• Nakşibendîlik
Madem ki Nakşibendî Tarîkatı da tasavvufî bir kurumdur, o halde yukarıdaki
hükümden, Nakşilik için de peşin olarak aynı zamanda söz edilebilir.
Fakat konumuzun eksenini oluşturan râbıta hakkında olabildiğince aydınlanabilmek
amacıyla Nakşibendîliği
Nakşibendî Tarîkatı'nın, tasavvuftan nasıl beslendiğine gelince, bunu en
iyi kanıtlayan delillerin başında yine râbıta gelmektedir. Çünkü râbıtanın
gerek ortaya atıldığı yer ve zaman, gerekse uygulanış biçimi, Nakşîliğin, hangi
din ve felsefelerden, hangi milletlerin mistik kaynaklarından yararlandığını
çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Râbıta, Nakşibendîliği yüzyıllar boyu etkilemiş olan Uzakdoğu dinleri
arasında özellikle Hind mistisizminin,
çok derin izlerini yansıtmaktadır.
Nitekim ileride ayrıntılarıyla ve karşılaştırmalı olarak ortaya
konulacak olan bu gerçek bile tek başına gösteriyor ki Nakşîlik, Bâqıy-Billâh-ı Kabulî'den önce (yani mîlâdî 1550'lerden önce) Türkistan'daki muhiti ile sınırlı iken
tarîkatta uygulamalı olarak râbıta diye bir şey yoktu. Her ne kadar Raşahât'da râbıta, kelime olarak
geçiyorsa da bu kitabın kaleme alındığı mîlâdî XV. yüzyılın ortalarında onun,
sonraki biçimiyle henüz uygulamalı bir tarîkat kuralı olmadığı rahatça
anlaşılmaktadır.
Bu da Türkistan'da Nakşiliği
o dönemde besleyen kaynakların anlayış ve zevk bakımından Hind mistisizminin fantezilerine sahip bulunmadığını kanıtlamaktadır.
Nitekim vaktiyle Türk muhitlerinde yaygın bulunmuş olan Şamanlık, insanın iç dünyasında
coşkular uyandırabilecek zengin dekorlara, motif ve ritüellere sahip bir din
değildi. Bu nedenle Nakşîliğin (henüz Hindistan'a sıçramadan) Türkistan'da ürettiği on bir kavram
bile yine kaynak olarak Budizm'den ruhunu almaktadır. Raşahât bu kavramları sıralayıp açıklarken râbıtayı, sadece
mürîdin şeyhine karşı sevgi beslemesi anlamında kullanmaktadır.
Nakşîliğin, gerek doktrini ve kurallarıyla, gerekse rûhânîlerinin yaşam
tarzıyla İslâm'dan çok farklı bir çizgide olduğunu anlamak hiç de zor değildir.
Bunun için tarîkatın temel dinamiklerini kısaca incelemek yeterlidir.
Bunlar başlıca üçtür: “Biat“,
“Kelimât-ı Semâniye“ ve “Zikir“.
Bu dinamikler, “Seyr-u Sülûk“ adı
altında sistematize edilmiştir.
Seyr-u Sülûk: İki sözcükten oluşan Arapça
bileşik bir terimdir.[1] Sözlükte yalın olarak: Yürümek ve bir yolu
izlemek anlamına gelir. Bir tasavvuf terimi olarak ise: Mistik yöntemle özel bir eğitimden
geçmek demektir.
Bu özel eğitim, “Biat“, “Kelimât-ı Semâniye“ ve “zikir“olarak yukarıda sıralanan genel
başlıklar altındaki birçok kuralın belli şartlarla ve büyük bir titizlikle
şeyhin denetiminde mürîd tarafından uygulanmasıyla gerçekleşir. Bu kuralları,
söz konusu başlıklar altında bir nebze açıklamak râbıtaya ışık tutacaktır.
I - BİAT: İslâm'da bir siyaset bilimi
terimidir. Kısaca, (devlet başkanı olmaya
aday bir kimse lehinde) oy kullanmak demektir. Kaynağı Kurân-ı Kerîm'dir.[2]
İslâm Tarihinde ilk kez, mîlâdî
628 yılında Hudeybiye Antlaşması'nın
imzalanmasından biraz önce yaşanan duyarlı saatlerde Hz. Peygamber (s), beraberinde bulunan yaklaşık 1400 kişiden
bağlılık yemini isteyince Jadd b. Qays adındaki biri hariç, herkes bu davete katılmıştır.
Bu tarihi olay, "Biat" kavramının
kesin biçimde tanımlanmasına kaynaklık etmektedir. Ne bu olayın, ne de anlamını
bundan alan “biat“ kavramının mistik
hiç bir yanı yoktur, tamamen siyâsî-askerî bir anlam taşır. İşte İslâm'daki
biat budur ve bu kurum, İslâm tarihinde Hz.
Peygamber (s)'in devlet başkanlığı ile birlikte işlerlik kazanmış, Hz. Hasan (ra)'ın istifasıyla da son
bulmuştur.[3]
Nakşibendîlikteki bî'atta ise belirsizlikler ve çelişkiler vardır. Nakşî
doktrinine göre, her insan mutlaka bir mürşide bağlanmalıdır. Bu mürşid,
tarîkat şeyhidir. «Şeyhi olmayanın
kılavuzu şeytandır.»[4]
Şeyhin nitelikleri, görev ve
fonksiyonları, tarîkat protokollerinde maddeler halinde sıralanmıştır. Bu hükümlerdeki
kaynak ve ölçü, kitap ve sünnet değildir. Bilakis bunlar, tarîkat rûhânîleri
tarafından belirlenmişlerdir.
Örneğin bu maddelerden bazıları
şöyledir:
«Madde: 10) Mürîdlerinden biriyle
oturmak eğer onun (yani şeyhin) azametini ve heybetini mürîdin kalbinden gidermeye neden oluyorsa
ona, ne uzak ne de çok yakın olmayan bir yerde oturmasını emretmelidir.»
«Madde: 11) Mürîdlerinden
birinin kalbindeki saygınlığını yitirdiğini anlar anlamaz, onu usulca def
etmelidir. Çünkü artık o mürîd, kendisi için düşmanların en büyüğüdür.»
«Madde: 14) Mürîdlerini, cemaat
arkadaşları dışındaki kimselerle konuşmaktan yasaklamalıdır, aksini gerektiren
zorunlu bir durum olmadıkça.»
«Madde: 15) İki ayrı yer
belirlemeli: Bunlardan birinde yalnızca kendisi bulunmalı ve buraya, hizmetlisi
hariç, hiç kimsenin girmesine asla izin vermemeli; diğeri ise, mürîdleriyle
birlikte olacağı yerdir.»
«Madde: 18) Mürîdlerini, başka
bir şeyhin mürîdleriyle oturmaktan yasaklamalıdır. Çünkü onlarda bu suretle bozulma
çok çabuk olur. Eğer sevgisinde kalıcı olduklarını görür ve herhangi bir tereddüde
düşeceklerinden endişe etmezse birlikte olmalarında beis yoktur.»[5]
Bu maddelerin ne kadar ustaca hazırlandıkları meydandadır. Amaç,
tarîkata belli bir disiplin kazandırmak ve bu disiplin çerçevesinde şeyhe, cemaat
üzerinde mutlak bir saygınlık ve heybet sağlamaktır. Dolayısıyla yeri gelmişken
sormak lazım: Kendi inisiyatifleri ile bu maddeleri dinî birer vecîbe olarak
kanunlaştıranlar, acaba râbıtayı da aynen bu şekilde kanunlaştırma yetkisini
kendilerinde bulmuş olamazlar mı? Öyle ise râbıtayı, Mâide Sûresi'nin 35'inci, ve Tevbe
Sûresi'nin 119'uncu âyet-i kerîmelerine zorla dayandırmanın ne gereği
vardır? Her konuda olduğu gibi bu meselede de «Efendi Hazretleri öyle buyurdu.» dense yetmez mi?!
Sonuç olarak kaydetmek gerekir ki, şeyhin verdiği mistik eğitime, emir
ve tâlimatlara mürîdin kesin şekilde boyun eğmesini amaçlayan, tarîkattaki bu
biat, her bakımdan Kur'ânî bî'attan farklıdır. Çünkü her şeyh, ayrı bir cemaate
başkanlık etmekte, hatta diğer şeyhlerle rekabet içinde bulunmaktadır. Mürîdlerinin
bile diğer şeyhlere bağlı mürîdlerle düşüp kalkmasını bu ilgiyle
yasaklamaktadır ki biat bu anlamda çok kişisel bir nitelik taşımaktadır.
Oysa Kur'ânî biat, Müslüman kişinin, şer'î yeterliliğe sahip adaylar arasından
bir devlet başkanını seçmesidir. Yani hilâfet referandumuna fiilen
katılmasıdır. Bundan amaç ise, halîfenin otoritesi etrafında ve İslâm kardeşliği
şemsiyesi altında bütün Müslümanların birleşmesine katkıda bulunmak, onların,
güç ve ülkü birliğinin, eğer yoksa oluşmasına, varsa devamına yardımcı olmak,
bu suretle de ümmete birlik ve beraberlik kazandırmaktır. Biat, bu anlamda (tarîkattakinin tam tersine) evrensel
bir nitelik taşımaktadır.
II - KELİMÂT-I SEMÂNİYE: İki sözcükten oluşan bu Arapça[6] terim, sekiz kelime demektir. “Sekiz kelime“ diye adlandırılmalarına
rağmen bunlar aslında bileşik kalıplardır ve hepsi de Farsça’dır. Çünkü çok önceleri
de işaret edildiği gibi Nakşibendî Tarîkatı'nın dili Farsça’dır.[7] Abdulkhâlıq-ı Gonjduwânî tarafından
bunlara özel anlamlar yüklenerek birer kavram haline getirilmiş ve tarîkatın
temel ilkeleri olarak kararlaştırılmışlardır. Ayrıca, Gonjduwânî'nin ölümünden 140 yıl sonra doğan Şah-ı Nakşibend, Muhammed Buharî'nin, bunlara eklediği
üç kavram daha vardır. Böylece bunlar, toplam on bir ilkeden oluşmaktadır ve
çok kısa anlamlarıyla birlikte sırayla şöyledir:
1-Hûş der dem: Solunumu kontrol etmek (Gafletle solumamak)
2-Nazar ber kadem: Yürürken ayakların önüne bakmak.
3-Sefer der vatan: İnsanlıktan terfi etmeye ve melekleşmeye
çalışmak.
4-Halvet der encümen: İnsanlar arasındayken dikkati
onların üzerinde yoğunlaştırmamak
5-Yâd kerd: Zikre (Allah'ı anmaya)
aralıksız devam etmek.
6-Bâz geşt: Zikirden sonra:
«Allahım! amacım yalnızca sensin, isteğim de sırf senin
hoşnutluğundur.» nakaratını tekrarlamak.
7-Nigâh dâşt: Kalbi vesveselerden korumak.
8-Yâd dâşt: Sözlerin soyut anlamlarından
vazgeçip Allah'ın bizzat kendisine yönelmek.
9-Vukûf-i zamânî: İki, ya da üç saatte bir nefis ve
vicdan muhasebesi yapmak.
10-Vukûf-i adedî: Zikri tek sayılar üzerinde durdurmak.
11-Vukûf-i kalbî: Kalbi, zikrin hem sözü, hem de anlamıyla
meşgul bulundurmak.
Bunlara yüklenmiş olan anlamlar, başta Raşahât olmak üzere tarîkata
ait bazı kitaplarda açıklanmıştır.[8]
Bunlara ilişkin ayrıntılar
incelendiğinde, ilk başta hiç de ürkütücü gözükmeyen yukarıdaki özet
anlamların yanında bu kelimelerin, aslında sinsi, saptırıcı ve endişe verici
içeriklere sahip bulunduğu
anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu kavramların, kaynaklarını Kitap ve
Sünnetten almadığı kesindir. Bunlar sırayla şöyledir:
Birincisi: «Hûş Der Dem»'dir.
«Hûş Der Dem», nefesin denetim altına
alınmasını öngörmektedir. Zamanın gaflet içinde geçirilmemesini emreden bu
ilke, sanki gafilleri kötüleyen âyet-i kerîmeleri hatırlatmaktadır. Halbuki
biraz dikkatle incelenirse anlaşılacaktır ki, burada amaçlanan bilinç hâli ile
Kurân-ı Kerîm'in kötülediği gafletin, aykırı hâli hiç de birbirinin aynısı
değildir. Nitekim (diğer ilkeler
incelendikten sonra daha iyi anlaşılacağı üzere) yukarıdaki tarîkat
kuralında, nefesi çok sıkı bir şekilde kontrol altına almak ve dikkati belli
bir obje üzerinde yoğunlaştırmak esastır. Hatta dikkati bir saniye bile olsa
dağıtmamak şarttır. Oysa bu şekildeki bir bilinç hâli içinde olmaya ilişkin
Kurân-ı Kerîm'de herhangi bir açıklamaya rastlamamaktayız.
Kur'ân'da kötülenen gaflet, kişinin, suç ve günah işlerken bilinçli olmasıdır.
Yani o sırada, Allah'ın her şeyi kuşatıcı otoritesini, sınırsız ve sonsuz
egemenliğini görmezlikten gelmesidir. Gaflet, aslında böyle bir anlam taşır. (Eğer bu otorite ve egemenliği diliyle inkâr
ederse zaten kâfir olur.)
Öyle ise Kurân-ı Kerîm'in amaçladığı bilinçli ve uyanık olma hali bu
sınırsız ve sonsuz egemenliği, özellikle emir ve yasakların uygulanışı sırasında
hatırlamaktır. Yani haramla yüz yüze gelindiğinde direniş göstermek, emirleri
uygularken de «huşû» denen derin ve
içsel bir saygı göstermek, samîmi olmak, aynı zamanda öngörülen erkân ve
şartlara titizlikle ayak uydurmaktır ki İslâm’da buna azîmet denir. Emir ve yasaklar
hayatın her tarafına serpiştirilmiş olduklarından, bunlara uymak için gösterilecek
dikkat ve uyanıklık durumları da sürekli değil, mubahların araya girmesiyle
elbette ki aralıklı olacaktır. Mümin kişi her hâlükârda, gâfil olmamaya elbette
ki dikkat edecektir. Ancak bu, hiç bir zaman zihinsel planda sürekli bir alarm
halinin yaşanması anlamına gelemez. Allah Teâlâ'nın, insana böyle bir
sorumluluk yüklediğini Kur'ân ve Sünnette aramak abestir. Çünkü «Allah, hiç kimseyi, gücünün üstünde bir
görevle yükümlü tutmaz.»[9]
Halbuki «Hûş Der Dem» ilkesinin öngördüğü şey, esasen Allah'a bilinçli
ibâdet etmek de değildir. Bilakis her saniye Allah'ın zâtı üzerinde düşünmeyi
yoğunlaştırmak ve bu suretle bir konsantrasyon[10] sağlamaktır.
Bu idealin, Nakşibendîliğe kesinlikle Budizm'den sızdığı ise, diğer ilkelerin
ilerideki açıklamalarıyla ve özellikle râbıtaya ilişkin analitik incelemelerle
çok daha iyi anlaşılacaktır.[11]
İkinci İlke «Nazar
Ber-Kadem»'dir.
Bunun anlamı: Hiç bir yöne yüz çevirmemek, gözleri yalnızca öne
dikmektir. Amaç, yine dikkatin dağılmasını önlemektir.
Bu ilgiyle hemen hatırlatmak gerekir ki bu on bir ilke arasında sıkı bir
bağ vardır. Bunlardan biri, diğerini tamamlayıcıdır. Bu da söz konusu kavramların
tümünün, aynı kaynaktan alındığını kanıtlamaktadır.
«Nazar Ber-Kadem»'le amaçlanan şey, esasen konsantrasyonun
sürekliliğini sağlamaktır. Çünkü yogada, konsantre olmak kadar bu halin
sürekliliğini sağlamak da çok önemlidir.
Kitap ve Sünnette, Nakşibendî Tarîkatı'nın bu ilke ile amaçladığı bir
terbiye şekli veya bir ahlâk kuralı yoktur. Bilakis Kurân-ı Kerîm'de şu açıklama
ve emirler vardır:
«İnsanlardan yüz çevirme, Allah,
büyüklenen ve övünenlerin tümünü sevmez.»
«Yürümende dengeli ol ve sesini
alçalt.»[12]
Kurân-ı Kerîm'deki bu açıklama ve
emirler, yukarıdaki tarîkat kuralıyla hiç bir noktada uyuşmamaktadır.
Çünkü Kur'ân, bunlarla kişiyi sosyal hayat ortamında yönlendirmek istemekte;
örneğin, onun çalımla yürümemesi ve bağırıp çağırmadan konuşması emredilirken
kişinin, başkasını rahatsız etmemesi amaçlanmaktadır. Yani Kur'ân'ın bütün
emir ve yasaklarında olduğu gibi bu iki âyette de maksat, kişiyi topluma mal etmek
için onu eğitmek ve bu suretle topluma ahlâkî bir disiplin kazandırmaktır.
Dolayısıyla bu emirler evrenseldir.
Halbuki gözleri sırf öne dikmekte ısrar etmeyi ve hiç bir yöne bakmamayı
emreden tarîkattaki «Nazar Ber-Kadem»
ilkesinin
Çünkü insanın, özellikle yürürken gözlerini ısrarla önüne dikip başka
hiç bir yere bakmamasında, hele bunu kesin bir yaşam kuralı haline getirmesinde
hiç bir yarar bulunmadığı gibi böyle bir davranış biçimi Hz. Peygamber (s)'in hayat tarzına da son derece aykırıdır; ve
çünkü O'nun, başta Allah'ın elçisi sıfatıyla, sonra da bir devlet başkanı, bir
komutan, âlemşümul misyona sahip bir lider ve ümmetinin manevî babası olarak
yüklendiği sorumluluğa ve üstlendiği görevlere bakılacak olursa, etrafında
olup biten her şeyi ne kadar dikkatle süzmüş olduğunu kestirmek hiç de zor
değildir.
Müslüman kişinin, her an, her yönden haberdar olması, yakınında cereyan
eden her şeyi dikkatle gözlemesi, sürekli ve her bakımdan uyanık olması gerekirken
onun, gözlerini önüne dikip miskin, sümsük ve uyuşuk yürümesi bir
zavallılıktır. Bu ise iman ehline asla yakışmaz. Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (s)'in yüce sahâbîlerini,
O'nun dâvâ arkadaşlarını överken (meâlen) şöyle buyurmaktadır:
« (...) Onların Tevrat'daki
nitelikleri ve İncil'deki vasıfları şudur: Bir ekin gibidirler; filizini
çıkarmış, onu güçlendirmiş ve gelişmiştir. Derken gövdesinin üzerinde dimdik
durmuştur. (Bu
manzara) çiftçileri sevindirir, ta ki
kâfirler çatlasın....»[13]
Bilindiği üzere hac ibâdetinin
ayrıntılardan biri de Safa ve Marwa arasında, belli mesafelerde sert
ve hızla yürümektir. Bu, ilk Müslümanların, müşrikleri çatlatmak için yaptığı
boy gösterisinin sembolize edilmesidir. Bunun her yıl, milyonlarca hacı
tarafından tekrar edilmesinde elbette ki dersler ve ibretler vardır.
Şu halde mü'min kişinin heybetini düşüren, hayatın çetin şartları karşısında
onun cesaret ve direncini kıran, moralini bozan, azim ve istidadını olumsuz
etkileyen ve sonuç itibariyle onun ruhunu söndüren bir eğitim şekli, ilhamını
asla Allah'ın kitabından almış olamaz! Bu düşüncenin kaynağı ya kinik felsefedir,
ya da çok büyük ihtimalle yine Budizm'dir. Bu ise çok ürkütücüdür! Çünkü şirk
kaynaklarından uyarlandığı açıktır. Ne var ki bilinçsizce de olsa hayranlık
duyarak bir şirk dininden örnek almak için herhangi bir mazeret söz konusu olamaz!
Ayrıca belirtmek gerekir ki tıpkı râbıta gibi İslâm'a mal edilmek
istenen bu yabancı kavramın esasen amaçladığı şey, düşünmeyi kısıtlamak ve bilinci
dondurmaktır. Bu ise meditasyon için gerekli olan en büyük dikkati sağlamaya
yöneliktir. Buna, İslâm adına mistik ve dini bir nitelik kazandırmak ise
vicdan sömürüsüne hizmet edeceği için büyük bir ahlâksızlıktır. İlginçtir ki -sıradan olan- hemen hiç bir
Nakşibendînin bu kurala uyduğuna kolay kolay rastlanmamaktadır. Bu bile tek
başına, «Nazar Ber-Kadem» ilkesinin
uygulanabilir olup olmadığını ortaya koymaktadır.
Nakşibendî Tarîkatı'nın üçüncü ilkesi
«Sefer Der Vatan»'dır.
Bu kalıp, sözlük olarak: Vatandan ayrılmak demektir. Burada mecâzî
anlamda kullanılmaktadır. Bununla, -sözde-
melek düzeyine ulaşabilmek için insanın, eksik yanlarını gidermesi amaçlanmaktadır.
Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, insanın melekleşmesi mümkün
değildir. Bunun Kitaba ve sünnete uygunluğu da yoktur. Yani insan, mistik bir
eğitim sisteminden geçerek -bünyesel bir
değişimle- insanlıktan melekliğe bir geçiş yapamaz. Beşer cinsi,
meleklerden farklı bir âleme mensuptur ve farklı bir biyolojik yapıya sahiptir.
Ama insan, (yine insan olarak) takvâ
mertebeleriyle melek kadar, hatta melekten de üstünleşebilir.
Ayrıca tarîkat, bu ilke ile (yani
-sözde- mürîdi çilelerle melekleştirerek) onu gereken iç temizliğe
ulaştırmak istemektedir. Çünkü bu ilkenin, kaynağını aldığı Budizm de iç
temizliğe ulaşmak için çile yöntemini öngörmektedir. Oysa Kur'ân, insanın
ancak ve ancak emir ve yasaklara titizlikle uyarak Allah katında en üstün mertebeye
ulaşabileceğini açıklamakta ve onu melek değil, yine de insan olarak tanımaktadır.
İslâm’ın eğitim sisteminde, mistik çileler kesinlikle yoktur. Onun
eğitim yöntemleri, ruhunu vahiyden alır, gerçekçi ve fıtrata uygundur. Bununla
birlikte duygulara çok büyük bir değer ve coşkulara da önemli bir yer verir.
Nakşibendî Tarîkatı'nın dördüncü ilkesi
«Halvet Der Encümen»'dir.
Bunun anlamı, sözde, halkın ve kalabalığın arasındayken bile Allah'ı her
an hatırlama alışkanlığına, insanın sahip olması demektir.
Aslında Kur'ânî ölçülere göre, her an Allah ile birlikte olmak diye bir
anlayış yoktur. Buna karşın, Allah'ın ilim ve kudretiyle her şeyi kuşattığına,
(yani, O'nun her yerde hazır ve nâzır
olduğuna)[14] inanmak vardır. Öyle ise İslâm'daki (gaflete düşmeme) halinin açıklaması «Halvet Der Encümen» değildir.
Daha önce de bir nebze izah edildiği gibi gâfil olmamak, kalben ve vicdânen
uyanık olmak, Allah'ın emir ve yasaklarına titizlikle ve içtenlikle uymaktır.
Tarîkattaki «Halvet Der Encümen» ilkesinden
asıl amaç ise, kişinin kendini zihinsel açıdan otomatik olarak denetlemesidir.
Bu, eğer üstün bir performansla başarılırsa insan kendi kendini fizyolojik
olarak da düzenleme olanağını elde edebilir. Bu, esasen yoga mesleğinin temel
amaçlarından biridir.
Nitekim bazı kimselerin, yoğun telkinle bünyelerini denetim altına alabildikleri
ve örneğin bunlardan birinin kendi iradesiyle kalbine dakikada 300 vuruş
yaptırabildiği saptanmış bir gerçektir. Oysa kalp, gayri-irâdî olarak çarpar ve
onu istekle yönlendirmenin mümkün olmadığı bilinmektedir. Keza Hind fakirlerinin, vücutlarına şiş
saplamaları, ateş üzerinde gezmeleri, cam, para ve anahtar gibi sert ve kesici
cisimler yutmaları gibi olağanüstü sandığımız bütün eylemler yine fizyolojik konsantrasyonla yapılmaktadır.
Çay bardağını ağzına alıp kıtır kıtır yiyerek gösteri yapan kimseleri, milyonlarca
insan televizyon ekranlarından sık sık seyretmektedir. Bu örnekler ve cahillerce
kerâmet sanılan, Rufâilerin yaptığı şovlar da yine fizyolojik konsantrasyon sayesinde
yapılabilmektedir.
Bunları eğer ciddiye alırsak, -ki
almamız da gerekiyor- şeyhin bu sayede mürîd üzerinde kurabileceği mutlak
ve kesin otorite ile onu emellerine nasıl alet edebileceği, dolayısıyla perde
arkası gerçeklerin ne kadar dehşet verici olduğu, bu suretle bir sır olmaktan çıkar.
İtiraf etmek gerekir ki,
Nakşîliğin ta yüzyıllar önce Hind
kaynaklı din ve felsefelerden elde ettiği transandantal, mistik ve hipnotik
yönlendirme usulleri bugün birkaç Nakşî şeyhinin elinde sihirli değnek gibi
kullanılmaktadır!
Esasen bu usullerin, gerek psikanaliz, gerek psikosomatik tıp, gerekse
fakirizm açısından çağımızda hiç bir gizli yanı kalmamıştır. Hatta dünyanın
birçok ülkelerinde, âdetâ evliyacılık oynar gibi bu yöntemler sıradan insanlar
tarafından, ya bir şov yapmak için, ya bir hobi olarak, ya da nadiren bir alternatif
tıp yöntemi olarak terapi amacıyla uygulanmaktadır.
Aslında bu konudaki uygulamaların temeli, insan bilincinin çeşitli yollarla
şartlandırılmasına dayanmaktadır. Bu ise belli bir kelimenin, binlerce kez
tekrar ettirilmesiyle de olur. İleride etraflıca açıklanacağı üzere buna, yoga
dilinde «mantra» denir.
Şartlandırma, ayrıca belli bir cismin ya da hafızada canlandırılacak herhangi
bir şeklin sürekli olarak zihinde tutulmasıyla da olur ki buna da yine yoga
dilinde «yontra» denir. Bütün bunlardan
kademeli olarak iki amaç güdülür:
Birincisi: Dıştan gelen her türlü uyarımları
engelleyerek, ya da onları en aza indirgeyerek insanın, bilincini belli bir
noktada yoğunlaştırmasıdır.
İşte «Halvet Der Encümen» de
bunu temin eden spiritüel sistemin bir parçasıdır. Yani kalabalıklar içinde
mürîdin, dikkatini belli bir nokta üzerinde odaklaştırmasını sağlayan özel bir
egzersizdir. Dolayısıyla yeri gelmişken belirtmek gerekir ki tarîkatlarda din
süsü verilen ve İslâm'a mal edilmek istenen şartlandırıcı her türlü zikir,
wird, râbıta ve âyinler, bu amaca yöneliktir. Bununla mürîdin konsantre olması
sağlanmaktadır.
İkincisi ise: Merkezî sinir sisteminin
etkinliğini mümkün olduğunca etkileyerek şartlı refleksi gerçekleştirmektir.
Mürîd, bu durumda artık bir robottan farksızdır, bütün varlığıyla şeyhin emrine
amadedir!
Tarîkat terminolojisinde bu yöntem ve uygulamalara, yaşanan psikolojik
ve bilinçaltı durumlara ilişkin birçok terim de üretilmiştir. Örneğin, şeyhin
trans haline «sekr», mürîdin trans
haline ise «cezbe» denilmektedir.
İkisi de bu durumlarda normal dışı davranışlar gösterir, suç ve günah sayılabilecek
sözler sarf eder, hoş karşılanamayacak eylem ve tutumlar sergiler, hatta tuhaf
mırıltılar ve sesler çıkarırlar!
Yüce İslâm, insanı bu durumlara düşürmekten son derece uzaktır. O, insanı
daha bilinçli kılan ve onu saygın yapan nezih sistemler getirmiştir.
Nakşîlikte beşinci ilke
«Yâd Kerd»'dir.
Bu terkip, yalın olarak anmak demektir. Allah'ı sürekli zikretmek mânâsında
terim haline getirilmiştir.
Tarîkatta zikrin birçok şekli vardır. Onlardan biri de işte bu «Yâd Kerd»'dir. Bu yöntemle yapılan
zikir gizlidir Buna “zikr-i khafiy“
denir ve zihinden yapılır.[15] Bu sırada dilin hiç bir işlevi yoktur. Buna, A'râf Sûresi'nin 205'inci Âyet-i
kerîmesini delil olarak gösterirler. Halbuki bu âyet-i kerîmede Allah Teâlâ -meâlen- şöyle buyurmaktadır:
«Rabb'ini an; içinden, yakararak
ve korkarak, açıktan az bir sesle;, sabah ve akşam; gafillerden olma ! »
Görüldüğü gibi, “hiç dilini
oynatmadan ve
Zikrin diğer bir şekli olan “Cehrî
zikir“ (yani açık zikir), bundan
farklıdır. Nakşibendî Tarîkatı bu tür zikre çok az yer vermiştir.
«Yâd Kerd» yalnızca gizli bir zikir şekli
olmakla kalmamaktadır. Uygulanış biçimi epeyce ilginçtir ve İslâm'daki zikirden
bu yönüyle tamamen ayrılmaktadır.
Zikrin konusu olan «Kelime-i
Tevhîd: Lâ ilâhe illellah» ve «Lafza-i Celâl: Allah» kelimesi İslâm'dan, (Kur'ânî
değerler arasından) seçilmiştir. İslâm'ın alet edildiği dinsel ya da mistik
sentezlerde yöntem budur. Meselenin bütün kıvraklığı da burada
odaklanmaktadır. Çünkü tasavvuf yoluyla İslâm'a sızdırılan yabancı unsurların
dikkat çekmemesi için hazırlanan bileşkede çok büyük bir ustalık ve hüner
sergilemek gerekir ki bu, Nakşibendîliğin ilkleri tarafından çok çarpıcı bir
şekilde becerilmiştir!
Dikkat edilirse bu tür sentezlerin, kutsal sözlerden oluşan dış aksesuarları,
kural olarak İslâmî değerler arasından seçilir. Bunların uygulama teknikleri
ise, tarîkatın bütün aşamalarında olduğu gibi Uzakdoğu'nun egzotik motiflerini
taşır.
«Yâd Kerd» kapsamında yapılan zikrin üç
önemli özelliği vardır.
Birincisi: Zikir sırasında gözler ve ağız
kapalı, dil damağa yapışıktır.
İkincisi: Burundan nefes alınarak ciğerler
iyice hava ile doldurulduktan sonra Kelime-i
Tevhîd ya da Lafza-i Celâl
Üçüncüsü : Tarîkat teorisyenleri
tarafından «letâif» diye
adlandırılan ve vücudun belirli noktalarında bulunduğu ileri sürülen spiritüel
merkezlere iletimde bulunulur.[17]
Doğrusunu söylemek gerekirse bu konuda yazılıp çizilmiş olanları anlamak
mümkün değildir. Onun için üzerinde durmaya da değmez.
Zikrin, İslâm'da ise yeri çok önemlidir ve Kur'ân'ın tabiriyle: «Haberiniz olsun! Kalpler ancak Allah'ın
zikriyle doyuma ulaşır.»[18] Yani İnsan ancak Allah Teâlâ'yı anmakla gerçek
anlamda huzur bulabilir.
Fakat tarîkatın yukarıdaki yöntemiyle yapılan zikrin, Allah (cc)'ı
hoşnut edecek hiç bir yanı yoktur! Çünkü her şeyden önce bu sistem, küçük farklarla
Budizm kaynaklı meditasyonun aynısıdır ve ruhunu da ondan almıştır.
Budizm'de zikir, bir «mantra»'nın,
binlerce kez tekrarıyla yapılır. Adı geçen dinde bu işlem, Allah'ın hoşnutluğunu
kazanmak için de yapılmaz. Bilakis zihinsel bir konsantrasyon sağlamak amacına
yöneliktir. İslâm'da böyle bir zikir biçimi yoktur. Nitekim onların ibâdet şekilleri,
nasıl ki bizim namazımıza, orucumuza, haccımıza, Zekâtımıza ve çeşitli
nafilelerimize benzemiyorsa, bizim de ibâdet şekillerimiz onların yogasından,
meditasyonundan, “şırım“ ve “mantra“ çekişlerinden son derece farklıdır.
İslâm'da, (namazlardan sonraki tesbîh,
tahmîd ve tekbîrler'den başka)
büyük sayılarla sınırlı, (Örneğin: 5000
kez Kelime-i Tevhîd ya da Lafza-i
Celâl çekmek gibi) “wirdler“
de yoktur.
Bu gerçeği kanıtlayan birçok kaynak vardır ki bizzat Nakşibendîler de bu
kaynakları kabul etmekte ve yazarlarını saygıyla anmaktadırlar. Bunlardan biri
de İmâm-ı Nawawî[19] olarak bilinen Muhyiddîn Ebu Zekeriyya Yahya bin Şarafuddîn ed-Demashqiy'e ait
ünlü el-El-Ezkâr adlı eserdir.
Ne var ki Budist meditasyonu ile Nakşî ibâdetleri birbirine tıpatıp benzemektedir. Nitekim bu gerçek, eskiden beri İslâm
âlimleri arasında «Nakşibendîlik, İslâm
libası içinde Bûdîlik'ten tebdîl edilmiş bâtınî bir tarîkattır.» kanâatini
doğurmuştur!
Budist uygulamada mürîde yöneltilen emirlerden biri de, nefes alıp verirken,
her defasında ona kadar saymaktır. Nakşibendîlikte de «kalbî zikir» yapılırken, yani
“wird“, zihinden tekrarlanırken solunumu durdurma kuralı vardır. İkisinde
de ortak espri: Dikkati nefes alma süreci üzerinde yoğunlaştırmaktır. Burada
da temel amaç yine konsantrasyondur.
Yani mürîdin, dikkatini belli bir obje üzerinde yoğunlaştırarak onun bilincini
yönlendirmek ve bu suretle de iradesini güdebilme olanağını elde etmektir. Bu
nokta, şeyh açısından çok önemlidir. Çünkü tarîkatın varlığı ve sürekliliği
esasen mürîdlerin iradesine kayıtsız ve şartsız egemen olmaya bağlıdır. Oysa
hiç bir peygamber, insanların iç dünyaları üzerinde böylesine mutlak bir
otorite kurmak istememiş, düşüncelerini tahakküm altına almamış ve bununla
asla emrolunmamıştır.[20] Nitekim Hudeybiye olayı gibi ilk Müslümanların
seferberlik halini yaşadığı ve üstelik alarm durumunda bulunduğu duyarlı saatlerde
Hz. Peygamber (s), ordudan biat isteyince 1400 kişi içinde bir tek şahıs, hiç
tereddüt etmeden red oyu kullanmış, düşmana karşı silah kullanmayacağını açık şekilde
ifade edebilmiştir.
Burada, bilinmesinde yarar bulunan önemli bir nokta da şudur:
Konsantrasyonu kolaylaştıran işlemlerin başında «ritm» gelmektedir. Çünkü uzun süren bütün ritmik olaylar, insanın
üzerinde genellikle hipnoz etkisi yapar. Örneğin kontrollü nefes alıp vermek,
ya da aynı kelimeyi defalarca tekrar etmek, bu işi en kısa yoldan başarmaya
yarayan yöntemlerdir. Dolayısıyladır ki hem Budist meditasyonunda, hem de
ondan ilhamını alan tarîkatta bu tercih yapılmıştır. Tek fark şudur: Budizm'de Hind kültürünün malzemelerinden
örneğin, om, mani, padme, hum gibi
sözcükler seçilmiştir. Bunlara, yine bu dinin terminolojisinde mantra adı verilir. Tarîkatta ise bu
malzemeler (mantra yerine) «wird» adı altında Kelime-i Tevhid ya da Lafza-i Celâl'dir.
«Wird»’in çekilmesi sırasında nefes
tutma olayı, bu işlemin Budizm’den alındığını kanıtlayan en canlı ve en çarpıcı
delildir. Bunu, tarikatçıların da saygıyla andığı Hindli âlim Ebulhasan en-Nedwî bir eserinde çok
açık bir şekilde işlemiştir.[21] «Haps-i
Nefes»[22] olarak Nakkşîliğin terminolojisine giren bu
uygulama ise, başka hiçbir tarikatta yoktur.
Ayrıca burada şu önemli noktayı vurgulamak gerekir. Nakşi zikir sisteminde
dilin fonksiyonu tamamen iptal edilmiştir. Bu ise dalâletin en büyük
belirtilerindendir!
Tarîkatın cehrî (açık ve sesli) zikrinde de yöntem, yine
ritm ve tekrar unsurlarından oluşur. Tekrarlar çok kere beş binleri bulur. Bu
etkiyle mürîd, zaman zaman hipnoza girer.
Nakşilik buna da bir isim bulmuştur: «Gaybet: Kendinden geçme hâli»
veya «Sekr: Sarhoşluk». Aslında bu hal bazen de zikir esnasındaki derin soluma
tekrarlarıyla kana fazla oksijen girmesi sonucu bir çeşit uyuşma olarak kendini
gösteren durumlardan başka bir şey değildir. Manevî gaybet ve sekr
olarak nitelenmesi ise (bu olayın iç
yüzünü bilenler tarafından başvurulan) sömürü amaçlı bir spekülasyondur.
Ancak şeyhlerin çoğu, yarı okumuş kültürsüz kimselerdir. Bu olayların iç
yüzünü ve ilmî açıklamalarını bilemezler. Dolayısıyla onların bu atmosfer
içinde faaliyet göstermeleri genelde spekülatif değildir. Şu var ki
bilgisizlikten doğan içtenlikleri, onların hem kanâat hem davranış bakımından
çok fanatik olmalarını sonuçlandırmıştır.
İslâm'daki zikir kavramı ise hem teorik açıdan, hem de uygulama olarak
Nakşîlikteki yöntemlerden tamamen farklıdır. İslâmî zikirde ritm söz konusu
değildir. Sayı ise, yalnızca namazlardan sonraki tesbih (Sübhanallah), tahmîd (Elhamdulillâh) ve tekbîr
(Allahuekber) için otuz üçerdir. Zikir ve tilâvet için,
genelde bir sınır yoktur. Ancak mü'min kişinin, ne okuduğunu anlaması,
okuduklarının manası üzerinde pek derin düşünmesi ve onlardan dersler
çıkarması esastır. Gaflet içinde yapılan zikrin ise bir anlam taşıyamayacağı,
hatta Allah Teâlâ'yı gücendireceği bile düşünülebilir.
Nakşibendîlikte zikrin, «wird»'den
başka şekilleri de vardır ki ileride tarîkatın üçüncü unsuru olarak genel
boyutlarıyla işlenecektir.
Nakşibendî Tarîkatı'nın altıncı ilkesi
«Bâz Geşt»'dir.
«Bâz Geşt»: Dönüş demektir. Aslında bu
kavram, Nakşîliğin mistik eğitim sistemine yine Budizm yogasından geçmiştir.
Yogada “doğrusal zaman“
kavramının aşamalara bölünerek koordine edilmesi kuralı vardır. Bu kural,
Nakşîliğe «Bâz Geşt» olarak yansımıştır. Mürîd, wirdini tamamladıktan
sonra normal soluma durumuna geçer ve bu sırada şu tekmili verir:
«Allah'ım! Amacım sensin ve
istediğim senin hoşnutluğundur.»
Aslında bu söylem, İslâm'a hiç de aykırı gözükmemektedir. Fakat
unutmamak gerekir ki hangi dinin samimi bağlılarına bakarsanız onların da sonuç
itibariyle istedikleri şey, Allah'ın hoşnutluğudur. Bununla birlikte onların
genel olarak başka bir isteği daha vardır. O da, Allah ile birleşmek ve bütünleşmektir.
Hemen bütün muharref (çarpıtılmış)
dinlerde bu ideali saptamak mümkündür. Nitekim Hristiyanların, Hz. İsa'ya,
(haşa !) «Allah'ın oğlu» demelerinin altında bu inanç yatmaktadır. Yukarıdaki
söylemin birinci kesiti, yani «Allah'ım!
Amacım sensin» sözleri dikkatle incelendiğinde aynı kanâatin, biraz örtülü
olarak bu parolada da var olduğu anlaşılmaktadır.
Ayrıca unutmamak gerekir ki Allah'ın hoşnutluğunu kazanmanın birinci
şartı, kulun istediği gibi değil, bilakis Allah'ın istediği biçimde O'na ibadet
etmektir. Bunu İslâm, kitap ve sünnetle belirlemiştir. Tabiatıyla Kitap ve
Sünnetteki formüllere uymayan ibâdet biçimlerinin kaynak bakımından yabancı
olacakları kesindir. Dolayısıyla bu şekillerden biriyle Allah'a kulluk etmeyi düşünmek
büyük bir çelişkidir.
«Bâz Geşt» ilkesinin, -bu ilgiyle- bir sır taşıdığını burada hemen hatırlatmak gerekir.
O da mürîdin, bu aşamada kendini «vuslat»
için hazırlamasıdır.
Bilindiği üzere Nakşîliğin de ideali, Onun temel kaynağı olan Hind mistisizminde olduğu gibi mürîdi
aşamalarla Allah'a ulaştırmak ve onu Zat-ı İlâhiye'de (haşa !) eritmektir.[23] İşte bu anlamda «Bâz Geşt» egzersizleri sırasında mürîdin, bütün varlıkları
gözünden silmesi istenir. Şartlandırılmış mürîdler için bunun esas anlamı
şudur:
Bütün varlıklar birer sembolden, birer gölgeden öte şeyler değildirler.
Binaenaleyh onlarda Tecellî eden, Allah'ın bizzat kendisidir. «Tecellî» kavramı burada Kurân-ı Kerîm'deki
gibi amaçlanmamaktadır. Buna çok dikkat etmek gerekir. Çünkü Allah'ın eşyada
Tecellî etmesi Kur'ânî anlayışa göre O'nun, kendi varlığını, yarattığı
eserlerinde insana hissettirmesidir. Tasavvufta ise «Tecellî»: Allah'ın varlıklar içinde türlü türlü şekil, renk ve
boyutlarda -gerçek anlamda- ortaya
çıkmasıdır!
Nakşibendî Tarîkatı'nın yedinci ilkesi
«Nigâh Dâşt»'dır.
Bunun anlamı da korumaktır.
Tarîkattaki -anlaşılabilir ve
basit- açıklaması: Mürîdin, kalbini vesveselerden koruması demektir. Oysa
bu sıradan açıklamanın arkasında «Nigâh
Daşt» kavramının taşıdığı başka bir anlam daha vardır. O da mürîdin «mâsivâ» diye hiç bir şey görmediğine
ve bu arada kendisinin de «mâsivâ»'dan
olmadığına artık inanması ve bu inancı zedeleyecek herhangi bir vesveseye
gönül kapısını açmamasıdır.
Sıradan cahil mürîdler, ne bu sırrı, ne de «mâsivâ»'nın ne olduğunu bilirler! Onun için bunlar genelde kalbi
şeytanın vesvesesinden korumak şeklinde bu ilkeyi algılarlar.
«Nigâh Daşt», esas itibariyle Panteizmi
çağrıştıran bir anahtardır.
Nakşibendî Tarîkatı'nın sekizinci ilkesi
«Yâd Daşt»'dır.
Yani hatırlamaktır.
Tarîkat bununla artık sözden öte Allah'ın Zâtı ile meşgul olmayı öngörmektedir.
Bu halin ise ancak «fenâ» ve «baka»[24] mertebelerine eriştikten sonra mürîd için
söz konusu olabileceğini açıklamaktadır.
Bu da demek oluyor ki: «Yâd Daşt», ilkesini uygulayabilecek
düzeye ulaşmış olan tarîkat yolcusu, Nakşîliğe göre artık kendisinin, «mâsivâ»'dan sayılmadığına kesinlikle
inanan kimsedir!
Yeri gelmişken burada «mâsivâ» kavramı
ile ilgili bir açıklama yapmakta yarar vardır.
«Mâsivâ»: Allah'dan başka her şey demek
olan bir terimdir. Ancak Nakşibendîlerin «mâsivâ»'dan
söz etmesi bir çelişkidir. Çünkü panteizmde «mâsivâ» diye bir anlayış yoktur.
* * *
Şâh-ı Nakşibend olarak bilinen Muhammed Buhârî, adındaki rûhânî tarafından
ihdas edilmiş son üç kavramın (yani
dokuzuncu, onuncu ve on birinci ilkelerin) anlam ve amaçları da şöyledir:
Nakşibendî Tarîkatı'nın dokuzuncu ilkesi
«Vukûf-i Zamânî»'dir.
Bu terkibin yalın sözlük anlamı, periyodik zaman kesiti demektir.
«Vukûf-i Zamânî», mürîdin mistik anlayış ve inanışla
olgunlaşma sürecinde belli bir zaman birimini temsil eder ve "doğrusal zaman" kavramı
hakkında ona gereken bilinci aşılamaya yarar!
İnsan psikolojisi açısından çok önemli olan "doğrusal zaman" ve
"zamansal yaşam" kavramları, esasen mistik düşünceden çok,
pozitif ve bilimsel çalışmaların konusudur. Onun için yaklaşık 600 yıl önce
sıradan bir sûfînin bunu kendiliğinden bulup tarîkata yerleştirmiş olmasına
inanmak kolay değildir.
Dolayısıyla bugün alternatif tıp usulleri olarak hayata geçirilmeye
çalışılan birçok teknik gibi bu kavramın da günümüzde bilimselliği artık kabul
edilen eski Uzakdoğu kavimlerinin deneyimlerinden biri olarak az çok taklitle
ya da tamamen rastlantıyla tarîkata yerleştirildiği varsayılabilir. Ancak
ikinci ihtimal çok zayıftır.
"Doğrusal zaman" kavramına ilişkin bir bilinç, ancak
zamanın, belli periyotlarla kullanılması sayesinde oluşabilir. Bu da konsantrasyon için gereken işlemlerin
bir parçasıdır.
Bir ihtimalle bu ilgiden hareket edilerek "vukûf-i Zamânî" kavramı tarîkat için bir ilke haline
getirilmiş olabilir. Nitekim İslâm'daki vakitli ibadetler de Müslüman’a bu
konuda bilinç aşılamaktadır. Ancak "vukûf-i
Zamânî" kavramını belli ve kesin bir ilke olarak İslâm'a mal etmek
için Kitap ve Sünnette bir açıklama bulmak kolay olmasa gerektir.
Nakşibendî Tarîkatı'nın onuncu ilkesi
«Vukûf-i Adedî»'dir.
Bunun anlamı: Zikirde belli sayısal limitler üzerinde duraksamaktır.
Örneğin "Kelime-i
Tevhid"'i zikrederken her dokuz tekrardan sonra küçük bir mola vermek
gibi.
İlginçtir ki yoga türlerinden birinde de aynen böyle bir uygulama
vardır. "Mantra" diye
adlandırılan özel ve (daha çok kutsal)
sözcükler, belli sayıda tekrarlanarak arada bir kısa molacıklar verilir.
İslâm'a uyarlanmış olan mistisizmde "mantra"'nın
karşılığı "wird"'dir.
Arapça olan bu kelimenin çoğulu ise lûgatlarda "ewrâd" olarak geçer.
Bu uygulama, meditasyon yapan yoginin zihnini matematiksel olarak
programlamaya yöneliktir ve bu programlama, aşamalarla gerçekleşebilir. Zaten
yoga meditasyonu da birbirini aşamalarla tamamlayan belli düşünme ve eylem
biçimlerinden oluşur. İlk aşama, psikolojik hazırlıktır. Bunu bir çeşit
rehabilitasyon alarak nitelemek de mümkündür. Çünkü mürîd, ilk başlarda tekkenin
egzotik atmosferine ve spiritüel dekoruna, tasavvufun kavramlarına, çağrılarına,
yankılarına ve coşkularına henüz yabancıdır. Şeyhe göre o, bir hasta gibidir.
Herhangi bir ürküntü ya da ürperme duyumuna karşı onun gösterebileceği en ufak
bir refleks bile hedeflenen huzuru engelleyebilir!
Dolayısıyla denebilir ki ilk başta harcanan bütün çabalar, aslında
mürîdin, her şeyden önce psikolojik uyum göstermesini, ondan sonra da konsantre
olmasını sağlamak içindir. Ardından hipnotik trans gerçekleşir. Yogada görülen
bu disiplinler, değişik adlar altında aynen tarîkatta da olduğu gibi vardır.
Bunlar, baştan beri anlatılan ilkeler çerçevesinde gerçekleşir. Yani derviş,
önce tevbe eder, sonra el alır, ardından cezbeye tutulur, son olarak da vecd
halini yaşar.
Dolayısıyla, «Vukûf-i Adedî»
kavramının da tarîkata yine yogadan alındığı ihtimali güçlenmektedir. Çünkü
İslâm'da ne böyle limitle sınırlı bir zikir şekli vardır; ne böyle bir kavram
vardır; ne de (Kitap ve Sünnetle belirlenmiş
olan ibâdetlerden başka) bu kadar basamaklı bir «seyr-u sülûk» sistemi vardır.
Nakşibendî Tarîkatı'nın on birinci ve sonuncu ilkesi
«Vukûf-i Kalbî»'dir.
Tarîkatta bu durum, kalbin Allah'a karşı sürekli uyanık tutulması şeklinde
tanımlanmaktadır.
Aslında bu, yoga dilinde "konsantrasyon"'dur.
Hipnotik transa hazırlayıcı aşamaların sonuncusudur, ya da hipnotik transın
kendisidir. Tarîkatta da en son aşama olan "vecd"
haline mürîdin ulaşabilmesi için geçtiği mistik uygulamaların en ileri
basamağıdır. Fiziksel tüm iz ve izlenimlerin zihinden silindiği bir nokta olan
"vecd" haline işte bu «Vukûf-i Kalbî» ile ancak ulaşılabilir.
Bu durumdaki dervişin duyguları artık tanımlanamaz. Bunun psikolojik olarak
belki birtakım açıklamaları vardır.
İslâm'da ise böyle bir halin yaşanması için belli bir yöntem yoktur. Vahyin
inmesi sırasında Hz. Peygamber (s)'de
kendinden geçme halleri görüldüğü rivâyet edilmiştir. Ancak vahiy denen
metafizik olay, insan aklının izah edebileceği bir mesele değildir. Dolayısıyla
buna trans hali demek de doğru olmasa gerektir. Onun için bu hal çok özeldir
ve yalnızca peygamberlere mahsustur. Oysa trans hali, çeşitli spiritüel
telkinler ve hipnotik tekniklerle sağlanabilen -perisprinin vücuttan kurtulduğu-
karmaşık bir kataleptik sendromdur.
Ayrıca belirtmek gerekir ki Hz.
Peygamber (s)'in engin ve berrak kalbi Allah Teâlâ'ya karşı hiç kuşkusuz
daima uyanık idi. Derin bir huşû içinde ibâdet etmesine rağmen o sıralarda bile
bu vesîle ile O'nun, trans denebilecek
içsel bazı haller yaşadığına ya da sar'a ve bayılma gibi nöbetler geçirdiğine
ilişkin elimizde herhangi bir kanıt da yoktur.
Sonuç olarak, Nakşîlikte «Vukûf-i
Kalbî» diye açıklanmak istenen spiritüalist bir ibâdet ya da düşünme biçiminin
İslâm'da yeri bulunmadığını kesinlikle söylemek mümkündür.
III - ZİKİR: İslâm'la Tarîkat arasında her bakımdan saptanabilen
büyük farklar, zikir konusunda da göze çarpmaktadır.
Çünkü vahyin kaynaklık ettiği İslâm'a göre insan, her şeyden önce Allah
(cc)'ın en güzel eseridir.[25] Ondan sonra da doğrudan Allah Teâlâ'nın
muhatabıdır.[26] Rabb'imiz, insanoğlunu, kendisine kulluk etmesi
için yaratmış ve onu bütün yaratıklardan üstün kılmıştır.[27]
Bunun gereği olarak insan da, ebedî kurtuluşa ve sonsuz mutluluğa
erebilmek için her şeyden önce Ulu yaratıcısını, tevhîd inancı içinde ve
ihlâsla daima anmalı, O'nun yüce ve güzel isimlerini zikretmeli, farzları ve
vâcipleri zamanında edâ etmeli, sünnetleri terk etmemeli, sık sık Kur'ân-ı
Kerîm okumaya mutlaka zaman ayırmalı, elinden geldiği kadar ruhsatı bırakıp
azîmete sarılmalı, mümkün olduğunca bilinçli ve uyanık yaşamalı, nefis ve
şeytana, içerideki ve dışarıdaki düşmana karşı cihadını sürdürmeli, Kur'ân'ın
mesajlarını ulaştırmak için çaba harcamalı, özetle hayırlı her işe gerek niyetiyle
gerek ameliyle katılmalı, şerlerden kendini korumalı, yeri geldikçe kâinâta,
eşya ve olaylara ibret nazarıyla bakarak Allah'ın kudreti karşısında
yumuşamalı, coşmalı, günahlarından pişman olmalı, tevbe etmeli ve gözyaşı
dökmelidir. Her hâlükârda insan Rabb'inden gâfil kalmamaya gayret etmeli, bu
suretle de O'nun hoşnutluğunu kazanmalıdır. İşte gerçek zikir budur ve bütün
bunları hemen her Müslüman bilir.
Tasavvuftan ilhamını alan tarîkata göre ise insan, Allah'ın
bir Tecellîsidir. Onun ruhundan kopmuş, O'nun özünden fışkırmış, O'nun bizzat
kendisinden yansımıştır. Dolayısıyla temel amacı, yine O'na doğru bir yolculuğa
çıkmak, sonra O'nun zatında erimek ve nihâyet O'nunla bütünleşerek ölümsüzlük
kazanmaktır. Tasavvufta cennet ve cehennem önemli şeyler değildir; ölüm, âşıkın
ma’şûk’a kavuştuğu bir «şeb-i arûs», bir gerdek olayıdır. Bu görüş,
kozmoğrafyada "Big Bang"
olayının ve onu izleyen büzülmenin âdetâ spiritüalist bir açıklamasıdır. Tek
farkı, kozmolojinin perseptibl[28] ve fizik açıklamalarına karşın tasavvufun bu
olayı spiritüalist bir yaklaşımla, emperseptibl[29] ve metafizik olarak sunmasıdır. (Bunları, rûhânîler dışında alt tabakadan
mürîdler bilmez. Onlara bu açıklamaları yapmak kesinlikle yasaktır.)
Görüldüğü üzere bu iki kurumun, Allah-İnsan ilişkisine bakışı böylesine
oldukça farklıdır. Tabiatıyla insanın, Allah'a karşı nasıl bir tutum içinde olması
gerektiğine ilişkin açıklamaları da yine çok ayrı olacaktır.
İslâm'a göre insan, hayatın her tarafına ve zamanın belli saatlerine serpiştirilmiş
olan ibâdetlerini kitap ve sünnetin ölçüleri içinde yapmalı, bunların dışında
kalan bütün dünyevî saatlerinde ve seküler yaşamında da ilâhî kontrolün altında
olduğunu asla unutmamalı, bu alandaki yaşantısını da yine kitap ve sünnetin
ölçülerine göre düzenlemelidir.
İşte İslâm'da zikir ve fikir, bütün bunları kapsayıcı bir anlam taşır.
Nakşîliğe göre ise zikir, sırf meditativdir.
Aksiyoner hiç bir yanı yoktur. Statiktir, hiç bir dinamik özelliğe sahip
değildir. Hele seküler hayatla hiç bir ilişkisi yoktur.
Zikir için ruhânîler tarafından belirlenmiş bir sistem vardır. Bu sistem
çok geniş, fakat bir o kadar da çetrefil ve karmaşık tanımlar ve şekillerle egzotize
edilmiştir.
Örneğin dilin, zikirde hiç bir rolü ve işlevi yoktur. Nakşîlikte zikrin
hemen tamamı zihinseldir. Boyutlarla sınırlı bir imajinasyona dayalıdır.
Nakşibendî Tarîkatı'nda zikir, başlıca iki kısma ayrılmıştır.
Biri, kalbî zikirdir. Sözde bu zikirle, "Kelime-i Tevhid"'in, ya da "lafza-i Celâl"'in tekrarı öngörülmektedir. Fakat
bunların, dille değil, zihinden tekrarlanması istenmektedir. (Nakşîlikte dille
yapılan sözlü zikir ise sadece "Hatm-i
Huwâcegân" sırasında Kur'ân'dan küçük sûreler okumak ve bir miktar
salevât çekmekten ibarettir.)
Nakşibendî Tarîkatı'nda başka bir zikir şekli ise, râbıtadır ve daha
önce ayrıntılı olarak açıklandığı üzere râbıta, diğer zikir biçimlerinden (yani, "Kelime-i
Tevhid"'in, ya da "lafza-i
Celâl"'in, gerek dille, gerekse zihinden tekrarı şeklindeki zikirden,
hatta Kurân-ı Kerîm'i okumaktan bile ) üstün sayılmıştır.
Bu her iki zikir biçiminin de kaynağı yine Budizm'dir. Kitap ve Sünnette
bunlara ilişkin herhangi bir kanıt yoktur. Bu noktayı çok iyi kavrayabilmek
içinse, râbıtaya ilişkin olarak şimdiye kadar kaleme alınmış belgeleri incelemek
gerekir.[30]
[1].
İki sözcüğün arasındaki bağlaç (u), Arapça’daki (we) yerine Farsça’dan alınmıştır.
[2].
Kurân-ı Kerîm: 48/ 10, 18
[3].
Bîat sistemine dayalı gerçek anlamdaki İslâm Devleti, Hz. Peygamber (s)'in, M. 622 yılında Mekke'den Medîne'ye
hicret etmesiyle fiilen kurulmuş ve Hicretin 41'inci yılı Rabî'ul-Evvel ayı
ortalarında Beşinci Râşid Halîfe Hz.
Hasan (ra)'ın Muaviye lehinde görevden
çekilmesiyle son bulmuştur. Yani bu süre, yaklaşık 41 yıldan ibarettir. Bu süre
içindeki bi'atların hiç biri tasavvufî bir anlam taşımamakta, bilakis hepsi de
Kur'ân ve Sünnete dayalı siyasi bî'atlardır.
[4]. Muhammed Emîn el-Erbilî,
Tenwîr'ul-Qulûb s. 525; Muhammed b.
Abdillâh el-Khânî, el-Bahja’tus-Seniyye s. 4
[5] . Bunlar 24 madde olarak Muhammed Emîn el-Erbilî'ye ait Tenwîr'ul-Qulûb adlı kitapta sıralanmıştır.
Bk. Age. S. 525-527
[6].
İki sözcüğün arasındaki niteleme takısı olan (ı), Arapça’daki (belirlilik
takısı olan - El-) yerine Farsça’dan
alınmıştır. Bu terkip Arapça’da: «El-Kelimât'us-Semâniyeh»
olarak kurulur. Ancak Nakşibendî Tarîkatı'nın dili Farsça olduğu için
Arapça’dan alınan kelimeler Fars dili kurallarına göre kullanılmışt
[7].
Bk. BÖLÜM -I/4 Râbıtanın şartları ve Uygulanış Biçimi.
[8].
Bk. Ferit Aydın, İslâm’da inanç sistemi,
Zendeka Bölümü s. 180, İstanbul-1995
[9].
Kurân-ı Kerîm: 2/286
[10]. Concentration (fr.): Action de se concentrer, d'appliquer
fortement son attention et ses facultés intellectuelles à un mêm objet.
Larousse, direction: Claud CANNAS. Paris-1995
[11].
Bk. BÖLÜM - II/9 Râbıta, Meditasyon ve Yoga
[12].
Kurân-ı Kerîm'de: 31/18, 19
[13].
Kurân-ı Kerîm: 48/29
[14].
Kur’ân-ı Kerîm: 57/4
[15].
Bk. Muhammed b. Abdillâh el-Khânî,
el-Bahja’tus-Seniyye s. 35; Muhammed
Emîn el-Kurdî el-Erbilî, Tenwîr'ul-Qulûb s. 508, 509
[16]. Muhammed Emîn el-Kurdî el-Erbilî,
Tenwîr'ul-Qulûb s. 514, 515
[17].
Bk. Muhammed b. Abdillâh El-Khânî,
El-Bahja’tus-Seniyye s. 18 (Tetimme)
[18].
Kur’ân-ı Kerîm: 13/28
[19]. İmâm-ı Nawawî (Rahmetullahi aleyh): H. 631/m. 1233 yılında Dımaşk (şam) yakınlarındaki Nevâ Kasabası'nda doğdu. Küçük yaştan
itibaren kendini ilme adadı ve hiç evlenmedi. Verdiği değerli eserlerle İslâm
âlimlerinin saygısını kazanmış nadir bir şahsiyettir. H. 676/m. 1277'de
doğduğu yerde öldü.
[20]. Kur’ân-ı Kerîm: 88/22
[21]. Ebulhasan en-Nedwî, Rijâl’ul-Fikr’i
wad-Da’wa’ti Fi’l-İslâm 3/27, 28 Dâr’ul-Kalem, Kuwayt-1994.
[22]. «Haps-i Nefes» konusunda
Nakşibendîlere ait kitap ve risâlelerden fazla bilgi edinmek için bk.
- Ali b. el-Hüseyn el-Wâiz el-Kâşifî el-Beyhaqıy, Raşahât
Ayn’ul-Hayât s. 4,
Sarıgez, İstanbul, h.
1291.
- Halid Bağdâdî, er-Risâle’tul-Hâlidiyye (Terc. Şerif
Ahmed/İsmailağa
Cemaati’nin), s. 67.
- Nimetullah b. Ömer, er-Risâle’tul-Medeniyye, s. 48 Yazma Dimaşk, h. 1213
- Muhammed b. Abdillâh el-Khânî, el-Bahja’tus-Seniyye s. 48. Mısır,
h. 1319
- Muhammed b. Süleyman el-Bağdâdî, el-Hadîqa’tun-Nediyye s. 81
İst. –1992
- Muhammed Emîn el-Kurdî, Tenwîr’ul-Qulûb s. 514.
- Abdulmecîd b. Muhammed el-Khânî, es-Saâde’tul-Ebediyye s.33
İst. –1992.
- Ali Kadri, Risâle-i Bahâiyye s. 13, 26, 39-48 İstanbul-1994.
[23].
Bk. BÖLÜM - II/4-a) Râbıtayı Bir Ayrıntı Olarak işlemiş Bulunan Kitaplar ya da
Kitapçıklar.; BÖLÜM - II/7. Tasavvuf (Seyr-u
Sülûk); Rûh'ul-Furkân: 2/63;
[24].
Bk. BÖLÜM - II/11 Râbıta, Fenâfillâh ve Nirvana
[25].
Kur’ân-ı Kerîm: 23/14, 82/7, 95/4
[26].
Kur’ân-ı Kerîm: 33/72
[27].
Kur’ân-ı Kerîm: 17/70
[28].
Perceptible (fr.): Kaabil-i idrak; Duyularla algılanabilen; Qui peut être saisi perçu par les sens.
[29]. İmperceptible (fr.): Gayr-ı kaabil-i idrak; Duyularla
algılanamayan; Qui échappe à nos sens.
[30].
BK. BÖLÜM - II/4 Râbıtayı Konu Alan Yazılı Belgeler.