Nakşibendîliğin,
Toplumsal Yaşam Üzerindeki Etkileri
Nakşi Tarîkatı, asırlardır belli bir coğrafyanın insanları üzerinde toplumsal
açıdan çok yönlü ve silinmez etkiler bırakmıştır. Bu etkilerin boyutları
gerçekten incelenmeye değer.
Hiç kuşku duymamak gerekir ki, Türkiye'de toplumun özellikle din anlayışını
şekillendiren temel faktör Nakşibendîliktir. Çoğunluğun, Sünni Müslümanlardan
oluştuğu kanâatine karşın, Türkiye'deki Sünnilik anlayışı, Nakşibendîliğin etkisi
altında, Sünnî âlemin din anlayışından bir hayli farklıdır. Kur’an’dan
uzaklaşan bu ilginç din modelinin adı günümüzde artık «Ortodoks Türk Sünnîliği»
olarak ilim literatürüne geçmiş bulunmaktadır.
Nakşibendî Tarîkatı'nın, râbıtaya dayanan «Şahısperest» kültürü, toplumun hemen bütün kesimlerini etkisi
altına almıştır. Özetle denebilir ki halk, farkında olsun veya olmasın, top
yekûn Nakşibendîleşmiştir. Büyük ihtimalle bu yüzdendir ki «Merdümperestlik» anlayışı, materyalist gruplar arasında bile
yayılabilmiştir.
Örneğin «dindarlar», Kur'ân'a ve Sünnet'e göre değil, tam tersine
tarîkat şeyhleri, ya da -mahalli deyimle-
«evliyâlar» tarafından
şekillendirilmiş bir İslâm'ı ancak kabul etmektedirler. Dinden kopuk yığınlar
da kendi inanç ve ideolojilerini bilim tarihine geçmiş bulunan felsefe ve
teorilere değil, aksine tanrılaştırdıkları liderlerinin kişisel görüşleriyle
ifade etmeye çalışmaktadırlar. Bu toplumda, insanı tanrılaştırma
inanışlarından uzak kalabilmiş olanlar ise yalnızca azınlıktaki «hanîf»[1] Müslümanlardır.
Gerçeği ifade etmek gerekirse Nakşibendîlikte din, bir şekiller ve hayâller
cümbüşüdür; âyindir; râbıtadır; tesbihtir; takkedir; cübbedir; kavuktur;
sakaldır; çarşaftır; türbedir; tekkedir; eski yazılarla, motiflerle figürlerle
ve Osmanlıca övgülerle süslü, koca koca mezar taşlarıdır; Bulutların üstünde
uçuşan pembe kanatlı evliyâlardır; batmadan su üzerinde gezen, yıllarca yemeden
içmeden çöllerde yaşayan “Baba erenler“'dir;
"mürşid-i kâmil“lerdir, vs.
Evet Türkiye’deki tüm tarikatçılara ve aynı zamanda Nakşibendîlere göre din
işte budur.
Toplumun tarîkata bağlı olmayan diğer kesimleri de bu şekilcilikten büyük
ölçüde etkilenmiştir. Bu nedenle, Müslümanımsı dindarlara göre de İslâm, yine
şekiller ve hayâller kalabalığından öte bir şey ifade etmemektedir.
Binaenaleyh onlara göre de İslâm, kocaman kubbeli dev selâtîn camileridir;
mevlittir; kandildir; ilâhîdir; mehter marşıdır; Mohaç Meydan Savaşıdır; İstanbul'un fetih yıldönümü kutlama
törenleridir; festir; kılıçtır; tuğrâdır; «kurtçu
selâmı» ile birlikte tekbir çekmektir ve bunların en önemlisi olan şemâil
edebiyâtıdır...
İslâm'ın, esasen Kur'ân ve Sünnet'den ibaret olduğu, dolayısıyla bu iki
kaynağın, hayata geçirilmesiyle ancak İslâm'dan söz edilebileceği ise hemen hiç
kimsenin ilgisini çekmemekte, hatta kimsenin, aklına bile gelmemektedir!
Onun için eğer kutsallaştırılmış eşya ve kavramlar hakkında en ufak bir
olumsuz düşünceniz varsa Türkiye'de dindar toplumun ölçülerine göre belki
Müslüman bile sayılmazsınız. Bu ölçüyü ise temelde Nakşibendîlik belirlemiştir.
Nakşibendî Tarîkatı, halkı o kadar köklü şekilde biçimsellikle yönlendirmiştir
ki Türkiye'de hemen herkes, kutsallığı çeşitli boyutlarda şekillendirmeye
çalışmaktadır.
Toplumun, başlıca dört kampa ayrışmış olmasının temelinde de yine bu
mistik örgütün derin etkileri bulunmaktadır. Ya da başka bir ifade ile, eğer bu
olguyu hazırlamış birkaç neden söz konusu ise bunların, belki de en önemlisi
Nakşibendî Tarîkatı'dır.
İşaret edilen kamplara gelince bunları:
1. Nakşibendîler;
2. Müslümanımsı dindarlar:
Osmanlıcı, sentezci, sağcı ve gelenekçi muhafazakâr kesimler;
3. İslâm karşıtları: Solcu, kökten
putçu ve liberal sağcılar gibi laik ve materyalist kesimler,
4.
Müslümanlar: Kur'ân-ı Kerîm'e bir bütün olarak inanan ve onun, bir bütün olarak
hayata geçirilmesini vazgeçilmez bir ideal kabul eden mü'minler diye
gruplandırmak mümkündür.
Yukarıda da özetle değinildiği gibi Müslümanların dışında kalan diğer
kampların, özellikle İslâm'a bakış açıları, bu tarîkatın etkisi altında son şeklini
almıştır.
Bu bakış açısının temel unsurunu
“Kutsal lider“, ya da başka bir ifade ile “Lider kutsaldır.“ kanâati oluşturmaktadır. Bu kanâat, halkın vicdânına
âdetâ kazınmış bir temel inanış biçimini almıştır. Türk antropolojisindeki
gerçeklerle daha bilimsel boyutlar içinde açıklanabilen bu inanış, gerek şeyhlik
kurumu bakımından, gerekse tarih boyunca Türklerdeki liderlik anlayışı bakımından
son derece önemli bir araştırma konusudur.
Sünnî Osmanlı kesiminin, Nakşibendîlikle tanışması ta 1400'lere kadar
çıkar[2] Fakat bu tarîkatın toplumsal anlamda
yönlendirici etkiler yapmaya başlaması ancak 1800'lerin başından itibarendir.
Doğrusunu söylemek gerekirse tarîkatın, bu tarihlerde Hindistan'dan, ansızın Irak'a yepyeni bir kisve içerisinde
sıçrama yapması ve oradan da çok kısa bir sürede İstanbul'a kadar yayılarak bütün Anadolu'yu etkisi altına alması bir rastlantı olmasa gerektir.
Siyasetin gizli elleri tarafından, bu senaryonun hazırlanıp uygulamaya konmuş
olmasında büyük olasılık vardır. Daha önce de bir nebze anlatıldığı üzere bu
tahmini doğrulayan kanıtlar mevcuttur.
Ancak bu konuda atlanmaması gereken çok önemli bir olay vardır ki esasen
Halidîliğin, XIX. yüzyılın başında bir bomba gibi patlaması, bu olayla son
derece ilişkilidir. Bu olay ise «Vahhâbîlik»
hareketidir.
İşte Nakşibendîlik, aslında bu hadiseden sonra Türk toplumuna tam anlamıyla
gizli bir din olarak mal olmuş, onun âdetâ vicdânına kazınmış, onu bu güne kadar
tahmin edilmedik şekilde etkilemiş ve yönlendirmiştir.[3]
Nakşibendî Tarîkatı'nın, gerek Hindistan
gibi dünyanın öbür ucundan Irak'a
aniden 1811'de sıçrama yapması, gerek «Halidîlik»
kisvesinde yeni bir kimlikle ortaya çıkması, gerek bu isim altında, Budizm’in
bütün malzemeleriyle donanmış olması, gerekse Irak gibi, tarihin hiç bir döneminde hiç bir inanış ve düşüncenin,
asla geniş bir taban bulamadığı bölgede bir bomba tesiri yaparak en kısa
zamanda yayılması ve özellikle Arap olmayan unsurlar arasında tutunması, ayrıca
güneydeki gelişmelerin tırmanışa geçtiği bir dönemde bu olayın cereyan etmiş
olması âdetâ her şeyi özetlemektedir!
Evet bütün bunlara rastlantı demek inandırıcı değildir. Dolayısıyla bu
verilerin ışığında Nakşibendî Tarîkatı'nın ve Nakşibendîlerin o günden bugüne
-toplumsal açıdan etkileri incelenecek
olursa- Ortadoğu coğrafyasında
Şii İranlılar ve Sünni Araplar dışında kalan toplulukların, İslâm'a ilişkin
düşünce ve inanışlarında ne kadar köklü değişiklikler meydana gelmiş bulunduğunu
tesbit etmek mümkündür.
Bu değişiklikler şöyle özetlenebilir:
1. Nakşîlik “tevhîdî iman“ konusunda büyük tahrîbâta
neden olmuştur.
Önce belirtilmelidir ki, İslâm’ın temeli imandır ve imanın
da ağırlık merkezi Allah Teâlâ'ya (Kurân-ı
Kerîm'de bize kendini tanıttığı sıfatlarıyla) inanmaktır. Bu inancın özü
ise, kâinâtın yaratıcısı, yöneticisi, yönlendiricisi ve düzenleyicisi olarak
Yüce Allah'ın, bir, eşsiz, benzersiz, ortaksız, vekilsiz, başlangıçsız, sonsuz
ve ölümsüz olduğu; ezelden ebede her şeyi bildiği, gördüğü, duyduğu ve her
şeye egemen olduğudur. Tevhîdin en kısa özeti budur ve bununla birlikte Allah
Teâlâ'nın sonsuz ve sınırsız egemenliği üzerinde hiç bir kimsenin ve herhangi
bir gücün hiç bir halde asla etkili olamayacağıdır! Dolayısıyla, yaratığın
neden olduğu herhangi bir etki, yalnızca Allah (cc) tarafından yönetilen kainât
düzeninin, birbirine bağlı disiplinleri ve kuralları çerçevesinde ancak meydana
gelebilir.
Gerçek bu iken baştan beri anlatıldığı üzere, tarihin akışı
içinde ve çeşitli etkenler altında zamanla «Ermişlik»
diye bir inanç peydahlanmış, böylece «Evliyâ»
diye -sözde- üstün güçlere sahip bazı
kimselerin, Allah adına kâinat olaylarına yön verebildiklerine inanılmaya
başlanmıştır! Tabiatıyla, bu inanış biçiminin doğmasında ve yayılmasında hem
çok çeşitli nedenler ve güçler olmuştur, hem de epey eski bir geçmişi vardır.
Ancak son iki yüzyıl içinde oluşan «Evliyacılık»
birikiminin arkasındaki en büyük güç ve kaynak Nakşibendî Tarîkatı'dır.
2. Nakşibendîlerin
etkisiyle Türkiye'de çok geniş bir “Laik-«Dindar»“ sınıf oluşmuştur.
Evet, Türkiye'de bütün «dindar»
kesimler, Nakşibendîlerin etkisiyle büyük ölçüde laikleşmiştir. Bunlar da İslâm'ı, aynen laikler gibi
sırf bir âhiret düşüncesi, bir mâbet ve mezarlık dini, vicdâna hitap eden bir
Allah-kul ilişkisi olarak algılamaktadırlar! İslâm'ın doğallığından ve
Nitekim laiklerin de son yıllarda putçuluğu Nakşibendîlerin etkisiyle
icad ettiklerine ihtimal vermek mübalağa sayılmaz. Çünkü 1950'lere kadar putçuluk
diye bir akım yoktu. Laik ve materyalist azınlık, sırf maddeci bir yaşam
tarzının sıkıntısını yaşıyorlardı. Maneviyatsızlığın stresi altında bunalan bu
insanlar, aynı zamanda çoğunluktan tamamen kopuk kalmış olmanın ve iç dünyalarını
serinletecek hiç bir moral değere sahip bulunamamanın kompleksi ile
eziliyorlardı. Allah'dan başka birtakım ilahlar edinmenin hiç de zor
olmadığını, üstelik ülkenin en «dindar» kesimlerinin bile bu yolu seçmiş
bulunduklarını görünce onlar da benzer bir tercih yaptılar. Hatta bu tercihe
tamamen dini bir nitelik bile kazandırdılar. Bunların, ilhamlarını
tasavvuftan, tarîkat anlayışından ve özellikle epeyce yaygın bulunan Nakşi
Tarîkatı'nın râbıtasından almış olması ihtimali çok büyüktür.
Putçular, -sözde- «Lidere saygı» adı altında düzenledikleri
törenlere istedikleri kadar «Dinle hiç
bir ilişkisi yoktur; Son derece resmî ve seküler bir atmosfer içinde yapılan
törenlerdir; dünyevî bir saygıdan ve saygı duruşundan asla ileriye gitmez.»
desinler; evet istedikleri kadar bu savı ileri sürsünler, onların başta
kendileri bile buna asla inanmamaktadır! Üstelik hem psikolojik açıdan hem de
ilahiyat felsefesi açısında bu konu incelendiğinde, bakınız ne gibi sonuçlar
elde edilmektedir.
* Her şeyden önce saygı, sevgiden çok farklı bir psikolojik olaydır.
Sevgi, tamamen doğal ve içgüdüsel bir olaydır. Bir şeyi sevdiğiniz zaman
duygularınız otomatik olarak harekete geçer ve belirtileri kendiliğinden ortaya
çıkar. Onun için insan, ne kendini zorlayarak, ne de başkası tarafından
zorlanarak bir şeyi sevebilir. Bunu asla yapamaz. İnsan, herhangi bir nedenle
sahte bir sevgi gösterisinde bulunsa bile bunu uzun zaman sürdüremez. Ayrıca
seven insan, sevdiğini içinden inkâr edemez. Yani kendi kendini yalanlayamaz.
Bu nedenledir ki çok küçük çocuklar, hatta bebekler bile sevme olayını gâyet
çarpıcı şekilde yaşarlar. Buna karşın saygı göstermesini, önceleri bilemezler,
bunu daha sonra öğrenirler.
Saygıya gelince, bu duygu, daha çok telkin ve sürekli eğitim yollarıyla
insanda âdetâ bir şartlı refleks haline gelen ya da getirilen sırf yapay ve sonradan
kazanılan bir psikolojik uyarılmadır.
Bu nedenle saygıyı en çok iki kısma ayırmak mümkündür.
Birincisi: Özellikle, sahip
bulunduğu yaptırım gücü sayesinde yakın geleceği tehdit edebilen bir otoriteye
karşı insanın duyduğu saygıdır. Önemle belirtmek gerekir ki bu saygı korku ile
karışıktır ve gerçek bir saygı değildir! Buna «Heybet» demek daha doğru olur.
Baskı altında ve belâdan kurtulma karşılığı olarak gösterilen askerî ve
resmî saygılar bu türdendir. Bu saygının ahlâkî hiç bir değeri yoktur.
İkincisi ise: Hiç karşılıksız ve salt bir
yüceltme duygusudur. İmanla ilintili saygı kavramı, işte bu duyguyu ifade
eder. Buna da «İmânî Saygı» demek
daha doğru olur.
Dolayısıyla putçuların «Saygı
Duruşu» dedikleri şey, sürekli telkin ve propagandalarla yaratılan yapay
bir sevginin, «İmânî Saygı»'ya
dönüştürülmüş eylemsel şeklidir, kesinlikle dinsel bir nitelik taşır. Nitekim
her dine bağlı insanlarda, kutsal değerlere karşı var olan saygı duygusu bu şekilde
oluşmuştur. Onun için eğer bu saygı biçimini birinci kısımdan göstererek, bunu
heybetlenmek diye nitelemeyi deneyecek olursanız, putçuların haklı olarak
şiddetli tepkilerine hedef olabilirsiniz! Bu gerçek ise putçuların «Saygı Duruşu» diye niteledikleri
gösterinin asla seküler bir olay olmadığını, tam tersine en yüklü ve en görkemli
biçimiyle bir âyin örneği olduğu tüm bilimsel açıklamalarıyla ortadadır.[4]
Üstelik putçular bu kadarıyla da yetinmiş değil, bilakis Türk Nakşibendîliğinin
etkisi altında inanışlarını tam bir din sistematiği içinde kurumlaştırmışlardır.
Günümüzde Kökten putçuluk akımı, tapınağıyla ibâdet şekilleriyle âyinleriyle,
en az Nakşibendî Tarîkatı kadar dinsel ve mistik bir nitelik kazanmıştır.
Türk putçularının ayin şekli şöyledir:
«Ti» anonsu ile başlayan âyin, son
derece rûhâni bir atmosfer içinde icra edilmektedir. Putçuların bu sırada belli
bir düzen içinde âyine katılmaları, ayakta hiç kımıldamadan ve hiç konuşmadan
belli bir süre durmaları, bu törenlerin tamamen dini olduğunu yansıtan çok kesin
kanıtlardır.
Ayakta duruş sırasında hiç bir dua okunmadığı için bunun bir ibâdet sayılamayacağını
savunan putçulara verilecek en güzel cevap, Nakşibendî Tarîkatı'ndaki rabıtâdır.
Çünkü mürîd de râbıta sırasında hiç konuşmamakta, hiç bir şey okumamakta, hatta
kımıldamamaktadır. Ayrıca hemen her dinin bazı ibâdetlerinde de bu tür örnekler
mevcuttur. Nitekim cemaatle kılınan namazlarda ve kıyâm sırasında İslâm
mezheplerinin bazılarına göre de İmamdan başka kimse bir şey okumaz.
Görüldüğü üzere Nakşibendî Tarîkatı, daha çok râbıtanın geniş kitleler
üzerinde uyandırdığı psikolojik etkiyle bu cemaatin dışında kalan, hatta karşısında
tavır alan kamplara bağlı insanlara bile dolaylı olarak ilham kaynağı olmuş,
onları bu derece yönlendirebilmiştir!
3. Nakşibendî Tarîkatı, çok yönlü sosyal, kültürel
ve ahlâkî yıkımlara zemin hazırlamıştır.
Sonuç olarak denebilir ki, gerek
Nakşibendî Tarîkatı, gerekse, onun etkisi altında son kırk yıl içinde oluşan Osmanlıcılık, sentezcilik ve modern Türk putçuluğu, etkileşerek
ortak özellikleriyle Türkiye'de düşünce ve inanç alanında büyük bir kargaşanın
ve tehlikeli bir belirsizliğin her tarafı sarmasına kaynaklık etmiştir! Hatta
bu kargaşanın somut bir örneği olarak, solcu-materyalist
gruplar, çok tuhaf bir bilinçsizlik içinde bu gerici oluşumları, (İslâm'ı sembolize eden kamplar) sanmış
ve -esasen bunlarla hiç bir ilişkisi bulunmayan- devrimci-ilerici Müslümanları son yıllara kadar hemen her fırsatta acımasızca
hedef seçmişlerdir!
Şaşırtıcı bir gerçek de şudur ki Türkiye'de Müslümanların dışında kalan
hemen herkes, (hatta solcular bile)
İslâm'ın hiç bir ölçüsüne uymayan fakat İslâm'dan sanılan çeşitli inanış ve
düşünceler benimseyerek, akıl almaz bir «dindarlık»
yarışı içine girmişlerdir. O kadar tuhaftır ki bu insanlar, aynı zamanda
laikliğe ve laik düzene bağlı olmalarına rağmen inanış biçimlerinin İslâm'a
uyup uymadığını hiç değilse kendileri gibi laik devlete bağlı olan Diyanet
İşleri Başkanlığına sorma ihtiyacını bile duymamaktadırlar. Bu nedenle de
Türkiye'de hemen her kişiye göre bir İslâm modeli ortaya çıkmıştır.
Ülkede egemen olan bu ortam, endişe verici sancılar taşımaktadır! Çünkü
toplumun, en büyük ortak moral değerleri İslâm'a aittir. İslâm'ın tertemiz
vücudu üzerinde Nakşibendîliğin, modern putçuluğun ve diğer gerici akımların
-özellikle etkileşerek- sosyal, kültürel ve ahlâkî yapı üzerinde neden olduğu
yıkım ise büyük yaralar açmıştır! Yakın gelecekte bu yaraların, tahmin edilemeyecek
komplikasyonlara yol açmasında hiç kuşkusuz bu tarîkatın çok büyük sorumluluğu
bulunacaktır.
* * *
Yaşanan bu karmaşanın eğer tarihi nedenleri üzerinde çok ciddi, kapsamlı
ve analitik bir inceleme yapılacak olursa bu farklı din anlayışlarının, daha
doğrusu İslâm'ı, genelde İslâm dışı açıklamalarla anlamanın, temelde kültürel
yoksulluktan kaynaklandığı görülecektir. Mistik ya da putçu inanışlar, bu
alandaki boşlukları doldurmuştur. İslâm'ın dilini bilememenin yol açtığı kültür
fukaralığı, halk arasında rûhânî eğilimleri zamanla azdırmış, dolayısıyla din
kavramı, özellikle belli bir coğrafya üzerinde yaşayan toplumlarda evrensel
anlamını yitirerek koyu bir rûhânîlik içinde boğulmuştur.
Şu halde râbıta masalı ve benzeri bid'atler, bir bakıma bu kültürel
yoksulluğun doğal birer sonucudur.
Tarihin derinliklerinden gelen bu yoksulluğun geleceğe taşıdığı ve daima
taşıyacağı değişmez bir kader vardır ki bu kaderin adı yozlaşmadır.
Kim ne derse desin, vahyin getirdiği şaşmaz ve evrensel ölçülere, sürekli
ve bilinçli bir bağlılık için toplum çapında el ele verilmedikçe hiç bir zaman
herhangi bir önlemle yozlaşmaya asla engel olunamayacak ve yaşanan bu karmaşa
son bulmayacaktır. Yozlaşmaya, yıpranmaya ve manevî yıkımlara engel olabilmek
ise, hiç kuşkusuz Kur'ân'ın dilini doğrudan anlamakla ve bu yolda bir kültür
zenginliğine kavuşmakla ancak mümkün olabilir.
Çünkü Kur'ânî bir kavram olan «tefekkür»'e,
-belki de zaman içinde Brahmanizm’den
aldıkları ilhamla- râbıta maskesini giydirenler, çok büyük ihtimalle
Kur'ân-ı Kerîm'in dilini de bilmiyorlardı, yozlaşmanın ne olduğunu da
bilmiyorlardı. Ama bu felaketin, yüzyıllar sonra değerleri çarpıtan ve onları
yok eden bir erozyon haline geldiğini aydın insanlar artık çok iyi bilmektedir.
Özellikle Türk Milleti'nin, tarih boyunca âdetâ pençesi içinde yaşadığı bu
canavarı artık iyice tanıması gerekmektedir.
Râbıtanın, büyük ihtimalle Hind
dinlerinden aldığı mayadan önce temelinde insan rûhunun karmaşık endîşelerini
taşıyan faktörler de bulunmaktadır. Onun için râbıtayı biraz da bu yönüyle
incelemek gerekir.
[1]. Hanîf: Allah Teâla'ya Zatı'nda ve
sıfatlarında asla ortak koşmayan demektir. Çoğulu Hunefâ'dır. Bk. Kur’ân-ı Kerîm:
Hanîf
kelimesi için: 2/135; 3/67, 95; 4/125; 6/79, 161; 10/105; 16/120, 123; 30/30.
Hunafâ
kelimesi: 22/31; 98/5.
[2].
Evet, Nâsıruddîn Ubeydullah el-Ahrâr'ın
Kanûnî döneminde Haydar Baba adlı bir öğrencisini İstanbul’a göndermesiyle Nakşîlik,
Osmanlı Toplumuna ilk kez aşılanmıştır. (Bk.
BÖLÜM - II/6. Rûhânîler ve Râbıta Nâsıruddîn
Ubeydullah el-Ahrâr)
Nakşîliğin
ikinci hamlesi, Rabbânî'nin
mürîdlerinden Murâd el-Buhârî (1640-1720) tarafından Şam’da yapılmıştır. Bu adamın soyundan
gelen altı kişi, birbirlerinin peşi sıra Nakşibendî Tarîkatı'nı bölgede yaymaya
çalışmışlardır. Buna rağmen tarîkatları, Araplar arasında pek tutunmamıştır. Bu
soyun son temsilcisi Hüseyn b. Ali
el-Murâdî (Öl. 1850) Bağdâdî'nin çağdaşıdır. O'nu Şam’a dâvet etmiş, tarîkatının
propagandası için O'na yardım etmiştir.
[3]. Vahhabiliğe gelince bu
hareket, aslında Bağdâdî'den yarım
asır önce Hicaz'da patlak vermişti.
Bu
olayı başlatanların, yönetenlerin ve destekleyenlerin hemen tümü çöl adamlarıydı.
Hem bedevîliğin verdiği bir sertliğe sahip idiler, hem de mücadele stratejisi
konusunda tecrübe ve bilgiden yoksun bulunuyorlardı. Bu nedenle başlangıçta
çok yıkıcı yanlışlıklar yapıldı.
«Vahhâbîler», (daha doğrusu, bu hareketin lideri olan Muhammed b. Abdülvahhâb'ın yandaşları),
asırların çığ gibi biriktirip İslâm'a yüklediği şirk inanış ve sembollerini,
bir çırpıda ve zor kullanarak ortadan kaldırmaya çalıştılar. Halbuki bir avuç
Müslümandan başka Kur’ân’a ve Sünnete bağlı kimse kalmamıştı. Üstelik devletin
politikası da müşrik çoğunluktan yanaydı. Ancak bu, tevhid'e karşı bir tavır
değil, geleneksel bir anlayıştı. «Vahhâbîler»
bu inceliği kavrayamıyor, dolayısıyla tevhid mücadelesini akılcı yollarla
yapmayı beceremiyorlardı. Bu nedenledir ki Devlet, «Vahhâbîler»'i çok korkunç bir şekilde cezalandırma yoluna gitti. «Vahhâbîler» de hırçınlaşıp «müşrik» kıyımına girişince felâketler
başladı ve Halidîlik yayılıncaya kadar elli yılı geçkin bir zaman boyunca Osmanlı-Vahhabî boğuşması sürdü.
Kesinlik
derecesinde denebilir ki, Osmanlı yönetimi, bu «Vahhâbîlik» hareketine, o devrin bütün ayaklanma olaylarından çok
daha yıkıcı bir gözle bakmış ve kendini böyle inandırmıştır. Bunun, temelde bir
ıslah ve ihya düşüncesinden kaynaklandığını asla hesaba katmamıştır, katmak da
istememiştir! Onun için bu mesele, başlangıçta ve henüz propaganda aşamasındayken
devlet tarafından tartışma zeminine getirilmemiş, tam tersine «Vahhâbîler», adetâ sıcak çatışma
ortamına kaydırılmıştır!
Bunun
sebebi tarihîdir ve çok açıktır. Osmanlı Devleti'nin temelinde tasavvuf mayasının
bulunduğunu unutmamak gerekir. Fakat ne ilginçtir ki tarih boyunca gerek mehdîlik
olayları, gerekse yeniçeri isyanları gibi sürekli yinelenen korkunç siyasi
belâlar da hep bu mayayla hazırlanmış olan çeşitli hamurlardan ortaya
çıkmıştır Buna rağmen, devlet daima İslâm’ın Mistik yorumlarına önem vermiş,
arı Kur'ânî anlayışın ön plana çıkmasına hiç bir zaman meydan vermemiştir.
İşte
Devletin, «Vahhâbîliğe» karşı
takındığı tutumun sebebi burada yatmaktadır. Çünkü «Vahhâbîlik» demek, kelimenin tam anlamıyla bütün mistik inanış ve
anlayışlara karşı olmak demektir. Yani «Vahhâbîlik»,
aslında sanıldığı gibi bir mezheb değil, yanlış mücadele stratejilerine
dayalı olsa bile temelde yozlaşmışlığa karşı bir ihya hareketidir; ama
mistisizmin tasfiyesini ve İslâm'ın mistik yorumlardan arındırılmasını
amaçlayan bir vicdânî-siyasî harekettir.
Oysa Osmanlı Devleti'nin
kuruluşundan beri padişahların hemen hepsi birer tarîkata bağlı idiler.
Dolayısıyla mistisizmi inkâr etmek, başka bir ifadeyle geçmişlerin inanış şekillerine
bâtıl demek, hatta onları İslâm dışı birer müşrik saymak anlamına gelecekti.
Öyle
anlaşılıyor ki devlet bu yüzden «Vahhâbîliği»,
İslâm'ı yıkmak isteyen yeni bir din ve hatta vicdanları köreltici bir zehir
gibi görmüş, dolayısıyla bu dâvânın savunucularını askeri yöntemlerle
sindiremeye çalışmıştır. Fakat bunu beceremeyince de «Vahhâbîliğe» karşı bu kez panzehir olarak Neo-Nakşibendîliğin, ülke çapında yayılmasına yardım etmiştir.
Yukarıda
kısaca bahsedildiği gibi, şanlı tevhid dâvâsının şahlandığı kutsal topraklarda
bile bu inanış şekli pervâsızca propaganda edilmeye başlanınca, Hicaz'daki
Müslümanlar 1745'lerden itibaren bu talihsiz gelişmeye büyük tepkiler
göstermişlerdir. Nakşibendîler tarafından «Vahhâbîlik»
diye adlandırılan siyasi hareket işte budur.
Bilindiği
üzere Nakşibendîler, «Vahhâbîlik»
diye bir inanış şekli bulunduğunu, bunun, XVIII. yüzyıl ortalarında Muhammed b. Abdülvahhâb adında Necidli
bir hoca tarafından mezhep haline getirildiğini ve genellikle «Suudî Arabistan» halkının bu mezhebe
bağlı olduğunu ileri sürmektedirler; Hatta buna, «Suûdî Arabistan'ın resmî dini» bile demeye kadar işi
vardırmaktadırlar! Nitekim «Vahhâbîlik»
diye üretilen kavram ve bu kavrama yüklenen çeşitli anlamlar Nakşibendîlerin
propagandaları sonucu, başta Türkiye'de olmak üzere Müslümanımsı topluluklar
arasında bir kanâat olarak yerleşmiştir!
«Vahhâbîlik»
diye adlandırdıkları bu "hayâlî mezhep“ aleyhinde, Özellikle son otuz,
kırk yıldır İstanbul’da asker emeklisi bir Nakşî şeyhi tarafından çok yoğun
şekilde yazılı propaganda yapılmaktadır. Bu nedenle Türkiye'de, Nakşibendîlerin çok büyük etkisi altında bulunan halk
da ne ilginçtir ki bu savın gerçek olduğuna inanmakta, bunun doğru olup olmadığını,
hemen hiç kimse araştırma ihtiyacını bile duymamaktadır.
Halbuki
Muhammed b. Abdülvahhâb'ın,
yandaşları arasında bu görüşe katılan, yani «Vahhâbî» olduğunu kabul eden belki bir tek kişi bile yoktur. Bu
bir yana, aslında bunlar, «Vahhâbî» diye
adlandırılmaktan rahatsız bile olmaktadırlar. Çünkü bu adlandırma, aynı zamanda
suçlayıcı ve siyasî bir anlam taşımakta ve onların, Müslümanlardan ayrı bir
kamp oldukları izlenimini vermektedir. İşin ilginç tarafı, (belki de Türkçe’den Arapça’ya hiç tercüme
yapılmadığı için) Türkiye'deki bu yoğun propagandalardan haberi olan «Suûdililer»'in sayısı parmakla
sayılacak kadar azdır. Dolayısıyla «Vahhâbî»
olup olmadıkları hakkında onlara yöneltilen soruları genelde hayretle
karşılamakta, cevap olarak: Bu isim altında bir mezhep tanımadıklarını;
benimsemiş bulundukları görüş ve inanış şeklinin,
Buna
karşın Nakşibendîler, (bağlı bulundukları
tarîkatın, tüm Müslümanlarca sanki legal kabul edildiği havası içinde)
göğüslerini gere gere «Nakşibendî»
olduklarını açıkça ifade etmektedirler! Kuşkusuz bu, hem bir yandan büyük bir
çelişkidir, hem de «Vahhâbîlik» diye
Müslümanlardan ayrı bir kampmış gibi Muhammed
b. Abdülvahhâb'ın hayranlarına karşı giriştikleri karalama, son yıllarda
Müslümanlar arasında yeniden başlamış olan diyalog çalışmalarını büyük ölçüde
baltalamaktadır. Bu konudaki propagandalar gerçekten de Türkiye'de çok geniş
bir çevreyi etkisi altına alabilmiştir. Nitekim, başka bir Nakşî şeyhinin
verdiği fetvâ üzerine bu tarîkata bağlı olanlar, «Haremeyn» imamlarının arkasında namaz kılmamakta, ya da kılmak
zorunda kaldıkları zaman «takiyye»
yapıp daha sonra namazı iade etmektedirler!
Aslında
meselenin önemli olan yanı, «Vahhâbîlik»
aleyhinde yapılan propagandalar değil, aksine bu propagandaların perdesi
arkasına saklanarak tevhid inancının yıkıma uğratılmasıdır.
Evet
«Vahhâbîler»'in belki de çoğu mücessimedir. Fakat onların Allah
(cc)'a ortak koşulmaması konusunda yaptıkları ısrar, en kötü ahvalde Allah
(cc)'ın kâinât üzerindeki mutlak egemenliğini savunmaktan öte bir anlam taşımamaktadır.
Halbuki «Evliyâ» diye -sözde- üstün
güçlere sahip bazı kimselerin, (hatta
ölmüşlerinin bile) kâinat olaylarına Allah (cc) adına yön verebildiklerine
ilişkin tarîkatçıların inancı, ne kadar iyi niyetlerle savunulsa bile Kur'ân-ı
Kerîm'in getirdiği «Tevhîd»'le hiç
bir şekilde uzlaşmamaktadır!
[4].
Bunun aksini bilimsel olarak kanıtlamak mümkün değildir. Nitekim hiç bir putçu,
bunu asla denemeyecek, denemeyi bile göze alamayacaktır!!!