On Üçüncü Bölüm: GEÇMİŞ ÜMMETLERİN YOK OLUŞU VE KALINTILARI
13.2. Hz. NUH (A.S.)'UN ÜMMETİ
13.2.1. Büyük Bir Kasırga ve Sel İle İlgili Tarihi Kayıtlar
13.2.2. Nûh Kavminin Kötü Yola Sapması
13.2.3. Hz. Nuh'un, Kavminin Islahı İçin Yaptıkları
13.2.5. Tufan Evrensel Nitelikte miydi?
13.2.6. Nuh'un Gemisi Bir İbret Nişanesi Olmuştur
13.3.2. Âd Kavminin Oturduğu Yer
13.3.3. Ad Kavminin Yaşadığı Bölge'nin Bugünkü Durumu
13.3.4. Felaketten Önceki Bolluk ve Refah
13.3.5. Âd Kavminin Yükselişiyle İlgili Kur'ân-ı Kerim'in İfadeleri
13.3.6. Âd Kavmine Allah'ın Azabının Gelmesinin Sebebi
13.3.7. Allah'ın Azabıyla İlgili Kur'ân-ı Kerîm'in Açıklamaları
13.4.2. Semûd Kavminin Yaşadığı Bölge
13.4.3. Semûd Kavmine Ait Tarihî Kalıntılar
13.4.4. Maddî Kalkınma ve Ahlâkî Bozukluk
13.4.5. İtaatsizlik ve İsyânın Üç Sebebi
13.4.6. Hayır İle Şer Arasındaki Mücadele
13.4.7. Mu'cize Gösterilmesi İçin Çekilen Restler
13.4.9. Dişi Devenin Öldürülmesi
13.4.10. Hz. Salih'e Karşı Şirretlilerin Tertibi
13.4.12. İman Sahipleri Kurtuldu
13.4.13. Semûd Kavminin Geliştirdiği Büyük Medeniyet Ve Bunun Kalıntıları
13.5. HZ. İBRAHİM (A.S.)'İN ÜMMETİ
13.5.1. Hz. İbrahim'in Doğduğu Yer
13.5.2. Putlar, Tapınaklar ve Dini Törenler
13.5.3. Nannâr Tanrı'nın Yeri ve Mevkii
13.5.4. Nemrud'un Saltanatının Başlangıcı ve Sonu
13.5.5. Hz. İbrahim'in Öğretilerinin Etkileri
13.5.6.Tam Bir Şirk Medeniyeti
13.5.7. Nemrudî Şirk Nizamının Değerlendirilmesi
13.5.8. Hz. İbrahim'in Tevhid'e Davetinin Siyasi Yönleri
13.3.9. Hz. İbrahim'in İkazı ve İleri Sürdüğü Deliller
13.5.10. Nemrud'un Ateşi ve Hz. İbrahim Halîlullah'ın Çiçekleri
13.6.1. Lût Kavminin Yaşadığı Bölge
13.6.2. Lût Kavminin Sapıklığı
13.6.3. Talmud'un Açıklamaları
13.6.4. Kur'ân-ı Kerîm'in Az ve Öz İfadeleri
13.6.5. Peygamber'in Davetine Tepki
13.6.7. Hz. Lût'un Endişe ve Telâşı
13.7.1. Sabâ (Sebe') Halkının Yaşadığı Bölge
13.7.2. Tanınmış ve Çalışkan Bir Millet
13.7.3. Sabâ (Sebe') Kavminin Dini Tarihi
13.7.4. M.Ö. 650'den Önceki Dönem
13.7.5. M.Ö. 650 ilâ M.Ö. 115 Arasındaki Dönem
13.7.6. M.Ö. 115 ilâ M.S. 300 Arasındaki Dönem
13.7.7. M.S. 300'den İslâmiyet'in Doğuşuna Kadar Olan Dönem
13.7.8. Sabâ (Sebe') Kavminin Maddi Yükselişi
13.7.9. Ticarette Çöküşün Başlaması
13.7.10. Allah'ın Azabından Önceki İsrafa Dayalı Medeniyet
13.8. MEDYEN HALKI VE EYKE KAVMİ
13.8.2. İki Ayrı Kabile'ye Tek Bir Peygamber
13.8.3. Medyenliler İle İlgili Bazı Ayrıntılar
13.8.4. Doğru Yola Davet'in Tepkisi
13.8.5. Medyenlilere Gelen Azâb
13.8.6. Eykelilere Allah'ın Azabı
13.9. HZ. YUNUS (A.S.)'UN ÜMMETİ
13.9.1. Hz. Yunus (a.s.) İle İlgili Bilgiler
13.9.2. Kur'ân-ı Kerîm İle İncil'de Hz. Yunus'un Kıssası
13.9.3. Hz. Yunus'un Ümmetinin Son Defa Azaba Uğraması
13.10.1. İbrahim (a.s.) Soyunun İki Kolu
13.10.2. Filistin'de Şirk Devri
13.10.3. İsrail Oğullarının Yozlaşması
13.10.4. Babil'in Hakimiyeti Sırasında İsrail Oğullarının Durumu
13.10.5. Onarım ve Yenileme Dönemi
13.10.6. Yunan Egemenliği ve Buna Karşı Direniş
13.10.7. İsrail Oğullarının Yaşadığı İkinci Fetret Devri
13.10.9. İsrail Oğullarının Hz. Yahya (a.s.)'ya Yaptığı Kötü Muamele
13.10.10. Hz. Îsa'ya Yapılan Kötü Muamele
On Üçüncü Bölüm: GEÇMİŞ ÜMMETLERİN YOK OLUŞU VE KALINTILARI
İnsanlık tarihine şöyle bir göz atın. Dünyayı sadece bir çiftlik, bir tiyatro sahnesi, keyif çatma yeri ve gönlünce yaşama diyarı olarak kabul eden ve peygamberlerin gösterdikleri yol ve hakikatlerden saparak batıl inançlara esir olan ve dalâlete düşen milletlerin sonunun ne korkunç ve ibret verici olduğunu kendi gözlerinizle görün.
Allah'ın gazabına ve azâbına uğrayan milletler ne yazık ki geçmişten hiçbir ders almamışlardır. Onlar her şeyi umursamazlıkla seyir etmiş, ilgisizlikle müşahede etmişlerdir. Kendilerinden önceki kavim ve ulusların uğradıkları akıbet onları fazla tedirgin ve huzursuz etmemiştir. Harabeleri seyrederken de kaygısız bir seyirci tavrını takınmış, tarihi okurken de ibret almaları gereken şeylerden ibret almamışlardır. Demek ki, hidayet bulmuş ve hidayet bulamamış kişi ve toplulukların görüş açısında önemli bir fark vardır. Sapık, dinsiz ve kâfir milletler, milletlerin hataları ve uğradıkları akıbetten hiçbir ders almamaktadırlar. Ama imanlı ve inançlı kişiler ile topluluklar geçmiş milletlerin akıbetinin neden böyle olduğunu düşünerek düştükleri hata ve itaatsızlıktan tekrarlamamaya dikkat etmektedirler. Biri tarih yaratıyor, ama tarihten ders almıyor, her şeye seyirci kalıyor. Öbürü hem tarih yaratıyor hem tarihin anlamını kavramaya çalışıyor. Tarihte geçenlerden ders alıyor ve bu hayatın ötesindeki gerçeklere ulaşmak için olanca gücüyle çalışıyor.
İnsanları ıslâh etmek, hidayete götürmek üzere vazifelendirilen kişiler yine o insanlardan doğmuş, büyümüş ve yetişmişlerdi. Hz. Îsa, Hz. Musa, Hz. İbrahim ve Hz. Nuh (a.s.) kimlerdi? peygamberlik payesine yükselmeden önce bizim ve sizin gibi insanlardı. Bu temiz ve yüce insanların çağrılarına uymayan, kendi hayalleri ve arzularının peşinde koşan kavimler ve milletlerin sonunun ne olduğunu siz iyi bilirsiniz. Sizlerden pek çoğu iş veya turistik seyahatler sırasında pek çok tarihî yerler görmüşlerdir. Bazılarınız eski kavim ve ümmetlerin yaşadıkları bölgelerden de geçmişlerdir herhalde. Bazılarınız belki de Âd, Semûd, Medyen ve Lût kavimlerinin bulunduğu yerler ve harabeleri de görmüştür. Siz oradan bir ders almadınız mı? Bu ümmet ve ulusların bu dünyada uğradıkları kötü ve korkunç son, ahirette daha kötüsünü göreceklerinin bir belirtisidir. Buna karşılık doğru yolu bulan ve kendilerini ıslâh eden milletlerin ahirette mükafatların daha iyisini, daha güzelini görecekleri de bir gerçektir. Siz bunları bilmiyor musunuz?
Peygamberlerin vaaz ve telkinlerini kabul etmeyen ve hayatlarının temelini, tevhid, risâlet ve ahireti inkâr üzerine kuran uluslar eninde sonunda büyük felâkete uğramışlardır. Tarih tekerrürden ibarettir ve Allah'ın yolundan sapan milletlerin kötü akıbetleri, bize ibret olsun diye tekerrür edilerek gösterilmiştir. Bu tarihî tecrübe gösteriyor ki, peygamberler yoluyla insanlara ulaştırılan ahlâk düzeni ve buna göre ahirette yapılacak mahkeme ve duruşma, bazı inkâr edilmez gerçeklere dayanmaktadır. Çünkü hangi millet bu düzeni bozmaya ve ilâhi kanunun dışına çıkmaya çalışmış ve sorumsuzca hareket etmişse, hüsrana uğramış, kötü bir sonuçla karşılaşmıştır.
İnsanlık tarihinde felâketle karşılaşan milletlerin tepe taklak düşüşünü hazırlayan unsurlar arasında kibir ve Allah'ın nimetlerini inkâr etmek en başta gelmektedir. Allah tarafından her türlü nimet, zenginlik, şan, şöhret ve saadetle mükâfatlandırılan milletler sonunda nankörlük etmeye, Allah'a isyan etmeye ve dünyada fesat ve zulüm etmeye başlamışlardır. Bu milletlerde toplum ahlak ve vicdanı öylesine bozulmuştur ki, aralarında hakikatleri bilen ve gören bazı kimseler kendilerini uyarmaya ve doğru yola getirmeye çalışmışlarsa da seslerini yeterince güçlü ve etkili çıkaramamış ve bu milletlerin felâketini önleyememişlerdir.
Hakka talip olan ve Hakkı bilenler için bu kâinat Allah'ın işaretleriyle doludur. Bu işaretleri görüp, hatalarını derhal düzeltebilirler. Fakat küfür ve şirkle gözleri kararmış olanlar hiçbir şeyi göremezler. Ne gökteki işaretler ne peygamberlerin Mu'cizeleri onları doğru yola getirebilir. Sapıklıkları öylesine koyulaşmış ve kalpleri öylesine katılaşmış olur ki, Allah'ın azâbı gelip çatana kadar gözleri açılmaz. O zamana kadar zaten iş işten geçmiş olur.
Cenâb-ı Allah bu gerçekleri göz önünde bulundurarak, Kur'ân-ı Kerim'in Şuarâ sûresinde tarihte adlarına sık sık rastlanan yedi kavim veya ümmetin cehâlet, dalâlet ve inatçılıklarını anlatmış ve bunların ne korkunç akıbetlere uğradıklarını dile getirmiştir. Cenab-ı Allah (cc.) bu kavimlerin durumundan bahsederken, tutum ve davranışlarının, Mekkeli kâfir ve müşriklerden farklı olmadığına işaret etmiş ve bu hususta şu noktalara dikkati çekmiştir.
Birincisi, Allah'ın alâmet veya işaretleri iki çeşittir. Bunların ilkini, bu dünyada ve kâinatta her tarafta görmek mümkündür. Aklı eren bir kişi bunları gördükten sonra, peygamberlerin naklettiklerinin doğru olup olmadığını anlayabilir. İkinci tür işaretler de Fir'avn ve yandaşları ile, Nuh'un ümmeti, Âd, Semûd ve Lût kavimlerinin gördüğü alâmetlerdir. Mekkeli kâfirler bu işaretlerden hangisini görmeyi tercih ederler?
İkincisi, kâfirlerin zihniyeti her devirde aynı olmuştur onların itiraz ve eleştirileri de temelde aynıdır. Allah'a, peygamberlerine ve ahirete iman etmemek için bahaneleri aynı olmuştur. Nihayet, sonları da aynı olmuştur. Buna mukabil, her çağda peygamberlerin talimatı hiç değişmemiştir. Siret ve ahlâkları aynı olmuştur. Muhaliflerine verdikleri cevap aynı olmuştur. Bunun gibi, Allah'ın ihsan ve rahmeti de aynı olmuştur. Tarihte ikisinin de örneği bol bol vardır.
Geçmiş kavimlere kendi çağlarında yaşamak, huzur içinde gelişme kaydetmek ve refaha kavuşmak için her türlü imkânlar sağlanmıştı. Fakat onlar Allah'a isyan ve itaatsizliği uygun gördüler, dünyada fesâd ve zulmü yaydılar. Onları doğru yola getirmeye gelen peygamberlerin sözlerini dinlemediler. Demek ki onlar son fırsatı da kaçırdılar ve Allah'ın kendileri için hazırladığı imtihanda başarısız kaldılar. Bundan sonra onları cezalandırmak ve ortadan kaldırmaktan başka bir çare kalmamıştı. Bu örnekleri verdikten sonra Cenab-ı Allah Mekkeli kâfir ve müşriklere dernek istiyordu ki, geçmiş milletlerin yapamadıklarını onlar yapmalıydı, doğru yolda bulunmalı ve Allah'ın nimetlerinden istifade etmeliydiler; yoksa onların sonu da aynı olacaktı.
13.2. Hz. NUH (A.S.)'UN ÜMMETİ
Hem Kur'ân-ı Kerîm'in ifadeleri hem İncil'deki kayıtlardan, Hz. Nuh'un ümmetinin bugün Irak olarak bildiğimiz topraklarda yaşamış olduğu kesinleşmiştir. Babil'in tarihî kalıntılarında bulunan eski belgeler de bu tesbiti doğrulamaktadırlar. Bazı kitabelerde, Kur'ân-ı Kerim'de ve Tevrat'ta yer alan, ve Musul'da geçtiği bildirilen tufan olayına benzer bir olaya da rastlanıyor. Ayrıca, Kürdistan ile Ermenistan'ın eski tarihleri ile, nesillerden nesillere geçen rivâyetlerde de, tufan vak'ası ayrıntılı şekilde anlatılmıştır. Bu kayıtlara göre, tufandan sonra Hz. Nuh'un gemisi Musul yakınlarına gelerek durmuştu. Musul'un kuzeyinde İbn-i Ömer adası çevresinde ve Türkiye toprakları içinde bulunan Ağrı dağında da Nuh'un gemisi ve diğer kalıntılarının bulunduğuna dair hâlâ çeşitli açıklamalar yapılıyor. Nahcivan halkı arasında hala yaygın olan inanca göre Musul'un temelini Hz. Nuh (a.s.) atmıştı.
13.2.1. Büyük Bir Kasırga ve Sel İle İlgili Tarihi Kayıtlar
Hz. Nuh'un kıssasına benzer efsâne ve rivâyetler Yunan, Mısır, Hindistan ve Çin gibi hemen hemen bütün eski medeniyetlerin literatüründe yer almıştır. Ayrıca, Birmanya, Malezya, Batı Hint Adaları, Avustralya, Yeni Gine ve Avrupa ile Amerika'nın çeşitli bölgelerinde de Hz. Nuh tufanına benzer hikâyeler yaygın şekilde bilinmektedir. Demek ki, bu olay, bütün insan soyunun bir tek bölgede yaşadığı bir sırada meydana gelmiş ve daha sonra insanların çeşitli gruplarının dünyanın çeşitli bölgelerine dağılmalarıyla oralara kadar çeşitli hatıra, rivâyet ve efsâneler gibi ulaşmıştır. Dünyanın hemen hemen bütün kavimleri, geçmiş tarihlerine baktığında büyük ve müthiş bir tufandan bahsedildiğini görürler. Aradan geçen yüzyıllar bu olayın asıl mahiyetini, yerini, zamanını ve bazı unsurlarını değiştirmiştir. İnsanların hayal gücü ve anlatım tarzı da bunları bambaşka şekle sokmuştur.
Hazreti Nuh (a.s.)'un gemisinin demirlendiği Cudi dağı, Kürdistan bölgesinde, İbn-i Ömer adasının kuzeyinde bulunuyor. İncil'de bu geminin durduğu yerin Rus-Türk sınırındaki Ağrı dağı (Ararat) olduğu beyan edilmiştir. Aynı isimde bir sıradağı da vardır, ki Ermenistan yaylasından başlayarak güneyde Kürdistan'a kadar uzanıyor. Cudi dağı işte bu dağlar silsilesinin bir dağıdır ve bugün de aynı isimle meşhurdur. Kadim tarih kitaplarında geminin durduğu yer Cudi olarak kaydedilmiştir. Nitekim, Hz. Îsa'nın doğumundan 250 yıl önce Babil'in bir rahibi (Berasus) eski Keldani rivayetlerine dayanarak yazdığı Babil tarihinde Nuh'un gemisinin Cûdî dağına yanaşarak durduğunu beyan etmiştir. Aristo'nun öğrencilerinden Abydenus ta kendi eserinde bunu doğrulamıştır. Buna ilâveten, kendi devrinin durumunu anlatırken, Irak'ta pek çok kişide bu geminin parçalarının bulunduğunu ve bunların sulara karıştırılarak hastalara verildiğini ve şifa dağıtıldığını yazmıştır.
13.2.2. Nûh Kavminin Kötü Yola Sapması
Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Nuh'un kavmiyle ilgili yer alan kayıtlara bakılırsa bu milletin ne Allah'ı inkâr ettiği, ne Allah'tan habersiz olduğu, ne de Allah'a ibadetten kaçındığına tanık olunur. Nûh kavminin en büyük suçu Allah'a ortaklar koşmasıydı. Allah'ın yanında diğer bazı varlıkların da tanrısal sıfatlar taşıdığı ve ibadete layık olduğu inancı, bu millette diğer bazı bozuklukların ortaya çıkmasına sebep oldu. İnsanların yarattığı tanrıları temsil etmek için toplum içinde imtiyazlı bir zümre beliriverdi. Bu zümre dini, siyasi ve iktisadî iktidar ve kontrolün odak noktası haline geldi ve kendi iktidarını korumak için İnsanlar arasında eşitsizlik, haksızlık ve adaletsizliği yerleştirmenin yanı sıra fesâd ve zulmü arttırdı ve her türlü ahlâksızlığı körükledi.
13.2.3. Hz. Nuh'un, Kavminin Islahı İçin Yaptıkları
"Ve onlar (halkı kandırmak için) büyük hilelere başvurdular." (Nûh; 22)
Burada hilelerden, Nûh kavminin hâkim tabakası ile din adamlarının, halkı, Hz. Nuh'tan uzak tutmak ve onun talimatına uymamasını sağlamak için çevirdiği düzenler kasdedilmiştir. Meselâ, onlar diyordu ki, Nûh, sizler gibi alelâde bir insandır, ona vahiy geldiğini nasıl kabul edebiliriz? (Bk: Hûd; 27), Nuh'u, halktan olanlar ve aşağı sınıftakiler hiç düşünmeden Allah'ın peygamberi olarak kabul etmektedir. Halbuki, Nuh'un söyledikleri azıcık önemli ve değerli olsaydı eşraf ve soylular O'na ilk önce iman ederlerdi, (Hûd; 27), "... Eğer Allah dileseydi, melek indirirdi..." (Mü'minûn; 24), Eğer bu şahıs (Nûh) Allah tarafından gönderilmiş olsaydı, hazinesi olacaktı, gaipten haberi olurdu ve melekler gibi her türlü ihtiyaçlardan müstağni olurdu. (Hûd; 31), Nûh ve taraftarları hangi üstünlüğe ve fazilete sahiptirler ki sözleri dinlensin? (Hûd; 27), Bu adam (Nûh) aslında size hâkim olmak istiyor (Mü'minûn; 24) ve bu adam bir "Cin'in etkisindedir, ki o O'nu divâne haline getirmiştir (Mü'minun; 25).
Hz. Nûh aleyhisselâm, ümmetinin durumunu değiştirmek için. uzun süre çabaladı durdu, ama muhaliflerinin ördüğü yalan ve hileler ağı öylesine kaimdi ki çabalarının çoğu boşa gitti. Nihayet Cenâb-ı Allah'a yalvarmak zorunda kaldı, "ya Rabbi, bu kâfirlerden hiçbirini canlı bırakma. Zira bunlardan birini bile canlı bırakırsan, evlâtları senin kullarını yine kötü yola sürükleyeceklerdir ve soylarından çıkan herkes nankör ve itaatsız olacaktır."[1]
Hz. Nuh (a.s.)'un duası Allah tarafından kabul olundu[2] ve Nûh kavmine büyük bir azap indi. Kur'ân-ı Kerim'de açık ifadelerle anlatılan olay şöyle başlamıştır. Tufan, bir fırından su fışkırmasıyla başladı. Sonra yerden de su fışkırmaya başladı. Aynı zamanda gökten bardaktan boşalırcasına yağmur yağmaya başladı. Hûd suresinde sadece fırından su fışkırmasından bahsedilmiştir. Biraz ilerde yağmura da işaret edilmiştir. Fakat, Kamer suresinde bu husus daha etraflıca belirtilmiştir: "Bunun üzerine biz de, göğün kapılarını akan sulara açtık. Böylece yeride kaynaklar halinde coşturduk. Nihayet (gökten yağan ve yerden fışkıran iki su,) takdir olunan miktara erişti. (Âyet; 11-12). Burada şu noktaya da dikkat etmek gerek. Kur'ân-ı Kerim'de 'fırın' için kullanılan "tennur" kelimesi üzerinde elif lâm vardır. Bu demek oluyor ki, Cenab-ı Allah, tufanın başlaması için belli bir fırını görevlendirmişti. Bu fırın, belirlenen gün ve saatte Allah'tan işaret alır almaz su fışkırtmaya başladı ve böylece "kasırga fırını" adıyla meşhur oldu.
13.2.5. Tufan Evrensel Nitelikte miydi?
Tufan'ın evrensel bir mahiyette mi yoksa mahalli nitelikte mi olduğu henüz kesin değildir, İsrail oğullarının rivâyetlerine bakılırsa bu cihanşümûl bir tufandı ve bütün yeryüzünü kaplamıştı (Bk: Doğum, VII, 1824). Fakat Kur'ân-ı Kerîm'de böyle bir ifadeye rastlanmıyor. Kur'an'da yer alan işaretler, daha sonraki insan soyunun Nûh tarafından kurtarılanlardan geldiğini göstermektedir. Fakat bu husus, tufanın bütün dünyayı kapladığı anlamına gelmez. Eski devirlerde insanların yerleşim bölgelerinin küçük olduğunu biliyoruz. Belki de sadece Nûh tufanında etkilenen bölge o zamanın bilinen dünyasıydı ve Hz. Âdem'in bütün evlâtları Irak ve çevresinde yaşıyordu. Eğer tufan sadece bu topraklarda yaşayanları yok etmişse, o zamanki ölçülere göre bütün dünyayı ve insanlığı yok etmiş sayılır. Tufandan sonra, Nuh'un gemisindeki İnsanlar zamanla çeşitli bölge ve ülkelere dağılmış olabilirler. Bu görüşü doğrulayan iki nokta vardır. Birincisi, Dicle ile Fırat arasındaki topraklarda büyük bir kasırga ve selin koptuğu, hem tarihi verilerle hem harabelerle ve hem de jeolojik çalışmalarla sabittir. Fakat bütün yeryüzünü tesiri altına alan cihanşümûl bir fırtına, kasırga veya sel felaketinin belirtileri yoktur. İkincisi, dünyanın hemen hemen bütün milletlerinde, hatta Avustralya'ya, Yeni Gineye ve Amerika'ya kadar uzanan bölgelerde, büyük bir tufan ile ilgili hikâye ve rivayetler meşhurdur. Bundan çıkan sonuç şu: Bütün bu ülkelerin insanlarının ataları Hz. Nûh (a.s.) zamanında tufanın geldiği sırada bir tek bölgede yaşıyorlardı, ama tufandan sonra dünyanın çeşitli bölgelerine dağılarak yeni yeni yerleşim merkezleri kurdular.
13.2.6. Nuh'un Gemisi Bir İbret Nişanesi Olmuştur
"Ve gemiyi âlemlere bir ibret kıldık." (Ankebût; 15).
Bu ayet tefsir edilirken, geminin değil, tufanın, İnsanlar için ibret nişanesi yapıldığı manası da çıkarılabilir. Fakat hem burada hem Kamer suresinin 115. ayetinde bu hususta kullanılan ifade gösteriyor ki, İnsanlar için ibret nişanesi bizzat Nuh'un gemisiydi ve şimdi de olmaya devam ediyor. Bilindiği gibi, bu geminin çeşitli dağların tepesinde, özellikle Ağrı dağının tepesinde bulunmasına dair binlerce yıldan beri rivâyet ve efsaneler halk arasında dolaşmaktadır. Bu gemi, tufandan hemen sonraki yıllarda ve günümüzde de dünyada büyük bir ilâhî azâbın vuku bulduğu, böyle bir azâbın büyük bir insan kitlesini yok ettiği ve Allah'ın buyruklarına uymayanların ağır biçimde cezalandırıldıklarını insanlara hatırlatmıştır. İbn-i Cerîr, Kamer suresinin tefsirini yaparken ayrıca İmam Buhari, İbn Ebi Hâtim ve Abdürrezzak da "Katâde'nin şu rivâyetini nakletmişlerdir.
Hz. Peygamber (a.s.)'in sahabeleri henüz sağ iken, müslümanlar Irak'ın fethi sırasında El-Cezire'ye (İbn-i Ömer adasına) gittiğinde Cûdî dağında (ve bir rivayete göre Bakırda köyü yakınlarında) bir gemi gördüler. Zamanımızda da Ağrı dağı üzerinden uçakla geçerken bir gemiye benzer iskeletin görüldüğü ve bunun araştırılması için dağın tepesine çeşitli araştırmacı ve dağcı ekiplerin gittiğini gazete, dergi ve radyolardan öğreniyoruz.
Kur'ân-ı Kerîm'e göre, Âd kavminin oturduğu yerin adı Ahkâftı[3] ki, Hicaz ile Yemen ve Yemame arasında bir bölgedir. Âd kavmi, buradan çıkarak Yemen'in batı kıyılarından Irak'a kadar uzanan bütün bölgeye hâkim olmuşlardı. Bu kavmin adı ve sanı tarihten silinmiştir. Ancak Arap yarımadasının güneyinde bazı harabelerin kendilerine ait olduğu söyleniyor. Buralarda bir yerde Hz. Hûd (a.s.)'un bir kabri olduğu da belirtiliyor. 1837 de bir İngiliz yetkilisi, James R. Wellested, Hısn-ı Gurab adlı yerde, Hz. Hûd'un adının geçtiği bir kitabe bulmuştu. Bu kitabenin yazısından, bunun Hz. Hûd'un taraftarları tarafından hazırlandığı anlaşılıyor.
Nuh Kavminin Yaşadığı Bölge ve Cudi Dağı Çevresi
Âd Kavmi, Arabistan'ın en eski ve en tanınmış kavimlerinden biri idi; küçük büyük herkes adını biliyordu. Şan-ü şevketi ve ihtişamı dillere destandı. Hakkında sayısız efsâneler vardı. Ayrıca, bu kavmin felâkete uğraması ve yok oluşu da atasözü haline gelmişti. Âd, Araplarca öylesine bilinen bir kelimedir ki, her kadîm ve eski şeyler için "âdi" kelimesi kullanılıyor. Tarihi harabeler ve eserler "Âdiyyat" olarak tanımlanıyor. Sahipsiz ve bakıcısı olmadığı için boş bırakılmış toprağa "Âdiyy-ül Ard" denilir. Eski çağ Arap şiirinde Âd kavminden bol bol bahsedildiğini görüyoruz. Antropologlar, Arabistan'da en eski çağlarda kaybolup giden milletler arasında ilk ismin Âd kavmi olduğunu belirtirler. Hadislerden de Hz.Peygamber (a.s.)'a bir defasında, Âd bölgesinden Zühl bin Şeybân aşiretinden bir kişinin gelip eski zamanlardan beri Âd kavmi ile ilgili kendilerine kulaktan kulağa gelen rivâyetlerden bazısını anlattığı anlaşılıyor.
13.3.2. Âd Kavminin Oturduğu Yer
Âd Kavminin Yaşadığı Bölge
İbn İshâk diyor ki, Âd bölgesi Umman'dan Yemen'e kadar olan toprakları kapsıyordu. Zamanımızda da Arabistan'ın güneyindeki halk arasında yaygın inanca göre, Âd kavmi bu bölgede yaşıyordu. Bugün Mükella olarak bilinen kasabanın yaklaşık 125 mil kuzeyinde Hadramut'ta bir yerde Hz. Hûd'a ait olduğu bildirilen mezar vardır. Her yıl, 15 Şaban tarihinde burada yapılan "urs"a Arabistan'ın çeşitli yörelerinden binlerce kişi gelip toplanır, dua eder ve çeşitli merasimler tertip ederler. Mezarın tarihi bir hüviyeti yoktur, ama bu mezarın bizzat burada bulunması, Arap'ların her yıl burada toplanması Hadramut'ta bazı harabelerin bulunması ve Güney Arabistan'da aynı doğrultuda bir yaygın inancın varolması, Âd kavminin buralarda yaşamış olma ihtimalini kuvvetlendirmektedir.
13.3.3. Ad Kavminin Yaşadığı Bölge'nin Bugünkü Durumu
El-Ahkâf ın bugünkü durumunu gören bir kişi, burada kuvvetli, kudretli, medeni ve görkemli bir milletin yaşadığına inanamaz. Bu bölgenin binlerce yıl önce yemyeşil ve mamur bir belde olduğu, ama tabiat ve iklim değişikliği yüzünden bir çöle dönüştüğü kuvvetli bir ihtimaldir. Bugünkü haline bakılırsa burası upuzun bir çöldür, ki kimse içine girmeye bile cesaret edemez. 1843'te Bavyeralı bir subay bu bölgenin güney kıyısına varmıştı. Bu subayın ifadesine göre, Hadramut'un kuzey yaylasından bakıldığında esas çölün bin metre aşağıda olduğu görülür. Bu dairelere düşen bir şey kısa sürede batar veya harap olur. Arap bedeviler bu çöle girmekten korkarlar. Adı geçen subay, hiçbir bedeviyi çöle gitmeye razı edemeyince oraya tek başına daldı. İfadesine göre buranın kumu son derece ince olup toz şeker gibidir. Subay, beyaz daireden birine su kovasını attı. Bu kova beş dakika içinde kumlara gömüldü ve bağlı olduğu ipte eriyiverdi[4].
13.3.4. Felaketten Önceki Bolluk ve Refah
Hem Arap tarihçilerinin hem de çağımız tarihçi ve araştırmacılarının bulgularına göre Âd kavmi dünyadan adetâ silinmiştir ve dünyada hiçbir kalıntıları kalmamıştır. Bu sebepten dolayıdır ki Arap tarihçileri bu kavmi, kaybolan ve yok olan milletler arasında saymaktadırlar. Arap tarihlerinden sabit olan bir başka husus da, Âd kavminden sadece Hz. Hûd'a tabi olan kısmın ortada kalmasıdır. Geriye kalan bu Adlılara tarihte ikinci Âd denilmiştir, ki yukarıda bahsettiğimiz Hısn-ı Gurâb'ın kitabesi kendilerine aittir. Yaklaşık M.Ö. 1800 yılında yazıldığı sanılan bu kitabenin arkeologlar tarafından çözülen kısmından bazı satırları şuraya aktaralım.
"Biz (Âd kavmi) bu kalede uzun bir zaman rahat ve müreffeh bir hayat yaşadık, öyle ki, yaşantımız her türlü sıkıntı ve ıstıraptan uzaktı. Nehirlerimiz sularla doluydu. Hükümdarlarımız ise her türlü kötü düşünce, ard niyet ve ahlâksızlıktan yoksun birer kraldılar. Onlar kötü kişi ve bozgunculara çok sert davranırlardı ve bize Hz. Hûd (a.s.)'un şeriatına göre hükmederlerdi. Bu hakimlerin iyi ve faydalı kararlan bir kitapta toplanırdı. Ve biz Mu'cizelere ve ölümden sonra diriltileceğimize inanırdık."
Söz konusu ibare, Âd kavminin, Allah'ın azâbı gelmeden önce refah ve saadet içinde yaşadıklarına dair Kur'ân-ı Kerîm'in kayıtlarını harfiyen doğrulamaktadır. Bu ibare, ayrıca, Âd milletinin gelişme, refah ve mutluluğun varislerinin, bilâhare Hz. Hûd (a.s.)'a iman edenler olduğu yolundaki Kur'an'ın ifadelerinin de doğru olduğunu ispatlamaktadır.
13.3.5. Âd Kavminin Yükselişiyle İlgili Kur'ân-ı Kerim'in İfadeleri
Hz. Nuh'un ümmetinin yok oluşundan sonra dünyada şan ve şöhret, refah ve saadet kazanan millet, Âd kavmiydi.
"... Nuh kavminden sonra sizi hakimler yaptığını ve sizin halk arasında kuvvet ve kudretinizi artırdığını ve Allah'ın size olan nimetlerini düşünün." (A'râf; 69)
Âd kavminin fertleri vücutça hayli iri yarı ve kuvvetliydi.
"... Sizin halk arasında kuvvet ve kudretinizi arttırdığını (düşünün)..." (A'râf; 69)
Âd kavmi kendi çağının rakipsiz ve eşsiz milletiydi. Bu sebeble hiçbir millet onlarla yarışmayı aklının ucundan bile geçiremiyordu:
"Ki beldeler arasında O'nun benzeri yaratılmamıştı." (Fecr, 8)
Bu kavmin medeniyet ve kültürü göz kamaştırıcıydı. Yüksek ve kalın sütunlardan yapılmış bina abideler inşa etmek en belirgin özelliklerinden biriydi ve böyle şöhret bulmuşlardı.
"Görmedin mi, Rabbin Âd'a ne yaptı? O sütunlarla dolu İrem'e". (Fecr; 6-7)
Bu maddi ve bedensel üstünlük, kuvvet ve iktidar bu milleti fazlasıyla mağrur ve muhteris kıldı:
"... Âd Kavmi, yeryüzünde haksız yere ululuk gösterip, 'Bizden daha kuvvetli kim var'? dediler..." (Fussilet; 15)
Âd kavminin siyasi nizam ve iktidarı son derece zâlim kişilerin elindeydi:
"... Her bir inatçı zorbanın emrine uydular..." (Hûd; 59)
Dinî durumlarına gelince, Ad kavmi Allah'ın varlığını inkâr etmiyordu, ancak Allah'a ortak koşuyordu. Onlar sadece Allah'a kulluk etmekten hoşlanmıyorlardı.
"... Onlar: Yalnız Allah'a ibadet edip, babalarımızın taptıklarını terk etmemiz için mi geldin?' (dediler)..." (A'râf; 70)
13.3.6. Âd Kavmine Allah'ın Azabının Gelmesinin Sebebi
Kadim Âd kavmi, Allah'ın kendilerine düşman olduğu veya onları ille yok etmek istediği için tarihe karışmadı. Doğrusu şu ki, bu millet kendi mezarını kendi kazdı. Cenâb-ı Allah, bu milletin ıslâhı ve düzelmesi için geniş imkânlar sağladı, düşünme fırsatları verdi. Onları doğru yola getirmek üzere peygamberler yolladı ve bu peygamberler vasıtasıyla işledikleri günah ve düştükleri kötü yoldan kurtulmamaları halinde kötü bir akıbete uğrayacaklarını açık açık belirtti. Felâket yolunun hangisi, refah ve saadet yolunun hangisi olduğuna işaret etti. Ancak Âd'lılar ateşe körükle gidiyorlardı. Gözleri kör olmuş, kulakları tıkanmıştı. Felâketi adeta bekler olmuşlardı. Hiçbir şeyin fayda vermeyeceğini bilen Cenâb-ı Allah nihayet, Âd kavmine hak ettiği cezayı verdi.
13.3.7. Allah'ın Azabıyla İlgili Kur'ân-ı Kerîm'in Açıklamaları
"Onlara dünyada zillet ve hakaret azabım tattırmak için uğursuz günlerde üzerlerine dondurucu bir rüzgâr gönderdik..." (Fussilet; 16)
Kur'ân-ı Kerim'de bu azapla ilgili verilen bilgiler şunlardır. Şiddetli rüzgâr veya fırtına tam yedi gece ve yedi gün esti. Bu fırtına öylesine şiddetliydi ki, insanların kurumuş hurma ağaçları gibi düşüp ölmelerine sebep oldu. (Bk; Hâkka; 7). Şiddetli rüzgâr, üzerinden geçtiği her şeyi yok etti (Zâriyât; 42). Rüzgârın esmeye başlamasından önce hava kararınca Âd kavmi neşe içindeydi. Zira onlara göre, yağmur ve bereket yağacaktı. Fakat rüzgâr kopunca ortalığı mahvetti.
"Çünkü biz onların üzerine uğursuzluğu devamlı bir günde, şiddetli bir rüzgâr gönderdik. Öyle bir rüzgâr ki, insanları, kökünden sökülmüş hurma kütükleri gibi söküp atıyordu." (Kamer; 19-20)
Yukarıda Fussilet suresinde belirtildiği gibi "uğursuzluk (şiddetli rüzgâr ve fırtına) birkaç gün sürdü. Hakkâ sûresi yedinci ayette de süre 7 gece, 7 gün olarak belirtilmiştir[5]
Semûd Kavmi de Âd kavmi gibi Arabistan'ın en eski kavimlerinden biridir. Bu kavim, Ad'dan sonra en meşhur kavimdir. Kur'ân-ı Kerim'in inişinden önce Semûd kavmiyle ilgili rivâyet, hikaye ve destanlar Arabistan'da herkesin dilinde idi. Cahiliyye'nin şiir ve hitabelerinde Semûd ismine sık sık rastlanıyor. Asur yazıtlarında, Yunanistan, Roma ve İskender hakkında yazılan tarih ve coğrafya kitaplarında da Semûd ismine rastlanıyor. Hazreti Îsa'nın doğuşundan kısa bir müddet evveline kadar bu milletten sağ kalanlar vardı. Nitekim, bazı Romalı tarihçilerin ifadelerine göre Semûd'lulardan bazıları Roma ordusuna katılarak, düşman oldukları Nebtîlere karşı savaşmışlardı.
13.4.2. Semûd Kavminin Yaşadığı Bölge
Semûd kavminin, bugün El-Hicr olarak bilinen, Arap yarımadasının batısında bir bölgede yaşadığı tarihi kayıtlardan sabittir. Zamanımızda Medine ile Tebûk arasında trenle yolculuk sırasında Medâyin-i Salih adlı tren istasyonuna geliniyor. İşte burası Semûd memleketinin hükümet merkeziydi. Eskiden bunun adı El-Hicr'di ve şimdi de bazı kimseler burayı bu adla anmaktadır. Buralarda binlerce hektarlık alanda, Semudluların bazı harabeleri bulunmaktadır. Bunlar arasında kayalara oyularak yapılan koskoca binaların kalıntıları da vardır. Bu sessiz ve hazin şehri bugün görenler, buranın nüfusunun 400-500 binden az olmayacağı kanısına varırlar[6]. Kur'ân-ı Kerîm'in inişi sırasında Hicaz'ın ticari kafileleri bu tarihi harabelerden geçerlerdi. Hz. Peygamber (a.s.), Tebûk savaşma hazırlık sırasında buradan geçerken müslümanlara, buranın ibret verici manzarasını göstermiş ve tarihi eserlerden ne gibi ders alınması gerektiğini söylemişti. Hz. Peygamber (a.s.), bir yerde bir kuyuya işaret ederek Hz. Sâlih'in dişi devesinin burada su içtiğini hatırlatmış ve müslümanların yalnızca bu kuyudan su içmelerini, başka kuyulara gitmemelerini emretmişti. Rasûlullah ayrıca, müslümanlara bir geçidi de göstermiş ve bunun dişi devenin geçtiği geçit olduğunu açıklamıştı. Nitekim, bu geçide bugün de "Fecc-ün Nâga" denir.[7]
13.4.3. Semûd Kavmine Ait Tarihî Kalıntılar
"Ad kavminden sonra sizi hükümdarlar yaptığını ve sizi yeryüzünde yerleştirdiğini düşünün. Arzın ovalarında köşkler ve saraylar bina eder, dağlan oyup evler yaparsınız. Allah'ın nimetlerini anın. Ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlardan olmayın." (A'râf; 74)
Semûd kavminin, dağ ve kayaları oyma sanatı, Hindistan'da Ellora ve Ajanta mağaralarında ve dünyanın bazı diğer bölgelerinde görülen oyma sanatının bir benzeriydi. Semûd'lular dağları oyarak ve yontarak muhteşem bina ve saraylar yaparlardı ve böylece büyük sanat eserleri ortaya çıkarırlardı. Bugün Medâyin-i Salih'te hâlâ ayakta duran muazzam yapılar Semud'luların mimarî sanatının ne kadar gelişmiş olduğunun birer delilidirler.
El-Hicr, Semud'un başkentiydi. Bu şehrin kalıntıları, Medine'nin kuzey-batısında Şehr-ul Ulâ'dan birkaç kilometre uzaklıkta bulunmaktadır. Medine'den Tebûk'a hem karayolu hem tren yoluyla yolculuk sırasında bu şehre rastlanıyor. Yolcular ve turistler bu vadiden geçerlerse de, Hz. Peygamber (a.s.)'in nasihati üzerine hiçbir müslüman burada konaklamaz.
Sekizinci asırda İbn Batuta, Hacca giderken buraya uğramıştı. İbn Batuta'nın yazdıklarına göre, "bunlarda kırmızı renkli dağlarda Semûd kavmi tarafından oyularak yapılan binaların kalıntıları vardır. Bu binaların rengi ve süsü öylesine tazedir ki, bugün yapılmış gibi görülürler. Bu harabelerde hâlâ bazı çürümüş ceset ve insan iskeletleri bulunur."
13.4.4. Maddî Kalkınma ve Ahlâkî Bozukluk
Semûd halkı ve milleti hakkında Kur'ân-ı Kerîm'de birçok yerde ayrıntılı açıklamalar yer almıştır. (Bk: A'râf; ]3-19, Hûd; 61-68, Hicr; 80-84, Neml; 45-53, Zâriyat; 43-45, Kamer; 23-31, Hâkka; 4-5, Fecr; 9 ve Şems; 11). Bunlardan, Âd kavminden sonra şan ve şöhret kazanan milletin Semûd olduğu anlaşılıyor. Nitekim, yukarıdaki A'râf sûresinde aynı ifadeleri bulmaktayız "Âd kavminden soma sizi hükümdar yaptığını..." Fakat, maddi kalkınma, zenginlik, rahatlık ve bolluk Âd kavmini nasıl bozduysa, Semûd halkını da kötü yönde etkilemekten geri kalmadı. Yani, bir yandan hayat seviyesi yükselirken bir yandan da ahlâk düzeyi ve insanlık alçaklıkça alçaldı. Bir tarafta, şehirlerde göz kamaştırıcı binalar ve saraylar inşa ediliyor, dağlarda ve mağaralarda kayalara şekiller veriliyor, san'at eserleri ortaya çıkarılıyordu; diğer tarafta ise, toplumda şirk ve putperestlik yerleşiyor, eşitsizlik, adaletsizlik ve zulüm körükleniyor, milletin en kötü insanları iktidar koltuklarından ahkâm kesiyor ve yüksek sınıf büyüklük ve üstünlük kompleksiyle böbürleniyordu. Hz. Sâlih'in Hakk'a daveti ancak aşağı sınıftakilerin bir bölümünü etkileyebildi. Yüksek sınıftakiler ise bunu hakaretle reddettiler.
Semûd Kavminin Yaşadığı Bölge
13.4.5. İtaatsizlik ve İsyânın Üç Sebebi
Semûd kavmi üç sebepten dolayı Hz. Sâlih'in dâvetini reddediyordu. Birincisi, Hz. Sâlih bir beşer veya insandı, başka insanlardan üstün bir tarafı yoktu. İkincisi, Hz. Sâlih Semûd kavminin bir ferdiydi ve herhangi bir fazileti yoktu. Üçüncüsü, Sâlih alelâde ve yapayalnız bir insandı. Kendisi tanınmış bir hâkim veya kabile reisi değildi, çevresinde pervane gibi dolaşan adamlar yoktu. Bir ordusu yoktu. Gösterişli tavırları yoktu. Semûd'lu eşraflara göre Hz. Sâlih, insanüstü bir varlık olmalıydı. Onlar O'nun beşeriyetini de kabul etmeye hazırdılar, ancak alelâde bir kişi olması ve bizzat kendi milletinden olmasını hazmedemiyorlardı. Böyle bir insan başka bir yerden ve milletten gelmeliydi, hatta gökten indirilmeliydi. Bunların hiçbiri olmazsa, en azından nüfuzlu bir kabile reisi ve zengin bir lider olmalıydı. Salih gibi sade ve sâf bir insanın peygamber olmasını bir türlü kabul edemiyorlardı.
13.4.6. Hayır İle Şer Arasındaki Mücadele
Hz. Sâlih, halkı hidayete çağırmaya başlar başlamaz, Semûd kavmi iki rakip kampa bölünüverdi."... Onlar iki fırka olup birbirleriyle çekişmeye başladılar" (Neml; 45)
Bu iki fırkadan biri Hz. Salih'e ve Allah'a iman edenlerden oluşuyordu, ikincisi ise Hz. Salih ve Allah'ı inkâr edenlerden teşekkül ediyordu. İki rakip kampa bölündükten sonra, aralarındaki çekişme ve mücadele de çetin bir şekilde başlayıverdi.
"Kavminden kendilerini büyük görenler, onlardan iman eden zayıflara, 'Salih'in Rabbi katından gerçekten gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz' (diye alayvari söz söylediler). Mü'minler de, 'Biz,
O'nunla gönderilen şeye iman edenlerdeniz.' dediler. Büyüklük taslayanlar (yine), 'Sizin iman ettiğiniz şeyi biz inkâr eyleriz' dediler." (A'râf; 75-76)
Bunun yanı sıra, Kur'ân-ı Kerim'de Semûd kavminin ileri gelenlerinin şu sözlerine de yer verilmiştir:
"Ey Sâlih, eğer sen gönderilmiş peygamberlerden isen bize va'd ettiğin azabı getir." (A'râf; 77)
13.4.7. Mu'cize Gösterilmesi İçin Çekilen Restler
Semûd kavminin ileri gelenleri durmadan Hz. Salih'e meydan okuyor ve rest çekiyorlardı. Onlar diyordu ki, "eğer sen gerçekten Allah'ın elçisi isen, o zaman bize bir Mu'cize göster de görelim." Semud’luların bu sürekli isteği üzerine Cenab-ı Allah da dişi deveyi Mu'cize olarak aralarına gönderdi.
Cenab-ı Allah'ın bu buyruğu ("Biz dişi deveyi onlara fitne olarak gönderiyoruz" sözlerinin bir açıklamasıdır. Fitne ve imtihan, dişi bir devenin birden bire Semûd kavmi arasında belirmesiydi. Semûd kavmi bu deve ile ilgili olarak uyarılmıştı. "Bu dişi deve belirli günlerde tek başına su içecektir. Bunun su içtiği gün sizler sakın hayvanlarınıza su içirmeyin, ve su içtiği kuyu, çeşme veya dereye ne kendiniz gelin ne de hayvanlarınızı getirin. Dişi deve ve diğer hayvanlar nöbetleşerek su içeceklerdir. Bu kural bozulmamalıdır. Yoksa size büyük bir felâket gelecektir." Bu ikazı aktaran kişi Hz. Salih idi. O Sâlih ki, Semûd kavminin ileri gelenleri onunla alay ediyor, onun ordusu ve yardımcıları olmadığım söylüyorlardı.
Şuara sûresinin 154-156 ayetlerinden, böyle bir ilâhî işaret veya Mu'cizenin gösterilmesini bizzat Semûd kavminin istediği sabittir. Semûd halkı, ancak böyle bir işaret gördükten sonra Hz. Sâlih'in peygamber olacağına inanabileceğim belirtmişti. İşte bu isteğe uyarak Hz. Salih dişi deveyi kendilerine sundu. Böylece, dişi deve'nin de diğer bazı peygamberlerin Mu'cizeleri gibi bir Mu'cize olduğu anlaşılıyor. Ayrıca, bu Mu'cize ile birlikte Hz. Sâlih'in, ümmetini son defa ikaz ettiği de anlaşılıyor. Hz. Sâlih'in söylediğine göre, bu dişi deve Semûd kavminin kaderini tâyin edecekti. Allah tarafından bir ibret nişanesi olarak gelen bu deveye bir takım imtiyazlar tanınmalıydı. Bu deve her tarafa dolaşmakta serbest olacaktı ve belli bazı günlerde çeşme ve derelerden su içecekti. Semûdlular bunun yanına yanaşmamalıydı, hele kötü bir niyetle dokunmaları bile felâkete davetiye çıkarmak gibi bir şey olacaktı. Semûd kavmi belirli bir süre devenin olağanüstü bir hayvan olduğuna inandı ve Hz. Sâlih'in dediklerini istemeyerek de olsa yaptı. Ama kötü niyetlerini uzun bir süre saklayamadılar ve fitne ve fesâda baş vurdular.
13.4.9. Dişi Devenin Öldürülmesi
"Derken o dişi deveyi kestiler." (A'râf; 77)
Hz. Sâlih'in dişi devesi bir müddet Semûd kavmini şaşkın ve tedirgin yaptı. Semûd'lu ileri gelenler küplere biniyorlardı ve bu deveyi ortadan kaldırma çarelerini düşünüyorlardı. Nihayet, hayli atak davranan bir kabile reisi, devenin işini bitireceğine arkadaşlarını inandırdı. Şems sûresinde bu adamdan şöyle bahsedilmiştir; "En bahtsızları ayaklandığı vakit" (Âyet; 12). Kamer suresinde ise şöyle denilmiştir: "Nihâyet arkadaşlarını çağırdılar. O da kılıcını çekip deveyi kesti." (Âyet; 29)
Yukarıdaki her iki sûrede görüldüğü gibi, dişi deveyi öldüren tek bir kişiydi. Ama onun fiili bütün millet tarafından desteklendiği için herkes onun suç ortağıydı. Bu sebeple ceza da sadece o kişiye değil bütün millete verildi[8].
13.4.10. Hz. Salih'e Karşı Şirretlilerin Tertibi
"O şehirde, eşraftan dokuz kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde fesâd çıkarıyor ve iyilik etmiyorlardı. Allah'ın adı ile yeminleşerek dediler ki: 'Gece baskını yapıp Salih'i ve ailesini öldürelim. Sonra velisine: Biz o ailenin helakinde hazır değildik. Gerçekten biz doğru söyleyenleriz diyelim! Onlar bir hile düşündüler. Biz de onların haberleri olmadan hilelerinin akıbeti nasıl oldu. Biz hem kendilerini hem de kavimlerini helâk ettik." (Neml; 48-51)
Yukarıdaki ayetlerde belirtildiği gibi, Semûd kavminin ileri gelenleri, Hz. Sâlih (a.s.)'ten kurtulmanın tek çaresinin onu öldürmek olduğunu düşündüler ve bunun için harekete geçtiler. Ama, plânladıkları gibi gece Hz. Sâlih'in evine saldırmadan önce Allah onlara azabını gönderdi. Bu azâb ile sadece kendileri değil, bütün Semûd kavmi yok oldu.
Öyle anlaşılıyor ki, Semûdlular, Hz. Salih'i öldürme plânını dişi devenin öldürülmesinden sonra hazırladılar. Hûd suresinde belirtildiği gibi, dişi devenin boğazlanmasından sonra Hz. Salih, üç günlük mühlet kaldığını, bundan sonra azabın geleceğini söylemişti. Bunun üzerine Semûdlular şöyle düşünmüş olabilirler: Salih'in bizi korkuttuğu azâbın geleceği yok; neden biz dişi devesinden sonra onun işini de bitirmeyelim? Hz. Salih'in evine baskın düzenlemek için kararlaştırdıkları gece de herhalde azâbın geleceği gece idi ve o gece bunlar baskın düzenlemeden Allah'ın gazabı onları yakalayıverdi.
Şuarâ suresinin 158. ayetinde şöyle denilmiştir: "O azap kendilerini yakalayıp helâk etti..." Kur'ân-ı Kerîm'in diğer yerlerinde bu azâb ile ilgili şu kayıtlara rastlıyoruz: Dişi devenin kesilmesinden sonra, Hz. Sâlih, ümmetini şöyle uyardı: "... Yurdunuzda üç gün daha yaşaya durun." (Hûd; 65). Bu uyarı yapıldıktan sonra üçüncü gün, yani mühletin sona erdiği gece yarısı ile sabah arasındaki süre içinde korkunç bir patlama oldu ve bununla beraber öyle bir zelzele oldu ki, bir ânda bütün Semûd kavmi yok oldu. Sabah olunca, etrafta ezilmiş, parçalanmış ve tanınmaz hâle gelmiş cesetlerden başka bir şey yoktu. Bu cesetler, bir ahırda, hayvanların ayaklarıyla ezilen çim ve otlar gibi ezilmiş ve çiğnenmiş durumdaydılar.
13.4.12. İman Sahipleri Kurtuldu
"(Azap) emrimiz geldiğinde Salih'i ve onunla beraber iman edenleri tarafımızdan bir rahmet ile o günün azabından kurtardık..." (Hûd; 66)
Sina yarımadasında yaygın rivâyetlere göre, Semûd kavmi Allah'ın azabına uğrayarak helâk olunca, Hz. Sâlih hicret ederek Sina'ya geçti. Nitekim Musa dağının yanı başında Nebi-Sâlih diye bir tepe vardır. Rivâyetlere göre Hz. Sâlih burada yaşıyormuş.
13.4.13. Semûd Kavminin Geliştirdiği Büyük Medeniyet Ve Bunun Kalıntıları
Âd kavminin mimari sahada en belirgin özelliği yüksek ve kalın sütunlu binalar yapması ise, Semûd medeniyetinin başlıca hususiyeti de dağlar, kayalar, taşlar ve mağaraları oyarak müstahkem ve muhteşem eserler meydana getirmesiydi. Nitekim Fecr suresinde, Âd kavmine "sütün sahibi" denilmişse, Semûd kavmine "vadide kayaları oyan" millet lakâbı verilmiştir. Ayrıca, Semûd ulusunun ovalarda ve düzlüklerde de muhteşem saray ve köşkler yaptığı kaydedilmiştir. (A'râf; 74). Semûd kavminin bu mimari eser ve sanat harikalarının gaye ve hedefi neydi? Kur'ân-ı Kerîm, Semud'un bütün bunları kendisini büyük görme ve gösterme hevesiyle yaptığını açıklamaktadır. Yani sırf gösteriş merakı, servet ve ihtişam ile kuvvet ve iktidarın bir icâbı olarak bu eserleri meydana getirmişti. Bunların arkasında ulvi bir gaye, ebedî bir gerçek yoktu. Umumi menfaat diye bir şey de yoktu. Kısacası, yozlaşmış ve kokuşmuş bir millet ile medeniyet bu hususta ne yaparsa Semûdlular da onu yapmışlardı.
Semûd medeniyetine ait tarihi eser ve harabelerden bazıları iyi korunmuştur. Bunları ben 1959'da kendi gözümle gördüm. Medâyin-i Sâlih veya El-Hicr olarak bilinen yerde bulunan bu tarihi kalıntılar Medine ile Tebûk arasında, El-Ula’ya birkaç kilometre kuzeydedir. El-Ula güzel bir vadi olup etrafında yemyeşil bağ, bahçe, dere ve pınarlar vardır. Fakat El-Hicr hazin ve ölümcül bir manzara arz etmektedir. Burada ne su var, ne bağ, ne de bahçe! Nüfusu da yok denecek kadar azdır. Burada bir kuyu vardır ki Hz. Sâlih'in devesinin burada su içtiği bildiriliyor. Osmanlı devrine ait metruk bir askeri karakolun içinde bulunan bu kuyu hâlen kurumuş vaziyettedir. El-Ula'ya vardığımızda çatlamış, yıkılmış ve kısmen çökmüş dağ ve tepelerle karşılaştık. Bunların Kur'ân-ı Kerîm'de zikrolunan büyük bir zelzele sonucu bu hâle geldiği hemen anlaşılıyor. Benzeri dağları doğuda El-Ulâ'dan Hayber'e kadar uzanan bölgede de gördük. Bundan, Allah'ın gazabı ve azâbı olarak meydana gelen zelzele'nin yaklaşık 500 km. uzunlukta ve 200 Km. genişlikte bir alanı etkisi altına aldığı anlaşılıyor. El-Hicr'de gördüğümüz Semûd kavmine ait binaların kalıntılarının benzerlerini Akabe Körfezinin kıyısında Medyen'de ve Ürdün'de Petra mevkiinde gördük. Bilhassa, Petra'da Semûd ve Nebtî yapılan yan yana bulunuyor ve bunlardan aradaki mimari farkı hemen belli oluyor. Herkes bu yapıların çeşitli devirlerde ve çeşitli kavimler tarafından yapıldığına kanaat getiriyor.
İngiliz oryantalist, Kur'ân-ı Kerîm'in ifadelerini yalanlamak için, el-Hicr'deki binaların Semûd kavmine değil, Nebtîlere ait olduğunu iddia ediyor. Fakat bu milletlerin mimari tarz ve ananesi o kadar değişiktir ki, ancak kör bir kişi bunların tek bir millete ait olduğunu iddia edebilir. Tahminim odur ki, dağlar ve kayaları oyarak bina yapma sanatını Nebtîler, Semûd kavminden öğrendiler ve binlerce yıl sonra Hz. Îsa'nın doğumundan önce 200-100 yılları arasında bunu zirveye ulaştırdılar. Aynı şekilde, Hindistan'da Hindular, Petra'daki mağaralardan yaklaşık 700 yıl sonra Ellora ve Ajanta mağaralarında heykelcilik ve mimarî tarzı doruğa çıkardılar.
13.5. HZ. İBRAHİM (A.S.)'İN ÜMMETİ
Hz. İbrahim (a.s.), Hz. Nûh (a.s.)’tan sonra İslâmiyet'in mesajını bütün dünyaya yaymak üzere Allah tarafından görevlendirilen ikinci peygamberdi. Hz. İbrahim, önce Irak'tan Mısır'a ve Suriye ile Filistin'den Arap çölüne kadar çeşitli bölgeleri senelerce gezerek insanları, Allah'a itaate ve İslâmiyet'e davet etti. Sonra mesajını her tarafa iletebilmek için muhtelif yerlerde naip ve yardımcılar tâyin etti. Ürdün'e yeğeni olan Hz. Lût'u gönderdi, Suriye ve Filistin'e oğlu Hz. İshâk'ı tayin etti ve Arabistan'ın iç kısımlarına büyük oğlu Hz. İsmail'i yolladı. Daha sonra, Allahu Teâlâ'nın emriyle Mekke'de Kâbe adıyla bilinen Allah'ın evini inşa etti ve yine Allah'ın emri üzerine burasını çalışmalarının merkezi olarak seçti.
13.5.1. Hz. İbrahim'in Doğduğu Yer
Son araştırma ve incelemeler neticesinde Hz. İbrahim'in doğduğu şehir ve ayrıca o devirde yaşayan insanların hayat tarzını belirten bazı bulgular da elde edilmiştir. Sir Leonard Wolley'nin, Londra'da 1935'te neşrolunan "Abraham" (Hz. İbrahim) adlı kitabı bu hususta hayli aydınlatıcı bilgiler ihtiva etmektedir. Biz burada bu bilgilerin özetini sunuyoruz.
Bugün tarihçi ve araştırmacıların genellikle Hz. İbrahim (a.s.)"in doğduğu yıl olarak kabul ettikleri M.Ö. 2100 dolaylarında Ur şehrinin nüfusunun 250 bin ilâ 500 bin arasında olduğu tahmin ediliyor. Bu şehir önemli bir ticaret ve sanayi merkeziydi. Buraya bir yandan Pamir ve Nilgari'den mallar gelirdi ve diğer yandan bu şehrin Anadolu ile yakın ticari ilişkileri vardı. Başkenti bulunduğu memleketin sınırları bugünkü Irak'ın kuzeyinde biraz kısa ve batıda biraz uzundu. Nüfusun çoğu ticaret ve sanayi ile uğraşıyordu. Bu döneme ait, tarihi harabelerde bulunan kitabelerden halkın görüşünün tamamıyla maddeci olduğu anlaşılıyor. Urluların en büyük gayesi mal ve mülk sahibi olmak, para kazanmak ve lüks içinde yaşamaktı. Faizcilik almış yürümüştü. Para ve servete düşkün olan bu millet tabiatıyla ticari zihniyet taşıyordu. İlişkiler menfaatler üzerinde kuruluyor, sevgi ve saygı gibi kavramlar göz ardı ediliyordu. Herkes birbirine şüphe ve kuşkuyla bakardı. Münakaşa, kavga ve adli davalar olağan bir olay haline gelmişti. Ur'lular tanrılarına genellikle uzun ömürlülük, zenginlik, işte ve ticarette kazanç, refah ve mutluluk için dua ederlerdi. Nüfus üç gruba ayrılmıştı:
1) Amîlû: Bunlar yüksek sınıfı oluşturuyorlardı, ki bunlar arasında yönetici kadro, yüksek yetkililer, subaylar ve rahipler yer alıyordu.
2) Mişkînû: Bunlar ticaret, sanayi ve tarımla iştigal eden kişilerdi
3) Ardû: Köle ve esirler.
Bu sınıfların birincisi geniş çapta imtiyaz ve imkânlara sahipti. Bu sınıf medeni ve ceza hukukunda bir takım üstünlüklere sahipti. Bunların can ve malları diğer sınıftakilerden daha değerliydi.
Hz. İbrahim (a.s.) işte böyle bir toplumda gözünü açtı. Talmud'da verilen bilgilere göre Hz. İbrahim, Amîlû sınıfının bir ferdiydi. Babası devletin en üst kademesinde bulunan bir yetkiliydi.
Hz. İbrahim (a.s.)'in Göç Yolu
13.5.2. Putlar, Tapınaklar ve Dini Törenler
Ur şehrinin harabelerinden çıkarılan kitabelerde 5000 tanrının adına rastlanıyor. Memleketin çeşitli şehir ve kasabalarının çeşitli tanrıları vardı. Her şehrin bir Koruyucu Tanrısı olurdu ve buna "Rabb-ül Beled" veya "Baş İlâh" denilirdi. Buna diğer ilâhlardan çok daha hürmet ve sadakat gösterilirdi. Ur'un koruyucu tanrısı veya Baş Tanrısı, Nannâr (Ay Tanrısı)dı ve bu münasebetle şehrin adı sonradan "Kemerîne" oldu. İkinci büyük kent Larse idi, ki Ur'dan sonra hükümet merkezi oldu. Buranın Koruyucu Tanrısı, "Şamâş"tı (Güneş Tanrısı). Bu büyük tanrılara tâbi olan birçok küçük tanrı ve tanrıçalar vardı ki, bunların çoğu gökteki yıldız ve gezegenlere, azı dünyaya mensuptu. Halk arzu ve isteklerinin çoğunu bu küçük tanrılara iletirdi. Gerek gökteki gerekse yerdeki tanrıların putları yapılmıştı ve bütün ibadet ve dualar bu putların önünde yapılırdı. Nannâr'ın putu Ur şehrinin en yüksek tepesinde yapılmış olan muhteşem bir tapmakta bulunuyordu. Bu putun yanında Nannâr'ın karısı, "Nan-gül"ün mabedi vardı. Nannâr tapınağı kraliyet sarayı kadar görkemliydi. Bu tapmağın yatak odası da vardı ki her gece güzel bir kız buraya gelip Nannâr'ın "gelini" oluyordu. Bu tapınakta diğer birçok erkek ve kadın rahip ve rahibeler vardı ki, tanrıya adanmışlardı. Kadınların çoğu aslında "dinî fahişe"den başka bir şey değillerdi. Tanrı adına bekaretini kaybeden bir kız, Allah katında çok makbul sayılırdı. Bir kadının hiç olmazsa, hayatında bir defa, Allah için, yabancı birinin koynuna girmesi, kıyamette bir kurtuluş sebebi kabul edilirdi. Bu açık dinî fahişelikten en çok rahip ve keşişlerin yararlandığını söylemeye sanırız gerek yoktur.
13.5.3. Nannâr Tanrı'nın Yeri ve Mevkii
Nannâr sadece bir tanrı değil, aynı zamanda ülkenin en büyük toprak ağası, tüccarı, sanayicisi, fabrikatörü ve iktidar sahibiydi. Çok sayıda bağ, bahçe, tarla, ev, bina, tapmak ve devlet kuruluşları bu tanrıya adanmıştı. Nannâr Tanrı'nın emlâki sayılan bu yerlerden alman vergiler ve kazançların yanı sıra, çiftçi, toprak ağası, işçi, tüccar, esnaf ve memurların getirdiği süt, yiyecek, içecek, altın, kumaş ve diğer kıymetli hediyeler de tapınağına giderdi. Ticaretin önemli bir bölümü tapmaktan idare edilirdi. Bu işleri, kendilerini tanrının naip ve temsilcisi ilân eden rahip ve din adamları yaparlardı ve dolayısıyla her türlü maddî menfaati de elde ederlerdi. Buna ilâveten, ülkenin en büyük mahkemesi de bu tapınaktı. Mahkeme'de rahip ve din adamları yargıç olurdu ve verdikleri kararlar, tanrının kararları olarak kabul edilirdi. Kral ve kraliyet ailesi de Nannâr tapınağına tâbi idiler. Gerçek hükümdar Nannâr'dı, kral da onun naibi olarak hüküm sürerdi. Bu itibarla kral da tanrılar arasında yer alırdı ve halk ona tanrı diye tapardı.
13.5.4. Nemrud'un Saltanatının Başlangıcı ve Sonu
Hz. İbrahim zamanında Ur'da hüküm süren hanedanın kurucusu Urnammu idi. Urnammu, Hz. Îsa'nın doğumundan önce 2300 yıllarında geniş bir saltanat kurmuştu. Bu saltanatın hududu doğusu Susa'dan batıda Lübnan'a kadar uzanıyordu. Bu sebeple bu hanedana önce "Nammu" denildi ve bu isim zamanla değişerek "Nemrud" oldu. Hz. İbrahim'in Ur'dan hicret etmesinden sonra hem Nemrud hanedanına hem Ur'lulara üst üste felâketler gelmeye başladı. Evvelâ, Aylâmîler Ur'u yağma ettiler ve Nemrud'u Nannar'ın putuyla birlikte esir alıp götürdüler. Daha sonra Larse'de bir Aylamî saltanatı kuruldu. Ur, bu saltanata bağlanmış oldu. Nihayet, Arap kökenli bir hanedanın yıldızı Babil'de parladı ve Lârse ile Ur'un her ikisi de bu hanedana bağlanıverdi. Bu üst üste gelen felâketler, Urluların Nannar'a olan bağlılığını zedeledi, zira bu Büyük Tanrı onları en kötü anlarında koruyamamıştı.
13.5.5. Hz. İbrahim'in Öğretilerinin Etkileri
Hz. İbrahim'den sonra Urlular'ın ve bölgenin diğer milletlerinin, O'nun öğretilerini ne ölçüde kabul ettiklerini kesinkes tâyin etmemiz mümkün değildir. Ancak, MÖ. 1910'da Babil Hükümdarı, Hamurâbi' (İncil'de adı Amurafil olarak geçiyor)'nin çıkardığı yasalar, Hz. İbrahim'in öğretilerinden belli bir ölçüde yararlandığı gerçeğini ortaya koymaktadırlar. Bu yasaların ayrıntılarını kapsayan bir yazıt M.S. 1902'de bir Fransız arkeolog tarafından ortaya çıkarıldı. Bu yazıtın İngilizce tercümesi 1903'te C.H.W. John tarafından "The Oldest Code of Law" (Tarih'in En Eski Kanunnamesi) adı altında ilim âlemine sunuldu. Bu kanunnamede yer alan pek çok kanun ve usuller Musevî Şeriat'a benzemektedir.
13.5.6.Tam Bir Şirk Medeniyeti
Çağımızın araştırma ve incelemelerinin sonuçları doğruysa, Hz. İbrahim'in ümmeti için şirk sadece dini bir inanç veya putperestlere mahsus bir ibadet şekli değildi. Aynı zamanda bu milletin bütün siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel hayatı bunun üzerinde kurulmuştu. Bura karşılık, Hz. İbrahim'in Tevhid ile ilgili daveti sadece putperestlerin ibadet şeklini ve inancını değil, aynı zamanda hükümdarların tanrısal sıfatlarını, hakim sınıfın imtiyaz ve üstünlüklerini, rahip ve din adamlarının menfaatini ve kısacası ülkenin siyasi, ekonomik ve sosyal yapısının tümünü etkileyecek nitelikte idi. Hz. İbrahim'in davetini kabul etmek, toplumu temelden değiştirmek demekti. Bu toplum yepyeni temellere oturtulmalıydı. Tevhid'in etkisi toplumun her alanında ve kesiminde görülmeliydi. Böyle büyük çaptaki bir değişiklik ve devrimi kimse kabul etmeye hazır değildi, hele menfaatleri en çok etkilenecek olan hükümdarlar, hakim sınıf, din adamları ve en başta Nemrud benimseyemezdi. Onu niçin, toplumun her kesimi buna şiddetli bir tepki gösterdi.
13.5.7. Nemrudî Şirk Nizamının Değerlendirilmesi
Eski çağlardan beri müşrik toplumların belli bir özelliği vardı. Bu toplumlar ve halklar, Allah'ı "Tanrıların Tanrısı" veya "En Büyük Tanrı" olarak kabul ederler, ama onun tek olduğuna inanmazlardı. Onlar Allah'a pek çok ortak koşarlardı.
Müşrikler her zaman tanrılarını iki kısma ayırmışlardır. Bunlardan biri tabiatüstü bir varlıktır ki, bütün sebep ve neticelere hâkimdir. İnsanlar buna her türlü ihtiyaç ve sıkıntılarını anlatır ve ondan çare bulmasını arzu ederler. Bu tanrı icabında tek veya çok da olabilir. Birden çok tanrılar olunca, en kudretli ve kuvvetli tanrıya ruh, melek, cin, seyyare ve diğer bazı varlıklar yardımcı tanrılar olarak katılırlar. Müşrikler bunlara dua eder, yalvarır, ibadet eder ve kıymetli hediyeler sunarlar. İkinci tür tanrılık siyaset ve medeniyetle ilgilidir. Bu kategoriye hükümdar tanrılar girer. Bu tanrılar siyasi, sosyal, ekonomik ve hukuki alanda çeşitli yasalar çıkarabilir, kendilerine bağlılığı sağlayabilir ve kısacası, dünyevi işlerde halkın mercii olurlar. Bu tür tanrısal sıfatlar her devirde Allah'tan alınıp, krallık, hakimler, kraliyet aileleri, din adamları ve rahipler ile toplumun ileri gelen kişileri arasında dağıtılmıştır. Kraliyet ailelerinin çoğu bu açıdan tanrılık iddiasında bulunmuşlardır. İddialarını pekiştirmek için de ilk tür tanrı veya tanrıların evlâdı olduklarını ileri sürmüşlerdir. Dinî çevreler ve rahipler de bu hususta kendileriyle işbirliği yapmışlardır.
Nemrud'un tanrılık iddiası da bu türdendi. Nemrud kendisi Allah'ın varlığını inkâr etmiyordu. Gök, yer ve bütün kâinatın yöneticisi ve yaratıcısının kendisi olduğunu ileri sürmüyordu. Dünyada ve evrende her şeye hakim olduğunu da söylemiyordu. İddiası şuydu: Ur veya Irak ülkesi ve halkının mutlak hakimi benim. Ben buranın rakipsiz hükümdarıyım. Ağzımdan çıkan söz bir kanundur. Üzerime başka kimsenin iktidarı ve hakimiyeti yoktur. Bu itibarla, beni Tanrı ve Hükümdar olarak kabul etmeyen Irak'ın her vatandaşı asi ve günahkârdır.
13.5.8. Hz. İbrahim'in Tevhid'e Davetinin Siyasi Yönleri
Hz. İbrahim (a.s.) Allah'ı tek bir ilâh olarak kabul ettiğini ve bunun dışında her türlü tanrıyı üstün şahsiyetleri ve batıl itikadları reddettiğini ilân edince sadece Ur kavminin millî din ve inançlarına ağır darbe indirmiyordu, aksine Nemrud ve diğer hakim tabakanın kuvvet ve iktidarına da açıkça meydan okumuş oluyordu. Zira, yukarıda gördüğümüz gibi dinî inanç ve felsefe Ur'luların bütün hayatını etkilemiş ve bunun sayesinde Nemrud ve yandaşları ülkenin en çıkarcı zümresi haline gelmişlerdi. Hz. İbrahim tek Allah'a inanmaya davet etmek suretiyle Ur'luların tanrılarını reddettiği gibi Nemrud'un tanrısal sıfatı ve bu sıfat sayesinde sahip olduğu iktidar, şan ve şöhretini de tehlikeye sokmuş oluyordu. Bu sebeple devlete ve hükümete başkaldırmak suçundan Nemrud'un huzuruna çıkarıldı.
13.3.9. Hz. İbrahim'in İkazı ve İleri Sürdüğü Deliller
Nemrud'un sarayında Hz. İbrahim'in sorguya çekildiği ve bizzat Nemrûd'la tartıştığı pek çok tarihî ve dinî kitapta yer almaktadır. Tartışma sırasında Hz. İbrahim, hayat ve ölümün Allah'ın elinde olduğunu söyleyince, Nemrud, "hayat ve ölüm benim elimdedir" dedi. Bunun üzerine Hz. İbrahim, Nemrud'a şöyle seslendi. "Peki, Cenab-ı Allah, güneşi doğudan doğduruyor; sen bunu batıdan doğdur da görelim." Hz. İbrahim'in bu sözleri Allah'ı inkâr eden Nemrud'u hayli şaşırttı ve çaresizlik içinde bir şey yapamadı.
Hz. İbrahim zaten ilk sözleriyle, Rabb'in, Allah'tan başka bir kimse olamayacağını kanıtlamıştı. Ama Nemrud inatçılıkla bunun cevabını vermekten çekinmedi. Fakat Hz. İbrahim'in bundan sonraki sözleri, Nemrud'un foyasını büsbütün çıkarıverdi. Güneş ve ayın, Hz. İbrahim'in "Allah" dediği tanrıya bağlı olduğunu pekâlâ biliyordu ve bu hususta hiçbir şey yapamayacağını anlamıştı. O nedenle, cevap verse de ne verecekti? Fakat kendi sarayında ve herkesin önünde Hz. İbrahim'e pes edemezdi ve bir ânda mutlak hakimiyet iddiasından vazgeçemezdi. Hz. İbrahim'in sözleri Nemrud'u sadece şaşırttı, onun doğru yola yönelmesine yaramadı. Nemrud kendini beğenme ve kendine tapma huyundan vazgeçip Hakk'a tapma cesaretini gösteremedi. Halbuki, bu noktada Hakka yönelmiş olsaydı belki de kendisini bekleyen korkunç akıbetinden kurtulmuş olacaktı.
13.5.10. Nemrud'un Ateşi ve Hz. İbrahim Halîlullah'ın Çiçekleri
Talmud'daki kayıtlara göre, Nemrud'un Sarayındaki hararetli münakaşa ve münazaradan sonra Hz. İbrahim zindana gönderildi zindanda 10 gün kaldı. Bundan sonra Kraliyet Konseyi O'nun diri diri yakılmasına karar verdi.
Kur'ân-ı Kerim'in ifadelerine göre Nemrud ve yandaşları bu kararı harfiyyen uyguladılar da.[9] Ateş yakıldı ve Hz. İbrahim buna atıldı. Ama ateşte Hz. İbrahim'e bir şey olmadı, zira ateş, Allah'ın emriyle soğudu ve üzerinde çiçekler açtı.[10]
Hz. İbrahim'in kavmi dünyadan silindi ve öyle silindi ki adı sanı bile kalmadı. Allah'ın gönderdiği azaptan kurtulan yalnızca Hz. İbrahim ve mübarek evlâtları (Hz. İsmail ve İshâk) idi.[11] Kur'ân-ı Kerim'de, Hz. İbrahim'in Ur veya Irak'ı terk etmesinden sonra Nemrud ve bütün millete ne gibi bir azâbın indiği belirtilmemiştir. Fakat bunların azâba uğramış milletlerden biri olduğu sabittir.[12]
Hz. İbrahim (a.s.)'i alt etmeğe, O'nun sesini kısmağa çalışan Babil'in hükümdar, hâkim, rahip ve din adamları ve bu çirkin işte onlarla beraber hareket eden halk, tarihe karıştılar, hem de öyle ki bugün onların izlerine bile rastlamak zordur. Ancak, Allah'ın kelâmını söylemek suçundan ateşe atılmak istenen ve bilâhare çaresizlik içinde ülkeyi terk etmeye zorlanan o büyük insan öylesine büyük şan ve şerefe erişti ki, geçen dört bin yıldan beri adı anılmaktadır ve inşaallah kıyamete kadar da anılacaktır. Dünyanın bütün müslüman, Hıristiyan ve Yahudileri, İbrahim Halilullah'ın üstün vasıflı bir peygamber olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Gerçek şudur ki, geçen 40 yüzyılda insan soyu hidayet nurundan ne kadar feyz elde etmişse bu yüce insanın gayret, fedakârlık ve güzel örnekleri sayesindedir. Hz. İbrahim, ahirette Allah'ın lütûf ve inayetine nail olacaktır, ama bu dünyada da O'nu seven ve sayan milyonlarca insan vardır.
Hıristiyanların mukaddes kitabı İncil'de Nemrud ile Hz. İbrahim (a.s.) arasındaki tartışma, kendisinin ateşe atılması, bu ateşin soğuması, kendisine hiçbir şey olmaması, zindana atılması, milleti ile amansız mücadelesi ve nihayet Babil (Irak veya Ur)'e Allah'ın azâbının inmesi, kısacası, Babil veya Irak'taki yaşantısının hiçbir safhası kaydedilmemiştir. Ancak İncil'in "Doğum" ile ilgili bölümünde Hz. İbrahim (a.s.)'in ülkeyi terk etmesine dair bazı kayıtlar vardır. Fakat bu olay bir peygamberin hicretinden çok alelâde bir ailenin, iş ve geçim kaynaklarını aramak üzere bir ülkeden başka bir ülkeye göç etmesi gibi anlatılmıştır. Kur'ân-ı Kerim ile İncil'in kayıtlarında önemli bir nokta daha vardır. Kur'ân-ı Kerîm'e göre Hz. İbrahim'in müşrik ve putperest babası, oğluna baskı ve zulüm yapanların başında idi. İncil ise, bizzat Hz. İbrahim'in babasının, evlâtlarıyla birlikte (ki bunlar arasında oğul, torun ve gelinleri de vardı) Harran'a gidip yerleştiğini beyan etmektedir. (Bk: Doğum, XI, Bölüm, 27-32 ayetleri). Bundan sonra, Cenab-ı Allah'ın, Hz. İbrahim'e, Harran'dan Kenan'a gidip yerleşme emri verdiği belirtilerek şunlar ekleniyor. "Ben seni büyük bir millet haline getireceğim ve bereket vereceğim ve senin ününe ün katacağım. O halde, sen bereketli ol. Senin mübarek olduğunu söyleyenlere bereket vereceğim ve seni lânetleyenleri ben lanetleyeceğim ve yeryüzünün bütün kabileleri (milletleri) senden bereket alacaklardır." (Doğum: Bölüm, XII., 1-3 ayetleri) İncil'deki bu kayıtlar biraz havada kalıyor ve Allah'ın birden bire Hz. İbrahim'e bu kadar ilgi göstermesinin sebebi, O'nun hikâyesini başka kaynaklardan öğrenmeyenler tarafından anlaşılmıyor.
Fakat Yahudilerin dini kitabı Talmud'da, Hz. İbrahim'in Irak veya Babil'de kaldığı süre içinde başından geçen önemli olaylar, şahsiyeti, karakteri ve alışkanlıklarıyla zevkleri hakkında, Kur'ân-ı Kerîm'de bulunmayan bazı ayrıntılara rastlanıyor. Fakat her iki mukaddes kitabın kayıtları birbiriyle karşılaştırılınca pek çok farklılıklar göze çarpıyor. Talmud'da bu hususta pek çok ayrıntıların yer almasına rağmen bunların kopuk, tutarsız ve mantıksız olduğu anlaşılıyor. Buna karşılık Kur'ân-ı Kerîm, Hz. İbrahim'in kişiliği, karakteri, yaşantısı ve başından geçen olayları net ve açık bir şekilde bize sunmaktadır. Bunlar da ne herhangi bir fazlalık ve ne de saçma sapan şeyler. Kastettiğimiz şeyi anlatmak için sanırız, Talmud'da yer alan ayrıntıları buraya özet halinde vermek daha uygun olacaktır. Böylece, Kur'ân-ı Kerîm'in, İncil ve Yahudi mukaddes kitaplarına dayanarak hazırlanan bir kitap olduğunu iddia edenlerin iddialarının asılsızlığı bir kez daha ortaya çıkacaktır.
Talmud'un kayıtlarına göre, Hz. İbrahim'in doğduğu gün kâhinler fala bakmış, ayrıca gökte bir alâmet görmüşler ve bunlara dayanarak, Târeh'in evinde doğan bebeğin (Hz. İbrahim'in) öldürülmesi için Nemrud'a tavsiyede bulunmuşlardır. Buna göre, Nemrud yeni doğan bebeğin canına kıymaya and içti. Fakat Târeh, kölelerinin bir çocuğunu Nemrud'un adamlarına vermek suretiyle Hz. İbrahim'in hayatını kurtardı. Sonra Târeh karısı ve çocuklarıyla birlikte gidip bir mağaraya saklandı. Orada 10 sene kaldı. On birinci yılda Târeh, Hz. İbrahim'i, Hz. Nuh'a yolladı. Hz. İbrahim 39 sene, Hz. Nuh ve oğlu Sam'ın hizmetinde terbiye gördü. Bu sırada, Hz. İbrahim öz yeğeni Hz. Sare ile evlendi. Sare Hz. İbrahim'den 42 yaş küçüktü. (İncil, Hz. Sare'nin, Hz. İbrahim'in yeğeni olduğu hususunu açıklamıyor. Ayrıca, ikisi arasında yaş farkının sadece 10 olduğunu belirtiyor, Bk: Doğum: XI, 29. ayet ve XVII: 17. ayet).
Bundan sonra Talmud'un kayıtları şöyledir: Hz. İbrahim 50 yaşında iken Hz. Nuh'un evinden babasının evine geldi. Eve geldikten sonra gördü ki, babası putperesttir ve evde senenin 12 ayına göre 12 put vardır. Hz. İbrahim ilk önce babasını hidayete getirmeye ve putperestlik ile şirkin zararlarını kendisine anlatmağa çalıştı. Fakat babası inatçı bir insandı ve atalarının dinini bırakmak istemiyordu. Bir türlü yola gelmedi. Nihayet bir gün Hz. İbrahim evdeki bütün putları kırdı. Târeh eve gelince putlarının perişan halini gördü ve küplere bindi. Öfkeli bir şekilde evden çıktı ve doğru Nemrud'a giderek gerçeği anlattı. Târeh öldürülmek istenen çocuğun babası olduğunu, bu çocuğun bugün 50 yaşında bulunduğunu ve evdeki bütün putları kırdığını Nemrud'a anlattı. Nemrud da Hz. İbrahim'i çağırarak kendisini sorguya çekti. Sorgu sırasında Hz. İbrahim ters cevaplar verince Nemrud kızdı ve O'nu zindana attırdı. Daha sonra Kraliyet Konseyi'ni toplayarak durumu görüştü. Konsey, Hz. İbrahim'in ateşe atılmasına karar verdi. Bunun üzerine belirlenen gün ve saatte odun ve ağaçlar toplanarak ateş yakıldı ve Hz. İbrahim buna atıldı. Ateşe Hz. İbrahim'in yanı sıra kardeşi ve kayınpederi Haran da atıldı. Bunun sebebi şuydu. Hz. İbrahim ateşe atılmadan önce Nemrud, Târeh'i azarladı ve oğlunu doğduğu gün öldürtmek istediğini ancak onun yerine bir kölenin oğlunun öldürüldüğünü hatırlatarak bu sahtekârlığı neden ve nasıl yaptığını sordu. Târeh de dedi ki, "Ben işi Haran'ın tavsiye ve. teşviki üzerine yaptım." Böylece kabak Haran'ın başında patladı ve o Hz. İbrahim ile birlikte ateşe atıldı. Haran ateşe atılır atılmaz yanıp kül oldu. Ama seyirciler, Hz. İbrahim'in ateşin tam ortasında rahat dolaşmakta olduğunu ve kendisine hiçbir zarar gelmediğini gördüler. Nemrud'a bu garip vak'a hakkında bilgi verdiler ve o durumu kendi gözüyle görmek üzere ateş yerine geldi. Nemrud oraya varınca Hz. İbrahim'e şöyle seslendi: "Ey gökteki Allah'ın kulu, ateşten çık ve yanıma gel." Hz. İbrahim onun dediğini yaptı ve ateşten dışarıya çıktı. Nemrud, Hz. İbrahim'in bu harika Mu'cizesinden etkilenerek kendisine saygı ve bağlılığını bildirdi, ayrıca kıymetli hediye ve eşyalar da verdi.
Yine Talmud'un kayıtlarına göre, Hz. İbrahim bu vak'adan sonra Babil veya Irak'ta iki sene kaldı. Bu arada Nemrud bir kâbus gördü ve bunun tâbirim falcılara sordu. Falcılar, Hz. İbrahim'in, Nemrud hanedanının hakimiyetine son verebileceğini, bu sebepten kendisinin öldürülmesi gerektiğini belirttiler. Bunun üzerine Nemrud, Hz. İbrahim'i öldürtmek için birkaç adamını görevlendirdi. Fakat Nemrud'un, Hz. İbrahim'in hizmetine verdiği bir kölesi olan el-Ya'zer bu suikasttan efendisini haberdar etti. Hz. İbrahim derhal Hz. Nuh'a kaçıp sığındı. Târeh oraya gelerek Hz. İbrahim ile gizlice buluşurdu. Nihayet baba ile oğul ülkeyi terk etmeye karar verdiler. Hz. Nûh ile Sam da bu kararı beğendiler. Sonunda, Târeh, oğlu İbrahim, torunu Lût ve torunu ile gelini olan Hz. Sare'yi alıp Ur'dan Harran'a göç etti. (Bk: Selections from Talmud, by H. Polano, Londra, s. 30-42).
Talmud'un bu hikâyesini okuduktan sonra aklı başında olan bir kişi, Kur'ân-ı Kerîm'in bundan esinlenerek yazıldığını söyleyebilir mi?
İncil'deki kayıtlara göre, Hz. İbrahim'in iki kardeşi vardı: Nahûra ve Harân, Hz. Lût, Haran'ın oğluydu. (Bk: Doğum, Bölüm: XI, 26. ayet). Kur'ân-ı Kerîm'in Ankebût Suresinin 26. ayetindeki bilgiye göre Hz. İbrahim'e kavminden sadece Hz. Lût iman etmişti.
Hz. Lût aleyhisselâm, Hz. İbrahim (a.s.)'in yeğeniydi. Hz. Lût amcası Hz. İbrahim (a.s.) ile birlikte Irak'tan çıkıp bir süre Suriye, Filistin ve Mısır'da dolaştı ve vaaz ile tebliğin inceliklerini öğrenmesinin yanı sıra Hakk'a davetin zorluklarından da haberdar oldu. Sonra, Cenâb-ı Allah tarafından peygamberlik makamına getirilince, Lût kavmi ismiyle meşhur olan, ahlâkı belki de en çok bozuk olan ve dalâletin son haddine ulaşmış olan milletin ıslâhına memur edildi. Sodomluların Hz. Lût'un kavmi olduğu söyleniyorsa da, bu herhalde, çeşitli milletler arasındaki yakın münasebet ve akrabalıktan olabilir.
13.6.1. Lût Kavminin Yaşadığı Bölge
Lût kavmi, bugün Ürdün olarak bilinen Irak ile Filistin arasındaki topraklarda yaşıyordu. İncil'de bu milletin yaşadığı ülkenin hükümet merkezinin Sodom olduğu belirtilmiştir, ki herhalde Lût Gölü yakınlarında bir şehirdi. Talmud'daki kayıtlara göre Lût kavminin başlıca kentleri arasında Sodom'un dışında dört şehir daha vardı. Bu şehirlerin ortalarında öylesine büyük ve yemyeşil bir bahçe vardı ki bunu uzaktan görenler bile mest olurlardı. Ne var ki bugün bu milletin izine bile rastlanmıyor ve yerleşim bölgelerinin nereleri olduğu da kesin olarak bilinmiyor. Lût adını andıran bugün sadece Lût gölü vardır ki buna Ölü Deniz de denilir.[13]
Felâkete uğramış ve harap olmuş bu bölge Hicaz'dan Suriye'ye ve Irak'tan Mısır'a giderken yolda görülür. Yolcular buranın hazin manzarasını görür ve imanlı olanlar bundan ibret alırlar. Bu bölge, Lût gölünün güneydoğusunda yer almaktadır. Coğrafya ve arkeoloji uzmanları ile tarihçiler bu bölgenin özellikle güney kesiminin dünyada eşi görülmemiş bir virane olduğunu söylerler.
Üstelik Lût kavmi bu kötü fiili gizli, saklı da yapmıyordu, alenen ve herkesin önünde yapıyordu. Bu illete herkes yakalanmıştı. Neml sûresinde de buna işaret edilmiştir:
Lût Kavminin Yaşadığı Bölge
13.6.2. Lût Kavminin Sapıklığı
Kur'ân-ı Kerîm'de Lût kavminin yozlaşması ve kötü yola sapmasıyla ilgili kayıtlara bakalım.
"Rabbinizin sizin için helâl yarattığı zevcelerinizi bırakıyorsunuz. Doğrusu siz haddinizi tecavüz eden bir kavimsiniz." (Şuarâ; 166)
"Gerçekten siz, kendinizden evvel, âlemlerden hiçbirinin yapmadığı çok kötü bir işi yapıyorsunuz." (Ankebût; 28)
"Siz erkeklere, mukarenet edecek, yol kesecek ve toplantınızda edepsizliği yapıp duracak mısınız?" (Ankebut; 29)
Bu ayetlerde, Lût kavminin en kötü illeti olan eşcinselliğe değinilmiştir. Bilindiği gibi, Lût kavminin adı eşcinsellikle özdeşleşmiştir. Homoseksüellik, Lût kavminin simgesi haline gelmişti. Nitekim A'râf sûresinde şöyle denilmiştir:
"Siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yanaşıyorsunuz." (Âyet; 81)
"Doğrusu siz, ne yaptığınızı bilmez bir kavimsiniz." (Âyet; 55)
Aslında, Lût kavminin yakalandığı illet çok eski çağlardan beri İnsanlar arasında süregelmektedir. Homoseksüellik veya eşcinsellik gibi kötü bir fiil Lût kavminde bu kadar yaygınlaşmış, Yunan felsefesinde de yücelmiştir. Bu hususta bir eksiklik var idiyse, bunu da bugünkü Avrupa ve Amerika tamamlamıştır. Çağımızda ileri ve gelişmiş olarak bilinen Batı medeniyetinde eşcinsellik alabildiğine yaygınlaşmış ve bunun yasallaşması için geniş kampanyalar açılmıştı. Nitekim Federal Almanya başta olmak üzere çeşitli batılı memleketlerde bunun için parlamentodan ve hükümetten kanunlar çıkarılmıştır. Halbuki aynı cinsten olanlar arasında cinsî münasebet, tabiat kanununa aykırıdır. Cenâb-ı Allah (cc.) bütün canlılar arasında dişi ve erkek farkını, nesillerin devamı için yapmıştır. Bu fark İnsanlar arasında daha önemli ve gereklidir, çünkü İnsanlar bir araya gelerek aile ve toplumları oluşturmaktadırlar. Fert, aile ve toplum aynı zamanda geniş bir medeniyet meydana getirirler. Bu sebeple ayrı yapı ve mizaçta erkek ve kadınlar yaratılmıştır. Bu iki karşı cinsin birbirine yaklaşmalarını sağlamak amacıyla aralarında cinsel cazibe yaratılmıştır. Her iki cinsin beden ve ruh yapısı, zevcelik vazifesinin yerine getirilmesi için müsait hale getirilmiştir. Tabiatın ihtiyacını karşılamak üzere birleşmelerini teşvik edici ve tatmin edici bazı unsurlar yaratılmıştır. Fakat eşyaların tabiatına aykırı hareket ederek kendi cinsinden olanlara karşı fazla ilgi duyan ve halta onlarla cinsî ilişki kurup bundan zevk alan bir kişi aynı zamanda birçok suç işlemiş olur. Bu kişi evvelâ kendi nefsiyle mücadele etmek zorunda kalır. Kendi vücut yapısı ve ruh sisteminde bozukluk meydana getirir. Bu kişinin ilişki kurduğu hemcinsi de aynı sınavdan geçer ve bu kişinin vücut, ruh ve ahlâkında büyük çapta tahribat yapar. İkincisi, homoseksüel bir kişi tabiata ve tabiat kanunlarına ihanet eder. Zira tabiatının, türlerin büyümesi ve medeniyetlerinin gelişmesi için tâyin ettiği haz ve zevki bu şahıs istismar ediyor, kötüye kullanıyor. Bu haz ve zevkin alınmasının bazı sorumlulukları vardır. Bu şahıs bu zevki, bu sorumluluk ve görevleri yerine getirmeden alıyor, daha doğrusu gasp ediyor. Üçüncüsü, bu kişi insan toplumuna da ihanet ediyor. Şöyle ki, toplumun fertlerinden, kaide ve kuralları ile kuruluşlarından yararlanıyor, ama bunun karşılığını vermiyor ve bu hususta kendisine düşen görev ve yükümlülükleri yerine getirmiyor. Hatta enerjisini, toplumun ahlâk ve kültürünü bozacak ve sarsacak yollarda harcıyor. Homoseksüel hem kendi ailesi hem toplumu için zararlı ve tamamıyla pasif ve faydasız bir yaratık haline geliyor ve ilişki kurduğu en az bir hemcinsinin kaderini de aynı yola sokuyor. Bir homoseksüel, en az bir erkek ve iki kadının hayatını da mahvediyor. Zira aralarında eşcinsel ilişki bulunan iki erkeğin karıları da fuhuşa ve kötü yola sevk ediliyor.
"Elçilerimiz Lût'a geldikleri vakit O'nun üzerine fenalık geldi ve kalbi duraladı. Ve: 'Bu çok çetin bir gündür' dedi. Kavmi O'na (Lut'a) koşarak geldi. Onlar eskiden beri kötülük işlemeye alışık kimselerdi. Lût, 'ey kavmim, işte kızlarım, onlar sizin için daha temizdir. Allah'tan korkun. Beni misafirlerim içinde rezil etmeyin, içinizden aklı başında bir adam da mı yoktur?' dedi. Onlar, 'senin kızlarında bir hakkımızın olmadığını bilirsin. Ve sen bizim ne istediğimizi de bilirsin.' dediler!" (Hûd; 77-79)
Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılan bu kıssanın tafsilâtından anlaşılıyor ki, melekler Hz. Lût (a.s.)'a güzel delikanlılar kılığında geldiler ve Hz. Lût bunların melek olmalarından habersizdi. Bu sebepten dolayı, bu misafir gençlerin gelmesinden tedirgin ve huzursuz oldu. O, milletinin ne kadar ahlâksızlaştığını ve bozulduğunu pekiyi biliyor ve başına geleceklerden korkuyordu.
Söz konusu ayetlerde bahsedilen kızlar hem Hz. Lût (a.s.)'un öz kızları olabilir, hem de milletin diğer kızları. Bilindiği gibi, bir peygamber kendi ümmetinin babası durumunda oluyor ve bu bakımdan herkesin kızı onun öz kızı gibi oluyor. Hz. Lût bu manada bütün kızların kendi kızları olduğunu söylemiş olabilir. Ya da sadece kendi kızlarından bahsetmiş olabilir. Fakat her iki durumda da onun şehvetten kuduran halka, "gelin bu kızlarla cinsel açlığınızı giderin" dediği düşünülemez. Zira, "onlar sizin için daha temizdir" demesi, bu ihtimali ortadan kaldırıyor. Hz. Lût'un söylemek istediği yalnızca erkeklerin cinsel ihtiyaçlarını tabiî ve meşru yollarla gidermeye çalışmalarını öğütlemekti. Bunun için kadın ve kızlar az değildi.
Yukarıdaki ayetlerde Lût kavminin ahlâksızlığı, iğrençliği ve çirkinliği ortaya konmuştur. Bu kavim sadece doğal yollardan ayrılmamış, aynı zamanda bu kötülüğe öylesine alışmıştı ki bütün ilgisi ve zevki bu kötü fiile bağlanmış kalmıştı. Doğal yoldan tamamıyla ayrılmış, bu tarafa tenezzül bile etmiyordu, inançsızlıkları o kadar artmışa ki, bu doğal yolun kendileri için tamamen kapalı olduğunu söylemekten de çekinmiyorlardı. Gerçek şu ki, bu, ahlâksızlığın son haddiydi. Sadece nefsinin zaafı yüzünden haram iş yapan bir kişinin durumu farklıdır. Zira, o bir yanlışlık yapıyor ve bu yanlışlığını düzeltmek için çaba harcıyor. O daima helâl şeyler yapmaya, haramdan kaçmaya çalışıyor. Böyle bir kişi doğru yola gelebilir ve günahı affedilebilir. Fakat bir kişinin bütün düşüncesi ve hatta yaşantısı harama dayanır ve helâlin kendisi için uygun olmadığını düşünürse, onun insan sayılmasına herhangi bir sebep yoktur. O bir mikroptur ve ancak lağım suyunda ve bataklıkta yaşayabilir. İnsanlar arasında onun yeri yoktur. Bu tür mikroplar bir ailede tesadüfen doğarsa, bunların haşerat ilâcıyla temizlenmesi gerekir.
"Şehir halkı birbirlerine müjdeleyerek geldiler. Lût: 'Bunlar benim misafirlerimdir, beni utandırmayın. Allah'tan korkun. Beni rezil etmeyin.' dedi. Onlar: 'Biz seni herkesi himaye etmekten menetmedik mi?'dediler. Lût, 'eğer bir şey yapmak isterseniz iste kızlarım' dedi. (Habibim) senin hayatın hakkı için, Lût kavmi kendi sarhoşluklarında bir şey görmez olmuşlardı." (Hicr; 67-72)
Bu ayetlerden de, Lût kavminin ahlâkının ne kadar bozulduğu ortaya çıkıyor. Şehrin bir mahallesinde bir kişinin evine güzel gençlerin gelmesi, oraya cinsî sapık ve ahlâksızların hücum etmelerine yol açabiliyordu. Şehvet ve şiddetli cinsî arzulardan gözleri dönmüş bu adamlar o eve saldırıp, gelen güzel misafirlerle cinsi açlıklarını gidermek için açıkça talepte bulunmaya cesaret edebiliyorlardı. Bütün mahallede, şehirde ve hatta memlekette bu ahlâksızlığa karşı çıkacak ve insan kılığındaki hayvanlara dur diyecek kimse yoktu. Herkesin duyguları, vicdanları ölmüştü. Hz. Lût (a.s.) gibi temiz ve güzel ahlâk timsalinin evine bile sapıkların böyle hücum ettiği bir ortamda diğer başka kimselerin iffet ve namusunun emniyette olduğu düşünülebilir mi?
13.6.3. Talmud'un Açıklamaları
Talmud'da da Lût kavminin ahlâk bozukluğu ve sapıklığı hakkında ayrıntılı bilgiler verilmiştir. Bu bilgileri buraya özet şeklinde aktarıyoruz. Bir defasında Aylâm'lı bir yolcu Lût kavminin memleketinden geçiyordu. Hava kararınca mecburen Sodom'da konaklama gereğini duydu. Torbasında yiyecek, içecek her şey vardı. Yatması için gerekli örtüsü de vardı. Bu sebeple kimsenin evine gidip misafir olmak için kapısını çalmadı. Bir ağacın altında uzanıverdi. Derken bir Sodom'lu oraya geldi onu istirahat ederken gördü ve evinde misafir etmekte ısrar etti. Gece onu evinde misafir etti, ama sabah misafir henüz uykuda iken katırı, eğeri ve bütün mallarını alıp kaçıverdi. Misafir kalkınca soyulduğunu fark etti, dövünmeye başladı, herkese yalvardı ve hırsızın bulunmasını istedi. Ama kasabalılar bu zavallı adama acımak bir yana, geriye kalan bütün parası ve malını gaspedip sınırdışı ettiler.
Bir defasında Hz. İbrahim (a.s.)'in eşi Hz. Sare, Hz. Lût'un ailesinden haber almak üzere uşakları olan El-Ya'zer'i Sodom'a gönderdi. El-Ya'zer Sodom şehrine girdiğinde bir Sodom'lunun bir yabancıyı dövmekte olduğunu gördü. El-Ya'zer ona çok kızdı ve bir yabancıya ve yolcuya böyle bir muamele yapmasını kınadı. Bunu der demez, El-Ya'zer'in etrafında toplanan halk bu sefer onu dövmeye başladı. El-Ya'zer canını zor kurtardı.
Bir defasında fakir bir kişi Sodom'a geldi. Açlıktan ölüyordu, ama kimse ona yiyecek vermedi. Açlıktan bayılan bu kişiyi Hz. Lût'un kızı gördü ve eve getirdi, karnını doyurdu. Bunu duyan Sodom'lular hem Hz. Lût'u, hem kızını azarladılar ve bu gibi hareketleri bir daha yapmamalarını istediler.
Talmud'un yazarı bu gibi, diğer bazı olayları anlattıktan sonra Sodom'luların günlük yaşantılarında son derece zâlim, acımasız, hilekâr ve ahlâksız olduklarını belirtiyor. Herhangi bir yolcu Sodom'dan canı ve malı emniyet içinde olarak geçemezdi. Hiçbir fakir, aç ve açıkta kalan bir kişi Sodom'da barınamaz, karnını doyuramazdı. Pek çok defa, dışardan gelen fakir ve aç yolcular bu şehirde öldüler. Sodomlular, ölüye saygı diye bir şey de bilmiyorlardı. Ölülerin elbise ve üzerinde bulunan eşyalarını çalıp, çıplak olarak toprağa gömerlerdi. Belde'nin yabancısı olan bir tüccar veya iş adamı buraya tesadüfen geldiğinde her şeyini kaybederdi. Soyulan kişiler üzülürken halk etrafında toplanarak onu alaya alırdı. Sodom'da bir de büyük park yapılmıştı, ki birkaç kilometre uzunluğunda idi. Sodomlular bu parkta alenen cinsi münasebette bulunur ve her türlü cinsi sapıklıkları yaparlardı.
13.6.4. Kur'ân-ı Kerîm'in Az ve Öz İfadeleri
Talmud ile mukayese edildiğinde Sodom'luların durumunun Kur'ân-ı Kerîm'de az ama öz bir şekilde anlatıldığını görürüz. Kur'ân-ı Kerîm'in bir ayetinde şöyle denilmiştir: "Onlar eskisinden çok daha kötü şeyler yapıyorlardı." Bir başka ayette şöyledir: "Siz erkeklerinizle nefsinizin ihtiyaçlarını gideriyor, yolcuların yolunu kesiyor ve toplantılarınızda açıkça sapıklıklar yapıyorsunuz."
13.6.5. Peygamber'in Davetine Tepki
Hz. Lût geçmişte olduğu gibi ümmetini Allah'a ve doğru yola davet edince sert bir tepkiyle karşılaştı ve ümmeti kendisine şöyle dedi.
"Ey Lût bu sözlerine son vermezsen, bu memleketten çıkarılanlardan olursun." (Şuarâ; 167)
Sodom'lular demek istiyordu ki, Hz. Lût kendilerini uyarmasın, yaptıklarına karşı çıkmasın, çünkü eğer arzularının dışına çıkarsa, O'nun sonu da geçmişte kendilerini uyaranlardan farklı olmayacaktır ve sürgüne gönderilecektir.
A'râf ve Neml sûrelerinde belirtildiği gibi, Sodom'lu sapıklar Hz. Lût'a böyle bir ikazda bulunmadan önce zaten O'nu, ailesi ile beraber ülkenin sınırlarının dışına çıkarmaya karar vermişlerdi. Şu ayete bakınız.
"Lût ailesini memleketinizden çıkarın. Çünkü onlar, temizliğe gayret eden insanlardır." (Neml; 56)
"Elçilerimiz İbrahim'e müjde ile geldiklerinde. 'Diz, bu memleket halkını helâk edeceğiz. Çünkü onlar zâlim oldu' dediler." (Ankebût; 31)
Hz. Lût (a.s.)'a azab-ı ilâhî ile gönderilen melekler ilk önce Hz. İbrahim'e vardılar ve kendisine Hz. İshâk ve sonra Hz. Yakub'un doğacaklarını müjdelediler ve daha sonra Hz. Lût'un kavmini helâk edeceklerini söylediler.
"İbrahim: 'Onların içinde Lût da vardır,'" dedi.
Bir kerre, Hz. İbrahim melekleri insan kılığında görünce korktu, çünkü meleklerin insan kılığında olmaları bir tehlike işaretiydi. Fakat insan kendisine doğacak evlâtları hakkında müjde verince o da Allah'ın azâbının Lût kavmine yönelik olduğunu öğrenip biraz rahatladı, ama bu kavmin bağışlanması için ısrarla yalvardı. Ne var ki, Hz. İbrahim'in yalvarışları kabul edilmedi, iş işten geçmişti. Bu hususta bir şey söyleme imkânının bulunmadığı, Allah'ın hükmünün verilmiş olduğu ve bunun geri alınamayacağı belirtildi. Bu cevaptan sonra, Lût ve ailesi hakkında endişelenmeye başladı ve dolayısıyla endişesini yukarıdaki biçimde dile getirdi. Yani bu azaptan Lût ve ailesinin kurtulmaları gerektiğim söyledi. Bunun üzerine meleklerin cevabı şu oldu.
"Biz orada kimlerin olduğunu daha iyi biliriz. O'nu da ehlini de kurtaracağız. Yalnız geride kalacaklardan olan karısı hariç." (Ankebût; 32)
Tahrîm sûresi (10. ayet)'ne bakılırsa, yukarıda adı geçen kadın Hz. Lût'a sadık değildi. Bu sebeple, bir peygamberin karısı olmasına rağmen diğer mel'un ve mağdublar ile birlikte helâk olmasına karar verilmişti. Kuvvetli ihtimal şu ki, Hz. Lût Ürdün'e hicret ettikten sonra yeni ülkede yerleşince Sodomlulardan birinin kızıyla evlenmiştir. Fakat bu kadın uzun süre Hz. Lût'un zevcesi olmasına rağmen kendisine iman edememiş ve bütün fikir ve düşünceleriyle kendi milletine bağlı kalmıştır. Bilindiği gibi Allah katında kan akrabalığı ve benzeri ilişkilerin hiçbir önemi yoktur. Herkes kendi iman ve ahlâkına göre Allah'ın mahkemesinde yargılanmakta, cezalandırılmakta veya ödüllendirilmektedir. Bu itibarla, bu kadının, kâfir olarak kalması, kocasının peygamber olmasına râğmen, felaketine yol açmıştır.
13.6.7. Hz. Lût'un Endişe ve Telâşı
"Elçilerimiz Lût'un yanına gelince bu O'na güç geldi. Onlar yüzünden çok kederlenip tâkatı kesildi." (Ankebût; 33)
Hz. Lût'un birden bire telaşlanmasının sebebi, meleklerin çok güzel delikanlılar şeklinde gelmeleriydi. Hz. Lût kendi ümmetinin kötü huyu, sapıklığı ve eşcinsel eğiliminden haberdardı ve biliyordu ki bu güzel gençler mutlaka halkın dikkatini çekeceklerdi. Sapık kişilerin kendilerine kötü niyetle yaklaşmalarını önlemek için aklına bir şey gelmedi. Onları ne yapacağını, nasıl saklayacağını bilemedi. Bu yerde, misafir idiler ve onları evinden kovmasına gönlü razı olmuyordu. Bu hem uygun olmayacaktı, hem de daha tehlikeli idi; zira, akşam olmuştu, geceyi dışarıda geçirmeleri halinde, kendilerini kurtarmaları ve namuslarını korumaları daha da güçleşecekti. Böylece, Hz. Lût onları kendi eliyle aç kurtlara yem olarak vermiş olacaktı.
Hûd sûresinde belirtildiği gibi, halkın Hz. Lût'un evine hücum ettiği ve misafirlerini koruma imkânının hiç bulunmadığı bir sırada Hz. Lût çaresizlik içinde bağırıverdi: "Ah keşke, bende size karşı gelecek bir kuvvet bulunsa yahut kuvvetli bir yere dayansam" (Ayet; 80) Bunun üzerine melekler dedi ki, "Ey Lût, Biz Rabbinin elçileriyiz. Kavmin sana katiyyen dokunamaz." (Ayet; 81). Bundan sonra Ankebût suresinde şöyle buyrulmuştur:
"Korkma ve kederlenme." (Âyet; 33)
Bu sözler, Hz. Lût'a gelen meleklerindir. Yani, melekler Lût'a demek istiyorlardı ki, "bizim namus ve emniyetimizin nasıl korunacağı konusunda tasalanma. Bunlar bize bir şey yapamazlar." Bu sözlerden sonra melekler, kendilerinin insan değil, melek olduklarını itiraf ettiler. Melekler aslında kılık değiştirerek Sodomluları imtihan etmeğe ve nihayet helâk etmeğe geldiklerini açıkladılar.
Hz. Lût (a.s.) ile ilgili Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan kıssaya göre melekler genç ve yakışıklı birer delikanlı hüviyetiyle Sodom'a gelmişlerdi ve Hz. Lût ilk önce onların melek olduğunu bilmiyordu. Bu sebeple endişe duyması ve telaşlanması gayet doğaldı.
Bu gençlerin Hz. Lût'un evine misafir olarak geldiğini duyan Sodomlular derhal evine hücum ettiler ve onlara sahip olmak istediler. Şehvetten gözleri dönmüş bu İnsanlar dur durak bilmiyorlardı. Hatta onlara tecavüze bile kalkıştılar. Bunun üzerine Hz. Lût kendilerinin Allah'tan korkmalarını istedi. Onların kendi evine misafir geldiklerini, namuslarını koruma vazifesinin kendisine ait olduğunu söyledi. Sonra kızlarının kendileri için daha temiz olduğunu belirterek evlerine dönmeleri için yalvardı. Fakat bu hain ve ahlâksız kişiler söz dinlemez olmuşlardı. Onlar kızlara meyil etmediklerini, gayelerinin genç delikanlılara sahip olmak olduğunu utanmadan söylediler (Hûd; 78-79)
"Gerçekten O'nun misafirlerine kötülük kastetmişlerdir. Biz de onların gözlerini kör ediverdik. Onlara, 'azabımı ve tehditlerimi tadın (buyurduk)" (Kamer; 37)
Hz. Lût (a.s.), rica etti, yalvardı, "Allah rızası için bu işten vazgeçin, ne isterseniz, yaparım" dedi. Ama nafile. Onların kulağı sağır olmuştu. Eve girdiler ve misafirleri zorla dışarıya çıkarmak istediler, işte tam bu sırada gözleri Allah tarafından kör edildi. Melekler de Hz. Lût ve ailesinden derhal evi ve şehri terk etmelerini istediler. Arkalarına bakmaksızın, sabah olmadan memleket hudutlarının dışına çıkmalarını öğütlediler. Hz. Lût ailesiyle beraber şehri terk eder etmez Sodomlulara veya Ürdün'lülere büyük bir azab indi.
İncil'de azâbın ayrıntıları şöyledir: "Ve onlar o erkeğe, yani Lut'a hücum ettiler ve kapıları kırmak için evine yanaştılar. Fakat o erkekler, yani melekler, ellerini uzatarak Lût'u evin içine çektiler. Kapıyı kilitlediler ve evin kapısında bulunan erkeklerin küçük büyük hepsinin gözlerini kor ettiler. Bu yüzden kapıda toplanan erkekler bir türlü kapıyı bulamadılar." (Doğum, XIX: 9-11).
"Onlar: 'Biz günahkâr bir kavme gönderildik' dediler. Onların üzerine balçıktan taşlar atmak için. Ki o taşların her birinin üzeri, Rabbi tarafından, haddi aşanlara mahsus olarak işaretlidir." (Zâriyat; 32-34)
Sanki Allah, her taşa, damgasını vurmuştu ve bu taşların vazifesi adamları takip edip helâk etmekti.
"Emrimiz geldiğinde altlarını üstlerine getirdik. Balçıktan pişirilmiş ufak taşları üstlerine yağdırdık. Bunlar Rabbin tarafından damgalanmışlardı. Böyle azap zalimlerden uzak olmaz." (Hûd; 82-83)
"Onların üzerine öyle bir yağmur yağdırdık ki, uyarılmayı kabul etmeyenlerin yağmuru ne fenadır." (Şuarâ; 173)
Azap muhtemelen bir yanardağın patlaması ve şiddetli bir deprem şeklinde geldi. Deprem, Sodomluları ve Ürdünlüleri yerle bir etti. Yanardağın patlaması yüzünden de sıcak ve yanan taşlar yağdı. Burada balçıktan pişirilmiş taşlardan, volkanın bünyesindeki buhar ve kaynayan maddelerin karışımıyla ortaya çıkan lav ve taşlar kastedilmiş olsa gerek. Nitekim bu deprem ve volkanik patlamanın belirtileri hâlâ Lût gölünün çevresinde bulunmaktadır.
"Fakat orada, Müslümanlardan, bir haneden başkasını bulamadık." (Zâriyât; 36)
Bütün ülkede ve millette İslâm ve imanın nuruyla aydınlanmış olan tek bir ev vardı, o da Hz. Lût (a.s.)'undu. Diğer herkes fısk ve fücura yakalanmıştı. Bundan dolayıdır ki, Cenâb-ı Allah sadece o ev ve onun sakinlerini kurtardı ve diğerlerine büyük azâbını göndererek onların varlığını temelden sildi.
Lût kavmine gelen ilâhî azâbın ayrıntıları İncil'de, eski Elence, ve Lâtince eserlerde vardır. Ayrıca zamanımızda yapılan çeşitli tarihî, arkeolojik ve jeolojik araştırma ve incelemeler bu olaya ışık tutmaktadır. Bunların özelini aşağıda sunuyoruz.
Lût Gölü veya Ölü Deniz'in güneyinde ve doğusunda bugün tamamıyla ıssız kalan bölgelerde birçok eski yerleşim merkezlerinin kalıntıları ve izleri vardır. Bunlardan, bu bölgenin vaktiyle hayli kalabalık bir nüfusa sahip olduğu anlaşılıyor. Halbuki, bu bölge bu kadar bir insan kitlesini cezp edecek fiziksel güzelliğe haiz değildir. Ağaçlar, yeşil sahalar veya sulu yerler çok azdır. Arkeologlara göre, bu bölge gelişme ve refahının en yüksek düzeyine M.Ö. 2300 ilâ M.Ö. 1900 dönemi arasında erişmiştir. Tarihçiler ise Hz. İbrahim (a.s.)'in M.Ö. 2000 civarında yaşamış olduğunu tahmin ediyorlar. Bu bakımdan, bu bölgenin en iyi dönemini Hz. İbrahim ile yeğeni Hz. Lût devrinde yaşadığını kabul edebiliriz.
Ürdün'ün, nüfusu en çok ve her tarafı yemyeşil olan bölgesi, İncil'de Sodom adıyla geçen vadiydi. Nitekim, bu konuda İncil'de şu satırlara rastlıyoruz. "Cenab-ı Allah, Sodom ile Gomore'yi mahvetmeden önce buralar Bağ (Aden) ve Mısır gibi mamur bölgeler idi." (Doğum XIII, 10). Bugünkü arkeolog ve bilim adamlarına göre bu mamur ve yemyeşil bölge, Ölü Deniz'e gömülmüştür. Arkeolog ve bilim adamlarının bu neticeye varmaları için bazı sebepler vardır. Araştırmalar göstermiştir ki eski çağlarda Ölü Deniz veya Lût Gölü, güney tarafında bugünkü kadar geniş değildi. Ürdün'ün El-Kürk kasabasının karşısında batıda bu gölde, "El-Lissan" adında küçük bir yarımada vardır. Tahminlere göre, eski çağlarda Ölü Deniz'in sınırları buraya kadardı. Bunun güneyindeki gölün bir bölümü yemyeşil vadi idi. Bu vadide Lût kavminin yaşadığı Sodom şehrinin yanı sıra Gomore, Adma, Sanbuyem ve Zogr kentleri de vardı. M.Ö. 2000 yıllarında şiddetli bir deprem bu vadinin çökmesine ve üstüne Ölü Deniz veya Lût Gölünün sularının dolmasına yol açtı. Nitekim, bugün dahi buraları, gölün en alçak yeridir. Roma devrinde ise buralarda gölün derinliği o kadar azdı ki, İnsanlar El-Lissan'dan batı yakasına kadar yürüyerek geçebiliyorlardı. O zamana kadar güney yakası boyunca gömülen orman ve sazlıklar açıkça görülebiliyordu. Hatla buralardan geçenler göle bazı binaların girmiş olabileceğinin işaretlerini görebiliyorlardı.
İncil'den, eski Elence ve Lâtince eserlerden bu bölgede yer yer petrol ve asfalt (maden zifti) kuyularının bulunduğu anlaşılıyor. Bazı yerlerden tabii gaz da çıkardı. Jeologlar bugün de bu bölgenin yeraltı kaynakları arasında petrol ve gazın başta geldiğini belirtiyorlar. Jeolog ve deprem uzmanlarının bulgularına göre şiddetli yer sarsıntıları yüzünden petrol, maden zifti ve gaz patlayarak etrafa yayıldılar. İncil'in ifadesine göre, Ürdün ve Sodom'un büyük bir felakete uğradığı haberini aldıktan sonra Habron'dan bölgeye gelen Hz. İbrahim (a.s.) buradan, tıpkı bir fırından çıkan dumanlar gibi duman çıktığını gördü. (Doğum, XIX, ayet: 28).
Kur'ân-ı Kerîm'de Lût kavminin Allah'ın gazap ve azabına uğradığı memleketin, açık bir alamet veya işaret olarak bırakıldığı buyurulmuştur. Bu açık işaretlen Ölü Deniz veya Lût gölünün kastedildiği anlaşılıyor. Kur'ân-ı Kerîm'de Mekke'li kâfirlerin bu açık işaretten ders almaları istenmiştir:
"İşte bunda, feraset ehline ibret ve kudretimize delâlet vardır, O yerler yolun üzerindedir. Bunda mü'minler için ibretler vardır." (Hicr; 75-77)
"Elbette siz sabahları onların yerlerine uğrarsınız. Geceleyin de uğrarsınız. Halâ akıllanmaz mısınız?" (Sâffât; 137-138)
Çağımızda, Ölü Deniz veya Lût Gölü'nün güney kısmının, şiddetli bir zelzele sonucu yerin çökmesiyle ortaya çıktığı ittifakla kabul ediliyor. Çöken kısmın, Ürdün memleketinin bir bölümüne ait olduğu ve bunun bir şehrinin Sodom olduğu da çoğunlukla kabul ediliyor. Gölün güney kısmında suların altında bazı yerleşim merkezlerinin kalıntılarına rastlanmıştır. Son zamanlarda dalgıçlar bu bölgeye dalarak tarihi kalıntıları bulmaya teşebbüs etmişlerdir. Fakat bu hususta henüz müsbet bir netice elde edilmemiştir.
"Ve orada, elemli azaptan korkanlar için (Allah'ın kudretine delâlet eden) alâmet de bıraktık..." (Zâriyât; 37)
Burada bahsedilen alâmet, Lût Gölünün güney kısmıdır ki, bugün de büyük bir medeniyete mezar olduğunun hikâyesini dile getirmektedir. Arkeologlara göre şiddetli deprem, Lût kavminin önde gelen şehirlerinin çökmesine, üstlerine de gölün suyunun gelmesine yol açmıştır. El-Lissan adlı küçük yarımadanın güneyindeki bölümün sonradan ortaya çıktığı da derhal anlaşılıyor. 1965'te Amerikalı arkeologlardan oluşan bir ekip, kazılar sırasında, El-Lissan yarımadasında büyük bir mezarlığı ortaya çıkarmıştır. Bu mezarlıkta 20 binden fazla mezarın bulunduğu tesbit edilmiştir. Bundan, yakın bir yerde büyük bir şehrin bulunduğu tahmini kuvvet kazanmıştır. Bu buluş ayrıca, söz konusu şehrin yere battığı tezini de güçlendiriyor. Çünkü görünürde zamanımızda bu bölgede başka kalabalık herhangi bir yerleşim bölgesi yoktur. Lût gölünün güney kısmında büyük bir felaketin belirtileri de, büyük kara lekeleri, yanmış taşlar soğumuş lavlar, petrol, mazot ve tabii gaz kalıntıları şeklinde de bulunuyor. İnsan burada bir gün kıyametin koptuğunu anlıyor.
13.7.1. Sabâ (Sebe') Halkının Yaşadığı Bölge
Sabâ'lılar Güney Arabistan'da ticaretle uğraşan bir millettiler. Sabâ ülkesinin merkezi, bugün Güney Yemen'in başkenti olan San'a'nın 55 mil kuzey-doğusunda bulunan Mârib idi. Sabâ memleketinin gelişme ve refah devri, Ma'yîn saltanatının çöküşünden sonra takriben M.Ö. 1100'de başladı ve Sabahlar tam bin yıl bütün Arap yarımadasında egemenlik kurdular. M.Ö. 115'de Güney Arabistan'ın Himyer adlı başka bir kavmi onların yerine geçti. Bu kavim Arabistan'da Yemen, Hadramut ve Afrika'da Habeşistan'a kadar hakimiyetini kurdu.
13.7.2. Tanınmış ve Çalışkan Bir Millet
Sabâ halkı çalışkan olup çevredeki bütün memleketlerde tanınıyordu. Doğu Afrika, Hindistan, Uzak Doğu ve bizzat Arabistan'dan Mısır'a, Suriye'ye, Yunanistan'a ve Roma'ya kadar uzanan ticari bağlantılarda Sabâ'lıların rolü büyüktü. Hatta bu uzun ve büyük ticaret yolunun Sabâ'lıların elinde bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu sebepten dolayıdır ki, bu ulus, serveti, malı ve mülkü bakımından ün kazanmıştı. O kadar ki, Yunan tarihçileri Sabahların, dünyanın en zengin milleti olduğunu söylüyorlardı. Ticaretin yanı sıra ziraat ve çiftçilik de Sabâ topluluğunun refahında büyük rol oynuyordu. Sabâ ülkesinde birçok yerde barajlar kurulmuş ve geniş bir sulama sistemi meydana getirilmişti. Bereket, tabii güzellik ve yeşil sahalar yüzünden bir cennete çevrilmişti. Yunan tarihçileri bu memleketin tabii güzelliği, manzaraları ve refahının kasidesini yazmışlardır. Kur'ân-ı Kerîm'in Sebe' sûresinin ikinci rükûsunda da Sebe'nin mamur ve müreffeh bir belde olduğu dile getirilmiştir.
"Doğrusu Sebe' kavminin meskenlerinde (Cenab-ı Hakkın kudretine delâlet eden) bir ibret vardır. Her ev sağdan soldan iki bahçe ile çevrili idi. Onlara (Peygamberleri): Rabbinizin rızkından yeyin. Ve 'Ona şükredin. (Memleketiniz) çok güzel bir beldededir. Rabbiniz de Gafûr'dur.'" demişti." (Sebe; 15)
Tarihe bakılırsa, Sabâ veya Sebe', Güney Arabistan'ın gelmiş geçmiş en büyük kavminin adıdır. Bu kavim bazı büyük aşiretlerden müteşekkildi. İmam Ahmed, İbn-i Cerîr, İbn Ebî Hâtim İbn-i Abd-il Berr ve Tirmizî'nin, Hz. Peygamber (a.s.)'e dayanarak naklettiklerine göre, Sabâ (Sebe') mümtaz bir Arap şahsiyetiydi. Bu şahsın soyundan Arabistan'ın şu kabileleri meydana geldi: Kinde, Himyer, Ezd Eş'ariyyin, Mezhic, Emmâr (ki bunun iki kolu vardı: Has’um ve Becîle), Âmile, Cüzam, Lahm ve Gassân.
Çok eski çağlardan beri Arap dünyasında bu ulusun adı herkesin dilinde idi. M.Ö. 2400 yıllarına ait olan Ur şehrinin kalıntılarından çıkarılan kitabelerde bu kavmin adı "Sabum" olarak geçmektedir. Daha sonraki devirlere ait olan ve Babil ile Asur yazıtlarında ve İncil'de de bu kavimden sık sık bahsedilmiştir. (Meselâ bk: Zebûr, 72:15, Yeremya, 6:20, Hezakiel, 27:32 ve 38:13, Eyyûb, 6:19). Yunanlı ve Romalı tarihçiler ile coğrafyacı, Theofrastus (M.Ö.: 288), M.Ö. birkaç yüzyıldan başlayarak M.S. birkaç yüzyıla kadar Saba (Sebe') halkından sürekli olarak bahsetmişlerdir. Saba'lıların yaşadığı bölge, bugün Kuzey ve Güney Yemen olarak bilinen Arabistan'ın güneybatı kesimiydi. M.Ö. 1100'de şöhreti her tarafa yayılmaya başlayan bu millet, Hz. Davud (a.s.) ve Hz. Süleyman (a.s.) döneminde en zengin ulus olarak şan ve şöhretinin doruğuna ulaşmıştı.
13.7.3. Sabâ (Sebe') Kavminin Dini Tarihi
Sabâ kavmi ilk önce güneşe tapardı.[14] Daha sonra, Sabâ Melikesi, Hz. Süleyman'a (M.Ö. 965-926) iman edince Sabahların çoğu müslüman oldu. Fakat daha sonra nedense bunlar tekrar cehalete ve dalâlete sürüklendi ve her tarafa şirk ve putperestlik yayıldı. Sabâ'lıların bu dönemin önde gelen putları, El-Maka (Ay tanrısı), Astar (Venüs), Güneş tanrıçası, Hobus, Hürmetem, Harimat vs. idiler. El-Maka, Sabâ kavminin en büyük tanrısıydı. Sabâ'lı hükümdarlar, işte bu tanrının naibi sıfatıyla, halkın kendilerine itaat etmelerini isterlerdi. Yemen'den çıkarılan kitabelerden, bütün ülkede çeşitli tanrılar, özellikle El-Maka'nın putları ve tapınakları bulunduğu ve önemli günlerde halkın bunlara taptığı ve dini tören düzenlediği anlaşılıyor.[15]
Günümüzde birçok arkeolog ve tarihçi Yemen'de üç binden fazla kitabe bulmuşlardır. Bu kitabeler Sabâ kavmi ve yaşadığı dönemle ilgili kıymetli bilgileri ihtiva etmektedirler. Ayrıca, Arap geleneklerinden, Yunanca ve Latince tarih kitaplarından Sabâ halkı ve ülkesi hakkında geniş bilgiler elde etmek mümkündür. Bu kaynaklardan Sabâ halkının tarihi şöyle özetlenebilir.
13.7.4. M.Ö. 650'den Önceki Dönem
Bu dönemde Saba veya Sebe' hükümdarlarının unvânı, "Saba Mukarribi"ydi. Öyle sanılıyor ki, bu kelime Arapça "Mukarrib" ile eş anlamda idi. Yani kral ve hükümdarlar kendilerini, Tanrı'nın yakını olarak gösterirlerdi. Bu hükümdarlar kendilerini Tanrı ve kullar arasında bir vasıta sayıyorlardı veya başka bir deyimle Kâhin Hükümdar idiler. Bu dönemde Saba memleketinin merkezi Servâh idi, ki bunun kalıntıları bugün Mârib'in batısında bir günlük mesafededir ve Harîbe olarak bilinmektedir. Aynı dönemde Mârib liman şehrinin temeli atıldı ve çeşitli hükümdarlar bu liman ve şehri genişlettiler.
13.7.5. M.Ö. 650 ilâ M.Ö. 115 Arasındaki Dönem
Bu dönemde. Sabâ hükümdarı, "Mukarrib" lakabını terk edip, Melik (padişah veya kral) unvanını kabul ettiler. Demek ki, bu dönemde din aşırı etkisini kaybetmiş ve hükümdarlar daha çok lâik bir siyaset izlemişlerdir. Aynı dönemde hükümdarlar Servâh yerine Mârib'i saltanat merkezi olarak seçtiler ve burayı görülmemiş şekilde büyütüp geliştirdiler. Bu yer, denizden 1300 metre yükseklikte San'a'nın 55 mil kuzeyindedir ve bugün dahi bu şehrin kalıntıları, burasının uygar ve gelişmiş bir ulusun merkezi olduğunu göstermektedir.
13.7.6. M.Ö. 115 ilâ M.S. 300 Arasındaki Dönem
Himyeriler bu dönemde Sabâ memleketine hâkim olmuşlardır. Aslında Himyer, Saba kavminin bir kabilesiydi ve insan gücü bakımından diğer bütün kabilelerden üstündü. Bu devirde, Mârib kenti tahrip ve yağma edilerek Redyân, Himyer saltanatının merkezi haline getirildi, ki sonradan Zafâr adıyla meşhur oldu. Bu şehrin kalıntıları bugün Güney Yemen'in Yeryim kenti yakınlarında bir tepede bulunmaktadır. Buraya yakın bir yerde Himyer adında küçük bir kabile yaşamaktadır. Bu kabileyi gören bir kişi, bunların bir zamanlar büyük bir krallık kurduğuna inanamaz. Söz konusu devirde "Yemnet" ve "Yemnât" kelimeleri ilk defa kullanılmaya ve yavaş yavaş bütün Arabistan'da duyulmaya başlandı. Bu kelimenin daha sonra " Yemen"e dönüştüğü kuvvetli bir ihtimaldir. Bu, Sabahların çöküş ve sükût devresidir.
13.7.7. M.S. 300'den İslâmiyet'in Doğuşuna Kadar Olan Dönem
Bu, Saba halkının dağılıp yok olması dönemidir. Bu dönemde Yemen'in her tarafında kavga, çatışma ve huzursuzluklar vardı. Yabancı milletler bu bölgeye sızmaya ve müdahale etmeye başladılar. Ticaret zedelendi. Ziraat ve çiftçilik para etmez oldu. Ve nihayet. Sabahların bağımsızlığı ve egemenliği ortadan kalktı. Önce Habeşliler; Reydânî, Himyeri ve Hamedanîlerin aralarındaki kavga ve çekişmeden istifade ederek M.S. 340'tan 378'e kadar Yemen'e hakim oldular. Bundan sonra Sabâ'lılar tekrar özgürlük ve bağımsızlıklarına kavuştularsa da Mârib'in meşhur barajında gedikler açılmaya başladı, ve nihayet 450-451 yıllarında baraj tamamıyla yıkıldı ve bunun neticesinde öyle korkunç bir sel felâketi geldi ki, Kur'ân-ı Kerim'e bile geçti. (Bk: Sebe' suresi). Gerçi bundan sonra Ebrehe dönemine kadar bu barajın tamiri devam etti. Fakat bir kerre dağılan nüfus toparlanamadı. Ayrıca, sulama tesisleri, şebekesi ve ziraatı öylesine ağır darbeler yedi ki bunlar tekrar raylarına konamadı.[16]
M.S. 523'de Yemen'in Yahudi kralı Zünvâs, Necran bölgesinin Hıristiyanlarına büyük zulüm yaptı. Bu olay, Kur'ân-ı Kerîm'de Eshâb-ul Uhdûd adıyla geçmiştir. Hıristiyanlara yapılan bu mezalimin intikamını almak üzere Habeşistan'ın Hıristiyan saltanatı Yemen'e saldırdı ve bütün ülkeyi fethetti. Daha sonra Yemen'in Habeşli valisi Ebrehe M.S. 570-71'de (Hz. Peygamber'in doğuşundan ancak birkaç gün önce) Mekke'ye yürüdü ve Kâbe'yi yerle bir etmek istedi. Ancak Ebrehe kötü emeline ulaşamadı ve ordusu büyük bir bozguna uğradı. Bu vaka Kur'ân-ı Kerîm'de Eshâb-ı Fil adıyla anlatılmıştır. Nihayet, M.S. 575'de Persliler (İranlılar) Yemen'e hâkim oldular ve M.S. 628'de İranlı vali Bâzân'ın İslâmiyeti kabul etmesiyle, Sabahlar tamamıyla tarihe karışmış oldular.
13.7.8. Sabâ (Sebe') Kavminin Maddi Yükselişi
Saba veya Sebe' kavminin yükselişi ve şöhretinin iki başlıca kaynakları vardı: Ziraat ve Ticaret. Sabahlar ziraat'ı eski çağlarda eşi görülmemiş bir şekilde geliştirdiler. Bunu elde etmek için müthiş bir sulama sistemi oluşturdular. Bu öyle bir mükemmel sistemdi ki, bunun örneği ancak eski Babil'de görülebilirdi. Yemen'de nehir veya su kaynaklarının sayısı çok azdı. Yağmur yağınca dağlardan akan sular kanallar haline getirilir ve üzerine barajlar inşa edilirdi. Bu şekilde meydana getirilen göllerden kanallar çıkarılarak kuru topraklar sulanır ve bereketli araziler haline getirilirdi. Kur'ân-ı Kerim'in dediği gibi bu sulama sistemi sayesinde Yemen'in her tarafı bağ ve bahçeler haline gelmişti. Bu muazzam sulama şebekesinin merkezi Mârib şehri yakınlarında Balk dağının eteğinde inşa edilen barajdı. Fakat bu kavim Cenâb-ı Allah'a isyanda ileri gidince beşinci yüzyılın ortalarında bu barajda büyük delikler açıldı ve bilâhare barajın tamamıyla çökmesi neticesinde meydana gelen korkunç su baskını yoldaki diğer bütün küçük büyük bent ve barajları yıkıp yok etti. Böylece ülkenin o güzelim sulama sistemi mahvoldu ve aynı zamanda büyük can ve mal kaybı meydana geldi.
Ticaret için ise Yemenliler veya başka bir deyimle Sahalılar biçilmiş bir kaftandı. Cenâb-ı Allah kendilerine seyahat ve ticaret yolunun tam ortasında bir mevki ve ayrıca ticaretle uğraşmak için gereken kabiliyeti de ihsan etmişti. Sabâ'lılar da bundan oldukça istifade ettiler. Nitekim tanı bin yıl bu millet Doğu ile Batı arasında ticaretin odağını teşkil etti. Yemen limanlarına bir yandan Çin ipeği, Endonezya ve Malabar baharatı, Hindistan'dan kumaş ve kılıçlar, Kuzey Afrika'dan zenci köleler, maymun, deve kuşu tüyleri ve fildişi gelirdi ve diğer yandan bu kıymetli mallar buralardan Mısır ve Suriye pazarlarına gönderilirdi. Mısır ve Suriye'den de Yunanistan'a ve Roma'ya kadar giderdi. Ayrıca, Yemen ve çevresinde de ûd, sandal ağacı, amber, misk, sülfer v.s. gibi kokulu ağaç, bitki ve maddeler yetişirdi ki, bunlar da iyi para getirirdi ve Suriye, Mısır, Yunanistan ve Roma'da iyi alıcılar bulurdu.
Sabâ'lıların hâkim olduğu ticaret yolu hem karadan hem denizden geçerdi. Deniz ticaret yolu yukarıda belirttiğimiz gibi bin yıl kadar Sabâ'lıların ellerinde kaldı. Çünkü, Kızıldeniz'in iklimini, hava şartlarındaki âni değişiklikleri, su altındaki kayaları ve gemilerin demirlenecek liman ve yerlerini yalnız kendileri belirlerdi ve başka uluslar bunları pek iyi bilmezlerdi. Sabâ'lılar bu güç, çetin ve tehlikelerle dolu deniz yoluyla mallarını Suriye ve Mısır limanlarına ulaştırırlardı. Kara ticaret yolları ise Aden ve Hadramût'tan geçerek Mârib'te birleşirdi ve buradan bir yol Mekke-Cidde-Medine, El-Ulâ Tebûk ve Eyle'den Petra'ya kadar uzanırdı. Bir başka yol Mısır'a, yine başka bir yol Suriye'ye kadar giderdi. Kur'ân-ı Kerîm'de belirtildiği gibi Yemen sınırından Suriye'ye kadarki yolda Sabâ'lıların çeşitli yerleşim bölgeleri vardı ve gece gündüz ticaret kafileleri geçerdi. Bu yerleşim bölgelerinin kalıntıları hala bulunuyor ve buralardan çok sayıda Saba ve Himyer dilinde yazılmış kitabeler çıkarılmıştır.
13.7.9. Ticarette Çöküşün Başlaması
M.S. Birinci yüzyılda bu ticaret çöküş devresine girdi. Bu zamana kadar Ortadoğu'da pek çok ülke Romalılar ile Yunanlıların egemenliğine girmişti ve artık Batılılar, ticareti Arap'ların ve özellikle Sahalıların tekelinden çıkarmak istediler. Onlara göre Arap tüccarlar, durumu istismar ediyor ve mallar için keyiflerine göre fiyat istiyorlardı. Bundan kurtulmak için bizzat kendilerinin bu sahada söz sahibi olmaları gerekiyordu. Bu maksatla, evvelâ Mısır'ın Yunan asıllı hükümdarı, II. Betlimus (M.Ö. 285-246), 1700 sene evvel, Fir'avun Sosositeris'in Nil nehrini Kızıldeniz'e bağlamak üzere kazdığı kanalı yeniden açtı. Böylece, ilk Mısır ticaret filosu bu kanaldan Kızıldeniz'e indi. Fakat Mısırlıların bu hareketi, Sabâ'lılara karşı pek başarılı olamadı. Daha sonra Mısır'a Romalılar hâkim olunca dâha güçlü bir ticaret filosu Kızıldeniz'e indirildi. Bu filonun arkasında da güçlü bir donanma vardı. Sabâ'lılar buna karşı koyacak durumda değillerdi. Bundan sonra Romalılar Kzıldeniz sahil şeridinde ve Arap yarımadasının güney sahili boyunca muhtelif liman ve tersaneler inşa ettiler ve bu limanların etrafında Romalı yerleşim merkezleri de kuruldu. Buralarda gelen ve giden bütün gemilerin tüm ihtiyaçlarını karşılayacak teknik imkânlar vardı. Ayrıca, çoğu yerlerde askeri birlikler görevlendirilirdi. Hatta öyle bir zaman geldi ki Aden tamamıyla Romalıların eline geçti. Bu arada, Romalı ve Habeşli yöneticilerle onlara bağlı devletçikler de, gelen yabancılarla işbirliği yaparak Sabahların hâkimiyetine ve hatta hürriyetlerine son verdiler.
Deniz ticaret yolunun Sebe'lilerin elinden çıkmasından sonra sadece kara ticaret yolu geçim kaynakları olmuştu. Fakat çeşitli sebeplerden dolayı bu geçim kaynakları da ellerinden çıktı. İlk önce Nebtîler, Petra'dan El-Ulâ'ya kadar uzanan yukarı Hicâz ve Ürdün'den bütün Sebe'lileri ihraç ettiler. Dalla sonra, M.S. 106'da Romalılar Nebtî'lerin hakimiyetine son vererek Hicaz'ın sınırlarına kadar olan Suriye ve Ürdün'ün tümünü ele geçirdiler. Daha sonra, Romalılar ile Habeşliler aralarında işbirliği yaparak Sebe'lilerin ticaretteki son etkinliğini de ortadan kaldırmak amacıyla çeşitli yollara başvurdular. Nitekim bu dönemde Habeşliler Yemen'e sürekli olarak saldırılar düzenlemek suretiyle ekonomi ve dolayısıyla ticaretin belini kırdılar ve en nihayet, bu bölgeyi kendi topraklarına kattılar.
13.7.10. Allah'ın Azabından Önceki İsrafa Dayalı Medeniyet
Görüldüğü gibi, Allah'ın gazabıyla, bir zamanlarda şöhret ve ikbalin zirvesinde bulunan bir millet birden bire karanlığa gömülüverdi. Aynı milletin zenginliği ve ihtişamını duyunca gözleri hayretle açılan, ağızlarından salyalar akan Yunanlılar ve Romalılar, öyle bir zaman geldi ki kötü kaderleri için gözyaşı dökme ihtiyacını da duymadılar. Astrabo'nun dediği gibi, Sebe kavmi altın ve gümüşten tabak ve tencere kullanırdı. Bu tarihçi, Sebe'lilerin evlerinin damlarında, duvar, pencere ve kapılarında bile altın, gümüş, inci, değerli taşlar ve fildişinden süslemeler bulunduğunu yazar. Pelini'nin ifadesine göre, Roma ve Fars'tan servet sel gibi Sebe ülkesine akıyordu. Pelini, Sebe'lilerin dünyanın en zengin milleti olduğunu, ülkelerinin mamur, yemyeşil, tarlalarının bereketli ve çarşılarının mallarla dolu olduğunu sözlerine ekler. Artimedoras ise, Sebe'lilerin lüks içinde yaşamakta olduğunu ve zenginlikleri yüzünden son derece müsrif bir hayat sürmekte olduğunu beyan eder. Aynı tarihçi, Sebe halkının tarçın, sandal ağacı ve diğer tütsüleri yakacak olarak kullandıklarını kaydeder. Bazı diğer Yunan tarihçilerinin ifadelerine göre, Yemen sahillerinden geçen denizci ve tayfalar, buralardan gelen güzel kokulardan mest olurlardı. Sebe'liler aynı zamanda tarihte ilk gökdelen inşa eden millet olarak ün kazanmışlardır. Nitekim, San'a tepesinde yapılan çok katlı yüksek saray Gumdan, asırlarca herkesin hayranlığını kazanıp durdu. Arap tarihçilerinin ifadelerine göre bu sarayın 20 katı vardı ve her katı 12 metre yükseklikte idi. Bütün bu şan ve şöhret, Sebe'liler Allah'a bağlı kaldıkları sürece devam etti. Sonra adları tarihten silindi.
13.8. MEDYEN HALKI VE EYKE KAVMİ
Medyen halkı ve Eyke kavminin ayrı ayrı mı yoksa tek bir kavim mi olduğu konusunda müfessirler arasında ihtilâf vardır. Müfessirlerin bir grubu, bunların iki ayrı kavim olduğunu söylüyor ve bu görüşün lehinde, A'raf sûresinde, Medyen halkından Hz. Şuayb'ın kardeşleri olarak söz edildiğini, oysa, Eyke'liler'den bahsedilirken "kardeşleri" kelimesinin kullanılmadığını ve sadece şöyle denildiğini beyan ediyorlar: "Ve Şuayb onlara dediği zaman." Bunun aksine bazı müfessirler, Medyen ve Eyke ahalisinin aynı kavim olduğunu söylüyorlar. Bu müfessirlerin ifadesine göre A'râf ve Hûd sûrelerinde Medyen ahalisi ve Eyke halkından bahsedilirken ikisinin de aynı sıfatlara sahip olduğu kaydedilmiştir. Yine aynı müfessirler, Hz. Şuayb'ın davet ve nasihatının da aynı olduğuna, ayrıca her iki kavmin de aynı akıbete uğradıklarına dikkati çekiyorlar.
Tarihî bulgular, müfessirlerin her iki grubunun da haklı olduklarını göstermektedir. Şüphesiz Medyen ile Eyke iki ayrı kabiledirler; fakat aynı ırkın iki koludurlar. Hz. İbrahim (a.s.)'in karısı veya cariyesi, Katûrâ'nm batnından doğan evlâtları, Arap ve İsrail tarihlerinde Benî Katûrâ ve Katûrâ oğulları olarak geçmiştir. Bunlardan, Medyen adıyla üne kavuşan kabile, adını Hz. İbrahim'in oğlu Medyen'den almıştır. Bu kabile önce Medyânî ve daha sonra Medyenliler olarak ün kazanmıştır. Medyenliler Hicaz'ın kuzeyinden başlayarak Filistin'in güneyine kadar ve oradan Sina yarımadasının son ucu olan Kızıldeniz'deki Akabe körfezine kadar çeşitli yerleşim merkezleri kurmuşlardı. Medyen halkının başşehri Medyen'di. Tarihçi Ebûlfidâ'ya göre bu şehir, Akabe körfezinin batı yakasındaki Eyla (Şimdiki Akabe) dan beş günlük bir mesafede idi. Katürâ oğullarından geri kalan diğer kabileler arasında Benî Dedân da az çok tanınırdı. Dedân'lılar Arabistan'ın kuzeyinde Teyma' ve Tebûk ile El-Ulâ arasına yerleştiler. Bunların başşehri Tebûk'tu ki, eski devirlerde Eyke olarak bilinirdi.[17] Demek ki hem Medyenliler hem Eyke'liler aynı soydan, yani Benî Katûrâ'dan geliyorlardı.
13.8.2. İki Ayrı Kabile'ye Tek Bir Peygamber
Medyen ve Eykelilere tek bir peygamberin gönderilmesinin sebebi, herhalde ikisinin de aynı soydan gelmesi, aynı dili konuşması ve memleketlerinin de birbirine yakın olmasıydı. Pek mümkündür ki bazı bölgelerde her iki ülkenin ahâlisi birbiriyle kaynaşmış ve aralarındaki evliliklerle kan bağlarını daha da pekiştirmişlerdi. Ayrıca, Beni Katûrâ'nın başlıca geçim kaynağı ticaretti. Hem Medyenliler hem Eyke'liler ticaretle uğraştıkları için ikisi de, tüccar topluluğunun müşterek kötü alışkanlıkları, meselâ aşın kâr elde etme, başkalarını kandırma gibi diğer bazı dinî ve ahlâki bozukluklara yakalanmış olabilir. İncil'in eski nüshalarında her iki kabilenin çeşitli putlara taptığı kaydedilmiştir. Daha sonra İsrail oğulları da Mısır'ı terk ederek buraya yerleşince aynı tür şirk ve fuhşa teslim oldular (Bk: Geniti, Bölüm XXV, ayet: 1-5. Bölüm XXX, ayet: 16-17). Medyenliler ile Eykeliler, Yemen'den Suriye'ye ve Basra Körfezinden Mısır'a uzanan dünya ticaret yollarının tam üzerinde bulunuyorlardı. Bu işlek ticaret yolları üzerinde bulundukları için haydutluğa da başlamışlardı. Başka, milletlerden gelen ticaret kafilelerinden yüksek bir haraç almadan geçit vermiyorlardı. Ayrıca bu geniş ticaret yollarına hâkim olabilmek amacıyla diğer milletlerin ticaret kafilelerini daima tedirgin ve huzursuz ediyorlardı ve bu yolların emniyetini bozuyorlardı. Kur'ân-ı Kerîm'de Medyen ve Eyke’lilerin bu kötülükleri şöyle dile getirilmiştir.
"Onlar (Medyen ve Eyke ahalisi) açık bir yol üzerinde oturuyorlardı." Bu milletlerin soygunculuğuna ise A'râf sûresinde şöyle denilmiştir.
"Mü'minleri korkutup Allah yolundan çevirmek, onları eğri yola saptırmak için yol başlarında oturmayın." (Âyet; 86)
Bu sebeplerden dolayıdır ki, bu iki kabileye Cenâb-ı Allah tek bir peygamber gönderdi ve onlara aynı telkin ve talimatı iletti.
13.8.3. Medyenliler İle İlgili Bazı Ayrıntılar
Medyen, Hicaz'ın kuzey batısında ve Filistin'in güneyinde Kızıldeniz ve Akabe körfezine kadar uzanan bölgede yaşayan kabilenin memleketiydi. Bu memleketin hudutları bir taraftan Sina yarımadasının doğu sahiline kadar uzanıyordu. Medyenliler ticaretle uğraşıyorlardı. Eski çağlarda Kızıldeniz'in kıyılarından ve Yemen, Mekke ve Yenbû'dan geçerek Suriye'ye giden ve Irak'tan Mısır'a kadar uzanan iki ana ticaret yolunun tam kavşağında oturan Medyenliler hem ticarette ün kazanmıştı ve hem de bu durumlarını kötüye kullandıkları için Arabistan'da herkesin diline düşmüşlerdi. Bu millet Allah'ın azabına uğrayarak tarihe karışmasından sonra bile adı ve sanı uzun süre ortada kaldı. Özellikle ticaretle meşgul olanlar adı geçen yollardan geçerek Medyen'in kalıntılarını görür ve eski şan ve şöhretlerini hatırlarlardı.
Daha önce işaret ettiğimiz gibi, Medyen ismi, Medyân'ın değişmiş şeklidir. Medyan, Hz. İbrahim'in üçüncü karısı olan Katurâ'dan doğmuştu. Eski çağlarda ve özellikle Arabistan'da bir sülâlenin en büyüğü sülâleye ve daha sonra kabile ve millete adını verirdi. Bu kurala uyularak Arabistan'ın nüfusunun büyük bir bölümü Beni İsmail veya İsmail oğulları olarak meşhur oldu. Hz. Yakub'un evlâtlarına iman edenler ise Beni İsrail veya İsrail oğulları olarak ün kazandı. Medyenliler de Medyân'ın evlâtları olmaları bakımından Medyâni veya Medyenliler olarak meşhur oldular. Bu itikada, bu millete ilk iman ışığının Hz. Şuayb vasıtasıyla geldiğini söylememek için herhangi bir sebep yoktur. Gerçekten de İsrail oğulları gibi Medneyliler de doğru yolda idiler, yani müslümandılar. Hz. Şuayb (a.s.)'ın doğduğu zamana kadar ise imanları zayıflamış ve ahlâkları bozulmuştu. Tıpkı İsrail oğullarının dinî inanç ve ahlâkının Hz. Musa doğduğu sırada bozulduğu gibi. Hz. İbrahim (a.s.)'den sonra aradan geçen 600-700 yılda Medyenliler, müşrik ve ahlâksız kişilerle beraber yaşadıkları için hem müşrik hem ahlâksız olmuşlardı. Fakat, çok tuhaftır ki, hâlâ doğru yolda ve iman sahibi olduklarını söyleyerek iftihar ediyorlardı.
13.8.4. Doğru Yola Davet'in Tepkisi
"Kavminden kâfir olan bir cemaat diğerlerine, 'Eğer Şuayb'a uyarsanız o zaman en büyük zarara uğramış kimseler olursunuz dedi." (A'râf; 90)
Hz. Şuayb, Medyen ve Eyke halkını tek Allah'a itaat etmeye çağırınca, Medyenli kabile reislerini bir telaştır aldı. Bastıkları yerin kaymakta olduğunu sanan bu çıkarcı çevreler, Şuayb'ın telkin ettiği ahlâk kuralları, dürüstlük ve temiz alış veriş gibi şeylerin halk tarafından beğenilmesi ve benimsenmesi halinde iktidarlarının ortadan kaybolacağını düşündüler. Böyle bir durumda hileye ve sahtekârlığa dayalı işleri ve ticaretleri nasıl yürüyebilirdi? Sattıkları mallara karıştırdıkları hile durdurulursa ve mallarını satarken eksik tartmaz iseler, nasıl bol bol kâr elde edebilirlerdi? Mısır ve Irak gîbi büyük medeniyetlerin sınırında ve dünyanın belli başlı ticaret yolları üzerinde bulunurken ticaret kafilelerinin yollarını kesmez, tüccarları soymazlarsa, nasıl büyük servet ve siyasi nüfuz temin edebilirlerdi? İşte Medyenli zengin ve kabile reislerini düşündüren bunlardı. Zâten bu tür düşünceler her yozlaşmış ve manevî yönden çökmüş milletin takip ettiği yol olmuştur.
13.8.5. Medyenlilere Gelen Azâb
Medyen halkına Allah'ın azabı korkunç bir patlama ve zelzele şeklinde geldi. Medyenlilerin mahvoluşu uzun süre çevredeki milletler tarafından ibretle anıldı. Nitekim, Zebûr-u Davud'da şunlar yazılmıştır. "Ey Rabb, falan falan milletler senin aleyhinde and içmişlerdir. Onun için sen onlara, Medyen'lilere yaptığın gibi yap." (83: 5-9). Yas'iyâh peygamber (a.s.) ise bir yerde İsrail oğullarını teselli ederken şöyle diyor: "Asur'lar-dan korkmayın. Gerçi onlar sizin için Mısır'lılar gibi zalim olmaya başlamışlardır. Fakat aradan uzun bir müddet geçmeden Orduların Rabbi onları kamçılayacaktır ve onlar da Medyen'lilerin akıbetine uğrayacaktır." (Yas'iyâh: 10,21-26).
13.8.6. Eykelilere Allah'ın Azabı
"Böylece onu tekzip etliler. Bunun iterine onları karanlık günün azabı yakaladı. Bu azab, o günün büyük azabıydı." (Şuarâ; 189)
Eykelilere inen azâbın herhangi bir ayrıntısı ne Kur'ân-ı Kerim'de ne de hadis-i şeriflerde vardır. Yukarıdaki ayetlerden anladığımız kadarıyla, Eykeliler bâtıl fikirlerinde ısrar ettikleri için Allah'ın azabını adetâ davet etmişlerdi. Dolayısıyla, Allah da kendilerine önce bir bulut gönderdi. Bu bulut, bütün Eykelileri helâk edecek düzeyde yağmur yağana kadar üzerlerinde kara bir şemsiye gibi kaldı. Kur'ân-ı Kerîm'deki kayıtlardan, Medyenliler ile Eykelilere gönderilen azabın değişik mahiyette olduğu kesinlik kazanıyor. Yani, Medyenliler korkunç bir patlama ve zelzele sonunda helâk olurken, Eykeliler karanlık, kara bir bulut ve şiddetli yağmur sonucu mahvoldular. Bu sebeple, Medyenliler ile Eykelileri tek bir millet veya kabile olarak görmek ve bu azaplar arasında bir denge kurmaya çalışmak gereksizdir. Bazı müfessirler, kara bulut veya karanlık şeklinde inen azâbın ayrıntılarını vermeye çalışmışlardır. Ama, bunların kaynaklarının ne olduğunu bilmiyoruz. İbn Cerir ise Hz. Abdullah bin Abbas'ın şu sözlerini nakletmiştir. "Ulema'dan herhangi bir kimse, karanlık günün azabının ayrıntılarını size anlatmaya çalışırsa onlara itibar etmeyin."
13.9. HZ. YUNUS (A.S.)'UN ÜMMETİ
13.9.1. Hz. Yunus (a.s.) İle İlgili Bilgiler
İncil'de adı Jonah veya Yonah olarak geçen ve yaşadığı devir M.Ö. 860-784 olarak bildirilen Hz. Yunus aleyhisselâm[18], İsrail oğullarının peygamberi değildi, ama kendisi "Asurlar"ı ıslâh etmek üzere Irak'a gönderilmişti. Bu sebeple burada Asur'lardan, Hz. Yunus'un ümmeti olarak bahsetmeyi uygun gördük. Asur'lann başkenti Ninova adlı eski çağların en meşhur şehirlerinden biriydi. Bu şehrin geniş alana yayılmış olan tarihî kalıntıları, Dicle nehrinin doğu yakasında bugünkü Musul kentinin tam karşısında bulunuyor. Burada "Yunus Nebi" isminde bir bölge de vardır. Asur kavminin geliştirdiği büyük medeniyet ve ihtişamın en büyük simgesi bu şehrin kalıntılarıdır. Bir tahmine göre bu şehir 100 kilometrelik bir alana yayılmıştı.
13.9.2. Kur'ân-ı Kerîm İle İncil'de Hz. Yunus'un Kıssası
Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Yunus'un kıssasına dört yerde işaret edilmiştir ve bu hususta etraflıca bilgiler verilmemiştir.[19] Bu sebeple, Allah katında bir milletin helâk edilmesine karar verildikten sonra iman etme ve yalvarmanın hiçbir faydası olmadığına dair umumi kaidenin Asurlar için neden bozulduğunu kesinlikle söylemek güçtür. İncil'de Yonah adlı bölümde bazı ayrıntılara rastlıyorsak da bunlara fazla güvenemeyiz. Çünkü bu bölümde yer alan hususlar ve sözler, ilâhi kelâm değildir ve bunların Hz. Yunus (a.s.) tarafından söylendiği de sabit değildir. Gerçek şu ki, Hz. Yunus'tan 400-500 yıl sonra meçhul bir kişi bu bölümü yazarak Mukaddes Kitab'a (İncil'e) ekleyivermiştir. Ayrıca, bu bölümde akıl ve mantığa sığmayan bazı kayıtlara da rastlanıyor. Fakat hem Kur'ân-ı Kerîm, hem İncil'in kayıtlarını karşılaştıracak olursak Kur'an'ı Kerîm müfessirlerinin anlattıklarının daha doğru olduğunu anlarız. Durum kısaca şöyle idi. Hz. Yunus (a.s.) Allah'tan gelecek azap hakkında ümmetine haber verdikten sonra, ümmetinin inatçılığına ve sapıklığına dayanamayarak, Allah tarafından hicret izni gelmeden, bulunduğu yeri terk etmişti. Bu müstesna bir vaziyetti ve Asurlar, günahlarından pişmanlık duyarak tövbe edince Allah'ta onları affetti.[20]
İlâhi kanunun değişmez kurallarından biri, bir millete son uyarı yapılmadan ilâhî azabın gelmemesidir. Hz. Yunus son ana kadar beklemediği ve ümmetine son bir mühlet vermeden bulunduğu bölgeyi terk ettiği için ilâhî adalet, Asur'ların cezalandırılmasını uygun görmedi ve kendileri pişmanlıklarını bildirince ecelleri gelinceye kadar onları affetti.
13.9.3. Hz. Yunus'un Ümmetinin Son Defa Azaba Uğraması
Hz. Yunus'un ümmeti, yani Asurlar tekrar Allah'a iman edince dünyadaki ömürleri bir süre uzatıldı. Verilen mühlette bu ulus giderek yozlaştı ve kötü yola saptı. Nahum Peygamber (M.Ö. 720-698) bunları doğru yola getirmeye çalıştı, ama herhangi bir başarı kazanamadı. Daha sonra Safniyâh peygamber (M.Ö. 640-609) kendilerini son defa ikaz etli. Bu da fayda etmedi. Nihayet, M.Ö. 602 civarında Cenab-ı Allah bunlara Midyalıları musallat etti. Midya kralı, Babillilerden de destek alarak Asur'lara saldırdı. Asur ordusu yenilerek Ninova'da mahsur kaldı. Bir müddet muhasara altında direnmeye çalıştıysa da Dicle nehrinin su baskını yüzünden kalenin yüksek duvarları yıkıldı ve Midyalılar kaleye girdi. Kale teslim alındı ve bütün şehir yağmalandı, yakılıp yıkıldı. Civardaki diğer kasaba ve köyler de aynı akıbete uğradı. Asur kralı ise kendi sarayında kendisini yakarak intihar etti. Böylece saltanatı ve medeniyeti bir daha dirilmemek üzere tarihe karıştı. Bu bölgenin tarihî kalıntılarında geniş bir yağma ve yangının işaretleri bulunuyor.
13.10.1. İbrahim (a.s.) Soyunun İki Kolu
Hz. İbrahim'in soyundan iki kol çıkmıştır. Birincisi Hz. İsmail (a.s.)'in evlâtları; Arabistan yarımadasına yerleşmişlerdir. Kureyş kabilesinin yanı sıra Arabistan'ın diğer belli başlı aşiretleri bu kola bağlıdırlar. Arabistan'da soy bakımından Hz. İsmail'e mensup olmayan bazı diğer grup ve zümreler de, vaazettiği dinden etkilendikleri için kendisine bağlı olmakla iftihar etmişlerdir. İbrahim soyunun ikinci kolu da Hz. İshâk (a.s.)'ın evlâtlarından ibarettir. Hz. İshâk'ın evlâtları arasında peygamberlerin uzun bir silsilesini görmekteyiz. Meselâ, Hz. Yakub, Hz. Yusuf, Hz. Musa, Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. Yahya ve Hz. Îsa (a.s.) vs. Yakub aleyhisselam'ın asıl ismi İsrail'di. Bu itibarla, evlâtları Beni İsrail veya İsrail oğulları adıyla meşhur olmuşlardır. İsrail oğullarının vaaz ve telkinleri sayesinde dinlerini kabul eden diğer memleket ve ırka bağlı İnsanlar ya İsrail oğullarının büyük camiasında eriyip kendi benliklerini kaybettiler, ya da ırk ve soy bakımından kendi farklı hüviyetlerini muhafaza edebildilerse de dinen kendilerine tâbi kaldılar. Bu insan kitlesinde yolsuzluk, ahlâksızlık ve sapıklık gittikçe artınca, önce Musevîlik veya Yahudîlik, sonra Hıristiyanlık doğdu.
Kur'ân-ı Kerîm'in Maide suresinin 20. ayetinde Allahu Teâlâ, İsrail oğullarının, Hz. Musa (a.s.)'nın doğuşundan önceki yükselişi ve ihtişamından bahsetmiştir. Bir yandan Hz. İbrahim, Hz. İshâk, Yakub, ve Hz. Yusuf (a.s.) gibi birbirinden üstün ve yetenekli peygamberler aralarında doğarken bir yandan da Hz. Yusuf zamanında Mısır'da büyük bir iktidar ve debdebeye sahip oldular. İsrail oğulları uzun müddet insanlık tarihinin en gelişmiş, en medenî milleti olarak ün yaptılar ve Mısır ile civarındaki memleketlere hâkim oldular. Tarihçiler İsrail oğullarının yükselişinden bahsederken genellikle Hz. Musa'nın yaşadığı çağa değinirler. Halbuki, Kur'ân-ı Kerîm, Beni İsrail'in en parlak devrini Hz. Musa'dan önce yaşamış olduğunu kaydeder. Nitekim, bizzat Hz. Musa'nın, kavminin bu geçmiş ihtişamından bahsettiğine şahit oluyoruz.
13.10.2. Filistin'de Şirk Devri
Hz. Musa (a.s.)'ın vefatından sonra İsrail oğulları Filistin'e girdikleri zaman burada Hitit, Amûrî, Ken'ânî, Firizzî, Hâvî, Yebûsî ve Filistî isminde muhtelif uluslar yaşıyordu. Bu uluslar dinsiz ve müşrik idiler. Yerlilerin en büyük tanrısının adı El idi, ki tanrıların babası sayılırdı. Bu tanrının boğa şeklinde heykelleri vardı. Bu boğa tanrısının karısının adı Aşîre idi. Bu tanrı ve tanrıçaya tâbi çeşitli ilâh ve ilaheler vardı ki sayılan 70'i bulurdu. El tanrısının evlâtları arasında en güçlü tanrı Ba'al idi. Ba'al, yağmur, bahar, bereket ve gök ile yer tanrısı olarak bilinirdi. Filistin'in kuzey bölgelerinde adı en çok tanınan tanrıça, Ba'al'ın karısı, Ünâs idi. Filistin'in iç kısımlarında ise aynı tanrıça, Istârât ismiyle tanınırdı. Bu tanrıçanın adı aşk ve doğumla özdeşleşmişti. Bunun dışında ölüm, sağlık, salgın hastalıklar ve açlık gibi şeyler için ayrı ayrı ilâh ve ilaheler vardı. Velhasıl, tanrılık görevleri sayısız tanrı ve tanrıçalar arasına dağılmıştı. Bu sözde tanrı ve tanrıçalar hakkında öylesine yüz kızartıcı efsâne, hikâye ve destanlar anlatılırdı ki medenî ve kültürlü bir insan bunları ne yazabilir ne de ağzına alabilir. Bu tanrı ve tanrıçalar hakkında anlatılan alçaklık ve sapıklıklar en ahlâksız insana bile atfedilemez. Böylesine alçak, sapık kahpe, kalleş tanrı ve tanrıçaları baş tacı eden ve onlara tapan bir milletin ahlâk bozukluğunu artık siz tahmin edin. Nitekim, Filistin'de yapılan kazılarda ve ortaya çıkarılan tarihi eserlerde bunların yüz kızartıcı örnekleri vardır. Filistin'de şirkin almış yürümüş olduğu devirde çocukları kurban etmek alışılmış bir gelenekti. Mabed ve ibadet yerleri birer fuhuş yuvasıydılar. Kadınları, kızları tapınaklara alıp, onlarla cinsi münasebet kurmak ve başkalarına peşkeş çekmek, dini ibadetin birer parçası sayılırdı. Bu çeşit batıl inanç ve sapıklıklar daha çoktu.
Hz. Musa Devrinde Filistin
13.10.3. İsrail Oğullarının Yozlaşması
İsrail oğullarına, Tevrât ve Hz. Musa (a.s.) vasıtasıyla verilen emir şu idi. Sakın yerleşeceğiniz yeni memleket olan Filistin'deki dinsiz ve müşrik milletlerin kötü alışkanlıklarına kendinizi kaptırmayın, bu bakımdan oraya varır varmaz onları temizleyin.
Fakat İsrail oğulları Filistin'e varınca bu nasihati unuttular. Kendilerini oranın havasına kaptırdılar. Orada güçlü herhangi bir saltanat veya hükümet kuramadılar. Aralarında birlik ve beraberlik sağlamak yerine kavgaya başladılar. Çeşitli kabilelere bölündüler ve her kabile kendisine ait olan bölgede istediğini yapmaya koyuldu. Bunun neticesinde, kendisini müşriklerin tesirinden kurtaracak güçlü tek bir İsrail kabilesi kalmadı. Mecburen, her yerde ve her bölgede müşriklerle beraber yaşamaya başladılar. Hatta, İsrail oğulları fethettikleri bölgelerde müşriklere küçük özerk bölgeler ve devletçikler kurmaya da müsaade verdiler, İsrail oğullarının bu akılsızlık ve tedbirsizliğinden Zebur'da da yakınılmıştır.[21]
Bu tedbirsizliğin cezasını İsrail oğulları kısa bir zamanda çekmeye başladılar. Yerlilerin tesiriyle şirk belâsı İsrail oğullarını da sardı. Bunun yanı sıra diğer ahlâksızlıklara da esir düştüler. Bu husustaki yakınma İncil'de de yer almıştır.
"Ve Benî İsrail, Hüdâvend'in yanında kötülüğe ve Ba'alim'e tapmaya başladılar. Onlar, Hüdâvend ve kendi atalarının Tanrısını unuttular. Halbuki, bu tanrı onları Mısır'dan getirmişti. İsrailoğulları etraflarındaki müşrikler gibi tanrı ve tanrıçalara tâbi olup tapmaya başladılar ve böylece Hüdâvend'i kızdırdılar. Ve Hüdavend'i terk edip Ba'al ile Istarâta tapmaya başladılar. Nihayet, Rabbin gazabı İsrail'e çöktü." (Bölüm: II, ayetler: 11-13)
İsrail oğullarının tedbirsizliğinin ikinci neticesi, onlara karşı yerlilerin ayaklanmasıydı. İsrail oğullarının müsamaha göstererek özerk ve özgür bıraktıkları devletçikler ve onların hiç mağlup edemedikleri Filistinliler birleşip, üst üste birkaç baskın ve saldırı düzenleyerek İsrail oğullarını Filistin'in büyük bir bölümünden kovdular. Hatta onlardan Hüdâvend'e ait Sandığı (Tabut-u Sakîne)'da aldılar. Nihayet, İsrail oğullarının aklı başına geldi ve onlar tek bir hükümdarın emrinde toplanarak güçlü bir devlet kurmaya karar verdiler. Onların arzusu üzerine Samuel peygamber M.Ö. 1020'de "Talût"u onların hükümdarı haline getirdi. (Bu olaya Bakara suresi, 32. rükûsunda değinilmiştir).
İsrail oğullarının kurduğu birleşik devletin üç hükümdarı oldu. Talût (M.Ö. 1020-1004), Hz. Davud (M.Ö. 1004-985), ve Hz. Süleyman (M.Ö. 965-926). Bu hükümdarlar, İsrail oğullarının, Hz. Musa'dan sonra yarıda bıraktığı işi tamamladılar ve Filistin'e tamamıyla hakim oldular. Sadece kuzey kıyılarında Fenikelilere ve güney kıyılarında Filistinlilere ait devletçikler fethedilemedi, ama bunlar da Filistin devletine tâbi oldular.
Hz. Süleyman (a.s.)'dan sonra İsrail oğulları tekrar maddiyata yöneldiler. Kısır çekişme ve kavgalar Filistin devletinin ikiye bölünmesine yol açtı. Bunlardan birincisi, Filistin'in kuzey bölgeleri ile Ürdünün önemli bir bölümünü içine alan İsrail devletiydi, ki başşehri Sameriyye oldu. İkinci devlet ise, güney Filistin ile Adum'u içine alan Yahudiyye idi, ki bunun Başşehri Jerusalem veya Kudüs oldu. Bu iki devlet birbirinin can düşmanı oldular ve aralarındaki düşmanlık ve kavga son zamanlara kadar devam etti.
Hz. Davud ve Hz. Süleyman (a.s.)'ın Saltanat Devri (M.Ö. 1000-930 Yıllan Arası) .
İsrail devletinin hükümdar ve yöneticileri ile hâkim sınıfı, çevrelerinin dinsizlik, şirk ve ahlâksızlığından en çok etkilenenler oldular. Nitekim bu devletin hükümdarı Ahiab, Sayda'nın müşrik prensesi İzabel ile evlenince şirk ve ahlâksızlık devlet eliyle yapılmaya başlandı. Hz. İlyas ile Hz. El-Yes'a (a.s.) kötülük ve ahlâksızlığın bu seline set çekmeye çalıştılarsa da başarı kazanamadılar. İsrailliler akıllanmayınca, Asurlar Allah'ın gazabı ve azâbı olarak buraya nâzil oldular, Asurların M.Ö. 900 yılından başlayarak üst üste yaptıkları istilâlar İsrail saltanatını son derece zayıflattı. Bu dönemde Âmûs Peygamber (M.Ö. 1%1-İ Al) ve daha sonra Hosi'i peygamber (M.Ö. 747-735) son uyarılarını yaptılar, ama İsrailliler gaflet uykusundan uyanamadılar. Üstelik, İsrail kralı, Âmûs peygamberden derhal ülkeyi terk etmesini ve Sameriyye hududlarında her türlü vaaz ve tebliği durdurmasını istedi. Bundan sonra fazla bir zaman geçmeden Allah'ın azabı geldi. M.Ö. 721'de zalim Asur hükümdarı Ravâ Sargon, Sameriyye'yi fethederek topraklarına kattı ve böylece İsrail devleti ortadan kalktı. Asur istilâsı sırasında binlerce İsrailli kılıçtan geçirildi, 27 binden fazla İsrailli eşraf ve mümtaz kişi esir alınarak Asur devletinin doğu bölgelerine dağıtıldı. Diğer bölgelerden getirilen milletler İsrail'e yerleştirildi. Bu yabancılar arasında geriye kalan çok az sayıdaki İsrail asıllılar ise, millî hüviyetini, kültür ve medeniyetini tamamıyla kaybetti.
Filistin'in güney kesiminde Yahudiyye adıyla kurulan İsrail oğullarının ikinci devletinde de Hz. Süleyman (a.s.)'dan sonra bid'at, hurafe, şirk, küfür, ahlâksızlık ve sapıklık gittikçe artmaya başladı. Fakat bu memlekette, İsrail oğullarının yozlaşması ve kötü yola sapması nisbeten yavaş bir tempoda oldu. Bundan dolayıdır ki, buradaki İsrail oğullarına, kendilerine çekidüzen vermeleri için daha uzun bir süre verildi. Gerçi Asurlar, İsrail'e olduğu gibi buraya da sık sık saldırdılar ve bazı şehirlerini tahrip ettiler, hatta Başkent Jarusalem veya Kudüs'ü kuşattılar, fakat tamamıyla ele geçirmeye muvaffak olamadılar. Bu memleket bir süre Asur'lara bağlı kaldı. Daha sonra Yas'iyâh ve Yermiyâh peygamberlerin sürekli ikazlarına rağmen İsrail oğulları kötü yoldan ayrılamayınca M.Ö. 598'de Babil İmparatoru Büht-un Nasr başta Kudüs olmak üzere bütün Yahudiyye devletini fethederek topraklarına kattı. Yahudiyye kralı kendisine esir düştü. Yahudiyye veya Yahudi devletinin sakinleri olan Yahudilerin kötülükleri bundan sonra da son bulmadı. Ve Yermiyâh peygamberin uyarılarına rağmen Yahudiler Babil'e karşı ayaklanmaya çalıştılar. Nihayet M.Ö. 587'de Büht-un Nasr buraya şiddetli bir saldırı düzenleyerek Yahudilere görülmemiş bir ders verdi. Saldırı sırasında Yahudiyye'nin belli başlı bütün şehirleri yerle bir edildi, Kudüs'te taş üstünde taş bırakılmadı. Kudüs'teki Süleyman Mabedi ve diğer tarihi ve dini yerler talan edildi. Yahudi'lerin büyük bir bölümü, öldürüldü ve esir edildi. Geriye kalanlar ülkeden kovularak sağa sola dağıtıldı. Yurtlarında kalan çok az sayıdaki Yahudi, her türlü acı ve rezillikleriyle baş başa bırakıldılar.
13.10.4. Babil'in Hakimiyeti Sırasında İsrail Oğullarının Durumu
"Yahudiler, şeytanların Süleyman'ın mülküne iftira ettikleri şeye tabı oldular. Süleyman kâfir olmadı, fakat şeytanlar kâfir oldular, insanlara sihri öğretirlerdi. Babil'deki Harut ve Marut adındaki iki meleğe indirilen şeye tabi oldular. İki melek, 'biz fitneyiz, kâfir olma' demedikçe kimseye bir şey öğretmezlerdi. Onlardan karı ile koca arasını ayıran şeyi öğrenirlerdi. Sihirbazlar, Allah'ın izni olmaksızın sihir ile kimseye bir zarar veremezler. Kendilerine zararı olan ve fâidesi olmayan şeyi de öğrenirlerdi. Halbuki, sihri ihtiyar edenlere ahirette nasib olmadığı bilirlerdi. Eğer bilseler nefislerine ne (kadar) fena şey satın aldılar." (Bakara; 102)
Burada şeytanlardan, hem şeytan ve cinin, hem de insan kılığındaki şeytanların kastedilmiş olması mümkündür. İsrail oğullarında maddî ve manevî çöküş baş gösterince ve kölelik, cehalet, fakirlik ve eziklik etkilerini hissettirince, bu millette azim, mukavemet ve kararlılık diye bir şey kalmadı, İsrail oğulları giderek pasifliğe ve hareketsizliğe düştüler; evham, hurafeler, sihir ve batıl itikatlara da esir oldular. Tembellik ve pasiflik yüzünden, ellerini, ayaklarını hareket ettirmeden, sırf büyü ve üfürüklerle işlerini halletmeye çalıştılar. Tam bu sırada şeytanlar da ekmeklerine yağ sürdüler ve Hz. Süleyman (a.s.)'ın koca imparatorluğunun sihir ve büyü üzerine kurulduğuna, gerçek ve somut hiçbir yanı bulunmadığına kendilerini inandırmaya başladılar. Bu sihir ve diğer gizli kuvvetleri kendilerine devredeceklerini de vaadettiler. İsrail oğulları da sanki tam bu fırsatı bekliyorlarmış gibi şeytanlara hücum ettiler ve onlardan bu sihir ve büyüyü elde etmeye çalıştılar. Artık onları ne Allah'ın kelâmı ilgilendiriyordu ne de peygamberlerin hidâyeti.
Söz konusu ayet bazı kimseler tarafından te'vile çalışılmıştır. Fakat benim anladığım kadarıyla, Beni İsrail'in tümü Babil'de esir hayatı yaşarken, Cenab-ı Allah kendilerini imtihan etmek üzere oraya iki melek (Harut ve Marut) göndermiş olabilir. Nasıl ki Lût kavmine iki melek, iki yakışıklı delikanlı kılığında geldiler, İsrail oğullarına da bu iki melek iki büyücü veya derviş kılığında gelmiş olabilirler. Bu melekler bir yandan sihir ve kerametlerini göstermiş bir yandan da halkı son kez uyarmış olabilirler. Onlar muhtemeldir ki şöyle söylemişlerdir, "bakın ey İsrail oğulları, biz sizi imtihan etmek ve son defa ikaz etmek üzere buraya geldik. Eğer bundan sonra da kendinize çekidüzen vermez ve tek Allah'a dönmezseniz sizi büyük bir azap beklemektedir." Ne var ki, meleklerin bu son uyarısı da yollarını şaşırmış olan İsrail oğullarının gözlerini açmadı.
Meleklerin insan kılığında gelmeleri kimseyi şaşırtmasın. Cenâb-ı Allah, melekleri istediği şekle sokabilir ve kendilerine istediği vazifeyi yaptırabilir. Kim bilir, belki şimdi de etrafımızda insan kılığında olan melekler vardır. Bazıları çıkıp, meleklerin sihir ve büyü gibi işler yapmasına itiraz edebilirler. İnsanların yapmalarını uygun bulmadıkları bir şeyi kendilerinin yapmalarına şaşabilirler. Fakat burada biz bu melekleri, rüşvetçi kişileri yakalamak üzere rüşvet alıcı veya verici kılığına girmiş kişilere benzetebiliriz.
İsrail oğullarının bozuk toplumunda en çok revaçta olan şey, bir kişinin, başka birinin karısının kendisine aşık olmasını temin etmek üzere sihir ve muska yapmasıydı. Bu, ahlâk bozukluğunun en kötü örneklerinden biriydi. Bir toplumda evli bir erkek başka bir erkeğin karısını baştan çıkarmaya ve onu elde etmeye çalışırsa demek ki o toplumda aile hayatı temelden sarsılmıştır. Dikkat edilirse, evli İnsanlar arasındaki ilişkiler gerçekte insan uygarlığının temelidir. Erkek ile kadın arasındaki ilişkinin dengeli olması, medeniyet ve kültürün de sağlam temellere dayanmasının bir belirtisidir. Bu ilişki bozulduğu takdirde toplum ve medeniyet de bozulur. O halde, toplumun, medeniyetin ve bizzat kendi varlığının sebebini ortadan kaldırmaya çalışan bir fert muhakkak ki en düşük ve rezil kişidir. Hadis-i şeriflerde belirtildiği gibi, Şeytan kendi karargâhından dünyanın her köşesine ajanlarını gönderir ve onlardan düzenli olarak faaliyet raporlarını alır. Her ajan kendi "marifeti"ni ortaya döker, ve "ben bunu yaptım" veya "ben şunu yaptım" der. Fakat İblis bunları beğenmez. Daha sonra bir ajan ayağa kalkar ve ben falanca koca ile karısının arasını açtım der. Bunun üzerine İblis o ajanı sevinçle kucaklar ve "işte bu başarı örneği" der. Bu gerçeği göz önünde bulundurduğumuzda, İsrail oğullarına gönderilen meleklere, kadınlar ile erkekler arasındaki ilişkiyi neden bozma emri verildiğini daha kolay anlayabiliriz. Doğrusu, İsrail oğullarının ahlâk düzeninin bozukluğunu ölçmek için bundan daha iyi bir ölçek olamazdı.
13.10.5. Onarım ve Yenileme Dönemi
Bildiğimiz gibi eski İsrail devleti ve Sameriyye öylesine battı ki bir daha yerinden kalkamadı. Fakat Yahudiyye halkı her ne kadar bozulmuş ve üst üste yabancı istilâlarla karşılaşmışsa da, aralarında bulunan bazı imanlı ve dürüst İnsanlar yüzünden şöyle ya da böyle varlığını sürdürdü. Bu hidâyetli ve imanlı kişiler, gerek Yahudiyye'de gerekse Babil'e sürgüne gönderilmiş olan İsrail oğulları arasında vaaz, telkin, tebliğ ve ıslâh çalışmalarını sürdürdüler. Nihayet, Allah'ın rahmeti tekrar onlardan yana çıktı. Babil İmparatorluğu çöktü ve yıkıldı. M.Ö. 539'da İran imparatoru. Hüsrev (Kuruş) Babil'i fethetti ve ertesi yıl İsrail oğullarına, kendi yurtlarına dönme ve yerleşme izni verdi. Netice itibariyle, İsrail oğulları akın. akın ülkelerine dönmeye başladılar. İmparator Hüsrev, Yahudilere Kudüs'teki Süleyman mabedini yeniden inşa etme müsaadesi de verdi. Fakat bu bölgeye yerleşmiş olan diğer milletler bu mabedin yeniden inşa işini uzun süre aksattılar. M.Ö. 522'de ise İmparator I. Dâra (Darius), Yahudiyye'nin son kralının torunu olan Zro Babil'i İsrail oğullarının valisi tayin etti. Bu vali, Haccî peygamber, Zekeriya peygamber ve Başrahip Jesus'un gözetiminde Süleyman Mabedini tekrar inşa ettirdi. Daha sonra M.Ö. 458'de Hz. Üzeyir (Azra) (a.s.) sürgüne gönderilen bir Yahudi grubuyla Yahudiyye'ye vardı. Kendisi İran İmparatoru Ardeşir (Artacsercis) tarafından şu emri almıştı:
"Allah'ın sana verdiği akıl ve fikre göre, sen hâkimler ve yargıçları tâyin et, ki böylece, Senin Rabbinin şeriatını bilen nehrin öbür yakasındaki İnsanlar adaletle hareket etsinler ve bilmeyenlere sen bu şeriatı öğretebilesin. Senin Rabbinin şeriatına ve imparatorun fermanına göre hareket etmeyenler cezalandırılsın. İster bu ceza, ölüm, ister sürgün, mallara el konma veya hapse atılma şeklinde olsun." (Azra, Bölüm: VIII, ayet: 25-26).
Hz. Üzeyir bu emir ve fermandan güç alarak İsrail oğullarının yeniden güçlenmesine, kuvvet ve kudret kazanmasına büyük katkıda bulundu. Hz. Üzeyir, Yahudi milletinin iyi ve dürüst kişileri ile en iyi beyinlerini bir araya toplayarak güçlü bir düzen kurdu. Aralarında Tevrat'ın da bulunduğu, İncil'in beş cildini hazırlattı, Yahudilerin eğitimi için önemli müesseseler meydana getirdi, şeriat kanunlarını toplayarak herkesin istifadesine sundu; böylece İsrail oğullarının saplandıkları şirk ve kötü yoldan kurtulmaları ve ahlâklarının düzeltilmesi için önemli adımlar attı. Yahudilerin evlendikleri bütün müşrik kadınların kocalarından boşanmalarını sağladı. Kısacası, İsrail oğulları yeniden Allah'a tapmaya ve ona itaat etmeye başladılar.
M. Ö. 445'te Nahmiyah'ın başkanlığında başka bir Yahudi kafile Yahudiyye'ye döndü. İran İmparatoru, Nahmiyah'ı Kudüs'e vali tayin etti ve kendisine buranın kalesini yeniden inşa etme işini verdi. Bu suretle, 150 yıl sonra Kudüs yeniden kuruldu ve Yahudi din ve kültürünün merkezi haline geldi. Ancak kuzeydeki İsrailliler ve Sameriyyeliler Hz. Üzeyir'in vaaz ve telkininden istifade edemediler. Aksine, Kudüs ile boy ölçüşmek için Cezrim dağının tepesinde yeni bir dini merkez inşa ettiler ve Ehl-i Kitabı bu tarafa çekmeye çalıştılar. Böylece Yahudiyye ahalisi ile Sameriyye ahalisi arasındaki eski rekabet ve düşmanlık yine ortaya çıktı.
13.10.6. Yunan Egemenliği ve Buna Karşı Direniş
İran İmparatorluğunun çöküş dönemine girmesi, Büyük İskender'in fetihleri ve bundan sonra İranlıların tekrar güç kazanması, Yahudi'lerin gelişme ve refahını bir müddet engelledi. Büyük İskender'in ölümünden sonra bıraktığı miras üçe bölününce, Suriye memleketi Sulûki saltanatının tasarrufuna girdi. Sulûkî devletinin Başşehri Antakya idi. Buranın Yunan hâkimi Antiucus III. M.Ö. 198'de Filistin'i ele geçirdi. Kâfir, ve müşrik olan Yunanlılar, Yahudilik ve Yahudi medeniyetinden nefret ederlerdi. Bu sebeple hâkim oldukları bölgelerde Yahudilerin nüfuzunu kırmak amacıyla siyasi ve iktisadî baskı uyguladılar ve bu şekilde Yunan veya Elen uygarlık ve kültürünü yaymaya çalıştılar. Bu işte Yahudilerin bazı grupları da Yunanlılara yardımcı oldular. Yabancı müdahale ve hakimiyet Yahudilerin bölünme ve parçalanmalarına yol açtı. Onların bir bölümü Yunan uygarlık ve kültürünün etkisi altında kalarak Yunan kıyafetini, Yunancayı, Yunan yaşantısını ve Yunan sporlarını kabul etti. Bir başka bölümü ise kendi medeniyet ve kültürüne sıkı sıkıya bağlı kaldı ve Yunanlılara zerre kadar taviz vermeye yanaşmadı M.Ö. 175'te ise Antiucus IV, "Tanrının Temsilcisi" lakabıyla tahta çıktı. Bu hükümdar Yahudilere karşı daha sert ve acımasızca davranarak Yahudi din ve kültürünü ortadan kaldırmak istedi. Bu amaçla, Kudüs'teki büyük mâbede zorla putlar yerleştirdi ve Yahudilerin bu putlara tapmalarını istedi. Kurban yerinde kurban kesmeyi yasaklattı ve müşriklerin âdetine göre kurban kesilmesini emretti. Evlerinde Tevrat bulunan herkesin idam edilmesini emretti. Bu hükümdar, Yasbat'ın emirlerine uyan ve çocuklarını sünnet ettirenlere de ölüm cezası verilmesini istedi. Fakat Yahudiler bu baskıya boyun eğmediler ve yılmadılar. Aksine, Mekkâbî ismiyle meşhur olan isyanı başlattılar. Bu isyan sırasında Yunan kültürünü benimsemiş olan Yahudiler ağırlıklarım Antakya'lı Yunanlı hakimlerden yana koydularsa da Hz. Üzeyir'in talimatından cesâret ve güç alan Yahudiler, Mekkâbilerin etrafında toplandılar ve bu amansız mücadeleden galip çıktılar. Yunanlıları Suriye ve Filistin'den kovdular. Yahudiyye'de bağımsız ve egemen dinî devletlerini kurdular, ki bu devlet M.Ö. 67. seneye kadar ayakta kaldı. Bu devletin sınırları zamanla bir hayli genişledi ve eskiden İsrail oğullarının ellerinde bulunan Sameriyye ve hatta Filistî'lerin yaşadığı bölge de bu devletin topraklarına katıldı.
13.10.7. İsrail Oğullarının Yaşadığı İkinci Fetret Devri
Mekkâbî hareketinin temelinde büyük dinî ve ahlâkî coşku vardı. Bu coşku ve dindarlık zamanla kayboldu ve yerini maddecilik ve gösteriş aldı. Yahudiler tekrar çeşitli grup ve kabilelere bölündüler ve bunlardan bazıları bizzat Romalı fâtih Pompei'yi Filistin'e davet ettiler. Dolayısıyla, M.Ö. 63'tc Pompei, dikkatini bu tarafa çevirdi ve Kudüs'ü ele geçirdikten sonra Yahudilerin hakimiyetine ve hürriyetine son verdi. Fakat, Romalılar genellikle fethettikleri yerlere yerli vali ve hâkim alama eğiliminde oldukları için Filistin'de kendilerine tabi olan yerlilerden müteşekkil bir devlet kurulmasına izin verdiler. Bu devlet, M.Ö. 40 yılında son derece akıllı ve zeki olan Herod adlı Yahudinin eline geçti. Aynı kişi tarihe Büyük Herod adıyla geçmiştir. Herod iktidara sahip olduktan sonra çeşitli akıllı tedbirler ve izlediği dirayetli siyaset sayesinde Yahudi devletinin sınırlarını eşi görülmemiş bir şekilde genişletti. Öyle ki, M.Ö. 40'tan M.Ö. 4'e kadar bütün Filistin ve Ürdün'ün büyük bir bölümüne hâkim oldu. Herod bir yandan dini lider ve din adamlarını himaye ederek Yahudilerin desteklerini kazandı, bir yandan da Roma kültür ve medeniyetini yaymak ve Roma İmparatorluğuna bağlılığını belirtmek suretiyle Roma İmparatorunu da memnun etti. Fakat Yahudiler siyaset ve devlette söz sahibi olmalarına rağmen din, ahlâk ve maneviyat açısından büyük kayıplara uğradılar. Büyük Herod'dan sonra, kurduğu geniş devlet üçe bölündü. O'nun bir oğlu, Erhalaus, Samerriyye, Yahudiyye ve Adumiyye'nin kuzeyine hâkim oldu. Fakat M.S. 6'da İmparator Augustus onu azlederek bölgeye kendi valisini tâyin etti. Bu hükümet M.S. 41'e kadar devam etti. işte bu sıralarda Hz. Îsa (a.s.) Yahudileri ıslâh etme vazifesini üzerine aldı ve Yahudi din adamları ile ulema ve diğer ileri gelenleri kendisine şiddetle karşı koydular. Roma'lı vali Pontius Pelatis de Hz. Îsa'yı öldürtmek istedi.
Herod'un ikinci oğlu Herod Antipas, Kuzey Filistin'in, Galile ve Ürdün nehrinin iki yakasının hâkimi oldu. işte bu adam, bir dansözün isteği üzerine Hz. Yahya (a.s.)'nın kafasını keserek kendisine hediye etti.
Herod'un üçüncü oğlu Philip ise Hermon dağından Yermük nehrine kadar uzanan bölgenin sahibi oldu. Bu hâkim, babası ve diğer kardeşlerinden daha çok, Roma kültürünün etkisinde kalmıştı. İktidara geçer geçmez. Hz. Îsa'nın taraftarlarını sindirmek ve yok etmek için görülmemiş baskı ve zulüm yaptı.
Bu devirde Yahudiler ile din adamlarının gerçek yüzünü görmek için Hz. Îsa (a.s.)'nın hutbelerine müracaat etmeliyiz. Bütün bu hutbeler Dört İncil'de toplanmıştır. Yahudilerin ahlâkî çöküşünü anlamak için Hz. Yahya ile Hz. Îsa’ya yapılan kötü muameleye bakmak yeter de artar bile. Bilindiği gibi, bir sokak kadınının iftirası üzerine Hz. Yahya gibi temiz ve güzide bir peygamberin başı kesildi ve bu zulme karşı kimseden ses çıkmadı. Aynı şekilde Hz. Îsa gibi bir peygamberin ölüm fermanına imza atıldı, ama yine ses çıkaran olmadı. Bu zulüm ve vahşete karşı çaresizlik içinde kıvranan ve kendilerini yerden yere atan kişiler parmaklarla sayılacak kadar azdı. Hatta, Pontius Pelatis'in bu alçak insanlara bayram gününde ölüm cezasına çarptırılanlardan birini serbest bırakma yetkisine sahip olduğunu belirterek Hz. Îsa' (Jesus)'nın mı yoksa Barabas adlı haydudun mu serbest bırakılmasını istediklerini sorduğu zaman, hepsi bir ağızdan, Barabas için af dilediler. Bu bir bakıma, Allah'ın Yahudilere son hücceti ve mühletiydi ve kendileri bunu iyi değerlendiremediler.
Aradan çok geçmeden Romalılar ile Yahudilerin arası bozuldu. M.S. 64. ilâ 66'da Yahudiler isyan ettiler. Herod Agrippa II ile Romalı Floris, ikisi de bu isyanı bastıramadılar. Sonra kendilerine takviye birlikleri gönderildi ve Romalılar bizzat bu ayaklanmaya son verdiler. M.S. 70'te Titus, Kudüs'ü fethetti ve büyük bir katliama girişti. Tahminlere göre 133 bin Yahudi öldürüldü, 67 bini de esir alındı. Bunların dışında binlerce Yahudi işletmelerde çalıştırılmak üzere Mısır'a yollandı. Yine binlercesi, hipodrom ve stadyumlarda binlerce kişinin önünde kılıç sallamak veya vahşi hayvanlarla boğuşmak üzere Roma İmparatorluğunun çeşitli bölgelerine gönderildiler. Atletik vücutlu, uzun boylu ve yakışıklı erkekler ile güzel ve genç kızlar fâtih, kumandan ve subayların hizmetçisi ve cariyesi haline getirildi. Hem Kudüs şehri hem burada bulunan Süleyman Mâbedi yerle bir edildi. Kısacası, Filistin'den İsrail oğulları veya Yahudilerin adı sanı öylesine silindi ki, bunlar tam 2000 yıl bu tarafa gelmeye cesaret edemediler. Süleyman Tapınağı ise hiçbir zaman yeniden inşa edilemedi. Bundan sonra, İmparator Bedrian da artık Elia adıyla tanınan Kudüs şehrini bir daha yağmaladı. Daha sonra asırlarca Yahudiler bu şehre giremediler.
Büyük Herod'un Saltanatı (M.Ö. 30-2 Yıllan Arası)
Mekkabî Devleti
İsrail oğulları yüzyıllardan beri Allah'a itaatsizlik ediyorlardı. Sürekli ikaz ve tembihlere rağmen hareket ve davranışlarında bir değişiklik olmadı. Kendilerini doğru yola getirmek üzere Allah tarafından gönderilen birkaç peygamberi öldürmüşlerdi ve kim onlara doğruluğu anlatırsa onun düşmanı oluveriyorlardı. Bu sebeple, Allahu Teâlâ hüccetini tamamlamak, yani kendilerine son bir mühlet vermek amacıyla Hz. Îsa (a.s.) ve Hz. Yahya (a.s.) gibi iki mümtaz peygamberi gönderdi. Her iki peygamber de, Allah tarafından insanları Hakka davet etmek üzere vazifelendirildiklerine dair açık delil ve işaretlerle gelmişlerdi, ki bunları ancak gözleri kör olanlar göremezlerdi. İsrail oğulları maalesef bu fırsatı da kaçırdılar ve dalâletlerinde ısrar ettiler. Bu bedbaht İnsanlar bu peygamberlerin davetini reddetmekle kalmadılar, aynı zamanda ikisini de ölüme mahkûm ettiler. Hz. Yahya (a.s.)'nın başı bir dansözün iftirası üzerine uçurulurken, Yahudi din adamı ve ileri gelenleri, Hz. Îsa'yı Romalılara öldürtmeyi plânladılar. Bundan sonra Yahudilere fazla zaman ve fırsat vermek yersizdi. Bu sebeple, Cenâb-ı Allah, Hz. Îsa'yı ölümden kurtararak kendi yanına aldı ve İsrail oğullarının ebediyete kadar lânetlenmiş bir millet olarak kalmasını emretti.
13.10.9. İsrail Oğullarının Hz. Yahya (a.s.)'ya Yaptığı Kötü Muamele
İncil'in çeşitli ciltlerinde Hz. Yahya (a.s.)'nın şahsiyeti ve sireti hakkında yazılmış olanları şöyle özetleyebiliriz:
Luka (Lucas)'nın ifadesine göre, Hz. Yahya (John), Hz. Îsa (a.s.)'dan 6 ay büyüktü. Hz. Yahya ile Hz. Îsa'nın anneleri akraba idiler. Hz. Yahya 30 yaşında iken kendisine peygamberlik verildi. Yuhanna'nın rivâyetine göre, Hz. Yahya, Ürdün'de vaaz ve tebliğe başladı. Kendisi şöyle derdi:
Hz. Îsa Zamanında Filistin
"Ben, Allah'ın yolunu takip edin diyen, çölde bağıran bir kişinin sesiyim." (Yuhanna; 1;23)
Mark (Marcus) diyor ki, Hz. Yahya, günahkârların günahını çıkarırdı, günahlarını çıkarttığı kişilerin hem vücudu, hem ruhunun temizlenmesi için kendilerini kutsardı. Yahudiyye ile Kudüs'ten birçok kişi kendisine tabi olmuşlardı. Hz. Yahya bunları kutsardı. (takdis ederdi). (Mark: 1:4-5). Bundan dolayıdır ki kendisine "John, The Baptisi" (Takdis Eden Yahya) lakâbı verilmiştir. Beni İsrail umumiyetle onun peygamberliğini kabul etmişti (Malla: 21:26). Hz. Îsa (a.s.) ise şöyle derdi: "Kadınlardan doğanlar arasında Takdis Eden Yahya'dan daha büyük yoktur." (Matta 11; ll).
Hz. Yahya, deve tüyünden yapılmış elbise giyer ve deri kemeri takardı. Yiyecekleri çekirge ve orman balıydı. (Matta: 3:4). Mütevazi ve fakir bir hayat yaşardı ve insanlara şöyle derdi: "Tevbe edin, çünkü Gök'ün hakimiyetinin günü yaklaşmıştır." (Matta: 3:2). Bu sözler Hz. Îsa'nın peygamberliğine bir işaretti. Herkesin namaz ve oruç vazifelerini yerine getirmelerini isterdi. (Matta: 9:14, Luka, 23, Luka: 11:1). Telkinlerinden biri şuydu: "İki gömleği olan, hiçbir gömleği olmayana versin, yiyeceği olan da aynı şeyi yapsın." Gümrükçüler, 'ya üstâd biz ne yapalım?" deyince, şöyle dedi: "Hakkınız olandan fazlasını istemeyin." Askerler sordular: 'Ey nebi, bize ne dersiniz?' Dedi ki, "Kimseye zulüm etmeyin, kimseden haksız olarak bir şey almayın ve maaşınızdan tasarruf edin." (Luka: 3:10-14).
Beni İsrail'in kötü huylu ve kötü niyetli ulemâsı Ferisî ve Sudukî takdis edilmek üzere kendisine geldiklerinde şu cevabı aldılar: "Ey yılanın evlâtları, gelen gazaptan korkmanızı kim öğütledi? Sanmayın ki, Abraham babanızdı... Şimdi ağaçların köklerinde balta duruyor. İyi meyve vermeyen ağaç kesiliyor ve ateşe veriliyor." (Matta; 3:7-10).
Hz. Yahya'nın vaaz ve tebliğ yaptığı memleketin hakimi, Roma kültürünün esiri olan Yahudi Herod Antipas idi. Bu hâkimin teşvikiyle ülkede her türlü kötülük ve sapıklık yapılıyordu. Kendisi, kardeşi Philip'in karısı Herodiyas'ı sarayına almıştı. Hz. Yahya bu ahlâk dışı harekete karşı ses çıkarınca hapse atıldı. Fakat Herod Antipas, Hz. Yahya'nın temiz kişiliği ve üstün ahlâkından haberdardı ve kendisine hürmet ederdi, ayrıca halk arasındaki büyük nüfuzundan da korkardı. Fakat Herodiyas, Hz. Yahya'nın çabaları sonucu halk arasında ahlâkî değerlerin yükseleceğini ve dolayısıyla kendisi ve kendi gibi diğer "yüksek mevkili insanların" rezil olacağının farkındaydı. Onun için, canına kastetti. Nihayet, Herod'un doğum günü dolayısıyla düzenlenen festivalde, kötü emeline ulaşmak için iyi bir fırsat hazırladı. Festival ile ilgili olarak sarayda yapılan şenlikler sırasında kızı dans ederek herkesi ve özellikle Herod'u mestetti. Herod coşku içinde, "haydi kızım, ne istersen sana vereyim" dedi. Bunun üzerine kız annesine giderek "ne isteyim" dedi. Fahişe annesi de, "kızım, Yahya'nın başını islerim de" dedi. Onun için dansöz kız isteğini Herod'a açıkladı ve "Bana Takdis Eden Yahya'nın başının bir tepside getirilmesini emir verin" dedi. Herod bunu duyunca hayli üzüldü, fakat bir kerre söz vermişti, ayrıca sevgilisinin kızının isteğini de geri çeviremezdi. Binaenaleyh, derhal zindandan Hz. Yahya'nın kesik başını getirtti ve bir tepside dansöz kıza sundu. (Bk: Matta: 14:3-12, Mark: 6:1-29, Luka: 3:19-20).
13.10.10. Hz. Îsa'ya Yapılan Kötü Muamele
"(Ey Rasûlüm) Kitap'ta Meryem'i zikret. Hani o, ailesinden ayrılıp şark tarafındaki bir yere çekilmişti. Sonra onların önünde bir perde çekmişti." (Meryem; 16-17)
Âl-i İmrân suresinde, Hz. Îsa'nın annesi Hz. Meryem'in Kudüs'te bir köşede ibadete çekildiği ve Hz. Yahya'nın O'nu kendi himayesine aldığı beyan edilmiştir. Yukarıdaki sûrede ise, Hz. Meryem'in ibadete çekildiği ve İ'tikâf ettiği yerin Kudüs'ün doğu kesiminde olduğu açıklanmıştır. Hz. Meryem âdet olduğu üzere İ'tikâf ederken perde çekmişti, ki halkın gözünden ırak olabilsin. Bazı müfessirler bu ifadeyi İncil'in ifadesiyle denkleştirmek maksadıyla Kudüs'ün doğusundaki yer olarak Nasıra'yı göstermişlerdir. Bu tahmin yanlıştır, zira Nasıra, Kudüs'ün doğusunda değil kuzeyinde bulunuyor.
"...O'na ruhumuzu (Cebrail) gönderdik de, kendisine düzgün bir insan şeklinde göründü. Meryem O'na, 'Ben senden, çok esirgeyici (Allah'a) sığınırım. Eğer (Allah'tan) korkuyorsan (bana dokunma)' dedi. Melek: 'Sana temiz bir erkek evlât vermek için Rabbinin gönderdiği bir elçiyim,' dedi. Meryem, 'Nasıl olur da benim oğlum olur? Bana bir beşer eli dokunmamıştır. Ve ben iffetsiz de değilim,' dedi. Melek, 'söylediğin gibisin. Fakat Rabbin, bu bana göre kolaydır. Zira, onu tarafımızdan bir ayet ve rahmet kılacağız. Bu, hükmolunmuş bir emirdir, buyuruyor,' dedi." (Meryem; 17-21)
Bu ayetlerde Hz. Meryem'in şaşkınlığına dikkat edilmelidir. Kendisine hiçbir erkeğin eli değmemişti. Ama Allah'ın kudretiyle, Hz. Meryem, hiçbir erkekle temas kurmadan Hz. Îsa’ya hamile kaldı ve Hz. Îsa babasız doğdu. Hz. Cebrail işte bu ilâhi kudrete işaret ediyor ve Allah için hiçbir şeyin güç olmadığını vurguluyor. Aynı şekilde Hz. Yahya'nın da hayret ettiği ve kendisine de aynı cevabın verildiğine dikkat edilmelidir. Nitekim, bundan sonraki ayetlerde Hz. Meryem'in hamilelik ve doğumunun diğer safhaları belirtilirken bu nokta daha da açıklık kazanmış oluyor.
"Meryem, Îsa’ya hamile kaldı. Ve O'nunla uzak bir yere çekildi. Doğum sancısı O'na kuru bir hurma ağacının yanında geldi. 'Keşke bundan önce öleydim de şimdiye kadar unutulmuş olaydım' dedi. Altında biri nidâ ederek, 'mahzun olma, Rabbin senin alt yanında bir dere akıttı. Hurma ağacının dalını kendine doğru silkele. Üzerine lezzetli taze hurma dökülecektir. Arlık ye, iç, gözün aydın olsun. İnsanlardan birini gördüğün zaman 'Ben Allah'a oruç adadım. Onun için bugün kimseye söz söylemeyeceğim' de.' Meryem kucağında Îsa olduğu halde kavmine geldi. Onlar, 'ey Meryem, sen acayip bir şey yapmışsın. Ey, Harun'un kız kardeşi, senin baban fena adam değildi. Anan da iffetsiz değildi,' dediler." (Meryem; 22-28)
Bu eserimizin diğer bölümlerinde işaret ettiğimiz gibi, yukarıdaki ayetlerde sözü edilen "uzak bir yer", Beyt-i lahm'dır. Hz. Meryem, Harun ailesinin namuslu bir kızıydı, günlerini ibadetle geçirirdi. Şimdi birden bire Allah'ın inayetiyle bir çocuk doğuracaktı; bu bakımdan, bu babasız çocuğu doğurmak için Beyt-i lahm'a gitmeyi daha uygun buldu. Eğer Hz. Îsa normal bir şekilde doğmuş olsaydı, evini barkını terk etmesine gerek yoktu. Ayrıca çocuğu doğurduğu yerde de bazı tedbirler aldığı görülmektedir. Hz. Meryem'in telaşı ve korkusu Allah tarafından giderildi ve çocukla ilgili kendisine yapılacak her suçlamaya cevabın bizzat Allah tarafından geleceği açık bir ifade ile belirtildi. Çocuk eğer normal şekilde doğmuş olsaydı, Hz. Meryem'in oruç tutması ve kimse ile konuşmaması da salık verilmezdi. Son ayetlerde geçen "Harun" kelimesi de dikkat çekicidir. Bunun iki anlamı olabilir. Ya Hz. Meryem'in Harun adında bir kardeşi olduğunu söyleyebiliriz. Ya da Arapça gramerine göre bu deyimin, "Harun ailesinin kızı" anlamına geldiğini de belirtebiliriz. Hem olayın şekli, hem müslim, Nesai ve Tirmizî gibi hadis kitaplarında kullanılan ifadeler, ikinci ihtimâlin daha kuvvetli olduğunu gösteriyor. Nitekim Hz.
Muğire (r.a.) tarafından nakledilen hadise göre Necranlı Hıristiyanlar, Kur'ân-ı Kerîm'de, Harun'un Hz. Meryem'in kardeşi olduğu ifadesine itiraz ettiler, Hıristiyanlar, Hz. Harun'un Meryem'den yüzlerce sene evvel yaşamış olduğunu söyleyince Hz. Muğire kendilerine herhangi bir cevap vermedi. Hz. Muğire bu olayı Rasûlullah (a.s.)'a anlatınca, Hz. Peygamber (a.s.) de dedi ki, "sen neden İsrail oğullarının, kendi isimlerini geçmişteki büyük peygamber ve sâlih kişilerin adlarına göre koyduklarını söylemedin?" dedi. Demek ki, Hz. Meryem'in peygamber olan Hz. Harun ile herhangi bir ilgisi yoktu. Ayrıca Rasûlullah (a.s.)'ın ifadesinden de Hz. Meryem'in, Harun'un kız kardeşi değil, Harûn ailesinin bir ferdi olduğu anlamı çıkıyor.
Meryem sûresinde daha sonra şu satırlara rastlıyoruz
"Bunun üzerine Meryem O'na (Îsa’ya) işaret etti. Kavmi: 'Biz beşikteki çocukla nasıl konuşuruz?' dedi. Çocuk (Îsa):, 'Ben, Allah'ın kuluyum. O bana kitap verdi. Ve beni peygamber yaptı. Beni her nerede olursam mübarek kıldı. Hayatta olduğum müddetçe bana namazı ve zekâtı emretti. Beni anneme hayırlı ve hürmetkâr kılıp zorba bir bedbaht yapmadı. Doğduğum gün de, öleceğim gün de ve diri olarak ba's olunacağım gün de Allah'ın selâmeti benim üzerimedir' dedi. İşte hakkında ihtilâf eyledikleri Meryem oğlu Îsa’ya dair Allah'ın sözü budur." (Meryem; 29-43)
Görüldüğü gibi, Hz. Îsa (a.s.) doğduğundan beri İsrail oğulları için Allah'ın açık bir işareti ve ikazıydı. Cenâb-ı Allah, İsrail oğullarını cezalandırmadan ve kendilerine azabını indirmeden onlara son bir mühlet vermişti. Parlak bir delil ve faziletli bir insan olarak kendilerine indirilen Hz. Îsa'yı örnek almalı ve kötü yoldan dönmeliydiler. Yoksa sonları çok kötü olacaktı. Bunu, Allahu Teâlâ, Hz. Îsa'nın yaşantısının her safhasında kendilerine anlatıyordu. Hz. Îsa'yı doğurmak için, Harun ailesinin namuslu bir kızı seçildi. Bu kız Kudüs'te Hz. Yahya'nın dini terbiyesinden geçerek bakire iken Allah'ın emriyle hamile kılındı. Bu kız yeni doğan çocuğunu alarak halkına geri dönünce herkesin sözlü saldırısına uğradı. Herkes kendisini sorguya çekerken bir Mu'cize daha oldu ve Hz. Îsa beşiğinden konuşmaya başladı. Bu olayı gören ve duyan herkes bilmeliydi ki aynı çocuk büyüyüp peygamberlik vazifesini yerine getirmeye başlayınca, kendisine itaat etmekten başka bir çare yoktu. Fakat buna rağmen cehaletinde ve dalâletinde ısrar edecek ve hatta bu peygamberi çarmıha germeye kalkışacaklarsa, kendilerine eşi görülmez bir azap ve felâket gelecekti,[22] ve geldi de.
Eshâb-ür Rass'dan, önce Furkan suresinde, (âyet: 38) daha sonra Kâf suresinde (âyet; 12) bahsedilmiştir. Her iki yerde de bunların, peygamberleri tekzip eden ve yalanlayan milletlerden biri olduğu buyurulmuş, diğer herhangi bir ayrıntı verilmemiş veya bir kıssa anlatılmamıştır.[23]
Arap tarihlerinde ve coğrafya kitaplarında Er-Rass isminde iki yer bulunduğu belirtilmiştir. Bunlardan biri Necd'de, diğeri kuzey Hicaz'dadır. Necd'in Er-Rass'ı daha meşhur olup, cahiliyye devrinde yazılmış olan şiirlerde bu isme arada sırada rastlanıyor. Ne var ki, Kur'ân-ı Kerîm'de zikri geçen milletin bu Rass'lardan hangisine ait olduğunu kestirmek mümkün değildir. Rass ahalisi hakkında güvenilir herhangi bir kaynakta ayrıntılı bilgi de yoktur. Bu milletin yalnızca kendi peygamberini kuyuya attığı kesinlikle söylenebilir. Kur'ân-ı Kerîm'de yapılan kısa işaretten anlaşılıyor ki, Allah'ın kitabının indiği sırada A'raplar herhalde Eshâb-ı Rass'ın hikâyelerini biliyorlardı, ama bu hikâye ve rivayetler daha sonra herhangi bir kitap veya tarihi eserde muhafaza edilemedi.
[1] Burada, uzun müddet kavmini ıslâh etmeye çalıştıktan sonra önemli herhangi bir basan elde edemeyen, aksine çalışmaları sürekli kösteklenen, yoluna yeni yeni engeller çıkarılan, hayatı çekilmez hale getirilen, her türlü baskı, zulüm ve işkenceye maruz kalan, cesareti büsbütün kırılan ve hiçbir ümit ışığı görülmeyen Hz. Nuh'un, nihayet Allah'a yalvarıp kavmi için yaptığı beddua kastedilmiştir. Hz. Nuh'un sözleri şunlardı: "Ben mağlûbum yardım et diye Rabbi’ne yalvardı." (Kamer, 10). "Ey Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden bir tek kişi bırakma." (Nûh; 26).
[2] Hz. Nûh (as.) ile cahil ve inatçı kavmi arasında asırlarca devam eden amansız tartışma, çekişme ve mücadelede de ne yazık ki Allah'ın peygamberi yenik düşmüştü. Kur'ân-ı Kerim bu mücadelenin çeşitli safhalarını ayrıntılı şekilde bize aktarmıştır. Ankebût suresine göre bu mücadele tam 950 yıl sürdü. (Âyet; 14). Hz. Nûh bu müddet içinde çeşitli nesillerin vaziyetini yakından görmüş oldu. Hiçbirinde ıslâh kabiliyeti ve Allah'a yönelme arzusu yoktu. Aralarından iyi ve imanlı birinin çıkma ümidi kalmamıştı. Artık Hz. Nuh şu neticeye varmıştı. "Eğer onları bırakırsam, kullanın saptırırlar. Ve ancak facia ile kâfir doğururlar." (Nûh; 27). Cenab-ı Allah da Hz. Nuh'un bu görüşüne katıldı ve kendi sonsuz bilgisine dayanarak şunları söyledi: "Nuh'a 'kavminden iman edenlerden başkası asla inanmayacaktır. Onların yaptığı şeylerden dolayı tasalanma' diye vah yolundu." (Huda: 36).
[3] "Ahkâf", Hıkf ın çoğuludur. Bunun anlamı, yükseklikte dağ kadar olmayan kum tepeleridir. Fakat, coğrafyaya göre, bu, Arap çölünün güneyindeki ıssız bölgenin adıdır.
[4] Tafsilat için bak.
a) Arabia and The Isles, Harold Ingrams, Londra, 1946.
b) The Unveiling of Arabia, R. H. Kirman, Londra, 1937.
c) The Empty Quarter, Philby, Londra, 1933
[5] Azib'in çarşamba günü geldiğine dair rivâyetler vardır. Bu sebeplen dolayıdır ki, müslümanların bazı gruplarında çarşamba günü uğursuz bir gün olarak kabul ediliyor ve o gün hiçbir şeye başlanmamasına dikkat ediliyor. Bu hususta, kaynaklan zayıf olan bazı hadisler de halk arasında meşhurdur. Meselâ, İbn Merdûye ile Hatip Bağdâdî'nin eserlerinde şu hadise rastlanıyor: "Ayın son çarşambası, uğursuzluğu devam eden, uğursuz bir gündür." İbn Cevzi bu hadise "Mevzu" demiştir. İbn Recep bu hadisin doğru olmadığını söylemiştir. Hâfız Sehâvi'ye göre, bu hadisin bütün kaynakları zayıftır. Aynı şekilde, çarşamba uğursuzlar günüdür." Bazı diğer hadislerde, çarşamba günü seyahata çıkılmaması, alışveriş yapılmaması, tırnakların kesilmemesi, hasta ziyaret edilmemesi gibi öğütler bulunuyor. Ayrıca cüzzam ve sedef gibi hastalıkların çarşamba günü başladığı inancı da vardır. Fakat bu hadis ve rivâyetler zayıf olup, bunlara iman edilmemesi en uygun yoldur. Nitekim meşhur âlim ve araştırmacı, muhakkik Menâvi şunları yazmaktadır: "Çarşamba gününü kötü ve uğursuz olarak kabul etmek ve falcılar gibi inançlar taşımak, haram, çok haramdır. Çünkü, bütün günler Allah'ın günleridir. Belli bir gün ne faydalı ne de zararlıdır." Allâme Alûsî de şunları kaydetmiştir: "Bütün günler birdir. Çarşamba diye ayırım yapmak doğru değildir. Gece ve gündüz arasında tek bir ân bile kimse için uğursuz ve zararlı olamaz. Cenab-ı Allah her gün ve her zaman kulları için müsait ve müsait olmayan şartlar yaratmaktadır."
[6] Hicaz'ın kuzeyinde, Rabığ'dan Ukba'ya ve Medine ile Hayber'den Tayma ve Tebûk'a kadar uzanan bütün bölge bugün de Semûd harabeleriyle doludur. Bundan 1350 yıl önce, Kur'ân'ın inişi sırasında buranın harabeleri herhalde daha belirgin ve iyi durumda idiler.
[7] Tebûk savaşı sırasında, müslümanlar buralardan geçerken bazıları bu harabeler arasında geziyorlardı. Hz. Peygamber (a.s.) bunları toplayarak bir konuşma yaptı. Bu konuşmada Hz. Peygamber (a.s.), Semûd kavminin korkunç sonu hakkında müslümanlara bilgi verdi, belgeye Allah'ın azabının indiğini hatırlattı ve buranın gezilecek bir yer olmayıp ibret yeri olduğunu söyledi ve müslümanların buradan çabuk geçmelerini öğütledi.
[8] Bir milletin umumi isteği ve rızasıyla yapılan bir günâh, her ne kadar ferdî veya kişisel gözükse de, milli bir günahtır ve ceza'da bütün millete verilir. Sadece bu değil. Kur'ân-ı Kerîm'e güre, bir milletin içinde bir günah alenen yapılıyor ve kimseden çıt çıkışıyorsa, bu da milli bir günâhtır.
[9] Hz. İbrahim (a.s.)'in ateşe atılmasıyla ilgili kayıtları görmek için Kur'ân-ı Kerîm'in şu sûre ve âyetlerine bakılmalıdır: (Enbiyâ; 68-70, Ankebut; 24 ve Sâffât; 97-98).
[10] Bu da Kur'ân-ı Kerîm'de zikrolunan mucizelerden biridir. Bu mucizelere inanmayan sözde aydın kişilere bir tavsiyemiz var. Kendilerini İslâmiyet'i kabul etmek için zorlamasınlar. İslâm'ı ya olduğu gibi kabul etsinler ya da İslâm camiasından çıksınlar. Bu hususta gereksiz te'vil ve bahaneler ileri sürmesinler. Mucizelerin hikmeti ve önemini daha önceki bölümlerde açıkladık. Bunlara râğmen bazıları, bunları imanın bir parçası olarak kabul etmiyorlarsa, lütfen İslâm'ı değiştirmeye ve modernleştirmeye çalışmasınlar. Kimsenin Kur'ân-ı Kerîm'i de değiştirmeye hakkı yoktur.
[11] Cenab-ı Allah, sadece İbrahim ve evlâtlarım kurtarmadı, onlara peygamberler arasında üstün mevki ve mertebe de verdi. Nitekim Bakara sûresinde şöyle dedi: "Ben seni İnsanlar üzerine İmam (rehber) yapacağım" (Âyet; 124). Gerçeklen de bugün dünyada müslümanların dışında yahudi ve Hıristiyanlar da Hz. İbrahim'e büyük hürmet gösteriyor ve bağlılıklarını bildiriyorlar.
[12] Bu hususta Kur'ân-ı Kerîm'in bir âyeti şöyledir: Münafıklara ve kâfirlere Nûh, Âd, Semûd ve İbrahim kavimlerinin, Medyen ve Mü'tefike'ler ahalisinin haberleri gelmedi mi?" (Tevbe; 70).
[13] Yahudilerin tahrif ettikleri İncil'de, Hz. Lût (a.s.)'ın şahsiyeti ve karakterine sürülen lekeler arasında kendisinin Hz. İbrahim (a.s.) ile kavga edip Sodom'a gitmesi de yer almıştır. (Doğum, Bölüm: XIII, âyet: 1-12). Fakat Kur'ân-ı Kerîm bu yanlış ifadeyi yalanlıyor. Kur'ân'ın ifadesine göre, Hz. Lût, Cenab-ı Allah tarafından peygamber yapılarak söz konusu bölgeye gönderilmişti ve görevi oranın sapık halkına hidâyet yolunu göstermekti.
[14] Kur'ân-ı Kerim (Neml suresinden anlaşılıyor ki, Hüdhüd, Hz. Süleyman'a, Sebe' halkının durumunu anlattığı sırada bu millet güneşe tapıyordu. Arap gelenek ve törelerinden de Sebe'nin ilk dininin güneşe tapmak olduğu ortaya çıkıyor. Nitekim İbn İshâk bazı ulemaya dayanarak, Sebe halkının, adı Abd Şems (Güneş'in kulu veya Güneşe tapan) ve lakâbı Saba olan bir kişinin soyundan geldiğini beyan etmiştir. İsrail oğullarının rivayetleri de bunu doğrulamaktadır. Bunlara göre, Hüdhüd, Hz. Süleyman (a.s.)'ın mektubunu götürdüğü zaman, Sabâ melikesi güneşe tapmaya hazırlanıyordu. Hüdhüd bunun üzerine mektubu Melike'nin önüne alıverdi.
[15] Tarih kitaplarından, çok eski çağlardan beri, Sebe kavminin bütün sapıklığına rağmen bir bölümünün, diğer tanrıları reddedip tek bir Tanrı'yı tanıdıkları anlaşılıyor. Yemen'den çıkarılan kitabelere göre de böyle bir grubun varolduğu belli oluyor. M.Ö. 650 dolaylarında hazırlanmış olan ve yeni keşfedilen kitabelerde Sabâ'lıların, Gök tanrısına adanmış bazı tapınaklar bulundurdukları kayıtlıdır. Tek tanrıya inanan kişiler çok uzun süre varlıklarını sürdürebildiler. Nitekim, MS. 378 yılına ait olduğu tesbit olunan bir kitabede de Gök tanrısının adına rastlanıyor. Hatta M.S. 645'le yazılmış olan bir kitabede yeryüzü ve göklerin hakimi olan Allah'tan yardım istenmiştir. M.S. 458'e ait olan bir başka kitabede ise bu tanrının adı "Rahman" olarak geçmiştir.
[16] Saba (Sebe') halkı öylesine büyük bir felâkete uğradı ve dağıldı ki bu dağılma bir simge halini aldı. Nitekim bugün dahi Araplar bir millet veya zümrenin mahvoluşunu Sabâlılarınkine benzeterek anlatırlar. Sabahlara verilen nimetler bir bir Allah tarafından geri alınmaya başlayınca, bu kavim çeşitli gruplara ayrılarak Arabistan'ın çeşitli bölgelerine dağılmaya başladılar. Gassanlılar Ürdün ve Şam'a yerleştiler, Evs ve Hazrec Medine'nin yolunu tuttular. Hüzâ'a, Cidde'ye gitti, Ezd kabilesi de Umman'a yerleşti. Diğer kabileler de dağıldı. Kısacası Saba kavmi tamamıyla tarihe karıştı.
[17] Tarihçi Yakût, "Mu'cem ul Buldan" isimli eserinde diyorki Eyke, Tebûk'un kadîm ismidir. Tebûk'lular da kendi şehirlerinin isminin bir zamanlarda Eyke olduğuna inanıyorlar.
[18] Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Yunus isminden başka O'ndan "Zünnun" veya "balık sahibi" olarak da söz edilir. Kendisine balık sahibi denilmiştir. Bu demek değil ki kendisi balık avlar ve satardı. Aksine, bir defasında Allah'ın izniyle bir balık tarafından yutulduğu için kendisine bu lakap verilmiştir. (Bk: Sâffât; 42)
[19] Bk: Yunus suresi, âyet; 98, Enbiya suresi; âyetler: 87-88 ve Sâffât; âyetler: 139-148 ve Kalem; âyetler: 48-50.
[20] Bu konuya "Tefhim-ul Kur'ân", Cilt: IVde Sâffât sûresinin tefsirinde ayrıntılı bir şekilde değinilmiştir.
[21] Bu yakınma, Hz. Davûd'un ağzından yapılmıştır. "Onlar, Allah'ın emrettiği gibi bu milletleri temizlemediler, aksine onlarla bir olup onların işini yapmaya başladılar. Onların putlarına tapmaya taşladılar, ki bunlar kendileri için ayak bağı oluverdi. Onlar kendi erkek çocuklarını şeytanlar için kurban etmeye başladılar. Masum İnsanlar, yani kendi erkek çocuk ve kızlarının kanını akıttılar. Bunun için Allah'ın kahrı üzerlerine geldi. Allah kendi mirasından nefret etmeye başladı. Onları başka kavimlere esir düşürdü ve onlara düşman olanlar onlara hâkim oldular." (Zebûr: Bölüm 106: âyetler: 34-41).
[22] Ayrıntılı bilgiler için Bk: Tefhîm-ül Kur'ân, c. I, Âl-i İmrân sûresinin tefsiri, Nisâ sûresinin tefsiri, C. III, Enbiya sûresi ve Mü'minûn sûresinin tefsirleri.
[23] Eshâb-ur Rass hakkında şimdiye kadar güvenilir ve inanılır araştırmalar yapılamamıştır. Bazı müfessirler bu hususta bazı rivâyetler anlatıyorlarsa da bunlar tatmin edici değildir. Bu kavmin sadece kendi peygamberlerini kuyuya atarak öldürdüğü kesin olarak ifade edilebilir. Rass, Arapçada kuyuya veya kapalı kuyuya denilir. Bu münasebetle kendilerine "kuyu sahipleri' denilmiştir. (Tefhîm-ul Kur'ân, Furkan Ssûresi, c: III).