Allahu Teâlâ'ya Îmân Ve Yüce Varlığını Isbat Eden Deliller
I- Allah'a Îmân Ve Bu İnancın Fıtrî Olduğu
Iı _ Vücüd-I Îlâhl'yi İsbat Eden Deliller
A) Dış Âlemden Çıkarılan Tabiî Deliller;
Akıl Yoluyla Çıkarılan «Metafizik» Deliller :
İnsan Tabiatından Çıkarılan Ahlakî Deliller :
Iıı _ Maddecileetn Bu Âlem Hakkındaki Görüşleri
A) Maddecilerin Mezhebinin Beyanı :
Iv — Müsbet İlimcilerin Allah'ın Varlığını Tsbat Eden Söz Ve
Delillerinden Özetler :
1 — A. Gressy Morrıson'un Cevabından Özetler :
Kâinat, Allah'ın Varlığına Delildir
3 — Pozitif İlimden «Gerçek Hakk»'A Varan Fikir İncileri
İlimler Allah'a Îmânımı Daha Çok Kuvvetlendiriyor
5 - Balttmtjre Kuşları Ve Çiçekler
6- Amerika'nın 3. Feza Adamı John
Gueen Anlatıyor
Daha önce de
belirttiğimiz gibi, «îmân» kelimesinin lügat mânası ; inanmak ve tasdik
etmektir. Yâni bir kimseye, bir habere veya bir hükme kesin olarak ve içten
gelerek inanmak, haberin ve haber verenin doğru ve gerçek olduğunu kabul
etmektir.
îsîâmî ıstılahta ise
îmân; her şeyden önce, Allah'ın varlığına ve birliğine, yani Allah'dan başka
Tanrı (ilâh) bulunmadığına, sonra, Peygamberimiz (s.a.v.)'in Allah'ın kulu ve
Resulü olduğuna, yani Allahu Teâlâ tarafından kendisine vahiy yoluyla
gönderilen ve dinden olduğu kesin olarak bilinen şeylerin hepsinde Hz.
Muhammed'in sâdık (doğru ve gerçek) olduğuna tereddütsüz inanmak, bunu kalb ile
tasdik etmektir.
İslâm dînine girmenin
ilk şartı olan bu iki esae, her müslüman-ca bilinen «Şahadet kelimesinde
toplanmıştır. Bu kutsal cümleyi dil ile ikrar ederek, kalb ile tasdik eden
kimseye, «inanmış» anlamına gelen «mü'min» adı verilir.
İşte îslâmda îmân;
şahadet kelimesinde ifadesini bulan, Allah'a ve Resulü Muhammed (s.a.v.)'in
Peygamberliğine îmânla başlar. «Âmentü»de belirtilen altı esasa, yani; Allah'a,
Meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine, Âhiret gününe, Kaza ve Kadere kesin
olarak inanmakla tam ifadesini bulur.
Bu esasların
herbirini, iki cilt halinde plânlayarak hazırladığımız bu kitabın bölümlerinde
ele alarak etraflıca beyan edeceğiz.
Bu bölümde; Allah'a
îmânla ve Yüce Zâtı ile ilgili hususlar üzerinde duracağız.
insanlık tarihi bize
gösteriyor ki, en iptidâi (ilkel) devirlerden beri, her asırda yaşayan
insanlarda Allah fikri ve tapma meyli, do-layısiyle bir din inancı vardır. Zira
bütün insanlar, her asırda, ilâhî bir kudretin varlığına fıtraten
inanagelmişler ve bir dine sahip olmuşlardır. Çünkü nereye gidilmişse orada,
basit ve bâtıl da olsa bir dîne ,bir Tanrı fikrine rastlanmıştır. Geçmiş
devirlerde çeşitli şekillerdeki putlara tapanlar, ateşi, güneşi veya yıldızları
takdis ederek onları kutsal sayanlar dahi, bütün bunların üstünde büyük bir
kudretin bulunduğuna, her şeyi yaratan, terbiye eden ve esirgeyen bir varlığın
mevcudiyetine inanmışlar, dış âlemde taptıkları şeyleri, O'na yaklaşmak için
birer vesile ittihaz etmişlerdir. Cinsleri, devirleri ve memleketleri ayrı,
birbirini tanımıyan milletlerde görülen bu mutlak inanç birliği, din fikrinin
umûmî, Allah inancının da fıtrî olduğunu isbat etmektedir.
Bunun içindir ki, her
şeyi bilen ve her şeyi yaratmağa kaadir olan bir Allah'a inanmak, erginlik
çağına gelmiş ve âkil hükmünde olan her insana farzdır. Allahu Teâlâ'nm
varlığına, birliğine, îmân, her akl-ı selîm (sağduyu) sahibinin ilk ve mutlak
borcudur. Bu sebeple, ilâhî dinlerin kesintiye uğradığı fetret devrinde
yaşayan insanlar dahî, kendilerine ihsan edilen akıl nimetiyle, Allah'ın varlığını
idrâk edebilecek durumda olduğundan, Allah'a îmânla mükelleftirler. Uzak ve
meçhul yerlerde yaşayan ve hiçbir dinden haberi olmayan kimseler, Namaz, Oruç
ve Zekât gibi ibadetler ve diğer şer'î hükümlerle mükellef olmadıkları halde,
Allah'a îmân etmekle mükelleftirler. Bu görüş, Mâtürîdîyye mezhebi imamlarının
görüşüdür. Çünkü bunlara göre Allahu Teâlâ'ya îmân, insan fıtratının
icâbıdır. Zira her insan, kâinattaki bu muazzam ve mükemmel varlıklara bakarak,
bunların büyük bir Yaratıcısı olduğuna aklen hükmeder. Her akl-ı selîm buna
şahadet eder. Yani, akıl ve nazar «MarifetuHah» da kâfidir, derler ve Kur'an-ı
Kerîm'de buyurulan;
«Göklerin ve yerin
yaratıcısı olan Allah'ın varlığında şüphe mi vardır.»
Âyet-i Kerîmesini
delil olarak zikrederler.
Eş'arîyye imamları
ise; akıl ve nazar «Mârifetullah» da kâfideğildir, derler ve
«Biz bir kavme,
Peygamber göndermedikçe azap etmeyiz.» Âyetini, delil olarak gösterirler.
Bu konuda Mâtürîdîyye 'nin
görüşü daha kuvvetli ve kabule şayandır. Çünkü her şeyden önce, Semavî
dinlerin esâsı olan, Allah'ın varlığına ve birliğine inanmadan, O'nun
Kitaplarına, Peygamberlerine, Meleklerine, Din gününün sahibi (mâliki), hayır
ve şerrin, hülâsa herşeyin yaratıcısı olduğuna ve sonunda O'na dönüleceğine
inanmak gibi dînî esaslar, tetkik konusu dahî olamaz. Zira, Allahu Teâlâ'nm
varlığına ve birliğine îmân, İslâm akidesinin ve bütün Semavî gerçek dinlerin
esasını teşkil eder. Çünkü Allah, herşeyin aslı, var oluşunun sebebidir. O, her
varlığın yaratıcısı ve gayesidir. Bütün dinler, bu inanca dayanır. Her türlü
güzellik, hayır, adalet ve fazilet hissi, her insanda fıtrî olan bu inançtan,
Allah'a îmân esasından doğmuştur.[1]
Vücûd-ı Ilâhî'yi isbat
etmek; şer'î delillerle değil, ancak aklî veya vicdanî delillerle veya her
ikisiyle mümkün olabilir. Çünkü ilâhî bir dîne inanmak, her şeyden önce, onu
vaz'eden Allahu Teâlâ'-ya inanmakla kaabil olur. O halde, Allah'ın varlığını isbat
ederken henüz isbat edilmemiş olan ve isbatı Allah'ın isbatıria tevakkuf eden
dînin beyân ettiği şer'î deliller zikredilemez. Zira Allah'a inanmayan bir
kimse, ilâhî bir dîne, mukaddes bir kitaba inanmıyor demektir. Bu sebeple, bu
gibileri ikna etmek için, yalnız akla hitabeden aklî ve mantıkî deliller beyan
etmek gerekir. İşte bunun içindir ki Kur'an-ı Kerîm, insanları Allah'ın varlığı
konusunda dâima düşünmeğe, muhakeme etmeğe ve akla müracaata davet etmektedir.
Ancak, Kur'an'a inanan samîmi bir müslüman için, naklî delil sayılan âyet-i
kerîmeler, onun îmanını kuvvetlendiren birer kesin delildir.
Her devirde, Yüce
Allah'ın varlığını inkâr eden ve yalnız maddeye inanan materyalistlerle,
Allah'a ortak koşan müşrikler —az da olsa— bulunduğundan, Allah'ın varlığını
isbat konusu, islâm Mütefekkirlerini ve İlâhiyatçı Filozofları çok meşgul etmiş
ve bu hususta çeşitli deliller zikretmelerine sebep olmuştur.
Şimdi biz burada, Hak
Teâlâ'mn yüce varhğını isbat hususunda İslâm Mütefekkir ve Kelâmcılarıyla, İlâhiyatçı
Filozofların ileri sürdükleri ilmî ve felsefî delillerin en mühimlerini beyan
edeceğiz. Bu' konuda «Maddeciler»in görüşünü de kısaca izah ettikten sonra,
onlar gibi maddî ilimlerle meşgul olan tabiat âlimlerinin yalnız maddeye
inanıp, Allah'a inanmayan Maddecilere güzel bir cevap teşkil eden, ilmî
delillerinden bazılarını zikredeceğiz.
İslâm
Mütefekkirleriyle, İlâhiyatçı Garp Filozoflarının bu konuda beyan ettikleri
deliller esas itibariyle bir olup, hepsi de, bu varlık âleminin ilk illetinin
(yani yaratıcısının) «öncesi ve sonu olmayan, hududsuz ve mutlak kemâl sahibi
bir varlık» olduğu esasına dayanır. Hepsinin hedefi, bu ilâhî varlığı isbat
etmektir.
Bu konuda, seçilen
çeşitli yol ve metodlar ile, zikredilen delilleri, şu üç gurupta toplayabiliriz
:
A) Dış
âlemden çıkarılan »Tabiî deliller»
B) Akıl
yoluyla elde edilen «Metafizik deliller»
C) İnsan
tabiatından çıkarılan «Ahlâkî ve Vicdanî deliller».
Şimdi bu delilleri
sırasiyle görelim : [2]
«Âlem» adı verilen
gördüğümüz şu varlıktan çıkarılan delilleri dört gurupta toplayabiliriz :
1- Hudûs (sonradan var olma) delilleri Bunlar bu âlemde .görülen varlıkların hal ve
sıfatlarından çıkarılan delillerdir.
2- İmkân delilleri : Bu âlemin vücûdundan, yâni yokken var
olmasından çıkarılan delillerdir.
3- Hareket delili :, Maddede bulunan
hareket özelliğinden çıkarılan delildir.
4- İbda' ve İHet-i Gâiyye delili : Âlemdeki
nizamdan, her şeyin bir gayeye
göre yaratılmış olmasından çıkarılan delildir.
Şimdi bunların
herbirini beyân edelim. Ancak bu kitabın hazırlanmasındaki gaye bakımından,
delillerin münakaşasına girmiyerek, yalnız bu delilleri izah etmekle
yetineceğiz.
1- Hudûs Delilleriyle, Allah'ın Varlığını İsbat:
Bu âlemin hadis olduğu
esasına dayanan hudûs delillerini beyân etmeden önce, şu hususu bilmemiz
gerekir :
Biraz sonra izah
edeceğimiz gibi, bu 'âlem hadistir. Yâni, yok ik#n sonradan var olmuştur. O
halde evveli olmayan «Kadîm» bir faile muhtaçtır.
Yine ileride beyân
olunacağı gibi, bu mümkindir. Yâni;
vücûdu kendi zâtının muktezâsı (icabı) olmayıp, vücudu da, ademi de zâtına
nisbetle müsavidir. O halde, bu âlem, varlığını yokluğuna tercih ederek, yok
iken onu var eden bir müreccihe, bir mucide muhtaçtır. Bu mucidin de vücûdu zâtından, yâni Vâcib'ul - Vücût olması gerekir. Şu hâle
göre bu âlem bir mucide (yaratıcıya) muhtaçtır.
Bu ihtiyâcın illeti
(sebebi) nedir?
Bu ihtiyâcın illeti;
hudûs mudur, yoksa imkân mı?
İşte bu husus, Kelâm
âlimleriyle, filozofları ihtilâfa ve münakaşaya sevkeden mühim bir konudur.
Biz burada, bu önemli
konuya kısaca işaret edeceğiz.
«Mâtekellimûn» diye
anılan Kelâmcılarm ekserisi, bu ihtiyâcın illeti (sebebi) «Hudûs»'tur, derler.
Filozoflar ise, bu
illetin hudûs olmayıp, «İmkân» olduğu ka-naatindedirler.
Bâzı Kelâmcılar,
filozofların bu görüşüne iştirak etmişlerse de diğer bir kısım kelâmcı, üçüncü
bir görüşe sahipdir. O da; bu ihtiyacın illeti, «İmkân ile birlikte
hudûs»'dur, fikridir. Herbirinin görüşünü destekleyen deliller vardır [3]
Bu kısa bilgiden sonra
«Hudûs» esasına dayanan delilleri izaha geçebiliriz :
a) Cisimlerin Hudûsu Esasına Dayanan Delil :
Mütekellimûn (İslâm
Kelâmcıları), bu delili şöyle bir kıyâs yoluyla beyân ederler :
Bu âlem, suretiyle ve
maddesiyle hadistir (Sonradan var olmuştur).
Her hadis mutlaka bir
muhdise (mucide) muhtaçtır.
O halde bu âlem de bir
muhdise muhtaçtır. O da Allahu Teâlâ'-dır.
Şimdi, nazarî ve
delile muhtaç olan bu kaziyye (önerme) 'lerin herbirini açıklayarak, vardığımız
neticenin doğru olup olmadığım inceleyelim.
Bu âlemin hadis olduğu
müşahede (gözlem) ve aklî delillerle sabittir. Şöyle ki :
Âlem; «A'yân» denilen
«Cevher»'den ve bu cevherle kaaim olan «Arazlar»'dan meydana gelmiştir. Daimî
bir hareket ve değişmeler halinde olan cevherler ve arazlar hadîstir. Çünkü bir
halden diğer bir hale değişen herşey, yeni oluşlar hâlinde bulunduğundan hadistir.
Bu hususu biraz daha açıklayalım :
Cevherle kaaim olan
arazlar, İslâm âlimleri nazarında şunlar-; dır :
Hareket; sükûn,
içtima' ve iftirâk (ayrılma) adları verilen Ek-vân-ı erbaa (dört oluş).
Her biri bir keyfiyet
olan; renkler, kokular ve tadlar (yiyecek ve içeceğin verdiği lezzetler)'dir.
Bunların herbirinin bildiğimiz çeşitleri vardır.
Bu arazlar, münferit
veya mürekkeb cisimlere arız olan ve onlara değişik haller, şekiller veren
sıfatlardır.
İşte bu arazların
hepsi, hadistir, sonradan var olmuştur.
Bunlardan bazılarının
hudûsu his ve müşahede (gözlem) ile sabittir. Görmekte olduğumuz; sükûndan
sonra hareket, karanlıktan sonra aydınlık, beyazlıktan sonra siyahlık gibi...
Bazılarının hudûsu da,
delil ile sabittir. Hareketin gelmesiyle yok olan sükûn, aydınlıkla yok olan
karanlık, siyahlıkla yok olan beyazlık gibi... Çünkü bu gibi arazlar yok
olduktan sonra görülmez. Fakat, hadîs olduğu aklî delille sabittir. Zira,
hadis olmasaydı, vâcib olması gerekirdi. Eğer vâcib olsaydı, zıdlarınm
gelmesiyle yok olmaması gerekirdi. Halbuki zıdları gelince yok oluyor. O halde
vâcib değil hadîstir. Yani vücudu zâtının icabı değil, başkası tarafından
sonradan var edilmiştir.
İşte böylece, bütün
arazların hadîs olduğu (bazısı müşâhade, bazısı delil ile) sabit oldu.
Hudûsu sabit olan
arazlar, kaaim oldukları cevherlerin de hadis olduğuna delil teşkil eder.
Çünkü :
Cevherler, kendilerine
ânz olan hadiselerden asla hâlî değildir. ğildir.
Hâdiseden hâlî olmayan
herşey hadistir.
Bu iki kaziyyeyi isbat
edersek, bütün cevherlerin hadis olduğu gerçeği de isbat edilmiş olur.
Birinci kaziyye
doğrudur. Çünkü : Her cisim veya cevher hareket veya sükûnden hâlî değildir.
Zira her cisim, mutlaka bir boşlukta (hayyizde) bir yerde bulunur.
Eğer orada kalır ve
başka bir yere intikal etmezse sükûn halindedir. Sakindir (Sükûn; bir yerde,
iki zamanda iki oluştur.
Eğer cisim, ilk
yerinde kalmayıp, ikinci bir yere intikal ederse, hareket halindedir. (Hareket;
iki yerde, iki zamanda iki oluştur.) Bu iki halin üçüncüsü yoktur.
O halde; «Cevherler
kendilerine arız olan hâdiselerden asla hâlî değildir» diyen birinci kaziyye
isbât edildi.
İkinci kaziyyenin
isbâtına gelince :
Hâdiseden hâlî olmayan
şey, hadis (sonradan var) olmayıp, kadîm (ezelden var) olsaydı, ondan hiçbir
zaman ayrılmayan ve 1 dâima lâzımı bulunan hâdiseler de, onunla birlikte ezelde
mevcut olurdu. O vakit, o hâdiseler de onun gibi kadîm olurdu ki; bu aklen *
muhaldir. Çünkü hadis, yani sonradan var olan bir şey, kadîm, yani ezelî
olamaz.
îşte böylece, cisim ve
cevherlerin de, arazlar gibi hadis olduğu, dolayısiyle cevher ve arazlardan
teşekkül eden bu âlemin de, suretiyle ve maddesiyle hadis olduğu gerçeği isbat
edilmiş olur.
Bu âlemin hadis olduğu,
yani bir zaman yokken bizce bilinmeyen bir müddet sonra maddesiyle, sureti ve
bütün cüzleriyle var olduğu sabit olunca, sonradan var olan her hadis gibi bu
âlemin de bir mnhdise, yâni bir mucide, (yaratıcıya) muhtaç olduğu sabit olur.
Bu, «İlliyet» kanununun [4] tabiî
bir neticesidir,
O halde bu âlem de,
var oluşunda bir yaratıcıya, bir mucide muhtaçtır. O yaratıcı ise; bu âlem
cinsinden olmayan, varlığı zâtının icâbı, yani Vâcibü'l - Vücût olan mutlak
kemâl sahibi Aîlahu Teâlâ'dır [5]
Bu neticeye varmak,
zorunlu ve kesindir. Çünkü, sonradan yaratılan bu âlemin, vâcibü'l - vücûd
(varlığı zâtının îcâbı) olan Allah tarafından değil de, Allah'dan başka bir
fail tarafından yaratıldığını farzetsek, sonunda mutlak kemâl ve kudret
sahibi, vücûdu zâ-tıyla kaim bir Allah'ın varlığına yine ulaşırız. Zira deriz
ki :
Bu âlemi yaratan
varlık, vâcibü'l vücûd değilse, mümkini'l - vü-cûddur. Yâni vücûdu sonradan var
olmuştur. O halde o da, varlığında başka bir faile, mucide (yaratıcıya)
muhtaçtır. Şayet, o da, bu fail gibi, başka bir faile muhtaç ise, faillerin
böylece sonsuzluğa doğru teselsül edip gitmesi gerekir. Böyle bir teselsül ise,
Kelâm-cılar ve Filozoflar nazarında bâtılda. O halde, var olduğu farzedilen bu
failler silsilesinin bir noktada durması ve başkasına muhtaç olmayan, her
bakımdan ekmel, vücûdu zâtının icâbı olan bir varlığa dayanması şarttır. îşte
bu varlık, âlemin yaratıcısı olan Allahu Teâlâ'dır.
Görüldüğü üzere bu
netice ve Hakk Teâlâ'nın varlığını isbat eden birçok deliller, teselsülün bâtıl
olduğu esasına dayanmaktadır.
Bu sebeple, teselsülün
bâtıl olduğunu beyân eden birçok deliller zikredilmiştir. Biz burada «Burhân-ı
Tatbik» adiyle şöhret bulan delili beyan etmekle yetineceğiz. [6]
Teselsül : Herbirinin
vücûdu daha öncekinin vücûduna tevakkuf ederek birbirine dayanan ve ezele
doğru uzandığı tasavvur olunan namütenahi (sonsuz) bir silsile, demektir.
Teselsül'ün İptali işte hâdiselerin sonsuzluğa doğru bu şekilde
teselsül edip gitmesi muhaldir, mümkün değildir. Çünkü : Eğer maziye doğru
evveli ve başlangıcı olmayan ve birbirine tevakkuf eden ve birbirine zincirleme
dayanan böyle bir hâdiseler silsilesi olsa ve meselâ bugün vücûda gelen bir
hâdise, bu şekilde birbirine tevakkuf eden ve sonsuzluğa doğru uzanan namütenahi
bir hadiseler silsilesinin neticesi olsa, yani böyle bir «namütenahi» hâdiseler
silsilesi bulunsa.
Bir de; meselâ bundan
bir ay önceki bir hâdisenin illeti'nm ete. böyle maziye doğru devam eden
namütenahi hâdiseler silsilesi dl-duğunu farzetsek...
Hiç şüphe yoktur ki,
var olduğunu farzettiğimiz ikinci silsile-nin halkaları, birinci silsilenin
halkalarından daha azdır. Çünkü ikinci silsile, birinciden bir ay daha azdır.
Şimdi, birinci
hâdiseler silsilesiyle, varlığını farzettiğimiz ikinci hâdiseler silsilesini,
bugünden başhyarak, mazi cihetindeki namütenahi sonsuzluğa doğru herbirinin
halkalarını, diğerinin halkalarıyla karşılaştırmak suretiyle birbiri hizasına
koyarak; birbiri ile ça-kiştırsak :
Ya, bu iki silsilenin
de mazi cihetindeki sonları bitmez ve sonsuzluğa doğru devam edip giderler. Bu
takdirde; noksan olan ikinci silsilenin, tam ve kâmil olan birinci silsileye
eşit olması gerekir. Bunun bâtıl olduğu aşikârdır.
Veya, noksan olan
silsile, noksan olduğu miktar yerinde kesilerek son bulur. Gerçek ve tabiî
olan bu netice, birinci silsilenin de noksan silsile gibi kesilerek son
bulmasını gerektirir. Çünkü bu silsile, sona eren noksan silsileden bir ay
gibi belirli bir miktar fazladır. Bu fazlalık bitince o da nihayete erer.
işte böylece, sonsuz
ve namütenahi olduğu iddia edilen hâdiseler silsilesinin, mütenâhî (sonlu)
olduğu, dolayısiyle yukarıda tarif edilen teselsülün bâtıl ve muhal olduğu
isbat edilir. Bu delile «Bur-hân-ı Tatbik» adı verilmiştir. [7]
Netice: Bu âlem,
sureti ve maddesiyle hadistir. Çünkü âlemi meydana getiren cevher ve arazlar
hadistir.
Her hadis var
olabilmek için bir muhdise bir. mucide muhtaçtır. Bu husus, illiyet.kanunu ile
sabittir. O halde, bu âlem de bir muhdise yani bir yaratıcıya muhtaçtır.
Âlemin muhdisi, yâni
mucidi, Vâcibü'l - Vücut'tur. Çünkü :
Bu
mûcid Câizü'l - Vücûd
olsa, o da hadis olur. Hadis olan mûcid ise, âlemin mucidi, (faili) olamaz.
Aksi halde, kendi nefsinin illeti olmuş olur. Bu ise muhaldir. Çünkü, bir
mucide, yani bir yaratıcıya muhtaç olan şey, kendi nefsinin asla mucidi-olamaz.
Bu âlemin illeti, sonsuzluğa doğru devam eden
bir hâdiseler silsilesi de olamaz. Çünkü teselsül, «Burhân-ı
Tatbik» ile bâtıldır.
O faalde bu âlemin
müciaJ; Vâcibü'l - Vücut'tur. O da Aiîahu TeâlâMır.
Görüldüğü üzere bu
delil, dikkat isteyen, uzun, güç ve münakaşaya müsait bir delildir. Nitekim,
büyük İslâm Filozofu İbni Kiişd, eserden müessire (tesir eden bir varlığa)
geçiş yoluyla Allah'ı isbat yolunu benimsemekle beraber, âlemin bütün
cüzlerinin hadis olduğunu isbat esasına dayanan bu delili, uzunluğu ve zorluğu
sebebiyle tenkid etmiştir. Bu sebeple, hudûs esasına dayanan bu delilin,
Kur'an-ı Kerîm'de birçok âyetlerle işaret olunan usûle uygun olarak takrir
edilmesini ister. «Şeriat tarîki» adını verdiği bu usulle iki türlü delil
zikreder : Birincisine; «İhtira», yâni «îcad etme, yaratma» delili, ikincisine
de «İnayet» delili adını verir. İhtira, «îcad etme» ve «İnayet» delillerine
delâlet eden müteaddit âyetler zikrederek, bu metodla Allah'ı isbat etmenin,
insan tabiatına en uygun yol olduğunu, münevver, mütefekkir her çeşit halk
tabakasını tatmin edeceğini söyler [8] İnayet delili ileride zikredilecektir.
b) İhtira (îcad Etme) Delili :
tbn-i Rüşd'ün bu
delilini şöylece özetleyebiliriz : Gökler ve yer, nebat ve hayvan gibi
gördüğümüz varlıklar, ihtira (icad) olunmuştur. Her ihtira olunana bir ihtira
edici lâzımdır. O halde şu mevcudatın da bir ihtira edicisi vardır. O da
Allahu Teâlâ'dır. Çünkü : Görüyoruz ki yok iken bir nebat, bir hayvan var
oluyor. Bunların sonradan olduğunda ve ihtira (icad) edildiğinde şüphe yoktur.
Meselâ câmid, yani cansız ve hareketsiz bir cisim görüyoruz, sonra onda hayat
vücûda geliyor. Cisimlerde hayat, idrâk, akıl gibi haller ihtira (icad)
olunuyor. Her şey daima yeni bir oluş ve değişmeler halindedir.
İlliyyet kanunu
gereğince her ihtira olunan, yani icad olunan şeye bir ihtira eden ,icad eden
lâzımdır. Çünkü hayat, idrâk ve akıl gibi haller kendiliğinden vücud bulamaz,
mutlaka bir muhdise, her-şeyi yaratmağa kadir bir mucide muhtaçtır. O da, ezelî
ve ebedî, âlim ve kaadir olan Hak Teâlâ'dır [9]
Görüldüğü üzere bu
delilde, müşahede olunan bir hâdisenin veya bir vasfın hadis olması
kâfidir.
Terldb Delili :
Bu âlem mürekkeb (terkip edilmiş) bîr varlıktır. Bu husus, müşâhade ile sabittir.
Her terkip olunan şey,
kendinden Önce mevcut bir mürekkibe (terkip ediciye) muhtaçtır. Terkip olunan
varlık, cüzlerinden meydana gelir. Cüzler, mürekkepden (yani terkip olunandan)
önce vardır ve ondan ayrı şeylerdir. O halde, terkip olunan varlık yok iken,
bilâhare,- cüzlerinin birleştirilmesiyle hadis olmuştur ve her hadis gibi o da
bir muhdise muhtaçtır. Bu muhdis, terkip edilen ve kendinden başkasına muhtaç
olan bu âlem cinsinden olamaz. Aksi halde muhdislerin teselsülü gerekir.
Teselsül 9:se bâtıldır. O halde bu muhdis, varlığında başkasına muhtaç olmayan
kadîm (ezelî) bir varlıktır. O da, Vâcibu'l - Vücûd (vücudu zâtına vacip) olan
Hak Teâlâ'dır.
Hudûs, yani sonradan
var olma esasına dayanarak Allah'ın varlığını isbat eden başka deliller varsa
da, bu kadarla yetiniyoruz.
2- imkân Esasına Dayanan Delillerle Allah'ın Varlığını
tsbatt
Bu metodla Hak
Teâlâ'yi isbat etmek, İslâm filozoflariyle, bazı Kelâm âlimlerinin yoludur.
Mümkin ; Mücûdu da,
ademi (yokluğu) de müsavi olan, yani vücûdu kendi zâtının muktezâsı ve icabı
olmayan, var olması da, yok olması da aklen caiz olan şey demektir. O halde,
aslında mümkün olan bir şey bazan- vücûdu kabul ederek var olur. Bazan da
yokluğu kabul edecek yok olur. Bunun içindir ki Kelâmcılar «Her mümkin
hadistir.» derler. Çünkü bir şeyin mümkin olduğunu, o şeyin hadis olmasıyla
biliriz. Bu bakımdan hadis, mümkinden daha açık, dolayısiyle, hudûs yoluyle Hak
Teâlâ'yi isbat, imkân -yoluyle isbattan daha açık ve daha meşhurdur.
Şimdi imkân esasına
dayanan delillerden bazılarım görelim :
a) Bu Alemin
Mümkin Olması îielili:
Bu delil şöyle bir
kıyâs yoluyla beyan edilebilir : Bu âlem bir mümkinât mecmuasıdır.
Her mümkin, var
olabilmesi için, yokluğuna varlığını tercih eden bir müreccihe, müessir bir
kuvvete muhtaçtır.
O halde bu âlem de,
var olabilmek için böyle bir müessir kuvvete muhtaçtır. O müessir kuvvet de,
bu âlem dışında, vücûdu zâtına vâcib olan bir varlıktır. O da Allaîıu
Teâlâ'dır.
Evet görmekte
olduğumuz bu âlem mümkindir. Çünkü; var olmakla beraber, vücûdu zarurî
değildir. Zira bu âlem, var olmayabilirdi de.. Nitekim biz bu âlemin yok
olmasını da tasavvur etsek, bu tasavvur aklen muhal değildir. Zira âlemin,
kendi varlığı ve hakikati içinde vücûdunu zaruri, yokluğunu imkânsız kılan bir
sebep yoktur. O halde biz, bu âlemin varlığını da, yokluğunu da düşünebiliriz.
İşte bunun içindir ki, şu varlık âleminin vücûdu mümkindir, yani vücûdu
zâtından değildir. Daima değişiklik halinde ve cüzlerine muhtaç bulunan bu
âlemin bizatihi mevcut, yani vâcibu'l - vücûd ve ezelî bir varlık olması iddia
edilemez. O halde bu âlem müm~ kinü'l - vücut'tur. Yani varlığı zâtından
değildir. Öyle ise, bu âlem de her mümkin gibi, varlığını yokluğuna tercih eden
bir müreccihe, yani müessir bir kuvvete muhtaçtır. Bu müessir de, Vâcibu'l - Vücûd
olan Allahu Teâîâ'dır.
Bu müessir, vardır ve
vâcibu'l - vücuttur. Çünkü :
Varlıkların mucidi,
hariçte vücûdu olmayan bir şey olamaz. Zira icâd mertebesi, vücûd mertebesinden
sonradır. O halde bir şey mevcut olmadan, başkasını icâd edemez.
Bu âlemin pıûcidi,
mümkini'l - vücût da olamaz. Çünkü öyle olsa, bu müessir :
Ya bu âlemin kendisi
olan tamamıdır;
Veya cüz'üdür;
Veya biribirine
dayanarak sonsuzluğa doğru giden mümkinler silsilesidir.
Birinci ve ikinci
ihtimâl bâtıldır. Zira bir şey, bizzat kendisinin müessiri olamaz. Aksi halde,
bir şey hem illet, hem malul olur. İllet malûlünden önce olacağından, kendi
nefsi var olmadan Önce mevcut olması gerekir ki, bunun aklen muhal olduğu
aşikârdır.
Üçüncü ihtimal de
bâtıldır. Zira bu ihtimâl teselsülü gerektirir. Teselsül ise bâtıldır.
Bütün bu ihtimaller
bâtü olunca, bu âlemin mucidinin, bu âlem dışında ve mUmkinattan olmayan
Vâcibü'l - VücÛd bisı gerekirr. tşte bu varlık da, Jizaöhi ve bizatihi bir
varlık olma- mevcut olan Allahu Teâlâ Görüyoruz
ki bu âlemin var olması, her bakımdan eşsiz, ezelî bir mevcudun, yani Allah'ın
varlığını isbat ediyor. Esasen, vücûdu zâtının icabı ve muktezâsı olan ezelî
bir mevcut olmasaydı, gördüğümüz bu âlem vücûd bulmazdı. Çünkü hiçbir şey,
kendi kendine var olamaz, bu hakikat maddecilerin de kabul ettiği «illiyet Kânunu»
'nun zarurî bir neticesidir.
b) Mutlak Bir Mevcut Delili:
Hakikatta bir mevcut
vardır. Bu, hiçbir kimsenin inkâr ede-miyeeeği bir gerçektir.
Varlığı inkâr edilemiyen
bu mutlak mevcut :
Ya Vâcibdir. Yani
vücûdu zâtının icabı ve muktezâsıdır.
Veya mümkindir. Yani
vücûdu zâtının muktezâsı olmayan bir varlıktır.
Çünkü, bütün
varlıklar, bu iki nevi varlıkta toplanmış ve inhisar etmiştir.
Eğer, bu mevcut olan
şey vâeib ise, matlubumuz isbât edildi demektir. Yani o, varlığı vâcib olan
şey, ancak Allahu Teâlâ'dır.
Eğer, bu mevcut olan
şey mümkin ise, bir müessire muhtaçtır. Çünkü mümkin, varlığı zâtının icabı ve
muktezâsı olmadığından, var olabilmesi için vücûdunu ademine (yokluğuna)
tercih eden bir müreccihe muhtaçtır. Aksi halde miireccihsiz tereccüh (yani
tercih edici olmadan tercih etmek) lâzım gelir ki, bu da muhaldir, imkânsızdır.
Bu müreccihin vâcib
olması zaruridir. Çünkü o müreccih de mümkin olsa, o da başka bir müreccihe
muhtaç olur. Onun nıürec-cihi de mümkin olsa ve böylece devam etse, teselsül
lâzım geîir. Teselsül ise bâtıldır.
O halde, bu mutlak
mevcut mümkin ise, onun mucidi mutlaka vâcibdir. O da Allahu Teâlâ'dır.
İmkân esasına dayanan
daha başka deliller varsa da, burada en önemlilerini zikretmekle yetinmeyi
uygun bulduk[10].
3- Maddede
Bulunan Hareket Vasıtasiyle Yüce Allah'ı tsbat: Bir de, «Hudûs» delilinde
«hadis» olduğunu söylediğimiz «cev-her»'in, yani maddenin dâima harekette
oluğundan çıkarılan delil ile Yüce Allah'ı isbat ederler ki, bu deliî de kısaca
şöyle ifade olunabilir :
Şu âlemde bulunan
madde ve ondaki hareket bugün ilmen sabittir. Bu madde ve bu hareketin mucidi
kimdir?
Maddeciler «Madde de,
ondaki hareket de ezelidir» derler. Bu fikir yanlıştır. Çünkü maddedeki bu
hareket, bir evvelki hareketin, o da daha evvelkinin neticesidir. Bu
hareketler silsilen, sonsuzluğa doğru devam edip gidemez. Çünkü teselsül
bâtıldır. O halde bu hareket silsilesinin bir noktada durması ve ilk hareketin,
vücûdu vâcib olan bir illete, bir muharrike dayanması zaruridir. O da her
şeyin halikı olan Allah'dır.
Sonra, Fizik ilmi
bize; maddenin genel özellikleri arasında bit de «Atâlet» Özelliği olduğunu,
Mihaniki Fizik de; «harekette bulunan cisimler manzumesinin denkleşmeğe
çalıştığım, bu sebeple har reket halinde bulunan her cismin az çok uzun bir
zaman sonra sükûnete ermesinin zaruri» olduğunu bildirir.
Maddenin genel
özelliklerinden olan «Atâlet» ve «Denkleşme* kanunları, bu âlem denen
kâinattaki hareketin ezelî ve ebedî ola-mıyacağını isbat etmekte ve
maddecilerin, «Madde de, ondaki hareket de ezelîdir...» iddiasını
çürütmektedir. Çünkü, ilmen sabit olan «Denkleşme kanunu» gereğince, bu âlemin
sükûna gelmeye çalışması zarurîdir. «Âlem, bahsettiğimiz denkleşmeye ve
sükûnet haline gelmiş sonra sırf maddedeki hareket özelliğinin îcabı olarak
tekrar harekete başlamıştır», şeklindeki itiraz ise, «Atâlet» kânununa aykırı
olduğundan vârid değildir. O halde; madde ve ondaki hareket ezelî olmayıp, her
ikisinin de bir başlangıcı vardır. Yani sonradan vücûda gelmiştir, öyle ise; bu
varlığı vücûda getiren maddeyi de, onu teşkil eden atomdaki enerji kaynağı olan
hareketi de yaratan, varlığı zaruri ve ezelî yüce bir varlık vardır. O da Allah
(c.c.)*drr.
Evet, parçalanan atom
içinde gizlenen müthiş enerji, maddecilerin, *çKuwetsiz madde maddesi» kuvvet
olamaz» teorisini desteklemiştir. Ancak, bu teoriden, Allah'ı inkâr mânâsı
çıkmaz. Çünkü ister, önce madde bulunsun ve bunun bir kısmı parçalanarak enerjiyi
vücûda getirsin, veya bunun aksi olsun (yani enerji önce olup, bir kısmının
yoğunlaşmasiyle «tekasüf etmesiyle» vücûd bulan maddeyi hareket ettirmiş
olsun) yine de ilk mevcut olan hangisi ise^ onu bir yaratan olduğunu kabul
etmemiz gerekir. İşte o yaratıcı, herşeyden önce var olan ve vücûdu vâcib
bulunan Allahu Teâlâ'dır,
Maddenin en küçük
zerresi olan atomda, bu muazzam enerjinin bulunabilmesi de, Allah'ın varlığına
ayrı ve açık bir delil teşkil eder. Çünkü, küçük bir atomda gizlenen bu muazzam
enerjiyi, ancak yüce bir kuvvet, yani yalnız Allah toplayabilir. Böyle müthiş
bir enerji kudreti, ancak ilâhî bir varlık vasıtasiyle vücût bulabilir. İşte o
ilâhî varlık da, Hak Teâlâ'dır.
Meşhur Yunan filozofu
Aristotales de, «İlk muharrik» diye vasıflandırdığı Allah'ı, maddenin dâima
hareket etmekte olduğu esasına dayanarak isbat etmiştir.
4- İbda ve Ulet-i
Gâiye Delili ile Allah'ın Varlığını İsbat [11]
İbda : Bir şeyi,
benzeri veya misli ve eşi olmadan güzel ve mükemmel bir şekilde vücûda
getirmektir.
Gaye ise : Bir şeyin
neticesi, o şeyin varlığı üzerine terettüp eden fayda ve onun vücûdunu
gerektiren hikmet demektir.
Görüp durduğumuz bu
âleme dikkat edersek, onun çok güzel ve çok mükemmel olarak yaratıldığını
anlarız. Dünyamız ve ondaki her varlık; gök yüzü ve onda görülen güneş, ay ve
yıldızlar, hülâsa bu âlemdeki herşey, daha önce bir benzeri olmadan vücûda getirilmiş
ve herbiri bir gaye için yaratılmıştır. Hiçbir şey rastgele, sebepsiz, faydasız
ve maksatsız olarak yaratılmamıştır. Bu âlem bir güzellik, gaye ve vesileler
mecmuasıdır.
Meselâ İnsan : O,
canlı varlıkların en güzeli, en mükemmelidir. Bu mükemmel varlık, rastgele
vücûda gelmiş, sebepsiz ve gayesiz bir varlık değildir. O her azâsıyla güzel,
mükemmel, faydalı ve maksatlıdır. Meselâ göz; görünüşü ile güzel, bütün
inceliği ile mükemmel, «görmek» de onun gayesidir. «İşitmek» kulağın, «koklamak»
burnun, «tatmak» dilin gayesi ve faydası değil midir? Bunun gibi kalbin de,
midenin de, beynin ve aklın da bir gayesi, mevcudiyetinin hikmet ve faydası
vardır. İnsanın olduğu gibi, canlı ve cansız her mevcudun varlığının bir
gayesi, faydası ve hikmeti bu-lunduğu muhakkaktır. Bunu her idrak sahibi bilir.
Evet biz, çok defa bu
hikmet ve faydaları görür, aklımızla buluruz. Fakat bazan da, birçok şeylerin
varlığındaki maksat ve gayeyi bilemez ve anlıyamayız. Onların varlığının
nimeti, çok defa idrâkimizin ve
anlayışımızın dışında
kalabilir. Çünkü, gayesi idrak ve tefekkür olan aklın, anlama kudreti de her varlık gibi sınırlıdır.
Ancak, bu hikmetleri anlayamamamız, o şeylerde bir gaye ve maksat bulunmamasını
gerektirmez. Zira biz, buna rağmen, gözün görmek, kulağın işitmek, midenin
yenileni hazmetmek, kanadın uçmak, saatin vakti bildirmek için olduğunu bilir
ve kabul ederiz.
İşte bu âlemde görülen
canlı ve cansız varlıklardaki ibda ve gayeler manzumesi, bütün bunları icadedip
yaratan bir halikın varlığını, aynı zamanda o varlığın ilim ve kudret sahibi
bir ilâh olduğunu isbat eder. Her şeyi bir maksada göre yaratan bu varlık,
Vâ-cibul* - Vüeûd (Vücûdu kendi zâtından) olan Yüce AUah'dır.
Kısaca ifadeye
çalıştığımız bu delil, ta Sobrates'ten bu yana, bütün ilâhiyatçı filozofların
önem verdiği «lllet-i Gâiye» adıyla şöhret bulan «Nizâm-ı Alem» delilidir.
Kur'an-ı Kerîm'de de âlemdeki t*u ibda ve gayeyi belirten bir çok .âyetler
vardır.[12]
Büyük İslâm filozofu
tbn-i Rüşt bu delili, KurWın delillerinden sayar ve «İnayet delili» adını
verir.
tbn-i Rüşt bu delili
şöyle ifade eder :
«Bu dünyada bulunan
varlıkların karakter ve tabiatını tetkik «Biz yeri (rahat yaşamanız için) bir
döşek (ve konak), dağlan da birer direk yapmadık mı. Sizi çift çift yarattık.
Uykunuzu dinlenme (zamanı) yaptık. Geceyi örtü, gündüzü maişet zamanı yaptık.
Üzerinize sapasağlam yedi gök bina ettik. Orada parlak bir çırağ (güneş)
yaptık. Rüzgâr ile sıkılan bulutlardan tane ve nebat çıkarma^, sarmaşmış
bahçeler bitirmek için, bol bol su (yağmur) indirdik.» (Nebe, 6-16).
edince, onların, sanki
insan için, insanın varlığını, devam ettirmek için yaratılmış olduğunu görürüz.
Bu alâka, gaye ve dengenin gelişi güzel, rastgele bir' tesadüf neticesinde
olması mümkün değildir. Belki bu denge ve uyum, insana verilen kıymet ve önemi,
herşe-yin ona hizmet ve faydalı olma gayesini hedef alarak müstakil, irade ve
kudret sahibi bir varlık tarafından yaratılmış olduğunu gösterir. Gece ile
gündüz, ay ile güneş, zamanlar (mevsimler) ve mekânlar, göklerin yaratılışı,
yağmurların yağışı, denizler ve karalar, otlar, ağaçlar, hayvanlar, toprak,
su, hava, ateş, hülâsa herşey. insanın yaşamasına, rahat ve saadetine hizmet
için yaratılmıştır. Bu, şüphe götürmez bir hakikattir.
Bundan başka, insan ve
hayvanın bütün azaları, şahıslarını ve nev'ilerini yaşatmak ve devam ettirmek
gayesine uygun bir şekii-de yaratılmışlardır.
İşte bunun içindir ki
Yüce Allah'ın varlığını tam mânâsiyle anlamak ve bu hususta tam.bir bilgi
sahibi olmak isteyenler için, yeryüzündeki varlıkları incelemeleri vâcibdir.
insanı, Allah'ı bilmeye ve O'na inanmaya götüren en doğru yol da budur.» [13]
Allah'ın ilâhî
varlığım isbat eden ve dış âlemden çıkarılan tabi» delilleri buraya kadar izaha
çalıştık.
Şimdi, yalnız akıl
yoluyla Yüce Allah'ın varlığını isbat eden delilleri özetleyeceğiz. [14]
Yeni filozoflar
Allah'ın varlığını yalnız akıl yoluyla isbat etmişler ve bir çok aklî deliller
zikretmişlerdir. Bunların en mühimleri, modern felsefenin kurucusu olarak
tanınan meşhur Fransı filozofu Dekart (Descartes) tarafından ifade edilen
«Kemâl» ve «Namütenahi» fikir ve esasına dayanan «Metafizik» delillerdir. Biz burada,
bu iki delili özet olarak anlatmakla yetineceğiz.
1- Namütenahi Tasavvurundan Çıkarılan Delil ile
Allah'ın Varlığım tsbat:
Descartes bu delili
şöyle ifade eder :
Düşünüyorum. O halde
varım. Düşününce anlıyorum ki, ben noksan bir varlığım. Çünkü biliyorum ki ben
şüphe ederim. Şüphe etmekse, hakikati bilmemekten doğan bir noksanlığın
tecellisidir. Buna rağmen, bende bir «Namütenahi» (Sonsuzluk) ve «Mutlak kemâl»
fikri ve bunu tasavvur ediş var. İşte bu namütenahi tasavvuru, benim noksan ve
mütenâhî (sonu olan) bir varlık olduğumu bana öğretiyor. Bu fikir bana nereden
geldi?
Şüphe yok ki, noksan
ve sonu olan bir varlık olarak bu fikrin kaynağı ben değilim. Çünkü; noksan ve
sonu olan bir varlık, kâmil ve sonsuz bir varlık fikrinin masdarı ve kaynağı olamaz.
O halde her eser ve malûl gibi bu fikrin de bir illeti, bir sebebi olması tabiîdir.
Bu sebep (illet), ben
olamıyacağım gibi, dış âlemde görülen herhangi bir varlık da olamaz. Çünkü,
onlar da benim gibi mütenâhî (sonlu) ve noksan... Mütenâhî ve noksan olan bir
varlığın eseri namütenahi (sonsuz) olamaz. O halde, bana, bu namütenahi fikrini
telkin eden ve tasavvur ettiğim kemâl sıfatlarına sahip namütenahi bîr varlık
var. O da, bütün kemâllerin ve sonsuzluğun sahibi olan Allah'dır.
2 - Descartes Allah'ın Varlığını tsbat Eden İkinci
Delilini de Şöyle Anlatır [15]
Şu anda ben, noksan
bir varlık olduğumu biliyorum. Noksan olmama rağmen zihnimde kâmil bir varlık
fikri var.
Düşünüyorum, benim
varlığımın sebebi (illeti) nedir?
Nefsimi, kendi
vücûdumun illeti ve mucidi olarak tasavvur etmeme imkân göremiyorum. Çünkü
bende, kendimi yaratma kudreti olsaydı, şüphe yok ki kendimi böyle noksan
olarak değil, bütün kemâl sıfatlariyle muttasıf olarak yaratırdım. Evet bende
bu kudrel olsaydı, bütün kemâlâtı kendime vereceğim muhakkaktı. Zira var olmağa
kaadir olan kudret, kemâlâtı da kendine vermeğe kaadirdir. Fakat ben buna
kaadir değilim. O halde ben, vücûdumun mucidi değilim.
Kâinattaki diğer
varlıklar da aynı sebeple, benim ve kendi varlıklarının mucidi olamazlar.
Çünkü onlar, nefislerinin yaratıcısı olsalardı, kendilerini bütün kemâlâtla
muttasıf olarak yaratırlardı. O halde, mutlak kemâl sahibi olmayan bütün
varlıklar benim mucidim olamazlar. Annem, babam ise, bedenimin vücûda gelişme
bir vesileden başka birşey değildirler.
Öyle ise, beni yaratan
kudret, ancak, mutlak kemâl sahibi bir varlıktır.
Bu varlık da, en az
bende olanların mevcut olması şarttır. Zira mâlûlda olan her kemâlin, onun
illetinde de bulunması zarurîdir. O lıalde beni yaratan o kâmil varlık da, en
az benim gibi mevcuttur. İşte o mevcut, mutlak kemâl sahibi olan Yüce
Allah'dır. [16]
1- Beşer Tarihi Veya Şehâdet-i Âmme Delili:
insanlık tarihi bize
gösteriyor yi; en iptidaî (ilkel) devirlerden beri, her asırda yaşayan
insanlarda, din inancı, Allah fikri ve tapma meyli vardır. Bütün insanlar her
asırda, ilâhî bir kudretin varlığına fıtraten inanagelmişler ve bir dine sahip
olmuşlardır. Mutlak mânâda dinsiz bir cemiyet, dinsiz bir millet görülmemiştir.
Nereye gidilmişse, orada basit ve bâtıl da olsa, bir dine, bir tanrı fikrine
rastlanmıştır. Geçmiş devirlerde çeşitli şekillerdeki putlara tapanlar, ateşi,
yıldızları takdis edenler dahi, bütün bunların üstünde büyük bir kudretin
bulunduğuna, herşeyi yaratan, terbiye eden, esirgeyen, öncesiz ve sonsuz bir
varlığın mevcud olduğuna inanmışlar* dış âlemde taptıkları şeyleri ona
yaklaşmak için birer vesile saymışlardır. Cinsleri, devirleri ve memleketleri
ayn, birbirini tanımayan milletlerde görülen bu mutlak inanç birliği, din
fikrinin umûmî,. Allah inancının da fıtri olduğunu isbat etmektedir. Çünkü
bütün insanlar arasında görülen bu fikir ve şuur birliği, yersiz ve asılsı?
birşey olamaz. O halde, tarihin tanıklık ettiği bu ortak fikir, şüphe götürmez
bir gerçeğe delâlet etmekte ve Allah'ın varlığına kuvvetli bir delil
sayılmaktadır.
İşte, bütün insanlığa
şâmil bulunan bu inanç birliği, Yüce Allah'ın
varlığını isbat eden ahlâkî delillerden biridir.
2- Nefs-i Nâtıka'nın Kuvvetlerinden Çıkarılan Delil: Duygularımızda, arzu ve isteklerimizde bir sonsuzluk
var. Ruhumuzda hayra ve en güzele doğru büyük bir temayül, sonsuz bir tahassür
(istek) var. Sonra insanlarda bir akıl ve idrak, bir irâde ve ihtiyar var.
Mahdûd ve noksan olduğu halde, sonsuz bir hayra ve en mükemmele doğru yönelen
bu duygular ve kuvvetler, şüphe yok ki, sonsuz ve ekmel olan bir varlığın
mevcut olduğunu isbat etmektedir. O da mutlak ve küllî bir idrake, irade ve
ihtiyara sahip olan AHahu Teâlâ'dır.
3- Vazife Duygusu ve Ahlâk Kânunundan Çıkarılan Delil:
Vazife, bizde mutlaS
bir kuvvet ve kutsiyyet ile hükmünü yürütmekte, istediğini mutlaka yerine
getirmemizin vicdanî bir borç olduğunu bize telkin etmektedir. Acaba vazife bu
kuvveti ve bu kudsiyyeti nereden alıyor? Şüphe yoktur ki, bu kudsî kuvvet ne
bizden, ne de hariçten gelebilir. Çünkü, o, ancak, her bakımdan hayır ve âdil-i
mutlak oîan bir varlığın eseri olabilir. O varlık ise AHahu Teâlâ'dır.
Sonra her akıl sahibi
kabul eder ki, «Ahlâk kanunu» hükmünü icrada devamlı olursa, faydalı olur ve
gayesine erer. Yani ahlâk kânunu, aklın emriyle, hissin temayülleri arasındaki
ahengi sağlayan devamlı bir tevâfuk (uyum) unsuru olmalıdır. Bu ise ancak,
tabiat kanununu da, ahlâk kanununu da tek bir kuvvetin vaz' etmesiyle mümkin
olabilir.
Madem ki böyle bir
ahenk vardır, o halde Yüce Allah da vardır. Özet olarak sunduğumuz bu fikrin
sahibi, büyük Alman filozoflarından Kant'tır. [17]
Buraya kadar ifadeye
çalıştığımız bütün bu çeşitli delillere ve insanların büyük çoğunluğunun aklî
veya vicdanî veya hem aklî hem vicdanî kanaatlarma rağmen, yalnız madde ve
tabiat ile meşgul oldukları halde, bilgileri dışında kalan madde ve tabiat
ötesindeki varlıkları ve Allahı inkâra yeltenen bir zümre her devirde bulunduğu
gibi, çağımızda da bulunmaktadır.
Bu cihetle şimdi
burada, Maddeciler, veya «Materyalistler» diye anılan bu zümrenin Allah ve âlem
hakkındaki görüşlerini özetliye-cek, sonra gereken cevabı vereceğiz.[18]
Madde ve bu âlemdeki
tabiî hâdiselerle, hâdise ve olaylar arasındaki münasebetleri tahlil ile
meşgul olan ve yalnız, müşahede (gözlem) ve tecrübe (deney) yoluyla sabit
olduğunu gördükleri maddî ve hissedilen varlıklara inanan bir zümre vardır ki
bunlara; «Maddiyyun = Maddeciler» adı verilmiştir. Bunlardan bir zümre, tabiat
ötesindeki metafizik hâdise ve varlıkları, his ve tecrübe dışında kaldığı için
tamamen inkâr etmekte, dolayısiyle, bu âlemin yaratıcısı olan Yüce Allah'ın
varlığına da îmân etmemektedirler. [19]
Gözleri madde sınırım
aşamayan, gönülleri hidâyet ışığına ulaşamayan bir zümre, az da olsa her çağda
bulunmakta, Hak Teâlâ'-nın varlığına yeni burhanlar (kesin deliller) teşkil
eden ilmî keşiflere rağmen inat ve inkârlarında devam etmektedirler.
Bu zümre, maddeyi,
bütün varlık âleminin Halikı, mebdei (aslı) sayarlar.
Maddecilere göre;
bütün bu tabiat âlemi, görmekte olduğumuz yer, gök ve her ikisindeki varlıklar,
henüz mahiyeti kesin olarak bilinemiyen ve (esîr) denilen, daima hareket
halindeki sonsuz ve şuursuz zerrelerin rastgele hareketi ve tesadüfi olarak
birleşmesiyle vücuda gelmiştir. Bunlara göre, şu nizam ve güzellik mecmuası
olan âlem, ezelî ve ebedî, şuur, ilim, irade ve kudret sahibi, hakîm bir
yaratıcının eseri olmayıp, kör bir kuvvetin sevkettiği câmid ve şuursuz
maddelerin tesadüfi hareket ve birleşmelerinin eseridir!..
Maddecilere göre;
«Kuvvetsiz madde, maddesiz kuvvet olamaz.» Bu sebeple, âletle dahî
görülemiyecek derecede küçük ve lâtif, kasıt ve şuurdan mahrum olan esirin,
boşluktaki hareketi esnasında bir kısmının tesadüfi olarak birleşmesi ve
bilâhare diğerlerini cez-betmesiyle büyük bir kütle meydana gelmiş, daha sonra
bu muazzam kütleden parçalar ayrılarak, bir kısmı; üzerinde yaşadığımız bu
dünyayı, diğer bir kısmı; güneş, ay, yıldız ve diğer seyyareleri meydana
getirmiştir. O halde bu âlemin aslı; esir ve atomlarda© meydana gelen «Madde»
ile, hareketini sağlıyan «Kuvvet» den vücuda gelmiştir, «Madde de, hareket de
ezelî ve kadim olduğundan; bunlar dışında bir yaratıcıya lüzum yoktur.»,
faraziyesini ileriye sürüyorlar.
Sonra aradan U2un
zaman geçince, «tabiattaki tekâmül» kaidesince yeni gelişmeler olmuş, maddenin
kazandığı yeni istidatlarla (yeteneklerle) yeni unsurlar vücud bulmuş,
madenler, daha sonra hayat sahibi eşya teşekkül etmiş. Canlı varlıklardan önce,
en basiti olan nebat, sonra, ihsas ve hareket sahibi olan hayvanlar, daha sonra
da mütekâmil varlık olan ve şuur, idrâk ve tefekkür sahibi bulunan insan
meydana gelmiştir.
«İnsan, hayvanların en
mütekâmili olan ve insana çok benzeyen maymun cinsinden gelmiştir.» fikri,
İngiliz filozoflarından «Darvin» tarafından, «Tekâmül Nazariyesi» adıyla
ortaya konmuştur. Böylece insandaki şuur, idrâk ve tefekkür (düşünce) gibi aklî
ve nefsî hâdiseler, dimağdaki «efâil» ile, yani hep madde ve maddî hâdiselerle
izaha çalışılmıştır. Bu nazariyeye göre insan, maddî bir varlıktır. Onda maddî
olmayan hiçbir şey yoktur. Nasıl ki midenin vazifesi hazımdır; dimağın vazifesi
de irade ve tefekkürdür. Maddi olan dimağ, teşekkül bakımından bu işe
kabiliyetlidir, deniliyor.
Bu iddiaya göre, maddî
olmayan ne ruh, ne akıl, ne de «hâşâ» Allah vardır. Çünkü her şeyin aslı
maddedir. Bütün eşya, maddenin zamanla tahavvülünden meydana gelmiştir. [20]
Görüldüğü gibi,
Maddeciler ve Tekâmülcülerin iddiaları, hiçbir ilmî esasa dayanmayan, delil ve
mantıktan mahrum ve tamamen hayâl mahsulü olan indî ve mesnedsiz bir
faraziyeden ibarettir. Çünkü :
1- Bu
faraziye, bizzat kendilerinin koydukları esaslarla tenakuz (çelişki) halindedir.
Zira maddeciler; görülmiyen, his ve tecrübe ile sabit olmayan hiçbir şeye
inanmaz, bu gibi şeylerin varlığını kabul etmezler. Öyle olduğu halde nasıl
oluyor da, bu âlemin, hiçbir şeyle görülmesi kaabil olmayan «esîr» denen
zerrelerin şuursuz ve tesadüfi hareketleriyle meydana geldiğini iddia
ediyorlar? Esîr'i görmek, vasıflarını tecrübe ile anlamak kabil olmadığına
göre, nasıl oluyor da, kendi kaide ve metodlarma aykırı bir faraziyeyi ileri
sürüyorlar? Bu bir çelişki değil midir?
2- Esîr,
madde ve kuvvet, dâima hareket ve değişiklik halinde olduğuna göre, bunlar
mümkinât cinsinden olup, bizatihi mevcut olan bir müessire, yani bir yaratıcıya
muhtaçtır. Bu sebeple, esîr'in, her şeyin aslı ve illeti olduğu iddiası, hiçbir
ilmî kıymet ifade etmeyen bir hayâl ve faraziyeden ibarettir.
3- Sonra
maddeciler, hiçbir şeyin sebepsiz olarak vücuda gel-\ miyeceğini, «müreccihsiz
tereccühün muhal olduğunu» bildikleri halde, şuur - idrâk ve her nevi
kemâlden mahrum olau bu zerrelerin muayyen lıir nisbet
dahilinde birleşerek mahiyyet ve evsafı muhtelif olan varlıkları meydana
getirmelerinde niçin bir sebep, bir müessir aramazlar? Zerrelerin hepsi aynı
evsafta olduğu halde, bazılarının diğerlerinden farklı olarak hareketlerinde
bir müreccihin lâmn olacağını nasıl kabul etmezler de, bütün bunları sebepsiz
ve müreccihsiz olarak kor bir tesadüfe bırakırlar?
Hayat, idrâk, irade ve
tefekkür gibi şeylerin, bütün bu vasıflardan mahrum olan şuursuz, câmîd bir
maddeden hâsıl olmasını nasıl îzâh edebilirler?
4- Varhklardaki
bu pekçok ve çeşitli sıfatlar» küçücük bir zerrede nasıl toplanabilir?
Bugün atomun parçalanm
asiyle, Maddecilerin bir düsturu olan «Maddesiz kuvvet, kuvvetsiz madde olamaz»
nazariyyesi iflâs etmiştir. Çünkü bu gün atomun parçalanması ile, maddesiz bir
kuvvet olan «enerji» ortaya çıkmıştır.
5- Şu husus
da, bugün ilmen sabittir ki; bu kâinatta vâki olan herşey sabit ve devamlı bir
kânuna, bir hikmet ve gayeye uygun olarak vücûda gelmektedir. O halde,
kâinattaki bu nizâm ve güzellik mecmuasının, kör bir tesadüfün eseri olduğu
nasıl iddia edilebilir?»
Evet, kâinatta böyle
bir tekâmül kanununun câri olduğu aklen muhal değildir. Fakat böyle bir
tekâmül, kör bir tesadüfün eseri değil, ancak irâde ve kudret sahibi bir
varlığın, yani Hak Teâlâ'-nın ilâhî hikmetinin bir icabı olabilir.
Evet Hak Teâlâ,
hikmet-i ilâhîsi icâbı olarak önce bu maddî âlemi, sonra bir takım nebat ve
hayvanları, daha sonra en mütekâmil varlık olarak insanı vücûda getirmiştir.
İnsana verdiği akıl ve irade ile, keşiflerde bulunarak ilerlemesini ve
yükselmesini sağlamıştır. Ancak, bütün bunlar, bizi Allah'ı inkâra değil,
bilâkis O'na îmâna ve O'nu takdise sevketmelidir. Bugün, akl-ı selîm ve sağduyu
sahibi her insan, madde ve tekâmülcülerin faraziyelerini reddetmektedir. [21]
Akim varlığını inkâra
yeltenen maddecilere, kendileri gibi madde ve tabiatla uğraşan ve ulaştıkları
ilmî gerçekler vasıtasiyle Allah'ın varlığına inanıp hidâyete eren tabiat âlimlerinin
kıymetli sözleri çok güzel birer cevap ve delil teşkil eder.
Bu sözlerden ve
delillerden bazılarını, burada okuyucularımıza özet olarak nakletmeyi uygun
buluyoruz. [22]
Son asırda yetişen
tabiat bilginlerinin büyük bir kısmı, maddeciler ve tekâmülcüler gibi tabiat
ötesini inkâr etmemekte, bilâkis kâinatta cereyan eden hâdiseleri tetkik
esnasında ulaştıkları ilmî gerçekleri, bu âlemi yaratan ilâhî bir kudreti
isbata vesile saymaktadırlar.
Biz burada önce; New
York İlim Akademisi Eski Başkanı A. Gressy Morrison tarafından kaleme alınan ve
maddecilerin mezhebini çürüten ilmî makaleden bazı pasajları (aynen veya
meâlen) nakledeceğiz.
Morrison diyor ki [23]
«... Aşağıdaki şu yedi
sebep şahsen beni, Allah'ın varlığına inandırmaktadır :
Birincisi :
Hiç değişmeyen o riyazi kanunla isbat edebiliriz ki, âlemimizin plânını yapan
ve onu plâna göre meydana getiren bit yük bîr kurucu vardır...»
«Dünya, mihveri
etrafında saatte bin mil yapar. Eğer böyle olmayıp da saatte yüz mil yapacak
kadar dönseydi, gündüz ve gece şimdi olduğundan çok daha uzun olacak, öyle
olunca da güneş hei gün nebat nâmına ne varsa hepsini yakıp kavuracak, uzun
geceler de —eğer kalırsa— geri kalanını dondurup mahvedecekti.
Aynı şekilde, hayatımızın
maddî kaynağı olan Güneşin dış tabakasında hararet, 12.000 Fahreneittır*
Dünyamızın güneşten uzaklığı o şekildedir ki, sönmek bilmeyen bu ateş, bizi
tam karar ısıtıyor, o kadar. Eğer güneşin bu harareti yarı yarıya azalacak
olsa, soğuktan donardık. Yarısı kadar fazla olsa hepimiz kavrulurduk.
Dünyamızın 23 derece
bir meyil ile eğri durması, mevsimleri meydana getirmektedir. Eğer dünyaya
böyle bir meyil verilmesey-di, Okyanuslarda yükselen buharlar kuzey ve güneye
akın ederler, kıt'aları birer buz parçası yaparlardı.
Ay da dünyaya şimdiki
mesafede olacağına, meselâ sadece 50.000 mil ötede olsaydı, yeryüzündeki med ve
cezirler öyle müthiş olurdu ki, bütün bu kıt'alar günde iki defa su altında
kalırdı. Dağlar bile kısa bir zamanda aşına aşına ortadan silinirdi.
Eğer arzın kabuğu 10
kademcik kalın olsaydı, karbondioksitle oksijeni masseder (emer) ve nebat denen
şeyden eser kalmazdı. Yahut da dünyanın etrafındaki atmosfer tabakası daha
ince olsaydı, hergün bizden uzakta yanıp tutuşan milyonlarca meteor dünyamızın
her tarafına çarpar ve her yeri ateşle tutuştururdu.
Bütün bunlardan Ve
daha bir sürü misâllerden anlıyoruz ki, dünya üzerinde hayat tesadüfi değildir.
Buna milyonda bir bile ihtimal yoktur.»
«İkincisi :
Hayatın; gayesine ulaşabilmek için, ne yapıp yapıp, var kuvvetiyle imkânlar
araştırması da, her şeyi içine alan o ilâhî hikmetin bir tezahürüdür.
Can denen şey nedir?
Şimdiye kadar bunu kimse tamamiyle an-hyamamıştir. Ne ağırlığı, ne eni, ne boyu
var; fakat bir kudret olduğu muhakkaktır...»
Her ağacın her
yaprağına bir şekil eden, her çiçeği boyayan, her kuşa aşk şarkısını nasıl
söyliyeceğini, böceklere binbir ses mü-
ziği içinde nasıl
anlaşacaklarını öğreten, meyvelere, sebzelere tat, güllere, çiçeklere koku
veren... Su ile karbondioksitten şeker ve odun yapan, bunu yaparken de
mahlûkâtm teneffüs etmesi için oksijeni serbest bırakan kimdir, hangi
kuvvettir? Tesadüf mü? Hayır.
«Âdeta görülemiyecek
kadar küçük olan bir protoplâzma damlasını düşünün; şeffaf, pelte gibi,
hareket kabiliyeti olan ve güneşten kudret alan bir şey. Bu bir tek hücre, bu
şeffaf bulanık damlacık, hayat denen şeyin tohumunu ihtiva etmektedir. Bu
tohum, hayâtı, küçük büyük yaşayan her şeye geçirmek kudretindedir. Bu
damlacıktaki kudret ve kuvvet, bütün nebat, hayvan ve insanların sahip olduğu
kuvvetten daha fazladır. Çünkü bütün hayat ondan çıkmıştır.» Protoplâzmaya bu
hayatı veren kim? Tabiat mı? Hayır. Bu, ilâhî bir kuvvetin akıl üstü tecellisi,
hikmeti ve ibret dolu eseridir.
«Üçüncüsü :
Hayvanlarda gördüğümüz anlatış, kendilerine yegâne destek olarak «sevk-i
tabiî» denilen şeyi bahseden kudretli bir yaratan olduğunda şüphe bırakmıyor.
Yavru Salamon (Saumon)
balığı, yıllarca denizde kaldıktan sonra kendi Öz vatanı olan nehre döner» hem
de tam doğduğu ırmağın nehre döküldüğü kıyıya!...
Onu böyle noktası
noktasına tam eski yerine getiren şey nedir? Eğer bu balığı alıp da aynı nehre
dökülen başka bir ırmağa koyacak olursanız, derhal yanlış bir yolda olduğunu
anlıyacak, tekrar gerisin geriye dönerek asıl nehrine çıkacak, sonra nehrin
aktığı istikâmetin aksine dönerek doğduğu ırmağa doğru yol alacaktır. YıJan
balığının sırrını çözmek ise daha. güç. İnsanı hayretten hayrete düşüren bu
mahlûklar, nesli üretecek hâle geldikleri zaman dünyânın her tarafındaki göl ve
nehirlerden, Avrupa'dakiler de binlerce millik Okyanusu aşarak, kopup
gelirler. Hepsi de «BERMUDA» yakınlarındaki sonsuz derinliklere gelip, orada
yavrular ve ölürler. Sadece, uçsuz bucaksız bir su içinde olduklarından başka
bir şey bilmiyorlarmış sanılan mini mini yavrular, gerisin geri yola çıkarlar.
Sonunda da, sâdece, kendi ana - babalarının geldiği aynı sahile ulaşmakla
kalmayıp, oradan da ana - babalarının yaşadığı nehire, göle, yahut da
gölcüklere giderler...»
«Şimdiye kadar
Avrupa'da hiçbir Amerikalı yılan balığına, Amerika sularında da hiçbir Avrupalı
yılan balığına rastlanmamıştır. Hatta Allah, Avrupalı yılan balıklarının
ömrünü —uzun yolcu-
taklarına göre— bir
sene kadar, yahut da biraz daha fazla uzatmıştır !...
Bu kadar kuvvetli bir
istikâmet hissinin menşei (aslı ve kaynağı) nedir?»
Sonra, eşek arısının
çekirgeyi öldürmeyerek bayıltacak şekilde sokması, üzerine bıraktığı
yumurtalardan çıkacak yavruların gıdalarım temin edecek şekilde konserve
edilmiş gibi bir et haline getirmesi, sonra da uzaklara uçup giderek yavrusunu
görmeden ölmesi...
Bal ansına bal yapacak
tekniğin ilham edilmesi gibi esrarlı hareket ve teknikler, bütün bunları ilham
edip, onlara bunu öğreten ilâhî ve hikmet dolu bir kudretin varlığını isbat
etmez mi?
«Dördüncüsü : insanda, hayvanlardaki sevk-i tabiîden daha fazla bir
şey vardır : Muhakeme kabiliyeti.
Başka hiçbir hayvan
yoktur ki, ona kadar sayabilsin. Yahut da on adedinin mânâsını kavrayabilsin.
Sevk-i tabiî, bir flütten çıkan tek ses gibidir; güzel fakat mahdut... Halbuki insan
kafası, orkestrayı teşkil eden bütün müzik âletlerinden çıkan bütün sesleri
ihtiva eder. Bu dördüncü noktayı anlamak için fazla uğraşmaya lüzum yok. Çok
şükür ki, bu vaziyette olmamızı âlem - şumûl zekâdan bir nebze bize de
verilmiş olması ihtimâli ile izah edecek kadar düşünme kabiliyetimiz var.»
«Beşincisi :
Hayat için elzem ilk şart; bugün bizim bildiğimiz, fakat Darwin*in bilmediği
bir takım hâdiseerde kendini göstermektedir. Meselâ : Gen hârikası gibi... Bu
geri denen şeyler o kadar anlatılamayacak kadar küçüktür kj, yeryüzündeki bütün
canlıları meydana getiren genlerin hepsini bir araya toplasak bir yüksüğü bile
doldurmaz. Mikroskopla bile görülemeyen bu genler ve onların adaşları
kromozomlar her canlı hücreye yerleşirler ve bütün insan, hayvan ve bitkileri
hususiyetlendirirler. Bir yüksük iki milyarı aşan insan nüfusunun ayrı ayrı
bütün ferdî hususiyetlerini alamıyacak kadar küçüktür ama bu husustaki
hakikatler, tereddüde mahal bırakmamaktadır.
Pekâlâ, öyle ise gen
denen bu şey nasıl olur da, bir sürü ecdadın hususiyetlerini içinde gizliyor
ve nasıl oluyor da, bu kadar inanılmayacak kadar küçük bir yerde ayrı ayrı
herbirinin psikolojisini muhafaza edebiliyor?..
îşte burada, geni
ihtiva eden ve nesilden nesile geçiren hücre- ' de asıl neşvû nema (büyüme ve
gelişme) başlar. Mikroskopla bile görülemeyen küçücük bir gen, içinde
hapsedilen birkaç milyon atomun böyle yeryüzündeki bütün hayatı kat'î olarak
idare edebilmesi keyfiyeti, sadece yaratıcı bir bilginden sâd*r olabilecek
derin bir ilim ve maharetin eseri olabilir; başka hiç bir nazariyeye imkân
yoktur.»
«Altıncısı : Tabiatuı
aldığı bazı tedbirler bizi, ileriyi görerek evvelden ona göre hazırlanarak
çalışan, her şeyi bu kadar zekîce idare edebilen bitip tükenmek bilmez bir
zekânın varlığını kabul etmeye mecbur etmektedir.
Senelerce evvel
Avustralya'da bir nev'i Kakitos'dan çit yapmak istediler. Avustralya'da kakitos
düşmanı bir böcek bulunmadığından, nebat dev adımlariyle büyümeğe başladı.
Avustralyalıları telâşa veren bu gelişme sonunda Kaldtoslar enine ve boyuna
İngiltere boyunca bir sahayı kapladılar! Yolu üstüne rastlayan şehir ve kasa-ba
halkını, yerlerini bırakıp gitmeye mecbur etti; çiftlikleri mahvetti. Buna bir
çare bulmak için bütün böcek âlimleri dünyayı altüst ettiler, sonunda yalmz
kakitos üzerinde yaşayan ve başka bir şey yemeyen bir böcek buldular; hem de
bol bol ve sür'atle büyüyen ve Avustralya'da da hiç düşmanı olmayan bir böcek.
Çok geçmeden böcek nebata galebe çaldı. Artık bugün kakitos gayet sınırlı bir
sahadadır ve belâ olmaktan çıkmıştır; o kadar böcekten de ancak kakitos'u bir
baskı altında tutmağa yetecek miktarda kalmıştır!... I
Tabiat'ta böyle
muvazeneler umumiyetle önceden temin edilmiş bulunmaktadır. Çok çabuk ve
sür'atle gelişen böceklerin dünyayı istilâ etmemeleri nedendir? Çünkü onların
insanlar gibi ciğerleri yoktur; teneffüs cihazları boru şeklindedir. Böcekler
gelişip büyürken nefes boruları aynı şekilde bir gelişme göstermemektedir. Bundan
dolayı dâîma küçük kalmaktadırlar. Böylece büyümeler tahdit edilerek yolları
üstüne bir engel konmuştur. Eğer onların vücutça gelişmelerinin Önüne
geçilmeseydi, dünyada insan denen şey olamazdı. Arslan kadar kocaman bir eşek
ansı ile karşılaştığınızı düşünün bir!...»
«Yedincisi: İnsanın
Allah fikrini kavnyabihnesi bile başhba-şına bir delildir. Allah fikri,
insanda, mevcut ve yeryüzünde insana mahsus ilâhî bir melekenin «muhayyele»
(hayâl gücü) denen melekenin mahsûlü (ürünü) dür. Bu melekenin kudret ve
kuvveti sayesindedir ki, yalnız insanoğlu, görülmeyen şeylerin varlığına dair
deliller bulabilir. Bu kuvvetin insanın önüne serdiği mazi ve istikbâl, bütün
zamanları içine alan düşüncelerin ucu bucağı yoktur. în-sanın mükemmelleşen
muhayyilesi, (olgunlaşan hayâl gücü) ruhî bir realite haline geldikçe, bütün
tasavvur ve maksatlardan çıkardığı delillerle, «Allah nerededir ve nedir?»
büyük hakikatini sezebilir. Allah her yerdedir... Fakat bize en yakın olduğu
yer kalbimizdir.
Bu, muhayyile
bakımından olduğu kadar, ilmen ve fennen de doğrudur, Hz. Davud'un dediği gibi
: Semâvât Allah'ın haşmetini ilân eder; gökyüzü O'nun yaratmaktaki kudretini
isbat eyler.»
Burada zikrettiğimiz
bu deliller, Allah'ın varlığı hakkındaki şüpheleri izâle eden, çeşitli ve
müteaddid delillerden bir kaçını teşkil etmektedir. Bütün bu ilmî, ahlâkî ve
vicdanî belgeleri görüp der bu âlemin ezelî bir yaratıcısı olduğunu kabul
etmemek, akl-ı selim ve iz'anla asla bağdaşmaz. Bu belgelere rağmen Allah'ın
varlığını inkâra yeltenenler; aklın ve vicdanın sesini duyamayan, nefislerine
ve inatlarına esir olmuş kişilerdir.
Genç meslekdaşlarımızı
daha fazla aydınlatmak, özellikle müs-bet ilmin çeşitli dallarında ihtisas
yapmakta olan gençlerimize ışık tutarak Yüce Allah'a îmanlarını kuvvetlendirmek
maksadıyla, «Allah'ın Varlığı Konusunda» çeşitli kitaplardan derlediğimiz ilmî
delillerden ve ibret dolu sözlerden bir buket sunmak istiyoruz [24] .
Yüce Allah'ın
varlığına delâlet eden en büyük delillerden biri de, kâinattır. Üzerinde
yaşadığımız dünyamız, görünen, fakat düşünüldüğü zaman insanı şaşırtan gökyüzü
ve yıldızlar sistemi... Akl-ı selîm sahibi olan her insan, bütün bunlar
karşısında hayrete düşer, korku ve dehşet duyar. Allah'ın yüceliği ve kudreti
karşısında îmanı kat kat artarak kuvvetlenir.
Fakat gördüğümüz bu
kâinatın aslı ve mahiyeti nedir?
«Astronomi âlimlerine
göre yeryüzü, ancak güneş sisteminin bir parçasıdır. Güneş sistemi ise,
fezadaki birçok sistemlere bağlıdır, onların bir parçasıdır. Fezada daha başka
meteorlar, kuyruklu yıldızlar vesaire de vardır.
Güneş ve yıldızlarının
mensup olduğu samanyolundaki yıldızların sayısı ne kadardır? Çıplak gözle
baktığımız zaman, ister güney, ister kuzey yarım kürede olalım, bunların
sayısı (6 bin) i geçmez.
Fakat âletlerle
baktığımızda durum tamamen değişir. Astronomi âlimi Chapten (40 milyar) adet
kadar yıldız olduğunu söylüyor. Bu rakam Shapîey'e göre (100 milyar) sayısına
yükselmektedir. Samanyolu dediğimiz semadaki bölgelerin adedi ise (100 milyon)
u geçmekte ve herbiri milyonlarca parlak yıldızı ihtiva etmektedir.
Bu yıldızların güneşe
nisbetle hacimleri nedir? Güneş de, diğer yıldızlar gibi semada gördüğümüz bir
yıldızdır. Bize büyük görünmesinin sebebi yakın oluşudur. O haddi zâtında orta
büyüklükte bir yıldızdır. Bugün bilinen en küçük yıldız, arzdan biraz daha
büyüktür. Bunlardan milyonlarcası bir araya gelse, güneşten yine küçüktürler.
Keza bir takım büyük yıldızlar vardır ki, milyonlarca, güneş ve benzeri yıldız
biraraya gelse, yine bu hacme ulaşamaz.
Sonra, yıldızların
bizden uzaklıkları ne kadardır? Yeryüzünün kendisine bağlı olduğu güneş sistemi
fezada diğer yıldızlardan sanki tamamen ayrılmış durumdadır. Şöyle ki :
Güneş bizden' (149
milyon km.), yani bizim Ay'a uzaklığımızın yaklaşık 400 katı uzaklıktadır.
Diğer yıldızların bizden uzaklıklarını tesbit etmek istersek, bunun için
«milyar» adedi kâfi gelmeyecek, «trilyon»a muhtaç olacağız. Bunun için
astronomi âlimleri ışık hızı olarak (186 bin) mili (yani, saniyede 300 bin
km.yi) birim kabul ettiler. Güneş sistemine bağlı en uzak yıldız olan Plüton'un
ışığı bize 4-5 saat civarında ulaşırken (bu sistem dışındaki), en yakın
yıldızın ışığı, 4-5 yılda ulaşır. Son derece hassas gözlem ve fotoğraf
âletlerinin vardıkları neticeye göre, bize iki milyar ışık yılı uzaklıkta
yıldızlar sistemi mevcuttur.
Nazarı dikkati çeken
bir nokta, güneş sistemimizin kendi merkezi etrafında dönmesi gibi, diğer
sistemlerin de tıpkı güneş sistemi gibi dönmeleridir.» [25]
Gökyüzüne büyük bir
intizam ve dikkatle yerleştirilmiş olan bu milyarlarca yıldızın birbirleriyle
çarpışmadan belirli bir kanuna göre hareket etmesi Yüce Allah'ın varlığına en
büyük delillerden biridir.
Amerikan Fizikçiler
Cemiyeti üyesi Prof. Dr. M. Stanley Cong-den bu konuda şöyle diyor :
«Kâinatta bulunan her
şey JTüce Allah'ın varlığına, kudret ve azametine delâlet eder. Biz bu
konularla uğraşan mütehassıslar olarak âlemde görünen şeyleri, istidlal
metodlarını da kullanarak tahlil ve araştırmaya girişirsek, Allah'ın kudret ve
azametinin eserlerini mülâhaza etmekten başka birşey yapmış olmayız.» [26]
Burada, Kur'an-i
Kerim'in, Allah'ın varlığına gösterdiği delillerin başında, göklerin ve yer
yüzünün yaratılması ve kâinattaki gaye ve plânlilik geldiğini belirtmek
isteriz. Nitekim Âl-i İmran sûresi âyet 190 da (meâlen) :
«Şüphesiz, göklerin ve
yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbirini takip edjşinde, akıl
sahipleri için ibretler vardır. Onlar ayakta iken, otururken ve yanları üzerine
yatarken de Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılmasını düşünürler ve
«Rabbımız Sen buna boşuna yaratmadın» derler.
Ankebût sûresi, âyet
44'de ise (meâlen) :
-Allah, gökleri ve
yeri (boşuna değil) hakkı göstermek için yarattı. Muhakkak bu misâllerde
mü'minler (inananlar) için bir ibret vard.ır.» buyuruyor.
a) Gece ile Gündüz, Güneş ve Ay, Allah'ın Varlığına
Delildir :
Gece ve gündüz,
yeryüzünün kendi etrafında dönmesi ile meydana gelir. Bu dönüş, Yüce Allah'ın
varlığına delâlet eden en parlak delillerden biridir. Çünkü bu devamlı
dönüşün, ne kadar dikatle kontrol edilirse edilsin bir saniye bile şaşmadığı
görülecektir. Madenden yapılan, en hassas saatin bile. günde birkaç saniye
hata etmesine rağmen, onun çok iyi işleyen bir saat olduğunu kabul ederiz.
Fakat bunun milyarlarca milyon büyüklüğünde dönen ve saniye veya saniyenin
onda biri kadar bile hata yapmayan, ancak saniyenin binde birinden takriben
birkaçı kadar —bilinen ve hesaplanan sebeplerden dolayı— hatâ eden ve fakat
bunun hata sayılamayacağı düşünülen yer küresi saatine ne demeli!
Yeryüzünün dönmesinin,
yüzeyindeki hayatın devamı için büyük bir tesiri vardır. Eğer bu dönüş
olmasaydı, denizlerin ve okyanusların suyu boşalırdı. Eğer arz biraz daha
sür'atli dönmüş olsaydı, yeryüzündeki bütün binalar etrafa saçılmış ve herşey
çözülmüş olurdu. Eğer daha yavaş dönseydi, yeryüzünde bulunan her şey, sıcak
veya soğuktan helak olup giderdi.
Güneş, Allah'ın yüce
varlığına delâlet eden, en büyük delillerden biridir. Allahu Teâlâ'nm,
yeryüzündeki bütün canlı varlıkların yaşaması için yarattığı Güneş, yakıtım
nereden alıyor? Eğer içindeki bir depodan sarfetmiş olsaydı, zaman içinde
devamlı olarak bh hararet düşüşü göstermesi gerekirdi. Yani Güneş uzun müddet
varlığını devam ettiremezdi. Fakat bu güne kadar Güneşin yeryüzüne, insan,
hayvan ve bitkilerin yaşayacakları şartlara uygun bir hararet vermeye devam ettiğini
görüyoruz. O halde Güneşe, kaybettiği miktarda ısı verecek, bu ısının devamını
sağlamak için ona yeniden belirli miktarda ısı verecek, bu ısıyı artırarak
canlıları yakmayacak veya azaltarak onları dondurmayacak yüce ve kudretli bir
varlık mutlaka gereklidir.
Ay ise, Yüce Allah'ın
bize zamanı hesaplamamız, karanlık gecede yolumuzu bulmamız ve yaşayan
kâinatın faydalanması için- yarattığı bir varlıktır. Bütün bunlar, yaratılan
mahlukâtm ve kâinatın Ötesinde, ilâhî büyük bir plân ve yüce bir irade ve
kudretin varlığına delâlet etmez mi? Elbette delâlet eder. [27]
b) Kâinatta Mevcut
Gaye ve Plânhlık Allah'ın
Varlığına Deiüdir :
Newyork İlim
Akademisi eski başkanı A. Gressey Morrison diyor ki :
«Tabiatta bulunan
bunca fevkalâde olay ve varlıkların göz önünde tutulması, kesin olarak isbat
eder ki; herşeyde önceden kararlaştırılmış bir plân ve gaye mevcuttur. Tabiat
âleminde Allah'ın iradesine uygun olarak bütün teferruatıyla uygulanan bîr
program vardır.» [28]
«Yerkürenin hacmi,
güneşten uzaklığı, güneşin ısı derecesi, hayat kaynağı ışınları, yer kabuğunun
kalınlığı, su kürenin inceliği, karbondioksit miktarı, azotun hacmi, insanın
ortaya çıkışı ve hayatta kalışı... İşte bütün bunlar, karışıklıktan düzenin
doğduğum önceden hazırlanmış bir plân ve
gayenin mevcudiyetini göstermektedir.)» [29]
Dünya, fezada kendi
mihveri etrafında dönen, bu dönüşüyle gece ve gündüzün meydana gelmesine sebep
olan boşlukta bir küredir. Bu kürenin belirli şekilde devamlı ve sür'atle
dönmesi, rüzgârların harekete geçmesine tesir eder. Rüzgârlar ise, denizlerde
oluşan buharları, kara kıt'alarmdan uzak mesafelere doğru sürükleyip götürür.
Bu buharlar, soğuk hava tabakalarına rastlayınca yağmur olarak yeryüzüne
dökülür. Yağmurlar ise, dünyamızdaki tatlı su kaynaklarını meydana getirir.
Eğer yağmur olmasaydı, yeryüzünde canlılar yaşamaz ve dünyamız her türlü
hayattan mahrum kalırdı, diğer küreler gibi kupkuru bir yer olurdu. \
İşte böylece Yüce
Allah; ilmi, iradesi ve kudreti ile herşeyi yaratmış, dünyamızı çeşitli canlı
varlıklarla süslemiştir. Bitkileri yer
Yüce Allah, Yûnus
sûresi âyet 5'de (meâlen) :
Güneşi bir ışık ve ay'ı da bir nur yapan;
yıllatın sayısını ve hesabı bilmeniz için, Ay'a konak yerleri düzenleyen
O'dur. Allah bunları hak (ve gerçek) olarak yarattı. O, bilen milletlere
âyetlerini açıkça beyan ediyor.»
Fussilet sûresi, âyet
37'de ise (meâlen) :
Gece île gündüz, güneş
ile ay Allah'ın varlığının belgelerindendir. Güneş'e ve Ay'a secde etmeyin;
eğer Allah'a kulluk ediyorsanız, onlan yaratana secde edin buyuruyor.
yüzündeki unsurları
özümleyerek yetiştiren, onları insanların ve hayvanların muhtaç oldukları
çeşitli gıdalar haline getiren O'dur. Bütün bunlar, yeryüzündeki hayat sırrına
işaret eden ve bizlere öğreten ilmî gerçeklerdir.[30]
Bütün bu ilâhî
gerçekleri bilmeyenler, meselâ dağların yaratıh-şındaki sırrı anlamayıp
lüzumsuz zanneder. Halbuki onların büyüfe faydaları vardır. Çünkü yağan karlar
tepelerinde kalır, bunlar üe dağlardaki, ormanların ve bitkilerin tuttuğu
yağmur suları, insanların içecekleri tatlı suları meydana getirir. Daha sonra
karlar tedricen eriyerek ırmak ve nehirleri doldurur. Bu sularla çeşitli
bîtküer, meyveler ve sebzeler yetişir. Bütün bu canlıların hayatı, gece ve .
gündüzün bu ilâhî düzende devamına bağlıdır. Zira gece ve gündüzün müddeti
eğer meselâ on kat daha uzun olsaydı, yaz güneşi gündüz bütün bitkileri
kavurur, her gece yeryüzündeki bitkiler —eğer kalırsa— donmuş olurdu. Bütün bu
gerçekler, pekçok âyetlerde belirtildiği gibi, kâinatta yüce bir gayenin,
sağlam bir plânın ve ilâhî bir irade ve kudretin bulunduğunu isbat eçler.
Bir de; şimşekle,
gökten yeryüzüne ve üzerindeki canlılara yağmurun yağması arasındaki ilgi ve
gizli sır nedir? Yeryüzündeki hayat, yalnız suya mı dayanır? Hayır... Çünkü,
yeryüzündeki bitkilerin büyümesi için aslî ve zarurî bir unsur da AZOT'tur.
Zira azot bulunmasaydı, dünyamızdaki hiçbir bitkinin büyümesi mümkün olmazdı.
Azot'un ziraat alanlarına intikal etmesi için iki yol vardır : Bu yollardan
biri; Gök Gürültüsü Rüzgârları'dır. Her ne zaman şimşek çakarsa, bir miktar
oksijen ve azot'u birleştirir. Yağmur, «birleştirilmiş azot'u», yani bu iki
karışık kimyevî maddeyi yere indirir ve bitkilerin büyümesini sağlar.
İkinci yol;
baklagillerden olan bitkilerin kökünde bulunan Bakterilerin Gelişmesi
Yolu'dur. Bu bakteriler havadaki azot'u alarak «Mürekkep Azot» haline
getirirler. Bazı bitkiler dağılınca, «birleşik azot» yeryüzünde kalır.
Nitekim Kur'an-ı
Kerîm'de (meâlen) şöyle buyruluyor : «Onun âyetlerinden biri de; size korku ve ümit vermek için
«Yeryüzünü dikleyen,
orada (sağlam) dağlar yükselten, ırmaklar yaratan ve her türlü meyve (ve
üründen) çift çift yetiştiren, gündüzü geceyle örten O'dur. Doğrusu (bütün)
banlarda düşünen insanlar için ibretler vardır.»
şimşeği göstermesi,
gökten yağmur indirip yeryüzünü öldükten sonra diriltmesidir. Şüphesiz bunda
aldı eren insanlar için ibretler vardır.» [31]
Âyeti kerîmede
şimşeğin zikredilmesi, daha sonra yağmurun yağıp yeryüzünü diriltmesinin
anlatılması, Kur'an-ı Kerîm'in ondört asır önce işaret ettiği ilmî
gerçeklerdir. Bunlar, kâinatta bulunan gaye ve düzenin Yüce Allah tarafından
konulduğunun en büyük delilidir. [32]
c) Bitkilerin Yaratılışı Allah'ın Varlığına Delildir :
Prof. Dr. Lestergon
Simur, bitkilerin nasıl büyüdüğü hususunda şu dikkate değer bilgileri veriyor
:
«Bitkilerin büyümesi
için sadece ışık, kimyevî maddeler, su ve hava kâfi değildir. Hiç şüphesiz
çekirdeğin içinde bulunan ve uygun şartlarda ortaya çıkan belirtilen
maddelerle karşılıklı tesir ve onlarla uygunluk içinde faaliyet gösteren ügi
çekici bir kuvvet vardır. Önce birçok ameliye ve unsurları ihtiva eden iki
hücrenin birleşmesinden meydana gelen tohum, hayat yolunu kendisi açarak daha
önce ortaya çıkardığı bitkiye benzeyen yeni bir nevi oluşturur. Öyle ki,
buğday tanesi ancak buğday, palamut tohumu da ancak palamut yetiştirir. Bitki
cinsleri arasındaki benzerliğe rağmen hepsinin bir takım vasıf ve ayırıcı
özelliklere sahip olduğu görülür.»
«Gelişmiş bitkiler
birbirinden bazı farklarla ayrılırken hepsinde ortak ve genel bir takım
vasıflar buluruz :
Meselâ; bitkilerin
hepsi ışıkta karbondioksit ve su verirler.
Tohum, gövde, yaprak
ve çiçekler ile bunların yaptığı vazifeler bütün bitkilerde birbirine benzer.
Kezalik, bitkiler
harici dış tesirlere karşı harekette de birlik gösterirler. Meselâ; hepsi ışık
tarafına yönelirler, ışık ve oksijenden mahrum kalınca kururlar
Bunlardan başka, bütün
bitkilerde müşterek olan daha baa ortak vasıflar da mevcuttur.
Bitkilerin büyümesinde
ve kendi özelliklerinin devamında hâkim olan bu kanunları kim takdir ve icad
etmigtir? Bu soru bizi, çözümü zor ve derin bir başka soruya götürecektir:
İlk bitkiler nereden
meydana geldi? Veya ilk bitki nasıl yara-tddı?
Bu soruya cevaben biz
hiçbir zaman, normal aklımız veya se-lîm mantığımızla; «bitkiler kendi kendini
var ettiler, veya tesadüfen kendi kendilerine var oldular» üye bir iddiada
bulunamayız.
Doğru ve gerçeğe uygun
olan cevap : Herşeyi olduğu gibi, bitkileri de yaratan, onları var eden Yüce
ve Kudretli bir varlık vardır. Akl-ı selimimiz, bizi zarurî olarak bu yöne, bu
gerçeğe yöneltir.» [33]
Müsbet ilmîn çeşitli
dallarında otorite olarak tanınan batılı ilim adamlarının arapça ve türkçeye
çevrilen kitap ve makalelerinden faydalanarak dört ana konuda derleyip
yukarıda naklettiğimiz «Allah'ın Varlığı Konusundaki İlmî Deliller»'den sonra,
Islâmî ana kaynaklar ile batının ilmî kaynaklarından yararlanarak Ustad Afif
Abdu'l - Fettah et - Tabbâra, tarafından hazırlanan «Ruhu'l - Dini'l -tslâmî»
adlı arapça kıymetli eserin «İlmin Işığında İslâmiyet» adlı türkçe
tercemesinden aynı bahsi tamamlayıcı mahiyette gördüğümüz aşağıdaki konuları
iktibas ediyoruz [34]
d) tnsan'ın
Yaratılışı Allah'ın Varlığına Delildir :
«Allah'ın Varlığı»'nın
delillerinden biri de, insanın yaratılışıdır; Kur'an-ı Kerîm bu hususu : sO'nun
âyetlerinden biri, sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra sizler her tarafa yayılan
insanlar oldunuz.» [35] Keza
I: I
«Sizde kulaklar,
gözler, kalbler yaratan işte O'dur. Ne kadar da az şükredersiniz.» [36]
mealindeki âyetleriyle belirtir.
İnsanlar konusunda,
Allah'ın varlığını belirten deliller sayılamayacak kadar çoktur. İlimler
ilerledikçe, çok enteresan bir şekilde yaratılmış olan insanın hikmet sahibi
yüce bir yaratıcısı olduğu hususunda deliller birbirini takviye edecektir.
İnsanın hangi yönü, düşüneni dehşet ve hayrete düşürmez?
Onun ana rahminde
geçirdiği merhaleler, Allah'ın âyetlerinden değil midir?
İnsanın yeme ve
içmesi, yediği maddeleri belirli nisbetlerde muhtelif unsurlara ayırması,
dışarıya attığı faydasız unsurların dışındaki diğer şeylerin görevlerini
yerine getirme düzeni... Allah'ın ibretle düşünülmesi gereken âyetlerinden
değil midir? '
Atardamarlar
vasıtasiyle kanın kalpten vücudun her tarafına yayılması, toplardamarlar
yoluyle kalbe tekrar dönmesi, teneffüs yoluyle gelen yeni havanın geçişi ile
kanın temizlenerek vücudun istifade edeceği hale gelmesi, duyma, görme,
konuşma, duygu, hatırlama, unutma, üzülme, sevinme, bilme, bilmeme, sevmek ve
nefret gibi hepsi de Allah'ın büyüklüğüne ve kudretine' delâlet edem ve O'nun
yüceliğini belirten birer delil değil midirler?»
e) Erkek Karşısında Dişinin Yaratılması İlâhî Varlığın Delilidir :
«Erkek karşısında
dişinin yaratılması da Allah'ın varlığının delilidir. Allah, Kur'an'da
kudretini şöyle anlatır :
«O'nun. âyetlerinden
biri de, size kendinizden eşler yaratmasıdır. Siz onlarla huzur ve sükûnete
ulaşırsınız. Aranıza sevgi ve merhamet koydu. Bunda düşünen insanlar için
ibretler vardır.» [37]
Buna göre, tenasül ve
insan hayatının devamı için erkek karşısında dişinin yaratılması, Allah'ın
varlığına delâlet eden, kâinatın yaratılmasında yüce ve ezelî bir iradenin
varlığının en kuvvetli delilidir. Böylece kâinat sadece maddeden ibarettir.
Maddenin ötesinde bir şey yoktur, diyenlerin sözleri de çürütülmüş olmaktadır.
Profesör Mominina,
Fransız Kozmoz mecmuasında yazdığı bir yazıda, yaratıcının varlığını isbat
ederek şöyle der :
«Hadi, akim
sınırlarından ayrılarak, kâinat tesadüfen ve bir irade ve fail olmadan teşekkül
etmiş, tekerrür eden tesadüflerde erkek cinsini oluşturmuştur, diyelim. Fakat
insan neslinin devamı ve yeryüzünün ümranı için, görünüşte erkeğe benzeyen ve
fakat iç terkibinde tamamen ayrı olan kadının tesadüfle meydana geldiğini akıl
nasıl kabul edebilir? Bu varlığı yaratan, hür irade sahibi, bütün nevileri ayıran
her çeşit varlığa bir takım içgüdüler veren, onlara hıtuflarda bulunan Yüce
Allah'ın mevcudiyetinin delili değil midir?.»[38]
f) İnsan ve Hayvanların Üremeleri Allah'ın Varlığına
Delildir:
tnsan ve hayvanların
devamlı çoğalmaları, Allah'ın varlığının delillerindendir. Kur'an-ı Kerîm'de
şöyle buyurulur
«Allah, sizin için
kendinizden eşler yarattı, eşlerinizden de size oğullar ve torunlar verdi. Size
iyi ve temiz şeyleri nzık olarak ihsan etti. Onlar daha hâlâ bâtıla inanıp,
Allah'ın ni'metine nankörlük mü ediyorlar?»[39]
Kur'an, develerin
yaratılmasına da şu âyetle dikkatleri çeker : «Onlar, devenin nasıl
yaratıldığına bakmıyorlar mı?» [40]
Büyük bilgin A. G.
Morrison şöyle der : «Şüphesiz hayat, nev'i-nin devamını sağlamak için
canlıları üremeye mecbur eder. Bu her canlının uğrunda en büyük fedakârlıkları
yaptığı oldukça kuvvetli bir faktördür. Bu mecbur edici kuvvet, ancak hayat
bulunan yerde mevcuttur. Bu sevkedici güçlü sebepler nereden çıkmıştır? Niçin
ortaya çıkışından bu yana milyonlarca yıldır devam etmektedir?
Dâiretü'l - Maarif
(İlâh maddesi) Bu, Allah'ın iradesiyle var olan canlılar âleminin bir kanunudur.»
[41]
Mütehassıs Bilgin Baly
bu konuda duygularını bir kol saati ile misâllendirerek, bu âletle zihnî bir
ameliyenin mekânike tatbiki bulunduğunu, insanların bunda şüpheye
düşebileceklerini belirttikten sonra, «Farzedelim ki, bu saate daha birçok
saatler yaratma gücü verilse bu; insan ve hayvanların üremesinden daha büyük
bir mucize olamazdı.» der.
g) Hayvanlar,
Kuşlar ve- Sürüngenlerin Yaratılması Allah'ı» Varlığına Delildir:
Hayvanlar ve
sürüngenlerin yaratılması Allah'ın varlığının de-İşlerindendir. Kur'an-ı
Kerîm'de şöyle buyurulur :
«Allah her canlı
mahlûku sudan yarattı. Onlardan bir kısnu karnı üzerinde ,bir kısmı iki ayak
ile, bir kısmı da dört ayak üzerinde yürür, Allah dilediğini yaratır; çünkü O,
her şeye hakkiyle kaadirdir.» [42]
Kuşlar da Allah'ın
Varlığının delilidir. Kur'an-ı Kerîm'de Allâîı şöyle buyuruyor :
«Gökyüzünün
genişliğinde uçuşan kuşları görmüyorlar mı? Onları tutan yalnız Allah'tır [43]
Bunda inananlar için ibretler vardır.» [44]
Hayvanlar ve kuşlar
konusunda, Allah'ın varlığına delâlet eden sayılamayacak kadar deliller vardır.
Bunları belirtmek için ciltlerle kitap yazmak gerekir. Zooloji ilmi bu
hakikatleri ihtiva eder. Büyük âlim Newton'un bu konuda bir araştırmasını
okuduk. Newton şöyle diyor :
«Hayvanların cisimleri bu enteresan san'atla nasıl oluştu? Muhtelif
uzuvları hangi maksatlar iğin konuldu ? Görme usul ve sırlarını bilmeden,
gören göz yapılması mümkün müdür? Yahut ses kanunları bilinmeden, duyan kulak
yapılabilir mi? Hayvanların iradeleri ile hareketlerinin yenilenmesi nasıl
oluyor? Bu fıtrî ilham hayvanlara nereden geliyor?»
Netice olarak, en
mükemmel ve en güzel şekilde olan bu kâinat, cismâniyetten münezzeh, diri,
hikmet sahibi, her şeyin hakikatini gören ve idrâk eden bir yaratıcının
varlığına şehâdet etmez mi?
Netice olarak müsbet
ilim otoriteleri şu gerçeği ilân ediyorlar :
İlim, îmâna Yöneltir :[45]
«Bazı yarım yamalak
bilgi sahibi olan kimseler zannederler ki; inkâr ilmin zarurî bir parçasıdır;
en çok bilen insanlar, en çuk inkarcı olan kimselerdir!..
Aslında bu, sakat bir
görüştür, ilim hiç bir zaman sahibini dinsizlik ve inkâra sevketmez.
Gerçekten, hakikatleri arayan âlim, ken-. dişini, hiçbir karışıklığın bulunmadığı,
sağlam bir nizamın hâkim^ olduğu,
sınırsız bir âlemde bulur. Düşündükçe o büyük nizamı var eden kudret önünde
secdeye kapanır.
Son dört asırda
insanların zihinlerini aydınlatan 290 âlimin felsefî görüş ve inançlarını
toplayıp neşreden Alman Dr. Dennert'in araştırmalarının neticeleri şöyledir :
28 âlim hiçbir şekilde
inanca ulaşamadılar. 242 âlim Allah'a îmân ettiklerini açıkça ilân ettiler.
Yalnız 20'si de dînî inançlara Önem vermeyen, inkarcılığa yöneldiler.
Dine önem vermeyen
bilginlerin inkarcı olduklarını düşünürsek, %92 si (gibi büyük bir
ekseriyeti)'nin Allah'ın varlığına inandıkları ortaya çıkar. Bundan anlıyoruz
ki, maddecilerin iddia ettiği; «İlimle insan arasındaki tenakuz ve inkârın,
âlimlerin özel sıfatı olduğu» görüşünün, kesinlikle aslı yoktur. Ayrıca,
inananların bu büyük nisbeti; ilim ve îmânın birbirinin tamamlayıcısı olduğunun
en büyük delillerindendir.
Dr. Leon Voty'den de
şu bilgiyi aldık : Geçen asırda ortaya, çıkan en zeki insanlardan biri olan
Fastör bir yazısında : «imân, İnsanları hiç bir şekilde ilerlemeden alıkoymaz.
Her gelişme, Allah'ın yarattıklarında mevcut düzeni ortaya çıkarır. Eğer
ben bugün bildiğimden daha fazlasını bilseydim, îmânım bugünkünden daha,
kuvvetli ve daha derin olacaktı.» diyerek
sözlerini şöyle bitirir : «Sahih
ilmin maddeci obuası mümkün değildir, tüm bilâkis bunun hilâfına, Allah'ı
bilmeye yöneltir; kâinatın tahlilinde
bir maharet ve basirete ulaştırır. (Bu gerçek) insanları; nihayetsiz kemal sahibi,
mevcutları ve onlardaki gizli kuvvetleri yaratan, hikmet sahibi ilâhî bir
iradeye yöneltir.» Yani, Yüce Allah'a îmânı gerektirir.
Doktor, kimyacı, Paris
İlimler Akademisi Üyesi ve Tıp Fakültesi Dekanı Wutz, bir yazısında şöyle
diyor : «Her ne zaman Allah'a îmânımın zayıfladığını hissedersem, hemen
Akademiye yönelir, îmânımı kuvvetlendirmeye çalışırım.»
ilimler Akademisi
Üyesi ve «Âlemlerin Aslı» adlı eserin yazarı büyük Astronom Faye'de «İlim
sahibini Allah'ın varlığını inkâra götürür sözü, çok büyük bir hatadır.» diyor.
Sorbon Üniversitesi
Profesörlerinden meşhur Jeolog Edmond Herbert şöyle diyor : «İlim insanları
kat'iyyen küfre ve maddeciliğe yöneltmediği gibi, şüpheciliğe de ulaştırmaz.»
Ünlü Matematikçi
Chushy de; «Benim inançlarım, tevarüsle geçmiş vehimlerin neticesi değildir.
Bilâkis derin araştırmalarımın sonucudur.» der.
Tabiat tarihçisi büyük
âlim Faber de : «Her devrin delice arzuları vardır. Bana göre küfür de delice
bir heves olup, zamanımızın hastalığıdır. Benim derimi yüzüp soymak, Allah'a
inancımı soyup ortadan kaldırmaktan daha kolaydır.»
Bunlar, tabiî ve
musbet ilimlerde otorite olmuş bazı bilginlerin görüşleridir. Bi? bunları Leon
Voty'nin zikrettiği birçok söz arasından seçip çıkardık[46]
Prof. Dr. Andro
Cinoyoviy, [47] kendisi sorduğu bir
soruyu şöyle cevaplandırır : «İlimlerle meşgul olanların, inkâra yöneldiklerini
duydum. Bu doğru mudur? Ben bu sözün doğru olduğuna inanmıyorum. Tam bunun
aksine, okuduğuma ve araştırdığıma göre, ilim sahasında otorite olan insanlar
dinsiz değildirler. Fakat bazı insanlar onların anlayışlarım ve sözlerini
yanlış değerlendirdiler. Şüphesiz dinsizlik, yahut maddecilikten dolayı inkâr,
ilim sahibinin düşünce, iş ve hayatında uyduğu yola ters düşer. Çünkü o,
herhangi bir yapıcı olmadan bir âletin yapılamayacağı prensibine uymak zorundadır.
Aklını bilmen hakikatlerin aslını bulmak için kullanır, la-boratuvarma girer,
ümitleri onu yöneltir, kalbi îmânla dolar. Bir çok ilim adamı, işlerini
bilgiyle, insan ve Allah sevgisi ile yürütürler.» [48]
Dr. Albert Makomp
Winsthis [49] 'in şu sözlerini de
nakledelim : «îîimle meşgul olmam, daha öncekine nisbetîe îmânımı çok çok
sağlamlaştırdı. Şüphesiz, ilimler insanın kâinatta Allah'ın kudret ve celâlini
görmeye yardım ediyor, tnsan kendi araştırma sahasında yeni bir şey keşfettiği
zaman Allah'a îmânı artıyor.» [50]
Lord Cliffen [51]de :
«Derin düşündüğünüzde, ilimler sizi Allah'ın varlığını kabule mecbur
edecektir.» [52]
diyor.
Einstein da : «îmân,
ilmî araştırmaların en kuvvetli ve en asil-sonuçlarıdır.» [53] der.
Bu sözleri büyük
ingiliz Filozofu Francois Bacon'un şu görüşleri ile bitirelim : «Bazı sathî
felsefeler insanı inkâra yaklaştırır. Fakat felsefede derinleştikçe, o insanı
dine yöneltir.»
Bu âlimlerin
naklettiğimiz sözlerinden anlaşılıyor ki, Allah'a inanmalarının sebebi,
ilimleridir.
Halbuki Kur'an-ı Kerîm
bu hakikati ondört asır önce ortaya koymuş. Allah'ın yüceliği karşısında korkan
kimselerin yalnız âlimler olduğunu belirtmiştir. «Kulları içinde Allah'tan
ancak âlimler korkar...» [54] Zira
âlimler, derin dikkat ve hassasiyet içindeki incelemeleriyle varlıklardaki,
insanı âciz bırakan yaratılışı başkasının göremeyeceği şekilde görür ve
değerlendirirler.
Ceza Kur'an alimleri
aehâdetine değer vererek : «Allah, melekler ve ilim sahipleri de adaleti teyid
ederek Allah'tan başka ilâh olmadığına şehâdet ettiler» [55]
buyurur. Bu âyetle ilim sahiplerinin görüşlerine oldukça büyük değer verilmiş
oluyor.
Kur'an'ın çok daha
önce belirttiği delilleri; ilim, kâinat kitabında ortaya koymaya muvaffak
oldu. «Bu konuda Kur'an'ın getirdiği ile kâinat kitabının ortaya koyduğu iki
kesin delil de ittifak etmiş oldu.»
Batılı müsbet ilim
otoritelerinin kitap ve makalelerinden seçerek derlediğimiz ve herbiri maddeci
inkarcılara susturucu cevap, Yüce Allah'ın Varlığına ve Kudretine açık delil
teşkil eden yukar-daki sözlerden sonra, kültürlü Türk okuyucuların kendisini
iyi tanıdığı bir Türk ilim adamı doktorumuzun sunduğu aşağıdaki değerli ve
veciz bilgileri kitabımıza almayı faydalı buluyoruz.[56]
Son asırlarda hızla
ilerleyen ve hâlâ da amansız bir hızla gelişmekte olan müsbet ilimler,
gerçekten iyi incelenirse; onun verilerinde insanı hayrette bırakan bir mutlak
şuurun var olduğu daima sezilecektir. Bazılarının zannettikleri gibi, pozitif
ilimler «Allah» inancını tamamen sarsacak neticeler vermemektedir. Nasıl
verebilirler ki; onların, konu olarak ele aldıkları eşyalar, yalnız onun
eseridirler. Hiç eser, sahibini inkâr ettirir mi? Yeter ki eseri İncelerken
aklı selim sahibi, basireti açık, kimseler bulunmuş olsun.
îşte bu gerçeği büyük
ingiliz bilgini BACON (1560 -1626) şöyle ifade eder : «Az ilim bizi Allah'tan
uzaklaştırır. Çok ilim ise Allah'a yaklaştırır. Felsefî bir mevzu olarak
Allah'a inanmakla iktifa etmeli, Allah'ın ne olduğunun takdirini de ilahiyata
terketmelidir. İnsan, hayvanlıktan uzaklaşmak için, manevî bir dayanağa muhtaçtır.
Köpek nasıl insanla münasebeti dolayısıyla yükselirse, insan da ulûhiyetle
münasebet kurarsa yükselir ve asalet kazanır.»
Şimdi Müsbet ilim Yolu
ile Allah'a Giden Fildişi Yoldan Örnekler Verelim :
a) Fizik Yolu ile Allah'ın Varlığına Gidiş :
Yukarıda bahsettiğimiz
(Manyetik), aynen atomda da mevcuttur. Bu suretle hem yukarıdaki bahsi daha
iyi açıklamış olmak ve
maddedeki aşkı fennen
beyan etmiş bulunmak için, fizikteki örneği atomdan alıyorum. Evvelâ atom
hakkında biraz malûmat vereyim : Misâl
olarak (Karbon =
Kömür «c») atomunu alıyorum.
Prensip itibariyle, her atomda olduğu gibi, merkezinde müsbet yüklü bir
çekirdek vardır. Bu çekirdek de (stabil) elektriksiz (nötron) ile (dinamik)
elektrikli olan (pozitron)'dan ibarettir. Bu merkez etrafında, karbonda 12
menfi yüklü (elektron) mevhum mahreklerde hareket halindedir. Bu elektronlar
çekirdekten 2000 defa daha küçüktür. Atomun küçüklüğünü ifade edecek sayının
beyanı oldukça müşküldür. Bir Fransız fizikçisinin söylediği gibi; bir toplu
iğne başındaki atomları cımbızla çekmek
kabil olsa, 200.000 nüfuslu bir şehrin bütün fertleri ellerine
birer cımbız alarak saniyede
ikişer tane atmak şartıyla iğnenin başındaki atomları ayıklamaya çalışsalar,
iki ay sonunda bu işi başarabilirler. Bu rakamlar neyi ifade ediyor? Yukarıda
zikrettiğimiz gibi toplu iğne başı kadar bir kömür parçasında bu kadar korkunç
sayıda atom var. Bu atomların her biri de, oniki seyyareli bir âlem vasfı
taşıyor. İşte bu elektronlardan birindeki kudret ölçüsü kâinat manzumesi
içinde arzm rolünü ifade eder. Boş yere kâinatta canlı varlık olacağını tahmin
eden astronomlar, acaba sonsuz kudretin bir elektronda dahi milyarlarca enerji
sembolü olabilecek varlıkları düşündüler mi? Atomların taşıdığı enerji arzm
yaratıldığı günden beri güneşten aldığı enerjinin bir kaç mislidir. Bu küçük
cirme rağmen atomların üzerinde mevcut
elektronlar kâinatın evvelinden sonuna kadar dönecek kudreti depo halinde
bulunduruyorlar. Allah'ın ol emriyle yaratıldığı saniyede, peşinen
aldığı, bu enerji, yok ol emrine kadar devam edecektir. Elektronların yorulmaz
bir düzenle atom çekirdekleri etrafında
hâlik'ım zikrettiklerini çok açık bir şekilde
tasdik etmemiz gerekiyor.
Bütün bu hakikatlerden
sonra Allah'ın varlığını açıklayan atomdaki sırra, bir de şu noktadan nüfuz
edelim :
Çok mâruf bir tabiat
kanunu şu şekilde ifade olunabilir : Na-turel hâdiseler meydana gelirken, daima
en kısa ve çabuk yolu tercih ederler: Oluş, bu mânânın taşıdığı ve bizim
mantığımızdaki kolaylık hududu dahilinde cereyan ediyor. Meselâ, bir menekşe
yap-rağındaki endigo maisi terkibindeki maddeyi yaparken, sekiz on tane kimyevi
usulden en kolay ve en serisini tercih eder. Nitekim biz laboratuarlarda bu
maddeyi çok defa karışık usullerle yapabil liriz. însan hayatiyeti için en
önemli hâdise olan teneffüs etme keyfiyeti dahi böyle basit ve kısa yoldan
cereyan eder. Biz teneffüsü
(nefesi) alırken,
husûsî bir mekanizma ile alırız. Fakat verirken, otomatik olarak alışın bir
neticesi halinde nefes veririz, yâni nefes vermek için vücutta ayrı bir
mekanizma cereyan etmez. Bu misâlleri anlatmaktan gayemiz şudur : Acaba atom
muvazenesini temin eden elektrikî müsavat daha basit bir usulle düzenlenemez
miydi? Nitekim Fiziko - Kimya ve Bio - Kimyada bir takım elektronik muvazene
usulleri böyle bir hâdisenin mümkün olabileceğini gösteriyor. Eğer kâinat kör
bir tesadüfün eseri olsaydı atomda da böyle daha basit bir elektrik müsavatı
sistemine rastlayacaktık. Onun maddede mantık ufukları Ötesindeki ufaklığı ve
bu ufaklık içerisinde namütenahi kudret sim bir tek mânâ taşır.
Sahibi
Tarafından, Zikrini Terennüm Etmek Gayesiyle Bu Kadar Muhteşem Yaratıldı. [58]
b) Naturel Bilgiler Metodu ile Allah'ın Varlığına
Gidiş :
Kuru madde
kanunlarının dışında her hâdisede şiddetle kendini hissettiren büyük bir
kanunun hâkimiyetini belirterek bu hakikati açıklayacağız.
Bu kanunu Aynştayn
(Einstein), son yıllarda garip bir şekilde ifade etti : «Kâinatta her hâdise
cazibe kanunlarının teshindedir.» Bunu isbatla : «Kâinatın kör bir kuvvet
tarafından idare edildiği» iddiasında bulunan zavallılara, hiç bir mantık ve
ilim payı bırakmıyoruz. Zira bu iddiada bulunanlara göre «Tabiatın yaptığından
haberi yokmuş!»
Sözlerime, son
senelerde vukubulan bir keşifle başlayacağım : 50.000 defa büyütülerek görülen
toz zerrelerinin kozmik şua ve güneş ışığı altında ihtizaz ettikleri tesbit
edilmiştir. Büyük kitleler arasındaki mâruf cazibe kanununun tamamen dışında
olan bu hâl bize gösteriyor ki, birbirine tamamen zıt iki unsur olan madde ve
enerji arasında dahi gizli, binlerce defa gördüğümüz bu prensip, muhtelif
hâdiselerde çeşitli isimlerle az çok tanıtılmıştır. Yıldızlardan tutunuz da
atoma varıncaya kadar mevcut, bu alâkayı cazibeye bağlıyoruz.
Peki, cazibe nedir?
İşte bunun cevabı çok
zor. Her ne kadar cazibe riyazi bir ifade taşırsa da; enerji ve madde
.tezahürleri gibi bir vasıftadır diyemeyiz. Cazibe, enerjinin gizli bîr
Özelliği ise, yalnız benzer enerji sistemleri arasında olması icabederdi. Yeni
keşif ve tecrübe, -işte bu son ciheti yalanladığı için çok mühimdir. Pek yakın
yılların fizik kanaatları madde ve enerjiyi birbirinden tamamen ayırmıştır.
Hattâ bu ekole göre, bu enerji ve madde müşterek bir cazibeden intikalle hâsıl
olur. Bu kanaate göre, cazibeye madde ötesi bir mânâ veriyoruz. Ben, cazibeyi
şöyle tarif ediyorum :
«Cazibe maddeden eski,
çünkü enerji maddeden yaşlıdır ve onda mevcut bir mânâ cevheridir.» Cazibenin
muhtelif şekilde tezahürleri de bu tarifi isbat eder. Affinite şimik (kimyevî
alâka) manyetik (mıknatısı) sahalar, adeziyon hattâ enerji ve maddedeki atalet
hep cazibe diye vasfettiğimiz Allah'ın kudretinden, (bu kudretin eserinden) başka bir şey değildir. [59]
c) Kimya Yolu ile Allah'ın Mevcudiyetine Varış :
Kimyanın her zerresi
bir hakikat taşırken, misâlimizi, en basit kimya maddesi olan «su»'dan
alacağız.
Suya ait iki mühim
vasıf vardır İd, kâinatın kör bir şuur tarafından yaratılması ile izah
edilemez. Suyun bu özelliklerinden birincisi : Hacim ve kesafetinin hararetle
değişme vaziyetine aittir. Biliyoruz ki, her madde ve cisim kesafet bakımından
hararetle düz orantılı bir değişiklik yapar. Yâni hararet yükseldikçe cismin
kesafeti nisbet dahilinde azalarak hacmi büyür ve aksine hararet düştükçe de
bir cismin kesafeti çoğalarak hacmi de küçülür. Suda ise, hararet yükseldikçe
hacmi küçülür, kesafeti artar Ve hararet düş-dükçe de hacmi büyür. Bu hâdise
yalnız bir istisna teşkil etmekle de kalmaz, ayrıca aynı mevzuda ikinci bir
mucize taşır. + 4 derecedeki su, kendinden sıcak veya kendinden daha soğuk
sulardan daha ağırdır. Eğer yukarıda zikrettiğimiz istisnaî ve mucizevî
özellikleri su taşımasaydı, kışın denizler buzla dolar ve bu denizlerin dibinde
nebat ve hayvan hayatı olmazdı.
(D. ÖRZ)
taraftarlarının saçmaladıkları gibi kâinat ne yaptığım bilmeyen bir kuvvetler
topluluğu olsaydı, denizdeki nebatları da düşünmez, hayatı karada olduğu ile
iktifa ederdi.
Halbuki Cenab-ı Hak,
zevk-i ilâhisi için donattığı bu âlemde o nebatların da bulunmasını arzu etmiş
ve suya bu mucizeyi bahşetmistir. Suya ait ikinci mühim özellik : Suyun
(iyonize) vasfıdır, lyonizasyon hakkındaki fennî mütalâaları şöyle hülâsa
edebiliriz : Normal ahvaldeki bileşik cisimler iki atomun birleşerek meydana
getirdikleri (Moleküllerinde) elektrik bakımından mutlak bir sükûnet (Nötral
durum) arzederler. tşte biz bu cisimlere biokimya tabiriyle (câmid cisimler)
diyoruz. Halbuki canlı cisimlerin kimyaları bize göstermiştir ki, bir uzvun
hayatta olabilmesi için elektrik bakımından seyyal manzara arzeden
(moleküller) ihtiva etmesi lâzımdır. Tabiatta bu hâdise şöyle olur : Su
içinde, yukarıda zikrettiğimiz câmid cisimler molekülleri arasında muvakkat
bir çözülme göstererek, elektrik bakımından canlı hale inkılâp ederler. Meselâ
tuz molekülü sodyum ve klor atomlarının meydana getirdiği câmid bîr madde iken,
suya atıldığı zaman bu atomlar yeniden bir gevşeme ve elektrikiyet manzarası
arzeder. Ve o zaman canlı olabilir. îyon mes'elesine ait araştırmalar
göstermiştir ki, bu cansız molekülleri canlı ve aktif bir şekle sokan madde
«su»dur. Halbuki, su, kimyevî olarak tam bir câmiddir. Çünkü hidrojen ve
oksijen gibi birbirlerine çok muhteris atomların doymuş halinde birleşmesinden
husule gelmiş, kimyevî tâbirle bir nevi doymuş birleşik bir cisimdir. Normal
ahvâlde suyun oksijeninin aktif bir hâle konulabilmesi fevkalâde zor olduğu
halde, nasıl oluyor da diğer cisimleri elektrik bakımından aktif hale
sevkedebiliyor ? Neden her cisim suda iyonize olduğu halde, su iyonize
olamıyor? İşte bu sual kimyanın normal prensipleri ile cevaplandınlamaz. Eğer
tabiatı meydana getiren kudret şuursuz olsaydı, suya bu iki mühim hassayı
şüphesiz ki bu özellikle vermiyecekti. O zaman dünya, yıldız ışıklarının
banyosuna mahsus yüzme havuzundan başka bir şey olmayacaktı.
Suyun mucizesine ait
şu üçüncü vakıayı da zikretmek isterim :
Bugün arzın (Atmosfer
havayı nesimisi)'nden daha dışarda hidrojen ve arza hemen yakın bölgede oksijen
vardır. Bütün garp ilim adamlarının kabul ettiği dünyanın yaradılış
nazariyesine göre mezkûı iki gazda, arzda enerjinin birikimi anında Mendelyef
in sırasınca teşekkül etmiştir. Oksijen ile hidrojenin birbirlerine fevkalâde
muhteris oldukları malûmken, nasıl olur da hidrojen bu oksijen tabakasını
rahat rahat geçer ve onun üzerinde sakin olarak arzı, semavî tehlikelere karşı
korumak üzere toplanır. Oksijen nasıl olur da arzın o patlama zamanında bu en
samimî arkadaşından, binlerce sene sonra yer üzerinde meydana gelecek canlılara
hayat vermek gayesiyle Vazgeçebilir?
Eğer
Yine Kâinatı Meydana Getiren Kudret İstikbale Göre Onlara Nizam Vermemiş
Olsaydı, Ta Arzın O İlk Ana Baba Gününde Hepsinden Suyu Meydana Getirmiş
Olsaydı, Oksijen Ve Hidrojen Kalmazdı Ve Arz Semada Deli Taş Gibi Döner Dururdu.[60]
Bütün bu hâdiseler karşısında
Rabbülâlemin olan Allah'ın adını zikirden başka söylenecek söz yoktur.
Patoloji İlmi ile
Allah'ın Varlığını tsbat :
Madde ilimlerinin en
müşahhası olan patolojik (Teşrih-i Marazı)'nin baş dümencilerinden Şivartz,
Allah hakkında kendisine sorulan bir suali şöyle açıkladı : «Ben maddeci
hocalar yanında çalıştığım günden beri uzun müddet Allah fikrinden kaçtım.
Fakat o beni bırakmadı. Yine yakaladı, kanser hakkındaki koordinasyon hâdisesi,
bana ikrar zevkini verdi.»
Kanser hücresinin
normal hücreden farklı, diğer hücrelerle olan müşterek yaşama hassasını
kaybetmesidir. Buna tıp lisanında, koordinasyon bozukluğu denir. Normal
ahvalde hücreler birlikte yaşamak mecburiyetini hissettikleri nesiçlerde, madde
ile tarif edilemeyen, bir ahenk bütünlüğü arzederler. Şöyle ki : Kan
damarlarından gıda sel gibi aksa da, damar iç cidar hücreleri kendi paylarına
tesbit edilen gıdadan fazlasını emme selâhiyetini hâiz değildirler. Bizatihi
kan içinde yaşayan hücreler dahi evvelce tesbit edilen gıdadan fazlasını
alamazlar. Eğer böyle olsaydı, ayak parmağındaki hücre, gıdasızlıktan
hayatiyetini kaybederdi. Bu ahenk o kadar muntazam-dır ki, kansız bir insanla
bütün hücreler aynı gıda fakirliğine kanaat mecburiyetindedirler. Bu ahlâk
bütünlüğü ifade eden, ayarlamanın hormonların tesiri ile yapıldığı iddia
ediliyorsa da, hayatiyetin ana maddesi olan bu girift ahengin sebebini
Biokimya usullerle çözmeye imkân yoktur. Koordinasyon bütünlüğü deyip
geçiyoruz. İşte hücreler bu koordinasyon bütünlüğüne itaat etmez ve kendisine
hasredilenden fazlasını isterse, o zaman kanser hücresi meydana gelmiş oluyor.
Tıbbın en korkunç hastalığı olan kanser hücresinin normal hücrelerden farkı, verilenle değil de isteyiş şekliyle gıda-lanmasından
ibarettir. Modern nazariyelere nazaran, bu kabil ahenk bozucu hücreler vücutta
husule gelir gelmez, vücut bilmediğimiz bit metodla bu hücreleri derhal
öldürür. Yani hepimiz bilmeden bir çok defa böyle kanser tehlikeleri"
atlatmışızdır. Şivartz'm tâbirince bu müşterek yaşama ahengi bütün canlılar
hattâ cansızlar âleminin en temel kanunudur. Bu ahenk hücrede, nebatta, insanlar
arasında, atomlar arasında, hep mevcuttur. Ve doğrudan doğruya Allah'ın
bir tecellisidir. Allah'a has
bir vasıftır. Yâni, eğer
kâinatı Cenab-ı Hak yaratmamış olsaydı*
hücre teşekkülüne kadar hâdiseler kendi başına olsa bile, bu andan itibaren
insan ve uzuv teşekkülü bahis mevzuu
olmayacak ve bu hücreler kanser urları halinde, üremeyen kesik varlıklar
meydana getirecekti. Bu dejenere vaziyet bulunmadığı ve çok şükür olmayacağı
tahakkuk ettiğinden, bu tatlı ahenk mevcut olduğuna göre, kâinatın yaratıcısı her şeyi mutlak bilen, herşeye
kaadir olan, bütün canlıların
rızıklarını veren ALLAH-U TEÂLÂ'dır. [61]
e- Anatomi timi ile Allah'ın Varlığı Mes'elesi
Tıbbın temel
mütefekkirlerinden büyük âlim Clod Bernar, kalb üzerinde ilk laboratuar
tecrübelerini yaptığı zaman, taşıdığı cins kafanın hassasiyetine uygun olarak
demiştir ki : «Kalb hakkında bildiğimiz çok noksan ve kabadır. Halbuki onun
bünyesinde en ince his ve idrâk melekelerimize mahfazaîık ettiğini gösterecek
kadar ince ve girift bir mimarî vardır.»
Tıp âleminde yepyeni
bir ufuk açan bu ilim adamından önce tababet; senelerce kalbi, basit bir et
yığınından ve maddî fonksiyona memur mekanizmadan ibaret sandı. Bugün ise
ilim, kalbin bir kelebek kanadı üzerine nakşedilmiş sırlarını ruhî hâdiselere
merkez telâkki edecek derecede, ileriye gitmiş bulunuyor. Tıp bu gidişi ile
kalbin mahrem iklimlerine doğru daima yeni bir adım atmaktadır [62] İşte
bu mahremiyetlerden biri de, kalbin maddesinde; yaratıcısının imzasını taşıyan
riyazî bir hakikatin mevcudiyetini izah ve isbat edeceğiz. Şematik şekilde
göreceğiniz gibi, insan kalbinin sol avrukula ismi verilen sol yukarı ucunda
Kuran harfleri ile aynen ve çizgisi çizgisine "Allah" ism-i celâlini
gösteren açık bir yazı; vardır. Avuç içindeki sabit ve ana çizgilere benzeyen
bu teşekkül Mü'min - kâfir, her insanın kalbinde mevcut, ağız, burun gibi kat'î
bir vakıadır. Her hangi bir ölünün kalbi açılıp da, kalbe bu noktasından
normal gerginliği verildiği takdirde, fotoğrafla tesbit edilecek şekilde bu
anatomik vakıayı görmemiz mümkündür. Bu çizgi taazzuvunun açık şekilde Allah
yazısı, Almanca Zobota Atlası'nda, kalb bahsinde aynen görülmesi mümkündür.
Teknik imkânlar bulamadığımız için bu bahse ait güzel fotoğraflar sunamamış
bulunuyoruz. Evvelce bir makale halinde neşrettiğimiz bir mecmuada böy-. le
bir fotoğraf vermiştik. Kitap baskısında yanlış tefsirlere yol açacak bir
fotoğraf vermektense, okuyucuların arzu ettikleri takdirde şematik resmimizdeki
resmi Zoboto Atlasının ikinci cildinde riyazi bir Alman realizmasıyla rötuşsuz
olarak insan kalbi ifadesinin en açık anatomik resminde bu hakikati te'kit
etmelerini daha uygun bulduk. Bütün renkli anatomi atlaslarının kalbin bu
yüzüne ait fotoğrafları tetkik edilirse, hepsinde de aynı teşrihi çizgileri
görmek mümkündür.
Koskoca kâinat
muammasını, her türlü tesir edici ve son illet (sebsp) ihtiyacından uzak bir
tesadüf (kendi kendine) oluş ile izaha çalışan maddecinin teşhisimize dudak
bükerek alayını seziyoruz. Onlara, kendileri de dahil her ölünün kalbini
göstermekten başka yapacağımız mukabele yoktur. Bu tesbitimizi müsbet
ilimlerin, apaçık uzviyet ifadesine bağlı, sırrî bir tecellî olarak kabul
ediyoruz. Şüphesiz ki herkesin inanması veya inanmamasıyla değerini kaybetmez.
[63]
f) Fizyopatoloji timi Yolile Allah'ın Varlığını tsbat
:
Bu branşta da vücudun
anormal şartlar altında hayatım korumak için aldığı ince sanat dolu tedbirleri
inceleyelim Bu mevzu-daki ince oluş mimarisi bize, daha ötelerden Allah'ın
hücreye nakşettiği ALÎM şuuru ikrar ettirecektir. Evvelâ, bir mikropla vücut
arasındaki mücadeleyi takip edelim. Bir mikrop, meselâ elimizin açık yarasından
(Porte-antre) vücuda girerse; evvelâ o mıntıkadan neşrettiği kimyevî
maddelerden haber alma kaabiliyetinde olan beyaz kan hücrelerinin taarruzuna
uğrar. Bu ilk muharebe cereyan ederken, elin birinci derecede karakol merkezi
olan koltuk altında ihtiyatî tedbirler alınır : Vücudun bütün askerleri
muharebe düzenine sokulur, ilk çarpışmanın neticesi %90'a yakın vücut lehine
cereyan eder. İlk çarpışma, mikrobun lehine dönerse, o zaman mikrop saatte 17
milyon gibi korkunç bir rakam halinde çoğalarak kana geçer, Hk karakol veya
koltuk altı tehlikeyi önleyemezse, o zaman vücut umumî seferberlik ilân eder.
Şimdi bu büyük kurmayca tab-yeyi takip edelim. Misâl olarak hummadaki
vücut-mikrop savaşını anlatalım : Humma âmili vücuda girdikten sonra vücut
seferberliğini tamamlar ve onun işaretçisi ateş yükselir. Vücutta müdafaa,
maddelerinin yapılması cihetinden enteresan vakıa da bazı kerre bir insanın
evvelce hiç karşılaşmamış olduğu mikroplara karşı müdafaa maddelerinin
bulunuşu keyfiyeti olur. Bu olay kısmen irsen ve çocukların ana rahminde iken
kan yoluyla bu kimyevî maddeleri almaları şeklinde izah edilmiş ise de, bazı
vakalarda bu izaha sığmayan durumlar görülmüştür. Bizzat maddeciler bile bu
harikayı (neslin idamesi yolunda iç müdafaalar)'la izah etmek mecburiyetinde
kalmışlardır.
Tabiatta onların kabul
ettikleri kör kuvvet, meydana gelen nesli, on sene sonra karşılaşacağı mikroba
karşı müdafaa maddeleri ile mücehhez yaratmış öyle mi? İnsan hakka teslim
olmayınca işte böyle saçmalar.
Yarattığı namütenahi
küçükler âleminin askerleri ile en ideal varlık olan insanı, Allah tam bir
yaratıcılık adaleti içinde zekâ ve beşerin ulaşamıyacağı kimya formüllerine
karşı mücadele ettirirken bizlere de şu açık ilânı irad etmiyor mu? SİK
insanlar hayatınızın devamı süresince zekânızın hiç bir zaman erişemiyeceği
geniş (Biyokimya) metod ve kanunları ile sağlığınız konmuyor. Her dâvayı
halletmeye kalkışan kafanız, dünyanın en muhteşem laboratuarı olan
karaciğerimizin yaptığı işleri tam manâsıyla kavrayamaz-ken ve muazzam
laboratuarlarımız da onun yaptıklarından bir tanesini olsun, bir saniye bile
idamede âcizken, nasıl olur da beni d-râk edemez ve bulamayınca da inkâra
kalkışırsınız?
Ey Allah'a inanmayan
adam!... Sen imansızlığına zırh tuttuğun bir avuç bilgi ile şuurlusun da,
idrâkinde âciz olduğun mucizeler taşıyan karaciğerin yapıcısı mı şuursuz?[64]
Bir Türk Tıp uzmanı ve Müsbet ilim bilgininin
bu dikkate değer ilmî makalesinden sonra; John Clover MONSMA'mn yukarda adı
geçen kitabının türkçe tercemesinden seçtiğimiz iki ilmî makaleyi iktibas
ederek ve Amerika'nın 3. Feza adamı John GLEEN'in tarihî sözlerini naklederek
bu bölüme son vereceğiz.[65]
Prof. Dr. Albert Macop
Winsthis
(Moleküler Biyoloji
Mütehassısı)
«Acaba ilimle iştigal
etmeyen diğer kimseler gibi ilim adamlarının da Allah'ın varlığına inanması ve
onun kudsiyetini kabul etmesi normal midir?
ilmî buluşlar arasında
insanın çok yüce bir yaratıcının gücüne inancını azaltabilecek keşifler de yer
almakta mıdır?
İşte zaman zaman ilim
adamlarının birçok sahalarda bazı din yorumcularının yorumlarına ters düşen
gerçekleri açığa çıkardıklarını zannedenlerin kafalarında dolaşan sorulardan
birisi budur.
Ben Üniversitede
okurken ilim felsefesi branşını seçmiştim. Ve ilimler üzerinde tahsil
yapacaktım. Yukardakilere benzer bir örnek geçmişti başımdan. Halalarımdan
birisinin beni yanına alarak ilimler felsefesi tahsiline devam etmekten
vazgeçirmek için ne kadar çalıştığını çok iyi hatırlarım. Çünkü ona göre
ilimler felsefesi üzerindeki çalışmalarım, benim Allah'a olan îmânımı, yıkacaktı.
Birçokları gibi o da, ilimle dinin birbiriyle çarpışan iki kuvvet olduğunu ve
bir kişinin gönlünde ikisinin birlikte yer edemeyeceğini kabul ediyordu. [67]
Ben değişik bilim
dallarında çalışma yapmış ve uzun yıllarını hu yola vermiş birisi olarak ilim
dünyasında Allah'a îmânımı sar-sacak hiçbir şeyle karşılaşmadığımı bütün kalbî
samimiyetimle ifade ederim, timi çalışmalar benim Allah'a îmânımı sarsacağına
bilâkis daha da kuvvetlendirdi. Ve eskisinden çok daha sağlam ve metin hale
getirdi.
Şüphesiz ki ilim,
insanın, Allah'ın kudret ve
azametini daha fazla görmesine yardım etmektedir, insanoğlu kendi etüd ve çalışma
sahasında yeni bir şey keşfettikçe Allah'a karşı îmânı da faz-lalaşır...» «Nasıl ki
müsbet ilim tıp dünyasında eskiden geçerli olan hacemat ve benzeri
metodlan kaldırarak, teşhis ve tedavi gibi yeni metodlar getirmişse, modern
ilmin diğer dallan da, insanın Allah ile olan münasebetleri konusunda birçok
sapık inançları değiştirerek sağlam esaslar getirmiştir...» «Biz bu gerçekleri bildik diye Allah'a
îmânımız sarsılacak değil, bilâkis ne kadar ilmimiz artarsa, onun yarattığı
mahlûkatı ne kadar iyi bilirsek, îmânımız da o derece artacaktır.»
«İnsanoğlu herhangi
bir san'atkâraı elinden çıkan san'at eserini o san'at eserini meydana getiren
san'atkârla ilgili birtakım bilgilere sahip olmadan inceleyip anlayamaz. Aynı
şekilde biz, kâina-tm esrarı ve yeryüzünde yaşayan varlıkların -bilinmez
yanları konusunda derin bilgiler elde ettikçe, onları yoktan varedip yaratan
varlığın, yani Allah'ın kudret ve azametini daha çok anlayabiliriz. Ben canlı
organizmayı konu edinen geniş bir ilim dalı olan «Mole-küler Biyoloji» üzerinde çalıştım. Ve gördüm ki, bu kâinatta Allah'ın yarattığı nesneler içerisinde canlı
varlıklardan daha üstün bir
yaratık mevcut değildir.
Yürüdüğünüz bir patika
yolun kenarında kendiliğinden bitmiş bir yoncaya bakınız. İnsan elinin mamulü
olan sayısız ve harikulade yapılmış şeylerden hiç birisi onun kadar güzel ve
onun kadar alımlı olabilir mi? İşte gördüğünüz o küçücük yonca canlı bir fabrikadır.
Gece gündüz durmadan çalışır. Mütemadiyen binlerce kimyevî ve fizikî
reaksiyonlar cereyan eder içinde. Protoplazmamn buyruğu altında neler olmaz
neler. Protoplazma, bütün canlı varlıkların birleşiminde bulunan ana maddenin
adıdır.
Peki bu akıllan
durduracak karmakarışıklıktaki canlı makine nereden gelmiştir? Onu Yüce Allah
yalnız yaratmakla kalmamış, yaşamasını sağlamış, varlığını korumasını temin
etmiş, nesilden ne-sile bütün kendi türünün özelliklerini ve hususiyetlerini
devam ettirmesini takdir buyurmuş ve böylelikle bizim onu diğer bitkiler
den ayırmamıza
yardımcı olmuştur.
Biyolojinin inceleme
konuları arasında en büyük yeri; cai varlıkların üremesi konusu işgal eder. Bu
husus Allah'ın kudretinin en belirgin şekilde ortaya çıktığı alanlardan
birisidir. Bir koca bitkinin üreyeceği bir hücre o derece küçük varlıktır ki,
ancak binlerce defa büyülten mikroskoplar kullanılarak onu gözlemek mümkün
olur. Ama ne gariptir ki o koca bitkinin bütün özellikleri, damarları, kabuğu,
dah, budağı, kökü ve yaprağı, hacimleri son derece küçük mühendislerin gözetimi
altında sonsuz bir dikkat ve itina ile inşa edilmektedir. Bu küçücük
mühendisler, bitkinin meydana geldiği hücrenin içinde yaşarlar. İşte bu
dikkatli mühendisler topluluğunun adına «kromozomlar» diyoruz. Bu son derece
küçük yapıdaki mühendisler, çok nadir zamanlarda bu küçücük hücrelerin ürettikleri
bitkinin özelliklerini değiştirebilirler...»
«Bugün bilginler son
derece önemil yeni bir keşfin eşiğinde bulunuyorlar. Bu keşif, laboratuarlarda
ve deney tüpünde canlı varlık meydana getirmektir. Laboratuarlarda yaşayan bir
varlık meydana getirme imkânı, ancak bugün elde edilmiş bulunuyor. Fakat bu
meydana geliş ameliyesi, son derece basit ilkel ve eksikliklerle dola bir canlı
türünün oluşmasından ibarettir. «Des oksiribo nitriklorik asit» adı verilen
(DNA) madde belirli nisbette kimyevî maddelerin karışımıyla elde edilmiş
bulunmaktadır. DNA bundan Önce ancak canlı hücrelerin içinde elde
edilebilmekteydi. Halbuki bugün laboratuarda elde etmek mümkün olmflştur. DNA
kısa formülüyle ifade edilen bu madde, nesiller boyu genetik özellikleri
taşıyan ve bileşimindeki bütün canlılara kendi damgasını vurarak verasetin
geçişini sağlayan ana hayat maddesidir.
Ayrıca bazı canlı hücrelerin
protopiazm alarmdaki DNA'lann alınarak başka türlerin protoplazmalarına koymak
mümkün olmuştur. Bu ise, aşılanan maddenin genetik özelliklerinin tamamen farklı
bir şekilde ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.
Biz insanların
laboratuarda hazırladıkları DNA asitlerinin canlı hücrelerindeki
protoplazmalara aşılanmaları halinde nasıl bir reaksiyonla karşılanacağını
bilmiyoruz. Canlı hücre bu asitleri emecek mi, bileşimine kabul edip intibak
edecek mi, yoksa tabiî organik maddelerde meydana gelen reaksiyonların aynısı
burada da mı meydana gelecek? Şu ana
kadar bu sualin cevabını verebilmiş deği-
İte [68] Bu
güne kadar bu alanda sarfedilen çabalar kaderin eline bağlı bulunmaktadır. Bazı
bilginler deney tüplerinde canlı varlıkların meydana getirilebileceğini
imkânsız olarak kabul etmekte ve bu çabalar başarılı dahi olsa, kuşkularını
belirtmektedirler [69] Peki
böyle bir başarı bizim Allah'a karşı îmânımızı sarsabilecek midir? Hayır. Ancak
sathî bir inançla Allah'a inanmış olanların îmânım sarsabilir. Ama derin bir
düşünce ve tefekkürle inananları kat'iy-yen sarsmaz. Çünkü böyle bir ameliye
Yüce Allah'ın yoktan vare-derek meydana getirdiği varlıkların derinliğini
anlama bakımından bir yeni adımdan öte birşey olmaz. İnsanların omuz omuza
verip keşfetmek için asırlarca çaba sarfettiği varlıkların ilk ve ana maddesini
yoktan vareden yine O'dur.
Şu halde Allah'a
îmânımızı kuvvetlendirmek istiyorsak, haki-katları daha çok derinliğine
inceleyelim ve gerçeği bütün derinliğiy-le kavramaya çalışalım...»[70]
Prof. Dr. Cecîl Hanıar
- Biyolog
îlim âleminde gözümü
nereye çevirsem, yücelerin yücesi bir yaratıcının varlığını gösteren eşi
bulunmaz kanun ve nizamlar gördüm. Fevkalâde üstün yaratılış numunelerine
şahit oldum.
Güneşli bir günde
ağaçlı bir yolda yürü ve çiçeklerin yapısındaki eşsiz güzelliği düşün bir an.
Kuşların sesine kulak-ver. Ağaçların garip yaratılışlarına gözünü dik... Acaba
yığınlarca böcekleri kendine çeken ve böyleye yeni bir aşılanmayı ve ertesi
yıla daha çok mahsul almayı sağlayan o çiçeklerdeki eşsiz tat kendiliğinden
meydana gelmiş olabilir mi? Çok küçük aşılayıcı tozların bir çiçeğin dişi
organına düşmesi veya yumurtacığına girmesi ve böylelikle aşılanma işleminin
tamamlanıp tohumun meydana gelmesi tesadüfen olabilir mi hiç? Mantıkî değil
midir ki; bizim farkına varmadığımız bir kudret'in herşeyi düzenleyip bir
nizama soktuğunu ve henüz başlangıcında bulunduğumuz bir yolun kanunlarını
tanzim ettiğini kabul edelim. Ve Allah'ın varlığına inanalım. Mümkün değil
midir ki; bir kuş yalnız alışık olduğu için değil, bizim onun sesine hayran
olduğumuz ve Cenab-ı Allah'ın onun ötmesini istediği için ötmüş olsun?
Yeryüzünde her gün
sayısız kuşlar öter. Ve yaratanına karşı sayısız medh'ü senalar yaparlar! Ama
bizim kısır ve yetersiz kulaklarımız duymaz onları... Yer yüzünde Allah'ın
sayısız lutuflan ve ihsanları var kullarının üzerinde ama insanoğlunun kapalı
gözlerini açıp onları görmesini bekliyor hepsi. Baltimure Kuşu'nun yuvasını kim
yapıyor?
Kim öğretmiş bu kuşa
bu üstün yuva yapma san'atmı ?
Neden benziyor bu
kuşların yaptığı yuvaların hepsi birbirine?
içgüdü mü diyeceksin?
Belki. Böyle demekle sorudan kurtulmak mümkün ama, verilen cevap eksiktir
elbette... Çünkü içgüdü dediğimiz şey nedir? Bazıları derler ki; canlıların
öğrenme yoluyla değil de, doğuştan edindikleri bilgiler... Halbuki buna
Allah'ın canlı varlıklara verdiği kuvvet ve kudret desek daha mantıklı davranmış
olmaz mıyız? Cenab-ı Allah'ın bu varlıkları belirli kanunlara göre yarattığını
ve bizim bu kanunların mahiyetini henüz tamamıyla öğrenmemiş olduğumuzu kabul
etsek, daha makul olmaz mı?
Evet ben de inanıyorum
Allah'ın varlığına. O'nun bu kâinatı ratıp koruduğunu ve herşeye gücünün
yettiğini kabul ediyorum. Yalnız bu kadar da değil. İnsan denilen yaratığın
bütün zerrelerini, O'nun sonsuz bir dikkatle koruduğunu da kabul ediyorum.
Bu köklü inançlarım,
kalbimi dolduran bu derin duygular, yalnızca Amerika'nın katolik kültürünün
mahsulü değil. Bu kültürün yanı sıra, ilmî tecrübelerimin ve müşahedelerimin de
katkısı var. Kâinatta gördüğüm akılları durdurucu gerçeklerin şuuruma, hislerime
ve kendi iç dünyama yaptıkları rolü büyüktür.
insanoğlu gözünü
nereye çevirirse çevirsin, yığınlarca cevaplan-dıramıyacağı sorularla
karşılaşır. Bu sorulara cevap vermek
için çırpınıp dururken sayısız tahminler yapar, hayâller
kurar. Sonra onların birçoğundan
vazgeçer veya büsbütün değiştirir. Daha sorulan sorunun cevabını vermeden
söylediği sözleri değiştirmek sorunda kalır. Kâinatla .ilgili ne kadar
soruların cevabını bulmuştur insanoğlu? Ve daha nicelerini bulacaktır,
yıllarından yıllar eskidikçe? Ama ne yazık ki, insanoğlu bilgisinin artmasıyla
Allah ile alâkalı bilgisi de artmamış, bilâkis insan kâinatın sırlarından
birisini yakaladığını hissettikçe, bu yakaladığı bilgi kırıntısı, onun Allah'ın varlığı ile ilgili düşüncesini
zayıflatmış ve böyle bir ihtiyacın lüzumunu azaltmıştır. Halbuki insanlık için
bulunan bu gerçekler, görünen kâinatın ötesinde herşeyi yöneten yüce bir
tanrının varlığını kabul etmenin apaçık delilleri olmak gerekirdi.
Biz bu laboratuara
girip mikroskobun altına koyduğumuz bir damla kültürlü suyu incelediğimiz zaman
da, o suyun içerisinde müdhiş bir hâdiseyle karşılaşırız. Gördüğümüz bir
âlemdir sanki.
Yavaş yavaş bir amip
kımıldanır durur suyun içinde. Küçük bir varlığın etrafına doğru hareket
ettiğini ve onu organlarıyla sardığını görürüz. Bir de bakarsınız ki, organları
içerisine giren bu canlı ami-pin çok ince vücudu içerisinde emilip
hazmediliyor. Dahası var; bu emilen canlının artıklarının amipin organlarından
çıkışım da gözetleyebiliriz. Sonra bir süre daha bu canlı varlığı
gözetlediğimiz zaman onun nasıl ikiye bölündüğünü ve ikiye bölünen bu hayvanın
yeni bir canlı meydana getirdiğini müşahede ederiz. Amip, tek hücreli bir
canlıdır. Diğer büyük varlıkların binlerce, hatta milyonlarca hücreyle
yapabildikleri biyolojik vazifeleri, o tek bir hücreyle becerir. Şüphesiz ki
son derece küçük olan bu garip hayvanın yapılabilmesi için tesadüfün ötesinde
çok büyük şeylere ihtiyaç vardır.
Doğruyu söylemek
gerekirse, biyokimya ile uğraşan bilginler, hayat fenomeninin esrarını, Ümî
etüdlerin hiçbir alanda keşfedemedikleri kadar inceliğine ve derinliğine
keşfetmişlerdir. Bir takım kimseler, midenin hazım ameliyesine, sonra
hazmedilen şeylerin organlar tarafından emilmesindeki gizli faaliyetlere
bakarak bunu kutsal yaratıcının varlığına delil gösteriyorlardı. Ama günümüzde
bu ameliyelerin nasıl meydana geldiği açıklanabilmiş ve bu organların yaptıkları
kimyasal reaksiyonlar öğrenilmiş ve her reaksiyondan sonra gerçekleşen asit
teşekkülü anlaşılabilmiştir. Bütün bunlar acaba bu feromenlerin Allah'ın
varlığına delâlet eden bir yanının kalmadığına mı delildir? Bir an için öyle
kabul edecek olsak bile, bunca reaksiyonların teşekkülünü plânlayan kimdir?
Hücre içindeki bunca enzimlerin o derece muhkem, ince ve sağlam bir şekilde
cereyanını kim temin etmektedir? Organizmadaki sayısız reaksiyonları ve iç içe
cereyan eden hadiseleri gösteren grafiklerden herhangi birisine bakıldığı
zaman insanın bu ameliyelerin tesadüf yoluyla kat'iyyen gerçekleşemiyeceğme
inanıp kabul etmesi için kâfidir. Öyle tahmin ediyorum ki, biyokimya ilmi,
Allah'ın kâinata koyduğu ve hayatı yaratırken câri kıldığı kanunun, başka
hiçbir alanda buradaki kadar açık ve seçik görüldüğünü gösteremez.
Gözümüzü gökyüzüne
diktiğimizde üstümüzdeki boşlukta gördüğümüz yığınlarca yıldızlar ve
gezegenler hayretimizi çeker. Geceler geceleri kovalamasına, mevsimler
mevsimlerden sonra gelmesine, yılların yılları izlemesine, asırların ve
nesillerin geçmesine rağmen bir parmak ucu kadar şaşmayan bu ince nizamı takip
edenler hayretler içerisinde kalırlar. Bütün gökcisimleri eşsiz bir yörüngede
ve düzen içerisinde dönüp durmaktadırlar. Buradaki düzene bakarak yıllarca önce
meydana gelecek bir güneş veya ay tutul-
masını haber
verebiliri^ Butun bunlara rağmen, hangi akıllı kalkıp da, bu yıldızların ve
gökcisimlerinin bu korkunç fezaya başıboş savrulmuş madde yığınlarının
tesadüfen birleşmesinden meydana gelebileceğini iddia edebilir? Eğer bu
varlıkların değişmez bir nizamı ve takip etmek zorunda oldukları belirli bir
kanunu olmasaydı; insanoğlu onlara güvenerek okyanuslara açılabilir, denizlere
dalabilir iniydi? Onlara dayanarak göğün boşluğundaki uçaklar atmosfer tabakası
içerisinde yol alabilir miydi? Allah'ın varlığım kabul etmeyen birçok kişiler
vardır ki, yine de bu gökcisimlerinin özel kanunlara tâbi olduğunu, belirli
bir düzeni takip ettiğini ve gökten düşer gibi kendiliğinden düşmüş, oldum
olasıya meydana gelmiş bir şey olmadığını kabul ederler.
Hakikaten bir
mikroskobun altında gördüğümüz bir damla kirli sudan tutun da, büyük çaplı
teleskoplarla seyrettiğimiz yıldızlara ve gökcisimlerine kadar bütün kâinatta
hâkim olan bu eşsiz nizamı ve son derece ince kanun ve prensipleri kavramak,
insanoğlunun vüs'atının dışındadır. Eğer insanlık keşfedilip anlaşılması gereken
kanunların tabiî âleme hâkim olduğunu kabul etmeseydi, onları araştırmak için
yıllarını heba etmezdi, tşte tabiat nizamındaki ahengi ifade eden bu inanç ve
güvenç ile yola çikılmamış olsaydı, yapılan çalışmaların hepsi verimsiz,
lüzumsuz boş bir çalışma olmanın ötesine geçemezdi. Eğer tabiatta her tecrübe
bir diğerine muhalif sonuçlar verecek olsaydı, yahut ta, genel geçerli
kanunlar yerine içinde yaşadığımız âleme tesadüf hâkim olsaydı, insanoğlu ilmin
hangi dalında ilerleme kaydedebilirdi? Ama bu kanonların varlığı ve kabulüyle
ilim yol alabilmiştir. İşte bütün bu kanunların ötesinde yücelerin yücesi bir
yaratıcı vardır. Bunca kanun ve nizamın gerisinde çok , daha üstün bir yaratıcı
ve plânlayıeınm bulunmaması ihtimalini akıl kabul etmez. İnsanoğlu ne zaman
yeni bir kanunla karşılaşırsa, duyacağı ses sadece «Beni yaratan Allah'tır İnsanoğlu
sadece Allah'ın yarattığı beni, keşf edebilmektedir.» sedalarıdır.
Şüphesiz ki Allah'ın
varlığı, benim günlük hayatımda hiç şüphe etmediğim ilmî gerçeklerden çok daha
büyük bir gerçektir. Biz
her ne kadar
yıldızların yörüngelerini tâyin ediyor, şekillerini anlayabiliyor veya amipi
bir mikroskop denilen camdan mamul âletin altında inceleyebiliyorsak da,
Allah'ın varlığıyla ilgili elle dokunabilir ve maddî cinsten birşey ortaya
koyamıyoruz. Ama insanoğlu O'na şahsen yönelmedikçe ve kendini vermedikçe
kat'iyyen O'nu anlayıp kavrayamaz. Bir kişi mikroskobun başına geçip
inceleyeceği
canlıyı gözleme tabi
tutmazsa amipin yaşantısını göremez ve o zaman böyle bir varlığın bulunmadığı
konusunda münakaşalara girişir ve uzun uzadıya tartışmalar yapar. Fakat
mikroskoba kendini verip, amip denilen canlıyı mikroskobun altında görürse,
dayandığı bütün inkâr delilleri kendiliğinden yıkılır gider. Allah'ın
varlığıyla ilgili durum da böyledir. İnsanoğlu Allah konusunda U2un uzun tartışmalara
girişebilir. Ama kendini O'na verip O'nu kavramaya çalıştığı zaman dayandığı
bütün inkâr delilleri yıkılır ve O'nun varlığını kabulden başka yapacağı
birşey kalmaz. Şu kadar var ki; buradaki deney tamamen kişiseldir, insan
başını kaldırmayı ve, kendini Allah'a vermeyi reddettiği müddetçe, mânâsız
münakaşaları ve tartışmaları uzayıp gidecektir. Allah'ın nuru, ancak O'nu
arayanların kalbine doğar.
Evet ben bu kâinatın
ve benim Rabbtm olan Allah'a kesin olarak inanıyorum. Hem kendi dünyamda, hem
de etrafımı saran âlemde bütünüyle O'nu görüyor ve biliyorum.[72]
Feza çalışmalarında
vazife aldığım zaman bana verdikleri şeylerden biri de, feza (uzay) hakkında
bir yığın bilgi ihtiva eden bir broşür idi. Bu broşürde fezanın büyüklüğünü
anlatan iki paragraf bilhassa dikkatimi çekti.
Bu paragraflarda
anlatılanı anlamak için, önce, bir ışık senesinin ne olduğunu bilmek
gerekiyordu. Bilindiği gibi, ışık, saniyede 300.000 bin km. kateder. Bu
demektir ki, bir saniyede dünyanın etrafını yedi defa döner. Şimdi bir ışık
zerreciğinin bir yıl düz yol aldığını düşünelim. Yolun uzunluğu, dokuzbuçuk
milyonun milyon defa çarpımına eşittir.
Bu broşürün
kâinatımızın boyutları hakkında söylediklerine bir göz atalım : Bizim
galaksimizin çapı, aşağı yukarı yüzbin ışıh senesi kadardır. Güneş, bu
galaksinin merkezine 30 bin ışık yılı uzaklıkta yer almış bir yıldız. Galaksi
ile birlikte kendi yörüngesi etrafında (200 milyon) ışık yılında dönüyor. Güneş
sisteminin ne muazzam bir gey olduğunu bu rakamlar anlatmaya yeter.
Fakat mesele,
yıldızlar ve gezegenler arası mesafeden ibaret değil. Bu galaksinin dışında
milyonlarca galaksi daha var. Hepsi müthiş bir sür'atle birbirinden kaçıyor
gibi dönmekte. Teleskopla dört yönümüze bakıp kâinatın ölçüsünü vermek
istersek, daha doğrusu, gözlemini yapabildiğimiz kadarını tesbit etmeye kalkarsak,
hududun en az iki milyar ışık yılı uzunluğunda olduğunu söyleyebiliriz.
Kâinatımız hakkında
baş döndürücü rakkamlar bunlardır.
Şimdi, bilinen en
küçük eleman olan atomun yapısına gelelim. Atomlar, güneş sistemine ve kâinata
çok benzerler. Şu bakımdan ki, atomlar da tıpkı yıldızlar gibi, bir çekirdeğin
etrafında muntazam bîr şemaya göre dönüp dumrlar. Dönenler elektronlardır.
«Atom» dediğimiz «en
küçük»'ten, «kâinat» dediğimiz «en büyüğe» kadar, bizi çeviren her şey «bir
bütün plâna» ve muayyen yörüngelere göre hareket etmektedir.
Bu bir tesadüf eseri
olabilir mi? Bir yığın madde, fezada yüzüp dururken, birdenbire bu yörüngeleri
çizmeye başlamış ve oralarda bu kaideye kaza eseri olarak mı uymuşlardır? Buna
inanamıyorum. Çünkü çok belirli bir plân karşısındayız. Feza ve kâinatın
büyüklüğü bana aıxah'ın var olduğunu gösteriyor. Bu bütünü elinde tutan, onu
belli bir plân içinde hareket ettiren büyük bir «kuvvet» elbette vardır.
Şimdi de yukarıda
bahsettiğimiz sür'atlerle bizim projemiz MEercury'nin sür'atîni mukayese
edelim. 39 bin km. sür'atle füzeyi yörüngeye oturtabiliyoruz. Bu, saniyede 8
knı.lik bir sür'ati gösterir. Yerüstü sür'atlerini, yani saatte 160 km.lik bir
sür'ati düşünürsek, bu muazzam bir başarı. Fakat fezada olanlarla bu
yaptıklarımızı mukayese edebilir miyiz? Bu başarı ne ifade eder ki?
Bir uçak en güçlü bir
motöre, en güzel bir de rodinamik profile sahip olabilir. Fakat mücerret başka
bir kuvvet olmadan bir uçak pek işe yaramaz vazifesini yapması için, sevk ve
idare edilmesi lâzım. Onu bir kumpasla idare ediyoruz. Fakat bu kumpası idare
eden kuvvet, bütün duygularımızın dışında oluyor.
Onu (Yani Allah'ı)
göremiyor, dokunamıyor, tadamıyoruz ama, varlığını biliyoruz. Çünkü tepirlerini
(ve eserlerini) görüyoruz.[74]
[1] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i
Kelam), Gonca Yayınları: 191-193.
[2] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i
Kelam), Gonca Yayınları:194.
[3] Fazla bilgi için bak:
Şerh-i Mevâkıf; c. I, s. 498-515, istanbul H. 1311.
[4] Mebdei illiyyet denilen illiyyet kanununun esası
: «Hiçbir hâdise illetsiz (sebepsiz)
var olamaz, her ma'Itil veya hâdisenin bir illeti (sebebi) vardır» kaide-sidir.
Bu kaideye göre : Her hadis bir
muhdise, her mümkin bir vâcip'e, her mahlûk bir hâlık'a, her ma'lül bir illet'e
ve her bina bir bâni'ye muhtaçtır.
[5] Bak : Serhu'l
- Mevakıf, c. m, s. 3 - 5, Tevdîhü'l - Akâid, s. 52 - 55
[6] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i
Kelam), Gonca Yayınları: 195-199.
[7] Teftâzânî :
Şerhu'l - Makâsıd, c. I, s. 122.
Râzi, El-Erbain
[8] Fazla
bilgi için bak :
İbn-i Rüşd : Menâhicü'l - Edüle fi
Akâidi'l - Mille. s. 150 -154, Kahire 1955.
[9] Bu delil, mufassal Kelâm kitaplarında değişik
ifadelerle, birkaç delil halin de
zikredilmiştir. Fakat biz
burada, bu şekilde ifade
etmeyi uygun bulduk. Tafsilât
için bak : Şehr-i Msvâkıf c. III, s. 3
-10.
[10] Bak : Şerhu'l
- Mevâkıf, c. III,
s. 3 - 5, Şerhu'l - Makâsıd, c,
II, s. 1 - 3. Tavhıdu'l - Akâid, s. 56
[11] Bazı müellifler bu delili, «îbdaa» ve «Gâiye» diye iki
delil olarak ifade etmişlerse de, biribirini ■ tamamlayıcı mahiyette
gördüğümüzden, her ikisini bir delil haline koyarak ifade etmeyi daha uygun
bulduk.
[12] Bu âyetlerden bazıları: «O Rabbüıiz ki, yeryüzünü size
(ikamet etmeni* ve dinlenmeniz için) bir döşek, göğü de yüksek bir tavan yaptı.
Gökten su (yağmur) indirerek, onunla size nzık olmak üzere (türlü türlü)
meyveler çıkardı. Artık hüe bile Allah'a (hiçbir şeyi) eş koşmayın- (Bakara,
22)
[13] îbn-i
Rüşt: Menâhicü'l - Edille fi
Akaidi'1 - Mille. Kahire 1955,
s. 150-151
[14] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i
Kelam), Gonca Yayınları: 199-208.
[15] Bu delil, yukarıdaki delilin bir tamamlayıcısı
mahiyetindedir.
[16] Bak :
Descartes, Metafizik düşünceler III, s.
143 ve müteakip sayfalar. Metod üzerine konuşma : s.
162 -165 Çeviren : M. Karasan.
Descartes: Osman Emin, Kahire 1942, s.
1&7 -191.
Ali Arslan Aydın, İslam
İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 209-210.
[17] Yusuf Kerem : Tarihu el - Felsefe-ti'l - Hadîse s. 231
- 237, Kahire 1949; İsmail Fenni : Maddiyyun mezhebinin İzmihlali, s. 31-32,
İstanbul 1928; Abbas Mahmut Sİ - Akkad :
Allah; s. 23P - 232, Kahire Yeni îlm-i Kelâm : c. II, s. 35 - 40.
[18] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i
Kelam), Gonca Yayınları: 211-212.
[19] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i
Kelam), Gonca Yayınları: 213.
[20] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i
Kelam), Gonca Yayınları: 213-214.
[21] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i
Kelam), Gonca Yayınları: 215-216.
[22] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i
Kelam), Gonca Yayınları: 217.
[23] Bak: İlim -
Ahlâk - îmân. Derleyen: M. Rahmi Balaban. Ankara.
1950), s. 248-255.
[24] Bu konuda genel olarak Bkz : Allahu Yetecellâ fi
Asrı'I - tim : İngilizce'den Arapçaya çeviren Prof. El Demirdaş Abdu'l - Hamid Serhan. Kahire 1958.
( Niçin Allah'a İnanıyoruz?» adıyla dilimize çevrilmiştir. İstanbul, 1977).
Ab-dürrezzak Nofel: Allahu ve'l - İlmû'l - Hadîs, Kahire 1957; («Allah ve Modern
İlim» başlığı altında dilimize çevrilmiştir. İstanbul 1978). Abbas Mahmud
el-Akkâd : Allah; Kahire 1949; İsmail Fennî : Maddiyyun Mezhebinin İzmihlali;
İzmirli İsmail Hakkı : Yeni İlm-i Kelâm e. I, Afif Abdulfettah et-Tabbara :
Ruhu'l - Dini'l - İslâmî, Kahire 1964. İlim - Ahlâk - îmân : Derleyen : M. Rahmi Balaban, Ankara 1950.
(«timin Işığı Altında İslâmiyet» adıyla dilimize çevrilmiştir. İstanbul,
1977.)
Ali Arslan Aydın, İslam
İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 217-222.
[25] Prof. Dr. George Gamow'un <Güneş» adh eseri. Afif
Abdulfettah et - Tabbâra, Ruhu'l - Dini'l- İslâmî. Türkçesi :
«Ümin Işığında İslâmiyet (Çeviren:
Mustafa Öz) s. m - 84 den naklen.
[26] John Clover Monsman'm yazdığı ve Dr. ed-Demirtaş Abdulmeeid Serhan'ın
arapçaya çevirdiği .Allahu Yetecellâ fî Asrı'l - İlin» adlı eser. s. 22.
[27] Prof. Dr. Ahmet Zeki : Allah'la Semada : İlmin Işığında İslâmiyet s. 85 - i dan
naklen
[28] A. Gressey Morrison :
tnsan Yalnız Değildir ;
(Muhammed el - Felekî'nin
■el • llmu Yed'û li'l - îman» adlı arapça tercemesi, s. 186. Bu eser
«İlim İman Etmeyi Gerektirir> adıyla
dilimize çevrilmiştir. Dr. N. Boyacılar,
Ank. 1974).
[29] A. G. Morrison :
a.g.e., arapça terceme, s. 193.
[30] Nitekim Yüce Allah Ra'd Sûresi âyet 3'de (meâlen) :
[31] Rûm sûresi, âyet, 24. Yıldırımlar konusunda ihtisas
sahibi olan Kari Makson, yüdırımlann yılda yaklaşık 100 milyon ton azot meydana
getirdiğini belirtiyor. Bu
rakam, dünya azot üretiminin yaklaşık on katıdır.
[32] Bkz :
Afif Abdulfettah et -
Tabbâra. Ruhu'l - Dini'l - tslâmî
: a.g. terc'emesi s. 87-88, İst. 1977
[33] John C. MONSMA'nın
a.g.e. arapça tercemesi
(Allahu Yetecellâ fi Asrı'l
îlm : s. 124 -126.)
Bu gerçeklere Cenab-ı Hak el
- Enam sûresi âyet 99'da
(meâlen) şöyle işaret buyuruyor :
«O, gökten su (yağmur)
indirendir. Sonra her çeşit nebatı (bitkiyi) onanla çıkardık. İçlerinden
yeşillikler meydana getirdik. Ondan da birbirine benzeyen ve benzemeyen yığın
yığın taneler çıkarırız; hurma tomurcuklarından sarkan salkımlar, üzümlerden
bağlar, zeytin ve narlardan bahçeler yetiştiririz. Bir meyve verince bakıc
onlara, bir de (meyve) olgunlaşınca. Şüphesi» bütün bunlarda, inananlar İçin
âyetler (deliller) vardır.»
[34] a.g.e., s. 92-95.
[35] Rûm sûresi, âyet, 20
[36] Mü'minûn sûresi, âyet, 78.
[37] Rûm sûresi, âyet, 21.
[38] Bkz.: M. Ferid
Vecdi :
[39] Nahl sûresi, âyet. 72.
[40] Gâşiye sûresi, âyet, 17
[41] A. G. Morrison :
a.g.e., arapça tereemssi, s. Î46
[42] Nûr sûresi, âyet, 45.
[43] Bakınız, Yüce Allah, kuşları nasıl yarattı. İki kanat, ön kısım, yani
baş ve
son bölümü olan kuyruk.
İşt& Allah'ın yarattığı bu şekille gökyüzünde uçabiliyorlar. Bununla
beraber, onları gökyüzünde tutan yalnız Allah'tır. Çünkü kuşlara semada
durabilme özelliğini veren yalnız O'dur.
[44] Nahl sûresi, âyet, 79.
[45] Afif Abdulfettah et-Tabbâra: a.g.e., tercemesi, s. 99 -101 den
nakledilmiştir
[46] Bu sözleri
Üstad M. Ferid Vecdi, arapçaya
terceme ederek. «Ezher
Mec muası.'mn 19. cildinde neşretmiştir
[47] 8u zât, dünyaca meşhur bir fizikçidir
[48] J. Clover MONSMA. a.g.e.. arapça tercemesi. s. 152.
[49] Bu zât.
Moleküler Biyoloji Profesörü ve
Flourida IBmter Akademisi
başkanıdır
[50] J. G. Monsma, a.g.e., arapça tercemesi. s. 106.
[51] Dünyadaki en meşhur Fizik bilginlerindendir
[52] a.g.e., s. 23
[53] Bkz.: -Âlem ve
Einstein» adlı kitap
[54] Fâttr sûresi, âyet. 28.
[55] Âli İmrân sûresi, âyet, 18.
[56] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam),
Gonca Yayınları: 223-236.
[57] Dr. Haluk Nur Baki : Tek Nur. s. 14 - 32, İstanbul,
1958. (Seçilerek iktibas edilmiştir.) Bu zât, halen Ankara Ahmed Andiçen Kanser
Hastanesi Baştabibidir
[58] a.g.e., s. 14
-16
[59] a.g.e., s. 17
[60] a.g.e., s. 19 -
21.
[61] a.g.e.. s.
21-22.
[62] a.g.e., s. 23.
[63] a.g.e., s. 25-26
[64] ) a.g.e.. s. 31-32.
[65] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i
Kelam), Gonca Yayınları: 237-246.
[66] John Clover MONSMA :
The Evider.ce of God in Expanding
Universe (Genişleyen Kâinatta Allah'ın
Varlığının Delili) Terceme, î. Sıtkı Eröz, .Niçin Allah'a İnanıyoruz?» c. I, s.
200-206 (İstanbul, 1977) Arapça tercemesi «Al-lahu Yetecellâ fi Asrı'l - tim
[67] Bu anlayış, ilimle bağdaşmayan Hristiyanlığın bazı
za'fından kaynaklanmaktadır.
(Müellif)
[68] Bu söz 1958 yılında söylenmiştir
[69] İngiliz Tıp otoritelerinin bu
konuda sağladıkları ve «Tüp Bebek«
adıyla şöhret bulan tıbbî
başarıyı okuyucularımıza hatırlatmak
isteriz. "(Müellif)
[70] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i
Kelam), Gonca Yayınları: 247-250.
[71] John Clover MONSMA'nm a.g.e., tercemesi. c. I. s.
258-265'den-naklen
[72] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i
Kelam), Gonca Yayınları: 251-255.
[73] Şule Mecmuası, sayı 4, s. 19 (iktibas).
İstanbul, 1982.
[74] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i
Kelam), Gonca Yayınları: 256-257.