İMAM EŞ’ARİ :
Ehl-i sünnetin i'tikaddaki
iki imamından biri. İsmi, Ali bin İsmail’dir. Künyesi, Ebü'l-Hasen'dir. 260
veya 266 (m. 879) senesinde Basra'da doğdu. 324 veya 330 (m. 941) da Bağdad'da vefat
etti. Basra kapısı ile Kerh arasındaki kabristana defn edildi. Soyu, Eshab-ı
kiramdan bir sahabeye dayanmakta olup, şeceresi şöyledir: Ali bin İsmail bin
İshak bin Sâlim bin İsmail bin Abdullah bin Musa bin Bilal bin Ebî Bürde bin
Ebü Müsel-Eş'arî'dir.
İmam-ı Eş'arî, üvey babası
ile mu'tezile kelâmcılarından olan Ebü Ali Cübbaî'nin talebesi olduğundan, bu
bozuk yol üzerine yetiştirilmişti. 40 yaşına kadar mutezile fırkasında
bulunmuştur. Bu fırkanın meşhurları arasına katılmıştı. 40 yaşından sonra bu
bozuk yoldan dönmüştür.
İmam-ı Eş'arî
hazretlerinin, bu bozuk yoldan dönmesi şöyle nakledilir:
Bir Ramazan-ı şerif ayının
ilk günlerinde rüyasında Peygamber efendimizi gördü. Peygamberimiz ona:
"Ya Ali, benden nakledilen yola yardım eyle" buyurdular.
Bu rüyadan sonra Ramazan-ı
şerif ayının ortasında, ikinci defa Peygamber efendimizi rüyada görmekle
şereflendi. Rüyasında, "Sana emrettiğim şey ne oldu, ne yaptın?"
buyurdu. "Benden bildirilen yola, sünnetime yardım et, bu yola uy!" buyurdular.
Bu rü'yadan sonra kelâm ile uğraşmayı terk etti.
Üçüncü defa Ramazan-ı
şerifin yirmiyedinci gecesi, Peygamber efendimizi rüyada gördü. "Sana
emrettiğim şey ne oldu?" buyurdu. "Kelâm ilmini terk edip, Kur'an-ı
kerim ve hadîs ilmine sarıldım" dedi. "Benden rivayet edilen,
bildirilen yola, sünnetime yardımcı olmanı emrettim" buyurdu. Bunun
üzerine îmam-ı Eş'ari özür dileyip, "Mes'elelerini ve delillerini öğrenmek
için otuz yıl harcadığım yolu (mu'tezileyi), nasıl terk edeyim?" dedi.
Peygamber efendimiz, "Allahü teâlâ sana, ilahî yardımı ile yardım eyledi.
Bunu yakînen bilmeseydim sana böyle emretmezdim" buyurdu. İmam-ı Eş'ari bu
rüyayı da gördükten sonra uyanıp, "Hakdan öte, sapıklıktan başka bir şey
yok" diyerek, mu'tezile yolundan dönüp, Ehl-i sünnet i'tikadına girdi.
Bu rüyasından sonra onbeş
gün evinden çıkmadı. Mes'eleleri derinlemesine inceleyip, gözden geçirdi. Sonra
Basra Camii'ne gidip, kürsüye çıktı. O sırada mu'tezile bozuk yolunun meşhur ve
kuvvetli âlimlerinden sayılan ve böyle bilinen îmam-ı Eş'ari, kürsüden cemâate
şöyle hitabetti: "Ey insanlar! Çoktan beri size görünmez oldum. Dikkatle
düşündüm. İnsafla inceledim. Yanımdaki delilleri gözden geçirdim. Tercih
hususunda zorlandım. Sonunda Allahü teâlâdan beni hidayete, doğru yola
kavuşturmasını istedim, dua ettim. Allahü teâlâ beni hidayete, doğru yola
kavuşturdu. Mu'tezile yoluna ait i'tikadlarımın hepsinden vazgeçip,
kurtuldum" diyerek, Ehl-i sünnet i'tikadına girdiğini herkese ilan etti.
Önceden mu'tezile yolu
üzere yazdıklarını ve bildirdiklerini iptal etti. Ehl-i sünnet i'tikadı üzere
kitaplar yazıp, dağıttı, ömrünün sonuna kadar bu doğru i'tikadın yayılması için
uğraştı
Ebü'1-Hasen-i Eş'ari
hazretlerinin Ehl-i sünnet mezhebine geçmesi ile, kelâm ilmi, mu'tezilenin
elinden kurtulmuş oldu. Onların elinde tehlikeli ve zararlı iken, doğru yolda
gidenlere rehber oldu. Onun Ehl-i sünnete geçmesi, Ehl-i sünnet i'tikadının
yayılmasında büyük bir zafer olmuştur. O zaman te'sirli ve zararlı olan
mu'tezile yolu mensupları, îmam-ı Eş'ari hazretleri tarafindan susturulmuştur.
Onları öyle zorlayıp sıkıştırdı ki, hepsi küçük ve güçsüz karıncalar gibi
kaldılar. Daha önce hocası olan mu'tezilenin ileri gelenlerinden Ebü Ali Cübbaî
ile yaptığı münazarada onu mağlub etti. Çok meşhur olmasına rağmen, Eş'arî
hazretlerinin karşısında cevap vermekten aciz kaldı.
Ebü Sehl Su'lûkî şöyle
anlatır: "Basra'da bir mecliste Ebü'l-Hasen Eş'ari ile mu'tezilîler
arasında çetin bir münazara oldu. Mu'tezilîler çok kalabalıktı. Onunla
münazaraya giren herkes yeniliyor, susmak mecburiyetinde kalıyordu. Öyle oldu
ki, o gün artık kimse onun karşısına çıkamadı. İkinci defa böyle bir münazara
için gittiğimizde, mu'tezileden kimse gelmemiş, münazaraya cesaret
edememişlerdi. Bunun üzerine bir zat îmam-ı Eş'arî'ye: "Firar ettiler,
kaçtılar yaz, kapıya as!" dedi.
İmam-ı Eş'ari hazretleri;
tefsir, hadîs ve fıkıh ilmini zamanın meşhur âlimlerinden olan Zekeriyya bin
Yahya es-Sacî'den, Ebü Halîfe el-Cumhî, Sehl bin Serh, Muhammed bin Ya'küb
el-Mukrî, Abdurrahman bin Halef ed-Dabî'den öğrenmiştir.
Bağdad'da Cami-i Mensür'da
Cum'a günleri Ebü İshak Mervezî'nin hadîs derslerine devam etmiş, kendisi de
Ebü İshak Mervezî'ye kelâm ilmini öğretmiştir.
İmam-ı Eş'ari hazretleri
tasavvuf ilminde de âlim ve evliya idi. Ebü İshak İsferanî şöyle demiştir:
"Benim ilmim, Şeyh Ebü'l-Hasen Bahilî'nin ilmi yanında, deniz yanında bir
damla gibidir. Ebü'l-Hasen Bahilî'nin de, benim ilmim, Ebü'l-Hasen Eş'arî'nin
ilmi yanında, deniz yanındaki bir damla gibidir, dediğini işittim."
İmam-ı Eş'arî, gayet tatlı,
açık ve ikna edici konuşurdu. Bu sebeple hocası Cübbaî, daha önce münazaralara
kendi yerine onu gönderirdi. Hakkın, doğrunun ortaya çıkması için mücadeleyi
sever, yazarak ve anlatarak hak uğrunda müdafaadan yılmazdı.
İmam-ı Eş'arî hazretlerinin
zamanı, mu'tezile fırkasının Ehl-i sünnete çok saldırdığı, hatta zorbaya baş
vurduğu bir döneme rastlamaktadır. Valilik, kadılık gibi makamlar, mu'tezile
fırkasından olanların elinde bulunuyordu. Böylece bozuk i'tikadlarını
yayıyorlar, insanları saptırıp, îmanları ile oynuyorlardı. Bu sırada İmam-ı
Eş'arî ve diğer Ehl-i sünnet âlimleri, kitablar yazarak onları reddediyor,
bozuk fikirlerini çürütüyorlardı. İmam-ı Eş'arî ayrıca, mu'tezile fırkasının
ileri gelenleri ile çetin münazaralara girip, onları susturdu. Kendisine, neden
onların yanlarına, hatta devlet erkanından olanlarının makamına gittiği
sorulunca, şöyle cevap vermiştir: "Onlar valilik, kadılık gibi makamlarda
bulunuyorlar. Kibirleri sebebi ile bize gelmezler. Biz de gitmezsek, hak nasıl
ortaya çıkacak? Ehl-i sünneti anlatanların, onu yayıp, hizmet edenlerin
bulunduğunu nasıl bilecekler ve nasıl anlayacaklar?"
Ebü Abdullah ibni Hafif
şöyle anlatmıştır: "Gençliğimde, îmam-ı Eş'arî hazretlerini görmek için
Basra'ya gitmiştim.
Basra'ya vardığımda,
heybetli ve güzel yüzlü, yaşlıca bir zat gördüm. Ona, "Ebü'l- Hasen Eş'arî
hazretlerinin evi nerededir?" dedim. "Onu niçin arıyorsun?"
dedi. "Onu seviyorum ve görüşmek istiyorum" dedim. Bana, "Yarın
erkenden buraya gel" dedi. Ertesi gün erkenden söylediği yere gittim. Beni
yanına alıp, Basra'nın ileri gelenlerinden birinin evine götürdü, içeri
girince, o zata yer gösterdiler. O da oturdu. Mu'tezilenin meşhur âlimleri,
münazara için orada toplanmıştı. Biz girip oturduktan sonra, o mecliste
bulunanlar, aralarında oturan bir mu'tezile âlimine çeşitli mes'eleler sormaya
başladılar. O şahıs cevap vermeye başlayınca, beni oraya götüren zat karşısına
çıkıp, söylediği yanlış şeyleri reddediyor, doğrusunu söyleyip, onu
susturuyordu. Öyle konuşuyordu ki, dinleyenleri tam ikna edip, doyurucu bilgi
veriyordu.
Ben, bu zatın haline ve
ilmine hayran oldum. Yanımda bulunan birine "Bu zat kimdir?" dedim.
"Ebü'l-Hasen Eş'arî'dir" dedi. İmam-ı Eş'arî evden çıktıktan sonra,
yine peşinden gittim. Yanına yaklaşınca, İmam-ı Eş'arî'yi ve hizmetini nasıl
buldun?" buyurdu. "Fevkalade" dedim.
Sonra, "Efendim, o
mecliste neden siz baştan bir mes'ele sormadınız? Başkaları sorduktan sonra
mevzuya girdiniz?" dedim.
“Biz, bunlarla konuşmak
için söze girmiyoruz. Ancak Allahü teâlânın dîninde yanlış ve sapık şeyler
söylediklerinde reddediyoruz. Yanlış olduğunu isnat edip, kendilerine doğrusunu
bildiriyoruz” buyurdu."
İmam-ı Eş'ari; eser yazmak,
münazaralara girmek ve kıymetli talebeler yetiştirmek suretiyle, Ehl-i ' sünnet
i'tikadının yayılması ve böylece insanların saadete kavuşması hususunda büyük
hizmetler yapmıştır. Yetiştirdiği talebelerinden bir kısmı şu zatlardır: Ebü
Abdullah Muhammed bin Abdullah, Ebü'l-Hasen Bahilî, Ebü Abdullah bin Hafif
Şirazî, Hafız Ebü Bekr Cürcanî el-îsmailî, Şeyh Ebü Muhammed Taberî el-Irakî,
Zahir bin Ahmed Serahsî, Ebü Abdullah Hameveyh es-Sayrafî, Dimyanî.
Bunlardan Ebü Abdullah Taî,
îmam-ı Ebü Bekr Bakıllanî'nin hocasıdır. Ebü'l Hasen Bahilî de Ebü İshak
îsferanî'nin ve hocası olan Ebü Bekr Fürek'in hocasıdır. Bu zat, önceden
imamiyye fırkasından iken, Ebü'l-Hasen Eş'arî hazretleri ile yaptığı bir
münazara ve ilmî mübahese sonunda hatasını anlayıp, imamiyye fırkasını
terkedip, Ehl-i sünnet i'tikadına girdi, îmam-ı Eş'ari'nin bildirdiği i'tikadı
Basra'da yaydı, îbn-i Hafif ise, İmam-ı Eş'arî'nin en meşhur talebelerinden
olup, (Şeyh-i Şiraziyyîn) Şirazlıların şeyhi, üstadı ismiyle meşhur olmuştur.
Diğer meşhur bir talebesi
olan Dimyanî ile İbn-i Hafif, İmam-ı Eş'arî'nin münazara meclislerinde yanında
bulunurlardı. Talebelerinden Ebü Abdullah Hameveyh es-Sayrafi, uzun müddet
îmam-ı Eş'arî'nin yanında bulunmuştur. Sonra memleketi Sirafa dönüp, orada ders
verip, talebe yetiştirmiş; îmam-ı Eş'ari'nin bildirdiği i'tikad bilgilerini
memleketinde yaymıştır.
Şeyh Ebü Ali Zahir de, hocası
îmam-ı Eş'arî'den öğrendiği Ehl-i sünnet bilgilerini Horasan'da yaydı. Böylece
îmam-ı Eş'ari'nin bildirdiği i'tikad bilgileri, Ehl-i sünnet mezhebi, doğuda ve
batıda yayıldı. Hicri 300 senesinden itibaren Irak havalisinde, iran'da
yayıldı. Selçuklu devleti hükümdarlarının resmî mezhebi oldu. Daha sonra
Atabekler tarafından müdafaa edilip, Şam ve Bağdad çevresinde yayıldı.
Selahüddin Eyyübî Mısır'ı fethedince, orada da yayıldı.
Eserleri:
İmam-ı Eş'ari hazretlerinin
eserleri, beş grubta toplanır:
1. Kırk yaşından önce
mu'tezile iken yazdığı eserler. Bunları sonradan iptal etmiştir.
2. Felsefecilere, yahudi,
hıristiyan ve mecüsîlere yazdığı reddiyeler.
3. Hariciye, mu'tezile, şîa
ve zâhiriyye fırkalarına yazdığı reddiyeler.
4. Makalatlar
5. Kendisine sorulan
suallere cevap olarak yazdığı risaleler ve diğerleri.
Eb'ül-Hasen el-Eş'arî
hazretlerinin pekçok eseri vardır. Bunları îbn-i Asakir "Tebyîn"
isimli eserinde, îbn-i Fürek'den nakledip, isimlerini yazmıştır, îbn-i Fûrek
ise, "Ebü'l-Hasen el-Eş'arî, el-Umed (veya el-Gamed) adlı kitabında, kendi
eserlerini saydığını bildirmektedir. Bu eserler, onun yanında dersini
dinliyenlere söyliyerek yazdırdıkları, çeşitli İslam memleketlerinden sorulan
suallere verdiği cevapları ihtiva eden, üçyüzyirmi senesine kadar yazdığı
kitaplardır. Bundan sonra üçyüzyirmidört senesine kadar da pekçok eser
yazmıştır." demektedir, İbn-i Fürek ayrıca, Ebü'l-Hasen el-Eş'arî'nin
el-Umed adlı eserinde isimlerini bildirdiği eserlerden başka kitaplarını da
bildirmektedir.
"El-Umed" adlı
eserde bildirilen kitaplardan ba'zıları:
l- Kitab-ül-F'usül:
Mulhidler (dinsizler), tabiatçı felsefeciler, dehrîler, zamanın ve alemin kadîm
olduğuna inananlara reddiyedir. Bu kitapda; brehmenler, yahüdiler,
hıristiyanlar ve mecüsîlere de cevaplar vermiştir. Bu kitap büyük bir eserdir.
2. Mücez: On iki kitaptan
ibarettir.
3. Halk-ül-efal.
4. İstitaa hakkındaki kitap
5. Sıfatlar hakkındaki
kitap
6. El-Luma fi'r-reddi ala
ehli'z-zeygi ve'l bida': Kur'an-ı kerîm, Allahü teâlânın iradesi, Allahü
teâlânın görülmesi, kader, istitaa, va'd ve va'îd ve imamet mes'elelerinden
bahseden on bölüm ihtiva eden kıymetli bir kitaptır, İmam-ı Eş'arî
hazretlerinin hu mevzularda söyledikleri hakkında iyi bir kaynaktır. Yakın
zamanda Mısır'da ve Beyrut'ta basılmıştır. Beyrut baskısında, ayrıca Richard
J.Mc. Carthy tarafından bir mukaddime ve İngilizce’ye tercümesi vardır. Spitta,
bu eseri hülasa ederek, Joselp Heli tarafından Almancaya tercüme edilmiştir.
7. Risalet-ül-îman: Spitta
bu kitabı Almancaya tercüme etmiştir.
8. Kitab-ul-Funün:
Mulhidlere (dinsizlere. cevap olarak yazılmıştır.
9. Kitab-ün-Nevadir: Kelâm
ilminin inceliklerini anlatır.
10. Dehrilerin
(dinsizlerin) Ehl-i tevhid'ı karşı yaptıkları bütün itirazlarının toplandığı
bir kitap.
11. El-Cevher fi'r-Reddi
ala ehli'z-Zeygi ve'l-Münker.
12. Nazar, istidlal ve
şartları hakkında Lübbaî'nin suallerine verilen cevaplar.
13. Mekalat-ül-felasife:
Felsefecilere cevap olarak yazılmış bir eserdir. Kitap üç makaleyi ihtiva eder.
Eserde îbn-i Kays ed-Dehrî'nin ba'zı şüpheleri, Aristo'nun sema (gök) ve alem
hakkındaki fikirleri çürütülmüş; hadiseleri, saadet ve şekaveti yıldızlara
bağlıyanlara lazım gelen şeyler açıklanmıştır.
14. Cevab-ül-Horasaniyyîn:
Çeşitli meseleleri ihtiva eder.
El-Umed'de bildirilenlerden
başka, îbn-i Fürek'in zikrettiği eserlerinden bazıları da şunlardır:
1. Tenasühe inananlar
hakkındaki eser.
2. Mantıkçılara dair
yazılan eser.
3. Hıristiyanlar hakkında
yazılan kitap.
4. Delail-ün-nübüvve
hakkındaki kitap.
İmam-ı Eş'arî'nin ayrıca:
Risale ketebbiha ila ehli's-sagr bi bab-ül-ebvab adlı eseri vardır. Kitap,
Kafkas dağlarının Hazar denizi ile bitiştiği yerde bab-ül-ebvab (Demirkapı
yahud Derbend) denilen kasabanın âlimlerine yazılmıştır. Bu eser, Ehl-i sünnet
vel-cemaat âlimlerini geniş olarak anlatmaktadır.
Bunlardan başka şu eserleri
de meşhurdur:
Makalat-ül-îslamiyyîn: Bu
eserinde i'tikadî fırkalardan ve kelâm ilminin ince mes'elelerinden
bahsetmektedir. Matbüdur.
El-îbane an usül-üd-diyane;
Ehl-i sünnet dışı fırkaların reddi için yazılmış olup, bu husustaki delilleri
içinde topladığı eseridir.
Kavl-ül-cumlat,
Eshab-ül-hadîs ve Ehlüs-Sünne fi'l-i'tikad (basılmamıştır.)
Risalet-ül-istihsan
el-Havdu fi ilm-il-kelâm, basılmıştır, ingilizce tercümesi vardır.
İzah-ül-Bürhan et-Tebyîn
ala usülid-dîn, Kitab-ül-ulüm, Tefsîr-ül Kur'an- eş-Şerh vet-tafsîl, îbn-i
Asakir'in bildirdiğine göre, Ebü'l-Hasen Eş'ari'nin tefsiri 70 veya 300 cild
idi.
İmam-ı Eş'ari, Ehl-i
sünnetin i'tikadda iki imamından biridir, î'tikadda diğer imam da, îmam-ı
Matüridî'dir. Bu iki büyük âlim, Ehl-i sünnet i'tikadını yaymış olup, i'tikadda
iki imamdırlar. Ehl-i sünnetin reisi ise îmam-ı a'zamdır.
İmam-ı a'zam Ebü Hanîfe
fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırdığı ve usuller, metodlar
koyduğu gibi, Resulullahın ve Eshab-ı kiramın bildirdiği i'tikad, îman
bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine bildirdi. Talebesinden, ilm-i
kelâm, ya'ni îman bilgileri mütehassısları yetişti. Bunlardan îmam-ı a'zamın
talebesi olan îmam-ı Muhammed Şeybanî'nin yetiştirdiklerinden, Ebü Bekr-i
Cürcanî dünyaca meşhur oldu. Bunun talebesinden de, Ebü Nasır-ı lyad, kelâm
ilminde, Ebü Mensür-i Maturîdî'yi yetiştirdi. Ebü Mensur, îmam-ı a'zamdan gelen
kelâm bilgilerini kitaplara yazdı. Doğru yoldan sapmış olanlarla mücadele
ederek, Ehl-i sünnet i'tikadını kuvvetlendirdi ve her tarafa yaydı.
İmam-ı Eş'arî de; îmam-ı
Şafiî'nin talebesi zincirinde, bulunmaktadır. Bu iki büyük imam, Eshab-ı kiram,
Tabiin ve Tebe-i tabiînin bildirdiği i'tikad ve îman bilgilerini açıklamışlar,
kısımlara bölmüşler, herkesin anlayabileceği bir şekilde yaymışlardır. Eş'ari
ve Matürîdî, hocalarının müşterek mezhebi olan Ehl-i sünnet vel-cemaattan
dışarı çıkmamışlardır.
Bu iki imamın ve
hocalarının ve bunlarında hocaları olan, amelde dört hak mezheb imamlarının ve
onlara tabi olanların îmanda, i'tikadda tek bir mezhebi vardır.
Bu mezheb Ehl-i sünnet
vel-cemaat mezhebidir. Çünkü islamiyet, bütün insanlara yalnız bir tek îmanı ve
i'tikadı emretmektedir. Bu îmanın esaslarını ve nasıl i'tikad edileceğini,
bizzat Peygamberimiz Muhammed aleyhisselam tebliğ etmiştir.
İnsanlara, kendilerini ve
herşeyi yaratan Allahü teâlâyı haber veren Peygamberimiz, Allahü teâlaya, O'nun
yarattıklarına ve O'nun emir ve yasaklarına îmanın nasıl olacağını da
bildirmiştir. Muhammed aleyhisselama ve O'nun bildirdiklerine temiz, dürüst ve
hakîkî bir îman, ancak o'nun bildirdiğini tam ve hiç şüphesiz kabul edip
inanmakla mümkün olur. Bu hususta çok az, kıl kadar da olsa bir ayrılığın.
O'ndan ayrılmak olacağı meydandadır. Böyle bir ayrılığa düşenlerin öne
sürecekleri, dînî, siyasî, beşerî, içtimaî, fennî, v.s. gibi sebeplerin,
ayrılmalarını haklı gösterecek hiçbir tarafı yoktur. Çünkü islamiyet, her ne
suret ve sebeple olursa olsun, îmanda ve i'tikadda ayrılığa asla izin
vermemekte, yasaklamaktadır.
İmam-ı Matürîdî ve îmam-ı
Eş'ari ayrı bir mezheb kurmamışlar. Eshab-ı kiramın, Tabiînin, dört mezheb
imamının ve sonra Ehl-i sünnet âlimlerinin nakil ve tevatür yolu ile
bildirdikleri îman ve i'tikad bilgilerini açıklamışlar, anlaşılmasını
kolaylaştırmak için kısımlara bölmüşler ve herkesin anlayabileceği şekilde
yaymışlardır. Bunlardan îmam-ı Eş'arî, îmam-ı Şafiî'nin talebe zincirinde
bulunmaktadır. İmam-ı Matürîdî ise, îmam-ı a'zamın talebe zincirindedir.
Ehl-i sünnet i'tikadının
açıklanmasında bu iki imam meşhur olmuş, yaşadıkları zamanlarda i'tikadda doğru
yoldan ayrılmış sapıkların ve yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış
maddecilerin bozuk düşüncelerine karşı, Ehl-i sünnet vel-cemaat i'tikadını izah
etmekte, bazı bakımlardan farklı usuller takip etmişlerdir. Daha sonraki
asırlarda gelen Ehl-i sünnet âlimleri, bu iki; imamın koyduğu usüllere uyarak,
Ehl-i sünnet i'tikadını nakletmişlerdir.
Ebü'l Hasen-i Eş'arî
buyuruyor ki: "Şeyhaynın (yani Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer'in), diğer bütün
ümmetten üstün olduğu mukakkaktır. Buna inanmıyan ya cahildir veya
inadcıdır."
İmam-ı Eş'ari
hazretlerinin, Kafkas sıradağlarının Hazar Denizine ulaşan ucunda Bab-ül-ebvab
(Demirkapı veya Derbend) denilen kasaba âlimlerine, Ehl-i sünnet i'tikadını
bildirmek için yazdığı "Risaletün ila ehli's-sagr" (Hudüd ahalisine
bir mektub) adlı eserinde bazı bölümlerin tercümesi şöyledir:
Allahü teâlâya hamd olsun ki,
bizi, doğru yola ulaştıran sünnet-i seniyyeye uymayı sevdirdi. Helake götüren
bid'atlerden uzaklaştırdı. Kalblerimizi, yakinin (kat'i ve kuvvetli imanımızın)
hasıl ettiği serinlik ve huzur ile doldurdu. Müslümanlık ile bizi aziz kıldı.
Bizi, Resulüne uyanlardan, O'nun rehberliğine yapışanlardan eyledi. Bid'atlere
dalıp, Resulullahın ve Eshab-ı kiramın yolundan ayrılarak yalnız kalmaktan
kurtarıp, cemaatle beraber olmayı ihsan etti.
Resulullaha salat-ü selam
olsun ki, bizi Allahü teâlânın emir ve yasaklarına da'vet etti. Allahü teâlâ bu
hususta ona ayetleriyle yardım etti. Kendisine mu'cizeler vererek, hakkındaki
şüpheleri giderdi. Kendi rızasına nasıl ulaşılacağını O'nun ile bildirdi,
içlerinde kendisine delalet eden deliller bulunduğunu en açık bir şekilde haber
verdi. Nihayet batıl, sönüp gitti. Hak, galip ve muzaffer olarak parladı.
Resulullah, Peygamberlik
vazifesini yerine getirdi. Kendisine bildirilenleri tebliğ edip, ümmetine
nasihatta bulundu.
Şimdi! Ey Bab-ül-ebvab
halkından olan âlimler ve büyükler! Allahü teâlâ sizleri yüce kudreti ile
muhafaza buyursun. Sizlere yardım eylesin. Medinet-üs-Selam'da (Bağdad'da)
mektubunuzu aldım. Allahü teâlânın ni'metleri içerisinde olduğunuzu, halinizin
düzgünlüğünü yazıyorsunuz. Bu sebeble, kederim ve üzüntülerim dağıldı.
Allahü teâlâya çok
şükrettim. Size olan ihsanını tamamlamasını, size ve bize olan ni'metlerini
artırması için Allahü teâlâya yalvardım. Duaları kabul eden O'dur. Büyük
lütuflarda bulunmak O'na layıktır.
Allahü teâlâ yardımcınız
olsun. Geçen sene 267 (m. 881) bir takım sualler sormuştunuz.
Mektubunuzda bundan da
bahsediyorsunuz. Verdiğim cevapları beğendiğinizi, faydalı olduğunu,
doğruluğunu kabul ettiğinizi, şüphelerinizin gittiğini, sizi kendilerine
inandırmak isteyen (o kimselerden) yüz çevirdiğinizi yazıyorsunuz.
Bunları okuyunca, dinde
saptıranların, Resulüne uymaktan alıkoyanların şüphelerinden bizi ve sizi
muhafaza buyurduğu için Allahü teâlâya hamd ettim.
Yine siz mektubunuzda,
benden Selef-i salihinin asıl kabul edip, dayandıkları bazı hususları (yazmamı)
istiyorsunuz.
Sonra gelenler de bu
asıllara (bilgilere) uymak suretiyle, bid'at sahiplerinin düştüğü, Kur'an-ı
kerim ve Sünnet-i seniyyeye muhalefet durumuna düşmekten kurtulmuşlardır. Bu
bilgilere şiddetle ihtiyacınız olduğunu bildirdiğiniz için, size olan hürmetim
ve üzerimdeki hakkınızdan dolayı, suallerinize ve isteklerinize cevap vermekte
acele ettim.
Size bazı temel bilgileri,
delilleri ile beraber bildirdim. Bu deliller, sizin Selef-i salihine tabi
olmakta haklı olduğunuzu, Ehl-i bid'atın ise, Selef-i salihine muhalefet edip,
daha önce üzerinde bulundukları haktan sapmakla hata ettiklerini, bununla şer'i
delillerden, Resulullahın bildirdiği şeylerden ayrıldıklarını gösterecektir.
Yine bu delilleri red eden, Peygamberlerin getirdiklerini inkâr eden
felsefecilerin yollarına uyduğunu da gösterecektir. Size ve söylediklerimi
düşünen diğer kimselere söylenmesi gerekenleri söyledim. Allahü teâlâdan yardım
diliyerek ve O'na güvenerek, sizin isteklerinizi yerine getirmekle, sevaba kavuşacağımı
ümid ediyorum. Allahü teâlâ bana kâfidir ve O ne güzel vekildir.
Allahü teâlâ sizi doğru
yola hidayet eylesin. Biliniz ki, Selef-i salihinin ve onların yolunda giden
halefin (sonra gelen âlimlerin) yolu şudur:
Allahü teâlâ, Muhammed
aleyhisselamı bütün dünyaya Peygamber olarak gönderdiği zaman, insanlar,
birbirine zıt bir takım fırkalara ayrılmışlardı. Onlardan bir kısmı kitabi idi.
Bunlar, Allahü teâlânın gönderdiği Tevrat ve İncil'i değiştirmişler, kendi
uydurdukları şeyler ile insanları Allahü teâlâya da'vet ediyorlardı.
Bir kısmı felsefeci idi.
Bunlar, akıl ile elde ettikleri bir takım bilgilerde, yanlış neticelere
varmaları sebebiyle, bir çok batıl ve yanlış yollar ortaya çıkmıştı.
Bir kısmı, brehmen idi.Bunlar,
Allahü teâlânın Peygamberlerini inkâr ediyorlardı.
Bir kısmı, dehri idi.
Bunlar da, kainatın sonsuz olarak devam edeceğini, yok olmayacağını iddia
ediyorlardı.
Bir kısmı, mecusi idi.
Bunlar ise, hiç tecrübe etmedikleri, bilmedikleri şeyleri iddia ediyorlardı.
Bir kısmı putperest idi.
Bunlar, putlara tapıyorlardı. Bunlar da şaşkınlık içerisinde kalmışlardı.
Peygamberimiz Muhammed
aleyhisselam ise, insanların, kainat, ve içindekilerin sonradan yaratılmış
birer mahluk olduğuna, onların hepsinin yaratıcısı, sahibi ve maliki olan
Allahü teâlânın varlığı ve birliği inancına da'vet etti.
Onlara, üzerinde
bulundukları yolun yanlış olduğunu, böyle batıl yolları terk etmelerini istedi.
Resulullah onların yollarının bozukluğunu, kendisinin ise, Allahü teâlâdan
bildirdiği hususlarda doğru olduğunu, apaçık ayetler ve mu'cizelerle isbat
etti. Sonra Allahü teâlâya nasıl kulluk edileceğini açıkladı. Allahü teâlâ
Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamı bunları insanlara bildirmesi ve izah
etmesi için gönderdi. Resulullah, insanlara, kendilerinde dil, suret ve daha
başka yönlerden farklılıklar bulunduğunu, böyle değişikliğin ise onların
sonradan yaratılmış olduklarını gösterdiğini bildirdiği gibi, gerek
kendilerinde ve gerekse, onların dışındaki varlıklarda, Allahü teâlânın
varlığına, iradesine ve tedbirine delalet eden şeyler ile, Allahü teâlâyı
tanıma yolunu da bildirdi. Şöyle ki; Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde mealen,
"Arzda da gerçekten tasdik edenler için birçok ibretler vardır.
Nefslerinizde de (hücrelerde vücüd yapınıza kadar;) bir çok alametler vardır
(ki, hep Allahü teâlânın kudretine, ilmine azamet ve iradesine delalet
ederler;) Hâlâ görmeyecek misiniz" buyurdu. (Zariyat: 20-21)
Yine, insanın yaratılış
safhaları, suret ve şekillerindeki değişik durumlara da mealen şu ayet-i kerime
ile işaret buyuruldu: "Andolsun ki, Biz insanı (Adem'i) şüphesiz ki,
çamurun özünden yarattık. Sonra Adem'in neslini, sağlam bir yerde (rahimde) bir
nutfe (az bir su) yaptık. Sonra o nutfeyi bir kan pıhtısı haline getirdik. Ondan
sonra kan pıhtısını bir parça et yaptık. O et parçasını da kemikler haline
çevirdik. Kemiklere de et giydirdik. Sonra ona başka bir yaratışla (ruh ve
nutuk verip) insan haline getirdik. Bak ki, şekil verenlerin en güzeli olan
Allahü teâlânın şanı ne kadar yücedir." (Mü'minün; 12-13-14)
Bunlar, Allahü teâlânın
varlığının muhakkak lazım olduğunu ifade eden, O'nun irade ve tedbirine delalet
eden en açık delillerdendir.
İnsan çamur özünden
yaratıldı. Çamur özünün bir çok şekil ve durumlara kabiliyeti vardır. Fakat,
insanın başka bir suretle değil de, kendisine has özellikleriyle malum olan ve
en güzel surette meydana gelmesi mutlaka bir yaratıcının varlığını
göstermektedir.
İnsana baktığımızda şunları
görüyoruz:
l. İnsanın başka
varlıklarda bulunmayan, kendisine mahsus bir sureti vardır.
2. İşitmek, görmek,
koklamak, hissetmek, tatmak gibi, ihtiyaçlarını te'min edebilmesi için
hazırlanmış bir takım vasıtalara (duyu organları) sahiptir.
3. İhtiyaç hasıl oldukça,
tertip üzere hazırlanmış gıda aletleri, mesela, yeni doğmuş çocuk gıdasını,
önce annesini emmek suretiyle temin eder. Çünkü o, bu sırada dişsizdir.
Gıdasını kendiliğinden temin edemez. Bir müddet sonra, dişlerle donatılır.
Gıdasını yemekle elde eder.
4. Ağızdan alınan gıdalar,
mideye gelir. Mide, kendisine ulaşan gıdaları pişirir. Bu gıdalara öyle bir
incelik verir ki, bunlar en ince yollardan geçerek, tâ saçlara ve tırnaklara
kadar ulaşır.
5. Karaciğer, öd (safra)
çıkarmak, vücudun şeker durumunu ayarlamak, zehirleri bir dereceye kadar zararsız
hale getirmek gibi bazı vazifeler için hazırlanmıştır.
6. Akciğer, dışarıdan temiz
havayı (oksijen) alıp, kan dolaşımı ile dokulara iletmek ve kandan
(karbondioksit alarak) kirlenen havayı nefesle dışarı vermek için
hazırlanmıştır.
7. Ayrıca alınan
gıdalardaki fazlalıkların atılması için gerekli aletler (a'zalar). Bunlardan
başka, tesadüfi olarak düşünülmesi imkansız olan, mutlaka bunları tertip ve
düzenleyen bir yaratıcının varlığını gerektiren sayılamıyacak kadar çok şey
vardır.
Bütün bunların çamur özü ve
su ile düzenlenip, kısımlara ayrılması, mutlaka bir yaratıcıyı, bir
düzenleyiciyi gerektirir. Bunu, düşünen her akıl sahibi anlar. Aynı şekilde,
bir plan dairesinde düzenleyen, kasteden bir bina yapıcısı olmadan, bir binanın
meydana gelmesi bile mümkün olmayınca, yukarıda saydığımız hallerin de bir
yapıcı ve yaratıcı olmadan çamur ve su ile kendiliklerinden, tertip ve düzen
içerisinde meydana gelmeleri mümkün olamaz.
Sonra Allahü teâlâ mealen:
"Gerçekten, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri
ardınca gelişinde, akıl sahipleri için, Allahın varlığını, kudret ve azametini
gösterir, kesin deliller vardır." (Al-i imran-190) ayet-i kerimesiyle bu
hususu (Allahü teâlâdan başka her şeyin sonradan yaratıldığı, bunları Allahü
teâlânın yarattığını) ve bunda çeşitli hikmetler bulunduğunu daha ziyade beyan
eyledi. Feleklerin (Dünya, Ay, Güneş v.s.) hareketiyle, meydana gelen
faydaların büyüklüğüne ve miktarına işaret buyuruldu.
Mesela, gece, insanların
istirahatı olduğu gibi ve mahsüllerine fazla gelen güneş hararetini
(sıcaklığını) serinletmektedir.
Gündüz ise, mahlükatın
dağılıp hareket etmeleri, geçimlerini temin etmeleri için yaratılmıştır. Eğer
devamlı gece olsa idi, karanlık, onların fayda temin edecek şeylerin peşine
düşüp, bunları elde etmeye mani olacaktı. Aynı şekilde devamlı gündüz olsa idi,
bu da zararlı olurdu. Gündüzün aydınlığı fırsat bilinerek takatin (gücün)
üstünde hırsla çalışılır, kafi miktarda istirahat etmedikleri için insanlar
helak olurlardı.
Bundan dolayı, onlara,
çalışmaları için takatlarını geçmeyecek şekilde, zamanın bir kısmı gündüz,
istirahatleri için yeterli bir miktarı da gece kılındı. Böylece, onların
halleri mutedil (normal) olarak gecenin serinliğinden, gündüzün sıcaklığından,
kendileri, ekinleri, malları ve hayvanları için lazım olan kadarını
alacaklardır.
Böyle yapmakla, Allahü
teâlâ mahlükatına merhamet buyurmuş, lütuf ve ihsanda bulunmuştur.
Yine, mahlükatı kuşatan
renk tabakası, onların gözlerine münasip ve muvafık gelen renklerden
yaratılmıştır. Eğer bu renk, şimdi alemi saran renkten olmasaydı, gözleri
bozacaktı.
Cisimlerin büyük ve ağır
olmasına rağmen, yer ve göklerin ve onlarda bulunan hükümlerin (kanunların);
Allahü teâlânın tutmasına muhtaç olduğuna, mealen "Doğrusu, gökleri ve
yeri zeval bulmaktan Allahü teâlâ. koruyup, tutuyor. Andolsun ki zeval
bulurlarsa, onları O'ndan başka kimse tutamaz. Gerçekten O, hâlimdir. Azap için
acele etmez, gafurdur (çok bağışlayıcıdır)". (Fatır süresi-41) ayet-i
kerimesiyle işaret buyuruldu. Bu ayet-i kerime ile bize, yer ve göklerin
yerlerinde durmalarının Allahü teâlâdan başkası tarafından olmadığı ve onları
bir durduran olmadan da yerlerinde durmalarının mümkün olmadığı bildirildi.
Sonra felsefecilerin
tabiatçı inanışlarından dolayı, ağaçların ve onlardan çıkan meyvelerin ancak,
yer, su, ateş ve havanın te'siri ile meydana geldiği hakkındaki iddialarının
bozukluğunu bize; Allahü teâlâ mealen "Arzda birbirine komşu kıt'alar
(kara parçaları), üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır
ki, hepsi bir su ile sulanıyor.
Halbuki yemişlerin de
bazısını bazısına üstün kılıyoruz. (Tad, renk ve kıymetleri başka başkadır.)
Şüphesiz ki, bunlarda da düşünen bir topluluk için pek çok ibretler (alametler)
vardır." (Ra'd-4) buyurdu.
Daha sonra Allahü teâlâ,
her şeyin yaratıcısı olduğuna, bir olduğuna, işlerinin intizam ve tertip
dairesinde cereyan etmesi ile delil getirdi. Allahü teâlâ işlerinde hiçbir
ortağı bulunmadığını mealen, "Eğer yer ile gökte, Allahtan başka ilahlar
olsaydı, bunların ikisi de fesada uğrar, yok olurdu." (Enbiya-22) ayet-i
kerimesi ile bildirdi.
Sonra, önce
yaratıldıklarını kabul ettikleri halde, öldükten sonra tekrar diriltilmeyi
inkâr edenlere karşı tekrar yaratılmalarının mümkün olduğunu bildirdi. Onlar
tekrar yaratılmayı uzak görerek, çürümüş kemikleri kim diriltecek dedikleri
zaman mealen "(Ey Resülüm) de ki: "Onları ilk defa yaratan diriltir
ve O her yaratılanı tamamiyle bilir" (Yasin 79) buyurdu. Sonra bunu
onlara: Mealen "O (Allah) ki, size yeşil ağaçtan bir ateş yaptı da, şimdi
siz ondan yakıp duruyorsunuz" (Yasin-80) ayet-i kerimesi ile beyan eyledi.
Yaş ve yeşil iki ağaç olan ve rüzgar sebebi ile biri diğerine sürtülünce
tutuşan uşar ve murah denilen ağaçlardan ateşin çıkarılmasını, çürümüş
kemiklere, parçalanmış derilere, hayatı iade etmenin caiz olduğuna delil
getirdi. (Uşar ile murah) eskiden Arapların ateş çıkarmak için kullandıkları
iki ağaçtır.)
Sonra putlara tapanların
yüzlerine vurarak, kendi yonttukları şeylere ibadet etmenin bozukluğunu mealen,
"Siz kendi yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?" (Saffat-95) kavli
ile beyan etti.
Sonra mealen "Sizi de,
yaptıklarınızı da Allahü teâlâ yarattı" (Saffat-96) buyurdu. Böylece
putlara değil, kendisine ibadetin vacib olduğunu beyan etti. Eğer sizin
yontmanız olmadan, put, put olmuyorsa, Allahü teâlânın yaratması olmadan da,
sizin suret ve heyetlerinizin olmayacağı, evvel emirde (kolayca) bilinen bir
şeydir. Bundan dolayı, sizi ve sizin yonttuğunuzu yaratmak sureti ile,
yonttuğunuz şeyleri de ben yaratmış olduğumdan, ibadete onlar değil ben
layıkım; çünkü sizi, işlerinizi yapmanıza muktedir kılan benim, buyuruyor.
Allahü teâlâ.
Peygamberlerini inkâr edenleri de Enam süresi 91. ayet-i kerimesinde red
buyurdu. Mealen; "Yahudiler, Allahü teâlânın kadrini, gereği gibi
tanıyamadılar. Çünkü: "Allah hiçbir insana bir şey indirmedi"
dediler. (Vahy ve kitapları inkâr ettiler.)
Onlara de ki:
"Musa'nın insanlara bir nur ve hidayet olarak getirdiği ve sizin de parça
parça kağıtlar haline koyup hesabınıza geleni açıkladığınız fakat çoğunu
gizlediğiniz o kitabı kim indirdi? Sizin bilmediğiniz ve atalarınızın da
bilmediği şeyler, size (Peygamber diliyle Kur'an-ı kerimde) öğretilmiştir. Ey
Resulüm! Sen, Allah (indirdi) de! Sonra onları bırak. Batıl dedikodularında
oynaya dursunlar."
Nisa süresi 165. ayet-i
kerimesinde ise mealen: "(iman edenleri Cennetle) müjdeleyici,
(küfredenleri Cehennemle) korkutucu olarak Peygamberler gönderdik ki, bu
Peygamberlerin gelişinden sonra insanların (yarın) kıyamette "Bizi imana
çağıran olmadı" diye Allahü teâlâya bir hüccet ve özürleri olmasın"
buyuruldu.
Resulullahın Ehl-i kitaba
karşı onların kitaplarında, kendi vasıflarının bildirilmesi, isim ve
hususiyetlerine işaretlerin bulunması ile delil getirdi. Ehl-i kitap bunları
gizledi.
Allahü teâlâ, Resulullaha
hak Peygamber olduğu ve bildirdiklerinin doğru olduğu hakkında, mu'cizelerle
yardım eyledi. Resulullaha en büyük mu'cize olarak Kur'an-ı kerim verildi.
Müşrikler, Kur'an-ı kerimin Allahü teâlânın kelâmı olduğuna inanmıyorlar, Hz.
Muhammed'in sözüdür, diyorlardı. Allahü teâlâ, o zaman en fasih ve edebiyatta
zirveye ulaşmış olanlarından, Kur'an-ı kerimin on süresi veya bir süresi gibi
bir söz söylemelerini istedi, insanlar ve cinler bir araya gelseler bunu
yapamıyacaklarını bildirdi.
Nitekim onlar, böyle bir
söz söylemekten aciz kaldılar. Böylece onların, Resulullaha iman etmeme
hususunda özürleri ortadan kalkmış oldu.
Hz. Musa da Firavn'ın
sihirbazlarını, asasıyla rezil ve rüsva etmekle, hem sihirbazların ve hem de
diğer insanların kendisine iman etmeme mazeretlerini gidermişti. Musa
aleyhisselamın asasından meydana gelen harikulade hallerin kendi güçleri
dışında olduğuna, böyle bir şeyi yapabilmenin hatırlarından bile geçmediğine,
böyle bir şeyi ancak Allahü teâlânın yapacağına, hem sihirbazları ve hem de
başkaları kanaat getirdi. (Nihayet, bu mu'cize karşısında sihirbazlar, Hz.
Musa'ya iman ettiler.)
Hz. İsa da ölüleri ilaçsız
diriltmek, anadan doğma körleri ve derisi alaca olanları iyileştirmek, o
zamanda insanları aciz bırakan şeylerle (mu'cizelerle), o devre göre tıpta en
yüksek dereceye ulaşan tabiblerin kendisine inanmama mazeretlerini ortadan
kaldırdı. (Çünkü böyle işleri, ancak Allahü teâlânın yardım ettiği bir kimse
yapabilirdi.)
Resulullah da, kendi
kavminden olan, edebiyatta yüksek dereceye ulaşan edebiyatçıların, kendisine
iman etmeme hususunda bu mazeretlerini bertaraf etti. Çünkü, Kur'an-ı kerimin
edebi yüksekliğini onlar da kabul ediyorlardı.
İşte Resulullah efendimiz,
yukarıda bildirilen yanlış yollara sapmış kimselere, getirdiği deliller ve
mu'cizelerle, yollarının bozuk olduğunu, da'vet ettiği yolun ise doğru olduğunu
anlatıyordu.
Resulullah efendimiz,
onlara daima karşısında duramıyacakları deliller getirdiği, aralarında uzun
müddet kaldığı halde, fevkalade ihtiraslarından dolayı, iman etme şerefine
kavuşamadılar.
Allahü teâlânın Resulullaha
verdiği mu'cizelerden bazısı şöyledir: Şiddetli açlık vakitlerinde, kalabalık
cemaatı, az bir yiyecek ile doyurması, susuzluk zamanlarında, mübarek
parmakları arasında fişkıran suyla, hayvanları ve sahiplerini kanana kadar su
içirmesi, kurdun kendisine konuşması, kızartılmış koyunun ben zehirliyim diye
haber vermesi, ayın ikiye bölünmesi, çağırması üzerine ağacın yerinden
sökülerek huzurlarına gelmesi, emri üzerine ağacın tekrar yerine gitmesi,
insanlar kalblerinde saklayıp da haber vermesini istedikleri şeyleri haber
vermesi.
Allahü teâlâ gizliyi,
gizliden daha gizli olanları da bilir. Her şey O'nun yanında hazır gibidir. Yer
ve gökte hiç bir şey ondan gizli kalamaz.
Kıyamet günü mü'minler
Allahü teâlâyı göreceklerdir. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde mealen: "Nice
yüzler vardır ki, o gün (kıyamette) güzelliği ile parıldar. (O yüzleri)
Rablerine bakar. (Kıyamet: 22-23) buyurmaktadır. Resulullah da:
"Ayı gördüğünüz gibi,
kıyamet gününde Rabbinizi mutlaka göreceksiniz. O'nu görmekte güçlük
çekmiyeceksiniz." buyurmaktadır.
Allahü teâlâ
yarattıklarından hiçbirine muhtaç değildir. O istediğini saptırır, istediğini
hidayetiyle doğru yola iletir, istediğini aziz, istediğini fakir, istediğini
zengin eder. O'nun işlerinde asla noksanlık yoktur. O, her şeyin mutlak sahibi
ve malikidir. O istediğini yapar.
Allahü teâlâ mahlukatını
iki kısma ayırdı. Cennete gidecekleri, isimleri ve babalarının isimleri ile
beraber yazdı. Cehenneme gideceklerin isimlerini de yazdı. Resulullah
efendimizle Hz. Ömer arasında şöyle bir konuşma oldu. Hz. Ömer Peygamber
efendimize "Ya Resulallah! Bizim evvelce hesap ve kitabımız görülüp bitmiş
mi, yoksa, daha yeni başlanmış bir iş mi?" diye sorunca, Resulullah
efendimiz: "[Allahü teâlâ ezeli ilmi ile kimin cennetlik, kimin
cehennemlik olduğunu bildiği için] Bunlar, hesabı ve kitabı görülüp bitmiş
işlerdir" buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Öyleyse niçin ameller
yapıyoruz (çalışıp, çabalıyoruz) ya Resulallah?" diye sorunca Peygamber
efendimiz: "İbadet yapınız! Herkese ezelde takdir edilmiş olan şeyi yapmak
kolay olur" buyurdu.
[İnsanın işlerini Allahü
teâlânın ezelde takdir etmesi demek, insanın neleri irade edeceğini bilmesi ve
dilemesi demektir. Bunları Levh-i mahfuz’da yazmıştır. Böyle olduğu için, kulun
mecbur olması gerekmez.
Takvimlere, bir sene içinde
güneşin ne zaman doğup, ne zaman batacağı, hesaplanarak yazılmıştır. Güneş,
takvimde bildirilen saatlerde doğup batar. Güneş, takvime öyle yazıldı diye
bilinen saatlerde doğup batmaz. Takvime yazılması, güneşin doğmasına ve
batmasına tesir etmez.
İşte Allahü teâlânın da,
ezelî ilmi ile, kulların kendi istekleri ile günah veya sevap işleyeceklerini
bilmesi, kulların işlerine cebri bir müdahale değildir.]
Allahü teâlâya ve Peygamber
efendimizin iman etmeye davet ettiği şeylere iman eden kimseleri, küfürden
başka hiçbir günah imandan çıkarmaz, imanlarını, ancak küfür giderir. Ehl-i
kıble, günahları sebebiyle imandan çıkmayıp, dinin bütün emirleriyle mükelleftirler.
Ehl-i kıbleden olup,
günahkâr olanları da, Allahü teâlâ mealen: "Ey iman edenler! Namaza
kalktığınız zaman yüzünüzü ve ellerinizi (dirseklerinizle beraber) yıkayın,
başınızı mesh edin ve ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp iseniz boy abdesti alın."
Maide suresi, 6. ayet-i kerimesi ile mü'min diye isimlendirmiştir. Eğer akidesi
bozuk olan Kaderiyye'nin [ve vehhabilerin] dediği gibi günahkârlar, günahları
sebebiyle imandan çıkmış olsalardı, onlara abdest farz olmazdı. Allahü teâlânın
hitabı da bütün mü'minlere değil, yalnız itaat edenlere olurdu. Yine Allahü
teâlâ, mealen "Ey iman edenler! Cum'a günü namaz için ezan okunduğu zaman,
Allahü teâlânın zikrine (hutbe dinlemeye, namaz kılmaya) koşunuz. Alış-verişi
bırakın." (Cum'a-9) buyurdu. Bu hitabı yalnız itaat edenlere tahsis
buyurmadı. Bu hitab aynı zaman da günahkârları da içerisine almaktadır.
Küfrü gerektiren bid'at ve
işlerden başka herhangi bir günahı yaparak, günahkâr olanlardan hiçbir kimse
hakkında Cehennemliktir diye hükmedilemez. Allahın ve Resulünün Cennetle
müjdelediklerinden başka hiçbir müslüman için isim vererek Cennetliktir
denilemez.
Allahü teâlâ Kur'an-ı
kerimde mealen: "Muhakkak ki, Allahü teâlâ, kendisine ortak koşanları
bağışlamaz. Bu günahtan başkasını dilediği kimseden mağfiret buyurur
(affeder)." (Nisa-6) ayet-i kerimesi ile delalet ediyor. Çünkü, Allahü
teâlâ kendisi haber vermedikçe, asiler hakkındaki iradesinin ne olduğunu
bilmeye kimse için yol yoktur. Peygamber efendimiz: "Ehl-i kıbleden hiç
kimseyi, kendi kendinize Cennete, yahut Cehenneme koymayınız" buyurdu.
İnsanların amellerini yazan
hafaza melekleri vardır. Allahü teâlâ bu hususa mealen, "Halbuki üzerinde
gözetleyici melekler var. (Amellerinizi yazan ve Allah katında) kerim olan
katip melekler var." (İnfitar: 10-11) ayet-i kerimesi ile delalet buyurdu.
Kabir azabı haktır,
insanlar, kabirlerinde diriltildikten sonra imtihan edilecek.
Kabirde sual sorulacak,
Allahü teâlâ dilediği kimseye cevap vermeyi kolaylaştıracaktır. Kıyamet günü
ilk sur üfürülünce, göklerde olanlar ve Allahü teâlânın diledikleri bayılıp
düşecek, (ölecekler) ikinci surun üfürülmesi üzerine hepsi bakarak ayağa
kalkacaklar (dirilecekler). Allahü teâlâ insanları, ilk yaratmasında olduğu
gibi, yalın ayak ve çıplak olarak diriltecek, (Dünyada iken) Allahü teâlâya
itaat eden ve isyan eden bedenler, kıyamet günü diriltilecektir. Yine dünyada
iken sevap ve günah işleyen eller, ayaklar ve diller de diriltilecek, sahipleri
hakkında şahidlik edeceklerdir. Allahü teâlâ insanların amellerini tartmak için
terazi koyacak. Kimin sevabı ağır gelirse, o kurtulacaktır. Kimin de sevabı
hafif gelirse, hüsran ve zarara uğrayacaktır. Kıyamet gününde insanlara, amel
defterleri verilecek. Amel defteri sağ eline verilen kimsenin hesabı kolay
görülecektir. Amel defteri sol eline verilenler azap göreceklerdir.
Sırat, Cehennem üzerine
kurulmuş bir köprüdür, insanlar oradan amellerine göre sür'atli veya yavaş
olarak geçecekler. [Yalnız kıyamette köprü, terazi vardır denince, dünyadaki köprü
ve teraziler akla gelmemelidir. Sırat köprüsü için de durum böyledir. Ahırette
amellerin tartılması için terazi kurulacağına inanmalı, fakat nasıl, ne şekilde
olduğunu düşünmemelidir. Mesela, (Sınıf geçmek için imtihan köprüsünden
geçilir) diyoruz. Hâlbuki imtihanın köprüye benzer tarafı yoktur. Sırat köprüsü
de, bilinen köprülere veya imtihan köprüsüne hiç benzemez. (S.Ebediyye)]
Kalbinde zerre miktarı
imanı olan kimse, Cehennemde günahı kadar yandıktan sonra, Cehennemden
çıkacaktır.
Resulullahın şefaati,
ümmetinden büyük günah sahipleri için olacaktır.
Ümmetinden bir kavmi yanıp,
kara kömür olduktan sonra ateşten çıkarılarak hayat nehrine atılacaklar, vücudu
hiç azap görmemiş gibi terü taze olacak. Kıyamet gününde Resulullahın havzı
bulunup, içmek için ümmeti oraya gelecektir. Ondan içen kimse, bir daha
susamıyacaktır.Tuttukları doğru yolu; Peygamber efendimizden sonra
değiştirenler, o havuzdan uzaklaştırılacaklar.
Resulullahın mi'rac gecesi
semaya çıkarıldığına dair habere iman etmek vacibdir.
Deccal'e, İsa
aleyhisselamın inerek Deccal'i öldüreceğine, güneşin batıdan doğacağına,
Dabbet-ül-ardın çıkacağına ve bunlardan başka, sika (güvenilir) zatların
Peygamberden bize nakledip, doğruluğunu bildirdikleri, diğerleri gibi
kıyametten önce vukua geleceklerine dair tevatür ile bildirilen diğer alametler
hakkında gelen haberlere iman etmek lazımdır.
Peygamber efendimizin,
gerek Allahü teâlânın kitabında ve gerekse sahih olan hadis-i şeriflerinde,
bütün getirdiklerini tasdik etmeye, bunların muhkemleriyle amel, müşkil,
müteşabih olanların nassını ikrar etmenin (kabul etmenin) tefsirini, ilim ihata
edemiyecek olanların hakikatını, ilm-i ilahiyeye havale etmek vacibdir.
Mü'minlerin üzerine, emr-i
maruf ve nehy-i anil-münker (iyiliği emredip, kötülükten alıkoyma) vacibtir.
Muktedir olurlarsa, yapılan kötülüğe el ve dil ile mani olurlar. Muktedir
olmazlarsa kalbleri ile o işi kötü görürler.
Peygamber efendimizin
hadis-i şerifi gereğince, asırların hayırlısı, Eshab-ı kiramın zamanıdır
(asrıdır) Sonra Tabiin ve Tebe-i tabiin asırlarıdır.
Eshab-ı kiramın en üstünü,
Bedir muharebesine katılanlardır. Bunların en üstünü, Aşere-i mübeşşeredir
(Cennetle müjdelenen on Sahabi). Aşere-i mübeşşerenin en üstünü dört halifedir.
[Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (radıyallahü teâlâ anhüm)]
Bunların halifelikleri, o zamandaki müslümanların rızası ile olmuştur.
Müslümanlar bu tertip üzere ittifak ettiler (birleştiler).
Muhacir ve Ensardan ibaret
olan Bedir ehli arasında, Aşere-i mübeşşereden sonra efdaliyet, hicret ve önce
müslüman olmaya göredir. Peygamberimizin da'vet ettiği şeylere iman ederek, bir
saat olsun kendisi ile görüşen yahut onu bir defa gören Eshab-ı kiram,
Tabiinden üstündür.
Eshab-ı kiram için,
haklarında söylenen hayır sözlerden başkasından sakınmalıdır. Onların
iyiliklerini yaymalı, yaptıkları işler için sahih ve doğru te'vil yolları
aramalı, ta'kib ettikleri yolun en iyi yol olduğuna hüsn-i zan etmelidir.
[Eshab-ı kiram arasında
olan muharebeleri iyi sebeblerden dolayı bilmelidir. Bu ayrılıklar, nefsin
arzuları, mevki, rütbe, sandalye kapmak, başa geçmek sevgisinden dolayı
değildi. Çünkü, bütün bunlar, nefs-i emmarenin kötülükleridir. Eshab-ı kiramın
nefsleri ise, insanların en iyisinin (aleyhisselam) sohbetinde, karşısında
tertemiz olmuştu.
Şu kadar var ki, Emir'in
yani Hz. Ali'nin halifeliği zamanında olan muharebelerde, o haklı idi. Ondan
ayrılan hata etti. Fakat ictihad hatası olduğundan bir şey denemez. Nerde kaldı
ki, fasık denilsin, ictihad hatası, fisk, günah değildir. Hatta ayıplamaya bile
izin yoktur. Çünkü, ictihadda hata edene de bir sevap vardır. Eshab-ı kiramın
hepsi müctehid idi. Hepsi adil idi.
Herbirinin verdiği haber
makbul idi. Hz. Ali'ye uyanların ve ondan ayrılanların verdikleri haberler,
doğrulukta ve güvenilmekte farksız idi. Aralarındaki muharebeler, itimadın
gitmesine mani olmamıştır.
O halde hepsini sevmek
lazımdır. Çünkü, onları sevmek. Peygamber efendimizin sevgisinden dolayıdır.
Bir hadis-i şerifte, "Onları seven, beni sevdiği için sever" buyurulmuştur.
Onlara düşmanlık, Peygamberimize düşmanlık olur. Hadis-i şerifte: "Onlara
düşmanlık eden, bana düşman olduğu için eder" buyurulmuştur. O büyükleri
ta'zim etmek, hürmet etmektir. Onlara hürmetsizlik, tahkir etmek, O'nu
tahkirdir. Evliyanın büyüklerinden Ebü Bekr-i Şibli buyuruyor ki: "Eshab-ı
kirama ta'zim etmiyen, kıymet vermiyen bir kimse, Resulullaha iman etmemiş
olur."] Bu hususta Selef-i salihin, Peygamber efendimizin "Eshabımı
zikrederlerse, siz kendinizi tutunuz" hadis-i şerifine uydular. Ehl-i
ilim, bu hadis-i şerifin ma'nası için "iyiliklerinden başkası ile onları
zikretmeyiniz (anmayınız) demektir, dediler.
Yine Peygamber efendimiz:
"Esbabım hakkında bana eziyet etmeyiniz. Nefsim kudretinde olan Allahü
teâlâya yemin ederim ki, eğer sizin biriniz hayır yolunda Uhud dağı kadar altın
infak etse, onların küçük ölçek, hatta yarım ölçeklerine bile
varamazsınız" buyurdu. Yine Allahü teâlâ mealen "Muhammed
(aleyhisselam) Allahü teâlânın Peygamberidir. O'nun beraberinde bulunanlar (Eshab-ı
kiram) kâfirlere karşı çok şiddetli, kendi aralarında gayet merhametlidirler.
Onları rükü' ve secde eder halde (namaz kılarken) Allahü teâlâdan sevap ve
rıza, istediklerini görürsün. Secde eserinden (çok namaz kılmaları yüzünden
meydana gelen) nişanları yüzlerindedir. İşte onların Tevrat'taki vasıfları
budur" (Feth-29) ayet-i kerimesi ile medh ve sena eyledi.
Şeyhaynın (yani Hz. Ebu
Bekr ile Hz. Ömer'in), diğer bütün ümmetten üstün olduğu mukakkaktır. Buna
inanmayan ya cahildir veya inadcıdır.
Ya'kub aleyhisselamın
oğulları arasında meydana gelen işler, onların kıymetini düşürmiyeceği gibi,
dünya işlerinde, Eshab-ı kiram arasında olup-biten işler de onların kadr-u
kıymetlerini düşürmez.
İster icma ettikleri, ister
ihtilaf ettikleri şeylerde olsun, Selef-i salihinin sözlerinin dışına çıkmak
hiçbir kimseye caiz değildir.
Peygamber efendimizin:
"Ehl-i havaric Cehennemin kelbleridir." ve "iki fırka var ki,
onlara şefaat etmem; mürcie ve kaderiyye" diye rivayet edilen, hadis-i
şeriflerine binaen Eshab-ı kiramı sevmiyenler, hariciler, kaderiyye ve
mürcieden ibaret olan Ehl-i bid'atı zem ve onlardan uzak olup, onlarla beraber
olmamak gerektiğini islam âlimleri bildirmişlerdir.
Yine Peygamber efendimiz:
"Kaderiyye bu ümmetin mecusileridir" buyurdu.
Bunlar, Allahü teâlânın
yaratması gibi yaratabileceklerini iddia ettiler.
Müslümanların birbirlerine
iyilik etmesi ve sevişmesi lazımdır. Fakat Peygamberimizin Eshabından birisini,
yahud Ehl-i beytini ve ezvacını (mübarek zevcelerini) kötüleyenlerden
uzaklaşmak gerekir.
İşte Selef-i salihinin
üzerinde bulunduğu temel bilgiler bunlardır. Selef-i salihin, bilgilerde kitap
ve sünnetin hükmüne tabi oldular. Halef (sonra gelen âlimler) de bu hususta
onlara uydu. Allahü teâlâ bizi ve sizi faydalandırsın.)
HAKİKAT KİTAP EVİ