Tarîkat Rûhânîlerine Göre, Râbıta
Yapmanın Kaçınılmaz Lüzumu:
Nakşibendîler, râbıtaya dini ve rûhânî bir nitelik atfetmekte ve onu
İslâm'ın bir parçası, hatta Allah'ın kesin bir emri olarak uygulamaya ve yaymaya
çalışmaktadırlar. Nitekim Nakşî şeyhlerinden Mustafa Fevzi, sırf râbıta konusunda kaleme aldığı İsbât’ul-Mesâlik Fi Râbıta'tis-Sâlik adlı
manzum risâlesinde râbıtanın farz olduğunu ileri sürerek aynen şöyle demektedir:
«Elli dört farzdan biridir râbıta,
Ehl-i aşkın rehberidir râbıta ;
Hubb-i fillâh'tır bu yolda râbıta,
Bir muhabbettir gönülde râbıta.» [1]
Nakşibendîlere göre râbıta farz
olduğu için herkesin mutlak surette bir şeyhe bağlanması ve mürşidine râbıta
yapması kaçınılmaz bir görevdir. Nitekim Muhammed
Emîn el-Kurdî, bu konuda şunları kaydetmektedir:
«Allah'a ulaşmış bulunan şeyh,
mürîdin Allah'a ulaşması için bir aracıdır ve onun, Allah huzuruna
girebileceği bir kapıdır. Dolayısıyla kendisini irşâd edecek bir şeyhi
bulunmayanın rehberi ancak şeytandır.» [2]
Nakşî şeyhlerinden biri olan İsmet Garibullah da el-Kurdî'yi teyid eden sözlerle bir
şeyhe bağlanmanın kaçınılmaz gerekliliğini ileri sürmekte ve bunu Risâle-i Qudsiye'sinde manzum olarak
şöyle anlatmaktadır:
«Şerîat mahzeninden bunca insan,
Hüdâya vâsıl oldu buldu meydan ;
Veli [3] gâyet katı müşkildir ey cân,
Ki mürşidsiz bu sırra ola şâyân.
Heman mürşid bulup hakka gidelim
Cemâl-i bâ kemâle seyr edelim.» [4]
Yukarıdaki «Heman mürşid bulup hakka gidelim.» mısrâında ifade edildiği gibi
tarîkatçılar, cemâl ve kemâle doğru yol almanın; yani Allah'ın güzelliklerini
seyretmek için yürüyebilmenin; onların hayâl ettiği alemde mesafe kat
edebilmenin; hatta ve hatta «Allah'da
eriyip gitme»'nin[5] ancak bir mürşid aracılığıyla gerçekleşebileceğine
inanmaktadırlar. Dolayısıyla râbıtanın lüzumu, onlara göre buradan
kaynaklanmaktadır. Şeyh edinmek ve ona râbıtada bulunmak, tarîkatta âdetâ birbirini
tamamlayan iki temel halkadır. Bundan da anlıyoruz ki bir şeyhe bağlanmak,
bilgilerinden yararlanmak üzere bir öğretmene, bir üstada, bir hocaya başvurmaktan
çok farklıdır. bu sebeple tarîkatçılara göre Allah'a ulaştıran bir aracı olarak
mürşide eğer bir kimse mürîd sıfatıyla gönül bağlamayacak olursa onun iflah
olması mümkün değildir. Tarîkatçılardaki bu kesin inancı, yine yukarıdaki mısraların
sahibinden öğreniyoruz. Bunu da şöyle açıklıyor:
«Mürîd raptetmese şeyhe derûni,
Ebed bulmaz fenâ sırrı kurûni.» [6]
Tarîkatta şeyhe, nasıl ki mürîdi
Allah'a ulaştıran bir aracı, bir rehber olarak bakılmakta ise, râbıtaya da Allah'a
ulaştıran bir çare, bir yol, hatta yegâne bir yol olarak inanılmaktadır.
Mustafa Fevzi bunu, İsbât’ul-Mesâlik Fi Râbıta'tis-Sâlik adlı risâlesinde şöyle özetlemektedir:
«Râbıta şehrâh-ı vuslattır sana,
Mübtedi ! durma yürü ondan yana.»
«Mebde-i Feyz-i Hüdâdır râbıta,
Melce-i şah-ü gedâdır râbıta.»[7]
Şair yukarıdaki beyitlerde, râbıtayı Allah'a ulaştıran
şahâne bir yol olarak niteliyor, tarîkata girenleri bu yolda yürümeye özendiriyor
ve râbıtanın, Allah'ın feyiz ve nurunun kaynağı, (padişah olsun, sıradan insan olsun) herkesin sığınağı olduğunu
ileri sürüyor.
Bütün bu tanımlardan, açıklamalardan, övgü ve özendirmelerden şu özeti
çıkarmak mümkündür:
1. Tarîkata girmek ve bir şeyhe
mutlak surette bağlanmak zorunludur. Mürşidi olmayanın rehberi şeytandır.
2. Tarîkata girerek mürîd olan kişi,
bağlandığı şeyhine râbıta yapacaktır. Onu, hemen her an hatta tuvalette bile[8] hayâlinde canlandıracak; şeklini gözünün önüne
getirecek; kalbini şeyhinin kalbiyle karşı karşıya bulunduracak; yakınında
bulunmuyor olsa bile onu kendine çok yakın hissedecektir.
3. Bununla birlikte şeyhini bir
feyiz, bereket ve nur deryası olarak tasavvur ederken bu okyanustan akan
nurların, onun oluk vazifesini gören kalbinden kendi kalbine aktarıldığını da
düşünecektir.
4. Gerek sağ olsun, gerek ölmüş
olsun, gerek kendisinden çok genç olsun, daima şeyhinden «himmet» ve «bereket» (yani yardım ve nimetlerde bolluk) dileyecektir.
Çünkü mürîdi Allah'a kavuşturabilecek olan tek vasıta ancak ve ancak şeyhtir,
mürşittir. (?) Kişinin kendi kendine Allah'a kavuşması, yani «fenâfillâh» denen makama yükselip «Allah'da erimesi» (!) mümkün değildir.
Bu sebeple
tarîkatçılar Kurân-ı Kerîm'den bazı âyetleri ve ayrıca bazı hadisleri yorumlayarak
bu yoldaki kanâatlerini delillendirmeye de çalışmaktadırlar.
[1]. Mustafa Fevzi, İsbât’ul-Mesâlik Fi
Râbita’tis-Sâlik s. 19
[2]. Muhammed Emîn el-Kurdî el-Erbili,
Tenwîr'ul-Qulûb s.524-525
[3].
Buradaki “veli“ kelimesi, Farsça’dır
ve: Ama, fakat, lakin anlamlarına
gelmektedir. Tasavvufta “Ermiş“
anlamına gelen Arapça kökenli “veli“ ile
karıştırılmamalıdır. Nitekim bu iki kelimenin telaffuzlarında küçük bir aksan
farkı vardır.
[4]. İsmet Garibullah, Risâle-i Qudsiyye s.
30
[5]. “Allah'da eriyip gitme“ inancı Hk. Bk.
BÖLÜM - II/4-a) Râbıtayı Bir Ayrıntı Olarak İşlemiş Bulunan Kitaplar ya da
Kitapçıklar.; BÖLÜM - II/7. Tasavvuf (Seyr-u
Sülûk); Rûh'ul-Furkân: 2/63
[6]. İsmet Garibullah, Risâle-i Qudsiyye
S.91
[7]. Mustafa Fevzi, İsbât’ul-Mesâlik Fi
Râbıta'tis-Sâlik s. 19
[8].
Tarîkatçılar bunu, şöyle ilginç bir gerekçe ile açıklamaya çalışırlar: Sözde, Hz. Ebubekr, Rasulullah'ı tuvalette bile hatırından bir türlü çıkaramıyordu. Bu
nedenle duyduğu sıkıntıyı Hz. Peygamber'e
anlattı. O da bunun önemli olmadığını söyledi. Bk. Rûh'ul-Furkân: 2/76