Nakşibendîliğin, Toplumsal Yaşam Üzerindeki Etkileri

 

Nakşi Tarîkatı, asırlardır belli bir coğrafyanın insanları üzerinde top­lumsal açıdan çok yönlü ve silinmez etkiler bırakmıştır. Bu etkilerin boyut­ları gerçekten incelenmeye değer.

Hiç kuşku duymamak gerekir ki, Türkiye'de toplumun özellikle din an­layışını şekillendiren temel faktör Nakşibendîliktir. Çoğunluğun, Sünni Müslümanlardan oluş­tuğu kanâatine karşın, Türkiye'deki Sünnilik anla­yışı, Nakşibendîliğin et­kisi altında, Sünnî âlemin din anlayışından bir hayli farklıdır. Kur’an’dan uzaklaşan bu ilginç din modelinin adı günümüzde artık «Ortodoks Türk Sünnîliği» olarak ilim literatürüne geçmiş bulunmaktadır. 

Nakşibendî Tarîkatı'nın, râbıtaya dayanan «Şahısperest» kültürü, top­lumun hemen bütün kesimlerini etkisi altına almıştır. Özetle denebilir ki halk, farkında olsun veya olmasın, top yekûn Nakşibendîleşmiştir. Büyük ihtimalle bu yüzdendir ki «Merdümperestlik» anlayışı, materyalist gruplar arasında bile yayılabilmiştir.

Örneğin «dindarlar», Kur'ân'a ve Sünnet'e göre değil, tam tersine tarîkat şeyhleri, ya da -mahalli deyimle- «evliyâlar» tarafından şekillendirilmiş bir İslâm'ı ancak kabul etmektedirler. Dinden kopuk yığınlar da kendi inanç ve ideolojilerini bilim tarihine geçmiş bulunan felsefe ve teorilere değil, ak­sine tanrılaştırdıkları liderlerinin kişisel görüşleriyle ifade etmeye çalışmak­tadırlar. Bu toplumda, insanı tanrılaştırma inanışlarından uzak kalabilmiş olanlar ise yalnızca azınlıktaki «hanîf»[1] Müslümanlardır.

Gerçeği ifade etmek gerekirse Nakşibendîlikte din, bir şekiller ve hayâl­ler cümbüşüdür; âyindir; râbıtadır; tesbihtir; takkedir; cübbedir; kavuktur; sakaldır; çarşaftır; türbedir; tekkedir; eski yazılarla, motiflerle figürlerle ve Osmanlıca övgülerle süslü, koca koca mezar taşlarıdır; Bulutların üstünde uçuşan pembe kanatlı evliyâlardır; batmadan su üzerinde gezen, yıllarca yemeden içmeden çöllerde yaşayan “Baba erenler“'dir; "mürşid-i kâ­mil“lerdir, vs. Evet Türkiye’deki tüm tarikatçılara ve aynı zamanda Nakşibendîlere göre din işte budur.

Toplumun tarîkata bağlı olmayan diğer kesimleri de bu şekilcilikten bü­yük ölçüde etkilenmiştir. Bu nedenle, Müslümanımsı dindarlara göre de İslâm, yine şekiller ve hayâller kalabalığından öte bir şey ifade etmemekte­dir. Binaenaleyh onlara göre de İslâm, kocaman kubbeli dev selâtîn camile­ridir; mevlittir; kandildir; ilâhîdir; mehter marşıdır; Mohaç Meydan Savaşıdır; İs­tanbul'un fetih yıldönümü kutlama törenleridir; festir; kılıçtır; tuğrâdır; «kurtçu selâmı» ile birlikte tekbir çekmektir ve bunların en önemlisi olan şemâil edebiyâtıdır...

İslâm'ın, esasen Kur'ân ve Sünnet'den ibaret olduğu, dolayısıyla bu iki kaynağın, hayata geçirilmesiyle ancak İslâm'dan söz edilebileceği ise hemen hiç kimsenin ilgisini çekmemekte, hatta kimsenin, aklına bile gelmemekte­dir!

Onun için eğer kutsallaştırılmış eşya ve kavramlar hakkında en ufak bir olumsuz düşünceniz varsa Türkiye'de dindar toplumun ölçülerine göre belki Müslüman bile sayılmazsınız. Bu ölçüyü ise temelde Nakşibendîlik belirlemiştir.

Nakşibendî Tarîkatı, halkı o kadar köklü şekilde biçimsellikle yönlen­dirmiştir ki Türkiye'de hemen herkes, kutsallığı çeşitli boyutlarda şekillendirmeye çalışmaktadır.

Toplumun, başlıca dört kampa ayrışmış olmasının temelinde de yine bu mistik örgütün derin etkileri bulunmaktadır. Ya da başka bir ifade ile, eğer bu olguyu hazırlamış birkaç neden söz konusu ise bunların, belki de en önemlisi Nakşibendî Tarîkatı'dır.

İşaret edilen kamplara gelince bunları:

1. Nakşibendîler;

2. Müslümanımsı dindarlar: Osmanlıcı, sentezci, sağcı ve gelenekçi muhafazakâr kesimler;

3. İslâm karşıtları: Solcu, kökten putçu ve liberal sağcılar gibi laik ve materyalist kesimler,

4. Müslümanlar: Kur'ân-ı Kerîm'e bir bütün olarak inanan ve onun, bir bütün olarak hayata geçirilmesini vazgeçilmez bir ideal kabul eden mü'­minler diye gruplandırmak mümkündür.

Yukarıda da özetle değinildiği gibi Müslümanların dışında kalan diğer kampların, özellikle İslâm'a bakış açıları, bu tarîkatın etkisi altında son şek­lini almıştır.

Bu bakış açısının temel unsurunu “Kutsal lider“, ya da başka bir ifade ile “Lider kutsaldır.“ kanâati oluşturmaktadır. Bu kanâat, halkın vicdâ­nına âdetâ kazınmış bir temel inanış biçimini almıştır. Türk antropolojisindeki gerçeklerle daha bilimsel boyutlar içinde açıklanabilen bu inanış, gerek şeyh­lik kurumu bakımından, gerekse tarih boyunca Türklerdeki liderlik anlayışı bakımından son derece önemli bir araştırma konusudur.

Sünnî Osmanlı kesiminin, Nakşibendîlikle tanışması ta 1400'lere kadar çıkar[2] Fakat bu tarîkatın toplumsal anlamda yönlendirici etkiler yap­maya başlaması ancak 1800'lerin başından itibarendir.

Doğrusunu söylemek gerekirse tarîkatın, bu tarihlerde Hindistan'dan, ansızın Irak'a yepyeni bir kisve içerisinde sıçrama yapması ve oradan da çok kısa bir sürede İstanbul'a kadar yayılarak bütün Anadolu'yu etkisi altına alması bir rastlantı olmasa gerektir. Siyasetin gizli elleri tarafından, bu se­naryonun hazırlanıp uygulamaya konmuş olmasında büyük olasılık vardır. Daha önce de bir nebze anlatıldığı üzere bu tahmini doğrulayan kanıtlar mevcuttur.

Ancak bu konuda atlanmaması gereken çok önemli bir olay vardır ki esasen Halidîliğin, XIX. yüzyılın başında bir bomba gibi patlaması, bu olayla son derece ilişkilidir. Bu olay ise «Vahhâbîlik» hareketidir.

İşte Nakşibendîlik, aslında bu hadiseden sonra Türk toplumuna tam an­lamıyla gizli bir din olarak mal olmuş, onun âdetâ vicdânına kazınmış, onu bu güne kadar tahmin edilmedik şekilde etkilemiş ve yönlendirmiştir.[3] 

Nakşibendî Tarîkatı'nın, gerek Hindistan gibi dünyanın öbür ucundan Irak'a aniden 1811'de sıçrama yapması, gerek «Halidîlik» kisvesinde yeni bir kim­likle ortaya çıkması, gerek bu isim altında, Budizm’in bütün malzemele­riyle donanmış olması, gerekse Irak gibi, tarihin hiç bir döneminde hiç bir inanış ve düşüncenin, asla geniş bir taban bulamadığı bölgede bir bomba te­siri yaparak en kısa zamanda yayılması ve özellikle Arap olmayan unsurlar arasında tutunması, ayrıca güneydeki geliş­melerin tırmanışa geçtiği bir dö­nemde bu olayın cereyan etmiş olması âdetâ her şeyi özetlemektedir!

Evet bütün bunlara rastlantı demek inandırıcı değildir. Dolayısıyla bu verilerin ışığında Nakşibendî Tarîkatı'nın ve Nakşibendîlerin o gün­den bu­güne -toplum­sal açıdan etkileri incelenecek olursa- Ortadoğu coğrafya­sında Şii İranlılar ve Sünni Araplar dışında kalan toplulukların, İslâm'a ilişkin düşünce ve ina­nışlarında ne kadar köklü değişiklikler meydana gelmiş bu­lunduğunu tesbit etmek müm­kündür.   

Bu değişiklikler şöyle özetlenebilir:

 

1. Nakşîlik “tevhîdî iman“ konusunda büyük tahrîbâta neden olmuştur.

 

Önce belirtilmelidir ki, İslâm’ın temeli imandır ve imanın da ağırlık merkezi Allah Teâlâ'ya (Kurân-ı Kerîm'de bize kendini tanıttığı sıfatla­rıyla) inanmaktır. Bu inancın özü ise, kâinâtın yaratıcısı, yöneticisi, yön­lendiricisi ve düzenleyicisi olarak Yüce Allah'ın, bir, eşsiz, benzersiz, ortak­sız, vekilsiz, başlangıçsız, sonsuz ve ölümsüz olduğu; ezelden ebede her şeyi bildiği, gördüğü, duy­duğu ve her şeye egemen olduğudur. Tevhîdin en kısa özeti budur ve bu­nunla birlikte Allah Teâlâ'nın sonsuz ve sınırsız egemenliği üzerinde hiç bir kimsenin ve herhangi bir gücün hiç bir halde asla etkili olamayacağıdır! Dolayısıyla, yaratığın neden olduğu herhangi bir etki, yalnızca Allah (cc) tarafından yönetilen kainât düzeninin, birbirine bağlı disiplinleri ve kuralları çerçevesinde ancak meydana gelebilir.

Gerçek bu iken baştan beri anlatıldığı üzere, tarihin akışı içinde ve çeşitli etkenler altında zamanla «Ermişlik» diye bir inanç peydahlanmış, böylece «Evliyâ» diye -sözde- üstün güçlere sahip bazı kimselerin, Allah adına kâ­inat olaylarına yön verebildiklerine inanılmaya başlanmıştır! Tabiatıyla, bu inanış biçiminin doğmasında ve yayılmasında hem çok çeşitli nedenler ve güçler olmuştur, hem de epey eski bir geçmişi vardır. Ancak son iki yüzyıl içinde oluşan «Evliyacılık» birikiminin arkasındaki en büyük güç ve kay­nak Nakşibendî Tarîkatı'dır.

 

  2.  Nakşibendîlerin etkisiyle Türkiye'de çok geniş bir “Laik-«Dindar»“ sınıf oluşmuş­tur.

 

Evet, Türkiye'de bütün «dindar» kesimler, Nakşibendîlerin etkisiyle bü­yük ölçüde laikleş­miştir. Bunlar da İslâm'ı, aynen laikler gibi sırf bir âhiret dü­şüncesi, bir mâbet ve mezarlık dini, vicdâna hitap eden bir Allah-kul ilişkisi olarak algı­lamaktadırlar! İslâm'ın doğallığından ve sadeliğinden se­bep, rûhânî susa­mışlıklarını gide­rememekte, bir türlü tatmin olamamakta­dırlar. Başka bir ifadeyle, İslâm'daki ibâdetlerin şekil ve miktarını, psikolo­jik olarak azımsa­makta, bu yüzden de tarîkatın bitmez tükenmez âyinle­riyle, meditasyonla­rıyla ve Allah (cc) adına yetkili sandıkları ölülere yal­varmak sûretiyle do­yuma ulaşmaya çalışmak­tadırlar. «Dindarlar»'ın, Müslüman­lardan farklı bir çizgi izleyerek, özellikle son yıllarda laik ve ma­teryalist ke­simlerle her alanda işbirliği ve dayanışma içinde bulunmaları, onlarla böyle bir ortak noktaya sahip bulunduklarını kanıtlamaktadır. Nitekim geniş Nakşibendî cemaatlerinin desteği sayesinde devlet yönetimi putçu laiklerin tekelinde devam etmektedir. Temelde kar­şıt, hatta düşman olan bu iki kutup arasın­daki yakınlaşma ortamını hazır­layan faktör ise put­çulara ilham kaynağı olan Nakşibendî Tarîkatı'nın poli­teist felsefe­sidir.

Nitekim laiklerin de son yıllarda putçuluğu Nakşibendîlerin etkisiyle icad ettiklerine ihtimal vermek mübalağa sayılmaz. Çünkü 1950'lere kadar putçuluk diye bir akım yoktu. Laik ve materyalist azınlık, sırf maddeci bir yaşam tarzının sıkıntısını yaşıyorlardı. Maneviyatsızlığın stresi altında bu­nalan bu insanlar, aynı zamanda çoğunluktan tamamen kopuk kalmış ol­manın ve iç dünyalarını serinletecek hiç bir moral değere sahip bulunama­manın kompleksi ile eziliyorlardı. Allah'dan başka birtakım ilahlar edin­menin hiç de zor olmadığını, üstelik ülkenin en «dindar» kesimlerinin bile bu yolu seçmiş bulunduklarını görünce onlar da benzer bir tercih yaptılar. Hatta bu tercihe tamamen dini bir nitelik bile kazandırdılar. Bunların, il­hamlarını tasavvuftan, tarîkat anlayışından ve özellikle epeyce yaygın bu­lunan Nakşi Tarîkatı'nın râbıtasından almış olması ihtimali çok büyüktür.

Putçular, -sözde- «Lidere saygı» adı altında düzenledikleri törenlere is­tedikleri kadar «Dinle hiç bir ilişkisi yoktur; Son derece resmî ve seküler bir atmosfer içinde yapılan törenlerdir; dünyevî bir saygıdan ve saygı duru­şundan asla ileriye gitmez.» desinler; evet istedikleri kadar bu savı ileri sürsünler, onların başta kendileri bile buna asla inanmamaktadır! Üstelik hem psikolojik açıdan hem de ilahiyat felsefesi açısında bu konu incelendi­ğinde, bakınız ne gibi sonuçlar elde edilmektedir.

* Her şeyden önce saygı, sevgiden çok farklı bir psikolojik olaydır.

Sevgi, tamamen doğal ve içgüdüsel bir olaydır. Bir şeyi sevdiğiniz za­man duygularınız otomatik olarak harekete geçer ve belirtileri kendiliğin­den ortaya çıkar. Onun için insan, ne kendini zorlayarak, ne de başkası tara­fından zorlanarak bir şeyi sevebilir. Bunu asla yapamaz. İnsan, herhangi bir nedenle sahte bir sevgi gösterisinde bulunsa bile bunu uzun zaman sürdü­remez. Ayrıca se­ven insan, sevdiğini içinden inkâr edemez. Yani kendi kendini ya­lanlaya­maz. Bu nedenledir ki çok küçük çocuklar, hatta bebekler bile sevme olayını gâyet çarpıcı şekilde yaşarlar. Buna karşın saygı gösterme­sini, önceleri bile­mezler, bunu daha sonra öğrenirler.

Saygıya gelince, bu duygu, daha çok telkin ve sürekli eğitim yollarıyla insanda âdetâ bir şartlı refleks haline gelen ya da getirilen sırf yapay ve son­radan kazanılan bir psikolojik uyarılmadır.

Bu nedenle saygıyı en çok iki kısma ayırmak mümkündür.

Birincisi: Özellikle, sahip bulunduğu yaptırım gücü sayesinde yakın ge­leceği tehdit edebilen bir otoriteye karşı insanın duyduğu saygıdır. Önemle belirtmek gerekir ki bu saygı korku ile karışıktır ve gerçek bir saygı değildir! Buna «Heybet» demek daha doğru olur.

Baskı altında ve belâdan kurtulma karşılığı olarak gösterilen askerî ve resmî saygılar bu türdendir. Bu saygının ahlâkî hiç bir değeri yoktur.

İkincisi ise: Hiç karşılıksız ve salt bir yüceltme duygusudur. İmanla ilin­tili saygı kavramı, işte bu duyguyu ifade eder. Buna da «İmânî Saygı» demek daha doğru olur.

Dolayısıyla putçuların «Saygı Duruşu» dedikleri şey, sürekli telkin ve propagandalarla yaratılan yapay bir sevginin, «İmânî Saygı»'ya dönüştü­rülmüş eylemsel şeklidir, kesinlikle dinsel bir nite­lik taşır. Nitekim her dine bağlı insanlarda, kutsal değerlere karşı var olan saygı duygusu bu şe­kilde oluşmuştur. Onun için eğer bu saygı biçimini birinci kısımdan göste­rerek, bunu heybetlenmek diye nite­lemeyi deneyecek olursanız, putçuların haklı olarak şiddetli tepkilerine he­def olabilirsiniz! Bu gerçek ise putçuların «Saygı Duruşu» diye niteledikleri gösterinin asla seküler bir olay olmadı­ğını, tam tersine en yüklü ve en gör­kemli biçimiyle bir âyin örneği olduğu tüm bi­limsel açıklamalarıyla ortada­dır.[4]

Üstelik putçular bu kadarıyla da yetinmiş değil, bilakis Türk Nakşibendî­liğinin etkisi altında inanışlarını tam bir din sistematiği içinde kurumlaş­tırmış­lardır. Günümüzde Kökten putçuluk akımı, tapınağıyla ibâdet şekille­riyle âyinle­riyle, en az Nakşibendî Tarîkatı kadar dinsel ve mistik bir nitelik kazan­mıştır.

 

Türk putçularının ayin şekli şöyledir:

 

«Ti» anonsu ile başlayan âyin, son derece rûhâni bir atmosfer içinde icra edilmektedir. Putçuların bu sırada belli bir düzen içinde âyine ka­tılmaları, ayakta hiç kımıldamadan ve hiç konuşmadan belli bir süre dur­maları, bu törenlerin tamamen dini olduğunu yansıtan çok kesin kanıtlar­dır.

Ayakta duruş sırasında hiç bir dua okunmadığı için bunun bir ibâdet sa­yılamayacağını savunan putçulara verilecek en güzel cevap, Nakşibendî Tarîkatı'ndaki rabıtâdır. Çünkü mürîd de râbıta sırasında hiç konuşmamakta, hiç bir şey okumamakta, hatta kımıldamamaktadır. Ayrıca hemen her dinin bazı ibâdetlerinde de bu tür örnekler mevcuttur. Nitekim cemaatle kılınan namazlarda ve kıyâm sırasında İslâm mezheplerinin bazılarına göre de İmamdan başka kimse bir şey okumaz.

Görüldüğü üzere Nakşibendî Tarîkatı, daha çok râbıtanın geniş kitleler üzerinde uyandırdığı psikolojik etkiyle bu cemaatin dışında kalan, hatta kar­şısında tavır alan kamplara bağlı insanlara bile dolaylı olarak ilham kay­nağı olmuş, onları bu derece yönlendi­rebilmiştir!

 

3. Nakşibendî Tarîkatı, çok yönlü sosyal, kültürel ve ahlâkî yıkımlara zemin hazırlamıştır.

 

 Sonuç olarak denebilir ki, gerek Nakşibendî Tarîkatı, gerekse, onun et­kisi altında son kırk yıl içinde oluşan Osmanlıcılık, sentezcilik ve modern Türk putçuluğu, etkileşerek ortak özellik­leriyle Türkiye'de düşünce ve inanç alanında büyük bir kargaşanın ve teh­likeli bir belirsizliğin her tarafı sarma­sına kaynaklık etmiştir! Hatta bu kargaşanın somut bir örneği olarak, solcu-materyalist gruplar, çok tuhaf bir bilinç­sizlik içinde bu gerici oluşumları, (İslâm'ı sembolize eden kamplar) sanmış ve -esasen bunlarla hiç bir ilişkisi bulunmayan- devrimci-ilerici Müslümanları son yıllara kadar hemen her fırsatta acımasızca hedef seçmişlerdir!

Şaşırtıcı bir gerçek de şudur ki Türkiye'de Müslümanların dışında kalan hemen herkes, (hatta solcular bile) İslâm'ın hiç bir ölçüsüne uymayan fakat İslâm'dan sanılan çeşitli inanış ve düşünceler benimseyerek, akıl almaz bir «dindarlık» yarışı içine girmişlerdir. O kadar tuhaftır ki bu insanlar, aynı za­manda laikliğe ve laik düzene bağlı olmalarına rağmen inanış biçimlerinin İslâm'a uyup uymadığını hiç değilse kendileri gibi laik devlete bağlı olan Diyanet İşleri Başkanlığına sorma ihtiyacını bile duymamaktadırlar. Bu ne­denle de Türkiye'de hemen her kişiye göre bir İslâm modeli ortaya çıkmış­tır.

Ülkede egemen olan bu ortam, en­dişe verici sancılar taşımaktadır! Çünkü toplumun, en büyük ortak moral değerleri İslâm'a aittir. İslâm'ın tertemiz vücudu üzerinde Nakşibendîliğin, modern putçuluğun ve diğer gerici akımların -özellikle etkileşerek- sosyal, kültürel ve ahlâkî yapı üze­rinde neden olduğu yıkım ise büyük yaralar açmıştır! Yakın gelecekte bu ya­raların, tahmin edilemeyecek komplikasyonlara yol açmasında hiç kuşku­suz bu tarîkatın çok büyük sorumluluğu bulunacaktır.

* * *

 

Yaşanan bu karmaşanın eğer tarihi nedenleri üzerinde çok ciddi, kap­samlı ve analitik bir inceleme yapılacak olursa bu farklı din anlayışlarının, daha doğrusu İslâm'ı, genelde İslâm dışı açıklamalarla anlamanın, te­melde kültürel yoksulluktan kaynaklandığı görülecektir. Mistik ya da putçu ina­nışlar, bu alandaki boşlukları doldurmuştur. İslâm'ın dilini bilememenin yol açtığı kültür fukaralığı, halk arasında rûhânî eğilimleri zamanla azdır­mış, dolayısıyla din kav­ramı, özellikle belli bir coğrafya üzerinde yaşayan toplumlarda evrensel anlamını yitirerek koyu bir rûhânîlik içinde boğul­muştur.

Şu halde râbıta ma­salı ve benzeri bid'atler, bir bakıma bu kültürel yoksul­lu­ğun doğal birer sonucudur.

 

Tarihin derinliklerinden gelen bu yoksulluğun geleceğe taşıdığı ve da­ima taşıyacağı değişmez bir kader vardır ki bu kaderin adı yozlaşmadır.

Kim ne derse desin, vahyin getirdiği şaşmaz ve evrensel ölçülere, sü­rekli ve bilinçli bir bağlılık için toplum çapında el ele veril­medikçe hiç bir zaman herhangi bir önlemle yozlaşmaya asla engel oluna­mayacak ve yaşa­nan bu karmaşa son bulmayacaktır. Yozlaşmaya, yıpranmaya ve manevî yı­kımlara engel olabilmek ise, hiç kuşkusuz Kur'ân'ın dilini doğrudan anla­makla ve bu yolda bir kültür zenginliğine kavuşmakla ancak mümkün ola­bilir.

Çünkü Kur'ânî bir kavram olan «tefekkür»'e, -belki de zaman içinde Brahmanizm’den aldıkları ilhamla- râbıta maskesini giydirenler, çok büyük ihtimalle Kur'ân-ı Kerîm'in dilini de bilmiyorlardı, yozlaşma­nın ne oldu­ğunu da bilmiyorlardı. Ama bu felaketin, yüzyıllar sonra değer­leri çarpıtan ve onları yok eden bir erozyon haline geldiğini aydın insanlar artık çok iyi bilmektedir. Özellikle Türk Milleti'nin, tarih boyunca âdetâ pençesi içinde yaşadığı bu canavarı artık iyice tanıması gerekmektedir.

Râbıtanın, büyük ihtimalle Hind dinlerinden aldığı mayadan önce te­melinde insan rûhunun karmaşık endîşelerini taşıyan faktörler de bulun­maktadır. Onun için râbıtayı biraz da bu yönüyle incelemek gerekir.

 



 

[1]. Hanîf: Allah Teâla'ya Zatı'nda ve sıfatlarında asla ortak koşmayan demektir. Çoğulu Hunefâ'dır. Bk. Kur’ân-ı Kerîm:

Hanîf kelimesi için: 2/135; 3/67, 95; 4/125; 6/79, 161; 10/105; 16/120, 123;  30/30.

Hunafâ kelimesi:    22/31; 98/5.

 

[2]. Evet, Nâsıruddîn Ubeydullah el-Ahrâr'ın Kanûnî döneminde Haydar Baba adlı bir öğrencisini İstanbul’a göndermesiyle Nakşîlik, Osmanlı Toplumuna ilk kez aşılanmıştır. (Bk. BÖLÜM - II/6. Rûhânîler ve Râbıta Nâsıruddîn Ubeydullah el-Ahrâr)

                Nakşîliğin ikinci hamlesi, Rabbânî'nin mürîdlerinden Murâd el-Buhârî (1640-1720) ta­rafından Şam’da yapılmıştır. Bu adamın soyundan gelen altı kişi, birbirlerinin peşi sıra Nakşibendî Tarîkatı'nı bölgede yaymaya çalışmışlardır. Buna rağmen tarîkatları, Araplar arasında pek tutunmamıştır. Bu soyun son temsilcisi Hüseyn b. Ali el-Murâdî (Öl. 1850) Bağdâdî'nin çağdaşıdır. O'nu Şam’a dâvet etmiş, tarîkatının propagandası için O'na yardım etmiştir.

[3]. Vahhabiliğe gelince bu hareket, aslında Bağdâdî'den yarım asır önce Hicaz'da patlak vermişti.

                        Bu olayı başlatanların, yönetenlerin ve destekleyenlerin hemen tümü çöl adamla­rıydı. Hem bedevîliğin verdiği bir sertliğe sahip idiler, hem de mücadele stratejisi konu­sunda tec­rübe ve bilgiden yoksun bulunuyor­lardı. Bu nedenle başlangıçta çok yıkıcı yanlışlık­lar ya­pıldı.

                        «Vahhâbîler», (daha doğrusu, bu hareketin lideri olan Muhammed b. Abdülvahhâb'ın yandaşları), asırların çığ gibi biriktirip İslâm'a yüklediği şirk inanış ve sembollerini, bir çırpıda ve zor kullanarak ortadan kaldır­maya çalış­tılar. Halbuki bir avuç Müslümandan başka Kur’ân’a ve Sünnete bağlı kimse kalmamıştı. Üstelik devletin politikası da müşrik ço­ğunluktan yanaydı. Ancak bu, tevhid'e karşı bir tavır değil, geleneksel bir anlayıştı. «Vahhâbîler» bu inceliği kavrayamıyor, dolayısıyla tevhid mücadelesini akılcı yollarla yapmayı beceremiyorlardı. Bu nedenledir ki Devlet, «Vahhâbîler»'i çok korkunç bir şekilde cezalandırma yo­luna gitti. «Vahhâbîler» de hırçınlaşıp «müşrik» kıyımına girişince felâ­ketler başladı ve Halidîlik yayılıncaya kadar elli yılı geçkin bir zaman boyunca Osmanlı-Vahhabî boğuşması sürdü.

                        Kesinlik derecesinde denebilir ki, Osmanlı yönetimi, bu «Vahhâbîlik» ha­reketine, o devrin bütün ayaklanma olaylarından çok daha yıkıcı bir gözle bakmış ve kendini böyle inandırmıştır. Bunun, temelde bir ıslah ve ihya düşüncesinden kaynaklandığını asla hesaba katmamıştır, katmak da is­tememiştir! Onun için bu mesele, başlangıçta ve henüz propaganda aşama­sındayken devlet tarafın­dan tartışma zeminine getirilmemiş, tam tersine «Vahhâbîler», adetâ sıcak çatışma ortamına kaydırılmıştır!

                        Bunun sebebi tarihîdir ve çok açıktır. Osmanlı Devleti'nin temelinde ta­sav­vuf mayası­nın bulunduğunu unutmamak gerekir. Fakat ne ilginçtir ki ta­rih boyunca gerek mehdîlik olay­ları, gerekse yeniçeri isyanları gibi sürekli yi­ne­lenen korkunç siyasi belâlar da hep bu ma­yayla hazırlanmış olan çeşitli hamurla­rdan ortaya çıkmıştır Buna rağmen, devlet daima İslâm’ın Mistik yo­rumlarına önem vermiş, arı Kur'ânî anlayışın ön plana çıkmasına hiç bir zaman meydan vermemiştir.

                        İşte Devletin, «Vahhâbîliğe» karşı takındığı tutumun sebebi burada yat­maktadır. Çünkü «Vahhâbîlik» demek, kelimenin tam anlamıyla bütün mis­tik inanış ve anlayışlara karşı olmak demektir. Yani «Vahhâbîlik», as­lında sa­nıldığı gibi bir mezheb değil, yanlış mücadele stratejilerine dayalı olsa bile temelde yozlaşmışlığa karşı bir ihya hareketidir; ama mistisizmin tasfiyesini ve İslâm'ın mistik yorumlardan arındırıl­masını amaçlayan bir vicdânî-siyasî harekettir. Oysa Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan beri padişahların hemen hepsi birer tarîkata bağlı idiler. Dolayısıyla mistisizmi inkâr etmek, başka bir ifadeyle geçmişlerin inanış şe­killerine bâtıl demek, hatta onları İslâm dışı birer müşrik saymak an­lamına gelecekti.

                        Öyle anlaşılıyor ki devlet bu yüzden «Vahhâbîliği», İslâm'ı yıkmak iste­yen yeni bir din ve hatta vicdanları köreltici bir zehir gibi görmüş­, dolayı­sıyla bu dâvânın sa­vunucula­rını askeri yöntemlerle sindiremeye çalış­mış­tır. Fakat bunu bece­remeyince de «Vahhâbîliğe» karşı bu kez panzehir ola­rak Neo-Nakşibendîliğin, ülke çapında yayılma­sına yardım etmiştir.

                        Yukarıda kısaca bahsedildiği gibi, şanlı tevhid dâvâsının şahlandığı kut­sal toprak­larda bile bu inanış şekli pervâsızca propaganda edilmeye başla­nınca, Hicaz'daki Müslümanlar 1745'lerden itibaren bu talihsiz geliş­meye büyük tepkiler göstermişlerdir. Nakşibendîler tarafından «Vahhâbîlik» diye adlandırılan siyasi hareket işte budur.

                        Bilindiği üzere Nakşibendîler, «Vahhâbîlik» diye bir inanış şekli bulun­duğunu, bunun, XVIII. yüzyıl ortalarında Muhammed b. Abdülvahhâb adında Necidli bir hoca tarafından mezhep haline getirildiğini ve genel­likle «Suudî Arabistan» halkının bu mezhebe bağlı ol­duğunu ileri sürmek­tedirler; Hatta buna, «Suûdî Arabistan'ın resmî dini» bile demeye kadar işi vardırmaktadırlar! Nitekim «Vahhâbîlik» diye üretilen kavram ve bu kavrama yük­le­nen çeşitli anlamlar Nakşibendîlerin propagandaları sonucu, başta Türkiye'de olmak üzere Müslümanımsı topluluklar arasında bir kanâat olarak yerleşmiştir!

                        «Vahhâbîlik» diye adlandırdıkları bu "hayâlî mezhep“ aleyhinde, Özellikle son otuz, kırk yıldır İstanbul’da asker emeklisi bir Nakşî şeyhi tara­fından çok yoğun şekilde ya­zılı propaganda yapılmaktadır. Bu nedenle Türkiye'de, Nakşibendîlerin çok büyük etkisi al­tında bulunan halk da ne il­ginçtir ki bu savın gerçek olduğuna inanmakta, bunun doğru olup olmadı­ğını, hemen hiç kimse araştırma ihtiyacını bile duymamaktadır.

                        Halbuki Muhammed b. Abdülvahhâb'ın, yandaşları arasında bu görüşe katılan, yani «Vahhâbî» olduğunu kabul eden belki bir tek kişi bile yoktur. Bu bir yana, aslında bunlar, «Vahhâbî» diye adlandırılmaktan rahatsız bile olmaktadırlar. Çünkü bu adlandırma, aynı zamanda suçlayıcı ve siyasî bir anlam taşımakta ve onların, Müslümanlardan ayrı bir kamp oldukları izle­nimini vermektedir. İşin il­ginç tarafı, (belki de Türkçe’den Arapça’ya hiç ter­cüme yapılmadığı için) Türkiye'deki bu yoğun propagandalardan haberi olan «Suûdililer»'in sayısı parmakla sayılacak kadar azdır. Dolayısıyla «Vahhâbî» olup ol­madıkları hakkında onlara yöneltilen soruları genelde hayretle karşılamakta, cevap ola­rak: Bu isim altında bir mezhep tanımadık­larını; benimsemiş bulun­dukları görüş ve inanış şeklinin, sadece Muhammed b. Abdülvahhâb tara­fından aslına döndürülmüş olan İslâm'ın kendisi olduğunu; Kur’ân ve Sünnetten başka bir kaynak kabul etmedikle­rini ve Hanbelî Mezhebi'ne mensup Müslümanlar olarak İslâm Ümme­ti'­nin bir parçası bulunduklarını açıkça ifade etmektedirler.

                        Buna karşın Nakşibendîler, (bağlı bulundukları tarîkatın, tüm Müslümanlarca sanki le­gal kabul edildiği havası içinde) göğüslerini gere gere «Nakşibendî» olduklarını açıkça ifade etmektedirler! Kuşkusuz bu, hem bir yandan büyük bir çelişkidir, hem de «Vahhâbîlik» diye Müslümanlardan ayrı bir kampmış gibi Muhammed b. Abdülvahhâb'ın hayranlarına karşı gi­riştikleri karalama, son yıllarda Müslümanlar arasında yeniden başlamış olan diyalog çalışmalarını büyük ölçüde baltalamaktadır. Bu konudaki propagandalar gerçekten de Türkiye'de çok geniş bir çevreyi etkisi altına alabilmiştir. Nitekim, başka bir Nakşî şey­hinin verdiği fetvâ üzerine bu tarîkata bağlı olanlar, «Haremeyn» imamlarının arkasında namaz kılmamakta, ya da kılmak zorunda kaldıkları zaman «takiyye» yapıp daha sonra namazı iade etmektedirler!

                        Aslında meselenin önemli olan yanı, «Vahhâbîlik» aleyhinde yapılan propagandalar değil, aksine bu propagandaların perdesi arkasına saklanarak tevhid inancının yıkıma uğ­ratılmasıdır.

                        Evet «Vahhâbîler»'in belki de çoğu mücessimedir. Fakat onların Allah (cc)'a ortak koşulmaması konusunda yaptık­ları ısrar, en kötü ahvalde Allah (cc)'ın kâinât üzerindeki mutlak egemenliğini savunmak­tan öte bir anlam taşı­mamaktadır. Halbuki «Evliyâ» diye -sözde- üstün güçlere sahip bazı kimse­lerin, (hatta ölmüşlerinin bile) kâinat olaylarına Allah (cc) adına yön verebildik­le­rine ilişkin tarîkatçıların inancı, ne kadar iyi niyetlerle savunulsa bile Kur'ân-ı Kerîm'in getirdiği «Tevhîd»'le hiç bir şekilde uzlaşmamaktadır!

[4]. Bunun aksini bilimsel olarak kanıtlamak mümkün değildir. Nitekim hiç bir putçu, bunu asla denemeyecek, denemeyi bile göze alamayacaktır!!!