   22/1 1/1924-3/3/1925         0.03.1 1

 

7- Mustala İsmct(2.dcfa) İnönü    1884        İ973 3/3/1925 - 1/1 1/I937(5kb.)l2,7.29

 

8- Mahmud Cclfıl            Bayar     1883           İ986  1/1 l/1937-25/l/I939(2kb) 01.2.24

 

9- Dr. Refik                   Saydam    1881          1942 25/1/1939-8/7/!942(2kb)    2.05.14

 

10- Mehmcd Şükrü       Saraçoğlu 1887          1953 8/7/1942- l2/8/l946(2kb) 4.01.05

 

11- Recep                    Pcker         1886      .    1950 12/8/1946- 10/9/1947             1.00.29

 

12- Hasan Hüsnî            Saka         1886          1960 10/9/1947- 16/l/1949(2kb) 1.04.06

 

13- Mch.Şcmscdtlin     Günaltay    1883         1961 16/1/1949-22/5/1950            1.04.07

 

14- Adnan                    Menderes   1899          1961 22/5/1950-27/5/196()(5kb) 10.00.05

 

15- CcmfıI                    Gürsel         1895           1966 27/5/1960-20/11/1961       01.05.24

 

16- Mustara                  İsmel         1884         1973 20/1 1/1961 -23/2/1965(3kb)O3.O3.O3

 

17- Sual Hayri              Ürgüplü      1903        1981 23/2/1965- 27/10/1965          0.08.02

 

I8- Süleyman Sim        Demirci      1924        27/10/1965-26/3/1971 (4kb)

 

19- Prof.Dr.Nihad         Erim

 

20-Fcrid                     Melen

 

21-Naim                    Talû

 

22-Mustafa Bülend    Ecevil

 

23-Prof.Dr.Sadi         Irmak

 

24-Süieyman Sırrı       Demirci

 

25- Mustafa Bülend    Eccvit

 

26- Süleyman Sırrı      Demirel

 

27-Mustafa Bülend    Ecevil

 

28-Sülcyman Sırrı      Demirel

 

29-Bülend                 Ulusu

 

30- Barbaros Turgut   Özal

 

31-Yıldinm               Akbutul

 

32-Ahmet Mesut       Yılmaz

 

33-Süicyman Sırrı     Demirel

 

34-Tansu                  Çiller

 

35-Ahmct Mesul     Yılmaz

 

 36-Necmeddin        Erbakan

 

 37-Ahmel Mesul      Yılmaz

 

 38-Mustafa Bülend Ecevil

 

39 Abdullah Gül

 

40 Recep Tayyib Erdoğan

 

 

 

i 912 1980 26/3/1971- 5/6/1972{2kb) 1906       1989    5/6/1972-16/4/1973

 

5.02.29 1 ,2.10 0.10.11

 

1919                   16/4/1973-25/1 /1974      0, 9.0

 

1925                 25/1/1974-17/! 1/1974    0. 9.23

 

1904                   17/1 1/1974-31/3/1975      0.4.14

 

1924                  31/3/1975-21/6/1977   2.2.21

 

1925                    21/6/1977-21/7/1977     0, 1.0

 

1924                   21/7/1977- 5/1/1978      0,5,15

 

1925                   5/1/1978- 12/11/1979    1.10,8 1924                  12/11/1979-12/9/1980   0.10.0

 

1923                    21/9/1980- 13/12/1983   3,2.22 1927        1993     13/12/1983-31/10/1989 5.10.19 1934                  9/1 1/1989-  23/6/199!      1. 7.14 1946                 23/6/1991 - 20/11/1991    0.5.3

 

1924                   20/1 1/1991- 25/6/1993     1, 7. 5 1946                 25/6/1993 - 6/3/1996(3kb)2, 8.1 1 1946                 6/3/1996- 28/6/1996          0. 3.22

 

1926                   28/6/1996- 30/6/1997         0.1 1.2 1946                 30/6/1997- 11/1/1999         1.6.11

 

1925                    11/1/1999- 28/5/1999         0,4.17 1925                 28/5/1999 - devam ediyor

 

Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurulmasına ön ayak olan TBMM'nin küşadi île bu eserin yazıldığı güne kadar,icra ve­killeri heyeti reisliği, başvekillik ve başbakanlık unvanlarını hâiz olarak hükümeti yürüten zevatın tamamı yirmialtı (26) kişiden müteşekkil olmuştur. Bunlardan enfazla başvekillik görevi yapan zat Mustafa İsmet Jnönü(Paşa) olup dokuz (9) tane hükümet kurmuştur. Yekûn müddeti 17 sene, 0 ay, 2 1 günü bulmaktadır. Demokrat Parti döneminin tek başba­kanı Adnan Menderes beş (5) kabine kurmuş ve müddetide 10 sene, 0 ay, 5 gün sürmüştür. Süleyman Demirel sekiz (8) kabine kurmak suretiyle müddet olarak 10 se ne, 4 ay, 10 gün süren başbakanlığı ikinci olarak en uzun müddet sürmüştür. Barbaros Turgut Özal ve Mustafa Bülend Ecevİt beş (5) kabine kurmuşlardır. Ahmed Mesud Yılmaz ve ülke­nin ilk ve hali hazırdaki tek kadın başbakanı Tansu Çiller üç (3) defa kabine kurmuşlardır. Ali Fethi (Okyar), Celâl Ba-yar, Dr.Refik Saydam, Şükrü Saraçoğlu, Hasan Hüsnî Sa­ka, Prof. Nihad Erim iki (2) kabine teşekkül ettirmişlerdir. Bütün bunların ve birer defa kabine kurmuşların hükümet sayısı, elliyedi (57) hükümeti meydana getirmiştir.

 

İşbu Osmanlı Târihi çalışmasını Hasırcızâde Metin Hasırcı 20/Ramazan/1423-25/Kasım/2002 târihinde İstanbul Ümraniye Sangâzi Köyünde, Şahin Sokakta ikamet etmekte olduğu evde ikmâl etmiş bulunmaktadır. Bu çalışmanın târih tet­kiklerini sevenlere faydalı olması en büyük temennisidir. Mustafa 'dan olma Hatem'den doğma

 

1359/1940 FİEMANİLLAH