A) Sıfatı Nefsiyye Vücud Sıfatı
B) Sıfât-I Selbîyye Kıdem Sıfatı
C) Sıfatı Sübütiyye (Sıfatı Meânî) :
Sem' Ve Basar (İşitmek Ve Görmek)
Bu sıfat, Cenâb-ı
Hakk'ın var olduğunu varlığını
gerektiren, «Vücûd» ile muttasıl bulunduğunu ifade eder. Allahu Teâlâ'nın varlığı,
diğer varlıklar gibi başkasından, başka bir varlık vasıtasiyle olmayıp, ilâhî
Vücûdu Zâtının muktezâsı, Zâtının icâbıdır. Yani Vücûdu Yüce Zâtıyla kaimdir,
Zâtına vâcibdir; Vücûdu, Zâtının îcâbı olduğu içindir ki, Hak Teâl&'ya
«V&cibi'l - Vücûd» denmiştir. Bu sebeple, bazı Kelâm âlimleri vücûd
sıfatına, «Sıfat-ı Nefsiyye» adını vermişlerdir.
Çünkü bunlara göre
vücûd, hâriçte Zât-ı Îlâhî'nin aynidir. Zâtına zait, Zâtından başka birşey
değildir. Bu fikir, Ebu El - Hasan El-Eş'arî, Ebu El-Hüseyin El-Basrî ile,
İlâhiyatçı filozofların mezheplerini temsil eder.
Diğer Kelâm âlimleri
ise : «Cenâb-ı Hakk'ın vücûdu, Zâtının aynı olmayıp, Zâtı üzerine zâid bir
sıfattır. Zât-ı İlâhî bizzat sabittir. Vücûdu ise, bütün sıfatların aslı olan
zâti bir sıfattır» derler. Bu iki görüşü de destekleyen birçok deliller varsa
da [1]bu
konuda en
Cenâb-ı Hakk'ın İlâhî
Vücudu, gerçekte, ister Zâtının aynı, isterse gayrı olsun, her mükellefe vâcib
olan husus; Hak Teâlâ'nın var olduğuna inanmaktır. O halde her şeyden önce,
Allahu Teâlâ'nın varlığını aklî delillerle isbat etmek gerekir. İşte bunun
içindir ki, bundan önceki bölümde bu hususu isbat eden çeşitli delilleri beyan
etmiş bulunuyoruz.
Vücudun zıddı
(karşıtı) olan adem, yani varlığın zıddı olan yokluk, Allahu Teâlâ hakkında
mümteni'dir. Yokluk, Zât-ı İlâhî için muhal olan noksan sıfatların
birincisidir. Çünkü, vücûdu Zâtının îcâbı ve O'na nisbeti aklen vâcib olan bir
varlık için yokluk, ne geçmişte, ne de gelecekte tasavvur olunamaz. [3]
Allahu Teâlâ, kıdem
sıfatiyle muttasıftır. Yani kadîm'dir, ezelîdir, çünkü Vücûdu, Yüce Zâtının
icabı olup, sonradan var olmuş değildir.
0 halde kıdem; varlığı yokluk sebkat etmemek
demektir. Yani kıdem; vücûd üzerine geçmiş bir ademi selbetmek (kaldırmak)
ve nefyetmektir. Geçmişe doğru ne
kadar gidilirse gidilsin,
Cenâb-ı Hakk'ın var olmadığı bir an, bir zaman tasavvur olunamaz. Bu bakımdan
kıdem, Vücûd-ı îlâhî'nin ezelî olması,. yani vücûdunun bir başlangıcı
bulunmaması demektir. Kıdem sıfatına, Cenâb-ı Hak'tan Zâtına lâyık olmayan geçmişteki
yokluğu selbettiği ve mefhumunda sfelb mânâsı bulunduğu için «Sıfat-ı
Selbiyye» denmiştir.
Bu sıfat, hariçte
mevcut olan bir sıfat değildir. Bu bakımdan «İtibarî» sayılmıştır.
Allahu Teâlâ'nın
Vücûdu Zâtının muktezâsı, yani Zâtına vâcib olduğundan, Vücûdunun kadîm ve
ezelî olması Vâcib Teâlâ'ya mahsus olan hükümlerdendir. Çünkü :
1- Eğer Hak Teâlâ kadîm ve ezelî
olmasaydı, hadis, yani sonradan
var olmuş olurdu. Hadis, varlığını yokluk
sebkat etmiş olan, yani yok iken
sonradan var olan demektir. Bu sebeple
her hadis, kendisini icadeden bir cnuhdise, bir mucide muhtaçtır. Aksi
halde yok olan bir şeyin vücûdunu ademine tercih eden bir mürec-cih (tercih edici) olmadan meydana gelmesi gerekirdi ki,
bu husus mütefekkirler nazarında
bâtıldır.
O halde; Vâeib Teâlâ
kadîm olmasaydı, var olmak için kendinden başka bir mucide muhtaç olurdu.
Halbuki vâcib, vücûdu Zâ-tının muktezâsı ve icâbı olan demektir. Bu hâle göre
vâcib olduğu farzedilen zâtın vâcib olmaması gerekirdi ki, bu netice, muhal
olan bir tenakuzdur. Öyle ise, Hak Teâlâ hadis olmayıp, kadimdir.
2- Sonra;
Hak Teâlâ kadîm olmayıp hadis olsaydı, bir muh-dise muhtaç olurdu. O muhdis,
yani mûcid eğer kadîm ise, işte, Vâ-cibi'l - Vücût bu kadîm olan zat olmuş
olur. Fakat o mucidin de hadis olduğu farz edilirse, bu hadisin de başka bir
mucide muhtaç olması gerekir. Mucitlerin hep hadis olması ihtimâli, bâtıl olan
teselsülü (nihayetsiz bir mucitler silsilesini) gerektirdiğinden, herşeym ilk
müessiri ve mucidi olan Hak Teâlâ'nm kadîm olması, yani Vücûdu Zâtının
muktezâsı bulunması ve her şeyin O'na istinad etmesi zarurîdir.
Şunu da ifade edelim
ki; muhdise, yani mucide, ancak hadis oian, yani vücûdu yokken sonradan var
olan şey muhtaçtır. Vücûdu kadîm, yani zâtının muktezâsı olan varlık ise,
hadis olan varlık gibi, başka bir mucide muhtaç değildir. Öyle olsaydı, ona
vâcibü'l-vücût denmeyip, mümkini'l - vücut denirdi. Halbuki hadis olan bu âlem,
yok iken kendiliğinden var olamıyacağı için, vücûdu zâtına vâcib olan, yani
varlığının evveli olmayan bir mucide ihtiyaç vardır. O halde o mucidin, yani
Allahu Teâlâ'mn kadîm olması, kıdem sıfatıyla muttasıf bulunması zarurîdir.
Kıdem sıfatının zıddı
«Hudûs» tur. Kıdem, Hak Teâlâ'mn Zâtı hakkında vâcib olduğundan, zıddı olan
hudûs, Cenâb-ı Hak için mümteni', yani aklen muhaldir. [4]
Bekaa; Hak Teâlâ'mn
ebedî olması, yani varlığının sonu olmaması dâima var olması demektir.
Allahu Teâlâ Vacibü'l
- Vücût olduğundan, Vücûdu Zâtının muk-tezâsıdır. Bu sebeple O, hem kadîm ve
ezelî, hem de bâk! ve ebedîdir. Çünkü, «kıdemi sabit olan bir varlığın bakâsi
da vâcib olar.» Yani, ademi (yokluğu) muhal olur.
Bekaa; varlığın
sonunda gelecek olan ademi selbetmek, yani yokluğu kaldırmak mânâsını ifade
ettiğinden, itibârı olan sıfât-ı selbiyyedendir. Allahu Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de
:
«O» evvel ve âhirdir.»
[5]
«Kâinattaki herşey
fâni (yok olucudur Yalnız Celâl ve ikram sahibi olan Rabbin (Zâtı)
bakidir (Ebedidir).» [6]
Buyuruyor, Çünkü
vücûdu, Zâtının muktezâsıdır. Zâtın iktiza ve icab ettirdiği şey ise, O Zâttan
hiçbir zaman ayrılmaz.
Zira; önce vücûdunu
iktizâ eden zât, sonradan ademini (yokluğunu) iktizâ etmez.
Vâcib Teâlâ'mn
vücudunu haricî bir kuvvet de yokedemez. Çünkü, kadîm olan Zâttan hâriç olan
kuvvet, mutlaka hadis olan bir kuvvettir. Hadis olan kuvvet ise, kadîm olan
Zâtın vücûdunu ifna edemez. Zira; Vacibü'l - Vücud olan Hak Teâlâ; kudret
sahibi olup, bütün kemâl sıfatlarla muttasiftır. Noksanlık sayılan «acizlikten»
münezzehtir. Bu bakımdan O'nu ifna edecek bir kuvvet tasavvur edilemez. Bu suretle
de O'nun bekaa sıfatıyla muttasıf olduğu sabit oıur» ,
Bekaa'nın zıddı
«fena», yani «Bir sonu olmak» dır. Bu ise Hak Teâlâ hakkında muhaldir. [7]
(Sonradan Vücut Bulan Varlıklara Benzememek)
Hak Telâ'nın muttasıf
olduğu sıfatlardan biri de; Zâtında ve Sıfatında hiçbir şeye benzememektir.
Cenâb-ı Hakk'ın Zâtına vâcib olan bu sıfat, Hak Teâlâ'nm Zât ve Sıfatlarından
mümâseleti, yani misli olmayı ve müşâhebeti, yani benzeri olmayı selbettiği
(kaldırdığı) ve mefhumunda selb (nefy) mânâsı bulunduğu için, bu sıfat da
«tenzihât» denilen «Sıfat-ı Selbiyye»'den sayılmıştır. Bu sebepledir ki, nakîzi olan
«Mümaselet ve müşabehet», yani nıisillik ye benzerlik Vacıl
fatlardandır.
Teala hakkında
mustahıl (muhal) olan noksan si-Allah'm Sıfatları bahsine
girerken belirttiğimiz gibi Hak Teâlâ'-nın Zât ve Sıfatlarının hakikatim aklen
tasavvur edebilmek ve ilâhî mahiyetini kavramak mümkin olmadığından, mahdud ve
sınırlı olan aklımızla O'nu nasıl düşünürsek düşünelim, hayâlimizde ne şekil
tasavvur edersek edelim, O, bizim düşündüklerimizden, hayâl ve tasavvurumuzdan
geçirdiklerimizin hepsinden başka ve hiçbirine benzemeyen ilâhî bir varlıktır.
Zira görebildiğimiz, veya varlığını düşündüğümüz varlıkların hepsi, yok iken,
sonradan yaratılan, var olabilmek için başkasına muhtaç olan ve sonunda zeval
bulan, yani hadis, fânî ve dâima muhtaç olan noksan varlıklardır. Allahu Teâlâ
isev Vücûdu Zâtına vâcib, kadîm ve bakî, yani ezelî, ebedî herşey-den müstağni,
her türlü noksandan münezzeh ve bütün kemâl sıfatlarla muttasıf olan ilâhî ve
mukaddes varlıktır. Şüphe yok ki, böyle yüce bir varlık, önce yok iken, sonra
var olan, bilâhare tekrar yok olan noksan varlıklara asla benzemez. O halde,
ne Zâtı, ne de Sıfatları cihetinden, görülen veya görülmeyen şeylerin hiçbirine
benzememek, havadis denilen mümkinâta mümasil olmamak, Hak Teâlâ'nın Yüce
Zâtına mahsus olan bir kemâl sıfatıdır.
Nitekim Cenâb-i Hak
Zât-ı Ilâhî'sini Kur'an-i Kerîm'inde [8]
«O'nun (Hak Teâlâ'nm) benzeri yoktur. O, herşeyi işiticî ve görücüdür.» mânâsmdaki
sözleriyle tavsif etmiş, sevgili Peygamberimiz de «Allahu Teâlâ
(senin) aklına gelen her şeyden başkadır.»
Buyurmuştur.
Bu hususu şöyle bir
aklî delil ile de isbat edebiliriz :
Eğer Allahu Teâlâ Zât
ve Sıfatlarında, sonradan var olan şeylerden birine benzeseydi, o şey gibi
sonradan var olan, yani hadis ve başkasına muhtaç fânî bir varlık olurdu. Bu
ise muhaldir. Çünkü : Kadim ve bakî (ezelî ve ebedî) olduğu sabit olan bir
varlık hadis ve fânî olamaz.[9]
Zira kıdem ile hudûs,
baka ile fena birbirinin zıddıdır. Bir şey hem kadîm, hem hadis, fem bakî', hem
de fânî olursa, iki zıddın (nâkîzinj bir yerde içtimâi gerekir ki bu aklen
muhaldir. Esasen, başkasına benzemeye muhtaç olan şey, bütün varlıkların aslı
ve yaratıcısı olamaz. O halde Cenâb-ı Hak, bütün bu muhalleri gerektiren
«Mümaselet ve Müşâbehet»den münezzeh olup, «Muhalefetü'n -Lü - Havadis»
sıfatıyla muttasıftır.
Aklın isbat ettiği bu
hususu Kur'an-ı Kerîm'de zikredilen birçok âyet de te'kid etmektedir.
Bu tenzîhî sıfat aynı
zamanda, Allahu Teâlâ'nın mümkinât denilen varlıklarının sıfatlarından olan ve
başka bir varlığa ihtiyacı gerektiren «Cisimlib, cevherlik, arazlık ve
cüz'lerden terekküb etmek» gibi cismânî ve maddî haller ile, yemek, içmek,
uyumak, oturmak ve kalkmak gibi beşerî fiillerden, hüzün, ferah gibi nefsânî
infiallerden (reaksiyonlardan) münezzeh olduğunu ifade eder. Bu sebeple: [10]
Gibi âyet-i kerîmeler,
Hak Teâlâ'ya «Yed : El», «Vech : Yüz» [11] ve
«İstiva : İstilâ» [12] gibi
cismânî ve maddî sıfatlar izafe ettiğinden, Cenâb-ı Hak bu gibi maddî
sıfatlardan tenzih edilmiş ve mezkûr âyet-i kerîmelere Zât-ı îlâhî'ye lâyık ve
aynı zamanda akla ve Arab dili gramerine uygun olan mecazî mânâlar verilmiştir.
Bu, Müteahhirin Kelâm
âlimlerinin mezhebidir. Bunlar âyet-i kerîmelerde geçen «Yed» kelimesine
«kudret», «Vech» kelimesine «Zât» ve «İstiva» kelimesine de «İstilâ, ihata ve
arşı yaratma» mânâları vermişlerdir.
Selef ulemâsı ise; bu
gibi âyetlere mecazî mânâlar vermiyerek, zahirî mânâlarını kabul etmekte, fakat
Hak Teâlâ'nın yed ve vechi mahlûkâtmkine benzemez, biz O'nun hakikatini
bilemeyiz demektedirler. Bu görüşlerin, delil ve münakaşalarını beyan etmiyerek
bu kadarla yetinmeyi kâfi görüyoruz. [13]
Allahu Teâlâ'nın başka
bîr zâta veya mekâna muhtaç olmayarak, Zâtı ile kaaim olması, yani
«Kayyûmiyyet» sıfatıyla muttasıf bulunması demektir. Bu sıfat, Hak Teâlâ'dan
her türlü ihtiyacı sel-bettiği ve mefhumunda selb mânâsı bulunduğu için
«Sifât-ı Selbiy-ye»'den sayılan ve Zât-ı İlâhîye vâcib olan bir kemâl
sıfatıdır. Bu sebepledir ki, nakîzi olan «Mutlak ihtiyaç», Hak Teâlâ hakkında
muhal olan noksan sıfatlardandır.
Şu âlemde bulunan
herşey, var olmasında olduğu gibi, varlığının devamında da, kendinden başka
bir müessire, bir faile muhtaçtır. Çünkü hiçbir şeyde kendi zâtında var-
olmasını gerektiren, vücûdunu zarurî kılan birşey yoktur. Zira varlıkların
hepsi, sonradan vücûda gelmiştir. Bu sebeple, bir yaratana ve bir mekâna muhtaçtır.
Onun içindir ki vücûdu hadis ve varlığında dâima başkasına muhtaçtır.
Buna mukabil, herşeyin
aslı ve yaratıcısı olan Allahu Teâlâ'nın Vücûdu, Zâtının muktezâsı, yani Yüce
Zâtı'mn icabıdır. Hak Teâlâ,, Zâtıyla kaaim, varlığında hiçbir şeye muhtaç
bulunmadığı içindir ki, Zâtı düşünüldüğü zaman, Vücûdu da ezelî olan Zâtı ile
beraber düşünülür. Zira ne Vücûdu Zâtından, ne de Zâtı Vücûdundan ayrı olarak
tasavvur olunabilir. Çünkü kâinatın var olabilmesi için, kâinattan ve
herşeyden önce, bu kâinatı yaratan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan ezelî bir
varlığa ihtiyaç vardır. O da Allahu Teâlâ'dır. Şayet o ilâhî varlık da var
olabilmek için başka bir varlığa muhtaç olsaydı, o da mahlûk olur ve her şeyin
halikı ve başlancısı ola mazdı. İşte bunun içindir ki «Hak Teâlâ'nın Vücûdu
Zâtına vâcib, ezelî ve ebedîdir.» denmiştir.
Yine bunun içindir ki,
Hak Teâlâ'ya «Zâtiyle kâimdir, var olabilmek için başka bir zâta veya mekâna
(hayyize) veya kendisine bazı şeyleri tahsis eden bir faile muhtaç değildir.»
denmiştir. Çünkü bu kâinatın var olabilmesi için, böyle bir ilâhî varlığın
vücûdu zarurîdir. Bu husus, Yüce Allah'ın varlığını isbat bahsinde zikredilen
çeşitli delillerle beyan edilmiştir.
O halde, bu kemâl
sıfatının nakîzi olan «mutlak ihtiyaç», Allahu Teâlâ'nm mukaddes Zâtına lâyık
olmayan noksan bir sıfattır. Çünkü; Eğer Vâcibü'l - Vücûd olan Hak Teâlâ,
herhangi bir şeye muhtaç olsaydı, Vücûdu ezelî ve Zâtının muktezâsı olmayıp,
sonradan vücut bulan hadis bir varlık olurdu. Sonradan var olan hadis bir
varlık ise, kâinat denen bu müir!:inât mecmuasının mebdei (aslı) olamazdı.
Halbuki Allah, daha Önce zikrettiğimiz delillere göre herşeyin aslı ve
yaratıcısıdır. O halde hiçbir şeye muhtaç değildir. Zira O, yegâne Hâlık, O'ndan
başka, herşey mahlûktur. Hâlık ise mahlûkuna asla muhtaç olmaz. Nitekim Hak
Teâlâ Kur'an-ı Hakiminde :
«Ey insanlar! Siz, Allah'a muhtaçsınız. Allah ise her şey de müstağni (muhtaç değil) öğülmeye lâyık
olandır.»[14] «Şüphe yok ki Allah,
bütün âlemlerden müstağnidir.» [15]
Yani, bütün âlemlere
ve ondaki hiçbir şeye muhtaç değildir, buyurmuştur. [16]
Sifât-ı Selbiyyenin beşinci ve sonuncusu Vahdâniyyet
Sıfatıdır.
Vahdâniyyet, Allahu
Teâlâ'nın Zâtına vacip olan kemâl sıfatlarının en önemlisidir. Çünkü bu sıfat,
Hak Teâlâ'mn Zâtından, Sıfat ve fiillerinden çokluğu kaldırdığı ve mefhumunda
selb mânâsı bulunduğu içindir ki, bu «Zatî Sıfat» da, «Sıfât-ı Selbiyye» den
sayılmıştır.
Allahu Teâlâ'nın her
cihetten bir olduğunu bildiren Vahdâniyyet, bir kemâl sıfatı olduğu için, bu
sıfatın zıddı ve mukabili (karşıtı) olan, «Birden fazla olmak» (teaddüd) ve
«bir şeriki bulunmak* (ortaklık), Hak Teâlâ hakkında müstahildir (mümkin değildir).
Bir kimsenin mü'min
sayılabilmesi için, herşeyden önce, varlığına inandığı Hak Teâlâ'nın her
yönden bir (ehâd) olduğuna, şerik (ortak) ve nazîr (benzeri olmak) den
münezzeh bulunduğuna kesin olarak inanması lâzımdır. Çünkü İslâm dîninde, hattâ
diyebiliriz ki, zamanında hak olarak indirilen bütün semavî dinlerde, «Tevhide,
yani «Allah'ı birleme» akidesi, îmân esaslarının ve bütün dîni inançların
temelini teşkil eder. Zira kalbde «tevhîd akidesi» bulunmadıkça, Allah katında
hiçbir inanç, hiçbir amel sahih ve makbul değildir. Bu sebeple İslâmiyet,
herşeyden önce beşeriyete tevhîd inancını sunmuş ve bütün insanlığı Allah'ı
birlemeye, şerik ve na-zîr'den tenzihe davet etmiştir. Çünkü Allah, bütün
âlemlerin, bütün vatlıkların ve bütün milletlerin Rabbîdir. Her şeyi yaratan,
rızkını vererek besleyen, büyüterek kemâle erdiren yalnız O'dur. O'min ortağı,
yaradıcısa, oğul veya kızı yoktur. Doğurnıanııştır. Doğurul-mamıştır. Hiçbir
şey O'nun eşi ve benzeri de olmamıştır. Çünkü, Zâ-, Sıfatında bir, iradesinde
muhtardır.
tslâmiyet, getirmiş
olduğu «Allah'ı birlemek ve şerikten tenzih etmek» demek olan Tevhîd
akîdesiyle, beşeriyeti, kudret ve azameti karşısında hayrete düştüğü varlıklar
ile, korkarak boyun eğdiği tabiat kuvvetlerine ibâdet etmekten kurtardığı
gibi, esaretlerin en müthişi olan, bazı insanları bir nevi Rab edinerek onların
arzu ve isteklerini her şeyin üstünde tutmaktan, yani kendi cinsinden olan
insana esir olmaktan da kurtarmıştır. Böylece İslâmiyet, dünyaya, akıl, ruh ve
ahlâk sahalarında oiduğu kadar, fizikî sahada da tam bir istiklâl ve terakkî
müjdelemiş, tevhîd aîcîdesiyle bütün insanların tek bir mabudu olduğunu,
dolayısiyle beşeriyetin de bir ana ve babadan, yâni bir asıldan geldiğini ifade
ederek, «beşer ırkında birlik» fikrini telkin etmiştir.
İslâmiyet, getirdiği
tevhîd akîdesiyle, o zaman şüyu bulan ve rağbet gören şirkin bütün nevilerini
yıkmıştır. Bu şirk nev'ileri Kur'an-ı Kerîm'in birçok âyetlerinde zikredilerek,
Bir Allah'a îmân ve O'na ibâdet yolları talim edilmiş ve vahiy yoluyla insan
ruhu yükseltilmiştir.
Kur'an-ı Kerîm'de
zikredilen şirk nev'ilerini bu bahsin sonuiT-da inceliyeceğiz.
Bu münasebetle şu
hususu da belirtelim ki : I Allah'ı
bilmek, yalnız «Allah birdir, Allak'dan başka İlâh yoktur.» demekle olmaz.
Allah'ı birlemek, «Tevhîd-i Hâhkıyyet ve Tev-hîd-i Mâbûdiyyet» ile olur.
Tevhîd-i Hâlikiyyete,
«Tevhîd-i Ulûhiyyet veya Tevhîd-i İlmî», Tevhîd-i Mâbûdiyyete de, «Tevhîd-i
trâdî veya Tevhîd-i Amelî» denir. Peygamberler insanları bu iki nev'i tevhide
davet etmişlerdir. Tevhîd-i İlmî : Cenâb-ı Hakk'a vâcib olan kemâl sıfatlarını isbat
etmek ve tenzihi vâcib olan noksan sıfatlardan O'nu tenzîh etmekle olur. Bu
tevhîd, Allah'ı ilim ve sözle birlemektir.
Tevhîd-i İradî veya
ameli ise; şeriki olmayan bir tek Allah'a muhabbet ve ihlâs ile ibâdet etmeyi,
yalnız O'na sığınarak, yalnız, O'ndan yardım beklemeyi, O'na ibâdetde hiçbir
şeyi şerik koşma-mayı, ifade eder.
Allah'ı, birlemek, bu
iki şekil tevhîd ile olmalıdır. Yani hem kalbin tasdik ettiği sözle, hem de
irade ve amel ile... «İhlâs Sûresi» Tevhîd-i ilmiyi, «Kâfirûn Sûresi» de, Tevhîd-i
ameliyi ifade eder.
O halde Allah'ın
birliğine inanmanın mânâsı : «Allah her şeyin Halikı (yaratıcısı) ve Rabbi
(besleyip, büyüteni) dir. İbâdet ancak O'nadır, O'ndan başka ibâdete lâyık
mabut asla mevcut değildir.» demektir.
Şimdi Kelâm âlimlerinin, Vahdâniyyei
Sıfatını ne şekilde tarif ettiklerini özetleyelim :
1- Vahdaniyetin Tarifi ve İzah. :
Vahdaniyet; Allahu
Teâlâ'mn Zâtında, Sıfatlarında ve Fiillerinde bir olması, şerik (ortak) ve
nazır (benzer)'den münezzeh bulunması», demektir. Bu tarife göre Zâtında bir
olması, iki mânâ ifade eder :
a) Allahu
Teâlâ mürekkeb değildir. Yani iki veya daha çok cüzlerden terekküb eden,
muayyen ve mahdud bir miktardan ibaret değildir. Çünkü, mürekkeb olan bir şey
cüzlerine ve bu cüzleri birleştiren bir kuvvete muhtaçtır. Halbuki Hak Teâlâ,
Vâcibü'l - Vücûd olup, başkasına ihtiyaçtan, cismiyeti gerektiren terkib ve
miktardan -münezzehtir.
b) Allahu Teâlâ, Zât-ı
İlâhîsine benzeyen bir
ortaktan münezzehtir. Zât-ı İlâhîsi
birdir. Vâcibü'l - Vücut'tur.
Tevhîd akidesinin
esası, Hak Teâlâ'mn Zâtında bir olmasıdır. Nitekim Selef uleması bu kadarla
yetinmişler ve tevhîd inancının esası; «Allahu Teâlâ'mn Zâtını birlemek ve O'nu
şerikten tenzih etmektir. Zira bu birlemek, Sıfat ve Fiillerinde de bir
olduğuna delâlet eder» demişlerdir.
«Müteahhirûn» diye
anılan Kelâm âlimleri ise, bu esasa, sıfatlarında ve fiillerinde de bir olması
kaydım ilâve etmişlerdir.
Bunlara göre AHahu
Teâlâ'mn Sıfatlarında bir olmasının mânâsı; Hak Teâlâ'mn bir cinsten iki
sıfatı olmaması, (iki kudret, iki ilim gibi)
ve hiçbir varlığm sıfatının, mâhiyet ve keyfiyet bakımından Hak
Teâlâ'mn Sıfatlarından hiçbirine
benzememesi demektir. Meselâ Allah'ın ilmi; mutlak ve külli, ezelî ve
ebedî olup, herşeyi kuşatmıştır ve malûma tabî değildir. Kulun ilmi ise; hadis
(sonradan olan), fâni (yok olan), cüz'î, mahdud ve dâima değişicidir.
Fiillerinde bir olmanın mânâsı ise :
Yaratmakta bir olmasıdır. Çünkü bu âlemin ve herşeyin var olmasında hakîkî müessir Hak Teâlâ'dır. Zira Allah, her
dilediğini tek basma yapar. İşlerinde O'na
yardımcı veya ortak
yoktur. Bâzı hâdiselerin vücut bulmasında zahiren sebep olarak gördüğümüz
şeyler ve tabiat kanunları ise, eş-yanm meydana gelişinde birer vasıta ve âdi
sebep olmaktan başka bir şey değildir.
Bütün bu hususiyetler,
Hak Teâlâ'mn ibâdete lâyık ezelî, ebedî tek mabut olduğuna, ulûhiyet ve
mâbudiyetinde ortak ve benzeri bulunmadığına delâlet eder.
Netice olarak
diyebiliriz İd :
Zâtında bir, Sıfatında
bir, Fiillerinde bir olan Yüce Allah'ı birlemekten maksat; yalnız Hak Teâlâ'mn
Vâcibi'l - Vücûd, herşeyin yaratıcısı ve tek mabudu olduğuna kesin olarak
inanmaktır. Bu üç türlü tevhidin herbirine delâlet eden burhanlar vardır.
a) Daha önce
belirttiğimiz veçhile Hak Teâlâ'mn Zât ve Sıfatında havadise (varlıklara)
benzememesi ve mümkinât silsilesinin ona muhtaç bulunması, yalnız O'nun
Vâcibi'l - Vücûd olduğuna,
b) Aşağıda
zikredeceğimiz deliller de, yalnız Hak
Teâlâ'mn bu kâinatı yaratan tek Hâlık olduğuna delâlet eder.
Buraya kadar izaha
çalıştığımız mânâda Allah'ın birliğine delâlet eden deliller de çoktur.
Bunlardan başlıcaları :
«De ki Allah birdir» [17]
«Allah'tan başka bir
yaratırı var mıdır?»
Yani Allah'tan başka
hiçbir yaratıcı yoktur. [18]
«O'nunla (Allah'la)
birlikte hiçbir İlâh (Tanrı) yoktur. (Kğei olsaydı) muhakkak ki her tanrı kendi
yarattığını kabullenir (ve korur) ve mutlaka : Kimisi de diğerine galebe eder
(yükselir) di.» [19]
«Eğer her ikisinde
(yer ve gökte) Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, her ikisi (yer ve gök) de
harap olurdu.» [20]
2- Allah'ın Birliğini tsbat Eden Deliller :
Kelâm ulemâsı,
Allah'ın birliğini isbat eden çeşitli deliller zikretmişlerdir. Biz burada
bunlardan «Burhân-ı Temânu'» adıyla şöhret bulan aklî delil ile, diğer
delillerden en önemlilerini beyan edeceğiz.
a) Burhân-ı Temânu' :
Her akl-ı selîm sahibi
bilir ki, ulûhiyet (ilâhlık) sıfatıyla nıut-tasıf olan ve vücûdu zâtının
muktezâsı bulunan varlık, tam bir kudret, mutlak bir hüküm ve galebe
sahibidir. Bu hal, ilâh olan varlığın tabiatı icâbıdır. Aksi halde O, tam bir
ilâh sayılamaz. Çünkü ilâhın mutlak kemâl, sonsuz bir kudret ve galebeye sahip
olması açık ve aşikârdır. O kadar ki; kudret ve kuvveti karşısında durabilecek
bir rakibi bulunmaması gerekir. Aksi halde; kudreti noksan, kendi de nakıs bir
varlık olur. Böyle bir varlık ise, ilâh olamaz. Çünkü :
Yukarıda izah
ettiğimiz sıfatlarla muttasıf, her bakımdan birbirine müsavi iki ilâh
bulunduğunu farzetsek, yaratmakta ve hükmetmekte teferrüt etmeleri, (yani tek
ve rakipsiz olmaları) tam bir ilâh c'manm tabiatı icâbı bulunduğundan, bu iki
ilâhın her zaman ittifak edip, anlaşmaları imkânsızdır. Tam bir kudret ve galebe
sahibi olan ilâhın kendi arzusuna muhalefet edilmesine rızâ göstermesi
muhaldir.
Buna rağmen, bu
vasıflarda ve birbirine müsavi iki ilâhın bulunduğunu farzetsek, aralarında
ihtilâf ve arzularında çatışma olacağı muhakkaktır. O halde böyle bir ihtilâf
sonunda, meselâ ilâhlardan biri, bir şeyin olmasını, diğeri de olmamasını
istese ve dile-se, aklen biliriz ki, mutlaka su üç ihtimalden biri olacaktır :
1- Ya her
iki ilâhın da dilediği olacaktır,
2- Veya her
iki ilâhın dilediği de olmıyacaktır.
3- Yahut da
ilâhlardan birinin istediği
olacak, diğerininki
olmıyacaktır.
Halbuki bu
ihtimallerin herbiri aklen muhaldir, bâtıldır. Çünkü:
Her iki istel' de
olsa; bir anda bir şeyin hem olması, hem de olmaması, yani varlık ve yokluk
gibi iki nakîzin içtimâi gerekir ki, bunun muhal olduğu Mantık ilmi
esaslarmdandır.
Her ilâ ilâhın da
istekleri olmasa; bir anda birşeyin hem vücût, hem de adem (yokluk) den mahrum
kalması (nâkîzlerin kalkması) gerekir ki, bu da aklen ve mantıkan muhaldir,
mümkin değildir.
Bundan başka,
istekleri yerine gelmiyen bu iki ilâhın da âciz olmaları lâzım gelir. Âciz olan
varlıklar ise ilâh olamaz ve birşey yaratamaz. Öyle olsaydı, bu dünyanın da
mevcut olmaması gerekirdi. Halbuki bu âlem vardır. Şu halde bu ikinci
ihtimâlin de muhal olduğu aşikârdır.
Eğer üçüncü ihtimal
gereğince ilâhlardan birinin arzusu yerine gelir, diğerininki yerine gelmezse,
arzusu olmayan ilâh âciz olur, âciz olan ise ilâh olamaz.
Bundan başka, ulûhiyet
sıfatlarında eşit olduklarını farzetti-ğimiz bu iki ilâhtan birinin âciz olduğu
sabit olunca, âciz olana eşit olan diğer ilâhın da âciz olması gerekir. Bu,
riyâzî bir gerçektir. Böylece her iki ilâhın da aczi lâzım gelir. Âciz olan
varlıklar ise asla ilâh olamaz. O halde bu üçüncü ihtimal de bâtıldır.
Bütün bu ihtimallerin
bâtıl olduğu sabit olunca, bu neticeyi doğuran iki ilâh faraziyesi de bâtıl
olur. Öyle ise, bu nazariyenin nakîzî olan tek ilâh nazariyesi doğrudur.
Gerçektir. O halde ilâh birdir. O da, vücûdu ezelî, ebedî, Zâtının muktezâsı
(icabı), mutlak kemâl, mutlak kudret ve azamet sahibi olan Hak Teâlâ'dır. [21]
Bu delil, Kelâm
ulemâsı arasında «Burhâu-ı Temânu'» adıyla şöhret bulmuştur.
Görüldüğü üzere, bu
delille isbat edilmek istenen tevhîd akidesi, bunun nakîzi (çelişiği) olan
«taaddüd», yani çok ilâh faraziyesini iptal ederek çürütmek suretiyle isbat
edilmektedir. Bu gibi delillere Mantık ilminde, «Delil-i Hulf» [22]
denir.
Bu delile bazı
itirazlar yapılmşı ve Kelâmcılar tarafından cevaplar verilmiştir. Şimdi bunları —önemine binaen özetliyelim :
Delilin Münakaşası :
itiraz : Zât-ı
İlâhînin Özelliği ve mânâsı, Vâcibü'l - Vücût olmasıdır. Vâcibü'l - Vücût olan
zâtın kaadir ve muhtar bir hâlık olması gerekmez. O halde Vâcibü'l - Vücût olan
iki ilâhın bulunması, aralarında mutlaka ihtilâfın vuku bulmasını gerektirmez.
Çünkü :
1- İlâhlardan
birinin kaadir ve hâlık, diğerinin muattal (yani hiçbir şey yapmaz) olması
mümkindir. Zira birinin muattal olması, diğerinin de Vâcibü'l - Vücûd olmasına
bir mâni teşkil etmez.
2- Yahut,
ilâhlardan birinin muhtar bir yaratıcı, yani dilediğini yaratabilecek
kudrette, diğerinin de mecbur, yani dilediği gibi değil de, zâtından ihtiyarsız
ve zâtının muktezâsı ve icabı olarak «sudur» yoluyla yaratması, caizdir.
Birinci ihtimâle göre
aralarında ihtilâf olmaması tabiîdir. Zira biri kaadir, diğeri muattaldır.
İkinci ihtimâle göre
de ihtilâf çıkmayabilir. Zira, mücib olan ilâhdan sudur eden eserler, muhtar
olan ilâhın irade ve ihtiyarıyla yarattığı eserlerin aynı olabilir. Yani muhtar
olan ilâhın her yarattığı şey, mûcib olan ilâhın zâtının muktezâsı olarak
vücûda gelen şeylerin aynıdır. Bu takdirde aralarında hiç ihtilâf olmaz. Böyle
olunca, zikredilen «Burhân-ı Temânu'», Allah'ın bir olduğuna delâlet etmez.
Cevap : Bu itiraz
fesadı açık olan bir şüphedir. Çünkü; Vâcibü'l - Vücûd oian zâtın her türlü
kemâl ile muttasıf olması gerekir. Vâcibü'l - Vücûd sözünden( bu mânâ, yani
mutlak kemâlle muttasıf olduğu anlaşılır. Aksi halde, bu âlemin mebdei (esası
ve yaratıcısı) olamaz. O halde, kaadir ve muhtar olmayan, (muattal) bir
Vâcibü'l - Vücûd'u farzetmek, mâkul ve makbul değildir. Zira bu takdirde böyle
bir varlık, hadis ve mümkin bir varlık olur ve ilâh olamaz.
Bu esasa göre,
ilâhlardan birini kaadir ve muhtar, diğerini mûcib, yani iradesiz farzetmek,
kemâle aykırıdır ve noksan olmayı gerektirdiğinden bâtıldır.[23]
Netice :İtirazlar
yersiz ve bâtıl, zikredilen delil ise kuvvetli ve Hak Teâlâ'nın Vahdaniyetini
isbâta kâfi yeterliktedir.
b) Burhân-ı Tevârüd :
Eğer yerde ve gökte
birden fazla ilâh olsaydı bu âlem :
1- Ya, bütün
ilâhların müşterek kuvvet ve kudretiyle vücûda gelmiştir.
2- Veya
herbiri tarafından müstakil olarak ayrı ayrı yaratılmıştır.
3- Yahut da
ancak birinin irade ve kudretiyle var olmuştur.
Fakat bu aklî
ihtimallerin üçü de bâtıldır. Çünkü :
Birinci ihtimâle göre;
ilâhlardan her birinin kuvvet ve kudreti bu âlemi tek basma yaratmağa kâfi
gelmediğinden ortaklaşa yarattıkları anlaşılır. Bu da, ilâhların hepsinin âciz
ve hiç birinin de ilâh olmaya lâyık olmadığına delâlet eder. Çünkü ilâh
olabilmek için, mutlak irade ve mutlak kudret sahibi olmak ve her türlü kemâl
ile muttasıf bulunmak şarttır. Âciz olan ilâh olamaz. O halde bu ihtimâl
bâtıldır.
İkinci ihtimâle göre;
ilâhlardan her birinin kudret ve kuvveti bu âlemi müstakil olarak, tek başına
yaratmağa kâfi geldiğinden, herbiri tam bir müessir kuvvet ve bu âlemin
yaratıcısı olur. Böyle olunca, bir eserin iki veya daha fazla müessirden sudur
etmesi, yani bir malûl, üzerine, iki veya daha fazla müstakil ve tam illetin
tevârüdü gerekir. Bu ise bâtıldır. Çünkü bu, hâsıl olan bir şeyin tekrar
tahsil edilmesini gerektirir ve ilâhlardan birden fazlası'mutla-4 ka lüzumsuz
olur. Lüzumsuz olan ise ilâh olamaz.
Üçüncü ihtimâle göre;
Eğer bu âlem, ilâhlardan yalnız birinin irâde ve kudretiyle meydana gelmiş,
diğer ilâhların hiçbir tesiri olmamışsa, tercih edici olmadan tercih gerekir.
Bu ise bâtıldır. Çünkü :
İlâhların hepsi kemâl
ve kudrette müsavidir. O halde niçin bu âlemi birisi yarattı da' diğeri
yaratmadı? Yaratıcı niçin bu ilâh da, öbür ilâhlar değil? Müreccihsiz (tersiz
edicisiz) tercih aklen fasittir,
bâtıldır. Sonra, yaratıcılık sıfatı tecelli etmeyen ilâhlar, muattal
kalacaklarından, âciz, dolayısiyle zait ve lüzumsuz olurlar. Hal-
buki, bu ihtimallerin
hepsi bâtıldır. Bütün bu ihtimaller bâtıl olunca, çok ilâh nazariyesi de bâtıl
olur. Çok ilâh nazariyesi böyle bâtıl olunca, matlubumuz (isteğimiz) olan tek
ilâh nazariyesi isbat edilmiş olur.
Görüldüğü üzere bu
delil, Allah'ın birliğini isbat eden kuvvetli bir delildir.
c) Üçüncü Delil :
Eğer ulûhiyet
sıfatıyla muttasıf ve birbirine her bakımdan eşit İki ilâh olduğunu farzetsek,
bu âlemi icâd hususunda :
Ya aralarında ittifak
edip anlaşırlar, veyahut ihtilâfa düşerler.
Üçüncü bir ihtimal
aklen mevcut değildir. Fakat bu iki ihtimâl de bâtıldır. Çünkü : Eğer ittifak
ederlerse :
1- Ya
aralarındaki bu ittifak zarurî ve mecburi olur. Böyle olursa, her ikisi de
irade ve ihtîyarsız olacaklarından âciz olmaları gerekir. Âciz olan ilâh
olamaz. O halde bu ihtimal bâtıldır.
2- Veya her
ikisi de muhtar olurlar, ikisi de muhtar olduğu halde ittifak ederlerse bu
ittifak, ya biriniîı diğerine tâbi
olması şeklinde meydana gelir, tabî olan ilâh da, ya tabî olduğu ilâh'a itiraz
edebilecek kudrette olmaz, veya .itiraz edebilir.
Eğer itiraz edemezse,
âciz olur. Âciz olan ilâh olamaz.
İtiraz edebilirse,
aralarında ihtilâf çıkar ve bu âlemin nizâmı bozulur. Halbuki nizâm-ı âlem
bozulmamıştır. O halde bu ihtimal de aklen vârid değildir.
Eğer aralarında
ihtilâf ve temamı vâki' olursa : Burhân-ı Te-mânu'da zikredilen üç bâtıl
ihtimalden biri (ya ictimâ-ı nakîzeyn, veya irtifa-ı nakîzeyn ve acz-i ilâheyn,
yahut da birinin, dolayısiyle diğer ilâhın aczi) gerekir.
Netice : İttifak veya
ihtilâf hâli aklen muhal ve bâtıl bir neticeyi gerektirince, iki ilâh
nazariyesi bâtıl, bir ilâh nazariyesi sabit olur.
Bu delilin de kuvvetli
olduğu çok açık ve agikârdır.
d) Dördüncü Delil :
Mutlak kemâl sahibi
olan birden çok ilâhlar olsaydı, herbirini diğerlerinden ayıran kendine mahsus
bir eseri olur ve bu eser diğer ilâhların eserlerinden başka olurdu. Çünkü
ilâh, eserinde tefer-rüd eder ve eseriyle bilinir. Eserlerin başka başka ve
ayrı şeyler olması, bu eserlerin aslı ve kaynağı olan sıfatların da ayrı ve
başka olmasını icabettirir. Öyle olunca da her ilâhın ilmî, diğer ilâhların
ilminden ve her birinin irâde ve kudreti de diğerlerinin irâde ve kudretinden
başka olması gerekir. Ne vakit ki, yaratmak fiilinde rol oynayan W sıfatlar
bagfca ve değişik olur, ilâhların ittifak etmeleri imkânsız hale gelir. Çünkü
her ilâh, diğer ilâhın dilemediği şeyi dileyebilir. Birinin kudreti diğerinin
kudretinin taallûk etmediği ve ilgilenmediği bir şeye taallûk edebilir. Meselâ
:
İlâhın biri herhangi
bir şeyin vücûdunu veya hareket etmesini, diğeri de aynı şeyin aynı anda yok
olmasını veya hareket etmemesini irade edebilir. Böyle olunca aralarında
mutlaka ihtilâf çıkar. Burhân-ı Temânu'da zikredildiği gibi, çıkacak ihtilâf
üzerine teret-tüb eden ihtimallerin hepsi de (yani her ikisinin irade ettiği
şeyin olması, yahut her ikisinin de olmaması, veya yalnız birinin irade
ettiğinin olması) bâtıl ve muhal olduğundan, birden fazla ilâh nazariyesi de
bâtıldır, ilâhların çok olma faraziyesi bâtıl olunca, matlubumuz olan bir ilâh
kaziyyesi isbat edilmiş olur.
e) Beşinci Delil : . Eğer mutlak irâde ve kudret sahibi iki ilâh olsaydı; herbiri dilediği işi yapabileceğine göre ilâhlardan
her biri yaptığı işi diğerinden gizlemeğe ya kaadirdir, veya kaadir değildir.
Gizlemeğe kaadir ise,
diğer ilâh câhil ve gafil olur.
Kaadir değilse,
kendisi âciz olur.
Aklî olan bu
ihtimaller, ilâhlardan birinin câhil, diğerinin âciz olmasını gerektirdiğinden
bâtıldır. Çünkü câhil veya âciz, ilâh olamaz. O halde Allah birdir.
f) Altıncı
Delil
Eğer bu âlemi yaratan
bir Allah olmayıp, iki ilâh olsaydi, bu ilâhlardan her biri;
Ya diğerine muhtaç
olmadan yalnız başına bu âlemi yaratmağa kâfi gelirdi,
Veya kâfi gelmeyip,
diğerine muhtaç olurdu.
Eğer ilâhlardan
herbiri, bu âlemi yalnız başına yaratmağa kâfi gelirse, diğerine lüzum kalmaz.
Lüzumsuz olan ise ilâh olamaz.
Yalnız başına
yaratmağa kâfi gelmeyip, diğerine muhtaç olursa, âciz ve muhtaç olur. Âciz ve
muhtaç ise, asla ilâh olamaz.
O halde bu âlemin
yaratıcısı her bakımdan bir ve kâmil olan Allahu Teâlâ'dır.
g) İslâm filozoflarının beyan ettikleri debi de
şöyledir :
Eğer iki Vâcibü'l -
Vücûd bulunsa, vücûtta müşterek olacaklarından, herbirinin varlığını
diğerinden ayıran mümeyyiz (kendine mahsus) bir vasfı olması gerekirdi. Yani
ilâhlardan her biri, müşterek olan vücut ile, herbirini diğerinden bizatihi
ayıran mümeyyiz vasıftan mürekkeb olurdu. Çünkü cins mânâsında olan «Mâbihi'l
-İştirak», fasıl ve mümeyyiz vasıf mânâsında olan «Mâbihi'l - îmti- -yâz»'dan
başkadır.
Her mürekkeb cüzlerine
muhtaçtır ve cüzleri kendisinden başka şeylerdir. Böyle olunca, Vâcibü'l -
Vücûd farzettiğimiz zât, kendisinden başkasına muhtaç olur. Başkasına muhtaç
olan zât ise, Vâcibü'l-Vücûd (vücûdu kendinden) olmayıp, mümkini'l - vücûd,
yani hadis olur. Halbuki biz, herbirinin Vâcibü'l - Vücûd olduğunu
far-zetmiştik.
Görüyoruz ki bu
faraziyye, bizi bâtıl bir neticeye ulaştırdı ve iddiamızın aksini isbat etti. O
da, iki farzettiğimiz Vâcibü'l - Vücutların iki mümkini'l - vücût olduğudur.
Mümkini'l - vücût ise ilâh olamaz.
O halde Vâcibü'l -
Vücûd, gerçekte ancak bir olabilir. O da Allahu Teâlâ'dır. [24]
Hak Teâlâ'yı Zâtında,
Sıfatında ve Fiillerinde çokluktan ve ortaktan tenzih mânâsına gelen
Vahdâniyyet Sıfatını izah ettikten ve birliğini isbat eden delillerin en
meşhurlarını gördükten sonra, Allah'a şirk koşmanın ağırlığını, şirkin mânâ ve
nev'ilerini kısaca beyan edeceğiz.
a) Şirk'in
Mânası :
Şirk kelimesi, ortak
koşmak (ortaklık) demek ol mânâsına gelen «tevhîd» kelimesinin zıddıdır. Şerik
ise, ortak demektir. Çoğulu «Şüreka»'dır. Kur'an-i Kerîm'de insanlar,
tevhide,, yani Allah'ı birlemeye davet edilmişler, O'na gerek Zâtında, gerek
Sıfat ve Fiillerinde başkalarını şerik, yani ortak kılmaktan, yalnız Allah'a
mahsus olan ibâdette başkalarını O'na ortak etmekten şiddetle menedilmiştir.
Bu sebeple Kur'an-ı
Kerîm'de; «Şirkin pek büyük bir günâh ve zulüm olduğu» [25] Hak
Teâlâ'nm «Kendisine şerik koşulmasını asla affetmiyeceği, bundan başka olan
günahları dileyeceği kimseler için affedeceği bildirilmektedir.» [26]
Çünkü insan, Allah'ın yeryüzündeki halîfesi (vekili)'dir. Zira yeryüzündeki
herşey onun emrine ve hizmetine verilmiş, onun idaresine terkedilmiştir [27] Öyle
ise nasıl olur da, kâinatı idare etmek için yaratılan insan, kendisi gibi veya
kendi hizmetinde olan şeylerin bazısını ilâh olarak kabul ederek Allah'ı
bırakıp, ona ibâdet eder veya onları Allah'a şerik koşar?
İşte şirk insanı bu
şekilde alçaltacağı ve Allah'ın onun için takdir ettiği yüksek ve şerefli
mevkii idrak ederek O'na ulaşmasına engel olacağı içindir ki, günahların en
ağın olduğu ve Allahu Teâlâ'nm, kendisine şirk koşan bu gibi insanları asla
affetmiyeceği bildirilmiştir.
b) Şirkin
Nev'üeri :
Şirkin birçok
nev'ileri vardır :
1- Şirk-i tstiklâlî:
Şirk nev'ilerinin en
açığı; güneş, ay, yıldızlar gibi semavî varlıklara, tabiat kuvvetlerine, yan
veya tam ilâh zannedilen insanlara, hülâsa, Allah'tan başka canlı veya cansız
varlıklara tapınmak ve onlara ibâdet etmektir. Şirkin bu şekilde; Allah'ı
bırakarak; veya bir veya daha çok varlıkları ilâh veya ilâhlar olarak kabul
edip onlara tapmıldığmdan, bu türlü şirke, «Şirk-i İstiklâli» denmiştir.
Hayır kaynağı olarak
bir «hayır ilâhı», şer kaynağı olarak da bir «şer ilâhı» olduğuna inanan ve bu
iki ilâha tapan «Seneviyye ve «Mecûsilers'in şirki, bu şirke dahildir.
«Zerdüşt» dininde olduğu gibi...
2- Şirk-i Teb'iz :
«Şirk-i Teb'iz»
denilen bu şirk nev'inde ise; Allah'a inanmakla beraber, O'na başka şeyleri
şerik (ortak), koşmak, yâni, ilâh olduğuna inanılan diğer varlıklarımda Yüce
Allah gibi ulûhiyet sıfatıyla muttasıl olduğuna inanmaktır. Hıristiyanlıkta
sonradan uydurulup icad edilen «Teslis» akidesi, bu nev'i bir şirktir. Çünkü
onlaz Hz. îsa'ya oğul, Hz. Meryem'e Ruhu'l - Kudüs adını vererek Oğul veya
Ruhu'l - Kudüs'ün de bizzat Allah gibi kâdir-i mutlak ve âlim-i mutlak olduğunu
sanmakta ve böylece Baba, Oğul ve Ruhu'l - Kudüs gibi üç başlı bir ulûhiyete
inanmaktadırlar.
3- Şirk-i Takrîb :
eŞîrk-i Takrîb», adı
verilen üçüncü nev'i şirkte ise; bu âlemin yaratıcısmin bir olduğu kabul
edilmekte beraber, «O'na yakınlığı temin etmek ve G'nun katında şefaatçi olmak
üzere Allahu Teâlâ'yı bırakarak O'ndan başkasına, yani putlara ve heykellere
tapmak, hiçbir fayda veya zarar veremiyecek olan bu cansız ve kıymetsiz eşyaya
ibâdet etmektir. «Veseniyye», yani «Putperestlik» denilen bu şekil, en âdi,
kötü ve gülünç şirk şekli olması Ve îslâ-miyetin zuhuru sırasında bütün dünyada
salgın halinde bulunması sebebiyle, Kur'an-ı Kerîm'de en ağır kelimelerle sık
sık zikredilmiş ve bu sapık inanç şiddetle yasaklanmıştır. [28]
— Şirkin diğer bir
şekli de; bir kısım insanların kendi aralarından bazılarını «Rabb» olarak
kabul etmeleri, onlara körü körüne inanarak Allah'ın emir ve nehiyleri yerine,
onların emrettiklerini yapmaları, yasak kıldıklarını da yapmamalarıdır.
Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de, Yahudilerin Hahamlarını (yani kendi din adamlarım),
Hıristiyanların da Rahiplerini Allah'dan başka birer Rabb edindikleri, yani
emir ve yasaklarını bırakarak, kendi din adamlarının emir ve yasaklarını
tuttukları, halbuki bir tek Allah'a ibadetle emredilmiş oldukları beyan
edilmektedir. [29]
Yukarıda zikredilen bu
şirk nev'ileri, şu âyet-i kerimede gayet açık olarak şöylece Özetlenmiştir [30]
«... Hiçbirimiz
Allah'dan başkasına tapmıyabm. O'na hiçbir şerik (ortak) koşmıyalım. Allah'ı
bırakıp içimizden bir kısmını kendimize Rab edinmiyelim.»
Şirkin en kapalı
görülen bir seldi de, yine Kur'an-ı Kerîm'de büdirilen, insanın kendi heves ve
süflî arzularına körü körüne uymasidır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de [31]
«Kendi heves ve
arzularım mâbûd edinen kimseyi gördün mü?..* buyurulmak suretiyle bu gibiler
kötülenmişlerdir.
O halde, açık veya
kapalı olan her türlü şirkten dikkatle kaçınmak lâzımdır. Hakîkî Tevhîd'e
ancak bu şekilde ulaşılır.
Allah'a şirk koşmanın
bütün bu nev'ileri, bilhassa putperestlik, güneş, ay ve yıldızlara ve tabiat
kuvvetlerine, iki veya daha çok ilâha tapmak ve hıristiyanlarm teslis akidesi,
Kur'an-ı Kerîm'-de şiddetle reddedilmiş, hakîkî tevhîd inancı bütün beşeriyete
telkin edümiştir. Böylece gerçek itaat ve ibâdetin ancak Allah'a yapılacağı,
Allah'ın emirlerini terk ederek, başka bir kimsenin emirlerine veya süflî
arzularına itaat etmenin bir nevi şirk hükmünde olduğu, birçok âyetlerde beyan
buyurulmuştur.[32]
Sıfatullah bahsinde,
Allahu Teâlâ'nm mukaddes sıfatlarım izaha geçmeden önce, Allah'a îmân etmenin,
yalnız Hak Teâlâ'nm Zâtına inanmaktan ibaret olmayıp, aynı zamanda, O Yüce
Varlığın Zât-ı İlâhîsi hakinda vâcib olan kemâl sıfatlan ve vasfedilmekten
münezzeh bulunduğu noksan sıfatlan icmâlî ve tafsili olarak bilmek ve onlara
inanmakla olduğunu belirtmiş, «Sıfatullah» bahsinip önemine ve bu konudaki
farklı görüşlere kısaca işaret etmiştik.
Hak Teâlâ'nm mukaddes
sıfatlanndan, «Sıfât-ı Nefsiyye» ve eSifât-ı Selfoiyye» adı verilen sıfatların
her birini izah ettikten sonra, bu bölümde «Sıfât-ı Sübûtiyye» tesmiye olunan
Allahu Teâlâ'nm vücûdî ve subûtî sıfatlarını beyan edeceğiz.
Sıfât-ı Sübûtiyye adı
verilen, ilim, irade ve kudret gibi kemal sıfatlan, Hak Teâlâ'nm Zâtı İlâhîsine
sabit olan ezelî ve vücûdî sıfatlarıdır.
Bu sıfatlar, Sıfât-ı
Selbiyye gibi Cenâb-ı Hakkı noksanlardan tenzih eden, fakat hariçte vücûdu
olmayan ademî ve itibari mefhumlardan ibaret bulunan sıfatlar olmayıp, Zâtı
îlâhî'nin mefhumuna yeni bir mefhum ve mukaddes bir mânâ ilâve eden, ezelde
Zât-ı Îlâhî'nin muttasıf bulunduğu, yâni, ezelde mevcut ve onunla kâim olan,
zâtı, subûtî, vücûdî ve hakîkî sıfatlardır. Bunun içindir ki bu sıfatlara,
«Sıfât-ı Subûtiyye, Sıfât-ı Zâtiyye, Sıfât-ı Meânî ve Sıfât-ı ikram» adları
verilmiştir. Bu görüş, Eh!-i Sünnet mezhebinin görüşünü temsil eder.
Ancak,' Sıfât-ı Selbiyye'de, Kelâm âlimleri arasında ittifak
ve görüş birliği olduğu halde, Sıfât-ı Subûtiyyenin, Hak Teâlâ'nm Zâ-
tına zait, ezelî ve
hakîkî sıfatlar olduğu hususunda, Kelâmcılar arasında ihtilâf ve görüş aynhğı
vardır.
Hak Teâlâ'nm Hayat
sahibi, Âlim, Kadir, Mürîd (irâde sahibi), Semi' (her şeyi işitici), Basîr (her
şeyi görücü), Mütekellim (söz sahibi) ve Mükevvin (icad edici, yaratıcı) olduğu
hususunda da Kelâmcılar ve İslâm filozofları arasında ittifak vardır. Çünkü bu
husus, Kur'an âyetleri ve Sahih Hadislerle sabittir. Fakat, ism-i fail
sigasında olan bu kelimelerde ve mânâlarının Zât-ı llâhî'ye sabit olduğu
hususunda ittifak olduğu halde, bu kelimelerin mebdei (a3İı) olan masdarların,
yani hayat, ilim, irade ve kudret gibi sıfatların Zât-ı İlâhîye ezelde sabit ve
Zâtına zâid, hakîkî ve vücûdı sıfatlar olduğunda ihtilâf vardır. Bu konudaki
ihtilâf, Ehl-i Sünnet mez-hepleriyle, Ehl-i Bid'at denilen Mutezile ve Şia
fırkaları arasındadır.
Biz burada, Ehl-i
Sünnet-i Hâssa adı verilen Selef iye ve Ehl-i Sünneti Âmme'yi temsil eden
Eş'arîyye mezhepleriyle, Sıfât-ı Su-bûtiyye'yi inkâr eden Mû'tezile'nin
görüşünü ve herbirinin en kuvvetli delillerini beyan etmekle yetineceğiz.
Şu hususu da belirtmek
isteriz ki, bu konu, hakikaten çok derin, kapalı, insan aklını hayrete düşüren
ve onu durduran bir konudur. Bu sebepledir ki, görüşleri ayrı ayn olan
mezheplerin hiçbiri, diğerini tam manâsıyla ikna edememiştir. Şimdi bu
mezhepleri izah edelim :[33]
Selefiyye'ye göre
Sıfâhillah, idrâk ve taakkul (anlayış) bakımın dan ZâtulSh'a tLdi, Yani, aklı
ve idrâki ^'^^V^ sü ki, Zât-ı îlâhî'nin hakikatim bilemez ve O'nu idrak tine
sâhib değildir, Hak Teâlâ'nm ilâhî sıfatlarının da rak etmek, bu sıfatların
Yüce Allah'ın Zât. :1e olan mek, Zât-ı İlâhînin aynı mı, yoksa gayrı mı oretine
de sahip değildir. Zira buna, beşerî kudret ve mez. Bunun içindir ki, her
mükellef şahıs, ligini bilmekle mükellef
olduğu halde, Zâtının ve hakikatini bilmekle mükellef değildir.
İbâdet edilen Mabudun
Zât ve Sıfatlarmm hakikatini bilmemek, en şerefli varlık olarak yaratılan
insana lâyık olmayan bir cehil,
(bilgisizlik) olduğu iddia edilemez. Çünku İnsan aklı, duyu organlarıyla dâima görüp,
bildiği maddî varlıkların cüzlerini, herbirinin Özelliğini ve aralarındaki
nisbeti idrak edebildiği halde, bunların hakikatim tamamen kâvrayamaz.
O halde akıl, maddî ve
mürekkeb varlıkların hakikatini idrak edemez ve bu hal onun için tabiî olursa,
maddî ve mürekkep olmayan, hiçbir şeye benzemeyen yaratıcısının Zât ve
Sıfatlan bakımından hakikatini idrak edememesi, insan için daha tabiîdir. Bu
hal, insan aklının haddini bilmesi ve idrak sınırını aşmaması mânâsını ifade
eder. işte insanın, akıl ve idrakinin hududunu bilmesi ve aczini ilân etmesi
bilgisizlik değil, idraktir, ilimdir.[34]
Aklın durduğu yerde
ilâhî hidayet ve vahyin irşadı yetişerek bizi doğru yola ve hakikata ulaştırır.
O halde, ilâhî hidayet ve hakîkî mürşit olan Kitabullah'a bakarsak, Hak
Teâlâ'nın Sıfât-ı Meânî dediğimiz kemâl sıfatları ile muttasıf olduğunu, bizden
icmali olarak, Zât-ı llâhî'sinin, bütün kemâl sıfatlarla muttasıf, noksan sıfatlardan
münezzeh olduğuna inanmamızı istediği, bizi buna îmânla mükellef tuttuğu
halde, herbirinin hakikatini da bilerek onlara da, îmânla mükellef tutmadığını
anlarız.
0 halde bize düşen :
1- Allahu
Teâlâ hakkında icmâlî olarak; bütün kemâl sıfatlarla muttasıf, noksan
sıfatlardan münezzeh olduğuna inanmak,
2- Kur'an-ı
Kerîm'de Hak Teâîâ'nın muttasıf olduğu bildirilen bütün sıfatlarla
muttasıf olduğuna ve Zâtının misli ve
benzeri bulunmadığına tafsili olarak inanmak,
3- Bu
sıfatların, Zât-ı Bârî'nin aynı mıdır, gayrı mıdır, kadim midir, değil midir,
hususlarını bilmekle mükellef olmadığımıza inanmaktır.
Hülâsa : Selefiyye'ye göre Hak Teâlâ'nın sübûtî
sıfatları vardır. Bunlara inanmakla mükellef isek de, herbirinin hakikatini
biîinekle mükellef değiliz. Çünkü bu husus, beşer idrak ve takatinin üstündedir.
Buraya kadar izaha
çalıştığımız Selefiyye'nin bu görüşü, son asırda yaşayan- bazı âlimlere göre,
akla en yakın, îmân bakımından da en ihtiyatlı bulunan bir görüş olarak kabul
edilmiştir.[35]
Ehl-i Sünnet görüşünü
temsil eden Eş'arîlere göre, Sıfât-ı Meânî adı verilen sıfatlar, Zât-ı llâhî'ye
ezelde sabit, vücûdî, ezelî ve mefhumu Z&tnHah'a zait olan kemâl
sıfatlandır. Yani, Hak Teâlâ âlimdir, ilmi vardır. Kaadirdir, kudreti vardır.
Müriddir, iradesi vardır, Hayydır, hayâtı vardır. Semî'dir, Basîr'dir,
Mütekellim'-dir, gibi sözlerden de işitmesi, görmesi ve kelâmı ilâhîsi vardır,
mânâları anlaşılır. Çünkü :
1- «Âlim»
diye, ilmi olan kimseye denir. Çünkü ilmi olmayan bir kimseye âlim
denemiyeceği gibi, ilmi olmayan bir âlim de tasavvur olunamaz. «Kaadir»,
«Mürîd» ve diğer kelimelerin bir şahsa isnâd edilmesinden de bu mânâ
anlaşılır. O halde her âlim, ilim sahibi, her kaadir de kudret sahibidir. Yani,
ilim ve kudret sıfatlarıyla muttasıf- olmayan bir kimseye, ne âlim, ne de kaadir
denilebilir. Allahu Teâlâ da, âlim, kaadir... olduğuna ve bu hususta ittifak
bulunduğuna göre, Hak Teâlâ da, her âlim gibi «ilim» ve her kaadir gibi
«kudret» sıfatıyla muttasıftır.
Aynı zamanda; ilim,
irade ve kudret gibi sıfatlar, ezelî, ebedî ve küllî en üstün kemâl sıfatlan
olduğundan, nıahlûkatm aynı cinsten olan sıfatlarına, mahiyet ve taallukat
(mef uîlerine nisbeti) bakımından benzemez.
2 - Esasen
ilim, irade, kudret gibi kelimeler, masdar olması bakımından asıl; âlim,
kaadir, mürid gibi kelimeler ise, bu masdar-lardan türetilen ve Arab dilinde
«müştakkât» denilen kelimeler ol^ ması bakımından fer'dir. Müştakkât denilen bu
kelimelerin, mânâ bakımından Zât-ı îlâhi'ye sabit olması, «Mebdei! - iştikak»
denilen bu kelimelerin aslı, masdar mânâlarının da sabit olmasını gerektirir.
Çünkü; fer'in sübûtu, asim da sübûtunu icabettirir. Zira asıl olmadan, ondan
doğan fer' olamaz. O halde âlim, kaadir, mürid... olan Zâtullah'ın ilim, kudret
ve irade siratlanyla muttasıf olduğunda şüphe yoktur.
Bu sıfatlar Zât-ı
Barî'nin aynı olmayıp, Zâtına zâitdir. Çünkü; aynı olduğu farzedilirse, birçok
mahzurlar doğar. Bashcaları :
a) Bu
sıfatların hepsi Zât-ı îlâhî'nin aynı kabul edilince, iliro kudretin aynı,
kudret irâdenin aynı, irâde hayatın aynı olması gerekir ve ne Zât-ı Bârî
sıfatlarından, ne de sıfatları birbirinden ayır-dedilebilir. Böyle olunca da
meselâ : «İlim, Zât-ı llâhfdir», «Zât-î İlâhî kudrettir» veya «Zâtullah
iradedir» demek mümkün olur. Bunun ise bâtıl olduğu aşikârdır.
b) ilim,
irade, Kudret... Zât-ı
Bârî'nin aynı olsaydı,
hiçbir delile muhtaç olmadan, Allah'ın Âlim, Kaadir ve Mürîd olduğunu bilmemiz gerekirdi. Halbuki bu husus
delile muhtaçtır.
c) Eğer aynı
olsaydı, meselâ ilmin; «Vâcibü'l - Vücûd, nefsiy-le kâim, bu âlemin halikı,
mahlûkatın mabudu ve her türlü kemâî sıfatlarıyla muttasıf» olması gerekirdi.
Bunun bâtıî olduğunda ise. âlimler ittifak halindedir.
O halde bu sıfatlar,
mefhum ve mânâ bakımından ZâtuHan'dan ayrı olan mânâlar olup, Hak Teâlâ'mn bu
mânâlardan hâli olması O'na noksanlık vereceğinden, bu sıfatlarla ittisâfı
zarurîdir. Bunların, Zât-ı Îlâhî'nin aynı olması, zikredilen mahzurları
doğuracağından, bu sıfatların Zâtullah'ın mefhumundan başka mânâlar olduğu
kesinlikle anlaşılır.
Sonra; bu sıfatlar,
ZâtuIIah'm gayrı da değildir. Çünkü; gayrı olsa, kadîm olan bu sıfatların
müstakil birer vücûdu olması, dolayısıyla, birden çok «kudemâ»'nın bulunması
gerekir. Bu ise bâtıldır. O halde bu sıfatlar vücûd bakımından Zât-ı İlâhî ile
birdir.
İşte yukarıda beyan
edilen hususlar sebebiyle, bu sıfatlar hakkında :
Yani «Allah'ın
Sıfatları ZâtuIIah'm ne aynıdır (mefhum bakımından) ne de gayridir (vücûd-i
hârici ve mâsadak bakımından)» denmiştir.[36]
(Kur an-ı Allah
3- Kur'anı
Kerîm'in sarih âyetleri, Allahu Teâlâ'ya; İlim ve Kudret sıfatlarım te'vile
imkân vermîyecek şekilde isbat etmekte-
dir. Nitekim
Kur'an-ı Kerîm'de : ilmiyle indirdi.[37]
«Biliniz ki
(Kur'an) Allah'ın ilmi ile indirildi.» [38]
«Muhakkak ki Alîah
rızık verioi metin bir kuvvet sahibidir.» [39] buyurulmuştur. [40]
Mû'teziie mezhebini
Ehl-i Sünnet'ten ayıran en mühim mes'ele-lerden biri de, «Srfâtullah»
bahsindeki görüşleridir. Çünkü Mutezile, Hak Teâlâ'mn Âlim, Kaadir, Mürîd,
Hayy, Mütekellim... olduğuna inanmakla beraber, Zât-ı îlâhî'nin ilim, kudret,
irade ve hayat gibi Zâtına zait sıfatlarla muttasıf olduğunu kabul etmezler.
Çünkü Zâtullah, mahlûkâtın zâtı gibi değildir. Zât-ı İlâhî, yaratmakta ve her
türlü fiil ve eserleri yapmakta kâfidir. Zâtından başka, Zâtına zait olan
sıfatlarla muttasıf bulunmaktan müstağnidir.
ZâtuIIah'm mümkinât
cinsinden olan varlıkları yaratmağa taallûk etmesi bakımından, O, kaadirdir.
Malûmata yani bilinen şeylere taallûku bakımından, O, âlimdir...
Zât-ı tlâhî'den başka
bir de; Zâtına zait olan ilim ve kudret gibi vücûdî sıfatlar olmayıp, «Zât ve»
Âlimiyyet», «Zât ve Kadiriy-yet» denilen itibarî taallûklar vardır.
Zât ile malûm
arasındaki taallûka (nisbete) «Âlimiyyet», Zât ile makdur arasındaki taallûka
«Kaadiriyyet» adı verilir. Bu taallûklar, hakikî olmayıp, itibarî olduğundan,
kadîm de olsa, Kudemâ-nın taaddüdünü gerektirmez.» derler.
Şia da, esas
itibariyle Mû'tezile'nin bu'görüşüne iştirak halindedirler.
tlim, irade ve kudret
gibi subûtî kemâl sıfatlarını inkâr eden Mû'tezile'nin bu konuda serdettikleri
en kuvvetli delil şöylece özetlenebilir :
Eğer Hak Teâlâ'mn
Zâtıyla kaaim ve O'na zait olan ilim, irade ve kudret gibi kadîm (ezelî)
sıfatlan olsa; bu sıfatlar, ya nef-siyie (yani kendi zâtıyla) kaaim olur, veya
Zâtullah ile kaaim olur. Fakat her iki ihtimal de bâtıldır. Çünkü :
Birinci ihtimâle göre;
kendi zâtıyla kaaim olan kadimlerin taaddüdü, yani Sıfâtullah adedince Kudemâ
lâzım gelir. Bu ise, Tevhîd akidesine aykırıdır.
tkinci ihtimâle göre;
bu sıfatlar Zât-ı İlâhî ile kaaim olurlar. Halbuki kadîm olan bir şey, kendi
zâtıyla kaaim olur ve başkasına muhtaç olmaz. Zâtullah ile kaaim olunca, kadîm
olduğunu far-zettiğimiz bu sıfatların hadis olması gerekir. Bu ise bâtıldır.
Çünkü, kadim olan Zât-ı Bari ile, hadis olan şeyler kaaim olamaz.
O halde, Zât-ı
llâhî'ye zait olan vücûdî sıfatlar yoktur. Allah'ın Zâtı her şeye kâfidir.
Mû'tezile'nin bu
delili, meşhur ve zahiren kuvvetli bir delil ise de, Ehl-i Sünnet bu delilin
bâtıl olduğunu belirterek, Mû'tezile görüşünün sakatlığını ve mahzurlarını
biraz önce gördüğümüz üzere beyan etmişlerdir. Yani;
Sıfâtullah kadîm ve
Zât-ı Ilâhi'ye zait ise de, O'nun, vücut bakımından gayrı olmadığından
başkasına muhtaç sayılmaz ve kadimlerin taaddüdü lâzım gelmez.
Mefhum bakımından da
Zât-ı îlâhî'nin aynı olmadığından, Zât ve sıfatlan ayırd edememekten doğan ve
biraz önce zikredilen mahzurlar vârid değildir. [41]
Sıfât-ı Subûtiyye
hakkında ihtilâfı ve meşhur mezheplerin görüş ve delilerini özetledikten sonra,
bu sıfatların herbirini izaha geçebiliriz. Ancak, kitabımızın hacmi ve gayesi
nazarı dikkate alınarak, bu sıfatlan, Ehl-i Sünnet görüşüne göre izah etmekle
yetinecek, Mû'tezile'nin görüşüne, delil ve itirazlarına temas etmiyeceğiz.
Sıfât-ı Subûtiyye,
Eş'arîlere göre yedi, Mâtürîdî'lere göre sekizdir. [42]
Hayat, Hak Teâîâ'mn
hayat sahibi olması, Zâtullah'm hayat sıfatıyla muttasıf bulunması'demektir. Bu
sıfat, Hak Teâlâ'nın Zâtına vâcib olan subûtî sıfatlann birincisidir. Takat
Zât-ı İlâhî hakkında vâcib olan bu sıfat, mahlûkatta görülen ve maddenin ruh
ile birlegmesinden doğan geçici ve maddî bir hayat olmayıp, ezelî ve ebedîdir.
Bütün hayatlann kaynağı olan hakîkî hayattır.
Hayat, Zâtullah'dan
asla ayrılmayan bir kemâl sıfatıdır. Zira vücût sıfatının kemâli, vücûdun diri
olmalıyladır.
Sonra hiç şüphe yoktur
ki, İrade, İlim, Kudret ve diğer kemâl sıfatlarla muttasıf olduğu sabit olan
bir Yüce Zâtın, hayat sahibi olması zarurîdir. Çünkü; ölü olan bir zâtın ilim,
irade ve kudret gibi kemâlât sahibi olduğu tasavvur edilemez.
Allahu Teâlâ'nın ilim,
irade, kudret ve diğer bütün kemâlâta sa-hib olduğu ise, aklî ve nakli
delillerle sabittir. O halde Hak Teâlâ'-nin hayat sahibi olduğu aşikârdır. Zira
hayat sahibi olmayan ölü bir varlığın, hiçbir kemâle sahib olmıyacağı herkesçe
bilinen bir gerçektir.
Bunun içindir ki,
hayat sıfatını :
«Cenâb-ı Hakk'ın;
ilim, irâde ve kudret gibi sıfatlarla ittîsâfı-m (vasıflanmasını) sahih kılan
(sağlayan) Zâtullah ile kaaim sü-bûtî, ezelî ve vücûdî bir sıfattır.» diye
tarif etmişlerdir.
O halde Hayat Sıfatı;
Yüce Allah'ın, varlık âlemi ile ilgili olan sıfatlarla ittisâfma esas teşkil
eden bir kemâl sıfatıdır. Fakat bu' sıfatın varlık âlemi ile bir ilgisi yoktur.
Zira hayat sıfatı, Vücûd-i îlâhi'ye mahsus bir kemâldir. Yalnız onunla
ilgilidir.
Hayat sıfatının zıddı
(karşıtı) «memat», yani ölü olmaktır. Ölü olmak ise, büyük bir noksanlıktır ve
Hak Teâlâ hakkında muhaldir.
Hak Teâlâ'nın Hayat
Sıfatıyla muttasıf bulunduğu :
«Kendinden başka ilâh
olmayan Allah, (ezelî ve ebedî ola» bir) ha yat ile diri, baald (ebedî) ve Zâtı
ile kaaimdir.[43]
«Ölmek sânından
olmayan, dâima hayat sahibi (Allah)'a
dayan» [44] r.yetleriyle sabittir.
Büiün bu hususlarda
Eş'arîlerle, Mâtürîdîler müttefiktirler. [45]
1- tüm Sıfatı'mn Tarifi ve îzâhı :
tüm sıfatı, Hak
Teâlâ'ya mahsus olan kemâl sıfatlarının en öneralüerindendir. Çünkü bu âlemi en
güzel bir şekilde, en mükemmel bir nizamda yaratan ve onu idare eden Allahu
Teâlâ'nın, yarattığı varlığı en ince teferruatına kadar bilmesi gerekir. Zira,
hakikati, faydası lüzum ve hikmeti bilinmeyen bir şey nasıl yaratılabilir? O
halde yaratıcının, bir şeyi yaratabilmesi için, evvelâ ilim sahibi olması,
sonra o ilmin icâbına göre yaratması gerekir. Bundan başka, îmân ve sâlih amel
sahiplerini mükâfatlandırmak, kötü yolda olanları cezalandırmak da, ancak o
kimselerin yaptıkları işleri bütün teferruatıyla bilmekle mümkin olur. îşte
bunun içindir ki ilim Sıfatı, Hak Teâlâ'nın Zât-ı İlâhî'sine sübûtu vâcib olan,
ezelî ve vücûdî bir kemâl sıfatıdır.
İlim, «Zâtuîlah ile
kaainı olan ezelî, vücûdî ve hakîkî öyle bir sıfattır ki, onunla, kâinatta vâki
olmuş, olan ve olacak, kül halinde toplu olarak, veya ayn ayrı münferid
bulunan, gizli veya aşikâr olan herşey ve her türlü haller Cenâb-i Hakk'a dâima
ve tam olarak malûm ve münkeşif olur.»
Hülâsa Allahu Teâlâ,
ezelden ebede kadar herşeyi bütün inceliğiyle bilir. Bu ilim, mahlûkatın
(yaratıkların) ilmi gibi herhangi bir cehil (bilgisizlik) ve gizlilikten sonra
meydana gelen bir ilim değildir. Çünkü Allah'ın ilmi, herşeyi ezelden ebede
kadar kuşatmıştır. Hiçbir şey O'nun ilminin dışında kalmaz. Çünkü Hak Teâlâ
ezelî olan ilim sıfatıyla, daha hiçbir varlık yokken, nelerin ne vakit
olacağını ve ne gibi haller geçireceğini bilirdi.
O halde Allahu Teâlâ,
ilm-i ezelîsiyle Zât ve Sıfatlan gibi vâ-cibleri, şeriki ilâhî frihi muhalleri,
mevcut olsun olmasın, her türlü mümkînâtı daima bilir. Bütün bunlar sonsuz
olduğu için, Allah'ın ilmi de ı sonsuzdur.
2 - llnı-i Ezelinin Taallûku :
İlim Sıfatı'mn tarifinden
ve yukarıda verilen izahattan anlaşılacağı veçhile, Hak Teâlâ'nın ilmi ezelî
olduğundan, malûmata (bilinen şeylere) taallûku ve nisbeti de ezelîdir. Bu
sebeple, yalnız mümkin olan şeylere taallûk etmekle kalmayıp, aynı zamanda
vâ-cibâta ve müstahîlâta, yani bilinen her türlü şeylere taallûk eder. Halbuki
ilerde anlaşılacağı veçhile irade ve kudret sıfatlan yalnız mümkinâta taallûk
eder. O halde ilim sıfatının taallûku bütün sıfatlardan daha umûmî ve
şümullüdür. Sonra, bu taallûkun her malûma olan nisbeti bir ve müsavidir.
3- Hak Teâlâ, Dâima Değişmeler Halinde Olan
Cüz'iyatı:
Bilir mi?
Bu husus Kelâm
âlimleri ile, İslâm filozofları arasında ihtilâf olunan bir konudur.
Hak Teâlâ'nın bütün
külliyâtı, yani eşya olsun, kaide olsun, genel olan her şeyi bildiğinde,
Kelâmeılarla Filozoflar arasında ittifak vardır. Fakat filozofların; «münferid
ve cüz'î olan ve dâima değişmeler ve gelişmeler halinde bulunan hâdise ve eşya
hadis olduğundan, bunların değişmesiyle İlmin de değişeceği, ezelî olan
ilmu'î-lahda ise değişmenin söz konusu olmıyacağı» düşüncesiyle, «Allahu Teâlâ
ctiz'iyyâti bilmez» fikrine sahip oldukları rivayet olunur. Ancak bu sözden
filozofların maksadı, «Allahu Teâlâ cüz'iyyâtı mutlaka bilmez değil, Allah'ın
ilmi, değişmeler halinde olan cüz'iyyâtın değişmesiyle değişmez» demektir,
şeklinde te'vil edilmiştir.
Ehl-i Sünnet
Kelâmcılarma göre, Allahu Teâlâ'nın ilmi, ihn-i fiilîdir. Yani vücûd-ı hâriciye
sebep olan ve malûm'dan önce bulunan bir ilimdir. Malûma tabî değildir. Çünkü
Allah'ın ilmi ezelî olduğu için, herşeyi vücut bulmadan Önce bilir; sonra
ilmine ve iradesine uygun olarak yaratır. O halde Allah'ın îlmi, ilm-i fiilî
demek olan, bir şeyi icadetmeden önce bir nevi tasavvur mânâsına olan ezelî bir
ilimdir.
Bunun içindir ki;
Allah, küllî olsun, cüz'î olsun, büyük olsun, küçük olsun gizli olsun, aşikâr
olsun, her şeyi tam olarak bilir. Külliyâtı bildiği gibi dâima değişmeler
halinde olan cüz'iyatı da bilir. Değişen cmTı eşyaya ilmin taallûku, llmullahda
değişmeyi gerektirmez. Çünkü O, bir ayna gibidir. Aynaya akseden şekil ve
suretle- rin değişmesiyle ayna nasıl değişmiyorsa, ilm-i ilâhî de, değişen malûmatla
birlikte değişmez.
Sonra, Hak Teâlâ'nin
ilmi, mahlûkâtuı ilmi gibi bir düşünce, fikir veya istidlal mahsûlü olmaktan
münezzehtir. Çünkü ilmi, Zâtının muktezası ve icabı olup, Zât-ı îlâhî'ye vâcib
olan ezelî, ebedî ve vücûdî bir sıfattır.
timin nakîzi; cehil,
gaflet ve unutkanlıktır. Bütün bunlar Hak Teâlâ hakkında bir noksanlık
sayıldığından, cehil, gaflet ve unutmak, Allahu Teâlâ hakkında muhaldir.
4 - İlim Sıfatım îsbat Eden Deliller :
Allahu Teâlâ'nın
varlığını isbat eden (ibda' ve lllet-i gâiye) adıyla zikrettiğimiz «Nizâm-ı
âlem» delili, Cenâb-ı Hakk'm tam bir ilim sahibi olduğuna ve herşeyi bildiğine
çok açık bir delildir. Çünkü; nasıl ki gördüğümüz güzel bir yazı, veya güzel
bir resim, sahibinin aynası ve resim san'atına vâkıf olduğuna delâlet ederse,
şüphe yok ki, en güzel ve en mükemmel bir surette yaratılmış olan bu âlem ve
onun her cüz'ünde görülen nizam, ahenk ve insicam (uygunluk) da, onu yaratan
Hâlık Teâlâ'nın sonsuz bir ilim ve aynı zamanda tam bir kudret sahibi olduğuna
delâlet eder. Zira bir şeyin mükemmel olarak yaratılması, o şeyin daha önceden
tam olarak bilinmesini gerektirir. Aksi halde, yaratılamaz. O halde bu, kâinatı
yaratanın tam bi." im sahihi olduğuna açık ve seçik bir delildir.[46]
Nitekim Hak Teâlâ
Kur'an-ı Kerîm'inde «Allah her şeyi en iyi bilendir.» [47] «(Allah) gözlerin hâin bakışlarım ve
kalplerin gizüyeceği herşeyi bilir.» [48] «Yaratan
(Allah) hiç bilmez mi?...» [49] buyurmuştur. [50]
Allahu Teâlâ Mürîddir.
Yani irade sahibidir ve yaptığı işlerdc muhtardır. O halde, bu ihtiyarın
menşeli (aslı ve kaynağı) olaL irâde sıfatıyla muttasıftır. Ehl-i Sünnete göre,
«İrade» ve «Meşîet» bir mânâda kullanılır. îrade sıfatı, ilim ve kudret
sıfatlarından ayrı, subûtî ve vücûdî, müstakil bir kemâl sıfatıdır. Sıfât-ı
meânî-dendir. Bu husus biraz sonra izah edilecektir.
1- iradenin Lügat Mânâsı :
«Revede» kökünden
geldiği söylenen irâde kelimesi, lügatte, «Bir şey üzerinde karar kılarak, onu
yapmağa azmetmek» mânâsına gelir. Çünkü, irade sahibi olan insanın, çok defa
birkaç istikâmette hareket eden isteği vardır. Fakat sonunda, bunlardan biri
üzerinde karar kılarak, onu diğerlerine tercih eder. Bu tercih ediş ve seçiş,
irâde sıfatının bir eseridir. Seçmeden önce insan serbest ve hürdür, Seçtiği
anda iradesi tecelli etmiş olur.
2- trâde-i Ilâhîyye Nasıldır :
Hak Teâlâ'nın eşi ve
benzeri olmadığına, Zâtı ve Sıfatlan mah-lûkâtın hiçbirinin zât ve sıfatlarına
benzemediğine göre, Vâcibü'l -Vücûd olan ilâhî mevcudun ezelî ve kâmil
iradesini, insan iradesi gibi muhtelif aksiyonlar arasında seyreden bir nevi
«Seçme imkânı ve seçme kudreti» olarak tefsir etmek doğru değildir. Çünkü böyle
bir kıyâs, yani gaibin şahide kıyâsı bâtıl ile kıyâs olduğu gibi, böyle bir
teşbih de tenzîh-i ilâhî esasına aykırıdır. Zira insan aklı, Zâ-tullah'm
hakikatini idrakten âciz olduğu gibi, Sıfâtullah'ın da mahiyet ve hakikatim
idrakten âcizdir. Ancak, diyebiliriz ki :
Hak Teâlâ, tam ve
kâmil bir irade sahibidir. Bu kâinatı ezelî olan iradesine uygun olarak
yaratmıştır. Hiçbir şey O'ndan, ışığın güneşten,- ısının ateşten çıkması gibi
ızdırarî ve mecburî yani zorunlu olarak zuhur etmemiş, bilâkis O herşeyi,
ezelî irâdesinin bir tecellisi olarak, dilediği şekilde ve dilediği zamanda
yaratmıştır. Çünkü O, fâil-i mutlak ve fâil-i muhtar'dır.
3- İrade Sıfatının Tarifi ve İzahı :
Yukarıda yapılan
açıklamaya göre Ehl-i Sünnet âlimleri, Hak Teâl'ânm irade sıfatını şöyle tarif
etmişlerdir :
İrade : «Hak
Te&lâ'nın Zâtına ezelde sabit ve O'nunla kaainı olan sübûtî, vücûdi ve
ezelî öyle bir sıfattır ki, Allahu Teâlâ onunla bir mümkini, hakkında caiz
olan hususlardan biriyle, sonsuz [51]
vakitlerden birinde obua veya olmama hallerinden biriyle
tahsis
eder.» Yâni, aslında
olabilecek veya olmayabilecek herşeyi, irade sıfatının taallûkuyla, dilediği
zamanda ve dilediği vasıfta yapar veya yapmaz. Çünkü mümkin, vücûdu ile ademi
(yokluğu) zâtına nazaran müsavi olan şeydir. Onun içindir ki mümkin olan bir
şeyin yok iken var olması, ancak, vücûdunu ademine (yokluğuna) tercih edecek
bir müreccihle olur. Bu müreccih (tercih edici) iradedir. îrade ona taallûk
ederek, vücûdunu ademine tercih eder.' Sonra kudret taallûk ederek, onu;
iradeye uygun olarak vücûda getirir. Meselâ; îrâde-i llâhîyye, bir şahsın
muayyen bir zamanda ve mekânda, muayyen bir vasfı hâiz olarak vücut bulmasını
ezelde tahsis ve tâyin ederse, o şahıs kudret sıfatının taallûkuyla, ezelî
iradeye uygun olarak, tâyin edilen zaman, mekân ve vasıfta vücûda gelir. Çünkü,
nasıl ki irâde-i ilâhîye, ilmi ilâhîyeye uygun olarak tecelli eder, kudreti
üâhîyye de, irâde-i ilâhîyye'ye muvafık olarak tecelli eder ve ona asla aykırı
olmaz. O halde bu kâinatta olmuş veya olacak ne varsa hepsi, Allah'ın dilemesi
ve irade etmesiyle olmuş veya olacaktır. O'nun her dilediği mutlaka olur,
dilemediği de asla vücut bulmaz.
Bu husus :«Allah'ın dilediği oidu, dilemediği olmadı.» fladis-i'şerifi ve «Allah
dilediğini yaratır. Bir işin olmasına hükmederde (yani onu dilerse), ona ancak
«ol» der, o da «oluverir» [52]
âyet-i kerîme-siyle sabittir. Bu âyet aynı zamanda, Allah ne dilerse onun
zamanı gelince mutlaka olacağına da delâlet eder.
O halde Hak Teâlâ bir
şeyin olmasını dileyince, o §eyin olmaması asla caiz değildir. Halbuki insan
iradesinin istediği şey, çok defa tahakkuk etmez. Çünkü o, istediği şeyi yapma
kudretine sahip değildir. Zira irâdesi de, kudreti de noksandır. Mutlak irâde
ve mutlak kudret ise, mutlak kemal sahibi olan Rabbi'l - Âlemine mahsustur.
4- İrâde
Sıfatı'nm Taalluku :
Irâde-i ilâhiyye,
yalnız «Caiz-i afchVye, yani; olması da olma ması da aklen caiz olan
«mümkinât»'a taallûk eder. Çünkü bu sıfatın vazifesi, iki tarafı bulunan bir
şeyin bir tarafını (meselâ vücûdunu) diğer tarafına (meselâ ademine) tercih ve
tahsis etmektir. Bu sebeple, iki tarafı bulunmayan vâcibât ve müstahilâta taallûk
etmez. Zira Vacibin Vücûdu Zâtının icabı olduğundan, dâima mevcuttur. Müstahil
ise, dâima yok olan ve var olabilmesi asla caiz olmayan şeydir. Yani vâcibde
vücûd, müstahilde adem (yokluk) zâtlarının birer icabı olduğundan, birincisi
dâima ve zarurî olarak varlık, ikincisi de, dâima ve zarurî olarak yokluk
halindedir. O halde vâcib ve müstahilde iki taraf yoktur ki, irâde sıfatının
birini diğerine tercih ve tahsis etmesi söz konusu olabilsin.
Ezelî olan İrade
Sıfatının taallûku da, ezelîdir. Hak Teâlâ'nın ezelde irade ettiği her şey,
ezelî olan ilmine uygundur. Üm-i tlâhî değişmediği gibi, îrade-i îlâhiyye de
değişmez. Ezelde murad olunan, yani tercih ve tahsis olunan her mümkin, zamanı
gelince iradenin ikinci bir taallûkuna muhtaç olmadan mutlaka vücûda gelir.
İrade olunan şeyden dönmek veya murad olunan şeyin meydana gelmemesi Zâtullah
hakkında bir noksan sayıldığından caiz değildir.
5- İrâde Sıfatının Isbati :
Buraya kadar
verdiğimiz bu bilgiler, Ehl-i Sünnet mezhebinin görüşünü temsil eder.
Mû'tezüVnin görüşüne,
Sıfât-i Sübûtiyye bahsinde genel olarak işaret etmiştik. Burada onu
tekrp.rlamryacağız. Fakat Nazzâm ve Câhız gibi bazı Mû'tezile reisleri, «Hak
Teâlâ'ain iradesi, ilminden bir »ev'idir. Yani ilmine racidir,» demişlerdir.
İslâm filozoflarından
Ibn-i Sına ise; «Allah'ın iradesi «inayet» adm; verdiği, bu kâinatın ilâhî nizamını kuşatan ilminin aynıdır»
dedikleri için, Ehl-i
Sünnet âlimlerinin, bu görüşleri reddeden ve iradenin, ilim, kudret ve diğer
sıfatlardan başka müstakil bir kemâl sıfatı olduğunu belirten sözlerini kısaca
ifâdeye çalışacağız.
Ehl-i Sünnet'e göre
herhangi bir mümkinin, yok iken var olabilmesi için, onun vücûdunu ademine,
hakkında caiz olan pek çok hallerden ve sonsuz vakitlerden birini diğerlerine
tercih ve tahsis eden bir müreccih, yani bir tercih edici lâzımdır.
Bu müreccih, bizzat
Zâtulîah değildir. Çünkü Zât-ı tlâhî'nin bütün mümkinlere ve «vücûd ve adem»
gibi bütün nakizlere olan nis-beti birdir. Yani her şey, Allah'ın Zâtına
nisbetle müsavidir,
O halde, bir mümkinin
vücûdunu ademine tercih ederek, nıuay-yen bir zamanda ve muayyen bir şekilde
olmasını gerektiren, Zât-i îlâhî'den başka bir tercih edici lâzımdır.
Bu müreccih «Kudret-i
tlâhiyye» de" olamaz. Çünkü kudret, iki taraftan birini tahsis ve diğerine
tercih eden bir sıfat olmayıp, ezelde tercih ve tahsis olunan şeylerin zamanı
gelince var veya yok olmasını sağhyan bir sıfattır. Kudrete göre de, her mümkin
ve «Mütekâbilât» denilen nakizler ve zıtlar müsavidir. O halde kudret
sıfatından başka, iki tarafdan birini diğerine tercih eden bir sıfat lâzımdır.
Bu sıfat, İlim Sıfatı
da olamaz. Zira ilim, genel olarak maluma tabidir ve onun hikâyesidir. Yani önce
malum tasavvur oiunur, sonra ilm-i ezeliye mutabık olup olmadığına hüUmolumir.
Buna göre malum, zâtını tasavvur bakımından ilimden önce ise de, hârici vücut
bakımından llm-i llâhî'den sonradır. Malum, zâ'.mi tasavvur bakımından ilimden
önce olduğu için, «ilim malûma, tâbidir» denilmiştir. Sonra, ilimle herşeyin
Zât-ı Ilâhî'ye keşfedilmesi ve ezelde malûm olması sebebiyle, her türlü
malûmatın ilim sıfatına oian nis-beti birdir. Bu bakımdan, İlm-i îlâhî'nin her
malumata olan taallûku da müsavidir. Öyle ise ilim de, (vücut ve adem gibi)
iki taraftan birini diğerine tercih eden bir müreccih değildir. O halde,
Zâ-tullah'dan, İlim, Kudret ve diğer sıfatlarından başka bir müreccih lâzımdır. Bu müreccih ise, vazifesi tercih ve
tahsis olan îrade Sıfatıdır[53]
Bu konu Kelâmcılar ve
İslâm filozofları arasında geniş tartışmalara sebep olmuşsa da, biz burada
Ehl-i Sünnet mezhebini özetlemekle yetindik.[54]
Bir kemâl sıfatı
olması sebebiyle, Hak Teâlâ hakkında vâcib olan irade sıfatının nakîzi
(mukabili), «yaptığı işlerde mecbur ve makhur olmak»tır ki, bu bir noksanlık
sayıldığından Hak Teâlâ hakkında müstahildir. Çünkü O, mutlak irade, mutlak
kudret ve her türlü kemâl sıfatlarıyla muttasıftır. Dilediğini yapar, dilemediğini
yapmaz. Zira, O'nun dilemediği bir şeyi, yapmağa O'nu mecbur edecek bir
kuvvet, emrine karşı gelerek O'na galip çıkacak bir varlık yoktur.
îrade sıfatından
başka, bir de «Meşîet» adında müstakil bir sıfat yoktur.- Çünkü, irade ve
meşiet aynı mânâya gelir. Nitekim me-şiet Kur'an-ı Kerîm'de ve Hadîs-i
Şeriflerde irade mânâsına kullanılmıştır [55]
«Siz ancak Allah'ın
dürtiginl diyebilirsin.» âyet-ı kerîme, ile «Allah'ın dilediği oldu, dilemediği
olmadı»
Hadîs-i Şerifinde
olduğu gibi. [56]
Hak Teâlâ'mn Zâtı
hakkında vâcib olan kemâl sıfatlarından biri de, «Kudret» sıfatıdır. Ehl-i
Sünnetin itikadda iki hak mezhebi olarak bilinip inanılan Eş'ariyye ve
Mâtürîdîyye'ye göre, kudret sıfatının AHahu Teâlâ hakkında sabit olan «Sıfât-ı
Meânî»'den biri olduğunda ittifak vardır. Sıfât-ı Meânî'den sayılmasının sebebi
ise, bu sıfatın mânâ bakımından Zât-ı llâhî'den başka bir mefhumu olmasıdır.
Ancak, bu iki mezheb
âlimleri, kudret sıfatından başka, bir de «Tekvin» sıfatı olduğunda iki ayrı
görüşe sahip olduklarından, kudret sıfatını anlayış ve tarif edişte de
ayrılmışlardır.
Şimdi bu iki görüşü
kısaca açıklayalım :
Eş'arîlere GÖre :
İcad etmek, yaratmak
ve bilfiil vücuda getirmek, Hak Teâlâ'mn kudret sıfatıyla olur. Çünkü Kudret;
Zât-ı İlâhî ile kadim ve Hak Teâlâ'mn İlim ve İradesine uygun olarak mümkinâtı
îcâd ve yok eden, ezelî, sübûtî ve vücûdî bir kemâl sıfatıdır.
Kudret sıfatının iki
türlü taallûku vardır.
Bu taallûklardan biri
ezelî olup, mümkinâtm failden sudur etmesini sahih ve sâlih yani elverişli
kılar. Bu sebeple bazıları bu taallûka «Sâlûhî kadîm» adım vermişlerdir. Çünkü
mümkin olan bir şeyi icad edilmeye sâlih
(elverişli) ve hazırlanmış kılar.
Diğeri ise «Taallûk-i
lâyezâlî», yani taallûku hadistir ki, ezelî irâdenin tercihine göre herhangi
bir mümkin bununla îcâd
veya îdâm olunur ve böylece o mümkün var veya yok olmuş olur. İşte bu
ikinci taallûk, var veya yok etmede esasdır.
O halde tekvin, kudret
sıfatının bu ikinci taallûkunun eseridir. Ayrıca tekvin adıyla müstakil bir
sıfat yoktur. Hak Teâlâ'ya «Mö-kevvin» isminin verilmesi, kudret sıfatından
ayrı olarak «Tekvin» adıyla Zât-ı Ilâhî'ye zait, vücûdî bir sıfatın ona isnad
edilmesini gerektirmez. Çünkü bu ismin Hak Teâlâ'ya verilmesinde, «Tekvin»
mefhumunun Zât-i îlâhî'ye aklen aykırı bir emr-i itibarî olması kâfidir.
Bu sebeble, Eş'arîlere
nazaran tekvin, hakîkî bir sıfat olmayıp, kudret sıfatına râcî ve onun ikiaci
taallûkundan ibaret bir emr-i itibarîdir. Hak Teâlâ bu kâinatı, ilâhî ihtiyarı
ve ezelî kudretiyle, irâde ve ilmine uygun olarak yoktan var etmiştir. Bütün
mümki-nât, ilâhî kudretinin güzel bir eseri ve eşsiz bir tecellisidir.
Kudret sıfatı yalnız
mümkin olan şeylere taallûk eder. Aklen vâcib veya müstahil olan şeylere
taallûk etmez. Çünkü vacibin vücûdu, zâtının muktezâsı ve icabı olduğundan
daima mevcuttur. Müstahil ise, daima yok olan ve var olabilmesi asla caiz
olmayan şeydir. Dâima var veya dâima mâdum (yok) olan şeylerde ise, var veya
yok etme söz konusu olamaz.
MâtÜrîdîlere Göre :
Kudret ve Tekvin, her
ikisi de, Zât-ı ilâhî ile kaaim ve yalnız mümkinatâ taallûku olan ezelî vücûdî
ve hakîkî iki kemâl sıfatıdır. Yukarıda belirtilen sebeble, her iki sıfat da
vâcibât ve müsta-hîlâta taallûk etmez. Her ikisi de Hak Teâlâ hakkında vâcib ve
mefhumları Zatullah'ın mefhumundan başka olan «Sıfât-ı Meânî» den-, dir.
Bu görüşe nazaran Kudret :
Hak Teâlâ'nm, bütün
mümkinâtta irade ve ilmine uygun olarak tesir ve tasarruf etmesi demektir.
Bu sıfatın bir
taallûku vardır. Mümkinâta olan bu taallûk, ezeli ve sâlûhî olup, Allah
Teâlâ'mn, mümkin olan bir şeyi icad edip etmemesi, vücûda getirip getirmemesi
ezelde onunla sahih ve salih olur. Yok iken var etmek ve bizzat yaratmak ise,
Eş'arîter'in nedi-ği gibi «Kudret» sıfatıyla olmayıp, «Tekvin» sıfatıyla olur. O halde, kudret
sıfatından başka bir de bir şeyi yok iken var etmek sânından olan «Tekvin
sıfatı» vardır.
O halde Mâtûrîdîlere göre Tekvin Sıfatı :
Zât-ı îlâhî ile kaaim
ve bilfiil icat etmek «yaratmak» şanından olan ezelî ve vücûdî bir sıfattır.
Tekvinden maksat, tekvin edici (Mü-kevvin) ile tekvin olunan (mükevven)
arasındaki bir emri izafî olan taallûk olmayıp, bir eserin vücut bulmasında
müessir olan «Mebde-i tekvin» ve «Menşe-i tekvin» dir. Bu mebde ve menşe, izafî
ve itibarî olmayan hakikî bir sıfattır. Çünkü bu da Zât-ı tîâhî ile kaaim ve
ezelî olan bir sıfattır.
Tekvin'e; icâd, tesir
ve yaratma da denir. Tekvin'i, «madum olan bir şeyi, yokluktan çıkararak vücuda
getirmektir», diye tefsir etmişlerdir.
Tekvin
Sıfatı'nm îsbatı :
Tekvin; îlim, trade ve
Kudret sıfatlarından başka bir sıfattır. Çünkü :İlim sıfatıyla malûmat
mütemayiz ve münkeşif olur.
Kudret sıfatıyla
mümkinâtm îcâd (fiil) veya yok (terk) edilmeleri sahih ve sâlih olur.
irade sıfatıyla, icâd
veya yok edilmek'den (yani fiil veya terk-den) biri, diğerine tercih olunur.
îste bu tercihten sonra, tercih olunanı yaratmakta bilfiil müessir olacak
başka bir sıfat lâzımdır ki, bu müessir sıfat, Tekvin sıfatıdır.
Tekvin Sıfatıyla Kudret Sıfatı Arasındaki Fark :
Tekvin de Kudret gibi
yalnız mümkinâta, yani olması da olmaması da caiz olan şeylere taallûk eder.
Ancak :
1- Kudret
sıfatının makdûrâta taallûku
ezelî ve herbirine olan nisbeti de müsavidir. Tekvinin
ise, mükevvenâta taallûku ezelî olmayıp, îâyezâîî (yani hadis)
dir yalnız, vücuda gelenlere taallûk eder.
2- Diğer bir
cihet de, Tekvin sıfatı makdûrun vücudunu gerektirdiği ve onu zarurî kıldığı
halde, Kudret, makdûrun vücudunu icap
ettirmez. Ancak onun, Hak Telâ'dan sudûrunu sahih kılar.
işte bu hususlar,
Mâtûrîdîler nazarında Kudret ve Tekvin sıfatlarını biribirinden ayıran
Özelliklerdir.
Hak Teâlâ'mn,
yaratmak, rızık ve nimet vermek, azâb etmek, diriltmek ve öldürmek gibi bütün
fiilleri, Tekvin Sıfatına râcidir. Allahu Teâlâ'ya, eşyayı yaratması itibariyle,
«Halik ve Mûcid», mahlûkâtma hayat ve rızık vermesi itibariyle «Muhyî» ve
«Rezzâk» tesmiye edilir. Fakat halk (yaratmak), icâd, ihya (diriltmek ve"
terzîk (rızık vermek) gibi bütün ilâhî fiiller, Tekvin sıfatına râci olup, onun
eser ve tecellîleridir.
Kudret ve Tekvin,
birer kemal sıfatı olup, zıdlan olan «kudretsizlik», «mutlak acz» ve
«yaratmaktan âciz olmak», Hak Teâlâ hakkında muhaldir, mümkün değildir.
Allahu Teâlâ'mn sonsuz
bir kudret sahibi ve herşeye kaadir olduğuna, görmekte olduğumuz şu kâinat ve
onun ihtiva ettiği güzellik ve şaşmaz nizam en büyük delildir. Bu husus Hak
Teâlâ'mn varlığını isbat eden deliller arasında zikrettiğimiz «îbda' ve İllet-i
Gâiyye» ve Nizam-ı âlem» adı verilen delilde açık ifadesini bulmuştur.
Kur'an-ı Kerîm'de zikredilen
birçok âyetlerden : «Şüphesi/. Âflah herşeye hakkıyla kaadirdir.» [57]
Âyet~i Kerimesi, Hak Teâlâ'mn
Kudret Sıfatıyla muttası duğuna delil teşkil eder. «O'ium (Allah'ın)
emri, bir şeyi dilediği zaman ona yalnız (ol) demesidir. O da (ol emriyle) oluverir.»[58] Âyeti
Kerîmesi de, yaratmağa ve diğer ilâhî fiillere mebde, olduğu söylenen «Tekvin»
fatma delil olarak zikredilmiştir [59].
Sem' ve Basar, Hak
Teâlâ'mn muttasıf olduğu kemâl sıfatlarir
Basar ise, görülmek
vasfında olan her şeyi görmesi demektir- Ancak Hafe Teâlâ'mn işitmesi ve
görmesi, mahlûkatda olduğu veçhile kulak ve göz gibi iki maddî uzuv ve diğer
maddî ve hissî vasıtalarla değildir. Çünkü Allah, madde ve cismiyetden ve
mahlûkâta benzemekten münezzehdir. Bu sebeble, nasıl ki Zâtı Ilâhî'nin hakikat
ve mahiyetini idrak edemiyoruz. Sıfatlarının hakikatini, işitim-ve görmesinin
mahiyetini ve keyfiyetini de idrak edemeyiz.
İnsan bu hususda âcizdir. Bunun içindir ki, ne Zâtullalı'ın ne de
Sıfâtui-lah'm hakikatini araştırmakla mükellef değiliz. Fakat Kur'an-ı Ke~
rîm'de ve Sahih Hadislerde sarih olarak geçen
sıfatlara da inan mak
mecburiyetindeyiz.
Hak Teâlâ'mn Semi' ve
Basîr, yani (her şeyi en iyi igitici vt en İyi görücü) olduğu Kur'an-ı Kerîm'de
birçok yerlerde zikredilmiştir. [60]O
halde bize düşen, Hak Teâlâ'mn her şeyi (keyfiyetini bilemiyeceğimiz bir
şekilde) işittiğine ve gördüğüne
inanmaktır.
Bunun içindir ki bazı
âlimler, bu iki sıfatın Hak Teâlâ'ya sü-bütunu zarurî bulmuşlar ve aklî delil
beyanına dahi lüzum görmemişlerdir. Bunlara göre, Resulüne ve O'na indirilen
Kitâbullâh'a inanan her insana, Hak Teâlâ'mn «Semi'» ve «Basîr» olduğuna inanmak
vaciptir. Bu husus, semî', yani nakli delil ile sabitdir. En emin yol da,
dinden olduğu kesin olarak bilinen şeylere inanmaktır.
îlim sıfatı ile
muttasıf olan Hak Teâlâ'mn bir de işitme ve görme sıfatları ile muttasıf
olması aklen zarurî değildir. Bu sebeple, bu iki sıfat için aklî deliller
zikretmektense, naklen sabit olan ve dinden olduğu kesin olarak bilinen bu
sıfatlara inanmak daha doğ-ru olur. Bu görüş, icmâlî olarak Ehl-i Sünnet
akidesini ifade eder.
Bu esasa rağmen, bazı
filozoflar ve Mû'tezile bilginleri, sem' ve basar'ı inkâr etmişler ve her
ikisinin de ilmin aynı veya ilimden iki nevi olduğunu iddia etmişlerdir. Ancak
bu görüş kabul
edilmemiştir [61]
Çünkü :
1- İnsanlara göre
ilmin sebeblerinden biri de, selim (sağlıklı)
duyu organlarıdır. Bu sebeble kulakla işitilen ve gözle görülen şey,
sahibine, işitilen ve görülen şeyler hakkında bir bilgi verir. Bunlar insan
ilminin nevileri olabilir.
Fakat; hakikatim idrakten âciz
olduğumuz Hak Teâlâ'mn işitme ve görmesini,
insanın işitme ve görmesi gibi
kabul ederek aynı neticeye varmak yanlıştır. Görülmeyen, eşi ve benzeri
bulunmayan, ezeli ve ebedî, kadîm ve baaki olan
Yüce Allah'ın Sıfatlarını, görülen fâni varlıkların sıfatlarına kıyaslamak bâtıl ve yanlış bir
kıyastır.
2- Mesel , herhangi bir şeyi tam ve açık olarak
bilsek, bu bir ilimdir. Sonra o şeyi
gözümüzle görsek, bu iki hal arasında mutlaka bir fark ve yeni bir şey buluruz
ki, bu fazlalık «tbsâr» yani görmektir.
O halde, bilinen bîr şeyi görmek, görene yeni şeyler kazandırıyor. Öyle ise
görmek ve işitmek, mücerred (somut) ilimden başka ve farklı şeylerdir [62]
Nitekim Yüce Allah'ın
İlim Sıfatı, mümkinâta, vâcibât ve fnüsta-hîlâta taallûk ettiği halde, Hak
Teâlâ ile kaaim, ezelî ve vücûdî olan: Sem' ve Basar sıfatları, yalnız görülmek
ve işitilmek tabiatında olan şeylere taallûk eder ve o şeyler, ilim sıfatıyla
hâsıl olan inkişâftan başka olarak tam bir inkişafla münkeşif olur. Yani
gizli, aşikâr ne varsa, ne kadar gizli ve kapalı olursa olsun hiçbir şey Sem'
ve Basar Sıfatlarının taallukundan hariç kalmaz. Hak Teâlâ'-nm bir şeyi görüp
işitmesi, mahlûkâtta olduğu gibi diğer şeyleri de o anda görüp işitmesine mâni
olmaz. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın görmesi ve işitmesi; bir âlet, göz ve kulak gibi
maddî ve mahdud kuvvette olan bir uzuvla değildir.
Sem' ve Basar
sıfatları birer kemâl sıfat olduğundan, nakîz-leri (karşıtları) olan «görmemek»
(âmâlık) ve «işitmemek» (sağırlık) Allahu Teâlâ hakkında muhaî olan noksan
sıfatlardandır.
Sem' ve Basar
sıfatlarına kıyas ederek, Hak Teâlâ'yı zevk (tatmak) ve şem (koklamak) gibi
diğer hissî sıfatlarla vasıflandırmak asla caiz değildir. Çünkü, bunlarla
vasıflanmasına dair ne Kur'an'da bir âyet, ne de Peygamberimizden bir hadis
vârid olmuştur. [63]
Hak Teâlâ'mn muttasıf
bulunduğu kemâl sıfatlardan biri de, «Kelâm» sıfatıdır. Zât-i İlâhî hakkında
vâcib olan Kelâm, «AHahu Teâlâ'nm sese, harflere ve bu harflerden meydana gelen
kelime ve cümleleri tertiblemeye muhtaç olmadan konuşması» demektir. Zira Hak
Teâlâ her türlü ihtiyaçtan, Zât ve Sıfat bakımından herhangi bir varlığa
benzemekten münezzehdir. Bu sebeble, Kelâm ve tekellümü de, Zât-ı İlâhî'sine
mahsus olup, insan söz ve konuşmasına asla benzemez. İlâhî tekellümün hakikat
ve keyfiyyeti de bilinemez.
Allahıı Teâîâ'mn
«Mütekellim», Kur'an-ı Kerim'in de «Kelâ-mullah» olduğunda, Kelâmcılar ve bütün
îslâm bilginleri arasında ittifak vardır. Fakat, islâm akidesini aklî ve
felsefî metodlarla da izah ederek, hakkı arayanları irsâd, inkâr edenleri de
ilzam etmek (susturmak) ve böylece akîdeyi korumakla mükellef olan Kelâm
bilginleri, Hak Teâlâ'mn «Kelâm» adı verilen bir sıfatla muttasıf olduğunda, bu
sıfatın keyfiyet ve hususiyetinde ve «KelâmuIIah olan Kur'an»ın kadim ve gayr-ı
mahlûk, veya hadîs ve mahlûk olduğu hususlarında ihtiîâfa düşmüşlerdir.
Hepsinin gayesi, Cenab-ı Hakk'ı her türlü noksandan tenzih etmek olduğu halde,
Kur'an-ı Azimüşşân'ın mahlûk olup olmadığı meselesi, Ehl-i Sünnet İle
Mû'-tezile arasında ilmî münakaşa sınırını aşmış, Abbasî halifelerinden
«Me'muıı» zamanında bir nevi mücadele halini almıştır. Bu konunun önemi ve
akâid ilminLı işgal ettiği geniş yer sebebiyle bu ilme, «İlm-i Kelâm» adı
verildiğini, «Giriş» kısmında ifade etmiştik. Aynı sebeble, bu sıfat üzerinde
ve bununla ilgili konularda yeteri kadar durarak, bu konudaki mezhepleri ve
herbirinin görüş ve düşünüşlerini beyan etmemiz gerekir. Ancak, burada böyle
bir tafsilâta girmek, bu kitabı hazırlamaktaki gayeye uygun düşmeyeceğinden,
daha ziyade Ehl-i Sünnet mezhebinin görüşünü izah etmekle ve MıYtezile'nin
düşünüş tarzına işaretle yetineceğiz.
Ehl-i Sünnet
Kelâmc.larma göre Kelam Sıfatı ve KelâmuIIah Ehl-i Sünnet âlimlerine göre Kelâm
Sıfatı, «Sıfât-ı Subûtiyye> dendir. Yâni, Zâtullah ile kaaîm olan, ezelî
subûtî ve vücûdî bir sıfattır. Hak Teâlâ bu sıfatla, her şeyi; emirlerini,
yasaklarını ve diğer hükümlerini Meleklerine ve Peygamberlerine bildirir. İlâhî
kitaplar, bu sıfatın taallukuyla zuhur etmiş ve meydana gelmiştir.
Kelâm Sıfatı; İlim ve
trade sıfatlarından başka müstakil bir sıfat olup, İlim Sıfatı gibi vacibe,
caize ve müstahile, hülâsa herzeye taallûk eder. HiçL.. şey, bu sıfatın
taallûkundan hariç kalmaz. Kelâm Sıfatı bir sıfatı kemâl olduğu için, Zât-ı
Bârî'nin onunla it-tisâfı vâcib, zıddı olan «dilsizlik» ise, bir noksanlık
olduğundan Hak Teâlâ'ya müstahildir.
- Ehl-i Sünııet'den
Selef Ulemâsına Göre : Ehl-i Sünnet'den Selef ulemâsına göre Kur'an-ı Kerîm,
Kelâ-mullahdır. Yani Kur'an, Allah ile kaaim olup, mahlûk değildir. Kur'an'la
mütekellim olan ve onu ind-i ilâhîden inzal buyuran bizzat Allahu Teâlâ'dır.
Kur'an, havada veya başka bir yerde yaratılmamış, başkasıyla başlatılmamıştır.
Çünkü Kur'an, KelâmuIIah olması itibariyle kadimdir. Gayr-ı mahlûktur.
Allah'dan başlamıştır ve sonunda yine O'na avdet edecektir. Bunun içindir ki,
Selef; demişlerdir
Selefe göre Hak Teâlâ,
dilediği vakitte mütekellimdir. Bu demişlerdir.
(Eş'arîlere bebledır ki göre ise
Kelâm, İlim ve Kudret gibi Zât-ı İlâhî'ye lâzımdır. Dâima âlim ve kaadir olduğu
gibi, dâima mütekelimdir.)
Selef ulemâsı
nazarında Kur'an, yalnız hurûf ve lâfızdan, veya yalnız meânîden ibaret
değildir. Belki o, hem hurûf, hem de manaların mecmâudur. Çünkü hem harf ve
lâfız, hem de mânâ, Kelâm'm müsemmâsmda ve anlamında dahildir. O halde Kelâm,
lâfızda hakikat, mânâda mecaz olmayıp, her ikisinde de hakikattir. Bu bakımdan
Kur'an'ın harfleri ve lâfızları mahlûk değildir. Eğer mahlûk olsaydı, Kelâm-ı
tlâhî yalnız mânâdan ibaret kalır, lâfzı da, başkasının kelâmı olurdu. Yani o
mânâyı Allah tekellüm etmemiş olurdu. Halbuki Peygamber Efendimize Cibril-i
emîn vasıtasıyla in-zâl olunan Kur'an-i Kerîm, hakikaten Kelâmullahdır. Bu
hususta ittifak vardır. Nitekim Usûlü Fıkıh ulemâsı nazarında da Kur'an, lâfız
ve mânânın müşterek ismidir.
Selefe ve Usulcülere
göre ayrıca, «Kelâm-ı Nefsi» denilen, Zât-ı tlâhî ile kaaim bir mânâ yoktur.
Kur'an okunurken
işitilen Kur'an, yani «Kur'an-ı mesmu» mahlûk olmamakla beraber, okuyanın ses
ve tilâveti, beşerî bir fiil olması bakımından mahlûktur.
2- Eş'arîİere
Göre :
a) Kelâm Sıfatı ve Kelâmullah :
Daha sonra
gelişen fikirler ve birçok itirazlar karşısında zuhur eden bir mezhebe göre Kelâm, mânâda
hakikat, lâfızda mecaz olarak kabul edilmiştir, «tttihâdiyye» adı verilen, daha
sonra Eş'a-rîler ve Mâtûrîdîler tarafından da esasları benimsenerek
geliştirilen bu mezhebe göre : «Gayr-ı
mahlûk» olan Kur'an'ın mânâsı bir olup, bu mânâ kadîm ve Zât-ı İlâhî iîe
kaaimdir. Bu mânâya «Kelâm-ı Nefsi» denir. O halde Keiâm-i
Nefsi; nefiste bulunan ve nefis ile kaaim olan mânâ,
demektir. Meselâ : Bazan dilimizle
sükût ettiğimiz halde, kalbimizle birseyler söyleriz, bir mânâ tasarlarız.
Sonra kalbimizdeki bu mânâyı
(mefhûmu) kelimeler ve
ses vasitasiyie dilimizle söz
halinde ifade ederiz, işte kalbde, nefiste bulunan bu sözlere «Kelâm-ı Nefsî», l
Eş'arîler Kelâmullah'ı
böylece ikiye ayırmakta, birincisine «Kelâm-ı Lâfzı», ikincisine de «Kelâm-ı
Nefsî» adını vermektedirler.
Eş'arîİere göre
Kelâm-ı tlâhî, Kelâm-ı Nefsi ı ilâhî'yi
idrake vesile olan ve ona delâlet eden ibareler ve işaretlerden, âyet ve
sû-
relerden mürekkeptir.
Kur'an-ı Kerîm Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.J'e inzal olunan Kelâm-ı Lâfzî-i
Ilâhî'dir. Bu lâfız, Zâtullah ile kaaim olan, Kelâm Sıfât-ı ezelîsinin ilâhî
bir tecellisi ise de, Mus-haflarda yazılan, hafızalarda saklanan ve dillerde
ibâdet gayesiyle okunan lâfızlar, birbirini takibeden kelimeler olduğu için
mahlûktur. Bu lâfız ve ibarelere «Kelâmullah» denmesi mecâzendir. Alâkası
ise, bu lâfızların, Kelâmullah-ı Kadîm'e delâlet etmesidir. Bundan başka,
yazılan, hıfzedilen ve okunan bu lâfızların Hak Teâlâ ile' daha yakın alâkası
vardır. Bu alâka ise :
a) Bir
rivayete göre bu lâfızlar; Allahu Teâlâ'nm «Levh-i mahfuzda» vücûda getirdiği
şekillerdir. Delili [64]:
b) Diğer bir
rivayete göre, de Cibrîl-i Emîn'in l
Bu esasa göre,
mushaflarda yazılan ve dillerde okunan Kur'an. hadis ve mahlûk olduğundan, bu
ciheti isbat için Mû'tezile tarafından Eş'arîİere karşı serdedilen bütün
deliller çürümüş ve aralarındaki ihtilâf, yalnız «Kelâm-ı Nefsî» meselesine
inh
Ancak, buradan
kuvvetli bir İtiraz doğuyor. Şöyle ki :
1- Eğer «Ketâmullah»
sözü, Kelâm-ı Nefsî'de hakikat,
Kelâm-ı Lâfzî'^e mecaz olursa, Peygamberimize- nazil olan ve «Mushaf» ta yazılan Kur'an-ı Mu'cizi'l-Beyân, Allah
kelâmı olmamış olur. Halbuki lâfz-ı Kur'an'ın da KeiâmuUah olduğunda icmâ' ak-dolunmuştur.
2- Sonra,
Kur'an'ı inkâr eden müşriklere Kur'an'ın lâfzı ve belâğî yüceliği ile meydan
okunmuştur. O halde, Kur'an lâfzının da Kelâmullah olduğu muhakkaktır.
Bu kuvvetli itiraz
şöyle cevaplandırılmıştır :
a) Kur'an-ı
Kerim, şer'î (dînî)
hakikat olmuştur. Bu husus
reddedilemez. Yani Kur'an, Lâfzı de, şer'î hakikat olduğu gibi, Nefsîde de
şer'î bir hakikattir. Bu sebeble Kelâmullah, Lâfzı ve Nefsi arasında Örfen
müşterektir. «Lâfzı de mecazdır» diyenler bu şer'î kullanılışı mülâhaza etmemiş
ve bu icmâı inkârı düşünmemişlerdir.
b) «Makâsıd»
adlı meşhur eserin müellifi ve sarihi olan Sâ-deddin el - Teftâzânî'nin de
tercih ettiği fikre göre ise Kelâmullah, Kelâm-ı Lâfzı ve Kelâm-ı Nefsi
arasında müşterek olup, her ikisinde de hakikattir...
Kelâm-ı Nefsî'ye
ıtlâkı hakikattir. Çünkü Kelâm-ı Nefsî, Zâtul-lah ile kaaim olan ezelî bir
sıfattır.
Kelâmullah'ın Kelâm-ı
Lâfzî'ye itlâkı da hakikattir. Çünkü, Allah'ın mahlûku ve eseridir, beşer
te'lifi ve eseri değildir.
Eş'arîler ve
Mâtürîdîler nazarında Kelâm-ı Nefsî sabit olup Zâ-tullah ile kaaim ve O'na
zait, subütî, hakîkî ve ezelî bîr sıfattır. Harf, ses, tertib ve te'liften
münezzehdir. Kelâm-ı Lâfzî ona delâlet eder.
Kelâm Sıfatı, ilim ve
irâdeden başkadır. Zira İnsan, bilmediği bir şeyi haber verebilir, veya arzu
etmediği bir şeyi emredebilir. Şüphe yoktur ki haber ve emir, insanların
kelâmından iki nevi olduğu halde, her ikisi de ne bir ilim, ne de bir irâdeden
başka bir sıfat değildir.
b) Kelâm Sıfatının ve Kelâm-ı Nefsinin İsbâtı ;
Ehl-i Sünnet'e göre,
yukarıda izah ettiğimiz Kelâm Sıfatı, Hak Teâlâ hakkında vâcibdir. Allahu
Teâlâ, Kelâm Sıfatıyla muttasıf-tır. Bu husus, İcmâ-i Ümmet ve Peygamberlerden
naklolunan mü-tevâtir haber ile sabittir. Çünkü :
1- Mû'tezile
dahil, bütün müslümanlar Hak Teâlâ'tun «Mü-tekellim» olduğunda ittifak
dahilindedirler. Ehl-i Sünnet'e göre mü-tekellim olabilmek için, mutlaka Kelâm
Sıfatıyla muttasıf olmak gerekir. Çünkü Arab dili gramerine göre «mütekellim>
kelimesi. ism-i fail olup, «tekellüm» masdarından türetilmiştir. Yani tekellüm
kelimesi masdar olduğu için asıl, mütekellim kelimesi ism-i fail (özne) olduğu
için, fer' hükmündedir. Şüphe yoktur ki asü olmadan fer' olmaz. O halde fer'
hükmünde olan «mütekellim» ism-i failinin Hak Teâlâ hakkında sabit olması, onun
aslı (mebdei) hükmünde olan «tekellüm» masdarının da Hak Teâlâ hakkında sabit
olmasını gerektirir.
Bu kaideye göre
«tekellüm» Hak Teâlâ'nın Zâtıyla kaaim bir sıfattır. Zira; «Hak Teâlâ
Mütekellimdir; fakat bunun mebdei olan tekellüm, Zât-ı ilâhî ile kaaim
değildir. Tekellüm başkasıyla kaaim-dir» diyemeyiz. Nitekim meselâ : «Ahmed
müteharriktir. Fakat hareket sıfatı onunla değil, başkasıyla kaaimdir» veya
«Mehmed beyazdır. Fakat beyazlık başkasıyla kaaimdir. O, beyazlık sıfatıyla
munttasıf değildir» diyemeyiz. Bu kaideye göre, Hak Teâlâ'nın «Mütekellim»
olması, «tekellüm sıfatıyla» muttasıf olmasını gerektirir. Tekellümün mânâsı
ise, kelâm ile muttasıf olmaktır. O halde, Hak Teâlâ Kelâm sıfatıyla
muttasıftır. Bu gramer kaidesi, Ehl-İ Sünnet görüşünü teyid etmekte ve
«Mütekellim»in kelâm ile muttasıf olmak mânâsına geldiğini, Mû'tezile'nin
dediği gibi kelâmın îcâd mânâsına gelmediğini isbat etmektedir.
2- Hak
Teâîâ'nın «Mütekellim» olduğu, doğrulukla muttasıf ve her sözleri doğru olan
Peygamberlerin hadisleriyle sabittir. Allahu Teâlâ'nın mütekellim olduğuna
delâlet eden Peygamberlerin sözleri, tevatür yoluyla, mütevâtir haber olarak
bizlere kadar gelmiştir.
Yukarda izah ettiğimiz
veçhile, «mütekelîim» olmak, tekellümü, yani kelâm ile muttasıf olmayı
gerektirdiğinden, Hak Teâlâ'nın Kelâm Sıfatıyla muttasıf olduğu, Peygamberlerin
sadık haberleriyle de sabittir. Esasen bu konuda İcmâ-ı Ümmete, Sünnete ve :[67] gibi âyet-i kerîmelere dayanmaktadır. Bütün
Peygamberler
şunu emretti, [68] bunu
nehyetti» demek suretiyle Hak Teâlâ'ya «Kelâm» isnâd etmişler, «Mütekellim»
olduğunda ittifak etmişlerdir.
3- Esasen,
Hak Teâlâ Peygamberleri, emir ve yasaklarını insanlara tebliğ için gönderdiğine
göre, eğer «Mütekellim», yani Kelâm sıfatıyla muttasıf olmasaydı, âmir
(emredici) ve nâhî (yasaklayıcı) olmaz, dolayısiyle Risâlet ve Peygamberlik ue
bulunmazdı. Halbuki Allahu Teâlâ'nın mütekellim olduğu, yukarda zikredilen
âyet-i kerîmeler ve sahih hadislerle sabittir.
Ehl-i Sünnet, Hak
Teâlâ'nın Kelâm Sıfatını böylece isbat ettikten sonra, yukarıda tarif
ettiğimiz Kelâm Sıfatı'ndan maksadın «Kelâm-ı Nefsî» olduğunu ifade
etmektedirler.
«Allah Hak Teâlâ ile
kaaim ezelî ve zatî bir sıfat olan Kelâm-ı Nefsî, ilim ve irâdeden başkadır.
Çünkü, Zât-i îlâhî hakkında icmâ-ı ümmet ve şer'î delillerle sabit olan
«Tekellüm» den maksat, «Kelâm-ı Lâfzî» olmayıp, «Kelâm-ı Nefsî» dir. Zira
Kelâm-ı Lâfzî, birbirini takibed&n hurûf ve kelimelerden mürekkeb olması
sebebiyle hadistir. Ehl-i Sünnet'e göre, hadis olan şeylerin Zât-i İlâhî ile
kaaim olması bâtıldır. Çünkü ezelî ve kadîm olan Zâtullah ile, ancak kadîm
olan şeyler kaaim olabilir. Bu hususta Mû'tezile de aynı görüşe sahibdir.
Görülüyor ki Ehl-i
Sünnet, Kelâm-ı Lâfzî'den başka, bir de Kelâm-ı Nefsî olduğu kanaatındadırlar.
Bu hususu yukarda zikrettiğimiz şekilde izah ettikleri gibi, Arab dilinden de
çeşitli örnekler vermek suretiyle Kelâm-ı Lâfzî'ye ıtlak olunduğu gibi, Kelâm-ı
Nef-sî'ye de ıtlak olunduğunu aşağıdaki m
1- Mücadele sûresinde :
buyurulmuştur [69] Bu
âyet-i Kerime, Kelâm'ın dilde lâfzen olduğu gibi, nefiste, yâni kalbde de
lâfzî olmayan bir kelâm halinde bulunduğunu isbat etmektedir.
2- Hz. Ömer,
Hz. Ebubekir (r.a.)'e biat olunmadan
önce söylemeyi tasarladığı
sözler için, «Nefsimde söz
tasarlayıp tertib ettim buyurmuştur. Bu«soz de Kelâm-ı Nefsî'yi isbat
etmektedir.
3- Sair
Ahtal da : «Gerçekte söz kalbdedir. Fakat l
Bu m
Yalnız şu husus da
bilinmelidir ki, Hak Teâlâ'nın Keîâm-ı Nefsî'si, Zâtullah'a zait olan bir mânâ
olup, bu mânânın mahiyeti bilinemez. Çünkü bu ilâhî mânâ, çok derin ve geniş
olduğundan, mahdud mânâların kalıplan sayılan elfâz ve kelimelerle ifade edilemez
[71]
c) Kelâm Sıfatının Taallûku :
Eş'arîler ve Ehl-i Sünnet
âlimleri, Kelâm Sıfatını ve kelâm-ı nefsî'yi böylece isbat ettikten sonra, bu
ilâhî sıfatın hadd-i zâtında bir olduğunda ittifak etmişlerse de, kelâmın emir,
nehiy, haber ve sair nevilere ayrılması konusunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Bu
görüşleri şöylece özetlîyebiliriz :
1- Kelâm
Sıfatı, ezelde emir, nehiy ve saireye taksim olmamıştır. Ezelde bir olup,
taalluku hadistir. Yani Kelâm, müstakbelde emrolunana taallûk edince «emir»;
nehyolunana taallûk edince, ona nisbetle «nehiy» olur. Haber, hitap gibi diğer
neviler de böyledir. Bu taksim, hakikî ve ezelde vâki olmayıp, itibarîdir.
Hadis olan taallûk itibariyledir.
Kelâm-ı lâfzî'nin Kelâm-i Nefsî'ye delâleti ise, eserin müessire delâlet etmesi
gibi olup, muayyen bir lâfzın muayyen bir mânâya aynen ve harfiyyen delâlet
etmesi mânâsında değildir. Yani, kelâm-i lâfzî'nin arkasında, mütekellimin
kasdinı teşkil eden ikinci ve sabit bir mânâ vardır ki, o, aslında bir olan
ke-lâm-i nefsî'dir. Bu görüş, ilk Eş'arî Kelâmcılanna aittir.
2- Ehl-i
Sünnetin ekserisine göre ise Kelâm, taallûk itibariyle, ezelde emir, nehiy
gibi nevilere ayrılmıştır. Bu taksim itibarî olduğu için, Kelâm Sıfatında
çokluğu gerektirmez. Ancak, bu taal-luk hadis olmayıp, ezelidir.
Bu görüşe yapılan,
«Ezelde emrolunan, nehyolunan olmadığına göre, yok olan şeyler hakkında ezelde
emir ve nehiy söz konusu olamaz. Böyle bir şey abes hükmündedir. Hak Teâlâ'ya
noksanlık verir.» şeklindeki itirazı,
«Ezeldeki emir ve
nehiy, gelecek zamanda bulunması takdir olunanlara aittir. Ezelde henüz mevcut
olmayanlardan, bu emir ve yasakların ezelde tatbiki istenmiyor. Ezeldeki emir
ve yasak, ilm-î ezelî ile, müstakbelde gelecek zamanda vücûd bulacakları
bilinen ve vücûtları takdir olunanlara aittir. Müstahbelde olması takdir olunan
mükellefe, Yüce Allah'ın ezelde emretmesi veya yasaklaması caizdir. Nitekim
bir baba da, henüz mevcut olmayan oğluna,. ilerde var olduğu zaman yapmak üzere
muayyen bir emri verebilir. O halde bir emrin verilmesi için emrolunan kişinin
gelecek zamanda var olacağını takdir etmek kâfidir.» diye cevaplandırmışlardır.
Bu konuda yapılan
çeşitli itirazları ve bu itirazlara verilen cevapların hepsini zikretmiyerek,
yukardaki izahatla yetiniyoruz. Ancak burada, Eş'arîlerie, Mâtûrîdîlerin
ayrıldıkları bir hususa işaret edeceğiz.
d) Kadim Olan Kelâm-ı Nefsi, Ses ve Etfaz Olmadan
Duyulabilir mi, Durulamaz mı?
Eş'arîler; «Kelâm-ı
Nefsî, ses ve elfâz olmadan duyulabilir. Nitekim Hz. Musa, kadîm olan
Kelâmullah'ı duyduğu içindir ki, Peygamberler arasında «Kelîm» sıfatıyla
vasıflandırılmıştır.» diyorlar.
Mâtûridîler ise, bu
soruya «işitilmek, hadis ve maddî olan şeyler için söz konusudur. Kadîm olan
Kelâm-ı Nefsî hadislere mahsus.
olan böyle maddi bir
keyfiyetle hakîkî olarak vasıflandırılanlar. Musa (a.s.), Kelâm-ı Nefsî'yi
aynen işitmemiş, ancak ona delâlet eden lâfızları işitmiştir. «Kelîm»
denilmesi, Kelâmullah'ı, âdetlere muhalif olarak, her cîhetden bir ses halinde
işitmesindendir.» diyerek cevap veriyorlar.
Mâtûrîdîlerin bu
görüşü, bizce, akla ve ilmi esaslara daha uygundur. Çünkü Allahu Teâlâ ve
kadîm olan sıfatları, maddeden ve mevcudata benzemekten münezzehtir. Zâtı ve
Sıfatları, ancak hususî şartlarda ve onunla mütenâsib bir halde, meselâ
âhiretde görülebilir. Bu husus, «Rü'yetullah» bahsinde daha çok
anlaşılacaktır.
Kelâm Sıfatı ve
Kelâmullah konusundaki Eh-li Sünnet ulemâsının görüşlerini çeşitli yönlerden
inceledikten sonra, Mû'tezile mezhebinin bu konudaki görüşüne genel olarak ve
kısaca temas edeceğiz.
3- Mû'tezüe'ye Göre Kelâm ve Kelâmullah :
Mû'tezile mezhebinin
şöhret bulan görüşü şöylece özetlenebilir :
a) Allahu
Teâlâ, mütekellimdir. Mütekellim olduğu Kur'an'la sabittir. Fakat Hak Teâlâ'nm
Zâtı ile kaaim olan «Kelâm» adlı kadîm bir sıfat yoktur. Çünkü :
Zât-ı İlâhî ile kaaim
olan ve ondan ayrı kadîm her hangi bir sıfatı olsaydı, kadimlerin taaddüdü,
yani birden çok olması gerekirdi. Bu ise bâtıldır.
Allah'ın vücûdî
sıfatları hakkındaki Mû'tezile'nin görüşü «Sı-fât-ı Sübûtiyye» bahsinde izah
edilmiştir. Aynı gerekçe üe Kelâm Sıfatını da kadîm bir sıfat olarak kabul
etmiyorlar.
b) Kur'an,
KelâmuHah'dır. Fakat Kelâmullah Zât-ı İlâhî ite kaaim bir şey olmayıp, O'nun
yarattığı bir mahluktur. Çünkü : Kur'atı, harfler ve lâfızlardan mürekkeptir.
Harfler ve lâfızlar ise, birbirini takib eder. Konuşurken konuşulanlar biter,
diğeri başlar ve her biri mahdud ve belirli mânâlara delâlet eder. O halde
mahdud olan bu huruf ve elfaz hadistir. Hadis ola» elfaadan mü-rekkeb olan
Kelâmullah, yani (Kur'an) da hadîstir. Ve her hadis
gibi mahlûktur [72] âyetindeki tekellümden maksad, Allah'ın,
kelâmını halk etmesi demektir. Zira tekellümün hakikati, kelâm-ı lâfzî'nin
havada icad edilmesidir. Mütekel-lim ise elfazdan ibaret olan kelâmı havada icad
edendir. Böyle hadis bir şey, "kadîm bir sıfat olarak Zât-ı Bârî ile
kaaim olamaz. O halde Kelâm, yalnız huruf ve elfâza ıtlak olunur. Yâni Kelâm,
yalnız lâfızda hakikattir. «Kelâm-ı Nefsî» diye anılan Zâtullah ile kaaim ve
kadim bir «Kelâm-ı Zâtî-i îlâhî» yoktur. Diyorlar.îşte Kelâm-ı Nefsîyi ve Kelâm
Sıfatım inkâr eden ve Kur'an'a mahlûktur diyen bu sathî görüş, Ehl-i Sünnet ile
Mû'tezile arasında çetin münakaşa, hattâ mücadelelere sebebiyet vermiştir.
Mû'tezile'nin bu, dil
kurallarına da uymayan görüşü, Ehl-i Sünnet âlimleri tarafından yukarıda izah
edilen şeküde cevaplandırılarak çürütülmüştür. [73]
[1] Bak Şerİı-i Mevâkıf, c. I, s. 258, İstanbul 1311
[2] Bak:
Abdurrahman El - Cezerî :
Tavzihu'l Akâid. s. 46, Kahire 1945
[3] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i
Kelam), Gonca Yayınları: 269-270.
[4] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i
Kelam), Gonca Yayınları: 271-272.
[5] Hadid, 3.
[6] Rahman, 27
[7] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i
Kelam), Gonca Yayınları:272-273.
[8] Şûra, 11
[9] BuhususT^ ve Baka sıfatlarında izah edilmiştir
[10] Fetih, 10
[11] Rahman, 27
[12] Tâhâ, 5
[13] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam),
Gonca Yayınları: 273-276.
[14] Fâtır, 15
[15] Ankebut, 8.
[16] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i
Kelam), Gonca Yayınları: 276-277.
[17] Ihlâs. 1
[18] Fatır, 3.
[19] Mü'minûn, 91
[20] Enbiyâ, 22
[21] Şerhu'I - Akâidi'n - Neseffiyye s. 218-222
[22] Bir dava'mn nakizini iptal etmek suretiyle, o davamn
ashn. .bat etme lüne .Delil-i Hulf» denir. Tavdü.a'l - Akaıd. s. 73-75
[23] Bkz.: a.g., eserler, s. 77, s. 222
[24] Tavzihü'l - Akâid, s. 82.
Ali Arslan Aydın, İslam
İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 278-288.
[25] Lokman, 13
[26] N
[27] Bakara, 29-30
[28] Bak: En'âm, 71. 136-138, 139; İbrahim, 30; Ankebut,
25; Araf. 191, 132. 195, 197; Hacc, 12. 13. 73; Meryem, 81: Furkan, 3: Sebe',
21; Fatır, 13. 14, 40; İsrâ, 56.
[29] Tevbe, 31
[30] Âl-i İmrân, 64
[31] Furkân, 43
[32] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i
Kelam), Gonca Yayınları: 289-291.
[33] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i
Kelam), Gonca Yayınları: 292-293.
[34] Bunun içindir ki; yani, «Herhangi bir şeyin mahiyetini (künhünü)
idrakten âciz kaldığını kavramak,
bir nevi idraktir.» denmiştir.
[35] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i
Kelam), Gonca Yayınları: 293-295.
[36] Bkz.: Şerhu'l -
Akâid. s. 253-265
[37] N
[38] Hûd, 14
[39] Zâriyât. 58T
[40] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i
Kelam), Gonca Yayınları: 295-297.
[41] Delillerin münakaşası ve fazla bilgi için bak.: Şerhi
Makâsid. c. II, s. 45: Şerh-i Mevâkıf, c. m. s. 37 - 44; Şertıu'l - Akâidi'n
Nesefiyye, s. 258 - 275, Tav zihu"l - Akâid, s. 475
[42] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i
Kelam), Gonca Yayınları: 297-298.
[43] Âl-i İmrân, 2
[44] Furkan, 58
[45] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i
Kelam), Gonca Yayınları: 299-300.
[46] Fazla bilgi için bak : Şerh-i Mevâkif. c. III, s. 53-66; Tavdihü'l
- Akâid
[47] Enfâl, 175
[48] Mü'minûn, 17
[49] Mülk. 14
[50] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i
Kelam), Gonca Yayınları: 300-302.
[51] Vaktin sonsuzluğundan
maksat, devamlı ve uzun olmasıdır
[52] Âl-i îmrân, 47
[53] Bkz Gazali Elikd
[54] Fazla bilgi için bkzşerrül mevakıf haşiyelerihÜ'l -
Makâsid, c. III.
[55] ) İnsan (Dehr). 30
[56] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i
Kelam), Gonca Yayınları: 303-307.
[57] Nûr, 45; Âl-i
îmran. 26; Akkâf, 33; En'âm. 11; Rûm
[58] Yasin, 82
[59] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i
Kelam), Gonca Yayınları: 308-312.
[60] Hare. 75. N
[61] Tavzihul - Akâid, s. 87 - 88.
[62] Fazla bilgi için bak : Şerh i Mevâkıf. c. III, s. ti - rt-
[63] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i
Kelam), Gonca Yayınları: 312-313.
[64] Rurûc, 21 - 22.
[65] Bkz : Şerhi
Makâstd, c. II, s. 76
[66] Tekvîr, 19.
[67] N
[68] En'âm, 115 «Rabbinin sözü doğruluk ve adaletle
tamamlandı.»
[69] Mücadele 8.
[70] Bak : Tavdihu
l - Akâiü, s. 90.
[71] ) Kelâm sıfatının, hatt-ı zâtında bir mevcudiyeti
vard.r ki buna «Vttcûd-ı Zâti» denir. Bu mânâyı, kuvvetli idrak sahipleri
sezebilirler. Bu mânânın idrâki ânında, idrak edenin nefsinde hâsıl olan bir
suret vardır ki. buna .Vücnö-v Zihni» denir. Eğer insan nefiste hâsü olan bu
mânâyı vasfetmek isterse onu. muayyen eîfâz ve kelimelerle ifade eder ki buna,
«İbarede Vöcûd» denir, gayet bu ibareyi yazmak ister ve yazarsa buna da.
-Kitabede Vöcûd. denir. Bu dört nevi vücût her şeyde mevcuttur. Ve bu taksim
her şeye tatbik edilebilir. Meselâ, ateşin his ve tecrübe ile sabit olan
hakîki «Vücûd-ı Zâtî> si, akılda mânâsı tasavvur olununca «Vücûd-i Zihnî»
si. bu mânâ l
[72] Nİsâ, 164
[73] Bkz : «Sıfât-i Subûüyye» bahsi, s. 295 – 298
Ali Arslan Aydın, İslam
İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 314-324.